You are on page 1of 1899

TAKDİM

Şâhitler'in Dilinden ilk kitabı 1977'de yayınlandı. İkinci cildi l98l'de, üçüncü cildi
l986'da, dördüncü cildi l988'de ve beşinci cildi l992'de çıktı. Bu zamana kadar böylece l6
yıllık bir periyot takip etmiş oldu.

Şâhitler'in Dilinden yerli ve yabancı araştırmacılar için ciddî bir ilmî kaynak oldu ve
hâlen de bu önemli fonksiyonunu devam ettiriyor. Öyle ki, Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i
Nur külliyatı ve bir asrı kucaklayan Nurculuk ve Nur hizmeti hususunda araştırma yapan, bu
konularla bilgi sahibi olmak isteyen herkes, Şâhitler'in Dilinden serisini okumak
mecburiyetinde kalacaktır.

Çünkü bu seride yer alan şahıslar, Bediüzzaman'ı bizzat ziyaret etmiş, dersinde
bulunmuş, yıllarca hizmetini deruhte etmiş, Bediüzzaman'la birlikte mahkemeye verilmiş,
zindana atılmış, hapishanede yatmış, seyahat etmiş; Risale-i Nurları elle yazarak çoğaltmış,
teksir makinasıyla çoğaltmış, baskısını basmış, külliyatın günümüze kadar gelmesi için
çalışmış insanlardır. Bunların yanında Bediüzzaman'ı, görevli jandarma olarak sürgüne
götüren, polis olarak takip eden, müdür ve gardiyan olarak cezaevinde görev yapan kişilerin
müşahedeleri ve anlattıkları da yer almaktadır.

Bu serinin diğer önemli bir yönü de, konu ile ilgili olarak içinde yer alan önemli
vesika ve belgelerin mevcudiyetidir. Bediüzzaman'ın hayatı çok hareketli, çok bereketli ve
dop dolu... Tahsilinin ilk başlangıcı olan çocukluk çağından son Urfa seyehatına, oradan
ebediyete uzanan hayatının seyri hakkında bazan yılları, bazan ayları, bazan da haftaları ve
günleri atlamak zorunda kalıyoruz. Yeterli bilgi ve belge ele geçmeyince, bazı noktalar
bilinmezliğini koruyor. İşte bu seride yer alan birçok resim, fotoğraf, resmî ve gayr-ı resmî
belgeler bu noktalara ışık tutuyor, aydınlatıyor.

Şâhitler'in Dilinden serisi, bu nurlu yolun sevdalısı olan Necmeddin Şahiner'in çeyrek
yüzyılı aşan çalışmalarının bir belgeselidir.

"Şâhitler'in Dilinden " bitti mi? Bediüzzaman hakkında bilgi sahibi olan herkes sözünü
söyledi mi? Bediüzzaman'ı tanıyan, onu ziyaret eden herkesin müşahede ve hatıraları
bütünüyle tespit edildi mi? Bu soruların cevabı mutlaka hayır olacaktır. Hayat devam ettikçe
Bediüzzaman'ı görenler, tanıyanlar hayatta oldukları müddetçe bu araştırma bitmiş
sayılmayacak, devam edecektir.
sh»:(Sn.Şh. S.10)

Bu araştırma devam ettiği ve yeni yeni bilgi ve belgeler tespit edildiği, Şâhitler'in
Dilinden ilk ciltleri mevcut olmadığı, mevcutlarda o günkü şartlar gereğince tam ve arzu
edilen mânâda bir tasnif ve tertibe tabi tutulmadığı ve buna benzer diğer bazı sebeplerden
dolayı seriyi yeni baştan ele aldık ve şöyle bir yenilik yaptık:

I. Elimizde mevcut ciltlere ilave olarak Necmeddin Şahiner tarafından iki cilt
olabilecek kadar dosyalar intikal etti. Önce tamamını bir harman yaptık; Bediüzzaman'ın
hayat seyrini ve şahitlerin onu ilk tanıyışlarını göz önüne tutarak bir tertibe tabi tuttuk.
Böylece yayınlanan ciltlerde bulunanların önceki yerleri tamamen değişmiş oldu.

Teptip şöyledir:

1. Van-Savaş-Esaret Şâhitleri

2. İstanbul Şâhitleri (1)

3. Burdur Şâhitleri

4. Barla Şâhitleri

5. Isparta Şâhitleri (1)

6. Eskişehir Şâhitleri

7. Kastamonu Şâhitleri

8. Denizli Şâhitleri

9. Afyon Şâhitleri

10. Emirdağ Şâhitleri

11. Isparta Şâhitleri (2)

12. İstanbul Şâhitleri (2)

13. Ankara Şâhitleri


II. Aradan yirmi yıla yakın bir zaman geçtiği için bazı bilgilerin yenilenmesi, eksik
bilgilerin tamamlanması ve ilavesi gerekiyordu. Meselâ, vefat ettiklerini tespit ettiklerimizin
vefatlarını, daha önce hâtıraları bir kaç satır olarak kaydedilmiş olanların bazılarının
hâtıralarının genişletilmesi gibi..

III. İstifadenin kolaylaşması ve araştırmacılara yardımcı olunması maksadıyla her


cildin sonuna geniş bir şahıs, yer ve konu indeksi hazırlandı.

Şâhitler'in Dilinden serisinin tertip ve tashihinde katkıda bulunan C.Uşak ve


Z.Yıldız'a, İndeksi hazırlayan Ö.Faruk Paksu'ya ve ayrıca son halini gözden geçiren
Abdülvahid Mutkan'a teşekkür ediyoruz.

Bu çalışmayla Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî'nin tanınmasına ve bir


miktar anlaşılmasına vesile olabilmişsek kendimizi bahtiyar hissedeceğiz. Tevfik Allah'tandır.

Yeni Asya Yayınları

sh»:(Sn.Şh. S.11)

ÖNSÖZ

Biz Millet olarak, az söyleyen, az konuşan, fakat çok iş yapan, fiilen konuşan
insanlarııız.

Tarih her ne kadar nisyan perdelerine sarsa da, milletimizin yüzyıllar boyu Allah ve
vatan için döktüğü terleri, cömertçe, akıttığı kanları; hiç bir zaman seyri silemeyecektir.

Dedelerimiz hizmet ve himmetlerini yapmışlar, fakat bu asil cehtlerini tescil ve temhir


arzusunu göstermemişlerdi. Bu sevdaya kapılmamışlardı.

Son düşünce, mukaddes ve ulvî nasibidir milletimizin.

Biz "Allah rızası" diye yüce bir mefkûreye gönül vermişiz. Bu inanç, bu ideal, takvim
yapraklarıyla birlikte devam edip gelmiştir.

Bu kudsî nasip, "Şâhitler'in Dilinden "de hükmünü icra etti.


"Şâhitler'in Dilinden ", bu konudaki araştırmamızın, çalışmamızın ne ilkidir, ne de
sonu olacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili çalışmalarımız, 25 yılı doldurdu. Bundan sonraki
ömrümüz de Allah'ın izniyle bu konunun derinliklerinde geçecektir.

Memleketemizin bu temel manevî hareketi ve onun temsilcisi en ince detaylarına


kadar bilindikçe, yetişen nesillere Nur'dan bir rehber takdim edilmiş olacaktır.

Bediüzzaman'ın rehber şahsiyetinin, faaaliyet ve hareketlerini kronolojik olarak adım


adım, gün gün tetkik etme imkânlarına sahip bulunmaktayız.

Bu araştırmalar, bu tetkikler bizi ibretlerle dolu bir neticeye götürmektedir. Bu


neticeler Bediüzzaman namındaki büyük insanın, gerçekten hayatın her safhasında bir yol
gösterici olduğunu ortaya koymaktadır. Bir ömür boyu tezatsız olmak, olabilmek, işte uzun
sözün kısası.... Bu tezatsızlıktır ki, Bediüzzaman'ı milyonların gönlünde yaşatmaktadır.

Yetmiş yıldır, her önüne gelen, Said Nursî ile ilgili rastgele yazılar yazmıştır. Düzme
tefrikalarla millet bütünlüğü tefrikaya atılmaya çalışılmıştır. Nice kendine yazar denen
kimseler, Bediüzzaman güneşini balçıkla sıvamaya kalkışmışlardır.

"Şâhitler'in Dilinden Bediüzzaman Said Nursî'yi Anlatıyor" isimli bu araştırmamızın


bibliyografyası, bütün vatan sathında bulunan canlı belgelerdir, yaşayan tarihlerdir.

İncelememizde sadece şahitlerin ifadeleri ile iktifa etmedik. Bu hususta Nur


Risaleleri'nden de olayların teyid ve tasdiklerini bulduk. Hâdiselerin aksettiği basın ve yayını
taradık. Bazan şehirlerde, bazan köylerde, tozlanmış kütüphane raflarında hep onu aradık, hep
onu sorup soruşturduk.

"Şâhitler'in Dilinden " bu sorguların sonunda meydana geldi.

Bir tarih profesörü, "Hatıralar, sübjektif elemanları ihtiva etmekle beraber, tarih
yazmakta, belge ve vesika olarak itibar görür" demektedir.

"Şâhitler'in Dilinden "de, şahsî hatıralar olmakla birlikte, anlatılanlarla ilgili resim,
kupür, belge ve nihayet Nur Risaleleri'nden de yer yer konunun tasdik ve teyidine gidilmiştir.
"Şâhitler'in Dilinden " hayatın çok çeşitli sahasında yaşayan, çok değişik meslek sahibi
kişilerdir. Çalışmamızda yer alan şahitlerin birçoğu dünyasını değiştirdi, sonsuzluk âlemine
gitti. Geride kalanlar Nur ikliminde hayatlarını geçiriyorlar.

Daha fazla huzurunuzu işgal etmeyeyim, sevgili okuyucular, "Şâhitler'in Dilinden "
Bediüzzaman Said Nursî'yi anlatırken, birlikte kulak verelim, beraberce dinleyelim.

Bu vesile ile, Şâhitler'in Dilinden'i yeni bir tertip ve tanzimle yayına hazırlayan ve
istifadeye sunan Yeni Asya Yayınları'na teşekkürlerimi bildiriyorum.

Allah herşeyi hakkıyla bilendir.

Necmeddin Şahiner

İstanbul-1992

VAN SAVAŞ ve ESARET ŞAHİTLERİ

(19. Asır - 1926)

Önceki asrın müceddidi MEVLÂNA HALİD-İ BAĞDADİ

Bundan önceki asrın müceddidi olan Mevlâna Halid Ziyaeddin, aslen Süleymaniyeli
Ahmed Ağa isminde bir zatın oğludur. Nakşibendî mürşidi olan Mevlâna Halid'in hayatı,
Nakşî tarikatının tarihinde pek ehemmiyetli bir safha teşkil etmektedir. l776'da
Süleymaniye'ye bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Mevlâna Halid, Mikaili aşiretindendi. Çok
küçük yaşında ilim tahsil etmek için, Erbil'e bağlı Köysancak ve Harir taraflarına gitmişti.
Devrin şöhretli âlimlerinden ders alıyordu. Yine ilim tahsili için Bağdat'a gitti, bir müddet
sonra da Süleymaniye'ye döndü.

Daha sonra Sinence'ye giderek, oranın meşhur âlimi Muhammed Kasım'dan riyaziyat,
hendese, hesap ve astronomi dersleri aldı. l798'de tekrar Süleymaniye'ye döndüğü zaman
müderrisliğe tayin edildi.

Zühdü ve takvâsıyla bilinen Mevlâna Halid, aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştu.
l805'de Diyarbakır, Halep ve Şam üzerinden Hicaz'a gitti. Bu sıralarda Azim Abatlı
Muhammed Zahid adında bir dervişle karşılaştı.Bu derviş kendi mürşidi olan Delhli Şeyh
Abdullah Şahın bazı menkıbelerini anlattı. Bunun üzerine Mevlâna Halid gıyabî olarak büyük
bir iştiyak ve muhabbetle Şeyh Abdullah'a bağlandı. Onunla müşerref olmak için Hindistan
yolunu tutttu. Divan'ında Şeyh Abdullah'a olan bağlılığı yer yer görülmektedir.

l809'da Hindistan'a giderken yolda birçok âlim ve fâzıl zatla tanıştı, Lahor üzerinden
Şeyh Abdullah'ın oturduğu Cihanabad'a vardı. Daha o beldeye yaklaşırken, şeyhinden manevi
feyizler almaya başlamıştı. Bir yıl şeyhinin hizmetinde kaldı. Orada Kadirî, Nakşî, Sühreverdi
ve Kübrevi tarikatlarından icazet alarak, l8ll'de Süleymaniye'ye döndü.

Karadağlı olan Mevlâna Halid aslen Hazret-i Osman'ın (r.a.) nesline dayanıyordu.

Bağdat Valisi Said Paşa Mevlâna Halid'e alâka ve hürmet gösteriyordu. İhsaniye
Medresesini tamir ettirmiş, Mevlâna Halid'e tekke olarak tahsis etmişti. Bu tekke bugün
Bağdat'ta Tekke-i Halidiye olarak anılmakta ve bilinmektedir.

Daha sonraki yıllarda Davut Paşa Bağdat Valisi oldu. l822'de Mevlâna Halid'in
manevî hizmeti ve hakimiyeti siyasilerin dikkatini çekiyordu. Osmanlı devleti, Mevlâna'nın
durumunu öğrenmek için Bağdat Valisi Davud Paşanın bilgisine müracaat etti. Mevlâna
Halid, Vali Paşanın tahkikatından ve icraatlarından huzursuz olarak, Bağdat'ı terk edip Şam'a
yerleşti. İnsaflı bir zat olan Bağdat Valisi Davut Paşa, İstanbul'a şöyle bir rapor gönderdi:
"Mevlâna Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve
hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat'iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten
itina ile kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid'in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını
da taahhüd ederim."

Mevlâna Halid l825'te tekrar hacca giderek oradan Şam'a döndü.

Mevlâna Halid'in Bahaeddin, Abdurrahman, Şehabeddin, Necmeddin ve Fatma adında


çocukları vardı. Şehabeddin Efendi Urfa'da medfundur. Birçok talebe ve halifeleri oldu.
Bunlardan Muhammed Firakî adındaki halifesi İstanbul'da vefat ederek Emin Nureddin
Camiine defnedilmiştir.

Mevlâna Halid l826 yılında kolera hastalığına yakalandı. Bir akşam namazından sonra,
Cuma gecesi, yüzünü kıbleye çevirerek şu âyet-i kerimeyi (meâlen) okumuştu: "Ey itmi'nana
ermiş ruh! Dön Rabbine, sen ondan razı, O senden razı olarak haydi gir kullarımın içine ve
cennetime dahil ol!" Sonra da ruhunu teslim etti.

Şam'ın Salihiye Mahallesindeki Kasyon tepesinin eteğine defnedildi.

Mevlâna Halid Hindistan'a gitmeden evvel hep ilmî eserler yazmıştı. Ondan sonra ise
tasavvuf ve tarikata dair eserleri oldu. Dokuz adet ilmî eseri bulunmaktadır. Altı tane de
Farsça tasavvufi eseri vardır. Tarikatı hakkında ise başkalarınca yazılmış eserler
bulunmaktadır.

Şarklı âlim Sadreddin Yüksel Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin Divan ve Şerhi isminde
hazırladığı, eserin l200. mısrasındaki şu ifadeler dikkati çekmektedir:

"İmam-ı Rabbanî'nin her iki gözü mesabesinde olan Said ile Urvetü'l-Vüska Masum
hürmetine."

Küçük Aşık ve Bediüzzaman

Küçük Âşık

Küçük Âşık veya Hacı Âşık diye bilinen zatın asıl adı Mehmed'di. Babası leblebicilik
yapardı. Çok küçük yaşta kendisini ilim ve iman yoluna adadığı için, lâkabı Küçük Âşık
olarak söylenmektedir. Küçük Âşık Mehmed Efendinin, eşi Fatma Hanımdan altı tane kızı
olmuştu.

Küçük Âşık ilim yolunda, ana ocağı Afyon'u terk ederek İstanbul'a gelmiş, Bir müddet
burada ilim tahsil ettikten sonra, bu defa da bundan önceki asrın müceddidi Mevlâna Halid
Hazretlerini ziyaret etmek, onun irfan meclisinde diz çökerek ilim ve irfan feyzine ermek için,
Mısır'a giden bir gemiye binerek Şam'a doğru yola çıkmış. Kendisi gibi Şam'a, Mevlâna
Halid'e gitmek isteyen diğer ilim talipleri, "Hey molla, sen nereye gidiyorsun?" diye
sorduklarında Küçük Âşık, "Şam'a, okumaya" diye cevap vermiş. Gemi Beyrut'a gelince Şam
yolcuları inip kara yoluyla Şam'a gelmişler. Şam'ın Ümmiye Camiinde namazdan sonra
"Mevlâna Halid'i ziyarete varalım" demişler. Küçük Âşık'a ise; "Delikanlı, biz ehl-i tarikatız,
sen okumak için kendine bir medrese bul" demişler. Küçük Âşık Mehmed ise, bütün zahiri
ilimleri okuduğunu, kendisinin de maksadının Mevlâna Halid Hazretlerini ziyaret etmek
olduğunu söylemiş. Onlarda, "Daha sen çok küçüksün, Şeyh Halid Hazretleri seni kabul
etmez!" demelerine rağmen Küçük Âşık Mehmed azminden vazgeçmemiş ve mollalarla
münakaşa ederek tekkeye varmışlar.

Mevlâna Halid Hazretleri bir keramet haliyle Küçük Âşık Mehmed'in geleceğini
biliyormuş. Hizmetkârlarından birisi, kapıda İstanbul'dan bir grup ziyaretçi olduğunu
söylemiş. Sonra bu ziyaretçiler Mevlâna Halid Hazretlerinin dergâhına girmişler. Şeyhin elini
öperken, sıra Küçük Âşık'a gelmiş. Şeyh, "Gel bakalım, benim küçük Mehmed'im, sen hoş
geldin" diyerek, hiç tanımadığı halde, Afyon'un ve Anadolu'nun bu küçük âşıkını bağrına
basmıştı.

Mevlâna Halid, Küçük Âşık Mehmed'i yanına, hizmetine almış. Küçük Âşık yıllarca
Mevlâna Halid Hazretlerine hizmet etmiş. Zaman zaman Mevlâna Halid, "Oğlum,
Mehmed'im, senin memleketinde kimin var? Seni hiç arayan, soran yok, mektubun da
gelmiyor" deyince, Küçük Âşık boynunu bükerek, "Allah'tan gayrı kimsem yok" diye cevap
verir ve gözleri yaşarırmış.

Bir gün Küçük Âşık'ın annesiyle babası diyar diyar evlâtlarını aramaya başlamışlar.
İstanbul, Mısır ve nihayet Bağdat, Şam yollarına kadar düşmüşler.

Mevlâna Halid Hazretleri bir öğle vakti abdest almak istemiş. Küçük Âşık hemen
leğen ve ibriği getirmiş. Mevlâna Halid eskiden sorduğu gibi yine sormuş: "Yavrum
Mehmed'im, senin memleketinde kimin var?" Küçük Âşık'ın yine gözlere dolarak, "Allah'tan
başka kimsem yok" diyerek cevap vermiş. İşte o zaman Mevlâna Halid Hazretleri avucunun
içini açıp, Küçük Âşık Mehmed'in yüzüne karşı ayna gibi tutarak, "Bak bakalım, dikkat et, ne
göreceksin?" de

[]

Hacı Âşık Mehmed Camii

miş. Küçük Âşık Mehmed, Mevlâna Halid Hazretlerinin avucunda annesiyle babasının
resimlerini görmüş. Kıp kırmızı olarak, hiç sesi çıkmayan Küçük Âşık Mehmed'e, Mevlâna
Halid, "Ey Mehmed, sen buraya annen ve babandan izinsiz ve habersiz geldin" diyerek,
Mehmed'in yaptığı işleri söylemiş, anne ve babasının yakınlara geldiklerini haber vermiş.
Küçük Âşık yaşlı gözlerle, "Annem ve babam buraya gelip, beni şeyhinden ayırıp götürürler,
sizin hasretinize dayanamam diye böyle yaptım" demiş.
sh»:(Sn.Şh. S.19)

Onlar böyle konuşurken kapı çalınmış. Küçük Âşık'ın annesiyle babası içeri girmişler.
Küçük Âşık Mevlâna Halid Hazretlerinin yanından ayrılıp da Afyon'a gitmek istememiş.
Annesiyle babası Şeyhten izin alarak, evlâtlarını alıp götürmek istiyorlarmış. Küçük Âşık ise
bir türlü şeyhinden ayrılmak istemiyor, şeyhinin hasretine dayanamayacağını söylüyormuş.
Bunun üzerine, Mevlâna Halid Hazretleri sırtından hırkasını çıkararak, Küçük Âşık Mehmed
Efendiye giydirmişti.

"Sen benim hasretime işte şimdi dayanırsın, küçük benim cübbemi götürüyorsun.
Şimdi Afyon'a gideceksin, buraya kadar geldiğine göre, hac farizasını eda et, öyle git!" demiş.

Küçük Âşık Mehmed, hocasının hasretini gidermek için cübbesini giyip, ellerini
öperek, hayır dualarını aldıktan sonra, anne-babasıyla Hicaz'a gitmiş ve sonra da Afyon'a
gelmiş.

Afyon'da müftülük yaptığı gibi, şimdi kendi ismiyle söylenen Hacı Âşık Camiinde
dersler de okutmuş. İlim ve maneviyat bakımından çok üstün olan Hacı Âşık Efendi,
senelerce medreselerde ders okutmuş, Yunus Hoca ve Sandıklı Şeyhi Hasan Efendi gibi
meşhur kimseleri yetiştirmiş.

Hacı Âşık Mehmed Efendi, ilk defa dolapla kuyulardan su çekmeyi de icad etmiş.
Tabak esnafını müftülük binasına zaman zaman toplayarak "Cehri" denilen bitkiyle derinin
daha iyi boyandığını onlara öğretmiş.

Küçük Âşık Mehmed Efendi l845 yılında vefat etmiş. Kabri Afyon'un Devrane
mezarlığındadır. Bu mezarlık sonradan kaldırıldığı zaman, Hacı Âşık Mehmed Efendinin
sadece mezar taşı getirilip, bugün adıyla anılan camiin yanına dikilmiş.

[]

Küçük Âşık'ın mezar taşı

Mevlâna Halid'den Bediüzzaman'a ulaşan cübbe


l940 civarında yazıldığını tahmin ettiğimiz bir mektubunda Üstad şunları ifade
buyurmaktadır:

"Eski zamanda, on dört yaşında iken, icazet almanın alâmeti olan Üstad tarafından
sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın
küçüklüğüyle, memleketimimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı...

sh»:(Sn.Şh. S.20)

"O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip, veyahut
teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak
kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâyı azimeden dört-beş zatın vefat etmeleri
cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini
öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bu günlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i
Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek
garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğine bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o
mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum. (Bu
mübarek emaneti Risale-i Nur talebelerinden ve ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir
muhterem hanımın eliyle aldım...)"

[]

Mevlâna Halid'in cübbesi

Küçük Âşık'ın torunu Âsiye Mülazımoğlu

l885 yılında Afyon'da dünyaya gelen Asiye Mülazımoğlu'nun babası Mehmed


Bahaeddin Efendi annesi ise Zakire hanımdır. Mehmed Bahaeddin, Küçük Âşık'ın torunudur.

Âsiye Hanım dedesinden kendisine intikal eden bu cübbenin üzerinde yıllarca titremiş,
istiklâl savaşında, Yunan işgalinde, memleketlerini terk etmek zorunda kaldıkları günlerde
bile onu yanından ayırmamış. Sandıklı, Isparta ve Akşehir'e gittiklerinde zor zarurî eşyaları ile
birlikte bu cübbeyi de daima yanında taşımış.

Asiye Hanımın kocası Tahir Bey,


[]

Küçük Âşık'ın torunu

Âsiye Mülazımoğlu

sh»:(Sn.Şh. S.21)

Kastamonu Hapishanesine müdür olarak tayin edildiği zaman, Mülazımoğlu ailesi de


nihayet Kastamonu'ya gelip yerleşmiş. İşte bu yerleşme günlerinde, uzun yıllar dolaştırılan
cübbe de asıl sahibini bulmuş.

Babası Bahaeddin Efendiyle birlikte Bediüzzaman'a giden Asiye Hanım, Mevlânâ


Halid'in emanetini bu asırlık yadigârı sahibine teslim etmişti.

Cübbenin sahibi: "Asiye'nin duası kabul oldu " diyerek uzun yılların iştiyakını,
hasretini ifade etmişti.

Aradığını Bağdat yollarında bulan Küçük Âşık'ın torunları, dedelerinden daha


şanslıydılar. çünkü onlar aradıklarını Anadolu'da bulmuşlardı.

Asiye Hanım'ın ismi ve hizmetleri Risale-i Nur'un lâhikalarında yer yer zikredilir.

Asiye Mülâzımoğlu Risale-i Nur'un kudsî hizmetinde bulunmuş mübarek bir hanım..

Ankara'daki evinde ziyaret ettiğimiz zaman, yaşından beklenmeyecek zindelikte bize


bu konuda bilgiler vermişti.

Bizi gülerek karşılamış, "Bugün içimde bir sevinç vardı, sizin geleceğinizi âdeta
bekliyordum" diyordu.

Mevlâna Halid Hazretlerinin bu cübbesi Bediüzzaman'ın yanında kalmıştı. Yıllar


sonra, l950 yılı sonbaharında Urfalı Vahdi Gayberi Emirdağ'da Üstadı ziyaret ettiği zaman,
Üstad bu mübarek cübbeyle birlikte bazı eşyalarını, kendisinin de Urfa'ya geleceğini
söyleyerek Gayberi'ye verip, Urfa'ya göndermişti. Mevlâna Halid'in cübbesi bugün Urfa'da
Abdülkadir Badilli tarafından muhafaza edilmektedir.

sh»:(Sn.Şh. S.22)
GAVS-I HİZAN

SEYYİD SIBĞATULLAH

"Şu üslûp, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani Şah-ı
Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, Halid Ziyaeddin, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbğatullah ve Seyda gibi
evliyaya işaret var." (Münazarat).

"Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında
ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namiyle bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum
ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylânî' derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi
ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.'
Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma
yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı
Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken,
Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin
meşguliyeti mâni oluyordu." (Sekizinci Lem'a, Osm. s.65.)

Nurs seyahatlerimiz esnasında üç-beş defa Hizan'a uğramıştık. Hizan yakınlarında


Gayda kasabası bulunmaktadır. Yukarıdaki nakillerde adı geçen Seyyid Sibğatullah Hazretleri
burada bir tepecikte medfundur. Bu tepede ayakkabılar çıkartılarak, hürmet içinde ziyaretler
yapılmaktadır.

Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah l87l yılında vefat etmiş, bu vefattan beş yıl sonra da
Bediüzzaman dünyaya gelmişti.

Gavs olmaktansa gelecek zata baba olmayı tercih ederim.

Bazı zamanlarda Üstad Bediüzzaman'ın muhterem babası Sofi Mirza Efendi, Nurs
köyünden kalkarak Gayda'ya Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin ziyaretine gelirdi. Bir
defasında muhteşem mecliste Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza'ya meclisin
başköşesinde yer göstermişti. Orada bulunan ulemâ ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurslu köylüye
neden bu kadar alâka ve hürmet göstediğini

sh»:(Sn.Şh. S.23)
Seyyid Sıbğatullah'tan sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı veriyordu: "Bu Sofi
Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba
olmayı ben on gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı
tercih ederim!"

Abdurrahman Nursî'nin, Bediüzzaman'ın hayatıyla alâkalı yazdığı kitapta Siirt'in


büyük âlimi Molla Fethullah'tan naklen şu parçayı okumaktayız:

"Zekâ ile hıfzın aşırı derecede bir arada bulunması gerçekten az rastlanır bir şeydir.
Fakat şimdiye kadar bu özelliği iki kişide gördüm. Biri sizde (Bediüzzaman'da), diğeride
Molla Halid-i Olekî'de."

Molla Halid-i Olekî, Doksan Üç Harbinde şehit olan bir din ve iman kahramanıydı.
Geçmiş yıllarda Muş'un Nurşin beldesinde Abdurrahman-ı Tağî Hazretlerinin türbesini
ziyaret ederken, Molla Halid-i Olekî'nin yazdığı, üzerinde, kırmızı kalemle tevafukları da
gösteren, el yazması Minah (Vergiler) isimli Arapça eseri de görmüştüm.

Bu kitap Urfa Halilürrahman Camii imamı Yahya Pakiş'in tercümesiyle l982'de


İstanbul da neşredildi.Kitap şu ismi taşıyor: Minah Seyyid Sıbğatullahi'l-Arvasî Gavs-ı
Hizanî. Bu eseri Seyyid Sıbğatullah'ın halifesi Halid-i Olekî derlemişti.

Seyyid Sıbğatullah'ın dedelerinin bulunduğu köylerde hiçbir oyun âleti ve çalgı


bulunmazdı. Gavs-ı Hizan Sıbğatullah "Ben Lütfullah'ın oğluyum" diye babasından
bahsederdi. Sigara içmemek bunların âdetiyle. Meclislerinde sigara içene müsaade etmezlerdi.

Seyyid Sıbğatullah, çeşitli büyük şeyhlerden sonra Seyyid Tâhâ'ya halife olmuştu.
l840'da Seyyid Tâhâ beline hizmet kemerini bağlamıştı. Nesep olarak Abdülkadir Geylânî
Hazretlerine mensup olan Seyyid Tâhâ l852'de vefat etti.

[]

Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin

Gayda'daki mezarı

Seyyid Sıbğatullah ise l87l'de Bitlis'te geçirdiği humma hastalığından sonra,


Ramazan'ın üçüncü Cumartesi günü öğleden sonra vefat etti.
Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin tasarruf ve kerameti çoktu.

sh»:(Sn.Şh. S.24)

Çok kişi, Gavs-ı Hizan'ın vasıtasıyla velâyet derecesine ulaşmıştı.

Dokuz kardeşi, sekiz oğlu vardı. Oğlu Celâleddin çok cesur ve kahramandı. Seyyid
Sıbğatullah'ın cenazesini, oğlu Celâleddin'in emriyle Abdurrahman-ı Tağî yıkamıştı.

Bir seferinde Seyyid Sıbğatullah'la oğlu Celâleddin birlikte Seyyid Tâhâ'nın evine
gitmişlerdi. Seyyid Tâhâ'nın odasında büyük bir yılan görüldü. Yılan hem çok büyük, hem de
tavandaki direkler arasında olduğu için, orada bulunanlardan hiçbiri yılanı çıkarmaya ve
öldürmeye cesaret edemiyordu. Şeyh Celâleddin, eli ile yılanı tutarak çıkardı ve öldürdü.
Bunun üzerine babası Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah, oğluna hitaben: "Ağa ağa" diye
seslenerek iltifat etti. Seyyid Tâhâ da Celâleddin'e nazar edip, manevî evlâtlığa kabul etti.
Doksan Üç Harbinde bu korkusuz Celâleddin çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Kendisi
gayet cömertti. Babasından yedi yıl sonra, yani l878 senesinde vefat etti.

Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah'ın, birisi oğlu Şeyh Bahaeddin olmak üzere dört tane
halifesi vardı. Bu halifeler şu zatlardı:

Seyda Abdurrahman-ı Tağî,

Gavs-ı Hizan'ın oğlu Şeyh Bahaeddin,

Şirvanlı Şeyh Halid-i Olekî,

Şeyh Abdurrahman-ı Meczup.

Gavs-ı Hizan, "Abdurrahman-ı Meczup, Allah'ın nurunu hakkıyla müşahede edendir"


diye buyurmaktaydı.

Abdurrahman-ı Tağî ise sohbet piriydi. Hilâfet makamını geçmişti. Seyda bir şeyh ve
mürşiddi. Nurşin'de medfundur.

Molla Halid-i Olekî, Doksan Üç Harbinde nice kahramanlıklardan sonra şehit olmuştu.
Mezarı meçhuldür.
sh»:(Sn.Şh. S.25)

ABDURRAHMAN- TAĞÎ ve OĞLU

NURŞİNLİ ZİYAEDDİN EFENDİ (HAZRET)

"Hakiki ve Hayali Ziyaeddin"

Bir ilim ve iman merkezi olan Muş vilâyetinin civarındaki Nurşin'de birçok büyük
zatlar yetişmiştir. Nur risalelerinde ismi geçen Ziyaeddin Efendi de bunlardan birisidir.
"Hazret" diye de anılan bu zat, Bediüzzaman'ın büyük kardeşi Molla Abdullah'ın şeyhi ve
hocasıdır. Kendisinin ilk icazetli talebesi Molla Abdullah Nursî'dir.

Mesnevî-i Nuriye'de "Hubab Risalesi"nde Nurşin şöyle geçmektedir: "Eğer istersen


hayalinde Nurşin karyesindeki Seydâ'nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyafetinde
melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra
Paris'e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler
adam suretini almışlar, ilâ âhir..."

Ziyaeddin Efendi İstiklâl Harbinde vatan müdafaası için çarpışırken bir kolunu
kaybetmiştir. Bu hizmetleri Sarıklı Mücahidler isimli eserde yazılmaktadır.

Bediüzzaman'ın büyük biraderi Molla Abdullah'ın bağlı olduğu bu zatla alâkalı olarak
Kastamonu mektuplarında "Molla Abdullah" ile bir muhaveremi hikâye ediyorum" diyerek
"Hayalî ve hakikî Ziyaeddin" diye bir hakikat dersi verilmektedir. Ayrıca Bediüzzaman'ın
l948 Afyon mahkemesi avukatlarından Hulûsi Bitlisî Aktürk'ün Ehl-i Sünnet mecmuasındaki
makale ve hatırasında da Hazret-i Ziyaeddin'in bahsi geçmektedir.

M.Kemal'in mektubu

Hizmetleri Sultan Reşad tarafından bir madalya ile taltif edilmiştir. Mustafa Kemal'in
Nutuk'larında "Nurşunli Meşâyih-i İzamdan Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine " diye,
Paşanın, kendisine mektubu bulunmaktadır. Nurs köyü civarındaki Tağ medreseleri sahibi
Abdurrahman Tağî'nin oğlu olan Hazret-i Ziyaeddin babasıyla birlikte Nurşin'de
medfundurlar.

sh»:(Sn.Şh. S.26)
[]

Tağ medresesi harabesinin uzaktan görünüşü

(Tepede ağacın yanında)

"Nurslu talebelerden biri İslâmı tecdid edecek"

Abdurrahman Tağî ise Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbgatullah'ın halifesidir. Hazret-i


Ziyaeddin'in babasıdır.Hizan'a bağlı Tağ köyünde medresesi vardı. Emirdağ mektuplarında
Bediüzzaman "Nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbî Isparta'da birden bire meşhur Seyda
namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler
çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı " diye Seydâ'dan
bahsetmektedir. Bediüzzaman o zamanlarda dokuz-on yaşlarında olduğunu ifade etmektedir.
O zamanlar Abdurrahman-ı Tağî, Nurslu talebelere, bilhassa küçük Said'e çok alâka, iltifat
gösterir, geceleri yatarken üzerlerini örtermiş. Nurslu talebelerin içinden birisinin İslâmiyete
çok büyük hizmetler edeceğini, İslâmı tecdid edeceğini ifade eder, onun için bu kadar alâka
gösterdiğini söylermiş. Bediüzzaman'ın Emirdağ mektuplarındaki mezkûr mektubu da
Abdurrahman-ı Tağî'den anlatılanları teyid etmektedir.

Abdurrahman-ı Tağî l886 yılında rahmete kavuşarak Nurşin'de defnedilmiştir.

"Hazret" Ziyaeddin Efendi

Tağ köyü, Nurs köyüne yaya olarak iki saat kadar mesafededir. Abdurrahman-ı
Tağî'nin oğlu Muhammed Ziyaeddin'dir. Hazret

sh»:(Sn.Şh. S.27)

namıyla anılan Şeyh Ziyaeddin Efendi, Bediüzzaman'ın büyük kardeşi Molla


Abdulhah Nursî'nin hocası ve şeyhiydi. Hakim Feyyaz Karabel'in tercüme edip neşrettiği
Yeni Mektubat isimli eserinde içinde Şeyh Muhammed Ziyaeddin'in, Nurslu Molla
Abdullah'a hitaben yazılmış üç tane de mektubu bulunmaktadır. Mektubat ll3 mektuptur. Son
mektup olan ll3. mektup, Birinci Cihan Harbinde harp cephesinden Şeyh Ziyaeddin tarafından
Molla Mehmed Emin'e yazılmıştı, harple alâkalıdır.

Molla Abdullah'ın, güzel yazısıyla yazdığı bazı Arapça ders notları ve Kur'ân-ı
Kerimler vardır. Kur'ân-ı Kerimler, elimizde bulunmaktadır.

[]

Şeyh Ziyaeddin (Hazret)

sh»:(Sn.Şh. S.28)

[]

Şeyh Emin Efendinin torunu Mustafa Efendiyi

dedesi ile ilgili hatıralarını l970 yılında dinlerken

BİTLİSLİ ŞEYH

EMİN EFENDİ

(Şirvanî)

Şeyh Emin ve

Molla Said

Her sabah Müslüman Türkiye'mizin güneşi doğudan doğarak, ülkemizi ışık tufanına
boğar. Yirminci yüzyılın başlarında ülkemize şerefler veren manevî güneşlerden birisi de
Şeyh Emin Efendiydi. Bitlis hanedanından bir zat olan Emin Efendi, seyyidler kafilesinden
asrımızı aydınlatan bir bahtiyar sîma idi.

Şeyh Emin Efendi yüzyılımızın başlarında Sultan İkinci Abdülhamid Hanın daveti
üzerine İstanbul'a giderek, orada iki yıl kadar misafir olarak bulunmuştu. Bu misafirlik
esnasında kendisine tahsis edilen Beşiktaş Akaretler'deki köşkte oturmuştu. Kendilerine
Sultan Abdülhamid Han çok alaka ve hürmet göstermiş, Şeyhülislâm olarak İstanbul'da
bulunmasını teklif etmişti. Fakat Şeyh Emin Efendi Sultan'ın bu teklifini kabul etmeyerek
reddetmişti.

Torunlarının verdikleri bilgilerin ışığında, bu Bitlisli büyük alimin l822-l906yılları


arasında ömür sürdüğünü yaklaşık olarak tesbit etmekteyiz.

Bir kervansaray mahiyetindeki evi ve dergâhı uzun yıllar etrafa Nakşi nurunu saçtı. Bu
nur yuvası l908 yılında, kırk gün süren bir zelzele sonunda yer yer tahribat görmüştü. İkinci
Sultan Abdülhamid Han, Musul'daki Çiflikat-ı Hümayunundan bu Nakşi dergâhının tamir
masrafı olarak beş yüz altın göndertmişti.

İstanbul'dan dönerken Sivas'taki talebisi ve müridi Sivas valisi Reşid Akif Paşa'ya
uğrayarak misafiri olmuştu. Sivas'tan Diyarbakır'a faytonla dönmüştü. Oradan da Bitlis'e
kadar hayvan sırtındaki kargirin üstünde gitmişti.

sh»:(Sn.Şh. S.29)

[]

Şeyh Emin Efendi İstanbul'dan

Bitlis'e dönerken uğradığı Sivas'ta

talebeleri ve müridi

Reşid Âkif Paşa ile beraber

[]

Şeyh Emin Efendinin Bitlis'teki evinin ve

dergâhının yıkılmadan önceki hali

Şeyh Emin'in oğlu Derviş Efendi kırk yaşlarındayken l9l4 yılında vefat etmişti.

Derviş Efendi'nin oğlu M.Mustafa Şirvan ise l900-l987 arasında ömür sürmüştü.
Merhum Şirvan'la l970 yılında Karagümrük'teki evinde ziyaretlerimiz ve görüşmelerimiz
olmuştu.
Bediüzzaman'ın ilk nefyinin sebebi

Bediüzzaman Said Nursî'nin Şeyh Emin Efendi ile münasebeti çocukluk yıllarında
cereyan eder. Bu münasebet Tarihçe-i Hayat'ta (s. 37-38) şöyle anlatılır:

"Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek
çevik ve metindi. Said-ül-Meşhur lâkabıyla yâdediliyordu. Siirt'de, kendisiyle mücadele
etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün
suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân

sh»:(Sn.Şh. S.30)

etti. Sonra tekrar Bitlis'e geldi. Bitlis'te bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin
arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin, bilhassa gıybetin İslâmiyete
yakışmadığını onlara ihtar edince, Molla Said'i, Şeyh Emin Efendiye şikâyet ederler. Şeyh
Emin ise:

"Henüz çocuk olduğundan, kabil-i hitab değildir" der.

"Bu söz Molla Said'e tebliğ edildiği anda, zaten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz
olduğundan Şeyh Emin Efendinin huzuruna çıkarak elini öper ve 'Efendim, beni imtihan
ediniz, kabil-i hitap olduğumu isbat etmek isterim' der.

"Şeyh Emin Efendi, mütenevvi ilimlerden ve en müşkül mes'elelerden on altı sual


tertip ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevap verdikten sonra, Kureyş Camiine
gider, ahaliye va'z ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla
Said'e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendiye yardım etmek isterler. Bundan dolayı Vali, büyük bir
vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman'ı nefyeder."

sh»:(Sn.Şh. S.31)

[]

Mustafa Paşa
Hamidiye Paşalarından

Miran Ayiret Ağası

MUSTAFA PAŞA

Şarkın meşhur ağalarından ve Hamideye Alayı komutanlarından Mustafa Paşa, on


dokuzuncu yüzyılın başlarında Cizre'de dünyaya gelmişti. Babası Tamer Ağa, dedesi ise
İbrahim Ağaydı. O zamanlar çok kuvvetli olan Miran aşiretinin ağası olmuştu.

Paşa iri yarı, bakışları sert ve korkutucu, sakallı bir Hamidiye paşasıydı. On bir
oymağı olan Miran aşiretinin Berkeleyi oymağındandı. On bir kabilenin ittifakıyla Miran
aşiretinin başına geçmişti. Tarihçe-i Hayat'ta Bediüzzaman'la olan münasebetleri bütün
tafsilâtıyla anlatılmaktadır. Zulümden ve haksızlıklardan vazgeçmediği için artık öleceği,
harika bir keramet haliyle kendisine bildirilmişti. Gerçekten, bu haberdan az sonra, l902
senesinin Ekim ayında yaylâdan Cizre'ye dönerken, Cizre-Şırnak arasında meydana gelene
aşiret kavgaları sırasında serseri bir kurşun ile öldürülmüştü. Aşiret kavgası sona ermiş, bütün
aşiretler ayrılmış bir haldeyken, kimin tarafından atıldığı belli olmayan bir kurşunla
vurulmuştu. Naaşı Cizre'ye getirilmiş ve şimdiki Cizre mezarlığında kendisine ait kubbesine
gömülmüştü.

Mustafa Paşanın şöhretinden ve haksızlıklarından dolayı kendisine Mısto-i Miri


diyerek onu küçültüyorlardı.

Mustafa Paşa İstanbul'da

Sultan İkinci Abdülhamid Han, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Hamidiye Alayları


teşkil etmek için Doğudaki bütün aşiretleri İstanbul'a çağırmıştı. Mustafa Paşa kendisi gibi iri
yarı beş yüz adamıyla birlikte yola çıkarak, üç aylık bir yolculuktan sonra İstanbul'a geldi.
Akıllı ve zeki bir adam olan Mustafa Paşa Sultan Abdülhamid Hanın tertiplediği resmî
geçitten adamlarıyla birlikte heybetle geçti.Sultan bunlara bir ziyafet verilmesini emretti.

sh»:(Sn.Şh. S.32)

Cizre Miran aşiretinin bu yiğit temsilcilerine bir yemek verildi. Padişah da bunları
seyretti. Mustafa Paşa adamlarına çatal kaşık kullanmadan yemelerini, bütün tabakları ter
temiz sıyırmalarını emretmişti. Adamlar kollarını sıvayıp, tabaklarda hiçbir şey bırakmadan
yemekleri yiyip bitirdiler. Bu manzarayı seyreden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Mustafa
Paşaya 48. Hamidiye Alayı paşalık rütbe, berat ve nişanlarını taktırdı ve çok geniş selâhiyetler
vererek emrinde üç alay kurmasını ferman etti.

Mustafa Paşanın okuma-yazması yoktu. Yanında daima bir kâtibi bulunurdu.


Doğrudan İstanbul'a padişaha bağlı olup, askerî yönden de Erzincan'daki müşîrin emrindeydi.

[]

Cizre'de Mustafa Paşanın yaptırdığı Hamidiye alayı binası

Bugün Cizre'de kendi adıyla anılan Hamidiye kışlasını yaptırmıştı. Padişah bu iş için
büyük yardımlar göndermişti. Her ay asker başına bir kese altın gelirdi. Padişah Mustafa
Paşaya geniş selâhiyetler tanımıştır. Bu yüzden zulümleri olduğu zaman Üstad kendisini
şiddetle ikaz ediyordu. Hazırladığı münazarada ise bütün âlimlerini mağlûp etmişti.

Yazın Van'ın yaylâlarına gider, kışın da mühim işler esnasında Hamidiye kışlasında
bulunurdu. Herhangi bir sefer gerektiği

sh»:(Sn.Şh. S 33)

zaman, emrinde bulunan üç alayı toplar ve hareket ederdi. Bir seferinde Osmanlı
devleti tarafından, Irak'ta bulunan Hevler isyanını bastırmaya gönderilmişti. İngilizler burada
Osmanlıları yıkmak için faaliyet gösteriyorlardı.

Mustafa Paşa vurulduğu zaman, İbrahim, Abdülkerim, Naif, Şelaş ve Berces adlarında
beş tane oğlu vardı. Bunlardan İbrahim Bey çok sinirliği olduğundan, Mustafa Paşanın yerine,
bütün aşiretlerin destek ve reyleriyle ikinci oğlu Abdülkerim Bey seçildi. Durum İstanbul'a
bildirildi ve müsbet cevap geldi. l9l2'de Cizre aşiret alayları Balkan Savaşına katılmak için
derhal İstanbul'a hareket ettiler.

[]

Babası Mustafa Paşanın

haksızlığını ve zulmünü söyleyen


Abdülkerim Bey, Üstaddan özür

dilemişti. İki çocuğun arasındaki,

Abdülkerim Beydir.

Yüz kişiye bedel

Abdülkerim Bey, Tayan, Kiçan, Müsareşan, Hirkan, Düderen ve Miran aşiretlerinin ne


kadar asker çıkaracaklarını tesbit ettirmişti. Her aşiret ne kadar askerle iştirak edeceğini
bildirmişti. Meselâ Tayan aşiretinden Reşid Muheme adında bir ağa, yüz süvari
getirebileceğini söylemişti. Bütün aşiretler bir yerde toplanıp, üç alay ve diğer süvarileri
bekliyorlardı. Reşid Muheme yalnız geldi. Abdülkerim Bey yüz süvarisinin nerede olduğunu
sorduğu zaman, "Benim yüz kişiye bedel olduğumu aşiretler, kabul ederlerse savaşa
gideceğim. Eğer kabul etmezlerse, size hemen yüz süvari getireceğim" dedi. Abdülkerim
Beyin aşiretlere sorması üzerine, onu yüz kişiye bedel olarak kabul ettiklerini söylediler.
Reşid Muheme'nin rütbesi yüzbaşıydı. Aşiret askerleri Balkan Savaşına katılmak için
İstanbul'a, oradan da Uzunköprü'ye geldiler. Düşman askerlerinin yemekte olduğunu gördüler.
Kumandana "Biz buraya savaşa geldik, hemen savaşa devam etmek istiyoruz" dediler.
Komutan, "Yemek esnasında savaş olmaz" diyerek, bunun kaidelere aykırı olacağını söyledi.
Fakat Cizre alayları bu emri dinlemeyerek, düşmana hücum ettiler. Reşid Muheme
Uzunköprü başına atını bağlayıp, askerlere "Düşmanı üzerime doğru sürünüz"

sh»:(Sn.Şh. S.34)

diye emir verdi.

Üzerine gelen düşman askerlerini öldürmeye başladı. Nihayet başı ve elbisesi kanlar
içinde, on üç düşmanı öldürüp, on üçünün de mavzer ve tüfeklerini boynuna attı. Bu esnada
karşı taraftan gelen bir bomba, seyis ve hizmetçisine isabet ederek parçalandığında çok üzüldü
ve kızgınlığından savaşı daha da hızlandırdı. Sonunda büyük bir zafer kazandı. Bu muzaffer
gazileri Edirneliler çiçek ve gül yağdırarak, alkışlarla karşıladılar. İstanbul'da da halk bu
gazileri sokaklarda çiçek, gül ve şekerlemelerle karşıladılar.
Mustafa Paşanın oğlu Abdülkerim Bey, Hamidiye kaymakamlığını da yaptı. l9l6
senesinde askerlerini Cizre'de Bani Hanı mevkiinde hazırladı. Erzincan'daki müşirlik
tarafından verilen emirde, Ruslara karşı yapılacak savaşa gidecekken, orada vefat etti. Cizre
alayları onu hemen defnettiler ve seferi iptal etmeyerek, Mustafa Paşa'nın birinci oğlu olan
İbrahim Beyi yerine geçirip, hareket ettiler.1

1- Abdullah Yaşın Bütün Yönleriyle Cizre

sh»:(Sn.Şh. S.35)

[]

Şeyh Muhammed Celali'nin oğlu

Nizameddin Arvâsî

ŞEYH

NİZAMETTİN ARVASÎ

Bediüzzaman'ın Hocası

Şeyh Muhammed Celalî'nin Oğlu: Şeyh Nizameddin Arvasî

Doğubeyazıt'ta üç ay Bediüzzaman'a ders veren zat, Şeyh Muhammed Celâlî idi.


Aslen Arvaslıydı. Uzun müddet Celâlî kabilesi arasında kaldığı için kendisine "Celâlî"
denilmekteydi. l85l yılında dünyaya gelmişti. On biri erkek, dokuzu kız olmak üzere yirmi
evlâdı vardı. Birinci Cihan Harbinin başlarında, yani l9l4'te Siirt'in Şirvan kazasındayken
vefat etmişti.

Oğlu Nizameddin Arvasî, Üstad Bediüzzaman ve babası Şeyh Muhammed Celâlî ile
alâkalı olarak bizlere şu bilgileri verdi:

Bediüzzaman'ın ilk tahsil hayatı

"Ben l9l2 yılında dünyaya gelmişim. Arvasî sülâlesindenim. Arvasîyler dayım olurlar.
Ben kendim Üstad Bediüzzaman'ı görmedim. Annem Sekine (Şeker kadın), ağabeyim Molla
Muhammed Sıddık, Halife Yusuf ve Molla Şerif'ten Üstad hakkında birçok mâlûmatlar
almıştım.

"Bediüzzaman doğuda birçok medrese ve ulemânın yanına gidip, kendi ilim ve zekâ
seviyesine uygun ders verecek âlim bulamayınca, l887'lerde on dört yaşındayken babamın
medresesine gelmiş. Babama meşhur ve maruf Hacı Seyyid Muhammed Celâlî derler. Üstad
babamın medresesinde üç ay tahsil görmüş. Sonraki üç ayda ise ders almayıp, babamla ilmî
münazaralarda bulunmuş.

"Babamın doksan civarında talebesi varmış. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman'mış.


Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen,
bütün talebe

sh»:(Sn.Şh. S.36)

ler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü
Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders
alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış. Bediüzzaman babama, 'Bu kitaplar
okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,' diyerek her ilimden
sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri
babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî'nin türbesine gidermiş. Şüphelenen
babam, küçük Said'in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif'i takipçi koymuş, Türbeye varan
takipçiler, küçük Said'i göremezler, fakat içeriden; 'Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam,
tamam hocam)' diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine
'Bundan sonra Said'e kesinlikle kimse karışmayacak' diye emir vererek, yaşça büyük olan
Molla Şerif'i de Bediüzzaman'ın hizmetine vermiş. Molla Şerif'in anlattığına göre, ders
esnasında bazan babam, bazan da Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği
zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman'ın medreseyi terk
ettiğini söyleyince, babam, 'Bırakın Said'i, bırakın Said'i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra
yine gelir' diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye
dönermiş.

[]Şeyh Muhammed Celali'nin hanımının mezarı


sh»:(Sn.Şh. S.37)

Üç aylık tahsil

"Üç aylık bu tahsilden sonra babam, Küçük Said'e 'Artık sen ilmi tekemmül eyledin.
Bizim sana verecek birşeyimiz kalmadı' diyerek icazetini vermiş. Üstad babamın elini öperek
medreseden ayrılmış. Daha sonraları, Birinci Cihan Harbine kadar, her yıl evimize gelerek,
babamı ziyaret edermiş. Bazı yıllar, Van'da açtığı medresedeki talebelerini de yanına alır, öyle
gelirmiş, Babam Bediüzzaman'a, 'Yetiştirdiğim talebelerin hepsinin de üstadı sensin' dermiş.
Üstad bir defasında babama hediye olarak bir çift yün çorap getirmiş. Babam sadece
talebelerden Halife Yusuf'la Üstad Bediüzzaman'ın bize gelmelerine müsaade edermiş.

"Daha sonraları Üstada annem de hediye olarak çorap vermişti. l953 yılında babamın
doksan dokuzluk yüsr tesbihini Üstada gönderdim.. Üstad da bana kehribar doksan dokuzlu
bir tesbih, bir mektup, ayrıca Nur Risalelerinden Tılsımlar, Mektubat ve Zülfikar eserlerini
göndermişti.

Not Burada bahsedilen, Nizaımeddin Arvasi'nin babası Şeyh Muhammet Celalinin


"Yüsr tesbihi " Bediiıııııııııııııııııızzaman Said Nursi Haııııııııııııııızretlerinşden bu âciııız
M.Said Nursi Haızretllerinden bu âciız M.Said Öızdemir 'e intikal etmiştir. En kışymetli bir
hatıra olarak saklanmaktadır. Bediiüızzaman'ın talebesi M.Said Özdemir

"Ağabeyim Molla Muhammed Sıddık da medresede Üstadla birlikte okuduğundan,


Üstadın büyüklüğünü çok iyi biliyordu. 'Bediüzzaman'ın ilmi Allah vergisidir, onun ilmi
vehbîdir' derdi. Üstad Emirdağ'ındayken ağabeyimle birlikte ziyaretine gidecektik. Üstad
'Onlar gelmesinler, ben oraya geleceğim' diye haber göndermişti."

sh»:(Sn.Şh. S.38)

[]

Şeyh Celâl Efendi

Bediüzzaman'ın talebelik

arkadaşı
ŞEYH CELÂL EFENDİ

Siirtli Şeyh Kardeş veya kısa adıyle Şeyh Celal, l887 senesinde Siirt'te doğmuş, yine
l973'te memleketinde Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Siirt'in bu tanınmış âlimi, altmış seneye yakın bir zaman imamlık vazifesinde
bulunmuştu. İmamlık vazifesini fahrî olarak deruhte etmişti. Otuz yılı bulan bu hizmetinden
sonra, yirmi sene de resmî olarak aynı vazifeye devam etmişti.

Şeyh Celal Efendi, Bediüzzaman'ın çok eski dostu ve arkadaşıydı. Hayatta iken
aralarında şaka ve latifeler eksik olmamıştı.

Birinci Cihan Harbine Bediüzzaman'la beraber iştirak etmişti.

İki arkadaşın lâtifesi

Bediüzzaman'ın ilmini, kahramanlığını ve yüksek faziletlerini her zaman takdirle


anıyordu.

Bediüzzaman, Meşrutiyet sonrası İstanbul dönüşünde neşrettiği eserleri talebelerine


okutuyormuş. Şeyh Celal ise bu eserleri (İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi) okumadığı
gibi, Bediüzzaman'a latife tarzında: "Seyda, İstanbul'a gitmişsin, orada başından geçenleri
oturup yazmışsın, şimdi de burada bunları okutuyorsun?" deyince, Bediüzzaman da şaka
yollu: "Celal sen benim muarızım mısın yoksa?" diye Şeyh Celal'e mukabele edermiş ve yine
latife olarak "Celal, sen benim ağzımda dikenli bir lokum gibisin. Ne yiyebiliyorum, ne de
atabiliyorum" dermiş.

Yine Bediüzzaman'la Şeyh Celal kendi aralarında daha çok gençken karar vermişler
ki: "Hiç evlenmeyelim!"

sh»:(Sn.Şh. S.39)

Şeyh Celal bu hatırasını da anlatarak, bu söze kendisinin sadık kalmadığını, sözünde


durmadığını ifade edermiş.

Genç Said'le Celal Efendi bazan çeşitli oyunlar ve yarışmalar da yaparlarmış. Bir gün
geniş bir su arkını atlamak için iddiaya girişmişler. Genç Said bu arkı muvaffakiyetle
anlayınca Celal kendisinin de atlayacağını söyleyerek, hızlanıp dereye atlıyor, ama
geçemiyor, suyun tam çamurlu kısmına çöküyor.

Şehy Celal Efendi l973 senesinde Siirt'te vefat ettiği zaman binlerce insan cenazesine
katılmış, cenaze namazını da Siirt Müftüsü Raif Korkmaz Efendi kıldırmıştır.

Bir siir yarışması

Şeyh Celal Kardeş diyor ki:

"Birinci Cihan Harbinden evvel vefat etmiş bir zatın taziyesi için Van'ın Zeve köyüne
gitmiştik.

"Bediüzzaman, Abdülmecid (Ünlükul), Molla Habib, Ahmed-i Cano, Muhyiddin,


İbrahim ve Şükrü hep birlikte oturuyorduk.

"Bediüzzaman bize 'Her birimiz birer şiir söyleyelim. Meşhur muallakat-ı seb'a gibi
hangisi beğenilirse o kabul edilsin, birinciliği alsın' dedi. Bunun üzerine her birimiz birer şiir
söyledik. Bediüzzaman bana hitaben 'İb Kıble-i Arabî yite çibi' yani 'Kıbleye yemin ederim ki
senin şiirin beğenildi' dedi. Söylediğim şiir de şuydu:

"Birinci beyitteki 'Habib' kelimesiyle Bediüzzaman'a, 'Mecid' kelimesiyle kardeşi


Abdülmecid'e işaret ediyor.

"İkinci beyitteki 'Habib' kelimesiyle Molla Habib'e, 'ahmed' kelimesiyle Ahmed-i


Cano'ya, 'Celal' kelimesiyle bana, 'Muhyi' kelimesiyle Muhyiddin'e işaret ediyor.

"Üçüncü beyitteki 'İbrahim' kelimesiyle Molla İbrahim'e 'Şükrü' kelimesiyle de Molla


Şükrü'ye işaret ediyor.

"Şiirin mânası:

1. Ey Zeve köyü, Said ile saadete ermiş bulunuyorsun. Abdülmecid ile büyük bir izzet
ve ref'ete sahip oldun.

2. Bediüzzaman Said, Abdülmecid, Habib, Ahmed ile seni ferahlandırdılar. Veya ikisi
(Said ile Abdülmecid) Habib ile sana, Ahmed'i verip onunla ferahlandırdılar. 1
3. Tepelerin İbrahim'e, âşıkın maşukuna olan arzu ve temennisi gibidir. Seni mecd ve
güzel vasıflarla yaratana şükür ederim."

___________________________________

l. Birinci Cihan Harbinde Milis Miralayı Bediüzzaman Rus ve Ermenilere karşı


kahramanca çarpışırken fedakâr talebelerinden Molla Habib'i Gevaş'ta ve Molla Ahmed-i
Cano'yu da Zeve'de şehit vermiştir.

sh»:(Sn.Şh. S.40)

[]

Van Valisi Tahir Paşa

TAHİR PAŞA

On dokuzuncu asrın sonu ile, İkinci Meşrutiyet yıllarında Musul, Van ve Bitlis'te
valilik yapmış olan Tahir Paşa aslen Arnavuttur. İşkodra'nın Pogoritza hâkimi Hacı Ali
Efendinin oğlu olarak l847'de doğmuştur.Yugoslavya'nın eski ismi Potgoriça, yeni ismi
Titograt olan şehrinde doğan Tahir Paşa ulûfeli valiydi, daha sonra vezir olmuştu.

Hacı Ali Efendinin altı oğlundan biri olan Tahir Paşa, yirmi dokuz yaşında iken devlet
hizmetine girmişti.

Uzun yıllar Van'da valilik yapan Tahir Paşa, birçok defa hastalığını ve ihtiyarlığını
ileri sürerek vazifesinden ayrılmak istemişse de, Sultan Abdülhamid'in ısrarlarıyla vazifeye
devam etmiştir. Sultan Abdülhamid kendisini çok takdir eder ve severdi.

Van'da geçirdiği son yıllarında, guatr hastalığından bir haliyle muztaripti. Ancak bir
türlü Van'ı terk edip de tedavi için İstanbul'a gelmiyordu. Hattâ hasta hayille çektirmiş olduğu
bir resmini İstanbul'a şgöndermiş ve çare aramıştı. Ancak daha sonra hastalığının iyice
ziyadeleşmesi üzerine, emekli olarak İstanbul'a şdönmüş ve bir yıl sonra da l9l3 yılı Kasım
ayı içerisinde vefat etmiştir. Kabri Sahra-yı Cedid semtindedir.

Oğlu Cevdet Bey (Belbez) de, bilâhare Van'da valilik yapmıştır. İki hanımından on bir
tane evlâdı vardır. Bunlardan Cevdet, Fikriye ve Naima ilk hanımından; mün'ime, Münibe,
Mükrime, Necdet, Fikret, Hikmet, Fahrünnisa ve Mihrinnisa ise ikinci hanımı Bedia'dan
olmuştu. Kızlarından birisi, yakın tarihimizin adalet bakanlarından Şinasi Devrim'in
hanımıdır. Diğer kızı Mün'ime ise, İstiklâl Harbi kumandanlarından Fahreddin Altay Paşanın
hanımıdır.

Tahir Paşa Bediüzzaman münasebeti

Tahir Paşa Van ve Bitlis'te bulunduğu yıllarda altmış yaşlarında

sh»:(Sn.Şh. S.41)

bulunuyordu. Aynı yıllarda Bediüzzaman da yirmi beş otuz yaşlarında idi.


Bediüzzaman'ın ilmini, fazlını ve dehasını ilk önce tesbit ve teşhis eden devlet ricâlinden
birisi Tahir Paşa olmuştur.

Bediüzzaman'ın Tahir Paşa ile ilgili hatıraları büyük kardeşi Molla Abdullah'ın oğlu
Abdurrahman Nursî'nin yazdığı Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı isimli kitapta tafsilâtlı
olarak yer almaktadır.

Tahir Paşa için Bitlis yıllığında "Ûlâ" tabiri geçmektedir. Ûlâ ise, "şan ve şeref sahibi
kimse" manâlarına gelmektedir.

İstanbul Başvekâlet Arşivinde Sultan İkinci Abdülhamid'e ait Yıldız evrakında Tahir
Paşanın bir mektubu bulunmaktadır.

Valinin Bediüzzaman'la ilgili mektubu padişaha göndermesi

Mektup Bediüzzaman'la ilgili olup, Sultan Abdülhamid Hân'a hitaben yazılmıştır:

"Mârûz-u çâkerânemdir.

"Kürdistan ulemâsı beyninde harika-i zekâ ile müştehir Molla Said Efendi muhtâc-ı
tedâvi olduğundan, şefkat ve merhamet-i Hazret-i

Hilâfetpenâhîye iltica ederek bu kerre ol cânib-i âliye azimet eylemiştir.

"Mümâileyh, bu havalide ilimce umumun merci-i hall-i müşkilâtı olduğu halde, yine
kendisini talebeden sayarak kıyafetini değiştirmeye şimdiye kadar muvafakat etmemiştir.
"Kendisi Velînimet-i Âzam Hazretlerine hakikaten sadık ve hâlis

[]

Tahir Paşanın Bediüzzaman'la ilgili olarak Sultan

Abdülhamid'e yazdığı mektup

sh»:(Sn.Şh. S.42)

duacı olmakla beraber, fıtraten edîb ve kanaatkâr ve fikr-i çâkerânemce şimdiye kadar
Dersaadet'e gitmek bahtiyarlığına nail olan Kürd ulemâsı içinde gerek ahlâk-ı hasenece, gerek
Zât-ı Hazret-i Hilâfetpenâhiye sadakat ve ubûdiyetçe en ziyade şâyân-ı âtıfet bir zât-ı
diyanetşiâr olmasına nazaran, mümâileyhin emr-i tedavi hususunda mazhar-ı teshilât ve nail-i
iltifât-ı mahsusa olması umum Kürdistan talebesi hakkında ilelebed unutulmaz bir insâniyet-i
âli'l Hazret-i Pâdişâhî telâkkî olunacağının arzına cür'et kılındı.

"Bu babda ve her halde emr ü ferman, Hazreti Men Lehü'l-Emrindir."

3 Teşrinisânî l323

Bitlis Valisi Tahir

"Mâruz-u çâkerânemdir" ifadesi için, lûgatlar kul ve köleye mensup, kul ve köleye
lâyık manâlarını kaydetmektedir. Osmanlılarda, zerafet ve nezaket tabiri olarak, konuşan şahıs
kendisi için kullanırdı.

Kürdistan ise, o zamanlar Pâkistan, Afganistan ve Türkistan gibi bir çoğrafî manâda
kullanılırdı.

Mümâileyh: Adı geçen, yukarıda zikredilen.

Bu babda ve herhalde emr ü ferman, Hazret-i Men Lehü'l Emrindir: Bu mevzuda ve


herhalde emir, ferman ve karar, emir ve karar sahibi olan kimsenindir. Eskiden istida ve
mektupların sonuna yazılan bir cümleydi.

Bediüzzaman, Tahir Paşanın davetlisi olarak Van'a gelmiş, uzun zaman Tahir Paşanın
konağında kalmıştı. Tahir Paşa kendisini çok sever ve sayardı.
Yüksek ilim meclisleri kurarlar, sohbetler tertip ederlerdi. Tahir Paşanın konağı bir
ilim ve irfan yuvası olarak, her zaman misafir âlimlerle dolup taşardı.

Bediüzzaman'ın Tahir Paşa ile münakaşası

Bediüzzaman bir gün Tahir Paşa ile ilmî bir münazaraya tutuşmuş, münazara büyümüş
ve araları açılmıştı. Orada bulunan "alimler, aralarını yatıştırmaya çalışmışlar ise de muvaffak
olamamışlardı.

Bilâhare Bediüzzaman da konağı terk edip medresesine gitmişti. Bir müddet sonra
jandarmalar gelerek, genç Said'i tutup Van'dan

sh»:(Sn.Şh. S.43)

sürgün etmek istemişlerdi.

Bediüzzaman jandarmalara teslim olmak için iki şart ileri sürdü:

l. Beni medresemde yakalamayınız. Çünkü bu vaziyet medresenin şeref ve haysiyetini


ihlâl eder. Ben dışarı, çarşıya çıkayım, orada yakalayınız.

2. Beni Van'dan çıkartırken silâhımla çıkartınız.

Bu şartlar Tahir Paşaya bildirilmişl, Paşa da kabul etmişti.

Kendisini Bitlis'e gönderdiler. Bitlis'ten sonra Hizan'a, oradan da Bulanık taraflarına


gidip, her gün bir köyde olmak üzere otuz köyde hocalarla münazara ederek dolaşmıştı.

Sonradan Tahir Paşa kendisini davet ederek gönlünü aldı. Böylece barışmış oldular.
Vali konağında tekrar ilmî sohbetler, bütün hararetiyle devam ediyordu. Sohbetler, dinî
mevzular yanında, müsbet ilimlerle de alâkalı oluyordu. Bediüzzaman müsbet ilimler
sahasında da üstünlüğünü koruyordu. Bilhassa matematikteki üstünlüğü tartışılmaz idi. Bütün
problemleri zihnen çözüyor çevresindekileri şaşkınlıktan şaşkınlığa uğratıyordu.

[]

Tahir Paşanın konağı


Tahir Paşanın sorusu ve Bediüzzaman'ın münazarayı terketmesi

Bir gün Vali paşa kendisine şöyle bir sual sormuştu:

"Âdem'den (a.s.) şimdiye kadar kaç âşire [saniyenin onda onda biri] geçmiştir?"

Bediüzzaman bu sorunun da cevabını çok kısa bir süre içerisinde vermişti. Buna
benzer münâzaralardan zihni çok yorgun düşmüş ve üç sene kadar, hemen hemen hiçbir
münazaraya katılmamıştı. Başkalarıyla da ancak zaruret miktarınca konuşuyordu.

Bediüzzaman ayrıca ilk Türkçe mektubunu da, Van'ın Bâşit Dağında Vali Tahir
Paşaya yazmıştı.

sh»:(Sn.Şh. S.44)

[]

Van Valisi Cevdet Bey

Bediüzzaman'ın dostu

Van Valisi CEVDET BEY

Bediüzzaman'ın dostu ve arkadaşı olan Van eski valisi Cevdet Bey (Paşa) Tahir
Paşanın oğludur. Cevdet Beyin Hikmet ve Fikret Belbez adında iki kardeşi vardır.

Bediüzzaman'ın büyük Tarihçe-i Hayat'ında Cevdet Beyden şöyle bahsedilmektedir:

"Bediüzzaman Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla


takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı
Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım müdafaaya karar
verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla Vastan (Gevaş) kasabasına
çekildi."

Cevdet Beyden l9l6 Haziran sayısında Harb mecmuası da sitayişle bahsetmektedir.

Ahmet Emin'in anlattıkları


Bu arada Ahmed Emin Yalman, l970 senesinde neşrettiği Yakın Tarihte Gördüklerim
ve Geçirdiklerim isimli hâtıralarının ikinci cildinde, "Çok mert ve dinamik bir insan olan
dostum eski Van valisi Cevdet Bey" diye takdim etmektedir. Ayrıca hâtıratının valiler grubu
kısmında Malta adasında esir iken beraber bulundukları Cevdet Bey için şunları ifade
etmektedir:

"Valilerden Cevdet Bey Polveristan'daki en hoş mizaçlı arkadaşlardan biriydi. Muhtaç


olan arkadaşlara hiç belli etmeden yardım ederdi. Bugün eşine rastgelinmeyecek kadar mert
bir insandı. Babası Tahir Paşa Van'da yıllarca valilik etmişti. Kendisi de Van valisi oluncaya
kadar bütün idare hayatını Van'ın civarında geçirmişti. Van'da Çatak kaymakamlığında
bulunduğu sırada başından geçen

sh»:(Sn.Şh. S.45)

şu hâdise mertliğinin bir örneğidir: Rus Konsolosu, bilmem ne sebeple kendisine


Cevdet Beyden hakaret görmüş sayarak, tarziye [özür] istemiş, vali ve kumandanla konuşmuş.
Konsolosun bir ziyafet vermesi ve Cevdet Beyin ziyafete gelip tarziye vermesi
kararlaştırılmış. Cevdet Beyin bunu önlemek için vali ve kumandana olan ricaları para
etmemiş. Bunun üzerine ziyafet akşamı tabancasını çekip, dizini bir kurşunla yaralamış,
haftalarca yaralı olarak yatmış, tarziye işi de böylece ortadan kalkmış."

Malta adası sürgün ve esirlerinden olan Cevdet Beyin buradan kaçma teşebbüsü ile
ilgili olarak Yalman şunları yazmaktadır.

"Zindanda bulunanların tabiî derdi, buradan kurtulmaktı. Kurtulmanın üç yolu vardı:


Kaçmak, şahsî olarak serbest bırakılmak, toplu olarak veya gruplar halinde kurtulmak...
Esirliğe karşı isyan hissi duydukça insanın zihni bu üç yola ait ihtimaller arasında
dolaşıyordu. Aramızda kaçmayı ciddî surette düşünenler ve bir düzüne yol arayanlar da vardı.
Nitekim sonradan bu yolu bulanlar da oldu. Eski Van valisi Cevdet Tahir Bey en ateşli kaçış
sevdalısıydı. Gece gündüz plân yapmak ve çare aramakla uğraşırdı. Düşündüklerini bana açar
ve beni de beraber kaçmaya sürüklemek isterdi. Ben onun hesabına çare düşünmekle beraber,
kendim kaçmaya pek taraftar değildim. Bir defa tabiat itibarıyla iyimserim. Az zamanda
kurtulacağımıza kendi kendimi inandırmak için kırk delil buluyordum. Sonra, l6 Mart'tan
sonra Millî Kuvvetler taraftarı diye tutulanların daha kolay kurtulmak ümidi vardı. Ben
kaçacak olursam gazetenin kapanması ve birçok arkadaşın açıkta kalması tehlikesi olabilirdi.
Cevdet Bey o kadar azim ve sebatla işe sarılmıştı ki, günün birinde Kırzade Mustafa Beyle
beraber kaçmanın yolunu buldu."

[]

Cevdet Bey Adana Valisi iken

sh»:(Sn.Şh. S.46)

Van Valisi Ali Haydar Bey

Van Valisi

ALİ HAYDAR BEY

Bediüzzaman'ın yakın dostu

Bediüzzaman'ın yakın dostlarından birisi de Van Valilerinden Ali Haydar Beydi.


Haydar Bey, kendisinden uzun yıllar önce Van'da valilik yapmış olan Tahir Paşanın
eniştesidir. Tahir Paşanın Paşo isimli ablasının oğludur. Aynı zamanda İşkodra kadısı İsmail
Beyin torunudur. Van'daki valiliği l9l7-l9l8 yıllarında idi.

Birinci devre Erzurum milletvekillerinden Salih Yeşil, Dahiliye Vekili Hilmi Uran'a
yazdığı mektupta Bediüzzaman'la Ali Haydar Beyin yakın dostluğundan bahsetmektedir.

Ali Haydar Bey, Van'a olan sevgi ve alâkasından dolayı Soyadı Kanunu çıktığı zaman
soy ismi olarak Vaneri'yi seçmişti.

Vatana ve millete büyük hizmetleri geçmiş olan Ali Haydar Bey, bu hizmetleri
sebebiyle birçok madalya ve nişanla taltif edilmiştir. Sayısı l6'yı bulan bu madalya ve
nişanlar, kızlarında bulunmaktadır.

Ali Haydar Beyin Nebahat ve Muazzez isimli kızlarının gerek babalarıyla ve gerekse
yakın tarihimizle ilgili çok kıymetli hatıra ve vesikaları bulunmaktadır.

Salih Yeşil, Bediüzzaman'a yazdığı bir mektubunda Van Valisi Ali Haydar Beyden şu
şekilde bahsetmektedir:
"Otuz bir sene evvel sizinle Erzurum'un Esad Paşa Medresesinde, Umumî Harpte
Kafkas'ın karlı dağlarında ve yirmi dört sene evvel de meb'usluğu hengâmında Van Valisi
Haydar Bey dostunuzla Millet Meclisi salonunda görüşen, Erzurum'un eski meb'uslarından
Yeşil oğlu Mehmed Salih."

sh»:(Sn.Şh. S.47)

[]

Nuh Polatoğlu'nun kendi resmini

Üstadınınki ile beraber tab ettirdiği

fotoğraf.

NUH POLATOĞLU

l892'de Van'da doğmuş, l978'de vefat etmiştir. Bediüzzaman'la birlikte Eskişehir'de


mevkuf kalmıştı. Barla Lâhikası'nda Üstadın Molla Hamid Efendi ile birlikte kendisine
hitaben bir mektubu bulunmaktadır. Bediüzzaman'a olan sevgi ve hasretini dindirmek için
kendi resmiyle birlikte Üstadınkini yan yana tab ettirerek, devamlı başucunda
bulunduruyordu.

Eskişehir mahkemesi esnasında ele geçen mektuplarda, onun da ismine raslandığı için,
Van'dan alıp, Eskişehir'e sevketmişlerdi. "Altı ay yattık" diyerek, anlatmaya başladı:

"İki hayatını ortaya koyuyordu"

"Üstad'ı gençlik yıllarında Van Valisi Tahir Paşanın konağında kaldığı yıllarda
tanırdım.

"Tahir Paşa kendisini çok severdi, hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse beraber
bulunurdu.

"Edremit sahillerinde Van Üniversitesinin temeli, büyük merasimlerle atılmıştı. Bu


merasimlerde gerek Vali Tahir Paşa, gerek Üstad Bediüzzaman konuşmalar yaptılar.
Üstad'ımın elinde gümüş saplı, çift uçlu bir kamçı vardı. Elindeki çift uçlu kamçı ile iki
hayatını, yani dünya ve âhiret hayatını ortaya koyarak, eline alarak, mücadele meydanlarına
atıldığını, ifade etmek istiyordu."

Bu hatıralar bana Münazarat eserindeki şu satırları hatırlattı:

"Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için, iki
meydan-ı mübarezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın." l

________________________

l. Münazarat s.68

sh»:(Sn.Şh. S.48)

Van'da temeli atılan üniversite

Edremit'teki temel atma merasimlerini gören, Vanlı Hakkı Edremit:

"Büyük ziyafetler verildi. Çeşitli yemekler yapıldı. Uzun tulumba tatlıları yenildi.
Temel atılmadan önce, 'Şarkın ve garbın âli şahsiyeti, Hâzâ Bediüzzaman, Molla Said
Hazretleri' diye kendisini takdim ettiler. Daha sonra da temele ilk harcı, bizzat kendisi koydu"
diyor.

Tahir Paşa çok sevdiği Bediüzzaman'a:

"Nasıl, Seyda bu ziyafetleri beğendin mi?" deyince, Bediüzzaman da Tahir Paşaya


gülerek şu cevabı vermiş:

"Cömertlikte İbrahim Halilullah'a ulaşamazsın. Onun köpekleri de gümüş tabaklarda


yemek yerlerdi."

Nuh Polatoğlu, Üstad'ıyla geçirdiği o mes'ud günleri, hasret gözyaşlarıyla anıyor. Kısa
ziyaret ve sohbetimizde, bizi yanından ayırmak istemiyordu. Anlatmak, konuşmak, uzun uzun
dertleşmek istiyordu. Kendisini fazla rahatsız etmemek, üzmemek, için üzülerek izin isteyip
ayrıldık.
sh»:(Sn.Şh. S.49)

Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden

MOLLA AHMED-İ CANO

Bilinmeyen bir veli

Şark insanında safiyet vardır, misafirperverlik vardır, temiz kalb vardır, sevgi ve
cömertlik vardır.

Şark, peygamberlerin vatanıdır, velilerin ülkesidir.

Şarkta kalbî duygular ve ilhamlar hâkimdir.

Yirminci yüzyılın başlarında Bediüzzaman'ın gençlik günlerinde Osmanlı paşaları


Şark vilayetlerinde valilik yapıyorlardı. Bu namlı paşalar, Bediüzzaman gibi müstesna bir
Müslüman âlimini yanlarında ve konaklarında misafir ediyorlardı.

Bediüzzaman, Van'da geçirdiği gençlik günlerinde, Musul, Bitlis ve Van'da vali olarak
bulunan İşkodralı Tahir Paşa'nın konağında kalıyordu. Paşa Vali Erzurum gibi gittiği yerlerde
ve Sultan Abdülhamid Han gibi zatlara yazdığı mektuplarda, bu misilsiz âlimin ilminden,
zekâsından, hâfızasından ve kahramanlığından bahisler açıyordu.

Bu yıllarda Bediüzzaman'ın pederi Sofi Mirza Efendi gibi akrabaları, bazı yakın dost
ve talebeleri de zaman zaman, ona Paşa konağında misafir oluyorlardı.

Ahmed-i Cano'nun bir çocuğu olmuştu. Doğan bebeği gören Ahmed-i Cano yavrunun
çırılçıplak olduğuna çok hayret etmiş!

Bu saf adam, Vali paşanın konağına gidip, şahit olduğu doğum hâdisesini anlatmaya
başlamıştı. Bediüzzaman ise gülerek, Tahir Paşa'ya, "Paşa paşa baksana bu Ahmed-i Cano ne
anlatıyor? Siz de bunu bir dinleyin" diye, Ahmed-i Cano'nun bu çıplak doğum hadisesini
gülerek, tebessümlerle dinliyorlar.

Üç-beş yıl sonraki Van'da cereyan eden Ermeni katliamında ve Rusların hücumlarında
bu temiz kalbli Ahmed-i Cano büyük kah
sh»:(Sn.Şh. S.50)

ramanlıklar göstermişti.

Bilhassa Zeve köyünde Ermeni katliamında Ahmed-i Cano imkânsızlıklar içinde


kahramanca çarpışmıştı. Sonunda kalleş Ermeniler bu kahraman ve mübarek mollayı da şehid
etmişlerdi.

Bediüzzaman Van'da bulunduğu yıllarda, bilhassa l922-l925 zamanlarında yaptığı


dualarda, büyük velilerin ismini sayarken, Molla Ahmed-i Cano'ya ismen dua ediyordu.
Merhum Molla Hamid Ekinci, Üstada hitaben, "Seyda, bu senin saydığın evliyalar arasında
ben Molla Ahmed-i Cano diye bir isim duymadım, kim bu veli?" diye sorduğu zaman Üstad
da mezkur hadiseleri kendisine anlatırmış.

Bugün kabri Zeve'deki bir velinin türbesinin yanındadır.

sh»:(Sn.Şh. S.51)

[]

Molla Münevver

MOLLA MÜNEVVER

Van'da Üstad'la beraber harbe iştirak eden molla Münevver'in asıl ismi Mehmed
Münevver Çetin'dir. Doğumu l873, vefatı, l6 Nisan l97l'dir. Bitlis vilâyetinin İsparit
nahiyesinin Çirçak köyündendir.

Üstadla birlikte savaştım

Molla Münevver, ak saçlı, ak sakallı, şakacı mübarek bir ihtiyardı. Kendisini Van'da
birkaç defa ziyaret ederek, elini öpmüş, hatıralarını dinlemiştik. Bu hatıralarında Molla
Münevver, Bediüzzaman'la nasıl harbe girdiklerini anlatıyor:

"Onbeş yaşında iken eski medrese usulü ile tahsile başladım. Beş sene kadar
okuduktan sonra Birinci Cihan Harbinden önce Van'a gelerek Horhor'da talebe okutan
Bediüzzaman'ın medresesine ben de dahil oldum. Birinci Cihan Harbi başlayınca
Bediüzzaman hocalığı bırakarak, gönüllü alay kumandanı oldu. Bizlerde de isteyenler, Onunla
birlikte harbe iştirak etti. Ben kendileriyle, Gevaş ve Bitlis harplerinde bulundum. Kış
bastırmıştı. Her taraf kardı. Bitlis'te Üstad'la birlikte birkaç talebe kalmıştık. Bütün
arkadaşlarımız şehid oldular. Geceleyin yüksek bir duvardan atlarken Üstad'ın ayağı kırıldı. O
ızdırap anında katiyyen şikâyet etmiyor, 'of bile demiyordu. Otuzaltı saat soğuk, kar, çamur
içinde bir dehliz içinde kaldık. İleride Rus nöbetçileri gözüküyordu. Nöbetçileri tek tek,
dehlize çekip, harçerle gebertmek istedik. Üstad bize bir zarar gelmemesi için izin vermedi.
Dehlizin üzerinden de Rusların seslerini işitiyorduk. Üstad sonra Abdülvahhap isimli
arkadaşlarımıza, 'Sen çeviksin, fırla git ve teslim ol, Ermenilerin eline geçme, biz de sonra
teslim oluruz' dedi.

"Az sonra Ruslar gelerek bizi alıp kumandanlarının bulunduğu yere götürdüler.
Kumandan Türkçe bilmediğinden, Ermenilerden bir tercüman getirdiler. Arkadaşımız
Abdülvahhap da biraz Ruşça

sh»:(Sn.Şh. S.52)

biliyordu. Ermeni tercümanın, Üstad'ın sözlerini yanlış aktardığını Üstad'a bildirdi.


Bunun üzerine Üstad hiddetlenerek, Müslüman bir tercüman getirmelerini istedi. Az sonra
Tatarlardan bir tercüman getirdiler.

"Rus kumandanı, Üstad'a 'Siz tanınmış ve nüfuzlu bir kumandansınız. Aşiretlere birer
mektup yazarak, gelip silâhlarını teslim etmelerini bildirin. Anlaşma yapalım. Yine buraları
onlara bırakıp gideriz' deyince, Üstad cevaben: 'Siz Ermenilerin silâhlarını toplayın, onlar
bizim himayemize girsinler, o zaman sizinle anlaşırız' dedi. Rus kumandanı: 'Bitlis ve Muş
civarında otuzbeşbin silâhlı Ermeni var. Bunların hepsinin silâhlarını toplamak imkânsızdır'
dedi. Üstad hiddetlenerek, 'Biz bunlara bu kadar hürriyet verdiğimiz halde, başımıza bu
felâketi getirdiler. Çoluk çocuk dinlemeden katliâm myaptılar. Geri kalan insanları da, çeşitli
desiselerle onlara kırdırmak mı istiyorsunuz? Bütün dağ-taş senin askerlerinle dolsa, bundan
sonra Deliklitaş'ı geçemeyeceksiniz' l

"Daha sonra Üstad'ı Said isminde bir talebesini yanına almasına müsaade ederek,
bizden ayırdılar ve Rusya'ya sevkettiler."
__________________

l. Deliklitaş, Bitlis'in batısında şehre girişten önce, sarp kayaların oyulmasıyla yapılan
bir geçittir. Asfaltın l97l'de yapılmasıyla Deliklitaş da tarihe karıştı.

sh»:(Sn.Şh. S.53)

[]

Seyyid Şefik Efendi

SEYYİD MEHMET

ŞEFİK ARVASÎ

İlk talebelikten Denizli hapsine

l884'de dünyaya gelen Seyyid Şefik Arvasî,Bediüzzaman'ın eski dost ve talebelerinden


bir zattı. Kendisi Bitlis'in Hizan kazasının Arvas köyünde doğmuştu. Nur'lardan ilk eser olan
İşaratü'l-İcaz'ın muhatabı ve kâtiplerindendir. Van'da Horhor Medresesinde de Bediüzzaman'a
talebelik yapmıştır. l943'teki Denizli hapsinde o da Üstad'ıyla birlikte dokuz ay mevkuf
bulunmuş ve sonunda beraat etmiştir. Denizli'ye götürülmeden evvel 4l gün İstanbul Emniyet
Müdürlüğünde bulunmuş, sonra da Denizli'ye sevk edilmiştir. Denizli'den verilen beraat
kararında ismi Mehmed Şerif Eryuvası diye geçmektedir. Burada iki yanlış bir aradadır. Soy
ismi alırken cahil memur, Arvasî'yi Eryuvası diye yazmış, mahkemeciler ise Şefik'i Şerif diye
yazmışlardır.

Eyüp Sultan'da Bostan iskelesindeki tekke meşrutasında ikamet etmekteydi. l970


senesinin l3 Mart'ında ebediyete intikal etmiş ve Edirnekapı Şehitliğindeki makberine tavdî
edilmiştir. Vefatından altı ay evvel, doktor olan oğlu Isparta yolunda bir trafik kazasında can
vermiştir. Şeyh Sami Efendi kendisine bu acı hâdiseyi münasip bir lisanla anlatmak için
geldiği zaman, merhum kerametle Sami Efendiye Yakup Aleyhisselâmın kıssasını anlatmış,
Yusuf Aleyhisselâmdan ayrılışını bildirmiş.
Seyyid Şefik Efendi eskiden Osmanlılar zamanında İstanbul'a gelip yerleşmişti. Fatih
Medresesindeki Sahn kısmında yapılan bir imtihana sekiz yüz kişi katılmış, bunlardan sadece
sekiz kişi imtihanı kazanmıştı. Bu sekiz kişiden birisi de Seyyid Şefik Efendi idi.

sh»:(Sn.Şh. S.54)

[]

Seyyid Şefik Efendinin Eyüp camii

yanındaki evinin penceresi. Üstad

Bediüzzaman buraya gelip kalır,

tefekkür eder, çay içerdi.

Sultan Ahmed Camii imamı

Uzun seneler İstanbul Müftülüğünde Mushafları Tedkik Heyeti reisi olarak


bulunmuştu. Yine kendisi gibi Bediüzzaman'ın dostu ve talebesi olan Gönenli Mehmed
Efendiden evvel Sultan Ahmed Camiinde imamdı. Bu baş imamlık vazifesini on yedi sene
yaptı. Eyüp Camiinde tam kırk sene vaizlik vazifesinde bulundu. Bir eseri Peygamber
Efendimizden Hutbeler ve Sohbetler ismiyle neşredildi. Bu kıymetli eserini "İnşaallah bana
vesile-i Rahmet ve mağfiret, sebeb-i şefaat olacaktır" niyazı ile takdim etmektedir.

Nurlardaki Seyyid Şefik

Nur'ların muhtelif kısımlarında isim ve imzası bulunan bu mübarek zat, bir iftar vakti
alınıp Denizli hapishanesine götürülmüştü. Barla mektuplarında ise Nur'lardan "Otuz Üçüncü
Söz" hakkında hemşehrisi ve Üstad'ına hitaben şunları ifade ediyordu:

"Şifahane-i kalbinizden tulû eden 'Otuz Üçüncü Söz'ünüzle otuz üç cihetten marîz olan
kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim."

İşaratü'l-İ'caz'dan Barla mektuplarına kadar imzasını atan Mehmed Şefik Arvasî


Efendinin mekânı ve makamı Cennet olsun.

[]
Seyyid Şefik Efendinin Edirnekapı'daki mezarı

sh»:(Sn.Şh. S.55)

[]

İbrahim Kazazoğlu

İBRAHİM KAZAZOĞLU

Bediüzzaman'ın harp taktiği

İbrahim Kazazoğlu (l892-l980) evinde kendisini ziyaret eden Kayserili Nur


talebelerine Üstad Bediüzzaman'la alâkalı olarak şunları anlatmıştı:

"Birinci Cihan Harbinde şarkta savaşların çok hızlandığı zamanlarda, yüzbaşılar


Bediüzzaman'a müracaat ederek, 'Filan yerdeki düşmanı ancak senin gönüllülerin geri
püskürtür,mümkünse ve bölgeleri siz kontrolünüzde bulundurun' diye ricada bulunurlardı.

"Bediüzzaman harp taktiği olarak da muhtelif tepelerden teneke çaldırıp, düşman


tarafından ses kesilince, bu sefer de silâh kullandırıp, onları geri püskürtürdü.

"O kahramanların vaziyeti bize de çok şevk ve gayret verirdi. Komutan,


Bediüzzaman'ın fedailerinin kahramanlığını bize şevk vermek için cephede anlatırdı.

Bediüzzaman Kayseri'de

"Ben Bediüzzaman'ı daha önceki yıllardan tanırdım. Meşrutiyet senelerinde iki defa
Kayseri'ye gelmişti. Meşrutiyet ve hürriyet hakkında yapılan mitingte, çok gür sesiyle, çok
beliğ olarak hitab ederdi. Kayseri'deki miting vilâyet konağının önünde yapılmıştı."

sh»:(Sn.Şh. S.56)

[]
Muhammed Vakıf Efendi

Kilisli Şeyh

MUHAMMED VAKIF EFENDİ

(Vefatı-l965)

Bediüzzaman'ın Kilis'te Şeyh Efendi Tekkesinde kalması

Yirminci yüzyılın başlarında Üstad Bediüzzaman Arap ülkelerini ve insanlarını


yakından görmek için yollara düşmüştü.

Eski insanların ve eski tarihlerin Şam-ı şerif dedikleri Şam'ın Emeviye camiindeki o
muhteşem hutbesini vermek için hareket halinde oldukları l9l0 senelerinde Diyarbakır, Urfa,
Suruç, Birecik, Kilis ve Kırıkhan üzerinden Şam'a ulaşmıştı.

Üstad uğradığı beldelerin en şerefli mevkilerinde misafir ediliyordu. Kilis'e uğradığı


zamanda Şeyh Efendi Tekkesi denilen Kilis'in çok mübarek bir yerinde misafir olarak bir kaç
gün kalmıştı.

Merhum İbrahim Hakkı Konyalı Kilis Tarihi ismindeki güzel ve ciddî bir araştırma
mahsulü olan kitabının 6l0'uncu sayfasında Şeyh Efendi Tekkesi başlığı altındaki
araştırmasının girişinde şunları ifade etmektedir:

"Tekke, Bölük Mahallesinde Kurtağa Caddesindedir. l kapı numarasını taşır. Kapısı


Türk yapı geleneğine uygun olarak doğuya açılır.

"Taş şöveli ve kemerli kapısının eni l.40, yüksekliği 2.l0 metredir.

"Kemerinin üstündeki taşta karışık ve girift bir ta'lik ile dört satır halinde şu kitâbe
okunur:

"Habbeza dergâh-i feyz câh-i âli dil-mesned

Âsitâne sâye bahş-i tâk-ı gerdûn-i bülend

Âşina-yı Hâk-i bab-ı devlyet-i.... bi irtiyab

Sâlikâni kurb-i vusl-i Hak'tan behre-mend


Himmet-i pîranla yazdım Zihniyâ tarihini

Nevbiha â'lâdır şah-ı vâlâ-yı nakş-bend

Tarihihûl l275 (l858)

Zihni ismindeki bir şairin hazırladığı kitâbeye göre burası bir nakşibendi tekkesidir.
Tarih hesabı ebced hesabına vurulunca l858 M. l275 H. yılında yapıldığı anlaşılıyor.

sh»:(Sn.Şh. S.57)

[]

Üstad Bediüzzaman'ın Şam'a giderken

üç gün misafir kaldığı Kilisteki Şeyh

Efendi'nin Tekkesi'nin giriş kapısı ve

kapı üstünde kitabesi.

Merhum Konyalı'nın "Şeyh Efendi Tekkesi" başlığındaki araştırmasından sadece giriş


kısmını aldık. İ. Hakkı Konyalı Âbideleriyle ve Kitabeleriyle Kilis Tarihi ismindeki eserini
l968'da neşretmişti.

Kilis'teki Nur Talebelerinden camcı Mehmed Yeşildal, Şeyh Efendi Tekkesi'ndeki


Muhammed Vâkıf Efendi'den l960'lı yıllarda dinlediği bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

"Bediüzzaman buradan Şam'a gitti"

"Ben Risale-i Nurları l963 yıllarında tanımıştım. Şeyh Efendi'ye yakın komşu olmam
dolayisiyle ona, 'Said Nursî nasıl bir zattır?' diye sormuştum. O da bana sert bir tavırla; 'O
Said Nursî değil, Bediüzzaman'dır' diyerek Üstadın ismini iki defa zikredip öyle cevap
vermişti. Ben, niye sert bir şekilde bana böyle söyledi, gibilerden yüzüne bakarken, Şeyh
Efendi sözlerine devam etti:

"O müstesna zat zamanında bihakkın vazifesini yaptı ve öyle gitti. Bana Mektubat
isimli eserini gönderdi. Eser bu zamana hitap eden çok güzel bir eser. Bizim Kilis'teki bu
tekkeye misafir gelmişti. Biz onu karşıladık. Ben o zamanlarda çok gençtim, babayiğittim.
Ata biner, cirit oynardım. Babam, Sermest Hazretleri'nin zamanında bizim tekkede üç gün
misafir kaldı. Babam Mehmed Bican Hazretleri'nden sonra gelmektedir. Bican Hazretleri ise
Mevlana Halid Hazretleri'nden ders almış. Üstad Bediüzzaman buradan Şam'a gitmişti, Şam'a,
Şam'a' diye vurguyla birkaç kere Şam ismini zikretti.

"Bediüzzaman'ın başında sarığı, belinde varabillo ve kısa bir kılıç gibi hançeri vardı.
Görenler onun büyük bir âlim olduğunu bu acayip şeklinden dolayı pek anlıyamıyorlardı.'

"Üstad Bediüzzaman, şimdiki Şeyh Efendi'nin kitaplarının tanzim edilip kütüphane


olarak kullanılan odasında kalmıştı. Bu oda Şeyh Efendi'nin kendi odasıydı. Çocukları,
pederlerine hürmeten o odaya kimseyi sokmazlarmış. Üstad Bediüzzaman kendilerine
Zülfikâr ismindeki bir başka eserini de göndermiş

(Şeyh Efendi'nin kapı komşusu

Camcı Mehmed Yeşildal)

sh»:(Sn.Şh. S.58)

ABDULBAKİ ARVASİ

Abdülbaki Arvasi, Van ilimizin Arvas köyündendir. Evliyalar beldesi bu mübarek


köyde dünyaya gelmiştir. Babası eski Van müftülerinden Şeyh Masum Efendidir. (l875-l938)
Dedesi ise Seyyid Fehim Efendidir. Kendisi l899'da dünyaya gelmiş, l979'da vefat etmiştir.

"Hep seçme talebeleri vardı"

Abdülbaki Arvasi, bize anlattığı hatıralarında diyor ki:

"Birinci Cihan Savaşından önce Van'da idadi (lise) mektebinde okuyordum. Okula sık-
sık gitmez, hep Bediüzzaman'ın Horhor'daki medresesine giderdim. 'Niçin mektebe gitmedin,
yine mi kaçtın?' derdi. Ben de kendisinin yanında okumak istediğimi söylerdim.

"Horhor'daki medresesinde yeşil kaplı bir masası vardı. Bu masanın üzerine


raptiyelerle, 'Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz' meâlindeki hadisi yazmıştı. Tahsilin
sonunda olan talebelere bizzat kendisi ders verirdi. Hep seçme talebeleri vardı. Yirmibeş
kadar talebeye ders veriyordu. Beni çok severdi, hiç ismimle hitap etmezdi. 'Birazi' (yeğen)
derdi.

"Savaştan önce Nurşin ve Hüsrev Paşa camilerinde kalırdı. Birgün babamla


Adilcevaz'dan Van'a geldik. Babam beni mektebe getiriyordu. Gemi de tehirli olduğu için geç
kaldık. Amcamın evi de uzaktı. Şabaniye mahallesindeydi. Babam Masum Efendi, 'Molla
Said'e gidelim. Onunla sabaha kadar sohbet eder, takıştırırız' (Lâtife ve sohbet ederiz) dedi.

"Üstad'ın yanına vardığımızda vakit gece yarısıydı. Mevsim sonbahardı. Baktık Üstad
caminin kapısında yorgana sarılmış oturuyor. Biz başkası sandık. Meğer yıkanması icab
edince camiden çıkmış, dışarda bekliyormuş. Babam: 'Vay ez gulâm, yahu Seyda burada ne
arıyorsun? Donacaksın' dedi. Sonra Üstad banyo yaptı ve geldi orada sabaha kadar babamla
sohbet ettiler. Sabahleyin namazı kıldıktan sonra ayrıldık".

sh»:(Sn.Şh. S.59)

"Üzülmeyin, İslâmiyet incelir, ama kopmaz"

"Cumhuriyetin ilk yıllarındaydı. Kör Hüseyin Paşa babama gelerek, 'Ben Seyda'nın
yanına gidiyorum, beraber gidelim' deyince, babam 'Biraz işim var, sen istersen Abdülbaki'yle
git. Ayrıca valiyle fırka kumandanı Süleyman Sabri Paşaya haber ver de öyle git' dedi.

"Sonra Vali Tahsin Beye gittik. Tahsin Bey, 'Benim de selâm ve hürmetlerimi
söyleyin, ellerinden öperim' dedi. Sonra Süleyman Sabri Paşaya gitik, o da aynı şeyleri
söyledi. Atlara binerek Erek Dağına gittik. Üstad'ın yanında eskiden polislik yapmış Cevdet
isminde bir talebesi vardı.

"Ziyaret sırasında Üstad gelecek günlerden bahisle, 'Üzülmeyin, başınıza çok işler
gelecek. Sizi çok rahatsız edecekler. Üzülmeyin, hak yerini bulur. Onlar şeriatı kaldırmak
istiyorlar. Şeriati-ı garra (parlak Şeriat, İslâmiyet) incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi
Allah'tır. Bir koruyucusunu gönderir, yeniden İslâmiyeti ihya eder' dedi.

"Daha sonra biz bunu babama anlattığımızda, peder 'Herhalde Mehdi'yi kastetmiş' diye
kanaatını bildirdi.
"Dağda toprak bir manastır harebesinde oturuyordu. Çok basit bir yaşayısı vardı. Bir
hasır, bir keçi postu vardı. Biz Şark lisaniyle mitil deriz, yüzsüz bir de yorgan vardı. Ufak
tefek bazı zaruri eşyalar da etrafta gözüküyordu.

"Vakit geçince talebesine 'öğle oldu, misafirler var, birşeyler yap da getir' dedi. Bir
parça bulgurla, biraz yağları kalmıştı. Talebesi bu kalan son yağla pilav yaptı getirdi. Çok
azdı. Ben bunun kâfi geleceğini zannetmiyordum (Abdülbaki Efendi burayı anlatırken yemin
ederek "Ben hayatımda öyle lezzetli yemek yemedim. Orada, Erek Dağında, Üstad'ın yanında
yediğimiz o öyle yemeğini unutamıyorum" demekten kendini alamıyordu.) Yemekten sonra
Üstad talebesine hitaben, 'Sen bu yemek yetmeyecek diye üzüldün. Bak Allah hepimizi
doyurdu, hepimize kâfi geldi' dedi.

"Az sonra abdest almak için müsaade istedi. Üstad dışarı çıkınca, Hüseyin Paşa para
vermek istedi, fakat talebesi almadı. Paşa da parayı postun altına koydu. Az sonra Seyda
gelince, henüz kollarını da indirmemişti. İki elini kapıya dayayarak güldü ve Hüseyin Paşaya,
'Paşa siz bana misafir oldunuz, aç mı kaldınız? Bizim bir şeye ihtiyacımız yoktur. Onu bizden
daha fakir olanlara verin' deyince, Hüseyin Paşa çok üzüldü ve gözyaşlarını tutamayıp
ağlamaya başladı.

"Kurban Seyda birşey yok!' dedi. Üstad ise:

sh»:(Sn.Şh. S.60)

"Onu başkalarına ver. Benden daha çok muhtaç ve müstahak olanlar var, onlara verin'
derken, Hüseyin Paşa: 'Seyda birşey yok!' diyordu. Üstad yine: 'Yok yok onu alın başkalarına
verin' deyince ben, postun altındaki parayı alıp cebime koydum."

Abdülbaki Arvasi, bunları gözyaşları içinde anlatıyordu. Çok hislenmiş, çok


duygulanmıştı. Anlatmaya devam etti:

"Artık kalkacaktık. Vedalaştılar, ayrılıyorduk. Üstad Hüseyin Paşa'ya, 'Bak Paşa,


şimdi vereceğin yer hatırıma geldi. Bu Cevdet'in gömleği çok eski, buna bir mecid ver' dedi.
Paşa da çıkartıp bir altın verdi. Fakat talebesi bir altını almadı, sadece bir mecid aldı."

Sürgünler başladı
"Bu ziyaretimizden sonra sürgünler başladı.

"Masum Efendiyi, Üstad'ı, Kör Hüseyin Paşayı, Gevaş Müftüsü Hasan Efendiyi,
Küfencizade Şeyh Abdülbaki Efendiyi, Şeyh Hami Paşanın oğlu Abdullah Efendiyi beraber
sürgün ettiler.

"l928 yılında herkes, tekrar memleketine döndü. Fakat Üstad'ı, babamı, Abdülbaki'yi
ve Hüseyin Paşayı bırakmadılar. Bunlar dönemedi. Babam l938 yılında Arvas'ta vefat etti.

"Hüseyin Paşa, Üstad'ı dinlediği için isyanlara katılmamıştı. Damadı, isyana katıldı,
sonra da kaçtı, Musul'a gitti.

"Babam Masum Efendi ile Seyda çok samimi konuşurlardı. Babam, Seyda'yı çok
severdi, hürmet ederdi. Harpten sonra, Seyda ile konuşurken, Üstad'ın kahramanca
çarpışmalarından konu açılmıştı.

"Babam: 'Molla Said, dünyanın en cesuru sen miydin? Hükümet kaçtı, Bitlis halkı
çekildi. Siz elli altmış kişiyle düşmana karşı dayandınız. Bu yüzden başına bu kadar felâket
geldi.' Üstad tebessüm ederek:

"Masumların hatırı için, onların kurtulması için, vatanı düşmanlardan temizlemek için
kendimizi feda ettik' diye cevap verdi. Kendi çektiklerinin, zulüm ve eziyetlerin hiçbir
ehemmiyeti olmadığını söyleyerek, 'Müslümanların saadeti için kendimizi feda etsek ne
olacak?' dedi.

"Yine babam bir sohbet sırasında Seyda'ya, 'Ez gulam!... Doğru söyle, peki Rusya'dan
nasıl kaçtın Sibirya'dan nasıl kurtuldun?' dedi. Üstad yine derinden derine tebessüm etti:

"Allah'ın inayetiyle kurtuldum. Artık gerisini karıştırma' diyerek güldü.

***

sh»:(Sn.Şh. S.61)

"Seyda çok heybetliydi. İnsan kıyamazdı ona bakmaya. Seyda'nın köyüyle bizim
Arvas birbirine çok yakındı. Seyda'nın küçük kardeşi Mehmet bizim köyde müderrislik
yapardı. Amcam Mehmet Sıddık kendisini getirmişti. Daha sonra amcam harpte şehit oldu.
Harpten sonra da Mehmed Efendi yine Arvas'ta ders okuttu. Kısa boylu, sakallıydı. Büyük
kardeşi de âlim bir zattı. Uzun boylu bir insandı. Harpten önce vefat etti."

Son görüşme

Abdülbaki Arvasi, Bediüzzaman Said Nursî ile son olarak aradan yıllar geçtikten
sonra, l960 yılı başında Konya'da görüşmüştü.

Bu görüşmeyi ise şöyle anlatıyor:

"Mevlâna türbesini tatil günü olmasına rağmen açtırdık. Üstad türbeyi ziyaret etti.
Mevlâna'nın ruhuna dua ve Fatiha okudu. Kardeşi Abdülmecid Efendiyle görüştü. Konya'ya
gelmesi de çok hâdiseli geçmişti. Gazeteler, polisler yaygara yapmış ve sıkı emniyet tedbirleri
alınmıştı.

"Üstad'ın elini öptüm. Bana:

"Olur böyle şeyler... Demek seninle yine görüşecektik. Nasıl, daha Arvas'a gitmedin
mi?' dedi. Ben de, 'Hayır, daha gitmedim' dedim. Gitmemi söyledi.

"Ben de Üstad'ın sözü üzerine çoluk çocuk o sene Arvas'a gittik. Üstad bizimle
vedalaşırken göz yaşları akıyordu. 'Bu sizinle son görüşmem, hakkınızı helâl edin' dedi. Hep
ağladık, göz yaşları içinde Üstad'dan ayrıldık."

[]

20 Aralık l959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde

Said Nursinin Konya'yı ziyaretleri haberi böyle

verilmişti.

sh»:(Sn.Şh. S.62)

[]

Hacı Ali Aras


(Ali Çavuş)

ALİ ÇAVUŞ

(Hacı Ali Aras)

Said Nursî milis albayı olarak cephede

Osmanlı cihan devleti, altı yüz sene süren hakimiyet günlerinden sonra artık inkıraza
yüz tutmuş ve son günlerini yaşıyordu.

Sevgili vatanımız Müslüman-Türkiye'nin dört bucağı da kara ve kâbuslu bulutlarla


kaplanmıştı.

Bu kara günlerde, Milis Albayı Hazret-i Said; etrafına topladığı gönüllülerle,


talebeleriyle ve yeğenleriyle vatan müdafaasına koşarak, karanlıklar içinde nura gidecek
yolları arıyordu.

"Said'imin silâh seslerini duymaktayım"

Babaları takva sahibi, mübarek insan Sofi Mirza Efendi çok yaşlı ve hasta haliyle Nurs
köyündeki evlerinin damında oturduğu kürsüden ufukları göstererek; "Said'imin silah seslerini
duymaktayım" diyordu. Sofi Mirza Efendi'nin bu sözüne kimseler inanmıyor, "Ortalık harb
haliyle birbirine girdi, düşmanlar buralara kadar geldiler, artık bunun oğlu mu kaldı? Her
halde Sofi Mirza Efendi fazla ihtiyarladığı için hayal görüyor, ateh getirmiştir (bunamıştır)"
diyerek, Mirza Efendi'nin haline gülüyorlardı. Ama Sofi Mirza iddiasında ısrar ediyor, "ben
Said'imin silahlarını bilirim. Benim Said'im ölmemiştir, Said yaşıyor, ben Said'imin silah
seslerini bilirim" deyip, meselesini iddialı bir şekilde devam ettiriyordu.

Bahsini ettiğimiz meselenin benzeri mahiyetindeki bir Emirdağ mektubunda şunları


okumaktayız:

"Hem benim hakkımda musibet ve fena haberleri aldığı vakit, merhum pederim Mirza
(r.h.) gibi olsun, merhume validem Nuriye (r.h.) gibi olmasın. Çünkü eski zamanda, dağdağalı
hayatımda hakkında acib havadisler peder ve valideme ihbar ediliyordu. 'Sizin oğlunuz öldü
veya vuruldu veya hapse girdi' gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu,gülüyordu.
Derdi: 'Maşaallah, oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes
ondan
sh»:(Sn.Şh. S.63) dan bahsediyor.' Vâlidem ise, onun süruruna karşı şiddetle
ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu."

Bitlis'in muhasarası

l9l6 senesinin kış aylarında Bitlis'te yağan karların kalınlığı metreleri bulmuştu. Bu
şiddetli günlerde Milis Albayı Said Nursî, talebe, dost ve yeğeni ile Rus-Ermeni kuvvetlerine
karşı kahramanca çarpışarak, sanki destanlar yazıyordu. Yakın talebesi Ahmed-i Cano'yu
Zeve'de, muhatabı, katibi ve fedâisi Habib'i Gevaş'ta ve büyük ablası Dürriye Hanım'ın oğlu,
talebesi ve yeğeni Ubeyd'i ise, Bitlis kalesinin dibinde düşmanlar şehid etmişlerdi.

On yedi yaşındaki sevgili Ubeyd'in sırtında bayram elbiseleri vardı. Bir dağ
heybetinde duran Bitlis Kalesinin altında, bayram elbiseleri içinde ebedî bayramlara doğru
kanat açmıştı. Arkadaşı Molla Ali'yi çağırıyor, kemerinde bulunan altınları gelip almasını
söylüyordu. Ama kurşun yağmuru altında Ali'nin Ubeyd'e yaklaşması mümkün değildi.

Milis Albayı Bediüzzaman o dehşetli günleri şöyle anlatmaktadır:

"Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus'un üç güllesi öldürecek yerime isabet
etti. Biri şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya
tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan kumandan Kel Ali, l Vali Memduh
Bey işittiler. 'Aman geri çekilsin veya sipere otursun,' dedikleri halde 'Bu gâvurun gülleleri
bizi öldürmeyecek' diyerek kurşun yağmuru altında harbe devam ettik."

Bir başka eserinde yine aynı o dehşetli anları şöyle anlatmaktadır.

"Bir defasında bir dakikada üç gülle öldürecek yerime isabet ettiği halde tesir
etmediler. Bitlis'in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine
düştük. Bizi sardılar. Her tarafta el ele ateşş edşildi. Dört tanesi bütün arkaşdaşlarım şehid
olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık, yine onların içinde bir yere girdik. Onlar
üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyorlardı. Otuz saat
o halde çamur içinde ben yaralı iken, hıfz-ı İlâhî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim."

________________
l. Daha sonra Cumhuriyetin başlarında kurulan İstiklâm mahkemeleri azalarından,
zalimliği ile tanınan Afyonlu Ali Çetinkaya. l878-l949

sh»:(Sn.Şh. S.64)

Ali Çavuş'un anlattıkları

Bediüzzaman'ın harpteki kahramanlığını ve Ruslara esir oluşunu, l965 kışında Van'da


vefat eden, Van'ın Çoravanis köyünden Ali Çavuş namındaki Hacı Ali Aras o günleri yaşayan
bir gazi olarak şöyle anlatmaktaydı.

"Biz Muş'a varmadan Ruslar Muş'u istilâ etmişti. Muş'u tahliye eden halkla yolda
karşılaştık. Bütün mühimmatın, bu arada on dört parça topun kaldığını söylediler. Üstad
Bediüzzaman Hazretleri bu üç yüz kişilik kuvveti on dört parça topa taksim edip, altı kişilik
bir müfrezeyi de cephane kaçırmaya memur etti. Biz top ve cephaneleri kaçırıp, Bitlis-Tatvan
yolu üzerinde mevzi almış bir nizamiye alayına teslim ettik. Bu arada Ruslar üç koldan
taarruza geçip bizi Bitlis boğazında mahsur bıraktılar. Yedi gün Ruslara karşı geceli gündüzlü
müdafaa yapıldı. Üstad Bediüzzaman'a üç mermi isabet etti. Bunlardan biri hançerinin
kabzasına, diğeri sigara tabakasına, bir diğeri de sağ omuzuna isabet etti. O zaman bu hale
şahit olan nizamiye alayı kumandanı Kel Ali Üstad Bediüzzaman'a:

"Bediüzzaman! Size kurşun da tesir etmiyor.

"Hazret-i Bediüzzaman:

"Allah insanı muhafaza ederse, top mermisi de insanı öldürmez' diyordu.

"Bir haftalık şiddetli bir mukavemet sonunda Bitlis'e giremeyen Ruslar, Bitlis-Tatvan
yolu üzerinde bulunan Papşin hanını tahliye edip, geri çekildiler. Ermenilerin rehberliği ile
Bitlis'in cenubundaki Güzeldere yolunda Simek nahiyesi üzerinde Bitlis_Siirt yolunu kesip,
Araplar Köprüsünü tuttukları görüldü. Gece yarısından sonra Bitlis'e taarruza geçtiler. Şiddetli
muharebeler cereyan etti. Bu arada Üstad Bediüzzaman'ın çok sevdiği yeğeni Ubeyd ve bir
çok kıymettar talebe arkadaşlarımız şehid oldular."
"Ruslar şehirde bulunan üç köprüyü de tutmuş olduklarından Üstad Hazretleri şehrin
karşı tarafına geçmek istedi. Şimdiki Kasımpaşa ilkokulunun yanında büyük binanın altındaki
su kemerinin üstünden aşağıya atladık. Su üzeri tamamen karla kaplı olmasından, vaktin de
gece olması dolayısiyle yeri tahmin edememiştik ki, bu arada Üs

[]

Kel Ali (Çetinkaya)

sh»:(Sn.Şh. S.65)

tadın sağ ayağı taşa değmiş ve kırılmıştı. Bana kemerin içerisinde daha münasipçe bir
yer göstererek, 'Ali beni oraya götür. Sana izin veriyorum. Git inşallah kurtulursun' dedi. Ben
kendilerini o yere götürüp, oturttum. Benim musırrane gitmemi arzu ettiyse de,
gitmeyeceğimi ve beraberce şehid olmak istediğimi söyleyince başımı eliyle sıvazlayarak
"Dayı hayran, kader bizi esir etti" dedi. Ben de kadere teslimiyetimi izhar ettim.

Esarete giden yol

"Su içerisinde otuz altı saat kadar kaldık. Bu arada su kemerinin üstündeki binayı da
Ruslar işgal etmişler, sesleri aşağıdan işitiliyordu. Oradan çıkmak için tedbir almakla meşgul
iken, birden kaldığımız yeri elli kişilik bir Rus müfrezesi bastı. Hepimizi çıkarıp altında otel
olan ve o zaman Rusların ikinci ordusunun yerleşmiş bulunduğu bir binaya bizi götürüp, bir
odaya yerleştirdiler.

"Bizi bir alay kumandanı karşıladı. Yemek olarak Üstad Hazretlerine bir tavuk
getirdiler. İki Rus kumandanı Üstadla konuşmaya başladılar. Konuşma mevzuları belli ki harb
ile ilgiliydi. Orada Üstad Hazretleri bacak bacak üstüne atıp sigarasını sararken onlarla
konuşuyordu.

"Sanki onlar esir, Üstad hürdü. Orada esirken bile hürdü."

"Yaralarının ve kırık ayağının tedavisi için, bir müddet Bitlis ve Van'da kaldıktan
sonra, Bediüzzaman'ı bugün İran-Rusya arasında bulunan Culfa şehrine sevkettiler.
"Alınca ırmağının Aras'a döküldüğü yerde bulunan bu belde Azerbaycan ve İsfahan
bölgesinde iki kasabadan meydana gelen şehir mühim bir ticaret merkeziydi. İran Culfa'sı
veya Yeni Culfa denilen kasabadan bir müddet tedavi edilen Milis Albayı Said Nursî buradan
Tiflis'e sevkedilen diğer esir askerlerle beraber Tiflis'e gelmiş, lerdi.

"Milis Albayı yaralı olarak l9l6 Ağustos sonlarına kadar Tiflis'te bulunarak tedavî
edilmişti."

Esir düşen Bediüzzaman'a Sadrazam Talaş Paşanın desteği

Bu esnada İstanbul'da Talat Paşa, Kızılay cemiyeti başkanı Besim Ömer (Akalın)
Paşa'ya, çok acele olarak, hususî bir adamla, Tiflis'te esir bulunan Bediüzzaman'a yardım
gönderilmesini emretmişti.

sh»:(Sn.Şh. S.66)

İstanbul Başvekalet arşivlerinde bulduğumuz vesikalarda şunları okumaktayız:

[]

"Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsûs Müdiriyeti

"Evrak Umumî Numarası: 59

"Kalem Numarası: 3

"Tarih-i Tebyiz: 7 332 Eylül. 7

"Dahiliye Nâzırı Talat Beyefendi tarafından Hilâl-i Ahmer cemiyeti reisi Besim Ömer
Paşa'ya (Tezkire)

"Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi'ye gönderilmek üzere


memûr-ı mahsûsa tevdîan taraf-ı vâlâlarına irsal kılınan altmış liranın vusûlünün iş'âr ve
bunun mûmaileyhe sürat-ı mümkine ile irsal buyurulmasını rica ederim efendim.

Bâb-ı Ali Mahreci Tarih-i Keşidesi l0.Ağustos 332


Dahiliye Nezareti Bitlis Kaleme vûrûdu minhu l0

***

sh»:(Sn.Şh. S.67)

[]

"Esiren Tiflis'te bulunan memûrine bu kerrede maaşlarının irsalini yazıyorlar. Bitlis'in


sukûtu sırasında Muş'tan sekiz topu kurtarmak ve gönüllü cem'etmek sûretiyle hidematı sebk
edip memurlarla beraber Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî de muhtâc-ı âtıfet
olmağla mûmaileyh de bir miktar meblağın irsaliyle tesriri menût-ı re'y-i sânileridir.

9 Ağustos 332 Vali vekili Memduh

Hilâl-i Ahmer vasıtasiyle altmış liranın mûmaileyh Bediüzzaman Said Küdrî'ye irsali
Nâzır Beyefendi tarafından ad ve tensib buyurulduğundan Fuad Beyefendi'ye takdim olundu.

28. Ağustos. 332

sh»:(Sn.Şh. S.68)

[]

Taht-ı himaye-i Hazret-i mûlûkânede

Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Merkez-i umumisi

Dahiliye nezaret-i celilesine

Devletlû Efendim Hazretleri

7. Eylül 332 tarihli ve l7 kalem-i mahsûs numaralı emirname-i nezaret-penâhileri arîz-i


cevabiyesidir. Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said Kürdî Efendi'ye gönderilmek üzere
memûr-ı mahsûs ile irsal buyurulan altmış lira ahzolunarak makbuzu memur ileyhe tevdi
kılınmış ve meblâğ-ı mezkûr mukabili olan bin iki yüz elli dört mark esîr mûmaileyhe
gönderilmiştir. Ol babda emr u ferman Hazret-i men lehul-emrindir.

l0. Eylül 332

Osmanlı Hilâl-i Ahmer

Cemiyet Reisi

Dahiliye Nâzırı Talat Paşa'nın özel ulakla Tiflis'deki şanlı esir Bediüzzaman Said
Nursî'ye gönderilen altmış liranın karşılığı olan bin iki yüz elli dört mark mahalline ulaşmıştı.

Osmanlı cihan devletinin çöküş günlerinde bile altmış Türk lirası karşılığı bin iki yüz
elli dört mark ediyordu. Bu meblağ esirken bile hür, başı göklere yükselen Bediüzzaman'a,
ebed-müddet devleti Büyük Osmanlı'nın sadrazamı tarafından Kızılay başkanı Besim Ömer
Paşa'ya emredilerek, ulaştırılmıştı.

sh»:(Sn.Şh. S.69)

Esaretinin başlangıç günlerinde Bediüzzaman gibi milis albayı bir kahramana yardım
elini uzatan sadaret makamı, iki buçuk yıllık Sibirya esaretinden sonra da yine aynı alakayı
göstererek, devletin en yüksek ilim makamı olan Son Devrin İlim Akademisi mahiyetindeki
Dârül-Hikmeti'l-İslamiyeye Osmanlı ordusunun adayı olarak âzâ tayin edilmiş.

[]

Besim Ömer Paşa

Prof. Dr. Besim Ömer Akalın Paşa (l862-l940)

Memleketimizde kadın hastalıkları ve çocuk bakımı ilimlerinin kurulmasına ve


yayılmasına çok hizmet etmiş bir lim adamımızdır.

Hayatını mesleğine veren Besim Ömer elliden fazla sahasında eser vermiş ve hiç
evlenmemiştir. Kızılay, eski ismiyle Hilâl-i Ahmere de büyük hizmetleri olmuştur. Elli seneye
yaklaşan meslek hayatından emekli olduktan sonra TBMM beşinci devresinde İstanbul
milletvekilliğine seçildi. Mebus iken Ankara'da bir lokantada kalb sektesinden l940 yılı Mart
ayında vefat etti.

Talat Paşa (l874-l92l)

Meşrutiyet inkılâbının kahramanlarından olan bu zat, İttihad ve Terakki'nin son


sadrazamıdır. Edirne'de fakir bir ailenin evladı olarak doğmuştu. Tahsili basit, fakat zeka ve
seciyesi pek kuvvetli olan Talat Paşa Fransızca, Rumca konuşur, Arapça ve İngilizceyi
anlardı. Sevimli, faal, millet ve memlekete candan bağlı idealist bir zattı.

Said Halim Paşa'nın istifası üzerine l9l6'da vezir rütbesiyle sadrazamlığa getirildi.
l9l8'de Birinci Cihan Harbi mütarekesi kabul edilince Avrupa'ya kaçtı. l92l Mart'ının on
beşinci günü Berlin'de oturduğu apartmandan çıkarken Tayliryan adlı bir ermeni katil
tarafından vurularak şehid edildi.

[]

Sadrazam Talat Paşa

sh»:(Sn.Şh. S.70)

Bediüzzaman'ın amcazadesi

TİNİSLİ FEDAİ

"Seni gönüllüler arasına yazıyorum"

Birinci Cihan Savaşının alevleri, büyük devletimizin sınırlarını aşmış, son vatan
parçasını da sarmıştı. Galiçya, Yemen, Filistin, Kafkas cephesinde İslâmın son ordusu arslan
gibi çarpışıyordu.

Milis Albayı Said Nursî, Doğu Anadoluda köy köy gezerek, vatan müdafaası için,
fedai topluyordu. Onun davetine genç-ihtiyar, vatanın yiğit insanları evet diyerek
koşuyorlardı. Aziz toprakların müdafaası için, asil kanlarını seve seve armağan olarak
getiriyorlardı. Bu fedailerden şu isimler sadece tesbit edebildiklerimizdi:

Ali, Yasin, Abdurrahman, Münevver, Habib, Übeyd, Said, Mahey ve Tinisli ¹ Fakih..
Tinisli Fakih, Bediüzzaman'ın harp için gönüllü fedai topladığını işitince sırtına
mavzeri asarak koşmuştu. l5 yaşındaydı. Boyu tüfeği taşımaya yetmiyordu. Tüfeğin ucu yere
değiyordu. Bediüzzaman Tinisli'ye niçin geldiğini sordu.

Tinisli harbe gitmek için geldiğini söyledi. Vatan için çarpışmaya geldiğini bildirdi.
Bediüzzaman:

"Seni bu cesaretinden dolayı gönüllüler arasına yazıyorum" dedi.

Tinisli Fakih, Bediüzzaman'ın kumandasında harplere iştirak etti. Harbin sonunda gazi
oldu. Tinisli gazi Fakih, Bediüzzaman'ın babasının amcası oğluydu. Yani Bediüzzaman'ın
dedesi Ali'nin kardeşi Abdullah'ın oğlu.

Savaşta yazılan tefsir

Milis Albayı Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Cihan Savaşında, silâh elde karlı
dağlarda, fedaileriyle birlikte, Ruslarla çarpışıyordu. Fiilî ve silâhlı mücadeleyi yaparken,
istikbâlde yetiştireceği Nur ta

_________________

¹ Tinis: Bitlis'in bir köyüdür.

sh»:(Sn.Şh. S.71)

lebelerinin eline de mânevî, fikrî ve ilmî mücadeleyi yapmaları için İşaratü'l-İ'caz


isimli tefsirini harp meydanlarında kaleme alarak veriyordu. Bu harplerde esir düşmüştü.
Esaret dönüşü İstanbul'da bastırdığı ilk eseri, bu harp yadigârıdır.

Kâğıt parasını Harbiye Nazırı Enver Paşa vermiş, eseri kardeşinin oğlu Abdurrahman
Nursî bastırmıştı.

Kitabın kapağında şunları

"İşaratü'l İ'caz fi mezann-il-îcaz

Libediizzaman
Fiatı: Kırk kuruş.

Evkaf-ı İslâmiye Matbaası: l334 (l9l8)

sh»:(Sn.Şh. S.72)

[]

Abdullah Sağcı

Bediüzzaman'la birlikte çarpışan

ABDULLAH SAĞCI

"Harpte bile namazını aksatmıyordu"

Gür sakalı sarığının aklarına karışmıştı.

Asırlık ihtiyar, heybetli çınarlar gibi dim dik duruyordu. Yüz yılın dünya hâdiseleri
onu pek az yıpratmıştı.

Doğu Anadolu bölgesinin saf ve ter temiz muhitinde bir asrı aşan ömrünü hâlâ sıhhatle
sürdürüyordu.

Hacı Abdulhah Sağcı soy ismi gibi sağ ve sağcı idi. Kendi ifadesine göre, l872 yılında
doğmuştu. Tatvan'ın Reşadiye nahiyesinin Bölüh köyündendi. l977 yılında görüştüğümüzde
bizim asırlık nurlu dede l05 yaşında bulunmaktaydı.

Abdullah Sağcı Dede tam on dört sene askerlik yapmış. Birinci Dünya Savaşında ve
İstiklâl Harbinde çarpışmış Çışanakkale Savaşlarında düşmünla savaşırken süngü ile
yaralanmış. Esat Paşa kumandasında çalışmış ve çarpışmış. On dört senelik askerliğinin yedi
senesini kaydeşinin yerine, yedi senesini de kendi yerine yapmıştı.

Eski toprakların bu sağlam yapılı yiğit insanı Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili
hatıralara da sahip.
Hacı Abdullah Sağcı Dede, Çanakkale Savaşlarından bahsederken, "Üstad bana
savaşlarda yardım ediyordu" diyordu. Bunları söylerken koca adam gözyaşlarını tutamıyor,
damla damla ıslak taneler, aksakalından yuvarlanıp iniyordu.

Üstad Bediüzzaman'la harplerden çok önceleri tanışıp konuşmuşlar. Bediüzzaman'ı


Molla Said olduğu zamanlardan tanıyordu. Kafkasya Dağlarında da beraber bulunup Rus
Harplerine iştirak etmişti.

Şöyle diyordu:

"Bediüzzaman, bir bakıyorum benim yanımda, bir bakıyorum düşmanın içlerine


dalmış, harp ediyor. Başı sarıklı, agelli, ayağında

sh»:(Sn.Şh. S.73)

çizmeler, durmadan Rus gâvuruna kılıç sallıyordu."

Abdullah Sağcı Dede, bir anda Kafkasya'nın karlı dağlarından, Çanakkale'ye geçiyor,
"Harplerde Bediüzzaman bize yardım ediyordu. Onun mânevî yardımı ve himmeti hep
benimle oluyordu. O yanımda olunca korku duymuyordum" diye anlatıyordu.

"Harpte bile namazlarını terk etmiyordu. Asker ve talebelerini iki gruba ayırıyordu.
Bir grup düşmanla çarpışırken diğer grup namazını geçrimeden eda ediyordu. 'Biz askeriz, bu
din düşmanları bizim vatanımızı elimizden almak istiyorlar. Korkmayın, benim talebe ve
askerlerim onların binine bir tanesi bedeldir' diye Bediüzzaman bizleri teşvik ediyor, teşci
ediyordu."

Hacı Abdullah Sağcı Dede anlatırken zaman zaman hislerle doluyordu. Hislerine
hâkim olamıyor ve gözyaşları döküyordu.

Göğsündeki saat zincirini göstererek, "Bediüzzaman evliyaların en son zinciridir"


diyordu.

Hatıralarının kendisine en çok iz ve tesir bırakan cümlesi herhalde birlik ve beraberlik


olan kısmı olsa gerek ki, sık sık: "İttifakı bir yapın! İslâmî ittifak bir olsun" diyordu.

Yüz beş yaşındaki asırlık bahtiyar Çanakkale'nin Kafkasya'nın hatıralarıyla doluydu.


Geçen uzun yıllar çizgi-çizgi simasını değiştirmiş, sakallarında ağartacak yer
bırakmamıştı.

Bir önceki sayfada bulunan küçük resim Hacı Abdullah Sağcı Dede'yi o günkü dinç ve
sağlam haliyle göstermektedir.

Yetmiş-seksen yıl öncesinin şimdi tarih olan hatıralarının sahibi, Nur Üstad
Bediüzzaman'ın silâh arkadaşına Cenab-ı Haktan rahmet ve mağfiretler diliyor, kabrinin
pürnur olmasını niyaz ediyoruz. Ruhuna binler fâtihalar.

sh»:(Sn.Şh. S.74)

[]

Mehmet Salih Yeşil

MEHMET SALİH YEŞİL

Yeşil İmamzade Mustafa Niyazi Efendinin oğludur. Erzurum Nümune Mektebi


Müdürü ve Maarif Memuru idi. 45 yaşında iken Birinci Büyük Millet Meclisine Erzurum
mebusu olarak iltihak etmişti. Heyecanlı, sözünü sakınmaz, imanlı bir vatanperverdi. 4
Haziran l922'de, bir suistimal mevzuu üzerinde tahkikat açılıp açılmaması sert münakaşası
sonunda, kendisine Meclisten on beş gün ihraç cezası verilmişti. Bu münasebetle salondan
ayrılırken söylediği cümleyi kaydetmek gerekir:

"Sizler kovunuz... Ziyan yok. Hakikatin sine-i faziletine iltica ediyorum..."

Mehmet Salih Yeşil birinci devre Erzurum Milletvekillerindendir.

Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman'la beraber Kafkas cephesinde çarpışmışlardır.


Yine ilk mecliste Bediüzzaman'la birlikte dostluk ve sohbetleri olmuştur.

Bu faziletli Erzurum mebusunun ilk Meclis'in gizli oturumlarında cereyan etmiş olan
konuşmalarından bahsetmek istiyorum.

İlk Mecliste sık sık gizli oturumlar yapılırdı. Cephelerden gelen haberler üzerinde açık
tartışma, boş hazineye para bulma ve hepsinin üstünde, kırık gönülleri ümidin aydınlığına
çıkarabilmek için alınacak tedbirleri dışarıdan duyulmayacak kapalı bir çatının altında
düşünmek, Birinci Meclisin zamanının büyük kısmını alırdı. Bu gizli toplantıları ya hükümet
ya mebuslardan biri veya çoğu zaman gruplanmış olarak isterlerdi. Fakat bu arada, gündem
bugünkü gibi sınırlanmamıştı. Mebuslardan birisi kalkar, başka bir konuyu ortaya koyar,
bunun üzerinde de konuşmalar olurdu. Hatta denilebilir ki, çoğu zaman, görüşülenler içinde
asıl ibretli olanlar böyleleri idi.

Nitekim 2l Kasım l920 Çarşamba günü gizli celsede gündem dışı söz alan Erzurum
Mebusu Yeşilizâde Mehmet Salih Efendi,

sh»:(Sn.Şh. S.75)

böylesine konuları dinlemeye alışmış, o günün mebuslarına, zamanımızın da elbetteki


çok yardırganan meselesini anlatıyordu.

Mebuslardan bazılarının fazla pahalı yemek yediklerinden, çok şık ve halka göre farklı
giyindiklerinden, aşırı para harcadıklarından, memleketlerinden ve çoğu zaman da
İstanbul'dan İnebolu yoluyla ev ve giyecek getirdiklerinden yakınıyordu.

Mebuslara yatakhane olarak ayrılan sanayi mektebinden ayrılıp, müstakil evlere


taşınanların, kendilerine bakan hizmetçi bulmalarının, onların bu rahat yaşama ibtilaları
dolayısıyla, Ankara'da Taşhan çevresinde yeni pahalı lokantalar açılmaya başladığının gözden
kaçmaması gerektiğini söylüyor, bu halin varını yoğunu istiklâl ve hürriyet için ortaya koyan
halkı huzursuz edeceğini, milleti idare edenlerin milletten farklı yaşayamayacaklarını
anlatıyordu.Sonunda şu teklifleri yaptı:

İlk Meclis'in gizli oturumundaki teklifler

"Meclis Riyaseti tedbir alsın, asker usülü tek kap yemek yiyelim. Sanayi mektebindeki
yatakhanelerimizi terk etmeyelim, halk gibi yaşayalım, halk gibi yiyelim, halk gibi giyinelim.
Bu hareketi de bir gösteriş şekli kurtarmak için değil, eğer refah ve huzura kavuşacaksak
kanını ve canını istediğimiz, onu kurtarma yolunda olduğumuzu söylediğimiz halka layık
olmanın vicdan rahatı içinde yapalım."
İlk Meclisin o mübarek havası içinde Mehmet Salih Yeşil Efendi'nin bu sözleri
alkışlarla karşılandı. İlk Meclisin o fedakâr mebusları milletin nasıl yaşadığını çok iyi
biliyorlardı.

Sonunda Meclis, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Diyarbakır Mebusu Feyzi Beyle
Antalya Mebusu Hoca Rasih Efendiyi bu mevzuları tetkik ve tedbir için vazifelendirdi.

"Bediüzzaman Meclis'te alkışlarla karşılandı"

İşte halktan bir insan gibi yaşayan ve sevad-ı âzama tabi olan Bediüzzaman bu
mecliste alkışlarla karşılanmıştı.

Mecliste yaptığı on maddelik konuşmasında daha sonraki senelerden yani l936'da


başına koyduğu takdim yazısında:

"Şu lâyiha onüç sene evvel Meclis-i Milli, Yunan'ı mağlup ettikten sonra o mecliste
Kara Kâzım, Nureddin Paşalar gibi hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan çok mebusların bulunduğu
ve şimdiki bid'aların alâmeti göründüğü bir zamanda olduğundan, layihadaki meclise

sh»:(Sn.Şh. S.76)

karşı takdirkârane kelimeler şimdikilere hiç aidiyeti yoktur" diyordu.

Bu on maddelik beyannamenin dikkate değer bir yerinde Bediüzzaman şöyle hitap


ediyordu:

"Bu dünya-yı deniyye şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba
etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun."

***

Erzurum ilk dönem milletvekillerinden Mehmet Salih Yeşiloğlu, Üstad Bediüzzaman


Hazretlerine bir mektup yazarak tarihçe-i hayatı ile ilgili olarak kendilerinden on maddelik bir
sual sormuştu. Mektubu ve soruları şöyledir:

"Muhterem üstadım, sizin hakkınızda şair merhum Mehmed Âkif Bey ile Darü'l-
Hikmeti'l-İslâmiye âzâlığında bulunmuş olan merhum Mehmed Şevketî'den dinlediğim
kıymetli notlarım vardır. Hâl-i tercümenizi o zatlardan topladıklarımı yazmak mecburiyetinde
kaldığım için lütfen suallerime kısa kısa cevap yazınız. Kendi namıma yazacağım hâl-i
hayatnamenizi arzu ettikleri kadar mufassal yazmak emir sizindir.

Mehmed Salih Yeşiloğlu

Salih Yeşil'in Bediüzzaman'a Sualleri

Sualler:

l. Hangi tarihte ve nerede Cenab-ı Hak sizi dünyaya getirdi?

2. Baba ve büyükbabanızın adı ve mesleklerini lütfen yazınız.

3. Kimlerden ve nereden ders okudunuz?

4. Van Valisi Tahir Paşanın konağında ne kadar kaldınız? Ve o zata ne okuttunuz?


(Meşrutiyetin ikinci senesinde Erzurum'a vali olarak gelen Tahir Paşa merhum bir Ramazan
iftarında sofra başında sizin mezayanızdan uzun uzadıya bir şeyler anlatmıştı.)

5. Meşrutiyetin ilânından kaç ay evvel İstanbul'a geldiniz? İttihatçılar, halka nasihat


için sizi Selânik'e götürmüşlerdi. Selânik'ten sonra sizi Rumeli'de hangi şehirlerde
gezdirdiler?

6. Balkan Harbine iştirak ettiniz mi?

7. Umumi Harbte nerede esir oldunuz? Ruslar sizi hangi şehirlerini gezdirdiler?
Hakkınızda ne gibi muamele yaptılar? Tazyikte, hakarette bulundular mı?

8.Hangi tarihte esaretten firar edip hangi tarihte İstanmbul'a gel

sh»:(Sn.Şh. S.77)

diniz? Ve hangi tarihte Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye Aliyyesine âzâ oldunuz?

9. Millî Meclisin ilk devresinde Ankara'ya geldiğiniz zaman evvela hürmete, bir hafta
sonra da meclisin teneffüs salonunda ve soba başında, "Abdest, namaz Cenab-ı Haktan
yardım isteyiniz" sözlerinizden dolayı Reis-i cumhurla münakaşadan sonra Ankara'dan
uzaklaştıktan sonra ilk olarak nereden nereye nefyolduğunuz? Ve ol vakit Diyanet Riyaseti
tarafından bir emre müsteniden size vaizlik namiyle elli lira maaş tahsis edilmiş iken bu maaşı
neden kabul etmediniz?

l0. Hangi şehir ve kasabada iken yazdığınız kitaplar bahanesiyle Eskişehir'e sevk ve
mahkum oldunuz? Ve kaç sene hapiste kaldınız? Ve hapisten çıkarıldıktan sonra nereye
nefyolundunuz?

ll. Kastamonu'da kimin ihbariyle hükümet sizi Denizli cezaevine sevk etti? Kaç ay
hapishanede kaldınız? Hapsinize sebep olan kitaplar tetkik olunup muzır olmadıkları
anlaşıldıktan hükmen serbest bırakıldıktan sonra, o hayatınızın mahsulu olan âsarınız size iade
edildi mi? Lütfen pek kısaca bu suâllerin cevabını yazınız.

(Büyük boy el yazma Üstadımızın kitaplarından Emirdağ Lâhikası, s.79.)

Mehmet Salih Yeşiloğlu

Bediüzzaman Hazretlerinin Salih Yeşil'in bu suallerine verdiği cevabî mektubu


Emirdağ Lâhikası'nın l. cildinin l58 ve l59. sayfalarında mevcuttur. "Aziz, sıddık, âlicenap
eski ve yeni kardeş Yeşil Salih" hitabiyle başlayan mektubun son cümlesi şöyledir: "İnşaallah
sizi hiç unutmayacağım. Bu halimde bu alakadarlığınız benim çok ağır sıkıntılarımı
hafifleştirdi Allah senden razı olsun, âmin."

sh»:(Sn.Şh. S.78)

AHLATLI İSMAİL HAKKI ARSLAN

İsmail Hakkı, rüştiye mezunudur ve mübaşirlikten emeklidir. Üstadı tanıyışını ve


onunla birlikte geçen günlerini şöyle anlatıyor:

"Ona kurşun tesir etmiyordu"

Birinci Cihan Harbinde Ruslara karşı Pasinler'de harbettim. O zamanlarda bizleri


Ahlat'tan toplayarak cepheye götürmüşlerdi. l9l5'lerin Mart aylarındaydık. Lapa lapa kar
yağıyordu. Her taraf bem beyazdı. Bizler Ruslara karşı aziz vatanımızı müdafaa ediyorduk.
Siperlerden başlarımızı çıkaramıyorduk. Çünkü yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Yağmur
gibi yağan mermilerin altında savaşıyorduk. Adetâ göklerden sarapneller yağıyordu. En çok
aciz olduğumuz bu konuda havada patlayan sarapnellerdi. Şarapneller bizleri çok kırıyor,
büyük zayiatlar veriyorduk. Havada patlayan şarapneller parçalar halinde sağa sola
dağılıyordu.

[]

İsmail Hakkı Arslan mübaşirlik

yaptığı zamanlarda.

İşte tam bu esnada Molla Said-i Meşhur da siperleri dolaşıyordu. Bir ara atının
üzerinde dere boyunu geziyordu. Bu esnada siperlerden çıkanlar oluyordu ve bunlar vurularak
şehid oluyorlardı.

Ben hem Molla Said'i görmek, hem de ellerini öpmek istiyordum. Fakat içimde
vurulmak endişesi vardı. Ben çok öncelerden beri Molla Said'i ve Bediüzzaman ünvanını
duymuştum. Fakat bu büyük zatı ilk defa Pasinler'in bu kanlı cephesinde görüyordum. Biri ara
baktım, bu büyük kumandan benim hizama gelmişti. Kalkıp görmek istiyordum, ama
vurulmak endişesiyle korkuyordum. Ona bir şey olmuyordu. O dehşetli anlarda kendi
kendimle konuşmaya başlamıştım.

Kendime dedim: "Vallahi vurulsam da ben bu zatı ziyaret edeceğim."

sh»:(Sn.Şh. S.79)

Aniden ayağa kalktım, ama mermiler vızır vızır yanımdan geçiyordu. Bu sırada Molla
Said-i Meşhur'un şöyle hitap ettiğini işitmiştim:

"Allah için cihad ediniz. Allah bizim muînimizdir!"

Daha sonraları yanıma gelip ellerini sırtıma vurarak bizlere korkmamamızı, zafere
ereceğimizi bildiriyordu.

Sibirya'ya sürgün ve sürgünden kaçış


Sonraları Ruslar bizleri esir edip Sibirya'ya sürgün götürdüler. Molla Said-i Meşhur'u
bizlerden ayırıp başka bir kampa götürmüşlerdi. Beni başka bir grupla Sibirya'ya götürdüler.
Bu esaret günleri ve daha sonraları ben Sibirya'da ve Bakü'de uzun yıllar kaldım. Ancak altı
yıl sonra Bakü'den ayrılıp Ahlat'a gelebildim.

Bizim firar hadisemiz çok zor olmuştu. Bir ara bende takat derman kalmamıştı. Benim
de içlerinde olduğum kervan beni terk etmişti. Ben yorgunluktan ve perişaniyetten dolayı
daha ileriye gidememiştim, ayaklarım çekilmişti. Kervan beni attı ve gitti.

Bana, "Artık seninle uğraşacak vaktimiz yoktur" dediler ve beni bırakıp gittiler. Yalnız
ve her şeyden ümitsiz olarak beklerken, bir ara baktım, kıble tarafından bir zat geliyor. Bana o
anda dedi:

"Kalk, ne duruyorsun buralarda?"

O ara bana bir cesaret geldi, sanki canlandım. O sırada bana "Kalk!" diyen zatı
tanımadım, yalnız savaşta sırtında bulunan pelerin gibi bir bez sanki yüzümü sıyırdı, yüzümü
okşayarak geçti. Ben bu heybetli zatın ikazından sonra sanki yeniden canlandım. Bana büyük
bir kuvvet ve can geldi. Bismillah deyip, kalkarak yoluma devam ettim.

Nihayet biraz gayret ve yorgunluktan sonra bizim kervana kavuştum. Bu defa onlar
şaşırıp kalmışlardı. Ben başımdan geçen bu hadiseyi Bediüzzaman'ın büyük himmetine,
yardımına ve kerametine bağlıyorum. Molla Said'in duaları hürmetine yeniden hayata
kavuşmuştum. Ben buna, "Ancak o zat olabilir" diye inanıyorum. Hele yağmur gibi
şarapneller ve kurşunların yağdığı bir sırada, atın üzerindeki o heybetini ve celâlini hiçbir
zaman unutamam. Bu zat, yâni Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur, hem kumandan hem de
evliyaydı. O, zamanın Abdülkadir Geylanî'sidir. Sonra kendisi çok güzeldi. Bedenen ve
sureten erkek güzeliydi. Babayiğitti ve çok mehîbti, çok heybetliydi.

Bütün bu olup bitenlerden sonraki zamanlarda Üstad Bediüzzaman'ın bütün


vatanımızdaki büyük hizmetlerini duyarak, çok seviniyor ve Üstadı çok seviyordum.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.80)
HALİL ÇINAR

"Bu kurşunlar Müslümana tesir etmez"

Nur Üstad Bediüzzaman'la beraber Birinci Cihan Harbinde Erzurum-Pasinler


cephesinde Ruslara karşı çarpışan Halil Çınar l889'da Van'ın Ahlat kazasında doğmuş ve yine
aynı yerde l970 senesinde rahmete kavuşmuştu.

Oğlu Mahmut Çınar, babası için şunları söylemektedir:

"Babam, Halil Çınar l328'de muvazzaflık askerliğini bitirmiş, l329'da Üstad


Bediüzzaman'la beraber Cihan Harbinde l330 ve l33l'de Kafkasya Cephesinde Rus ordularına
karşı kahramanca çarpışmışlardı.

"Birinci Cihan Harbinin o dehşetli günlerinde, Kafkasya dağlarında; kışın yağmur ve


karları altında, mevzide bulunurken, amansız bir müsademe ve çarpışma oluyor. Bediüzzaman
Hazretleri, bizzat kendi askerlerinin ve keçe külahlı fedâilerinin başında milis albayı olarak
yağmur gibi yağan Rus'un kurşunlarının önünde, mevzileri ve siperleri mütemadiyen gezmek
suretiyle idare ediyordu.Çok celalli ve heybetli bir şekilde askerlere kumanda ediyordu.
Rus'tan gelen kurşunlar, Bediüzzaman'ın aziz vücuduna isabet ettiği halde, kendisine hiç tesir
etmiyordu. Aynı zamanda elini kaputunun cebine atarak, Rus kurşunlarını cebinden çıkararak,
Müslüman askerlere gösteriyordu. Vücuduna değmeyen kurşunları askerlere gösterirken,
şöyle diyordu: "Bu kurşunlar bihakkın Müslüman olanlara tesir etmez."

Mahmut Çınar babasından bu hatıraları dinlerken, çok sevip ve heyecanlandığını ve


hiç unutamadığını ifade etmektedir.

(Bu röportajı Van'dan yapıp gönderen Mustafa Öztürkçü kardeşime teşekkür


ediyorum.)

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.81)

OSMAN BİRGÜL

(Kürt Osman)
"Büyük kumandan Bediüzzaman"

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, l896da doğan Osman Birgül'ü, l9 Mayıs l984'te


Samsun'da ziyaret edip hatıralarını dinlemiştim. Samsun'da kendisine "Kürt Osman"
diyorlardı. Biz de bu lâkapla arayıp bulduk. Bir namaz çıkışından sonra oturup Üstadı
konuştuk. Çok yaşlı olmasına rağmen, dinç ve kuvvetli hafızasıyla, elli-altmış sene evvel
yaşadığı anları bugün gibi anlatıyordu.

[]

Osman Birgül

(Kürt Osman)

Osman Birgül, Bediüzzaman'ı Birinci Cihan Harbinde, Pasinler cephesinde görmüş.


Elini öpüp duasını almıştı. O esnada kendisi Hamidiye Alayında nefermiş. Hamidiye Alayı
kumandanlarından, Hasan Ali aşiretine mensup Abdülbaki Bey isimli bir zatla yine Alay
Komutanı Süleyman Bey de Bediüzzaman'a gidip hürmetle elini öpüyorlarmış. osman Birgül
"Büyük kumandan Bediüzzaman bizlere dua ediyor, cesaret veriyor, 'Kâfirden korkmayın,
zafer bizimdir, Müslümanlarındır' diyerek teşvik ediyordu" diyor.

Osman Birgül Bediüzzaman'ın savaşta beş-altı defa hafif yaralar aldığını, başında
padişah tacı gibi bir sarık bulunduğunu, sırtında cübbe olduğunu anlattı.

Üstadı son olarak da Trabzon'da, Bediüzzaman Batı Anadolu'ya sürgün edilirken


görüp ziyaret etmiş ve duasını almış.

Savaş günlerinde düşman askerlerine aman vermediği için "Osman Keskin" diye
anıldığını anlatan bu yaşlı gazinin oğlu da Kore Savaşında şehit düşmüş.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.82)

[]

Mustafa Yalçın
Yedi cephede çarpışan

MUSTAFA YALÇIN

l895'de Bolu'nun Yığılca kasabasında doğdu. Birinci Cihan Harbinde muhtelif


cephelerde bulundu. Bediüzzaman'ı harp çephesinde ve Sibirya esaretinde tanıdı.

Yığılcalı Mustafa Yalçın'ı nasıl bulduk?

Düzceli dostların temin ettikleri bir arabayla Yığılca otobüsünün peşine takılmıştık.

Yığılca'da kendimizi, gönülden dost ve kardeş Dilaver Kanber'in sıcak alâkasına


bırakmıştık.

Yığılca'nın en uzak bir köyü olan Homrus'a gidecektik. Bir saat kadar arabayla
gittikten sonra, iki saat kadar da yaya gidecektik.

Yeşilin en güzel renkleriyle çevrili yollar, gürül gürül akan çoşkun sular, tabiatın insan
ruhunu okşayan, kalbinin sesini duyuran manzarasını seyderek, Yoğun Pelit köyüne
ulaşmıştık.

Kısa süren molada, köylülerle, hasseten ihtiyarlarla sohbet esnasında, aradığımız,


ziyaretine gitmek için yollara düştüğümüz zatın az önce bir kamyonla Yığılca istikametine
gittiğini öğrenmiştik.

Bu defa yarı yoldan tekrar Yığılca'ya dönmüştük. Aradığımız "Gök Göz" lâkaplı
"Recep oğlu Mustafa"yı veya "Mustafa Yalçın"ı Yığılca kahvehanesinde çayını yudumlarken
bulmuştuk.

Ak sakallı, ak yüzlü, seksen dört yaşındaki, cepheden cepheye koşmuş gazi dedeyi,
Dilaver Kanber Beyin evinde dinlemeye başlamış, notlarımızı tutuyorduk.

Kafkasya'dan Galiçya'ya, oradan da Sibirya'ya kadar uzanan bir uzun hatta on senesi
geçmişti. Bu on seneyi birkaç sayfaya sığıştırmaya çalışıyorduk.

sh»:(Sn.Şh. S.83)

Başımızda Molla Said vardı


Mustafa Yalçın Efendi safi haliyle anlatıyor, biz de dinleyerek yazmaya çalışıyorduk:

"İsmim Mustafa Yalçın, l3ll (l895) doğumluyum, Seferberlikte asker oldum. Askere
giderken evliydim. Bir kız çocuğumu beşikte bırakarak vatan müdafaasına koştuk.

"İlk defa bizi 9. Depo Alayının bulunduğu Adapazarı'na götürdüler. Orada talim,
terbiye gördük.

"O zamanlar Çanakkale'de muharebeler devam ediyordu. Top sesleri Ada'dan


(Adapazarı) işitiliyordu.

"Çok sıkı ve acele bir talim gördük. Bizi hemen Çanakkale l9. Kolordu l57. Alaya
verdiler. Bizim dehaletimizden 20 gün sonra savaş sukût etti. İngilizlerin 'yarım dünya'
dedikleri gemisini batırdık. Bizi Çanakkale'den apar topar alarak, Doğu Cephesine götürdüler.
Kars'ta 8. Fırka'da idik. Başımızda Molla Said vardı. Ruslar ve Ermeni çeteleri durmadan
saldırıyorlardı.

Molla Said bize dersler verirdi

"Molla Said bize o zaman 'Tıfılya' dediğimiz dersler veriyordu. Bu dersler geceleri hep
devam ediyordu. Hasankale'de Molla Said'le birlikte Ruslara karşı amansızca savaştık.
Hoca'nın başında önce sarık vardı. Ama savaş sırasında 'keçe kalpak' dediğimiz başlığı
giyiyordu.

"Ben o sırada Hasankale'de yaralanıp, geri geldim. O zaman kalçamdan (işte yarası
hâlâ açık) şu şarapnel yarasını aldım. Orada erkekliğimi kaybettim. Ben çoktan ölürdüm, ama
Molla Said yanındaki dört arkadaşa birer dua yazıp vermişti. Onu boyunlarımıza astık. Bize
hiç kurşun değmedi. O zaman bir Müslümana yüz gâvur ateş ediyordu. Sonunda yaralandım,
beni geri aldılar. Molla Said savaşa devam ediyordu. Beni Konya'da tedavi ettiler. Ondan
sonra batıya, Avusturya, Karpatlara, Galiçya cephesine götürdüler.

At üstünde kitap yazıyordu

"Molla Said Efendi kahraman bir insandı.

"O, atın üzerinde cephede, önde hücum ederdi. İyi silâh kullanırdı. Sipere girmezdi.
"Bir ara Doğu Cephesinde bazı birliklerin dağılmak üzere olduğu haberi Molla Said'e
söylendi. Molla Said ihtilafları hemen kaldırdı. Dağılmamayı sağladı. Çok güzel anlatıp, sanki
insanları büyülü

sh»:(Sn.Şh. S.84)

yordu.

"Sonra o cehennemi savaş içinde at üzerinde kitap yazıyordu. Yazdıklarını talebeleri,


gençler de yazıyorlardı. Çok iyi ata biniyordu. Ruslara taş çıkartıyorlardı. Bize, "Hiç
korkmayın Müslümanın imanı her güçten daha kuvvetlidir" diyordu. Bize her gece yazdıðı
kitaplardan okuyordu. Ben cahil olduðum için pek bir şey anlamıyordum. Ama Molla Said'i
görünce cesaretim had safhaya çıkıyordu. Heybetli bir insandı. Bize karşı da çok müşvik
davranıyordu.

Sibirya'da Molla Said'le karşılaşıyoruz.

"Sonra biz Avusturya cephesinde Ruslara karşı savaşa girdik. Sol cenahta Avusturya,
sað cenahta Almanlar vardı. Avusturyalılar, Ruslara teslim olunca bize oyun ettilen. Sol cenah
boşalınca biz esir düştük. Tam 30 bin kişi idik. Bizi hep esir aldılar. Sonra trenlere bindirip 42
gün tren yolculuðundan sonra Sibirya'ya götürdüler. Yolda bize çok eziyet ettiler. Yaralılara
bakmadılar. Her istasyonda bizi indirip, eziyet ediyorlardı. Bir parça ekmeði havaya atıp, bizi
saldırtıyorladı. Sonra resimlerimizi çekiyorlardı. Sibirya'ya bizi daðıttılar. Gruplar halinde
kamplarda kalıyorduk. Tarih falan bilemem. Ben cahilim. Onun için hâdiseleri sıraya
koyamıyorum. Ýşte biz oraya varınca bir Doðu Cephesinden esirler gelmiş, dediler. Kampta
merakla hep dışarı toplandık. Çok esir vardı. Ama karşıdan iki kişiyi getiriyorlardı. Onları iyi
kolluyorlardı. Bir de baktım Molla Said ve yanında Ýznikli Osman dediðimiz bir talebesi
vardı. Sandık gibi bir şey taşıyordu. Onun içinde Üstad'ın kitapları vardı. Osman'dan
başkasını yanına sokmuyorlardı. Osman, Onun hizmetine bakıyordu. Kendisi yaralı idi.
Bacaðı yaralanmıştı. Orada tedavi ettiler. Onu da bir koðuşa yerleştirdiler.

Sibirya'da iken, "ileride buralar da Müslüman olacak" diyordu

"Havalar çok soðuktu. Orada gece-gündüz belli olmuyordu. Güneş batmazdı. Orada
da geceleri Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına raðmen gece başka kamplara
gidip gidap okuyordu. Gündüzleri namazları bize kendisi kıldırıyordu. Önce müdahale edip,
kıldırmadılar. Sonra Üstad onlara birşeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak
bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz Ona 'Diyanet Reisi' diyordu. O Rus
nöbetçilerine bile din anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla
Said Efendi, bize hep moral veriyor, 'Üzülmeyin, kurtulacaðız'

sh»:(Sn.Þh.S.85)

diyordu. Ben Üstad'ın Sibirya'da geceleri uyuduðunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir
şeyler not ediyordu. Ve bize: 'Gelecek zamanda buralar da Müslüman olur; ama şimdi
anlamıyorlar' diyordu. Biz de kendisi başımızda olunca hiç korkup üzülmüyorduk.

Sibirya'dan kaçıyoruz

"Bir gece yarısı idi. Üstad bizim bulunduðumuz 15-20 kişilik bir bölmeye geldi. Bize
ders yapıyordu. O arada koşarak biri geldi. Bu Konyalı Tahir dediðimiz arkadaşımdı. 'Bu gece
kaçalım' dedi. On yedi kişi toplanıp karar verdik. Üstad bize katılmadı. O gece onu son
görüşüm oldu. Bizim için dua etti. Rus nöbetçisini boðduk. Tel örgüden sürünerek geçtik. O
gece hayli yol aldık. Ýçimizde yol bulan zabitlerimiz vardı. Bunlardan hatırladıklarım, beş
zabit vardı: Binbaşı Ethem Bey, pusula tayini işlerine baktı. Yıldızlardan aðaç yosununa kadar
herşeyden o yön buluyordu. Akıllıydı. Molla Said'den eðitim görmüştü. Bir de Kâmil Bey
diye bir binbaşı vardı. Hatırlıyorum. Doðudan batıya doðru Petersburg , Doðu Almanya,
Romanya ve sonunda Ýstanbul'a geldik. Bizi yarı yolda yakalayıp, sorguya çektiler. 'Savaşta
buralarda kaldık. Bir daha çıkamadık. Biz işçiyiz' dedik. Onlarla hep Kâmil Bey ile Ethem
Bey konuşurdu. Dillerinden anlıyorlardı. Bu8lar esirlerden deðil, 'vorni'dir deyip bizi saldılar.
Vorni: Ýşçi demektir. Kâmil Bey Doðuda Pasinler'de çarpışırken benim bölük komutanım idi.

"Rusya'dan dönüşümden sonra dinlenmeden Kurtuluş Savaşına girdim. Orada da


kolumun yarısını kaybettim. Ben 14 sene hiç asker çantasını omuzumdan indirmedim.
Yemen, Çanakkale, Ruslarla Doðuda, Batıda Galiçya'da, Kurtuluş Savaşında tam 7 cephede
bulundum.

"Bu vatanı nasıl severdi?"


"10 yıl öncesine kadar yine dinçtim. Hareketliydim. 10 yıl önce Molla Said'in Kars
cephesinde bana yazıp verdiði duayı boynumdan düşürüp, kaybedince bana birden ihtiyarlık
çöküverdi. Ah! O tatlı dilli Molla Hocamın yüzünü bir kere daha görmeye canımı veririm. Bu
vatanı nasıl severdi. Hatta Ona Ruslar şaşar kalırlardı.

Molla Said, Nikola'ya ihtiram etmemişti

Biz Batıdan esir olup Sibirya'ya gittik. Molla Said, Doðudan esir olmuştu. Bir koca
gâvur vardı: Nikola diyorlardı. Ben onu Petersburg'da (Leningrat) görmüştüm. Zalim biriydi.
Molla Said ona ihti

sh»:(Sn.Şh. S.86)

ram etmemiş. Onu çok kızdırmış. Hatta astıracakmış. Sonra Üstadı dindarlığından

astırmamış. Rus zabitleri, Üstad'a ayrı bir gözle bakarlardı. 'Bu madam Nikola'ya

meydan okumuş, acaip bir adam' diyorlardı. Ben sonra Molla Said'in kaçtığını
duydum;

ama bulup göremedim.

"Hep iman lazım, diyordu"

"Şimdi, 'Molla Said gelmiş, savaşa seni çağırıyorlar' deseler koşarak giderim. Molla
Said ile savaşmak bir orduya iferman okumak demektir. O korkusuz bir adamdı. Gecesi-
gündüzü İslâm işleri ile uğraşmaktı. 'Hep iman lâzım' diyordu. 'İman herşeye bedel' diyordu.
Ondan ötürü de Ermeniler ve Ruslar ondan bezmişlerdi. Kerâmetli bir adamdı. Yoksa bir
kurşun yer ölürdü. Top gülleleri arasında at koşturup, kitap yazmak kimin aklına gelir? 'Bu
kitap çok önemlidir' diyordu."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.87)

[]
Halil Paşa

Enver Paşanın amcası

HALİL PAŞA

Savaş esnasında Bediüzzaman'la mektuplaşıyordu

Bediüzzaman'ın yakın dostlarından birisi de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın amcası olan
Halil Paşadır.

Harbiyeden mümtaz yüzbaşı olarak mezun olan Halil Paşa, Birinci Cihan Harbinde
tümen kumandanı olarak vazife görmüştür. Bilhassa İran, Van ve Bitlis cephelerinde
kahramanlıklar göstermiştir. Harb esnasında gönüllü milis albayı olarak vazife gören
Bediüzzaman'la mektuplaşmaları ve haberleşmeleri olmuştur.

İşârâtü'l-İ'caz tefsirin kâtibi, Bediüzzaman'ın talebe ve fedâisi Molla Habib Efendi,


Bediüzzaman'la Halil Paşa arasında irtibat ve haberleşmeyi sağlıyordu.

Molla Habib, bu irtibat görevlerinden biri esnasında, bir İran dönüşü, eski ismi Vastan,
yeni isim Gevaş olan kazâda Ruslarla muharebe ederken şehit düşmüştür.

Molla Habib'le ilgili olarak gerek Emirdağ mektuplarında ve gerekse Nur'ların diğer
yerlerinde bahis ve hatıralar vardır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.88)

BİNBAŞI ALİ HAYDAR

"Firarda Volga Nehrini birlikte geçtik"

Uzun yıllar Selânik Askerlik Şubesinde görev yapan Çorum'lu Binbaşı Ali Haydar
Bey, Bediüzzaman'la birlikte Rusya'dan nasıl firar ettiklerini şöyle anlatıyor:
"Bediüzzaman'la birlikte volga nehrini çok harika bir tarzda geçtik. Nehri geçerken,
ayağımız kara gömülür gibi, bazan topuğumuza, bazan dizimize kadar suya batıp çıkıyorduk.
Ben çok heyecanlanıyordum. Nehri geçtikten sonra Bediüzzaman bana dönüp dedi ki:

"Kardeşim Ali Haydar, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a denizi musahhar
ettiği gibi, bize de senin yüzün hürmetine Volga nehrini musahhar etti.'

"Benim üzerimdeki hayret ve şaşkınlığı gidermek istiyordu. Ben cevaben kendisine


dedim:

"Nasıl geçip kurtulduğumuzu ben biliyorum. Ama siz bilirsiniz Üstad'ım, yine de sizin
dediğiniz gibi olsun."

Araştırmalarımızda Ali Haydar Bey hakkında, daha aydınlık bilgiler elde edemedik.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.89)

[]

Dr. M. Asaf Dişçi

DR.M.ASAF DİŞÇİ

Dervişoğullarından M. Asaf Dişçi, l884 yılında Erzurum'da doğmuş. Birinci Dünya


Savaşında Ruslara esir düşmüştü. Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte Kosturma'da esaret
hayatı yaşamıştı.

Bediüzzaman'la geçen esaret günleri

M.Asaf Dişçi, Bediüzzaman'la karşılaşmasını ve hatırladıklarını bize anlattı.

Bu hatıralarında Asaf Dişçi diyor ki:

"Esaretten önce beni Sarıkamış'ın Hamamlı köyüne götürmüşlerdi. Daha sonra ise
Sibirya'ya sevkettiler.
"İşte Bediüzzaman'ı orada gördüm. Kosturma eyaletinin Kilogrif kasabasındaydı.
Daha sonra Onu içerlere, büyük esirler kampına, Kosturma içlerine sevkettiler. Birlikte altı ay
kadar kalmıştık.

"Bir odayı mescid yapmıştı. Kendisi alay komutanı olduğu için, maaş da alıyordu.
Aldığı maaşları hep hayır hizmetlerine sarf ediyordu. Mescide harcıyor, çeşitli masraflar
ediyordu. Esirler kendisine alay komutanı olarak çok hürmet ediyorlardı. Kendisi ise 'Ben
hocayım' diyordu. Esirler iade edilirken de kendini hoca olarak tanıtmak istiyordu.

"Günlük yaşayışı da, çok sade idi. İki yumurta, bir dilim ekmekle günlerini geçirirdi.
Benim anlattıklarım sadece gördüklerimdir. Yoksa bunlar Onun hayat ve hatıralarının
yanında, pek ehemmiyetli değil. Sonra aradan yarım asır geçtiği için hep unuttum.

"Vakitleri hep dolu idi. Tefsir okur, esirlere ders verirdi. Esir as

sh»:(Sn.Şh. S.90)

kerler ve subaylar kendisine çok hürmet ederlerdi. Yanında kimse öyle rastgele
konuşamazdı. Ayağını bile uzatan olmazdı. Şayan-ı hürmet bir insandı. Kaldığımız yer büyük
bir sinema salonuydu. Salonun bir kısmını bölerek mescid yaptırdı.

"Dehşetli kışlar oluyordu. Kızaklarla nakliyat yapılıyordu. Bir gün koğuştan çıkmış,
karargâha gidiyordum. Yolda tuvalete çıkmıştım. Sonra elimi karla temizliyordum. O sırada
kendisiyle karşılaştık. Kar-tipi, göz gözü görmüyordu. Kış-kıyamet bütün şiddetiyle devam
ediyordu. Bana doğru gelerek: 'Sakın ellerini bir yere sürme' mahçup oldum.' Aman efendim
ne münasebet, beni çok mahcup ettiniz' dedim. Gülerek, 'Ellerini uzat, sen benim kardeşimsin'
diye iltifat etti.

"Esarette boş zamanlarımız da çok olduğu için, her gün Kur'ân'dan yedi cüz okurdum.
Onun iltifatlarını, iftiharla kabul ederdim. Babana mektup yazarsan selâm yaz' derdi. O zaman
ne kadar kuvvetli bir imanımız vardı. Harplerde ne kadar korkusuzduk. Şehadeti canıma
minnet bilirdim.

"Esaretim 22 ay sürdü. Tekirdağ'lı bir arkadaşla esaretten kurtulduk ve İstanbul'a


geldik. Daha sonra Üstad Bediüzzaman'la İstanbul'da yine görüşmelerimiz oldu.
"Onun gibi bir kimseyle birlikte esaret hayatı yaşamak, hayatımın en unutulmaz
günleridir. Bu Allah'ın bir lûtfu ve ihsanı olmuştu benim için."

Şiire de merakı olan Asaf Dişçi, bize bir şiirini okudu:

"Gelince vakti zamanı

Erişir lütf-u Sübhani.

Olmazsa izn-i Rabbani

Edemez kimse ihsanı

Bu da bir kerem-i Yezdani

Diledi nasip etti imanı."

Asaf Dişçi Beyin hatırası, Sibirya buzullarından bir pencere açmıştı. Bu esaretin
Şâhitler'in Dilinden Asaf Dişçi, Bediüzzaman'la geçirdiği günleri hayatının en tatlı ve şerefli
anları olarak iftiharla yadediyor.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.91)

[]

Abdurrahman Zapsu

Bediüzzaman'ın, Rus

kumandanına ayağa

kalkmadığını yazan

ABDURRAHİM ZAPSU

Bediüzzaman'ın Rusya'da esarette iken, kampı teftişe gelen kumandana ayağa


kalkmaması hadisesini ilk defa basında duyuran Abdurrahim Zapsu'dur.
Hadise, l9l7 yılında, Moskova'nın kuzeydoğusundaki Volga nehri kenarında
Kosturma'da cereyan etmiştir. O yıllarda Hazar Denizinde, Nargin Adasında esir olan
Abdurrahim Zapsu, hadiseyi bir subaydan dinlemiştir.

Aradan otuz sene geçmesine rağmen, Bediüzzaman hadiseyi hiç kimseye


anlatmamıştır. Abdurrahim Zapsu'nun l948 yılında Ehl-i Sünnet mecmuasında hadiseyi
anlatan makalesini kendisine okuyanlara Bediüzzaman şöyle demiştir.

Bediüzzaman hâdiseyi doğruluyor

"O esaret hadisesinin aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan
etmemiştim. Yalnız bir manganın beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım.
Ve Rus kumandanı tarziye için Ruşça birşeyler söyledi, ben bilmedim. Demek, hazır bulunan
ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eder Müslüman Yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar
'affet' demiş."

Zapsu'nun iki şiiri

Abdurrahim Zapsu'nun İslâmî sahadaki birçok eseri yanında, güzel şiirleri de vardır.
Bir münâcatında şöyle demektedir:

Ulu Rabbim, bizi affet, ne kadar noksanız.

Aciziz kulluğu yapmakta, evet, insanız.

Tanırız, ümmetiyiz, Ahmed'ine hayrânız.

Gönül ümitle dolu; ağlıyoruz, nâlânız.

sh»:(Sn.Şh. S.92)

Başka bir güzel manzumesi:

Selâhaddin-i Eyyubî'lerin, Târık'ların nerede?

Uyan ey âlem-i İslâm, sana gafil diyen vardır.

Evet, silkin bu cehlinden, sana cahil diyen vardır.


Cihana ilmi öğrettin, neden cehlin esirisin.

Senin nurunla âlem, ilmi öğrendi, terakkîler.

Senin mahsûl-ü feyzindir, temeddünler, taharrîler.

Hani Sıddîk u Faruk'un, hani Osmân, hani Haydar!

Gazâlilerle Râzîler, ne oldu İbni Sinâlar!

Hani Osman Gazi'ler, büyük fatih'lerin nerede?

O Yavuz'lar ne oldu, nerede kaldı azm ile iman?

Neden ilmi bıraktın, bunu mu emrediyor Kur'ân?

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.93)

[]

Molla Yasin Saatçioğlu

Bediüzzaman'ın harp arkadaşı

MOLLA YÂSİN SAATÇİOĞLU

Molla Yasin Saatçioğlu (l876-l965) Van'ın kurtuluşunun kahramanlarındandır.


Bediüzzaman'ın harp arkadaşı, dost ve talebelerindendir.

"Günlerimiz harp cephesinde geçti"

"Seydâ ile birlikte on beş yıl kadar beraber bulunduk. Aynı zamanda tevellütlerimiz de
beraberdir. İkimiz de 93'lüyüz. Günlerimiz harb cephelerinde, Van'da ve Erek Dağında
geçmiştir. Bir gün yolda kendisine üç hususu niçin terk ettiğini sormuştum. Bunlar, evlenmek,
ilmî elbise giymek ve hacca gitmekti.
"Bu meselelere Nur'lardaki gibi cevap verdi. Hicaz'a gitmenin maddî imkânlarla
olacağını, kendisinin bu imkâna sahip olmadığını söylemiş, 'Fakat günde beş defa Allahu
Ekber diyerek niyeten, hayâlen yüzünü Beytullaha çevirmek, o şekilde ibadet edebilmek
büyük mazhariyettir' diye ders vermişti.

"Her zaman ve vakti ibadet ve dualarla geçerdi.

"Harpte büyük bir alayın başına geçti. Gönüllü fedailerle, milis teşkilâtının başında
çarpıştı. Bu çarpışmanın neticesi Bitlis'te yaralı olarak esir düştü. İki sene kadar Rusya'da esir
kaldı. Esaretten kurtulması da hârika ve kerâmetkârane bir hâdisedir. Onların dilini bilmediği
halde Allah'ın yardımıyla o esaretten kurtuldu, vatana döndü.

"Diğer birçok Âlimlerin ilmi deniz olsa, onun topuğuna bile ulaşamazlar. Onun
himmet ve kerâmetlerini çok gördük.

"Van'dan alınıp da Isparta'ya götürüldükten sonra bir daha görmek nasip olmadı.
İnşaallah bizi öbür dünyada da terk etmez."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.94)

[]

Sinan Omur:

Hüradam gazetisin yayınlamaya

başladığı l937 yıllarındaki gençlik

günlerinde.

SİNAN OMUR

Bediüzzaman, "Benim üç Sinan'ım var: Mimar Sinan, Ümmi Sinan ve Omur Sinan"
diyordu."
Otuz sene evvelki menhus ihtilalin o uğursuz günlerinde, Risale-i Nur şaheserlerini
okumak ve İslâmî hayatı yaşamaya başlamak gibi, şerefli bir suçtan Gaziantep lisesinden
kovularak İstanbul'a geldiğim günlerdeydi.

O günlerde vilayet karşısındaki Sinan Matbaasında Nur Risaleleri gizli gizli


basılıyordu. Muhterem Abdülvahid Mutkan Ağabeyim, beni de ara sokaklardan, bazı
duvarlardan atlayarak, bugünkü defterdarlığın bulunduğu yerde çalışan Sinan Matbaasına
götürürdü. Burada Nur Risalelerinin basılma ve tashih gibi faaliyetlere şereflerle iştirak
ederdim.

Risale-i Nur ve Sinan Matbaası

İşte daha önceki l957-58 senelerinde Gaziantep'te Nazım Gökçek Ağabeyin bizlere
okuyarak tanıttığı Hür Adam gazetesinin sahibi merhum Sinan Omur Beyi de kendi matbaası
olan Sinan Omur Matbaasında tanımıştım...

Daha sonraki senelerde Fatih-Kıztaşı (Nurtaşı)ndaki Okumuş Adam sokağındaki


evinde çok ziyaret ve sohbetlerimiz olmuştu. Merhum Hür Adam gazetesi sahip ve yazarını
son olarakv vefatından bir kaç gün evvel, muhterem Ahmed Şahin Hoca ile birlikte ziyaret
etmiştik. O günlerde Yeni Asya gazetesinde Bilinmeyen Taraflarıyla bediüzzaman Said Nursî
çalışmamız tefrika ediliyordu. Bu tefrikanın neşredildiği Yeni Asya'nın arka sayfalarını hasta
yattığı odanın çepe çevre odasına asmıştı. Iztıraplar içinde bulunduğu halde, hiç kendi hastalık
ve acılarını düşünmüyor, mütemadiyen Üstad Bediüzzaman'dan bahsediyor, onun
kahramanlığından, salaha

sh»:(Sn.Şh. S.95)

tinden ve takvasından, İslâmiyete olan büyük hizmetlerinden anlatıyordu.

Rahmetli Sinan Omur, karyolasının kenarlarında gerili bulunan iplere tutunarak,


yerinden kıpırdamaya ve hareket etmeye çalışıyordu. Unutamadığım o gün, Üstad
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını yazmandan dolayı tekrar tekrar tebrikler ederek, hasta
yatağında sevinç gözyaşları içinde, yanında ve baş ucunda hazırladığı Hür Adam gazetesinin
kocaman bir cildini "Bunlar senindir" diyerek, elleriyle tutarak bana hediye etmişti.
[]

l970 yıllarında Fatih'teki Okumuş Adam Sokağı'ndaki evinde rah-

metli Sinan Omur Beyle sohbet ettiğimiz günler

Bu ziyaretimden birkaç gün sonra Hür Adam gazetesinin ve Sinan matbaasının bu


yiğit mensubunun cenaze namazını Fatih camiinde kılmıştık.

Mekânı ve makamı nur olsun!

Üstad Bediüzzaman'ı can ü gönülden seven Sinan Omur l898'de Bolu'da dünyaya
gelmiş ve l974 Mart ayında rahmete kavuşmuştu.

Hür Adam'cı Sinan Omur, Nur Üstad Bediüzzaman'ı iki defa ziyaret ettiiğini
anlatmıştı. İlk görüşü Birinci Cihan Harbinde, kendi ifadesiyle "l332'de." Yani l9l6 senesinde
Sübhan Dağı'nda. İkinci görüşü ise l925 senesinin başlarında İstanbul-Eminönü'ndeki Hidayet
Camiinde olmuştu.

Said Nursî'nin askeri cephesi

Hatıralarını şöyle anlattı:

Üstad'ı ilk olarak l332'de Sübhan Dağı'nda görmüştüm. O zaman ben muallim mektebi
talebesiydim. l332'nin 24 Temmuz'unda idi. Ben l8 yaşındaydım, beni askere almışlardı. O
zaman Şarkta

sh»:(Sn.Şh. S.96)

Üstadı görmüştüm.

O zaman üstad milis teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omuzunda
apoletleri vardı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının
kurulmasını Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman'a (O
zaman ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis
teşkilatını kurmuştu.
Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman, Bediüzzaman da,
"milis kuvveti bizden, erzak da sizden" diye cevap vermişti.

Milis teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir
derece daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını
yapıyordu.

Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe Külahlılar


geliyor!" diye duydukları zamanlar nereye kaçacaklarını şaşırır ve bilemezlerdi. Düşmanlar,
keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı.

Efendim o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Halbuki onlar at
üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin
bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç fark
edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya kolunu atar,
ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir şekilde, sür'atle yol
alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş ateş etmezlerdi. Aslında
benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır. Bunları yakın tarihçilerimizden
Feridun Kandemir de iyi bilmektedir.

Yine bana Fahri Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te esir düştüğünde Sibirya'daki
esir kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan ediyor:

Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler ayağa
kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış, elindeki bir çomağı
çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said Nursî'nin önünden geçtiği
halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar
önünden geçtiği halde kendisiyle hiç ilgilenmiyor.

Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, "biz böyle bir kahraman
görmemiştik" diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana anlatmıştı.

sh»:(Sn.Şh. S.97)

"Üstadı Şeyh Said'le karıştıranların kulakları çınlasın"


Yakın tarihimizdeki en büyük siyasiler bile Bediüzzaman'ı harcayamadılar. Müfit Bey,
Şeyh Said'e tazim ettiği için asılmıştı. Bu kadar büyük zulümler yapmışlardı.

Said Nursî'yi, Şeyh Said'in isyanına karıştıranların, onu suçlayanların kulakları


çınlasın! Şeyh Said merhuma hürmet duyanları, ona selâm verenleri bile asmışlardı. Fakat
Said Nursî'ye dokunamamışlardı. Niçin?

Zira Said Nursî'nin bu isyanla hiçbir alakası yoktu. Çünkü Bediüzzaman daima müsbet
hareket eden bir şahsiyetti. Gidiniz, bakınız efedim, bu hususta da Feridun Kandemir'in
dosyasında tam dört tane vesika var. Dördü de müsbettir.

Küçükyalı'da Cemal Bey, şimdi avukat. Temyiz reislerinden, O da bilmiyor zavallı.


Ona kitapları, risaleleri verdim. Beyefendi çok rica ederim, Said Nursî için yapılan ve
söylenen iftiraların hepsi yalan. Bu kuvvetli adam. Bu kuvvetli adamı imha etmek istiyorlar
düşmanları. Biliyorsunuz, bu adam Türk milletinin imanını kurtarmak istiyor, başka bir şey
istemiyor. Bu adam, Müslümanların imanını kurtarmak için elinden ne gelirse yapmış. Onlar
da, yani din düşmanları da onun için ne iftira varsa yapıyorlar. Bu yapılan iftiraların hiçbirisi
isbat edilemez. Gösterin bana, bu büyük Üstadın dünyada nesi var? Kürdistan kuracakmış,
Kürdistanı idare edecekmiş. Şükrü Babanzadeler filân. Şurda burda. Babanzade Kürt Teâli
Cemiyetinin sekreteri.

Mevlanzade Rifat bey vardı. Serbesti gazetesinin sahibi. Bunlar tutuyorlar Kürt Teâli
Cemiyeti kuruyorlar. Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Sadece bunlar değil. Çerkezler, Çerkez
hükümeti kurmak istiyorlar. Lazistan hükümeti kurulmak isteniyor. Zaten eskiden Lazistan
vilayeti vardı ya! Ahmed Barutçu'nun pederi o teşkilatın reisi. Kazım Karabekir, "Yapma, gel,
bana yardım edin" diyor. "Pekala" diyor. "Ben teşkilatımla sana yardım edeyim öyleyse"
diyor. Onlar da "Biz Pontusçuları filân mahvederiz. Buraları Rumlara veriyorlar. Biz Rumlara
verdirmeyeceğiz. Biz Lazistan hükümeti kurduk burada" diyorlar. Çerkezler, Çerkezistanı
Bolu ve havalisinde kuruyorlar. Düzce-müzce havalisinde Balıkesir'de Boşnaklar kuruyor.
Hepsi bir yerde devlet kuruyorlar.

O zaman bunlar da, Mevlanzâde filan öyle düşünüyorlar. Buralar Ermenilere veriliyor.
"Binaenaleyh Ermenilere verilmesin" diyorlar.

sh»:(Sn.Şh. S.98)
Milis Albayı Bediüzzaman da diyor ki:

"Madem ki böyle bir kuvvetimiz var, öyle ise Osmanlı Devletinin yıkılmış olan
durumunu kurtaralım. Kurtaralım devletimizi. Çünkü Osmanlı Devleti İslâmiyete en büyük
hizmeti yapmıştır. Bizlere de çok büyük iyilik ve hizmetler etmiştir. Gelin bu büyük
devletimizi kurtaralım. Bizler parça parça olursak birşey yapamayız."

Dediğim gibi, Bediüzzaman'ın siyasî cephesi ve görüşü mükemmel. Daha önceleri


Selanik'te filan hep İttihatçılarla beraber bulunmuştu. Onlar da bu zata hürmet ederlerdi.
Enver Paşa Bediüzzaman'ın elini öperdi daima. Onun dediğini yapardı.

"Enver paşa Bediüzzaman'ın elini öperdi"

O hususta bilginiz var mı efendim? Üstadın Enver Paşa ile görüşmeleri hakkında
bilginiz var mı?

Çok var. Hani o anlattığım milis teşkilatını kendisine Enver Paşa kurdurdu. Enver
Paşa, Vehib Paşa'ya söylemişti. Vehib Paşa da, "Bediüzzaman Hazretlerine bu işi yaptırayım"
diyor. O zaman böylece milis teşkilatı kurulmuş oluyor. Bediüzzaman ve fedâilerinin
gösterdiği fedakârlığı tasavvur edemezsiniz.

[]

Nur Üstad Said Nursî Hazretleri Birinci Şua ismindeki

eserinin "Dördüncü Ayet-i meşhure" kısmında Enver Pa-

şa'nın isminin geçtiği satırın üzerine Nur talebelerinden

birisinin yazdığı parçanın arasına bir çizgi işaretiyle çıkış

yaparak "Şehid" kelimesini ilave ediyordu.

O zaman Bitlis valisi Memduh Bey vardı, bir tane de Kel Ali vardı. Bediüzzaman,
talebeleriyle ve fedaileriyle birlikte düşmanın eline geçen otuz tane topumuzu geri almıştı.
Bunlar askerî mecmualarda vardır. Said Nursî'nin ve milis teşkilatının yaptığı hizmetler
erkân-ı harbiye arşivinde bulunur.
Cumhuriyetin ilk senelerinde ne kadar ilim adamı varsa hepsini harcadılar. Hele o
şapka kanunu, ona itiraz eden bir tek kişi çıkmamıştır. İzmir Fâtihi Nureddin Paşa vardı.
Sonra Bursa mebusu oldu. Ondan başka itiraz eden olmadı. Kâmil Miras'lar, Hasan Basri
Çantay'lar birşey yapamadılar.

sh»:(Sn.Şh. S.99)

Bediüzzaman'ın M.Kemal'le karşılaşması

Hasan Basri Çantay anlatmıştı. Mecliste Reisicumhur seçilirken Üstad da orada hazır
bulunuyor. Reisicumhuru kasdederek, "Gideyim şuna birşeyler söyleyeyim" diyor. Bunun
üzerine, başta Hasan Basri Çantay olmak üzere oradakiler korkuyorlar. "Şimdi gider, birşey
söyler, bizi de tehlikeye atar" diye Bediüzzaman'a mani olmaya, onu zorla durdurmaya
çalışıyorlar. Ama Üstad dinlemiyor, gidiyor.

Paşa, "Buyurun, bir emriniz mi var?" diyor.

"Estağfirullah, emrim filan yok. Sana söylüyorum: Halim ol, selim ol, refik ol, şefik
ol. İşte sana söyleceğim budur."

Mustafa Kemal paşa "Teşekkür ederim" diyor, kendisini kapıya kadar uğurluyor.

Bana yine Hasan Basri Çantay anlatmıştı: "Ondan sonra Mustafa Kemal,
Bediüzzaman'a Şark vilayetleri müfettişliğini verdi. Diyanet İşleri Reisliğini verdi. Fakat
Bediüzzaman bunların hiçbirini kabul etmedi. Mebusluk verdi. Yine reddetti. Büyük Üstad
Bediüzzaman biliyordu ki, M.Kemal kendisini bu şekilde susturacak ve harcayacaktı.
Zamanın müceddidi hiç kanar mı böyle tekliflere?"

Efendim, bir de esaretteki o muhteşem kahramanlık hadisesini kim yazmıştı, biraz


önce söylemiştiniz?

Fahri Kırkalı, Bursalı makine tüfek üsteğmeni, mülazım. O zaman o da oradaymış.


Harbte zaten bu kahramanlar hücum ediyorlar, düşman kuşatmış, bunlar kuşatmayı yarmak
için hücum etmişler. Bana Fahri Kırkalı çok bilgi ve memcmualar da vermişti.

Milis Albayı Bediüzzaman ve Keçe Külahlılar


28 Eylül l990 Cuma günkü Türkiye gazetesinde Prof. Dr. Mim Kemal Öke "Tarihin
Süzgeci"nden sütununda "Keçe Külahlılar" başlığı altında bir makale neşretti.

Bu cidden nefis yazıyı, yazarını tebrik ederek, Şâhitler'in Dilinden sütunları arasına
alıyorum.

"Keçe külahlılar"

Bugün Kazım Karabekir Paşa'nın l920 yılında Ermenilere karşı Türk ordusunun
harekâtını başlattığı gündür, onun yıldönümüdür.

Bilindiği gibi l877-78 Osmanlı-Rus Harbinden beri Ermeniler, Rusların


müttefikleriydiler.

aziziye Tabyasına, "92 Harbi"nde baskınla girmede onlar öncülük etmişlerdi.

sh»:(Sn.Şh. S.100)

l9l4 Sarıkamış Harekâtında III. Ordunun Erzurum'dan ineceği yolu-rotayı Rus


Kumandanlığına ulaştıran yine onlardı.

Amaç belliydi: Osmanlı çökertilecek; yerine bir Ermenistan kurulacak. Ama Rusa
bakarsanız, Çarlık, "Ermenisiz bir Ermenistan" istiyordu. Hedefi, sıcak sulara inmek, bu
doğrultuda da Ermenileri kullanmaktı.

Katliamla Türkleri yöreden kaçırtmak politikasının izlendiği günlerde Doğu


Anadoluda genç yaşında "Bediüzzaman" adı ile anılmaya başlayan bir âlim, Seydâ, vatanın
savunmasında haklı bir isim sahibi olur.

Yanında toplanan talebelerini nişancılıkta bile eğitir. Başlarına beyaz keçe giyen ve
beyaz pelerine bürünen bu "keçe külahlılar"dan Ruslar ve Ermeni-Taşnak Komitesi korkmaya
başlar. "Keçe külahlılar geliyor!" haberi düşmanın yüreğine korku salarken, mağdur ve
mazlum insanları sevince gark ediyordu.

Keçe külahlıların nerede ve ne zaman ortaya çıkacakları belli değildi. Vur-kaç


taktiğiyle düşmanı yıpratıyorlardı.
Seydâ ve talebeleri en son mücadelelerini Bitlis'te verdiler. Bu çatışmada şehri
düşmana teslim etmemek için vuruşan keçe külahlılar birer birer şehit düşüyorlardı. Seydâ'nın
kendisi de büyük bir binanın altındaki su kemerinden atlarken ayağı taşa değdi ve kırıldı.
Ayağı kırık vaziyette otuz altı saat bekleyen Seydâ, sonunda elli kişilik bir Rus müfrezesi
tarafından esir alındı ve Sibirya'ya sürgüne yollandı.

Cephede Ruslara aman vermeyen Seydâ, esir kampında da vakarını korumuştu.


Kampta birgün şöyle bir hadise cereyan etti:

Seyda esir kampında

Kafkas cephesi komutanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftiş ederken, Seydâ'nın
bulunduğu koğuşa girdi, burada bütün esirler ayağa kalktığı halde, Seydâ'nın ayağa
kalkmadığını ve kendisini umursamadığını gördü: "Acaba görmedi mi?" diye bir kaç defa
daha Seydâ'nın önünden geçen Nikolaviç, sonunda dayanamayıp Seydâ'ya niçin böyle
davrandığını sordu. Aldığı cevap karşısında hayretten dona kaldı. Seydâ şöyle diyordu:

"Ben Müslüman âlimiyim. Benim kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir
şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben onun karşısında kıyam etseydim mukaddesatıma
hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için kıyam etmedim."

Bu sözleri işiten Rus Başkomutanında hayretin yerini öfke aldı

sh»:(Sn.Şh. S.101)

ve komutan, Seydâ'nın derhâl divan-ı harbe verilmesini emretti.

Divan-ı harp kurulduğu zaman bile Seydâ tavrını değiştirmedi, kendisi hakkında idam
kararı verildikten sonra sadece şu talepte bulundu:

"Müsaade ediniz, abdest alıp namaz kılayım." Ve ölümden perva etmeyen Seydâ,
dışarıda darağacı kurulurken huşû içinde dergâh-ı İlâhiyeye yöneldi.

Seydâ huşû içinde namaz kılarken, Rus subayları ve Seydâ ile birlikte aynı kampta esir
olan Alman ve Avusturya subayları hayretle kendisini seyrediyorlardı. Ölümle arasında beş-
on dakikalık mesafe bulunan şahıs, nasıl oluyordu da, bu kadar sakin ve telaşsız olabiliyordu?
İdam kararı verilince de, Seydâ'nın yerine, esir Avusturya, Alman ve diğer Türk
subayları telaşlandılar ve Seydâ'nın Rus kumandandan özür dilemesini rica ettiler. Çünkü
hepsi de onun nasihatlerine alışmış ve onu çok sevmişlerdi. Ancak Seydâ, bu teklifi reddetti
ve inancı uğruna seve seve ölüme gitmeye hazır olduğunu söyledi.

Namaz bitince Nikola, beklenmedik bir davranış gösterdi. Bir asker olması hasebiyle,
bu cesaret, bu kararlılık, bu kahramanlık karşısında hayranlığını saklayamadı ve Seydâ'nın
yanına giderek şöyle dedi:

"Beni affediniz. Sizin beni tahrik için bunu yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda
kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan
alıyorsunuz ve mukaddesatınızın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiştir, dini
salahiyetinizden dolayı şayan-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim. Tekrar rica ediyorum, beni
affediniz."

(N. Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.102)

MOLLA HABİB

Aziz şehid

dünyayı kan çanağına çeviren Birinci Cihan Savaşında nice namsız nişansız şehidler
ordusunu düşünsem, Zeve Şehidliğindeki Ahmed-i Câno, Gevaş topraklarındaki Fedâî ve
Bitlis kalesinin dibinden şehidler kervanına kavuşan segili Ubeyd gelir gözlemin önüne..

İlimde ve yiğitlikte bir serdâr Üstadın yolunda nasıl can verilirmiş, diye kanlarıyla
şehidlik fermanları yazan Şehid Habib tebessüm eder sanki gözlerime bakarak.....

Nurlu Üstad,Pasinler Cephesinde kendisine kâtiplik yapan Molla Habib'den şöyle


bahsetmektedir:

"Meselâ, Harb içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur'ân-ı Hakîmin
tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib
kâtibine 'Defteri çıkar!' diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur'ân'ın bir harfinin,
bir nüktesini; düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş."

***

"Eski Harb-i Umumîde Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber
Rsuya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fâsıla ile bize üç top
güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan
askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim:

"Molla Habib ne dersin? Ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.' O da dedi: 'Ben


de senin arkandan çekilmeyeceğim!' İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî bizi
muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib'e dedim: 'Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi
öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz' dedim."

Molla Habib ve Tâlikat

Evet, Molla Habib Milis Albayı Bediüzzaman'ın ilk nur kâtibiydi.

İşârâtü'l-İ'caz tefsirinde ve Emirdağ mektuplarında sadece ismi

sh»:(Sn.Şh. S.103)

ni okuyabildiğimiz böyle bir kahraman şehid, şefkat kahramanı bir annenin sevgili bir
kuzusuydu muhakkak.

l970'li senelerde Nur araştırmasının sevdasıyla dolaşırken Balıkesir'in Biga ilçesinin


Güvemalan köyüne uğrayarak Molla Süleyman ismindeki bir nur talebesiyle görüşmüştüm.
Genç ve dinç gönüllü nur kâtibi Habib'in nereli olduğunu sorduğunda eliyle çok uzakları
göstererek "tâ aksa-yı şark!" diyerek Nurların ilk kâtibi Molla Habib'in de Doğubayezitli
olduğunu ifade etmişti.

Seneler çok çabuk geçiyordu. l99l yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık gayret
ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu.

Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duyduğumuz
bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına çıktı. Daha önceleri
"Talikat yok Irak'ın bir şehrinde, yok Suriye'de, yok İran'ın bir köyünde bir nüshası var"
derken, bir eksik nüshası Ankara'da Said Özdemir'in arşivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra
da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağabeylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan
da Risale-i Nur Mütercimi İhsan Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail
Yazıcı'nın sanatkâr ellerine geliyordu.

Şehit Habib'in kâtibliğini yaptığı Tâlikat ismindeki mantık kitabını lügatler şöyle
anlatmaktadır: "Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan
notlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ilm-i mantık üzerine telif ettiği eserinin ismi."

Nur Üstad Bediüzzaman'ın lahika mektuplarından mantık ilminin bir şaheseri olan
Tâlikat'ın bahsi geçmektedir. Barla Lahikası'nda: "Risale-i Nurun tesvidinde çok hizmeti
sebkat eden, temiz kalbli, ihlâslı güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid'in" bir
fıkrasında Tâlikat'tan bahis geçmektedir: "İlm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın telifatından geçecek
Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikraî cihetiyle on bine
kadar iblâğ edip, hiç bir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş..."

Kastamonu Lahikası'nda ise Tâlikat'ın bahsi şu şekilde geçmektedir:

"Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu
Talikat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı harikada mudakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate
sevkeden matbu Kızıl İ'caz nâmındaki risale-i mantıkıye, Risale-i Nurla bağlanmasına ve
şakirdlerinin, âlimler kısmınınn nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bu
günlerde Feyzi'ye bir parça ders ver

sh»:(Sn.Şh. S.104)

dim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme
alacak..."

Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp
almadığını sorduğumda, "Hayır yazamadım, kaleme alamadım" diye cevap vermişti.

Abdülmecid Nursî'nin Tâlikat için yazdıkları


Bu eserin baş taraflarında Merhum Abdülmecid Nursî (Ünlükul)un el yazılarıyla
hüzünlü satırları bulunmaktadır. Bu satırların içinde Nur Üstad Bediüzzaman'ın da kendi
mübarek elleriyle yazdığı bir kaç satırı okumaktayız. Abdülmecid Ünlükul, Tâlikat'a yazdığı
ön notlarında şunları ifade etmektedir:

"Hazret-i Seyda'ya!

"Merhum ve şehid Molla Habib'in dest-i hattıyla 'Bürhan-ı Gelenbevî'yi okurken


yazdığı Tâlikat namıyla takriratınızı takdim etmekle, ellerinizden öper, duanızı isterim.

Abdülmecid

"Ey bu ibretâmiz evraka bakan zat!

"Birinci Harb-i Umumi'den evvel Van vilayetinde Bediüzzaman talebelerine, hususan


kardeşi ve Molla Habib'e ders verirken ilm-i mantıka dair telif ettikleri ve henüz ikmâl
edemedikleri iki adet eserlerinin müsveddeleridir.

"Zamanın selleri içinde her iki kardeş birbirinden ayrıldılar. Ennihayet Abdülmecid
namındaki küçük; Ürgüp Müftüsü olup l940'ta Ürgüp'e geldi.

"Bu müsveddeleri o zamanın yadigârı olarak muhafaza etmekte idi. Fakat heyhât,
sümme heyhât o da gitti, o da gitti, zaman da geçti gitti.

[]

Abdülmecid Ünkükul'un notları ve üzerinde ağa-

beyi Bediüzzaman'ın el yazıları okunmaktadır.

sh»:(Sn.Şh. S.105)

"Acaba bu müsveddeleri açıp okuyacak bir kimse olacak mı ve öyle bir zaman gelecek
mi?

"Heyhât! heyhât!

"Tâ be mahşer mihnet-i derd ü gamla gezerim


Bu bize bir çiledir, ey gül kaderle çekerim.

Abdülmecid

"Bu Tâlikat namındaki Risale Bediüzzaman Said Kürdî'nin lBürhan-ı Gelenbevî


üzerine yazdığı hâşiyelerdir.

"Bu Risale'yi yazan, halka-i dersinde bulunan en sevdiği Habib namında bir talebesi
idi. Habib, Bürhan-ı Gelenbevî okurken Bediüzzaman'ın takrirlerini hâşiye şeklinde yazardı.
Bu da l329'da (l9l3) idi. Birinci harb-i umumî koptu, Bediüzzaman ile Habib vâiz sıfatıyla
Van fırkasıyla (Tugay) beraber Erzurum cephesine gittiler. Bir sene sonra dönüp Van'a
geldiler. Ermeniler tarafından Van alındı. Bizler de Gevaş kazasına çekildik. Habib orada
şehid oldu.

"Habib'in dest-i hattıyla ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle yazılan şu Risaleyi muhaceret


esnasında memleketten memlekete, şehirden şehire çıkıp girmek neticesinde l940'ta
Malatya'dan Ürgüp'e müftülük memuriyetiyle geldim.

"Bu Risale perakende bir halde evrak ve kitaplar içinde dağıtılmış. Topladım,
ciltlettirdim. Olur ki, bir zaman gelir, ilmî ve dinî bir haşir ve neşir olur, bu gibi Risaleleri
okuyacak insanlar meydana çıkarlar. O zaman bu Risale ne gibi bir zekâ ve ne kadar yüksek
bir fikirden çıktığı anlaşılır. Fakat heyhat! Ne o zaman gelir, ne de o adamlar bulunur
vesselâm.."

l95l-Abdülmecid

[]

Molla Habib'in el yazısıyla Tâlikat

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.106)

[]

Müküslü Hamza Efendi


MÜKÜSLÜ HAMZA EFENDİ

Müküs,-yeni ismiyle Bahçesaray-Van vilâyetinin yakınlarında, çok yüksek dağlar


arasında küçük bir kazadır. Dicle nehri bu küçük kazadaki bir mağaradan gümbürtüler
çıkartarak çıkmaktadır. l969 sonbaharında bir dostla birlikte Dicle'nin menbaındaki buz gibi
sularında yıkanışımızı unutamam.

İşte bahsini edeceğim Hamza Efendi Müküslüdür; aynı zamanda Türkoloji mezuniyet
tezini yaptığım merhum hocam Ali Nihad Tarlan'ın eniştesidir. Tez çalışmalarım sırasında sık
sık evine uğradığımda hocam bir defasında bana eniştesi Müküslü Hamza ile alâkalı olarak
şunları anlatmıştı:

[]

Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan

(N.Şahiner)

Ali Nihat Tarlan'ın anlattıkları

"l920 yıllarında İşaratü'l-İ'caz tefsirinin kâtibi, muhatabı ve talebesi Müküslü Hamza


ile Darü'l-Fünun lisan fakültesine devam ediyorduk. Kendileriyle çok yakın ve samimî
arkadaştık, birbirimizi çok severdik. Talebeliğimiz hep birlikte geçmişti. Benden iki-üç yaş
kadar büyüktü. O Farsça kısmını, ben Fransızca ile Farsçayı bitirdim. Hamza sonradan büyük
ablamla evlendi, haliyle eniştem olmuştu. Daha sonra ise Medresütü'l-Vâizîn'i bitirdi. İmam
olarak orduya intisap etti.

"l960'da altmış beş yaşlarındayken vefat eden eniştemiz, Sureye'nin hududumuza çok
yakın olan El-haseke beldesinde, bizde lise müdürü denen müdür-ü techizdi."

l978'deki Hicaz yolculuğum esnasında merhum Tarlan Hocamla konuşmuş, eniştesinin


çocuklarını ve adresini sorduğumda çok

sh»:(Sn.Şh. S.107)

dertlenip üzülmüş, evlâtlarının olmadığını söylemiş, bütün mallarının da Suriye


hükûmetine kaldığını ah çekerek anlatmıştı.
Tarlan Hocamın ablası Adalet Hanımla evlenen Hamza Efendinin Menije isminde bir
kızları olmuştu. Meniji ismindeki bu kızcağız menenjit hastalığına tutularak yirmi yaşlarında
vefat etmişti. Kaderin acı bir tecellîsi, ismine benzeyen hastalığın kurbanı olmuştu.

İşarâtü'l-İcaz'ın yazılışı ve basılışı

Müküslü Hamza'nın Abdülmecid Ünlükul ile de çok yakın ahbaplığı ve arkadaşlığı


vardı. Eski Van valisi Tahir Paşanın oğlu ve yine babası gibi Van valiliğinde bulunan Cevdet
Beyin Diyarbakır'daki evinde İşarâtü'l-İ'caz tefsirini yazarlarken mürekkep dökülüp kıvrılmış,
bir yılanın kuyruğu şeklini almıştı. Tam bu esnada takvim yaprakları l9 Şubat l9l4 tarihini
gösteriyordu. Aynı günde eserin müellifi, Ruslarla aylarca devam eden çarpışmalardan sonra,
Bitlis deresinde, karlar içinde yaralı ve kırılmış ayağıyla müstevlî Ruslara esir düşmüştü.

Bu kanlı ve şanlı günlerde İşaratü'l-İ'caz Müellifinin sevgili talebesi Habib, Harbiye


Nâzırı Enver Paşanın amcası Halil Paşayla Şark Cephesinde, İran taraflarında bir haberleşme
vazifesini yaptıktan sonra, eski ismiyle Vastan, yeni ismiyle Gevaş'ta şehit düşmüştü.

Ablası Dürriye Hanımın evlâdı ve talebesi Ubeyd de, yalçın Bitlis kalesinin dibinde,
sırtındaki yep yeni elbiseler içinde Rus kurşunları altında şehit olmuştu.

Diyarbakır'da İngilizlerin Malta sürgünlerinden Cevdet Beyin evinde, Kur'ân tefsiri


İşaratü'l-İ'caz temize çekilirken dökülen mürekkebin meydana getirdiği garip esaret şekliyle
alâkalı olarak, Müküslü Hamza eserin dipnotunda şunları yazmakkadır:

"Bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellife sarmış olduğuna ve müelliifin
yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti
andırıyor."

İlk "Tarihçe"

Müküslü Hamza, İşaratü'l-İ'caz Müellifinin ilk defa hayatını yazan bir zattı. Rus
esaretinden dönüşünde neşredilen İşaratü'l-İ'caz'ın takdimi yedi sayfalık bir hayat hikâyesiyle
başlıyordu. l9l8'de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın kâğıt parasını verdiği Kur'ân tefsiri İşaratü'l-
İ'caz'ın önsözünde, "Uzun bir zaman refakatinde ve dersinde bulunan Hamza Efendi
tarafından kaleme alınmıştır. Ter
sh»:(Sn.Şh. S.108)

cüme-i halinden bir hülâsadır" şeklinde takdim edilen bu kısa biyografi


"müşarünileyhin talebesinden ve Medresetü'l-Vâizîn mezunlarından Hamza" imzasıyla sona
ermektedir.

Üstadın kurtardığı talebesi

İşaratü'l-İ'caz Müellifi, eski bir talebesi olan Müküslü Hamza'yı telmih ederek, Birinci
Mecliste şöyle bir konuşma yapmıştı:

"Eskiden Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o
talebem, ulûm-u diniyeden [din ilimlerinden] aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: 'Salih bir
Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır. Sonra
aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedîde okumuş. Sonra ben-dört sene sonra-
esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:

"Ben şimdi, râfızî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.'

"Ben de,

"Eyvah!' dedim, ' ne kadar bozulmuşsun?' Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski
hakikatlı hamiyete çevirdim."

Müellif, talebesinin ilk vaziyetinin vatana ve Türk Milletine ne kadar lüzumlu ve


faydalı olduğunu meb'uslara anlatarak, dinî tahsile gereken ehemmiyetin verilmesini istemişti.
Mebuslar ise doğuda üniversite açılmasını ve din tahsiline önem verilmesini kabul etmişlerdi.

l927 yılında Hamza'nın ismi bazı hâdiselere karıştı, İstanbul'da kısa bir müddet
mevkuf kaldı. l929'da ise Suriye'nin El-Haseke şehrine gitti. l93l'de merhum Tarlan Hocamın
ablası Adalet Hanımı yanına aldı. Burada müdür-ü teçhiz iken Ahmed Hani'nin Mem u Zin
kitabını neşretti. l960'da kendisi, daha sonra da hanımı Adalet Hanım Hakkın rahmetine
kavuştu.

[]

Müküslü Hamza Efendinin Halep'te bas

tırdığı Ahmed-i Hanî'nin Mem u Zîn kitabı


sh»:(Sn.Şh. S.109)

[]

Müküslü Hamza ve Abdülmecid Ünlükul

"Molla Hamza Nur'ları arıyor"

İşarütü'l-İ'caz'da imzası ve notları bulunan ve bu eserin basılmasında çalışan Molla


Hamza ile alâkalı olarak Emirdağ mektuplarında şunları okumaktayız:

"Hem on beş seneden beri şehit olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehit talebelerim
içinde ona dua ettiğim, hem İşaratü'l-İ'caz'ı, hem 'Onuncu Söz'ü tab eden Molla Hamza
hayatta, Irak'ta olduğunu ve Nur'ları aradığını..."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.110)

[]

Abdullah Ekinci

ABDULLAH EKİNCİ

Abdullah Ekinci l899 yılında Van'da doğmuş, l980 senesi Ocak ayında yine Van'da
vefat etmiştir.

Onun eline su dökmek şereftir

Yetmişsekiz yaşındaki ihtiyar adam, ince-uzun boylu, Şark şivesiyle konuşuyordu.


Diğer Şarklılar gibi, Bediüzzaman'dan "Seyda" diye bahsediyordu.

Cumhuriyetle birlikte polisliğe başlamıştı. Polislikte hizmeti yarım yüzyılı aşmıştı.


Hâlâ aynı vatan görevine devam ediyordu. Çekirdekten yetişme bir emniyet mensubuydu.
Yıllarca güvenlik teşkilâtında çalışmıştı. Saçını başını meslek yolunda ağartmıştı.

Van'lının misafirperverliği, Van'lının kalp temizliği, bu ihtiyar poliste de görünüyordu.


Elli yıl öncesinden başladı anlatmaya. O anlatırken süratle not almaya başlamıştım.
Pür dikkat kesilmiştim. Anlattıklarını kelime atlamadan not alıyordum. Küçük kardeşi, Nur
Talebelerinin "Molla Hamid Abi"sidir. Ona Üstad Bediüzzaman'ı tanıtan da kendisi olmuştu.

"Üstad'ı ilk görüşüm Birinci Cihan Harbinden önceydi" diye başladı konuşmaya
Abdullah Ekinci.

"Harpten önce Üstad Van'da çok şatafatlı gezerdi. Güzel giyinirdi, kibar ve güzel bir
endamı vardı. Paşaların arkadaşıydı. Horhor Medreselerinde müderristi. Ben o yıllarda
idadide okuyordum. Yani bugünkü lise mânâsındaydı.

"Biz hocalara çok hürmet ederiz. Bu sebepten Üstad'a da çok hürmet ve sevgimiz
vardı.

"Annem saliha bir kadındı. Dininde, diyanetindeydi.... O da Üstad'ı severdi. Üstad


kimseden hediye gibi hiçbir şey almazdı. Ama annemin pişirdiği pilavı yerdi.

sh»:(Sn.Şh. S.111)

"Üstad'ın yanına gider, kendisine hizmet ederdim. Belki elli defa eline su
dökmüşümdür. Onun eline su dökmek, benim için bir şerefti.

"Cumhuriyetten az önceydi. Kardeşi Abdülmecid Efendi Van'da Arapça hocasıydı.


Üstad'ın tekrar Van'a geldiğini kardeşinden öğrendim. O zaman Nurşin Camiinde kalıyordu.
Küçük kardeşim Hamid'e Üstad'dan bahsettim. Gidip hizmet etmesini, odun götürmesini
söyledim.

"Üstad bizi yabancı saymazdı. Annem de kardeşime 'Git, sen Üstad'dan, Seyda'dan
ders oku' diyordu.

"Kardeşim Hamid, Üstad'a gidip, kendisine 'elifba'dan ders vermesini söylemiş.

"Üstad kendisine:

"Ben mezun hocalara ders vermiyorum. Bu olur mu, Molla Hamid?' diyor. İşte bu
hâdiseden sonra kardeşimin adı Molla Hamid oldu.
Polislik mukaddes vazifedir.

"Muhacirlikten dönmüştük. Çok fakirdik, iflas etmiştim. Memurluğa talip oldum.


Anneme sorunca, 'Git, Seyda'ya sor. O razı olursa gir' dedi.

"l923 yılındaydı. Üstad çok değişmişti. Tamamen yeni Said olduğu belli idi. Çok
mütevazi bir elbise giymişti.

"Memuriyete, polisliğe girmek istediğimi söyledim. Üstad:

"Polislik vazifesi çok mukaddestir. Mazlumları korur, milletin malını, şahsiyetini


korur, zulme imkân bırakmaz, haksızlıkları önler."

"Üstad bunları söyledikten sonra ayrıca ilâve etti:

"Eğer sen bunları yapabilirsen, polisliğe gir.'

"Ben de bu mukaddes vazifeleri yapmak azmiyle polislik mesleğine girdim.

"İki üç sene Van'da kalemde, devriyede görev yaptım. Sonra Sivas'a, daha sonra da
Trabzon'da okula gittim. Trabzon'da okudum.

"Bir sene sonra tekrar Van'a tayin oldum. Üç ay sonra Kars'a terfi emrim geldi."

"Zaman onu tekzip eder"

"Şeyh Said isyanında Üstad Van'daydı. İsyan haberi Ankara'ya

sh»:(Sn.Şh. S.112)

yanlış aksetmiş. Üstad'ın, Seyda'nın isyan ettiğini zannetmişler. Çok telaş etmişlerdi.

"Süleyman Sabri Paşa, Nurşin Camiine Seyda'nın yanına geldi. Bu yanlış durumu
Üstad'a bildirdi.

"Seyda, bunu tekzip edelim, böyle bir yanlışlık olmuş' deyince, Üstad: 'Lüzum yok
tekzip etmeye, zaman bunu tekzip eder' dedi."

"Bu vatanın saadetini düşünürdü"


Üstad'ın bu sakin ve emin halini anlatan Abdullah Ekinci Bey: "Ben mübalâğa
bilmem, gördüğüm ne ise onu anlatıyorum" diyor.

"Hayatta hocalarla, şeyhlerle çok görüştüm. Üstad'ın halini ben tavsif edemem. Seyda
öyle bir Seyda'ydı.

Allah şahidimdir,her namazdan sonra, günde beş defa dua ederdim. 'Yarabbi benim
ömrümü Seyda'ya ver' diye yalvarırdım. Seyda'yı bilen bilir.

"O bin sene evvelki asrın vasfını taşırdı. Büyük bir Müslümandı.

"Onun kadar vatanperver az bulunur. Biz onun kadar vatanperver olamadık. Hep bu
vatanın saadetini düşünürdü. Bütün çilelere rağmen yine Türk milletini bırakmak istemezdi.

"Hediye almazdı"

"Hiçbir kimseden hediye, sadaka, para kabul etmezdi. Bana hâdiseyi Kinyas Kartal
anlattı:

"Van'dan ayrılış anında civardan köylüler, zenginler, birçok kimseler, keselerle,


mendillerle para, altın vermek istemişler. Seyda hiçbirine dönüp bakmamış.

"Ne kadarteklifler yapıldıysa hepsini reddetmiş. Artık bu duruma, sürgün gönderilen


hocalardan, Gevaşlı Hasan Efendi, Kinyas Kartal'a, 'Sen Seyda ile iyi konuşuyorsun, daha
samimisiniz. Eğer kendisi almak istemiyorsa, alsın bize versin' diyor. Kinyas Kartal bunu
Üstad'a söyleyince, Üstad tebessüm ediyor.

"Seyda'yı Van'dan jandarmalar alıp götürdüler. Seyda gidince, o kadar çok üzüldüm
ki, karakola geldiğimde saatlerce ağladım."

"Sürgünden sonra bir daha Seyda ile görüşmek nasip olmadı."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.113)

[]
Molla Hamid Ekinci

(Vefatı: l984)

MOLLA HAMİT EKİNCİ

Güneşli geçen Şubat'ın arkasından, Mart bütün şiddetiyle bastırmıştı. Kar, tipi, fırtına
İstanbul'da hayatı felce uğratmıştı. Otuz altı saatlik otobüs yolculuğu bizi Van'a ulaştırmıştı.

Van'a ve Vanlılara hasret duygularıyla girdim şehre..

Van, Üstad'ımın şehriydi. Uzun yıllar kaldığı bir beldeydi. Burası çocukluğu, gençliği
ve harp hatıralarıyla doluydu.

Bu duygularla, bu güzel İslâm şehrinde üç gün kaldım. Bu arada Nur Talebelerinin


"Molla Hamid Abi" diye hitap ettikleri, mübarek insanı ziyaret edip, hatıralarını tesbit ettim.

Sıcak misafirperverlik duyguları Şarklının, Şark insanının en unutulmaz bir fazilet


örgüsüydü.

Molla Hamid Ekinci'nin evinde, sıcak sütünü içerken o da anlatmaya başlamıştı. Ne


hoş, ne tatlı anlatıyordu!

"İlk görüşmemiz bir akşam namazı ile başlamıştı"

"Bir sonbahar günüydü. Nurşin Camiinde namazını kılıp gelen ağabeyim (Abdullah
Ekinci) bana hitaben:

"Hamid, Nurşin Camiine Bediiüzzaman gelmiş, oraya biraz odun götür' dedi.

"Ben bir miktar odun alarak Nurşin Camiine gitim. Camide beklemeye başladım. Az
sonra oradaki bir zat, 'Ne bekliyorsun kardeşim' diye sordu.

"Ben de 'Efendim, buraya bir hoca gelmiş, kendisini görmek istiyorum' dedim. Bana
'Kardeşim, akşam namazının vakti geldi, bir ezan oku da namaz kılalım' dedi. O zamanın bir
hatırası olarak zikrediyorum, ezan okumasını bilmiyordum, küçüktüm. Ben sesimi
çıkarmadım ve sustum. Benim sustuğumu görünce, kendisi çok tatlı bir seda ile akşam ezanı
okudu. Sonra beraber namaz kıldık. Arkasında kıldığım ilk namaz, o akşam namazı olmuştu.
Namazdan sonra tesbihatı da yaptık. O günkü ezan, namaz ve tesbihat, beni
sh»:(Sn.Şh. S.114)

sanki bir Cennet âlemine götürmüştü.

"İlk görüşmemiz bir akşam namazıyla başlamıştı. Bana 'İşin olmadığı zaman gel,
beraber namaz kılarız' demişti. Artık hergün yanına devam etmeye başladım. Giderken de
odun götürüyordum.

"Odunu kabul etmek istemedi. Bana 'Bir amele bul, ağaçları budayalım. Çıkan
parçalarla hem odamızı, hem de camiyi ısıtırız' dedi.

"Ben bir arkadaşla gelerek camiin avlusundaki kara ağaçları budamaya başladım. Bu
esnada Üstad bir battaniyeye sarılarak durmuş, bizi takip ediyordu. Van Valisi Süleyman
Sabri Paşaya haber göndererek Horhor vakfiyesinden camiye odun göndertmesini istemişti.

"Nurşin Camii irfan yuvası olmuştu"

"Nurşin Camiine gelişlerinden bir ay geçmemişti. Kıymetli âlim zatlar, ders almak için
yanına gelmeye başladılar. Molla Resûl, Molla Yusuf, Molla Maruf en yüksek ilmî meseleleri
hiç çekinmeden Üstad'a sorarlardı. Nurşin Camii bir ilim ve irfan yuvası olmuştu.

"Bunlardan birisini nakledeyim:

"Molla Resûl'ün sorduğu bir ilmî suale Üstad, eski âlimlerden birinin aksine cevap
vermişti. Molla Resûl itiraz edince Üstad bu cevabında ısrar etti. Hattâ Üstad biraz hiddetlice:

"Efendiler 'Eski Said' öldü, siz hâlâ beni Eski Said olarak tanıyorsunuz. Şimdi
karşınızda Yeni Said var. Cenab-ı Hak 'Yeni Said'e öyle bir ihsanda bulunmuş ki,
musanniflerin hepsi ilim denizi olsalar, Said'in topuğuna varamazlar. Her ne kadar metnin
zâhirine, söylediğim mâna sizce muvafık görünmüyorsa da hakikatı budur, bunu böyle kabul
ediniz. 'Eski Said'in on senede verdiği derse, 'Yeni Said'in on ay dersi kâfi gelebilir.'

"Bilsen gayret ne hayırlı bir iştir"

"O kışı çok tatlı hatıralarla geçirdik. Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum.
Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı.
"Ben Üstad'ın odun taşımasını istemedim. 'Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturunuz'
dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi:

"Birader, gayretim, kabul etmiyor, sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne
kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!'

sh»:(Sn.Şh. S.115)

"Bu hayvanın gıybetini yapmayın"

"Bir gün camiin hücre kapısını açık unutmuştuk. Talebe arkadaşların küpte
kavurmaları vardı. İçeri giren bir köpek, küpe kafasını sokup kavurmaları yemiş, sonra da
kafasını çıkaramayınca küpü kırıp kaçmış.

"Talebe arkadaşların canı çok sıkılmıştı. Bir tertiple köpeği tekrar celbedip, sopa ile
döveceklerdi. Üstad vaziyeti öğrenince, onları vazgeçirmek istedi. Molla Resûl:

"Seyda biraz kıymamız vardı. Biz kıyamıyorduk ki, yiyelim. Halbuki bir köpek
gelerek hem kıymayı yemiş, hem de küpü kırmış. Bize zarar verdi. Nasıl biz onu
dövmeyelim?' dedi, Üstad:

"Molla Resûl, senden soruyorum, vicdanen söyle, sen aç kalsan, paran da olmasa, bir
şey almaya gücün de olmasa, nihayet açık bir yerde bir et bulsan, yer misin, yemez misin?
Halbuki aklın var, idrak ediyorsun ki, bu etin sahibi var' diye konuştu.

"Molla Resûl, Üstad'ın bu konuşması üzerine bir müddet konuşmayarak sustu: Sonra
cevaben:

"Evet, yerim Seyda!' dedi.

"Üstad tekrar buyurdu ki:

"Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helâli bilmiyor. Hayır ve şerri tanımıyor. Sahibinin
kendisini döveceğini de bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan
dolayı cezaya müstehak mıdır?Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin.'

"Sonra Molla Resûl ve arkadaşları, köpekte kabahat yoktur diye kabul ettiler. Üstad:
"Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helâl edin!'

"Molla Resûl, Üstad Hazretleriyle biraz samimî konuşurdu, hem yaş itibariyle de
Üstad'dan birkaç yaş büyüktü. Gülerek, Üstad'a hitaben:

"Seyda içimizden gelmiyor ki, helâl edeyim. Fakat siz helâlleşmeye bizi ikna ettiniz'
dedi."

"Temel sağlam olursa"

"Üstad, Cuma günleri Nurşin Camiinde vaazlar verirdi. Vaazların konusu haşir, âhiret
ve vahdaniyet üzerindeydi. Molla Resûl yine bu vaazlar sırasında bir gün Üstad'a dedi ki:

"Seyda vaazlarınızdan biz bile anlamıyoruz. Başkaları nasıl anlasın?' Üstad:

sh»:(Sn.Şh. S.116)

"Evet, vaazlarım anlaşılmıyor. Benim gayem imanın temellerini sağlam inşa etmektir.
Temel sağlam olursa, zelzelelerle yıkılmaz. Biriniz yanıma oturunuz, mevzu derinleşince bana
hatırlatınız' diye buyurmuştu.

"O kıştan sonra Üstad Erek dağına çekildi. Zernabad suyunun başında vakitlerini
geçirmeye başladı."

Üstad'ın hayvanlara şefkat ve sevgisi

"Erek dağında bir yaz mevsimi boyunca kalmıştık. Burada Üstad Hazretlerinin,
hayvanlara olan şefkat ve sevgisinden de bir-iki misâl anlatmak isterim.

"Dağlarda bol miktarda yaban elmalarına rastlamaktaydıl. Biz bu elmalardan koparıp


yemek istediğimiz zaman, Üstad mani olurdu.

"Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı Cenab-ı Hak oralarda


tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine
dokunmamamız lâzımdır' derdi.

"Yine Erek dağından hayvan kestiğimiz zaman, hayvanın işkembe, ciğer ve barsak
gibi organlarını bırakmamızı, hayvanların yiyeceklerini söylerdi."
"İnsan cesur olmalıdır"

"Bir gün dereye su getirmeye gidecektim. Fakat dere korkulu bir yerdi. Vahşi
hayvanların bulunduğu bir mevkiydi. Orada ise güzel içme suyu bulunuyordu. Ben
korktuğumu söyleyince, 'Niçin korkuyorsun' dedi. Ben de 'Efendim, o derede her türlü vahşi
hayvanlar bulunuyor' dedim.

"Üstad ise beni cesarete alıştırmak için, 'Yalnız olarak git, sana hiçbir şey olmaz,
korkma' dedi.

"Gidip dereden suyu alıp getirdim. Döndüğümde Üstad:

"Ne gördün' diye sordu.

"Hiçbir şey görmediğimi söyleyince:

"İnsan biraz şecaatli olmalıdır' diye mukabelede bulundu. Ben kurtlardan korktuğumu
söyledim. Bu defa da bana, 'Geçen gece, geç vakitte ben kalkmış, elbisemi giyiyordum. Açık
kapıdan bir hayvan girdi. Ben köpek zannettim. Sonra bana doğru geldi. Baktım ki bir kurt! O
zaman kendi kendime düşündüm, bu hayvanın niyeti nedir acaba?

sh»:(Sn.Şh. S.117)

"Karşımda durarak bana bakmaya başladı. Yarım saat kadar durdu. O bana, ben ona
baktım. Sonra dönüp çekip gitti. Ben onun halini şöyle değerlendirdim:

"Lisan-ı halinden diyordu ki, bu kadar yanında durdum. Bana bir ikramda bulunmadın.
Ben de sana minnet etmiyorum. İşte gidiyorum. Rezzak-ı Hakikinin sofrasında rızkımı
arayacağım.'

"Üstad bu hâdiseyi anlattı ve devamla:

"Halbuki görüyorsun ki, elimizde hiçbir silâhımız yoktur. Eğer bu hayvanlar başıboş
olsalar, irade-i İlâhiye haricinde bulunsalar, hepimizi burada parçalayıp dağıtırlar."

"Bir sofi gelmişti"


"Talebe arkadaşlarla birlikte bu yeni odamızda, günlerimiz Üstad'ımız yanında mes'ut
bir şekilde geçiyordu. Sonraki günlerde Van Müftüsü Şeyh Masum Efendi, Üstadı Van'a
götürmek için geldi, çok ısrar etti. Fakat Üstad, Erek'ten ayrılmadı.

"Odacıkta bir müddet kaldıktan sonra, aşağıya indik. Zernabad'ın başında eski bir
manastır harebesi vardı, orada kalmaya başladık.

"Üstad bir gün çimenlerin üzerine seccadesini sermiş, tesbihatını yapıyordu. Biz de
talebe arkadaşlarla odun kesiyorduk. Akşam üzeriydi. Üstad bizi yanına çağırdı. Gittiğimizde
yanında bir sofi vardı. O gelen sofi Üstaddan bir keşif ve keramet bekliyordu. Halbuki biz
Üstaddan böyle bir şey beklemezdik.

"Üstad, sofinin kalkıp evine gitmesini istiyordu. 'Evinde çocukların seni bekliyor' dedi.
Fakat sofi gitmek istemiyordu. Bu defa Üstad ona:

"Senin kalbini okumamı istiyorsun? Said nasıl bir şeyhtir diye düşünüyorsun.
Kerametleri nasıldır, diye keramet bekliyorsun. Buraya kadar kalkıp, bunlar için gelmişsin.
Halbuki ben şeyh değilim, hocayım. Yalnız sizden biraz fazla okumuşum' diyerek Üstad
tevazu gösteriyordu.

"Yani Üstad sofiye ders vermeye devam ediyordu:

"Ben talebelerimle birlikte Cenab-ı Hakkın kapısını çalıyorum. Ne zaman açılırsa,


birlikte gideriz. Haydi kalk git, diye adamın gitmesini istedi.

"Adam gidince:

"Adam buraya bizimle birlikte namaz kılıp, dua etmeye gelmişti. Niçin müsaade
etmediniz?' diye Üstada sordum.

sh»:(Sn.Şh. S.118)

"Üstad bunun üzerine buyurdu ki:

"Siz biliyor musunuz? Bazı insanlar vardır ki yanıma geldikleri zaman boynuma
binmiş, ayakları ile kalbimi sıkıyor ve nefesimi daraltıyor. Bir şey yapamıyorum. Bazı
insanlar da vardır, sizin gibi, yek vücud oluyorum. Burada başka insan yok, yalnız kendi
vücudum gibi hissediyorum. Onun için itiraz etmeyin, o adamı göndermeye mecbur kaldım.'

***

"Molla Resûl, Üstad'la çok samimi olurdu. Üstadın daima beni yanında
bulundurmasına bir gün itiraz etti.

"Sizin işinize aklımız ermiyor. Eğer şeyh istersen buralarda çok, yakında Arvasiler
vardır. Hoca istiyorsan işte bizler varız. Bunu ne yapacaksın ki, daima çağırıyorsun?' Üstad
cevaben:

"Ne yapalım, mola Hamid benim kapıcımdır. O gelmeden ben bir şey yapamıyorum'

Molla Resûl: 'Peki' diyerek sesini çıkarmadı.

"Ben doğrusu Üstaddan bir keramet, bir keşif gibi şeyler beklemiyordum. Samimi ve
safiyane hizmet ediyordum. Üstad da herhalde böyle olunca sıkılmıyor ve bu sebepten beni
seviyordu."

"Her şeyin hayırlısı, hayırsızı olur"

"Bana bir gün dua etmişti. Ben de kendisine karşı bir serzenişte bulundum. 'Benim
istediğim duayı siz yapmıyorsunuz' dedim. Nasıl bir dua istediğimi sordu. Ben de
okuduklarımı anlamak ve ezberime almak için, ilim sahibi olmam için duasını talep ettim.

"Âlim mi olacaksın?' dedi. Ben de 'Evet' deyince:

"Peki senin hakkında ilmin hayırlı olduğunu biliyor musun?' dedi. Ben de cevaben:

"Peygamberimizin, farzlardan sonra, en iyi amelin ilim olduğunu buyurduğunu


söyledim. 'Hayırsız ilim de olur mu?' dedim.

"Üstad her şeyin hayırlısı ve hayırsızı olduğunu söyledi.

"Seferberlikten (Birinci Cihan Savaşı) önce ilmine gururlanıp da dalalete giden


birisinin acı halini anlattı. Bana dönüp tekrar:

"Sen, hakkında hayırlısını iste kardeşim' diye buyurdu."


"Tesbihat namazın tohumu hükmündedir"

"Arkasında kıldığım namazlardan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve
haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbi

sh»:(Sn.Şh. S.119)

hat hakkında şu dersi vermişti bize:

"Namazın sonunda tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.'

"Hazin bir sada ile bizden çok ağır tesbihat yapardı. 'Sübhanallah' derken, çok içten ve
yavaş bir şekilde duyardık sesini. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin
ve huşu içinde kılana rastlamadım.

"Lailahe illallah' diye tesbihata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa
cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu."

"Hoca kisvesine girmiyordu"

"Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Henüz sarıklar yasaklanmamıştı. Van'da hocalar hep


sarık sararlardı. Fakat Üstad sarık sarmıyordu. Ayrıca cübbe de giymiyordu. Hoca kisvesine
girmiyordu. Bir gün talebe arkadaşlardan birisi kendisine:

"Herkes sizi hoca bilmiyor, hoca kisvesine niçin girmiyorsunuz? Niçin sarık sarıp
cübbe giymiyorsunuz?' demişti.

"Üstad o arkadaşa:

"İmam-ı Azam gibi zatların giydiği ilmî kisveyi ben nasıl giyeyim? Onların kıyafetine
ben nasıl girebilirim?' diye cevap verdi. Çok mütevazi idi. Bu sebepten ben de kendisini ilk
defa Nurşin Camiinde gördüğümde hoca olup olmadığını bilememiştim.

"Nurlar içinde kalmışım"

"Nurşin Camii deyince hatırladım: Camide kaldığımız günlerde oturduğu odada bana
hitaben:
"Molla Hamid, bak ben Nurlar içinde kalmışım' deyince ben anlayamadım.

"Bu defa Üstad anlatmaya devam etti.

"Doğduğum köy Nurs, annemin ismi Nuriye, hocam Nuri, kaldığım cami Nurşin, bak
duvarda Osman-ı Zinnureyn yazılı' diye duvarda asılı duran levhayı tebessüm ederek
gösterdi."

"Rızkını sen mi veriyorsun?"

"Hayvanlara, canlı varlıklara karşı şefkati, merhameti saymakla bitmez. Bu hususta


çok hatıralarımız vardır.

"Bir gün talebelere 'Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidip

sh»:(Sn.Şh. S.120)

gezin' demişti.

"Bu gezinti sırasında bir taşın üstünde, bir kertenkeleyi öldürmüştüm. Dönüşte Üstad
ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi sordu. Ben de gezdiğimiz yerleri anlattım. Sonra da bir
kertenkeleyi öldürdüğümü söyleyince, Üstad çok üzüldü. Bana:

"Evini harap etmişsin!' dedi. Ben de 'Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı
kazanacağını söylerler' dedim. Bu defa Üstad: 'Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız?'

"O hayvan sana taarruz etti mi?'

"Hayır.'

"O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?'

" Hayır.'

"Sen mi yarattın?'

"Hayır.'

"Bu hayvanların niçin yaratıldıklarını, yani fıtrî vazifelerini biliyor musun?'


"..........'

"Bu hayvanı yaratan Hâlık senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür? Bu
hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var. Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle
hata etmişsin!' diye bana orada ders verdi."

"Biz hain değiliz"

"Erek'te kaldığımız günlerde, Cuma namazları için beraber şehre inerdik. Yine böyle
bir Cuma günü şehre namaza gitmiş, geliyorduk. Yolda kocaman köpekler dağdan inerek
geliyorlardı. Ben köpeklere taş atmak için, yerden taş toplamaya başladım. Üstad 'Ne
yapıyorsun?' diye ba

[]

Molla Hamid Ekinci hatıralarını anlatırken

sh»:(Sn.Şh. S.121)

na hitap etti. Ben de 'Efendim dağdan gelen köpekleri görmüyor musun? Kendimizi
müdafaa etmeyelim mi?' dedim.

"Üstad gülerek 'Ayıp ... ayıp, at o taşları yere' dedi. Ben de taşları yere attım. Ne
olacak diye bekliyordum.

"Üstad elindeki şemsiyeyi köpeklere doğru uzattı. 'Biz hain değiliz, yolcuyuz!' deyince
köpekler oldukları yerde durdular, hücumu ve havlamayı terkettiler. Biz de oradan geçerek
yolumuza devam ettik.

"Şecaatli ol, korkma"

"Yine köpeklerle ilgili latif bir hatıram daha vardır:

"Dağda, Üstad'ın ziyaretine birkaç misafir gelmişti. Akşam misafirler bizde Üstad'ın
misafiri olarak kalacaklardı. Üstad etraftaki yakın köylerden yatak getirmemi söyledi. Ben,
yatak getirmeye gidecektim, fakat korkuyordum. Yolda yırtıcı hayvanların hücumuna
uğrarsam ne yapabilirim diye düşünüyordum. Dışarı çıkıp söğüt ağacından bir dal keserek
sopa yaptım. Dalı keserken Üstad daşırı çıktı. 'Sen hâlâ gitmedin mi?' diye sordu. Ben de
yırtıcı hayvanlara karşı bir sopa yaptığımı söyleyince, yine tebessüm ederek:

"Ayıptır ayıptır, neden korkuyorsun? Taş var, sopar var, hâlâ korkuyorsun. Köpekler
sana bir şey yapmaz' dedi.

"Ben bunun üzerine oradan ayrıldım. Elimdeki sopayı da attım. Köye doğru yola
çıktım.

"Köyün yakınlarında biri sürünün etrafında köpekler dolaşıyordu. Geçeceğim yolun


üzerinde de kocaman bir köpek yatmış bekliyordu. Görünmeden geçmenin imkânı yoktu.
Diğer köpekler de koyunların etrafında geziyorlardı. Köpeğe yaklaşınca hayvan ayağa kalktı,
şöyle bir gerindi, sonra yoldan aşağıya inerek, âdeta bana yol verdi. Çoban yukarıdan
bakıyordu. Geçip köye gittim. Köyün girişinde ellerinde sopa olan bir kaç genç ve ihtiyar
adam gördüm.

"Onlar bana nereden geldiğimi sordular. Söyleyince, bayırda sürüyü ve köpekleri nasıl
geçtiğimi sordular. Ben de olduğu gibi anlattım. Onlar 'Biz üç dört kişi sopalı olarak sürüye
yaklaşamıyoruz. Köpeklere koyun sütü içiriyorlar, kurtlara karşı müdafaa için... sana nasıl yol
verdiler?' diye hayretlerini söylediler.

"Seyda'ya inanmayanın (yani velayetine inanmayanın) imanı var mıdır?' diye


konuşmaya başladılar. (Onlar Üstad'a Seyda diyorlardı.)

"Sonra yatakları alarak tekrar döndüm. Üstad beni karşıladı.

sh»:(Sn.Şh. S.122)

Yolda köpeklerin hücum edip etmediklerini sordu.

"Ben de hücum etmediklerini söyleyince, yine Üstad:

"Şecaatli ol korkma!' diye bana cesaret dersi verdi."

"Hayvanların yuvasını dağıtmayın"


"Erek Dağında havalar iyice soğuyana kadar kalmıştık. Artık neredeyse kar yağmaya
başlayacaktı. Kaldığımız yer bayırdı. Bayıra pencere gibi bir yer açarak, oraya bir oda
yapmamızı istedi.

"Bayırın yamacında Üstad'ın istediği odayı yapıyorduk. Kazarken karınca yuvası çıktı.
Üstad karınca yuvasını gördü. Orayı kazmamızı istemedi. Sebebini sorduğumuzda:

"Bir ev yıkıp, bir ev yapmak olur mu?' diye cevap verdi. 'Bu hayvanların yuvasını
dağıtmayın, başka yeri kazın' diye emretti.

"Biz başka tarafı kazmaya başladık. Oradan da karınca yuvası çıktı. Böylece üç yer
değiştirdik. Bana yardım eden bir talebe arkadaş daha vardı. O, 'Böyle olur mu hiç?' diye bana
sordu. Üstad gelir gelmez karıncaların üzerine toprak atalım. Yok, eğer böyle giderse biz
akşama kadar, bu odayı yapamayız' diyordu. Orada hemen hemen karıncasız yer yoktu.
Nihayet orada güzel bir odacık yaptık.

"Üstad karınca yuvalarının yanına gelince, ekmek, bulgur ve şeker koyardı.

"Kendilerine şekeri niçin koyduğunu söylediğimiz zaman:

"Bu da onların çayı olsun' diye gülerek cevap verirdi. Mübarek Üstad bütün
hayvanlara, bütün varlıklara karşı çok şefkatliydi. Bir karıncayı bile incitmek istemezdi."

"Vaktini hiç boş geçirmiyordu"

"Zernabad suyu başında, eskiden çok sık ağaçlık vardı. Ağaçlar budanmamış
olduğundan dallar birbirine girmişti. Dalların üzerine Üstad'ın çıkıp oturacağı bir köşk
yapmıştık. Biz talebeler aşağıda kalıyorduk. Üstad akşamları da, ağaçtaki yerinde kalıyordu.
Ben şahid olduğum kadariyle, hiç boş vaktini görmüyordum. Daima bir işle meşgul oluyordu.
Ya okuyor, ya dua ediyor, ya namaz kılıyor, mutlaka bir meşguliyeti oluyordu. Yalnız
misafirler geldiği zaman onlarla sohbet edip, alâkadar oluyordu.

"Gelen misafirlere köylerinde cami olup olmadığını, hocalarının hangi dersi


okuttuğunu soruyordu. Gelen misafirler, eğer 'Hocamız yok, camimiz yok' derlerse, çok
üzülürdü. 'Siz camisiz, hocasız yerde nasıl duruyorsunuz?' derdi.
sh»:(Sn.Şh. S.123)

"Gıybet ve yalandan çok hiddet ederdi. Katiyyen kimseyi gıybet ettirmezdi.

"Kabrinde boncuk diziyor"

"Bana talebe arkadaşlardan Molla Resûl anlatmıştı: Talebeleriyle birlikte bir gün
mezarlıktan geçerken, Üstad talebelerine yola devam etmelerini, kendisinin biraz orada
kalacağını söylemiş. Talelebeler gidince, yanında sadece Molla Resûl kalmış. Haliyle Molla
Resûl yaşlı olduğu için Onun yanında kalmasına bir şey dememiş. Bir kabrin başında bir
müddet kalmış. Aradan yarım saat kadar bir vakit geçmiş, sonra yoluna devam etmiş. Bu defa
Molla Resûl Allah'a kasem ederek, Üstad'ın o kabrin başında niçin durduğunu sormuş.

"Çok ısrar edince Üstad neden durduğunu kendisine şu şekilde anlatmış:

"Saliha bir kadının mezarının yanından geçiyordum. Bu kadın hayatta iken ziynete,
süse ve boncuğa biraz düşkünmüş. Dünyada iken gerdanlığı kırılmış, onu ipe dizerken vefat
etmiş. Kabrinde de hâlâ boncuk dizmekle meşgul. İhtimal ki kıyamete kadar da onunla
meşgul olacak.

"Kıyamet koptuğunda ne kadar çabuk kıyamet koptu. Daha boncuğumu dizip


bitiremedim diyecek... Ben bunun için durup Cenab-ı Hakkın azametini seyrediyorum."

"Midenin üç hakkı var"

"Üstad'dan ders alan hocalar, kendi geçimlerini temin etmek ve başkalarına yük
olmamak için, bir teneke bulgur ve biraz da yağ getirmişlerdi.

"Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi. Üstad bir gün bulgurları eve
götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu çorba veya pilav yaptırarak
günlerimizi geçiriyorduk.

"Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üstad yemek yerken herkesin
ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad
yedi kişi oluyorduk. Bazan misafirlerimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret
alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol
yiyebileceğimizi ifade ettim.
"Üstad tebessüm ederek:

"Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz

sh»:(Sn.Şh.S.124)

midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı, üç hissesi vardır. Sadece birisi


yemek içindir.

"Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, beş davarlık bir ahıra, onbeş davar
doldurmaya benzer.' Üstad bu misallle bize ders verdi."

"Biz de Allah'tan korkuyoruz ama..."

"Gerek ıErek'te, gerekse Nurşin Camiinde iki senemiz bu şekilde lâtif ve tatlı
hatıralarla geçti.

"Üstad daima ibadet ve münacatla meşgul olurken, saatlerce diz üstüne otururdu.
Böyle oturmaktan, ayağının parmağı yara olmuştu. Molla Resûl'e parmağını göstererek bir
merhem sürmek istediğini söyledi. Bu esnada Molla Resûl ateş yakmakla meşguldü.

"Üstad'a cevaben:

"Biz de Allah'tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan
ayağın yara olmayacaktı!"

Üstad:

"Molla Resûl! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem
burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret
edemiyorum rahat oturmaya' dedi.

"Molla Resûl ise, 'Merhem sürelim, belki iyi olur' dedi."

"O günleri hiç unutamıyorum"

"Üstad'la geçen günlerimi hiç unutamıyorum.


"Üstad Van'dan ayrıldıktan sonra yirmi altı sene görmedim. Hasret ateşi içimi
yakıyordu.

"Eskişehir'e, Kastamonu'ya görmeye gittim. Fakat göremedim, görüştürmediler.


Karakollarda falakaya çekildim.

"Ama her şeye rağmen Üstad'ı görmek, elini öpmek, hasret gidermek istiyordum.

"Sonra Ağabeyim Abdullah Ekinci elime bir vesika verdi. Afyon emniyetine hitaben
yazmıştı: 'Bu gelen benim kardeşimdir, hocasını ziyaret edecek, müsaade edin ziyaret etsin!'

"Bu vesika sayesinde rahatlıkla Emirdağ'a gidip Üstad'ı ziyaret ettim."

sh»:(Sn.Şh.S.125)

[]

Molla Resul

MOLLA RESUL

Bediüzzaman l922 senesinden sonra üç yıl kadar Van'da kalmıştır. Bu yıllarda onun
menzilleri Nurşin Camii, kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un evi, Erek dağı ve Çoravanis
(Kavuncu) köyleri olmuştu.

Molla Hamid Ekinci'nin hatıratında geçen Molla Resül, yakın talebelerindendi. Molla
Resül-ü Gavrî, aslen Siirt'in Garzen mıntıkasındandı. Âlim bir zat olan Molla Resül, birkaç
yaş da Bediüzzaman'dan büyüktü. l872'de doğmuş ve l952'de vefat etmişti.

[]

Molla Resul'ün yazdığı Nur'un ilk kapısına ait üç sayfa

Nur'un İlk Kapısı isimli eser, Risale-i Nur külliyatından evvel yazılmıştır.
Tesbitlerimize göre, eseri Bediüzzaman Van'da iken yazmaya başlamış ve Burdur'da
tamamlamıştır. Küpurunu gördüğümüz kısım Nur'un İlk Kapısı'nın "On Dördüncü Ders" inin
Lem'alar ve Reşhalar kısmından sonra gelen ve "Ey birader" diye başlayan kısımdır. Yazı
Molla Resul-ü Gavrî'nin el yazısıdır.
Elimizdeki yazı Nur'un İlk Kapısı'nın parçası, Molla Resul'ün kaleminin yadigârı
olduğuna göre, Molla Resül de Van ve Erek talebesi ve dostu olunca, Nur'un İlk kapısı
Van'da, Erek'te yazılmaya başlanmıştır, diyebiliriz.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.126)

[]

İsmail Perihanoğlu

İSMAİL PERİHANOĞLU

l9l0yılında Van'da doğdu. Bediüzzaman'ın eski talebelerindendir. l935'de Eskişehir


dâvasında gayr-i mevkuf muhakeme olundu.

İsmail Perihanoğlu, aslen Buharalı bir aileye mensup, l326 yani l9l0 yılında Van'da
dünyaya gelmiş. Müdafaa-i Hukuk kurulmasından önce Van'da belediye reisliği ve daha sonra
müftülük yapmış. Bediüzzaman'ın eski talebelerinden ve l935'de Eskişehir maznunlarından..

Evinde defalarca ziyaret ettiğimiz, misafirperver, Şark'ın asaletini taşıyan İsmail


Perihanoğlu, Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını, heyecan ve sevinç gözyaşları içinde
anlatıyordu.

Uzun zamandır evinden dışarıya çıkmıyordu. Kimselerle görüşmüyordu. Dışarı çıksa


bile camiye, cemaate çıkıyordu. Hatıralarına şöyle başladı:

"Nurşin Camiinde Üstad'dan ders aldık"

"Hazret-i Üstad Said Nursî'yi l5-l6 yaşlarında iken van'ın Nurşin Camiinde gördüm.
Kopanisli Molla Yusuf, Çermikli Molla Yusuf, Molla Resül ve Molla Hamid'le beraber
Üstad'dan Nurşin Camiinde ders aldık.

"Babam Abdülmecid Efendi de âlim ve fazıl bir zattı. O da Üstad'dan ders almıştı.
Beraber sohbet eder, beraberce gezerlerdi. Sık sık bizim eve gelirlerdi. Geceleri geç vakte
kadar o zamanın meşhur âlimleri ile sohbetler yaparlardı.'
"Ah o günler nerelerde kaldı diye gözleri yaşaran Perihanoğlu şu mısraları okuyordu.

sh»:(Sn.Şh.S.127)

"Kevkeb-i vaktin gören seyyareler ağlar bana

"Öyle bir biçareyim ki, biçareler ağlar bana

"Sineye daru'ş-şifadır sanmayın gök gürlüyor

"Bu yağan yağmur değil, âsuman ağlar bana.'

***

"Yine birgün bizim evde bir gece sohbet vardı. Bu sohbette Hazret-i Üstad, Şeyh
Masum Efendi, Şeyh Enver, Şeyh Hasan, Molla Resül, Molla Zahir, babam Abdülmecid ve
Fakı Haydar Efendiler vardı. Ben o gün hem çay dağıtıyordum, hem de kulak misafiri
oluyordum.

"Üstad konuşmaya başlayınca bütün bu zatlar pürdikkat dinliyorlardı. On dörtlük bir


lambamız vardı. Seyda, konuşurken, 'Bu lambayı kısın' derdi. Babam da benden çeşitli
kitaplar ister, 'Bunlar Üstad'ın sözlerini anlamıyorlar sonra da kalkıp bütün bu kitapları
karıştırıyorlar' diyordu.

"Burası şehitler yatağıdır"

"Yine birgün Molla Resûl, Kopanisli Molla Yusuf ve ben, Üstad Hazretleriyle birlikte
Zeve'ye gittik. Rus Ermeni mezaliminde Zeve halkı tamamen şehit edilmişti. Van'a otuz
kilometre mesafedeydi.

"Üstad ayakta durarak buyurdu ki:

"Burası şehitler yatağıdır. Kardeşim Molla Ahmed-i Cano da burada yatıyor' dedi.
Gözyaşlarını tutamayarak hazin hazin ağladı.

"Molla Ahmed-i Cano Hazret-i Üstad'la beraber okumuşlar.


"Daha sonra Üstad bir Mektup'ta bahsi geçen hayat mertebelerini bize ders olarak
verdi. Biz de bu dersi yazıp çoğaltmıştık."

"Üstad çok ibadet ederdi"

"Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih
ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına
çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı.

"Yine bir başka gün, Üstad ve diğer talebeleriyle birlikte Van Kalesine gitmiştik.Yine
kendisi en yüksek bir tepeye çıkarak seccadesini oraya serdi.

"Van Kalesinde çeşitli dersler ve sohbetler yaptı. Horhor medresesine bakarak


anlatıyordu. Horhor'daki medresesini çok seviyordu. Birinci Cihan Harbinde Ruslar orayı da
yakıp yıkmışlardı. Burada bize kıyamet alâmetlerinden bahsetti. Van Gölüne bakarak,

sh»:(Sn.Şh.S.128)

Yunus Aleyhisselâmın balığın karnındaki vaziyetine benzetti.

"Bu bahsin akabinde 'Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzalimîn' duasını üç
yüz veya dört yüz defa beraberce okuduk.

"Erek Dağında kaldığı günlerde babam, annemin yaptığı ev helvasını benimle dağa
Üstad'a gönderdi. Hazret-i Üstad ev helvasını çok severdi. Önce Çoravanis'e, daha sonra ise
Erek Dağına doğru gidiyordum. Üstad'ın çilehanesine yaklaştığımda tepenin başında bir
kurtla karşılaştım. Çok korktum. İleride Üstad, çilehanenin kapısına çıkmış, bana bakıyordu.
Benim korkum gitti, kurt da kayboldu.

"Benim dilim onu anlatmaktan çok acizdir"

"Hazret-i Üstad'ın hayatı bir kerametler denizi gibidir, ben size hangi birini sayayım.
O Allah'ın lûtfuna, keremine, hıfzına mazhar olmuş bir zattı. Benim dilim Onu anlatmaktan
çok acizdir.
"Yanında ve hizmetinde bulunduğumuz zamanlar, dünyayı unuturduk, sanki bir başka
âlemde yaşardık. Şimdi ancak eserleri Nurları okumakla, hatıralarını yâd etmekle hasret
ateşini bir parça söndürüyoruz..

"Eserlerinden bahsedince, unutamadığım bir hâdiseyi anlatayım:

"Bir vakitler vergi dairesi kontrol memuru idim. Bizim dükkân o zaman kıraathaneydi.
Bir gün tevafuken oraya gitmiştim. Arkadaşlara Nurlardan bahsediyordum. Baktım içeriye o
zamanlar tanıdığım bir mübaşir girdi. Elinde de bir kitap vardı. Bana hitaben:

"İsmail Efendi, bu kitabı yolda buldum, siz okur musunuz?' diye kitabı bana uzattı.
Kitabı alıp baktığımda hayretler içinde kaldım. Eser, Üstad'ın Nokta Risalesi'ydi.

"Sanki insan eli değmemiş gibi yepyeni bir kitap. En ufak bir leke ve örselenme yoktu
kitapta. Bende Üstad'ın bir çok eserleri olmakla birlikte Nokta Risalesi yoktu.

"Bu hâdiseyi ve hatırayı hâlâ düşünürüm, Van nere, Emirdağ nere?"

"Eskişehir'de mahkemeye verilmiştik"

"l934 senesinde Üstad Hazretleriyle birlikte l20 Nur Talebesi Eskişehir'de mahkemeye
verildik. Benim mahkemem gayr-i mevkuf olarak devam etti. Beş altı ay açıkta kaldım. Daha
sonra yine daireye girdim.

sh»:(Sn.Şh.S.129)

"Daha sonraki yıllarda Barla'ya Üstad'ın yanına ziyarete gidip, yanında iki gün kaldım.
Bana:

"İnsanlarla fazla münasebet, iflas alâmetidir. Onun için buralarda fazla kişilerle
görüşmüyorum' dedi.

"Üstad, Şark umumî vaizliğini kabul etmedi"

"Yine hatırımda olan aziz hatıralardan biri de şu: Şeyh Sünusî gibi Üstad'ın Şark'a
umumî vaiz olması için Van'a tayin emri geldi. Bin iki yüz kuruş da maaş tesbit etmişlerdi.
Başta babam olarak bir çok zatlar rica ve ısrar ettilerse de, Hazret-i Üstad bu vazifeyi kabul
etmedi. Hatta, 'Siz maaşı almazsınız da üç - beş talebenize verirsiniz' dediler, yine kabul
etmedi.

"Harama bakmamak ve kimsenin de kendisine nazar etmemesi için şemsiye taşırdı"

"Ekseri zamanlarda bir şemsiyesi vardı, onu yanından eksik etmezdi. Harama
bakmamak ve kimsenin de kendisine nazar etmemesi için...

"Süratle yürüyüp giderdi, arkasından yetişmek çok zordu.

"O zamanlar bize şunları söyledi:

"Cenab-ı Hakk'a iltica edin... fena şeyler olacak...'

"Bizler, açıklamasını isterdik, 'Şimdi müsaade yoktur' diye cevap verirdi.

"Üstad'ı Van'dan alıp götürdüler"

"Çok kısa zaman sonra gördük, Hazret-i üstadı göz yaşları içinde Van'dan, Erek'ten ve
bizlerden ayırıp, alıp götürdüler.

"Şeyh Masum, Şeyh Hasan ve diğer zatlarla birlikte gittiler.

"Aylarca arkalarından matem tuttuk. Bütün ailece hasta olduk. Çok sonraları
Üstad'dan, Barla'dan haber alabildik. Üzüntü ve elemlerimiz Üstad'ın gönderdiği mektuplarla,
Risale-i Nurlarla telafi oldu. Gönderdiği eserleri el yazılarıyla çoğaltıp, etrafa dağıtmaya
başladık.

"Nur içinde yatsın, bizden manevî himmetlerini esirgemesin.."

İsmail Perihanoğlu, Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını, dostumuz Halil Uslu'ya


böylece not ettirmiş.

Kendilerine ve arkadaşımıza ebedî şükran ve minnetler..

(N.Şahiner)
sh»:(Sn.Şh.S.130)

[]

H.Münir Bakan

H.MÜNİR BAKAN

l892'de Erzurum'un pasinler kazasının Koruçuk köyünde doğdu. Bediüzzaman'ın


Van'dan alınıp, Batı Anadolu'ya sürgün olarak gönderildiği zamanla alâkalı hatıraları
bulunmaktadır.

Üstadın Batı Anadoluya nefyi

"Bediüzzaman Hazretleri l925'te, Pasinler'in Korucuk köyüne teşrif etmişlerdi. Biz


gelenleri tanımıyorduk. Meğer bu kafile Kürdistan'dan Batı Anadolu'ya sevkiyat olarak
geliyormuş. Bu kafilede şeyhler, ağalar ve seyyidler ile Bediüzzaman Hazretleri de vardı.
Kendisi ince, narin boylu, sarımtırak saçlı idi. Gözleri ışık kaynağı gibi parlıyordu. Sakalı
yoktu. Başında sarığı vardı. Ben bilmediğim için önce Kadirî zannetmiştim. Bizim köyde iki
gün kalmışlardı. O yıl kış çok şiddetliydi. Kendisini kimseyle görüştürmüyorlardı. Biz de
ziyaret etmeye çekiniyorduk. Kafilenin başındaki yüzbaşı, 'Gelin, bu zatı ziyaret edin. Bu
zatın Türkiye'de emsali yoktur. Lâkabı Bediüzzaman'dır. İsmi, Said Kürdî'dir' derdi. O sırad
mübarek Ramazan ayı idi.

"Bizler orada, kendilerine elbise gibi hususlarda yardım etmek istiyorduk. Kendileri
ise çok derinden düşünerek, 'Kardeşim, bana dua edin, bu hususu sonra düşünürüz' diye
buyurdu. Sonra yine kahveye geldiğimde, içeride Van müftüsü vardı. Ona dedim: 'Ben Şeyh
Hazretlerini görmek istiyorum.' Kahvenin içinde küçük oda gibi bir yer vardı. Orada kıbleye
dönmüş, okuyordu. Mübareğin öyle lâhutî bir sedâsı vardı ki, bu ses kara taşı bile delerdi.
'Şeyhim' dedim, 'çamaşırlarınızı almaya geldim.' Dedi: 'Kardaşım, bu kış günü çamaşırlar
kurur mu? Bu iş zahmetli bir iştir.' Ben de 'Hiç olmazsa bir çorabınızı veya mendilinizi verin,
size hizmet etmek istiyoruz' dedim. Bana dönerek, 'Hepsini kabul ettim' dedi. Ben hemen
ayakkabılarımı çıkarıp, yanına diz çökerek oturdum. Dedi: 'Sen burada üşürsün.' Ben de,
'Bundan iyi ne var?' diye cevap verdim.
sh»:(Sn.Şh.S.131)

"Namazın hesabını Allah benden sorar"

"Birkaç satır okumaya başladı. Ben de 'Acaba okuduğu nedir?' diye düşündüm. Sonra
bana dönerek, 'Bu bir münacattır. Bu münacatı okuyorum. Milletin başından büyük bir belâyı
defedecek. Çünkü kopan bu felâket Cehenneme denk bir ateştir. Bu Hazret-i Hüseyin
Efendimizin evradıdır. Bu Zeynel Âbidin Hazretlerinden rivayet edilmiştir, bu duayı
okuyorum. Ben durduğum yerde sen âmin diyeceksin' dedi. Duanın bitmesini bekliyordum.
Tekrar bana döndü, 'Sen burada üşürsün' dedi. O sırada bir başçavuş ile zabıt vekili gelip
ziyaret ettiler. Sonra kendisine bir çift lâstik ayakkabı getirdim. Eve iftara davet ettim. İftar
yaklaşınca sofrayı kurdum. Allah ne verdiyse bununla iftar edecektik. Kendileri bir kap
yoğurt istediler. Elinde bir bohçası vardı, onu açıp yiyecekti. Van Müftüsüne, Üstadın bizim
yemekten şüphelenip şüphelenmediğini sordum. 'Rençberin kisbi helâldir' dedim. Biraz pirinç
ve sütten yapılmış sütlâç vardı. Dedi: 'Kardaşım, bunu farelerden muhafaza edin, sahurda
yiyelim. 'Ben korkuyordum, para verecek diye. Adeta içeceği suyun bile parasını veriyordu.
Ayağımda olan yeni bir çift lâstiği gösterip, 'Üstad'ım, ben sizin ayakkabılarınızı giyeyim. Siz
de benim bu yeni ayakkabılarımı giyersiniz' dedim. 'Kardeşim' dedi, 'sen namaz kılarsın,
ayakların su çeker, namazın hesabını Allah benden sorar.' Yanımızdakilere sordu: 'Bu
ayakkabıların fiatı nedir?' O zamanın parasından çıkarıp vererek ayakkabıları aldı. 'Kardeşim,
başımıza gelen bu felâketler geçicidir, korkmayın. Yalnız dikkat edeceğiniz bir nokta var,
ondan korkun. Çocuklarınızı okutun, yoksa bu din elinizden tez çıkar' diye bizlere dualar etti.

"Oradaki vazifeli subaylar devamlı bu konuşmaları notlar halinde yazıyorlardı. Tabiî,


bu notları ihlâs için değil, sermaye için tutuyorlardı. Bu sohbetler esnasında yüzbaşı dinin
emirlerinin çok sıkı olduğunu, insanı her taraftan kuşattığını söyleyince, Üstad 'Evet' dedi,
'sağa dönüp gıybet, sola dönüp yalan söylenirse elbette böyle olur.'

"Bizler on bir kişi sıraya girip, münacatın sonundaki duasını yaptık. Üstad'ın
kafiledeki arkadaşları söylemişlerdi. Van'da Erek dağında kalırken yanına vahşi hayvanlar
gelirmiş ancak yabancılar gelince bu hayvanlar dağlara kaçarlarmış. İki - üç gün sonra
kendilerini yolcu ettik. Ben peşlerinden biraz fazla yürüdüm. 'Bizimle gelmen daha fazla
münasip olmaz, artık geri dön' dedi. Ben de vedalaşıp ayrıldım."

(N.Şahiner)
sh»:(Sn.Şh.S.132)

Sürmeneli Onbaşı: ALİ BARAN

Karadeniz iklimindeki Sürmene'nin Küçükdoğanlı köyünden Ali Baran anlatmaktadır:

"Sürgün kafilesinde Bediüzzaman da vardı"

"Ölen büyük ağabeyimin yerine erken askere gitmiştim. Ben l325 yani yeni takvime
göre l909 doğumluyum. l925'lerde Van'ın Erçiş kazasında bir nefer olarak askerliğimi
yapmaya başlamıştım. Uzun süren neferlikten sonra, onbaşı, daha sonra da uzman çavuş
olarak karakol komutanlığı yaptım.

"Bediüzzaman'ı menfi olarak sürgüne yollarken ben askerdim. O zamanlar Van'da


Hamideye Alaylarının komutanlarından Kör Hüseyin Paşa ve Emin Paşa'nın oğulları ile
beraber Bediüzzaman'ı da sürgüne göndermek için ellerine kelepçe vurmuşlardı.

"O zamanlarda Bediüzzaman'a Gevaşlı Cemal Bey kendisini saklayarak sahiplik


ediyordu. Onu destekliyor ve ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Fakat bu sahiplik ve
himayesini gizliden gizliye yapıyordu. O korkulu günlerde bu sahipliğini açıkça ilân
edemezdi.

"Biz haftada üç-beş kafileyi Erçiş karakolundan Tatvan karakoluna getiriyorduk.


Getirdiğimiz bu sürgünler grubunda Bediüzzaman da vardı. İnce ve uzun boya yakın, buğday
benizli, keskin bakışlı, nurlu bir insandı. Bizler de kendilerini çok hürmetkâr bir şekilde
Tatvan karakoluna teslim etmiştik.

"Daha sonraları bu zatın büyük İslami hizmetlerini duymuştum. Kendilerini Isparta'ya


sürgün etmişlerdi.

"Mevsim bahara yakında. O günlerde, tanınmış kimseler hep Bediüzzaman'a büyük


hürmet ediyorlardı. Erçiş Beyi İdris Bey, Bediüzzaman'a vurulan kelepçeleri çözdürmüştü.
Benim yaptığım hizmetleri komutanlarım çok takdir etmişlerdi. Beni takdir eder mahiyette
size fotokopisini verdiğim bonservis vermişlerdi.

Sürgün işlerini yaparken başkalarında olan telaş, korku ve he


sh»:(Sn.Şh.S.133)

yecan Bediüzzaman'da yoktu. Gayet sakin, mutedil ve sanki gideceği yeri bilen bir
yolcu gibi bekliyordu.

"Çok heybetli bir hali ve duruşu vardı. Gözleri ışıltılar halinde parlıyordu.

"Bu büyük insan hayatımda büyük ve unutulmaz tesirler bıraktı. Allah mekânını
Cennet eylesin."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.134)

Mustafa Ağralı

MUSTAFA AĞRALI

Mustafa Ağralı, Çaykara kazasının Eğridere köyünde l3l9'da (l903) doğmuş. l925
yılında askere alınan Ağralı, kendi ifadesiyle Cumhuriyet tarihinin ilk askerlerinden olarak l8
ay askerlik yapmış.

Van'a piyade eri olarak gitmiş. Bölük komutanı da kendisi gibi Trabzon'lu: Mülazım-ı
Evvel (Üsteğmen) Saim Bey...

Üstadın sürgün edilmesi

Şarktaki isyanlardan sonra, Van'da tanınmış şeyhler, ağalar ve nüfuzlu kimseleri


toplamaya başlıyorlar.

Şahidimiz Ağralı'nın anlattığına göre; hocalar, müftüler, sarıklılar aileleriyle, çoluk


çocuklarıyla beraber toplattırılıp bir müddet Van'da nezarette bulunduruluyorlar, daha sonra
da, Batı Anadoluya sevk ediliyorlar.
Bediüzzaman da bu sevk edilen kafilenin başında bulunuyor. Bir jandarma olarak bu
sürgün hâdisesinde vazife alan Mustafa Ağralı, şahid olduğu hâdiseleri anlatırken diyor ki:

"Van'da askerlik vazifemi yaparken, Bediüzzaman ismini ve bu ismin şöhretini çok


duyuyordum. Herkes bu zattan bahsediyordu. Ben de bu sebepten dolayı şiddetli bir arzu ile
Bediüzzaman'ı görmek istiyordum.

"Sürgün günü benim de bu sevkedilen kafilelerde vazife almam, Bediüzzaman'la


görüşebilmem için iyi bir şans ve fırsat olmuştu."

Hattâ hareket günü Van'da kalma ihtimali belirince, hemşehrisi Üsteğmen Saim
Beyden gidecek kafilede kendisinin de bulunma isteğini, komutanı reddetmiyor, Ağralı da
böylece kafileye nezaretçi olarak katılıyor.

Bediüzzaman'ın Erek Dağındaki kaldığı ikametgâhından alına

sh»:(Sn.Şh.S.135)

rak Van'a getirildiğini söyleyen Ağralı, "Van'da onbeş-yirmi gün kadar kaldıktan sonra
Erciş'e sevkettiler" diyor.

Ağralı'nın ağzından dinlemeye devam edelim, bu yolculuğu:

"Bediüzzaman'ı arıyorum"

"Mevsim kıştı, her tarafta kar vardı. Kafileler, yetmiş seksen civarındaki kızaklarla
hareket etti. Kızakları at ve öküzler çekiyorlardı. Hareketten önce ben namaz hazırlığı için
abdest aldım. Komutan beni Bediüzzaman'ın kızağına verdi. Fakat ben, Bediüzzaman'ı hiç
tanımıyordum. O zamana kadar görmemiştim. Diğer kızaklar yük ve insanlarla dolu olmasına
rağmen, Bediüzzaman'ın kızağında hiç bir şey yoktu. O tek başına idi. Kendisine hususi
muamele yapılıyordu. Başına dallı yazma tabir edilen beyaz tülbenetten, bükülmüş, uzun bir
sarık sarmıştı. Gür, siyah bıyıkları vardı, sakalı yoktu.

"Kızağa gelip bindim. Ama hâlâ onun meşhur Molla Sait olduğunu bilmiyordum"
diyen Ağralı, acaba nerede diye merak ediyordu.
"Acaba hangisi olabilir?" diye devamlı göz gezdiriyor, hep sakallı, cübbeli hoca
kıyafetinde birisini arıyordu. Hareket ettiklerinde, iki tane hoca gördüğünde, "Acaba
bunlardan birisi mi?" diye bakıyor.

Kızaktaki tek zatın Kürt alay komutanı, paşası, aşiret reisi olup da bana ne, diye
düşünüyor. Geriden ikinci kızaktaki iki zattan birisinin Meşhur Said Kürdî olabileceği
kanaatıyla hakeket ediyor. Gayesi hep Bediüzzaman'ı görmek.

Bu sırada Bediüzzaman, müfreze komutanı Saim Beyi çağırarak Ağralı'yı istiyor. Saim
Bey hemen Ağralı'yı gönderiyor. Ağralı diyor ki, "Daha önceleri benim soğukta abdest alıp
namaz kıldığımı görmüştü."

Kızakta giderlerken Ağralı daha iki hocayı sormadan, Bediüzzaman, ona nereli
olduğunu soruyor. "Trabzonlu" deyince neresinden olduğunu soruyor. Ağralı Of'tan olduğunu
söylüyor. Bediüzzaman kendisine Hacı Ferşat'ı tanıyıp tanımadığını soruyor. Ağralı da
yakından tanıdığını bildiriyor. Of'u ve Ofluları yakînen tanıdığını görünce Ağralı tereddüt
ediyor. Bu zatları nereden tanıdığını sorunca Bediüzzaman İstanbul'dan tanıştıklarını ifade
ediyor. Bu defa Mustafa Ağralı arkadaki kızakta gelen hocaların isimlerini soruyor.
Bediüzzaman da onların kendisinin kardeşi olduğunu, birisinin Van Müftüsü, diğerinin de
Saray kazası müftüsü olduğunu ifade ediyor.

sh»:(Sn.Şh.S.136)

"Kundaktaki çocuk gibi masumdur"

Daha sonra akşamleyin yol üzerinde bir köyde konaklıyorlar. Ağralı diyor ki:

"Bütün köylü bizi karşıladı. Komutanımız, 'Nezarettekileri nasıl muhafaza edeceğiz,


bunları nasıl yedirip yatıracağız? Evlere dağıtmak olmaz' diye düşünüyordu. 'En iyisi bir ev
boşaltır hepsini orada tutar, sabahleyin hareket ederiz' diyordu. Böyle yaptılar. Bölüğü de
yerleştirdiler. Ama Kürtler bizi çok iyi karşıladılar. Bölük komutanına dediler ki, 'Yemek
kazanı kaynatmayacaksınız. Askeri de biz yedireceğiz. Bunları da bize emanet ediniz. biz
bakacağız.'
"Bölük komutanı bana, 'Bu akşam sen Hoca Efendiyle kalacaksın' dedi. Ben daha hâlâ
Onun kim olduğunu bilmiyordum. Ben dedim ki, 'Bir tek kişi, ben nasıl bekleyebilirim?'
Komutan da: 'Usulen sen gideceksin oraya, bir şey olmaz. O zat, kundaktaki çocuk gibi
masumdur.'

"O Molla Said Kürdî'dir' dedi. Ben o esnada muradıma ermiştim, aradığımı
bulmuştum. O zamandaki ismi Said Kürdî idi. Bizi bir odaya vermişlerdi. Oda küçüktü. Yere
ancak iki yatak sığıyordu. Etrafımızda hep köylüler hizmet etmek için dönüp duruyorlardı.

"Bütün etrafı sarmışlardı. Öyleki bir işaret bekler gibi halleri vardı. Sanki
Bediüzzaman'ın bir işaretini bekliyorlardı. Ama Bediüzzaman'ın katiyyen öyle şeylere
müsaadesi yoktu. Bu sebepten onlar bir şey yapmadan duruyorlardı. Akşemleyin kaç çeşit
yemek geldi, kendisi hiç yemek yemedi. 'Hastayım' dedi. Bana yememi söyledi. Sonra yatsı
namazını kıldık. Sonra bir kat yatak ona serdiler. Bir de kapının yanında bana serdiler. Ben
cehaletimden düşünüyordum. Gece tüfeğimi alıp giderse, ben ne yapabilirim? Halbuki
Bediüzzaman'da böyle bir niyet ve hal yoktu. Heybetli, celâlli bir vaziyeti vardı. Hocaya
benzemiyordu. Böyle şekli çok garipti. Bu haliyle acaba kaçar mı? diye düşünüyordum.
Yatmazdan önce bana, 'Sen rahat et, yat uyu' dedi. Ben elbiselerimle yatağa girdim. Kendisi
ise yatağı topladı. Bağdaş kurup, yatağa yaslanarak oturdu. Ben yine şaştım, niçin yatmıyor,
ne yapacak acaba, diye bakıyordum. Sonra uyumuştum.

"Bir ara bir tıkırtı duydum ve uyandım. Baktım elinde bir gaz lâmbası, dışarı çıkıp, kar
kışta abdest alıp geliyordu. Sonra namaza durdu. Bütün geceyi böyle ibadet ve duayla geçirdi.

"Bana 'uyandınmı?' dedi.

"Ben de 'uyandım' dedim. 'Vakit varken, biraz daha yat' dedi. "Biz Şafiyiz, bu sebepten
erken kalkarız. Siz Hanefisiniz, birazdan

sh»:(Sn.Şh.S.137)

kılarsınız' dedi. Halbuki değil erken kalkmak, hiç yatmamıştı. Ben artık yatmadım,
kalktım. Beraberce namaz kıldık.
"Odada soba yanıyordu. Sobada su kaynattı. Yanında bir de ufak zenbil vardı.
Zenbilden demlik çıkardı, içinde bir yumurta kaynattı. Van'dan çıkalı saatler olmuştu. İşte ilk
defa bu bir yumurtayı kahvaltı olarak yedi.

"Daha sonra da traş takımlarını çıkardı. Güzel usturası vardı. Onunla tıraş oldu.

"Bu köyün ismini hatırlamıyorum. Akşamları hep yol güzergâhındaki köylerde


kalıyorduk.

"Haline, tavrına bakıyordum. Temizliğe, traşına, ibadetine çok dikkat ediyordu.

"Başkalarının, onun bunun yemeklerini yemiyordu.

"Komutan Saim Bey de kendisine çok hürmet ediyordu. Fakat fazla da


ilgilenemiyordu, korkuyordu."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.138)

[]

Kinyas Kartal

KİNYAS KARTAL

l900 yılında Kafkasya'da doğdu. Van Milletvekilli ve TBMM Başkanlığı yaptı.


Bediüzzaman'la birlikte Batı Anadolu'ya nefyedilenlerdendir. l988'de vefat etti.

Anadolu kulübünde görüşüyoruz

Van Milletvekili Kinyas Kartal'dan l977 seçimlerini müteakip Anadolu Kulübünde


görüşmek üzere randevu almıştık.

Kulübün giriş holünde bir müddet beklemiştik ki, açılan kapıdan uzun boylu, yaşlı,
fakat yakından çok daha dinç görünen bir adam, bize doğru gelmeye başlayınca, bu zatın
beklediğimiz Kinyas Kartal olduğunu anlamıştık.
Kendisi o sırada, Meclis'in en yaşlı parlamenteri olmak sıfatıyla Meclis Başkanlığı
makamında bulunuyordu. Önce kendimizi tanıttık.

"Hoş geldiniz" diyerek, bizi üst salona götürmek için asarsöre davet etti. Bu arada
elimde bulunan Bilinmeyen Taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî isimli eserimizi kendilerine
takdim ettim. Kitabı eline alır almaz, "Allah ona rahmet etsin" diye başladı konuşmaya.

Ak saçlı, ak kaşlı Kinyas Kartal, bir Şarklının samimiyet ve safveti içinde


konuşuyordu.

Bazı sualler tesbit etmiş ve sırasiyle kendilerine bu sualleri tevcih edecektim. Fakat
Kartal Bey, ben sormadan anlatmaya başlamıştı:

"Ben sizin randevu talebinizden sonra, diğer gazetecilerden biri sanmıştım. Çünkü
bugünlerde çeşitli gazeteciler görüşmek için hep arayıp duruyorlar. Sizi onlardan birisi
zannetmiştim. Fakat bilseniz beni ne kadar memnun ettiniz. Ne kadar çok memnun oldum
sizden."

sh»:(Sn.Şh.S.139)

Çok rahat ve sade bir dille anlatıyordu yaşlı parlamenter.

Yarım yüzyıl önce cereyan eden bir hâdiseyi ana hatlarıyla gayet net ifade ediyordu.

Hâdiseyi diğer bütün şahitlerden de dinlediğimiz için teferruatiyle ve bütün


detaylarıyla bilmenin rahatlığı içinde, kendisini dinliyor ve kelime atlamadan not almaya
çalışıyordum.

Said Nursî'nin ikazlarıyla Van, Şeyh Said isyanına katılmamıştı

Elli bir yıl öncesine hayalen gitmiş, hatırında kalanları şöyle anlatıyordu Kinyas
Kartal:

"l926 yılında Mart ayı başlarıydı, zannediyorum ilk günleriydi. Bizi Van'dan batıya
sürgün gönderiyorladı. Önce bir ortaokul binasında toplamışlardı. Daha sonra ikişer ikişer
ellerimizi kelepçeleyerek dışarı çıkarttılar. Ben Said Nursî'nin, daha önceleri Van'da ismini,
faziletini ve şöhretini duymuştum. Fakat kendilerini hiç görmemiştim. İlk görüşüm bu sürgün
sırasında oldu.

"O yıllarda 25 - 26 yaşlarındaydım. Okuldan çıkarırken bizi kendisiyle birlikte


bağladılar. Birçok nüfuzlu kimseler de Van'dan çıkartılıyordu. Van Müftüsü, Gevaş Müftüsü
de bu sürgünler kafilesindeydi. Said Nursî'nin ikazlarıyla, Van vilâyeti Şeyh Said isyanına
katılmamıştı.

"Göl kenarına öküz kızakları hazırlamışlardı. Mevsim itibariyle hep kar ve buz vardı.

"İlk gece, Ağrı'nın Hamur kazasında geçti. Kafile konakladı, herkes yattı. Fakat Seyda
yatmamış, geceyi hep ibadetle geçirmişti. Sonra geç vakit gelip amcamların ayak ucunda bir
yerde yatmıştı. Amcam, 'Aman efendim hiç oraya yatılır mı?' diye kendisini orada yatmaya
bırakmadı."

Bir sürgünün canlı şahidi

Kinyas Kartal bir sürgünün yaşanan, canlı şahidiydi. O günlerle ilgili hatıralarını
teklifsiz, tekellüfsüz, gönül rahatlığı içinde ifade ediyordu.

Onun Şark misafirperverliği, Anadolu Kulübünde de kendini göstermişti. İkram ettiği


soğuk meşrubatımızı içerken, Bediüzzaman gibi bir çile sultanını uzun ömründeki bir ânı, bir
izi, silinmeden tesbite çalışıyorduk.

sh»:(Sn.Şh.S.140)

"Korkarım Hoca uça!"

Aradan geçen tam elli bir yıla rağmen, Van Milletvekili Kartal Beyin anlattıklarını ilk
elden almanın sevinci içindeydik:

"Yolculuğumuz esnasında, akşamları çeşitli yerlerde konaklıyorduk. Bediüzzaman


geceleri yalnız başına bir odada kalmak istiyordu. Müfreze komutanına: 'Beni yalnız bir
odaya bırakın, geceleri kimseyi rahatsız etmek istemiyorum' demişti. Yüzbaşı Abdülkadir
Bey, bu arzusuna uyarak kendisine ayrı bir oda temin etmeye başladı.
"Seyahatımız esnasında şahit olduğum bir hâdiseyi, size bütün samimiyetimle
nakledeyim: Bir askeri, kendisinin yanında vazifelendirmişlerdi. Asker bir gün yüzbaşısına
gelerek şöyle dedi:

"Ben bu zatın kapısında bekliyorum. Bundan sonra bekleyemem, çünkü kapısını ben
kilitliyorum, kapı açılıyor. Namaza kalkıyor. Kendisiyle birlikte binlerce adam namaz
kılıyorlar, korkarım Hoca uça!...

"Yüzbaşı askere şu cevabı verdi:

"Oğlum Hoca uçarsa sen de eteğine yapış, nereye giderse birlikte gidersin.'

"Öküz efendinin ayağı kanıyor"

Galiba Ramazan'dı... Kafilede hiç kimse orucunu tutamıyordu. Müftü efendiler dahil.
Tabii Hoca orucunu da tutuyordu.

"Kızakları çeken öküzlerin, bir ara ayaklarının taşa takılıp kanamasıyla Bediüzzaman:

"Beyler, inelim, öküz efendinin ayağı kanıyor' deyince, ben cevaben:

"Hocam biz para verdik bunların sahiplerine...' demiştim. O zaman Seyda:

"Oğlum, onlar bu hayvanların sahibi değil, ancak mutasarrıfıdırlar' cevabını vermişti.

"İki talebenin bereketi"

"Zigana'da Bayram münasebetiyle tatlı verildi. Kafilede Kör Hüseyin Paşanın fakir bir
akrabası vardı. Van müftüsü Masum Efendi, bir adam için camide para toplamıştı. O zaman
bronz paralar vardı. Masum Efendi toplanan bronz paraları bütün para ile değiştirmek
istiyordu.

"Yine kafilede bulunan Arvasîlerden Abdullah Efendi, Bediüzza

sh»:(Sn.Şh.S.141)

man'a hitaben: 'Hocam bu bronz paralardan ne çıkar, altın çıkar da beraberce yiyelim'
dedi.
"Üstad buna şöyle cevap verdi: 'On, on iki altınım vardır. Harcıyorum, uzun seneler
devam ediyor. Ne kalmış, ne kalmamış bilemiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, benim kerametim
midir? La Vallah!... İki fakam (talebem) vardı, onların bereketi idi...'

"Bediüzzaman'ı Burdur'a götürdüler"

"Seyda ile yolculuğumuz İzmir'e kadar devam etti. Başında bir kefiye (sarık) vardı.
Alırlar, hakaret ederler diye düşünüyordum. İzmir'de Mezarlıkbaşı semtinde bir otelde,
zannediyorum Abdülkadir Paşa Otelinde, iki gece kaldık. Sonra bizi Manisa'nın Muradiye
kazasına verdiler. Bediüzzaman'ı da Burdur'a götürdüler.

"Yolculuk sırasında zaman zaman çeşitli sohbetler oluyordu. Kendisi sık sık, 'Eski
Said öldü' deyince, ben de, 'Hocam nasıl eski Said öldü?' diye sorar ve anlamak isterdim. Bu
defa bana, 'Ben eskiden bir oturuşta bir kitap yazardım. Şimdi senelerdir bir kitap yazıyorum,
hâlâ bitiremedim' cevabını verirdi.

***

"Trabzon'da telaşlı bir hali vardı. Sebebini sorarak öğrendim. Yolda kızakçılardan
emanet aldığı gözlüğü geri vermeyi unutmuş; gözlük kendisinde kalmıştı. Telaş ve heyecanla
kızakçıları arıyordu."

"Ben Seyda'nın hayranıyım"

Kinyas Kartal anlatıyor, biz de dinliyorduk. Sonra kendilerine Bediüzzaman'ın eski bir
dostu olarak, bu Mecliste bulunmasının ve Meclise riyaset etmenin güzel bir tevafuk
olduğunu söyleyince, Kinyas Bey aynen şunları söyledi:

"Ben Seyda'nın hayranıyım. Onun dostuyum diyemem, buna kendimi lâyık göremem.
Dostluk nerede, biz nerede, ben onun hayranıyım..."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.142)

[]
Haydar Süphandağlı

HAYDAR SÜPHANDAĞLI

Haydar Süphandağlı, Şark aşiret beylerinden Kör Hüseyin Paşanın oğludur. l9ll'de
Van'ın Adilcevaz ilçesinde dünyaya gelmiş. Aralık l978'de vefat etmiştir. Babası,
Bediüzzaman'ın tavsiye ve nasihatlarını dinlediği için Van isyanlarına iştirak etmemiş,
böylece binlerce masumun kanı dökülmemiştir.

"Seyda ile Van Müftüsünü beraber kelepçelemişlerdi"

Haydar Süphandağlı, o günleri bütün tazeliğiyle hatırlıyordu. "Biz Bediüzzaman'la


İstanbul'a kadar getirildik" diyordu. Van'dan ayrılışını ise şöyle anlatıyordu:

"Seyda ile Van Müftüsü Şeyh Masum Efendiyi beraberce kelepçelemişlerdi. Üstad hiç
üzgün değildi. Gayet rahat ve müsterihti. Yola çıkmazdan önce bana dedi ki:

"Babana selâm söyle, bu bize yapılan muamelenin sevabını istemesin. Sabretsin,


inşaallah Sahabe-i Kiramın sevabını alır. 'Ben beydim, ağaydım' demesin. Çalışsın; ırgatlık
etsin, amelelik etsin, ekmeğini çıkartsın, kimseye muhtaç olmasın.'

Göç böyle başlamıştı. Van'da uzun yıllar yaşayan Kör Hüseyin Paşa, oğlu Haydar
Süphandağlı'nın ifadesine göre, l930 yıllarında Irak'ta 80 yaşlarında iken vefat etmiştir.

"Van'dan çıkartılan kafilenin uzunluğu, belki bir kilometreyi bulmuştu. Çoluk çocuk,
genç ihtiyar binlerce insan, atlı, yaya, arabalı, kızaklı, çeşitli vasıtalarla bir harp ricatı halinde
memleketlerinden, gözyaşları içinde ayrılıyorlardı.

Şeyh Efendiye dipçik darbesi

"Van Müftüsü Şeyh Masum Efendinin kelepçeden elleri sıkışmış, kan oturmuştu
bileklerine. Sıkışan elini biraz gevşetmek iste

sh»:(Sn.Şh.S.143)

di. Bu ricasını jandarmalar söyledi. Bediüzzaman ise sanki başka bir âlemde gibi hiç
aldırdığı yoktu. Masun Efendinin bu mâsumane ricası bir dipçik darbesiyle cevabını almıştı.
İnsafsızca vurulan dipçik neticesinde Masum Efendi yere, çamurların içine kapaklanmıştı. Bu
acı manzara, görenlerin yüreğini kanatmıştı. Az ilerde bir çeşme başında, serbest olan sağ
eliyle çeşmeden su alan Bediüzzaman, Masum Efendinin çamurlu yüzünü, başını yıkayıp
temizlemişti."

İşte Van menfileri yurtlarından böyle çıkartılıyorlardı.

Haydar Süphandağlı, İstanbul'a kadar geçen yolculuğu yaklaşık olarak şöyle ifade
ediyor:

"Üç-dört gün Patnos'ta, bir gece Ağrı'da, bir hafta Erzurum'da kaldık. Erzurum'dan
sonra at arabalarıyla yollara devam ettik. Trabzon'da yirmi gün kadar kaldık. Gemi yolculuğu
ise bir hafta sürdü. İstanbul'da Üstad yirmi - yirmibeş gün kadar kaldı. Sonra kendilerini aynı
gemi ile Antalya'ya götürdüler.

"Van Valisi Osman Nuri Paşa (l925 -l926) şehirde sıkı emniyet tedbirleri aldırtmıştı.
Kış mevsimini de sürgünler için, en müsait zaman olarak seçmişlerdi."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.144)

AHMED ALPASLAN

"Kumandan sesini çıkaramadı"

Bu seyahatin şahidlerinden Ahmed Alpaslan daha sonraki yıllarda CHP Ağrı


milletvekilliği yapmıştı (l946-l950). Babası ve akrabaları ile birlikte, o sürgün kafilesinde
kendisi de bulunmuştu. Trabzon'dan vapurla gelirken hep güvertede oturan Bediüzzaman'a
hizmet etmiş. Bir ara kafileye nezaret eden kumandan, Bediüzzaman'ın güvertede oturmasını
hazmedemeyerek, "Şunu da aşağıya indirin" diye emir vermiş. Bu hali gelip Üstad Said
Nursî'ye söyledikleri zaman, o, "Bir şey olmaz" diye cevap vermişti.

Ahmed Alpaslan, Bediüzzaman'a hizmet ederken, bir ara çay yapmak için, sıcak su
almaya gidiyor. Kaptan köşkünde yine kumandan, Bediüzzaman'ın aşağıya menfilerin (sürgün
edilenler) yanına, geminin altına indirilmesini söylüyor. Yine Alpaslan, kumandanın bu
sözleri gelip Said Nursî'ye bildirince, Bediüzzaman: "Çok söylemesin, eğer perdeyi yırtarsam,
kendisinin hiç bir kuvveti beni durduramaz" diye haber yolluyor. Kumandan bundan sonra
sesini kesiyor. Böylece seyahat hâdisesiz olarak geçiyor.

Ahmed Alpaslan, "Bediüzzaman'ı Sirkeci'de bir camiye (Hidayet Camii) indirdiler,


burada bir müddet kaldı. Burada da ara sıra hizmetlerine bakardım. Ben küçük olduğum için,
benim girip çıkmama nöbetçiler pek bir şey demezlerdi" diyor.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.145)

CEMAL TALAY

"Ben Anadolu'ya gidiyorum, memnunum"

Cemal Talay, Şeyh Enver Efendinin hizmetlerine bakan bir insan, Şeyh Enver, çok
ısrarla, atlar hazırlatarak Bediüzzaman'ı İran'a götürmeyi teklif ediyordu.Enver Efendinin bu
ısrarlarına Bediüzzaman red cevabı veriyordu.

"Siz gidin, ben gitmeyeceğim. Ben Anadolu'ya gidiyorum. Ben memnunum" diyerek
yapılan teklifleri kabul etmiyordu.

Akşamleyin Enver Efendi, vedalaşarak ayrılıp İran'a gitti. Sabahleyin Enver Efendiyi
almaya gelen memurlar, kapıda Cemal Talay'la karşılaşmışlardı. Cemal Talay, o tarihte l8
yaşında bir delikanlıydı. enver Efendiyi bulamayan memurlar, Cemal Talay'ı karakola götürüp
falakaya yıkıyorlar. Şeyh Enver'in nerede olduğunu söylemesi için kendini çok tazyik
ediyorlar.

Günlerce dayak, falaka ve sıkıştırmalardan sonra netice alamayınca bırakıyorlar.


Cemal Talay serbest kalınca dışarı çıkıyor. Karakolun loş karanlığından çıkan Cemal Talay
diyor ki:

"O gün, o an benim kalbime yazılmıştır, o tarihi unutmam mümkün değil. Karakoldan
çıktığımda, baktım kafile hareket etmiş yavaş yavaş gidiyor. Üstad Bediüzzaman ile Müftü
Masum Efendiyi birlikte bağlamışlardı. Onlar en önde gidiyorlardı. Takvimler ise, l0 Şubat
l926 tarihini gösteriyordu."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.146)

[]

Av.Hulûsi Bitlisî Aktürk

AV.HULÛSİ BİTLİSÎ AKTÜRK

l88l'de Bitlis'te doğdu. l967'de Ankara'da vefat etti. l948'de Afyon'da Bediüzzaman'ın
avukatlığını yaptı. Hilâl dergisinde "Said Nursî İçin" başlığını taşıyan Kalender Asrî imzalı
şiiri neşredilmiştir. l948 yılı sonlarında, Abdurrahim Zapsu'nun mecmuası olan Ehli Sünnet'te
yine Bediüzzaman'la alâkalı kıymetli makaleler yazmıştır. Mesrur, Mesut ve Neşet isminde
oğulları vardır.

Hulusî Bitlisî Aktürk, 27 Ekim l950 tarihinde Büyük Doğu mecmuasında yazdığı bir
şiirde Üstad'ını şöyle tavsif ediyordu:

"Devrimizin bedîidir koca Saidü'l-Nursî."

Hulûsî Bitlisî Aktürk, Nesimî Oğullarından, yüksek iman ve derin irfan sahibi bir
zattır. Cihanşümül Özlek Yahut Felsefî Vecizeler, Tarihî Âbideler, Vedîalar isimli neşredilmiş
kıymetli eserleri olduğu gibi, neşredilmemiş eseri de bulunmaktadır. Hulûsî Aktürk'ün
Müvekkilim Bediüzzaman Said Nursî'yi Yargıtayda Müdafaa Notlarım isimli basılmamış
eseri de vardır.

Bediüzzaman talebeleriyle Van Cephesinde

Hulûsî Aktürk, l Kasım l948 tarihli Ehl-i Sünnet mecmuasının ikinci cildinde
"Bediüzzaman" başlıklı makalesinde şunları ifade ediyordu:

"Said Nursî'nin Ehl-i Sünnet'ten intişar eden bir arzuhalini, sonra da esaret hayatını
okudum.
"Hayatta dervişlik, şeyhlik, tarikatçılıkla alâkası olmayan, her maddeyi manâ ile telif
eden bu din âliminin devamlı menfâ ve muhakeme safahatı üzerinde durmak taraftarı değilim.

"Ancak, hakim ve efendi halkın her zaman ve zeminde, ilim ve ahlâkça yükselmesini
isteyen bu zatın esaretinden evvelki hayatına temas edeceğim.

sh»:(Sn.Şh.S.147)

[]

Avukat Hulusî Bitlisî

Aktürk'ün kendi güzel

hattıyla yazdığı mektup

"Birinci Umumî Harbin iptidâlarında Bitlis Bidayet Mahkemesi azâ mülazımı idim.
Bugünün Çankırı Milletvekili Abdülhâlik Renda, geçen günün Bitlis valisi bulunuyordu.
Ordunun iaşesi hesabına kurulan peksimet anbarlarına beni memur etmişti. Bu vatanî ve fahrî
vazifeyi ifa ederken, Bediüzzaman da birtakım talebeleriyle Van cephesinde din ve vatan
müdafaası uğrunda silâhla, nasihatla mücadele ediyor, bir taraftan da bir tefsir kaleme alıyor,
talebelerine de okutuyordu. Bir zaman kendilerine uğradım. Oturduğu muvakkat ve metrûk
bir evde "Allahu Nûrussemâvati Ve'l-ard" âyet-i kerimesinin tefsirine intikalen bazı
talebelerini tenvire çalışıyordu.

sh»:(Sn.Şh.S.148)

"Bu derste pek derin inceliklere temasları hayretimi mûcip olarak ayrıldım. Hicretten
sonra, Kerkük'ün Havadis gazetesinde intişar eden bir takrizimi, ertesi gün kendisine
götürdüm. Dersten fâriğ olunca verdim.

"O nedir? Oku dinleyeyim" dedi.Okudum, aldı, bir tarafa baktı:

"Azizim, tavsifinize lâyık değilim. Büyük Allah'tan dilerim ki lâyık olayım" dedi.

"Birkaç mısraını bu yazımın tarih-i beyyinesi olarak gösteriyorum:


Said Nursî'sin elhak, bediüd-dehri ve'l-ezman

Bu tefsir-i şeriftir, kudret-i ilmiyene bürhan.

Ulûm-i evvelîn u âhirîne mazhar olmuşsun

Şefi-ü Hafizindir Fahr-i Âlem, Hazret-i Kur'ân

Senin Şeyhzâde'den, Ruhü'l-beyan, Ruhü'l-meânîden

Nedir farkı tefasirin bilir ancak Hakim Sübhan.

***

"Ne ise, birinci hicrette aileler Siirt taraflarına doğru vilâyetten uzaklaştırılınca,
Bediüzzaman da, milis kuvvetlerinin ordu arkasından hudutların muhafazasında ısrar
gösteriyordu.

"En nazik günlerde Malazgirt, Bulanık cephelerinde bir kolunu kayıp eden Nurşunli
Mâruf Hazret, vilâyet merkezine gelerek idare âzasından Hacı Salih Efendide misafir olmuş,
valinin ilâmiyle bir gece eşraf orada toplanmışlardı. Meşahir-i üdebâdan Hacı Hasanzade
Mütemayiz İbrahim Ethem merhum haber haber yolladı, beraber içtimaya katıldık.

"Et kemiksiz olmaz"

"Bediüzzaman, Hazret ile söyleşirken, Hazret'in adamlarından birisi söze karıştı.


Bediüzzaman'a hitaben:

"Sen hudutları takviye edelim diyorsun. Biz Allah rızası için vatan müdafaasına
koşuyoruz. Maalesef bazı zabitler, bizim din ü imanımıza sövüyorlar" dedi.

"Bunun üzerine Bediüzzaman son derece celâlli bir ikrahla muhatabına bakarak,
hemen yüzünü Hazret'e çevirdi ve dedi ki:

"Hazret, zabitler sana sövüyorlar mı?"

Hazret,

"Hâşâ, benim hayatta kalan bir elimi öpüyor, duamı alıyorlar" deyince, Bediüzzaman
eski muhatabına döndü:
"Azizim" dedi, "bizim milis kuvvetleri arasında şuurlu ve şuursuzlar da vardır, et
kemiksiz olmaz. Şuursuzlar nizam ve intizama

sh»:(Sn.Şh.S.149)

riayet edemiyorlar. Bazan Zafer temin edercesine düşmana saldırdığımız sırada


görüyordum ki, öldürülen bir düşman neferinin üzerine vakitsiz atılan bir milis, âdi bir çizme,
hasis bir eşyaya tamamen mevkiini terk ediyordu. Arada vuruluyordu. Böyle şuursuz hareket
eden kimsede din ve iman kaygusu var mı ki, söven zabit de muâhezeye lâyık görülsün. Böyle
anlarda nizamsızlık gösterenleri öldürmek bile azdır. Lüzumsuz lâfları bırakalım. Elbirliğiyle
mukaddes yurdumuzu kurtaralım. Aileler çıksın, erkekler memleketi terk etmesinler" dedi.

"Velhâsıl, birinci hicretle ordunun, milislerin müşterek gayretiyle düşman Bitlis'e


girememiştir. Birkaç ay sonra, ikinci hicret başlamadan evvel, Bediüzzaman talebeleriyle Van
cephesinden Bitlis merkezine dönmüş, halkı takviye ile tergibe, nasihata koyulmuştur. O
sırada eski valimiz Abdülhâlik Renda ayrılmış, yerine Ispanakçızade merhum Memduh Bey
gelmiş, ben de peksimet anbarındaki fahrî vazifemi bitirerek, adliye kuyudâtının Diyarbakır'a
sevk ve nakline memur edilmiştim. Bitlis'ten ayrıldığım sabahı takip eden günün gecesinde
hain Ermenilerin rehberliği ile düşman Dideban eteklerindeki nehir boyunları kıyılardan
Bitlis'e akarken, Bediüzzaman kasaba içinde bile göğüs göğüse düşman süvarileriyle
çarpışmış, bir ayağından yaralanıp esir edildikten sonra, mahalle, başındaki kışlaya nakil,
oradan da Rusya'ya, daha sonra Sibirya'ya kadar sürülmüş olduğunu işitmiştim.

"Mütarekeden sonra Irak'ın Süleymaniye'sinden, Mardin bidayet, müteakiben


Diyarbakır İstinaf âzalığına geçtiğim zamanda, bu vatanî ve ilahî mücahidin biraderi
Abdülmecid, Diyarbakır Askerî Rüştiyesinde Arabî muallimi idi. Bediüzzaman'ın
maiyetindeki diğer biraderzadesi Abdurrahman, amcası Abdülmecid'e İstanbul'dan bir mektup
yazıyor, pek hazin bir lisanla inliyor ve diyor ki:

sh»:(Sn.Şh.S.150)

"Said amcam'ın haline şaşıyorum"


"Said amcamın haline şaşıyorum. Dünyevî bütün ümitlerim söndü. Çünkü hükûmet
kendisine yüksek maaş veriyor, sarfiyatımızın fazlasını biriktiriyordum. Birkaç eser telif etti.
Bir gün bana dedi ki, 'Git, filân matbaa müdürünü çağır.' Gittim, çağırdım geldi. Eserlerini
müdüre verirken bana dedi ki: 'Abdurrahman, biriktirdiğin paraları getir, müdür beye ver.'
Ben de getirdim verdim. müdür paraları alıp çıkınca benim gözlerim yaşardı. Bilâhare kendi
kendime mütesellî oluyor, eserler basılınca satılır, paralarını yine biriktiririm diyordum.

"Birkaç gün sonra yine beni yolladı. Matbaa müdürünü çağırdım. Bu sefer de matbaa
müdürüne dedi ki: 'Eserlerimin üzerine yazın: bu kitaplar İslâm milletine meccanen tevzi
olunacaktır.'

"Matbaa müdürü çıktıktan sonra, senelerden beri büyük amcama karşı beslediğim ruhî
saygı âdeta sarsıldı. Hasbelbeşeriyye ağladım ve dedim ki: 'Amca, birkaç para
biriktiriyordum, memlekete dönersek düşman istilâsından harap olarak kurtulan süknâmızı
belki imar ederdik. O ümidimi de öldürdün. Böyle olur mu?' Bunun üzerine derin bir
tebessümle dedi ki: 'Yavrum Abdurrahman hükûmet bize fazla maaş veriyordu. Kifaf-ı
nefsimizden artanı Beytülmala ait olduğundan, bu vesile ile o fazlayı Müslümanlara iade
ediyoırum. Senin bu işlere aklın ermez. Allah dilerse mukaddes vatanın her yerinde sana ev
verilir.'"

"İşte, tarihî hakikatlere otuz beş sene evvel şahid olduğum için, kendi tabirince ölen
eski Said, Bediüzzaman'dır diyorum. Bu fıtratta yaratılan bir zat, acaba yirmi seneden beri
neden iptilâ imtihanından kurtulamıyor? Acaba mahbeslerdeki bazı sapıkların dinini, imanını
min tarafillah tasfiye için mi iptilâya maruz kalıyor?

"Hükûmetin saadet, selâmeti namına, Türk yurdunda İslâm diyarında, masonluk,


bolşeviklikle bihakkın mücadeleye kabil ve kadir bir Bediüzzaman'ın serbest bırakılması,
ilminden, faziletinden beşeriyetin istifade etmesi, medenî, cumhurî bir devrin şuur ve idrakine
mütenasip olsa gerekir kanaatindeyim.

"Bu kanaatimi daha ziyade izah, şimdilik zait. Her takdir, hakim ve efendi halkın
selâhiyetli büyüklerine aiddir."

Salih Özcan'ın Hilâl Dergisinin Nisan-Mayıs l960 tarihli 2. cildin l4. sayısında Hulûsî
Bitlisî Aktürk'ün Kalender Asrî imzasıyla yazdığı şiiri:
sh»:(Sn.Şh.S.151)

Said Nursî için

Bediüzzaman'dır Said Nursî,

Bitlis, Van beyninde gelmiş dünyaya,

Urfa'da o nurlu asırlık dâhi,

Kadir gecesinde erdi Mevlâ'ya,

Ramazan'dan mâlûm Kur'ân-ı Kerîm,

Kadrini göstermiş arz-ı semâya

Dünyada esirdi, Cenette hürdür,

Hayatta sadıktı, haklı dâvâya;

Peygamberin ceddi Halilurrahman,

Said'i yükseltir, Arş-ı Âlâya,

İbrahim Halil'e Nemrud'un zulmü

Tarihen intikal etmiş uhraya,

Bediüzzaman'ı medenî devran,

Neden esir etti, her esirrâya;

Beynelmilel Ağa Han'lar, Gandiler,

Dinde uymuş muydu asrî sevdaya?

Onlar kanaatta serbest yaşadı,

Saik de oldular haklı iğvaya,

Said'e tarikat isnad edenler,


Dönmedir, kapılmış ehl-i havraya,

Yakındır kıyamet şeksiz hesapla,

Sıratlar, mizanlar kaldı ferdaya;

Meryem ismetine şahid Saidi,

Şakîler uğrattı hep iptilâya;

Yüz otuza bâliğ nurlu âsârı,

Yaşar armağandır, bağlı manâya;

Tahtı Türk İslâmın kalbinde sabit

Said baş eğmezdi zulme, ednaya;

Mücevher tarihle misafir olsun,

Şâhımıza, Hâtem-ül Enbiyaya.*

______________________

* Son satır, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefat tarihi olmuştur. Vefat,
hicrî tarihe göre l379 olup, ebced hesabına göre bu satırın toplamı da l379 çıkmaktadır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.152)

[]

Sıddık Alp Hızıroğlu

SIDDIK ALP HIZIROĞLU

(l9ll-l990)
"İmam-ı Rabbani gibi zatlar olsaydı Said'i anlarlardı"

"Üstad Bediüzzaman'ı görmeden evvel çok hatıralarını ve Birinci Cihan Harbinde


gösterdiği kahramanlığı çeşitli kimselerden dinlemiştim. Harplerdeki kahramanlıkları Van ve
Bitlis civarında dilden dile anlatılmaktadır.

"Bitlis deresinde yaralanıp esir düştüğü zaman otuz saatten fazla bir zaman o kırık
ayakla suyun ve karların içinde kalmış. Kırık olan sol bacağı ile Ruslar teslim aldıkları zaman
öldürmeye teşebbüs etmişler, ama sonradan Allah'ın takdiri ve korumasıyla öldürememişler.
Kumandan, Üstad Bediüzzaman'ı ot yüklü bir arabaya bindirmiş ve yaralı sol bacağını otlarla
kapatarak korumuş. Rus subayları Üstad Bediüzzaman'ın kırılan sol bacağını tuttukları halde,
hiç ağrımadığını, Üstad'ın hiç ses çıkarmadığını görünce çok hayret etmişler.

"Bu hatıraları, Üstad Bediüzzaman'ı hiç görmediğim zamanlarda hep dinlemiştik.

"Kendisi cumhuriyetin ilk senelerinde Van'a gelip Erek Dağında ve Nurşin Camiinde
kalıyordu. Zaman zaman Üstad'a gider, ziyaretinde ve hizmetinde bulunurdum. Bir defasında
Üstad'ın traş usturasını Berber Salih Perihanoğlu'na götürüp ben biletmiştim. Nurşin
Camiinde ders yapar ve sohbette bulunurdu. Bir sohbette hocalara hitaben, 'siz beni
anlamıyorsunuz, eğer Mevlâna Halid-i Bağdadî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatlar olsaydı Said'in
kim olduğunu anlarlardı' demişti.

"Bazan Nurşin Camiinde abdest alırken eline su dökerdim. Alttan alttan gözlerine
bakmaya çalışırdım. Çok heybetli gözleri vardı. Gözleri sanki bir ışık gibi parlıyordu. Kaşları
ince, siyah ve araları biraz açıktı.

"Yakın talebelerinden Molla Yasin, Sikke köyünde saatçılık yapardı. Onun dersleri
diğer hocalardan dinlediklerimize hiç benzemiyordu. Hep iman esaslarını anlatıp ders
veriyordu.

"Böyle büyük bir zatın ellerini öpüp, dualarını alıp, derslerini dinlemek saadetine
erdim. Allah'a hep hamdediyorum."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.153)
[]

Rabia Ünlükul

Abdülmecid Efendinin hanımı

RABİA ÜNLÜKUL

"Bu evliya torunu senin hanımın olacak"

ÜstadSaid Nursî'yi küçükken Van'dan tanımaktadır. Küçücük bir çocuk olduğu


yıllarda Bediüzzaman kendisine "Raboş" diye çağırarak iltifat edermiş.

Mütevazi köşesinde ziyaret ederek dinledik onu... Bize Seyda ile ilgili hatırladıklarını
anlattı.

Rabia Ünlükul, Van'ın asil ve temiz bir ailesine mensuptur. 5-6 yaşlarında bir
çocukken, sokakta oynuyormuş, Üstad Said Nursî, kendisini, kardeşi Abdülmecid Ünlükul'a
göstererek:

"Bak, bu evliya torununu görüyor musun? İstikbalde bu senin hanımın olacak"


deyince, Abdülmecid Ünlükul, "Seyda nasıl olur? Çok küçük, o vakte kadar benim bunun
kadar çocuklarım olur" demiş.

Aradan yıllar geçiyor. Birinci Cihan Savaşı patlıyor. Üstad Bediüzzaman'ın dedikleri
ayne çıkıyor. Abdülmecid Efendi ile Rabia Hanım evleniyorlar.

Bediüzzaman'ın evliya torunu demesi de, mânâsız bir ifade değil çünkü Rabia
Ünlükul, Van'da Şeyh Gazail Baba'nın torunudur.

"Geceleri hiç uyumazdı, dua sesleri gelirdi"

Rabia Ünlükul o günleri, yaşayarak, duyarak anlatmaktadır:

"Birinci Cihan Savaşından sonra, Van'a geldiği zamanda, bizim Toprakkale


semtindeki evimizde kalırlardı. Burada hemen her gün bir çok ziyaretçi gelip giderdi. Biz de
yeni evlenmiştik. Oğlum Fuad beş-altı aylıktı. Onu ilk defa Seyda yürüttü.

"Ben misafirlerin çok olmasından, fazla kalabalıklardan sıkılıyordum. Ama kimseye


hâl diliyle de olsa, bir şey dememiştim. Seyda, bizim Beye demiş ki:
"Rabia zayıf olduğu için, hizmetlerden dolayı sıkılıyor, yoruluyor. Günden güne de
ziyaretçiler çoğalıyor. Onun için ben Nurşin

sh»:(Sn.Şh.S.154)

Camiine gideceğim. Benim sabah kahvaltılarımı oraya gönderirsiniz.

"Çok az yerdi"

"Seyda'nın kahvaltı dediği de çok basit yiyeceklerdi. Bir çay tabağı bal üstüne kırılmış
ceviz kordu. İşte kahvaltı dediği de buydu. Hattâ işitiyordum, bu kadarcık kahvaltıdan
gelenlere de ikram edermiş.

"Nurşin Camiine gittikten sonra, her sabah gelen talebesine bu kahvaltıyı hazırlar
verirdim. Akşamları da boş tabağı getirirlerdi. Bizim evde kaldığı sürece hiç geceleri
uyumazdı, odasından hep dua sesleri gelirdi.

"Van Valisi, haftada hiç olmazsa bir defa ziyaretlerine gelirdi.

"Bir gün Fuad sürünerek odasına girmiş, tesbihiyle oynarken, tesbihin ipini kırmış, bir
tanesini yutmuş.

"Seyda bunu bana haber verdi.

"Rabia korkma, Fuad tesbihimin bir tanesin yuttu, bir şey olmaz, geri çıkarır' dedi.
Gerçekten Fuad'a bir şey olmadığı gibi, tesbih tanesini yuttuğu gün yürümeye başladı. Üstad
Fuad'ı çok severdi, sevgi ve şefkatle kucaklardı.

Kedinin şikâyeti

"Seyda'nın bir de kedisi vardı. Kendileri Nurşin Camiine gidince, kedi benim namaz
seccademi kirletmişti. Ben de kendisine iki tokat vurdum. Bu dayaktan sonra kedi kayboldu.
Akşamleyin eve gelmedi.

"Bir gün sonra, her gün kahvaltıyı almaya gelen talebesi gelmedi. Ben, bizim beye;
"Talebe gelmedi, Seyda'nın kahvaltısı gecikiyor, istersen bugün sen götür' dedim. Van'da
öğretmenlik yapıyordu.'Kahvaltıyı verir, oradan da mektebe gidersin' dedim. Kahvaltıyı
verdim ve alıp götürdü. Nurşin Camiine gittiğinde bizim kediyi orada görmüş.

"Seyda gülerek:

"Rabia bu kediye ne yaptı, dövdü mü yoksa? Bana şikâyete geldi. Kendinin de,
Rabia'nın da suçları vardır. Fakat ben her ikisini de affettim' dedi.

"Sonra kedi bize bir daha gelmedi, hep Seyda'nın yanında kaldı.

"Sen benden yedi sene sonra vefat edeceksin"

"Bizim bey çok hassas ve duygulu bir kimseydi. Seyda kendisine:

"Merak etme, sen benim vefatımdan yedi sene sonra vefet ede

sh»:(Sn.Şh.S.155)

ceksin' demişti. Üstad'ın bu haberi de aynen çıktı. Üstad'dan tam yedi sene sonra
l967'de kendisi de vefat etti.

"Vefat ettiği senenin başında bana ara sıra:

"Rabia, bu benim son senemdir' derdi."

Rabia Ünlükul l99l'de Konya'da vefat etti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.156)

[]

Molla Said

Bediüzzaman'ın eniştesi

MOLLA SAİD
Âlime Hânımın kocası olan Molla Said Efendi l944'de Hicaz'da hanımı ile birlikte
tavaf esnasında vefat etmişlerdir. Bediüzzaman Barla Lâhikası'nda "Nuh Bey, Molla
Abdülmecid, Molla Hamid" diye başlayan bir mektubunda "Şam-ı Şerifte eniştem Molla Said
var" diye , kızkardeşi Âlime Hânım'ın kocasından bahsetmektedir.

Bediüzzaman'ın âlim kızkardeşi ve eniştesi

Âlime Hânım Sofi Mirza Efendinin yedi evlâdından birisidir. Âlim ve fâzıl bir
hanımefendidir. On beş yıl Şam'da müderrislik yapmıştır.

l9l9 yılında hacca gitmiştir.Yedinci seferi olan l944 yılında hacda sedye ile tavaf
ederken vefat etmiştir. Bediüzzaman ondan, Meyve Risalesi'nin On Birinci Meselesinde
"Hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hânım nâmındaki
merhume hemşirem" diye bahsetmektedir.

Âlime Hanım Molla Said isimli bir zâtla evlenmiş, hiç çocukları olmamıştır.

Molla Said Şam'da talebelerine ders verdiği esneda yanıldığı zaman talebeleri, Âlime
Hânımı kastederek, "Seyda, isterseniz bu dersi yarın Seyyideden (Hânım) sorduktan sonra
bize anlatın" derlermiş.

Âlime Hânım ve Molla Said daima dualarında, birbirlerini yalnız bırakmamayı,


beraber vefat edip, ebede gitmeyi niyaz ederlerdi. Allah bu dualarını kabul edip ruhlarını
birlikte almıştı.

Molla Said'in şarktaki hadiselerde mitralyöze karşı sopa ile mukabele etmeye çalışan
son derece kahraman bir insan olduğunu Üstad ifade etmişti.

[]

Sağda Hanım, solda Molla Said imzaları.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.157)
İSTANBUL

ŞAHİTLERİ

(l926 Öncesi)

sh»:(Sn.Şh.S.158)

sh»:(Sn.Şh.S.159)

[]

Ali Himmet Berkî

ALİ HİMMET BERKÎ

l883'de elbistan'da doğdu. Eski Temyiz reislerindendir. Kendi sahasıyla alâkalı


kıymetli eserlerin sahibidir. l976'de Ankara'da vefat etti.

Eski Temyiz Reislerinden Ali Himmet Berkî Hocayı sağlığında Ankara'daki evinde
ziyaret etmiştim.

Aramızda yaşayan Osmanlı neslinin son temsilcilerinden birisiydi.

Ali Himmet Hoca "Elbistan'da evliyadan bir Himmet Baba vardır. Annem, 'eğer oğlum
olursa ismini Himmet korum', diye niyet edip, Cenab-ı Hakka yalvarmış. Allah duasını ve
niyetini kabul edince benim adımı Ali Himmet koymuşlar" diye ismi ve memleketiyle ilgili
hatırasını anlatıyordu.¹

Hukuk ve tarih sahasında çok kıymetli eserler veren Ali Himmet Bey, uzun yıllar
Temyiz Reisliği yaptıktan sonra l950 yılında Temyiz Reisliğinden emekli olmuştu.
Medresetü'l-Kuzat'tan sınıf birincisi olarak mezun olduğunu ifade eden Ali Himmet
Berkî'ye, Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili hatıralarını sorunca, Onu ilk defa İkinci
Meşrutiyetten önce İstanbul'da Fatih'te gördüğünü söyledi ve hatıralarını anlatmaya başladı:

İlim muhitlerinde herkes ondan bahsederdi

"Ben o yıllarda Medresetü'l-Kuzat'ta talebe idim. Talebe arkadaşlar arasında ileri bir
derecemiz vardı. Bütün İstanbul' a Bediüzzaman'ın ismi ve şöhreti yayılmıştı. Bütün ilim
muhitlerinde herkes ondan bahsediyordu.

"Fatih'te bir handa misafireten kalıyormuş, herkesin her çeşit sualine cevap
veriyormuş, diye hakkında çok rivayetler duyuyorduk.

__________________

¹ Tafsilâtlı bilgi için ayrıca bakınız: Meşhur Türk Hukukçular s. 473

sh»:(Sn.Şh.S.160)

"Talebe arkadaşlarla gidelim diye karar verdik. Bir grup arkadaşla bu meşhur zatı
ziyarete gittik.

"O gün Fatih'te bir çayhanede olduğunu, sorulan suallere cevap verdiğini işittik.
Hemen oraya gittik. Çok kalabalık bir meclisi ve sırtında garip bir elbisesi vardı. Bir hoca
kisvesi yoktu. Şarkın mahallî kıyafetiyle oturuyordu.

"Biz yanına vardığımızda Bediüzzaman kendisine sorulan suallere cevap veriyordu.


Etrafındaki ilim sahipleri, derin bir sessizlik ve hayranlıklık içinde dinliyorlardı kendisini.
Herkes verdiği cevaptan memnun ve tatmin oluyordu.

"Felsefecilerden, sofistlerin iddia ve fikirlerine cevap veriyordu. Aklî, mantikî


delillerle onların görüşlerini çürütmüştü.

Lügatte ve kelâmda üzerine kimse yoktu

"Benim ilk defa görmem ve görüşmem o zaman olmuştur. Benim Bediüzzaman


hakkında görüşlerim ise şudur:
"Her lügati bilirdi. Arapça lügatten herhangi bir kelime sorsanız, hemen cevabını ve
mânasını verirdi. Sonra kelâmda üzerine kimse yoktu. Bu iki ilimde, bilgisine son yoktu.

"Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, Doğu ve Batı edebiyatına vakıftı. Yine hakkında
yaygın fikir, bir din adamı olarak kimseden hediye, para vesaire almıyordu. İsteseydi çok
şeylere sahip olabilirdi. Dünyada dikili bir ağacı yoktu.

İlmine itiraz edemeyenler onu iftira ile çürütmek istiyorlar

"İslâmcı bir zattı. Ona atılmak istenen taşlar hep iftira taşıdır. Şöyle-böyle derler,
kat'iyyen doğru değildir. Eserleri meydandadır, onun ilmine, irfanına başka bir delil aramaya
ihtiyaç yoktur. Çünkü eserleri Nur Külliyatı meydanda ve ellerdedir. Kat'iyyen Kürtçü falan
değil, hep yalan ve iftira atıyorlar. Yıllardır adlî ve resmî mercilerden geçen Nur Risaleleri
çok incelendi. Her şeyi ile meydana kondu. İlmine itiraz edemiyorlar, ancak iftira ile
çürütmek istiyorlar."

sh»:(Sn.Şh.S.161)

[]

Ali Rıza Sağman

ALİ RIZA SAĞMAN

"İlhamımı Bediüzzam'dan aldım"

Ali Rıza Sağman l890'da Ordu'nun Ünye kazâsında doğmuş, l965'te İstanbul'da vefat
etmiştir.

İstanbul İmam-Hatip Okulunda ve Yüksek İslâm Enstitüsünde hocalık yapan bu zatın,


dinî kitapları ve neşredilmiş şiirleri vardır.

Sultan Selimi Hafız Rıza olarak da bilinmektedir. On dört yaşlarında iken doğduğu
yerden İstanbul'a gelmişti. Fatih Camiinde İskilipli Âtıf Efendinin derslerine devam etti.
Süleymaniye medresesinin imtihanlarını pek iyi derece ile kazanarak, kelâm, tasavvuf
ve felsefe bölümünü bitirdi. Daha sonraki senelerde İstanbul Hukuk Fakültesini de "âlâ"
derece ile bitirdi; avukatlık stajını da yaparak l937'de avukat oldu.

Tasvir, Millet, Hakka Doğru, Tarih Dünyası ve Sebiilürreşad gazete ve mecmualarında


manzum ve mensur yazıları çıkmıştır.

Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar isimli kıymetli eserine bir hatıra ile başlar. Bu
hatırasında Üstad Bediüzzaman'dan bahseder. Bediüzzaman'ın İstanbul'a gelişini, İstanbul'da
yayılan şöhretini, meşrutiyetten sonra konferanslarını dinlediğini, Birinci Cihan Harbinden
evvel de Üstad'ı ziyaret ederek elini öptüğünü anlatır.

"l907 kışı idi, sanıyorum; İstanbul'un ilmî mahfillerinde, hele medrese bucaklarında
birden bire mânâlı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu hâsıl oldu ve elektrik hızıyla ağızlara
yayıldı, kulakları doldurdu:

"Kürdistan'dan bir adam gelmiş. Yaşça pek genç olduğu halde ilimce kendisine karşı
çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak vehbî (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zatın
kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayreti çekici imiş; çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe,
ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir harika imiş. Adı

sh»:(Sn.Şh.S.162)

Said, lâkabı Bediüzzaman imiş.'

"O tarihte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zatı görmek
sevdasının zebunu olduk. Fakat yine işitmiştik ki; hafiyeler, bu zatı göz hapsine almışlar. Her
yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir han odasında oturuyormuş... filân! ¹

"Meşrutiyetten sonra bu zatı görmek, konferanslarını dinlemek nasip oldu." ²

"Birinci Cihan Harbinden evvel, kendisinin elini öpmek de müyesser olmuştu.

"Zamanlar geçti. Takvim l9l8 yaşına varmıştı. Menhus mütarekenin, siyasî ufuklardan
zifir sızdırdığı kara günleri ve karanlık geceleri hohlamaktayız.
"Bayezid Camiinde mukabele okuyorum. Kalabalık cemaat arasında bu Bediüzzaman
da görülüyor. Her gün ayrı bir iltifatına kavuşmakla bahtiyar oluyorum. 3

"Her gün başka bir eda ile devam eden iltifatın hülâsası şudur:

"Var ol hafızım! Çok yaşayın muhterem hafızlar! Siz bugün, irşad vazifesini
hocalardan, vaizlerden daha geniş ve sağlam olarak görmektesiniz. Allah sizi çoğaltsın.
Yolunuz, sesiniz, kalbiniz açık olsun! Okuyun, dinletin, ağlatın, Müslümanların kalblerini
parlatın.'

"Bu büyük zattan Allah razı olsun.'

"Bu hikâyeyi yazmaktan maksadım, söylemek istediğimi gözler önünde


canlandırmaktadır. Mazhar olduğum ilhama dayanarak ben derim ki..."4

***

Bediüzzaman Said Nursi, Bayezid Camiinde hafızların okuduğu Kur'ân'ları huzur ve


huşû içinde dinlediğini Mektubat ve Lem'alar isimli eserlerinde çeşitli bahislerde ifade
buyurmaktadır.

Bunlardan "Yirmi Altıncı Mektub"unda, "Bu risalenin telifinden on bir sene evvel,
Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Cami-i Şe

_______________

l. Ne garip tecellidir ki, bu kadar âlim, bu kadar dürüst, bu derece mü'min ve bu


nisbette din, millet ve vatana âşık olan bu zat, o tarihten bugüne kadar bu cennet yurtta ferah
bir nefes alamadı. Hangi hükûmet iş başına geçti ise, ilk yumruğunu bu büyük başa vurdu.
Fakat işte gördük ve iyice anlamış olduk ki o yumruklar o başa değil, parçalanmaz taşa
vurulmuştur. Bediüzzaman hâlâ yaşıyor. Allah vücuduna sıhhat ve afiyet ihsan buyursun.

2. l908'de Ayasofya Camii Şerifinde okunan bir mevlidde Musullu meşhur âmâ Hafız
Osman'ın okuduğu mevlid ile Bediüzzaman'ın kürsüde ayakta irad eylediği mev'ize şaheser
idi.

3. İltifatın böylesine değer veririm.

4. Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar, Ali Rıza Sağman, İstanbul, l95l.


sh»:(Sn.Şh.S.163)

rifinde hafızları dinliyordum" diye Kur'ân'ın parlak hakikatlarını izah ve ispata


başlarken, "Yirmi Altıncı Lem'a" da ise,

"ihtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin
uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i umûminin dağdağaları ve esaretimin
keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ
halifeden, şeyhülislâmdan, başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok
ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin
verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi ve
lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum. İşte o zamanda İstanbul'un
Bayezid Cami-i Mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlâslı hafızları dinlemeye gittim" diye
anlatmaktadır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.164)

[]

Risale-i Hamidiye Mütercimi:

Manastırlı İsmail Hakkı Efendi

Risale-i Hamidiye Mütercimi

MANASTIRLI İSMAİL HAKKI

Yakın tarihimizde yaşamış olan, fakat bugünkü nesillerce pek az bilinen büyük İslâm
âlimleri vardır.

Bu bilinmeyen büyük zatlardan birisi de, Manastırlı İsmail Hakkı Efendidir. Büyük
İslâm âlimlerinden olan Manastırlı l846-l9l2 yılları arasında yaşamıştı.
Hüseyin Cisrî Efendinin Risale-i Hamidiye isimli güzel eserini Türkçeye tercüme eden
İsmail Hakkı Efendi Manastır'da doğmuştu. Sancaktar İbrahim Efendinin oğluydu.

İlk tahsilini doğduğu yer olan Manastır'da yapan İsmail Hakkı Efendi, daha sonraları
İstanbul'a gelerek medreselere devam etti ve icazet aldı. Daha sonra Fatih camiinde dersler
yaptı ve kendisi de talebelere icazet vermişti.

l874 senesinde Dolmabahçe Camiine, bir müddet sonra ise Ayasofya camisine vâiz
olmuştu. Bilhassa Ayasofya Camiinde verdiği vaazlar çok meşhurdur. Şöhreti bütün İstanbul'a
ve etrafa yayılmıştı. Çok büyük bir cemaat vaazlarını takip etti.

Bu sırada Eyüp Askerî Rüştiyesinde Arapça muallimliği yapmaya başladı. l884


senesinde ise hukuk mektebi fıkıh muallimi oldu. Manastırlı'nın fıkıh dersleri l908 İkinci
Meşrutiyet zamanına kadar devam etmişti.

İkinci Meşrutiyetten sonra Ayan Azası olarak parlamentoya girdi.

Daha sonraları Mühendishanede, Mülkiyede, Darü'l-Fünunda tefsir ve askerî tıbbiyede


ise din dersleri okuttu.

l9l2 senesinde, Sultan Reşad zamanında Ayan Azası iken Anadoluhisarı'ndaki


yalısında vefat etti.

Cenazesi büyük bir merasimle Fatih Camii avlusuna gömüldü.

sh»:(Sn.Şh.S.165)

Risale-i Hamidiye mütercimi olan İsmail Hakkı Efendi; Arapça, Farsça ve Bulgarca
olmak üzere üç dil biliyordu.

Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad mecmualarında ve ayrıca muhtelif gazetelerde dinî


makaleler yazıp, neşretti.

Kıymetli İslâmî eserlerinden bazıları şunlardı:


İslâm Akaidine Dair, Mevâidü'l-Enam Fi Berahin-i Akâid-i İslâm Ebu Hanife'nin
Menkıbelerine Dair, Mevahibü'r-Rahman, Hüseyin bin Muhammet el-Cisri et-Trablusî'den
tercüme ettiği Risâle-i Hamidiye vardır.

Risale-i Hamidiye'yi bugünkü dile sadeleştirerek neşreden Ahmed Gül kitabın telif
sebebini şöyle takdim etmektedir:

Manastırlı İsmail Hakkı Efendi Risale-i Hamidiye tercümesine şu takdim duasıyla


başlamaktadır:

"Ölüm gelip de madde perdesi açılmadan önce âhiret gününün durumuna bakıp, o
âlemin gerçeklerini görebilmek için Allah'tan, akıl sahiplerinin gönlünü doğru yola
çevirmesini ve ondan hiç ayırmamasını dileriz. O, kullarına yakındır, dualarını kabul
edicidir."

[]

l308 (l892) de İstanbul'da basılan Manastırlı

İsmail Hakkı'nın tercüme yaptığı Risale-i

Hamidiye'nin kapağı

Risale-i Nur Külliyatında yer yer bu kitaba atıfta bulunan Bediüzzaman Sözler'de
şöyle demektedir:

"Hüseyin-i Cisrî Risâle-i Hamidiye'sinde yüz on dört işareti Tevrat ve İncil'de


Peygamberimizin geleceğini ve vasıflarını bildien işaretleri, o kitaplardan çıkarmıştır.
Tahriften sonra bu kadar bulunması, elbette daha evvel çok tasrihat varmış."

Ayrıca Mektubat'da Üstad, Hüseyin-i Cisrî ve Manastırlı'dan şu şekilde bahseder:

"Şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh)

sh»:(Sn.Şh.S.166)
o kitaplardan yüz on delil nübüvveti-i Ahmediyyeye dair çıkarmıştır. Risale-i
Hamîdiye'de yazmış. O risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu
ederse, ona müracaat eder, görür"¹

__________________

¹. Mektubat, s. l49.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.167)

[]

Mehmed Vehbi Efendi

MEHMED VEHBİ EFENDİ

(ÇELİK)

l862'de Konya'nın Hâdim kazâsının Kongul köyünde doğmuştu. 9.l2.l949'da vefat


eden Vehbi Efendi l908'de Meb'usan Meclisinde Konya meb'usuydu. Birinci şer'iyye ve evkaf
vekilliği de yapmıştı.

Babası ulemâdan Çelik Hüseyin Efendiydi. Hâdim'de ve Konya'da tahsil ettikten sonra
müderris olmuş, Ali Gâv Medresesinde, Konya Hukuk Fakültesinde yüzlerce talebe
yetiştirmişti.

Üstad Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası'nın birinci cildinde Konya'yı Anadolu'nun


eskiden beri parlak ve faal bir medresesi olarak değerlendirdikten sonra, Vehbi Efendiyle
alâkalı olarak şunları söylemektedir:

"Başta, çok mübarek tefsirin, çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi
Efendi olarak, Risale-i Nur'u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı
ulemâlarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim."

(N.Şahiner)
sh»:(Sn.Şh.S.168)

[]

Dr. Hamid Uras

DR.HAMİD URAS

l890'da Gaziantep'te doğdu. l964'ün Ocak ayında aynı yerde vefat etti.

Bediüzzaman Toptaşı tımarhanesine nasıl gönderildi?

İkinci Meşrutiyet günlerinde, Bediüzzaman'ın Üsküdar'daki Toptaşı tımarhanesine


atılması mevzuunda Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri isimli eserinin dördüncü cildinde şunları
ifade eder:

"Hafiyelik ve jurnacilik müesseselerini tenkid cesaretini göstermesi, kendisinin divan-ı


harbe verilmesine sebep olmuş; orada da fikirlerini hiç çekinmeden, tam bir pervâsızlık içinde
müdafaa etmesi endişe yaratmış ve kendisinden kurtulmak için deli olduğuna, iki Musevî, bir
Rum, bir Ermeni, bir Türk doktordan rapor alınarak Toptaşı tımarhanesine konulmuştur."

l9l2'de basılan İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi yahut Divan-ı Harb-i Örfi isimli
eserinde "Tımarhaneden sonra tevkifhanede iken Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile
muhaveremdir" başlığını taşıyan kısımda istibdattan şikâyet eden Bediüzzaman "Şişli'de bir
Ermeninin evine düştüm" diyerek orada da istibdat perdesinin yırtıldığını ifade eder.

"Bediüzzaman'da cinnet değil, dehâ vardır"

Bu mevzuda Gaziantep'in eski ve meşhur doktorlarından Dr. Hamid Uras şunları


anlatıyor:

"İkinci Meşrutiyet senelerindeydi. Biz Mekteb-i Tıbbiyede (Tıp Fakültesinde) talebe


idik. Bediüzzaman da İstanbul'da bulunmaktaydı. Kendisi müderrisler içinde Fatih
müderrisini beğenir, takdir ederdi. Onun ünvanı ve şöhreti her tarafa yayılmıştı. Daha sonra

sh»:(Sn.Şh.S.169)
kendisini adlî tıbba sevkedilince Adlî tıptaki doktorlar, muayenesini sohbet ederek
yapıyorlar. Bediüzzaman orada bulunan bir teşrih [anatomi] kitabını eline alarak dört-beş
sayfasını okuyor ve kendisinin o sahifelerden imtihan edilmesini istiyor. Biraz sonra da,
mezkûr sahifeleri aynen ezberden okuyor. Durumu hayretler içinde tâkip eden Rum doktor
heyecan ve şaşkınlıkla, 'Bediüzzaman'da cinnet değil, dehâ vardır' diye raporunu veriyor."

sh»:(Sn.Şh.S.170)

[]

Eşref Edip Fergan

EŞREF EDİP FERGAN

Eşref Edip l882'de Serez'de dünyaya geldi. l97l sonlarında İstanbul'da vefat etti.

Onu ilk ziyaretim, l965 yılında Cağaloğlu'ndaki yazıhane ve kütüphanesinde olmuştu.


Daha sonraki yıllarda ise Çarşıkapı'da Av. Bekir Berk Ağabeyimin yazıhanesinde kendilerini
dinleme imkânı bulmuştum.

l97l'in Aralık ayında Mehmed Fırıncı Ağabeyle Eşref Edip'in ziyaretine gitmeye karar
vermiştik. "Hemen gidelim" teklifime Fırıncı Ağabey, "Yarın gidelim" diye cevap vermişti.
Kaderin bir tecellîsi olarak, "yarın" denen zamanda Eşref Edip Beyin Fatih Camiinde kılınan
cenaze namazına gitmiştik.

Bediüzzaman o yıllarda Eşref Edib'in neşretmiş olduğu Sebilürreşad mecmuasında


yazılar yazmıştı. Eşref Edip, İngiliz işgali yıllarında, Zeyrek'de bir evde toplanarak
Bediüzzaman'dan komitecilik dersleri aldığını anlatırdı.

Bediüzzaman'la alâkalı olarak neşredilmiş üç tane kitabı vardır: Risale-i Nur Müellifi
Said Nur ve Nurculuk (l952), Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk, Tenkid, Tahlil (l963),
Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil (l965).

Bunların dışında Sebilürreşad, Yeni İstiklâl, Bugün, Sabah ve ittihad gazetelerinde


Bediüzzaman'la alâkalı araştırma ve yazıları neşredilmiştir. Bunların en uzunu ve muhtevalısı
29 Aralık l965 ile 25 Mayıs l966 tarihleri arasında "Senatör Ahmed Yıldız Beyefendiye:
İslâm Düşmanlarının Teptiplerini Ortaya Çıkarmak Vazifemizdir" adı altında neşredilen
yazıdır.

Ayrıca Bugün gazetesinde de "Bediüzzaman'ın Meçhul Kabri" adı altında uzunca bir
yazı yazmıştı.

sh»:(Sn.Şh.S.171)

Yarım asırlık neşriyat hizmeti

Eşref Edip merhum yarım asırdan fazla Türk basın hayatında hizmet etmiş bir kalem
erbabıdır. ilk gazetesini l4 Ağustos l908 tarihinde Sırat-ı Müstakîm adıyla çıkarmıştı. O
devrin ileri gelen İslâm ulemâsının çok nâdide eserleri, Sırat-ı Müstakîm'de neşredilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursî ile olan dostluklarının temeli o yıllara dayanır. Aralarındaki bu
dostluk, Bediüzzaman'ın vefâtına kadar candan bir alâka ve samimiyetle devam etmiştir.

Nur Risalelerinde ve Bediüzzaman'ın mektuplarında Eşref Edip'ten senâ ile bahseden


kısımlar vardır. l958 senesinde Sebilürreşad'ın 50. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Eşref
Edip'e şu tebriği göndermişti:

"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü,

"Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden beri neşreden, hakaik-i
İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî manevî bir
hakikî kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!

"Sebilürreşad'ın ellinci sene-i devriyesi münasebetiyle gayet samimî ve uzun bir


mektup yazacaktım. Fakat pek şiddetli hasta olduğumdan, hattâ konuşmaya da iktidarım
olmadığından, Risale-i Nur'a havale ediyorum. Onda Sebilürreşad'ın mahiyetini, hizmetini
gösteren mektuplar vardır. Zaten Sebilürreşad, Nur'ların mühim parçalarını neşretmiştir.
Tarihçe-i Hayat Sebilürreşad'ın elinci sene-i devriyesine tam bir tebriknâme hükmündedir.

Duanıza muhtaç gayet hasta

Said Nursî

(Sebiilürreşad, c.l2,s.277)
[]

Son devir İslâm ulemâsının ve kalem erbâbının ya-

zılarının yıllarca süslemiş olduğu Sebiilürreşad mec-

muasının kapağı.

sh»:(Sn.Şh.S.172)

Sahabe imanı, İslâm celâdeti

Eşref Edip Sebilürreşad'ın l5. cildinin 356. sayısında "Sahabe İmanı, İslâm Celâdeti"
başlığı altında şunları yazıyordu:

"Ashâb-ı Kirâmdan Hz. Abdullah bin Huzeyfe, Resûl-i Ekrem Efendimizin İslâma
davet hakkında İran Şahına yazdığı mektubu götüren zattır. Şam fütûhatında Bizans ordusu ile
yapılan muharebede esir düşmüştü. Bizanslıların kaidelerine göre, esir düşen kimse evvelâ
mezhebini bildirir, ondan sonra bu mezhepten feragat eder, Hıristiyan dinine girer, ancak bu
sayede kurtulurdu. Yoksa böyle yapmadığı takdirde, zeytin ağaçlarından büyük bir odun
yığını hazırlanır, üzerine zeytin yağı dökülür, esir o ateş içine atılır, yakılırdı.

"Hz. Abdullah bin Huzeyfe, diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarının
huzuruna getirildi. Hıristiyanlığı kabul etmesi teklif edildi. Kabul etmedi, şiddetle reddetti.
Mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadı. Abdullah, Müslüman
olarak ölmek istediğini söyledi.

"Bunun üzerine âdet gereğince Hz.Abdullah, ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına
getirildi. Bizans hükümdarı da orada hazırdı. Papazlar ve hükümdar, Hz. Abdullah'ın illâ
Hıristiyan olmasını tekrar ileri sürdüler. Hz.Abdullah kemâl-i metanet ve şehametle reddetti.
Nihayet ateş yakıldı. Hz. Abdullah ateşe atılacaktı. Ateş karşısında da yine Müslüman
olduğunu, 'Külhü vallahü ehad, Allahü's-Samed, Lemyelid ve lem yûled' diyerek bu bâtıl dine
intisap etmeyeceğini söyledi.

"Değil beni' dedi, 'benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı
ayrı cefâ etseniz, ateşte yaksanız, yine Abdullah hak yoldan dönmez. Allah yolunda, bir olan
Hâlık-ı Zülcelâl yolunda kalır. Yalnız benim canım değil, binlerce Abdullah'ın canı Hak
yolunda fedâ olsun.'

"Bizans hükümdarı ve papazları, bu İslâm, iman kuvvetini görünce hayret ettiler, yeni
bir teklifte bulundular. Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini serbest bırakacaklarını
söylediler. Hz. Abdullah bunu da kabûl etmedi, reddetti. 'Ben bir Allah'a inanan bir
Müslümanım. Bir haça tapanın elini öpmem' dedi. Kendisine pekçok mal, mülk ve servet
vereceklerini söylediler. Hz. Abdullah bunların hiçbirisini kabul etmedi.

"Bu derece iman, bu derece metanet ve celâlet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü.
Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu.

sh»:(Sn.Şh.S.173)

"Bu defa başka bir teklifte bulundu. Kendisinin alnını öpmek şartıyla, bütün
Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi. Seksen kadar Müslüman esir vardı. Hz.
Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı:

"Benim hayatımın kıymeti yok. Hak yolunda ateşte yanarım, ölürüm. Fakat benimle
beraber seksen Müslüman da yakılacak. Bir putperestin alnını öpmek, bir Müslümana
yakışmasa da, seksen Müslümanın hayatını kurtarmak da büyük bir meseledir.'

"Seksen Müslümanın serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti. Esir Müslümanları
beraberinde alarak Mekke'ye geldiler. Hz. Ömer bu mücahitleri, bu kahraman Müslüman Hz.
Abdullah'ı bizzat karşıladı ve Abdullah'a sarılarak elini öptü. O arada lâtife kabilinden
bazıları, 'Bu zat bir putperestin alnını öptü, serbest oldu' dediler. Hz. Abdullah hemen cevap
verdi: 'Evet, maalesef öyle oldu. Fakat seksen Müslümanın da hayatını kurtardım. Onları alıp
ailelerine kavuşturdum.'

"Bu sözü üzerine Hz. Ömerü'l-Faruk (r.a.) bir defa daha Hz. Abdullah'ın alnından
öptü.

"Bu İslâm celâdet menkıbesini, neşretmekte olduğumuz Asr-ı Saadet,


Peygamberimizin Ashabı adlı muazzam eserin dördüncü cildinden naklediyoruz. Bu bize
merhum Said Nursî'nin esareti zamanında Moskof kumandanına karşı gösterdiği celâdet ve
şehameti hatırlattı.

"Merhum Üstad, umumî harpte Ruslara esir olduğu zaman, buna benzer bir hâdise
cereyan etmişti. Rus kumandanı esirleri teftiş esnasında Üstad kumandanın selâmını almıyor,
yerinden bile kalkmıyor. Bu hareketten kumandan hiddetleniyor. 'Belki görmemiştir' diye
tekrar önünden geçer. Fakat Üstad yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman
vasıtasıyla, 'Herhalde beni tanımadılar' diyor. Üstad 'Hayır!' diyor. "Tanıyorum, kumandan
Nikola Nikoloviç!'

"Kumandan, 'Şu halde Rus Ordusuna ve dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorsunuz.'
Üstad, 'Hayır' diyor. 'Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman din âlimiyim. İmanlı bir kimse
Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam edemem.'

"Bunun üzerine Üstad'ı divan-ı harbe verirler. Subay arkadaşları neticenin vehametini
takdir ederek, Üstad'ın özür dilemesini istirham ederler. Fakat Üstad kat'iyyen kabûl etmez.
Kemâl-i izzet ve şehametle şöyle der:

"Bunların idam kararı, ebedî âleme seyahat etmem için bir pa

sh»:(Sn.Şh.S.174)

saport hükmündedir."

"Nihayet divan-ı harb idam kararı verir. Hükmün infaz edileceği sırada Üstad, namaz
kılmak için müsaade ister. Vazife-i diniyesini ifadan sonra atılacak kurşunlara göğsünü
gereceğini beyan eder. Tam o sırada Rus kumandanı yetişerek, 'O hareketinizin
mukaddesâtınıza olan bağlılığınızdan ileri geldiğine kanaat getirdim. Tekrar tekrar rica
ederim, beni affediniz' der ve idam hükmünü geri alır."

İslâm şûrâsı

Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devleti en buhranlı günlerini yaşar. Bu


buhran günlerinde vatanımızın bağrından zirve şahsiyetler yükselmiştir. Bediüzzaman Said
Nursî de bu zirve şahsiyetlerinden birisidir. O, memleketin temel dâvâları üzerine eğilmiş,
ölümsüz prensip ve düsturlar takdim etmişti. Şüphesiz, onun bu düşüncelerinin kaynağı
Kur'ân-ı Kerîm idi. Onun içindir ki, bu düşünceler tazeliğini korumaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu düşüncelerinden birisini de, Eşref Edip merhumun


neşrettiği Sebilürreşad gazetesinin 4 Mart l336-l2 Cemaziyelahir l338 (l922) tarihli 46l.
sayısında dile getirmişti.

[]

l9l4 tarihli İslâm yazısıyla Sebîlürreşad 'ta "Şûrâ-yi

Meşihat-ı İslâmiye" başlığı taşıyan Bediüzzaman'ın

yazısı

sh»:(Sn.Şh.S.175)

"Şûrâ-yı Meşihât-ı İslâmiye" başlıklı bu yazıyı Sebilürreşad Şöyle takdim ediyordu:

"Fâzıl-ı şehîr Bediüzzaman Said Kürdî Efendi Hazretlerinin mühim bir teklifi."

Bu mühim makaleyi, Eşref Edip daha sonraki yıllarda Sebilürreşad'ın l4. cildinin 350.
sayfasında (Ağustos, l963) yeniden neşretmişti. Yazı, ikinci defa neşrinde "İlmî İslâm Şûrâsı"
başlığıyla takdim ediliyordu:

"Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dine temessük etmişse terakki etmiş,
ne derece dinde zaaf göstermişse tedennî etmiştir. Başka din müntesipleri ise bunun aksinedir.
Meselâ Hıristiyanlığın kuvvetli zamanında temeddün [medeniyet] hâsıl olmamıştır.

"Cumhur-u Enbiyânın şarkta bi'seti [çoğu peygamberlerin şarkta gelmesi] kader-i


Ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyâtına din hâkimdir. Bugün İslâm dünyasındaki tezahürât
da gösteriyor ki, İslâm dünyasını uyandıracak, ilerletecek yine o histir. Şu da sabit olmuştur
ki, Türk milletini bütün öldürücü felâketlere, sarsıntılara rağmen yine o his muhafaza etmiştir.
Bu hususta biz, garba nisbetle, ayrı bir hususiyete malikiz. Türk milleti Müslümanın göz
bebeği, baş tacıdır. Ona göre, Türkiye'deki dinî riyasetin yalnız Türklerin değil, üç yüz milyon
arasındaki nûrânî rabıtanın ma'kesi, manevî istinadgâhı ve mededkârı olması gerekir. Bu da
ancak dinî riyasetin, ilim ve faziletleri âmmece müsellem zevattan mürekkeb ilmî bir şûrâya,
ilim ve din sahasında yüksek bir otoriteye sahip olması ile husule gelebilir.

"Zaman eski zaman gibi değildir. Fikirler inceleşmiş, aradaki münasebetler çoğalmış,
yeni yeni meseleler doğmuştur, Milletler türlü türlü cereyanlarla çalkantı halindedir. Garb
medeniyeti sarsıntılar geçiriyor. İslâm dünyası da müthiş bir fevzâ içindedir. Fikirler teşettüt
ve tezebzüb halindedir. Aradaki rabıtalar çözülmüş, içtihadlar dağılmıştır. Fâsid
medeniyetlerin tesiriyle ahlâkta da müthiş bir tedennî husule gelmiş, tehlikeli durumlar
varlığımızı tehdit etmeye başlamıştır.

"Böyle buhranlı zamanlarda İslâm milletinin manevî hayatı bir ferdin, bir şahsın
içtihadına terk edilemez. Fert haricî tesirâta karşı daha az mukavimdir. Haricî tesirâta
kapılmakla nice ahkâm-ı diniye fedâ edildi. Hem nasıl olur ki, işlerin basit olduğu, taklid ve
teslim cârî olduğu zamanda bile, velev ki intizamsız bir hey'et olsun, dinî riyaset kudretli bir
mühim şahıslara istinad ederdi. Şimdi ise,

sh»:(Sn.Şh.S.176)

iş besâtetten çıkmış, taklit ve ittiba gevşemiştir. Şahsî içtihadlara itimad kalmamıştır.

"Müslümanların dinî riyaseti öyle bir hale getirilmelidir ki, müessese-i celîle yalnız
Türkiye'de değil, bütün İslâm dünyasında feyzini saçsın. Bütün İslam dünyası ona itimat etsin.
Hem mutî, hem ma'kes vaziyetini almalıdır. Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı
vâhid idi.i O hâkimin müftüsü de onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih
ve tadil edebilirdi. Şimdi ise zaman cemaat zamanıdır. Hâkim o cemaatın ruhundan çıkmış,
sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, işte şûrâlar o ruhu temsil eder.

"Cemaatın ruhundan doğan böyle bir hakimin müftüsü de ona uygun olarak yüksek
ilmî bir şûrâdan doğan manevî bir şahsiyet olmak gerekir. Tâ ki sözünü her tarafa
işittirebilsin. Diyanete taallûk eden noktalarda cemaati sırât-ı müstakime, doğru yola sevk
edebilsin. Yoksa fert dâhi de olsa, cemâatın manevî ferdine karşı sivrisinek kadar kalır."

(N.Şahiner)
sh»:(Sn.Şh.S.177)

[]

Şeyh Bahit Efendi

ŞEYH BAHİT

(l854-l935)

"Ben Bediüzzaman'la münazara edemem"

Üstad Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat'ında geçen bir hâdise ve bir hatıra, İkinci
Emirdağ Lâhikası'nın sonlarında şöyle ifade edilmektedir:

"Hürriyetin birinci senesinde İstanbul'da Cam'ül'l-Ezher'in Reis-i Ulemâsı olan Şeyh


Bahit Hazretleri Eski Said'e sordu:

"Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?' O


vakit eski Said demiş: 'Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti
doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hamiledir. O da İslâm devleti doğuracak.' Şeyh Bahid'e
söylemiş. O allâme zat demiş: 'Ben de tasdik ediyorum.' Beraberinde gelen hocalara dedi:
'Ben bununla münazara edip galebe edemem."

Burada sözü edilen Şeyh Muhammed Bahit l854 yılında Mısır'ın Mutia şehrinde
doğmuştu. Keskin zekâsıyla bilinen Şeyh Bahit doğduğu kasabada Kur'an-ı Kerimi, takiben
de birçok dinî ve ilmî eseri hıfzetti. Şeyh Mehdi, Şeyh Abdurrahman Şirbini ve Cemaleddin
Afganî gibi zatlardan dersler aldı. Ezher'de okunan fıkıh, nahiv, hadis, usûl, tefsir, belâgat,
mantık ve hikmet kitaplarının büyük ekseriyetini, mezkûr hocaların yanında okudu. Çok
çalışkandı. Ezher Üniversitesini birinci derecede bitirdi. Daha sonra Ezher'de mantık, hikmet,
tevhid, fıkıh ve nahiv konularında dersler verdi. Çeşitli yerlerde kadılık yaptıktan sonra,
İskenderiye'de müfettiş olarak çalıştı. Sonra Mısır Şeriat Mahkemesi heyetinin âzası oldu ve
sonra da başkanlığını yaptı. Üç çocuğu olan Bahit Efendi birçok dinî eser kaleme aldı.

sh»:(Sn.Şh.S.178)
Şeyh Muhammed Bahit Efendi Mısır'a müftü olduğu zaman, Muhammed Abduh'un
bazı yenilikçi düşüncelerini tenkit etti.

"Bu mağlup olmaz bir dehâdır"

Şeyh Bahit l908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilânı günlerinde İstanbul'a geldi. O
günlerde elli dört yaşlarında, kâmil bir İslâm âlimiydi. Genç Bediüzzaman ise otuz yaşlarında
bir deha olarak bütün İstanbul âlimlerine-merhum Mahir İz'in tabir ve ifadesiyle-"Hodri
meydan!" nidalarıyla gürleyerek meydan okumuş, "Her suale cevap verilir" diye herkesi
munazaraya davet etmişti.

İşte tam bu günlerde İstanbul hocaları Mısır'ın büyük âlimi Şeyh Bahid'ten yardım
isteyerek, genç Bediüzzaman'ı ilmen mağlûp etmesi için, Ayasofya Camiinin yanında bir
çayhanede ikisini bir araya getirdiler. Genç Bediüzzaman, Şeyh Bahid'in suallerine verdiği
muhteşem cevaplarla feraset ve basiretini açıkça ortaya koydu. Şeyh Bahit, Bediüzzaman'ın
cevapları karşısında, "Ben bu gençle münazara edip de galebe çalamam, bu mağlûp olmaz bir
dehadır" dedi.

Mısır'ın büyük müftüsü Şeyh Muhammed Bahit ömrünün son yıllarında evinde dini
sualleri cevapladı. Şeyh Bahit Efendi l935'te vefat etti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.179)

[]

Çerkez Kabasakal

Mehmed Paşa

BEDİÜZZAMAN VE

KABASAKAL ÇERKEZ

MEHMET PAŞA
3l Mart hâdisesinin karışık ve iğtişaşlı günlerinde, bu isyanı ve bu kanlı anarşiyi
bastırmak için otuz yaşlarındaki genç Bediüzzaman, çok çalışıp, büyük gayret göstermişti.

Çeşitli topluluklarda yaptığı nasihatlarla ve cihandeğer konuşmalarla bu yangını


söndürmek için büyük fedakârlıklar yapmıştı.

Fakat bu gayretlerinden bir netice alamayınca, Koncaeli vilayetine doğru çekilmişti.


bu çekilişi Rifat Yüce, Kocaeli Tarih ve Rehberi ismindeki eserinde şöyle anlatmaktadır:

Bediüzzaman 3l Mart hâdisesini yatıştırmaya çalıştı

"Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilânından önce İstanbul'a gelmiş ve Meşrutiyet ilânından


sonra dahi İstanbul'da ikamet etmekte iken, şöhretinden bilistifade İstanbul'un çeşitli
gazetelerinde yazdığı yazılarla Meşrutiyetin faydalarını anlatıyordu."

Bediüzzaman'ın İzmit'e geldiği merkez-i umumîye soruldu, nezaret altına alınması


cevabı geldi.

Üstad Bediüzzaman 28. Lem'a'da "Hafız Tevfik'in Fıkrası'nın Tetimmesi" kısmında


İzmit'e çekilme meselesiyle alâkalı olarak şunları ifade etmektedir:

"İşte o tarihte l325 (l909) 3l Mart hâdisesi münasebetiyle, İstanbul'dan kaçarak


muvakkat bir zaman mücahede-i mâneviyeyi bırakmak niyetiyle Hareket Ordusundan firar
edip İzmit'e geldi."

O karışık günlerde, sanki Bediüzzaman da isyancıymış gibi, İz

sh»:(Sn.Şh.S.180)

mit'ten alınarak İstanbul'a getirilmişti.

Bütün mübarek ömrü boyunca asayişin, nizam ve intizamın taraftarı ve hizmetkârı


olan Bediüzzaman gibi bir şahsiyeti, bilemeyen nâdanlar, başkalarıyla kıyaslıyorlardı. İşte
bunlardan birisi de Mahmud Şevket Paşaydı.

Emirdağ Lâhikası'nın birinci cildinde Bediüzzaman, Mahmud Şevket Paşayla


karşılaşmasını şöyle ifade etmektedir:
"3l Mart hâdisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana
karşı fazla hiddetli iken.."

Mektubun devamında, Bediüzzaman, "Şevket Paşa gibi daha nice kumandanların


ileride, çıkacak ve bütün cihana yayılacak Risale-i Nurların heybetinden çekinerek bana,
birşey yapamadan geri çekilip karşımda durakladılar" meâlinde izahlarda bulunmaktadır.

Ne garip ve ibretlidir ki, Bediüzzaman'a muhatap olan, tâ ilk gençlik günlerinden beri
karşılaştığı, konuştuğu ve görüştüğü paşaların, akibetleri gerçekten incelenip, araştırılmaya
değer bir meseledir.

3l Mart hâdisesine karışan isyancılar birer birer toplanarak, bugünkü İstanbul


Üniversitesinin arkasında bulunan Bekir Ağa Bölüğü denilen hapishaneye atılıyorlardı.

Kocaeli'den İstanbul'a dönen Bediüzzaman'ı da, diğer mahkûmlarla beraber muhakeme


edilmek üzere, Bekir Ağa Bölüğüne kapatmışlardı. Hem de ağır ceza alabilecek idamlıkların
koğuşuna..

İşte Sultan II. Abdülhamid devrinin namlı paşalarından Kabasakal Mehmed Paşa ile
genç Bediüzzaman, Bekir Ağa Bölüğündeki idam hücresinde karşılaşmışlardı.

Bu hatıra ve tesbitleri 3l Mart hâdisesinde idam

[]

Hareket Ordusu Kumandanı Birinci, İkinci

ve Üçüncü Ordular Müfettişi Birinci Ferik

Mahmut Şevket Paşa

sh»:(Sn.Şh.S.181)

mahkûmlarının celladı Hasan ismindeki bir zabitin hatıra notlarından okumaktayız.

Kabasakal Paşanın hapishaneye getirilişi


Bu notların başında "Kabasakal tevkifhaneye nasıl getirilmiş, nasıl muhakeme edilmiş,
nasıl asılmıştı?" denmektedir.

Bu başlıktan sonra Cellat Hasan, notlarında şahit olduğu hâdiseleri şöyle anlatıyordu:

"İdam kararı mahkûmlara şifahen tebliğ edilmezken, Kabasakal'a mahkemede tebliğ


ettiler. Kabasakal hiç beklemediği bu karardan sonra kendini kaybetti. Padişahtan irade
bekliyordu.

"Bekir Ağa Bölüğüne geldiğimin ikinci günü idi. Yaşadığı zamanın meşhur bir
hafiyesi Kabasakal Mehmed Paşayı araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir
olan bu adam, jandarmalar arasında Bekir Ağa Bölüğüne giderken bile saraya giden bir nazır
gibi kemal-i azametle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu. Paşayı kapıda
biz karşıladık. içeriye girer girmez, bütün mevkuflar tecessüsle gözlerini istibdat devrinin bu
meşhur hafiyesi Kabasakal Paşaya çevirmişlerdi.

"Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş,
beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan
bu meşhur hafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanlarla dolu bu koğuşta biraz kendisini
şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selâm verdi. Huzuruna çıkmak bile
mümkün olmayan bu hafiye

[]

3l Mart'ta Cellat Hasan'ın Notlarından

sh»:(Sn.Şh.S.182)

ye etraftan mukabele ettiler ve selamını aldılar. Bazıları daha da ileri gittiler:

"Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukaddermiş dediler. Koğuş o kadar
kalabalıktı ki, burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ
tarafında bulunan odaya götürdük. Çünkü bu odada kimseler yoktu. Burada, Doğu Anadoluya
mektep yaptırmak için İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Kürdî yatıyordu.
"Bediüzzaman Şeyh Said, Kabasakal Mehmed Paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa
azametle içeriye girdi. Hâlâ azametli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla
bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini hâşâ küçük
dağları ben yarattım havasında gören bu istibdat heykeli küçüldü, inceldi, vaziyetini anladı ve
bir köşeye sindi.

"Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş,incelmiş yüksek bir
adam zannederdim. Ona mevkii ile mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu
debdebe ve haşmetin altında gizli olan, kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta
gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenememişti. Hâlâ kaba bir Çerkez şivesiyle konuşuyor, etrafına
emir vermeye çalışıyordu.

"Bediüzzaman Şeyh Said onu teselli etmek istedi:

"Müteessir olmayınız Paşam, bu da geçer' dedi."

Kabasakal Paşa kesik, boğuk bir sesle cevap verdi:

"Evet, öyle, insanın başından herşey gelip geçer."

"Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

"Kabasakal Mehmed Paşa ilk geceyi, sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört
saat bile geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince, sinirlenmeye, asabî buhranlar
geçirmeye başladı. Elinde bir tesbih, bir aşağı, bir yukarı geziyor, konuşmuyor; Şeyh Said'in
teselli edici sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki, vaziyetin vehametini
hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar
hayli zahmet çektik. O günden itibaren bir daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor,
elindeki tesbihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu.

Paşa, Bediüzzaman'ın verdiği zeytinleri yiyordu

"Şeyh Said, bu koğuşta her gün zeytin ekmek yerdi. Kabasakal Paşa böyle bir yerde
yaşamaya alışmadığı için, ne gelirken yemek

sh»:(Sn.Şh.S.183)
getirmiş, ne de burada yemek getirmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal Mehmed
Paşa geldikten sonra, Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birden bire kabarmıştı. Günde yüz dirhem
(Bir dirhem üç gram) zeytinle iktifa eden Bediüzzaman'a şimdi günde bir okka (bin iki yüz
gram) zeytin yetişmiyordu. Nihayet bu zeytini verirken sormaktan kendimi alamadım:

"Şeyh Efendi' dedim, 'ne çok zeytin yiyorsun?"

"Şeyh celalli bir tavırla yüzüme baktı. Derdini dökecek birisini arıyormuş gibi:

"Sorma' dedi. 'Benim yediğim filân yok, ben ancak üç dört tane yiyorum. Mütebakisini
bu herif ziftleniyor!"

"Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar, bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü?
Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle
zeytin, ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. l903 senesinde 3l3
kur'asının terhisi esnasında terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları
birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken, elinden pideyi
alarak yere atmış ve bağırmıştı:

"Böyle şey de yenir mi be herif, sende mide denilen şey yok mu?"

"Milletin halinden bu derece bîbehre olan bu mütekebbir Paşa şimdi zeytin ekmeğe de
merhaba demeye mecbur olmuştu.

"Kabasakal Mehmed Paşanın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı Harbe bir defa
sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkûmlara tebliğ
edilmezdi. İdama mahkûm olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna
götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki Divan-ı Harb, Kabasakal Paşa
hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

"Divan-ı Harpten çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı.
Kendisini aldık, doğru inşaat koğuşuna götürdük.

"Gece yarısı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk
bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam kararı vak'ası da
yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat
vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece bir
kaç kişi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki, yirmi dört saat kendime
gelemedimdi. Erte

sh»:(Sn.Şh.S.184)

si günü idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti. İkinci
olarak da, Kabasakal Paşanın idamında bulunacaktım.

"Elimde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki
elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyuyamamış, hatta yatmaya bile
lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail görmüş gibi yerinden sıçradı. biraz
sendeledi, az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir nefere, bir
bana baktı.

Bediüzzaman, Kabasakal Paşanın mâneviyatını kuvvetlendirdi

"Aynı koğuşta olan Bediüzzaman Şeyh Said, Kabasakal Mehmed'e mâneviyatın


kuvvetlendirici sözler söylemeye başlamıştı. İdamın hayatın sonu demek olmadığını, ölümün
son demek olmadığını anlatıyordu. Birgün büyük hesap gününün mutlaka geleceğini, metin
olması lâzım geldiğini ona telkin ediyordu. Ama Paşa ise sanki bunları hiç duymuyordu.

"Başını kaldıran Kabasakal Paşa, bize hitaben:

"Ne o evladım, beni de mi idam edeceksiniz?" diyebildi.

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç
düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirememişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?

"Paşa bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

"Bu saatte mi?' dedi. 'Yarını bekleyiniz gün olsun"

"Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat bir kaç dakika olsun kazanmak
istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum.

"Korkmayınız Paşam' dedim. 'Sizi, zabitan koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil.'


"Filhakika zabitan koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için zabitan
koğuşuna girer girmez, Paşa işi anladı. Yalvarmaya başladı.

.......

"Kabasakal Mehmed Paşa asıldıktan sonra Bekir Ağa Bölüğüne bir korku havası
çökmüştü.

"Ertesi gün ziyaret günüydü. Ziyaret günü bütün koridorlar baştan başa ziyaretçilerle
dolardı. Onun için her mevkufu ayrı ayrı tarassut altında bulundurmak mümkün değildi.
Maamafih umumî

sh»:(Sn.Şh.S.185)

surette nezaret etmet vazifemizdi.

"O gün de Bediüzzaman Şeyh Said Kürdî'nin ailesi kendisini görmek üzere tam sekiz
defa gelmişti. O günde münhasıran onlarla meşgul olmuştum. Yine Said Kürdî'nin ailesi,
kendisini görmek üzere gelirken, kapı tarafından telaşlı seslerle çağrıldığımı işittim."

***

[]

Resimde görülen Bekir Ağa Bölüğü (Hapishanesi) l950 senesinden sonra yıkılmıştır.

İstanbul Ansiklopedisi'nin uzun Bekir Ağa Bölüğü maddesinden kısaca bir nakilde
bulunarak, bu meşhur hapishaneyi tanıtmaya çalışalım:

"Beyazıt'ta Yangın Kulesi'nin hemen yanı başında bulunan İstanbul Üniversitesi


merkez binası, evvelâ Seraskerlik ve sonra Harbiye Nezareti iken ayni avlu-meydanda, bu
binanın şimâlinde bulunan askerî tevkifhane binasına takılmış olan isimdir ki, bu adı ilk
müdürü olan şiddet ve zulmü ile meşhur Bayındırlı Binbaşı Bekir Ağa'nın adından almıştır.
Bu bina tarihimizde en acı hatırasını, ikinci meşrutiyet devrinde İttihad ve Terakki Fırkasının
koca Türkiye İmparatorluğunu izmihlâle götüren diktatörlüğü zamanında bırakmıştır. o devrin
Bekir Ağa Bölüğü tevkifhanesi müdürü olan Salim Bey de orta çağın engizisyon zindanlarını
hatırlatacak bir sima olmuş, siyasî maznunlar üzerinde sık sık tatbik ettiği el ve ayak
tırnaklarını sökme işkencesinden ötürü: "Tırnakçı Salim" diye şöhret bulmuştur.

Ansiklopedi Bekir Ağa Bölüğü ve orada yaşanılan hatıralarla ilgili olarak çeşitli kitap
ve hatıralardan da bahsetmektedir.

3l Mart hâdisesinin Cellal Hasan'ın bizim elimizdeki bahisle alâkalı notları burada
bitmektedir.

sh»:(Sn.Şh.S.186)

Mehmet Feyzi Efendinin anlattıkları

Rahmetli Mehmed Feyzi Ağabeyi vefatından altı ay evveline kadarki son ziyaretime
kadar, muhtelif tarihlerde, muhtelif arkadaşlarla ziyaret edip, ellerini öperek, istifade edip,
feyizyab olmuştum. Yalnız tek başıma ziyaretlerim de olmuştu.

Bu ziyaretlerimin birinde Mehmed Feyzi Ağabey şu hatırayı anlatmıştı: "Üstad


Bediüzzaman genç yaşında uzun zaman kayıplara karışıp da bir haber alınamayınca babası
Sofi Mirza Efendi, tâ Van'dan kalkarak İstanbul'a kadar evladı genç Said'i aramaya gelmişti.
3l Mart'ın celladı Hasan'ın 'ailesi ziyarete geldi' diye bahsettiği şu şekilde olmuştu."

Genç Bediüzzaman, Bekir Ağa Bölüğünde hapis olduğu günlerde, iki zabit hiç bir
sebep yokken gelip Bediüzzaman'a hakaret etmek istemişlerdi. Bu meseleyle alakalı olarak,
Sikke-i Tesdiki Gaybî'de şöyle bir parça okumaktayız:

"Divan-ı Harb-i Örfide kendi idam kararımı beklerken, sebepsiz, kalbsiz, rütbeli iki
adam, mahpus olduğum koğuşa tahkir için geldikleri zaman, gayet acib bir surette söylediği o
hâle mahsus bir şetmi (Daha sonraki senelerde Isparta hayatında) üç defa zalim ve garazkâr
ehl-i dünyaya karşı sarfetmişti."

Bu hâdiseyle alakalı olarak Ahmet Tanyeli, merhum Zübeyir Gündüzalp'dan naklen


şunları anlatmaktadır:
"Sıcak bir yaz günü, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi isimli eseri tashih
ediyorduk, matbaaya basılmak için ulaşacaktı. Bu vesileyle Zübeyir Ağabey bizlere şunları
anlatmıştı:

"Üstad Hazretlerini 3l Mart'ta İstanbul Üniversitesinin altındaki bodruma (Bekir Ağa


Bölüğü Hapishanesi) koymuşlardı. Oradaki koğuşlarda bulunan diğer mahkûmlara dayak
atarlar ve işkence yaparlarmış. Onların sesleri her taraftan duyulurmuş. Bu arada Üstad
Bediüzzaman'ın kapısı da açılarak, ona da hakaret ederek zulmetmek isterler. Üstad
Bediüzzaman orada bulunan bir kürsüyü kaptığı gibi, kapıyı açan adamlara ve zaptiyelere
karşı gök gürlemesi bir sesle: 'Ey ekbekül küpekadan tekepküp etmiş köpekler!' diye
gürleyerek üzerlerine yürüyünce, genç Bediüzzaman'ın bu hücumu karşısında, adamlar ne
olduğunu anlayamadan dehşet içinde kaçmışlar. Bir daha da taciz edememişler. Diğer
mazlumlara da zulmetmekten vaz geçmişler"

Başka tesbitlerimde ise genç Bediüzzaman bu zalim zabitlere: "Defolun!" diye


gürlemişti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.187)

[]

H.Hasan Sarıkaya

H.HASAN SARIKAYA

"Resulullah sanki yanıbaşındaydı"

Hasan Efendi H. l287'de Çankırı'nın 30 kilometre uzaklıkta Yapraklı köyünde


doğmuş, doğduğunda ezan okur gibi eli kulağındaymış. Bunun üzerine, ebesi ve âlim zatlar
onun bu halinin iyi bir hoca olacağına delâlet ettiğini söylemişler.

Sekiz yaşında Kur'ân-ı Kerim'i hatmeden, on beş yaşında da hıfzını ikmal eden Hacı
Hafız Efendi dayısından ders okumaya başlamış. Yirmi yaşında Hicaz'a gitmiş. O zamanın
Mekke Şerifinin evine dâvet edilmiş. Gayet güzel Kur'ân-ı Kerim okuduğunu gören Mekke
Şerifi kendisine hususi iltifatlarda bulunmuş.

Daha sonra İstanbul'a dönüp çeşitli medreselerde dinî, ilmî tahsiline devam etmiş.
Bilhassa Tokatlı Hacı Şakir Efendiden uzun uzun dersler okumuş ve icazetini ondan almış.
Güzel sesinden dolayı İstanbul'da o zamanlar "Altın Sesli Hafız" diye tanınmış. Bu arada
Sultan Abdülhamid Han'a sabah namazı imamlığı yapıyormuş. Menhus 3l Mart hadisesinde
sarayda imiş. 3l Mart'ı İngilizlerin hazırladığını uzun uzun anlatırdı. O zaman Müslüman
olmadıkları halde Müslüman görünen ve Selânik'ten gelen münafıklar Galata Köprüsünün iki
tarafından koca koca kazanlarda pilâv pişirip halka dağıtmışlar ve türlü türlü taktiklerle halkı
aldatmaya çalışmışlar.

O sıralarda Üstad Bediüzzaman, Eşref Edip, Ömer Nasuhî Bilmen ve diğer bazı
zevatla Fatih Medresesinde temaslar ve sohbetlerde bulunan Hacı Hafız Efendinin hatıralarını
oğlu Visalî Bey bize not ettiği defterden nakletti. Çankırı eşrafından hayırsever, gayretli bir
müslüman olan Visalî Bey, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile alâkalı defterindeki
notları büyük bir zevkle ve muhabbet

sh»:(Sn.Şh.S.188)

le okuyor, biz de aynen kaydediyorduk.

"Birgün ulemâ Fatih Camiinin avlusunda bir mevzuu münakaşa ediyorlardı. Fakat bir
türlü birbirlerini tatmin edip meseleyi halledemiyorlar. Mevzu sarahate ve vuzuha
kavuşamıyordu. Münazaralar devam edip gidiyordu. Tam o sırada, başında külâhı, üzerinde
şaldan bir elbise, basit bir kıyafetle Bediüzzaman oraya geldi. Ben kendisini tanıyor, ilmî
meselelerindeki vukufiyetini biliyordum. O şekilde durumu temâşa edip dinledim.

"Bediüzzaman ulemaya; 'Nedir bu mevzu, ben de bileyim, bana da anlatır mısınız?'


dedi.

"Üzerindeki basit kıyafeti gören ulema, 'Çoban efendi, senin aklın bu işlere ermez. Sen
geç, işine bak' dediler.
"Bediüzzaman bu cevaba hiç aldırmadı. Mevzuyu ele alıp âyet ve hadislerle öyle güzel
izah edip halletti ki, herkesin ağzı hayretten açık kaldı. Bütün ulemâ o mesele hakkında tam
bir kanaat sahibi oldular. Âyetleri o kadar güzel izah ediyordu ki; sanki o âyet indiğinde
Bediüzzaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanı başında idi. Bu izah üzerine
âlimler, 'Yaşta küçük, ilimde büyüksün, elini öpelim' dediler.

"Bediüzzaman da, 'Lüzum yok' deyip, gayet mütevaziyane oradan ayrıldı."

***

Diğer bir hatıra da şöyle:

"Bir gün Şeyhülislâm bir mesele hakkında yanlış bir fetva verir. Bunu duyan
Bediüzzaman hemen Meşihat Dairesine gider. O zaman Şeyhülislâmı görüp ziyaret etmek bir
hayli merasime tâbi. Bediüzzaman aşağıda kapıda bekleyen nöbetçilere, 'Bana Şeyhülislâmı
gönderin' der.

"Nöbetçiler de, 'Oğlum, git işine, başımıza belâ olma. Şeyhülislâmı görmek için daha
on yerden geçmen lâzım. Sen tutmuş, Şeyhülislâmı ayağına istiyorsun' demişler.

"Bu sırada Şeyhülislâm pencereden Bediüzzaman Hazretlerini görüyor. Ve telâşa


kapılıp, 'yine bir yanlış iş yaptık galiba' deyip aşağı iniyor. Ve Bediüzzaman'a hürmet edip
kendisini yukarı götürüyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kendisini yanlış fetva verdiğinden
ikaz ediyor ve fetva verilen meseleyi izah ediyor.Bu ikaz üzerine Şeyhülislâm fetvayı düzeltip
özür diliyor.

"Bu durumu gören kapıdaki müstahdem ve nöbetçiler hayrette kalıyorlar."

***

sh»:(Sn.Şh.S.189)

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hayatına ait bu iki hatırayı nakleden
Visalî Bey, merhum pederi Hacı Hafız Efendinin tarihçe-i hayatını anlatmaya devam etti.
"Peder icazet aldıktan sonra alay müftülüğü için açılan imtihana hocasından habersiz
giriyor. Birincilikle kazanıp, Edirne'ye gitmeden evvel kendisini yetiştiren hocası Tokatlı Hacı
Şakir Efendiye gidip 'Elinizi istiyorum' diyor.

"Hocası; 'Oğlum, tembel talebeleri alay müftüsü yaparlar. Ben alay müftüsü olmana
izin vermiyorum. şderhal memleketine git. Orada medrese açıp talebe yetiştir. Pek yakında
medreseler kapanacak, dinî tedrisat kaldırılıp yasaklanacak. Sen git, şimdiden talebe
yetiştirmeye çalış. Hiçbir şeyden yılma' diyor.

"Bunun üzerine H.Hafız Efendi Çankırı'ya geliyor. Ve doğduğu köy olan Yapraklı'da
l4 odalı Niyaziye isminde bir medrese inşa ediyor. Medreseyi kendi üzerine topuluyor,
yüzlerce talebeye ders vermeye başlıyor. Bu yüzden çeşitli takibata mâruz kalıyor. 8 - l0 defa
mahkemeye veriliyor. Evi defalarca mâlûm idare zamanında basılıyor. Ama Hacı Hafız
Efendi yılmıyor ve talebe yetiştirmeye devam ediyor. Nihayet l946'da fahri vesikalı Kur'ân
kursu hocalığına tayin ediliyor. l948'de dinî siyasete âlet ediyor bahanesiyle vesikası elinden
alınıp 300 kadar talebesi dağıtılmak isteniyor. Fakat kanunî mevzuata, hükümlü mâlûmana
vâkıf, cesur, metin ve ikna kabiliyetine haiz Hacı Hafız Efendi bu badireden de kurtulup
talebe yetiştirmeye devam ediyor.

"Halen yetiştirdiği binlerce talebesi çeşitli yerlerde imam-hatiplik, Kur'ân kursu


hocalığı yapmaktadırlar. Ve her biri ayrı bir kıymet olan talebeleri çalışkan ve memleketin en
dürüst insanları olarak vazife görüyorlar."

Visalî Bey, pederinin çok takdire şayan ibretli ve gözlerimizi yaşartan bir faziletini de
şöyle anlattı:

"Ben de ölümünden sonra vakıf oldum. Talebelerinin çoğunun maişetini kendi temin
ederdi. Eğer anne ve babalar 'Oğlum gelsin, üç ay çalışsın. Çalışmaya ihtiyacımız var' diye
istidatlı bir talebeyi götürmek isterlerse onlara, 'Oğlun bu zaman zarfında ne kadar kazanır?'
diye sorup, aldığı cevaba göre, 'Alın size bu parayı ben veriyorum, bu çocuğu bana bırakın,
onu okutacağım' demiş."

"Bu asrın müceddidi"

Üstad Bediüzzaman Hazretlerini iki sefer Kastamonu'da ziyaret etmiş. Yakınlarına ve


yetişkin talebelerine "Bu asrın imam ve mü
sh»:(Sn.Şh.S.190)

ceddidi Bediüzzaman Hazretleridir" deyip Risale-i Nur Külliyatını okumalarını tavsiye


edermiş. Ve oğluna defalarca,

"Oğlum Bediüzzaman'ı nasıl bilirsin?" diye sormuş.

"âlim bir zat..." cevabını alınca,

"Yok oğlum, o sadece âlim değil. Her asrın bir müceddidi var. Bu asrın müceddidi de
bu zattır. Onu öyle lâlettayin bir âlim olarak bilmeyin" dediğini oğlu Visalî Bey bize nakletti
ve devamla,

"Ona 'Kitap yaz,' dediğimizde 'Yeniden kitap yazmaya lüzum yok. Her meseleye ait
kitap var. Bunları takip etsek yeter. Niçin vaktimi boşa harcayayım'derdi.

"Vefat edinceye kadar sıhhatinden, aklından ve hafızasından bir şey kaybetmedi. l00
yaşında olduğu halde talebe okutmaya devam ederdi. Nihayet prostat hastalığından l7 Nisan
l970'de vefat etti. Cenazesi binlerce Çankırılı tarafından eller üstünde tekbirler, tehliller ve
salâvatlarla kaldırıldı. Yetiştirdiği hafızlar günlerce ruhuna yüzlerce hatim indirdiler."

Ne mutlu böyle ölüme!

Allah ganî ganî rahmet eylesin. Amin.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.191)

[]

İsmail Hakkı Uzunçarşılı

İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI


Ord.Prof.İsmail Hakkı Uzunçarşılı, l888'de İstanbul'da doğdu. l927-l950 yılları
arasında milletvekilliği yaptı. Osmanlı tarihiyle alâkalı çok değerli eserleri vardır. l977'de
vefat etti.

"Bediüzzaman'ı sormaya gittim"

l977 yılında Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'yı Topkapı Sarayı arşiv dairesinde
çalışırken buldum.

Kendisi gibi iki yaşlı ilim adamıyla birlikte, arşiv dairesinde vesikalar üzerinde
çalışıyorlardı. Arşiv kataloğunu hazırlıyorlarmış.

Sessiz kütüphanede Osmanlının yaptığı hizmetlerin, el yazması eserlerin, henüz


kataloğunun hazırlanması bitmemişti.

Aynı çalışmalar Başbakanlık Arşivinde de yapılıyormuş. Bu konu ile ilgili bir arkadaş,
aynı tempo ile çalışmakla sadece Başbakanlık Arşivindeki vesikaların tanzimi ve kataloğunun
hazırlanması ancak ikiyüz sene sonra tamamlanabilecekmiş, diye anlatıyordu.

Yaşlı birtarihçi olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlıların son devrinden kalma bir
zat olduğuna göre, Bediüzzaman Said Nursî'yi mutlaka tanırdı. Bu sebeple kendisinden
Bediüzzaman'ı sormaya gitmiştim.

Kendilerine önce Bediüzzaman'ın hayatıyla alâkalı çalışmalarımdan anlattım ve bilgi


verdim.

Geniş ilminden, yüksek zekâsından sitayişle bahsederlerdi

Gerçek bir ilim adamı centilmenliği ile dinledi. Uzun yaşına rağmen hafıza, dimağ ve
zihni mükemmeldi. Sadece kulağı zor işitiyordu.

Dikkatle dinledi. Bahsimizle alâkalı olarak bana şu bilgileri verdi:

sh»:(Sn.Şh.S.192)

"Üniversitenin Mercan tarafındaki kapısından sık sık geçerdim. Mercan İdadisinde


talebeydim. O günlerde kendisini Beyazıt'ta görürdüm. Arkasında kendini koruyan
muhafızları ve fedâileri vardı. Bu dediğim II. Meşrutiyet yıllarıydı. Genç, uzun boylu, gür
bıyıklı ve yakışıklı bir kimse midi. Bediüzzaman diye anılıyordu.

"Biz küçük ve talebeydik. Kendisi, devrin tanınmış uleması ile görüşürdü. Güzel bir
adamdı. Allah rahmet eylesin...

"Ben talebe olduğum için Kütüphane-i Umumi'ye gider gelirdim. Bediüzzaman da


oraya kahvehaneye gelirdi. Bu şekilde bir çok defalar görmüştüm. Fakat küçük olduğumdan
konuşamadım.

"O zamanki hatıram olarak şunu da söyleyeyim: Bediüzzaman'ın ilminden,


faziletinden bahsederlerdi. Ben de kulak misafiri olarak bulunur ve dikkatle dinlerdim.
Kendisinin arkadaşları büyük âlimlerdi, teması hep onlarla olurdu.

"Mercan, o devirde en büyük liseydi. Çiftesaraylar'daki bu lisede okuyordum. Şöhreti


çok yaygındı.Said-i Kürdî derlerdi.

"Geniş ilminden, yüksek zekâsından sitayişle bahsederlerdi.

"Ben ayrı sahada yetiştiğim için eserlerini okuyamadım.

Ord.Prof.Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile olan sohbetimize değer yaşlı kütüphaneci
ilim adamları da kulak misafiri olup, arada-sırada iştirak ediyorlardı.

Topkapı Sarayınınn sessiz-sakin arşivinden mezkûr tesbit ve hatıralarla ayrıldım.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.193)

[]

Abdülaziz Çaviş

ABDÜLAZİZ ÇAVİŞ

(l876-l929)
El-Ehram'da Bediüzzaman hakkında yazı yazdı

iskenderiye'de doğan Abdülaziz Çaviş'in babası Faslıydı. Camiü'l-Ezher'de okudu.


Mısır hükûmeti onu İngiltere'ye tahsile gönderdi. Oxford Üniversitesi Arapça hocalığı yaptı.
Mısır'a dönünce İngilizlere karşı olan Mustafa Kâmil'in partisine girdi. l9l0'da El-Hidâye
dergisini çıkarmaya başladı. l9l2 yılında Türkiye'ye geldi. El-Hidâye'yi ve Hilâl-i Osmanî
dergilerini çıkarttı. Camilerde dersler okuttu. Trablusgarb harbi başlayınca elinden gelen
yardımı yaptı. l9l3'te Mısır hükûmeti mahkeme için onu geri çağırdı. Çünkü İngilizlerin
aleyhinde Mısır'da beyannameler dağıtmıştı. Türkiye onu Mısır'a gönderdi. Mahkeme de
beraat edince yine Türkiye'ye geldi. l9l5'de İngilizleri Mısır'dan çıkarmak için yapılan Kanal
Seferinin hazırlanmasında gayret gösterdi. Birinci Cihan Harbi sırasında Almanya, Türkiye ve
Suriye'de bulundu. İngiliz, Fransız ve Rus ordularının bozgunu için her çareye baş vurdu.
Tunuslu Salih Şerif ile bütün İslâm dünyasına beyannameler dağıttı. Âlem-i İslâmın esaretten
kurtulması için büyük gayretler gösterdi. Davet üzerine yine Türkiye'ye geldi. Darü'l-
Hikmeti'l-İslâmiye Telif ve Tedkikat-ı Şer'iyye Encümeni âzası idi. Bu esnada Bediüzzaman
Said Nursî'yi tanıdı. Cumhuriyet devrinde de Şer'iyye Vekâleti Tedkikat ve Telifat-ı İslâmiye
Heyeti âzası ve reisi oldu. l924'te Mısır'a döndü. Maarif vekâletinde vazife aldı. Genç
Müslümanlar Cemiyetinde bulundu. l928'lerde, Mısır'ın El-Ahram gazetesinde çıkan bir
yazısıyla alâkalı olarak, ilk devre Erzurum milletvekili Salih Yeşil, Dahiliye Vekili Hilmi
Uran'a hitaben l948'de yazdığı bir yazıda şunları ifade ediyordu:

"Şair-i meşhur Âkif Bey merhumun rivayetine nazaran, Mısır'ın

sh»:(Sn.Şh.S.194)

en maruf ulemâsından olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulunan


üstad-ı âzam Abdülaziz Çaviş'in yirmi küsur sene evvelisi El-Ehram ceridesindeki Said
hakkında yazdığı 'Fatînü'l-Asır' başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim
adamları, bu zatın fıtraten ilmî kudretini ve ilâhî mesleğini takdir edebilirler."

İngiliz Anglikan Kilisesinin İslâm hakkında sorduğu suallere cevaplar vermiş, bu


cevapları Anglikan Kilisesine Cevap ismiyle neşredilmiştir.
sh»:(Sn.Şh.S.195)

[]

Mustafa Bolay

MUSTAFA BOLAY

Öğretmen Mustafa Bolay, l89l yılında Konya'nın Hadım kazasının Bolay köyünde
doğdu. Birinci Cihan Savaşında çarpıştı. Ruslara esir düştü. Bediüzzaman'ın esaret
arkadaşıdır.

Ona meşhur Said derler

Mustafa Bolay'ın yaşından umulmayacak kadar dinç ve kuvvetli bir hafızası var.
Hatıralarını dinlemek istediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti. Bediüzzaman Said Nursî ile
ilgili hatırladıklarını bize şöyle anlattı:

"Ben Bediüzzaman'ı Balkan Harbinden önce tanımıştım. O zaman İstanbul'da


talebeydim. l9ll senesinin Temmuz ayında İstanbul'a gitmiştim. O zaman, hemen hemen
İstanbul'da Onu tanımayan yok gibiydi.

"Sultanahmet taraflarında çok bulunurdu. Başında sivri bir külâh, belinde bir hançer,
allı, yeşilli bir elbisesi vardı. 'Meşhur Bediüzzaman' diye herkes Onu bilir ve tanırdı.

"Ben de ilk gördüğümde yanımda bulunan ağabeyim İsa'ya 'A... Şu zat kim?' diye
sordum. Ağabeyim de o zaman talebeydi.

"Sus ayıptır... Ona meşhur Said derler, lâkabı Bediüzzamandır' dedi. 'O böyle bir
âlimdir ki, İstanbul'da Onun karşısına çıkacak kimse yoktur' dedi.

"Daha sonra Birinci Cihan Harbi patlayınca, beni Yakacık talimgâhından Kafkasya'ya
sevkettiler. Harpler esnasında Erzincan'ın kuzeyinde Ruslara esir düştüm. Kalçamdan
şarapnel yarası almıştım. Ruslar bizi dört atlı arabalarla Trabzon'a götürdüler. Onbir gün
yaramıza bakan olmadı, ızdırab içinde kıvranıp duruyorduk. Nihayet bizi Batum'a götürdüler.
Batum'da hastanede seksenbeş gün yattım ve tedavi gördüm. Oradan karargâha, sonra Tiflis'e
götürdüler. Tiflis'te de onbeş gün kaldım.
sh»:(Sn.Şh.S.196)

"22 Temmuz l9l6'da Rusların eline esir düşmüştüm. Nihayet bizi Volga kenarındaki
bir Rus şehri olan Kosturma'ya gönderdiler. "İşte, Balkan Harbi yıllarında İstanbul'dan
tanıdığım Bediüzzaman Said Nursî'yi ikinci defa, esarette Kosturma'da gördüm. Kendisiyle
Kosturma'da altı ay beraber kaldım. Orada bir yaz geçirdim. Daha sonra Norini Gulabiç'e
sevkettiler. Obi Nehri üzerindeydi.... Orada da üç ay kaldım.

"Esaretten kurtuluşum da, yine bir Temmuz ayında oldu. 7 Temmuz l9l8'de Salib-i
Ahmer (Kızılhaç) treniyle Varşova'ya geldim. Bediüzzaman çok mehabetli bir şahsiyetti.
Onun heybetinden insan korkardı. Yanına kolay kolay herkes yaklaşamazdı. Onu öldürmek
istemişler. Bizim bulunduğumuz kampa Rus Albayı (Askerî Şube Reisi) getirdi kendisini."

Abdurrahman Nursî'nin yazdıkları

Mustafa Bolay'ın anlattıkları, Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman Nursî'nin


yazdıklarını teyid etmektedir. Abdurrahman Nursî, bu esaret olayı ile ilgili, bizzat amcası
Bediüzzaman'dan dinlediğini şöyle ifade ediyor:

"Amcamı, Van, Culfa, Tiflis, Kiloğrif ve Kosturma'ya sevkettiler. Bu yollarda maruz


kaldığı tehlikeleri, (hattâ birkaç defa Rus zabitleri öldürmek istemişler. Öldükdükten sonra da
intihar etti diye zabıt tutacaklarmış) ben bütün bunları tafsilâtıyla yazmak istedim. Fakat
kendisi müsaade etmediği için kısa kestim."

Yine Abdurrahman Nursî bu konuya başka bir münasebetle temas ederek, şunu
yazıyor:

"Pasin cephesinde, büyük musibet ve felâketlere uğramıştık. Gerek harpler esnasında,


gerek esarette çektikleri zahmet ve eziyetleri yazmaya teşebbüs ettim. Birinci Cihan Harbinin
aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadı. Binaenaleyh gayet kısa yazmaya
mecbur oldum."

"Türkî molla"

Yine Mustafa Bolay'ı dinlemeye devam edelim:


"Üsteğmen Ahmet Efendi vardı. Kendisine hizmet ederdi. Bazen camide Mesudiyeli
Abdurrahman Efendi imamlık yapardı. Ekseriyetle imamlığı kendisi yapardı. Rus askerleri ve
subayları da ona karşı hürmetliydiler. "Türkî Molla! Türkî Molla!' diye bahsederlerdi.

"Normal zamanlarda bizim gibi bir adam sanırdık. Fakat ilmî

sh»:(Sn.Şh.S.197)

meselelere gelince birden lisanı değişiyordu. Birgün sohbette Kur'ân-ı Kerim'in


tercüme meselesi konuşuluyordu.

"Hakiki tercümenin mümkün olmadığını ifade etti.

"Nikola kampa geldiğinde sen orada mıydın?"

"Bu esaretten yıllar sonra, kendilerinin emirdağ'da olduğunu işittim. Bu sıralarda,


Kosturma'da Rus kumandanına karşı ayağa kalkmadığını duymuştum. Bu hâdiseyi bir de
kendisinden dinlemek istedim. emirdağ'da sohbetimiz sırasında, bana, 'Kardeşim, Nikola
kampa geldiğinde sen de orada mıydın? Aramızda geçen hâdiseyi sen de gördün mü?' dedi.
Ben, 'Görmedim, fakat duydum, hocam' dedim. Böylece kendisinden bizzat öğrenmek
istediğim mesele de aydınlığa kavuşmuş oldu."

sh»:(Sn.Şh.S.198)

[]

Hâfız Ali Reşad

HÂFIZ ALİ REŞAD

Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden

l899 yılında doğan Hafız Ali Reşat Efendi l980 yılının l6 Temmuz'unda Ramazan
ayında vefat etti. 8l yaşında vefat eden bu zât Gümülcine'de defnedildi.

[]
Merhum Hafız Ali Reşad, 20 Nisan l958 tarihli

mektubunda, çalışmaları hakkında bilgi veriyor,

Üstadın hatırını soruyordu.

Bediüzzaman'ın eski talebelerindendi. l922 yılında l50'liklerden olarak memleketi terk


etmişti. Yunanistan'ın Gümüşcine şehrinde yaşıyordu. Bediüzzaman'a olan bağlılığını
Konferans Risalesinde bulunan şiirlerinde ifade etmektedir.

Samsun'un Çarşamba kazasına bağlı Terme nahiyesinin Emiryusuf köyünde dünyaya


gelmiştir. Çarşamba Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra İstanbul Darülfünununu bitirmişti.
Arapça, Farsça, Faransızca, Yunancayı da az olarak biliyordu.

İstanbul'un işgali ve mütareke yıllarında Bediüzzaman'la beraberliği oldu.


Gümülcine'de Peygamberler Binası, Muhafazakâr ve Yol isimli mecmuaları neşredilmiştir.
Tarihçe-i Hayat'ta talebeleriyle birlikte fotoğrafı bulunmaktadır.

Hamid Aytaç

Hattat

HÂMİT AYTAÇ

"Tevafuklu Kur'ân Şaheserdir"

Diyarbakır, yakın tarihimizde ilim, fikir ve sanat sahasında çeşitli kıymetler yetiştirmiş
olan bir vatan burcudur. Bu kıymetlere Süleyman Nazif'ten sonra hat üstadı Hâmit Aytaç da
katıldı. Hâmid Aytaç diğerlerinden farklı olarak İslâm âlemi, hattâ dünya çapında bir şöhrete
sahip oldu.

Memleketimizde ve İslâm dünyasının çeşitli beldelerinde Hattat Hâmid Aytaç


Hocanın talebeleri bulunmaktadır. Nice evlerde, ellerde, arşivlerde ve kolleksiyonlarda Hâmid
Aytaç'ın yüzlerce şâheseri vardır.

[]
Hattat Hâmit Aytaç'ın bir eseri

"Yâ Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî."

[]

Hâmit Hocanın "Said Nursî, Mirza,

Nuriye" yazılı bir tuğrası.

Bediüzzaman'ın Barla'da iken talebelerine yazdırdığı tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm'i


Hâmid Hoca, o güzel kalemiyle eşsiz bir şâheser olarak asrımıza hediye etmiştir.

Hâmid Hoca l9ll yıllarında İstanbul'da bulunan Bediüzza

sh»:(Sn.Şh.S.200)

man'la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman'la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip


tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş'ta
yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman'ın hazırlamış
olduğu bir hitabeyi okur.

Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti.
Bediüzzaman'ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak,
Hâmid-i Âmidî'ye, Diyarbakır'ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur.

Hattat Hâmid Bey tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm mevzuunda şunları ifade ediyordu:

"l9ll yazında İstanbul'da görüştüğüm, iltifatına mazhar olduğum Bediüzzaman Said


Nursî'nin tevafuk esasına göre tertip ettiği bu tarz, Kur'ân-ı Kerîmin mucizeliğini, ebedîliğini,
Hak Kelâmullah olduğunu, daha da net ve çok iyi bir şekilde gözlere gösteren bir tertip
tarzıdır."

İslâm-Türk yazı sanatının son hattatı ve son üstadı sayılabilen Hâmid Aytaç'ın bu
eseri, bir sanat şaheseri ve mukaddes kitabımızın ebedîliğinin pek çok delillerinden birisi
olarak,kalbimizi, aklımızı ve hânelerimizi tezyîn edip süsleyecektir.
Mekke'de bu tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi gören bir islâm âlimi, "Kur'ân Mekke'de
indirildi, ama İstanbul'da yazıldı" sözünü hatırlatarak, "Ben bu sözün sadece Osmanlılar
devrine ait olduğunu zannediyordum. Fakat Hattat Hâmid'in bu şâheserini görünce, bu
hakikatın kıyamete kadar devam edeceğine bütün kalbimle inandım" demiştir.

Hattat Hâmid Hoca, hattatlar için söylenen, "Nefes almadan veya az nefes alarak yazı
yazdıkları için, uzun ömürlü olurlar" sözünün güzel bir misâli olarak doksan bir yaşına kadar
yaşamıştır.

Hayatının son senesini, Bediüzzaman'ın talebelerinin müşfik alâkaları ve şefkatleri


arasında geçirdi. l9 Mayıs l982'de vefat etti.

sh»:(Sn.Şh.S.201)

[]

Enver Paşa

ENVER PAŞA

"Damat ve yaver-i hass, hazret-i şehriyari Enver" şeklinde kartviziti olan Enver
Paşayla, Risale-i Nurun tercümanı Bediüzzaman Said Nursî'nin tanışmaları ve dostlukları tâ
İkinci Meşrutiyet senelerinde başlamıştı.

Bütün hayatında tezatsız ve tenakuzsuz rehber bir şahsiyet olan Bediüzzaman,


ömrünün ilk senelerinden beri hürriyetçi ve "meşrutiyet-i meşrua" taraftarı olan "Çağımızda
Bir Asrı Saadet Müslümanı'ydı.

[]

Enver Paşa'nın, Hattat Hamit Aytaç

tarafından yazılan kartviziti: "Damat ve

yaver-i hass Hazret-i şehriyari Enver

baş kumandanlık erkan-ı harbiye reisi


ve harbiye nazırı.

Muhterem doktor Cahit Öney "Meşrûtiyet" başlıklı bir dörtlüğünde bu meseleyi şöyle
ifade ediyordu.

"Baştacı iken tutmadı meşrûtiyyet

Alkışlanıyor şimdi de cumhuriyet.

İnsan soruyor, hangisi efdal acaba?

Üstadımızın hasreti. Meşrûiyyet!"

İslâmî hürriyetin, adaletin ve meşruiyetin bir temsilcisi olarak Selanik Hürriyet


meydanında ilk konuşmayı ve nutku kendisi söylemişti.

İşarâtü'l-Îcaz'ın kâğıt masrafı

Bediüzzaman'ın daha sonraki senelerde ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü milis albayı
olduğu zamanlarda da Enver Paşanın amcası Halil Paşayla, talebesi ve fedâisi Molla Habib
vasıtasiyle haberleşmeleri olmuştu. Molla Habib bu haberleşme vazifesini büyük

sh»:(Sn.Şh. S.202)

bir kahramanlıkla yaptıktan sonra eski ismi Vastan olan Gevaş'ta Rus kuvvetleri
tarafından şehid edilmişti.

Milis albayı Gazi Said Nur, l9l8 Hazirar'ında Sibirya'daki Rus esaretinden dönüşünde,
harbin en ateşli günlerinde cephede yazdığı İşârâtü'l-Îcâz ismindeki hârika tefsirini İstanbul
matbaalarında bastırırken, şiddetli ısrarla Harbiye Nazırı Enver Paşa kitabın kâğıt masrafını
kendisi karşılamıştı. Bu sıralarda yine Bediüzzaman, Enver Paşa ve diğer Osmanlı paşalarının
ısrarıyla, orduy-u hümayunun adayı olarak, Dârü'l-Hikmet'l-İslâmiye'ye âza olarak tayin
edilmişti. Kendisine harp madalyası ve gazilik beratı verilmişti. Bir gazi olduğu için günlük
yemekleri de Ayasofya aşhanesi tarafından karşılanıyordu.

Osmanlı Cihan Devletinin son padişahı Sultan Vahîdüddin Han, Şeyhülislâm Musa
Kâzım Efendinin ve Harbiye Nâzırı Enver Paşanın imzalarıyla Darü'l-Hikmet'e tayin edildiği
zaman, aslen Doğubeyazıtlı, Molla Habib'in arkadaşı Molla Süleyman Ayaz (l894-25 Haziran
l974) Üstad Bediüzzaman'la İstanbul'da çok zaman beraber bulunuyordu.

Mustafa Kemal'i seçmeyin

Süleyman Ayaz, Şarktan talebesi olduğu Bediüzzaman'ın Rus esaretinden firar edip
Osmanlı payitahtı İstanbul'a döndüğünü Tanin gazetesinde okuyarak öğrenip tekrar Üstadının
hizmetine girdiğini bize Bandırma ve Biga'daki görüşmelerimizde anlatmıştı. Kütüphanesinde
Üstadan eski eserlerini birer yâdigâr olarak saklıyordu, bunları hep bize vermişti.

l92l senelerinde İstanbul'da Üstadla geçen hatıralarını anlatırken, bir gün sandala
binerek Kız Kulesi'ne gidişlerini anlatmıştı. O zamanlar Türkistan'şda bulunan Enver Paşadan
Üstad Bediüzzaman'a gelen bir mektuptan da bahsetmişti.

Sandal gezisi ve Kız Kulesi bahsi olunca ben merak ve heyecanla; "Süleyman amca,
demek böyle gezmeye ve Kız Kulesi gibi yerlere de mi giderdiniz?" diye sorunca, merhum
Süleyman Ayaz, "Elbette Hazret-i Üstadın böyle gezmek gibi ve bazan ibret için sinemaya
gitmek gibi âdeti de vardı" şeklinde gülerek cevap vermişti.

Süleyman Ayaz'ın verdiği bilgiye göre, Üstad, Kız Kulesi'nde oturup ders yapıp, etrafı
temaşa ve tefekkür ederken, çantasından bir mektup çıkarıp okuyor. Bu mektup
Türkistan'daki Enver Paşa'dan gelmektedir.

Bediüzzaman'ın mühim şahsiyetini bilen ve takdir eden Enver

sh»:(Sn.Şh. S.203)

Paşa, mektupta Reisicumhur seçiminin önemine işaret ederek, Mustafa Kemal'in


seçilmemesi gerektiğini söylüyor, reisicumhurun seyyidlerden veya Âl-i Osman'dan seçilmesi
için ısrarla tavsiyelerde bulunuyor. Bu hususta gayret göstermesini rica ediyor.

Bediüzzaman çantasından bir kâğıt çıkarıyor ve "Ey kahraman-ı hürriyet!" diye


hitabesiyle başlayan bir mektup yazarak Türkistan'daki Enver Paşaya postalıyor.
Üstad Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat'ında ise Kafkas cephesinde milis albayı olarak
gösterdiği büyük kahramanlıkların Enver Paşa ve diğer kumandanlar tarafından büyük bir
hayranlıkla ve takdirlerle karşılandığı ifade edilmektedir.

Bediüzzaman, İstiklâl Harbi senelerinde, İstanbul'da Sünuhat isimli bir eser


neşretmişti. Bu kitabın "Rü'yada bir Hitâbe" kısmının devamında, düşmanların İtihad Terakki
erkânına ve bu arada Enver Paşa'yla Said Halim Paşa'ya olan şiddetli hücumları karşısında
Bediüzzaman, o vatanperverlerin yanında yer almıştı. Bediüzzaman bu meseleyi; düşmanların
bu kahramanların azim ve sebatkârlıklarından, İslâmiyet düşmanlarının zehirlerine vâsıta
olmayışlarından dolayı desteklediğini ifade ediyor ve diyor ki:

"Bence yol ikidir. Mizanın iki kefesi gibi... Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer.
Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e; Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam.
Nazarımda vuran da sefildir.."

Enver Paşa Türkistan'da

Köprü mecmuasının Mart l980 sayısında Cemal Kutay "Rüyada bir Hitabe" ile alakalı
yazısında Enver Paşa'yla alakalı olarak şunları ifade ediyordu:

"l903'de Harbiye'den Kurmay yüzbaşı olarak çıkan Enver, İttihat ve Terakki'ye ilk
katılan genç subaylar arasında idi. Cesareti, karar kesinliği, muhatablarını tesir altında bırakan
şahsiyeti, mazbut hayatı ile kısa zamanda öne geçti. l908 senesi 9 Haziran'ında Reval
limanında Rus Çarı İkinci Nikola ile, İngiltere Kralı Beşinci Jorj arasında, 'hasta adam'
Osmanlı İmparatorluğunun mirâs taksimi üzerinde anlaşma haberi sonucu, bir kurtuluş yolu
olarak benimsenen meşrutiyetin ilânı için emrindeki kuvvetlerle Sultan Hamid'e karşı
ayaklanmak için, o günlerin söyleyişi ile dağa çıkan genç zabitler arasında o da vardı:
Hürriyet kahramanı olarak anılması bu öne çıkışındandır.

"Bediüzzaman'ı, 23 Temmuz l908'de Selânik'te, bir din ve ma

sh»:(Sn.Şh. S.204)

neviyat şahsiyeti olarak ilk nutkunu verdiği gün tanımıştı. l9l3'de, Balkan Harbinin
felâketi neticeleriyle ülke dertli ve ümitsiz iken, iki rütbe birden terfi ederek mirliva
(tümgeneral) rütbesiyle 32 yaşında Osmanlı İmparatorluğu Harbiye Nâzırlığına geldi. Orduyu
kısa sürede ıslâh etti, bir süre Berlin'de ataşemiliter olarak bulunmuş. Alman ordusunun
kudretini görmüştü. Bu kuvvete inanmış olarak Birinci Dünya Harbinin başında Almanlarla
müttefik olarak harbe girmemizde en büyük tesir ondan oldu. Yaşlı ve hasta padişah Sultan
Reşad'ın yerine başkumandan vekili olarak da orduların idaresi elinde idi. Başta Sarıkamış
felâketi, bir çok yanlış hareketlerde bulunduğunda şüphe yoktu.

"Bu tarafı yanında, vatansever, mânevî değerlere bağlı, ferdî ahlâk sahipliği üzerinde
kendisini sevmeyenler bile birleşiyordu. Balkan Harbinde tarihin en büyük yenilgilerinden
birisine uğramış ordudan Birinci Dünya Harbinde ve Millî Mücadelede hârikalar başarmış
ordunun bu kendine gelişinde Enver'in emeklerinin büyük olduğu kaydedilir.

"Mondros Mütarekesinden önce, Bolşevik (Komünist) İhtilâlinin yapıldığı Rusya'ya


gitti, oradan gizlice, istiklâlini yeni ilân etmiş Buhara'ya geçti ve bu tarihî Türk beldesini
istilâya kalkışan Ruslarla mücadeleye girişti. Önce başarıya ulaştı, fakat komünistlerin büyük
kuvvetler göndermeleri karşısında, o tarihte Afgan veliahdı Emanullah Hanın Kabil'e gelmesi
teklifini reddetti. Valcuan'da elinde kılıncı Rus saflarına hücum ederken şehid düştü.
Bediüzzaman'ın, "Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e vurmam.." dediği günlerde
Osmanlı İmparatorluğumuzun sabık Harbiye Nazırı ve Başkumandanı, Buhara'da bağrından
İslâm dünyasının en yüce âlimlerini yetiştirmiş, İslâm medeniyetinin unutulmaz
merkezlerinden birisi olmuş, bir zamanlar Harzemşâhlar devletine pâyitahtlık yapmış ülkede
Rus'a karşı kurtuluş kavgasını yürütüyordu.

"Bir Ermeni komitacısı olan Antranik'le, Osmanlı Devletinin Harbiye Nazırı Enver
Paşa'yı bir tutmam, diyen Bediüzzaman'ın bu güzel görüşünü daha iyi anlamak için
Ermenilerin Antranik paşa dedikleri adamla ilgili şu bilgilere bakalım:

Antranik kimdir?

"Birinci Dünya Savaşından önce ve savaş sırasında Türklere karşı kurulan Ermeni
çetelerinin en ünlü komutanıdır. l865yılında Şebinkarahisar'da doğdu. Soyadı Ozanyan'dır.
Çocukluğunda İstanbul'a geldi, bir süre işçi olarak çalıştıktan sonra l884 ve l896

sh»:(Sn.Şh. S.205)
yıllarında Ermenilerin Sasun (Bitlis), Muş ve Van'da çıkardıkları isyanlara katıldı.
Osmanlı Devletine karşı savaştı. Ününü l90l yılında çıkan Muş isyanında ve çatışmalarında
yaptı, 'Antranik Paşa' lâkabını aldı.

"l905 yıllarında Bulgaristan'a geçti. Taşnak Partisinin faal üyelerinden olarak


Bağımsız Ermenistan Devleti için çalıştı. l907'de Taşnak Partisi Genel Kurulunda parti
yöneticileriyle anlaşamadığı için ayrıldı. l908'de Taşnak yöneticileri kendisine Osmanlı
Meclisinde Ermeni milletvekilliği teklif ettilerse de, kabul etmedi. İsviçre, İngiltere ve
Fransa'ya gitti. l9l2 yılında Bulgaristan'a döndü ve Bulgar ordusunda görev alarak Balkan
Savaşları'nda Osmanlılara karşı Bulgar subayı olarak savaştı.

"l9l4'de Birinci Dünyü Savaşı başlayınca, Rusya'ya geçti ve Tiflis'te çetesini kurarak,
Ermeni birlikleriyle Rus ordusu saflarında yer aldı. Osmanlı kuvvetlerine karşı savaştı. l9l8
Sovyet ihtilali, Şebinkarahisarlı Antranik'e 'general' ünvanını verdi. Kafkasya Ermenistanı
askeri bakımdan onun yönetimindeydi. Bu arada Ruslar çekilmeye başlayınca, Türk
ordularına karşı Erzurum'u savunacak olan Ermeni birliklerinin başına geçti. Fakat Türk
askeri karşısında Ermeni birlikleri dağılınca, tekrar Rusya'ya kaçtı.

"Bu kez Sovyetler'den gereken ilgiyi göremeyince, Erivan'a geçti. Ermeni birliklerini
dağıttı, silâhlarını teslim etti. Erivan'dan Tiflis'e döndü ve Avrupa'ya geçerek oradan
Amerika'ya ulaştı. l922'den l927'ye kadar Amerika'da yaşadı ve orada öldü. Kemikleri l928'de
Amerika'dan alınarak Paris'e götürüldü ve orada Pere La Chaisse mezarlığına gömüldü.
Doğumunun yüzüncü yıldönümünde, yani l965'de dünyanın her yerinde Ermeniler tarafından
anıldı. Hatta bugünkü Sovyet Ermenistanı'nda bir kasabaya Şebinkarahisar adı verilerek
heykeli dikildi."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.206)

[]

Ömer Lütfi Gedikoğlu

ÖMER LÜTFİ GEDİKOĞLU


Denizli maznunlarındandır. l899'da İnebolu'da dünyaya gelmişti. l986'da vefat etti.

"Ben Şeyh Şaban-ı Veli'nin misafiriyim"

"l9l6 yılında inebolu'da ticaret mektebinde okurken beni lisan biliyor diye Almanya'ya
göndermişlerdi. Almanya'ya gitmeden önce Çırağan Sarayına uğradık. Orada Topal İsmail
Hakkı Paşa ile Enver Paşa da vardı. Yirmi kadar talebe Almanya'ya gittik.

"Üstad'ı ilk defa Sirkeci'de İstanbul kumandanı Salih Paşa ile giderken görmüştüm.
Üstad, Paşadan az önde gidiyordu. Paşa kendisini geriden takip ediyordu. Üstad'ın belinde
kama, sırtında cepken, ayağında çizmeler vardı. O zamanlar askerdim.

"Aradan yıllar geçti. Üstad'ı Kastamonu'da görüp, ziyaret ettim. Bu ziyaretten evvel
bir rüya görmüştüm. inebolu değirmeninin yanında bir türbe vardı. Türbe yolunun iki
tarafında mezar taşlarının üzerinde kelime-i tevhid yazılıydı.

"Bu rüyadan sonra Zenbilli Ahmed Efendiyle Kastamonu'ya gittik. Üstad'ı


gittiğimizde Üstad, 'Dağa gidecektim, gitmedim, demek siz gelecekmişsiniz' dedi. Ben daha
ismimi söylemeden bana ismimle hitab etti. Biz oradayken Şeyh Şaban Veli Hazretlerinin
imamı geldi. Üstad ona çok iltifat etti. Kendisine hususî sandalye getirtti. 'Ben burada Şeyh
Şaban Veli'nin misafiriyim' diye buyurdu.

"Denizli hadisesi sırasında evimi bastılar. Ben bahçede masa üzerinde Risale-i Nur'ları
yazıyordum. Bir ara yazıya ara vermiş, başka bir işle meşgul olmaya başlamıştım. O sırada
polis ve jandarmalar geldiler. Masanın yanından geçtikleri halde, üzerindeki kitapları
görmediler. Eve girdiler. Evin bir odasında kızlarım da yazı yazıyorlardı. Odanın kapısına bir
jandarma diktiler. İçeri girmediler. Sonra kütaphanenin başına geldiler. 'Kitap var mı?' diye
sordular.

sh»:(Sn.Şh. S.207)

Ben de 'Var efendim, buyurun' dedim.

"Kitaplarımı kütüphaneden aşağı indirmeye başladılar. Kütüphanenin önünde masa


vardı. Evvelâ Risale-i Nur'ları üstüne dizdiler, diğer kitapları da onların üstüne bıraktılar.
Böylece üzerini kapattıkları Nur'ları görmediler, Hiçbir kitap bulamadılar.
"Denizli'den evvel bir ay kadar İnebolu hapishanesinde kaldık. Sonra vapurla
Denizli'ye doğru yola çıktık. Denizli hapsinde devamlı Üstadımızla görüştük. Ebedî, nurlu
derslerini dinledim.

"Bize devamlı olarak sabır tavsiye ederdi. 'Korkmayın, yakında çıkacaksınız' diye
cesaret telkin ederdi."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.208)

[]

Osman Nuri Tol

OSMAN NURİ TOL

Eski Alay Müftülerinden, Yarbay

(l885-l955)

Üstadı Millî Mücadele yıllarında tanıyordu

Eski alay müftülerinden Osman Nuri Efendi aslen Ankara'lıdır. İstanbul'da vazife
yapmıştır. Rütbesi yarbaydı. l885'te dünyaya gelmiş, l Ekim l955'te Ankara'da vefat etti.
Mezarı Cebeci Kabristanındadır. Osman Nuri Efendinin kızının kızı, İlâhiyat Fakültesi hocası
Âgâh Oktay Güner'in eşi İnci Güner, dedesinin, hoş sohbet, ilmî sohbetler yapan, herkes
tarafından sevilen ve tatlı bir insan olduğunu ifade etmektedir.

Osman Nuri Efendi, Üstad Bediüzzaman'ı millî mücadele senelerinde İstanbul'dan


tanıyordu. O zamanlar görüşmeleri ve sohbetleri olmuştu. Osman Nuri, Bediüzzaman'ı
seviyor ve ilmî dehasını çok takdir ediyordu. Daha sonra Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman'ı
ziyaret etmişti.

Osman Nuri Efendi'nin Tarihçe-i Hayat'ta Üstada yazdığı çok güzel bir mektup vardır.
İkinci Emirdağ Lâhikası'nda da Üstad Bediüzzaman'ın kendisine hitaben mektubu
bulunmaktadır. Ayrıca lâhikalarda ismi ve şiirleri mevcuttur.
l950 yılından sonra merhum Ceylân Çalışkan ve Mustafa Sungur'un, Osman Nuri
Efendiyle çok görüşmeleri, ziyaretleri ve sohbetleri olmuştu.

Osman Nuri hakkında Mustafa Sungur'un anlattıkları

Osman Nuri Efendiyle alâkalı olarak, ricamız üzerine Mustafa Sungur Ağabey şunları
yazdı:

"Muhterem kardeşim Necmeddin Bey,

"Yeni l404 sene-i hicriyenizi tebrik ederim. Nur Üstadımıza âit

sh»:(Sn.Şh. S.209)

en küçük bir hatırayı arayıp bulmayı gaye-i hayat edişinizdeki mânâ, hiç şüphe yok ki,
ulvîdir. Bu hususta size bir endişemi izhâr etmiştim ki; Mucizat-ı Ahmediye Risâlesindeki
Altıncı Nükte olacak herhalde, Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimizinden bahisle, Resulullahın
târihçe-i mâneviyesi olan küllî mâhiyet-i kudsiyesine mutlaka atf-ı nazır etmek lüzumunu
ithar ediyor. l350 seneden beri her asırda üç yüz elli milyon Müslamanların "Essebebü kel-
fâil" sırrınca hasenatlarının bir misli sevâba mâlik olan ilâh ... beyânı ki..

"Son asırların serdar-ı hidâyeti ve son müceddid-i ekber olan ilerideki küllî ve umumî
memuriyet ve vazifedarlığına bir mukaddime, bir alâmet imiş ki, zaman ve zemin bu hakikatı
göstermiştir. İşte siz yazılarınızda bu hususu nazara alırsanız iyi edersiniz. Tarihçe-i
Hayat'taki haşiyeleri, dikkat ederseniz, Hayret-i Nur Üstadı, bu itibarla kabul buyurmuşlardır.

[]

Osman Nuri Efendi.

Gelelim Ankaralı Osman Nuri Efendi ile olan hatıralara:

"Bu zatı l950'de, Hazret-i Üstad bizleri Ankara'ya hizmete hâdim kıldıkları ızaman
tanımıştık. Celâlli bir zat idi. Nakşî tarikatına mensup, Hazret-i Üstadımızın tabiriyle, ehl-i
kalb bir zat idi. Hazret-i Üstadımız ona yazdıkları mektuplarda 'Benim Ankara'da bir vekilim'
diye hususî iltifatta bulunurdu. Ziyaretine gittiğimizde 'Elvekilü kel-asîl, velev kâne kör fasil'
diye söze başlardı. O zaman abdullah Ağabey, Seyyid Sâlih, Ahmed Atak gibi Nur talebeleri
yanına giderdik. Rahmetli Ceylân kardeş de vardı. Bu ibareyi söylemekteki maksadı: Hazret-i
Üstad'ın kendisini Ankara'da vekil tayin ettiğinden bahisle, kendisini dinlememiz icap ettiğini
ve izinsiz bir hizmette bulunulmaması lâzım geldiğini ihtarda bulunurdu. Ve kendisinde
Osmanlı devrindeki âlî tavırlar ve İslâmî terbiye ve edep âşikâre görünürdü. Hazret-i
Üstadımızı çok severdi. Tarihçe-i Hayat'ta mevcut 'Sahibü'n-nur ve ihlâs' diye başlayan bir
mektubunda kendini tanıtmak babında eski alay müftülerinden olduğunu

sh»:(Sn.Şh. S.210)

ve devr-i Cumhuriyette 25 seneye yakın Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunduğunu


ifade etmektedir. Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunduğu müddetçe hem sabık alay
müftülerinden olmak hasebiyle, hem de Nakşî tarikatında vazifedâr kâmil bir zat olmak
itibarıyla o zamanın Askerî Temyiz Reisi Kemal Kalkan Paşa ve daha bilemediğimiz pek çok
zevat-ı muhterem, kendisine bağlı manevî talebeleri ve müritleri idi. Kendisi ifade ederdi ki,
ilk iki reis-i cumhurla defaatle satranç oyunu oynamış ki, Kur'ân ve İslâmiyet aleyhindeki
hareketlere mâni olsun. l944 Denizli Ağır Ceza Mahkemesi beraatının Mahkeme-i
Temyizdeki tasdikinde fiilî duâ mânâsında samimî alâka ve gayretleri olmuştur. l950'de
demokrasinin zuhuruyla bazı cüz'i de olsa İslâmî hareket ve hizmetleri görüp duydukça,
Risale-i Nur'un muazzam ve ulvî mazhariyetini ifade için zaman zaman yanına gelenlere
bilhassa şu ifadede bulunurdu: 'Bu zamanın Şeyhü'l-Ekber Muhiddin-i Arabî'si ve Şah-ı
Nakibend-i Kudsîsi ve Sultan Abdülkadir'i, Bediüzzaman'dır.'

"Ve zaman zaman bazı izahlarında 'Bu Bediüzzaman'ın Risale-i Nur yolu
peygamberler, sahabeler, evliyalar ve asfiyalar yolu, sırat-ı müstakim caddesidir. O mukaddes
silsilenin bu zamanda devamıdır' derdi.

Fevzi Çakmak sohbetlerine devam etmişti

"Ben kendisinden değil, fakat sadık dostu Cevad Beyden dinlemiştim. Millet Partisini
23 kişi olarak kendisi kurdurmuş. Bu itibarla Demokratlara pek iltifat etmezdi. Askeriyeden
mütekait alay müftüsü ve Millî Müdafaa müftülüklerinde de bulunmuş olması noktasında
olacak ki, Mareşal Fevzi Çakmak ile de alâkadar imiş. Fevzi Çakmak hayatının sonunda
Osman Nuri Efendinin sohbetlerine devam etmiş. İki defa Osman Nuri Efendinin ayağına
kapanmış ki, affı için dua etmesini rica etmiş. Çünkü Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in,
Türkiye'nin geleceğinin temel taşlarından en ehemmiyetlisi olan Maarif Vekâletini elde edip,
bütün imkânlarını 'İleri bir gençlik yetiştireceğiz' maskesi altında komünizm rejimine zemin
hazırlamak için sarf etmesi neticesi çok azîm ve dehşetli bir tehlikenin vatan ve millet âfâkını
sarsması noktasından Erkân-ı- Harbiye Reisi Fevzi Paşa bundaki büyük hisse ve iştiraki
görüyor ve ekilen zakkum tohumlarının birden çok geniş bir sahada filizlenmesini müşahede
etmekle, elbette 'Nereden, nereye?' sualini kendi kendine soruyordu. Vatan ve milletin
âtisinden endişe duyuyordu. Ve bin-netice, bir tesellî ve gufran kapısı aramakta idi. Osman
Nuri'nin kendi çapında teşkil eylediği cemaate, bu noktadan dahil oluyor ki,

sh»:(Sn.Şh. S.211)

Kurtuluş Savaşını kazanan mukaddes ruhun, millet ve vatana bağlılığın en yüksek


örneğini asker ve sivilden müteşekkil- az da olsa-Osman Nuri cemaatinde görmekte ve bütün
bunların mülâhazasıyla bir af ve Mağrifet yolunu Osman Nuri delaletiyle aramakta idi. Bu
nokta-i nazardan rahmetli Osman Nuri Efendi, o dehşetli zamanların mes'uliyetlerinden
kendisini kurtaracak şekilde çalışmıştır. Nitekim zaman zaman anlattığı ve en güzel ve isabetli
tabirini Ahmed Feyzi Ağabeyin beyânında bulan bir sâdık rüyâ veya mânâda gördüğü şöyle
bir vak'a vardır:

"Bir mecliste Peygamberimiz Fahr-i Âlem (a.s.m.) ile Ebû Bekir Sıddîk( r.a.) ve
kendisi de bulunduğu halde, Sıddîk-i Ekber Efendimiz soruyor: 'Yâ Resulallah, ümmet-i
Muhammed'in (a.s.m.) hâli ne olacak?' Cevaben Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, 'Âlem-i
insaniyet, İslâmiyete inkılâb edecek ve medeniyet-i Muhammediye bütün beşerin ruhuna
nefhedilecek' buyuruyor. Bunun üzerine tekrar Sıddîk-i Ekber Efendimiz, 'Bunu kim
yapacak?' dediği zaman, Peygamber Efendimiz, 'İşte!' diye Osman Nurî Efendiyi gösterdiğini
söylerdi. Millet Partisini kurdurması, Hazret-i Üstad'ı Ankara'ya davet etmesi ve Hazret-i
Üstad için evine muttasıl bir yer yaptırmış olması da gördüğü mezkûr muhavereye binâen idi.
l950 güz aylarında rahmetli Ahmed Feyzi Ağabeye bunu anlatmıştı. Feyzi Ağabey onun
şevkini kırmamak için yanında söylemeyip, dışarı çıktığımızda dedi ki: 'Osman Nuri
Efendinin bu Ankara'da bulunuşu, Risale-i Nur'a samimî alâkası, irtibatı ve Hazret-i Üstad'a
dostluğu ve yakınlığı itibarıyla o küllî şahs-ı manevîye olan teveccüh ve mazhariyeti
cihetinden kendi aynasında o küllî mânâyı görmüş.'
"Evet, Osmanlılardan sonra hem âlem-i İslâmda, hem âlem-i insaniyette dehşetli
tahavvüller ve inkılâplar zuhura geldi. Bugün Nur'ların ışığıyla baktığımız zaman anlıyoruz
ki, ümmet-i Muhammed'in l400 seneden beri zuhuruna intizar ettikleri ve dehşetinden Allah'a
sığındıkları âhirzaman hâdisatının zuhuru bu zaman imiş. Nitekim otuz-kırk sene sonra gerek
dünya üzerinde, gerek memleketimizde meydana gelen anarşi hâdiseleri ve komünizm
tehlikesi gibi milyonları kasıp kavuran müthiş bir ahlâksızlık ve imansızlık tâunu, ebede
namzet insan için ne azîm bir tehlike arz ettiği mâlûmdur. Evet, çekirdek kıymeti ondan
fışkıran ağacının heybetiyle ölçülür. Bu mânâ hayırda da şeyde de aynıdır.Peygamberimiz
Efendimizin, 'Kim iyi bir çığır açarsa, ondaki hayır devam ettikçe, bir misli o çığırı açanın
defter-i âmaline yazılır. Kim de fenâ bir çığır açar, o devam ettiği müddetçe yekûn şerler ona
yazılır' meâlindeki bir hadis-i şerif var. 'Essebebü kel-fâil' sırrı ile ki, Allahü alem,

sh»:(Sn.Şh. S.212)

âhir zamanda zuhur eden hâdiseler de böyledir. Hayır ve şerde başlayan, devam eden,
gittikçe gelişen ve milyonları içine alan iki cereyan-ı azîmin mebde'leri, sebep ve vesileleri,
fâilleri olan reisleri, evvelleri büyüyorlar, inkişaf ediyorlar. Dal budak salıyorlar,
küllîleşiyorlar. Cenneti baştan başa kuşatan Tûbâ ağacı gibi ve Cehennemi ihata eden korkunç
zakkum ağacı gibi her tarafa uzanıyorlar.

"İşte rahmetli Osman Nuri Efendi, merkez-i pây-i taht-i hükûmette samimî hizmet-i
diniyesi, Risale-i Nur'un Denizli beraatinin tasdikindeki hizmeti ve kendi zât-ı mübarekindeki
yüksek imanı ve metanetiyle, manevî bir müjde-i Nebeviyenin bir nebze tecellî-i iltifatına bu
sûretle nâil olur, demektir.

"Osman Nuri Efendi hücre-i nuriye olarak tesmiye ettiği ve Hazret-i Üstadımızın da
medrese-i nuriye olarak kabul ettikleri, dershâne-i nuriye tamamlandıktan sonra, tekrar
Hazret-i Üstad'ı dâvet etti. Hazret-i Üstadımız aşağıdaki mektubu kendisine göndermişti:

[]

Emirdağ Lâhikası'nda Osman Nuri Efendiye

hitaben yazılan mektubun Üstadın tashihinden


geçen kısımları

Üstadın Osman Nuri Efendiye mektubu

"Aziz Sıddık Kardeşim Osman Nuri,

"Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâsınla, Ankara'da en mühim genç
Said'ler, senin etrafına toplanmış. Madem Ankara'da benim bulunmamı lüzumlu
görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i
nuriyeme be

sh»:(Sn.Şh. S.213)

nim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said'ler, seninle komşu olurlar. Hem
fedakâr evlâdın çok fevkinde sadâkatle şimdiye kadar hizmetleriyle her biri birer genç Said
olarak beş-on Abdurrahman'larım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya
gibi genç ve çalışkan Said'leri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak
benim bedelime o küçücük medrese-i nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize
bırakıyorum.'

"Fakat rahmetli Osman Nuri Efendi mutlaka Hazret-i Üstadımızın teşrifini bekliyordu.
Yakın bir istikbalde yüzlere binlere bâliğ olacak ve bütün vatanperverler tarafından ileride
takdirle karşılanacak, böyle ulvi ve genç talebelere her sahada faydalı olacak dershane-i
nuriyelerin mebde ve başlangıcı olacak mânâdaki büyük mazhariyet yerinde, illâ Hazret-i
Üstad'ın gelmesi isteğine, bu tarz mukabelesinden bir derece mahzun ve mükedder olmuştu.
Bizim de üniversiteliler arasındaki Nur'larla hizmet faaliyetimizi, meselâ Zübeyir Ağabeyin,
Ceylân, Seyyid Salih ve sâir kardeşlerin konferans gibi, temaslar gibi ayrı ayrı sahalardaki
hizmetlerini 'Haber vermeden yapıyorlar' endişelerinden mütevellit olacak ki, üzüntüsünü
izhar etti. Biz de Hazret-i Üstadımıza durumu arz ettiğimizde Emirdağ Lâhikası'na geçen
mektubu gönderdiler." (Bak. Emirdağ c.2.Sayfa 57)

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.214)
[]

Mehmed Sofuoğlu

MEHMET SOFUOĞLU

PROF.HİLMİ ZİYA ÜLKEN

Tefsir ve hadis hocası. Mehmet Zeki Sofuoğlu l990'da vefat etti.

"Bu zata Bediüzzaman derler"

İstanbul İlâhiyat Fakültesinin merhum tefsir ve hadis hocalarından Mehmed Sofuoğlu


l956 yılında İslâmköylü eniştesi Nuri Ufuk'la birlikte bir sohbahar günü Barla nahiyesine
doğru yola çıkmışlardı. Gayeleri Barla'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmekti. Vardıkları
zaman Bediüzzaman'ın orada olmadığını üzülerek gördüler.

Barla Karakolundaki jandarmalar verilen emri yerine getirmek için, Sofuoğlu Hocaya
"Niye geldin, niçin geldin, hüviyetin nedir?" gibi mâlûm devirlerin mâlûm sorularını sorarak
ifadelerini aldılar.

Merhum Sofuoğlu, son devir âlimlerinden Yusuf Ziya Yörükhan'ın ve Hilmi Ziya
Ülken'in Bediüzzaman'dan çok sitayişle bahisler açtıklarını; ilmini, irfanını ve kahramanlığını
sena ettiklerini bize anlatırken, Hilmi Ziya Ülken'le Bediüzzaman bahsini konuştuklarını da
söylüyordu.

Prof. Hilmi Ziya Ülken kitaplarında Bediüzzaman'ın eserlerinden nakiller yaparken,


dostlarına da Üstad Bediüzzaman'dan hep sitayişle bahisler açardı.

Ülken l946 yılınde neşredilen İslâm Düşüncesi Türk Tefekkür Tarihi Araştırmalarına
Giriş isimli eserinde, "İslâm düşüncesine ait Tanzimattan sonraki yayınlar" kısmında Üstad
Bediüzzaman'ın Sünuhat, Lemaat, Habbe ve Zeylü'l-Habbe isimli eserlerinden sitayişle
bahsetmektedir.

Merhum Mehmed Zeki Sofuoğlu, Ede

[]

Hilmi Ziya Ülken


(l90l-l974)

sh»:(Sn.Şh. S.215)

biyat Fakültesi Türk Tefekkürü Tarihi ve Sosyoloji Profesörü Hilmi Ziya Ülken'le
Türkiye'nin ilk İslâm Enstitüsü İstanbul Fındıklı'da yeni açıldığı zaman görüşüp, sohbetleri
olduğunu anlatmıştı.

Enstitüde bir gün sohbet ederken, Hilmi Ziya Ülken kendi hocasıyla aralarında geçen
bir hadiseyi şöyle anlatmıştı:

"Meşrutiyet senelerinde hocamla birlikte Nuruosmaniye Camiinin yakınlarında bir


çayhanede oturup sohbet ediyorduk. Tam o esnada camiden, yanında talebe ve fedaileriyle,
külâhlı, çizmeli, şark kıyafeti içinde genç bir zat çıktı. Hocam hemen beni ikaz etti. 'Bu
gördüğün zat ilimde deryadır. Sakın bunun kıyafetine bakıp da aldanma! Herhangi bir
mevzuda dahi olsa bununla münazara edeyim, münakaşa edeyim deme, bu zat seni mat edip,
mağlûp eder. Bu zata Bediüzzaman derler."

Prof. Hilmi Ziya Ülken'den bu hatırasını bize nakleden merhum Sofuoğlu Hoca da,
Bediüzzaman'ı ve eserlerinin kıymetini ifade edip, takdirlerini bildirmişti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.216)

[]

Tevfik Demiroğlu

TEVFİK DEMİROĞLU

"Bediüzzaman'la Beyazid Camiinde buluşurduk"

"Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, Doğu Anadoluda yapmak istediği


Medresetü'z-Zehra (İslâm Üniversitesi) zamanından duymuştum. Zaten o zaman şöhreti
büyük, her yerde bilinir ve tanınırdı. Fakat ilk görüşmemiz Eyüp'teki Sokullu Medresesinde
oldu. O zaman Şeyh Şefik Efendi vardı. Büyük bir adamdı. Esasen benim bir dayım vardı.
Seyyid Tahâ Efendi. Uzun zaman Van Mebusluğu yaptı. Üstad ile o birbirlerini çok
severlerdi. Bu sebeple bir ay mütemadiyen geldi ve bizde beraber yatarlardı. Bir ay Sokullu
Medresesinde oturduk. Sonra İdrisî Köşkünde oturmaya başladık. Çok müzeyyen, ahşap,
şenlikli bir şeydi. Tâ Çamlıca'ya kadar her yeri görürdü. Aslı Yavuz Sultan Selim zamanında
yapılmış, III. Sultan Selim de bu binayı tamir ettirmiştir. Uzun zaman bu köşkte kaldı.
Bilahare aşağıda, türbenin yanındaki odada kaldı.

"Daha sonra Dâr-ül-Hikmet'ül-İslâmiye azası olduğu zamanlar Reşadiye Otelinde


kaldı. Sonra Vezneciler'de bir eve geçti. Biz kendisiyle ya Beyazıt Cami-i Şerifinde veya
Şehzadebaşında çayhanede buluşurduk.

Uzun birader

"Eyüp'te iken şöyle bir hatıramız oldu: Eyüp meydanındaki yoğurtçudan yoğurt alırdı.
'Merhaba yoğurtçu efendi'derdi.

[]

Tevfik Demiroğlu, Said Nursî ile

ilk tanıştığı yıllarda (soldan birinci).

sh»:(Sn.Şh. S.217)

"Hiç unutmam. Örme bir kesesi vardı, onu çıkarır parasını verirdi. Yoğurdu alıp
yukarıya çıkarken, köpekler peşimize düşerdi. Köpeklere 'Pist birader, pist birader' derdi. Bir
gün, ben, 'Üstad'ım; o birader, ben birader. Böyle olur mu?' dedim.

"O da: 'Sen uzun biradersin' dedi.

"Otuz yıl sonra l952'de Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinde ziyaretine Eşref Edip Beyle
gittiğimizde beni bu nam ile yine tanıdı. 'Ve aleyküm selâm! Uzun birader' dedi.

"Şimdiki Sultan Selim Camiinde imam Ali Rıza Sağman Bey vardı. Son zamanlarda
Sultan Selim'li Hafız Ali diye tanınırdı. Onu çok severdi ve önünde otururdu. 'Hafız oku oku,
bizim vaaz u nasihatlerimiz, para etmez. Sizin okuyuşunuz belki bu milleti ıslâh eder' derdi.

Çamlıca'ya çok giderdik

"Üstad Bediüzzaman'la Çamlıca'ya çok giderdik. O zamanlar Yusuf İzzeddin Paşa


Köşkünde kalırdı. Bir kuyu kenarına oturur sohbette bulunurduk.
"Üstad'ın ekser vakti, Eşref Edip Beyin yanında geçerdi. M. Akif Bey de gelirdi.

Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım

"İstabul, İngilizlerin işgalindeyken Üstad'ın biraderzâdesi Abdurrahman'la beraber


Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım. Nerede içimize güven ve emniyet hissi veren bir kişi çıksa ona
verirdik. Bu tarzı da ben tavsiye ettim. Çünkü tuhaftır. Amerikalıların bir neşir yurdu vardı.
'Rabilhous' diye. Kitab-ı Mukaddes'i basıyorlardı. Orada bir Ermeni vardı. Ben onu görünce
selâm verir ve halini sorardım. O beni gözüne kestirmiş. İncil'den ufak risaleler yaptırmışlar.
Küçük kitapçıklar halinde, bana bunlardan 5-l0 tane verir. "Tevzi eder misin?' derdi. Biz de
alır, götürür ve yakardık.

"Ben bunu Üstad'a söyledim. 'Siz müsaade edin böyle yapalım' dedim. 'Peki' dedi.
'Abdurrahman'la bu işi yapın.' Kitaplar Vezneciler'de bir çayhanedeydi. İngiliz işgali olmasına
rağmen korku diye birşey bilmiyorduk. Ben Türbe'de bir İngiliz polisini dövmüşümdür.
Yerlerine göre bazan yüzlerine tükürüp hemen kaçardık. Tabii peşimize düşerler. Türk polisi
de bize talimat verir. 'Sağa sap'der, onu sola götürür. Böylece izimizi kaybettirirdik.

sh»:(Sn.Şh. S.218)

[]

Tevfik Demiroğlu

mütarekede Bediüzzaman'a

hizmet ettiği günlerde.

Top kamalarını kaçırırdık

"Ayrıca top kamalarını alıp, İngiliz toplarını muattal hale getirmek gibi gizli bir
çalışma yapardık. Bunun için Sirkeci'de biri kahvehaneden talimatımızı alırdık. Iashington
Sefareti İmamı Saffet Efendi devamlı burada bir sedirde otururdu. Önüne de bir nargile alır
içerdi. Biz yanına gelir elini öperdik. Bu anda o bizim elimize bir kâğıt sıkıştırır ve hemen şu
şekilde bağırırdı. 'Oğluma bir çay' derdi.
"O zamanlar bir de 'Mimmim' grubu mel'unları vardı. Ben ve bazımız onları
tanımıyorduk. Bazı tanıyanlar vardı. Onlardan gizli yapıyorduk. Benim vazifem tersaneden
top kamalarını alıp, Çarşamba Polis Karakolu yanındaki Kuyulu Kahvehaneye getirmekti. Bu
kahvehanenin ön ve arkası bahçe idi. Ben tersaneden kâğıda sarılı olarak top kamaları alırdım.
Mevsim de kıştı, benim bir pardesüm, yağmurluğum vardı, onun altına koyardım ve elimi de
cebime koyup onları tutardım. Sonra Kasımpaşa'dan vapura biner, Fener'e çıkardım. Camcı
yokuşundan Çarşamba'ya gelir ve kahvehaneye girerdim. Bazan vapuru kaçırıp bir sonrakine
kalırdım. O zaman kahveci: 'Hoş geldin evlât, nerede kaldın?' derdi. Kahve iki kapılı idi. Arka
bahçeye çıkan kapıyı açar, dışarı çıkardık. Bahçede kör bir kuyu vardı. Onun başına getirir ve
verirdim. Kamaları o da bir halata sarar ve kuyunun içine koyardı. Sonra beraberce içeri girer,
o da tezgâhtara 'Oğluma bir çay verin' derdi. Çayı içer ve zaten vakit epey ilerlemiş olur ve
ben Eyüp'teki evimize giderdim. Diğer taraftan bazı arkadaşlar da Ahırkapı'da silâh çalarlardı.

Eşref Edip'i çok severdi.

"Üstad, Eşref Edip Beyin Sebilürreşad Mecmuasıyla çok yakından ilgilenirdi. Eşref
Edip Beyi çok severdi. Hattâ son görüşmemizde Avukat Mihri Helav'a 'Bak, Mihri, Eşref
Edip Bey günahlarını afettirdi. İslâma çok hizmet etti. Ya sen ne yapıyorsun?' dedi. O da 'Dua
buyurun, ben de inşaallah bir şeyler yaparım' dedi.

sh»:(Sn.Şh. S.219)

Sana heykel dikmek için yardım etmedik

"Üstad daha önceden beni Ankara'ya göndermişti. Bilahare kendisi de ısrarla istenince
geldi. Orada son olarak kendisini Mustafa Kemal'le istasyonda konuşurken gördüm. Ben
yanlarında idim. O zaman Mustafa Kemal'in Sarayburnu'na heykelinin yapılmasını
düşünüyorlardı. Buna karşılık ilk olarak Sokulluların adamı olan sarıklı avukatlardan
Abdunnâfi Efendi karşı çıktı. İstanbul'dan Ankara'ya telgraflar çekti. 'Hilâfet merkezine
heykeller dikilemez' diye.

"O zaman da Üstad: 'Paşa biz sana heykel dikmen için yardım etmedik' dedi.
İstasyonda ben duydum. Mustafa Kemal cevap vermedi, yürüdü. Ertesi günü de duyduk ki
Üstad Van'a gitmiş.
"Üstad'ı anlayan tek devlet adamı Adnan Beydir. Rahmetli çok anlamıştı. Ama ne
yapsın, etrafındakiler ona daha fazla yardım etmesine mani oluyorlardı."

Tevfik Demiroğlu 8 Mayıs l987'de vefat etti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.220)

[]

İzmirli İsmail Hakkı

İSMAİL HAKKI İZMİRLİ

İsmail Hakkı İzmirli (l868-l946). İzmirli İsmail Hakkı dinî, felsefî ilimlere ait
eserleriyle ve çalışmalarıyla tanınan, yakın tarihimizin büyük âlimlerindendi. İzmir'de
dünyaya gelen İsmail Hakkı, Rus harblerinde vurulan Yedek Yüzbaşı Hasan Efendinin
oğluydu.

Darü'l-Hikmeti'l-i İslâmiye âzası

İzmir Rüştiyesini bitirdikten sonra İstanbul'da tahsiline devam etmişti. Darül


muallimin-i âliyenin edebiyat kısmından birincilikle mezun olmuştu. Bir müddet de Fen
Fakültesine devam etmişti. Çeşitli mekteplerde dersler okutmuştu. Edebiyat ve İlahiyat
Fakültelerinde müdürlük yaptı. Mülkiye ve muallim mekteplerinde de dersler okutmuştu.

İzmirli İsmail Hakkı'nın yüz kadar yazdığı eseri bulunmaktadır. Büyük bir kütüphanesi
vardı. Kitaplarını Süleymaniye Kütüphanesine bağışlamıştı. Kitapları Süleymaniye
Kütüphanesinin İzmirli İsmail Hakkı bölümündedir. Buradaki kitaplarının tamamı üçbin
yediyüz cilt kadardır. Bunların içinde, Bediüzzaman'ın eski kitaplarının hemen ekserisi
bulunmaktadır.

3l Ocak l946 Perşembe günü akşamı Ankara'da vefat etmişti. Hacı Bayram Camiinde
cenaze namazı kılındaktan sonra Cebeci Asrî Mezarlığında toprağa verilmişti.

Vefatından sonra gazetelerde hakkında çeşitli yazılar çıkmıştı. Bunlardan Mehmed


Akif Ersoy'un damadı Ömer Rıza Doğrul 2 Şubat l946 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bir yazı
neşretmişti. Doğrul, "İsmail Hakkı İzmirli" başlıklı yazısının sonunu şöyle bitiriyordu:
"Kendisini otuz beş yıl önce Mehmed Akif'in muhitinde, Babanzade Ahmed Naim'le,
Ferid Kam'la birlikte tanımak şerefini kazanmış ve onun iltifat ve teveccühü ile
karşılanmıştım. Kendisi, Meh

sh»:(Sn.Şh. S.221)

[]

İsmail Hakkı İzmirli, Darül-

Hikmet-İslâmi'yede âza iken...

med Akif muhitinin en belli başlı erkânındandı ve o meclis, İzmir'siz


tamamlanamazdı. Onların hepsi Allah'ın rahmetine kavuştular. Nihayet o da, o meclisi bam
başka bir âlemde tamamlamak üzere onlara katıldı. Ve onlar gibi o da bizi öksüz bıraktı.

"Türk milletine ve İslâm âlemine başsağlığı dileriz."

Radyo gazetesi muharriri Nureddin Artam da İsmail Hakkı İzmirli'nin ölümü


münasebetiyle şu beyti söylemişti:

"Hakkıyı Hakka eyledik îsâl,

Ona hasret çekerdi İbni Kemal,

Yürüdü Hakka, Hakkı İzmirli

Çekeriz biz de şimdi İsm-i Celal."

Eserlerinden bazıları şunlardı:

Maani-i Kur'ân, Yeni İlm-i Kelam, Usul-ı Fıkıh Dersleri, İlm-i Hilaf, Din Dersleri,
Siyer-i Nebeviye-i Celile, Garb Fiiilozoflarıyla Şark Filozofları Arasında Bir mukayese,
Fenn-i Menahiç, Şeyh ebi Bekir-i Razi, Mutasavvife Sözleri mi?, Gazilere Armağan ve
Angilikan Kilisesine Cevap.

İzmirli İsmail Hakkı eserlerinden dolayı maarif vekaletinden takdirname aldığı gibi,
Fransa devleti tarafından da kendisine akademi nişanı verilmişti.
İzmirli, verdiği dersleri pek heyecanlı bir şekilde ağlatırdı. Bitmeyen bir ilim heyecanı
taşırdı. Gayet güzel dersler anlatırdı. Onun derslerini anlamayan hemen hemen yoktu. İslâm
tarihini yaşayarak anlatırdı. Kendisini dinleyen talebelerini bazı zamanlar da anlatırdı. İslâm
tarihini anlatırken talebeler dersin tafsilatlı olmasını istedikleri zaman onlara cevaben:

"Benden mufassal istemeyin, mevsuk isteyin!" derdi.

"İzmirli" adıyla tanınan Hafız İsmail Hakkı, Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye'de âzâlık da


yapmıştı.

Hüdâ hepsine rahmetler eylesin.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.222)

[]

Mustafa Barçın

MUSTAFA BARÇIN

l90l'de Konya'nın Sarıveliler kasabasında doğdu. Çeşitli hocalardan dersler aldı. Bekir
Haki Efendi de hocalarındandır. Eski adalet bakanlarından Sedat Çumralı ile samimi bir
arkadaştı. Üstad Bediüzzaman'ı İstanbul, Emirdağ ve Isparta'da ziyaret etmişti. Kardeşi Dr.
Tahir Barçın'a Üstad Bediüzzaman'ı gösterip tanıştırmıştı. Mustafa Barçın'ın Arapçadan
tercüme edilmiş bazı İslâmi eserleri vardır.

İstiklâl marşımızın şairi Mehmed Âkif Beyin Fatih Sarıgüzel'de dünyaya geldiği evin
yerinde bugün Barçın Apartmanı yükselmektedir.

Barçın Apartmanının sahibi Dr.Tahir Barçın'ın evinde senelerce, her hafta Çarşamba
okunan Risale-i Nur derslerine devam etmiştik. Merhum doktor ağabeyimiz, kendilerine,
Mütareke senelerinde ilk defa ağabeyi Mustafa Barçın'ın Bediüzzaman'ı gösterdiğini ve bir
kitabını okuması için verdiğini anlatmıştı. Mustafa Barçın'ın Fatih Camiinin güney
taraflarındaki medreselerde gördüğü Bediüzzaman'ı kendisine tanıttığı günleri hasretle
anlatırdı.
Doktor Tahir Barçın ağabeyimizin vefatından yıllar sonra, ağabeyi Mustafa Barçın'ı
Feneryolu'ndaki evinde ziyaret etmiştim. Bu ziyaretlerim esnasında aziz hatıralarını da
dinleyerek tesbit etmiştim.

Kendileri Üstad Bediüzzaman'ı l920'lerde gördüğü gibi daha sonraki Cumhuriyet


yıllarında Emirdağ ve Isparta'da da ziyaret edip görüşmüşlerdi.

[]

Dr.Tahir Barçın Ağabeyle evindeyiz

sh»:(Sn.Şh. S.223)

"Aradığım adam mutlaka budur"

Anlattığı hatıralardan şunları tesbit edebilmiştim:

"Bizler Konya'da talebeydik. O günlerde duymuştum: Kürdistan'da bir talebe varmış,


okuduğunu unutmazmış,çok büyük bir âlimmiş. 'On bir Buçuk' isimli bir eseri varmış (Divan-
ı Harb-i Örfi) diyorlardı. Ben de 'Keşke bu zat bizim Konya taraflarına gelse de bir görsek'
derdim arkadaşlara. Sonra üç-dört sene sonra İstanbul'a gelmiştim. Yine bu harika zatı
düşünüyordum. O zamanlarda tramvay Edirnekapı'ya kadar gidiyordu. Bir gün Fatih otobüs
durağında tramvaydan bir zat indi. Külahlı, ayaklarında çizmeler, sırtında bir kürk, belinde
kılıç gibi uzun bir kamasıyla hemen dikkati çekiyordu. İçime bir ilham geldi, 'Aradığım adam
mutlaka budur' diye bir düşünce geldi içime. Bu zatın peşinden gitmeye başladım:

"Yavaş yavaş Fatih medresesine çıktık. Medrese'de yüksek tahsil yapan Vanlı
Nimetullah vardı. Nimetullah, Van'dan beri Üstad Bediüzzaman'ı tanıyormuş. Beraber
arkasından Üstad'ın odasına girdik. Fırsat bekliyoruz, oturup konuşmak istiyorum, ellerini
öpmek istiyorum. Medreseden beş altı talebe arkadaş daha geldi. Onlar da Üstada karşı çok
hürmetkârlardı. Orada ellerini öperek hemen oturdum. Biraz konuşup, tanıştık. Koltuğunda
bir takım kitaplar vardı. Bu kitaplardan bir kaç tanesini bana verdi, Bu kitaplardan herkese
birer tane "hediyemdir" diye dağıttı. Bunların içinde İşarat'ül-İcaz'ı hatırlıyorum. O zamanlar
İstanbul İngiliz işgali altındaydı, herhalde sene l920-2l günleriydi.

"İslâma hizmet eden bu zata sen de hizmet et"


"Uzun zamanlar sonra Adana'da murakıp olarak vazife yapıyordum. Üstad
Bediüzzaman Emirdağ'da bulunduğunu öğrenmiştim. Kardeşim Dr. Tahir Barçında
Emirdağ'da vazife yapıyordu. Kardeşime Üstad'ı ziyaret etmesini, hürmet etmesini yazmıştım.
"İslâma hizmet eden bu zata sen de hizmetkâr olacaksın' diye bildirmiştim. Böyle bir zatı
Allah size nasip etti, elinden gelen bütün gayreti göster, bu büyük zattan istifade et' diye
bildirmiştim.

***

"Bir ara Antalya'da müdürlüğüm vardı, o tarafa geçerken Emirdağ'a uğradım. Üstad'ı
ziyaret ederek ellerini öptüm. O zamanlarda Demokratlar çıkmıştı. İslâmî havalar biraz
kuvvetlenmişti. Üstad bana, ziyaret edip çıktıktan sonra merhum Osman Çalışkan ile bir
hırkasını giymem için hediye olarak göndermişti.

***

"Daha sonraları Isparta'da vaaz etmiştim. Bu vaazdan sonra da Üstad'ın ziyaretine


gitmiştim. Kendilerinin hizmetlerine Bayram ve

sh»:(Sn.Şh. S.224)

[]

Barçın Ailesi

Ortada Mahmud Nedim Barçın Hoca l945'lerde

seksen beş yaşlarındayken, dört oğlu ile bir arada.

İcra memuru Hüseyin Barçın, Dr.Tahir Barçın,

Mahmud Nedim Barçın, A.Hilmi Barçın ve Mustafa

Barçın.

bizim ermenekli Ziver (Zübeyir), bakıyorlardı. Yanlarında uzun kalmak istiyordum.


Kurduğumuz Sönmez neşriyatıyla alâkalı bazı şeyler soracaktım. Ama kendileri çok
rahatsızlardı. Beni hemen tanıdı, Dr. Tahir Barçın'ın ağabeyi olduğumu ifade ettiler,
yanındaki talebelerinin vasıtasıyla konuşabildik. Hasta yatıyordu. Bizlerin hizmeti için dualar
etti.

"Çantay: Yıllar Bediüzzaman'ı haklı çıkardı"

"Geçmiş günlerde ben Balıkesir'de Hasan Basri Çantay'ı ziyaret etmiştim. Merhum
Çantay, 'İlk mecliste Bediüzzaman ne kadar haklıymış, biz hocalar Üstad Bediüzzaman'ı
desteklemedik ve yalnız bıraktık. Biz hocalar Bediüzzaman biraz fazla gidiyor, diye
kendilerine mani olmaya çalışmıştık. Kendilerini durdurmak için, aman fazla ileri gitme
diyerek, ceketinin eteğini çekmiştik. Bizler biraz da korkuyorduk. Bediüzzaman çok
pervasızdı. Hiç kimseden çekinip korkmuyordu. Ama yıllar geçinci Bediüzzaman'ın ne kadar
haklı olduğunu gördük, bizlere hakkını helâl etsin" dedi.

Merhum Doktor Barçın, ağabeyi Mustafa Barçın'dan duyduğu bu hatırayı


Emirdağ'ında Üstad Bediüzzaman'a anlattığı zaman, Bediüzzaman "Maşaallah, maşaallah
demek hocalar benim otuz sene evvel söylediklerime yeni gelmişler, madem öyledir, ben de
onlara hakkımı helâl ediyorum" diyor.

[]

Hasan Basri Çantay

l887'de Balıkesir'de doğdu ve 2 Aralık

l946'de vefat etti.

Soldaki resim ilk mecliste milletvekili olduğu

günlerde, sağdaki resim ise hayatının son za-

manlarında...

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.225)
[]

Ali Balaban (D. l902) ve hanımı Cemile Balaban (D.l906)

ALİ BALABAN

VE CEMİLE

BALABAN

Eski Said'ten Yeni Said'e

Güzel İstanbul'un güzeller güzeli Boğaz'ına Osmanlı tarihçisi Dursun Bey "Nehr-i
Azîz" adını vermişti.

Bediüzzaman Said Nursî'nin Rumeli sahillerindeki ilk menzillerinden sonra Sarıyer


hakkında, Boğaziçinde Tarih eseri şunları kaydetmektedir:

"Bir zamanlar Boğaz feneri Sarıyer'de idi. Bilhassa bağları, bahçeleri ve mesireleriyle
meşhur olan köy, gerek halkın, gerek hükümdarların rağbetini çeken müstesna bir mevkia
sahipti. Meselâ Çelebi Solak Bahçesi, bilhassa padişahların kiraz mevsiminde uğrak mahalli
olmuştu. Başta İkinci Sultan Selim, Avcı Sultan Mehmed, Dördüncü Sultan Murad hep
Sarıyer'in müptelaları idiler. Burada Dördüncü Sultan Mehmed'in bir de av köşkü vardı ki,
bilhassa Hünkâr Suyu padişahın av sahası içinde idi. Evliya Çelebi'nin ifadesine göre,
Döndüncü Sultan Murad, Çelebi Solak Bahçesine bakmış da 'Ben Hâdimü'l-Haremeyn
olduğum halde böyle bir Cennet bahçesine sahip değilim' deyivermiş. Bunu haber alan
bahçenin sahibi ise, 'Padişahıma hibe olsun' diye bahçesini hükümdara hediye etmek istemişse
de kabul ettiremedikten başka, padişah, bu ganî gönüllü Solak'a sonsuz ihsanlarda bulunmuş."

Sarıyer'in Fıstıklıbağlar semtinde mütevazi ahşap bir hane, Asrın Sultanına menzil
olmuş, mekân olmuştu. Bediüzzaman İstanbul'da kaldığı l9l8-l922 yıllarında muhtelif
zamanlarda gelip burada kalıyordu. Bu evde, Abdülkadir Geylânî Hazretleri Fütuhü'l-Gayb
kitabıyla Eski Said'i Yeni Said'e çevirmişti. Bu hâdiseden otuz yıl sonra da Üstad
Bediüzzaman, İnebolu eşrafından ve Nur talebesi Selâhaddin Çelebi ile Sirkeci'deki Akşehir
Palas Otelinden
sh»:(Sn.Şh. S.226)

bir taksi tutarak burayı ziyarete gitmişlerdi. Bu bahsi yıllar evvelki tesbitlerimizle Nurs
Yolu'nda "Fıstıklı Bağlar'da Bir Ev" başlığı altında yazmıştık.

Üstad Bediüzzaman Lem'alar'daki "İhtiyarlar Risalesi"nin "Onuncu Rica"sında


"Sarıyer'de kendime bir halvethane buldum" diyerek, İstanbul Boğaziçi'ndeki Sarıyer
menzilini söylemektedir.

[]

Üstadın Sarıyer'de Fıstıklıbağlar mevkiinde kaldığı ev

Bu gizli ibadet yeri olan Halvethane'den "Yirmi Altıncı İhtiyarlar Lem'ası" şöyle
bahsetmektedir:

"Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz
tarafındaki Sarıyer'de bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı Azam (r.a.) (Fütûhü'l-
Gayb'iyle, bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de (r.a.)
Mektubat'ıyla, bir enîs, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve
medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok
memnun oldum. Allah'a şükrettim."

sh»:(Sn.Şh. S.227)

"Şarktan bir Kürt hoca gelmiş"

Karadeniz'in dindar evlâtlarının yaşadığı Sarıyer Camii, vakit namazlarında bile Cuma
ve mevlit cemaati gibi tıklım tıklım mü'minlerle doluydu.

l986 yılının tatlı bir bahar gününde kılanan öğle namazından sonra, sakallı ihtiyar bir
zatın yanına yaklaşarak nereli olduğunu sordum. Nur yüzlü dede, bana garip garip bakmakla
birlikte Sarıyer'li olduğunu söyledi. Yine tatmin olmayıp, doğduğu yeri tekrar sorduğumda,
dede ve babalarının Doksan Üç Harbinde Kafkaslar'dan gelip Sarıyer'e yerleştiklerini,
kendisinin ise Sarıyer'de doğduğunu ifade etti. Bu arada hemen ikinci mukadder ve hazır
sualimi yönelttim: "Eskiden, yani altmış sene evvel Sarıyer'de Bediüzzaman oturmuş, siz hiç
kendisini gördünüz mü?" deyince ihtiyar dede, gülerek elini cebine attı ve cebinden bir Nur
Risalesi çıkardı. Ben hayret etmekle birlikte, bu neviden hâdiselerle çok karşılaşmış bir kimse
olarak, fazla da şaşırmamıştım. Sarıyer Camiinin emekli müezzini olduğunu, Üstad
Bediüzzaman'ı çok gördüğünü, ziyaret edip ellerini öptüğünü, kitaplarını da okuduğunu
söyledi. Hanımının da Üstad'ı ziyaret edip dualarını aldığını, kendi evlerine yemeğe davet
ettiklerini ve Üstad Bediüzzaman'ın icabet ettiğini anlatarak, bizi de kendi evlerine davet
etmişti.

Daha sonraki Sarıyer ziyaretimizde Sarıyerli arkadaşlar Muallim Mustafa Beyler ve


İslâm Yaşar gibi edip dostlarla birlikte evlerine gittik.

Seksen dört yaşındaki Sarıyer Camiinin emekli müezzini Ali Balaban bizi seksen
yaşındaki eşi Cemile Hanımla birlikte karşıladı.

Ahşap evlerinin kütüphanesinde bir-iki tane değil, birçok Nur Risalesi eski ve yeni
harflerle duruyordu. Hanımıyla kitapları okuyor ve içindeki hakikatlardan istifade ediyorlardı.

Cemile Balaban, babası Nevşehirli Hakkı Babanın Üstad Bediüzzaman'ı çok takdir
ettiğini, ilmini ve irfanını çok beğendiğini anlatıyordu. Hakkı Efendi, hiç kimsenin evine
gitmeyen, hiç kimseden bir şey almayan Bediüzzaman'ı bir gün evine çorbaya davet ettiğini,
Üstad Bediüzzaman'ın ise, "Peki, ben sana gelirim" diyerek hakikatten bir gün kalkıp
geldiğini, yer sofrası hazırlayıp, çorba pilâv ve yemek ikram ettiğini, Üstad'ın ise sadece bir
çeşit yemekten biraz yediğini Hakkı Efendinin kızı Cemile Hanım anlatıyordu. Cemile
Hanımla kocası Ali Efendi daha önceleri Sarıyer'de Üstad Bediüzzaman'ı gelip giderken çok
gördüklerini, Fıstıklı Bağlar mevkiinde bir evde kaldığını söylüyorlardı.

sh»:(Sn.Şh. S.228)

O zamanlar, yani (l9l8-l922) yıllarındaki yaz mevsimlerinde gelip Fıstıklıbağlar


mevkiinde kalan Bediüzzaman, buradaki aslen Kafkasyalı, yine Balaban ailesi gibi 93
muhacirlerinin evinde kalıyordu. Bu evde ibadet, murakebe ve tefeyyüz günlerinde
Bediüzzaman'ın Eski Said günleri sona ermiş. Yani Said olarak hayatında yep yeni bir nur ve
nurlu hizmet günleri başlamıştı.
Ziyaretimiz esnasında tam bir Osmanlı hanımefendisi olduğu her halinden belli olan
Cemile Balaban Hanım, elinde bugünkü gazetelerin yarısı kadar büyüklükte, çarşaf gibi,
Devlet-i Aliyye'den aldığı mezuniyet şehadetnamesini getirip bizlere göstermişti. Eski ve yeni
yazıyı gayet güzel okuyan bu Osmanlı hanımefendisi bizim dikkatli bakışlarımız arasında
Devlet-i Aliyyenin diplomasını su içer gibi okuyordu.

l920 yıllarında Sarıyer'in her tarafına, "Şarktan bir Kürt Hoca gelmiş, bu hoca çok
büyük bir zatmış" diye şâyiaların etrafa yayıldığı zaman, Sarıyer'in dindar Karadenizli
evlatları hep Bediüzzaman'ı ziyaret edip, duasını almak istiyorlardı.

[]

Sarıyer'de Üstadın kaldığı

evin sahibi Artvinli Mustafa

Filyos (l860-l938)

sh»:(Sn.Şh. S.229)

[]

Said Şamil

MEHMED SAİD ŞAMİL

(l900-Medine-l98l İstanbul)

Altı-yedi sene Kafkasya'nın şanlı kahramanı Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil
merhumun ziyaretlerine giderdik. Bu ziyaretlerin her birisi benim için ilim, irfan, fikir, iman
ve kahramanlık destanlarının ziyafeti halinde geçerdi. İlk ziyaretlerimden birinde merhum
Said Şamil Beyefendi'ye yaşını sormuştum. Bana cevap olarak yirminci yüz yılla aynı
yaştayım demişti. O günlerde yetmiş beş yaşlarında olduğu halde yiğit ve bahadırlığı her
halinden belli oluyordu. Beraberce cemaat halinde namaz kılmak için yerleri tertiplerken, iki
kişinin zor kaldırabileceği koltukları tek başına kaldırdığı gibi salonun bir başından diğer
başına götürüp, rahatlıkla arzuladığı yere koymuştu.
Göztepe'deki dairesinde başka bir ziyaretimde, niçin evlenmediğini ve bekâr kaldığını
sormuştum. Bu sualime de, cevap olarak, Dağıstan ve Kafkasya Davası ile alakalı olarak
yaptığı mücadeleleri, İslâm dünyasının beraberliği için gayretlerini ve nihayet "Şeyh Şamil
Hanedanı"na münasip olacak bir adayı bulamadığı için evlenmediğini-evlenemediğini
anlatmıştı.

Bir Bahadırın anlattıkları

Said Şamil Beyle görüşürken, Üstad'ımın:

"Kafkas ve Türkistan İslâmın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim
ediyorlar" ifadesini düşünüyordum. Her haliyle, ses tonuyla, şivesiyle, eda

[]

Said Şamil'le Mustafa Sungur Ağabey sohbet ederken

sh»:(Sn.Şh. S.230)

sıyla bu bahadır oğullarından birisi ile karşı karşıya idim.

Yaşayan bir tarih, canlı hatıralarla tatlı anlar yaşatıyordu. insana...

"Altmış sekiz sene evvel Yusuf Akçora hacca gelmişti. O zaman ben dokuz-on
yaşlarındaydım. Kendisi İdil-Urallı, yani Tatardı. Babası vefat ettiği zaman, annesi bir
Dağıstanlı ile evlenmiş. Bu sebepten bazıları, onu Kafkasyalı sanır.

"Medine'ye gelmişti. Bizim mektebe geldi ve bizim sınıfa girdi. Hocamız beni tahtaya
kaldırdı. Sualler sordular. Cevaplar verdim. Akşam eve geldiğimde, gündüz mektebe gelen
Yusuf Akçora'yı bizde gördüm. Elini öptüm. Babama, 'bu sizin yavru herhalde sınıfın en
çalışkanı, bugün hoca kendini kaldırdı. Sorduğumuz suallere hep doğru cevaplar verdi' dedi.

"Yusuf Akçora ile tâ o zaman tanışmıştık. Aradan uzun seneler geçti. Cumhuriyetin ilk
yıllarında, zannediyorum, l925 senesindeydi, Ankara'da yanına ziyarete gittim. Bir köşkü
vardı, oradaydı. Kendileriyle sohbet ederken, bir albay geldi. Görüşüp, konuştular. Albay
sonra ayrıldı ve gitti. Arkasından Akçora:
"Bu albay Kürttür. Bu kürtler çok sadık insanlardır. Hocalarına çok hürmet ederler.
Çok hatırşinas ve misafirperverdirler' dedi."

[]

Said Şamil l926'da Kafkasya'ya gidip gelirken

Bediüzzaman'ı gördüğü gençlik günlerinde

"Buradan söz açılınca Bediüzzaman Efendi'den bahse başladı. Daha önce anket (*)
dolayısiyle verdiği cevapta geçen hatırasını anlattı. Aynen Medine'de hocamın beni kaldırdığı
gibi, Üstad Bediüzzaman da sık sık medreseleri gezip, dersleri takip edermiş, Yusuf

________________

(*) Bak. Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor. Necmeddin Şahiner
Sy. l46 2. Baskı Yeni Asya Yayınları

sh»:(Sn.Şh. S.231)

Akçora da, medreselerde tarih dersleri okuturmuş, Bediüzzaman derse girdiği zaman,
şimdi bir sual sorar diye çok heyecanlanır, çok telâşlanırmış... Bu hatırasını anlattı.

"Ben daha önceki yıllarda, meşrutiyetin ilk senelerinde, Bediüzzaman'ı İstanbul'da çok
görürdüm. En çok belindeki hançeri ve kıyafeti dikkatimi çekerdi. Bilhassa o meşhur
hançerini merakla seyrederdim. O hançere sahip olmayı çok isterdim. Çocukluk hafızamda
kalan bunlardır.

"Yine Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Biz o zaman İstanbul'daydık. Kafkasya'dan gizli


adamlarımız gelirdi. Ben bu adamlarla görüşmek için Hopa'ya gidip gelirdim. Bir Lazın
küçük bir gemisi vardı Onunla Hopa'ya gidiş-geliş onbeş gün kadar sürerdi.

"l926'da yine böyle bir iş için Hopa'ya gittim. Gizli kuryeyi alıp geliyordum. Gemi
Trabzon'da bir müddet durdu. Yeni yolcular bindiriliyordu. Merakla bakınca, yıllar önce
gördüğüm, Yusuf Akçora'dan dinlediğim Bediüzzaman Said Nursî de bu kafilenin içinde. O
zaman kendilerini Batı Anadolu'ya gönderiyorlardı. Şarkın tanınmış aşiret reislerinden Kör
Hüseyin Paşa'yı ve çocuklarını geminin alt kısmına indirdiler. Bediüzzaman ise talebe ve
arkadaşlarıyla güvertede oturuyordu. Hava ayet güzeldi. Bahar ve yaz havasıydı. Yol
yorgunluğu veya meşakatten olacak bir parmak kadar sakalı uzamıştı. Seyahat dolayısiyle
tıraş olamamıştı.

"Uzaktan bir müddet seyrettim. Yanına yaklaştım, ellerinden öpmek istedim. Fakat
adamları etrafını iyice sarmıştı. Ben de vazifeli olduğum için, herhangi bir zarar gelmesin
diye, elini öpemedim. Öpmek kısmet olmadı. Fakat hâlâ müteessirim, niçin görüşüp, elini
öpmediğime.

"Sessiz, mahzun oturuyordu. Güvertede bir setin üzerindeydi. Üzerinde gri renkli bir
elbise vardı. Cübbe gibi bir şeydi. Uzaktan zaman zaman bakıyordum. Maalesef elini öpmek
kısmet olmadı."

Said Şamil Bey o günleri yaşatıyordu bize. Konuşmamızın burasında, beş sualli
nurculukla ilgili ankete temas etti. Şunları anlattı:

"İnsan her yazıyı aynı halette, aynı arzu ve istekle yazamıyor. Halbuki ben sizin ankete
verdiğim cevapları iştiyakla, zevkle yazdım. Zoraki olmadı. Böylece yıllar önce görüp de
görüşemediğim bu muhterem zata, bu şekilde bir hizmetimiz oldu."

Bahadır insan, asil hanedan Saişd Şamil'in anlattığı hatıralarla gönlüm sevinç içinde,
kanatlı bir kuş gibi ayrıldım Göztepe'deki devlethanesinden...

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.232)

sh»:(Sn.Şh. S.233)

BURDUR

ŞAHİTLERİ

sh»:(Sn.Şh. S.234)

Abdurrahman Cerrahoğlu
ABDURRAHMAN

CERRAHOĞLU

l9l7'de Burdur'da dünyaya geldi. Bediüzzaman'ı ilk defa l926'da Burdur'da görmüştü.
Üstadın talebelerinden. Risale-i Nur nâşirlerindendir.

"Bir gün gönüldaşlarımla sahbette birkaç arkadaş merhum Mediüzzaman ile aramda
geçen hatıralarımı yazmamı istediler. Gerçi ben aczimi bilirim. Denizin yanında bir damla
olan bu aciz, bunu nasıl anlatacak! Bunu yıllarca düşündüm; nihayet, devam eden ısrarlara
dayanamıyıp 'peki' dedim. Karınca misali anlatmaya çalışacağım. Buradaki bütün kusurlar
benim.... Hatıralarıma başlamadan evvel biraz kendimden bahsetmek gerekecek; her ne kadar,
insanın kendinden bahsetmesi pek hoş olmasa da...

"Yıllarca Risale-i Nuru aradım"

"Aslen, Burdur'luyum l332 doğumluyum. Küçük yaşımdan beri dinime, milletime


bağlıyım. Okumayı çok seviyorum. 933-934 Ortamektep mezunuyum. Yanılmıyorsam yıl
l926, İlk mektep ikinci sınıfdayım. Bir gün muallimimiz Nefi Bey Burdur'da bizi Karasenir
Mahallesinin üstündeki Maşat Tepeye götürdü. Orada bizi gezdirirken uzaktan bir zatı
gördük. Muallimimiz bize: 'Çocuklar, dağılmayın; ben şu zatla konuşupz hemen döneceğim'
dedi ve gitti. Beş dakika kadar konuştu, döndü. Bize o zatı göstererek: 'Bu, zamanımızın en
büyük alim bir zatıdır. Bu zata Bediüzzaman derler' dedi. Biz, o tarafa bakıştık, bize gülerek
el salladılar. Sonra ayrıldık. O zamandan beri, benim hafızamda bu zatın ismi ve siması hep
baki kalmıştır. İlkokulu bitince yıllarca Risale-i Nur aradım, bir görüp okuyayım diye... Yaşlı
amcalarıma sorduğumda: 'Çok güzel risalelerdi, ama biz korkudan o risaleleri hep gömdük'
diye cevap veriyorlardı.

sh»:(Sn.Şh. S.235)

Hocam Mehmet Hatipoğlu

"Yıllar geçti, orta mektebi bitirdim. Burdur'da Hatip Hoca namıyla maruf çok âlim bir
hocaefendi vardı. Cumaları, bayramları hep onu dinlemeye giderdik. Babam da bundan çok
memnun kalırdı. Sonra bu hocaefendi ile çok yakın temaslarım oldu. Onu, ikinci bir baba gibi
çok sevdim. Fırsat buldukça evine de gitmeye başladım. Benim çocukluğumda hep
arkadaşlarım benden çok yaşlı ve olgun insanlardı. Daima onların meclislerinde bulunur, bir
kenarda hazla dinlerdim. Bunlar hayatıma çok şeyler kazandırdı. Ve hayatımda bana tesir
edeni iki kişi de muhterem hocam Mehmet Hatipoğlu olmuştur. Ondan dinimi, Kitap ve
Sünnet sevgisini öğrendim. Müstesna bir insandı. Kaynaklardan dört mezhebi incelemiş,
sonra Rizeli Hacı Tahir Efendi isminde Burdur'a gelen bir hocaefendiden ve tavsiyelerinden
selef mezhebine tanımış, uzun yıllar selef mezhebine ait ne varsa bütün kitapları okumuş, bu
mezhebi savunmuştur. Her konuşmasında âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve
Peygamberimizin hayatı, irşadları, ağzından düşmezdi. Hocam hakkında Ömer Rıza Doğrul
Bey'in bana yazdığı mektupta; Hocaefendiyi ziyaret ettiğini, haz duyup bahtiyar olduğunu ve
otuz yıl var ki, bu ayarda görüştüğüm bir kimse bulunmadığını yazmıştı. Yine bir
görüşmemizde: Azizim! O ne hafıza, o ne hazmediş! Herkes bir şeyler okur, ama hazmetmek
mesele...' demişti.

Hocam okuduğunu unutmaz, hatta yılı ve satırı ile söylerdi. Birgün, Abdulaziz
Çaviş'un yazdığı ve Mehmet Akif merhumun tercüme ettikleri Anglikan Kilisesine Cevap adlı
eseri sormuştum!

"Ben onu 25 sene önce okudum. Şu sahifesindeki bahiste bir yanlış var' dediler.
Baktık, hakikaten aynen söyledikleri gibiydi. O hâfız-ı Kur'ân olduğu gibi, ehlinin
söylediklerine göre hâfız-ı hadis de idiler. İleride bahsi geçecek Bediüzzaman Hazretleri onun
bir allame olduğunu söylerdi. Bugün hâlâ dinî vazifelerimi yerine getiriyorken hep bu zat
gözümün önüne gelir. Yıllar geçtiği halde hatıralarım daima tazeliğini muhafaza eder. Hocam
hakkında o kadar çok hatıralarım var ki, bunu saymak mümkün değil. O, bir ayaklı kütüphane
idi. Allah'ın geniş rahmeti üzerine olsun. O, cidden, Allah, Kur'ân ve Resul-i Ekrem (a.s.v)
Efendimizin müdafii ve seveni idi.

Mithat Çınar Efendi

"Bende tesir eden ikinci şahıs; İzmir'de Midhat Çınar Efendi Hazretleridir. Bu zatı çok
sevmiştim. l944 yılında İzmir'e tamamen yerleştikten sonra bu zata haftada bir kere gider
oldum. Kendileri

sh»:(Sn.Şh. S.236)
Nakşi tarikatının Halidiye kolu şeyhlerinden idi. Çok mütevazi ve sade bir hayat
sürdürüyorlardı. Haftada bir, evinden-o da Cuma günleri-çıkıyorlardı. Burdurlu merhum
hocam Mehmet Hatiboğlu bize tasavvuftan tarikattan hiç bahsetmezlerdi. Böylece İzmir'de
bana yeni bir kapı açıldı. Ben de bulabildiğim kadar tasavvufa, ait kitapları toplamaya ve
okumaya başladım. Artık Mithat Efendi Hazretlerine iyice ısınmıştım. Konuşmaları zevk
veriyordu. O da fakiri seviyor, hep güleryüzle karşılıyordu. Birgün beni de evlatlığa kabul
buyurmasını söyledim; 'Oğlum, hele sen bir istihare yap, sonra konuşuruz' buyurdular.

"İstihare yaptığımda rüyamda ilk hocam Mehmet Hatipoğlu'nu gördüm. Elinde yeni
bir ceket vardı. Bana göstererek: 'Oğlum hayatta olsaydım, bunu sana ben giydirirdim' dediler.

"Rüyamı Midhat Efendi hazretlerine anlattım. Kabul buyurdular. O zaman hemen


aklıma geldi: Vaktiyle hocaefendi, Burdur'da bir kitap vermişlerdi, demişlerdi ki: 'Oğlum bu,
ilerde sana lâzım olacak, bu kitabı al.'

"Eve geldiğimde o kitabı buldum. Baktım. O zamana kadar nedense, hiç doğru dürüst
bakmamıştım. Kitab, Nakşibendi tarikatından bahsediyordu. Çok sevindim. Mithat Efendinin
geniş bilgisinden çok istifade ettim. Allah'ın rahmeti daim üzerinde olsun.

"Günün saatlerini üçe ayırdığını söyler; bir kısmını istirahat ve uyku ile bir kısmını
okumakla, bir kısmını da ibadetle geçirirlerdi. Şeriattan ayrılmaz, onu herşeyden üstün tutardı.
Sevdiğini Allah için sever; buğz ettiğini de Allah için buğzederdi.

"Bir gün yeminle; 'Vasıf öldü gitti, ona bir fatiha okumadım, çünkü Müslüman değildi.
' (Vasıf dedikleri kardeşi Vasıf Çınar'dı.)

"Namazda iken güzel bir ölümle vefat etti. Rahmetullahi rahmeten vasiaten...

"Beş lisan bildiğini biliyorduk. Sormayınca konuşmazlardı. Sohbetlerinden, vefatına


kadar yedi yıl istifade ettim, feyiz aldım. Öğrenmek maksadıyla ben çok soru sorardım.
Hoşuna giderdi. Sustuğum zaman: 'Oğlum, ortaya bir mesele at ki, sohbete renk gelsin'
buyururlardı.

"Bir gün Risale-i Nur'dan büyük Sözler'i kendilerine gösterdim, hayretle bakarak:
'Oğlum, bu eser kesbî değil, vehbidir; bunu oku ve okut, sevaba girersin' buyurdular. Bu zat-ı
muhteremle çok hatıralarım var. Asıl mevzumuz bu olmadığından yüce Mevlamızdan
rahmetler niyaz ederek burada kesiyorum...
sh»:(Sn.Şh. S.237)

[]

Abdurrahman Cerrahoğlu

askerlik günlerinde

Bediüzzaman Said Nursî

"İkinci askerliğimde (l943-l944) -Bu askerlik üzerimde çok etkili oldu. Kendi hissime
göre hamdım, piştim diyebilirim. Bu askerliğimde Hoca Aziz isminde Tatvan'lı bir arkadaşım
vardı. Şafiî mezhebini ondan öğrendim, Hep, Said Nursi Hazretlerinden bahsederdi.
'Askerliğim bitince ilk işim bu zatı ziyaret etmek olacak' diyordu. O benim içimde küllenen
ateşi meydana çıkarıyordu. Askerliğimden Burdur'a dönünce Siirt'li Şeyh İbrahim Efendiyi
Hocam vasıtasıyla tanıdım. Bu zat Ulu Cami'de Hadis-i Şerif okur ve mânâlarını bize
anlatırdı. Burdur'dan dönüşünde Emirdağ'ına uğrayıp Bediüzzaman Hazretlerinin duasını
alacağını söyledi. Bu sözler bana büyük heyecan veriyordu.

"Validemin müsaadesiyle kader beni İzmir'e sevketti. Burdur'daki işimi bırakıp İzmir'e
yerleştim. İzmir'de üç ay boş gezdim. Sonra Basmane semtinde bir dükkân buldum. Orada
büyük aşkım olan içimdeki kitap sevgisini tatmin için Kitap-kırtasiye üzerinde bir dükkân
açtım. Adını 'Cerrahoğlu Kitabevi' koydum; Pek kazanamıyordum, fakat manen tatmin
oluyor, huzur buluyordum. Yine de evin masrafları çıkıyordu.

"Birkaç yıl sonra evvelce tanıştığım Ispartalı Emin İnsel ağabeyin oyuncakçı
dükkânına uğramıştım, oradan öğrendim. Hüsrev Altınbaşak ağabeyin elyazısı ve teksir
edilmiş şekliyle Bediüzzaman Hazretlerinin büyük Sözler'ini gösterdi, çok heyecanlandım.
'Yıllarca aradığımı buldum' diye sevindim. Bu eseri nereden aldığını sordum. Isparta'dan on
liraya aldığını söyledi. Masanın üzerine elli lira bıraktım: 'Ya bunu bana satın, veya okuyup
geri vereyim' dedim. Hiç birine razı olmadı. Kitabı alıp hemen bir tarafa kaldırdı. Yıllarca
merak edip göremediğim eseri ariyet için olsun alamadığıma çok üzüldüm. Bir boşluk
içerisinde üzgün bir halde dükkâna döndüm. Dükkânımın önünde elinde büyücek bir paket ile
müşterim olan Mehmet Yayla ağabeyi (merhum) bekler buldum. Selamdan sonra dükkânı
açtım. Bana dedi ki: 'Ben seni çok seviyorum, sana, okuyasın diye bazı kitaplar getirdim, okur
musun?'

"Ne kitapları?' diye sorduğumda 'Risale-i Nur' dedi. Heyecanım büsbütün arttı.
Hüznüm sevince kalboldu. O ânda bana dünyaları

sh»:(Sn.Şh. S.238)

verselerdi bu kadar makbule geçmezdi. Kendimi zor tuttum.

"Ağabey bizde bir söz vardır: 'Hastaya kar mı soruyorsun' diye... Ben bu kitapları
yıllarca aradım durdum. Daha şimdi büyük Sözler mecmuasını bir ağabeyde görmüştüm.
Gerek parayla, gerekse ariyet olarak alamamıştım. Büyük Allah'ımızın lütfuna bakın ki: Beni
sizinle sevindirecek. Allah sizden razı olsun!' diye, yüklüce kitap paketini elinden aldım.
Büyüklü, küçüklü hayli risaleler vardı."

"Bu iki zatı ziyaret vacip oldu"

"Eve gittiğimde o gece saatlerce okudum. Beni ihya etti. Hiç uyuyamadım. İçimde
bambaşka duygular hasıl oldu. Tahkiki iman ne imiş; bizi yaratana nasıl iman edilirmiş;
Peygamberimiz (s.a.v.) ne imiş, hepsini görür gibi inanmaya başladım. Artık okuyor,
okuyordum. O günlerde Üstad Hazretlerine bir minnet ve şükran mektubu yazdım. Yine o
günlerde rüyamda Hüsrev Ağabeyi gördüm. Evvelce onu hiç tanımıyordum. Rüyamda eline
bir ağaç dalı alarak, o ağaç dalı ile bir insanın dış hatlarını çizdi. Yine ortadan bir çizgi ile iki
kısmı ayırdı. Bana dedi ki; 'İşte insanın şer tarafı, bu taraf da hayır tarafı. Risale-i Nur insanın
şer tarafını hayra kalbediyor.'

"Uyandım, 'hayırdır inşaallah,' dedim. Birkaç gün sonra rüyamda Hz.Üstad'ı gördüm.
Bir evin çıkıntılı olan ön kısmına oturmuş, ben selam vermeden 'Aleyküm Selâm dediler.
Geriye baktım, Üstadımızın evinin üst kısmının kiremitleri noksan. Ben hemen, 'Müsaade
buyurun Üstadım, şu yerdeki kiremitleri alıp noksan olan yerleri ben tamamlayayım' dedim.
Yerdeki kiremitleri yüklendim, Üstad Hazretlerinin bulundukları yere götürürken uyandım;
'Hayırdır, inşaallah' dedim ve düşünmeye başladım. Karınca kararınca bana da bir vazife
düştüğünü anladım. Böylece her iki zatı ziyaret etmek vacip oldu. En kısa zamanda ziyaret
etmek için imkân aradım.
Üstadı ziyaretim

"Önce Isparta'ya gittim. Hüsrev Ağabeyle tanıştım. Onu, önündeki rahlede yazı
yazarken buldum. Bitmez, tükenmez azimle çalışıyordu. Rengi bembeyaz olmuş zayıf bir
bünyesi vardı. Fakat, o haliyle bir iman kalesi olduğunu her hali ve konuşması ile belli
oluyordu.

"Aradan kısa bir zaman sonra Emir

[]

Abdurrahman Cerrahoğlu

sh»:(Sn.Şh. S.239)

dağ'a Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Emirdağlı Mehmet Çalışkan Ağabey


vasıtasıyla Üstad Hazretlerinden müsaade alındı. Üstadın mütevazi odasına girdik. Yanımda
İstanbul'dan hemşehrim Osman Göroğlu vardı. Ellerinden öptük.

"Bana: 'Hürev'e gittin mi?' diye sordular. Evvela, Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettiğimi
söyledim.

"İyi yaptın, Hüsrev'e kırk canım olsa, fedâ olsun' dediler. Bir-iki dakika kadar oturduk,

"Eh, hoş geldiniz, safa geldiniz' dediler. Bu, 'Tamam, kalkın'demekmiş. Arkamda
bulunan Mehmet Çalışkan ağabey işaret etti, kalktık.

"Ben henüz ne olduğunu anlamış değildim. Bize Risale-i Nur okumamızı tavsiye
buyurdular. Kendileri ayağa kalktılar, Ayakta iken adlarımızı sordu. En son sıra bana geldi:

"Efendim, bendeniz, İzmir'den Burdur'lu Abdurrahman' deyince; O, 'Ben seni yazdığın


mektuba göre sakallı bir hoca efendi diye tahayyül ederdim, oturun' buyurdular. Sevinerek
tekrar oturduk. Bana ayrıca iltifat buyurup: 'Seni yeğenim Abdurrahman yerine kabul
ediyorum' dedi:

"Daha sonra İslâmın yüceliğinden, Kur'anî hakikatlardan, herşeyden önce sağlam bir
imandan, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizden, Kur'ânî hizmetlerden bahsettiler. Tekrar
imanın gönüllere yerleşmesinden, imansız bilginin pek faydalı olamayacağından uzun uzun
konuştular. Konuştukça devleşen bu zat-ı muhteremin gönülleri inşirah veren sohbetlerinden
hudutsuz zevk alıyor konuşmasının kesilmesinden korkuyordum. İmanını yaşayan o küçük
yapılı ve mevcut kabına sığamıyor, bize çok müessir oluyordu. Bir aralık sükût buyurdular.
Üstadımızı fazla yormak da doğru değildi. Çünkü bir buçuk saate yakın konuşmuşlardı.
İzinlerini istedik. Dua buyurdular. Ellerinden öpüp başka dünyalarda yaşıyormuş gibi sevinçle
ayrıldık. Tarifi mümkün olmayan zevkle dop dolu idim.

"Hz. Ali'ye mensup olan benim"

"Bir defaki ziyaretimde yanımda Burdurlu merhum hocamın oğlu Hasan Hatipoğlu
vardı. Üstadımıza Hasan Hatipoğlu'nu tanıştırdığımda, hemen: 'O benim ahiret kardeşimdi.
Rahmetullahı rahmetten vasiaten; meşreblerimiz ayrı olmakla beraber o allâme idi; Onun din
hususunda tuttuğu dalı kimse kurutamazdı. Çünkü yegâne mesnedi, âyât-ı ilâhiye ve hadis-i
nebeviye idi' dedi.

"Hoca Efendiden işitmiştim. Bediüzzaman Hazretleri zaman za

sh»:(Sn.Şh. S.240)

man hocamın evine teşrif eder, yalnız undan yapılmış çorba yerlermiş. Konuşmalarına
biraz ara verdikten sonra bana dönerek:

"Kardeşim Abdurrahman, Hz. Ali (r.a.) Efendimize mensub kişi benim. Ne alıyorsam,
o kanaldan alıyorum. Fakat beni bozuk alevilerden zannetme' dedi. (Çünkü ben, dinin bazı
yerlerini tağyir eden bozuk alevilere çok kızıyordum.) Bu sözleri karşısında donmuş
kalmıştım.

"Birkaç yıl evvel bir rüya görmüştüm. O rüyamı Midhat Efendi Hazretlerine
anlatmıştım. Rüyam şöyleydi: l949 yıllarındaydı. Asker olmuşum. Altı aylığına Kore'ye
gönderilmişim. Aytı ay harbettikten sonra vatanıma dönerken Kanber Ağa isminde bir zat (bu
zatı Midhat Efendi Hazretlerine devam ederken tanıyordum) bana bir kutu kaşık verdi, 'bunu
çocuklarına hediye götür' dedi..

"Bu uzun rüyayı Midhat Efendi Hazretleri şöyle tabir buyurdular:


"Oğlum, Hz. Ali'ye mensub bir zat tarafından büyük fayda göreceksin, buna dikkat et'
diye rüyamı yorumlamışlardı. O sırada kore Harbi çıkmamış ve ben Kore neresidir, layıkı ile
bilmiyordum. Bir müddet sonra Kore Harbi çıktı. Gazetelerde Kore'ye ait resimler çıkmaya
başladı. Resimlere bakıyorum, inceliyorum, rüyamda gördüğüm yerler. Hep şaşırıyordum.
Artık rüyamın doğru bir rüya olduğuna iyice inandım. 'Acaba Hz. Ali'ye (r.a.) mensub, kim
diye zaman zaman düşünüyordum. Bu ziyaretimde Üstad Hazretleri, bana dönerek:

"Kardeşim, Hz. Ali'ye mensup benim' deyince hayret edip donakalmıştım. Nice sonra
kendime gelince içimden beni bu zata kavuşturan Cenab-ı Hakk'a şükrettim. Mevlamız her iki
zat-ı muhteremi sonsuz rahmetiyle mustağrak kılsın. Benim şaşkınlığım, Üstad Hazretlerine
bu rüyamı anlatmamıştım.

"Cidden, Üstad Hazretlerinden istifadem büyük oldu. Üstad Hazretlerini tanıdıktan


sonra hayatım boyunca o ezeli, ebedi varlığı hep hisseder oldum. Bir şey yapacağım zaman
hemen Cenab-ı Hakkı anıyor, yarın ahirette-bunu yaparsam veya yapamazsam bana ne
muamelede bulunur diye düşünür oldum. Cenab-ı Haktan bu duygu ve düşüncemi son
nefesime kadar esirgememesini niyaz ederim.

"İzmir'de sen benim vazifemi aldın"

"l952 yıllarında olacak; Üstad Hazretleri Akşehir Palas'ta kalıyordu. Gençlik Rehberi
için mahkemeye verilmişti. Bir ay ticaret için İstanbul'a gitmiştim. İyi bir tevafuk oldu. Fırsat
bilerek Akşehir

sh»:(Sn.Şh. S.241)

Palasa gittim. Tabii, ertesi gün mahkeme olacağından rahatsız etmek de istemiyordum.
Hiç olmazsa selam ve hürmetlerimi yakınlarından birini vasıta kılarak arzetmek istemiştim.
Girmeme, arkadaşlar müsaade etmediler. 'Zararı yok, selamlarımı, hürmetlerimi tebliğ edin'
dedim ve bekledim.

"Hemen çağırın, gelsin' buyurmuşlar. Selamdan sonra: 'Efendim, şimdi sizin çok
meşguliyetiniz var, sizi meşgul etmiş olmayayım' dedim. Bana. 'Kardeşim, bizim için her
zaman birdir' buyurdular. Hatırımı sordular, dualar ettiler: 'İzmir'de sen benim vazifemi aldın.
Öyle bir muhitte beni yormadın. Vallahi, hergün sana ismen dua ediyorum' buyurdular.
"Dostlarımızdan gelen tarizler bize ikaz olur"

"Bu sözler, benim için tarif edilmez sevinç ve şükür kaynağı oluyordu. Bir de şu
sözleri ilave ettiler: 'Ben zaman zaman dualarımda şehirleri de sayarak dua ederim. Isparta,
Eskişehir, İstanbul, Burdur... Burdur'a dua ederken Burdur'da Risale-i Nur'a sahip çıkan pek
az, hayret ederdim. Meğer oradan Abdurrahman kardeşimiz çıkacakmış.'

"İşte bu iltifatın hazzı bana yetiyordu. Burdur'da Şekerci Hüseyin Efendiden,


Babacan'dan ve Binbaşı Asım Beyden bahsettiler, rahmetle andılar. Merhum Asım Beyden
şöyle bir hatıralarını söylediler:

"Isparta mahkemesinde Asım Bey şahit olarak dinlenecekmiş. Mahkeme kapısı


önünde beklerken Asım Bey ellerini açmış şöyle demiş: 'Ya Rabbi, şimdi ben şahitlik edersem
belki üstadıma bir zararı olabilir, onun için şu ânda benim ruhumu al ki kurtulayım. Mübarek
o ânda ruhunu teslim etmiş ve mahkemeye girmemiş. (Asım Bey, benim orta mektepte sınıf
arkadaşımın babası idi, Allah rahmet eylesin)

"Üstad Hazretleri, mahkemeden sonra 'Yarın yine gel' buyurdular. Ertesi gün gittim,
çok neşeli idiler. Bir aralık ben, 'Üstadım hayret ettiğim bir şey, inanın gruptan bir kısım
hocaefendiler bize düşman' dedim. 'Kardeşim, onlar bizi anlamıyorlar. Manevi saltanat
düşkünü zannediyorlar. Ben onlara da dua ediyorum. Dostlarımızdan gelen tarizler bize ikaz
olur' buyurdular. Sonra: 'Benim de Risale-i Nur'a ihtiyacım var' dediler. Mektubatın Altıncı
Risale olan Altıncı Kısmı'nı okudular. Altı desiseyi geniş bir suretle açıkladılar.

sh»:(Sn.Şh. S.242)

"Üstadın hizmetindeyim"

"Bir defasında Fatih Reşadiye Otelinde ziyaret ettim. Bana 'nerede kalıyorsun?'
buyurdular. 'Henüz belli değil' dedim. 'Öyleyse benim misafirim ol' buyurdular. Yandaki
odada Ahmet Aytimur, Ahmet Feyzi Ağabey, Nazif Çelebi Ağabey bu odada kaldık. Uyanık
bulunduğum derecede, Üstadımızın bütün Müslümanların selameti, saadeti için dua ve
niyazda bulunduklarına şahit oldum. Bir zaman sonra hepimiz uyumuşuz. Birden kapımız,
elle vurulmaya başladı. Ahmet Aytimur kardeşimiz:
"Gidemem, ben ihtilam olmuşum, sen git' dedi.

"Kardeşim, ben Üstad'a nasıl hizmet edebilirim; nasıl hizmet edileceğini bilmiyorum.
Hem de bir şey lazımsa, nerde, ne var, bilmiyorum ki... Gel, beraber gidelim' dedim.

"O yine: 'Ben böyle gidemem' dedi.

"O zaman dedim ki: 'Bak, senin bu meselen gibi asr-ı saadette olmuş; Ebu Hüreyre
(r.a.) cünüb iken Resulullah (s.a.v.) ile karşılaşmıştı. Diyor ki, ben geriledim, yani geri
çekilerek (gidip) yıkandım. Sonra geldim. 'Nerdeydin' veya 'nereye gittin' buyurdu. 'Gerçek
cünüp idim' dedim. Buyurdu ki: 'Müslüman necis olmaz'. Böyle olduğu halde, sen Üstad
hazretlerinin yanına niye gitmezmişsin.

"Tekrar: 'Yürü, beraber girelim' dedim. Beraber girdik. Gecikmemizden biraz


serzenişte bulundular. Üstad Hazretlerini öksürük tutmuş; boğulacak gibi öksürüyordu. Hava
da soğukça idi. Sobasını yaktık. Ben, gece olduğu için müsaadelerini aldım. Ahmed kaldı.

"Sonra Ahmed'e: 'Abdurrahman'a sorun, bana bir öksürük ilacı alın' buyurmuş. Ahmed
geldi, sordu. Ben de on gün kadar evvel öksürük olmuştum. Bir ilaç bana çok iyi gelmişti.
Ahmed iyice geç vakitlerde nöbetçi eczane aramaya çıktı. Ancak uzun dolaşmalardan sonra
bulmuş.

"İlacı alıp geldi. Üstad Hazretleri tarifnamesini (prospektüsü) okutmuş, tarifte tok
karnına içilmesi yazı olduğundan: 'Şimdi benim karnım aç, hele dursun' buyurmuşlar. Ertesi
sabah kalktık. Ahmed Feyzi Kul, Sabri Halıcı, Nazif Çelebi ağabeylerle müsaade alıp ziyaret
ettik. Üstadımızı iyi bulduk. Bize neşeli, güzel güzel konuştular. Hatta Sabri Halıcı Ağabey,
açıklık saçıklıktan bahis açtılar. 'Üstadım, siz pek dışarıya çıkmıyorsunuz, bilmezsiniz' dedi.
Buna karşı: 'Kardeşim Sabri, hepsini gayet iyi biliyorum' dediler. Ben ertesi gün yine orada
kaldım, tekrar ziyaretten sonra müsaadelerini alıp İzmir'e ayrıldım.

sh»:(Sn.Şh. S.243)

"Üstad beni aratıyor"

"Yıl l953. İstanbul'un 500'üncü fetih günü yıldönümü. Üstad Hazretlerinin


Çarşamba'da bir evde oturduğunu öğrendim. Adresini aldım. Ramazan-ı Şerif içindeydi.
İkindiye yakın bir zaman içerisinde evi buldum. Kapıyı çaldım. Hizmetinde bulunanlardan bir
arkadaş geldi. Kapı aralığından bana Üstadımızın çok yorgun olduğunu söyleyerek sert bir
şekilde kapıyı üzerime kapadı. Ne de olsa o zaman gençtim 35 yaşlarında falan.... Ne bileyim,
biraz da kızarak kapıya yüklendim.

"Kapı açıldı. 'Yahu, sizin hakkınız kadar, benim de burada hakkım var, beklerim.
Üstadımız, istirahattan sonra müsaade ederlerse kalırım' dedim. İçeri girdim. Üstad Hazretleri
uzanmış, gözleri kapaşlı istirahat ediyorlardı. Ses çıkarmadan çok az bir zaman kalıp ayrıldım.
Kapıyı açıp beni almak istemeyen arkadaşa: 'Zaten siz beni istemiyordunuz. Uyanınca selam
ve hürmetlerimi, dualarımı, beklediğimi söylersiniz' dedim.

"Ticari işlerimi görmek için çarşıya gittim. Arkadaşlarımızın naklettiklerine göre kısa
bir istirahattan sonra, 'kim geldi' diye sormuşlar.

"Onlar da: 'İzmir'den Abdurrahman geldi' demişler.

"Onu niye bıraktınız, onunla konuşacaklarım vardı; şimdi gidin, bulun hemen getirin'
buyurmuşlar.

"Yatsı zamanı Beyazıt Camiine giderken, tanıdıklardan bir genç arkadaşım beni
görünce: 'Ağabey, nerelerdesiniz? sizi bulmak için hepimiz seferber olduk; ayaklarımıza kara
su indi' dedi.

"Ben de: 'Kardeşim, siz öyle istediniz, halbuki ben bekleyecektim' dedim.

"Haydi, haydi gideceğiz. Üstadımız öyle istiyor' dedi. Beraber aynı eve tekrar gittik.
Üstad hazretlerinin elini öptüm. Bana sarıldı. 'Seni merak etmiştim, çünkü başından bir hadise
geçti, korktun mu?' buyurdular.

"Duanız bereketiyle korkmadım' dedim. Memnun oldular.

"Amma daima müteyakkız olun, teenni ile hareket edin, bizim saklı gizli bir şeyimiz
yok. Yolumuz belli. Hizmet etmek istediğimiz belli. Biliyorsun, ben gece kimseyi kabul
etmem. Fakat seni merak etmiştim' buyurdular.

"O sırada benim dükkanım, evim sekiz polis tarafından basılmıştı. Başta Üstadımız
dahil 84 kişi mahkemeye verilmiştik. O gün neşeli idiler. İstanbul'un fetih resm-i geçidini
takibettiğini, o mübarek günü yaşadığını anlattılar. 'Yarın, yine gel' buyurdular.
sh»:(Sn.Şh. S.244)

Üstaddan aldığım tarikat dersi

"Ertesi günü tekrar ziyaret ettim. Yanında abdulmuhsin kardeşimiz vardı.


Abdulmuhsin'e giderek, şaka yollu: 'Keçeli, sen Risale-i Nurları polislere teslim ettin.
Abdurrahman kardeşimizde hiç bulamadılar' dedi.

"Bir aralık ben: 'Üstadım, İzmir'de pek çok ehl-i tarik var. Çoğu da bozuk bir tutum
içerisindeler. Gerçi biz Telvihat-ı Tıs'ayı müsaadelerinizle teksir edip lüzumlu yerlere verdik.
Bir de zat-ı âlilerinden tarikat hakkındaki fikirlerinizi dinlemek istiyorum" dedim. Bana şu
cevapta bulundular:

"Evvela sana gelince mensub olduğun zattan ayrılma. Hatta seni kovsa devam et.'
Bundan kırk yıl kadar evvel Şeyh Esad Efendi kardeşim bana geldi.

"Kardeşim Said, tuttuğun bu yolu tarikatla birlikte devam edersen zamanın imam veya
reisi olursun' dedi.

"Cevaben dedim: 'Kardeşim, öyle bir zaman gelecek ki, iman adet kabilinden
sallantıda olacak. biz,-tarikat bir tarafa-hepimiz bugünden tezi yok imanî hüccetlerin
gönüllerde yerleşmesi için birleşirsek o zaman en faydalı, en lüzumlu vazifemizi yerine
getirmiş oluruz.'

"Bana tarikatın lüzum veya adem-i lüzumunu şu veciz cümlelerle anlattılar: 'Kardeşim,
öyle bir mürşid bul ki, hayatında Kur'ân-ı azimüşan ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübarek
sözlerine ittiba edip, gayrı en küçük bir bidat işlememiş olsun. Böyle bir zatı bul da beraber
intisab edelim. Ben ehl-i tarika muarız değilim. Benim on üç tariktan iznim var. Fakat bugüne
kadar en yakınlarımın hiçbirisine tarikat dersi vermedim. Zamanımız onun zamanı değil..

"Zamanımızın büyük Üstadı, manâ ordularının büyük kahramanı mücahid


Bediüzzaman Hazretlerine de bu yakışıyordu. O arada Abdulmuhsin Alev söze karıştı.

"Ben tarikatın en yüksek mertebesinde olmaktansan Risale-i Nur'un en geride kalan,


Kur'ân-ı Kerime hizmet eden bir talebe kalmayı tercih ederim' cevabında bulundu.
"Sonra Üstadımız, 'Bize kemmiyet lâzım değil, keyfiyet lâzım' buyurdular. Çok
yorulmuşlardı, müsaadelerini alıp ayrıldım.

Annemin serzenişi

"Bir gün annem (merhume) Risale-i Nur okuyordu. Ağlamaya başladı. 'Neden
ağlıyorsun?' dediğimde: 'Erkek olmadığıma... Erkek

sh»:(Sn.Şh. S.245)

olsaydım; gider, bu zat-ı muhteremin hizmetinde bulunurdum' dedi.

"Kısa bir süre sonra Isparta'da Üstad hazretlerini ziyaretimde ilk sözü şu oldu:
'Bugünlerde anınenle uğraşıyordum, yoksa vefat mı etti?'

"Hayır Üstadım, selam ve hürmetleri var; dualarınıza muntazır. Ellerinizden öper'


dedim.

"Selam et ve söyle, onu da has talebelerimin arasına alıyorum' dedi. İlave ederek:
'Refikanı da, onlara hep dua edeceğim' buyurdular... Annem ve zevcem dindar, birbirlerine
bağlı muhlis kişilerdi. Makamları cennet olsun. Tabii, Üstadımızın söylediklerini, selamlarını
söyleyince pek memnun oldular.

"Haberim olsaydı seni karşılardım"

"l954 yılında hacca niyet ettim. Burdur'dan gitmek istiyordum. Polis her an başımda.
Tarassut altındayım. Burdur'a hareketimden iki gün evvel Sorgu hakimliğinden çağırıldığımı
bildirir bir bildiriyi 'tebliğ' ile bir memur eve geldi. Bütün korkum ve kudsi borçtan beni geri
bırakmaları idi. Annem ve zevcemle birlikte niyet etmiştik. Hemen, şimdi rahmete kavuşan
ağır ceza hakimlerinden Abdullah Arığ ağabeyi buldum. Vaziyeti anlattım. Dedi: 'Sen
korkma, ben kefil olurum, seni gönderirim.' Ve ilave etti: 'İnşaallah, Cidde'de buluşuruz' dedi.
Meğer o da, ilk haccına niyetli imiş..... Hakikaten, ben daha evvel Burdur'dan hacca gitmeme
rağmen Medine-i Münevvere dönüşü Cidde'de karşılaştık. O da, ağabeyin ihlasını
gösteriyordu. Allah rahmet eylesin...

[]
Nur Risalelerine göz nuru dökerek, kaleme alan binlerce "Nur Kâtiplerinden bir
bahtiyar Nur yolcusu: Abdurrahman Cerrahoğlu'nun yazdığı nur dersine Nur Üstad'ın
dualarından bir dua:

"Yâ Erhamerrâhimîn, ism-i Azam hürmetine, bu risaleyi yazan Abdurrahman'ı hizmet-


i imaniyede ve Kur'âniyede ihlâs-ı tamla daima muvaffak ve Cennetül Firdevste saadet-i
ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin."

sh»:(Sn.Şh. S.246)

"l954 yılında Medine-i Münevvere'de muhterem Ali Ulvi Kurucu beyle tanıştık. O
beni, vaktiyle van'da müftülük yapmış Hasan Hocaefendiyle tanıştırdı. Meğer, bu zat-ı
muhterem Üstad Hazretlerini tanıyan bir kimseyi arar dururmuş. Hattat, Konyalı Abdullah
Efendinin dükkânına götürdü. Oturduk. Üstad Hazretlerinden uzun uzun sordu. Dönünce
selam ve hürmetlerini tebliğ etmemi, artık Medine-i Münevvere'ye yerleştiğini, evlendiğini,
Üstad hazretlerini davet ettiklerini söyledi. 'İnşaallah, dönüşte aynen söylerim' dedim. Pek
memnun kaldılar.

"Hac farizamı bitirdikten sonra Burdur'a döndüm. Tebrike gelenlerden sonra o


günlerde Üstad Hazretleri Isparta'da idiler. Ziyarete gittim. Kendileri çok hasta idiler.
Konuşmaları anlaşılmıyordu. Birşeyler söylüyor, biz anlamıyorduk. Sonra bize, Üstadımızın
yakınında Zübeyir kardeşimiz naklediyordu. Ben çok üzülmüştüm. Bir aralık, hacca gittiğimi
ve eski Van müftülerinden Hasan hocaefendinin selamlarını söyleyince meyyit gibi uzanan
Üstadımız yataklarından fırlarcasına 'Ne, sen onu gördün mü?'

"Cenab-ı Hak hacca nasib etti, gördüm, Evlendiğini, davet ettiklerini söyledim.

"İnşaallah' dediler. İnceden inceye sordular. 'Demek, hacca gittin. Allah müberek etsin.
Eğer haberim olsaydı seni ben karşılardım' buyurdular. 'Bu selam bana şifa oldu. Allah senden
razı olsun' dediler.

Üstada getirdiğim hediyeler


"O sırada elimde küçük bir paket vardı. Almayacağını bildiğim halde önlerine
bıraktım. İçerisinde öyle kıymetli şeyler yoktu. Zemzem, hurma, medine kınası, bir şişe gül
yağı ve tesbih. 'Bunlar ne?' diye sordular.

"Efendim, bunlar hac hediyesi' dedim.

"Biliyorsun, ben hediye almıyorum. Bunlar mübarek yerlerden gelen hediyeler, Seni
de çok severim. Ama parasını vereyim' buyurdular.

"Ben Üstadımı kırarım korkusuyla: 'Bunlar pek para tutmaz. Hiç para vermediklerim
de var...' dedim. Buna rağmen on küsür lira hesap çıkardılar. Getirdiğim şeyler o kadar da
etmezdi.

"Hatta, şaka yollu, Zübeyir kardeş: 'Üstadım, bu hesapta siz aldandınız' dedi.

"Ona gülerek: 'Keçeli, sen Abdurrahman'la aramdaki sırrı bilmezsin' buyurdular.

sh»:(Sn.Şh. S.247)

"Ben yine, 'Af buyurun bu parayı almayacağım' deyince:'Dur öyleyse' paketimi açıp
koku, kına, zemzem ve hurmayı aldılar. 'Tesbih sende kalsın' dediler. Buna karşılık mendilini,
havlusunu-dur, aklıma geldi-diye bir de tesbih verdiler. Ben tesbihi görünce çok sevindim.
Çünkü aynı tesbihi refikam Medine'de görmüş, 'bana bundan al' demişti. Ben de 'madem bu
tesbihi beğendin, namazdan sonra düzine ile alalım, yakınlarımıza da hediye ederiz' demiştim.
Fakat, ne hikmettir; o da, ben de unutmuşum. İlk hasta gördüğüm Üstadımızı iyi olarak
güleryüzle bizi ayakta uğurlamasından çok sevindim.

"Burdur'a gelince, ilk işim, tesbihi refikama verdim. Yüzüme bakarak: "Demek, bu
tesbihi Medine'den aldın, bana haber vermedin' dedi. Ben de: 'Bu tesbihi Üstad Hazretleri
verdi' dedim. Daha da sevindi. Vefatına kadar bu tesbihi yanından ayırmadı.

"Sıkıntılı günler ve dualarım"

"Biraz Burdur'da kalıp evi tamir ettirdikten sonra Akman Pasajının birinci katında yeni
bir işe başlamak üzere bir dükkân kiraladım. Kâğıt işleri üzerinde işe başladım. Fakat ne
hikmetse işlerim hep ters gidiyordu. Ne alırsam ziyan ediyordum. Bir yerde dükkânım vardı.
Onu da sattım. Onun parası da eridi, gitti. Evet, haftada bir, hanımın tavsiyesiyle yarım kilo
yağlı kıyma alabiliyor; o, bir hafta boyunca yemeklerimizin çeşnisi oluyordu. 'Yavaş yavaş
küçük çapta imalata başlayayım' dedim. İlk işim, zamklı rulo kâğıt ve tüp içerisinde yapıştırıcı
kola imalı oldu.Kalitesi, piyasadaki mallardan çok iyi olmasına rağmen satamıyordum. Beş
altı ay daha satamazsam hepsi kuruyup atılacaklardı. Ev kira, dükan kira, üç çocuğum okula
gidiyorlar. Düşünmeye başladım. Son çare bir iş bulmak, tezgahtarlık gibi bir şeyler yapmak.
Dükkana geç gelir oldum. Hatta bir gün hiç unutmam. Büyük kızım 25 kuruş istedi. Bende
beş kuruş dahi yok. Onu bütün bütün üzmemek için 'dükkanda unutmuşum' diye yalan
söylemek mecburiyetinde kalmıştım. O gün yolda giderken Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya
başladım. 'Ya Rabbi, şöyle elli liralık alış veriş bir müşteri gönder. Hem çocuğumun isteğini
yerine getireyim. Bakkala olan borcumu vereyim.' Dükkana geldiğimde çok sevdiğim ciltçi,
hattat Nazmi Altınkalem hocayı bekler buldum. Dükkanı açtım. Metresi beş liradan olan cilt
bezinden on metre aldı. O ânda sevincimi tarif edemem. Cenab-ı Hakk'a içimden hamdettim.

"Sıkıntılı günler devam ediyordu. Birgün dükkâna geldiğimde Hacı Recep Usta'yı beni
bekler buldum. Ne hikmetse içine bir fe

sh»:(Sn.Şh. S.248)

rahlık doğdu. Oturmaya vesile olsun diye bir çay söyledim. Üstad hazretlerinin
yanından geldiğini, selam getirdiğini söyledi. Çok sevindim. Bana, Üstad Hazretlerinin işimi
sorduğunu, merak etmememi, dünya yükünü üzerine aldıklarını söylemişler. Allah'a şükür, o
günden sonra, bir kutu satamadığım mallarımdan 50-l00 kutu alanlar oldu. Çok çalışıyordum.
Borçlardan kurtulmak için evcek gece gündüz uğraşıyorduk. Bazı imalat işlerine girdim.
Hepsinden umduğumdan fazla kazanıyordum. Buradaki küçük arsama basit bir işyeri
yaptırdım. İşimi genişlettim. Günde yirmi saat çalıştığım çok oluyordu.Ben arkadaşlarla bir
araya gelemiyordum. Bu defa beni korkaklıkla itham ediyorlardı. Bunlara pek aldırış
etmiyordum. Öyle korkak olsaydım, Üstad hazretlerine takip edildiğim zamanlar dört-beş
defa gider miydim?Ben çalışmakla üzerimdeki borçlardan kul haklarından arınıyorum. Hem
de Risale-i Nur için Mustafa Birlik gibi değerli kardeşlerimiz çoğalmıştı. Ben olmasaydım da
oluyordu. Allah hepsinden razı olsun. Amin.

Rüyada gelen şifa


"l963 yılında tekrar hacca gittim. Halbuki bir daha o mübarek yerleri göremem
diyordum. Medine-i Münevvere'de vazifelerimi yaptıktan sonra ilk işim Van müftüsü Hasan
hocaefendiyi aramak oldu, buluştuk. İlk hac dönüşümdeki hadiseleri anlattım. O zamanlar,
Hz. Üstad rahmet-i Rahmana kavuşmuşlardı. Hocaefendi: 'Evlat, hele otur, ben de sana bir
şey anlatayım: Benim hanım cinnet geçirdi. Onu zaptedemez olmuştuk. Çok sıkıntı
çekiyorduk. Birgün rüyamda Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz ile Bediüzzaman Hazretleri
bize geldiler. Benim hanımı bir masaya yatırdılar Peygamberimiz (s.a.v.) ile Üstadımız
okumaya başladılar. Uyanınca, hanımda o çekilmez hastalıktan eser kalmamış, sakin bir halde
oturuyor buldum. Bugün yirmibeş kadar kız çocuklarına Kur'ân-ı Kerim okutuyor...'
demişlerdi.

"Bir dahaki hacda, vefat ettiğini söylediler Allah rahmet eylesin. Şuraya kadar kırık
dökük bu hatıraları ancak yazabildim. Unuttuklarım çok olmuştur. Yıllar geçti. İstediğimi
yazamamışımdır. Üstadımız Hazretlerinin aziz ruhundan af dileyerek vefatından sonraki
hatıramla noktalamak istiyorum.

"Böbrek sancılarım ve..."

"Yıl l969. Hacca niyet ettim. Nedense o yıl içimden 'hacc-ı İrfad'a niyet etmek geldi.
Öyle yaptım. O yıl, otobüsle Hacı Raif Cila

sh»:(Sn.Şh. S.249)

sun ağabeyle gitmiştim. İlk bayram günü Şeytanı taşlayıp Mekke-i Mekke-i
Mükerreme yolunu tuttum. Tıraş olup guslettikten sonra 'İfaze tavafı'nı ve'Sa'y'ı yaptıktan
sonra Mina'ya döndüm. Çadırlarımıza yaklaşınca her yıl devam eden böbrek sancılarım
başladı. Bu yedi yıldır devam ediyordu. O zaman farz olan tavafı vaktinde yaptığıma
sevindim, şükrettim. Gecede uyuyamadım. Allah razı olsun, arkadaşlar seferber oldular.
Karşımızdaki çadırdan ismini sonradan öğrendiğim Münevver ismindeki bir abla hemen
yanıma koştu. Beyine su ısıtmasını söyledi. Sıcak su geldi. Biz kardeşiz, çekinme Havluyu
böbreğimin olduğu mahalle serdi. Üzerine çaydanlık koydu.Hem Cenab-ı Hakk'a yalvarıyor,
hem de sıcak suyu elinde tutuyordu. Beyine de zaman zaman su ısıtmasını söylüyordu. Ben
onun saatlerce gece yarısı uğraşmasından, fedakârlığından gözyaşlarımla: 'Abla, ben sizin
hakkınızı nasıl öderim?' dedim. Cevabı şu oldu: 'Sen yerde kıvranırken, ben nasıl istirahat
edebilirim, sen üzülme.' Allah ondan, bütün arkadaşlarından razı olsun...

"Birde, şimdi rahmete kavuşan sağlık memuru Hacı Neşet ağabeyi unutamam. O sık
sık damardan ağrı kesici iğneler yapıyordu. Geçici de olsa ferahlıyordum. Şuna çok
seviniyordum: Yüce Mevlamız ibadet zamanları bana ruhsat veriyordu. O hacda hep Cenab-ı
Hak ile idim. Bütün vaktim Ona yalvarmakla geçiyordu. Mâlayani ile vakit geçirmiyordum.
Bir taraftan burdan da seviniyordum. İzmir'e geldik. Tebrike gelenler, sana ne oldu böyle
diyorlardı. Çünkü o mukaddes beldede l2 gün sancı çekmiştim. Medine-i Münevvere'de
kitapçı şimdi rahmete kavuştu. Muhammed Sultan Nemingani ismindeki ilk hacda tanıştığım
zat böbrek ağrıları için Hintlilerin kullandıkları (Lüban Zikir) günlüğüne benzer bir ilaç
vermişti. O bana biraz faydalı olmuştu.

"İzmir'de tekrar şiddetli ağrılarım başladı. Doktora gittim, röntgene havale etti.
Röntgende sancı yapan sol böbreğimin hiç çalışmadığı belirtisini gösteriyordu. Doktor, bunun
çaresi o böbreği ameliyatla almak dedi. Ben herşeye razı idim. Halbuki sağ böbreğim de
arızalı idi. O, doğuştanmış. Halil Tellioğlu kardeşim: 'Ağabey, benim arabam ne güne duruyor
İstanbul'a gidelim. Boğulursak büyük suda boğulalım. Bu işin otoriteleri var. Onlara gidelim.
Belki o böbreği feda etmekten kurtuluruz' dedi. 'Peki' dedim.

"Üstadın tedavisini gördüm"

Benim o günlerdeki vaziyetim şöyleydi: Akşam namazını kılıyor, yatıyordum. Birkaç


saat sonra sancı ile kalkıyor. Zorla, yatsı namazını edâdan sonra, sabahlara kadar dolaşıyor,
kıvranıyordum. Yine

sh»:(Sn.Şh. S.250)

birgün sancı ile uyandım. Yatsı namazımı kıldım. o güne kadar olmayan bir hal oldu.
uykum galebe çaldı. Uyudum. Bir rüya gördüm, şöyle ki: Büyük bir salondayım. Üstadımız
hazretleri ortada oturuyorlar. Hemen yanlarına gittim.

"Bana: 'Nerelerdesin, kardeşim?' buyurdular. Geri çekilip oturdum. Hiç seslenmedim.


Etrafında birçok arkadaşlar vardı. Onlardan biri kulağıma eğilerek; 'Üstad hazretleri bugün
bize teşrif edecekler. Bir toplantı yapacağız, sen de gel' dedi. Yavaşça: 'Ben hastayım,
gelemem' dedim. Hemen, benim hasta olduğumu Üstad Hazretlerine söyledi. Üstadımız ciddi
bir vaziyette: 'Kalk bakalım, neyin var?' buyurdular. Ben vaziyeti anlattım. Ağrıyan
böbreğimin ön kısmına sağ elini koyarak sesli duaya başladılar. Dualarından hep Cenab-ı
Hakk'a sığınıyorlardı ve şifa diliyorlardı. (Duaları Arapça idi.)

"O sırada uyandım. Baktım, bir aya yakın devam eden bendeki sıklet kalkmış, sanki
hiç hasta olmamışım. Cenab-ı Hakk'a şükürden sonra 'Hey koca Üstad! Hayatında da,
mematında da kurtarıcısın. Allah seni daimi rahmetlerine gark buyursun' diye ben de dua
ettim.

"Zevceme koştum 'Ben kurtuldum' dedim. Çok inançlı bir insan olduğundan rüyamı
ilk ona anlattım. Sevindi. Çünkü ben hissediyordum, ailecek ölümümün bu hastalıktan
olacağını. Artık bitkin olmakla birlikte sakin bir hayat geçiriyordum. İşime bakabiliyordum.

"İki gün sonra kan pıhtısı içerisinde uzunca bir taş düşürdüm.Beni arabasıyla
götürecek Halil Telliiioğlu kardeşim: 'Hazırlan, İstanbul'a gideceğiz' dedi. 'Artık ben
kurtuldum' dedimse de, 'Gideceğiz, hem gezmiş oluruz, çok sıkıldın' dedi. kıramadım, gittik.
O günün, sahasında otorite olan Prof. Gıyaseddin Korkut Beye muayene oldum. Bana
hayretle: 'Bu taşı cidden idrar yollarından mı düşürdün? Bu mümkün olmayan bir şey' dedi.
Ertesi günü tekrar röntgene gittim. Filmlere bakarken, 'Bak' dedi. 'Senin bu böbreğini alacağız
diyen doktor deli. Halbuki, bu böbreğin öbürünkinden daha sağlam. Yedi yıl kadar evvel, bu
hasta olmayan böbreğinden bir kanama geçirdin mi?' Ben, 'Evet' dedim. 'Fakat, bu da iyiye
doğru gidiyor, merak etme. Bütün kullandığın ilaçları çöp sepetine at. İlaç gerekmez. Ekmeği
az ye. Yürüyüş yap. Şişmanlamamaya gayret et, o kadar. İki yılda bir gel, kontrol edelim'
dedi. Üç defa daha doktorun dediği gibi gittim 'Hiç bir şeyin yok dedi: Elhamdülillah, o
günden sonra öyle şiddetli bir sancı görmedim.

"Ben Üstad Hazretlerinin sadece İslam için yaşadığını, bütün derdinin gönüllerdeki
paslanmış imanları kurtarmak olduğunu

sh»:(Sn.Şh. S.251)

elemi, kederi, hep İslâm için idi. Bunun için yaşamak arzusunu bu büyük şahsiyetle
müşahede ettim. Daha ilk ziyaretim hayalimdeki İslam mücahidini bulduğuma inanmıştım.
Şahsına yapılan zulümlerden pek bahsetmezlerdi.
"Şunu da yazmadan geçemeyeceğim:

Çantay'ın itirafları

"Birgün Hasan Basri Çantay hoca (merhum) Üstad Hazretlerini meclisin ilk günlerinde
Meclis-i Mebusan'a yazdıkları bir mektuptan hafifçe tenkit yollu anlatıyordu. Sözlerine yeni
başlamıştı. Hemen eliyle ağzını kapayarak: 'Ben bütün sözlerimi geri alıyorum.
Söylediklerimi siz de duymamış olun. Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda,
Resulullah izinde bütün işkence hapislere rağmen İslamı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç
birimiz onun gibi olamadık' dedi.

"Yüce Mevlamız İslâma hizmet eden şuurlu bütün Müslümanlara rahmetini


esirgemesin. Amin."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.252)

HACI FATMA SEYHAN

l320'de Burdur'da doğdu. Babasının adı Emir, annesinin adı Âdile, Lakabı: Burdurlu
Hacı Fatma. Van-Gevaş'ta oğlu Abdullah'ın yanında kalıyordu.

"Sakın, ona görünme, Görünürsen gider"

Bediüzzaman Hazretlerini 23 yaşlarında Burdur'da oturdukları zaman görmüş,


hizmetinde bulunmuş. Bediüzzaman Hazretleri o zamanlar kendilerine bir adet Delâil-i Hayrat
hediye etmişti.

Bediüzzaman'la ilgili hatırasını şöyle anlatıyor:

"Molla Said, Burdur'a gelmişti, ilk gelişleriydi. O zaman bizim Burdur'da üç katlı bir
evimiz vardı. Kocam Eyüb Bey o zaman Molla Said'i bizim evde misafir etti. En üst katı ona
tahsis ettik. Evimiz Burdur'un Yenci mahallesindeydi.

"Bizim evde dokuz ay kaldı. Kaldığı bu dokuz ay zarfında hep Kur'ân okurdu.
Yanında sadece bir tane kitabı vardı: Kur'ân-ı Kerim. Ziyaretine gelenleri çoktu. Arkasında
namaz kılarlardı. Birgün Valinin adamları da geldiler, Valinin kendisini ziyaret edeceğini
söylediler. Bediüzzaman bunu kabul etmemişti. Ben öyle tahmin ediyorum ki, Vali onu kötü
niyetle ziyaret etmek istemişti, o da kabul etmemişti Valiyi. Vali bir daha da gelmemişti.

"Yine bizde kaldığı zamanlarda birgün benim binbaşı olan dayım Hacı Hamdi Bey
bize gelmişti, etli bir yemek yapmıştık. Sofrayı kurduk. Dayım ellerini yıkamadan sofraya
oturdu, ardından da eti dağıtmaya başladı. Molla Said, hemen müdahale ederek ellerini
yıkadıktan sonra dağıtmasını istedi. Dayım kalktı, ellerini yıkadıktan sonra sofraya tekrar
oturdu.

"Bir gün Üstad, beyimden evin hamamını sordu, o da gösterdi Bunun üzerine beyime
bir sarı lira verdi. Karşılıksız hiç birşey yapmazdı.

"Sabaha kadar namaz kılardı, sabah namazından sonra öğleye

sh»:(Sn.Şh. S.253)

kadar kimseyi kabul etmezdi. Daha sonra ziyaretçiler gelirdi. Dokuz ay kendisine
hizmet ettim, çamaşırlarını yıkar, sofrasını sererdim. Başını kaldırıp da hiç bana bakmazdı.
Kocam bana, 'Sakın, ona görünme. Görünürsen gider' derdi.

Bediüzzaman'ın ahiret bacısı

"Dokuz ay kaldıktan sonra bir gün gitti, Divanbaba (Delibaba) Camiinde kaldı. Bir
gün çorap giymeden yanına girmiştim. Tahminime göre bu sebepten bizim evi terk etmişti.

"Benim için, 'Çok temiz kalbli' derdi. 'Seni dünya âhiret kardeşliğine kabul ettim'
diyordu.

"Birgün yine bana şöyle demişti 'Eğer ben Cennetlik olursam, senin elinden tutup
Cennete götüreceğim.'

"Sakalı yoktu, her gün traş olurdu. Çok temizdi. Üzerinde bir cübbesi vardı, başına
kenarları işlemeli bir sarık sarardı.

"Birgün yine beni çağırmıştı, sarığını bana verdi, 'Çocuğunun beline bağla' dedi. Bizim
o zamanlar çocuğumuz hiç olmuyordu, daha sonra oldu. Ben çocuğumun oluşunu yine onun
duasına ve himmetine bağlıyorum. Daha sonra o sarığı akrabalardan birisinin felçli olan
çocuğunun beline bağlaması için vermiştik. Onlarda kaldı.

"Ben şimdiden torunlarıma, ölürken mezar taşıma aynen şöyle yazmalarını istiyorum.
'Bediüzzaman'ın âhiret bacısı Hacı Fatma Seyhan'ın ruhuna el-Fatiha...'

"O zamanlar eniştemin bir post namazlığı vardı. Ben Üstad'a vermek istedim, ama
onlar razı değillerdi, ben yine verdim. O za

[]

Üstad Bediüzzaman'ın Burdur'da sürgünde iken

l0 ay kadar kaldığı Divan Baba Camii (Delibaba

Hacı Abdullah Efendi)

sh»:(Sn.Şh. S.254)

man da Üstad hiç birşeyden haberi yoktu, postun benim olduğunu biliyordu. Tam ben
postu sarıp verirken almadı, 'Belki enişten razı olmaz' diyerek geri çevirdi. Ben de
eniştelerime kızarak post namazlığı tekrar onlara geri götürdüm.

"Onu günlerce anlatsam doymam, o çok büyük bir zattı. Şimdi ben 9l yaşındayım,
bakın çok dinçim. Hep onun himmet ve duasıdır. Allah ondan razı olsun.

"Daha sonra bize çok mektup yazardı. Mektuplarında kendisine karşı yapılan
haksızlıklardan bahsederdi. Keçe külah takardı, Burdur'a sürgün olarak geldiğini söylerdi."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.255)

RAHMİ SULTAN

"Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi"


Rahmi Sultan ismindeki zattan, Barla Lâhikası'nda Nasuhizade Şeyh Mehmed imzalı
mektupta bahsedilmektedir.

Rahmi Sultan, geçen yüzyılda yaşayan ve Üstadın doğumunu haber verdiğini, Emirdağ
Lâhikası'nda Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun bir mektubundan öğrendiğimiz Hacı Hasan
Feyzi'nin talebe ve mensuplarındandır.

Milâslı Halil İbrahim, "Duyduğuma göre, Denizli'de bundan yetmiş-seksen sene evvel
büyük evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine 'Bugün Kürdistan'da bir
evliya dünyaya geldi' diye haber vermiş" ifadesiyle Hacı Hasan Feyzi'den bahsetmektedir.

Hasan Feyzi Yüreğil bölümünde tafsilâtlı bilgiler bulunmaktadır.

Hava albayı Şeref Bekteşer'in kayınpederi ve Rahmi Sultan'ın oğlu emekli öğretmen
Nuri Ermişi, babası hakkında bize şu bilgileri vermektedir:

"Babam Hacı Rahmi Sultan'ın esas ismi Hıdır, kendisi ise Nakşî tarikatındandı. Nakşî
şeyhi ve piri Hacı Hasan Feyzi Hazretleri, ismini Rahmi olarak değiştirmişti. 'Bundan sonra
senin ismin Rahmi' demişti. Babam Rahmi Sultan esasen Harput'un bir köyündendi. On iki
yaşında Harput'ta iken babasından izin alarak ağabeyinin yanına İstanbul'a tahsile gitmiş.
Burada tahsilini tamamladıktan sonra, yanındaki bir akradaşıyla birlikte Tekirdağ'a kadı
olarak tayin edilmiş. Tekirdağ'da vazifeye başladıktan sonra, Piri Hacı Hasan Feyzi, kendisine
haber göndererek kadılıktan vazgeçmesini ve Burdur'a gidip orada Kur'ân'a ve imana hizmet
etmesini istemiş. Rahmi Sultan, şeyhinin bu emri üzerine hemen Burdur'a gidip, orada
islâmiyete hizmet etmeye başlamış."

Binbaşı Âsım Beyi Burdur'dan Barla'ya götürüp Bediüzzaman'la tanıştıran Nasuhizade


Şeyh Mehmed, Üstada hitaben "Bülbül-ü Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim Efendim
Hazretleri" diye başla

sh»:(Sn.Şh. S.256)

yan mektubunda Rahmi Sultanın l9l6 yılında vefat ettiğini yazmaktadır: "Mürşid-i
ekmel şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde l332 (l9l6) irtihal-i
beka buyurdular."
Şeyhi Hacı Hasan Feyzi'nin emriyle Burdur'a gelip yerleşen Rahmi Sultan, buradan
evlenmişti.

Rahmi Sultan'ın oğlu, öğretmen Nuri Ermiş, Üstadı Burdur'un Divan Baba Camiinde
ziyaret edip, elini öptüğünü, onun ruhaniyet ve maneviyatından istifade ettiğini Barla
Lâhikası'nda babasından bahsedilen kısmı okununca sevinçlerle söylüyordu.

sh»:(Sn.Şh. S.257)

[]

Nasuhizade

Şeyh Mehmet Balkır

NASUHİZADE ŞEYH

MEHMED BALKIR

Barla Lâhikası'nda mektubu ve şiiri bulunan Nazuhizade Şeyh Mehmet Balkır, Hacı
Rahmi Sultan'ın halifelerinden bir zat olarak Binbaşı Âsım Beyi hanımıyla beraber
Burdur'dan Barla'ya götürüp, Bediüzzaman'la tanıştırmıştı.

Barla mektuplarındaki güzel manzumesi şu mısra ile bitmektedir.

"Nasuhizade Mehmed, söyledi hemen bu sırları.

Hazine-i Kur'ân'ın bir miftahıdır Hazret-i Üstad."

l878'de doğan Nasuhizade Şeyh Mehmed Balkır, l3 Mayıs l964'de vefat etmişti.

Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendinin oğlu, Halil Hilmi Balkır anlatıyor:

"Ben Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi babam Şeyh Mehmed Efendi vasıtasıyla
tanımıştım. Babam, Harput'tan Burdur'a gelen ve evlenen, Nakşî tarikatından Hacı Rahmi
Sultan'a bağlıydı. Bediüzzaman Burdur'a gelince babam, 'Bu büyük bir zattır' diyerek
kendisini zayeret ediyor, görüşüp konuşuyordu.
"Evimiz yakın olduğundan, biz ona dut toplar götürür ve abdest suyu hazırlardık.
Kendileri dut mevsiminde Burdur'a gelmişti. Değirmenler Mahallesindeki Hacı Abdullah
Efendi Camiinin içindeki bir odada kalıyordu. Bir seneden fazla kaldığını tahmin ediyorum.
Dut mevsiminde gelip, güz mevsiminde gitmişti."

sh»:(Sn.Şh. S.258)

Üstadın Burdur'dan ayrılışı

Burdur'da yaşlı bir hanım ise Bediüzzaman'ın ayrılıp, Isparta'ya gidişini ve bir
müşahedesini şöyle anlatmaktadır:

"Üstadın Isparta'ya gideceğini ahali duyunca, kaldığı Hacı Abdullah Efendi Camiinden
tâ Paşa Köprüsüne kadar, yolun iki yanına saf tutmuşlardı. Bediüzzaman yolun ortasında
gidiyor ve her iki elini uzatarak vedalaşıyordu. Millet ellerini öperek, kendisini uğurlamıştı."

Halil Hilmi Balkır anlatmaya devam ediyor:

[]

Nazuhizade Şeyh Mehmed'in

oğlu Halil Hilmi Balkır.

l908'de Burdur'da doğdu.

"Her gün ikindiden sonra kaldığı camide cemaatle dini mevzularda sohbet eder,
nasihatlarda bulunurdu. Bir gün ziyaretine Fahreddin Altay Paşa gelmişti. Bediüzzaman çok
büyük bir zattı. Babamgil kendisini rehber kabul etmişlerdi. Çok az yemek yerdi. Bir gün
kendisini evimize davet etmiştik. Bizimle önce pazarlık etmişti. 'iki dilim ekmek ve bir çeşit
az yemek' diye şart koşarak gelmiş ve yemekte ayrı oturmuştu.

"Burada Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi isimli bir zat devamlı hizmetini görürdü.

Üstadı imtihana kalkışan öğretmen


"Orta mektepte Kemal Bey isimli birtarih öğretmeni vardı. Bediüzzaman'ın yanına
gitmişti. Münazara ve münakaşa etmek için. Bir bahçe kenarında, çimenlik yerde Üstadı
bulmuştu. Dinlemeye gelenler de bir hayli kalabalıktı.

"Kemal Bey Üstad

[]

Nazuhizade Şeyh Mehmed Balkır (solda) ve

oğlu Halil Hilmi Balkır

sh»:(Sn.Şh. S.259)

Bediüzzamana 'Hoca Efendi, bazı suallerim var, cevaplayabilir misiniz?' dedi:


Yüksekten bakıyor, hep benliğini gösteriyordu. Tarih hocası olduğundan, Üstad 'Buyur sor,
evlât' deyince hep tarihten sormaya başlamıştı. Bütün suallerinin cevaplarını alınca, eski
havası söndü. 'Beni affedin' diye kalkıp Üstadın eline kapandı."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.260)

[]

Binbaşı Âsım Bey

Binbaşı Âsım Bey

AHMED ASIM ÖNERDEM

İstikamet şehidi

Barla Lâhikası, Tarihçe-i Hayat, Şualar ve Mektubat gibi eserlerde ismi, bahsi, yazdığı
mektup ve şiirlerde imzası bulunmaktadır. Tarihçe'nin "Eskişehir Hayatı" kısmında şu parçayı
okumaktayız:
"Binbaşı merhum Âsım Bey isticvap edildi; eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve
eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır
gelir diye düşünüp, 'Yâ Rab, canımı al!' diyerek, on dakikada teslim-i ruh eyledi. İstikamet
şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve
tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet Risale-i Nur'dan tam ders
alan, bir su içer gibi kolayca, terhis tezkeresi telâkkî ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden
sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim
Asım Bey gibi 'Yâ Rab! Canımı da al' diyecektim. Her ne ise..."

Binbaşı Âsım Bey, l877 yılında İzmit'te dünyaya geldi. Kıcızâdelerden olan Âsım Bey,
Trablusgarp, Şam, Muğla Tefenni ve Manisa'da askerî vazifeli olarak bulundu.

Daha önceleri vazifeli bulunduğu Trablusgarp ve Şam'da evlenmişti. Burdur'da da


Mahmud Beyin kızı Nigâr Hanımla evlenmişti. l952'de İstanbul'da vefat eden Nigâr Hanım
Edirnekapı'da hava şehitliğinde medfun bulunmaktadır.

Binbaşı Âsım Beyin hanımı Nigar Hanım, eski milletvekillerinden Fethi Çelikbaş'ın
yakını olan Said Çelikbaş'ın teyzesidir.

Âsım Bey Burdur'a gelince, orada Nazuhizade Şeyh Mehmed Balkır Efendi kendisini
Bediüzzaman'a götürerek tanıştırmıştı.

sh»:(Sn.Şh. S.261)

Âsım Bey güzel yazısıyla Nur Risalelerini yazmaya başlamıştı. Bediüzzaman


Burdur'dan Barla'ya gittiği zaman, devamlı mektuplar yazmıştı. Barla Lâhikası'nda ifade
edildiği gibi, Nigâr Hanım şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Hastalığın bir türlü devasını
bulamayınca, şifa dualarını almak için, Nasuhizade Mehmed Balkır, Âsım Beyle Nigâr
Hanımı alıp, Hüsnü Ağanın yaylı at arabası ile, Barla'ya Bediüzzaman'ın yanına götürmüştü.
Üstad kabul edip, Nigâr Hanıma dua etmiş ve hanım daha sonra şifa bulmuştu.

Daha sonraları Âsım Beyle Üstad arasındaki mektup, Risale postacılığını Burdur'un
Yenice mahallesinde oturan Yalvaçlı tüccar Abdullah Hoca yaptı.
l934 ve l935 senelerinde emniyet çok sıkı tedbirler alıryor, Bediüzzaman ve
talebelerini takip ediyordu. Bir gün Binbaşı Âsım Beyin evinde Nasuhizade Mehmed Balkır,
Sadık Ermiş Hoca, berber Mehmed Güler ve Âsım Bey Nur Risalelerini okurken, komiserle
polisler gelmişti. Âsım Bey komisere hanımının içeride boy abdesti aldığını ifade ederek, beş
dakika sonra girmelerini söyledi. Misafir zatlar kitaplarla birlikte arka kapıdan çıkıp kaçıp
gittiler. Fakat buna rağmen, aramalarda bazı kitapları yine de bulmuşlardı. Bu hadiseden sonra
Binbaşı Âsım Beyi alıp, Isparta'ya götürdüler.

"Yâ Rab! Canımı al"

Isparta'da sorgu hakimliğinde ifade verirken, "Yâ rab, canımı al," diyerek vefat etti.
İfadesini alan hakim Hikmet Bey de şaşıp kalmıştı.

[]

8 Mayıs l935 Çarşamba günkü Tan gazetesinin Binbaşı Âsım Beyin şehadetini haber
veriş tarzı.

sh»:(Sn.Şh. S.262)

Binbaşı âsım Beyin cenazesini Nigâr Hanım yıkamış, korkudan ancak beş-altı kişinin
iştirak ettiği cenaze namazından sonra, Isparta'nın Alâeddin mezarlığına defnedilmişti.

8 Mayıs l935 tarihli Tan gazetesi manşetinde: "Bir mürteci ifade verirken öldü.

"Bir binbaşı mütekaidi suçlu ifadesi alınırken birdenbire düştü öldü" şeklinde birinci
sayfasında haber olarak veriyordu.

Bir Türk subayı olarak Trablusgarp, Şam ve Manisa dahil, kırk yıl askerî hizmetlerde
bulunan istikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey, "Kırk yıldır ellerimi kara ve kirli işlere
bulaştırmadım, Cenab-ı Hakka çok şükür" diyerek namuslu ve istikametli hayatını böyle
noktalamıştı.

Burdur eşrafından Abdurrahman Cerrahoğlu, merhum Binbaşı Âsım Bey için şunu
ifade etmektedir:
"Burdur'da babam, Binbaşı Âsım Beyden çok sitayişle bahsederdi. Âsım Beyin oğlu
Nâzım benim sınıf arkadaşımdı."

Isparta'da Terzi Mehmed Babacan ise Binbaşı Âsım için şunları anlatmaktadır:

"Binbaşı Âsım Bey güzel tezhip de yapardı. Mevsim yazdı. Isparta Ulu Camide
yedisekiz kişi ancak cenaze namazını kılabildik. Cenaze namazını Refet Beyin kayınpederi
Hacı Mülâzım Efendi kıldırmıştı. Binbaşı Âsım Bey Alâeddin mezarlığına defnedilmişti."

[]

Risale-i Nur davalarının ilk şehitlerinden merhum binbaşı Asım Bey'in Üstad
Bediüzzaman Hazretlerine yazdığı mektuplardan iki tanesinin baş kısımları mektup zarfı.
Zarfın üzerinde: "Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretlerine takdim. ASIM." yazıyor.

Binbaşı Asım Bey mektuplarından şanlı Üstadına: "Sertacım Üstad-ı Ekremim


Efendim" diye hitap ediyordu.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh. S.263)

[]

l92l'de Bitlis'te doğan Nur Üstad'ın dost ve

hemşehrilerinden eczacı Besim Müftügil Beyefendi.

BESİM MÜFTÜGİL

Bediüzzaman'ın dost ve hemşehrilerinden Sadullah Efendi ve ailesi de Mardin-Konya


üzerinden Burdur'a sürülmüştü.

Sadullah Efendi merhum Burdur'da Nur Üstad Bediüzzaman'la aynı evde sürgün
hayatı yaşadıklarını ifade etmektedir.

Sadullah Efendinin oğlu eczacı Besim Bey; "Babamın amcası Abdülmecid Efendi l925
sürgün tarihine kadar Bitlis'te müftüydü. Burdur'daki evde, babamın amcası Müftü Efendi,
Bediüzzaman'ın ilmi ve irfanı karşısında çok zor mevkilerde kalır, müşkül durumlara düşerdi.
İlmî sohbetlerde Bediüzzaman'ı hayran hayran dinler, onunla hiç boy ölçüşemezdi" diye
babası Sadullah Feyzi Efendiden dinlediklerini anlatmaktadır.

Dr. Barçın'ın mektubu

Bahtiyar doktorlardan merhum Tahir Barçın Ağabeyim l950'lerden evvelki yıllarda


Bitlis'te ve civarlarında tabiblik yapmıştı. işte bugünlerde tekrar Emirdağ'ına döndüğü zaman
Bitlis'ten tanıştığı hanedan bir aileye 26 Temmuz l947 tarihinde Emirdağ'ından şu satırları
yazıyordu:

"Muhterem Kardeşim Besim Bey,

"Her mektubumda sizlere

[]

Merhum Sadullah Feyzi Efendi

(l862- l6 Mart l933)

sh»:(Sn.Şh. S.264)

selâm ve hürmetlerimi yazıyordum. İşlerimin çokluğundan ayrıca yazamadığıma


müteessirim.

"O sıkıntılı zamanımızda bizleri teselli eden, yalnız bırakmayan, temiz kalbli ve asil
arkadaşımızı unutmamıza imkân yoktur.

"Size orada iken; İslâmiyet âleminin bir Nuru olan Üstadımızdan bahsetmiştim. Hatta
bir eserini okunması için size vereceğimi vadettiğim halde, orada eser olmadığından, maalesef
veremedim. Üstadımızla görüşürken pederinizden bahsettim. Çok memnun kaldılar. Sizleri
tenvir ve irşad için eserlerinden göndermeyi tasavvur buyurmuşlar. Bu vesileyle ben de
bunları yazıyorum. Valideniz hanımın ellerinden öperiz. Mesrur Bey'e ve diğer akrabalarınıza
selam ederim. Muhterem Dayı Beye, Müftü Efendiye de selâm ederim. Hürmetle ellerinden
sıkarım vesselâm.."
Kardeşiniz

Dr.Tahir Barçın

Üstadın Besim Beye mektubu

Yine bu günlerinde Bediüzzaman Hazretleri memleketine ve hemşehrilerine hitaben şu


satırları yazıyordu.

"Aziz Sıddık Kardeşlerim, Şeyh Nesim ve Müftüzade merhum Sadullah Efendi'nin


Mahdumu,

"Evvelen: Ramazan'ınızı ve seksen sene bir ömr-ü bakiyi kazandırabilen Leyle-i


Kadrinizi tebrik ile beraber, yirmi-otuz sene benim oraya, her hafta bir mektup yazmasına
bedel, sizlere o şirin vatanıma ve muhterem iki büyük hanedanlarımıza iki büyük mektu

[]

Bahtiyar doktorlardan, Dr. Tahir Barçın'ın l947 yılı

Temmuz'unda Emirdağ'dan Bitlis'e, eczacı Besim

Müftügil Bey'e yazdığı mektup.

sh»:(Sn.Şh. S.265)

bum olarak, arzunuza binaen, Zülfikâr ve Asa-yı Musa namında iki kitabı
gönderiyorum. Zülfikar bizzat Şeyh Nesim'de, Asa-yı Musa da Eczacı kardeşimizde
bulunmakla beraber, her iki kitab, her birinize aittir. İnşaallah Risale-i Nur'dan daha mühim
mecmualar, onlar gibi, tam arzunuza ve oranın istifadesine medar olmak şartıyla
gönderilecek.

"Ben Bitlis'le, hususan iki hanedanınızla pek çok alakadarım. Fakat şimdiye kadar,
çelik bir çember içinde bulunmak gibi, o şirin vatanımla ve o hanedanlarla alakam zahirî
kesilmişti ve tam fedakâr ve nurlara benim bedelime sahip olacak bazı zatları bekliyordum.
İnşaallah ikiniz o ümidimin hakikatını göstereceksiniz.
"Oralarda hayatta kalan ahbablarıma pek çok selâm edip, hususan benimle beraber,
menfi müftüzade Abdülmecid, hayatta mıdır? Onu çok merak ediyorum? Ve onu merhum
Sadullah Efendiyi, merhum Şeyh Abdülbaki Hazretlerini hiç unutmuyorum.

"Dualarımda daima hissedar ediyorum.

Elbaki Hüvelbaki

Hasta kardeşiniz ve

duanıza muhtaç

Said Nursi

Mektupda ismi geçen Şeyh Nesim Efendi, Kâsım Küfrevî'nin Ağabeyi Cesim
Küfrevî'nin babasıdır. Kendileri l952'lerde rahmetlik olmuştu. Şeyh Abdülbaki Efendi ise,
Kasım Küfrevî Beyin babasıdır. Kendileri l944'lerde vefat etmişti. Bitlis müftülerinden ve
Üstad Bediüzzaman'ın Burdur sürgününde birlikte olduğu ve mektubunda hayatta olup
olmadığını sorduğu Abdülmecid Efendi ise l940'larda vefat etmiştir.

sh»:(Sn.Şh. S.266)

sh»:(Sn.Şh. S.267)

BARLA

ŞAHİTLERİ

(l926-l934)

sh»:(Sn.Şh. S.268)
[]

Barla Nahiye Müdürü Cemal Can

Burdur'da polis olduğu yıllarda.

CEMAL CAN

Barla nahiye müdürü

Cemal Can l899'da Burdur'da doğdu. l93l-l936 yılları arasında Barla Nahiye
müdürlüğü yaptı. Daha önceleri Burdur emniyetinde polis olarak vazife yaparken l93l'de
Barla'ya Nahiye Müdürü olarak tayin edilmiş.

Said Nursî'yi Isparta'ya verdiler

"Antalya tarafından üçyüz-dörtyüz kadar kişi sürgün gelmişti. Bediüzzaman bunların


arasındaydı"

"Kafile kafile geliyorlardı. Bediüzzaman'ın içinde olduğu kafile altı kişiydi.

"Şeyh Said'in akrabaları Tefenni tarafına gönderildi. Said Nursî'yi ise Isparta'ya
verdiler.

"Sonra ben resmî görevle Barla nahiyesine tayin edildiğimde, Bediüzzaman da


Barla'da idi.

"Benim tanıdığım ve şahid olduğum kadarıyla, kendileri münzevî bir hayat


yaşıyorlardı. Sık sık kırlara, bağ ve bahçeler gidiyordu. Yalnız başına dağlarda gezerdi.
Eğridir Gölünün kenarlarına da sık sık giderdi. Zannediyorum temiz havada kalmayı çok
severdi. Geri kalan vakitlerini ibadetle geçirirdi.

İnsan psikolojisini iyi biliyordu

"Benimle konuşurken: 'Benim karşımda müdür yok. Cemal Bey var. Cemal Bey benim
dostumdur' derdi. İnsan psikolojisini iyi biliyordu. Sonra insanların fizyonomisinden de çok
iyi anlıyordu.
sh»:(Sn.Şh. S.269)

"Kendisinin göl kenarında ağaç dalları arasında kaldığı bir köşkü vardı. Bahar ve yaz
günlrinde bu köşke sık sık giderdi. Eğridir yolu için çalışıyorduk. Dinamitle yol açıyorduk.
Seher vakti dinamitleri ateşleyecektik. Bu sebepten sabahın erken saatlerinde kalkıp, atla
Eğridir taraflarına gidiyordum. İlama iskelesine yaklaştığımda bir ses duydum. Seherin o
sessiz vaktinde, ses dalgalar halinde yayılıyordu. Hattâ at ürktü.

"Müdür Bey! Müdür Bey!' diye çağırıyordu. Baktım Hoca Efendi göle girmiş, sadece
başı görünüyordu. Beni yanına çağırdı. Gittim, Ağaçtaki köşküne çıkmamı söyledi, az sonra
kendisi de çıkarak köşkte çay demledi ve bana çay ikram etti.

"Baharın, o alaca karanlık vaktinde yapayalnız, sahil kenarında yaşıyordu.

Çok zeki bir insandı

"Çok zeki bir insandı. Fizyonomi itibariyle, karşısına biri gelince o adamın nasıl bir
kimse olduğunu derhal anlıyordu. Onun halet-i ruhiyesine göre konuşup, öyle ders veriyordu.

"Herkeste bir merak vardı. Her çeşit insan kendisini görmek, ziyaret etmek ve
konuşmak isterdi.

"Bütün o civarlardan ziyaretine gelirlerdi. Gelenlerin yapmak istedikleri yardımları ve


hediyeleri almazdı. Sıhhatine çok itina ederdi. Az yerdi. Yaşayışı muntazamdı.

[]

Barla Nahiye Müdürü Cemal Can (Ayakta soldan ikinci) Isparta Valisi M. Fevzi

Daldal (ortada oturan, beyaz elbiseli) Eğridir'de bir mesirede.

sh»:(Sn.Şh. S.270)

"Barla'daki ezan meselesi de benim zamanımda oldu. Arapça ezan okumak yasaktı.
Ama Hoca hiç Türkçe ezan okumazdı. Biz bu durumu bilirdik, fakat idare ederdik. Sonra bize
sık sık emirler gelirdi. Neticede bir defasında sabah namazı vaktinde ezan okurken, zabıt
tuttuk ve gönderdik."
Şefkat tokadı ve hikâyesi

Bu meseleye Bediüzzaman Mektubat adlı eserinde şu şekilde temas eder:

"Bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak
fikriyle şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakibâne ve düşmânâne vaziyet aldı, kendi
maksadının aksiyle tokat yedi. Ümid edilmediği bir meselede ikibuçuk seneye mahkûm edildi.

Sonra Kur'ân'ın hizmetkârlarından dua istedi. İnşaallah belki kurtulacak, çünkü ona
dua edildi.¹

Bediüzaman'ın belirttiği mahkûmiyet hâdisesinin aslı şudur:

Burdur'da emniyette çalışırken, başından bir hadise geçmiş. Bu hâdisenin üzerinden


epey zaman geçtikten sonra, kendi ifadesiyle dört sene onbir aya mahkûm olmuş. Bu
hâdisenin mahiyetini sorduk şöyle anlattı:

"Burdur'da Hakkı isminde sarhoş bir adam vardı. Daima sarhoş geziyordu. Ben
devriye geziyordum. Belediye gazinosuna girmiştim. Sarhoş Hakkı da kafayı iyice çekip,
çarşıda bir dükkânın camını kırmış ve gelmiş, gazinoda eğleniyordu. Ben Hakkı'yı alıp evine
bırakacaktım.

"Hakkı ile çıkarken Komiser Deli Mehmed karşımıza çıktı. 'Ne var' diye sorunca ben
hâdiseyi anlattım. Hakkı'yı cadde ortasında dövmeye başladı. Karakola götürdü, orada da
Hakkı'ya çok dayak attı. Hattâ o kadar ki, hâdiseyi gören Ağır Ceza Reisi 'Bırak yahu yeter'
diye dayanamayıp Komiseri ikaz etti.

"Sonra hâdise mahkemeye intikal etti. Kör Hakkı, Ankara'ya kadar gidip şikâyet etmiş.
Hattâ İsmet Paşanın arabasının önüne yatmış, hakkının aranmasını istemiş. Hâdise böyle
büyümüştü. Burdur Valisi Celâl Bey vardı. Hâdiseyle o da ilgileniyordu. Bu dâvâ böylece
devam edip giderken, beni Sütçüler'e verdiler. Daha sonra da Barla'ya nahiye müdürü olarak
tayin ettiler.

"Aradan epey zaman geçti. Hiç beklenmedik ve umulmadık bir

____________

¹ . Mektubat, 3l4.
sh»:(Sn.Şh. S.271)

zamanda bizi mahkûm ettiler. Barla'ya mahkûmiyet kararımız geldi.

"Sonra temyiz ettim, epey uğraştıktan sonra, kararı bozdurduk. Böylece bir hâdiseyi
atlatmış oldum.

"Eğridir'de bir eczacı vardı. Ziyaretine gelip bazı sorular soruyordu. Yine bir gün
Kaymakamla birlikte gelmişlerdi. Ben de onlara katılarak Hoca Efendinin evine gittik. Eczacı
suallerini sordu. Kendisi de cevaplar verdi."

Cemal Can'ın anlattığı bu mesele de "Eczacı Efendinin sorduğu suallere cevap" diye,
Nur Külliyatında geçmektedir. (Bkz: Mektubat, l2'nci Mektup, s. 4l).

sh»:(Sn.Şh. S.272)

[]

Hakkı Tığlı

HAKKI TIĞLI

l875'te doğdu. Bediüzzaman'ın ilk talebelerindendir. l935'te Eskişehir hapishanesinde


Bediüzzaman'la birlikte yattı. Hayatının en mesut anlarının Üstadıyla birlikte Eskişehir
hapishanesinde geçirdiği anlar olduğunu söylerdi. Eğridir Müftüsü Hüsnü Efendinin kardeşi
ve Bediüzzaman'ın muarızı olan Tevfik Tığlı'nın amcasıdır.

Bediüzzaman'ın l930 öncesi, Barla'dan Eğirdir'de bulunan Hakkı Tığlı'ya yazdığı bir
mektup.

Mektubun "selâm," "gayretli ve ciddî, samimî" diye başlayan kelimeleri bizzat


Bediüzzaman'ın el yazısıyladır.

"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü,

"Gayretli ve ciddî, samimî kardeşim Hakkı Efendi,


"Üç sözü bana gönderdiğin için, üç senelik tembelliğini bana unutturdun. Daha sana
tembel demeyeceğim. Hem beni o kadar memnun ettin, binler hediyeden fazla kıymettar
düştü, üç senelik tembelliğini unutturdu.

"Sual ettiğin meselede gayet acele, bir-iki saat zarfında kısa bir cevap size gönderildi.
Biz de kalmadı. Eğer beğenirseniz siz yazın. Nüshamızı bize gönderiniz. Yirmi İkinci Sözün
iki hikâye-i temsiliyesini evvel size göndermiştik. Birisi Süleyman Efendinin, birisi de
benimdir ki, haşiyelidir. Siz haşiyelerini yazınız. Nüshamı gönderiniz. Bize de lâzımdır. Fakat
başında yazılan âyette bir sehiv var. Ona bedel 'Ve tilke'l-emsâlü nadribühâ linnâsı leallehüm
yetefekkerûn' âyetini yazınız.

"Misafir Müftü Efendi, Hulûsi Bey, Hafız Mustafa bütün senin yanındaki dostlara
selâm ederim. Şu Ramazan-ı Şerifte umumunuzdan dua istiyorum. Herhalde bana dua
etmelisiniz. Ben de size dua ediyorum. Bilhassa misafir Müftü Efendinin duasını istiyorum,
ben de ona dua ediyorum. Çok selâm ediyorum."

sh»:(Sn.Şh. S.273)

[]

Üstadın Hakkı Tığlı'ya yazdığı bir mektup

l935'deki Eskişehir hapsinde Üstadla birlikte yatan Hakkı Tığlı'yı Yirmi Yedinci
Lem'a'daki mahkeme müdafaasında Üstad Bediüzzaman şöyle ifade ediyordu:

"Eğirdirli Hakkı Efendi.

"Dokuz sene Barla'da oturduğum halde, belki karşıdan iki-üç defa ancak şahıs ve
hüviyetini hapishanede anlamış olduğum bu eski zat, eskiden beri hükûmet hizmetinde ve
sonra da dâvâ vekili olduğundan, benim gibi dünyadan münasebeti az bulunmakla beraber,
dokuz sene Barla'da bulunduğum müddet ziyade bana karşı rakibane ve tarafgirane vaziyet
alan onun kardeşi olan müftü ve oğlu Barla'da başmuallim Tevfik olduğundan, bu zat benimle
hususî bir fikir ve mesleğime taraftar ve naşir olmak değil, bilakis kardeşine ve
sh»:(Sn.Şh. S.274)

biraderzadesine irtibatı münasebetiyle ve hükûmetin işlerinde bulunmak cihetiyle


aleyhimde tarafgirâne vaziyet almak iktiza ettiğinden, iddianamede bunu en mühim gizli
efkârıma bir vasıta göstermek suretiyle, onu da buraya kadar sürükleyip getirmek, elbette
tetkikatın noksaniyetinden ileri gelse gerektir. Mesmuatıma göre, bu zatın harekât-ı milliye
zamanında hükûmet lehinde çalıştığı ve müstakimane bir surette ehl-i garaza kadrşı sebat
ettiğinden, şahsî çok düşmanlar kazandığından, bu defaki hem onun perişaniyetine, hem bizim
zararımıza bunun şahsî düşmanlarının çok medhali olmuştur. Benimle münasebeti
olmamasına rağmen, hakkında daha tahakkuk etmeyen bir suç tevkifhanede sürüncemeye
bırakılması adalete muveafık olamayacağından, bir an evvel men-i muhakemesiyle çoluk ve
çocuklarının başına gönderilmesi mahkemenin adaleti iktizasındandır."

(N.Şahiner)

sh»: (Sn.Şh.S.275)

sh»: (Sn.Şh.S.276)

sh»: (Sn.Şh.S.277)

sh»: (Sn.Şh.S.278)

sh»: (Sn.Şh.S.279)
sh»: (Sn.Şh.S.280)

[]

Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu

DR.YUSUF KEMAL

DURAKOĞLU

(Bahtiyar Doktor)

Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları içinde bir doktora yazılan bir mektup vardır. Bu
mektup, "Merhaba, ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz
dostum" ifadeleriyle başlar.

Nurlarla müşerref olan birçok bahtiyar doktor bulunmaktadır. İşte bu bahtiyar


doktorların ilki sayılabilen zat ise, Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu'dur.

Dr.Yusuf Kemal, l900'de Uluborlu'da dünyaya gelmişti.

Tıp Fakültesi'ni İstanbul'da bitirdi. Samsun ve Eğridir'de görev yaptı. Daha sonraları
Isparta Hastanesi'ne baştabip olduğu yıllarda, Üstad Bediüzzaman'ı tanıdı ve Nur Risalelerini
okumaya başladı. Barla'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaretlerinde ve derslerinde bulundu. Zaman
zaman Barla'ya gidip geliyordu. Emekliliğine yakın da İstanbul Gülhane Hastahanesi'nde
baştabiplik yaptı. Emekli olunca, memleketi olan Uluborlu'ya döndü. l969'da vefat etti ve
Uluborlu Mezarlığına gömüldü.

Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu, Barla Lâhikası'nda Üstad Bediüzzaman'a yazdığı bir


mektubun Sözler hakkında şunları ifade ediyordu:

"Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler'iniz


benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecraya sevketti. Şimdi
bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum." (Bahtiyar doktora yazılan mektup için
bkz.Barla Lâhikası s.57)
sh»:(Sn.Şh.S.281)

[]

İhsan Üstündağ

İHSAN ÜSTÜNDAĞ

l902'de Elâzığ'da doğan İhsan Üstündağ, Isparta'nın-eski ismiyle-Cebel nahiyesinde,


Sütlüce kazâsında nahiye müdürlüğü yapmış, Eğirdir'de ise kaymakam vekilliğinde
bulunmuştu.

İhsan Üstündağ l926 ile l930 yıllarında Sütlüce kazâsında ve Eğirdir'de vazifeler
yapmış. Bir köy meselesi için, Eğirdir mal müdürü, bir eczacı ve kazanın doktoru Kemal
Beyle birlikte Eğirdir'den Barla'ya gitmişler. İhsan Üstündağ o günlerde cereyan eden ve
şahidi bulunduğu hadiseleri şöyle anlatmaktadır:

Bediüzzaman'ın verdiği ders

"Barla'ya kayıkla giderken bir ara sohbet dinî meselelere geldi. Eczacının dini inancı
zayıftı. Bize 'Madem ki Allah var diyorsunuz, Allah şerri niçin yarattı?' diyerek inkâr
ediyordu ulûhiyeti. Bir türlü ikna edememiştik. 'Daha fazla konuşma, yoksa seni göle atarız.
Barla'ya gidiyoruz, orada Şeyh Efendiye sor, cevabını alırsın' diye kendisine
Bediüzzaman'dan bahsettik. Belediye reisinin evine misafir olduk. Daha kahveler bile
içmeden Bediüzzaman'a gitmek için haber gönderdik. Bizi memnuniyetle kabul edip, ayakta
karşılayarak, 'Benim sizi ziyaret etmem gerekirken, siz ziyaretime geldiniz' diyerek biz daha
sual sormadan hayır ve şer bahsini açtı.

"Şimdi size şerrin nasıl hayır olabileceğini anlatacağım' dedi. Biz taaccüp edip
şaşırdık. Şu misali verdi: 'Kangren olmuş bir kolu kesmek şer değil, hayırdır. Çünkü kol
kesilmezse vücut gidecek. Demek Allah bu şerri hayır için yaratmıştır.' Sonra doktor ile
eczacıya dönüp 'Siz doktor ve eczacısınız, bunları daha iyi bilirsiniz,' deyince eczacı kireç gibi
bem beyaz oldu. Hiçbir kelime konuşamıyordu.

"Hoca Efendi ilâveten şu misali de verdi: 'Bir hindinin altına yu


sh»:(Sn.Şh.S.282)

yurta konsa ve bu yumurtaların birkaç tanesi bozulsa, diğerlerinden hindiler çıksa bu iş


şer oldu denilir mi? Çünkü yumurtadan çıkan her hindi beş yüz yumurta kıymetindedir.'
Bilâhare kalbin tıbbî izahını yaptı. Geniş ilmi bilgiler verdi. Birkaç gün sonra Dr.Kemal Bey
bana, 'Ben kalbin bu kaar güzel ilmî bir izahını profesörlerden bile işitmemişim' dedi.

"Eğirdir'de kaymakam vekilliği yapıyordum. Kaymakam Fikri Beyin tayini çıkmıştı.


Masasında Hoca Efendinin kendisine hitaben bir mektubunu bulmuştum. Üslûbu ve edebî
ifadeleri hoşuma gittiğinden, mektubu katlayıp cebime koydum. Mektupta mealen, hatırımda
kaldığı kadarıyla şöyle diyordu: 'Mutlaka farz namazları kılınız. İnşaallah sünnetleri de
kılarsınız. Rüyanız hayırlıdır inşaallah.'

"Kendisine mektup yazanları tevkif etmişler"

"Bir müddet sonra yeni kaymakam geldi. Karadeniz mıntıkasında Bediüzzaman'dan


daha büyük âlim olmadığını işittiğini söylüyordu. Ben de kendisine mektubunu verip
okuttum. Sonra korkusundan, Muratoğlu lâkabıyla anılan Isparta valisine gammazlık yaptı.
Eski kaymakam Fikri Beyin Bediüzzaman'a sevgisi olduğunu, gelen gidenlere müsamaha
gösterdiğini gelen mektubu hep söylemiş. Benden mektubu sordular. Ben kaybettiğim için
veremedim. Mektubun nelerden bahsettiğini söyleyince sustular. O esnada Senirkent'e tayin
oldum. Senirkent'te Hoca Efendiye bir mektup yazmak istedim. İki-üç gün sonra tanımadığım
bir şahıs bana Hoca Efendiden selâm getirdi, mektup yazmamamı söyledi. Ben de mektup
yazmaktan vazgeçtim.

"Sonra öğrendim ki, Hocanın evine baskın yapmışlar, kendisine mektup yazanları
tevkif etmişler. Ben de Bediüzzaman'ın ikazıyla tevkif edilmekten kurtulmuş oldum."

NURLU ŞELÂLE

"Eğridir gölü o gün âh, ne kadar güzeldi

"Güler yüzle bizleri, sinesinde gezdirdi.


"Güneşli, mavi göl, hoş manzara göstermiş

"Büyük küçük balıklar kanat çırpıp sevinmiş.

sh»:(Sn.Şh.S.283)

"Sanki selâm getirmiş güvercinler, kumrular

"Tâ göklere yükselen o yem yeşil çamlar.

"Fazilet timsaliydi Üstad Said Nursî

"Âlem ihtiram edip, sevmişti kendisini.

"Namaz ve niyaz ile hamd ü sena ederdi

"Herkesi severdi, doğru yol gösterirdi.

"Güzel Barla'da gördüm o Bediüzzaman'ı

"Nurlu şelâle idi açıklarken Kur'ân'ı.

"O nurlu şelâle koca bir derya oldu

"İçtikçe o deryadan gönül şifa bulurdu.

"Nurumuz, sultanımız, değilken ben bir damla

"Elli beş sene sonra yazdım, beni bağışla."


l983 - İhsan Üstündağ

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.284)

[]

Muhacir Hafız Ahmed

MUHACİR HAFIZ

AHMED (KARACA)

Barla eşrafından, tüccar, hâfız hoca..

Muhacir Hafız denmesinin sebebi:

Macaristan'dan Rumeli'den geldikleri için, yani evlad-ı Fatihandan olduğu için..

Bediüzzaman'ın medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinde imamlık


yapmaktaydı.

Evi ise Bediüzzaman'ın imamlık yaptığı Muş veşya Muş Mescidinin karşısındaydı.

Bediüzzaman Barla'ya ilk teşriflerinde bir hafta kadar Muhacir Hafız Ahmed'e misafir
olmuştu.

"Başımıza devlet kuşu kondu"

Muhacir Hafız Ahmed, Bediüzzaman'ın büyük şahsiyetini yakından müşahede etmişti.


Bu hususu hanımına daima ifade etmişti.

"Başımıza devlet kuşu kondu. Ne yapıp yapıp Bediüzzaman'ı memnun etmeliyiz.


Barla'dan memnun olarak ayrılmalıdır. Şayet hata edersek bu zat bizi yakar, çok dikkatli
olmalıyız!" diye haremini ikaz etmiştir.
İkinci ve Onuncu Lem'alar'da, ayrıca Emirdağ Mektuplarında hizmetleri ve Nurlu
Üstada olan yakınlığı anlatılmaktadır.

İki kızı Sania ve Nafia, iki damadı Bahri Çağlar ve Berber Mehmed, oğlu Kâzım ile
Nurlara ehemmiyetli hizmetleri olmuştur.

l948'de vefat etmiştir.

Barlalı Nur kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik Göksu, Emirdağ'a Üstada yazdığı bir
mektupla Muhacir Hafız'ın vefat ettiğini bildirmiştir.

sh»:(Sn.Şh.S.285)

Bediüzzaman ise, bu mektup üzerine Muhacir Hafız'ın hizmetleriyle alâkalı olarak


şunları ifade etmiştir:

Çoluk çocuğuyla Üstada hizmet etti

"Sekiz sene çoluk çocuğuyla sadakatla bana hizmet eden ve evlad ve ahfad ve refika
ve damatlariyle Nurlara ciddi çalışan ve vaazlarını bütün Nurlardan veren ve vefatından on
dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini tekmil için Şamlı
Hafız'a rica eden, vefatından iki gün evvel bana mektup yazıp.... Şamlı Hafız ikinci
sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hafız Ahmed'in dünyadan
göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı..... Binler rahmet onun ruhuna
insin, âmin. Kabri de hanesi gibi Kur'ân ve Nurun bir menzili olsun.."

Kabri Barla mezaristanındadır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.286)

[]

Sıddık Süleyman Kervancı


SIDDIK SÜLEYMAN

KERVANCI

Sıddık ünvanını ona Bediüzzaman vermişti. Sekiz sene sadakatla, bağlılıkla Üstadına
hizmet etmişti.

Barla'da Bediüzzaman'a sahip çıkan, ona yardım eden, hizmet eden bu zat, 6 Mayıs
l965 Perşembe günü Hakk'ın rahmetine yürümüştü. Ankara'da vefat ettikten sonra, Barla'ya
getirilmiş ve Barla kabristanına defnedilmişti.

Nura olan intisabından sonra, bir Dere Bahçesi olan bağ ve bahçesi "Cennet Bahçesi"
olmuştu. Risale-i Nur'un Yirmi Sekizinci Söz'ü olan "Cennet Bahsi" Sıddık Süleyman'ın
bahçesinde yazılmıştı. Bu te'liften sonra Nur'un satırlarına Süleyman'ın bahçesi "Cennet
Bahçesi" olarak girdi.

Bediüzzaman, Barla Mektuplarının sonundaki uzun mektubunda Sıddık Süleyman'dan


sitayişle, memnuniyetle bahsetmektedir.

Sıddık Süleyman'ın mübarek şahsiyeti, Sözler Mektubat ve Lahikalarda


zikredilmektedir.

Cenab-ı Hak mübarek ruhuna binler rahmet yağdırsın.

[]

Sıddık Süleyman'ın Barla mezarlığındaki kabri

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.287)

[]

Bekir Dikmen

BEKİR DİKMEN
İlk Nur Risalesini bastırdı

Nur Risalelerinden Onuncu Lem'a'da ve Emirdağ Mektuplarında ismi, bahsi ve


hizmeti geçen Bekir Bey (Dikmen) Barlalı bir tüccardır.

Bekir Dikmen, l898 senesinde Barla'da doğmuş, l954 senesinde İstanbul'da vefat
etmiştir. Edirnekapı Şehitliğine defnedilmiştir.

Onuncu Lem'a'da Bediüzzaman Bekir Beyden şöyle bahis açmaktadır:

"Bekir Efendi Onuncu Söz'ü tab etti. İ'caz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Söz'ü yeni
huruf çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz'ün matbaa fiatını gönderdiğimiz
gibi onu da göndereceğiz diye yazdık..."

Bekir Beyle alâkalı olarak şefkat tokatlarının altıncısı olan yukarıdaki parça, Bekir
Beyin, Üstadın fakir halini düşünerek Yirmi Beşinci Sözü' bastırmadığını anlatmaktadır.
Neticede harf inkılabı olunca eser basılamıyor, Bekir Beyin dokuz yüz lirasını hırsızlar
çalıyor. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yiyor.

Bediüzzaman:

"İnşaallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti" diye ifade etmektedir.

Bekir Bey, ilk Nur Risalesini bastırmak ve Nur'un ilk nâşiri olmak gibi bir devlet ve
saadete nail olan bahtiyarlardan olarak ebediyete intikal etti.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.288)

[]

Şamlı Hafız Tevfik

TEVFİK GÖKSU

(Şamlı Hafız)
"Oğlum, bu zata ileride hizmet edeceksin"

"Şamlı Hafız" lakabiyle anılan Tevfik Göksu, Barla'nın Akmescit Mahallesinde


l887'de dünyaya gelmiştir. kendisine "Şamlı" denmesinin sebebi; subay olan babası Veli
Beyle beraber Şam'da yirmi yıl kalmasıdır.

"Şam'da olduğu yıllarda Bediüzzaman Said Nursî'yi görmüş ve Emevîye Camiindeki


hutbesini dinlemişti. Âlim ve ehl-i kalb bir zat olan babası, Bediüzzaman'ı göstererek: "Bak
oğlum, bu zat meşhur bir zattır. Ona iyi bak. İlerde bu zata hizmet edeceksin" demişti.
Bilâhare Said Nursî, Barla nahiyesine nefyedildiği yıllarda ona talebe ve kâtip olmuş; çok
güzel hattıyle Bediüzzaman'ın Nur Risalelerini yazmış ve çoğaltmıştır. l935 Eskişehir, l943
Denizli hapislerinde yatmıştır.

l965 yılınde vefat eden Şamlı Tevfik'in kabri, Barla mezarlığındadır.

[]

Şamlı Hâfız Tevfik merhumun yazdığı l9. Mektub'un

baş tarafı

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.289)

[]

Muallim Ahmed Galip Keskin

MUALLİM AHMED

GALİP KESKİN

Hattat ve şâir olan bu zat, Bediüzzaman'ın talebelerindendir. Onunla birlikte


Eskişehir'de mevkuf kalmıştır.
l900 yılında Yalvaç'ta doğmuştur. l940 Şubat'ında Yalvaç'ta bir çayhanede şube
reisinin yere düşen silâhı patlıyor ve çıkan kurşun Galip Beyin kasığına isabet ediyor.
Kaldırıldığı Konya Devlet Hastanesinde vefat ediyor. Kabri Konya'dadır.

Galip Beyin henüz basılmamış bir dîvanı vardır.

Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir müdafaası olan 27. Lem'a'da Muallim Galip Beyi
şöyle anlatır:

"Muallim Galip, üç dört sene evvel Barla'da iken muallimliği münasebeti ile haftada,
bazan yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zat hattattır. Hüsn-ü hattından
istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım Mu'cizat-ı Ahmediye ve İ'caz-ı Kur'ân
risalelerini yazdırdım. Odamda talik ettiğim bir-iki levhayı da bana yazdı.

"İşte münasebetimiz bu kadardır. Bu zatın şiire hevesi bulunduğundan, ben de şâir


olmadığımdan, hiç bir risalemi Onuncu Söz'den başka vermedim. Onuncu Söz'ü de başkasına
vermiş. Yanında hiç bir eserim bulunmadığı halde benim mevhum suçumdan elbette hakikî
bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar var. Men-i muhakeme ile haklarında adaletin
tecellisini bekliyorlar."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.290)

[]

Abdullah Çavuş

ABDULLAH ÇAVUŞ

(YAVAŞER)

Barla nahiyesinin Yokuşbaşı Mahallesinden olan Abdullah Yavaşer, Bediüzzaman'ın


komşusu ve sadık talebelerindendir. Askerlik vazifesini çavuş olarak yaptığı için
Bediüzzaman ve köylüleri tarafından Abdullah Çavuş olarak yâd edilmiş ve Nur Risalelerine
bu isim ve ünvanla yazılmıştır.
Bediüzzaman'a olan yakınlığını Denizli hapsinde beraber olmalarından da
anlamaktayız. Denizli'de Üstadıyla beraber yatan Abdullah Çavuş, neticede diğer Nur
Talebeleri gibi beraaat ve tahliye edilmişti.

Mektubat isimli Nur'un şaheserlerinden "On Altıncı Mektup"ta Bediüzzaman,


Abdullah Çavuş'tan şöyle bahis açar:

"Şu mübarek Ramazan'da, yalnız iki haneden bana yemek geldi, ikisi de beni hasta
etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnuum. Mütebakisi, bütün Ramazan'da
benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve Sâdık bir arkadaşım olan o hane sahibi
Abdullah Çavuş'un ihbarı ve şehadetiyle üç ekmek, bir kıyye (Okka, şimdiki l282 gram)
pirinç bana kâfi gelmiştir. Hatta o pirinç on beş gün Ramazan'dan sonra bitmiştir."

Mahkeme kararlarına yanlışlıkla soy ismi Savaşer olarak geçen Abdullah Çavuşa,
Barla'da "Yavaşların Abdullah" demektedirler.

Abdullah Çavuş, Üstadı Bediüzzaman gibi l960 senesinde Cenab-ı Hakk'ın rahmetine
kavuşmuştur.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.291)

[]

Sabri Arseven

SABRİ ARSEVEN

Santrol Sabri-Nur iskele memuru

Sabri-Sıddık Sabri

Sabri Arseven, Eğirdir'in Bedre köyünün imamıdır. Bediüzzaman Sadi Nursî'ye talebe
olup, onun mukaddes davasına hizmetkâr olan bahtiyar simalardandır.
l893 senesinde dünyaya gelen Sabri Efendi, l954 senesinin 20 Şubat'ında Eğirdir'in
Pazar Köyünden Bedre'ye dönerken kamyonun devrilmesiyle, beyin kanaması geçirmiş ve
böylece Hakk'ın rahmetine intikal etmişti.

Bediüzzaman, Sabri Efendinin cenazesine bizzat iştirak etmişti. Elli haneli Bedre
köyünün mezarlığında medfun Sabri Hocanın mezar taşında şunları okumaktayız:

"Gel nazar kıl mezarımın taşına

"Âkil isen aklını al başına

Ben de bir dem sürdüm sefa cihanda

Akıbet bak, taş diktiler başıma."

[]

Hacı Hafız Sabri Efendinin

(Santral Sabri)'nin Bedre mezar-

lığındaki kabri

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.292)

l943 sensinde Bediüzzaman'la birlikte Denizli'de dokuz ay hapis yatan Sabri Efendi
için Nur'un mektuplarında çeşitli iltifatlar ve takdirkâr cümleler bulunmaktadır. Bunlardan
birinde, Kastamonu mektuplarında şunları okumaktayız:

Üstadla kardeşlik sikkesi

"Sıddık Sabri! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikesini gördüğüm zaman bir
hiss-i kablelvuku ile kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir
kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun." ¹
Sabri Hocanın da ayak parmaklarının ikinci ve üçüncüsü, Bediüzzaman'ın ayak
parmakları gibi birbirine yapışık bir şekildeymiş.

Kastamonu mektuplarındaki cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesi" mezkûr


mânaya işaret etmektedir.

Nur iskele memuru

Hacı Sabri Efendi, Nur Risalelerinin ilk neşir senelerinde santrallık vazifesini hakkıyla
yapmıştı. Etraf köylere Nurları yaymıştı. Barla'da bulunan Bediüzzaman'la bir santral gibi
irtibat kurmuştu.

Eğirdir Gölü sahillerinde her köyün, nahiye ve kazalarının iskeleleri vardır. Bedre,
İlama ve Barla iskeleleri birbirini takip ederek sahil boyunca uzanır. Sabri Efendi, bulunduğu
Bedre köyünde "Nur iskele memuru" olarak da vazifesini yapmıştı. Nurları Bedre
iskelesinden diğer köylere tevzi ederdi. Sadakat ve bağlılığının bir nişanesi olarak
Bediüzzaman kendisine "Sıddık Sabri" diyordu. Albay Hacı Hulusi Yahyagil'e nisbet ediyor;
"Hulusi-i Sani" yani "ikinci Hulusi" diyordu Bediüzzaman.²

Eğirdir Gölünün güzel sahillerinde Nur iskele memuru Santral Sabri'nin aziz hatıraları
dillerde söylenir durur. Dilden dile naklolan bu hatıralardan birinde şunları tesbit etmiştik:

Bediüzzaman'ın cübbesi ile yangını söndürdü.

Bediüzzaman'ın Barla'da Nur Risalelerini telif ettiği senelerde, yani l926 ve l934
seneleri arasında Bedre yakınlarındaki bir korulukta yangın çıkıyor. Sabri Efendi bu alevleri
ne yaptıysa söndüremiyor, önleyemiyor. Neticede sırtında Üstadından yadigar olarak bulunan
cübbeyi çıkartarak alevlere doğru uzatıyor, dalga dalga ya

______________

¹. Kastamonu Lahikası, s23

². Bu malumatların bir kısmını Hacı Sabri Efendinin Bedre'de bulunan oüğlu Yaşar
Bey vermiştir.

sh»:(Sn.Şh.S.293)
yılmak istidadı gösteren kızıl alevlere hitap ediyor: "Yak işte yakalabilirsen, işte bu
Bediüzzaman'ın cübbesi!"

Az sonra alevler çekiliyor, ferini kaybediyor ve nihayet sönüp gidiyor.

Bu hâdise Bediüzzaman'a intikal edince, Nurlu Üstad tebessüm ederek Sıddık Sabri
Efendiye hitaben:

"Keçeli, beni orman koruyucusu mu yaptın!" diye latife yapıyor.

Sabri Efendi gibi mübarek zatların en zor şartlar altındaki hizmetleri sayesinde, Nur
Risaleleri bugün iman ve irfan ufkumuzu güneşler gibi aydınlatmaktadır. Allah onlardan
ebediyyen razı olsun.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.294)

[]

Mehmed Keskin

MEHMED KESKİN

Bediüzzaman'ın Barla'da kaldığı senelerde (l926-l934) zaman zaman berberliğini


yapan Mehmed Keskin, l9l5'de Barla'da doğmuş, yine aynı yerde l972'de vefat etmiştir. Kabri
Barla mezaristanındadır.

Bediüzzaman'ın yakın talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed Karaca'nın kızı Saniye


Hanımla evlenmiştir.

On Altıncı Lem'a'nın "birinci haşiyesi"nde bahsi geçen MEHMED bu zattır..

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.295)

[]
Çaprazzade Abdullah

ÇAPRAZZADE ABDULLAH

Bediüzzaman'ın Barlalı talebelerinden olan Çaprazzade Abdullah Efendi, l884'de


Barla'da dünyaya gelmiş, l947'de Hicaz'da 63 yaşında iken vefat etmiştir. l6. Lem'a'da bir sual
münasebetiyle bahsi geçmektedir.

l943'de Bediüzzaman Kastamonu'dan Ankara'ya, oradan da Isparta'ya getirilirken,


Ankara-Isparta arasında trende Bediüzzaman'la görüşen Çaprazzade'yi de, bu görüşmesinden
dolayı Isparta'ya vardıklarında iki gün nezarette bulundurmuşlardır. Ankara'ya bir ticarî iş için
gittiğini, Bediüzzaman'ı Barla'dan aynı mahalleden oldukları için tanıdığını, bir selâm
verdiğini isbat edince de serbest bırakılmıştır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.296)

[]

Şem'i Güneş

ŞEM'İ GÜNEŞ

l883'de Barla'da doğdu, l974'de vefat etti. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de geçen yağmur
hadisesinde imzası bulunan zatlardandır. Bediüzzaman'ın Muş (Muj) Mescidinde zaman
zaman müezziliğini yapmıştır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.297)

[]

Mübarek Süleyman
MÜBAREK SÜLEYMAN

"Mübarek"liğin sebebi

Nur Risalelerinden Yirmi Altıncı Mektup'ta ismi ve bahsi geçen Mübarek Süleyman
20 Ekim l963 tarihinde ahirete intikal etmişti.

Barla'nın Çam Dağlarında Bediüzzaman'a misafir olan bu temiz kalbli, mübarek insan
ısrarla Cuma gecesi Üstad'ın yanında kalmak istemişti.

Bir parça küflenmiş ekmek iki gün, iki kişiye nasıl yetecek diye düşünerek Çam
Dağlarında bir yamaca doğru çıkarken bir katran ağacının dalları arasında koca bir ekmek
buldukları zaman, Bediüzzaman:

"Süleyman müjde Cenab-ı Hak bize rızık verdi" deyince, safi kalbli Süleyman,
cevaben:

"Bu ekmek bize helal olur mu?" diye sormuştu. Bediüzzaman ondan bu safiyet dolu
sözleri işitince:

"Vay mübarek vay!..." demişti. İşte bu hâdiseden sonra, safi kalb Süleyman'ın ismi
"Mübarek Süleyman" olarak hafızalara intikal etmişti.

"Mübarek Süleyman ne âlemde?"

Aradan seneler geçmiş, Bediüzzaman bu defa Emirdağ bozkırlarında gurbet ve


hicretlerle geçen ömrünü devam ettiriyordu. Barla yaylasından Bahri Çağlar isimli Nur
Talebesi, Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyarete gelmişti.

Bu ziyaret esnasında Barla'dan, Barlalılardan, Bediüzzaman'ın Barla'da geçen


günlerinden bahisler açılmıştı. Bir ara Üstad, Bahri Efendiye Mübarek Süleyman'ı sormuştu:

"Mübarek Süleyman ne âlemde, neler yapıyor?"

Bahri Efendi memnuniyet içinde Mübarek Süleyman'ın Risale-i

sh»:(Sn.Şh.S.298)
Nurları yazdığını ifade etmişti:

"Mübarek Süleyman Risale yazıyor Efendim."

Bediüzzaman bu cevaba şu şekilde mukabelede bulunmuştu:

"Onun bir zamanlar Çam Dağlarında söylediği bir söz vardır ki, o söz, onun on sene
Risale yazmasından daha hayırlıdır."

Mübarek Süleyman'ın safi kalbinin ifadesi olan "Bu ekmek bize helâl olur mu?" sözü
"Mübarek" oluşunun bir delili olara Risalelere geçmesine, gönüllerde yaşamasına sebep
olmuştur.

"Mübarek Süleyman" gibi nice isimsiz mübareklerin, altın kalbli Nur hizmetkârlarının
emeklerinin yadigârı olan Nur Risaleleri ebedi kurtuluş rehberi olarak gençliğimizin yolunu
ışıldatmaya devam etmektedir.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.299)

İLEMALI SABRİ (Sabri Gönenç)

Nur manzumesinin ebedlere kayıp giden yıldızlarından birisi de İlemalı Sabri


Efendidir.

İsmi ve bahsi Nur Risalelerinden Hastalar Risalesi'nin "on üçüncü deva"sında şöyle
geçmektedir:

"Arkadaşlarımızdan-Allah rahmet etsin-iki genç vardı. Biri İlemalı Sabri, diğeri İslâm
Köylü Vezirzâde Mustafa, Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde,
samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum! Hikmetini
bilmedim, vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O
hastalık irşadiyle, sair gafil ve feraizi terk eden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en
kıymettar bir hizmette ve ahirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşaallah iki senelik hastalık
zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhati için bazı
ettiğim duayı şimdi anlıyorum. Dünya itibariyle beddua olmuş. İnşaallah o dua, sıhhat-i
uhreviye için kabul olunmuştur."

Sabri Efendi Isparta'nın İlema köyündendir. l3l6 (l900) senesinde doğan İlemalı Sabri,
l934 senesinde rahmete kavuşmuştur. Kabri, ilema ile Barla arasındaki ilema kabristanındadır.

Mezar taşında şunları okunmaktadır:

"Hüvelbaki, merhum burada yatan Hoca Esat Efendi oğlu Sabri Gönenç ruhuna Fatiha,
doğumu l3l6, ölümü l934."

Genç yaşında ebediyete göçen, bu halis Nur Talebesine Cenab-ı Hak merahmetler
eylesin.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.300)

[]

Osman Yıldırımkaya

OSMAN YILDIRIMKAYA

(Katip Osman)

Isparta'nın Keçeci mahallesinden İbrahim oğlu Osman yıldırımkaya, l900 yılında


dünyaya geldi. Nur Risalelerinde Kâtip Osman diye ismi zikredilmektedir. Bediüzzaman'la
birlikte Denizli'de hapis yatmıştır. Güzel yazısı ile Nur Risalelerine büyük hizmetler eden
Ispartalı bahtiyarlardandır. Ekim l99l'de vefat etti.

"Kâtip Osman"

Kendisi Yıldırımkaya soyadını alışını şu şekilde anlatmaktadır:

"Cülüsoğlu soy adını alacaktık. Memur 'Bu Arapçadır, böyle soyadı almak yasaktır'
demesi üzerine,bizim Cülüsoğlunu, Yıldırımkaya'ya çevirdik."
Nur Risalelerinde "Kâtip Osman" diye anılmaktadır. Gördüğü mübarek rüyalar ise,
yine Nurlarda ayrı bir mevki tutar.

Üstad Bediüzzaman bir ziyaret ve sohbet esnasında:

"Kalemin güzel, yazın güzel, imlân güzel!..." diye kendisine alâka ve iltifat ediyor. Bu
teveccühten sonra, Osman Yıldırımkaya "Kâtip Osman" olarak Nurlara geçiyor.

"Benim de kâtibim budur"

Yine bir gün Üstadın postacısı ve misafirleri Barla'ya getirip götüren Bekir Ağaya
Üstad:

"Hep senin mi kâtibin olacak, benim de kâtibim işte budur" diye Osman
Yıldırımkaya'yı gösteriyor.

Mümtaz Nur Talebesi Kâtip Osman Efendi, İstiklâl Harbinde İzmir cephesinde
çarpışmış, hizmetlerde bulunmuştu.

Üstad'ı Konya'da sakallı olarak görüyor

"Kâtip Osman Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın Barla'dan Ispar

sh»:(Sn.Şh.S.301)

ta'ya getirildiği l934 yazında, Üstad'ını sakallı olarak rüyasında görüyor. Üstad
Isparta'ya geldiği zaman, bu rüyayı anlatıyor. Üstad ise:

"Karşdeşim rüyada sakal görmek sıkıntıya alâmettir. Ben buraya sıkıntılı olarak
geldim. Rüyan mübarektir" diyor.

Denizli hapsine giderken

Kâtip Osman Efendi, Üstad Bediüzzaman'la birlikte dokuz ay Denizli Hapishanesinde


mevkuf kalıyor.

Şöyle anlatıyor:
"Isparta'dan ayrılırken beni Hüsrev Abi (Altınbaşak) ile birlikte kelepçelemişlerdi.
yolda kelepçeli bir halde sırayla namaz kılmıştık. Üstad'ı da Savlı doksan yaşlarında Hasan
Dayı ile birlikte kelepçelemişlerdi. Hasan Dayının yürümeye mecali yoktu. Üstad sanki
adamcağızı sırtında taşımışçasına zahmet çekiyordu. Hasan Dayıya 'Bana dayan, bana dayan'
diyordu. Zaten ihtiyar adamcağız da Üstad'a dayanarak yürüyordu. Üstad kendisi ise o tarihte
altmış yaşından fazlaydı.

Üstad'a gül yağı hediye etmiştim

"Acı tatlı bir çok hatıralarımız geçti. Dokuz ay düğün, bayram gibi vakit geçirdik.
Denizli hapishanesinde. Üstada bir ziyaretim sırasında gül yağı hediye etmiştim, ağzıma iki
çay şekeri koydu. Bu şekerin lezzeti ve tadı hâlâ ağzımdadır desem mübalâğa etmiş olmam.

Kâtip Osman'ın rüyaları

"Hapishanede rüyamda sure-i fethi okudum, "ecren azima"dan sonra uyandım.

"Üstad büyük ecir ve sevap ile hapishaneden tahliye edileceğimizi müjdelediler.


Hakikaten kısa zaman sonra hem tahliye, hem de beraet ettik."

Kâtip Osman Efendinin rüyalarıyla alâkalı fıkralar Risale-i Nur'un lahika


mektuplarında neşredilmiştir.

Yirmi Yedinci Mektub'un mühim parçalarından olan bu fıkralar için Sikke-i Tasdik-i
Gaybi'ye bakılabilir.

sh»:(Sn.Şh.S.302)

Üstad'ın vefatı üzerine kiraz ağacı kurudu

Kâtip Osman Efendi bir başka hatırasını ise şöyle anlatıyor:

"Barla'ya Üstad'a bir sepet kiraz göndermiştim. Kirazı iki gün yememiş. Sonra manevî
ihtar almış, üçüncü gün yemiş, yanındaki misafir ve talebelerine de yedirmiş. Üstad Isparta'ya
döndüğünde 'Keçeli üçüncü gün izin verildi, yedik kirazından. Fakat bunun kadar lezzetli bir
meyva yemedim' diye buyurdu. Beraberce o ağacın yanına gittik. Her sene o ağaçtaki
kirazlardan isterdi. Üstad vefat ettiği sene ağaç kurudu."
[]

Kâtip Osman

son zamanlarında

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.303)

[]

Hafız Halid

HAFIZ HALİD

Hafız Halid Tekin önceleri ilkokul öğretmeni idi. Isparta'nın Sütçüler kasabasında ve
Eğirdir'in İlâma köyünde vazife yaptı. Öğretmenliği bıraktıktan sonra da Barla'nın Pazar
Camiinde imamlık yapmaya başladı. Annesi Behiye Hanım, babası Ömer Lütfi Efendidir.

Hafız Halid'in hususiyetleri

Aslen Barlalı olan Hafız Halid, medresede tahsil görmüş ve bilâhare tahsilini kendi
hususî gayretleriyle inkişaf ettirmişti. Elli beş yaşlarında iken, İstanbul'da son demlerini
yaşadığını hisseden Hafız Halid oğlunu yanına çağırarak, veda etmiş ve şöyle demişti: "Ben
artık öleceğim. Başımda devamlı olarak Kur'ân-ı Kerîm okuyun ve ağzıma da zemzem suyu
damlatın."

Bu vedâ sözlerinden bir müddet sonra da, "Canım göğsüme geldi, şu anda boğazıma
geldi" diye konuşa konuşa, gayet rahat bir şekilde, ruhunu Rabbine teslim etmişti.

Risale-i Nur'un ilk talebe ve kâtiplerinden olan merhum Hafız Halid Efendi
mes'uliyetten çok korkardı. Kendisine sorulan dinî bir meseleye hemen cevap vermez, çeşitli
kitaplara bakıp meseleyi tetkik ettikten sonra, cevap verirdi.

Merhum Hafız Halid, Üstada Barla'dan ayrıldıktan sonra-muhtemelen Kastamonu


veya Emirdağ'da iken-aşağıdaki mektubu göndermişti:
"Huzûr-u faziletpenâhiye,

"Zehâdetlû, Üstad-ı Ekremim Said Efendi Hazretleri,

Evvelâ selâm ile ellerinizi bûs eder ve hatırınızı istifsâr eylerim. Sonra, dokuz defadır
selâmınıza nail oluyorum. Kara Alilerin Mustafa Efendi ile benim için 'Gözlerini öpüver'
demişsiniz. Memnun oldum. Cenâb-ı Hak beni ve sizi güzel isimleri mûcibince, yüksek
merhametine dahil etsin. Bâkî, her an ve zamanda arzum, sıhhat ve selâmet ve saadet ve
âfiyetiniz."

Sevdiğiniz kardaşınız Hâfız Halid

sh»:(Sn.Şh.S.304)

"Siz bizi, biz sizi unutmayalım"

Vefatından sonra geride bıraktığı notlarından birinde de şu ifadeler var:

"Validem ve biraderim de Bediüzzaman'a selâm ederler ve duasını taleb ederler.


vaktiyle ettiğimiz sohbetlerin ¹ çeşnisi dimağımda yer tutmuştur, unutmak kabil değildir. Siz
bizi ve biz sizi ilelebed unutmayalım."

Hafız Halid Tekin'in, Tarihçe-i Hayat'ın "Barla Hayatı" kısmında, Bediüzzaman'la


alâkalı iki sahifelik bir yazısı vardır.

Hafız Halid imzasını taşıyan bu makalenin takdiminde Risale-i Nur tesvidinde çok
hizmeti sebkeden temiz kalbli, ihlâslı bir hafız, müdakkik bir hoca olan Hafız Halid'in bir
fıkrasıdır" cümlesi yer almaktadır.

[]

Hafız Halid'in mektubunda son hasret

cümleleri ve en altta Üstadın el yazısı notu

Hafız Halid'in şefkat tokatı


Bahis mevzuu makalede Hafız Halid, Üstadının ilmini, faziletini, yüksek tevazuunu ve
eski kıymetli eserlerini anlatmaktadır.

Şefkat tokatlarının anlatıldığı l0. Lem'a'da yediği şefkat tokadını kendisi şöyle anlatır:

"Evet, itiraf ediyorum. Üstadımın hizmet-i Kur'âniyede neşrettiği âsârın tesvidinde


hararetli bir surette bulunduğum zaman mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i
ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim.
Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz-dokuz ay imamlık ettiğim halde,
Müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde

________________________

l. Bilhassa l926'dan sonra, l934'e kadar Risale-i Nur Külliyatından Sözler ve


Mektûbat'ın hem muhatabı, hem de kâtibi olan Hâfız Halid, daha sonraki yıllarda o eski tatlı
günlerini hasretle yâd etmektedir.

sh»:(Sn.Şh.S.305)

[]

Gençliğinde İstanbul'a geldiği zaman iki kardeşi ile

birlikte çektirmiş olduğu fotoğraf. Ortadaki Hafız

Halid Efendi, sağındaki kardeşi Tahir, solundaki de

kardeşi Cevdet'tir.

bir surette sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli tokat geldi.
Ben Üstadımın hem bir muhatabı, hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmem ile tesvid
hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise, Yine şükür ki, kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de
ne kadar kudsî olduğunu bildik. Ve Şâh-ı Geylânî gibi arkamızda melek-i siyanet gibi bir
üstad bulunduğuna itimad ettik."

Ez'afü'l-ibâd Hâfız Hâlid

Çocuk taziyenamesinin yazılış sebebi


l7. Mektub olan çocuk taziyenamesi de Hafız Halid'in vefat eden çocuğu
münasebetiyle kaleme alınmıştı. Başlangıç kısmı şöyledir:

"Aziz ahiret kardeşim, Hafız Halid Efendi,

"Kardeşim! Çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat el-hükmü lillah, kazaya rıza,
kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemîl versin. Merhumu da
size zahire-i

[]

Üstadın el yazısıyla: "Evet, küfrün cinnetiyle,

dalâletin sekriyle, gafletin baygınlığıyla, ebedî ve

ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye sukut eder,

ebedî şeyler yerlerine fâni şeyleri alır, yüksek fiyatı

verir."

sh»:(Sn.Şh.S.306)

ahiret ve şefaatçı yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü'minlere büyük bir müjde ve
hakikî bir tesellîyi gösterecek beş noktayı beyan ederiz."

Hafız Halid'in oğlu Enver, l930 yılında, kuşpalazından, yani difteri hastalığından vefat
etmişti. l922 doğumlu olan küçük Enver vefat ettiğinde sekiz yaşında idi.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.307)

[]

Mustafa Çavuş
MUSTAFA ÇAVUŞ

Üstadla geçen günleri

Bediüzzaman'ın Barla hayatındaki yakın talebelerinden birisi de Mustafa Çavuş'tur.


İsmi ve bahsi Nur'ların muhtelif kısımlarında geçmektedir.

Mustafa Çavuş, l882 tarihinde dünyaya gelmiş, 2 Şubat l939'da vefat etmiştir.

Elli yedi yaşında vefat eden bu zâtın esas ismi Hulusî Mustafa'dır. Hayatının on sekiz
senesi askerlikle geçmiştir. Trakya, Çanakkale ve İstanbul'da asker olarak bulunmuştur.
İstiklâl Harbinde ve çanakkale müdafaasında bulunmuştur. Kumkale'de top çavuşu olarak
vazife yapmıştır.

Bediüzzaman'a Barla'da çok hizmet etmiştir. Bir gün Üstadıyla birlikte Çam Dağından
Barla'ya dönerken, kuşların ve büyük bir kartalın kanat çırparak Üstadı yolcu ettiklerini,
Üstadın da onlara mendil sallayarak selâmlaştıklarını, kuşların Çam Dağından tâ Barla
yakınlarına kadar kendilerini takip ettiklerini anlatır. Bunları anlatan Çanakkale gazisi
Mustafa Çavuş'un, rikkate gelerek gözleri yaşla dolar.

l950'den sonra Barla'ya dönen Bediüzzaman, uzun yıllar kaldığı eve inerken, yokuş
üzerinde Mustafa Çavuş'un evinin önünde rikkate gelerek yaşlı gözlerle bir müddet durmuş,
İstiklâl Harbi gazisi olan bu ilk Nur hizmetkârının evini temâşâ etmiştir.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.308)

[]

Mustafa Ertürk

MUSTAFA ERTÜRK

(Sarıbıçak Mustafa)

l905'te Isparta'nın Kuleönü köyünde doğdu ve l955'te vefat etti. Evvelce Sallabacak
olan lâkâbını Bediüzzaman Sarıbıçak olarak değiştirmişti. Lâhikalarda ve "Yirmi Altıncı
Lem'a'nın On İkinci Ricasında bahsedilen zat bu Mustafa'dır. "Büyük Ruhlu Küçük Ali'nin
ağabeyidir. Nur'larda geçen "Mübarek Heyeti"nin ilki ve ilk temsilcisidir. Denizli hapsinde
yatan Nur talebelerindendir. Yine bu Mübarek Mustafa'dan "On Üçüncü Şua"da ve 'Onuncu
Lem'a'da da bahisler bulunmaktadır.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.309)

[]

Abdullah Çavuş

ABDULLAH ÇAVUŞ

(KULA )

l901 yılında Isparta'nın İslâmköyü'nde dünyaya geldi.

İslâmköyü

Bir Miraç sabahının aydınlığında girdik, İslâmköye, Uzun zamanlardır, hep arzu
ederdim. Fakat bir türlü gidememiştim İslâmköyüne.

Isparta'nın bir çok köylerini adım adım gezmiştik. Bedre, İlamâ, Kuleönü, Sav,
Çobanİsa, Akkeçeli, Garip, Bozaönü, Yenice ve diğer köylerde çalışmalarımızı sürdürmüştük.

İslâmköy denince, Üstad Bediüzzaman'ın bu köye iltifatı, bu köye karşı alâkası ve


nihayet Nur davasının ilk şehidi, Hafız Ali gelir benim aklıma.

Baharın tatlı havasını ciğerlerimize çekerek, Barla bahçelerinden geçerek, sabahın


erken saatlerinde girdik İslâmköye...

Bediüzzaman bu köyü 'Nur Fabrikası'nın merkezi olarak isimlendiriyordu. Nur


fabrikasının sahibi olarak da, Hafız Ali'yi gösteriyordu. Nur fabrikası sahibi, İslâmköyü'nün
yetiştirdiği mübarek bir insandı.

"İslâmköyü Risale-i Nur'a pek ziyade alâkadarlıkla, imtiyaz ve sebkat kazanmış...


"Ben İslâmköyünü, Nurs köyü olarak biliyorum...

"Nur Fabrikası o köyde dağadağsız teessüs etti, tahmin ediyorum."

Bunları düşünerek geziyorduk, İslâmköyünün sokaklarında.

İslâmköy de Nur postacısı Abdullah Çavuş'u (Kula) aramaya başlamıştık.

sh»:(Sn.Şh.S.310)

Abdullah Çavuş'un evinde

Az sonra ihtiyar bir zatla karşılaştık. Tebessüm içinde, yıllar önceki Nur postacılığının
ulvî heyecanını taşıyordu yüzünde..

Evinde kurduğu sofrada kahvaltı yapıyorduk. Ama zihnimiz, gönlümüz, bütün


duygularımız onun bize anlatacaklarında, getireceği kâğıt parçalarındaydı. O ise, bizi
ağırlamak için sofraya çeşit taşımakla meşguldü.

Nihayet dayanamayarak :

"Yahu Abdullah amca bırak sen şu sofra ile uğraşmayı da, bize Üstad
Bediüzzaman'dan anlat, Nur postacılığından bahset. İçerde tavan aralarında, bodrum
katlarında, gizli bölmelerdeki kitaplardan risalelerden getir' dedim.

Yine güldü derin derin, "Kırk yıl geçti sorduğunuz hikâyenin üstünden. O
zamanlardan bu zamana bir şey kalmadı ki,"

"Biliyorum birşey kalmamıştır. Ama atalarımız, cami yıkılsa da yine mihrabı kalır'
demişler. Bize kalanlar kâfidir. Biz kanaatkâr insanlarız' deyince koştu içeriye...

Abdullah Çavuş'un postacılığı

Az sonra kucağında bir tomar rutubetli sararmış, yer yer yırtılmış, farelerin insafına
terkedilmiş kağıt parçaları ile döndü. Biz sofrayı unuttuk, sofradan daha lezzetli bulduğumuz,
yılların vesika değerindeki kağıtların tetkikine daldık. Abdullah Kula bir yandan da
anlatıyordu:
"İslâmköyden akşamleyin çıkardım, mektub torbasını sırtıma atar, köylere uğrayarak,
şafakla birlikte Barla'ya Hucfendiye (Hoca Efendi) ulaştırırdım.

"Sevinçle beni karşılardı. Sabah namazını birlikte eda eder ondan sonra yatardım.

"Yine böyle bir gece seferinden sonra vardığımda Hafız Ali Efendi de oradaydı.
Kur'ân'ı çeşitli talebelerine taksim etmiş, herkes bir parçasını kendisinin tarifi üzerine
yazıyordu.

"Çayları Üstad dağıttı"

"Ben çay yaptım. Götürüp dağıtacaktım. Üstad tepsiyi elimden alarak kendisi
dağıtmak istedi. Ben utanmış ve mahcup olmuştum. Israr ettim. Yine kabul etmedi. aynen
bana şunları söyledi:

"Yazdığınız, hizmetine koştuğunuz Kur'ân ind-i İlâhî'de makbul oldu. Melekler sizin
fotoğrafınızı alıyor. Ben de Kur'ân'ın bir

sh»:(Sn.Şh.S.311)

hizmetkârı olarak, size hizmet etmem lâzım'

"Tepsiyi elimden alarak çayları kendisi dağıttı.

"Bir defasında jandarma evimizi aradı. Aramada 22'nci Söz'ün kapcıkını buldular.
Mehmet Başçavuş vardı. Zabıt tutarken 'yırtık kapcık' diyeceğine 'yırttım kapcık' diye yazmış.

"Bu sebepten dolayı hakim onu Isparta'ya celbetti, çok sıkıştırdı. Sonra beni
bıraktılar."

Kur'ân Kerim'in yazılışından bahsedilince, yazdıkları cüzlerden mevcud olup


olmadığını sordum. O esnada hatırına bir şey geldi, sür'atle kalkıp dışarı çıktı. Bu defa da
elinde renkli bir Kur'ân formasıyla içeri girdi. Getirdiği, Hafız Ali'nin el yazısıydı. Hem de
Kur'ân'ın İsrâ Sûresini içine alan bir formaydı.

Nur fabrikası İslâmköy'ünde, fabrika sahibinin el yazması Kur'ân forması bulmuştuk.


Sevincimize payan yoktu.
Aydınlık bir Miraç sabahında, Miraçdan bahseden sûreyi, Hafız Ali'nin el yazısıyla
bulmuştuk.

Hafız Ali'nin evine gidiyoruz.

Bu sevinçle Abdullah Çavuş'dan Hafız Ali'nin evini sorduk. Yine umursamaz cevaplar
verdi. "Bir kısmı yıkıldı, yerine Kur'ânkursu yapıldı" dedi.

"Hiç olmazsa yerini görelim" dedim. Kırmadı bizi, hep birlikte kalktık.

Az sonra yeni bir yapının önünde durdu. Yanında da eski birköy evi, bir kaç
merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı bir ev...

"Buraya girebilir miyiz?" dedim. Abdullah Çavuş'un girdiğimiz evin ve odanın Hafız
Ali'nin yattığı yer olduğunu söyledi.

[]

Hafız Ali'nin evi. Şimdi Kur'ân Kursu

olarak hizmet görüyor.

sh»:(Sn.Şh.S.312)

İçerde, yerde basit bir hasır üzerine serilmiş yatakta inşaatın bekçisi yatıyordu. Köşede
bir gaz tüpü, bulaşık bardaklar, tozlanmış şekerler, bir de küçük tepsi duruyordu.

Merakla odanın duvarlarını, pencerelerini, tıkırtılarla vurmaya başladık. Boşluklar


olduğu anlaşılıyordu. Hem inşaatın bekçisi, hem de Abdullah Çavuş hayretle bakıyorlardı.

Yine Abdullah Kula'nın zihninde parıltılar ve şimşekler çakmaya başladı. "Durun,


durun" diyerek, duvardaki tahta kaplamaları ileri geri itmeye uğraştı. İtelediği tahtalardan, bir
bölüm açıldı. Gizli bir bölüm, hazine veya para bölümü değil, Halk Partisi zulmünden
saklanan Kur'ân tefsirleri. Karanlıklara bırakılan elmas parçaları.

Çoşkun bir sevinçle, kağıt parçalarını topluyorduk. Elimizde sert cisimlerle, duvarları,
pencereleri döğüyorduk. Pencerenin altından, hususî bölmeler çıktı. Yarım asır el sürülmemiş
yerler.
Yine bir bölüm daha açıldı. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılıyordu. Az sonra
yeni bir hazine daha bulmuştuk. Kağıt ve kitap hazinesi... Bekçi ağzı açık vaziyette
seyrediyordu manzarayı, Önceleri bizi para veya daha başka bir şey arıyor zannetmişti. Biz ise
Bediüzzaman'ın hayatını arıyorduk. Bu sevda ile yollara düşmüştük. İslâmköy'ün duvarlarında
islâmın bahtını açan Bediüzzaman'ın eserlerini arıyorduk.

Denizli hapsinden ebediyete giden Hafız Ali'nin evi, yıllar sonra Kur'ân kursu
oluyordu. Bir Kur'ân talebesinin evi, Kur'ân dershanesi oluyordu. Son kalan bakiye binanın,
yıkılmaya yüz tutan cidarından, ebede bakan pencereler açmasının sevdalısı olmuştuk.

İslâmköy'lü büyük şehidin evini didik didik arama yapıyorduk. Duvarları deliyorduk,
pencereleri yıkıyorduk. Halk Partisi'nin şerrinden saklanılan Nurları, yarım yüzyıl sonra,
tozların toprakların arasından çıkarıyorduk.

Hafız Ali'ye verilen sıkıntı

l943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali'nin yolda uğradığı hakareti merhum
Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmıştı:

"Bizi karanlık bir hayvan vagonuna doldurdular. Kalabalıktan

sh»:(Sn.Şh.S.313)

oturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı
büyük bir dengi Hafız Ali'nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu.

"İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.314)

[]

Hüseyin Arslan
HÜSEYİN ASLAN

(Kuzca Hatibi)

Kuzca Isparta'nın Sütçüler kâzasına bağlı yirmi kilometre kadar mesafede bir
nahiyedir. Emirdağ mektuplarında geçen "Kuzca hatibi Hasan Şükrü'nün esas ismi Hüseyin
Aslan'dır. Kendisi l888 doğumlu bir zattı. 26 Haziran l965'te vefat etti.

Kuzca Hatibinin oğlu Hüsnü Yakup Aslan, bize gönderdiği 2l.l2.l983 tarihli
mektubunda babası Kuzca Hatibiyle alâkalı olarak şu bilgileri vermektedir:

"Babam merhumun adı, Hacı Hatib Hüseyin Aslan'dır. Sütçüler Kuzca köy imamıydı.

"Babamın yazdığı Nur Risaleleri çok vardı. Pederin vefatından sonra bizim biraderler
hepsini yakmışlar. Bu yakmanın sebebi ise; evi basar ve arayıp bizi sıkıntıya sokarlar diye...

"Peder, Üstad Bediüzzaman'la mektuplaşırdı. Barla'ya ve Isparta'ya gider gelir ve


Üstadla görüşürlerdi. Vefat ettiği zaman Sağrak köyünün cami avlusuna defnedilmişti.

"Ben Üstad Bediüzzaman'a gideceğim diye haber verir ve veda eder giderdi. Ancak on
beş-yirmi gün sonra tekrar geri dönerdi."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.315)

[]

Büyük Ruhlu

Küçük Ali

Büyük ruhlu

KÜÇÜK ALİ

l907 doğumlu olan Küçük Ali, l974 yılında Isparta'nın Atabey ilçesinin Kuleönü
köyünde vefat etmiştir. Nur Risalelerinin muhtelif yerlerinde mektupları yer almakta ve
adından söz edilmektedir. Ağabeyi de kendisi gibi Nur talebesi idi. 26. Lem'a'nın l2.
Rica'sında "Kuleönü'lü Mustafa" diye bahsi geçen zat, Küçük Ali'nin ağabeyidir. Kuleönü'lü
Mustafa, güzel hattıyla Nur Risalelerinin yazılarak çoğalmasında büyük hizmetler görmüştür.
Bediüzzaman Said Nursî "Sallabacak" olan lâkabını "Sarıbıçak Mustafa" diye değiştirmiştir.

Büyük ruhlu Küçük Ali'nin yazmış olduğu Çevşen'in sonuna Bediüzzaman şu duayı
kaydetmiştir:

"Yâ Erhame'r-Râhimin! Celcelûtiye'deki İsm-i Âzam hürmetine, bu nüshayı yazan


mübarekler kahramanı Küçük Ali'yi hizmet-i imaniyede muvaffak ve Cennette mes'ud eyle.
Âmin, âmin, âmin."

Büyük ruhlu Küçük Ali, bu duanın arasına, "Üstadım Said'i" diye yazarak, Üstadının
yazdığı duaya, yine Üstadını dahil etmektedir.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.316)

[]

Hacı Hafız

Mehmed Avşar

Hacı Hafız

MEHMED AVŞAR

l877'de Isparta'nın Sav köyünde dünyaya gelen Hacı Hafız Mehmed Avşar, l5 Ocka
l947'de vefat etmiştir. Kastamonu ve Emirdağ mektuplarında kendisinden söz edilmektedir.

Hacı Hafız Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın Barla'ya mecburi ikametini işitince oğlunu
Barla'ya gönderir. Selâm ve hürmetlerini, ellerinden öptüğünü ve kendisine dua etmesi
isteğini arzettirir.
Üstadımız, oğluna hitaben der ki. "Baban askerlik yapmadığı için bilmez. Askerlikte
karavanayı uzatmayınca yemek vermezler. O da bize seher vaktinde dua etsin, biz de ona dua
ederiz."

Selamın cevabı gelince, hakikaten askerlik yapmayan bu zat bütün gücüyle Nurları
yazmaya ve neşre başlar.

Bu zatın Sav köyünde Risale-i Nur'lara sahip çıkması, köyde kadın-erkek, çoluk-çocuk
herkesin Risale-i Nur'la meşgul olmasına vesile olmuştur.

Sav Camiinin mezarlığında medfun bulunan Hacı Hafız'ın gayretleri, Nur'larda Sav
köyünün "medrese-i nuriye" olarak isimlendirilmesini netice vermiştir.

Kastamonu mektuplarından birisinde Bediüzzaman kendisinden şu şekilde


bahsetmektedir:

"Medrese-i nuriyenin mürşidi, müessesi ve müdebbiri Hacı Hafız kardeşimizin bu defa


üçüncü olarak bir teberrükünü gördük. Tâ Barla'da iken tatlı lokmaların kerametli, âcib
bereketi ve Isparta'da İktisat Risalesi'ni tatlılaştıran iki buçuk okka balın harika bir hadiseye
sebebiyet vermesi, şimdi ben tahmin ediyorum, o bal da onun imiş. Fakat tam tahattur
edemiyorum. Bu üçüncü defa da, pek mübarek ve masum hatırlarını ve iltifatlarını temsil eden
ve parçalanmayan bir hediye göndermiş. Onun hatırı için, altmış senelik bir kaide-i
hayatiyemi kırdım."

l947 kışında, Hacı Hafız'ın vefatını, Savlı Nur talebeleri Kasta

sh»:(Sn.Şh.S.317)

monu'da bulunan Bediüzzaman'a bildirmişler. O da bu mektuba şöyle cevap vermiştir:

"Sizleri ve umum Risale-i Nur şakirdlerini ve bilhassa medrese-i nuriyenin talebelerini


ve bilhassa o merhumun akrabalarını, medrese-i nuriyenin mübarek üstadı Hacı Hafız
Mehmed'in vefatı münasebetiyle taziye ediyoruz. Ve Nur'lar hesabına bütün ruh-u cânımızla
biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeye ve Hafız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima
bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeye kat'î karar verdik.
"O çok ehemmiyetli ve Nur hizmetinde muvaffakiyetli merhum o mübarek zat,
mükemmel vazifesini bitirip, yüzer manevî evlât hayrü'l-halef bırakıp gitti ve terhis olduğu
rahmet ve istirahat âlemine çekildi. Aynı zamanda büyük üstadlarımın dairesine kazançlarımı
bağışladığım zaman Hafız Ali, Hafız Mehmed, Mehmed Zühtü ve Savlı Ahmed ve Hasan
Feyzi içinde ihtiyarım olmadan Hacı Hafız Mehmed daha hayatta iken on günden beri onların
içinde görüyorum. Derdim, 'Vefat edenler içinde bu da bulunsun. İlişmedim. Hem hayatta
olanlar içinde, hem üstadlar dairesinde bulunmasına hayret ederdim. Şimdi bu
mektubunuzdan anlaşıldı ki, onun halisane kudsî hizmetinin bir kerameti olarak vefatını ihsas
ediyordu. Hafız Ali, Hasan Feyzi ortasında makamım var, diye iş'ar ediyordu. Cenab-ı Hak
onun defter-i âmâline Sav medrese-i nuriyesinde okunan ve yazılan risalelerin harfleri
adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan eylesin. Âmin. Ve aynı sistemde tam
hayru'l-halef mahdumu Hafız Mehmed ve hafidi Ahmet Zeki'yi onun vazifesinin idamesine
muvaffak eylesin. Âmin. Ve onların umumuna sabr-i cemîl eylesin."

(II.Emirdağ Lâhikası, s.l98)

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.318)

[]

Albay İbrahim

Hulusî Yahyagil

HACI İBRAHİM

HULUSİ YAHYAGİL

l895'te Elazığ Harput'ta dünyaya geldi. Birinci Dünya Harbinde, Kafkas ve Çanakkale
muharebelerinde bulundu. l925 senesinde Harbiyeye girdi.

l950 senesinde Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Bediüzzaman'ın ilk


talebelerindendir. 25 Temmuz l986'da Elazığ'da vefat etti.
Nur ikliminin ışıklı dünyası ile aydınlandığım ve şeref bulduğum 27 Mayıs
karanlığından sonraki gelen günlerdeydi. Bu zamanlar, benim için ışıklı günlerimin
başlangıcıydı. Mezkur vakitlerin yaz mevsimlerinde, içinde yaşadığım Gaziler Beldesi'ne,
Elaziz'den bir kumandan,bir Nurlu Albay şerefler veriyordu. Türk ordusunun bu aziz
askerinin ilk dersini ve ilk sohbetini Gaziantep'in Başkarakol semtindeki misafir olduğu
hanede dinlemek saadetine ermiştim.

Bahsini yazmaya çalıştığım asker:

Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi merhumdu.

Bu aziz büyükle daha sonraki senelerde, çok görüşmelerim, birçok defalar


mektuplaşmalarımız olmuştu.

Elazizli aziz albay, Kur'ân gerçeklerinin rehberi Hazret-i Said'e talebe olan bir zattı.
Daha da ötesi; Nur Risalelerinin ilk talebesi, ilk muhatabı olmuştu. Sözler ismindeki şaheserin
son Sözler'inde tanıdığı, Hocası'na sorduğu çok değerli-mühim suallerle Mektubat eserinin
yazılmasına da sebep olmuştu.

Çanakkale'de yaralandım

"Çanakkale harbinden evvel 3. Kolordu Tekirdağ'da idi. Biz 9. Fırka (tümen) olarak
Çanakkale'ye geldik. Bir çok çıkartmalar yapıldı. Biz harbe giderken pilâv yemeye gider gibi
hevesle gitmiştik. l2 Nisan (Rumî 30-3l Mart) l9l5'te Seddül-Bahir'e geldik. Anafar

sh»:(Sn.Şh.S.319)

talar muharebesinde, Cenab-ı Hakkın'ın lütfu ile kurtulduk. Son taarruzda bütün
subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti.

"Yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Çanakkale'de yaralanmam 26


Temmuz l9l5'te Leyle-i Kadir'de oldu. Karadan, denizden top mermileri patlıyordu. Bir top
mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki asteğmen 'Silahla bir kaçını
temizleyeyim' dedi.Geri çekildim. Sol yanağıma elimi attım. Baktım kanıyor. Sol koluma da
kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu.
"l Ocak l9l6'da Çanakkale'den ayrıldık. Nisan'a kadar Kırklareli'de kaldık. Sonra
Tekirdağ üzerinden vapurla Haydarpaşa'ya geldik. Kuşdili Çayırında ordugâh kurduk. Odunla
işleyen tren-i mahsusla (özel tren) yola çıktık. Konya Ereğlisi, Niğde, Kayseri ve Sivas'a
uğrayarak Karadeniz'e geldik. Rusları sahile kadar kovaladık. Ruslar bizi Bayburt'ta sardı.
Çanakkale'nin, Anafartalar'ın, Çonkbayırı'nın dinç fırkası idik. Süngülü tüfek ile 'ALLAH-
ALLAH'diye gidiyorduk.

"Doğuda cebri yürüyüşle ilerliyorduk, sonra tepe -tepe müdafaa ederek çekildik.
Erzincan'ın üstünden, Çardak Boğazından geçtik. l9l6 senesinde Kafkas Cephesindeki
muharebemiz, Erzincan'ın batısında mevzilenerek beklemek suretinde oldu. l9l7'de Rusya'da
Bolşeviklik çıktı. Zımnî bir mütareke hüküm sürüyordu. Ruslar çekiliyordu. Ermeniler de
silâhlarını bırakarak çekiliyorlardı. Biz ilerlemeye başladık. Ermenileri temizleyerek
ilerliyorduk. Kelkit, Şiran Erzurum Ilıcası, Tortum'dan Sarıkamış'a geçtik. O sırada Kâzım
Karabekir Sarıkamış'taydı. Kars'a yürüdük. l9l8'de Kars'ı birinci olarak ele geçirdik.

"l. Cihan Harbi dolayısıyla tahsilim yarıda kalmıştı. Harbden sonra l925'de tekrar
mektebe başladım. Nihayet Harbiyeden mezun oldum. Babam Yahyazâdelerden Mehmet
Efendi, alaylı zabit idi. (Mektep görmeden ordu içinde yetişen subaylar.)

Üstad'la ilk görüşmem

"l7 Ocak l928'de Manisa'dan Eğridir'e gelmiştim. O zaman rütbem yüzbaşı idi.
Üstad'la tanışmamız bir sene sonra oldu l929 yılı baharında Barla'ya gittim. Beni götüren
Mustafa isimli mübarek bir insandı. Ayrıca, Vecelle Hüseyin, Müderris Mustafa, Nefer
Mehmet, Demirci Ustası da vardı. Üstad'ı ilk ziyarette, yanında epey kalmıştık. Bu görüşme
çok uzun sürdü. Müsaade isteyerek ayağa kalktık. vedalaşıp ayrıldık.

sh»:(Sn.Şh.S.320)

[]

Yüzbaşı Hulusi Yahyagil

Üstadı ilk tanıdığı yıllarda.

"Yağmurdan hiç ıslanmadım"


"Üstad'la görüşmelerimin birinde, görüşme bittikten sonra, 'Efendim İlama köyüne
gideceğim' demiştim. Üstad da:

"Kardaşım ben de camiye odun getirmek için dağa gideceğim' dedi. Biz vedalaştık ve
İlama'ya doğru yola çıktık. Birden hatırıma Üstad geldi, şimdi âniden önüme çıkmasın diye
düşünüyordum. Bizim nefer geride kalmıştı. Az sonra baktım, Üstad Hazretleri, önde odun
kafilesi arkada kendisi geliyorlardı. Ben, Üstad beni görüp de, attan inip rahatsız olmasın diye
büyük bir ağacın arkasına saklandım. Tâ Üstad iyice yaklaşınca birden bire ellerine sarılıp,
ellerini öptüm. O esnada elinde bir parça kuru ekmek vardı, onu yiyordu. Hemen onu bana
verdi. Sonra:

"Senin şemsiyen yok mu kardaşım?' dedi.

"Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk.

"Üzerimde muşamba var Efendim' dedim."Havada ise pek yağmur alâmeti yoktu.
Üstad:

"Peki kardaşım Allah'a ısmarladık' deyip gitti. Az sonra yağmur yağmaya başladı. Hiç
yağmur durmadı, atı süratle sürüyordum. Yağmur sağanağının altında ilerlerken, yağmur hiç
bana değmiyordu. Dört saat sonra hiç ıslanmadan Eğridir'e gelmiştim.

Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yaptı

"Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yapmıştı. Öyle bir hâlet-i ruhiye içindeydim
ki, yazdığım mektuplardaki şevki, cevabî mektuplarında şu suretle ifade ediyordu:

"Neşr-i envar-ı Kur'âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikram-ı


İlâhîdir, bir keramet-i Kur'âniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum."

"Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek içindi. Halbuki
istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu.

"Eğridir'den tayinim çıkmış. Doğuya gidiyordum, Hazret-i Üs

sh»:(Sn.Şh.S.321)
tad'dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Üstad Hazretleri çok üzüldüğümü anlamıştı.
Bir gün yanına ziyaretine gittiğimde (askerce): 'Emrediyorum, merak etmeyeceksin!
Üzülmeyeceksin!' dedi. O anda bütün üzüntüm, gam ve kederim yok oldu.

Bazı hatıralar

İbrahim Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman gibi cihanın nâdir üstadına sorduğu kıymetli
suallerle derya gibi bir ilim-irfan sarayının kapılarının açılmasına vesile olmuştu.

Nurların bu ilk aziz talebesi için Bediüzzaman bir notunda şunları ifade ediyordu:

"Manevî rütbeniz"

"Binler selâm..

"Siz maddî rütbenizden çok yüksek, manevî rütbeniz iktizasıyla, ayrı ayrı yerlere
gönderiliyorsunuz. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme!

"Senin Risaletü'n-Nur hakkında mektupların çok talebeler yerinde, senin bedeline


hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar.

"Birinci'liği dâima sana kazandırıyorlar.

Kardeşiniz, Said Nursî

"Birinci oldun"

Yine Üstad Bediüzzaman, nurlu Albaya beyan ediyordu:

"Ben Isparta'dan mecburi ikamet için Barla'ya sevkedilirken, daha motorda iken,
Barla'da ben sizi gördüm ve bana gösterildiniz."

Bir başka hatıra tesbit notlarımda Bediüzzaman şöyle diyordu:

"Meslek-i askeriyeden bu hizmete girecekler ve hırz-ı can edecekler çıkacaktır.

"Sen bunların birincilerinden oldun.

"Allah'a şükret!"

"Sözler'in başındaki şahıs"


Nurlu-merhum Albayı Elaziz'de ziyaret edebildiğim zamanların birisinde Nur
Risaleleri gibi, ahirzamanın şaheser külliyesinin ilk talebesine şu suali sormuştum:

"Birinci Söz'ün başında, 'Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker
olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz

sh»:(Sn.Şh.S.322)

hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten
ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz
uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse
beraber dinlesin."

"Birinci Söz'ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?"

"Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden evvel yazmış. Burada bahsedilen
asker ben değilim. O asker manevi bir şahıstır. Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe
olacak kimseleri manen hissederek öyle yazmış."

Hulusi Yahyagil rahmetlinin bu cevabından sonra, aradan epeyce bir zaman geçmişti.
l980 senelerinde ilk defa Barla Mektupları yayınlanmıştı. Bu lahikalardan yıllarca evvel
Hulusi Ağabeyimin verdiği cevap meâlinde "Hulusi Bey'e Hitabdır" başlığı altında yazılan bir
Barla mektubunda meselemizle alakalı olarak şunları okuyordum:

"Ben Sözler'i yazarken, ihtayarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inden
zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bilmiyordum. Sonra
hatırıma geldi ki; belki istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek,
en mühim ltalebeleri askeriyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum,
düşünüp, o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden
bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin."

Üstadın Türk ordusuna bakışı

İbrahim Hulusi Yahyagil'in Nur derslerinin ilk talebesi olmasından sonraki geçen
zaman içinde, Türk ordusunun mümtaz askerlerinden ve subaylarından bir çok bahtiyar
şahsiyet Nurlara talebe olmuşlardı.
Bu subaylarımızı bir rahmet duasına vesile olması için burada bazılarının isimlerini
söylemek istiyoruz:

Refet, Hayri, Galib, Mehmed, Muhyiddin ve l935 lerde Eskişehir mahkemesinin


başlangıcı sayılan Isparta'da muhakeme olurken, ifadesi alındığı sırada vefat eden "İstikamet
şehidi Binbaşı Âsım Bey".

Hulusi Bey, Üstadının derslerinde bulunduğu sırada, Üstad kendilerine şöyle hitap
ediyordu:

sh»:(Sn.Şh.S.323)

"Ben Türk ordusunun aleyhinde bulunmam! Çünkü bu Türk ordusu Birinci Cihan
Harbinde, Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid vermiştir!"

Yine bir nurlu ders esnasında, ilk nur talebelerinden Hâfız Halid Efendi'nin bahsi
olmuştu. Bu zat için: "Çok haluk ve sakin bir zattı" diye buyuruyordu ve bana:

"Kardeşim, keşke sen de hafız olsaydın!"diye buyurmuştu. Üstad Bediüzzaman'ın bu


temennisiyle Risale-i Nurların hakikatları hafızama yerleşmişti.

Üstad hayatının son senelerinde bana hitaben:

"Kardaşım, sen ilk zamanlarda çekirdektin. Şimdi ağaç oldun."

Üstadın imzalı kitabı

Kendilerini Elaziz'deki ziyaretlerim esnasında elinde bastonuyla hanelerinden çıkarak,


beş yüz metre kadar mesafedeki Nur dershanesine gelişi esnasında, karlı bir kış gününde
kameraya da almıştım.

Hulusi Beye Üstadın kendilerinde imzalı bir kitabı olup olmadığını sorduğumda ise,
kendileri mübarek elleriyle evinden l928'lerde Bekir Dikmen'in bastırdığı Haşir Risalesini
getirmişti. Bu aziz yadigârın fotokopisini almıştım. Bu Onuncu Sözün üzerinde şunları
okuyorduk:
"Risale-i Nur Mizanlarından İman-Ahiret bürhanlarından Onuncu Söz. Müellifi Said
Nursî l342"

Haşir Risalesi'nin ilk sayfasında ise Üstad Bediüzzaman, ilk talebe ve ilk muhatabına
hitaben şöyle diyordu:

"Uhrevî kardeşim Hulisi Bey'e hediyemdir! SAİD"

[]

Üstadın Hulusî Beye imzalayarak verdiği kitap

sh»:(Sn.Şh.S.324)

Hediye meselesi

Hulusi ağabeyimizle geçen mülakatlarımın birisinde, çok ısrarla hediye bahsi olan
"İkinci Mektub"ta Üstad Bediüzzaman'a neyi hediye ettiğini sormuştum. Tebessümle verdiği
cevaplarda. İkinci Mektup'da Üstad'ın yazıp yazmadığını sormuştu. Biz de yazmadığını
söylediğimizde, Üstadın yazmadığını, dolayısıyla kendilerinin de söylemeyeceğini ifade
etmişlerdi. Daha sonraki ziyaretlerimde bu hediyeyi, bizzat eline mi verdiğini veya
Eğirdir'den bir vasıta ile mi gönderdiğini sorduğum zamanlar çok merak ettiğim meseleyi ve
sualimin cevabını bulmuştum.

Tasarruffu devam eden üç kişi

l97l'de Ankara'da Re'fetle (Barutçu) ilk defa görüşmüştüm. Rahmetli ne kadar tatlı bir
ihtiyardı. O Hazret-i Üstad'dan bir hatıra nakletmişti:

"Bir gün Üstad Hazretleri bir münasebetle, üç kişinin tasarrufu devam ediyor.
Bunlardan birincisi Abdülkadir Geylâni Hazretleridir" diye buyurunca, Re'fet Bey hemen
sormuş:

"Efendim, diğer ikisi kimdir."

"Hazret-i Üstad ise: 'Diğerleri Hayyat-ı Harrânî ile Mârûf-u Kerhî' diye cevap vermiş.

"Sen sünnet bilmez"


"Bir ziyaretimde çay içerken tam olarak bitirmemiştim. 'Kardaşım sen sünnet bilmez'
dedi. Bununla, içilen bir şeyin iyice bitirilmesinin sünnet olduğunu ters vermek istemişti.

"Bidayette akşam ile yatsı arasında kimseyi kabul etmezdi.

"Ondaki nezaket"

Ondaki nezaket ve tevazu bambaşka idi. Bir gün ebced hesabı ile bir tarih bulmuştum,
fakat bir rakam eksikti. O hiç bu eksikliği yüzüme vurmuyor, gayet nezîhâne ve nâzikâne bir
şekilde şöyle diyordu:

"Maşaallah, bu binlerin içinde bir rakamın hiç ehemmiyeti yoktur."

Yanındaki kitaplar

Onun ziyaretine vardığım zamanlarda yanında Kur'ân-ı Kerim, Hafız Şiirazî'nin bir
eseri, bir de üç cilt Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendinin Mecmuat-ül ahzab isimli kitabı
bulunuyordu.

sh»:(Sn.Şh.S.325)

Temizliğe çok dikkat ederdi

"Hazret-i Üstad temizliğe çok dikkat ederdi. Her zaman, bilhassa Barla'da iken üst üste
iki çorap giyerdi. Namaza duracağı esnada üstteki çorabı çıkarır, ondan sonra namaza
dururdu. Daha sonraki hayatında ise çorabı çıkarıyor, çorapsız olarak namaza duruyordu.
(Şafii mezhebinde çıplak ayakla namaza durmak sünnettir.)

Kur'ân ve evrad okuyuşu

Barla'da Üstad Hazretleri namazda (Cehrî okunan namazlarda, bilhassa sabah


namazlarında) Kur'ân-ı Kerimin 'Elhamdülillâh' ile başlayan sûrelerini okurdu. Kur'ân-ı
Kerim'i bambaşka bir tarzda okurdu. Kur'ân'ın hakikatlarını duyarak ve yaşayarak okurdu.
Kur'ân'ın İlâhî sedası, onun bütün ruhunu kaplardı. Onun okuyuşu, diğer hocaların ve
hafızların okuyuşuna benzemezdi. Tecvid-i manevî üzere okurdu. (Kur'ân'ın mânasına uygun
olarak okumak).
"Barla'da bir gece yanında, kalmıştım. Sabahlara kadar uyumadan ibadet ediyor, zikir
ediyor, tesbih çekiyordu. Pek az uyurdu, uyur gibi görünürdü.

"Akşamla yatsı arasında evradını şöyle okurdu:

"LÂ - İLÂHE İLLALLAH - LÂ - İLÂHE İLLALLAH

Ey lâ râzıka illallah, Ey lâ ma'bûde illallah.

Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah.

Ey lâ râzıka illâhû, Ey lâ râzıka illâhû"

***

Mevlânâ Camî'nin kıt'ası

l9l6'da Kafkas Cephesinde harpte iken Kerküklü Şeyh Rıza Talebânî'nin damadı Fasih
de bizde yedek subaydı. Kayınpederinin Kadirî tekkesindeki odasında asılı olan şu Farisî
kıt'ayı ondan almıştım.

"Yâ Resûlallah! Çi bâşed

çün seg-i Ashab-ı Kehf?

Dahil-i cennet şevem der

zümre-i ashab-ı tû,

O reved der cennet, men

der cehennem key revast?

O seg-i Ashab-ı Kehf, men

seg-i ashab-ı tû..."

sh»:(Sn.Şh.S.326)
(Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf'in köpeği gibi ben de senin ashabının arasında
Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva mıdır? O Ashab-ı Kehf'in köpeği
ben senin ashabın köpeğiyim.)

"Bilâhare Üstad'ı tanıdıktan sonra bu kıt'ayı kendisine göndermiştim. Ayrıca, 'Beni


Nur şakirdleri içinde Ashab-ı Kehf'in kıtmîri gibi kabul buyurun' diye yazmıştım. Bunun
üzerine Üstad gönderdiği cevabında: 'İnşaallah sen bu zamanda Ashab-ı Kehf'in
birincilerindensin. Biz mektubundan o ibareyi (Kıtmîr) kaldırdık. Sen de kaldır' diye yazdı.

"Sonra ziyaretine gittiğimde Üstad:

"Kardaşım, bu kıt'a Şeyh Rıza'nın değildir. O, heccavdır. Bu beyitler Mevlânâ


Câmi'nindir" dedi.

"Ben de Şeyh Rıza'yı heccav biliyordum. Bu kıt'a nasıl onun olabilir diye merak
ediyordum. Sonra bu kıt'ayı Yirmiyedinci Söz'deki Sahabeler risalesinin zeylinin başına
koydu. O gün bahis Mevlânâ Câmî'den açılınca, 'Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Molla Ahmed-i
Cizrî ve Mevlânâ Câmî, her üçünün de makamı birdir. Bunların üçü de mânen bir seviyededir'
diye buyurdu.

Üstadsız Barla

"Üsat Barla'da iken, kendisini iki senede altı defa ziyaret ettim. Üstad'dan sonra
barla'ya gitmek bize nasip olmamıştı. Yollar kapanmıştı. Gitsek de ne çıkar diyordum:

"Bülbül hâmuş, havuz tehî, gülistan harap."

"Fakat kader 45 yıl sonra tekrar o mübarek beldeye gitmeyi nasip etti. l976 yazında
oraları Üstad'sız olarak gezdik.

Hataları direkt yüze vurmazdı.

"Bir gün onun huzurunda Risale-i Hamîdiye'nin bahsi geçmişti. Ben onun yazılış
tahini l3l2 (l896) diye söyledim. Halbuki bu tarih yanlışmış. Üstad Hazretleri bu yanlışı
yüzüme vurmayarak,

"Yakın kardeşim, yakın" dedi.


"Sonra eve gidince tarihine baktım, 6-7 yıl eksik söylediğimi anladım. Meğer hakiki
tarihi l307 (l89l) imiş.

Bitlis'teki şeyhler

"Bir gün Barla'da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı:

sh»:(Sn.Şh.S.327)

"Bitlis'de dört Şeyh vardı. Amma!... Herbirisi İmam-ı Rabbanî ha!... Bunların hepsi
beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Said onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara
dedim:

"Sizin biriniz bana kifayet etmez. Ben dördünüze de intisap edeceğim."

Ben iki revolver taşıyorum

"Son olarak l957'de Emirdağ'da ziyaret etmezden önce, Eskişehir'de oğlumun yanına
uğramış, bir ay kadar kalmıştım. Oradayken her gün ders yapardık. Fakat bu dersleri ihtiyaten
hep İşarat-ül İ'caz'dan yapıyorduk.Emirdağ'a gideceğim gün yine ders yapmak için İşarat-ül
İ'caz'ı getirdiler.

"Yahu sizde başka kitap yok mu hep bunu getiriyorsunuz?' dedim.

Bunun üzerine Mektubat'ı getirdiler. O gün dersi Mektubat'tan okuduk. Sonra Hazret-i
Üstad'ı ziyaretine müşerref olduğumuzda odasında bütün Risale-i Nur Külliyatını masanın
üzerine koymuş, Mektubat'ı da bütün kitapların üstüne koymuştu. Bana hitaben:

"Kardeşim, ben bu risaleleri saklasam belâ ve musibet gelir. Onun için ne olursa olsun,
daima Risale-i Nur'u yanımda bulunduruyorum" dedi. Daha sonra da:

"Ben şimdi iki revolver (tabanca) taşıyorum. Şimdi şu anlarda hayatımı muhafaza
etmek çok büyük ve ehemmiyetli bir meseledir" dedi.*

"Hz. Üstad'ın iki revolver (tabanca) taşıması mânâsız değildi. İmansız-insafsız


insanların ardı arkası kesilmeyen hücumlarına karşı, bizzat cevap verebilmek için taşıyordu.
Din düşmanları evinin damına çıkıp su testisine zehir atmışlardı. Hz. Hasan'ı (r.a.)da öyle
zehirlememişler miydi? ** O zaman âlem-i mânâda (rüya'da) görmüştüm, ibriğine zehir
atıyorlar. Bakıyorum, bıyıkları yemyeşil, Mektupla rüyayı yazdım. Gönderdiği cevapta:

"Rüyan mübarektir, kardeşim mübarektir' diyordu.

Yine son görüşmemizde bana hitaben:

"Kardeşim, her meselede senden bahsedilir. Her meselede senin adın geçer. Bana
sorarlar, bu kimdir? 'Benim o kadar talebem var ki, yalnız adını duymuşum. O da onlardan
biridir' diye cevap veriyorum."

__________________

* Emirdağ Lahikası, C.2, S. l4'te Bediüzzaman'ın bizzat kendi iifadesi şöyledir: "hatta
yanımda bir revolver varken, ikinci bir kuvvetli revolver daha tedarik etmeye lüzum gördüm."

** Bediüzzaman aynı hususu şöyle ifade etmektedir:"... kilitli olan 2 odamda yemek
ve içmek kaplarıma zehir atmak için, fevkalâde bir tarzda dama çıkmışlar ve..." (Emirdağ
Lahikası, C. 2,s.l4.)

sh»:(Sn.Şh.S.328)

"l948 yılında Afyon'da hapishaneye seni de yanıma almak istedim. Fakat sonra
vazgeçtim' dedi.

[]

Albuy Hulusî Yahyagil'in l944'te

albay olduğu zaman çekilmiş bir

fotoğrafı.

Dersim isyanı

"l938'de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan


dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi:
'İmha!..
"Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire."

"Bunların çoğu Rafızî idi. Fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı?
Ben kıt'a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler.

"Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir' dediler.

"Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu
durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl
dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de
baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad
Kastamonu'dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:

"Hulusi'nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur'un
şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem
sevap verir, geçerler; o musibetlerekarşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek
gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz."¹

"Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgesi terk etmişler, dağlara
mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana
bulaştırmadan bizi kurtardı.

_____________

l. Bk: Kastamonu Lahikası, s. l0.

sh»:(Sn.Şh.S.329)

Mektubat'taki bir çok suali ben sordum

"Üstad'la ilk görüşmemizden sonraki mektuplaşmalarımız Mektubat'ın tulûuna sebep


olmuştu. Bazı sualleri başkaları bana sorardı. Ben de Üstad Hazretlerine sorardım. Meselâ
'Ceddidû imâneküm bilâilâhe illâllâh' hadîsine Arapgirli rüştiye hocalarından İbrahim Efendi
bana sormuştu. Ben de zannediyorum, l932'de Elâzız'den, Barla'ya yazarak Üstad'dan
sormuştum.¹
"Dost istersen Allah yeter. Evet o dost ise her şey dosttur. Yarân istersen Kur'ân yeter.
Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görşür ve vukuatlarını seyredip, ünsiyet eder. Mal
istersen kanaat yeter. Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden bereket bulur. Düşman
istersen, nefis yeter. Evet kendini beğenen belâyı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen
safayı bulur, rahmete gider. Nasihat istersen ölüm yeter. Evet ölümü düşünen hubb-u
dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır."

"Bu parça, levha halinde dedem H.İbrahim Efendi'nin elyazısı ile duruyordu. l930
baharında bunu, Üstad'a gönderdim. 23'üncü Mektubun sonuna koydu. ²

Mektupların te'lif tarihleri

"9'ncu Mektup l93l'de te'lif edildi.

"3'ncü Mektup l930'da te'lif edildi.

"20'nci Mektup l934'de te'lif edildi.

"l0'ncu Lem'adaki şefkat tokadı hâdisesi, l93l'de Elâziz'de cereyan etti.3

"Nahiye Müdürü, daha sonra Çemişkezek'li Elâziz Mebusu Nüzhet Dede, l934'de
29'ncu Mektup'taki 'Kur'ân'ın esrarı bilinmiyor' meselesini sormuştu. Biz de Üstad'a yazdık.4

"23'ncü Mektub'un te'lifi l933 veya l934 yılıdır.

"2'nci mektub l930 yılı başlarında baharda te'lif edildi. 2'nci Mektub'da bahsedilen
hediyeyi Eğridir'den göndermiştim.5 Hediyenin ne olduğunu şimdiye kadar hiç bir kimseye
söylemedim ve söylemem. Üstad Hazretleri kabul buyurdu. O kimseye söylemedi.
Gönderdiğim hediye ve mektubun cevabı hemen Eğridir'e geldi.

_____________

l. Bk: Mektubat, s.362

2. Mektubat, s.307.

3. Lem'alar, s. 38.

4. Bkz: Mektubat, s. 426.


5. Bkz: Mektubat, s. l2.

sh»:(Sn.Şh.S.330)

"Çam Dağına çıkacağım"

"Bana bir mektubunda diyordu:

"Bu sene yaylaya, Çam Dağı'na çıkacağım."

"Ben de cevaben demiştim ki:

"Oradaki hissiyatınızdan bizleri de hissedâr ediniz."

"Yazdığı cevabî mektubun tarihi l930 yazı olmak ihtimali var.¹

Derslerin önemi

"Bir gün Hz. üstad şöyle buyurdu: 'Eğer siz eski zamanda olsaydınız, bu dersleri ve
hakikatleri öğrenebilmek için, buraya diz üstü yürüyerek, sürüne sürüne gelirdiniz' diye
buyurdu.

Nerculuk ismi

"l946'da Kars'da idim. Nurculuk ismini ilk defa o zaman duydum. Benim de hoşuma
gitti. "Talebelerin Üstadına, Said derler hem adına' diye başlayan manzumeyi (bu şiir daha
sonra Konferans Risalesi'nde neşredilmiştir.) o zaman yazıp, kendisine göndermiştim.

***

l950'de tekaüd oldum. Üstad: "Ben, buna tekaüd olma, dedim, bu keçeli beni
dinlemedi, tekaüd oldu" dedi.

Bir rüya: Sarıklı genç

"Yine bir gün Eğridir'de bulunduğum zaman, rüyada sarıklı bir genç gördüm. Bu genç
beni ilk defa, Hz. Üstad'a götüren meczup lâkıplı Mustafa Efendi idi. Ona Şeyh veya Hafız
Mustafa da denirdi. Rüyada gördüğüm sarıklı genç şeklen o idi. Fakat ne bıyığı ve ne de
sakalı vardı. Hafız Mustafa, çocuk meşrebinde birisi idi. Risale-i Nur'un ilk Küçük Sözler'ini
l928'de onda görmüştüm. Daha o zaman Üstad Hazretleriyle de muarefemiz yoktu. Gayet
intizamsız bir yazı ile yazılmış ilk risaleyi onda görmüştüm. Müsvedde halindeydi.

"Rüyada, elinde leblebi tablası vardı. Fakat içinde leblebi gayet azdı. Ben leblebiden
almak için elimi attım. O zaman leblebi tabağı doldu, taştı.

"Sarıklı genci biz açıklamadık. Sizin gibi gençler işte çıktılar. Daha da kıymetli
gençler çıkacaktır. Allah'ın nuru kıyamete kadar devam edecektir. Kur'ân tefsiri olduğu için
Risale-i Nur'un hakikatı

___________

l. Bkz. Mektubat, S 23.

sh»:(Sn.Şh.S. 331)

kıyamete kadar okunacaktır. elbette bu gelenler genç olacaktır, ihtiyar olmayacaktır.

"Bu meseleyi kendisine mal edenler, sanki ne oldu? İnhisar altına almak doğru değil.
Benim rüyada gördüğüm, sanki Mustafa idi. Fakat onun mevcut hali rüyadaki haline uygun
düşmüyordu. Onun çocukça halleri vardı. Fakat bana Üstad Hazretlerini gösteren ve tanıtan
da o oldu. Eğridir'de iken, Mustafa bana:

"Efendim, sizin ilâcınız Barla'da bir zat var, Ondadır" dedi.¹

Hangisine gönderelim?

"l930 senesi ilk ayında Hz. Üstad'ın yanına gitmiştim. O günlerde Mareşal Fevzi
Çakmak'la Fahrettin Paşa (Altay) Eğridir'e gelmişlerdi. Üstad Hazretleri: 'Kardeşim, Fevzi
Paşa ile Fahrettin bana selâm göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz'ü göndereceğim.
Yalnız birisine göndermek istiyorum, hangisine göndereyim?...'

"Ben de: 'Efendim, biz Fevzi Paşa'yı Müslüman biliyoruz' dedim, 'isterseniz ona
gönderelim. ' Hz. Üstad: 'Yok, yok. Fahri Paşa'ya verin' dedi.
Üstad Hazretleri Onuncu Söz'ün üzerine kırmızı kalemle kendisine bir dua yazdı ve
ayrıca: 'Bana bir selâm göndermişsiniz, ben de bunu sana gönderiyorum' diye yazdı. Ben bunu
Üstad'dan alarak postaya verdim.

"Bu hâdisede şöyle bir mânâ ve işaret gördüm. Fahrettin Paşa Konya'da iken, 2. Ordu
Kumandanı idi, bu sırada Kubilây hâdisesi oldu. Hâdiseden sonra Fahri Paşa istiklâl
Mahkemesi Reisliğine getirildi. Hz. Üstad Onuncu Söz'ü ona göndermekle: 'Dikkat et, seni
böyle bir vazifeye getirecekler. Ölüm var, haşir var âhiret var, adaletten ayrılma!' demek
istiyordu.

20 yıl sonra 20 dakikalık ziyaret

Eğridir'den ayrıldıktan, yani 6 Ekim l930'dan yirmi yıl sonra, 4 Mart l950'de Üstad'ı
Emirdağ'da ziyaret ettim. Bu yirmi yıldan sonraki ziyaretim ancak 20 dakika sürmüştü.

"Üstad, demokratları desteklerdi"

"l957 seçimlerinde DR. Tahsin Tola, Bingöl'de Demokrat Parti'den adaylığını


koymuştu. Hz. Üstad gönderdiği haberde 'Hulusi elinden geldiği kadar yardım etsin, Tahsin
Bey millet, vatan ve Ri

____________

l. Hulusi Bey'in gördüğü rüyası ve Bediüzzaman'ın bu rüyayı tabiri için Bkz.


Mektubat, S. 362.

sh»:(Sn.Şh.S.332)

sale-i Nur'a elli meb'usun hizmetini yapmıştır' diyordu.

"Biz de Hz. Üstadın hatırı için bu yardım ve hizmeti yaptık. Hz. Üstad İslâmiyete ve
Kur'ân hizmetine yardımcı oldukları için Demokratları desteklerdi.

İlk ve son ziyaretim

Hz. Üstad'ı son olarak l957 yılı Kasım ayında Emirdağ'da görmüştüm. İlk görüşmem
ise l4 Nisan l929'da olmuştu. l927 yılı Ekim veya Kasım'da Eğridir Dağ Talimgâh
Muallimliğine tayinim çıkmıştı. Halbuki ben Risale-i Nur'un talebeliğine tayin olmuştum.
l928 yılı l6 Ocak'ta Manisa'dan ayrıldım. Efendim, hayatımızda ona Üstad dedik, elbette o
Üstaddır. İşte Üstad buna derler. Hoca buna derler.

"Sen sabahleyin burada idin"

Eskişehir hapis hâdisesinde çok müteessir olmuştum. O hâdiseyi ikinci bir Şeyh Said
hâdisesi gibi göstermek istemişlerdi. O zaman rüyada gördüm. Hz. Üstad: 'Senden zarar
kalktı' dedi.

"Bir müşkilim olduğunda oradan bir kaç gün geçmezdi ki, ilk gelen mektup, bu
müşkülümü haletmesin. Yanına ziyaretine gittiğimde: 'Kardeşim sen sabahleyin burada idin'
derdi. Halbuki benim bundan haberim bile olmazdı.

"Afyon'u hapishane yap"

Afyon'da Savcının ısrarla Nur talebelirinin, isim ve sayılarını sorması üzerine Hz.
Üstad ona: "Afyon'u hapishane yap, ben de talebelerimin hepsinin ismini söyleyeyim" diye
cevap vermiş.

"Yüzüne bakamazdım"

Üstad'la görüşme ve sohbetlerimiz sırasında, yüzüne bakamazdım. Zaten


bakılmayacak derecede heybetli idi. Son ziyaretimde cesaretimi toplayarak bakabildim.

"Sen ve Hulusi hissedarsınız"

"Bismihi Sübhanehû

"Aziz Kardeşim

"Beni merak etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve
iktisat,beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın birşey

sh»:(Sn.Şh.S.333)

[]
Üstad, kardeşi Abdülmecid Efendiye

yazdığı bu mektupta, "Sen ve Hulusi

benim her bir amel-i uhreviyemde his-

sedasınız" diyor.

gönderme! Sen altı - yedi nefse bakıyorsun. Benim yarım nefsim var. Sen beni değil,
ben seni düşünmeliyim.

"Sen ve Hulusi, benim herbir amel-i uhreviyemde hissedarsınız.

"Ramazan'da kazanç, bire bindir. Siz de bana duanız ile yardım ediniz.

"İşârât-ı Aleviyeyi tam tasdik ettiniz mi?

"Haşir Risalesini çok kuvvetli buldunuz mu?

Albay Hulusi Bey kendi hayatını anlatıyor

"Merhum validem l3l2 (l896) da doğduğumu söylerdi. Ramazan'ın birinci gecesinde


teravihten çıkıyorlar, ben Harput'da dünyaya geliyorum.

"İstiklâl Harbinden sonra İzmir Gaziemir pavyonunda kalıyorduk. Bir gazete çıkaralım
dedik. Bir şair arkadaşımız vardı, bir de karikatürist vardı. Gazeteyi elde çizerek çıkaracaktık.

"Bir gün emektar bir katırın boynuna bir yazı asmıştık. Bu yazıda: 'Ben de emsalim
gibi gençtim. Şimdi ihtiyarım, hastayım. Veterinere gittim, yerinde yoktu. Doktora gittim
yoktu. İsa Çavuş sen benim derdime deva ol' diye yazarak hayvanı İsa Çavuşun bulunduğu
kısmın önüne götürüp bağladık. Ertesi gün yazıyı okuyan doktor ve baytar doğru dairelerine
vazifelerine koşuyorlar. Geceleri gazeteyi yazıyorduk, iki nüsha halinde çıkarıp duvara
asıyorduk.

"Efendim herşeyin bir nimet ciheti var. Her zaman nimet cihetine teveccüh lâzımdır.

"Askerlik münasebetiyle dörtbin metre kadar yükseklere çıktığımız oluyordu. Oraya


kadar sinekler bizimle beraber gelirlerdi. Soğuk, rüzgâr fakat onlar bir atın kuyruğunun altına
girerler, gizlenerek yine bizimle oralara çıkarlardı. Çok hayret ederdim. Sonra anladım ki,
onlar vazifesini yapardı. Onların vazifesi insana aczini,
sh»:(Sn.Şh.S.334)

[]

Hacı İbrahim Hulusî Yahyagil: Nura

adanmış bereketli bir ömür. Rahmet

dualarını bekliyor.

fakrını bildirmektir.

"Bugün evlâtlarımdan ziyade Risele-i Nur şakirtleri kardeşlerimin arkadan yapacakları


duayı arzuluyorum ve bekliyorum.

Üçüncü mektupla alâkalı bir çalışma

Senirkent taraflarından bazı mü'minler Barla'ya Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete


geldikleri zaman, Çam Dağlarından bahsetmişler, Üstadı buraya davet etmişlerdi. Barla'daki
Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmed Çam Dağlarında, Tepelice mevkiindeki
çam ağacına ve katran ağacına Üstad için tahtadan bir köşk yapmışlardı.

Bu yıllarda Sözler'in telifi bitmiş, Mektubat başlamıştı. Mektubat'ın ve nur


Risalelerinin ilk muhatabı ve talebesi olan Albay Hulûsi Yahyagil Eğirdir'deki şimdi
komando birliğinin olduğu "Eğirdir Sivrisi" denilen dağ talimgâhında yüzbaşı olarak
vazifeliydi.

Mektubat'taki "Üçüncü mektup" "Hamisen", yani beşinci diye başlamaktadır. Hulûsi


Beyin ricam üzerine verdiği bu mektup şöyle başlamaktadır:

[]

Merhum albay Hulûsi Yahyagil'den fotokopisini

aldağımız Üçüncü Mektub'un baş ve son kısmı

(Şamlı Hafız Tevfik hattıyla)


sh»:(Sn.Şh.S.335)

"Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım,

"Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de
manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. işte kardeşim:

"Evvelâ: Evvelki mektubumda, bütün Sözler'e dair sual etmiştim ki: İçlerinde cerh
edilecek hakikatler var mı? Veyahut avama ihzarı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız
Otuz İkinci Sözün üçüncü maksadı için değildi.

"Saniyen: Sana Nokta risalesini gönderiyorum. Acîbdir ki, Eski Said'in kuvvet-i
ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardaşın şuhud-u kalbiyle, nur-u
vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerden noksan kalmıştır ki, Yirmi
Dokuzuncu Söz'de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli, nükte ve o remizli nüktenin sırr-ı
beyanında, çok hakikatler Nokta'da yoktur. 'Yirmi Dokuzuncu Söz' de vardır. Fakat
birbirinden çok uzak bu iki Said'in aklı ve kalbi, bu derece ittifakı acibdir.

"Salisen: Şeyh Mustafa'ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: 'Yazdığın Kader sözü beni
çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik
hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid'e gönderiyorum. O
yüzlerce adama okutturacak, her birisinden sevap sana gelecek.'

"Rabian: Kardeşim Abdülmecid'e bir mektupla bazı Sözler'i gönderiyorum. Sen gayet
emniyetli bir tarzda postaya ver. Adresi: Ergani-i Osmaniye'de esnaftan Vanlı Şehabeddin
Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendiye. Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete
yazınız.

"Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının âhirindeki işaretin haşiyesinde bir yanlış var.
Doğrusu budur: Döndükleri vakit saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zorla onları
tanıyabilirler. Halbuki 'onları' kelimesi yazılmadığı için mânâ değişiyor."

Bu mektubun "Hamisen" kısmından sonrası ise "Üçüncü Mektup" olarak Mektubat'ta


neşredilmiş bulunmaktadır.

[]
Üstadın kardeşi Abdülmecid

Nürsî (Ünlükul)

sh»:(Sn.Şh.S.336)

Üçüncü Mektup, Üstadın l930 yazında gittiği Çam Dağlarında yazılmıştı. Mektupta
"Mayıs'ın ahirinde" diye bir ifade kullanılmaktadır. Bu ifadeye göre, Üçüncü Mektup l930 yılı
Mayıs ayının sonunda Barla'nın Çam Dağlarından, Eğirdir'de bulunan Binbaşı Hulûsi
Yahlagil'e hitaben yazılmıştı.

"Mayıs'ın ahirinde' sözünden evvel 'sübhane men tahayyera fisun'ihi'l-ukul" cümlesine


yer verilmiştir. Bu parça, Ziya Paşanın on bir kısım halindeki uzun terciibent başlıklı şiirinin
sonlarında.

"Sübhane men tahayyere fi sun'ihi'l-ukul;

"Sübhane men bikudretihî yâcizül-fuhul!"

şeklinde geçer. Mezkûr mısraların mânâsı ise şöyledir:

"Sanatı karşısında akılları hayrete düşüren büyük Sanatkârı tebcil ederim. kudretiyle
âlimleri âciz bırakan Cenab-ı Hakkı takdis ederim."

Üstad Çam Dağlarında "Üçüncü Mektub"u telif ederken, harika bir keramet haliyle
dünyanın boşlukta dönüşünü ve müthiş sür'atini temâşâ etmiş, Zuhruf Sûresinde geçen,
"Bunları bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç
yetiremezdik" mealindeki âyeti okumuştu.

"Üçüncü Mektup"ta geçen, yeryüzünün bir gemi, bir binek olduğunun buyurulduğu
âyeti hatırlayıp okuyunca da şunları ifade etmektedir: "Zemin musahhar bir sefine, bir merkûb
olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-yı kâinatta sür'atle seyahat eden pek büyük
bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman,
kıraeti sünnet olan (Zuhruf Sûresi, l3. ayet) âyetini okudum."
Gerçekten, Çam Dağlarının katran ağacı mevkii bir kaptan köşkünü andırmaktadır.
Feza denizinin dalgaları arasında yüzen dünya gemisinin Çam dağlarındaki kaptan köşkünde
ilâhî sanatların şahane güzelliği ne kadar güzel gözükmektedir.

Hulusi Beyi Üstadla tanıştıran Şeyh Mustafa

"Üçüncü Mektub'un üçüncü bölümünde, Üstad, Şeyh Mustafa ismindeki zata selâm
söylemekte ve yazdığı Kader Risalesi'nden dolayı memnuni

[]

Hulusî Beyi Üstada götüren

Şeyh Mustafa Efendi

sh»:(Sn.Şh.S.337)

yetini ifade etmektedir.

Şeyh Mustafa, Hulûsi Beyi Üstada götüren zattı. Hulûsi Bey "l929 yılı baharında
Barla'ya gittim. Beni götüren, Mustafa isimli mübarek bir insandı" diyerek Üstada nasıl
gittiklerini anlatmaktadır. Merhum Hulûsi Yahyagil Ağabeyimi son ziyaretlerimde Şeyh
Mustafa ile nasıl tanıştıklarını sorduğumda, evlerinin komşu olduğunu, böylece tanıştıklarını,
ilk risaleyi onda gördüğünü, Üstadı kendisine tavsiye eden ve götüren kişinin Şeyh Mustafa
olduğunu söylemişti.

Barla Lâhikası'nda Hulûsi Beye yazılan bir mektupta Üstad Şeyh Mustafa'dan şöyle
bahsetmektedir:

"Şeyh Mustafa'ya benim tarafından geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:

"Eskide iki ciddî ahiret kardeşleri var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti.
Dua eder, hasta iyi olmaz. 'Öyle ise sen kalk, ben yatacağım' demiş. Hasta kalkmış, onun
yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki,
ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukader olan hastalığının
bir parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet gelmiştir."
Hacı Hafız Mustafa Üstün'e, "Hacı Aziz, Şeyh Mustafa, Aziz'in Mustafa" da
denilmektedir.Eğirdir'de Hacı ibrahim'in oğlu olarak l890 yılında dünyaya gelmişti. Yine
Eğirdir'de l959'un Aralık ayında vefat etti.

Altı yaşında hafız olmuştu. Çok istedikleri halde Diyanetten resmî bir vazife alamadı.

Şeyh Mustafa İstiklâl Harbinde şarapnel yarası almıştı. Kardeşi de Birinci Cihan
Harbinde şehit düşmüştü.

Bir gün hanımına eziyet ettiği vakitte Salih ismindeki Nur talebesi kendisine Üstadın
selâmını getirmiş ve hanıma eziyet etmemesini bildirmişti. Hulûsi Bey meczup hallerinden
dolayı birgün Üstadın "Meczup Mustafa'yı atmak istedim. Sonra ihtar edildi: 'Buna acı, çünkü
hale mağlûptur" dediğini ifade etmektedir.

Ehl-i ilim, ehl-i keramet ve ehl-i hal olan Şeyh Mustafa gazi maaşını almayı da
istememişti. Keramet hallerinden Cuma namazına yarım saat kala iki-üç saatlik mevkilerde
ayrı ayrı cumada görenler olmuştu.

l959 sonlarında Akpınar köyünden aşağıya doğru inerken düşüp vefat etti.

Hacı Hafız Mustafa Üstün'ün annesi aslen Denizli'nin Çal

sh»:(Sn.Şh.S.338)

kazâsındandı. Hulûsi Beyi Üstada götüren bu veli zat, 26 Ağustos l922'den on iki gün
önce, İzmir'den harp cephesinden anasına zafer müjdesini bildirmiştir.

***

"Üçüncü Mektup"ta bahsi geçen Şehabeddin Efendi

"Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında ise, Üstad Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki


Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir.

Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın kardeşidir.

Şehabeddin Özer l893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde doğmuştu. Babası H.Mustafa,


annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen babası, Gazail Camiinde medfundur ve
türbesi ziyaretgâhtır. Nureddin, Şemseddin, Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır.
Fidan ve İhsan isminde iki çocuğu vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile
evlendiği zaman, Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu.

Şehabeddin Özer şirpençe hastalığından rahatsızlanınca, Ergani'den Diyarbakır'a


getirilişinin ikinci günü 3 Ağustos l943'te vefat etti. Diyarbakır Mardinkapı, Soylu Mehmed
Düzlüğü kabristanına defnedildi.

[]

Şeyh Gazail Babanın oğlu

ve Abdülmecid Efendi'nin

kayınbiraderi Şehabeddin

Özer.

Bir mektubun yazılış sebebi

Barla Lâhikası'nda bulunan bir mektup "Hulûsi Beye hitaptır" tarzında takdim
edilmekte ve bu kısa mektubu "evvelâ" ve "saniyen" şeklinde iki kısım halinde okumaktayız.

Mektubun "evvelâ" diye takdim edilen kısmının izahını yazmak istiyoruz:

"Aziz sıddık, muhlis kardeşim,

"Evvela: Biraderzadem Halil Naci'nin dünyevî musibeti beni de cidden mahzun eyledi.
Cenab-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır

sh»:(Sn.Şh.S.339)

ve tahammül ihsan eylesin, âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir
kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz fani vaziyetleri karşısında telaş etmez, mağlup
olmaz inşaallah"¹

2l Mart l947 tarihinde Sarıkamış'tan "Baban Hulusi" imzasıyla yazılan mektupta,


albay Hulusi Yahyagil, oğlu Halil Naci'ye hitaben şunları yazıyordu:
2l Mart l947

Sarıkamış

[]

Hulusî Beyin oğlu

Halil Naci Yahyagil

"Naci,

"Yakup Beyin ve Bedia'nın l4 Mart tarihli mektuplarıyla gönderilen senin yazdığın


mektubu aldım. Bundan evvelki mektubundan müteselli olmuştum. Bu defa Bedia'nın senden
daha metin yazısı beni çok memnun etti. Allah bizleri terbiyeye memur ettiği, sana gelen
musibeti habersiz defetmekle nihayetsiz kerem, rahmet ve gayetini sür'atle tecelli ettirmiş,
âmin.

"Maddi ve mânevi delillerin mahiyeti ve kanun nazarında kıymetini bilemiyorum.


Cebaneti bırak, cesur ol, üzüntüyü terk et, sabûr ol. Belâ vereni bul, mütevekkil ol. Duâ ile,
niyaz ile rahmet-i İlâhiyenin kapısını çal, korkulardan emin ol. Seni Hazret-i Yusuf'un
makamı olan bugünkü hayatın müteessir etmesin, Yusuf Aleyhisselâmın ruhuna hergün bir
Fatiha üç ihlâs oku, o mahpusların pîri peygamberin huzurunu bulup sâkin ol. Maddi ve
mânevi derslere şifâ olan şu sâlâvât-ı şerifeye dâim ol...

"Bu salavât-ı şerifeyi okuyamazsan Yakup Bey sana öğretsin, yeni yazı ile yaz, oku.
Maddi esbaba hadlerinden ve haklarından ziyade kıymet vermediğim için esbaba da öyle
perde nazarıyla bakı

______________

l. Barla Lahikası . l64 "Hulusi Beye hitaptır."

Bu mektupta bahsedilen Halil Naci Yahyagil, Albay Hulusi Yahyagil'in oğludur.

Mektup ise l947 yılında Sarıkamış'ta bulunan Hulusî beye hitaben yazılmıştı.
"Biraderzadem Halil Naci" şeklinde ifade buyurulan Halil Naci l847 yılllarında
Ankara'da subay olarak vazifeli bulunuyordu:

Ankara'da da vazife yaparken bir iftiraya uğrayarak, bazı sıkıntılara ve musibetlere


uğramıştı. Bu musibet üzerine babası Hulusi Yahyagil kendisine bir teselli mektubu yazıyor,
bu mektupta "kıymetli ve nuranî zevatda duada bulundular" diyerek, Üstad Bediüzzaman'ın
dualar ettiğini haber veriyorlardı.

sh»:(Sn.Şh.S.340)

yor, perde arkasında sebepleri kendi izzet ve azametine perde etmiş olan Kerîm ve
Rahîm Allah'a ben de ve senin musibetinle musibete uğrayanların hepsi de, duâ ile niyaz ile
ilticadayız, kıymetli ve nurânî zevât da duâda bulundular, sen de böyle yap. Maddî esbabı da
Allah'a dayanmak şartiyle kuvvetli tut, muvaffakiyet Allah'dandır. Gözlerinden öper, Allah'ın
Hafiz ismine emanet ederim oğlum.

Baban Hulûsi"

Üstad Said Nursî'den Hulusi Bey'e gelen mektup

"Sevgili kardaşım, seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı
fahr etmek için değil, çünkü fahr ise ucup ve riyaya medardır. Belki, sana medar-ı şükür
olmak için diyorum ki; sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz.
Hatta diyebilirim ki; kader-i İlâhî, beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede
uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda, iman-ı tahkikinin dersini vermek, pek büyük bir
fazilettir. Ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikiyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir
nokta-i istinat olur ki, şuursuz olarak avam-ı mü'minin, o iman-ı tahkiki sahibinin kuvvet-i
imanına istinat ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalâletlere karşı dayanırlar. işte böyle
bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakka yüzbinler şükrediyorum ki, o kuvvetli
omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaif omuzum ağırlıktan kurtulup, ruhum rahat etti.
İstirahat bulan ruhum, size takdirkârâne ve minnettarâne bakıyor ve mes'uliyetten kurtulan
kalbim de, muvaffakiyetinize dua ediyor. Ve icra-i vazife için çok düşünmekten kurtulan
aklım da, sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz
bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah niyet-i hâliseniz benim müşevveş
niyetimi dahi tashih edecektir.

"Şimdi başka bir kaç noktayı size beyan ediyorum:

"Evvelen; yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım, 'Gördüğüm


hakikat acaba hakikat mıdır?' diye sormuyorum. Belki, 'Hakikata açılan yol acaba umuma yol
olabilir mi?' diye soruyorum.Çünkü umumun telâkkisini sizin kadar bilmiyorum.

"Saniyen: Misafir Müftiye ¹ ve Şeyh Mustafa'ya size gönderilen mektubun birer


suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzâdem olan o
Müftünün oğluna² deyiniz ki: Benim tarafımdan âhiret kardaşım ve Kur'ân hizmetinde

____________

l. Çerkeş Müftüsü. Çerkeş. Çankırı'nın bir kazasıdır.

2. Çerkeş Müftüsünün oğlu Eğridir Sorgu Hakimi.

sh»:(Sn.Şh.S.341)

arkadaşım ve meşreben celâlli olan pederine yazsın. Selâm, duamla beraber ondan
istiyorum ki; beraber götürdüğü envar-ı Kur'âniyenin sûhulet-i intişarları için irşat ve
nasihatinde "Ve kûlâ lehû kavlen leyyinen" âyetindeki lûtf-ü irşadı kendine rehben etsin.

..................

"Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefi ulemesanın
kavillerini ve ehadisin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet
mes'elesinde kabûl-ü ammeyi ihsas eden, âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl
gelmiş, o daha efdaldir.

"Birinci sualiniz: Eğer Kur'ân okunurken, (Okunan Kur'ân) namazın, tesbihatın


tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin
önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'an müstakil olarak okunursa,
okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyet olmayan, ruh kulağı ile
dinleyen adam, kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağı ile dinleyen adam okuyana karşı
teveccüh etse evlâdır.

"İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyyetine göre efdaliyet tahavvül


eder.

"Üçüncü sualiniz: Üç ihlâs bir fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan, ona
vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

"Dördüncü sualiniz: (Allahümme entesselâmü ve minkesselâmü tebarekte ya zel-celâli


vel-ikram) kelâmını, değil yalnız müezzin, herbir musalli, herbir namazın selâmından sonra
söylemesi Şafiice sünnettir. Hanefice dahi, müezzin için, her namazda sünnet olması gerektir.
Umum ihvanlara selâm ve bayramlarımızı tebrik ediyorum.

Âhiret
kardaşınız

Said Nursî

Said Nursî'den Hulusi Bey'e gelen mektup

"Bismihi Sübhanehû

"Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihi

"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü ebeden daimen.

"Aziz, Sıddık, Muhlis, Kardaşım;

sh»:(Sn.Şh.S.342)

"Evvelâ, biraderzâdemin, Halil Naci'nin dünyevî musibeti beni de cidden mahzun


eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın. Size de sabr ü tahammül ihsan eylesin. Amin...

"Nur'un eskiden beri hiç sarsılmayan, muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici,
kıymetsiz, fani vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûp olmaz. İnşaallah..
"Saniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok
ziyade şefkatini gösteren, Hazreti Şeyh Muhammed el-Küfrevî (Kuddise Sırrıhu) nın
hülefasından, alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet
ederim. Ve o havalide Nurlarla alâkadar, senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde
muvaffakiyetlerine dua ederiz.

Elbaki Hüvelbaki

Hasta Kardaşınız

Said Nursî

[]

Üstaddan Albay Hulusi Beye

Sarıkamış'ta iken gelen mektup (l947)

sh»:(Sn.Şh.S.343)

Üstad Said Nursî'den Hulusi Beye:

"Gayyur, ciddî, halis ve muhlis, âhiret kardaşım;

"Evvelen: Size Otuzikinci Söz'ün ikinci mevkıfını gönderdim (Haşiye). Dikkat ile
okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalb ile
yazıldığı için, içinde müşevveşiyet bulunacaktır.

"Saniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde arız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda
kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluktan neş'et eden ve
müstemi'lerin kalbleri, işlere teveccüh etmelerinden tevellüt eden, rehavet ve füturdan başka,
meyânımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtası ile, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının
size in'ikası ve sirayet etmesi mümkündür. Merhum Abdurrahman'ın vefatını zamanında
bilmediğim halde o münasebet-i ruhiye ciheti ile fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı şerifte
hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikasat vardır. Fakat kardeşim,
sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin; biri, kardeşim Hulusi Beyin vazifesini, biri de
evlâd-ı manevîyem ve biraderzâdem ve bir deha-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan
Abdurrahman'ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir varisim idi. Yazdıklarımı ve
malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra, yazı ve
Sözleri, hocanın yazısı diye tutma. Kendi malın ve sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı
Efendiye söyle ki; o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesi ile
mükellef olduğunu bilsin.

"Salisen: Otuzüçüncü Söz'den başka, Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer'an çok
mübarek, bu otuz üç adetten, bazı esbaba binaen geçmeyeceğim, hem de hakaik-ı esasiye-i
Kur'âniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarı ile
yazılmıştır. Ümid ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet
bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devası, içinde var demeyeceğim, fakat mühlik
dertlerin ağlep devası yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını kıymettar bir ibadet olan
tefekkür nevinde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi envar-ı imandan ve marifetullahtan
tasavvur ediniz ki, usanç vermesin. Hem sizde ve müstemi'înde iştiyak olduğu zaman
okuyunz.

Bâki selâm ve dua.

Kardeşiniz SAİD

***

_______________

Haşiye. Otuzüçüncü Söz'ün birinci makamına dair, sen fikrini yazdın, beğendiğini
gösteriyorsun, Hakkı Efendi ile Müftü Efendi ve sair ihvanların da nasıl bulduklarını anla,
bana yaz. Umum kardaşlarıma selâm ve dua ediyorum, onların duasını istiyorum.

Hulusi bey kardaşım, senin selefin (yani Abdurrahman Nursî'nin) mektubunu oku (*)
(Abdurrahman Nursî'nin Bediüzzaman'a yazdığı ve vefatından önce kerametkârâne vefatını
haber veren bu mektubu için Barla Lâhikası'na bakınız.) ona acı ve ona dua et.

sh»:(Sn.Şh.S.344)

Muhammed Küfrevî, Alvarlı Muhammed Efendi ve Hulusi Bey


Hulusi Yahyagil rahmetlinin uzun ömrü baştan sona fazilet levhaları halinde
parlamaktadır. Üstad Bediüzzaman'la bazı tevafukları vardır. Üstad henüz bir çocukken son
dersini Muhammed Küfrevî Hazretlrinden almıştı. Bu dersten az bir zaman sonra Küfrevî
Hazretleri rahmete kavuşmuştu. Albay İbrahim Yahyagil ise; önceleri Muhammed Küfrevî
Hazretlerine bağlıydı. Bu maneviyat rehberinin talebe halifelerinden Alvarlı Muhammet
Efendiye irtibatları vardı.

Muhammed Küfrevî Hazretleri

Nakşi şeyhî Muhammed Küfrevî Siirt'in Küfre köyünde l775'te dünyaya geldi.
Kendisine "kutup" ünvanı verildi. Genç Said henüz talebelik yıllarında, Muhammed
Küfrevî'nin ilim ve irfanından feyiz aldı. Bediüzzaman ilim-iman yolundaki son dersini de
Muhammed Küfrevî'den almıştı.

Muhammed Küfrevî Nakşî şeyhlerindendi. İsim ve şöhreti her taraefa, bu arada


İstanbul'a kadar yayılmıştı. l898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında vefat ettiği zaman, Sultan
Abdülhamid Han Bitlis'e İtalyan mimarlar getirterek, onun için bir türbe yaptırmıştı.

Bediüzzaman Bitlis'te on sekiz yaşlarındayken, bir gün birisi, Bitlis Şeyhlerinden


Muhammed Küfrevî'nin kendisine beddua ettiğini yalandan söylemişti. Genç Said bunun
üzerine Şeyhi ziyarete gitti. Dergâhına vardığı zaman, Muhammed Küfrevî

[]

Muhammed Küfrevî Hazretlerinin türbesi

sh»:(Sn.Şh.S.345)

genç Saide iltifatta bulundu. Kendisine teberrüken ezberden ders verdi.

Genç Said'in aldığı son ders

Bediüzzaman'ın biraderzâdesi Abdurrahman Nursî'nin yazdığı Tarihçe-i Hayatta


belirttiğine göre, Bitlis'in büyük âlimi Muhammed Küfrevî'nin Genç Said'e teberrüken verdiği
en son dersi...¹
Meali: "Eşyaların miktarlarını kudretiyle takdir eden, şekilleri hikmetiyle
suretlendiren, Allah'a hamd ü senâlar olsun.

"Peygamberlik dairesinin çemberi olan Hz. Peygamber, nübüvvet ve cömertlik


kisvesinde olan ehl-i beytine, feleklerin üstünde yıldızlar döndükçe yerin etrafında bulutlar
gezdiği müddetçe yani kıyamete kadar Hz. Muhammed'e (a.s.m.) salât ü selâm olsun."

***

Genç Said bir gün rüyasında Muhammed Küfrevî'yi gördü. Küfrevî genç Said'e
hitaben,

"Molla Said! Gel, beni ziyaret et, artık gideceğim!" dedi.

Bu hitap üzerine genç Said hemen gidip, Küfrevî'yi ziyaret etti. Küfrevî'nin uçup
gittiğini görünce de uyandı.

Saatine baktığı zaman vaktin gece yarısı olduğunu gördü. Sabah olduğu vakit
Muhammet Küfrevî'nin evinden matem seslerinin geldiğini duydu. Doğru Küfrevî'nin evine
gitti. Küfrevî'nin gece vefat ettiğini söylediler.

Hulusî Beyle Alvarlı'nın irtibatı

Risale-i Nur'un ilk talebesi Albay Hulûsi Yahyagil, Üstada talebe olmazdan önce,
Muhammed Küfrevî'ye bağlı olduğunu Barla Lâhikası'ndaki bir mektubunda şöyle ifade
etmektedir: "Taharrî-i hakikat ile ömür geçirirken, mukadderat bu âsi biçareyi de beş sene
evvel Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden Muhammmed Küfrevî Hazretlerine doğru açılan tarik-i
Nakşibendîye idhal eylemişti."

Daha sonraki yıllarda Albay Hulûsi Beyin, Muhammed Küfrevî'nin halife ve


talebelerinden Erzurum-Alvarlı Hacı Muhammet Efendiyle mektuplaşmaları ve muarefesi
oldu.

Alvarlı Muhammed Efendi, Albay Hulûsi Beye hitaben "Enver-ı dü dîdem, birader-i
ber güzidem... Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım..." derken bir şiirinde ise
şunları ifade ediyordu:

__________________
l. Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı, Abdurrahman Nursî,

sh»:(Sn.Şh.S.346)

"Hamdülillah nur-ı tevhid yâr-ı garındır senin

"Nur-u tevhid, nur-u didem, dilde yarındır senin."

Alvarlı Hacı Muhammed Lütfi Efendi, Osmanlıca olarak neşredilen divanındaki bir
şiirinde de, Albay Hulûsi Yahyagil'in üstadı Bediüzzaman Said Nursî'den şu mısrasında
bahsetmektedir:

"Emrolduğu gibi itaat eyler

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban

"Huzur-u kalble eyler niyazı

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban

"Kur'ân emriyledir her harekâtı

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban

"Cenab-ı Allah'tan diler kavmini

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban.

"Muhabbetullahtır dilde iradı

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban

"Tevhid eder her dem ezelde Said

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban

"Ehl-i hayâ lâyık olur gufrana

"Ehl-i tevhid olan cana can kurban


"Gözünde, gönlünde tavf-ı Rabbanî."

Bahsimizi Barla Lâhikası'ndaki, Albay Hulûsi Yahyagil'e hitaben yazılan kısa


mektubun "Saniyen" kısmıyla bağlayalım:

"Silsile-i ilmiyede bana en son ve mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade
şefkatini gösteren Hazret-i Şeyh Muhammed el-Küfrevî'nin (Kuddise sırruh) hulefâsından
Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o
havalide Nur'larla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakiyetlerine
dua ederiz."¹

Alvarlı Muhammed Efendi bir manzumesinde Hulusi Bey için şöyle yazıyordu:

"Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım, Hulusi Efendi.

Hamdülillah nur-u tevhid yâr-ı garındır senin

Nur-u tevhid, nur-i didem, dilde yârındırsenin

Rahmanürrahman ez ezelde tâ beebed ihsan-ı Hak

Mahz-ı fadlından Hüda'ya baki varındır senin

____________

l. Barla Lâhikası, s. l64.

sh»:(Sn.Şh.S.347)

Bir kerimdir, bir Rahimdir, bir Hakimdir Zülcelâl

Kerem-i fadl-ı İlahi yâr-ı garındır senin

Nice hamd etmek gerektir Lütfiya bu nimete

Gübâr-ı kadem-i canan müşk-ü bârındır senin."

Bediüzzaman'ın selâmını kendisine tebliğ eden Hulusi Beye yazdığı mektupla şunları
ifade ediyordu:
"Biinayetillahi Teâla meyan-ı ümmet-i Muhammed'de şem'a-i Hidayet nurunu füruzan
eden, bir zât-ı âli kadrın huzur-u saadetine nam-ı kemteranemi tahrir ile tezekkürde
bulunduğunuza ve hüsn-ü himmetlerini celb ve selâmlarını tebliğiniz kıymet-i dünya ve
mafiha olan eşyadan değerlidir. Ol zat-ı âlikadrin himmetlerinin istirhamında bir bende-i âciz
ve müznib-i kemterim.

Ol babta himmetlerine havale.

Esselam ey sema-i nur-u hidayet esselam.

Esselam ey matla-i saadet esselam.

***

Muhammed Lütfi Efendi, yine yazdığı bir şiirle Hulusi Beye şöyle hitap ediyordu:

"Gülbini tevhidde goca-i hemrâh Hulusi Efendi kardaş!

Nur-u tevhid ile dilde dilârâ bir Haknümâ zata olmuşsun yoldaş

Tuttuğun dâmeni elden bırakma

İlm-i ledündane olmuşsun sırdaş

Kerem-i kerime ve mazhariyet

Bir kadr-i vâlâyâ olduğun haldaş

Hamd eyle Mevlaya ruberzemin

Ol nâehle esrarı eyleme sen fâş"

***

"Envar-ı didem birader-i ber güzidem Hulusi Efendi

Badesselâm veddua eazzekellah fıddareyn

Haste dilânın derdine derman eder Allah

Allah diyenin afvine ferman eder Allah


Her kimdir der-i dergah-i İlâhide sâil

Sıdk ile yapışanlara ihsan eder Allah

Âşık ile maşuk bazarı bizlere mektûm

sh»:(Sn.Şh.S.348)

İsmail'i suretâ kurban eder Allah

Hâfız ism-i şerifine olan mazhar efendina

Kerem-i kerimi gözle açar hurşidveşmana

Bu kanunu ezelidir belâ ehl-i gunce-i rânâ

Hüdâ dostlarını dâim belâya mübtelâ eyler

Belânın âhiri baldır hayat-ı ebedî cânâ

Belâ ile bulan buldu, velâyı her dü âlemde."

İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi, sohbetlerimizde Alvarlı Hoca Efendi merhumun


nasihatlarını şiir halinde ifade ettiğini bizlere anlatmıştı. Son senelerde Alvarlı'nın şiirlerinin
bir arada yayınlandığını da görmüştüm.

Alvarlı H.Muhammed Lütfi

Erzurum'un Pasinler kazasına bağlı Alvar köyünde, uzun yıllar İslâmiyete hizmet etti
ve l955 yılında doksan yaşlarında vefat etti.

Hulusî Beyin şiirleri

Rahmetli Nurlu Albayımıza, şiir yazıp yazmadığını sorduğumda, bazı şiirlerinin


olduğunu ifade buyurmuştu. Kaleminden çıkan şu şiirlerinden bahsetmişti. Daha sonraki
günlerde bu şiirlerini de tesbit etmek imkânlarını bulmuştuk. Şiirlerinden iki tanesini kıymetli
bir yadigâr olarak burada arzediyorum:

[]
Alvarlı Hacı

Muhammed Efendi

sh»:(Sn.Şh.S.349)

Tasvir-i hakikat

Bu Nurlara Bismillâh ile girelim ey kardaşlar,

Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar.

Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar.

Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindanlar.

Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Selâm olsun hepinize ey Kur'ân'ın hâdimleri.

İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri.

Îman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtibleri.

Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirtleri.

Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Talebelerin üstadına "Said" derler hem adına.

Bu ümmetin imdadına "Nursî" me'mur irşadına,

Nasihatı ihvanına; "Koşun halkın ıslahına,

Nurla gidin yanlarına, dâvet edin ahkâmına."


Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Korkmayınız kıl ü kalden Allah sizi kurtaracak.

Yılmayınız hücumlardan,. Sözler sizi kurtaracak.

Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak.

Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak.

Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık.

Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık,

Kullukları îmanlıdır, yok bu zümrede azgınlık.

A'mâlleri ihlâslıdır, yok işlerinde bozukluk.

sh»:(Sn.Şh.S.350)

Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Üstadları yalnız iken, sırren oldu tenevveret,

Şakirtleri pek az iken, binler oldu bak ne hikmet?

Hâdimleri pek çok iken, Allah verdi Nura nusret.

Bu Hulûsî ber-mûr iken, Allah verdi, şükr-ü ni'met.

Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.


Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler.

Talebeniz

Hulûsî

Erzak-ı Hakikat

İmânında kemâl olan zulümlerden ürkmez asla

İhvanında fena bulan zâlimlerden korkmaz asla

Mevcudatta hakkı gören hududundan çıkmaz asla

Bu âlemde Nura eren ezvakından doymaz asla

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah

Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

Mesâibin cümlesinden ancak Allah kurtarıcı

Mehâlikin darbesinden ancak Allah koruyucu

Menâhinin küllisinden ancak Allah saklayıcı

Meâsinin cemiinden ancak Allah bekleyici

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah

Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

Bak dağlara haşmeti gör, bak âsâra kudreti gör

Bak bağlara ni'meti gör, bak esrâra hikmeti gör

Bak çaylara sür'ati gör, bak ebhâra vüs'ati gör

Bak canlara cenneti gör, bak envâra rahmeti gör

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah


Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

sh»:(Sn.Şh.S.351)

Derman istersen derdine, gel Kur'an'dan devayı al

İmân istersen kalbine, gel Sözlerden safâyı al

Bürhan istersen aslına, gel derslerden kimyayı al

Umman istersen zevkine, gel nurlardan mânâyı al

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah

Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

Girdik Nurun bahçesine ni'metleri tattık hadsiz

Daldık Nurun havzasına elmasları bulduk hadsiz

Vardık Nurun çeşmesine kevserleri içtik hadsiz

Gitik Nurun ravzasına hikmetleri gördük hadsiz

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah

Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

Meslek-i Nur, sâliklere râh-ı hakkı gösteriyor

Üstad-ı Nur tâliblere imân yolu öğretiyor

Şakird-i Nur, muhtaçlara ihlas-ı zevki belletiyor

Nurcu-u muhlis, mü'minlere nurlu Sözler dinletiyor.

Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah

Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah


Hulusi Beyden gelen mektuplar

Nurların ilk muhatabına muhatab olmak saadeti

Üstad Bediüzzaman'ın ilk muhatab ve talebesi, Emekli Albay İbrahim Hulusi


Yahyagil'i tanıyıp, ellerini öperek, dualarını aldığım günlerden itibaren, gerek Elaziz'deki
ziyaretlerimde, gerekse yazdığım mektuplara, bu aziz insan, daima cevaplarıyla, yüksek
alakalarıyla, bizleri saadetlere garkediyordu. Bu mektuplardan bir kaç tanesini burada
nakletmek istiyorum.

20 Mayıs l975 tarihli mektubunda bize cevaben şunları kaleme almıştı:

"Aziz ve muhterem kardeşim,

"3 Mayıs l975 tarihli yazınıza cevabım geç kaldı. Mazur görmenizi rica ederim. Allah
ebeden sizden razı olsun.

sh»:(Sn.Şh.S.352)

[]

Aziz Albayın lütfedip de gönderdiği l974-l984

yılları arasında bize ulaşan cevabî mektuplarından

ikisinin zarfı.

"l. Kamustaki eksiklerin fotokopisine teşekkür ederim.

"2. Diğer zevattan sorduğunuz sualleri bu fakire de soruyorsunuz.

"Aziz Kardeşim, sizin şifahi sorularınıza hiç bir şeyi saklamadan verdiğim cevaplar
kâfidir kanaatındayım.

"İkinci sualinize derim ki, Said Nursî Hazretleri kendi ifadeleri ile 'Ben şuurum tealluk
etmeden istihdam olunuyorum. Siz ise bilerek çalışıyorsunuz.' buyurmuşlardı. Bence o zat
sırr-ı İcaz-ı Kur'ân'ı beyana memur edilmiştir. Peygamberimizin (a.s.m.) Efendimizin 'Her yüz
sene başında Cenab-ı Hak bu ümmete dinlerini tecdit edecek bir müceddid gönderir' hadisine
tam masadak bir memur-u ilahi Üstadımızdır. Onun halen benzerlerini bilemiyorum. Olsa olsa
onun ihlaslı şakirtleri olabilir. İhlası benimsemeyenlere hakiki Nur Şakirdi, Kur'an'ın tilmizi
denilmez kanaatındayım.

"Üçüncü sualiniz, zamanla ahkâm değişir sözünü, dinî ahkâm için geçerli görmüyorum
ki, bu suale cevap vermek imkânını bulayım.

"Son ekmel din gelmiş ve başka din ve Nebi gelmeyecektir. Bizi din-i mübine
yaklaştıracak tek çare, Nurlara sarılmak, müşkülleri

sh»:(Sn.Şh.S.353)

mizi o kevser havuzundan temine gayret etmektir.

"Dördüncü sorunuza cevabım; Nurculuk değil, Kur'an ve ondan tereşüh eden Risale-i
Nurlara tilmiz olmak. Kur'an-ı Kerimin Hicr Sûresi sekizinci âyet ile beyan buyurulan hıfz-ı
İlahinin bir tahakkuk ve tezahürüdür kanaatındayım.

"Beşinci sualinize cevap: O zatı biz, bu yazının başında açıkladığımız gibi, şuuru
taalluk etmeden istihdam olduğuna ilaveten, 'Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikat
zamanı değildir' sözünde buluyoruz. Kendisi ehl-i tarik olduğu ve tarikat dersini vermeye de
ehil olduğu halde ihlas dersinde buyurduğu gibi şahsiyet-i maneviyeye çok ehemmiyet
vermesi ile (Meâlen: Müminler ancak kardeştirler) ferman ve sevgili Peygamberimizin 'Ey
Allah'ın kulları kardeş olunuz' emrine teşvik edilmenin tahakkukuna çalışmıştır
kanaatındayım.

"Zekânız, nâkıs cevabımı itmama yeter. Kusura bakmayın. Islâh edebilirsiniz


ümidindeyim.

Elbaki-
Hüvelbaki

Uhrevî ihtiyar
kardeşiniz
Hulusi

***

Nurlu Albayımız bu aziz satırlarından kısa bir zaman sonra, 3l Mayıs l975 tarihli
lütufnamesi olan mektubunda ise, bizlere şunları yazıyordu:

"Aziz Kardeşim,

"27 Mayıs l975 tarihli cevab-ı lütufnamenize cevabım:

"Bugün Anadolu'nun-Türk milletinin dini ve manevî hayatı tatminkâr mıdır?

"Sualinize ancak anlayışıma göre cevap vereceğim.

"Malumunuzdur ki, son ve ekmel din islâm dinidir. Türkler dinlerine sadakatla bağlı
oldukları müddetçe, maddeten ve manen terakki etmişlerdir. Tarih bu hakikata şahittir.

"Fakat asır marîz, unsur yani millet hasta ve aza ve efrat alil olmuş bir durumda, Bu
elim hâl, ahkâm-ı Kur'aniye ve sünnetlerin terk ihmali olmuştur da ondandır, dini hayatın
zayıflığı. Bu çok ehemmiyetli emrazın (hastalığın) tedavisi için reçete Kur'an'a ittibadır. Din
kâfidir. Ancak tecdit ve tamiri lazımdır. Bu mesele için de reçete Risale-i Nur Külliyatıdır.
Çünkü onların kaynağı Kur'ân'dır. Daha fazla izaha ihtiyaç yoktur. Kifayetsizliğin telafisine
çare de budur kanaatındayım.

sh»:(Sn.Şh.S.354)

"Nurculuk tabiri yerinde, Risale-i Nur ve Kur'anın tilmizleri, şakirtleri demekliğimin


sebebi:

"l957 senesinin Kasım ayının sonunda Emirdağ'ında Üstad Hazretlerini son defa
ziyaret etmiştim. Üstad Hazretleri ile bu son görüşmemizde, başbaşa, Mektubat'taki, ikinci
mektubta hediyenin kabul edilmemesine dair mektubu kendileri okurken nurculuk tabiri
geçince, orada durdular ve 'Şimdi bu tabir çok hoşuma gitmiyor. Çünkü insafsız insanlar
ondan başka mana çıkarıyorlar. En iyisi nurculuk yerine, nurların, Kur'ân'ın şakirtleri,
tilmizleri denilmeli' buyurmuşlardı.
"Bu hatıranın hatırına hürmeten biz de nurculuk tabiri yerine şakirt, tilmiz tabirini
kullanıyoruz.

"Cenab-ı Hak, sizler gibi müdakkik, Hakka âşık, sıdka müştak kardeşlerden razı olsun.
Adetlerini artırsınn. Âmin.

Elbaki
Hülvelbaki

Mühibb-i
Muhlisiniz

İbrahim
Hulusi.

***

Hulusi Bey Ağabeyimiz son mektuplarından birisinde ise şunları beyan ediyordu:

Mektubun tarihi. l0 Mart l980 -Elaziz

"Muhterem Kardeşim.

"20 Şubat l980 tarihli mektubunuzu melfufen iki mektupla beraber aldım. Sağ olunuz.

"İkinci ve Üçüncü mektupların baş taraflarını benden istediğinizi ifadelerinizden


anladım. O zamana mahsus yazıları maalesef bulamadım.

"l978 Kasım ayında katarattan sağ gözümden ameliyat oldum. Gözlük yardımı ile,
zoraki pek az okumak ve yazmak mümkün oluyor.İstediğinizi şimdilik yerine getiremediğim
için beni bağışlarsınız ümidindeyim. Gözlerim görme kabiliyetini çok kayıp etti, kulaklarım
fazla ağırlaştı. Yardımcısız ekseriya yakınımızdaki camiye bile gidemiyorum. Fakat buna
rağmen derslere devam etmeye muvaffak oluyorum.

"Elhamdülillahi Hazaminfadlı Rabbi.

Duacınız
Hulusi Yahyagil.

sh»:(Sn.Şh.S.355)

Muallim Cûdî ve kasidesi

Muhterem Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi ile mektuplaşmalarımız on


yıldan fazla sürmüştü.

Üstad Bediüzzaman'ın Barla Lahikası ismindeki mektuplardan meydana gelen eser


l982-83 senelerinde yayınlanmıştı.

Nur mektuplarının bu ilk Barla Lahikasında (s.l35) rastladığım bir hususu


kendilerinden sormuştum.

"Üstad Bediüzzaman'ın sizin mektubunuza verdiği cevabî bir Barla mektubunda


deniliyor ki:

"Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir.

Cenab-ı Hak o zâtı şefaat-ı Kur'ânâ mazhar etsin.

Görmemiştim.

Görmesinden memnun oldum.

Allah senden razı olsun..."

"Bu mektupta geçen Muallim Cudi kimdir, bu zatın yazdığı kaside nasıl bir
manzumedir, bu şiiri Üstada ne zaman göndermiştiniz?"

Bu aziz ilim-irfan âbidesi, albay ağabeyimize gönderdiğim mektuba bir kaç gün içinde
hemen cevap gelmişti.

Hulusi Bey, yarım yüz yıl okuduğu, dersinde bulunduğu Nur İkliminin manevî
dünyasından bizlere seslenmek iltifatında bulunuyordu. Muallim Cudi Bey'in Kasidesini
hemen gönderiyordu.
Zannediyorum aziz büyüğümüzün bize son mektubu olmuştu. 24 Mayıs l984 tarihli
mektubuma verdiği cevap şöyleydi:

"Bilmukabele Ramazan'ınızı tebrik ederiz.

"Mektubunuzda sorduğunuz meseleye gelince:

"l929 senelerinde Ürgüplü Hâfız Necib Efendi ismindeki alay müftülerinden bir
dostum l336 (l920) tarihli Tasvir-i Efkâr Gazetesi'nde bir kaside göstermişti. Bu manzumeyi
ben o zaman okumuştum. Kaside Kur'ân-ı Kerim ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.)
mevzuluydu.

"Trabzonlu Muallim Cudi Efendi, merhum Yahya Kemal'in 'Ezansız Semtler'


ismindeki bir yazısını okuyunca çok müteessir olmuştu. Bu üzüntüyle, bu kasideyi kaleme
almış. Bu şiir tahmin ediyorum l920 senelerinde neşredilmişti.

"Üstadı ilk tanıdığım sene, l929'da Eğirdir'de bulunuyordum. O zaman Eğirdir


Dağı'ndaki, Dağ Talimgâhı'ndaydım. Bu kasideyi Barla'daki Üstadıma göndermiştim.

sh»:(Sn.Şh.S.356)

"Bu güzel kasideyi elli beş sene sonra sana, ekte gönderiyorum.

"Selâm eder, dualarınızı beklerim.

Muhibb-i Muhlisiniz

İ.Hulusi Yahyagil

Aziz Albayın l929 senesinde Nurlu Üstada gönderdiği bu kıymetli kasideyi, yazana,
gönderenlere, dualara vesile olması niyetiyle, yetmiş sene sonra aynı kasideyi neşrediyoruz:

Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Muhammet (a.s.v.)


Ümmi âlimdir Muhammed

iman ederim ona müebbed

Allame-i mekteb-i ledünni

Hayrette bıraktı ins ü cinn

Her dilde tekellüm etti Cibril

Kim etti tekellüm böyle bir dil

Üslub-u Arab yok ol revişte

Bir harikuladelik var işte

Tebliğde ebleğul beyandır

Divan-ı kıdemde tercümandır

Cibril-i Emin enisi ruhu

Kur'ân'ı mübin lübb ü sünuhu

İ'cazına itiraf bahir

Kafir ona dense kavl-ı sahir

Bir mucizdir, lisan-ı Haktır

Hakkaki inanmaya ehakdır.

Kur'ân ki kitab-ı kibriyadır

Vareste-i şevbe-i riyadır

İhlas-ı beyan, lisanı masum

Manasını bilmese de mefhum


sh»:(Sn.Şh.S.357)

Olmuş ki nücum-ı vahy-i havi

Denmiş ona tuhfe-i semavî

Her kevkebi müstakil zişan

Her âyeti başka başka rehşan.

Bir zikr-i mübarek-i mukaddes

Bir ünsü latif ruh-u emles

yok gıll u gış anda safi kevser

Vechinde lika-yı Hak gülümser

Her sehle-i mümteride peyda

Bin dürlü serair-i mezaya

Bakıldıkça olur nigaha rûşen

Hiç gülleri solmayan gülşen

Bir nazm-ı beliğ ve nesr-i enfes

Ervaha tilaveti safares

Kur'an okunurken eyle dikkat

Kalbinde eser nesim-i rikkat

Tebşir-i sefanuma-yı cennet

İnzarı verir cehime heybet

Müşriklere harb-i asumandır.

İmansıza karşı biemandır.


Mafevki beyan o tarz-ı tebyin

Eyler hacer olsa kalbi telyin

Nur-u azametlerin sedası

İlân-ı kemal kibriyası

Müminlere şirmi sildiren o

Tevhidi tamam bildiren o

Bir kıssayı eyler hikaye

Tevhid-i Hüdâdır anda gaye

Bir heybet-i Halikane mahsus

Her âyet-i hilyedar-ı namus

Üslub-u beyanın en rezini

Âdâb-ı kelamın en güzini

sh»:(Sn.Şh.S.358)

Ezkar-ı Hüdayı etmez ihmal

Esma-yı şerife ayni ezyal

Ahkam-ı münife gelince

Tayin-i vazaif emri dince

Allah'a nasıl ise ibadet

Ol vecihle eyledi imamet

Ebdana taharet etti talim


Ervaha nezahet etti tefhim

Tevhid-i hüda ile müeyyed

Tasdik-i nübüvvet-i Muhammed (s.a.v.)

Hakkiyle o seyyidül beşerdir

Peygamber-i müteber-i haberdir.

Fahşayı, kumarı, hamiri tahrim

Etmekle buyurdu aklı takvim

Olmaz hele mümine meâkil

Hınzır-ı zebine-i heyakil

Men eyledi zulmü, adli kurdu

Her yareye kafi merhum urdu

Davası şuhud ile müberhen

Seyf-i zaferi, cidâli ahsen

Bir hasım ile eylese tebarüz

Namusuna eylemez tecavüz

Haysiyetine riayet eyler

Teklif-i rah-ı hidayet eyler

İnsaniyet neye muhtaç

Hep kuvveden fiile etti ihraç

Namusuna dendi kudsi ekber

Namusuna numunedir müttehar


Piş-i nazara serer semayı

Arzeder ukula kibriyayı

Ağmaya basar verir ziyası

Masmuğ sağırlara sedası

sh»:(Sn.Şh.S.359)

Mürsellere verdi sıdk u ismet

Tebliğ, fetanet ve emanet

Ettikçe menakibi tekerrür

Ezhan-ı beşere tenevvür

İlmi, ulemayı etti tekrim

Cehli, cühelayı kıldı tecrim

Esnamı kırar, kulubü kırmaz

İnsanı fena yola çağırmaz

Fikr ile cemmadı eyler intak

Zikr ile meâdi eyler işrak

Terdifi rical eder inası

Hakkı ile verir hukuk-u nâsı

Eshab-ı cinana vasf-ı ebcal

İman ile salihat-ı âmâl

Dünyada zuhuru mahz-ı nimet


Fahr etsin anınla zat-ı hilkat

Dürdane-i lübbüdür vücudun

Fevvare-i hubbudur şuhudun

Bir hikmete mebni emri nehyi

Zannetme heva, lisanı vahyi

Bir kul o lisana kadir olamaz

Kadir dahi olsa câsir olamaz

Hak sevdi onu, o sevdi Hakkı

Hubbun o hakiki müstehakkı

Akvama muhabbeti eş etti

Bir sofraya koydu kardeş etti.

Cem etti kabail-i şuubu

Bir kıbleye bağladı kulûbu

Mahluk-u Hüda demez, halaknâ

Muhtac-ı gıda demez rezaknâ

Kalbinde olan mehafetullah

Eyler mi hiç iftira alallah

Mevlaya muhabbeti müsellem

Sallallahü Aleyhi vesellem.

***
sh»:(Sn.Şh.S.360)

[]

Trabzonlu Muallim

İbrahim Cûdî

(l863-l926)

Trabzonlu Muallim İbrahim Cûdî

İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesinde l967-l97l yıllarında talebelik arkadaşımız


ve Nur Talebelerinden Trabzon'lu Hayreddin Gürsoy dedesi merhum Trabzonlu Muallim
Cudi Efendi ile alakalı olarak, biyografi şeklindeki ifadelerini şu şekilde kaleme almıştı.

Trabzon'un meşhurları içinde başta gelen büyük âlimlerden İbrahim Cûdî Bey, l863
yılında Arsin ilçesi Yeşilce mahallesinde, halen mevcut olan evde doğmuştur. Babası yine
âlim ve fazıl bir zat olan Küçük İbrahimoğlu (Gürsoy) Hacı Mehmed Efendidir.

Küçük İbrahimzade İbrahim Cûdî (Gürsoy) Yüksek Medrese tahsili görmüş, devrinin
ünlü hocalarından "İcazet" almıştır.

Mısır'da iki yıl kalarak Arapçasını daha da ilerleten Cûdi Bey, Farsçayı da çok iyi
biliyordu.

İbrahim Cûdî Divan edebiyatına hakkıyla vâkıf; muallim, şair, hatip, yazar, ve bilgin
bir din adamı idi.

İlk görevine henüz l9-20 yaşında iken Ali Naki Efendinin Trabzon'da açtığı Hamidiye
Mektebinde Türkçe Öğretmeni olarak başlar. Mısır'dan dönünce İranlıların Trabzon'daki
Nâşiri Mektebinde muallimlik ve Müdürlük yapar. Ayrıca Fransız Frerler Okulu, Rum ve
Ermeni okullarında Türkçe, Trabzon Lisesinde Arapça ve Farsça, Kız Numune Mektebinde
Kompozisyon öğretmenliklerinde çalışmıştır.

Cûdî Bey ayrıca birçok vazifeleri deruhte etmiştir. Trabzon Ticaret Mahkemesi âzâlığı
ve Reisliği, Trabzon Gazetesi Baş Yazarlığı, Maarrif Meclisi üyelikleri yapmıştır.
Trabzon Kültür Hayatının her kademesinde izlerine rastlanan Cûdî Bey Muallimler
cemiyetini de ilk kuranlardandır.

Cûdî Bey seferberlik yıllarını Ankara Kız Muallim Mektebi hocalığında, Ankara
Lisesi Müdürlüğünde geçirir.

İstiklâl Harbi yıllarında İbrahim Cûdî Beyi çok ateşli bir hatip olarak görürüz. Ünye'de
Millî Mücadele için yazılar yazar, şiirler neşreder. Bu yıllarda dinî ve millî derneklerin
başkanlığını da yürü

sh»:(Sn.Şh.S.361)

terek Karadeniz Halkını Millî Mücadeleye, istiklale çağırmıştır.

İstiklâl Harbi sonrası Trabzon Müftüsü olmuştur. İttihatçıların ve harb sonrası


yetkililerin milletvekilliği teklifini kesinlikle kabul etmeyen İbrahim Cûdî kendini ilme ve
İslâmi hizmetlere vermiştir.

Cûdî Bey yirminin üzerinde eser vermiştir. l909 yılında neşrettiği "Esma-ül Hüsna
Şerhi" adlı eserinden elde ettiği kazançla bugünkü "Cudibey İlkokulu"nu kurmuştur. En
meşhur eserlerinden birisi de Lûgat-ı Cûdî'dir. Bu eserin eskimez yazı ile matbu nûshaları
mevcuttur.

Tarih sırasına göre basılan başlıca eserleri şunlardır:

l. Nevâdir-i Nefise (l893)

2. Teshil-i Elifba-yı Osmanî (l896)

3. Kıraat-i Türkiye -I- (l90l)

4. El-Kenzü'l Esnâ Fi-Şerh-i Esmâül Hüsna (l909)

5. Ulûm-i Diniye Dersleri (l9ll)

6. Teshil-i Sarf-i Osmanî (l911)

7. Kıraat-i Türkiye - II - (l911)


8. İlk Tâlim-i kıraat (l911)

9. Tarih-i Enbiya ve İslâm (l912)

l0.Küçük Tarih-i Enbiya (l912)

ll. Elhaytü'l Ebyar yahut Ramazan Vaizi (l912) Bu eserin l970 yılında Türkçe Baskısı
yapılmıştır.

l2.Tâlim-i Kıraat (l923)

l3. Rehber-i Avâmil

l4. Ettarâif-ü Vezzarâif

l5. Lûgad-ı Cûdî

Merhum İbrahim Cûdî'nin İstanbul ve Trabzon basınında neşredilmiş yüzlerce yazı,


şiir ve makaleleri, ayrıca bir divanı vardır.

Cûdî Bey'in merhum Ankara'da bulunduğu yıllarda Hacı Bayram Camiinde yaptığı
vaizleri de meşhurdur. Hatta zamanın Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi Hoca haftada bir gün
Hacı Bayramda va'z yapmış. Cûdî Bey orada olduğu müddetçe kürsüye çıkmaz ve yerini ona
terkedermiş.

Ayrıca Cûdî Beyin çok büyük bir âlim olduğunu Diyanet İşleri Reisliği de onun hakkı
olduğunu ifade ederek durumu M.Kemal'e intikal ettirmiştir. Kendisine yapılan, Diyanet İşleri
Başkanlığı

sh»:(Sn.Şh.S.362)

teklifini de kabul etmemiştir. Bu konuda önemli bazı sebebler ileri sürdüğü halen
İstanbul'da oturmakta olan oğlu Mehmet Hakkı Cûdî Bey tarafından ifade edilmektedir.

Küçük İbrahimzade (Gürsoy) Cûdî Bey siyasi hiçbir partiye girmemiş, muallimliği
ilmi çalışmaları mebusluğa ve bazı yüksek mevkilere tercih etmiş, Trabzon Müftüsü iken l2
Nisan l926 tarihinde Kadir gecesi vefat etmiştir. Cenab-ı Hak rahmet eylesin...
[]

Hulusi Bey'in Risale-i Nurların diğer tefsirlerden farkını izah eden,

kendi el yazısıyle bir mektubu

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.363)

[]

Halil İbrahim Çöllüoğlu

MİLASLI HALİL İBRAHİM

(l897-l956)

Çiseleyen bahar yağmurunun altında, Milas kabristanında bir hakikat kahramanının


temiz ruhuna dualar okuyorduk. Ay-yıldızlı mezar taşı kitabesinde bu şair ve âlim zatın, Hak
yolunun yolcusu oluşunun da ifadelerini bulmuştuk:

"Arz-u hâl için sultana geldim

Sâilim, lütf-u ihsana geldim

Bildim ki varlık perdedir Hakka

Ref edip âni cânana geldim."

l897 yılında dünyaya gelen Halil İbrahim Çöllüoğlu, l Temmuz l956'da Allah'ın
rahmetine kavuşmuştu.

Nur risalelerinin, Lem'alar, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Kastamonu Lâhikası ve Emirdağ


Lâhikaları'nda şiirleri yazıları bulunmaktadır.

İsmi ile müsemmâ olarak kardeşlik ve dostluk mesleğinin mensubu olan bu zâtı Üstad,
Emirdağ mektuplarında şöyle ifade etmektedir:
Demir gibi metin ve sarsılmaz

"Milâslı Halil ibrahim, hakikaten Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir
şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli."

Milâs'ta dedelerinden kalma tarihî Çöllüoğlu hanında hancılık ve otelcilik yapan Halil
ibrahim Çöllüoğlu, şarklı bir Nur talebesi vasıtasıyla Üstadı ve Nur'ları tanımıştı. Mustafa
Ezener, Ahmed Feyzi Kul ve çeşitli kimselere Nur'ları ve Üstadı tanıtıyordu.

Ahmed Feyzi Kul Nur'ları tanıdıktan sonra Üstada yazdığı mektubun altını "Aydın
müftüsü" diye imzalamıştı. Bu yüzden Eskişehir hapsinde Nur'lardan haberi olmayan, Üstadla
alâka ve görüşmesi olmayan Aydın Müftüsü Mustafa Efendiyi de tevkif etmişler. Barla
Lâhikası'nda "Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle müte

sh»:(Sn.Şh.S.364)

hassır ve nâlan, ahkar-ı mahlûkat: Ahmed Feyzi" diye imzasını atan Ahmed Feyzi
Kul'un bu mektubunu Üstad şöyle takdim etmektedir:

"Yeni mühim bir kardeşimiz müftü Ahmed Feyzi Efendinin fıkrasıdır.

"Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş, dellâllığım eseri olan
risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı
Kur'ân'a ait olduğu için kabul ettim."

***

Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun evinde hanımı Naciye Çöllüoğlu'nu ziyaret ettiğimde,


zengin kitaplarını ve kendi el yazması şiirlerini yazdığı hatıra defterini bulmuştum. Hatıra
defterinde gün gün Eskişehir hapsini ve hadiseyi anlatmaktadır. Emekli yüzbaşı Refet
Barutçu'dan dinlediğim, Isparta köylerinde "Ramazan'a aittir" diye Ramazan Risalesi'nin
üzerinde yazdığından dolayı Ramazan isimli, hiçbir şeyden habersiz bir köylü vatandaşın da
tevkif edilerek Eskişehir'e götürüldüğünü, Çöllüoğlu'nun manzum hatıralarında okumaktayız.

Bu elli yıldır hiç el sürülmemiş hatıra defteri, Naciye Çöllüoğlu Hanımın


muhafazasında ve Bircan Çelik'in gayretleriyle bize intikal etti.
[]

H.İbrahim Çöllüoğlu'nun kaleme aldığı manzum hatırasının ilk ve son sayfası

sh»:(Sn.Şh.S.365)

Defterden l9 Ağustos l935 tarihi taşıyan sayfa "çok büyük bir musibet olan vâkanın
küçük bir hatırası" başlığını taşımaktadır.

Bu acı günlerin hatırasını birlikte okuyalım:

Babamızdan kalma bir eski handa

Hancılık işlerdim çoktan beri o zamanda.

Bakardım kendi halime, hiç kimsenin işine karışmazdım

Hem ibadet, bazan mütalâa, hem de geçinmek için çalışırdım.

Severdim bu işleri, zira misafire bakmak hoştur diye

Gerçi ücretle kabul edersem de, bu o zamanda meşrudur diye.

Hesabımca hanın bir kısmını ayırmıştım, garip yoksuzlara

Ücret almazdım, muavenet ettiğim de olurdu öksüzlere.

Hayatımda birçok musibetlere kaldım maruz

Bu hepsinden zor geldi, nâçar ona da gerdim göğüs.

Pederimin vefatında dört yaşlarında kaldım yetim.

O zamandır akıyordu gözyaşlarım düm düm.

Uzatmayalım macerayı, 935 senesi, o günkü 26 Nisan'dı

[]

Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun babası Mehmet Efen


diden kalan Milas'taki Çöllüoğlu Hanı.(Üstte)

[]

Milas'taki Belen Camii

sh»:(Sn.Şh.S.366)

İkindi namazını edadan sonra Belen Camiinde biraz kaldımdı.

Dışardan geliyordu birkaç ayak sesi

Meğer benim camide olduğumu haber almış hükûmetin polisi

Nihayet girdi içeri bir bekçi ile bir polis

Dediler: "Seni istiyor komiser, yürü tiz"

Kalktım camiden, hana uğramadan polisle yürüdüm

Boduroğlu mağazasının önünde komiseri gördüm.

Dedi: "Haydi bakalım, bir tarafa gideceğiz

Bu iş için sizin evi taharrî edeceğiz."

Yürüdük iki polis, biri komiser, iki de mahalleden âzâ

İşte ondan itibaren gösterdi kendini kader-i İlâhî olan kaza.

Vardık eve, girdik içeri, başladılar, her tarafı arıyorlar

Evdekiler telâş ve havfla, bana "Bu nedir?" diyorlar.

Aradıkları benden, Bediüzzaman Hazretlerinin risaleleri imiş

Zaten gizli olmayan risaleleri bulunca dediler: "Gerisi nerede?" Bu ne iş?

Komiserin istihza ile yüzü gülmüştü


Çünkü yakalamıştı güya mücrimi.

Aldılar risaleleri, beni de götürdüler polis dairesine

Dinle artık, sen komser Besim'in hailesine.

Dinlememek elde mi, çünkü kabahat çok büyük imiş

Bilmiyordum, kitap ve dinî risale okumak kabahatmış.

Kendimden geçmiş bir vaziyette düşünüyordum bir nice

O halde alaturka saat altı olmuştu gece.

Komiser Besim'in ağzından zehir çıkıyordu

Mücrim yakalamış gibi dişleri gıcırdıyordu.

Mümkün olsa da komsere sormuş olsaydım

"Bu hükûmetin tesisinde hizmetin nedir?" deseydim

Mutlaka vereceği cevapta epeyce düşünecekti

Onu bırak şimdi, o seni hesaba çekecekti.

Lâkin birinci komser olan o âlicenap zat

Dedi ki: "Müteessir olma Halil, hadi git yat."

Zira beni bekliyordu hısım, akraba ve evdeki bacı

Dediler: "Nedir bu hal? Nedir bu olan? Nedir bu acı?"

Dedim ki: "Bu bir kader-i İlâhîdir eyliyor tecellî

Hem su-i niyetim yok, ehemmiyetsizdir" diye ettim tesellî.

sh»:(Sn.Şh.S.367)
Ne ise, uzatmayalım, çarşıya çıktım sabaha

Bir de baktım, karşıdan geliyor polis Mustafa.

Dedi: "Seni istiyorlar, haydi gidelim"

Peki, komiser haydut yakalamış, n'delim?

Tekrar orada bizden ifade alındı

Mektupda ismi geçen arkadaşlar da yakalandı.

Zavallıların her birerleri işlerinden getirildiler

Onlar da neye uğradıklarını bilemediler.

Lâkin beni görünce sövmek istediler

Halbuki konuşmaktan da memnu idiler.

Artık komiser her birinin ifadesini alıyordu

"Siz de bu işlere medhaldarsınız" diyordu.

Onların kabahatı bir selâmdan ibaretti

Cürümleri Üstada gaibane bir hürmetti.

Uğraştılar üç gündüz iki gece ifadelerle

Müdde-i umumî valiye haber veriyordu ilâvelerle.

Telefonla diyordu "Biz neler yakaladık neler?"

Her tarafa veriyordu mübalâğalı şifreler.

Verildi istintaka o gün yirmi sekiz Nisan

Hayat buldukça neler görüyor insan?

Tekrar ifadelerimizi aldı mustantık dairesi


Tehdit ediyor, "Cezanız bu değil, daha var gerisi".

Dört gün hapishanede kaldık hep beraber

Halâsımızı niyet ediyorduk büyük yerden.

Milas hapishanesinde bir ikindi vaktiydi

Gardiyan Emin Efendi çağırdı, bizlere dedi:

"Eşya ve para lâzım olur, yanınıza alın

Sizi sevk edecekler hazırlanın."

Tepeden inme gülle gibi bu söz karşısında

Alacağımızı aldık, alamadığımızı havale ettik Milâs çarşısında.

Geldi jandarma kumandanı, bizlere bakıyordu

"Karakol kumandanına büyük bir zincir lâzım" diyordu.

Bizler zaten mutî, boynu bükük, o devamla

Gardiyan Emin dedi: "Bunlar namuslu insan, olmaz böyle".

Nihayet gece otomobille sevk edilmemizi verdi emir

Her birimiz telâş ve havf içinde olduk demir.

sh»:(Sn.Şh.S.368)

Hısım, akraba, evlâd, iyalimizle vedalaştık

Firkatten kopan bir heyecanla çok ağlaştık.

Müsaade edildi, geldi ahbab, yaran

Bazısı korkudan gelmediler, lâkin ettiler feveran.


O gece durmadan geldik Aydın'a

Meğer Aydın denilen yerde koydular zindana.

Güçle oradan buldurduk bir otomobil

Geldik Nazilli'ye, o gece orada kaldık bil.

Doğrudan doğruya varmak üzere Isparta'ya

Bir otomobil tuttuk belki ucuzdur diye.

Hep beraber Nazilli'den hareketle Denizli'ye geldik

Hapishanede misafirkaldık, biraz dinlendik.

Tesellî ettiler hapishanede misafirperver arkadaşlar

Diyorlar: "Bizim gibi olmayın, bunlar ehemmiyetsiz şeyler."

Ramazan isminde olan mahkûmlardan birisi

Bize çok hürmet gösterdi, mahcub etti doğrusu.

Denizli'den mektup yazdım gönderdim

Hareketimizi ve müteessir olmamalarını bildirdim.

Sabah otomobile bindik, hareket ettik Isparta'ya

Lâkin jandarmalardan yiyorduk sıpartaya.

Diyorlardı: "Nenize lâzım? kılsaydınız beş vakit namaz

Eğer dek durmuş olsaydınız kimse size karışmaz."

Halbuki biz birşeye karışmamıştık

Lâkin bu derdimizi kimlere anlatırdık.

Adeta Müslümanca hareketten arkadaşlar korkuyorlardı


Zira l63. madde "dinî hassiyatı teşvik etmek" diyordu.

Kime ne teşvik edilecek, bilmem ne var ortada

Bilmediğimiz bir musibet karşısında yüreğimiz korkuda.

Teşvik etmek şöyle dursun, hakkını müdafadan âciz bizler

Hiçbir suçumuz yok, lâkin ne olacağımız meçhul, ciğeriniz sızlar.

Cuma günü Isparta'ya geldik Denizli'den hareketle

Meğer Isparta hapishanesinde varmış bizim gibi bir kitle.

Onlardan ilk tanıdığım Asım Bey isminde sahib-i irfan

Ne çare, zavallıyı Isparta'ya vermiştik kurban.

Sonradan Hüsrev ve Rüştü isminde efendiler

sh»:(Sn.Şh.S.369)

Keçeci Mustafa, mahdumu ve Hafız Ahmed, daha kimler.

Dahî saatçı Lütfü ve yüzbaşı Refet

Hem bizi tesellî ediyorlar, hem diyorlar: "Nedir bu âfet?"

Kısa keselim, etraftan daha toplamışlar sonradan

[]

Risale-i Nur'un kahraman talebelerinden Milâslı Halil İbrahim Çöllüoğlu, l943 yılında
Üstadıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesinde dokuz ay kalmıştı.

Taşköprülü Sadık Bey'in Ilgaz ormanlarının yem yeşil bir köyündeki evinde Halil
İbrahim'in şu satırlarını bulup okumuştuk:

"Aziz sıddık kardeşlerim,


"İstedim ki siz üç yerde bulunan kardeşlerim, müttefikan üç-dört gün evvel müdafaa
etmemek ve işi sürüncemede koymamak için karar vermişsiniz. Çünkü mahkeme bildiğini
işliyor. Yalnız Ankara ehl-i vukufunun tasdiki vechile, 'Suçumuz yok, beraatımızı isteriz' diye
bir ağızdan söylemek ve icab ederse 'üstadımızın müdafaası umumuza kâfidir' denilse daha
iyidir. Yoksa İnebolu ve başkaların istedikleri gibi Hususî müdafaalar iyidir diye karar
veriniz. Zaten Ankara'ya gönderilen müdafaalar burada resmen verilmemiştir. Yalnız bir-iki
parça verilmiş. Şimdi az bir parça ilâve ile yeni harfle yanımda bulunan bir nüshayı
umumunuz namına verilse ve okunması teklif edilse münasip midir? Eğer münasip görürseniz
yeniden ilâve edilecek cümleler hem gayet kısa, hem yeni vaziyeti değiştirecek tarzda size
bırakıyorum. Müdafaamın başında bir parça istida vardı. Onu tevzi ve ıslah için İhsan'a ve
Ahmed Feyzi'ye ve Âtıf'a ehl-i vukuf raporu cevabını havi bir defterimle gönderdim. Onu
onunla tekmil ve ıslah ettik.

"Umum Ispartalılar, bütün arkadaşlar Üstadımızın müdafaasını kabul ettiler."

Halil İbrahim

Ulu Cami imamı ve aşçı Hüseyin Usta Antalya'dan.

Beşinci günü Dahiliye Vekilinin geldiğini söylediler

"Refakatında yüz kadar jandarma varmış" dediler.

Vardı hapishanede Milâslı Abdurrahman

"Merak etmeyin" diye tesellî ederdi bizi her an.

Münafıklar hükûmete ihbar etmişler

Bizleri mürteci diye ihbar etmişler.

sh»:(Sn.Şh.S.370)

Daima niyazımız hasbünallah ve ni'mel vekil

Yâ Rabbenâ, bizleri âli eyle, eyleme zelil.


Hapishanede arkadaşlar gazete almışlar

Hakkımızda tezvirle neler neler yazmışlar.

Milâs muhbirlerinden Nihad isminde bir efendi

"Memlekette irtica var" demekle güya yüze çıkmış kendi.

Lâkin Milâs'ı temsil eden hükûmetin emniyetli erleri

Derhal takip ettiler o iki gözü körleri.

Tedkik etti vâkıayı içişleri bakanı

Demiş ki: "Ayıp etmişler, nerde mürtece hani?"

Mürtecinin mânâsını anlamayanlara demiş

Mesele zapt vak'asından ibaretmiş.

Lâkin bundan tabiî yok bizim haberimiz

Gece gündüz derinleşiyor kederimiz.

Ne de olsa emir vermiş alâkadarlara

Sevk edin bu masum fedakârlara.

Isparta hapishane müdürü âni olarak

Dedi: "Hazır olun, size burada durmamak gerek."

Pür telâş heyecanla eşyalarımızı bağladık

Akıbetimiz meçhul, gideceğimiz yeri anlamadık.

İkişer ikişer ellerimize vuruldu kelepçe

Akıl gitti, fikir perişan, her birimiz bir nice.


Benim kelepçe arkadaşı Ramazan isminde biri

Meğer o köylünün hiçbir şeyden yokmuş haberi.

Yalnız o fakirin ismi Ramazan imiş

Cürmü de Ramazan isminde bir risale varmış.

Isparta'dan hareketimizde otuz iki kişi idik hepimiz

Yüzden fazla jandarma süngüleri arasında, gitti bizden bet beniz.

Otomobille sevk edilirken çok acıklı vaziyetimizi

Görmek istemezdi, lâkin binlerce halk almıştı etrafımızı.

"İyi olmuş" diyen varsa da çoğu kan ağlıyor halkın

Çoluk çocuk ve aileler, parçalanıyor kalbi validelerin.

Hareket etti otomobil, ağzımızı açmıyor bıçak

Her tarafı kapalı, hava almak için bırakmıyor, jandarmalar di

sh»:(Sn.Şh.S.371)

yorlar "Yasak"

Yolda giderken jandarma kumandanı vicdanlı Ruhî Bey

Ellerimizi çözdü, dedi: "Korkmayın, ehemmiyetli değil."

Sanki bu sözüyle ellerimizi değil, çözmüştü kalbimizi

Diyordu: "Yakında kavuşacaksınız çoluk çocuğunuza."

Anladım ki henüz dünyada tükenmemiş iyi kalbli erler

Emsalinin teksir ve afiyette daim olmasını gönül diler.


Hak kendini memnun etsin, bizleri tesellî etti elhâsıl

Kıyas et, ölüme muntazırken bir haber ki hilâf-ı memul.

Saat kaçtı bilmem, gece Afyonkarahisar'a geldik

Hepimiz ve eşyalarımız otomobilden indirildik.

Süngülü jandarmalar arasında ikişer olduk

Yürüttüler şimendifere, eşyalarımızı da sırtımıza aldık.

Tren hareket etti sabah Eskişehir'de dediler: "İnin"

Lâilâhe illâ Ente Subhaneke innî küntü minezzalimin.

Yine etrafımızı ihata etti süngülü jandarmalar, askerler

Bizleri görenler diyorlar: "Bunlar mı mürteci?"

Halimizi görenler inanmıyorlar gözüne

Kalben tekzip ediyorlar muhbirlerin sözüne.

Yüksek ruhlu Ruhî Bey anlatıyor

Bizi bekleyen kumandanlara, "Yazık olmuş bunlara" diyor.

"Ankara'da dahi bildireceğim alâkadar makamlara

Yazık etmişler müfritler bu millete, bu adamlara."

İstasyondan yürüttüler, hapishaneye doğru belli

Her birimiz birer sınıf esnaf ve bazımız kelli felli.

Hapishane kanununca aranıldı eşyalar ve üzerlerimiz

Belki bir çakı bulunur, vak'a çıkarırız, onları üzeriz.

Hapisler sorgalmazlar, gardiyanlar çehreleri yıkık


Dehşetten dehşete insan olduğumuzdan bıktık.

Gönül yorgun, vücut bitkin bir halde düşünürken

Bir gardiyanla, bir efendi girdiler koğuşa selâm vermeden.

"Niçin oturuyorsunuz, kim var karşınızda?" diye etti tekdir

Derhal ayağa kalktık, meğer o hapishanede müdür imiş.

Nereli olduğumuzu ve kaç çocuk babası olduğumuzu sordu

Bu sualiyle yaralı kalbimize bir ok da o vurdu.

Ertesi gün yatmıştım yorgunluktan

sh»:(Sn.Şh.S.372)

İçeride fotoğrafçıyla müdürü gördük aralıktan.

Dediler: "Dörder dörder fotoğrafınız alınacak"

Bir dehşet daha aldı bizi, acaba bu ne olacak?

İtidal ile karşılıyoruz gerçi zahiren

Molla Mehmed dedi: "Bu iyi bir iş değil galiben."

Fotoğrafçı çekti gitti resimleri

Müdür geldi, ertesi gün yazdı arkasına isimleri.

Aldılar, götürdüler resimleri bilmem nereye

Galiba dediler merkez-i hükûmet Ankara'ya.

Ne ise, daha etraftan gelen çok oldu

Hepimiz yekûnu kırka bâliğ oldu.


Muallim Galib Beyle, Şefik Bey gelmişti bir gün

Gelenler çoğaldıkça örülüyordu yüreğimiz düğüm.

Tığlı oğlu Hakkı mektup yazmıştı Eğridir'den

Mektubunda demiş: "Sana gönderdim dinî risalelerden."

Hıfz etmiştim mektubu, zira yoktu su-i niyetim

Meğer hüsn-ü niyetten bazan tevellüd edermiş mesele-i vahîm.

Lâkin adalet-i İlahî tecellî eyler, eylersem sabır

Bizler böyle birşey görmediğimizden eyliyorduk tehur.

Barla'dan vardı Hafız Tevfik'le kardeşi Mesud

Mesud men-i mahkeme edildi, Tevfik kaldı meskud.

Vardı bir de içimizde kürt Bekir

Der idi daima: "Alah versin akıl, fikir."

Eğridir'den vardı bir de Hafız Mustafa

Hakka teslim olmuş, görürdüm daima pürsefa.

O günden beri yatıyoruız, hâlâ netice belli değil

Yâ Rabbenâ hasbünallahu ve nimelvekil.

Gerçi eskisine nisbetle işimiz biraz hafiflemişti

Kırktan yirmi arkadaş men-i mahkeme edilmişti.

Ne de olsa var idi bizlerde bir heyecan, bir havf

Yâ Hafiyye'l-Eltaf, neccinâ mimmâ nehaf.

Yâ Rabbenâ afveyle kusurumuzu, bizleri eyleme nâlân


Sevgili Habîbin hakkı için eyleme günahımızla kısas.

Bizler günahkâr mücrimiz, hem de müflisiz

Lâkin afv merhametin yanında günahımız pek değersiz.

Yâ Rabbî, bizden kulluğuna şâyan olan ef'al sudur eyle

sh»:(Sn.Şh.S.373)

Yâ Rabbî, Senden Senin şanına lâyık olan ahval sudur eyle.

Furkân-ı Mübînde buyurdun "Vesiat rahmetî"

Haberde geldi "Sebekat rahmetî alâ gadabî"

Bundan anladı Halil ibrahim derya-yı rahmetini

Bîperva ilticaya geldi, göster Lâtif ismi şerifinle merhametini.

Rahmet deryasından Lâtif isminin tecellîsini dileyen Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun


manzum hatırasının l Temmuz l935 tarihini taşıyan mısraları burada sona ermektedir.

Eskişehir mahkemesinin kararı bilâhare verilecekti. Çöllüoğlu'nun l9 Ağustos l935


tarihini taşıyan satırları ise mahkeme kararından sonra yazılmıştı. Acı günün intibalarını Halil
İbrahim Çöllüoğlu şöyle ifade etmektedir:

İşte günlerden bir gündü, çağırdılar bize beşer kişi

Alelusûl sordular ismimiz, anladık işi.

Mahkememiz olacağını söylediler on üç Ağustos

Sabırsızlıkla değil, teheyyüçle o günü bekliyor herkes.

O gün sabah mahkemesinde, öyleye kadar sordular

Öğleden sonra usûlen ifadeleri dinlediler.

"Müdafaanızı yapmak için şimdi gelin" dediler


"Ayın on dördünde mahkemeye gelirsiniz hep beraber."

Ertesi gün oldu, iki jandarma süngüleri arasında

Vardık mahkemeye hepimiz maznun sırasında.

Arkamızda süngülü jandarmalar, önümüzde ağır ceza mahkemesi

Dinliyordu güya her birimizin müdafaasını.

Öyle bir mahkemedeyiz ki tarihte emsalsiz bulunur

Bin senede ancak bir âleme nasip olur.

[]

Bir Nur talebesinin gözünü tedavi ettiği için

Aydın'da göz doktoru Şevket Gözaçan da tevkif

edilip, Eskişehir hapishanesine atılmıştı.

sh»:(Sn.Şh.S.374)

Gerek ifadeler, gerek mahkeme gizli oluyordu

Heyet-i hakime hürmetkârane bulunuyordu.

Suçumuz ise kimi kitap okumak, kimi ziyaret, kimi selâm

Bunların cürüm olmadığını isbat ediyor Bediüzzaman.

Diyordu "Siyasetten çekildim on üç senedir

Siyasetle ne alâkası var kitablarımın, bu yapılan nedir?

Risalelerimin her bireri yüzer keşfiyat-ı maneviyedir

Bunları bir Avrupalı yazsaydı mücâzat yerine edilirdi takdir.


Bir akademi heyeti bütün kitaplarımı tedkik etsin

Var ise siyasî bir kelime, burdayım, muhalif desin.

Madem ki hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir

Madem hükûmet ise cumhuriyetin en geniş şeklini kabul etmiştir.

Madem ki hükûmet, dini dünyadan tefrik edip, bîtaraftır

Dinsizlere dinsizliklerinden ilişmediği gibi, dindarlara ilişmemek gerektir.

Hükûmeti iğfal eden bazı dinsiz komiteler

Dindarlara takmak için iki kulp tutuyor o eller.

İnkâr edilemez ki kâinatta dinsizler ve dindar

Âdem zamanından tâ kıyamete kadar var.

Kur'ân-ı Hakimin âyat-ı kat'iyesiyle bin üç yüz senedir milyonlar tefsirler

"Lizzekeri mislü hazzi'l ünseyeyn" ve "Veliümmühüs südüs" hakaik-ı kudsiyelerde

Otuz seneden beri Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzü

Yaptığım müdafat-ı ilmiyemi, nasıl denir muhaliftir.

Beni itham etmek öyle zahir bir garaz ve öyle vehim esassızdır

Halkı hükûmet aleyhine teşvik mânasını veren hangi insafsızdır?

İyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman asayişi temin eder

İmansızlık kitle-i seciyesizlikle emniyeti ihlâl eder.

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeden ve imanın en yüksek erkân-ı azimesinden bahseder

Böyle mesail-i kudsiyeden yalnız şeytanlar tevehhüm eder.

Risale-i Nur Kur'ân-ı Hakimle bağlanmış bir âb-ı hayattır


Kur'ân ise arzı arşa bağlayan cazibe-i umumiye gibi hakikattır.

Bu hükûmeti dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir

sh»:(Sn.Şh.S.375)

hükûmet-i İslâmiye biliyorum

Beni 'Dini siyasete âlet ediyor' diyenlere 'Siz siyaseti dinsizliğe âlet ediyorsunuz'
diyorum.

Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi Avrupa feylesoflarına müdafaa ediyorum.

Dahile bakmıyorum, dahildeki kusura Avrupa'nın hatasıdır diyorum

Bizi hayrette bırakan 'Cemiyet ve teşkilât için nerden para alıyorsunuz?' diyorlar.

Evvelâ ben soranlara soruyorum: 'Böyle bir cemiyetin bizim tarafımızdan vücuduna
hangi emare var?'

Başımıza Menemen hadise-i vak'asının bir mevhum taklidini geçirdiler

Hem masum millete, hem hükûmete büyük zarar verdirdiler.

Hedefimiz siyaset ve dünya olsaydı, o vakit l20 risalenin 20 noktası yerine binler
medar-ı tenkit bulunurdu muhalif.

Bin siyasetim olsa hakaik-ı imâniyeye feda ediyorum

Lüzumsuz şeylere, tenezzül etmem, mukaddesata yemin ediyorum

Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse onunla temas eden
muaheze edilir mi? Bu millete hizmet edenle dostluk gösteren.

Hangi maslahata istinaden hangi fikirle? Hakikaten bilmiyorum.

Benimle görüşen dost olan müttehimse size ilân ediyorlar.

Hükûmetin en sadık meb'us ve vükelâsından binlerce dostum var.


Dostluğumla itham olanlardan daha ziyade dost ve münasebettar."

Hoca Efendinin bunun gibi ifadesi daha çok, istersen okumak için ara da bul oğul.

İşte deliller yerli yerinde, hep mundefi yahu cevamiu'l-kelâm

Gerçi alelusûl nezaketle dinlendi ifadeler, bütün hakkınızdaki karar l9 Ağustos 935
verilecektir o gün.

Suçumuz anasır-ı cürmiye erkânına gayri cami bulunmakla

Kable'l-muhakeme verilmiş kararı, söz yerini bulmuş olmakla.

65. madde delâletiyle l63. maddeye tevfikan

Altışar ay mahkûm edildik reddedildi iddiamız tamamen.

Diğer arkadaşlar kimi inkâr, kimi ikrar ettiler

sh»:(Sn.Şh.S.376)

Lâkin faide vermedi, hepimizi mahkûm ettiler.

Hattâ üç kişinin vardı bir dâvâ vekili

Hiç fayda temin etmedi, verdiler yüz elli papeli.

Eskişehir mahkemesinde altı aya mahkûm olan Halil İbrahim Çöllüoğlu, hapisten
tahliyesine altı ay kala, l935'in Eylül ayında da "Eskişehir hapishanesinde çıkmama kırk bir
gün kalınca karalanmış bir buçuk satır" başlığı altında şu mısralarla şöyle dertleniyordu:

"Bugün ruhta sükûnet, tende huşunet var

Bilmem hasta mıyım, yoksa yine firkat mı var?

Beytimin ifade ettiği gibi, Üstaddan ayrılacağımı hatırladıkça firkatten gelen ses:

[]

H.İbrahim Çöllüoğlu'nun Eskişehir Hapishanesinden


çıkmasına 4l gün kala kaleme aldığı manzumenin

baş kısmı

Daha kırk bir gün varken şimdiden başladı

Düşündükçe firkat ateşi ciğerimi haşladı.

Ah Üstadım, birşey daha var ki, aklıma geliyor

Yalnız kalacağınızı düşündükçe yüreğimi deliyor.

Gerçi şiir yazmaktan men edilmişken ben

Ateş-i hicranla kalbimi edemem teskin, neler desem.

Bilirim avf buyurursun bütün hatîamı

Sanki gözlerim göstermiyor kalbimin ifadatını.

İştirak ediyor işte benim gönlüm gibi güya

Benimle mahzun hemdert oldu cevv-i sema.

Ağlasam değil, gözyaşlarımdan seller aksa

sh»:(Sn.Şh.S.377)

Hicranımı tarif edemez bütün kalemler yazsa.

Süleyman Efendi demişti Mevlid-i Nebevîde dilinden bırakın

Gerçi zahiren cennetteyim, lâkin manen yaktı beni firakın.

Ben de gerçi hapis içinde nirandeyim

Yaklaştıkça ayrılık firkatınla gün be gün hicrandayım.


Hiç olmazsa isterdim beraber geçirmek daha üç ay

Yahut mümkün olsaydı cezayı paylaşmak bu da muhal.

Halil muhal olan şeyi söylemede ne kâr var?

Sen derdine yan, ağla, figan et zâr zâr.

Bugünleri çok arayacağımı kalbim ediyor tasdik

Acaba Üstadım, bu ayrılık devam eder mi mahşere dek?

Selâmetle Hak nasip etmez mi, acaba göstermez mi bir dahi?

Yoksa bu hasret devam edecek mi uzun böyle yâ ahi?

Memleketten çıkarken duymuştum bir türlü firkat

Sevinmem lâzım gelirken şimdi tam aksi zuhur etti, unuttum o hasreti.

Anlaşılmaz muamma Hakkın tecellîsi, tehayyir kaldım

Bu bahrin mevcindeki hikmetin hallini yine kendine saldım.

Bahr-i hakikatten kanmadı atşan olan yüreğim

Rabbim muzaffer kılsın, muîni olsun, budur benim dileğim.

Ne mutlu o kese ki mevcelendikçe Rahmanın bahri

Sefine-i necatta bulunur boyanırlar feyzi, nuru.

Bâri bizi unutmasalar tekaddur ettikçe feyz-i bârân

Hatırlayın bu fakiri mevcelendikçe feyz-i Rahman.

[]

Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun Milâs kabristanındaki mezar taşı ve kitabesi:

"Arzu hâl üçün Sultana geldim


Sailim lutfu ihsana geldim

Bildim ki varlık perdedir Hakka

Ref edüp ânu Canana geldim."

l897-l Temmuz l956

sh»:(Sn.Şh.S.378)

Sahib ol bu günahkâra yâ sahib-i Kemâl

Hem imdadıma yetiş, nazar kıl, daima bulmayım zeval.

Bahr-i hakikatta nam-nişan istemem. Hakkın rızası kâfi

Var olsun Üstadım, himmeti daim olsun yâ Bâki.

Yâ Bâkî Entel Bâkî

935 Eylül Halil İbrahim

Üstad Milaslı İbrahim'i müdafaa ediyor

Eskişehir mahkemesinde Üstad Bediüzzaman, Milâslı Halil İbrahim'i şöyle müdafaa


ediyordu:

"Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim. Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski
memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene
evvel kendi işi için Eğirdir'e gelip Barla'da beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi
meb'uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim.

"Sonra bu adam Kur'ân'a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî
eserler isteye isteye ve her bir fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimî gönderdiğinden
dayanamadım. Kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat
başkalarına göstermemek için üzerlerine 'Mahremdir' diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda
onun ısrarına karşı kandırmak için 'Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım
yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.' Bu mektup da onun ısrarı üzerine bir kandırmaktan
ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta iman ve Kur'ân'a karşı iştiyaktan başka bir his
bulamadığını ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç
entrikalara kapılmadığını kanaatım geldiğinden, onu da hususî kardaş telâkkî ettim. Kendime
has yazılarımı ona da gönderdim.

"İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi
göndermek elbette, hiçbir cihetle itiraz olamaz. Tesettür risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir.
Mesmuatıma göre, 'Onuncu Söz'ün şopoğrafla yazılmış tetimmesini 'Onuncu Söz' ile beraber
yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. işte bu adamın benim hakkında tesbit
edilmeyen suçumdan ona hakikî birsuç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı
adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takip eden
yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez."

sh»:(Sn.Şh.S.379)

Mehmed İnce de arkadaşı Halil İbrahim Çöllüoğlu gibi Milâs'ın Hacı İlyas
Mahallesinde oturuyordu. Her iki arkadaş, sekiz yıl sonra Üstadlarıyla birlikte Denizli
Yusufiye medresesine de gireceklerdi.

Üstad, Mehmet İnce'yi müdafaa ediyor

Buğday işleriyle uğraşan Mehmed İnce'yi ise Üstadı şöyle müdafaa ediyordu:

"Benimle münasebeti Halil ibrahim'in güzel yazı ile yazılan bir mektubunun kâtibi kim
ise, hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. Hattâ bu tevkifhanede bir ay
müddet gördüğüm halde kim olduğunu bilmedim. Münasebetimiz bu kadar. Dostane de
selâmlaşmadık.

"Yalnız bu zat Halil İbrahim'e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu kadar az


münasebetle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydır tevkifhanede sürünmek beni
vicdanen çok muazzeb ediyor. Benim yüzümden böyle biçârelerin azap çekmesi bana çok ağır
geliyor. Mahkemenin adaletinden isteriz ki: Böyleleri bir an evvel men-i mahkeme ile
perişaniyetlerine hâtime verilsin."
l897 Milâs doğumlu olan Mehmed İnce l970 yılından sonra vefat etmişti.

[]

Mehmed İnce

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.380)

[]

Em.Yüzb.Refet Barutçu

YÜZBAŞI REFET BARUTÇU

(l886-l975)

Mübarek vatan toprakları üzerinde yüzlerce beldede, sulhceza, ağırceza


mahkemelerinde ve savcılıklarda Risale-i Nurları okuyan masum Müslümanlar muhakeme
edilirdi. Bu dâvâları hemen hemen tek başına Bekir Berk Edirne'den Van'a koşarak takip
ederdi. Bu işler için ehl-i hamiyet kendilerine İstanbul-Beyazıd-Çarşıkapı'da Kiğılı Pasajında,
ikinci katta geniş bir daireyi tahsis etmişti. Zannediyorum 1964-1965 senelerinde merhum
yüzbaşı Refet Barutçu koynunda bir yığın Üstad Bediüzzaman'dan Nur Mektupları olduğu
halde mezkûr daireye gelmişti. Bu mübarek mektupları tek tek, salavat getirerek, dualarla Nur
Davalarının yorulmaz avukatı Bekir Berk'e vermişti.

Yıllar sonra bu aziz mektuplar yirmi bir parça halinde Barla Lahikaları ismindeki Nur
şaheserlerinin mektuplar ve lahikalar kitabında neşredilmişti.

Bu Nur yolunun hakikat kahramanı Yüzbaşı Refet Bey, Beşiktaş'taki Vişnezade


camisinde imamlık yapıyordu. Sık sık Süleymaniye semtindeki Kirazlı Mescid Sokak 46
numaralı nur dersanesine gelirdi. Burada bizlere anlattığı hatıraları not olarak yazdığım
defterleri bugün bile aziz bir hatıra ve yadigâr olarak saklamaktayım. Belki de "Şâhitler'in
Dilinden " gayretimizin ilkini merhum Refet Barutçu Bey teşkil etmektedir.

Refet Barutçu'yu dinlerken


emekli yüzbaşı Refet Barutçu l886 senesinde İstanbul-Beykoz'da dünyaya gelmişti.

Emeklilik günlerinde Beşiktaş-Di

[]

Refet Barutçu Beşiktaş'ta Dibekçi

Vişnezade Camiinde imamlık

yaptığı yıllarda

sh»:(Sn.Şh.S.381)

bekçi-Vişnezâde camiinde imamlık yapmıştı.

Üstad Bediüzzaman'la beraber l935 Eskişehir, l943 Denizli, l948 Afyon


hapishanelerinde birlikte bulundu.

l975 Şubat başlarında Ankara'da doksan yaşın eşiğinde vefat et. Karşıyaka
mezarlığında defnedildi.

Emekli Yüzbaşı Merhum Refet Bey'i, on yıl gerek İstanbul'da, gerek Ankara'da
müteaddit defalar ziyaret edip, uzun uzun hatıralarını dinlemiştik. Çok tatlı bir anlatışı vardı.
Hoş sohbet ve tatlı dilli bir zattı. Doksan yılı bulan uzun bir ömür sürdü. Son yılları yaşlılığın
ve hastalığın elemi ile geçti. l964-65 ders yıllarında Vefa Lisesi günlerimin aydınlık anları
Yüzbaşı Refet Barutçu'yu dinlediğim zamanlar olmuştur.

l969 yılınde ise Avukat Bekir Berk Bey'in yazıhanesinde rahmetli Mustafa Polat'la
onun hatıralarını uzun uzun dinlemiştik. Yaşadığı hadiseleri öylesine canlı ve duygulu
anlatıyordu ki, insan ister istemez o günleri kendisi ile birlikte yaşıyor. Kendisi yaşıyor ve
bize de yaşatıyordu. Burada hep Hz. Mevlana'nın "Yanmayan yakamaz" diye buyurulan
ölümsüz vecizesini düşünürdüm.

Arada bir titreyen elleriyle gözlüğünü takıyor, çıkarıyor; gayet canlı jest ve mimikle
bizi 35-40 yıl evveline götürüyordu. Uzun yılların kırıştırdığı ve iman nuru ile yoğurduğu
siması, bembeyaz sakalı, açılan tepesinin etrafındaki pamuk yumağı halindeki saçları onun
tam bir Osmanlı Efendisi olduğunu gösteriyordu.

Risale-i Nur Refet Beyin gaye-i hayali idi

Refet Bey, Kur'ân ve imana hizmet etmeyi hayatının en büyük gayesi sayıyor, bu
gayesini şöyle ifade ediyordu:

"Bugün Boğaziçinde, Kavaklarda oturan bir genç kendisine Kur'an öğretmemi istese
veya Üstadım Bediüzzaman'ın bir küçük

[]

l967'de merhum N.Mustafa Polat'la birlikte Refet Ağabeyin

hatıralarını tespit ederken..

sh»:(Sn.Şh.S.382)

risalesini istese, her gün Beyazıd'tan oraya gider gelirim."

Kendisi bu fikirlerini her zaman tatbik eden bir insandı. Bir çok masumların Kur'ân
öğrenmesine çalışmıştı. Yine kendisi gibi aramızdan ebediyete intikal eden Dr. Sadullah
Nutku'ya da ilk defa Nur Risalelerini veren kendisi idi. Dr. Nutku Beye verdiği Haşir
Risalesini kendisine okutarak ve sık sık sual sorarak anlamasını ve nurlardan lezzet ve feyz
almasını temin etmişti.

Refet Bey eski hatıralarını anlatırken yüz hatları birden bire değişmişti, şu yakıcı ve
tesirli sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:

"Hayır... hayır. onsuz dünya yaşanmıyor. O gitti gideli dünya yaşanmaya değmiyor.
Bizi yetim bıraktı. O gitti bizler öksüz kaldık."

Refet Bey şimdi özlediği âleme gitti. Ve dostlarına kavuştu.Başta Resulullah (a.s.m.)
bütün sevgililerin bulunduğu diyar... Bahtiyar Refet Bey aramızda ve dünyamızda hoş bir
sada bırakarak, arzuladığı sevgililerin beldesine gitti."

"Üstad'ı ilk görüşüm"


Merhum Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa nerede ve ne zaman gördüğünü sormuştum.
Gözlüğünü eline aldı ve başladı anlatmaya:

"l92l'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya Beyler beraber sahafları gezerken,
Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı
merakla karıştırdık. Kitap Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice
hatırlamıyorum, beş kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı
okumak oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı karşıya
olduğumu hissettim. Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum. Yine Ziya Beyle Beyazıd
civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı işitmiş ve görmek arzu ediyordu.
Namaz vakti gimiştik; bizde namaz için camiye girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân
dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini
gösteriyordu. 'Kim?' deyince: 'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli
bir zat diz üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan
Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir altındayım. O
an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir dinleyişi vardı ki, saadet asrından
gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki...

"Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ şurası da hayretimizi mucip oldu.
Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler
olduğu halde etra

sh»:(Sn.Şh.S.383)

fını tetkik ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboydu.
Arkasından baka kaldım.

"Ben mimi cimi bilmem"

"Bu hadiseden on yıl geçmişti. l930 yıllarında idi. Isparta'da şube reisi olan eniştemin
yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat
olan kütüphanedeki memurla âlimler mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman'a getirdim.
Çok büyük bir âlim olduğunu, kendisini Mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede
olduğunu bilmediğimi ifade ettim. Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi'nin Barla
nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. 'Allah Allah ben o zatı mütareke yıllarından
tanırım, hemen ziyaretine gideyim.' dedim. Bunun üzerine bazıları görüşmenin mümkün
olmadığını ifade edince 'Kapısında bu şahısla görüşmek yasaktır yazısı var mı?' dedim. 'Yok'
dediler. 'Öyleyse ben giderim.' 'Aman gitme, sonra seni mimlerler' dediler. Bu sözler çok
garibime gitmişti. Ne demek istiyorlardı. 'Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik
verenlerden değilim.'

O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe

Metelik vermem için bende bozukluk yoktur. dedim.

"Ziyaretçileri Üstadla görüştüren Bekir Ağa diye bir zatı buldum. İki at temin etti.
Barla'ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim
Barla'ya gittiğimizi anlıyor: 'Hoca'ya selam söyleyin' diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun
bir at yolculuğundan sonra Barla'ya geldik. Hemen Üstadın evine indik. Bize Üstadın Paşa
kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa Kayasına gittik.
Barla'ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler arasındaki bu mevkide Üstad
beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine
gitmeden l93l'de Isparta'dan kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd'da ilk defa uzaktan
gördüğümü ifade etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: 'Kardaşım, ben sizi tâ o
zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.' diyor; ben mektupta askerliğimden hiç bahsetmediğim
halde, bana

[]

Refet Beyi Üstada götüren ve Eskişehir

maznunlarından Adilcevazlı Bekir Ağa

(Kürt Bekir)

sh»:(Sn.Şh.S.384)

'Ben sende asker ruhu görüyorum' diyordu. ilk ziyaretim bu şekilde olmuştu."

"Ben sizi uğurlamalıyım"


İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka ziyaretini de şöyle ifade
ediyordu:

"Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum Bedreddin yanımda olduğu halde
Isparta'dan İslam köyüne kadar vasıta ile, oradan da Barla'ya yaya olarak gitmiştik.
Ziyaretimiz esnasında konuşurken bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı. 'Madem bu
kardaşlarım benim için yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan'a * kadar
teşyi etmek mecburiyetindeyim' deyince biz onun nezaketi karşısında mahçup olmuştuk.
'Aman efendim nasıl olur?' dedik. Çok rica ederek bu fikrinden vaz geçirdik. Yoksa bizi
Karaca Ahmed'e kadar yolcu edecekti."

[]

Kur'ana hizmet eden talebelerine çay getiren Bediüzzaman: "Yoo... yoo ben sizlere
hizmet et

meye mecburum!..." diyordu. Refet Bey, Bekir Berk Bey'e bunu anlatırken.

"Üstad bize çay getiriyordu"

Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet Bey, l934 senesinde


Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ

_________________

* Karaca Ahmed Sultan, Barla-Eğirdir arasında "Karadut" mevkiinde, bir


ziyaretgâhtır. Barla'ya yaya kırk dakikalık bir mesafededir.

sh»:(Sn.Şh.S.385)

içinde iki katlı bir evde bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da
şöyle anlatıyordu:

"Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst
odada idi. Bir arap kapı tıkırdadı ve açıldı. Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay
tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye
fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'yo, yo ben size hizmet etmeye
mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazu, bu ne nezaket....
Ben bu nezaket ve tevazuyu ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i Harbiyede, ne de ailemde
hiçbir yerde g örmedim."

"Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?"

Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı terbiyesi görmüş bir İstanbul
Efendisi idi.

"Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu


istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım ' dedik. O
yine yüksek tevazuundan bize cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım. Siz beni
bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim' diyordu."

"Üstadın namaz kılışı"

"Üstad namaz vakitlerini hiç geçirmez, vakit girince hemen namazını eda ederdi.
Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura
bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil, 'İlâhi Ya Rab!.. İlâhi Ya Rab!... İlâhi Ya Rab!... Allahu
Ekber!' diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz arkasında
korkardık, ürperirdik."

Denizli beraeti

Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu Bediüzzamanla birlikte l935'te Eskişehir, l943'te


Denizli, 948'de de Afyon hapishanelerinde beraber bulunmuş, o acı ve ızdıraplı günleri
beraber yaşamıştı. Sonunda masumiyetleri anlaşılınca beraat etmişlerdi. Merhum Yüzbaşı
Denizli beraetinden sonra yedek zabit olarak vazife yaptığı birliğe gitmiş, yüzbaşı
üniformasını kuşanmış, onbeş gün izin almış. İznini resmi elbisesi ile Isparta'nın her tarafını
ziyaret edip Nurlardan kimsenin zarar görmediğini ifade ederek kutlamıştı. Eskişehir'e
götürmek için Isparta'dan Merhum Üstad Said Nursi ile birlikte yüz yirmi talebesini ikişer
ikişer kelepçelemişlerdi.

sh»:(Sn.Şh.S.386)
Yüz yirmi kişiye kelepçe kâfi gelmediğinden Sarıklı Antalya Müftüsü Çil Ahmet
Efendi ile Bekir Ağayı çamışır ipiyle bağlamak isteyen çavuşa, muhafız alayından gelen
Jandarma subayı Mülazım Ruhi Bey, "Çekil oradan" deyip mani oluyor ve elleri bağlı
olmadan götürüyor. Daha sonra da Baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini
açarak yola öyle devam ediliyor. Namaz vakitlerinde mola verdiriyor. Yol güzergâhındaki
şehirlerden geçerken merkez kumandanlarına ve vazifeli kimseler maznunlar hakkında
izahatta bulunarak: "Bunlar masumdur, zulme maruz bırakılmış kimselerdir" şeklinde
konuşmalar yapıyor.

Bu hatırayı gülerek anlatan Refet Bey, bize Bediüzzaman'ın bir eserinde "Çok çocuk
oyuncaklarına şahit olarak gülerek ağladık"ifadesini hatırlatmaktadır.

[]

Refet Bey: "Onsuz dünya yaşanmıyor!"

"Ramazan'a ait"

Refet Bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size bir hatıra anlatayım demiş
ve şöyle devam etmişti:

"Isparta'da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar


arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir' diye bir yazı vardı. islam yazısını
okuyamadıkları için kimdir bu Ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey'in
köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine
yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve
orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum ve
masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek 'kardaşım
Ramazan hakkını helal et' diye Ramazan'ı teselli ederdi" diyor Refet Barutçu.

İhtiyarlar Risalesi'nin yazılışı

Merhum Refet Bey l934'de Isparta'da Nur Risalelerinden İhtiyarlar Risalesinin telifi
esnasında Bediüzzaman'ın yanında bulun

sh»:(Sn.Şh.S.387)
duğunu söylüyor ve telifi şöyle anlatıyordu: "Biz Üstadımızın yanında iken her zaman
kağıt kalemi yanımızda bulundururduk. Bir gün bizi çağırdı ve 'Yirmi altıncı Lem'a ihtiyarlar
hakkındadır. Yirmialtı ricayı ihtiva eder. Birinci rica' diye yazdırmaya başladı. Beş altı rica
yazdırdı. Öylece kaldı. Aradan bir müddet geçti, bu arada diğer risalelerden bazı parçalar
yazıldı. Yine bir gün bizi çağırarak, kaldığı yerden hiç sormadan 'Nerede kalmıştık, biraz
okuyun' gibi şeyler demeden, yine söylemeye başladı.

[]

Merhum Refet Barutçu ve arkadaşı Ahmed Efendi'nin yazdığı: "Risale-i Nur


mizanlarından iman ve ahiret bürhanlarından birden, yediye kadar Sözler'dir."

Bu Risaleye Üstadın yazdığı: "Ve kalb-i Refet ve Ahmed" duası ve yine eserin
sonunda Üstadın bu Nur Katipleri'ne duaları..

Eserleri ilham-ı ilahi idi

"Her zaman erkenden yanına, hizmetine gidiyordum. Bir gün biraz geç kalmıştım.
Yanına girdiğimde, 'Kardeşim biraz erken gelseydin (yanındaki Kadı Zeynel Efendi'yi
göstererek) bu zata verdiğim ders Kader risalesine güzel bir zeyl olurdu' dedi. Onun kadere
dair suallerini cevaplamış, kader mevzuunda ona ders vermişti. Biz bütün bunlardan
anlıyorduk ki, onun eserleri ilham-ı ilâhi ve sünuhat olarak kalbine doğuyordu. O da ancak o
zaman yazdırıyordu.

***

sh»:(Sn.Şh.S.388)

"Latin yazısı çıkmazdan az evvel basılan Haşir Risalesi etrafa yayılıyor. Dalkavuk bir
adam bu risaleden bir tane alarak valiye götürüyor. Vali, "Tam ne zamandır benim aradığım
eserdir' diyerek alıyor."

Üstadın ders arkadaşları imamlar

"Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda bir arkadaşımla ziyarete


gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstadımıza şu suali sordum: 'Efendim Risale-i
Nur'un bir nüshasında Nakşi Üstadım İmam-ı Rabbanî ve Kadiri Üstadım Şeyh Abdülkadir-i
Geylani diyorsunuz. Diğer bir nüshasında Üstadım Kur'an'dır, başka üstadım yoktur,
buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum' dedim. ve şu cevabı aldım:
'İmam-ı Rabbani ile Şeyh Abdülkadir-i Geylani eski Said'ieyeni Said(e çeviren Üstadlardır.
Bugün Kur'an-ı Hakimin huzurunda ders arkadaşlarımdır' dedi ve meseleyi tamamen anladım.
Üstadımızın bu büyük makamının anlaşılması dolayısıyle, sonsuz bir zevk-i manevi ile elini
öperek yanından ayrıldım.

"Siz cennette yaşıyorsunuz"

"l934 senelerinde Isparta'daki evde Hüsrev Efendi ile kalıyorduk. Kapı çalındı. Ben üst
kattan baktım. Isparta'nın meşhur zenginlerinden, yaşlı Hacı Patlak diye söylenen bir zat...

"Ben gelen zatı Üstadımıza haber verdim.

"Üstad: 'Kardeşim yaşlı bir zat, zahmet etmiş, gelsin. Fakat ruhum sizinle ünsiyet
etmiş, yabancı birisiyle beş dakikadan fazla oturamıyorum.' dedi. Ben misafire kapıyı açtım.
Üstadımızın kendisini kabul ettiğini, fakat beş dakikadan fazla görüşemediğini, eğer sohbet
ederse, görüşmenin devam etmesini, eğer susar konuşmazsa müsaadeisteyip ayrılmasını, şayet
safa geldin derse o sohbetin bittiğini, ifade ettiğini etraflıca anlattım. Hacı Patlat ise, 'Yok
efendim, beş dakika değil, bir dakika bile değil, sadece elini öpeyim o kadar!' demişti.

"İçeri girdi. Üstad sohbet etmeye başladı. Bir ara 'ben seni fakir kabul ediyorum'
buyurdu.¹

"Üstad'ın sohbeti bir kaç defa bitti. Susup misafirin gitmesini bekliyor, gitmeyince
yine sohbete mecburiyetle devam ediyordu.

_______________

l. Sonradan merhum Tahiri Mutlu Ağabeye bu hatırayı nakledişimizde, o meşhur ve


çok zengin olan Hacı Patlak iflas etmiş. Vefat ettiği zaman belediye tarafından cenazesi
kaldırılacak derecede fakr-ı hale mâruz kaldığını ifade etmişlerdi.(Abdülvahid Mutkan)
sh»:(Sn.Şh.S.389)

Üçümüz de saç ayağı şeklinde oturuyorduk. Saatımı cebimden çıkarıp, Hacı Efendiye
doğru tutuyordum. Neden sonra Hacı Patlak Efendi bana doğru bakınca, kalkmasını işaret
ettim. Bu işaretimden sonra Hacı Efendi müsaade isteyip ayrıldığı zaman, 'Birader siz
cennette yaşıyorsunuz. Onun için bu tatlı, huzurlu, lezzetli ve feyizli halden ayrılamadım'
demişti.

[]

Bir nur davasının mahkemesinde bekleme salonunda

Soldan sağa: Abdullah Yeğin, Refet Bey ve Av.Bekir Berk.

Üstadın sineklere şefkati

"Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinerleri biz dışarıya kovmaya çalışırken,
soğuk diye buna razı olmuyordu. 'Bunların zaten ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar
benim gece arkadaşlarımdır' diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu."

"Bize âlim demezler"

l952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Üstad Bediüzzaman İstanbul'a gelmiş,


Sirkeci'de Akşehir Palas'ta kalıyordu. Bir çok tanınmış şahsiyetler Üstadın ziyaretine
geliyordu. Bu ziyaretlerden birisine şahit olan Refet Bey bu hatırasını da şöyle anlattı:

"Üstad otelin odasına, gelen ziyaretçilerle görüşüp konuşmak için döşeli bir vaziyet
verdirmişti. Bir gün Urfa'lı hem vaiz, hem de avukat olan meşhur Mahmud Kâmil Bey
ziyaretine gelmişti. Bu zat Beyazıd camiinde haftada bir gün bir saat ders veriyordu. Cami
tıklım tıklım doluyordu. Mahmud Kâmil Bey Üstadın karşısına oturmuştu. Görünüşü çok
heybetli, uzun boylu ve müşekkel bir zattı. Sohbet esnasında bir ara Mahmud Kâmil:
'Efendim, ben sizin Van'da bulunduğunuz sırada Urfa'da talebeydim, sizden ilm-i beyan
hususunda ders almak istiyordum' dedi. Üstad ona iltifat ede

sh»:(Sn.Şh.S.390)
rek, 'Ben bu kardeşime ders verecek iktidarda değilim,' deyince o heybetli vücuduyla
bir anda yere atlayan Mahmud Bey, Üstadın ayaklarına kapandı. Sonra Üstad: 'Risale-i Nur
hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim' diyerek orada bulunan bir üniversite
talebesine Sözler Mecmuasındaki Hüve Nüktesini okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti.
Dersten sonra hayretini etrafındakilerden gizleyemeyen Mahmud Bey; 'Bize âlim demezler;
işte âlim bu eserin sahibine derler' dedi."

Yüzbaşı Refet Barutçu Bey de her fani gibi ebediyete intikal etti. Fakat Onun
hizmetleri, hatıraları aramızda daima yaşayacaktır. Toprağa düşen bir tohum gibi, Refet Bey
toprağa girdi. Hizmetleri, himmetleri sümbüllendi; çiçek çiçek yeşillendi, nesiller yetiştirdi.
Cenab-ı Hakk ruhuna binler rahmet yağdırsın.

Refet Barutçu merhumun l975 Şubat'ında Ankara'da vefatı üzerine Seyfünnur Özcan
kardeşimiz "Hüsran'a Cevab" başlığı altında şu mısraları yazıp neşretmişti:

[]

İki nur şâhidi:

Refet Bey ve Bolvadinli Abdülkadir Lebib

Ünlü yanyana.

Hüsran'a cevap

Refet Ağabey'e

Sen böyle bakıp, durmuyorsun dili bağlı

İslâmı uyandırmak için haykırıyorsun

Gür hisli, gür imanlı beyninle

Coşuyorsun artık ümidinle

Ey Akif diyorsun:

"Haykır kime, lakin? hani sahiplerin yurdun"


sh»:(Sn.Şh.S.391)

Sağa da baksan, sola da baksan...

Çıktı Nur yolcusu sahibidir yurdun,

elleri çıkaracak şüheda, toprağından.

***

Feryadının naşını tutarak gömdüğün şiirinden,

Bin parçasını çıkardı göğsünden.

Seller gibi eninin bu asrı sarmış.

Gizli inen yaşın gençliği uyandırmış.

Safahat çınlatıyor gök kubbesini.

Arıyor gençlik ceddinin sesini.

Ey Akif!... Ey şüheda!..

Geliyor kucağına müjdeci yolcular..

Nur yolcusu, Hak yolcusudur bunlar.

Nurla binlerce safahat yaşatırlar.

Ceylan, Zübeyr, Aliler, Mustafalar.

Sadullah ve Refet Ağabeyler

Bakın, kafileye katıldılar.

Seyfünnur Özcan

TRABZON
(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.392)

[]

Bedreddin Uşaklıgil

BEDREDDİN UŞAKLIGİL

Bedreddin Uşaklıgil

l920'de Isparta'ta doğdu. Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu'nun üvey oğludur. Barla
Lâhikaları'nda Bediüzzaman'ın Refet Beye yazdığı mektuplarda ismi çok geçmektedir. Emekli
lise öğretmenidir.

Bediüzzaman'ın, Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu ve yaşadığı devrin üzerinden


yarım asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu yıllar l926 ile l934 arasıdır. Bu yıllarda yazdığı
mektuplara Barla Lâhikası ismini vermektedir. Bu Barla mektupları nur Üstadın kaleme aldığı
yıllardan yarım asır sonra neşriyat sahasına atılmıştır. Barla mektuplarının sonlarında
Bediüzzaman'ın Refet Barutçu'ya yazdığı kısımlar bulunmaktadır. Mezkûr mektuplarda
Bedreddin Uşaklıgil'in ismi birçok yerlerde geçmektedir. Barla mektuplarının neşrine vesile
olanlara binlerce şükran ve minnet duygularıyla bu satırlarımı kaleme almaktayım.

"Bedreddin mânevî evladım"

Emekli öğretmen Bedreddin Uşaklıgil kendilerini ziyaretimizde bize şu bilgileri verdi:

"Üvey babam Refet Barutçu gençliğinde vazifeli bir subayken, Yemen'e

[]

Barla Lâhikası'nda Refet Barutçu'ya yazılan mektuplarda ismi

geçen Hacı İbrahim, Refet Barutçu'nun kayınpederidir. l86l'de

Seydişehir'de doğan Hacı İbrahim l945'de Isparta'da vefat etmişti.


sh»:(Sn.Şh.S.393)

ve Mısır'a gitmiştir. İstanbul merkez komutanlığı da yapmıştır. Otuz dört yaşında,


yüzbaşı iken emekli olmuştur.

"l933'de Isparta'dan Barla'ya Üstadı ziyaret için beraber gitmiştik. Barla'ya annemin
babası Hacı İbrahim, babam (Refet Barutçu) ve ben beraber gittik. Yolda göle girdik. Atla
gitmiştik. Bedre ve İlema üstünden Barla'ya varmıştık. Üstad 'On iki tane evlâd-ı manevim
var, Bedreddin on üçüncü oldu' diye bana iltifat ve alâka gösteriyordu. O zamanlar on üç
yaşlarındaydım. Dedem 'Yaşı da on üç' deyince Üstad tebessüm mederek, 'Belî belî, tevafuk
etti' diye konuştu. Akşam yatsı arası hiç konuşmuyordu, camide dua ediyordu. Barla'da üç gün
kadar kalmıştık. Kırda buluştuğumuz da olmuştu. Kapının arkasında bir zenbil vardı,
'Bedreddin acıkmıştır' diye ekmek, zeytin verirlerdi.

"l934'te Isparta'da Şükrü Efendinin köşkünde kalıyordu. Bazan Şükrü Efendinin evine
yemek götürürdüm. İkindiden evvel bisikletle yemeği götürdüğüm zaman Üstad bana,
'Annene söyle, baban haksızdır, annen haklıdır' dedi. Oradaki babama 'Değil mi, Refet?' dedi,
babam da 'Evet' diye cevap verdi.Sonra durumu anneme söyledim. Isparta'daki tümen
kumandanı Rüştü Paşa pederin sınıf arkadaşıydı. Eskişehir hadisesinde gelen kuvvetlere ve
askerlere hayret etti. 'Biz buradayız, neden geliyorlar bunlar?' dedi. Çeşitli dedikodular oldu.
Acıklı bir şekilde Eskişehir'e gittiler. Babam Refet Barutçu Eskişehir hapsinde altı ay kaldı.

sh»:(Sn.Şh.S.394)

"l952 senesinde Üstad İstanbul'da Akşehir Palas Otelinde kalıyordu. Babamla


ziyaretine gidecektik. Ben Üstada hediye olarak bir havlu aldım. Babam 'Üstad hediye kabul
etmez, neden aldın?' diye itiraz etti. Ben de cevaben, 'Ben Üstadın evlâdıyım, benimkini kabul
eder' dedim. Fakat peder yine itiraz edip kabul etmedi. 'Ben şimdi hoca oldum, alacağım'
dedim ve aldım. Akşehir Palas'taki ziyaretimizde ben Üstada 'Siz Barla'da beni manevi evlât
olarak kabul etmiştiniz; ben şimdi muallim oldum, size bir havlu getirdim' dedim. Üstad 'Belî,
belî' diyerek havluyu aldı ve kendi havlusunu verdi. Havluları değiştirdik. Ayrıca bana yirmi
beş kuruş da verdi. Çıktığımızda babam 'Yarısını bana ver' dedi, ben 'Hayır, olmaz' dedim,
vermedim.
"Babam l93l'de annemle evlenmişti. l932'de ise Isparta'ya gelmiştik."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.395)

[]

Şehid Hafız Ali Efendi

İSLÂMKÖYLÜ

HAFIZ ALİ EFENDİ

Nur Risalelerinin şehid kahramanı Hafız Ali l3l3 (l898')'de İslamköy'ünde dünyaya
geldi. l944 sensinde ise Denizli'de ebediye göçtü.

l7 Mart l944'de kaldırıldığı hastahanede Üstad'ına bedel kendini feda etmişti.

Denizli'nin yetiştirdiği aziz Nur talebelerinden birisi olan Hasan Feyzi Yüreğil
merhum, bu mübarek Nur Talebesinin kabrini ziyaretten sonra hislerini şöyle ifade etmişti:

"Şehid-i mağfur Hâfız Ali Efendi'nin kabr-i şerifini ziyaret :

"Ey nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver

"Bu medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver.

"Ey ölmeyen, ey fidye-iüstad-ı mübarek

"Razı ola Allah Teâlâ ve tebarek

"Gönderdi selâm, bak sana Hazret-i Üstad

"Hem ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd

"Kur'an-ı Kerim uğruna fanideki hizmet

"Bahş eyledi şimdi sana sonsuz ebediyyet


"Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler

"Her gün sunuyor ruhun için arşa dilek

"Bu makbereler fahredecek haşre kadar hep

"Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep

"Ey menba-i envar ve ey hafız-ı esrar

"Ey canını canana veren zat-ı fedakâr

"Hafız diye ben namını duydum o huzurda

"Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda

"Sun kevser-i safi, bize sensin yine saki

sh»:(Sn.Şh.S.396)

"Bahş eylemiş Allah sana bir âlem-i baki

"Sormam sana bir şey ne bugünden ne de dünden

"Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden"

İslâmköy'ü kendi köyü olan Nurs'la bir tutan Bediüzzaman, bu beldeye ve oralı Nur
Talebelerine çok iltifat ve alâka gösteriyordu.

Mukaddes Kur'ân hizmetinin "Nur Fabrikası"da İslâmköy'de kurulmuştu. Bu


fabrikanın sahibi ise Hafız Ali merhumdu.

[]

Hafız Ali merhumun Denizli kabristanındaki mezar

taşında şunları okuyoruz."... İman ve Kur'ân hizmetinde

mânevî mücahedesinde Medrese-i Yusufiyede Şehid olan


merhum, kahraman Şehid Ömer oğlu Hafız Ali Isparta

İslamköy Tevellüdü: l3l3 (l898) Ölümü: l944"

Aziz hatırasını rahmet ve fatihalarla anmaktayız.

Denizli Hapishanesinde mevkuf iken vefat eden Merhum Hafız Ali'nin Denizli Ağır
Ceza Mahkemesinde söylediği ifadesidir.

"Efendim.

"Ben Isparta hakim ve müddeiumumiliğinde hak ve hakikatın bütün bütün aksine


olarak Risale-i Nur'a karşı asılsız bir ittiham gördüğümden Risale-i Nur'dan kaçmak değil;
belki o ittihamdan çekinmek için sordukları suallere 'Ben değilim' dedim. Hatta o
Müddeiumumi kanunsuz bana yemin vererek 'Risale-i Nur'da yazılı Hafız Ali sen değil
misin?' dedi. Sükût edip yemin etmediğim halde sorgu hakimliğinde hamiyet-i İslâmiyeyi
taşıyan âli bir vicdan hissettiğimden adalet ve hakikatın tecelli edeceğini ümit edip 'Risale-i
Nur'da yazılı Hafız Ali benim' dedim. Ben Risale-i Nur'u hakaik-i imaniye ve Kur'âniye ve
kevniyeyi kat'i bürhanlarla izah edip insanların yüzünü âhirete çeviren, dünyadan ziyade
âhireti sevdiren mukaddes bir eser bulup ondan binlerce menfaat görmüşüm.

sh»:(Sn.Şh.S.397)

"Garibdir ki: Bu sır iddianamede keşfedilip dünyayı unutturacak derecede telkinat-ı


diniye verilmiş diye yazılı olduğu halde hem siyasî cemiyetçi, hem tarikatçı, hem de halkı
hükûmet aleyhine teşvik ediyorlar diye olan ittihamlarla nasıl kabil-i te'lifdir.

"Evet ben, Risale-i Nur'un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım
Said-i Nursi'nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf
biliyorum.

"Ben ne Risale-i Nur'da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir


emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip
müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def'a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu
olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifadelerinden benim gibi olduklarını da
anladım.
"İşte böyle sırf âhireti için Kur'an'ın İcaz-ı Manevisinden gelen Risale-i Nur'u okuyup
kendi istifadesinde çalışan bir ehl-i Kur'ân ve ehl-i âhireti cezalandıracak birkanun tasavvur
etmediğim gibi ittiham edildiğim siyasî cemiyetçilik ve tarikatçılık ve halkı hükûmet aleyhine
teşvik etmek gibi suçlar ile hiç bir alâkam olmadığından yüksek mahkemenizden beraatimi
isterim.

Hâfız Ali

[]

l943 Denizli hapishanesinde, kendini Üstadına feda eden, Hafız Ali Efendi'nin hanımı
Ümmühan Hanımefendi'nin kendi mübarek kalemiyle yazdığı Yirmi Beşinci Söz'den bazı
sayfalar, Bu sayfaların üzerinde Üstad Bediüzzaman'ın tashihleri ve bazı notları. bu notların
birisinde şunları okumaktayız:

"Bu nüshayı yazan Ümmühan nâmında bir nurcu hemşiremiz ve şehid merhum Hafız
Ali'nin refikasıdır."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.398)

[]

Hüsrev Altınbaşak

HÜSREV ALTINBAŞAK

l899'de Isparta'da doğdu. l977'de İstanbul'da vefat etti. Bediüzzaman'la birlikte,


Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde beraber bulundu.

Görüşmek kısmet değilmiş

Hüsrev Altınbaşak'ı müteaddit defalar ziyaret edip, görüşme teşebbüslerinde


bulunduğum halde, görüşememiştik. Daha doğrusu kabul etmemişti, reddetmişlerdi.
"Yazdığım Kur'ân çıktığı zaman ilerde görüşürüz" diye tehir etmişti.

Demek kısmet değilmiş.


Son olarak vefatından tam on beş gün önce, yine Kanarya yokuşlarını tırmanarak,
Hayrat Vakfına gidip, görüşmek ve hatıralarını tesbit etmek istemiştim. Olmadı, olamadı.

Hayrat Vakfının merdivenlerinden yalvarırcasına ayrılışımın iki şahidi var :

Arkadaşım Cemal Uşak ve Hüsrev Altınbaşak'ın yakın talebesi Kuleönlü Said


Efendi...

Bu ayrılıştan on beş gün sonra, ebediyete gitti. Allah rahmet eylesin.

"Hüsrev Altınbaşak kaç doğumlu" diye sormuştum. Said Efendi'ye "l3l5" diye cevap
vermişti.

Milâdî takvime göre l899, yani yetmiş sekiz yaşında Rahmet-i Rahmana kavuştu.

Said Efendi'ye, "Kimin vefat edeceğini Allah bilir, ama normal olarak Hüsrev Abi
artık son günlerini yaşıyor, gel sen beni onunla görüştür. O'na soracaklarım var. Hatıralarını
Şâhitler'in Dilin de yazmak istiyorum" demiştim. Fakat bütün çabalarımıza rağmen, Said
Efendi oralı olmadı.

Her neyse..

sh»:(Sn.Şh.S.399)

"Isparta hayatımı Hüsrev yazsın"

Emirdağ Lahikalar'ında Üstad Bediüzzaman'ın şu sözü de soracaklarım arasındaydı:

[]

Hüsrev Ağabey

"Kastamonu hayatımı Mehmet Feyzi yazsın, Isparta hayatımı ise Hüsrev yazsın!"

Kastamonu'da Mehmet Feyzi Pamukçu'ya sormuştum:

"Üstadın arzusunu yerine getirdiniz mi? Yani Kastamonu hayatını yazdınız mı?"
"Hayır" diye cevap vermişti. Ama gecenin saat birine kadar, tam dört saat hatıralarını
anlatmıştı.

Hüsrev Ağabeye de aynı suali soracaktım. Olmadı, olamadı.

Kendilerini hiç görememiştim.

Yalnız bir gece rüyamda görmüştüm. Güzel, sevinçli bir hali vardı. Kendisi anlatıyor,
ben de not alıyordum. Hatıralarını yazıyordum. Sadece rüyada kaldı, dünyada olmadı.

Isparta kahramanlarından, Risale-i Nur'un hizmetkârlarından birisiydi. En müşkül ve


karanlık günlerde Nur Risalelerine hizmet etmişti. Yüzlerce Risaleyi bir matbaa gibi
çoğaltmıştı. Güzel bir hatta sahipti, Tevafuklu Kur'ân-ı Kerim'i dokuz defa yazdığını
söylüyorlardı.

Üstad Bediüzzaman'la birlikte Eskişehir, Denizli ve Afyon zindanlarında kalmıştı.

27 Mayıs ihtilâlinden sonra Isparta'da, l2 Mart Muhtırasından sonra da Eskişehir'de


aylarca hapis yattı.

Evli idi. Fakat hanımından boşanmıştı. Bir kızı bulunmaktadır.

Nur Risalelerinin bir çok yerinde isminden ve hizmetlerinden sitayişle


bahsedilmektedir. Birçok mektupları ve fıkraları vardır.

Allah rahmet eylesin..

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.400)

[]

Abbas Mehmed Kara

ABBAS MEHMED KARA


Abbas Mehmed Kara, Barla nahiyesinde Bediüzzaman'dan kalan son hatıra, son canlı
şahitlerden birisidir.

Nur'un mektuplarında Risale-i Nur'un bereketine ait yağmur hadisesinde Abbas


Mehmed'in de ismi ve bahsi geçmektedir.

Barla seyahatlerimizde Abbas Mehmet Amcamın o çok tatlı, lâtif, kendi mahallî,
şivesiyle, "r" siz konuşmalarıyla güzel ve unutulmaz saatler geçirmişizdir.

Şu anda bu ebedî hayat levhalarından, bantlardan ve notlardan bir demet, bir nur
buketi sunmanın hazzını tatmaktayım.

"Üstad tavuğu niye kovuyor?"

Abbas Mehmed Efendinin anlattığı hatıraların içinde, bir yumurta hadisesi vardı.
Şöyle diyor Abbas Mehmed Efendi:

"Bir akşam üzeriydi,namaz için Yukuşbaşı Mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk.


Hocaefendi elinde bir odunla tavuğu kovuyordu. Tavuğu niçin kovduğunu sorduk. Tavuk
oradan oraya kaçıyordu, fakat Üstad odunu atıyor, tavuğu dışarı atmak istiyordu. Biz
arkadaşlarla bunun sebebini sorduk. Bize cevaben üç yumurta gösterdi. 'Bu tavuk dün iki tane,
bugün ise üç tane yumurtladı. Benim iktisat kaidemi bozuyor. Bu sebepten kovuyorum' dedi."

Abbas Mehmed Efendi, bu hatırayı anlatır ve peşinden hemen sorardı: "Ben üç


yumurtayı gözümle gördüm, kitaba niçin iki yumurta yazdınız?" derdi.

Abbas Mehmed Amcanın bu sualine tatminkâr bir cevap veremezdik. Ancak "Üstad
iki yazmış, Mektubat'a da iki geçmiş" diye mukabele ederdik.

"On Altıncı Mektub"un, "Dördüncü Nokta"sında, dördüncü sual ve izahta bu yumurta


bahsi şöyle ifade edilmektedir:

sh»:(Sn.Şh.S.401)

Mektubat'taki tavuk
"Şu üzerimdeki sakoyu yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise,
çamaşır, pabuç, çorap için, dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye
bana kâfi geldi. İşte şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i ilâhiyenin çok cihetleri var.
Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki
mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya
yanıma gelen halis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır veya iktisadın
bereketli bir menfaatidir veyahut 'Yâ Rahim, yâ Rahim' ile zikreden ve yanımda bulunan dört
kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin
mırmırlarını dikkatle dinlesen, 'Yâ Rahim, yâ Rahim' çektiklerini anlarsın.

"Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi
gibi, pek az fasıla ile hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün
iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: 'Böyle olur mu?' dedim.
Dediler: 'Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.' Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı.
Ramazan-ı şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta,
hem Ramazan'da, bu mübarek hâli bir ikram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana
hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni
yumurtasız bırakmadı."

[]

Üstadın kendi el yazısıyla yazdığı yazıda da, "üç" "iki"

şeklinde düzeltilmiş. Daire içindeki kısım.

sh»:(Sn.Şh.S.402)

Bu hatıranın tesbitinden sonra, bu meseleye zihnimde bir nokta, bir istifham


koymuştum. Üstadın himmetiyle, "Elbette bu mesele de günün birinde aydınlanır" diye
düşünüyordum.

Yine Barla'da geçirdiğimiz bir tatil gününde, unutulmuş, terk edilmiş bir köşede,
küçük bir kağıt parçası elime geçmişti. Bu kağıt parçası, Üstadın el yazısıyla tezyin edilmişti.
Bu yumurta bahsini anlatıyordu.
Üstad kendi kalemiyle önce üç yumurta diye yazmış, yine kendisi üç kelimesini iptal
edip üzerini çizip karalayarak iki yazmıştı. Üstadın el yazısı parçayı Abbas Mehmed Efendiye
gösterdiğimiz zaman sevinçten uçmuş, "Ben size demedim mi? Hocaefendi bize kendi eliyle
üç yumurtayı birden göstermişti." demişti.

Abbas Mehmed Kara'nın hatıralarını sualli-cevaplı tesbit ettik. Suallerimiz ve


kendilerinin cevapları şöyleydi:

Üstadı ilk görüşüm

Bediüzzaman'ı ilk defa nasıl gördünüz?

İlk defa buraya geldi. Ben evin önünde oturuyordum.

"Sen buralı mısın?" dedi.

"Evet" dedim.

"Bu mahalleli misin?" dedi.

"Evet" dedim.

"Camiye gitmedin mi?" dedi.

"Gitmedim," dedim.

"Sen camiden kalma, git," dedi.

Dua vardı, Ramazan'ın bitiminde, Bahar idi. Konuşurduk. Kimi görse çağırırdı.
Hizmet ederdik. Suyunu doldurur, sobasını yakardık. O çıkarır, birşey verirdi. Boş
göndermezdi. Ya üzüm verir, ya yemiş verir. Mutlaka birşey verirdi.

"Üstada getirilen deli"

Üstada getirilen deli getiriyorlar. O hadise nasıl olmuştu.

Onu mu? Biz Üstadla gidiyorduk. Denizin kıyısında süpürgelik var. Vardık oraya, iki
adam geldi. Biri deliymiş. Her tarafı dolaştırmışlar. İstanbul'u filân. Demişler: "Barla'da bir
hoca var, herşeyi bilir." Biz Üstadla odun indiriyorduk. Üstad "Onu bırakın, o kimseye
dokunmaz," dedi. "Okuyuver," dediler. Üstad, "İyidir, alın gidin" dedi. Merkepleri vardı iki
tane. Biri bizim karpuzu yemiş. Üstad, "Bu merkepler cezalandı, şu odunları taşıyıverin" dedi.
"Aman efen

sh»:(Sn.Şh.S.403)

dim, akşama kadar kalalım, odunları biz çekelim," dediler. Bir sefer odun indirtti.
Sonra onlar gittiler.

"Balıkla dolan ağ"

Balık meselesi nasıl olmuştu?

Aynı gün Bekir Ağa da vardı. Sonra Balıkçı İsmail Ağa, "Ben, balığa bakayım," dedi.
Güz vaktiydi. Üstad geleli l,5 sene filân olmuştu. Eyüp bize aş pişiriyordu. "İsmail Ağa aş
pişesiye gelir" dedi. İsmail Ağa tuzağı bir kaldırmak istedi, kalkmadı. "Bekir Ağa, gel
kaldıralım, bu takıldı" dedi. Baktık, balık dolmuş. Toprağın üstüne bir sürü balık doluyor.
Dört köfün iki seferde, Hoca dedi ki: "İsmail Ağa, bu arkadaşlara yiyecek kadar verin,
kalanını satın" dedi. Köfünleri doldurduk. Bize birer yemeklik verdiler. Tadını aldılar ya
ertesi gün yine gidip köfünleri atmışlar. Sabaha kadar bir yemeklik tutamamışlar. "Üstadın
duasıyla olmuş önceki bereket" dediler. Çabuk geldiler.

"Cuma namazına niçin gitmedin?"

Bir de Cuma namazına gitmemişsin?

Cumaya gitmediğim gün Ankara'ya yük yolluyordum. Namazı yukarıda kılardık.


Üstad, Ceylân, Zübeyir, Bayram yukardan geldiler. Ben onları görmedim. Beni görünce,
"Mehmed, sen camiye neye gitmedin?" dedi. "Ankara'ya yük yolluyordum,. yük
yetiştireceğim diye yetişemedim," dedim. "Vallahi Mehmed, Hoca gitmiyor, ben de
gitmiyorum deyeydin, cemaate de, talebeliğe de kabul etmeyecektim seni" dedi. "Yok" dedim.
Sıddık Süleyman'a Şafiî olduğunu söylemiş. *

"Üstad halkçılara çok kızardı"

Bir de sana vurmuş. Nasıl olmuştu?


Murad Ağanın Hâfızı fırka reisi, Halk partili. Üç-beş kişiyi yazıyor. "Sen falan, sen
filânsın" diyor. Fırka reisi dellâl ünlettirdi: "Yarın toplantı var" diye. Ben o gün camiye
gitmedim. Üstadın camisine. Bakıyor, ben yokum, Yatsı namazından sonra, Yatsı namazlarını
mescidde kılardım. Sonra "Hafızın evine, Halkçıların toplantısına gitmiştir" diyorlar. "Benim
en itimad ettiğim bir adamdı, onu nasıl kandırıp götürüyorlar?" diyor. Namazı kıldıktan sonra
duayı bitirdi. Bana "Sen niye gittin oraya? Sen benim en ufak talebemsin" dedi. "Ben
gitmedim oraya" dedim. Üstad "Kabul etmiyorum, reddediyo

sh»:(Sn.Şh.S.404)

rum seni" dedi. Sıddık Süleyman da vardı. "Git, bir daha da gelme" dedi. İki tokat
vurdu bana, merdivenin başında.

"Allah rahatlık versin efendim" dedim. Hiç seslenmedi. Sonra gene gittim. Süleyman
Sıddık'ın bahçesine gittiler bir gün. Yanına vardım yine. Namaz kıldık. "Seni takip ettirdim,
birdaha gitmemişsin, arkamdan gel" dedi. Odaya girdik. Kuru üzüm, badem ve yemiş verdi.
Bunların hepsini kâğıda döktü. "Bunu al, evde ye" dedi. "Hakkını helâl et" dedi. "Helâl olsun"
dedim. "Artık hem cemaatsın hem de talebesin" dedi. Halkçılara çok kızardı.

"Yoksa talebelikten çıkarım"

Üstada somya mı, rahle mi yapmışsın?

Somya, seyyar, uzanıp yatacak birşeydi. Dinlenirdi. Bir divan yapmıştım. Bana
Ziver'le para gönderdi. Ben "Ne para alırım, ne de birşey" dedim. "Ben para almış olsam,
ücretine yapmış olurum talebelikten çıkarım" dedim. Zübeyir'e sordu. "Ne dersin? Mehmed
ne böyle diyor" dedi. O da "böyle diyor, ben para almam, yoksa talebelikten çıkarım diyor,"
dedi. Parayı geri ceketinin cebine soktu. Ceketi de elindeydi. Döndü; bana, "Bu kadar çalıştın,
alınmaz mı para?" dedi.

Çam dağındaki ağaçların üzerine köşkleri siz mi yaptınız?

Demokratlar zamanında tamire gittik. Katran değil de, Çamdakini biz yapmıştık.
Akşam vakti "Yat" dedi mi orada yatıyorduk. "Yatman, evinize gideceksiniz" dedi mi
giderdik.
Üstadla beraberliğimiz

Şu karşı dağlara da gittiniz mi?

Kendisiyle beraber gittik. Delikli Pınara kadar merkep ile gittik. Caminin kapısının
yanında dikiliyordum. "Mehmed!" dedi. "Efendim!" dedim "Nereye gidecen?" dedi. "Bir yere
gitmeyeceğim" dedim. "Hadi, merkebi al gel" dedi. Heybeye ekmek ve erzak da koydum.
"Bunları ne yapacaksın?" dedi. "Orada yeriz" dedim. "Yok, ben götürüyorum, sen benim
misafirimsin" dedi. Israr ettim, kabul etmedi. Ekmeği eve bıraktım. İki ekmeği varmış, sefer
tasına acık da et koymuş. Vardık oraya. Merkepden indi. "Şu pınarın başına sen otur, ateşi
yak, eti pişir, ben birazdan gelirim" dedi. Tepenin böğründe bir alıç ağacı var. Onun altına
oturdu, dua okuyordu.

Biraz daha okudu geldi. "Et pişmedi mi?" dedi. "Bilmem" dedim. "Pişmiştir" dedi.
İndirdi. Azcığını bana verdi, azcığını da kendi aldı.

sh»:(Sn.Şh.S.405)

Ekmeği de öyle yaptı. "Kalanını da öğlen yiyeceğiz" dedi. Et ile ekmek, ancak bir
adamı doyururdu. "Öğlen namazlarını kıldık, et iyi olmuştur" dedi. Ben ezan okudum. Kendi
imam oldu. Oraya ağacın altına yerine gitti. Saatı vardı. Ona baktı "İkindi olmuş" dedi.
Namaz kıldık. "Çek merkebi" dedi. Çektim, bindik geldik.

Onuncu Söz'ü sana mı verdi sakla diye?

Verdi. 47 tane idi. Hacı Bekir'e "Bunları bastır" demişti. Onları burda yazdırdı. O
adam bunları bastırdı. Bunlar da duyuldu. Hemen aranıyor. Bana "Şu iki torbayı sen götür,"
dedi. Evime sakladım. İslâmköylü Abdullah Efendi "Hocanın kitapları yok mu, ben aramaya
geldim" dedi. "Bende var" dedim. "Hoca gelir, sonra sorar, nere godun der?" dedim. Üstad
Emirdağ'da iken bir gün biz Hacı Dayının (Bahri Çağlar) yanına gittik. Onları verdim. O
Emirdağ'a götürüyordu. Sonra, "Çok iyi saklamışsın onları, zayi etmemişsin" diye bana iltifat
etti.

Askere ne zaman gittin?


Üstad burdaydı. Geldiğimde de Üstad yine burdaydı. Anam "Oğlumun mektubu
gelmedi" diye ağlarmış. Üstad, "Sağ Mehmed, sağ" demiş.

Risale-i Nur'ları kendisi sana okuyor muydu? Nasıl öğreniyordun?

Sıddık Süleyman, Hacı Dayı okurdu, biz dinlerdik. Bir gün "Mehmed" dedi, "gel
buraya." Geldim. "Git" dedi, "pabuçlarını değiştir, gel." Gittim, değiştirdim geldim. "Haydi,
Bedre'ye varıp geleceksin" dedi. "Peki" dedim. "Bunu Sabri Efendiye vereceksin, geleceksin"
dedi. Mektup daha hazır değilmiş. "Çınarın altında yarım saat oturdu. Ben sana haber ederim"
dedi. Bir saat oturdum. "Gel, al, git" dediler. Aldım gittim, verdim. "Ben sigara içiyordum"
dedi Sabri Efendi. Bahçesinde cigara içiyormuş. "Bir baktım" diyor, "Üstad başucumda
duruyor." "Mahcup oldum" diyor. Üstad buradan tâ Bedreye mektup götürmüş.

Üstadla beraberdik. Sonradan plâj yaptıkları yerde boğazdan koca bir yılan geliyordu.
Bilek kalınlığında ve iki adam boyu. Ben taş aldım. "Mehmed ne ediyorsun?" dedi. "Yılanı
kovalıyorum" dedim. "O gelsin dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok" dedi.

"Biz," dedi, "ufacık bir karıncayı öldüremeyiz, çok ufak bir mahlûk öldüremeyiz. Bize
canlıları öldürmeye müsaade yok" dedi. Yılan onun merkebinin altından geçti. Biz yayan
yürüyorduk. Hiçbirşey yapmadı."O suya gidiyor" dedi.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.406)

Kamil Demirtaş

KÂMİL DEMİRTAŞ

Hüseyin oğlu Kamil Demirtaş l898 doğumlu. Görüşmemiz mülakat tarzında oldu.

Bediüzzaman'ı Barla'da ilk defa nasıl gördünüz?

İlk defa, 'memlekete bir hoca gelmiş,' dediler. Muhacir Hafızın küçük bir odası vardı.
Ziyaretine vardık, elini öptük. 'Ben sizlerin misafirinizim,' dedi. Sekiz gün o adadan bir tarafa
çıkmadı.
Günde l,5-2 saat uyurdu

Hangi mevsimdi?

Bahar olsa gerek. Bizim bağ vardı. Sekiz gün sonra câmiye getirdiler Üstadı. Eğrenni
mevkiinde bir büyük taş var. O taşın dibinde kendi başına mütemadiyen risale yazıyor, sonra
aşağı geliyordu. Bizim bağda kamıştan bir kelif vardı. Tek başına orada yatıyordu. Allah ne
verdiyse onu yerdi. Zaten fazla yemezdi, uykusu da yoktu. Sabah namazından sonra l,5-2 saat
kadar uyur uyumaz. O kadar, 24 saat içinde uykusu bu kadar. Geceleri zikreder, uyumazdı.

Geceleri zikrettiğini hiç gördünüz mü?

Tabiî. Dört-beş sene mütemadiyen orada kaldı. Ondan sonra Çam Dağına gitti.

Üstadın Çam Dağına gidişi

Çam Dağını nasıl buldu?

Garip köyünden birkaç kişi gelmişler, rica etmişler: "Bize de yakın olsan, biz de dâima
sizi ziyaret etsek. Bir mevki var. Biz de yardım etsek de. Sen orada yatıp kalksan." "Olur"
demiş.İlk defa Çam Dağının tertibini onlar yaptılar.

Sizin bağdaki hadiseyi anlatıyordunuz.

sh»:(Sn.Şh.S.407)

Biz orda yeriz, içeriz. Onun isteğini-süt ve yoğurt gibi- temin ederdik. En ziyade
Muhacir Hafız ile görüşüyordu. Bir zikir esnasında, yatsıdan sonra, Muhacir Hafız oraya
gelmiş, kelifin öbür tarafında bir çubuk var. Çubuğun altına gizlenmiş. "Birisi var, git ara,"
dedi bana, "Yabancı biri geldi, bize zararı dokunur" dedi. "Onu bul" dedi. Çıktım, sağa-sola
baktım. Bulamadım, "Yok hiç kimse" dedim. "Gel" dedi. "Çık çubuğun altından" dedi.
Muhacir Hafız oraya saklanmış. "Sen kendine acımıyorsan bize de mi acımadın" dedi. "Ben
ne kadar eziyet çektim" dedi. "Hemen şimdi, nereden geldiysen oraya gideceksin" dedi.
İzinsiz geldiği için bırakmadı. O da şöyle böyle demedi, gitti.

Çam Dağına hiç gittiniz mi?


Çok gittim. Çam Dağına 20-25 defa falan gittim. Bir defasında Sıddık Süleyman'ın
yeğeni Hüseyin ile gitmiştim.

"Çam Dağında odun kestik"

Yanında kaldınız mı?

Bir gün gittiğimizde Burdur'un Ceylân köyünden üç misafir Üstadın ziyaretine


geliyorlar. Oraya gelecekler. Aşağıdan, uzak bir mahalden Ahmet-Mehmet diye bağırıyorlar.
O esnada Hüseyin'le Çam Dağındayız. Üstad da oradaydı. "Kimi arıyorsunuz?" diye ses
verdik. Sesimize geldiler, bizi buldular. Üç hayvanda, altı sepet üzüm, hediye getiriyorlar.
Yardım ettik, indirdik. Üstad, "Tava yok, kazan yok. Bunu ne yapacağız, pekmez mi
kaynatacağız? Nasıl getirdiyseniz öyle götürün" dedi. Üstad kabul etmedi.

Sonra ısrar üzerine bir sepetini kabul etti. "Gerisini götüreceksiniz," dedi. Ben dedim:
"Bir sepet siz, bir sepet ben, bir sepet Hüseyin (Keçeli) alır. Üç sepet kalır, onu da yarın aç
gelir, açık gelir, dağın başında onlara verirsiniz" dedim. Kabul etti.

Sabah namazını kıldıktan sonra "Siz gideceksiniz," dedi. Onlar gittiler. Sonra biz çıra
keseceğiz, üçümüz. Üstad, ben, Hüseyin. Ben yoruluyorum, baltayı Üstad alıyor, o yoruluyor.
Hüseyin alıyor; birlikte kesiyoruz. Cübbeyi, sarığı çıkardı. Yorulmadı. Hava karardı.
"Bırakın" dedi. Bulunduğu yerin beş dakika kadar ilerisine, Senirkent tarafına geldik, oturduk.
Şimşek çaktı, gök gürledi. Çırayı kestiğimiz ağaca yıldırım düştü. Yıldırım ağacı köküyle
çıkarmış. Çırayı üçe taksim ettik. Güzel bir atım vardı, kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Ama
Üstad ona binerdi.

sh»:(Sn.Şh.S.408)

"Üstadın hususi hizmetini görürdüm"

Daha başka hatıranız oldu mu? En son ne zaman gördünüz?

İstanbul'a giderken gördüm. Badem indiriyorduk. Mahdumla yoğurt, ekmek, çörek


filân gönderdik. "Üstad meşgul" demişler. Mahdum geldi; "Kapıyı açmıyorlar," dedi. İkimiz
geldik. "Üstad meşgul" dediler. "Birşey yapacak olursa bana yapsın, açın kapıyı," dedim.
"Açmazsanız kırar girerim," dedim. Açtılar, girdik. Elimizde ekmek. Dedim, "şikâyetim var."
Talebeler de duyuyorlar. "Bize kapıyı açmıyorlar," dedim. Bir celâllendi. "Nasıl açmazlar,"
dedi. "Benim sekiz dokuz senelik talebelerime kapı açılmaz mı?" dedi. "Bundan sonra bunlar
geldi mi kapıyı açacaksınız, hiç itiraz yok," dedi. "Bir daha işitmeyeceğim, Kâmil geldikten
sonra kapı açılacak" dedi. Tıraşını da ben yapardım. Üç günde bir sakal traş ederdim. Saçını
yaptırmazdı. Saçı büyümezdi zaten. Traşı burada yapardım. Birkaç defa da bizim eve geldi,
orda da yaptım. Usturayla traş ederdim. O gün mahduma ufak gümüş 25'liklerden bir tane
vermişti. Bir 25'lik de bana verdi. "Bu cüzdanınızda olduğu müddetçe inşaallah yokluk
görmeyeceksiniz" dedi. Çocuklarımın üçüne de aynı yerde dua etti. "Önceden ben fakirdim,
şimdi zengin oldum. Ben sana aylık vereceğim" dedi. "Duanızı beklerim. Bana verilecek
aylığı bir başkasına verseniz memnun kalırım" dedim. Kabul etmedi. Ben de 25 kuruş olan
hediyemi aldım. Hepsi o kadar. O öyle birisiydi ki. Ne diyeyim, yüz senede böyle bir zat
zuhur edermiş. Böyle büyük bir zât. O da buraya düştü.

Kendisi öyle birşey dedi mi size?

Kendi söylemez. Kendini büyütmez o. Dâima kendini aşağıda tutardı.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.409)

[]

Bahri Çağlar

BAHRİ ÇAĞLAR

l899'da Isparta'nın Barla nahiyesinde doğdu. Nur Risalelerinin Emirdağ Lahikası'nda


ismi ve bahsi geçmektedir. Barla'da Nur Üstad Bediüzzaman'ın ilk muhatap ve talebelerinden
Muhacir Hafız Ahmed Efendinin damadıdır. "İkinci Lem'a"da bahsedilen Muhacir Hafız
Ahmed Efendi merhum, Üstad Bediüzzaman'ı Barla'da bir hafta evinde misafir etmişti.
Muhacir Hafız Ahmed üstadın sekiz sene kaldığı muhteşem çınarın yanındaki menzilin
bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidi'nin imamlığını yapıyordu.

Eşref Beyi korkutan neydi?


Merhum Bahri Çağlar, "Yirmi Dokuzuncu Söz"deki "Elifler Kerameti" bahsinin
şâhitlerinden olan Eşref Beyin oğludur.

Bahri Bey Amcamın anlattığına göre, babası çok hiddetli ve heybetli bir zatmış.
Birgün ısrarla geceleyin Üstadın dershanesinde kalmak ister. Üstad ne kadar rıza göstermezse
de, rica yoluyla kalır. Gecenin çok ıssız bir vaktinde, aşağıdaki çeşmenin yanından bazı lâhutî
sesler ve yine çeşme başındaki taşlardan at nallarının sesleri gelmeye başlar.

Üstad Bediüzzaman, bu zoraki misafiri kaldırıp, aşağıdakilere bakmasını söyler. Fakat


o celâlli ve heybetli Eşref Bey korkusundan başını bile yorganın altından dışarıya çıkaramaz.
Sonra Üstad, Nur âleminden gelen o nuranî misafirlerin yanlarına iner ve onlarla görüşür.
Bizim Barla'nın öfkeli ve hiddetli şahsiyeti Eşref Bey, ancak o zaman başını yorganın altından
dışarıya çıkarıp rahat bir nefes alır.

Bu hâdiseden sonra Bediüzzaman'ın yanında kalabilme cesaretini gösteremez. Bir


daha da "Ben sizin bu gece misafiriniz olaca

sh»:(Sn.Şh.S.410)

ğım!" gibilerden herhangi birşey söyleyemez.

"Yirmi Dokuzuncu Söz'ü Nur kâtipleri birbirlerinden habersiz olarak yazarlar. Bu


sözde bütün risalenin ilk satırlarında elif harfleri alt alta gelerek muhteşem bir tevafuk
meydana getirmişlerdir.

Merhum Bahri Çağlar Amcanın babası Eşref Bey de bu alt alta gelen eliflerin canlı bir
şâhidi olarak, imzasını atmaktadır. "Eşref Bey" şeklinde imzası, İslâm yazılı risalenin sonunda
bulunmaktadır.

Köye bir Hoca Efendi gelmiş

Bahri Çağlar hâtıralarını şöyle anlatıyordu:

"Üstad Barla'ya ilk geldiği gün (l926 baharı) herkes birşeyler söylüyordu: 'Köye bir
Hoca Efendi gelmiş. Namı Bediüzzaman imiş. Ankara'dan sürmüşler. Eğridir'den jandarma
nezaretinde bir kayıkla gelmiş. 8 ay Budur'da kalmış. Etraftan halk ve ulema ziyaretine
gelmeye başlayınca kimse ile görüştürmemek için dağlar arasında ücra bir köy olan Barla'ya
nefyetmişler.."

"Ben Üstadın Barla'ya gelişinin dördüncü günü ziyaretine gittim. Başında sarık,
sırtında cübbe, heybetli ve haşmetli bir hali vardı. Gözleri şimşek gibi parlıyordu.

Çınar ağacının değeri

"Barla'da medrese-i nuriyenin önünde bulunan çınar ağacı hakkında Üstad şöyle
diyordu:

"Ehl-i hükümet gelerek, 'Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da l0
bin altın vereceğiz; bu parayı Risale-i Nurun hizmetine sarfedersin' deseler, Vallahi razı
olmam."

Döküleni topla

"Üstad benden bir tane çam kozalağı istemişti. Ben de koparmak için elimi ağaca
uzattım. Üstad, 'Hayır ağacından koparmayacaksın. Altına dökülenlerden bulacaksın' diye
ikaz etti.

Ağaçtaki taze ekmek

"Bir defasında Üstad bana, 'Mübarek Süleyman ne yapıyor?' diye sordu.

"Risale yazıyor" dedim.

"Üstad, 'Onun söylediği iki kelime var ki, o kelimeler onun için

sh»:(Sn.Şh.S.411)

l0 sene risale yazmaktan daha efdaldir. Çam dağında bir ağacın dalları arasında taze
ekmek bulduğumuz da, 'Üstadım, bu ekmek bize helâl olur mu ya?' demişti.

"Bir seferinde Çam Dağında iken Üstad, Mübarek Süleyman'dan ekmek hadisesi olan
mevkide, her defasında iki yumurta yumurtlayan tavuğu soruyor. O sırada büyük bir kartal
gelip ağaca çarpıyor. Üstad, hemen tavuk bahsini kapatıyor, uzun bir tefekküre dalıyor.
Nur postacıları

"Risale-i Nurların elle çoğaltıldığı ilk yıllarda eli kalem tutan herkes gönderilen
risaleyi yazarak çoğaltıyordu. Isparta'nın civar köylerinde, bilhassa Sav ile Barla arasındaki
köylerde çok yazan vardı. Savlılar yazınca kitap Isparta'ya; Ispartalılar Kuleönüne,
Kuleönlüler de Barla'ya getirirdi. Yazmasını bilmeyenler de Nur postacılığı yapar, kitapları
taşırlardı.

Üstadla gelen bereket

"Üstad Barla'ya ayak bastığı zaman burada öyle bir mahsul oldu ki, her sene dışarıdan
buğday alırken, o sene dışarıya biz mahsül sattık. O buradan gidince, o bizleri terk edince
mahsüllerimiz azaldı. Eski bolluk ve bereket kalmadı. Barla'nın bağ ve bahçeleri sarardı,
kurudu. Ekin onda bire düştü. Eskiden çiftçilik yapan 200 aile vardı, şimdi 5'e düştü.

Elleri bağlı deli

"Üstadın hizmetinde bulunduğum birgün yanına Afyon taraflarından elleri bağlı deli
bir çocuk getirdiler. Birçok doktora götürdükleri halde iyi olmamış. Elini çözünce insanlara
hücum ediyormuş.

"Hz. Üstad, 'Bunun ellerini niçin bağladınz, çözün' dedi. Elleri çözülünce çocuk gayet
sakin bir hal aldı. Daha sonra da şifa buldu.

"O sırada onları Barla'ya getiren eşeklerden biri heybeden düşen karpuzlardan birini
yemiş. Hz. Üstad o zaman karpuzları yemesinin cezası olarak, 'Bu işleği deniz (Eğridir Gölü)
kenarına götürün, odun yükleyerek buraya getirin' dedi. O şefkat kahramanı aziz Üstad, eşeğe,
çok çalışkan ve çok faydalı mânâsında 'işlek' derdi.

sh»:(Sn.Şh.S.412)

Bir kitap iki tane olmuş

"Üstad birgün bana, 'Sende Tılsımlar Mecmuası var mı?' diye kitabı istedi.

"Var" dedim.
"Getir, bir meseleye bakacağım" dedi.

Yatsıdan sonraydı. Üstada verdim. Ertesi gün öğleden sonra geldiğimde, baktım ki,
Üstad hepsini okumuş: 'Al kitabını, hepsini okudum' dedi.

"Almayacağım' dedim.

"Neden almıyorsun?' dedi.

"Sakladığım yerde iki tane imiş' dedim. Halbuki Üstad istemezden önce orada iki tane
kitabın olduğunu ben de bilmiyordum.

Yırtmaya kıyamadım

"Kule önünde Küçük Ali vardı. Birgün gittim, sordum: "Tılsımlar mecmuası ciltlendi
mi?' 'Hayır, daha ciltlenmedi' dedi. Üç gün sonra tekrar gittim. 'Ciltlenecek filan' derken 'Siz
ciltleyebilir misiniz, beş lira fiat' dedi.

"Ben de 'iki tane ver' dedim, 'Biraz Osman'ın elinden gelir.' Götürdüm, ciltledik. Bu
sefer Üstaddan, 'Tılsımlar Mecmuası'nın sonundaki 'Mâidetü'l-Kur'ân bahsini koparın' diye
haber geldi. Yeni ciltlettiğimiz için koparmaya kıyamadık. Öylece kalmıştı. Üstad isteyince
koparmadığımızı fark ettim. Üstad, 'Niye koparmadınız?' deyince, 'Kıyamadım Üstadım'
dedim. Üstad öyle memnun oldu ki, o memnun vaziyetini bir daha göremedim.

Üstadın cübbesi yangını nasıl söndürdü?

"Otların kuru olduğu bir yaz günü Santral Sabri öküzlerini otlatıyormuş. Çobanlardan
biri elindeki sigarayı yere atar atmaz, otlar tutuşmaya başlamış. Etrafta da kimse yokmuş.
Ateşi söndürmek için biraz toprak atmış, fakat ateş iyice alevlenmiş. Her taraf ormanlık. Sabri
Ağabeyin üstünde Üstadın cübbesi varmış. Cübbeyi çıkarmış açmış, ateşe karşı tutmuş. 'İşte
Bediüzzaman Hazretlerinin cübbesi' demiş. Kudret-i İlâhi, ateş sönüvermiş. Hâdiseyi ertesi
gün Üstada bahsetmiş. Üstad da, 'Keçeli' demiş. 'beni orman bekçisi mi yaptın?'

sh»:(Sn.Şh.S.413)

Üç büyük cenaze
"Üstad birgün Santral Sabri'ye şöyle diyor:

"Önce Yâsin-i Şerif'i oku, arkasından İhlâsı, daha sonra da Cevşeni oku ve üç büyük
cenazenin ruhuna bağışla. Bu üç büyük cenaze:

l. Dünyanın geçmiş ömrü.

2. Ecdadın geçmiş ömrü.

3. Kendi geçmiş ömrü."

200 yıllık ölü

"Bir gün Üstad, yanında Şamlı Hafız Tevfik olduğu halde mazarlığın yanından
geçiyorlarmış. Üstad diyor ki: 'Şurada yatan bir zat var, beni geceleri rahatsız ediyor, kazın'
diyor. Kazıyorlar, bir mezar taşı çıkıyor. 200 sene önce defnedildiği anlaşılıyor. Halbuki
kazılmadan önce orası düm düzmüş, mezar olduğuna dair hiçbir alâmet yokmuş. Herhalde
gelen geçen çiğnediği için, Üsdad o mezarın meydana çıkarılmasını istemiş.

[]

l97l Mart'ında Eğridir Nis Adasında

Bahri Çağlar Av.Bekir Berk ile beraber

Müftü mahcup oldu

"Eğridir müftüsü halim-selim bir adamdı. Risale-i Nurlara hayrandı. Birgün mendiline
elma koyup Üstada getirdi. Üstad taksiye binmiş hareket etmek üzere idi. Hemen ilerledi,
elmayı uzattı. Elma elli kuruş etmezken, Üstad çıkardı iki gümüş lira verdi. Müftü mahcup
oldu. Parayı almak istemedi. Bunun üzerine, Üstad 'Söyle, parayı alsın' gibilerden benim
yüzüme bakınca, Müftü Efendiye parayı almasını söyledim, o da aldı.

sh»:(Sn.Şh.S.414)

Kaplumbağaya dokunmayın
"Bir bahar günü Üstad birkaç talebesi ile beraber kıra giderken yol üzerinde bir
kaplumbağa görür. Kaplumbağanın az gerisinde çocuklar oynuyorlarmış. Üstad Hazretleri
çocukların yanında durur, muhabbetle bakar ve şöyle der:

"Siz mübareksiniz, masumsunuz, bana dua edin. Bu kaplumbağaya da dokunmayın.


Çünkü o da mübarektir."

"Oradan uzaklaşıp 5 dakika kadar giderler, az sonra tekrar dururlar. Üstad


kardeşlerden birisini geriye çocukların yanına göndererek kaplumbağayı çocukların elinden
kurtarmasını söyler. Oraya varınca, çocukların sopalarla kaplumbağayı rahatsız ettiklerini
görür ve ellerinden alarak uzakça bir yere götürür.

Ağaçta çay içerken

"Sıddık Süleyman Ağabey anlatmıştı:

"Üstad Hazretleri medresenin yanında bulunan çınar ağacının üzerindeki köşke çay
bardağı elinde hiçbir tarafa tutunmadan çıkarmış. Bazan geceleri orada kalırmış.

Sarp yamaçlarda rahat yürürdü

"Üstad Çam Dağında iken tepenin Senirkent'e bakan cihetine oturmuş. Burası çok sarp
ve dik bir yerdir. Altı tarafı da uçurum. Sıddık Süleyman Ağabey çay pişirmiş. Üstada
götürürken ayağım kayar da düşerim diye eli titriyormuş. Bir bardak çayı eli titreye titreye
Üstada veriyor. Üstadın kılı bile kıpırdamıyormuş. Üstelik Üstad ökçesi basık ayakkabı
giyerdi. Onunla yürümek ise çok zordur. Üstad en sarp ve dik yamaçlarda bile rahatça
yürürdü.

Yarım şeker israfı

"Sıddık Süleyman Üstad Hazretlerinin misafirlerine çay dağıtıyormuş. Elinde yarım


tane kesme şeker varmış. Onu boş bir bardağa bırakmış. Bu hâli gören Üstad Hazretlerinin
ruhu çok sıkılır ve kendisine şöyle der:

"Eğer yirmi kişiye daha çay verseydin ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çünkü sen iktisada
riayet etmedin."

Nurun ilk kapısı


"Üstad Barla'da iken Sıddık Süleyman Nurun İlk Kapısı'nı vermişti. Bir ara ben de
görmüştüm. Aldım bir nüsha yazdım. Bu sıra

sh»:(Sn.Şh.S.415)

larda Üstad Kastamonu'da idi. Üstad l6 sene sonra tekrar Barla'ya geldiğinde ikimiz de
götürüp kitapları kendisine takdim ettik. Üstad ise hemen Isparta'ya gönderip çoğalttırdı. Bu
ismi de o zaman koydu.

Haydi Üstada gidelim

"l950'den sonra bir yaz günü Üstad Barla'ya şoförü Mahmud Çalışkan'la gelmişti.
Yanında başka kimse yoktu. Çünkü diğer kardeşler hep tevkif edilmişti. Köyde herkes işinde
gücünde olduğundan kimse yoktu. Mahmut kardeş ise Barla'ya ilk defa geliyormuş. Arabayı
yukarıdaki medresenin yanına koymuşlar.

"Üstad, Mahmut kardeşe bir miktar para vererek yoğurt almaya göndermiş: 'Süleyman
Efendinin evini sor. Eğer o yoksa evi medreseye bitişik olan Marangoz Mustafa Çavuşun
kızını bul, şu parayı ona ver, yoğurt bulsun. Onları bulamazsan Bahri'yi bul"

"Medresenin yanına geliyor, fakat civarda kimse yok. Kendisini yaşlı bir kadın
görüyor, 'Kimi arıyorsun?' diyor.

"Süleyman efendiyi."

"İşte şu karşıki ev."

"Bakmış kapı kilitli. Bu sefer Mustafa Çavuşu soruyor. Fakat 'Kızı' kelimesini
unutmuş.

"Kadın, 'Mustafa Çavuş yok. Biraz yukarıda Mustafa Çavuş vardı, ama öleli çok oldu'
diyor.

"Oradan sorarak Mahmut kardeş bizim eve geliyor. Vakit öğle saati. Yemek yiyorduk.
Bütün çocuklar sofrada idi. Cümle kapısı tıkırdadı. En küçük kızım, 'Şu kapının çalınması
Üstadın talebelerinin çalmasına benziyor' dedi. Hepimiz merdivenin başına koştuk. Baktım ki
kapıdaki Mahmut kardeş. Hemen aşağı indim. 'Ben sokakta kaldım' dedi. 'Süleyman efendi
yok, Mustafa Çavuş yok. Haydi Üstadın yanına gidelim.' Kalktık yukarı medreseye gittik.
Üstadı bir sandalyede oturmuş halde gördüm. Üstad çok neşeli idi. Öyle neşeli halini daha
önce hiç görmemiştim.

Üstadın çay ikramı

"Üstad yukarı medresede kaldığı zaman hava mülayim ise hiç içeride oturmaz, dışarı
çıkardı. Bilhassa hava güneşli ise zemherir de olsa mutlaka dışarı çıkardı. Medresenin büyük
salonunda sabahleyin çay içerdi. O esnada merdivende kimi görse elindeki çay bardağı yarım
da olsa veya birkaç yudum da kalmış olsa içmesi

sh»:(Sn.Şh.S.416)

için ona verir ve içmesini isterdi. İçmezsek üzülürdü. Bunun için Üstadı çay içerken
gördüğümde merdivende gizlenirdim.

Kitap hediyesi

"Üstad Emirdağ'da ziyaret ettiğimde kendisine bir adet Asa-yı Musa hediye etmek
istedim. Fakat Üstad kabul etmedi. Bunun üzerine, 'Üstadım' dedim, 'dünyaya ait birşey
olunca almıyorsunuz. İşte bu kitaptır.' Böyle deyince Üstad kabul etti ve bana bir tane havlu
verdi. Bu havluyu yıllarca muhafaza ettim.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.417)

H.ENVER TEVFİK ÖZTÜRK

l909'da Barla'da doğdu. Barla'da bulunduğu yıllarda Ankara'nın istediği üzerine


Bediüzzaman'ın resmini çeken zattır.l950'den sonra evi, Bediüzzaman'ın ikinci menzili
olmuştur.

Üstadın Barla'ya dönüşü


l950 sonrasıydı. Bediüzzaman yirmi beş yıllık bir aradan sonra Barla'ya dönüyordu.
Yalnız bu geliş başka idi. Sürgün olarak değil, kendi arzusu ve isteği ile geliyordu.

Barla'nan üst tarafından, aşağıya, eski çınar dibindeki dershanesine doğru inerken,
göle nâzır ahşap, büyük köşkün önünde durarak, kimin olduğunu sormuştu. (Daha sonra
Barlalı himmet sahiplerinin ve ev sahibi H.Enver Tevfik'in gayretiyle mezkûr hane,
Bediüzzaman'ın Barla'da ikinci dershanesi oldu.

[]

H.Enver Tevfik, çekmiş olduğu Üstad Bediüzzaman'ın

resmini gösteriyor.

sh»:(Sn.Şh.S.418)

[]

l926'da Barla'da Ankara'ya göndermek üzere

H.Enver'in çekmiş olduğu fotoğraf.

Üstadın çekilen fotoğrafı

Tarihçe-i Hayat'da bulunan fotoğrafın çekiliş hadisesini H.Enver Tevfik Öztürk şöyle
anlatıyor:

"Ankara hükûmeti Bediüzzaman'ın resmini istemişti. Mevsim kıştı. Sırtına bir yorgan
alarak, her zamanki heybetli haliyle makinanın karşısında durup poz verdi.

"Fotoğrafı çektikten sonra bana 'Vazifeni yaptın. Artık resim çekme' dedi. Ben de
Eğirdir'e gidip, fotoğraf makinasını sattım."

Üstad hatıraya değer verirdi

H.Enver Tevfik Öztürk Bediüzzaman'la ilgili diğer hatıralarını da şöyle anlatıyor.


"Bediüzzaman hatıralara, yadigârlara çok ehemmiyet verirdi. Hafız Mustafa İzmir'den
Üstada gömlek göndermişti. Uzun zaman o gömleği giydi. Eskidikten sonra da, o gömleğin
parçalarını, başka bir gömleğe yama olarak diktirmişti. Bir ara bana da o parçaları göstermişti.

Avcılık yapmamızı istemiyordu

"Yeniçeşme mevkiinden, avdan geliyordum. Kendisi de bazan Akçeşme mevkiine


giderdi. Orada karşılaştık. Elini öptüm. O gün bir keklik avlamıştım. Bana hitaben 'Sen bunu
eşinden ayırdın, dişisi yalnız kaldı. Şimdi ağlıyor, sızlıyor' dedi. Avcılık yapmamızı
istemiyordu. Ben de vazgeçtim.

***

"O gerçekten büyük bir âlimdi. Merkebe 'işlek' derdi. Aradan yıllar geçti. Kendisini
zaman zaman rüyalarımda görürüm. Bir rüyamda yeşillikler içinde zikrediyordu.

***

sh»:(Sn.Şh.S.419)

[]

l950' den sonra Bediüzzaman'ın ikamet ettiği H.Enver Tevfik'e ait ev.

"Eskişehir'de zelzele olduğu sıralardaydı. Emirdağ'a gittim, kapısını çaldım. Açılmadı.


Sonra Kur'ân Kursuna gittim. 'Zübeyir evde yoktur, kendisi açmaz' dediler. Günlerden de
Cuma idi. Pencereyi kaldırınca, karşıda beni gördü. 'Gel' diye eliyle işaret etti. Yanına gittim,
boynuma sarıldı, kucakladı. Odasının rutubetli olduğunu söyledi. Ben de bizim evin müsait
olduğunu, müdürün çıktığını ve bizim eve buyurmasını söyledim.

"Tebessüm ederek, "Belî, belî... Babanın hatırı için, Mustafa Çavuş'un hatırı için,
gelince oturacağım' dedi.

***
"Yine bir gün yamalı gömleği Hafız Mustafa'nın akrabalarına gösteriyordu. Nafia
Hanımın annesi olan Zehrâ Hanıma yamayı gösterirken şöyle diyordu: 'Bu parça senin kızının
kayınpederinin hediyesi olan gömleğin parçasıdır.'

***

"Kullandığı bir termosu vardı. Kırılmıştı. Üzüldü. Canı sıkıldı. 'Fesübhânallah, bunda
da vardır bir hikmet' diyordu.

***

"Mübarek Süleyman'ın ona çok hizmeti olmuştu.

sh»:(Sn.Şh.S.420)

Üstadla senli benli konuşurduk

"Sirke ve soğanla yapılan pullu balığı severdi. Zaman zaman bizim valide yapar, ben
de götürürdüm. On beş yaşlarında iken Üstadla arkadaş gibi, senli benli konuşurduk. Şimdi
olsa, öyle konuşamazdım, korkardım."

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.421)

[]

Demirci Salih Efendi

DEMİRCİ SALİH EFENDİ

Bir mektubun yazılış sebebi

Demirci Salih olarak bilinen Nur Talebelerinden Eğridirli mübarek ve temiz kalbli
mü'min, gayet masumane anlatıyordu. Arada sırada cebinden çıkarttığı büklüm büklüm
olmuş, iyice yıpranmış bir sayfadan da yer yer okuyarak anlattığı hatıranın teyit ve tasdikine
gidiyordu.

Emirdağ Lahikaları'nda yer alan bu mektupta şunlar ifade ediliyordu:

"Aziz kardeşlerim!

"Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir'den Barla'ya giderken denizin dehşeti, emsalsiz
fırtınası Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete
vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaş ile beraber şehit olmak, yedi
ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal
altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur'la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır
yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nurun gizli düşmanlarının tehlikesinden
ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule
hükmüne geçtiği remziyle o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmaniyi imtisalindeki iştiyak ile
yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyak ile
acelelik ile getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur Talebeleri olan bizim başımızı tokat
ile yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu haleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nevinde gördük. Ben daha
fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kable'l-vuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak
dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden mütemadiyen Cevşen'i ve Şah-ı Nakşibend'in
virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak
kabul ediyordum. Böyle kaza

sh»:(Sn.Şh.S.422)

ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı
arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinası
bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için, faide vermediğini ve denizin mevc-
leri de pek büyük; evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine
girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. Elhamdülillâhi
alâküllihâl dedik..."

[]
Eğirdir Gölü

Şehre yakın Nis ve Can Adaları, gölün sularının çekilmesiyle

karayla birleşerek yarımada oldular.

Eğirdir'den hareket

l954 senesinde cereyan eden bu hâdiseyi Eğridirli Demirci Salih Efendi, Üstad
Bediüzzaman'ın bir araba ile Eğirdir'den Isparta'ya gitmek istediğini anlatarak mevzuya
giriyordu.

Rahmetli Çilingir Ali (Savran) ile kendisi ise, Üstad'la beraber deniz yolculuğu yapıp,
Üstad'ın arkasında huzur ve huşu içinde namazlar kılarak Barla'ya gitmek istiyorlar. Isparta'ya
araba bulamayınca, Barla'ya bir motorlu kayık buluyorlar.

sh»:(Sn.Şh.S.423)

O gün Bediüzzaman ise, çok hiddetli, telâşlı, gelecek musibeti hissederek elinde
Cevşen ve Şah-ı Nakşibend'in duaları mütemadiyen okuyor.

Demirci Salih Efendi gibi, Şakir Çağlar (Demirci Salih'in kayınpederi olan Bahri
Çağlar'ın ağabeyi) da Üstad Bediüzzaman'la birlikte Barla'ya gitmek için ısrar edenlerden
birisi idi. Üstad kendisi araba istiyor Isparta'ya gitmek için, fakat yakınlarının şiddetli ısrarı
üzerine kendi arzu ve reyinden vazgeçip, Barla'ya gitmeye karar veriyor.

Sinirli, hiddetli ve telâşlı bir şekilde hazırlanan motora biniyorlar. Demirci Salih
Efendinin iki yaşlarındaki Said ismindeki küçük yavrusu da bu kafile içinde..

Göl kaynıyor

Yarım saat içinde bir fırtına başlıyor. Eğridir Gölü kazan gibi kaynamaya başlıyor.
Büyük dalgalar küçük motorla bir oyuncak gibi oynuyor. Bir havaya, bir dibe doğru inip
çıkmalar, her an batma tehlikesi içinde, şiddetli yağmurdan, dalgaların suyundan, sırılsıklam
oluyorlar.
Bizim Barla yolcuları korku ve heyecan içinde, tir-tir titrerken asrın vekili
Bediüzzaman belâ zindanlarında, sefa bahçelerini seyreden Ulu Sultan, gayet rahat ve
fütursuz, dualarını okumaya devam ediyor. Gönüllü ve ısrarlı Barla yolcuları yağmur ve
dalgalardan sucuk gibi olurken, rahmet-i İlâhî tek damla üzerine düşürmüyordu.

Herkes bağırıyor tekbir getiriyor, salâvat getiriyor, korkudan benizler atmış, soğuktan
titriyorlar. Üstad Bediüzzaman'da hiç telâş ve korku emaresi yok.

Demirci Salih Efendi, kendi mahallî Eğridir şivesiyle gayet safiyane şunları ifade
ediyordu:

"Başımız adam akıllı tuttu. Kımıldayacak halimiz yok, tahammülümüz kalmadı.


Başımı kaldıracak takatim yok. Hafiften Üstad'a bakıyorum; içimden Üstad nasıl olsa
kurtulur, ama biz denizin dibine gideceğiz, diyorum. Kavisli bir sahile yanaştık...Liman...
Bedre iskelesine motor kendini atınca derinden derine nefes alıp, şükretmeye başladık."

Fırtınadan sonra yangın

Sağ salim sahile çıkan Demirci Salih Efendi ve arkadaşları orada ihtiyar bir kadının
kulübesine iltica ediyorlar.

sh»:(Sn.Şh.S.424)

İhtiyar köylü kadın kafilede Üstad Bediüzzaman'ı görünce sevinç içinde:

"Allahım nerelerden gönderdin sen bunları?" diyor.

Bunları anlatan Demirci Salih, Üstad'ın hiç ıslanmadığını, üzerinde en ufak bir yaş
bulunmadığını söylüyor. Kulübede çay yapma hazırlığına başlayan Demirci Salih bu defa ateş
yakarken kulübedeki çalıları tutuşturup, yangın çıkartıyor.

Şakir Çağlar benim heybem diye heybesini kurtarmaya çalışırken, kadın burada üç yüz
liralık eşya var, diye feryada başlıyor. Bereket, destide su varmış, suyu atarak muhtemel
büyük bir yangını böylece önlüyorlar.

Bu zamana kadar sabreden Bediüzzaman, Demirci Salih'i yanına çağırarak yüzüne bir
tane tokat aşkediyor. Tokadı yiyen Salih Efendi bu vakayı şöyle anlatır:
"Üstad bir vurdu, bir vurdu ki barut gibi yaktı... Üstad 'Orada öyle ettin, burada da
böyle ettin...' diyor. Tokadı yiyince aklım başıma gelmişti. Üstad kalk, dedi, namaz kılalım.
Kalktık göl kıyısında namaz kıldık..."

Namazdan sonra bir merkep bularak, Üstadı merkebe bindiriyorlar, arkasına da küçük
Said'i yükleyip Barla'ya doğru yola koyuluyorlar..

"Ömer benim yerime şehid oldu"

Bu hâdisenin cereyan ettiği günlerde, yani l954 Temmuz'unda Bediüzzaman Said


Nursî'nin talebelerinden Konyalı Halıcı Sabri rahmetlinin büyük oğlu ömer Halıcı şehid
oluyor.

Hadiseyi yakinen bilen muhterem Ali Demirel otuz dört yaşlarındaki Ömer Halıcı'nın
İstanbul'dan Balıkesir'e doğru askerî jet tayyaresiyle bir gece uçuşu esnasında Manyas Gölü
kenarına düşerek şehid olduğunu anlatmaktadır.

Bu tayyare kazasını duyan Bediüzzaman genç subay talebesi için.

"Ömer benim yerime şehid oldu"diyerek ruhuna rahmetler ve Fatihalar gönderiyor.

Ayrıca Ömer Halıcı'nın bahsi olunca:

"Ömer'i tanıyor musunuz? Ben Ömer'i yirmi evliyaya değişmem!" diyerek bu şehid
talebesine sena ile yad ediyor.

Eğridir Gölündeki batma tehlikesini Ömer Halıcı'nın şehadetiyle irtibat kurarak


anlatıyordu.

Demirci Salih Efendi l99l' de vefat etti.

sh»:(Sn.Şh.S.425)

[]

İbrahim Huban

İBRAHİM HUBAN
Eğirdir ilçesinin sahillerindeki Nis adasında l923'de doğdu.

Tehlikeli göl yolculuğu

Nisli İbrahim Huban'ın babası Veli Huban l890-l966' larda yaşamış bir zat. Babasıyla
birlikte muhtelif tarihlerde Üstad Bediüzzaman'ı kendi kayıklarıyla üç defa Nis adasından
Barla'ya götürmüşler. Yalnız bir seferinde yağmurlu bir havada batma tehlikesi geçirdiklerini
anlattı. Kayıktaki beş kişi sanki denize batmış gibi sırılsıklam olmuşlardı. Bu göl
yolculuğunda kendilerinin yağmur ve dalgalardan çok ıslandıklarını, ama Üstadın üzerinin
bile ıslanmadığını anlatıyordu. Bu fırtınada kayığın motorunun bozulduğunu, yelkenleri
elleriyle tutarak, yol almaya çalıştıklarını, bu heyecanlı anlarda Üstad Bediüzzaman'daki
sükuneti, o yüce vakar ve telaşsız halini anlatıyordu.

Bir seferinde Üstad kayık parası olarak bir lira veriyor, fakat İbrahim Huban bu bir
lirayı almak istemiyor. Ama Üstad Bediüzza

[]

Eğirdir'in Nis adasından Üstad Bediüzzaman'ı

muhtelif zamanlarda binerek Barla'ya gittikleri kayık.

sh»:(Sn.Şh.S.426)

man ısrarla "bu bir lirayı, bin lira gibi kabul edin!" ve zorla veriyor. Kayıkçı İbrahim
Huban gerçekten l954'lerde aldıkları bu bir lirayı sanki bin lira gibi çoklukla harcadıklarını
anlatmaktadır.

Bu tehlikeli göl yolculuğundan sonra, yanaşabildikleri sahilde bulunan bir jandarma


jipine binen Üstad Bediüzzaman ve yanındaki talebesi Demirci Salih Efendi, Mehmedçiğin
kullandığı Türk Ordusunun bir arabasıyla Barla'ya gitmişler.

İbrahim Huban, üstad Bediüzzaman'ın kayıklarına binmesi ve bir lira vermesinin


bereketini hemen görmeye başladıklarını, çünkü o gün fırtınadan sonra Eğirdir gölünde çok ve
bol miktarda balık tutarak, bereketli bir gün geçirdiklerini anlatmaktadır.
İbrahim Huban, bugün Eğirdir gölünün sularının çekilmesiyle dünkü Nis adasının
bugün bir yarımada şekline girdiğini anlatarak, geçmiş senelerde Üstad Bediüzzaman'ın
kitaplarını din düşmanlarının şerlerinden ve baskınlarından korumak için Nis adasında
sakladıklarını, bu kudsî nur hizmetinde babası Veli Efendi'nin ve ağabeyi Halil Huban'ın da
çalıştıklarını anlatırken, bediüzzaman Hazretleri'nin de Nis adasına geldiğini söylemektedir.

(N.Şahiner)

sh»:(Sn.Şh.S.427)

[]

Tahiri Mutlu

M.TAHİRİ MUTLU

l900 yılında Isparta'nın Atabey kazasında doğdu. Bediüzzaman'ın yakın


talebelerindendir. l943'de Denizli, l948'de Afyon hapislerinde Bediüzzaman'la birlikte
bulundu.

l977'de vefat etti.

Güller beldesinin gülü

Fikrim ve gönlüm onun hatıralarıyla dolu... Makinadaki şeritten onu dinliyorum.


Ötelerden. Nur âleminin derinliklerinden, ebedlerinden sesleniyor sanki...

Kur'ân için çırpınan, didinen, göz yaşı döken, mübarek hayali karşımda duruyor.
Tebessüm ediyor, dosta kavuşmanın sevinci içinde "Yâr ile hemdem" olmanın bayramını
ediyor.

Atabeyli Mehmet Tahirî Mutlu... l900-l977 Nisan!...

İşte güller beldesinin gülü Tahirî Mutlu..

Meleklerin gül demetleriyle karşıladıkları bir evliya... Ama kendisi velayetini


bilmeyen bir bahtiyar veli...
Selâm olsun sana Tahirî Ağabey!

Defterdeki yoklamada bizi "yok" hanesine yazmayasın. Elinde yılların yıprattığı bir
dua, niyaz ve münacat kitabı vardı. Burada isim isim insanları sıralamıştı. Hep dua ederdi,
yalvarır, yakarırdı. Geceleri, seherleri...

İlâhî! Yoklama gününde, defterindeki listede bizi unutma, yoklar hanesine, hiçler
sayfasına yazma. Devamsızlıktan sınıfta kalmayalım. O mahşerî kalabalıkta, şayet sesimiz
boğuk ve kısık çıkarsa, bizi duy, buradayız dediğimizde bizi mevcut göster.

Gür sesinle, tâdat günü, ismimizi tam ve var'dır sayfasına yaz.

Tahirî Mutlu... Gerçekten mutlu bir insandı. Mutlu mes'ut bahtiyar Üstad'ın mutlu bir
talebesi. Ne mutlu ona... Ne mutlu temiz Tahirî'ye...

sh»:(Sn.Şh.S.428)

Tahirî Mutlu'yu dinliyorum şu anda, geliniz isterseniz, size de dinleteyim bu mutlu


sesi. Anatole France'in dediği gibi :

"Bu hatıra kırıntılarından da hoşlanabilecek kimseler bulunabilir."

Tahirî, Lütfi'nin yerini alır

"Üstad Hazretleri Barla'da bulunduğu yıllardaydı. Bizim Atabey'den ve civar


köylerden yanına giden ve ona talebe olanlar vardı: Küçük Lütfi, Mesut, Hafız Ali, Küçük
Zühtü. Bu arkadaşlar, daha sonra Eskişehir hapsine de gitmişlerdi.

"Küçük Lütfi, Eskişehir hapsinden döndükten sonra vefat etmişti. Kendisi Hafız
Ali'nin akrabası olurdu. Vefatına biz de gitmiştik. Defnettikten sonra, merhum Hafız Ali,
İmam H.Mustafa'ya beni göstererek, "Lütfi'nin yerini boş bırakalım. Tahirî, Lütfi'nin yerini
alır" diyordu.

"Demek kısmetimiz varmış..... Cenab-ı Hak nasip etti. Daha önceleri, l930 yıllarında
da tanırdım. Ama asıl Nur'un hizmetine girişim l935'den sonra oldu.

[]
Tahirî Mutlu (ayakta soldan ikinci) Nur'un ilk

talebeleri ile.

Üstad'a Lemeat'ı götürmüştüm.

"Kastamonu'da Üstad'ın ziyaretine gitmiştim. Bastırdığım eserleri, İstanbul'da Sahaflar


çarşısında bulduğum Lemeat'ı götürmüştüm. Çok sevindi, Lemeat'ı Sözler'in arkasına
yazdırdı. Dersler yaptı. O günkü sevinç içinde, bana, Mevlâna Halid Hazretleri'nin cübbesini
giydirmişti."

***

Tahirî Mutlu, mektuplarda geçen bazı tabirleri şöyle anlatıyordu:

"Mübarekler heyeti : Kuleönü talebeleridir...

sh»:(Sn.Şh.S.429)

"Medrese-i Nuriye : Sav Köyü..

"Gül Fabrikası sahipleri : Hüsrev Altınbaşak, Rüştü Çakın, Refet Barutçu...

"Nur fabrikasının mensupları ise: H.Ali Ergün, Büyük Ruhlu Küçük Ali, H.Mustafa ve
Tahirî Mutlu..."

İhtiyarların genci

Nur hizmetindeki müstesna sadakat ve doğruluğu ile, bir yıldız gibi parlamıştı.
Eserlerin yazılmasında, matbaalarda basılmasında, her yerde çeşitli şartlar altında
unutulmayan hizmetleri olmuştu.

İslâmköylü Hafız Ali'nin varisi, Nur fabrikası mensubu Tahirî Mutlu, Üstad'ın yine
başka bir tabiriyle "İhtiyarların genci" şimdi hakiki gençlik diyarına gitmişti.

Uzun boylu, ak sakallı, iri, kalın kaşlı, gür maveraî bir sesi vardı. Konuşurken sanki,
başka âlemlerden,ötelerden, ebediyetten gibi gelir sesi.
Huzur ve sükûnla dolu bir dünyası vardı. Zaman zaman onun bu huzurlu dünyasından
huzur almaya giderdik.

[]

M.Tahiri Mutlu hayatını vakfettiği eseri

mütalâa ederken

Cübbenin tapusu

Yine böyle bir ziyaretine gitmiştim. Doyumsuz sohbetinden, yine istifade etmek
istemiştim.

Üstadından bir yâdigar, bir mübarek namaz cübbesi vardı. Bunun kendisine ne zaman
intikal ettiğini sordum. Hemen kalkarak "Cübbenin tapusu" dediği yine Üstadının el yazısı
olan bir kâğıdı tutuşturdu elime... Bu yazıda, bizzat Bediüzzaman l943'de Denizli hapsinde bu
cübbeyi Tahirî Mutlu'ya hediye ettiğini yazıyordu.

sh»:(Sn.Şh.S.430)

[]

Bediüzzaman'ın cübbesini Tahiri Mutlu'ya

verdiğine dair vesika

Cübbenin kendisine gelişini şöyle anlatıyordu :

"Denizli hapsine gitmeden evvel iki cübbesi vardı. Bunlardan birisini 'Nur
Fabrikasının Sahibi' dediği Hafız Ali Efendiye [Ergün] vermişti. Fakat bundan H. Ali'nin
haberi yoktu. Bir arkadaş vasıtasıyla göndermişti. Denizli'de Ali Efendi vefat edince, Üstad
cübbeyi bir senet mukabiline bana verdi."

Son görüşmemizde bir çocuk safiyet ve masumiyetiyle "Cübbenin Senedi" dediği


yazıyı çıkarıp bana teslim etmişti. Bu yazıda şunları okuyorduk :

"Bismihi Sübhanehu
"Aziz, sıddık, kahraman, ikinci Hüsrev, ikinci Hafız ali ve onun ve Lütfi'nin varisi ve
birinci Tahirî kardaşım:

"O meşlahı sana hediye ediyorum.

Kardeşiniz Said Nursî"

sh»:(Sn.Şh.S.431)

Sarsılmayan sadakat, aldanmayan zekâ sahibi Tahirî

Kendisi bir tevazû abidesi sanki.... Melekler gibi tertemiz, lekesiz bir mü'mindi. Ak
saçını İslâmiyete hizmette ağartmıştı. Nur gibi parlayan bir nâsiye ve bembeyaz bir sakal...

Kendisiyle ilgili, kendisini yücelten hatıraları pek hatırlamıyordu bile...

Üstad'ın onun için "Sarsılmayan sadakatı, aldanmayan zekâsiyle" diye onu tarif tavsif
ediyordu.

Bir Veliyy-i Azîm

Afyon Hapishanesindeki Nur talebeleri arasındaki bazı üzücü olaylardan dolayı, el


açıp yalvaran Bediüzzaman :

"Ya Rabbi! Yok mu bir talebem?' diye Cenab-ı Hakka iltica ettiğim zaman birnden
bana Tahirî gösterildi" diyor ve anlatmaya devam ediyordu.

"Tahirî, o zaman seni bir veliy-yi azîm, bir kutup tahayyül ettim. Sonra baktım ki, sen
istihdam olunuyorsun."

Burada Bediüzzaman, Tahirî Mutlu'ya soruyor :

"Tahirî, istihdam olduğuna mı razısın, yoksa benim zannımda [veliy-yi azîm] olmasını
mı istersin?"

Mübarek veli Tahirî Mutlu, Üstad'ının sualine şöyle cevap veriyor :


"İstihdam edilmemi isterim, Üstad'ım..."

"Maşaallah!... Gerçi velidir" diyor.

Ama bunları kendisi anlatmıyordu. Sorduğumuzda, "Hatırlamıyorum" diyordu. O


hizmetle ilgili meseleleri hatırlıyor, anlatıyordu.

Kur'ân hizmeti: İman hizmeti... Nur hizmeti... yarım yüz yıl, ömrü bu mukaddes
hizmetin içinde geçmişti. Karakollar, hapisler, onun bu hizmet uğrunda geçtiği menziller ve
duraklardı.

Atabey'de bize çelebiler derlerdi

Son ziyaretimde aslını, dedelerini sormuştum kendisine. "Babamın dayısı Mevlânâ'ya


bağlıydı. Mevlânâ postnişiniydi. Bu sebepten bize Atabey'de Çelebiler derlerdi. Soyadı
kanunu mecburiyetinde, soyadı olarak Çelebi'yi almıştık. O yıllarda Atabey'e gelen bir
mülkiye müfettişi :'Hâlâ bu çelebilik kalkmadı mı?' diye, bizim bu soy ismimizi almamıza razı
olmamıştı."

sh»:(Sn.Şh.S.432)

[]

M.Tahiri Mutlu'nun Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası Belgesi

sh»:(Sn.Şh.S.433)

"Tahirî, işte sen böyle diyebilirsin"

Yirmi Sekizinci Söz, Nur Risalelerinden cennetle ilgili bir risaledir.

Bir gün Bediüzzaman'ın huzurunda Tahirî Mutlu'nun da olduğu bir derste bu


Risaleden bir parça okunmuş :
"İnsan olan insan diyebilir ki: 'Benim Hâlıkım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş
benim bir lambamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yeryüzü çiçekli-miçekli halılarla
serilmiş benim bir beşiğimdir' der Allah'a şükreder."

Dersin tam bu kısmında Üstad Bediüzzaman şöyle der:

"Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin"

Gerçekten Tahirî Mutlu, bu kudsî dersin sırrına ermiş insandı. Uzun ömrünün, büyük
bir kısmını Üstadıyla ve onun iman hizmetine yardımcı olmakla geçirmişti.

[]

Tahiri Mutlu'nun gazilere mahsus ücretsiz seyahat kartları

sh»:(Sn.Şh.S.434)

Sakın yine gülsuyu içmeyesin

Bir yaz günü sıcaklar İstanbul'u yakıp kavuruyor. Kocamustafapaşa'daki evine ziyarete
gitmiştim. Evi çok yüksekti. Biraz da süratli merdivenleri çıktığımdan, terlemiş ve çok
yorulmuştum. Yedi katı süratli çıkmanın kalb çırpıntıları içinde, oradaki arkadaşlardan biraz
soğuk su istemiştim. Onlar da buzdolabında soğuk suyun olduğunu söyleyince hiç durmadan
samimiyetle gelen bir hareketle, buzdolabını açtım. Buz gibi buğulu soğuk su şişeleri
dizilmişti.

Şişelerden birini alarak, bardağa doldurdum. Kuruyan dudaklarım soğuk suyun hasreti
içinde, bir ağız dolusu buz gibi su, mideme inmiş. İkinci yudum atacaktım ki, midem tersine
döndü âdeta. Süratle lavaboya koştum..

Yanlışlıkla bozdolabındaki gül suyunu içmiştim.

Atabey'in gül suyunu, soğuk su zanniyle, hararetin verdiği iştiyakla yudumlamıştım.

Her ne kadar istifra ederek atmaya çalıştımsa da mümkün olmadı. Durumu öğrenen
mübarek insan, Tahirî Ağabey, gülüp duruyordu.
Bu hâdiseden sonra kendisiyle her karşılaştığımda, daima gülerdi rahmetli... "Sakın
yine gül suyunu içmeyesin" derdi.

Belki on beş gün, ağzımdan gül kokusu geliyordu. Nefesimden bile gül kokusu
çıkıyordu.

Derin derin güler durur, gül suyunu hatırlardı. Gül şehrinin

[]

Tahirî Mutlu gönül dostları ile birlikte.

Soldan Sağa: Mehmed Kuru, Dr. Macit Türkmenoğlu, Nazım Gökçek, Tahiri Mutlu ve
M.

Emin Birinci. (l970'li yıllar)

sh»:(Sn.Şh.S.435)

güller gibi hoş, temiz insanı, makamın cennetin gül bahçeleri olsun.

Üstad, Tahirî'nin hatırı için suçlu talebesini affederdi.

Üstadının yanında çok ehemmiyetli yeri ve mevkii vardı. Bazan Üstad Bediüzzaman,
bazı talebelerine kızıp, darıldığı zaman, o hiddet anında, içeri Tahirî Mutlu girince, o hiddet
halinden çıkan Üstad, hep onun hatırı için, o suçu bağışlayıp affedermiş.

Bir anda o hiddetli, öfkeli hali hemen değişip:

"Tahirî! Gel.." diye tebessümle karşılarmış, rahmetliyi..

Ey Allah'ın veli kulu!

Eyüpsultan tepelerinde, ebediyetlerin nurlu dünyasından, şu karanlık dünyamıza ışık,


himmet ve mânevî yardımını esirgeme!

Sahaflar'da Üstad'ın eski eserlerini buldum

Tahirî Mutlu, Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıratının devamında şunları anlatmıştı :


"l942 senesinde İstanbul'da kırk beş gün kaldım. Bozkurt Matbaasında, Ayetü'l-
Kübra'yı bastırmıştım. O zaman ekmekleri karne ile alırdık. Halk Partisi devrinde her şey
karne ile satılırdı. Karneyi belediyeye imzalatır, ondan sonra ekmeği alırdık.

"Sık sık Sahaflar Çarşısına uğrayarak, 'Bediüzzaman'ın eserlerinden varmı?" diye


sorar, soruştururduk. Bu sırada, Üstad'ın eski eserlerinden, İşaratü'l-İcaz, Hakikat Çekirdekleri
ve Lemeat'ı bulmuştum.

"Ayetü'l-Kübra'yı bastırdıktan sonra vapurla İnebolu'ya gittim.

[]

Tahirî Mutlu'nun iki kızı ve hanımı ile beraber

Risale-i Nur yazdıklarını bildiren Bediüzzaman'ın

bir notu.

sh»:(Sn.Şh.S.436)

Oradan da Kastamonu'ya geçtim.

"Kastamonu'da Üstadla görüştüm. Üstad sevindi. Bilhassa Lemeat'ı görünce çok


memnun oldu..."

Üstad Lemeat'la ilgili ne diyor?

Hâdiseyi bir de Bediüzzaman'ın mektubundan takip edelim :

"Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşlarım,

"Bu defa kahraman Tahirî'yi umumunuz namına gördüm. Ve onda bir Lütfi. bir Hafız
Ali, bir Hüsrev ve bir Said [fakat genç Said] müşahade ettim. Cenab-ı Hakka çok şükrettim.
Bu defa onun kokusunu alıp, O daha gelmeden, benim yanıma gelen komiser ve taharri
adamları münasebetiyle, benden talebeler tarafından sual edilen bir mesele, belki size de bir
faidesi var diye gönderildi." [Kastamonu Lâhikası, Shf: l06]

Müteakiben gelen mektuplarda, yine Lemeat konusuna temas eden Bediüzzaman:


"Kahraman Tahirî'nin bana getirdiği bir nüsha Lemeat'ı çok kıymettar gördüm. Eğer
bir nüsha daha o havalide varsa, siz de o parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zaten
Lemeat, kendisi de harikadır. Ramazan-ı Şerifte, yirmi gün zarfında, nesir bir surette
tekellüfsüz, birden yazılmış. Sonra baktım, sehl-i mümteni gibi, nesr-i manzum ve nazm-ı
mensur suretine almış." [Kastamonu Lâhikası, s. l33]

Lemeat, parlayışlar, parıltılar mânasına gelmektedir. Eser 48 sayfadır. Ayrıca sonunda


"Tarihçe-i Hayatın Zeyli" diye iki sayfalık bir ek bölümü vardır.

Bu ek bölümde Abdülmecid Nursî'nin ve Abdurrahman Nursî'nin birer küçük


manzumeleri yer almaktadır.

29xl9 ebadındaki eserin yeniden neşri sırasında, müellifi Bediüzzaman tarafından bazı
değişikliklere tabi tutulmuştur.

Sözler isimli eserinin sonuna, yeni harfleriyle eklenen Lemeat, l957 yılında bizzat
müellif tarafından bazı değişikliklere tabi tutulmuş, bazı çıkartmalar yapılarak daha da
küçültülmüştür.

Üstadın hazin Barla ziyareti

Bediüzzaman'ın Nur Risalelerinin ilk dershanesi olan Barla'dan ayrılalı yirmi yıla
yaklaşmıştı. Bu yirmi yıl zarfında belki yirmi şehir daha gezmişlerdi.

sh»:(Sn.Şh.S.437)

Bütün menfi hâdiselere rağmen o, hür başıyla, beyaz sarığıyla bütün inkâr dünyasına
karşı meydan okuyordu.

Başlattığı maneviyat harekâtını, çeşitli engellere, manialara rağmen başarı ile


yürütüyordu.

Barla'yı çok özlemişti. Ana ocağı, baba yuvası gibi hasret duymuştu. Yeşil Barla'ya..

"Nurs karyesine karşı olan sıla-ı rahimden daha ziyade bir saikle geldim Barla'ya"
diyordu.
Yediden yetmişe Barlalılar, "Hoca Efendi" gelmiş diye koşa koşa karşılamaya
çıkmışlardı.

Gençler, ihtiyarlar, çocuklar, kadınlar hepsi ayaklanmış Üstad'ı, Hoca'yı karşılamaya


koşuyorlardı.

Üst yoldan belediye binasının önündeki meydana girmişti arabası, Sevgi dolu, şefkat
dolu gözlerle süzüyordu etrafı... İki kolunda iki sevgili talebesi vardı : Zübeyir Gündüzalp ve
Tahirî Mutlu..

Dik ve taş yokuşu yavaş yavaş iniyorlardı. Baharın gülleri açmış, mis gibi kokuyordu
etraf..

Barla'ya ilk geldiği günler onun yardımına koşanlardan Mustafa Çavuşlar, Muhacir
Ahmedler ebediyet âlemine göçmüşlerdi.

Dik yokuşu inerken, Mustafa Çavuş'un evinin önünden geçerken, kapıda asılı duran
koca kilide gözleri takılınca o şehla gözler yaşla doldu. Ağlıyordu koca Bedi... Eski dostlarını,
ilk talebelerini düşünerek ağlıyordu. Hayali yıllar öncesine gitmişti.

İki kolundaki iki sevgili talebesiyle iniyordu. Yavaş yavaş dershanesine doğru..

Yıllar çabuk geçiyor... Bugün hiçbirisi maddeten yok aramızda l97l'in Nisan ayında
Zübeyir Gündüzalp'i kaybettik. l977'nin Nisan'ında Tahirî Mutlu'yu yolcu ettik âhiret âlemine.
Bunlar aramızda artık maddeten yoklar, ama mânen, rûhen yanımızdadırlar.

Tahirî Mutlu Ağabey'e

"Sen ki, Nur bahçesinin nadide gülüsün.

"Aziz ruhuna Nurdan haleler bürünsün,

"Fecirlerden makberine Nurlar dökülsün,

"Fecirler ki, ne kadar zinde ve mutlu,

"Sen mutlusun, biz mutluyuz, İslâm mutlu..." M.Ziya Akça (N.ŞAHİNER)


sh:»(s.11)

ŞAHİTLER'İN DİLİNDEN 2

ÖNSÖZ

Allah'ın lütfu ve inayetiyle devam eden çalışmalarımızdan Şâhitler'in Dilinden, ikinci


cildini sizlere taktim etmekle şeref duymaktayım.

Bu cilt de, bundan evvelki ciltte olduğu gibi, hatıralar resmi geçiti halinede devam
etmektedir. Bu aziz yadiğarları, konu ile alakalı resimler. kupürler, referanslar ve vesikalarla
aydınlatmaya çalıştık.

Şahitlerimizin beyan, ifade ve hatıraları yine yurdun dört bucağından toplanmıştır.


Her bir hayat sahibi gibi, şâhitler'in dili hatıralarla doludur. Bu hatıraları daima yâd
etmek ihtiyacındadırlar. Bizim kudsi vazifemiz ise bu yâda, bu nakle, bu beyanlara vasıta ve
vesile olmaktır.

Maziye ait hâdiselere, resmi yazılar ve vesikalar kadar, hatıralar da ışık tutar. Hatta
hâdiselerin, Hakiki sebeblerini Hatıralardan çok daha iyi öğrenebiliriz.

Şahitlerin önemi üzerine iki örnek vermek istiyorum:

Adalet burcunun güneşi Hazret-i Ömer'in (r.a) huzurunda bir adam şahitlik eder.
Hazret-i Ömer ona," Ben seni tanımıyorum ama, benim seni tanımamam sana zarar vermez.
seni tanıyan birisini getir"der.

Bunun üzerine topluluktan biri onu tanıdığını söyler. Hazret-i Ömer de, onu ne ile
tanıdığını sorar, adam: “Adaletle ve faziletle" cevabını verir.

Hazret-i Ömer tekrar sorar: “Bu adam senin geceni gündüzünü, girdiği, çıktığı yeri
bildiğin en yakın komşun mudur?”

Adam:" Hayır."

Hazret-i Ömer: "Yol arkadaşlığı yaptın mı?

Adam bu suale de “hayır” diyince, Hazret-i Ömer:

"Öyleyse sen onu tanımıyorsun" der ve şahitlik yapacak adama, "seni tanıyan birini
getir" diye emmreder.

Bu örnek, İslâmda şâhitliğe verilen önemi belirten ibaretli bir hâsidir.

Gustave Le Bon ise, Bir Tarih Felsefesinin İlmî Esasları isimli eserinde:

"Şehadete verilen ehemmiyet okadar büyüktür ki, tarih ve adalet ona dayanmaktadır"
demektedir.

Bediüzzaman Said Nursi'nin mübarek ömrünün yıllarına, aylarına ve günlerine ışık


tutan, aydınlatan delillerimizden bir bölümü

sh:»(s.12)
rına ve günlerine ışık tutan, aydınlatan delillerimizden bir bölümü de "Şâhitler'in Dili "
dir.

"Şâhitler'in Dilinden," ona talebe olup, ondan ders alanlar...

Şâhitler'in Dilinden," onun dostu ve arkadaşı olup, onunla sohbet edenler, seyahat
edenler..

"Şâhitler'in Dilinden," polis olarak ifadesini alanlar, onu karakollara götürüp orada
misafir edenler..

"Şâhitler'in Dilinden", beldeden beldeye onu götürürken yanında bulunan bekçiler,


jandarmalar..

İşte bu gibi kimseler onun şâhidleridirler.

Bediüzzaman Said Nursî, bugünkü mânâda muntazam bir tahsil görmedi, fakat "Nur
Mekteb-i İrfanı" gibi gönüller üzerine müesses bir Nur Mektebi kurdu.

Bediüzzaman Said Nursî, muntazam bir medrese tahsili yapmadı, fakat "Medresetü'z-
Zehra" gibi bir "Nur Medresesi" kurdu.

Böyle bir Üstad hakkında elbette bir çok eserler yazılmıştır ve yazılacaktır. üstad
Bediüzzaman henüz hayatta iken, hakkında hazırlanan Tarihçe-i Hayat'ın girişinde bu mevzu
ile alakalı olarak şu ifadeler bulunmaktadır.

"Bu eser, istikbaldeki münevver Nur talebeleri için hakiki bir me'haz teşkil etmektedir.
Muhterem edib ve muharrirler, bundan istifade ile inşaallah daha mükemmel, daha hakikatlı
ve faydalı tarihçe-i hayatlar hazırlayacaklardır."

Bediüzzaman'ın tafsilâtlı hayat hikâyesinin nasıl yazılabileceği de yine bu mezkûr


eserin girişinde şu şekilde anlatılmaktadır.

"Üstadın mesleğini, meşrebini ve hususi ahvalini, pek çok seciye ve hasletleri şahsında
ve hizmetinde toplayan şahsiyetini tarif edemedik. Onun yaşadığı müteaddit hayat safhalarını
yakından gören ve içinde bulunan talebe ve hizmetkârlarını birer birer dinlemek ve görüşmek
lâzımdır ki, tarihçe-i hayatı bir derece mufassal hazırlanabilsin."
Bu Şâhitler'in Dilinden serisi, uzun ve mübarek bir ömrü daha tafsilatlı bir şekilde
ortaya koymak için birer çırpınıştır. Bu çırpınışların neticesinde bir aziz mürşid ve rehber,
insanlığa tanıtılmış olacaktır.

Sizleri Şâhitler'in Dilinden ile başbaşa bırakırken, Allah'a emanet olun, aziz
okuyucular!

Necmeddin Şahiner

sh:»(s.13)

ISPARTA ŞAHİTLERİ

sh:»(s.14)

sh:»(s.15)

[]

Mehmet Sözer

MEHMET SÖZER

(Tenekeci Mehmed Efendi)

Hattat Mehmet Sözer, 1892'de Isparta'da doğmuştur. Tenekeci Mehmed diye


bilinmektedir, fakat kendisinin asıl mesleği hattatlıktır. Isparta ve civarı camileri, onun
levhalarıyla süslüdür. Bediüzzaman'ın talebelerindendir. l98l'de vefat etti.

"Üstad Isparta'ya ilk gelişinde Müftü Tahsin Efendi medresesindekalmıştı"

Her Isparta seyahatinde imkânlar nisbetinde kendisini ziyaret edip, hatıralarını


dinlerdik.
Bu dinlediklerimizden, derlediğimiz hatıra notlarından, sizlere şunları arz ediyorum:

" Üsdat ilk Isparta'ya geldiği zaman, Müftü Tahsin Efendinin medresesi vardı. Maarif
tarafından medreseler satıldığında müftünün oğlu Sadık Hoca burayı satın almıştı. Vakıf
olarak kullanılıyordu.

"Hazret-iÜstad ilk Isparta'ya geldiği zaman mezkûr medresede kalmıştı.

"Sadık Hoca ve Şakir Efendi ile birlikte ziyaretine gittik. Üstad bir köşede oturuyordu.
Müftü Şakir Efendi, beni takdim etti. Yazdığımız levhalarla çok hizmet ettiğimizi, camileri
tezyin ettiğimizi söyledi. Üstad, "maşallah, maşaallah' diye bizi okşadı, iltifatlar etti. Hususî
gel konuşalım' dedi.

"Üstad'la Ulu Camiye gitmiştik. Üstad bana yazıları okuttu.

"Yine hususî gel, hususî gel' diye beni çağırdı. Medresede haftada iki gün ders
yapıyordu. Isparta uleması bu derslere devam ediyordu. Bu derse bir defa da ben gitmiştim.
Çok kalabalıktı. Sadık Hoca'nın aldığı medrese tıklım tıklım doluyordu. Ben ancak kapının
eşiğinde oturabildim.

sh:»(s.16)

Üstad'ın Barla'ya nefyi

"Cami imamı Hacı Rıza Efendi ile birlikte misafir kabul ettiği bir gün ziyaretine
gitmiştik. Yine Hazret-i Üstad: "Nerdesin kardeşim, ben sana hususî gel demiştim' dedi:
Yanına allâmeler gelse iltifat etmezdi, hocalar bu duruma çok şaşarlardı. Hiç tahmin
etmediğimiz birisine: "Safa geldin kardeşim, safa geldin kardeşim” diye alâka gösterip, iltifat
ederdi.

"Sonraları dersleri çok kalabalık olmaya başlayınca. Vali Ekrem Bey, tedirgin olmaya
başladı. Umumun nazarına çarpmasın diye, ücra bir yere nakledeyim dedi. Neticede Üstadı
Barla'ya nefyetti.

Üstadın Barla'dan dönüşü nasıl oldu?


"Üstad'ın Barla'dan Isparta'ya gelmesine yakın, bir mektup geldi. Üstad: "Kardeşim,
ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezâsına tahammül edemez hale geldim. Beni çok
rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum'
diyordu.

"Mektubu alır almaz, kendi kendime, "Bu Vali dinsiz değildir', diye doğru Valiye
koştum. Sabah erken sekizde gitmişim. Kâtip, "Hayrola telaşlısın, ne var, bir şeyin mi var?'
diye sordu. 'Vali dokuzda gelecek' dedi. "Ben Valiye bir mektup vereceğim' dedim. 'Olur, ver
mektubu ben veririm' diye mektubu elimden aldı.

"Kâtip mektubu Vali Beyin masasına bıraktı. Vali gelince mektubu açıp okumuş,
cebine koymuş, mektubu kimin getirdiğini bile sormamış.

"Ertesi gün, Hazret-i Üstad'ı Barla'dan Isparta'ya getirmişlerdi. Yine eski medreseye
inmişti. Geldiği saatte de ben ziyaretine gitmiştim. Mübarek Üstad'ım bana dedi: 'Korkumu
mu aldın da hemen geldin. Geldiğimi ne bildin?' diye latife etti. Orada beş-on gün kaldıktan
sonra, Kelle Mehmed'in evine gitti. Orada bir zaman kaldı. Bilâhare Şükrü Efendi'nin köşküne
geçti. 2 Orada da yedi ay kadar kaldı.

Eskişehir hâdisesi

"Sonra Eskişehir hâdisesi çıktı.

"Üstadın yanına gelip giden ne kadar dost ve talebesi varsa onları da taharri ettiler. bir
arkadaş gelip bizi haberdar etti. Evde ne

_________

1. Isparta Valisi Ekrem Bey, 17 Ekim 1925 tarihinde 24 Temmuz 1930 tarihine kadar
valilik yapmıştır.

2. Bak: Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 19.

sh:»(s.17)

[]

Eskişehir hadisesini yaygara ile ilan eden 1935 tarihli TAN gazetesi: Bediüzzaman'a
yapılan hücumlar ve başlayan deprem haberi kadar Nur Risaleleri, İslâmî ve dinî kitaplar
varsa, hepsini bahçeye gömdüm. On sekiz tane polis geldi. Soba borularının deliklerine kadar
aradılar. Neticede aramada birşey bulunamadı' diye zabıt tutup gittiler.

"Ben hazırlanıyordum, bizi de Üstad'la Eskişehir'e götürecekler diye, gusül abdesti


alıp, toplanıyordum. Ama neticede beni götürmediler.

"Hâdiseden sonra, fırka kumandanı Şükrü Paşa'ya gittik. Dahiliye vekâletine kafa
tutuyordu. "Nedir bu hal? diyordu. 'Ben burada bostan korkuluğu muyum? Dışardan asker
getiriyorlar. Ben bu işi yapamaz mıyım?' diyordu.

"Üstadı götürüyorladı, dayanamadım, ben de gitmek istedim. Üstada koştum, elini


öptüm. Üstad hemen sırtını döndü, 'Sen durma git buradan, sen gelme bizimle' diye beni ikaz
etti.

"Benim vatan-ı aslim Isparta'ymış"

"Üstad'dan dinlemiştim, buyurmuştu ki:

"Bana vaktiyle mânen, 'sen Isparta'ya git' denilmişti. Isparit namında bizim nahiyemiz
vardı. Ben orası zannetmiştim. Yanlış anlamışım. Isparit nahiyesi zannetmiştim. Benim vatan-
ı aslim, bu Isparta'daymış."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s.18)

Bediüzzaman gibi bir mürşid-i kâmil ayağımıza gelmişti

"Ecdadımızdan işitirdik:

"Bir mürşid-i kâmile intisap etmek için ayağınıza çarık giyin de, altı aylık yola gidin
derlerdi."

"Üstad Bediüzzaman gibi bir mürşid-i kâmili ise, Cenab-ı Hak memleketimize, bizim
ayağımıza göndermişti.

"Bizleri sohbetleriyle, dersleriyle, eserleriyle irşad etmişti. Ona ebediyyen medyun-u


şükranız ve minnettârız."

sh:»(s.19)
[]

Mehmet Gülırmak

MEHMET GÜRIRMAK

1935 senesinde Bediüzzaman'la birlikte tevkif edilerek Eskişehir'e sevk edilen yüz
yirmi kişiden birisidir. 1911 yılında Isparta'da doğmuştur.

"Refet, Hüsrev ve Rüştü'yü Üstada ben götürdüm"

Bediüzzaman'ı ilk defa Burdur'dan Isparta'ya gelip, kaldığı yirmi günlük zamanda
ziyaret etmiş. Kendisi o zamanlar 14-15 yaşlarında, "Üstad Müftü efendinin medresesinde
kaldı' diyor. Üstada ilk defa Hüsrev, Refetve Rüştü Efendiden bahsettiğini anlatmaktadır.

Eskişehir hapsinden önce Isparta'da Şükrü Efendinin evinde kalan Üstad, burada
İktisad Risalesi'ni yazmış.

İktisat Risalesi'nde bahsi geçen bal yeme hâdisesini yaşayanlardandır. Ramazan'da


Üstadın ikram ettiği balın oruçtan sonra tamamını, birer parça da Hüsrev ve Refet Beylere
ikram ederek bitirmişler.

Mehmet Gülırmak, Üstadının gözlerinin çok haşmetli olduğunu, "yeşil gözlü" diyerek
ifade etmektedir.

Bediüzzaman'la geçen günlerini şöyle ifade etmektedir.

"Hüsrev, Refet ve Rüştü Efendileri ilk defa üstada haber vererek ben getirdim. Hüsrev
Altınbaşak'ın babası eskiden Isparta derebeyi imiş, kendilerine Haşmetoğulları denmektedir.

"Üstad beni 'posta' olarak istihdam ederdi. Isparta ve cevarında postacılık yapardım.
Isparta'da Şükrü Efendinin köşkünde iken, Üstad aşağıya inince sararmış solmuş bir gazete
parçası gördü. "Yavrum, şunu al ve görünmeyen bir köşeye at' dedi. Siyasetle alâkadar, gazete
okuyor demesinler diye.'

sh:»(s.20)

[]
Zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hâdiseye bir "Şeyh Said" isyanı mahiyetini
vermek istiyordu.

"Bunları konuşursanız siz de idam olursunuz"

"Eskişehir hapsine giderken beni Refet Beyle (Barutçu) ile birlikte kelepçelediler.
Isparta ve civar illerinden toplanan 120 adamı bağlamak için kelepçe yetişmiyor. Sona kalan.
Bekir Ağa ile Antalya Müftüsü Çil Ahmed Efendiyi çamaşır ipi ile bağlıyorlar. Verilen emir;
Isparta'yı geçtikten sonra, ıssız bir vadide hepsini imha etmek... Kumandan Ruhi Bey,
vicdanlı ve insaflı bir insan olduğundan, emri yerine getirmiyor. Bediüzzaman'la dost oluyor.
Dinar'da kelepçeleri çözdürüyor. Bediüzzzaman o günleri anlatırken Ruhi Beyden bahseder
ve şöyle konuşurdu: "Hâdiseyi haber alan hükümet, Ruhi Beye taltif yerine tard cezası verdi.'

sh:»(s.21)

"Hapse girdikten sonra, saatler geçtiği halde bizi yüznumaraya çıkartmıyorlardı.


İçimizde ihtiyar çoktu. Hep sıkışmıştık. Sonra koğuşun kapısının yanında bir yeri delmeye
başladılar. Biz de merakla ne olacak diye bakıyorduk. Sonra oradan bir boru soktular. meğer
oradan küçük tuvaleti yapacakmışız. Kat'iyyen dışarı çıkartmadılar. Hep ihtiyaçlarımızı
oradan gördük.

[]

Eskişehir hâdisesinin basındaki aksi

"Zaten bize idam mahkûmu gözüyle bakıyorlardı. Hiç bir ziyaretçi bırakmıyorlardı.
Siz de idam olacaksınız, bunlarla konuşursanız' diyorlardı.

"Geceleri pislikten, tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi.


Serde şairlik de olduğu için, şu satırları karalamıştım :

Vardığımız ellere,
Şu safalı güllere,

Eskişehir hapsinde,

Tahta kurularından,

Uyku tutmaz kimseyi

Döndük bülbüllere.

sh:»(s.22)

"Üstada söylediğim kaside"

"Bazen Üstad, kaside ve ilâhî söylememi isterdi. Böylece o sıkıntılı havayı dağıtmak
istiyordu. Bir gün elimi kulağıma atıp, rast makamındaki şu satırları okumuştum:

"Ehl-i dünya dünya da

Ehl-i ukba ukbada

Allah!

Herbiri bir sevdada

Bana Allah'ım yeter.

Bana Resûlum yeter.

Bana ehlullah yeter.

Dertli dermanın ister

Âşık sultanın ister

Allah!

Âşıklar daim Allah ister

Âşıklar daima Resûlü ister

Bana Allah'ım yeter


Bana Resûlüm yeter

Bana ehlullah yeter.

"İçinize onu Gazi göndermiştir"

"Hapishanede aramızda hiç tanımadığımız birisi vardı. Bize 'Sizin yüzünüzde nur
parlıyor' diye bizimle konuşmak istiyordu. Sonra Üstad çaydanlığın altına bir pusula yapıştırıp
göndermişti. Pusulada, 'Dikkat edin, ileri geri konuşmayın. O adam çavuştur. İçinize onu Gazi
göndermiştir' diye yazılı idi.

"Turnam" türküsü

Mehmet Gülırmak kendi ifade ve üslûbuyla "Turnam" türküsü meselesini şöyle


anlatmaktadır.

"Üstad, 'Muhammed, yavrum, bir na't-ı şerif söyler misin?' dedi.

"Söylerim efendim' dedim. Yahu! Birçok destan, naat biliyorum. Geliyor da aklıma,
Turnam türküsü geliyor, başka birşey gelmiyor. O kadar araştırıyorum, imkân yok. Koca
evliyanın yanında Turnam türküsünden başka birşey gelmiyor. Ben Turnam türküsüne
başladım.

"Bir beyit bitince, 'Fesübhanallah Muhammed, sen ne yapıyorsun? Bu, avam kısmının
türküsü' dedi.

sh:»(s.23)

"Ne olursa olsun Efendim, neyse cezam çekeceğim, bunu illâ çağıracağım' dedim.

"Fesübhanallah' dedi. Boyuna "Fesübhanallah' çekiyor. Bir taraftan korkuyorum,


öfkelenirse diye. Ama sesim de inadına daha fazla çıkıyor, dağ, taş inliyor. O devamlı
"Fesübhanallah' çekiyor. 'Hiç böyle başıma gelmedi' diyor. Nihayet bitti. Ben hâlâ
korkuyorum.

"Bir an sonra gülümseyerek, 'Muhammed, bana hakkını helal et' dedi.

"Ben de 'Hay hay, ne hakkı bu? Yerden göğe helâl olsun' dedim.
"Üstad, 'Öyle bir ilham geldi ki, sakın çocuğa dokunma, biz ona nat-ı şerif sevabı
yazıyoruz; ne çağırırsa çağırsın dendi, beni şaşırttın sen' dedi.

"Hayret ediyorum. Bilerek değil, elimde olmadan, o kadar nat-ı şerif bildiğim halde
"Turnam' türküsünden başka aklıma gelmiyordu.

"Mehmet'e bir şey yaparsanız Isparta'nın altını üstüne getiririm."

"Isparta'da bulunduğumuz zamanı, l934 senesi yazında Dündar isimli bir polis
memuru gelip beni karakola götürmek istemişti. Bu adam Nur talebelerine çok eziyet
ediyordu. Üstad buna 'murdar' derdi. Üstad bu adama, 'Beni iyi dinle, ben buraya geleli bütün
âfâtların, belâların Def'i için dua etmekteyim. Eğer bu Mehmet'e dokunursanız, bir tek fiske
vurursanız, Isparta'nın altını üstüne getirecek musibet için dua ederim. Emniyet âmirine selâm
söyle, (Sert bir şekilde) haydi git! dedi.

"Polisle beraber emniyete gittik. Polis Üstadın dediklerini âmirine anlattı. Karakolda
beni sorguya çektiler. Neticede beni Üstadla beraber Eskişehir'e sevk ettiler. Refet Beyle beni
birlikte bağlamışlardı. Hayatımda böyle ehl-i takva bir kimseye rastlamamıştım. Çok muttaki
bir emekli subaydı. Orada altı ay mevkuf kaldım."

Mehmet Gülırmak, Üstadıyla geçen günlerini kendine mahsus tatlı şivesiyle ve diliyle
anlatıyordu. Ayrıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi eserinin baş taraflarındaki mektuplarda da
Mehmet Gülırmak ismi geçmektedir.

sh:»(s.24)

[]

Süleyman Rüştü Çakın Bediüzzaman'ın avukatı merhum Bekir Berk ile beraber

SÜLEYMAN RÜŞTÜ ÇAKIN

l899 yılında Isparta'da doğan Süleyman Rüştü Çakın 1974 Temmuz'un yine Isparta'da
vefat etmiştir.

Bediüzzaman'ın yakın talebelerindendi. 1935'de Eskişehir, 1943'de Denizli ve l958'de


Ankara'da mevkuf bulundu. Eskişehir'de altı ay mevkufiyetten sonra tahliye olmuştu. Her
taraflarının çok sıkı bir şekilde arandığı hapisten tahliye olurken, bazı masraflar için Üstad
kendisine beş sarı altın vermişti. Süleyman Rüştü merhum bu altınların âdeta sarraftan yeni
çıkmış gibi olduklarını anlatmıştı. Üstad kendisine "Bana para lâzım oluyor, bunları dışarıda
bozdur" demiş.

Son günlerinde kendilerini ziyaret edip, resimlerini çekmiş, ellerini öpmüş ve anlattığı
hatıralarını not almıştım. Bu notlarda şunları tesbit edebilmiştim:

Üstad vilâyetten Ankara'ya olan yazışmalarında "Paketleri Risale-i Nur yazılı kâğıtlara
sarınız, Ankara'dakiler Eski Said'i tanırlar, benim ismimi bilirler, böylece, benim ismimi ve
imzamı görünce merak saikasıyla Nur'ları okurlar" diyor.

"Isparta'ya niçin geldim?"

Üstad "Ben Isparta'ya niçin geldim?" diye soruyor ve kendisine şöyle cevap veriyor:
"Benim siyasi maksadımı, içtimaî gayemi tahakkuk ettirecek birisi buradan çıkacaktır."

l935 yılında Eskişehir hapis ve mahkemesinden evvel, Üstad Cuma namazı için
dışarıya çıkınca binlerce insan sokaklara dökülmüş. Vali ve idareciler telâş etmiş. Bu sırada
"Onuncu Söz"ü de Valinin masasına bırakmışlardı."Bediüzzaman ve talebeleri harekete
geçtiler, vilâyeti bastılar" diye Ankara'ya bildirilmiş. Eskişehir hadisesi böylece patlak vermiş.

sh:»(s.25)

Isparta Vergi Tahakkuk Müdürü olarak vazifede bulunan Süleyman Rüştü Çakın'ı
"Yirmi Yedinci Lem'a," Eskişehir müdafaanamesinde Üstad şöyle müdafaa ediyordu:

[]

Bayram Yüksel Ağabey, Süleyman Rüştü Çakın'la tatlı bir sohbet halinde

"Vâridat kâtibi Rüştü: "Ezcümle, bu masumlar içinde, Vâridat Kâtibi Rüştü, gençler
içinde istikamet ve namusla mümtaz ve vazifesinde işgüzar, hiçbir su-i ahlâkı görünmeyen bir
zattır. Ben Isparta'ya getirildiğim vakit, gelip benim gibi garip bir adamın sobasını yakmak,
suyunu getirmek, yemeğini pişirmek gibi hususî işlerimi Allah için yapmış. Bu zatın vazifesi
vakit bırakmıyor ki, başka bir hizmette bulunsun. Yalnız akşamdan akşama bu hizmeti
yapıyordu. Bu zatı mertlik ve misafirperverlik noktasında âli bir seciyede gördüm. Bazı
vehham kimseler ona diyorlardı ki, 'Sen memursun, ona yanaşma' O diyormuş: 'Bu zatın
dünyaya karışacak bir emare ve arzusu yok. lBenim vazifeme mâni değil. ' Hattâ bu tevkif
zamanında bile, o merdane hissiyle benim gibi zaif ve hizmete muhtaç bir biçareye herkes
gözünü benden kaparken, o yardıma koşuyordu ve der idi ki: 'Bu Hocadan ben medar-ı
ittiham birşey göremiyorum ve yoktur ki, ben onun ittihamından temasla hissedar olayım.'

"İşte bu zat okumak için bir-iki küçük ve imanî risaleleri almış; kaza ve kadere ait
risalesinin yarısını yazmış, tamamlamaya vazifesi müsaade etmediği için nüshamı bana iade
etmiş. Acaba dünyada böyle bir âlî seciyeyi taşıyan müstakim bir genci böyle münasebetle
ittiham edecek bir kanun var mı? Eğer ecnebi bir düşman devletinin bir adamı bir şehre gelse,
misafirperverlik veya ücret mukabilinde komşusundaki bir adama hizmet etse, o hizmette
ittiham altına alınır mı? Halbuki bu zat, bu vatanın benim gibi bir evlâdı ve yirmi seneden beri
bu millete, hassaten Harb-i Umumîde ve İstiklâl Harbinde mühim hizmetlerde bulunmuş
ihtiyar ve garip bir komşuya böyle bir hizmet eden bir zata hiç itiraz gelebilir mi? Farz-ı

sh:»(s.26) muhal olarak, benim gizli, yanlış fikirlerim bulunsa da, akşamdan akşama
sobamı yakmaya gelmesi ile iştirak tevehhüm edilir mi?"

Süleyman Rüştü Çakın memuriyetten sonra, ticaretle uğraştığı yıllarda Antalya Nur
talebelerinden İbrahim Çerit'e 6 Şubat 1952 tarihinde şöyle bir mektup yazmıştı:

"Muhterem Ağabeyim İbrahim Efendi,

[]

Süleyman Rüştü Çakın'ın bir hizmet mektubu

"Çok selam ve derin hürmetlerimi sunarım. Size evvelâ müjde; dün aldığımız bir
telgrafla Üstad Hazretleri İstanbul Mahkemesinde beraat etmiştir, müjdeler..

"Mektubat geldi. Elmalı'ya götürmek üzere size göndereceğiz. Oradan gönderirsiniz.


Sizde isteyen var ise, bildirirsiniz.

"Bütün kardeşlere selâm ve derin hürmetler sunarım. Selam ve derin hürmetler."

sh:»(s.27)

[]

Mustafa Ezener
MUSTAFA EZENER

1915 yılında Isparta'da dünyaya gelen Mustafa Ezener l974'ün Mart ayı başlarında
vefat etti.

1932 yılında Milâs askerî birliğinde yazıcı astsubayken, camide Halil İbrahim
Çöllüoğlu ile tanışmıştı. Bu görüşme ve tanışma Mustafa Ezener'i de Nur talebeleri zümresine
dahil etti.

Mersin'de gümrük muamele memurluğu da yapmıştı. Mersin ve civar vilâyetlere Nur


risalelerini tanıtıyordu. Bu yüzden mahkemeye verilmişti. 9 Nisan 1954 tarihinde beraat
etmiş, kendisinden alınan Nur risaleleri tekrar iade edilmişti.

Halim, selim ve melek gibi bir zattı. Birkaç defa Isparta'daki evinde misafir olmuştum.
Geniş hatıralarından bir damla nev'inden şunları anlatabiliriz:

Savcının içgüzarlığı

"Üstad Afyon mahkemesinden çıkarken kalabalık bir kitle elini öpmeye koştu. Sırayla
ellerini öpüyorlardı. Bu durumu hazmedemeyen bir savcı, polis ve jandarmalara, 'Niçin izin
veriyorsunuz?' diye bağırıp çağırıyordu. Üstad bu hale çok celâllendi. Yüksek sesle, 'Ne var,
ne oluyor? Bırak, kardaşlarımla görüşeceğim?' derken öyle heyecanlanmıştı ki, sarığı
başından düşmüştü. Biz sarığını yerden alıp başına koymuştuk. Savcı arkasına bile bakmadan
korkuyla kaçıp gitmişti. Hadise çıkarmak için bir kardeşin ayağına tekmeyle vurmuştu.
Kardeş hiç ağrı duymamıştı. Sonradan baktık ki, ayağı morarmış.

"1971: Hezimet-i fahişe"

"Üstadın son yıllarında sık sık derslerinde bulunmuştuk. Sabah derslerinde hep
bulunmuştum. Bir gün ders esnasında Meyve Risalesi okunuyordu. 'İzâvekab sekiz yüz on
ederek o zamanlarda ehemmiyetli maddi manevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa miladî
1971 olur, o tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra şimdiki tohumların
mahsülü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.'

sh:»(s.28)

[]
Mustafa Ezener, Üstad Bediüzzaman'ın 1971 hadiselerinden bahsettiğini zaman zaman
anlatırdı. Bu hatırasını anlatırken Zübeyir Gündüzalp Ağabeyim kendi güzel el yazısıyla bir
kâğıda şöyle yazmıştı: "l97l senesi ehl-i dalâletin hezimet-i fahişe ile mağlubiyetlerinin
senesidir. Mustafa Ezener soruyor: "Efendim, bu mağlûbiyet yalnız ehl-i dalâlete mi, yoksa
ehl-i imana da şümûlü varmı?' Üstad Bediüzzaman ise, eserinde yazdığı bu bahsi şöyle ifade
ediyor: "Kardaşım, 1971 ehl-i dalâletin büyük bir hezimetle mağlûp olacakları bir tarihtir."

"Bu cümle okununca Üstad celâllenerek, ellerini kaldırdı ve "Tam! Tam! Hezimet-i
fahişe ile mağlubiyetlerinin senesidir' deyince ben sordum: "Efendim, bu mağlubiyet yalnız
ehl-i dalâlete mi, yoksa ehl-i limana da şumûlü var mı?' Bediüzzaman ise 'Kardaşım, bu tarih
küfrün mağlub olduğu tarihtir' diye cevap verdi?

"Bir defasında da her gün devam eden bir sabah dersinden sonra, 'Fesübha

[]

Mimar Sinan Kitabevi önünde: Mustafa Sungur, Süleyman Rüştü Çakın, Tahirî Mutlu
ve Mustafa Ezener.

sh:»(s.29) nallah! Seksen defa okumuşum. Bugünkü kadar anlayamamıştım' diyerek


Kur'ân hakikatlarındaki ehemmiyetli sırlara işaret etmişti."

***

Bir müddet Isparta'da Mimar Sinan Kitabevini de işleten Mustafa Ezener'in mekânı ve
makamı Cennet olsun.

Mustafa Ezener, İbrahim Ağabeyine, 18 Şubat 1952 tarihinde yazdığı mektubunda,


Üstadın Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a gidişini haber veriyordu. Bu mektupta
şunları ifade ediyordu:

[]

Mustafa Ezener'in İbrahim Ağabeyine yazdığı mektup

sh:»(s.30)

"Aziz sıddık ve sevgili ağabeyim İbrahim Efendi!


"Evvela: Sonsuz selâm ve derin hürmetlerimi sunar, mübarek ellerinizi öperim. Cenab-
ı Hak Teâlâ Hazretlerinden daima sıhhat, âfiyet ve selâmet üzere olmanızı âcizane olarak dua
ve niyaz eyler, dualarınızı isterim.

"Saniyen: Kıymetli mektubunuzu aldım. Çok memnun ve mesrûr oldum. Bilhassa


Siracunnûr'ları temin edeceğimize son derece sevindim. Rabbim Telâlâ Hazretleri siz sevgili
ağabeyimi ve bütün ümmet-i Muhammedîyi de (a.s.m.) daima sevindirsin.Âmin.

"Salisen: Son hadise dolayısiyle sevgili Üstadımız Hazretlerinin İstanbul'a teşrifleri,


inşaallah, zulüm ve gaflet perdelerinin yırtılmasına ve Risale-i Nur'un parlamasına; sevgili,
müşfik Üstadımız cihad-ı ekberinde muzaffer olmasına vesile olacaktır. Ve böyle olması ve
büyük Üstadımız sıhhat, âfiyet ve selâmet üzere uzun ömürleri için Halık-ı Zülcelâl ve Teâlâ
Hazretlerine dua ve yalvarmaktayız.

"Bu münasebetle dün derin bir düşünceye vardığım sırada şu gönderdiğim şiire
benzeyen cümleler kendi kendilerine sıraya dizildiler. Bu fakirin haddi değil, belki hata ve
kusurları fakire aittir ki, af buyurmanızı rica ederim. Elhamdülillah, bu âna kadar cümlemiz
iyiyiz. Merakı mûcip birşeyimiz yoktur. Sizlerin de sıhhat ve afiyette olmanızı dileriz.

"Siracünnûr'ları posta ile gönderebilirsiniz. Çok memnun olurum. Zira Gaziantep'ten


ısrarla istiyorlar. Hediyelerini inşaallah aybaşında takdim ederim."

sh:»(s.31)

[]

Şefik Sarıoğlu

ŞEFİK SARIOĞLU

1321 (1905)'de doğdu. 1954'te Milas'ta vefat etti.

"Üstada selam verince hapishaneye atıldı

Bediüzzaman "Yirmi Sekizinci Lem'a"da bir yazısı bulunan Milâslı Şefik Sarıoğlu'nu
Eskişehir Mahkemesinde şöyle müdafaa ediyordu:

"Isparta hapishanesinde iken, bir münasebetle bir selâm almıştım. Ben de selâm
gönderdim. Sonra o zat memleketinin hapishanesine nakledilmiş, benim has kardaşlarımdan
Halil İbrahim'e hemşerilik münasebetiyle gıyabî benimle sırf bir uhrevi dostluk tesis etmiştir.
Bu zat hapishanede bulunduğu cihetle, mahpusların lüzumsuz faidesiz zamanlar veya
gazeteler veya oyunlarla meşgul olmalarına mukabil, Şefik, faideli ve menfaatli ve zararsız
okunacak ve mahpusları da namaz ve hüsn-ü ahlâka sevk edecek risaleleri diyaneti ve hüsn-ü
ahlâkı noktasında alırmış, okurmuş. Belki o zararsız, faideli risaleler içinde benim de bir
risalem eline geçmiş olabilir.

"Acaba böyle ciddî bir hüsn-ü ahlâk sahibi dindar bir gencin benim ile bu kadar cüz'i
bir münasebetini i'zam edip, en büyük vasıta-i nâşir-i efkarım olduğunu ve bende hiçbir
cihetle bulunmayan ve bir emaresi görülmeyen gizli entrikalarıma vasıta göstermek ve benim
mevhum cürmümden ona bir hisse vermeyi, elbette mahkemenin nazar-ı adaleti kabul etmez.
Farz-ı muhal olarak benim entrikalarım bulunsa da, bu zat mahpus iken tek bir selâmımla
nasıl o gizli fikrimi bilecek, iştirak edecek ve vasıta olacak? Böyle kıymettar gençleri
ehemmiyetsiz bahanelerle çürütmeyi vicdan kabul etmez."

Milâslı Şefik Sarıoğlu 1905'de Milâs'ta doğdu. Babası Emin Ağa, annesi ise Fatma'dır.
Kendisinin Emin Sarıoğlu adında bir oğlu, Bakiye Acar isminde birde kızı bulunmaktadır.
Kırk dokuz yaşın

sh:»(s.32)

dayken, 27 Ağustos 1954'de Yatağan'ın Bözük ılıcasında vefat etmişti.

Milâs'ta Şefik Bey olarak bilinen bu Eskişehir maznunu Milâs'ta meftun


bulunmaktadır.

"28. Lem'adaki yazısında bahsini ettiği hemşiresinin kocası olan Feyzullah Ağa, Kuva-
yı Millîye reisliği yapan kahraman bir zattı. Şair ve edip Nur talebesi Milâslı Halil İbrahim
Çöllüoğlu 12 Haziran 1930 tarihini taşıyan bir şiirinde de şunları ifade etmektedir:

"Bir tahassüngâh yok, bu değirmenin dairesinden dışarı

Âsiyab mahv-ı inkıraz durmayıp dönüyor

Melekül'l-mevt hergün önümüzden, arkamızdan

Êynemâ tekûnu yüdrikkülmevt^âyetini okuyor.


Zengin gafletle mir'at-zamir cilâsız kalmış Hâdisat-ı eyyam bizi bir yandan bir yana
tutup atıyor

Tamâ'mız yelken ve hırsımızdan bir rüzgârla bahr-i emelde

Sefinemizi ecel enginlerinde mehalikle çalkıyor

Küme küme evham-ı hayalet bulutları arasında hâlâ

Oyuncağa dönüp hatif-i zeval kulaklarımızı tıkıyor

Dîde-i ruşnâmız yok, cemâl-i ba-kemâli görecek zira

Kemâl-i eşrakiyle beraber güneş âmâya ne fayda veriyor

Gündüzsüz bir gece gelip, bir gecede irtesiz kalacak

Enfas-ı mâhudun sayısı gün gün bitiyor.

Teyakkuz gelmemekte, zira yok kuvvet-i bâsıramız

Mezarların karanlık çukurları bizi bekliyor

Gözslerimiz perdeli, hakaikten in'ikas yok

Nur-u ilham dahi âyine-i kalbe girmiyor

Halil, içtiğin zehrabe-i seyyiat-ı hata elverir

Rah-i helâki bırak, necata doğru yol gidiyor."

Bu mısraların devamında Halil İbrahim not defterine şunları da kaydetmiş:

"Şarablarda mest olan gece yarısı uyanabilir

Fakat sâkînin mest ettiği kimse gözlerini mahşer sabahı açar.

Âyat-ı tabiîdir ilham-ı tabiat

Bir ism-i celâl olsa gerek, nağme-i tabiat.

Abdülhak Hamid
sh:»(s.33)

ESKİŞEHİR DÂVÂSINDA GAZETELERİN FERYADI

[]

sh:»(s.34)

[]

(sh:»(s.35)

[]

sh:»(s.36)

[]

sh:»(s.37)

[]

sh:»(s.38)

[]

sh:»(s.39)

Bir bardak suda koparılan Eskişehir dâvâsı, zamanın gazetelerinde şöyle yer almıştı:

Akşam, 9 Mayıs 1935 Perşembe

"Isparta hadisesi tahkikatı:

"Isparta 8: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya yanında Jandarma Umum Kumandanı General
Kâzım olduğu halde buraya gelmiş. Vekil, Said Kürdî hadisesi hakkında validen izahat aldı ve
gereken emirleri verdi.
"Bay Şükrü Kaya öğleden sonra Said Kürdî'nin evvelâ ikamete memur edilmiş olduğu
Eğirdir'e gitmiş, akşam üzeri dönmüştür.

"Hadisenin esası ne?

"Son tarikatçılak hadisesinin reisi olduğu anlaşılan Said Kürdî peygamberlik lâkâbına
kinaye olarak Ümmî âlim lâkâbını takınmıştı.

"Bediüzzaman, Seyh Said isyanı zamanında Eğirdir'in Barla nahiyesine ikamete


memur edilmiş, üç ay evvel mürit toplamaya başlamış, umumî harbten beri Isparta'da kalmış
olan üç Kürt, kendisine mürit olmuştur. Bu üç Kürdün teşvikiyle Sivaslı bir mütekait, üç-dört
yobaz Said Kürdî'ye devama başlamışlardır.

"Said Kürdî ile arkadaşları Eskişehir'e gönderilmişlerdir."

Akşam, l0 Mayıs 1935

"Milâs'ta sekiz tarikatçı tevkif olundu:

"Said Kürdî ile otuz mürtecinin mahkemeleri Eskişehir'de yapılacak.

"Milâs'ta bir kişinin Isparta'da tarikatçılık yapmak isteyen Said Kürdî ile muhaberesi
anlaşılmış ve yapılan aramada bu adama gelen mektuplar ve risalelerde Milâs'ta yedi kişinin
adı geçmiş olmasından ötürü bu sekiz kişi adliyece tevkif edilerek Isparta'ya gönderilmiştir.

"İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Isparta muhabirimize şu beyanatta bulunmuştur:

"925 Şeyh Said isyanı münasebetiyle Isparta'ya naklolunan ve kendisine Bediüzzaman


adını takan Said Kürdî dini siyasete âlet yaparak irticaî propagandalara girişmiş ve birtakım
saf adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır. Adliye hadiseye el
koyarak Said Kürdî ve muhtelif yerlerde kandırabildiği otuz kadar mürteci tevkif edilmiştir.
Temyiz mahkemesinin kararlarıyla mahkeme Eskişehir'de yapılacaktır.

sh:»(s.40)

"Genel emniyet idaresindeki sicile nazaran Said Kürdî 3l Mart irticaına karışmış ve
Şark vilâyetindeki irticaî Kürt hareketlerinde faaliyetten geri durmadığından Isparta'ya
naklolunmuştur. Anlaşılıyor ki, Bediüzzaman otuz senelik bir mürteci olup, irşad edecek
vatandaş aramaktadır. Şimdiye kadar elde edilen mâlûmata göre, hadise mahdut ehemmiyetli
bir zabıta vak'asından ibarettir ve halk arasında hiçbir tesiri olmamıştır.

"Vak'a Halil İbrahim isminde bir âlimin Said Kürdî ile mektuplaşması ve mektubuna
marangoz, kahveci ve saatçı çırağı gibi şuursuz ümmî yedi kişiden selâm yazması ve
hanesinde kitap bulundurmasından ibaret.

"Hadiseyi ortaya çıkaran müdde-i umumî Mustafa'dır."

Tan, 11 Mayıs 1935

"Dinar: Bobobey Camii hatibi Hasan ve Mehmed Zekâi Eskişehir hapsine gönderildi."

Tan, 13 Mayıs 1935

"İrtica şebekesini hazırlayanlar:

"Bediüzzaman'la beraber Şükrü ve Bâki isminde iki Nur talebesi Isparta hapsinden
Eskişehir'e gönderilirken."

Tan, 7 Mayıs 1935 Salı

"İrtica şebekesinde yeni suçlular.Ve alâkadar olarak Bursa'da on kişi sorguya çekildi."

Tan, 8 Mayıs 1935 Çarşamba

"Bir mürteci ifade verirken öldü.

"Bursa'da Isparta'da yeni tevkifler yapıldı. Otuz mevkuf var.

"Bediüzzaman ve arkadaşları 29 Nisan'dan beri mevkufturlar. Antalya Müftüsü Çil


Ahmed tevkif edilenler arasında.

"Isparta'da ifade veren bir binbaşı ölmüştür."

Tan, 6 Mayıs 1935 Pazartesi

"Antalya'da dört kişi yakalanarak Isparta'ya gönderildi.

"Said Kürdî'nin mektuplaştıkları Müftü Ahmed Hamdi ve Aşçı Hasan yakalanmıştır.


Aşçı Antalya'da, Müftü Korkuteli'de tevkif edilmiştir. Rejim aleyhine baş kaldırmışlardır."
Tan, 5 Mayıs 1935

"İrtica hazırlayan bir şebeke tutuldu. Suçlular Isparta'ya gönderildi.

"İrtica şebekesi, Kürt isyanında istiklal mahkemesi tarafından

sh:»(s.41)

Isparta'ya sürülen Şeyh Bediüzzaman Said Kurdî tarafından kurulmuştur. Said Kurdî
Aydın, Milâs Eğirdir, Bolvadin ve sair yerlerde bir irtica şebekesi meydana getirmiştir. Orada
bulunan muhabirleri ile daimî muhabereye girişmiştir. Şeyh bir takım risaleler neşretmiştir.
"Antalya zabıta ve adliyesinin uyanıklığı bütün menfur teşebbüsün önüne sed çekmiştir. Bir ip
ucu elde eden Antalya adliyesi derhal şifre ile Milâs adliyesini keyfiyetten haberdar etmiştir.
Milâs zabıtası 26 Nisan'da işe başlamıştır. Ve 27 Nisan'da tahkikatı bitirmiştir. Milâs'ta sekiz
kişi tevkif edilmiştir.

"Çöllüoğlu Hanı sahibi Halil İbrahim, İnce Mehmed, Manifaturacı Mehmed, Saatçı
Hafız Mehmed, Marangoz Halil İbrahim, Hatip Hüseyin İbrahim, Molla Hüseyin, Kaputçu
Mustafa, Milâslı Şefik, Tahsildar Ali Rıza 3 Nisan'da Muğla hapishanesinden ısparta
adliyesine gönderilmiştir."

Halil İbrahim'in müdafaası

Asîl Nur talebesi Halil İbrahim Çöllüoğlu, Denizli'de mahkemede şu müdafaayı


yapmıştı:

"Efendim.

"Şu kısa ifademin zapta geçmesini rica eylerim.

"Eskişehir hadisesinden evvel elime geçen ve o vak'ada çoğu alınmış ve geri kalan
birkaç tanesini çok ısrarlarla Ahmed Feyzi'nin aldığı, bende kalıp bu defa elinize geçen 'On
Dokuzuncu Mektup' namındaki mucizat-ı Peygamberîden bahis. Risale-i Nur'larda cemiyet ve
tarikata ait bir tek harf bile iddianamelerde kayda geçmemiştir. Çünkü böyle birşey yoktur.
Dinimi öğrenmek ve imanımı takviye ile ahlâkımı düzeltmek hususunda çok istifade ettiğim
ve evvelce hesabı verilmiş bu eserlerin yüzünden mahkemeye sevk olunuyor ve hayat-ı
içtimaiyemdeki mevkiim sarsılıp maddî çok zararlara uğruyorum.
"Ben ahlâkı ve iyiliği sever, ilmî ve dinî ve ahlakî eserler okur ve kendi halinde geçinir
dindar bir insanım. Elhamdülillah, hiçbir ahlâksızlık ve kimseye tecavüz ve incitmek
yüzünden bin münazaamı hükûmet kaydetmemiştir. Bu gibi dürüstlüğe vesile olan ve ehl-i
vukufun, hâşâ,cemiyetçi ve tarikatçı namı taktığı Risale-i Nur mizanlarına medyun-u şükran
olduğumu bilâtereddüt açıkça siylemekle müftehirim.

"Muhrerem heyet-i hakime: Şurada şahit bir dindar İslâm sıfatıyla ve Türk kanının
iktizası sebebiyle derim ki: Risale-i Nur tarikat değil ki, tasavvuf olsun. Dünyevî bir gayesi
kaydedilmiyor ki, cemi

sh:»(s.42) yet
olsun. Belki, siyasî ihtiraslardan men eden bir hakikat-ı ilmiyedir. Ve bir heyet-i ilmiye tedkik
ederse anlaşılır ki: Şimdiye kadar yazılan eserlerin fevkindedir. Ezcümle, haklarında ehl-i
vukufun bir tek harf bile kaydetmediği "Yirmi Beşinci Söz' Kur'ân'ın Kelâmullah olduğunu
kat'î isbat eder. Ve'Onuncu Söz' ve 'Yirmi Dokuzuncu Söz' melâike ve ahiretin vücudunu kör
gözlere gösterecek derecede ispat ve tavzihi ve bunlara mümasil 'Otuz İkinci' ve diğerleri
hakaik-ı İlâhiye ve kevmiyeyi öyle vâzıf bir surette serd ve beyan eyler ki, en büyük âlim ve
bir feylesof ve benim gibi bir ibtidaî tahsilli kimseler dahi onlardan çok müstefid olur ve hattâ
bin senelik çok itirazlara maruz kalan Sevr ve Hut meselesini akıllara hayret verecek derecede
isbat ve izah eyler. Eğer bu gibi ilmi ve dinî eserleri okuyup, dinini ve imanını takviye etmek
bir cezayı müstelzim ise, maaliftihar kabul ediyorum. Ölüm cezaevinde var. Memlekette, aile
kucağında da var olduğuna çok vâkıalarla herkes gibi ben de şahid ve kaniim.

"Eğer kanun-u adalet hakkımızda tam tecellî ederse, vesile olanlara,'Allah sizden razı
olsun' derim."

Halil İbrahim

sh:»(s.43)

[]

Mehmed Babacan

MEHMED BABACAN
Mehmed Babacan 1801 yılında Isparta'da doğdu. Terzilik yaptığı için, "Terzi"
lakabıyla anılmaktadır.

"O ulvî halleri anlatamam"

"Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa 1934 senesinde Isparta hapishanesinin penceresinde


görmüştüm. Hapishanenin penceresinden bana selâm vermişti. Daha sonra Eskişehir
hapishanesine giderken de mübarek şahsiyetini yakından görmüştüm. O zaman ellerini
kelepçeleyerek kamyonlara bindirilmişlerdi. Topladıkları 120 Nur Talebesini dokuzu
kamyonla Eskişehir'e sevketmişlerdi.

"O günlerde Binbaşı Âsım Bey mahakeme olurken, âniden düşüp ölmüştü. Hacı
Mülazım isimli bir zat vardı. Cenazesiyle o zat ilgilenmişti. Isparta Ulu cami cenaze namazını
kıldık. Cenazesinde beş-altı kişiydik. Cenaze namazından sonra binbaşı Âsım Bey'i
Isparta'daki Alaeddin mezarlığına defnettik.

"Jandarma karakolunun üst katından Üstadı alıp mahkemeye götürüyorlardı. O zaman


ellerini öpmek istemiştim, ama maalesef öpemedim, sadece yakından görebilmek saadetine
erdim. Maalesef bu büyük şahsiyetin mahiyetini tam anlayamadık.

"Üstad Bediüzzaman'la bir kaç kere seyahatlerimiz de olmuştu. l950'lerden sonra


Eskişehir Yıldız Oteli'nden alarak Isparta'ya getirmiştim. Daha sonra l952

[]

Terzi Mehmed Babacan askerlik yaptığı günlerde ve son zamanlarında

sh:»(s.44)

başlarında İstanbul'da açılan Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a giderken ben
de Üstada refakat etmiştim. Kendilerini Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'ne indirmiştim.
Kendileri otele inince, "Sen, biraz git de İstanbul'u gez' demişti.

"Eskişehir Yıldız Otelinden alıp Isparta'ya getirmek için Urgancı Hilmi ile birlikte
gitmiştik. Yıldız Otelinde akşamdan sonra gördüğümde bambaşka bir ibadet halindeydi. O
ulvî halleri anlatabilmem mümkün değil, akşamdan sonra odasına girdiğimde bana rahatsız
ettiğim için çok kızmıştı.
***

[]

Mehmed Babacan bizlere hatıralarını anlattığı günlerde.

"Üstad Hazretlerini İsmet Gülcügil'in arabasıyla İstanbul'a götürmüştüm. Üstad ismini


sorduğunda şoförümüz 'İsmet' deyince, Üstad 'Bırak şu pis herifi, senin ismin Mâsum olsun
bundan sonra' demişti. Ayrıca yolda İsmet Gülcügil'in arabayı durdurarak sigara içmesine de
kızdı. 'Gel sigarayı burada iç, beklemeyelim, gençken ben de sigara içtim' demişti. Yine Üstad
Hazretleriyle bir gün Findos köyüne gitmiştik. Üstad namazdan sonra bana 'Fatiha ile namaz
tamamdır' dedi.

"Otobüs tutarak beraberce Isparta-Gölcük'e gitmiştik. Yolda otobüs bozulup da


durunca Üstad Aşçı Ali'nin motosikletine binerek yola devam etmişti. üstad Gölcük'ü çok
severdi. Oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür
ederdi. Bir defasında: 'Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu
mübarek şehir Isparta'yı ihya ediyor' demişti.

"Üstad Bediüzzaman'ın Urfa'daki kabrini parçalayıp da mübarek naaşını Isparta'ya


getirip gömdükleri 27 Mayıs ihtilalinden sonraki günlerde bizleri hep toplayıp 99 gün nezaret
altında tutmuşlardı.

"Üstada Isparta'da ev kiraladım"

"1950 senelerinden sonra Isparta'da Fitnat Hanım'ın kocası ölünce evinin bir kısmını
Üstad için kiralamıştık. üstadı Nur Talebelerinden Nuri Benli'nin otelinden bir fayton tutarak
Fitnat Ha

sh:»(s.45)

nımdan kiraladığımız eve getirdik. Üstad, Fitnat Hanımın ismine hayret etti. Bu nasıl
bir isim diye hayretini belirtti. Fitnat Hanım da, Üstad için bana 'Mehmed Efendi bu zat
kimdir?' diye sorunca ben de kendisine şu cevabı vermiştim.

"Bu zat Bediüzzaman'dır. Hazret-i Peygamberin merkadini getirip senin evine


koydular. Bu zat onun torunudur.
[]

Isparta Nur kâtip ve talebelerinden Terzi Mehmed Babacan'ın yazdığı bir Meyve
Risalesi: Denizli hapsinin bir meyvesi.

sh:»(s.46)

[]

27 Mayıs İhtilâlinin Müslümanlara olan binler saldırılarından sadece bir sayfanın


vesikası

sh:»(s.47)

[]

Fâzıl Doyran

FÂZIL DOYRAN

l894'de Selanik'in Doyran kazasında doğdu. l986'da vefat etti. Balkan Harbinde
Aydın'a geldi. Aydın Vali Kaleminde ve Isparta Tümeninde muhasebecilik yaptı. 1926-1937
yıllarında Isparta'da kaldı.

25 Temmuz 1934 ile 25 Nisan 1935 arasında tam dokuz ay Isparta'da kalan
Bediüzzaman'ı üç defa ziyaret edip görüşmüştü. Isparta'da Hüsrev Altınbaşak'ın komşusu olan
Fâzıl Doyran, onun vasıtasıyla Bediüzzaman'la tanışmış ve Nur Risalelerini güzel yazısıyla
yazmıştı. Yazılarının sonunda Bedizüzzaman'ın yaptığı ve Refet Barutçu'nun yazdığı dualar
bulunmaktadır.

Selânikli Fâzıl Doyran, Bediüzzaman'ı sevgiyle, hürmetle ve rahmetlerle anlatıyordu.


Bu sohbet esnasında heyecandan rahatsızlanmış, ondan bahsedince "Dayanamıyor,
heyecanlanıyorum, çarpıntı geliyor" diyerek, rahatlamak için hap almıştı.

"Odasında Kur'ân-ı Kerimden başka kitap yoktu"

Koşsuları olan Nur talebelerine kabat tatlısı yapan hanımı ise, kocasına sofî, kendisine
ise safî diyerek hatıraları zevkle takip ediyordu.

Şahidi olduğu günleri bize şöyle anlatıyordu:


"Ben Isparta'da Hüsrev Altınbaşak ile komşuydum. Beni ilk defa Bediüzzaman'a
Hüsrev götürdü. l934'de dokuz-on ay kadar Isparta'da kalan Bediüzzaman'a üç defa gittim.
Kendileri Bağlar'da oturuyordu. Daha önceleri camide cemaatten, 'Barla'da büyük ve
muhterem bir zat var' diye medhini duymuştum.

"Yanında daima talebeleri, Refet Barutçu, Hüsrev Altınbaşak gibi zatlar duruyorlardı.
Benim memur olduğumu bilmişti. 'Galiba memursunuz?' demişti. Odasında Kur'ân-ı
Kerîmden başka bir kitap yoktu. Hüsrev Altınbaşak beni 'Güzel yazısı var' diye tanıtmıştı.
Kapısında ve civarda daima polisler bekliyorlardı. Bunlardan Dün

sh:»(s.48)

[]

Fâzıl Doyran Isparta tümeninde muhasebecilik yaptığı zaman paşa, albay ve


teğmenlerle birlikte (sivil elbiseli) dar isimli bir polisle komşuyduk. Bana, 'Ben nöbetçi
olunca gel' derdi. Dündar nöbetçiyken hep Üstadı ziyaret ederdim. Bana kolaylık ve
müsamaha gösterirdi. Nöbetçi olduğu zaman, 'Bugün ben oradayım, eğer istersen gel' derdi.
Ben de cesaret alarak giderdim. O zamanlar ziyaretine meb'uslar da gelirdi. Daha sonra benim
hakkımda soruşturma yapmışlar. Isparta'daki tümende muhasebe işlerine bakıyordum. Beni
Tümen Komutanı

[]

Fazıl Doyran'ın yazdığı "Ramazan Risalesinin son üç satırındaki dua Refet


Barutçu'nun yazısıyladır.

sh:»(s.49)

[]

Fâzıl Doyran'ın yazdığı 14. Söz'ün Hâtimesi'ndeki "Gafil kafaya bir tokmak ve bir
ders-i ibrettir" dersi, Bediüzzaman'dan tashihli "Tokmaktır" şeklinde görülmektedir. Rüştü
Paşadan sordular, 'Bu nasıl adam?' diye. Çünkü Bediüzzaman'a gidip geldiğimi, Risale-i
Nur'lardan yazdığımı biliyorlardı. Rüştü Paşa, 'Benim muhasebecimdir, tmiz ve dindar bir
zattır. Herkes gazete okuyor, bu ise dinî kitapları okuyor' diye beni müdafaa etmişti.

sh:»(s.50)
"Röntgen gibi içinizi bilirdi"

"Üstad Bediüzzaman çok heybetli bir zattı. Şu anda bahsederken bile çok
heyecanlanıyorum. Sanki burada, yanımızda canlanıyor. Röntgen gibi içinizi, dışınızı bilirdi.
Daima ibadet ve tefekkürle meşguldü. Söke'den bir kilo kadar bal gelmişti. 'Bunu bir
Ramazan yersiniz' diye Hüsrev'e vermişti.

"Üstaddan himmet ve dua istemiştim. 'Merak etme, ben arkandayım' diyerek iki
boynumdan öpmüştü. Ben de ellerinden öpmüştüm.

"Yazdığım risalelere yaptığı duaları yüzbaşı Refet Barutçu yazıların sonuna yazmıştı.

"Sözler'den ve Lem'alar'dan yazmıştım. Yazılarımın sonuna 'yazan' mânâsında 'Münşî


Fâzıl' diye yazmıştım.

"O yıllarda yeni yazılan İktisat ve Ramazan risalelerini de yazmıştım."

sh:»(s.51)

[]

Ahmed Hamdi Okur (Çil Müftü)

AHMED HAMDİ OKUR

(Çil Müftü) (1877-1953)

Yakın tarihimizin ismi meçhul hakikat kahramanlarından bir mübarek şahsiyetin


lâkabı: Çil Müftü. Asıl ismi ise. Antalya Müftüsü Ahmed Hamdi Okur.

Bu faziletli zat hakkında Antalya'nın demokrat gazetesi İleri'de, eski Antalya Müftüsü
Hafız Osman Çandır Efendi, 20 Ağustos 1953'de Kurban Bayramının birinci günü, İslâm
dünyasında tekbir sadâlarının başladığı bir zamanda vefat eden, Çil Müftü'yle alakâlı bir
yazıda şöyle demektedir:

[]

Antalya'nın "Çil Müftüsü" Ahmed Hamdi Okur'a padişahtan gelen taltif


fermanlarından birisi.
Çil Müftünün hizmetleri

"Çil Müftümüz çok hareketli, dışa açık, yüksek ilmî cesaret ve kariyere malik, binlerce
cemaate hitap etmesini bilen, binlerce cemaati arkasından sürükleme maharetini gösteren,
memleketin sosyal hizmetlerinde canla-başla çalışan ve koşan hocamızdı.

"Merhum hocamız Birinci Cihan Harbi boyunca Antalya müftülüğünde bulunmuş, bir
şeyhülislâm gibi etrafa fayda dağıtarak hayat sürmüştü.

"Hilâl-i Ahmer, yani Kızılay reisi bulunduğu Millî Mücadele yılların

sh:»(s.52)
da Antalya'mıza yaptığı değerli hizmetlerini doğrusu şükranla anmaktayız."

Müftü Ahmed Hamdi Efendi bu kıymetli hizmetlerinden dolayı, Osmanlı sultanları


tarafından fermanlarla ve ilmî rütbelerle taltif edilmişti.

Müftünün elini çamaşır ipiyle bağladılar

Garipliklerle ve acı hadiselerle dolu 1935 senesi, Eskişehir mahkemesine,


Bediüzzaman sadece bir selâm gönderdiği için, Antalya'nın bu asîl müftüsünü de hapsederek
götürdüler.

Bu heybetli ve pehlivan endamlı zatın ellerine vuracak kelepçe bulamamışlardı.


Bağlamak istedikleri kelepçeler hep dar geliyor, ellerini bağlayamıyorlardı. Kendisini
seyreden ehl-i imânın gözyaşları arasında, vazifelilere şöyle diyordu: "Bu eller, bu devlete çok
hizmet etti. Şimdi biraz da kelepçesini vurun!" Sonra Jandarmalar Çil Ahmed Efendinin
ellerini çamaşır ipiyle bağlamışlardı.

Eskişehir hapsinde bir rüya gören Çil Müftü Ahmed Hamdi Efendi sevinçlerle
uyanmış, gökyüzünde "Said" yazılı olduğunu müjdelemişti.

Hapishanede Üstad Bediüzzaman'la görüşmenin ve konuşmanın sevincini ve


bahtiyarlığını iftiharla anlatırdı. Eskişehir'de üç ay hapis yattıktan sonra, Çil Müftüyü serbest
bırakmışlardı. Antalya'ya dündüğü zaman Müftü Efendi, "Gittiğimiz yer hapishaneye
benzemiyordu. Orada Bediüzzaman'la görüşmek, konuşmak benim için bir şeref oldu" diye
anlatıyordu.
"İçinizde Müftü Efendi var, fetvayı ona sorun"

Eskişehir hapsinde, fıkhî meselelerde, Üstad Bediüzzaman'a sual sordukları zaman,


Üstad, Çil Müftü'yü eliyle göstererek "İçinizde Müftü Efendi var; o varken fetva vermek bana
düşmez," diye tevazu ile ahmed Hamdi Efendiye iltifat ederdi. Üstad Bediüzzaman'ın namaza
duruşundaki heybeti ve ihtişamı da muhabbet ve merakla anlatan Çil Mütftü, 1936 yılının
Temmuz başlarında men-i muhakeme kararıyla serbest bırakılıp Antalya'ya dönmüştü.

sh:»(s.53)

[]

Üstad, kendi el yazısıyla Lütfi Efendiden bahsediyor.

Saatçı Lütfi

ABDULLAH LÜTFİ ÖZERDEM

(l88l-l974)

Esnaf Şeyhi Âsım Efendinin torunu olan Saatçı Lütfi, Mehmed Âkif Efendinin
oğluydu.

Üstad Bediüzzaman'ın Ispartalı ilk talebelerindendi. 1935 yılında Üstadıyla birlikte


Eskişehir Hapishanesinde yattı. Üç defa evlenen Lütfi Efendinin dokuz evlâdı olmuştu.
İzmir'de vefat etmiştir.

Eskişehir Hapishanesindeyken kayıtlardaki hüviyeti şöyle geçmektedir: "Cami-i atik


Mahallesinden: Saatçı Lütfi."

Barla Lâhikası'nın muhtelif kısımlarında imzası ve ayrıca bir de mektubu vardır.

Arşivimizdeki üstadın el yazısı notlarından birisinde ise şunları okumaktayız:

"Kardaşım Lütfi'nin On Üçüncü Söz'üne bak, bana bir nüsha yaz. Kur'ân lâfzında
tevafuku muhafaza et. Lütfi başka risaleleri yazsın. Evvel demiştim ki, o yazsın. Şimdi sen bu
On Üçüncü Söz'ü yazsan daha iyi olur."

sh:»(s.54)
[]

Eskişehir hapsinin 129 maznunundan bir zat:

Aşçı Hüseyin Şevki usta.

AŞÇI HÜSEYİN ZEVKİ USTA

(1874-1967)

İstibdat devrinin Eskişehir'e topladığı yüz yirmi masum Nur talebelerinden dört tanesi
de Antalyalıydı. Bu merhum zatları şöyle sıralayabiliriz:

Müftü Çil Ahmed Hamdi Efendi,

Tongal Hafız Mehmed Efendi,

Tapucu Ali Rıza Efendi,

Aşçı Hüseyin Zevki Usta.

Zevki Usta daha önceleri, müteaddit defalar Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edip, ellerini
öpüpy, dualarını almıştı. Isparta'da Yüzbaşı Refet Barutçu ile görüşmeleri olmuştu. Milâslı
Halil ibrahim Çöllüoğlu ile mektuplaşıyor ve haberleşiyordu. Eskişehir hapis hadisesi de, bu
mektuplaşmalar esnasında Antalya emniyetinin vaziyeti öğrenip, şifreyle Milâs'a durumu
bildirmesiyle meydana gelmişti. Bu mektuplarda isimleri geçenleri toplayıp tevkif ederek
Eskişehir hapsine doldurmuşlardı. Hadise, Antalya, Milâs mektuplarından başlayıp, Isparta,
Aydın, İstanbul, Yalova ve Van'a kadar uzanmıştı.

Eskişehir hapsinde Üstad Bediüzzaman, Aşçı Hüseyin Zevki Ustaya çok iltifat ediyor,
cesaret ve mertliğinden dolayı tebrik ederek, bir çakı bıçağı hediye ediyordu. Nur risalelerinde
de sadakat ve cesaretini Hüsrev Altınbaşak ve Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun isimleriyle birlikte
zikretmektedir.

Yemen illerinde askerlik yapan Aşçı Hüseyin Zevki Usta 1967 yılında vefat ettiği
zaman doksan dört yaşlarında bulunuyordu. Antalya'da Hüseyin Usta'nın evlâtlarına
"Zevkliler" denmektedir.

sh:»(s.55)
[]

Gençlik günlerinde İleri yaşlarında

NURİ BENLİ

(1889-1963)

Bediüzzaman'ın eski talebelerindendir. Bir eli sakat olduğu için "Çolak Nuri" dedikleri
Nuri Benli Isparta'daki Saray Palas Otelinde, Üstadı ziyarete gelenlere mihmandarlık
yapmıştı.

1943'de Üstadla birlikte Denizli Hapishanesinde yatmıştı. 1889'da doğmuş, 1963


Ağustos ayında vefat etmişti.

sh:»(s.56)

ŞÜKRÜ İÇHAN

Vefatı: 1966

Şükrü Efendinin ismi Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de Süleyman Rüştü Çakın'ın fıkrasında
geçmektedir. Şükrü Efendi Eskişehir hapsi öncesinde on ay kadar Isparta'da kalan
Bediüzzaman'a iki evini tahsis eden zattır. 2 Eylül 1966'da vefat eden Şükrü Efendiden
Kastamonu Lahikası'ndaki bir mektupta bahsedilmektedir. Bu mektubun başında Üstad
şunları ifade etmektedir:

"Isparta'da, Risale-i Nur'un ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsis eden
kardeşimiz Şükrü Efendinin iki genç evlâdının vefatı, beni müteessir etti."

sh:»(s.57)

AYŞE UZUNOĞLU

l934 yazında, Bediüzzaman Said Nursî, Isparta Valisi Mehmed Fevzi Daldal'ın yazılı
bir emri üzerine, Barla'dan alınarak Isparta'ya getirilmişti. Şükrü Efendi ismindeki bir adamın
ahşap evinde, bir müddet de talebelerinden Yüzbaşı Refet Barutçu'nun kaldığı Ayşe
Uzunoğlu'nun bahçeler içindeki evinde kaldı.
Ayşe Uzunoğlu, evinde kiracı olarak oturan Bediüzzaman'ı rahmet ve şükranla
anmaktadır:

"Uçtu gitti elimizden"

"O bir kuyrukluyıldızdı, uçtu gitti elimizden, bir daha doğmaz. Buradan giderken,
Arap Fadime diye bir kadın vardı, onunla da helalleşmişti. Bahçesinden atla habersiz geçtiğini
söyleyerek helâl etmesini söylemişti.

"O günlerde Bediüzzaman sıkı bir kontrol altındaydı. Yanına kimse


yaklaştırılmıyordu. Deli veya derviş denilen Mehmed Gülırmak, zarurî işlerine bakıyordu."

sh:»(s.58)

MEHMED GEZGİÇ

Seyrânî

Onuncu Lem'a ve Seyranî

Esas ismi Mehmed Gezgiç olan bu zat 1896'da Isparta'da doğmuştur."Onuncu Lem'a"
olan "Şefkat Tokatları" risalesinde ismi ve bahsi geçmekte, yediği tokat anlatılmaktadır.

Şefkat tokatları yiyenlerin sekizincisi olarak bahsedilen Seyrani Isparta'nın Gülcü


Mahallesinde oturur ve orada terzilik yapardı. Bir ara Seyrani ismindeki camide iki yıl kadar
imamlık yapmıştı. Âlim ve fâzıl bir Nur talebesi olan Mehmed Gezgiç'in Seyrani lakabı
imamlık yaptığı camiden dolayı kendisine verilmiştir.

Risale-i Nurları yazarak Nur hizmetlerinde bulunmuştur.

Bir merak saikasıyla Rumların terk ettikleri gömülü altın hazinelerini bulmak için
uğraşmaya başlamıştı. Bunun için de cinlerle irtibat kurmaya çalışmıştı. Bu hususta Hazret-i
Üstada da bazı sualler sormuştu. Fakat Üstad daha evvelleri de aynı mevzuda uğraşmaması
için kendisini ikaz ederek suallerine cevap vermemişti. Kendisi ise yine cinlerle uğraşarak
altın bulma işine devam etmişti. Sonra durumu adliyeye intikal etmiş ve bir sene kadar hapis
yatmıştı.

Üstad Bediüzzaman bu meseleyi "Onuncu Lem'a"da Seyrani'nin yediği tokatın


sonunda şöyle ifade buyurmaktadır:
"Seyrani bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvet hânede (yani hapiste)
bekledi."

Şefkat tokadına sebep olan

Mehmed Seyrani'nin Üstad'a Mektubu

Üstad Bediüzzaman Barla hayatında, Kur'an-ı Kerim'in tevafuk mucizesine dair


çalışmalar yapıyordu. Bu meseleyi Isparta'daki Nur talebelerine de bildirerek, onlarla istişare
yapıyordu.

Meseleye alakalı olarak Isparta Nur talebelerinden Mehmed Seyranî Üstada şu


mektubu yazmıştı.

sh:»(s.59)

[]

Seyranî Efendi'nin Üstad Bediüzzaman'a yazdığı mektubun asıl nüshası.

"Bismihî Tealâ azze ve celle Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü fi külli


ânin elfü elfü merratin

"Çok muhterem üstadımız,

"Tevafuklu ve haşiyeli bir Kur'an-ı Kerim yazılması hususundaki fikir ve kanaatımızın


iş'arına dair telakki ettiğimiz emr-i âlilerine imtisâlen fikir ve kanaatimi bervech-i âti zîrde arz
eylerim, şöyle ki:

sh:»(s.60)

"Fakir, mahlasımdan anlaşılacağı üzere seyrine müştak olduğum cihetle nakış ve


suretinden ibaret olan tevafukata fazla bir kıymet ve ehemmiyet vermemekteyim. Çünkü, bir
kelimenin, satırın baş veya ortasında bulunmasında ne mahzur olabilir? Aslında, yani Levh-i
Mahfuzda mevcut olduğu halde, kâğıt üzerinde tevafukat bulunmaması Kur'an-ı Hakimin
hiçbir vecihle kıymetine halel vermez. Ve bu tevafukatın maddî ve manevî bir nef'i mevcut
olduğunu bilmiyorum.
"Haşiye meselesine gelince: Haşiyeye yazılacak şeyler Sözler'de olduğu gibi âyât-ı
Kur'aniyenin, ihtiraat-ı hâzıra-ı medeniyete göre tefsir ve tatbikinden ibaretse, bu cihet, yeri
geldikçe Sözler'de izah edilmiş ve esasen, bu âyâtı fenn-i hâzır icadatına tatbikan tefsir,
herkes tarafından yapılabileceği cihetle, fazla bir kıymeti haiz olmayacak ve herkes birer defa
okumakla iktifa edecektir. Sözler'deki 'Allahu nûrussemâvati velard' ilaahir, 'Kutile ashabü'l-
uhdud' ilâahir... âyetlerinin tefsirleri olan elektrik tesisatı ve şimendifer bu kabildendir. Fakat,
istiyorum ki, Kur'an-ı Hakim'in yüksek maani-i celile ve esrar-ı hafiyesi üzerinde birer parça
perde kaldırılarak henüz ihtirâ edilmemiş ve belki bir kaç yüz sene sonra ihtiraı mümkün
fünundan bahsedilsin.

"Velâ ratbin velâ yabisin' ilaahir... 'Ve yahluku mâlâ ta'lemûn' âyât-ı celileri bize ilm-i
cifir ve ilm-i cerr-i eskâl vs gibi ulum-u mensiye-i mektumeden başka nice yüzbin fünunun
Kur'an-ı Hakimde münderiç olduğunu beyan buyurduğuna göre, Kur'an-ı Hakimde münderiç
olduğunu beyan buyurduğuna göre, Kur'an-ı Azimü'l-Bürhan'ın projektörüyle bütün dünya
milletlerinin gözlerini kamaştırıp sulandırmak ve ister istemez yönlerini Kur'an-ı Hakime
çevirmek için esrar-ı hafaya-yı Kur'aniye'den bazıları açık edilecekse haşiye yapmak doğru,
ve illâ fuzuli emek ve zahmet olacağından, bundansarf-ı nazarla bu asra layık ve uygun bir
şekilde müstakil bir ilm-i kelâm yazılarak her gün biraz daha tersin edilmekte olan dinsizlik
kalesinin kökünden sökülüp atılması daha muvafık-ı maslahat olacağını arz ve beyân eder ve
bilvesile ellerinizden öperek, fikir ve kanaatımda ayağımın kaydığı nükat hakkında tenvir ve
ihtar-ı mürşidanelerini niyaz eylerim efendim."

Terzi Mehmed SEYRANÎ

"Terzi Mehmed Seyranî" şeklindeki imzasını okuduğumuz bu zat, bir dua arayarak,
okuyup hazine bulmak isteyen bir kimsedir. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatları risalesinin
sekizinci tokattaki şu bahsi de okuyunca Seyrani Efendi'nin şefkat tokadını daha iyi
anlamaktayız:

sh:»(s.61)

"Seyranî'dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı
Kur'aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevâfukata dair Isparta'daki
talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zat
başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni dekatî
bildiğim hakikattan vaz geçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. "Eyvah!
Dedim, bu talebemi kaybettim!' Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mânâ daha
karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethânede (yani hapiste) bekledi."

Nur Üstadı dinlemeyip, hatta muhalefet ederek, üstadın katî bildiği tevafuk
meselesinden vazgeçirmeye çalışan, defineci Seyranî Efendi, bu yaptığı işten dolayı şefkat
tokadını yiyerek, yakalanıp birsene hapiste yatıyor.

sh:»(s.62)

[]

Abdülmecid Perihanoğlu

ABDÜLMECİD

PERİHANOĞLU

(1878-1962)

Barla Lahikası'nad Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid diye yazılmış olan bir
mektupta geçen Vanlı Nur talebelerinden Abdülmecid Perihanoğlu, Şâhitler'in Dilinden
İsmail Perihanoğlu'nun babasıdır. 1935 Eskişehir hapis ve hadisesinde isimleri bulunan Vanlı
üç Nur talebesindendir.

Abdülmecid Perihanoğlu, Üstaddan iki yıl sonra, 1962 de seksen dört yaşındayken
vefat etti.

sh:»(s.63)

[]

Bekir Yanıksaz

BEKİR YANIKSAZ

1927 senesinde Isparta'da doğdu. 1935'te Bediüzzaman ve Nur Talebeleri'nin zulmen


elleri bağlanarak Eskişehir hapishanesine götürülüşünü Isparta'da masum gözyaşlarıyla, bir
çocuk olarak seyretmişti.

"Üstad hayatımı kurtardı"


"Adım Bekir Yanıksaz. 1927 Isparta doğumluyum. Üstadı ilk hatırladığım 1935 senesi
içinde eski adı Tekke mahallesi, yeni adı Turan mahallesinde oturuyorduk. Üstad Hazretleri
ise, yanımızdaki mahalle olan Yayla mahallesinde İntibahçı Şükrü Bey'in evinde oturur ve at
üzerinde bizim mahalleden geçerken, kendisini görürdüm.

"Yine o yıllar ağabeyim bir suçtan cezaevine düşmüştü. O zamanlar tutuklulara


yemek, cezaevince verilmezdi. Biz de ağabeyime yemeğini dışardan götürürdük. Ben küçük
olduğumdan ağabeyimin yemeğini kontrol edildikten sonra, içeri kadar götürürdüm.

"Bir gün yine yemeğini içeri götürdüğümde,. Üstad Hazretleri de cezaevinde idi.
Yalnız Üstad mahkumlardan ayrı olarak üst katta sarığı ve cübbesi ve elinde tesbihi gezerken,
bana doğru ellerini dua, biraz sonra da tekbir getirir tarza getirerek dua etmemizi ve namaz
kılmamızı işaret etmişti. Cezaevi ile mahkeye yakın olduğundan, duruşma günü iki sıra asker,
cezaevi ile mahkeme arasında dizilir, halk yaklaştırılmaz, jandarmalar arasında mahkemeye
Üstad çıkarılırdı. Sonra da Eskişehir'e gönderilmişti.

"Ben delikanlı yıllarımda fabrikada çalışırken, yine bir gece vardiyesinden sonra sabah
eve giderken, İstasyon cad

[]

Bekir Yanıksaz gençlik günlerinde

sh:»(s.64)

desinde güneş Sav köyü tarafından yeni kızarıyor, yıl 1951. Kimsecikler yok. Aniden
Üstad ile yine sarıklı ve cübbeli karşılaştık .Ben hemen durdum. Tabii o anda bütün vücudum
ter içinde kaldı. Selâm verdim, selâmımı aldı. Eğridir tarafına doğru yalnız gidiyordu. Ben eve
doğru yürümeye başladığımdan sanki Üstad ensemden tutacakmış gibi heyecanlanıyordum.

***

"Son olarak da l959 yılında bir bahar günü Isparta'nın en güzel mesire yeri olan
Ayazma'ya dört arkadaşımla gittim. Allah günahlarımızı affetsin, içki malzemeleri ve
yiyecekleri serdik, içiyorduk. O sırada üstadın arabası geldi, bizi gördüler. Biraz suya uzakta
durup acele ile talebesi indi, elinde şimdi hatırlamayacağım bir kapla su doldurmaya giderken,
ben arkadaşlara, 'Arkadaş, Üstadı değil Türkiye, dünya tanıyor, ben gidip soracağım, halim ne
olacak?' diye kalkıp giderken, Üstadın talebeleri tabii bana mani olarak, gitmememi,
yaklaşmamamı söylerken, o sırada birden Üstadın arkadaki camı açıldı ve ben arabanın
yanına yaklaştığımda, Üstad arabanın arkasında yatıyor, üzerinde de yorganı vardı, gerçekten
hasta idi. Ben kendilerine 'Üstadım, benim halim ne olacak? dediğimde 'iyi olacak iyi' dedi ve
araba bizim oradan uzaklaştı.

"Allah razı olsun, gerçekten iyi oldu. Şükür, namazıma başladığım gibi, hac farizamı
da yerine getirdim.

"Risale-i Nurlar; Üstad Hazretlerinin dua ve himmetiyle bizleri kurtardı.

"Çok şükür Allah'a, evlatlarım da doğru yolda.

"Allah Üstad'ın mekânını ve makamını nur eylesin. Sayesinde maddî manevî nur
içinde ömrümüz geçmektedir."

sh:»(s.65)

ESKİŞEHİR ŞAHİTLERİ

sh:»(s.66)

sh:»(s.67)

KEMAL TANER

Kemal Taner Eskişehir hapsinin, Şâhitler'in Dilinden birisidir.


"Mücevherler ve balonlar" Kemal Taner o günlerde sanık olarak değil, stajyer avukat
olarak bulunuyormuş. Ankara Hukuk Fakültesinde talebe iken Eskişehir adliyesinde de
avukatlık stajı yapıyormuş.

O yıllarda Hukukta talebe olanlar aynı zamanda staj da yapabilirlerdi.

Kemal Taner, gerek mahkemeye, gerekse hapishaneye rahatlıkla girip çıkıyordu.

Hapishanede Bediüzzaman'la aralarında geçen bir konuşmayı bize şu şekilde nakletti:

"Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu.


Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki: 'Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar.
Halbuki ben sizden herhangi bir harikal hal ve vezayit görmedim. Eğer böyle birşey
gösteriyorsanız, bana da gösterin, meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.'

"Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı:

"Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli
yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli
elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış.

"Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli
renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk
dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, 'Baba ben bu balonlardan isterim'
diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, 'Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas,
mücevher alacağım' diyormuş, Çocuk ise, 'Ben balon isterim' diye ağlayıp duruyormuş. Bu
misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla:

sh:»(s.68)

"Ben Kur'ân'ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu


değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur'ân'ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben
bunlarla meşgulüm. Ben Kur'ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum' dedi.

"Bediüzzaman'ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup


olmuştum."

sh:»(s.69)
Eskişehir Hapsinde

POSTASI KÂMİL

1985 kışında serhad şehri Edirne'de Postacı Kâmil isimli yetmiş yaşlarında birihtiyar,
heyecanla, korka korka, 1935'de şahit olup yaşadığı hadiseleri şöyle anlatıyordu:

"Eskişehir hapishanesindeki vazifem"

"l935 yılında Eskişehir'de jandarma olarak vatanî vazifemi yapıyordum. Vazife


taksiminde bana hapishane düşmüştü. Bu vazifeye devam ederken, âni bir haberle sarsıldım:
'İdamlıklar gelecekmiş, hem de bunlar hocalarmış!' Bu heyecanlı haberle, merakla beklemeye
başladık. Birkaç gün sonra Hoca Efendi (Bediüzzaman) geldi. Arkasından da talebeleri olan
diğer hocaları getirmişlerdi.

[]

Postacı Kâmil Efendinin, 1935'teki hatıra defteri

sh:»(s.70)

"O tarihlerde temyiz mahkemesi Eskişehir'deydi. Beni oraya çağırarak, muhbir olarak
hapishanede çalışmamı emretmişlerdi. 'Biz sana orada serbest hareket etme imkânı veririz'
demişlerdi. 'Sen bize, bu hocaların gayelerini, maksatlarını, neler yaptıklarını, neler
yapabileceklerini bildirirsin!' diyerek vazifemi söylemişlerdi. O sırada benim adam öldürmek
suçundan sabıkam vardı. Daha önceden de biraz hapis yatmıştım. İçerde yatanlardan bir kısmı
beni tanıyorlardı. Tanıyanlar 'O, jandarma Kâmil!' diye söylemeye başladıkları zaman bana
karşı şüpheler yönelmeye başlamışsa da, benaldırış etmedim ve sakin olmaya çalıştım.
İşlediğim suç için yattığımı söylemiş, bu durumu çeşitli vesilelerle belirterek, bana olan
şüpheleri izale etmeye çalışmıştım.

"Eskişehir hapishanesinde herkes birbiriyle kaynaşmıştı. Büyük bir samimiyet vardı.


Hep birlikte namaz kılınıyor, Kur'ân'lar okunuyor ve dualar yapılıyordu.

"Sibyan koğuşunu Üstad Bediüzzaman için boşaltmışlar ve onu oraya koymuşlardı.


Nur talebeleri ise, hocalarından ayrı yerlerde yatıyorlardı. Üstadın kaldığı sibyan koğuşu
genişçeydi, burada tek başına kalıyordu. Üstadın aleyhinde bize çok telkinat yapılmıştı. Biz de
ister istemez o tesir altındaydık.
"Bir gün giderek ellerinesarılıpöptüm. Bir pir-i fâniydi, zayıftı, saçları uzundu,
yanlardan sarkıyordu. Sakalı, traş olmadığından, biraz uzamıştı. Gösterdiğim samimiyet
üzerine beni kucaklayarak bağrına bastı. Ben de çok duygulanmıştım, ağlamaya başladım.
Bana hayatından, hatıralarından anlatmaya başlamıştı. Kafkas cephesinde gönüllü alay
kumandanlığı yaptığını, yaralanıp esir düştüğünü, Rusya'da esaret günlerini, esaretten firar
ederek vatana döndüğünü, ordunun tavsiyesiyle büyük bir İslâm topluluğuna kendisinin de
âzâ olarak alındığını anlatmıştı. Hakikaten duruşundaki heybetten kahraman bir zit olduğu
anlaşılıyordu. Devr-i âlemin değişmesiyle Isparta'nın Barla nahiyesine sürüldüğünü, buralarda
kimseyle alakâdar olmadığını, hiç bir gazeteyi bile okumadığını, sadece Kur'ân'a yöneldiğini
ve tefsir ederek Risale-i Nur ismiyle eserler yazdığını ve bu eserlerle uğraştığını anlatmıştı.

"Eserlerimden vazgeçmem"

"Üstad, 'Ben sadece Risale-i Nurları isterim, bu eserlerimden vazgeçmem' diyordu. Bu


veciz konuşmadan ben de çok duygulanmış ve heyecanlanmıştım. Böyle biyük bir zata
yapılan haksızlıktan dolayı çok üzülmüştüm. 'Neden bu ihtiyar zatla bu kadar uğra

sh:»(s.71) şıyorlar?' diye hayret ve merak içinde kalmıştım. Fakat bu durumu kimseye
belli etmeden yine temaslarıma devam ediyordum. Yine bir görüşmemizde Hoca Efendi elinin
iki parmağıyla alnımı sildi ve şu tavsiyelerde bulunmaya başladı: 'Tevbe istiğfar et, altmış
kişiye yemek yedir ve diyetini öde.' Bu da hayret edilecek bir hadiseydi. Adam öldürdüğümü
ben söylememiştim, ama o keramet haliyle bu durumumu da bilmişti. Evet, bu zat büyük bir
veliydi.

[]

Postacı Kamil'in 1935'te kaleme aldığı not defterinden baş sayfalar.

"Ben bu arada imtiyazlı olduğumdan, devamlı dışarı ile irtibatlıydım. Bu durumu pek
belli etmiyordum, çünkü her hapishanede dışarıdaki işlere yardımcı olan mahkûmlar olur.

"Hocanın talebelerinin koğuşunda kalıyordum, ister istemez onlarla haşir neşir


olmuştum. Daracık odada, başka bir şey bile düşünmek mümkün olmuyordu. Burada güzel
sohbetler oluyor, namazlar kılınıyor, Kur'ân ve kasideler okunuyordu. Benimle kendi
arkadaşları gibi samimî oluyorlardı, biraz da şüphe ediyorlardı. Bir hatıra defterime
birçoklarının imzalarını, adreslerini ve şiir gibi çeşitli şeyler yazdırmıştım."
"Ne kadar da olsa, çeşitli İslâmî meseleler karşısında hocaların

sh:»(s.72) yanında cahil kalıyordum. Kendilerine hep saller soruyordum. Yeni yeni
birçok İslâmî mesele öğreniyordum. Bu masum insanların devletle, devleti yıkmakla ve kötü
meselelerle alâkası yoktu. Hepsi de pırıl pırıl, samimi Müslümanlardı. Tek meseleleri Allah'ın
huzuruna tertemz ve pak çıkmaktı; haram lokma yememekti; dünyada yaptıklarının hesabını
verebilmekti. Ben de onlardan aldığım derslerle namaza başlamıştım. Az biliyordum, hocalar
bana yardım ediyorlardı. Bana namaz kılmasını ve birçok duaları öğretmişlerdi. Küçük
defterime hem dualar yazıyordum, hem de isimlerini ve memleketlerini yazdırıyordum. Bu
defteri aziz bir hatıra olarak elli senedir saklamaktayım. Bu arada dışarı ile devam eden
irtibatımda, mahkeme üyelerine 'Bunların sizi sözyelidğiniz gibi, menfi, kötü işlerle alakâları
yoktur; devletle bir meseleleri yoktur' diye söylemiştim. 'Bunlar Allah'a nasıl hesap
vereceklerinin korkusundalar, başka birşeyden korkmuyorlar' diye mahkemeye rapor
vermiştim. Yine, yeni girdiğim sıralarda Hoca Efendi talebelerine mektup yazarak, benim
zararsız biri olduğumu, kendilerine hiçbir zarar vermeyeceğimi bildirmişti. Ben de
kendilerine, 'Benim yanımda lütfen gizli meselelerinizi konuşmayın' demiştim, böylece
anlaşmıştık.

Hapishane mescit olmuştu

"O karanlık hapishane koğuşu Kur'ân nurlarıyla parlıyordu. Sabah namazlarına


kalkılıyor, herkes cüzlerini alıyor, hatimler başlıyordu. Sabah namazından sonra da hatim
duası yapılıyordu. Güzel sesli bir hoca ise, ara-sıra kaside çekerdi. Bizleri mestederdi. Biraz
aradan sonra tekrar hatimlere başlanırdı. Her gün bir kaç defa hatim yapılırdı O temiz
insanlar, o hatimler, o dualar sayesinde kurtulmuşlardı. O günler güzel günlerdi. Hep cemaatle
namazlar kılınır ve dualar yapılırdı. Hapishane bir mecit şeklini almıştı. Ah, keşke ben de
onlar gibi olabilseydim! Eskişehir hapsinde şahit olduğum bir husus daha var ki, elli yıldır
hâlâ hatırımdadır; Hoca Efendiye hep rahmetler ve dualar okurum. Bizler karnımızı tıka basa
doyururduk. Fakat Hoca Hazretleri çay ve birkaç zeytinle günlerini geçirirdi. Onda Allah'ın
inayeti vardı, fakat bu büyük zatın kadrini bilemedik.

"Elli yıl evvel Nur talebelerinin hapishanede defterime yazdıkları duaları hep
okuyorum. onlardan vefat edenlere rahmetler niyaz ediyorum."

sh:»(s.73)
[]

Şükrü Şahinler

ŞÜKRÜ ŞAHİNLER

"Bir Nur talebesinin gözünü muayene eden göz doktorunu da hapse koydular"

Şükrü Şahinler hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Bir ticari iş dolayısiyle Milas'ta H.ibrahim Çöllüoğlu ile tanışmıştım. Daha sonra
bana bir mektup göndermiş ve cevap istemişti. Bu gönderdiğimiz cevap, bizi de Nur
talebelerine katıp, Esktişehir hapishanesine yollamaya kâfi geldi. Bediüzzaman'ın böylece
Eskişehir'de görüp ziyaret etmek nasip olmuştu.

"Aydın'da göz doktoru Şevket Gözaçan vardı. Bu adamcağız Bediüzzaman'ın bir


talebesini tedavi ettiği için Üstad üç beş satırlık bir teşekkür mektubu yazmış. Bu sebepten
Şevket Bey'i de Eskişehir hapishanesine getirdiler.

"Yine Bediüzzaman'ın talebelerinden Ahmed Feyzi Kul, Barla'ya bir mektup yazmış,
mektubun altına da 'Aydın Müftüsü' diye imza atmış, Eskişehir hapsi olayı patlayınca, tabiî
Aydın Müftüsünü de, bir alâkası olmadığı halde Eskişehir'e getirdiler."

"Müftü Mustafa Efendi de bizimle birlikte aylarca yattı. Eskişehir hapsi, böyle
garipliklerin ve karışıklıkların biraraya geldiği yerdi."

sh:»(s.74)

[]

İsmail Doyuk

İSMAİL DOYUK

1927'de Bursa'da doğdu. Evlâd-ı fatihadandır, Üsküp göçmenlerindendir. İslâm


mecmuasında mesul müdürlük de yapmış, bir Nur talebesidir.

"Üstadı Sebilürreşad'dan duydum"


İsmail Doyuk'un, Üstad Bediüzzaman'a olan mensubiyetini sohbetlerimiz sırasında,
Mehmed Fırıncı Ağabeyden duyardım. Çalışmalarım sırasında Kıbrıs Nur Talebelerinden
Hizber Hikmetağalar'ın merhum Âtıf Ural ile birlikte yazdıkları mektuplarını ve imzalarını
görmüştüm.

Bir Bursa gezimiz sırasında, Doyuk'un yuvasına misafir olduk. Anlatmaya başladı:

"l947 yıllarında Üstadı duymuş ve eserlerini aramıştım. Daha sonra Balıkesir'e


öğretmen olduğum zaman Nur'ları okunurken dinlemiştim. Üstadı Sebilürreşaad'dan da görüp
okuyordum. Kemal Ural'la beraber Ankara'da askerlik yapmıştım. Ayrıca Ahmed Atak
(Hatiboğlu) ile de Ankara'da tanışmıştım.

"Nur câmiası ile ilk temaslarım böyle başlamıştı.

"1952 yazında Eskişehir Yıldız Otelinde üstadı ilk defa ziyaret edip elini öptüm. Vakit
sabah namazından sonraydı. Bana dua etti, ders verdi. Üzerimde yedek subay elbisesi vardı.
Sonra Bursa'ya yerleştim.

"l952'de nöbetçi olmadığım günlerde Akşehir Palas ve Reşadiye Otellerine devam


ediyordum. Üç yüzbaşımız vardı. Bunlar bana tedbirli ve temkinli olmamı, takip altında
olduğumu söylemişlerdi. Bunun üzerine, Üstadın ziyaretlerini sivil olarak devam etmeye
başlamıştım. Gençlik Renberi mahkemesinin ikinci celcesi Şubat 1952'de olmuştu. Ben de
mahkemeyi takip ettim. Büyük kalabalık vardı. Ahmet Atak da oradaydı. Atak'la Üstadın
koluna girdik. O zaman adliyeye bugünkü Sirkeci Postanesinin sol kapısından girilip
çıkılıyordu.

sh:»(s.75)

Necip Fazıl'ın Üstadı ziyareti

"Akşehir Palas'a gitmiştim. Mehmed Fırıncı 'Yukarıda Necip Fazıl var, o çıksın, biz
girelim' dedi. Necip Fazıl çıkınca biz yukarıya, Üstadın odasına çıktık. Üstad, Mehmed
Fırıncı'yı sorarak, yağla undan bahsetti. Yeşildirek'te olan Mehmed Fırıncı'ya haber verdim."

Hatıranın burasında Mehmed Fırıncı şunları ilâve etti:


"Yağla unu götürmüştüm üstada, üstad 'Bizim memlekette yağla unu kavururlar, sen
de öyle yap' dedi. Ben de ondan yaptım. Sonra Üstad sevinçle Abdurrahman'ın tarihçesini ve
üzerindeki resmi gösterdi, görüp görmediğimi sordu. Ben de ilk defa görüyordum."

Sandık sandık kitap

Yine İsmail Doyuk devam etti:

"Mustafa Sungur, Samsun mahkûmiyeti sırasında eşyalarını Ankara'da bana


bırakmıştı.

"Demiryollarında vazife yaparken Isparta'dan sandık sandık kitaplar hep bana gelirdi.
O zamanlar Mamak'ta oturuyorduk. Gelen kitapları, mektupları, hizmet malzemelerini
kullanırdık. Daha sonraki senelerde Üstadı Isparta ve Emirdağ'ında da ziyaret etmiştim."

sh:»(s.76)

MUHİTTİN KESKİN

"Bediüzzaman İslâmı önce nefsinde yaşayan bir muhterem zattı"

"Bediüzzaman" denilince hemen herkeste bir duraklama ve bir düşünce oluyor.


Dalıyor eskilere, yakın maziye... Rengi değişiyor insanın. Zihnine bir şeyler geliyor.

Ben hemen herkeste görülen, değişik ölçüde tezahür eden bir haldir. Avukat Muhittin
Beyde de bu durumu gördük.

"Bediüzzaman'la ilgili bir hatıranızın varlığını işittik" der demez, koltuğuna yerleşti,
hafif, fakat heyecan dolu bir sesle anlatmaya başladı:

"Gözleri, gözleri çok keskin. Çekici ve tesir altına alıcı bir çift göz. Çıkık, pembemsi,
elmacık kemiklerinin üzerine nâzeninâne oturan o gözler Bediüzzaman Hazretlerinin dıştan,
fitrî en can alıcı naktosa idi.

"Kendileriyle görüşmemiz olmadı. Maalesef sohbetinde de bulunamadık. Sadece


yoldan geçerken birkaç defa görmüşlüğüm var, o kadar.

"Malumunuz evliyaullah, veliyullah zat-ı muhteremler birbirlerini ziyaret ederler.


İzzet-i ikramda bulunurlar.
"Muttalıb'da Hacı Hilmi Efendi vardı. Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin talebesidir.
Çok büyük ve mübarek bir zattı. Allah makamını cennet, kabrini pürnur eylesin. Bizim ev de
Muttalib Caddesindedir. Bediüzzaman Hazretleri, Hacı ;Hilmi Efendiyi ziyarete giderken
bizim evin önünden geçerdi. Kendilerini daha önce hiç görmemiştim. Görmediğim halde
Bediüzzaman'ı görünce hemen tanıdım. Yine o Isparta plâkalı, al renkli arabasıyla geçiyordu.
Arabanın daima arka kolduğunda otururdu. Çok çekici bir gözü vardı. Tesiri altına girmemek
mümkün değildi.

"Bediüzzaman Hazretleri, İslâmı, önce nefsinde yaşayan ve sonra anlatan bir


muhterem zattı. Kendileri dâima İslâmî kıyafette bulunurdu. Uzun cübbesi, beyaz sarığı
içerisinde daha başka görünüyordu.

sh:»(s.77)

"Kendilerini gördüğümde seksen küsur yaşlarında idi. Ki l953 senesinden sonraki


seneler olsa gerek. Yaşlıydı, haliyle üşüyordu. Evinde ince bir yorgana sarılırdı. Bediüzzaman
Hazretlerinin gerçi kendisi yaşlı idi, fakat gözleri gençti. Çok keskin bir bakışı vardı.

"Üstadın kokusunu duyuyorum"

"Onun sohbetinde bulunmamakla büyük bir nimeti kaçırdığımın farkını maalesef geç
anladım. Fakat buna da şükür.

"Eskişehir'de onu görenler çoktur. Burada bir kahveci Murad vardır. Çok mübarek
birisidir.'Üstadın kokusunu duyuyorum, üstad geliyor, siz duymuyor musunuz?' derdi.
Gerçekten dediği doğru çıkar, biraz sonra Üstad gelirdi. Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili
Murad Günaydın'ın çok hatıraları vardır.

"Bir de burada doktor Münir Derman vardı. Bediüzzaman Hazretlerinin sık sık
ziyaretinde bulunuyordu. Bir defasında buradan bir taksi kiralayarak Emirdağı'na giderler.
Vardıklarında taksiciyi de beraberlerinde götürürler. Biraz sohbetten sonra namaz vakti
girdiğinde Bediüzzaman Hazretleri taksiciye;

"Sen abdestsizsin. Git abdest al' der.

"Taksici hayret eder: 'Kimse bilmiyordu benim abdestsiz olduğumu' demiş. Daha
sonraki ziyaretlerde taksici hep abdestli gitmiş."
sh:»(s.78)

[]

Aziz Tayyar

AZİZ TAYYAR

"Gözlerinde alevler oynaşıyordu"

"Bediüzzaman'ı Söğüt'te gördüm. O zaman ben de gençtim. Benim babamın dedesi


Hasan, Bilecik, Eskişehir, Balıkesir ve Kütahya bölgesinin beyi imiş . Onun için beni çok iyi
biliyorlar. Bozüyüklü Aziz Dayı dedin mi herkes tanır. Ayrıca babam Hasan, ölmeden önce
Bediüzzaman'ı üç kere görmüş. Bir kez Barla'da, iki kez de Isparta'da. Ölmeden önce bana
'Sen de Bediüzzaman'ı gör oğlum' dedi.

"Aradan zaman geçti. Bir de baktım ki Bediüzzaman Said Nursî Söğüt'e gelmiş. Nur
talebeleri oraya akın ettiler.

"İçimde çok garip bir heyecan vardı. Ne demek, Bediüzzaman'ı görecektim. Nihayet
onu görebilme bahtiyarlığına nail oldum. Allah'a çok şükürler olsun. Yıl, zannedersem l955
veya l956 Eylül'ü idi.

"Bediüzzaman, iman hakikatlarından bahsediyordu. çok heybetli bakışları vardı. İnsan


ona baktığı zaman, insanı dünya âleminden çekip alıyordu. Gözlerinden kıvılcımlar, alevler
oynaşıyordu sanki."En azılı haydutlar bile onun önünde süt liman kesilirdi. O konuşurken
hem dinliyor, hem de seyrediyordum. Devamlı ona bakıyordum. Bakışımı o da farkederek
bana baktı. Konuşmasını bitirdi ve sağ elinin işaret parmağını bana doğru uzatarak
yanındakilere:

"Kim bu?' diye sordu.

"Beni tanıyanlar ona babamdan bahsetti. 'Hasan Beyin oğlu' dediler. 'Koca Hasan
Beyin torunu oluyor."

"Bediüzzaman o zaman gözlerini bana dikti. Gözlerimi ayıramıyordum. Kalbim deli


gibi atıyordu. Açıkçasını söylemek gerekirse korkuyordum. Fakat neden bilmiyorum,
yerimden kalktım. Yanına yaklaştım ve elini öptüm. Birden korkum gitti. Yüreğime bir
hafiflik, bir serinlik geldi. Bediüzzaman Hazretleri bana 'Hasan oğlu, Hasan Bey torunu'
derdi."

sh:»(s.79)

"Bediüzzaman şaşaalı giyinmezdi. Üstündeki elbiseleri eski, ama son derece temizdi.
Sarığının rengi son derece beyazdı. öyle ki tâ uzaklardan bile dikkati çekiyordu. O kadar
temizdi ki herkes ona Hoca Efendi derdi.

[]

Aziz Tayyar (ortada) Söğüt Ertuğrul Gazinin türbesinin önünde yörükler Bayramında
arkadaşları ile beraber

M. Kemal, İnönü, F. Çakmak, K. Karabekir ve Bediüzzaman

"Bediüzzaman'a en büyük düşman ismet inönü idi. Ben Urfa'nın Suruç ilçesinde
askerlik yapıyordum. Askerlikte çok büyük başarılar gösterdim. l936'yı l937'ye bağlayan
yıllarda Adana-Halep Demiryolu hattının kuzey tarafında Türkler, güney tarafında Fransızlar
vardı. Fransızlar rahat durmuyordu. Bir gün ben nöbetçi iken bir haber geldi: Mustafa Kemal,
inönü ve Fevzi Çakmak ile birlikte 12 kişi Suruç'a gelecekmiş, Aradan zaman geçti,
uzaklardan bir toz bulutu yükseldi. Bunlar Mustafa Kemal ve arkadaşları idiler. Suruç'a
girdiler. O zaman Atatürk ve İnönü ile konuştum.Üst görevlilerim onlara benim yaptığım
kahramanlıkları anlatmıştı. İsmet inönü bana takdirname vermişti. Hâlâ duruyor. Birgün söz
Nurculardan açıldı. O zaman ben de vardım, fakat konuşmaya iştirak etmedim. İnönü bir
yerde dedi ki:

"Said-i Kürdi ve cemaati şu Adana-Halep demiryolunun ötesindeki Fransızlardan daha


tehlikelidir.'

"Son derece Nurculara düşman ve Rusya'nın sistemine hayrandı. Büyük adamlar


içinde Bediüzzaman'ı takdir eden iki kişi vardı zaten: Biri Fevzi Çakmak, diğeri de Kâzım
Karabekir Paşaydı. Kâzım Karabekir Paşa'nın hayranlığı daha başkaydı. Özellikle Bediüzza

sh:»(s.80) man'ın keçekülahlılar ile birlikte Ruslara karşı savaşmasını takdir ederdi.
Said Nursi'yi görmeyi çok istiyordu. Görebildi mi bilmem, inşaallah görmüştür."

Üstad Kazım Karabekir hakkında bir mektubunda şöyle diyordu:


"Ben ehl-i siyasetin her nevi taziplerine karşı (Hasbünallahi ve nime'l-vekil) deyip
sabır ve tahammüle karar vermişim. Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba
o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eskisi gibi ise ve
nurlara zararı yoksa ve nura faideleri muhtemel ise ve dost ise, benim selamımı ona tebliğ
edebilirsiniz."

Said Nursi

Emirdağ Lahikası 1: 176

sh:»(s.81)

HACI YAŞAR ZEYDAN

"Dünya ile alakamı kesmek istiyorum"

"O kabir ziyaretini istemiyordu' diyerek başladı anlatmaya H. Yaşar... 'Evet


istemiyordu o. Devam eden kötü âdetlerden de çok sıkılıyordu. 'Ben dünya ile alakamı
kesmek istiyorum. Tüccar değilim, falan değilim. Benim kabrimi iki talebemden başkası
bilmeyecek. Şarkta garbda olsa okunan Fatiha gelir bulur' derdi. Üstad bunu vefatından iki ay
evvel söylemişti.

"Vefatını duyduğumda bana anlattıklarını hatırladım"

"Birgün ikinci vakti vefatını duyduk. Hemen Abdülvahid Tabakçı ve bir arkadaş daha
olmak üzere Emirdağ'ına vardık. Oradan da Konya'ya gittik. Isparta'dan gelenlerle buluştuk.
Halıcı Sabri'yi de alarak Urfa'ya akşama ancak varabildik. Naaşınınn defnedildiğini teessürler
öğrendik.

"İki ay sonra Kurban Bayramının arkasından kabrini ziyarete gittim. İki bayram arası
Halilürrahman Dergâhı, Bediüzzaman Dergâhı olmuştu.

"Orada düşündüm, kendisinin kabrinin bilinmeyeceği ile ilgili sözlerini...

"Dönüşümden birkaç ay sonra bir gece telefon acı acı çaldı. Ahizeden teyzemin
kocası:

"Yaşar dedi, 'Üstad Hazretlerinin kabrini bu gece götürüyorlar. Burada sıkıyönetim


ilan edildi' dedi.
"Urfa'ya gidip bir daha ziyaret edeyim diyordum. Düşünceme meşhur vaiz H.Abdullah
Toprak'a açtım:

"İlk defnedilen yerdedir. Cesed nereye giderse gitsin, ruh orada bâkidir" dedi.

"Gittim, ziyaretinde bulundum. Hatta orada bana Bediüzzaman-ı Hemedânî'nin kabrini


de gösterdiler."

sh:»(s.82)

[]

H.Ömer Biçer

H.ÖMER BİÇER

l9l8'de Eskişehir'de doğdu. Eskişehir deki İstanbul Otelinin sahibidir.

"Hizmetinizi kabul ettim"

Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ'da bulunduğu sıralarda ismini duyardım.Ancak ben


o zamanlar siyasetle fazlaca meşgul olduğumdan, fırsat bulup ziyaret edemedim.

"Onun âhirzamanda beklenen şahıs olup olmadığı hususunda tereddüdüm vardı. Bir
gün, rüyamda kapı şiddetle vuruldu. Kapıyı açtığımda, başında sarığı ve sırtında cübbesi
olduğu halde Üstad Hazretlerini gördüm. 'Buyurun Üstadım, buyurun efendim' dedim. İçeriye
girdiler ve hemen duaya başladılar. Ben, 'Üstadım, şöyle sedire buyurun' dedim. O ise, 'Hayır
ben buraya oturacağım' dedi ve âni bir hareketle bulunduğu yere oturdu.

"Uyandığımda kan-ter içiresinde sırıl sıklam idim. Aklım başıma geldi. Kendi
kendime, 'Hey Ömer, sen koca Üstadı ziyarete gitmezsin. Ama o senin yanına gelir. Ayıp,
utanmıyor musun?' dedim.

"Emirdağ'a iner inmez, doğru Mehmed Çalışkan'ın evine gittim. Bana yakın alâka
gösterdiler. Ceylân Çalışkan, Üstadı ziyaret edebilmem için müsaade istemeye gitti.
Döndüğünde, Üstadın o gün çok işi olduğunu ve ziyarete kabul edemeyeceğini söyledi. Çok
üzülmüştüm.
"Ertesi gün Çalışkanlar hanedanından birisi vefat etmişti. Hep beraber kabristanda idi.
Ceylân koşarak geldi.

"Baba baba!"

"Ne var, Ceylân?"

"Üstadımız Eskişehir'e gidiyor. Ömer Ağabey Eskişehir yoluna inerse, Üstadımızı


görebilir."

"Hemen koşarak yola indik ve beklemeye başladık. Geriden tak

sh:»(s.83) si görünmüştü. Ben elimdeki fötr şapkayı nereye saklayacağım endişesiyle


kıvırıp dururken Ceylân seslendi:

"Eğer araba durursa Üstadın yanına varırsın. Yoksa yolun ortasında durma!"

"Araba tam önümüzde durdu. Ben heyecanla koşarak Üstadın elini öptüm. O da benim
başımı okşayarak 'Kabul ettim' dedi. Artık dünyalar benim olmuştu. Bu arada Ceylân söze
karıştı:

"Üstadım, Ömer Ağabey, Dahiliye Vekâletine sizin hakkınızda, polislerin mâni olduğu
hususunu duyurmak için bir arzuhal ile giden ağabeyimizdir."

"Bunun üzerine Üstad, 'Kardeşim, sizin bu hizmetinizi Risale-i Nur'a bir sene ihlâsla
yapılmış hizmet olarak kabul ediyorum' dedi.

"Sanki dünyalar bana bağışlanmıştı. O mütevazi hizmetim, bir sene ihlâsla yapılmış
hizmet şeklinde kabul edilmişti. O sevinçle memleketime döndüm. Kendimi Nur hizmetine
vermiştim. Durmadan yazıyor, okuyor ve anlatıyordum.

"Risale-i Nur'ların resmen neşri düşünülüyordu"

"Bir gün Tahirî Mutlu ve Rüştü Çakın Eskişehir'e geldiler. Ankara'ya gideceklerdi. O
sıralarda, hükümetin Risale-i Nur'u resmen neşredeceği; Adnan Menderes, Celâl Yardımcısı
ve Tevkif İleri'nin bu hizmete yardımcı olacakları söyleniyordu.

"Âtıf Ural ve Isparta neb'usu Tahsin Tola'nın bu hizmetle Ankara'da bizzat alâkadar
oldukları belirtiliyordu.
"Ankara'ya gittiğimde, Mustafa Türkmenoğlu ile beraber Demokrat Parti Genel
Merkezine gittik. Genel Sekreter Halil İbrahim Beye Lem'alar'ı verdik."Lem'alar'ı
memnuniyetle kabul eden Halil İbrahim bey, 'Bu eseri çoluk çocuğumla okuyacağım ve
okutacağım' dedi ve ilave etti: 'Size Risale-i Nur'ların basılmasına altı ton kâğıt tahsis ettik.
onu alın.'

"Bilindiği gibi, malum kimselerin mümânaatıyla bu hizmet tahakkuk edemedi.

Adnan Menderes'i karşılama

"Üstad Eskişehir'de bir eve yerleşmek istediğini ifade etmişti. O sıralarda Başvekil
Adnan Menderes de İngiltere'de bir uçak kazası geçirmişti. Menderes'in İngiltere'den gelip,
Eskişehir yoluyla Ankara'ya geçeceği haberi geldi. O akşam Âtıf, Şuayb, Mehmed Çalışkan

sh:»(s.84) ve ben, manifaturacı Halil İbrahim Deliceli'nin evinde kalmıştık. Üstad


Hazretleri de geceyi saatçı Muhiddin'in ağabeyi Şükrü Yürüten'in evinde geçiriyordu.
Yatsıdan sonra kimseyi kabul etmediği için ziyaretine gidemedik.,

"Ertesi sabah Adnan Menderes'i karşılamak maksadıyla istasyona gittik. Baktık ki,
Ceylân da Üstadın arabasıyla orada idi. Ceylân'ın kendi başına hareket etmesi mümkün
değildi. Üstad Hazretleri kendisini temsilen Adnan Menderes'i karşılamaya onu göndermişti.

"Nur talebeleri nâmına Adnan Beye geçmiş olsun makamında bir ziyarette bulunmak
istedik. Abdülvahid Tabakçı ile birlikte gittiğimizde, özel kalem müdürü Ahmet Salih Korur
bizi karşıladı ve Adnan Beyin istirahat ettiğini, rahatsız etmenin uygun olmayacağını ve
selâmlarımızı ve âfiyet temennilerimizi kendisine ulaştıracağını söyledi.

"Üstad Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalıyordu"

"Üstadın Şükrü Yürüten'in evinde kalmasından sonra anladık ki, o gerçekten münasip
bir evde kalmak istiyor. Hemen ev aramaya başladık. Bu arada Abdülvahid Tabakçı, 'Ben
evimin ikinci katını Üstada tahsis ederim. Ücret falan da istemem. Eğer kendi rızaları varsa,
lütfen aracı olun' dedi.

"Hüsnü Bayram ve Mustafa Acet vasıtasıyla, Üstad Hazretlerinin razı olduğunu


öğrendik. Eve yerleşen Üstadın Abdülvahid Tabakçı'ya birkaç altın lira verip, 'Dârü'l-
Hikmeti'l-İslâmiye âzalığından kalan paramdan veriyorum' dediğini duymuştuk.
"Üstadın müteaddit defalar, bu ev için 'Benim evimdir' dediğini duyduk. Orada kaldığı
süre içinde kendilerine su getirerek, sobasını yakarak hizmet etmeye çalıştım.

Eskişehir zelzelesi

"Üstad son zamanlarda, Kanlıpınar sırtlarına kadar gelir, oradan geri dönerdi. Bunun
sebebini, bilâhare meydana gelen Eskişehir zelzelesine bağlıyoruz.

"Bir akşam Halil Deliceli'nin evinde toplanmış, çaylarımızı içip risale okuyacaktık.
Birden zelzele başladı ve ortalık toz duman oldu. Bir gün sonra Üstad Hazretleri Eskişehir'e
gelmiş ve şöyle demişti:

"Erzincan zelzelesinden daha büyük idi. Fakat mânevî bir el zelzeleye mâni oldu.
Elhamdüllilah, fazla bir zayiat olmadı."

sh:»(s.85)

"Üstadı son ziyaretim"

"Üstadın yanına gittiğimde evin polisler tarafından sarılmış olduğunu gördüm. Polisler
kendisinin Eskişehir'e uğramamasını ve Emirdağ yoluyla gitmesini istiyorlardı. Üstada
yapılan bu keyfi muameleyi anlatıp, mâni olunmasını temin maksadıyla Ankara'ya gittik.
Hasan Polatkan ve diğer meb'uslara durumu bildirecektik. Ancak Hasan Polatkan'ın meclis
konuşması dolayısıyla görüşmemiz mümkün olmadı. Halil Akyüz gibi meb'uslarla görüşüp,
meseleyi aktardık.

"Benimle görüşeceğinize Risale-i Nur okuyun"

"Üstadı vefatına yakın zamanlarda pek ziyaret edemedim. Rahatsız etmemem


mülâhazası ve biraz da benim çekingenliğimle görüşmemiz kabil olmadı. Zaten kendileri sık
sık 'Benille görüşeceğinize Risale-i Nur'u okuyun. Benimle görüşmekten on derece daha fazla
fayda temin eder' derdi.

"Yıldız Otelinde kaldığı sıralarda Hacı Şuayb Efendi üstadı ziyarete gitmiş. Üstad
kendisine, 'Gel kardaşım, duydum ki memuriyete girmişsin, iyi etmemişsin' demiş.
"O sıralar 1957 seçimleri yaklaşmıştı. Hacı Şuayb Efendi encümen âzası olmuştu.
Üstad bunu münasip görmemişti. Şuayb Efendi Üstada şöyle der: 'Efendim, siz ve Risale-i
Nur bizi siyasetten kat'iyetle menediyor. Peki, siyâsî sahada ne yapacağız?"

"Üstad, 'Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi
kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın gitmesine
razı olacağız' buyurur.

Üstadın vefatının tesiri

"Üstadımızın vefatı, bende çok hazin bir tesir bırakmıştı. Gazetelerde acı haberi
görünce, bir türlü inanamadım. Hemenmkardeşlerin yanına gittim, sordum. Üzgün üzgün
'Evet!' dediler. Dünya başıma yıkılmıştı. Akşama doğru da Urfa'dan acı haberle dolu telgraf
geldi. Şükrü Yürüten, Abdülvahid Tabakçı, Hacı Şuayb cenaze merasimine gittiler. Neylersin,
mukadder âkıbet.... Allah ondan ebeden razı olsun."

Ömer Biçer 23 Mart tarihli hatıra defterinde, Üstadın vefatıyla ilgili olarak şu
cümleleri kaydetmişti:

" 23-25 Mart 1960

sh:»(s.86)

"25 Ramazan-ı Şerif âlem-i islâmın biricik nuru, Hz. Üstad arefenin sinesine kendisini
vermek tecellisi ile alakâdar idi. Son demlerini yaşıyordu. Saatler geçiyor; yanında Zübeyir,
Bayram, Hüsnü ve Abdullah kardeşler nöbetle Üstada hizmet ediyorlar. O koca varlığı
kaybetmeye hiç razı olamıyorlar. Kıymetli Üstad son vedâ nefeslerini alıyor. İşte, gece de
durmadan geçiyor. Saat 3 oluyor. Kardeşler sahur yemeğinde, nöbet Bayram Kardeşe gelmiş.
Boynuna sarılıp emaneti Hakk'a teslim ediyor. Zavallı Bayram kardeş 'Üstad rahatlaştı' diye,
tam 6 saat uyuyor diye kıyamıyorlar. Ve ancak saat 9'da vefatı anlaşılıyor."

sh:»(s.87)

[]

Hasan Okur

HASAN OKUR
l933'de Nevşehir'in Nar kasabasında doğdu. Uzun yıllar orduda astsubay olarak
çalıştıktan sonra, Diyanet İşleri Teftiş Kurulunda vazife yaptı. Yirmi sekiz yıllık çalışmadan
sonra emekli oldu.

Risale-i Nur'ları ilk tanıyışım

"l953 yılında Ankara Hacıbayram semtinde bir sohbet esnasında 'Bediüzzaman


isminde büyük bir âlimin 12 cilt Kur'ân-ı Kerim tefsiri var' denildiğini işittim. O günden
sonra, bu isme karşı kalbimde hayranlık, hürmet ve muhabbet hissetmeye başladım. Lâkin
yaptığım araştırmalarda, bu nâm ile bir tefsirin varlığını bilen yoktu.

"1955 yılının sonunda Ankara Muhabere Ana Tamir Fabrikasında telsiz teknisyeni
astsubay olarak yine göreve başlamıştım. Halen İstanbul'da bulunan Hüseyin Kileci isminde
bir asker, bana Eşref Edip merhumun küçük tarihçesini ve Gençlik Rehberi'ni verdi.
Cumartesi, Pazar Tarihçeyi bitirdim. Rehberi de yarı ettim. Risale-i Nur'un mahiyetini ve
dâvânın ulviyetini hissetmeye başladım. Ruhumun tercümanı gözyaşlarım oluyordu. Ertesi
gece rüyamda Üstadım Hazretlerini memleketteki evimize teşrif etmiş gördüm. Elini öptüm.

Albay Hulusi Beyle tanışıyorum

"Bundan üç ay sonra Sözler'in ilk nâşiri merhum Âtıf Ural ve Mustafa Sungur
Ağabeyle tanıştım. Artık Risale-i Nur'u ğece gündüz demeyip okuyor, yeni matbaadan çıkan
eserin tashih ve formalarının kırılmasına yardımcı oluyor, imanî meselelerin ince ve derin
nüktelerini arkadaşlarla sabahlara kadar müzakere ediyorduk. 1957 yılında Eskişehir'e radar
cihazının elektronik beyin aksamını tamire görevli gitmiştim. Emekli Albay Hulûsi Yahyagil,
havacı ast

sh:»(s.88)

subay oğlunu ziyarete gelmişti. 12 gün onun İşârâtü'l-îcaz ve Mektubat'tan yaptığı


derslerde bulundum.

"Üstadla karşılaşmamız"

"Bir akşam ders bitmek üzereydi. Üstad Hazretlerinin şoförü Mahmud Çalışkan geldi.
'Yarın Üstad Eskişehir'e gelecek' dedi ve aynı arabayla Hulûsi Ağabeyi aldı, götürdü.
"O gece sabahı zor yaptım. Tamirini bitirdiğimiz cihazlar yolumuz üzerinde olması
cihetiyle, askerî jiple Kanlıpınar'ın ötesinde çok sisli bir havada Üstadı karşıladık. Araba tam
durmadan indiğim için hendeğe yuvarlandım. Bu arada inen sivil arkadaşlar Üstadın elini
öpüyorlardı. Onların askerî bir vasıtadan evvel inmesi ve resmî olarak benim sonraya
kalmam, üstadımın kader cihetiyle ne kadar inayet altında ve kalb-i mübareklerinin rahmet-i
İlâhiye tarafından nasıl serin tutulduğuna büyük bir delildir.Işıkla Üstadın arabasına durması
için işaret verilmişti. Vasıtalar tam karşılıklı yolun kenarında duruyordu. Aman yâ Rabbî!
Üstada yaklaşıyordum. O nasıl bakıştı öyle? Heybetli bakışlar karşısında irkilmemek ne
mümkündü? Gözlerinin içinde, güneş batarken ufukta bıraktığı sarı ışıklar gibi şûlelerin
lemean ettiğini görüyordum. Kendisine yaklaştığım zaman tebessüm ediyordu. Mübarek
ellerini üç kere öptüm, yüzümü avuşlarımın arasına aldı, 'Mâşaallah' dedi. Nasıl haber
aldığımızı sordu.

"12 gündür Hulûsi Ağabeyin Mektubat'tan ders yapmasını dinliyorduk. Bayram


Ağabey geldi, o haber verdi' dedim. Mahmut'u Bayram diye söylüyordum Tebessüm ettiler.
'Seni Risale-i Nur'a talebe olarak kabul ediyorum. Risale-i Nur'u nerede duyarsan orada dinle'
dediler.

"Bu arada Üstadın elinin üzerine epeyce kan bulaşmış olduğunu ikimiz de gördük.
Üstad kana çok dikkatli baktı. Neden ileri geldiğini anlamaya çalışıyordu. Meğer benim
başparmağımdan bulaşmış. Ben farkında değildim. Başparmağımın ortası yarılmış olduğunu
tesbit ettik. Nasıl olduğunu sordu. Ben de araba tam durmadan indiğim için hendeğe
yuvarlandığımı söyledim. Tekrar başımı okşadı ve yürüdü. Arabasında merhum Zübeyir
Ağabey de vardı.

Sütçü İbrahim Dede

"Üstad önde, biz arkada Eskişehir'in dışına kadar geldik. Orada da Üstadı karşıladılar.
Onlar arasında Muttalip Köyünde bulunan Nakşi Şeyhi Hacı Efendinin 80 yaşlarında bir
müridi olan Sütçü İb

sh:»(s.89)

rahim Dede de vardı. Üstadın eline sarıldığı zaman, Üstad onun elini öpmeye iyice
eğildi. Bu hali, Üstadın tevazuda emsalsizliğinin büyük bir delili idi. Fakat o zât buna imkân
vermedi ve Üstadın elini öptü, bizler de tekrar öptük. Yediye tamamlamak kasdıyla, dört defa
üst üste de burada öptüğümü hatırlıyorum. Yıldız Oteline geldiler. Daha önce bize işaretle
geçmemizi emir verdikleri için, benim jipi orada bir sokağa bırakıp otelin önüne gelmiştim.
Hulûsi Ağabey de oradaydı. Bizleri, dua eder gibi ve arka arkaya doğru ellerini döşüne açıp
kapayarak selâmlayıp otele girdiler.

"Üstaddan ayrılıp alaydaki pansiyona geldiğim zaman elimde olmayarak hicran


ateşiyle yandığımı hissettim. Üstaddan istimdat eyledim ve kalbimi gerisin geri bana iade
etmesini Cenab-ı Haktan dua ve niyazla istedim. Sonra o hal benden geçti. Halbuki Üstad
Hazretlerini ziyaretim sırasında neşeli ve gülmekte idim. Aslında Üstad böylesi meşreplerden
hoşlanırmış.

"Üstadı Isparta'da ziyaretim"

"Üstadı üç arkadaşla beraber, 1959'da ziyaret ettik.

"Birisi Nevşehirli Memduh Özçelik diğeri Niğdeli merhum şoför Bahaddin Efendi idi.
Bizleri kabulü sırasında Üstad, bitkin ve çok hasta idi. Mübarek ellerini öpüp oturduk.
Merhum Zübeyir Ağabey, Üstadın ağzına kulağını dayamak suretiyle söylediklerini bize
aktarıyordu. 'Siz Risale-i Nur'un has şakirdleri olarak kabul ediyorum. Benim hastalığımı ehl-i
dünyaya duyurmayın' diyordu ve gözleri yaşlı idi.

"Biz Ekim l959 başlarında ziyaret etmiştik ki, bundan üç ay sonra Aralık sonunda
Üstad Ankara'ya teşrif ettiler. Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas'ta kendilerine tahsis
edilen üçüncü kattaki güneybatıya nâzır odaya yerleştiler. Yanıbaşındaki odada hizmetindeki
ağabeyler kalıyordu. Türkiye'nin Diyarbakır, izmir gibi uzak yerlerinde Risale-i Nur'a hizmeti
sebkat eden pekçok Nur talebesi ve Ankara'da haber alanlar, ziyaretine koşuyorlardı. Biz iki
astsubay, kendilerine yakın bir odayı, müşteri sıfatıyla kiralamış bulunuyorduk. İkinci katta
bulunan Birinci Şube Emniyet ekipleri, ziyarete olan tehacümü ara sıra önlüyorlardı. Hattâ
emniyetin ekip başı Komiser Abdülkadir Bey bana hitaben, 'Biz sizin kim olduğunuzu
biliyoruz. Madem siz Nur talebesisiniz, öyleyse buranın işlerini size emniyet ediiyoruz. Bizim
vazifemiz güvenliği sağlamaktır. Bu hususta bize yardımcı olabilirsiniz, rastgele kişileri içeri
almayın' demişti.

sh:»(s.90)

"Üstad benim bardağımdan çay içti"


"Üstad Ankara'ya gelirken kendisini Gölbaşı'da karşılamıştık. Ve orada Memduh
Özçelik ve üç astsubay arkadaşla beraber ellerini öpmüştük. Üstad gece olunca l,5 saat
istirahate çekildi. zübeyir Ağabey 'l saat sonra uyandırın, zira Üstad l,5 saatten fazla yatmaz'
dedi. Öyle yaptık, üstad sabah erkenden kahvaltı yaptı. Çay içmesi ve teberrüken saklamak
için benim evden getirdiğim çay bardığı ile çay içtiler. Altı tane bardaktan tek bardaktı.
Tevafuk ki, üstadın alışık olduğu ve daima çay içtiği bardağın aynısı olduğu için bununla çay
verebiliriz', dediler. Şimdi üstadın çay içtiği o bardağı, içerisinde 2-3 tane limon çekirdeği ile
beraber ambalajlı olarak muhafaza ediyorum. Ayrıca talebelerine verdiği tayinat paralarından
eski l lliralık ile bir de 25 kuruşu hatıra olarak bulundurmaktayım.

"Ben bir hiçim"

"Sabah olmuştu. topluca ziyaretini yaptık. Mustafa Sungur Ağabeyle, beni Üstada
göstererek, 'Efendim, bu kardeşimiz ve arkadaşları Nevşehir'e dershane-i Nuriye açmışlar' der
demez, Üstad tebessüm ederek ve sağ elinin şehadet parmağını bana doğru uzatarak,
'Kardeşim, senin bana karşı çok fazla hüsn-ü zannın var' dedikten sonra, elleriyle sağlı sollu
cübbesinin iki yakasını tutarak, arka topuklarını kaldırıp, ayaklarının ön parmak uçlarına
doğru dikilip, tekrar düz basarak, sevincinden hem çırpınıyor, hem de 'İşte bak, ben bir hiçim.
işte bak, ben bir hiçim' diye nazarları Nur Külliyatına çevriyordu. O esnada Üstadın benim
kendisine olan aşırı hüsn-ü zannımı tadile çalıştığı hatırıma geldi.

"Günde en az bir sayfa Risale-i Nur okumalı"

"Sonra bir elini omuzuma, diğer elini Mühendis Kemal Ural'ın yüzüne koydu. Bu
arada Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin ehemmiyetini ifade ile, 'Günde en az bir sahife
Risale-i Nur okuyarak âlem-i İslâmda hâsıl olan şirket-i mâneviye sevabına dahil olmalı'
diyordu. Bu cümleden olarak, bu hakikatı idrak edeli, günlük telâşe ile unutup yatsam mdahi,
yatağımdan kalkıp Üstadımın ilim ve marifetullah cihetiyle verdiği bir tetebbu virdi olarak
kabul ettiğim dersimi, Alah'tan ciddî bir mâni olmazsa okuyorum. Ve bu ehemmiyetli noktayı
bazan sorulduğunda nazara vermeyi hizmete taalluk eden bir vazife biliyorum.

"O gün öğleye doğru Üstad İstanbul'a gitmek için kapıdan dışarı

sh:»(s.91)
çıktılar. Sol elini omuzuma koydular. Koluna girdim ve otelin merdivenlerinden
indirip arabasına yerleştirdim, yorganınım dizlerine ve döşüne doğru sardım. Dr. Tahsin Tola,
Said Özdemir ve iki arkadaşla hemen bir taksiye atladık. Son sür'atle giden Üstadımızı,
Ankara'dan 50 km dışarıya kadar emniyet bakımından uğurlarken, asıl emniyetle görevli polis
ekibi, bizim arabamızı durdurdu. Üstad uzaklaşana kadar bekledikten sonra Ankara'ya
döndük.

"Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri"

"Üstad Hazretleri ikinci defa Ankara'ya teşrif ettiler. Tahminen 28-29 Aralık 1959'da.
Bu arada kendisini pekçok siyasî ve idarî bürokrat ile sayısız Nur talebeleri ve üstada
muhabbet ve hürmetleri olan ehl-i iman ziyaret ettiler.

"Biz yine sabahlara kadar kapısının önünde idik. Bu defa Zübeyir Ağabey, 'Üstad çok
yorgun, iki saat ancak yatar. Beni 1,5 saat uyuduktan sonra uyandırın' dedi. Kendisini gece
2.5'da uyandırdık. Hakikaten Üstad, o saatte odasında hareket halinde idi.

"Üstadı merdivenlerden ben indirdim"

"Burada mühim bir hususu arz etmek isterim. ertesi gün sabah olmuştu. Üstad yine
gitmek için hazırlanıyordu. Biz 48 saat kapısının önünde nöbet tuttuğumuz halde, üstad
çıkmadan kapısının önü, Üstadın koluna girmek ve onu taşımak maksadıyla bazı zevat
tarafından rekabete tutulmuştu. Biz bu hali görünce, oraya sırf ihlâsa zarar gelmemesi için
terk ettik. Nihayet Üstad kapıdan çıktı. Üst katta merdivenlerin başına kadar geldi ve orada
durdu, iki tarafına bakınarak 'Beni geçen sefer merdivenlerden birisi indirmişti. O kimdi? O
beni çok iyi indirmişti' dedi. Bu arada ben yaklaştım, baktım, Üstad ısrar ediyordu. 'Bendim
efendim' dedim. Yine ellerini omuzuma koydu. Her türlü iddiadan beri olan muhterem ihlâs
abidesi Tahsin Tola Ağabey kolundan çıktı. Said Beyle biz, zemin katın salonuna kadar
indirdik.

"İbrahim Cânan'ın çektiği fotoğraf"

"Bu arada Üstadla ikimizin omuzu başına, başını yaklaştırarak 'Ne olursun ağabey,
biraz da ben taşıyayım' diye ısrarla talepte bulunan zât Tarihçe'deki fotoğrafta, elinde sepet
olan Ilgazlı şoför Hulûsi kardeşimizdi. Baktım, Üstadım bu durumdan rahatsız olacaklar,
yavaşça kolundan çıktım, o girdi. Ben gazetecilerin dışarıda herhangi bir toplu hücumuna
karşı vaziyet almak üzere, otelin ka
sh:»(s.92)

[]

l959'un son gününde çekilen bu resim, Ankara Beyrut Palas Otelinin merdivenlerinde
alınmıştır. Sol baştaki gözlüklü zât Hasan Okur'dur.

pısından Üstadı rahatsız etmemek için iki büklüm tam çıkıyordum ki, halen Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı olan Prof. Dr. İbrahim Cânan, elinde fotoğraf
makinesiyle o fotoğrafı çekti. Üstad sağ eliyle 'Çekmeyin' mânâsında, yukarıdan aşağıya
havayı kesti.

"Tarihçe-i Hayat'ta yer alan bu fotoğrafın çekiliş ânı, 30 aralık l959 Cumartesi, sabah
saat 08 sıraları olarak hatırlıyorum. Üstad, o gün İstanbul'a gittiler. Hep gelip gitmelerinde
kendilerini Ankara'daki Nur talebeleri fevkâlade bir tezahüratla karşılayıp uğurladılar.
Ankara'ya gelirken ve giderken sayısız gazeteci topluluğu alâka göstermesine rağmen, Nur
talebelerinin maddî ve manevî çemberinden yaklaşmak imkânını asla bulamadılar.

"Üstadla olan kısa hatıralarımı, ebedü'l-âbâdda daimi sümbüllendirmesini rahmet-i


İlaâhiyeden niyaz ediyorum.

"Mâlûm olduğu gibi Üstad Hazretleri bu tarihten üç ay sonra vefat ettiler. Urfa'ya
cenaze namazına iştirak etmek için gittiğimiz halde yetişmek nasip olmadı. Ancak kabrinin
üzerine cenaze namazı kılabildik.

"Allah Celle Celâluhû kendilerinden ebediyyen razı olsun. Âmin."

sh:»(s.93)

KASTAMONU ŞAHİTLERİ

sh:»(s.94)

[]

Üstadın üç yakın talebesi sağdan sola:


Çaycı Emin Bey, Molla Münevver, Molla Hamid

sh:»(s.95)

EMİN ÇAYIRLI

(ÇAYCI EMİN BEY)

Emin Bey, Şark aşiret beylerinden. Kastamonu'da Bediüzzaman'a hizmet etmişti.


l943'de Denizli'de dokuz ay mevkuf kaldı. O da diğer Nur talebeleri gibi berâat etti. l967
yılında Van'da bir trafik kazasında yanarak şehid oldu.

Aziz şehid Emin Bey

Memleketi olan Van'da ona Yemen Bey diyorlar. Üstad'ı Emin Bey olarak
değiştirmişti. ismini. Nur talebeleri de Çaycı Emin Ağabey demekteydiler.

Doğu Anadoludan sürgün olarak Kastamonu'ya gönderilmişti. Nasrullah Camiinin


şadırvanında bir çay ocağı kurarar çaycılık yapıyordu.

Emin Beyin Kastamonu'ya gelişinin üzerinden on yıl kadar geçmişti. Yıllar ne çabuk
geçiyordu? Ama bu çabuk geçen yılları , bir de vatanından ayrı düşmüş olan gurbetzedelere
sormak gerekti.

Emin Bey bitmeyen gurbet yıllarını sayıp duruyordu.

Yıl: 1936

Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı bir insan gelmişti. Bir bekçinin
doldurduğu testinin başında nezaret ediyordu. Kıyafeti bir hocayı andırıyordu. Sarıklı,
cübbeli.. Kastamonu'da, bir Osmanlı Şeyhülislâmın heybetiyle, fütursuz dolaşıyordu, hem de
1936 yılında.

Emin Bey ihtiyarsız olarak kalktı, doğru yanına yaklaşarak selâm verdi.

"Sen nerelisin kurban?"

sh:»(s.96)
"Beni takip ediyorlar, bana yaklaşma, sana zararım dokunur."

İşte bu hasbilik, bu samimiyet, Emin Beyin gönlünül tutuşturmaya yetmişti.

Nasıl tekrar görüşebilir, diye çırpınıp duruyordu.

İsterseniz gelin buradan itibaren Emin Beyin kendi ağzından dinleyelim:

"Üstad'ın yatağını satın aldım"

"Kendisini sordum soruşturdum. Çarşı Polis Karakolunda kalıyormuş. Arasıra bir


bekçi ve poliste birlikte Kastamonu Kalesine çıkıyormuş.

"Bir gün bir polis gelip beni çağırdı... Polisle birlikte kaleye çıktık. Kendileri oradaydı.
Polise dedi:

"Kardeşim, bu benimm hemşehrimdir. Sen bir-iki dakika bizden ayrıl, ben onunla
biraz konuşacağım."

"Polis yanımdan ayrılınca, durumun acı acı anlattı. Sıhhatinin iyi olmadığını, bir kaç
defa zehirlediklerini söyledi.

"Şeker, çay gibi ufak tefek alacaklarını bir vasıtayla kendisine ulaştırmamı bildirdi.
'Benim yanıma kimseyi bırakmıyorlar. Ben komisere söyleyeceğim, yatağımı birisine
satacağım. Yalnız arada bir vasıta olsunki, ara sıra sen gel, bir şeyler lâzım oldukça, hem onu
alırsın, hem de bu yatak meselesini hallederiz' dedi Bana üç tane sarı altın verdi. 'Bunlar
Harb-i Umumîden kaldı. Uzun yıllar saklıyorum. Bunları yanına al, bozdurursun, bana lâzım
olanları bununla alırsın' dedi. Ben de durumumun iyi olduğunu söyleyince, 'Kat'iyyen
karşılıksız bir şey kabul etmem' dedi.

"Altınları alarak birisini çarşıda bozdurdum. Ertesi gün komiser beni çağırdı. 'Bu Hoca
Efendi yatağını satmak istiyor, sen bunun yatağını alır mısın?' dedi. Ben de alacağımı
söyleyince, 'Sen bununla nereden tanışıyorsun?' dedi. Ben de, 'Hemşehrimdir, tanışırız' dedim.

"Yatağı alacağımı söyleyince karakolun üst katına, kaldığı yere çıktık. Yatağa baktım.
Yirmibeş lira kıymet biçtik. Yatağı tekrar kendisine kiraladım. Ne kadar yatarsa, o kadar para
verecekti. Bu vasıtayla, her gün yatağın kirasını almak için karakola gidip geliyordum.
İhtiyaçlarını böylece temin ediyordum.
sh:»(s.97)

"Üstada eziyet eden komiserin akibeti"

"Nuri isminde bir komiser vardı. Zaman zaman Üstad'a eziyet ediyor, üç günde bir
gelip odasını arayıp tarıyordu. Bir gün bu komiser çok şiddetli hasta olmuş; kafası, kulağı
ağrımış. Ne yapsalar ağrı ve ızdırap dinmemiş. Sonra komiserin kayınpederi,.'Sen
Bediüzzaman'a eziyet ediyordun, bu sebepten bu hastalık başına geldi' diyor. Adam gelip
Üstad'dan özür diledi, iyileşmesi için dua etmesini rica etti.

"Sonra komiser beni çağırarak, bana dedi ki: 'Bundan sonra sen Bediüzzaman'ın
hizmetini göreceksin, kimse sana karışmayacak. Sen istediğin zaman gleip, yanına
çıkabilirsin'.

"Ben rahatlıkla üstad'ın yanına gidip geliyordum. Başka kimseyi yanaştırmıyorlardı.

"Havalar iyi olduğu günlerde, beraber dağlara giderdik. Akşamları kitapları tashih
ederdi. Her gün ikindiden sonra kapısını kilitlerdi. Kastamonu'nun kışı şiddetli geçerdi. Bazı
günler odasındaki yer tahtalarının arasına kırağı yağmış gibi olurdu. Küçük bir sobası vardı.
Odayı pek iyi ısıtmazdı. Bekçi ile bir mangal ve bir de tahta kürsü aldırmış, yorganı kürsünün
üzerine atarak, içindeki mangalla bu şekilde ısınıyordu. Komiser bir müddet sonra
yinerahatsız etmeye başlamıştı. Bir gün adasını ararken, adam elini yorganın altına, kürsünün
içine sokmuş. Adamın eli ateş dolu mangalın içine girmiş. Eli yanan komiser mahçup olmuş.
Üstad kendisine demiş ki:

"Senin ismin Hâfız Nuri'dir, Risale-i Nur'un ismi de Nur'dur. Bu sana tokattır. Dikkat
et bir daha bana ilişme!'

"Bu komiser Nuri'nin başına çok musibetler ve hastalıklar geldi. Kendisini tutup
Ankara'ya götürüyorlardı. Fakat doktarlar bir türlü teşhis koyamıyorlardı. Kastamonu'ya
dönünce hastalık yine aynı şiddette başlıyordu. Ankara'ya kaç defa gitti geldi.

"Nihayet annesi ve ailesi kendisine, 'Sen Bediüzzaman'a çok eziyet ettin, onun
bedduasına uğradın. Onunla helallaşman, ondan özür dilemen lâzım' diyorlar. 'Bir daha onun
kitaplarına, derslerine karışma'diye kendisini ikaz ediyorlar.

"Ailece gelip Üstad'dan özür dilediler, affetmesini, hakkını helâl etmesini istediler.
"Üstad onlara:

"Ben ona birşey yapmadım. O Kur'ân'ın tokadını yedi' dedi. Haşir Risalesi'ni onlara
verdi. Hâfız Nuri'nin kitabı okumasını söyledi. l

________________

l. Emin Beyin kendi sesinden aldığım hatırasında, Hâfız Nuri'nin birkaç gün sonra
öldüğünü söylüyordu.

sh:»(s.98)

Kaybolan çoraplar

"Yine bir gün, Üstad'ın yanına gittiğimde kaybolan çorabını arıyordu. Ben de
kendisine yardım ettim. Bana dedi ki:

"Kardeşim ben çoraplarımı her yerde aradım, hattâ (gülerek) dedi, kibrit kutusunun
içini bile aradım! Bazı meczup evliyalar var, bana yardım edecekleri yerde, benimle
ekleşiyorlar. Halbuki bu ızdırapların, bu şiddetli takiplerin altında bana yardım etmeleri
lâzımken, bana yardım etmiyorlar, bilâkis, böyle maniler çıkararak, benimle ekleşiyorlar. Bu
Halk Partisinin şiddetinde bana niçin yardım etmiyorlar?' Gülümseyerek, 'Beşyüz bonknot
(lira) tazminat vermezlerse kabul etmem' dedi.

"Tebessüm ederek kalktı, abdest alıp namaza durdu. Sonra duasını yaptı. Daha sonra,
soba deliğine bakıyordu. Çorabın ucu, sobanınborusunun yanından çıkmış sarkmıştı. Meğer
fareler çorabı alıp sobanın içinden götürmüşler, soba deliğine bırakmışlardı. Üstad, 'Bunda bir
hikmet-i İlâhi var' dedi.

"Meğer daha önce Risale-i Nur'un bazı parçalarını soba deliğine saklamış. Fakat
zamanla oraya koyduğu hatırından çıkmış. Nur'un parçalarını oradan alarak başka, daha emin
bir yere sakladık. Az sonra kapı çaldı, polis jandarma ve bekçiler içeri doldular. Her tarafı
didik didik aradılar, fakat bir şey bulamayınca zabıt tutarak çıkıp gittiler.

"Bu fare ve arama meselesini kendisi dah sonra kaleme aldı. 2

"Üstadın ibadeti"
"Üstad, çıkıp dağa giderken hemen peşine polis ve bekçiler düşerdi, dağda ne yapacak
diye... Dağda oturur, ibadet eder, eserlerini yazar, tashih eder ve dönerdi.

"Sabahlarıerkenden evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Çok
soğuk bir gündü, farkına varmadan sabah ezanından iki saat önce gitmiştim. Seccadenin
üzerinde ibadet ediyordu. Mum ışığında, seherin soğuğunda, hazin bir sesle dua ediyor, için
için yalvarıyordu. Ben heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali
titreyerek, ürpererek seyrettim.

"Nihayet ezan sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan
sesleri... Dönüp bana dedi:

"Emin, sen çok büyük bir hata ettin! Kasem ederim, yemin ederim ki, benim bir
vaktim vardır, o vakitte melâike de gelse, kati bir

_________________________

2. Sikkel-i Tasdik-i Gaybî, s.31

sh:»(s.99) surette kabul etmem. Sen çok yanlış ettin. Bir daha böyle hareket etme, bu
kadar erken gelme, ezan okunmayınca gelme!' dedi.,

"Efendim affet, kusura bakma! Ay ışığı dolayısiyle vakti bilemedim. Erken gelmişim.
Bir daha ezandan önce gelmem' dedim.

"Üstadın Kutb-u Âzamla konuşması"

"Bir gün beraber ikindi namazını kıldık. Namazdan sonra tesbihatta iken:

"Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?' diye birisine hitap ediyordu.

"Ben yine bir çok zamanlar olduğu gibi, hayretler içindeydim. Odasında benimle
kendisinden başka kimse yoktu. Benim merakımı görünce, meseleyi şu şekilde izah etti:

"Onuncu Söz, haşir ve âhiret hakkındadır. Ben o eseri bir vakitler Barla'da yazıyordum
(1926 senesi). Baktım o günlerde bir İslâm düşmanı, ıslahı gayr-i-kabil... Arefeye bir kaç gün
vardı. Ben beddua ettim. Benim bedduama karşılık bütün Hicaz velileri ve Hicaz'daki Kutb-u
A'zam ise, onun ıslahı için dua ediyorlardı. Benim bedduam ferdî kaldığı için iade edildi.
Aradan uzun seneler geçti. Baktım, bu sene (1938-1939senesi) bana nihayet hak verdiler. Ben
halbuki bunun ıslahının gayr-i kabil olduğunu biliyordum. Onlar nihayet bu sene başladılar
beddua etmeye. Benim konuştuğum Kutb-u A'zam'dır; Mekke-i Mükerreme'dedir. Bütün
Hicaz'la birlikte beddua etmeye başladı. Bana hak verdi. Ben de ona hitap ettim.'3

"Üstad'la bu sohbetimizin üzerinden çok az bir zaman geçti; bütün Anadolu'da yer yer
şiddetli zelzeleler başladı.

"Erzincan yerle bir olmuştu.(26 Aralık 1939). Uzunköprü şiddetli sallanmıştı. Bütün
Türkiye korku içinde kalmıştı.

"Bu hâdiselere Mehmed Feyzi kardeşim de aynen şahittir.

Üstadın yerine evrad okuyanlar

"Üstad, zaman zaman çok şiddetli hastalıklar geçiriyordu. Benimle Mehmed Feyzi
yanında kalmıştık. Ateşler içinde yanıyordu. Sonra biraz yatağa uzandı. Bayılmış kalmıştı.
Biz de biraz yattık. Sonra uyandığımda bir dua, bir münacat ve niyaz sesleri geliyordu. Hazin
bir seda odayı kaplamıştı. Ben, Allah Allah dedim. Üstad çok şiddetli hastaydı, bu okuyan
kim acaba?

_______________

3. Bazı ehl-i velayetin, ehl-i dalalete bilmeden taraftar çıkmaları ve onları manen
destekleyerek o dalalet mesleğine kuvvet vermeleri hususunda geniş bilgi için bkz: Mektubak,
s.318-319

sh:»(s.100)

"Feyzi kardeşime seslendim: 'Acaba bu okuyan kimdir?' diye. Feyzi Efendi, 'Sus,
katiyyen sesini çıkarma' dedi. Ben kalkarak Üstad'ın yanına vardım. Aynen yattığı gibi baygın
vaziyette uyuyordu. Sonra o ses kesildi. Sabaha birsaat kala yine herzamanki gibi kalktı,
giyindi, abdest aldı Seccadenin başına geçti... Dua, ibadet... Cevşen... Kur'an'la başbaşa..

"Sonra bize dedi:

"Ben Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Ben evradımı, vird ve dualarımı


tamamlayamamıştım. Birisi benim evradımı tamamladı.'

Şehit Emin Bey, konuşmalarının burasında diyor ki:


"Ben ve Mehmed Feyzi kardeşim hayretler içinde kalmıştık. Üstad'dan gördüğüm bu
hal, imanım gibi gerçektir. Bir kelime hilaf yoktur.'

"Üstad, sabahleyin, 'Allah'a şükür hastalığım geçti. Beni zehirlediler. Bir meyve
vermişlerdi bana... Beni onunla zehirlediler' dedi. Bu rahatsızlığı on-onbeş gün kadar devam
etti.

"Üstadın dağda olduğunu haber verenler"

"Sık sık dağa, kıra gitmek onun vazgeçilmez âdetlerindendi. Hancı Mehmed isimli bir
zat, her zaman kendisine bir at verirdi. Dağa atla gidip gelirdi.

"Yine böyle bir gidişte, Mehmed Feyzi kardeşimize de haber gönderiyor, gelip bana
yetişsin diye...

"^Dağda birisi bir yiyecek vermiş. Onunla zehirlemişler, orada hastalanıp düşmüş. At
oradan ayrılıp dönüp şehre gelmiş.

"Tam o sırada Mehmet Feyzi kardeşimizin kapısı vuruluyor. 'Efendi Hazretleri seni
çağırıyor!' diye sesleniyorlar. Feyzi kardeşimiz kapıya bakınca, hiç kimseyi göremiyor. Bu hal
tam üç defa devam ediyor. Üçünde de hiç kimseyi göremeyen Mehmed Feyzi Efendi, kalkıp
atın kaldığı hana geliyor, bakıyor ki at içeride, fakat Üstad yok.

"Mehmet Feyzi hemen dağa gidiyor. Üstad'ı yolda yarı baygın vaziyette buluyor. Bu
arada Üstad biraz gözünü açıyor; ancak; 'Feyzi kardeşim beni zehirlediler. Biri tanıdığım
adamdı, beni o zerhirledi' diyebiliyordu.

"Mehmet Feyzi Üstad'ı alıp, tekrar atla eve getiriyor. Günlerce hasta yattı. 'cevşen'in
tesiriyle, Allah'a şükür, zehirleri tesir etmedi bana! Sadece kulağımda ağırlık yapıyor' diyordu.

"Bediüzzaman'ı hangi vilayete göndermişlerse, oraya, onunla de

sh:»(s.101) vamlı uğraşacak, ona eziyet ve sıkıntı verecek bir valiyi de peşinden
gönderiyorlardı. Avni Doğan da işte bu Cumhuriyet valilerinden biriydi.

Avni Doğan'ın zulümleri

"Risaleleri, mektupları kömürlüğe, odunların altına saklıyorduk. Birgün, gelen


mektupların hepsini ele geçirmişlerdi. Eve baskın yaptılar; her tarafımızı aradılar, taradılar,
Hattâ o kadar ki, saatin kapaklarını bile açıp baktılar. Mehmed Fey'zi'yi, kardeşim Bahri'yi ve
beni karakola götürüp epey sıkıştırdılar: 'Siz gizli cemiyet kuruyorsunuz. Kimlerle
haberleşiyorsunuz?' diye sıkıştırdılar. Bizleri ayrı ayrı odalara hapsettiler.

"Müdür Bey, Risale-i Nur'un hakikatları dünya değil, âhirete bakar. İsterseniz size
biraz okuyayım' dedi. İman, Kur'ân hakikatlarından başladı okumaya, müdür biraz dinledi.
Sonra hiddetle: 'Siz beni de zehirleyeceksiniz' diye dinlemek istemedi.

"Sonra evlerimizdeki aramalarda benim sandıkta biraz paralarım vardı. Bu paralar


üzerinde çok durdular. Bizi bu yüzden sıkıştırdılar. Bilhassa Vali Avni Doğan 'Bu paraları
nereden buldun? Bu paralar gizli teşkilâtın paralarıdır' diyordu.

"Memleketimden geldiğim zaman, bu kadar param vardı. Ben on-onbeş nüfusa


bakarım. Bu kadar nüfusun elbette, iki bin lira parası olur' dedim.

___________________

4.(1895'de Yozgat'ta doğan M. Avni Doğan 1965'de öldü. 1923'den, 1936'da


Kastamonu'ya vali tayin edilinceye kadar Yozgat mebusluğu yapmıştı. Beş yıl Kastamonu
valiliğinde bulundu. Şark İstiklâl Mahkemelerinde azalık yapan Doğan, 27 Mayıs İhtilalinden
sonra, İnönü koalisyon hükümetinde devlet bakanlığı da yapmıştı.

Avni Doğan l964 yılında, Dünya gazetesi yayınları arasında hatıralarını neşretmişti.
Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası adındaki bu hatıralarında, konuları kendi zihniyeti paralelinde
anlatmaktadır. Bu eserinin ne derece indi ve sübjektif olduğunu göstermek bakımından baş
taraflardaki bir meseleyi misal olarak vermek isterim.

Doğan kitabının 8 ve 9. sayfasında, hiç de yeri değilken, Kürdistan Teali


Cemiyetinden bahsetmektedir. Millî Mücadelenin en buhranlı günlerinde, işgal altındaki
İstanbul'da kurulan bu cemiyet; müstakil bir Kürt devletinin kurulması amacındaydı.

Avni Doğan hatıralarında, Bediüzzaman Said Nursî'yi de bu cemiyetin kurucularından


biri olarak göstermektedir. Halbuki bu konuda çok daha önceki yıllarda neşredilen Dr. Tarık
Z. Tunaya'nın Türkiye'de Siyasî Partiler l859-l952 isimli eserinde, Kürt Teâli Cemiyetinin
kurucuları ve mensupları arasında Bediüzzaman'ın ismine rastlanmaz. 1952'de basılan bu
eserin 429. sayfasında bilgi verilmektedir.
Yine bu konuda Tekin Erer'in 1963'de neşredilen Türkiye' Parti Kavgaları isimli
eserinde de Kürdistan Teâli Cemiyetinden bahis vardır. Fakat yine Bediüzzaman'ın bu
Cemiyet ile ilgisi görülmemektedir. (Bediüzzaman'ın bu Cemiyete karşı takındığı tavır ve
düşünceleri için Bilinmeyen Taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî adlı eserimizin 228.
sahifesine bakınız.)

Ama, Avni Doğan, hiç bir tarihî belgeye dayanmadan, sırf kin ve düşmanlık hislerinin
sevkiyle olsa gerek, Kürt Teâli Cemiyetinin kurucuları arasına Bediüzzaman'ı da katmıştır.

Kitabın 9. sayfasında Kürt Teâli Cemiyeti kurucuları sayılırken, "Bediüzzaman Said


Kürdî Nevres" şeklinde yazmaktadır. Bediüzzaman'ın soy ismi yerinde kullandığı Nursî
kelimesini de "Nevres" şeklinde okuduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı, "Nurun âlâ Nur"u "Ne var
Ali ne var" şeklinde okuyan adam gibi, "Nursi" kelimesini "Nevres" şeklinde okumuştur.

sh:»(s.102)

"Daha sonra 'Benim maddî durumumu isterseniz. Ahlat Kaymakamlığından sorun'


dedim. Bizi mahçup ederek, hiç bir suç aleti ve suçluluk delili bulamayınca, devamlı bu iki
bin lira para üzerinde durdular.

"Avni Doğan daha önceleri de Üstad'la çok uğraşırdı. Sık sık evine baskınlar
düzenlerdi. Bir defasında da yine tevhide dair yazdığı bir risalesini alıp gitti. Onun bir suretini
bir daha alamadık."

[]

Emin Beyin Üstadla ilk defa görüştüğü Nasrullah Camii ve avlusu

sh:»(s.103)

[]

İsmail Tunçdoğan

İSMAİL TUNÇDOĞAN

1903'de Karadeniz Ereğli'sinde dünyaya geldi. Aslen Harputlu bir aileye mensuptur.
Ailesi Mühendisoğulları lâkabıyla bilinmektedir. 1933'de Maltepe Küçük Zabit Mektebini
bitirdi. l954'de emekli oldu. 1943'de Bediüzzaman'ı Kastamonu'dan Ankara'ya, oradan da
Isparta'ya getiren jandarma astsubayıdır.

"Üstadı Isparta'ya götürmekle vazifelendirildim"

"Maltepe Küçük Zabit Mektebini l933'de bitirip mezun olmuştum. Çeşitli yerlerde, bu
arada Dersim'de vazife yaptıktan sonra, Kastamonu'ya karakol kumandanı olarak tayin
edilmiştik.

"Mithat Altıok orada vali idi. Ben kendisini daha önceleri Düzce'de hükûmet doktoru
iken tanıyordum.

"Beni çağıran Vali Bey,'Burada Bediüzzaman isminde bir hoca var. Bu zâtı incitmeden
alıp Isparta'ya götüreceksiniz' dedi. Sabahleyin, yanında Safvet isimli bir polis memuruyla
otobüse geldiler. Hoca efendi, Safvet'ten çok rahatsız oluyordu. Daha önceleri de bu adam
kendisini taciz edermiş.

"Çankırı üzerinden Ankara'ya geliyorduk. Bir yerde namaz için mola verdik. Safvet'in
gelmesini istemiyordu. Hattâ, 'Bu bizimle gelirse ben gitmem' dedi.

Üstadın Vali Nevzat Tandoğan'la görüşmesi

"Ankara'ya geldiğimizde Samanpazarı'nda bir otele indik. İki yataklı bir oda bulduk.
Hoca, 'Ben ibadet ederim, yalnız kalmak istiyorum' dedi.

"Az sonra bir komiser geldi, Hoca ile görüşmek istedi. 'Vali seni istiyor, kalk gidelim'
diye, biraz kaba ve saygısızca hareket etti.

"Hoca 'Gitmem, ben ona dargınım' deyince, komiser Hocaya karşı tedbirsizce hareket
etti. Daha sonra başka bir komiser geldi. Karadenizli olan bu zât Hocaya hürmet etti, elini
öptü.

sh:»(s.104)

"Yine Hoca, 'Ben ona dargınım, sen ona selâm söyle, ben gelmeyeceğim' dedi.

"Ben, 'Hocam, gidelim' dedim. 'Neden dargınsınız Efendim?' diye sordum.

"Senin aklın ermez,' diye cevap verdi.


"Ben, 'Burada reisicumhur, başvekil, onlardan sonra Vali Nevzat Tandoğan gelir,
gidelim hocam' dedim.

"Bu teklifimi Hoca Efendi kabul etti. Bir fayton tutarak vilâyete gittik. Vali ile eskiden
Milis Teşkilâtı zamanından tanıştıklarını söyledi. Vilâyette vali ile görüştükten sonra, elinde
bir kasket ile dışarıya çıktı. Vali kendisini yolcu etti. Valinin arabası ile tekrar otele döndük.

"Vali, Hocaefendiye 'Merak etme, istasyona emir verdim. Kompartımanda sana yer
hazırlattım' dedi.

[]

İsmail Tunçdoğan, jandarma astsubayı olduğu ve Bediüzzaman'ı gördüğü yıllarda.

"İftarı birlikte yaptık"

"Otele döndüğümüzde Osman isimli bir talebesi kendini bekliyordu. Ondan yoğurt
istedi. Akşamleyin beraberce iftar ettik. Hoca akşam namazını kıldı. Daha sonra otelde imam
oldu, beraberce teravih namazını kıldık. Bir gece yattık. Sabahleyin bir faytonla istasyona
geldik. Polisler, bineceğimiz yeri gösterdiler. Tren yolculuğu esnasında kendisini Isparta'dan
tanıyan bir zât ziyaretine geldi.

"Isparta'ya indiğimizde mahşerî bir kalabalık Hocaefendiyi karşılamaya gelmişti.


Kendisini bir araba ile hapishaneye götürdük. Yollarda araba paralarını, meselâ yirmi beş
kuru, elli kuruş gibi, hep ben veriyordum. Ben adliyede iken bir gardiyan geldi 'Hoca seni
istiyor' dedi. Ben de, 'Buradan para almak için bekliyorum, parayı alınca gelirim' dedim.

"Daha sonra bir başka gardiyan daha geldi. 'Acele Hoca seni istiyor' dedi. Ben hemen
hapishaneye gittim. Tabancamı başka bir gardiyana teslim ettim. İkinci katta Hocaefendinin
yanına çıktım. Büyükçe bir semaver kaynıyordu. Hocaefendi oturuyordu. Bana doğru
parmağını uzatarak;

"Gafil, paracıklarım gitti diye niye üzülüyorsun? Bu paraları

sh:»(s.105) vermek sana nasip oldu. Benim cüzdanım bile yok ki, sana para vereyim'
dedi. Sonra beni bırakmadı, iftara alıkoydu. Yine davetlisi olarak beraberce iftar ettik, namaz
kıldık. Karşısında bir zât diz üstü oturuyordu. Hapishane müdürüymüş. 'Müdür Bey bir
telefon et, tren ne zaman kalkacak?' dedi. Müdür Bey, trenin saat on ikide kalkacağını söyledi.
"Ayrılırken elini öptüm, bana dualar etti. 'Bana hizmetin çok oldu, hakkını helâl et'
dedi. 'Eline aldığın altın olsun' diye bana dualar etti.

"Bilhassa trene giderken birçokları Hocayı görmek istiyorladı. Kiminle görüşse, beş
dakikada Müslüman ederdi. Gâvur gelse Müslüman olarak çıkardı yanından. Gözleriyle insanı
kendine raptediyordu."

Sh:»(s.106)

[]

Selahaddin Çelebi

SELAHADDİN ÇELEBİ

Nazif Çelebi'nin oğlu olan Selahaddin Çelebi l9l3 doğumludur. Uzun yıllar Nur
Risalelerine fedakârâne hizmet etmiştir. Nur'un mektuplarında isminden ve hizmetlerinden
bahisler vardır. İnebolu eşrafından olan Selahaddin Çelebi, 9 Ocak 1977'de vefat etmiştir.

"Ben bu zâtı tanırım"

"1936 senesinde Kastamonu'daki 131. Alaydan terhis olduğum zaman, Bediüzzaman


isminde âlim bir zatın sürgün olarak geldiğini işitmiştim. Kendisi bir karakol karşısında
yapayalnız yaşıyormuş. Kendisinin yüzünden zarar görmemesi için kimse ile görüşmüyormuş.

"İnebolu'ya geldiğimde, merhum pederim Ahmed Nazif Çelebi'ye anlattım. Babam:

"Ben bu zâtı tanırım, 1908 Meşrutiyetinden sonra yanında bir hey'etle İnebolu'ya
gelmişti. İnebolu'Nun meşhur âlimi Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehirdeki camileri gezmişti.
Şadırvanda abdest alırken yüzlerce insan toplanmış, hürmet ve sevgi ile kendilerini
seyrediyordu. Ziya Efendi halka 'Ayıptır, çekilin' deyince, hey'etten bir zat: 'Bırakın baksınlar.
Bu zat bakılacak bir zattır" dedi. Yahya Paşa Camiinde namaz kıldılar. Vapura uğurlarken
caddenin iki tarafına dizilen halkı, elini kalbinin üzerine getirerek selâmlamıştı. İstanbul
gazetelerinde de yazılarını okudum. 'Yarın Kastamonu'ya gidip ziyaret edeceğim' dedi.

"Nur Risaleleri İnebolu'ya böyle girdi"

"Babam Kastamonu'ya gitti ve geldi. Beraberlerinde 4. Şua olan Âyet-i Hasbiye


Risalesini getirdi. Bu risaleyi yazdı, bana verdi. Üs
____________

1. Ahmet Nazif'in Üstad Bediüzzaman'ın nasıl tanıdığını anlatan bizzat kendinin


yazdığı fıkrası için bkz. Kastamonu Lâhikası, s.33.

Sh:»(s.107)

[]

Selâhaddin Çelebi'nin babası Ahmed Nazif Çelebi( 1891-1964)

1917 senesinde İnzibat Çavuşu olduğu zaman. Resmin üzerinde

Nazif Çelebi'nin şu satırları okunmaktadır:

"Hayat-ı askeriyemden bir hatıra olmak üzere,

kardeşim Ömer Lütfü Efendi'ye takdim".

tadı, nerede ve nasıl görebileceğimi tarif ederek, beni Kastamonu'ya yolladı.


Kastamonu'ya geldiğimde Nasrullah Camiinin avlusunda çayhane işleten şarklı Küresin
Aşiretinin Beyi olan Emin (Çayırlı) Beyi ve H. Tahirî'nin oğlu Ahmed Kuzu'yu aradım. Onlar
vasıtasıyla Üstad'ı ziyaret edecektim. Ahmed Kuzu'nun oğlu Selâhaddin'le birlikte, kaldığı
eve gittik. Evde yoktu. 'Karadağ'a çıkmıştır, haydi seni götüreyim' dedi. Selâhaddin küçük
olduğundan 'Sen zahmet etme, tarif et, ben bulurum' dedim. Kastamonu yakınlarında bir
saatlik mesafede yürüyerek dağa çıktım. Karadağ'da ufak bir tepenin zirvesinde bir ağacın
altında beyazlar giyinmiş bir zat namaz kılıyordu. İçimden 'Her halde bu zattır' dedim. Selâm
verdikten sonra, başı ile oturmamı işaret etti. Diz çöktüm, duasına 'Amin' dedim. İnsanlığın ve
İslâm dünyasının huzur ve selâmeti, dünyevî ve uhrevî saadeti için hazin bir sada ile niyaz
ediyordu. Bilâhare getirdiğim kitabı verdim. 'Sen hoş geldin kardeşim, bu risalenin tashihatını
yapayım' dedi. Tashih işi yarım saat sürdü. Bu esnada ilk defa gördüğüm Hoca Efendiye
dikkat ediyordum Dikkatle tashihat yapıyor, kelimedeki noksanlıkları harf ve noktalara kadar
düzeltiyordu. 'Sen de yazı biliyor musun?' dedi. Bir cümle yazdırdı.

"Maşaallah... Keçeli güzel yazıyorsun, sana bir risale vereceğim, yazar mısın?" dedi.
'Memnuniyetle' deyince, birden dokuza kadar Küçük Sözler'i verdi. Yazacağımı ifade ettim.
Babama da ayrıca 11. ve 12. Sözleri gönderdi. 'Eğer arzu ederse yazsın ve bana tashihe
göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır' dedi. Müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım.

sh:»(s.108)

"İşte Nur Risalelerinin İnebolu'ya girişi böyle oldu. Bu tarihten sonra İnebolu'da
yüzlerce parmak Nurları yazmaya başladı.

"Nazif'ler, İbrahim'ler, İzzet'ler, Osman'lar, Salih'ler, Ömer'lerin kalemleri, beş sene


boyunca matbaa tesisleri gibi işledi. Kastamonu İnebolu arasında Nur Postacıları da teşekkül
etmişti. Nurlar İnebolu limanından Anadolu'ya sevkediliyordu.Bu postacılığı Recep Dilek,
Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu yapıyorladı.

Teksir makinası

"Bu şekilde hizmetler fasılasız yürürken İstanbul'da bir ticarethanede teksir makinası
gördüm. Bu makinanın bir dakikada yüz sahife bastığını öğrenince hemen makinayı satın
alarak İnebolu'ya getirdim. İlk defa Nurlardan Yedinci Şua, "Kâinat Seyyahının
Müşahadeleri" olan Âyetül-Kübra Risalesini teksirle çoğalttık. İlk nüshayı Üstad'a
götürdüğüm zaman fevkâlade memnun oldu. Eserin sonuna hissiyatını şu cümlelerle ifade
etti:

"Ya Rabbi! bir kalemle beşyüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını
Cennetü'l-Firdevste mes'ûd kıl."

"Aradığınız nedir?"

"l942yılında Kars Gümrük Muhafaza Teşkilâtına intisap etmiştim. Altı ay sonra kurs
için Ankara'da İnhisarlar Vekâletinin (Tekel Bakanlığı) üst katı Gümrük Muhafaza Genel
Komutanlığı Teşkilâtına tahsis edilmişti. Bir gün kursta iken, 'Sizi Genel Komutan Lütfi
Karapınar Paşa istiyor' dediler. Bu esnada hatırıma ilk gelen şey, Ankara'da Risale-i Nur'un
vekâletten vekâlete elden ele dolaşmasıydı. O tehlikeli zamanda Askerî Şura azasından
rahmetli Yümni Bey, Şurânın resmi toplantısı bittikten sonra Risale-i Nur okuyordu. Herhalde
bir general beni Karapınar Paşa'ya haber verdi, zannıyla

[]
Selahaddin Çelebi 28 Şubat 1943'de Kars'ta Gümrük Muhafaza Müdürlüğünde vazifeli
olduğu günlerde. Geri plânda Kars'ın Ziya Paşa Camisi.

sh:»(s.109)

[]

1 Ağustos 1943

Selahaddin Çelebi Gümrük Muhafaza Genel Komutanlığı,

muhafaza kursuna giderken.

Tevkifinden iki gün önce odasına gittim. Paşanın yüzü sertti. Vaziyetin vehametini
anladım. Masasının önündeki koltukta yakasındaki rüzette istiklâl yazılı birisi oturuyordu.
Arkasında da ayakta bir subay hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Rozetli şahıs bana 'Üzerinde
ne varsa çıkar' dedi. Ben de üzerimde ne varsa hepsini çıkardım. Bunlardan not defterimi
aldılar, para çantamı ve diğer eşyalarımı geri verdiler. 'Bizimle beraber gelecek, ' diye
Paşa'dan müsaade aldılar. Çalıştığım odaya gittik. Masamdan da çantamı aldılar. Oradan da
geceleri kaldığım Ulus'taki Cihan Oteline gittik. Hususi odamda arama yaptılar, fakat birşey
bulamadılar. bana hiçbir şey söylemiyorlardı. 'Aradığınız nedir? Söylerseniz belki yardımcı
olurum' dedim. 'Risale-i Nur ismindeki kitapları arıyoruz' dediler. 'Söyleseydiniz size
verirdim. Hiç yorulmazdınız. Bunlar imanî ve İslâmî eserlerdir, gardroptadır. Fakat siz
görmediniz' dedim. Tekrar açtılar, elbiselerin arkasından otuz kadar eser çıkardılar.

"İftira mı edeyim?"

"Kitaplarla beraber 1. Şubeye, Hacı Bayram Camiinin karşısındaki, şimdi yıkılmış


olan pasaport binası olan yere geldik. Mahallinde tutulan zabıtta 'kendi göstermesi üzerine'
eserler bulunmuştur, kaydını yazdırttım. 1. Şube Müdürü'nün nezareti altında, iki gün, iki
gece ifademi aldılar. Bir kaç kere tercüme-i halimi, Risale-i Nur'daki hizmetimin harfiyyen
yazılmasını, kimlerle temas ettiğimi ve eserleri okuyanların kimler olduğunu sordular. Yerli,
yersiz suallerine verdiğim cevaplarla bir türlü tatmin olmuyorlardı. Hacı Bayram Camiine
namaz vakitleri giden cemaata bakmam ve bunlardan kimlere kitap vermişsem göstermem
için cam kenarına iki polisle

sh:»(s.110) birlikte oturttular. 'Ankara halkının günahına girmem, birine mutlaka iftira
mı edeyim?' dedim. Not defterimdeki isimlerin kime ait olduğunu sordular. 'Hacı Bayram
Camiine gelen bir kaç kişinindir. Fakat bunların adreslerini bilmiyorum. Ancak camiye
geldiklerinde tanıyabilirim' dedim. Hacı Bayram Camii karşısında kitapçılak yapan Muhsin
Bey vardı. O vakit orada güzel bir yazıhanesi vardı. Müteahhitlik yapıyordu. Onun
yazıhanesinde bazı şahıslara kitap verdiğimden ismi Muhsin diye zapta geçirilmişti. Muhsin
Beyi getirdiler. 'Bu çoluk çocuk sahibi, bırakın bu zatı. Bunun Risale-i Nur'dan haberi bile
yok. Yalnız bu adamın yazıhanesinde bir-iki zatla görüştüm. Camiye giderken, imanî
Risalelerden verdim' dedim.

"Bir de o civarda, ufak bir caminin imamı vardı. Saçları, kaşlar sarı, çok müttakî,
mübarek bir insandı. Onun da ismi geçtiğinden bir hayli zavallıyı dövmüşler ve
sıkıştırmışlardı. Bunu da bilâhare öğrendim.

"Selahaddin korkma"

"Üçüncü gün çift aynalı bir odaya girdik. Büyük boy hususi yapılmış, tahminen, elli-
yetmiş santimetre kare ebadında, ciltli bir defteri, albüm yapmışlardı. Türkiye'deki din
adamlarının sağ, sol, profil ve cepheden görünüşlü üç resmi ve altlarında da tercüme-i halleri
yazılı idi. Bu albümde tanıdıklarımı söylememi istediler. Yanımdaki memur sayfaları
çeviriyordu. Abdülhakim Arvasi'nin resmini göstererek: 'Bu da tevkif edildi' dedi. Ben de:
"Tanıyorum, âlim bir zattır. Bayezit camiinde dersini dinlemiştim' dedim. Bu defa bir
başkasını gösterdi: 'Evet... bu da Hacı Süleyman Efendidir. "Tanımıyorum. Fatih'te oturuyor'
dedim. 'Bu da tevkif edildi. Biri Bursa'ya, diğeri Kütahya'ya sevkedildi' deyince Fatih'te
evinde ziyaret ettiğim Hacı Süleyman Efendi olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeyi tatbik
eden takvâ bir zattı. Bana Arapça yazılı, çerçeveli, dört-beş satırlı bir levhayı okuyup tercüme
etmişti. Bana, 'Kur'ân'a kasem ederim ki, ben Mehdiye asker olacağım, ondan sonra öleceğim'
demişti. Seksenin üzerindeki bu yaşlı zatın 'asker olacağım' demesi beni o zaman
güldürmüştü. Tevkifini ve sürgüne gönderildiğini öğrenince, içimden 'O yaştaki insan ancak
bu şekilde asker olabilir. Arzusu yerini buldu' dedim. Bir kaç hafta sonra da mübarek hocanın
vefat haberi geldi. Bu sırada Komiser Naci Bey telâşla geldi. 'Sürpriz,' diye bağırdı.
"Bediüzzaman Hoca Efendiyi Kastamonu'dan getirmişler. Geceyi Çankırıkapı'da bir
otelde geçirmiş. Otelde müstahdem yerine polisler geçmiş. Hizmetine de garson kıyafetinde
bir komiser vermişler' dedi.

sh:»(s.111)

"Bir müddet sonra 1. Şube Müdürünün odasına beni çağırdılar. İçeri girdim. Üstad
oturuyordu. Derhal elini öptüm. Çok hararetli olan elini bırakamadım. Şiddetli hasta ve
yorgundu. Buna rağmen Müdüre hitaben:

"Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Bunlar emniyet ve asayişi ihlâl etmez.
Bilâkis muhafaza ederler' dedi. Bana dönerek, 'korkmayınız' dedi.

"Üstad'ı tekrar otele götürdüler. Ertesi sabah beni iki polis refakatinde vilayete
götürürken, ileride kalabalık bir grupla Üstad'ı da vilayete götürüyorlardı. 50 metre geriden,
biz de onları takip ediyorduk.

"Daha sonra alt kata inerken, orada evraklar tanzim edildi. Üstad'ın yanında dört beş
jandarma ve birkaç polis vardı. Hükümet binasının çıkış kapısında durdular.

"Kıyafeti her zaman olduğu gibi millî ve yerli kıyafetti. Sağ omuzunda muhafaza
torbası içinde bir Kur'ân-ı Kerim, sol omuzunda rule yapılmış bir namaz seccadesi, ona bağlı
bir ibrik. Tarih kitaplarında görülen akıncı yiğitlerinin muharip kıyafetini, İsmet İnönü
devrinde Ankara'da canlandıran bir tablo gibi görünüyordu. Üst kattan bir kaç tane daha
memur geldi. Polis ve jandarmalara Denizli'ye götürmeleri için evraklarını verdiler. Bu
esnada Üstad ellerini kaldırarak:

"Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! diye bağırıyordu.


Sonra hareket ettiler. Ben yanına yaklaşmak istedim, fakat onbeş yirmi metre mesafeden daha
yakına bırakmadılar. Orada biriken halk da bu mesafeyi doldurmuştu. Üstad'ın da beni
görmesi imkânsızdı. Üstad'ı 70 yaşındaki hasta halinde o mübarek Ramazan'ın çok sıcak
gününde istasyona kadar yaya olarak götürdüler.

"Bu eserler imânî ve İslâmîdir"

"Öğleden sonra, Vali Nevzat Tandoğan'ın belediyede bizi beklediğini bildirdiler.


Hemen belediyeye götürüldük. İçeri girerken merdivende genç bir hanımla karşılaştık. 'Siz de
mi polissiniz?' diye sordum. Hanım 'Hayır ben felsefe hocasıyım. Bediüzzaman'a bayram
tebriği yazmıştım' dedi. Arkamızdaki polisler, 'Konuşmayın ' diye bizi ikaz ettiler.

"Belediyede başkan odasına evvelâ felsefe hocasını çağırdılar. 20 dakika sonra o çıktı.
'Beni serbest bıraktılar. Allah yardımcın olsun' dedi ve gitti.

sh:»(s.112)

"Kapıda 1. Şube Müdürü bekliyordu. Emniyet Umum Müdürü Şinasi Bey kapıyı açtı
ve bana 'gel' diye seslendi. İçeri girdiğimde Vali Nevzat Tandoğan koltukta oturuyordu. On
dakika kadar beni tepeden tırnağa sözdü.

"Şinasi, elektrikleri söndür!' dedi. Bir dakika sonra, tekrar, 'aç' dedi. Başını iki tarafa
sallayarak, gözlüğünü çıkardı, tek camıyla baktı, ayağa kalktı: 'Yanıma gel' dedi. Omuzumdan
tuttu. 'Nasıl olur, sen Cumhuriyet çocuğusun. Böyle kimsenin peşine takılırsın? Bunun
gayelerini bilmez misin?' dedi.

"Ben de cevaben, Vali Bey'e şunları söyledim:

"l936 senesinden beri Kastamonu'da ziyaretine giderim. Eserlerinden okudum ve


neşrine çalıştım. Bu eserler imanî ve İslâmîdir. Siyasî ve menfi milliyetçilik yoktur.
Milletimizin ve devletimizin aleyhinde en ufak bir kelime görseydim ve kendisinden menfi
bir düşünceyi hissetseydim, ihbar eder ve herkesten önce ben düşman kesilirdim. Tamamiyle
yanlış bir kanaate sahipsiniz. Eserleri imanîdir. Kur'ân-ı Azimüşşanın bazı âyetlerinin
tefsirlerinden ibarettir. Kastamonu'da herkes ziyaret ediyor. Polis karakolunun karşısında bir
evde oturuyor. Polisler hergün giren çıkanı görüyorlar.'

"Kim Kastamonu Valisi?' dedi.

"Mithat Altıok' dedim.

"Şinasi, ne hayvanlar var' dedi. Tekrar bana hitaben :

"Madem ki eserleri imanîdir diyorsun, mahkemeye verileceksiniz, orada tetkiki yapılır,


orada söylersin' dedi.

"Kapıda bekleyen l. Şube Müdürüne mahkemeye sevk edilmemi söyledi.

"İnebolu'ya sevkediliyorum"
"Hava kararmış, iftar vakti çoktan geçmişti. Bizi iki polis refakatinde mahkemeye
sevkettiler. Gece saat l2'ye kadar mahkeme salonunda bekledik. Nöbetçi hakim, savcılığa,
tevkifim için gelen telgrafı, gündüz Savcı Kemâl Bora'ya vermiş. Nereye koyduğunu
bulamayan Savcı Muavini, evine telefonla sorduktan sonra, telgraf bulundu ve nihayet
mahkemeye alındık.

"TCK'nun 163'üncü maddesi mucibinde tevkifime karar verildi. Bir vasıta tutarak,
polisle beraber, tevkif müzekkeresi elimizde gece 1.30'da Cebeci Cezaevinin karantina
koğuşuna alındım.

"Bir hafta sonra Zonguldak yoluyla İnebolu'ya sevkedildim. Refakatimde iki jandarma
vardı. Trende siyasî mücrim diye hususî kompartıman açılmıştı.

sh:»(s.113)

"İnebolu'ya çıktığımda, jandarma komutanlığı beni polise teslim etti.

"Bu esnada babam da tevkif edilmişti. Emniyet dairesinde iki gün kaldım. Said
ismindeki savcı, Ankara'daki ifadelerimi tekrar ettirdi. Beni bu imanî ve İslâmî eserlerden
soğutmak için, iki gün, iki gece uğraştı.

"Beden ruhsuz ayakta durur mu? Ekmeksiz ve susuz yaşanır mı?' deyince: 'Peki
cezaevinde ekmek ve su ile bedenini yaşat' dedi.

"İnebolu Cezaevine girdik. Hapishanede diğer İnebolu'lu Nur Talebeleri ile bir araya
geldik. Onların isimleri şöyle idi. Pederim Ahmed Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı, Ziya Dilek,
Büyük İbrahim, Gülcü Hüseyin, izzet Turgut, Ahmed Köroğlu, Zühtü İşeri, Ömer Gedikoğlu,
Halil Enercan, Ahmed Şaşmaz.

Denizli'ye sevkiyat

"İnebolu Cezaevininin alt katındaki koğuşta bir arada idik. Ramazan-ı Şerifin sevinci
ile, o mübarek günlerin kıymetinden istifadeye çalışıyorduk. İhlâsla ibadet yapılıyordu. Onbir
kişi aramızda cüzler taksim ederek, günde bir hatim indiriyorduk. Hac farizasını ifâ ederken
vefat eden Hacı Halil Enercan, ayrıca üç günde bir hatim yapıyordu. Bir ikindi namazında
imam olan rahmetli Telyeli İzzet Turgut'u biz ümmi zannediyorduk. Namazı müteakip bir
mürakabe yaptı. Bilâhare başını kaldırarak, 'Arkadaşlar şimdi rical-i gayb hazeratı geldiler.
Ellerinde yeşil bir sancak vardı. Sancakta 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i kerimesi
yazılı idi. Bir de âbide diktiler. Üzerinde keza 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i
kerimesi yazılı idi. Ziya Beye hitaben, 'biz sizi muhafaza edeceğiz, hiç korkmayın' dediler.

"Arkadaşlar İzzet Turgut'u gülerek dinlediler. Ve 'İçimizde bir de evliya varmış' diye
şakalaştılar.

"Ziya Dilek, 'Bunlar, henüz murakabeyi bilmiyorlar, sen ne için sırrı ifşa ettin'
deyince, 'Ben onları, olgunlaşmış zannettim. Fakat yanılmışım. Şimdi ben bu ifşa etmenin
cezasını çekerim' dedi.

"İki saat sonra döndüğünde, boğazını göstererek 'Jandarma kumandanı boğazımı sıktı
ve jandarma koğuşunun altına bir kömür dolabına hapsetti. Orada ayakta durmanın imkânı
yoktu. İki kat, iki büklüm orada kaldım. Beni çıkardıktan sonra, 'Siz Almanlarla muhabere
ediyormuşsunuz, söyle bakalım, alıcı-verici radyonuz nerede?' diye mübarek Telyeli İzzet'i
işkence ile dövmüşlerdi.

sh:»(s.114)

"Fakat haddizatında manevî gözü açık olan İzzet, hakikaten manevî radyo idi.

"İzzet Turgut ara sıra yaptığı murakabelerde Ziya Beye: 'Daha buradayız, gideceğimiz
zaman ben size haber veririm' diyordu.

"Denizli'ye sevk emri gelmeden bir gün evvel: 'Yarın gidiyoruz, hazır olun. Fakat
merak etmeyiniz. Beraat edip geleceğiz' dedi. Ertesi gün Anafarta vapuru ile İstanbul-İzmir
vapuruna aktarma edilerek İzmir'e ve İzmir'den trenle Denizli'ye hareket ettik.

"Denizli'de trenden çıktığımız zaman bizi karşılayan halk teessür içinde, sakin bir
halde selâmladılar. Etrafımızı saranlardan bazıları 'Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var
ki; sorgu hakimi sual sormadan sorularına cevap verdi. Sizlerin hiç bir kabahatiniz yoktur,
merak etmeyin. Beraat edeceksiniz' diyorlardı.

"Denizli Cezaevi yeni yapılmıştı. Şehir harici yeşil saha içinde, beton, havasız
koğuşları ile, ufak mazgal deliği gibi cam pencerede sık demir parmaklığiylel, Malta
zindanına benzer, rutubetli bir bina idi.
"İlk geceyi binanın müştemilatında beş kişinin barınamayacağı bir yerde geçirdik.
Gece uyumak için yatak sermemize rağmen imkân olmadı. Yatakların üzerine oturmakla, tilki
uykusuna daldık. Bu bize bir nevi işkence idi. Kapımız da kilitlendi. Bizim yegâne tesellimiz,
Üstadımızın o binada bulunması idi.

"Bir gün sonra Ağır Ceza koğuşunun bir odasını İnebolu, Kastamonu ve İstanbul'dan
gelen Nur Talebelerine tahsis ettiler. Üstad kibrit kutusu içinde bir kağıda 'Hoş geldiniz' diye
bir pusula yazarak mahkûmlardan meydancı Âdem Ağa ile gönderdi.

"Hapishane medrese oldu"

"Kısa zamanda cezaevindeki bütün ağırcezalılar yaptıklarına nedamet ederek, tevbe


istiğfar ettiler. Üstadın girdiği günden itibaren guslederek beş vakit muntazaman kılmaya
başlamışlardı. Hapishanenin elebaşısı (cezaevi tabiri ile 'dayısı') olan Beylerbeyi Süleyman
Hünkâr'a:

"Siz ne gördünüz ki, kısa zamanda Hoca Efendiye karşı bu kadar saygı
gösteriyorsunuz? Fırsat buldukça elini öpmeye koşuyorsunuz?' dediğinde 'Ben buraya adam
yaralamaktan sekiz aya mahkûm olarak geldim. Bir gece rüyamda bir hoca efendi,'Süleyman
sen iyisin, fakat çok mağrursun ve nefsine güveniyorsun, yakında bunun cezasını çekeceksin'
dedi. Hakikaten çok geçmeden, hapishanede bir kavga olmuştu. Kavgada bir mahkûm
ölmüştü. Bu

sh:»(s.115)

hâdiseden sonra ben de 24 seneye mahkûm olmuştum. Bediüzzaman cezaevine


gelince, bu Zatın rüyamda gördüğüm Hoca Efendi olduğunu anlamıştım. Zaten Hoca Efendi
de gelir gelmez mektup yazarak, 'Burası bir hapishane değil, Medrese-i Yusufiyedir.
İçindekiler birer zebani değil, birer müdür ve idarecidir. Bugünden itibaren gusledip, tevbekâr
olarak içki, kumar gibi şeyleri katiyyen terk edeceksiniz' diyordu.

"Bunun için kendisine son derece hürmet ediyoruz. Aksi halde, manevî tokatını
yiyeceğimizi biliyoruz. Bizim koğuş komşuları olan ağır cezalıların hepsi, Nur Talebelerinden
elif cüz'ünden başlayarak Kur'ân'ı hatmetmişlerdir. İstanbul'un meşhur hocalarından takva
sahibi Gönenli Mehmed Efendi'den ders almaya başlayan Mehmed ismindeki dört adam katili
Kur'ân'ı hatmetmiş ve 'Veddüha'dan aşağısına kadar ezberleyerek, imtihanı kazanmış
bulunduğundan, mahkûmlara imamlık yaptığını gözümüzle gördük.

"Çok geçmeden bütün katiller rüyalarını anlatmaya başlamışlardı. Göz yaşları


dökerek, yaptıklarına bir defa pişman olduklarını söylemişlerdi. 'Biz Allah ve Peygamberi
bilmiyorduk. Bize o yol gösterdiği için, başta Hoca Efendiye ve sizlere binlerce teşekkür
ederiz diyorlardı. Biz beraat edip çıkarken çok acı göz yaşları dökmüşlerdi. Üstad kendilerine
hitaben: 'Merak etmeyin, bundan sonra yeni bir hükümet iş başına gelecek ve af ilân edecek, o
zaman çıkacaksınız' demişti.

"Denizli Hapishanesinde, tavan beton olduğu halde, incecik yağmur gibi tahtakurusu
ve sivrisinek dökülüyordu. Sık sık süpürür ve dökerdik. Koğuştaki mahkûm ağır cezalılar,
şikâyet ederlerdi: 'Adam öldürdük, ama şimdi, sivrisineği dahi öldüremiyoruz' diyorlardı.

"Cezaevi Müdürü Şevki Bey bizi diğer koğuştaki kardeşlerimizle görüştürmedi. Ancak
mahkemeye giderken görüşebildik 70 kişilik bir kafile önde, Üstad her seferde başka bir
kişiyle kalepçelenirdi. Etrafımızda süngülü otuzdan fazla jandarma bulunurdu. Denizli'nin
âlicenap ve misafirperver halkı geçtiğimiz yolların iki sırasını doldurur, gözyaşlariyle
sevgilerini, teessürlerini, başlarıyla da selâmlarını bildirirlerdi. Cezaevi yolunda eski bir
mezarlık vardı. Üstad buradan gelirken ve giderken fatiha okumadan geçmezdi.

"İstanbul ulemâsından Gönenli Mehmed Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Şemseddin


Yeşil, Emin Uzun, Mustafa Hemadan ile hep bir koğuşta idi. Bediüzzaman Hazretlerini sabah
namazında camide gördüklerinin rivayeti yayılınca, (Hâdise için bk: Tarihçe-i Hayat, l93) bu
konuşmaları ihbar telâkki ederek, kendisini iç koridorlar

sh:»(s.116)

daki bir münferide hapsetmişlerdi. Müdafaasını yazdırmak için Müdür Şevki beyden
beni istemişti. Burası bir insanın yaşayamayacağı, kadar havasız, kapalı bir hücre idi. Bir
yatak zor sığmıştı. Mum ışığı ile âdeta bir mağarayı andırıyordu. Ankara'da, altı bakanlığa
göndermek üzere dilekçe hazırlanmıştı. Bunları Üstad söyledi, ben yazdım. O tarihlerde
Denizli'nin elektriği çok fersizdi. Gündüz cereyan verilmezdi. Geceleri de 12'den sonra
kesilirdi. Bir saat söyledi, yazdım. Bitkin olarak huzurundan ayrıldım. İnsan vücudu o
rutubete dayanamazdı.
"Beraet kararı ve çıkış

"Son mahkemede merhum Hâkim Ali Rıza (Balaban) ve diğer hâkimler olayda suç
unsuru olmadığını, kararın okunacağını ve ayağa kalkmamızı söylediler. Başta Üstad olmak
üzere hepimizin beraetine oy birliği ile karar verilmişti. Daha önceleri Gönenli Mehmed
Efendi ile izzet Turgut, bir rüyasında beraetimizi, diğeri murakabede dokuz ay on gün
hitamında beraetimizi müjdelemişlerdi.

"Mahkemeden çıkınca halkın tezahüratları, 'yaşasın adalet' nidaları ve alkışları ile


cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık ve denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı
oturuyordu. Çarşıdan faytonla geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad ikinci faytona
Fevzi Pamukçu binmişti. Bu esnada Doğu tarafından ağaçlar arasından bir süvari geliyordu ki,
ağaçlar arasından süratle geçmek akıl almadığından şaşkına döndük. Süvari tam Üstad'ın
faytonunun sol arkasından aniden durdu. Atından indi, Üstadımızın karşısında askerce sert bir
selâm verdi. Birkaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selâmla mahmuzlarını şaklattı.
Ve atına binerek aynı istikamette aynı şekilde süratle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu
hâdiseyi hiç bir zaman çözemedik. Üstad'a sormayada cesaret edemedik.

"Üstad, Delikli Çınar namıyla anılan semtte bir otele yerleşti. Diğer arkadaşlarımızı
Denizlililer evlerine götürdüler. Nefis yemeklerle ikramda bulunmuşlardı. Nur Talebeleri
trene binmeden evvel, Denizli halkının içlerinden seçtiği Mustafa Bey (Hafız Mustafa
Koçkaya) ismindeki zat, elinde bir mendil para ile gelmiş, talebelere dağıtmak istemişti. Fakat
hiç kimse bu paraları kabul etmedi. Eşyalarımızı trene yüklerken birçok tüccar ve mevki
sahibi zatlar yardımcı olmuşlardı.

"Otelde Üstadın hizmetinde iki gün kaldım. Her gün beş yüzün üzerinde ziyaretçi
geliyordu. Rusya'da esir iken arkadaşı olan

sh:»(s.117)

emekli bir subay da gelmişti. Yaşlı gözlerle Üstad'la kucaklaştılar, esaret günlerini yad
ettiler.
"Üstadın ağaçtan olan yemek kaşığının sapı kırılmış ince bir çivi ile perçin
yapmışlardı. Ben çarşıdan güzel bir kaşık aldım. Ağaç kaşığı da çöp sepetine attım. Akşam
yemeğini götürdüğümüzde ağaç kaşığını aradı.

"Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, çöp sepetine attım, deyince:

'Benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetini paha biçilir mi? Derhal bul ve getir'
dedi Hemen çöp sepetine koştum. Bereket versin bir yağlı kâğıda sarmıştım. Aynen
duruyordu. Aldım ve suda kaynattıktan sonra hemen getirdim.

"Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet, ve betonunun insan kanını bir


sünger gibi emmesine dayanamayan İslâmköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti.

"Çok zayıf ve nahifti, Allah yolunda, gurbet hapishanesinde şehid olmuştu. Kıymetli
bir Nur talebesi idi.

"Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi Denizli'nin yeşillikler


içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir
dua yaptı. Elini semaya kaldırdı. 'Bu şehid bir yıldızdır' dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı
kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu.

"Denizli'den sonra Üstad'ı Emirdağ'a göndermişlerdi. Senede bir defa Emirdağ'a


ziyaretine giderdim. Orada daimi jandarma ve bekçiler tarassud ederler ve devriye gezerlerdi.

Afyon mahkemesi de beraet kararı veriyor

"1948 senesinde bu defa Üstad ve Nur Talebelerini Afyon Hapishanesine koymuşlardı.


Cezaevi müdürü ve kâtibi oranın gestapo şefi idi. Bizi yeni tevkif etmişlerdi. Üstad'la
görüşmek istedik. Cezaevi müdürlüğüne müracaat ettik. Savcılıktan müsaade alın dediler. Bu
defa kâtibi, 'Ben savcı mavcı tanımam. Burası benden sorulur' diye cahilâne ve mağrurâne
konuştu. Bizi görüştürmediler. Ancak uzakta üst koğuşun penceresinden Üstadımız göründü.
İki eliyle şefkatle, tebessümle bizi selâmladı. Eliyle hemen gitmemizi, durmamamızı işaret
etti.

"Afyon Hapishanesinde yine baba-oğul beraberdik. Orada yeni ve nurani simalarla


karşılaştık. Bunlardan, Ceylanlar, Sungurlar ve Ziverler unutulmaz kahramanlardı. Bunlar
Anadolumuzun yetiştirdiği örnek gençlerdi.
sh:»(s.118)

"Afyon hapsi de uzun aylardan sonra yine tahliye ve beraetle neticelendi. Mahkemenin
sonunda Üstad talebelerine hitaben: 'İçinizde Ankara'ya gidecek olan varsa, Diyanet
Riyasetine uğrasın. Orada Risale-i Nur'a sahip çıksınlar' dedi.

Diyanet işleri riyasetinde

"İnebolu'ya gitmek için Ankara'ya uğradım. doğru Diyanet İşlerine çıktım. Özel
Kalem Müdürü ile konuşurken, içeri Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya girdi.
Kendilerine Afyon Cezaevinden beraet ederek çıktığımı söyledim. Nur Risalelerinin
neşredilmesini talep ettim. Üstad'ın arzu ve selâmlarını aynen tebliğ ettim. Yaltkaya cevaben:
'Diyanet Riyaseti Kur'ân ve hadisten başka hiç bir eserle ilgilenmez' dedi. Ben de, 'Elçiye
zeval olmaz' dedim ve hayret içinde oradan ayrıldım. Halbuki ben, başkanlığı sırasında,
Ahmet Hamdi Akseki'yi de ziyaret etmiştim. Yanında meşhur Nafiz Paşa vardı. Orada Üstad
Bediüzzaman'dan bahis açılınca Akseki, 'Üstad bu asrın dehrîsidir. Hayatı, eserleri, Kur'ân ve
hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır... Onda menfî milliyetçilik ve ırkçılık yoktur. Kendisi
İslâm milliyetçisidir. Türk milletinin de bu kudsî milliyetin bayraktarı olduğunu ifade
etmektedir' demiştir. Akseki'nin bu beyanı üzerine Nafiz Paşa da Üstad'ı 3l Mart
hâdiselerinden beri tanıdğını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla avcı taburlarına itaata
getirdiğini söylemişti.

"Ayasofya tekrar cami olacaktır"

"Üstad'ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. 'Keçeli,


keçeli' diye güldü. Sonra birden ciddileşerek 'Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve
tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye
çevrilecektir' dedi.

"Sonraki yıllarda Salih Yeşil'le, Konyalı Sabri Halıcı arasında aşere-i mübeşere
arasındaki hâdiseler ve harblerle ilgili lbir münakaşa çıkmıştı. Ben de bu münakaşaya şahid
olmuştum. Bu münazarayı dinlediğimi söyleyince, birden Üstad kaşlarını çattı. Çok üzüldü,
Salih Yeşil'e hitaben bir mektup yazarak bnimle gönderdi. Bu mektup daha sonra Emirdağ
Lâhikalarında neşredildi. (Bkz.Emirdağ Lâhikası, cilt 1, s.202)

sh:»(s.119)
"Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın"

İnebolu ve Kastamonu'nun yakın tarihimizde, vatanımızın hayatî davalarında çok


ehemmiyetli mevkileri ve hizmetleri olmuştur.

Millî Mücadelede işgal altındaki İstanbul'dan kaçırılan silâhlar İnebolu limanıyla


Anadolu içlerine sevkediliyordu. O tarihlerde inebolu-Kastamonu karayolu, Anadolu'nun en
modern ve güzel yollarından birisi idi.

Millî şâirimiz Mehmed Akif Bey de o karanlık günlerde Kastamonu Nasrullah


Camiinde yaptığı ateşli konuşmalarla, karanlıkta ilk ışıkları yakanlardan birisi olarak tarihe
geçiyordu.

Birinci Cihan Harbi günlerinde Enver Paşa ve arkadaşları da herhangi bir tehlike
anında ilk mukavemet mihraklarını bu kadim Müslüman Türk topraklarında kurmayı
düşünmüştü. Bu sebepten Mehmed Akif ve Said Nursî gibi, din ve maneviyat şahsiyetleriyle
bu konuları görüşmüştü.

Neticede; inebolu limanından Anadolu'ya geçirilen silâhlarla, Millî Mücadele


başlamış, müstevli düşman orduları, Anadolu'nun bağrında tepelenmişti.

Zaferden sonra, Milli Mücadeleyi başaran kudsî ruh ve mânâya ihanet edilmişti.
Bunun neticesi Anadolu'da din ve maneviyat buhranı başlamıştı. Yazdığı İstiklâl Marşını
yarım yüzyıl ayakta söylediğimiz Mehmed Akif gibi bir çok mümtaz şahsiyetler muğber bir
zat olarak vatanı terketmişlerdi. Hamdi Yazır gibi müfessir 25 yıl, tâ vefatına kadar evinden
dışarı çıkmamıştı. Sesini çıkartanlar veya çıkartmak isteyenler ise, son nefeslerini
darağaçlarında vermişlerdi. İskilipli Atıf Hoca gibi, Esad Hoca gibi.... Bu hengâme ve bu
astmosferden devrilmeyen, yıkılmayan, çökmeyen kalmamıştı. Yine bunların istisnası, yarım
yüzyıllık Cumhuriyetimizin içinde bir muhteşem insanla karşılaştık.

"İki hayatım var, biri dünyevî, diğeri uhrevî her ikisini de elime almışım, icab ettiği
zaman her ikisini de fedâ etmeye hazırım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın' diye Said
Nursî...

Millî Mücadelenin mübarek şehri, İnebolu, ve Kastamonu'dan, l944' de eserlerini


vatan sathına yayıyordu.
Millî Mücadelenin silâhlarını İnebolu'dan sevkedenlerin torunları, bu defa da aynı
liman şehrinde teksir makinesiyle neşriyata başlamışlardı. Nurları Anadolu'nun içlerine
yayıyorlardı.

sh:»(s.120)

"Bin kalemli bir kâtip"

Nur risaleleri, yazılmaya başlandığı l926 yılından tam 18 yıl sonra teksir makinasına
intikal etmişti. Artık Nurlar "İnebolu baskısı" ismini almıştı.

Teksir makinesi İnebolu'da çalışmaya başlayınca Nur'un fedâkar kâtiplerinden bazıları


artık hizmet edemeyiz endişesiyle rahatsız olmuştu. Halbuki bunların altın kalemleri,
ebediyyen nesillerin şükranına vesile olacaktı. Yıllarca evinden çıkmadan matbaa gibi Nurları
yazanlar, muhteşem Nur mabedinin inşasında temel ve esas olmuşlardı. Bunlar hiç bir zaman
unutulmazlardı ve unutulmadılar.

Bediüzzaman'ın ifadesiyle: "Isparta kahramanlarına" yetişmek ve onlar gibi olmanın


bazı şartları vardı. Çünkü onların yetiştirdiği "Her talebe bir matbaa olmuş, iman tekniğe
meydan okumuştu."

Bu yılmaz ve yorulmaz yazıcıların, iman ve İslâm dâvâsı yolunda sarfettikleri


mürekkep, mahşerde şehitlerin kanlarıyla müsavi olacağı müjdeleniyordu.

Bütün bu gerçekler müvacehesinde Üstad Said Nursi inebolu'dan yükselen bir teksir
neşriyatıyla bayram ediyor ve meseleyi bu şekilde değerlendiriyordu:

"Bir adi mektubum için 'kim yazmış?' diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet
verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi 1500 nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o
makine elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtiptir..

"Bir zaman, bir memlekete şimendifer geldiği zaman, arabacılar telaş edip dediler:
'Bizim san'atımız bozuldu. 'Halbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet
çoğaldığından, faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş. inşaallah onun gibi Nur yazıcıları
değil tevakkuf, belki daha ziyade yazı ile defter-i a'mâllerine hasenat kaydedecekler.."

sh:»(s.121)
[]

Nur kervanının bahtiyar yolcularından Hilmi Bey

Kastamonulu

Küçük Şeyhlerin Hilmi

HİLMİ SEMÂ (ERKAL)

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Kastamonu'da kaldığı senelerde, (1936-1941) Kur'ân


nurlarına doğru pervaneler gibi koşan Çaycı Emin, Mehmed Feyzi, Sadık Bey gibi hakikat
kahramanlarından biri de Küçük Şeyhlerin Hilmi veya Hilmi Bey namındaki bir iman irfan
yolcusuydu.

Bu zatın ismi, Nurların lâhikalarının muhtelif yerlerinde sitayişler ve dualarla


zikredilmektedir.

Emirdağ mektuplarının birinci cildinde bu nur kahramanının bahsini Üstadın mübarek


kaleminden şöyle okumaktayız:

"Kastamonu'da, sekiz sene mübarek mahdumu ve merhum refikasıyla Risale-i Nura


fevkalâde bir sadakatle çalışan ve kalemiyle Risale-i Nura çok hizmet eden ve çoklarını Nur
dairesine getiren ve hapishanede (1943 Denizli) kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Beye;
hem istirahatıma, hem Nur şakirdlerinin tesanüdüne ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve
Emin ve İhsan ve Ahmedler gibi has kardeşlerimizle; yine Kastamonu'da Nurlara hizmet eden
'Küçük Şeyh' namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının vefatını
bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır ki, bir iki aydır dualarımda 'Zehralar'
dediğim vakit, 'Hacerler' de derdim; içimde, o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını
bilmiyordum. Cenab-ı Hak, ona binler rahmet eylesin ve akrabsına sabr-ı cemil ihsan etsin.
Âmin!"

Halk Partisinin dini yıkmak için çalıştığı karanlık günlerde Kastamonu gibi aziz
vatanımızın mübarek bir beldesinde de yol açma, park yapma gibi bahanelerle türbeleri,
mübarek dergâhları, tekkeleri ve mescitleri yıkarak, tahrip etmek rezaletlerinin işlendiği
günlerdi.

Atalarının, mübarek merkatlerini mutlak surette yıkmayı karar


sh:»(s.122) laştırmışlardı. O uğursuz günlerin Kastamonu valisi, bedbahtlar kafilesinde
Avni Doğan isimli adamdı. Bütün uğraşmalara ve didinmelere rağmen bu yıkım işine mani
olamayan asil şeyhlerin mensubu Hilmi Bey, Avni Doğan'ı öldürmeye karar vermişti.

Bütün plânlarını ve hazırlıklarını yapan Hilmi Bey, silâhını da temin ettikten sonra,
günün birinde dalgın ve düşünceli bir halde Araba Pazarı semtindeki Çarşı Polis Karakolu'nun
karşısındaki altı odunluk, üstü iki küçük odalı bulunan Nur Üstad'ın kaldığı menzilin önünden
geçiyordu.

Tahmidiye duası Hilmi Beyi kurtardı

Bu esnada pencereden camı tıkırdatan Üstad Bediüzzaman'a Hilmi Bey başını


kaldırarak cam sesinin geldiği pencereye baktı. Penceredeki Nur Üstad, ince uzun
parmaklarıyla işaret ederek, Küçük Şeyhlerin Hilmi Bey'i şefkat dolu sinesine basmak için
çağırıyordu. Kafasındaki karışık problemlerle, bu davete uymak için dönen Hilmi Bey, "Bu
ihtiyar Hoca Efendi de acaba ne istiyor, bana ne diyecek?" diyerek düşüne düşüne ahsap evin
merdivenlerini çıkmıştı.

Üstad Bediüzzaman, Hilmi Beyin eline Tahmidiye Duasını vererek kendisine bu


duadan bir tane yazmasını istemişti. Kendisini yukarıya çağıran Üstadın, bu kadar kolay bir
isteği olduğunu gören Hilmi Bey daha da şaşırmıştı. Bu kudsî dualar mecmuasını alır almaz
hemen o gece yazmaya başlamıştı. Saatlerce Tahmidiyeyi yazan Hilmi Bey, duayı yazıp
bitirdiği zaman değil adam öldürmek, bir karıncaya bile ayak basamaz bir hale gelmişti.

Artık Hilmi Bey melekler gibi şefkatli haliyle zalim valiyi öldürmekten vazgeçmişti.
Üstadın dağıttığı Kur'ân hakikatlarının nuruna kendisi de bir pervane olmuştu.

Kendisi gibi asil hanedan mensuplarını, bu arada Plevne Kahramanı Sadık Paşanın
torunu Sadık Beyi de nur kervanına dahil etmişti. Kastamuno'nun bu bahtiyarlar kafilesi
dokuz ay Denizli hapishanesinde, Nurlu Üstadın çorbalarını kendi elleriyle pişirmek saadetine
ermişlerdi.

Üstad Bediüzzaman, Kastamonu'da bulunduğu zamanlarda bahar, yaz mevsimlerinde


Karadağ'a ve Hacı İbrahim Dağlarına çıkardı. Hilmi Bey Karadağ yakınlarında bulunan
Tepelice köyünden gelerek Üstada hizmet eder, talebelik yapardı.
Birgün Karadağ'da bir türlü buluşamazlar. Birbirlerini aradıkları halde mülakat
gecikir. Karşılaştıkları zaman Üstad Hilmi Bey'e

sh:»(s.123) hitaben: "Kardaşım, insanın yemeğe, içmeye ihtiyacı olduğu gibi,


konuşmaya da, sohbete de ihtiyacı vardır. Sen nerelerdesin?" demişti.

Bu çalışma ve araştırmalarımı yaparken bana her zanan yardım edenlerden


Kastomunu'dan vefalı Ağabeyim Ümit Gültekin 7 Temmuz 1982 tarihli mektubunda şunları
ifade ediyordu:

Ümit Gültekin'in mektubu

"Aziz mücahid kardeşim.

"Mektubunuzu aldım. Hizmetlerinizi tebrik ediyoruz. Bazı şeyler soruyorsunuz.


Merhum Hilmi Efendi'nin büyük oğlu ile görüştüm. Hatalı ve noksan kısımlar şöyle:

"Evvelâ: Rahmetli Hilmi Efendinin baba ve dededen kalma lâkabları 'Seme', 'Semâ'
imiş. Yani 'gök' mânâsında... 'Semâlar, veya Semâgiller' diye yâd edilirlermiş. Dolayısıyla,
Hilmi Efendinin ismi Hilmi Semâ olarak kullanılırmış. Bilahare soyadı kanunu çıktıktan
sonra, ailece Erkal soyadını almışlar. Kendileri l960'ın başlarında 69 yaşında iken vefat etmiş.
Yazdığınız gibi kendisinin Tepelice köyünden olduğu, 'Küçük Şeyhlerin Hilmi' dendiği
doğrudur. Ayrıca, kendisi Kastamonu'da bugün Halk Eğitim Merkezinin bulunduğu yerde
bulunan, altı kıraathane, üstü otel olan bir binayı kiracı olarak işletmiş olması dünyevî
meşguliyetleri arasındadır. Allah rahmet eylesin.

"Kardeşim,

"Belki işine yarar diye bir iki şey daha yazıyorum. Şöyle ki: Üstad kastamonu'da iken
İslâmiyet aleyhinde Avni Doğan isimli bir vali 28.9.1936-19.8.1940 tarihleri arasında 3 sene,
9 ay, 21 gün valilik yapmış. Üstad ve Nur Talebelerine çok zulmetmiş. Ondan sonra Mithat
Altıok isimli ve kısmen mutedil ve Üstadımıza hürmetkâr davranın bir vali tayin edilmiş.
Kendisi CHP müfettişliğinden Kastamonu Valiliğine getirilmiş. 27.8.1940-19.3.1947 tarihleri
arasında 7 sene 22 gün Kastamonu Valiliği yapmış."

Bu isimsiz, resimsiz nur kahramanı Hilmi Beyin mezar taşında ise şunları
okumaktayız:
"Hüvel Baki

Hilmi Erkal

Ceddim Küçük Şeyh

Yalvarıyor sana burada yatan.

Yarlığa beni ey Ulu Yaratan.

sh:»(s.124)

[]

Merhum Hilmi Bey'in Kastamonu'daki mezarı.

Girmiştim ben de tam yetmiş yaşıma.

Sen de Fatiha oku gel başıma.

Ölümü 27 Ocak 1960."

Hilmi Bey babası Ahmed Şükrü Efendi, babası Şeyh Mustafa Efendi de ölünce posta
oturduğu için kendilerine Küçük Şeyhler denilmişti. Hilmi Bey böyle bir ailenin mensubu
olarak çağımızın ulu sultanı Üstad Bediüzzaman'ın davetine koşanlardan olduğu için, Üstad
bu zata çok dualar ediyor, bu isim hürmetine aynı isimdeki bazı zalimleri de affediyordu.

Bunlardan Halk Partisinin dahiliye vekili ve daha sonraları genel sekreterlerden Hilmi
Uran'a, Üstad Bediüzzaman şöyle hitap ediyordu.

"Hilmi Bey! Tâliin var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz
gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduaya niyet ettim, Hilmi Bey namında benim bir kardeşim
ve Nurun has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet
ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi âdeta şefaatçi oldu, beni men etti; ben de, o
niyetten vaz geçtim, senin beni tâzip eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip, o
bedduadan vazgeçtim."

[]

Mithat Altıok 27.8.1940-


19.3.1947 tarihleri Kastamonu valisi

Hilmi Uran kimdir?

Bodrum'un Eskiçeşme mahallesinde l886 senesinde doğdu. l908'de mülkiye mektebini


bitirdi. Çeşitli kaymakamlıklarda bulundu. İsmet İnönü'nün üç defa, birincisi, Refik
Saydam'ın 7 Temmuz 1942 günkü ölümü ile, ikincisi 1946 seçimlerinden sonra Şük

sh:»(s.125)

rü Saraçoğlu'nun çekilmesiyle, üçüncüsü Hasan Saka'nın 21 Ocak 1949'da istifa ile


boşalan başbakanlık makamı tekliflerini reddeden bir siyaset adamıydı. Üç defa başbakanlığı
reddettikten, nafia, dahiliye, adliye vekilliğini ifâ ettiği CHP'nin 1950'de mağlubiyeti üzerine
direnmedi, çok sevdiği ve divanının büyük bölümünü ezberden bildiği hakim Şeyhülislâm
Yahya Efendi'nin,

"Hangi gündür ki, anın aharı akşam olmaz?" mısrâını düşünerek İstanbul-Pendik'deki
evine çekildi ve hatıralarını yazmaya başladı.

1957 senesinde 71 yaşında Pendik'te öldü.

[]

Hilmi uran (1886) Adana

Valisi iken Bodrum-1957

Pendik.

sh:»(s.126)

MEHMED FEYZİ PAMUKÇU

l9l2'de Kastamonu'da doğdu. İlim ve takva sahibi bir zattır.


Bediüzzaman'a altı yıl hizmet etti. 1943 Denizli, 1948 Afyon'da Bediüzzaman'la
birlikte tevkuf bulundu.

1990 yılında Hakkın rahmetine kavuştu.

Anadolu'yu aydınlatanlar

Çok şükür bu mübarek topraklarda aziz insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Anadolu'nun


her yanında bu maneviyat erlerini görmek ve onları ziyaret etmek, bunalan ruhlara hayat
vermektedir.

Vatan köşelerini, her gezişimde bu hakikatı kalbimin her zerresiyle duymaktayım.

"Anadolu'yu aydınlatanlar" dün olduğu gibi bugün de aydınlatmaktadırlar. Ümidimiz


ve inancımız odurki, bu maneviyat kandilleri kıyamete kadar nurunu bu şehit topraklarından
eksiltmeyeceklerdir.

Yüzlların sinesine yerleşen bu nur çırağları, bu İslâm milletinin karanlık yollarına ışık
serpmektedirler.

Bin yıl evvel Anadolu İslâma vatan yapan onlardı.

Ulu gazilere yol gösteren onlardı.

Geçtikleri yerleri mamurelerle donatan onlardı.

Kurşun kubbeleri merdiven yaparak Hakka kanat açanlar onlardı.

Nurdan minarelerle Allah'ın şanını ilân edenler onlardı.

Onlar, erenler, ermişler, kendilerini Hakka vermişler, bu ülkenin tapusu oldular, yapısı
oldular.

1975 ilkbaharında bazı arkadaşlarla, şevk ve sevinç içerisinde memleketimizin zünrüt


ormanlarından geçerek bu şehrimize gidiyorduk. Daha evvelki seneler de aynı gaye, aynı
maksat için üç defa yine gitmiştik Kastamonu'ya...

Her defasında Nasrullah Camiinin şadırvanlarında abdest alırken, aynı yerde abdest
alıp, namaz kılan, sekiz senesini bu
sh:»(s.127) menfâda, bu gurbette, bu sürgünde, bu şehirde geçiren asrımızın Üstadını
düşünürdüm. Yüksek kalesi, sakin cadde ve sokaklarıyla Kastamonu küçük bir Anadolu
beldesidir.

Üç Feyzi'den biri: Mehmed Feyzi Pamukçu

Sizlere bu menzilden tanıtmak istediğim mübarek şahsiyet ise, Hacı Mehmed Feyzi
Pamukçu Efendi'dir.

Uzun boylu, nuranî çehreli, ak sakalı ile Mehmed Feyzi Efendi Nur Risalelerine
hizmet eden, Bediüzzaman'a gönül veren, ehl-i ilim ehl-i takva bir zattır.

Nur manzumesinde Ahmedler vardır. Mehmetler vardır, Sabriler vardır, Tahirler


vardır, Feyziler vardır,

Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi'dir.

Ahmet Feyzi Kul

Hasan Feyzi Yüreğil.

Mehmet Feyzi Pamukçu.

1912 yılında Kastamonu'da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943'de Denizli, l948'de
Afyonkarahisar hapishanelerinde Üstad'ı ile birlikte bulunmuştu.

"Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği


Kararlar-Ehl-i Vukuf Raporları ismi altında 1962 senesinde Avukat Bekir Berk'in neşrettiği
kitabın 'Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi' başlığı altında verilen bir beraat
kararında kimliği şöyle takdim ediliyordu.

"Kastamonu Müderris Atabey köyünden İzzet oğlu 1328 doğumlu 6.10.1943'den beri
mevkuf, sabıkasız Mehmed Feyzi Pamukçu."

Kendilerini muhtelif tarihlerdeki ziyaretlerimin sonuncusu 13 Nisan 1975 tarihinde


olmuştu.
Bediüzzaman'la olan beraberliğinin hatıralarını mezkûr tarihin gecesinde geç saatlere
kadar anlatmıştı. Bu notlara göre muhterem Mehmed Feyzi Pamukçu hatıralarını şöyle
anlatmaya başlamıştı:

Beni Nurlara celbeden 32. Söz olmuştu.

"İlk defa 1937 senesinde İstanbul'da Kastamonulu bir adam 'Kastamonu'ya bir hoca
geldi' diye Üstaddan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar
geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu.
Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbü'n-Nurî'yi vermişti. Otuz İkinci Söz'ü okuduğum
zaman yattığımda bir rüya görmüş

sh:»(s.128)

tüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın
vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam
ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman
aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası rüyadaki aynı aba idi...

"Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm"

"Denizli hapishanesinde mahkeme gidip gelişlerimizi hatırladım.

"İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla


kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam
kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve
asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü.
Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak
bizzat müşahede ettim.

"Üstad, herkesi kendi mertebesine hizmete sevk ve idare ederdi"

"Üstad kinini medh ü sena ile, kimini takdirle, kimini de takbihle idare etmişti. İşte bu
idarecilik bir kemal alâmetidir. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi.

"İkinci Cihan Harbinde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te
bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra orada kalmak istiyordum. Kardeşiniz Tahsin (Aydın)
bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:
"Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardaşı Feyzi'yi aldatıp
kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil!... " Bu notu kırmızı kalemle,
yeni bir uçla yazmıştı, kendi hattıydı.

"Üstad Fevzi'yi Feyzi yapmıştı"

"Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülasaten şöyledir:

"Eskiden ismim Mehmet Fevzi idi. Üstad, 'Mehmet Feyzi olsun' dedi ve öyle oldu.

sh:»(s.129)

"Üstad, dağda hastalanmıştı"

"Bir gün dışarıdan bir kadın, 'Hoca Efendi seni çağırıyor' diye bana bildiriyordu.
Uykudan kalkarak kapıya baktığımda kimsecikler yoktu. Hemen kalkıp evine gittim. Fakat
evde kimsecikler yoktu. Arkadaşlarla dağa gitmiş. Ben de dağa gittim. Üstad beni görünce,
'Nereden çıktın sen?' dedi. Ben de 'Siz çağırtmışsınız' dedim. 'Hayır ben çağırtmadım', dedi.
Dağda hastalanmıştı. Ata binerek eve getirdik.

"Yolda atın üzerinde bile Risale tashih ederdi"

"Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim bazan da kendi ağzından
yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde
eserleir tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu.

"Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre
kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telaşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: 'Senin telaşın
benim namazımı da teşviş etti' dedi."

Üstad Bediüzzaman'la bulunduğu günlerde hasretle anan Mehmed Feyzi Efendi,


hatıralarını anlatırken dertleniyor:

"Demler o demler, zaman o zaman idi..." diyerek Bediüzzaman'la geçen mesut


zamanlarını hasret hisleriyle anıyordu.

"Arabî-Türkî kendi eserlerinin tamamını Üstad'a okudum"


"Arabî ve Türkî kendi eserleri olan Risale-i Nurların tamamını kendisine baştan sona
okudum. işte ben bununla iftihar ederim.

"Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Aşık'ın Mevlânâ Halid Hazretlerinden


aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim
bir husus da budur.

"Nurları köşe bucak saklardık. Beşinci Şua'yı kömürlerin içine saklamıştık. Tevhid
Risalesinin ilk müsveddesini ise Vali Avni Doğan aldı.

"Üstad'a en ziyade Avni Doğan eziyet ederdi"

"Üstad'a en ziyade sıkıntı veren Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet
etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstad'ı o zamanlardan
tanıyordu. Belediye Reisinin evinde Üstadla görüşmek istedi, fakat Üstad görüşmeyi kabul
etmedi.

sh:»(s.130)

"Fevzi, Kaza-i İlâhidir"

"Denizli hapsinden sonra, yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana
şöyle seslenmişti :

"Fevzi kaza-i İlâhidir..."

"Kastamonu'dan ayrılırken müddeiumumilikte (savcılıkta) ikindi namazını kılarak


çıkmıştı. Giderken 'Allahasmarladık' diye başlayan bir mektup yazmıştı.

"Polis müdürü, Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok on dokuz gün ifadem alınırken
yanımda bulundu.

"İfadem alınırken Üstad'ı kastederek, 'Akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı'
diyorlardı. Ben de 'Yalan söylemeyin' diye cevap verdim.

"Bir yerde şöyle bir not bulmuşlardı:

"İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü!' Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup
sıkıştırdılar.
"Bir akşam başkomiser gelip beni çağırdı.

"Ne yaptınız?' diye sordu.

"Ne yapacağız? Yatsı namazını kıldık...'

"Kim geldi?'

"Bilmiyorum, karanlıktı' diye cevap verdim.

"Ezanı kim okudu?'

"Ben okudum.'

"Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim: 'Ben böyle dedim, şayet sana da
sorarlarsa sen de böyle, söyle', dedim.

"Arapça mı okudun?' diye sordular. 'Evet' demiştim. 'Bunun suçu yoktur. Kendi
evimde, kapalı yerde istediğim şekilde okurum.'

"Emin Bey ne sordularsa hepsini biliyorum, diye cevap vermiş.

"Emin Bey'i, 'Yalan söylüyorsun' diye tokatlamışlar.

"Çaycı Emin'in büyük bir ihlas ve sadakatı vardı"

"Çaycı Emin Bey, ümmî olduğu halde öyle bir sadakat gösterdi ki kemal-i ihlâs
sahibiydi. Yüksek bir meziyeti vardı... Benden üstündü.

"İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâ ki


ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için...

"Vali Avni Doğan, alıp götürdüğü Risalenin aslını bir daha vermedi. Dosyamızın
kalınlığı yerden bir sandalye yüksekliğinde olmuştu.

sh:»(s.131)

"Üstad istidasını geri almıştı"

"Denizli'de Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey (Balaban) kademe kademe anfi gibi sıralar
yaptırmıştı.
"Üstad hastalığını ileri sürerek 'mahkemeye gelemeyeceğim' diye istida vermişti.
Sonra mahkemenin müsbet halini görünce 'İstidamı reddediyorum!' dedi. Reis: 'Ey Said
Efendi, istidayı geri mi alıyorsun?' diye tebessümle mukabele etti.

"Bir celsede müddeiumumi Üstad'ın oturuşuna itiraz etti. 'Mahkemenin nizamını


bozuyor' dedi.

"Ali rıza Efendi ise, 'Doğru oturunuz' deyince; Üstad 'hastayım' diye cevap verdi.

"Reis, müddeiumumiye dönerek: 'Hastaymış ne yapalım? dedi. Sonra da 'Siz gidin


istirahat edin' diye bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler.

"Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler"

"Denizli'de, müddeiumuminin muavini adliye vekiline telgraf çekmiş: 'Bediüzzaman


ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!' diye.

"Üstad, 'Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun' diyordu.

Beylerbeyi Süleyman hapisten nasıl kaçmıştı?

"Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Hünkar ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı.


Süleyman: 'Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım' diyordu. Üstada, 'hoca ammi' diye hitap
ederdi. Daha sonraki senelerde (1948) biz Afyon hapsindeyken Süleyman hapisten kaçarak
Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmiş, bizleri aramış sormuş. Sadık Bey, 'Nasıl kaçtın'
deyince: 'Üstadın Esmâ-yı Hüsnâ manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı, onu muska yaparak
kaçtım!' diye cevap vermiş.

İdamlıklar nurlarla imanlarını kurtarmışlardı

"Hapishanede mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i şerifi yazmıştım.


Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de 'Böyle şeylerle
kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!" diye latife yollu cevap vermiştim. Daha
sonra İbrahim'i idam ettiler. Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten

sh:»(s.132) kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan Kur'ân okuyarak, Nurları okuyarak


kurtuldular.
"Bazılarını Kur'ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp
götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu
biçarelerin hali?

"Üstad' yeni yazı ile Risaleleri yazın' deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise,
sadakatle, 'Üstad ne derse o olsun' diyordu.

"Nurcu ismini ilk defa Afyon'da duydum"

"Denizli'den sonra ise, l948 senesinde Üstadla birlikte ilk defa bizi Afyon
hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana karşı Nurcu ismini
duymamıştım. İlk defa Nurcu tabirini Afyon'da duydum.

"Afyon'da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad bizleri, talebelerine


göstererek: 'Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!' diye iltifat
ediyordu."

sh:»(s.133)

[]

Mehmet Münip Yalaz

MEHMED MÜNİP YALAZ

Kastamonu Belediyesinde uzun seneler hizmet etti. Bediüzzaman'ı l937'de


Kastamonu'da tanıdı.

Belediye başkâtipliğinden encümen azalığına

Yaşlı muhatabım, uzun seneler Kastamonu Belediyesinde çeşitli vazifelerde bulunmuş


bir kimseydi.

Belediye bakâtipliğinden, encümen azalığına kadar uzanan hizmet seneleri vardı.


Bizim alâkadar olduğumuz, bu hizmet döneminin bilhassa 1936'dan 1943'e kadar uzanan
zaman şeridi idi.

Bu iki mezkûr tarihin arası, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kastamonu'daki gurbet ve


hicret yıllarıdır.
İstanbul'un Bostancı semtinde sakin, emekli köşesinde hatıralarını şu şekilde
anlatıyordu:

"Belediye, Üstad'a yardıma karar vermişti"

"l937 senesinde Bediüzzaman Efendiye kış mevsiminde odun ve tahta parçaları gibi
yakacaklar gönderiyordum. O senelerde belediye reisi olan Adil Yücebıyık, Bediüzzaman'a
yardım için encümene teklif etti. Ben de encümenin tabii azasıydım. Encümen, ayda dokuz
lira yardım yapılmasını karar altına aldı. Bu yardımın kendisine tebliğ vazifesini de bana
verdiler. Bu vazifeyle Araba Pazarı'ndaki evine gittim. Karyolada oturuyordu. Mehmed Feyzi
Efendi de kâtipliğini yapıyordu.

"Selamlaşmayı müteakip Bediüzzaman :

"Hoş geldin hemşerim!' dedi.

"Ben de :

"Hoş bulduk' diyerek hemen mevzuya girdim:

"Efendim Hazretleri, size belediyeden ayda dokuz lira maaş bağladılar. Bu durumu
size bildirmem için beni memur ettiler.'

sh:»(s.134)

"Bediüzzaman bu teklifime aynen şu cevabı verdi :

"Hemşerim, ben Kastamonu'da ikamete memurum. Kastamonuluların misafiriyim.


Belediye reisleri, beldenin reisleridir. Dışardan gelen misafirlere bakmak da belediyenin
vazifeleri arasındadır. Bu paralarda tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Be bu parayı
alamam. Fakat kaldığım ev misafirhane kabul edilirse, ben de misafir olduğuma göre, bu
paranın içinden sadece üç lirasını ödediğim kira bedeli olarak kabul edebilirim. Bahri
Efendi'yi mutemet yapalım, o bu işi takip eder, ev sahibine her ay üç lira kira bedelini götürüp
verir.

"Vedalaşmaya gittim"

Münip Yalaz hatıralarını o günlerin ve o senelerin canlılığı içinde anlatıyordu:


"1940 senesinde Ankara'ya memuriyetimi naklettirmek istiyordum. Vedalaşmaya
gitmiştim. Bana dua etti. 'Hayırlısı ise olsun' demişti.

"On-on beş gün kadar ziyaretine gidememiştim. Bu vaziyetten de üzülüyordum.


Evimiz Hisarardı semtindeydi. Köprüden geçince Bediüzzaman'la karşılaştım. Tam Keserci
Osman'ın evinin önünde, at üzerinde dağdan geliyordu. Koşarak elini öptüm. Vallahi şu
anlatacağım aynen vuku buldu:

"Niçin üzülüyorsun, sen benim gönlümdesin, her zaman gelirsin. Niye üzülüyorsun,
niçin hayıflanıyorsun?"

"Bediüzzaman böyle konuşunca şaşırdım kaldım.

"Bediüzzaman'ın verdiği eserleri Vali muavinine vermiştim"

"Bana okumam için Eskişehir müdafaalarıyla, bir de kardeşinin oğlunun hazırladığı


kendi tarihçesini vermişti. Vali muavini Bediüzzaman'ı çok merak ediyordu. Bu eserleri
benden o istemişti. Verdim. Onda kaldı. Abidin Beyin, sonra vali olarak başka bir yere tayini
çıktı. Kastamonu'dan ayrılıp gitti.

"Ona ilişenler hep cezasını gördü"

"Ona ilişenler hep musibetlere uğradılar. Bir polis vardı, Hâfız'dı. Bediüzzaman'ı takip
eder, taciz ederdi. Sonunda hastalanarak öldü gitti. Elyakut köyünden olan bu Hâfız,
Bediüzzzaman'a yaptıklarının tokatını yedi.

sh:»(s.135)

"Onun en büyük meziyeti affetmek, bağışlamaktı.

"Onunla uğraşanlardan polis Safvet'i de, Vali Mithat Altıok kumar oynarken bastırdı.
Safvet de rezil, kepaze oldu. Buna mukabil Bahri Çavuş isimli bir zat Bediüzzaman'a hizmet
eder, iyilik ederdi. O da dahasonraki senelerde çok iyi günler gördü.

"Yine bu ibret hikâyelerinden birisi de, Bediüzzaman'ın mezarının nakil edildiği


zaman Urfa valisi olan Necdet Yalçın, daha sonraki senelerde müfettiş iken Antalya'da
içkiden öldü gitti. Bediüzzaman'ın dostları ise hep mesut oldular. İyi günler gördüler.

"O kadar çağırdım, niye duymadın"


"Kastamonu yakınlarındaki Tepelice köyünden, Küçük şeyplerin Hilmi Bey(Erkal)
Hacı İbrahim dağında bekçi idi. Bediüzzaman dağa çıktığı bir gün, 'Hilmi!... Hilmi!..' diye
kendisini çağırıyor, fakat Hilmi Bey nedense duymuyor. O sırada ormanda çok şiddetli bir
fırtına başlıyor. Hilmi Bey az sonra çıkageliyor. Fırtınanın şiddetinden Hilmi Bey telâş ve
heyecanla Bediüzzaman'a sığınıyor. Bediüzzaman ise: 'O kadarçağırdım niçin duymadın?'
diye Hilmi Beye serzenişte bulunuyor.

"Gönülden isteyerek göndermeyince"

"Bir kadın, bir çocukla Bediüzzaman'a at gönderiyordu. O da atla dağlara çıkıyordu.


Bir gün kadın, içinden atı göndermek istemiyor. Çocukla atı gönderdiği zaman, Bediüzzaman
atı kabul etmiyor. Bir daha da o atla dağa gitmiyor.

"Belediye reisiyle ziyaretine gitmiştik"

"Belediye reisimiz Adil Bey'in babası vefat etmişti. Rüyasında babasını görmüştü.
Bana Bediüzzaman'a yardım etmek istediğini söyledi. Beraberce gittik. Belediye Reisi Adil
Bey, diye takdim ettim. Bediüzzaman: 'Rüyamda Kuddusî Beyi (Kuddusî Akay) Adil Bey'in
hem eniştesi, hem de dayı çocuklarıdır zâbit elbiseleriyle gördüm' dedi.

"Adil Bey, yirmi beş lirayı Bediüzzaman'a hediye olarak vermek istedi. Bediüzzaman
teşekkür ederek kabul etmedi. Adil Bey çok ısrar etti. Fakat Bediüzzaman teşekkür ederek
kabul etmedi Çok fazla ısrarları üzerine Bediüzzaman yirmi beş liranın bir lirasını aldı.
Kendisinin bezden ağzı büzmeli bir kesesi vardı. Kesesini açarak bir lira çıkardı ve Adil Bey'e
hatıra olarak verdi.

sh:»(s.136)

"Vali Muavini Feridun Çayır'ın Babası Üstad'ın dostu imiş"

"Kastamonu vali muavinlerinden Feridun Çayır'ın babası büyük bir âlimmiş. Babası
ile Bediüzzaman eskiden tanışırlarmış, dost ve ahbaplarmış. Feridun Bey'i arzusu üzerine
Bediüzzaman'a götürmüştüm.

"Bediüzzaman ona:

"Evinize geldiğim zaman, bana kapıyı açan siz değil miydiniz?' dedi.
"Aradan seneler geçmiş, belki rıkk-elli sene geçmiş. İzmir'de, çeşitli yerlerde
memurluk yapmış, vali muavinliği yapmış, buna rağmen ilk girişte, tanışmazdan evvel
Bediüzzaman hemen hatırladı."

sh:»(s.137)

ARAÇLI DELİ MÜMİN (MEYDANÎ)

Efsaneler çok uzak zamanlara doğru uzayıp gitmektedir.

Gas-Tumanna devrinden, Kastın nedir Moni'ye, oralardan Kastamoni, nihayet bu


asırda Kastamonu...

Bizim bahsini edeceğimiz efsane değil gerçektir, hikâye değil hakikattır.

Bu kadim Anadolu beldesinin bir düzine ilçesi var. Bu ilçelerden birisi de Araç ismi
ile söylenmektedir.

Mümin...

Deli Mümin...

Mümin Meydanî..

Araçlı Deli Mümin...

Mümin... ne güzel bir isim. İnanmış, iman etmiş, Müslüman bir kişi..

Fakat bizim Mümin, ismiyle pek müsemma değil..

Eşkiyalık, soygunculuk. Bunlar yetmiyormuş gibi bir kaç tane adam öldürmüş.

iri yarı, çam yarması gibi, heybetli bir eşkiya...

Kumar, içki Araçlı Deli Mümin'in günlük hayatının gayet normal işleri...

Korkusuz, cesur bir insan. Bütün kötülüklerine, şerli işlerine rağmen, mert bir yüreğe
sahip Araçlı Deli Mümin. Yiğit ve cesur bir insan.

Kastamonu efelerinden bir namlı efedir Deli Mümin...


Kastamonu ve civarı halkı Araçlı Deli Mümin'in şerrinden bizar olmuşlardı.

Herkes ondan şikâyetçi, herkes ondan rahatsızdı.

Araçlı Deli Mümin'in esamesinin okunduğu yıllarda Kastamonu'da bir Ulu Sultan
yaşıyordu.

Bu gönüller Sultanı, kalblerde yaşıyordu. Vicdan ve gönüllere hakim olmuştu.


Mektebini, medresesini gönüller üzerine kurmuştu.

sh:»(s.138)

Çamurdakileri tutup, temiz iklimlere götürüyordu. Vicdanların, imanların yangınında


masumları kurtarmak için kendisini feda ediyordu, ateşlerin içine atıyordu.

Vazifesi bu idi.

Dünyaya gözlerini açtığı anda bu yüceler yücesi vazifenin şuuru ile doğmuştu sanki.

Kastamun'daki gurbet günlerinde de, nice düşkünleri, düşmüşleri kurtarıyordu.


Şefkatli eli herkese uzatıyordu.

Bu yangından, bu kızıl alevlerden kimleri kurtarmamıştı ki?

Elbette günün birinde bu şefkatli el, Araçlı Deli Mümin'in de imdadına ulaşacaktı.

imanları kurtarıcısı, Sultan'ın ulu himmeti Araçlı Deli Mümin'in de gönlünü sarmıştı.
Isınıyordu Mümin günden güne, İsminin gerçek müsemmasını bulacaktı Mümin. Çünkü Bedi
Sultan, Deli Mümin'e nazar etmişti. Deli Mümin artık Veli Mümin olacaktı. Kastamonu'da
Gönüller Sultanının hizmetine bakan Van yaylasının Yemen Bey'i de, bu hizmetin şerefi ile
Emin Bey olmuştu.

Seher vakitleri kalkar. Üstad'ının mütevazi evine gider, sobasını yakar, evini süpürür,
hizmetlerini görürdü Emin Bey..

Yine böyle bir yüce hizmetin zevkiyle, bir seher vakti kalkmış gelmişti. Kapıyı
açacaktı. Fakat karanlıkta kapı önünde bir karartı gördü. Az daha yaklaşınca bu karartının bir
insan olduğunu farketti. Biraz daha yaklaşıp, baktı Emin Bey.

Hayret hayret içindeydi Emin Bey...


Kapıda yatan, iki büklüm olmuş vaziyette, kıvranmış, uyuyanın Araçlı Deli Mümin
olduğunu anlamıştı.

Yine gözleri şimşek şimşek Emin Bey hayretler içinde kolundan tutup ayağa kaldırdığı
Mümin'e soruyordu:

"Sen ne arıyorsun burada?

"Niçin geldin buraya?

"Yine mi çok içtin?

"Kimin kapısında kimin eşiğinde olduğunu biliyor musun?"

Araçlı Deli Mümin nerede, hangi makam ve mevkide olduğunun şuurunu taşıyordu.
Hangi eşiğe yüz sürdüğünü biliyordu. Ulu dergâhın idraki içindeydi.

Araçlı Deli Mümin inleyen, yalvaran bir sesle konuşuyordu:

"Ben tevbe ettim!

"Bana dua edin!

sh:»(s.139)

"Beni de talebeliğe kabul edin!..."

Emin Bey eski tabirimizle, umurdîde bir kimseydi. Çok görmüş ve geçirmişti. Bu
sebepten hâdiseyi hemen Üstad'ının katına ulaştırdı.

Gönüller Sultanı :

"Beni kardaşım" diyerek Araçlı Mümin'i de almıştı yüce katına. Kabul etmişti.
Mümin'i ulu kapıya..

Kurtulmuştu Araçlı Deli Mümin. İçkiden, kumardan, cinayetlerden elini eteğini


çekmişti artık o. Çünkü Mümin'di artık. Kurtarmıştı Mümin'i yapgınlardan, mübarek el..

Gönüllerin Fatihi, milyonlarca Mümin'i kurtardığı gibi Araçlı Deli Mümin'i de


kurtarmıştı. Kendisine talebe olarak kabul etmişti: Nur Talebesi....
sh:»(s.140)

[]

İbrahim Mırmır

İBRAHİM MIRMIR

l905'de İnebolu'da doğdu. Bediüzzaman'ı Kastamonu'da tanıdı. l943'de Denizli'de


Bediüzzaman'la birlikte hapis yattı. l977'de Mekke'de vefat etti.

"İnebolu'nun gül bahçelerinde dolaşıyorduk"

Ak saçları gibi palabıyıkları da ağarmıştı. Yetmiş yaşlarında olmasına rağmen, yaşını


pek göstermiyordu. Doğum tarihini sorduğumuzda l905 yılını söyledi.

Sorduğumuz meseleleri pek cevaplandırmıyordu. Sadece gözlerinin içi gülüyordu.

Şu inebolu, ne mübarek bir vatan parçasıydı. Bahar çiçeklerinin vatan sathını sardığı
bir mevsimde, genç üniversiteli arkadaşlarımla İnebolu'nun gül bahçelerinde dolaşıyorduk.

Bu seyahat ve ziyarette İnebolu'nun ak saçlı, genç ruhlu Nur Talebeleri ile beraber
olmanın mutluluğuna ermiştik. Nur Risalelerinin o ebedî kuruluş reçetelerini tatbik edip,
Anadolu'nun sinesine kök salan, o bahtiyar Nur Talebeleriyle dostluk ve arkadaşlık ettin mi,
işte o zaman mutlusun, mesut ve bahtiyarsın!

Bu mutluluk ile kanatlanmıştık arkadaşlarımızla..

Bu bahtiyarlıkla Ilgaz dağlarını bir turna gibi aşmıştık.

Bu mesut iklimlerin insanlarıyla sarmaş dolaş olmuştuk.

İnebolu Nur Talebeleri bizi kırk yıllık ahbap gibi karşılayıp ağırlamışlardı.

Denizli hapsinde Bediüzzaman'a yâr olan, İnebolu, yâranı, yıllarca sonra bizleri
bağrına basmışlardı.

Bunlardan Çelebiler, Fakazlılar, Gülcüler, Ziya Dilek Beyler, Burgazlar, Salih


Efendiler ve Büyük İbrahim gibi nur simalı, aydınlık çehreler..
sh:»(s.141)

"Büyük İbrahim ismini nasıl almıştı?"

Büyük İbrahim Mırmır Efendiye niçin "Büyük İbrahim" dendiğini sorduk.

Sade ve sakin şunları söyledi:

"Denizli hapsinde Üstad Hazretleriyle birlikte yatmıştık. Bir mahkeme dönüşü Üstad
bana, 'Sen Büyük İbrahimsin' dedi. Fakazlı İbrahim Efendiye de Küçük İbrahim isimlerini
verdi."

O günlerden bugünlere bir çok şeyler anlatmak istiyordu. Ama anlatamıyordu.


Gönülden konuşuyordu, kalpten anlatmak istiyordu.

Gülen gözlerinden neredeyse yaşlar boşanacaktı. Bu esnada tatlı dille, hoş sohbet Ziya
Dilek Bey söze karışıyordu.

Büyük İbrahim'e: "Sus, sen anlatma, şimdi ben konuşacağım, sen benim anlattıklarımı
tasdik edeceksin. Sen sadece dinle, anlattıklarımın doğru olup olmadığını söyle, tasdik veya
tekzip et.." dedi.

Büyük İbrahim, gülen gözlerle, "Peki.... peki..." diye kabul etti, kendisine yapılan
teklifi.

Kalın ak bıyıklarının altından gülüyor, yetmiş yaşındaki o mübarek gözleri ışıl ışıl
parlıyordu. Güldükçe gençleşiyordu o temiz ve saf kalbli Nur Talebesi.

Biz ise bu saf insanın konuşmasını istiyorduk. Ne olursa olsun birazcık da kendisinin
anlatmasını istiyorduk. Israrımızı cevapsız bırakmadı. Nur'un mübarek talebesi...

Üstad'la ilk tanışması

"l937 yıllarındaydı zannediyorum. Kastamonu'da bir hayvan alma işimiz vardı. Onu
mesele yaparak gittim. İlk gittiğim gece bir otelde yattım. Sabahleyin Nasrullah Camii
şadırvanında kahvecilik yapan Emin Efendi'nin yanına gittim. Beni Üstad'ın yanına
götürmesini söyledim. Cevaben, 'Seydi Hafız var, onunla beraber gidersiniz' dedi. Onun
olmadığını söyleyerek, 'hemen gideceğim' dedim.
"Üstad'ın yanına gittiğimde kitaplarıyla meşgul oluyordu. Risale tashih ediyordu.
Yanına varınca Nazif Çelebi'yi sordu. 'Nazif ne yapıyor? Kitap vereceğim sana götürür
müsün?' dedi. Ben de götürebileceğimi söyledim. Kalktı, kitapları aldı, bir çimento torbasına
koydu. 'Bunları Nazif Efendiye götür' dedi.

"Denizli hapsine gittiğimizde de bana Büyük İbrahim ismini verdi."

sh:»(s.142)

Bunları anlattıktan sonra yine gülen gözlerle bakıyor ve susuyordu.

Üstad'a hakaret eden bakkalın başına gelenler

O susarken bizim tatlı sohbetli Ziya Dilek bey hiç susar mıydı?

"Bakın size bunun işini anlatayım" diye başladı yine söze...

"Denizli Hapishanesinde bakkaldan bir alış-veriş yapmış. Bakkal kendisine kızmış 'Siz
zaten doğru dürüst bir kimse olsaydınız buraya düşmezdiniz' diye hakaretâmiz konuşmalarda
bulunmuş. Koğuşa üzgün ve mahzun bir şekilde gelen İbrahim Efendi başından geçeni anlattı.
Şimdi ben dua yapacağım, siz de âmin deyin, diye bizim de duaya iştirak etmemizi söyledi.
Ellerini açtı, başladı yalvarmaya:

"Yarabbi, sen bu adamı da bizim yanımıza getir!'

"Yaptığı duaya biz de can u gönülden âmin diyorduk.

"Bir gün sonra bakal bir olaydan sonra, tevkif edilerek hapishaneye yanımıza
gönderildi. Biz henüz bir şey demeye, bize yaptığı hakaretlerden dolayı buraya düşdüğünü
söylemeye fırsat bile kalmadan emir gelmişti Üstad'dan:

"Sakın, o adama bir şey demeyin, karışmayın!"

Büyük İbrahim, bu anlatılanlara gülen gözlerle iştirak ediyor, baştaki anlaşma üzerine
evet diye başını sallayarak kabul ediyor, teyit ve tasdik ediyor.

Büyük İbrahim (Mırmır) hacca gitmişti.

l7 Kasım l977 günü Mekke'de, Nur şehrinde mübarek ruhunu sahibine teslim etmişti.
sh:»(s.143)

[]

Dadaylı Halit Bey

DADAYLI HALİT BEY

(Halit Akmansü)

Atâ Kulaksızoğlu'nun anlattıkları:

Mustafa Runyun Hoca, l952'de İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'ı Kastamonulu


tüccarlardan Atâ Kulaksızoğlu ile ziyarete gittiklerini anlatmıştı. Bu bilgiler üzerine Atâ
Kulaksızoğlu'nu Göztepe'deki evinde ziyaret edip, görüşüp hatıralarını dinlemiştim. Atâ
Kulaksızoğlu bize şu bilgileri vermişti:

"Babam Kastamonu'nun kazası Devrekârani'de müderristi. Rahmetli babam H. Osman


Kulaksızoğlu l974 yılında 92 yaşında vefat etti. Üstad kendisine 'Seni medrese nâmına kabul
ediyorum' demişti. l937 yılında askerlik yaptıktan sonra dükkân açtım. Harput'a pamuk almak
için gitmiştim. l938 idi. Elazığ'da, Kastamonulu olduğumu öğrenince bana hürmet ediyorlar,
'Efendi Hazretleri sizin memleketinizde' diye sevgi ve alâka gösteriyorladı. Elazığ dönüşü
Çaycı Emin Bey vasıtasıyla Üstadı ziyaret edip ellerini öptük.

"Kastamonu Müftüsü Hazım Efendi, hoca Tevfik Efendi ve babam, Hüsnü Ballı'nın
evine davete gitmişlerdi. Araba Pazarı semtinde karakolun önünden geçerken müftü, Üstad
için "Zavallı âlim, adamcağız bir mumla karanlıkta burada oturuyor' diye bahsedince babam
'Bediüzzaman burada mı? Yarın ben ziyaretine giderim' diyor, 'Bediüzzaman altı aydır
burada, yanına gidip de başına iş açma' diyorlar.

"Hacı Tahir'in Hafızı nâmında dindar bir zat vardı. Ona müracaat ettik. 'Delâlet buyur,
babamı Üstada götür' dedik. Arkadan, kale kapısı tarafından gittik. Üstad, babamı sarıklı
görünce çok sevindi. 'Sen benim kardaşımsın, bütün dualarımda seni hissedar edeceğim' diye
buyurdu.

"Sonra babam bir kilim aldı, odasına serdik. Kat'iyyen kabul etmedi. Sonra, emanettir,
deyince sesini çıkartmadı. Daha sonraki senelerde Ramazan ayında evi bastılar. Aradılar,
taradılar, 'İrticaya âit birşey bulunamadı' diye rapor tuttular. Bizim Devrekâni'deki evi de
aradılar. Bizde sadece İslâm yazısı ile yazılmış eserler vardı. On

sh:»(s.144) lara da dokunmadılar. Babam zaptı imzalamak istemişti. Denizli'ye


gideken kilimi Üstad iâde etmişti. Babam yemek götürmüştü, sahura kadar Üstadla sohbet
etmişlerdi.

"Daha sonraki senelerde Üstad İstanbul'da iken, l952'de Mithat Çallı ile Fatih'teki
Reşadiye Otelinde Üstadın ziyaretine gittik. Arabamızı Üstada verdik, şoförle İstanbul'un
muhtelif semtlerini gezdiler...

"Bir ara babam Emirdağ'a Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad babamla İstanbul'a kayısı
reçeli göndermiş, 'Ahbaplarınızla taksim edersiniz' diye söylemiş. Fatih Başimamı Hafız
Ömer Efendi, Ömer Nasuhî Efendi, Seyyid Şefik Efendi, Mithat Çallı ve Dadaylı Halit Beyi
(Akmansü) babam dâvet etti. Babam Üstadın selâmlarını bildirdi. Reçeli taksim ederek
dağıttı. Birer parça teberrüken yediler.

"Üstad babama çok alâka ve iltifat ediyor: 'Altı aydın bir hoca gelip beni ziyaret
etmedi. Seni kardeş kabul ettim' diyor.

"Bir Kadir Gecesi, teberrüken Mevlâna Halid Hazretlerinin cübbesini giydiriyor.

"Kastamonu'da Dadaylı Halit Bey (Akmansü), Araba pazarı semtinde Üstada yakın bir
evde oturuyordu."

[]

İstiklâl Harbinin büyük kahramanlarından Kurmay Albay Dadaylı Halit Beyin


(Akmansü) yeğeni Dr. Ziya Göğem. l98l başlarında vefat eden Dr. Göğem'in dayısı Halit
Beyin hayat ve hatıralarıyla alâkalı olarak iki ciltlik eseri bulunmaktadır. soyismi olan
Göğem, İstiklâl Harbinde Yunan Başkumandanının esir alındığı Uşak taraflarında bir köyün
ismi olan "Göğem" adından gelmektedir.

Dadaylı Halit Beyin Dr. Ziya Göğem'e mektubu

Daha sonraki zamanda Atâ Kulaksızoğlu'nun verdiği bilgi ve tarif üzerine Dadaylı
Halit Beyin yeğeni Dr. Ziya Göğem'in hanımını ve çocuklarını ziyaret ettim.
İstiklâl harbimizin muzaffer kumandanlarından olan Kurmay Albay Halit Akmansü
hakkında kıymetli hâtıralar alarak tesbit ettik.

Halit Bey, Ankara'daki Dr. Ziya Göğem'e yazdığı 24 Aralık l948 tarihli mektubunda
şunları ifade ediyordu: l

_________________

l. Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında Türk Hakiminin Millet adına verdiği


Kararlar, Ehl-i Vukuf Raporları isimli eserin Afyon kararıyla ilgili olan, ll2. sayfasında
Dadaylılarla alâkalı olarak şu bilgiler bulunmaktadır: "Daday, Hasan Güranlı, Hakkı Güranlı,
Hüsnü Güranlı hakkındaki mahkeme dosyası."

sh:»(s.145)

"Emekli öğretmen Hasan Beyi tanırsın. Onun büyük oğlu Dr. Hakkı Beyi de bilirsiniz.
Hakkı Bey Sivas'ta doktordu. Bu tanışma sebebiyle Faik Bey mektubunda Hakkı Beyin
mevkufen Ankara'ya sevk edildiğini bildiriyor. Babasının siyasî bir hadisesi buna sebep olmuş
diyor. Aldığım malûmata göre, hadise şudur: Bediüzzaman Saidül'l-Kürdî Kastamonu'da dört
seneden fazla ikamete memuren bulundu. O zamandan beri Emirdağ'da oturmaktaydı. Son
zamanlarda serbest geziyordu. Aldığım malûmata göre, dinî propaganda yapması yüzünden
yine hükümetçe tevkif edilmiş. Afyon'da muhakeme altına alınmış. Bazı taraftarları da tevkif
olunmuş. Evinde araştırma yapmışlar. Bazı evrak ve mektuplar almışlar. Bunun neticesi
olarak.

"Bediüzzaman Bitlislidir. Birinci Cihan Harbinde bir Kürt alayına kumanda ederek
Ruslara muharebe etmiş, yaralanmış, esir düşmüş, fıtraten gayet zekî, eski medrese tahsilini
on iki sene yerine üç senede ikmal etmiştir. Dinî malûmatı gayet geniştir. Londra'daki
Anglikan Kilisesinin suallerine cevap vermiştir. Gayet müttaki, zâhid, âbid, mücahit,
fevkalâde cesaret-i medeniye sahibi bir zâttır. Riyazet-i bedeniye ile, ibadetle, dinî risaleler
yazmakla, irşadatla ömrünü geçirir. Türklerin Gandi'si denebilir. Şâfiü'l-mezheptir..

"Hasan ve Hakkı Beyler de kurtulurlar. Fakat biraz üzüntü çekerler. Tolstoy demiş ki:
'Bir üniversiteli hapishanede yatmadıkça üniversiteyi ikmal etmiş olmaz. ' Biz orasına
makam-ı Yusuf deriz. Karabekir Paşa yüzünden ben de burada bir gece mevkuf kalmış, siyasî
birinci şubede isticvap edilmiştim... Bu izahatı verdikten sonra sizden ricam, Dr. Hakkı bey
hakkında göz kulak olmanızdır. Hakkı, elmas gibi bir çocuktur. Babasının saflığı yüzünden
bir kahra uğraması onu ye'se düşürür..... Kendinize sûizan davet etmemek üzere, elden geldiği
kadar Hakkı Beyin halâsına himmet sarf etmenizi yüksek vicdanınızdan beklerim. Meclis açık
olsaydı, bazı tanıdık mebuslara..."

İstiklâl Harbinin muzaffer kumandanı Halit Akmansü, yeğeni Dr. Ziya Göğem'e
yazdığı l Nisan l948 tarihini taşıyan mektubunda ise şunları ifade ediyordu.

sh:»(s.146)

"Bediüzzaman şeyhlik iddiasında değildir. Nur risalelerinin birinde, 'Şimdi iman


tehlikededir, tarikatla iştigal etme zamanı değildir. İmanı kurtarmaya çalışalım' der. Bütün
risalelerinde buna göre yazı yazar. Bu da isbat ederki, Hasan Beyin tarikatçılıktan maznun
olmasına ihtimal verilemez. Oğulları neden tevkif edildi. bilemiyorum. Gerek Hakkı, gerek
Hüsnü vatanperver, halûk âkıl gençlerdir. Babalarına çok mütîdirler.... O gençlerin bu
hasletine binaen, babalarına imtisâlen onunla muhabereye tevessül etmiş olmaları da hatıra
gelir.

"Bediüzzaman yetmiş altı yaşlarında, ihtiyar, riyazet-i bedeniye ile yaşar bir zâttır. On
parası, silâhlı bir aşireti yoktur. Ondan bir darbe-i hükümet beklenemez. Fakat ne diyelim.
Bizde devlet idaresinde vehim ve vesvese hükümran, İnkilâplar da bu vehim, zulmü davet
eder. Bunun için âkılâne hareket etmeli, şu ve bu propagandaya, hissiyata kapılmamalı. En
sâlimi, siyasetle iştigal etmemeli.... Yalnız, tahsiline sekte vereceğinden Hüsnü'ye, istikbaline
bir sû-i zan tehlikesi sürüleceğinden hakkıya acıyorum. Sizce de başka bir teşebbüse, alâkaya
lüzum yoktur. Ankara'da siyasî cereyan çoktur. Siyasî temaslardan çekininiz. Kendi vazifeniz
ve güzel mesleğinizle meşgul olunuz..."

Dadaylı Halit kimdir?

İstiklâl Harbi kahramanlarından, muzaffer kumandanlardan Kurmay Albay Dadaylı


Halit Akmansü hakkında Cemal Kutay'ın Bilinmeyen Tarihimiz isimli eserinin 4. cilt 249-25l.
sahifeleri arasında şu bilgiler vardır.

"Yunan Başkumandanı General Trikopis ve ikinci Kolordu Kumandanı General


Dijennis ile On Üçüncü Tümen Kumandanı Albay Vandelis'le 39l subay, 4385 eri esir alan
Beşinci Kafkas Tümenimizin komutanı, Erkân-ı Harp Miralayı (Kurmay Albay) rahmetli
Halit Akmansü.
"Halit Bey l884'de Kastamonu'nun Daday ilçesinin Kelebek köyünde doğdu. Halit
Bey, baba soyu olarak Hatip İsâ oğullarındandı. Annesi, Daday merkez kazasında Evniye
medresesinin sahibi, devrinin tanınmış din ve ilim üstadlarından müderris Hüseyin Vehbi
Efendinin kızı Necibe Hanımdı.

"Kastamonu Askerî Rüştiyesi ve Bursa İdadîsinden sonra l903-l906' Mühendishane-i


Berr-i Hümâyunu başarı ile bitirdi. l906'da sınıfının ikincisi olarak, mülâzım olarak orduya
katıldı. l909'da kurmaylık ihtisasını başarı ile yaptı. 25 yaşında Kurma

sh:»(s.147)

Yüzbaşı rütbesi ile Havran isyanı, Kerek ayaklanması gibi o tarihlerde


imparatorluğumuzun başlıca dertli bölgelerinde hizmet gördü. Birinci Dünya Harbinde, Kanal
seferinde, Irak cephesinde, Selmânıpak muharebelerinde, Altıncı Ordu Harekât Şubesi
Müdürü olarak vazifesini başarı ile yaptı. l9l8 Temmuz'unda Almanya'ya gitti. Dönüşünde
Altıncı Ordu Kurmay Başkanı olmuştu. Müterakede On Üçüncü Kolordu Erkân-ı Harbiye
Reisi olarak, millî mücadelenin en buhranlı ve tehlikeli hadiselerinden Ali GAlip ihâneti ile,
İntellijans Servisinin ünlü kişisi Binbaşı Noıell'in tahriklerini tasfiye eden cesareti, himmetli
Halit Bey gösterdi. İstiklâl Savaşımızın ilk senelerinde hayatî değeri olan ve teknisyen
kadrusu tamamene yabancılardan ibaret şömendöferleri 'Demiryolları Umum Müdürü' olarak
başarı ile idare etti. Daha sonra bu vazifeye ve Nafia Vekâletine gelen rahmetli Behiç Erkin,
hâtıralarında Halit Bey için 'Hiçbirimiz onun yaptığını yapamazdık' diyor.

"Sakarya'da üçüncü, Büyük Taarruzda Beşinci Kafkas Tümenleri komutanı olarak,


cephenin en tehlikeli mihraklarında dövüştü.

"Zaferden sonra Halit Beyl, memleketi olan Kastamonu'dan milletvekili seçilerek


siyâsi hayata girdi.

"Halit Beyin politika faaliyeti, müstakil, hür fikirli, temel meselelerde kanaat sahibi bir
insanın mert, cesur, pervâsız tecellîleriyle doludur. Demokrasiyi, cumhuriyetle beraber
kurmak fikrinin tatbik arzusu olan ve çatısında millî mücadele öncülerinin büyük kısmını
toplayan Terakkîperver Cumhuriyet Fırkasına Halit Bey de katıldı. Fırkanın mahkeme
kararıyla kapatılma hadisesinin de etkisi ile olacak, benimsediği yoldan gayrısında o günlerini
politikasını bulamama idraki içinde l6 Ocak l929'da isteği ile askerden ayrıldı. Kadıköy'deki
evine çekildi. Henüz 45 yaşındaydı.

"l0 Şubat l854'e 69 yaşında hayata gözlerini kapadı."

Dr. Bnb. Hakkı Güranlı Bey

İstiklâl harbinde Yunan Başkumandanı Trikopis'i esir eden Dadaylı Halit Akmansü ve
Devrekânili Atâ Kulaksızoğlu'nun Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarında ismi ve bahsi geçen,
l948'de Afyon hapsinde bulunan Dr. Bnb. Hakkı Güranlı Beyefendi ile ilgili olarak Rahmi
Erdem bize şu mektubu yazmış bulunmaktadır:

"Muhterem Necmettin Bey,

"28 Aralık l98l tarihli Yeni Nesil'de yayınlanan,'Röportaj-Araştırma ve İnceleme'


yazısında, Türk ordusunun kahraman subaylardan Dadaylı Halit Akmansü'nün mektuplarında
bahsi geçen Dr.

sh:»(s.148)

Hakkı Güranlı ismini görünce hayalim l960 yıllarını ister istemez gitti. Yirmi iki
senedir aramızda olmayan isimsiz bir Nur talebesine vesile-i rahmet olması ümidiyle bu
mektubu size yazmayı vazife telâkki ettim.

"Dr. Bnb. operatör Hakkı Güranlı beyle l960 senesinde Çorlu'da Kolordu Askerî
Hastahanesinde tanışmak nasip oldu. Ben o sene V.Kolordu da vatinî vazifemi ifa ediyordum.
ankara'dan Salih Özcan haber göndermiş. 'Dr. Hakkı Bey Çorlu'ya tayin oldu, onunla tanışın'
diye.

"Bir gün mesai saatinin bitiminde servis arabasıyla şehre avdetimizde,


muayenehanesine giderken yolda karşılayıp tanıştık. Fevkalade mütevazi, halim selim, kibar
bir zâttı. Büyük bir yakınlık ve muhabbetle bizi karşıladı. Hemen geçmişten, hatıralardan
bahsettik. Babasının emekli bir öğretmen olduğunu, Hazret-i Üstadın Kastamun'daki ikameti
esnasında ona intisabı ve Nur'lara hizmeti olduğunu, kendisinin askerî Tıbbıyide son sınıfta
okurken, Mülkiye mektebinde okuyan kardeşi ile birlikte Hazret-i Üstada bir sevgi ve bağlılık
mektubu yazdıklarını, bu mektup üzerine Afyon Mahkemesine sevk edildiklerini, ilk
sorgularından sonra Allah'ın lütfu üzerine serbest bırakıldıklarını ifade eden Dr. Bnb. Hakkı
Beyle, mukayyed askerlik şeraiti içinde, hastalık münasebetiyle iki-üç defa görüşebildim.

"Yalnız hastanede hastalarıyla harika bir şefkat-i İslâmiye ile ilgilendiğini müşahede
ettiğim ve hattâ geceleri âcil hallerde kendisine müracaat eden sivil hastalarına dahi askerî
hastanenin ameliyathanesini açıp gerekli tıbbî müdahâle ile onların hayatlarının
kurtulmalarına büyük bir nezaketle vesile olan Dr. Hakkı Güranlı Beyin, terhisimizden
tahminen bir ay sonra l960 yılının Haziran veya Temmuz aylarında Çorlu'dan bana postalanan
bir mahallî gazetede Çorlu-İstanbul yolunda çocukları ile birlikte bir trafik kazasında Allah'ın
rahmetine kavuştuğunu ve Çorlu'luların büyük bir alâkası ile son vazifelerini ifa ettiklerini
büyük bir teessürle okumuştum. Ruhuna binler Fatiha'lar."

sh:»(s.149)

[]

Tahsin Aydın

TAHSİN AYDIN

(l9l7-l98l)

1917'de Siirt'in Tillo nahiyesinde doğdu.

Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen Fakirullah'ın torunudur.


Sultan Memduh'un oğlu Nur Hamza dedesidir. Babası eski Siirt meb'usu Şeyh Nasreddin'in
oğlu Şeyh Tevfik'tir. Şark sürgünlerinden olarak Kastamonu'da bulunurken, Bediüzzaman'ı
tanıyıp hizmetinde bulunmuştu.

Kastamonu Lâhikası'nın l8. sayfasında ismi geçmektedir. l98l'de Urfa'da vefat etmiştir.
Görüşmemiz mülakat tarzında oldu.

Marifetnâme'nin yazarı İbrahim Hakkı'nın müridi. Tillo'da medfun Fakirullah


lHazretlerinin evlâtlarından oluyorsunuz. Tillo'dan Kastamonu'ya niçin gitmiştiniz?
Aile ve akrabalarımızla bizi l938 yılında Kastamonu'ya sürgün olarak göndermişlerdi.

Kastamonu'nun hangi mahalle ve semtinde kalıyordunuz?

Kastamonu'nun Hepkebirler Mahallesinde oturduk.

Üstad Bediüzzaman'la nerede tanıştınız?

Evine ziyaretine gitmiştim. Elini öpmek şerefine erdikten sonra, her gün yanına
hizmetine koştum.

Üstad Bediüzzaman nerede ve nasıl bir yerde oturuyordu?

Kira ile, karakolun karşısındaki bir evde oturuyordu. Bizim gibi o da göz altında
bulunduruluyordu. Hemen her gün ikindi namazından evvel gider, beraber namaz kılardık.
Akşama kadar kalırdım. Bazan yemek yediğim de olurdu. Bir kere ikindi namzından sonra
kalkmıştım. Feyzi ve Emin de vardı. Oturmamızı söyledi. Bize ikramlarda bulundu. Bize
terayağı çıkarttı. Kastamonu'nun kabağı meşhurdur. Kabak çıkarttı. Somun ekmeği getirdi.
Yemeği üçe böldü, bir tahta masanın üzerinde Kur'a çekti. 'Haydi başlayın' dedi. Birlikte
yedik. Baktık, kapı çalındı. Emin'e 'Git kapıyı aç dedi.birisi, elinde iki ekmek, biraz
kabak,birazda tereyağı ile geldi. Üstad bize, Bakın, işte sizin burada rızkınız var. Bunlar size
geliyor" dedi. "Siz Nur hizmetinde bulunduğunuz için buradan istihkak geldi" diye buyurdu.

sh:»(s.150)

Hizmetinde bulunan talebelerden isimler verir misiniz?

Mehmed Feyzi, Emin Hilmi ve Taşköprülü Sadık. Ayrıca civardan gelenler de olurdu.
İnebolu'dan bir çok kimseler, bu arada baba-oğul Çelebi'ler vardı: Selâhaddin ve Nazif Çelebi.

Üstadın hizmetinde bulunurken risale de yazdınız mı?

Çok yazı yazdık. Bazan tashih işlerinde çalışırdım. Bazan kendi söyler, biz de
yazardık. Çalışırken bize çay ikram ederdi. Üstadın evi tahtaydı. Bazan evindeki bir deliğin
ağzına fare gelirdi. "Bak, yemek istiyor" diye, ne yiyorsa, ondan bir parça da farenin deliğinin
yanına kordu, fare onları yerdi. Ne yerse fareye de illâ ikram ederdi, "Bu bana ders veriyor"
derdi.

Üstada gittiğiniz zaman bir şeyler görüyor muydunuz? İkramda bulunuyor muydunuz?
Üstad hiç hediye kabul etmiyordu. Bir defasında biraz rahatsız olmuştu. Evde
memleketimizin meşhur yemeklerinden perdeli pilav yaptırdım. Gördüğümde "Bu nedir? Sen
benim hiç hediye kabul etmediğimi bilmiyor musun?" deyince, "Efendim, bu Fakirullah
Hazretlerinin hediyesidir" diye cevap verdim. O zaman "Keçeli, keçeli" diyerek yemeği kabul
etmişti. "Fakirullah olunca ben geri çeviremem" dimişti. Bu yemekten bir hafta sonra bana:
"Yahu, bu yemek çok hoştur, bir hafta kadar bana yetti" demişti.

Kastamonu Belediye Reisi sık sık Üstadı ziyaret ediyordu. Vali Mithat Altıok da
Üstadla görüşmek istemişti. Fakat Üstad onu kabul etmedi, 'Ben validen birşey istemiyorum'
diyordu.

Belediye Reisiyle sık sık görüşürdü. Belediye Reisi Nur talebelerini de severdi.

Üstadın yanına gelen, şapkayla içeri girmezdi. Biz de usûlen külâhla giderdik. Bir gün
külâhımı evde unutmuştum. Yanına başı açık girmiştim. Yedek bir sarığı vardı, onu başıma
koydu ve öylece birlikte namazı kıldık. Bir kere de Mevlânâ Halid Hazretlerinin cübbesini
bana giydirdi. "Bunu bana hapishane müdürünün hanımı Asiye hediye etti" diyordu.
Kastamonu hapishanesinin müdürü Tahir Bey, Mevlâna Halid'in talebelerinden Küçük Âşık
Mehmed'in torunlarından Asiye Hanım'ın kocasıydı.

Kastamonu'da Üstad Bediüzzaman'ın kaldığı evin az ilerisinde, İstiklâl Harbi


kahramanlarından, Yunan kumandanını esir alan, Kurmay Albay Dadaylı Halid Beyin
(Akmansü) evi vardı. Halid Beyin kızı ise fabrikatör Hamdi Beyin hanımıydı. Bu hanım
yanında bir başka hanımla birlikte Üstadın ziyaretine gelmişlerdi. Halid Beyin kızı da Üstada
bir tabak muhallebi getirmişti. Ayrıca bir zafın

sh:»(s.151) içinde babasının gönderdiği bir miktar para vardı. Paranın miktarını
bilmiyorum. Üstad bana hitaben, "Benim dişlerim düşmüş, iyice anlatamıyorum, sen arada
vasıta ol ve anlat" demişti.

Halid Beyin kızı, "Talebelerine vermek üzere bir miktar para ayırmışım" dedi. Üstad
ise, "Hanım kızım, evet, Halid Bey benim ahiret kardeşimdir, kahraman askerlerdendir. Fakat
para almak bizim âdetimiz değildir. Bizim bu âdetimiz bozulmasın, buna sen sebep olma!"
diyerek, paraları almadı ve kabul etmedi. Halid Beyin kızı çok ısrar etti. Bunun üzerine Üstad,
"Bak hanım kızım, Halid Beyin hatırı için bu tatlıyı kabul ediyorum. Fakat parayı kabul
edemem. Bu âdetim değildir. Bu âdetimizi bozmaya sen sebep olma" diyerek Halid Beye
tekrar tekrar selâm gönderdi.

Şevket Bey ve Ahmed Hamdi Akseki

Kastamonu'da Üstadın komşusu Şevket isminde bir zat vardı. Bu zat Üstadın komşusu
olmakla beraber, hiç Üstadın ziyaretine gelmemişti. Kendisi tüccardı. Görüşmemizde şunları
anlattı:

"İstanbul'a iş için gittiğim zanan, tatil için Yalova'ya da gitmiştim. Yalova'daki bir
otelde çok kalabalık ziyaretçilerin gelip gittikleri bir oda dikkatimi çekmişti. Sorduğumda
bana Aksekili Ahmed Hamdi Efendi olduğunu söylemişlerdi. Ben de ziyaretine gittim. Elini
öptüğümde nereli olduğumu sordu. Ben de 'Kastamonuluyum' dedim. Bana hemen yer
göstererek oturttu. Ziyaretçiler azalınca bana, 'Kastamonu'da bir zat vardır, seni onunla hiç
görüştün mü?' deyince hiç görüşmediğimi söyledim. Komşumuz olduğunu, fakat hiç
görüşmediğimi söyledim. Hamdi Efendi bana 'Hata etmişsin, hata etmişsin' diye sitemler etti.
Benim, Bediüzzaman'ın komşusu olduğum halde hiç ziyaretine gitmediğime teessüfler
ederek, Üstadı çok medh ü sena etmişti. Ben Aksekili'den bu dersi alınca, Kastamonu'da
doğru Tahsin Aydın'a gittim ve beni Bediüzzaman'a hemen götürmesini rica etmiştim."

***

Tahsin Aydın, tüccar Şevket Beyi alıp Üstadın evine götürmüş, ziyaret etmişler,
ellerini öpmüşler.

Tahsin Aydın, Üstadın ziyaretine gelenler arasında Ayasofya Camiinde Üstadın


vaazını dinlemiş olan Nusret isimli bir zâtın da bulunduğunu anlatıyordu. Bu zat da Ayasofya
Camiinde Bediüzzaman'ın yaptığı konuşmanın çok muhteşem olduğunu söylemişti.

sh:»(s.152)

[]

Nadir Baysal

NADİR BAYSAL
l926' da Bitlis'in Mutki kazasında doğdu. Buban aşiretine mensuptu. Eskiden Medrese
usûlü yapılan Arapça tahsil gördü. Cumhuriyetin ilk senelerinde şapkaya muhalefet
gerekçesiyle, aşiretçe, Bediüzzaman'ın da gözaltında bulunduğu Kastamonu'ya sürgün edildi.
Bediüzzaman'ın eskiden oturduğu eve ailece yerleştirildi. O zaman on iki-on üç yaşlarında bir
çocuk olduğundan, şüphelenilmediği için Bediüzzaman'a sık sık uğruyordu. Günlük
ihtiyaçlarına yardım ediyordu.

Nadir Baysal hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Üstadın hizmetine çocuk olarak başladım"

"Kastamonu'ya l939 senesinde nefyedildik. Gittiğimizde Üstad Kastamonu'da idi.


Mayıs ve Haziran ayı sonları idi. Ben o zaman l2 yaşlarında idim. Oraya ilk vardığımızda
Çaycı Emin ile tanıştık. Kastamonu'ya muhacir olarak gittiğimiz için, başta Üstad olmak
üzere, Çaycı Emin ve diğer Ağabeyler bize sahip çıktılar ve hâmimiz oldular. Bir-iki ay çarşı
içinde kirada kaldık. Üstad Kastamonu'ya geldiğinde ilk ikamet ettiği ev münhal idi. Çaycı
Emin, evin boş olduğunu hatırlatmasıyla ve Üstadın tavsiyesi üzerine bu eve yerleştik.Dokuz
sene kirasız olarak Üstadın bu ilk evinde mukim olma şerefine nail olduk. Bu ev mahalle
kenarında sakin bir yerde kaldığı için uygun görülmeyerek, Üstadı karakolun karşısında
kolayca gözlenebilmesi için başka bir yere ikamet mecbur etmişlerdi.

"Babam Üstadın yanına sık sık giderdi. Babam ona 'şeyh' diye hitap ederdi. Fakat
Üstad 'Ben şeyh değilim, hocayım' diyerek hitabı tashih ederdi. Babam bize 'Bu Molla-i
Meşhurdur. Çok değerli bir zattır' diyordu. Babam bunu daha evvelden mi, Kastamonu'ya
geldikten sonra mı öğrendi bilemiyorum.

"Çaycı Emin'in yanında çırak olarak çalışıyordum. Çocuk olduğum için şüphe
çekmediğimden, Üstadın yanına sık sık gider, mektup atma, çamaşır yıkama, ekmek götürme
gibi hizmetleri görür

sh:»(s.153) düm, mektupları gayet rahatlıkla postalardım. Dışardan gelen Üstadın bazı
ziyaretçilerini, dikkati çekmeyecek şekilde mahalle arasından, Topçu Camiinin yolundan
dolaştırarak, Üstadla görüşmelerine zemin hazırlardık. Mezkûr yoldan gittiğimizde karakola
görünmek mevzubahis olmazdı. Çaycı Emin ile Mehmet Feyzi Ağabeyler devamlı Üstadla
görüştükleri için ünsiyet peyda ettiklerinden, pek müdahale edilmiyordu. Fakat bunların ve
benim gibi çocukların haricinde Üstadın yanına gitmek kat'iyyen mümkün değildi.
"Bir defasında Üstadın yanına uğradığımda ikindi namazını bitirip duada bulunurken
ben de iştirak ettim ve birlikte dua ettik. Kapıyı açma usûlünü bildiğim için Üstadın içeri
girdiğimden haberi yoktu.

"Yine o tarihlerde Fahri Enis adında bir muhacir Kastamonu'ya nefyedilmişti. Bu


muhacire ücret karşılığında su taşırdım. Suyu getirdiğim çeşme, Üstadın evinden l00-l50
metre, Fahri Beyin evinden de 2-3 km'lik uzaklıkta idi. Bir ağacın iki ucuna takılmış iki
tenekeyi su ile doldurup omuzumda götürürken, Üstadın evinin önünden geçiyordum. Ben
Belediyenin önüne çıktığımda Üstadın evi görünürdü. Gözüm daima pencerede kalırdı. Tam
pencerenin önünden geçerken Üstad başını çıkarır, hal-hatır sorardı. Üstad bu halime çok
acırdı. Ben de Üstadı görme hevesiyle yorgunluğumu kaybolmuş hissediyordum. Bir-iki defa
da çeşme başında bizzat kendisini ibrikle su doldururken gördüm.

"Ağabeyim Bişar da daima Üstadın yanına gider, gelirdi. Tabii ki o benden büyük
olduğu için idrak seviyesi daha yüksek idi. Ağabeyim askere giderken tekrar yanına uğradı.
Üstad kendisine 'Namazını devamlı kıl. Ben sana dua ederim. İnşaallah sıkıntı çekmezsin'
diye teminatta bulundu. l94l senesine isabet ediyordu. O sıralarda kıtlığı andıracak bir vaziyet
vardı. Ağabeyim Zonguldak'ta askerlik yaptı. Bu kıtlığa rağmen, ağabeyim hiç sıkıntı
çekmemiş ve alayda nişancı olarak sevilmişti.

"Ağabeyim terhis olup geldiğinde Üstadın ziyaretine gitti. Üstad kendisini salonda
karşıladı ve kucakladı. O an için üç tane misafiri vardı Üstadın. Misafirlere 'Bu benim
hemşehrimdir, askerden geliyor' dedi. Üstad misafirlerle sohbet ediyordu. Mevzuun ne üzere
olduğunu bilmiyorum. Üstad birden bire karşısındaki rafta Kur'ân'ı göstererek 'Benim yanıma
bunun için gelen baş ve göz üzerine; başka maksatlarla kimse gelmesin. Ben muskacı ve şu-
bu değilim' dedi. Adamlar da kalkıp gitti.

sh:»(s.154)

"Boynu büküklerin hâmisi idi"

"Ağabeyimin ifadesine göre, bir gün komşumuz komiser emeklisi Süleyman 'Evimize
su sızıyor' diye resmî şikâyette bulunmuş, Güya sızma bizim oturduğumuz evden oluyormuş.
Ben bunun üzerine meseleyi Üstada anlatmak için gittim. Gittiğimde Üstad beni kapı önünde
karşıladı. Ben meseleyi kendisine anlatınca 'Zaten senin telâşlı olarak geldiğini anladım. Sen
git, mahalle muhtarı Çarıkçı İhsan Efendiye l söyle, yanıma gelsin' dedi. Ben de İhsan
Efendiye söyledim. 'Başüstüne' diyerek Üstadın yanına gitti. üstad kendisine tenbihde
bulundu. 'Söyle Süleyman'a, bunlara karışmasın.' İhsan Efendi de Süleyman'ın yanına giderek,
'Sen bu ladamlara karışma' diyerek tenbihte bulundu. Oradan bize gelerek 'Siz rahatınıza
bakın. Kimse size dokunamaz. Ne müşkilâtınız olursa ben buradayım' deyip bize tesellî verdi.
Neticede keşif de geldi. Haksız da Süleyman oldu. Bunu şimdi anlıyorum ki, Üstadın duasına
mazhar olduk. Ve anladım ki, Üstadın şefkati muazzam bir derecede idi. Daima düşkün ve
boynu büküklerin hâmisi idi.

Üstadın sîret ve sureti

"Üstad Kastamonu'da olduğu müddetçe daima evde kalırdı. Yalnız Cuma veya Pazar
günleri Kastamonu'nun kuzeybatısına düşen Karaçamlığa doğru gezmeye giderdi. Bu âdetini
hemen hemen her hafta tekrar ederdi. Giyinişi pek sade idi. Bezden bir gömlek, şaldan bir
pantolon. Pantolonun yünden olma ihtimali kuvvetli idi. O zamanki tahminime göre, boyu
l.70 civarında idi. Bakışı gayet mütevaziydi. Nuranî, buğday rengi bir simaya sahipti.
Bakarken insanın iç âlemine huzur doldururdu. Şefkat ve merhamet menbaıydı.

"İkamet ettiği ev Araba Pazarı civarında, karakolun karşısına düşüyordu. İki katlı olan
evin alt katı odunluktu. Tahta merdivenle salona çıkılırdı. Salonun merdiven tarafı açıktı.
Salon kapısının arkasından mandalla ip takılıydı. Kapı açma usûlünü bilmeyenler kapıyı
çaldıklarından, Üstad isterse kapıyı açardı. Ama biz açma usûlünü bildiğimiz için, çalmadan
içeri girerdik. Oda tahminen 3x3 büyüklüğünde idi. Hatırladığım kadarıyla, bir kilim seriliydi.
Herhalde bir de sedir vardı. Gördüğüm tarihlerde tahminimce 60-65 yaşları civarında idi.
Saçları tamamen beyaz, yüzü sakalsız ve daima traşlıydı. Başında sarı renkte olduğuna
kuvvetle ihtimal verdiğim bir sarığı hayal-meyal hatırlıyorum. Ekseriya haşlanmış yumurta ile
geçinir, et gıdasının yumurtada mevcut olduğunu söylerdi.

_______________________

l. Çarıkçı İhsan Efendi Üstadın sadık bir dostu idi. Kendisine devamlı uğrar, hal ve
hatırını sorar, hayır duasını alırdı.

sh:»(s.155)

"Üstada hizmetimin bereketi"


"Benim akranlarımın kötü yollarda olduğu ve bu çeşit hareketlerin meziyet sayıldığı o
zamanki Kastamonu'da, benim, bu sû-i ahlâka girmediğimin tek sebebinin Üstad Hazretlerinin
duası olduğunu derk ettim. Bu duanın feyziyle idi ki, askerlik döneminde oruç yasak
edilmesine rağmen, bir gün dahi orucumu yemedim. Üstadın duasına mazhar olduğumdan,
Cenab-ı Hhak bölük yüzbaşıma beni sevdirmişti. Bana müsamahakâr davranırdı.

"Dikkat çekmeyecek şekilde yapılması gereken bir iş bana verilirdi. Ben de seve seve
yapardım. Bir gün kahvede Mehmet Feyzi, Çaycı Emin ve hatırlayamadığım bir kişi
oturuyorlardı. Beni çağırdılar, 'Git, hanın yanında bir dükkân var. Eskiden kalma sarı kâğıtlar
bulunur. Al, gel' dedi. Ben de ne için istediklerini bilmediğim o kağıtları alarak getirdim.

Denizli hâdisesi

"l943 senesi Ramazan ayı idi. Üstadın evine doğru gidiyordum. Kunduracılar
çarşısında onu fayton içerisinde, yine başında sarık, Adliyeye doğru götürdüklerini gördüm.
Çaycı Emin, Mehmet Feyzi ve toplam 22 kişi olmak üzere cezaevinde l5 gün kaldılar. Üstad
içeride kalmadı. Polis nezaretinde eve döndü. On beş gün sonra hepsini Denizli Mahkemesine
naklettiler. O zaman öyle bir korku havası ortalığı istilâ etmişti ki, Üstadla görüşenlere sanki
bir suç işlemişler gibi bakılır olmuştu. Bazıları evinden çıkamaz hale gelmişti.

"O zaman Ramazan ayı, hatırladığım kadarıyla, Eylül ayında idi. Ertesi sene Mart
veya Nisan aylarında ben Nasrullah Camii karşısındaki Çaycı Emin'in yazlık kahvesinde
çalışıyordum. Hava serin olduğu için ocağı yakmıştım. Müşteri seyrekti. Baktım birisi camiin
karşısındaki levhalara dikkatle bakıyor, elinde de birşeyler yazıyordu. Sonra geldi, oturdu. 'Bu
Çaycı Emin'in kahvesi midir?' sorusuna 'Evet' diye cevap verdim. 'Emingili bırakacaklar.
Duydunuz mu?' dedi. Ben de inanmamış gibi, 'Bunlar şimdiye kadar idamlık idiler' dedim. O
da 'Ben ve üç arkadaşımla birlikte hükûmet tarafından bunların kitaplarını üç ay zarfında
geceli-gündüzlü eh-i vukuf olarak tetkik ettik. Eserlerinde hiçbir suç unsuru olmadığına rapor
verdik. Yakında beraat olacaklar. İnşaallah' dedi. Hatırladığım kadarıyla, adı Yusuf idi. Bir
hafta sonra gelen mektupta hakikaten müzakereye kaldıklarını ve yakında beraat edeceklerini
bildiriyorlardı. Aynen öyle de oldu.

sh:»(s.156)

"O zaman Mehmed Feyzi'den hatırımda kaldığına göre, altı çuval eser götürdüler.
Yine hatırımda kaldığına göre, o zaman Denizli maznunları altmış üç kişiydi. Kastamonu ve
civarından 23 kişiydi. Bunlar 63 kişiye dahil idiler. Beraatten sonra Kastamonulular Üstadın
tekrar Kastamonu'ya gelmesini istediler.

"Komiser Üstadı takipten vazgeçti"

"Kastamonuda-Üstadın kaldığı zaman-iki valinin devresine rastladım. ilki Avni Doğan


olacak herhalde. Üstadla aralarında bazı haller olmuşsa da, ben onları hatırlayıp ifade
edemiyorum. İkincisi de, Mithat Altıok devresiydi. O zaman taharrî memuru Saffet Bey,
Üstadı en çok takip edenlerdendi.

"Bir gün Valinin siyasi komiseri Avni Bey kahveye geldi, oturdu. Kahve içerken
Çaycı Emin'e dönerek gülümser bir tavırla başından geçenleri anlatmaya başladı. 'Bu gece
başıma bir hal geldi. Ben Hocanın kitaplarını veyahut herhangi bir halini suç üzere yakalama
plânını yatağımda düşünüyordum. O anda farkına vardım ki, karnım acaip şişti, nerede ise
patlayacaktım. Bunun neticesi hareketimin yanlış olduğunu anladım ve dönüş yaptım. Hemen
karnımın şişliği indi. 'Bunları Valinin siyasi Komiseri Avni Bey bizzat anlatırken, ben de
bizzat dinledim. Bundan sonra samimiyetini ifade etti.

"Yine iki polis Üstadı çok rahatsız ediyorlardı. Bunların ikisi de meçhul bir hastalığa
yakanarak Ankara'ya tedavi için gönderildiler. Dönüşlerinde Kastamonu hudutlarında Ilgaz
Dağı mıntıkasına yaklaşınca tekrar o hastalık kendilerinde belirmeye başlamış. Bu polislerin
âkibetinin ne olduğunu bilemiyorum.

"Kastamonu hiddete geldi"

"Üstad Kastamonu'dan ayrılırken takvim yaprakları l943 senesini gösteriyordu.


Üstadın gidişinden bir müddet sonra zelzele olayları başladı. Kaleden taş yuvarlanarak düşen
bir evin içinde yedi kişi öldü. Tosya kazasında 600-700 kişi hayatını kaybetti.

Üstadın yeğeni Fuat

"Üstadın kardeşi Abdülmecid'in oğlu Fuat'ı Üstad çağırarak Kastamonu'ya getirtti. l5


gün kadar yanında alıkoydu. Bu on beş gün müddetinde ben Üstadın yeğeniyle mütemadiyen
görüşür ve kendisini alarak kahveye getirirdim. Kastamonu'yu gezdirirdim. Yeğeni o zaman
lisede okuyordu. Fuat, 'Amcam okumama razı değil'
sh:»(s.157) diyordu. Sebebini ise açıklamadı. On beş gün kaldıktan sonra Üstad izin
verdi, ikamet ettiği yer olan Ürgüp'e gitti.

"Hatırladıklarım bunlardır. Mübalağa ve fazla söz söylemekten Allah'a sığınırım."

sh:»(s.158)

[]

Abdullah Yeğin

ABDULLAH YEĞİN

Abdullah Yeğin, henüz bir ortaokul talebesi iken Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret
edip elini öpmüş ve talebesi olmuştu. Bediüzzaman ona "Nurcuların Abisi" diye iltifat ederdi.

Bediüzzaman'ı Kastamonu'ya l936 senesinde sevketmişlerdi.

Onun bütün hayatı boyunca kaderin sevki ile gezdirildiğini görüyoruz. O, sıla ile
gurbeti kendi gönlünde birleştirmişti. Bu sebepten dolayı nereye sürülmüşse, orayı da bir
vatan parçası olması dolayısıyla hoş karşılıyordu.

Kastamonu'da l943 yılına kadar kaldı. Bu yıllarda İnebolu, Taşköprü, Daday ve Araç
gibi kazalardan İslâmiyeti öğrenmek isteyenler, ecdadına, an'anelerine bağlı insanlar
Bediüzzaman'ın etrafında halkalandılar. İşte o tarihlerde Abdullah Yeğin de, henüz küçük bir
talebe iken, bu fedakârlar kadrosuna dahil oldu.

Bediüzzaman'ın mektuplarında "Araçlı Abdullah" diye ismi geçer.

Nur Risalelerini okumaktan dolayı başından geçen hâdiseler roman çapındadır. Bu


hatıralar belki bizim yapamadığımız böyle bir çalışmayı da kapı açar ümidindeyim. Onun
kadar mahkeme huzuruna çıkmış çok az kimse vardır. Nur davaları sebebiyle Urfa, Gaziantep,
Ankara ve Adana hapishanelerinde aylarca yatmış, davaların hepsi de beraat ile
neticelenmiştir.

Uzun yılların çalışma ve araştırmalarının neticesi olarak "Yeni Lügat" isimli kıymetli
bir de eseri vardır.

İlk görüşme
Abdullah Yeğin hatıralarını kendisi kaleme aldı. Şöyle anlattı:

"Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıftayım. (l940-l94l), Üstad'ın kiraladığı evin
sahibinin ve bize gelen zatların sitayişle bahsetmeleri üzerine bende onu görmek ve ziyaret
etmek arzusu

sh:»(s.159) uyandı. Onun hakkında duyduklarım, büyük bir zat olduğu, hediye kabul
etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklinde idi.

"Bir gün okulda teneffüs esnasında sıra arkadaşım Rıfat'a bu konuyu açtım. 'Burada
çok kıymetli bir hoca varmış' deyince arkadaşım, 'Ben onu tanırım, evi bizim evin
karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazan ona gidiyorum' dedi.

"Münasip bir vakitte birlikte gittik.

"Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıkarak sağdaki ilk kapıdan odasına girdik. Evvelâ
Rıfat, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divanın üstüne oturmuş, dizlerine
yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulaklarının hizasına
kadar gelmişti. İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak, 'Sefâ geldiniz' dedi. Arkadaşımdan
beni sordu. O da 'Benim mektep arkadaşımdır' diye beni tanıttı. İsmimi sordu. Çok iltifat etti.
İslâmiyetten, imanın güzelliğinden, ölümden, âhiretten bahsetti. Bir müddet sonra yanından
ayrıldık

"Çok mütevazi idi"

"Başka bir gün yine ziyaretine gitmiştim. Çok mütevazi, çok engin gönüllü bir insandı.

"Tevazuundan dolayı bana öyle geliyordu ki, çok şey bilmiyor. Çünkü hep bizim
bildiğimiz şeyleri anlatıyordu.

"Allah'ın birliğinden, insanın serbest, başıboş olmadığından, zamanın tehlikelerinden


anlatırdı.

"Onun tevazuu, mahviyeti, alçakgönüllü oluşu, sevgi ve alakası bizi kendisine


bağlamıştı.

"Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize
güzel güzel cevaplar verirdi.
"Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak
Üstad'ın yanına gidince zail olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından.

"Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor"

"Yine bir ziyaretimde şöyle bir sual sormuştum:

"Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor. Bize Hâlıkımızı tanıttır."

"Bu mevzuda uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman yazıldı,
iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayetü'l-Kübrâ'dan, Küçük Sözler'den Mehmed Feyzi
Pamukçu okur, biz de defterlerimize yeni yazıyla yazardık.

sh:»(s.160)

"Ekseriyetle kâtipliğini Mehmed Feyzi Efendi yapardı.

"Kastamonu civarında Karadağ ve Hacı İbrahimdağı denilen yerlere bazan pazar ve


tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kırda, ayet'ül-
Kübrâ'dan ve Sözler'den okurduk. Bazan iki Risaleyi karşılaştırır, tashih ederdi. İmanî, İslâmî
mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu.

"Bediüzzaman Hoca'nın yanına kimler gitti?"

"Bir gün mektepte coğrafya dersinde idik. Coğrafya hocası, 'O mürteci Bediüzzaman
denilen Hoca'nın yanına kimler gitti?" diye sınıfta sordu. Altı kişi parmak kaldırdık. Neden,
niçin gittiğimizi sordu. Üstad'ın inkılâp düşmanı olduğunu, Atatürk'ü sevmediğini söyledi.
Bizi inzibat meclisi denilen disiplin kuruluna sevketti.

"Disiplin kurulunda çeşitli sualler soruldu. Yazılı-cevaplı ifadelerimiz alındı. Neticede


Suat isimli arkadaşımıza ve bana altı gün mektepten tard cezası, diğer arkadaşlara da ihtar,
tekdir gibi cezalar verdiler.

"Verdiğimiz ifadelerde dinimizi öğrenmek için gittiğimizi, kimse aleyhinde bir


konuşma olmadığını, dindar olduğumuzu, ibadet etmeyi sevdiğimizi söyledik. Bu hâdiseden
birkaç gün sonra kaldığım evi polisler bastılar. İnceden inceye arama yaptılar. Bir şey
bulumadılar.
"Üstad'ın evinde bana ait bir defter ve ismim bulunduğu için Denizli savcısı telgrafla
evimizin aranmasını istemiş.

"Emniyette ifadem alındı. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Savcı: 'Müftü var,
birçok hocalar var. Niçin onların yanına gitmiyorsunuz?' dedi. Ben de müftüyü tanımadığımı
söyledim.

Urfa yılları

"Askerlik yıllarımız hariç Urfa'da sekiz sene kaldım.

"Üstad, hayatının son yıllarında gezmeye başlamıştı.Biz, mutlaka Urfa'ya da gelidr


diye bekliyorduk. Hattâ davet etmiştik. Gazetelerden seyahatlarını takip ediyorduk.
Vefatından bir iki ay önce Isparta'ya gitmiştim. Ziyaretimde:

"Üstadım! 'Urfa'ya geleceğim dediniz' gelemediniz. Oradaki yatak vesair eşyalarınız


ne olacak?' demiştim.

"Sen ne yaparsan yap, seni vekil ediyorum' dedi.

"Ben de 'Satarım' dedim. 'Sen bilirsin' gibi cevaplar vermişti. Artık ben Urfa'ya
geleceğinin ümidini kaybediyordum. Belki de gelemeyecek diye düşünüyordum.

sh:»(s.161)

"Üstad geldi"

"O sırada Üstadımız çok seyahat ediyordu. Lehinde, aleyhinde yazılar gazetelerde
çıktığı gün, gazeteleri takip ediyorduk. Kadıoğlu Camii hücresinde kalıyordum. Hüsnü
kardeşim ve Zübeyir Ağabey Üstadımızın yanında idi. Abdülkadir Badıllı da askere gitmişti.
Onun için yalnızdım. Gelen giden ziyaretçiler, Risale-i Nur isteyenler oluyordu. Bir Pazartesi
günü, öğle yakındı. Abdest alırken hararetle birisi geldi. 'Üstad geldi, Üstad geldi' diye acele
söyledi. Ben ayaklarımı yıkarken Zübeyir Ağabey acele ile dış kapıdan içeri girdi. Telaşla
Üstad geldi. 'Acele gel' diye beni çağırdı. Acele ile ayaklarımı yıkadım. Hemen beraber
koştuk. Sabri Küçük, 'En iyi otel, İpek Palas otelidir' demişti. Taksiye bindik, o tarafa gittik.
Takside Üstadımızın halini, zafiyet ve halsizliğini görünce, çok perişan olmuştum. Âdeta
ağlamak istiyordum. Daha evvelki görüşmelerimizde sık sık bize diyordu: 'Bana
bağlanmayanız. Risale-i Nur'a bağlanınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur,
Kur'ân'ın malıdır, ona bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır
diye tanımayınız. Risale-i Nur'da konuşan delil ve bürhan, hakikattır.' İşte bu sözlerin
mânâsını düşünüyorum. Şaşkın bir halde idim. Üstad'la konuşmadığımız için üzgün olduğum
gibi hastalığının şiddetini de görüyor, müteessir oluyordum. 'Bana bağlanmayınız' sözlerini
düşünüyordum. Hemen Üstadımız geldi, diye seviniyor, hem de hastalığının şiddetinden çok
müteessir oluyordum.

"Üstad çok rahatsızdı. Ayakta duramayacak bir halde idi. iki koluna girerek İpek Palas
Oteline çıktık. Bu esnada gelen polisler Üstad'ın kim olduğunu soruyordu. Biz de cevap
veriyorduk.

"Küfür ölmüştür"

"Salı sabahı, yani gelişinden bir gün sonra rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Yanına
girdiğimde bana hitaben, 'Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra bir

[]

Abdullah Yeğin, hayatını vakfettiği Risale-i

Nurla

sh:»(s.162) şeyler yapamazlar!' diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa'nın


ehemmiyetinden bahisle Urfa'lıların İslâmiyete olan hizmetlerinden anlatıyordu. Urfa'nın
Türk, Arap, Kürd gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsediyordu.
Gelen ziyaretçilere de çok alâka ve iltifat ediyordu. Yüzlerce Urfa'lı otele gelip, ziyaret edip
elini öpüyorlardı.

"Polisler, zabıta müdürleri, çeşitli memurlar, gruplar halinde ziyaretine geliyorlardı.


Otelin etrafı mahşerî bir kalabalıkla kuşatılmıştı. Üstad polislere hitaben: 'Biz sizlerin
yardımcısıyız. Biz de emniyet ve asayişe hizmet ediyoruz' diyordu.

"Hastayım, Urfa'dan ayrılamam"

"Gelen memurlar, Üstad'ın Urfa'yı terketmesini istiyorlardı. Yukarıdan gelen emri


tebliğ ediyorlardı. Üstad, onlara cevaben:
"Siz görüyorsunuz, ben hastayım. Belki de buraya ölmek için geldim. Bu vaziyette ben
yola gidemem. Biz birbirimizin yardımcısıyız. Risale-i Nur ve talebeleri daima emniyet ve
asayişe hizmet etmişlerdir. Biz ehl-i dünyanın işlerine karışmıyoruz. Benim halimi şimdi
görüyorsunuz. Siz benim namıma gidin, çalışın, ben buradan gidemem' diyordu. Polisler
gittikten sonra halkın eşrafı ve Demokrat Parti ileri gelenleri otele girerek üstad'ın durumu ile
çok yakından ilgilendiler. 'Biz Üstad'ı hiç bir yere vermeyiz' diyerek vermemek için
çalışacaklarını söyleyip ayrıldılar.

"Başvekil Adnan Merderes'e telgraflar çekildi. Senelerden beri imana hizmet eden,
bütün ömrünü İslâmiyete vakfeden, daima milletimizin selâmetine çalışan ve dua eden,
doksanlık bir İslâm mücahidinin Urfa'dan gitmesini istemek, neden icap etsin?Müfsitlerin,
memleket ve din düşmanlarının iğfaline hükümetin, iktidarın vesile olmaması, âhir ömründe
bu zatın serbest nefes almasına mani olunmaması için telgraflar çekilmesini, civar
vilâyetlerdeki kardeşlerimize telefon ve telgrafla bildiriyorduk. Urfa'lıların müracaatlarıyla
hükümet doktoru ve sıhhat müdür gibi zatlar Üstad'ı muayeneye geldiler ve hastalığını
gördüler. Katiyyen ve asla bu zat böyle yola çıkamaz, diye kararlarını verdiler. Salı günü halk
ve hükümet arasında adeta bir hâdise çıkacak gibi idi. Urfa'lılar: 'Biz Üstadımızı
bırakmayacağız' diyorlar ve hükümet ise Üstadımızın gitmesinin tekrar tekrar Ankara'dan
Dahiliye Vekâletinden bildirildiğini söylüyorlardı. Urfa Demokrat Parti Başkanı merhum
Mehmed Hatipoğlu celâlet ve şecaatla 'Üstadımızı vermeyeceğiz' diye çalışması binlerce
tebriklere şayestir. Nihayet o gün mücadele ile geçti. Hattâ Üstadı

sh:»(s.163) mızın geldiği arabayı Hüsnü Bayram kardeşimizden polisler teslim aldılar.
Anahtarlarını alıp, 'Yarın sizi yola çıkaracağız' diye hazırlıkta bulunmalarını söylediler.

"Üstad vefat etmişti"

"Üstadımızın başında sıra ile nöbet bekliyorduk. Otelci bize çok yardımda
bulunuyordu. Kolaylık gösteriyordu. 'Benim misafirime polisler nasıl karışır, misafir olan
böyle bir zatı nasıl rahatsız edebilir? Bunu kanun da kabul etmez, insanlık da' diyerek İslâmî
şecaat ve cesaretini gösteriyordu. Gece geç vakte kadar Urfa'lı çok kimseler Üstadımızı
ziyaret ettiler. Üstadımız hararetle onları okşuyor, vedalaşıyordu. Üstadımızın vefat edeceği
hatırımıza geliyor ve fakat hizmetinin bitmediğini düşünerek aklımız kabul etmiyordu. Fakat
bir kaç ay önce Isparta'daki ziyaretimde, 'Ben Risale-i Nur neşroluncaya kadar bir ömür
istiyorum. Ondan sonra bana lüzum kalmamıştır. Benim vazifemi Risale-i Nur yapar' şeklinde
konuşmuş idi. Fakat biz bunları düşünecek halde değildik. Gece saat üç sıralarında ben
postahaneye merhum Adnan Menderes'e yıldırım telgrafı çekmeye gittim. Telgarafta 'Doksan
senelik ömrünü dinine, milletine hizmet için vakfeden kahraman-ı İslâm, Üstadımız
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin bunca sene çektiği zulüm ve işkence yetmiyormuş
gibi, bir de kendi memleketinde misafirliğine dahi müsaade edilmiyor. Bu zulmün
müşsebbipleri hesap vermeyecekler mi?' gibi ifadeler vardı. Merhum Adnan Menderes, o
zaman İstanbul Pera Palas Otelinde misafir idi. Ben postahaneden otele geldim. Bazı
kardeşlerimiz Üstadımızın yanındaki başka bir odada idiler. Üstadımızın yanında Bayram
Yüksel kardeşimiz bekliyordu. Ben de bir bakayım diye gittim. Bayram kardeşimiz bir
kenarda, Üstadımızın odasında dua ediyordu. Bana gürültü etmeyelim, diye işaret etti. Fısıltı
ile bana dedi ki: 'Üstadımız uyudu, Şimdi çok rahat, gürültü etmeyelim, uyanmasın. 'Ben
yaklaştım. Nabıklarına baktım, atmıyordu. Nefes alışına dikkat ettim. 'Kardeşim! Nefes
aldığını hissetmiyorum.' Bayram kardeş de, 'Üstadımız bayıldı. Eskiden de bir defa böyle
olmuştu' dedi. Sonra Zübeyr Ağabey geldi. O da Üstadımızın bayıldığına ve uyuduğuna
inanıyordu. Vefatını kabul etmiyorduk. Halbuki Üstadımız (Allah ondan ebediyen razı olsun)
saat 03:00 sıralarında derin derin nefes alarak yatarken, Bayram kardeşimizi onun başucunda
bekliyormuş. Üstadımız hafif doğrularak Bayram kardeşimize sarılır gibi yaparak uzanmış ve
sakin bir hale geldiğinden Bayram kardeş, Üstadımız bayıldı zannederek etrafını örtmüş.
'Rahat etsin inşaallah iyi olur' diye bekliyormuş

sh:»(s.164)

"Biz hepimiz üzüntü ve ızdırap içinde sabahı bekledik. Namazdan sonra Urfa'lı Kurrâ
Hafız Mehmed Efendi geldi. Üstadımızı ziyaret etmek istiyordu. Bir gün evvel ziyaret etmek
için, zannedersem Mahmud Hasırcı ile beraber göndermiştim. 'Gelsin diye haber verilmişti.
Üstadımızın kapısını açtık. Üstadımızın yüzünü açarak gösterdik. Mehmed Efendi 'İnnâ Lillah
ve innâ İleyhi Râciûn' diyerek mağfiret duasında bulundu. 'Niye haber vermiyorsunuz?' dedi
ve gitti.

"Her tarafa haber saldık"

"Biz her tarafa, kardeşlerimize telefon veya telgrafla Üstadımızın vefat haberini
bildirmeye başladık. Sabahleyin saat sekiz sıralarında bir Albayla, Emniyet Müdürü otele
geldiler. Bize sert sert: 'Ne duruyorsunuz? Gitmeyecek misiniz?' diye çıkıştılar. Hemen bizden
evvel otelci: 'Gitmeyecekler, boşuna uğraşmayın. Üstad vefat etmiştir' diye onlara cevap
verdi. Onlar da süratle dönüp gittiler. Ağlamak istiyorduk. Gözyaşları, hıçkırıklar
boğazımızda düğümleniyordu. Fakat gelen telefon, sorulan şeylere cevap vermek zorunda
idik.

"Üstadımızın kabrinin Dergâhta olmasına karar verildi. Çarşamba ve Perşembe günleri


Üstadımızın naaşı yıkanarak bekletildi. Urfa Valisi Urfa'da bulunmuyordu. Perşembe günü
akşam üzeri Vali Bey, bizlerle görüşerek, fazla bekletilemeyeceğini ve imkân kalmadığını
söyledi. 'Bu mübarek Cuma gecesi onu kabre koyalım' diyordu.

"Herkes Urfa'daydı"

"Nihayet biz de o gece Kadir Gecesi olması ihtimali, Ramazan'ın yirmi beşinci Cuma
gecesi olması ve Urfa'ya çok Nur Talebesinin gelmesi gibi sebeplerle ister istemez, kabre
konulmasına taraftar olduk. Diğer vilâyetlerden 'Üstadımızın namazına biz de yetişelim'
diyerek, telefon ve telgraflar geliyordu. Dergâhta Üstadımızın gasli için tedbirler alındı.
Otelden Dergâha kadar kalabalık ve sokaklar almayacak derecede izdiham içerisinde
Üstadımızın tabutu eller üzerinde götürüldü. Sanki bütün dünya Urfa'ya toplanmış gibi bir hal
vardı. Urfa'nın eski hocalarından ve Üstadımıza çok hürmet ve sevgisi bulunan Molla Hamid
Efendi ve daha birkaç hoca ve imamlarda Üstadımızın yıkanmasında hazır bulundular.
Nihayet oradan alıp Ulu Cami'ye namaz kılınması için onbinlerin elleri ve başı üstünde
götürülmüştü. Caminin içindeki sol taraftaki bir odada akşama kadar bekletildi. Perşembe
gecesi tabutu caminin içine alınarak hatimler indirildi. Sabahlara kadar dualar edildi.

sh:»(s.165)

Muhteşem bir cenaze namazı

"Perşembe günü ikindi namazını müteakib Ulu Camiin avlusunda cenaze namazı
kılındı. Her taraf, meydanlar ve binaların üzerleri dahi insanlarla dolu idi. Ekseri Nur
Talebeleri, Urfa'lılar ve hariçten gelenler, Vali, Belediye Reisi, hep namaz da hazır idiler.
Mübarek tabutu tekrar eller üzerinde, askerler, polisler yardımıyla ve iştirakiyle Halil-ür-
Rahman Dergâhına götürdük. Gerek Üstadımızı Halil İbrahim Dergâhına götürürken, gerekse
çıkartırken senelerce Üstadımızın hizmetinde bulunmuş Zübeyr, Bayram, Hüsnü birbirlerine
kolkola vermişler, adeta kendilerini kaybetmişler, ağlıyorlar, 'Ah Üstadımızı' diye feryad
ediyorlardı. Ben bir zaman onlara demiştim: 'Kardeşim, kendinize gelin, biz Üstadımızın fani
şahsına bağlı değiliz.' Merhum Ceylân kardeşimiz de buna cevaben dedi ki: 'Sen ne
konuşuyorsun, Üstadımız herşeyiyle Kur'ân'ındır, İslâmındır' diye cevap verdiler... O gün
adeta kıyamet kopmuş gibi bir hal vardı. Yağmur yağıyordu. Sema ağlıyordu...

"Etraftan bütün bizi tanıyan kardeşlerimiz, 'Nur Talebeleri başınız sağ olsun'
diyorlardı. Senelerce evvel Üstadımızın bana hitaben: 'Sana başın sağ olsun diyecekler, keçeli
keçeli' dediğinin mânâsını o acı günde anlamıştım. Hayatımda böyle bir manzara ve bir hal ile
karşılaşmamıştım. Böyle bir vefat hâdisesini görmemiştim. Üstadımızın senelerce evvel 'Ben
de Urfa'ya geleceğim' demesi bu şekilde hiç beklemediğimiz bir tarzda tecelli etmişti. Bütün
Urfa'lılar bizimle alâkadar oluyorlar, acılarımızı paylaşıyorlar ve bizleri teselli etmeye
çalışıyorlardı. Bütün gelen misafirleri kurbanlar keserek memnun ediyorlardı. Ziyafetlerle,
İslâmî kardeşliği yaşayışlarıyla temsil ediyorlardı. Ulu Camiin önünde müteaddit kazanlar
konulmuş, yemekler pişirilmişti.

Hükümetin evhamı

"Üstadımızın Urfa'ya gelişi hükümeti ve bilhassa muarızları evhama düşürmüştü.


Üstadımızın kabrinin çok mübarek bir yerde bulunması, ziyaretçilerin her taraftan gelmesi,
hususan etraf köylerden ahalinin kabri ziyaret edip,yüzlerini kabre sürmeleri gibi halleri ve
aynı zamanda Şafii Mezhebinde cenaze namazının kabre karşı durarak da, mevta kabirde iken
de kılınabildiğinden, Üstadımızın cenaze namazına yetişemeyen Şafiîlerin kabre namaz
kılmaları zulmetli münevverler arasında su-i zanna sebep oluyordu.

"Gelenlerden bazıları şişelere Dergâhın suyundan dolduruyorlar, kabrin üzerine koyup


dua ettikten sonra hastalarına şifa olsun

Sh:» (S.166)

diye içiriyorlardı. Yine bir kısmı Üstadımızın kabrinin üzerine şeker koyuyor ve onu
hastasına götürüyordu. Bazıları da hatıra olarak, kabrin toprağını ceplerine koyup
götürüyorlardı. Baktık ki kabirde toprak kalmıyor, beton ile üzerini sıvamak mecburiyeti hasıl
oldu.
"Üstad sağlığında müdemadiyen mezarının gizli kalması için Cenab-ı Hak'tan niyazda
bulunurdu. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, 'Bu insanlar mezar ziyaretinin usülünü
bilmiyorlar, mezarda yatan makbul kulları vesile ederek Cenab-ı Hakkın dergâhına el
açacaklarken, tehlikeli bir şekilde mezarda yatanlardan dilekte bulunuyorlar. Hayatta rahat
yüzü göremedim, mezarımda rahatsız edilmemek için Rabbimden mezarımın gizli kalmasını
niyaz ediyorum' derdi. Gerçekten de mezarının bir kaç ay Urfa'da kalması esnasında bu
arzunun ne kadar isabetli olduğu açıkça anlaşılmıştı.

27 Mayıs'çıların tutumu

"Ziyarete gelenlerin ekserisi 'Talebelerini göreceğiz' diye bizlerle görüşmeden


gitmiyorlardı. Bu hal ehl-i dünyanın işine gelmezdi. Çünkü o havalide kuvvetli bir dinî
cereyan daima ilerleyerek Risale-i Nur daha çok inkişaf edecek, dinsizlerin plânları târ ü mar
olacaktı. 27 Mayıs'tan sonra da kaç gün ziyaretçiler devam etti. Türkiye'nin her tarafında
bulunan talebeleri yer yer bazı vilâyetlerde, kazalarda ve köylerde sırf Allah rızası için halka
Risale-i Nur'u okuyarak ders dinlettiriyorlardı. İmandan gelen bir fedakârlıkla Kur'ân-ı
Kerim'in hakikatlarının öğretilmesine, tahkiki imana vesile olmaya çalışıyorlardı. 27
Mayıs'tan bir kaç gün sonra dinsizlerin ifsadı neticesinde Urfa'daki tanınmış Risale-i Nur
Talebelerine karşı hükümet harekete geçti. Zaten ordu idareyi ele almıştı. Onbeş-yirmi kadar,
Urfa ve civarındaki Nur Talebelerinden bir kısmımızı topladılar ve jandarma merkez
kumandanlığına götürdüler. İhtilâl olalı bir-iki gün olmuştu. Bir kaç gün orada beklettikten
sonra, sıra ile ifademizi almaya çağırdılar. İki binbaşı, bir kaç asker bizi tekrar tekrar
çağırarak, muhtelif sualler sordular.

"Jandarma karakolunda ilk ifademde çok şüphelendiklerini binbaşı soruyor, ben de


cevap veriyordum. Binbaşının hakaret ve tehditlerini unutmuş vaziyetteyim. En çok üzerinde
durduğu nokta, 'Niçin Urfa'da duruyorsun? İaşeni nasıl temin ediyorsun? Neden izinsiz
camilerde ders okuyorsun?' sualleriydi. Sonra Zübeyr Ağabeyin de ifadesi alındı. Ondan sonra
sıra ile hepimiz hakim üsteğmenin yanına esas ifademiz için gönderdiler. Hakim üsteğmen
insaflı ve adaletliydi. Sandalye verdi, oturduk ve bir arkadaş gibi ifa

sh:»(s.167) demizi aldı. Biraz konuştuktan sonra, 'Sizi yanlış anlatıyorlar, bizim
bildiğimiz gibi değilmişsiniz. Sizin suçunuz yoktur. Siyasiler işi karıştırıyor. Hükümete,
askeriye hakim olduğu için böyle oluyor' diye konuşmuştu. O gün ifadelerimizi aldıktan sonra
hepimizi serbest bıraktılar.
"Her haliyle müstesna idi"

"Üstadımız lisan-ı hali gibi lisan-ı kali de bedi olduğundan onu gören hayretle ona
bakardı. Çünkü kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemâili hiç
hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman ortaokulda olduğum halde kıyafeti bende öyle bir
tesir bırakmıştı ki, ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallitlerine karşı
içimde bir nefret hasıl olmuştu.

"Hattâ önceleri Kürtlere karşı bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler,
elekçilere, çingenelere ve Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimî, şefkatli, âlicenap,
îmanlı, merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra, fakirlere, Kürt denilen kimselere,
îman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet, bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak
istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemeyen kimselere karşı içimden bir sevgi hasıl
olmuştu. Zulmün şiddetli devrinde (l940 senelerinde), polisten, jandarmadan halkın çok
çekindiği zamanlarda aynı eski kılık kıyafetiyle sert ve dik adımlarla polis nezaretinden vali
konağına doğru gidişini ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişini hiç
unutmam.

[]

Abdullah Yeğen Nur Davalarından birinde mahkeme koridorunda (İlhamî Soysal'ın


"Ben Bir Nur Talebesiyim" Başlıklı 4.5.l964 tarihli Akşam Gazetesinden)

"O zaman ben ve bir kaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı,
yüzünden, her halinden okunan bu vatan evlâdı, haliyle, tavrıyla müstevlilerin medeniyet
namına telkin ettikleri sahtekâr zihniyete azimle karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman
düşünemiyordum, fakat içimden dinsizlere, din aleyhindekilere karşı bir nefret hasıl olmuştu.
Üstad'ımın lisân-ı hâli bana bu dersi verdiği gibi, onun daima Allah'a iman, âhirete iman,
Kur'ân'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin

Sh:»(S.168) etmesi de unutamadığım hallerindendi. Onun lisan-ı hali dindarlığın


şerafetini ilân ediyor, zihinlere nakşediyordu.

"Yazdıklarını yaşıyordu"

"Ben Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim: Kimseden hediye almazmış. Yaşayışını
gördüm, hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı.
Gerisi ise tam takır, boştu. Halkın eşrafı ve zengin kimseleri ona bir şey getirseler, o çok lâtif
bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bir karşılık vermeden
bir eşya almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep
Risale-i Nur'du. O derslerin tekrarı gibiydi. Onun için ben dikkatsizlik eder ve bazan da
sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum ve biliyorum zannı ile hareket
ederdim. Bu gafletimi de unutmuyordum..

"Kastamonu'da iken işim olmadığından ziyaretine giderdim. Ve bazen odun kırmak,


suyunu getirmek gibi hizmetlerini yapmak isterdim. Onun kimsesiz haletine, fakirliğine
merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.

"Emirdağ'da bana: 'Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok'
derdi. Çünkü ben o zaman Üstad büyük bir zattır. Âhirzamanda gelen bir ıslahatçıdır, diyerek,
ona daha başka hürmetle hizmet etmek isterdim. O bunları hissetmişti ve bana böyle derdi.
'Ben kendime hürmet istemiyorum, bana bağlanmayınız. Risale-i Nur'a bağlanınız. O
Kur'ân'ın dersidir.'

"Allah rızası için çalışmayı ders verirdi"

"Bir gün bir iş için iki elim önde birbirini tutar durumda, farkında olmadan
hürmetkârâne bir tavırda Üstad'ın önünde durmuştum. O beni şiddetle azarladı, 'Ben hürmet
istemiyorum' diye hiddet etmişti..

"Bununla beraber sırf rıza-ı İlâhiyi hedef ittihaz etmemizi daima telkin ederdi. Bir kaç
üniversiteli arkadaşla Emirdağ'a ziyarete gittiğimizde, bize şu şekilde tenbihatta bulunmuştu:

"Kardeşim dünyada benden bir menfaat ümit ederseniz veya âhirette birşey
bekliyorsanız, benim yanımda duramazsınız. Benden hiçbir şey beklemeyiniz. Ben de âciz
kusurlu bir insanım. Sırf Allah rızası için düşünüyorsanız sizi kabul ederim...'

sh:»(s.169)

"Hediye kabul etmiyorduk"

"Yanında, hizmetinde kaldığımız müddetçe otuz kuruş tayinat parasından başka da bir
şey vermiyordu. Kimseden hediye kabul edemiyorduk. Bazan otuz kuruşa bir kilo un alır ve
un çorbası yapardık. Bir Kurban Bayramı'nda komşumuz Cafer Ağa kurban kesmişti. Israr
etti, "Et getireceğim, kabul edin' diye.... Ben içinden Üstad gücenir diye kabul etmek
istemedim. Fakat kalben kabul etsem ne olur, bu bayramdır, diye düşünüyordum. Bir müddet
sonra Cafer Ağa, Üstad'ı gördü ve beni şikâyet etti. Kurban payı veriyorum, almıyor diye.
Daha evvel Üstad, benim kalbimi okumuş ki, 'Sana bayramda et kabul etmene müsaade
ediyorum' demişti. Bu durum beni hem çok mahçup etmiş, hemde sevindirmişti.

[]

Abdullah Yeğin'in Ankara'da Dil ve Tarih-Çoğ-

rafya Fakültesi'nde talebe olduğu yıllara ait bir belge

"Ben Muallim Mustafa Sungur"

"Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde üçüncü sınıfa derste iken birisinin beni
aradığını haber verdiler. Hemen çıkarak kapıya gittim. Köylü kıyafetinde genç bir arkadaştı.

"O kendisini 'Ben Muallim Mustafa Sungur' diye tanıttı. 'Üstadımızın yanından
geliyorum' dedi ve beni kucakladı. Ben mahcup oldum, âdeta, ona sarılmak istemiyordum.
Âlemin gözü önünde öyle köylü kıyafetli birisi ile sarılmak onuruma dokunuyordu. Fakat
onun samimî anlatışları, fedailik durumu, Risale-i Nur'a olan sevgisi, bağlılığı bana çok tesir
etmişti.

"Bunu nakletmekteki maksadım şudur: Risale-i Nur ve Üstad, insana samimî bir halet
kazandırıyor. Mütevazi, enaniyetsiz, gurur ve kibirden âzade, kendini beğenmeyen, samimî,
açık kalbiyle Cenab-ı Hakka mütevvecih olmuş, dünyanın en hayırlı vechesine dönmüş bir
halet kazandırıyordu. Bu hal Üstad'da daha ulvî bir tevazu

sh:»(s.170) halinde görünüyordu. Hangi Nur Talebesiyle karşılaşsam, bu halet az çok


belliydi. Hakiki ve ciddi bir samimiyet insanı sarıyordu. Onun için Üstadımızı ilk
gördüğümde, onun tevazuu bana çok tesir etmişti. Hattâ 'Kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?'
diye Feyzi Efendiden sormuştum.

"Risale-i Nur kimdir?'

"Üstadımız kendisinden bahsetmezdi. Risale-i Nur'u methederdi. Ben de çocukluktan


olacak, bu Hocanın bahsettiği Risale-i Nur kimdir? diye düşünürdüm. Bir gün Feyzi Efendi'ye
sormuştum: 'Bu Risale-i Nur kimdir?' O da bana aynı odada kitap mütalaası ile meşgul olan
Üstad'ımızı göstererek, 'Efendi, Efendi' demişti. Ben de taaccüple bakmıştım. O zaman
demiştim; 'Peki Efendim, kitap yazabilir mi? Arapça bilirmi?' ilâ ahir... Üstad'ımızın, insanın
en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimî arkadaşı gibi hareketleri ister istemez insanı
kendisine bağlıyormuş. Fakat o kendisine değil, Kur'ân hakikatlarına, Risale-i Nur'a
bağlanmamızı temine çalışıyordu.

"Ankara'da iken, her şeyi bırakıp Üstad'ımızın yanına gitmek istiyordum. Fakat
düşünüyordum. Babam harçlık göndermezse, bir menfaat beklemeden, kimseden bir şey
almadan nasıl yaşarım diye cesaretim kırılıyor. Üstadın kalbimizden geçenleri bildiğine, çok
zaman cevap verdiğine veya tevafukla bu gibi şeylerin nasıl halledildiğine misal olarak şu
hâdiseyi zikrediyorum:

"Emirdağ'a geldiğimde bir kitap açtı, bir sahifeyi gösterdi ve 'Okuyabilir misin?' dedi.
Kitap, Kur'ân yazısı ile yazılmıştı. 'Yavaş yavaş okurum' dedim. Zora zora kitabı okudum.
Orada talebe-i ulûm'un rızkına bereket düşer meâlinde mühim bir ders vardı. Okuyup
bitirdikten sonra, 'Dersini aldın mı?' dedi. Ben de Ankara'da o fikrimi hatırladım 'Aldım
Üstad'ım' dedim.

"Şimdiki talebelerim daha fedakârdır"

"Bir gün fedakârlıktan bahsederken demişti:

"Benim şimdiki talebelerim, Ruslarla harbederken benimle Şark'ta kendini ateşe atan
fedâilerden daha fedakârdırlar. Çünkü, bütün ömrünü feda etmek kolay değildir. Bir anda
insan kendini ateşe atsa, şehit olur gider. Devamlı surette sadakatla, fedakârlık ise, öyle kolay
değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim Eski Said'in talebelerinden daha
fedakârdırlar. Ne vakit Şark'ta bu sır inkişaf etse, benim hemşehrilerim dine büyük hizmet
ederler' demişti.

sh:»(s.171)

"İslâm olanlardan kimsenin aleyhinde konuşmamızı istemezdi. Hattâ iyi biliyorum.


Müslümanların reisidir diye, Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'ın aleyhinde konuşturmazdı.
ingilizlere karşı sertçe ve cesurca karşı geldi diye onu da takdir ederdi.

"Çok muktesitti"
"Üstad'ımız muktesit olduğu gibi, bizi de iktisatlı harekete alıştırıyordu. Bir defa
soğukta kömür yak diye mangalı gösterdi. Ben her zaman yaktığımız kömürlerden bir-iki
avuç fazla kömür koyarak yakmıştım. Şiddetle azarladı ve 'Bu fazla, israftır; ahmaklık etme'
diye fazla kömürü aldırmıştı.

"Her gün veya gün aşırı bir çanak yoğurt aldırırdı. Topraktan bir çanak 25 kuruşaydı.
Ağzı örtülü gelmezse ondan yemiyordu. Hem ekmekten bir avucu ile ne kadar koparabilirse o
kadar yerdi. Bazan onu da yiyemiyordu. Ekmek fırından ve kapalı yerden alınırdı. Açıktaki
ekmekten aldırmaz ve ondan yemezdi. Bir bez torba içerisinde çarşıdan gelir ve daima kapalı
kalırdı. Yemeği yalnız başına yemek isterdi. Yemek yerken görsek, yemeğinin belki yarısını
bize veriyordu.

"Farkında olmadan yemek yerken içeri girsek, hemen 'Midenin kerameti var' der ve
biraz olsun yemeğinden verirdi.

"l953 seneleri zannederim, Çamlıca'da köşkü bulunan Barla'lı eski talebelerinden bir
zat Üstad'ı oraya davet etti. Üstad o gün benimle gitmişti. Yanımızda bir de şoför vardı.
Çamlıca'ya vardık. Bir kaç zat da oraya gelmişlerdi.

"Öğle vakti yemek geldi. Fevkalâde bir ziyafet vardı. Üstad'ımız hane sahibine
fevkalâde memnuniyetini söyledi ve sofraya oturmadı. 'Ben rahatsızım, midem rahatsız
oluyor, bana bir parça ayırın, verin' diyerek bizden ayrı bir ağacın altına giderek sadece bir
kap yemekten bir parça yemişti. 'Bunu padişah ziyafeti olarak kabul ediyorum' diye ev sahibi
zata iltifat etti. Sonra arabada gelirken bana iktisattan ve böyle ziyafetlerin zararlarından ve
su-i istimal edildiğinden, din hizmeti mukabilinde karşılık almanın zararlarından, bu gibi
zevkli, dünyevî ahvalin faniliğinden bahsederek tenbihatta bulunmuştu.

"Zaten Üstad'ımız daima iki vakit yemek yerdi. Bir kuşluk vakti, bir de ikindiden
sonra. Bir kap yemekten fazla yediğini pek bilemiyorum.

sh:»(s.172)

"Vefakârdı, kimseyi incitmezdi"

"Üstad'ımız hiç kimseyi incitmek, istemediği gibi, eski sadık dostlarını da hiç
unutmaz, onları hatırlarsa göz yaşı dökerdi. Onun şefkatini ve dostlarına sadakatını bilmeyen
azdır.
"Üstad'ımız, yanına gelen meşhur kimselerden kim olsa onlara iltifat eder, onları kendi
haliyle kabul ederek, iyi cihetlerinden bahsederek kendine müteveccih hizmetlere az çok
teşvike çalışırdı.

"Emirdağ'da Samsun Mahkemesi için rapor almak icap etmişti. Oranın hükümet
tabibini halk mason biliyordu. Hem de bu doktor Üstad'ın aleyhinde idi. Rapor vermesi, de
ihtimalden değildi. Öyle iken, Üstad onun müracaatını kabul etti ve doktoru eve davet ettik.
Üstad'ın hakikaten hasta olduğunu, bir görüşmek iyi olacağını vesair daha ne söylendi
bilmiyorum. Üstad'ımız yatıyordu. Doktor geldi. Onunla bir müddet yalnız görüştü. Sonradan
duyduğumuza göre ona Üstad'ımız başına neler geldiğini, esas gayesinin ne olduğunu
anlatmış. Hakikaten hasta olduğundan, rapor alması lâzım geldiğini söylüyor ve diyor ki, 'Sen
bana rapor verme, Eskişehir'e havale et, sana bir zarar gelmesin' diyor. Ve Hüccetü'z-Zehrâ
kitabını vererek namaz kılmasını tavsiye ediyor. Doktor evden çıkarken, 'Biz Hoca Efendi'yi
bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız, şimdi namaz kılmak ile de borçlandım' diyerek
gitmişti.

Hülâsa

"Hülâsa, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî kendisi için değil, dünyada rahat etmek
için değil, hırka, fırka için de değil, imanı kurtarmak, imana musallat olan mikropları,
vesveseleri tasfiye için çalışıyor, birlik beraberlik istiyor, ittihadı bozacak hallerden, ihtilaf
çıkaracak mevzulardan çekiniyordu. Onun için sırf mü'minler arasındaki müşterek düsturları
ele alarak onları vuzuha kavuşturuyor, teferruatla meşgul olmuyordu. 'Elbette herşeyden
evvel, imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz' diyerek, âhirzaman
fitnesinden mü'minlerin salimen kurtulmasını niyaz ediyor, ona çalışıyordu. Onun için hep
aynı mevzuları başka başka cepheden ders veriyordu. Talebelerini mümkün mertebe başka
mevzulardan şahsî çekişmelerden menedip, Kur'ân'a dair her hizmeti alkışlıyordu. Risale-i
Nur'a hizmeti her hizmetten üstün tutması bunun içindi.

"Şahsî kusurlara bakmıyordu. Bir şahsı İslâmî cereyana ve Nurculuğa dost yapmaya
kıymet veriyordu.

"Üstad'ımızın son günlerinde, vefatından bir iki ay önce idi. Tenezzülen beni Urfa'ya
yolcu etmek için Afyon Çay nahiyesine doğru
sh:»(s.173) arabada gidiyorduk. Ben Üstad'ımıza Diyarbakır'dan ve orada hizmet eden
ağabeyden bahsettim, onu ziyaret edeceğimi söyledim.

"Üstad, 'Yok,Urfa oradan ileridir. Gitmeye lüzum yok!' diye bana iltifatla mukabele
etti. Sonra da Hüsrev Ağabeyden bahsederek onu ziyaret etmeyi istemiştim. Yine Üstad'ımız
ona da lüzum olmadığını, Risale-i Nur var, size kâfidir, diyerek reddediyordu.

"Başka bir şey, bir fikir sormak istiyorsan, işte Zübeyr' diye yanındaki Zübeyr
Ağabeyi gösteriyordu. Fakat o anda başka birisi de olsa idi Sungur, Ceylân gibi onları da
gösterir ve onlara da havale edebilirdi."

Abdullah Yeğin'in bu hatıraları, görüp işittikleri sadece bir kısmıdır. Elbette otuzbeş
yıllık hatıralar bu kadar olamaz. Bir bahr-ı ummân küçücük su testisine sığar mı?

sh:»(s.174)

HATİCE YILDIZ

Hatice Yıldız (l904-l982) Urfalı polis memuru Şükrü Yıldız'ın hanımıydı.


Kastamonu'da polis karakolunun karşısında oturan Bediüzzaman'a talebe olarak hizmet
etmişti. Üstad'ın çamaşırlarını yıkamak, yemek pişirmek gibi hizmetlerde bulunmuştu. Zaman
zaman yanındaki kızı Emine (Bozbayındır) ve oğlu Bekir Yıldız'la birlikte Üstad'ı ziyaretine
giderdi.

"Seni ihbar eden kendisi zarar eder"

Şükrü Yıldız Kastamonu'da komiser olarak karakolda vazifeliydi. Hanımının Üstad'a


yaptığı bu hizmetleri hoş karşılar ve kabul derdi. Hanımı Bediüzzaman'ın talebesi olduğu için,
bu komiserin de defalarca evi aranmış ve kendisine çok zarar vermişlerdi.

Nizip'teki evinde annesini yıkayıp, yamadığı eşyaları bugünlere kadar saklayan kızı
Emine Hanım bunları muhafaza etmemiz için bize teslim etmişti.

Bekir Yıldız ise Üstad'ın kendisinin gözlerine iltifat ve alâka gösterdiğini, gözlerinde
çok mânâların bulunduğunu ifade ettiğini anlatıyordu.

Komiser Şükrü Yıldız'a Bediüzzaman Hazretlerinin "Vazifeni yap, Allah'a tevekkül et,
seni ihbar eden, kendisi zarara uğrar" dediğini kızları anlatmaktadırlar.
Sh:»(S.175)

[]

İbrahim Fakazlı

İBRAHİM FAKAZLI

Risale-i Nur'da "Küçük İbrahim" şeklinde bahsedilen İbrahim Fakazlı l328 (l9l2)
tarihinde İnebolu'da dünyaya geldi. Hz. Üstadı ilk defa l940'da Kastamonu'da ziyaret etti.

İbrahim Fakazlı Ağabeyin hâtıralarını mülakat tarzında kaydetmiştik.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa nerede, nasıl ve kiminle beraber ziyaret
ettiniz?

İkinci Cihan Savaşında ihtiyat askeri iken bir gece rüyamda karargâh çadırında
oturuyorduk. O sırada askerler bana dediler ki: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) karargâhımıza
geldi." Bu haberi duyar duymaz "Neden şimdiye kadar haberim olmadı?" diye çadırların
arasından koşarak, hem hüngür hüngür ağlıyor, hemde arıyordum. Birden karşımdan
geldiklerini gördüm. Boyu uzuna yakında 30-40 yaşlarında yiğit bir kahraman
görüntüsündeydi. Belinde yerlere değen bir kılıç, başında o zamana kadar hiç görmediğim
uzun birsarık, ayağında normal bir şalvar, üzerinde göğsü açık bir gömlek, çok nuranî,
sakalsız, bıyıklı bir zat. Ağlayarak kendimi ayaklarına attım. Bir taraftan ellerini ve ayaklarını
öpüyor, bir taraftan da, "Haberinizi ancak şimdi aldım, bizi af buyurun" diyerek yalvarırken
uyandım.

Yanımda yatan arkadaşım Selahaddin Çelebi ağladığımı anlamıştı. Bu rüyayı


arkadaşlara anlattım. Onlarda o günkü şartlar içinde rüyamı terhis müjdesi olarak tabir ettiler.

Terhis olduktan sonra İnebolu'da Ahmed Nazif merhumun vermiş olduğu Onuncu
Söz'ü yazarak Gülcü Hüseyin Efendi ile beraber Kastamonu'ya Üstadımızın ziyaretine gittik.
Çaycı Emin Efendi bizi Hz. Üstadın evine götürdü. Fakat eve varmadan evi ve kapısını
uzaktan göstererek kendisini geriye döndü.

Sağı solu iyice kontrolden geçirdik. Çünkü evin tam karşısında polis karakolu
bulunuyordu. Kapıya yaklaştık, dışarı sarkan ipi
_______________

l. l939-l940 Alman Harbinde l328 doğumlulardan teşkil edilen ihtiyat alayında


Selahaddin Çelebi alay karargâh çavuşu, ben de yazıcısı olarak 9 ay l0 gün ihtiyar askerliği
yaptık.

sh:»(s.176) çektik ve kapı açıldı. Ev eski bir yapıydı, yukarıya tahta merdivenle
çıkılıyordu. Yukarı çıktık, birkaç adım atarak bir odanın kapısına geldik.Kapı açıktı. Gülcü
Hüseyin Usta önden girdi, ben de arkadan girdim. Üstad Hazretleri bizi görür görmez, birkaç
tahtadan yapılmış ve üzerine ince bir şilte gibi basit bir yatak konmuş olan divanın üzerinde
bir yay gibi fırlayarak ayağa kalktı. Hüseyin Efendinin, Üstadın ellerini ve ayaklarını
öptüğünü fark etmedim. Zira ben Üstadımızı görür görmez, askerde gördüğüm rüya gözümün
önüne geldi. Rüyada Peygamber Efendimizi aynı sarık, aynı kıyafet ve aynı endam ve
nuraniyet içinde görmüştüm. Bunun için şaşkın ve perişan bir halde ağlayarak Üstadın
mübarek ayaklarına kapanmışım, "Ancak gelebildim" diyemiyordum. Mübarek elleriyle
başımı kaldırdı ve bizi karşısına, yerdeki bir mindere oturttu.

Rahmetli Mehmet Feyzi Efendi de bir dizini dikmiş bir risaleyi tebyiz ediyormuş, Bize
hitaben kapının her zaman ipi içeride çekili olduğu halde, bir tevafuk olarak o anda ipi
dışarıya bıraktığını, bizim gelmemizin de bir tevafuk eseri olduğunu, Risale-i Nurun imanları
kurtaran bir Nur olduğunu ve Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinin oniki tarikatın temsilcisi
olduğunu anlattı.

Üstadı ziyaret etmek için İnebolu'dan Kastamonu'ya tahminen kaç defa gittiniz?

Denizli hâdisesi l943'te meydana geldi. O tarihe kadar, o zamanki vasıta ve imkânlar
içinde hiçbir fırsatı kaçırmadan Üstadın ziyaretine gidiyorduk. Fakat sayısını bilmiyorum.

Denizli hapsine nasıl gönderildiniz?

Denizli hadisesinden evvel Hz. Üstad, hemen her mektubunda veya ziyaretlerimiz
esnasında durumun çok sıkı olduğunu, devamlı bir kontrol ve baskı altında tutulduğunu, her
an bir hadisenin çıkabileceğini, bunun içinde ihtiyata riayet edilmesinin gerektiğini
söylüyordu. Bir tedbir olarak, lâzım olmayan risalelerin ortadan kaldırılıp parça parça
saklanmasını tavsiye ediyordu.
Dersleri, geceleri evlerde yapıyorduk. Ayrı ayrı sokaklardan teker teker giderek
biraraya geliyorduk. Gazyağı karaborsa olduğundan zorlukla ele geçirebiliyorduk. Bunun için
geceleyin hizmetleri çok zahmetle götürüyorduk. Maddi durumlarımız ise zayıftı.

Ramazan-ı Şerifin l9'uncu günü bir Pazar sabahı saat 7-8 sıralarında kapının önüne
birkaç jandarma, iki polisle birlikte mahalle muhtarı geldiler ve "Evi arayacağız" dediler.

Biz o zaman yeni ve tamamen acemi olduğumuzdan hiçbir şey sormadan hemen
kapıyı açtık. Hep beraber içeri daldılar. Jandar

sh:»(s.177) malar evin etrafını sarmıştı. Ben birkaç aydın dikkatli ve ihtiyatlı hareket
ediyordum. Külliyatı takım halinde Isparta'dan getirmiştik. Kendi yazdıklarımızla beraber
kitapların çoğunu gizliyorduk. Evin her tarafını didik didik aradılar, dört-beş adetten fazla
kitap bulamadılar. Kitapların hepsi bir teneke içinde idi, üzerine de bir hamur tenekesi
konmuştu. Kitaplar önlerinde olduğu halde Cenab-ı Hak onlara el sürdürmedi, göstermedi.

"Evden birşeyler kaçırılıyor"

Birkaç aylık bir çocuğum vardı. Bu arama sırasında evin altı üstüne getirildiğinden
annesinin sinirleri bozulmuştu. Bir pencere kenarına kapanmış duruyordu. Çocuk ise altını
kirletmiş ağlıyordu. Kadıncağız şaşkınlık içinde pencereyi açarak çocuğun kirli bezlerini
bahçeye atmıştı. Tetikte bekleyen jandarmalar koşuşmuşlar, "Evden birşeyler kaçırılıyor" diye
atılan şeyi kapıvermişler. Fakat üstleri başları pislik içinde kalmıştı. Bu hali daha sonra
komşular anlattılar.

Evi aradıktan sonra "Dükkâna gideceğiz" dediler. Giyindim, beni aralarına aldılar,
çarşıya geldik. Baktım ki, çarşının her köşesinde bir silâhlı jandarma duruyor. Dükkânı açtım,
içeriye doluştular. Her tarafı aradılar. Yazdığım risaleleri, mektupları vesaireyi basit bir
şekilde gizlemiş olduğum halde hiçbir şey bulamadılar. Birkaç isim tesbit ettiler, çekmecedeki
parayı saydılar. O zaman bin kuruş çok paraydı. Çekmeceyi kırmızı mumla mühürlediler.

Bu baskının yalnız bana yapıldığını sanıyordum. Sonradan öğrendiğime göre, bütün


kardeşlerin evlerini basmışlar. Baskını aynı anda icra edebilmek için Kastamonu'dan polis
takviyesi istemişler. Akşama yakın bütün kardeşler polis karakolunda toplanmış olduk.

O gece sabaha kadar soruşturma devam etti. Kâh dayak, kâh tehdit, kâh hakaret...
Haysiyet kırıcı her türlü metodu kullandılar. Meselâ, savcı ve komiser beni ayrı ayrı odalarda
sorguya çekmişlerdi. Savcı ağzımdan çıkan herkelimenin altından bizi perişan edecek ince
ince mânâlar çıkararak bizden pişmanlık bekliyordu. "Kürt hükümeti kuracakmışız, halifeyi
getirecekmişiz" gibi suçlamalar.... Ayrıca çoluk çocuğumuzun sürünerek ayaklar altında
kalacağını söyleyerek tehditler ediyordu.

Oradan komiserin odasına getiriliyor, orada falaka ve sopa ziyafetine çekiliyorduk. O


kadar tazyiklere rağmen ne söylesek para etmiyordu: "Yaptığımız bir şey varsa, o da şu
kitapları okumak ve yazmaktır. Bütün faaliyetimiz bundan ibaret" deyip susuyoruz. O

sh:»(s.178) gece sahur topları atılırken karakola yemekler, gazozlar, çaylar kahveler
gelip gidiyordu. Birara komiser elindeki kalın jopu masaya vurarak, "Sizin gizli âletleriniz
varmış; telsizleriniz, şifreleriniz nerede?" diyor, üzerime geliyordu. Şöyle bir doğrumdum,
"Biz dün gece sahurdan beri bir şey yiyip içmedik. Şimdi yine sahurluk yemeden yarınki
oruca niyet edeceğiz, milletinize ve vatandaşınıza bu kadar yabancı mısınız?" demiştim.

Hücumat-ı Sitte ve altıok

O gece merhum Dursun ismindeki kardeşimizden Hücümat-ı Sitteyi sormuşlar. Onlar


bu kitabı âltıok"a hücum anlamışlar ve sabaha kadar zavallıyı "sitte" diye falakadan
geçirmişler. 20 gün, belki bir ay kadar ayağının üzerine basamadı. Koltuk değnekleri ile
hükümet doktoruna çıktığı halde, doktor bir bahane bulurak muayene yapmadı ve rapor
vermedi.

Karakolda 24 saat ayrı ayrı oda ve hücrelerde sorguya çekildik. Sonra l5'imizi tevkif
ederek bir odaya doldurdular. Ayrıca devamlı sûrette göz altında tuttular. Ne konuşsak, ne
yapsak hepsini Ankara'ya bildiriyorlarmış. Ramazan-ı Şerif ayı içinde olduğumuzdan nasıl
namaz kılmamızdan, nasıl oruç tutmamıza ve nasıl tesbihat yapışımıza varıncaya kadar hepsi
rapor ediliyormuş. Üç ay kadar İnebolu Cezaevinde kaldık.

Sonra Dahiliye Vekili Hilmi Uran İnebolu'ya geldi. Bu kadar "vatan hâini" inebolu'dan
nasıl çıkar diye merak etmiş. Dosyalarımızı incelemiş, bize de uzaktan bakmıştı. Yeni baştan
bir komisyon kurdular, azılı bir masonu başkan yaptılar. Yeniden ifadelerimiz aldılar. Kitap
yazanları ve kitaplarda ismi geçenleri ayırarak l3 kişi tesbit ettiler. Diğer dosyaları
muameleden kaldırdılar.

Bu arada özel olarak hazırladıkları adamlar ve kadınlar vasıtasıyla kahvelerde,


sokaklarda ve evlerde bizim "vatan haini, Kürtçü ve Hû'cu" olduğumuzu, sürgüne
gönderileceğimizi, sınırdışı edileceğimizi veya idam olacağımızı halka duyurarak bizimle
alâkaları kesmeye çalışmışlar. Çoluk çocuğumuz sokağa çıkamaz olmuş, birçoğu da
hastalıklara yakalanmıştı.

Bir gece geldiler, ellerimizi urganla birbirimize bağlayarak jandarma süngüleri altında
bir vapura bindirdiler. İki gün sonra İstanbul'a vardık. Vapurda serbest bırakmışlardı. Bir gece
de İstanbul'da rıhtımda yattık. Fakat serbest idik. Camiye ve tanıdıklarımızın yanına kadar
gitmemize müsaade ettiler.

sh:»(s.179)

"İbrahim kardeşim korkma"

Ertesi gün İzmir'e hareket eden vapurla İzmir'e vardık. Bir gece otelde yine serbest
yattık. Bir gün sonra trenle Denizli'ye gittik. Orada savcılık kanalıyla Denizli Hapishanesine
vardık. Hapishane kapısında jandarma ve gardiyanlar bizi tekrar sıkı bir aramadan geçirdiler.
Koridor kapısından birer birer içeriye yürümemizi söylediler. Benim önümde giden birkardeş
sağ tarafta biraz bekledi. Ben de arkasındaydım. Demir parmaklıklı bir kapı gözüme ilişti.
Etraf zifiri karanlık, bir de ne göreyim: Üstad. Hemen demirlerin arasından mübarek ellerine
sarıldım ve öpmeye koyuldum: "İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!" diye
teselli ediyordu.

Ağlayarak ayırılmak mecburiyetinde kaldım. Zira kapı tarafından çalışan düdükle


yürümemi istiyorlardı. 20 metre kadar ilerledim, karanlık koridorun sol tarafında önümde
giden arkadaş bir kapının önünde durmuştu. Demir parmaklıklı kapının arkasında benzi
sararmış bir zat duruyordu. Uzun boylu, başı açık, üzerinde pamuklu, dikişli, açık rengi
solmuş uzun bir hırka. Veysel Karani'yi andıran bu zat, o arkadaşa, "Kardaşım, karşımızda
küfr-ü mutlak var" diyordu. Bir ara bu zat benim karşımda da aynı cümleyi tekrar etmişti.
Tüylerim diken diken oldu. "Karşımızda küfr-ü mutlak var." Birden bana canlılık geldi. O
anda kendimi küfr-ü mutlak karşısında lâkayd bir şahıs olarak değil; küfre razı olmamış, ona
karşı cephe almış bir mücahid gibi gördüm. Çok sevindim. Parmaklık içinde bize bakan bir
kardeşimize "Bu zat kimdir" diye sordum. "Hafız Ali" cevabını verince, senelerden beri
gıyabında son derece hüsn-ü zan beslediğimiz, sevip saydığımız müsbarek Hafız Ali
Ağabeyimiz olduğunu öğrenip yolumuza devam ettim.
Daha ileride duran bir gardiyan beni yüksek duvarlarla çevrilmiş bir arsaya, oradan da
harebe bir banyo dairesine koydu. Daha sonra gelen kardeşlerle orada bekledik. Akşamleyin o
ufacık banyolukta İstanbul ekibi Seyyid Şefik, Gönenli Mehmed Efendi, Şemseddin Yeşil
vesaire... Mehmet Migenli, Hilmi, Sadık Beyler, Mehmet Tevfik Yakamercan, Kastamonu
mangası da 20 kişiden fazla idik. Üzerimize kapıyı dışarıdan kilitlediler. Üst üste ancak
ayakta duruyor bir halde orada kaldık. Sabah olunca her türlü ihtiyacımızı temin ediyorlardı.
Gecede bir kaç kere def-i hacet icap eden yaşlı arkadaşlar için boş bir teneke vermişlerdi.
Onunla idare ediyorlardı. Böylece bir hafta kadar orada kaldık. Sonra bizi daha büyükçe bir
barakaya aldılar. Orada da su ve hela yoktu.

Bir gün başsavcı ve yardımcısı gelerek bizim barakya girmişlerdi."Şemseddin Yeşil


kim?" diye seslendiler. O da, "Benim" dedi ve

sh:»(s.180) ayağa kalktı. Şemseddin Hoca o sırada bir yemek hazırlıyordu. Savcı onun
önüne vardı, fakat her nedense yemek kabının içine bastı ve yemek devrildi. "Sen misin
Şemseddin Yeşil?" dedi. O da "Evet benim" dedi. O akşam Şemseddin Hocayı gayr-ı mevkuf
çıkardılar. Meğerse Yeşil soyisimli Reisi cumhur başkâtibi bir akrabası varmış. Onun
iltimasıyla gayr-ı mevkuf yapmışlar. Daha sonra mahkemelere dışarıdan iştirak etti.

"Yardım yapamamaktan üzülüyordu"

Denizli Hapsinden tahliye olduktan sonra nerede kaldınız?

Denizli'den tahliye olduğumuz gün ikindi namazını Hz. Üstad ile beraber Ahmed
Çavuşun hanında kıldık. Üstad bize, "Beklemeyin, hemen gidin" demişti. Benim de fakir ve
garip bir köylümüz olan İzzet Turgut Efendiyi memlekete götürmem lâzımdı. Bu
kakdeşimizin mutlaka benimle gitmesi lâzımdı. Zira ne paradan anlardı, ne kimseden beş
kuruş isterdi. O akşam trene binip gitmemiz gerekiyordu. Fakat İzzet Efendi için bilet parası
bulmam gerekiyordu. Bunun için bazı kardeşlere müracaat ettim. Oraya buraya koşarken bir
arkadaş bana, "Seni Âtıf Ağabey arıyor, Ahmed Çavuşun kahvesinde" dedi. Ben de Âtıf
Ağabeye "Allah'a ısmarladık" diyecektim. Bizler içeride iken kendisine emanet edilen bazı
maddi yardımlardan gönderir, ben de bizim koğuştaki fakirlere dağıtırdım.

Gittim, kahvede bir zat ile oturuyor; selâmdan sonra bana, "Bak, bu ağabey fakir Nur
şakirdlerine yardım ediyor. Senin de tanıdığın böyle kimse varsa söyle" "Ben de bizim İzzet
Efendi için koşuyorum çok iyi oldu" deyince, bu zat masanın üzerinde kocaman bir mendilin
bağlı olan uçlarını çözdü, açtı. Mendilin içi demet demet parayla doluydu. Bir demet aldı,
bana uzattı. İçinde kaç lira olduğunu sordum. Yüz adet bir liralık banknot olduğunu söyledi. O
zaman bu yüz kuruşla l5 tane somun ekmeği alınıyordu. Demeti saydım, içinden 36 lira aldım,
gerisini kendisine uzattım. Fakat almadı. Benim almam için rica etti, yalvardı. Ben de dedim:
"Bu parayı ben de emaneten alıyorum. Bakın, benim cebimde 36 liram var, bana İnebolu'ya
kadar yol parası ve harçlık olarak kâfidir. Sizden ancak İzzet kardeşimiz için 36 lira
alabilirim, yoksa hiçbirisini almam." Çok üzüldü, fakat sonunda razı oldu, "Daha başka
fakirler varsa gönder" dedi.

Ben artık kimseye bakamadım, ancak trene yetişebildik. Tren akşam namazı vakti
hareket edecekti. Baktım ki o zat elinde para bohçası, istasyonda dolaşıyor ve istediği gibi
bağış yapamadığı için ağlıyordu.

sh:»(s.181)

Kardeşlerim, bu bir evliya menakibi değil; benim bizzat içinde bulunduğum ve Nur
şakirtleri içinde cereyan eden bir gınay-ı kalbî hadisesi ve onların ihlâslarının son derece
dikkate değer bir nümûnesidir. Zira herbiri fakr-ı hal içindeydi, tren parası olmayanlar o uzak
yerlere yürüyerek gittiler.

***

İslâmköylü Hafız Ali Efendi merhumla koğuşlarımız ayrı olduğundan fazla bir bilgim
yok. Son derece muttaki bir zattı. Denizli meyvesi olan Meyve Risalesini yirmiye yakın
yazmış ve hasta olup hastaneye kaldırılmış ve orada şehid olmuştu. Allah şefaatlarından
ayırmasın. Âmin!

Hasan Feyzi ile beraber

Hasan Feyzi efendi ile nasıl tanıştınız?

Denizli hapsinde iken birgün, ambalaj kâğıdı şeklindeki bir mektubu bizim koğuşa
dışarıdan getirdiler; Arapça bir mektuptu. Arapça bilen hocalarımızdan Seyyid Şefik Efendiye
"Okuyun" diye verdik. Mektubu okumaya başladı:

"Esselâmü Aleyküm yâ müdriken lizâlikel'z-zamân" ibaresiyle başlamış olması bizim


dikkatimizi çekti. Mektubun altında Hasan Feyzi imzası vardı. Bu ismi hiç duymamıştık. Bu
saygı ve sevgi ve temennilerle dolu mektubun Üstad Hazretlerine yazıldığına hükmettik.
Mektubu Üstad Hazretlerine ulaştırmak için gönderdik.

Bu zat mahkeme günlerinde yolda, cadde üzerinde bir kenarda durur ve bize selâm
verirdi. Her zaman aynı zatı geçerken orada görürdük. Tahliyeden bir sene sonra, temyiz
mahkemesi beraat kararını tasdik edip kitaplarımızın iadesine karar verince, İnebolu namına
kitapları mahkemeden geri almak için kardeşler beni gönderdiler.

Denizli'ye geldiğim gün çok şiddetli bir yağmur vardı. Delikli Çınar semtinde bir
meydanlığın ortasında şemsiye elinde Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyi görerek elini öptüm ve
kendisine, "Hz. Üstada gideceğim, bir emriniz varmı?" dedim.

"Çok selâmlarımı söyleyiniz, bize dua etsin" derken gözlerinden yaşlar akıyordu. O
akşam bir arkadaşa rastladım ve beni Hasan Feyzi Ağabeyin evine götürdü. O gece, Üstad
Hazretleri için yazmış olduğu "Boyun bâla gözün şehlâ" diye başlayan manzumeyi bir yığın
kâğıtlar arasından bulup çıkardığı bir lise defterinden okudu, bana yazdırdı. O gece sabaha
kadar onları tesbit ettik ve mahkemeden kitapları alarak postahane vasıtasıyla İnebolu'ya
gönderdim

sh:»(s.182) Ben de Hasan Feyzi Ağabeyin mektuplarını ve manzumesini alarak


Emirdağı'na müteveccihen hareket ettim. Üstad Hazretlerinin huzuruna vardım, emanetleri,
Hasan Feyzi Ağabeyin ve Hâkim Ali Rıza Beyin selâmlarıyla beraber teslim ettim.

Bizim mahkememiz devam ederken, zabıt kâtiplerinden birisi mahkeme riyasetinde


bulunan kitapları birer birer Hasan Feyzi Efendi'ye götürerek okuttururmuş. Bu suretle
mahrem ve gayr-ı mahrem bütün mahkemedeki eserleri Hasan Feyzi Ağabeyimiz okumuş. O
Arapça mektubu da o suretle yazıp hapishaneye sokmuşlar.

"Bir Ermeni Üstadı zehirlemişti"

Üstad Hazretlerini Emirdağ, Isparta ve İstanbul'da ziyaret etmiş miydiniz?

Ben Hz. Üstadı müteaddit defalar Emirdağ'ında ziyaret ettiğim gibi, bir defasında
Üstad, bendenizi lütfederek bir gece evinde misafir etmişti. O gece Zübeyir kardeşimle
beraberdik. Üstad dolabından ekmek çıkardı, kesti, kavanozdan da bir miktar bal çıkardı. Balı
ekmeğe sürerek ağzıma koydu. O geceyi ve o ziyafeti hayatımın en büyük ve unutulmaz
mes'ud bir ânı olarak biliyorum.
Üstad, bendenizi birgün Isparta'daki evinde de misafir etmişti. Orada Ceylan ve
Zübeyir ve diğer iki kardeşimle beraber bulunmuştuk.

İstanbul'da Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinin en üst katında Üstadın odasının


karşısında bir hafta kadar kalmış ve hizmetinde bulunmuştum. Hatta bir gece yarısı Zübeyir,
Muhsin, Ziya kardeşleri Süleymaniye'ye istirahat etmeleri için göndermiş, nöbeti
devralmıştım. O gece saat l veya 2 raddelerinde kapım açıldı. Baktım ki Üstad Hazretleri, Çok
şiddetli bir halde, "Çabuk, otel müdürünü bana çağır" dedi. Ben hemen aşağıya koştum,
nöbetçiyi uyandırdım. Birkaç sandalyeyi birleştirip üstünde uyuyan Ziya kardeşi gördüm, o da
uyandı ve yukarı çıktık.

Hz. Üstadın yemek kapı pencerenin dışında imiş, içine zehir atmışlar. Üstad yemekten
yemiş, zehirli olduğunu anlamıştı. Komşu odalarda yatanların tahkikatını yaptırıyordu. Otelci
işin içinden çıkamamıştı. Fakat Hz. Üstad, iki yan odalarda yatan yolcuların ifadelerini alarak
içlerinden Ermeni Taşnak militanını bizzat tesbit etmişti. Bu adamın su-i kasdı yapmak üzere
Edirne'den geldiğini, gece yarısı otele gelip yandaki odanın penceresinden Üstadın tabağına
zehir attığını, Hz. Üstada itiraf edip af dilediğini gözümüzle gördük.

sh:»(s.183)

"Üstad beni yolcu etti"

Üstadı en son nerede ziyaret ettiniz?

En son ziyaretim Emirdağ'ında olmuştu. Bizim bu ziyaretlerimiz mutlaka bir hizmet ve


bir vazife vesilesi ile olurdu. Kitap alır, kitap verirdik. Ondan sonra bir daha yüzyüze
gelemedik. Bu sefer Üstad beni yanından ayırmadan "Seni Eskişehir'e kadar ben götüreceğim,
selâmetleyeceğim" dedi ve Eskişehir'e giden arabadan Ceylan'a yer ayırttırdı. Üstad, zübeyir
ve Ceylan beraberce Eskişehir'e gittik. Yıldız Otelinin üst katında bir odaya çıktık. Orada
Üstada pekçok misafir geldi. Üstad, benimle musafaha ederek ve pek çok müjde ve dualarda
bulunarak salavatladı. Ben ise ellerini, ayaklarını öperek ve nasıl ayrılacağımın perişanlığı
içinde hıçkırıklarla ağlıyordum. Şimdi anlıyorum ki, elveda için beni Eskişehir'e kadar
götürmüş ve bir daha görüşmeye muvaffak olamamıştım.

Risale-i Nuru tanıdıktan sonra kaç adet Risaleyi el yazısı ile yazarak çoğalttınız?
Benim yazım o kadar güzel değildi. Birçok Risale yazmıştım. Meselâ Birinci Söz'den
Dokuzuncu Söz'e kadar olan kısmı beş yüz nüsha yazmışımdır. Fakat bu yazdıklarımın
adedini ve neler olduğunu bilmiyorum, yanımda da yoklar. Zira biz o sıralarda yazdıklarımızı
Üstad Hazretlerine gönderiyor yahut götürüyorduk. Meselâ, Asâ-yı Musa ve Zülfikar'ı yazdık,
Üstad Hazretlerine verdik. Üstaddan mektuplar, lâhika ve zeyiller geliyordu. Biz de yazıp
çoğaltarak halka dağıtıyorduk. Şimdi elimde ancak Denizli ve Afyon hapsinin Nurlarından bir
kısmı mevcud ve Yirmiyedinci Mektup ve lâhika ve zeyilleri..

Üstad Hazretleri İnebolu'ya niçin, ne zaman, nasıl "Küçük Isparta" demişti?

Üstad Hazretleri neşriyata çok ehemmiyet verirdi. İnebolu'da el ile risalelerin


yazılması ve pekçok neşriyata vesile olması ve hiçbir yerde yokken ilk defa teksir
makinesinin inebolu'da olması Üstadı çok memnun etmişti. Isparta kelimesi Risale-i Nurun
neşriyatında bir alem, yani Risale-i Nur neşriyatının özü ve çekirdeği olduğundan bu faaliyeti
"Küçük Isparta" diye mübarek Üstad taltif etmiştir telakki ediyorum.

Kastamonu kazaları içinde Risale-i Nur neden en çok İnebolu'da yayıldı?

Bu sualin zahir cevabını Ahmet Nazif Ağabeyimizin İnebolulu olması ve İnebolu'da


bulunması olarak söyleyebilirm. Mânen de-Allahu âlem-İnebolu Risale-i Nura heryerden daha
çok muhtaç ol

sh:»(s.184) duğundan lütf-ü Hakla buna mazhar olmuş. Ahmet Nazif Ağabeyimizde
kitabet, bağlılık tarif edilecek gibi değildi. Cenab-ı Erhamürrahimin ona âlem-i saadette ecir
ve hasenatını ihsan buyursun. Sevgili Üstadımızın şefaatine nail eylesin.

"Zalimler için yaşasın cehennem!"

Afyon hâdisesi nasıl meydana geldi?

l950'den evvel uzun seneler süregelen buhranlı bir devirde Risale-i Nur neşriyatı gerek
el yazması ve gerekse teksir makinası ile son derece sür'atli devam ediyordu. Bu arada
memlekette bir de yeni yeni dalgalanmaya başlayan Demokrat Parti hâdisesi vardı. İktidar bu
muhalefeti önleme bahanesi altında türlü türlü baskılar icat ediyordu. O günkü idarecilerin
evhamlarını tahrik ederek anarşiyi teşvik ile ortalığı bulandırmak isteyen gizli din düşmanları,
Nur talabeleri ve muhterem Üstadımızın aleyhine jurnaller tertipliyor ve zulümler
sahneliyorlardı.
Bu korkunç yaşantılar içinde meselâ, bir Başvekil l63'üncü maddenin daha şümûllü ve
daha çok cezalı şekle sokulması müzakerelerinde bu kanun ve maddelerin şiddetlendirilmesini
muhalefet aleyhine değil, doğrudan doğruya Said Nursî ve talebelerinin hakkında tatbik
edilmesini Millet Meclisi kürsüsünde söylüyordu.

İşte böyle karanlık, boğucu ve maddî-manevî ıztıraplı günlerde bir haber aldık ki, Haz.
Üstad ve Nur talebelerini tevkif etmişler ve Afyon hapsine koymuşlar. Ve yine haberaldık ki,
Kastamonu'dan Mehmed Feyzi Efendiyi de tevkif edip hapse koymuşlar. Bu acı haberleri
aldıkça son derece müteessir oluyorduk;

İnebolu'da aynı baskı ve kâbuslu hava hergün dozunu arttırıyor, baskılar yapılıyor,
işleri ve evlerimiz aranıyor ve olanca şiddetiyle tedhişler sürdürülüyordu. Asıl hedef,
İslâmiyet ve hizmet-i Kur'âniyenin durdurulması ve söndürülmesiydi. Neden ezân-ı
Muhammedî okutulmuyordu, neden Kur'ân yasaktı, neden hac yasaktı?

O günlerde Afyon'dan aldığımız bir haberde yüze yakın din kardeşmizin nâhak yere
birtakım bahanelerle hapse atıldığını, evlad u iyallerinin perişan olduğunu, ocaklarının
söndürüldüğünü ve çeşitli işkencelere maruz bırakıldıklarını düşünerek yemekten, içmekten
ve uyumaktan kesilmiştim. O heyecan içinde 5-l0 sayfalık mektuplar yazarak hapisteki
kardeşlerimize ve ağabeylerimize teselliler yazıyor ve onların kırılmış kalblerini tamir ve bu
zulümlere uğramalarına sebep olan Risale-i Nur neşriyatının kudsiyetini, bu

sh:»(s.185) asırda yapılan cihadın en makbul bir cihat olduğunu; madem ki siyasî bir
faaliyetimiz yoktur, Risale-i Nur lâik idareye ilişmiyor ve Risale-i Nur Kur'ân'ın mânevî ve
tefsiridir. Binaenaleyh idareciler de Risale-i Nur talebelirine ilişmemelidir; eğer ilişirlerse bu
bir zulümdür. Öyleyse "Zalimler için yaşasın Cehennem deriz" meâlinde yazıp gönderdiğim
mektupların tamamı hapishane kapısında ele geçmiş.

Ayrıca İnebolu'dan Afyon'a giderek hapishane kapı ve pencerelerinden görüşüp


ordakilere yardıma çalışırken beni tesbit etmişler. Dinleyici olarak bulunduğum bir mahkeme,
gizli celsede tevkifime karar vermiş ve bu kararı telgrafla İnebolu'ya bildirmişti. İşte bu
mahkeme celsesi l7 Ağustos l948 Perşembe günü olmuştu.

[]
İbrahim Fakazlı

Yeni Camide esrarlı görüşme

İlk defa nerede ve nasıl tevkif edilmiştiniz?

l948 senesinin Eylül ayının ilk haftalarında idi. Afyon'da, o günlerdeki Risale-i Nur
mahkemelerinin bir celsesinde dinleyici olarak bulunup bir hafta kadarda Afyon'da
kardeşlerin hizmetlerini ifadan sonra İnebolu'ya avdet etmek üzere İstanbul'a gelmiştim.
Merhum Hüseyin Gülcü kardeşimizle karşılaştım ve tevkif edildiğimi öğrendim.

Derhal yatmış olduğum otelden ayrıldım. Zira eşkâlimi bildirerek veya inebolu'dan
beni tanıyan taharriler İstanbul'a gelebilir düşüncesiyle oteli terk ettim. Ve Afyon'a gelip
teslim olmaya karar verdim. O sırada İstanbul'da bulunan İnebolu'lu Salih Uğurtan ve Gülcü
Hüseyin kardeşimizle son bir defa daha görüşmek üzere Eminönü'nde Yeni Cami'de ikindi
namazını müezzin mahfilinin altında kılarak oradan ayrılacağız diye randevulaşmıştık. İkindi
namazında orada buluştuk.

Bir de İstanbul'lu Emin isminde bir kardeşimiz vardı. Dört kişi olmuştuk. Cemaat
dağıldı, biz dört kişi müezzin mahfilinin altında oturup sohbet ediyorduk. Durumu
değerlendiriyorduk. Salih Efendi

sh:»(s.186)

İstanbul'da kalıyordu. Rahmetli Hüseyin Efendi inebolu'ya dönecekti. inebolu'da en


büyüğü 6-7 yaşlarında 4 çocuğum ve hastalıklı ailem ve ihtiyar babam vardı. Onların
durumlarını konuşuyorduk. Zaten Gülcü Hüseyin Efendinin evinde kiracı idim. Ailem,
çocuklarım ve babam üzelmesinler diye tevkifimin duyurulmamasını konuşuyorduk.

Camide kimse yoktu. Bazen bir-iki kişi gelerek arkada vakit namazını kılıp
gidiyorlardı. Bu sırada camiin Eminönü kapı perdesi ses çıkararak açılıp kapandı. Benim
yüzüm biraz o tarafa dönüktü. O günlerde yanımdan geçen herkese bir şüpheyle bakıyordum.
Sivil polislerden çok şeyler çekmiştim. Sair zamanlarda dahi bizi takip ederler, gittiğimiz
yerlere giderler, yoktan bahanelerle arama yaparlar, karakola kaldırırlardı. Onun için bende
böyle bir alışkanlık olmuştu.

Bu kapı perdesinin sesi camide yankı yapınca biz hepimiz kapıya doğru baktık.
İçeriye, elinde pabucu, bir kolunun altında siyah bir çanta, başı açık, 35-40 yaşlarında
esmerce, uzun boylu, sakalsız, bıyıklı, hâki renkli elbiseli, nuranî bir zat girdi. Üç adım kadar
yaklaştı ve durdu. Hatırımda kaldığına göre şöyle selâm verdi: "Esselâmü aleyküm ey bu
kâinatın tedbirinde irade sahibi olan ve benim o zatın kapısında köpeği olduğum üç büyük
kutbundan ferdiyet makamı kendisine verilen o zat-ı akdesin mensupları" diyerek yüksek
sesle bizlere hitâp etti. Biz gayr-ı ihtiyarî bir halde, "Ve aleykümüsselâm ve rahmetüllahi ve
berekatühü" dedik ve birbirimize bakıştık. Gözlerimizle bu "Kim acaba?" der gibiydik, fakat
kimsede bir yakınlık alâmeti yoktu.

Bu zat biradım daha yaklaştı, daha beliğ ve uzunca bir tarifle tekrar selâm verdi. Biz
yine aynen cevapladık. Fakat benim kafam karışıktı. Evvela, "Bir taharri olabir" dedim.
Çünkü o sıralar her gittiğimiz yerde emniyet mensupları bizi tanırdı. Zaman zaman bu çeşit
tartışmalar da olurdu. Ama bu ikinci selâmda değişik bir hava esti, kafam da karıştı. Bu defa
geldi, müezzin mahfilinin mermerlerine dayandı. Üçüncü defa aynı selâmın daha beliğini
ifade etti. Bizim hayret bakışlarımız altında kemâl-i edep ve ciddiyetle şöyle söyledi:

"Suriye, Arabistan ve Mısır'ı gezdim. Mısır'ın Kölemenleri dahi o benim kapısında


köpeği olduğum ve kâinatın tedbirinde kendilerine kudret ve vazife verilen üç büyük kutb-u
âzamdan me'muriyet-i kübra ve ferdiyet makamının sahibi olan o zat-ı akdesin adı anılırken
ayağa kalkıp feryad ediyorlar" diyerek yüksek sesle bir hatip gibi konuştu, sonra "Hepimiz
benim gözüme bakınız" dedi.

sh:»(s.187)

Tabii biz susuyor ve neticenin nereye varacağını bekliyorduk; donmuş kalmıştık,


kımıldamıyorduk. Dördümüz de bu zatın gözüne bakmaya başladık. Hatırımda kaldığı
kadarıyla baş tarafta Gülcü Hüseyin, onun yanında Salih Efendi ben vardım, en sonda da
Emin kardeş vardı.

Bu zat başta Hüseyin Efendiye doğru parmağıyla işaret ederek "Sen değil" dedi.
Üçüncü şahıs bendim. Sonra bana parmağıyla işaret ederek "sen" dedi, "o benim kapısında
köpeği olduğum... Sen, o zatın yanına gideceksin" diyerek çantasını açtı ve içinde bir gazoz
şişesi kadar büyüklükte beyaz ve içi dolu bir şiyeyi çıkararak bana uzattı, "Bunu iç" dedi.

"Bu adam bizi nasıl teşhis etti?"

Bu hâdise karşısında hepimiz hayrete düştük. "Bu adam kimdi ve bizi nasıl teşhis etti,
beni nereden bildi? Bu şişede ne vardı?" Bu meçhuller benim kafamdan yıldırım hızıyla
geçerken, "Bu zatı teşhis hususunda bu anda ne yapabiliriz?" diye bir çare arıyorduk. Bu
arada kendisine teslim olmaktan başka da yapılabilecek bir şey kalmadığını anlamıştım. Ama
yine de bir fikre sahip olmak için onu konuşturmak maksadıyla şöyle konuşmaya başladım:

"Efendim, mesele anlaşılmıştır. Biz her hal ü kârda ihtiyat içindeyiz. Ama şimdi bu
ihtiyatın hiçbir lüzumu kalmadı. Ve biz size tamamen teslim olduk. Lütfen buyurun aramıza
gelin, sohbet edelim, oturalım."

"Şimdi hemen gitmeliyim. Çok mühim vazifelerim var. Siz hemen bu suyu için"
diyerek şişeyi bana verdi. Ben şişeyi aldım. Ama yine de onun bir ifadesini anlamak için,
"Kabul hepimiz içeceğiz" dedim.

"Olmaz, sen içeceksin. Zira sen o benim kapısında köpeği bulunduğum zatı göreceksin
ve yanına gideceksin" diye ısrar etti.

"Peki, ama bir meseleyi öğrenmek istiyorum. Siz bizi teşhis ettiniz; tamam. Ancak,
biliyorsunuz, bzim derslerimizde ve hayatımızda uhuvvet esastır. Madem ki makam ve
mertebe yoktur, öyle ise bana verdiğiniz bu hediye, o zat-ı mübarekin huzuruna gideceğim ve
onu göreceğim için bana bahşedilen bir mübarek ikramdır. Ben ise bu ikrama onun sebebiyle
mazhar oluyorum. Öyle ise bu mübarek zat bizleri kardeş eylemiş. o uhuvvetin hukukuna
riayet ederek bu ikramı hepimiz paylaşmalıyız" dedim.

"Peki, öyle ise olsun" diye müsaade etti. Ben de "Bismillah" dedim, şiyenin mantar
kapağını açarak bir kısmını içtim. Yanımda

sh:»(s.188) oturan Salih


Efendiye verdim, içti, o da Emin Efendiye verdi. Böylece hepimiz bu sudan içtik. Bu bir
zemzem-i şerifdi. Teşekkür ettik. Sonunda şişeyi iade ettim.
Bu defa bana hitaben, "Sen beni yarın öğle namazını müteakip şu ilerideki direğin
dibinde bekle. Sana otuz senedir kendisine verilmek üzere yanımda emanet olarak duran o
kapısında köpeği olduğum zata göndereceğim" dedi.

Ben de "Efendim, ben halen mevkuf bulunuyorum. Beni arıyorlar, ben bu akşam
derhal 8.00 treniyle hareket edeceğim" dedim.

Bu defa bir Besmele-i Şerif çekerek bir âyet-i kerime okudu ve şöyle dedi: "Kâinatta
hiçbir hadise yoktur ki, Onun izin ve iradesiyle olmasın. Sen Kur'ân-ı Hakimin himayesi
altındasın, korkma, sana hiçbir şey yapamazlar"deyince, "Peki" dedim.

Derhal geldiği yerden çıktı, gitti. Sonra kardeşlerle birbirimize sarıldık. Hayretler
içinde kalarak biraz daha oturduk ve akşam hareket etmekten vazgeçip rahmetli Hüseyin
Efendinin Üsküdar'daki fakir ve ihtiyar ablasının evine gidip geceyi orada geçirmeyi ihtiyata
muvafık bulduk. Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin komşusu olan o fakirhanede sabaha kadar
misafir olduk. Okuduk, sahbet ettik. Sabah herkes işine gitti, Hüseyin Efendi de İnebolu'ya
dönmek üzere hep beraber oradan ayrıldık.

Ben öğle namazında Eminönü Yeni Cami'ye gittim. Namazdan sonra o zatın tarif ettiği
sütunun dibine oturdum. Biraz sonra tekrar çıkageldi. Bana bir Hicaz tesbihi ile bir misvak
verdi. Bir de o anda kaydedemediğim Arapça isimli bir şey söyledi "Onu vereceğim, zira
elinden alacaklar" dedi ve bana çok dualar etti. Aynı kelâmları söyleyerek Hz. Üstada
selâmlar gönderdi, sonra da ayrıldı gitti. Ben de o gün akşam treniyle Afyon'a hareket ettim.
Bir kuş gibiydim, nereye bastığımı, nasıl gittiğimi bilmiyorum.

"Savcı ile yüzyüze gelince"

Ne İnebolu, ne çoluk çocuk, ne para hiçbir şey hatırıma gelmiyordu. Ayağımda yamalı
bir pantolon, sırtımda eski bir çeket, başım açık, sepet elimde, lal ve hayran gidiyorum.
Trende yer bulmak, oturmak şöyle dursun, ayakta duracak yer bile yok. Fakat Afyon'a nasıl
vardığımı bilmiyorum. Acaip hâdiseler ve rüyalar peşpeşe, ayazlı bir şafak vakti Afyon'a
vardım.

Atlı arabayla sabah namazına erişirim diye şehirdeki ber-mutad bir hana indim.
Namazdan sonra hemen hapishaneye gittim. Kardeşlere bir pusula yazarak "Birşey
istiyorsanız kapıda bekliyorum"
sh:»(s.189)

dedim. Böylece üç gün Afyon'da dışarıda yapılacak hizmetleri gördüm. l0 Eylül


Cuma günüsabahı sepetimi elime alarak savcının kapısına vardım, kapıyı vurdum. İçeriden
daktilo sesleri geliyordu. Bir ses "Gir!" dedi ve girdim.

"Efendim benim ismim İbrahim Fakazlı."

"Neee!" dedi.

"İbrahim Fakazlı."

"Hani evrak, hani jandarma" diye çıkıştı.

"Efendim, kapınızda jandarma ve polis yok."

"Be adam," dedi. "Ben sana kapıdaki polisi, jandarmayı sormuyorum: seni İnebolu'dan
getiren zabıtayı soruyorum"

Zile bastı, bir jandarma ile kapıcı geldi. Onlara bağırıp çağırdı: "Nereye gitmişler, bu
sanığı bırakıp da" diye.

Baktım zavallılar fena oluyor.

O sırada yere atılmış vaziyette duran Risale-i Nurları göstererek, "Âlim ve


hâfızmışsın, bu Kur'ân tefsirleri olan Risale-i Nurları böyle nasıl yerlere attın, Allah'tan
korkmadın mı?" dedim.

Birden "Sus!" diye bağırdı: "Arayın şu herifi!" dedi.

"Bir kasketin başına gelenler"

Oradakiler üzerimi aramaya koyuldular, ceketimin düğmesini açtılar, koltuğumun


altında bir kasket vardı, hemen yere düştü. Memur yerden aldı, gösterdi: "Efendim, bu hiç
giyilmemiş bir kasket" dedi.
Ben bu kasketi savcılığa gelmeden önce l00 kuruş vererek çarşıdan yeni almıştım. Zira
mevkuf kardeşlerimizden dinlemiştim. Bazı kardeşleri, "Siz neden şapka giymiyorsunuz?
Bunlar şapka düşmanı, falanın düşmanı" diye çok dövmüşler, zulmetmişler. Ben de Denizli'de
Hz. Üstadın elinde böyle bir kasketi görüyordum. Mahkemeye giderken eline alır ve
mahkemede tahtasıranın üzerine koyarak üzerine otururdu. Ben de onu hatırladım ve
lüzumsuz zulme uğramayayım diye alıp kolduğumun altına koyarak ceketimi iliklemiştim.

"Bak, bu da kurnaz, hem kasketi var, hem de giymiyor" dedi ve beni bir perdenin
arkasına çekerek "Gel buraya" dedi. Baktım ki, yüzlerce havlu, beyaz bez, âbani, sarık yığın
halinde duruyor. Bunlar, Isparta, Barla ve civarlarından gelen o mübarek ihtiyar
kardeşlerimizin başlarını soğuktan korumak için taktıkları çeşitli atkı ve sargılardı. Bu bana
çok dokundu: "Mustantık Bey" dedim, "Siz,

sh:»(s.190) hem âlim, hem de hâfız olduğunuzu söylediniz. Bu Kur'ân tefsirlerini ve


bu kaşkolları vesile yaparak zavallılara zulmettiniz."

O esnada jandarmayı kelepçeye göndermişti. O da geldi, kelepçe elinde, bekliyordu.


"Gerek devletime, gerekse kıymetli Mehmetçiğime eziyet olmasın ve lüzumsuz masraflar
olmasın diye o kadar uzak mesafeden buraya kendi kendime geldim. Şurada yüz yüzelli metre
mesafedeki hapishaneye kadar iki jandarma nezaretinde ve kelepçe takarak göndermeniz
ayrıca çok büyük bir zulümdür. Bunu bildiğiniz halde yapıyorsunuz. Elbette sizden
Mahkeme-i Kübrâda bunlar sorulacak" dememle birlikte, "Kâtib, yaz. Bütün dediklerini zapta
geçir" dedi. Kâtip hepsini yazdı. Bana da "Şurayı, şurayı imza et" dedi. Ben de gülerek
imzamı attım.

Akabinde ellerimi arkama kelepçelediler. Sepeti de aradılar: "Bir parça ekmek, peynir,
üzüm, bir tane çorap, bir de tesbih ve misvak, Bunlarda bir şey yok" dediler. Sepeti jandarma
aldı ve beni hapishaneye gönderdiler.

"Ben zaten bekliyordum"

Hapse girerken yine aradılar, küçük bir çakım vardı. "Bu adam öldürür, alın" dediler,
aldılar ve beni misafirhane dediğimiz altıncı koğuşa koydular. 5-l0 dakika sonra Ceylan'ların
bulunduğu koğuş teneffüse çıktı. Kapının zincirli aralığından dışarıda gezenleri görüyordum.
Ceylan benim geldiğimi haber almıştı. Geldi ve arkasını kapıya dayadı. O şekilde konuşmaya
başladık. "Ben zaten bekliyordum" dedi.
Ceylan, "Merhaba Ağabey, hoşgeldin" diye mukabele etti. Ceylan'ın yüzü bahçeye
dönüktü. Benim en büyük arzum emanetleri Hz. Üstada ulaştırmaktı. İstanbul'da Yeni
Cami'de geçen hâdiseyi bir kâğıda tamamen yazdım ve kapı aralığından Ceylan'ın arkadan
bağladığı eline birer birer verdim. Arkasından hafifçe kulağına anlattım. O da bana yüzünü
dönmeden içerideki durumu anlattı, emanetleri Hz. Üstada ulaştıracağını söyledi.

Bizim koğuşta zavallı bir ihtiyar vardı. Çok fakirdi. Bir gece baktım, başına bir çul
sarmış. Sebebini sordum. "Başım çok üşüyor" dedi. Savcılığa gelirken aldığım kasketi bu
ihtiyar adama vermeyi düşündüm. Gece olunca kasketin önündeki siperi çıkardım. götürüp
verdim. Adam sevindi, dua etti. Siperi de götürüp helanın deliğine tıktım.

O gece bir rüya gördüm. Rüyamda, elimde kalın bir kitap var, kapağın üzerinde de
sülüs bir hatla "küfr-ü mutlak" yazılmış.

sh:»(s.191) Önümde de bir soba var. O kitabı ötürüp sobaya attım. sonra uyandım,
"Allah hayırlara tebdil etsin" dedim. Bu rüyayı da unutamam. Hâlâ düşünüyorum. O ihtiyar
adam, kasket, soba ve küfr-ü mutlak arasında nasıl bir irtibat var?

Ben oradan gün ışığını beklerdim. Havanın sükünetli ve gecenin karanlığında Hz.
Üstadın inleyen sesiyle evradını okuduğunu duyabiliyordum. Bu hazin sese öyle alışmıştım
ki, duymazsam üzülürdüm. Üstad, bazan da pencerenin kenarındaki duvar çıkıntısı üzerine
seccadesini serer, oraya otururdu. Ben de kimsenin dikkatini çekmeden onu seyretmeye
çalışırdım. o mübarek de bizi bahçede teneffüste dolaşırken seyreder, bize iltifatlar ederdi.

Bazan nöbetçinin gafletinden istifade ederek gizlice Üstadın bulunduğu koğuşa çıkar,
elini öper, bazı hizmetlerini görürdüm. Fakat bazan da yakalanır, falakaya yatırılır,
cezalandırılırdım. Üstadla en rahat görüşme mahkemeye giderken olurdu. Mahkeme
salonunda etrafına halka olur, kendisini dinlerdik.

"Üstad sırtıma basarak çıktı"

Bir defasında öğleden sonra bir celse için bizi mahkemeye sevketmişlerdi. Nedense,
"Hâkim henüz gelmemiş" diye bizi boş bir odaya kilitlediler. Oda büyüktü, fakat öyle pisti ki,
yerlere basmak dahi mümkün değildi. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği genişlikte çok
tozlu bir pencere kenarı vardı. Kardeşler temizlediler. Tahirî Ağabey de boynundaki uzun ve
geniş kaşkolunu oraya serdi. Böylece Hz. Üstada namaz kılacak kadar bir yer hazırlandı. Hz.
Üstad pencerenin kenarına geldi, fakat pencere yerden 60-70 santim yükseklikteydi. Üstadın
üzerine basıp oraya çıkabilmesi için sandalye ve sandık gibi bir şey arandı, fakat yoktu. Ben
hemen sırtıma basarak oraya çıkması için Üstadın önüne yattım. Herkesin şaşkın bakışları
arasında Hz. Üstad gülümseyerek enseme "keçeli, keçeli" diyerek vurdu ve sırtıma basarak
çıktı. Namazını orada kıldı. Sonra da başkaları kılacaktı. Fakat mahkemeden çağırdılar. Sonra
namazı kaza ettik. O günkü heyecanımı hâlâ hissediyorum ve unutamıyorum. Cenab-ı Hakka
hadsiz şükolsun diyorum.

Orada tahminen 20 kişi vardık. Hatırımda kalan isimler: Tahirî Ağabey, Hüsrev
Ağabey, Ceylan, Hıfzı, Bayram, Mehmed Feyzi, Ahmed Fevyzi, Zübeyir Gündüzalp, Nazif
Çelebi ve Selâhaddin.

Çok soğuk bir kış günüydü. Öyle ki, çamlar l5-20 gün buzdan tül perde haline
gelmişti. Hz. Üstadın koğuşuna gidip bir teneffüs miktarı orada kalmayı istemiştim. Bunun
için şöyle bir çare düşün

sh:»(s.192)

[]

"Ya erhammerahimîn! Bu salavatı okuyanı Şefiül'l-Müznibîn-in şefaatine mazhar eyle.


Âmin, âmin."

[]

"Ya erhammerahimin! Bahâî'deki hakaik-i kudsiyenin hürmetine bu nüshanın sahibi


İbrahim'i ve Kâtibi Mustafa'yı Cennette mes'ut eyle. Âmin, âmin, âmin."

[]

"Yâ erhamerrahimin! İsm-i Âzamın hürmetine ve bu defterdeki isimlerini ve


hakikatların hakkına bunu yazan Mustafa'yı ve okuyan İbrahim'i Cennetü'l Firdevste saâdet-i
ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin."

[]

"Ya erhamerrâhimîn! İsm-i Âzamın hürmetine ve ism-i Hafîz hakkına bu nüshayı


yazan İbrahim'İ ZALİMLERİN VE ŞEYTANLARIN ŞERLERİNDEN MUHAFAZA EYLE.
âMİN, ÂMİN, ÂMİN..."
[]

"Allah'ım! Ya erhamerrahimîn! Cevşen'deki isimlerin ve İsm-i Âzamın hürmetine bu


mûnacatı yazanı ve yazdıranı ve okuyan ve İbrahim'i ve Mustafa'yı Cennetü'l-Firdevste
saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin."

sh:»(s.193) düm. Koğuşa teneffüse çıkıp saati doldurduktan sonra içeri girerken bun
umumî helâya girecektim. Teneffüs sırası diğer koğuşa gelince Üstadın kapısı açılacak,
oradaki mahpuslar teneffüse çıkacak, ben de helâdan çıkıp o koğuşa geçecektim. Böylece bir
saat kadar Üstadın yanında durabilirdim. Tekrar bizim koğuş teneffüse çıkıncaya kadar yine
helada kalıp bizim koğuşa geçecektim. Bunu ne pahasına olursa olsun bazan yapardık.

Yine böyle yapmak istemiştim. Bizim koğuş içeri girerken ben helaya girdim. Bu
esnada Üstadın koğuşu da açılmış, mahpuslar dışarı çıkıyordu. Ben helanın kapısına geldim.
Fakat soğuktan her taraf dona kesmişti. Helanın kapısı kapanmıyordu. Ayak üzerinde durmak
bile mümkün değildi. Kapının aralığından bir el gördüm. Kapıyı tutuyor ve dışarıya çıkmaya
çalışıyordu. Bu el Hz. Üstadın eliydi. Ben, "Efendim, efendim ben tutayım elinizi, ibriğinizi
bana verin" diye seslendim.

Üstad, "İbrahim sen misin?" dedi ve tebessüm ederek elimden tuttu, dışarı çıktık,
beraber koğuşa gittik. O günkü heyecanımı da unutamıyorum.

Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolsun

Hapishanede Risale-i Nur yazdınız mı?

Afyon hapsinde El-Hüccetü'z-Zehrâ'yı birkaç defa yazdım. Bir defasında da


Kastamonu'ya giden birisiyle gönderdim. Bir tane de babama hatıra olmaka üzere çok itina ile
yazmıştım. Bunu Hz. Üstada tashih için gönderdim. Hz. Üstad tashih etmiş ve öyle muazzam
bir dua yazmıştı ki, görenler hayran oldular. Ben de hapisten sonra babama takdim ettim.
Babam çok memnun oldu, ağladı; fakat şimdi o kitap nerededir, bilmiyorum.

Ayrıca Afyon hapishanesinde Cevşenü'l-Kebir ve diğer Evradı yazmıştım. Bir tane de


Emirdağlı Mustafa Acet yeni öğrendiği o güzel hattı ile bir Cevşenü'l-Kebir, bir de Evrad-ı
Kudsiye yazmış, bazı kısımların tashihini yaparak bana hediye etmişti. Daha sonra te
berrüken Mehmed Feyzi ve Hasan Feyzi Ağabeylerin yazdıkları Hülâsatü'l-Hülâsa ve sair
Evradları ilave ederek Hz. Üstada tashih ettirdim. Hz. Üstad mübarek bir dua yazarak bana
iade etti.

Ahmed Feyzi Ağabeyle 2 ay kadar bir koğuşta yattık. Bir defasında Ahmet Feyzi, Hz.
Üstada bir pusula yazarak, "Üstadım ben Gençlik Rehberini bugünkü gençliğin anlayabileceği
şekilde lügatsız Türkçe olarak yazıp neşretmek istiyorum, müsaade eder misiniz?" diye sordu.

sh:»(s.194)

Hz. Üstad da "Kardeşim Ahmed Feyzi, sen öyle bir risale yazarsan kendi imzanı at
veya lügatlarını haşiyesinde kısaca Türkçeye çevir, yine imzanı at" demişti. Bu ifadeleriyle
Üstad Hazretleri, Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolunmasını anlatmak istemişti.

Hz. Üstadın kendi elyazması olan, El-Hüccetü'z-Zehrâ'da yer alan Fatiha'nın tefsir
kısmını Hz. Üstad, Ceylan'a vermiş, Ceylan da, "Teberrüken sana getirdim" dedi ve bana
verdi. Ben de alıp öptüm, başıma koydum ve itina ile muhafaza ettim. Tahliyeden sonra
İstanbul'a gittiğimde o gün için en güzel bir cilt ile ciltlettim ve İnebolu'da onu canımdan
kıymetli olarak sakladım.

Sonra bir mahkeme sebebiyle İnebolu'ya gelip fakirhanemde misafir olan Bekir Berk
kardeşimiz onu gördü ve kendi müzesinde muhafaza etme ve "Hizmet-i Nuriyede çok büyük
hizmetlere vesile olacak" diye ısrarla benden istedi. Ben de "Hizmete medar olur" niyetiyle
hiçbir şeyimi esirgemezdim ve verdim. Seneler geçti; baskınlar, musadereler ve imhalar....
Bekir Berk hapse girince kayboldu. Çok aradım, sordum; bilen olmadı.

Yıllar sonra Mehmed Emin Birinci ve Mehmed Fırıncı kardeşlerin elinde hakikaten bir
hizmete medar olmak için çıkarılmış iken gördüm. Dünyalar benim oldu. Çok sevindim, kayıp
olmamış. O kıymetli kardeşlerim onu muhafaza etmişler. Kalbim rahat etti.

Afyon hapsindeki hapis müddeti ne kadardı?

Tarihler, hapishanede yazdığım evrak defterinde yazılı. Afyon hapsine girmeden evvel
İnebolu'dan ayrıldığım tarih: l7 Ağustos l948 Perşembe. Hapishaneye girdiğim tarih: l0 Eylül
l948 Cuma, Afyon hapsinden çıktığım tarih: 9 Mart l949. Bu hesaba göre hapiste 6 ay
kalmışım.

Avukat olarak kimlere vekâlet verdiniz?


İlk defa Ahmed Bey isminde bir avukat fahri olarak vekâletimi almıştı. Sonra bir baro
reisi-ismini Halil zannediyorum-almıştı. Başka hatırlamıyorum.

Hapishanede günlük hayat

Afyon hapishanesinde Üstad ve Nur talebeleri günlük zaruri ihtiyaçlarını nasıl


karşılardı?

Hapishaneye birkaç çamaşırdan başka bir eşya ile girmemiştim. Rahmetli Hüsrev
Ağabey bana bir minder göndermişti. O minderin üzerinde yatardım. Bir de üstüme örtecek
bir şey vardı. Daima elbisemle yatar kalkardım. Banyo için bir teneke suyu bulabilirsem

sh:»(s.195) onunla banyo yapardım. Bazen dışarıdan yardım yaparlardı. Kimler


yapardı bilmiyorum, o yardımlar para, yiyecek gibi şeyler olurdu ve onları teberrük diyerek
almamız için Üstad Hazretleri gönderirdi.

Bizim koğuş, ikinci koğuş zemin kat idi, tabanı taş idi. İçi 20-25 metre uzunluğunda
ve 8-l0/ metre genişlikte idi. Koğuşta, kapıları içeride 3 adet hela vardı. Banyomuzu da o
helalarda yapardık. Bizim koğuşun mevcudu bazen 70-80 kadar kişi olurdu. Koğuş başkanı
olan ağır cezalı mahkum Hasan Ağa, aynı zamanda berberlik yapardı ve Üstadı da o traş
ederdi. Benden para almazdı. Akşamları birer tayın dağıtırlardı ve parasını alırlardı. Fakirlik
mazbatası verenlerden almazlardı. Benim param yoktu. Bana "fakirlik mazbatası getir"
dediler. Ben de İnebolu'ya yazdım, fakat gelmedi. Hapisten çıktıktan sonra inebolu'da benden
tahsil ettiler.

Mübarek Kandil Gecelerinde, bayramlarda ve Muharrem ayında hapishaneye aşure ve


tatlı gibi yiyecekler gelirdi. Hz. Üstad onları teberrük diyerek alıp yememizi tavsiye ederdi.
Dışarıdan nohut, börülce, fasulye ve bulgur gibi şeyler az gelirdi.

Hapishane içinde boş gaz tenekelerinden ufak mangal yaparlar ve satarlardı. Beş kuruş
verip bir tane de ben almıştım. Onda kömürle çorba pişirirdim. Bir defasında teneffüs
esnasında mangalı bahçede unutmuştum. Beni kapı altı dedikleri başgardiyanın dairesine
çağırdılar. O dairenin üstünde Hz. Üstadın bulunduğu koğuş vardı. Üstadı tek başına
bıraktıkları 70 kişilik bu koğuşun 40 kadar camgöz penceresi vardı. Bunların ancak l5
tanesinde cam takılıydı, diğer pencerelerin camı hep kırıktı.

"Projektör gibi iki göz bana bakıyor"


Orada bana mangalımı gösterdiler. Bu mangal "Senin mi?" dediler. Mangal benimdi.
Zalim bir gardiyan vardı. Beni döğmek için elini kaldırdı. O gün bir şenlik günü idi.
Kalbimden diyordum ki: "Bugün bunların şenlik günü, çalgılar çalıp horon tepip oynuyorlar,
şarkılar söylüyorlar. Eğer bende zerre kadar bir iman varsa bugün benim de bu zalimlerin
zulmüne uğramamam lâzımdır ve hakkımdır; bakalım bana nasıl azap edecekler?" diye
düşünerek oraya gitmiştim. O gardiyan bana takadını şiddetlice vuracak diye bekliyordum. Ve
iyi vursun diyerek boynumu bir tarafa eğmiştim. O anda gözüm üst katın sarmaşıklı
penceresine denk geldi. Birde ne göreyim, sarmaşıkların arkasından projektör gibi iki göz
bana bakıyor, ben de ona bakıyordum. Ben tokadı unutmuştum. Zira bu göz Hz. Üstadın
gözleriydi. Birden başgardiyanın sesi gürledi: "Vurma, bı

sh:»(s.196) rak." Zalim gardiyanın uzun kolu aşağı indi. Ve bana "Al mangalı git"
dediler. Bu hadise beni günlerce yatağımda ağlattı. Ve nurlu bakış o zalim gardiyanın kolunu
döndürmüş hareketsiz bırakmıştı.

"İbrahim, hasta mısın?"

Hz. Üstad bizi teneffüste ortabahçe dedikleri yerde gezerken de seyrederdi. Bir defa
ben Üstadın penceresi karşısında güneşleniyordum. Yakam açıktı, boynumdan da fanilamın
yakası görünüyordu. Hz. Üstad pencereye geldi, bir pusula attı. Oradakiler pusulayı aldılar,
bana verdiler. Üstad, pusulada şöyle diyordu: "İbrahim sen hasta mısın, boynunda ne var?
Seni üzgün görüyorum."

Bir defasında yine bahçede Ceylan, Halil ve bir kardeşimizle beraberdik. Üstad
üçümüze bir pusula attı. Pusulada şunlar yazılıydı: "Kardeşlerim, gezin dolaşın, neşeli olun. "
Bana öyle gelirdi ki, sanki annemin yanındayım ve bana şefkatle sahip oluyor ve beni hiç
gözünden ayırmıyor.

"Üstadı zehirlediler"

Biz Hz. Üstadı pencerede görmezsek, "Neden görmüyoruz?" diye çok üzülürdük. Ne
pahasına olursa olsun, bir fırsatını bulun yanına çıkmayı gözlerdik. Kışın son derece soğuk bir
gününde Üstadın yanına gizlice çıkmıştım. Hz. Üstad çok hasta idi. Bana elini uzattı, "Tut"
dedi. Ben de tuttum ve öptüm. Ateşler içindeydi, elim sıcağına tahammül edemiyordu.
"İbrahim çok hastayım. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum" derken Ceylan da
geldi. Aynı şeyleri ona da tekrarladı. Biz şaşkın bir halde ağlıyorduk. Üstad Hazretleri de
ağlıyordu. "Ne yapalım?" diye çaresizlik içinde Ceylan'la birbirimize sarıldık, ağlaştık,
helalleştik. Üstad bize çok dua etti ve sonra bizi gönderdi. Dönüşte kardeşlere meseleyi
anlattık, çok dualar ettik. Cevşenler okuduk. Sonradan anladık ki, Üstadı zehirlemişler.

Kış mevsimi.Her taraf donmuş Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş demiryolu


kapanmıştı. l5-20 gün şehre yiyecek, yakacak gelmemiş, sular akmıyordu. Hz. Üstadın
pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Hz. Üstadı
önünde bir gaz tanesi,. içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında
iki kat olmuş halde gördüm.

Üstadın koğuşunun karşısında bir koğuş daha vardı ki, o koğuştaki pencerenin camları
yeniden takılmış, kapıları tamir ettirilmişti. Koğuşun içinde dökme soba, sıcak hamam gibi
banyo suları akıyor. Bu koğuşta komünizmden müebbet hapse mahkûm bir

sh:»(s.197) genç ve bir kadına tecavüz etmiş bir doktor, bir de siyasî mahkûm vardı.
Bunlar imtiyazlı mahkûmlardı. Dışarıdan yardımları gelir; hatta komünist gecelerinde dışarıda
gezdiklerini söylerlerdi.

"Soğuktan donuyorduk"

Altı kadar koğuş vardı. Her koğuşta Nur talebeleri bulunuyordu. İdareye, savcılığa
"Soğuktan donuyoruz, Üstadımız artık dayanamıyor, kömür, yakacak, soba..." şeklinde
yazılar yazıldı. Fakat hiçbir netice vermedi. Bu meseleden halk da haberdar olmuştu. Halk
"mahpuslar donuyor" diye duymuşlar ve ileri gelenler zorlamışlar. Sonunda istasyonda kalmış
olan bir kamyon kadar maden kömürü jandarmaların nezareti altında torbalarla ağır cezalı
mahkûmlara taşıttırılıp hapishane bahçesine getirildi. Herkese birer teneke verdiler. Ama bu
defa o kömürü yakacak ne soba vardı, ne de mangal. Bunun için kömür hiçbir işe yaramadı.
Sonunda Mustafa Osman kardeş bir kağıt üzerine saçtan yapılmış ızgaralı bir kömür sobasının
krokisini çizerek kendisi adına aldırttı. O sırada Üstadı o geniş ve camları kırık koğuştan
aldılar, 5. koğuşa verdiler. Güya Üstada acıdılar. Halbuki bu koğuş yankesicilik ve hırsızlık
suçlarından mahkûm olan serserilerin bulunduğu kalabalık bir koğuştu. Ta ki, Hz. Üstad,
alışık olmadığı bu gürültülü yerde daha çok inlesin.

"Mahkûmların Üstada saygısı"

Bizim koğuşla ikinci koğuşa aynı kapıdan girilirdi. Biz kendi hissemize düşen
kömürleri Hz. Üstada hediye ediyorduk. Mustafa Osman da yaptırdığı sobayı Üstada hediye
etmişti. Üstadı aldıkları 5. koğuşta Nadir Hoca diye bir mahkûm vardı. Oraya bakıyordu.
Hemen koğuşun bir kısmını battaniyelerle bölerek Üstad Hazretleri için bir oda yapmış, içine
de sobayı kurmuş. Üstadı oraya almış ve sobayı yakmışlar. Mahkûmlar Üstadı rahatsız
etmemek için hiç ses seda çıkarmıyorlarmış. Diğer koğuşlar, gardiyan ve müdür odaları
soğuktan donmuş bir halde iken, Üstadın bulunduğu koğuş hamam gibi sıcık olmuş bir
cennete dönmüştü. Mahkûmlar Üstada hizmet için yarışa girmişler ve namaz kılmaya
başlamışlardı.

İşte el-Hüccetü'z-Zehrâ böyle bir hava içinde yazılmaya başlandı.

Gaz tenekesinden mangal

Yiyecek ve içeceğinizi nasıl temin ediyordunuz?

sh:»(s.198)

Hapishanede Üstadımızın yemeğinin altıncı koğuştan geldiğini görürdüm. Bu hususta


hatırımda kalan birşey yok. Bizim koğuştan Taşköprülü Sadık Bey bu hizmeti üzerine almıştı.
6. koğuşta Mehmed Feyzi, Ceylan, Halil ve Hüsrev Beyler vardı. Onlar gönderirlerdi. Hz.
Üstadın bu gibi hizmetlerini yapacak bir talebesini yanına müsaade etmiyorlardı. Bir gardiyan
tayin etmişlerdi. Hz. Üstad ona pek itimat etmezdi. Ekmek her zaman idare tarafından
dağıtılırdı. Bu ekmek askeriyenin tayını gibiydi. Fakat Hz. Üstad bu tayını yemezdi. Bu
tedbire rağmen yine de Üstadı zehirlendiği çok olurdu.

Bizler da gaz tenekesinden yapılmış mangallarla ısınırdık. Benim ufak bir tencerem
vardı. Dışarıdan tarhana, bulgur geldiğinde o tencerede pişirirdim. Bir gazoz şişem vardı.
Onunla da yağ getirtirdim. O yağı evvela tencerede yakar, dumanı çıkınca tarhanayı koyar, su
ile karıştırır ve pişirirdim. Zira o yağ yanmadan yenmezdi. Afyon yağı imiş. Zeytinyağı yok
derlerdi. Bu ameliye koğuş içinde olduğundan 70-80 kişinin yemeği hep böyle pişerdi. İlk
defa o koğuşa beni koydular. ilk günü, hele ilk saatler boğuluyorum sandım. Buna helaların da
kokusu karışınca dayanılmaz oluyordu. "Bu gece muhakkak ölürüm" demiştim. Bu pis havayı
koklaya koklaya iki-üç gün içinde alıştım ve bir daha böyle koku ve bunaltı duymadım.

Koğuşun bir tane penceresi vardı. Onu da açtırmazlardı. Zaten bu hapishane


Ortaçağdan kalma bir zindandı. Bazen dışarıdan teberrük yufka ve kuru yiyecekler de gelirdi.
Diğer mahkûmlar Afyon'lu olduklarından her zaman yiyecek ve temiz çamaşırları gelirdi.
Lâkin bizim kardeşler uzak yerlerden geldiklerinden ayda bir ziyaretçileri ya olur, ya olmazdı.
Onlar da hep fakir köylülerdi. Getirdikleri şeyler nohut, fasülye, bulgur, tarhana gibi kuru
yiyeceklerdi.

"Tahiri Ağabey'in başına gelenler"

Bir hâdiseyi de anlatayım: Bir kış günü sabahı 7.30'da bizi mahkemeye götürmek için
kapı önüne çıkardılar. Tahiri Ağabeyin başı, yüzü sarılı idi. O sırada Hz. Üstadı da çıkardılar.
Üstad, Tahiri Ağabeyle kelepçelenmek istedi. Tahiri Ağabeyi çağırdılar. Tahiri Ağabey
Üstadın yanına gelince Üstad ona birşey söyledi. O da başını yüzünü açtı. Hepimiz ona
bakıyorduk. Bir de ne görelim: Tahiri Ağabeyin yüzüne felç gelmiş, ağız ve gözler bir tarafa
kaymış. Gözlerinin içi kıp kırmızı kan. Korkunç bir hal almıştı. Ona Üstad "Geçmiş olsun"
dedi ve eliyle Tahiri Ağabeyin yüzünü okşadı, "Geçecek" dedi. Tahiri Ağabey yine yüzünü
sardı ve mahkemeye öyle gittik.

Bir ara fırsatını bularak kendisi ile aynı koğuşta yatan Mus

sh:»(s.199) tafa Osman'a Tahiri Ağabeyin bu hale nasıl geldiğini sordum.

Şöyle anlattı: "Tahiri Ağabey kendisine verilen yeşil sebze vesaireyi yemiyor. Kendi
mıntıkasından gelen teberrük kuru şeyleri yiyor ve her zaman da oruçludur. Vücudunda kan
dolaşımı olmuyor. Bu hadise bu gece oldu" dedi. Lakin l5 gün sonra biz, mahkemeye
giderken yine merakla Tahiri Ağabeyin halini hatırını sordum, bana yüzünü açtı; baktım ki
tamamen iyi olmuş. Gözleri ve ağzı yerine gelerek normal bir hale gelmişti. Bu arada şunu da
zikretmek lâzım ki, en ziyade yoğurt gibi taze şeyler Çalışkanlara getirilirdi. Çalışkanlar
kalabalıktı. Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil Çalışkanlar... Bu kardeşlerin yoğur ve
ayranını çok içmiştik. Ruhları şâd olsun.

"Ben Nurcu değilim"

Afyon Hapishanesinde kaç Nur talebesi vardı?

Ben hapishaneye Eylül ayında girdim. Benden evvelki bir dönemde hapisten l5-20 kişi
tahliye edilmişti. Benim bulunduğum zaman 30-35 kadar Nur talebesi olduğunu tahmin
ediyorum. Ben hapiste iken bazı Nur talebeleri yine tahliye edildi. Bu arada yeni gelenler
oldu. Mesela Ahmed Nazif, Selahattin Çelebi, Hüseyin Tabancalı geldiler.
Bu arada şunu da söylemeliyim: Benim yanıma Ahmed Feyzi Efendi'yi verdiler. Bu
sırada Fevzi Halıcı, Mustafa Ramazan ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 genç üniversiteliler
de geldiler. Bunlar az kaldılar. Bu sırada aramıza öyle fikirler yaydılarki, kim "Ben Nurcu
değilim" diye savcılığa bir dilekçe verse tahliyesi mümkündü. Bu üniversiteli kardeşlerin de o
sene imtihanlarına az bir zaman kalmıştı. İmtihana giremezlerse tahsilleri yanacaktı. Bunlar
böyle bir dilekçe yazarak tahliye oldular.

"Ben Nurcu değilim" diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi, üstad
tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki, herkes böyle yapsın.

"Üstadı son ziyaretim"

Üstadı son olarak nerede gördünüz?

Ben Hz. Üstadı son olarak bir yaz günü Emirdağ'da gördüm. Yine bir hizmet
vesilesiyle ziyaretine gitmiştim. Yanında rahmetli Zübeyir kardeş ve Ceylan vardı. Beni o
akşam evine misafir ettiler ve sabah kahvaltısı ettirdi. Kendi mübarek eliyle ağzıma siyah
ekmekle dolaptan kavanozdan çıkardığı bal yedirdi ve o gün sabah

sh:»(s.200)

postası arabasından 3 kişilik yer ayırttı. Parasını kendi verdi ve "Seni uğurlayacağım"
dedi. Ve posta minibüsünde beraber Eskişehir'e uğurlayacağım" dedi. Ve posta minibüsünde
beraber Eskişehir'e kadar geldik. Yıldız Otelinde odasına çıktık. Beni oradan salavatladı.

O gün sanki ruhum cesedimden ayrılmıştı. Nereye bastığımı, ne yaptığımı


bilmiyordum. Annemden, babamdan görmediğim bir şefkat, bir samimiyet, bir arkadaşlık;
tarifi mümkün olmayan bir zevk ve lezzet havası içinde idim. Gözlerim yaşlı, ruhum sevinçli
idi.

Ondan sonra ne kadar zaman geçtiğini hatırlayamıyorum. Hz. Üstadın Urfa'ya hareket
ettiğini duyduk. Bir sabah 7.30 ajansında Menderes'in radyodan Hz. Üstad'ın vefat haberini
verdiğini duyduk. İnebolu'da bir minibüs kiraladık. Başta Ahmet Nazif Ağabey olarak
rahmetli Hacı Dursun Efendiyi de alarak Ankara üzerinden Urfa'ya Cuma gecesi ulaşabildik.
Hz. Üstad defnedilmişti. Biz yolda Üstadın geçtiği yerlerde Üstaddan haberlersoruyor ve son
hızla devam ediyorduk. Urfa'ya yaklaşırken tank birliklerine rastladık. Bu tanklar herhangi bir
hâdise olur diye Urfa'yı kuşatmışlardı. Urfa'da bütün dükkânlar kapanmış, halk sokaklara
dökülmüştü. Cenaze namazını l50 bin kişi kılmış. Yalnız o gece mezar başında masım 7-8
yaşlarında yavrular 500 hatim indirmiş. Bütün Urfalılar gelen misafirleri evlerine taşıyorlardı.
Halilürrahman hınca hınç dolup taşıyordu.

***

Hz. Üstad bir Chaırollet araba ile gidiyormuş. Arkasından ona en hızlı arabalar bile
yetişemiyormuş. Urfa'da Mehmet Bey isminde bir otel sahibi Hz. Üstadı otelinin bir odasında
misafir etmiş. Fakat zâbitler, Üstadı otelden almak istemişler, fakat otelci vermemiş. İçişleri
Bakanlığı ise, "Ölüsünü veya dirisini geldiği yere götürün!" diye sıkı emir vermiş. Ancak
binlerce Urfalı Başvekile telgraf çekerek, "Biz Hz. Üstadı vermeyiz" demişler ve sabaha
kadar otelin etrafını doldurmuşlar. Ankara'dan emir bekliyorlarmış. Sabahleyin Adnan
Menderes, Üstadın vefat haberini kendi ağzından duyurmuş.

***

"İhlâs ve meşveretle bu hizmet yürüyecek"

Cuma günü Abdullah Yeğin'in kaldığı medresede çeşitli vilayetlerden gelen Ağabeyler
toplandılar, "Bir meşveret yapalım" dediler. "Vefat neticesi olarak ne yapmak lazım?"

Bir kısmı "Bir başkan seçelim. Aynen Üstad gibi mektupları ile irşad etsin, yönetsin"
dedi. Bir kısmı, "Vazife taksimi yapılsın" tekli

sh:»(s.201) finde bulundu. Bu hal bir saat kadar devam etti. Başta Tahiri Ağabey,
Ahmet Nazif Mustafa Sungur, Mustafa Osman ve Zübeyir olmak üzere şu fikri ortaya
koydular: "Risale-i Nur umum İslâmın malıdır. Hz. Üstad nasıl neşretmişse, aynen her Nur
talebesi gayr-ı siyasî, ihlâsla ve meşveretle bu hizmeti yürütecektir. Risale-i Nur
müvacehesinde, ihlâs, uhuvvet, meşveret dairesinde hareket edilecektir. Böyle dernek
başkanı, aza yoktur. Bu iş bitti" denildi.

[]

Bahtiyar bir ihtiyar:


İbrahim Fakazlı elvan türlü çiçek, rengâ renk

güllerle çevrili kendi evinin bahçesinde tefekkür halinde iken

Herkes bunu kabul etti. Civardaki büyük camide Mustafa Sungur, Risale-i Nurun ve
Hz. Üstadın beyanlarını herkese mükemmel birşekilde açıkladı ve mesele aydınlandı. Biz de o
akşam oradan avdet için hareket ettik. Ankara üzerinden İnebolu'ya geldik.

[]

Fakazlı Ağabey, Üstadla geçen o sürurlu anıları bütün berraklığı ve tazeliği ile
anlatıyordu.

[]

Nur hizmetinde yarım asrı aşan aydınlık bir sîma: İbrahim Fakazlı, yıl:l993

sh:»(s.202)

[]

Mehmed Tevfik Yakamercan

MEHMED TEVFİK YAKAMERCAN

l896'da Kastamonu'nun Küre mahallesinde dünyaya geldi. l5 Şubat l965'de İstanbul'da


Ramazan Bayramından bir hafta sonra vefat etti ve Sahrayıcedit kabristanına defnedildi.

Mehmed Tevfik Yakamercan, Bediüzzaman'ın Kastamonulu talebe, dost ve


hizmetkârlarından birzâttır. Güzel yazısıyla, kâtip olarak Üstada muhatap olmuş, l943'de
Denizli'de hapishanede yatmıştı.

Mehmed Tevfik Yakamercan'ın dedesi Salih Efendi, Sultan Mahmud devrinde


Yeniçeri ağalığına kadar yükselmiş. Sultan kendisine mükâfat ve taltif olarak elleriyle iki
yakası mercanla kaplanmış bir hırka giydirmiş. Bu sebepten, Mehmed Tevfik Efendi
kendisine Yakamercan'ı soy isim olarak almış.

Böyle asil ve neslen Osmanlı mensubu bir zat, Kastamonu'da Halk Partisinin kara
günlerinde zincirlerle
[]

Risale-i Nur'un Kastamonu Kâtiplerinden olan

Mehmed Tevfik Yakamercan'ın yazdığı 27. mektubun

Zeyli kitabından bir parça.

sh:»(s.203) elleri bağlanarak, bir arabanın koltuk aralarında Denizli hapishanesine


yollanmıştı.

Kendisi Kastamonu'da Ağa İmareti veya Yakup Ağa Camiinde imamlık yapardı.
Kurrâ hafızdı. l943'de Denizli hapsinden beraat edip tahliye olduktan sonra İstanbul'a gelip
yerleşmişti. İstanbul Müftülüğünde Mushafları Tetkik Heyeti reisliğinde bulunmuştu.

Kısa boylu, sakallı ve âlim bir zat olan Yakamercan, neşeli bir halde tatlı sedasıyla
Kur'ân okurdu.

Kastamonu'da evleri Bediüzzaman'a yakındı. Hafız ve hattat olan hanımı ise


Erenköy'de "Hoca Anne" diyerek anılırdı. Üstadın çamaşırlarını yıkardı. Hanımlarla birlikte
ziyaretine de gittiklerini anlatan "Hoca Anne," çamaşırların çok temiz olduğunu, mis gibi
koktuğunu ifade ediyordu.

Yakamercan'ın iki buçuk yaşındaki oğlu Zekâi vefat ettiği zaman Üstad kendisine
"Çocuk Taziyenamesi"ni göndermişti.

Eski, kara ve karanlık günlerin dertli bir mensubu olan M. Tevfik Yakamercan'ın oğlu
Ömer ise Üstadı son defa, l952'de İstanbul'da Akşehir Palas otelinde ziyaret etmişti.

sh:»(s.204)

[]

Ahmed Özkan (Kureyşi)

AHMED ÖZKAN (KUREYŞÎ)

Kastamonu'nun Devrekâni kazasındandır. Lahika mektuplarında isminden ve


hizmetlerinden bahisler bulunmaktadır. Mektuplarda Ahmet Kureyşî şeklinde
bahsedilmektedir.
"Üstadımızın Kastamonu'da olduğu yıllarda, benim Kastamonu'da iki dükkânım vardı.
Birini imal, diğerini satış yeri olmak üzere kullanıyorduk. Üstad Hazretlerini geriden geriye
görmüştüm. Kendisini kalben ve ruhen çok sevmiştim. Bir gece rüyamda beni çağırmıştı.
Uyandığımda bunun beni ikaz eden bir hakikat olduğunu anladım. Hemen imâlatını
yaptığımız cevizli ezmeden bir miktar hazırladım, doğruca Üstadın bulunduğu haneye gittim.
Vardığımda bana, "Sen hoş geldin kardeşim" diyerek hitap etti. "Bu hediyeyi başkasından
olsaydı almazdım, ama senin bu hediyeni alacağım" dedi. Yanından ayrıldım.

"Sen Arapsın ve Seyyidsin"

"İçinde hayli mal sattığım dükkânda büyük bir asma saat vardı. Onu bir gece rüyamda
bizim Devrekâni'de Çarşı Camiine elimle astığımı gördüm. Bunun üzerine o saati aynı camiye
elimle astım. Halihazırda saat o camidedir. Ondan sonra tekrar Üstad Hazretlerinin yanına
gittim. Bana 'Dükkânlar satıldı mı?' diye sordular. 'Ben senin için şöyle dua etmiştim; elindeki
dükkânlar satılsın, ondan sonra Nurlara hizmet etsin' diyerek, hemen oradan Küçük Sözler'i
verdiler.. 'Bunu yaz, hemen bana getir,' dediler.

"Yanından ayrılıp Devrekâni'ye gittim. Eseri yazıp babamla gönderdim. Tashihte şu


işaretleri gördüm: 'Yedinci Söz'ün nihayetindeki dua kısmında 'Ahmed Kureyşî' demiş. Ben
ilk defa Nur'ları yazdığımdan, 'Herhalde unutmuş' dedi. Nihayetindeki Onuncu Söz'ün dua
kısmında da aynı şekle 'Ahmet Kureyşî' diyerek ilâve etmişlerdi. O zaman şüphelendim.
'Dokuzuncu Söz'ü göndermişlerdi. Onu da sür'atle yazıp, kendisine gittim. O zaman bana
dediler ki:

sh:»(s.205) 'Sen Arapsın ve Seyyidsin!' O esnada Feyzi ve Emin Efendiler de vardı.

"Bizim evvelce soy ismimiz Tekkenişoğlu'ydu. Bir zamanlar merkez idare heyetinden
'Soyadınızı değiştirin' demişlerdi. Ben de Özkan'ı soyadı olarak almıştım. Sonra eski kitaplar
arasında 'Seyyid' olduğumuzun vesikası elimize geçmişti.

"Vazifen var"

"Bir ziyaretimde Üstad bana şöyle buyurmuştu: 'Bize yakında bir hal olduğu zaman
seni buraya bırakacağım. Vazifen var.' Aradan on beş gün geçti, sonra Denizli hâdisesi çıktı.
Öyle oldu, herkesi aradılar ve topladılar, bana birşey olmadı. Bir zaman sonra her tarafa gidip
kardeşleri teselli etmeye çalıştım. Neticede Üstadın dâvâsı beraatle neticelendi.
"Üstad da Emirdağ'ına verilmişti. Emirdağ'ındayken ziyaretlerine gitmeye niyet edip
Kastamonu'ya gittim. Yanımda, sevdiklerimden Berber İsmail de vardı. O da dayısı Üsküdarlı
Hacı Şükrü Efendiyi ziyarete gidiyordu. Beraberce İstanbul'a vardık. İsmail Efendi bana dedi:
'Dayım da seninle beraber gelecek. 'Sonra dayısını gördüm. Bana dedi: 'Üstadı rüyamda
gördüm. 'Tarif etti. Baktım, aynen benim gördüğüm bir rüyayı o da görmüş.

"Birgün Haydarpaşa'dan trene binerek Eskişehir'e geldik. Emirdağ'ından gelen


vasıtaları gözlemeye başladık. Bir ara küçük bir otobüs geldi. İçinden sakallı bir şahıs çıktı.
Hemen ona yanaşıp, vasıtaların ne zaman gideceklerini sorduk. Bize 'Siz Hoca Efendi
Hazretlerini mi ziyaret edeceksiniz?' dedi. 'Evet' diyerek, oradaki kâtibe yazıldık. O zat da
Emirdağ'ında imammış. O gün bizimle beraber dolaştı. Sonra Emirdağ'ına bir kamyonla gittik.

"Emirdağ'ına vardığımızda Mehmed Çalışkan'ın dükkânını bulduk. Arkadaki Osman


çalışkan'ın dükkânına geçtik. Hemen bir haberci Üstad Hazretlerine gitti. Oradan Ceylân
Çalışkan geldi. 'Sizi Üstad Hazretleri çağırıyor' dedi. Rüyamda aynen gördüğüm yerdi. Aynı
gördüğüm haneye çıkıp içeri girerek, Üstad Hazretlerinin ellerini öptük, boynuna sarıldık.
Sonra Ceylân'a dedi ki: 'Bak, ben sana dağda hemen geriye dönelim demiştim, bizim iki has
kardeşimiz misafir geliyorlardı, işte gelmişler.'

"Bu ziyaretten sonra otelde misafir kaldık. Tam o esnada 'Emirdağ'ından hemen
gitsinler' diye haber geldi. Hemen buğday boşaltılmış bir kamyona binerek Eskişehir'e geldik.
Yatsı namazını orada kılıp, trenle Haydarpaşa'ya hareket ettik.

sh:»(s.206)

"Vaizlik yapan Sadeddin Efendi vardı. O da bizimle Devrekâni'ye hafız cemiyetine


gelmişti. Orada onunla konuştuk. Dedim:

"Hoca, bizde müftülük kadrosu boş, buraya gel."

"O da 'Beni buraya tayin ettirebilirsen gelirim' dedi.

"Hemen Ankara'ya gidip tayinini yaptırdım. Ankara'dan Emirdağ'ına hareket ettim.


Üstadımızın ziyaretine varıp, mübarek ellerini öptüm, bu meseleyi anlattım.
"İnşaallah oraya hayırlı bir müftü olacak' dediler. O gece orada otelde kaldım. Havalar
çok soğuktu. Otelin ortasında bir soba vardı. Sobaya yakın bir oda seçtim. Sabahleyin Ceylan
Çalışkan geldi.

Üstad, 'Hemen gelsin' demiş. Ceylan'la Üstadın yanına vardık.

"Hava soğuk, ama sen üşümedin değilmi?' dedi.

"Himmet ve duanızla üşümedim efendim' dedim.

"Sonra dedi ki: 'Bu gece ben uyumadım ve şöyle âlemi bir gezdim, baktım ki, Ahmed
Kureyşî de ayakta.'

"Hakikaten o gece ben de uyumamıştım.

Tarihçe-i Hayattaki resimler

"Üstad Beziüzzaman Hazretleri İstanbul'a gelmiş ve Akşehir Palas Otelinde


kalıyorlardı. Orada da Üstadı ziyaret ettim. Daha sonra Fatih Reşadiye Otelinde kaldı. Orada
da büyük oğlum Zeki ile beraber ziyaretine gittim. Tekrar Reşadiye Oteline gittiğimde
yanında bazı kardeşlerimiz vardı. O gün Cuma idi. Beraberce Fatih Camiine namaza gittik.
Sağ mahfilde oturduk. Namazdan sonra Sultan Fatih'in türbesini ziyaret ederek Fatiha
okuduk. Orada birisi Üstad'ın fotoğraflarını çekti. İşte Tarihçe-i Hayat'taki resimler
onlardandır.

"Daha sonraki yıllarda Üstadı Isparta'da ziyarete gittim. Ellerini öpüp dualarını
aldıktan sonra bize üç buçuk saat ders yaptılar. Bana dedi: 'Bunlar beni üzüyorlar, onları
döveceğim, senin yanında döveceğim. Ben Kastamonu'da daha rahattım, orada Feyzi ve Emin
iyi hizmet ettiler, beni hiç üzmediler" dedi. Sonra bana "Hemen hareket et" dedi. Ellerini öpüp
ziyaretinden ayrıldım.

"Bu ziyaretten sonra sağlığında bir daha ziyaret etmek nasip olmadı. Sonra Urfa'ya
gidip, oradan ebediyete intikal ettiler. Biz de İnebolu ve Kastamonu'dan Urfa'ya gittik,
kabrinde cenaze namazını kıldık.

"Cenab-ı Hak Üstadımız Hazretlerine gani gani rahmetler etsin. Amin."

sh:»(s.207)
SADIK DEMİRELLİ

Nur Risalelerinin lahika mektuplarında "Sadık Bey" diye geçen Taşköprülü Sadık Bey,
Plevne kahramanlarından Sadık Paşanın torunudur.

l902'de Kastamonu-Taşköprü'nün Kadıköy'ünde dünyaya geldi. l97l Mart'ında vefat


etti. Kabri Yazıköy'ün Kadıköy Mahallesindedir.

[]

Sadık Bey'in dedesi Pleene kahramanlarından Sadık Paşa (l8l3-l893)

[]

Sadık Bey'in babası Binbaşı Mehmed Ali Bey

Ilgaz dağları, Anadolu'nun şen ve yüce dağlarındandır. Bu dağlarda namlı bir yiğidin
menkıbesi söylenir. Eteklerinden yükselen kavall sesleri, nazlı kuzuların melemesine karışır.
Gür çam ormanlarından yükselen gümbürtüler arasındaki bu menkıbe, Sadık Bey

sh:»(s.208) adındaki bir kahraman sergüzeştini terennüm eder.

Taşköprülü Sadık Bey, Sinop, tosya, Kastamonu, Çankırı, Düzce ve Adapazarı


havalisinin ün yapmış efesi idi. Plevne'nin şanlı gazisi Osman Paşanın silah arkadaşı Sadık
Paşanın torunlarından olan Sadık Bey zulme, ednaya baş eğmeyen bir insandı. Kastamonu ve
civarının hakimi idi. Ayağında bir çizme, altında ak bir küheylan, belindeki silahlariyle
"Taşköprülü Sadık Bey" deyince dost ve düşman temennaya dururdu. Onun yanında rastgele
konuşmak, herhangi bir masrafa iştirak etmek, kimsenin kârı değildi. Eski Anadolu Beyleri
gibi bir Bey... Nerede bir düğün var, nerede bir âlem var; Sadık Bey adamlarıyla birlikte
oradadır. Arap atına atladığı gibi, yel misali, sabâ-reftâr olarak giderdi. Taşköprülü Sadık, ağa
adamdır. Onun bulunduğu yerde haksızlık, zulüm, işret katiyyen yasaktır. Sırtında mavzeri,
zümrüt renkli Ilgaz dağlarının reisi. Kimse onun yanında ayağını uzatamaz, ziyafetler,
davetler hep ondandır. Onun hayatta kimseye bir zulmü ve kötülüğü olmamıştır.

[]

Sadık Bey, Sinop, Tosya Kastamonu,

Çankırı, Düzce ve Adapazarı havalisinin


ün yapmış efesiydi.

Bediüzzaman'ın Nuruna pervane olmuştu.

l935 baharında, polis nezaretinde, Sadık Beyin beldesi Kastamonu'ya bir zat gelir.
Çarşı polis karakoluna yerleştirdiler... Kastamonu'da karakolda misafir ediliyordu. İman
hizmetinin fedakâr ve çilekeş mensubunun resmî kayıtlardaki namı: "Şark menfilerinden"
diye geçiyordu. Her yerde olduğu gibi, saf ve temiz mü'minler hâlesi burada da etrafını
sarmıştı. Onun etrafında ve hizmetinde kimler

sh:»(s.209) yoktu ki... Gariplere misafirlere, ihtiyarlara hizmeti ve hürmeti mukaddes


bir emanet halinde dedesinden devralan Anadolu insanı, hemen bu ihtiyar zatın yardımına
koşmuştu. Bunların içinde ve başında Taşköprülü Sadık Beyi görüyoruz. Onunla görüşüp
konuştuktan sonra bu kutbun cazibesine artık o da takılmıştı. Pervaneler gibi atmıştı kendini
ışığa ve nura. Ağalığı, beyliği, reisliği, sultanlığı bir kenara atan Taşköprülü Sadık, gönüller
sultanı bir Üstada talebe olmuş; ona "belî" demişti. "Kapında kul var sultandan içerû" diyen
Yunus misâli Sadık Bey; "Senin kapındaki kullar, sultandan da değerli" diye hizmetine
koşmuş, Nurları altın suyuyla yazmıştı.

Zaten Sadık Bey, başka türlü de yapamazdı.

Sadık Bey Denizli Hapishanesinde

Yıllar birbirini kovalamış, Kastamonu çilesi bitmiş, sıra Denizli hayat ve


hapishanesine gelmişti. Namlı yiğit Taşköprülü Sadık, Denizli Hapishanesinde Üstad'ının
hizmetine devam etmişti. Kimsenin minneti altına girmeyen, birşey kabul etmeyen o sultan,
Sadık Beyin çorbasını memnuniyetle içiyordu.

Bir Cuma günüydü. Hapishanenin meydancısı Arnavut Âdem Ağa:

"Hafız Mustafa! Hafız Mustafa!" diye bağırıp duruyordu. Isparta maznunlarından


Hafız Mustafa hemen koştu. Âdem Ağa elindeki kibrit kutusunu Hafız Mustafa'ya gizlice
teslim etti. Kutuyu alan Hafız, doğru arkadaşlarının yanına.... Kutuyu orada açtılar. İçinden
çıkan kâğıt parçasını merak ve heyecanla okumaya başladılar: "Yusuf Aleyhisselâm
mahpusların pîridir. Ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur."
Gelen kâğıt ayrı koğuşta, tek başına tecride mahkûm edilen asrın büyük
mütefekkirinden geliyordu.

Sûratle çoğaltmaya başladılar. Neticede iki Cuma gününde Denizli Yusufiye


medresesinin bir hatıra ve dersi olarak Meyve Risalesi meydana geldi.

Sadık Bey Taşköprü'ye dönüyor

Dokuz ay süren bir fasıl da Denizli'nin âdil hakimlerinin beraat kararıyla neticelendi.
Mazlumlar evinin, köyünün yolunu tuttu. Meyve Risalesi'nin mâsum müellifini bu defa da
Emirdağ'a yolladılar. Aradan yine dört veya beş yıl gibi bir zaman geçti. Sadık Bey,
Taşköprü'de Nurları okuyor ve yazıyordu. İmana muhtaç gönülleri Kur'an nurlariyle
aydınlatıyordu. Üstad'ından ayrılalı çok olmuştu.

sh:»(s.210) Gerçi yazdığı mektup ve şiirlerle bu firkatı, bu hasreti dindirmeye


çalışıyordu. Fakat ayrılık ateşten bir ok halinde yiğit adamın ensesini yakıyordu. Nihayet
kalkıp Emirdağ'ın yolunu tuttu. Eskişehir kaplıcalarında maddî temizliği yaparak, huzura
huzur içinde girmek istiyordu.

Sadık Bey'in Emirdağ'da Üstadı ziyareti

Emirdağ'da mütevazi hanesindeki Üstad'ın gözleri o günlerde yolda idi. Bir misafir
bekliyordu. Temiz şilteleri tekrartemizletip hazırlatmış, gelecek misafirini bekliyordu.

Sadık Bey Emirdağ'a inince doğruca Üstad'ın evinin yolunu tuttu. Kapıyı yavaşça
tıkırdattı. Az sonra uzun boylu, kalın ve gür bıyıklı bir genç çıktı kapıya. Kafkas çehreli
Üstadın hizmetkârı "Buyurun" diye ciddiyetle karşıladı misafiri..

Sadık Bey merdivenleri heyecanla çıktı. Tahta kapıyı yavaşça iterek içeri girdi.
"Esselâmü aleyküm Üstadım" diye Sadık Bey, kendini olduğu gibi üstad'ın dizlerine attı.
Hüngür hürgür ağlıyordu.

Omuzlarından tutan Üstad da ağlıyordu. "Kalk kardaşım, Sadık Bey! Kalk kardaşım
Sadık Bey!" diye koca sultan da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden rahmet gibi
yaşlar boşanıyordu. "Hakkını helal et bana kardaşım" diyordu.
Manzarayı görenler de gözyaşlarını zaptedememişti. Bu karşılama ve kucaklaşma
yılların hasretini bir anda giderivermişti. Yakıcı ve yandırıcı bir levha idi. bu. Kalem tariften
ve tasvirden acizdir.

Ey gönüllerin sultanı! Senin yakıcı sözlerin nice sultanları kapı da hizmet kâretmiş; o
yüce gözler, baş eğmez yiğitler senin önünde serfürü ettirmişti!

Bir bahar günü sadık Beyin köyüne gidiyoruz

Nisan başları, Anadolu yaylasında bir başka olur. Hele Ilgaz'ın zümrüt renkli
ağaçlarının arasından parlayan renkli minarelerle donatılmış vatan toprağını Avusturya
yeşillikleriyle mukayese bile etmem.

Araç'tan ayrılmış, Kastamonu'yu ikiye ayıran dereyi geçerek, Taşköprü'ye doğru


kanatlanmış uçuyorduk sanki..

Kastamonu-Taşköprü arası fazla uzun sürmedi. Fakat Taşköprü'de, Taşköprülü Sadık


Beyin izine ve hatırasına rastlamayınca, Ilgaz dağlarının derinliğine uzanan ormanlarına
dalmak icab ediyordu.

sh:»(s.211)

Çünkü Sadık Bey'in oğlu Said Demirelli köyde, Sarıkavak köyünde oturuyormuş.
Köye ise arabayla değil, ancak bir jiple gidebilecektik.

Bu problemi de halledince bir saat kadar dağ yollarını tırmandıktan sonra, ormanların
yamacında Sarıkavak köyünün tahta evleri gözükmüştü.

Bahar başlarında bu yüce tepelerde karla karışık yağmur çiselemeye başlamıştı.

Sadık Bey'in oğlu Said Demirelli'yi buluyoruz

Sadık Bey'in damadı sağa sola koşuşup dururken, dere gibi meyilli bir derinlikten,
sırtında bir siyah pelerin bulunan yirmi beş yaşlarında bir genç çıkageldi.

Sadık Bey'in oğlu Demirelli ve kucağındaki yavru ise, Sadık Demirelli...


Çok uzun zamanın ahbapları gibi kucaklaşmıştık Said'le. Daha ilk anda sırtındaki
siyah pelerin dikkatimi çekmişti. Sorduğumda, Said: "Babamdan hatıra, ona da Üstad'dan
kalma. Denizli Hapishanesinde Üstad hediye etmiş babama" diye cevap verdi.

Bu esnada fırtına şiddetlenmişti. Said bizleri ahşap köy evine almış, Anadolu
misafirperverliğinin en asil ikramlarını yapmak istiyordu. Onun bize anlattığı ve emanet ettiği
hatıralar ise, bizim için paha biçilmez vedialardı. Bu ölümsüz yadigârlarla Sadık Bey'in
asaletini, titizliğini, vesikalara verdiği ehemmiyeti ve nihayet Üstad Bediüzzaman'la birlikte
geçen günlerini adım adım takip etme imkanlarını elde ettik.

Taşköprülü Sadık Bey l902-l97l tarihleri arasında ömür sürmüştü. Babası Binbaşı
Mehmet Ali Bey (l873-l930) annesi Necmiye Hanım, büyük babası ise Plevne
kahramanlarından Sadık Paşa'dır (ll8l3-l893)

Plevne kahramanı Sadık Paşa

Sadık Paşa Plevne'de Gazi Osman Paşa'nın silah arkadaşlarındandır. Onunla birlikte
Ruslarakarşı kahramanca çarpışmış ve esir düşmüştü.

Doksan Üç Harbinin günlerinde, Sadık Paşa kahramanca çarpışmıştı. Esaretinden


sonra Romen harb gazetesi "Türk Esirleri" başlıklı bir yazıda şunları yazıyordu :

"Plevne Müdafaasında kahramanlıkları ile Prens Hazretlerinin

sh:»(s.212) büyük takdirine mazhar olan Sadık ve Ethem Paşalar majesteleri


tarafından kral sarayında kılıçlarının iade sahnesini halkımıza sunuyoruz. Bu münasebetle
Prens Hazretleri bahtiyarlığının ve takdirlerinin bir nişanesi olarak bu iki kahraman askerin
serbest olduklarını ve diğer Türk esirlerinin hiç bir rütbe tefrik edilmeksizin serbest
olacaklarını bizatihi ifade eylemişlerdi. Bu merasimin diğer bir hususiyeti de kabulde yalnız
Prens ve Prenses ile Sadık ve Ethem paşalar ve mütercimleri Melik hazır bulunmuşlardır. Bu
iki mümtaz kahraman esirle Prensin konuşmaları çok samimî bir hava içinde uzun bir müddet
devam etmiş, bu ise bu kabule ayrı bir mana vermiştir."

İşte "Taşköprülü Sadık Bey" böyle köklü ve soydu bir paşa ailesine mensuptu.

Bir Padişaha kul ol kim


Sadık Bey'in hayatı ve hatıralarını andığım zamanlarda, mazinin büyük velileri,
Yunusları, Aziz Mahmud'ları hatırlarım. Adım adım onları takip ederim hayalen. Aziz
Mahmud Hüdaî'nin şu satırlarında Sadık Bey'i görürüm:

"Bir padişaha kul ol kim

Mülkü zail olmaz ola

Bir gülşende bülbül ol kim

Hiç sararıp solmaz ola..."

Sadık Beyimiz, asker aileden asker olarak doğmuştu. Ilgazın bu yiğit adamı, ancak
Bediüzzaman gibi bir ulu sultana boyun eğerdi ve eğdi. Kastamonu'nun vefakâr insanlarından
olarak asrımızın garip misafirine kucak açıp, sahip çıkanlardan olmuştu. Harbiyede tahsil
görmüş, çok güzel bir yazıya sahipti. Bu güzel hattıyla Nur Risaleleri'nin neşrinde vazife
almıştı.

Bu mukaddes vazifenin mükâfatı olarak dokuz ay ana rahminde kalır gibi, Denizli
zindanlarında kalmıştı. Dokuz aylık bir mevkufiyet devresinde ve müteakip günlerde annesi
ve dostlarıyla muhtelif muhabereleri olmuştur.

"Denizli Tüccarı"nın Sadık Bey'e mektubu

"Denizli Tüccarı" Hafız Mustafa Kocayaka'nın 3l Temmuz l944 tarihinde Sadık Bey'e
yazdığı mektubun satırlarından, bir yeni firkatin, bir yeni hicranın safhalarını öğrenmekteyiz.
Şöyle diyor Hafız Mustafa:

sh:»(s.213)

"Sevgili ve Muhterem Sadık Bey Kardeşimize,

"25 Temmuz l044 tarihli iltifatkâr mektubunuzu aldım. Üstadımız Efendimiz


Hazretlerine ait olan kısmını takdim ettim. Pirinci de aldım. Merak etmeyiniz. Sıhhati ve
afiyeti yerindedir. Yapılması lâzım gelen hürmeti halk yaptı. Çok memnun ve mesrur olarak
bugün Afyon vilayetine ikamete memur olarak gönderildi. Kendileri memnundur. Hükümet
büyük iltifat gösterdi. 400 lira harcırah gönderdi. Bir komiserin refakatinde hareket etti. İki
defa hapishanede, bir defa da kabristanda Hafız Ali Efendi merhumun kabrini ziyarete gitti..."
"Kardeşiniz Hâfız Mustafa" imzasiyle sona eren bu mektupta

[]

"Denizli Tüccarı" Hafız Mustafa Kocakaya'nın kendi el yazısıyla

Sadık Bey'e gönderdiği mektup

sh:»(s.214) "Denizli Tüccarı Hafız Mustafa Kocayaka" Sadık Bey'in Üstadına


gönderdiği Kastamonu pirincinin, üstadın eşyaları arasına yerleştirdiğini, mahkeme evrakını
savcılığın usülden olarak temyize gönderdiği, yüzde yüz tasdik edileceğini yazdıktan sonra,
Kastamonu'da olan zelzelelerden dolayı Sadık Bey'e geçmiş olsun diye teselli etmektedir:

"Zelzele felâketinde mutazarrır olduğunuza müteessirim. Cenab-ı Hak başka yönden


zararınızı telafi buyursun. Felaketiniz geçmiş olsun, Mü'minler, Müslamanlar yekdiğerinin
kardeşi olduğunu Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde sarahatle haber veriyor. Sizlere zaman
icabı bir şey yapamadık. Af buyurunuz. Mukabil duanızı bekler, ihvanın arz ü hürmet
eylediğini tebliğ ederek, sana selâm ve saygılarımı sunar, efrad-ı ailenizin ve bütün âlem-i
islâm'ın refah ve saadetini Cenab-ı Kibriya'dan dilerim, iki gözüm sevgili kardeşim"

Üstad'ın Sadık Bey'e mektubu

Hafız Mustafa'nın mektubuyla birlikte Taşköprü'ye Denizli'den bir mektup daha


geliyordu. Bu mektup ise "Sin, Ayn, Nun" diye imzalanmıştı.

Bu imza büyük mazlum, nurlu Üstad'ındı. Denizli hapsinde dokuz ay kendine çorba
pişiren Sadık Bey'e ayrılış anını yazıyordu kendi "dest-i hattiyle" kendi mübarek kalemiyle:

"Aziz Sıddık, Hakikatli Kardaşım Sadık,

"Yarın Afyon'a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnayet-i İlâhiyenin himayeti


devamdadır.

"Senin ettiğin hizmet makbul olmasına ve her günü bir ay kadar kıymetli olduğuna
benim şüphem kalmadı. Sen yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyleyen halisane hizmetler
Gavs'ın (r.a.) (Taîşü saiden sâdıkan bi mehabbeti) fırkasında, seni de Said'e Sadık bir kardaş
olduğuna kerametkârane işaret ediyor diye kanaatım geldi.
"Başta muhterem hemşirem valideniz olarak, kardaşım olan kardaşınıza ve
hanenizdekilere çok selâm ve dua ederek bu mübarek aylarda dualarını istiyorum. Benim
yanımda kıymettar ve isimlerini söylemek münasip görmediğim zatlara çok selâm ederim"

Sin Ayn Nun

Denizli hapsi mâcerası da beraat ve tahliye ile son bulmuştu. Kastamonu, İnebolu,
Isparta ve İstanbul'dan toplanan Nur Talebeleri memleketlerine dönmüşlerdi. Sadık Bey ise
Taşköprü'ye dönmüş, üstad'ına olan yakın alâkasını yazdığı mektuplarla devam ettiriyordu.

sh:»(s.215)

Nur Talebeleri Denizli hapsine 73 kişi olarak girmişlerdi

Nur talebelerinin Denizli hapsi, bazıları için az eksik, bazıları için az fazlasıyla dokuz
ay sürmüştü.

Hapishaneye yetmiş üç kişi olarak giren Nur talebeleri buradan yetmiş bir kişi olarak
çıkmışlardı. Çünkü iki kişi Yusufiye medresesinden ebediyete intikal etmişti. Bu hapiste
Sultanahmet İmamı Seyyid Mehmet Şefik Efendi (Eryuvası) ve Gönenli Mehmet Efendi
(Öğütçü) gibi maneviyat ehli zatlar da Bediüzzaman'la beraber bulunmanın şerefine
ermişlerdi.

Hasan Atıf'ın rüyası

Hapis hâdisesinin başlangıç günlerinde Sinoplu Hasan Atıf Egemen, gördüğü bir
rüyayı arkadaşlarına şöyle müjdeliyordu:

"Hapiste dokuz ay on gün yatacağız. Anamızın karnında durduğumuz müddet kadar da


burada kalacağız. Sonra hapisten günahsız olarak çıkacaksınız" diye arkadaşlarını teselli
ediyordu.

Üstad'ın parasını çalan casus

Denizli maznunlarından Ziya Dilek Bey, İnebolu seyahatlerimizden birinde


anlatmıştı :

"Üstad Hazretlerinin cebinde yüz elli lirası varmış, bu parayı bir casus çalmış. Üstad
bunu bize bildiriyordu. 'Benim cinsimden olan bir casus, cebimdeki hacca gitmek için,
telifattan kalan paramı çalmış. (Ziya Dilek Bey, benim cinsimden dediği, Şarklı bir
hemşerisini Üstadın yanına casus olarak koymuşlardı, diye açıklama yapıyordu.) Şimdi param
kalmadı. Bana bir evliyaullah'ın hediye olarak bıraktığı bir keçeyi size gönderiyorum. Ufak
bir odayı döşer. Bunu satın! diye mektup yazmıştı.

Üstad'ın keçesini Ahmed Köroğlu nasıl aldı?

"Hapishanedeki bütün arkadaşlar keçeyi almak istiyorlardı. Zengin arkadaşlar vardı.


Seyyid Şefik Efendi almak istiyor, Nazif Çelebi almak istiyor, zorba Beylerbeyli Süleyman da
almak istiyordu. Bizim İnebolulu Ahmet Köroğlu da 'keçeyi ben alacağım' diye tutturmuştu.
Herkes keçeye talip çıkınca, keçenin fiyatı arttı. Keçenin maddî fiyatından ziyade önemli olan
manevî tarafı idi. sonra Seyyid Şefik Efendi Üstada sordu. 'Keçeye talip olanlar çoktur. Nasıl
yapayım?' diye..

sh:»(s.216)

"Üstad şöyle bir pusula yazmıştı:

"Keçenin piyasaya değerini sorun, öğrenin. Ondan sonra aranızda kur'a çekin, kimde
kalırsa onun olsun."

"Keçeye kaç kişi talip olduysa, o kadar kâğıt hazırladık. Hepsi boş, birisine 'keçe'
yazdık. Çekilişte 'keçe' yazılı kâğıt kime isabet ederse, o parasını ödeyip keçeyi alacaktı.
Çarşıdan sorulduğunda keçenin rayiç bedeli otuz lira olarak tesbit edildi.

"Herkes keçeye sahip olmanın heyecanı içerisindeydi. Bu esnada Nur Postacısı Ahmet
Köroğlu keçenin üzerine çıkıp oturdu. Nazif Çelebi, 'Olmaz öyle şey, yağma yok, in oradan'
diyordu.

"Ahmet Köroğlu ise gayet sâfiyane şöyle diyordu:

"Yarabbi ben sana güvenerek bu keçenin üzerine oturdum. Eğer senin şanına lâyık
düşerse, bu keçeyi benim altımdan al!"

"Nazif Çelebi merhum itiraz ediyordu. Eûzü Besmele, çekerek kur'ayı çekti, netice
boş... Peşinden Süleyman elini torbaya attı, netice yine boş. Bütün arkadaşlar çekti hepsi boş
çıktı. Son olarak sıra Ahmed Köroğlu'na gelmişti. zaten birtane kalmıştı, onda da 'keçe' yazılı
olduğu belli olmuştu.
"Ahmed Köroğlu: 'Şimdi bir tane kaldı, çekmeme lüzum var mı?' dedi. Bunun üzerine
kendisine arkadaşlar, 'Çek de kazan, belki kayboldu' dediler. O da Eûzü Besmele çekerek
torbaya elini soktu, çıkardı, kâğıtta 'keçe' yazıyordu.

"Köroğlu'nun duasının müstecap olmasına hepimiz şaşırmıştık."

Nur hizmetinde ağır cezalı mahkûmların kurduğu ekip

Denizli hapsi unutulmaz hatıraların ve ebedî hayat levhalarının cereyanlarıyla sürüp


gidiyordu.

Sadık Bey, hapishanenin ağır cezalı mahkûmlarından bir ekip kurmuştu. Hapishane
meydancısı Arnavut Âdem Ağa, Üstad Bediüzzaman'dan aldığı mektupları, pusulaları ve
Meyve Risalesi'nin parçalarını Nur Talebelerine, Sadık Bey'e ulaştırıyordu. Sadık Bey ve
ekibi sabahlara kadar uyumayarak bunları daktilo ettiriyor, çoğaltıyordu. Bunlardan otuz sekiz
seneye mahkûm Dursun Atmaca, yirmi küsur seneye mahkûm Süleyman Hünkâr, Mümtaz
Acar, Sadık Bey'in gönüllü hizmet ekibindendi. Nurlar yazılırken Süleyman Hünkâr diğer
gönüllü mahkûmların gürültü etmemelerini temin ederdi, asayiş memuru idi.

***

sh:»(s.217)

Sadık Bey, Üstad'ımızın kendisine gönderdiği en küçük pusulalalrı, bir arşivci ve


kütüphaneci titizliğinde zarflayıp saklamıştı.

Bunlardan bir zarfın üzerinde Üstad Bediüzzaman'ın şu yazısı okunuyordu :

"Taşköprü'de Muhammed Ali Beyzade Sadık Bey Kardeşime..."

Resmî makamlara gönderilen mektup ve dilekçeler

Hapishanede Sadık Bey'e gelen Risaleler ve mektuplar, dışarıdan Mümtaz Acar


vasıtasıyla temin edilen daktilo ile çoğaltılıyor ve Ankara'ya gönderiliyordu.

Cumhurbaşkanına, Adliye Bakanına, TBMM Başkanlığına, Diyanet İşlerine


postalanıyordu. Sadık Bey bu mektupların posta makbuzlarını bile zarflayıp saklamıştı.
Hapishanede Beylerbeyli Süleyman gibi sadakatla hizmet edenler olduğu gibi,
meydancı Âdem Ağa gibi, Nur Talebeleriyle hapishane idaresi arasında iki taraflı çalışanlar
da vardı.

Bu durumu tesbit eden Bediüzzaman Sadık Bey'e şu pusulayı yazmıştı:

"Aziz, Sıddık Kardeşlerim.

[]

Taşköprülü Sadık Bey'in (Demirelli) Denizli mahkemesinin tahliye ve beraat kararını


kardeşi Kemal Demirelli'ye l5 Haziran l944 Perşembe saat l4.30'ta bildiren telgrafı...

sh:»(s.218)

"Elimizde itimat ettiğimiz Âdem Ağa, bir hâdisede bana şüphe verdi. Siz sakın ona
ihsas etmeyiniz. Eskisi gibi dostluk gösteriniz. Fakat ihtiyat ediniz."

Denizli hapsinin gerek neşredilen l2. ve l3. Şualarında, gerekse Sadık Bey'den intikal
eden hususî mektuplarda Bediüzzaman'ın dirayeti, tedbiri, eşsiz idareciliği ve dehası görünür.

Sadık Bey'in annesine yazdığı mektuplar

O musibetli günlerde Nur Talebeleri hiç bir zaman fütur ve endişeye düşmediler.
Kendileri hapishanedeyken dışarıdaki yakınlarını teselli ediyorlardı. Bu metaneti Sadık Bey'in
annesi Necmiye Hanıma hapishaneden yazdığı mektuplarında görmek mümkündür.
Denizli'den önce kaldığı Kastamonu hapishanesinden Sadık Bey annesine şunları yazıyordu:

"Çok şefkatli anneciğim,

"Şu satırları size bir teselli olarak yazıyorum. Çok ciddi bir hakikatten bahsediyorum.

"Cenab-ı Hakkın celali tecelli ediyor. Rububiyette abesiyet olmadığı içindir ki,
rahmet-i İlâhiye celâl sıfatına müsaade ediyor. O Kadir-i Mutlak en büyük nimetlerini felâket
ve musibet perdesi altında veriyor. Ne mutlu o insanlara ki, imanın en büyük rüknü olan (Ve
bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâla) sırrını yalnız lisanıyla değil, teslim ve rızasıyla
göstersin. Yine ne mutlu o insana ki, böyle büyük bir imtihana müyesser oluyor. Ve bir
velinin yetmiş senede kazanabileceği 'Rıza' makamını, bir günde, hattâ bir saatte, hattâ bir
dakikada kazanmak fırsatına nail oluyor. Mal, mülk, evlâd ü iyal vazife-i zahiriye değil midir?
Hayatın en büyük gayesi, en faydalı meyvesi, ebedi kazancı rıza-ı hakiki değil midir?

"Maddî zararlarımızın telâfisi bir ömre mütevakkıf. Halbuki, o ömrü getirmek muhal.
Mazinin âlâmı, istikbâlin endeşesiyle muzdarip olarak, telafisi mümkün olmayan zarar-ı
maddînin yanına manevî fırsatı katmak ne büyük bir kayıptır. Cenab-ı Hak cümlemizi böyle
bir kayıptan rahmetiyle muhafaza buyursun. Ve o dakikadan istifadeye müyesser kılsın.
Âmin."

Bediüzzaman ve Nur Talebeleri Denizli Hapishanesine sevk edildikleri zaman yurdun


muhtelif köşelerinde hassaten Kastamonu ve civarında devamlı zelzeler oluyordu. Sadık Bey
annesine yazdığı mektupta zelzele felâketinden dolayı teselli ediyordu:

"Anneciğim, "Cenab-ı Risaletpenah (a.s.m.) Rabbinin huzuruna dünya ma

sh:»(s.219) lıyla gitmemek için son saatlerinde gelen yedi altını tasadduk
buyurmadılar mı?

Â'lâ-yı illiyyine çıkan beşeriyetin bir hülasası olan öyle ekmel bir zatı taklit etmek,
bizim gibi zayıf insanların kârı değil iken, musibet perdesiyle örtülü ve kısa zamanda taklit
imkânının bizlere verilmesi lütuf ve nimet-i İlâhiye değil de nedir?

"Böyle bir fırsatı kaçırmak maddî zararımızdan milyarlar büyük zarar-ı manevî değil
midir?

"Demek yekdiğerimizi taziye ve geçmiş olsun değil; tebrik etmeliyiz. Kaza habersiz ve
tehaffuz imkânı olmadığı için ölenler şehid-i manevî ve zayi olan mal bir sadaka-i azimdir.
Keffareti ve ecr-i manevisi çok büyüktür. Bu hususta müteaddit hadîs-i kudsîler vardır.
Cenab-ı Hak cümlemize rıza-ı hakiki ile karşılamak nasip buyursun. Âmin."

Sadık Bey mektubunun devamında hususî, ailevi meselelere temas ederek, annesinin
ellerinden öpüyor ve hayır dualarını talep ediyor.

Annesinin Sadık Bey'e mektubu

Plevne kahramanı Sadık Paşa'nın gelini Necmiye Hanım, l9 Kanunsani l943 tarihinde
oğlu Sadık Bey'e bir anne şefkatiyle hitap edyor. Oğlunun sıhhatte olmasından dolayı
memnuniyetini belirtiyor. Bu musibetin geçici olduğunu beyan ediyor. Kastamonu
havalisinde devamlı zelzele olduğunu söylüyor:

"Burada her gün hareket-i arz devam ediyor. Hasretle gözlerinden öperim. Gece
gündüz duacınım oğlum.

Annen: Necmiye

Kastamonulu İhsan'ın Sadık Bey'e mektubu

Sadık Bey'in Denizli Hapishanesinden yazdığı mektuplardan ve yine bu mektuplara


gelen çeşitli cevaplardan Bediüzzaman'ın Denizli hayatiyle ilgili aydınlatıcı bilgiler elde
etmekteyiz.

"Denizli cezaevinde Kastamonulu ihsan" diye l7 Temmuz l944 tarihli mektubu sahibi,
yazdığı mektupta Denizli'den Taşköprü'ye şu bilgileri veriyordu:

"Aziz Kardeşim Sadık Bey...

"Efendi buradadır. Şehir Otelinde ikamet ediyorlar. Siz gittikten sonra üç defa
ziyaretime gelmek büyüklük ve tevazuunu izhar buyurdular. İki defa da adam göndermek
suretiyle hatırlarımızı tatyib

sh:»(s.220) eylediler. Rahat ve sıhhatleri mükemmeldir..

"Bizi arkadaşlardan mektup alıyorum. Bilhassa Milaslı Halil İbrahim ve Ahmet Feyzi
Efendiler muntazaman gönderiyorlar."

Sadık Bey, gerçekten ismi gibi sadakat ve doğruluk örneği bir zat olarak ahirete intikal
etti.

[]

Sadık Bey'in güzel hattıyla yazdığı, Bediüzzaman'ın Lemeât isimli eserinden bir sayfa.

Sayfanın sağ alt köşesinde Bediüzzaman'ın bir haşiyesinde şunları okumaktayız.

Bu Farisi beyitler yirmi iki sene evvel Ankara'da kalbime geldi. O vakit Afgan Sefiri
bu beyitleri benden istedi..
Nur Risalelerine olan candan bağlılığını ve unutulmaz hizmetlerini minnetle ve
şükranla anıyoruz.

sh:»(s.221)

Bediüzzaman'dan Sadık Bey'e "Aziz kardeşim Sadık Bey!

"Bir günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme, Çünkü Ispartalılar da
gönderiyorlar. Hem tatlı lazım değil. Yalnız üç-dört günde bir defa az incir pişir. Tâ benim
çok ehemmiyetli iktisat kaidem bozulmasın."

***

"Aziz kardeşim,

"Sıddık Sadık Bey,

"Hakikaten ben sizde ve Hilmi Feyzi ve Emin'de kardeşte ve evlatta ve valideynde


bulunan halis ve minnetsiz bir şefkat gördüğümden hem ruh rahat ediyor, hem sizin bu
ehemmiyetli hizmetinizi mukabelesiz kabul ediyorum.

"En evvel Hilmi Bey seni bize getirdiği için ona minnettarım. Zaten ben sizin beşinizi
bir ruhta telakki ediyorum. Feyzi, Emin, Hilmi çoktan beri benim akrabam içinde de
kazançlarıma hissedar idiler. Şimdi Gavs-ı Azamın bize işaretinde has kardeşlerin bir kısmını
bu fıkrada (ve kün kadiriyyel vakti lillahi muhlisen taiyşü saiden sadıken bi muhabbeti)
gösteriyor. (Sadıklar dahi sarih görünüyorlar) Eğer darılmazsanız yemek masrafında ben de
iştirak edeceğim. Zaten tam vaktinde bana muvafık hediyeleriniz manevî kıymeti ondur.
Dokuzu ihsanınız olsun, birisi de daimî ve eski kaidem için ben versem ne olur? Ben
Isparta'da bazı eşyamı satmıştım. Çok şükür iktisat bereketiyle o az para bana kâfi geliyor.

"Husrev kalemiyle yazılan defterler zayi olmasın. Hem Hizbün-Nûriye'yi size


göndermiştim. Hocalar okusunlar ve okutsunlar, muattal kalmasın."

***

"Aziz Sıddık Kardeşlerim,

"Kastamonu'nun yüzünü ak eden sizin gibi hakikatlı ve emektar kardeşlerimin hatırı


için hediyelerinizi kabul ettim. Fakat bilirsiniz ki az yiyorum, siz çok gönderiyorsunuz. Beş
altı günde bir defa Kastamonu'daki sizinle beraber bir yemekten yemek benim için hem
teberrüktür, hem tatlı ve g eçmiş hayatımı tazelemektir. Ben sizi çok merak ederdim. İnşaallah
rahatsınız, yeriniz geniş midir? Feyzi size Meyve'yi okuyor mu? Kastamonu'da ona
söylemiştim. Oradaki umum kardeşlere çok selâm..."

sh:»(s.222)

[]

Denizli Hapishanesi'nde Üstadın gönüllü hizmet ehli.

Soldan sağa: Mümtaz Acar, Sadık Bey, Süleyman Hünkar, Dursun Atmaca.

DAMLA (*)

Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) Üstad'ı Afyon Hapishanesindeyken Risale-i


Nur'dan aldığı ilhamla çoşkun manzumeler yazıyordu. Bunlardan birisi de DAMLA ismini
taşıyan manzum divanıdır. Elif, Be sırasıyla devam eden bir divanın Dal ve Lam bölümlerini
takdim ediyoruz:

-d-

Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad

Hak yolunda uy ona eyle cihâd

İsmi Sâid, kendi sâid, hali sâid

İnsan; bunun sultânına biatla olur muvahhid

"Hem etmektir murâdı din ve imanı âbâd

Baş üzre deyüp eyler her emrine inkıyâd

-l-

Risâletü'n-Nuru okuyan görmez aslâ melâl


Tahrîrine sa'y eyle ki etsin sana hakkını helâl

Açıkla söyle hem neşreyle vebali büyüktür kurtul

"Nûr-ı aynin Üstâdının teveccüh ve yakînini bul

Sen çek yerine çekmesin mihen ü elem ol

Üstadına hem köle ol Sadık, hem kurban ol"

___________

(*) Üstadın Sadık Beye yazdıkları mektup ve notların ve DAMLA isimli menzumenini
tamamı, "Bediüzzaman Said Nursî'den Taşköprülü Sadık Beye HAPİSHANE
MEKTUPLARI" adıyla Yeni Asya Yayınları tarafından yayınlanan çalışmamızda yer almış
bulunmaktadır.

sh:»(s.223)

[]

Ahmet Köroğlu

AHMET KÖROĞLU

(Nur postacısı)

(l903-l965)

Mesleği şoförlük olduğu için, Nur Postacılığını rahatlıkla yapıyordu.

İnebolulu Ahmed Köroğlu, Kastamonu ile İnebolu arasında Nur Postacılığı yapıyordu.
Kastamonu'da yazılan Nur Risalelerinin kıymetli parçalarını, Âyetü'l-Kübra, Âyet-i Hasbiye
gibi Nur şualarını İnebolu'daki Nur yazıcılarına ulaştırıyordu.

l943'te Üstad Bediüzzaman'la birlikte Denizli hapsinde yatıp, bütün maznunlarla


birlikte o da beraat etmişti.
[]

Fotoğraf, inebolu Kabristanında Ahmed Köroğlu'nun mezar taşını tesbit etmektedir.

sh:»(s.224)

[]

Ahmet Ataklı

AHMET ATAKLI

"Üstad evini bize verdi"

"Şarktaki Sason isyanlarından sonra Batı Anadoluya sürgün edilenler arasında biz de
vardık. Mutkili Bişar ile bizi ailece Kastamonu'ya nefyettiler.

"Köyümüz ateşe verildiği içinmaddi yönden ağır sıkıntı çekiyorduk. Kastamonu'ya


geldiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu, açıkta kalmıştık. Hiç kimseyi de tanımıyoruz. Sonra işittik
ki, Molla Said-i Meşhur da buradaymış. Bişar ile ikimiz perişan bir vaziyette yanına gittik.
Hoca Efendi bizi o vaziyette görünce çok üzüldü. Hükümetin ona tahsis ettiği evi bize vererek
kendisi karakolun karşısındakiralık bir ev tutarak oraya taşındı. Neden böyle yaptığını
soranlara: 'Hemşehrilerimi böyle zillet ve eziyet içinde bırakmamak için' diyordu.

"Köyümüzün ateşe verildiğini, mallarımızın, hayvanlarımızın elimizden gittiğini, bu


yüzden perişan olduğumuzu Hoca Efendiye anlatırken, o da, 'Üzülmeyin evlatlarım, bütün
onlar sizin için sadaka hükmüne geçti' deyip teselli ediyordu.

Bir bayram ziyareti

"Bir Kurban Bayramı günüydü. Bayram namazını Bediüzzaman kıldıracaktı. Her


nasılsa Üstad gelemedi. Biz namazı kıldıktan sonra evine giderek kapısını çaldık. Israrla
çaldığımız halde kapı açılmadı. Onun evde olmadığına kanaat ettik. Fakat, neredeyse gelecek
diye kapının önünde bekliyorduk.

"Çok geçmedi ki, kapıyı açtı ve 'Buyurun evladım, sizi çok mu beklettim?' deyip bizi
içeri davet etti.
"Üzerinde müthiş bir yorgunluk vardı. Sanki uzun bir yolculuktan gelmiş gibi bir hali
vardı. Bediüzzaman'ın üzerindeki ter ve yorgunluğu görünce kat'i kanaat ettik ki, bu zat,
bayram namazını mukaddes beldede kılıp öyle gelmiştir. Evinde bayramlaştıktan sonra
ayrıldık

sh:»(s.225)

"Kastamonu'ya gelen sürgünler arasında Kurtalan'da zengin aileye mensup Yusuf


Efendi de vardı. Onun malî durum iyiydi.

"Ben ise hamallık yapıyordum. Buna rağmen birgün gelip benden para istedi.

"Yusuf Efendinin parama ihtiyacı olmadığını biliyordum. Sebebini sorduğumda


şunları söyledi.

"Ben Bediüzzaman Hazretlerine iki adet karpuz almak istiyorum. Adana karpuzları,
yeni çıkmış. Bizde âdettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvalarından hediye
götürürüz. Fakat sen hamal olduğun için paran helâldir. Benim parama haram karışmış
olabilir. Hoca Efendi muhakkak anlar ve kabul etmeyebilir.'

"Yusuf Efendiye cüzdanımı uzattım ve 'Al' dedim. Parayı alan Yusuf (Toprak) Efendi
gitti, iki karpuzla çıkageldi. Doğruca Bediüzzaman'ın Polis karakolu karşısında kaldığı eve
gittik. Yusuf Efendinin elindeki karpuzları gören Bediüzzaman birden hiddetlendi. Yusuf
Efendiye hitaben:

"Nedir onlar?"

"Affedersiniz. Bizim tarafta âdettir. Âlimlere, şeyhlere mevsimin ilk karpuzlarından


hediye götürürüz. Kabul buyurursanız bunları size getirdim' dedi.

"Bediüzzaman:

"Yusuf Efendi! Yusuf Efendi! Ben yetmiş yaşıma geldim, kimseden hediye kabul
etmedim. Sen bu âdetimi nasıl bozarsın?'

"Yusuf Efendi ile ikimiz mahcup ve üzgün bir vaziyette beklerken Bediüzzaman da
elini kaşlarının arasına götürerek derin bir düşünceye daldı.
"Bir müddet sonra elini çekti, başını kaldırdı ve tebessüm ederek bize döndü. Yusuf
Efendiye hitaben:

"Ben sizi karpuzlarla birlikte geri gönderecektim. Fakat karpuzları kendi paranla
almamışsın. Ahmet muhaciri üzmemek ve kalbini kırmamak için karpuzları geri
çevirmiyorum. Çünkü bunları onun parasıyla almışsın' dedi.

"Kurduğumuz plânı hemen anlayan Üstadın huzurunda daha fazla takat getiremeyerek
müsaade isteyip ayrıldık.

"Aradan zaman geçtiği halde Bediüzzaman o karpuzları yemedi. Bir ip ile tavana
asmıştı. Uzun zaman orada durdu.

"Birgün Yusuf Efendi bir-iki yakınıyla birlikte Bediüzzaman'ın ziyaretine gittiler.

"Üstad da onları misafireten kabul ederek, Yusuf Efendinin da

sh:»(s.226) ha evvel hediye olarak getirdiği karpuzları tekrar Yusuf Efendiye ve


beraberindekilere yedirdi. Aradan aylar geçtiği halde karpuzlar dalından yeni koparılmış
gibiydi. Böylece Bediüzzaman o hediyelerden yemeyerek âdetini muhafaza etmişti.

"Yine birgün eskimiş iki adet testiyi bana vererek, 'Bunları yüksek bir dağa götür.
Orada kır, gel. Öyle bir yerde kır ki, ne insan, ne de hayvan oraya ayak basmış olmasın' dedi.
Ben de götürdüm aynısını yapıp geldim.

"Kastamonu başkomiserlerinden Elyakutlu Hafız, Bediüzzaman'a muarız idi. Üstada


büyük bir kin ve garazı vardı. Her fırsatta Üstadı rahatsız ediyor, ona ilişiyordu.

"Birgün Üstada hiddetle bağırarak:

"Kur'ân'ı hiç elinden düşürmüyorsun. Seni her gördüğümde böylesin. Latini de


okumuyorsun. Sarığını boynuna asıp çarşıda dolaştıra, dolaştıra seni rezil edeceğim Molla
Said-i Kürdî!' dedi.

"Üstad:

"Bana karışma, benden vazgeç' deyince, Komiser:


"Bize, kanuna muhalefet ediyorsun. Bütün hocalar şapka giydiler, sen hâlâ sarık
bağlıyorsun. Senden vaz geçmem, gözüne bile ilişirim' diye bağırıyordu.

"Üstad ise, tarif etmekten âciz kaldığım bir tavır takındı ve o mânâlı gözlerle Komisere
şöyle bir baktı, 'Münafık!' diye seslendi ve 'Sen, bana ve Kur'ân'a hiçbir şey yapamazsın' dedi.

"Etraftakileri ürperten Üstadın o halinden ve sözlerinden sonra Komiser Hafız âniden


karnını tuttu ve sancısı giderek şiddetlendi. Hemen doktora götürdüler. Fakat müdahale ve
tedbirlere rağmen kurtulamadı."

sh:»(s.227)

[]

Hasan Atıf Egemen

HASAN ATIF EGEMEN

"Yâ Rab! Güldür Said'i"

Bediüzzaman Kastamonu Lâhikası'nda Hasan Atıf Egemen'i merak ederek kim


olduğunu soruyordu: "Aydınlı Hasan'ın hakikaten gayet müstesna bir kalemi var ve
yazılarında bir ihlâs görünür. Bu zat ne vakitten beri Risale-i Nura girdiğini ve ne halde
olduğunu merak ediyorum."

Yine Hasan Atıf Egemen'in, İslâmköylü Hafız Ali'nin mektubunun kenarına yazdığı
lâtif bir cümle Kastamonu mektuplarında şöyle geçmektedir:

"Yâ Rab! Güldür Said'i, tâ gülmelerinden güller açılsın."

Bu duanın bir tecellisi olarak, otuz günde birdefa gülmeyen Üstad bir günde otuz defa
güldüğünü ifade buyurmaktadır.

Hasan Âtıf Egemen anlatıyor:

"l933'den evvel hastalanmış, kırk beş kiloya düşmüş. kendime sıcak bir yer arıyordum.
Sandıklı'ya, daha sonra ise Nazilli'ye gelmiştim. Sandıklı'nın Kızılören köyündeydim. Çivril
kaymakamı bizimle alakadar olmuş, Ankara'ya aleyhimizde telgraf çekmiş, bu telgrafta 'Bir
Kürt varken, başımıza bir kürt daha çıktı' diye benden 'Kürt' diye bahsetmişti. Bu sebepten
Kastamonu Lâhikasında 'Kürt Atıf' diye geçmektedir. Maksadı bizim vesilemizle terfi etmek.

"Nazilli'de Mehmed isimli bir arkadaş bana Nurlardan bahsetmiş ve ilk defa Nurları bu
arkadaş vasıtasıyla tanımıştım. Ayrıca bana, 'Isparta'da Zühtü Bedevi diye bir arkadaş var,
eğer onu bulursan, sana Nurlar hakkında tam malumat verir' dedi. Bu arkadaş cesur birisiydi.
Seydişehirli Hacı Şeyh Abdullah Efendinin halifesi Mustafa Efendinin oğluydu. Ailece Nur
talebesi olmuşlardı.

"l94l senesinde Çankırı yoluyla Kastamonu'ya, Üstadın ziyaretine gidiyordum. Yolda


İbrahim Fakazlı ile karşılaştım. Fakazlı beni Üstada götürdü. Üstadı ilk ziyaretim böyle
olmuştu.

"Üstadın yanında Mehmed Feyzi vardı. Sonra başka gelenler de

sh:»(s.228) olmuştu. Üstad kendisine Arapça ders veriyordu. Biz girince ders kesildi.
Üstad beni bir sandalyeye oturttu. Sohbet esnasında Üstad, 'Atıf evli misin, bekâr mısın?' diye
sordu. Benim de ağzım alışmış olduğundan 'Çok şükür bekârım' diye cevap verince, Üstad bu
cevabıma çok güldü. Mehmed Feyzi'ye, 'Bak görüyor musun, Atıf ne diyor?' dedi. O da
utancından ve mahcubiyetinden yere bakıyordu. Meğer o günlerde annesi kendisini
evlendirmek istiyormuş. Sonra Üstad müsaade etmiş, yüz lira da para göndermiş, Emirdağ'dan
kendisine.

"Üstadın yanında üç buçuk saat kadar kalmıştım. Hangi şeyden haberi olmazdı ki?
'Sinop'a gidecek misin?' diye sordu. 'Döneceksin, gitmeyeceksin, seni kimseye
göstermeyeceğim' diye buyurdu. 'Yarın yola çıkarsın' dedi. Bir gece bir evde misafir olarak
yattım.

"Daha sonraki yıllarda 'Atıf vazgeçsin, evlenmesin, sonra müteessir olacak' diye haber
göndermişti. Bugün Üstadın 'müteessir olacaksın' sözünü tasdik ettim. Çok şükür çocuğum
yok, çünkü büyüyünce nasıl olacakları belli değil; bunun yerine milyonlarca kardeşim ve
evladım var.

***

"Aslen Sinoplu olduğum için oraya gitmek istiyordum. Benim pederim ilk mektep
hocasıydı. Meşhur rıza Nur pederin talebesiydi. sonra Sav'a gitmiştim. Sav'da Sinop mahallesi
varmış, ben de orada misafir olarak kaldım. Oraya Sinop'tan bir evliya gelmiş. Mahallenin
ismi oradan geliyormuş. davraz dağının dibinde bu evliya metfun. Duası ile su çıkartmış, 'Bu
suda yıkananlara kudur tesir etmez' demiş. Sinop'a gitme isteğim de böyle tahakkuk etmişti.

"Merak etme"

"Denizli hadisesi sırasında Sandıklı'da on yedi gün hapiste kaldım. Sonra Dazkırı,
Çivril, Isparta, oradan da Denizli'ye getirdiler. Birgün sonra da Üstadı getirmişlerdi. Üstad,
'Merak etme, merak etme' diye bizi teselli ediyordu. Isparta hapishanesinde de birgün
kalmıştık.

"Üstadla, hapishaneden mahkemeye beraber gidip gelirdik. O zaman Sandıklı'da


nurlara muarız birisi vardı. Bunlarla mevzu ile alakalı olarak sohbetlerimiz oluyordu.
Seydişehirli Abdullah Efendinin talebeleri daha sonra Nur talebesi olmuşlardı. Bu zat Üstad
için 'Benim yanımda meşayihlerin başında gelir' diyordu.

"Hasan amca vardı, onunla mektup gönderirdim. Bazan Üstada yazdığım mektuplarda
da 'Aydınlı Hasan' imzasını kullanırdım.

sh:»(s.229) Kastamonu'da Üstadı ziyaretimde bana Mecmuatü'l-Ahzap'tan alınma bazı


duaları vermişti.

"Birinci Cihan Harbi sırasında Sinop'ta tahrirat kâtipliğinde mübeyyizdim. Sonra


telgrafçılığa girmiştim. Harb-i Umumi telgrafçılıkla geçti, telgrafçılıkla askerlik bir arada
olmuştu.

"Üstadı Isparta'da ziyaretlerim oldu. Fakat Emirdağ'ına çok gittim, belki otuz defadan
fazla. Üç defa Hülâsa'yı gönderdim. Üstad Hazretleri tashih edip tekrar gönderiyordu.
Üçüncüde beğendi. 'Hadsiz bârekallah, hadsiz maşaallah, hadsiz es'adakümullah' diye
ortasından çıkararak yazmış, ayrıca ismime dua da yazmıştı.

"Üstad Hazretleri o kadar mütevazi ve büyük bir insandı ki, başkaları elini öperken
bakardım, sanki utanırdı bu halden. Bir defasında Atabeyli Abdullah Çavuş elini öpmek
istemişti, "El öpmek yasak" diye elini vermemişti, o zaman bende elini öpememiştim.

"Âtıf sen de diyebilirsin"


Yirmi Sekizinci Söz, Nur Risalelerinden Cennetle alakalı bir derstir. Bu ders Sıddık
Süleyman Kervancı'nın bahçesinde bir iki saatte yazılmıştır. Bu yüzden bu bahçenin ismi o
gün bugün cennet bahçesidir.

Nurların ilk menzili ve ilk dersanesinin olduğu Barla'nın bu dere bahçesinde 'cennet
risalesini' okumak, âdeta tatbiki laboratuar dersi gibi canlı olmaktadır. l970 yıllarımız hep bu
tatbikatın mesut anlarıyla geçti.

M.Tahiri Mutlu'nun hatıralarında şöyle bir cümle bulunmaktadır:

"Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin?"

"Birgün Bediüzzaman'ın huzurunda Tahiri Mutlu'nun da olduğu derste 28. Sözden,


cennet bahsinden şu parça okunmuş:

[]

Hasan Âtıf Egemen'in neşrettiği Cevşenü'l-Kebirin

iç kapağı

sh:»(s.230)

"İnsan olan bir insan diyebilir ki: 'Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hane yapmış;
güneş benim bin lambamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir, yer yüzü çiçekli-miçekli
halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir' der, Allah'a şükreder.

Dersin tam bu kısmı okununca Üstad Bediüzzaman hemen müdahale ederek: "Tahiri,
işte sen böyle diyebilirsin!" diye buyurmuş.

İşte dersin bu kısmında Hasan Atıf Egemen içeri girmiş. Üstadımızın arkasından
girdiği ve onu görmediği halde, dönüp ona da, aynı şekilde "Âtıf sen de diyebilirsin" diyor.

Gerçekten Albay Hulusi Yahyagil, Mehmed Feyzi Pamukçu gibi Hasan Atıf, Egemen'
de asrımızı şereflendiren yıldızların güneşlerin sahiplerinden bir bahtiyardır.

Hasan Âtıf Egemen Ağabey, Üstadla alakalı yazılmış mısralarından iki mısrayı yazıp
verdi bize hatıra olarak. "Üstadın şiirimi duyduğunu hissediyorum" diyordu. Üstada hep Hoca
Efendi diye hitap ediyordu. Bunu kendisine sorduğumuz zaman, "Êskiden beri Hoca Efendi
demeye alışmışım, bu sebepten Hoca Efendi diyorum" demişti.

Üstad yazılarını çok takdir eder ve beğenirmiş.

Bir Isparta ziyaretimde kendisini çok müteessir bulmuştum. Bana üzüntüsünü şöyle
bildirmişti. Sebebi de şu idi: Bir seferinde Üstad kendisine şöyle demiş: "Atıf kardaşım,
kardaşlar kalemi bıraktılar, bence teksirin kıymeti yoktur, kaleme sarılsınlar, yazıyı
bıraktıkları için çok canım sıkılıyor."

Aydın'ın Sultanhisar beldesinde Nurların bu kadim mensubu Sinoplu Hasan Atıf


Egemen'le tatlı sohbetimiz, tatlı bir şekilde noktalanmıştı. Denizden bir damla şeklinde de
olsa hiç olmamaktan bu kadarcık da olsa bir teselli şeklinde noktalamak istiyorum bu
hatırayı..

sh:»(s.231)

[]

Emrullah Demirkaya

EMRULLAH DEMİRKAYA

Hicrî l3l0 (l894)'de Kastamonu'da doğdu. l985'te Ramazan'ın 4. günü vefat etti.

Asrımızın sultanı Üstad Bediüzzaman'dan izler, eserler ve hatıralar görebilmek için


yine bir zemheri günü yollara düşmüştük. Bu defa menzilimiz canlı bir tarih sayfası olan
Kastamonu'ydu

Kastamonu'nun evlerini, dağlarını ve kalesini dolaşırken, yolumuz tarih yadigârı bir


muhterem hattatın hanesine de düştü.

Ahşap evin duvarları müzeydi

Bu asırlık zat, doksan yaşlarında hattat Emrullah Demirkaya idi.

Tarih dolu köşesinde, samimi bir edâ ile "Hoş geldiniz!" dedikten sonra, baktım az
sonra elinde kahve getirip, tutuyordu. Hürmeten ayağa kalkmak istediysek de, razı olmadı,
kahveyi elleriyle takdim etti.
Ahşap evinin duvarları bir müzeyi andırıyordu. Renkli boyalar ve fırçalarla kendisini
yine çalışırken bulmuştuk. Odanın bütün duvarlarını, dolap kapaklarını rengâ renk boyamış ve
üzerine o güzelim İslâm yazısıyla çeşitli âyet, hadis, vecize ve şiirler yazmıştı.

İstediğimiz levhaları fazlasıyla getirirken; "Nasıl olsa durmadan damlıyor, yine


damlar, yine yazarım" diyerek tabloları hediye ediyordu. O esnâda mübarek Anadolu'nun
sînesindeki böyle bilinmeyen mâneviyat erlerini düşünüyordum. Demek ki, yüz yıllardır
Müslüman Türkiye'nin bağrında böyle bilinmeyen mâneviyat yıldızları ışıldayıp duruyormuş.
Kim bilir, belki de bu sahipler hürmetine topraklarımız ebediyen "Allah Allah" sesleriyle
çınlamaya devam edecektir.

Emrullah Demirkaya l9l5 senesinde asker olduğunu anlatırken, asker ocağında, Enver
Paşa'nın Müzika Bölüğünde müzikacı olarak bulunduğunu söylüyordu.

sh:»(s.232)

Şimdi uğraştığı ve binlerce esere imzasını attığı hat sanatına alâka ve muhabbeti ise
askerlik yıllarında başlamış.

Birgün Müzika Bölüğü, Medresetü'l-Hattatin önünden geçerken, orada gördüğü yazılar


ve yakın tarihimizin meşhur hattatları dikkatini çekmiş. Bu sanatkârlardan Hattat Hâmid,
İsmail Hakkı Altınbezen ve Halim Hoca saydığı başlıca hat ustaları arasındadır. Kendileri de
boş zamanlarında hat çalışmalarına başlayarak sanatını böylece ilerletmişti.

Kastamonu'daki köşesinde çalışan bu hat ustası evlâd-ı fatihandandır. Baba ve dedeleri


Kırım Türklerindenmiş. Oradan Batı Trakya'ya, oradan da Gümülcine ve Selânik'ten sonra
Kastamonu'ya gelip yerleşmişler. Babasının ismi Timurkaya imiş. Soyadı kanunu çıktığı
zaman soyadı olarak babasının adını Demirkaya olarak almış.

Zaman nehrindeki takvim dalgaları l936-l942 sayfalarını gösterirken, Kastamonu'ya


sürgün olarak gönderilen Üstad Bediüzzaman'ı, her vatanperver ve misafirperver, Müslüman-
Türk insanı gibi hattat Emrullah Demirkaya da polis karakolu karşısındaki ufacık bir evde
oturan, bu aziz misafiri ziyaret edip, ellerini öpmüştü.

"Bu yadigârını koynumda taşıyacağım"


Sohbet sırasında hattat olduğunu söyleyince, Bediüzzaman bu güzel mesleği nerede ve
ne zaman öğrendiğini sorduğu zaman, anlatmış. Üstad: "Maşâallah" diyerek iltifatlar edip,
kendisine de bir levha yazmasını söylemiş.

[]

Hattat Emrullah Efendi'nin Kastamonu'da Bediüzzaman'a yazdığı levha

sh:»(s.233)

Emrullah Demirkaya, "Nasıl bir levha olsun?" deyince, Üstad, "Nasıl olursa olsun"
demiş.

Daha sonraki günlerde Hattat Emrullah Demirkaya şu mısraları bir levha yapıp, Üstad
Bediüzzaman'a armağan olarak götürmüş:

"Ağlatırsa gam yeme, bendesini Cebbar-ı Hakîm,

"Lûtfuna mazhar düşüp nâgâh bir gün güldürür,

"Bu meseldir 'Tu'ref'ü-l Eşyâü min Ezdâdihâ'

"Pes anun içün, kahrın evvel, lûtfun sonra bildirir."

Bu levhayı ellerine alarak okuyan Üstad Bediüzzaman tebessüm ederek:

"Fesübhanallah kardaşım, sen benim aynen tercüme-i halimi yazmışsın, sen benim
tarihçe-i hayatımı bir rübâi ile ifâde etmişsin. Ben artık, senin bu yâdigârını koynumda
taşıyacağım" diyerek hattat Emrullah Efendiye iltifatlar ve dualar etmişti.

Dokuz yıl askerlik vazifesi yapan Hattat Emrullah Efendi, Üstad Bediüzzaman'ı son
görüşünü ise şöyle anlatmaktadır:

"l942 senesinde Kastamonu'da ne kadar dindar Nur talebesi varsa toplayıp,


karakollarda eziyet ve zulüm ediyorlardı. Bunlarla birlikte Üstad Bediüzzaman'ı da alıp
otobüse bindirerek Denizli hapishanesine yolluyorlardı.

"Bu esnada, Kastamonu'nun her tarafına, 'bu masum insanları idama götürüyorlar' diye
şayia çıkarılmıştı. Etrafa bir korku havası yaymışlardı. Bu korku uzun seneler Kastamonu'da
devam etmişti."
Muhtelif zaman aralıkları içinde, çalışmalarımızı devam ettirirken uğradığımız
Kastamonu'da; Nura karşı, islâmın nurlarına karşı, geçmiş günlerde yapılan zulüm ve
korkunun belirtilerini görüyorduk.

sh:»(s.234)

[]

H.Remzi Sönmezgil

HÜSEYİN REMZİ SÖNMEZGİL

l909'da Kastamonu'da dünyaya geldi. Emekli bir esnaf olan bu zatın Bediüzzaman gibi
bir Üstadı ziyaret edip elini öpen bahtiyarlardandır.

"Ben seni mânen tanıyorum"

Hüseyin Remzi Sönmezgil hatırasını şöyle anlatmıştı:

"Kastamonu'nun kazası İnebolu'da çok Nur talebesi vardı. Bu arkadaşlarla birlikte


Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorduk. Ben Nasrullah Camiinin şadırvanından abdest
almıştım. Abdest alırken biraz zaman kaybetmiştim. Ama hızlı hareket ederek, Üstadın
kapısındaki arkadaşlara yetişebildim. Benim ilk ziyaretimdi. Üstad Hazretleri bana çok
iltifatlarda bulundu:

"Kardeşim, mânen ben seni tanıyorum. Sen dürüst ve iyi bir insansın. Hattâ bu
temizliğinden dolayı biraz evvel Nasrullah şadırvanından abdest alarak geldin."

"Üstad Bediüzzaman'ın bana olan bu iltifatından hem ben, hem de arkadaşlar hayretler
içerisinde kalmıştık.

***

"Yine birgün İnebolu'lu bir kardeş gelerek bana şu haberi vermişti: 'Remzi kardeş, sen
Üstad Hazretleri için 'Ben daha önceden tanımam' diyorsun. Ama Üstad seni tanıyor ve
'Remzi kardeş hareketlerine dikkat etsin' diyor.' Hakikaten ben o günlerde bir köy düğününde
Allah affetsin fena hareketlerde bulunmuştum. Bu fena vaziyetim, Üstada malum olmuş ve
beni ikaz ediyordu.
***

"Köylünün birisi Üstada yoğurt getirmek istiyor. Hanımı ise istemeyerek ve kocasının
zoruyla hazırladığı yoğurdu Üstada götürünce, o mübarek Üstad yoğurdu kabul etmedi ve
köyüne geri gönderdi.

***

sh:»(s.235)

"Birkaç hakim Üstadı ziyarete gidiyorlar. Üstad birisinin ismini söyleyerek onu
ziyaretine almıyor. Sonradan arkadaşları o hakimden bunun sebebini sorunca hâkim şöyle
diyor:

"Ben gerektiği zaman gusül abdesti almazdım. Onun için olsa gerek, üstad beni
huzuruna kabul etmedi."

***

"Kastamonu lisesi talebelerinden bir grup devamlı Üstadı ziyarete gider ve ondan ders
alırlarmış. Onlara ders kitaplarının olduğunu, muallimlerinin kendilerine derslerini anlatıp
öğrettiklerini, neden bunlarla yetinmeyip de Üstadın dersine gittikleri sorulduğunda şu cevabı
vermişler:

"Bizler Üstad Bediüzzaman'dan iman hakikatlarını ders alıyoruz. Ayrıca fenlere ait
dersleri de kitaplardan okuyor veya muallimlerimizden dinleyerek öğrenmeye çalışıyoruz.
Sonra Üstadın bir dersini bir defacık da olsa hiç unutmuyoruz. Onun dersi öğretmenlerimizin
derslerinden çok farklı, öğretmeninkini unuttuğumuz oluyor, ama Üstad Bediüzzaman'ın
dersleri hiç akıldan çıkmıyor. Üstad Bediüzzaman, verdiği İslâmî ve imanî dersleri zihnimize
öyle sokuyor ki, bu dersleri hiçbir zaman unutamıyoruz."

sh:»(s.236)

SATI YILMAZ

Satı Yılmaz, Üstada olan hasretini ve onu ziyaretini şöyle anlatıyor:

"Risale-i Nur, kendi avukatlığını yapar"


"Âh, evlat ah! O büyük insanın kıymetini bilemedik, onu layıkıyla tanıyamadık.
Gözümüzü açamadık. Sanki gözümüz kör oldu, göremedik, kulağımız sağır oldu da
duyamadık.

"Bediüzzaman'ı ilk gördüğümde bir Osmanlı gibi başında sarığı ile çok heybetli bir
hali vardı, beni çok etkilemişti.

"Kastamonu'da yaşıyorduk. Bediüzzaman'ın ve on-on beş talebesinin birlikte Denizli


hapishanesine götürüldüğünü öğrenince çok üzülmüştüm. Daha sonra bir kaç gün geçti ve
mahkemelerinin olacağını duydum.

"Bir kaç arkadaş Denizli'ye gitmeye karar vermiştik. Derken mahkemeye gittik.
Mahkemeye çeşitli yerlerden gelenler vardı. Bunların içinde avukatlar da vardı. Mahkemeye
ilk önce Nur talebeleri, daha sonra ise ayrı bir koğuşta olan Bediüzszaman Hazretlerini
getirmişlerdi.

"Üstad geldiğinde salonda büyük bir sesizlik olmuştu. Kalabalıktan üç adam


Bediüzzaman'a yaklaşarak avukat olduklarını, ücretsiz olarak davasına bakacaklarını
söylemişlerdi. Bediüzzaman Hazretleri ise tebessüm ederek, 'Zahmet ettiniz, Allah razı olsun,
siz müsterih olunuz, inşaallah Risale-i Nur kendi avukatlığını yapacaktır' dedi.

"İlerleyerek talebelerine yaklaştı. Nur talebelerine, 'Merak etmeyiniz kardeşlerim,


inşaallah beraat edeceğiz buradan' demişti.

"Az sonra mahkeme başlamıştı. Etrafta dolaşan dedi koduya göre Bediüzzaman ve
talebeleri sekiz ile on yıl hüküm giyeceklerdi.

"Bu kötü haberleri duyunca epey keyfim kaçmış ve çok üzülüyordum.

"Mahkemede Bediüzzaman'ın duruşunu, o heybetli, o haşmetli ve o vakur halini hiç


unutamıyorum. Sanki mahkemenin huzurun

sh:»(s.237) da bir sanık, bir maznun değildi. Artık son duruşmaları da olmuş ve Üstad
talebeleriyle birlikte hep beraat etmişlerdi.

"Üstad odun karşılığında fırından ekmek alırdı"


"Benim tanıdığım Üstad Bediüzzaman katiyen karşılıksız bir hediye kabul etmiyordu.
Bazı zamanlar Kastamonu'nun Hacı İbrahim Dağı'ndan kuru odun toplar, bunları fırıncıya
getirir ve fırından buna mukabil ekmek alırdı.

"Fırıncılar her seferinde, 'Hocam, siz neden zahmet ediyorsunuz, biz ve fırınımız sizin
emrinizdeyiz. Siz kabul edin, değil odun mukabilinde ekmek, sizin gibi bir âlime canımızı
dahi fedâ ederiz' derlerdi.

"Bediüzzaman ise, 'Hayır kardeşim, hayır, Allah sizlerden razı olsun, ben ancak bu
odunların mukabilinde ekmek alırım' diyordu.

"Ben ve ailem Kastamonu'dan gelip de İstanbul'a yerleştikten sonra, zannediyorum,


l950 yıllarının başlarındaydı. Yine birgün Bediüzzaman Hazretleri'nin İstanbul'a teşrif
ettiklerini, akrabamız olan Tatlıcı Hacı Şükrü Efendi'nin Üsküdar Bağlarbaşı'ndaki evine
misafir olarak geldiğini duymuştum.

"Hemen o akşam Bediüzzaman Hazretlerinin ziyaretlerine gitmiştim. Mübarek ellerini


öptükten sonra oturdum. Nurlu sohbetlerini dinliyordum. İkindi namazından sonra
Bediüzzaman Hazretlerinin Haydarpaşa'dan trenle Isparta'ya gideceklerini öğrendim. Çok
üzüldüm. Akşamleyin Hacı Şükrü ve Bediüzzaman Hazretleri duymuşlardı Bediüzzaman'ın
gideceğini bu kadar kalabalık?

"O kalabalığın içinden bazıları, 'Hocam biletinizi kestim, şu hediyemi kabul edin, şu
parayı alın' diyorlardı.

"Bediüzzaman Hazretleri bunları kabul etmiyordu. Bu mübarek halinden, yıllar önceki


ekmek hadiseleri gibi meseleleri hatırladım. Eski kaidesini hiç bozmamıştı. Trenin geç saatte
gitmesine rağmen topluluk azalmamış, aksine gelenler çoğalmıştı.

"Bediüzzaman'ı uğurlarken ellerini öptüm, ama onu bir defa daha göremedim.
'Bediüzzaman' ismini duyunca daima ilk heyecanlı hallerime dönerim.

sh:»(s.238)

[]

İsmail İlgazi
İSMAİL İLGAZİ

"Kitaplara dokunmayın, tokat yersiniz"

"l942 Ramazan'ının 2l. gecesi teravihi kılıp camiden eve gittim. Erkenden yattım.
Uyudum uyumadım kapı çalındı. Kapıya vardım. Erzincanlı Hamal İsmail Efendi,
'İstanbul'ldan dört beş sandık kibritlerin geldi, Posta arabacısı 'Gelsin teslim edeceğim' diyor'
dedi.

"Üstümü giydim. Başımda yün takke ile koştum. Bir de baktım, durakta bir
kalabalıktan Üstadın sedası kulağıma geldi. Çayhanede bir karpuz kesip Üstada ikram
ediyorlardı.

"Jandarma başçavuşu, sivil polisler de varmış, bilmiyoruz. Üstadın elini öptük.


Hepimizin ismini yazıp karakola vermişler. Üstad, elektrik direğini sütre yaparak namazı eda
etti. Müftü Efendiyi sordu. Evinde hasta yattığı söylendi. Posta arabasından kibritlerimizi
indirip teslim aldık. Üstada kendimizi tanıttık. İbriği elinden aldık, su doldrurup verdik.
Mübarek elleriyle başımı meshetti ve 'Elgazi' dedi. Sonra Çankırı'ya azimet eyledi.

"Sabah oldu. Jandarmalar evlerimizi bastı. Risale-i Nur'u dolaptan alıp verdim.
Baktım, adam öldürmüşüz gibi orayı burayı arayacaklar. 'Bu kitaplar her Müslümanın evinde
bulunur. Mahkemelerin iade kararları var' dedik.

"Kurşunlulu bir telgraf çavuşunu oylda yakalamışlar, Muhammediye kitabını


müsadere etmişler. iyice bilemiyorum. Üstad Isparta'da yahut Denizli'de mahkeme oluyor.
Oradan bize mahkeme harcırahı olarak 75 lira geldi. Aldıkları kitapları İstanbul'a bilirkişiye
göndermişler. Biz Ilgaz mahpushanesinde iken büyük bir deprem oldu. Evler yıkıldı, birçok
insan öldü. Bizim hanım hâkime müracaat ederek çıkarılmamızı istiyor. 'Ancak gece çıkabilir'
diyorlar. Çıktım, evimi, dükkânımı yokladım. Evde çatlaklar meydana gelmiş, dükkânımın da
tavanı yıkılmıştı.

"Hapishaneye tekrar döndüm. Böylece, Üstadın dediği 'Ilgaz', 'elgazi' olmuştu. Üstad,
öteden beri ikazda bulunurdu ve 'Kitaplara

sh:»(s.239) dokunmayın, tokat yersiniz. Sizin şerrinizden masum insanlar da zarar


görür' derdi. Mahkememizin Ilgaz'da görülmesine dair emir geldi, böylece harcırah da geri
gitti. Sonunda mahkeme beraatimize karar verdi.
"Daha sonra ikinci bir mahkeme cereyan etti. Sinoplu hâkim yine beraat kararımızı
verdi. Kitapları da iade etti.

"Üçüncü mahkeme Çankırı Ağır Cezada idi. Mahkeme reisi netice-i mahkemeyi uzattı
ise de temyize başvurmadan hükümet değişti. Af kararıyla çıktık. Kitapları da iade ettiler."

sh:»(s.240)

[]

Feyzi Ertem

FEYZİ ERTEM

Feyzi Ertem, l932 Kastamonu doğumlu. İlkokulu çeşitli yerlerde okudu. Kastamonu
Meslek Lisesinden mezun olduktan sonra Ankara Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdi. 3l yıl 9
ay Türkiye'nin çeşitli yerlerinde vazife yaptı. Evli ve 4 çocuk babasıdır.

"Bediüzzaman veli ise kocamı salıverir"

"Bediüzzaman'ın ilk Kastamonu'ya gelişi, halk arasında, 'Buraya sürgün bir hoca geldi'
diye yayılmıştı. Bu sırada babam İnebolu'da öğretmenlik yapıyordu. Bunu duyunca birkaç
arkadaşı ile birlikte ziyaretine gitmişti. l943 senesinde babam beni ve ağabeyimi Üstadın
Ziyaretine götürdü. O sırada Üstad Araba Pazarında oturuyordu.

"Odada pek birşey yoktu. Yalnız ibrik ve yatağı vardı. Çocukluk halimle en çok
dikkatimi çeken, fareler olmuştu. Hiç insanlardan çekinmiyorlardı.

"Denizli'ye götürürlerken babamı da götürmüşlerdi. Babam Denizli'de hapiste birkaç


ay yattı. Tahliye olduktan sonra da öğretmenlikten 3 yıl 7 ay uzaklaştırıldı.

"Bu durumdan dolayı annem çok üzüldü ve hastalandı. Birgün dua ederken, 'Eğer
Bediüzzaman gerçekten veli ise kocamı salıverirler' demişti. Gerçekten hapishanede o gün
isim benzerliğinden babam bir başkasının yerine tahliye olmuştu. Bir ay sonra tekrar istediler.
Ancak o sırada beraat kararı da çıktığından bir daha geri götürmediler.Babam hapisten
çıkarken, dışarı çıkarılmaması gereken Meyve Risalesini sepetin içine koyarak çıkarmış, her
yerini aradıkları halde sepeti aramamışlardı.
"İkinci görüşmemiz Barla'da olmuştu. Bu ziyaretimde Üstad bana bizzat okudu. Onun
tesiri üzerimde uzun müddet devam etti.

"O zaman risaleler elle yazılırdı. Babam yüzlerce risale yazdı. Ancak ben çok az
yazdım. Bizde mevcut olan el yazma risalelerini l959 yılında bir arama sırasında
götürmüşlerdi. Bir daha da geri vermediler. Barla'da Üstadın ziyaretine gittiğimde vakit
akşamdı. Bu sırada polisler tarafından sorguya çekildim. Ancak yine de ziyaret etmeye
muvaffak oldum.

"Üçüncü ve son ziyaretim Isparta'da l958 yılında olmuştu. Üstad öğretmenlere çok
ehemmiyet verirdi. Bu ziyaretimde Üstad bana, 'Ben seni yanımda alıkoymak istiyorum, fakat
mesleğin öğretmenlik olduğu için vazifene devam et' demişti.

sh:»(s.241)

[]

Salih Uğurtan

SALİH UĞURTAN

l905'de İnebolu'da dünyaya gelen Salih Uğurtan l7 Kasım l989 tarihinde vefat etti.

"İnebolu'da estirilen tedhiş"

l930 sıralarında Salih Ağabey 25 yaşlarındaydı. Daha önce vefat eden fedakâr Nur
talebelerinden Gülcü Hüseyin, Ziya Dilek 3-4 kişi bazı eski kitapları dikkatle incelemiş ve
okumuşlar; o kitaplardan kıyâmet alâmetleriyle ilgili bazı manaları yakalamışlardı.

O devreler ezan okumanın, Kur'ân öğrenmenin, Allah demenin yasak olduğu


devrelerdi ve Müslümanlar bu konkunç zorluklar içerisinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Ayrıca Şapka inkılabının da ilk temellerinin İnebolu'da yapılan bir konuşmayla atıldığını
biliyorsunuz. O zamanlar İnebolu'ya gelen mülki erkânın hizmetindeki askerlerin esef verici
bir icraatlarından bahsetmişti Salih Ağabey, İnebolu'da o gün pazar kurulmuş ve köylü
kadınlar sebze-meyve satmaktadırlar. Şehre giren askerler kadınların örtülerine saldırmışlar
ve üzerlerinden çekip çıkarmaya çalışmışlar. Korku ve şaşkınlıkla direnen kadınlar sebze ve
meyvelerini terk ederek, "Yunanlı tekrar Anadoluyu istila etti" zannıyla köylere kaçışmaya
başlamışlardı. Bunlar arasında Salih Ağabeyin valide-i merhumesi de vardır.

Bütün bu hadiseler ışığında, Salih Uğurtan ve kendisinden önce vefat eden diğer
mü'minler okudukları bazı eski kitaplardan, Sevgili Peygamberimizin şerrinden şiddetle
Allah'a sığındığı ve ümmetini sakındırdığı en dehşetli fitnenin tam ortasında oldukları, yani,
Deccal'ın geldiği kanaatine vardılar. Yalnız bu kitaplardan deccalla aynı devrede en büyük ve
son Mehdi'nin geleceği, müslümanların onun ordusunda asker olup Deccalı ve onun ordusunu
kılıçtan geçirecekleri manasına gelen ifadeler bulunuyordu.

sh:»(s.242)

Hadiselerin en sıkışık olduğu sıralarda: "Hazırlanın! Birşey çıkacak..." diye bir araya
gelmeye, harp âletleri toplamaya başladılar. Yaptırdıkları kocaman kılıçları haftada 3-4 defa
biraraya gelip biletiyorlar, Hz. Mehdinin gelmesini bekliyorlardı. Salih Ağabey, "O anda
zaptiye bizi tespit edip yakalasaydı sorgusuz sualsiz ipe çekerlerdi" diyordu bir sohbetimizde.
Günler geçiyor, sık sık bilinen kılıçların ağızları gittikçe ufalıyordu.

Bu sıralar henüz Bediüzzaman'ı tanımayan Salih Ağabey bir rüya görüyor. Şöyle
anlatıyor rüyasını:

Rüya ile gelen müjde

"Odamda yatıyorum. Baktım birisi pencereden bana bir mektup uzatıyor. Hayret ettim.
Yahu pencere epeyce yüksek, ikinci katta, bu adam buraya kadar nasıl uzanıyor dedim. Bana
uzattığı mektubu göstererek 'Bu mektubu oku' dedi. Aldım, baktım. 'Esselâmü aleyküm.
Bismihi Sübhânehu' geri Arapça dedim: 'Ben Arapça bilmem.' 'Oku' diye ısrar etti. 'Cidden
Arapça bilmiyorum' dedim, baktım bir parça ciddileşti. Kesin bir şekilde okumamı emrediyor.
Heyecanlanmaya, telaşlanmaya başladım. O halimle yataktan fırladım."

Salih Ağabey bu rüyayı gördüğü sıralarda İnebolu'da meşhur bir Şeyh vardı. Rüya
tabiri konusundaki isabetliliği o bölgede her tarafa yayılmıştı. Sabahleyin namazdan sonra ona
giderek rüyasının tabirini sorar. rüyayı hayretler içerisinde dinleyen büyük zat Kur'ân-ı
Kerimden bazı âyetleri okur ve Salih Ağabeye aynen şunu söyler: Sana müjde! Müjdelerolsun
sana! Sen yakında bütün dünyayı manen idare eden birisinin elini öpeceksin. Bizden de çok
selâm ve hürmet götürmeyi unutma. daha sonra çok geçmeden bu veli zat vefat eder. Salih
Ağabey şaşkındır. Ve hâlâ kılıç bilemeye, Hz. Mehdiye asker olmak için kendisini zinde
tutmaya çalışmaktadır.

O sıralarda İnebolu'da bir şâyia yayılır: "Kastamonu'ya bir Hoca Efendi gelmiş, onu
merdiven altı gibi bir yere hapsetmişler, çeşitli işkencelere maruz bırakmaktadırlar... "
İnebolu'dan öncelikle Ziya Dilek Ağabey merhum ve diğerleri gider elini öperler. Bu arada
deccal konusunda her nekadar bazı kanaatlere varmışlarsa da yine de müteşabih bazı
hadislerin manalarını karıştırmaktadırlar. Hadiste deccalın eşeğinin kulaklarının fil kulağı gibi
kocaman olacağı, ayaklarının yumuşak olacağı, yürürken de arkasından şiddetli bir ses ve pis
bir koku bırakacağı rivayetini okumuşlar. Bu konuyu Bediüzza

sh:»(s.243) man'a sorduklarında şu cevabı veriyor: "Kardaşım, şu bildiğiniz otomobil


bir parça o tarife benzemiyor mu? Bunun da kapıları fil kulağı gibi, ayakları (lastikleri)
yumuşak ve giderken arkasından hem pis bir koku, hem de ses çıkarıyor."

"Bu zamanın cihadı mânevî kılıçladır"

Bu cevaptan sonra kanaatleri daha da kesinleşmiş. Üstad kendilerine muhtelif


konularda ders verip asrın cihad tarzının kılıçla, topla, tüfekle değil, kitap yazmakla,
okumakla, fikirle ve ikna ile olduğunu izah ettikten szonra ayrılmak üzere kalkarlar. Mealen
söyleyebileceğiz, Bediüzzaman: "Kardaşım, maddi kılıçlarkınına girsin. Artık zamanın
mücahedesi manevi kılıçlarladır" diyerek ellerine birerkitap tutuşturur. Hz. Üstadın yüksek
şahsiyeti ve veciz sohbeti karşısında kendilerinden geçen bu zatlar dışarda kendilerine
geldiklerinde birbirlerine sorarlar: "Yahu Hoca Efendi bizim kılıç bilediğimizi nereden
biliyordu?"

Çok geçmeden Salih Ağabey elini öptüğü zatın "Dünyayı manen idare eden zat
olduğunu keşfetmiş, bugün-yarın geleceğini umdukları zatın bilerek veya bilmeyerek belki de
lisan-ı halleriyle yaptıkları halis duaların neticesi olarak, manevi ordusunun safları arasında
buluvermiştikendisini.

"Kilipli kapı nasıl açıldı?"

Bu arada Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'ya ilk sürgün olduğu sıralarda enteresan


bir hadise cereyan eder. Salih Ağabey hadiseyi bizzat yaşayan Sinoplu bir polisten naklen
anlatıyor.
"Üstadı karakolda merdiven altı gibi dehşetli soğuğun bulunduğu bir yere kapatıp
Alman kilidi vuruyorlar. Sinoplu polise de 'Bunu zehirle, öldür ne yaparsan yap' diye emir
veriyorlar. Hadiselerin birinci şahidi Sinoplu polis o ankalbine tarifinde güçlük çektiği bir
hürmet ve hizmet etme arzusu olduğunu beyan ediyor. İlk hafta içerisinde bir gece sabaha
karşı kontrole geliyor. Fakat kocaman Alman kilidi sökülmüş, demir parmaklıklı dış kapı
açık. İçeriye yatağın olduğu yere koşuyor, yatak sıcak. Ama kimse yok. Kendi tabiriyle 'Can
korkusuyla kan beynime sıçradı' diyor. Birazdan Hz. Üstad elinde su ibriği içeriye giriyor.
Elini Sinoplu polisin göğsüne dokundurarak: 'Korkma Mehled! Bu zalimler ne sana, ne bana
dokunamayacaklar' diyor. Ve hemen ardından kapıların kendikendine şangır şangır
kapandıklarına şahid oluyor."

Bediüzzaman bu ilk ikamete mecbur bırakıldığı yerde üç ay tu

sh:»(s.244) tuluyor. Bu üç ay süresince Kastamonu'nun bütün askeri ve mülki amirleri


hastalanıyorlar. Daha sonra başlarına gelen bu musibetin O Hocayı sıkı işkence ve zulüm
altında tutmalarından kaynaklandığına hükmederek Bediüzzaman'ın ev kiralamasına izin
veriyorlar.

Bediüzzaman yeni evinde bütün gayretiyle hizmetine devam ediyor. Her türlü korkuyu
göz önüne alarak bir kısım talebeler ve özellikle isimleri yukarıda mezkûr şahıslarsık sık
ziyaretine geliyor, kendisindenaldıkları kitapları harıl harıl çoğaltıp dağıtıyorlar.

"Beşinci Şua'yı kuşlar müjdeliyor"

Üstad İnebolu'yu ve İnebolu'daki talebelerini çok methediyor. Bazı köylerinde bin


kalemin risale çoğalttığını bildiğimiz Isparta'ya benzeterek şu şirin ilçeye, İnebolu'ya "Küçük
Isparta" namını takmıştır. Bilindiği gibi Risale-i Nurları çoğaltmakta ilk teksir makinesi de bu
talebeler tarafından kullanılmıştı.

Harıl harıl risaleleri çoğaltmaya devam ediyorlar. Başkalarından yine hayretengiz


hadiseler geçiyor. Jandarmalar, karakol komutanı ve CHP'lilerden bir türlü kurtulamıyorlar.
Ama Nurları yazarken şahid oldukları inayetler şevk ve gayretlerini bütün şiddetiyle arttırıyor.
Salih Ağabeyin evinde bir ders ve sohbet esnasında şöyle birşey anlattı:

O sıralar Beşinci Şua yazılıyor. Ve bu çok mühim risaleyi çoğalttıkları sırada


tanımadıkları garip kuşlar geliyor. Hemen her Nur talembesi bu hadiselere şahid oluyor. Ne
zaman Beşinci Şuayı yazmaya dursalar gelip camlara vuruyor, ısrarla içeri girmek istiyor.
Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseleri "Kuşların yapılan hizmetleri ve özellikle asrımız
mü'minleri için çok mühim olan Beşinci Şuanın neşrini müjdelemek ve tebrik etmek için
geldikleri" mânâsında yorumluyordu.

Bu hatıraları kaleme alan Muhammed Boz'a teşekkür ediyoruz.

sh:»(s.245)

DENİZLİ ŞAHİTLERİ

Sh:»(s.246)

sh:»(s.247)

[]

Doç. Dr. Nureddin Topçu

Doç. Dr. NUREDDİN TOPÇU

Felsefe doçenti olan Nureddin Topçu l909'da Erzurum'da dünyaya gelmişti. l975'de
İstanbul'da vefat etti. Yarınki Türkiye, Maarif Davası ve Büyük Fetih gibi eserleri vardır.

Nur Risaleleri'nin hizmet ve neşriyat kahramanlarından Tola'lar Hanedanı'yla yakın


alakası olmuştu.

Vefatından iki ay önce ziyaret ettiğimiz Doç. Dr. Nureddin Topçu, bize Denizli ve
orada görüştüğü Bediüzzaman ile ilgili hatıralarını anlatmıştı.

İkinci bir ziyaretimde çok hasta idi. "Geçmiş olsun hocam, bugün Cumaya
gelemediniz?" dediğimde, "Ben bu hafta namazı Kâbe'de kıldım" diye lâtife yapmıştı.
Sultan Ahmed'teki evinde ziyaret ettiğimiz merhum Topçu, l909'da Erzurum'da
doğduğunu, l934'de de ilk defa öğretmen olarak vazifeye başladığını söylemişti. Merhum
Üstad Said Nursi ile olan hatıralarını ise şöyle anlattı:

Bediüzzaman'ın büyüklüğü

"l934'de ilk defa muallim oldum. Hareket mecmuasında yayınladığım bazı yazılar
yüzünden şimşekleri üzerime çektim, takibata uğradım. Zamanın maarif vekil olan Hasan Ali
Yücel'in sık sık başvurduğu sürgün cezasına mâruz kaldım.

"l944'de İstanbul'dan Denizli'ye tayin oldum. İmtihan ayı olan Haziran'da Denizli'ye
gittim. Şehir Oteline indim. Ödemiş'te savcı olan Muslihiddin Sönmez ve ablası Seher
Sönmez vasıtasıyla Bediüzzaman Said Nursi'yi tanıdım. Üstad Otelin üst katında oturuyordu.

"Bütün şehirde onun ismi dolaşıyor, herkes ondan bahsediyordu. O günlerde


Denizli'de devam eden mahkemesi neticelenmiş ve beraat etmişti. Beraatten sonra Şehir
Otelinin üst katında bir oda

sh:»(s.248) ya yerleşmişti, orada kalıyordu. Sıkı bir kontrol altındaydı. Yanına gidip
gelen ziyaretçiler de aynı şekilde takip ediliyor ve tesbit ediliyordu. Ziyaretçiler yanında çok
az kalabiliyor, hemen çıkıyorlardı. Akşam yemeklerinde herkes çekilip gidiyor, otelde kimse
kalmıyordu. Hatta otelin katibi de yemeğe çıkıyordu. Ben de o sıralarda yanına çıkıyordum.
Yarım saat kadar kalıp ziyaret edip, görüşüyordum. Din, iman, ahlâk, gençlik ve cemiyet
meseleleri ile alâkalı konuşuyordu.

"Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, eserlerini bilirkişiye havale etmiş, liseden iki kişiyi
bilirkişi tayin etmişler. Zannediyorum bunlardan biri edebiyat, bir diğeri de tarih hocasıydı.
Bunlar dinsiz adamlardı. Hele biri büs bütün yılandı; sonradan fecî şekilde ölüp gitti. Ben
Bediüzzaman'ı ziyaret ettiğimde kendisi bana: 'Onları bana gönder de ben onları dine davet
edeyim' dedi. Ben de: 'Efendim onlar çok fena adamlar, vazgeçin' dedim. Bunun üzerine:
'Peki öyleyse ehvenini getir, az fena olanı çağır, ben onları dine davet edeceğim, ben onları
affettim' diyordu. Bediüzzaman'daki büyüklüğe bak, biz olsak başını ezmeli deriz, 'Ben onları
affettim' diyor. İşte büyüklük budur. Ruhî bir ışıktır bu..

"Hakikaten onlardan birisi biraz daha (diğerine kıyasla) mutedildi. Fakat Tahir
ismindeki çok fena bir adamdı. Mehmet Akif'in: 'Acırım tükrüğe billah tükürsem yüzüne'
dediği gibi birisiydi. Rahatsız ederler, kimbilir ne söylerler, canını sıkarlar, diyen ben onları
çağırmadım.

"Bediüzzaman çok büyük bir insandı: 'Ben onları affettim,' diyordu. İnsanın, idamına
sebep olacak şekilde aleyhinde olanları affedebilmesi büyük bir fazilettir.

"Herkese dâvâsını anlatırdı"

"Hareket adamı idi, girişkendi, herkesle konuşurdu. Davasını anlatırdı. Pısırıklığa ve


miskinliğe taraftar değildi. Otelin kaldığı odadaki penceresi genişti. Bir gün ziyaretine
gittiğimde oraya oturmuştu, dışarıya bakarak Denizli'de bir zamanlar 62 medresenin
bulunduğunu, bunların hepsinin kapatıldığını üzülerek anlattı: 'Bu sebepten ben muallimlere
dargınım' dedi.

"Akşam yemeğini getirdiler, mükellef bir sofraydı. Getiren garsona yemeği iade etti:
'Bunu fukaralara götür' dedi. Yanında zeytini vardı, yemeği kabul etmedi, ekmeğini zeytin
taneleriyle yedi: 'Bir ekmeği l5 gün bitirebiliyorum' dedi. Semaveri vardı, çay kaynatıp çay
içiyordu, bize de ikram etti. Hapishaneden yeni çıkmıştı.

sh:»(s.249) Odada eşya olarak hiçbirşey yoktu. Eserleri yazma ve formalar halindeydi.
Binlerce yazma kitap ellerde dolaşıyordu. Her tarafta yazılıyordu, köylerde, kazalarda hep
Nur Risaleleri çoğaltılıyordu. O devir gönül alıcı bir devirdi. Güneşin doğuşu gibi bir
zamandı.

"O tarihlerde Denizli'nin Güvençli köyüne gitmiştim. Bir akşam beni bir eve
misafireten çağırdılar. Gittim. Gece dama çıktık, lüküsü yaktılar. Bediüzzaman'ın yeni bir
risalesi çıkmıştı. Köylülere onu okuyacaktım. Tam ben okuyacağım esnada, onlar benden
evvel davranıp başka bir risalesini çıkarıp okumasınlar mı? Hayret içerisinde kaldım.

"Her evde onun eseri yazılıyordu"

"Her evde, her köyde onun eserleri yazılırdı.... Onbinler sahife çoğaltılırdı... Böyle bir
şevk vardıı. O akşam da şevkle okudular, biz de tatlı bir sevinç ve haz içinde dinledik.

"Kerametler, fevkalâdelikler, hep Allah'tan gelir. Veli insanlara Allah'tan ne gelirse,


kalblerine ne doğansa onu bilirler. Bu haller Allah'tan gelir onlara, Allah'a teslimiyetin
meyvesidir bu haller, veliler için.
"Güveçli'de bir ay kadar kaldım. Döndüğümde Bediüzzaman da Denizli'den ayrılmıştı.
O zaman da talebelerinden Hasan Feyzi ile tanıştım ve görüştük. Âşıktı o, muallimdi. Ona da
Muslihiddin Bey götürdü beni. Sevimli bir insandı. Temiz ruhlu bir insan. Sevgi ile yaşayan
bir adamdı. Bediüzzaman'ın aşk ve muhabbetinden vefat etti. Ondan ayrılığa dayanamadı.
Bilmiyorum, insan böyle vefat eder mi?

"Bediüzzaman Denizli'de iken yanına gelen polis müdürüne hiddet etmiş: 'Git,
temizlen de gel' dmiş. Adam hakikaten temiz değilmiş.

"Çok mert ve cesurdu"

"Çok mert ve cesur bir hali vardı. Cesareti, kerameti pek çoktur, saymakla bitmez.
Sonra zekâsının buluşları fevkalâdedir. Musibetlere sabırla razı olmuştu... Kendini vermişti
Allah'a... Zaten o eserler hep o hallerin mahsulüdür. Bütün Denizli'de onun zevki ve şevki
vardı. Dost-düşman ona hayrandı. Denizli'nin gecesi, gündüz olmuştu... Fethetmişti o
Denizli'yi, Onun ruh ve aşk tarafına ulaşılamaz. Onun Allah'a yakınlığı bambaşkadır. O
yakınlık bir lütf-u İlâhidir.

"Sabrı, inzivası, şükrü bam başkadır. para nedir bilmez, dünya

sh:»(s.250) gözüne görümmezdi. Böyle zatlara pratik bir maksat gözeterek gitmek,
onları rahatsız eder. Ruh ve gönül sultanlarına dünyevî basit çıkarlar için müracaat etmek
cinayettir, müthiş bir haksızlık ve anlayısızlıktır.

"Bana dua etti. İnşaallah duası kabul olur. Kelimeler tam hatırımda değil. Ruhî feyzim
için dua etti. Zaten umumiyetle hep böyle mânevî şeyler için dua ederdi.

"l952'de İstanbul'a Akşehir Palas Otelinde de ziyaret ettim. Sonra bugünkü Büyük
Postahanenin üstündeki ağır cezadaki son mahkemesine gittim. İkindi namazının vakti
girmişti, kalktı: 'Siz kararınızı verin, ben namaza gidiyorum' dedi ve yürüdü. Hiç umurunda
değil. Belki mahkûmiyet kararı verecekler, idam bile verecek olsalar hiç aldırdığı yok.

"Allah'ın lütfuna mazhar olmuştu, herkese vermez Allah bunu..."

Nurlarda tezahür eden bazı inayetkârâne hallere itiraz eden bir kısım zatlara Nureddin
Bey, "Bediüzzaman keramet gösterir ve onunla birçok mü'minlerin imanını takviye eder ve
kuvvetlendirir" diyerek Üstadımızı her zaman savunmuştur.
İlim, fikir, ahlâk ve felsefe dalında pek çok eser veren merhum Topçu'ya Allah'tan
rahmet dileriz.

sh:»(s.251)

Risale-i NUR Mahkemelerinin

Adil Hâkimlerinden Senirkent'li

HESNA ŞENER

(l903-l975)

Senirkent, yetiştirdiği imanlı ve münevver evlatlarıyla, bu vatan ve millete büyük


hizmetleir olan mübarek bir beldedir.

Ne zaman bu mübarek beldenin bahsi olsa, hemen Semerkant, Taşkent ve Buhara'yı


düşünürüm. "Tola Hanedanı"ndan, Senirkent'in "Kara Melek"i Dr. Tahsin Tola'nın hanesinde
misafir oluşumu hatırlarım.

Tola ailesi ve bu ailenin akrabalarından olan Hesna Şener, bu münevver


vatanperverlerden biridir. l903 yılında Senirkent'te dünyaya gelen Hesna Şener, eski alay
müftülerinden yarbay Nuri Beyin kızıdır. Annesi ise Akile Şener'di.

İlk, orta ve lise tahsilinden sonra Hukuk Fakültesini başarıyla bitirmişti. bazı yerlerde
geçen kısa memuriyet ve hizmetinden sonra Denizli'ye hakim olarak tayin edilmişti. l942
senesinden itibaren tam otuz üç yıl bu vazifede kaldı.

l943 senesinde Bediüzzaman Said Nursî'nin talebeleriyle birlikte verildiği Denizli


mahkemesinin âdil hakimlerinden olarak ebedî fazilet ve adalet levhalarına geçen
bahtiyarlardandı. Risale-i Nur'un hizmet tarihinde mühim bir dönüm noktası olan Denizli
mahkemesinin ilk beraat kararını veren merhum Muğlalı Ali Rıza Balaban Bey'in bu kararına
iştirak eden bir Senirkent hanımefendisiydi. Risale-i Nur müellifi: "Hâkim-i âdil ile beraber,
hakiki adalete çalışan zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu'yu ve âlem-i İslâmı manen
minnettar eylemişler" diye bu mutlu hakimleri senalarla alkışlamıştı. İşte Senirkentli Hesna
Şener Hanımefendi "Anadolu'yu ve İslâm âlemini" minnettar eden kahraman kadınlardan bir
âdil bahtiyardı. Mekânı ve makamı nurlarla dolsun.
l974 kışında Almanya'da Denizli'li bir dosttan Hesna Şener'in hayatta ve hâlen
hakimlik vazifesine devam ettiğini öğrendiğim zaman ne kadar sevindiğimi tarif edemem.
Baharda onu görmek ve hatıralarını dinlemek için Denizli'ye kadar gittiğimiz halde,
kendileriyle görüşmek ve anlatacaklarını dinlemek kısmet olmamıştı.

sh:»(s.252)

Sonraya tehir ettiğimiz bu tarihten sonra, evlerine kadar gitmiştim. Merhum


hanımefendi bizi çok âlicenab bir şekilde karşılamıştı. Bizlere anlatırken, üniversiteyi
bitirmemizi ve sevgili vatanımızın bir köşesinde genç nesillere hizmet ederek, onların da
bizler gibi olmasını tavsiye etmişti. Bu ziyaretimden az bir zaman sonra 22 Temmuz l975
tarihinde Hesna Şener Hanımefendi'nin vefat haberini duymuştum.

Denizli'ye tayin edilişinden itibaren otuz üç yıl, tıpkı namazdaki tesbihin mübarek
sayısı kadar, orada yer değiştirmeden dirayetle vazifesine devam etmiş ve ancak vefat edişiyle
görevinden ayrılmıştır.

Bazı haller ve şartlar var ki, zerre kadar bir hizmet o hallerde dağ gibi bir ehemmiyeti
haiz olur. Vatan muhafazası için nöbet tutarken soğuktan donan bir erin, şehitlik gibi yüksek
bir makamı kazanması halinde, makamındaki yücelik ne ise, Denizli'nin âdil hakimlerinden
Hesna Şener'in: "Dinden ima ve telmih yoluyla dahi bahsetmek yasaktır" denildiği ve bunun
bir emir halinde bütün vatana bildirdiği Halk Partisi'nin o kara ve karanlık günlerinde, Said
Nursî gibi bir İslâm fedâisi ve kahramanının ve talebelerinin beraatini resmen ilân etmeleri,
hem de "Beşinci Şua" davasının, beraati kararı merhum hakimleri her türlü takdir ve tebcile
şâyân kılmıştır.

Bizler, halkçıların o zulmetli günlerini yaşayanlardan dinlemekteyiz. Bir tek dinî


eserin dahi yazılmasına ve neşrine müsaade etmeyen bir karazihniyetin hakimiyetinde, âdil
hakimlerin şerefli kararları bu vatan ve millet için hassaten Denizli ve Senirkent'liler için bir
şeref levhası halinde, bir yüz akı olmuştur.

l5 Haziran l944 tarihli beraat kararıyla, din ve fazilet ehli insanları tahliye eden Hesna
Şener ve arkadaşları istikbâl nesilleri tarafından ve bugün bizlerce şükranla anılmaktadırlar.

Vefatından sonra Senirkent'lilerin bütün ısrarlarına rağmen Denizli'nin imanlı ve


kadirbilir insanları Hesna Şener Hanımefendi'nin naaşını vermemişlerdi. Yapılan büyük bir
merasimle, Denizli'nin asrî mezarlığına defnedilmişti.
Bekâr olarak mücerret bir ömür ve hayat geçiren Hesna Şener Hanımefendi'ye,
Allah'tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz.

9 Ağustos l975 Senirkent postası gazetesi'nde Hesna Hanım Efendi'nin vefat haberi:

sh:»(s.253)

"İlk kadın hukukçumuz ilk kadın hakimimiz Hesna Şener'i kaybettik"

İlk üniversite mezunu, İlk hukukçu ve ilk hakim hanımlarımızdan Hesna Şener'i 22
Temmuz l975 tarihinde kaybettik. l903 yılında Senirkent'te doğan, merhum emekli Yarbay
Nuri Şener ve merhume Akile Şener'in kızları ilk, orta, lise ve üniversite tahsillerini başarılı
bir şekilde bitirdikten sonra bazı yerlerde geçen kısa hizmetinden sonra en son Denizli
hakimliğine tayin edilmiş ve 33 yıl yer değşitirmeden bu şerefli vazifesine devam etmiştir.

Vefatını haber alan akrabaları cenazesini Senirkent'e getirmek istemişlerse de


Denizli'nin kadirbilir ve Vefakâr halkı memleketlerine 33 sene hizmet eden hakimlik gibi güç
bir hizmeti hakkıyla başaran, hiç bir şeyin karşısında zayıf davranmayan hayırsever, insancıl
halleriyle ve ideal bir ahlâk örneğiyle herkese nümune olan bu lmümtaz hemşehrimizin
cenazesini bütün ısrarlara rağmen Denizli halkı ve meslektaşları vermemişler, gönüllerindeki
sevgi gibi kendi topraklarına gömmek istemişlerdir."

Cenaze merasimine pek çok halk katılmış, derin bir tazim saygı ve huşu içinde ve
arkadaşlarının omuzları üzerinde değerli kızımız Denizli asrî mezarlığına defnedilmiştir.
Hesna Şener hanıma Allah'tan gani gani rahmet niyaz ederken yakınları mühendis Galip
Şener'e, Dr. Faik Şener'e, Dr. Tarık Şener'e, Dr. Ali İhsan Şener'e ve Hakim Altan Şener'e,
diğer akraba, dost ve meslek arkadaşlarına başsağlığı dileriz.

sh:»(s.254)

[]

Hüseyin Beşli

HÜSEYİN BEŞLİ
l908'de Sav'da dünyaya gelmiştir. Bediüzzaman'la birlikte l943'de Denizli'de hapis
yatmıştır.

"Dokuz ayda l2 defa mahkemeye çıktık"

Nur medresesi olan Sav köyünde, Denizli hapsi maznunlarından Hüseyin Beşli o
günleri bize şöyle anlatıyordu:

"Oğlum Mustafa Beşli'ye Kur'ân-ı Kerim okumayı öğretiyordum. O sırada Sav'da


arama tarama yapıyorlardı. Bu sebepten, başka hiçbir şeyle iştirakim olmadığı halde, beni de
alıp, tevkif edip, Isparta hapishanesine attılar. Isparta'da bir ay kadar kaldık. Sonra alıp,
Denizli hapishanesine götürdüler.

"Dokuz ay zarfında tam on iki defa mahkemeye çıktık. Hakim neticede hepimizin
beraatına karar verdi. Sonra bizi salıvlerdi. On altı kişi kadar Isparta'dan idik.

"Ben cahil biriyim. Hamd olsun Üstada hizmet ettim. Tayınını, suyunu getirirdim.
Bizim Sav'dan altı kişi idik. Aramalarda ellerine iki yaprak Risaleden yazı geçmiş 'Bunu sen
de yazıyorsun' diye beni de aldılar ve götürdüler. Halbuki ben yazmayı filân bilmezdim. Savlı
çok ihtiyar bir Hasan Dayı vardı. Beni onunla birlikte kelepçelediler. Hasan Dayı, risale yazan
Atıf'ı evinde misafir ettiği için onu da suç ortağı gördüler ve onu da tevkif ettiler.

sh:»(s.255)

[]

Hasan Feyzi Yüregil

HASAN FEYZİ YÜREĞİL

l895'de Denizli'de doğdu. Şâir, edib, mutassavıf ve muallimdi. Bediüzzaman'ı l943'de


Denizli'd tanıdı. l946'da vefat etti.

Bediüzzaman'a âşık bir zat

Nur irfan mektebinin unutulmaz simalarından birisi de Hasan Feyzi Yüreğil ismindeki
bir hakikat kahramanıdır.
İlk intiba, ilk tesir, ilk ziyaret, ilk hatıra, insan hafıza ve gönlünden kolay kolay
silinmiyor.

Risale-i Nur'un müstesna talebelerinden Hasan Feyzi Hazretlerinin Denizli


kabristanındaki mezarını ilk ziyaret hatırasını da unutmak mümkün müdür?Bu ziyaret hatırası
ter ü taze zihnimde her zaman yaşamaktadır.

Hasan Feyzi Yüreil, Denizli'nin Çivril kazasının Güveçli köyünde muallim olarak
imana ve Kur'an'a hizmet eden bir hakikat adamı idi. Melami tarikatı şeyhlerinden olan zat,
Nur manzumesine dahil olmazdan evvel de etrafını ışıldatan bir kandildi.

"Canım sana kurban olacak"

Hasan Feyzi Nur'un ateşine pervaneler gibi atmıştı kendini. Eski zamanlarda birbirinin
yerine hastalanan ve vefat eden yüksek fedakârlar gibi, o da Rabbinden, Üstadına bedel
ölmeyi diliyor. Bir şiirinde bu niyazını şöyle dile getiriyordu:

"Bam-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem

Dahi nezrin bu ki canım sana kurban olacak."

(Ey gönüllerin sultanı Bediüzzaman, senin feyizli, bereketli kapından, dergâhından,


eşiğinden uzak olmaya, ayrı kalmaya aslada yanamam.

"Benim adağım, dileğim ve arzum, canımın sana kurban olmasıdır. Ben senin uğrunda
kendimi feda ediyorum. Sana gelecek belalar bana gelsin. Sana hayatımı adak olarak takdim
ediyorum.)

sh:»(s.256)

Gerçekten Hasan Feyzi Efendinin bu niyazını, bu samimi ve kalbî arzusunu Cenab-ı


Hak kabul etmişti.

Bu manzumeyi yazdıktan kısa bir zaman sonra l3 Kasım l946 senesinin Çarşamba
günü Cenab-ı Hakkın rahmetine intikal etti.

"Üstadına bedel şehit oldu"


Nur Risalelerinde bir çok mektupları, şiirleri ve takrizleri bulunmaktadır. Bu vefat
hâdisesiyle alâkalı olarak Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bir mektubunda şunları ifade
etmektedir:

"Nur hakkında parlak fıkralarında, bu biçarekardeşine kendini kurban etmeye söz


verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti.

"Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir
mektubunda dediği gibi 'Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!' dediğini tasdiken
Üstad'ına bedel, şehid kardeşi büyük Hafız Alinin yanına gitmiş. Bu zat-ı zülcenaheyn, ehl-i
kalb ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana
hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nuru elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra
daiki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur'un yüksek hikmetlerini ve kemâlatını
çekinmeyerek ruh-u caniyle herkese ilan etmiştir."

"Bir asır evvelki müjde"

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin dünyaya geldiği senelerde, yani bir asır kadar
evvel, Denizli'de büyük evliyadan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine:

"Bugün Kürdistanda bir büyük evliya dünyaya geldi. Bu zat, zamanımızın sahibi,
asrımızın vekilidir" diyerek müjdeler veriyordu.

İşte bu Hacı Hasan Feyzi'den sonra sıra ile yerine iki zat geçiyor. Aradan seneler
geçtikten sonra, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Denizli hapishanesine gelince, aynı ismi
taşıyan muallim Hasan Feyzi Efendi, birinci Hacı Hasan Feyzi'ye imtisalen Nur Risalelerine
sahip çıkıyor. Nura pervane olarak, sahipolduğu şeyhliği dahi bir tarafa bırakarak şunları
terennüm ediyordu:

"Yollarda bıraktık geçtik dervişi

Artık gönüllerden öyle teşvişi

sh:»(s.257)

Kâfi parlayan nur'un güneşi

Ey makes-i rahmet-i âlem Risale-i Nur..."


Bugün Denizli mezarlığında medfun olan Hasan Feyzi Efendi'nin beyaz mezar
kitabesinde şu satırlar okunmaktadır:

"Ömrünü ilm ü irfana vakfedip mektep ve kürsülerde feryad edip, kalbleri feyz ile her
an, ölmüş tenlerde hep buldular can. Bilmediler söz attılar ol ere, o da tasa rahmet olur mu
diye, yaşı basarken elli bire, boyun kesip verdi canını dilbere...

"Aziz şehid Hasan Feyzi, l3 Kasım l946 Çarşamba günü irtihal eyledi."

Bu aziz İslâm kahramanının şiir, mektup, takriz ve mersiyeleri, Nur Risalelerinin şu


eserlerinde yer almıştır:

Emirdağ Lâhikası, Tarihçe-i Hayat, Konferans, İman Hakikatları, Siracinnur.

Kabri nur, mekânı ebedî Cennet olsun...

[]

Hasan Feyzi Yüreğil'in mezar taşı

Ayrılık şiiri

Bediüzzaman Said Nursî, Denizli hapsinden beraat ve tahliyeden sonra bir buçuk ay
Şehir Palas Otelinde kalmıştı.

3l Temmuz l944 Perşembe günü bir komiser refakatinde Denizli'den Afyon'a hareket
etmişti. Bu hareket esnasında Hasan Feyzi Efendi, Üstad'ına: "Hazretinize buradan ayrılırken
söylemiştim" başlığını taşıyan şu ayrılık şiirini takdım etmişti:

"Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak

"Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak

"Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm

"Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak

***

sh:»(s.258)
"Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın

"Yine matem, yine zari, yine efgan olacak

"Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek

"Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak

***

"Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yar

"Ne büyük yâre ki kimler buna derman olacak

"Bu büyük derd ü elemden kime şekva edeyim?

"İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.

***

"O şifa bahş olan envarını sen çeksen eğer

"Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak!

"O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün

"Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak

***

"Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer,

"Küçücük zerre de olsa, meh-i tâban olacak.

"O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim

"Bu küçük kalbi hazinim yine handan olacak.

***

"Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem


"Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.

"Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüda

"Bugün artık bu hakir bende de umman olacak.

***

"Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicap;

"Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak

"Kab-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân,

"O güzel nur-u bedi, âleme sultan olacak.

***

"Sakınıp Feyz-i bîçareye bahs açma bugün

Yeni baştan, yine şeydâ, yine giryan olacak."

sh:»(s.259)

[]

Ayrılık şiirinin açıklaması

Hidayetin nuru çekilince, yine her taraf karanlık olacak, yine ayrılık, yine hasret, yine
hüsran olacak.

Ey ağlayan gözlerim, yaş yerine kan akıtarak ağla, çünkü, ayrılıklarla dolu olan kalbim
yine ayrılıklarla dolacak

Yine göç ve ayrılık var diye mecnuna haber verme sakın. Çünkü yine matem, yine
feryat, yine inleyiş ve yine figanlar olacak.

sh:»(s.260)
Açılan tevhid gülü bu ayrılıktan dolayı sararıp, solacaktır. İrfan burcu, iman ocağı yine
bu ayrılıktan dolayı viraneye dönecektir.

Ben işittim ki yarın sevgili bize yabancı olacakmış, bizden ayrılacakmış. Bu öyle
büyük bir yara ki, bu yaraya kimler derman olabilecek?

Bu büyük dert ve elemden ben kime şikâyet edeyim, çünkü benim dert ve elemimi
işitenler de benim bu inleyişim karşısında inlemeye başlayacaklar.

O şifa veren nurlarını eğer sen benden çekersen, bana kim nur verecek, beni kim
aydınlatacak? Benim dertlerime kim Lokman olup, tedavi edebilecek?

Ey sevgili Üstadım, senin o temiz pâk nefesin bu çölün, bu kurak talebenizin hayat
suyudur, can kaynağıdır, ne olur bu hayat menbaını benden uzaklaştırma, çünkü benim gibi
her fert, her şahıs bu kaynaktan bana kana kana içip doyacaktır.

O şerefli nurun kime değmişse, o nurla şereflenenler küçücük bir zerre deolsalar, o nur
sayesinde ışık saçan bir ay parçası olacaklardır.

O ulu sultanın lütuf ve kerem dolu mübarek elini öptükçe benim küçücük kalbim seinç
sürûrla dolacak.

Ey büyük Üstad, senin feyizli kapından uzakta kalmaya asla dayanamam, bu ıraklığı
çekemem.

Benim adağım, arzum ve dileğim şu ki, canım sana kurban olsun, hayatım sana feda
olsun.

Senin bakışın benim garip başıma bir değse, sen bana bir nazar etsen ey Allah'ın nuru!
O zaman bu küçük kul, o vakit, o nur sayesinde bir umman olacaktır.

Bu mevcudat yüzüne her ne kadar perde çekse, seni görmemezlikten gelse, sen yine
haksın, buna şahid ise Kur'an'dır.

Ben dersimi Kab-ı Kavseynden aldım ve gayet açık bildim ki, bu güzel ve eşsiz nur
bütün dünyaya sultan olacaktır.

Sakın! Bu bîçare Hasan Feyzi'ye herhangi bir bahis açma, çünkü bu Hasan Feyzi yeni
baştan âşık olacak, yeniden ağlamaya başlayacaktır.
sh:»(s.261)

[]

Gönenli Mehmed Efendi

GÖNENLİ MEHMED EFENDİ

(MEHMED ÖĞÜTÇÜ)

Mehmet Öğütçü l905'de Gönen'de dünyaya geldi. Hafız, hoca, ehl-i Kur'ân, büyük bir
İslâm âlimi ve hizmetkârıdır. l943'de Seyyid Şefik Efendi ile Denizli'de Bediüzzaman'ın çok
sevdiği ve iltifatlarda bulunduğu bir zattır. Sultanahmed Camii Baş imamlığı yaptı.
Süleymaniye, Eyüp Sultan, Kadıköy ve Üsküdar camilerinde ve pek çok camilerde vaazlar ve
dersler verdi. 2 Ocak l992'de vefat etti.

Yıllardan beri çok arzu ve hayal ettiğim bir görüşme, l982 Mayıs'ında gerçekleşti.
Büyük din ve hakikat erbabı Gönenli Mehmed Efendi bizleri kabul ederek, Bediüzzaman'la
alâkalı hatıralarını büyük bir vecd içerisinde anlattı.

Bizleri kabul edip, aziz hatıralarını naklettiği makam ve mevki ise, muhteşem
Süleymaniye Camiinin mihrabı idi. "Bediüzzaman'la geçen günlerim hayatımın en tatlı, en
güzel ve en mes'ut zamanlarıdır" diyerek, hatıralarını büyük bir sürur ve memnuniyet edası
içerisinde anlatıyordu.

Bu mülâkat bizim için sanki bayram olmuştu. "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" ismini
taşıyan muhteşem mısralar, âlemimizde ve Süleymaniye mihrâbında canlanıyordu:

"Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

Bir muhabbetli sabah oldu Süleymaniye'de."

Gönenli Mehmed Efendi'nin okuduğu âyetleri çınlayan kubbenin altında dinlerken,


anlattığı aziz hatıraları huşu içinde tesbit ederken, ruhumuz, kalbimiz ve gönlümüz
ışıklanıyor, nurlanıyor ve aydınlanıyordu. Âdeta bizim için Süleymaniye akşamında sanki
aydınlık sabah oluyordu.

"Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne


Uhrevî bir kapı açmış buradan gözyüzüne

Tâ ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları

Bir neferdir bu zafer mabedinin mîmarı."

sh:»(s.262)

Gönenli Mehmed Efendi'nin açtığı âhiret kapısının eserlerini sevinç ve heyecan içinde
dinliyordum.

"Mine'l-Bâb ile'l-mihrâb" mükemmel bir insandı

Süleymaniye mihrabında Gönenli Hocaya, "Hocam, lütfederseniz hatıralarınızı


dinlemek istiyoruz" dedim. "Estağfirullah" diyerek güzel sohbetine başladı:

"Üstad baştan aşağıya fevkalâde bir insandı. Baştan aşağı mükemmel, mine'l-bâb ilel-
mihrâb..

"Hareketleri, kıyafeti, garib ve misilsizdi. Eskidenberi bu zata fevkalâde hürmetim


vardı. Eserlerini okuyro, vecizelerini ezberlemeye çalışıyordum. Gittikçe iştiyakım artıyordu.
Tanıdıklara devamlı olarak soruyordum.

"l943'deki Denizli hapsinin arefesinde bir rüya gördüm. İşte polislerin gelmesi bu
rüyanın akabinde idi. 'Emir böyle. Fakat yanlış anlamayın. Benim dine karşı saygım var. İki
gün size müsaade. Sonra gelip teslim olun' dediler. Denizli Hapishanesien gidişim böyle oldu.

"Üstadın yanına gidince, bana 'Hoş geldin Muhammed Efendi, hoş geldin. Sen burada
lâzımdın. Korkma! Korkma!' dedi. 'Korkum yok efendim' dedim.

"Hapishaneye girenlere sorarlar mı bilmiyorum. Bana 'Neresini istiyorsun?' diye


sordular. 'İdamlıklar nerede ise, orasını' diye cevap verdim. Katillerin arasında yaşadık.
Üstadla görüştük. Mahkemeye gidip geldik, beraber kelepçelendik. Bazen Üstada Kur'an
okudum. İşte böyle, elhamdülillâh, tatlılandık, lezzetlendik.

"Mahkemede ifade verirken, müddeimûmî 'Sus! Edebiyat yapma!' dedi. Ben de


cevaben, 'Konuşma selâhiyeti verdiniz ya! Ben de konuşuyorum. Bizim âdetimiz,
Müslümanların âdeti budur' dedim.
Üstadla namaz

"Denizli Hapishanesinden tahliye olduktan sonra, içimde Üstadla beraber bir namaz
kılma arzusu belirdi. Bir müddet sonra Üstad, kalbi arzuma muvafık olarak, 'Beraber namaz
kılalım' diye beni çağırttı. Otelin önündede, kalabalık bir cemaat, 'İstanbullu hoca vaaz
verecekmiş' diye bekliyordu. Ben o sırada gerçekten mütereddit kalmıştım. Sonra Üstaddan
beni rahatlatan haber geldi: 'Vazifesini yapsın. Sonra gelsin, namaz kılarız.'

"Tahliyeden sonra Denizli'de bir hafta kadar kalmıştım. Müftü

sh:»(s.263) 'Sen hangi camii istersen orada vaaz ver, hutbe oku' diyerek bana müsaade
vermişti.

"Aradan yıllar geçti. İstanbul'a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim.
'Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim' demiş. Derhal Hünkâr mahfilini
hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah'a şükür,
arkasında namaz kılmak da nasip oldu.

"Üstad bendeki kısmetini almaya geldi"

"Bir husus daha vardı. 'Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye
düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak 'Söyleyin Hafız
Mehmed'e, Sakın sakın yanıma gelmesin' diye hocalarla haber gönderiyordu.

Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. 'Muhammed


kardaşım! Muhammed kardaşım!' diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad.
Boynuma sarıldı ve 'Sen Kur'ân'a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz
ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim' dedi.
Yanında talebeleri de vardı. 'İstanbul'da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim'
dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. 'Ver kabımı, kısmetimi versin' dedi. Keramete bakınız.
Daha önce 'Bu zatın kısmeti yok mu?' demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta
tatlısı vardı. Ondan verdim.

"Orada dedi ki: 'Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din
büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur'ân'a hizmet için
ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim' dedi. İşte
böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey
borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.

"Biz Kur'an'ın mânâsına çalışıyoruz, Gönenli Mehmet Efendi ise lâfzına çalışıyor.
Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi kabul ediyorum' diyordu."

Hatta Üstad bunu söylediği vakit bir takkesi içinden, "Üstadım onlar Risale-i Nur
okumuyor" deyince. "Cidden talebem olarak kabul ediyorum" diyor.

Gönenli Hoca anlatmaya devam ediyordu:

"Bizim eskiden edebiyat, Arabiye hocamız İhsan Bey vardı. O zata 'Nasıl bir zattır?'
diye Üstadı sormuştum. 'Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü'l-
vakittir' dedi. Allah şefa

sh:»(s.264) atine nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla
görüşebildiğim zamanları..."

Mübarek, maneviyât ehli Gönenli Hocaya, Denizli hapsine nasıl bir irtibat kurularak
götürüldüğünü sordum.

"Hadise sırasında, bir beldede benim ismimi de bulmuşlar, bunun üzerine bizi de alıp
hapsettiler" diye cevap verdi.

Hapishanede Üstada nasıl Kur'an okuduğunu ise şöyle anlattı:

"Ben içerdeydim, Üstad ise avludan beni dinlerdi. 'Muhammed Efendi Kur'ân okusun'
der, benim Kur'ân okumamı arzu ederdi."

Denizli hapsinden tahliye sonrası ile alâkalı olarak ise Gönenli Hocamaz şöyle diyor:

"Ben başka bir otelde kalıyordum. Ama Üstadın kaldığı otele gidip geliyordum. Orada
bir vak'aya şâhit oldum. Oranın dinden uzak bir doktoru, Üstadın karşısında diz çökmüş, kuzu
gibi nasihatlarını dinliyordu. Ben orada iken Belediye reisinden selâm getirdiler.'isterse para
verelim. İsterse lokantadan ne istersen gönderelim' diye Üstada haber gönderdi. Üstad, 'Yirmi
kuruşluk bir ekmek bana dört gün yeter' diye cevap verdi."
"Bu mevzular böyle konuşmakla bitmez" diyen Gönenli Mehmed Efendinin hürmetle
ellerini öpmek istedik, "Estağfirullah, Estağfirullah!" diyerek ellerini çekti. Müsaade isteyip,
ulvî bir vecd içinde yanından, Süleymaniye mihrabından ayrıldık.

Allah mekânını cennet etsin.

sh:»(s.265)

[]

Hilmi Arıcı

HİLMİ ARICI

l904 (l320) Kadınhanı doğumludur. Kösele ve kavafiye işleri ile meşgul olmaktaydı.

"Duyarak namaz kılıyordu"

Bediüzzaman'la ilk görüşmesini şöyle anlatıyor:

"l943 senesinde kösele, kıl çuval almak için Denizli'ye gitmiştim. Orada küçük bir
otele yerleştim. Otel hükümet binasının karşısındayım. Bazan balkona çıkıyordum. Bitişikteki
balkonda eski tip giyinmiş birisini gördüm.

"İstanbul'da bazı kimselerden, bütün ısrarlara rağmen kıyafetini değiştirmeyen


Bediüzzaman diye bir zat olduğunu duymuştum. Bu zat da mutlaka odur diye düşündüm,
kapısını tıkırdattım.

"Gir!' deyince içeri girdim ve elini öptüm. Elim elinde iken 'Said Efendi Hazretleriyle
görüşüyorum değil mi?' dedim. Başını salladı. Ufak bir çorba tasından çorba içiyordu.
'Beraber içelim' dedi. Ben de yemek yediğimi söyledim.

"Ne âyettir ne de hadistir, fakat eskiden beri söylenen kelâm-ı kibar olan bir söz vardır,
'Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar.' 'Beni namaza kadar yalnız bırak, ben akşam
namazına sizi çağırırım'dedi.

"Akşam namazı olunca beni çağırdı. Akşam namazını beraber kıldık. Namaza
başlamasını tarif etmek zordur. Duyarak, yaşayarak namaz kılıyordu. Ben cemaat oldum,
sonra dua etti.
Sakal meselesi

"Duadan sonra bana dönerek dedi ki:

"Belki hatırınıza benim sakalsız olduğum gelir. Bunu size izah edeyim de
tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi: Benim bir milyondan fazla talebelerim
vardır. Ben sakal bıraksam, bunlar da genç-ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal

sh:»(s.266) ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebeble ben bu sünneti
tehir ettim.'

"Yatsı namzında tekrar buluşmak üzere yanından ayrıldım.

"Odama gitmiştim. Bir müddet sonra otel kâtibi koşarak heyecanlı bir şekilde geldi:

"Aşağıya polis müdürü ve dahiliye müfettişi geldi, şu odadaki zatla görüşmeye


çıkacaklar, bu odaya sakın girme' dedi.

"İki memur, az sonra Bediüzzaman'ın odasına girdiler, yarım saat kadar içerde
kaldılar. Sonra çıkıp gittiler. Onlar gittikten sonra ben yine yanına girdim. Bazı sorularını
cevaplandırdığını söyledi bana...

"Yatsıyı yine arkasında kıldım. Sabah namazına yine çağırdı, bu namazlarda da


bambaşka bir heyecan duyuyordum. Namaza başlarken sanki kemikleri çatırdıyordu.

"Yine bu mübarek zatta, çok güzel birkoku duyuyordum.

"Muska yapmayız"

"Gerek otelci, gerekse civarda vazifeli kimseler, hakkında hep keramet anlatıyorlardı.
Bediüzzaman'ın menkıbeleri halkın arasına da çok yayılmıştı.

"Bir çokları çamaşırlarını yıkamak istiyorlar. Çeşitli yemekler getiriyorlardı. Fakat o


pek az yiyordu.

"Kadınhan'dan bazıları yine ziyaret için Denizli'ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar


Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve
çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman'a anlatarak duva ve muska istemiş.
Bediüzzaman:
"Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de!
Belki Allah şifa verir.'

"Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

"Yarabbi!.. Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa
ver Yarabbi!...'

"Bizim memleketli olan bu adam ondan sonrasara hastalığı görmedi. İyileşip şifa
buldu.

"Denizli'de Bediüzzaman'ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir
koyuncu l50'şer lira para çıkarıp vermek istemişler.

"Biz para almıyoruz!' diyerek vermek istedikleri l50' şer lirayı reddetmiş.

sh:»(s.267)

"Daha sonraki yıllarda ben Konya'da meclis daimi encümen azası idim. Valinin
yanındaydım. Dahiliye Vekili valiye telefon ederek, Bediüzzaman'ın Konya'ya sokulmamasını
söyledi. Bilâhare Bediüzzaman'ın Konya'da durmadığını öğrendim. Aradan birkaç ay geçmişti
ki, Urfa'da vefat ettiğini duydum."

sh:»(s.268)

[]

Süleyman Hünkar

SÜLEYMAN HÜNKÂR

Süleyman Hünkar'la görüşmemiz mülakat şeklinde oldu.

Kendinizi tanıtır mısınız?

İsmim Süleyman Hünkâr'dır. l335 (l9l9) tarihinde Denizli'nin Sarayköy ilçesinin


Beylerbeyi köyünde doğdum.

Denizli hapsine hangi tarihte ve ne sebeple girdiniz?


l3 Ocak l938 tarihinde ağabeyimin nişanlısını kaçırmak isteyen birisini yaraladım.
İsmi Osman Özkaya idi. Mahkeme devam ederken çeşitli mahkûmlar yüzünden kavga çıktı.
Hapishanede iki kişi birbiriyle kavga yapıyorlardı. Ben onları ayırd etmek için vicdanen
aralarına girdim. 'Sana ne oluyor?' diye bana saldırdılar. 'Sen ona yardım ediyorsun' diye bana
yıkıldılar. Ben de üzerimde bir bıçak taşıyordum. Bacaklarından yaraladım. Yaralama
suçundan yedi ay aldım, öteki suçla beraber üç sene sekiz aya çıkardılar. Ondan sonra yine
beni öldürmek için gruplaştılar. Sürgünden arkadaşlarım gelmişti. Birisi Abbas Türkyılmaz'dı.
Kendisi Kürt ismi ile anılırdı. İstanbul'lu idi. Diğeri Laz Osman, Rize'lidir. Onları misafire
almıştılar. Onların yardımıyla beni öldüremediler. Bu arada onların elinde 5-6 bıçak, bizim
elimizde 3 bıçak ile yaralamaya girildi. Birisi orada bıçaktan öldü. Üçümüze l8'er sene ceza
verildi. Benim cezam 2l sene 8 ay 8 güne çıktı. Ötekiler de 30'ar seneden aşağıya olmamak
üzere ceza yediler. Birisi Kars'a, diğeri Sinop'a sürüldü. Beni de Denizli'de bıraktılar. Sonra
Çorum'a sürgün ettiler.

Bediüzzaman Said Nursî, Denizli hapsine geldiğinde nerede idiniz?

Denizli'de idim. Üstad Hazretleri gittikten sonra Çorum'a gittim.

Nasıl duydunuz? Kimden duydunuz?

Gelmeden önce Savcı Muavini (Cemil Söylemez) Hapishane Müdürü (Şevki Bey)
daha evvel geldiler. Tabip, arkalarından başgardiyan, başçavuş da dahil olmak üzere: 'Şarktan
bir bektaşi geliyor. Bununla kimse konuşmayacak. Konuşanlara dayak attıracağız. İşkence
yapacağız' dediler. Daha sonra Üstad geldi.

sh:»(s.269)

Böyle bir kimse ile karşılaşacağınızı tahmin ediyor muydunuz?

Hayır bilmiyorduk. Geldi, evvelâ Ferani Meydanında karşılaştık. Biz üç bölümün


arasına Ferani Meydanı diyoruz. Orada Hazret-i Üstad bir iskemle üzerine oturdu. "Hoş
geldin Hoca Efendi dedik. Ben hemen çay-kahve ne içerzsiniz?" diye sordum.

"Kahve içmem" dedi. Hemen çay temin ettik. Ondan sonra umumî tuvaletin olduğu
yerde iki üç gün yatırdılar, oraya bir yatak ayırdılar, sonra münferit yere geçti. Bizim
konuşmamıza engel olacaklardı. Bizi Üstad ile görüştürmeyeceklerdi.
Size Bediüzzaman'la konuşmayın, eğer konuşursanız işkence yapacağız dedikleri
halde nasıl yakınlık gösterdiniz?

"Biz sehpaya gideceğimizi bilsek Üstad Hazretleri ile görüşeceğiz" dedik. "Sizin
sözlerinizi dinleye dinleye ömrümüz hapishanelerde çürüdü. Onun için biz sizden nefret
okuduk. Biz öyle birisini arıyorduk. Allah Hazret-i Üstad'ı bize yolladı."

Münferid kısmına kattılar. Orası tek kişilik bir yerdi. Ufak suç işleyenleri birer kişilik
yerlere katıyorlardı. Üstad'ı oraya kattılar. Tabii kapılar kapanınca idareden gören olmuyordu.
Biz birbirimizin yardımıyla pencerenin önüne çıktık. Elini öptük, halini hatırını sorduk. O
zaman Hazret-i Üstad: "Kardeşlerim, benim yüzümden zarar görmeyin, lâf duyarsınız,
işkence çekersiniz, benim yüzümden" dedi.

"Hayır hocam siz hiç üzülmeyin, biz korkmayız. Herşeye razıyız" dedik. (Bu olay
Üstad'ın içeri girmesinden iki-üç günsonra olmuştu.)

"Kardeşlerim, sağ olun, hoş bulduk" dedi.

Pencereye bir kişi çıkamazdı, birbirimizin üstüne basarak çıktık. Daha sonra
Isparta'dan, İstanbul'a gelen hocaları da karşılaldık.

Üstad'la aynı zamanda mı geldiler?

Üstad Hazretlerini hapse attıkları zaman Kastamonu civarında zelzele başladı.


Felâketler oluyordu. Taşköprülü Sadık Bey, Mehmed Feyzi Efendi, Çaycı emin Efendi, Hafız
Tevfik beraber geliyorlardı. Geldiler, hep karşıladık. Üstad Hazretleri talebelerine emir
veriyor: "Ne emriniz varsa, Süleyman Hünkâr'dan isteyin" diye.

Siz onu yapabilecek bir kimse miydiniz?

Halbuki ben yarım yamalak bir kimseydim. Halbuki beş vakit namaz kılanlar, hacılar,
âlimler vardı. Onlara demedi. "Siz Süleyman'a bakın" dedi. Bütün Isparta'dakilerle beraber
65-70 talebesine beni tavsiye etti. 'Ne ihtiyacınız varsa Süleyman temin eder' dedi.

sh:»(s.270)

Siz hakikaten böyle bir ihtiyacı temin edebilir miydiniz?


Bilmiyordum, ben kendimde böyle bir kuvvet olduğunu. Biz üç Süleyman'dık.
Denizli'li Hafızdı, diğeri Tire'li beş vakit namazını kılıyordu. Yani üç Süleyman vardı. Üstad
yalnız "Beylerbeyli Süleyman" derdi. Meğer ki öbür Süleymanlar hem hoca ile konuşuyorlar,
hem de idare ile konuşuyorlarmış. Biz de öyle bir durum yoktu. Olduğu gibi Üstad'a
bağlandık. Hapisler için koğuşun birini hazırlattım. temizlettim.

Diğer mahkûmlar nasıl dışarıya çıkardınız?

Onların kendi rızasıyla. Arkadaşlara, "Misafirler rahatsız olmasınlar, ayrı bir yere
koyalım" dedim. Temizlettik, onları oraya kattık.

Hapishanede hasımlarınız ne oldular?

Hasımlarım var ama, ne kadar baş kaldırmak isteseler bile barınamıyorlardı. Halbuki
icabında hiç bir şeysiz geziyordum. Bir bıçak bile bulundurmuyordum.

Üstad size mektup yazdı mı? Gusledin, namaza başlayın diye haber gönderdi mi? Bu
hâdise nasıl oldu?

Geldi. mektubu meydancı getirmişti. Üstad'ı çocuk koğuşuna göndermişlerdi. Oradan


birkaç mektup daha gönderdi. O zaman namaz kılmıyordum. Kumarda, onu bunu dövme
yolundaydım. Üstad gelince doğru yoldan ayrılmıyorduk. Amma ne de olsa sapıtıyorduk.
Sonra namaza başlayınca kumar gibi yolları kapattık. O zamanlarda, l943'de kumardan günde
bin lira kazanıyordum."

Paraları nereye veriyordunuz?

O paraları olduğu gibi, ne kadar fakir varsa içeride dağıtıyorduk. Onları idare
ediyorduk.

Kastamonu ve İstanbul'lular geldiği zaman nasıl tanıştınız?

Hepsine hoş geldiniz, dedim. Âlim, cahil neyse... Bunların arasında Feyzi Efendi
yatağını kapı eşiğine yaptırdı. Ötekiler de sıra ile benim yanıma geldiler. "Hoş geldiniz
hocam" dedim. Daha sonra Sadık Bey, arkasından da Hilmi Bey geldiler. Beraate kadar
ayrılmadılar. Yataklarımız hep bir aradaydı. Diğer hocaların koğuşları ayrıydı.

Sadık Beyle iyi tanışırdınız demek?


Sadık Bey de vaktiyle aynı bizim gibi kötü yoldan dönmüşlerden. Dedesi Plevne
Kahramanı Sadık Paşa imiş. Sadık Bey, evine darılıp evden kaçmış. Kumar oynayıp,
oynatmış. Ondan sonra Üstad Kastamonu'ya geldiği vakit onun talebesi olmuş. Nasıl
olduğunu bana anlatmıştı. Onlar gelmeden, ben namaz kılmıyordum. Kıl

sh:»(s.271) sam bile ara sıra. Onlar gelince artık bırakmadım. Abdestsiz gezmiyordum.
Yatsı namazından sonra yatarken bile abdest alarak yatıyordum. Kur'ân okumayı Gönenli
Mehmed Efendi öğretti. Fakat pişiremedim. O zaman meşguliyet fazla idi. Hapishanenin bir
işini bırakıyorsun, öbürüne gidiyorsun. Namaz kılmayı da onlarla beraber öğrendim. Beraber
cemaatle namaz kılardık."

Üstad ile nasıl görüştünüz?

Beni bazan savcı çağırırdı. Çağırdıkları zaman hemen Üstad karşıma çıkardı. Kapının
ağzından, "Bir şey mi var?" diye sorardı. Zaten ben davrandım mı Üstad kapının ağzında
bekleyedururdu.

Nasıl biliyor?

O bilir. Onda şüphe yok! Kapıda durur bir şey dediler mi, olduğu gibi, ne söylerlerse
ben de Üstad hazretlerine söylerdim.

Üstad hakkında ne derlerdi?

Bunların hakkında bir şey söylemezlerdi. Söyleyemezlerdi zaten. Benim binsır


vermeyeceğimi bildikleri için, onlar da bana bir şey sormazlardı.

Bir ara gardiyanlar seni demir parmaklıkların arkasından görmüşler. "Biz sana
gösteririz" demişler.

Ben onlara fazla hakaret ettim.

Niçin?_

"İçeri girerseniz sizin kafanızı şişe ile kırarım" dedim. Korkularından giremediler.

Risaleleri dışarıya çıkarışında, "Siz bana verin, ben deve de olsa kaçırırım" demişsiniz.
Nasıl oldu bu hâdise?
"Siz korkmayın devam edin" dedim. Bütün Başvekile, Cumhurbaşkanına, Bakanlara
giden dilekçeler, risaleler benim yanımda yazıldı.

Kim yazıyordu?

Sadık Bey, Mümtaz Bey ve ben. Sadık Bey söylüyor, Mümtaz Bey daktilo ile yazıyor,
ben de kolaçan ediyordum. Vaziyeti kontrol ediyordum. Bazı eksik yanı olursa Feyzi Efendi
zaten yanımızda idi. Bizi kontrol ediyordu.

Daktiloyu nereden getirdiniz?

Arkadaşım, başkâtip Şevket Bey vasıtasıyla. Şevket Bey, Muharrem Beye veriyor, o
da bize getiriyor. Onunla gece gündüz yazıyoruz. Yasak yok, idare ve mahkûmlar tarafından
engel olan olmadı. Zaten bütün tenbihledim. Kısımlarda "Arkadaşlar, hocalar kalktığı zaman,
herkes hazırol vaziyetinde duracak" dedim.

sh:»(s.272)

Yani hepsi mum gibi olacaklar.

Evet, bu kadar.

Sizi dinliyorlar mıydı?

Evet dinliyorlardı. Zopturuveriyordum. Yani sözden dinlemeyenler varsa, onlara


zabutu (dayak) var diyorum. Sözüme hiç itiraz eden olmazdı. Meyve Risalesi Üstad
hapishaneye Cuma günü ayak bastığı için, Denizli'nin bir Cuma gününün meyvesidir. Ondan
Meyve Risalesi adını koydu.

Koğuşa nasıl gelir bu yazılar?

Yazıları meydancı Arnavut Âdem Ağa alır, gelir bize teslim eder. Hangisi olursa
olsun, dost olmasa bile getirmeye mecburdur, o zaman için.

Açıktan mı gelirdi?

Evet. Bazan yasak zamanlar olduğunda kibrik kutularının içinde gelirdi. Sadık Bey
etrafta cigara içiyordu. Tabi cigara içmesek bu işi yapamayacağız. Üstad bize cigara içmeye
müsaade etti.
Ne dedi?

Onların cigara içmesi serbesttir" dedi. Çünkü cigara içmesek yazamayacağız.

Sadık Bey nasıl bir adamdı?

Sadık Bey, tecrübeli, oturaklı bir adamdı. Efendim, bu işlerde tecrübe lâzım. Öyle
oluyor ki, tecrübesiz arkadaşlarla ne kadar samimi olursan ol, birisi gelir aranı bozar gider.
Sizi birbirinize düşman yapar. Fakat tecrübeli, güngörmüş bir adamı, kimse ayıramaz. Bu
durumlarda Sadık Bey bambaşka bir insandı.

Üstad "Tahliye olacaksınız' dedi mi?

"Kardeşlerim kurtulursunuz" dedi. Üstad'ın tahliye günü idareden dışarı çıkıyordum,


yanına gittim. Gardiyanlar beni çevirdiler. "Haydi kardeşim, siz de yakında kurtulursunuz"
dedi. "Kapıları Risale-i Nur Talebeleri açacaklar" dedi. "Halk Partisi af yapmak isteyecek,
onlara nasip olmayacak" dedi. O zaman daha benim senem dolmamıştı.

Hapishanede Nur Talebelerine karışmak isteyenlere ne yapardınız?

Hayır, benim zamanımda Nur Talebelerine engel olan kimse yoktu, dinlemeye
mecburdular. Dinlemeyen kalkar giderdi. Sus deyince dururlardı. Gece, gündüz Risale-i Nur
bağırsan, konuşsan hiç kimse engel olamazdı. Kimsenin haddine düşmemişti. Zaten ufak bir
gürültü oldu mu kulaklarından asılırdım. Sessiz konuşurlardı. Kimse ses çıkaramazdı.

sh:»(s.273)

Sadık Bey, diğer ağır cezalalılarla nasıl anlaştı?

Benim adamlarım olduğu için o da anlaştı. Dursun Atmaca 38 sene yedi. Mümtaz l8
sene, idamlık, müebbetlikler de vardı. Risale-i Nur'u dinliyorlar, namaz kılıyorlardı. Üstad bir
defasında bahçeye çıktı. Gönenli Mehmed Efendi Kur'ân okuyordu. Üstad Hazretlerine
iskemle atıverdiler. Bahçe kısmından bizim kapılar kilitli idi. Ben de pencereye çıktım. Üstad:

"Süleyman bizim ziyaretimize gelmedi, biz onun ayağına geldik" dedi. "Bizi buraya
çeken Süleyman'dır" dedi.

Üstad'ın yüzü nasıldı?


Yok efendim, dünya yüzünde böyle bir yüz yok. Kıyafeti de öyle. Onun kıyafeti gibi
gezdiğim yerlerde görmedim. Onunki ayrı bir kıyafetti.

Üstad'ı Denizli hapsinden sonra da gördünüz mü?

Isparta'da ziyaret ettim. Demokrat Parti zamanında, l953-54 yılları arasında. Yalnız
gittim. Kapıyı çaldım. Etrafdaki komşular, kadınlar "Çalın kapıyı, çalın" diyorlardı. Mahalle
alışkındı. İki talebesi geldi. "Kim diyelim" dediler.

"Beylerbeyli Süleyman geldi deyin" dedim. "Gelsin" demiş. Kapılar açıldı. Hemen
sarmaşladık. Gözlerimden öptü. Oturduk, çay içtik.

"Kardeşim ben rahatsızım" dedi. "Bana üç defa zehir verdiler. Zehir bana tesir etmedi"
dedi. "Bunlar mason" dedi.

"Efendim ben dalâlette (tereddüt) kaldım" dedim. "Halk Partili mi olam, yoksa
Demokrak Partili mi olam?" dedim.

(Elini kenara silkeleyerek) "Halk Partisini şöyle bırak, onlar geberdi" dedi.
"Domokratlar eğer sözümü tutarlarsa birşey olmayacak" Bir âyet okudu. "Bunu tatbik
ederlerse aydınlığa gidecekler" dedi. "Sözümü tutmazlarsa, inadın üstüne ölüp giderler" dedi.
"Hiç korkma kardeşim siz dindar kişisiniz, size kimse bir şey yapamaz, siz benim tasarrufum
altındasınız, siz bin efesiniz" dedi. "Yani senin gibi bin tane, sözüne sadık kalan anlamında.
Yoksa kılıçlı, silâhlı efe gibi değil. Üç gün misafir kalmanı isterim. Fakat rahatsızım" dedi.

sh:»(s.274)

[]

Ziya Sönmez

Cumhuriyet öncesi Osmanlı

hukuk adamı olduğu yıllarda

ZİYA SÖNMEZ
Bediüzzaman Said Nursî'nin ilk avukatlarından Ziya Sönmez bey, cumhuriyetten sonra
hakimlik yapmıştır. Ziya Sönmez l876'da doğmuş. l949'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Kabri İzmir Karşıyaka mezarlığındadır.

Nur'un ilk avukatı

l943 senesinde Bediüzzaman ve Nur talebeleri Denizli Hapishanesine düştükleri


zaman bütün Denizli halkı, yediden yetmişe Bediüzzaman'a sahip çıkmıştı. Bu sahip çıkanlar
arasında eski hukukçulardan Muslihiddin Sönmez'in babası Ziya Sönmez de Bediüzzaman'ın
avukatlığını deruhte etmişti.

Elimizdeki vesikaların nurlu yolunda yürürken, Ziya Sönmez'in Risale-i Nur'un ilk
avukatlarından olduğunu söyleyebiliriz

Denizli hapsi ve hâdisesi, daha sonraki senelerde Ziya Sönmez'in oğlu ve kızının
yaptığı hizmetlerin çok evvelinden Bediüzzaman tarafından haber verilişinin ifadesi
olmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî'nin Emirdağ Lâhikası'nda yer alan bir mektubunda şu


satırları okumaktayız:

[]

Av. Ziya Sönmez

sh:»(s.275)

"Aziz Kardeşim,

"Risale-i Nur'un avukatı Ziya'yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür, hem tebrik
ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki; Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük
bir hizmet edecek. Bu mesele gösderdi ki; o Ziya, bu Ziyadır. Bizlere ebede kadar minnettar
eyledi."

Risale-i Nur'un ekser eczalarını Denizli'de Nurlarla alâkalı zatlara hediye edilmek
üzere hazırlatan Bediüzzaman, Risale-i Nur'un ilk avukatlarından Ziya Sönmez'e ise,
mektubunun devamında eserlerden mühim bir kısmını yazdırarak göndereceğini ifade
etmektedir:
"Ve Risale-i Nur'un fahrî avukatı Ziya'ya; kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye
etmek niyetindeyim."

[]

Bediüzzaman Said Nursî'nin Ziya Sönmez'e hususî vekaletnamesi: "Denizli vilâyeti


avukatlarından Yusuf Ziya Sönmez'i Suret-i Hususiyede vekil nasb ve tayin ettim."

ADRES:Emirdağ'da mukim Bediüzzaman Said Nursî. (SAİD NURSÎ Mührü)

sh:»(s.276)

"Âlem-i İslâmı minnettar eyledim"

Emirdağ Mektupları'nın bir başka kısmında ise Nurun ilk avukatı sayılabilen Ziya
Sönmez'in yaptığı hizmetler şu ifadelerle sena edilmektedir:

"Avukat Ziya gibi bütün zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu'yu ve âlem-i İslâm'ı
manen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nura sahiptirler."

sh:»(s.277)

AFYON ŞAHİTLERİ

Sh:»(s.278)

sh:»(s.279)

[]

Emin Tekinalp

EMİN TEKİNALP
Emin Tekinalp hatıralarını şöyle anlatıyordu:

Risale-i Nuru nasıl buldunuz?

Mustafa Sungur'la kardeş torunlarıyız. Risale-i Nuru ilk defa bana o tavsiye etti. Çok
izahlardan sonra, "Sen İktisat Risalesini yaz ve oku. Asa-yı Musa'yı ben sana vereyim" dedi.
Onu yazıp okurken burada Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram kardeşlerimizin hapse girdiğini
duyduk. Ben onlara bir mektup gönderdim. Cevabı geldi. Tekrar ben cevab yazdım. Hüsnü
Bayram, "mektubunu okuyabilir miyim" dedi. O eski yazı okuyor. "Oku dedim.

Dedi: "Emin Amca, bu mektubu sen biraz hafif yaz" dedi.

Nihayet ona itimaden, istinaden ben tekrar bir mektup yazdım. O mektubu da
gösterdim. Tabii, değiştirdim diye "Bu da ağır" dedi.

Dedim: "Ben bunu gönderirim"

Mektupta neler yazmıştınız?

Mektupta şöyle yazmıştım: "Bin senedir Kur'ân'a hizmet eden Türk milletinin
torunlarını Kur'ân okumaktan mahkum eden kahraman Türk milletinin torunları mıdır? Yoksa
mahkemelerimiz yabancı ellere mi geçmiştir? Müslüman, ya şehidt, ya gazi, mahpus, işkence
herşeye dayanır. İmanından bir zerre vazgeçmez" Bu meyanda uzun uzadıya yazdım. Tabii bu
tâ l948'deki mesele. Hepsi aklımda yok, özeti böyle.

Sungur Ağabey eserleri size verdiğinden kaç yaşlarındaydınız ve hangi seneydi?

Aşağı yukarı l948'in başlarında veya l947'de oluyor. O zaman 32 veya 33


yaşlarındaydım. Nihayet mektuptan Afyon savcısı, oranın idare amirleri bizim aranmamızı,
evimizin basılmasın emretmişler. Bir gün sabah namazını kıldım, yattım. Kapıda bir ses.
Baktım muhtar, karakol kumandanı "Kapıyı aç" dediler. Açtık, aradılar. Benim el yazısıyla
yazdığım bazı şeyleri ve Asa-yı Musa'yı aldılar. Ben de beraber evde ne kadar dini kitap varsa
(3 cilt Taberi tarihi)

sh:»(s.280)
de vardı.) O zaman omuzuma ne verdilerse 3 saat aşağıya Toprak Cuma'ya yürüyerek
gittik. Oradan da hadi bakalım Safranbolu'ya, 4 saat 4.5 saat gelir. Burada ifademi aldılar,
bıraktılar.

Afyon hapishanesinde

Aradan çok geçmedi. Bir gün Cuma namazını kıldık. Aşağıdan iki jandarma geldi
Toprak Cuma tarafından. Muhtarı istediler. Muhtar köy odasına götürdü. Beni çağırdı. dedi
ki: "Bunlar seni götürmek istiyorlar. İstersen git bir haber et, aile efradına filan" dedi. Ben
lüzum görmedim. Zaten cebimde l0 kuruş var. Onlara versem bana yok. Bana kalsa onlara
yok. Birisinden de 25 kuruş alacağım varmış o da onu verdi. Biz 35 kuruşla Safranbolu
hapsini boyladık. Aradan 3-5 gün geçti. Bir öğle namazı kıldıktan sonra, oranın hükümet
binası hapishanedeydi. Namazı ben kıldırıyordum. Pat, odanın kapısından Sungur içeri girdi.
Gülmekten ağzımı tutuyordum. Dedim, "Sen nasıl girdin, kimden müsaade aldın, kim sana
müsaade etti. Herkesi koymazlar, nasıl girdin?"

"Yahu ben de seninle hapse geldim" deyince ben dona kaldım.

Hülâsa orada bir aydan fazla kaldık. Biz istiyoruz gidelim. Onlar "harcırah gelsin öyle
gönderelim" diyor. Kendi paramızla gideceğimizi söyledik. Müsaade ettiler. O günlerde
paranın geldiğini hissettik. Bize parayı vermediler. Buradan verilen muhafız bizi jandarma
karargâhına götürdüler. Orada bize mükemmel hürmet ettiler. Kar gibi yataklarında yatırdılar.
Onlar bizi Nur talebesi olduğumuz biliyorlar. Babasına, kardeşine yapılacak muameleyi
yaptılar. Allah razı olsun jandarmalardan.

Afyon hapsine gece 2'de vardık. Orada ağlar gibi bir inilti vardı, Bekçiye, "Bu ses ne
oluyor? "Burada 75'lik Bediüzzaman diye bir hoca var. O her gece sabaha kadar böyle devam
eder. Ne yapar bilmiyoruz?" dediler.

Eşyaları oranın bekçisine teslim ettik. Biz sabahçı kahvesine gittik. Baktık ki, orada
Mehmet feyzi Efendi, Hüsrev Bey ve Rüştü Çakın vardı. Ben Mehmed Feyzi'yle oradabir
saate yakın sonbet ettim. Sungur ve Hüsrev Beyle çay içtik, konuştuk. Bize izahet verdiler.
Nasihat ettiler. Hüsnü byaram ve Mustafa Osman Ağabeylerle görüşemedik. Muamele
açılınca bize eşyaları verdiler. Muamele yaptırıp hapse sokmak için bir daireye aldılar.
Derken birisi içeri girdi. Savcı olduğunu sonra öğrendik. Sungur'la elimiz kelepçeli, iki
jandarma yanımızda.
sh:»(s.281)

Üstadı hapishanede ziyaretim

Orada ifademizi verdik. Benim başımda bir örme, bir tane de atkı vardı. Kış tabii.
koltuk altında, çeketin altına kıstırmıştım. "O ne? Çıkart!" dedi. Dedim: "örme ve atkı."
Çıkardım. "Yaz!" dedi. Nihayet zabtı öyle tuttu. Biz hapse girdik. Hapse girerken, koğuşa
girmeden Sungur Üstad'ın yanına çıktı, Ben de girdim, bekçiler bırakmadılar. Sungur gitti.
Bizi Beşinci Tecrit Koğuşuna götürdüler. Bize oradaki mahpuslar "Siz de mi Nurcusunuz?"
diyorlardı. Beş gün orada yattıktan sonra bizi altıncı koğuşa aldılar. Üstad tek başına 70
kişilik bir koğuşta üst katta bulunuyordu. Onun koğuşu ayrı. Benimle alakadar olanlar "Orada
bir Haşim Hoca var. 32 senelik, seni o koyar, merak etme" dediler. Benim sakalım
kesilmediği için müdür ve başgardiyan beraberce emir vermişler. Berberin birisi geldi beni
tıraş etmedi. "Ben yapamam" dedi. Haşim Hoca beni tıraş etti. Ben dedim: "Hoca Efendi, ben
Üstadı görmek istiyorum, bize yardım et" "Az bekle" dedi. Biraz durduktan sonra Üstadımızın
kapısı açıldı. İçerde ona hizmet edenin kahverengi bir de cübbesi var. Ben de dedim
"Herhalde Üstadın yanında başka birisi de var." Kapı örtüldü. Haşim Hoca, "Kapıyı çal" dedi.
Kapıyı çaldım. İçeriden "Gel" sesi geldi. Kapıyı açtım. İçeriye geçerken o gördüğüm heybetli
şahıs beni kucakladı. "Kardeşim hoşgeldiniz, safa geldiniz, Kardeşim, üşüyor musunuz,
paranız var mı_ Zındıklar size karışıyor mu_ Bir noksanınız var mı?" diye biraz iltifat etti.
Ben o arada Üstadı arıyordum. Hayalimde ak sakallı, sarıklı, yatağının üzerinde oturan birini
arıyordum. İki tarafa bakıyordum, kimseyi göremiyordum. Sonunda beni kucaklayan Zat-ı
Muhtereme baktım ki, Üstad, ondan başka odada kimse yok. Düşünce hayalim alt üst oldu. O
arada abdeste sıvandı. Dedim: "Müsaade ederseniz, abdest suyunuzu dökeyim." "Dök" dedi.
Abdest suyunu döktüm. Elhamdülillah. Abdest aldıktan sonra dışarıya nasıl çıktım
bilmiyorum. Geldim, baktım, Üstad hapishanenin penceresinde oturuyor. Ağağının biri iç
tarafa doğru çıkık gibi. Hava soğuk, soba filan da yok.

Dedim: "Üstadım, ayağınızdaki çorap çok ince, hava çok soğuk, bu çoraplarla
üşürsünüz. Benim ayağımda yeni çorap var. Bir tane de bavulda var. Hiç giyilmemiş, bunları
size vereyim. Bu soğukta onları giyin, bunları sonra giyersiniz."

Almamak için ısrar etti. Ben de ısrar ettim vermeye. Artık beni kırmadı. "Değişelim
mi?" dedi. Ben de "Olur" dedim. "Git, getir" dedi. Gittim, getirdim. Giderken, gelirken, "Sen
nereye gidiyorsun, geliyorsun?" diye hiç kimse bir şey sormadı. Üstad'ın tasarrufunda
olduğuma o zaman kanaat getirdim. Çorapları getirdim, o da bana

sh:»(s.282) kendi çoraplarını verdi. Çoraplar hâlâ yanımda. Bazı mübarek günlerde
giyerim.

Hakimin kabir suali

Hülâsa, aradan bir kaç gün geçti, bizi mahkemeye çıkardılar. Hakim Bey dedi ki: "Sen
buraya niye geldiğini biliyor musun? Hıfzı Bayram'a, Mustafa Osman'a mektup yazdın mı?"

"Yazdım" dedim.

"Senin mektubunu okuyoruz, dikkat et!" dedi.

Okudular, dinledim. "Bu mektubu sen mi yazdın, kime yazdırdın?" dediler.

"Ben yazdım" dedim.

"Tahsilin ne? dedi.

Dedim "3'e kadar okudum, 4'de de iki ay okudum arada lağvedildi."

Bizi hırpalayan savcıymış. "Yalan efendim. Bak yalana bak" dedi, "Üç sene okumuş
da bu mektubu yazmış."

Öyle deyince hakim: "Doğru söyle, hangi avukata, hangi akrabana yazdırdın bunu?"

"Beyefendi ben yazdım, kimseye yazdırmadım."

Hülasa orada yine "Kim yazdı?" "Ben yazdım" şeklinde konuşmalar devam etti.
Nihayet karar almışlar, bana, "Seni bir odaya koyacağız, sana kâğıt kalem vereceğiz. Orada
duracaksın, böyle bu tipten bir mektup daha yazar mısın?" dediler. Kızdım, "İki tane daha
yazarım" dedim.

"Efendim bunlar utanmıyorlar, altı ay okuyup avukat oluyorlar. Bunlar işte şöyledir" 5
ay ceza verdiler.

İkinci mahkemede ben müdafaamı yazdım. Müdafaayı Üstada gönderdim. Bakmış,


bazı yerlerini düzeltmiş, altına da, "İnşaallah kurtulur" demiş ve imzasını atmış.
İkinci mahkemede: "Bir daha yaparsan ikinci cezayı yersin" dediler. Beraat ettim.

Buraya geldikten sonra üç arkadaş Emirdağ'da Üstadı ziyaret ettik. Orada bize ders
yaptı. Üçümüze üç kitap verdi. Bize Cevşen düştü.

Bir defa da İstanbul Çarşamba'da ziyaret ettik. O zaman Sungur, Samsun'da


hapisteydi:

Emirdağ'a giderken Eskişehir'de kardeşler dediler: "Üstad gelecek" orada otelde


görüştük. Sungur'la Bayram vardı yanlarında.

sh:»(s.283)

Orada Sungur'a bizi sordu. Sungur: "Bu, benimle Afyon'a gelen Emin Amca" dedi.
Üstad, "Tamam" dedi. Kucakladı, beni alnımdan öptü.

Elhamdülillah ondan bu yana devam ediyoruz. Allah Teala hatalarımızı affetsin,


seyyiatımızı, hasenata tebdil etsin.

Bu iman, Kur'ân nimetinden sonra Risale-i Nur ile Kur'an hakikatlarına hizmet nimeti
de bulunmaz bir nimet. Allah bu nimeti elimizden almasın.

Afyon Müdafaam.

Afyon'da üstadın tetkik edip altını imzaladığı "inşaallah kurtulur" dediği savunma:

Afyon Ağır Ceza Yüksek katına!

"Sayın Hakimler!

"Dinî ve ilmî kitaplar okumam, sırf dini bilgimi artırmak gayesine matuftur. Bunlardan
evimde bulunan ve müsadere edilen kitaplardan yalnız Said Nursî'ye ait olanlar, müsadere
edilip, diğerleri iade olunmuştur. Ona nazaran ben yalnız Risale-i Nura ait eserleri değil,
şimdiye kadar neşredilmiş bütün dini kitapları okumaktayım. Hoca Efendiye ait olan
kitaplarda ise ne birtek cemiyet kelimesi ve ne de siyasete ait bir tek kelime görmedim.
Cemiyet ismini de hükümet dairesine gelmeyince duymadım. Hem ben fakir bir köylüyüm.
Cemiyet ve siyasetle ne alakam olur? Köyümüz ihtiyar heyetinden sorabilirsiniz. Hükümet
aleyhinde halka bir tek kelime söylemedim. Vatanı tehlikeye düşürecek bir tek harekette
bulunmadım. İcap ederse tehlike zamanında rıza-ı ilahi için dövüşmeye hazırım ve dövüşmüş
bir vatan evladıyım. Hıfzı Efendiye yazdığım mektup hususidir. Mahkeme reislerinden birini
hedef yapmadım. Kendi hususi fikirlerimi bir ahbabıma yazmamda bir kastım mevcut
değildir.

"Gerek zekânızın gereği (Burayı Üstad tashih etti) gerek zekânızın yüksek görüşleriyle
adaletinizi dilerim. Okuduğum dini kitaplardan aldığım dini dersler de, biz insanlar bu fanide
iyi ve kötü yaptığımız amellerimizden âlem-i bakide, Mahkeme-i Kübrada, huzur-u İlahide
mahkeme olup hayır ise mükâfat, şer ise ceza göreceğiz. Bunu bir kardeşime hususi
yazmamda bir tehdit değil, hakikat olarak yazdım.

"Ben Hoca Efendinin tefsirlerinden okuduğumda Kur'ân'ın hakiki tefsirlerinden başka


bir şey olmadığına inandım.

"Hususi olarak yazdığım mektupta Risale-i Nur'un yegâne düş

sh:»(s.284)

manlarının bolşevikler, bolşevik ruhlu ahmaklardır demem, asırlardan beri Türkleri ve


Müslümanları ezmeye çalışan, din, kitap tanımayan bolşeviklere hitaben, bolşevik Ruslar
demem, arasıra resmi gazetelerde işittiğimiz haberlerde: Hasan Ali Yücel bolşevikleşmiş,
komünistmiş, bilmem ne mektep talebesi komünist suçu ile mahkemede, dolabında Stalin'in
resmi bulunmuş gibi haberlerle memlekette tek tük bu fikirde olan şahıslara istinaden kendi
fikirlerimi bir arkadaşıma yazdım, kanun ve adliyeye bir kasıd ve maksad ile yazmadım. Ben
bu l8 milyon içinde hiç bir din adamının dinî âlet ederek derslerini dinliyen bir kısım ehl-i
iman ile isyan edip hükümetle mücadele ettiğini tarihte ne okudum, ne de işittim. Böyle bir
şey aklıma gelmediği için elime geçen dini kitapları okur, imanın kuvvetlenmesine çalışırım.
Hatta Hoca Efendiyi buraya gelinceye kadar da görmemiştim. Faraza (Üstad yazmış) ortada
böyle bir cürüm var ise bile, bu cürme masum iştirak etmiş olduğumdan, elde bir delil mevcut
olmadığına, yedimde bulunan kitapları, sırf din bilgimi artırmak gayesiyle okumuş olduğuma
göre beratime karar verilerek, tecziyeme gidilecekse cezanın te'ciline karar verilmesini yüksek
adaletinizden dilerim.

Afyon Cezaevinde Mevkuf

Safranbolulu Emin Tekinalp


Üstadım da "münasiptir, inşaallah kurtulurlar" diye el yazısıyla yazdı. Baktım bazı
yerlerini tashih etmiş.

Son mahkemeye giderken elimize kelepçe değil de, öp bağlamışlardı. Mahkemeye


girerken ip çözüldü. Kendiliğinden nasıl çözüldü, hâlâ düşünürüm. Sadece ikimizin eli
çözüldü. Elimizi sallaya sallaya gittik. O zaman ağladım.

sh:»(s.285)

[]

Rasim Günden

RASİM GÜNDEN

l927 yılında Kütahya'da doğdu. Afyon'da karakol jandarma kumandan vekiliydi.


Vazifesi icabı Bediüzzaman'ı mahkemeye ve hapse getirip götürürdü.

"Üstad hakime hukuk dersi verdi"

Hatıralarını şöyle anlatıyordu:

"Emirdağ'dan Bediüzzaman ve talebeleri Afyon'a getirildikleri zaman, hapishanede


nöbet bekleyen askerlerin nizamiye nöbetlerini ben yazardım. Onların vazifelisi bendim.
Bediüzzaman'ı beş altı kez hapishaneye ve mahkemeye getirip götürdüm. Bunların birisinde
şöyle bir olay oldu:

"Bediüzzaman başına şapka giymezdi. Mahkemeye girdi. Şapka hâlâ elinde idi. Hakim
doğu taraflarından bir Kürttü. Bediüzzaman'a:

"Şapkayı niçin giymeden geldin?' dedi. 'Kanunen şapka giymemenin yasak olduğunu
bilmiyor musun?"

"Bediüzzaman ona:

"Sen de Anayasayı bilmiyorsun, hatta böyle bir kanundan haberin bile yok' dedi.

"Hakim kızgın bir şekilde:

"Nedenmiş o?' dedi.


"Çünkü kanunun-şimdi hatırlamıyorum-bilmem kaçıncı maddenin kaçıncı fıkrasına
göre kapalı yerlerde şapka giyilmez."

"Hakim bunun karşısında kızardı bozardı:

"Sen onları bana öğretemezsin' dedi.

"Üstad: 'Öğretirim' dedi. 'Ben bunca yıldız hapishaneye girmiş çıkmış biriyim.
Kanunları da senden iyi bilirim. İstersen sana bile öğretirim.

"O senin dediğin kanun yok' dedi bu sefer hakim. Sonra Türk Ceza Kanununu istetti.
Öbür hakimlerle birlikte kafa kafa verip

sh:»(s.286) kitabı karıştırdılar. Bir saat sonra ancak bulabildiler. Hakim


mağbupolmuştu, ama altta kalmak istemiyordu. Hoca Efendiye lüzumsuz sorular sormaya
başladı. Tantana etti. Ortalığı velvelepye verdi. Üstad bulunduğu yerden haykırdı:

"Sen beni fazla meşgul edemezsin. Fazla konuşturamazsın. Ne soracaksan sor. İşini
bitir. Ben de gideyim.'

"Hakim bu sefer bana döndü:

"Jandarma vekili, al bu adamı kelepçe tak, götür. Emrediyorum!' dedi.

"Ben Hoca Efendiyi çok severdim. Hakime kızdım. Bu sefer ben ona bağırdım:

"Sen bana karışamazsın. Ne zaman kelepçe takıp takmayacağımı senden daha iyi
bilirim. Bana emir veremezsin. Bana emir veren amirim var. Sen karışma' dedim.

"Mahkemeden dışarıya Üstadı yanıma alarak çıktık. Hakime dediğim gibi kelepçe
takmadım. Çünkü Said Nursi'yi çok seviyordum. Üstad bana:

"Oğlum sen kelepçeni tak, görevini yap' dedi. 'Benim yüzümden başın derde
girmesin."

"Yok hocam' dedim, 'Bana ilişemezler.'

"Hoca Efendi ne kadar istediyse de ben kelepçeyi takmadım. Ona karşı saygım ve
hürmetim sonsuzdu.
"Ben kelepçeyi takmayınca Kürt hakim, beni Başsavcı Abdullah Büken'e şikâyet
etmiş. Abdullah Büken beni yanına çağırttı. Meseleyi ona anlattım:

"Haydi, sen git' dedi. Çünkü beni çok severlerdi. Hiç görevimi aksatmamıştım.

"Gusül abdesti al"

"Bir gün Üstadı hapishaneye götürüyordum. Adliyeye uğramamız gerekiyordu.


Adliyeye geldik. Adliye üst kattaydı. Yukarıdan bir havacı asker merdivenden iniyordu. Biz
de çıkıyorduk. Merdivende karşı karşıya geldik.

"O aşağıya inip gideceği sırada Hocaefendi devam etti.

"Dur' dedi. Asker durdu. Hoca Efendi devam etti.

"Oğlum bu şekilde gezilemez. Yıkanman icap eder, gusül abdesti al' dedi. Asker
kızardı bozardı. Etrafına, sağına soluna baktı. Sonra birşey söylemeden indi gitti.

***

sh:»(s.287)

"Adliyeden çıktığımızda, iki-üç defa Said Nursi'ye kelepçe takmadığım için beni yine
şikâyet etmişler. Başsavcı Abdullah Büken'e gittim. Ona,

"Bu Hoca Efendinin kaçacak durumu yok. Sonra kötü bir maksadı da yok. Hoca
Efendi bana 'Sen kelepçeyi tak' dediği halde 'Ben takmadım' dedim. O bana gene 'Sen git'
dedi.

Gençlik Rehberi'nin yazılış sebebi

"Yine bir gün mahkemede hakim Hoca Efendiye

"Gençlik Rehberi kitabı nedir?" diye sordu.

"O da Hakime şöyle cevap verdi:

"Eskişehir hapishanesinde sabahleyin pencereden dışarıya baktığım zaman mektepe


giden açık-saçık iki kızla, onların arkasına katılmış dört-beş ihtiraslı delikanlıyı gördüm.
Bunlardan doğacak çocukların devlete, cemiyete ve İslâmiyete ne faydası olur diye
düşünürdüm. Onların İslâmiyete zararlı olacakları için, gençliği uyarmak maksadıyla Gençlik
Rehberi'ni yazdım. Bu kitabın her satırını okusanız da kötü bir yanını bulamazsınız."

"Ertesi gün Ceylan (Çalışkan) ismindeki bir çocuk bana geldi, şöyle dedi:

"Üstad bize 'O jandarma kumandanı vekiline Gençlik Rehberi hediey edin diye vasiyet
etti. İki-üç gün sonra o kitaptan gelecek' dedi.

"Ama ben hemen ertesi gün Şarka tayin edildim. Suç olarak da bahanesi tuhaf:
Bediüzzaman'a kelepçe takmamam..."

sh:»(s.288)

HASAN AKYOL

l92l'de Afyon'un Şuhut kazasının Azlıgara köyünde doğdu. Afyon'da Bediüzzaman'la


birlikte hapiste kaldı. Ona hizmet etti.

"Üstad hapishanede devamlı yazıyordu"

"Ben Afyon hapishanesinde iken bir de duyduk ki, Bediüzzaman Said Nursi isminde
bir âlim zat, bizim hapishaneye düşmüş. İlk önce yerlerimiz ayrıydı. Duyduğumuz ve
gördüğümüze göre onun yanına kimseyi sokmazlardı. O kendisi zaten yanına kimseyi
sokmazdı, kimseyi kabul etmez, kimseyle konuşmazdı. Ancak talebeleri yanına girip
çıkabilirdi.

"Bir gün bana 'Sen o adama hizmet edeceksin' dediler. 'Emir emirdir' dedik. Onun
yanına girdik. iş dediysek öyle iş değil. onun abdest ibriğini doldurmak, yerleri silmek, etrafı
temizlemekti benim vazifem. Üstad ibriğe soy koyduğu zaman dört-beş defa çalkalardı. Yeni
suyu doldurup boşaltırdı. Ondan sonra suyu koyar abdest almaya başlardı.

"O, akşamdan sabaha kadar kâğıtlara, defterlere, boş yapraklara, küçük


cepdefterlerine, kese kâğıtlarına devamlı yazı yazardı. Ama o yazarken biz okumuyoruz. O
koğuşta tek başına duruyordu. Zaten herkesin kendine ait bir koğuşu vardı. O tek başına
duruyordu. Yazdıklarını da burada yazıyordu. Sabah olduğu zaman koğuşu açarlar, yazdıkları
yazıları, onun kırk beş kadar talebesine verirlerdi. Onlarda bu yazıları sabahtan akşama kadar
kendi defterlerine yazarlardı. Bir türlü bitiremezlerdi. Bazen ben de onlarla birlik olur, onlar
gibi yazılar yazardım.
"Üstad hapishane müdürünü kovdu"

"Üstad Hazretlerinin saçları uzundu. Bir gün Müdür Vekili Salih, kafasından
uydurmuş koğuşa geldi. Ona:

"Hoca Efendi' dedi. 'İdarenin emri var, bu saçları kestireceksiniz!"

sh:»(s.289)

"Hoca Efendi, bu adama baktı baktı, sessiz sedasız durdu durdu sonra elinin tersiyle:

"Defol git, münafık adam, çık dışarı, elimi Haktan yana açtırma!' diye tekrar etti. O
zaman Müdür Vekili Salih Bey çok bozuldu. Kapıdan koşarak çıktı.

"Mahkumlar namaza başladı"

"Bir gün cezaevi karıştı, mahkûmlar birbirine düştü. Herkes birbirine öylesine
düşmandı. Bediüzzaman bu duruma üzülüyordu. Ondan hiç 'Oğlum yavrum' hitabı yoktu.
Küçüğe de, büyüğü de 'kardeş' diye hitap ederdi. Onlara:

"Kardeşler bir dakika müsaade ederseniz sizinle konuşacağım' dedi. Millet durdu.
'Niye böyle gücürgüne duruyorsunuz' dedi. 'Burası cezaevi değil Medrese-i Yusufiye.
Alacaksınız abdestinizi, kılacaksınız namazınızı. Allah'a dua edeceksiniz. Burası medresedir.
Yusuf Aleyhisselam'dan kalmadır."

"Millet o zaman namaza başladı. Birbirlerine düşman olanlar düşmanlıktan


vazgeçtiler. Hoca Efendinin hatırına barıştılar.

"Üstadın fareye şefkati"

"Bir gün talebelerinden Ceylan Çalışkan yanına geldi. Bir şey konuştular. Ertesi gün
Üstad yatıyordu. Bir de baktım ki, koynuna fare girmiş. Bediüzzaman sakince uyandı. Ben de
aval aval bakıyordum. Hiç fareye 'Kışt' diye kovmak aklıma gelmiyor. Üstad da bir şey
demiyor. Fare bu sefer koynundan, elbiseyi bol bolduğu için koluna doğru yürümeye başladı,
dirseğine kadar geldi. Üstad hayvana ne dedi biliyor musunuz?

"Hey, çık mübarek hayvan, hey çık?' dedi.


"Fare de sanki bir emir bekliyormuş gibi, kolunun geniş yeninden çıkıverdi. Orada
dikildi, kaldı. Üstadın elinden aşağıya inmiyor. Bense şaşkın şaşkın bakıyorum. Üstad bana:

"Ya kardeş' dedi. 'Şu yere bir lokma ekmek koyuver, mübarek hayvan ekmek istiyor'
dedi. Ben de bunun üzerine yere bir ekmek koyuverdim. Fare yere indi, ekmeği yedi, sonra
çekip gitti.

"Üstad ezanı Türkçe okutmadı"

"Yanına kötü niyetle geleni bilirdi. Yani sıdkı bütün olanla, sıdkı bütün olmayanı
bilirdi. Bizim hapishanede ezanı Kandil'cinin oğlu Ahmed okurdu. O zamanlar ezanlar "Tanrı
uludur? Tanrı uludur?'

sh:»(s.290) diye okunurdu. Üstad bir gün pencereden Kandilci'nin oğlu Ahmet'e:

"Hükümet ne derse desin, bana ne ceza verecekse versin "Tanrı uludur" diye uluyup
durma, bana 'Allahüekber! Allahüekber! diye ezan oku' dedi. Ondan sonra Kandilci'nin oğlu
Ahmet ezanı 'Allahüekber! Allahüekber' diye okumaya başladı. Kimse de 'Niye böyle' diye
karışamadı.

***

"Bediüzzaman mahkemeye çıktığı zaman hem polis, hem de jandarmalar yanında yer
alırdı. Gören de on-onbeş kadar adamı boğazlayarak öldürmüş sanacak Üstadı. Millet
sokaklarda çok kalabalık olurdu. Gerçi hükümet ona zulmederdi, ama halk onu çok seviyordu.
Bu sevgiden ötürü halk oylarını hükümete değil, DP'ye verdi. Halk çok merak ederdi
rahmetliyi... O mahkemeye giderken sokaklar, caddeler mahşer yeri gibi kalabalık olurdu.
Herkes onu göreceğim diye işini güçünü bırakır sokağa dökülürdü.

"Duada elleri ters çevirmenin izahı"

"Bediüzzaman'ın sakalı yoktu. Saçları uzundu. keskin bakışlıydı. Şafii mezhebine


bağlıydı.

"Bir gün namazdan sonra dua ediyordu. Elleri havaya doğru açıktı. Birden ellerini yere
doğru eğdi, aşağıya çevirdi. Ona: 'Hocam' dedim. 'Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allah'tan
istemek. Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor? Bilmiyorum.
"Bu, kazasız ver, ya Rabbi demektir' dedi.

"Üstadın ayakkabısı neden tozlanıyordu?"

"Ben Bediüzzaman'ı ayakkabılarını silerdim. Akşamları elime alıp tozunu


temizlerdim. Ama sabah olunca ayakkabıları yine tozlu bulurdum. Bu her zaman böyle
olurdu. Akşama silerdim, velakin sabaha yine tozlu bulurdum. Her halde Üstad geceleri gezip
geliyordu...

"Üstadın parası hep aynı kalırdı"

"Üstad Hazretleri yemeği çok az yerdi. Yanında dört lira parası vardı. Ondan başka
parası yoktu. Günde l0 kuruş yıldız çorbasına, l0 kuruş ekmeğe, l0 kuruş öte beriye, toplam
30 kuruş harcardı. Ama o dört lira hiç eksilmezdi. Günde ne kadar para harcarsa harcasın o
dört lira hiç eksilmezdi, parası aynı kalırdı, bu durum hergün aynı olurdu.

sh:»(s.291)

"Üstad, atı çok severdi. Serbest olduğu zaman neresi tenha ise oraya atıyla gidermiş.

"Bediüzzaman beni çok severdi. Bana, kendi yazdığı bir kitap hediye etti. Şimdi onu
kaybettim.

"Allah onun ruhuna gani gani rahmet eylesin..."

sh:»(s.292)

Gardiyan

HASAN DEĞİRMENCİ

"Gardiyan Hasan'ı nasıl bulduk?"

Afyon'da konumuzla ilgili çalışma ve araştırmalarımızı sürdürürken, l948 yılında


Afyon hapishanesinde gardiyanlık yapan bir adamdan bahsettiler.

Halen Afyon'da hayatta olduğunu duyunca görüşmek üzere hemen harekete geçtik.
Araya bir çok vasıta koyduğumuz halde, bir türlü adam bizimle görüşmek istemiyor, köşe
bucak kaçıyordu.
Gündüz evine gidiyoruz, "İşten gelmedi" diyorlar. İşini sorduğumuzda, Belediyede
çalıştığını, şehrin sularını açıp kapatmakla görevli olduğunu öğrendik.

Akşam evine gidiyorduk, "Evde yok" diye cevap veriyorlardı. Böyle ısrarla üzerine
yürüdükçe adam daha fazla çekiniyor, bizimle görüşmek istemiyordu. Daha fazla ısrar
etmedik, işi zamana bıraktık.

Afyon'a diğer bir gidişimizde evde olacağını tahmin ettiğimiz akşam vakti, doğrudan
gardiyan Hasan Ağanın (Değirmenci) evine vardık. Kapısına vurarak, Hasan Ağayı ziyarete
geldiğimizi söyledik. Bir müddet bekledik, ama adam çıkmıyordu. Nihayet uzun boylu,
sarışın, mavi cam gözlü, asabi tavırlı bir adam, 'Buyurun' dedi. Bizi içeri alacağını
zannetmiştik:

"Nerede konuşalım" dedik.

"Az ileride bir kahvehane var, orada konuşalım" dedi.

Kendisine kısa bir açıklama yaptım. Bediüzzaman'ın hayatı, eserleri, talebeleri


konusunda çalışmalarım olduğundan bahsettim. Kendisinin de bir başgardiyan yardımcısı
olarak, onunla ilgili bildiklerini bize anlatmasını istedim.

Az sonra gelen çaylarımızı içmeye başlayınca, Hasan Ağa da sakinleşmiş normal bir
havaya girmişti.

Sorularımız üzerine anlatmaya başladı:

sh:»(s.293)

"Üstadın himmeti bize yetti"

"Hapishanenin müdürü Mehmed Kayıhan'a 'Deli Müdür' derlerdi. Sert bir adamdı.

"Bediüzzaman'ın hiçbir kimseye zararı yoktu. Kendi halinde, kendi âleminde bir din
adamıydı.

"Hapishanede olduğu halde, camide, çarşıda görülüyor, diye şâyialar çıkıyordu. Ben
de o zaman bir cahillik yaptım. Ayakkabısını iyice sildim, temizledim. Acaba tozlanıp
kirlenecek mi diye... Eğer tozlanırsa, gerçekten gittiğini tesbit etmiş olacaktım. Efendim
gençlik ve cahillik işte..
"Yine bir gün ondan muska yazmasını istedim. 'Bizi okuyun" dedim. Bana cevap
olarak:

"Allah her şeyi güzel ve iyi yapar' diye mukabelede bulundu.

"Sabahlara kadar kendi halinde, kendi vicdanıyla başbaşa dua eder, ibadet eder, Allah'ı
zikrederdi. Geceleri bir saat ya uyur ya uyumazdı. Biz haliyle görevli olduğumuz için onun
bütün yaşayaşına dikkat ederdik. Her halini rapor ederdik.

"Bir gün mahkûmlara iğne yapılacaktı. Kendisini iğne bahanesiyle birkaç defa
zehirlemişlerdi. Bu sebepten haklı olarak iğne yaptırmak istemedi. Ben ise, 'Hocam önce bana
yapsınlar. Ondan sonra sana yapsınlar' dedim. Bunun üzerine kabul etti. Aynı ilâç ve aynı
iğneyi önce kendim yaptırdım. Sonra da kendisine vurdular.

"Elinde güzel bir tesbihi vardı. Bu tesbihi arzu etmiştim. Kendisi de beni çağırarak
'Sana bir tesbih hediye edeceğim' dedi. İki eline iki tesbih alarak arkasında sakladı 'Hangi
elimdekini istersin?' dedi. Ben sağ elindekini istedim. Baktım, tam da benim arzu ettiğim
tesbih sağ elindeydi. Onu bana verdi. Bu defa öbür tesbihi de uzattı. 'Bunu da ailene ver' dedi.

"Zaman zaman, 'Hasan Ağa!... Hasan Ağa!...' diye çağırırdı. Talebelerine vereceği,
göndereceği herhangi bir şey olduğu zaman, bana verirdi, benimle gönderirdi."Biz o zatın hep
iyiliğini, hep insaniyetini gördük. Biz ondan bir kötülük görmedik. Duası, himmeti yetti bize
gayri...

"Çeşitli hâdiseler olmuştu hapishanede. Büyük kavgaların içine düşmüştük. onun


himmetiyle hiç bir şey olmadı. Burnumuz bile kanamadı. Yüzümüzün akıyla kurtulduk o
meslekten.

"Zaman zaman gelip bazıları rahatsız etmek isterlerdi. Aylarca yattı. Tahliye
edildikten sonra, iki defa hapishaneye geldi. İçerdeki mahkûmları ziyaret edip, görüşmek
istedi. Fakat Deli Müdür razı olmadı, görüştürmedi."

sh:»(s.294)

Bir Gardiyanın anlattıkları, hem de çekine çekine, tabiri caizse korka korka anlattıkları
ancak bu kadar..

Yıllar sonra, geçmiş bir hâdiseyi rahatlıkla anlatamıyordu adamcağız.


Ya bütün hayatları, zulümle, isyanla, haksızlıkla geçenler, yarın İlâhî mahkemenin
huzurunda nasıl konuşacaklar?

Ama Bediüzzaman gibi bir af ve bağış sultanı-imanları kurtarmak şartıyla-onlara


haklarını helâl ediyordu.

sh:»(s.295)

[]

Hasan Ergen

Jandarma

HASAN ERGEN

Bedüzzaman'la ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Yunanistan doğumluyum. l328 )l9l2)'de dünyaya gelmişim. Daha sonra Türkiye'ye


geldik. Askerlik çağım gelince, jandarma olarak Afyon'a tayin edildim. Beni Emirdağ
ilçesinin Davalga nahiyesine jandarma karakol komutanı olarak tayin ettiler.

"Bu görevde iken sakatlığım sebebiyle, jandarmadan ayrılmak için müracaat ettim.
Daha hafif hizmet olarak, beni kalemde çalıştırmayı tercih ederek, jandarma birlik kalemine
aldılar. Kalemde görev yaptığım sırada benim çalıştığım oda ile jandarma komutanının odası
karşı karşıya idi.

"Üstadın verilen hediyeyi iade etmesi"

"Afyon'da tanıştığım bir arkadaşımın kardeşi karakola geldi, Jandarma komutanının


odasına girdi. İçerden yüksek sesler geliyordu. Jandarma komutanı bağırıyordu:

"Sen de mi Kürtsün?"

"Ne görüşeceksin Said Nursî ile?"

"Nereden tanıyorsun onu?"


"Neticede benim gayet iyi tanıdığım Bahri Beyin kardeşini odasından kovdu çıkarttı.
Onu görünce, hemen adama çağırdım, yer gösterdim, alaka ve iltifat gösterdim. Niçin
geldiğini ve ne istediğini sordum.

"Bana: 'Burada Said Nursî isimli büyük bir din âlimi vardır. Onunla görüşmeye
geldim. Fakat kumandan izin vermedi' diye kısaca meseleyi anlattı. Ben kendisine biraz
oturmasını söyleyerek jandarma komutanının yanına görüşmeye gittim.

"Komutana teminat verdim, arkadaşı tanıdığımı söyledim. Ben o

sh:»(s.296) zamana kadar, Said Nursî'nin Emirdağ'da oturduğunu hiç duymamıştım.


ilk defa bu vesile ile öğrenmiştim. Komutan bana:

"Size karşı itimadım çoktur, buyur al, anahtarı veriyorum. Yalnız mesuliyet sana aittir.
Kendisini görüştür' diye bir anahtar verdi. Teşekkür ederek anahtarı aldım.

"Arkadaşla karakoldan ayrılarak, komutanın tarif ettiği evi bulduk. Dışarıdan kapıyı
açtık, ayrıca içeriden de kapıyı kendisi kilitliyormuş, kapıyı vurunca, az sonra kapı açıldı.

"O ilk karşılaştığım simayı hiç unutmam. rahmetli, bembeyaz, pamuk gibi, nuranî bir
insandı. Hemen sarılıp elini öptüm. Orada çok hayretimi mucip olan, bana ismimle hitap
etmesi oldu.

"Hasan oğlum, bu yaptığın hizmet Allah indinde çok makbuldür, Allah senden razı
olsun, çok büyük bir iyilik yaptın' diyerek teşekkür etti. Yanında biraz oturduk. Bana yine:

"Hasan oğlum, senin üzülecek hiç bir yanın yoktur. Allah'ın çok iyi bir kulusun.
Yalnız senin iki kusurun var' deyince. 'Hocam çok affedersiniz, benim kusurlarımı söyler
misiniz?' dedim.

"Senin iki kusurun; oruç tutmuyorsun, bir de namaz kılmıyorsun' diyerek beni ikaz
etti. Ayrıca: 'Aslında bunların her ikisi de senin kalbinde mevcut, fakat sen tesir altında
kalıyorsun' dedi.

"Ben, 'Hocamız biz Yunanistan'dan geldik, memleketimizde evimiz çarşı içinde


mescidin yanında idi, yine yakınımızda cami de vardı. Ben o zaman namaz kılardım.. Şimdi
kılamıyorum' dedim.
"Sonra getirdiğim misafirle ilgilendi. 'Beni görmek için, niçin bu kadar zahmet edip
geldin' dedi. O arkadaş da:

"Ben küçüktüm, siz Kars'a babamla görüşmeye gelmiştiniz. Sizi tâ o zaman


görmüştüm. Sizin Afyon'da olduğunuzu işitince, sizi görmek ve duanızı almak arzu ettim.
Fakat jandarma komutanı çok zorluk gösterdi. Sizinle görüşmeme izin vermedi, beni kovdu.
Allah razı olsun Afyon'dan tanıdığım Hasan Bey vesile oldu. ' Üstad: "Başka bir arzun var
mı?' diye sorunca arkadaş da: 'Size maddî olarak bir yardım yapmak istiyorum' diye cevap
verdi.

"Allah rahmet eylesin mübarek insan:

"Oğlum benim dünya malına hiçbir ihtiyacım yoktur. Ben hiç birşey istemiyorum.
Ama mutlaka niyet etmişsen, küçük bozuk para varmı?' O da küçük paralar çıkardı. İçinden
bir beş kuruşluk aldı. 'Allah kabul etsin alıyorum' dedi. Tekrar parayı yere koyarak, 'Alıp sana
tekrar iade ediyorum' dedi.

sh:»(s.297)

"Hükûmetten korkarsın, Allah'tan korkmazsın"

"Bu mübarek Bediüzzaman Hoca ile ikinci defa görüşmem şöyle olmuştu:

"Erzurum'un eski milletvekillerinden, eski harflerle yazılmış bir mektup gelmişti.


Mektup resmen hükümet vasıtasıyla geliyordu. Önce Afyon'a gelmiş, sonra oradan da
Emirdağ Kaymakamlığına havale etmişler, kaymakamlık da jandarma komutanlığına
göndermişti. Bölük komutanı beni çağırarak:

"Hasan sen eski harfleri okumasını biliyor musun?' dedi. Ben de bildiğimi söyleyince,
mektubu bana okumam için verdi. Mektubu ben baştan sona okudum. Mektubu yazan eski
milletvekili bir zat, Bediüzzaman'dan nerede, ne zaman doğduğunu, ilk tahsilini nerede
yaptığını, yazdığı eserlerin ismini soruyordu.

"Mektubu okuduktan sonra, jandarma komutanı, yine çekmeceyi açtı, o anahtarı


çıkardı bana verdi. 'Al, git bu mektubu kendisine ver. Tekrar cevabını yazsın, onu getir' diye
emretti. Mektubu alarak çıktım. l
Hasan Ergen bu hatıraları anlatırken, o mektupların niçin bir suretini almadığına
üzülerek diyor ki: "Bu mektupların birer suretini almak lâzımmış, halbuki bizim için bunlar o
zaman mümkündü. Gençlik saikasıyla bilemedik.

"Yine bir önceki seferdeki gibi kapıyı açtım, tekrar vurunca kapıyı açtı. Kendisine
mektubu verdim. Bana aynen şunları söyledi:

"Oğlum Hasan, kaymakama ve komutana söyle, vazifeleri ne ise onu yapsınlar...


Hapis, her neyse ben razıyım... Verileni tatbik etsinler. Ama benim için ağır konuşmasınlar.
Aleyhimde gıybetimi yapmasınlar' dedi.

"Ben ilk görüşmedeki ikazları hatırlatarak, hiç hatırımdan çıkmadığını, çok


üzüldüğümü söyledim. Bunun üzerine, 'Merak etme, benim da Allah'a karşı kusurlarım var'
dedi.

"Sen jandarma görevinde bulunuyorsun, eğer vazifeni yapmazsan sana ne yaparlar'


dedi. 'Hükümetten korkarsın. Allah'ın emirlerini yapmazsak, ne olur bizim halimiz. O bizi
yoktan yarttı. Onun emirlerini yerine getir, korkma, vazifeden atarlar diye hatırına bir şey
getirme. Sen hükümetten korkarsın da Allah'tan korkmaz mısın?' diye bana ikaz edici
mahiyette dersler verdi.

________________

l.Bu milletvekili Mehmed Salih Yeşil idi. Bkz. Şâhitler'in Dilinden. l. cilt Mehmet
Salih Yeşil bölümü.

sh:»(s.298)

"Üstadın sürgün sebebi: M. Kemal"

"Sonra kendisine, 'Hocam çok affedersiniz, size bir şey sormak istiyorum' dedim.

"Buyur sor bakalım' deyince

"Sizin evraklarınız jandarma komutanlığında, bunlar gizli olduğu için hiç bir şey
bilmiyorum. Sizden işitmek istiyorum. Sizi niçin hapsediyorlar?Takip ediyorlar ve göz altında
bulunduruyorlar?' diye sordum. Aynen şöyle anlattı:
"Zaferden sonra M. Kemal Paşa, bana bir köşk ve çiftlik vermek istedi, ben kabul
etmedim. Allah için harbettim, benim vazifem buraya kadardı. Ben çiftlik almak için
çalışmadım. Ben Allah rızası için harbettim. Hiç bir şey istemiyorum, herşey milletin olsun,
dedim.

"Daha sonra yine, M. Kemal Paşa, 'Ben bazı yenilikler yapacağım, bu yenilikleri
yaparken sizin yardımlarınıza ihtiyacım vardır' dedi.

"İçki içmek, açık gezmek gibi bazı meseleleri hafifletmek istiyorum.'

"Ben de kendisine Kur'ân'dan bir âyet okuyarak Kur'ân-ı Kerimin bir âyetinin, bir
hükmünün değil, bir harfinin bile değiştirilemeyeceğini söyledim. Kendisi de Arapçayı ve
Kur'ân-ı Kerimi iyi biliyordu. O da bana okudu. 'Ben bunları biliyorum' deyince, ben de 'Ama
Kur'ân'a dokunma, İslâmiyete ilişme, Fen ve sanata dair yenilikler yap. Ama Kur'ân'ı
değiştirmeye kalkma' dedim.

"Bunun üzerine M. Kemal Paşa çok hiddetlendi. Bana hitaben, 'Hayatının sonuna
kadar yaşa, ancak sürgün olarak yaşayacaksın' dedi.

"İşte Oğlum Hasan, benim sürgün sebebim budur."

"Bana hakaret etmesinler"

"Sonra ben yazdığım mektubu alıp getirdim. Jandarma komutanı, mektubu bana
okuttu. Ayrıca Bediüzzaman'ın, 'Bana hakaret etmesinler, sövmesinler' dediğini de söyledim.

"Komutan çok bozuldu. 'Kim söylemiş bunları?' dedi.

"Ben, filân gitmiş, haber vermiş demiyorum. O söyledi. Bana söylediklerini


söylüyorum' deyince yüzbaşı, 'Kaymakama da söyleyecek misin?' dedi. Ben de Kaymakama
da 'Siz söyleyin' dedim. 'Biliyorsunuz, benim bu zattan hiç haberim yoktu, evin anahtarını bile
siz verdiniz, evi siz tarif ettiniz. Kendisi sizin içinde, kaymakam

sh:»(s.299) için de söyledi, küfür ediyormuşsunuz. Vazifelerini yapsınlar, ama küfür


ve hakaret etmesinler diye haber gönderdi' dedim.
"Bu zat muhterem bir insandı. Biraz söylemesi tuhaf, ama bir emir verse halk isyan
ederdi. Emirdağ, afyon halkı ona çok bağlıydı. Ama onun öyle bir niyeti yoktu. Benim
anladığım, iyi bir insandı.

"Ben bunları başkasından naklen işitsem, 'Acaba?' diye içimden bir şüphe geçer. Ama
bunları bizzat görmüşüm, bizatihî şahit olmuşum. Ben bizzat görüştüm, bizzat konuştum."

sh:»(s.300)

[]

Mehmet Kayıhan

Afyon Hapishanesi Müdürü

MEHMET KAYIHAN

Afyon Hapishanesinde müdürlük yaptı. Bediüzzaman'ı l947'de bu görevi esnasında


tanıdı.

"Yakında Bediüzzaman'ı getireceğiz"

Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan, Bediüzzaman Said Nursî'nin


hapishaneye getirilişini şöyle anlatıyor:

"Ben eskiden Uşak'ta Savcılık Başkâtibi idim. Daha sonra müracaat ederek, Çorum
Cezaevi Müdürlüğüne tayinimi çıkarttım. Sonra Balıkesir ve l947 senesinde de Afyon'a tayin
edildim.

"Bu yıllarda Emirdağ'da oturan Bediüzzaman Sait Nursî isminde bir zat vardı.
Bedüzzaman'ın din propagandası yaptığı hükûmetçe tesbit edildiği için, polis memuru Uşak'lı
Sabri Banazlı'yı ve diğer arkadaşlarını sivil elbiselerle Emirdağ'a göndermişlerdi.

"Bir gün polis Sabri Banazlı cezaevine gelerek bana:

"Yakında sana, Bediüzzaman isminde birisini getireceğiz' diye haber verdi.

"Daha sonra da Said Nursî'yi hapishaneye getirdiler."

Mehmet Kayıhan'ın hatıralarının bu kısmında, insanın hatırına şöyle bir soru geliyor:
Henüz ifadeleri alınmadan, mahkemeye sevkedilmeden, basit bir polis memurunun
Bediüzzaman'ın hemen hapishaneye gireceğini haber vermesi nasıl izah edilebilir?

Tetkiklerimizin neticesinde vardığımız sonuç şudur:

Artık son demlerini yaşayan Halk Partisi iktidarı can çekişmektedir. Giderayak, eziyet
çektirecek bir masuma ihtiyacı vardır. Bu iş içinde gene yılların eskitemediği, zulümlerin yok
edemediği Said Nursî seçilir..

Basit maşalar da hazırdır.

sh:»(s.301)

Müdürün Üstadın koğuşuna bayrak astırması

Araştırmalarımız da Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan'ın bir Cumhuriyet


Bayramında, Said Nursî'nin koğuşuna astırdığı bayrak hâdisesi enteresandır.

Güya Bediüzzaman koğuşuna asılan bu bayrağı istemeyecek, reddedecek, yırtacak ve


yırttıracak. Bizim Müdür Bey'in arzuladığı olay da böylece meydana gelecek.

O Bediüzzaman ki, o şanlı hilâl uğruna, Kafkas dağlarında, karlı Bitlis derelerinde,
nice fedâi talebelerini fedâ etmişti. Rus kurşunlarına imanlı sinesini siper etmiş, o nazlı hilâl
uğruna mübarek kanını seve seve akıtmıştı.

Müdür Mehmet Kayıhan'ın koğuşuna bayrak astırması karşısında Bediüzzamanın


tavrını kendinden dinleyelim:

"Müdür Bey,

"Size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız.


Harekât-ı milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki 'Hutuvat-ı Sitte" eserimi tab' ve
neşrile, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; Mustafa Kemal şifre ile iki
defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti:

"Bu kahraman Hoca bize lâzımdır.'

"Demek benim bu bayramda, bu bayrağı takmak hakkımdır."

Medrese-i Yusufiye
Said Nursî nice karanlık kalbleri aydınlatmıştı. iman ile, İslâm ile, ilâhî ferman Kur'ân
ile...

Girdiği, kapatıldığı zindanları da aydınlatmış, ışıl ışıl parlatmıştı..

Hapishaneye Medrese-i Yusufiye demişti... Yani, Yusuf (a.s.)'ın Medresesi..

Masum nebi, gül yüzlü Yusuf Aleyhisselâm, Mısır zindanlarında yedi yıl yatmıştı.

Bu acı iftira hâdisesine telmih yapan Said Nursî, bundan dolayı girdiği zindanlara
"Sicn-i Yusuf' diyordu.

Buraya kendisiyle birlikte girenler cahil olarak giriyor, âlim olarak çıkıyorlardı.

Hapse girişle birlikte Yusufiye Medresesinde dersler başlardı.

İman dersi, irfan dersi, Kur'ân dersi... Derslerin en yücesi, müfredatın en ulvîsi sürer
giderdi... Tâ tahliye ile temize çıkana kadar, gönüller Nurlarla temizlenirdi.

sh:»(s.302)

MEDRESE-İ YUSUFİYE MEKTUPLARI

Elimizde iki defter bulunuyor. Defterler Afyon hapsi maznunlarından merhum Zübeyir
Gündüzalp'e ait.

Bediüzzaman'ın bu fedakâr ve sâdık talebesi, defterinin başına şu notu yazmış :

"Afyon Medrese-i Yusufiye'sinin mübarek hatırası, Medrese-i Yusufiye'nin açılış


tarihi.

Ayrıca Bediüzzaman'ın tasdik ve tashih işareti, amplemi patenti de defterin başında:


"Te" ve "sad" yâni "Tashihli" yazılı..

Bu mektuplardan konumuzla ilgili olanlardan sadece bir kaç tanesini okumak, sanırım
Bediüzzaman'ın büyük şahsiyetini ve ulvî davasını, birazcık olsun anlamaya yardımcı
olacaktır.

O halde şu satırlardaki samimiyet dolu ifadelere geliniz birlikte göz atalım.


"Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek veçhine
bakmak lâzımdır ki: Mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı
dikkatimizi celb edip, kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de bir bahçeye iki adam, biri
çıkar, biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar. Safa ve istirahat eder.
Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde, çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar
eder.Midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker. Çıkar, gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi, bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem
güzel, hem kaderli hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkil odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle
meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez. Şekva ve merak yerinde şükreder,
sevinir.' (Şualar, 429-430).

"Benim kanatim gelmiş ki: Beni merhametsizce tazip edenlerin bir kısmı, Yahudi
komitesiyle ve mürted ve komünist ve zındık ve anarşist komitesiyle bilerek veya bilmeyerek
bir alâkaları var ve Türk milletinden değildirler. Çünkü Türkte ve islâmiyette, belki
insaniyette fıtrî bir tarzda ihtiyarlara, hem gariblere, hem hastalara, hem zayıflara, hem
münzevilere, hem ciddi âlimlere karşı şefkat, hürmet, acımak, dostane bakmak hasleti var
olduğu halde; şimdi benim gibi bütün acınacak haller, birden üstünde var iken tam bir kin, bir
adavet, bir gayz ile, ihanetlerle beni sıkıntıların içinde görüyorum. Fakat merak etmeyiniz.
Onların hiç ehemmiyeti yok. Ben aldırmıyorum. Beş para kıymet vermiyorum."

sh:»(s.303)

"Hayatım tehlikede ve mason bolşevizm hesabına bana eşedd-i zulüm ve tazyikle


işkence eden ve bana tahammül fevkinde, bütün bütün kanunsuz ve hapis usulüne muhalif
tazibleri, bizi başka mahkemeye, davamızı nakil etmeye mecbur eder. Sen bütün kuvvetin ile,
hem buradaki avukatlar ve İstanbul'daki dostlar, hem Ankara'daki Hulusi'ye telgraf ile,
hayatımın tehlikede olduğunu bildirmek lâzımdır. Tahammül kalmadı. Su-i kastten gelen
tesemmüm ve hastalık ve ihtiyarlık ve tecrid-i mutlak ve hattâ pencerede yemeği gitirene
bakmak ve konuşmak ve üçüncü defa, bir su-i kasd yapsınlar diye dünkü hâdise oldu. Hem bu
hakikatı ve acı halimi görüşme günü Ceylân, Zübeyir'e bildirsin. O da mümkün olduğu kadar
çalışsın. Kanaatım budur, o iki adam mason hesabına beni karıştırmaya mecbur etmeye
çalışıyorlar. Mahkeme-i Temyiz bizi, vatan ve millet namına bunların eşedd-i zulmünden
kurtarmaya, kanun namına teşebbüs etmesi elzemdir."

"Hadise budur:
"Altı ay bir cihette bana hizmet eden, şimdi altı ay tebdil-i hava alan Kerim, beni
pencerede görmek ve veda etmek niyetiyle kapıya gelmiş. Bana haber verdiler. Ben baktım,
'Allah selâmet versin' dedim. Birden müdür geldi, büyük bir hâdise gibi gardiyanları ve
nöbetçiyi tekdir etti."

"Aziz Sıddık Kardeşlerim,

"Bir ehemmiyetsiz mes'eleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli
düşmanlarımızın telkinatıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmeyen propaganda
yapılmış.Mahkameye ve makam-ı iddiayı şaşırtıyorlar. Meselâ, birisi şudur: Müslüman
memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler 'Said bize dinsiz der' Hattâ savcının doksan
hatasını gösteren cetvelde, otuz altıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki
yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevap verildiği halde, yine o propaganda kimseyi
kandırmadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim:

"Evvelen: Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten
mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir.

"Saniyen: Mezheb-i Hanefîde çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde,
o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğersarih küfürü görse, o vakit hüküm
eder. Ben Şafiî iken, yine te'vili mümkünolsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir bana
çok ağır geliyor.

sh:»(s.304)

"Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım


ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarımı bildiğim kökü
Avrupa'da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için
hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ehl-i dalâlet derim. Yâni
harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir.

"Rabian: Gayr-i muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena


sıfatlar için, 'Böyle yapan münafıktır, veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur' denilse,
hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur'ân-ı Hakimde böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli
tabiratı gibi bir tabirolduğu halde, savcı o tabiratı kendine muayyen şahıslara alsa, kendi
kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur."
Said Nursî

sh:»(s.305)

[]

Ali Savran

ALİ SAVRAN

Nur talebeleri Ona Çilingir Ali Abi derlerdi. Bugün o da, aramızda yoktur. Ebediyet
âlemine intikal etmiştir. Hepimizin gideceği son durak, ebediyetler ülkesi... Ama oraya İlâhî
mahkemeden geçirilerek gidilecektir.

Ali Savran'ı "Gizli cemiyet kurmaktan" muhakeme edenlerin de çıkacağı en büyük


mahkeme vardır. Bu mahkeme, İslâm istilahatında "Mahkeme-i Kübra" denmektedir.

***

[]

sh:»(s.306)

[]

Yıl: l948... İsmet inönü Reisicumhur. Üstteki mahkeme davetiyesinde İsmet Paşa'nın
hakimiyet alâmetleri olarak pullar görülmektedir.

Davet edilen:

"Eğirdir'in Poyraz mahallesinden Muslihiddin oğlu Çilingir Ali Savran, Eğridir."

7 Temmuz l948 Çarşamba günü sanık olarak Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'ne
çağrılıyor.

Suç hanesine ise, şunlar yazılı:

"Gizli cemiyet kurmak.."

sh:»(s.307)
[]

Nihat Bozkurt

NİHAT BOZKURT

l927'de Bayburt'da doğdu. Devlet adamlarından Ömer Naci Bozkurt'un küçük


kardeşidir. l948'de Afyon'da asker iken hapishanede Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş ve kâtip
olarak Üstadın mahkeme müdafaalarını yazmıştı.

"Üstadın müdafaasını kaleme aldım"

"l948 yıllarında Afyon'da askerlik yapıyordum. Bizim takım bir ana caddedeydi.
Hapishane ise bize çok yakındı. Bir asker arkadaşımız askerî bir suçtan mahkûm olmuş, hapse
atılmıştı. Biz bu arkadaşın bazı ihtiyaçlarını karşılıyorduk. Bu sebepten, her hafta iki defa
hapishaneye gidiyordum.

"Bir Cumartesi günü yine gitmiştim. Hapishane Salih Hoca denilen ve Altıparmak
lakaplı birisi daha vardı.

"O yıllarda Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de hapishanede idi. Diğer Nur
talebeleri koğuşlarda, Üstad ise revirde kalıyordu. Penceresi sokağa bakıyordu. Biraz yazıya
da meraklı olduğum için, o zaman bir Afyon gazetesinde bir-iki yazı yazmıştım. Bunlardan
dolayı beni tanıyorlardı.

"Hapishaneden ezan sesleri geliyordu. Kenan isimli bir arkadaş 'Artık hepimiz namaza
başladık' diyordu.

"Bir gün hapishanedeki o Altıparmak lakaplı şahıs yanıma geldi. 'Sizden bir ricam var.
Üstadın daktilo ile müdafaalarını yazar mısınız?' dedi. Bu müdafaa mahkemeye ibraz
edilecekti. Bunun gizlice yazılmasını istiyorlardı. Ben memnuniyetle kabul ettim. Müdafaayı
getirdikleri zaman, bunların İslâm yazısıyla olduğunu gördüm. Okuyamadığımı söyleyince,
Altıparmak okudu, ben de yeni yazıyla daktiloya çektim. Bir müdafaalardaki bir cümle
zihnime öylesine işlemişti ki, hâlâ unutamadım. Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:
'Milyonların Peygamberi olan Hazret-i İsa'yı çarmıha germişlerdi. Bizi de suçsuz yere
hapishaneye atmışlar.'

sh:»(s.308)
"Nur âlemine girmiştim"

"Bu müdafaaları Altıparmak'a Pazar günü teslim ettim. Bana 'Biraz bekler misin?'
diyerek yukarıya, pencereye bakmamı söyledi. Benim bu müdafaaları yazdığımı Üstada
söylemiş. Az sonra pencerede sakılsız, nuranî yüzlü, heybetli bakışları olan, gür kaşlı
muhteşem şahsiyet gözüktü. Mübarek Üstad iki eliyle ve tebessüm ederek bizi selâmlayarak
teveccühte bulunuyordu. Ben, o lütuf esnasında huşu içinde kalmıştım. manevi bir nur
âlemine girmiştim.

"Sonra yanıma sakat birisi gelerek, Üstadı ziyaret etmek istediğini söyledi. Adam tâ
Konya'dan ziyaret için gelmişti. Yine Said Nursi Hazretleri pencereden gözüktüler. Yine
tebessüm eden, nurlu bir sima ile selâm verdiler. Sakat adamcağız daha sonra ağlaya ağlaya
istasyonun yolunu tuttu.

"Artık Altıparmak'la samimi olmuştuk. Her ziyaretimde Risale-i Nur'dan anlatıyordu.


Haftada iki defa sevinçle giderdim. Bu ziyaretlerim iki-üç ay devam etti. Nur'lardan yazmaya
başladım. Önemli kısımları kırmızı, diğerleri normal kalemle yazıyordum. Önemli kısımları
Altıparmak işaret ederdi, ben de ona göre yazardım. l949 yılında İstanbul'a izne geldiğim
zaman, bu yazdığım defterlerin ehemmiyetini anlatarak, Cerrahpaşa'daki evimizde anama
teslim etmiştim.

"l950 yılında terhis oldum. O yıllarda Büyük Doğu mecmuası hadiseleri olmuştu. Bazı
evleri polisler aramışlar. Bizim evi de ararlar diye korkan anam, o güzelim 'Nur Risaleleri'
yazılı defterleri günah olur düşüncesiyle, hepsini denize atarak, erir gider diye düşünmüş."

sh:»(s.309)

AHMET HANCIOĞLU

"Yaptığın yardımlar yirmi yıllık hizmet yerine geçti"

"O zamanlar, benim halde bir dükkanım vardı. Hapishaneye gidip Üstadın ihtiyaçlarını
yerine getirirdik, dışarıdan yardım ederdik. İçeride liste gelirdi. Ona göre ihtiyaçları
karşılardık.
"Daha önceleri Bediüzzaman Hazretlerini duymamıştım, Mütelreddit idim. Eğer bu zat
ise bana görünmesi lazım idi, diye gönlümden geçiriyordum. Hazrete yardım ettiğim ilk
günlerde bile daha kendilerini görmüşlüğüm olmadı.

"Bu düşünce ile hapishaneye gittim. Revirde kalıyordu. Pencereden birisi peydah oldu.
'Olsa olsa bu Üstaddır' dedim. Sarık ve cübbesi vardı. Geriden elimi göğsüme götürerek selâm
verdim. O da başıyla selâmımı aldı.

"Bir zaman sonra hapishaneden çıktılar. Evimde onlara oda hazırlamıştım. Bir sabah
dükkânımı açtığımlmda, tanımadığım, 60-65 yaşlarında tahmin ettiğim birisi selâm vererek
içeri girdi.

"Üstad çıkmış' dedi. Kastamonu Küre'den imiş. Üstadın hapishaneden çıkıp da kaldığı
Ahmed Hoca'nın evini bu zata tarif ettim. Arkasından ben de gittim. Tam köşeye vardığımda
adama yetiştim. Zübeyir Ağabey kapıda karşıladı. Buyur etti. Yukarı çıktık. İki oda vardı. Üç
kişiydik. Üstad o adama sordu:

"Sen kimsin?

"Efendim, ben Hafız Emin'im"

"Hoş geldin kardaşım' dedi.

"Konuşmaların arasında Zübeyir Ağabey,

"Efendim, işte hancı Ahmed budur' diyerek beni gösterdi.

"Haaa, sen hancılık mı yapıyorsun?"

"Hayır."

"Kardaşım, hoş geldin. Senin yaptığın yardımlar bana yirmi senelik hizmet yerine
geçti."

"Sonra ayrılıp dükkâna geldim. Polis takip etmiş.

sh:»(s.310)

"Bir gün kırk yaşlarında birisi geldi. İnebolulu İbrahim imiş. 'Bu mektup içeri
verilecek, verebilir misiniz? dedi.
"Emirdağ'daki Kantarların Mehmet isminde bir kayınpederi vardı. Onlar Üstadın
çamaşırlarını yıkarlardı. Mektubu ona verdim. O da annesine vermiş. Mektubu alan kadın
hapishaneye gitmiş. Gardiyanlar şüphelenip aramışlar. Mektup, müdürün, savcının ve
yukarının eline geçmiş. Mahkemeye çıktık. Mektubu nereden aldığımı sordular. Ben de
olanların hepsini anlattım.

"Ben halde esnafım. Bana her taraftan mektup gelir. Gelen mektupları sahiplerine
vermek suç olmasa gerek' gibilerinden müdafaa yaptım. Savcı beni içeri atmakla tehdit etti.
Şükür, birşey yapamadılar.

"Üstadı, Ahmed Hocanın evinden Mustafa Hocanın evine taşıdılar. Her adamı da
hocanın yanına koymuyorlardı. Bir gün yine tanımadığım bir adam geldi. Gittik. Üstad
karyolanın başına oturmuştu.

"Efendim' dedim. 'bu meydan dinsizlerin elinde ne zamana kadar kalacak?"

"Hazret gülerek,

"Oğlum' dedi, 'bu sualin cevabı verilmez.'

"Yanında fazla kalamıyorduk. Gelenlere hep nasihat eder, eserleri okumalarını tavsiye
ederdi."

sh:»(s.311)

[]

Kemal Bayraklı

KEMAL BAYRAKLI

Bir günde Kur'ân okumayı nasıl öğrendi?

"Şâhitler'in Dilinden" birçok yerde olmakla birlikte, Bediüzzaman'ın yaşadığı yerlerde,


sürgün olarak bulunduğu beldelerde daha çoktur. İşte bu yerlerden, bu menzillerden bir şehir
de Afyon'dur. Burada belediyede sular idaresinde çalışan "Kitapçı Kemal" isimli zat,
hatıralarını şöyle anlatıyor:
"Hoca Efendiden, Üstaddan mı bahsediyorsunuz? Yine yaramı deştiniz, hem de beni o
mesut günlere götürdünüz. Yaramı deştiniz, çünkü Üstadın kıymetini bilemedim. Beni mes'ut
ettiniz. Çünkü hayatımın en tatlı safhalarına bir kere daha götürdünüz. Allah razı olsun.

"Biz bir cinayete sebebiyetten dolayı hapse düşmüştük. Duyduk. Hoca Efendi de
hapismiş. İlk fırsatta ziyaretine gittim. Beni görünce yüzüme karşı tebessüm etti ve 'Behey
Çilin oğlu, namazın farzını terk edersin, işte ondan sonra da cinayet suçuyla hapse düşersin,
değilmi?' (*) diye beni taltif etti. Ben hicap ettim ve kalbimde Hocaya karşı müthiş, beni
yakan bir muhabbetle ayrıldım. Üstad beni adeta mestetmişti. Derken, bir gün Üstada giderek,
'Hocam, ben namaz kılacağım, lâkin Kur'ân okumayı bilmiyorum' dedim. 'Peki' dedi, 'Haydi
abdest al ve gel,' Hemen abdest aldım ve geldim. 'Haydi git, Halil İbrahim (Milâslı
H.İ.Çöllüoğlu) sana Kur'ân'ı öğretsin' dedi. Ben gidip durumu Halil İbrahim'e anlattım, o da
hemen öğretmeye başladı. ikindiye kadar harfleri, başta, ortada ve sonda yazılı şekillerini izah
etti.

"Sabahleyin kalkınca gayr-i ihtiyari Kur'ân-ı Kerimi elime alıp başladım okumaya:
"Elif lâm mim, Zâlike'l-kitabü lâ raybe fîhi...'

____________

(*) Babamın lakabı "Çil"dir. Üstadla birlikte esir düşmüş. ama ilk zamanlarda fırsat
bulun kaçmış. Çocukluğumda "Bediüzzaman" diye üstadın kahramanlığını, velâyetini ve
büyük şahsiyetini sitayişlerle anlatırdı. Üstadın bana iltifat etmesinin bir sebebi de bu olsa
gerekti. Üstadın ilk anda, benim kimin oğlu olduğumu, namaz kalmadığımı ve hapis
musibetinin zahiri sebebini keremetkârane söylemesi bende çok derin izler bırakmıştı.

sh:»(s.312) Bana birşeyler oluyordu. 'Acaba kafayı mı oynatıyorum?' diye doğruca


Halil İbrahim Hocayı gidip uyandırdım. 'Hocam, hocam kalkar mısınız? Bana birşeyler
oluyor' 'Ne var?' dedi ve evvelk okuduğum yeri başladım tekrar etmeye. Hayret ederek 'Yahu,
sen Kur'ân okumayı öğrenmişsin. Haydi sen devam et okumaya' dedi. İşte böylece Hoca
Efendinin himmetiyle bir günde Allah bana Kur'ân okumayı ihsan etti.

"Üstada eziyetin cezasını bütün şehir gördü"

"Üstad Hazretleri kalabalıktan sıkıldığı ve ibadetini de istediği gibi yapamadığı için,


onu tek kişilik bir odaya almışlardı. Onların maksadı belki de Üstadla mahpusların
görüşmemesini temindi. Her ne ise, Kim bilir ne düşündüler, Üstadı odasından diğer
mahpusların içine aldılar. Güya müddeiumumî diyesiymiş: 'Said Nursi'nin diğer
mahpuslardan ne farkı var? O neden tek kişilik bir odada kalsın?'

"Üstad müteessir olarak 'Bunlar görecekler. Öyle şiddetli bir soğuk olacak ki, bunlar
lağımlar içinde kalacaklar.'

"Aradan çok geçmedi. Bir gece çok şiddetli bir soğuk, ortalığı kastı kavurdu. Bütün
çeşmeler gibi, yer altındaki lağım menfezleri de tamamen dondu. Afyon etrafındaki yakın
köylerde böyle bir hal yok. Sadece Afyon vilâyeti dahilinde imiş bu hal. Biz hapistik, haliyde
çıkıp göremedik. Halkın kanaati şu: 'Yine mutlaka Hocaya birşeyler yaptılar.' Bunun
hapishane alâkalıları da hissetmiş olacaklar ki, Üstadı eski odasına almak istediler. Üstad
evvelâ razı olmadı. 'Kardaşlarımla beraber kalmak istiyorum' dedi. Ama biz doğruca giderek
Üstadın odasına bir divan çaktık. Soba kurduk ve Üstad bu odaya tekrar teşrif ettiler. Hapiste
çakı bile bulundurulmazken bizim divan yapacak aletleri bulabilmemiz hapisteki durumumuz
hakkında size bir bilgi verir zannederim. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, tatlı bir rüzgâr
buzlar altında kalan Afyon'u eritti. Ama onun peşinden Afyon lağımlar altında kaldı. Donda
patlayan lâğım borularından, eriyen pis sular fışkırmaya başladı. Bizim hapishanenin alt katı
zeminden aşağı da olduğundan, lağım suları ile tamamen doldu. Yatakları tahliye ettikse de su
seviyesi gittikçe artıyordu. Halil İbrahim Hocaların yataklarına doğru ilerleyen pis sulara, eski
yatak ve yorganları set yaparak mâni olduk. Hem şehir, hem de hapishane fena koku ve lağım
sularından bir haftada zor temizlendi.

"Hoca Efendi beni severdi. Şimdi teberrüken mescit olarak kullanılan odasına gittimiz
zaman, Üstadın yazmış olduğu parçaları

sh:»(s.313) alır. Hüsrev Hocaya ulaştırırdık. O hemen yazardı. Yazılanlar kısa


zamanda diğer talebeler tarafından çoğaltılıp son olarak bana gelirdi. Ben de ciltlerdim ve
oradan sevk ederdik. Ben hapisten evvel kitap ve cilt işleri ile meşgul olduğum için, âletlerimi
içeri sokmaya müsaade ettiler Elhamdülillah, böylece, Risale-i Nur'lara cüz'i de olsa hizmet
etmiş oldum.

"Biz Üstad Hazretleri ile çoğu zaman görüşsek de, diğer talebeleri gibi çoğu hallerine
muttali olmamız mümkün değildi. Şiddetli soüğuklarda sobasız odada bulundurmak, öldürücü
zehirler vermek gibi durumlara zaman zaman vâkıf olurduk. Üstadı ızdırap içinde gördüm.
Kim bilir, hangi eza ve cefanın hemen peşi sıra idi? Acip bir gün ve acip bir kış. Semâda bir
homurdanma vardı sanki. Herkes bu hali hissetmişti. Sabah olunca bahçede dalga dalga
lekeler. Adeta kan rengi. Karı enine doğru incelediğimizde sabaha kadar hep böyle yağdığını,
lekelerin üzerini kaplayıp; daha sonra tekrar tekrar lekeler meydana gelmiş olduğunu hepimiz
müşahade ettik."

sh:»(s.314)

[]

Nureddin Can

NURETTİN CAN

l930'da Afyon'da doğdu. Afyon'da bulunduğu yıllarda muhtelif defalar Bediüzzaman'ı


ziyaret etti.

"Akşamla yatsı arasını ibadetle geçirmemizi söylerdi"

"O zamanlar terzilikle meşguldüm. Mesleğimle gerek Üstada ve gerekse talebelerine


yardımcı olmaya çalışıyordum. Yardımım Mehmed Çalışkan Amca vasıtasıyla olurdu.

"l955'de askerden döndüm. askerde iken risalelerekarşı sevgim artmıştı. Avrupa fört
şapkayı giymiş, eski adliyenin önünden geçiyordum. Bir tanıdık bana seslendi: 'Nureddin!
Nureddin! Taksinin içindekini gördün mü?' 'Görmedim' dedim. 'Git de bak' dedi.
Gittim,baktım. Bediüzzaman Hazretleri arabada idi. Şapkayı saklayarak ellerini öptüm.
Risaleleri okuyup okumadığımı sordu. Okuduğumu söyledim.

"Bir müddet sonra Emirdağ'a ziyaretlerine gittim. İçeriye kimseyi almadığını


söylediler. Ceylân ve Zübeyr Ağabeylerle görüştüğümüz söyledim. Bu arada içerden haber
geldi:

"Biz onu kardeşliğe ve talebeliğe kabul ettik, eserleri okusun."

"Ağabeyler gelip gittikçe bizim dükkâna uğrarlardı. Üstad devamlı olarak bizden
eserleri okumamızı isterdi. Konuşmaları gayet kısa olurdu.

"Vefatından önce Afyon'da üç gün misafir ettik. Bedriye Eskicuma Anneden çorba
gelirdi. Onun çorbasını çok severdi. O sırada kendileri çok rahatsızdı.
"Üstadın bize sık sık yaptığı bir tavsiyesi vardı ki, onu hiç unutamam. Akşam ile yatsı
arasında kat'iyyen boş durmamamızı, ibadetle ve eserleri okuyarak geçirmemizi söylerdi.

"Üstad Hazretleri burada iken, polisle veya adliye ile bir münasebetim olmadı. Ancak
Üstad buradan ayrıldıktan sonra bir ihbar üzerine polisler evi ve dükkânı aradılar. Ktapları
aldılar ve beni de

sh:»(s.315) siyasî suçlu olarak içeriye attılar. Afyon'da hiçbir avukat benim dâvâyı
almaya cesaret edemedi.

"Allah ebeden razı olsun. Bekir Berk Ağabey, Hızır gibi imdada yetişti ve on yedi
günlük bir mevkufiyetten sonra beraat ettik.

"Bu arada, Üstad Hazretlerinin gözlerinin de çok muhteşem olduğunu söylemeden


geçemeyeceğim. Ben şahsen gözlerine bakmaz, baktığımda ise müthiş bir şekilde
heyecanlanırdım."

sh:»(s.316)

[]

Rifat Filizer

RİFAT FİLİZER

l923 Konya'da dünyaya geldi, l948'de Afyon Hapishanesinde Bediüzzaman Said


Nursî ile birlikte yatmıştır. l993 Ağustos'unda rahmet-i Rahmana erdi.

Hatıra ve intibalarını kendi ifadeleriyle takdim ediyoruz.

"Anne tarafından Peygamberimizin (a.s.m) sülâlesine mensubum, Âl-i beytten bir grup
Horasan'a gitmiş. Orada da ayrılan bir grup Irak'ın Kerkük vilâyetine yerleşmiş. Bunlardan bir
kısmı da o zaman Rum diyarı tâbir edilen Anadoluya gelerek, Anadolunun İslâmlaşmasında
büyük hizmetler ifâ etmiş. İşte benim neslim, Kerkük'ten gelip Konya'nın Bozkır ilçesine
yerleşenlere dayanır. Halen Kerkük'te de akrabalarımız vardır.

"Dedem Muhammed Kudsî Efendi Konya'dan kalkıp, 60 gün kadar yol yürüdükten
sonra Şam'a vâsıl olmuş ve Hicrî l2. asrın müceddidi Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ile görüşerek,
Anadolu halifeliğini almış. Tekrar memleketine dönerek irşad hizmetine devam etmiş.
"Muhammed Kudsî Hazretlerinin en büyük oğlu ve birinci halifesi Muhammed
Bahaeddin'dir. Baheddin'in üç oğlu olmuştur.

l. Zeynelâbidin (Medîne'de medfundur.)

2. Rifat (Konya'da medfundur)

3. Ahmed Ziya (Mekke-i Mükerremede medfundur.)

"Rifat Efendinin en büyük kızı olan Ayşe Sıddıka'nın en büyük oğluyum. Babam
Mahmud Efendi ve amcam Ziya Efendi Islah-ı Medârisde tahsil görmüştür.

"l924'den l942 yılına kadar hayatım çok çalkantılı geçti. Babam küçük yaşta vefat
ettiği için, tahsil ve terbiyemle babamın arkadaşlarından Veyiszade Mustafa Kurucu Efendi
alâkadar oldu.

"İmam şuurunu Pîrî Mehmed Paşa Camiinde bu hocadan aldığım feyizlerle kazandım.
l942 senesine kadar, cemiyetin içinde bu

sh:»(s.317) lunan birtakım menfi cereyanlara hocam merhumun ikazları sayesinde


kapılmadım.

"Daha önceleri Bediüzzaman Said Nursî ismini işitiyordum. Ancak yakînen alâka
duymam lise çağlarında iken oldu. Bu alâkamın inkişafında Ziya Arun ile Mehdî Halıcı'nın
mühim tesirleri oldu.

"l942 yılında Sabri Halıcı vasıtasiyla Üstada bir mektup göndermiştim. Üstad mektubu
alınca beni talebeliğe kabul ettiğini söylemiş.

"Bu esnada Gençlik Rehberi ile birlikte bazı risaleleri okumuş, çevreme de tanıtmaya
çalışıyordum. Risaleleri okudukça içimdeki îman çekirdeğinin inkişaf ettiğini hissediyordum.

"Üstad ve Risale-i Nur ile karşılaştığımda bir ön tetkik ihtiyacı hissetmedim. Çünkü bu
eserlerle karşılaşır karşılaşmaz, aradığım İslâm ruhu taşıdığını gördüm.

"Çevreme Risale-i Nur'u ve Üstadı tanıtmak için devamlı bir gayret içinde idim.
Mesaimi daha ziyade gençler üzerinde teksif etmiştim. Bu arada Pîrî Mehmed Paşa Camiine
devam eden ve PTT nin telgraf bölümünde çalışın Ermenekli Zübeyir Gündüzalp ile
karşılaştım. Kendisi ile altı aya yakın meşgul oldum. Çevrede her sahadaki bilgisi ve kültürü
ile temayüz etmiş olan Zübeyir Gündüzalp Risale-i Nur'u tanımış oldu. Bu hizmete vesile
olmaktan dolayı kendimi gerçekten bahtiyar hissederim.

Üstadı ilk görüşüm.

"l947 yılına kadar bu nevi hizmetlerim devam etti. l947 yılında asker olarak Ankara'ya
gittim. l948 yılında, askerlik vazifem devam ettiği sırada, bir mektupta ismimin yeralması
üzerine, görevli olduğum birliğe gelinerek, çantam ve karyolam aranmış, Risaleler ve Kur'ân-ı
Kerîm bulunmuştu. Gece saat 3 civarında polisler beni alarak l. Şubeye getirdiler. İfadeden
sonra bana 'Nurcu olmadığını söyle, serbest bırakalım' dediler. Nurculuğu
reddedemeyeceğimi söyleyince beni kıt'ama iade ettiler. Dokuz gün kıt'ada mahpus kaldım.
Sonra Ayaş'ta bir alaya götürdüler. Orada iki ay kaldım. İki ay sonra alay karargâhına
çağırtılarak, iki jandarma nezaretinde önce Ayaş'tan Ankara'ya, sonra da Ankara'dan Afyon'a
götürüldüm.

"23 Nisan l948 'de Afyon'a indik. Doğruca Afyon hapishanesine götürüldüm ve 2.
koğuşa yerleştirildim. Orada A. Feyzi Kul ile birlikte altı ay kaldım.

"A. Feyzi Kul bana Üstadın yerini tarif etti. Bir teneffüs esnasında, bahçeden,
eserlerini tanıyışımdan altı sene sonra Üstadı görmek nasip oldu. Karşılıklı selâmlaştık.

sh:»(s.318)

"Afyon hapishanesinde Nur talebeleri benimle birlikte l9 kişi olmuştu. Üstad bu rakam
üzerine 'Fesübhânallah! Afyon hapsinde bu l9 rakamı İsm-i Âzama tevafuk etti' buyurdular.
Üstadın bulunduğu koğuşun karşısında bir koğuş daha vardı. Orada da İstanbul ve Çanakkale
boğazlarının haritalarını Ruslara veren komünist bir mahkûm bulunuyordu. Gariptir ki,
Üstada onca zulmü yapan hapishane idaresi bu mahkûma karşı gayet müsamahakâr
davranıyordu. Bir refakatçi nezaretinde, istediği zaman şehre çıkıp gezebiliyordu.

"Diğer taraftan da, yaşlı ve hasta Bediüzzaman'a her türlü merhametsizce muamele
lâyık görülüyor, hava almak için pencere kenarına bile yaklaştırılmıyordu. Hapishanenin suyu
alt katta olduğu için çoğu zaman Üstadı susuz bırakıyorlardı. Bütün bu muamelelere karşı,
Üstad sabırlı mukabele ediyor, beddua dahi etmiyordu.

"Üstada hizmetle vazifelendiriliyorum"


"Hapishane idarecileri, defalarca müracaattan sonra, benim, Üstadın hizmetlerini
görmeme müsaade ettiler. Her gün ikindiden sonra yanına çıkar, hizmetini yapar ve sularını
getirirdim. Bu hizmetlerim esnasında sayısız iltifatlarına mazhar oldum. İki mühim sözünü hiç
unutamam. Birincisi şudur; 'Rifat, seni yirmi ferik, üç miralay olarak kabul ediyorum. ' İkinci
de şu idi: 'Rifat, üstadlarım devamlı olarak (şehadet parmağını uzatarak) 'Bu çocukla meşgul
ol' diye üzerinde durdular. Bunun sırrını anlayamadım. Şimdi senden soruyorum, sen
kimlerdensin?' demesi üzerine ben de, 'Üstadım, Konya Ayân azasi Zeynelâbidin'in
kardeşinin torunuyum' deyince, 'Fesübhânallah, demek üstadlarımın beni ikaz etmelerindeki
sebep buymuş. Demek ki onlar seni bana teslim etmişler' buyurmuşlardı.

"Bu altı ay zarfında müteaddit defalar mahkemeye çıktık. Hapishanede çok azılı
katiller vardı. Nur'lardan aldıkları dersler sayesinde çoğu ıslah-ı lhal etti.

"O büyük bir mücahittir ve tektir"

"Üstadı, Emirdağ ve Isparta'da kaldığı zamanlarsık sık ziyaret ettim. l957 senesinde
Aziziye Camiinde Said Gecegezen'le tanıştım. O da küçük bir Zübeyir oldu. Ahmed
Gümüş'ün de yetişmesine vesile oldum. Bu meyanda birçok kimselere Üstadı ve Risale-i
Nur'u tanıttım.

"Konya'da Üstadı çok iyi bilenlerden birisi de Ali Ulvi Kurucu'nun amcası, Hoca
Veyiszade Mustafa Kurucu'dur. Üstadımız

sh:»(s.319) hakkında şöyle derdi: 'O büyük bir mücahittir ve tektir, bizler post
adaylarıyız. Post üzerinde oturur, tesbih çekeriz. Ben yarım saat hapishane hayatına
dayanamıyorum. O vazife yalnız ona münhasırdır.'

"Üstadımız da Hoca Veyiszade hakkında, 'Ben o muhteremi tanıyorum. Mânen benim


yardımcılarımdandır. Bana çok dua etsin. Ona çok çok selâmımı götürün' demişti.

"Abdülmecid Ünlükul'la münasebetim"

"Üstadımızın kardeşi Abdülmecid Ünlükul'la da münasebetlerim olmuştur. Hocamızın


İman Dalı ve Dü Mezhebi isimli eserlerinin hazırlanmasına yazıhanemde bizzat müzaheret
ettim. Risale-i Nur Külliyatından Mesnevi-i Nuriye'nin Arapçadan Türkçeye çevrilmesi de
benim ricam ve Üstadımızın emir buyurmaları neticesi, yine hocamız Abdülmecit tarafından
icrâ edildi.
"l959 yılı sonlarında, Üstad Konya'ya teşrif etti ve Mevlâna Meydanına indi. Öğle
namazını Selimiye Camiinde eda ettiler. O gün Konya tarihî bir gün yaşıyordu.

"Öğle namazından sonra Üstad Mevlânâ'yı ziyaret etmek istedi. İç kapıdan girip, bir
iki adım attıktan sonra durdu ve ellerini açarak dua etti. Daha sonra kardeşi abdülmecid
Efendiyi ziyaret etmek istedi. Ancak polislerin mâni olması üzerine, kardeşi ile ancak kapıda
ayak üstü görüşebildiler. Daha sonra Konya'dan ayrıldı.

"Allah gani gani rahmet eylesin."

sh:»(s.320)

[]

Hilmi Pancaroğlu

HİLMİ PANCAROĞLU

l92l'de doğdu. Afyon'da Arasta Camii civarında hallaçlık yapıyordu.

"Bediüzzaman'ı Afyon'da iki yıl kadar kaldığı, dükkânımın yanındaki evde tanıyıp
ziyaret ettim.

"Zübeyir Gündüzalp ve Hüsrev Altınbaşak onun yakın talebe ve hizmetkârlarındandı.


Büyük bir din âlimi olmasına rağmen, sabahtan akşama kadar polisler kapısında bekler, eve
girip çıkanları tesbit ederlerdi.

"Bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Üstadın kapısındaki görevli


polis, yağmurdan korummak için benim dükkânımın karşısındaki başka bir dükkâna doğru
koşuyordu. Ben de bu durumu bir fırsat bilip, Üstadın evine doğru, yıldırım hızıyla koşarak,
evden içeri girdim. Kapıyı açan Zübeyir Gündüzalp'ti. 'Eğer müsaade ederseniz Hocaefendi'yi
ziyaret etmek istiyorum' dedim. Zübeyir 'Kendilerine bildireyim' diye yukarı çıktı. Az sonra
geldi ve 'Buyurun, Üstadın elini öpebilirsiniz' dedi.

Merdivenleri büyük bir heyecanla çıktım. Bediüzzaman Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm


okuyordu. Halen Üstadı aynı manzara ile rüyalarımda görmekteyim. Yanına yaklaşıp, elini
öptüm Bana 'Mesleğin nedir?' dedi. Hallaç olduğumu söyledim. 'Babam hocadır, size selâm
ve hürmetleri var. Kendileri korkusundan gelemiyor' dedim.
Üstadın hapiste iken Cuma'ya gitmesi

"Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak
vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş
içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı
anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler.

"Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.

"Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise


çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir.

Sh:»(s.321)

"Bir gün Bediüzzaman'ı ziyaret için, Kastamonu'dan beş-altı kişi gelmişti. Bir saat
kadar ziyaretinde bulunduktan sonra, dışarı çıktılar. Bediüzzaman Hazretleri de teşyi için
kapıya gelmişti. Kapıda görevli polis memuru ziyaretçilere eziyet etmek istedi. Üstad bu
duruma çok hiddetlendi ve celâllendi.

"İdamlık ayakkabıcı Tahir

"Ayakkabıcı Tahir adındaki bir şahıs bana bizzat Bediüzzaman'la ilgili hatırasını şöyle
anlatmıştı:

"Ben işlemiş olduğum suçundan dolayı idam kararını bekliyordum. Bediüzzaman


Hazretleri de hapishanede idi. Bana 'Sen idam olmayacaksın, benimle birlikte tahliye
olacaksın' dedi. Bu mümkün olamazdı. Hem benim duruşma günümle onunki arasında birkaç
ay fark vardı. Ama netice onun dediği gibi oldu. tahliye olduk. O bam başka bir zat idi.
Hapishanede çoğu kerametlerine şahit olmuşuzdur."

sh:»(s.322)

[]Ahmet Hikmet Gönen


AHMET HİKMET GÖNEN

1912'de Afyon'da doğdu. l937'de Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi, Isparta ve


Mardin'de hakimlik yaptı. l946'da avukatlığa başladı. l948'de Afyon'da Bediüzzaman'ın
avukatlığını yaptı. Çeşitli dâvâlarıyla meşgul oldu.

Yıl, l948. Afyon'da bir mahalle vardı, adı: "Nurcu Mahallesi." İşte böyle bir beldede
Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri "Nurculuk" suçundan tevkif edilip Ağır Ceza
Mahkemesine verilmişti.

Çeşitli avukatlar, bu arada Afyon avukatlarından Ahmet Hikmet Gönen,


Bediüzzaman'ın ve Nur talebelerinin avukatlığını üstlendi.

A.H. Gönen Bediüzzaman'la alâkalı tesbit ve hatıralarını şöyle anlatmaktadır:

"Ben Allah rızası için çalışıyorum"

"Bediüzzaman Emirdağ'dan Afyon'a getirildi. Kendisini daha evvelinden ziyaret edip


görmek istediğim halde, maalesef imkân bulamamıştım. Afyon'a geldiğinin haberini
amcazâdem Mehmet Erkoşar'dan öğrenince Adliyeye gittim. Saat on ikide umumî kapıdan
içeri girerken, Bediüzzaman sorgu hakimliğinden çıkıyordu. Beni gördü, bana doğru yöneldi.
Ben de ona doğru gidiyordum:

"Hoş geldiniz" dedim.

"Sen kimsin" dedi

"Ben avukat Ahmet Hikmet Gönen."

"Oooo, çok güzel, isabet oldu. Benim vekâletimi sen deruhte et" dedi.

"Hay hay efendim."

"Tamam," dedi. "Benim hakkımda açtıkları dâvâ yersizdir. Bu dâvâyı açtıkları için
haksızlık yaptılar. Ama biz muvaffak olacağız. Teşekkür ederim. Otele gel, görüşürüz."

sh:»(s.323)

"Hay hay efendim." deyip kısaca ayak üstü görüştük. Otele gittim. Ankara Palas
Oteliydi. Orada,
"Ben Allah rızası için çalışıyorum. Benim zikrim, fikrim Allah'tır. Benim talebelerim
de Allah yolunda, din, iman yolundadır. Başka bir maksadımız yoktur. Binaenaleyh, bu dâvâ
yerszdir. Siz benim vekâletimi yapın" dedi.

"Pekâlâ efendim" dedim.

"Tam 24 kişinin vekâletini aldık. Sonra dâvâ açıldı. Tevfik ettiler. 24 kişiyi içeri
aldılar. Kendisi de mevkuf idi.

"Ne kadar talebeniz var?"

"Bilâhare muhakeme sırasında bazı olaylar cereyan etti. Mübarek Ramazan


ayındaydık. Millet dinlemeye gelmişti. Bediüzzaman'a soruyorlardı:

"Ne kadar talebeniz var?"

"Bilmiyor musunuz?"

"Bir de siz söyleyiniz?"

"Çok," dedi, "binlerce."

"Mahkeme seyri sırasında boğazına birşey takılmış olacak ki, hemen soluna,
pencereye doğru "Tuh' diye tükürdü. Müdde-i umumî (savcı),

"Hakaret ediyorsun" dedi.

"Niye hakaret edeyim? Ben size cevap verirken boğazıma birşey takıldı' dedi.

"Bediüzzaman'ı tekrar tekrar mahkemeye verilmesinin sebebi, 'Cumhuriyete aykırı


hareket ediyor' demeleridir. Bu bahane ile mahkemelerde süründürdüler. Halbuki
Bediüzzaman ömrü boyunca cumhuriyet düşüncesine ters düşmemiştir.

Nur talebelerinin müdafaaları

"Maznunları her birisi şifahî olarak birer müdafaada bulundular. Ayrıca istida da
yazmışlar Onların müdafaalarını bir dinlemenizi isterdim. İnanır mısınız, en hafif müdafaa
yapacak beklediklerimizin müdafaası şâhane oluyordu. Tam sekiz buçuk saat müdafaa oldu.
Hele Ahmet Feyzi Kul'un müdafaası bir başka idi. Onun için Bediüzzaman 'Nur'un avukatı
Ahmed Feyzi Kul' derdi. Demek ki, Nur'un avukatı Ahmet Feyzi imiş. Biz usul bakımından
ise vekil idik. Ama asıl vekil, ilmî ve meslekî bakımdan vekili olan talebeleriydi.

sh:»(s.324)

[]

Bediüzzaman'ın l948'de Afyon'da alınan ifadelerinden birisinin sonu:

"Sorgu Yargıcı; Kâtip; Said Nursî yeni yazı ile imza edemediğinden sol elinin baş
parmağı bastırılmıştır."

"Nur'un asıl avukatı"

"l952'de amcazadem Mehmed Erkoşar'ın bir yakını vefat etmişti. Üzgün bir halde
yanıma geldi. Dedim:

"Gel seni Hoca Efendiye götüreyim.' O zaman İstanbul Fatih'deydi. Reşadiye Otelinde
kalıyordu. Ahmet Feyzi ile karşılaştık. Beraberce ziyarete gittik. İçeriye girince,

"Ooo, ben bir tane Ahmet beklerken Allah iki tane verdi' dedi. O zaman bana Ahmet
Feyzi'yi göstererek,

"Nur'un asıl avukatı budur' dedi. Ahmet Feyzi'nin müdafaası bir başka oluyordu. Uzun
uzun müdafaa ediyordu.

"Mahkemede savcı baş ağrısı geçirmiş, bir-iki defa aspirin almıştı. Mahkeme başkanı
çok halim-selim adamdı. Sağ elini çenesinin altına koyarak konuşulanları dinliyordu. Sağ eli
yorulunca sol elini çenesinin altına koyarak bütün müdafaaları dinledi. Sabah onda başladık,
öğle bıraktık. Öğleden sonra l:30'dan akşama kadar müdafaa devam etti. Benim müdafaam bir
saat on dakika kadar sürdü.

sh:»(s.325)

"Nur talebeleri doğrudan doğruya bir cemiyet değil, sadece bir cemaat idi. Bu cemaat
arasında o kadar muhabbet vardı ki, bir kardeş gibi geçiniyorlardı. Demek oluyor ki, Nur
talebeleri İslâmın kardeşlik esasını da hakkıyla paylaşıyorlardı.

Ahmet Feyzi'nin müdafaası


"Ahmet Feyzi müdafaasına devam ediyordu. Bir ara, müdafaası bitti zannettik. Sonra
birkaç saat daha müdafaada bulundu.

"Hep müdafaasını yapıyordu. Elindeki kâğıtlar bitince, biz müdafaası bitti


zannediyorduk. Bir de baktık ki, öteki cebinden başka bir kâğıt çıkarttı. Hem de defter
kâğıdına yazmıştı.

"Ahmet Feyzi o gün öyle bir ders verdi ki, çok ibret almıştık. Ertesi gün ise, çıktığımız
zaman hava kararmıştı.

"Avukat arkadaşlar

"Dün ne oldu? izah et" dediler.

"Ben fazla izah etmeyeceğim. Kısa söylüyorum. Biz dün iman deryasına girdik ve
çıktık, anladınız mı?" dedim.

"Bizim çok hatıralarımız var. Fakat meslekî ve adlî hayatımda unutamadığım tek
hatıram budur.

"Sonra arkadaşlar dâvâyı kaç liraya aldığımı sordular.

"Çok paraya' dedim. Halbuki para falan yoktu, Allah rızası için almıştık.

Tehditler

"O zamanlar bize çok gözdağı verdiler. Dâvâyı bırakmamı söylediler. Ayrıca hususî
olarak tehdit ettiler. Birkaç kişiyle beraber gelip, tehdit ettiler. Hattâ onlardan birisi bizim
büroya hiç gelmezdi. Bir kış günü, bir de baktık ki, bu adam odamıza geldi. 'Bu adam hiç
gelmezdi odamıza' dedim. Ben hemen 'Hoş geldin' deyip yer gösterdim.

"Bediüzzaman ve arkadaşlarının müdafaasına, galiba bir hafta kaldı' diye sordu.

"Evet' dedim.

"Benim eğer yetkim olsa, onu müdafaa eden avukatları keserdim' dedi.

"Biz iki kişiydik. Diğer arkadaş da Halil Hilmi Bozcalı idi. Bu arkadaş Afyon'un en
ünlü avukatlarındandı. O 'Keserim' diyen adam, sözünü tekrarladı:
sh:»(s.326)

"Evvelâ müdafaa yapan avukatları asmalı."

"Biz bir-iki cevap verdikten sonra,

"Bu kadar niye duruyorsunuz bu mesele üzerinde?" dedik.

"Efendim,' dedi 'Sen de mi mürtecisin?'

"Ne mürtecisi? Ne irticası?"

"Görmedin mi Bayramda? Hem bu sene Arapça serbest bırakıldı diye, iyice azıttılar.
Nasıl da içten içe tekbir alıyorlardı. Ramazan Bayramında görmedin mi içten tekbir
almalarını? Yoksa sen yok muydun?"

"Evet, ben de vardım."

"Bu.' dedi. 'İrtica yoludur."

"Sabrım taşmıştı:

"Yooooo, din yolunda, dinin senede iki defa gelen Bayramında müsaade edilmiş
tekbirleri, özellikle içten tekbir almayı, siz irtica mı sayıyorsunuz? Eğer irticaysa, ben
mürtecilerin de mürtecisiyim. Şimdi sen beni tehdit ediyorsun. Ben vazife almışım.Biz
canilerin vekâletini de alıyoruz hepimizaynı durumdayız. Bu dâvânın mânevî tarafı da var.
Şimdi ben doğrudan doğruya vazifemi ifa ediyorum. Ya emr-i Hak vâki olur, müdafaaya
giremem. Yahut da bu dâvâyı mümkün olduğu kadarıyla müdafaa edeceğim. Ondan sonra
isterseniz beni asın. Hem ipimi kendim boğazıma koyarım. Var mı başka diyeceğiniz' deyip,
kapıyı çarpıp, dışarı çıktım. Hamdolsun, hiç kimse birşey diyemedi.

"Mahkemeden sonra onlara şunu dedim:

"Nasıl, nasıl? İşte böyle olur mahkeme? Dinî cemiyet kurmak, cumhuriyet rejimine
muhalefet, derken netice ne oldu? Bunların ne gizli teşkilâtları var, ne de toplantı ve kararları,
Bunlar Allah'ın yolunda yürüyenleri irşad etmek arzusuna mâtuf hareketlerde bulunmuşlardı."

"Ben bu kitapları okuyarak din, iman yolunu öğrendim"


"Hoca Efendinin kitaplarını okuyorsun, onu müdafaa ediyorsun' diye birisini içeri
atmışlar. O zât da müdafaada,

"Şimdi benim suçum bu kitapları okumaktan ibaret. Ben gencim, bekârım. Yalnız
başıma oturuyorum. Afyon'da içkiye düşkün olabilirdim veya başka bir felâkete gidebilirdim.
Ama bu zâtın kitaplarını okuduktan sonra, artık o yollara gitmenin imkânı kalmadı. Ben bu
kitaplarda din, iman yolunu öğrendim. Bu kitaplara devam

sh:»(s.327)

[]

l948'deki Afyon mahkemesinde Bediüzzaman ve Nur talebelerinin avukatlığını yapan


Ahmet Hikmet Gönen'e verilen vekâletname.

sh:»(s.328) ederek bu kötü yollardan ayrıldım. Ben bu zata nasıl bağlanmayayım?


Hayatımı borçluyum' diyerek müdafaada bulundu.

"Buna mukabil mahkeme ona ne verdi? Ne diyebildi? Birşey diyemedi.

"Eserlerde suç unsuru bulunamıyordu."

"Ben o zamanlarda dâvâ ile ilgili evrakları Bekir Berk Beye vermiştim. Kırk beş
sahifelik bir rapor vardı. Diyanet İşlerinin raporu vardı. Külliyatın hemen her eseri için
bilirkişilerin tetkik neticesinde kanaatlarını ihtiva eden bir kaç satırlık notları vardı. Ama
dikkatinizi çekerim, hiçbirisinde suç vasfını haiz eden en küçük bir ize rastlanmamıştı. 'Bu
eserin )95'i dinî, ilmî, ahlâkî, içtimaî ve insanî mevzulardır ) 5'i u ise şahsı fikirlerden ibarettir'
deniyordu.

"Zaman zaman hapishaneye gider, Üstadı ziyarette bulunurdum. Bir sefer ki,
ziyaretimde harareti 40 dereceye kadar çıkmıştı. Böylesi bir halde bile, yine telif, tashih işiyle
meşguldü. Talebeleri yanında idi. Zaten kendileri de çok hastalık çekmişti.

"Müdafaayı hazırlarken Ali Fuat Başgil'in eserlerinden istifade ediyordum"

"Temyiz Mahkemesindeki müdafaayı Ali Fuat Başgil'in eserlerinden de istifade ederek


hazırladım. Karar, altı noktadan bozuldu. Müdafaa esnasında hazırladığım eserlere bu
meseleleri havale ediyordum. Reis havale ihtiyacı bırakmamak için, eserleri getirtti. Gelen
evrakları inceledi. Sonra müdafaaya devam ettik.

"Halkın arasında sıkılıyorum"

"Bediüzzaman Hazretlerine bir defasında hediye götürdüğümde bana şunları demişti:

"Halkın bana gösterdiği alâkadan sıkılıyorum. Ben de bu milletin bir vatandaşıyım.


Hem ben sıkılıyorum. Hem de idarenin gözünde başka manalar aranıyor. Ben de
üzülüyorum."

"Savcı namaza mani olmak istemişti

"Namaz vakti girdiğinde müsaade isteyen Bediüzzaman'a savcı hemen,

"Olmaz efendim, usule aykırı' diyerek homurdandı. Ben yerimde duramadım:

"Ne usulü?' dedim, 'Sizden usül hakkında birşey istenmiyor.

sh:»(s.329) Sizden Allah'ın yolundan ayrılmama gayretinde olan bir şahıs, bu yoldan
ayrılacağından endişe edip, beş dakika müsaade istedi."

"Hakim izin verdi. Bediüzzaman Hazretleri dışarı çıkıp namazını kıldı.

"Mahkemede ceza hakimi bana şöyle demişti.

"Ben, bundan yirmi beş sene evvel İstanbul'da talebe iken Bediüzzaman'ı duymuştum.
'Doğudan bir âlim geldi' dediler. Her sorulan soruya cevap veriyormuş. Bir gün bir kalabalık
gördüm. 'Ne oluyor?' diye sorduğumda, 'Bediüzzaman gidiyor' dediler. Ben de yaklaştım.
Tam bir şarklı kıyafetinde idi. Belinde hançeri vardı. Genç idi. İlmine o kadar güveniyordu ki,
kapısının üstüne 'Her soruya cevap verilir' levhası astırmıştı."

"Afyon Ağır Ceza Reisi Tevfik Önem izne ayrılmıştı. Kendisi muhterem bir adamdı.
Onun yerine bir hakim vekâlet ediyordu. Mahkemede kalan kitapların alınması için
müdafaada bulunmuştum. Hakim Ali Bayram kızdı. Bütün Nur talebelerinin tevkifi için emir
verdi. Çok heyecanlanmıştım. Yerimden fırlayıp,"Durun, Allah aşkına, durun, durun. Bu
karda, kışta, Bayramdan etmeyin bu kadar insanı. Bir de bunların muhafazası için o kadar
asker gerekecek, yazıktır. Mahkemenin iptalini rica ediyorum' dedim.
"Bu çok heyecanlı konuşmanın ardından arkadaşlar gidip yüzümü yıkamamı
söylediler. Aynada rengimin bembeyaz olduğunu gördüm.

"Neticede olarak şunu ifade edeyim ki:

"Bediüzzaman denilince aklıma, Bediüzzaman için açılan mahkemelerin yersizliği


gelir. Ne kadar çektirmişlerdi? Allah yolunda ilim yapmış bir şahıs bu yolun mensuplarını
yetiştirmek için gayret sarfetmiştir. Gençliğin perişaniyetini görmüş ve gençliğe hitap etmiş;
insanlığa hitap etmiş; vatan için, din için çalışıp ömrünü bu ulvî gayelerle geçirmiştir.

"Bediüzzaman tamamen mânevî yolda çalışmış bir şahsiyettir. 'Sen bu yolda


çalışıyorsun' diye rahatsız etmişlerdi. Halbuki Anayasamızda 'Kimse dinî duygularından
dolayı kınanamaz' denmektedir.

"Bediüzzamana bunca yapılan tahdit, tehdit eziyerlerden sonra, ona açılan dâvâların
yersiz olduğunu anladım.

"Büyük adamdı. Din için çekti. Allah için çekti. Allah gani gani rahmet eylesin.

sh:»(s.330)

"Bir kabristanın yanından geçerken, Fatiha okursam, muhakkak Bediüzzaman için de


okurum."

[]

Bediüzzaman'ın Afyon hapsi notlarından iki küçük sayfa, Nur'lardan bazı ifadeler
bulunan yazıların tamamı l25 sayfa tutmaktadır. Defterin ilk ve son sayfalarının suretleri.

Bir not

"On Dördüncü Şua"da geçen "Başbakanlığa, Adliye Başkanlığına, Dahiliye


Bakanlığına" diye başlayan dilekçeyi ve sonundaki "Bir tek gayem vardır" şeklindeki parçayı
l948 senesinde Bediüzzaman'ın avukatı Ahmet Hikmet Gönen kaleme almıştır. Bediüzzaman
bu parçayı beğenip takdir etmiş, altına kendi imzasının atılmasını memnuniyetle kabul
etmiştir.

sh:»(s.331)
[]

Osman Toprak

OSMAN TOPRAK

l9l4'de Eskişehir'de doğdu, Yalaman Camiinde uzun yıllar imamlık yaptı. l948'de
Afyon hapsinde Bediüzzaman'la birlitte iki ay hapis yattı.

Eskişehir Yalaman Camii yanında, emekli imam, nur gibi, ruh gibi, melek gibi, Osman
Toprak'ı dinlemekteyiz.

O kadar rahat, tatlı ve içten, tekellüfsüz anlatıyor ki, insanı bir anda kara ve karanlık
dünyadan alıp, ötelere, ebedlerin nurlu âlemlerini götürüyor.

Kendileri aslen evlâd-ı fatihandan. Anne ve babası Silistreli.

Şahidi olduğu aziz günleri şöyle dillendiriyor:

Camide Nurları arıyorlardı

"l948'de Ankara'dan yazılan bir mektupta 'Yalaman Camii imamında Nur'lar var'
şeklinde olan cümleyi Kalabak Camii şeklinde okumuşlar. Devamlı Kalabak Camiini
arıyorlar. Daha sonra bir kâtip 'Bu kelime Kalabak değil. Yalaman'dır' diye mektubu doğru
dürüst okumuş. Çeşitli kıyafette ve şekilde polisler gelerek camiin etrafında dolaşmaya
başladılar. İki kişi camiye ayakkabı ile girdi. Orada bulunan Nur'larla alâkalı mektubu beş-altı
memur görmedi. Sözler'i ve Mektubat'ı görerek hemen aldılar. O gün beni öğlen on ikiden
akşam dokuza kadar karakolda ayakta beklettiler. Sonra kelepçelenerek iki jandarma
nezaretinde Afyon hapsine doğru yola çıktık.

"Eskişehir'de Abdullah Efendi isminde âlim bir zâtın 'Bediüzzaman kimdir?' sualine
cevap veren fevkalâde bir yazısı vardı. Bu yazı Hasan Çalışkan'da kalmıştı.

"Afyon hapsinde Üstad bize şöyle buyurdu: 'Eskişehir'den Abdullah Efendiyi(*) ve


diğerlerini tevkif edip getireceklerdi. Fakat Eskişehir namına sen geldin.'

_______________
(*) Abdullah Toprak; Muttalip köyünden Hacı Hilmi Efendinin yakınlarından,
Eskişehir Müftülüğünü yapmış bir zattır. "Bediüzzaman kimdir?" başlıklı çok mühim bir
yazısı vardır.

sh:»(s.332)

"Tahiri Mutlu'nun mânevi makamı"

"Afyon hapsinde tam altmış dört gün mevkuf kaldım. Bu mevkufiyetim merhum
Tahirî Mutlu'nun koğuşunda geçti.

"Hapiste Üstadla devamlı görüşmelerimiz olurdu. Üstad bana bir gün şöyle buyurdu:
'Onlar seni başka bir koğuşa koyacaklardı. Ben seni Tahirî'nin yanına verdim. Beni altı koğuş
gezdirmişlerdi, sonunda Tahirî'nin koğuşunda kaldım.'

"Üstad, merhum Tahirî Mutlu için şöyle diyordu: 'Tahiri'nin öyle bir derecesi var ki,
manevî sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder. Bunu kendisine söyleme.
Tahirî dolu testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi bilseydi dünyada harcardı. Bu
mânevi varlığı âhirette ümmet-i Muhammede faydası olacak' diye anlatmıştı.

"Emirdağ'ına Hacı Şükrü ile birlikte Üstadın ziyaretine çok giderdik. Bir gün
Emirdağ'ında bir bahçede idi, 'Fesübhanallah, niye geldiniz?' deyince 'Biz de sizi görmek
istedik' dedik. 'Sıkıntılı bir zamanda niye geldiniz? Bu gelişiniz onların gözünü korkutmuştur'
diye tebessüm ederek bize üzüm ikram etti, sonra ayrıldık.

"Afyon mahkemesinden sonra Üstadla beraber çıktık. Sivil bir polis beni sıkıştırdı.
Bunu Üstada söyledim. Üstad 'Bunların hepsi benim kardaşımdır, hakkımı helâl ediyorum'
dedi.

Üstadın abdest alışı

"Eskişehir Yıldız Otelinde bir gün abdest suyunu ben döktüm, üç seferinde de avucunu
iyice dolduruyordu. afyon'da ikindi namazı için bir yere gitmiştik. Çalışkanlar da vardı. 'Üst
tarafta ben namaz kılacağım, bizim meşrebimize böyle uygundur, siz aşağıda kalın' demişti.

"l95l'de Üstad Eskişehir'in Yıldız Otelinde ziyaretçisi olan bir mühendise ders
veriyordu. Daha sonra mühendis, 'Hayatımda böyle bir mühendis görmedim' diye hislerini
dile getirdi.
"Bir gün Üstada börek yapıp götürmüştüm. 'Kimse görmesin, yoksa göz hakkı kalır'
dedi. Abdullah Çalışkan'la bana on kuruş göndererek, 'Bunu almazsa boğazımdan geçmez'
dedi."

sh:»(s.333)

HASAN ZAİMOĞLU

Üstad ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Bediüzzaman bizim çarşıdaki bir evde, altı ya da sekiz ay kadar göz hapsinde
kalmıştı. l95l-53 seneleri arasındaydı. Bu müddet zarfında Bediüzzaman'ı iki defa Afyon, bir
defa da Bolvadin-Emirdağ arasındaki Kapaklı Jandarma Karakolunda ikindi namazında
görmüştüm.

"Üstad kalabalıkdan şiddetle rahatsız olurdu"

Kapaklı Karakolu kırdaydı. arabalar karakolun önünde durmuştu. Beş-altı kişi de


çimenlerin üstünde namaz kılıyordu. Burası şehirlerarası bir yol olmasına rağmen, şimdiki
gibi arabalar sık olmadığından tenhaydı. Saatte ancak üç-dört araba geçiyordu.

Bediüzzaman, Savaklı Köy çeşmesinin önündeki soğütlükte namaz kılmak için


durmuştu. O esnada birkaç araba daha durmuştu. Biz de görünce, 'Bedüzzaman var' diye
indik. Ellerini öpmeye koştuk. Karakol Bolvadin'e 25-30 kilometre uzaktaydı. en yakınında,
yani beş kilometre ötede bir dağ köyü vardı.

"Bedüzzaman Emirdağ'ından Isparta'ya gidiyormuş. Ziyaret için duran arabalar


çoğalınca, Bediüzzaman Hazretleri jandarma karakolu olması dolayısıyla dikkati çekti ki,
bizlere askerlerin evham edeceklerini söyleyerek, oradan hemen hareket ettiler. Bu arada yine
bazı arabalar yine durdu. Bir anda on onbeş araba oldu. Kırda büyük bir kalabalık olmuştu.
Üstadı görüp de bırakıp geçen hiç olmuyordu. Talebelerine, 'Hemen gidelim' dedi. Ve hareket
ettiler. Bizlere arkasında namaz kılmak nasip olmadı. Zaten Üstad kalabalıklardan

sh:»(s.334) lıklardan şiddetle rahatsız oluyordu. Üstad Hazretlerini en yakından


görmem böyle olmuştu.

"Bir de Emirdağ'ında kapısında uzun bir kuyruk ve kalabalık vardı. Tabiî ben de onu
ziyaret edebilmek için bu kuyruğa girmiştim. Araba geldi ve tam evin önünde durdu.
Bediüzzaman içinden indi. Sıra bana gelince, mübarek ellerine kapanarak öptüm. Bu arada
benim dikkatimi çeken bir hadise oldu: Üstad bazılarına elini vermemişti. Daha sonra
öğrendim ki, bunlar kötü niyetli kişilermiş.

"Ayyaş adam nasıl talebe oldu?"

"Ayrıca, üstadın büyüklüğüyle ilgili şu hadiseyi anlatmak isterim:

"Babamın akrabası Rüstemoğlu Hüseyin isminde bir adam vardı. Bu adam gece
gündüz içen birisiydi. Bu adam Üstad Bediüzzaman'ın adını duyunca hemen kalkıp ziyaretine
gidiyor. Üstadın kapısına varıp, kapıyı çalıyor. Talebeleri kapıya çıkınca, içeriden Üstad
Hazretleri, 'Bırakın misafiri, gelsin' diyor, Hüseyin'i içeri aldırıyor.

"Hüseyin içeriye girince, Üstad, 'Gel bakalım Hüseyin, senin işin tamam, artık sana
öyle şeyler yasak' diyor.

"Hüseyin şaşırıyor. Ondan sonra daima üstadın yanına uğrayıp, ziyaret ederek,
dualarını alıyor.

"Birgün Üstad ona, 'Hüseyin, bana beş kuruşluk domates al' diyor.

"Hüseyin domatesi alıp getiriyor, 'Buyurun hocam' diyor.

"Üstad Hazretleri kendisine beş kuruş daha uzatarak, 'Hüseyin, ya bu beş kuruşu daha
alırsın yahut domatesin yarısını alırsın. Ben sana beş kuruş verdim. Sen gittin on kuruşluk
domates aldın' diyor.

"Yok hocam' demeye çalışıyor. Üstad Hazretleri Hüseyin'e her zaman doğru söylemesi
gerektiğini anlatıyor. Artık tevbe ettiğini bildiriyor, onun için bir daha günahlı işlere
girmemesini söylüyor.

***

sh:»(s.335)

"Amcam Afyon cezaevinde yatmıştı. Onun ifadesine göre, hapiste ne kadar vahşi,
câni, belâlı kişiler varsa, hepsi de Üstad Hazretlerinin ders ve irşadiyle ıslâh olmuşlar. O, nur
dersleriyle hapishaneleri ıslahhanelere çevirmişti.
"Üstad Hazretlerinin mahkemesi olduğu gün çok büyük kalabalıklar olurdu. Kapıda
Üstad gözükünce milletin yüzü gülerdi."

sh:»(s.336)

[]

İbrahim Arman

İBRAHİM ARMAN

Afyonlu İbrahim Arman l944 yılında Ankara Hukuk Fakültesinde okurken hocasını
öldürdüğü için hapse girdi. l950 Menderes döneminde çıkarılan afla idamdan kurtuldu. 60
ihtilâlinin akabinde çıkarılan bir afla da serbest bırakılan Arman, yaklaşık l7 sene hapiste
yattı. l948 senesinde Afyon hapsinde Bediüzzaman hazretleriyle görüşme şerefine nail oldu.

"Üstadı Afyon hapishanesine göndermişlerdi. Ben de orada idim. Savcı, beni


seviyordu. Üstad için, 'Bunu bir kişilik bir odaya kapayacağız' dedi. Ben de 'Peki' dedim.
Hocayı bir kişilik bir odaya kapattılar, anahtarlarını da bana verdiler.

"Hocanın yemeğini ben veriyordum. 'Bunun odasına kitap, kalem, kâğıt ve ziyaretçi
sokmayacaksın' dediler. 'Olur' dedim. Kendisine götürdüğüm ekmekleri belki yetmiş parçaya
bölüyor, birazını kendine alıyor, geri kalanını da 'İbrahim kardeşim bunları talebelerime götür'
diyordu. Ben bu duruma çok hayret ediyordum.

"Mahkeme zamanı geldiğinden birgün önce beni yanına çağırarak, 'Bugün avluda
dolaşırken duvar diplerinde gezinme' dedi.

"Ben merak etmiştim. Fakat kendisine nedenini sormadım. Said Nursi ve talebeleri
mahkeme saati geldiğinde mahkemeye gittiler. Onlar hapishaneden ayrıldıktan sonra bir
zelzele oldu. Avluda gezinen birkaç kişinin saçaklardan düşen kiremitlerle yaralandığını
gördüm.

"Burası mescid mi?"

"Öğle vakti geldiğinde-bunu mahkemeye gidenler anlatıyor-Hüsrev Altınbaşak


mahkeme koridorunda ezan okuyor. Hâkim ve savcı 'Burası mescit mi yahu?' diyerek
kızgınlıklarını belirtiyorlar. Bediüzzaman bu sözlere aldırmadan talebelerinin önüne geçerek
onlara namaz kıldırıyor.

sh:»(s.337)

"Aradan birkaç gün geçtiğinde Afyon'un zenginlerinden Tuzcu Avni isminde bir
arkadaş Bediüzzaman'a bir yün yatak, bir yün yorgan ve bir tane de halı gönderdi. Ben
kendisine bunu söylediğimde, Bediüzzaman, 'Sağolsun, ben hediye kabul etmediğim için bu
hediyelerini kabul edemeyeceğim' dedi.

"Savcı Üstadın elini öptü"

"Said Nursi'nin sırtında beyaz bir cübbesi vardı. Yorganı da, yatağı da o idi. Koğuşta
tek başına kalıyordu. Savcının tenbihi üzerine kâğıt, kalem veremiyordum.

"Günlerden Ramazan Bayramıydı. Savcıyla Müdür Otpazar Camiine bayram namazı


kılmak için gitmişlerdi. Camiye vardıklarında bakıyorlar ki, Bediüzzaman en ön safta
oturuyor. Namazdan sonra kapının iki tarafına durarak Hocayı beklemeye başlıyorlar. Nihayet
herkes çıkıyor, fakat bir türlü Bediüzzaman'ı kapıdan çıkarken göremiyorlar. en son camiin
imamı çıkarken soruyorlar, içeride başka kimse var mı diye. İmam, içeride hiç kimsenin
olmadığını söylüyor.

"Bu şaşkınlık üzerine ikisi de cezaevine geliyorlar. O sıra ben yatıyordum. Gardiyan,
'Koş İbrahim seni Savcıyla Müdür çağırıyor' dedi.

"Ben koşa koşa gittim, Hocanın kapısı önünde beni bekliyorlarmış. Bana kızgın kızgın
'Aç şu kapıyı' dediler.

"Kapıyı açtım, Bediüzzaman, elinde tesbih cübbesini önüne almış oturuyordu. Bana
kızan Savcı önce gitti elini öptü, arkasından da müdür elini öptü. Ondan sonra müdür bana
'Hocaya herşey serbest, ziyaretine gelenleri yanına al' dedi.

"Ben şaşırmıştım, fakat bunun nedenini müdüre bir türlü soramadım. Çünkü herşeyi
yasak ettikleri bir adama, birden herşeyi serbest etmeleri beni bir hayli düşündürdü. Aradan
birkaç gün geçmişti, ben müdüre bunun hikmetini sordum. Müdür bana, 'Kardeşim, biz onu
bayram namazında camide gördük. Fakat buraya geldiğimizde onu koğuşunda bulduk. İşte bu
yüzden ona hürmet etmeye başladık' dedi. (Müdürün adı, Uşaklı Mehmet Bey)"
***

Bisküvi bereketi

"Said Nursi'nin odasında devamlı yanında taşıdığı bir sepeti vardı. Sepetinde bir kiloya
yakın bisküvi vardı. Bayramda gelenlere se

sh:»(s.338) petin içine bakmadan herkese bisküvi ikram ederdi. Aylarca o sepetteki
bisküvi bitmedi. Yiyeceği ekmeğin bir kısmını yer, geri kalanını da yanına gelen kuşlara ve
farelere verirdi.

"Çok az ekmek ve birkaç tane zeytinle iktifa ederdi. Dışarıdan çok güzel yemekler
gönderirlerdi, ama o bunların hiçbirini kabul etmezdi. Kesinlikle hediye namına hiç birşey
kabul etmezdi. Kıyafeti düzgün ve sade idi. Sakalı yoktu. Saçları uzun ve bakımlı idi. Bir
usturası vardı, onunla tıraşını olurdu. Hapishanede ustura gibi kesici âletler yasak olduğu
halde, ona serbest edilmişti.

Çözülen kelepçeler

"Bir gün yine mahkemeye giderken jandarma onbaşısı ellerine kelepçe vurduruyor.
Birkaç adım gittikten sonra kelepçeler çözülerek yere düşüyor. Başçavuş, 'Kelepçeleri neden
sağlam bağlamadın?' diye onbaşıyı dövüyor. Bu sefer başçavu, Said Nursi'nin eline
kelepçeleri kendisi takıyor. Fakat aynı hadise cereyan ediyor. Ondan sonra da kelepçe
vurmaktan vazgeçiyorlar. Diğer talebeleri kelepçeli, o kelepçesiz bir vaziyette mahkemeye
gidiyorlar.

"Yine birgün ceza evinde bıçak araması yapılacaktı. Ben Bediüzzaman'a haber
vermeye gittim. Baktım ki, kitap okuyor. Yanında da bir sürü kitap var. 'Eyvah!' dedim, savcı
gelirse 'İbrahim sana itimat ettik de anahtarını verdik bunun yanında bu kitaplar ne?' derse
diye düşünmeye başladım.

"Arama sırası Bediüzzaman'ın odasına gelince çekine çekine odasını açtım. Gerçi
savcıdan korkmuyordum, ama mahcup olmaktan çekiniyordum. Açtıktan sonra birde ne
göreyim, yanında hiçbir kitap yok."

sh:»(s.339)
EMİRDAĞ ŞAHİTLERİ

Sh:»(s.340)

sh:»(s.341)

EMİRDAĞ,ÇALIŞKANLAR HANEDANI VE CEYLAN ÇALIŞKAN

Bediüzzaman, Denizli hapishanesinde dokuz ay mevkuf kalmıştı. Burada iman ve


Kur'ân hakikatlarının nuru olan "Onbirinci Şua"yı, Meyve Risalesi'ni yazmıştı.

Bu dersi şöyle takdim etmektedir:

"Denizli hapsinin bir meyvesi: Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur'un bir
müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü, yalnız
buna çalışıyoruz.

"Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün
mahsulüdür."

Şairlerin, ediplerin ve diğer insanların "hapishane, maphushane, kodes, zindan"


dedikleri bu menzile Bediüzzaman "Medrese-i Yusufiye" ismini vermiştir. Zeliha'nın iftirası
üzerine atıldığı hapishane, Yusuf Aleyhisselâmın şeref vermesiyle bir dershane, bir medrese
olmuştu, Bu tesbiti ve keşfi yapan Bediüzzaman buraya Yusuf'un(a.s.) medresesi, dershanesi
ismini vermişti.

l5 Haziran l944 tarihinde tahliye edilen Bedüzzaman, Halil Bektaş'ın o zaman


Denizli'deki meşhur Şehir Otelinde bir buçuk ay kadar, aziz bir misafir olarak kalmıştı.
Nihayet Ankara'nın verdiği karar üzerine, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasında oturması
emredilmişti!
3l Temmuz l944 Perşembe günü Denizli'den alınarak Afyon vilâyetine getirilip,
Ankara Oteline yerleştirildi. Burada da yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ağustos ayının
sonlarına doğru, Şarklı Tahir isimli bir polis memurunun nezaretinde, ikindiden sonra, akşama
yakın, Şaban ayı içinde Emirdağ'a getirildi. Emirdağ, artık Bediüzzaman'ın bir asra yaklaşan
ömrünün son menzili sayılırdı. Burada l950 yılına kadar devamlı, 50'den sonra zaman zaman
uğradığı, kaldığı bir belde olmuştu.

Edipler Emirdağ'la alâkalı olarak çeşitli eserler vermişlerdir. Denizlili şair, mutasavvıf,
veli ve edip bir zat olan Hasan Feyzi Yüregil, Üstadının Emirdağ'da zehirlenmesinden dolayı
vefat haberini almış gibi kaleme aldığı çok içli ve dertli mersiyesinde acıklı bir tablo çiz

sh:»(s.342) mekte, bu tablonun Emirdağ'la alâkalı kısmında şunları ifade etmektedir:

"Ah, o emirdağ! Biz onun nasıl bir dağ olduğunu hâlâ anlayamadık. Ondaki esrarı hâlâ
çözemedik. O dağ hakikaten Emir dağı mı; yoksa esir dağı mı? O da bize bir dağ oldu. O
dağın urduğu dağ yine bizi dağladı. Onun dağı bizi yaktı kavurdu. O dağ bizim dağımız
üzerine binlerle dağ olup hepimizi dağladı, hüzün ve elem verdi. Ah, o dağ yüz binlerle
kardeşin yetim kalmasını kasdetti. Hepimizi diri diri ateşlere yaktı. Hâsılı, o dağ seni harap,
bizi kebap etti, Üstadım. Ona emir dağı değil, emer dağı ve ecel dağı demeli. Seni aramızdan
alıp kendine ve içine çeken o dağa emir dağı değil, emen dağı demeli, ey 'Evemen kâne
meyten fe ahyeynâhu nefsi' himayesiyle dirilen Üstadımız, 'Said de öldü' desek inanırlar mı?
Hem Said ölür mü? Ölen şaki ve hayvan değil midir?Buyurduğun gibi, bu ancak bir yer
değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır, fakat bizim için çok acı, çok."

Hekimoğlu İsmail Yokuş isimli kitabında "Emirdağ'da Sabah" başlığı altında


Bediüzzaman'ın Emirdağ'a girişini, aydınlık, güneş, nur ve sabah olarak anlatır, tavsif eder.

Mehmed Önder de Aldı Sözü Anadolu isimli eserinde Emirdağ bahsine


"Emirdağ'larından öteye yol gider" ile başlar. Hakikaten müellif bilmeden, bilemeden
Emirdağ'dan öteye, çok ötelere giden nur yolunun, Nurs yolunun izahını yapmakta, Emirdağ
efsanesini anlatmaktadır.

Emirdağ, adını, yanı başında yükselen Emirdağ dağlarından alır. Aslında emirdağ
şehrinin ilk adı Muslucalı'dır. Bu adın Selçuklular devrinde bölgeye yerleştirilen Oğuz
oymaklarından birisinin beyi olan Musluca'dan geldiği söylenir. Sultan Abdülaziz devrinde
Muslucalı'ya çok sayıda göçmen yerleştirilmiş ve adı Aziziye olmuş, cumhuriyetten sonra
Emirdağ adı verilmiştir.

Bolvadin'de Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin torununa ait olduğu söylenen bir türbe
bulunmaktadır.

Merhum Arif Nihad Asya bir dörtlüğünde şunu ifade etmektedir:

"Bolvadin'de Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ve adaşları,

Çevrende muhafız sekiz on arkadaşın

Ceylânîler, Kadirîler, Kadriyeler,

Abdiller olmak istemişler adaşın!^"

Haliyle Bolvadin ve Emirdağ'da Geylâni ismi Ceylân olarak dolaşmaktadır insanlar


arasında..

sh:»(s.343)

Emirdağ'a Kerkük'ten Musul'dan gelen Türkmen aşiretleri içinde "Gayretli" lâkaplı bir
zat da vardı.

Bu zatın neslini babadan oğula doğru şöyle sıralayabiliriz:

Gayretli Mustafa,

Süleyman Ali,

Hacı Osman Dede,

Derviş Ali.

Derviş Ali'nin altı evladı vardı. Bu evlâtlar Nur Külliyatının mektuplarında


"Çalışkanlar Hanedanı" diye geçmektedir.

Musul'un "Gayretli oğulları, " Türkiye'de, Emirdağ'da ve Nur'larda "Çalışkanlar


Hanedanı" olmuştu.

Bu altı bahtiyar biraderler şunlardır:


Osman Çalışkan (l899-l965)

Abdullah Çalışkan (l902-l952)

Hasan Çalışkan (l908-l979)

Mehmed Çalışkan (l905-l984)

Ahmed Çalışkan ()

Mahmud Çalışkan (l936- )

Çalışkanlar hanedanından Mehmed Çalışkan'ın oğlu olan Ceylân Çalışkan dehâ


derecesinde bir zekâya sahipti. Çok küçük yaşta Bediüzzaman'ın hizmetine girmiş, mânevî bir
evlât olmuştu.

sh:»(s.344)

[]

Osman Çalışkan

OSMAN ÇALIŞKAN

Çalışkanlar hanedanının en büyüklerindendi. Üstad, Osman Abdullah, Mehmed ve


Hasan Çalışkan kardeşleri kastederek, "Siz de dört kardeşsiniz, ben de dört kardeşim;
Çalışkanlar hanedanı benim akrabamdır" diye buyurmuştu.

Elimizdeki hatıralara göre, Osman Çalışkan tok sözlü, hak sözlsü, babacan ve
hakperest bir insanmış.

l945'te Üstadın penceresine merdivan dayayarak, yemeğine zehir atıp suikast


tertiplemişlerdi. Osman Çalışkan, Üstada, "Size bu pencereden bir zarar geleceği ihtar
edilmedi mi" diye sorduğunda,

"Bir zarar geleceğini hissettim, ama bu bir kader-i İlâhidîr" diyen Üstad zehirlenmeden
sonra beş-altı gün hasta yatmıştı.
Osman Çalışkan'ın dedesi Hacı Osman, Yemen'de askerlik yapmış olan kahraman bir
adammış. Bu Yemen kahramanının dedesi, Gayretoğlu Mustafa bir Türkmen aşireti ile
Musul'dan iki asır evvel gelip, bugünkü Emirdağ'a yerleşmişti.

Afyon Yusufiye medresesinin bahtiyar mensubu Osman Çalışkan'a Üstad bir


mektubunda şunları ifade buyuruyordu:

"Aziz Sıddık Kardeşim Hacı Osman,

"Manevî bir ihtar ile size buradaki kardeşlerime bir hakikatı beyan etmek lâzım geldi.
O hakikat şudur: Risale-i Nur'un hizmetinde ve şakirdlerinin selâmetinde tam sadakat ve ihlâs
bir esaslı şart olduğu gibi, belki şimdilik daha

[]

Osman Çalışkan iki oğlu Halil ve İhsan

Çalışkan ve kardeşi Mehmed Çalışkan'ın oğlu

Ceylan Çalışkan

sh:»(s.345)

[]

Üstadın, Osman Çalışkan'a kendi el yazısıyla olan mektubu

sh:»(s.346)

[]

Üstad, Osman Çalışkan'ın hanımı Sultan Hanımın yazdığı Risale-i Nur'un sonuna şu
duayı yazmıştı: "Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmetine bu nüshanın sahibesi,
hemşiremiz sultan Hanımı cennetü'l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin,
âmin..."

[]
Osman Çalışkan'ın yazdığı bir Nur Risalesine Üstad şöyle yazmıştı: "Yâ
Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmtine bu nüshayı yazan Osman'ı cennette saadet-i
ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve nuriyede muvaffak eyle, Âmin, âmin, âmin...'

sh:»(s.347)

[]

Osman Çalışkan'ın yazdığı cevşen'e Üstad şu duayı yazmıştı.

Yâ Erhamerrahimîn, Cevşen'deki isimler hürmetine bu nüshayı yazan ve okuyan


Osman'ı cennetü'l Firdevste ebedî mesud eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede daima
muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin.."

ziyade elzem ve hem ikinci esaslı şart, tam ihtiyat etmek ve münafıkların zahirce
dostane hulûllerine meydan vermemek ve tam dikkat etmektir.

"En evvel sana söylüyorum. Senin sadakatinde, haslardan olduğu gibi bana akraba
olan Çalışkan hanedanının ehemmiyetli bir rüknüsün. Benim hakikî bir kardeşim
hükmündesin. Sen ticaret mesleği itibariyle herkese dostane muamele ettiğinden, Nur'lar
aleyhindeki bir kısım bedbahtlar senin mertliğinden ve doğruluğundan ve temiz kalbliliğinden
ve safvetinden istifade edip, Nur'ların intişarına zarar verdiklerini hem maddi, hem manevî
haber aldım. Şahsıma gelen sıkıntıya hiç ehemmiyet vermem. Şahsî bin zararım olsa, Nur'un
intişarlarına dokunmazsa, beş para kıymeti yok. Fakat dessas ve zındık bir komite, zahiri
benim şahsıma bir bahane ile sıkıntı verir. Tâ Nur'lara perde çekilsin. Şakirdlerin şevki
kırılsın.

"Bir haşiyecik:

"Buraya Eşref gelmiş ve kitaplar Konya'ya gönderilmiş. O münafıklar hissetmişler.


Gerçi kanun hiçbir cihetle bize ilişemez. Fakat münafıklar bahane arıyorlar."

Osman Çalışkan l965 yılında Eskişehir'de vefat ettiği zaman, polis memurları,
"Hakikaten öldü mü?" diyerek kabristanda tahkikat yapmışlardı; çünkü bu mert adamın ismi
zihinlerde daima şimşek gibi çakıyordu.

sh:»(s.348)
[]

Mehmed Çalışkan

MEHMED ÇALIŞKAN

Mehmet Çalışkan l905 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. l984'te Eskişehir'de vefat
etti.

Hatıralarını şöyle anlatıyordu:

"l944'ten önce, Denizli'ye ticaret için seyahatlerim esnasında Üstad Bediüzzaman'ın


ismini duymuştum. 'Çok büyük âlimmiş. çok derin bir hocaymış' derlerdi. Ama o günlerde
kendileriyle görüşme imkânım olmamıştı. 'l944'ün Eylül'ünde Denizli'ye gidip, ziyaret eder,
görüşürüm' diyordum. Ağustos ayının sonlarıydı. Bediüzzaman'ın Emirdağ'a geldiğini
kardeşim Hasan Çalışkan'dan duymuştum. O, bir gün önce Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete
gettiğini söylemişti. Ben de hemen ziyaret etmek istemiştim. Sabah namazından sonra otele
ziyaretine gittim. Kimseyi almamalarını tembih etmişti. Emirdağ'da Üstadı ilk ziyaret eden,
bizim birader Hasan olmuştu. üstad ona, 'Emirdağ'da beni ilk ziyaret eden sensin. Burada ilk
talebem sensin' demiş. Sonradan biradere, henüz yeni vefat eden babamız için de, 'Pederin çok
büyük bir adammış. Ne kendisi, kendini bilmiş, ne halk onu bilmiş. Pederiniz âlem-i berzahta
Hafız Ali ile beraber oldular. Onu Hafız Ali'ye eş ve arkadaş yaptım' diye buyurmuş. Bana
şöyle demişti: 'Babanız sağ olsaydı, bana asıl hizmeti o ederdi.'

"İlk ziyaretine gittiğimde, odasında yalnızdı. Zannedersem, ezberinden Cevşen


okuyordu. Bana baktığında, 'Efendim hoş geldiniz, safâ geldiniz' dedim. Bana 'Senin ismin
ne?' dedi. 'Benim ismim Mehmed, akşam sizi ziyaret eden Hasan'ın ağabeyiyim, Derviş
Ali'nin oğluyum' dedim.

"İnşallah, Muhammed kardaşım, sizinle çok görüşeceğiz. Benim

sh:»(s.349) şimdi işim var, sonra görüşürüz."

"O günden sonra, biz alâkayı kesmedik. On beş gün kadar otelde kalmıştı.

"Otel olmuyor, size bir ev bulalım' dedik. Hemen bir ev bulduk. Hasan Gücenmez'in
otelinde kalıyordu. Yeme içme rahat olmuyordu. Evin ihtiyaçlarını temin edip, Üstadı eve
yerleştirdik. Evi otelin karşısındaydı.
"O zamanlar biz Üstadın kıymetini iyice bilemiyor, derin bir hoca olarak görüyorduk.

"Üstada tuttuğumuz evde Karadenizli Yaşar isminde birisi vardı. Evin üç odası vardı.
Kalaycı Yaşar bir odada kalıyordu. Üstadı tanıdıktan sonra, 'Ben sizi rahatsız etmeyeyim'
diyerek başka bir eve geçti.

"Üstad Emirdağ'a Şaban ayında gelmişti. Kendilerine yemek bizim evden giderdi,
Hanım pişirir, ben de götürürdüm. Otelde ve evdekaldığı zamanlarda çamaşırını biz yıkardık.

"Ramazan ayında önceleri camiye devam etti. Sonraları 'Fatiha'yı yetiştiremiyorum.


İmamlar çok sür'atli okuyorlar. Ben Şafiîyim, okumam lâzım' diyerek, teravihlerde camiye
devam edemedi. Bizler bazan evde, arkasında cemaat olurduk.

"Bir gün akşamdan sonra bizim birader Hasan, 'Haydi Üstada gidelim, Hoca Efendiyi
ziyaret edelim' dedi. Dışarısı karanlıktı, lâmbası yanmıyordu. Fakat içeriden sesi geliyordu.
Galiba okuyordu. Ezkârını bitirdikten sonra girecektik. Dışarı çıkarak 'Niye geldiniz?' dedi.

"Ziyaretinize geldik efendim' diye cevap verdik.

"Vakit oldu mu?' deyince 'Evet, oldu' dedik.

"İyi, haydi teravihe gidelim' dedi ve beraberce teravihe gittik.

"Aşağıya inip de yolda camiye giderken, bana hitaben,

"Bu biraderin, işâ (yatsı) ile mağrib (akşam) arasında konuşmanın yasak olduğunu
bilmemiş de seni getirmiş' demişti. Cami ya

sh:»(s.350) kındı, Üstadın yürümesi hızlıydı. Kırlarda ise daha da hızlı yürürdü.
Dağlara çok hızlı tırmanırdı. Bir gün kırda kendisini takip ediyorduk. Ama çok hızlı
gidiyordu.

"Döndü, birden bire 'Hasan niye gelmiyorsun?' dedi. 'Üstadım. size yetişemiyoruz ki,'
dedik.

"Biz Üstadın yanına gayet rahat girip çıkardık. Bana, "Kardeşim, sen serbestsin.
İstediğin zaman girip çıkarsın. Ceylân'ı bana vermekle sen büyük hizmet ettin. Onun yapmış
olduğu hizmet senin hasenat defterine geçer. Senin şahsının hizmetine bir ihtiyacım yok.
Yalnız sen Üstadını görmek istediğin zaman gelebilirsin' demişti.
"Bana daha çok dışişlerdeki hizmetler düşerdi. Meb'uslara, bakanlara mektup
götürürdüm. Bazı eşyalarını bana sattırırdı. Çok eşyasını sattım. Hep de Nur talebelerine
satardım. Parasını kendisine verdiğim zaman sekizde bir kâr payı verirdi. Bu parayla
kendisine pirinç, bulgur gibi yiyecekler alırdık.

"Ceylân'ı kandırın"

"Üstad Emirdağ'a l944 Ağustos sonlarında gelmişti. Bir sene sonra oğlum Ceylan'ı
Üstadın hizmetine verdim. Biz her zaman kendilerini takip ederdik. Dışarıya çıktığı zaman
hemen yanına, koşar, hizmetlerini görürdük. Gelen ziyaretçilerin ekseriyeti bizim vasıtamızla
Üstadla görüşürlerdi. Arabadan inen dükkâna gelirdi. Üstada haber gönderir, kabul ederse
görüştürürdük. Üstadın ziyaretine gelenlere çok baskı yapılıyordu. Sık sık evimizi arıyorlar,
Ceylân'ı çağırıyorlardı. 'Hizmetinde bulunma!' gibilerden çocuğu sıkıştırıp, korkutmak
isterlerdi. Hattâ zamanın Afyon valisi bir mektup yazarak, 'Orada Ceylân isminde bir çocuk
varmış, onu elde edin, kandırın, kendi tarafınıza çekin, kendi tarafınıza çalıştırın' diyerek gizli
bir mektup yazıp göndermişti. Mektup dolaşıp, Jandarma komutanının eline geçmişti. Saf
birisi olan komutan beni çağırdı: 'Valinin emri var. Hoca Efendinin yanında Ceylân ne iş
yapıyorsa bize haber edilecek, tamam mı?' diyerek konuşmuştu. Ben de, 'Olur' dedim.
'Ceylân, sen orada ne iş yapıyorsan gel, kumandana haber ver!' dedim. Güya iş mahremdi.

"Bu durumu Üstada söyleyince, Üstad tebessüm buyurarak, 'Ahmaklar' dedi. Hattâ bir
gün altı ay öncesinden verdiği bir dilekçeyi, Ceylân'a vererek, 'Git, kumandana, Said
kaymakama dilekçe verdi diye söyle' demişti.

sh:»(s.351)

"Ceylân'ı bana ver"

"Evlâdım Ceylân'da mâşaallah öyle bir zekâ vardı ki, öylesine... Okulunu çok iyi
okumuştu. ilk ve ortayı bitirmişti. Üniversiteye niyetim vardı. Üstad Emirdağ'a geldiği zaman,
elinden tutup 'Gel buraya, bir Üstad geldi, elini öpüp duasını alalım,' dedim. Gidip selâm
vererek oturduk. O esnada ya Mecmuatu'l-Ahzab'ı veya abdülkadir Geylânî Hazretlerinin bir
eserini okuyordu. Bize 'İşte bakın, abdülkadir Geylânî bizden bahsediyor' demişti. Ceylân'ı
göstererek, 'Neyin oluyor bu senin?' diyerek sordu. Ben de cevaben 'Oğlum oluyor efendim'
demiştim.

"Ne yapacaksın, bu çocuğu?' diye sorunca da,


"Bunun zekâsı kuvvetli, okutmak istiyorum, üniversiteye göndereceğgim' diye,
kalbimden geçen düşüncelerimi söylemiştim. Üstad mukabeleten şöyle buyurmuştu:

"Bak kardeşim, benim evlâdım yok. Bu oğlunu bana ver. Benden hem iman dersi
alsın, hem de bana hizmet etsin, üniversiteye sonra gönderirsin."

"Olur efendim' diyerek o andan itibaren Ceylân'ı Üstadın hizmetine vermiştim.


Ceylân'da en ufak menfi bir hareket olmadı. 'Gitmem, etmem, yapmam' demedi. O da
memnuniyetle kabul ederek, Üstadın hizmetine girdi.

"Üstadın mektuplarını Ceylân yazardı. Önceleri eliyle yazan Ceylân'a, 'Sen bu


mektubu burada elle, sonra dükkânda daktilo ile yazıyorsun. Oradan buraya getirip, tashihi
için bana yeniden okuyorsun. Bu çok vaktini alıyor, Sana on beş gün müsaade. On beş gün
içerisinde İslâm yazısını öğreneceksin. Hemen burada yazıp, doğruca postaya atacaksın'
demişti.

"Hakikaten ceylân on beş gün zarfında İslâm yazısını öğrenmiş, Üstadın mektuplarını
vakit harcamadan postalamaya başlamıştı.

"Ceylân'ın kendi yaşındaki arkadaşları-terzi çırakları filân- vardı. Onları hep Üstadın
yanına getirirdi. O çocuklar Ceylân'la beraber Üstadın hizmetini görürlerdi.

"Zamanla hizmetler çok büyüyordu. Üstadın kırlara yaya çıkmasına çok üzülüyor ve
çok düşünüyorduk. 'Böylesi uzun yolculuğu Üstad yapıp da yorulmasın' diye konuşuyorduk.
Bir at arabası temin ettik. Üzerine minder yerleştirip, düzelttik Üstad onunla bir kaç gün
gezmişti. Sonra terakkî ve tekâmül olacak ya, araba çok ses çıkarıp rahatsız ediyor diye
beğenmedik. Bu hadise 945 ve 946 yıllarında olmuştu. Daha sonra bir at bulduk. Birkaç gün
de at ile gezmişti. Ata bindiği, kırlara çıkacağı zaman, etrafta bir nümayiş başlardı.

sh:»(s.352)

"Hattâ yukarıdakiler o zamanlar Üstad hakkında 'Beziüzzaman at ile ayaklanmaya


hazırlanıyor' gibilerinden lüzumsuz ve asılsız dedikodularla daha yukarıdakileri iğfal
ediyorlardı. Biz yine, 'Belki at ürküp Üstadı düşürür, bir tarafına birşey olur' düşüncesiyle
araba almıştık. Bu işler hep teennî ile oluyordu. Önceleri tek atlı basit bir araba almıştık.
Sonra at, derken bir fayton şeklinde oluyordu."
Eskişehir'de mukim Mehmet Merçioğlu bu faytonla alâkalı olarak şunları ifade
ediyordu: "Ben o arabayı yapmak için, hususî olarak ölçüler verip, Romanya'dan getirtmiştim.
Hocanın talebeleri geldiği zaman vermek istememiştim. 'Siz de istiyorsanız, gidip sipariş
yapın' demiştim. Sonra Nur talebeleri gidip, Üstada söylemişler. Üstad ise dua etmiş, ertesi
gün gidip arabayı almalarını söylemiş. Arabayı almaya gelen talebelerine "İşte araba orada,
alın ve Hoca Efendiye götürün' demiştim. Önceleri çok sıkı olan elim, sonradan açılmıştı."

"Hoca dede, hoca dede"

"Emirdağ'da o zamanlar Üstadın faytonundan başka bir fayton yoktu. 'Fayton geliyor!'
diyerek çocuklar yollara düşerdi. üstadın arkasından koşarlar, karşılarlardı. 'Hoca dede, hoca
dede' deyip! Üstadın ellerini öperlerdi. Üstad da çocukları görünce arabayı durdurup,
'Çocuklar bana dua edin' diyerek onları severdi.

"l946 senesiydi. Bir gün kırlarda gezerken Üstad Ceylân'a, 'Param olsaydı küçük bir
taksi alır, medreseleri gezerdim' demiş. Üstadın bu sözünü Ceylân, Hüsrev Ağabeye söylemiş.
Hüsrev Ağabey de 'Bu bir emirdir, derhal taksi alınsın' demişti. 946'larda para topladık.
Emirdağ, Konya, İnebolu gibi yerlerden alınan biner liradan toplam altı bin lira olmuştu.
Tahirî Mutlu Ağabeyin de olduğu bir heyet halinde İstanbul'a gittik. Taksim'den Austin tipi
siyah bir taksiyi 6800 liraya aldık. Acenteye parayı yatırdık. Araba orada olmadığı için, Bursa
acentesinden alacaktık. Emirdağlı terzi Mustafa Tahirî Mutlu Ağabey, Ahmed isminde bir de
şoför bulup, dört kişi olarak taksiyle Eskişehir'e kadar gelmiştik. Bende büyük bir endişe
başlamıştı. Acaba münafıklar taksiyi grünce neler diyeceklerdi? Ben faturayı kendi üzerime
yaptırmıştım. "Ticaret için aldım' diyecektim.

"Biz bütün bu işlerden Üstada en ufak bir haber bile vermemiştik. Kendisi de birşey
dememişti. Arabayı gece bahçeye çektik. Tahirî Mutlu Ağabeyin 'Kardeşim, artık Üstadın
haberi olması lâzım,' sözü üzerine, kendisini Üstada gönderdik. Üstad güleryüzle
karşılamamış, 'Kısmetse' diye cevap vermiş.

sh:»(s.353)

"Sabah erkenden, 'Ceylân'ı bana çağırın' diye haber göndermiş, iki satır da yazı
yazdırmıştı:

"Bu araba derhal geldiği yere gitmeli. Aksi takdird hem benim, hem de sizin tokat
yeme ihtimali var."
"Ceylân bu haberi getirince korktuk. Tahirî Ağabeye 'Sen bilirsin' dedik. Arabayı
Konya'ya, Halıcı Sabri'ye gönderdik. Onlar da az bir farkla başkasına satmışlardı. Araba
meselesi böylece kapanmakla kalmamıştı. Dedikoducular arabayı iyice görmedikleri halde
yine de ortalığı karıştırmışlardı.

"Sorgu hakimi bana,

"Araba gelmiş Hoca Efendiye. Hangi devletten ve daha neler geldi? Söyle bakalım'
demişti.

"Ne kadar anlattık, nafile, Tabiî ki, tahkikatın neticesi boş çıktı, neticede beraat ettik.

"Üstad o gece ihtar almış, bunu kendisi Ceylân'a söylemişti. Manevî bir canipten
Hazret-i Ali Efendimiz ile Abdülkadir Geylânî Hazretleri gelip 'Şimdi bu arabaya binmenin
zamanı değil' diye söylemişler.

***

"Binalar ahşap olduğu için, bir gün çarşıda yangın çıkmıştı. Köşedeki özel idare binası
alevlenmişti. O gün Emirdağ'ın pazarıydı. Toptan şeker satıyorduk. Dükkânda çok para vardı.
Gece yarısı kayınbirader kapıyı çaldı. Bizi korkutmamak için, 'Çarşıda yangın var, çarşıya
gidelim' dedi. Pencereyi açıp baktım ki, gökyüzü alevlerle dolmuştu. Dumanlar ve alevler her
tarafı kaplamıştı. Hemen elbiselerimi giydim. Aceleyle yeleğimi giymeyi unutmuştum.
Cebimde çekmecenin anahtarı vardı. Sonra Ceylân'ı gönderip getirttim. Ardından Ceylân'ı
Üstada gönderdik. Çarşıda yangın var, bizim dükkân yanmasın, dua etsin, diye Ceylân
heyecanından, 'Efendim, yanıyoruz' demiş. Üstad Hazretleri kalkmış, dua etmiş, 'Yâ Rabbî
kurtar' demiş, Sonraları Üstad Ceylân'a takılırdı: 'Senin kalbinde hâlâ dünya tamahı var' diye.
Yangın hadisesini çok şükür risalelerde anlatıldığı gibi, ucuz alatmıştık.

İmha plânı

"Kaymakam Üstada çok eziyet ederdi. Dr. Tahir Barçın'ın kaymakamla araları iyiydi.
Üstad için, 'Elimizde imha plânı var' demiş.

"Camiye, 'Üstad üşümesin' diye mangal koyardık. Kaymakam yangın çıkar diye
mangalı koydurtmadı. Mangalı götürmekten men ederdi. Maksat halkla görüşmesin,' mangal
ise bahaneydi.
sh:»(s.354)

[]

Mehmed Çalışkan'ın Üstadının hizmetleriyle alakalı bulunduğu yıllarda yurdun çeşitli


yerleriyle olan haberleşmelerinden, Cizre'deki Nur talebelerinden Abdurrahman Şahin'e
Üstadın sağlık durumu ile ilgili çektiği bir telgraf.

"Bizler devamlı tarassut altındaydık. Sık sık zabıta gelir, ifadelerimizi alırdı. l965
yılında Eskişehir'e yerleştik. Son seneler bile yine polisin takibinden kurtulamamıştık.

"Abdülvahid Tabakçı'nın oteline iki sivil polis gelip sormuşlar: 'Bu Mehmed Çalışkan
Eskişehir'e niye ve ne maksatla geldi?' O da şöyle cevap vermiş:

"Tanımıyorum ben onu. Bizim ikimizin de elimiz boş olsa, paramız da olsa, Risale-i
Nur'ları bastırıp, dünyaya dağıtacağız. Adamcağız Eskişehir'de oturmaya, geçimini sağlamaya
gelmiş. Niye gelecek ki?"

"Bizim suç dosyasına 'Muannit Nurcu' diye yazmışlar. Daha yakınlara kadar dükkânı
takip ederlerdi.

"Üstadın küçük bir sobası vardı. Bir gün baktım, soba gürül gürül yanıyor, hava gelsin
diye pencereyi de açmıştı. Böyle çok yapardı.

sh:»(s.355)

"Ne yapayım da içeri gireyim?"

"Afyon mahkemesinden sonra Zübeyir Gündüzalp Üstadın hizmetine girmişti.


Mahkeme esnasında Zübeyr, Ceylân'a sormuştu; 'Ben böyle dışarda, sizlerden ayrı
sıkılıyorum. Nasıl yapayım da ben de içeri gireyim?' Ceylân, 'Sert bir müdafaa yap' demişti. O
zamanlar Zübeyir gayr-ı mevkuf muhakeme altındaydı. Neticede o da içeriye alındı.

"948 Afyon mahkemesi müdafaasında bulunan Üstadın avukatı Ahmed Hikmet


Gönen, Zübeyir Gündüzalp'ten ve müdafaasından hararetle bahsederdi. Hakikaten Zübeyir'in
müdafaası çok kahramancaydı.

"Üstadın yemeklerini bizim hanım yapardı. Afyon hapsine kadar, dört sene bizim
evden giderdi. Hapisten sonra talebeleri yapmıştı. Üstad umumiyetle mevsim yiyeceklerini
tercih ederdi. Bazı mevsimler patlıcan, karnıyarık, dolma, bamya, tatlı gibi, bizim evde pişen
normal yemekleri yerdi. Bana tenbih ederdi:

Hemşirem yemek yaparken yanında sen bulun.Dükkânâ getir. Dükandan ben alırım.

"Ben de evde yapılan yemeği bir sepete koyup, dükkâna getirirdim. Zehirleme
olmasın diye, yemeğin bizim evde yapıldığını bildirmemeye çalışıyor ve titizliklik
gösteriyordu. Kendisi kızartma yemezdi. Az yerdi.

"Çorba gibi diş getirmeyecek yemekleri tercih ederdi. Yemek tabağı dükkâna geldiği
zaman içerisinden bir yirmi beş kuruş çıkardı. Önceleri verdiği paraları hep biriktirirdim.
Sonralara talebelere vere vere dağıldı, gitti.

"Günde bir defa yemek götürürdük. Ceylân veya Zübeyir dükkândan alıp götürürdü.

"Çamaşırları mis gibi kokardı"

"Üstada başkaları da yemek götürürlerse, kabul etmiyor; 'Kusura bakmayın, Ceylân'ın


validesinin yemeği, benim validemin yemeği gibi geliyor bana. Sizinkileri yiyemiyorum'
derdi. Mutlaka her yemeğin mukabilinde para verirdi. Hanım yemek yaparken çok kolaylık
bulurdu. Biz de kendi iaşemizde bir bereket bulurduk. Hanım, Üstadın çok hizmetinde
bulunmuştu. Çamaşırlarını hep yıkardı. Sonraları talebeler yıkardı. Temizliğe çok dikkat
ederdi. Yıkamak için gelen çamaşırların kirli olduğu hiç belli olmazdı. Bütün çamaşırları mis
gibi kokardı. Çamaşırın yıkanması için şöyle diyordu.

"Yıkama işi bittikten sonra su döksünler. Su döküldükten sonra, ellerini


değdirmesinler."

sh:»(s.356)

[]

Mehmed Çalışkan'a Üstadın duası:

"Yâ Erhamerrahimîn! İsm-i âzam hürmetine, bu evradları okuyan Mehmed Çalışkan'ın


cennetü'l firdevse saadet-i ebediyeye mazhar ve hizmet-i Nuriyede muvaffak eyle. Âmin,
âmin, âmin.."

Öldümoğlu
"Emirdağ'da o zamanlar Öldümoğlu adında sarhoş bir adam vardı. Bir memur, kağıda
yazmış: 'Said'in talebesi buradan Said'e rakı aldı.' Rakıcı dükkânında Öldümoğlu'na bu kağıdı
imzalamasını söylemiş. Öldümoğlu ise şiddetle, 'Ben bu yalana imza atmam, tövbeler olsun'
diye reddetmiş. Bunu yapan memur aynı gece beraber rakı içtiği arkadaşlarıyla gezerken
aralarında kavga çıkmış. O müfteri adama orada dayak atmışlar ve tabancasını almışlar.l

"Üstad kırlara çıktığı zamanlarda arabada Ceylân ve arkadaşları bulunurdu.

"Çok kere yalnız giderdi. Üstad daima kalabalıktan çekinirdi.

Ali Ekber Şah'ın ziyareti

"l950'lerde Pakistan'dan gelen Maarif Nâzır Vekili Ali Ekber Şah Emirdağ'a Üstadı
ziyarete gelmişti. Beraberlerinde tercüman olarak da Salih Özcan bulunuyordu. Ziyaret
sırasında Üstad 'Ben çoktan beri Arapça konuşmadım. Siz tercüme edin,' diye Salih Özcan'ın
tercüme etmesini istemişti. Salih Özcan bir müddet tercüme etti. Sohbetler derinleşince işin
içinden çıkılmaz oldu. Hemen Arapça olarak konuşmaya başlayan Üstad bir saat kadar Ali
Ekber Şaha ders verdi.

"Ali Ekber Şah Konya'ya Mevlânâ'yı ziyarete gidecekti. Bir defa daha Üstadı ziyaret
edip görüşmek istiyordu. Sonra Üstad kendilerini yolcu etmek için gelmişti.

"Ali Ekber Şahı yolcu edince, Zübeyir geldi. İslahiye'ye tayini çıkmıştı. Üstadı son bir
defa daha görmeye geliyordu. Üstad Zübeyir'e, 'Bazan lisan-ı halinle hizmet yaparsın. Hareket
ve halinle hizmet yap. Hem gittiğin yerde âzamî dikkat, âzamî ihlâs, sebat, âzimî tesanüt ile
hizmet edersin' demişti.

__________

l. Bu hatıra için ayrıca Abdurrahman Akgün'ün hatırasına bakınız.

sh:»(s.357)

"Bayram Yüksel başka bir sebeple hapishaneye girmişti. Hapishanede Ceylân,


Bayram'la ilgilenmişti. Tabiî, ikisi de o zamanlar çocuktu. Bayram hapishaneden çıktıktan
sonra, Üstad onu takip etti. Hattâ köyüne kadar gitti. İtiraz edecek olan Bayram'a Zübeyir,
'Herkes Üstadın ayağına giderken, Üstad senin köyüne geldi. Daha fazla itiraz etme de gel'
diyerek Bayram'ı Üstadın yanına getirmişti.
"Emirdağ hayatında Üstad siyasî, içtimaî mektuplar ve düsturlar yazmıştı. Meselâ dört
siyasî partiyi tahlil eden mektubu Emirdağ'da iken yazmıştı.

Üstadın gazete ile ilgisi

"Üstad Afyon hapsinden, bilhassa l950'lerden sonra bize gazete aldırır ve okuttururdu.
Önceleri siyasî, içtimaî konuşmasın duymamıştık. Daha sonraları siyasî mektuplar yazmıştı.
Bayiden iki-üç tane gazete alırdık. İç cebimize koyup Üstada götürür, okurduk, Daha sonraları
bayie getirirdik. Gelen gazetelerde okuyacağımız yerleri gösterir, okuttururdu. Hattâ bir
defasında evlanmek isteyen birisinin haberi çıkmıştı. Bunu duyan Üstad, 'Yazacak başka
birşey bulamadılar mı?' diye kızmıştı.

Ceylân âhiretliktir

"Üstadımız sık sık 'Ceylân'ı dünyaya vermeyeceğim. O dünyalık değil, ahiretliktir'


diye söylerdi.

"Ceylân l962 yılında evlendi ve l963'de de trafik kazasında vefat etti. Ceylân'ın hanımı
Tâlia, vefatından on-onbeş gün önce onu rüyasında bir kalabalık içerisinden çağırdıklarını
görmüş, o da çıkıp gitmiş. Sonradan Ceylân Küçükçekmece taraflarında bir trafik kazasında,
minibüste yolcu olarak vefat etti.

"Üstadın zehirlenmesi

"Bir gün bizim biraderin merdivenini alan bir bekçi, Üstadın penceresine dayayarak,
sürahisinin içine zehir atıp, su-i kaste teşebbüs etmiş. Bu hadise Pakistan'ın kurtuluş gününe
tesadüf etmişti. Üstad o gece çok ateşlendi.

"Hararetle beraber ishali de vardı. Sabaha kadar çok ızdırap çekip, çok şiddetli
hastalandı. Bizler çok korkmuştuk.

"Partiye dindar kişileri getirin"

"Emirdağ'da ehl-i iman Üstadı çok severdi. Halk Partililer sev

sh:»(s.358) mezdi. O zamanlar Emirdağ Demokrat Parti teşkilâtı sevilen ve takdir


edilen kişiler tarafından idare edilmiyordu. Merkezden, teşkilâta 'Dindar, imanlı ve sevilen
kimseleri getirin idareye' diye emir vermişler. Hamza Emek'le beni tavsiye etmişler. Biz de
Üstada söyledik. Üstad kabul etti. Böylece Emirdağ teşkilâtını kurduk.

"O günlerde Zübeyir Gündüzalp parti kanalıyla Adnan Menderes'e bir mektup
hazırlamıştı. 'Burada bulunan, bilumum haklardan, şahsî mesken hakkından mahrum, yaşlı bir
İslâm âlimi olan Bediüzzaman'ın hayatının, eserlerinin ve faaliyetlerinin serbest bırakılması..'
diyerek uzun bir mektup yazmıştı. Ben de mührü bastım. Bunu mahrem tutuyorduk. Said
Özdemir alıp teksir ederek, bütün partiye tamim etti. Halk Partililer boş durmadı. Aleyhte
propaganda yapan Akis dergisi sahibi Metin Toker bu mektubu istismar edip, mecmuasında
aleyhte yazılar neşretti. Sinirlenen Menderes, Emirdağ Demokrat Parti teşkilâtını fesetti. Bu
yeni durumu Üstada söyledik. Üstad, 'Ben de onu azlediyorum. Ancak biraz daha kalması
lâzım. Ortalık çok karışık' demişti.

"Bir defasında Emirdağ'da futbol maçı yüzünden büyük bir kavga çıkacaktı. Üstadın
emri üzerine araya biz girdik ve iki tarafın arasını bulduk.

[]

Nur yolunda geçen bir ömür;

Mehmed Çalışkan

Menderes'in Emirdağ'a gelişi

"Menderes Emirdağ'a geldiği zaman, üstü açık arabayla Üstadın evinin önünden geçti,
uzaktan selâmlaştılar.

"Zübeyir'ler Adalet Bakanlığına gönderilmek üzere bir mektup hazırlamışlardı.


Mektubu alıp Ankara'ya gittim. Erzurum meb'usuna bu mektubu verdim. Daha bakanın
yanına varmadan mektubu vermiştim. Meb'us, 'Bu mektup onlara çok ağır gelir. Hele şu
haşiye çok ağır gelir, burayı keselim' dedi. Orayı keserek mektubu verdik. Üstad da
Emirdağ'dan 'O haşiyeyi kesin' diye haber göndermişti. Astubay bir arkadaş heyecanla gelip,
bu haberi verdi. Ben de haşiyeyi çıkarttığımızı söyledim. Allah'ın işine bakınız ki, Üstadın o
arzusu yine yerine gelmiş oluyordu.
"Biz hapisnhaneye girdiğimiz zamanla Afyon mahkemesi başkâtibi olan Necati
Müftüoğlu, 'Sizinle İsmet İnönü uğraşıyor. Hepsini yakınlarıyla beraber içeri atın diye
bildiriyor' demişti.

sh:»(s.359)

Tırnak kesme hadisesi

"İki hoca aralarında tartışmışlardı. Birisi tırnağın gömülmesini, diğeri ise yakılmasını
söylemişti. Münakaşa neticesinde durumu gelip Üstada söylemeye karar vermişlerdi. Onlar
geldikleri zaman Üstad da tırnaklarını kesiyormuş. Kestiği tırnağın bir kısmını gömmüş, bir
kısmını da sobanın içine atmış. Böylece her ikisinin de müdafaa ettiği meseleye fiilen cevap
vermiş oluyordu.

"Üstadımız Zübeyir'e kendi te'lifi olan 'On Beşinci Mektub'u on-on beş defa okuyup,
ezberlemek istediğini, fakat ezberleyemediğini söylemişti. Zübeyir'e, 'Sen kaç defa okudun?'
dediği zaman, Zübeyir 'İki-üç defa' diye cevap vermişti.

"O günlerde Emirdağ'da şu zatlar Üstadın yanına gidip gelirlerdi: Nalbant Ahmet
Urfalı, Sıhhiyeci Hayri, Mustafa Acet, Berber Mustafa Çakın gibi zatlar.

"Demokratları küfre karşı muhafaza ediyoruz"

"Üstad bir defasında Demokrat Parti hakkında şunları buyurmuştu: 'Kardeşim, biz bu
Demokratları küfre karşı muhafaza ediyoruz. Eğer biz tutmayıp çekilsek onlar yıkılırlar.
Küfür ortaya çıkar."

"Yine bir gün, Ceylân Üstada küfreden Martuşun Oğlu Muzaffer Başaran'ın ağzına
tabancayı sıkmış. Adamın dişleri düşmüş, fakat ölmemişti. Adam ölmediği gibi, kat'iyyen
kendisine kurşunları kimin sıktığını hatırlayıp söyleyememişti. Ben heyecan ve telâşla gidip,
durumu Üstada söylemiştim. Üstad eliyle işaret ederek, 'Biz bu meseleyi kapattık' demişti.

"Tek partinin istibdadı zamanında şapka giymek bir nevi mecburiyetti. Ben de
giyerdim. Birgün kırda Üstadın hizmetinde iken fötrümü taşlar arasına gizlemiş, takkemi
giymiştim. Üstadla sohbet ediyorduk. O sırada posta dağıtıcısı Ahmet Efendi oradan geçti. Bu
zat şapka giymezdi. Üstad onu gösterdi ve şöyle buyurdu: 'Bu zat şapka giymediği için ona
dua ediyorum." Ben de bu dersi Ahmed Efendiye değil, Mehmed'e (kendime) söyledim.
Başımdan çapkayı çıkartıp, taşların arasına fırlatıp attım. Ondan sonra bir daha giymedim.

[]

Barla-İslâmköy arasında ağır bir trafik kazası geçirmezden bir gün evvel 30 Nisan l98l
Perşembe günü Eskişehir'de evlerinin önünde fotoğrafını çektiğim Çalışkanlar hanedanından
bahtiyar bir sima: Mehmed Çalışkan.

sh:»(s.360)

"Yakında büyük bir Tarihçe-i Hayat yazılacak"

"Üstad neşredilen Tarihçe-i Hayat'tan sonra 'İnşaallah yakında büyük Tarihçe-i Hayat
yazılacak' demişti.

Yine bir defasında 'Siz kimin talebesi olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi, nasıl bir
şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz. Ayrıca yakında bu Risale-i Nur mekteplerde okunacak'
cümlesini tekrar tekrar söylemişti.

"Bir gün Ahmed Feyzi Kul ziyaret için gelmişti. Üstad Ahmet Feyzi'ye, 'Çabuk bir
vasıta bul ve git' demişti. Akşamleyin bir sohbet yapmak için bırakmadım. O gece münevver
bir cemaatle güzel bir sohbet oldu. O gece geç saatlere kadar sohbet devam etmişti.
Sabahleyin Üstad Ahmed Feyzi'yi çağırttı. Halbuki Üstadın onun kaldığından haberi yoktu.
Ahmet Feyzi çok korktu, beraberce Üstadın yanına gittik. Üstad, 'Sen akşam ne konuştuysan
ben aynen kabul ediyorum' diyerek iltifat etti.

"Afyon hapishanesinde bayramdan sonra bizlere üzücü mektuplar gelmişti. Hanım,


küçük kızla ziyaretime gelmişti. Acıklı manzaralar olmuştu. O gün Üstad, 'On tane huriden
karım olsa, yüz tane çocuk olsa, hizmet-i imaniyeye zarar gelmemek için hepsini terk ederim'
diye ders vermişti.

"Üstadın Emirdağ'da geçirdiği son günlerdi.


Isparta'ya doğru yola çıkmak için hazırlık içindeydiler. 'Benim gidişime hiç merak
etmeyin!' deyince bende müthiş bir hüzün başlamıştı. Meğer bu ayrılık son ayrılıkmış! İçim
hüzünlendi, gözlerim nemlendi. Ayrılırken bu şekilde 'Merak etmeyin' demezdi. Sanki bir
daha dönmeyecekmiş gibi bir hali vardı. Ayrıldıktan sonra arkadaşlarıma sıkıntımı açtım.

"Birkaç gün sonra Zübeyir'den birtelgraf aldım. Telgraf Urfa'dan çekilmişti. Daha da
şaştım. zübeyir şunu yazmıştı tele: 'Salimen Urfa'ya vardık. Binler selâm.'

"Üstad iyileşmiş, Urfa'ya gezmeye gitmiş, diye sevinmiştik. Ertesi gün bir tel daha
almıştık. 'Urfa valisi bizi burada durdurmuyor. Acele Başbakana müracaat edin. Burada
kalmamız için emir versin.' Bu haber üzerine hemen sağa sola telefon ettik. Arkasından bir
üçüncü telgraf daha gelmişti. Bu tel ise son ve acı haberi bildiren bir telgraftı. Kara ve acı tel
dünyayı, gökleri simsiyah etmişti. Günlerce Türkiye'ye gökten çamur yağmıştı. 'Üstad vefat
etti. Namazı cemaatle kılınacaktır!'

"Gözler ağladı, gönüller ağladı. Ulu Sultan uçmuştu.

sh:»(s.361)

[]

Halil Çalışkan

HALİL ÇALIŞKAN

Osman Çalışkan'ın oğludur. Babasının vefatından bir gün sonra kendisi de ebediyete
kanat açarak, babasına ve Üstadına kavuşmuştu. Bağırsak kanseri gibi acı bir hastalıkla vefat
eden Halil Çalışkan otuz beş yaşlarındaydı ve Eskişehir kabristanına defnedilmişti.

Üstad kendi el yazısıyla iki amca oğluna bir mektubunda şunları ifade ediyordu:

"Biraderzadelerim ve talebelerim; Ceylân ve Halil!

"Etraftan Nur'un şakirdlerinin yangın münasebetiyle Çalışkanlar hanedanına karşı


geçmiş olsunları ve tebrikleri karşısında isterdik ki, Çalışkan'lardan birisi bir mukabele etsin.
Bu mukabele hakkı, haslardan olan pederlerinizin vazifesi idi. Nasıl Ceylân çocukluk edip,
babası amcası varken, haddinden tecavüz ederek, Çalışkan'lar namına bir kısacık parça yazdı.
Hem Risale-i Nur hakkında konuşmak için hiç olmazsa otuz kırk risaleleri yazıp iki-üç sene
Nur'ları okumak lâzımdır.

"Halil daha yeni başladı. Fakat haslardan olan mübarek pederi ve ahiret hemşirem olan
muhterem validesi namına kabul edilir. Fakat şimdi değil.

"Şakirdlerin ve Risale-i Nur'un mesleği halisane çalışmak ve tam sadakatle hizmettir.


Ve tam ihtiyat etmektir. Riyakârlık, gösterişlik, çocukluk, heveskarane hodfuruşluk
vaziyetlerini kabul etmez. Zaten bunu beklerdim ki, hanedanımızdan bir-iki genç Ceylân'ın
yardımına koşsun. İnşaallah birisi Halil olur."

sh:»(s.362)

[]

Mahmud Çalışkan

MAHMUD ÇALIŞKAN

l838'de Emirdağ'da dünyaya geldi. Şeyh Ali Efendinin en küçük oğludur.


Bediüzzaman'a hizmet etme bahtiyarlığına erenlerden..

Hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Üstad Emirdağ'a l944 yazında gelmişti. Ben ise o zamanlar henüz altı yaşındaydım.
Emirdağ'a ilk yerleştiği yer Gücenmez'in oteli olmuştu. Burada beş-on gün kalmıştı. Bu
durum halk arasında kısa zamanda 'Emirdağ'a çok büyük bir hoca gelmiş, fakat kimseyle
görüşmüyormuş!' tarzında yayılmıştı.

"Bizim Çalışkan'lardan Üstadı ilk gören ve ziyaret eden Hasan Ağabeyim olmuştu.
Ağabeyim, 'Acaba kimmiş?' diye durumu öğrenmek için merakla otele gitmiş, üstaddan yakın
alâka görmüştü. Kendisi, 'Hocam her ne ihtiyacınız varsa biz görelim' demiş ve o günden
sonra da Üstadın hizmetlerini görmeye başlamıştı. Daha sonraları Mehmet Çalışkan ve diğer
ağabeylerim gidip görüşmülerdi.

"Üstad otelde rahat edemiyordu. Hasan ağabeyim otelin karşısındaki boş bir evi tutup,
Üstadı oraya yerleştirmişti.
"Bu günlerde babam Şeyh Ali vefat etmişti. Babam Nakşibendi tarikatına mensup
olduğu için, halk arasında 'Şıh Ali' diye anılırdı. Hastalığı sebebiyle Üstadla görüşemeden
vefat etmişti. Vefatını Mehmed ağabeyim Üstada söylemişti. Üstad rahmet dileyip dua ederek
tesellî ettikten sonra, 'Derviş Ali'yle ben manen görüştüm. O büyük bir veli imiş.
Büyüklüğünü ne kendisi, ne de siz bilmişsiniz. Onunla âlem-i berzahta her zaman beraberiz'
diye buyurmuştu. Üstadımız babama, 'Derviş Ali' derdi. Kendisinin Emirdağ'a teşrifinden
onbeş gün sonra vefat etmişti.

Afyon hapsine giriş

"Üstad havalar iyi olduğu zamanlarda kırlara giderdi. Yol bizim evin önünden geçerdi.
Üstadın giyinişi, yürüyüşü hep dikkatimizi

sh:»(s.363) çekerdi. Bizim mahallede görünür görünmez, mahallelinin bütün çocukları


koşar, elini öperdik. O da bizim başımızı okşar, 'Maşaallah, maşaallah!' diye tebessüm ederek,
dualar ederdi.

"l948 senesinde Üstadı ve ona hizmet eden Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil
Çalışkan; Mustafa Acet ve diğer Nur talebelerini Afyon hapishanesine götürmüşlerdi. Bir
seneye yakın hapishanede kaldılar. Ağır cezadaki mahkeme günlerinde bizler de gider
gelirdik. Afyon mahkemesinden sonra, Üstad tekrar Emirdağ'a dönmüşlerdi.

"Üstadımız hasta ve ihtiyar olduğundan, kıra yaya olarak çıksa, çok zorluk çekiyordu.
Ağabeylerim ve diğer talebeleri bir fayton almışlardı. Bir müddet Halil ve Ceylân ile Mustafa
Acet sürücülük yapmışlardı.

Hakikatlı bir rüya

"l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin
dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının
arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi
gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırad Üstad elinde bir keserle
merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin'le Üstad aşağı merdiven
sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor,
Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin'in kafasına vurmaya
başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım.
"Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız
beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, 'Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor' dedi. Beraber
Üstada gittik. Üstad, 'Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!' dedi. Ben
gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle 'Fesubhanallah!' dedi. Sonra rüyayı yorumladı: 'Bu,
Risale-i Nur'un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.'

"Üstad, Zübeyir Ağabeye, 'Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın' dedi.
Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından
gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla,
herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.

"O zaman kaleme alıp dağıtılan lâhika şöyleydi.

"Bundan yedi sene evvel, Üstadımız Efendimiz Emirdağ'a teşrif

sh:»(s.364) buyurup, ikamete memur olduklarından üç-dört ay sonra, mübarek


Üstadımıza hizmet eden Çalışkanlar hanedanına mensup olan kahraman kardaşımız Ceylân,
rüyalarında merhum kardaşımız mübarek Hafız Ali'nin Emirdağ'a teşrif ettiklerini görüyor.
Ve sevgili Üstadımıza, gördüğü sevgili ve beşaretli rüyalarını anlatıyor. Sevgili Üstadımız
tabirlerinde, 'Hüsrev gibi Nurun kahramanlarından birisi gelecek' buyuruyorlar.

"Aynı günde Hafız Mustafa kardaşımız Emirdağ'a Hüsrev ve Hafız Ali'nin bir
mümessili olarak, Denizli hapishanesinden beraat eden Risale-i Nur Külliyatını getirerek, hem
Ceylân kardaşımızın rüyasının sadıkiyetine, hem mübarek Üstadımızın tabirlerinin tam
doğruluğuna imza bastığı gibi, yanında getirmiş olduğu hakikat-ı Kur'âniyenin hakikî tefsir
olarak risalelerle hem sevgili Üstadımızı ve hem bütün Risale-i Nur talebelerini mesrur
ediyor.

"Yedi sene evvelki bu lâtif rüyaya şimdi tevafuk eden ve Çalışkanlar hanedanına
mensup bulunan kahraman Ceylân'ın en küçük amcası Nurun küçük kahramanlarından
Mahmud Ceylân'dan yedi yaş küçük olduğuna göre, o zamanki küçük Ceylân'ın yaşına şimdi
giren ve bu Nur'un küçük kahramanı Mahmud rüyalarında şu müjdeli hakikatı görüyor ki:
Yirmi beş Şubat Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece, rüyasında Hazret-i Üstadın dış kapısının
iç tarafından başlayan merdivan yukarı doğru kurulmuş bir şekilde ve bu merdivenin sağ ve
solunda yeşil güzel ağaçlar var. Ve dışarıda da bazı kimseler bulunuyor. Bu ağaçların
arasından her nasılsa gür bıyıklı, iri bir adam, elinde keser, merdivenden yukarı doğru
gidiyormuş ve 'Bu kimdir?' diye sormuş. O etraftaki adamlar 'Stalin' demişler. Üstadımız tam
merdivenlerin ortasına varınca, o kâfir herifin tam arkasından, yani boynundan tutup, aşağı
indiriyor. Ve elindeki keseri alıp, kafasına vura vura beynini deliyor. Küçük Mahmud da
kendi üstünü başını arıyor ki, birşey bulup Üstada yardım etsin. Etraftakiler Mahmud'a 'Sen
müdahale etme, onu Üstad öldürecek, onun vazifesidir' diyorlar. Çarşamba Sabahı Mehmed
Çalışkan vasıtasıyla bir rüya Üstadımıza anlatılıyor. On gün sonra işittik ki: Stalin felç olup,
beyin kanaması neticesinde geberip gidiyor. Ve radyolar vasıtasıyla herkes işitiyor.

"Rüyanın tabiri şudur:Komünistliğin şahs-ı manevîsini Stalin suretinde görmüş.


Risale-i Nur'un Zülfikar ve Asâ-yı Musa'sı Üstad şeklinde görülmüş ki; yarı dünyayı istilâ
ettiği halde Anadolu'ya girmemesi için, Asâ-yı Musa ve Zülfikar'la beynini delmiştir. Tabirin
bu olduğuna kat'î delili de bu rüyanın aynı hadiseye ve aynı günde tam tevafuk ettiği gibi,
otuz yedi sene evvel, Üstadımız Efendimiz

sh:»(s.365) Rus başkumandanının idam kararına karşı 'Bir Müslüman ve ehl-i iman
kâfire kıyam etmez ve başını ona eğmez' demesine de manen tevafuk eder.

"Elbaki Hüvelbaki, rüya sahibi Mahmud ve kardaşları: Mehmed, Ahmed, v.s."

"Karakola çağırılıyorum"

"Bizim rüyayı yazan lâhika mektubu çeşitli yerlere gidince emniyetin eline geçmişti.
Beni jandarma karakoluna çağırdılar. Gidince, 'Gel bakalım, senin ifadeni alacağız. Sen bir
rüya görmüşsün. Anlat bakalım' dediler. Soruyu soran başçavuşa aynen anlattım. Daha sonra
beni serbest bıraktılar.

"Üstada hizmetim olduğu yıllarda on dört-on beş yaşlarındaydım. Bu genç dönemimde


Üstada hizmet edenlerin en genci sayılırdım. Üstadın evine vardığımda Zübeyir Gündüzalp
Ağabeye yardımcı olmaya gayret ederdim. Bazan Üstad beni yanına çağırır, 'Kardaşım
Mahmud, senin anneni, babanı ve bütün aileni duama dahil ettim' diye buyururdu. O esnada
kendi yediği veya yanında olan yiyeceklerden bana ikram ederdi. Ben de çok memnun olur ve
sevinçler içinde yanından ayrılırdım

"Üstadın kır gezileri çok zahmetli oluyordu. Kıra bir vasıtayla gitmek icap ediyordu.
Vasıta ise her zaman bulunmuyordu. Bulunsa bile araba Üstadı bırakıp dönüyordu. O zaman
Üstad çok zahmetler içinde yaya olarak geri dönüyordu. l955-56 yıllarında bir jim almak için
Üstaddan habersiz karar verilmişti. Fakat bu sefer de şoför meselesi ortaya çıktığı için,
Zübeyir Gündüzalp Ağabey bana gelerek,

"Kardaşım Mahmud, durum böyle. Ne yapacağız? Arabayı kim sürecek? Üstad çok
zahmetler çekiyor' deyince ben de,

"Şoförlüğü ben öğrenirim, arabayı ben kullanırım, Üstadın şoförü de ben olayım'
demiştim. Durum Çalışkanlar kardeşler arasında istişare edildi. Ben Eskişehir'e giderek kırk
beş gün kursa kıtalarak, ehliyet alıp Üstadın şoförlüğüne başladım.

Taksi alınıyor

"Artık Üstadı istediği zaman her yere götürebiliyorduk. Üstad arabaya kat'iyen parasız
binmiyordu. Herhangi bir yere gidip gelince bana elli kuruş veya bir lira verirdi.

"Mahmud, evlâdım, bunu sana benzin parası olarak veriyorum. Esasında sana daha
çok vermem lâzım' diyerek beni taltif ederdi.

sh:»(s.366)

"Isparta'yla gelir giderdik, Isparta-Emirdağ arası dört-beş saat sürerdi. Bu kadar


yolculuğa Üstadın sıhhati müsaade etmediğinden, çok yorulurdu. Yolların bozuk olması ve
jipin sarsılması Üstada pek fena tesir ederdi. Nihayet ağabeylerle bir taksiyle değiştirilmesine
karar verildi. Jipi sattık, üzerine biraz para da ilâve ederek Ankara'dan bir taksi aldık. Bundan
sonra Isparta'ya daha sık gidip gelmeye başlamıştık. Bazan Emirdağ'a gelip, birkaç gün kalıp
tekrar dönüyorduk.

"Az kalsın araba devriliyordu"

"Mevsim kıştı, kar yağmıştı. Isparta'daydık. üstad, 'Sabaha hazırlanın, Emirdağ'a


gideceğiz' demişti. Ben arabanın bakımını yaptım. Hazır vaziyete gelmiştik. Arabanın
arkasına yorgan ve yastık koyarak yatıp oturacak bir hale getirdim. Karlı yollardan zorlukla
Dinar ve Sandıklı'ya geçtik. Afyon'a yaklaşırken yokuşlu ve virajlı bir kısma geldik. Araba
birden kaydı. Ben direksiyonu sağa-sola kırarken Üstad enseme vurdu:

"Keçeli, keçeli ne yapıyorsun? Bizi çukura mı düşüreceksin?' dedi. Bu arada araba da


yola girmişti. Ben Üstada cevaben,
"Üstadım, yol kaygan, tekerler de kayıyor!' dedim.

"Üstad Afyon-Bolvadin'den geçerken, araba tanındığından Üstadın elini öpmek için


genç, ihtiyar ve çocuklar arabaya hücum ederlerdi. Üstad çocukları çok severdi.

"Elini öpmek için gelen çocuklara, 'Mâşaallah, mâşaallah' diyerek başlarını okşar,
dualar eder, masumlardan dualar isterdi. Kimin çocukları olduklarını sorardı. 'Ben anneni,
babanı duama dahil ettim' diyerek onlara iltifat ederdi.

***

"Isparta'daydık, üstadla Eğirdir'e, oradan da Barla'ya geçecektik. Barla yolu çok kötü
ve ancak bir-iki hayvan geçecek kadar dardı. Buraya taksinin girmesi imkânsızdı. 'Ne
yapacağız?' diye düşünürken, Tahirî Mutlu Ağabey, Ali Demirel'lerin arazili pikabını
hatırladı. 'Onlar köylere onunla gidiyorlar, pikaplarını istersek herhalde verirler' dedi. Tahirî
Ağabey, Ali Demirel'lere gidip durumu anlatmış onlar da 'Peki, olur' diyerek arazili pikabı
vermişlerdi. Bu esnada Kovada elektrik santralı inşaatı vardı.

sh:»(s.367)

"Isparta emniyet jipi bize yetişemezdi"

"Emniyet Üstadı çok sıkı bir biçimde takip ediyordu. Üstadı devamlı gezdirdiğimden,
gelip benden soruyorlardı.

"Hocayı nereye götürüyorsun?'

"Kırlara hava almaya götürüyorum' derdim. Bu cevaptan tatmin olmazlar ve tekrar


kendi şoförlerini gönderir, sordururlardı. 'Ne olur, gittiği yerleri söyleyin, bizim yukarıya
rapor etmemiz lâzım. Onun için muhakkak öğrenmemiz gereklidir' diye tenbih ederek, bana
tekrar tekrar gönderirlerdi. Jipleri devamlı Üstadın evinin önünde dolaşırdı. Biz hareket
ettiğimizde peşimize takılırlardı. Biz hızlı olarak arayı açınca, onlar da artık takipten vazgeçer
ve geri dönerlerdi.

"Üstad Isparta'dan Barla'ya gelirken Eğridir'de talebesi Çilingir Ali'nin göle nâzır
yüksekteki evinde bir gün kalır, bazan da aynı gün evin üst katında biraz kalıp Barla'ya
dönerdi. Bir gün Barla'nın Çam Dağına Üstadla beraber çıkmıştık. Çok dik, uzak ve yıpratıcı
olan bu yolda biz yorulurken, Üstad arayı açar, bizden önce ve önde giderdi. Bir gün Çam
Dağına vardığımızda pınardan abdest alıp, katran ağacının altında namaza durmuştuk.
Namazdan sonra da yemek yemiştik, Üstad yemeği mutlaka risale okuyup ders yapıldıktan
sonra verirdi. Kura çıkan ağabeyimizden başlamak üzere herkes sırayla kendi payına düşen
yiyeceği alır ve yerdik.

"Ceylân ağabeyim çok zekiydi"

"Ceylân Ağabeyim hem zeki, hem de şakacıydı,. Üstad onun hareketlerini ve


lâtifelerini hoş karşılardı. Onu hem çok sever, hem de onunla lâtife yapardı.

"Bir sabah namazdan sonra bizi derse çağırdı. Dersler birkaç sayfa okunmak suretiyle
sırayla yapılırdı. Dersten sonra Üstad yiyecek verirdi. Fakat bu yuyecekleri kat'iyen rastgele
vermezdi. Herkes bir numara söyler, sonra bu rakamlar toplanır ve mevcutlar üzerinde daire
şeklinde sayılırdı. Toplam sayı kimde kalırsa, taksim olan yemekten istediğini seçer payını
alırdı.

"Ceylân Ağabeyim her defasında rakımı en son sırayı seçerek söylerdi. Bu hesabı
öylesine çabuk ve doğru yapardı ki., hep kendisinden başlatacak rakamı söyler, yiyeceği de
ilk defa kendisine isabet ettirirdi. Yine böyle yapmak için yerini değiştirince Üstad, 'Keçeli
keçeli, kalk, yerine geç otur, sen hep hile yapıyorsun' derdi. Ceylân ağabeyim ise 'Üstadım,
hile yapmıyorum, buraya oturmakla sırayı kendime çıkarıyorum' diyerek lâtife yaptı.

sh:»(s.368)

"Uykuya çalışıyorlar"

"Bir gün sabah namazından sonra, Zübeyir Ağabeyle Tahirî Ağabey hem çok yorgun,
hem de uykusuz oldukları için odalarına çekilmiş, uyuyorlardı.

"Birden bizim odadaki Üstadın zili çaldı. Diğer ağabeyler uykuda oldukları için,
Ceylân Ağabey hemen Üstada koştu. Üstad ağabeyleri sorduğu zaman, Ceylân Ağabey
'Çalışıyorlar' demişti. az sonra Üstad yine zili çalarak çağırdı. Ceylân Ağabey tekrar gittiğinde
Üstad, 'Keçeli, sizi çağırmadım mı?' diye sorunca, Ceylân 'Üstadım arkadaşlar çalışıyorlar,
meşguller' dedi. Üstad ise, 'Fesübhanallah, neye çalışıyorlar?' diye merakla sordu. Ceylân
Ağabey ise, lâtifeli olarak şunu söyledi:

"Üstadım arkadaşlar uykuya çalışıyorlar!"


"Üstad bu lâtifeye güldü. 'Çabuk onları çağır gel, ders yapacağız' demişti. Bunun
üzerine Ceylân Ağabey diğer ağabeyleri de çağırdı ve ders yapıldı."

sh:»(s.369)

[]

Kâmil Çalışkan

KÂMİL ÇALIŞKAN

"Ailece Nur cemaatinin içinde olduğumuz için, Üstada gidip gelirdik. Küçük de olsa
ufak tefek vazifeler oluyordu. Üstadı görüp ziyaret etmemiz birkaç defa değildi. Emirdağ'a
geldiği zaman hizmetine koşardık. Amcalarım ve amza çocukları, hep ilgilenirdik. Üstadı ilk
görmem çocukluğumda olmuştu. l948'de ilkokul dördüncü sınıftaydım. Su taşımak temizlik
yapmak ve gazete almak gibi vazifeler yapardım.

"Bir defasında bana hususî bir vazife vermişti. O yıllarda Eskişehir'de deprem
olmuştu. Üstad beni çağırttı. Ben hemen Üstada koştum. Asıl adım Kemal olduğu halde bana
hep Kâmil derdi. Bana dedi, 'Kâmil, Eskişehir'e git, oradaki kardeşlerin durumunu öğren, eğer
kalacakları yer yoksa, onlara söyle buraya gelsinler.'

"Ben gidip, Nur talebelerini gördüm. Durumları iyi idi. Üstadın selâm ve davetini
bildirdim. Onlar 'Durumumuz iyidir. Üstada çok selâm söyleyiniz' dediler. Ben de görüp
Emirdağ'a geldim. Biraz geç kalmıştım. Üstad beni merakla beklemişti. Gelince Üstada
durumlarının iyi olduğunu ve selâmlarını , hürmetlerini söyledim.

"Ben daha ziyade Üstad Emirdağ'dayken görüşüyordum. Isparta'ya Üstadı görmek için
iki-üç defe gitmiştim.

"Ceylân Ağabey Üstadın resmini çekti"

"Bir defasında Üstadla birlikle Kapaklı semtine, su getirmek için gitmiştik. Mahmud
Amcam, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler de vardı. Çok zamanlar oraya gider, biraz dinlenir,
sonra da su alır getirirdik. Ceylân Ağabeyin elinde bir fotoğraf makinası vardı. Ceylân
Ağabey Üstadın resmini çekmek istemişti.
"Üstad 'Keçeli' diyerek eğilip yerden bir taş kaldırdı. 'Keçeli, ne yapıyorsun?' diyerek,
tebessüm etti ve kolunu indirdi. O zaman yarı şaka ve yarı kızma hali vardı. Tabiî, Ceylân
Ağabey fotoğrafı çekti.

"Üstad sık sık arabayla kıra çıkardı. Tabiî, devamlı takip ve ta

sh:»(s.370) rassut altında bulunuyordu. Kırlara çıktığı zaman da takip ediyorlardı, ama
zahiren, fiilî birşey yapmıyorlardı.

"Adnan Menderes Emirdağ'a geldiği zaman Mahmud Amcam, Ceylân Ağabey ve ben
karşılamaya gitmiştik. Bizim arabamız Menderes'in arabasının hemen arkasındaydı. Yanımıza
bayrak da almıştık. Menderes Üstadın evinin önünden geçerken, arabayı durdu. Üstad da
pencereden dua ediyordu. Üstadla karşılıklı selâmlaştılar. Selâmdan sonra da okula doğru
gittiler.

[]

Kâmil Çalışkan Üstada hizmet ettiği yıllarda..

Milletvekilleri ve subaylar

"O zamanlar Üstad hasta olduğundan, gelenlerle görüşemiyordu. Zaten görüşen olursa
da karakola götürüp, sorguya çekiliyorlardı. Hattâ bir defasında Avukat Abdurrahman Şeref
Laç gelmişti. Onu da götörüp ifadesini almışlardı. Devlet ricali ve memurlarından da gelenler
çok olurdu. Meselâ Demokrat Partinin Gümüşhane milletvekili Ekrem Bey ve yine
milletvekili olan Gıyaseddin Bey gelmişlerdi. Subaylardan gelenler olurdu. Bir albay gelmişti.
Havacılardan çok gelen olurdu.

***

"Üstadın dersinde bir kaç defa bulunmuştum. Şivesini pek anlayamazdım. Zaten Şark
şivesiyle konuşurdu. Zübeyir Gündüzalp ile Ceylân Çalışkan Ağabeyler çok iyi anlarlardı.
Zübeyir Ağabeyin hususiyeti de, verilen işi çok iyi takip etmesiydi. Bize bazan postaya
verilmek üzere mektup verirdi, mektubu atıp geldikten sonra tam tekmil verirdik.

"Üstada bazan yemek götürürdük. Bize teberrüken beş-on kuruş para, yahut lokum
ezme gibi yiyecekler vererek bizi mükâfatlandırırdı. Sabahları da dersten sonra siyah üzüm
verirdi.
"Üstadın arabası Isparta plakalıydı. Arabayı önce Mahmud Amcam kullanıyordu. O
askere gidince Ceylân Ağabey öğrenerek kullanmaya başladı. Sonraları ise Hüsnü Bayram
kullandı.

[]

Kâmil Çalışkan'ın babası

Abdullah Çalışkan..

sh:»(s.371)

Menderes Hükûmetinden kâğıt

"Ben o zamanlar Küçük Sözler'den yazmıştım. Üstad ders sırasında bazen Ceylân ve
Zübeyir Ağabeylere izah ettirirdi. Nur talebelerine sıkıntı verildiği zaman, Üstad o gün
rahatsız olurdu. Dr. Tahsin Tola Ağabey milletvekiliyken, Menderes hükûmetinden risalelerin
basılması için kâğıt almıştı. Allah razı olsun, çok hizmetleri olmuştu.

***

"Mustafa Acet de Emirdağlıdır. Kendisi Emirdağ'da imamlık yapmaktaydı. Çok risale


yazmıştı. Yazısı da çok güzeldi.

***

"Üstadın her gelenle görüşmesi mümkün değildi. Hem Üstad, 'Kardaşım, ziyaretçi
kabul edersem, herkes yatağını bile satıp, ziyaretime gelmek isteyecek. Onun için buna
meydan vermemek lâzımdır' derdi.

***

"İstanbul'dan, Ankara'dan risalelerin tab'ı için gelen ağabeyler, Zübeyir Ağabey


vasıtasıyla hemen Üstadla görüşürlerdi.

Üstad kırlarda da tashih yapar ve dualar okurdu. Maalesef, arkasında namaz kılma
şerefine nail olamadım. Üstadla alâkalı muhaberatı Ceylân Ağabey, hizmetini de Zübeyir
Ağabey yapardı.
"Sabahları yaptığı derslerini de dinlerdik. Üstad yiyeceklerini itimat etmediği
kimselerden almaz ve aldırmazdı. Zaten bakkal bizdik. Yoğurdu amcamın hanımı yapardı.
Çamaşırlarını da yine amcamın hanımı yıkardı.

***

"Üstada ilk nüfus kaydını Dr. Tahir Barçın Ağabey yapmıştı.

"Emirdağlılar Üstadı yaşlı bir hoca olarak bilirlerdi. O şekilde hürmet ederlerdi. Hattâ
Üstad Emirdağ'dan ayrılıp başka bir yere gitse, 'Kuraklık olur, yağmur yağmıyor,' eğer
Emirdağ'da olursa, 'Bereket geldi' derlerdi.

sh:»(s.372)

[]

Hüseyin Çalışkan

HÜSEYİN ÇALIŞKAN

Çalışkanlar hanedanından Hüseyin Çalışkan, Hasan Çalışkan'ın oğludur.

Üstad Bediüzzaman Emirdağ'a geldiği l944 Ağustos'unda henüz altı yaşlarında


bulunuyordu. İşte o günlerden, gençlik zamanlarına kadar şahit olduğu hatıraları bize
anlatmaktadır. Bu şâhitler'in dilinden, şahid olduğu aziz hatıraları şöyle sıralayabiliriz:

"Küçüklük zamanlarımda bir gün, babam Hasan Çalışkan'ı arıyordum. Bulabileceğimi


ümit ettiğim komşusu dükkânlara bakmıştım, ama bulamamıştım. Sonra aklıma babamı
bulabileceğim bir yer daha gelmişti. Doğruca oraya gitmiştim. Yarı açık duran büyük bir kapı.
Kapı aralığından, kıyafeti bizim kıyafetimize benzemeyen, büyük bir insan; ben küçük ve
bacak kadar boyumla, selâmsız-saygısız hemen sormuştum: 'Babam burada mı?' Büyük zat,
'Hayır, baban burada yok!' diye cevap vermişti. Ben o küçük halimle ve yüksek miyop
gözümle, yine içeriye dikkatli dikkatli bakarak babamı arıyordum. Babamın olup olmadığını
kendim tahkik ediyordum.

"Ehl-i tahkik"

"Bu hatıradan sonra, Üstad Bediüzzaman'ı ne zaman ziyaret etsem, bana 'Bu keçeli
çok ehl-i tahkiktir!' diye tebessüm ederek, lâtife yapardı.
"Bizlere Küçük Sözler'i okumamazı sık sık söylerdi.

"Üstad Bediüzzaman'la birlikte, Emirdağ Çarşı Camiinde aynı safta sayısız Cuma
namazı kılmıştık.

"Bir gün ikindi namazını müteakib camide mevlid okunuyordu. Az bir cemaat vardı.
Cemaate gül suyunu dökme işini de bana vermişlerdi. Cemaate gül suyunu döktükten sonra,
yukarıda, müezzin mahfilinde yalnız oturan Üstad Hazretlerine de vermek için yanına
varmıştım. Elini açsın diye biraz beklemiştim, hiç kıpırdamıyordu. Sol gerisine oturdum. O
zaman bana sol elini uzattı, ben de biraz gül suyu döktüm.

sh:»(s.373)

"Emirdağ'daki iki cenaze namazına gittiğini biliyorum. Bu hatırayı bana hocam Hafız
Nuri Güven söylemişti. Birisi, Emirdağ Çarşı Camiinde kırk seneden fazla müezzinlik yapan
Budakoğlu Murad Hocanın ve diğeri de Emirdağ civarında düşen askerî uçakta şehit olan
havacıların cenaze namazıydı.

***

"Bir Pazar günü babam ve arkadaşlarıyla Keçili köyüne gitmiştik. Üstad Hazretleri de
oradaydı. Öğle vakti ise camiye gelmiştik. Camiye köyden kimse gelmemişti. On-on beş kişi
hep Emirdağlıydık. Vakit gelince cemaatin arasında ihtilâf oldu.

"Vakit hususundaki ihtilâf için herkes kendi saatine bakıyordu. Üstad Hazretleri de
saatine bakmıştı. Babamın saati alafrangaydı, ama o söylemiyordu. Epey müzakereden sonra
ezan okundu, Üstad Hazretlerinin imametinde namaz kıldık. Böylece ben Üstad
Bediüzzaman'ın arkasında ilk defa namaz kılmış oldum. Zaten bir daha kısmet olup da
arkasında namaz kılamadım.

***

"Emirdağ'da İsmail Ata'nın dükkânında yangın çıkıp, çarşıda büyük zarar olmuştu.
Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeyi gönderip, geçmiş olsun dileklerini, zarar olan mallarını
sadaka olabileceğini bildirmişti.

"Traşa fazla zaman ayırıyor"


"Saçı, sakalı gür olan Zübeyir Ağabey normal zamanlarda traş olurken, Üstad
Hazretleri 'Bu traşa ne kadar çok zaman ayırıyorsun?' diye kızmıştı. Sonraları Zübeyir Ağabey
çok geç traş oluyor, bu yüzden saçları çok uzuyordu.

"Kitapların üzerine oturmayın"

"Emirdağ pazarında okul kitapları satan bir pazarcı fazla kitapları balya yapmış ve
üzerinde oturuyordu. Bunu gören Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeyi gönderip adamı ikaz
etmişti. Üstad kitabın muhteviyatı ne olursa olsun, içinde mukaddes isimler bulunabileceği
için, üzerinde oturulamayacağını bildirmişti.

sh:»(s.374)

[]

M.Zeki Çalışkan

M.ZEKİ ÇALIŞKAN

l940'ta Emirdağ'da doğdu. Hasan Çalışkan'ın oğludur. l990'da rahmet-i Rahman'a erdi.

"Üstad Hazretlerini ilk defa nasıl gördüğümü hatırlamıyorum. Nasıl ki insan babasını
veya dedesini ilk gördüğünü hatırlamaz. Çünkü o bizim aileden birisiydi.

"Üstad, l944'lerde vefat eden Şeyh Ali Dedemin yerini alan, âlim f âzıl celâlli,
vakur ve biz çocuklara karşı da müşfik bir zat-ı muhteremdi. Hele bizimle konuşurken
'Kardeşim' diye hitap etmesi çok hoşuma giderdi. Keçili köyünde bahçenin içindeki çardak da
çok hoşumuza giderdi. Taş duvarla çevrili meyve bahçesinde her türlü meyveler bulunurdu.
Biraz da meyve yemek için olacak herhalde, oraya çok giderdik. Üstadın yatağı ağacın
üzerindeydi. Oraya merdivenle çıkardık. Baş ucunda salkım üzümleri, kızarmış elmaları yan
yana görür ve çocuk aklı ile neden yemediğini düşünürdük.

"Zannediyorum, Risale-i Nur'ların bir kısım mektupları da orada yazılmıştı. Fesleğen


kokulu saksı çiçeğini severdi. Muhtelif çiçeklerden demetler götürdüğümüzde Zübeyir
Ağabey, 'Kardaşım, Üstad fesleğeni sevdi. Ötekilerden koparmayın!' demişti.

"Üstadı namaz kılarken Çarşı Camiinin mahfilinde çok görürdüm. Beyaz işlemeli,
pamuklu, zarif bir seccadesi vardı. Cuma'ya bir saat kala evden çıkar, yakın köylerden gelen
ahali ve dükkân sahiplerinin arasından selâm vere vere camiye giderdi. Sonraları halkın
alâkasından çekindiklerinden dolayı resmî zatlar mâni olmuşlardı. Hele bir namaza duruşu
vardı ki, insan onu seyretmekten zevk alırdı. Huşû ile dua eder, zarif, ince, uzun parmaklı
elleri tekbir alır, namaza dururdu. Namazın mânâ ve mahiyeti onun şahsında görünürdü.
Tâdil-i erkanı onda görmek lâzımdı.

"Bizim dükkânla Üstadın evi karşı karşıyaydı. Pencereye oturur, çarşıyı temâşâ ederdi.
Bir gün ağabeyimle dükkânda esaslı bir mu

sh:»(s.375)

harebeye tutuşmuştuk. O zamanlar ilkokula gidiyordum. 949-950 senelerindeydi.

"Üstad pencereden kavga ve gürültümüzü duymuştu. Hemen dükkâna Zübeyir


Gündüzalp Ağabey geldi. 'Kardaşım sizi Üstad çağırıyor' dedi. Bu arada rahmetli babam da
gelmişti. Tabiî, bizden renk-menk gitmişti. Babam, 'Haydi, şimdi ne haliniz varsa görün' dedi.
Hemen çabucak abdest aldık ve odasına çıktık. Kendisini; yerde diz çökmüş, başımız önde,
yirmi-otuz dakika kadar dinledik. Bizim yaptığımız işin kötülüğünü ve ondan ötürü de
kendisinin mahcup olduğunu, birbirimizi sevmemiz lâzım geldiğini, kendi kardeş ve
akrabalarından ayrı düştüğümüzü söyledi. Biz de utanç ve mahcubiyet içinde bir daha böyle
bir şey yapmayacağımıza söz vererek yanından ayrıldık.

[]

Zeki Çalışkan'ın babası

Hasan Çalışkan

"Çayı çok severdi"

"Üstad, çayı çok severdi. Bir tarihte şeker, çay vesikaya düşmüştü. Hele şeker
tamamen yok olmuştu. Üstadın şekerini dükkândan biz verirdik. Hep ben götürürdüm.
Ağabeyim dükkânda otururdu. Her seferinde para vererek fiyatını öderdi. Ayırca bana ayak
kirası olarak, hurma, elma, bisküvi verirdi. Bunlar baş ucundan hiç eksik olmazdı. Bize
teberrüken verirdi. Mehmed Çalışkan Amcamın hanımı olan yengemin çorbasını alırdı.
Birkaç sefer ben götürmüştüm. Parasını ban vermişti.

"Çamaşırları mis gibi kokuyordu"

"Çok acı yıllar geçirmişti. Bizim ilçede en yakın talebeleri olan Sungur ve Zübeyir
Ağabeyler bile yanına giremediler. Onlara ayrı ev tutulmuştu. O günlerde Üstadın
çamaşırlarını, yıkanması için sepetle, Osman Çalışkan Amcamlara götürüyordum. Yollda
burnuma gül kokusu gelmişti. Sepeti yere dökerek içine baktım. Kirli diye götürdüğüm
çamaşırlar mis gibi gül kokuyordu. Bu husus çok hayretimi mûcip olmuştu.

"Yine o günlerde dükkânın tezgâhındaydım. Zübeyir Ağabey telâşla, gülerek babama


birşeyler anlatıyordu. Onlarda hayretle gülerek dinliyorlardı. Üstadın baş ucunda bir krem
kutusu vardı. Nevaleyi ondan görürdü. Akşamleyin son meteliği de harcamışlar.

sh:»(s.376) Sabahleyin yine Üstad sipariş vermiş. Zübeyir Ağabey 'Üstadım, paramız
kalmadı. Akşam hepsini harcadık' demiş. Celâllenen Üstad, 'Keçeli, Keçeli, baktın mı
kasaya?' demiş. Kutuya bakan Zübeyir Ağabey, içinde paraların olduğunu ilk defa bize
anlatmıştı. Bizler de buna benzer harika keramet hallerine çok şahit olmuştuk.

"Üstadın karşı komşusu Bolvadinli Cafer Ağa kurban kesmiş, Zübeyir Ağabeylere de
bir parça et vermiş, o da kabul etmemişti. Kızan Cafer Ağa Üstada şikâyete gitmişti. 'Hiç
kurban eti alınmaz mı?' diye şikâyet etmiş ve Üstad, 'Söyle onlara, alsınlar' demişti. Tabiî,
Cafar Ağa sevinç içindeydi. Üstad ve Nur talebeleri zekât, iftar daveti gibi şeylere asla kabul
etmezlerdi. Evde odun taşınıyor, badana yapılıyor, tahtalar siliniyordu. Üstad, Mustafa Acet
Ağabeye, teberrüken kendi evine götürmesi için bir bardak dut şurubu vermiş, o da aşağıya
inip bir bardak şurubu içmişti. Tabiî, eve gitmek çok vakit alacak. Üstad şüphelenerek 'Ne
yaptın?' demiş. Acet ise 'Boşalttım efendim' demiş, Üstad 'Nereye boşalttın?' deyince de
foyası meydana çıkmıştı. Üstad 'Bir bardak şurubun hepsi içilir mi?' diye tebessümle gelenlere
anlatıyor ve 'Senin midenden Allah'a sığınırım' diyordu.

"Bir gün ilhan köyü yolunda Bağlar mevkiinde bayram ziyaretinde iken baktık, tek
gözlü bir atın koşulu olduğu faytonla Üstad geliyordu. Sürücü ağabey yavaşladı ve biz
Üstadın elini öperek bayramlaştık. Zaten biz veya herhangi bir çocuk kafilesi önünü kesti mi,
onlarla muhakkak görüşür ve 'Bana dua edin, ben çok hastayım' derdi. Bu arada araba yürüdü.
Aşağıdaki tarladan bir zat da koşarak yola çıkmaya çalışıyordu. Hava çok rüzgârlıydı. Rüzgâr
adamın meşin şapkasını başından uçurdu ve aksi istikamette sürüklemeye başladı. Adam
şapkayı tercih etti ve Üstadla görüşemedi. Zaten içkici olduğu için eve almıyorlardı. Kazaya
gelen taharrî memurlarının en iyi dostu bu adamdı. Bir gün fırsatını bulmuş, içeriye girmişti.
Babasının millî mücadeledeki kahramanlıklarını anlatıyordu. Bu ziyaretten sonra adam
Üstada karşı müsbetleşmişti.

"Keramet peşinde değiliz"

"İlk zamanlar da Şuhut'ta memurluk yapan komşumuz Şükrü Amca, Osman Amcamın
aklını çelmişti. 'Siz bu adamın peşinden gidiyorsunuz. Medhediyorsunuz. Ama hiçbir
kerametini göremiyoruz' diyerek amcamın hizmetteki ihlâsını kırmak istemişti. Amcam
düşünürken âniden Zübeyir Ağabey gelmiş, 'Sizi Üstad çağırıyor' demişti. Üstad amcama,
'Kardaşım Osman, biz keşfin, kerametin, makamatın peşinde değiliz. Kapı dururken
pencereden girmek akla aykırıdır' diye bir ders vermişti ki, hayret!

sh:»(s.377)

"Zaman zaman Üstadın bindiği âmâ atın boyu belki iki metreydi. Halbuki Beytullah
Ustanın ahırında nadide yarış atları vardı. Ama Üstad, hep o atı severdi. Nasıl da çıkardı atın
üstüne, bir elinde dizgin ve şemsiye, diğerinde tashihatı yapılacak kitap. O azametli cins at
üstündeki varlığın kıymetini idraki içinde sakin sakin giderdi. Üstad en çok bahar aylarında,
kasabanın yüksek tepesi olan Harami tepesine, Keçili köyüne, İlhan köyü yolunda Bağlar
mevkiine gezmeye çıkardı.

"Üstad, Çarşı camiindi ikindi üzeri kapanır, çok zaman geceyi camide geçirirdi.
Caminin üst katında mahfelde yeri vardı. Bilhassa Cuma'ları namazını orada kılardı. O
zamanlarda Emirdağ'da elektrik yoktu. Camide gaz lambası ve mum yanardı. Bir de muzip ve
şakacı bir müezzinimiz vardı. Ekmekçi Kocanın pederi müezzin Budoğlu diye anılırdı.
Budoğlu bir sabah namazı camiyi açıyor, lambayı yakacak. Kibriti olmadığı için Üstadın
kibritini almış, birkaç gün hep Üstadın kibritini kullanmıştı. Güya habersiz alıyor. Aklı sıra
Üstad inzivaya dalmış ve dalgın, bilmez diye düşünmüş, üstad habersiz vaziyette bulunan
kibritleri almasına celâlleniyor ve çağırarak, 'Kardaşım, al şu beş kuruşu da camiye bir kibrit
al' diyor. Şaşıran ve korkan Budoğlu, bu hadiseden sonra Üstada çok daha hürmetkâr
davranıyordu.

"Namazda kalbine birşey getirme"


"Bir gün öğle namazı kılarken, müezzine on lira lâzım olduğundan, kalbinden on lira
geçmiş. Bu esnada cebine el gibi birşey girmiş. Namazdan sonra Üstad kendisine 'Kalbine
namazda birşey getirme' diye tenbihatta bulunmuştu.

"Bu müezzinin öyle bir gür sesi vardı ki, verdiği selâları, ezanları beş-on kilometre
uzaklıktaki köylerden dinleyen köylüler vakti bilir, kazada ölenlerin haberini alırlardı.
Budoğlu Hoca, Üstadın çok duasını almıştı.

"Üstad mecliste olan konuşmaları da takip ederdi. İsmail Önen Beyden gazeteleri alır,
götürürdüm. Zübeyir Ağabey, Üstadın gösterdiği yerleri okurdu. Baş ucunda da radyosu
bulunurdu.

"Yedi-sekiz yaşlarındaydım. Akraba-i taallûkattan yaşı tutanları, hepsini Afyon


hapishanesinin kalın parmaklıklarının içine hapsetmişlerdi. Sarı, zalim bir gardiyan vardı. Bizi
ne kadar azarlar ve korkuturdu. Uzaktan pencereden Üstada bakıp selâm vermeyi bile
yasaklamışlardı.

sh:»(s.378)

[]

Zeki Çalışkan'ın kara kalem çalışmalarından örnekler

Üstadın Emirdağ'da kaldığı menzillerden bir demet.

sh:»(s.379)

"Hayatta en çok sevindiğim gün, tahliyeler ve l950'de çıkan umumî af idi.

"Üstad bir Cuma günü gusül abdesti almak istiyordu. Vakit hayli yaklaşmıştı. Ateş de
az kalmıştı. Mustafa Acet Ağabeye, 'Kardeşim, sen ibriği koy mangala, herhalde bu ateş bu
suyu ısıtır' demişti. Çok kısa bir müddet içinde bu az ateşte su ısınmıştı.

"Emirdağ'da dâvâ vekili olan amcam Abdullah'ın hanımı vefat etmişti. Üç kız, bir
oğlan yetim kalmıştı. Bütün yük büyük kızdaydı. Güngör her işe yetişemiyor ve daraldıkça,
ölen annesine sitem ediyordu. 'Bunları başıma yıktın, gittin' diyerek, annesine küsüyordu. Bir
müddet sonra Güngör ablam da vefat etti. Bütün ev Şükran'a kalmıştı. Şükran ablam da büyük
sıkıntı içindeydi. Üstad ise bu durumdan haberdardı. Şükran içine kapanmış, derdini kimseye
söyleyemiyordu. Üstad gözyaşını içine akıtan Şükran'ı çağırtmış ve 'Her gün çorbamı sen
getir' demişti. O tarihte Üstad tecritte ve sıkı takip altındaydı. Anahtar evin dışından
kilitleniyordu. Anahtar bir nevi yed-i emin olan kapı komşusu Boyacı Sabri'de kalıyordu.
Şükran Abla her gün çorba getiriyor ve her zaman kapının arkasında Üstadı beklerken
buluyordu. Şükran Ablamın gelme zamanı mechul. Üstad Şükran Ablama para, badem
ezmeleri ve hurmalar veriyordu. Bu vaziyet Şükran Ablamın morali düzelinceye kadar devam
etmişti. Üstad Şükran Ablama şu müjdeyi vermişti: 'Sen onları merak etme. Onların hepsini
de ben barıştırdım.'

"Üstad, dedem Şıh Ali içinde şöyle diyordu: 'Ne kendini bildi, ne de emirdağlılar onu
bildi.'

"Koca Üstadı tanıyanlar tanıdı. Ama elli milyonluk Türkiye'de hâlâ tanımayanlar var.
Helâket ve felâket asrının temsilcisini cümlesine tanıtıp, onun halkasına dahil etmesini Cenab-
ı Mevlâ'dan niyaz ederim.

sh:»(s.380)

[]

Ceylan Çalışkan gençlik yıllarında

CEYLAN ÇALIŞKAN

Abdülkadir Ceylân Çalışkan l929 yılında Emirdağ'da dünyaya gelmişti.

Babası Mehmed Çalışkan, annesi ise Ayşe Çalışkan'dı.

Küçük yaşta annesini kaybeden Ceylân Çalışkan annesiz, öksüz olarak büyüyordu.

l944'ün yaz sonlarında Emirdağ'a gelen Üstada bütün Çalışkan ailesi yardıma ve
hizmete koşmuştu.

Mehmed Çalışkan, oğlu Ceylân'la birlikte Üstada nasıl gittiğini şöyle anlatmaktadır:

"Bir gün Ceylân'la beraber Üstadı ziyarete gitmiştim. Üstad:

"Oğlun mu?'

"Evet.'
"Fırsat düşmüşken çocuğun mektep işini danışayım dedim:

"Efendim, çocuk çalışkan ve zeki, onu yüksek mekteplere vermek istiyorum, ne


buyurursunuz?"

"İyi! Zeki ve çalışkan olduğu için evvelâ benden iman dersi alsın, sonra yüksek
mektebe devam etsin' diye buyurdu.

"Böyle bir cevap beklememekle beraber, hemen razı oldum. Zaten Üstadın her emrini
yerine getirmeye çalışırdık. Ev işlerimizi olduğu gibi, hususî meselelerimizi dahi hep
kendisine danışırdık.

"Ceylân'a verdiği ilk ders: Sıdk!

"Buyurdu ki:

"Daima doğru olacaksın. Hiç yalan söylemeyeceksin. Sana bir milyon lira verirler, sen
bana ihanet edebilirsin, fakat ismin ebediyyen kötü anılır.'

"Ceylân'ın vazifesi, Üstadın söyleyip kendisinin yazdığı mektupları, sonra eve gelerek
daktilo etmektir.

"Üstad, 'Bu usûl zor' demişti. 'Sana on beş günde İslâm yazısını öğreteceğim.' Ve
hakikaten öğretti. Nasıl öğretti, hangi usûlü takip etti, bilmiyorum.

Sh:»(s.381)

"l948 senesinde tevkif edildiğimiz zaman sadece bizim Çalışkan ailesinden altı kişi
vardı. Ceylân o zaman l9 yaşlarındaydı. Yani Ceylân genç ve körpe yaşında zindanlara
atılmıştı.

"Ceylân'ın askerlik çağı geldiğinde, Üstad onun biraz geç asker olmasını istemişti.
Müracaatlarımızı yapamadık ve Ceylân asker oldu.

"Üstadına 'Allaha ısmarladık' diye veda ederken, hakikaten maddi-manevî


hastalıklarımızın derin ilmiyle ve derya gibi olan şefkatiyle tedavi eden Nur'ların Müellifi
yavruma şu nasihatı vermişti:
'Sen Risale-i Nur'un esaslarını hareketlerinle yaşa!"

"Sonra bir not verdi. Bu notlarda, 'Benim şarktaki dostlarıma ve talebelerime selâm
olsun!' diye yazmıştı.

"Ceylân Urfa'ya gidince bunu bir Nakşî şeyhine verince, şeyh kağıdı cebine koymuş.
'Bunu benim için yazmış' demiş.

"Aradan epeyce zaman geçti. Ceylân, usta asker oldu. izin sırası gelince iznini almış,
fakat zekâ ve çalışkanlığından dolayı, mükâfat izniyle beraber iki ay! Durumu bana bildirdi,
'Baba, ne yapayım?' diye soruyordu. Tabiî, biz de Üstada sorduk.

"Tamam tamam kardaşım, Ceylân Urfa medresesinde kalsın' diyerek cevap vermişti.

"Biz biraz üzüldük. Aylar sonra çocuğu görecektik, o da olmadı. Tabiî emir
Üstadımızındı. Ceylân Urfa medresesinde kalmıştı.

[]

Ceylan Çalışkan vatanı görevini yaparken

"Bir ara o medreseye polisler gelip Ceylân'ın ifadesini almışlarsa da neticede birşey
çıkmadı.

"Nihayet askerliğini bitirdi ve geldi. Bir gece evde kaldıktan sonra ertesi gün, Üstad.

"Bak kardaşım, senin çok evlâdın var; bunu da bana ver' dedi.

"Üstadım, biz Ceylân'ı daha evvel size vermiştik' dedim.

"Böylece, Ceylân yatağını evden toplayıp, Üstadın yanına gitti."

İşte bundan sonra, Ceylân Çalışkan, zekâsıyla, dehasıyla, eşsiz kabiliyetleriyle, asrın
sultanına, dâhi-i âzam Üstada talebe,

sh:»(s.382) hizmetkâr ve manevî bir evlât olmuştu-tıpkı kardeşlerinin evlâtları


Abdurrahman ve Fuad gibi..

Ceylân'ın Üstadla alâkası pek çok hatıraları bulunmaktadır.. Bunlardan tesbit


edebildiklerimi anlatayım:
Kavunun başına gelenler

Üstad bir gün kavunun başını kesmiş, içinin yumuşağını kaşıkla yemiş, kalan sert
kısmı da "Bunu götürün, teberrüken yiyin" demiş.

Bakraç gibi olan bu kavunu Ceylân bir rafa koymuş, bir-iki gün sonra bu kavunu
almış, ipten kulp takmış ve iki katlı evin üst penceresinden, kuyuya sarkıtır gibi aşağıya
sarkıtmış, çekmiş, böylece oynamış.

Üstad kavunu ne yaptıklarını Ceylân'a sorduğu zaman, olduğu gibi anlatınca, "Peki,"
demiş, "Doğru söylediğin için bu sefer sizi affettim."

[]

l948 Afyon hapishanesinde Nur talebelerden bir gurup. Ayaktakiler soldan itibaren
Metin Halıcı, Halil Çalışkan, yanında Mustafa Acet, Sol başta oturan ise Ceylân Çalışkan

"Ceylân'ı dünyaya vermeyeceğim

Üstad, Ceylân'dan çok memnundu. "Ceylân kabiliyetli bir genç. Dünya işini de yapar,
ahiret işini de. Fakat onu dünyaya vermeyeceğim" derdi.

Bir gün "Ceylân, senin hayatın uhrevîdir. Eğer dünyevî olsa pek azdır!" diyen Üstad,
babası Mehmed Çalışkan'a ise, "Bu oğlunun iyiliği, babanın sana ettiği dualarının neticesidir"
demişti.

sh:»(s.383)

Lâtifeler...

Küçük yaşta Üstada manevî bir evlat olan Ceylân Çalışkan, hiçbir kimsenin yapmadığı
ve yapamadığı lâtifeleri, şakaları yapmıştı. Yine bunlardan tesbit edebildiklerimi, lâtif
lâtifelerini anlatayım:

Üstad bir gün arabada giderken Ceylân Çalışkan'a radyoyu açtırmış. Mustafa Sungur
bu durumu bilmediği için, Ceylân hem radyoyu kapamıyor, hem de gülüyormuş. Mustafa
Sungur'un ısrarıyla Ceylân radyoyu kapatınca, Üstad, "Ceylân, radyoyu aç, Sungur da
dinlesin!" demiş ve "Kardaşlarım, ben sizin dinlediğiniz gibi dinlemiyorum" diyerek
radyodaki hava zerrelerinin vazifeleriyle alâkalı dersler vermiş.
***

Bir meseleden dolayı Ceylân'ın canı sıkılınca, Üstad gönlünü almak için iltifat ederek,
"Ceylân, size malta eriği alacağım" deyince, Ceylân, "Üstadım, gönlümüzü mü alıyorsun,
yoksa yeni dünya mı alıyorsun?" diyerek mukabele etmiş.

"Ben oklava yedim"

üstad bir yanlışlıktan dolayı hiddet edip, küçük kulunç değneği ile vurduktan sonra,
"Size baklava alacağım yemeniz için" deyince, "Ben oklava yedim Üstadım" diye, yine üstadı
tebessüm ettirmiş.

"Nine ihtiyardır"

Bahar günü arabayla kır gezintisi yaparken otlayan koyunların, kuzuların yanından
geçerken. Üstad, "Ceylân, sana bir koyun alacağım, bir de nine alacağım. Nine koyunu sağar,
sen de sütünü içersin" deyince, Ceylân "Nine ihtiyardır, bu işleri yapamaz Üstadım" diye
cevap vermiş.

"Zekeriya'nın dolmuşu

"Bir gün babasının yazdığı hasret ve şikâyet mektupları üzerine Zekeriya Kötapçı,
Abdullah Yeğin'e hitaben Emirdağ'a, Üstada gelmesi için mektup yazmış. Bunun üzerine
Yeğin Urfa'dan kalkıp, Emirdağ'a, Üstadın yanına gelmiş. Üstad hiddet edip, böyle durup
dururken niçin geldiğini sorarak hiddet etmiş. Zekeriya Kitapçı'nın mektubu üzerine bu işin
olduğunu anlayan Ceylân Çalışkan, zekâsından fışkıran cevabını biraz da argoya sarsarak,
hemen cevap vermiş: "Zekeriya'nın dolmuşuna binmiş. Üstadım."

sh:»(s.384)

"Bir huri bana yeter"

Üstad iman ve Kur'ân hizmetini ehemmiyetini, bu zamandaki fedakârlığı anlatarak,


"Size yirmi huri de verilse, yine bu hizmeti terk etmemeniz lâzım deyince, Ceylân Çalışkan
yine lâtifesini yapmış: "Üstadım, bir tanesi yeter bana."

l96l yazında Nur talebeleriyle birlikte Ceylân Çalışkan'ı birinci şubede nezarete
koymuşlardı. Hadisede mühim bir unsur olan Said Özdemir, elindeki içinde Nur'un matbaa
klişeleri, formaları da çantasıyla birlikte, fırsatını bulup firar etmişti. Yirmi üç gün kadar Nur
talebeleri nezarette kalınca Ceylân Çalışkan şu mısraları yazmıştı:

"Ağustos'un dördüncü haftası

"Said ve çantası

"Birinci şubeden bırakıp kaçtı

"Başımıza sevaplı belâlar açtı."

Bu şiiri eline alıp okuyan Birinci Şube Müdürü, "Bunu kim yazdı?" diye sormuştu.
"İçinizden en eski kimse onunla konuşalım" diyen Birinci Şube Müdürü Muzaffer Yılmaz'a
Ceylân Çalışkan, "Eskilere itibar olsa, bit pazarına nur yağardı" diye şaka yapmıştı.

***

Harbiyede sabahleyin kapılar geç açılınca, içerde sıkışıp kalan Ceylân Çalışkan şu
lâtifeleri satırları yazmıştı:

"Saat on bire geldi

Yemeğe hâcet kalmadı

Halimize demeye hacet kalmadı

Herkes hacetini içerde görür

Hacetim var demeye hacet kalmadı

Burası bir sivri adadır

Yassıada'ya gitmeye hacet kalmadı."

"Hizmet eyle imana"

Yüksek zekası yanında şiire ve şairliğe de merakı, kabiliyeti olan Ceylân Çalışkan,
Hanımlar Rehberi'nin sonundaki "Nurcuların Kasidesi" isimli şiirde askerlerin "Annem, beni
yetiştirdi, bu vatana yolladı" marşına bir nazire olarak yazmıştı.

"Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı.


Teslim etti risaleyi, Allah'a ısmarladı

Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana.

Sütüm sana helâl etmem, çalışmazsan Kur'ân'a."

sh:»(s.385) şeklinde yazarak, iki makamda okunan bu marşı, zaman zaman arabaya
aldığı çocuklarla birlikte okurdu. Üstadla kırlara çıktığı günlerde yine bu marşı Nur talebeleri
okurlardı.

Bir şaka ve lâtife tarzında yazılan bu şiiri ise "Emirdağ Nurcularını Medhiye ve
Mathiyeleridir" ismini taşımaktadır.

Kış gelince hepsi sözü verdiler

Yaz gelince çabuk geri döndüler

Parlayan bir mum gibi söndüler

Ne sebatkârdır bu Emirdağlılar

Risale-i Nur içinde adları çıktı

Talebelik yapa yapa canları çıktı

İçlerinde zaten hiç arslan yoktu

Ne kahramandır bu Emirdağlılar

Bir vak'a olunca hepsi kaçarlar

Mübarek gecelerde hepsi uçarlar

Talebelik köprüsünde önde geçerler

Ne ileri yönlüdür bu Emirdağlılar


Mirac gecesinde kırklar toplandı

Karnı aç olanlar manen yoklandı

Maşaallah gündüz gibi günahları paklandı

Ne günahsızdır bu Emirdağlılar

Yazı yazmak bizde birinci gaye

Yapamıyoruz ama ne çare

Nefsimize veriyoruz büyük bir paye

Ne mütevazidir bu Emirdağlılar

Önümüzdeki gece Leyle-i Berat

Çok çalışalım ele geçmez bu fırsat

Şimdi gelse de sarsmaz bu memat

Rabıta-ı mevtlidir bu Emirdağlılar

sh:»(s.386)

Kimi Üstadın hep halini sorar

Kimi ziyaret eder, Üstadı yorar

Kimi gece gündüz üç gece arar

Ne lopçu bu Emirdağlılar

Vaktaki kalem yazdı, olduk biz de talebe


Zındıkaya, küfre karşı çaldık galebe

Zülfikar gitti Mısar'a, Şam'a, Haleb'e

Nef fütuhatçıdır bu Emirdağlılar

İhlâslıdır, birbirine küserler

Bid'adları, riyaları köklerinden keserler

Âlem-i ervahda rüzgâr gibi uçarlar

Ne maneviyatçıdır bu Emirdağlılar

Menfaati hiç âlet etmeyen

Rızadan başka gaye gütmeyen

İhlas hilâfına, yola gitmeyen

Ne ihlâslıdır bu Emirdağlılar

Nur uğuruna kesseler bizim kelleyi

Elimizde tutarız ateş gülleyi

Korkarız karanlıkta görsek gölgeyi

Ne metanetlidir bu Emirdağlılar

Söyle söyle sende mi ulvî himmet?

Esrar-ı atom, irşad-ı devlet


Sende mi hep umumî gayret?

Ne keşfiyatçıdır bu Emirdağlılar."

Ceylân'dan annesine mektup

l929'a doğup l963'de cennet yaşında şehit olan Ceylân Çalışkan, amcası Abdullah
Çalışkan'ın hanımının vefatı dolayısıyla kendi üvey anasına, ahiretten ve ebediyetten
bahseden şu mektubu yazmıştı:

"Çok sevgili, çok müşfik valideciğim, Senin ellerinden, hem mü

sh:»(s.387)

[]

Ceylan Çalışkan'ın annesine yazdığı mektup barek ayaklarından hasretle, hürmetle,


iştiyakla öperim. Hem son musibetinizden başınız sağolsun.

"Sevgili valideciğim, dünyadaki herşey ve her ölüm bize diyor ki; siz de fanisiniz, siz
de öleceksiniz. Cenab-ı Hakkın bahtiyar kulları bütün bu hadiselerden hisselerine düşen dersi
alırlar. Yani kendi nefislerine derler ki: "Ey nefis, sen lâyemut değilsin, fânisin, ibret al, sırat-ı
müstakimden ayrılma. Ve her işinde âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı olan Kadîr-i Zülcelâl-i
Velikramın rızasını esas maksat yap' der. Bunu böyle söyleyen ve böyle yapan bir abd
Biiznillahi Teâla saadet-i ebediyeye vâsıl olur.

sh:»(s.388)

"Ey müşfik anneciğim! Cenab-ı Hak sana musibet perderleri arkasından öyle nimetler
ihsan etmiş ve öyle lütuflar vermiş ki, eğer şükür ile mukabele etsen, pek cüz'î olan amelin
seni her iki cihanda mesut etmeye kâfi ve vâfidir.

"Birincisi: Bu zamanda en büyük hizmet-i imaniyenin kahramanı ve sertacı olan


Üstadımızın şahsî hizmetinde az da olsa sakadaktla istihdam edilişin ve o kudsî rehberin
yemeğini pişirmen, bazı çamaşırlarını yıkamak suretiyle onun o kudsî hizmetine iştirak edip
dualarına pek yakınları arasında dahil olman acaba kaç kadına nasib oldu ki?
"Bu doğrudan doğruya alâka ve hizmetinizi bir taraf etsek de bilvasıta olan
hizmetinize dahi nazar etsek göreceğiz ki, yine en bahtiyar sensin. Sen Risale-i Nur'a hizmet
edenlere hizmet etmek şerefine nail oldun. Bu mazhariyete, eğer kadınlar taifesinin aklı
başına gelse ve kalb gözleri açılsa idi, canlarını feda edecekler ve seninle adeta yarışa
gireceklerdi. Hem sana bütün hayatları boyunca gıbta edeceklerdi.

"Cenab-ı Hak ve Teâla Hazretleri seni ağuş-u rahmetine almış olacak ki, bütün bu
saadetler üzerine bir yenisini daha yetim terbiyesi suretinde ihsan etmiş bulunuyor.

"Merhum ve mağfur Abdullah amcadan kalan üç yetime Cenab-ı Hakkın masum


emanetleri ve vedîaları olarak bakmanız ve onları kendi öz evlâtlarınızdan ayırd etmeyerek
şefkatinizle onlarla alâkadarlığınız hem maddî hayatımıza, hem manevî hayatımıza öyle bir
nur serper ki rıza-ı İlahî için olmak şartıyla o nur bütün hayatımızı saadete ve nura kalb edip
aydınlatabilir ve saadet çiçekleri açarlar.

"Ey muhterem anne, sen bu hizmetlerinde benim bu biçare nazarımda öyle


ulvîleşiyorsun ki, adeta Peygamberimizin 'Cennet anne ve babanın ayağı altındadır.' Cenab-ı
Hakkın 'Onlara üf bile demek caiz değil' mealindeki kudsî emirlere mâsadak olmaya ehil
olacak bir vaziyet kesb ediyorsun

"Ey müşfik anne, sen aynı zamanda yetimler annesisin. Birinci yetim benim.

"Fakat ben nankör çıktım. Belki herkes benim kadar nankör olamaz, Kadir kıymet
bilirler. Velev ki, benim gibi bilmeseler dahi, madem ki herşeye nâzır ve her yerde hazır bir
zerre kadar bir şeyi zayi etmez. Bütün hayır ve şer onun elindedir. Bütün ücretleri o verecektir
ve ondan beklemelisin.

"Şu kararsız fâni dünyada sen bizzat yetimlerle ve kendi ma

sh:»(s.389) sunların meşguliyeti yüzünden, belki ehl-i dünya zevkperest kadınlar gibi
boş vakit bulup, dünyevî işlerle lüzumsuz şeylerle meşgul olamazsın ve belki ehl-i dünya
kadınlar tarafından 'Dünyanın en hayır sever kadını sen misin? Kendi çocukların varken
başkaları ile uğraşmak neden?' denilebilir. Ve belki bizzat kendilerine iyilik ve şefkat edip
baktığın ki, yedirip, kuşatıp, terbiye ettiğin çocuklar akılları ermeye başlayınca küfran-ı nimet
ederek, senin kıymetini bilmemezlik badbahtlığına-Şimdi senden afv isteyen biçare Ceylân
gibi düşeceklerdir. Ve bizzat senin nefsin, kalbinin, ruhunun rağmına olarak, bu kudsî,
sevapdar, Allah'ın, Peygamberin, Üstadımızın ve bütün ehl-i hakkın razı olup istedikleri
hizmeti arzulamayacaklardır. Fakat düşün ki, Cenab-ı Hakkın rızası için yapılan en küçük
amel dahi en büyüktür. Cenab-ı Hak kabul etse, bütün halk reddetse kıymeti yok. Cenab-ı Hak
razı olsa, bütün dünya küsse tesiri yok. Eğer O razı olsa, kabul ederse ve hikmeti iktiza
ederse, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder.

"Hatta bir darb-ı mesel var: 'İyilik et denize at, balık bilmezse de, Hâlık bilir.' Varsın,
bütün bu hizmetlerinin kıymetini elinde duadan başka hiçbirşey bulunmayan biçare insanlar
bilmesin.

"Herşeyin anahtarı Onun elinde olan Hâlık-ı Zülcelâlin bilmesi senin ve bütün
beşeriyet için kâfi ve vâfidir.

"Anneciğim, senin dünyevî ve uhrevî saadetin hiç her zaman dua etmekteyim. Senden
de dua beklemekteyim. Bilhassa masum yavrulardan. Onların cümlesinin gözlerinden hasretle
öperim. Bütün akraba-yı taallûkata, ninelerime, yengelerime, dayılarıma selâm eder,
ellerinden öperim. Dualarına el açarım."

El Bakî Hüvel Bâki Biçare, duanıza muhtaç evlâdınız: Ceylan

Ceylân'ın Bayram'a mektubu

Ceylân Çalışkan, asker olduğu günlerde kendisi gibi Üstadın talebesi ve arkadaşı
Bayram Yüksel'e şu satırları yazıyordu:

"Çok sevgili mübarek kardeşim,

"Senin güzel mektubunu aldım. Fakat ancak izinli günlerde mektup yazabildiğimiz
için cevabı geç kaldı. Kardeşim, kusura bakma. Hem senin ihlâslı faaliyetini tebrik ediyorum.
Esaslı askerlik odur. Ve Nurcuların yaptığı askerlik de öyle askerlik olmalıdır.

"Maalesef biz hiç de öyle bir faaliyet gösteremedik. İhlâsımız kırık olduğu için o
cihetten zaifiz.

sh:»(s.390)

[]

Ceylan Çalışkan'ın Bayram Yüksel'e olan mektubunun baş kısmı.


"Aziz Bayram,

"Bizim yüzümüzü güldüren ve sürur eden, senin gibi sâfi ve ihlâslı kimselerdir. Ve
bizde aranan birinci vasıf ihlâs, sadakat ve sâfiyet-i kalbiyedir. Bu da sizde hakkıyla
mevcuttur.

"Aziz kardaşım biz sizinle iftihar ediyoruz. Bunları sizin şükür etmeniz için tahdis-i
nimet olur diye söylüyorum. Yoksa sizin bu hükümlerden gurura kapılmanıza imkân yoktur.
Hâzâ min fadlı Rabbî.

"Ben geldiğim vakit on beş gün 3. taburun l0. bölüğünde kaldım. Sonra da alay
karargâh bölüğünün istihkâm takımına geçtik. Yani istihkâm askeriyiz.

"Buralarda pahalılık, susuzluk ve soğuk var. Fakat sizde yoktur. Portakal boldur.
Mahsulden başka herşey oradan daha önce yetişir. Arapça da konuşular, siz de öğrenirsiniz.
Beraber Bağdat'a, Şam'a gideriz, inşaallah, Isparta'dan lâhika geliyor, siz de isteyiniz, gelsin.
Mektubuma son verir, gözlerinden öper, ihlâslı, makbul dualarınızı beklerim, aziz, kıymetli
kardaşım."

El-Bâkî Hüve'l-Bâkî

Kardeşiniz Ceylân

sh:»(s.391)

[]

Üstadın kendi el yazısıyla Ceylan Çalışkan'a ikazları..

Üstad Ceylân'a ikazları

Ceylân Çalışkan küçük yaşta Üstadın hizmetine girdiği zaman bilemediği bazı
noktalarda Üstad yazdığı pusulalarla kendisini ikaz ediyordu:

"Ceylan! Zaman naziktir. Nur'ların faaliyeti vaktin çok dikkat lâzımdır.

"Nur'un ve bizim Nurcuların selâmeti ve münafıkların şerrinden kurtulması için sen bu


üç maddeyi bil:
"Birincisi: iktisada tam riayet etmek lâzımdır. Tâ validen ve baban senden gücenip
hizmet-i Nuriyeye zarar gelmesin. Dükkâncılık eden mertlik etmez. On paraya dikkat eder.
Mal senin değil. İkram etsen caiz değil.

"İkincisi: Şimdilik nazar-ı dikkati kendine celb etme ve gösteriş yapmaya çalışma. Tâ
senin elindeki Nur emanetlerine zarar gelmesin. Hevesatını, faidesiz eğlencelerini bırak.
Hizmet-i Nuriyenin sana verdiği zevkler yeter.

Üçüncüsü: Bize gelmek için buraya

sh:»(s.392) gelenlerden herkese açılma. Lüzumsuz onlara esrarımızı bildirme. Çünkü


içlerinden ya safdil veya kurnaz veya aptal bulunabilir, ifşa eder, habbeyi kubbe yapar. Ondan
da münafıklar ve casuslar istifade eder. Hususan bu kasabada daha çok dikkat ve ihtiyat
lâzımdır."

"Ceylan! Dün posta için sabahtan akşama kadar seni bekledim, görünmedin. Kalben
dedim, 'Eğer Risale-i Nur'un hizmetiyle ve okunmasıyla meşgul olmuş ise aff edilir. Yoksa
onun hayatı Risale-i Nur'a aittir. Hevesatına sarf etse şiddetli tokat yiyecek. Acaba o mânâsız
gezmeyi bu soğukta sen mi yaptın? Yoksa başkası mı hatıra getirdi? Hem yanınızda daha kim
vardı? Risale-i Nur hesabına merak ediyorum. Dikkat et, çocukluk yapma, tokat yiyenler pek
çok.

"Ceylân! Sen bahtiyardın ki, bu acib zamanda Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir hizmeti
ve onun manevî hazinesinin bir anahtarını aldın. Benim de anahtarımı aldın. Ve küçük bir
Abdurrahman ve küçücük bir Husrev namını aldın. Bu kudsî ve ehemmiyetli vazifeye lâyık
olacağını gayet kuvvetli bir sadakat ve metanet ve ihtiyat ile isbat edersin. Gerçi çocuksun,
fakat sende kuvvetli bir sadakat hissettiğimizden küçülmüş kuvvetli bir ihtiyar nazarıyla
bakıyoruz.

"Sen de dikkat et! Çocukluk hevesatına aldanma, kapılma! On adamın şimdiki benim
hizmetimde vazifeleri mecburiyetle sana yüklenmiş. Az bir yanlışın büyük bir zarar verir.
Bunu kat'iyyen bil ki, senin hizmet ettiğin hakikatın sana vereceği hem dünyada, hem âhirette
menfaate mukabil dünyada hiçbir şey gelemez. Tâ ki, bir elmas hazinesini şişe gibi çabucak
kırılacak fâni dünya lezzetleriyle kaçırma. Çocukluk kulağıyla cin, ins şeytanlarının
vesveselerine kapılma."
Ceylân Çalışkan, Üstadın kendisini ikaz mektuplarını şöyle takdim etmektedir. Üç
ikazın birisi Üstadın kendi el yazısıyla, diğer ikisi ise Ceylân Çalışkan'ın el yazısıyladır:

"Mübarek Üstadım Efendimin, Risale-i Nur'un faaliyetine zarar gelmemek için, bana
yazdığı bir-iki ehemmiyetli ihtarı burad derc ettim.

"Bir numaralı ihtar: Zülfikar 'Mucizat'ın tab'ı edildiği sıralarda yazılmıştır. l946 Eylül
başlarındadır.

"İki numaralı ihtar: Hizmet-i Üstaddan-gerek ehemmiyetli kusurlardan dolayı ve


gerekse başka manevi sebepten dolayı-çekildikten bir hafta sonra süflî hevesat-ı nefsaniyeye
tabî olduğumdan yazılmıştır. 946 Kanunusâni yirmi yedinci gün.

sh:»(s.393)

"Üç numaralı ihtar: Hizmette iken Risale-i Nur'un hizmetinin ne kadar kıymetli
olduğunu ve bu elmas hazinesinin kaybedilmesini ikrar ediyor."

Ceylân'ın babasına mektubu

Ceylân Çalışkan, babası Mehmed Çalışkan'a bir mektubunda da şunları yazıyordu:

"Çok kıymettar ve müşfik pederim,

"Evvelen senin, kahraman kardaşımız Halil ile gönderdiğin hem uzun ve sevinçli
mektubu, hem mürekkepleri, hem fanila ve parala

[]

Ceylan Çalışkan'ın babasına yazdığı mektup rı aldım. Cenab-ı Hak ebeden razı olsun.
O güne kadar evvel istemiş olduğunuz evrakları yazıp göndermiştim. Size ehemmiyetli bir

sh:»(s.394) müjde arz edeyim ki, kitaplarımızın iadesine dair olan büyük müjdedir.
Birkaç gün evvel Nur'un çok değerli bir kahramanı olan Sungur kardaşımız tahliye edilerek
Samsun'dan ayrılmış. Herhalde o aziz ve mübarek kahraman, bugünlerde muhabbetiyle yanıp
tutuştuğu sevgili Üstadımıza gelecek ümidindeyim.

"Saniyen: Hem evimizin küçük bir dershane-i Nuriye şeklinde çalışmasını, hem bir
vasıta-i seyyiat olan radyonun satılmasını ruh-u canımla tebrik ediyorum. Terbiyesi sizlere
verilen çocuklara ehl-i sefahetin ağızları meyhane kokan levhiyatlarını değil de nur-u
mübarekiyetin tecellîsine vesile olan kelâm-ı İlahî okutmanız ve dinlemeniz bütün ehl-i imanı
ruhen memnun eden bir hâlettir. Ne kadar sevinsek azdır.

"Salisen: Buradaki kardaşlarımız, hususan Husrev ve Tahirî Ağabeylerimiz, Zübeyir,


Muhsin, Bayram ve diğer kardaşlar sizlere pek çok selâm ve dua ediyorlar.

"Rabian: Zülfikar, bir giden olursa gönderilecek.

"Hamisen: Kore kahramanı bayram kardaşımızın yirmi beş lirasını mektubunuzu alır
almaz vermiştim. O zaman yazamadığımdan affınızı dilerim. Umum hısım, akraba ve
komşulara, hususan terzi Mustafa'ya, camcı Mehmed amcalara pek çok selâm ve hürmetler,
dualar ederim.

"Amcalarıma, hususan Osman, Hasan, Ahmed, Mahmud amcalarıma pek çok selâm ve
hürmetler eder, ellerinden öperek dualarını beklerim... dayılarımın da keza. Köyden Suna
ninem geliyor mu? Bir gelen olursa ellerinden öptüğümü yazarsınız. Ahmed amcam bu işi
görse daha iyi olur.

"Umuma, ev halkına yaş sırasıyla gözlerinden öperim, dualarını beklerim, hususan


mübarek Sevim'in gözlerinden öperim, duasını beklerim, rüyası inşaallah mübarektir.

"Sadisen: Mübarek Mustafa kardaşımızın istediği Mektubat'tan herhalde bir cildi fazla
olarak gitti. Şayet öyle ise siz bir takımını alıp, hediyesi olan beş lirayı gönderirsiniz.

"Sabian: Valideme yazdığım biraz hissî ve fakat gayet samimî ve hakikî arîzayı
okursunuz. İnşaallah okursunuz. İnşaallah duasına ve dualarınıza ve hayırla yâd etmenize bir
vesiledir."

El-Bâkî Hüve'l-Bâkî

Evladınız Ceylân

sh:»(s.395)

Ceylân'ın iki amcasına yazdığı mektup

Ceylân Çalışkan en genç iki amcasına da şunları yazmıştı:


"Mübarek amcalarım Ahmet ve Mahmud;

"Pek çok selâm ve dualar ederek ellerinizden öperim. Hususan nineme selâm eder,
ellerinden öperim.

"Hem iman ve Kur'ân hizmet ve muhabbetinde muvaffakiyetler dilerim.

"Size fazlacak yazacak birşey yok. Fakat kalbler dolusu selâm, sevgi, muhabbet ve
hasret her an.

"Size Niyaz-i Mısrî Hazretlerinin Risale-i Nur'a geçmiş iki beytini yazayım, mânâsını
anlamaya çalışınız:

[]

Ceylan Çalışkan'ın amcalarına yazdığı mektup

"Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere

Can yatar gafil binası oldu viran bîhaber

Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber."

El-Bâkî, Hüve'l-Bâkî

Duanıza muhtaç yeğeniniz

Ceylân

sh:»(s.396)

"Ziya Nurun erkânlarıyla meşveret etsin"

Asiye Mülâzımoğlu, yakınlarından bir kızı Yusuf Ziya Arun'a vermek istemiş, bu
maksatla Üstada bir mektup yazmıştı. Üstad da Ceylân Çalışkan'a şunları yazmıştı:
[]

Üstadın notu

"Ceylân!

"Bu mektup, kimindir bilemedim. Ziya'yı aynen Zübeyir gibi bütün hayatını Nur'lara,
iman hizmetine fedakârane verecek bir mahiyette bilirim. Dünya ile, hususen kadınlarla,
evlenmekle alâkadar olup bağlanmaz zannederim. Selâhaddin, Nur'un bir kahramanı iken,
tezevvücü onu dünyaya esir eyledi. Ona ve Nur'lara çok zarar oldu. Eğer Ziya dünya ile,
evlenmekle alâkadar olmaya niyeti kat'î var ise, Nur'un erkânları ile meşveret etmek ona
lâzımdır. Ben bu meselede fikir beyan edemem. Ziya gibi Nur kahramanı dünya ile zincirlerle
bağlanmasına, hizmet-i Nuriye fetva vermesiyle olur."

Üstadın kendi el yazılı notlarının bulunduğu bir başka pusulada ise Ceylân Çalışkan'ın
şu cevabını okumaktayız:

"Çok muhterem, sevgili Üstadım Efendim,

"Emir buyurduğunuz yazı acele ve yalnız yazdığımdan matluba muvafık olamadı. Af


buyurun.

"Saniyen: Asiye Hanım hatm-i Kur'ân etmiş. Sûre-i Fil'den itibaren okunarak
Efendimizden hatim duası rica ediyor.

"Salisen: Ziya teklif edilen iş hakkında kat'î red kararı vermiş. Gücendirmeden
Asiye'ye bildireceğiz. Ellerinizden öperim. Ceylân.

Üstad Bediüzzaman'ın kendi el yazısıyla Ceylân Çalışkan'a hitaben birkoç pusula ve


notları bulunmaktadır. Bunların bir kısmını takdim ediyorum:

sh:»(s.397)

Bunlar "Üçüncü medrese-i Yusufiye hatıratından vecize ve lâtif mektuplar" başlığı


altında takdim edilmektedir. Bunlardan Ceylân'a hitaben yazılanlar:

"Ceylân!
"Bir sene çamaşırlarımı yıkayan Rabia bana bir gömlek, bir parça kömür göndermiş.
Ben bir senede ona çok minnettar olduğumdan, onun hediyesini geri çevirmem. Fakat faidem
bulunmak için bana Mekke'den gelen zemzemi ve hurmaları ona mukabil çok selâmla beraber
gönderiniz."

"Ceylân!

"Bana ve Nur'lara ait kırk küsur sahife kararnameden benim için yazılan ve tashih
ettiğim iki parça zayi olmasın. Ve size lüzumu kalmadığı vakit bana gönderiniz. Hem son
yazdığım pusulayı benim defterime göre küçük yapraklarda yazınız. Belki bana lâzım olur.
Bana gönderiniz.

"Mehmed Ali dilimi anlamıyor. Ben demiştim ki; Zübeyir ile Sungur Nur'un
kahramanlarıdır. Her biri yirmi-otuz yeni talebelerden ziyade ehemmiyetleri vardır. Ben bir
sebepten telâş ettim. Acaba hiç sarsılmayan bu iki Abdurrahman'larım bunlardan aldanabilir
mi? Tam Ceylân gibi çalışmadılar."

[]

Ceylân Ağustos l963'te Bakırköy istikametinde meydana gelen trafik kazasında,


bindiği minibüste vefat ettiğinde nüfus cüzdanının arasından şu vesika çıkmıştı:

"Ceylân benim vekilimdir.

Nur'a ait işleri benim hesabıma yapar." Said Nursî

Vefatına kadar bundan kimsenin haberi yoktu. Kendisine itibar artıp, nefsine pay
çıkmasın diye bunu gizlemişti.

sh:»(s.398)

"Ceylân!

"Son yazdığım ve bu dehşetli ve zehirli hastalık tekmiline mâni olmuş parçayı


Hüsrev'e gönder. O benim bedelime 'Hülâsatü'l-Hülâsa'daki ilim, irade ve kudret kısmının bir
nevi tercümesini yazsın. Eğer isterse yazdığını bana tashih için göndersin. Hem bana çok dua
etsinler"

"Ceylan!
"Bu gönderdiğin temyiz lâyihasını Emirdağ'da baban ve amcaların yazdıysa, elbette
onlardan birisi Ankara'ya gidecek ve orada dostların tensibiyle mahkemeye verebilirler. Fakat
bize karşı muameleleri ne kanunîdir, ne de hakikattır. Onun için bizim kanunî ve hakikatlı
müdafaalarımızı nazara almıyorlar. Bir kısmını aksülamel ile aleyhimize çeviriyorlar. Şimdi
merak ettim. Acaba bizim bütün evrak ve müdafaalarımızı mahkeme-yi temyize göndermişler
mi? Yoksa bunda da bizi aldatmışlar mı?"

"Ceylân!

"Eğer münasip ise, Asiye ve Raia peynirimi salamur yapsınlar. Tâ yumuşak kalsın.
Hem bu tuzsuz parçayı bu şekerle beraber Asiye'ye ver. Tâ tatlı yapsınlar.

"Yanımda Hüsrev'in hattıyla bir Meyve var idi. Çabuk suretini almak için Ahmet
Feyzi'ye gönderdim. O koğuşta güzel yazılar var. Nöbetle yazsınlar. Ormancı güzel yazısıyla
yardım etsin. Her biri bir kısmını yazsın."

[]

Üstadın Ceylân'ın yazdığı duaların sonuna kendi el yazısıyla kaydettiği duası: "Yâ
Erhamerrahimîn, ism-i azam ve Cevşen'deki isimlerini hürmetine, bu nüshayı yazan Ceylân'ı
ve babası Mehmed Çalışkan'ı cennetü'l Firdevsde saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i
imaniyede daima muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin."

sh:»(s.399)

"Ceylân!

"Hakikaten Nur kahramanı çok güzel yazmış. Hem o tarz lâzımdı. Ben çok sevindim.
Kararnameye mukabil büyük müdafaatım meydana çıkması gerektir. Ve Hüccet dahi Meyve
gibi resmî bir ilmî müdafaa olur. Nur'ların teksirine ve bir nümune ve vesiledir."

"Ceylân!

"Senin yazı faaliyetinde bir noksan, bir tevakkuf hissediyorum. Senin gibilerin az bir
sarsıntıları şimdilik beni meraklandırıyor. Sakın sakın, yoksa bir kederin mi var?"

4 Haziran l949, Cumartesi

"Ceylân!
"Sen hem Hüsrev, hem bir Abdurrahman, hem de Fuad'sın. Ve vazifeni tam
yapmışsın. Ve manen daima yanımdasın. Her nereye gitsen benim ve Nur'un hizmetindesin.
Yanımda aynen Hüsrev gibi hazırsın, müfarakat yok. Hemen müracaatla o dördüncü
medreseye gitmeye çalış,"

"Ceylân!

"Isparta'dan Diyanet Riyasetine verilmek üzere bana gönderilen ve tevkifimizden


sonra, Emirdağ'a gelen kitaplardan Darü'l-Fünûn parasına mukabil Ziya'ya verilsin. Hem Hacı
Nazif'in ve Âtıf'ın hediyeleri Zübeyir ve Ziya ve Ceylân ve hissesine mukabil bir nevi fiyat
verecek Said ortasında taksim edeceksiniz. Emirdağ'daki Hatice çoktan beridir Sultan, Fethiye
ve Şadiye, vesair hemşirelerimin isimlerini beraber söylerken bu Hatice daima beraberdir."

[]

Ceylân Çalışkan'ın Eskişehir'de tab ettirdiği Gençlik Rehberi

sh:»(s.400)

"Ceylân!

"Ben onu unutmuştum. Emirdağ'daki Isparta'dan gelen kitaplar benim tashihimden


geçmemişler. Tahliyemden sonra veya ona bir çare bulunsa tashih edilecek, inşaallah."

"Ceylân!

"Şiddetli bir ihtar ile bildim ki; sen ve Ahmed Feyzi Nur'un mesleği olan mübareze
etmemek ve ehl-i dünya ile uğraşmamak ve siyasete ve yalnız lüzum-u kat'i olduğu zaman
kısaca müdafaa etmek haricinde pek ziyade zararlı, mübarezekârane ve siyasetvari
mahkemedeki okuduğunuz parçalar Nur'lara çok zarar vermiş. Hattâ bizim cezamıza ve benim
sıkıntılarıma sebebiyet vermiş. Ben senden ve Ahmed Feyzi'den gücendim. Fakat bana
evvelce göstermek lâzımdır. Feyzi dahi bütün kuvvetiyle siyasî müdafaatı bırakıp Nur'larla ve
Tahirî gibi yeni talebelerle meşgul olmak elzemdir.

"Ceylân!
"Sana hizmeti sebebiyle burada Nur'lara ehemmiyetli bir faidesi bulunan Süleyman'ı
bir parça mahzun, perişan gördüğümde merak ettim. O da senin gibi bir evlâdımdır. Hem
bugün bir saat evvel hafif bir zelzele oldu. Siz de hissettiniz mi?"

"Ceylân!

"Yağımı gönderdim. Ta tuzlansın, bozulmasın. Bir kısmı tenekeye konulsun. Ve bana


mahsus üç kitabı gönderdim. Okusunlar, muattal kalmasın. Bir Ayetül'l-Kübra'yı ben
okuyorum. Sonra onu da sana göndereceğim. Benim destilerimi su doldurmaya geldiği vakit
dikkat ediniz. Hem kapılarım, hem yemeğe ait şeylerime dikkat. Bana suikast ihtimali kavîdir.
Düşmanlar parmaklarını buraya sokmuşlar.

"Abdülkadir merak etmesin. Mahkemeye vermesini işittim. Şahidsiz, emaresiz,


dâvâsız mütecaviz adamın cüzî yaralanmasından size iftira edilmesinin ehemmiyeti yok. Eğer
faraza bütün bütün haksız bir surette zulmen bir senelik ceza verilse dahi zararı yok. Başka
hapse nakil ile Nur'lara hizmet edebilirsin."

"Ceylân!

"Bir işaret gördüm, telâş ettim. Altıncıdaki kardaşlarımızın tam muhabbet ve


tesanütleri devam eder mi? Ve başka kardaşlarımızın

sh:»(s.401) hapislerinde soğukluk var mı, yok mu? Merak ediyorum. Çünkü hariçten
bir parmak aleyhimizde hapse sokulmuş. Usanç ve sıkıntıdan sarsıntı vermek ister.

"Saniyen: Matara kırıldı. Onun misli Emirdağ'daki menzilimde vardı. Yaz, onu bize
göndersinler!"

"Kardaşlarım, masumlara gelecek mahkememizdeki vaziyete göre iki eski


avukatımızın meşveretiyle birkarar vereceğiz. Şimdiden mahremce müdafaatımızın tam tetkik
etsin. Benim bazı meselelerde tevilli ve kapalı söylediğimin sebebi siyasete girmemek, hem
masum arkadaşlarımı çabuk kurtarmak için. Yoksa ben çok şiddetli konuşacaktım.

"Ceylân!

"Emirdağ'da karyolamdaki yorgan köylü Hayrı'nın idi. Ve büyük minder babanın idi.
Ve karyolayı Hasan getirmişti. Bunlarsahiplerine iade edilmiş midir?"
Ceylân Çalışkan Üstada şu notu yazmış:

"Mübarek Üstadım! istemiş olduğunuz parçalarıı gönderiyorum. Yalnız yeni olarak


Sebilü'r-Reşad ve Sünnet gazeteleri gelmemişler. Geldiğinde güzel parçalarını yazıp, sevgili
Üstadımıza takdim edeceğimizi ellerinden öperek arz ediyoruz."

Ceylân Çalışkan'ın bu notunun arkasına Üstad kendi el yazısıyla şunu yazıvermiş:

"Yeni Posta gazetesine cevap yazdığım parça bende yok."

Yine bir notta Ceylân Çalışkan, Üstadına şunları ifade ediyordu:

"Çok mübarek sevgili Üstadım,

"Talebelerin bütün müdafaatı Zübeyr'e verildiği için ancak bu kadarını yazabildim.


Emir buyurursanız tekrar yazarım. Ellerinizden hürmetle öper, validemin, pederimin en derin
hürmetlerini arz ederim. Ceylân."

Üstad ise aynı notun kenarına şunu ifade etmişti:

"Ceylân!

"Sen avukatlara buradaki temyiz müdafaatlarını yazdın mı? Bu dört gün bunu
bekledim."

Zübeyir Gündüzalp'in bir notunda ise Ceylân Çalışkan'a hitaben şunları okumaktayız:

"Aziz, kahraman Ceylân!

sh:»(s.402)

"Bugün ne halde olduğunuzu bilemiyoruz. Yalnız hadsiz şükür diyebiliyoruz.

"Hazret-i Üstadımız eve yerleşti. Size ve umuma selâm getirmek için gönderdi. Sizde
Meyve varmış, onu verin, göndereceğim. Binler selâm ellerinizden öperim. Bütün ruhumuzla
beraber sizinle beraberiz.

Zübeyir"

[]
Ceylân Çalışkan'ın yazdığı Nur'lara Üstadın yaptığı ve yazdığı dualardan iki misal:

"Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmetine, bu nüshayı yazan Ceylân'ı cennetü'l


Firdevste mesud eyle ve belâlardan muhafaza eyle. Âmin...âmin..âmin."

Ceylân Çalışkan'ın evrakları arasında şunları da okumaktayız.

"Ağır ceza mahkemesi Afyon yüksek katına.

"Elli bir sahife kararnamenin bana ve Nur'lara ait kırk küsur sahifesinin gayet
ehemmiyetli bir mübarek eser olarak göndüm.

"Ve heyet-i hâkimenin kıymet-i âliyelerini ve adaletlerini ve geniş tahikatlarını gayet


parlak gösterdiğinden, benim aleyhimde de olsa ruh-u canımla o kıymettar eserin neşrine
taraftarım. Ve size minnettarım. Çok rica ederim ki, o eserin teksiri için bize izin veriniz.

Cezaevinde mevkuf

Said Nursî

"Mübarek Üstadım Efendim,

"Bizler ellerinizden öperek sıhhat ve afiyetinize dualar ediyoruz. Kararnâme


hakkındaki istidanızı münasip gördük. Yukarıdaki tarzımızı siz de münasip görürseniz aynen
yarın vereceğiz. Ve kararnâmeyi de yazmaya başlıyoruz. C."

sh:»(s.403)

"Güzel münasiptir. (Üstadın kendi el yazısı)

"Münasip görmediğiniz sahife ve satırları kaldırırsanız, münasip bulduğunuz kısmı


bana ve Nur'lara ait makbulüm. Kırk küsur diğer sahife ilâve edip teksirine avukatlarla
beraber çalışmak lazımdır. Bu çok büyük ve çok ehemmiyetli meselenin hakikatı anlaşılsın.

Said Nursî

[]

"Risale-i Nur mizanlarından mahpuslara bir teselli" isimli Ceylân Çalışkan'ın güzel
yazısıyla yazdığı Risalenin ilk sayfası.
"Ceylân!

"Evvelâ size yazdığım ihtarı teyid eden bir haberi aldım ki, demişler, 'Hani ya Said
diyor, Risale-i Nur siyasetle hiç alâkası yok, siyasete âlet olmaz. Halbuki onun hizmetçisi
aynen Sebilü'r-Reşad gazetesi gibi siyaset-i diniye ile lüzumsuz itiraznamesinde hükûmetin
icraatını tenkit etti ve bir şakirdi dahi (Mealen: Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte
onlar kâfirlerdir) âyetini mahkemeye karşı sarf etti. Şimdi gayet ihtiyat ve dikkat ve teyakkuz
ve temkin ve sukûnet elzemdir. gösteriş ve hodfüruşluk ve benim müdafaanâmedeki
dâvâlarımı tekzip etmemek lâzımdır.

sh:»(s.404)

"Saniyen: Yollar ve posta ücreti ne kadar olsa sen kesenden verme. Ben vermeye
mecburum.

"Salisen: Bana yazdığın cüzî ve âdi işlere dair mektupları yakmaya mecbur
olduğumdan, başlarında Esma bulunmasın. Yalnız 'Üstadım' de ve ahirinde 'C'. yaz.

"Rabian: Ben her birinizden o derece ziyade zahmet, sıkıntı, soğuk muamele çektiğim
halde sizlerin kemal-i sadakatlerinizi ve mahviyetkârane ihlasınızı düşündükçe bin samimî
şükür ve inşirah hissedip, o zahmetler hiçe iner.

"Hamisen: Karşımızda bir-iki mason var. Onlar haklı müdafaatınızı aksülamel yapıp
aleyhimize çevirerek mahkemeyi aldatırlar. Bunun için bunlara karşı çok konuşmak zararlıdır.
Siz de gördünüz. Ne kadar yanlış mânâlar verip aleyhimize çevirdiler. Benim müdafaatımı
okumaya meydan vermediler ki, foyaları ve desiseleri meydana çıkmasın. Tâ efkâr-ı âmmeyi
ve mahkemeyi aldatabilsinler."

***

"Aziz sıddık, hakikatlı kardaşım,

"Evvelâ ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en


ziyade Rehber'e ehemmiyet veriyorlar.

"Hattâ iki Rehber'i birleştirip Ceylân'a vererek dâvâsını kubbe yapıp, o yaralanan
adamı bir sene sükûttan sonra o iftiralara sevk ettiler.
"Ben zannederim ki, 'Hüve Nüktesi' gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış,
onların istinatgâhı olan tabiat tağutunu dağıtmış. Kesif toprakta Hüve bir derece saklanabilirdi
ki, şeffaf havada 'Hüve Nüktesi'nden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış
ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar.
İnşaallah Nur'lar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm bırakacaklar.

[]

Kur'an tefsiri okudukları için Bolvadin Cezaevinde bulunan Emirdağ Nur


Talebelerinden altı fedakar

Ayaktakiler (soldan soğa): Dr. Tahir Barçın, Ceylan Çalışkan, Mehmet Çalışkan

Oturanlar. Mustafa Acet, Osman Çalışkan ve Hamza Emek

sh:»(s.405)

"Saniyen: Bu sıra hem Sünnet gazetesinin Nur'larla iştigalleri güzel sanat hükmüne
geçtiler. Benim bedelime, benim hoşuma giden, bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz."

Ceylân Çalışkan l947 senesinde Eskişehir'de Gençlik Rehberi'ni bastırmıştı.

Emirdağlı bozuk bir adam Ceylân Çalışkan'a hakaretler edip, hadise çıkarmak
istemişti. Çok mecbur ve muztar kalan Ceylân Çalışkan adamı ağzından vurmuştu. Adam bir
müddet konuşamamış ve kendisini kimin vurduğunu söyleyememişti. Ancak hadiseden bir
sene sonra kendisi Ceylân Çalışkan'la uğraşmaya başlayarak, onun ceza almasını sağlamıştı.

***

Ceylân Çalışkan'dan anne ve babasına:

"Çok kıymettar müşfik peder ve valideciğim,

"Evvelen: İstifsar-ı hatırla mübarek ellerinizden öper, hem dualar eder, hem de makbul
ve müstecap dualarınızı beklerim. Cenab-ı Hak 'Kul mâya'beû biküm Rabbî levlâ duaüküm'
diye ferman-ı zîşanında buyurmuş. Hazret-i Üstadımızın Yirmi Üçüncü Söz'de bu âyet-i
kerimenin kısaca mealinde 'Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?' diye mânâlandırıyor.
İnşallah hep dualarınız Cenab-ı Hakkın rızası yolunda ve dahilindedir. Sizin şefkatinize ancak
dualarla ve iki cihanda saadetiniz için Hakka yalvarmakla mukabele edebiliyoruz. Sizler de
bizi dualarınızla unutmayın.

"Saniyen: Sizlere geçen hafta uzun bir mektup yazmıştım. Hem içerisinde Zübeyir
kardaşımızın itimatnâme istidası vardı. Rüştü'ye gönderdiğiniz posta Hizbü'n-Nuriye'yi sevgili
Üstadımıza verdik. 'Bârekallah, maşaallah' buyurdu. 'Mektup yok mu?' dedi. (Yani
Mustafa'dan). Biz de 'Haberin yok mu efendim?' dedik. Kıymettar, mübarek kardeşimizin
yazdığı çok gizli mektubunu, şahıslarımıza hitap ettiği için Üstadımıza vermemiştik.
Selâmlarınızı söyledik.

"Salisen: Geçen mektubumda zikrini unuttuğum, istemiş olduğunuz evradlarla birlikte


gönderiyorum. Hatt-ı Arabîde en çok şakirdi olabileceğimiz kahraman ve faal Mustafa
kardaşımızın orada bulunduğu halde bu vazifenin bizlere verilmesini, hem o kardaşımızın
masumlara Kur'ân dersi vermek gibi ulvî megalesinin çokluğuna, hem de sizin şefkatinizin
muktezası olduğuna kanaat getirdik.

"Rabian: Bu evradları kimin okuyacağını bilemediğimiz için Üstadımıza dua


yazdırmadık.

"Hamisen: İktisadî vaziyetinizi sarsmamak için bir ay kadar daha iktisatla inşaallah
şimdilik idare edebileceğim. Benim için fazla

sh:»(s.406 sıkmayın. Hakikatta sizlerin bana değil, benim sizlere her türlü maddî ve
manevî yardım yapmaklığım iktiza ederken, bu asırda zuhur eden şiddetli imanî
ihtiyaçlarımızdan, sizlerin namınıza ve bedelinize olarak, Cenab-ı Hak kabul etsin, bu günde
en muazzam hakikata hizmete çalışıyoruz. Umum maddî ve manevî kardaşlarımıza, hususan
Osman, Hasan, Ahmed, Mahmud amcalarıma, Urfa'lı Ahmed, Mustafa, Halil, İhsan
kardaşlarımıza, yengelerime, ninelerime, dayılarıma pek çok selam ve hürmetler ediyor,
dualarını bekliyoruz. Kemal, Şükran, Sadık, Gönül, Sevim, Nuriye, Ayşe, Fatıma'nın
gözlerinden öperiz.

"Burada bulunan kardaşlarımızı sizlere pek çok selâm ve dualar ediyorlar.

El-Bakî Hüve'l-Bakî

Duanıza muhtaç evlâdınız:


Ceylân

Yine Ceylân Çalışkan'dan babası Mehmed Çalışkan'a hitaben yazılan bir mektup:

"Ey ruhumdan çok sevdiğim ve beni ruhundan fazla seven babacığım,

"Size şu mübarek ve aklı sönmemiş ve kalbi ölmemiş her insanın etrafına bakıp gıpta
ile müşahede ettiği medrese-i Nuriyedeki nefsimin lâyıkıyla idrak edemediği ve fakat siz aziz
pederimin manevî bir hasretle beklediği fıtratında mücmelen münderiç olan ve belki nereden
geldiğini bilemediği ulvî hasletlerin hakikatlarına dair olan intibalarımı yazmayı çoktan beri
düşünüyordum ve kalben istiyordum ki, güya

[]

Bediüzzam Said Nursî'nin sık sık gittiği Emirdağ-Bolvadin arasındaki Kapaklı


Çeşmesi.

sh:»(s.407)

[]

Ceylân Çalışkan, Eşref Edib'in Sebilü'r-Reşad dergisinde Üstadla alâkalı yazıyı Üstada
şöyle takdim etmişti:

"Mübarek Üstadımız, Sebilü'r-Reşad gazetesindeki hakkımızdaki havadis kısmını


aynen takdim eder, mübarek ellerinizden öperiz.

Sebilü'r-Reşad'daki yazıyı ise Ceylân Çalışkan şöyle yazmıştı.

"Bediüzzaman Said Nursî

"Efâdıl ve eâzım-ı ulema-i İslâmiyeden Bediüzzaman Said Nursî'nin ve arkadaşlarının


Afyon ceza mahkemesinde mahkûmiyetinin mahiyeti hakkında izahat istenilmektedir. Bir
maznun hakkında ceza mahkemesi tarafından verilen hüküm kat'iyyet kesb edinceye kadar
gazetelerde hükmün gerek leh ve gerek aleyhinde neşriyatta bulunmak Matbuat kanuniyle
memnu olduğu için şimdilik bu hususta birşey yazmamız mümkün değildir. Mazur
görülmemiz rica olunur. Eşref Edib"

Aynı pusulanın arkasında ise Üstad kendi el yazısıyla şunları ifade ediyordu:
"Sebilü'r-Reşad bu sırada bizim lehimizde yazıları bize zararlıydı. Çünkü Risale-i
Nur'a dahi dinî ve siyasî bir mecmua nazarıyla bakmaya sebep olup, kabinenin dikkatini celb
edecekti.

"Hem bu fırtınalı sırada evrakımız temyize gitmediği hayırlıdır. Dünkü beyanname


hangi gazete ve kimin?" ben şu mübarek dershanede benden her cihetle yüksek kardaşlar içine
nefsim hesabına değil, âdeta pederimin gönderdiği canlı bir diktafon makinesi gibi, buradaki
hâlâtı mümkün olduğu kadar pederime arz edeceğim ve mübarek pederim, o arz ettiğim ve
kendimin idrakinden âciz olduğu birçok hakaik-i Kur'âniyeden, hem kendisi, hem Cenab-ı
Hakkın yed-i emanetine tevdî ettiği masum kardaşlarıma istifade ettirsin diye, âciz, şu
günlerde sizin mecburiyetle derd-i maişetle iştigalinizi ve zahiren bir parça yorulmanızı ve
sıkılmanızı düşündüm. Bu zahirî ve dünyevî üzüntünüze ve sıkıntınıza iştirakle beraber zail
oldu. Cenab-ı Hakkın üzerimize maddi, hususan manevi, nimetleri pek ziyadedir. Bugün
âlem-i İslâmda

sh:»(s.408) halaskârımız diye baktıkları en meşhur insan ve en mütekâmil zata, yani


iktidaya seza olan Bediüzzaman Hazretlerine sekiz sene gibi bir zaman-ki, 'Bir defa elini
öpsem, sonra ölsem' diyenler pek çok-bedeniyle, kalbiyle, ruhuyla, malıyla hizmet etmek
Cenab-ı Hak sana nasip etmiş. Bunda bizim hissemiz yalnız şükürdür. Hattâ bu kadarla da
kalmayıp, Cenab-ı Hak in'amını tezyid ederek bu manevî hazineye daimî bekçi ve o sefineye
daimî bir hadîm olarak, senin ihlâsının bir kerameti olarak âciz evladını Risale-i Nur'a vermiş.

"Bütün bu hasra gelmez nimetler ülfet ve alışkanlık perdesiyle muvakkaten


görünmüyor. Güneş gibi bir nimet-i uzmâya-bizi ısıtan, aydınlatan, nimetlerin neşv-ü
nemâsına yarayan ve daha birçok hasseleri bulunan güneş-gafil beşer, her gün muayyen
vakitte doğduğu ve gözler alıştığı için ülfet perdesiyle şükür etmediği gibi, bizler de içinde
bulunduğumuz bu nimet-i uzmâya, bize saadet-i netice veren bu tarîk-ı müstakime şükürde
kusur ederek göremiyoruz.

"O nuru gönder İlâhi, asırlar oldu yeter

Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister'

diyen Hak şairlerinin acı feryatlarına Risale-i Nur'la cevap verilmiş. işte böyle bir nura
'Rabbü's-Semâvati ve'l-arz'ın rızası yolunda sekiz sene herşeyiyle ve fakat ind-i ilâhide
ihbarat-ı sadıka ile inşaallah yüz senelik hizmet gören Çalışkan hanedanının en nasiplisi sen
olman itibarıyla, seni bir Nur talebesi olarak bütün ruh-u canımla tebrik edip alkışlıyorum.
Evlâdın olarak da kemal-i hürmet ve muhabbetle el ve ayaklarından öpüyorum. Senin
emsaline koskoca Nur dairesinde pek az, belki bir-iki tane ancak tesadüf ediliyor. Bu kanaat
sırf benim kanaatım değil, nura ömrünü vakfeden fedakârlar hep böyle söylüyorlar ve bana,
'Böyle bir pederin olduğuna daima iftihar etsen hakkındır,' diyorlar. İşte böyle bir pedere,
manevî hazineler kazandıran Nur'lardan, her mektupta birer parça yazmak arzu ediyorum.
Hem istiyorum ki, kalb ve ruhunun bütün hayatıyla müştak olduğu bu hakikatlara lisanın ve
aklın da ihtiyacını hissettim. Sonra bende yalnız bir nakliyeci ve aksettiren bir ayna ki, o
elmas hakikatları yalnız nakledeyim. Benim hissim zarf ve kâğıdın, mektubun mânâsındaki
hissesi ne kadar cüz'i ise ondan daha az olsun, yani şuursuz elektrik ve telefon telinin elektriği
ve sesleri nakletmesi gibi..

"İşte bu neviden olarak size kısaca arz ediyorum ki:

"Üstadımız Hazretlerinin kırk sene evvel yazdığı bir risalede bu meâlde ezcümle:

sh:»(s.409)

"Kırk senelik ömrüm ve otuz senelik ilim seyrinde dört kelime ve dört cümle tahsil
ettim. Bu dört kelimenin birincisi niyettir. Evet, muhakkak niyet, toprak gibi âdetleri ve kum
gibi hareketleri ibadet cevherine kalb eden acîb bir iksirdir. Ve keza niyet seyyiatı hasenata
kalb eden bir hassaya maliktir. Niyet bir ruhtur. Onun ruhu da ihlâstır. İhlâs olmayınca halâs
mümkün değildir.'

"Üstadımızın işte cevher-misal bu sözlerini en küçük hareketlerimizde tatbik edersek o


adi hareketlerimiz büyük ibadetler hükmüne geçer.

"Şimdi bir sebebe binaen kısa oldu.

"Cümlenizin, başta sevgili müşfik validem olarak ellerinizden öperim.

"Hususan validemin hatırlarını sual ederim. Bütün akrabalara selâm ve hürmetler


ediyorum. Küçük kardaşlarıma binler selâm, gözlerinden öperim. Üstadımız sizlere, yani hem
valideme, hem size her zaman dua ediyor. Ve her buraya gelenle selâm gönderiyor.
Üstadımıza şayet birşey yazacak olursanız, ayrı bir pusulada olursa daha münasiptir. Çünkü
diğer umur-u âdiyeye Üstadımızın nazarlarını çekmek münasip değil.
"Eskişehir tarîkiyle on adet Cevşen ve bir gömlek göndermiştim. Emirdağ'ın buraya
olan risale hesabı 66,50 kuruştur.

"Buradaki kardaşlarımız, hususan Zübeyir, Bayram selâm ediyorlar. Geçenlerde


Konyalı Sabri Bey gelmişti. Ömer için gönderdiğiniz taziyeyi aldığını ve size çok selâmı
olduğunu söyledi."

El-Bâki Hüve'l-Baki

Dualarınıza muhtaç evlâdınız Ceylân

Ceylân Çalışkan'ın kızı

İlk röportajımı merhum Mustafa Polat Ağabeyimle birlikte Ceylân Çalışkan'ın minicik
kızı Nuran Çalışkan'la yaptıştım. Aradan on beş yıl geçmişti. Bu defa Nuran Çalışkan'a
babasını sormuştum. Annesinden dinlediği babasını anlatmasını istemiştim. Nurlu Nuran bana
hislerini şöyle ifade etmişti:

"Muhterem Ağabey,

"Evvelâ selâm ve hürmetlerimi sunarım.

"Benden babam hakkında yazı yazmamı istiyorsunuz. Onu hiç görmedim. Fakat
görmeyi çok arzuluyorum ve onu özlüyorum. Ama cennette buluşacağımızı düşünerek, tesellî
buluyorum. Her çocuk gibi babamı çok seviyorum ve önce Allah'ın, sonra onun
koruyuculuğunu daima üzerimde hissediyorum.

sh:»(s.410)

"Arkadaşları babam için şakacı, şefkatli ve sert mizaçlı bir tabirler kullanıyorlar.
Bunları annem de doğruluyor. Ben bu tabirlere misal olacak hatıralardan söz etmeyeceğim,
çünkü siz bunları benden iyi biliyorsunuz.

"Babam için birşeyler yapmak isterdim. Benden ne beklediğini biliyorum, elimden


geldiğince yapmaya çalışıyorum. Ama onun için bunlar yeterli değil. O daha fazlasına lâyık.
Babamı Üstad Hazretleri kendine vekil ve manevi evlât tayin etmiş. Ben de elimden
geldiğince Üstad Hazretlerine lâyık torun ve babama lâyık evlât olmaya çalışıyorum.
İnşaallah sizlerin de dualarıyla himmetim artar da, benden bekleneni beklenilen biçimde
yerine getiririm.

"Dualarınızı bekler, hizmet-i imaniye ve Kur'âniye ve muvaffakiyetinizin devamını


Cenab-ı Haktan niyaz ederim."

Nuran Çalışkan

[]

Ceylan Çalışkan'ın kızı Nuran

Sinekten kısas

Kafası pek çalışmayan, sâfi kalb, hemen aldatılabilen kimselere zeki ve nükteli
buluşuyla "Kardeşimiz fazla mübarek" diye takılan Ceylân Çalışkan, çok konuşan, çenesi
kuvvetli kimseleri de "Kardeşimiz az konuşmanın faziletine dair beş saat konuşabilir" diye
şakayla hicvedermiş.

Çalışkanlar hanedanının asil bir mensubu olan Ceylân Çalışkan bahsini rahmetlere ve
dualara vesile olması dileğiyle lâtifeli hatıraları ile bağlıyalım:

Barla'nın Çam dağlarında yabani ve iri bir sivrisinek Ceylân'ın eline konmuş emerken,
Çalışkan elindeki makasla sineğin ayağını kesmek istemiş, Üstad ise "Keçeli ne yapıyorsun?"
deyince Ceylân Çalışkan, "Kısas yapıyorum Üstadım" demiş. Üstad ise "O seni hacamat
yapıyor" diye mukabele etmiş.

"Top ne işe yarar?"

Yine bir gün, Ceylân Çalışkan'ın amcası oğlu Zeki Çalışkan, Ceylân çalışkan'ın üvey
kardeşi Sadık Çalışkan ile reyahin çiçekleri

sh:»(s.411) toplamış, Keçili köyü civarında üstada götürmek, hem de orada top
oynamak için, yol kenarından giderken Üstan faytonda, Ceylân Çalışkan ise arabanın atını
sürmekte iken, yol kenarında giden kardeşini ve amca oğlunu görmüş. Arabayı durdurarak, iki
çocuğu da arabaya almışlar. Utanarak topu arkalarına saklamak istemişler. Bu esnada Üstad
"Bu nedir?" diye topu sormuş. Zeki Çalışkan utanç içinde cevap verememiş, sadece ve
sessizce, suçluluk psikolojisi içinde "Top!" diyebilmiş. Üstad ise "Bu ne işe yarar?" deyince
Zeki Çalışkan daha da utanmış, ama yine Ceylân Çalışkan imdada yetişerek, topu tarif etmeye
başlamıştı: "Üstadım, bu topu atarlar, tekrar yakalamak için peşinden koşarlar" deyince Üstad
"Fesübhanallah" diye tebessümle karşılamış.

"Talebe-i ulûmun ölümü şehadettir"

Sabahleyin bir seher vakti, Barla dağlarında giderken, üstad önden giden Zübeyir
Gündüzalp ile Ceylân Çalışkan'ı göstererek, "Bu ikisi şehittir" demişti. Mustafa Sungur,
"Üstadım, dua et de ben de şehit olayım," deyince, Üstad "Talebe-i ulûmun ölümü şehadettir"
diye buyurmuştu.

Mustafa Türkmenoğlu anlatıyor

Mustafa Türkmenoğlu, merhum Ceylân Çalışkan'la olan hatıralarından bahisle şunları


anlatmıştı:

"l958 senesinde Risale-i Nur neşriyatıyla uğraşırken, gazeteler büyük başlıklarla


'Nazilli'de Nur ayini yaparken Nurcular yakalandılar!' başlıkları atarak Nur talebelerini bir
tarikat gibi gösteriyorlardı. O sırada Mektubat'ın baskısını yeni bitirmiştik. O ara Isparta'dan
bir mektup gelmişti. Nazilli hadisesi münasebetiyle kaleme alınan bu mektupta 'Nurculuğun
tarikat olmadığı ve bir ekol olduğu' ve mektubun başlığında 'Bazı gazetelere cevap' diye
yazılıydı. İçindeki pusula Isparta'dan gönderilen bu mektubunu çoğaltılarak münasip kişilere
verilmesi ve bir kısmının Isparta'ya gönderilmesi yazılıydı.

"Biz o sıralarda M. Emin Birinci kardeşimle matbaada tab işiyle meşguldük. Mektubu
bastırmaya karar verdik ve beş bin adet bastırdık. Isparta'ya gönderilen mektubun altında beş
isim ve bir imza vardı. Bunlar Tahirî, Zübeyir, Ceylân, Bayram ve Sungur'un isimleriydi.
Birinci sütunda üç kişinin ismi, ikinci sütunda ise iki kişinin ismi vardı. Ben ikinci sütunu da
üçe tamamlamak için Rüştü Ağabeyin ismini kendiliğimden ilâve etmiştim. Bundan hiçbir
kimsenin haberi yoktu.

sh:»(s.412)

"Bu bastırdığımız mektupların yarısını Cemaleddin Günel'e verdik ve onunla Üstada


gönderdik. Diğer yarısını da eş ve dosta dağıttık. O sırada mektup emniyetin eline geçmiş. Biz
mektupları dağıtırken. M. Emin Birinci ile beraber kitapları ciltletmek için İstanbul'a geldik.
İstanbul'a kitapları bıraktıktan sonra dört senedir gitmediğim Pendik'teki evime gittim. Bir
gece kalınca sabahleyin M. Emin Birinci geldi ve 'Haydi giyin, gideceğiz' dedi. Yanında da
birkaç tane tanımadığım sivil şahıslar vardı. Meğerse bunlar emniyet mensuplarıymış. Dışarı
çıktıktan sonra, tevkif edildiğimizi söylemişlerdi.

[]

l958 Ankara Nur davasında beraat eden Nur talebeleri...

Soldan soğa ayakmtakilerden itibaren: Mustafa Sungur, Cemaleddin Günel, Ahmet


Kalgay Ural, Bayram Yüksel, Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Av. Mustafa Egemen, Av.
Bekir Berk,..... Süleyman Rüştü Çakın, Mustafa Türkmenoğlu, Ceylan Çalışkan, M. Emin
Birinci.

"İstanbul emniyet nezaretine getirildik. Oradan da Ankara'ya götörüldük. Hapishaneye


gittiğimizde Tahirî, Zübeyir, Rüştü, Sungur, Bayram ve Ceylân ağabeylerle karşılaşmıştık.
Onlarla kucaklaştık. Bizleri daha sonra birer ikişer koğuşlara taksim etmişlerdi. Gündüzleri
bahçede hep beraber bulunurduk. İçimizde en yaşlımız Süleyman Rüştü Çakın Ağabeydi.
Yaşlılık itibariyle biraz üzülürdü. Kendisi tevkife itiraz etmişti. İtirazında 'Benim ismim
Süleyman Rüştü Çakın'dır. Mektubun zîrinde (altında) bir Rüştü ibaresiyle buraya getirildim.
Halbuki Türkiye'de bir yığın Rüştü vardır' diye

sh:»(s.413 ) yazmıştı. Fakat itirazı kabul edilmedi. Hapishanede rahmetli Ceylân


Çalışkan herkes hakkında şiirimsi şakalarda bulunurdu. Hattâ bunlardan birisinde Mustafa
Sungur'a,

"Bardak bardak çay içersin şekerin çok mu?

Hiç durmadan gülüyorsun kederin yok mu?" diyerek yazmıştı.

"Ayrıca bahçede volta atarken, bizlere deniz görmemiş bir çoban çocuğunun haline
nazire olarak,

"Hürriyet başımızdan yıldızlar kadar uzak

Başımızda bir takke, sırtımızda bir kazak

Dolaştırıp dururuz aynı avlu sılayı


Her adım uyandırır yani bir hatırayı' gibi mısralar yazarak lâtifelerde bulunurdu,
bizleri güldürürdü.

"Daha sonra bir kısmımız da altmış beş günü müteakip tahliye olduk. Avukatlığımızı
ise ilk defa Bekir Berk yaptı. Bekir Berk bu dâvâdan sonra, Risale-i Nur hakikatlarını tanımış,
Nur dâvâlarıyla meşgul olmaya başlamıştı."

***

İslâm fedaisi Ceylân Çalışkan acı bir trafik kazasından sonra ebediyete intikal edince,
3l Ağustos l963 tarihinde Emirdağ'da Osman Aydın "Şehit kardeşimiz Ceylân Çalışkan'ın
ruhuna ithaf" ettiği "Çok selâm söyle" başlıklı manzumesinde hislerini şu mısralarla ifade
ediyordu:

[]

Ceylan Çalışkan'ın Emirdağ'daki mezarı.

"Acı haberlerin kalbimi yaktı.

Kardeşim, üstada çok selâm söyle

Nurculara derin acı bıraktı

Kardeşim, Üstada çok selâm söyle

Yüreğim yanıyor, gözlerimde yaş,

Nur'un hizmetinde her zaman bir baş

Kederli günlerde vefalı kardaş,

Kardeşim, üstada çok selâm söyle.

sh:»(s.414)

Üstad daim sana şefkatle baktı,

Firakın kalbimi nasıl da yaktı


Büyük Ceylân diye ismini taktı

Kardeşim, Üstada çok selâm söyle.

Yürür Nur kervanı her an ileri,

Hizmet-i Kur'ân'da kalır mı geri,

Bir gül bahçesi mi yattığın yeri

Orada Üstada çok selâm söyle..

Nur akan kalemin yıllarca yazdı,

Davete gittiğin sıcak bir yazdı,

Levh-i Kalem sana şehitlik yazdı,

Kardeşim, üstada çok selâm söyle.

Çalışkan'a baktım. Gül benzi solmuş,

Yüreği yaralı, gözleri dolmuş,

Dostlarım ah! Aman Ceylân'ın 'olmuş

Kardeşim, Üstada çok selâm söyle.

Vefalı Hakkı Bey ah! Çekip ağlar,

Acı haberlerin kalbimi dağlar,

Doktarlar sızlayan yaranı bağlar


Kardeşim Üstada çok selâm söyle.

Mü'minlere dünya sanki yel demiş,

Ölümün önünde akan sel demiş,

Üstadım ma'nen de sana gel demiş,

Oraya varınca çok selâm söyle.

Saadet yurdunun yolcusu aktı,

Aydın'ı firakın yaktı da yaktı,

Yaşlı gözler ile arkandan baktı

Kardeşim, Üstada çok selâm söyle.

sh:»(s.415)

[]

İhsan Çalışkan

İHSAN ÇALIŞKAN

l933'te Emirdağ'da dünyaya geldi. Çalışkan hânedanından Osman Çalışkan'ın oğludur.

"Ben Hazret-i Ali'nin neslinden geliyorum"

"Babam bir gece Risale-i Nurları elle çoğaltırken aklına şöyle bir husus geliyor:
'Üstadın Ehl-i Beytten olması gerekir. Halbuki Üstad Şarktan geldi. Bu nasıl olur acaba?'

"Sabahleyin dükkâna giderken Üstadın kapısında üç-beş kişiyi görüyor. Gidiyor,


hemen ilgileniyor. Üstad, babamı görünce, mangalı veriyor, 'karşı fırından ateş al, buraya
getir' diyor. Babam ateşi götürdükten sonra Üstad diyor ki: 'Kardeşim Osman, ben de seni
çağırtacaktım. Çünkü ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) neslinden geliyorum.'
"Böylece babamın aklına gelen suali Üstad cevaplamış oluyor.

"Sen herzaman ziyaretime gelmek mecburiyetindesin"

"Üstad bayramlardan önce kapıya, 'Rahatsızım, kabul edemiyorum. Ben sizlere dua
ediyorum, sizler de bana dua edin, bayramınızı tebrik ederim' şeklinde bir yazı astırırdı.
Bundan dolayı babam, dedi-kodu olmaması için ilk bayram günü Üstadı ziyarete gitmemiş.

"İkinci gün Üstad babamı çağırtarak, 'Kardeşim Osman, bayram ziyaretime dün neden
gelmedin? Sen beni her zaman ziyaret etmek mecburiyetindesin. Seni hânenin büyüğü olarak
kabul ediyorum. Kapımın önüne bir tabur asker koysalar, istediğimi istediğim an içeri alır,
istediğim an çıkarırım: hiç kimse hissetmez.'

"Bundan sonra babam her bayram, mübarek günlerde ve Üstadın rahatsız olduğu
zamanlarda ilk ziyareti yapardı.

sh:»(s.416)

"Ceylan ve Halil'in mânevî kazançlarına ortaksın"

"Ağabeyim Halil ile Mehmed Amcamın oğlu Ceylan Çalışkan devamlı Üstadın
hizmetinde bulunuyorlardı. Ben ise babamın yanında çalışıyordum. Üstad birgün bana şöyle
buyurdu:

"Kardeşim İhsan, seni dünyaya veriyorum. Eğer seni dünyaya vermeseydim, Halil ile
Ceylan'ı alamazdım, o zaman da onlar Nurun hizmetini yapamazlardı. Bunun için sen Ceylan
ve Halil'in mânevî kazançlarına ortak oluyorsun.'

"Üstadın teberrükü"

"Yıl l950. Gıda maddesi üzerine bir dükkân açmıştım. l0-l5 gün sonra Üstad Hazretleri
faytonla kırdan gelirken dükkânın önünde durdu. Ben hemen Üstadın yanına koştum. Üstad
on lira çıkararak bana uzattı ve şöyle buyurdu: 'Bu para ticarethanene benim teberrükümdür.'

"Sen benim damadımsın"

"Askere gitmeden önceydi. Birgün babam anneme, 'İhsan'ı evlendireceğim' diyor.

[]
İhsan Çalışkan'ın hanımı

Şükran Çalışkan

"Annem, 'Çocuk askere gidecek, askerden geldikten sonra olsun' diye ertelenmesini
istiyor. Daha sonra babam gidip meseleyi Üstada arz ediyor, gelin adayını da söylüyor. Gelin
adayı amcamın kızı Şükran'dı. Üstadın yemeğini yapma, çamaşırını yıkama ve evini
temizleme gibi hizmetlerini çok görmüştü. Üstadın yanında ayrı bir yeri vardı. Bunun üzerine
Hazret-i Üstad da, 'Çorba ile pilavı hazırlayın' diyor. Daha sonra Üstadın ziyaretine
gittiğimde, bana 'Şükran benim kerimem, sen de benim damadımsın' diye iltifatta bulundu.

"Beni Hz. Hasan gibi şehit etmek istiyorlar"

"l945 Ramazan'ı. Akşamdan sonra Üstadın zehirlendiğini haber aldık. Mustafa Acet,
Ceylan Çalışkan, Halil Çalışkan, Hamza Emek'le beraber Üstadın yanına gittik. Üstad çok
rahatsızdı. Yatsı namazını da kılamamıştı. Sonra abdest almasına yardım ettik. Ceylan
Ağabey koluna girdi. Ve Üstad oturarak yatsıyı kıldı. Gece saat yarıma doğru Üstad,
'Elhamdülillah çok şükür bu ıztıraptan kurtuldum. Kardeşlere selâm söyleyin, bana dua
etsinler' buyurdu. Bu

sh:»(s.417) zehirlenmenin akabinden sonradan öğrendiğimize göre, Üstadın bedeline


Hasan Feyzi Ağabey âhirete irtihal etmişti.

"Sabahleyin babam, geçmiş olsun ziyaretine gitti. Babam daha önce Üstadın
zehirleneceği haberini bir vesile ile öğrenmişti. Ama ne zaman olacağını bilemiyordu. Üstada
soruyor: 'Üstadım, ihtar edilmedi mi, zehiri yemeseydiniz olmaz mıydı?'

"Üstad, 'Kardeşim Osman, yemem lâzımdı. Çünkü ben Hasan ve Hüseyin Radıyallahü
anhüma'nın neslinden geliyorum. Beni onlar gibi şehit etmek istiyorlar, fakat muvaffak
olamıyorlar' diyor.

"Emirdağ'da Üstadın ikinci zehirlenmesi"

"l946 sonlarıydı. Üstadı tekrar zehirlediler. İlk gördüğüm zehirlenmeden daha


şiddetliydi. Üstad çok ıztıraplı bir durumdaydı. Büyüklerimiz toplandı. Bir doktor
getirilmesine karar verdiler. Eskişehir'den bir doktor getirdik. Muayene etti. 'tifo, falan' dedi
ve tekrar dönüp gitti.

"Bundan sonra Üstad, 'Elhamdülillah, çok şükür bu ıztırabı atlattım' dedi. Daha sonra
öğrendiğimize göre, Tahirî Ağabeyin kızı Üstadın yerine vefat etmiş.

"Duvarı delerek Üstadın hizmetine koştuk"

"l950 öncesiyde. Babamı ve amcalarımı karakoldan çağırdılar. Üstadın yanına girip


çıkmamaları, bizleri de göndermemeleri hususunda baskı yapıyorlardı. Babam ve amcamlar
ise ne pahasına olursa olsun Üstadın hizmetinden geri durmayacaklarını söylüyorlardı. Bunun
üzerine Üstadın kapısına polis ve bekçi dikerek içeriye kimsenin girmesine müsaade
etmiyorlardı.

"Bunun üzerine Üstada ulaşma yolunu arıyorduk. Sonunda Üstadın evinin bitişiğinde
bulunan Sabri ustanın dükkânının arkasındaki duvarı deldik. Hazret-i Üstadın ihtiyacı olan
hizmetleri bir müddet buradan girip çıkarak yapmaya devam ettik.

[]

İhsan Çalışkan'ın anne ve babasının ruhlarına binler fatihalar.

sh:»(s.418)

"Ispartalılara cenazemi teslim edersiniz"

"Bir gece babamın hatırına geliyor: 'Üstada emr-i Hak vâki olursa ne yaparız?' Bir kaç
gün sonra üstadı ziyaretinde Üstad kendisine şöyle diyor: 'Kardeşim Osman, emr-i Hak vâki
olduğunda Karacalar köyüne veya Tez köyüne defnedersiniz. Fakat, Barla ve Isparta'yı çok
severim. Barla ve Isparta'dan gelen olursa hiç itirazsız cenazemi teslim edersiniz.'

***

"Üstadımız bir ziyaretimizde şöyle buyurmuştu: 'Biz burada tarassut altındayız. Bütün
gözleri Emirdağ'ın üzerinde, fakat hizmetler Türkiye'nin her tarafında devam ediyor.'

"Gazeteler reklâmımızı yapıyorlar"


"Gazeteler, Üstad ve Nur talebelerinin aleyhinde haberleri, tutuklamaları, hapishaneye
sevk edilmeleri yazıyordu. Bu durumu Üstad şöyle değerlendiriyordu: 'Bunlar, bilmeden
Risale-i Nuru reklâm ediyorlar, gazete lisanıyla duymayanlara da duyuruyorlar.'

"Ben de dersimi Risale-i Nurdan alıyorum"

"Hazret-i Üstad, ziyarete gelenlere şöyle derdi: 'Zahmet etmeyin, beni görmeye değil,
Nurları okuyun, tekrar tekrar okuyun. Çünkü ben de dersimi Kur'ân'dan ve Risale-i Nurdan
alıyorum.'

***

"Üstad kimseden hediye kabul etmezdi. Bazı hediyeleri, 'Aldım, kabul ettim' der, iade
eder, 'Bunu benim namıma oradaki kardeşlerimi verin' derdi. Annemden ve yengemden gelen
hediyeleri kabul eder, ama bedelini de verirdi.

***

"Üstad, babamla amcalarıma birgün, 'Sizler kime hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz.


Bilseniz...'

***

"Ankara'dan bir misafir gelmişti. Üstadımız ona, 'Hükümet ve Maarif Risale-i Nuru
mekteplerde okutmaya mecburdurlar' demişti.

"İhsan kardeş gelir, her hafta bizim ihtiyacımızı temin eder"

"Birgün Üstadımızın hizmetinde iken, Ceylan Ağabey, Mustafa Acet Ağabey, Halil
Ağabey de bulunuyorlardı. Üstadımız lâtife ediyordu. Üç ağabeye dönerek, 'Biz gittiğimizde
İhsan kardeş her hafta gelir,bizim ihtiyacımızı temin eder; değil mi kardeşim İhsan?' dedi.
Ben de 'Evet, Üstadım' dedim. Fakat o gün için nereye gidecekleri

sh:»(s.419) hususunda bir bilgim yoktu. On sekiz gün sonra Üstadı ve bütün Nur
talebelerini toplayarak Afyon hapishanesine sevk ettiler. Emirdağ'da sadece ben kalmıştım.
Hapishanede bulundukları müddetçe ihtiyaçlarını temin ediyordum.

"Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?"


"Birgün Üstad ve Nur talebeleri Afyon hapishanesinden mahkemeye getiriliyorlar.
Oturum başlamadan önce Mahkeme salonunda Üstad Nur talebelerine şöyle diyor:

"Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?"

"Kimseden bir ses çıkmıyor.

"Üstad devam ediyor: 'Ruz-u Mahşerde imanla küfrün dâvâsının canlı şahitlerisiniz.'

"Sizleri tahliye ediyorum"

"Üstad ve Nur talebelerinin Afyon hapsine girmelerinden 6,5 ay sonra bir mahkemede
oturumdan önce, Üstad eliyle bazı Nur talebelerinden 6-7 kişiye işaret ederek 'Seni seni dışarı
çıkaracağım; siz içeride sıkıldınız' diyor. Mahkeme sonunda içlerinde babam, amcam Hasan
Çalışkan, Burhan Çakın'ın da bulunduğu altı yedi kişi tahliye edildiler.

"Dairemiz içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız"

"Kur'ân ve Risale-i Nurla ilgili bir mesele olunca, Üstad 25 yaşında bir delikanlı
zindeliğinde olurdu. Bir gün Üstadın hizmetinde bulunuyorduk. Bir misafir gelmişti. Üstad
dua eder şekilde elini açarak şöyle buyurdu: 'Biz dairemizin içine aldığımızı kolay kolay
bırakmayız. ' Sonra ellerini ileri doğru iterek, 'Bıraktığımız zaman da-Allah muhafaza
buyursun-ruz-u mahşerde yüzüne bakmayız' dediler.

"Bir âfet gelecek, fakat zarar görmeyeceksiniz"

"l956 Eskişehir zelzelesinden önce Hazret-i Üstad, hergün kuşluk vakti Emirdağ'dan
Eskişehir'in Kanlıpınar semtine giderek l-l,5 saat kadar kalıyor tekrar Emirdağ'a dönüyordu.
Son gidişi olan 28. günü amcam Mehmet Çalışkan da beraber bulunuyor. Üstad amcamı
Eskişehir'e gönderiyor. 'Kardeşlerime selâm söyle, dua etsinler, bir âfet olacak, fakat inşaallah
zarar görmeyecekler.' Gariptir ki, zelzele, Üstadın Eskişehir'e gelip gittiği gün kadar devam
etti. Mühim bir zarar olmadan felâketi atlattılar.

sh:»(s.420)

[]

Risale-i Nur hizmetinde nurlanan bir ömür:


İhsan Çalışkan'ın l993'teki siması.

"Üstadın evini bekledik"

"l959 sonları Hazret-i Üstad İstanbul, Ankara ve Konya gibi şehirleri içine alan bir
seyahate çıkmıştı. Mustafa Acet, Ahmed Urfalı ve beni çağırdı: 'Ben gittikten sonra her akşam
gelirsiniz, akşam namazından sabah namazına kadar evimde kalırsınız, beklersiniz. Evi boş
bırakmayın' dedi. Bu kalmalarımız aralıklarla olurdu.

El-vedâ

"Son defa Üstad Isparta'dan geldiğinde Pazartesi günüydü. Çok rahatsızdı, sesi çok zor
çıkıyordu. Yatağına yatırdık. Grundik marka bir teybi vardı. Üstad bu teybten Risale-i Nuru
dinliyordu. Bu seferki gelişi her seferinden çok farklıydı. Hepimizle teker teker kucaklaştı,
bizlere sarıldı, helalleşti, alnımızdan öptü. Yine diğer zamanlardan farklı olarak o gün
alnımızdan üç sefer öptü. Çarşamba günü Isparta'ya gitmek üzere ayrıldı. Oradan Urfa'ya gitti.
Birkaç gün sonra bizleri acıya boğan haberi alacaktık. Allah gani gani rahmet etsin.

sh:»(s.421)[]

Hamza Emek

HAMZA EMEK

l922'de Emirdağ'da doğdu, l99l'de vefat etti.

"Üstadı ilk ziyaretim"

"l944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydim. O zaman lise son sınıftaydım. Üstad
Bediüzzaman'ı sadece ismen işitmiştim. 'Emirdağ'a büyük bir İslâm âlimi gelmiş' diye
işitiyordum. Henüz daha ziyaretine gidememiştim. İlk görüşmemize Ömer isimli ihtiyar bir
zat vesile oldu.

"Okulu bitirme imtihanları için İstanbul'a gitmiş ve Reşadiye Otelinde kalıyordum.


Otelde bir zatla tanıştım. Benim nereli olduğumu öğrenince, Emirdağ'ında büyük bir İslâm
âlimi olduğunu, tanışıp tanışmadığımı sordu. Ben ise Üstadımızı duyduğumu, ama henüz
ziyaretine gidemediğimi söyledim. O zat ne zaman gideceğimi sordu ve bana şöyle söyledi:
'Emirdağ'ındaki o büyük zata, Bediüzzaman derler. Çok büyük bir âlimdir. Gittiğinde onunla
tanış, ellerini öp, benim selâmımı söyle, ismimin Ömer olduğunu ve kendileriyle Şam'da
beraber olduğumuzu hatırlat.'

"Emirdağ'ına geldiğim gün ikindi namazı için Çarşı Camiine gitmiştim. Üstad camiin
mahfilinde namaz kılıyordu. Namaz kıldığı yer tahta bez gibi örtülerle çevriliydi. Namazdan
sonra çekine çekine merdivenlerden çıkınca Üstad beni gördü ve yanına çağırdı. Varıp ellerini
öptüm ve Reşadiye Otelindeki Ömer Efendinin selâmını söyledim. Üstad selâmı aldıktan
sonra bana Emirdağ'ında kimlerden olduğumu sordu ve Demirci Hasan'ın yeğeni olduğumu
söyledim. Bu ziyaretten sonra Üstad bana 'Sen safa gelmişsin' diye müsaade etti ve ayrıldım.
İşte Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa ziyaret edip, görüşmem böyle olmuştu.

[]

Hamza Emek Üstad Bediüzzaman'ı

ziyaret ettiği talebelik yıllarında

sh:»(s.422)

Üstadın hiddeti

"Üstadı tanımamın daha ilk günleriydi. Üstadı yine ziyaret etmeyi arzu ettim. Ceylân
Çalışkan'la karşılaştım. Ceylân merhum ısrarla, 'Üstad izin vermiyor' dedi. Ben yine Ceylân'ı
dinlemeyerek içeri girip merdivenleri çıkıyordum. Bir anda Üstadla karşılaştık.

"Üstad gür bir sesle, 'Senin ne işin var bu saatte?' diye bana bağırdı. Ben bu celâl ve
hiddet karşısında, mahcubiyet içinde neye uğradığımı şaşırmıştım. Üstadın beni huzurundan
kovmasıyla öylesine sarsıldım ki, hışkıra hışkıra ağlayarak orayı terk ettim. Ertesi gün Ceylân
gelip beni çağırdı. Üstad bana, 'Kardaşım, ben o vakitlerde kimseyi kabul edemiyorum'
diyerek gönlümü aldı. Üstadın hiddetine dayanabilmek çok zor birşeydi. Ben daha ilk
günlerde iki defa hatalarımla buna şahit olmuştum.

"Yine bir gün Eskişehir'e gidecektim. İşim ticaretle alâkalıydı. Üstada haber vereyim,
belki bir işi olur da hallederim diye düşündüm. Üstada vardım. Eskişehir müftüsü Hafız
Abdullah Efendiye mektup gönderecekmiş. Bu tevafuk üzerine Üstad 'Sonra uğra' diye
bildirdi. Fakat sonra iş tersine döndü, ben işimi başka bir vesile ile hallettiğimi bildirmek
üzere Üstada gittim.
"Durumu bildirince Üstad çok hiddetlendi, elini tersiyle havadan yere doğru savurarak,
'Ben böyle talebe istemiyorum' dedi.

"Her Pazar Üstadın hizmetindeydim"

"Tabii bu hadiseler, Üstada ve Risale-i Nur'a hizmetimiz için fevkalâde ibretli


derslerle doluydu. Sonraki vazife ve hizmetlerimizi buna göre ayarladık. Zaten ilk zamanlarda
meseleleri tam bilmiyordum. Üstada da misafir diyerek hizmet etmeye çalışıyordum. Zaman
geçtikçe Üstada olan sadakatimiz arttı. Üstada hizmetimizi nöbete koyduk. Ben hep Pazar
günleri hizmetine gidiyordum. Bu durum Üstad ebediyete intikâl edinceye kadar devam etti.

"Demokrat Parti İlçe Başkanlığını Üstadın izni ile kabul ettim"

"Bir gün Üstad benimle birlikte Mehmed Çalışkan'ı çağırdı. Bize, 'Kardaşlarım, sizler
benim ve Risale-i Nur'un bedeline Demokrat Parti'ye kaydolun' diye buyurdu. Bu emir
üzerine biz Demokrat Parti'ye kaydolduk. Daha sonra bana Emirdağ Demokrat Parti ilçe
başkanlığı teklif edildi. O sırada Üstad Emirdağ'ında değildi. Ben bu teklife 'Biraz düşüneyim'
diye cevap verdim. Benim maksadım Üstadıma danışmaktı. Tam o sırada Isparta'dan, Zübeyir
Gündüz

sh:»(s.423) alp Ağabeyden bir telgraf geldi. Bu telde, 'Kardaşım, sana verilen bu
vazifeyi kabul et' diye yazılıydı. Ben de Üstaddan gelen emir üzerine başkanlık vazifesini
hemen kabul ettim.

"Menderes'i dindar Başvekil biliyorum"

"Bir gün memleket meselelerini iletmek üzere merhum Adnan Menderes'ten randevu
almıştık. Ben de heyetin içindeydim. Mevzuu hemen Üstada söyledim. Üstad, "Tam, tam,
kardaşım, Adnan Menderes'e benden selâm söyle, ben onu dindar bir başvekil olarak
biliyorum. Onun hatırı için bu memlekette kalıyorum, kendileri bize yardımcı olsunlar' diye
buyurdu.

"Ankara'daki başvekâlette Emirdağ'la alâkalı meseleler görüşüldükten sonra, heyet


dışarı çıkarken ben en geride kaldım ve Üstadımızın mesajını Menderes'e bildirdim. Menderes
merhum orada bulunan Devlet Bakanı Emin Kalafat'a arkasını dönerek, elini göğsüne koyup
Üstadın selâmını hürmetle aldı. 'Aleyküm selâm' dedikten sonra, 'Benim selâm ve
hürmetlerimi kendilerine söyle, rahat ve müsterih olsunlar, arzuları yapılacak, herşey
yapılacaktır' dedi.

"Emirdağ'a dönüşümde durumu Üstadımıza bildirdim. Üstad "Tamam tamam


kardaşım, daha başka şey söylemene lüzum yoktu, bu kadar kafiydi' dedi.

"Üstadın bâzı mektuplarında İslâm kahramanı olarak ifade edilen Menderes için Üstad
bir defasında 'Kardaşım Hamza , Adnan Menderes bu memlekete Yavuz Sultan Selim kadar
hizmet etti' diyerek, Menderes'in İslâmiyete ve Risale-i Nur'a yaptığı hizmeti anlatmıştı.

Üstadın Menderes'i karşılaması ve selamlaşmaları

"l957 seçimlerinde Menderes seçim gezilerine çıkmıştı. Bolvadin üzerinden Emirdağ'a


gelecekti. Menderes'in geleceği gün Üstad kendisini karşılamak için Bolvadin yoluna çıkarak
bekledi. Fakat Menderes'in gelmesi gecikince Üstad evine döndü. Emirdağ'da hem

[]

Emirdağlı iki nur kahramanı:

Hamza Emek ve Mehmet Çalışkan

sh:»(s.424) çok kalabalık, hem de heyecan vardı. Menderes Emirdağ'a ikindiden sonra
geldi. Üstü açık bir pikap üzerindeydi. Menderes'in yanında ben, Afyon milletvekili adayı
Orhan Bey ve daha bazı arkadaşlar vardı. Tam Üstadımızın evinin önünden geçerken ben
Orhan Beyi, o da Menderes'i ikaz ederek pencerede bulunan Üstadı gösterdik. Adnan
Menderes dönüp tekrar tekrar Üstadı selâmladı. Üstad da kendisine iki eliyle selâm ediyordu.
Tâ Üstadın evi gözden kayboluncaya kadar Menderes devamlı Üstada selâm verdi.

"Ben de kendisini Başvekillikten azlettim"

"Bir gün Emirdağ ilçe teşkilâtı idare heyeti Üstada yapılan tazyikatı önlemek için bir
yazı hazırladı. Bu yazıyı başvekil Adnan Menderes'e ve diğer dindar milletvekillerine
göndermek üzere imza ettik. Bunu Üstad da münasip görmüştü. Bu iş için benimle birlikte
Mustafa Sungur vazifelendirilmiştik. Sungur benden evvel Ankara'ya gitti. Said Özdemir bu
yazıyı teksir etti ve bütün alâkalı mercilere gönderdiler. Yazının bir sureti de Afyon valisine
gelmiş, Bunun üzerine Demokrat Parti İl Başkanı Kâzım Özer valinin makamından aradı.
Yazıyı sordu. Ben de 'Evet, biz yazdık. Ama teksirinden benim haberi yok' dedim.
"Aynı günlerde İnönü verdiği beyanatında Menderes'in Üstadla olan alâkasını
söylüyor ve başvekile hücum ediyordu. Emirdağ teşkilâtının yazdığı yazıyı da vesika olarak
gösteriyordu. O gün Menderes, Hirfanlı Barajının açılış merasimine gitmişti. Anadolu
Ajansına verdiği beyanatta Emirdağ teşkilâtını feshettiğini bildirdi. Biz bu haberi saat yirmiüç
haberlerinde radyodan dinledik. Ertesi gün hadise çok dedikodulara sebep oldu. Üstad beni
çağırttı. Gittiğimde bana 'Kardaşım, yoksa müteessir mi oldun?' dediğinde, ben 'Hayır
Üstadım, müeessir olmadım' dedim. Sonra üstad, 'Kardaşım, bu ahmak, kuvveti nereden
aldığını bilmiyor' dedikten sonra 'Ben de kendisini başvekillikten azlettim' diyerek hiddet etti.
Bir iki dakika mürakabe etti; sonra başını kaldırıp 'Şimdilik kalsın' yoksa ortalık karışıp alt üst
olacak' dedi.

"l950'lerden sonraki yıllarda Samsun'da neşredilen Büyük Cihad gazetesinde çıkan bir
yazıdan dolayı Üstadın ifadesini almak istiyorlardı. Birgün Üstad sabah namazından sonra
beni savcının evine gönderdi. Bana, 'Git, müddeiumuma söyle, gelsin, ifademi alsın' dedi. Ben
de gidip savcının kapısın çaldım.

"Adam gözlerini oğuşturarak çıktı. Ben kendisine Üstadımızın dileğini bildirdim.


"Tamam' dedi ve sonra gelip ifadeyi aldı.

sh:»(s.425)

Üstadın çayı

"Üstad çok çay içerdi. Çaya bol bol limon sıkar, öyle içerdi. Bazan çayı biraz içer,
sonra bardığı bize verip içmemizi söylerdi. İlâveten 'Kardaşım, ben bu çayı padişah gelse yine
vermem' derdi. Biz de alıp içerdik.

***

"Bir gün Üstadı zehirlemişlerdi. Ben ve rahmetli Zübeyir, Üstadın yanındaydık.


Zübeyir Ağabeyin isteği ile Doktor Tahir Barçın'ı çağırmıştık. Doktor mutlaka serum yapmak
istiyordu. Ben Üstada söyledim, hiç ses çıkmıyordu. Serum yapıldı ve doktor gitti. Sonra
Üstad kendisine gelince sopasını istedi ve rahmetli Zübeyir Gündüzalp'e hitaben, 'Keçeli,
bugün beni şişlettiniz' diye sopayla vurdu. Zübeyir Ağabey başını ayak tarafından yorganın
altına gizledi.
Üstadımızın hastalığı sırasında Dr. Tahir Bey 'Mutlaka ateş dürücü alması lâzım' dedi.
Depo sulfamid tavsiye etti. Bunun l2 saatte bir verilecek dozunu verdi. Ben de 'Bunu Üstadın
çayına koyar içiririm' dedim. İlacı yanıma aldım. Üstadı ziyarete gittim. Üstad beni görünce,
'Kardeşim Hamza, bunlar bana ilaç içirmek istiyorlar, sen bana yardımcı ol!' deyince, içim bir
hoş oldu. İlacı çayına atmaya gönlüm vardı, vazgeçtim. İlacı Tahir Bey'e iade ettim.

Üstadın son zamanları

"Üstad Ankara tarafından Emirdağ'da yeniden ikamete mecbur tutulmuştu. Bu defa


müracaatla Isparta'ya gitti. Tekrar hasta olarak Emirdağ'ına gelirken Çay kazâsından çevrilip,
Afyon'a gönderildi. Afyon'daki iki gün kaldı. Bizler merakla beklerken Emirdağ'ına geldik.
Dışarlarda çok kalabalık vardı. Üstad çok hastaydı. Bunu sezdirmemek için ben ve Zübeyir,
Üstadın koluna girip bahçeye aldık. Sonra da ben Üstadı kucaklayıp yatağına yatırdım.
Şiddetli hastaydı. Biz de başucunda bekliyorduk. Daha sonra aniden iki defa uyandı.
Tebessüm ediyordu. Gülerek buyurdu ki: 'Kardaşlarım, korkmayınız, Risale-i Nur bu
memlekete hakimdir. Masonların, zındıkların ve komünistlerin belini kırmıştır. Biraz zahmet
çekeceksiniz, fakat sonu çok iyi olacak' diye sevinçlerle anlattı. Bilâhare yeniden uyandı.
Hiçbirşey olmamış gibi namaz kıldı. Kardaşları çağırttı ve hepsiyle ayrı ayrı vedalaştı.
Isparta'ya gitmek üzere Emirdağ'ından ayrıldı.

"Üstadın kızçocuklarıma olan şefkati"

"Ayşe, Nurcan, Nuray ve Şirin isimli kızlarımdan Şirin'in ismini Üstad vermişti.

"Ayşe beş-altı yaşıdayken, gidip Üstada olan sevgisinden cübbesinin altına girmişti.
Üstad 'Bu kimin kızı?' diye sorunca, Zübeyir Ağabey 'Hamza'nın kızı' diye cevap vermiş.
sonradan Üstad bana

sh:»(s.426) lâtifeyle 'Hamza, pek acip bir kızın var' diye lâtifede bulundu.

"Hazret-i Üstad Emirdağ'da birkaç defa çok şiddetli hastalanmıştı.

"Bir defasında Pakistan'ın kurtuluş yıldönümüydü. Üstad 'Alâküllihal, biz de burada


Pakistanlıların bayramına iştirak edeceğiz' diyerek bizi toplayıp bir ziyafet verdi.

"Ne kadar çeşitli yemek varsa getirtti. Kendileri de başımızda bulunuyordu. Tabii
sofrada neler varsa yiyip bitirmiştik. Yemekten sonra Üstad bizimle. 'Oburlar, beni
mahvettiniz' diye şaka yapıyordu. O gün akşam üzeri Üstad çok hastalandı. Ateşi kırk
dereceyi bulmuştu. Bizler Üstadın ateşini nasıl düşürebiliriz diye çalışıyorduk. Dr. Tahir
Barçın sık sık muayene etmeye geliyordu ve iğne yapmıştı.

"Biz Üstada hitaben 'Efendim Tahir Beyin selâmı var, bir bardak çay içiniz, mide boş
kalmasın' diyor ve limonlu bir bardak çay içiriyorduk.

"O hasta halinde, namaz vakti gelince namazını hiç geçirmiyordu. Sonra karar vererek
Eskişehir'e gittik. Gece giderek, havacı arkadaşlar vasıtasıyla dahiliye mütehassısı Dr. Cemal
Duman'ı alıp getirdik. Üstadı muayene etti, ama kati bir teşhis koyamadı. 'Belki bağırsaklarda
bir üşütme olabilir' dedi.

"Üstad son günlerinde Ankara'ya gitti, ama şehre sokmadılar. Tekrar Emirdağ'a geldi.
Isparta ile Emirdağ'da ikamete mecbur edilmişti. Üstad ise istediği yere gitmek istiyordu.
Emirdağ'da bir kaymakamımız vardı. Mehmet Us ismindeki bu zat Konyalıydı. Üstada
fevkâlade hürmetkar bir zattı. Polislere 'Siz arkasından çıkın, sonra bırakın, nereye gittiğine
karışmayın' diyordu. Bu zattan Allah razı olsun, çok faydası ve hizmeti oldu.

[]

Hamza Emek son günlerinde

"Müştaklar Nuru arar, bulur"

"Bir gün Üstad bize şu haberi gönderdi:

"Hamza ile Hacı Osman'a selâm söyleyin. Risale-i Nur'u ona buna vermesinler.
Müştaklar Nur'ları arar ve bulur.'

"Üstadımız Emirdağ'dayken uzak dağlardan soğuk su getirtir, onu içerdi. Yedikapı


boğazından su getirirdik. Kıra gittiği zamanlarda daima en yüksek tepeye çıkardı.

sh:»(s.427)

"Bu dağın sahibi ekmeği bana getirdi"

"Bir gün Nureddin ile İsmail isimli iki çocukla Emirdağ yakınlarındaki bir dağa
giderler. Dağın başında sepet yuvarlanır. Sepetin içindeki ekmek de dereye yuvarlanır, gider.
İki çocuk peşinden koşarlar. Fakat bir türlü ekmeğe ulaşamazlar. Az sonra 'Gelin' diye Üstad
kendilerini çağırır. Tepeye çıkan çocuklar bakarlar ki, az önce yuvarlanan ekmek, Hazret-i
Üstadın yanında duruyormuş, Hazret-i Üstad onlara 'Bu dağın sahibi ekmeği bana getirdi. Bu
dağ kerametli bir dağdır' demiş.

"Amacam Hasan Efendi, Üstadımız Emirdağ'a gelmeden on iki sene evvel bir rüya
görmüştü. Rüyasında Hazret-i Ali kendisine bir sandık veriyor. 'Bu sandığın içinde Hazret-i
Mehdi var, bu sana emanettir' diyor. On iki sene sonra, Hazret-i Üstad Emirdağ'ına geldiği
zaman, ona diyor: 'Sende bir emanet var. İşte o emanet benim!'

Hamza Emek, bu aziz hatıralarını anlatırken bir ara "Ah Üstad, ah Üstad! Onun
hayatında cennet hayatı geçirdik. Onun yanında kediler bile farelere ilişmezdi. O kurt ile
kuzuyu biraraya getirmişti" diyerek içini çekiyor, o aziz Üstaddan ayrı olmanın, onsuz
yaşamanın ızdırabını ve elemini çekiyordu.

"Emirdağ'dan Üstadın son ayrılışından sonra Urfa'da olduğu haberini almıştık. Gelen
telgraflarda geri dönmesi için çok tazyikat yapıldığı bildiriliyor, bizim bu tazyikleri
Ankara'dan durdurmak için çalışmamız isteniyordu. Bizler hazırlılk içindeyken ikinci telgraf
Üstadın Urfa'da vefat ettiği haberini verdi. Biz arkadaşlarla Urfa'ya gidene kadar cenazeyi
kaldırmamaları için Abdülmecid Nursi adına telgraf çektik. Uzun bir yolculuktan sonra
Urfa'ya ulaştık.

"27 Mayıs ihtilâlinden sonra Emirdağ'da Nur talebelerini ve beni tevkif ettiler. Bir
müddet Emirdağ ve Bolvadin hapishanelerinde yattık. Evlerimize girip kitaplarımızı aradılar.
Hadiselerin nihayetinde beraat edip rahat bırakıldık."

[]

Emirdağ Nur talebeleri l960 ihtilalinden sonra Bolvadin Medrese-i Yusufiyesinde...


Oturanlar, soldan itibaren:

3. Mustafa Acet

4. Osman Çalışkan

5. Hamza Emek

6. Dr. Tahir Barçın


sh:»(s.428)

[]

Dr. Tahir Barçın

DR. TAHİR BARÇIN

l906'da Ermenek'te doğdu. Uzun seneler Anadolu'nun muhtelif yerlerinde hükümet


tabibi olarak hizmet etti. Emirdağ'da Bediüzzaman'ın doktorluğunu yaptı. ll Mayıs l978'de
İstanbul'da Allah'ın rahmetine kavuştu.

Tahir Barçın, Âkif'in Sarıgüzel'deki doğdu evde oturuyordu

İstiklâl Marşi Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un Safahat'ını okuyanlar, şairimizin


Sarıgüzel semtindeki bir evde dünyaya geldiğini bilirler.

Bu evin yerinde bugün Barçın Apartmanı yükselmektedir.

Doktor Tahir Barçın'ı ilk defa bu hanede tanıyıp, ziyaret edip, çok tatlı sohbetlerinde
bulunmuştuk.

Seneler öncesinin o sohbetleri ve nuranî dersleri ebedî levhalara inkılap etti. Her hafta
devam eden bu nurlu gecelerde Dr. Tahir Ağabeyin anlattığı hatıraları zevkle dinlerdik. Daha
sonraki yıllarda, Fatih'ten Feneryolu'na taşınmıştı. Zaman zaman kendisini özlerdik, ziyaretine
giderdik. Bu ziyareti seyrekleştirdiğimiz günlerde, rüyama girmişti. Başında kar gibi beyaz bir
takke, Eyüpsultan'da küçük, mini mini masum yavruları Kur'ân-ı Kerim öğretip, okutuyordu.
Feneryolu'ndaki evinde ziyaret edip, bu rüyayı anlattıktan kısa bir zaman sonra, kan
zafiyetinden rahatsızlanıp hastahaneye kaldırılmıştı. İki ay gibi bir zaman içinde eriyip, aktı
gitti ebediyete...

Dr. Tahir Barçın, Ermenek yaylasının bir mübarek evladı idi.

l322 (l906) senesinde Ermenek'in Sarıveliler köyünde dünyaya gelmişti. Babası


Başdereli Mahmud Hoca Efendidir. Annesi Fatma Hanımdır. Bir ara Mısır'a gitmiş ve orada
da tahsil yapmıştır.

l935 senesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Viranşehir ve Emirdağ'da


uzun seneler hükûmet tabibliği yaptı.
sh:»(s.429)

[]

Dr. Tahir Barçın'ın doktorluk diploması

"Şarkın kapısını açtın"

Daha sonra Bitlis ve kazalarına sağlık müdürü olarak gitti. Orada vatan ve millete
fedakârane hizmetler yaptı. Emirdağ'ın meyvesi olan Nur Risalelerini Bitlis'in kaza ve
köylerine götürüp, dağıtmıştı.

Üstad: "Şarkın kapısını açtın! Büyük hizmetlere medar oldun!" diye iltifat ve takdir
etmişti Dr. Tahir Beyin hizmetlerini...

Daha sonra yine Emirdağ'a dönen Dr. Tahir Barçın, burada vazifesine devam etmişti..

"Bahtiyar doktor"

Emirdağ Hükûmet Tabibi ve İskân Müdürü olan Dr. Barçın, Üstad Bediüzzaman'ın
"Bahtiyar Doktor" iltifatına erenlerdendi.

Emirdağ'da Üstad'ına doktorluk yapmıştı. Bu vatanın aziz bir evladı olan doktorumuz
aynı zamanda hıfzını da ikmal etmişti, hafızdı.

27 Mayıs İhtilalinde, diğer Emirdağlı Nur arkadaşlarıyla birlikte, Nur kitaplarını


okudukları için tevkif edilmişti. Bir müddet Bolvadin Hapishanesinde yatmış, sonra tahliye ve
beraat etmişti.

sh:»(s.430)

Daha sonraki senelerde İstanbul'un Zeytinburnu semtinde açtığı muayenehanede


doktorluk yapıyordu. Binlerce fakir fukarayı, çok ucuz ve parasız olarak tedavi ediyordu. Bazı
fakirlerin ilaç paralarını da kendisi veriyordu.

Ani bir hastalıkla iki ay zarfında irfan ufkumuzdan çekilip kayboldu; tıpkı "gökteki
yıldızlar" gibi...

Cennete doğru kayan yıldızlar


Nur dâvalarının kahraman avukatı Bekir Berk'in "Yıldız yağmuru veya Cennetten
gelen ses" başlıklı makalesinde pek sevdiğim bir ifadesi vardı. Bu ifadeyle başlamak
istiyorum. Dr. Tahir Barçın ağabeyle alâkalı hatıralara. Şöyle diyordu Nur'un avukatı:

".... Dostluk dünyamızın semasından yıldızlar göçüyor ahirete doğru.... Yıldızlar


kayıyor Cennete doğru..."

Kur'ân semasının berrak ve parlak bir yıldızı, belki de kutup yıldızı idi doktor
ağabeyimiz. Ehl-i kemal idi, ehl-i ilimdi, ehl-i takva idi. İstiklal Marşı Şairimizin evi, işte
böyle bir zata nasip olmuştu. Evi bir dershaneydi, iman dershanesi, Nur dershanesi... Nurlu
Üstad, kadim dostu Âkif Beyin evini Tahir Beyin aldığını duyunca sevinmişti.

On seneyi aşan bir zaman içinde Tahir Barçın Beyden Üstadla alâkalı hatıralarını
dinlerdik. Bu hatıralardan tesbit ettiklerimizi burada kaydedeceğiz.

Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ı ilk görüşü

Dr. Tahir Barçın, Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa Birinci Cihan Harbinin
sonlarında, İstanbul'da gördüğünü şu şekilde anlatmıştı bize:

"İlk mektebi köyümüz olan Sarıveliler'de bitirdim. Altı yaşında Ermenek'e geldim.
Daha sonra iki sene Konya'da okudum. İstanbul'a geldiğimizde şehir işgal altındaydı. Ağustos
ayında İstanbul'a geldiğimizden iki ay sonra Ekim'in 6'sında kurtuluş oldu. O zamanki
mekteplere kayıt olmuştum. İbtidai hariç üçte idim. (Şimdiki İmam-Hatip'in üçüncü sınıfına
muadil olmaktadır.)

"Fatih Camiinin güney tarafında güreş kulübü bulunmaktadır. O zamanlar ağabeyim


Mustafa Barçın l ve Sedat Çumralı (İhtilâl

_____________

l. Mustafa Barçın, Dr. Tahir Barçın merhumun ağabeyidir. l90l'de Konya'nın


Küçükkarapınar köyünde doğdu. Bediüzzaman'la İstanbul, Emirdağ ve Isparta'da görüşmeleri
vardı. Mütarekenin son senelerinde Fatih medreselerinde okurken Bediüzzaman kendisine
Vanlı Nimet'in odasında bir eserini hediye etmiş. Mustafa Barçın'ın hatıraları için Bkz.
Şâhitler'in Dilinden l.222.
sh:»(s.431)

sonrası koalisyonlarının adli ye vekillerinden) ile medresede talebe olarak


okuyorlardı. o zamanki ifade ile sahın iki'de idi ağabeyim. Sedat Çumralı ile oradaki
medreselerde bir odada kalıyorlardı. Ben Sultanahmet'teki medreselerde kalıyordum. Bu
medrese Sultanahmet türbesinin hemen bitişiğindeydi. Bazı günler ağabeyimin yanına
gelirdim. Yine böyle bir gelişte ağabeyimle birlikte Fatih Camiine ikindi namazına gitmiştik.
Sene l922.

"Camiden çıkarken büyük bir kalabalık vardı. Önde heybetli bir zat vardı, benim
dikkatimi çekti, yanındaki ve arkasındaki kalabalık hep elpençe divan vaziyetindeydi. Mahallî
kıyafetli, bellerinde kamalar vardı. Camiden çıkarak merdivenle çıkılan, Fatih'in odası olduğu
söylenen kısma çıktılar. Ben on altı yaşlarındaydım. O zaman hatırımda kaldığına göre
'Bediüzzaman denilen bir âlimmiş' diyorlardı. O tarihlerde Eşref Edip Bey de oraya gelip
gidiyordu. Sonra ağabeyimden öğrendiğime göre, Üstad Bediüzzaman orada kalıyormuş.
Ağabeyim ziyaretine gitmiş, onda iki Mekteb-i Musibet'in Şehadetnamesi isimli eseri vardı.
Onu, okuyorlardı. Sonra İstanbul'dan ayrıldı, Ankara'ya gitti."

Dr. Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ın ilk görüp, tanımasını kendi lisanından böyle tesbit
ettik.

[]

Dr. Barçın bir medrese talebesi iken

"Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik..."

Bu tarihten tam yirmi iki sene sonra, lâtif bir tevafuk, yine bir yaz günü, Ağustos
(Şaban) ayı, Afyon'un Emirdağ kazasının büyük meydanlığında bir kahvehanede Dr. Tahir
Barçın bir mesai bitiminde oturmuş çay içip, sohbet etmekte...

Yine rahmetli Doktorumuzun kendinden dinleyelim:

"Emirdağ'da hükümet doktoru ve iskân işleri müdürüydüm. Bize bir yazı geldi. Bu
yazıda şöyle deniyordu. 'Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ'a gönderilmiştir. Oraya iskân
edilmesi...'
[]

Dr. Tahir Barçın Emirdağ'da

vazifeli olduğu yıllarda

sh:»(s.432)

"Biz bu yazı üzerine Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik. Sonra Üstad beni
çağırtmıştı. Gittim, görüştük. Bana Denizli Hapishanesinin bir meyvesi olan eseri verdi. O
zaman maalesef bu kıymetli eseri okuyamadım. Çok işlerimiz vardı. Bütün günlerimiz
doluydu. Gece gündüz çalışıyordum. l6 saat mesai yapıyordum. Kazada benden başka doktor
yoktu. ll0 parça köy ve l50 bin nüfus hep bana bakıyordu. O zaman vasıtalar da yoktu.
Emirdağ'dan Eskişehir'e altı saatte gidiliyordu. Daha sonra yine çağırtmıştı, yine gidip
görüştüm.

"Halk Partililer Üstad'la uğraşıyorlardı"

Emirdağ'a ilk geldiği zamanlar onu sevenler daha çoktu. Fakat sonra Halk Partililer
Üstad'la uğraşmaya başladılar. Birtakım asılsız şeyler uyduruyorlardı. Milleti korkutup,
Üstad'ın yanına yaklaştırmak istemiyorlardı. Biz Üstad'ı kalben sevdiğimiz için, bu iftiralara
aldırış etmiyorduk, çekinmeden yanına gidip geliyorduk.

"Bitlis'e gitmemi tavsiye etmişti."

"Daha sonra aradan bir sene kadar geçti... l945'te beni Bitlis'e sağlık müdürü olarak
tayin ettiler, ben gitmek istemiyordum. Yanımızda sağlık memuru olarak bulunan Hayri
Dinçer (Daha sonraki senelerde adliye vekilliği yapan Hasan Dinçer'in teyze çocuğu) Üstad'a
hizmet ediyordu. O, Üstad'a benim tayinimi haber vermiş, gitmek istemediğimi de söylemiş.
Üstad 'Gelsin de bir görüşelim' diye beni yine çağırtmıştı. O arada Risalelerden bazılarını
okumuştum. Üstad'a karşı kalbimdeki sevgi daha da artmıştı. Eserleri Hayri Dinçer getirip
veriyordu...

"Görüştüğümde gitmek istemediğimden bahsettim. Üstad ise:

"Git... git... yine gelirsin sonra...' diye Bitlis'e gitmemizi tavsiye etmişti.
"Bir ara hemşiremin hastalığı dolayısiyle İstanbul'a gelmiştim. Fatih'te hemşiremin
ziyaretine geldiğim zaman bir gece hâlâ tesirinden kurtulamadığım bir rüya gördüm.

"Gördüğüm rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştım"

"Benim daha önceleri Mısır'da biraz tahsilim vardı. Bir buçuk sene kadar orada tahsil
yapmıştım. Rüyamda Mısır'dayım...

"Kendimi Seyyide Zeynep Camiinde gördüm. Camide namaz kılı

sh:»(s.433) yordum. Namazdan sonra, bir zat kalktı mihrapta, ayakta konuşmaya
başladrı. Bende Şemail-i Şerif vardı. Ben onu okudum. Tatbik ettim, o konuşan zat Hazret-i
Peygamber Aleyhissalatü Vesselamdı. Camiin son cemaat yerinde de başka bir zat
konuşuyordu. O da Bediüzzaman Hazretleriydi. Kendi kendime, herhalde bu zat
Peygamberimizin vekilidir diye düşünmeye başlamıştım ki, uyandım...

"Bu rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından alâkadar olmaya başladım.
Eserleri okuyordum. Bitlis ve kazalarını dolaştım.

"Şark, Üstad'ı ölmüş biliyordu"

"Şarkta on ay kadar kaldım. Hizan'ın köylerini dolaştım. Hemşehrileri Üstad'ı ölmüş


biliyorlarmış. Onlara üstad'ı anlattım, eserlerden dağıttım. Bitlis'ten Üstad'a optalidon habı
gönderiyordum, kendileri de bana optalidona mukabil olarak Asâ-yı Musa ve diğer eserlerden
gönderiyordu. Bu eserler Şarkta çok hizmetlere vesile oldu.

"Şarkta dokuz on ay kaldıktan sonra tekrar Emirdağ'a döndüm. Dönüşümde bana çok
iltifat etti:

"Şarkın kapısını açtın' diyordu. Halbuki orada bir iş yapmamıştım, fakat Üstad yine
iltifat ediyordu.

"Kendi kendine izin vermiş"

"Eskişehir'in Poyra köyü vardır. Oralı bir Nuri Efendi vardı, onunla birlikte sık sık
Üstad'ın ziyaretine giderdik. Kendisi hafızdı. Emirdağ'da imamlık yapıyor ve Kur'ân kursunu
da idare ediyordu. Bu vazifeyi terk etmek istiyordu, besicilik yapacaktı. Üstad razı olmadı,
sonra; 'Peki sen bilirsin, gidebilirsin, git...' dedi. Daha sonra Üstad bana; 'O hazırlanmış
gelmiş, ben izin vermesem yine gidecek. Kendi kendine izin vermiş...' dedi.

"Yine bunun gibi ayrı bir hatıram daha var. Halil Çalışkan'ın evlenmesini de
istemiyordu. Sonra Halil Çalışkan vefat edince boş çocuğu yetim kaldı.

"Sabah kahvaltısını Üstad'ın evinde yapardık"

"Üstad'ı ziyaretimizin arası açılınca akşamdan karar verirdik, Üstad'a gidelim diye.
Sabah erkenden Mustafa Acet gelir, 'Üstad sizi çağırıyor' diye bizi haberdar ederdi. Bu
ziyaretlerin ekserisi Pazar günleri olurdu. Bizi tebessümle karşılardı, çay ikram ederdi. Simit
verirdi, sabah kahvaltısını orada Üstad'ın evinde yapardık."

sh:»(s.434)

Hatıralarının bu kısmını anlatırken duygulanan doktor Tahir Bey:

"Allah rahmet eylesin.... Allah yüz bin defa razı olsun, bizi kurtardı" diyordu. Şu anda
bu satırları yazarken Doktor ağabeyimize biz de Cenab-ı Hak'ltan rahmet ve mağfiret niyaz
ediyoruz.

[]

Emirdağ hükümet tabibi ve işkân işleri müdürü Dr. Tahir Barçın hatıralarını o günlerin
tazeliği ve heyecanı içinde anlatmaktadır.

"Bir Hıdırellez günü, kerametli tepeye gitmiştik"

Bir Hıdırellez günü Bediüzzaman, Emirdağlı talebeleri ve Doktor Tahir Beyle beraber
kıra gidiyorlar.

Emirdağ yakınlarındaki bir yüksek tepeye çıkıyorlar.

Meğer o gün kazada Doktoru çekemeyenler bazı tertiplere girişmişler. Fakat Doktorun
Üstad Bediüzzaman'ın himayesi altında olduğunu idrak edemeyenler, içki içip, sarhoş olup
birbirlerine girmişler. Çeşitli hâdiseler oluyor, o gün Emirdağ'da
Kazada çeşitli hâdiseler, bıçaklamalar vs. olurken, Nur Üstadla, Nur talebeleri âsude
ve yemyeşil bir tepedetatlı sohbetler, unutulmaz hatıralar yaşıyorlardı. Yine burada sözü
Doktorumuza bırakalım:

"Tepeye gittiğimizde, kendileri yüksek ve dik bir yamaca oturmuşlardı. Biz ise
kayıyorduk, tam oturamıyorduk, bizim bu halimize tebessüm ediyordu. Daha önceleri de o
tepeye gelmişler. 'Bu tepe, kerametli tepe' diyordu. Beraber geldiği talebelerini göstererek:
'Buraya bu keçelilerle beraber gelmiştik,ekmeği düşürdüler, koştular ekmeğin peşinden, fakat
bulamadılar, dereden illeri boş döndüler. Sonra ben kendilerini çağırdım. Ekmek
kendilerinden evvel gelmişti. Bu dağın sahibi vardır, ekmeğimizi sizlerden evvel geri getirdi,
dedim.'

"Üstad gülerek bu hatırayı anlattı. 'Bu tepe bundan dolayı kerametli tepedir' dedi.'

sh:»(s.435)

"Ben öldükten sonra yerimin bilinmemesini istiyorum"

"Yine o tepede, vefatından bahsetti. 'Ben ölürsem ne yaparsınız?' deyince?' Mehmet


Çalışkan:

"Burada Hacı Yusuf Dede vardır, sizi oraya, o zatın yanına defnederiz!' dedi.

"Üstad cevaben:

"Yok, beni Ispartalılar isterlerse onlara verin. Hem ben öldükten sonra yerimin belli
olmamasını istiyorum. Çünkü türbeye gelenler kimi ekmek asacak, kimi ip bağlayacak, kimisi
de benden dilekte bulunacak. Beni kabrimde rahatsız edecekler. Şimdi birisi gelip de elimi
öpmek istese bana tokat vurmak gibi oluyor. Hiç böyle şeyleri istemiyorum. Mezarımın
bilinmemesini istiyorum...'

"Daha sonraki cereyan eden hâdiseler malum..

"Zulmettiler ona, onlar zulmetti, fakat Cenab-ı Hak Üstad'ın duasını kabul etti..."

Üstad'a zulmeden Emirdağ kaymakamı..


Dr. Tahir Barçın Emirdağ hükûmet tabibi olduğu senelerde başından geçmiş bir çok
hatıra ve hâdiseler bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, Emirdağ kaymakamı, Abdülkadir Uraz
isimli bir kişi ile arasında geçen vak'adır..

Rahmetli Tahir Barçın ağabey şunları anlatmıştı bize:

"Gaziantepli Abdülkadir Uraz, mülkiyeden mezundu, sosyalistti. Emirdağ'a geldikten


sonra Hazret-i Üstad'ın aleyhinde birtakım tertiplere girişmiş. Bizim hiç haberimiz yoktu,
halbuki kendisiyle komşuyduk, aramızda sadece bir yol vardı.

"Emirdağ'a geldiğinde çok perişandı, zaten o zamanlar bütün memurlar perişandı. 60-
70 lira kadar bir maaş alıyordu. Bu para katiyyen yetişmiyordu. Demek ki buna
müstahaklarmış onlar. Biz acıyorduk, yardım ediyorduk. Bir ayakkabı alacak parası yoktu,
pardesü değiştirecek imkânları yoktu... Memlekete çalışır vaziyetinde görüyorduk, bu sebeple
bir kaç arkadaş yardım ediyorduk. Meğer adam Üstadla uğraşmaya başlamış. Üstad bazan
namaz için bir camiye gidiyordu. Nur talebeleri de ihtiyar halinde üşümemesi için, caminin
son cemaat mahfiline bir küçük yer yapmışlar, oraya mangal koymuşlar.

"Bizim kaymakam bir gün gizlice camiye girmiş, sanki Üstad orada gizli kapaklı bir
şey yapıyormuş gibi... Arkasından bir de ifti

sh:»(s.436) ra çıkarttı. Geceleri yanına tepsilerle baklava geliyormuş, filanlar


fişmekanlar gidiyorlarmış... Üstad'a hizmet edenleri çağırtmış, 'artık hiçbiriniz yanına
gitmeyeceksiniz' diye tehdit etmiş. Bekçileri Üstad'ın yanına göndermiş, 'ne isterse siz
götürün' diye emir vermiş.

[]

Yakın dostları ile beraber,

Ayaktakiler: Dr. Tahir Barçın, Ceylan çalışkan, Mehmet Çalışkan,

Oturanlar: (sağdaki) Hamza Emek,. (ortadaki) Osman Çalışkan.

"Bu zattan ne zarar gelecek?"

"Benim bu durumlardan hiç haberim yoktu, bana Mehmed Çalışkan gelip haber verdi.
'Bu adam Üstad'ın yanına talebeleri sokmuyor, yabancılara Üstad'ı zehirletecek' dedi... Bu
durumu müddeiumumiye haber vermeyi kararlaştırdık. Savcı, gerçi ayyaştı ama, imanlı bir
adamdı, Üstad'ın evinin karşısında oturuyordu. Geceleri eve on ikide, birde geldiği zamanlar,
Üstad'ın cehrî zikir sedalarını duyarak ürperirmiş. Biz gidip konuştuğumuz zaman:

"Yahu bu zattan ne zarar gelecek, sabahlara kadar ibadet edip, dua ediyor. Bu zattan
ne fenalık gelecek. Burada ikamete memur edilmiş, yoksa kimseyle konuşmayacak gibi bir
karar yoktur. Hürriyetini tahdit etmek olur mu? Olmaz böyle bir şey...' Bize bunları söyledi.

"Sonra savcı, bekçileri çağırmış, onlara çıkışmış. 'Bundan sonra kapısına yaklaşırsanız
sizi hapsederim' diye korkutmuş.

"Bekçiler kaymakama gelip durumu bildirmişler, 'bize böyle böyle yaptı, delidir bu
adam, dediklerini yapar', diye Abdülkadir Uraz'a aynen söylemişler.

Kaymakamın başına gelenler

"Kaymakam bu işleri yaparken âniden askerliği geldi. Askerlikten te'cil muamelesi


unutulmuş, dahiliye vekaletinden millî müdafaaya gönderilmemiş, derhal askere alınması için
emir verilmiş. Kış

sh:»(s.437)

ortası, karısı hamile, perişan bir durumda. Kışı geçirmek için, Afyon'dan rapor aldı.
Kendisini apandisit ameliyatın yatırdık, ameliyat ederek iki ay askerliğini geciktirdik. Sonra
doğru Doğubeyazıt'a gitti. O gittikten sonra Emirdağ'a bir kaymakam vekili geldi. Abdülkadir
Uraz, Afyon'a giderken beraber gittiği arkadaşa, Emirdağ'a Üstad'ı imha için dahiliye vekili
tarafından gönderildiğini söylemiş, bana da o arkadaş bildirmişti. Sonra Doğubeyazıt'tan
Ankara'ya gelmiş, Emirdağ Belediye Reisine, 'yakında geliyorum' diye telgraf çekmişti.
Tekrar Emirdağ'a gelmek için çok uğraştığı halde bir daha gelemedi.

"Üstad ehl-i ilme hep dostane bakardı"

"Üstad'ın ehl-i ilme karşı vaziyeti çok dostaneydi. Hatta bir defasında Mustafa Acet,
Pilibeyli köyünün yaşlı hocası olan Hüseyin Efendi ile münakaşa etmişti. Sonra bu
münakaşayı Üstad'a anlatınca, Üstad çok kızdı, 'Sen benim kardeşimle aramızı mı açacaksın,
o benim kardeşimdir' diye tekdir edip, kulunç değneği ile Acet'i dövmüştü. Üstad dedikoduyu,
gıybeti katiyyen sevmezdi ve yaptırmazdı.
[]

Dr. Tahir Barçın l970'de bize hatıralarını anlatırken

"Biz icazet vermeyi bıraktık"

"Bolvadin'de Nakşi Şeyhi Yörükzade Ahmet Efendi vardı, mübarek bir zattı. Ben onun
doktoruydum. Bu zat talebelerine, diğer ziyaretçilerine ve hocalara:

"Biz icazetleri bıraktık, bizden icazet vermek selahiyeti kalktı. Bediüzzaman buraya
geldikten sonra, bizden o vazifeyi aldı! Biz onun emrindeyiz...' diyordu. Bu zat Gümüşhaneli
Ziyaeddin Efendi merhumun halifelerindendi. Hem hoca, hem dersiâmdı, Fatih
dersiâmlarındandı. Vefat ettiği zaman Üstad talebelerini cenazeye gönderdi, sonra da kendisi
ziyarete gidip, tâziye etti.

sh:»(s.438)

Lâdikli Ahmet Ağa

"Konya'nın Sarayönü kazasının Lâdik köyü'nde Lâdikli Ahmet Ağa diye mübarek bir
zat vardı. Birinci Cihan Harbinde, Gazze Cephesinde çarpışmış, yaralanmış, bir mağaraya
sığınmış, orada Hızır Aleyhisselamla görüşmüş, kerametleri zahir olan bir mübarek insandı.

"Üstad'ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir'de hep zelzele
oluyordu. Lâdikli Ahmet Ağa, Üstad'ın Eskişehir'e devamlı gitmesini şu şekilde
değerlendiriyordu:

"Bediüzzaman her gün Eskişehir'e gidiyor, siz niçin bu kadar sık gittiğini biliyor
musunuz?'

"Hakikaten Üstad her gün sabah gidip, akşam dönüyordu, şehre girmiyordu. Şehrin
dışında namaz kılıyor, dua edip geliyordu.

"Ona vazife verdiler. Sen dua et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde
kalmayacak, dua et, Cenab-ı Hakka yalvar dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de
özrünü kabul etmediler. Onun için gidiyor her gün Eskişehir'e...'

"Lâdikli Ahmed Efendi bu hâdiseyi böyle ifade edip, böyle değerlendiriyordu.


"Bunlar bizim muhafızlarımız.."

"Biz niçin gittiğini bilmiyorduk. Arkasından da polisler gidiyorlar. Polisler için Üstad:

"Bunlar bizim muhafızlarımız, bize zarar gelmemesi için bizi takip ediyorlar!'
diyordu."

[]

Dr. Tahir Barçın'ın Bediüzzaman için verdiği bir rapor

sh:»(s.439)

Üstad'la vedalaşmam...

Dr. Tahir Barçın merhum, Üstad'ıyla vedalaşması gün ve anını da şöyle ifade etmişti:

"Nur talebeleri Üstad'ın şiddetli hasta olduğunu haber vermişlerdi. Hemen gittim,
muayene ettim. Üstad'ın ateşi 38 dereceydi. Yaşlı insanlarda derece çok yükselmiyor. Çünkü
vücut mukavemeti olmuyor. Ateş yükselmesi demek, vücudun mikroba karşı silah kullanması
demektir. Üstad'ın hastalığı çok ciddî idi. Ağır bir zatürreye yakalanmıştı.

"Ben bir iğne yapmak istedim. Zübeyir (Gündüzalp), 'yapalım abi', diye iğne yapmamı
istedi. Altı yüzlük veya sekiz yüzlük bir penisilin iğnesi yaptım.

"Ertesi sabah Üstad biraz açılmış ve rahatlamıştı. Yine harareti vardı, bu yüzden kar
yedi.

"Hazırlık yaptılar. Isparta'ya gidecekti. Daha önceki de Isparta'ya, Ankara veya


İstanbul'a giderken, vedalaşıp, helâlleşmezdi. Bu sefer Üstad'ın ayrılması acıklı olmuştu.

"Biz o zaman için Üstad'ın vefat edeceğini hiç hatırımızdan bile geçirmiyorduk,
içimizden katiyyen böyle birşey geçmiyordu. Fakat son ayrılışımız çok hazin olmuştu.
Helâlleşti, Allahaısmarladık diye vedâ etti.

"Daha sonraki günlerde Isparta'ya, oradan da Urfa'ya gidip vefat ettiğini öğrendiğimiz
zaman, çok çok üzülüp, sarsılmıştık. Son ayrılıştaki vedâlaşmasını ancak o zaman idrak ettim.
Meğer Üstad artık ebedî âleme doğru yolculuğa çıkıyormuş, bu sebepten bizlerle,
Emirdağ'daki Nur talebeleriyle teker teker vedâlaşmıştı."
[]

30. Mayıs l950'de Dr. Tahir Beyin gayretleriyle yapımı gerçekleşen Emirdağ Sağlık
Merkezinin temelinin atılışında Bediüzzaman'da hazır bulunmuştu. Ve Sağlık Merkezinin son
hali.

Sh»: (S.Ş: 7)

SON ŞÂHİTLER 3

TAKRİZ

Birinci sınıf bir âlim, birinci sınıf bir veli, birinci sınıf bir kahraman ve birinci
sınıf bir vatanperver olan Said Nursî bir devre damgasını vurmuş nev-i şahsına münhasır bir
kimsedir. Bizzat kendisi de, hayatı da, yazıları, irşat ve ikazları da... Eserlerindeki çok
enteresan buluşları, teşbihleri, temsilleri ve nükteleri ile eşine ender rastlanan fazilet timsâli
bir simadır.

Bütün bir hayatını, bu milletin saadet ve selameti uğrunda harcamış, ne yorulmuş ne


de yılmıştır. Cesaret, şecaat ve imanın mücessem ve muazzam bir timsali olmuş, hayretlere
seza bir metanet ve salabet göstermiştir. Vatanın cezaevlerini, başka diyarlarda kendisine vaad
edilen her türlü nimetlere tercih etmiş, tek bir sefer olsun kaçmayı düşünmemiştir. Tamamiyle
Kur'ân-ı Kerim ile hadis-i şeriflerin lafzına ve ruhuna uygun bulunan eserlerindeki
yazılarından dolayı türlü kanunsuz fiil ve harektelere, zulüm ve işkenceler maruz kaldığı
halde zaaf eseri göstermemiş, cesaret ve şecaatından hiçbir şey kaybetmemiştir.
Ekol sahibi bir kimsenin büyüklüğü , onun yolunda yürüyenlerin , iman, ahlak ve
seciye sahibi olmaları ile ölçülür. Said Nursi'nin ise yetiştirdiği talebeler hep vatanperver
olmuş ve devlete asi olan, yahut devlete kurşun sıkan tek bir fert bulunmamaşıtır.

Kaldı ki, Tanzimattan beri sürüp gelen ve bilhassa bu milletin münevverlerine


ârız olan "aşağılık duygusu"nun karşısına ilminin ve imanının verdiği kuvvetle dikilmiş, "...
madem ki Müslümansın ve madem ki din-i mübin-i İslâm uğrunda tam bin sene cihatta
bulundun; oluklar gibi kan döktün. O halde, sen büyük bir millet ve büyük bir ümmetsin"
-Tabii ecdad-ı güzini kastetmektedir- demiştir.

Mektubat'ın 298 ve 299'uncu sayfalarında yer alan beyanı iddiamızın en bahir


delilini teşkil eder. Orada Said Nursî aynen şöyle demektedir: "Ey ehl-i Kur'ân olan bu
vatanın evlatları! Altı yüz sene

Sh»: (S.Ş: 8)

değil, belki Abbasiler zamanından beri tam bin senedir Kur'ân-ı Hakimin bayraktarı
olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyyetinizi Kur'âna ve
İslâma kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş tehacümatı def'ettiniz. Ta ki, "Ey
İman edenler! İçinizden kim dininden dönerse biliniz ki Allah yerinize öyle bir kavmi getirir
ki, Allah bu kavmi sever, bu kavim de Allah'ı sever. Kaldı ki bu kavim, mü'minlerine karşı
mütevazi, kâfirlere karşı ise izzet ve vakar sahibidirler. Allah yolunda cihatta bulunurlar.
Hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. İşte bu Allah'ın fazlıdır. Onu, kimi dilerse ona
verir. Allah Vâsidir, Alîmdir' (Maide Sûreis, 54) âyetine güzel bir masadak oldunuz." Âyet-i
kerime sende tecelli etti, demiş, âyet-i kerimenin âtiye ait bir ihbar olduğunu ifade etmiştir.

Bu âyet-i kerimenin Türklerde tecelli eylediğini bildiren başka bir müellif veya
müfesseri bilmiyoruz. Hülâsa ecdad-ı güzini kelâmullaha baglayan bu büyük insandır.
İşte, bu büyük insanı arka arkaya yazdığı kitaplarla bütün dünyaya tanıtmak
için, devamlı bir gayret içinde olan muhterem Necmeddin Şahiner'i tebrik ve tebcil ediyoruz.

Bana lütfettikleri Türk ve Dünya Aydınların Gözü ile Nurculuk Nedir isimli
eserini dikkatle inceledim. Birçok münevverle yaptığı röportajları okudum. Her münevver,
kendi zaviyesinden ve fakat kendi bilgi ve tefekkür tarzına göre Said Nursî'yi anlamakta idi.
Birleşilen tek nokta ise onun sıradan bir kimse olmadığı idi.

Said Nursî, ilim silsilesi üzerinde yüksek bir zirvedir. Bu milletin din ve
imanının tarsini için hayatını ve dünya saadetlerini fedâ eden bu büyük insanı elbette tanımak
ve tanıtmak icap eder.

Bu sahada Necmeddin Bey'in sayi meşkûr olmuştur. Kendisini tebrik eder, bu


yolda daha nice eserler vermesini Allah'tan dilerim.

Emekli Hâkim

Abdülmecid Belli

Sh»: (S.Ş: 9)

ÖNSÖZ
Elinizdeki eser Şâhitler'in Dilinden, Bediüzzaman Said Nursî'yi Anlatıyor
serimizini üçüncü kitabını teşkil etmektedir.

Nur okyanusu ve Bediüzzaman deryasının muhteşem sahillerinde dolaşmaya


devam etmekteyiz.

Allah'ımın izniyle bu seyahatimiz, meşakkat ve yorulmamız, ebedî âlemin


kapısına kadar eğilmeden ve dönmeden devam edecektir.

Çağımızın ve gelecek zamanların ışığı ve nuru olan muhteşem rehber


Bediüzzaman'ın gizlilikler içindeki şâhâne hayatını nazarlara vermek, Müslüman gençliğe
nurdan bir rehber takdim etmenini saadeti içindeyiz.

Bir büyük, "Mazisinden haberdar olmayan bir millet, hâl ve istikbal için bir hareket
hattı tayin edemez. Hâl ve istikbalin aydınlığının mühim âlimlerinden biri, maziyi
vak'alarıyla, şahıslarıyla ve eserleriyle araştırmaktır" derken, bir Batılı ilim adamı ise, "Benim
altı tane dürüst hizmetçim vardır. Bütün bildiklerimi onlar bana öğretmişlerdir. Bunların
isimleri; ne, niçin, ne zaman, nasıl, nerede ve kimdir?" demektedir.

Biz de bu hakikatların ışığı altında çalışırken, gerçekten Bediüzzaman'ın sisler


arasında âdeta kaybolmaya yüz tutan şeref levhaları halindeki hatıralarını tesbit edip
öğrenmekteyiz.

Meselemiz her ne kadar zor oluyorsa da, bütün bu zorluklar çoğaldıkça azmimiz,
şevkimiz ve gayretimiz de artmaktadır. Çünkü meselemizin bir kütüphanesi yoktur, bir
müracaat kitabı yoktur. Kaynak, kitabiyat ve bibliyografya bütün bir vatan sathında, hatta dış
ülkelerdedir.
Tarih kaynaklarında çalışmalarımızla alâkalı olarak şu tesbiti görmekteyiz; "Tarihi,
resmî yazılar kadar, hatıralar da aydınlatırlar. Hatta hadiselerin hususiyetlerini ve hakiki
sebeplerini hatıralardan çok daha iyi öğrenebiliriz."

Sh»: (S.Ş: 10)

Bu hususlara işaret eden Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Şehbâl'den "Kadir bilen
milletler arasında kadri bilinecek şahıslar çoğalır" sözünü naklederken, Hersekli Arif Hikmet
Beyden ise, "Her asrın adamları ve o adamların kendilerine mahsus bir davranışı, irfan neşesi
vardır. Gelecek nesillere düşen, geçmişlerini hürmet ve rahmetle yâd etmetir. Yoksa üstünlük
nümayişleri ile geçmişleri tezyife kalkışmak revâ değildir" derken, divan edebiyatı şairi
Muallim Naci'den ise şu sözler nakledilmektedir:

"Ümmetim içinde yetişen bilgi ve hüner sahipleri, hayata ve ölümünde hürmete


mazhar oldukları daima görülmelidir ki; herkes şevke gesin de, onlar gibi olmaya çalışsın."

Eğer bu meselelerin ışığı altında, mezkur hakikatlara mazhar olabilirsem, benim için
ebedî bir şükran ve iftihar kaynağı olur. Çünkü Bediüzzaman, milyonlarca insana îmânî bir
hayat, İslâmi bir yaşayış ve Kur'ân yolunda yürüyebilme saadetini vermiş ve bahsetmiştir.
Böyle bir hayat kaynağını hayatlandırmak, hakiki vefakârlığın ve kadirşinaslığın esasıdır.

Hülâsa olarak ifade edersek, yapılan hizmet ve himmetlerin Allah rızası için yapılmış
olması, ebediyete iman, tevazu ve fazilet gibi duygular bu neticeye sebep olmuştur.
Risale-i Nur'larla ilk defa karşı karşıya geldiğim 1961 yazında, bir ağabeye,
Bediüzzaman'ın hayatını anlatan eserlerin olup olmadığını sormuştum. Cevap olarak, hemen o
anda elindeki bir kitabı bana uzatmıştı. Kitap, merhum Eşref Edip Fergan'ın Risale-i Nur
Müellifi Said Nur, Hayatı, Eserleri, Mesleği isimli eseriydi.

Yüz elli sayfa civarındaki kitabı çok küçük görerek, razı olup kabul etmemiş, daha
büyüklerinin olup olmadığını sormuştum. Kaderin beni mevzu üzerine derinlemesine
tetkiklere sevk etmesinde, bidayetteki bu temayüllerimin tesiri olduğu inancındayım.

Milyonların gönlünde yer eden Bediüzzaman'ın hayatı ancak ciltlerin taşıyabileceği


genişliktedir. Ancak zaman ve zemin bu ciltlerin tahakkukuna mâni olmuştur. Gelecekte bu
boşluğun lâyıkıyla doldurulacağı muhakkaktır.

Eşref Edip mezkûr kitabının takdiminde şu ifadelere yer vermektedir:

"Bu eser onun hayatının, eserlerinin, fikirlerinin, mücadelelerinin, şehamet ve


kahramanlıklarının bir fihristi olabilir."

Eşref Edip'in kitabına, bu mevzuda yeni harflerle yazılmış ilk eser diyebiliriz. Seneler
evvel yapılan bu gayret ve hizmet elbette takdire lâyıktır.

Sh»: (S.Ş: 11 )
Bu araştırmalar ve çalışmalar herşeyden önce, îmânımızı kurtaran, bize ebedî saadetin
yolunu açan Bediüzzaman gibi bir müceddide karşı bir şükran borcudur, bir teşekkür ve
vefakârlıktır. O kadri yüce sultanın kadrini bilmektir. Eğer bizler kadir, hatır, gönül sayar ve
seversek, milletimizde de elbette kadir bilen ve sayanlar çoğalacaktır.

Şâhitler'in Dilinden, Bediüzzaman Said Nursî mevzuunda çalışacak ve eserler yazacak


olanlara birer dökümandır. Bundan sonra bu nurlu sahada daha çok eserler yazılacaktır.

Aziz hatıralarla sizleri baş başa bırakırken, feyyaz deryadan feyizyâb olmanızı niyaz
ederim.

Necmeddin Şahiner

Sh»: (S.Ş: 12 )

Sh»: (S.Ş: 13 )

EMİRDAĞ

ŞAHİTLERİ

Sh»: (S.Ş: 14 )

Sh»: (S.Ş: 15 )

[]

Zübeyir Gündüzalp

$M. ZÜBEYİR GÜNDÜZALP


Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra
kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler
gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu
bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar.

1971'de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii'nde on bini aşmış insanın
kıldığı cenaze namazından sonra eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı'na kadar
götürülüp, buraya defnedilmişti.

Bu müstesna Kur'ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp'ti. Üstad


Bediüzzaman, Ziver, yani süs mânâsındaki ismi, büyük sahabilerden Zübeyir b. Avvam
Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı,
Kafkas Kartalı İmam Şamil'in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de, kendileri
Kafkasyalıydı. İstiklâl Harbinin acı günlerinden sonraki Mütareke günlerinde Ermenek'te
dünyaya gelen bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan
ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam
Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana:

"Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur."


Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan
Malazgirt'e, Niğbolu'ya, Mohaç'a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa'ya gitmiş,
buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta'nın güller dünyasında,

Sh»: (S.Ş: 16 )

Emirdağ'ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra


Urfa'da kalmıştı. 27 Mayıs'tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa'dan Ankara'ya gitmiş, bilahare
son on yılını İstanbul'da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat,
hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur'ân'ın hizmetine koşmuştu. Nur
yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.

1964'ün sonbaharında Eskişehir'de muhterem Abdülvahid Tabakçı'nın nur kokan


hanesinde tanımıştım bu azizi. Lütufkâr alâkalarıyla üç gün misafiri olmakla şerefyâb
olmuştum.

Açık alnı yılların izini taşıyan alın çizgileri ve yanlardan dökülmüş saçları.

Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre.

Tane tane, sert ve yol gösteren kelimeler ve konuşmalar.

İslâmın yüce tarihindeki meseleleri, nurlardaki bahislerle birleştirilerek anlaştılar.

İslâm'ın dertlisi

Feregat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri
harlerle bana yazdırarak, odasına bir levha halinde asmıştı:
"Muarradır, feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan

Bize dad-ı ezeldir, zîrden, bâlâdan istiğna

Çekildik, neşve-i ümitten, tûl-u emellerden

Öyle mecnunuz ki; ettik vuslat-ı leyladan istiğna."

Kara sevda

Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:

"Ben Risale-i Nur'larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz


çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda
'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?" diye sorular yöneltiyordu.

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.

Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin
ruh halinde bir fedâi.

Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.

Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi,
cevvaliyet ve hareket dolu.

Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi

Sh»: (S.Ş: 17)


çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri
günlerde, Selimler'in, Sinanlar'ın edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları
arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını,
ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!

Üstadın hizmetinde []

Zübeyir Gündüzalpbir iman mümessili.

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini,


varını, yoğunu, hülasa herşeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti.

Günün birinde, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah'ı, Emirdağ'dan yolcu
etmek için; bu zatla birlikte on kilometre kadar yola iştirak ettikten sonra, Ekber Şah'la
vedalaşırken, karşı istikametten gelen başka bir arabadan da, sevgili Kur'an talebesi Zübeyir
Gündüzalp çıkagelmişti nurlu Üstadın yanına. Bu esnada Üstad şunları ifade ediyordu:

"Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!"

Bu vedâ ve mülakattan sonra ise nurlu Üstad: "Hayır hayır, ben Zübeyir'i karşılamaya
geldim!" diye düşüncelerini dile getiriyordu.

İki ermişin latifesi


Kur'ân'a hizmet yolunun gönüllü erlerinden olduğumuz günlerde İstanbul Fatih-
Çarşamba-Beyceğiz semtindeki bir nur meclisinde cereyan eden tatlı bir hatırayı da, Mehmet
Kaya namındaki gönül dostu, Nur talebesi şöyle anlatmaktadır:

Toplanan genç cemaatte Albay İbrahim Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp ve


Mustafa Sungur da bulunmaktadır. Merhum Hulusi Bey yapılan dersi hatıralarla izah ederken,
Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz de, kapının yanında, her zamanki haliyle, diz üstü oturmuş,
derin bir sessizlik ve huşu içinde Nur albayının derslerini dinliyordu. Ders esnasında Hulusi
Bey, kendilerine dönerek:

"Hazret! Vaziyetin ve haletin ermişlere benziyor.." diye latif bir şaka yapınca, anında
Zübeyir Gündüzalp, Albay Hulusî Beye şu latifeyle cevap veriyordu:

Sh»: (S.Ş: 18)

"Efendim, ermiş konuşuyor..."

Gerçek büyüklerin şaka ve latifeleri bile büyük ve latif olmaktadır. Çünkü ermişlerin
bahçesi Kur'ân kokusu ve Medine sürmesiyle sürmelenmiştir.

"Yanmayan, yakamaz!"

Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler
ağzından vecizeler halinde dökülürdü.

Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi.
İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına,
dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç
insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir
şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme
etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları
anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz
günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve
şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük Celaleddin
Rumi Hazretleri:

"Yanmayan, yakamaz!" diyerek çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş.

İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan
inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini
karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı.

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti.
Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir
timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.

"Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!" diyen Sahabilerin bu asırda
fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet
için fedâ eden, bir zatı, alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı,
isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu
yiğit adam.

Sh»: (S.Ş: 19 )
Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme
müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahiseyetini gösteren
aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak,
vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek
isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.

Zübeyir Gündüzalp'in kısaca hayatı

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi.


Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de,
93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e
yerleşmişler. Baba tarafından dedesinin lâkabı Zeyvergil, ana tarafından dedesinin lâkabı ise
Hurşit Çavuşlar. Hurşit Çavuşlar yedi kardeşmişler, Rus istilâ ve belâsından sonra, bu
kardeşler bir daha birbirlerini görmeden ebediyete göçmüşler. Zübeyir Gündüzalp'in ailesi
Ermenek'te Zeyvergil diye tanınmaktadır.

[]

Zübeyir Gündüzalp, İstiklâl Harbi'nin en buhranlı günlerinde, Ermenek'in Zaviye


Mahallesinede -yeni ismi Taşbaşı- hayata gözlerini açmıştı.

Ezan sesiyle kulağına ismini Zeyver diye koymuşlar. Sonradan Üstadı bu ismi Zübeyir
diye değiştirmiş.

Mehmed Efendi ile Seyyide Hanım'ın dört evlâdı vardır. Bunlardan ikisi erkek, ikisi
kız. Babaları 1968'de, anneleri ise 1975'de vefat etmiştir.

Merhum Zübeyir Gündüzalp, ilkokul tahsilini Ermenek'te tamamlar. Küçükken çabuk


sinirlenir, kardeşlerini ve komşu çocukları dövermiş. Annesi küçüklüğünde yaramaz
olduğunu, ele avuca sığmadığı ve çok cesur olduğunu anlatmıştı.
Ermenek Postahanesi'nde birkaç sene memur olarak çalışır. Bu sırada teftişe gelen bir
müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündü-

Sh»: (S.Ş: 20)

[]

Zübeyir Gündüzalp ortaokul talebeliği yıllarında.

zalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil
yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatmıştır. Bunun
üzerine , Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider. 1939 senesinde ortaokulu
Silifke'de bitirerek memleketine döner. Daha sonra Konya'da açılan bir imtihana girer ve
imtihanı kazanarak Ermenek'te postahane memurluğuna tekrar başlar. Bir müddet burada
çalıştıktan sonra askere gider. Balıkesir'in Susurluk kazasında askerlik vazifesini
tamamladıktan sonra Konya Postahanesi'nde telgraf muhabere memuru olarak çalışır.

Risale-i Nur'u tanıması

[]

Zübeyir Gündüzalp vatanî görevini yaparken.

İşte, İslâm kahramanı merhum Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur Külliyatını bu


memurluğu sırasında tanımak şerefine nail olur. Konya'nın tanınmış tüccarlarından Feyzi,
Mehdi ve şehid tayyarece Ömer Beyin babaları Sabri Halıcı vasıtasıyla Nur Risalelerini
okumaya başlamış. 1944 senelerini takip eden yıllarda Konya'da Zübeyir Gündüzalp'le
beraber münevver ve imanlı bir gençlik grubu, Nur Risalelerini tanır. Bu zatlardan tesbit
edebildiğimiz isimler şunlardır: Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk,
Ahmet Atak, Feyzi, Mehdi ve Ömer Halıcı kardeşler.

Merhum Zübeyir Gündüzalp'in küçük kardeşi Haydar Bey, 1945 senesinde Konya'ya
gittiği zaman, ağabeyinin Muhsin Alev'le bir evde beraber kaldıklarını ve kendisine Nurlardan
bahsettiğini, Üstadının büyük bir İslam âlimi olduğunu anlattığını ifade etti.

Sh»: (S.Ş: 21)

Üstadı ilk ziyareti

Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde
heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad,
"Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı
çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince
Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum"
demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et,
Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş.

Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde


çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış.

Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burad Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf
kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin
yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman
fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek,
kendi kendini ihbar etmiş.

Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî
hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir.
Üstaddan hatıralar

"Birgün Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç hizmetkârıyla bir çınar


ağacına gittik. Üstad çınar ağacına çıktı. 'Burası benim medresemdir, ders okuyun' dedi. Biz
de okuduk. 'Duymuyorum' diyerek faytonda olan iple üç kişi belimizden ağacın gövdesine
bağladı ve bize iki-üç saat ders yaptı.

"Umumî bir vasıta ile birgün Eskişehir'e gidiyoruz. Yanımızda da bir yabancı vardı.
Sigara içiyordu. Ben de hiddetlenmiştim. Adama tokat vursam veya lâf söylesem Üstad
Hazretleri kızacak diye düşünürken, baktım, Üstad Hazretlerinin yanında bir kişilik yer açıldı.
Kalktım, oraya oturdum. Üstadımız ise hiçbir şey söylemedi, sükût etti.

"Birgün otomobille büyük bir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek
olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, 'Ekmeği sizin, tefekkürü benim' dedi.

Sh»: (S.Ş: 22)

***

"Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz.
Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı.
Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az,
birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam
namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi. Yatsı namazından sonra
Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam
yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını
okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek
yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla
yazılı aslından takip ederdi. Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine
yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi.
Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme
göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lutuf ederdi.

***

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bir âyet-i kerimeye mânâ vererek, bir camide vaaz
veriyor. Camide bulunan âlimler, şeyhler, ahali öyle müessir ve emsalsiz tefsiri, kütüb-ü
İslâmiyede ve Kur'ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup Üstadımıza minnettar
oluyorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki mürîdine emrediyor. 'Bediüzzaman'ı, sık sık gelip geçtiği
şu tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle vurun!' diyor. Şeyhin müridleri aynı
günde akşam namazından sonra, mezkûr geçitte Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin oradan
geçmesini bekliyorlar. Hazreti Üstad geçide yaklaşınca o iki mavzerli müridleri görüyor. O iki
mürid de Hazreti Üstadı görür görmez mavzerleri hemen kaldırıp Üstada ateş etmek üzere
iken, kolları felç tutmuş gibi oluyor, mavzerler yere düşüyor. Merhum Üstad-ı Pâkimiz o iki
müridin omuzlarına mübarek kollarını koyuyor ve 'Kabahat sizin değildir, ben size hakkımı
helâl ediyorum' diyerek yoluna devam edip tek başına gidiyor.

"Bu harikulade hâdise o gün şâyi oluyor. Merhum Üstad o zamanlar çok genç
olduğundan, yaşlı ve büyük bazı âlim ve şeyhler, Üstadın 'Bediüzzaman' lâkabını
benimseyemiyorlardı. Fakat bu hâdiseden sonra hakikaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerinin
'Bediüzzaman' olduğunu tasdik ve takdir ediyorlar."

Sh»: (S.Ş: 23)

Zübeyir Gündüzalp'in notlarından seçmeler

Kur'ân nurlarından sadık talebesi, İslâmiyetin fedakâr hizmetkârı, rahmetli Zübeyir


Gündüzalp Ağabeyin dersinden, sohbet ve nasihatlarından zaman zaman istifade edip feyiz
alırdık. Yazılacak bir makalede kâğıt kullanma şeklinden, Üstada ait herhangi bir hatıraya
kadar birçok mevzuların üzerinde ciddiyetle durur; gayet net ve keskin ifadelerle, yaptığı
izahlarla muhatabını aydınlatırdı. İlk günkü görüşmemizden en son görüştüğümüz günlere
kadar daima yazmanın ehemmiyet ve faydalarını anlatırdı. Zaman zaman da "müellif efendi"
diye takılarak, lâtife yapardı. Küçük çocuklara öğretmek için hazırladığı kelimeler defteri,
hadis mealleri ve İslâmî sözlerden derlediği birçok defterleri bulunmaktadır.

Bu notlardan bazıların takdim ediyoruz:

[]

20 Ocak 1960 günü İstanbul'da bulunan Üstadın haberini Cumhuriyet böyle verdi.
Üstadı gazetecilerin hücumundan korumak için açılan şemsiyenin altında Zübeyir Gündüzalp
(sağda) ve Mehmed Fırıncı (solda).

Sh»: (S.Ş: 24)

Bilgili insan

"Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır.

Bir saat ilme çalışmak

"Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer
bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.

"Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o
kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir.

İlim öğretmek
"İlim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin,
ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o
kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin
defterine yazılır.

Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir

"Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek


ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen
ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden
bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir).

Ey nefsim!

"Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın
ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir,
aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir.
Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve
güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve
nurlanmaktır.

"Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır.
Cenab-ı Hakkın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir.

"Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin
nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi
saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf gü-

Sh»: (S.Ş: 25)

güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir.
İslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın
fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler.
Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup
yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.

İman ilmi

"Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar


içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen
onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük
alâmetidir.

"Halbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı
bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, İslâmiyetin
yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete
sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten
kurtarmaktır.

"Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali
kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî
ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi
kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi
aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor.

"Ruhun , derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, İslâmiyetin
bülbülü ol!' diye İlâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim
ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol!
"Ah, nur kardeşim! Sözlerin, senin bu sevimli özleyişlerin, senin bu sevgi dolu
tavsiyelerin beni iman, İslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna
kaptırdı

***

Sh»: (S.Ş: 26)

"Ya İlâhî ve Rabbî! Kusurlarımı affeyle! Beni Kendine kul kabul eyle. Beni nur-u
imanla münevver eyle. Emanetinin alınma zamanına kadar beni emanette emin kıl.

Merhamet

"Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din


kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek
tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle
bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep
yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini
büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın
rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman
nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür.
Zaifler, kuvvetlidir.

***

"Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde,


ya yakında, ya uzakta, ya dünyada; ya Haktan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet.
Zira, "Men dakka dukka" [Eden bulur]. Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi
merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza,
bunu bil.
***

"Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve


muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir.

***

"Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır.

***

"Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.

***

"Güya kendisi kusurdan müberrâ olmuş, hata ve yanlışlardan kurtulmuş gibi,


çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen
uğraşmak merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği
işleyenler, nisyan-ı nefs illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olması ihtimalinden titresinler.
Ef nefsim! Sen titre, kendine bak, kendini gör,

Sh»: (S.Ş: 27)

kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et; ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmârene
murakıp olmak yüksekliğine çık.

Sabır ve rıfk

"Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

"Faziletiniz nedir?"
"Onlar da,

"Zulme uğradığımız vakit saberderdik; bize kötülük edilince de, rıfk ile davranırdık'
diye cevap verirler.

Hadis meâli

***

"Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve


mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum
olurlar.

Hadis meâli

***

"Rıfktan [şefkatten] mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar.

Hadis meâli

***

Hilm

"Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar
olur.

Hadis meâli
Sabır ve bağışlamak

"Peygamberimiz sorar:

"Allahu Teâlâ'nın,şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini


size bildireyim mi?'

"Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ


Resulallah!' diye cevap verirler.

"Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki:

"Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana
zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen
alâkalanırsın.'

Sh»: (S.Ş: 28 )

Rıfk

"Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki:

"Allahu Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.'

Hiddet

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden birşey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir
kimseye ferman etti:

"Hiddetlenme.'
Dindar kadınlarımız

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük
ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki
inceliği, seriütteessür oldukların, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden
gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalblerinin kırılmaması
hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı.

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki:

"Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve


eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.'

Kız evlâdı

"Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır.
Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade
merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.

Üç kız evlâdı

"Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:

"Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar
infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib
kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir
amelde bulunsun.'

Kız evlât

"Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci


Sh»: (S.Ş: 29)

vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve İslâmiyet ilmini öğretmektir.
İslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin
şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece
mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir halde dünya
ve âhirete hazırlanacaktır.

Ev kadını

"Bir İslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine
bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir
şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden. Allah'ın emirlerini yerine
getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri
kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil
edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir.

[]

Atıf Doğan Ural'ın Risale-i Nur hizmetinde yaptığı güzel çalışmalarından bir misâl.

Gaflet örneği

"En büyük gaflet örneklerinden:

"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları
müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer
arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir
bulmasıdır, Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en
yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması,
şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye,
sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince
de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması,

Sh»: (S.Ş: 30 )

telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir.

"Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken
edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi;
karşısındakinin izzetini kırması; İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde,
bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir.
Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada
bulunmasıdır. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin
isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının
kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış
olur.

"Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze
oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır.
Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi
hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hareket edip kalb kırana sor: "Birinci bana böyle
dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ
arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile
üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can
kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler
başlamıştır.
"İslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik
etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî
müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak
yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini
yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına
yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki
taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak
umumun zararına sebep olmamalıdırlar."

Sh»: (S.Ş: 31)

$BAYRAM YÜKSEL

[]

Bayram Yüksel

Bayram Yüksel bahtiyarlar kadrosundan bir zattır. Bediüzzaman'ın uzun yıllar


hizmetinde bulunmak şerefine eren, mâneviyat erlerinden birisidir.

Başta Hüsrev Altınbaşak ve Tahiri Mutlu olarak, Abdülmecid Ünlükul, Zübeyir


Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Mehmet Kaya, Hüsnü Bayram, Rüştü Çakır,
Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Atıf Ural, Tillolu Said, Mustafa Acet ve Seyyid Salih'ler
zincirinden biri nûrani halkadır.

Bayram Yüksel, 1950'den sonra araya giren Kore askerliği, 1958'de tevkifi ve bazı
fasılalar hariç hep Nur Üstadın hizmetinde ve yanında bulunmuştu.

Gördüğü, duyduğu ve bizzat yaşadığı hatıraları yazıp verdiler.


Bu hatıralar bilhassa Bediüzzaman'ın hayatının son on yılında, yanında ve bizzat
hizmetinde bulunmak itibarîyle çok mühimdir.

Burada sözü fazla uzatmadan, sizleri hatıra sahibi ile başbaşa bırakmak istiyorum:

"Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz oluyor"

"1945 yılında ilkokulu pekiyi derecesi ile bitirmiştim. İlkokul öğretmenimiz Hakkı
Bey, beni Köy Estitüsüne göndermek istiyordu. Ben de ailemin fakirliğini, ağabeyimin
askerliğini, babamın ayağından rahatsız olduğunu ileri sürerek gitmek istemiyordum. Hocanın
ısrarları üzerine bu mevzuyu babama açtım, Fakat babam, 'Köy Enstitülerinden çıkanlar
dinsiz olurlar' diye gitmeme izin vermedi. 'Ben seni hafız olarak yetiştirmek istiyorum' dedi.
Babam ümmî idi. Fakat, beş vakit namazını hiç geçirmezdi.

Sh»: (S.Ş: s 32 )

"Ezan okumayı çok severdim"

"Böylece Kur'ân derslerine devam etmeye başladım. Namazlarımı muntazaman


kılardım. Bilhassa ezan okumayı çok severdim. Sabah namazlarından saatlerce önce camiye
giderdim, saatim de olmadığı için saatlerce caminin önünde beklediğim olurdu. Gündüzleri
köydeki meşguleyitimizde, Bediüzzaman'ın ismini, hizmetlerini, hal ve etvarını,
mübârekiyetini ve faziletlerini, üç beş zeytinle yaşadığını, çok az yediğini, insanların
kalbinden geçenleri bildiğini duyardım. Gün geçtikçe kendisini görmek, ziyaret edip ellerini
öpmek arzusu şiddetleniyordu.

"Rüyada Üstadı gördüm"

"Nihayet 1947 senesinde Üstad Bediüzzaman gibi bir zatla tanışmak, Cenab-ı Allah'ın
lütf-u ihsanı oldu. O zamanlara şöyle bir rüya görmüştüm: Emirdağ'a 4 saat mesafede yüksek
bir dağda Emir Dede denilen yüksek bir tepede bir türbe vardı. Türbede bir evliya vardı.
Hayatımda hiç görmediğim Üstad Bediüzzaman'ı bu tepenin zirvesindeki mübarek türbede
gördüm. Kendisine aşkla, evkle, sevinçle hizmet ediyordum. Üstadımıza kahve pişirip takdim
ettim. Fincanı iki parmağımla yıkadım. Ellerini öptüğümde burcu burcu kokuyordu. Bu
mübarek kokunun birkaç sene benden gitmediğini hissediyordum. İşte bu rüyadan sonra
Üstada talebe oldum. Üstadı gördükten sonra o kokuyu hiç hissetmedim. Hem de bütün
ağabeylerin toplu olarak bulunduğu Afyon zindanlarında...

"Afyon Hapishanesi'nde"

"O zamanlar henüz 16 yaşında idim. Bilhassa Zübeyir Ağabeyin benim üzerimdeki
tesiri çok fazladır. Risale-i Nur'un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyir Ağabeyden çok
istifade ettim. Ahmed Feyzi Ağabey, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur,
Çalışkanlar hanedanından Osman Çalışkan, Mehmet Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylân
Çalışkan, Mustafa Acet, İbrahim Fakazlı v.s. çok ağabeylerle beraber hapishanede, daima
meşguliyetimiz Nur Risalelerini yazmaktı. Üstadın bulunduğu koğuşa gittiğimizde arı kovanı
gibi seslerin geldiğini duyardık. Bu sesler Üstadımızın evrad, ezkar dua ve niyaz sesleri idi.
Gecenin hangi saatinde baksak ışığının yandığını görür, zikir sesleri işitirdik. Devamlı
Üstadımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar
ise bize mani olurlar, hakaret ederlerdi. 'Sen de bunun arkasından gidiyorsun, bu Kürd'e
tapıyorsun' diye bana tokat atarlardı.

Sh»: (S.Ş: 33)

Şefkatli Üstadımız da benim gibi bir bîçareyi teberrükleriyle taltif ederdi. Maddî
kıymeti küçük olan bu hediyeler hayatımın en kıymetli nâdide yâdigârlarıdır. Hapishanede
idareciler bize eziyet ettikleri zaman Üstadımız çok üzülürdü. Ceylân Ağabey, çok şefkatli,
çok cesur, çok tedbirli idi. Bizleri şevklendirir, daima hizmete teşvik ederdi.
"15. Şuâ'dan Elhüccetü'z-Zehra Afyon Hapishanesin'de telif edilmiştir. Telif esnasında
zaman zaman Üstadın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri
gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısmıları kibrit kutusuna koyarak, bize
atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz
çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı, diğerimize verir, o gün bütün oradaki ağabeylerimize
ulaşırdı. Böyle böyle, yazılanlar muhafaza edilip, çoğaltılırdı.

"Kur'ân yazısını öğrendim"

"Hapishanede, Kur'ân yazısı yazmayı Ceylân Çalışkan Ağabey bana öğretiyordu.


Gardiyanlar bizi yazarken gördükleri zaman korkutmak isterler, tehdit ederler, bize hakaret
ederlerdi. Üstadımızı gördüğümüz zaman Üstadımız bana 'Korkma seni buraya Allah
gönderdi. Sen çok bahtiyarsın, çok şükret' diye teselli ve iltifat ederdi. Bizler gece gündüz
yazardık.

"Üstadımız tashih eder, bizlere dua ederdi. Üstadın bir kalemi var, beş renk
yazardı.Yazdığımız risalenin sonuna şöyle dua yazardı. 'Ya Erhamerrahimin, İsm-i Azam
hürmetine bu risaleyi yazan Bayram'ı Cennet-i Firdevse ve saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve
hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede daima muvvaffak eyle.' Bazen de babamın ve annemin
ismini yazar, onlara ismiyle dua ederdi. Bizler de çok şevklenir, gece gündüz yazardık.
'Hemen bu risaleyi bitirelim, hem Üstadı ziyaret edelim, hem de dua yazdıralım' diye. Üstadı
görüp elini öpmek, duasını almak, bizim için dünyanın en bahtiyar halleri idi.

"Çeşitli bahanelerle Üstadın yanına gitmek için fırsat kollardık. Daha çok traş olma
bahanesini kullanırdık. Hapishanenin berber odası Üstadın odası ile karşı karşıya idi. Cevizli
Mahmut isminde Emirdağlı otuz senelik emektar bir berber vardı. Tıraş olma bahanesiyle
gider, fakat Üstadın odasına girerdik.
"Bir gün yine bu şekilde Üstadımızın yanına gitmiştim. Üstad usturasını bana verdi.
(Üstad, devamlı ustura ile tıraş olurdu.) Berbere keskinletmek için gönderdi. Ustura
yanımdaydı. Başgardiyan

Sh»: (S.Ş: 34)

ve diğer gardiyanlar beni gördüler. Hiddetle üzerime doğru gelirlerken beşinci koğuşta
bir hâdise olduğu haberi gelmesi üzerine koşarak oraya gittiler, ben de dayaktan kurtuldum.
Hemen geri Üstadın yanına sığındım. Usturayı geri verdim. Üstad kapının arkasına durup
bana,"Buradan temizle" dedi. Üstadın odasını süpürdüm. Sonra beni yerime gönderdi.
Kapıdan çıktığımda baktım ki bu sefer altıncı koğuşta hâdise çıkmış, gardiyanlar oraya doğru
koşuyorlar. Ben de fırsattan istifade edip hemen koğuşuma gittim ve yine dayaktan
kurtuldum. Bu tamamen Üstadımızın kerameti oldu.

Kasap Tahir

"Kasap Tahir Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan
belâlı bir kimse idi. Afyon'u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu.
Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine 'Kasap Tahir' diyorlardı. Çeşitli
suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz
Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı.
Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi.

"Birgün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine 'Sen namaza başla, ben sana
dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın' demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza
başlamıştı.

"O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu.


"Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye
hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları
koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes
ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, 'Bu adam nasıl bu hale geldi?' diye
hayretlerini izhar ediyorlardı.

"Nihayet Temyiz Mahkemesi'nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu.


Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti.
Sonra da 1950'de umumî af çıkınca, Kasap Tahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap
Tahir, 'Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir' diyordu.

"Çobanlarlı Ahmet ve Kıldereli Ahmet isimli iki mahkûm daha vardı. Bu Ahmet Bey,
Üstadımızın odununu, kömürünü, suyunu getirirdi. Birgün Üstadımıza bir çift çorap, bir de
bükme getirir. Mustafa Osman Ağabey de kalbinden tefekkür eder, 'Böyle bir şah-

Sh»: (S.Ş: 35)

sın hediyesini alacak mı?' derken Üstad Hazretleri, 'Bismillâhirrahmânirrahîm' der,


lokmayı ağzına kor. Onu gören Ahmet Ağa, 'Ha, görüyorsun, sizin hediyenizi Üstad almaz,
benimkini aldı, canım fedâ olsun' der. Bu zatın Üstada büyük hizmetleri oldu.

"Bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstada çok hürmet ederler ve ona çok
yardımları ve hizmetleri dokunurdu. Üstadın yanına kimsenin sokulamadığı zamanlarda bu
zatlar kimseden perva etmeden Üstada hizmet ettiler. Hususan Ahmet hiç idarecilerden falan
korkmazdı.
"Çeşitli suçlardan hapishaneye giren birçok mahkûm, Üstadın ve Risale-i Nur'un
dersleriyle ıslah olup çıkıyorlardı. Yalnız Üstadı bir görsün, Üstad bir selâm versin, derhal
ıslâh-ı hal ederlerdi, namaza başlarlardı.

Afyon hapsinden sonra

"1949 sonlarında Üstad, Afyon hapsinden sonra tahliye oldu. Hapisten sonra bir
müddet Afyon'da bir evde kaldı. Yanında Zübeyir Güntüzalp Ağabey ile Ziya Arun vardı.

"1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ'a gelmişti. O zaman Emirdağ'daki


Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye
memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ'ın pazarı
olduğu, Salı günleri Emirdağ'a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri
Beyden anahtarı alıp Üstadın yanına gidiyordum. Üstadın çayını, yemeğini pişirip, evini
temizleyip, akşamları köye dönerdim.

"O sıralarda Aydın-Ortaklar'da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada


biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer
teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan
Ağabeyler Ankara'da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da
onlara götürmemi söyledi.

"Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi.
Ayrıca da 'Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi'yi serbes bırakmakla büyük bir kuvvet
kazandıkları gibi, Risale-i Nur'ların neşrine ve Ayasofya'nın açılmasına çalışsınlar' demişti.

"Gazi Yiğitbaşı, Üstadımıza çok hürmetkârdı. Benimle yakından alâkadar oldu. Beni
Ulus'taki eski Meclis binasına götürdü, orada dindar mebuslarla görüştük. Üstadımızın
arzularını onlara anlattık.
Sh»: (S.Ş: 36)

"Ankara'dan döndükten birkaç gün sonra Üstad beni Eskişehir'e gönderdi. Ceylân
Ağabey orada mahkemelerin iade ettikleri Nur Risalelerini teksir ediyordu. Hüsrev Ağabey
mumlu kâğıtlara yazar, bizler de teksir ederdik. O zaman yeni yazı yoktu. Bazen de Ceylan
Ağabey yazardı. Hutbe-i Şâmiye'nin Zeylî'ni ve Hakikat Çekirdekleri'ni orada teksir etmiştir.
Daha sonra Hüsnü Ağabey de geldi. Sungur Ağabey de ara sıra gelir giderdi.

"Eskişehir'de bulunan Nur Talebeleri de işlerinden fırsat buldukça gelir, bize yardım
ederlerdi.

Kore yolculuğu

"1951 senesinde Ceylân Çalışkan Ağabeyle benim askerliğim gelmişti. Üstadımız


bize, 'Elinizdeki hizmetiniz bitinciye kadar rapor alın, gitmeyin' demişti. Bilâhare, 'Lüzum
yok, askerliğinizi bir an evvel bitirin, gelin' dedi. Elimizdeki hizmetleri de gece gündüz çalışıp
bitirdik. Üstadımız da o günlerde Eskişehir'de Yıldız Oteli'nde kalıyordu. Elini öpüp
müsaadelerini aldık. Ceylân Ağabeyle Emirdağ'a beraber geldik. Ben köye gittim. O
Emirdağ'da kaldı. Benim askerliğim İskenderun'a çıktı. Onunki Siirt'e çıktı. Hüsnü kardeşimiz
de Urfa'ya gitmişti. Bilâhare benim kur'am Kore'ye çıktı. İskenderun'dan Kore'ye gidecek
kuvvetleri hazırlıyorlardı. İktidarda Demokrat Parti olduğu için, Halk Partililer Kore'ye asker
göndermenin aleyhinde idiler. Bana 'Bak Kore'deki askerlerimizi kırdırıyorlar. Seni Suriye'ye
kaçıralım' dediler. O sırada radyo, Kunuri Savaşını, çemberi falan anlatıyor, gazeteler de aynı
şeyleri yazıyordu. Herkeste bir telâş vardı. Ben 'Üstadımıza danışmayınca Suriye'ye falan
kaçmam' dedim.

"Nihayet bizi İskenderun'dan büyük bir merasimle istasyona kalabalık bir cemaat
uğurladı. Trenle İzmir Seferihisar'a gidiyorduk. Ben Çay istasyonunda inerek doğru Emirdağ'a
gidip Üstadımıza Kore'ye kur'amın çıktığını anlattım. Üstadımız çok sevindi. 'Tamam, ben bir
Nur Talebesini Kore'ye göndermek istiyordum. Onu da, ya seni ya Ceylân'ı düşünmüştüm.
İnkâr-ı uluhiyete karşı Kore'ye gitmek lâzım' dedi ve çok sevindi. Üstadımız o zamanlar
NATO'yu tasvip ediyordu. Beni Ankara'ya ve Isparta'ya gönderdi. Üstadımız kendi Cevşen'ini
bana verdi; 'Bunu yanında taşı, yedi kat muşamba yaptır' dedi. Anneme yedi kat muşamba
yaptırdım, daima yanımda taşıdım. Üstadımız 'Hiç korkma, korktuğun zaman beni hatırla,
bizler daima inayet-i Rabbaniye altındayız. Hiç merak etme, Cenab-ı Allah senin yardımcın
olsun' diye dua etti. Üstaddan ayrıldım. 15 gün sonra Seferihisar'a vardım. Birşey demediler.
Yalnız çavuş kur-

Sh»: (S.Ş: 37)

sunda idim, çavuşluk hakkımı kaybettim. Kore'den gelinceye kadar çavuş vazifesini
onbaşı rütbesiyle yapardım.

"Üstadımız 'Japon Başkumandanı benim ahbabımdır. Benden selâm söyle ve bu


Risaleleri ona ver' dedi. Hutbe-i Şamiye gibi beş altı risaleyi götürmüştüm. Üstadımız bana
hususî ders verdi. O günlerde Abdullah Yeğin Ağabey de Üstadımızın yanında idi. Üstadımız
yine teselli ve cesaret veriyordu. 'Hiç korkma, Cevşen'i yanından hiç bırakma, bizleri Cenab-ı
Allah hıfzeder, yine biz bütün Nur Talebeleri inayet-i Rabbaniye altındayız. Sen nereye gitsen
yanına bir arkadaş edin' demişti. Hakikaten nereye gittimse yanıma bir arkadaş edindim. Çok
faydasını gördüm. Birbirimize adeta murakıplık ediyorduk.

"Vapurla Kızıldeniz'den geçerken papaz bize Kâbe'nin yakınından geçtiğimizi söyledi.


Bütün askerlerle dua ettik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazımızı cemaatle kılıyorduk.
Kore'ye 23 günde gittik. Pusan limanında indiğimizde Güney Kore'yi çok perişan bir halde
gördük. Çadır gibi çeltik otundan küçük evlerde yaşıyorlardı. Çok sıkıntılı durumdaydılar.
Hallerine acımamak mümkün değildi. Ekmek yediklerini görmedim. Devamlı ekmeksiz,
yağsız, tuzsuz pirinç lapası yerlerdi. Hattâ kırlarda ihtiyarların ot yediklerini görürdük.
Bunların vaziyetlerini gördüğümüz zaman 'Ya Rabbi! Bu vaziyeti bizim memleketimize
gösterme' diye dua ederdik. Bize, yani Birleşmiş Milletlere çok iyi bakıyorlardı. Herşeyimiz
boldu. Yemekler artardı. Bizim yemekleri birlikler, kırlara döktükleri zaman Koreliler koşup
gelirler, bir kısmını tenekelerine doldurur, bir kısmını ağızlarına doldururlardı.

[]
Türk birliklerini Kore'ye götüren gemi

Sh»: (S.Ş: 38)

Harp sahneleri

"Biraz talim yaptıktan sonra muhtelif cephelerde harbe iştirak ettik. Harp ekseriyetle
gece olurdu. Gündüzleri hedef göstermekek için sakin kalırdık. Bizim birliğin iki taburunun
komutanları dindardı; Niyazi Bengisu ve Kemal Bey. İstirahata çekildiğimizde muhakkak
çadırdan büyük bir cami kurardık. Tabur Komutanı Niyazi Bengisu, imamlık yapardı. Ben de
müezzinlik yapardım. Hem Cuma namazını, hem de beş vakit namazı cemaatle kılardık. Ezan
okuduğum zaman masum Koreliler beni taklit ederek okurlardı. Çadırlar çeltik otundandı. On-
on beş çocuk da ezan okurdu, ama ne okudukları anlaşılamıyordu. Ben sağa sola döndükçe
onlar da dönerdi. Bunları Üstadımıza anlatmıştım. Üstadımız, 'Bu zamanda lisan-ı hal, lisan-ı
kalden daha tesirlidir. Bak Kore'de İslâmî faaliyetler başladı' demişti. Hakikaten İslâmiyeti
çok çabuk kabul edenler oldu. Eserleri çantamda taşıdım. Çok zaman tehlikeli harblere
girdim. Allah'ın izniyle Üstadımızın duası, Cevşen ve Risale-i Nur'un himmetiyle hiçbir şey
olmadı. Düşman benim bulunduğum yerleri istilâ ettiği halde, ben düşmana makineli tüfekle
ateş ediyordum. O çarpışmada on bin mermi yaktım. Makinalı tüfeğin namlusu kıp kırmızı
olmuştu. Yanımdaki arkadaşlar mermi getirmeye gitmişlerdi. O sırada düşman etrafımı sardı
'Çap çap' demeye başladılar. Ekmeğe, yemeğe çap çap derlerdi. Düşman bana hiç ilişmedi,
daima ayağımın dibindeki boş kutularla meguldüler. Boyları kısa kısa, hepsinin ayağında
lastik ayakkabı vardı. Ben onlara bakıyordum, onlarsa bana hiç bakmıyorlardı. Hepsi aç, hepsi
de tek tip elbise giyiyorlardı. Hiçbirinde silâh yoktu. Bazılarında sadece boğma âleti vardı.
Ben de makineli tüfeğimi omuzuma aldım. İçlerinden çıktım, elli metre kadar geri geldim.
Bizim arkadaşlar durumu telsizle geriye bildirmişler. Bizim tabur komutanı benim şehit veya
esir olduğumu duyunca çok üzülmüş, benim ruhuma Yasin-i Şerif okumuş. Tabiiki sağ
görünce çok sevindi Ertesi günü o cepheyi terketmek mecburiyetinde kaldık. Bu Vakas
Cephesi çok tehlikeli bir cephe idi. 1200 metre yükseklikteydi.

"Üçüncü Tabur yandı"


"Bizim üsteğmen, topçu taburundan bir üsteğmen ile düşmanı gözetlemek için benim
mevziye gelmişlerdi. Mevzimiz çok muhkemdi. Üzerinde büyük kalaslar vardı. Üstünde yedi
kat kum torbası vardı. Düşman bizi anladı. Yağmur gibi havadan ateşine tuttu. Mevziye bir
havan ateşine tuttu. Mevziye bir havan mermisi isabet etti. Üsteğmen ağır yaralandı. Benim
makineli tüfeğin ayağı kırıldı. Bana hiçbir şey olmadı. Mevzide otuz

Sh»: (S.Ş: 39)

[]

Bayram Yüksel Kore Vakkas Cephesi'nde

(Önde oturanlardan sağdaki)

bin mermi vardı. Mermilere de isabet etmedi. Düşman ikinci sefer o cepheye taarruza
geçtiğinde biz istirahate çekilmiştik. Biz Üçüncü Tabura cepheyi teslim etmiştik. Düşman
bizim tabura kırk bin kişiyle taarruz etmişti. Biz de geride istirahatte idik. Tam iftar zamanı
oruç açıyorduk. Allah'a şükür hiçbir zaman namazımı terketmedim. Hattâ cephede namazımı
kılarken tüfek üzerinde secde ediyordum. Düşmanın havan mermisi mevziimin üzerine isabet
etti. Bu esnada ağzıma toprak doldu. Ben gene namazımı hiçbir zaman terketmedim. Cenab-ı
Hak çok sıkıntılar içinde, çok kolaylıklar ihsan etti.

"Biz cepheye tekrar takviye gitmiştik. Cephe bir ana-baba günü idi. Zifiri karanlık...
Ateş, barut, havan topları. Ben o esnada tüfek komutanı idim. İki tane ağır makinalıya
bakıyordum. Bir üsteğmen gördüm 'Üçüncü Tabur yandı, Allah'ını, Peygamberini seven
yürüsün' diyordu. O anda Üsdadımızın sen korktuğun zaman beni hatırla' sözü hatırıma geldi.
Ben o esnada ezan okudum. Ve arkadaşlar 'Ateş!..' dedim ve yürüdük. O gece çok sevdiğim
manga arkadaşlarımdan şehit olanlar oldu. Sabahleyin taarruz ettik. Cepheyi aldık. İkindi
namazı geçiyordu. Hemem teyemmüm ettim, iki rekât ikindi namazının farzını kıldım. Beş
metre gitmeden düşmanın bir havan topu sesi geldi. Havan topu mermisi tam başıma isabet
etti. Beni yere oturttu. Havan topu mermisi patlamadı, yuvarlandı, gitti. Sadece miğferimde
ufacık bir çukur açmıştı. Bana birşey olmadı. Yalnız bir tank mermisi bir çavuş arkadaşımın
kolunu kopardı. Hemen kolunu sardık, Çavuş ölmedi, fakat kolu gitti.

"Gece oldu. Düşman kırk bin mevcutla taarruza geçti. Amerika 8. Kolordu'dan bize
emir geldi, cepheyi terketmemiz için. Gece cepheyi terk ettik. Bizim uçaklar gece geldi.
Cepheyi yangın bombaları ile yaktıklar, düşmana da birşey kalmadı, bize de. Geri
çekildiğimiz zaman bizim tabur komutanı geldi. Beni çağırdı, tebrik etti. Gözlerimden öptü.
'Bu gece senin ruhuna Yasin-i Şerif okumuştum' de-

Sh»: (S.Ş: 40)

[]

Bayram Yüksel 1951 sonlarında Kore'de Pusan Cephesinde arkadaşlarıyla (Ön sırada
sağdan ikinci)

di. Ben de kendisinden rica ettim, Tokyo'ya gitmek için izin vermesini istedim.
Bediüzzaman'ın teslim ettiği kitapları Japon Başmutanına götürmem gerektiğini söyledim. O
da, 'Ben götüreyim' dedi. Verdim.Birkaç gün sonra emireri geldi, 'Komutan, götüremedim,
diye sızlanıyordu' dedi. Zaten biz de Türkiye'ye dönme hazırlığı yapıyorduk. Dördüncü
Tümen Türkiye'ye dönmüştü. Bunlar gibi çok hâdiseler var ki, anlatmakla bitmez.

"Eserleri Japonya'ya götürmemiz lâzım"

"O zamanlar Nurculuk yoktu. Hep bana Bediüzzamancı derlerdi. Subaylarımız da çok
severlerdi. Hattâ bazı subaylar, ben oruç tuttuğum için cephede kendi sularını bana verirlerdi.
Üstadımız bana, 'Bu eserleri Japon Başkomutanına vereceksin' demişti. Ben de Kore'ye
vardığımızda 'Bu eserleri Japonya'ya acaba nasıl götüreceğim?' diye merak ediyordum.
Mutlaka bu eserleri Japonya'ya götürmem lâzımdı. Ama erlerin Japonya'ya gitmesi yasaktı.
Subaylar 15 gün, astsubaylarla bir hafta Tokyo'da izin yaparlar, dönerlerdi.

"Bana bazı Kore'deki hâdiselerden dolayı bölük komutanı ve bazı üsteğmenler söz
vermişlerdi; 'Seni ne yapıp yapıp Tokyo'ya göndereceğiz' derlerdi. Ben de eserleri Tokyo'ya
götürmeyi çok arzu ediyordum. Allah'a hadsiz şükür olsun ki, Üstadımızın arzusu tahakkuk
etti.

"Oradaki yaralı subayları almak için bizim tabur olduğu gibi Tokyo'ya uğradı. Hattâ
giderken gemiden yanardağı gördük. Yüksek bir dağda lavlar fışkırıyordu. Türkiye'ye dönüşte
oradaki yaralı gazileri almak için bizi beş bin kişilik kampa koydular. Ben kumandanlara
çıktım. Ben, 'Üstadım olan Bediüzzaman'ın kitaplarını getirdim. Japon Başkomutanına
getirdim, kendisine vereceğim' dedim. Hiç itiraz etmediler, 'Yalnız olmaz, yanına iki kişi daha
al, git' dediler. Ben de bizim bölükten namaz kılanlardan bir çavuşla bir er aldım.

Sh»: (S.Ş: 41)

"Eserleri yanımıza aldık. Sevinçle hemen bir taksi tuttuk. Zaten adres almıştık.
Türkler'in bulunduğu camiye vardık. Caminin müezzinini bulduk. Müezzin bizi evine
götürdü, memnun oldu, yemek yedirdi. Sonra Abdülvahab ismindeki reislerinin evine
götürdü. Bizimle çok alâkadar oldular. Ben de üstadımızın selâmlarını söyledim. 'Bu kitapları
Üstadımız Japon Başkomutanına gönderdi, o Üstadımın arkadaşı imiş. Üstadla muhabere
ederlermiş, İstanbul'da görüşmüşler' dedim. Onlar çok sevindiler. 'Bizi buraya getiren zaten o
zattı. Biz kazan Türkleri'yiz. Japon ve Rus Harbinden sonra bizler buraya geldik, bize bu
camiyi yaptırdı, verdi. Müslümanları çok severdi, maalesef o zat vefat etti. Bizler Üstadı
çoktan tanıyoruz. Üstad müstesna insandır. Biz, onu tâ Rusya'da iken takdir ediyorduk. Bak
bu camimizi, evimizi Üstadın dostu olan kumandan bize hediye etti' dedi. (Çok güzel de
Türkçe konuşuyorlardı.) 'Biz bu kitapları neşrederiz' dediler.
"Abdülvahab'ın kerimesi oradaki Türk çocuklarına, Türkçe dersi veriyor, muallimelik
yapıyordu. Eserleri kendilerine verdim. Çok memnun oldular. 'Üstada selâmlarımızı söyleyin,
bizlere dua etsin' dediler.

"Türkiye'ye mesaj gönderdim"

"Çok samimî hava içinde onlardan ayrıldık. Ben kendilerine camide namaz kıldırdım.
Kore'de iken birgün teybe benim konuşmamı almışlardı. (Harp cephesinde subaylarla bazı
şahsılara teypler gelmişti.)

"Ben de Üstadımız Bediüzzaman'a, Emirdağ Nur Talebelerine, IspardatNur


Talebelerine, Ankara ve İstanbul Nur Talebelerien selâmlarımı radyoda okurken, Üstadımız o
zaman Gençlik Rehberi Mahkemesi vesilesiyle İstanbul'daymış. Şoför radyoyu açmış, Üstad
radyodan duymuş, memnun olmuş. Herkese söylüyormuş, 'Bayram, Kore'de harp ediyor' diye.

"Nasıl ki bazı mübarek zatlar talebeleriyle vefatlarından sonra Alâkadarsa (Hazret-i


Hamza, Gavs-ı Azam gibi zatlar) Üstadımız da sağ iken alâkadardı. Ben Kore'de çok
sıkıştığım zaman Üstadım imdadıma yetişti. Zaten Üstadım, 'Sıkıştığın zaman beni hatırla'
demişti. Yüzlerce misaller var. Kore'de, vesaire yerde. İnşaallah nasıl dünyada iken bizleri
muhafaza, hem himaye ediyordu, öyle de âhirette de himaye ve şefaat eder...

Sh»: (S.Ş: 42)

"Türkiye'ye döndük"

"Tokyo'dan ayrılırken Japonlar bizi çok samimi uğurladılar. Dönüşte bir ayda
gelebildik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazlarımızı cemaatle muntazam kılıyorduk.
Türkiye'ye dönüşümüzde İzmir'de iki-üç gün kaldık. Üstadımız da bizim köyün önüne gelmiş
beni sormuş, 'Bayram Kore'den gelmiş. Gelsin' demiş. Köylüler, 'Yok Hocam, daha
bekliyoruz' demişler. Üstad, 'Gelmiş' diyormuş. Hakikaten biz de gelmiş, İzmir'de
muamelelerimiz bitmediği için bekliyorduk. Biz üç köylü idik. Üçümüz de köye beraber
geldik. Köylüler, 'İki gündür Hoca Efendi geliyor, seni soruyor' dediler. Ben de köyde bir
gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ'a gittim. Emirdağ bizim köye on dört kilometredir.
Emirdağ'a vardığımda Üstadım çok sevindi. 'Seni ben vermeyeceğim' dedi. Çalışkan
Ağabeylere de 'Somya, yatak hazırlayın' dedi.

"Çocukluk halleri midir, nedir, Üstadımı tam anlayamadığımdan mıdır, 'Üstadım, ben
gideceğim' dedim. Üstad, 'Yok, ben seni vermeyeceğim' diyordu. Ben de, 'Gideceğim, ben
Kore'den geldim, annem beni bekliyor' diyordum. Üstad ben seni vermeyeceğim. Ben seni
hizmetime alacağım "diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, 'Üstadım gideyim, geleyim' dedim.
Emirdağ'dan ayrıldım, doğru köye gittim. Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde
bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş. Geldi: 'Üstad geldi, seni köyün yakınında
bekliyor' dedi. Beraber Üstadın yanına vardık. Üstadın elini öptüm. Üstad bana Eşrep Edib'in
basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmişti.
Bana bunları teberrük etti. Üstadımız mukabelesiz hiçbir şey almazdı. Ben Kore'den gelirken
Üstadımıza, Aden Boğazı'ndan geçerken aldığım namaz seccadesini ve Kore'den bana
verilmiş yün boyun atkısını vermiştim. Hindistan cevizi getirmiştim. Üstadımız da onlara
mukabil bana Risalelerle boyun atkısı verdi. 'Evladım, seni bekliyorum. Gel' dedi. Ben de
'Pekiyi' dedim. Yine Üstadı anlayamadım ve çocukluk diyeceğim.

"Bu sefer de köye yakın bağımız vardı. Bağa gittim, mübarek Üstadım, yine köye
yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Ben de bağda idim, çocuklar geldi, 'Hoca Efendi
geldi, seni bekliyor' dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Beraber
koşarak Üstadımız yanına geldik. Üstadımızın elini öptüm. Muazzez, mualla Üstadımızın
şefkat ve merhametle 'Evladım, ben seni bekli-

Sh»: (S.Ş: 43)


yordum. Gel' dedi. Ben, 'Başüstüne Üstadım' dedim. Zübeyir Ağabey de, 'Hemen gel,
Üstad sana ehemmiyet veriyor' dedi. Ertesi gün yatağımı ve yorganımı aldım, doğru
Emirdağ'a Üstadımızın yanına gittim. Üstadım çok sevindi.

Üstadın hizmetinde

[]

Bayram Yüksel, Isparta Ağlasun dağlarında Üstadla geçen hatıralarını anlatarken...

"Üstadımızın evinin karşısında çok eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek
dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Benden bir ay evvel
Emirdağ'a gelmişti Zübeyir Ağabey. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi,
Üstadımız Ceylân Ağabeyi de evlerine göndermedi. Onu da yanına aldı.

"1953 senesinde ben askerden gelmeden bir ay evvel, Zübeyir Ağabey Ankara'da PTT
memuru iken, İstanbul Üniversitesi'nde okuyan Abdülmuhsin Alev, Üstadımızın ziyaretine
gelmiş. Üstadımız, 'Zübeyir memurluktan istifa etmiş, buraya gelecekmiş' demiş. Bu sözü
Muhsin Alev bir emir telâkki ederek Ankara'ya gidip, aynen Zübeyir Ağabeye söylüyor.
Zübeyir Ağabey istifa ederek, Üstadımızın hizmetine koşuyor.

"İki ay Ceylân Ağabeyle beraber Emirdağ'da kaldık. O zamanlar Nur Risaleleri henüz
matbaalarda basılmamıştı. Çünkü maddî imkânlarımız yoktu. Eserleri Kur'ân yazısı ile
yazardık. 1953'e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ'daki talebeleri
ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitlerler,
giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi. 1953'e kadar böyle devam etti. Üstadımız
akşam kapıyı kapar, sabah saat dokuzdan evvel açmazdı. Memurların takip ve tarassudu
altında idi. Önceleri yanına kimseyi kabul etmezdi. Bir gün ilk defa bizlere 'Akşam namazını
burada kılın' dedi. Yine aradan bir kaç gün geçince, 'Yatak, yorganlarınızı buraya getirin' dedi
ve yanıbaşındaki odayı gösterek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi.

Sh»: (S.Ş: 44)

"Yeni bir devre başlıyor"

"Üstadımız 1953 tarihinde yeni bir devreye giriyor, hiç değiştirmediği kaidesini
değiştiriyordu. Akşamdan sonra kimseyi almayan Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve
beni yanına aldı. Üstadımızın odasına zil bağladık. Sabah erken abdest suyunu döker,
yemeğini yapar, sobasını yakar, çayını pişirirdik. Üstadımızın tarz-ı hayatında değişen mühim
bir hâdise oldu. İşte 'Üçüncü Said' devresi başlıyordu. Risale-i Nurların cemaatle okunmasına
ve sabah derslerine başladık. Üstadda ayrıyeten bir hareket hali başladı. Risale-i Nurların yeni
harflerle evvelâ daktilo ile, sonra teksir ile çoğaltılmasına müsaade etti. İnebolu'dan, Nazif
Çelebi Ağabeyin ilk defa olarak Asa-yı Musâyı teksir ettiğinde çok memnun olmuştu.

Emirdağ'dan Isparta'ya

"Emirdağ'da iki ay kadar kaldık. Üstadımız akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi elden
almazdı. 'Beni Isparta'ya çağırıyorlar, Çolak Nuri Benli bana dershaneyi yapmış, beni davet
ediyor' derdi.

"Üstadımız temiz havayı çok severdi. 'Ben yemek yemeden, gıdasız yaşarım, fakat
havasız yaşayamam' derdi. Hergün hava almak için Zübeyir Ağabey ile beraber gider, bir saat
kadar hava alır, gelirdi.

"Birgün Kaymakam, kırda, tarlaların içinde Zübeyir Ağabeyin başındaki beyaz takkeyi
görüyor. Takkesini alıyor. Üstad birden hiddete geldi. 'Ben burayı terk edeceğim, Kaymakam
benim talebemin başındaki takkeyi aldı' dedi. Zaten ayrılmak istiyordu. Bir bahane arıyordu.
Hemen Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabeye, 'Derhal Eskişehir'e gidin, Yıldız Otelinden bana
yer ayırın' dedi. Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey hemen Eskişehir'e gittiler, iki oda ayırdılar:
Birisi Üstadımıza, diğeri de bize. Ertesi gün Emirdağ'dan bir taksi tuttular, Üstadımızla ben de
Eskişehir'e gittim. Eskişehir'de yirmi gün kadar kaldık.

"Birgün Tahiri Ağabeyle Süleyman Rüştü Çakın Ağabey geldiler. 'Üstadım, sizi
götürmeye geldik, Nuri Benli kardeşimiz bir otel yaptırdı, dershane olarak size de bir oda
ayırdı' dediler. Üstad zaten gidecekti. Emirdağ'dan ayrılışı da bunun içindi. Isparta'ya gitmeyi
arzu ediyordu. Tahiri, Rüştü ve Zübeyir Ağabeyler bir taksi ile Isparta'ya gittiler. Biz
Eskişehir'de iken İstanbul'dan Abdülmuhsin gelmiş, o da bizimle kalıyordu.

Sh»: (S.Ş: 45)

"Isparda'da Üstada ev aranıyor"

"Üstadı otelin bir odasına yerleştiriyorlar. Fakat Üstad sıkılıyor. Hem beton, hem de
bakırcılar çarşısı olduğundan çok fazla gürültü oluyor. 'Bana bir yer bulun' diyor.

"Terzi Mehmed Ağabey ev arıyor, fakat kimse ev vermiyor. Hususan Üstadımızın


ismini duyunca korkuyorlar. Terzi Mehmed Ağabey, Tenekeci Hattat Mehmet Ağabeye
gidiyor ve şöyle diyor:

"Hoca Efendi bulunduğu yerden rahatsız oluyor, 'Ben burayı terk edeceğim, bana ev
bulun' diyor. Kime gittimse millet korkuyor. Ben de ne yapacağımı şaştım.'

"Bunun üzerine şöyle diyor: 'Beylerin Fıtnat Hanımın evinin üst katı boş, o yazın evi
Antalyalılara kiraya veriyor, ona sor.'

"Gidiyor, Fıtnat Hanımın kapısını çalıyor, 'Yukarısı kiralık mı?' diye soruyor.

"Evet, kiralık' diyor.

"Kaç para?'

"50 lira.'
"Hemen 50 lirayı veriyor, evi tutuyor. Fıtnat Hanım, 'Kime tutacaksın' diye sormuyor.
Merhumun efendisi Terzi Mehmet Ağabeyin asker arkadaşı ve komşusu olduğu için
tanışıyorlarmış.

"Terzi Mehmet Ağabey eski ağabeyleri topluyor, 'Hoca Efendiye evi tuttum, fakat
yatak ve yorganı yok' diyor. Ağabeylerin bazıları yatak, bazıları yorgan, kilim bazıları da
somya ve hasır veriyorlar, evi hazırlıyorlar. Üstadımızı götürüyorlar. Üstadımız çok seviniyor,
'Tam, tam benim arzu ettiğim ev' diyor. O zaman oradan Antalya yolu geçmiyordu. Hep
kavaklık, bahçelik idi.

"Hemen bizi çağırdılar. Ceylan Ağabey ve Abdülmuhsin'le birlikte Eskişehir'den


Isparta'ya geldik. Abdülmuhsin'in yanında teksir makinası da vardı. Otuzuncu Söz ve Tiryak
gibi eserleri teksir ediyorduk.

"Peygamberimizin merkadini Üstadın yattığı yerde gördüm"

"Birgün ev sahibinin dünürü, yani gelinin babası, Terzi Mehmet Ağabeye geliyor,
'Bizim kız küs, Hoca Efendi bunların arasını bulsun' diyor. Terzi Mehmet Ağabey de geldi.
Üstadımıza söyledi. Üstadımız da Tahiri Ağabeyle bizi aldı, merdivenden Üstadımızla
beraber kapıya kadar indik. Kapıyı çaldık. Fıtnat Hanım geldi.

Sh»: (S.Ş: 46)

"Üstadımız, 'Hemşire Hanım. misafirin hatırı kırılmaz, oğlunla gelinin arasını bul'
dedi.

"O da, 'Pekiyi efendim' dedi.

"Üstadımız odasına girince, 'Bu kim?' diye sordu.

"Tahiri Ağabey, 'Sen bilmiyor musun?' dedi.


"O da, 'Hayır' dedi.

"Bu Bediüzzaman Hazretleri' dedi.

"O zaman Fıtnat Hanım şöyle dedi:

"Hoca Efendi buraya gelmeden bir hafta evvel, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm
Efendimizin merkadını Hoca Efendinin yattığı yerde gördüm.'

"Fıtnat Hanım ondan sonra Nur Talebesi oldu.

"Üstadımız bize her zaman şöyle derdi: 'Bir kadınla bir erkek ikisi yalnız konuşmasın,
konuşulduğu zaman, ya kadın iki kişi olmalı veya erkek iki kişi olmalı, şer'an caiz değil.'

Ders baklavası

"Sabah dersinden sonra bize, ders baklavası diye bir teberrük verirdi. Yani bir elması
varsa, bıçakla parçalayıp kur'a çekerdik. İlk kur'a kime isabet etse ilk sefer o alır, bazen bir
salkım üzümü kaç kişi olsak kur'a çekerek paylaşırdık. Bazen Isparta'da yapılan beyaz
kurabiye tatlısından aldırırdı. Dersi evvelâ Üstadımız okur, sonra sırayla hep okurduk. O
zamanlar hatt-ı Kur'ân'dan ders yapardık. Yeni yazı eserler yoktu. Fakat lahika mektupları
hem el yazısı, hem hatt-ı Kur'ân'la teksir edilerek çoğaltılırdı.

"O sırada Sebilürreşad gibi dindar mecmualarda Üstaddan ve Risale-i Nurdan bahisler
çıkardı. Üstadımız onları bizlere yazdırırdı. Bazan güzel yazılar çıkarsa lahika olarak
neşrettirirdi.

"Nurlarla iştigale ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız Risale-i Nurun neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale
ehemmiyet vermekte ve talebelerini daima teşvik etmekte idi. Bunun lüzum ve hikmeti ise
şüphesiz izahtan varestedir.
"Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîm'in bir mucize-i mâneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine
karşı mânevî bir atom bombası olarak; dinsizlik, imansızlık cereyanının maneviyat-ı kalbiyeyi
tahribine mukabil, tamir edip, iman-ı tahkikiden gelen muazzam bir kudret ve kuvvete

Sh»: (S.Ş: 47)

istinadı, okuyanların, yazanların kalblerine kazandırıyor. Tefekkür-ü imânî dersi ile


tabiiyyunun ve maddiyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor. İman
hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller gösterek izah ediyor. Risale-i Nur bu asrın
idrakine, zamanın anlayışına hitap eden, bu zamanın ihtiyacına en muvafık tarzı gösteren, ders
veren, doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarıkıyla gelen, Kur'ân-ı Hakîm'in bu zamanın
fehmine uygun mânevî bir atom bombasıdır.

"Hem Üstadımız mektuplarında, dahilde tarafgirâne adavet ve münakaşalara vesile


olan fürüatla meşgul değil, belki 'bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı
imaniyeyi ve beşerin medâr-ı saadeti ve umum İslâmın esas rabıta-yı uhuvveti bulunan
Kur'ân'ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya diniyenin umumunu
tazammun eden vüs'at ve câmiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nevini teyit ve
teşvik ettiğini cadde-i kübrâ-yı Kur'âniye olan Risale-i Nur dersinin umum ehl-i iman ve
İslâma şamil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine mektubunda devamla; 'Hatta değil
Müslümanlarla, dindar Hıristiyanlarla dost olup adaveti bırakmaya çalışıyorum' diyor.

Ziyaretçiler

"Üstadımız ziyaretine gelenlere, 'Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana dua
edeceğim. Hadiste var: Gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah
işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha
makbuldür. Bana ismimle dua et, ben de sana dua edeceğim' derdi. Ziyarete gelenler de,
'Üstadım bize dua et' derlerdi. Üstadımız da, 'Bize dua eden, bizim dualarımıza dahil olur'
derdi.
Mezar taşlarının verdiği ders

"Yolculuk anında olsun, kırlarda gezerken olsun, rastgelen kabirlere dua ederdi.
Birgün, 'Bu kabir taşları canlı birer muallim gibi ihtar ediyor. Bu kabir taşları, 'Sizler de
buraya geleceksiniz' diye lisan-ı haliyle ders veriyor. Şimdi ise ehl-i dünya iptâl-i his
nevinden kabirleri şehirlerin dışına çıkarıyorlar. Tâ ki ölümü hatırlamasınlar. Eskiden
herkesin kabri evinin önünde idi. Sabahleyin kalktığında kabir taşlarını görünce Fatiha
okuyordu. Kabir taşları canlı birer muallim vazifesi yapıyordu. 'Siz de buraya gideceksiniz'
diye ihtar ediyordu' diyerek bize ders verdi.

Sh»: (S.Ş: 48)

Cüz taksim ederek hatim yapma usulü

"Mübarek, mualla Üstadımız üç aylar girdiğinde Isparda'daki Nur Talebelerine hatim


için Kur'ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav,
Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi mübarek Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere
cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede hergün hatim indirilirdi. O zaman
bütün duasını umum Nur Talebeleri namına Üstadımız yapardı. Başta Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm ve âli, ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur Talebelerine
bağışlardı.

"İstikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum"

"Gece erken kalkar, teheccüd namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah
namazına bir saat kala bitirirdi. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua
bir saat devam ederdi. O anda bizler giremezdik. Ancak dua bittikten sonra girebildik. 'Hatta
benim bir dua vaktim var,o anda melaike de gelse kabul etmem' demişti. 'Hem istikbaldeki
Nur Talebelerine dua ediyorum' derdi.
"Üstadımız yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı.

"İsmen duaya ehemmiyet verirdi"

"Mübarek Üstadımızın Isparda'daki menzilinde baş ucunda beş metre uzunluğunda, bir
metre eninde bir şecere vardı. Peygamberimizin (s.a.v) âl-i beytinden, evradlarında ism-i
şerifleri olan zatların nereden geldiğini ayrı ayrı oklarla gösteriyordu. Çok arzu etmeme
rağmen saymaya bir türlü muvaffak olamadım. Üstadımız dua ederken isim üzerine çok
ehemmiyet verirdi. Bazı Nur Talebeleri, Üstadımızı ziyaret ettiklerinde Üstadımız isimlerini
yazdırırdı. Başucuna koyar, o ismi ezberleyinceye kadar yanında muhafaza ederdi. Ve şöyle
misal verirdi: 'Nasıl ki bir yere mektup attığınızda zarfın üzerine güzel yazarsanız, gideceği
yere güzel gider, dua ederken de ismiyle zikredilirse daha iyi olur' derdi.

"Gıyâbî yapılan dua daha makbul olur"

"Üstadımız, 'Hem gıyâbî yapılan dua daha makbul olur. Çünkü ben senin ağzınla
günah işlemedim, sen de benim ağzımla işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha
makbul olur. Dua bir iksirdir, toprağı gümüş yapar, gümüşü de altın yapar' derdi.

Sh»: (S.Ş: 49)

"Oruçta ve bayramda takvime göre amel ederdi"

"Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt-ı
Kur'âniyeye çevirttirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da Ramazan'da
bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu. Üstadımıza söylerdik. O hiç
ehemmiyet vermezdi. Hattâ birgün Tahirî Ağabey, 'Bugün Arabistan'da bayram' dediğinde
Üstad, takvimi göstererek; 'Kardeşim ben Türkiye'ye göre amel ediyorum' diye cevap verdi.
Bilâhare bir dersinde, 'Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur' demişti.

"Camiye devam ediyordu"


"Üstadımız Emirdağ'a ilk geldiğinde hem cumaya, hem de vakit namazına camiye
devam ediyordu. Sonra yeni gelen kaymakam hem vakit namazından,hem de cumaya
gitmekten men etmiş.

"1953'te Isparta'ya vardığımızda her hafta Cuma günleri Ulu Cami'ye namaz kılmaya
Üstadımızla beraber giderdik. Hattâ benim üzerimde Kore elbisesi vardı. Bir seneyi geçmişti.
Emniyet müdürü, 'Bunun müddeti geçti, çıkar' dedi. Üstadımızsa çıkarttırmazdı. Eskiyinceye
kadar çıkarttırmadı. Beni asker elbisesi ile götürürdü. Ulu Cami çok fazla kalabalık olmaya
başlamıştı. Emniyet müdürü, Ceylân Ağabey ile beni çağırdı. 'Hoca Efendiden rica ediyorum,
çok kalabalık oluyor. Biz burada telaş ediyoruz' dedi. Biz de aynen Üstadımıza arz ettik.
Üstadımız, 'Ben zaten Hanefi mezhebini takliden cuma namazını kılıyorum. Çünkü bizim
Şafiî mezhebinde imam arkasında kırk kişi Fatiha okuması gerekir' dedi. Barla'da ekseri
vakitlerde Üstadımız hem vakit namazına, hem cuma namazına iştirak ediyordu.

Üstadın yemesi ve içmesi

"Üstadımız çok az yerdi, yediği zaman da beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi.
Yemekten sonra da iki saat geçmeyince su içmezdi, saate bakar, on dakika da olsa, 'Daha iki
saat olmadı' diye beklerdi. İki saat olduğunda su içerdi. Suyu çok soğuk içerdi. İlk zamanları
malum buzdolapları yoktu. Üstadımız da çok soğuk suyu arzu ederdi. Suyun içine buz
bulduğumuzda buz koyardık. Termosa çok zamanlar buz bulamıyorduk. Meselâ o zaman
Isparta'da iki adet eczane vardı, birisinde buzdolabı vardı. Rica eder, parası ile ondan buz
alırdık. Bol su ile yıkar, termosa doldururduk. Buzu termosa koyarken Üstadımız başımızda
durur, 'Ben de size yardım edeyim, ben de iştirak edeyim, bu iştirakten beni mahrum etmeyin'
derdi.

Sh»: (S.Ş: 50)

"İçeriği suya dikkat ederdi"

"Isparta'ya ilk vardığımız zamanlar suyu Kirazlıdere yolu üzerindeki Piri Efendi
çeşmesinden getittirirdi. Çok güzel su, fakat fazla soğuk değildi. Ekseri, Üstadın çok sevdiği,
yazın çok soğuk ve lezzetli, kışın da normal olan Sidre'den su getirirdik. Bazı gün akşam
sabah iki sefer getirirdik. İki sene böyle devam etti.

"Sidre, Isparta'nın batısında yüksek bir yerdi. Isparta'nın meşhur evliyalarından, kırk
günde bir yemek yiyen Osman Halit Efendi burada vakit geçirirmiş. O mübarek zat Üstaddan
haber verirken, 'Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, fakat benim
oğlum inşaallah görecek' demiş. Nitekim seneler sonra o zatın sözü tahakkuk etti. Oğlu
Keçeci Mustafa, Üstadımıza talebe oldu ve onunla Eskişehir Hapishanesi'ne gitti.

"Birgün, soğuk su içmesinin, zehirin tesirinden olduğunu söyledi. Kendisine zehir


enjekte edilen iğnenin yeri, göğsünde hâlâ belli idi. Uzun zaman akmış. Bizim zamanımızda
kurumuş gördük.

"Üstad çayı fazla içmezdi. Hararet olduğu zamanlarda, limonlu bir bardak ancak
içerdi. Limonu çok severdi. Yemeklerinde de limon kullanırdı. Limon her zaman bulunmazdı.
Limon bulunmadığı zamanlar çayına çok cüz'î limon tuzu kordu.

"Üstada nasıl yemek yapardık?"

"Üstadın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu
yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Sulu yemeklere muhakkak yoğurt katardı. Üstadımızın hiç
dişi yoktu. Son dişi 1948'de Afyon Hapishanesi'ned düşmüş.

"Üstadımız yemekleri ekseri şu şekilde pişirttirirdi:

"Meselâ küçük bir sefer tasına az su koyarız. Bir çay kaşığı tereyağı, çok cüz'î tuz,
beraber kaynamaya başladığında, yumurtayı kırarız. (Üstadımız yumurtayı yıkattırırdı.)
Yumurtanın beyazı pişmeye başladığında içine ekmek doğrarız. Üstadımız kat'iyen yağı
yaktırmazdı.
"Şehriye çorbası olsun, pirinç çorbası olsun, onlar da biraz su ile kaynamaya
başladığında yumurtayı kırarız. Yumurtanın beyazı piştiğinde içine yoğurdu koruz,
karıştırırız. Hafif kaynadığında indiririz. Üstadımız afiyetle yerdi.

"Üstad, sarımsağı hiç yemezdi. Bizler soğan kullanırdık yemeklere.

Sh»: (S.Ş: 51)

"Yarım ekmek alırdık (bazen de bütün). Bu ekmek bir hafta giderdi. Ekmeği getirirken
ve alırken çok dikkat eder, beyaz torbanın içinde getirirdik. Nazardan ve zehirden çok
sakınırdı. Çünkü Üstadımızı zehirlemek için çok desiselere başvururlardı.

Üstadın et ve meyve yemesi

"Üstadım on beş günde bir et yerdi. Taze koyun eti alır, çok pişirirdik, bazen de köfte
yaptırırdık. Emirdağ'da Çalışkan hanedanının evine, yâni Ceylân Ağabeyin annesine,
Isparta'da ise eve sahibesi Fıtnat Anneye yaptırırdı. Aldığımız kıymayı iki üç sefer makinada
çektirirdik. Yoğurtlardan da inek yoğurdu yerdi. Koyun v.s. yoğurdu yemezdi.Yemeklerden
sonra da Üstadımız muhakkak, az da olsa tatlı yerdi. Meselâ Isparta'da yapılan beyaz kurabiye
çok yumuşak olurdu. Onu kaşıkla ezer, toz haline getirir, kaşıkla yerdi. Üstad kavunu da
sever, kaşıkla yerdi. Üzümün kabuğunu ve çekirdeğini ayırır, domatesin de kabuğunu soyardı.

"Fıtrî uyku beş saat"

"Üstadımız, bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. Bize de derdi ki:
'Fıtrî uyku beş saattir.' Geceleri sabaha kadar dua, niyaz ve ibadette bulunurdu. Yaz ve kış
âdetini hiç değiştirmez, teheccüd namazını devamlı kılar, münacaat ve evradların asla
terketmezlerdi. Hem Isparta'da, hem Barla'da, hem Emirdağ'da, komşuları bizlere, 'Ne zaman
Üstadın evine geceleri baksak, Üstadın odasında ışık yandığını görür, hazin edasıyla dua
ettiğini duyardık' derlerdi. Üstadımız her zaman abdestli olurdu. Üstad duhâ namazını da hiç
geçirmezdi. Bu namazı güneş doğduktan 45 dakika sonra kılardı.

"Boş vakit geçirmezdi"

"Hiçbir zaman mübarek vaktini boş geçirmez, ya okur, ya tashihle meşgul olur veya
okutturur, dinlerdi.

"Onunla birlikte olunca hiç yorulmazdık"

"Üstadımızın konuşmasında o kadar letafet vardı ki, o derece feyizliydi ki, sabahtan
akşama kadar o vaziyette ders alsak, yol yürüsek, zahmet çeksek, aç kalsak, içimizden zerre
kadar sıkılma gelmez, hattâ bazen sıkıntılı hallerimizde Üstadımızın sima-i mübareklerine
baktığımız zaman içimizde bir ferahlık gelirdi.

Sh»: (S.Ş: 52)

"Bize bir şevk, bir cevvaliyet gelir, gece-gündüz çalışsak, uyumasak yorgunlak
hissetmezdik.

"Sadece Risale-i Nurla meşgul olurdu"

"Üstadımız Risale-i Nurun hizmetini herşeye tercih ederdi. Hiçbir zaman başka
kitablarla meşgul olduğunu görmedik. Daima Risale-i Nurların neşri, telifi, tashihi, okuması,
yazması ve lahika mektupları gibi hizmetlerle meşgul olurdu. Bize de şu dersi verirdi:

"Bakın, ben başka kitaplarla meşgul olmuyorum. Siz de Risale-i Nurdan başka
kitaplarla meşgul olmayın. Risale-i Nur size kâfidir.
"Risale-i Nurun gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem
ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'i bir hisse alır, ötekiler
gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî
ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kût ve
nurudur.'

"Kalbimizden geçenleri bilirdi"

"Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, bizim haberimiz olmadan
ufacık bir meseleyi bahane eder, şiddetle ikaz ederdi. Günler geçtikten sonra, mübarek
Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. 'Fesübhanallah, bu
meseleden dolayı bizlere ders vermişti' derdik.

"Temiz havayı çok severdi"

"Üstadımız temiz havayı çok severdi. Hemen hemen yaz-kış temiz hava almak için
dışarı çıkardı. Üstadımızın hem güneş gözlüğü, hem şemsiyesi, hem de okuma gözlüğü vardı.
Dışarı çıktığında muhakkak güneş gözlüğünü takar, şemsiyesini eline alır, çok dinç yürürdü.
Üstadımız bizimle beraber yürümezdi. Bizler ya elli metre önden, veya elli metre arkadan
yürürdük. Bazen fayton, bazen araba ile temiz hava almak için çıkardık.

"Eserlerin baskısını takip ederdi"

"Üstadımız eserlerin sıhhatine çok dikkat ederdi. Hattâ yeni harflere çevirilirken Tahiri
Ağabeyle Ceylan Ağabeyi gönderir, 'Çok dikkat edin' derdi.

"Risale-i Nur Külliyatı'nın 1955'ten sonra yeni harflerle Ankara, İstanbul, Antalya ve
Samsun'da basılmaya başlandığında Üstadı-

Sh»: (S.Ş: 53)


mız âdeta bayram ediyordu. 'Risale-i Nur bayramıdır' derdi. Sözler mecmuası ilk
matbaaya verildiğinde, 'Ben bunu bekliyordum. Bu bitsin, ben âhirete gideceğim' dedi. O bitti,
Mektubat başladı, 'Bunu da görsem gideceğim' dedi. Ondan sonra Lem'alar, İşarâtü'l-İ'caz,
Mesnevî-i Nuriye, Asâ-yı Mûsa, Şûalar, Tarihçe-i Hayat ve en son Bediüzzaman Cevap
Veriyor basıldı. Her kitap baskıya verildiğinde, 'Ya Rabbi, bunu görsem gideceğim, bu
günleri bekliyordum' derdi.

"Hattâ birgün Sözler mecmuası ilk çıktığında Said Özdemir kardeşimiz Üstadımıza
göndermişti. Üstadımız çok sevindi. Ağabeyimize hediye etmek istedi. O da 'Üstadım, bu yeni
yazıya nasıl müsaade ettin?' dediğinde Üstadımız, 'İmanı kurtarmak lâzım, bunu Maarif'le
Diyanet basıyor' dedi. Said Özdemir kardeşimiz o zaman Diyanet İşlerinde memurdu. Atıf
Ural Hukuk Fakültesi'nde talebe, Tahsin Tola da milletvekili idi. Bunlar beraber basıyorlardı.
Üstadımız onu kastederek, 'Diyanet ve Maarif basıyor. İmanı kurtarmak lâzım' diyerek
ağabeyimize ısrarla verdi. Ağabeyimiz almadı. 'Kardeşim, sizin çekirdekleriniz meyve oldu,
meyveler ağaç oldu. Bunlar hep sizin hizmetiniz' dedi. Fakat mübarek ağabeyimiz yine
almadı.

"Kırmızı cildi tercih ederdi"

"Mecmualar ciltlenip geldiğinde Üstadımız bayram ediyordu. Cilt işleri İstanbul'da


yapılırdı. İstanbul'daki neşriyatı Ahmet Aytimur kardeşle Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin
Birinci kardeşlerimiz beraber yaparlardı. Ankara'daki neşriyatı ise, Said Özdemir, Atıf Ural,
Mustafa Türkmenoğlu, Tahsin Tola beraber yaparlardı. Üstadımız kırmızı ciltleri tercih
ederdi. Formalar gelmeye başladığında, Üstad hâtt-ı Kur'ânla takip eder, bizler de yeni
yazıyla. Her mecmua matbaada basılıp ciltli olarak geldiğinde, kapağından başlar, baş
sahifesinden sonuna kadar o mecmua bitinceye kadar derslerimizi ondan yapardık. O mecmua
bittiğinde sırasıyla diğer mecmuaları okurduk.

Arabî Mesnevi-i Nurîye'den ders


"Risaleler yeni yazıyla basılmadan evvel 1953'te Isparta'ya vardığımızda Üstadımız
Arabî Mesnevi-i Nuriye'den derse başlamıştı. Çok güzel izah ediyordu. Âdeta yirmi yaşındaki
genç ve faal birisi gibi beş-altı saat derse devam ederdi. Okudukça gençleşiyordu. Bizler
tahammül edemezdik. Sabah namazından sonra başlar, tâ öğle namazına kadar sürerdi. Bu
derslere Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Ceylân Ağabeylerle beraber iştirak ederdik. Arabî
Mesnevi-i Nuri-

Sh»: (S.Ş: 54)

ye'yi üç sefer okuduk. İşaratü'l-İ'caz'ı da yarısına kadar aynı şekilde okuduk.


Yarısından sonrasını, Üstadımız Çamdağı'nda ve Barla'da Zübeyir ve Sungur Ağabeyle, Ziya
Arun kardeşimizle bize okuttular. Isparta'da okuduğumuzda bazen Sungur Ağabey gelir,
birkaç gün kalır, Üstadımız Risale-i Nur hizmetleri için, kendisini Ankara'ya gönderirdi.
Mustafa Ezener Ağabey de bazen iştirak ederdi. Bu ders çok feyizli olurdu. Üstadımız,
Ceylân Ağabey gelmeyince derse başlamazdı. İçimizde Arapça'yı en güzel anlayandı.

"Eserlerin tashihine çok önem verirdi"

"Risale-i Nurlar, yeni yazıyla Ankara ve İstanbul'dan geldiğinde tashih eder, tashihten
sonra, eğer elle gelmişse elden, posta ile gelmişse posta ile acele gönderdik. Gelen formaların
tashih işlerin bitirip göndermeyince, hiçbir işe bakmaz ve baktırmazdı. Âdeta asker gibi veya
saat gibi dakikti. Bir hizmeti anında yaptırırdı. Kırlara gittiğimizde bazen, 'Hemen döneceğiz'
derdi. Bakardık ki, Ankara'dan veya İstanbul'dan bir üniversiteli kardeşimiz gelmiş, formaları
getirmiş, Üstadımızı bekliyor. Hem formayı getirir, hem Üstadımızı ziyaret ederdi. Üstadımız
yüksek tahsil gençliğine çok önem verir, daima onları Risale-i Nuru okumaya teşvik ederdi.
Formalar tashih olduktan sonra yerlerine gönderilince posta ile gitmişse, telefon ettirir, yerine
ulaştığını öğrenince rahatlarlardı. Biz de gönderdiğimizde Üstadımıza tekmil verirdik. 'Posta
veyahut filanca şahısla gönderdik, Üstadım' derdik. Hizmeti, vaktinde ifa ettiğimizden Üstad
da memnun olurdu.
"Risale-i Nurların neşrine çok sevinirdi"

"Risale-i Nur matbaalarında neşr olunmaya başladığında Üstadımız yerinde


duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet... Sevincinden âdeta yerinde duramıyordu.
Öyle haller oldu ki, dünyayı tayeran etmek istiyordu. Bazen yaya, bazen vasıta ile Isparta'nın
gül bahçelerine, bazen Kirazlıdere, Ayazma, Gölcük, bazen Eğirdir Gölü kenarlarına, Barla
bahçelerine, Karakavak, Kabristan, Karadut gibi Nur'un menzil ve menzilciklerine gider,
gezer, dolaşır, dönerdik. Üstadımız Eğirdir'den Barla'ya atla giderdi. Birimiz atı çeker, birimiz
Üstadı tutar, birimiz de Üstadımızın ibrik, termos, seccade gibi eşyalarını taşırdık. Barla'ya
vardığımızda yorgunluk, hastalık dinlemezdi. Hiçbir zaman Üstadımızı boş dururken
görmedik. 'Geliniz, biriniz bana ders okuyun, biriniz suya gidin, biriniz de yoğurt, yumurta
bulun, yemek yapın' derdi.

Sh»: (S.Ş: 55)

"Bir saat mesafede Çam Dağı yolu üzerinde Güdük suyu vardı. Suyu bazen oradan,
bazen de Karakavak gibi yerlerden getirirdik. Karakavak veyahut Güdük suyundan
geldiğimizde bazen Üstadımız, 'Hazır olun vasıtaya bakın, Ankara, İstanbul'dan formalar
gelmiştir. Hemen gideceğiz' derdi. Eğer vasıta bulmuşsak, vasıta ile Eğirdir'e kadar giderdik.
Gidip gelirken yollarda Üstadımız, ders okutturur, dinlerdi. Çam Dağı'na çıkarken de
okuttururdu. 'Maşaallah, çok güzel istifade ettik seyyar medresemizde' derdi.

"İşlek"

"Üstadımız, Barla civarında fazla merkep kullandığı için, 'Bunlara eşek demeyin,
hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır' derdi. Üstadımız
hergün şemsiyesini alır çıkar, bizler de arkasından giderdik.

"Isparta'nın yakın menzillerine veya Isparta'ya nazır tepelere çıkar, oralardan Isparta'yı
temaşa ederdi. Bazen yol kenarlarındaki asmaların salkımlarını saydırırdı. Ondaki sanat-ı
İlâhiyeyi izah ederdi. Üzümlerin kudret helvası olduğunu söylerdi. Sidre ve Ayazma ağaçlık
yerlerdir. Ispartalılar Cuma ve Pazar günleri istirahat için oralara giderlerdi. Halkın olmadığı
günlerde biz de Üstadımızla oralara giderdik.

"Hocam beni affet"

"Birgün Ayazma'da Üstadımız arabanın içinde Cevşen okuyordu. Bizler de etrafında


ayrı ayrı yerlerde Nurlardan okuyorduk. O anda bir sarhoş, 'Hocam beni affet, bana dua et'
diye bağırarak Üstadımıza doğru yürüdü. Ben bırakmadım. Üzeri fena kokuyordu. Üstadımız,
'Bırak gelsin' dedi. Üstadın yanına beraber gittik, Üstadın ellerine sarıldı, 'Hocam beni affet,
bana dua et' dedi. Hakikaten, mübarek Üstadımız da dua etti. 'Ya Rabbi, bu kardeşimizi
kurtar' diyerek okşadı. 'İnşallah kurtulursun' dedi. Bir ayda onun kurtulduğunu haber aldık.
Kendisi tenekecilik yapardı.

"İnşaallah kurtulursun"

"Yine birgün akşamüstü Sidre'den Üstadımıza su getiriyordum. Akşam namazı


olmuştu. Kapının önünde beli bükülmüş yetmiş-seksen yaşlarında iki kadın duruyordu. Kapı
açık vaziyette ve biri kapının iç tarafında idi. Çok taaccüp ettim. Bizim kapı daima kapalı idi.
Kapı nasıl açılmıştı da bunlar içeri girmişti? Bir sarhoşu da merdivenlerden çıkarken
yakaladım. Çok hayret ettim. O saatlerde

Sh»: (S.Ş: 56)

bizim kapı muhakkak kilitli olurdu. Sarhoşla münakaşamıza Tahirî, Zübeyir ve Ceylân
ağabeyler geldiler, onlar da hayret ettiler. Üstadımızın odasında akşam namazı kılıyordu. O
vakitlerde evimizin önünde daima polis beklerdi. Allah'tan ki, o anda onlar da yokmuş,
olsaydılar kim bilir ne iftiralar uydururlardı. Kadınları dışarıya çıkardık. Sarhoşu da
Üstadımıza anlattık. Üstadımız da çok taaccüp etti, şefkatle dua etti, 'İnşaallah kurtulursun'
dedi. Sarhoş merdivenden bağırarak indi. 'Baba beni kurtar, baba beni kurtar' diyordu. Bir
zaman sonra annesiyle, teyzesini gördüğümüzde, evlâtlarının kurtulduğunu söylediler. 'Allah
razı olsun, sizden ve Hoca Efendiden, çocuğumuz kurtuldu' diye bize dua ediyorlardı.

"Jip almaya karar verdik"

"Mübarek, mualla Üstadımız Isparta civarında gezerken çok yorulurdu. Dönüşünde


bize, 'Beni düşünemiyorsunuz, ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam, vasıta bulun' derdi.
Bizler de vasıtayı her zaman bulamazdık. Mübarek Üstadımız ise, hergün gezmek istiyor.
Bazı günler vasıta buluyoruz, bazı günler de bulamıyoruz, yani parasızlıktan bulamıyoruz.
Bulduğumuz vasıtaların yarısını da, Allah rahmet eylesin, kahraman Tahirî Ağabeyimiz temin
ederdi.

"Üstadımızın ruhunda bir cevvaliyet vardı. En uzak yerlere gitmek ister, yüksek
tepelere, tenha yaylalara, ağaçlık yerlere gitmek arzu ederdi. Bazen, 'Emirdağ'a gideceğim'
derdi. Otomobilciler de fazla para isterdi. Üstadımıza, bu kadar para istiyor dedimizde
iktisadına muhalif olduğu için müteessir olurdu. Gezmezse rahatsız oluyor, gezmeyi çok
arzuluyordu. Çoğu zaman ayakları ağrıyordu. Bizler de Üstadımızın dizlerini, ayağını
ovalıyorduk. Mübarek, muazzez Üstadımızın gözlerinden yaşlar geliyordu. Üstadımızın bu
hali bizleri fazlasıyla müteessir ediyordu, ne yapacağımızı şaşırıyorduk. Üstadımıznı bu
hallerine tahammül edemedik.

"Merhum Zübeyir Ağabey, merhum Tahirî Ağabey, merhum Ceylân Ağabeyle beraber
meşveret ettik. Emirdağ'dan Osman Çalışkan Ağabey ve Mehmet Çalışkan Ağâbey,
İnebolu'dan Çelebi Ağabey, Isparta'dan Rüştü Ağabey, Çolak Nuri Ağabeylerle beraber
konuştuk. En ucuzundan bir araba almaya karar verildi. Bu kararı Üstadımıza söylersek kabul
etmezdi. Ağabeyler şöyle bir karar verdiler. 'Üstadımıza şimdilik bir jip alalım' dediler.

"Emirdağ, İnebolu ve Isparta Nur Talebelerini himmeti ile on sekiz bin liraya bir jip
alındı. Emirdağlı Mahmud Çalışkan kardeşimiz de şofördü. Onu Isparta'ya getirdik. Arabayı
Mahmud'un üzeri-
Sh»: (S.Ş: 57)

ne yaptırdık. Mahmud hem piyasada çalışıyor, hem de Üstadımıza hizmet ediyordu.


Kendine hizmeti esnasında Üstadımız benzin parasını verirdi. Ehl-i dünya da fazla
şüphelenmedi. Çünkü Mahmud piyasayada çalışıyordu. Üstadımıza rica ettik. Üstadım
Mahmut Isparta'da çalışacak, sizi'de istediğiniz zaman gezdirecek. Mahmut bizim yanımızda
kalsın' dediğimizde 'Üstadımız kabul etti ve Mahmud da bizimle beraber kalmaya başladı. O
zaman Üstadımız biraz rahatladı. Bu jiple bir sene devam ettik.

"Arabayı değiştirdik"

"Türkiye'de o zaman, malûm, yollar çok bozuktu. Asfalt filan yoktu, yine aynı
ağabeylerle meşveret edildi. Jipi satıp bir taksi almaya karar verildi. Jipi on dokuz bin liraya
sattık. On bin lira da ödünç para bulduk. Yirmi dokuz bin liraya 53 model Chevrolet araba
aldık. (Boyacı Hüsnü Efendi, Mahmud ve Ceylân kardeşlerle beraber, Ankara'dan aldık.)
Araba yine Mahmud Çalışkan'ın üstünde idi. Bilahare Ceylân Ağabey şoför oldu. 1958'de
Ankara hapsinden çıktıktan sonra Üstadımız bana, 'Keçeli, keçeli, benim şoförüm sen olman
lâzımdı' dedi. Ben de 'Üstadım on beş gün izin ver, ben şoförlüğü öğrenirim' dedim.
Üstadımız da, 'Sana bir ay izin veririm, öğren' dedi. Ben de Samsun'a gittim. Samsun ve
Bafra'da çalıştım. Bir ayda şoförlüğü öğrendim. Sinop'tan ehliyet aldım. Bir kaç sefer
imtihana girdim. Direksiyondan verememiştim. Son gün Üstadımı rüyamda gördüm. Bana
yarım bir ehliyet verdi ve ertesi gün çok güzel muvaffak oldum.

"1958'de Hüsnü kardeşimiz de askerlik yaparken şoförlüğü öğrendi. Ceylân Ağabey de


şofördü. Ceylân Ağabey çok şakacı, latifeci ve zeki idi. Isparta'dan Emirdağ'a gelirken, 'Ben
sizden hem eskiyim, hem de şoförlükten ustayım, yolun yarısına kadar ben kullanacağım,
yarısından sonra da siz kullanacaksınız' diye latife etti. Ben de yeni öğrenmiştim.

"Seni şoförlükten men ettim"


"Birgün Emirdağ'dan Çifteler'e kadar arabayı ben kullandım. Çifteler'e Üstadımıza kar
almaya gitmiştim. Arabayı şehrin ortasına koymuştum. Arabada Zübeyir Ağabey, Ceylân
Ağabey, Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın yanında idi. Ben gelinceye kadar, halk toplanmış,
fazla kalabalık olmuş, ben geldiğimde Üstad hiddet etti. 'Bu halkı niye böyle topladın? Bu
kalabalıktan ben çok sıkılıyorum. Seni şoförlükten men ettim. Sana şoförülüğe izin yok' dedi.

Sh»: (S.Ş: 58)

"Mahmudiye'yi geçtikten sonra Sakarya Nehrinin kenarında yeşillik, ağaçlık bir yerde
söğütlerin altında Üstadımız, bana hususî olarak bir saat ders verdi. Hüsnü ile Ceylân Ağabeyi
Eskişehir'e gönderdi. Zübeyir Ağabeyi de ayrı bir yere gönderdi. Bana o zaman hususî olarak
'Evlâdım ben seni şoförlükten men ediyorum, ben sana şahsım için şoförlüğe izin vermiştim'
dedi. Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti: 'Evlâdım, Adnan Menderes gelse, 'Said,
Bayram'ı bana şoför ver de Risale-i Nur Külliyatını bastırırım' dese yine izin yok' dedi. 'İleride
küçük bir araba alacağım, beraber gezeceğiz' diye beni teselli etti. Bu sözleri ile bana çok
iltifat etti. Ben de çok fazla üzülmüştüm. Üstadımızdan Allah ebediyen razı olsun. Kim bilir
şoförlük yapsaydım, belki de kendimi muhafaza edemeyecektim. Çünkü şoförlüğe karşı çok
zaafiyetim vardı. Üstadımız, 'Seni şoförlükten men ediyorum. İleride Ceylân'la Hüsnü'yü de
men edeceğim' dedi. Üstadımızın vefat etmesine birkaç ay kala Ceylân Ağabeyin babası araba
almıştı, oraya gitmişti. Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın şoförlüğünü yapıyordu. Hattâ en son
Urfa'ya Hüsnü kardeşimiz götürdü.

Halk Partililerin dedikodusu

"Sırası gelmişken şurasını da belirteyim ki: O zamanlar Halk Partililer çok dedikodu
yaptılar. Bu arabayı kim aldı? Bediüzzaman'a Menderes araba aldı. Hediye etti gibi... Çok
yollardan dedikodu yaptılar ve çoklarına sorarlar ve sordururlardı. Bu arabayı kim aldı? v.s.

"O zamanlar bizi, emniyetten çok sık takip ederlerdi. Emniyetin eski bir jipi vardı. Bizi
bir türlü takip edemezdi. Birçok zaman tehdit ederlerdi. 'Fazla süratli gitmeyin ve bize
gideceğiniz yeri söyleyin, yola çıkmadan evvel bize haber verin' gibi ikazlarda bulunurlardı.
Biz hiç ehemmiyet vermezdik.

"Karşılıksız hediye kabul etmezdi"

"Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat


düsturunu harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü, 'Benim mesleğim
sahabe mesleği, aç kalmak var, hapislik var, zahmet var, var, var...' derdi. Mübarek, muazzez
Üstad hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut
bir teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. 'Benim kaidem bozulur, bana dokunur'
derdi. Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden da-

Sh»: (S.Ş: 59)

hi almazdı. Üstadımızın bu hallerini görenler, 'Kimseden hediye almıyor da nasıl


geçiniyor' diye soruyorlardı. İktisat ve bereket-i İlâhiyeye mazhar oluşunun çok hikmetleri
vardı.

"Kağıt para taşımazdı"

"Üstad kâğıt para taşımazdı. Bir krem kutusu içinde bozuk para bulundururdu. Bizler
su getirsek dahi mukabilini verirdi. Çok basit giyinir, ucuz dokumaları tercih ederdi. Onun
için masrafı olmazdı. Bizlere günde otuz kuruş tayinat verirdi. Bunlar eserlerinden alınan te'lif
hakkından idi. Bu âdet, Üstadımızın vasiyetlerinde vardı. O zaman ekmek otuz kuruştu.
Üstadımızın vasiyetleri üzerine inşaallah bu devam edecektir.

"Kâinatı tefekkür ederdi"


"Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada
giderken ve gelirken 'Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun' derdi. Bütün
mahlûklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ
yollarda köpek görse bize der; 'Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları
sadakatlarının iktizasıdır' derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddi
alakadar olur, 'Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san'atı sizlerden geri
görmüyorum' derdi.

"Hayvanlara karşı çok müşfikti"

"Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa,
taşları gelip koydurur, 'Hayvancıkların rahatını bozmayın' derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde,
'Tavşanları ve keklikleri vurmayın' derdi. Ve, 'Diğer hayvanları incitmeyin' der ve nasihatte
bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetti.

"Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırır, konuşurdu. 'Beş vakit namazınızı
kıldığınız zaman, sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir.
Bundan hasıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer.
Bu hayvancıkları incitmeyin' diye çobanlarla çok şefkatli konuşurdu.

"Cemaatle namazda imamlık ederdi"

"Kırlara gittiğimizde hiç boş durmazdı. Daima Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delail-i Nur,
Hülasatü'l-Hülâsa, Hizbi'n-Nuriye, Tahmidiye

Sh»: (S.Ş: 60)


ve hususan Sekine'yi hiç bırakmazdı. Onu hergün okurdu. Hattâ bazen çay içerken bile
okurdu. Risale-i Nurları ya tashih ederdi veya bizlere Risale-i Nurlardan okutur, kendisi
dinlerdi. Tefekkür ederdi. Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek
ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi.
Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde
muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, 'Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan
inmem' derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi. Kırlarda kuşları, böcekleri hiç
incitmez ve incittirmezdi.

"Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor"

"Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin
tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, 'Ağaçları
kesmeyin, onlar da zikrediyor' derdi.

"Fareler Nurları yemezdi"

"Isparta'daki evde, tavanda eserler vardı. El lambası ile eserlere bakıyordum. Fareler
eserlere zarar vermesin diye, bir de baktım Üstadımız da tavana geldi. Tavan yüksek olup,
merdivenlerle çıkılırdı. Üstad 'Keçeli, keçeli, ne yapıyorsun?' dedi. Ben de, 'Üstadım, fareler
eserlere ilişmesin diye bakıyorum' dedim. Üstadımız, 'Onlar bize ilişmez. Eğer bizde bir
kabahat olmazsa bize ilişmezler' dedi. Hakikaten fareler eserlere hiç ilişmezdi. Bazen Nurların
yanında başka mecmular ve gazete filan olurdu, fareler onları parça parça ederdi, fakat
Nurlara hiç ilişmezlerdi. Bu neviden çok hâdiseye şahit olduk. Üstadımız bu nevi kerametleri
istemediği için bu hâdiseleri yazmıyorum.

"Dindar öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız, muallimler ziyarete geldikelrinde onlarla çok fazla alâkadar olurdu. 'Şu
zamanın dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum, çünkü eski zamanda
dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş, muallimin iyisi
çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta
mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare
başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-
i safilindedirler. Ortası yok' derdi.

Sh»: (S.Ş: 61)

"Onun için dindar muallimlere çok ehemmiyet veriyordu. 'Eğer vaktim olsa, hergün
dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından,
bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım' derdi. Muallimlere ders verirken
merhum Hasan Feyzi, Mustafa Sungur, Abdurrahman Yüksel gibi zatları misal verirdi ve
'Sizleri de onlar gibi kabul ettim' derdi. Hem, 'Mustaf Sungur'un okuması mânâ-yı ismîden
mânâ-yı harfi hükmüne geçti, onun okuması maarif-i İlâhî hükmüne geçti' derdi.

Mektuplar

"1953'e kadar Üstadımız Emirdağ'da iken muhabereyi Hüsrev Ağabey yapardı.


Mektupları Üstadımız Isparta'ya gönderir, Hüsrev Ağabey de mumlu kâğıda yazar, Sav'a
gönderir, Sav'da teksir olur, muhabere edilen merkezlere Isparta'dan gönderilir veyahut
Eğirdir vesaire yakın postanelerden gönderilir. O zamanlar çok sıkı takibat vardı. Hattâ
mübarek Hüsrev Ağabey, risaleleri teksire yazarken, yatak dolaplarında sabahlara kadar
mumlu kâğıda yazar, gece gündüz dâmia tarassut altında çalışırdı. Hüsrev Ağabeyin yanına
gelen-gidene çok dikkat ederdi. 1953'te Isparta'ya vardığımızda Hüsrev Ağabey mumlu
kâğıda yazar, Abdülmuhsin, Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabeyle birlikte
teksirle çoğaltırdık. Bu bir kış devam etti. Bazı mecmuaları neşrettik. Ekseri büyük
mecmualar Sav'da teksir oldu. Sav'dan sandıklarla İstanbul'a cilde gönderirlerdi. Ciltten
geldiğinde de hiç bilinmedik adreslere gelirdi, o zamanlar açıkta kitap gezdiremezdik. Hem de
her yerde okuyamazdık, daima Nur Talebeleri tarassut altında idi.
"Risale-i Nurlar matbaalarda Latin harfleri ile neşriyata başladığında (1954-1957),
hergün bir vesile ile Üstadımız ders verirdi. Hiç boş durmuyordu.

"Siyasilere ders verirdi"

"Hayat-ı içtimaiyeye dair mektuplar, siyasilerle muharebeler, lahika mektupları


devamlı neşrediliyordu. Isparta'ya vardığımızda hem teksir, hem neşriyat, hem o zamanki
particelerle merhum Tahirî Ağabey, Tenekeci Mehmet Efendi, Terzi Mehmet Efendi, merhum
Zübeyir Ağabey, merhum Rüştü Ağabeyler o zaman parti başkanı olan Mehmet Tokalar ve
parti ileri gelenlerinden Süreyya Demiralay, Hilmi Dolmacı, Celâl Bey gibi zatlarla temas
ediyorlardı.

"Üstadımız onlara Risale-i Nurdan dersler verirdi. Hem hayat-ı içtimaiyeye dair
mektup lahika olduğundan, onlara bir bahane ile

Sh»: (S.Ş: 62)

verdirir, okuttururdu. Üstadımız Üçüncü Said devrinde hayat-ı içtimaiye ile meşgul
olurdu. Çok zaman, sabah namazından sonra 'Bana ihtar olundu,' diyerek, 'kalem kağıt getirin'
der, çok süratli söylerdi. Ekseri Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey yazarlardı. Bağdat Paktı
meselesinde Üstadımız çok sevindi. Başbakan ve Reis-i Cumhura mektuplar yazdı. O
mektupları aynı zamanda lahika olarak neşretti. Üstadımız kendisini ziyarete gelenlere Bağdat
Paktı meselesini anlatıyordu.

"Erzurum Üniversitesi ile çok alâkadardı"

"Erzurum Üniversitesinin açılışı ile çok fazla alakadar oldu. Üstadımız, 'O
üniversiteye benim ismim verilmesi lâzım. Fakat Mustafa Kemal'le beni barıştırmak için,
onun ismini verdiler' demişti. Meselâ Reis-i Cumhura yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en
ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteyi sarfı
için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve
kendisine büyük şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün
Şark hocalırın minnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci
kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması,
elbette bu vatan ve devlete, bu millete bu azim faideli hizmeti netice verecek.Ulûm-u diniye o
üniversitede esas olacaktır. Çünkü, hariçteki kuvvet tahribât-ı mânevidir. O mânevî tahribata
karşı atom bombası ancak mânevî cihetinde, mâneviyattan kuvvet alıp tahribatı durdurabilir.
Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri
ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken,
Amerika'da Avrupa'da bu meseleye dair istişareye mecbur bildiğimizden... Elbette benim de
bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizlerden
bekliyoruz.'

"O zamanki müsbet siyasilerle konuştuğunda, 'Size kat'iyen ve çok emarelerle beyan
ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet,
âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak,
mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir' diye
ders verirdi.

Sh»: (S.Ş: 63)

"Bizi daima ikaz ederdi"

"Üstadımız bizlere her vesile ile, sadakat ve dikkat hususunda daima tahşidat yapardı.
'Dikkat edin, ben sizlerin nefsinizi itham etmiyorum, ama aldanabilirsiniz. Sizler herkesten
ziyade çok dikkat etmeniz lâzım ve elzem. Hususan Risale-i Nurun meslek ve meşrebine,
benim tarz ve meşrebime sadık kalacaksınız' derdi. Bizlere bu hususta çok tahşidat yapardı.
Sık sık ders verirdi. Bilhassa merhum Ceylân Ağabeye, Zübeyir Ağabeye ve bana mükerrer
ders verirdi.
Polislere nasihatı

"Polisler, Üstadımızı ziyarete geldiklerinde, veyahut taharri için geldiklerinde, bir


vesile ile muhakkak onlara ders verirdi. Dindar bir polis memurunun, eski zamandaki çok
mübarek zatlar gibi hayr-ı azim kazandıklarını; bilhassa farz namazını kılan bir polis
memuruna, eskisinden çok fazla ihtiyaç olduğunu söylerdi: 'Ben derim: Bu zamanda
hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebâirden kendilerin
muhafaza ve feraizi yapmasını, vazifeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyac-ı şedid var. Tâ ki
karşısındaki mânevî tahribatçılara karşı âsâyiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifeleri tam
yapabilsinler.' (Emirdağ Lahikası c. II, sahife 76-77)

"Karşılığını vermezsem olmaz"

"Üstadımız, bazen yaya gittiğinde yollarda şoförler rastlarlardı. Hemen dururlar, ısrar
ederler, 'Hocam, buyurun arabamıza' derlerdi. Bindirmek için ısrar ederlerdi. Üstadımız da
biner ve 'Mukabilini vermezsem olmaz, benim kaidem bozulur' derdi. Muhakkak ücretini
verirdi. Ve, 'Şoförlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız
da ibadet yerine geçer' derlerdi.

"Bazen kırlarda, bahçe kenarlarından geçerken bahçe sahipleri meyve getirirlerdi, ısrar
ederlerdi. Üstadımız bazen hatırlarını kırmazdı, çok az alır, mukabil parasını verirdi. 'Mukabil
parasını vermezsem, bana dokunur, benim kaidemi bozmayın' derdi.

"Hattâ bizden birşey alsa, muhakkak mukabilini verir, bizimle pazarlık ederdi. 'Bunu
bu fiyata bana sattınız mı?' diye sorar, biz de, 'Sattık' derdik. Yemek, içmek, yatmak
hususlarında Sünnet-i Seniyyeye harfiyen ittiba ederdi. Çok sâde yerdi.

Sh»: (S.Ş: 64)


"Çok temiz giyinirdi"

"Ekseri beyaz giyinirdi. Temizliğe çok riayet ederdi. Bizler çamaşırının hangisi
yıkanmış, hangisi yıkanacak olduğunu anlayamazdık. Çoğu zaman tereddüde düşerdik.
Haftada bir yıkanırdı. Çamaşırlarını sık sık değiştirir, fazla elbise bulundurmazdı. Fazla olan
neyi varsa, sattırırdı. 'Hediye almayan, hediye vermez' derdi. Eşyalarının namaz kalına
satılmasını söylerdi. Fazla fiyata da sattırmazdı.

"Kokulardan gül yağını kullanırdı. Başka koku kullanmazdı. Sarımsaığı kendisi hiç
yemediği gibi, bizlere de yedirmezdi. Hattâ yirmi dört saat önce yemiş olsak dahi anlar,
yanına almazdı. Yün çorap ve lâstik pabuç giyerdi.

"Çok zayıf olduğu için, kışın çok üşürdü. Pamuklu giyerdi. Yemeklerinde kullandığı
kaplarına çok dikkat ederdi. Meselâ; biz, kendi yemek ve çaydanlığımızın kapağını ters
koymuş olsak veya kaşığımızı yere koysak, Üstadımız da görse, darılır, 'Kendine bakmayan,
bana bakamaz' derdi.

"Üstad, Şafiî olduğu için çamaşır yıkadığımızda ıslak çamaşıra başamız veya elimiz
değse tekrar yıkatırdı.

"Çok zayıf olduğundan ekseri sobasını yakardık. Temiz havayı çok severdi. Akşam ve
sabah pencereleri muhakkak açtırır, evi havalandırırdı.

"Namazı, vaktinde ve huşu içinde kılardı"


"Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu.
Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, 'Allahü Ekber' dediği zaman, bizler
arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı.

"Üstadımız namaz vaktinde çok dikkat ederdi. Namazı vaktinde kılardı. Meselâ,
Isparta'dan çıktığımızda, Emirdağ'a beş dakika sonra varacak olsak bile, Üstadımız saate
bakar, kış, fırtına olsa beklemez, hemen namazı vaktinde kılardı. Kırlarda olsun, yolculukta
olsun, namazı vaktin evvelinde kılardı. Bu mevzuda şöyle buyuruyor:

"Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor
ki, her namaz vaktinde âlem-i İslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı
kübra namaz kılıyor. O cemaatte herbir adam umum cemaate dua ediyor.

"İhdine's-sırata'l-müstakim' (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Herbiri umum


cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur.

Sh»: (S.Ş: 65)

"O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesine alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına
karavanasını götürmeyen, tayinatını alamadığı gibi, cemaat-ı kübrânın mânevî matbahında
kaynayan, mânevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatın ordusuna iştirak etmiş
olmakla ve dualarına amin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.'

"Hayrınız büyük, hatanız da..."

"Bazen hatalarımız olurdu. Yine bir hatamız olmuştu.


"Sidre mevkiinde Zübeyir Ağabeyle suya gitmiştik. Üstadımız da okuyordu. Biraz geç
kalmışız. Üstad da merak etmiş. Baktık ki şemsiyesini eline almış geliyor. Bize, 'Niye geç
kaldınız?' diye hiddet etti, bizi ikaz etti, dersler verdi:

"Ben sizin hatırınız için kırk senelik kaidemi bozdum. Ben siz yokken kimseyi
devamlı yanımda bulundurmuyordum. Kimseyi yanımda yatırmazdım. Akşam kapıyı içten ve
dıştan kilitleyip, sabah açıyordum. Sizin hatırınız için kaidemi bozdum. Eğer siz benim
hizmetimden giderseniz, ben eski hayatıma döneceğim. Siz mecbursunuz, benim meslek ve
meşrebimi ve Risale-i Nurun meslek ve meşrebini benden gördüğünüz gibi muhafaza etmeye.
Ben sizinle iktifa ediyorum. Siz de Risale-i Nura kanaat ediniz. Siz zaten dünyada ücretinizi
almışsınız. Başta Müslüman olduğunuz için, ikincisi Risale-i Nur Talebesi olduğunuz için,
bana hizmetkâr olduğunuz için...

Bilhassa çok dikkat etmeniz lâzım. Sizin hayrınız da çok azim, hatanız da... Onun için
sizin daha çok dikkat etmeniz lâzım.'

"Nur dersinde dost düşman ayırt edilmez"

"Üstadımız her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda
ders verirdi: 'Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok. Ehl-i dünya Nur
Talebelerinden hiç evham etmesinler. Çünkü bizim hizmetimiz dünyevî değil, uhrevîdir.
Risale-i Nur, rıza-i İlâhiden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden mümkün olduğu kadar
Risale-i Nurun mensubları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Çünkü iman
dersi için gelenlere, tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste farketmez.' Hattâ bir
gün bize, 'M. Kemal'in oğlu da olsa, Abdülmecid'in oğlu ile Nur dersinde beraber hissesini
alırlar, hiçbir zaman tefrik olunmaz. Halbuki siyaset tarafgirlik, bu mânâyı zedeler. İhlas
kırılır. Onun içindir ki Nurcular, emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nu-

Sh»: (S.Ş: 66)


ru hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü
mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı
kırdığı cihetle bir nevi siyasete teması var' demiştir. Bir tek mesele-i imaniyeyi dünya
saltanatına değişmediğini, mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve
emarelerle ispat etmiştir.

"Küfür ile iman ortası yoktur"

"Bir zaman İstanbul Üniversitesi'nin profesörlerinden birisi Üniversitenin açılışında o


zamanki Maarif Vekiline -Anadolu'daki Nurcuları kastederek- 'Din lehinde kuvvetli bir
cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz' demesine mukabil, o
zamanki Maarif Vekili Tevfik İleri, 'Eğer dediğin, o cereyan Nurcular ise, ne siz, ne de
Avrupa onun mağlup edemez' demişti. Üstadımız bu söz üzerine meslek ve meşrebine
muhalif olarak, 'Eski Said'in kafasını bir-iki dakika başıma alarak diyorum ki:

"Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmliyete karşı komünist mücadelesi
ortası olamaz. Sağ ve sol ortası üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var.
Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka
karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp, konünistliğe
girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman, hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa
dinsiz olup, tam anarşist olur.

"İnşaallah Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkân da blu ehemmiyetli hakikatı tam
anlayacaklar, sağ ve sol tabiri yerine hak ve hakikat, Kur'ân ve iman kuvvetine dayanıp bu
vatanı küfr-ü mutlakadan ve anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından
kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh-u canımızla niyaz ve rica ediyoruz'
şeklinde beyanatta bulunmuştur.

"Reyimizi kime verelim?"


"Nur Talabeleri gelip, Üstadımızdan soruyorlardı:

"Üstadım reyimizi kime vereceğiz?'

"Üstad Hazretleri de bunlara şu cevabı veriyordu:

"Demokratlar parmak kesiyor, Halk Partisi ise bilek kesiyor. Nur Talebeleri ehven-i
şer olarak Demokratlarla rey veriyorlar' derdi. Bu meseleye böylece işaret ediyordu. Akla kapı
açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu. Fikre hürmet ediyordu, böyle yapın demezdi, ama
Üstadın ne demek istediğini ferasetli olanlar anlarlardı.

Sh»: (S.Ş: 67)

"1954 yılında Vanlı Seyyid Abdülvahhap, Isparta'ya Üstamızının ziyaretlerine


gelmişti. Kendisi Nuri Benli'nin otelinde kalıyordu. Kızının hastalığı için Isparta'nın havasının
iyi geldiğini söylüyordu. Üstadımız da ziyarete geldiğinde kabul eder, alâkadar olurdu ve
Seyyid derdi, çok ehemmiyet verildi. Bu zat sonradan Van'a gidip, orada, 'Ben Üstadın
yanında kaldım, buradan adaylığımı koyacağım' demiş. Sonradan Halk Partisinden
milletvekili olmuştu. Üstad bunu duyunca çok üzüldü ve kızdı.

"Biçare, Halk Partisinden milletvekili olmuş' diye sık sık üzüntüsünü belirtirdi.

"Ben Halk Partisi milletvekiliyim"

"Yine Isparta'da, kulağında bir kulaklık bulunan Halk Partili bir ihtiyar zat gelmişti.
Üstad bu adamı kabul edip kendisiyle görüştü. Ziyaret anında ben de yanlarında bulundum.
Adam:

"Hocam, ben Halk Partisi Malatya Milletvekiliyim. Eğer sen istersen ben oradan
ayrılırım.' Üstad cevaben:
"Hayır, ayrılma sen orada bulun, bizi müdafaa edersin, sen bizi görüyorsun, bizim
siyasetle alâkamız yoktur.' İnönü demiş ki, 'Biz Said'i anlayamadık. Eğer bir fırsat bize
gelirse, artık ona ilişmeyeceğiz' diye karşılık verdi.

"Adam Üstadımızdan memnun olarak ayrıldı. Sonra biz anladık ki, adamı Halkçılar ve
İnönü hususî göndermişler.

"Üstadımız ziyaretçilerle görüşürken, onları katiyyen rencide etmezdi. Siyasîlere, 'Siz


dinsizsiniz' gibi sözleri asla söylemezdi. İslâmiyet aleyhindeki din düşmanları diye umumî
konuşurdu.

"Bir gün Ağrı Halk Partisi Milletvekili Ahmet Alparslan ziyaretine gelmişti. Üstadı
çok seven bir zattı. Üstad, Halk Partisinin içinde bulunan din düşmanlarına mani olmasını
söyledi. Adamı hiç incitmeden çok güzel dersler verdi.

"Halk Partisini yaptıkları zulümleri anlattı Ahmet Bey; 'Üstadım, eğer istersen ben
Halk Partisinden ayrılırım' deyince, Üstadımız da, 'Hayır ayrılma, orada bizi müdafaa edersin'
dedi.

"Biz Nurcular sizi destekliyoruz"

"Demokrat milletvekilleri de Üstadın ziyaretine gelirlerdi. Üstadın onlarla görüşmesi


ise daha farklıydı. Onlara, 'Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum' derdi.
Misaller verirdi. 'Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır' diye Demokratlara
anlatırdı.

Sh»: (S.Ş: 68)

"Eskiden Halk Partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı. Bir kimsenin hatasıyla


başkalarının, akraba ve yakınlarının mes'ul olmayacaklarını söylerdi. Halkçıların Şarktaki
zulümlerinden bahsederken; bir köyü olduğu gibi imha ettiklerini, hattâ bir kadının karnından
çocuğunu çıkarttıklarını, kadını öldürdüklerini, çocuğun ise hâlâ sağ olduğunu söylemişti.

"Emirdağ'da gezmeye çıktığımız zaman, Halk Partililerin hal ve hatırlarını da sorardı.

"Emirdağ'da Halim Yüksel isimli Halk Partili bir zata nasihat eder, incitmeden dersler
verirdi. Hattâ adama risale bile yazdırmıştır. Daima yazardı.

"Halk Partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, 'Sizin


kabahatiniz yoktur' derdi.

"Alevîye nasihatı"

"Barla'da Alevî bir öğretmen vardı, hem de Halk Partiliydi. Üstad bazen kendisini
çağırtır, saatlerce kendisiyle konuşurdu. İltifat eder, şefkatle tokatlardı. Adama:

"Siz Hazret-i Ali'ye hürmetsizlik ediyorsunuz. Hazret-i Ali yatsı namazının abdestiyle
sabah namazını eda ederdi. Eğer siz Hazret-i Ali'yi seviyorsanız namazlarınızı kılın' diyordu.

"Bu öğretmenle daima konuşurdu. İltifad eder, Risalelerden okuturdu. Bizler de


yanında merakla dinlerdik. Biz, 'Üstad bu adama niçin bu kadar değer veriyor?' diye merak
ederdik. Üstad bize cevaben:

"Ben onun zararını azaltıyorum' derdi. Sonra o adamla Barla'nın müdürlüğüne de


baktı. Bize hiçbir zararı olmadı. Onun zamanında hiçbir hâdise olmadı. Fakat ihtilâl
olduğunda, o adam ilk sefer mübarek çınar ağacındaki köşkü kendi eliyle yıktı, ne olduğunu
gösterdi.

Tarikat dersi

"Bazan tarikat dersi almaya gelenlere şöyle derdi: 'Hem Risale-i Nurun mesleği tarikat
değil, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat, hakikattır. Sahabe
mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i
Nur bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur
dairesi Hazret-i Ali (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin'in ve Gavs-ı Âzamın ihbar-ı gaybiyetleriyle
şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü, Hazret-i Ali (r.a.) üç keramet-i

Sh»: (S.Ş: 69)

gaybiyesiyle Risale-i Nurdan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam da (k.s.) kuvvetli bir
surette Risale-i Nurdan haber verip türcümanını teşci etmiş. Zaten Üveysî bir surette,
doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam'dan (r.a.) ve Zeynelâbidin (r.a.) ve Hasan
(r.a.) ve Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz
daire onun dairesidir.'

Sakal meselesi

"Bazı ziyaretçilere şu şekilde ders verirdi:

"Belki hatırınıza gelir, neden sakalsız olduğum. Bunu size izah edeyim de
tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi, benim milyonlarca talabem var. Ben
sakal bıraksam onlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal ise akranları
arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebepten ben bu sünneti terk ettim.'

"Sebepsiz eser yazmadım"

"Eserleri hakkında:

"Ben hiçbir zaman boşuna sebebsiz eser yazmadım. Mutlaka bir delile ve bir sebebe
binaen yazdım. Bir ihtiyaca binaen yazdım. Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz. Ben şuurum
taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler Cenab-ı Hakkın bu zamanın ihtiyacına binaen
bir lütfu ve ihsanıdır' derdi.
"Emirdağ Lahikalarındaki içtimaî mektupların bir çoğu 1950 senesinden sonra
yazılmıştı. Bu mektupları Üstad siyasî ve içtimaî hayatla alâkadar olanlara gönderirdi.

"Bu mektupları Isparta'da Nur Talebeleri ve Hüsrev Ağabeyler teksir derek


çoğaltırlardı. Üstad Isparta'ya gelince mektupların teksir edilmesi ve gönderilmesiyle bizzat
kendisi ilgilenirdi.

"Yanındaki hizmetçileri vasıtasıyla lâhikaları hiç kesintisiz devam ettirirdi. Aynı


zamanda Nur Talebeleri ile haberleşme, müjdeli mektupla tebriklerini gönderirdi.

Acîb bir hâdise

"O günlerde hava almak ve gezmek için Eğirdir'e gitmişti. Eğirdir'in Halk Partili
kaymakamı Üstadı Eğirdir'e sokmak istemedi. Üstadın kıyafetine ilişmek istemişti. Üstad çok
üzülmüş ve hiddetlenmişti. Bu hâdise Emirdağ Lahikalarında 'Acîb bir hâdise' başlığı altında
aynen şöyle beyan edilmektedir.

Sh»: (S.Ş: 70)

"Bugün yine Eğirdir'e gitmişti. Tam evinin önünde birisi rast geldi ve bize hitaben
'Derhal Isparta'ya dönmenizi emrediyorum' dedi. Biz önce kim olduğunu bilemedik, sonra
anladık ki, Eğirdir'e bir kaç gün evvel Van vilayetinin bir kazasından gelen yeni kaymakam
imiş. Biz 'Hangi kanun veya hangi talimat ve nizamnameye istinaden arabamızın önüne geçip
şehre gitmeyi men ediyorsunuz?' diye bu keyfî ve kanunsuz harekete mukavemet edeceğimiz
anda, Üstadımız Said Nursî bizi bundan men'etti. Hem de Said Nursî'ye sarsılmaz bir bağlılık
ve büyük bir hürmetleri olan şehirli ve köylü ahalinin, hususan pazar münasebetiyle bugün
kalabalık olması ile kanun hilafına hareket ettirilen bir kimsenin yüzünden çıkacak herhangi
bir hâdiseyi önlemek için geriye dönülmüştür.
"Şöyle kanaatimiz geldi ki: Üstadımız Said Nursî katiyen siyasete karışmadığı ve
insanlarla görüşmediği halde, Risale-i Nur'un Anadolu ve Şark vilayetlerinde ve hattâ âlem-i
İslâmda fevkalâde bir hüsn-ü kabul görmesi ve Ankara'da hükümetin müsaade ve teyidiyle
büyük mecmuaların resmen tab edilmesi ve bütün mahkemelerden beraat kazanması sebebiyle
Risale-i Nur'la alâkadar olan çok büyük bir kitle Demokrat lehinde olarak hareket
ettiklerinden ve bilhassa bu vaziyet Şark vilayetlerinde pek zahir müşahede edildiğinden Nur
Talebeleriyle hükümetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eksi parti
taraftarlarının plânıyla bu yeni kaymakamı, asayiş ve din aleyhinde olan böyle muameleye
vesile yapmışlar.

"Demokrat Nur Talebeleri adına: Rüştü Çakın, Mehmet Sözer, Mehmet Babacan,
Tahirî Mutlu, Ziver Gündüzalp.

"Düşüncelerinin hâlisane olduğunu ben de bilmekteyim:

"Demokrat Milletvekili Kemal Demiralay."¹

"Isparta'ya çok ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız Isparta'ya çok ehemmiyet veriyordu. 'Benim son hayatımı Isparta


havalisinde geçirmek büyük bir arzumdu. Isparta taşıyla, toprağıyla benim için mübarektir.
Hattâ yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete, kalben ne vakit hiddet
etmişsem, hiçbir zaman Isparta Hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin
hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan orada eski tahribatı tâmirata başlayan hakikî
vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar yani hürriyetperverler, Nur ve
Nurcuları takdir etmelerine çok minnetdarım,

_________________________

1. Emirdağ Lâhikası, 2: 184-185


Sh»: (S.Ş: 71)

onların muvaffakiyetlerine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı


kaldırıp tam bir hürriyet-i şer'iyeye vesile olacaklar' ² diyordu.

Uzun sabah dersleri

"1954'te Isparta'da Üstad Hazretleri Arabî Mesnevî-i Nuriye'den derse başladı.


Merhum Tahirî Ağabey, Merhum Zübeyir Ağabey ve Merhum Ceylân Ağabeylerle beraber
geldik. Mustafa Sungur Ağabey de arasıra gelir, birkaç gün kalırdı. Üstadımız ekseriyetle onu
bazı hizmetler için Ankara'ya gönderirdi. Üstadımız sabah namazından sonra derse
başlıyordu. Ders beş-altı saat devam ediyordu. Adeta on yedi yaşında bir genç gibi çok
hareketli idi. Bizler Arapçayı bilmiyorduk, ama Üstadımız yine derse muntazaman devam
ediyordu. Ceylân Ağabey çok güzel anlıyordu. Tam öğle ezanı okununcaya kadar ders devam
ederdi. Yorgunluktan uykumuz gelirdi. Üstadımızın başucundaki saate bakardık, Üstadımız
saati ters çevirirdi. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ve bütünü lâtifelerimizin derse
verilmesini temin ederdi. Zübeyir Ağabey vücuduna iğne batırarak dersleri takip ederdi.

"Üstad birgün, 'Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir
derstir. Bu dersi mele-i alânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir' dedi. Hakikaten
bizlerede acaip bir hal oldu.

"Yine birgün dersten sonra, 'Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş altı kişi
ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadoluda binler ders yapan cemaatlerin arasına mânen
giriyoruz, beraber ders yapıyoruz' demişti.

"Hiç Arapça bilmediğimiz halde, çok mükemmel anlamaya başlamıştık. Bu şekilde


Arabî Mesnevî-i Nuriye'yi iki defa bitirdik. Bundan sonra da İşârâtü'l-İ'caz'ın yüzüncü
sahifesine kadar Isparta'da; gerisini Çam Dağında Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabey, Ziya
Arun ve Sungur Ağabeylere okuttu.

"Üstadımız en cebbar firavunlara karşı bile izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip baş
eğmediği ve hattâ esareti vaktinde Rus'un baş kumandanına kıyam etmeyerek idamla alay
edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı halde, bu mübarek vatanda asayişe zarar
gelmemek için en küçük bir jandarmanın dahi hürmetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabır
ile karşılıyordu. Sebebi de; Kur'ân'ın bir kanun-u esasîsi olan (Velâ tezirü vâziretün vizre
uhra) sırrıyla, 'Bir

______________________

2. Emirdağ Lâhikası, 2:20

Sh»: (S.Ş: 72)

adamın cinayetiyle başkası mes'ul olamaz, kardeşi de olsa..' âyetinin hükmüne tabi
olmasıdır.

"Said Nursî Risale-i Nur'u okuyanlara, hususan bütün vilayat-ı Şarkiyedekilere Nur
dersleriyle demiştir ki, 'Dahilî asayişe ilişmek, yüzde on cani yüzünden doksan masuma
zulüm ve zarar etmektir. Onun için Risale-i Nur'u okuyanlara ilişmek değil, muhafaza
etsinler.' İşte bu sır için siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyordu.
Asayiş lehinde izzetini ve milletin âhireti için dünyasını ve hattâ lüzum olsa âhiretini feda
eden böyle bir İslâm kahramanı, muhterem bir ihtiyar misafirin hukukunu müdafaa
kadirşinaslığı herkesten evvel misafir bulunduğu Isparta vilayetinin hükümetine ve
Demokratına düşmektedir.

"Üstadımız diyordu : 'Üçüncü Said, maşaallah barekallah, Eski Said'de yanlış


bulamıyor. Maşaallah Eski Said'i tebrik ediyorum.'
"Üstadımızın bu sevinçlerini tarif edemem. Üstadımıza öyle bir hal oldu ki, hiç
duramıyordu. Öğleye kadar ders yapıyor, öğleden sonra da temiz hava almak için kırlara
çıkıyordu. Bir iki saat temiz hava alıp gelir, çalışmaya hemen başlardı.

"Anladığın kadarı yeter"

"Birgün yine Üstadımızın Arabî dersinde Hizbünnuriye'yi okuyorduk. Üstadımız


benden anlayıp-anlamadığımı sorduğunda, anlamadığımı söyleyince izah etti ve ben de çok
güzel anladım. Ve içimden, 'Artık ben oldum, Arapçayı güzel anlamaya başladım' dedim. O
anda kafam makine gibi çalışıyordu. Bir de Üstadın odasından çıktım, hiçbir şey kalmamıştı.

"Yine birgün dersten sonra Üstadımız yapılan dersi anlayıp-anlamadığımı sordu. Ben
anlamadığımı söyleyince, Üstadımız bana bir tokat aşketti. 'Keçeli, keçeli, sen mükemmel
anladın. Anladığın kadarı yeter sana. Eğer daha çok anlasan, 'Bu bana yeter artık,' dersin,
'Yetiştim' diye gidersin. Böyle istihdam olamayacaktın. Bir bahçeye girenler boyları
nisbetinde meyvelerden istifade ederler. Boyu uzun olan yüksek dallardan, kısa olanlar ise
aşağıdaki dallardan koparıp yerler. Bir kısmı da koparamaz, meyveleri çiğner. Sen koklasan
bu sana yeter. Kanaat et, şükret' diye bana ders vermişti.

"Her yerde dershane açın"

"Matbaalarda yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda hatt-ı Kur'ân'la


Isparta'da teksir devam ediyordu. Üstadımız Nur Talebelerinin her yerde dershaneler
açmalarını teşvik ediyordu. Is-

Sh»: (S.Ş: 73)

parta'nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı davet ediyorlardı.


Üstadımız da ya bizleri gönderiyor, yahut da kendisi gidiyordu. Dershane açanlar, 15-20
anahtar bizlere teslim etmişlerdi.
"Üstadımız Isparta'nın köylerinden gelen Nur dershanelerinin anahtarlarını bana
vermişti. Ben muhafaza ediyordum.

"Yeni bir alet çıkmış: Risale-i Nur hafızı"

"Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur,
ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk.
Üstadımız da dinliyordu. Üstadımız, ziyarete gelenlere, 'Yeni bir âlet çıkmış Risale-i Nur
hafızı, Risale-i Nur'u çok güzel okuyor' diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu.

"Bugün kaç sayfa okudunuz?"

"Üstadımız bazen diyordu: 'Bugün kaç sahife okudunuz?' Biz de üç veya beş
dediğimiz zaman, 'Ben iki yüz sahife okudum. Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum.
Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben manasını da anlayarak okuyorum.
Hem de bakın ne kadar tashih ettim' derdi. Risaleleri açarken sahifeleri hiç incitmeden, elini
ağzı ile ıslatmadan çok itina ile açardı.

"Elhamdülillah ben bugün bu kadar okudum, çok istifade ettim. Bugün imanım çok
inkişaf etti' derdi. Hayretler içinde bize gösteriyordu. 'Fesübhanallah bu eseri hiç görmemiş
gibi istifade ettim' derdi. 'Nasıl mübarek günlerde camilerde tecdid-i iman ederler; biz de
Risale-i Nur'u okumakla tecdid-i iman ediyoruz" derdi. 'Kardaşlarım, bakın ben bu kadar yer
okudum, hiç yanlış bulamadım. Risale-i Nur'un telifinde inayet-i İlâhiye ve hıfz-ı Rabbanî
bize yardım ettiler. Bizim bu ne hünerimiz, ne de kabiliyetimiz. Bu tamamen Cenab-ı Hakkın
ihsan ve kereminden, biz acizlere bir lütf-u ihsanıdır' derdi.

"Risale-i Nur'un telifinde tayy-ı zaman, tayy-ı mekân karışmış, az zaman içinde çok
işler yapmışız' derdi. 'Kardaşlarım, nasıl geldi ise öyle yazıyorum. Hiç değiştirmeye cesaret
edemiyorum. Hiç fikrimi de karıştırmıyorum' derdi.
"1954'te Ceylân Ağabey ile ikimiz iki ay Barla'da kaldık. Üstadımız Emirdağ'a
gitmişti. Ev sahibinin küçük oğlu askerden gelmişti. Polisler kandırdı, bize 'İlla çıkın' dedi.
Biz de Üstada haber gönder-

Sh»: (S.Ş: 74)

dik. Üstadımız da haber verdi. 'Sungur askere gitsin, Ceylan'la Bayramda Barla'ya
gitsin.' İki ay Barla'da kaldık.

"Çok süratli yazdırırdı"

"Üstadımız, Zübeyir Ağabey ile beraber iki ay Emirdağ'da kaldılar. Biz Ceylân
Ağabey ile beraber her gün öğle namazından sonra Sıddık Süleyman Ağabey, Hafız Tevfik
Ağabey, Abdullah Çavuş ve Hacı Bahri Ağabeylerden biri ile Risale-i Nurların telif olduğu
menzillere (Karadut, Karakavak, Büyükoluk, Küçükoluk gibi) giderdik. Risale-i Nur'un telif
olduğu yerleri gezerdik, mesrur olurduk.

"Bazen Hafız Tevfik Ağabeyler Risale-i Nur'un telif olduğu yerleri bize gösterirken,
'Bak size bir hatıra anlatayım' derdi. Bir defasında şunları anlatmıştı:

"Üstadımızla tenha kırlara giderdik. Münasib bir yere oturur, belirli bir noktaya
bakardı. Çok süratli söylerdi, ben de çok süratli yazardım. Eli ile 'Yaz kardaşım' der ve
devamlı bir noktaya bakardı. Arada bir, 'Dur, kesildi. Git sinekleri kovala' derdi. Ben de
hakikaten çok fazla sigara içerdim, başım şişerdi. Üstadımızdan ayrılır, bir taşın arkasına
oturur, sigaramı içer bitirirdim. Üstad, 'Gel kardaşım, gel' derdi. Tekrar yazmaya başlardık.
Öyle risaleler var ki; bazen bir saatte, bazen iki saatte yazmışız' Yeminle söylerdi ki: 'Aynı
risaleyi başka zaman iki günde yazmakla bitiremezdim.'

"Bunu mükerrer defa yeminle söyler, 'Biz o zaman ne hallerde, ne günlerdeymişiz?


Kime hizmet etmişiz bilmemişiz, kaçırdık o fırsatları' derdi. 'İşte kardaşım bu tayy-ı zaman,
tayy-ı mekân budur' derdi. 'Ah kardaşım, Üstadın bütün hayatı hep kerametle dolu. Bizler
anlatmakla bitiremeyiz' derdi.

Sıddık Süleyman

"Sıddık Süleyman Ağabey de Üstadımızı anlatmakla bitiremezdi. O da bizlere şunları


anlatmıştı: 'Birgün Üstadımıza içimden dedim, 'Biz yazıyoruz, biz okuyoruz, Üstad bu kadar
zahmeti niye çekiyor?' diye düşündüm. Böyle mülahaza ediyordum. Üstadım, birden,
'Kardaşım göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım' dedi. Bu neviden eski
ağabeylerin hepsinden bu mevzularda çok şeyler işittik.

"Münasebet geldiği için şunu da geçemiyorum. Birgün bulaşık yıkıyordum, Üstadımız


da balkonda (Barla'daki Hacı Enver'in balkonunda) okuyordu. Aramızda on beş metre kadar
mesafe vardı. İçimden dedim. Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad,

Sh»: (S.Ş: 75)

geldiği zaman burada duruyor. Halbuki Isparta daha güzel, herşey mükemmel ve
Isparta'da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol, diye içimden böyle
konuştum. Üstad beni çağırdı. 'Gel evlâdım Bayram' dedi. 'Evlâdım sen burayı kerih görme,
burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşaallah' dedi.

"Ne düşünüyorsun?"

"1959'da Antalya taraflarında Ağlasun dağlarına gitmiştik. Dağların en yüksek


noktasında bir kayanın üzerine çıktık. Hüsnü kardeşimizle, Zübeyir Ağabey, Üstada çay
yapmakla meşguldüler. Ben de Üstada şemsiye tutarak gölgelik yapıyordum. Üstad da Cevşen
okuyordu. Ben dalmışım. 'Acaba bizim sonumuz ne olacak, ileride ne yapacağız?' diye derin
düşünceler dalmıştım.
"Üstad benim düşünce ve halimi hissetmiş ki, 'Keçeli... Keçeli,' diye bana bir tokat
vurdu. 'Ne düşünüyorsun? Sen sonunu düşünme. Senin sonun çok iyi olacak inşaallah' diye
ikaz etti.

"Elhamdülillah Üstadımın sağlığında, hayatında ve vefatından sonra, hiçbir gün sıkıntı


çekmedik.

"Birgün Üstadımız, 'Moğol ve Mançurya'ya gittin mi?' diye sordu. Ben 'Oralara
gitmedim. Güney Kore'nin başşehri olan Seul, Pusan şehirlerine gittim' dedim. Şunu ilâve
ettim. 'Amerika bir silah bulmuş. 150 metre uzaklıktaki kara karıncayı vuruyor. Ruslar da onu
gören silahı bulmuşlar' dedim. Üstad, 'Ahmak, ben onları çoktan geçmişim' dedi. Sonra
'Allah-u âlem Ahirzamanda Ye'cücü ve Me'cüc Moğol ve Mançurya'dan çıkacak' dedi.

"Vasiyetini yazdırıyordu: Kabrim gizli olsun"

"Hususan Üstadımızın kabrinin gizli olma meselesinde o kadar bâriz kerametini


gördük ki; hakikaten harfiyyen, aynı aynına çıkmıştır. Üstadımız sık sık vasiyetini
yazdırıyordu.

"Birincisin, Ceylân ve Zübeyir Ağabeylerle beraberdik, Yalvaç yolu üzerinde bir dere
kenarında söğüt ağacının altında yazdırdı: 'Evlâtlarım, ben bu vasiyetimi bir ihtara binaen
yazdırıyorum. Ben size vasiyet ediyorum ve bunu da kaleme alın, nasıl Gavs-ı Azam, Cenab-ı
Allah'tan biraz ömür istemiş, Cenab-ı Hak hizmet için ömrünü uzatmış. Ben de Cenab-ı
Allah'tan ömür istiyorum. Risale-i Nur külliyatının baskısı matbaalarda bitinceye kadar. Ta ki
ehl-i dünyanın nazarı bende olsun, matbaalarda ve Risale-i Nur'larda olmasın.' Hakikaten
Üstadımız hergün Barla'ya veyahut başka bir

Sh»: (S.Ş: 76)

semte gider, orada Nurları okur, veya tashih eder, evradıyla meşgul olurdu. Hem
Isparta hükümeti, hem Ankara hükümeti Üstadla meşgul olurlardı. Polisler telsizle,
'Bediüzzaman namaz kıldı, şurada burada' diye Ankara'ya malumat verirlerdi. Üstadımız
onları uyuturdu. Üstad onları meşgul ederken hem Ankara, hem İstanbul, hem Samsun, hem
Antalya'da Risale-i Nur'lar basılıyordu. Üstadımız, matbaalarda Sözler basılırken, 'Ya Rab!
Bunu görsem gideceğim' dedi. Ondan sonra Mektubat basılmaya başladı, 'Bunu görsem
gideceğim' dedi. Lem'alar basılmaya başladı aynı şekilde 'Bunu görsem gideceğim' dedi. En
sonunda Şuâlar'ı ve Sikke-i tasdik-i Gaybî mecmuasını gördü. 'Ya Rab! Artık ben gideceğim,
benim vazifem bitti' diye sık sık söylerdi. 'Allah'tan ömür istedim ve hadsiz şükür olsun,
bunları da gördüm. Yalnız benim kabrim gizli olsun. İki-üç talebemden başkası bilmesin.
Nasıl ömrümde mukabilsiz hediyeler bana dokunuyordu. İsabet-i nazar verecek haller var,
Risale-i Nur'un mesleğindeki azamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan,
şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk
lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma fatiha okusunlar. Mânevî dua ile ziyaret etsinler. Fatiha
uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki azamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için
buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda
bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında bulunup bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete
gelenlere bildirsinler.'

"İkincisini Emirdağ'da yazdırmıştı.

"Üçüncüsü olarak da; yine vefatından üç-dört yıl önce Isparta'da bir hastalık içinde,
yanında bulunan talebelerine gayet ciddî olarak aynen şunları söyledi:

"Benib kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başak hiç kimse bilmemek
lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat,
elbette vefatımdan sonra da hakikat bu surette beni mecbur ediyor.'

"Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabey sordular:

"Kabri ziyarete gelenler, fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen
kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?' Üstad da cevaben şöyle dedi:

"Bu dehşetli zamanda, eski zamanlardaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla
heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, bu zamanda
enaniyet ve benliğin verdiği gafletle heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları tama-

Sh»: (S.Ş: 77)


men kendilerine çevirmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal
edinmiş olmaları ile eski zamada lillah için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate
muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret
ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlası kırmamak için o ihlasın sırriyle, kabrimi
bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, her kim olursa olsun okudukları
fatihalar o ruha gider.

"Dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, vefatımdan sonra da bu surette, beni
sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur edecek.'

"Bu meseleyi Ceylân Ağabeyle biz kaleme almıştık. Üstadımız, 'Hz.Ali'nin kabri nasıl
gizli ise, benim de kabrim öyle gizli olsun' demişti.

"Üstadımız bu hususta bizlere şu dersi de vermişti:

"Saniyen: Belki beni uzak bir yere gönderirler. Veyahut bu defaki zehir beni kabre
sevk edecek. Ben de herbirinizi yerimde birer Said ve Nura birer bekçi ve muhafız olarak
varis bırakıyorum. Bir bekçiye bedel binler muhafız olursunuz. Hem sizler dahi benim
yerimde herbir mecmua-i Nuriyeyi bir manevî Said görüp, benim bedelime ondan ders almaya
çalışınız. Sarsılmayınız, fani zahmetlerin ehemmiyeti yoktur. Bizim sohbetimize hiçbir şey
mâni olmaz. Hatta bezrahtaki merhumlar ve yirmi sene sureten görmediğim Nur kardeşlerimi
herzaman görür gibi bir nevi beraberlik hissediyorum.

"Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi Risaleyi
açsa, benimle değil, hadim-i Kur'ân olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imânîyeden zevkle
ders alabilir.

"Evet, Risale-i Nur'la görüşen benim adi şahsımla değil, Kur'ân hadimi ve Nur
tercumanıyla görüşüyor. Çünkü Nurlardaki ilim başka kitaplar gibi bir ilmî ders dinlemek
değil, belki müellifinin mânevî ameliyat ve tedavileri içinde ve bütün lâtife ve duygularıyla
çırpındığı ve çalıştığı ve kısmen aynelyakîn kazandığı aklî ve halî ve kalbî hissettiği ve zevk
ettiği hakikatları onun ders aldığı yerden ders almak ve manevî muhavere ve sual ve cevabı
müstefîdane dinlemektedir. Bu ise fena ve fânî şahsımla sohbetten çok ziyade faydası var.
Hem meşrebimizde surî ve muvakkat sohbet esas değil, manevî ve daimî sohbet yeter.

"Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da
vesile olmadığımdan kendi elbiselmi ve lüzumlu eşyamı satıp, o para ile kendi kitaplarımı
yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Ta Risale-i Nur'un ihlasına dünya menfaatleri

Sh»: (S.Ş: 78)

girmesin, bir zarar vermesin. Ve başka kardeşler de ibret alıp hiç birşeye alet
edilmesin.

"Rabian: Nurun hakikî şakirtlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli. Başka şereflere
veya maddî manevî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem münakaşa, münazaa, mesail-i
diniyede damara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lazımdır ki, Nur aleyhinde
garazkârlar çıkmasın.'

"Üstadımız 1960'ta 'Bu sene teravihi beraber kılacağız' dedi. Bizler çok sevindik.
Ceylân Ağabeyle konuşmuştuk. 'Bu sene Ramazan'ı Isparta camilerinde sırayla gidip kılalım.'
Mübarek Tahiri Ağabey teravihi bir buçuk iki saatte kıldırıyordu. İflahımız kesiliyordu.
Üstadımızdan böyle müjde gelince çok sevindik. O sırada Ceylan Ağabeyin babası kamyon
almış. Ceylân Ağabeyi istiyordu. O da Emirdağ'a gitmişti. Ramazan geldi, namaza başladık.
Üstadımız yatsı namazının farzını kıldırıyordu. Tahiri Ağabey de teravihi kıldırıyordu. Bizim
yattığımız odanın karşısındaki odayı mescit olarak kullanıyorduk. Odada Üstadımız, Tahiri
Ağabey, Zübeyir Ağebey, Sungur Ağabey, Hüsnü kardeşle beş-altı kişi oluyorduk.
Ramazan'ın tam on beşiydi. Üstadımız çok rahatsız oldu. Zübeyir Ağabey Tahiri Ağabeye,
'Ağabey, yarıda keselim, sonra tamamlarız' sözüne Üstadımız, 'Yok tamam kılacağız' dedi. Ve
tamam kıldık. Üstad çok ağırlaştı. Yatağına götürüp yatırdık. Sungur Ağabeyle Cevşen
okumaya başladık. Zübeyir Ağabeyin yatağının bir tarafında ben, bir tarafında Sungur Ağabey
oturduk. Benimle Sungur Ağabeyin kulağımızdan tuttu, 'Evlatlarım, evlatlarım, katiyyen
müteesir olmayın. Risale-i Nur dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima
galiptir. Katiyyen merak etmeyin. Ben kemal-i ferahla gideceğim' dedi. Koltuğuna girerek
yatağına götürdük. Ramazan'ın on beşinden sonra hiçbirimiz yatmazdık. Üstadımız dahil
ağabeyler hep ayaktaydık. Sabah oldu, Üstad bizleri çağırdı, 'Emirdağ'a gideceğiz' dedi. Bana
da 'Hazırlan, seni annenin yanına götüreceğim' dedi. Ben de Emirdağ'a gidince muhakkak
köye uğrarız, köylüler Üstadımızın elini öpeceğiz diye rahatsız ediyorlardı. 'Sungur Ağabey
gitsin' dedim. O Ankara'ya gidecekti. Tarihçe-i Hayat'ın mahkemesi vardı. Üstadımız, 'Doğru,
Sungur'u götürelim' dedi. Beraber gittiler. Ben bilemedim. Oysa Üstadımız annemle
vedalaşacakmış. Nitekim Emirdağ'da ağabeylerle vedalaştı, geldi. Bu Üstadın son gidişiydi.

Sh»: (S.Ş: 79)

"Hoca Efendi nereye gitti?"

"Üstad Emirdağ'a son olarak 17 Mart 1960'ta gitti. İki gün orada kaldı.

"Üstadımız, Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeşimiz ve Sungur Ağabeylerle birlikte sabah


saat sekizde Emirdağ'a hareket ettiler. Evimizin önünde polis bekliyordu. Tahirî Ağabeyle ben
Isparta'da kalmıştık, bir saat sonra polisler geldi. Zili çaldılar, aşağı indik. 'Hoca Efendi ne
tarafa gitti' dediler. Biz de, 'Bilmiyoruz, gideceği yeri söylemez. Emirdağ'a mı, Barla'ya mı?
Bilmiyoruz' dedik. Hemen gittiler, muhtelif yerlere telefon ederek Üstadı aramışlar.

"Hazret-i Üstad, 19 Mart 1960 Cumartesi günü, ikindi namazından sonra geldi.
İkindiden evvel de bir polis gelmişti. 'Hoca Emirdağ'dan hareket etmiş' dedi. 'Gelmedi' dedik.
Hakikaten bir saat sonra geldi. Eve gelmeden korna çalardı. Üstadın arabasının kornasını
bilirdik. Korna çaldı. Tahirî Ağabey ile beraber hemen aşağıya indik. Kapıyı açtık, araba içeri
girdi.

"Urfa'ya gideceğiz"

"Üstadımız arabanın arka koltuğunda yatıyordu, zorla kucağımıza aldık, arabadan


çıkardık. Merdivenden çıkarken sırtımıza almak istedik, binmedi. Kollarına girdik. Tahirî
Ağabey ile beraber yatağına yatırdık. Çok şiddetli ateşi vardı, yanından hiç ayrılmadık.
Namazları da nöbetle kılıyorduk.
"Üstadımızın hizmetinde o anda Tahirî Ağabey, Zübeyir Ağabey ve Hüsnü
kardeşimizle dördümüz bulunuyorduk. 19 Mart 1960 gecesi saat iki veya iki buçuktu. Zübeyir
Ağabey ile beraber Üstadın başında nöbet tutuyorduk. Zübeyir Ağabey kollarını ovuyor, ben
de ayaklarını ovuyordum. Üstadımız bana baktı. 'Gideceğiz' dedi. 'Üstadım, nereye
gideceğiz?' dediğimde, 'Urfa.. Diyarbakır...' dedi.

"Tekrar, 'Gideceğiz' dedi. 'Nereye Üstadım?' dediğimde, 'Urfa'ya gideceğiz diye


söylenince, Zübeyir Ağabey, 'Çok ateşli de ondan öyle diyor' dedi. Burada şunları da yazmak
isterim:

"Bizler çok gafletteyiz. 1951'de Üstadımız bütün hususî kitaplarını Urfa'ya


göndermişti. Mevlânâ Halit Hazretlerinden kendisine kalan cübbeyi de göndermişti.
Köyümüzden Emirdağ'a Üstadı ziyarete gitmiştim. O sırada Eskişehir'den Astsubay Ahmet
Özyazar ve Urfa'dan Vahdettin Gayberi, daha başkaları astsubaylar da vardı. Üstadımız, 'Tam
tam, siz Eskişehir'de meşveret edin. Eğer münasip görürseniz, Bayram, benim Albay Reşat
Beyde muhafaza olan hususî kitaplarımı, hem Mevlânâ Halit'ten kalan cübbeyi götürsün'

Sh»: (S.Ş: 80)

demişti. 'Hem Bayram Urfa'da kalsın' demişti. Eskişehir'de meşveret ettiler. 'Trenle
gönderelim. Bayram Eskişehir'de kalsın' dendi ve askere gidinceye kadar Eskişehri'de kaldık.
Bazen Urfalılardın Üstadı ziyarete gelenlere, 'Ahir ömrümde Urfa'ya gideceğim. Ben Urfa'ya
dua ediyorum. Urfa'nın taşı da, toprağı da mübarektir' derdi. Urfa'dan da kardeşler sık sık
mektup yazıyorlardı. Üstadımızı Urfa'ya davet ediyorlardı. Üstad da, 'Geleceğim' derdi.
Abdullah Ağabeyle Hüsnü Kardeşimiz o zamanlar, yani 1951-1957 arası Urfa dershanesinde
kaldılar. Devamlı Üstadımızla muhabere ederlerdi.

"Bizlerin hiç hatırına gelmezdi ki; Üstadımız artık Urfa'ya gidecekler. Bizler
Üstadımızın öleceğine hiç ihtimal vermiyorduk. Çünkü Üstadımızı çok seviyorduk.
Annemizden, babamızdan görmediğimiz şefkat ve merhameti, terbiye ve nezaketi, ilmi, irfanı,
şecaati, cesareti, ihlası, uhuvveti, kahramanlığı, tevazu ve mahviyeti hep onda görüyorduk.
Acîb bir mahviyet. Üç dört sene evvelinden vasiyet etmeye başladı:

"Kardeşlerim, evlâtlarım, artık ben gideceğim. Cenab-ı Allah'tan biraz ömür


istedim. Tâ ki, bu günleri göreyim, Risale-i Nurlar matbaalarda basılsın, ehl-i dünyanın nazarı
bende, benimle meşgul olsun ki, Risale-i Nur Külliyatı matbaalarda tamamlansın.'

"Hakikaten mühim mecmualar tamamlanmıştı.

"Arabayı hazırlıyoruz"

"Saat iki buçuk civarında, sık sık tekrarlamaya başladı, 'Sabah olsun hemen
Urfa'ya gideceğiz' diyordu. Diyarbakır, bir sefer ağzından çıktı. Daima Urfa diyordu. Tahirî
Ağabeyle Hüsnü kardeşimiz nöbete geldi. Biz Zübeyir Ağabeyle sahur yemeği yemeye gittik.
Üstadımız yine, 'Urfa'ya gideceğiz hazırlanın' diyor, Hüsnü kardeşimize. Hüsnü de 'Lastikler
arızalı' diyor. Üstad, 'Urfa'ya gideceğiz, başka araba da olabilir ve iki yüz elli lira olsa veririz.
Hattâ cübbemi bile satabilirim' diyordu. Hüsnü geldi, hemen arabayı hazırlamaya başladık.
Hakikaten lastikler patlaktı. O zaman yeni lastik bulmak zordu. O sırada Üstadımız, Tahirî
Ağabeyi, 'Git, sen de yardım et' diye bir kaç sefer gönderdi. 'Kardeşim, ben de yardım
edeyim, Üstad acele ediyor, çabuk olun' dedi.

"Arabayı hazırladık. Üstadımız da hazırlandı, Zübeyir Ağabey de akşamdan


beri, 'Keşke Bayram da beraber gitse, bize çok yardım eder, yalnız başımıza çok zor oluyor'
diyordu.

"Çünkü Üstadımız Ankara veya İstanbul'a giderken kimseyi götürmüyordu.


Yalnız Zübeyir Ağabey ile Hüsnü kardeşimiz gidiyor-

Sh»: (S.Ş: 81)


lardı. Zübeyir Ağabey de, 'Nazar-ı dikkati fazla celbetmesin diye, Üstadımız yanında
fazla kimseyi götürmüyor' demişti. Üstadım da hazırlandı, kapıdan çıkacağı zaman, 'Efendim
Bayram da gidecek mi?' diye Zübeyir Ağabey Tahirî Ağabeye sordurdu. Üstadımız da,
'Gidecek' dedi. Zaten ben de hazırlanmıştım. Üstadımızı arabanın arkasına yatak koyarak
yatırdık. Zübeyir Ağabeyle biz şoför mahaline oturduk.

"20 Mart 1960 saat tam dokuzdu. Üstadımızın evinin önünde caddede iki polis
bekliyordu. İnönü, Menderes'e hücum etmişti. O zaman hükümet bildirisi olarak radyoda 'Said
Nursî'nin Emirdağ ve Isparta'da oturması tavsiye olunur' diye okumuşlardı. Polisler, ekseri
Ankara veya İstanbul'a gider diye çok korkuyorlardı. Onun için bilhassa o günlerde çift polis
bekliyordu. Araba hareket etmeden, ev sahibi Fitnat Hanım, arabanın yanına geldi.

"Allah'a ısmarladık"

"Üstadımız, 'Hemşirem Allah'a ısmarladık, bana dua edin, çok rahatsızım'


demişti.

"Üstad çok hüzünlü ayrıldı. Fitnat Hanımın da gözleri yaşarmıştı. Biz


ayrıldıktan sonra, Fitnat Hanım Tahirî Ağabeye, 'Bu sefer Üstaddan ben şüphelendim. Vallahi
yerini aramaya gidiyor' demiş. Biz Tahirî Ağabey ile anlamıştık, 'Biz ayrıldığımızda polislere
kapıyı açma, hemen yat' demiştik. Çünkü, Tahirî Ağabeyi 'Hoca nereye gitti?' diye suale
çekecekler, bizim ne tarafa gittiğimizi öğreneceklerdi.

"Tahiri Ağabey da hiç kapıyı açmıyor, polisler ev sahibesine geliyorlar. 'Teyze,


Hoca Efendi ne zaman gitti, nereye gitti, biliyormusunuz?' dedikleri zaman, Fitnat Hanım
polislere, 'Ben bekçi miyim, ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya. Siz bilmiyorsunuz da ben mi
bileyim?' diyor.
"Biz garajdan çıktığımızda yağmur yağıyordu, en çok Konya Valisinden
korkuyorduk. Çünkü o zamanlar gazetelerin baş manşetlerinde, 'Nurcuların kökünü
kazıyacağım' diye her gün aleyhte sözleri çıkıyordu. Eğirdir'e vardığımızda yağmur çok
şiddetlendi. Polis karakolunun önünden geçerken, polisler, yağmurun şiddetinden içeri
girmişlerdi, bizi görmediler.

"Şarkikaraağaç'a varmadan arabanan plakasına çamur attık. Orada da kimse


görmedi. Şarkikaraağaç'ı geçtikten sonra Üstad iyileşti. Arabadan çıktı, abdest tazeledi, geldi.
Şarkikaraağaç'ı bir kaç kilometre geçtikten sonra yolun sonunda bir çeşme vardı. Bir taşın
üzerinde namaz kıldı. Konya'ya varmadan evradları bitirdi, epeyce

Sh»: (S.Ş: 82)

düzeldi. Meram bağlarına yaklaştığımızda Üstad yine hastalandı. Hiç konuşamıyordu.


Konya'ya girişimizde bir bakkaldan zeytin ve peynir aldık. Akşam iftarda yemek için
kullanacaktık. Parasını da Üstadımız verdi. 'Evlâtlarım ben çok hastayım, benim yerime siz
yiyin' dedi. Konya Valisinin şerrinden korkuyorduk, 'Buradan bizi geri gönderir' diye endişe
ediyorduk. Onun şerrinden kurtulmak için daima Ayetü'l-Kürsî'yi okuyordum. Ben Isparta'dan
çıkışımızdan itibaren devamlı okuyordum. Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş de aynı şekilde
okuyorlarmış, sonradan öğrendim. Konya'dan bizi kimse görmeden inayet-ı Hakla, Mevlânâ
Camii yanından, Adana yolu üzerinden hareket ettik. Karapınar'dan geçtik. Ereğli'ye
varmadan, Üstadımız öne doğru uzandı ve Zübeyir Ağabeyle benim kulağımdan tuttu.

"Merak etmeyiniz"

"Evlatlarım siz hiç merak etmeyin. Risale-i Nur, dinsizlerin, masonların belini
kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Siz hiç merak etmeyin' Bunları mükerrer söyledi. Bazı
şeyler daha söyledi. Üstadımızın sözü çok zor anlaşılıyordu.
"Bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni
anlayamadılar, bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler' dedi. O zamanlar İstanbul'daki
talebeler yürüyüş yapmak istiyorlar, vali de, 'Peki, karşı tarafa da müsaade etsem razı
mısınız?' diyor. Solcu talebeler ise, 'Biz razı değiliz. Bize de müsaade etme, onlara da'
diyorlar. Bunları Üstadımız duymuştu çok üzülmüştü. 'Ben buradan gitsem bunlar tokat
yiyecek, karışacak' demişti. Hakikaten karıştı.

"Ereğli'ye varmadan ikindi namazını kıldık. Burada Üstadımız namazı arabada


kıldı. Akşam namazından Ulukışla'ya vardık. Üstad 'Acaba biraz yemek yiyebilir miyiz?'
dedi. Zübeyir Ağabeyle lokantadan pirinç pilavı aldık, pilavdan Üstada yemek yapacaktık.
Arabanın arkasında gaz ocağı vardı, fakat ayağı kırıktı ve kış olduğu için çok soğuktu.
Pozantı'yı geçerken tren yolu bekçisi sobayı yakmış ısınyordu. Ben memura rica ettim,
'Hastamız var, ocağımızın ayağı kırıldı, parasını verelim, azıcık yemek ısıtacağız' dedim.
Memur razı oldu, 'Buyurun ısıtın' dedi. Zübeyir Ağabeyle Üstad arabada kaldı. Hüsnü
kardeşle ben yemeğin suyunu süzdük, çok az tereyağımız vardı çaykaşığı ile kattık, bir
yumurta ve biraz da yoğurt kattık. Üstadımız bir kaşık aldı, yiyemedi. Boğazından geçmedi.
Gece Adana'dan geçtik, yatsıdan sonra Ceyhan'a vardık. O zaman yol Ceyhan'ın içinden
geçiyordu. Ceyhan'ın kıyısında yatsı namazını kıldık,

Sh»: (S.Ş: 83)

Hüsnü de bir saat uyudu, devamlı arabayı kullanıyordu. Sahurda Osmaniye'ye vardık,
girişte benzin aldık. Ve sahur yemeği yedik. Üstadımız ise hiçbir şey yiyemiyordu. Sabah
namazını da Alman Pınarının başında, biz dışarıda, Üstadımız yine arabanın içinde kıldık. O
zamana kadar o dağa Gâvur Dağı derlerdi. Sonra da o dağa Nur Dağı ismini koydular.

"Urfa'ya varıyoruz"

"Sabahleyin 7:30 sıralarında Gaziantep'e vardık. Ben lokantadan çorba aldım


ve yolu sordum. Antep'te hiç eğlenmedik. Nizip yolundan giderken, kar yağdığından dolayı
yollar çok bozuk ve çamurdu. Arabaların bir çoğu yollara saplanmış kalmıştı. Bizim ise ne
lastiğimiz patladı, ne de arabamız bozuldu. Adeta rüzgâr gibi gidiyorduk. Zübeyir Ağabey ve
Hüsnü kardeşimiz Urfa'da çok kaldıkları için Urfa yollarını çok iyi biliyorlardı. Urfa'ya
girdiğimizde saat tam on biri gösteriyordu.

"Doğru Kadıoğlu Camiine gittik. Çünkü Abdullah Yeğin Ağabey oradaydı.


Camiye yakın bir yere vardık. Zübeyir Ağabey camiye Abdullah Ağabeyi çağırmaya koştu.
Üstad, 'Çabuk gidelim benim beklemeye vaktim yok' dedi. Abdullah Ağabey, Zübeyir
Ağabeyle koşarak geldiler. Abdullah Ağabeye sorduk, 'Hangi otel temiz ise, bizi oraya götür.'
Bu arada yanımızda başkaları da vardı. İpek Palas'a gittik. Üstadı indirirken çok kalabalık bir
cemaat geldi, daha çokları Üstadı bilemiyordu. Otelin üçüncü katına çıkardık. Üstadımızı
kollarımızın arasından kendini yere atıverdi. Biz Üstadımızın koltuklarına girerek yatacağı
odaya götürerek yatırdık. Köşede, 27 numaralı oda idi.

"Ramazan-ı mübarek olduğundan, Urfalılar hatim okumakla meşgul idiler.


Halk Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca, İpek Palas'a doğru akın etmeye başladılar. Çokları,
'Neden bize haber vermediniz? Eğer evvelden haber verseydiniz, biz Antep'e kadar gelir,
Üstadımızı karşılardık' dediler. Büyük ziyaret başlamış oldu. Zübeyir Ağabey ziyaretçileri
kapıdan sırayla gönderiyordu. Ben de Üstadın ellerini tutuyordum, Üstadın ellerini
öpüyorlardı. Üstad da onların başından öpüyor, bırakmak istemiyordu. Ben, 'Sen git de
başkası gelsin' dediğimde, 'Bak Üstad bırakmak istemiyor' diyorlardı. Bizler de hayret
ediyorduk. Çünkü bu bizim hiç görmediğimiz bir hâdise idi.

"Isparta'da olsun, Emirdağ'da olsun, hasta olduğu zaman kimseyi yanına


almazdı. Hattâ Isparta'da iken Üstadın hastalığı anın-

Sh»: (S.Ş: 84)


da, 'Üstadım, filanca ağabeylerimize söyleyelim mi?' dediğimizde Üstad, 'Hayır sizden
başka kimse gelmesin' derdi.

"Urfa'da ise hiç kimseye itiraz etmedi. Bütün Urfalıları kucaklıyordu. Biz
bilemedik. Mübarek Üstadımızı bütün Urfalılar ziyaret ettiler. Halk, esnaf, subay, asker; hep
ziyaret ettiler. Mübarek Üstad hiç itiraz etmedi. Hem tahammül etti, hem de yatmadı. Bizler
de yatmadık. Hüsnü kardeş, 'Ben arabayı götüreyim, bir yere koyayım' dedi. Ben de Üstadın
yanında idim.

"Nöbetle Zübeyir Ağabey ve ben Üstadı yalnız bırakmıyorduk. Ben nöbeti


Zübeyir Ağabeye teslim ettim. Birden iki sivil polis memuru geldi. Bana, 'Şoför nerede,
hazırlanın gideceksiniz' dedi. Ben de, 'Üstadımız hasta' diye konuşurken on-on bir resmî ve
sivil polis daha geldiler, 'Hazırlanın hemen, Isparta'ya gideceksiniz' dediler. Ben de,
'Üstadımıza söyleyeyim' dedim. Üstadın yanına girdim, vaziyeti anlattım.

"Üstad, onları da çağırdı, onlar da Üstadın yanına girerek İçişleri Bakanı'nın


emri olduğunu, Isparta'ya dönülmesi lâzım geldiğini söylediler.

"Ben buraya ölmeye geldim"

"Üstad, 'Acayip ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim. Siz benim
halimi görüyorsunuz, siz beni müdafaa edin' dedi.

"Polisler, 'Biz emir kuluyuz, biz ne yapalım,' dediler. Ve Hüsnü kardeşi araba
ile beraber otelin önüne getirdiler, halk müthiş kalabalıklar halinde toplandı. O anda otel
müsteciri Mahmud Efendi, komiseri merdivenden aşağıya itti. 'Benim misafirimi nasıl zorla
göndermek istersin?' diye bağırdı. Halk müthiş bir heyecan içinde idi. Biz de, 'Üstadı zorla
ısparta'ya gönderiyorlar' diye halka söyleyince halk daha fazla heyecana geldi. 'Nasıl olur da
böyle kıymetli bir misafirimizi, ölüm döşeğinden zorla kaldırıp gönderirler?' diye bağrışmaya
başladılar. Vaziyet çok gerginleşti. Polisler artık yukarı çıkıp otele giremez oldular. O zaman,
'Aman şoför nerede, arabayı buradan götürsün' diye rica ettiler. Araba otelin önünden ayrıldı.
Araba gittikten sonra millet biraz teskin oldu. Halk da yine Üstadı ziyarete devam ediyorlardı.
Esnaf, memur, âmir, bütün particiler, askerler hep geliyorlardı. 'Üstadı göreceğiz, Üstadı
ziyaret edeceğiz' diye...

"O arada bir doktor geldi, Üstadı muayene etmek için emniyetten bizzat
gönderilmişti. Doktor muayene etmeden tekrar doktoru geri çevirdiler. Çünkü doktor
muayene etse, mümkün değil ki sağ-

Sh»: (S.Ş:85 )

lam raporu versin. Hasta raporu almaması için muayene ettirmeden geri çevirdiler.

"Tekrar komiser rica etti, kendisi bizzat Üstad ile görüşmek istedi. Hattâ
komiser şöyle demişti:

"Yaman Üstadınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten katî emir var,
hemen Urfa'dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere, kendi arabanız ile gidemezseniz, sizi
ambulansla göndereceğiz.'

"Efendim hastalığı şiddetlidir, tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması


imkânsız. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz, zaten bitkin bir haldedir' dedik.

"O da, 'Buraya nasıl kalkıp geldi ise, öyle de gidecek. Bizzat Vekil Beyden
gelen emir katîdir. Hemen Urfa'dan çıkacaksınız.'

"Biz hiç müdahele edemeyiz, siz gelin, bizzat söyleyip, durumu arzedin, bize
gidelim derse biz de gideriz. Biz kendisine hiçbir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz ona
tebliğ edemeyiz.'

Emniyet Müdürü ve memurlar hiddetlenip, bağırıp çağırıyorlardı. 'Ne demek o


öyle, siz ona en küçük birşey de mi söylemezsiniz?'

"Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen yerine getiririz.'

"Ben de âmirlerime bağlıyım. İki saat içinde burayı terkedip, Isparta'ya


döneceksiniz' diyorlardı.
"Bediüzzaman'ın kılana halel gelmeyecek"

"Bu esnada Bediüzzaman'ın Urfa'dan çıkarılacağı haberi bütün havalide süratle


yayılıyordu. Durumu haber alan DP İl Başkanı Mehmed Hatiboğlu koşarak Emniyete gelip
Emniyet Müdürüne sertçe çıkışıyordu. 'Ne oluyor, eğer Bediüzzaman Hazretlerini buradan
çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım
dahi attıramazsınız. Bu bizim misafirimizdir.'

"Efendim, üstten, vekâletten emir var. Derhal geldiği gibi dönecek' diyorlardı.

"Nasıl döner yahu, adamcağız şiddetli hasta, kıpırdayacak halde değil, çok
muhterem bir zattır, misafir olarak buraya gelmiş. Tanrı misafiridir. Bu kadar tazyike lüzum
yok.'

"Efendim, Ankara'dan gelen emir çok şiddetlidir ve katîdir, derhal dönmesi


lâzım' denince, hiddetlenen Hatiboğlu tabancasını masaya dayadı.

Sh»: (S.Ş: 86)

"Bediüzzaman'ın Urfa'dan götürüleceğini haber alan beş-altı bin kişi otelin


önünde toplanmışlardı. Bu durum karşısında hastaneye koştuk. Baştabibe bir dilekçe ile
müracaat ederek, yola devam edemeyecek olduğunu arz ile muayenesini istedik. Mehmed
Hatiboğlu hükümet doktorunu getirdi. Bediüzzaman'ı muayene eden doktor, 'Siz ne cesaretle
buraya geldiniz, kırk derece ateşi var. Bu durumda hiç bir yere gidemez. Yarın dokuzda gelin,
bu zata heyet raporu verelim. Bu hali ile bir yere gidemez' diye teminat verdi.

"Meğer Üstad vefat etmiş"


"Akşam namazından sonra ben bir türlü ayakta duramadım. Durumu Zübeyir
Ağabeye anlattım. 'Kardeşim, git yat' dedi ve ben de yattım. İki saat filan uyumuşum ki
Zübeyir Ağabey geldi. 'Kardeşim tahammül kalmadı, bir haftadır uyumadım.' Ben de, 'Gel
Zübeyir Ağabey, hemen nöbeti değişelim' dedim. Yatsı namazını kıldım. Zübeyir Ağabey
yattı. Hüsnü kardeşimizle beraberdik. Hüsnü, 'Düşeceğim, ayakların da uykusuzluktan
sancıyor' dedi. Hüsnü'ye 'Ben iyiyim, sen de git' dedim. Hüsnü de Zübeyir ve Abdullah
Ağabeyin kaldığı odaya gitti.

"Ben, Üstadın yanında idim, kapı arkadan kilitliydi. Gündüzden Üstad çok
hararetli olduğu için, buz istemişti. Biz aramış bulamamıştık. Gece arkadaşlar bir yerden buz
bulup getirmişlerdi. 'Buz bulduk Üstadım' dedim, istemedi. 'Üstadım çay yapayım' dedim.
Üstad 'İstemez' diye işaret etti. Üstadın mübarek dudakları kuruyordu. Ben ıslak mendille
siliyordum, bu hiç görülmemiş bir hararetti. Saat iki buçuk sıralarında idi. Ben Üstadın üzerini
örtüyordum. Üstad atıyordu. Bir müddet böyle devam etti. Üstad ışıktan rahatsız olmasın diye
lâmbaya mendil sararak ışığı azaltmıştım. Bir ara birden Üstad boynumu tuttu, ben üstadın
kollarını ovuyordum. O anda Üstad ellerini göğsüne koydu uyudu. Ben de Üstad uyudu diye
sobayı yaktım. Üstadın ayak ucuna geçip uyanacak diye bekliyordum. Ağabeyler de gelecek
de sahur yemeği yiyeceğiz diyordum.

"İnna lillah..."

"Ah bilmiyordum ki, Üstadım ebedî âleme göçmüş. Bu fani dünyaya gözünü
yummuş. Başımdan hiç geçmemişti ki, nasıl bileyim, Üstadımın vefatını anlamayarak uyudu
zannediyordum. Sahur da geçti. Abdullah ve Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş geldiler.
'Bayram, uyuyakalmışız' dediler. Ben de 'Siz gelin, Üstad uyudu, üşütmeyin, ben sabah
namazını kılayım' diye onların yattığı odaya geçip

Sh»: (S.Ş: 87)

namaz kıldım. Cüz'üm vardı, onu okuyup biraz yatayım derken, birden içeriden
ağabeyler, 'Yahu Bayram, Üstad Hazretlerinden ses gelmiyor' dediler. Ben, 'Üstad uyudu, onu
üşütmeyin' dedim. Tekrar geldiler. 'Bayram, Üstaddan ses gelmiyor' deyince ben de beraber
Üstadın odasına vardım. Zübeyir Ağabey baş ucunda, dördümüz Üstada bakıyoruz. Üstaddan
hiç ses gelmiyor. Fakat vücudu sıcacık. Bizi müthiş bir telaş aldı. Zübeyir Ağabey 'Üstada
böyle haller olur, geçer' diyordu ama, ben fena üzülüyordum. Hiçbirimizin başanıdan böyle
bir hâdise geçmemişti. Zübeyir Ağabey, 'Urfa'da Elazığlı Vaiz Ömer Efendi var, ona haber
gönderelim, o bilir' dedi. Haber gönderdik, geldi. Üstadı görünca; 'İnna lillah ve inna ileyhi
raciûn. Üstad vefat etmiş kardeşlerim' dedi.

"Haber kısa zamanda yayıldı"

"Zübeyir Ağabey, 'Üstada böyle haller olur, geçer' dedi. Ben de Üstadın
vefatına katiyyen inanmıyordum. Afyon hapsinde Üstadımızı zehirlemişlerdi. Üstadın dili
kızarmıştı. Biz devamlı ağlıyorduk. Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabeyler beraberdi. O anda
Ahmed Feyzi Ağabey:

"Budalalar ne ağlıyorsunuz, daha Üstadın ömrü uzun' demişti. 1949'da


söylemişti. O anda Ahmed Fevzi Ağabeyin sözleri hatırıma geldi. 'Acaba yine Üstadın ömrü
uzun mu?' diye kendimi teselli ediyordum. Kimseye birşey diyemiyorduk.

"Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey, Üstadın yanından


ayrıldılar. Isparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır v.s. yerlere Üstadın vefat haberin
telgraf çekerek bildiriyorlardı. Sabahleyin halk yine Üstadı ziyarete başladı. Ben de
pencereden, 'Üstadımız uyudu' dedim. Üstadımızın üstüne bir tülben örtmüştük. Az sonra otel
sahibi gelmiş, kapıdan şöyle bakınca durumu anlamıştı. Eyvah deyip dizlerine vurarak feryad
etmeye başlamıştı. Dışarıda otelci ile Emniyet Müdürü karşılaşınca, Emniyet Müdürü, 'Bu
telaş nedir?' diye soruyor, o da, 'Bediüzzaman Hazretleri vefat etti' demiş.

"Ben şüpheleniyorum"

"Hakikat mı?' diyor, o da 'Evet' diyor. Emniyet Müdürü ve bütün emniyet


teşkilâtı ve otelin önüne Üstadı Isparta'ya zorla göndermek için gelen jandarma teşkilâtı geri
döndüler. Hemen Emniyet Müdürü aslı olup olmadığını anlamak için bir doktor gönderdi.
Doktor geldi ve Üstadı muayene etti ve 'Allah Allah çok fazla hararet var'
Sh»: (S.Ş: 88)

dedi. Bana, 'Bir ayna var mı?' diye sordu. Üstadın ağzına, getirdiğim aynayı koydu,
nefes gelmediğini görünce, 'Evet Üstad vefat etmiş' dedi. 'Fakat hiç ölüm haline benzemiyor,
yalnız bu cenazenin hemen kalkmasını istemiyorum. Biraz kalsın, ben şüpheleniyorum' dedi.
Daha sonra doktor raporu yazdı ve emniyete verdi. Zaten biz de hemen kalkmasın
istemiyorduk. O arada tereke hâkimi geldi. Üstadın saat, cübbe, seccade, sarık gibi eşyalarını
tesbit etti. Bunları kardeşine verilmesini kararlaştırdı.

"Vefat haberini alan binlerce Urfalı akın ederek otelin önünü doldurdular.
Bütün illere telgraflarla, telefonlara Üstadın vefat haberi duyuruldu. Mehmed Hatiboğlu ve
diğer Urfa'nın ileri gelenleir, 'Üstadı Dergâhta yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz diye karar
aldılar. Üstadın mübearek naaşı öğle namazından sonra İpek Palas'tan alındı ve iki saatte
ancak Dergâha gidebildi. Müthiş bir kalabalık vardı. Bütün Urfalılar dükkânlarını
kapamışlardı. Cenaze giderken ben ve Hüsnü kardeş bayılmıştık. Abdullah Yeğin Ağabey de
bizi teselli ediyordu. 'Çocuk musunuz' Kendinize gelin' diye...

"Urfa'da şimdiye kadar böyle bir kalabalığın daha meydana gelmediğini


söylüyorlardı Urfalılar...

Urfa'ya akın

"Dergâha vardığımızda çok kalabalıktı. Dergâha girmek de çok zordu. Bizim


içeri girmemiz için açıldılar. Üstadın cenazesini Dergâhın içinde yıkamak mümkün oldu.
Üstadın cenazesini Molla Abdülhamid Efendi (Urfa'nın tanınmış ve çok sevilen âlimlerinden)
yıkadı. Molla Abdülhamid Efendi, Şafiî mezhebindendi. Üstadın hizmetkârları Zübeyir
Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey ve Hulusi Ağabey beraber yardım ettik. Oradan Ulu
Camiye Üstad için hatim okumaya gittik. Cenazeyi beraber götürdük. O gece üstadın cenazesi
camide kaldı. Diyarbakır, Elâzığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı, vilâyet, kaza ve
köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu. Cenaze Cuma günü
kaldırılacakken Urfa'da çok fazla izdiham olmasından dolayı vazgeçildi. Bir de Isparta
milletvekilleri Menderes'e çıkarak, Üstadın cenazesini Isparta'ya götürmek istediklerini
söylemişler.

"Urfa halkı bunu duyunca, 'Biz buradan cenaze vermeyiz' dediler. Ve günden
güne de sadece Türkiye'den değil, dış devletlerden duyanlar da, Üstadın cenazesine
geliyorlardı. Bu durum üzerine Urfa Valisi Şerafettin Atak, bizi çağırdı ve rica etti. 'Cenaza
Cuma günü kalkacaktı, çok fazla dahilden ve hariçten kalabalık gelmeye

Sh»: (S.Ş: 89)

başladı, sizden rica ediyorum, biz bugün ikindi namazını müteakiben cenazeyi
defnedeceğiz' dedi. Aniden belediye hoparlörüyle ilân edildi: 'Cenaze namazı Perşembe günü
ikindi namazından sonra kılınacak' diye. Bir gün önce de Cuma namazında kılınacağı ilân
edilmşti. Ve Perşembe günü ikindi namazını müteakiben, Vali ve Belidiye Reisi de dahil
olmak üzere cenaze namazı kılındı.

"Şunu arzetmeden geçemeyeceğim: Cenaze yıkanırken, muhtelif renk ve


büyüklükte çeşitli kuşlar geldiler, biz hayret ettik ve hafif hafif de yağmur devam ediyordu.
Urfa'da Mübarek Şeyh Müslim isminde bir zat, 1954 yılında Dergâhı tamir ettirdiği sırada
ayrıca kendisi içinde iki kubbeli yeri yaptırıyor.Talebeleri ve müritleri vasiyeti anında, 'Seni
buraya defnedelim' dediklerinde, 'Benim yerim başka yerdik. Buranın sahibi vardır ve
gelecektir, burası onundur' diyor.

"Üstadımızı defin anında, cenaze kabre indirilirken, çok fazla kalabalıktı. Hattâ
bir ara Vali yere düşüp altta kalarak eziliyordu. Cenazeyi taşımak için birlikler, halk ve polis
birbirlerinin ellerinden âdeta zorla alıyorlardı.

"Acayip bir kalabalık vardı. Perşembe günü ikindi namazını müteakip


Üstadımız defnedildi. Ancak, hususî araba tutanlar yetişebildiler. Ceylân Ağabey, Çalışkan
Hanedanı, Emirdağ Nur Talebeleri çok zor yetiştiler. Merhum Ceylân Ağabey çok fazla
üzüldü. 'Kaç sene Üstada hizmet ettik ve vefatında bulunamadım' diye. Çokları da Cumaya
kalacak diye, Cuma günü sabah geldiler. Emniyet mülahazasıyla askerî birlikler, Urfa'nın
etrafını tanklarla çevirmişti.
"Kabrimde nöbet tutacaksın"

"Birgün Üstadımız bana, 'Sen benim kabrimde nöbet tutacaksın' demişti. Üstadın
vefatından sonra ben Urfa'da kalmak istedim, fakat ağabeyler ısrar ettiler. 'Hiç olmazsa biriniz
Isparta'da kalın' diye. Ben hakikaten Urfa'da kalmak istedim. Fakat Zübeyir Ağabey
'Kardeşim, Üstad bana da kabrimi bekle' demişti. 'Şimdi ben kalayım, hem rahatsızım, siz
Isparta'ya gidin' dedi. Birkaç gün sonra Üstadı götüren araba ile Ceylân Ağabey, Sungur
Ağabey, Hüsnü kardeş, Tahirî Ağabey, Isparta'ya gittik. Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettik. Hüsnü
ve Ceylân Ağabey oradan memleketlerine gitmek üzere ayrıldılar. Tahirî Ağabey ile biz
Isparta'da kaldık.

"İki ay sonra ihtilal oldu. Üstadın vefatından sonra Zübeyir Ağabeyi Urfa'dan
çıkardılar. O da Isparta'ya geldi. İki gün sonra polisler geldi. Zübeyir Ağabeyle beni Valinin
yanına götürdüler. Vali bize çok kızdı, hakaret etti. 'Derhal Isparta'yı terkedin. Burada yılan
gibi çöreklenmişsiniz' tabirini kullandı. Üstadımızın evine gittik. Tahiri ve Zübeyir Ağabeyle,
'Ne yapacağız?' diye meşveret ettik. Zübeyir Ağabey, 'Bunlar memleketlerimizde hizmet
ettirmezler. Ben Eskişehir'e gideyim, saatçilik öğreneyim. Köylerde saat tamir edeyim. Sen de
şoförsün, Nazilli'de Mustafa kardeşin yanına git. Onun traktörleri var. Bu sıkıntı geçinceye
kadar idare edelim' dedi. Ertesi gün Zübeyir Ağabeyin memleketinden 'Baban hasta' diye
telgraf geldi. O Konya'ya gitti. Benim üzerimde baskıyı arttırdılar, 'Derhal burayı terk et'
dediler. Hüsrev Ağabey, 'Bayram, şimdi ihtilal hükümeti seni zorla çıkartırsa bir daha
Isparta'ya koyamayız. Bir müddet buradan ayrıl. Hatta gideceğin yeri de bunlara söyle' dedi.
Biz zaten ayrılmaya karar vermiştik. Polisler Terzi Mehmet Ağabeye ve Rüştü Ağabeye
gidiyorlar, 'Yukarıdan emir var, Bayram Isparta'dan ayrılsın' diyorlar. Tahiri Ağabey, Mustafa
Ezener Ağabeyle beni otobüse bindirdiler. Nazilli'ye vardım. Hacı Mustafa Öztürk çok
memnun oldu. 'Arkadaş, başımın üzerinde yerin var' dedi. Üst katta yatak hazırladı.
Menderes'in yanında büyük bir çiftliği vardı. Hergün gidip geliyorduk. Allah razı olsun o
cesaret ve fedakârlığı hiç unutmam. Bize Isparta'daki Ağabeyleri hapis ediyorlar, sonra beni
arıyorlar. Tahiri Ağabeyden bir mektup geldi. 'Seni arıyorlar yerinden ayrılma' diyordu.
Zübeyir Ağabey de Ankara'dan telefon etmiş, 'Bayram'ı arıyorlar yerinden ayrılmasın' diye.
Meğer Üstadın kabirini kaldıracakmışlar, tedbir alıyorlarmış. Hatta yukarı kabristanda
nöbetçiler bir müddet beklemiş.

"Birgün Menderes'in kenarında çadırda yatıyorduk. Rüyamda acayip bir ses, uçak sesi.
Ve Urfa'da dergâhın üzerinde beyaz ir uçak. Uçaktan çok fazla gürültü geliyordu. 'Bekleyin
geliyoruz, bekleyin geliyoruz' diye müthiş bir ses geliyordu. Bir de tam dergâhın üzerine bir
uçak indi. Uçaktan iki mübarek zat indi. Bembeyaz sakalları vardı. Ben hemen vardım
birisinin elini öptüm. Arkadan ses geldi, 'Bediüzzaman'ın hizmetinde olan, başkasının elini
öpemez' diyordu. Ama ben öptüm. Birkaç gün sonra gazeteler yazdılar, 'Bediüzzaman'ın naaşı
denize atıldı v.s.' diye.

"Çiftlikte su motoru vardı. Motor Menderes'ten su çekiyordu. Üç-dört adam pamukları


suluyordu. Kadınlar da çapalıyorlardı. Ben çadıra girdim, İhlas Risalesini okudum, sonra
çıktım. Bir başçavuş çadırın önüne geldi, benden sordu: 'Burada bir Nurcu varmış.' Ben de
'Nurcu ne demek?' dedim. 'Ben ne bileyim?' dedi ve gitti. Üç ay falan Nazilli'de kaldım.
Oradan İstanbul'a, daha sonra Ankara'ya geçtim. Ankara'da on altı yıl kaldım.

"İhtilâl oldu. Bizi çağırdılar, 'Derhal burayı terk edeceksiniz' dediler. Bizi çok
sıkıştırdılar. Ben de, 'Eserlerimi aldınız, eserleri geri alıncaya kadar olsun Üstadın evinde
kalayım' deyince polisler, 'Size samimi söylüyoruz, tekrar yukarıdan emir geldi. Siz buradan
gideceksiniz' dediler. Ağabeyleri de sıkıştırdılar. 'Bayram Isparta'yı terk etsin' diye ısrar
ediyorlardı. Ağabeyler de, 'Senin üzerinde fazla duruyorlar, ayrıl' dediler. Ben de ayrıldım. On
beş gün sonra ağabeyleri hapsettiler. Beni de aradılar, bulamadılar. Ben Nazilli'de idim.

***

Tugay Camii

"Birgün Üstadımızla Barla'ya gidecektik. Zübeyir Ağabey de vardı. Şoför de Mahmut


Çalışkan'dı. Isparta İmam-Hatip okulunda Kur'ân Hocası ve Kesikbaş Camiinde imamlık
yapan Hafız Feyzi Efendi (1957), Üstadımıza geldi, Tugaya temel atılacağını, Üstadımızın da
gelmesini rica etti. Barla'ya hareket etmek üzereyken Üstadımız Hafız Feyzi'yi kıramadı. 'Peki
gideceğiz' dedi.

"Isparta'nın ileri gelenleri hep oradaydı. Üstadımız da kalabalığın içine girdi. Tugayın
subayları Üstada bakıyorlardı. Çünkü hiç böyle bir zat görmemişlerdi. Kılık-kıyafeti şeair-i
İslâmiyeyi gösteriyordu. Elinde şemsiyesi, gözünde güneş gözlüğü vardı. Biz de Zübeyir
Ağabey ve Mahmut Çalışkan ile Üstadımızın arkasındakıydık. Bütün nazarlar
Üstadımızdaydı; herkes birbirine 'Bu zat kim?' diye soruyorlardı. Bir yüzbaşı koşarak bir
sandalye getirdi ve 'Buyurun efendim, oturunuz' dedi. Üstad da kendisine teşekkür ederek
oturdu.
"Tugay komutanı çok güzel bir konuşma yaptı. Üstadımız da dinledi. Konuşması
bittikten sonra Tugay Komutanı Üstadımıza işaret ederek, 'Hoca Efendi camiye harcı koysun'
dedi. Ve Üstadımıza Zübeyir Ağabey malayı doldurdu ve verdi. Üstad 'Bismillah' dedi ve
harcı attı. Bizler de Üstadımızın arkasındaydık. Tugay Komutanı Feyzi Fırat Bey, Üstadımıza
ve Isparta halkına teşekkür etti. Ondan sonra birçok subay Üstada karşı hürmetle alâkadar
oldu.

"Biz Isparta ve Barla'ya giderken, Üstadımız subaylara ve erlere daima eliyle


selâm verirdi. Hattâ Isparta'nın içinde orduevi vardı, oradan geçerken Üstadımız subayları
gördüğünde daima onları selâmlardı. Onlar da Üstadın selâmını ayağa kalkarak alırlardı.
Üstadımız askerleri çok sever, fazla alâkadar olurdu. Tugay Camiinin

Sh»: (S.Ş: 92)

yapılmasını çok arzu ediyordu ve çok memnun olmuştu. Cami temeli kalkmaya
başladı. Maalesef 27 Mayıs ihtilâli oldu ve cami kaldı. Yeri hâlâ boş duruyor.

"Radyo bir nimet-i ilâhiyedir"

"Üstadımız radyoyu dinliyordu. İstanbul'da genç Üniversite talebeleri ile


gezerken bir taksi içindeki radyoyu dinliyor, ondan sonra 'Nur Âleminin Bir Anahtarı'
namında küçük bir risaleyi yazıyor. Üstadımız radyoyu kudret-i İlâhiyenin bir eseri olarak
tefekkürle dinlerdi.

"Radyo bir nimet-i İlâhiyedir. Elbette ve elbette beşer bu büyük nimete karşı
umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelime-i tayyibe olan başta Kur'ân-ı Hakim,
onun hakikatları, iman ve güzel ahlâk dersleri ve beşere lüzumlu ve zarurî menfaatlarına dair
kelamatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı
düşer. Evet, beşer hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı vardır. Fakat
bu keyifli hevesat beşte birisi olmalı, yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin
tembelliğine ve sefahatine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip
beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olsa sa'ye şevki kırar.'

Lahika mektubu neşrederdi

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase girdiğinde muhakkak lâhika


neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam
ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal:

"Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i


mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i
Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin.

"Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i


Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini
Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.

"Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini


rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra
müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.'

"Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sh»: (S.Ş: 93)

"Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak


Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene
bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin.'

"Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi.


Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur'un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli
haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.
Ramazan geceleri

"Üstadımız Ramazan'ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de


yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı.
Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazı olduğnda
kılar, yatardık.

"Hem rivayet-i sahiha ile Leyl-i Kadri nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde
arayınız' ferman etmesiyle bu gelecek seksen küsür sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyl-i
Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak böyle sevaplı
yerlerde bir saadettir' diye bize dersler verirdi.

"Üstadımız mübarek Ramazan'da daima evrad ve ezkarıyla meşgul olurdu,


hergün bir cüz okurdu. Bizleri de teşvik ederdi. Bizler Ramazan'da muhakkak cüzlerimizi
okurduk. Üstad fitresini bize verirdi. Bizlere de 'Siz talebe-i ulumsunuz, fitrenizi birbirinize
devredebilirsiniz' derdi. Biz de birbirimize devrederdik, o parayla buğday alırdık. Sav'da,
bazen Kuleönü'nde ekmek yaptırırdık, nafakmızı iktisatlı olarak harcardık.

"Üstadımız arabaya bindiğinde şu Âyet-i Kerimeyi okurdu. 'Sübhanellezi


sehhare lena hâzâ ve ma künna lehü mukrinîn.' Ayrıca yedi defa Ayetü'-Kürsî'yi okurdu. İki
öne, iki sağa, iki sola, bir arkaya.

"Hayru'l-umûri ahmezüha"

"Üstadımız daima talebelerini lâhika mektuplarıyla tenvir ve irşad ederdi. Bu


lâhika mektuplarıyla talebelerini maddi ve mânevî muhafaza etmiştir. Hem pek çok âli
hakikatların anlaşılmasına vesile olmuştur. Hususan musibete düşen ağabey ve kardeşleri
şöyle irşad ederdi:

"Madem biz kadere teslim olduk, bu sıkıntıları (hayru'l-umûri


Sh»: (S.Ş: 94)

ahmezüha) sırrıyla sevap kazanmak cihetiyle mânevi bir nimet biliyoruz.

"Madem gecici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı


oluyor. Madem hakkalyakin derecesinde yakinî bir kanaatimiz var ki, biz öyle bir hakikata
hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi
şirindir. Elbette biz, bu sıkıntılı haller ile müftehirane, müteşekkirane bir mücahede-i
mâneviye yapıyoruz, diye şekva etmemek lâzımdır.

"Evvel ve âhir tavsiyemiz tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet ve benlik ve


rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır."

"Sizdeki ihlas ve metanet şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna


bakmamaya ve sertretmeye kafi bir sebeptir. Ve Risale-i Nur zinciri ile kuvvetli uhuvvet öyle
bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlâhiye, hasenelerin seyyielere racih
gelmesiyle affettiğine binaene hasenelerin rüçhanına göre muhabbet ve afe muamelesini
yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek sıkıntıdan bir titizlik, bir asabilik ile
zararlı bir hiddet iki cihetle zulüm olur. İnşaallah birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip
sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.

"Sıkıntılı musibetleri hiçe indiren bir hakikatlı tesellidir:

"Birinci: Hakkımızda zahmed rahmete dönmesi,

"İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ve ferah,

"Üçüncü: İnayet-i hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.

"Dördüncü: Geçici olmasından zevalinden lezzet,

"Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar,

"Altıncı: Vazife-iİlâhiyeye karışmamak,


"Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar,

"Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok hafif olması,

"Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek


ilânatın tesiratındaki sürur.

"Dokuz adet mânevi sevinçler öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır
ki, tarif edilmez. Ağır elemlerimizi teskin ediyor.'

"Bu nevi mektuplarla dışarıda olduğu gibi, hapisteki Nur Talebelerini çeşitli
vesilelerle, çeşitli mektuplarla teselli ediyordu.

Sh»: (S.Ş: 95)

"Yok mu bir talebem?"

"Üstadımız yine bize birgün ders anında, 'Afyon hapsinde talebelerim arasında
ufak nazlanmalar, huzursuzluk vardı. Çok üzülüyordum. 'Yarabbi, yok mu bunların içinde bir
talebem?' dediğim zaman, Tahirî karşıma çıktı. 'Evet varım Üstadım' diye beni teselli etti.

"Üstadımız Tahirî Ağabey, 'gençlerin kumandanı' derdi. Tahirî Ağabeydeki


hasletler bambaşkadır. En çok beraber kaldığımız, çok mübarek bir ağabeyimizdir. Otuz sene
üç ayları tuttu. Ben hiç görmemiştim vitir namazını yatsının arkasından kıldığını. Muhakkak
gece erkenden kalkar, teheccüd ve vitir namazını kılardı. Nur Talebelerinin adeta bir dua
hazinesiydi. Üstadımızdan ne gördüyse aynen tatbik ederdi. Ben hiç kimse hakkında
Üstadımızın ne gördüyse aynen tatbik ederdi. Ben hiç kimse hakkında Üstadımızın böyle
dediğini duymamışım. 'Tahirî velîdir. Dünyada kendini bilmesin' derdi. Ben Üstadımızdan bu
sözü, çok defa Tahirî Ağabey hakkında duymuşum.

"Afyon hapsinde Yalaman Camii imamı Hafız Osman Toprak'ın, Tahiri


Ağabey hakkındaki bir hatırası:
"1948'de Afyon hapsinde tam altmış dört gün mevkuf kaldım. Bu
mevkufiyetim merhum Tahiri Mutlu'nun koğuşunda geçti. Hapiste Üstadla devamlı
görüşmelerimiz olurdu. Üstad bana birgün şöyle buyurdu: 'Onlar seni başka koğuşa
koyacaklardı. Ben seni Tahiri'nin yanına verdim.' Beni altı koğuş gezdirmişlerdi. Sonunda
Tahiri'nin koğuşunda kaldım. Üstad, merhum Tahiri Mutlu için ise şöyle diyordu: 'Tahiri'nin
öyle bir derecesi var ki, manevî sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder.
Bunu kendisine söyleme. Tahiri dolu bir testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi
bilseydi dünyada harcardı. Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme. Ahirette
ümmet-i Muhammed'e faydası olacak.'

"İstihdam olunmamı isterim!

"Birgün yine bir ders esnasında, 'Tahirî, kendini bu dünyada biraz bilmek ister
misin? Yoksa istihdam olunmanı mı istersin?' dediğinde. Tahirî Ağabey, 'Aman efendim,
istihdam olunmamı isterim' dedi. Tahirî Ağabeyimiz Üstadın hizmetinde olanların içinde
hepimizden yaşlıydı. Fakat hepimizden çok çalışırdı. Risale-i Nur olsun, Kur'ân-ı Kerim
olsun, gözünden hiçbir noksan kaçmazdı. Tashih ederken bizlerin gözünden kaçar, fakat
Tahirî Ağabeyin gözünden hiç kaçmazdı. İçimizde Kur'ân-ı Kerim hizmetinde en fazla Tahirî
Ağabeyin hizmeti geçti. Isparta'da en sıkıntılı anlarımızda hem tek-

Sh»: (S.Ş: 96)

sir işlerinde, hem mumlu kağıt meselelerinde bütün Risale-i Nur'un hizmetlerinde, en
nazik zamanlarda, sırf Allah rızası için, hiç fütur vermeden çalışır, onun çalışması bize gayret
verirdi. Bilhassa sabahlara katar teksir işlerinde çalışırdık. Sabahleyin millet yattığında,
çuvallarla, yaptığımız teksirli eserleri başka yerlere kaldırırdık. Isparta'da bütün hizmetlerin
tedbirinde bize çok müşfikane davranırdı. Hem mânevî pederimiz, hem en kıymetli
Ağabeyimiz idi. Hiç yorulmak bilmezdi.
"Vazifemiz hizmettir"

"Üstadımız daima derslerinde, 'Kardeşlerim, bizim vazifemiz ihlas ile iman ve


Kur'ân'a hizmet etmektir. Ama bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek, muarızları
kaçırmak ise, vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlup da olsak, kuvve-i
mâneviye ve hizmetimize noksanlık vermeyeceğiz. Bu noktadan kanaat etmek lâzımdır.
Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin-i Harzemşah'a demişler.

"Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın."O demiş: "Vazifemiz cihad


etmektir. Bizi galip etmek vazife-i ilâhiyedir.Ona karışmam."Bende o kahraman-ı islâma
iktidaen, Benim vazifem hizmet-i imaniyedir.Kabul ettirmek Cenab-ı Hakka aittir.Vazifemi
yaparım. Cenab-ı Allah'ın vazifesine karışmam"

İhlâs - Uhuvvet

"Hususan Üstadımız daima derslerinde ihlâs ve uhuvvetten bahsederdi. 'Bu


zaman enaniyet zamanıdır' derdi. Hattâ birgün Zübeyir Ağabey 'Üstadım ben enaniyetten çok
korkuyorum' dediğinde, mübarek Üstadımız Zübeyir Ağabeye, 'Evet kork, titre' demişti.

"Bu gaflet zamanında hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi herşeyi kendi


mesleğine âlet ederek, hattâ dinin ve uhrevî hareketini de dünyevî mesleğine bir nevî âlet
hükmüne getiriyorlar. Halbuki hakaik-ı imaniye ve hizmet-i Nuriye-i Kudsiye kâinatta hiçbir
şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlâhîden başka bir gaye olamaz.

"Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında, bu sırr-ı


ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların
kuvveti yerine, inayet-i İlâhiyeye dayanmaktadır.'

Sh»: (S.Ş: 97)

Risale-i Nur'un kerameti


"Üstadımız gösterişten, kerametvârî hâdiselerden çok çekinirdi. Meselâ, birgün
ders esnasında, Kastamonu'dan Denizli hapsine götürülürken o zamanki valilerden Nevzat
Tandoğan ve o zamanki emniyet teşkilâtı, Üstadımızı istasyonda karşılıyorlar. Güya cürm-ü
meşhud halinde yakalayıp, Üstadı cezalandırmak istiyorlar. Üstadımız da o anda sarığını
çıkarıp trene biniyor. Vali ve emniyet teşkilâtı çok hayret ediyorlar. Nasıl haber aldı da, böyle
hareket edip cürm-ü meşhuddan kurtuldu diye. Üstadımız da, 'Bu keramet değildir. Bir pire
onları mağlûp etti' demişti. Çünkü Üstadımızın trene bineceği zaman başına bir pire konuyor,
Üstad da başını kaşımak için sarığını çıkarıyor. Emniyet teşkilâtı da bu durumda hiçbir şey
yapamıyor. Üstad kerameti kendine almayıp pireye veriyor. Bu neviden hem Denizli'de, hem
Eskişehir, hem Afyon hapishanelerinde çeşitli kerametvârî hâdiseler oluyordu. Üstad, 'Benim
değil, bu Risale-i Nur'un kerametidir' derdi. Üstadımız gösterişten, kendisine Müceddid
nazarıyla bakılmasından rahatsız olurdu.

"Yüzüne bakılmasını istemezdi"

"Bizler Üstadımıza başka bir nazarla baksak, derhal rengi değişir, sıkılır,
bizden istiskal eder; ihtiyar ve bakıma ihtiyacı olan bir kimse nazarıyla sırf lillah için
baktığımız zaman çok memnun olurdu. Hattâ yemek yaparken, çay yaparken şahsî
meseleleriyle fazla meşgul etmek istemezdi. Daima nazarları Risale-i Nur'a ve Nur'un
hizmetlerine tevcih ederdi. Yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak, bizlere muhakkak
ikram ederdi. Biz ise almak istemezdik. 'Vermezsem, ikram etmezsem bana dokunur' derdi.
Üstadımız yemeğini rahatla yesin diye yemek yerken dışarı çıkardık. Bazen yemeğini yedi,
zannı ile sofrayı kaldırmak için habersiz girdiğimiz zaman; 'Keçeli, keçeli midenin kerameti
var' der, yemeğini bize verirdi.

"Üstadımıza hizmet ederken yüzüne baksam, yani mübarek, veli bir zat
sıfatıyla baksam hemen sıkılırdı. Hizmet ederken Üstadın yüzüne değil de, yere bakarak
hizmet ederdik.

"Üstad, rahatsız olduğu, sesinin az çıktığı zamanlarda, ben yüzüne baksam, ne


demek istediğini hemen anlardım. Bu hususta meleke kesbetmiştim. En küçük bir hareketinin
mânasını, Üstadın yüzüne bakmakla anlıyordum. Üstad da, 'Keçeli, kulağı gözünde, bakma'
derdi. Bazen de kulunç değneği ile döverdi. Üstadımız bizlere latife ederdi. Hattâ bazen
'Benim şarklı talebelerim lâtife eder be-
Sh»: (S.Ş: 98)

ni eğlendirirlerdi. Siz de beni ferahlandırıcı sözler söyleyin' derdi. Hattâ araba ile
seyahate giderken Ceylân Ağabeyle beraber şu kasideyi söylerdik, Üstadımız da memnun
olurdu. (Bu kaside Hanımlar Rehberi kitabının arkasında dercedilmiştir.)

"Annem beni yetiştirdi"

"Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı.

Teslim etti Risaleyi, Allah'a ısmarladı.

"Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana,

Sütüm sana helâl etmem çalışmazsan Kur'ân'a.

"Yazdığımız Risaledir, okuyoruz Nurları,

Biz Nurların yardımiyle hıfzederiz imanı.

"Medrese-i Nuriyedir Sav ve Barla, Eflâni,

Şakirdlere müzahirdir Abdülkadir Geylânî.

"Mübarekler hey'etiyle Nur ve gül fabrikası,


Kalemleri kılınç gibi zamanın harikası.

"Hapishane dedikleri oldu birer medrese,

Genç-ihtiyar, kadın-erkek koşuyorlar bu derse.

"Tamam otuz beş senedir küfürle etti cihad,

Tarih-i İslâmda pek ender görünür bu sebat.

"Ey Nurcular! Ey Nurcular! Ey mübarek kardeşler!

Her an sizden razı olsun Allah ve Peygamber...

"Üstadın rahatsızlığı kulunçtu"

"Üstadımız bunu dinlerken çok memnun olur ve ferahlardı. Üstadımız rahatsız olduğu
zaman daima ferahlandırıcı, müjdeli havadisler söylerdik. 'Söyleyin,' derdi, 'Benim vücudum
çok hassas olmuş, en ufak birşeyden fazla üzülüyorum' derdi. Bizler de çok dikkat ederdik.
Üstadımızın üzüleceği birşey olursa tehir ederdik. Üs-

Sh»: (S.Ş: 99)

tadımızın maddî hastalığı yoktu. Yalnız kulunç hastalığı vardı. Üstadın hastalığı
mânevî idi. Âlem-i İslâmın aleyhinde bir şey olsa, Üstad derhal radar gibi hisseder, rahatsız
olur, rengi değişir, sesi çıkmaz, bir asabî hal alırdı. O anda hizmeti çok zor olurdu.
Türkiye'nin neresinde bir hâdise olsa, Üstad derhal hisseder, bizler de anlardık ki, muhakkak
bir yerde Risale-i Nur'un veyahut Nur Talebelerinin aleyhinde bir plân hazırlanıyor. Bunların
yüzlercesine şahit olmuşuz. Üstadımız yine son zamanlarda daima, 'Bana merak edici şeyler
söylemeyin, benim vücudum çok hassas olmuş, çok fazla üzülüyorum. Daima bana
ferahlandırıcı, müjdeli havadisleri söyleyin' derdi.

"1954'te Sungur Ağabey Samsun'da hapiste idi. Üstadımız çok fazla alâkadar
oluyordu. Daima sorardı. Her zaman Sungur Ağabeyden bahsederdi. Birgün Üstadımız
Ceylân ve Zübeyir Ağabeyle Barla'ya gitmişti. Sungur Ağabeyin tahliye olduğuna dair
Samsun'dan telgraf geldi. Üstadımız da bir saat sonra Barla'dan geldi. Ben Üstadımıza müjde
verdim. Üstadımız çok sevindi, benim müjdemi ziyafet olarak verdi.

"Sen benim aramı açacaksın"

"Üstadımız katiyyen gıybet ettirmezdi. 'Üstadım, falan böyle söyledi' desek,


'Siz yanlış anlamışsınız, o benim dostumdur, o Risale-i Nur'a dosttur. O öyle söylemez, sen
benim kardeşlerimle aramı açacaksın' derdi. Bazı yerlerden, 'Filan hoca Risale-i Nur'un
aleyhinde, Üstadımızın aleyhinde' diye mektup gelirdi. Bazen de gelir, söylerlerdi. Üstadımız
da, 'O zat ehl-i ilmdir. Bize dosttur' der, sustururdu. Daima hüsn-ü tevile çalışır ve 'Biz hüsn-ü
zanna memuruz' derdi. Hattâ Konya'dan Nur Talebelerinden iki grup geldi. Üstadımızı ziyaret
ettiler. Bir grup diğer grubu şikâyet etti. 'Tedbirli hareket etmiyorlar, camide ders yapıyorlar'
diye.

"Diğer grup da öbür grubu şikâyet etti. Üstadımız onlara demişti: 'Kardeşim,
sizin hizmetinize ihtiyaç yoktur. Aranızda tesanüdünüze ihtiyaç vardır. Sizler ara sıra İhlas ve
Uhuvvet ve Hücumat-ı Sitte risalelerin mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye
kadar fevkâlede sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız bu memlekete medar-ı iftihar
olacak.' Üstadımız fedâkarlık dersi verirken, eski Şark talebelerinden misaller verirdi. Hattâ
Ermeni Taşnaklarından misaller verirdi. 'Onları ateşe atarlar, gözleri patlar, davalarından ve
şecaatlerinden vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerim de öyle olmanız lâzımdır. Ben size
gidin Rus kumandanını öldürün

Sh»: (S.Ş:100 )
desem, siz de hiç tereddüz etmeden gitmeniz lâzımdır. Ve sizleri de öyle biliyorum'
derdi.

"Zararı yok"

"Ankara'da Tarihçe-i Hayat neşrolunduğunda bir mektup geldi. Mektupta


resmin caiz olmadığından bahsediliyordu. Mektubu Üstadımıza okuduk. Üstadımız tebessüm
etti, 'Bir kurşun kalem ile resmin boynunu çizdi. 'Zararı yok. Yarım insan yaşamaz ve böyle
mektup yazın' dedi. Mektubu yazan zata aynen Üstadımızın cevabını gönderdik.

"Buna benzer başka bir mesele: Üstadımız Afyon hapsinden çıktığında Zübeyir
Ağabey ile bir evde kalıyordu. Tahirî Ağabey Isparta'dan Üstadımızı ziyarete gelip bir akşam
misafir kalıyor. Namaz kılarken resimli para olduğu için cüzdanını çıkarıyor. Sabahleyin
Üstadımıza, 'Allah'a ısmarladık' deyip çıkıyor. Garaja geldiği zaman bilet almak için
cüzdanını arıyor, bulamıyor. Hemen geriye dönüyor, Üstadın yanına geliyor. Zile basıyor.
Zübeyir Ağabey çıkıyor, cüzdanını getiriyor. O anda Üstadımız Tahirî Ağabeyi görünce,
'Niye geldin?' diye soruyor, Tahirî Ağabey ed, 'Resimli para olduğu için cüzdanımı
çıkartmıştım. Unutmuşum, onu almaya geldim' diyor. Üstadımız, Tahirî Ağabeye darılıyor,
'Bir daha böyle yapma, zararı yok, yarım insan yaşamaz' diyor.

"Rüya ile amel edilmez"

Üstadımız bize bu hususlarda çok mükerrer ders verirdi. Bazen bizler de


cüzdanımızı korduk, yatağın üzerinde filan unuturduk. Üstadımız gördüğünde bize 'Emniyete
sadakatsizlik ediyorsunuz. Böyle yapmayın' derdi. 'Çünkü sizin hatırınıza gelmez, fakat diğer
kardeşinizin hatırına gelir; acaba bu kardeşimiz parayı kaybetti, benden mi şüpheleniyor?'
diye...

"Yine birgün Diyarbakır'dan bir mübarek zat mektup yazmıştı Üstadımıza.


Orada birisi rüya görmüş, rüyasında Peygamber-i Zişan Efendimiz ve Hülefa-yı Raşidînin ve
Gavs-ı Azam gibi zatların bulunduğu meclise Cibril Alehisselâm gelip, artık hizmetin,
neşriyatın sona erdiğini ve bundan böyle maddî cihad lâzım olduğunu söylemiş. Bunu
Üstadımıza yazmışlardı, biz de okuduk. Üstadımız hemen kağıt kalem istedi. Cevap yazdırdı.
'O rüyanız mübarektir, yalnız te'vile ve tabire muhtaçtır. Oradaki cihad maddî değil, mânevî
iman hizmetidi, düşmana galebe çalmak silâh ile değil,

Sh»: (S.Ş: 101)

Nur'un iman bürhanlarının küfr-ü mutlaka mânevî galabesine işarettir. Sakın maddî
cihad zannedilmesin. Ve ben rüya ile amel etmem' demişti.

"Üstadımız, Ankara Beyrut Palas Oteline geldiğinde, bazı mühim zatlar


kendisini ziyarete gelmişlerdi. Üstad burada, vasiyetnamesi hükmünde olan bir mektubu
kaleme aldı. Bu mektup, 'Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzını bir kanun gibi ilelebet
devam ettirmeleri... ' mânâsında idi.

(Bkz. Emirdağ Lâhikası, II. cilt, 213'üncü sahife. Umum Nur Talebelerine
Üstad Bediüzzaman'ın vefatından önce vermiş olduğu son derstir.)

Gazeteler: "Nurcular beyanname dağıttı."

"1958 senesinde Nazillili mahalli gazetelerce Üstadımızın aleyhinde neşriyat


yapılmıştı. Çeşitli isnadlarda bulunuluyordu. Nazilli'deki Nur Talebeleri o gazeteyi Isparta'ya,
Üstadımıza göndermişlerdi. Biz de Üstadımıza okuduk. Üstadımız çok üzüldü. Buna bir
cevap yazın demişti. Allah rahmet etsin, Zübeyir ve Ceylân Ağabeylerle beraber üç imzalı bir
cevap yazıp Nazilli, Ankara vesair yerlere gönderdik. Ankara'nın genç Nur Talebeleri bu
mektubu matbaada bastırıp bazı postahanelerden gönderirken memurlar bunu tesbit etmişler.
O zamanki müsbet hükümete muarız, büyük gazeteler de ele geçirmişler. Çok büyük bir
hâdise imiş gibi günlerce büyük maşetler attılar. 'Nurcular Ankara'da beyanname dağıttılar'
gibi yaygara kopardılar. Hemen hükümet kuvvetleri faaliyete geçti, bizlerin hakkında tevkif
kararı verdiler. Ceylân Ağabeyi Emirdağ'da yakalayıp elleri kelepçeli olarak Ankara'ya
getirdiler. Bizi de Tahirî ve Rüştü Ağabeyle birlikte polis karakoluna götürdüler. Bir gece
orada kaldık. Bir sandalye verdiler, sabaha kadar bir tek sandalye üzerinde nöbetleşe uyuduk.
"Herkes Aya çıkıyor"

"Dar bir yer... Yatacak yer zaten yok. Sabaha kadar polislerle sual-cevaplı
münazara yaptık. Bizlere tehdit-tezvirler savuruyorlar, 'Bediüzzaman nereden geçinir? Siz
nereden geçinirsiniz' 'Herkes Aya, Güneşe çıkıyor... Sizler de insanlara Kur'ân-ı Kerim
öğretmekle meşgulsünüz... Milleti kırk senedir geri bıraktınız' gibi laflar ediliyorlardı. Biz de
cevaben onlara diyorduk; 'Kardeşim, biz sizin Aya, Güneşe çıkmanıza mani değiliz. Biz sizin
imanınıza çalışıyoruz. Siz madem ki çalışıyorsunuz, Aya, Güneşe çıkın, biz size mani değil,

Sh»: (S.Ş: 102)

yardımcı oluruz.' Bu neviden çok şeyler konuşuldu. Birgün sonra Isparta


Hapishanesine aldılar. Orada da bir müddet kaldıktan sonra, Ankara'ya göndermek için
başımıza bir jandarma uzmanı geldi. Bu meselelerle ilgilenen Ahmet isminde Burdurlu bir
komiser vardı. 10-15 sene Isparta'da kaldı. Aleyhimize çok çalıştı. Isparta'da ne kadar Nur
Talebesi var, Risaleler hangi köyde ne kadar yazılır, hangi köyde ne kadar Nur Talebesi var,
nerede teksir olunur, kağıt, kalem nereden alınır? Hangi dükkândan hangi dükkâna mektup
gider. Gece gündüz Nur Talebeleriyle meşgul, çok gaddar, çok merhametsiz birisiydi.
Isparta'ya Üstadımızı ziyarete kim geldi ise hepsinin adresini alarak evlerini taharri ettirmişti.
Çok gayretkeş bir Halk Partili idi. Bu adam hakkında ne kadar anlatılsa bitmez.

"Kelepçeleri namaz için açıyorlardı"

"Bizi trene bindirdiler. Ellerimizde kelepçeli idi. Başımızdaki jandarma uzmanı


insaflı idi, namaz vakitlerinde ellerimizi açıyor, sonra tekrar bağlıyordu.

"Ankara cezaevine geldik. Bu yazıyı kim yazmış, kim bastırmış, kim dağıtmış,
onunla kim alâkadar olmuşsa toplayıp on kişiyi Ankara cezaevine koymuşlardı. Biz orada
altmış dört gün kaldık. Cezaevinde iken Üstadımız bize haber göndermişti: 'Üzülmesinler,
Halk Partinin şiddetli hücumuna karşı Demokratların mason kısmı rüşvet veriyor.
Demokratların aleyhinde olmayın. Hem Menderes Japonya'ya gittiği için onun yokluğundan
istifade ettiler. Demokratların mason kısmı bu hâdiseyi körükledi.' Ayrıca şöyle bir haber
daha göndermişti: 'Âlem-i İslâmda Nur Talebelerine başka bir nazarla bakıyorlar. Bizi serbest
bıraksalar, âlem-i İslam, 'Nurcular bunlarla beraber, onların seyyiatlarına ilişmiyorlar. Demek
onlarla beraberler' diyecekler. Fakat şimdi bu hapis gibi ilişmelerle, 'Demek Nurcular onların
din aleyhindeki hareketlerini tasvip etmiyorlar. Belki hapis etmişler' diyecekler. Hem yine
bizler fakr-u hâlimizle milyonlar lira verseydik bu küllî neşriyatı yaptıramazdık. Demek ki
kader-i İlâhî, Ankara cezaevinde kısmetimiz varmış ki, bu şekilde tecellî etti.'

"Tahliye oluyoruz"

"Altmış dört gün kaldıktan sonra tahliye olduk. Mahkememiz bilahare


neticelendi. Biz hapiste iken merhum Küçük Ali, Mahmut Çalışkan, Vahşi Şaban Üstadımıza
hizmet ediyorlarmış. Üstadımız, 'Bunlar bana bir senelik zahmeti verdiler, beni çok yordular'
diye lâtife yapmıştı. Çünkü bizler Üstadın tarz-ı hareketine iyice meleke kesbetmiştik.

Sh»: (S.Ş:103 )

"Tasannu ve gösterişten çok çekinirdi"

"Üstadımız tasannu ve gösterişten çok çekinirdi. İhlasın zirvesine çıkmıştı.


Üstadı tam manasıyla anlatmaya benim ifadem, kabiliyetim ve kalemim müsait değildir.

"Üstad her yaşta, anlayışta ve meslekteki kimselerin seviyesine ve durumuna


göre konuşur, görüşür hepsini de memnun ederdi. İlkokul talebesinden üniversite talebesine,
mualliminden profesörüne kadar, herkesle alâkadar olur, onların durumlarına göre Risale-i
Nurlardan ders verir, muhakkak tatmin ederdi. Biz onun karşısında hiç itiraz edenini
görmedik. Hattâ çıktıktan sonra çokları, 'Biz bu sualleri soracaktık, Allah razı olsun, hiç
sormaya ihtiyaç kalmadı, hattâ kalbimizde ne varsa hepsinin de cevabını verdi' derlerdi.
[]

Üstadda fâni olmuş mesut ve münevver bir sima: Bayram Yüksel Yıl: 1993

"Birgün İzmir'den başka yerlerden doktorlar gelmişti. Onlara doktorluk


hakkında gayet güzel dersler verince, doktorlar hayret içinde kaldılar. 'Tıpta bunların biz bir
kısmını okuduk. Bu kadar tahsil yaptığımız halde, bu anlattıklarını yeni duyuyoruz. Acaba
bunları nereden okumuş? Doğrusu Üstadın otuz senedir tatbik ettiği meseleleri, tıp, bugün
yeni yeni keşfediyor' demişlerdi.

"Herkesin seviyesine göre konuşurdu"

"Üstad avamın da seviyesine göre konuşurdu, havassın da. Öyle olurdu ki bir
köylünün, bir çobanın, bir rençberin seviyesine iner, alçak gönüllülükle ve tam onların
anlayacağı bir lisanla konuşuyor, onları memnun ve mesrur ederdi. Bir profesörle konuşurken
kâh kozmoğrafyadan bahseder, dünyanın kaç saniyede döndüğü, dakikada kaç yağmur tanesi
düştüğünü hesaplar, bu nevi şeylerden konuşurdu. Onlar da, 'Bunların nereden öğrenmiş, biz
bunları okumadık, bir kısmını yeni okuyoruz. Dünyanın yaratılışından kıyamete kadar
ömrünü biliyor' derlerdi.

"Dinlerken sevinçlerinden yerlerinde oturamazlar, kalkarlar, otururlar,


hayretler içinde kalırlar, 'Allahü Ekber' derlerdi.

Sh»: (S.Ş: 104)

"Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, 'Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil
ettiğimiz ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib
etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin
ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye'de Osmanlı lisanını
muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor'
demişti.

Çantay: "Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik."

"1961'de Mustafa Polat'la merhum Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gitmiştik.


Mustafa Polat sordu: 'Neden Üstad tarzında eser yazmadınız.'

"Kardeşim,' dedi. 'Sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz.


Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri
vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok.

"Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler
korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri
Risale-i Nurları te'lif etmeye başladı; hem Türkiye'de okuma çığırı açtı, hem de
hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası,
onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı herşeye galip
geldi. Türkiye'de herşey onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, İslâmiyetten mahrum kalmış
halkı, İslâmiyetten uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne
polisi, ne jandarması, ne bekçisi. Yalnız onun Allah'ı var. Yalnız Allah'a dayanmıştı, yalnız
Peygamberine.'

"Siz Üstadı anlayamazsınız" "Birgün eski alay müftüsü Osman Nuri Efendi:

"Kardeşlerim! Sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hafızalarınız


anlamaz. Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur'u anlayarak okuyun. Ben eserlerinin
hepsini mütalaa edemedim. Fakat çok kitaplarını tetebbu ettim. Hususan işte görüyorsunuz.
Fevzi Çakmak'la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin
Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada
verilse hepsini idare

Sh»: (S.Ş: 105)


edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir' demişti.

"Üstadı on yedi defa zehirlediler"

"Üstadımız aynı zamanda yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak bize
verir, 'Vermezsem bana dokunur' derdi. Hattâ Üstadımıza haftada bir ekmek alırdık, ekmeği
fırından veya bakkaldan alırken çok dikkat ederdik. Çünkü bizim etrafımızda çeşitli dessaslar
vardı. Fırıncılardan ekmek alırken, fırıncını verdiği ekmeği almaz, bir tedbir olarak kendimiz
seçer alırdık. Hattâ mandradan olarak yoğurt alırken yüzlerce kâsenin içinden biz kendimiz
seçerdik. Çünkü Üstadın aleyhinde çok plânlar döndürüyolardı. On yedi sefer zehirlediler.

"Bizler çok dikkat ediyorduk. Hattâ Üstadımıza su getirirken, suya giderken ve


sudan gelirken erkek ve kadın, çoluk çocuk hep bizimle meşgul olmak isterlerdi. Üstadımızın
hizmetinde olduğumuz için su getirirken bize yardım etmek isterlerdi. Biz katiyyen kimse ile
konuşmazdık. O anda su getirirken Üstadımızın hizmetkârları da olsa birbirimize termosu
vermezdik.

"Üstadımıza ekmek ve yoğurt gibi ne alırsak kapalı bir kap içinde getirirdik.
Zehirlenme hâdiselerinden başka, Üstadımız isabet-i nazardan da çekinirdi. Su getirdimizde
dahi Üstadımız kendisine dokunmasın diye bize yirmi beş kuruş para verirdi.

"Hizmetindekilere şefkatle muamele ederdi"

"Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla
sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlas dersleri verirdi. Çok
şefkatli muamele ederdi. Hususi hizmetlerini de tedricen yaptırdı. Bu hususlarda her
bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı
kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız
Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, 'Bu taştır, bu ağaçtır,
topraktır, bu meyyittir' gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey
de, 'Evet Üstadım' derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin,
şefaatına mazhar eylesin.

Sh»: (S.Ş: 106)

"Zübeyir Ağabey müstesna idi"

"Bizler Üstadımızın, Risale-i Nur'un tarz-ı hareketini, hem ihlâs, istiğna,


mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat; düşmanlarına
karşı şecaat, cesaret derslerini Üstaddan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık. Allah ebediyyen razı
olsun, Allah dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın.
Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı.

"Onda, Risale-i Nur'a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen
taviz vermezdi. Kendisi hakaretlere, işkencelere, dayaklara maruz kalsa, zerre kadar
sarsılmazdı. Hattâ Afyon hapsinde onun o güzel müdafaalarını hazmedemeyen Afyon savcısı
kendisine günlerce dayak attırırdı. Gardiyanları ayartarak onu falakalara yatırırdılar.
Gardiyanlar vurdukça Zübeyir Ağabey onların yüzüne tükürür ve 'Vurun, vurun' diye
bağırırdı.

"Hapishanede kendisine insanlık dışı hakaretler yapıldığı halde o, onlara


şefkatle muamele edip, hiç ehemmiyet vermezdi. Biriktirmiş olduğu maaşı ile hapishanedeki
fakir Nur Talebelerine yardımda bulunur, kendisi yemez, onlara yedirirdi.

"Herşeyini Risale-i Nur'a feda etmişti"

"Risale-i Nur ve Üstad uğrunda kendisini binler parça da etseler, o, yine


Risale-i Nur diye kalkardı. Hattâ bazı zamanlar hasta olurdu. 'Zübeyir Ağabey, polisler
geliyor' denildiği zaman hemen kalkar, hiç hastalık eseri kalmazdı. Polisler sık sık kendisini
ziyaret ettikleri, bulunduğu eve taharri maksadıyla geldikleri için böyle hareket ederdi. İman
ve İslâma dair, şecaate dair bir yazı çıksa, hemen Zübeyir Ağabeyi taharri ederler, o da onlara
hiç taviz vermez, âdeta onlarla dalga geçerdi. Üstadımızdan ne görmüş, ne işitmişse harfiyen
tatbik ederdi. Üstadımız da en mahrem işlerinde ve hizmetlerinde Zübeyir Ağabeyi istihdam
ederdi. Çok zaman siyasî mevzuları veyahut hayat-ı içtimaiyeye dair meseleleri Üstadımız
Zübeyir Ağabeye havale ederdi. Bütün içtimaî mektuplarında, siyasilerle görüşmelerde de
Zübeyir Ağabey, Ceylân ve Sungur memur olurdu. 'Sungur, bugün seni keyfetmeye
götüreceğim' dediğinde; Sungur Ağabey 'Üstadla gezmeye çıkacağım' diye çok sevinirdi.
Birden hazırlanır, Üstadımız balkona çıkar, 'Sungur, evlâdım sen kal, filanca yere mektup yaz,
veyahut Ankara'da Nur'un hizmetleri var oraya git' der, Ankara'ya gönderirdi.

"Ekseri bu neviden hâdiseler vuku bulmuştur. Üstadımız, 'Sun-

Sh»: (S.Ş: 107)

gur, senin hayatın Nurlarla kaimdir, ' derdi ve 'Şahsî hizmetimden ziyade, sen Risale-i
Nur'un hizmetiyle mükellefsin' derdi. Hayat-ı içtimaiyeye dair mektup işlerinde, siyasilerle
görüşmelerde ve Ankara'daki Nur hizmetlerinde ekseri Sungur Ağabeyi istihdam ederdi.
Üstadımız daima akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi kimsenin elinden almaz, yalnız işaret ederdi.

"Zübeyir böyle yapalım mı?"

"Meselâ, Zübeyir Ağabeyi çağırır, 'Zübeyir böyle yapalım mı?' der, işaret
ederdi. Zübeyir Ağabey, de 'Evet Üstadım, yapalım' derdi. Üstadımızın işaret ve emri
olmadan katiyyen ne mektup yazar ve ne de başka şeyle meşgul olurdu. Daima, Üstad, Risale-
i Nur diye yaşar, onlarla yatar, kalkardı.

"Niçin gazete ile meşgul oluyorsun?"

"Zübeyir Ağabeyin gayreti de yetişilmez mertebe idi. Bizim anlayamadığımız


meselelere o çok ehemmiyetle eğilirdi. Meselâ İttihat gazetesi çıktığında Zübeyir Ağabey,
Galata Köprüsünde gazete satmıştı. Ankara'ya geldiğinde, 'Niye böyle yapıyorsun? Sen
gazeteci mi oldun, ne lüzum var da gazete ile meşgul oluyorsun? Bunlarla çocuklar meşgul
olur, sen çocuk musun?' diye, haddim olmayarak darılmıştım. Çok üzüldü. 'Haklısın, ama
Üstadı ve Risale-i Nur'u ne ile tanıtacağız? Üstadımız bizlere gazete okutturmuyor muydu?
Üstad sağcı neşriyatı takip etmiyor muydu? Gazeteciliğin on seyyiesi olursa, yüz hasenesi
olur. Bu iyi bir meslek değil, gazetecilikte insan kendini harcar, çok zor bir meslek. Ben
bunlara mani olamam. Üstadı dünyaya ilân edeceğim, dünyaya tanıtacağım, diye bu tehlikeye
atılıyorlar. Bizler aleyhinde olmayalım. Ben bunları teşvik için gazete sattım' demişti.

"Bunlar Nur Talebelerini parçalıyorlar"

"Nizam Partisi kurulduğunda hiç taviz vermedi. Daima Nurum içtimaî


hayatımıza dair derslerini anlatırdı. 'Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar
kardeşlerimiz değil mi?' dediğimde, 'Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur
Talebelerini parçalıyorlar, çok, pek çok zarar veriyorlar' diyordu.

"Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen


müsamaha etmezdi. 'Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risale-i Nur'un düsturlarını
bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar. Bizim siyasetimiz, sırf reylerimizle
Halk Partisini iktidara getirmemek, milleti bölmemektir.

Sh»: (S.Ş:108 )

"Biz Üstadımızdan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar veyahut


okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimaiyeye dair mektupları bize
Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de
biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar
Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar, Üstadımız vazifeli. Üstad her cihetle Üstad değil mi de,
bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar. Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar' diyor ve
bunlara çok üzülüyordu.
"Halbuki Üstadımız nazarları daima Nurlara veriyordu. Evet mesleğimizde
ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas sebat ve metanettir ve o metanet cihetiyle şimdiye
kadar çok vukuat var ki, öyleler herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş,
bir adam yirmi otuz yaşında iken altmış yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmiş' derdi.
'Bunun gibi biz de Üstad Hazretlerinden ne görmüşsek, ne duymuşsak ona ittiba etmeye
mükellefiz. Yeni bir çığır açmayalım. Onlar da inşaallah anlayacaklardır. Üstadımız son
mektuplarını okumuyorlar, okusalar herhalde anlayacaklar. Eğer yine anlayamazlarsa o zaman
anlamak istemiyorlar.'

"Halk Partililerin iftirası"

"Emirdağ'a bazen Halk Partililer gelir, bizleri tanımazlar, 'Yahu şu Çalışkanlar


var ya, bir risaleyi, bir liralık bir kitabı beş liyara satıyorlar' gibi çoklara su-i zan verirlerdi.
Maksatları Çalışkanlar hanedanının kuvve-i mâneviyelerini kırmaktı. Halbuki bütün ziyarete
gelenleri onlar misafir ederlerdi. Maddi-mânevî alâkadar olurlardı, paralarını verirlerdi.
Kahraman Emirdağ Nur Talebeleri, Üstadımıza karşı çok sadıktılar. Üstadları için canlarını
verirlerdi. O kadar baskı, tehdit, zulüm ve tarassut onları hiç yıldırmadığı gibi bilâkis daha
çok kahramanlık yaparlardı. Öyle zaman oldu ki, üç kardeşin üçünü de oğulları ile beraber
hapsettiler. Günlerce, aylarca dükkanları kapalı kaldı., iflas ettirinceye kadar çalıştılar, ama
yine onlar kazandı. Dünya malının fani olduğunu ve Üstadın verdiği derslerin mahiyetin tam
anlamaya vesile oldu. Değil malları ve servetleri, onlar Üstad ve Risale-i Nur için canlarını
veriyorlardı. Servetlerini kaybetmiş, iflas etmiş, bunları düşünmüyorlardı bile.

"Hamza Emek o zamanlar Demokrat Parti ilçe başkanı idi. Sırf hizmet için
parti başkanlığı yapardı. Çünkü Emidağ'a gönderilen kaymakam, jandarma v.s. gibi kişiler
kasıtlı olarak menfî insanlardan seçer gönderirlerdi. Hamza Emek parti başkanı olduğu için
kendisine diş geçiremezlerdi.

Sh»: (S.Ş:109 )
"Herkese itimat edemezdik"

"Üstad kimsenin yemeğini yemediği halde, Ceylân Ağabeyin annesini yaptığı


yemeği yerdi. Hususan köfte gibi yemekleri daima Ceylân Ağabeyin annesi Fethiye Hanıma
yaptırırdı ve onun yemeğini yerdi, ona dua ederdi. Bir de Firdevs Hanım vardı, çok ihlaslı idi.
O da Üstada yoğurt yapardı, hem ineği bereketliydi. Üstad Emridağ'a gelmeden Üstadın
geleceğini hisseder, yoğurt hazırlardı. Herkesten yoğurt alamazdık, çünkü zehir vermek için
daima çalışanlar vardı. Hattâ bir defasında yukarıdan emir geliyor ve ne yapın yapın
Bediüzzaman'ı hastaneye yatırın, ona bakan bir hizmetçi koyun ve para da almayın
deniliyordu. Tabiî bu plânlar hep akim kaldı. Çünkü Üstadda müthiş bir feraset, tedbir,
hassasiyet, ihlas vardı. Derhal farkına varıyordu, ona göre de tedbir alıyordu.

"Tarihçe-i Hayat'ta bunların bir kısmı geçer. Üstada neler yaptılar neler?
Geceleri aniden karakola çağırmak, akşamdan sonra mahkemeye çağırmak, ziyaretçi gelmişse
niye geldi diye çağırmak... Biçare bir köylü Üstadın elini öpse peşine takipçi koyarlardı.
Üstadın evinden çıkarken ve girerken ziyaretçilerine hakaret ederlerdi. Üstada niye selâm
veriyorsunuz, niye bakıyorsunuz v.s. Ama o büyük Üstad herşeye sabrediyordu...

"Beşeriyetin imanını kurtarmak, masumların imanını kurtarmak için, Risale-i


Nur'un neşri için herşeye sabredeceğim... Eskiden cebbar kumandanlara baş eğmeyen,
hayatında kimseye tenezzül etmeyen zat, şimdi bir bekçi, bir jandarma gelse 'Filan yere git'
dese, gideceğim... Sabredeceğim, benim vazifem müsbet hareket etmek, ben Eski Said'i
bıraktım. Yeni Said bütün işkence ve hakaretlere sabretmeye karar verdi' derdi.

"Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem"

"Barla'ya geldiğinde Üstad, çınar ağacının başında sabahlara kadar dua ederdi.
Arı sesi gibi çınar ağacının başından yanık yanık ses gelirdi. Barlalılar derdi:

"Hoca Efendiyi buradan Eskişehir Hapishanesine götürdüler, çınar ağacı


mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir
insan gibi bir vaziyet aldı. Ama Hoca Efendi tekrar geldiğinde çınar birden acaip bir hal aldı,
birden şevklendi, kanatları yukarı kalktı, yaprakları şenlendi, hep şaşırdık. Barlalılar,
mahallemizin bülbülü geldi, diye hep sevinirlerdi.' Üstad da: 'Ben bu çınar ağacını Yıldız
Sarayına değişmem, bu çınar benim için bin altından kıymetli' derdi. 'Bundan siz de istifade
edin'

Sh»: (S.Ş: 110)

derdi, meyvesi olan kozalaklardan bize de verirdi, bundaki san'at-ı İlâhiyeye bakın
derdi. Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu.
Herşeyden mahrumdu. Abdesthanesi elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış
kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla'da kışın herşeyden mahrumdu. Yanında
yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet
memnundu. 'Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem' diyordu. Barla'daki mübarek dershanesinde
de Risale-i Nur te'lif olduğu için saraylara değişmem diyordu. Üstad Barla'nın kabristanından,
suyundan, havasından, insanlarından çok memnundu. Hattâ Barla'dan, İstanbul ve Ankara'ya
çalışmak için gidenler olursa üzülürdü. 'Aman kardeşim dünya acaip olmuş, parmağını
soktuğun zaman eli, eli soktuğu zaman kolu, kolu soktuğun zaman da vücudunu götürüyor,
dikkat edin, kimseye muhtaç olmayacak kadar rızkınız varsa iktifa edin, mübarek Barla'dan
ayrılmayın' derdi. Barlalıları çok sever, kendi akrabası gibi alâkadar olurdu. Üstadımız
Barla'da, sık sık Barla Gölünün kenarlarına gider, bazen denize girerdi. Denize gömleği ve iç
donu ile girer, fakat fazla duramaz, çabuk üşüdüğü için hemen çıkardı. Bize; 'Sizler benim
yerime girin' derdi. Biz de Ceylân Ağabeyle girerdik. Bazen gölde kayıklar olurdu.
Üstadımızı kayığa bindirir, gölün kenarlarında gezdirdik. Fazla kalsak veya abdest için gölden
fazla su harcasak, gölden israf etmeyin, derdi. İktisad, Üstadımızın damarlarına işlemişti.

"Türkiye'de Risale-i Nur var, Rusya giremez"

"Üstadımızdan işittim. Mükerrer defalar, 'Risale-i Nur kıyamete kadar devam


edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır' demişti.

"Bir seferinde de şöyle konuşmuştu: 'Sizden soruyorum, koca Çin'i ve


Balkanlar'ı yutan bir ejderha Türkiye'ye neden birşey yapamıyor'
"Bizler sükût ettik. Tekrar sordu, yine sükût ettik. Üstadımız, 'Kur'ân-ı
Kerim'in bu zamandaki hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'un sayesinde' dedi.

"Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya'yı nasıl
durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu: 'Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu
Sözü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya'nın önünü aldı.'

Sh»: (S.Ş:111 )

[]

Bayram Ağabeyin hatıraları 1977'de 1. ciltte yayınlanmıştı. Yeniden düzenlemeden


sonra gözden geçirmesi için kendisine istirhamda bulunmuştuk. Bazı ilaveler yaparak teslim
etti. Bayram Ağabeyin gönderdiği notu ve yaptığı bazı tashihlerden örnekler sunuyoruz.

Sh»: (S.Ş: 112)

"Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca
Rusya'nın önünü alacak?

"Üstadımız şöyle dedi: 'Esas manevî atom bombası Risale-i Nur'dur. Onların
atomundan daha üstündür. Sizler kormayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe
Rusya bu memlekete giremez.'

"Yine Alman Harbinde herkes telâşta, 'Almanlar Türkiye'ye girdi girecek' diye
kahvelerde konuşuluyor. Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. 'Korkmayın, telâş
etmeyi. Türkiye'de Risale-i Nur var, giremez' diyor.

"Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor,


milletin telâşını görünce, 'Merak etmeyin hocaefendi haber göndermiş, Türkiye'de Risale-i
Nur var giremez demiş,' diyor. O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy'da inanmaz bir
tavırla şöyle diyor: 'Meczub, işte girdi.' Abdullah Çavuş birşey demeden evine gidiyor. Gece
radyolar ilân ediyor. 'Alman orduları Türkiye'ye giremedi.' Ontan sonra Osman Atasoy Nur
Talebesi oldu.

"Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve


sebatlarından dolayı çok rağbet ve alâka gösteriyordu. 'Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel
çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir'
derdi."

Sh»: (S.Ş:113 )

$HALİL GÖNÜLALAN

1925'te Gaziantep'te doğdu. 1944'te Emirdağ'da onbaşı olarak bulundu. Verilen emirle
Bediüzzaman'ı takip etmişti.

[]

Halil Gönülalan

"Gözleri heybetliydi"

"Benim için onbaşı olan hemşehrim Hayri Özhelvacı izinli olarak Antep'e
gitmişti. O zaman bana, 'Bediüzzaman'ı sen takip et' dediler, vazifeyi bana verdiler.
Kumandanımız İsmail Güneybölük'tü. Bediüzzaman'ın kıyafetine bile müdahale etmemizi
istiyorlar, başındakini çıkarttırmamazı emrediyorlardı.

"Oturduğu evin karşısında bir kahvehane vardı, orada takip ederdik. Kendisi,
'Ben şapka giymem' diyerek, şapkayı başına koymazdı, hep sarık sarardı. "Bölük kumandanı
sarığını yırttı. Ama o işi yaptığı gün, karısı ile beraber yatamıyorlar. Devamlı olarak kâbus
basıyor. Gece saat üç sıralarında Bediüzzaman'dan özür dilemeye gittik. Rica ettik, af diledik.
Bana, 'Sen git. Benim suçum nedir? Rahat yatsın' dedi.

"Benim, gedikli başçavuş olarak orduda kalmaya niyetim vardı. Bediüzzaman


bana, 'Bu meslekte kalma, memleketine git, ev sahibi de olacaksın' dedi, dua etti. Allah'a
şükür, bugün ev sahibi de olduk, rahatız. "Camide örtülü bir yeri vardı, namazları orada
kılardı. Birgün hep beraber yağmur duasına çıktık. 'Büyüğümüzden isteyeceğiz' dedi.
Hakikaten çok miktarda yağmur yağdı.

"Ben bazen elini öperdim, bana dua ederdi. Allah'a şükür, bugün iyiyim.
Sırtındaki cübbesi ve başındaki sarığı ile eski zamandaki hocalara benzerdi. Gözleri
heybetliydi.

"Bir gün Konya ve Sandıklı'dan iki hoca kendisini ziyaret için gelmişlerdi.
Bana, 'Sen misafirlere bak' dedi. Emirdağ'da Halepli Hasan Usta isminde bir dükkâncı vardı.
Onun dükkânında kahvaltı yaptık. Üç kişi kırk kuruşluk kahvaltı yaptık. Hocanın duası ve
bereketiyle üçümüz de doymuştuk.

"Bediüzzaman'a sevgim son zamanlarda kendisini daha da gösterdi. Vefatından


birkaç gün önce kendisini Antep'te gördüm. Eski postahanenin önünde, sabahın erken
vakitlerinde yabancı bir araba duruyordu. Baktım ki, Bediüzzaman. Hemen koşarak elini
öptüm. 'Ben Urfa'ya gidiyorum' diye dua istedi. Yanında talebeleri vardı. İşte böyle, Allah
böyle büyük bir insanı görmek nasif etti bana."

Sh»: (S.Ş: 114)

$SEYDİ KOÇAK
1913'de Emirdağ'da doğdu. Üstadın talebelerindendi.

[]

Seydi Koçak

"Karakol komutanlığı yapan bir arkadaşa, 'Bu zamanda üstad-ı kâmil var mı?'
diye sorduğumda bana, Denizli hapsinde bulunan Üstad Bediüzzaman'dan bahsetmişti.

"Az zaman sonra, Emirdağ Çarşı Camiinde, 1944 yılının Ağustos ayında onu
bana gösterdiler. Camide ellerinden öperek himmet diledim. Daha sonraları ise evine gitmeye
başladım.

"Bizim komşumuz İbrahim Kantar vardı, Üstada çok hürmet ve hizmet ederdi.
Afyon hapsinde de Üstada hizmetler etti.

"Bir göz ilâcının bile ücretini verdi. Kimseden hediye ve zekât almıyordu.

"Kardaşım Seydi, Vallahi'l-Azim hariçten birinin lokması mideme düşerse


sancıdan yatamıyorum. Rica ederim, bana böyle birşey getirmeyin. Ben minnet altına
girmemişim. Hayatım boyunca rızkımı Cenab-ı Hak ihsan ediyor' diyordu.

"Ara sıra değil de daima hizmet versin arzusundaydım. Bu arzu ile ziyaretine
gitmiştim. Daha ben söylemeden, bana, 'Sen hizmet ediyorsun, sana şuradan anahtarı
atıyorum, Çalışkan'ları çağır, Ahmed'i veya Mehmed'i çağır diyorum, bunu yapıyorsun, bu
hizmet sana yeter' dedi.

"Ben 'İzin verin, yerleri süpüreyim, yahut su getireyim' deyince 'Hayır, hayır
kardaşım, sana bu hizmet yeter' demişti, daha fazla ısrar etmedim. Emirdağ'a gelmeyip
Isparta'da kaldığı zamanlar, oraya ziyaretine giderdim. Emirdağ'dan vedalaşıp, Isparta'ya
gittiği zaman da yine hizmetindeydim. Üstada şöyle bir mevzu sordum; 'İslâmın sadası en
yüksek olacak diyorsunuz. Bu gür sada daha ne zaman olacak Üstadım?" dedim.
"Acaip' dedi ve hemen cevap verdi: 'Bu siyasi değildir. Ben siyasetten de
bahsetmek istemiyorum. İslâmın sadasının en gür bir sada olduğunu hep sizler göreceksiniz.
Ben göremeyeceğim.'

Sh»: (S.Ş: 115)

"Bir de İhlas Risalesindeki Hıristiyanlığın İslâmiyete inkılâp edeceği


meselesini sordum. 'Acaip, kardaşım' dedi ve Hıristiyanların tasaffi edip, sâfi bir hale
geleceğini, Almanya'nın Müslüman olacağını müjdeledi.

"Üstad minnet almazdı, para ve hediye hiç almazdı. Minnetsiz yaşardı.


Kimsenin çorbasını içmezdi. Evinde kedileri vardı. Bunlar başını çıkaran fareye bile
dokunmazlardı. Üstad kediler için, 'Bunlar benim minettarım değil, ben bunların
minnettarıyım. Allah bunların yüzünden benim rızkımı ihsan ediyor' demişti.

[]

Seydi Koçak'ın Nur'lardan yazdığı ve Üstadın tashih ettiği eserler.

Bunlardan "Yirmi Birinci Lem'a İhlâs Risalesi"nin sonunda üstadın el yazısıyla şu


duası bulunmaktadır:

"Yâ Erhamerrâhimîn, bu nüshayı yazan Seydi'yi Cennetü'l-Firdevsde mesud eyle.


Âmin, âmin, âmin."

Sh»: (S.Ş:116 )

"Fare çıktığı zaman kedilere, 'Bunlara dokunmayın' diyordu. Hakikaten kediler


de dokunmuyorlardı. Şöyle bir söz vardır: 'Himmet-i rical, tahrib-i cibal.' Evliyâullah himmet
ederse, dağlar parça parça olur. Evliyâullah beddua ederse, dağlar param parça olur. Ama
eliyâullah beddua etmez. İşte Bediüzzaman Hazretleri de böyle büyük bir zattı. 'Benimle
konuşmaya lüzum yok, Risale-i Nur'dan himmetinizi, dersinizi alırsınız' diyordu.
"Üstada 'veli' dediler, kabul etmedi; Mehdi dediler, yine kabul etmedi. Bir gün
Osman Çalışkan kendi kendine konuşuyor. 'Bu risaleleri nasıl yazıyor, Kürtten de olur mu
bu?' diyor. Allah kendisine, kalbine, durumu bildiriyor. Yakub Aleyhisselâmın, 'Bizim
halimiz şimşekler gibidir, bazen ayağımızın üzerini bile göremeyiz, bazen da kâinatı temâşâ
ederiz' diye buyurduğu gibi, Allah bildirince herşeyi biliyorlar. Osman Çalışkan, Üstadın
yanına gelince, Üstad kendisine, 'Kardaşım, ben seyyidim' demişti.

"Zamanın iman kurtarma zamanı olduğunu, tarikat zamanı olmadığını ifade


ediyordu. 'Eğer İmam Rabbani de bu zamanda gelseydi, bütün himmetini iman-ı kurtarmaya
verirdi. Bir imanın inkişafı binler kerametlere müreccahtır. Tarikatsız cennete gidilir, fakat
imansız cennete gidilmez' diyordu.

"Bediüzzaman bir güneşti. Üstad 1944'te Emirdağ'a geldiği zaman, oğlum


Ekrem de dünyaya geldi. Ekrem hastalandığı zaman Üstad himmet edip dua buyurdu ve
çocuk şifa buldu."

Sh»: (S.Ş: 117)

$MUSTAFA AKDEDEOĞLU

1924'te Konya'da doğdu. İlkokulu Türkiye'de ortaokulu Halep'te, lise ve fakülteyi


Mısır el-Ezher Üniversitesinde tamamladı. İki yıl Pakistan Karaçi Üniversitesinde master
çalışması yaptı.

[]

Mustafa Akdedeoğlu

Risale-i Nur Külliyatını ne zaman ve nasıl tanıdınız?


1945 yılları idi. Ben o tarihlerde Isparta Askerlik Daire Başkanı (yedek subay)
olarak vatanî görevimi yapıyordum. Ara sıra Isparta Ulu Camiinde izinli günlerimizde
namaza gider, cemaate Kur'ân-ı Kerim okurdum.

Günlerden birgün, camiden çıkışta bir zat ile tanıştım. Bana hitaben dedi ki:
'Evladım, ben sana İstanbul kıraatı ile Kur'ân-ı Kerimi talim ettireyim, bu hususta ihtisasım
var, sana faydamız dokunsun."

Neticede samimi olduk. Meğer samimi olduğumuz zat Geçici Hava Askerliği
Amiri Önyüzbaşı Refet Barutçu imiş. Kur'ân-ı Kerimi talim ederken bu arada Risale-i Nurları
tanıttı. Bana ilk verdiği eser Gençlik Rehberi idi. İyi daktilo yazdığım için bana Gençlik
Rehberi'nin bazı nüshalarını yazdırdılar ve yazdım. Daha sonraları Hüsrev Ağabey ile de
tanıştık. Çoğalttığımız Gençlik Rehberi'ni tanıştığımız ortaokul ve lise talebelerine dağıtırdık.

Bediüzzaman ile görüşme imkânı bulabildiniz mi? Eğer görüşme bahtiyarlığına


erişmişseniz kaç defa oldu?

1945 sonlarında Isparta'da askeri izne ayrıldım. Refet Bey bana dedi ki:
"Kardeşim Konya'ya giderken Çay kazasında in. Oradan Emirdağa git. Hz. Üstadı ziyaret et,
ellerini öp ve benim 1 kg kadar kesme şekerim var, onu da Üstada hediyem olarak götür."

Ben de aynı şekilde güzergâhı çizdim ve Emirdağ'a vardım. Çalışkan'ların


dükkânına gittim. Rahmetli Ceylan ile irtibat kurduk.

Üstad, "Gelsin" demiş. Koşa koşa gittim. Baktım, Üstad bahçeli evinin dış
kapısında beni bekliyor. Hicap edip durdum. Ellerini öpmek istedim, öptürmediler ve bana
hitaben, "Hoş gelmişsin karda-
Sh»: (S.Ş: 118)

şım. Ben neyim ki, sen bana geldim. Bana gelmektense Risale-i Nur Külliyatını
okuman daha istifadeli olur. Fakat ben seni Refet kardeşim adına kardeşliğe kabul ettim."

"Şimdi yazmak zamanıdır"

Gayet haşmetli olarak ayakta duran ve heybetle bakan Hz. Üstad bana hitaben,
"Sen eskimez Kur'ân harflerini yazabiliyor musun?" diye sordu.

"Evet efendim, yazıyorum."

"Yaz kardeşim, şimdi yazmak zamanıdır. Eğer çoğaltırsan, iman ehli


kardeşlerimize hediye edersin" dedi.

Üstadı ayakta bekletmekten utandım. Hemencecik Refet Barutçu Ağabeyin


hediyelik şekerini kendilerin uzattım.

"Refet bizim hediye almadığımızı bilmiyor mu? Peki öyle ise (Ceylan kardeşe
seslenerek) Ceylan, benim odamdaki Asâ-yı Mûsa kitabını getir. Onu Refet'e gönderelim."

Ben kitabı aldım. Ve yine dediler ki:

"Kardeşim, buradan hemen ilk vasıta ile Konya'ya git. Ben gözetim altındayım.
Seni tutarlar, soruşturma ve eziyet ederler. Konya'da kardeşlere selamımı götür."

Neticede ilk araba ile Bolvadin'e, oradan da Konya'ya geçtim.


Üstad bizi kabul etti

Hazret-i Üstad ile ikinci görüşmem 1953 yıllarında oldu.

1952'de Kahire'de okuyordum. 1953'te Türkiye'ye geldim. O günlerde


İstanbul'a gezmeye gittik. Mısır'da beraber okuduğumuz Ali Özek Bey ile Fatih Camiinde
karşılaştık. Bana hitaben, "Mustafa birisini bekliyorum, şimdi gelip bizi Said Nursi
Hazretlerine götürecek" dedi.

Bekledik. Ne görelim, Konya'da beraber dersler yaptığımız Abdülmuhsin


Elkonevi kardeşimiz. Birlikte Çarşamba semtinde iki katlı bir eve gittik. Üstad bizi kabul etti.
Kendilerini karyolada bağdaş kurmuş vaziyette gördük. Ellerini öptük. Mısır'dan geldiğimi
söyledim. Bize hitaben:

"Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Safa geldiniz. Mısır'dan Şeyhülislâm
Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş ve Risale-i Nur Külliyatı içinde neşrini
istiyor. Fakat Risale-i Nur külliyatı içinde neşrine müsaade yok. Çünkü kitabınnın içinde çok
ihtilaflı meseleler var. Risale-i Nur Külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf

Sh»: (S.Ş: 119)

meşrebi değildir ve yeri yoktur. Benim çok selâmımı götürün. Yine de kitabının başım
üstünde yeri vardır. Bunları aynen söyleyin."

Neticede Kahire'ye gittik. Mustafa Sabri Efendi hasta idi. Bu bakımdan yanına
Ali Özek kardeşimi kabul ettiler. Üstadın selâmını ve söylediklerini nakletmiş. Mustafa Sabri
merhum, "Peki, madem öyle, mesele yoktur" deyip Üstadın selâmını almış.

Cennetten gelen üç nehir


Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile birçok zevat mektuplaşmıştır. Sizlerin diyar-
ı gurbette, bilhassa el-Ezher Üniversitesinde iken Said Nursi Hazretleri ile mektuplaşmanız
oldu mu?

Evet bir defa oldu, şöyle ki: El-Ezher'de olsun, diğer okullarda olsun
-Vahhabimeşreb bazı coğrafyacı hocalar Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimizin- "Şu üç
nehrin menbaları Cennettendir" mealindeki hadis-i şeriflerine, nehirlerin çıktıkları yerleri
hakir ve küçük görerek dil uzatmışlardı. Hatta bazılar, bu hadis-i şerifi "mevzu ve hurafedir"
diye sapıtıyorlardı. Bunun üzerine biz Kahire'den Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerine,
"Bizleri müşkilâttan kurtar" diyerek bir mektup yazdık ve tafsilâtını anlattık. Kısa bir müddet
sonra Üstad bize, "20. Sözün Birinci Makamını" gönderdi. Hassaten "20. Sözün Birinci
Makamının Üçüncü Nüktesi" meseleyi fevkalade halletmektedir. Neticede bu hocalar ilzam
ve ikna oldular. Bize de şükranlarını belirtirken, Üstad Hazretlerine de duada bulundular.

(Bu mülâkatı Konya'dan yapıp gönderen Halil Uslu kardeşime teşekkür


ediyorum.)

Sh»: (S.Ş: 120)

SABRİ HALICI

Konyalı Halıcı Sabri. Aslen Erzurumlu olna bu zat "Kürt Sabri" diye de anılmaktadır.

[]

Sabri Halıcı
Erzurum'da doğan Sabri Halıcı Cünan aşiretindendir. Birinci Cihan ve İstiklâl
Harbinde çarpışarak gazilik rütbesi almıştır.

Nur risalelerine uzun yıllar hizmeti geçmiştir. Bilhassa birinci ve ikinci


Emirdağ mektuplarında ismi geçmekte ve kendisine hitaben mektuplar bulunmaktadır.
1948'de Üstad Bediüzzaman'la birlikte Afyon Hapishanesinde yatmıştır.

İstanbul'da Salih Yeşil'in yanına gittiği zaman Hazret-i Ali ve Hazret-i


Muaviye meselesinde ve Salih Yeşil'in çocukları konusunda şiddetli münakaşa etmişler.
Emirdağ mektuplarında geçen uzun mektupta Bediüzzaman'ın "Yâ Rab! Erzurum'dan
imdadıma yetişen bu iki zatın münkaşasını musalâhaya tebdil et" diye yaptığı niyaz Halıcı
Sabri ve Salih Yeşil içindir.

Şâhitler'in Dilinden, birinci cildinde "Bir Mektubun Yazılış Sebebi"nde


anlatılan şehit Ömer Halıcı, Sabri Halıcı'nın oğludur. Diğer iki oğlu olan Feyzi ve Mehdi
Halıcı da Üstadı ziyaret etmişlerdir.

Birinci Cihan Harbinden sonra çocuklarıyla birlikte Konya'ya yerleşmişti.

Eski Şer'iyye Vekili Hâdimli Vehbi Çelik Efendiye İhlas Risalesi'ni hediye
etmişti. Vasiyeti üzerine, Bediüzzaman'ın kendisine hediye ettiği, şark dokuması olan bel
kuşağı kefenle birlikte vücuduna sarılarak defnedilmişti.

Sh»: (S.Ş: 121)

AHMED URFALI

Aslen Urfalı olan Ahmed Urfalı 1924'te Emirdağ'da doğdu.


[]

Ahmed Urfalı

"Seni kardeşliğe kabul ediyorum"

"Üstadı ilk olarak 1954'lerde ziyaret ettim. O vakit askerdim ve izinli olarak
dönmüştüm. Emirdağda bana 'Buraya büyük bir hoca gelmiş' diye bahsetmişlerdi. Ben de
Hoca Efendiyi ziyaret etmek istedim. Birgün yatsı namazından sonra arkasına düştüm. Bana
'Adın ne?' deyince, 'Ahmed' dedim. 'Buralı mısın?' diye sordu. Emirdağlı olduğumu ve
askerden izinli geldiğimi söyledim. Balıkesir'de askerlik yapmakta olduğumu söyleyince,
Hasan Basri Çantay'ı sordu. Daha sonra Hasan Basri'ye selamlarını götürdüm. Böylece
Üstadın evinin önüne geldik. Anahtarı bana uzattı. Dış kapıyı açtım. 'Kardeşim, seni
kardaşlığa kabul ediyorum' dedi. İçeriye girdi ve 'Kapıyı kilitle' dedi. Kapıyı kilitledim. Ben
dışarıda, Hazret-i Üstad ise içeride kalmıştı. Anahtarı istedi, Ben de kapı aralığından uzattım.
Böylece ilk ziyaretimi yapmıştım.

"Üstadın hizmetindeyim"

1947'de askerden döndüm. Ceylân Çalışkan Ağabey vasıtasıyla Üstadı tekrar


ziyaret ettim. Daha sonraları Ceylân ve Mustafa Acet'le birlikte ben de hizmetine girdim.
Benim hizmetim daha hafif işleri takip etmek tarzında oluyordu. Odun getiriri, sobayı yakar,
çarşıya çıkar ve yemek pişirirdim. Yemeği küçük sefer taslarında yapardık. Yemeğimiz çoğu
zaman pirinç çorbasıydı.

"Bu şekilde Üstadın hizmetine devam ederek, risale yazmaya başladım. İslâm
yazısını Üstadın yanında kalan talebelerinden öğrenmiştim. Üç tane Sözler yazdım. Üstad
tashih ederek duasını yazıp, tekrar bana iade etti.
Sh»: (S.Ş: 122)

"Üstadımın kılına dokunamazlar"

"Üstad ve talebelerini Emirdağ'dan toplayıp Afyon Hapishanesine


götürmüşlerdi. O anda aleyhte çok dedikodu yapılıyordu. Bir zaman sonra bize de gitmek
nasip oldu.

"Bir gün Üstadımızın aleyhinde konuşan bir zabıta memuruyla münakaşa


ettim. O nurdan nasipsiz adam, 'Said Nursi'yi asacaklar, şöyle yapacaklar, böyle yapacaklar'
diye konuşunca; ben de kendisine hiddet ettim, 'Hiçbir şey yapamazlar, Üstadımın kılına bile
dokunamazlar' dedim. O da gidip beni şikâyet etmiş. Beni yakalayıp Emirdağ Hapishanesine
attılar. Orada bir hafta kaldım. Oradan da, Afyon hapishanesine götürdüler. Bir hafta da
dördüncü koğuşta Tahiri Mutlu Ağabeyin yanında kaldım. Üstadımızla görüşmem mümkün
olmadı. İfademi aldıktan sonra beni tahliye ettiler.

"Üstadın tokadı şifa oldu"

"Üstadın yanında çeşitli zamanlarda kıra gitmiştim. Kendisi tefekkür eder,


tashih yapar ve evrad okurdu. Biz lüzumu zamanında yanına yaklaşırdık. Yine birgün kıra
giderken, eski postahanenin önünde aniden geri dönerek, bana sordu: 'Hasta mısın?'
Hakikaten birkaç yıldır bende şiddetli vehhamlık vardı. Ben daha 'Evet' diyemeden şiddetli bir
şamar vurdu. Sonra, 'Haydi gidelim, birşeyin yok' dedi, yola devam ettik. Daha sonra benim
rahatsızlığımla alâkalı hiçbir şikâyetim kalmadı.

Hizmette anne-babasının rızası

"Üstadı çeşitli zamanlarda ziyaret ettiğimde bana tekraren 'Kardaşım, sen


evlenme' derdi. Bana pekçok defa söylediği bu söze bir mânâ veremezdim. Bilahare babamın
şiddetli ısrarı üzerine evlendim. Babam 'Evlenmezsen seni evlatlıktan reddederim' demişti.
Evlilikten sonra Üstada gittim. Üstad bana, 'Kardaşım, sen kendine ayrılan hisseyi kaybettin'
dedi. Sonra 'Abdestli misin?' diye sordu. Ben abdestli olduğumu söyleyince işaret ederek,
raftaki Kur'ân'ı getirmemi söyledi. Getirince açtı.
"Bir âyet-i kerimeyi göstererek, 'Kur'ân'a, imana hizmet edenlerin peder ve
validelerinin dinlememelerini emrediyor' dedi. Ben oracıkta, çok acıklı bir şekilde, şiddetli bir
hüzünle ağladım. Gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu. yatağından kalkarak beni
kucakladı, alnımdan öptü. 'Seni Risale-i Nur hesabına kabul ediyorum' dedi.

Sh»: (S.Ş: 123)

[]

Üstad Bediüzzaman, Ahmed Urfalı'nın yazdığı bir risaleye şu duayı yazmıştı.

"Yâ Erhamerrâhimin, ism-i âzam hürmetine, bu risaleyi yazan Ahmed'i nefis ve şeytan
şerrinde muhafaza eyle ve hizmet-i nuriyede muvaffak eyle ve Cennetü'l-Firdevste ebedî
mes'ud eyle. Âmin, âmin, âmin."

"Kore'de Kunuri Zaferi Üstadı sevindirdi"

"Bir defasında kardeşlerden birisi sormuştu: "Allahümme ecirna derken


ellerimizi neden çeviriyoruz?' Ben bunu Üstada sormak için yanına girdim. Üstad yataktaydı,
ama sanki vücudu kaybolmuştu. Çok hiddetli bir vaziyeti vardı. Yüz hatları gerilmiş, çok
sinirli bir hali vardı. Soruyu sordum. 'Kardaşım senin işin bitti mi?' deyince, 'Evet, Üstadım'
dedim. 'Derhal dışarı çık' dedi. Mahcup ve korkarak dışarı çıktım. Ertesi gün yine Üstadın
huzuruna gittim. Bu defa yatağında gülümsüyordu. 'Gel kardaşım, sen birşey işittin mi?" dedi.
'Hayır, Üstadım' dedim, 'Keçeli, sen radyo dinlemedin mi?" deyince sormak istediği meseleyi
anlamıştım. 'Dinlemedim Üstadım, fakat halktan işittim' dedim. Kore'de Kunuri çemberi
yarılmıştı. Üstad bu haberden dolayı çok sevinçliydi. Kore Harbiyle çok alâkadar oluyordu.
Tebessüm ederek beni alnımdan öptü. Böylece huzurundan sevinçle ayrıldım."

Sh»: (S.Ş: 124)


$MUSTAFA BİLAL

[]

Mustafa Bilal

"Üstadın Emirdağ'a ilk gelişini Tayyar Özkasap ismindeki şahıstan işitmiştim.


Bana, 'Buraya bir hoca geldi, eğer istersen gel, gidip ziyaret edelim' dedi. Ben de, 'Siz önce
gidip izin isteyin, müsaada ederse ben de ziyaretine gideyim' dedim. Üstad o zaman Hasan
Gücenmez'in otelinde kalıyordu. Üstad bana 'Gelsin' diye haber yollamıştı. Hemen gidip bir
abdest aldım, kendime çekidüzen verdim. Üstadın huzuruna vardığımda, karyolasına
uzanmıştı. 'Gel kardeşim,' diye doğrularak, 'Safa geldin' dedi. Bana ilk olarak söylediği şu
sözleri hiç unutmam:

"Ben Afyon'a menfi (sürgün) olarak gönderildim. Afyon'a gelince birçok yer
sayıp teklifler yaptılar. Ben bunların içinde Emirdağ'ı seçtim. Burada ihlâslı kardeşlerim
vardır. Onların ihlâsı beni buraya çekti..'

"Sonra bana kelime-i tevhidin bahsi geçen risaleyi vererek okumamı, eğer
beğenirsem de yazmamı söyledi. 'Peki' dedim, bilahare de okumaya başladım. Okudukça,
içimde tabirinden âciz olduğum bir boşluğun büyük bir lezzetle dolduğunu kat'iyetle
hissediyordum. Okudukça hoşlanıyor, tekraren okuyordum. Sonra ise, bugüzel eseri yazmaya
başladım. Eseri yazdıktan sonra Üstada götürdüm, tashih etti. Başka bir risale daha verdi,
bunu diğer risaleler takip etti. Birçok risaleleri yazımla çoğalttım. Babam da yazdı. Bazen
bazı risaleleri ikimiz de yazardık.
"Ben Üstadın devamlı değil de ara sıra hizmetinde bulunurdum. On beş gün de
bir hizmetine giderdim. Mesleğim terzilik olmasından, elbiselerinde sökük olduğu zaman
onları dikerdim. Bazen de kıra çıkarken, tashih edeceği risaleleri ve namaz seccadesini
taşırdım.

"Çok zamanlar akşam namazından sonra yatsıya kadar yalnız kalırdı. Bu


müddet içinde birer ikişer yanında hizmeti için kalırdık. Birgün bana, 'Mustafa, bana bir
bardak su getir' demişti.

Sh»: (S.Ş: 125)

Ben de gidip kahveden bir bardak aldım, caminin çeşmesinde iyice yıkadım, suyu
verdim. Suyun yarısını içti. Diğer yarısını da 'Al, bunu sen iç!' diye bana verdi. Alıp içtiğimde
sanki su değil de gül yağıydı. Tamamen içmedim, üzerine su ilâve edip, eve getirdim.

"Hanım ve çocuklar da içtiler. Onlar da hayret içinde 'Bu su mu?' diye


söylenmişlerdi. Ben de 'Bu Üstadın suyudur' demiştim.

"Birgün rahmetli babam (Nuri) bir tabak sütlaç yaptırmıştı. Bunu Üstada
götürdüğünde, Üstad elinde sütlâç ile girdiğini görünce hiddetlenerek, 'Sen niye böyle
çocukların rızkını bana getiriyorsun!" demiş. Babam da mahcubiyetle geri dönerken, 'Nuri,
Nuri!' diye seslenip 'Gel' diyerek, iki-üç kaşık almış. 'Haydi, geri kalanı çocuklarına götür,
benim ikramım olarak yesinler' demiş."

Bu hatırayı dinleyen Mustafa Bilâl'in hanımı Şerife Hanım söze katıldı. Sütlacı
kendisinin yaptığını, arada bir çamaşırlarını da yıkadığını ifade ederek, iki hatırasını anlattı:

"Beyim Mustafa çok hastaydı. Tifoya yakalanmıştı. Ben Üstadı takip ettim.
Kıra giderken arkasından koştum. Üstadın faytonu aniden durmuştu. Rahmetli Ceylan, 'Gel,
Üstad seni bekliyor' dedi. Yanına gidip elini öpecektim. Bana dirseğini uzattı, dirseğini
öptüm. 'Tamam, duacıyım' dedi, ben de geriye döndüm.

"Birgün de, ben çok hastalanmış, doktora gitmiştim. Bana 'Bir böbreğin
çürümüş, ameliyata alınman lâzım' demişti. Ben de ameliyat için hazırlanmıştım. Üstadın
duasını almak istedim. Ceylan bana ve annesi Fethiye Hanıma Adaçalı tarafına gitmemizi
söyledi. Az sonra Üstad oraya geldi. Ceylan yanımıza geldi, Üstadın bize dua ettiğini ve 'Ben
onları hemşirem olarak kabul ediyorum' dediğini söyleyerek, bana 'Gitmesin' diye haber
getirdi. Ben de gitmedim. Allah'a şükür, ben hâlâ böbreğimden şikâyetçi değilim.

"Beyim Mustafa Eskişehir'de hasta olarak tedavi oluyordu. Bir sabah kuşluk
vaktinde Ceylân geldi; 'Şerife Abla, Üstadım 'Biz Mustafa'yı yeni kazandık' dedi' diye haber
verdi. Akşam da beyim şifa bulmuş ve sıhhati yerinde eve gelmişti.

Mustafa Bilâl hatırasını şöyle bağladı:

"İsmet Paşa Afyon'a gelip konuşma yapmıştı. Ondan sonra Üstada olan baskı,
takip ve kontroller arttı. Bundan hemen sonra Üstadı ve talebelerini Afyon mahkemesine
götürdüler. Biz de telâş ve korku içindeydik. Etrafta sivil polisler geziyordu. Bize de,
'Hazırlanın, sizi de götürecekler' diye söyleyenler oluyordu. Birkaç defa evimizi aramışlardı.
Ben bu ara Üstadı rüyamda görmüştüm.

"Rüyam şöyleydi: Üstadın faytonu hükûmet binasının önüne ge-

Sh»: (S.Ş: 126)

lince durdu. Üstad ayağa kalktı. Üstad bize hitaben üç defa; 'Korkmayın, korkmayın,
korkmayın!' dedi. Ben de cevaben, 'Korkmuyoruz, korkmuyoruz, korkmuyoruz!' dedim ve
hemen uyandım.
"Üstadın hizmetinde bulunduğumuz sıralarda, iki kedisi vardı. Yemek vakti
gelince bunlara yemek verirdi, kendisi daha sonra yerdi. Ayrıcı dolaplara fareler için
yemekler koyardı."

Sh»: (S.Ş: 127)

$ HACI ALİ KILIÇALP

[]

Hacı Ali Kılıçalp

"Üstaddan icazet aldım"

"1922'de Emirdağ'da doğdum. Babam Hacı Şükrü Efendi medrese tahsili


görmüş, muhtelif yerlede memuriyet yapmıştır. İlk tahsilimi Emirdağ'da yaptım. 1945'de
vatanî vazifemi yaptım. Askerden geldiğimde 1946'da Hazret-i Üstad ile ilk defa görüştüm.
Hz. Üstadın müsaadesi ile önce Şam'a, daha sonra 1950'de Mısır'a tahsil için gittim.

"1950-1959 yılları arasında Mısır el-Ezher Üniversitesinde tahsilimi ikmal


ettim. 1959 senesinde Emirdağ'a avdet ettim. Diyanet İşleri Başkanlığından vaizlik
yapabilmek için vesika aldım. Bu tarihten itibaren Emirdağ'da manifatura ticareti ile iştigal
ettim. Üstad Hazretlerinin de icazeti ile 1968 senesine kadar fahri vaizlik yaptım. 1968-1982
seneleri arasında Emirdağ belediye reisliği yaptım. Halen ticaret ile meşgulüm.
"Babama, dedem Osman Efendi benim tahsil görmem için defalarca talimat ve
ısrarda bulunmuş olup o günkü şartlarda ne kendisi okutma imkânı bulabilmiş, ne de başka
yere gönderebilmişti. Ancak ilkokulu bitirme imkânı bulmuştum. Hal böyle iken bende
okuma arzusu sönmedi. O günün cami imamlığını yapan Bozüyüklü Hafız Nuri Güven'den
Kur'ân öğrenme, az da olsa dinî malumat edinme fırsatı buldum.

"Ne gariptir ik, bir evladın öz babası ve dedesi medrese tahsili gördükleri halde
kendi evladlarını dini tedrisattan mahrum bırakmışlardı. Sebebi ise o günün idaresinin şiddetli
takibatı, dini tedrisatın yasak oluşuydu.

"Seneler geçiyor. Önce Aziziye iken sonradan değiştirilip Emirdağ olan


ilçemize bu sefer bir nur doğuyor. Bir milletin İslâmî inancını yitirmemesi, eski satvetine
tekrar kavuşması için bir âlim, bir mücahid geliyor. Kendi istek ve arzusu bir tarafa, mecburi
ikamete tabi tutulması emir ile.

Sh»: (S.Ş: 128)

"Bediüzzaman geliyor"

"1944 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri geliyor. O tarihte vatanî


vazifem münasebetiyle Ankara'da idim. 1945 tarihinde terhis oldum. Sene 1946. Üstad
Bediüzzaman Hazretleriyle ilk defa tanışıp ziyaretinde bulunmam bu tarihte olmuştur.

"Ziyaretim devam ediyordu. Bu süre içerisinde benden önce kardeşim merhum


Tahir de ziyaretlerinde bulunuyormuş.

"Bir defasında aile durumumuzu gözden geçirdi. Babamın durumunu özetledi.


Çünkü babamın medrese tahsili görmesi ile beraber, Nakşibendi tarikatına mensup oluşu da
vardı. Bu cümleden, yani bu aileden bir kimsenin dini tahsil görmesi, okuması gerektiği inanç
ve isteğiyle 'Kılıç Ali" Senin kardeşlerinden Tahir isimli kadeşini okuyacak zannetmiştim.
Meğer yanılmışım. Fesübhanallah meğer o senmişsin' diye iltifatta bulundu. Kardeşim Tahir
iki sene sonra vefat etti. Bu, Üstad Hazretlerinin şahid olduğum ilk kerametidir. Çünkü
kardeşimin en ufak bir hastalığı yoktu.

"Üstadı Afyon'a götürüyorlar"

"Sen 1948'i 1949'a bağlayan kış mevsimi idi. Hava hayli soğuktu. Üstadın
evinin giriş tarafına üstü çadırlı bir kamyon durduğunu gördüm. Nazar-ı dikkatimi çekti.
Hemen vardım kapı önünde birkaç jandarma dalaşıyor. (mahalli tabirle )gedikli bir çavuş
telaşlı olarak Üstadın odası önündeki küçük salonda ileri geri dolaşırken Üstad odadan çıktı.
Çavuş, 'Hazırlanın, hemen gideceğiz' dedi. Üstad Hazretlerinin götürüleceğini o zaman
öğrendim. Ve kendisine 'Müsaade ederseniz ben de sizinle beraber geleceğim' dedi. 1947
yılında hacca gittiğimden bana 'Hacı Ali sen burada kalacaksın' dedi ve odasına girip 'Sen
şurada yatacaksın' buyurdu, yer gösterdi. Yer halen gözümün önündedir. Üstad Hazretlerinin
yatağının duruş şekli batıdan doğuya doğruydu. Batı tarafına başını koyar ayak ucu ise
doğuya gelirdi. Sağ tarafa yattığı zaman yönü güneye gelir, sünnet üzere kıbleye teveccüh
etmiş olurdu. İşte bu karyolanın güney tarafından, 25-30 santim mesafede bir yer idi. İster
istemez emre uydum. 'Pek Üstadım' dedim. Birlikte aşağı indik. Herşey hazırlanmış, yani
kamyonun içi karşılıklı iki sıra kanepe ile hazırlanmış, üstünde bazı şahıslar oturmuştu. Üstadı
şoför mahalline aldılar ve Afyon'a götürdüler.

"Kış mevsimi devam ediyordu. Birgün soba yakmadığım için soğuğun


şiddetine tahammül edemedim. Sobayı yaktım. Biraz sonra sobadan bacaya vuran dumanı
gören bekçiler karakola haber ver-

Sh»: (S.Ş:129 )

miş olacaklar ki, bütün o günkü jandarma ekibi evin üstüne çıktılar. Tabii ben, bir
yorgan bir yastık olan yatağımın altında üsttekileri dinliyordum. Sobayı söndürdüm, sessizce
bekliyordum. Yapacak bir şeyleri kalmadı. Dışarıdan kapı kilitli, içeride kimsenin olduğuna
dair malumatları yok, bırakıp dağıldılar.
"Üstad kitapları nasıl gördü?"

"Birkaç gün sonra gelirler, içeriyi ararlar, Risale-i Nur'ları alırlar düşüncesiyle
akrabamızdan merhum Mevlüd Kahya'yı çağırdım, dışarıda konuştuk. Birkaç çuval temin
ettik. İçeriye girip kitapları güzlece çuvallara yerleştirdik. Yukarı çıkan merdivenin altını
kazdık, güzelce kitapları yerleştirdik. Üstünü de iyice örttük. Biz artık kitapların
muhafazasından emindik. Yaptıklarımızı ikimizden başka ancak Allah biliyordu. Biz bu
yaptıklarımızı unutmuştuk bile. Aradan bir aydan biraz fazla geçmişti; bize haber geldi. Üstad
Hazretleri 'Hacı Ali'ye söyleyin kitapları merdivenin altından yukarı çıkarsın' buyurmuş.
Hayret ettim. Bunu kim söyledi, hem ne için diye düşündüm. 'Kitapların yeri rahat' dedim.
Üstadın emrini yerine getirmek için koyduğumuz yerin üstünü açtım. Bir de ne göreyim,
etrafından su, rutubet, çuvalları ıslatmış, kitaplar alınmazsa harap olacak.Hemen hepsini alıp
yukarı çıkarttım. Risaleler bu şekilde kurtulmuş oldu.

"Kimsenin haberi yokken, Üstad Hazretlerine herhangi bir kimsenin haber


vermeside sözkonusu değilken bu durumu haber almam beni hiç de yadırgamam için
telaşlandırmadı. Çünkü Üstadın kerametine, Nurlarla her cihetle alakadarlığına bu ikinci bir
delildi.

"Üsdad gardiyanların gözü önünde cezaevinden çıktı"

"Sene 1949. Üstad Hazretleri halen Afyon Cezaevinde bulunuyordu. Ben bir
pasaport alıp tahsil görmek için Mısır'a gitme arzusu ile kaymakamlığa müracaat ettim.
Afyon'da ikmal edilen evrakı alıp Bolvadin'de nüfus memuru olarak vazife yapan babamı
ziyaret ettim, durumu anlattım ve müsaadesini aldım. Afyon'a gittim. Aynı gün öğleye kadar
pasaportumu aldım. Herşey çok hızlı oluyordu. Üstad Hazretlerini ziyaret edecektim. Yeni
gelmiş kiraz gördüm. Belki fazlası kabul edilmez diye yarım kilo kiraz aldım, doğru
cezaevine gittim. Afyon eski vilayet konağının arkasında olan cezaevinin ön tarafına bakan
cephenin üst katında bir odanın penceresinde Üstadı sanki beni bekliyormuş gibi ayak üstü
durumda gördüm. Geri-
Sh»: (S.Ş: 130)

den selâm verdim. Elimdeki pasaportu gösterdim ve işaretle gideceğim dedim. İşaretle
bana, 'Olduğun yerde dur, geliyorum' dediğini anladım.

"Yalnız nasıl olur, kapı kilitli, binanın önünde jandarmalar, gardiyanlar var.
Acaba bunlara haber gönderecek, bunlar müsaade edecek, kapıları açacaklar da öyle mi
gelecek, yoksa bana izin verilecek de ben mi içeri gireceğim' diye düşünürken, Üstad
Hazretleri yukarıdan aşağı inmiş, dıştan kilitli olan kapı otomatik kapı gibi kendiliğinden
açılmıştı. Fakat ne gardiyanlar, ne de jandarmalarda hiçbir ses yok. Hiçbir müdahale yok.
Yanlarından çıktı geldi. Elimdeki kirazı verdim, aldı. Doğruca bahsettiğim jandarma ve
gardiyanların yanlarına gitti. Sanki dışarıdan gelin bir misafir gibi onlara kesekâğıdı
içerisindeki kirazdan avuçlayıp avuçlayıp verdi. Aldığım kiraz yarım kilo idi. Avuçlayıp
verdiği, o kirazın yetecek miktarda olması akıl kabul edecek gibi değildi. Sonra yanıma geldi;
kesekâğıdındaki kiraz öylece duruyordu.

"Elini öptüm, pasaport aldığımı, Mısır'a okumaya gideceğimi anlattım,


müsaade istedim, duasını talep ettim.

"İsmimi kullanan dünyalık temin etme"

"Hacı Ali, Üstadın sana Mısır'da okuman için izin veriyor, sen Mısır'a gidip
okuyacaksın. Yalnız senden ve bütün kardeşlerimden ricam şudur ki, hiç kimse benim ismimi
kullanarak ben Bediüzzamanın talebesiyim diye dünyalığını temin etmeye kalkmasın. Çünkü
Allahu Teala, halk ettiği kulların rızkını vermeye kendisi kefildir. Sen de aynen bu şekilde
hareket et' buyurdu. Lehülhalmd, şükürler olsun, bu emre muhafelet etmedim. Üstadın ismini
kendi şahsî çıkarım için kullanmadım. Ve konuşmamız devam etti. 'Hacı Ali, Şam'a vardığın
zaman kardeşim Halid Bağdadi'ye benim selamımı söyle' buyurdu. Hayır dualarını ve
müsaadelerini alarak ayrıldım.
Mevlânâ Halid'in verdiği ziyafet

"Şam'a varınca bu selâm emanetini aynen yerine getirmek üzere harekete


geçtim. Yalnız bu şahıs kimdi düşüncesinde iken hacıların ziyaret ettikleri türbesi aklıma
geldi ve ziyaretine gittim. Türbesinde kabr-i şerifi önündeydim. 'Ya Hâlid-i Bağdadi! Sana bir
emanet, bir selâm var. Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinden... Esselâmü Aleykum yâ
mübarek!' diye hitabım oldu. Ruhuna üç İhlâs bir Fâtiha hediye ettim.

Sh»: (S.Ş: 131)

"Gün akşam oldu. Türbedar türbeyi kilitleyip gideceğini, işaretle anlattı. Ben
de 'Müsaade et, bu gece burada kalayım' diye ricada bulundum. Türbedar ne hikmetse işaretle
'Olur' dedi ve türbenin dış kapısını üzerimden kilitledi ve gitti.

"Halid Bağdadi Hazretlerinin türbesi Osmanlı zamanında padişahın emri ile


yaptırılmış, dış kapıdan içeri girince ufak bir avlu ve karşıda bir kapı açıldığı zaman içeride
Halid Hazretlerinin kabri ve girişin sağ tarafında avlu kapısına doğru uzun bur dergâhı,
toplantı salonu. Bu salonun kapısını da türbedar bana açık bırakmıştı. Türbedarın ayrılışını
müteakip içeri girdim. Vakit gece yarısına gelmişti.

"Türbenin yeri bir tepe üstünde. Şam'ı ayak altında seyrediyorsun hissi veriyor.
Bu ayrı bir seyir, ayrı bir görünüş.

"Gündüz ne yemek yediğimi, ne zaman yediğimi bilemiyorum. O anda


karnımın aç olduğunu hissettim. Aradan çok geçmeden kapı açıldı. İçeriye türbedar kılığında
uzun boylu bir zat girdi, elinde bir tepsi, üstünde Şam'ın yuvarlak pidesinden birkaç tane, bir
kapta zeytin ve çay demlenmiş demlik ve bir bardak. Bana işaretle, buyur dedi ve ayrıldı. O
anda büyük ve muhteşem bir ziyafeti neden hak ettiğimi de düşünmeden kendimi alamadım.
Bu Üstadın selâmının ve Halid Hazretlerinin misafirine ikramı. Yalnızca ben Üstad
Hazretlerini talimatına uymuştum. Kimseden 'Ben Bediüzzaman'ın talebesiyim, şuna buna
ihtiyacım var' diye talepte bulunmamıştım.

"Ezher'e talebe oldum"

"1949 senesinde Şam'dan Mısır'a gidebilmek için konsolosluktan vize


alamadım. Aynı senenin hac mevsiminde hacca gidip geldim. 1949-1950 ders yılında Şam'da
bulunan bir medreseye (halen mevcud) girebilmek için orada tanıştığım bir arkadaş olan
Gaziantep'li Ahmed Muhtar Büyükçınar ile (Cemiyetü'l-Gazza Cami-i Dengiz) adıyla maruf
medreseye kaydımızı yaptırdık. Bu kayıt işlerimiz kolay olmadı. Yalnız Allah'ın lütfu, Hz.
Üstadın duası ile tahakkuk etmiştir.

"1950 senesi yaz başlangıcında tekrar Mısır'a gitmek için konsolosluğa


müracaatımız netice vermeyince Şarkü'l-Ürdün'e gittim. Merkezi Amman şehrine 20 km.
mesafede bir Çeçen köyüne vardım. Beraberimde iki Çeçen arkadaş ile bu köyün şeyhi olarak
bilinen Şeyh Abdülmecid Hazretlerine misafir olduk. Mısır'a el-Ezher Üniversitesine vermek
üzere yanımda Risale-i Nur Külliyatı da vardı. Şeyhin ailesi bir bohça getirerek 'Bu benim
gelinlik bohçamdır.

Sh»: (S.Ş: 132)

Bu kitapları şuna sarınız, size veriyorum' dedi. Kitapları bohçaya sardık.

"Amman'da da vize alamayınca Şam'a geri döndüm. Şam'da tekrar


müracaatımız üzerine arkadaşım Ahmed Muhtar Büyükçınar ile birlikte Mısır vizesini aldık
ve Beyrut'tan vapurla Süveyş'e, Mısır'a gittik. El-Ezher Üniversitesine gidip kaydımızı
yaptıracağız. Ne lise mezunu, ne de oranın imtiyazlı bir talebesiyiz. Şam'dan Kahire'ye
beraber geldiğimiz Ahmed Muhtar ile beraber müracaatta bulunduk. Hüsn-ü kabul gördük.
Vaktiyle ecdadımız -nur içinde yatsınlar- Kahire'de talebe yurdu yaptırmışlar, burada
barınmak için gelen Türk talebelerine iki kişiye bir oda, bir divan, bir battaniye verdiler. 125
kişi olna Türk talebelerinden ayrılan olmuş, 75 kişi tahsilini tamamlamıştı. O dönemde
Türkiye'ye dönmüştüm. Arkadaşlarımızdan bazılar resmi vazife almış, ekserisi fahri olarak
hizmet görmektedir.

"Mustafa Sabri Efendinin Üstadı anlatışı"

"Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı


İmparatorluğnun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim.
Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Bir odasındayız. Yalnız olarak ikimiz bir
odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. 'Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye
kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ'da ikamete
memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selaları var.
Benden size selam söylememi tensib ettiler' demem üzerine ayağa kalktı ve 'Aleykümselam,
demek sen onu gördün. Demek hayattadır' dedi. Evinin içerisinde seni kabul etmiş olduğu
salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. 'Yâ Said!'
Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik,
bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!' diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri
günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu. Bir ara duraklayıp bana bakarak anlatmaya başladı.

"O zamanlar Şeyhülislâm olarak tayin olmuştum. Aradan üç ay geçtiği halde


ortada bizim Said görünmez olmuştu. Bir ara tevafuk ettik. 'Yâ kardeşim Said! Ya Hazret!
Sen neredesin? Görünmez oldun kardeşim' demem üzerine kaşlarını çattı. O meşhur keskin
bakışlarıyla, 'Kardeşim, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm' demesi üzerin, 'Hayır ola,
nedir bu hâl?' dedim. 'Evet, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, 'Sen
mutlaka

Sh»: (S.Ş: 133)


şeyhülislâm olmalıydın. Senin olman lazımdı' diye bana eziyet ediyordu. O nefsimi
terbiye etmekle meşguldüm' demişti' diye geçmiş günlerinden bir hatırasını sanki o anı
yaşıyormuşcasına anlattı. Hâlâ ayak üstünde 'Ya Said! Ya Said!' diyerek konuşuyordu.

Risale-i Nur Ezher kütüphanesinde

"Bir ara koltuğuna oturdu. 'Hocam sizden bir yardımınızı istirham edeceğim.
Lütfen kabul buyurunuz' dedim. 'Biz Türkiye'den hayli kalabalık denecek miktarda talebe
olarak burada bulunuyoruz. El-Ezher Üniversitesine kayıtlarımızı yaptırdık. Açıkta kalanımız
olmadı. Yalnız Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-iNur isimli külliyatını Ezher
Üniversitesi kütüphanesine teslim etmem için Üstad Hazretleri tarafından vazifeliyim. Kabul
etip kütüphanelerine almaları ve aldıklarına dair resmi tesellüm ilmuhaberi vermeleri için
yardımlarınızı rica ediyorum' demem üzerine, 'Şimdi zamanı geldi. Acele etme. Zamanı
gelince ben sana söylerim, gerekeni yaparız' buyurdular.

"1953 senesinde Şeyhü'l-Ezher olarak Üniversitenin başına Hıdır Hüseyin


adıyla âlim bir zat geldi. Bunun üzerine Mustafa Sabri Hazretleri, 'Şimdi zamanı geldi, sana
bir mektup yazıp vereyim. Götür, külliyatla birlikte Şeyhü'l-Ezher Hıdır Hüseyin'e ver, bu işi
o yapar. Ben kendisini tanırım, iyi insandır' diye konuştu. O mektubu aldım. Kitaplarla
birlikte Hıdır Hüseyin Efendi'ye çıktım. Kendisine mektubu verdim. 'Kitaplar nerede?' dedi.
'Yanımda' dedim. Sekreteri çağırdı. 'Bu kitapları üniversitenin kütüphanesine götürün.
Kütüphanenin müdüründen kitapları teslim alındığına ve kütüphane kaydına geçtiğine dair
resmi belgeyi imzalayıp mühürlesin' emrini verdi.

"Bunun üzerine kütüphaneye giderek Risale-i Nur Külliyatını Camiü'l-Ezher


kütüphanesine teslim ettik. Sözü edilen tesellüm vesikasını aldım. Mısır'dan İstanbul'a gelen
bir Türk talebe arkadaşımız ile birlikte gönderip Üstadımıza verilmesini tenbih ettim. O sırada
Üstad Hazretleri Gençlik Rehberi Mahkemesi münasebeti ile İstanbul'da bulunuyordu.
Vesikânın verilmesi kolay olmuştu.
"Mustafa Sabri Efendi 1954 senesinde Kahire'de vefat etti. Orada bulunan Türk
talebelerinin elleri üzerinde merasimi tertip edildi. Mısır ulemasının da iştirakiyle Kahire
kabristanlığına defnedildi. Üstad Hazretleri, 'Hacı Ali, sen vazifeni yaptın' diye sevinmiş ve
duada bulunmuşlardı.

Sh»: (S.Ş: 134)

"Hacı Ali dersin tamamlandı"

"Seneler geçiyordu. 1959 senesinde Mısır'dan Türkiye'ye geldim. Üstad


Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettim. Çok memnun oldu. Emirdağ'daki evimizini merkezî
bir yerde olması dolayısiyle, Üstad Hazretleri şehir dışına, kırlara geziye çıkışlarında, arabası
evimizin önünden geçer, ekseri gezileri esnasında arabasını evin önünde durdurur, beni de
yanına almak lütfunda bulunurlardı. Bir defasında yine kapı çalındı. Dışarı çıkmaya elbisem
müsait olmadığı halde, 'Gel,gel, Hacı Ali, böyle gel zararı yok' buyurarak otomobile yanına
aldı. Şoför merhum Ceylan Çalışkan kardeşimizdi. Bolvadin istikametinde yarı yolda, Kapaklı
diye anılan bir semtte, yol üzerinde bir su vardır. Oraya kadar beraber götürdü. Beni
üşümeyeyim diye cübbesinin içine alarak iltifatta bulundu. İman hizmetinin ehemmiyetine
dair muhtelif bahislerden dersler yaptı ve 'Hacı Ali, bugün dersin burada tamamlandı'
buyurdular..

"Üstaddan vaizlik icazeti alıyorum"

"Bu sene içerisinde ilçemiz ileri gelenlerinden merhum Hacı Osman Çalışkan
ve merhum Bolvadinli Ömer Taktak ile birlikte evimize bir heyet geldiler. Kendileriyle
hoşamedi yaptıktan sonra sebeb-i ziyaretlerini açıkladılar. 'Hacı Ali Efendi, elçiye zeval
olmaz. Halkımız senden vaaz ve nasihat etmeni isterler. Siz de kabul buyurun, istifade edelim'
dediler. Ben de cevaben, 'Haklısınız. Bana biraz müsaade buyurun. İnşaallah bu isteklerinizin
yerine getirilmesine çalışacağım' diye kendilerini münasip lisanla uğurladım.
"Pek tabii ki, bir beldede büyük bir âlim bulunursa onun iznini, rızasını almak
insanî bir vecibedir. Kaldı ki, Üstadımızın müsaadesini almak bizim için önde gelen bir
vazifedir. Bu düşünce ve edep gereğince Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istedim. Kalmış
olduğu evinin önüne doğru yaklaştığımda kapı önünde merhum Ceylan Çalışkan'ı gördüm.
İşaret ettim, yanıma geldi. 'Ceylan Efendi, Üstad hazretlerini ziyaret etmek istiyorum, müsait
ise lütfen söyleyin, ben sizi burada bekleyeyim' dedim. Hemen gitti. Çabucak geri döndü. 'Sizi
bekliyor, buyuracaksın' dedi. Ben de memnun olarak yanına çıktım. İçeride, hatırımda kaldığı
kadarıyla merhum Ceylan Çalışkan ve merhum Hamza Emek vardı. Hazret-i Üstad, 'Bir kürsü
getirin' diye emretti. Bir sandalye getirdiler koydular. 'Hacı Ali otur' dedi. Oturdum. Bir kaç
hoş sohbetten sonra, 'Üstadım müsaade buyurursanız sebeb-i ziyaretimi size arz edeyim'
dedim. 'Hacı Ali konuş' dedi. Söze başladım.

Sh»: (S.Ş: 135)

"Malum-u âliniz Mısır'da tahsilde bulundum. Şu anda Emirdağ'dayım.


Halkımızın ileri gelen cami cemaatinden evimize bir heyet geldiler. Halkımızın benden vaaz
ve nasihatte bulunmamı istediklerini açıkladılar. Ben de kendilerinden bana biraz süre
vermelerin isteyerek kendilerini münasip bir lisanla uğurladım. Siz Üstadımıza durumu
anlatamak için geldim. Halkımız isteklerinde haklıdır. Ancak mazeretimi siz
değerlendireceksiniz. Vaaz ve nasihatte bulunabilmem için siz Üstadımıza müracaat
ediyorum. Eğer durumum müsait ise icazetimi veriniz, müsaade ediniz. Yok değilse,
noksanımı ikmal etmek üzere derhal derse başlatmanızı sizden istirham ediyorum' dedim.

"Üstad Hazretleri arka üstü uzanmış vaziyette idi. Görünüşte hasta bir hali
vardı. Başını ve vücudunu bana yönelterek 'Sen Hacı Ali, zannediyor musun ki' dedi. Oturur
şekle geldi. Üçüncü defa, 'Sen Hacı Ali' dedi ve ayağa kalktı, 'Zannediyor musun ki' dedi ve
ilave etti, 'Üstadın seni on sene himayesinde, biiznihi Teâlâ tahsil görmeden kontrolü altında,
manevi himayesinde bulundurdu. Üstadın sana izin veriyor. Vaaz ve nasihatta bulunmana
müsaade ediyor' demesi üzerine ellerine kapandım. Dua buyurdular.
"Evden müsaade isteyerek ayrıldım. Bu merasim bir Perşembe günü idi. Ertesi
gün Cuma namazında Çarşı Camiinde vaaz verecektim. Üstad Hazretlerini görmek üzere
Cuma günü saat 11'de evine yöneldim. Yine kapının önündü Ceylan Çalışkan (Rahmetullahi
Aleyh)'i gördüm. Kendisine yaklaşması için işaret ettim. 'Gel Kardeşim Ceylan Efendi, sana
zahmet, Üstada benim için iki kelime söyle ve cevabı getir' dedim. 'Ben Çarşı Camiinde vaaz
vermek üzere gidiyorum. Lütfen teşrif buyursunlar' dedim. Gittikten biraz sonra geldi. Cevabı
şu olmuştu, 'Hacı Ali'ye selam söyle. Üstadı buradan dinliyor, buradan iştirak ediyor, dersine
başlasın' buyurmuşlardı.

"Üstad Hazretlerinin icazetli talebelerinden bir tanesi de ben olmuştum.


(Lillahil hamd) Camiye girdim. Kürsüye çıktım ve vaazda bulundum. Müftülüğün iznini
beklemeden vaaz ve nasihata başlamıştım. İleride herhangi bir kimsenin başı ağrımasın diye o
zamanın Diyanet İşleri Reisi Eyüp Sabri Hayıroğlu'ndan, Ankara'dan vesika aldım.

"Namazlarımızın akabinde tesbihatlarımızda, okuduğumuz dualarımızda


kendilerini hayırlarla yâd ettiğimiz Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini, son
olarak Emirdağ'daki, yol üzerinde bulunan evimizin önünden geçerken, binmiş olduğu
otomobilin arkasına yaslanmış, başında her zaman sarındığı sarığı olduğu halde

Sh»: (S.Ş:136 )

sakin bir yolculuk içinde görmüştüm. Meğer bu sessiz gidiş bâkî âleme irtihalinin
başlangıcıymış. Şefaatlerine nail eylesin. Amin.

"Bundan kısa bir süre önce de yine evimizin önünden geçerken her seferinde
kapımız önünde durarak selamlaşan Üstad Hazretleri, 'Hacı Ali, seni buraya bırakıyorum,
burada kalacaksın' buyurmuşlardı. Seneler birbirini kovalıyor, halen Emirdağ'da
bulunuyoruz."
Sh»: (S.Ş:137 )

$ MUSTAFA ACET

Mustafa Acet, uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığında hattat olarak vazife yapmıştır.
1924 yılında Emirdağ'da doğan Acet, 1948 ve 1961'de Risale-i Nurları okuduğu için
mahkemelere verilmiş ve mevkuf kalmıştır. 1990 başında Medine-i Münevverede rahmet-i
Rahman'a kavuştu.

[]

Mustafa Acet

Bir Emirdağ çiçeği

İrfan dünyamızın Emirdağ sayfası parlak ve berrak haliyle, gözümüzü ve


gönlümüzü aydınlatmaktadır. Bu ışıklı sayfanın, nurlu kelimeleri pek çoktur. Bunlardan birisi
de Nur-İslâm yolunun 'Hakikat Kahramanları'ndan mümtaz bir şahsiyet olan Mustafa Acet'ti.

Hayatının baharında, henüz yirmi üç yaşında Emirdağlı bir Türkmen delikanlısı


olarak Nur Üstad Bediüzzaman'ın sesine, dersine ve nurlarına "Lebbeyk!" diyerek koşmuştu.
Bu samimi koşmasının neticesinde, Üstadıyla birlikte Afyonkarahisar zindanlarını boylamıştı.

Askerlik vazifesinden vatanına dönen Mustafa Acet'i Emirdağ bozkırlarının


"Ceylan"ı alıp götürmüştü, Nur Üstadın aydınlık iklimine.

Mustafa Acet bu huzurda ilim öğrenmişti, imân öğrenmişti, meslek öğrenmişti,


hocalık ve hattatlık öğrenmişti.
Mübarek ve müstesna şahsiyetlerinin bu fani dünyadan ebediyete kanat
açmaları da kendileri gibi müstesna olmaktadır. İşte bunlardan birisi de Mustafa Acet'tir.

Merhum Mustafa Acet, İman-Kur'an yoluna gönül veren fedakârlardan birisiydi.

Şeflik devrinin hükümferma olduğu tarihlerde iki defa hapishanede yatmıştı.


Birinci yatışı 1948'in karanlık günlerindeydi. İkinci yatışı ise 27 Mayıs İhtilalinden sonraki
günlerdeydi. Suçu Kur'an hakikatları olan Nur Risalelerini yazmak ve okumaktı.

Sh»: (S.Ş:138 )

Müslüman Türkiye'mizde cereyan eden bin beş yüz tane Nurculuk


mahkemelerinden ikisine şeref vermişti. İkisinin de sonunda diğer dâvâlarda olduğu gibi
tahliye olup, beraat etmişti. Bu yüzakı onun ebediyet albümüne pırıltılı bir sayfa halinde
intikal etmişti.

Mustafa Acet altmış altı yaşında çıktı ebediyet yolculuğuna. Mesut ve mutlu
ömrünün kırk yılın Kur'ân yolculuğunda geçirdi.

Ankara'daki mütevazi hanesinde, namaz vakti girince, Nur Üstadın Afyon


ceberrutlarına söylediği ateşîn sözlerini nasıl da heyecanla anlatmıştı. Haliyle, tavrıyla ve
bütün varlığıyla sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Uzun süren mahkemenin bir celsesinde
namaz vakti gelmiş geçiyordu. Üstad Bediüzzaman namaz için izin ve müsaade istediği halde,
adamlar razı olmuyorlardı. Bir an celâllenen Nur Üstadın şehlâ gözleri şimşekler gibi
parlamış, o pâk alnındaki damarları parmak gibi kabararak âdeta dışa fırlamıştı.

Savcıya asrımızın sultanı Ulu Üstad şöyle gürlemişti:

"Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Bizim bundan


başka bir suçumuz yoktur."

Üstadla ilgili diğer hatıralarını şöyle anlatmıştı:


"Afyon Hapishanesine nasıl girdim?"

[]

Mustafa Acet Afyon Cezaevinde bulunduğu günlerde

"Anlatacağım hatıraların üzerinden yıllar geçti. Bu sebepten parça parça, kesik


kesik olacak.

"Afyon hapsine Üstadla birlikte girdiğimiz zaman, yirmi üç yaşındaydım.


1947'de askerden yeni gelmiştim. Ceylan Çalışkan benim akrabamdı. İlk defa Üstad
Bediüzzaman'a beni o götürdü. Heyecanla, bu görüşme gününü beklemiştim. Daha önce
kıymetli eserlerini okumaya başlamıştım.

"Afyon hapsine benim girişim, bir isim benzerliğinin neticesidir. Terzi Mustafa
girecekti, benim de adım Mustafa olduğu için bu piyango bize isabet etti. Kader-i İlâhinin bir
rahmeti oldu. Hapishanede Kur'ân harflerini öğrendim, yazı yazmaya başladım. Kur'ân
okumayı ilerlettim.

"Afyon hapsi gerçekten benim için bir 'Yusufiye Medresesi' oldu. Orada
tecvidi öğrendim. Hapishaneden çıktıktan sonra, on yıl

Sh»: (S.Ş: 139)

Emirdağ'da imamlık yaptım. On dört yıldır da Diyanet İşlerinde hattat olarak görev
yapıyorum. İşte bunlar Üstadla olmanın, ona gönül vermenin, sadece dünyada görülen küçük
bir meyvesidir.

"Hapishaneden çıktıktan sonra, 1951'de imam oldum, 1960'a kadar hizmetimiz


oldu.
"Hapis hayatımız 11 ay sürdü.

***

"Üstad, gazetelerde bilhassa İslâm dünyası ile ilgili haberleri takip ederdi.
Büyük Cihad, Hür Adam, Ehl-i Sünnet ve Büyük Doğu mecmualarını takip ederdi,
okutturudu. Ben de bazen kendilerine okurdum.

"Bu vatanın saadeti için çalışıyorum"

"1948 senesinin arefesinde Üstadın evine bir komiser, iki polis memuru
gelmişti. Onlara aynen şunları söyledi:

"Siz beni gözetlemeye geldiniz. Benim hatt-ı hareketim meydandadır.


İslâmiyet ve bu vatanın saadeti için çalışıyorum.'

"Hapisten çıktıktan sonra Cevşen'i yazmıştım. Bunu Ceylan Çalışkan


kendilerine götürüp göstermişti. Ben de yanında bulunuyordum.

"Bu yazıyı benim çok mahir bir talebem yazmıştır' dedi. Ceylan da beni işaret
ederek, 'Bu kardeşimiz yazdı' deyince, Üstad, 'Keçeli' diye iltifat etip, hafifçe yüzüme vurdu.

"Verdiği haberler bir bir çıktı"

"Onun herhangi bir hareketini bile unutmak benim için imkânsızdır. En çok
esef ettiğim şey kıymetini bilip de, tam hizmetine koşamamamdır. Onu anlayamadım, idrak
edemedim. Zamanı gelip de önceden haber verdiği hâdiseler bir bir çıkmaya başlayınca, onun
büyüklüğünü daha çok anlamaya başladım.

"Güneş hergün çıktığı için kıymetini tam bilemiyoruz. Ancak nimet elden
çıkınca, kıymetini takdir ediyoruz.
"Kendisi daima şahsını gizliyor ve perdeliyordu. Dikkatleri Nur Risalelerine
çekiyordu."

[]

Mustafa Acet hatıralarını anlatırken

Sh»: (S.Ş: 140)

$ABDULLAH GAYRETLİOĞLU

1910'da Emirdağ'da dünya geldi. Çalışkanlar hânedanıyla akrabadır. Aslen


Kerküklüdür.

[]

Abdullah Gayretlioğlu

"Zaman imanı kurtarmak zamanıdır"

"Birkaç arkadaş, Üstad Bediüzzaman Emirdağ'a gelmeden bir müddet evvel,


bir tarikata veya bir büyük zata intisap etmek istiyorduk. Biz bu niyetteyken, Üstad Emirdağ'a
teşrif etmişti. Hemen arkadaşlarla birlikte ziyaretlerine varıp, ellerini öpüp dualarını aldık.
Kendilerine niyetimizi arz ettik. Üstad bize cevaben şöyle buyurdu:

"Kardaşım, zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır. Şimdi iman


kurtarmak zamanıdır, hem şu dar pantolonlarla tarikat olmaz.'

"Bizler bu dersten sonra, arzumuzdan vazgeçmiştik.


"Üstadın kirayla kaldığı evinin yanında bizim han vardı. Bu han Emirdağ'a
gelen yabancıların uğrak yeriydi. Hanın yanında da benim dükkânım vardı.

"Üstad camiye giderken hep bana uğrardı. Bir defasında uğradığında şöyle
iltifat etmişti:

"Abdullah, sen benim kardaşım olan Abdullah yerindesin. Seni onun gibi
biliyorum ve kabul ediyorum.'

"Karşılıksız hediye almazdı"

"Oğlumun düğünü vardı. Üstada düğün yemeği götürmeye niyet etmiştim.


Merhum Zübeyir Gündüzalp'e danıştım. O da Üstadımızın mukabelesiz birşey kabul
etmediğini söyledi. Yemek getirmekte ısrarlı olduğumu anlayınca. 'Kapalı kapta getir, yoksa
hiç kabul etmez' dedi.

"Hazırladığım yemek çeşitlerini küçük kaplar içinde bir sepete koydum, ağzını
kapattım. Üstad âdeti olduğu üzere, mukabelesiz

Sh»: (S.Ş: 141)

birşeyin kendisine dokunduğunu ifade etmişti. Mukabele olarak bana bir lira verdi, o
para o zaman çok kıymetliydi. Ben de bu ücreti mecburiyetle kabul ettim.

***

"Üstad namazını çok zaman mahfilde, yalın ayaklı olarak kılardı. Yoğurdu çok
severdi. Bir parça pazar ekmeği ona birkaç günden fazla giderdi. Şu hususlar da dikkatimi
çekiyordu; fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısında kuşlar ve kediler için,
ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı. Fareler de, kediler de ondan rızıklanırdı.
Üstadın tasarrufta titizliği

"Birgün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem
için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip,
on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, 'Kardaşım sen bilmiyor
musun? Bu kaşık beni kırk yıllık arkadaşımdır' dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip,
küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca
götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi.

"Tarassutların, takibatların çok sıkı olduğu günlerde, risaleleri çuvala kor ve


eve taşırdım. Bilahâre çıkarıp, isteyenlere gönderir veya verirdik.

"Bir saatte yedi kitap tashih ediyordu"

"Tashilatın sık olduğu zamanda, birgün Üstadın yanına gitmiştim. Bana


hitaben, 'Kardaşım Abdullah, ben bir saatte kaç risale tahsis edebilirdim?' demişti. Düşündüm
ve hemen cevap verdim. 'Üstadım, ben ancak bir tane yapabilirim' demiştim. Üstad elindeki
risaleyi göstererek; 'Kardaşım, bu bir saatte tashih ettiğim yedinci kitaptır' diye buyurmuştu.
Ben hayretler içinde kalmıştım.

***

"Hanın bulunduğu yerleri yıkıp dükkân yapıyorduk. Dükkânlardan birinin


üzerinde, Üstad için ev yapmaya karar verdim. Kardeşlere de bu arzumdan bahsetmiştim.
Bunu Üstada haber vermişlerdi. İnşaat bittikten sonra, Üstad için yaptığım yerin

Sh»: (S.Ş: 142)

yatak odasının zeminini döşedim. Hasır, kilim ve halıyla, hasta ve ihtiyar olan Üstad
için odayı iyice döşedim. Üstad buraya teşrif etti.

"İki-üç saat kadar burada kaldı, oturdu, ibadet etti. Buradaki mütevazi yer için
Üstad Emirdağ Lâhikası'nda, 'Kirasını verdiğim Emirdağ'da iki menzilim' şeklinde bir
ifadeyle bahsetmektedir. Bu mütevazi küçük medrese bir sene kadar Medrese-i Nuriye olarak
kullanıldı. Çok hizmetlere vesile oldu."

Sh»: (S.Ş: 143)

$ Komiser

ABDURRAHMAN AKGÜL

Abdurrahman Akgül Kırşehir-Çiçekdağı doğumlu.

[]

Komiser

Abdurrahman Akgül

Bediüzzaman'ı gözetlemek için görev verilen üç polis

"1946 seçimlerinde Afyon'da Demokrat Parti listesi kazandı. Bunun üzerine


valisinden polis memuruna kadar Afyon'daki bütün memurlar, tamamen değiştirildi. Beni de
Aydın'dan Afyon'a tayin ettiler. Bir gün Vali Abidin Özmen ve Afyon Emniyet Müdürü Hayri
İrdel beni çağırdılar, gittim bana bir dosya verdiler.

"Sana bir vazife vereceğiz. Bu dosyayı tetkik et, sonra seninle görüşeceğiz'
dediler. Dosyanın kapağını açtım, içinde bir sürü resimler, küpürler, raporlar ve yazılar vardı.
Bu dosya Bediüzzaman olarak bilinen Said Nursî'ye aitti. O zamana kadar kendisini
tanımıyordum. Dosyayı tetkik ettikten sonra Emniyet Müdürünün yanına gittim. Müdür bana
şöyle dedi:

"Abdurrahman, bu dosyayı okuduğun adam, şimdi Emirdağ'da oturuyor.


Yanına Hasan'la Salih'i alıp beraber Emirdağ'a gideceksiniz. (Polis memurları Uşaklı Hasan
Kuşaksız, Sivaslı Salih Çakırtaş) Orada olan bitene dikkat edeceksiniz. Sizi kimse polis olarak
bilmeyecek. Sadece Kaymakam ve Jandarma Kumandanı sizi bilecek. Başka kimse
bilmeyecek. Ailelerinize dahi durumu bildirmeyeceksiniz. Eğer polis olduğunuzu bilirlerse
bunu hayatınızla ödersiniz. Raporlarınızı eski yazı ile tutarsınız. Yazıları postaya verme,
memurla gönder. Said Nursî'nin postahanede de adamları bulunur. Gözünüzle gördüğünüzü,
kulağınızla işittiğinizi hemen rapor edersiniz. Jandarma Kumandanı Emirdağ'daki Başçavuşa
sizin elektrik teknisyeni olduğunuzu, ileride malzeme geleceğini ve köylere elektrik
çekeceğinizi söyleyecek. Siz de soranlara aynen öyle söyleyeceksiniz.'

Sh»: (S.Ş: 144)

[]

Soldan sağa önde duranlar (resmi kıyafetliler)

1- Polis memuru Salih Çakırtaş

2- Komiser Abdurrahman Akgül

3- Başkomiser Süleyman Faik Örsel

4- Polis memuru Hasan Kuşaksız

"Verilen görev dolayısıyla ben sık sık Emniyet Müdürünün odasına girip
çıkıyordum. Bu vaziyeti gören Başkomiser Süleyman Faik Örsel beni yanına çağırdı:

"Abdurrahman, gel otur' dedi.

"Yanına vardığımda durumu sordu. Ben de anlattım. Kendisi beş vakit


namazını kılan, dindar,dürüst bir zattı. Bana şöyle dedi:
"Ben o zatı iyi tanırım. Muhterem bir insandır. Ben onu otuz sene evvel
İstanbul'dan tanırım. O zaman Darü'l-Hikmet-i İslâmiyede âzâ idi. Âlim ve fâzıl bir zattır. Sen
henüz gençsin. Vazifeni yap, fakat müdürün gözüne gireyim diye, o temiz zatı incitme. İleri
gitme. Sonra tokat yersin, başına bir belâ gelir, musibete uğrarsın.'

"Ben Emniyet Müdürü ile Başkomiserin arasında kalmıştım. Henüz


tecrübesizdim. Çok heyecanlı ve telâş içindeydim. Daha sonra, iki polis arkadaşla beraber
1947 senesi Aralık ayının on üçüncü günü sivil olarak Emirdağ'a geldik. Önce bir otele indik.
Orada Kaymakamı sordum. 'Kulüpte bulunur' dediler. Oraya gittim. Kaymakam köylere
gittiği için görüşemedik. Bunun üzerine Jandarma Kumandanı ile görüştüm. Bana
Bediüzzaman'ın evini gösterdi. Bu hususta bilgi verdi.

"Ben elimdeki adamlarla bunu takip edemiyorum. Kapı içeriden kapanıyor.


İçeride ne yapıyorlar bilmiyoruz' dedi.

"İkinci gün Emirdağ'ın pazarı idi.

Sh»: (S.Ş: 145)

"Üstadın selâmı var, sizinle görüşmek istiyor"

"Bakın size bir hatıramı anlatayım. Çarşıya çıkıp kahvaltı yapmak için peynir
ve zeytin aldık. Bir dükkândan da tereyağ aldık. Dükkâncı tereyağını tartarken, yağı koyduğu
kâğıt kadar da, terazinin öbür kefesine kağıt koydu. Ben doğrusu bu vaziyeti başka bir yerde
görmemiştim. Bediüzzaman, işte Emirdağ'ı böyle yapmıştı.

"Bediüzzaman'ın kaldığı evin karşısında bulunan kahvehaneye oturduk. Küçük


yer olduğu için dikkatler üzerimize çevrilmişti. Dikkatleri üzerimizden atmak için Hasan'la
Salih'e tavla bilip bilmediklerini sordum. Salih biliyormuş. Bunun üzerine Salih'le tavla
oynamaya başladık. Hasan da karşıdaki evi ve oraya gireni çıkanı kontrol etmeye başladı.
"Biraz sonra Bediüzzaman kapının önüne çıktı. Talebeleri de çıkmışlardı.
Hasan, bize işaretle durumu haber verdi. Talebeleri hep genç ve delikanlı kimselerdi. Az
sonra içlerinden biri bize, kahvehaneye doğru geldi. Önce kahveci ile görüştü. Sonra bizim
yanımıza geldi. Selâm verdi.

"Üstadın selâmı var, sizinle görüşmek istiyor' dedi.

"Biz şaşırdık ve doğrusu afalladık. Ama durumu da çaktırmamaya çalıştık.

"Üstad kim, bizimle ne işi varmış?' dedik. Yine genç talebe ısrar edince o
zaman ben Hasan'ı gönderdim. 'Git bir bakıver' dedim. Bir müddet sonra Hasan döndü, geldi.

"Ne olduğunu sordum, Bediüzzaman önce Hasan'a, 'Evlâdım, senin ismin ne?'
demiş. O da, 'Ahmet' diye cevap vermiş.

"Bediüzzaman, 'Bak evladım Ahmet, doğru söyleyeceğine söz ver' demiş.


Hasan da, 'Söz veriyorum' dedikten sonra,

"Beni takip için, üç tane polis gönderildiğini haber aldım. Benim çok talebem
ve dostlarım var. Eğer o üç polis siz iseniz bana söyleyin ki, adamlarıma ve talebelerime
tenbih edeyim, size bir zarar vermesinler' demiş.

"Şaşkına dönen Hasan, tabiî polis olduğumuzu inkâr etmiş.

"Dört yanımı Kur'ân çarpsın, valllahi-billahî biz polis değiliz' demiş. Hasan bu
hali anlatınca şaşırdık kaldık.

"Vaziyet böyle olunca, biz hemen kahvehaneyi değiştirdik. Ertesi gün başka bir
kahveye gittik. Orada yine oyun oynamaya başladık. Yanımıza yine bir genç geldi.

"Üstad Bediüzzaman sizi çağırıyor' dedi. Biz yine aramızda istişare ettik. Her
ihtimale karşı, belki bir pusu kurarlar, bir

Sh»: (S.Ş: 146)


komploya uğrarız korkusuyla, 'İkiniz gidin, ben dışarıda kalayım' dedim. Ben kaldım,
Hasan'la Salih'i yanına gönderdim

"Bir saat sonra geleceksiniz, şayet gelmezseniz, jandarmaya haber vereceğim'


dedim. Nihayet anlaştığımız saatte geldiler. Karşılaştıkları manzarayı hayret ve heyecanla
anlattılar.

"Biz manevî zabıtayız, bizden memlekete zarar gelmez"

"Said Nursî onlara:

"Biz manevî zabıtayız. Bizden millete, memlekete zarar gelmez. Hükümet


bizden boşuna endişe ediyor. Yahut da bu şekilde dini, baskı altında tutmak istiyor' demiş.

"Onlara iman ve Kur'ân hakikatlerinden bahsetmiş. Lokum ikram etmiş. Birer


tane de Nur Risalelerinden, el yazması Âsa-yı Musa, Gençlik Rehberi kitaplarından hediye
etmiş.

"Eğer fazla nüsha olsaydı, bu kitaplardan her birinize, birer tane hediye
ederdim. Bunlardan her üçünüz istifade edersiniz. Diğer arkadaşınız niçin gelmedi?' diye
sormuş.

"Bunları bana otelde anlattılar. Lokumu verdiler. Ben korktum, lokum belki
okunmuştur diye yiyemedim. Fakat Salih, küfrederek lokumu ağzına attı ve yedi. Hasan'ın
inancı vardı. Fakat Salih, küfürbaz ve inancı zayıftı. Şöyle bir pusula yazmış:

"Said Nursî talebesine bakkaldan içki aldırttı' şeklinde. Bu pusulayı da bazı


kimselere imzalatmak istemiş. Hiç kimse imzalamamış. Daha sonra da bu yaptığının cezasını
gördü.

Polisin başına gelenler


"Hep beraber bir düğüne gitmiştik. Bir müddet eğlendikten sonra vakit
gecikmişti.

"Kalkalım' dedim. Salih:

"Komiser Bey, ben biraz daha kalayım' dedi.

"Ben de 'Peki' dedim. Biz Hasan'la otele döndük.

"Salih bizden sonra ölçüyü kaçırmış, çok fazla içmiş. Sarhoş olduktan sonra
etrafındakilerle kavga etmiş. Onlar da kendisini iyice dövmüşler.

"Gece yarısı bekçiler beni uyandırdılar. Hasan'la beraber gittik. Bir derede pis
suların içinde yatıyordu.

"Salih! Salih!' diye sarsıyordum, hiç kendinde değildi.

Sh»: (S.Ş: 147)

"Ha! Ha!' deyip duruyordu.

"Baktım üzerinde tabancası da yok. Sordum. Hiç kendinde değildi. Cevap


verecek hali yoktu. Sonra durumu vilâyete bildirdim. Salih'e tabancasının bedelini üç misli
ödettirdiler. Rütbe tenzili cezasıyla başka bir yere gönderdiler.

[]

Abdurrahman Akgül emeklilik günlerinde

"Hoca Efendiye bir zarar verirsen beni karşında bulursun"

"Emirdağ'a geldiğimiz zaman, orada eski bir arkadaşla karşılaştık. Arkadaşım:


"Abdurrahman buralarda ne arıyorsun, polislik işeri nasıl gidiyor? Emniyette
ne var, ne yok?' demesin mi? Ben şaşırdım, 'Aman sus, kimse duymasın, gel şurada
konuşalım' diye kahvehaneden kendisini çektim, birlikte çıktık.

"Ona Aydın'da ismimizin bir kaçakçılık olayına karıştığını, bu sebebten


görevden attıklarını söyledim. İstanbul'a gidip elektrik teknisyenliği kurslarına devam ederek
teknisyenlik öğrendiğimi ifade ettim. Emirdağ'a elektrik teknisyeni olarak görevli geldiğimi
bildirdim.

"Çok zor durumda kalmıştım. Ancak bu şekilde yalan söyleyerek vaziyeti


kurtardım.

"Ama iki-üç gün sonra arkadaşım, başkalarından bizim polis olarak


Bediüzzaman'ı takip için geldiğimizi öğrenmiş, ikinci karşılaşmamızda bize çıkıştı, 'Çok ayıp
ettin, bana doğruyu söylemedin. Bana bak, eğer Hoca Efendiye bir zarar verirsen beni
karşında bulursun. Önceleri Bediüzzaman'ı ben de bilmiyordum. Aleyhinde konuştum. Az
kalsın felakete uğrayacaktım. Kamyonla giderken uçuruma yuvarlanıyordum? Sonra tevbe
ettim. Bediüzzaman kimseye zararı olmayan muhterem bir hoca efendidir' diye konuştu.

"Biz meslek icabı ne hallere düşmüştük.

Emirdağ'dan Afyon'a

"Bediüzzaman Emirdağ'da yola çıktığı zaman bütün ahali onun yolun beklerdi.
O da onlara gülümseyerek selâm verirdi. Vali ve Savcı. biz orada iken, beş-altı defa
Emirdağ'a geldiler. Aramalar yaptılar. En sonuncusunda on kişiyi, akşamleyin evlerinden;
diğer-

Sh»: (S.Ş: 148)


lerini de iş yerlerinden topladılar. Bediüzzaman'ı ertesi sabah Emniyet arabasına alıp
hep beraber Afyon'a götürdüler. Biz de 17 Ocak 1948'de Afyon'a döndük. Onlar Afyon'da
Emniyet Oteli'nde üç gün kaldılar. İfadeleri alındı. Bu üç gün zarfında civardan büyük
kalabalıklar toplandı. Üç günün sonunda bütün polisler Emniyet Oteli'nin etrafına ve cezaevi
yoluna dizildiler. Emniyet Müdürü, benim Bediüzzaman'ı otelden alacağımı söyledi. Ben
resmî elbisemi giydim,kuşandım.

"Nasıl olur? Beni tanır, çok ayıp olur' dedim,

"Olsun, artık herşey açığa çıktı' dedi.

"Bir kaç polisle otele gittim. Arkadaşlar içeri girdi. Ben kapıda bekledim.
Bediüzzaman çıkarken merdiven başında görünce gülümseyerek:

"Abdurrahman!' dedi, sırtımı okşadı.

"Ben yine seni severim. Sen vazifeni yapıyorsun' dedi.

"Bediüzzaman'ı tenha bir yoldan, talebelerini de halkın beklediği yoldan


cezaevine götürdük. Dava, Ağır Cezada uzun müddet devam etti. Ben de ifade verdim.
Bediüzzaman'ın herhangi bir zararlı hareketini görmediğimi söyledim.

"Ben namaz kılacağım"

"Son mahkeme sırasında, akşam namazının vakti girdi.

"Bediüzzaman ayağa kalkarak,

"Ben namaz kılacağım' dedi.

"Hâkim,

"Kaza edersin' diye cevap verdi.

"O da,

"Kaza olmaz, namaz kılacağım' diye ısrar etti ve yürüdü.


"Sonra Savcı bana işaret ettim. Ben koluna girdim, Kalem'de namazını kıldı.

"Mahkeme safahatı esnasında, Hâkim kendisine bizim polis olduğumuzu nasıl


öğrendiğini sordu. O da, 'Gece rüyamda gördüm' diye cevap verdi. Son sözü sorulduğunda:

"Eğer suç varsa, bütün suç benimdir. Diğer arkadaşlarımın hiç bir suçu yoktur.
Biz Kur'ân'ın hizmetkârıyız, asayişin manevî muhafızlarıyız' dedi."

Sh»: (S.Ş: 149)

$MUSTAFA KARAPINAR

"Üstad adına Kelime-i Tevhid çektim"

"İlk defa 1947 yılında Emirdağ'da Hayri Gence vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman
ile tanışmak şerefine nail oldum. Daha evvel de kendisinin fevkalâde bir âlim olduğunu
duymuştum.

"Çok mütevazi olmakla beraber, gayet ciddi idi. Giyim kuşamı tam mânâsıyla
İslâm kisvesi idi. Bana, 'Kur'ân okumasını biliyor musun?' diye sordu. 'Hayır, bilmiyorum'
dedim.

"Kur'ân'ı öğren kardeşim' dedi.

"Yine 1947 senesi Ramazan ayında Kadir Gecesinde geceyi ihya etmek için
Osman Çalışkan beni çağırmıştı. Üstad rahatsız olduğundan bana iki yüz defa Üstad adına
Kelime-i Tevhid çekmemi istediler. Ben de Üstad adına çektim.
"Gece rüyada kapımızın zili çalındı. Kapıyı açtığımda Üstad karşımda idi.
'Teşekkür ederim kardeşim' dedi.

İhbar eden memurun akıbeti

"Afyon'da tevkif olduktan sonra birgün yatsı namazını kılmış sobanın başında
oturuyordum. Yarı uyku vaziyetinde idim. Odanın kapısı açıldı. Üstad girdi, etrafımda dolaştı
ve dışarı çıktı. Uyandığımda kimse yoktu. Ertesi gün vazife icabı mahkemede bulunuyordum.
Kötü niyetli bir memur, 'Bu da Bediüzzaman Said Nursî ile görüşüyor' diye ihbar etmiş. Evim
ve dairem arandı. Fakat birşey bulunamadı. Oysa arama sırasında dört tane kitap çantamda,
yanımda asılı duruyordu.

"Tam o gün, akşam üzeri postacı bir telgraf getirdi. Beni ihbar eden memurun
vazifesine Ankara'dan son veriliyordu.

"Üstad tabiatı çok severdi. Devamlı kırlara çıkardı. Birkaç sefer kırlara çıkması
için ona kendi atımı verdim."

Sh»: (S.Ş: 150)

$OSMAN AYDIN

1929'da dünyaya geldi. Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunudur.

[]

Osman Aydın

"İlk öğretmen olduğum zaman Üstadı ziyaret ettim. O zaman aradığımı nuru
bulmuştum. 1948'de Risale-i Nur'ları okumaya başladım. Bundan sonra İslâm yazısını da
öğrendim. Kur'ân'ı hatmederek Üstaddan müsaade alıp, Isparta ve Konya İmam Hatip
Mekteplerinin imtihanlarına girerek diploma aldım. Sonra da hocalık ve vaizlik imtihanlarını
kazandım. Önce Emirdağ'da imamlık yaptım. Üstadın vefatından sonra da Ankara merkez
vaizi oldum.

"1950'den sonra ayrıldım ve bir müddet Üstadın hizmetinde bulundum.


Öğretmen iken, bir gün talebelerle oturuken Üstad yanımıza gelmişti. O gün Üstad,
'Menderes'i kurtardık, o kurtuldu!' dedi. Bir gün sonra uçak kazasında Adnan Menderes'in sağ
salim kurtulduğunu öğrendik. Üstadın bu harika kerametini bir gün sonra hâdise olunca
öğrenmiştik.

"Üstad çingenelere ne dedi?"

"Birgün Üstadla birlikte kıra gezmeye çıkmıştık. Yolda çingeneleri gördük.


Üstad onlara nasihat etti ve buyurdu ki: 'Siz dünyanın fâni olduğunu anladığınızdan basit
yerlerde oturuyorsunuz. Sizler de göçebe olduğunuzdan dolayı benim meslektaşım
sayılırsınız.' Bu hadiseden sonra onlar, Üstadı nerede görseler hürmet eder, kimseye Üstadın
aleyhinde söz söyletmezlerdi. Üstad herkese durumuna göre muamele ederdi.

"Yine birgün Üstad beni akşamdan sonra Gençlik Rehberi'nin basımı için
İstanbul'a göndermek istemiş, 'Şimdi yola çık' demişti. Aşağıya indiğimde dış kapı kilitliydi.
Çok uğraştım, bir türlü açamadım. Sonra Üstad geldi, o da açmak için çok uğraştı. Kapı bir
türlü açılmıyordu. Sonra Üstad yan tarafa çekildi. Âniden kapı şak diye açıldı. Üstad mecbur
kalmadan keramet göstermiyordu. Bu hal de bir keramet haliydi.

Sh»: (S.Ş: 151)

"Emirdağ'da kardeşler birkaç defa hapse girmişlerdi. Ben de iman, Kur'ân


yolunda hapse girmeyi çok istiyordum. Hattâ İçişleri Bakanına dilekçe dahi yazmıştım. Beni
götürmediler. Bunu da sonradan anlamıştım. Üstad bana zaman zaman, 'Ben Osman'ı
vermeyeceğim' diye buyurmuştu.

[]

Osman Aydın'ın yazdığı Risale-i Nur mektubunda Bediüzzaman'ın kendi imzası: "Said
Nursî"

"Ben o koca Sultan için ayağa kalkıyorum"

"Mustafa Kırıkçı'yla birlikte Konya'nın Lâdik kazasına giderek, büyük


velilerden Hacı Ahmed Efendiyi ziyaret etmiştik. Bu zatın devamlı Hızır (A.S.) ile gezdiği
ifade edilir. Bizim Üstaddan geldiğimizi öğrenince, Üstaddan çok sitayişle bahsetmişti.
Kendisi için, 'Ben Hızır'la yüz sene hizmet etsem, yine Üstad Bediüzzaman'ın mertebesine
yetişemem' demişti.

"Konya'ya İmam Hatibe ders vermeye gidince, Hacı Veyiszâde Mustafa


Efendiyi ziyaret ederdim. Her ziyarete gidişte bu zat ayağa kalkar, çok hürmet ederdi. Ben bu
durumdan çok mahçup olurdum. Bana, 'Ben sana ayağa kalkmıyorum. O Koca Sultana ayağa
kalkıyorum. Sen o Sultanın yanından geliyorsun ya, işte onun için ayağa kalkıyorum' derdi.

***

"Üstad Bediüzzaman'dan aldığım ilhamla şu manzumeyi yazmıştım:

Sh»: (S.Ş: 152)


Nura Çağırış

Ey Nur, hicabını aç, şu beşer felâh bulsun,

Bu âlem sana muhtaç, mazlum ümmet kurtulsun

Kaldır nikabını ki, fetholsun bütün cihan

Zulmetler bitsin artık, nur dolsun bütün cihan

Bu müthiş asrın derdiyle, herkes mânen hastadır

Zalimler zulme devam, mazlumlar hep yastadır

Bu dertlere bir derman, yâ Rabbî nuru gönder

Zeminin Üstadını beşere kıl müyesser

Mü'minlere rahat yok, Müslüman diyarında

Mazlumların âhı çok, hem bugün hem yarında

Hayır, hayır, bitecek, artık mazlumun âhı

Gözlerden akan yaş, döker bütün günahı


Şu gaddar medeniyet, mazlumları boğmada

Sabredelim kardaşlar, işte güneş doğmada

Doğuyor nur güneşi, işte arş-ı âlâdan

Ferman-ı İlâhî ile, hem de arş-ı âlâdan

Nusret gelir ümmete, mazlumun âhı diner

Kurtulur ehl-i iman, kâfirler hepsi siner

Şeriat-ı garradır, bu beşere selâmet

Kur'ân hâkim olmadan, elbet kopmaz kıyamet

Yürü ey Nur kervanı, yolun Hakka ulaşır

Şanın bütün cihanda, saygı ile dolaşır

Bu Nurun kılavuzu, Said Bediüzzaman

Mübareğin isteği, kurtulsun yeter iman

Felâh bulup kurtulan, Nur ile ehl-i Kur'ân

Kırk sene bu ümmete, olacak rahat vicdan


Yâ Rabbî, Üstadımdan ebediyyen razı ol

Payidar kıl bir nuru, imanda en kısa yol

Sh»: (S.Ş: 153)

Selâmet müminlere ol yüce Haktan gelir

Aydınım, sen de öğren, gaybı ancak Hak bilir

İlâhî, hıçkırıklar doldurdu şu fezayı

Bu hicran ağlatıyor, gökte güneş ve ayı

Mü'minler sabredelim, mutlak güneş doğacak

İslâm selamet bulup zulmetleri boğacak

***

[]

Osman Aydın'ın yazdığı risaleye Bediüzzaman'ın yazdığı dua:

"Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzam hürmetine, bu nüshayı yazan Osman'ı Cennetü'l


Firdevsde mesud eyle. Âmin, âmin, âmin."
Osman Aydın şu şiiri de Üstad Bediüzzaman'ın vefat haberi üzerine kaleme almıştı:

Elveda, Büyük Üstadım Bediüzzaman Hazretlerine

İşte geldi çattı ayrılık derdi

Bin türlü elemi bizlere verdi.

Gam, keder postunu gönlüme serdi.

Üstadım, firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Acı haberlerin gönlümü dağlar

Bayram geldi, fakat kalbim kan ağlar

Bilmem yaramızı bizim kim bağlar

Üstadım, firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Sh»: (S.Ş:154 )

Boyunlar büküldü, çehreler duruk

Boğazda döğüldü, sesimiz kırık

Bütün kardeşlerde derin hıçkırık


Geliyor, sel gibi aktı, çağladı.

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Ansızın ayrılık geldi kapıya

Gözyaşı bıraktı Nurdan yapıya

Dostla vuslat için terhis tapuya

Gözler pınar gibi aktı, aktı, çağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Elveda dostlarım, ayrıldı Üstad

Nemli gözler ile ediyoruz yad

Kur'ân okuyalım ruhu olsun şad

Üstadım, firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Yaramıza merhem Risale-i Nur

Derdine dermanı hep onda bulur

Kat'î bir hüccettir Risale-i Nur

Bizlere tesellî verip ağladı

Üstadım, firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.


Üstadım, gidersin sen bâki yere

Viran kalbim kırık, vücudum bere

Al götür beni gittiğin yere

Firakın bizleri yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Aydın'ın derdini açtı da açtı

Kanlı yaşlarını etrafa saçtı

Daha da söylerdi dili dolaştı

Üstadım, firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı.

Osman Aydın

Emirdağ- 23 Mart 1960

Sh»: (S.Ş: 155)

$ HAFIZ NURİ GÜVEN


1913'te Bozöyük'te doğdu. Yedi yıl Emirdağ Çarşı Camiinde imamlık yaptı.

[]

Hafız Nuri Güven

Bediüzzaman'ı görme bahtiyarlığı

Sıcak bir Ramazan gününde, Bitlisli bir dostunun gayretleriyle Pendik'te,


Sakarya Oteli sahibi Hafız Nuri ismindeki zatı arıyorduk. Başka adreste sorduğumuz ak saçlı,
ak yüzlü ihtiyar bir adam, sorduğumuz zatın kendisi olduğuna işaret ederek; bizi içeriye, geniş
bir odaya davet etti. Meğer bilmeden, aradığımız zatı kendisinden sormuşuz.Yedi yıl Emirdağ
Çarşı Camiinde imamlık yapmıştı. On yılın hatıralarıyla doluydu. Anlattıkça anlatmak
istiyordu:

"1947'yi 48'e bağlayan zamanda Bozöyük'ten, güzel koyunlarıyla bildiğimiz


Emirdağ'a hayvan ticareti için gitmiştim. Hocamın ağabeyi olan Gönenli Hafız Ahmed
Hoca'da misafir olarak kaldım.

"İşte o mesut zamanda, Bediüzzaman'ı görmek bahtiyarlığına erdim. O


günlerde zaten her akşam rüyada görüyordum, görüşüyorduk, kitabını okuyordum. Bir hafta
kadar görüşebilmek için bekledim. Türkiye'nin, dünyanın her tarafından ziyaretçileri
geliyordu. Pek azı ile görüşüyordu, zaten hepsiyle görüşmesi maddeten imkânsızdı.

"Bir sabah namazından sonra yine evine gittim. Orada Zübeyir Gündüzalp'i
gördüm. İki kişi daha görüşmek için bekliyorlardı. Birisi yaşlı, diğeri ise otuz beş
yaşlarındaydı. Gelenlerden birisi daha sonraki zamanda oğlunda misafir olarak kaldığım
Kadınhanlı Hafız Mehmed Âsaf, diğeri ise Kütahyalı Hafız Hüseyin idi.
Üç cenaze namazı

"Ziyaretine giderek ellerine kapandık. 'Kardaşım' diye hitap ediyordu. Aynen


rüyamda gördüğüm gibi, bana bir risale verdi. 'Gençsin, kitap yeni yazı ile yazılmıştır' dedi.
On beş-yirmi dakika kadar

Sh»: (S.Ş: 156)

yanında oturduk. 'Vazifem vardır, sizi üç hafız olduğunuz için kabul ettim' demişti.
Diğer ziyaretçi arkadaşların da hafız olduklarını o zaman öğrenmiştim. Bana Çarşı Camiide
vazife veriyorlardı. Ben ise kabul etmiyordum. Sonraki ziyaretimde bunu öğrenmiş, 'Neden
reddediyorsun? Kabul etmiyorsun? Sana verilen vazifeyi kabul et! Sonra iyi olmaz' dedi.
Bunun üzerine vazifeyi kabul ettim ve asil olarak ben tayin edildim. Gönenli Hafız Hoca da
zaman zaman ava gittiği için vazifeyi ihmal ediyormuş. Burada uzun zaman vazife
yapmıştım. Bu yıllar içinde, tam yedi senede, Bediüzzaman üç defa cenaze namazına geldi.
Bunlardan birisi 1949'da üç hava şehidinin cenaze namazı, diğeri de otuz dokuz sene
müezzinlik yapan, yaşlı Murad Hocanın cenaze namazı idi.

"Hastahane ile âlâkadar olurdu"

"Adaçalı mevkiinde tepedeki mezarların başında dua ederdi. Sağlık Merkezi


Koruma Cemiyeti kurarak bir hastahane yaptırmıştır. Orası ile de alâkadar olur, dua eder,
teveccüh ederdi. Bana, 'Senin ilminden başka ihlâsın ve halka tesirin var' diye iltifat ederdi.
Boya götürmüştüm. Küçük bir krem kutusunda bozuk paraları vardı. Buradan bana yirmi beş
kuruş vermişti. Bu parayı bizim hanım aziz bir hatıra olarak hâlâ saklamaktadır.

[]
Bediüzzaman'ın talebelerinden Dr. Tahir Barçın ve Hafız Güven'in gayretleriyle
yapılan Emirdağ Sağlık Merkezi

"1950 Ramazan'ında otuz gün camiye, teravih namazına geldi. Afyon hapsine
girdikleri zaman evin anahtarını bana vermiş, anahtar bende kalmıştı.

"Emirdağ'da çok çalışıyorduk. Kaymakam ve müdde-i umumî dahil, hep


Kur'ân dersi veriyordum. Emirdağ bana çok bağlıydı. Za-

Sh»: (S.Ş: 157)

manlarımız hep kudsî hizmetlerde geçiyordu, istihdam ediliyordum. Üstadın 'Senin


vazifen var' sözü tecellî ediyordu. Rüyalarımda bile ders veya ikaz ederdi. Kitapları da
yağmurdan böyle bir ikaz üzerine kaldırıp sakladım; yoksa kitaplara yağmur yağdığının
farkında bile değildim. Ziyaretlerimde yalnız olunca yatağının kenarında otururdum. Simasına
gayet rahat bakardım, o heybetli gözlerinin tesiri altında kalırdım. Hapishanede verdikleri
zehir, sol göğsunun altında yara olarak toplanmıştı, onu da göstermişti.

"Evinde iki kedisi vardı. Kendisi Afyon Hapishanesine atılınca, o kedilerden


birisi hiç yemek yemedi, yediremedik, açlıktan öldü.

"Her sabah Hazret-i Ali'nin duası Celcelûtiye'yi okuyordu. Yalnız huddamların


geldiği kısmı okumadığını göstermişti. Birgün, Alaşehirli olan Nevzat isimli müdde-i umumî
Ankara'nın verdiği emir üzerine, ifadesini almaya gelmişti. Hürmetle Üstadın elini öperek
girdi, oturdu. Üstad, 'Kardaşım, bir kürsü getirin' diye kendisini bir sandalyeye oturttu.

"Vazifenizi yapın, ücret beklemeyin"


"Bir defasında köpekle kedilerin mukayesesini yapmıştı. 'Köpeğe bir dilim
ekmek verin, size bağlanır, mutlaka borcunu ödemeye çalışır. Halbuki kediyi çok sevdiği
ciğerle besleseniz bile, hiç aldırmaz, nankörlük yapar, size minneti ve borcu olmaz. Siz de
işinizi, vazifeniz olduğu için yapın, ücret beklemeyin.'

"O zamanlar uyku diye birşey bilmezdim. Yirmi bir köye cami yaptırmıştım.
Vazifeli olup, istihdam edildiğimi sonraları anladım.

Mis gibi

"Ben inanıyorum ki, dünyada ondan daha temiz bir insan yoktur. Ondan daha
temiz bir insan görmedim ben. Dünyadaki miskler onun gibi değildir, o daha da güzel ve
temizdi. Evine girdiğimiz zaman mis gibi bir koku sizi sarardı. Eksişehir'de Yıldız Oteline
gelip kalırdı. Beni çağırtırdı.

"Emirdağ Sağlık Merkezi yapılırken, Üstad bana, 'Arazi sahiplerinin gönlünü


al' demişti. Üstadın da iştirak ettiği iki cenaze namazından Murad Hocanın ve hava
şehitlerinin namazlarını ben kıldırmıştım.

"Bir defasında bizi Tez Dağlarına davet ederek, orada çay ve pirinçli kabak
yemeği ikram etti. Hayatta öyle lezzetli yemek yediğimi bilmiyorum, o yemeğin tadı hâlâ
damağımda durur. O kırda, Dr. Tahir, Terzi Sadık, Zübeyir, Terzi Raşid hep beraberdik.

Sh»: (S.Ş: 158)

[]
Emirdağ'da Bediüzzaman'ın talebe ve dostları bir arada. Soldan sağa: Sadık Kalender,
Palabıyık Mehmed, Tenekeci Hakkı, Hafız Nuri Güven, Dr. Tahir Barçın, Mersinli Halim ve
Terzi Raşid.

Üstadın namaz kılışı ve hususi halleri

"Boyu uzunca sayılırdı. O uzun boylu adam, namaza durduğu vakit sanki
küçülürdü. Belki beş dakika namaza durması sürerdi, çok heybetli, haşmetli ve haşyetli bir
şekilde namaza dururdu. 'Allah bana geçim kaygısını vermedi' derdi.

"Son zamanlarda yanında radyo bulundurur ve dinlerdi. Konya'dan Halıcı Sabri


kendisine bir taksi gönderdi, fakat kabul etmedi. Eğer kendisine verilenleri kabul etseydi,
dünyanın en zengin adamı olurdu.

"Muhteşem bir hafızası ve çalışması vardı. Dört yüz sayfalık bir kitabı akşam
alır, sabaha kadar düzeltir, tashih eder ve tamamlardı. Emirdağ'da işlerini en fazla Zübeyir
yapardı. Kendileri Afyon Hapishanesinde iken, Ramazan'da mukabele için beş-altı çocuk
gelmişti. Evin anahtarı bende olduğundan, çocukların evde kalması için haber göndermiştim.
'Derhal yatırsın' demiş, çocukları kendisinin evinde misafir

etmiştik.

"Tığ gibi bir insandı; dağlara çıkarken biz arkasından ulaşamazdık. Kendileri
seksen yaşlarında, ben ise otuz beş yaşlarındaydım. Ona rağmen arkasından yetişemezdim,
belki yüz metre önden çıkardı o yüce dağlara.

"Saçları uzundu, kendisini hiç sakallı görmedim, her zaman us-

Sh»: (S.Ş: 159)


tura ile ayna karşısında traş olurdu. O kadar güzel kokardı ki, o kokuyu hiçbir yerde
görmedim.

"Camiin müezzini olan Mübarek Murad Hoca, Üstaddan çok korkardı ve


çekinirdi. Bir Kadir Gecesi tesbih namazı kıldırmıştım. Murad Hoca namazı bilemediği için
ön taraflara gelmişti. Üstadın namaz kıldığı üstteki settareli yerden, öğleyin bıraktığı kibriti
almıştı. Üstad hiçbir şey demeden cebinden yirmi beş kuruş kendisine verdi. 'Kendine bir ecza
(kibrit) al' dedi.

"Teravih namazını biraz daha ağır kıldırmamı söylemişti. Kendisi Fatiha'yı


ancak zorlukla bitiriyormuş, ben rükûa gidiyormuşum. Teravihte cemaat da çok oluyordu.
Üstad cemaatin çok olmasnıdan memnun olarak şunu söyledi: 'Kesret-i cemaatte, vâcip olan
sehiv secdesi bile affediliyor. İnşaallahu Teâlâ Allah affeder. Okumayı biraz ağırlaştır ki,
cemaat Sübhanek'yi okuyabilsin.'

"Meşrutiyet yıllarında basılmış bir kitabı eskilerden beri bendeydi, saklardım,


onu kendisine getirdim. Çok memnun oldu ve çok sevindi.

"Zaman zaman başına kına yakardı."

"Cemaat içinde bir veli olduğunu unutmuşsun"

Hafız Nuri Güven Efendiye namaz meselesiyle alâkalı olarak Mustafa Sungur
Ağabeyimin sorduğu bir hususu sorunca, mezkûr meseleyi anlattı. Sungur Ağabey ise,
meseleye şahit olan, bizzat dinleyen bir kimse olarak şunları ifade etmektedir:

"Hazret-i Üstadımız 1951 senesi Ramazan'ında teravih namazını Emirdağ


Cami-i Kebir'de kılmıştı. Cemaatte, yanında bazen bendeniz de bulunuyordum. Hemen
Fatiha'yı okumaya başlardı. Daha Fatiha'yı zor bitirir bitirmez, imam rükûa giderdi.
Bayramda, teravihi kıldıran imam Hafız Nuri Güven ziyarete gelmişti. Hatırımda kalan ve
asla unutmadığım, 'Kardaşım, arkanda, yani cemaat içinde, İyyake na'büdü diyebilen bir veli
olduğunu unutmuştun' veya 'düşüneli idin' gibi bir cümle söyledi.

"Kat'î bildiğim: 'Arkanda İyyake na'büdü diyebilen bir veli olduğunu


düşünmeli idin, ' veya başka söz, 'Arkanda İyyake na'büdü diyen bir veli olduğunu kat'î
işittim." *

______________________________

(*): İyyâke bahsiyle alâkalı olarak Ayetü'l-Kübra'ya bakmak lâzımdır.

Sh»: (S.Ş: 160)

Hafız Nuri Güven Üstadla son görüşmesini şöyle anlattı:

"Son olarak Isparta'ya, Üstadla vedalaşmaya gitmiştim. Artık imamlıktan da


ayrılmak istiyordum. Başka işlerim vardı, onları takip etmek istiyordum. Isparta'ya, Üstada
benim vazifeyi bırakmamam için arkadaşlar gitmişlerdi. Üstad da, 'Vazifeyi bırakmasın,
ayrılmasın' diye haber göndermişti. Ben de Üstadın hatırı için bir müddet daha vazifeye
devam ettim."

Sh»: (S.Ş: 161)

$ İSMAİL HAKKI ÜNLÜ

1930'da Bovadin'de doğdu. Kore gazilerindendir. 1980'de vefat etti.

[]
İsmail Hakkı Ünlü

CHP Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkmıştı

Eski CHP mebuslarından Faik Ahmet Barutçu'nun hatıralarında, Kore


meselesiyle ilgili cidden ibret veric kısımlar vardır.

Barutçu hatıratında diyor ki:

"Devrin Menderes hükümeti, Yalova'da Celâl Bayar'ın başkanlığında iki saatlik


bir görüşmeden sonra, aldığı bir kararla Kore'ye 4500 kişilik silâhlı asker göndermeye karar
vermişti.

"Bu karara karşı CHP kanadından beklenen tepki gelmekte gecikmemiş, Kasım
Gülek, yetkisi olmadan Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkmıştı. Arkasından İsmet
Paşanın sesi yükselmişti. İsmet Paşa, Hürriyet gazetesinde verdiği demeçte, tecrübeli bir parti
lideri olarak fikrinin sorulmamasından şikâyet ediyordu. Paşa'nın bu demeci, memlekette
derin bir etki meydana getirdi ve iktidar çevresince, dış politikada beraberlik esasına aykırı ve
komünistlerin kurdukları Dünya Barışseverler Teşkilâtının propagandası ile aynı anlamda
kabul edildi."

Halk Partisinin bu bozgunculuk ve sabotajcılığı devam ederken, İsmail Hakkı


Ünlü isimli bir vatandaş, babasıyla birlikte Emirdağ'da, Üstad Said Nursî ile bu mevzuyla
alâkalı olarak görüşüyorlardı.

Bu görüşme ve hatırayı İsmail Hakkı Ünlü şöyle anlatıyor:

"Bana da izin verseler, komünistlerle harb etmek için gönüllü giderdim"


"1948 senesinde Ankara'da Genelkurmayda vatanî görevimi yapıyordum.
Kore'ye asker gönderileceğini haber alınca, derhal gidip

Sh»: (S.Ş: 162)

gönüllü olarak Kore'ye gideceğimi bilirdim. Beni ilk Kore Türk Tugayına gönüllü
yazdılar. Kore'ye gitme zamanı gelinci, bize üç gün izin vermişlerdi. Ben de memleketim olan
Bolvadin'e ailemle vedalaşmaya gittim. Babam beni alarak, o zaman Emirdağ'da bulunan
Üstad Said Nursî'ye götürdü. Ondan hayır dua almamı söyledi. Üstad bizi sevgi ve alâka ile
karşıladı. Babamla birlikte ellerinden öptük. Üstadın babama hitaben ilk sözleri şunlar oldu:

"Oğlun Kore'ye gidiyor, sen çok merak ediyorsun, üzülüyorsun. Hiç merak
etme, üzülme. İnşaallah oğlun gidip gelenlerden olacak'.

"Yine Üstad sözlerine devam ederek:

"Hükümet Kore'ye 4500 kişilik asker gönderiyormuş, eğer bana da izin


verseler, beş bin genç Nur talebelerimle gönüllü olarak, komünistlerle harp etmek için ben de
giderdim.'

"Gayet kararlı ve ciddi konuşan Üstad, bu arada eski gençlik hatıralarından da


anlattı:

"Ben Ruslarla eskiden de harp ettim. Şimdi de onlarla çarpışmaya hazırım.


Hattâ o harplerde yaralanıp, esir düştüm. Kore'ye gitmekten korkma. İhlasını muhafaza et.'

"Ben de:

"Üstadım harbe nasıl niyet edeyimi?' dedim.


"Cevaben bana:

"Din-i İslâm uğruna, Allah için cihada... şeklinde niyet et' diye tavsiye etti.
Bana dua etmesini istedim. 'Oğlum duam umumîdir. Hepinize duacıyım. Harpte dahi
namazını bırakma. Namazını bırakmamak şartıyla duacıyım' dedi.

"Mücahidliğin mukaddes bir vazife olduğundan bahsetti. Bu konuda yazılmış


küçük kitaplardan verdi. Bunları erlere ve kumandanlara dağıtmamı söyledi. Elini öperek
huzurundan ayrıldık.

"Harpte en ufak bir yara bile almadım..."

"26 Eylül 1950'de İskenderun'dan Haan gemisiyle Kore'ye doğru hareket ettik.

"Çeşitli ve çok şiddetli harplere girip çıktım. Allah'a şükür hiçbir şey olmadı.
En ufak bir yara bile almadım. Sonra giydiğim kaputa baktığımda, delik deşik kurşun izleri
gördüm. Bundan anladım ki, Üstadın duasıyla ve mâneviyatımızın kuvvetiyle sağ salim gidip
geldim. Allah bizi muhafaza etti."

Sh»: (S.Ş: 163)

$ H. ŞÜKRÜ BEŞEOĞLU

Şekerci Şükrü Amca

Biz ona "Şekerci Şükrü Amca" deriz.

Ziyaretine gitmeyeli seneler olmuştu. Geniş bahçeli, çiçekli ve ağaçlı, ahşap


evinde, sakin, sessiz köşesinde anlattıklarını dinlerken, "Üsküdar'ın Dost Işıkları"nda
aydınlatmaya başlamıştım.
"Kimlersiniz? Ya bağrı yanık kimselersiniz!

"Yahud da her sabâh uyanık kimselersiniz!"

Yahya Kemal'in "Kimlersiniz?" diye sorduğu sualine Şekerci Şükrü Amcayı


dinlerken cevap bulmuştum. Müslüman Üsküdar'ın "Dost Işığı"nda aydınlanmıştım o güzel
bahar gününde.

Her sabah uyanık olan Şekerci Şükrü Amcalar bu aziz toprakların hakiki
sahipleri. Müslüman Türkiye'nin tapu senetleri...

Şairin Şükrü Amcayı gördüğünü ve görüştüğünü zannetmiyorum. Ama hiss-i


kablelvuku (ön sezi) ile terennüm ettiği böyle aziz nur dostlarıdır:

"Dünya yüzünde, bir sefer olsun, tanışmadan,

"Öz çehrenizle sizleri görmekteyim bu an,

"Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim,

"Dünya ve âhirette vatandaşlarım benim."

Hacı Şükrü Efendinin samimi sohbetlerini, hanımı Azize Teyzenin getirdiği


çayları yudumlarken dinliyorduk.

Devrekânili Ahmed Kureyşi Efendi ile birlikte Emirdağ'da Üstad


Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş, sohbetinde bulunmuştu.

"Benim iki misafirim gelecek"

"Bediüzzaman o gün talebe ve hizmetkârı olan Ceylan Çalışkan'a,

"Bugün benim iki misafirim gelecek. Biri Ahmed Kureyşî, diğeri Mehmed
Feyzi'dir!' diyor.

"Biz ziyaretine girince bana,


Sh»: (S.Ş: 164)

"Seni Mehmed Feyzi'nin yerine kabul ettim" dedi.

"Emirdağ'da ve sonraları 1952 senesinde İstanbul-Sirkeci'deki Akşehir Palas


Otelinde ziyaret etmiştim. Hicaz dönüşümde kendilerine misvak, zemzem ve hurma gibi
hediyeler götürmüştüm. Bana, 'Bir daha Hicaz'a gitmek ister misiniz?' diye sorduğunda, 'Evet'
diye cevap verince, tebessümle mukabelede bulunmuştu.

"Üstad evimde üç gün misafir oldu"

"1953 senesinin bahar aylarında bir kandil günüydü. O gün oruçluydum. Gece
rüyamda Üstad, evimizin cumbasında oturmuş, tesbih çekiyordu. İki ay sonra bu rüyam aynı
hakikat olarak çıktı. Dualarımda her zaman bize gelmesi için Allah'a yalvarırdım.

"Baktım, bir araba evin önünde durdu, içinden Hazret-i Üstad iniyor, sevinçle
koşup ellerinden öptüm. Abdest alma kolaylığı bakımından girişteki kısımda kendisini misafir
etmek istemiştik. İnanın bana aynen rüyamda gördüğüm şekli söyledi: 'Beni gördüğün yere
çıkart.' Ben rüyamda üst odada, cumbada görmüştüm kendilerini. Hemen üst kata çıkarttım."

Şükrü Amcanın aziz misafiri, hanesinde üç gün kalıyor.

"Kitabımı okuyun, benimle berabersiniz"

Sohbetin bu kısmında Şükrü Amcanın hanımı Azize Teyze de söze katıldı:

"Ben sizi âhiret kardeşi olarak kabul ettim. Kitaplarımı okuyun, benimle
berabersiniz' diye buyurdu.
"Evimizden ayrıldığı anı hiç unutamıyorum. El sallayışı hiç gözlerimden
gitmez. Şimdi kitaplarını, hayatını okuyoruz. Ne çileler, ne eziyetler çekmiş."

Şükrü Efendi devam ediyordu aziz misafirini anlatmaya:

"Üstad her zaman rüyalarıma girer. Hep iyi ve güzel görürüm. Bana daima
Eyüpsultan'ı göstermektedir. Üstad rahmetli, 'Nerede zahmet, orada rahmet vardır' derdi."

"Onlar gezmeye çıktılar..."

Son ayrılış gününü ise şöyle anlatmaktadır:

"Talebelerini ev aramaya göndermişti. Onlar bir müddet gecikince Üstad lâtife


tarzında, 'Onlar ev aramaya çıkmadılar, gezmeye çıktılar' demişti. Sonra talebelere
anlattığımda güldüler, 'Hakikaten öyle oldu' dediler.

Sh»: (S.Ş:165 )

"Ayrılırken bana, 'Seni buraya İkinci Said olarak bırakıyorum' dedi. Ellerini
öptük, bize dualar etti, öylece vedalaştık."

Uzun, heybetli endamı, tatlı nur gibi simasıyla, şeker gibi tatlı sohbetiyle Şükrü
Amca hakikaten mesleği gibi bir insandı. "Üsküdar'ın Dost Işığı"nı Şükrü Amcanın parlayan
nasiyesinde ve secdeli simasında görmüştük.

Sh»: (S.Ş: 166)

$ NECATİ MÜFTÜOĞLU
Afyonlu Müftüoğlu sülalesindendir. 1948'de Afyon mahkemesi başkâtipliğinde
bulunuyordu.

[]

Necati Müftüoğlu

"Asa-yı Mûsa Müslümanlar arasındaki birliği sağlamak için yazıldı"

"Birgün Hüsrev Altınbaşak hakkında Isparta'dan bir talimat geldi. Evini


basmışlar. Bu talimatta 'Isparta Cumhuriyet Savcılığının filan tarihli, yapılan tahkikatla
Emirdağ'ında iskâna memur edilen Bitlis'in Nurs köyünden Mirza oğlu Said Nursi'nin ifadesi
alınarak, tutanağın gönderilmesi...' diyor. Bunu Savcı Bey bana teklif ediyordu.

"Hay hay' dedim. Hemen efendim. Allah, Peygamber hakkı için. Yok efendim
sivil polismiş, falanmış. Allah'ın emri, Peygamberin kavli. Sivil polis ne edecek bana? Ne
yapabilir? 'Hay hay, gidiyorum Savcı Bey' dedim. Hemen izin aldım. Bu ara -rahmetli, kabri
nur olsun- Kıbrıslı Fethi Önkaya Bey,

"Beyefendi ben de gideyim' dedi.

"Kaymakam İbrahim Ergun Bey,

"Ben de gideyim' dedi.

"Müdde-i umumi (savcı) Nevzat Bey,

"Ben de gideyim' dedi.

"Bu hadiseden on-on beş göün öncesi Efendi Hazretleri Emirdağ'ın Catallı Köyüne
yeşilliklere dinlenmeye gitmişti.
"Rahmetli Ceylan da vardı. Ben de o sıralar mahkeme başkâtibiydim.

"Kıbrıs Larnakalı Fethi Önkaya, Kaymakam İbrahim Ergun, Savcı Nevzat Bey olmak
üzere Efendi Hazretlerinin yanına vardık. Zübeyir'e yer göstermesini söyledi. Zübeyir
-rahmetli- bize yer gösterdi. Oturduktan sonra dedim:

"Efendim, arkadaşları tanıtayım.' Arkadaşların herbirisini takdim ettikçe


'Kardaşım' diye iltifatta bulunuyordu.

Sh»: (S.Ş: 167)

"Ben, 'Efendim, elimizde şöyle bir talimat var. Nur'un başkâtibi Hüsrev Altınbaşak'ın
evini basmışlar. Nur Risaleleri meyanında Asa-yı Musa ve Zülfikar adlı iki eser yakalamışlar.
Bunları soruyorlar.'

"Bu ara beraberimizdeki hâkim, savcı falan hepsi birşeyler sormaya başladılar. Efendi
Hazretleri de umumi olarak Nur Külliyatını muhtevasını anlatıyor, izah ediyordu. Sıra, Asa-yı
Musa'ya gelince:

"Haa,' dedi. 'Bu Asa-yı Musa, Türkiye'deki Müslümanlarla, cenup Müslümanlarının


kaynaşıp, sevişip, işbirliği, ruh birliği yapmaları için yazılmış bir eserdir.'

"Zülfikar ise, şimalden gelecek Rus anarşisine karşı sed çeken bir kitaptır. Gerek genç,
gerek yaşlı kim olursa olsun Zülfikar'ı okuduktan sonra Rus anarşisine kapılmayacaktır, sed
olacaktır."

***

Sarık için vekâletname

"Üstad, Emirdağ'daki terzi Mustafa Bilal'e benim için demiş:

"Kardeşim söyle, bir vekâletname alsın, o sarık meselesi için.'


"Mustafa geldi, bacanağı olan Başkâtip Mazhar Beye,

"Bacanak, Efendi Hazretleri rica ediyor, o sarık için bir vekâletname istiyor' dedi.

"Başkâtip çok acaip ve galiz hakaretlerde bulundu. Ben hemen devreye girip teskin
ettim. Neticede yine aldık.

***

Kar üstündeki hâleler

"Efendi Hazretleriyle ilgili bir hatıra işitmiştim, o zamanlar -ismini şimdi


hatırlayamayacağım- bir arkadaş Üstaddan duymuştu. Üstad şöyle anlatmış:

"Fırtınalı bir günde ayakyoluna gitmek için dışarı çıktığımda yarım metreye yakın kar
vardı. Merdiven basamaklarına ayağımı basacaktım ki, birde ne göreyim, kar üzerinde
kırmızılı, yeşilli, renk renk haleler. Hemen 'Ziver çabuk kürek getir' dedim. Kürek ile attıkça
altından yine o izler, nurlar görülüyordu. Allah'ın hikmeti.'

"Yine birgün zabıt kâtipleri ile geziyoruz. Emirdağ'da Harami Tepesi var. Efendi
Hazretleri orada geziyordu. Etrafında yirmi-otuz tane çocuk toplanmıştı. Bana dedi:

Sh»: (S.Ş: 168)

"Kardaşım, hastayım. Bunlara, çocuklara söyle, bunların duası indallahda makbuldur.


Ne olur bana dua etsinler.'

"Ben hemen çocuklara seslendim.

"Çocuklar, Hoca Dedeniz hasta, dua edin de hastalığı geçsin,' dedim. Hepsi bir
ağızdan:

"Allahım, Allahım, Hoca Dedeye şifa ver, iyileştir.'


***

"Birgün Demokrat Partinin ilk kurulduğu günlerde Ali İhsan Sadık Paşa Afyon'a
gelmişti. Uzunçarşı'dan geçiyordu. Emirdağ'da zabit kâtibi Yusuf Bey falan vardı. Efendi
Hazretleri, Ali İhsan Paşa'ya doğuda milis albayı olarak İstiklâl Harbine iştirakini, esareti
neticesi Sibirya'daki Nikola Nikoloviç ile geçen hadise ve hatırasını anlatmıştı.'

"Arasıra yukarıdan telgraf gelirdi. Eserlerin müsaderesi ile ilgili falan. Ben hemen
cebime koyar, doğruca Efendi Hazretlerinin yanına gider, durumu haber verirdim, tedbirler
alınırdı. Postaneden kitap göndermemelerini hatırlatırdım.'

***

"Doktor merhum Tahir Barçın, Bediüzzaman Hazretlerine rahatsızlığına binaen


mahkemeye gitmemesi için rapor verirdi. Fakat kimse dinlemezdi. Kendisi çok muhterem ve
mütedeyyin bir doktordu."

Sh»: (S.Ş: 169)

$ ABDURRAHMAN CANTEKİNLER

1930'da Konya'da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilin Konya'da yaptı. Ankara Tıp
Fakültesinden mezun oldu. İlk görev yeri Arapkir (3,5 yıl). Tekrar Ankara'ya döner, operatör
ve hastanede başasistan olur. O tarihlerde Devrin Afganistan Başbakanı Mayvantal âni bir
kriz geçirir. Ameliyatını Abdurrahman Cantekinler ve Muzaffer Özerkut birlikte yaparlar.
Babasının arzusu üzerine 1966 yılında Konya'ya gelir. Emekli olmadan Konya'da kasım Şifa
Hastahanesini açarlar. Bu hastahanenin Başhekimi, Cerrahi Operatörü ve sahibi olarak görev
yapmaktadır.

[]
Abdurrahman Cantekinler

Abdurrahman Cantekinler ile görüşmemiz mülakat şeklinde oldu.

Milyonların imanını kurtaran, ölümsüz eser, Risale-i Nur Külliyatını nasıl ve ne zaman
tanıdınız?

1947-1948 yılları arasında Abdülmuhsin Elkonevi (Muhsin Alev) kanalı ile tanıdım. O
yıllarda Konya Lisesinde talebe idim. Yine o yıllarda bizim akran diyebileceğimiz çok değerli
liseli kardeşlerimiz vardı. Hasan Tahsin Oğuz, Ziya Nur Aksun, Feyzi Halıcı, Mehdi Halıcı,
Ahmed Atak Hatipoğlu, Selahaddin Erdoğan, Kamil Öztürk.

Büyüklerden de merhum Halıcı Sabri ve yine merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey


vardı. Özellikle Zübeyir Ağabey bizlere ders yapardı. Yalnız Abdülmuhsin Elkonevi'nin bana
karşı çok yakın himmetini unutmak mümkün değil. Risale-i Nur'dan aldığımız şevk ile o
yıllarda çok hareketli idik.

Bediüzzaman'ı ziyaret etmek nasip oldu mu? Olduysa kaç yıllarında ve ne gibi
gelişmeler oldu?

Efendim, Risale-i Nur Külliyatını tanınyınca Hz. Üstadı her an görmeyi kalbime
yerleştirmiştim. Zaten fırsat arayıp kolluyordum. O tarihlerde bizim evlerde ev turşusuna çok
meraklıydılar. Taze turşuluk sebzeler de Akşehir'de vardı. Bu vesile ile Akşehir'e gittim.
Fakat bütün aklım Hz. Üstaddaydı.

Sh»: (S.Ş: 170)


Üstadın selâmını söyleyince Adalet Bakanı telâşa kapıldı

Üstü açık bir kamyona rastladım. Emirdağ'a gidiyormuş, hemen atladım. İner inmez
Üstadı soruşturdum. Evini gösterdiler. Evine gittim. Üstad Mustafa Sungur ile bana haber
gönderip demiş: "O benim misafirimdir. Bugün meşgulüm, yarın gelsin." Ayrıca kendilerinin
çok zamanlar yediği tirit yemeğini de benim yemem için göndermiş. Böylece o yemeği yemek
de nasip oldu. Sene 1949 sonları idi.

Hayrettir, o gece Emirdağ'da kaldığım otelde ihtilam olmuşum. Kalktım abdestimi


aldım, namazımı kıldım ve kendi kendime, "Demek Üstad hazretleri bizleri abdestli ve ter
temiz görmek istiyor" dedim.

"Abdurrahmanlar cesur olur"

Neticede, Hazreti Üstad ertesi sabah beni kabul etti. Mübarek ellerini öptüm. Memnun
ve mütehassis idim. Bana hitaben, "Evladım, sen de bir Abdurrahman'sın. Abdurrahmanlar
cesur olur. Ben sana vazife veriyorum, Ankara'ya gittiğinde Adliye Vekili Ruknettin
Nasuhioğlu ile görüşeceksin. Yalnız bu selâm Adliye Vekili olduğu için değil, Nasuhi Şeyhi
Rukneddin Efendinin torunu olduğu cihetle size selam gönderdi, diyeceksin" dedi.

Yıl 1950. Ankara Tıp Fakültesini kazanmıştım. Ankara'ya gittim. O yıllarda bizden
önce mezun olan kardeşlerimizden Muhsin Alev ve Ziya Nur Aksun Ankara'da idiler.
Ankara'ya varınca ilk işim Hazret-i Üstadın selâm emaneti idi. Muhsin Alev, Ahmed Atak ile
birlikte Adliye Vekili Rukneddin Nasuhioğlu Beyle görüşmeye gittik. Randevu aldık. O
yılların üniversitelisi idik ve bizi odasına kabul ettiler.

Kendimizi takdim ettik ve akabinde, "Ziyaretimizin maksadı Hazret-i Bediüzzaman'ın


selâm mevzuatıdır" dedik.
"Siz neci oluyorsunuz?"

Bunu der demez bize gayet hiddetli olarak cevaben dedi ki: "Siz neci oluyorsunuz? O
adamın peşinden niye gidiyorsunuz? Ben şimdi sizin isimlerinizi alıp tahikikat açtıracağım,
v.s."

Vaziyete baktım. Ziya Aksun ile Muhsin Alev biraz çekingenlikten dolayı sustular.
Bunun üzerine ben Bakan Beye gayet cesurane olarak hiç çekinmeden ve yüksek bir sesle
dedim ki:

Sh»: (S.Ş: 171)

"Sen necisin? Sen kenidini ne zannediyorsun? Said Nursi Hazretlerinin sana ihtiyacı
yok. Size muhtaç da değil. Sizin dedenizden dolayı ve o cihetle size selâm gönderdi. Ben size
Risale-i Nurları okumayı tavsiye ederim. Bediüzzaman'ın eserlerinde iman hakikatları var,
müjdeler var. Başta Gençlik Rehberi'ni okuyun, bakın içinde neler göreceksiniz. Gençlik
müthiş bir bunalım içinde, buhran geçirmektedir. Bir kurtarıcı arıyor. İşte Risale-i Nurlarda
kurtuluşun çareleri var. Efendim, okuyun bunları."

Bunun üzerine Adliye Bakanı sustu ve mânen sarsıldı ki, o eski, tehditkârane hali
kayboldu. Ve bize güleryüz göstermeye çalıştı. Ve "Her zaman sizi beklerim" dedi.

Yani şunu ifade etmek istiyorum. Hazret-i Üstadın bana Emirdağ'da, Tıp Fakültesine
gideceğim aylarda, "Abdurrahmanlar cesur olur" tabiri ve "Sana vazife verdim" sözleri
tahakkuk etti. Bu âşikâr bir kerametti ve zahir oldu...

Tekrar Hazret-i Üstadla bir mülâkatınız oldu mu?

Hayır, olmadı. Yalnız şimdi doktor olan kızım dünyaya gelmişti. "Ne isim koyayım?"
derken, o gece rüyamda Hz. Üstadı gördüm, "Kızının ismini Nursel koy" dedi ve uyandım.
Aynı ismi koydum.
***

Bu mülâkatı gerçekleştiren Halil Uslu kardeşime teşekkür ediyorum.

Sh»: (S.Ş: 172)

$ MEHMET METİN

[]

Mehmet Metin

"Gençlik Rehberi'yle tanıştım"

"1943 tarihinde terhis olduktan sonra Konya'nın Ilgın ilçesinde, Devlet


Demiryollarında memur olan babamın yanına geldim. Bir ay kadar dinlendikten sonra Toprak
Mahsulleri Ofisinde vazife aldım. Bu arada Devlet Demiryollarında yol bekçisi olan Nebi
Uluçay ile tanıştım. Bana Hz. Üstaddan ve Risale-i Nur'lardan bahsetmeye başladı. Birkaç
gün sonra da Konya'ya gidip beraberce Halıcı Sabri Ağabeyi ziyaret etmemizi teklif etti.
Bunun üzerin beraberce Konya'ya gittik. O gece Sabri Ağabeyin evinde geç vakte kadar
oturduk. Onlar bana Hz. Üstaddan ve Nur'lardan bahsettiler. Ben de anlattıklarını dikkatle
dinledim. Ayrılırken Sabri Ağabey bana bir Gençlik Rehberi hediye etti. Geceyi otelde geçirip
ertesi gün vazifemizin başına döndük.

"Birkaç gün içinde Gençlik Rehberi'ni okudum ve Nebi Ağabeyi aramaya başladım.
Onunla hergün buluşuyor ve istifade ediyordum. Bu arada Gençlik Rehberi hakkında bir şiir
yazdım. Bu şiiri Sabri Ağabey'e gönderdim. O da Hz. Üstada göndermiş. Üstadımız da şiirin
Lâhikâlara geçmesini emir buyurmuş. Bu hususu mektupla Sabri Ağabey bana bildirdi ve
daha çok şeyler yazmamı isteri. Ben de yazdım.
"Nebi Ağabeyin azmi"

"Benim Nur'ları tanımama vesile olan Nebi Ağabeyden de birkaç nebze bahsetmeden
geçemeyeceğim. Kendi ifadesine göre, Rus Harbi esnasında muhacir olarak Ilgın'ın bir
köyüne, aile efradı ile birlikte iskân edilmişler. Çok fakir ve günlük yiyecekleri bile olmayan
bu aile, yerleştikleri köyün sâkinleri tarafından bir müddet idare edilmişler. Nebi Ağabey
köye gelir gelmez köyün hocasına giderek Kur'ân yazısını öğrenmeye başlamış. Fakat genç
olduğu için hoca başından savarmış. O ısrarla gidince, birgün hocanın hanımı dayanamayıp,
'Yahu çocuk çok hevesli ve meraklı, öğretsen ne olur?' di-

Sh»: (S.Ş: 173)

ye ricada bulunmuş. Hatta kalem alacak parası da olmadığından, yanmış odun ve


kömür parçalarıyla duvarlara yazı yazmaya uğraşırmış. Bunun bu gayreti ve hevesi karşısında
Cenâb-ı Hak rüyasında beyaz sakallı, nur yüzlü bir zât vasıtasıyla okuyup yazmayı tâlim
ettirmiş.

"Sabahleyin tekrar hocaya koşup, 'Hocam ben harfleri ezberledim, söyleyin


yazayım' deyip, çok işlek olmasa da harfleri yazmaya başlamış. Hoca efendi hayret edip,
'Dersi alacağın yerden almışsın' demekten kendini alamamış. Zamanla yazı yazmayı o kadar
ilerletmiş ki, bir matbaa yazısı güzelliğinde yazı yazmaya başlamış. Yazdığı tesbihattan bir
tane de bana hediye etti. El'an bende mevcuttur.

"Bu meyanda Üstadımızı görmeyi arzu etmiş. Ancak maddî durumu iyi
olmadığından ayağında çarık, yaya olarak Ilgın'dan Barla'ya gelip Hz. Üstadı ziyaret etmiş.
Hz. Üstad ona, 'Ben Kur'ân'ın çırağıyım, siz de okuyun çırağı olun' demiş. Halbuki o,
saatlerce kendisine vaz u nasihat edeceğini zannediyormuş. Böylelikle Nebi Ağabey ilk
ziyaretini yapmış.
"Bilâhare Devlet Demiryollarına yol bekçisi olarak girmiş. Her iki hizmeti de
birlikte yürütmeye çalışmış ve muvaffak da olmuş. 1948'de evi basılmış, Kur'ân-ı Kerim dahil
bütün kitapları alınmış, yerlere atılıp çiğnenmiş. Daha sonra da Yusufiye'de kaldıktan sonra
tahliye edildi.

"Müdürün ilk ve son hali"

"Risaleleri çoğaltmak için benim çalıştığım dairedeki daktilodan istifade


etmeye beni teşvike başladı. Mesai saatleri dışında diğer memurlar gidince, dairede Risaleleri
okur, ben de yazardım. Daha sonra da dağıtırdı. Müdür çok disiplinli ve Risale-i Nur'a
muhalif bir insandı. Hatta verilen selâmı dahi almayan bir kimse idi. Bundan dolayı
kendisinden çok çekinirdik. Bu zâtın bilâhare Diyarbakır'a tayini çıkmış, orada Nurları
tanıyınca kalbine giren iman nuru onu sultan yapmış ve bundan dolayı da bir müddet
Medrese-i Yusufiyede yatmıştı. Bilâhare tekrar vazife almış, İzmir'e tayin edilmişti. Bir derste
karşılaşıp tekrar tanıştık. Sonraları emekli oldu.

"Üstadı ziyaret maceramız"

"Nebi Ağabeyle birlikte Üstadı ziyaret etmek için Emirdağ'a gitmeye karar
verdik. Bu arada Ilgın'ın Çavuşçu köyünde ikamet eden İsmail Efendi isminde bir tanıdığımız
vardı. Tarikat ehli olan bu zâta gidip, Hz. Üstada gideceğimizi söyledik. İsmail Efendi, 'Ben
de

Sh»: (S.Ş: 174)

çok arzu ediyorum, ama param yok' dedi. Ben de ödünç olarak masrafını
çekebileceğimi söyledim. Üçümüz beraberce yola çıktık. O zaman vesait çok azdı. Trenle Çay
istasyonuna kadar geldik. Oradan bir kamyonla Emirdağ'a geldik. Günlerden Cuma
olduğundan nasıl olsa Cuma namazı için Üstad camiye çıkar, biz de görüşürüz diye hesap
etmiştik. Maalesef hesabımız gerçeğe uymadı. Üstadın Cuma namazına çıkamadığını
öğrendik. Evinde de ziyaretin çok güç olduğu ve devamlı jandarma tarassudu altında
bulunduğu söylendi.

"Kendi kendimize, niyetimizin halis olduğunu, İnşaallah ziyaret sevabını


aldığımızı düşünürsek teselli bulmaya çalıştık. Çarşıda yol üzerinde bulunan bir kahvehanede
buluşup çok seyrek geçen vesaitlerden biri ile geri dönmeyi kararlaştırdık. Ben çarşıyı
dolaşayım diye Nebi ve İsmail Ağabeylerden ayrıldım.

"Biraz sonra kahvehanede buluştuk. Onlar benden ayrıldıktan sonra Üstadın


kapısı önünden geçerlerken Hz. Üstad kapıyı açmış, bunu fırsat bilen iki ağabeyimiz de
hemen elini öpmüşler. Yanlarına geldiğinide bunu bana söylediler. Kıskançlık damarım o
kadar kabardı ki, yerimde duramadım, hemen kalktım ve Hz. Üstadın evinin ön tarafına doğru
yürüdüm. 'Bunların yol paralarını ben verdim. Onlar Üstadın elini öpsünler de, bana niye
nasip olmasın' diye düşünerek, Cenab-ı Allah'a iltica ettim. Hayatımda bundan başka halis bir
yalvarış yapabildiğimi hatırlamıyorum. Yabancı olduğum için halktan çekinmeme rağmen,
Hz. Üstadın evinin pencere tarafına bakıp yürürken Üstadın baş kısmını gördüm. İçinde
birden bir ürperme belirdi ve 'Elhamdülillah gördüm' dedim. Bu esnada Hz. Üstad hemen
ayağa kalktı ve iki eliyle selâm verdi. Ben de başımı eğerek mukabele ettim. İleri doğru geçip
tekrar geriye döndüğümde Hz. Üstad yine ayakta selâm verdi. Ben de bu defa mukabele ettim.

"İçim biraz ferahladı, fakat tatmin olmamış bir halde arkadaşlarımın yanına döndüm.
Onlara Üstadla selâmlaştığımı söyledim. Onlar sohbetlerine devam etmeye başladılar, ben de,
'Ey Allah'ım! Ne olur, Üstadımın ellerini öpseydim' diye düşünceye daldım. Bu esnada
karşıma birden 16-17 yaşlarında nur yüzlü bir genç geldi. Bana hitaben, 'Ağabey, siz Üstadı
ziyarete mi geldiniz?' dedi. Ben de 'Evet' dedim. 'Öyleyse buyurun, ben oraya gidiyorum, sizi
de götüreyim' dedi. Hemen ayağa kalktım, birlikte yürümeye başlayınca yanımdaki ağabeyler,
'Nereye gidiyorsun, vasıta şimdi gelir' dediler. Ben de, 'Üstada gidiyorum' dedim. Hemen
onlar da bizi takip ettiler. Üstadın evine 5-6 adım kalmıştı ki, Hz. Üstad kapıyı açıp önünde
durdu, bizi götüren genç kenara çekildi, ben derhal eline sarılarak öptüm,

Sh»: (S.Ş: 175)

diğer iki ağabeyimiz de aynı şeyi yaparak tek sıra halinde önünde durduk. İsimlerimizi
sordu ve iki defa, 'Zaptiyeler var, zaptiyeler var' dedi. İki eliyle bizi selâmlayarak içeriye
girdi. Bunun üzerine biz de oradan ayrıldık ve kahvehanenin önüne geldiğimde Çay
istasyonuna kadar bizi götürecek olan vasıtanın sanki bizi bekliyormuş gibi kalkmak üzere
olduğunu gördük. Hemen binip memleketimize geldik ve vazifemizin başına döndük.

"Bu durumu bazı kardeşlerime naklederken iki ihtimali anlatmaktan kendimi


alamıyorum. Birisi, 'Ben Hızır (a.s.)'ı gördüm' diyorum. Çünkü, Emirdağ'a ilk defa gittiğimde
beni almaya gelen gençle tanışmıyordum.

"Sıkıntılı anlarda bir anda binlerce Hızır'ı vazifelendiren Allah (c.c.) bana o
genci gönderdi. O anda benim Hızır'ım o genç oldu. İkincisi, Üstadımızın açık bir kerametidir
ki, o genci göndererek beni çağırttı. Nasıl olursa olsun, Cenab-ı Hakka şükürler olsun ki,
arzum tahakkuk etti.

"Sene 1948... Ilgın'dan yine ilçeye Kadıhan'a tayin edildim. Dairemiz


Demiryolları istasyonunda olup, Kazaya 10-11 km. uzaklıkta bulunuyordu. Kaldığımız
güzergâh istasyonu personeli ile, bizim dairede çalışanlardan başka kimse yoktu. Günde
sadece iki posta treni geçerdi. Ondan sonra kuş uçmaz kervan geçmezdi, hiç bir yabancı
göremezdik. Trenle, kazaya gelen mektup ve kolileri almak için günde iki defa atlı araba gelir
giderdi. Lütfi Bey isminde bir İstasyon Müdürü vardı. Muhterem bir şeyh efendiye intisablı
idi. Boş zamanlarında okuması için birkaç eser vermiştim. Eserler masasının üzerinde durur,
buluştuğumuz zaman beraberce okurduk. İşimiz müsait olduğu bir zamanda yine istasyona
gitmiştim. Birlikte oturuyorduk. Hiç beklenmedik bir hadise ile karşı karşıya kaldık. Aniden
ilçenin hâkimi kapıdan içeri girdi. Posta trenlerinin gelme zamanı da değildi. Risaleleri
masanın üzerinde görünce, 'Bunlar kimin?' diye sordu. Çok korktuk. Müdür Lütfi Bey
yüzüme bakınca, ben korkarak, 'Benim' diyebildim. Ama terlemeye başladım. Hakim gençti.
Yumruğunu masaya vurarak, 'Arkadaş bu eserler böyle okunmaz, abdest alıp diz çökerek
okuyacaksınız' demez mi? Ey Allah'ım! O anda da imdadıma yetiştin. Bir oh çektim, korkum
izale oldu.

"Hâkim Bey Üstadın nerede olduğunu sordu. Ben, 'Afyon Hapishanesinde'


dedim. 'Ona ceza verecek hâkimin kalemi kırılsın. Kendini ziyaret etmen mümkün olmadı, siz
görürseniz selâmımı söyleyin, bana dua etsin' dedi. Trenle gelecek eşyaları varmış, onların
gelip gelmediğini sordu, gitti. Cenab-ı Allah hem beni sevindirdi,

Sh»: (S.Ş: 176)

hem de Müdür Lütfi Beye, ilçenin hâkimi vasıtasıyla, 'Bu eserler kıymetlidir, sahip
olun ve okuyun' dedirtti.

"Hz. Üstad Afyon Hapishanesinden tahliye edildikten sonra bir gece rüyamda
ziyarete gitmiştim. Evindeki bir kedinin (rengi ve şekli ile aklımda) iç kapı önünde durduğunu
gördüm. Ertesi gün daireden izin alarak yola çıktım. Emirdağ'a indiğimde, Çalışkan
Ağabeylerin dükkânına gittim. Üstadı ziyaret etmeye geldiğimi söyledim. 'Görüşmek çok zor'
dediler. Kendilerinden haber vermelerini rica ettim. Hz. Üstada söylemişler, Üstad ise
gelmemi söylemiş. Daha önceden Konya'da iken tanıştığımız Zübeyir kardeşle birlikte eve
gittik. Tam iç kapıya geldik ki, iki gece evvel rüyamda gördüğüm aynı renk ve eşkâldeki kedi
karşımda duruyor. Durumu Zübeyir kardeşe söylediğimde, 'Sen ne zannediyorsun kardeşim,
kalbindeki tereddütlerden sıyrılıyorsun' dedi.
"İzin almak için Hz. Üstadın odasına girdi ve sonra kapıyı açarak bana içeri
girmemi söyledi. Ziyaret heyecanı ile içeriye girdim. Hz. Üstad karyolasında ayaklarını
sarkıtmış bir vaziyette oturuyordu. Beni görünce, 'Kardeşim, seni dualarıma dahil ediyorum'
dedi. Sonra karyolanın altına doğru eğilerek, oradaki kutunun içinden bir lokum alıp kendi
eliyle ağzıma koydu. Oturmamı işaret etti, ben de oturdum. Yanıma Ceylân kardeş gelip
oturdu. Ben yukarıda anlattığım hâkim hadisesin anlatmaya çalışırken, Ceylân kardeş beni
dürterek fazla konuşmamamı söyledi. Fakat Hz. Üstad bunu gördü ve Ceylân kardeşe işaret
ederek, 'Bırak kardeşimiz anlatsın' dedi. Anlatıp bitirdikten sonra selâmı aldı ve hâkimi
dualarına dahil edeceğini ve selâm söylememi emir buyurdu. Benden birgün evvel ziyarete
gelen Nebi kardeşimiz, aile efradından biraz şikâyette bulunmuş, onun için de, 'Kardeşlerimiz
dünya işleri için Sabri kardeşimizle konuşsunlar' dedi ve yanından ayrıldım.

"Üstadın hastalığı ve zindeliği"

"Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yalnız kiraz mevsimi idi. Isparta
yolu ile tekrar Hz. Üstadı ziyarete gitmeye niyetlenerek hareket ettim.

"Isparta'da rahmetli Musfafa Ezener ve Rüştü Çakın Ağabeylerle görüştüm.


Emirdağ'a gideceğimi söyleyince, oraya gidecek mürekkep kalemi ucu olduğunu söyleyerek

[]

Mehmet Metin

Sh»: (S.Ş: 177)

bir küçük kutu verdiler. Üstadımızın yanında evvelce bulunmuş ve kâtiplik yapmış
olan Kâtip Osman Ağabey de bir-iki kilo ağırlıkta dolu bir sepet getirerek, Üstada götürmemi
söyledi. Götürmek istemedim 'Almazlar' dedim. O da 'Nur Bahçesinin mahsulüdür dersin'
dedi. Bunun üzerine reddetmeyip götürdüm.
"Çalışkan kardeşlerin dükkânına gittim. Zübeyir kardeş oraya geldi. Kutuyu
verdim, 'Üstadın bir şey almadığını bilmiyor musun kardeşim? Ben durumu anlattım. Fakat
yinede sepeti olamam.' dedi. Sepet dükkânda kaldı, bilmiyorum, sonra ne oldu? Orada
Zübeyir Ağabeye Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. 'Çok rahatsız' dedi. 'Karşıdan bari
göreyim' dedim. Günlerdir ziyaret için bekleyenler varmış, buna rağmen ısrar ettim, izin
alındı ve gittim. Hakikaten Hz. Üstad çok ağırdı. Bence sanki vefatı an meselesi gibi idi. Sesi
gayet az çıkıyordu. Eğilerek dinlemeye çalıştım. Anlayabildiğim, 'Hastayım, dua edin'
sözleriydi. Yanında fazla kalamayıp dışarı çıktım.

"Dışarıda Zübeyir kardeşe, 'Üstad Cuma namazına çıktığı zaman nerede namaz
kılar? Bugün ben de onun kıldığı yerde Cuma namazını kılmak istiyorum' dedim. Bunun
üzerine bana, 'Camide yukarı mahfile çık, sağ taraftaki bölmenin yanında namaz kılar' dedi.
Başkası oraya oturmasın diye, namazdan çok evvel camiye gidip tarif ettiği yere oturdum.
Vakit geldi, ezan okunmaya başladı, cemaatte bir hareket belirdi ve merdivene doğru
bakmalar başladı. Ben de herkesin baktığı tarafa baktım, ne göreyim? Sanki birkaç saat evvel
ölüm döşeğinde gördüğüm hasta Üstad değildi de, 30-40 yaşlarında zinde ve sıhhatli halde
Hz. Üstad merdiven başında göründü. Bütün cemaat ayağa kalktı, yol açtılar. Zübeyir Ağabey
yanında ve Üstadın seccadesi elinde olarak yanıma geldiler. Oturduğum yere Üstadın
seccadesini serdi. Üstad seccadeye, Zübeyir Ağabey de yanına oturdu. Ben de Hz. Üstadın
arkasında safa durdum. Ezan bitip Cuma namazı edâ edildikten sonra, cemaat bekledi, Hz.
Üstad çıkarken yine ayağa kalkıp yol verdiler. Cami dışına çıkınca cemaat Üstadın etrafını
sardı, kendisi mübarek elleri ile hepsini selâmlıyordu. Yanındaki kardeşlerimiz de, 'Üstad
hastadır, sizlere dua ediyor' diyerek evinin önüne kadar geldik. Eve girmesi de mesele oldu.
Cemaat ayrılmıyor, kimi eline, kimi giydiği cübbeye sarılıp öpüyordu. Zorla içeri girebildi.
Ben de oradan ayrıldım.

"Sıkıntımı gideren sadık rüya"

"Sene 1952. Babam aniden hastalandı. Onu Ilgın'dan alıp Konya Devlet
Hastahanesine yatırdım. Ertesi gün sabahleyin ziyaretine
Sh»: (S.Ş: 178)

gittiğimde yatağında bulamadım. Doktoruna sordum, 'Başınız sağolsun' dedi. Aniden


şaşırdım.

"Zira ağır hasta değildi. Neyse, lüzumlu cenaze malzemesini aldım,


hastahanede yıkandı, az bir cemaat ile cenaze namazını kılarak Musalla Mezarlığına defnettik.
Allah rahmet eylesin.

"Babamın vefatı ile iş bitmedi. Vefatı esnasında başında bulunamayışım bana


ayrı bir üzüntü kaynağı oldu. Vazifemden, efradı-ı ailemden bir şikâyetim yoktu. Buna
rağmen üzüntüyü bir türlü üzerimden atamıyordum. Devamlı, 'Acaba babam nasıl vefat etti?'
diye düşünüyordum. Geceleri uykudan aynı düşüncelerle uyanıyordum. Aradan aylar geçti,
birgün rüyamda, Peygamberimiz (a.s.m.)'ı ziyaret etmek için Ravza-i Mutahhara'nın
kapısından içeri girdim. Nur yüzlü iki zât yanıma geldi. 'Sen Bediüzzaman Hazretlerinin
talebesi misin?' dediler. 'Evet' dedim. 'Sen baban için çok merak ediyorsun. Hiç merak etme,
baban vefat ederken Bediüzzaman ve bütün talebeleri başında idi' dediler. Heyecanla uyandım
ve Elhamdülillah dedim. Üzüntüm sevince kalboldu.

"Üstadımız da, 'Biz imanı kurtarmak için hizmet ediyoruz' demiyor muydu?
Onun için bu hususta zerre kadar şüphem kalmadı. Babam namazını kılan müttakî bir insandı.
Gerçi Nurlarla pek ilgisi yoktu. Fakat bizim gibi âciz ve günahkâr bir oğlunun, az dahi olsa
Hz. Üstada ve Risale-i Nurlara karşı muhabbetinin olması, İnşaallah babamın da imanla göç
etmiş olmasına vesile olmuştur diye düşünüyordum. Şu satırları yazarken yine aynı heyecanı
yaşıyor ve davamızın kutsiyetini bir kat daha idrak ediyorum.
"Topal Hocanın Üstada muhabbeti"

"1953 senesinde memleketim olan Beyşehir'e gittim. Orada o sırada 112


yaşında ve kırk sene Ege havalisinde müftülük yapmış, âlim bir zât vardı. Kendisini ziyaret
etmek ve duasını almak için evine gittim. Sohbetimiz esnasında, yanımda bulunan Üstadın
vesikalık bir fotoğrafını kendisine gösterdiğimde, aldı, öptü ve ağlayarak, 'Bir ayağımı
kaybettiğim için ziyaretine gidemedim, kalbden kalbe yol vardır, görürseniz selâmımı
söyleyin, bana dua etsin ve bu esnada belki, Beyşehir'de bir topal hocamız var derse
kurtuluşuma vesile olur' demişti.

"Yukarıda anlattığım rüyamı kendisine naklettiğim, tabir etmesini istirham


edince buyurdu ki, 'Ravza-ı Mutahhara'da gördüğün o

Sh»: (S.Ş: 179)

iki zâtın birisi Hz. Ebubekir, diğeri de Hz. Ömer'dir. Sen iki defa hacca gideceksin'
dedi. Dediği gibi iki defa hacca gitmek nasip oldu. Elhamdülillah...

"1954 yılında memuriyetimi İzmir'e naklettirdim. Buradaki kardeşlerimziden


Mustafa Birlik ile birlikte Hz. Üstadı ziyarete gitmiştik..."

Sh»: (S.Ş: 180)

$ ZAKİR ÇANGAR

İrtica masası şefi Zakir Çangar'ı arıyoruz


İzmir'in sıcağı, kavurucu bir hal almıştı o gün. Biz, elimizde bir emekli
başkomiserin adresi, köşe bucak dönüp duruyorduk. Nihayet bir tanıyanın vasıtasıyla Zakir
Çangar Beyin evini bulduk.

Evi bulmuştuk, ama kendisini bulamamıştık.

Nerede olduğunu sorunca, keçilerini otlatmaya gittiğini söylediler.

Tarif ettikleri kırlara doğru, Zakir Çangar'ı yeniden aramaya başladık.


Yanımızda mahalleli küçük bir çocuk, bize yol gösteriyordu. Bir tepe, nihayet ikinci tepe;
bulamamıştık bir türlü. En sonunda çocuğa, "Git şu tepeye de bakıver" dedim. "Şayet
bulabilirsen bana işaret et, ben oraya ondan sonra geleyim" dedim.

Çocuk koşarak gitti. Uzak bir tepeden el etti. Adımlarımı sıklaştırarak tepeye
çıktım. Baktım, tepenin altında, elli beş-altmış yaşlarında görünen, hafif siyah sakallı, kısa
kollu gömleğini pijamasının üzerine sarkıtmış olan bir zat duruyordu.

Selâmlaştık.

"Hayırdır İnşaallah!" dedi.

Ben de "Hayırdır. Sizi arıyordum" dedim. Ağaçların altında, serin yerde


konuşmak, bazı sorular sormak istediğimi bildirince; "Eve gidelim, hem siz misafirsiniz, bu
sıcakta size soğuk şurup ikram edeyim" dedi.

"Siz Nur talebesine benziyorsunuz"

Her ne kadar orada, kırda konuşmak istedimse de razı olmadı. Keçileri


toplayarak önüne kattı. İkimiz birlikte yola koyulduk. Bizim beraber gittiğimiz arkadaşlar da,
az sonra karşımıza çıktılar. Zakir Bey:
"Bunlar da sana benziyor, arkadaşlarınız mı?" deyince, "Evet," dedim,
"Beraber geldik."

"Sizler Nur talebelerine benziyorsunuz" dedi.

Sh»: (S.Ş: 181)

Cevaben, "Ziyaretimiz de bu konu ile ilgili" dedim.

Evinde kendisinin verdiği, çeşitli ellerden geçerek bize kadar gelen, Bediüzzaman Said
Nursî'nin bir fotoğrafını göstererek bu resmi nereden ele geçirdiğini sordum.

Zakir Çangar, bir anda şaşırdı, bu resimden haberi olmadığını ve böyle şeylerle ilgisi
olmadığını söyledi.

Ben yanlış giriş yaptığımı farkederek sustum ve meseleyi, başından bütün teferruatı ile
izah etmeye başladım.

Ben, Said Nursî, Nurculuk ve Nur Risaleleri konusundaki geniş araştırmalarımdan


bahsederek, adamcağızın korku ve endişesini dağıtmak istiyordum. Fakat, adam, "Ben
bilmiyorum" deyip işin içinden çıkıyordu.

Bir ara hanımı söze karıştı. Zakir Beye hitaben,

"Niçin anlatmıyorsun bildiklerini... Bak çocuklar buraya kadar gelmişler. Ne varsa, ne


soruyorlarsa anlatsana!" dedi.

Nihayet Zakir Bey başladı anlatmaya:

Zakir Çangar Üstadı takipte


"Ben 1950 yılından sonra Ankara Emniyetinin Birinci Şubesinde, irtica masası
şefiydim. Dahiliye Vekâletinden gelen bir emir üzerine Said Nursî'nin dosyalarını getirttim ve
incelemeye başladım. Tam 19 tane klasör geldi. Bununla ilgili benden bir rapor istemişlerdi.
Raporu hazırlamak için devamlı çalışıyordum. Ama fena halde de sıkılmıştım. Ama neylersin,
biz emir kuluyduk.

"Bir müddet çalışma yaptıktan sonra, kalkıp Emirdağ'a gittim. Kendisi o zaman
Emirdağ'da ikamete memur edilmişti, orada kalıyordu. Emirdağ'da üç gün kaldım. İki gün
otelde kaldım. Bir gün de Bediüzzaman Hocanın evinde yattım."

Bu arada Zakir Beyin sözünü keserek bir sual sordum:

"Kendinizi ne diye tanıttınız?"

"Emekli öğretmen diye tanıttım. Ama yutmadı, pek inanmadı. Yanında kalıp bütün
halini, gece gündüz ne yaptıkların, bütün detaylarıyla tesbit etmek istiyordum. Bilhassa
yanında yatmamdan çok sıkılmıştı. Sabahleyin bana;

"Vazifeni yaptınsa artık yeter, sen beni çok sıktın, artık git' dedi.

"Gerçekten ben de sıkılıyordum. Ama vazife icabı buna mecburdum. O günlerde


başımdan geçen bir hâdiseyi size anlatayım. Bu zat büyük velidir. Bununlar uğraşmaya
gelmez.

Sh»: (S.Ş: 182)

Rüyadaki civcivler...

"Otelde gece yatarken, rüyada aniden kapı şiddetle açıldı. Kapının altı üstüne geldi.
Şiddetle ürperdim. Kapı açılınca, baktım, içeriye küçücük civcivler, tavuk yavruları doldu.
Bütün odayı civcivler yavaş yavaş büyümeye başladılar. Büyüyen civcivler, az sonra küçük
küçük adamlar şekline girdi. Cüceler her tarafı istilâ ettiler. Ama nasıl hücum! Arılar gibi
nereme gelirse vuruyorlardı. Ben korku, heyecan ile bağırıyordum. Neredeyse boğulmak
üzereydim. Kan ter içinde uyandım. Baktım heyecandan kalbim duracak gibiydi. Yatağın
içinde sağsalim kendimi bulunca derin bir nefes aldım. Allah'a şükrettim. Hemen kalkıp dua
ettim, tevbe ettim. Bir daha bu Zatla uğraşmamaya karar verdim. Size de tavsiyem, bu Zatla
uğraşmayın. Bu büyük bir Zattır."

Zakir Beye anlattıklarından dolayı teşekkür ettik. Zaten kendisi de, daha çok
anlatacakları olduğu halde pek anlatmak istemiyordu.

Hatıra olarak bir fotoğrafını rica ettik. Fotoğrafının, o anda olmadığını ifade etti. Biz
de yanımızdaki makina ile bir hatıra resmi alabileceğimizi söyledik. Kendisini zorla razı
ederek bahçede bir-iki hatıra resmi çektik.

Teşekkür ederek, vedâlaşıp ayrıldık.

Sh»: (S.Ş: 183)

$ MUSTAFA RAMAZANOĞLU

1929'da Kahramanmaraş'ta doğdu. Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını kendisi


kaleme aldı. Nurculuktan dolayı çeşitli zamanlarda mahkemelere verildi. Hep beraat etti.
Hakikî Aleviler Müslümandır ismiyle 1971'de neşrettiği bir kitabı bulunmaktadır.

[]

Mustafa Ramazanoğlu
"Üstadı arıyorum"

"Ben Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini müteaddit defalar ziyaret ettim.

"İlk ziyaretim 1950 yılında Emirdağ'da oldu. Bu ziyaretimden önce Risale-i Nur'ları
okumamıştım. O zaman Büyük Doğu ve Serdengeçti mecmularını hiç kaçırmaz, okurdum. Bir
gün Büyük Doğu mecmuasında Üstadın mahkeme müdafaasından bir pasaj okudum. Cesur,
kahraman kişileri çok severdim. Büyük Doğu'yu ve Serdengeçti'yi de fıtratımdaki bu ihtiyacı
tatmin için okurdum. Bu mecmuların İslâmı, imânı müdafası beni büyülerdi. Bediüzzaman'ın
müdafaasındaki belâgat, fesahat, şecaat ve cesaret beni mest etmişti. Hayran kalmıştım.
Hemen bu zat-ı muhteremi ziyarete gitmek hatırıma geldi. Derhal harekete geçtim. Bu zat-ı
muhteremin adresini temin için soluğu İstanbul'da aldım. Necip Fazıl Kısakürek'in bürosunu
buldum. Kendisi büroda yoktu. Orada çalışan kişilerden nerede olduğunu sordum. Büroda
çalışan Malatyalı Ahmet Ramazan isminde, hiç tanımadığım bir arkadaş:

"Ne yaşacaksın Necip Fazıl Beyi?'

"Said Nursî Hazretlerinin adresini isteyeceğim.'

"O zatın adresini Necip Fazıl Bey bilmez, ben bilirim.'

"Öyleyse bu zatın adresini lütfen bana verin, ben ziyaretine gideceğim.'

"O zat gelen her ziyaretçiyi kabul etmez. Hâlis bir niyetle gitmiş olman lâzım ki sizi
kabul etsin.'

"Ben hâlis niyetle gittiğimi zannediyorum. Hele ver bakalım da bir gideyim' dedim.

Sh»: (S.Ş: 184)

"Üstadı ilk ziyaretim"


"Nihayet Üstadın adresini Ahmet Ramazan'dan aldım. Hemen Emirdağ'a vardım.
Adres merhum Ceylân kardeşin pederi Mehmed Çalışkan'ın dükkânı imiş. Mehmed Çalışkan
kardeşimiz dükkândaydı. Mehmet Çalışkan'a,

"Beni şu adresi götürür müsünüz?' dedim.

"Bediüzzaman bugün rahasız, ziyaretçi kabul etmiyor.'

"Ben uzak yol kat ederek geldim. Lütfen beni götürün.'

"Kardeşim, hususan bize tenbih etti. 'Ziyaretçi getirmeyin, hastayım, kimseyle


görüşecek halim yok' dedi.'

"Mehmed Efendi kardeşimizi bir türlü ikna edemedim. İki saat peşinde dolaştım,
yalvardım. 'Bir kere sorun, kabul ederse giderim. Hoca Efendiyi benim geldiğimden haberdar
etmeden beni göndermeyin' diye ısrar ettim. Allah'a şükür, Mehmed Efendi kardeşimiz, 'Bir
sorayım' dedi, gitti. Hac yolcusu bekler gibi büyük bir ümitle yolunu bekledim. Üstadın
yanından döndüğü zaman yüzü gülüyordu. Çok neşeliydi. Daha gelirken kabul edildiğimi
anlamıştım.

"Buyurun, gidelim, sizi kabul etti.'

"Bu söz bana dünyadan daha tatlı gelmişti. Sürûrum sonsuzdu. Mehmed Efendi
kardeşimizin peşine takıldım, gittik. Eski, ahşap bir eve girdik. Üstadın odasına yaklaşmıştık.
Bana Mehmed Efendi, 'Başındaki serpuşu çıkar, Üstad sevmez' dedi. Üstadın kaldığı odanın
karşısında odun koyulmuş bir yer vardı. Gayri ihtiyari serpuşu oraya attım. O günden bu yana
serpuş giymem. Mehmed Efendi kapıyı vurdu. 'Üstadım, misafiri getirdim' dedi. Mehmed
Efendi odayı terk ederek gitti. Üstad karyolasının üzerinde istirahat ediyordu. Gayet mütevazi
bir oda idi. Dünyaperestelerin, halılarla koltuklarla müzeyyen tantanalı odası gibi bir oda
değildi. Dünyaya ve dünya saltanatına hiç ehemmiyet vermeyen, dünyasını ahiretine mezraa
yapan, yalnız ahireti düşünen, orası için çalışan müstağni bir zatın odasıydı. Bu odada taban
halısı gibi bir ziynet eşyası yoktu. Karyolasında, karyola örtüsü ve karyola eteği gibi şeyler
yoktu. Sadece karyolada bir yatak vardı.
"Odaya girdiğimizde hemen Üstadın elini öptüm. Gözüm oturacak bir koltuk veya
sandalye aradı. Ne gezer? Karyolanın başı ucunda yere serilmiş bir minder vardı.
Pantolonunun ütüsünün bozulmasından endişe eden o mindere bağdaş kurup oturmaya
mecburdu. Ben de dizlerim üzerine bu mindere oturdum. Üstad:

"Nereden geliyorsun?'

Sh»: (S.Ş: 185)

"İstanbul'dan, efendim.'

"İstanbul'dan geldiğimi söyler söylemez büyük bir çeviklikle sıçradı, yatağın ortasına
oturdu.

"Orada talebelerime işkence ediyorlarmış, doğru mu? Benim etimi cımbızla çeksinler,
talebelerime ilişmesinler.'

"Ben böyle birşey işitmedim.'

"Bu sırada aynı odada merhum Ceylân Kardeş çamaşırını yıkıyordu. Üstad bana,
'Benim hizmetim her adama nasip olmaz, su dök, yıkasın' dedi. İbrikle su doluydu. Hemen
ibriği alarak su dökmeye başladım. Ceylân kardeşimiz de yıkıyordu. Bu sebeple de Üstadın
yanında bir hayli kalmak fırsatını buldum. Üstad bana:

"Bugün rahatsızım, hiç ziyaretçi kabul etimyorum. Senin ismini söyleyince içime bir
sevgi doğdu, getirin dedim.'

"Sağ olun Hoca Efendi.'

"Çamaşıra su dökerken konuşmayı da bırakmıyorduk.

"Hoca Efendi, eserlerinizi okumak istiyorum, nereden temin edebilirim?'

"Seni talebem olarak kabul ediyorum, kitaplarımı Islahiye'de postahanede memur


Zübeyir var, Elaziz'de de Hulusi var. Hangisi kolayına giderse oradan iste, al.'
"Verirler mi?'

"Benim selâmımı söylersen verirler.'

"Hoca Efendi, bizim Müftü Efendiye selâmımızı söyleyeyim mi?"

"Ben hocalara küskünüm.'

"Bizim Müftü Efendi sizin bildiğiniz hocalardan değil.'

"Üstad tebessüm etti. Yani, açıkçası benim patavatsız konuşmalarıma güldü.

"Madem hüsnüzannınız var, selâm söyle.'

"Artık ayrılma zamanı gelmişti. Elini öptüm, bana, 'Oğlum buradan çıktığın zaman
seni isticvab ederlerse, 'Hastaydım, onun için gittim' de, zira yalan söylemiş olmazsın. Manevî
hastalık hepimizde var' dedi. Ayrıldım.

"K. Maraş'a geldim. Islahiye'ye Zübeyir Ağabeye telefon açtım. 'Ben Said Nursî
Hazretlerinin yanından geldim. Okumam için bana eserlerinden vereceksin, selâmı var'
dedim.

"Zübeyir Ağabey büyük bir heyecanla, 'Ney! Sen o zatı gördün mü?' dedi. Ben de,
'Evet gördüm' dedim. 'Geliyorum' dedi.

"İki saat sonra merhum Zübeyir Ağabey eserlerle birlikte K. Ma-

Sh»: (S.Ş: 186)

raş'a geldi. Beni kucaklayarak, 'O zatı gören gözlere de kâfi' dedi ve benim
gözlerimden öptü. Böylece ben de Risale-i Nur okuyucuları arasına girdim. 'Hâzâ min fazlı
Rabbî.'

"Üstad hâlis niyetlileri kabul ediyordu"


"Sene 1952. Üstadın Gençlik Rehberi adlı eseri, Konyalı Muhsin tarafından yeni
harflerle bastırılmıştı. Eserin müellifi, bu sebeple İstanbul'da mahkemeye verilmişti. Üstad
mahkeme için İstanbul'a teşrif etti. Bir müddet İstanbul'da mahkeme sebebiyle kaldılar.
Sirkeci'de, Akşehir Palas Oteli'nde ikamet ettiler. Üstad İstanbul'da iken, ben sık sık İstanbul'a
zahiren ticaret için, hakikatte Üstadı ziyaret için gidiyorum.

"Birgün, musallî, salih iki Maraşlı arkadaş, 'Bizi de Üstadı ziyarete götür' dediler.
'Gidelim' dedim. Ancak niyeti halis olmayan bir Maraşlı daha bize katılmak istedi. Ona,
'Arkadaş, bu zat sana yaramaz, sen nasıl adammış, bir göreyim diye gideceksin. Bu niyetle
gittiğin için bizi de kabul etmez. Sen bizden ayrıl' dedim. İnanmadı. 'Öyle şey mi olurmuş,
niye kabul etmesin? Ayrılmam, ben de gideceğim' dedi. Gittik, Üstad kabul etmesin?
Ayrılmam, ben de gideceğim' dedi. Gittik. Üstad kabul etmedi. Ahmet Ramazan kardeşimizin
dediği aynen görüldü. Diğer iki Maraşlıya, 'Bu adamdan vitrinlere bakarken ayrılalım, tekrar
Üstadı ziyarete gidelim' dedim. Kendisi bir vitrine bakarken biz kaçtık, bizi kaybetti. O
adamdan ayrı olarak Üstada gittik, kabul etti. Böylece o halis niyetli arkadaşlar da ziyaret
etmiş oldular.

"Üstad, doktor ve öğretmenlere önem verirdi"

"Yine sene 1952. İstanbul Belediyesinin doktoru Nihat Ongun bana rica etti. 'Beni
Üstadın ziyaretine götür' dedi. Doktorla beraber Üstadı ziyarete gittik. Yine kabul buyurdular.
Üstad, Nihat'ın doktor olduğunu öğrenince şöyle bir nasihatta bulundu:

"Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Bunlardan biri doktorlar, diğeri
muallimlerdir. İmanlı muallimler körpe dimağlara imanı, İslâmı yerleştirir. Onun için benim
nazarımda muallimler çok kıymetlidir. Sana tavsiyem şudur. Sen bir hastayı tedavi ettiğin
zaman ücretin 100 lira değer de, 2,5 lira verirlerse al, cebine at. Zannetme ki, 97,5 lira
kaybettin. Sadaka olarak defter-i âmâline geçer.'
Sh»: (S.Ş: 187)

"Doktor Nihat Bey çok iyi bir intiba ile ayrıldı. Bana, 'Bu zatın sözleri iliklerime işledi'
dedi. Bu kardeşimiz halen salâhatını muhafaza etmektedir.

"Rüyada yediğim yemek"

"Sene 1952, İstanbul'dayım. Kardeşim Mahmut Ramazanoğlu o tarihte hukuk fakültesi


talebesiydi. Onun Şehzadebaşı'ndaki evinde yatmıştım. Rüyamda Üstad, talebeleri ile birlikte
bulgur pilâvı yiyorlardı. Ben varınca yemeğe davet ettiler. 'Teşekkür ederim' dedim, yemeğe
dahil olmadım. Ama Üstadla birlikte yemek yemeyi de çok arzu ediyordum. Bir daha
çağırsalar yemeğe giderdim diye bekledim. Ne yazık ki yemeğe tekrar buyur etmediler.
Büyük bir üzüntü ile uyandım.

"O gün öğleye yakın bir zamandı, saatini hatırlayamıyorum, ama öğleye yakındı.
Üstadın odasından Muhsin kardeşimiz çıktı. Beni görünce, 'Gel gel, kardeşim, Üstadın artığını
ye, sevaptır' diyerek bana küçük bir sefertası içerisinde, bir kaşık gelecek kadar kuru fasulye
verdi, ben de yedim. Allah'ıma hamd ettim. Rüyada beraber yemek yiyemeyişimin
üzüntüsünü Rabb-ı Rahimim artığını yedirerek ref'etti. Bu bir tesadüf değildi. Ben buna da
Üstadımın bir kerameti nazarı ile bakıyorum.

"Albayın Üstada hayranlığı"

"Yine sene 1952. Üstad Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyordu. Günlerden Cuma idi.
Üstadı ziyarete gittim. Cuma namazı da yakındı. Otele vardığım zaman baktım ki, salonda,
Üstad beni görünce eliyle yanağımı okşayarak, 'Hoş geldin oğlum' dedi. Arkasındaki
talebelerine dönerek, 'Siz benimle gelmeyin, hükûmetin nazar-ı dikkatini çekmeyelim' dedi.
Ve merdivenlerden indi. Arkasındaki cemaatin içinde bir de albay vardı. Resmî elbisesi ile
gelen bu albay, 'Çocuklarımın maişeti olmasaydı, ben şimdi istifa eder, bu zat-ı muhtereme
hizmet ederdim' dedi.
"Üstad bir delikanlı zindeliğindeydi"

"Üstad otelin kapısından çıktı. Ben hemen dışarıya kendimi attım. Üstadı yolda
giderken görmek istiyordum. Çünkü her ziyaretimde yatağında oturuyor bir vaziyette
gördüğüm için, Üstadı zor yürüyecek bir durumda tahayyül ederdim. Otelden çıktığım zaman
Üstadın, otelin bulunduğu kaldırımdan karşı kaldırıma 20 yaşında-

Sh»: (S.Ş188: )

ki bir delikanlının çevikliğinde geçtiğini gördüm. Akasya ağacının engin dallarındaki


yaprakları eliyle okşayarak çevik adımlarla Fatih Camiine doğru ilerledi. Üstadın bu dinç
durumu beni çok mesruru etmişti.

"Üstad Fatih Camiinde"

"Fatih Camiine Cuma namazını kılmak üzere girdik. Ben artık Üstadın peşini hiç
bırakmıyordum. Cuma namazından sonra beraber camiden çıktık. Camiden çıkan cemaat bir
anda Üstadın etrafını sardılar. Birbirlerine, 'Bediüzzaman' diye yüksek sesle ve büyük neşe
içinde haber veriyorlardı.

"Üstad, 'Taksi!' diye seslendi"

"Cemaat Üstadın elini öpmek için itişmeye başladı. Orada büyük bir izdiham oldu.
Camii otele çok yakındı. Üstad camiye yaya olarak gelmişti. Üstad bu tezahürattan kurtulmak
için orada bulunan bir taksiye 'Taksi!' diye seslendi ve taksiye hemen atlayıverdi. 'Beni otele
götür' dedi. Bunu yapmasaydı camiden çıkan Müslümanlar Üstadın otele gitmesini en az iki
saat tehir ettirebilirlerdi. Üstadın bu müdakkik hali beni hayran bıraktı.
"Üstadın Maraş'a olan alakası"

"Üstadın K. Maraş'a olan sevgisini de aksettiren bir mektuplaşma ile hatırama son
vereyim.

"Kayalar Ağabey üstada bir mektup yazarak Diyarbakır'a davet etmişti. Kayalar
Ağabeyin bu mektubu lâhika yapılmış, dağılmıştı. Bir tanesi de bana gelmişti. Ben bu davet
mektunu okuyunca hemem Üstada bir mektup yazarak K. Maraş'a davet ettim. Üstad
mektubuma şu cevabı verdi.

"Ben Urfa'yı, Diyarbakır'ı ve Maraş'ı aynı gözde görüyorum ve duama ismen dahil
etmişim. Diyarbakır'a gidersem Maraş'a da gelirim' demişlerdi. Diyarbakır'a da, K. Maraş'a da
teşrifleri mümkün olmadı.

"Hafız Ali Efendinin ilmi ve fazileti"

"Merhum Zübeyir Ağabeyin getirdiği Risaleleri aldım, çok itimad ettiğim ve


güvendiğim K. Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendiye götürdüm. 'Şu eserleri okuyun da,
okumaya değerse biz de okuyalım' dedim.

Sh»: (S.Ş: 189)

"Evvelâ muhterem Müftümüzün ilim ve fazilet derecesini kısa olarak arz edeyim.
Müftü Hafız Ali Efendi uzun müddet K. Maraş müftülüğü makamını muhafaza ve ihya
etmiştir. Kitap, okuma âşıkı olan bu zat, doktorun, 'Kitabı çok okuma, gözlerin görmez olacak'
diye tavsiyede bulunmasına rağmen okumayı bir türlü bırakamamış, binnetice maddî gözleri
görmez olmuştur. Bu defa da gözü gören dostlarına, meselâ Mahmut Kanadıkırık'a, bana,
Şakir Efendi Hocaya okutarak dinlemek suretiyle talebe-i ulûm sıfatını asla kaybetmemiştir.

"Hacca giden bir K. Maraşlıya Medine-i Münevvere'den kitap sipariş etmiş. Hacı,
istenilen kitabı ararken kitapçı, 'Bu kitabı Türkiye'de yalnız K. Maraş Müftüsü Hafız Ali
Efendi anlar, sen bu kitabı kime alıyorsun?' demesi üzerine, Hacı Efendi, 'Ben de o zata
alıyorum, onun siparişidir' demiştir.

"1961 yılında Diyanet Reisi olan eski İstanbul Müftüsü müfessir ve fakih Ömer
Nasuhi Bilmen Hazretleri, fetva için gelen bir K. Maraşlıya, 'K. Maraş'ta Hafız Ali Hoca
Efendi varken, K. Maraşlıya bizim fetva vermemiz icab etmez' demiştir.

"Özetleyeycek olursak, bu zat, yalnız K. Maraşlının değil, bütün âlem-i İslâmın ilmî
cihette nazarını çekmiştir. Müftü Efendinin vefatından sonra, bu zata ait olan kitaplar Hafız
Ali Kütüphanesi ismiyle müsemma bir kütüphane açılarak bu kütüphaneye koyuldu, kocaman
kütüphaneyi dolduran kitaplar böylece K. Maraş'ta kültür hizmetine girdi.

"İki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi"

"Sadede gelelim. Merhum Zübeyir Ağabey, 1950 yılında telefondaki ricam üzerine
eskimez yazılı Mektubat, Zülfikar, Sözler, Siracünnur ve Tılsımlar mecmualarını getirmişti.
Müftü Hafız Ali Efendinin bize, 'Her kitap okunmaz, aldığınız kitabı bana bir gösterin de öyle
okuyun' diye olan tavsiyesine uyarak, yukarıda isimleri yazılı Said Nursî Hazretlerine ait olan
kitapların hepsini Müftü Efendiye götürdüm.

"Hoca Efendi, şu kitapları okumak istiyorum. Bir tetkik buyurun da okumaya değerse
okuyayım.'

"Bırak da git.'

"Aradan iki ay geçmişti. Birgün Müftü Efendiye giderek, bıraktığım kitapların


mahiyetini sordum.

"Hoca Efendi, kitapları okudunuz mu?'

"Okudum.'

Sh»: (S.Ş: 190)


"Nasıl buldunuz?'

"Oğlum, iki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi, bundan sonra da geleceği
meçhul,'

"Öyleyse verin de ben de okuyayım.'

"Yok, ben kitap vermem, sen kendine yenisini al.'

"Müftü Efendinin takdirini toplayan bu eserleri o tarihten beri, yani 1950 yılından beri
okumaktayım.

"Ayağı öpülecek zatlar"

"Sene 1952. Üstad Said Nursî İstanbul'daydı. Ben de Üstadı ziyaret için bir İstanbul
yolculuğuna hazırlandım. Zaman buldukça Risale-i Nur'ları okuyor ve Üstadı da ziyaret
ediyordum, ama mübtedi olduğumdan ve echeliyetimden, Üstadın değerini tam olarak
bilemiyordum. Nur talebelerinin üstada yazdıkları lâhika mektupları bana geliyordu.
Mektubun sonunda, 'Mektubuma son verirken el ve ayaklarından öperim' hitabesini bir türlü
hazmedemiyordum. Ve içimden, 'Ayak da öpülür mü yahu? Bu kadarı ifrattır' diyerek kendi
kendime kızıyordum. Bu halimi de kimseye izhar etmiyordum.

"Üstadı ziyarete gideceğimi Hafız Ali efendiye söyledim. 'Bir diyeceğiniz var mı?'
diye sordum.

"Müftü Efendi, 'Cenab-ı Said'e benden çok selâm söyle, el ve ayaklarından öperim'
dedi. Hayretler içinde kaldım ve hatamı anladım. 'Demek ayağı öpülecek zatlar da olurmuş'
dedim.

"Müftü Efendi, Üstada karşı bu beyanı ile benim kalbimdeki istifhamı çözmüştü. Aynı
zamanda kerametini de izhar etmiş ve Üstadın ilim ve fazilet değerini bana tebliğ etmişti.

"Rüyada gördüğümü yaşadım"


"Müftü Efendi güzel de rüya tabir ederdi.

"1952 yılında bir rüya görmüştüm. Rüyamda Üstadı sırtıma aldım, bir camiye
götürüyordum. Dizimin bağı çözüldü, yürüyemez hale geldim. Fakat Üstadı da sırtımdan
bırakmadım. Güçlükle Üstadı götürüyordum. Üstadı götüreceğim cami uzaktaymış,
yakınımızda bir cami gördüm. Üstada, 'Üstadım, dizimin bağı çözüldü, gidemez hale geldim,
gideceğimiz cami de uzak, şu görünen camiye gitsek olmaz mı?' dedim. Üstad, 'Olur, bu
camiye gidelim' dedi. Yakın olan camiye girdik, uyandım.

"Müftü Efendiye giderek rüyamı anlattım. Rüyayı şöyle tabir etti: 'Üstadı sırtına
almam, onun eserlerini neşretmendir. Dizinin ba-

Sh»: (S.Ş:191 )

ğının çözülmesi; bu eserler sebebiyle sana hükûmet tarafından bir sıkıntı gelecek.
Camiye girmeniz de; o sıkıntıdan kurtulacaksınız.'

"Tabiri aynen çıktı. 1952 yılında Ahmet Emin Yalman'ı vurmuşlardı. Bu hadise
sebebiyle birçok Müslüman taht-ı muhakemeye alınmış ve tutuklanmıştı. Bu hadise sebebiyle
benim evim de aranmışltı. Risale-i Nur külliyatından Zühretü'n-Nur eserini arama sırasında
ellerine geçirmişlerdi. Bu sebeple tutuklandım. Malatya Cezaevine gönderildim. Orada 70 gün
hücre hapsi uyguladılar. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde birinci celsede tahliye edildim.
Bilâhare beraat ederek kurtuldum.

"Üstadın cenazesine iştirak ettim"

"Sene 1960. Üstad Urfa'da tebdil-i mekân, tahvil-i hayat etmişti. Üstadın vefatını
Abdullah Yeğin Ağabey bana telefonla bildirince, telefon gayriihtiyarî elimden düşmüştü.
Gözümden pınar gibi yaş gelmeye başlamıştı. Hayatımda Üstadın vefatına ağladığım gibi
hiçbir şeye ağlamamıştım. Üstadın cenazesine iştirak etmek ve yetişmek için garaja
koşuyordum. Bir taksi tutarak Urfa'ya âcilen gitmek istiyordum. Büyük bir telâş ve figân
içinde giderken Risalelerle alâkalı Ökkeş Tiyek Ağabey karşımdan geldi.
"Mustafa, dur bakalım, nereye gidiyorsun? Bu halin nedir? Niçin ağlıyorsun?' diye
sordu. Üstadın Urfa'da vefat ettiğini, cenazesine yetişmek için taksi tutmaya gittiğimi
söyledim.

"Üstad iktisatçıdır. Senin bu hareketine razı olmaz, sen Üstadın ruhu için buradan
okursun, saniyesinde yerini bulur' dedi.

"Bu söz beni tesir altına almıştı. Zira Üstadı o kadar çok seviyordum ki; onun rızasına
muhalif bir halimin olmasın asla istemiyordum. Zira beni sefahet bataklığından Allah'ın lütuf
ve hidayeti ile onunKur'ân tefsiri Risale-i Nur eserleri kurtarmıştı.

"Yolumu değiştererek her yerde rehberim olan Müftü Efendiye yine gittim.
Fetvahaneye vardığım zaman hıçkırıktan bir türlü konuşamıyordum. Müftü Efendi, 'Neyin var
oğlum? Annenle mi döğüştün, babanla mı döğüştün? Niye ağlıyorsun?' diye sordu. Bir
müddet konuşamadım. Teskin olduktan sonra, 'Üstad vefat etmiş, ben cenazesine gidecektim.
Ökkeş Tiyek, bu hareketimin israf olduğunu, Üstadın buna razı olmayacağını söyledi, ben de
zat-ı âlinize danışmaya geldim' dedim.

"Ney! Eğer dersim olmasaydı şu kör gözümle o veliyullahın cenazesine de giderdim.


Böyle bir evliyanın cenazesine gitmek israf olur mu?' dedi.

Sh»: (S.Ş: 192)

"Merhum Müftü Efendinin bu sözleri beni çok sevindirdi. Dünyayı bana bağışlasaydı
bu kadar ikrama geçmezdi. Çok memnun ve mesrurdum. Hemen oradan kalkarak taksi tutmak
için koştum. Tuttuğum taksi ile kısa zamanda Urfa'ya vâsıl oldum.

"Her on dakikada bir hatim"

"Üstadın cenazesine iştirak için Türkiye'nin hemen her vilâyetinden Nurlarla alâkalı
zatlar gelmişti. Urfa sokakları gelen cemaati almaz olmuştu. Ulu Caminin on yerinde hafızlar
ve Kur'ân okumasını bilenler ellerinde Kur'ân cüzleri, Üstadın ruh-u mübarekine hatimler
indiriyorlardı. Bu cüzlerden okumayı Rabbim bana da nasib etti. Her on dadikada bir hatim
indiriliyordu. Bu hatim okuma faslı geceli gündüzlü 24 saaat devam etti. Böylesine bir duanın
kimseye nasip olduğunu zannetmiyorum.

"Üstadın cenazesi Cuma günü kalkacaktı. Türkiye çapında ilânat böyle yapılmıştı.
Fakat Urfa'ya dolan Müslümanlardan lüzumsuz endişe duyan Vali, Perşembe günü âni bir
emir vererek ikindi namazının müteakip cenazesini defnettirdi. Cenaze namazına iştirak eden
Müslümanlar Ulu Caminin içerisine sığmadı. Üstadın nâş-ı mübareki camiin içerisindeydi.
Camiin iç, dış ve bahçesi cenaze namazına iştirak eden cemaatle dolmuştu.

"Cenaze parmaklar üzerindeydi"

"Böyle muhteşem bir cemaat, padişahların cenazesinde dahi görülmemiştir. Bu


cenazeye ve cenaze namazına iştirak sırf Allah içindi. 'El-hubb-u lillah' düsturu burada tam
tecellî etmiş ve zahir olmuştu. Bu cemaat-i azîme, Said Nursî Hazretlerini Kur'ân'a ve imana
hizmetinden dolayı seviyordu. Bu sevgi uhrevî idi, hakikî sevgi de işte budur.

"Cenazeyi götürürken el değiştirmenin imkânı olmuyordu. Parmağını tabuta


değdirebilen, bu küçük hizmetinden dolayı çok memnun ve mesrurdu. Nihayet cenazeyi
defnettik. Ben de K. Maraş'a hareket ettim. Karşımızdan gelen otobüsler cenazeye iştirak için
gidiyorlardı. Birkaç otobüs bizi durdurarak cenazeyi sordular. Defnedildiğini söylediğimiz
zaman yetişemediklerine çok üzüldüler. Mezarını ziyaret için Urfa istikametine devam ettiler.

Sh»: (S.Ş: 193)

"Kafama takılan mesele"


"K. Maraş'a gelirken yolda kafama takılan iki mesele vardı. Birisi, Üstad vefatından
önce bir mektup yazmıştı. Bu mektupta, 'Benim mezarımı 4-5 kardeşim bilecek, başkalarına
söylemesinler; nasıl ki bir hakikat beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor, aynı hakikat
vefatımdan sonra da beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor. Heykellerine perestiş edilenlerin
durumuna düşmek istemiyorum' demektedir. Üstadın cenazesine iştirak eden iki yüz beni
aşkın kişi vardı. Bunlar Üstadın mezarını görüyor ve biliyordu. Üstad neden 'Mezarımı 4-5
kardeşim bilecek' demişti? Bu mesele kafamı bir hayli karıştırdı.

"Kafamdaki bu sorunun cevabını 27 Mayıs 1960 ihtilâlcileri verdi. 1960 İhtilâlini


yapan kişiler, Üstadın mezarından çıkartarak ıssız, sessiz; kimsenin bilmeyeceği, görmeyeceği
bir mahalle defnettiler. Üstadın kerametvari mektubundaki isteğini, bu adamlar bilmeyerek
yerine getirdi.

"Evet şimdi Üstad kimsenin, evet, kimsenin bilmediği yerde, istediği ve arzu ettiği
gibi, teveccüh-ü nastan uzak, perestişten âzade bir şekilde ebedî istirahatgâhında istirahat
etmektedir. onu ziyaret etmek isteyenler, hatm-i şerif, Yâsin-i Şerif ve Fatiha-i Şerif
hediyeleri ile manen ziyaret etmektedirler. Onun ruh-u mübarekine senede binlerce hatim
indirilmektedir. Onun eserlerini okuyarak Allah'ın hidayetine erenlerin, İslâmî yaşayışlarından
hâsıl olan bütün sevaplarının bir misli 'Essebebü kelfail' sırrınca defter-i hasenatına
geçmektedir. Böyle bir nimete mazhar olmak her insana nasip olmaz.

"Üstadın vefat edeceği tarihi bilmesi"

"Kafama takılan ikinci mesele ise şu idi. Üstadın eserinde bir 'Eddaî' şiiri vardır. Bu
şiirde:

"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,

"Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsâm âlâma.

"Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.

"Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.


"Mezar taşımla pür emvat enindar o mezarımla

"Revânım saha-i ukba-yı ferdâmâ...

"Yâkînim var ki, istikbal semavat ü zemin-i Asya

"Bahem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâma

"Zira yemin-i yümn-ü imandır

"Verir emn ü eman ile enama' diyordu.

Sh»: (S.Ş: 194 )

"Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsam âlâma'nın açıklamasında, Hicrî 1379 yılına
kadar yaşayacağını söylemektedir. Söylediği gibi çıkmış. Hicri 1379 yılında vefat etmiştir.
Halbuki insanların vefat edeceği günü bilmemesi lâzımdır. Bu gaybî bir meseledir. Kafama
takılan bu meseleyi aydınlığa çıkarmak için, K. Maraş'a gelir gelmez yine Müftü Hafız Ali
Efendiye gittim.

"Muhterem Hocam, Üstad şu elimdeki kitapta vefat edeceği yılı haber veriyor, aynen
haber verdiği gibi de çıkıyor. Nasıl olur, bu gaybî bir mesele değil mi?7

"Hoca Efendi bu soruma gülümseyerek şu cevabı verdi:

"Mustafa, istisnalar kaideyi bozmaz. Böyle bir velinin vefat edeceği yılı bilmesini çok
mu gördün?'

"O gün ikindi namazını kılmak için Ulu Camiye gitmiştim. Müftü Efendi herzaman
olduğu gibi, bu Ramazan-ı Şerifte de ikindi namazından sonra vaaz ediyordu. İkindi namazını
kıldıktan sonra yine vaaz kürsüsüne çıktı, cemaata hitaben, 'Ey Müslümanlar, dünyaya ilim ve
faziletiyle şöhret salan Cenab-ı Said de gitti' dedi. Müftü Efendi bu hitabı ile hem Üstadın
ebedî hayata intikalini bildiriyor, hem de Üstadın ilmî değerini ilân ediyordu.
"Müftü Efendinin gözleri görmez olmuş, kitap okuyamaz hale gelmişti. Ben her gün
fetvahaneye giderek Risale-i Nur'lardan ders okuyordum. Büyük bir heyecan ve zevkle, 'Evet,
evet' diyerek tasvibini izhar ede ede dinliyordu.

"Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar. "

"Birgün Hasan Gürpınar ve Hasan Birbilen'le Hoca Efendiyi ziyarete gittik. Bizden
başka da birçok ziyaretçi vardı. Biz varınca o ziyaretçiler de dinî bir sohbet olur düşüncesi ile
kalkmadılar. Ben Hoca Efendiye, 'Hoca Efendi, bir ders okuyalım mı?' diye sordum. Hoca
Efendi çok tedbirli bir zattı. Ziyaretçiler içinde münafıklar da olabilir düşüncesi ile sükût
geçti. Ben Hasan Birbilen'e, 'Oku' diye işaret ettim. Öğretmen Hasan Birbilen dersi okudu,
ders bittikten sonra Hoca Efendi, 'Burada kim olduğunu bilmiyorum, kim olursa olsun'
diyerek elini soldan sağa doğru salladı ve 'Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına
çıkar' dedi. Böylesine bir ilim sahibi bu eserlere meftun olursa bizim gibi iman ve Kur'ân
hakikatlarına susamış kimselere durmadan bu eserleri okumak düşmez mi?"

Sh»: (S.Ş: 195)

$ AHMED RAMAZAN

Tarihçe'nin "Bediüzzaman Said Nursî ve Hariç Memleketler" kısmında Paikistan'la


alâkalı bir mektubu bulunan Ahmed Ramazan, 1927'de Malatya'da doğdu. 1950'lerde Büyük
Doğu mecmuasında çalıştı. Emirdağ, Eskişehir ve Isparta'da Üstadla görüşmeleri oldu.

Üstadın Hasan Benna'ya mektubu


1950'den evvel Üstadı Eskişehir ve Emirdağ'da ziyaret eden Ahmed Ramazan, daha
sonra da Isparta'da ziyaret etmişti, Gençlik Rehberi dâvâsı esnasında ise, Şam'a hicret etmişti.

Üstad kendisine, Hasan Benna'ya verilmek üzere bir mektup vermişti. Fakat Benna
şehit olduğu için bu mektubu verememişti. Zübeyir Gündüzalp Şam'a gelip bir hafta kadar
kendisine misafir olmuştu. Birlikte, Üstadın eniştesi Molla Said'in kardeşi Molla Abdülmecid
ile görüşmüşlerdi. Kayınpederinin de Üstadla alâkalı hatırası olduğunu ifade eden Ahmed
Ramazan kısa görüşmemizde şunları anlattı:

"1947'de İstanbul'da askerliğimi yapıyordum. Askerliği bitirdikten sonra tâbi olacak,


bağlanacak mürşid ve şeyh arıyordum. Bu maksatla Elazığ'ı ve Diyarbakır'ı dolaşmıştım. Bu
esnada Üstadın ismini duydum, bana tavsiye etmişlerdi. Mezkûr maksatla Emirdağ'a, Üstadın
ziyaretine gittim. İlk ziyaretimde, huzurunda bir buçuk saat kadar kaldım.

"Bana onların iyi taraflarını anlat"

"Ben içimdeki niyet ve arzumu daha söylemeden, Üstad bana, 'Kardaşım, ben senin
aradığın adam değilim' diyerek, 'zamanın tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanı'
olduğunu beyan etti.

"Irak, Suriye ve Mısır'ı dolaşmış ve Üstadın ziyaretine gitmiştim. Gezdiğim yerlerdeki


Müslümanların, İslâma uymayan, gayri İslâmi hallerini üzülerek görmüştüm. Bunları Üstada
anlatmak istedim. Daha ilk cümlede, Üstad eliyle 'Sus' işareti yaparak, 'Kardaşım, bana
onların iyi taraflarını anlat, fena vaziyetlerini anlatma' diyerek beni ikaz etti.

Sh»: (S.Ş:196 )
"Mustafa Sabri Üstadı anlattı"

"Kahire'de Mustafa Sabri Efendiyi aradım. Sonra İskenderiye'de buldum. Evinde


görüştüğümüzde yaşlı gözlerle, ağlayarak, bana Üstadın ilmini, faziletin ve yüksek dehasıyla
alâkalı hatıralarını anlattı.

"Aradan zaman geçtiği için unutmuşum.

"Uzun seneler Suriye'de kaldım. Türkiye'ye 1961'de geldim. 1950'lerde Büyük Doğu
mecmuasında çalışırken, Necip Fazıl, Üstaddan sitayişle bahsederdi. Mecmuada, Nur'lardan
parçalar neşrederdi."

Ahmed Ramazan'ın mektubu

Tarihçe'nin "Hariç Memleketler" bölümünde Ahmed Ramazan'ın şu mektubunu


okumaktayız:

"Pakistan'daki Nur talebelerinin Üstad Said Nursi'den istedikleri mesaj münasebetiyle,


Irak'taki bir Nur talebesinin gönderdiği mektup:

"Bundan birkaç gün evvel, Pakistan'da talebeler konferansı vardı. Hazret-i Üstaddan
bir mesaj istemişlerdi ve bunun tarihî bir tesiri olacaktı. Haber aldık ki, Salih (Özcan) Nur
talebeleri namına bir mesaj göndermiş, sizlere yazmışlar ki, acele Hazret-i Üstad bildiriniz.
Konferansta, Hazret-i Üstad ve Nur'lar çok methedilmiş. Komünistler tarafından itirazlar
yapılmış. Fakat reis hepsini reddetmiş. Hazret-i Üstadın fotoğrafları teşhir edilmiş. Yakında
Nur ve Nur'a ait uzun ve resimli bir yazı ile bir mecmua çıkaracaklarmış. Sonsuz selâm ve
dualar."

Sh»: (S.Ş: 197)


$ İRFAN GÖKOVA

İrfan Gökova, 1932'de, Sakarya'nın Hendek kazasında doğdu. Batı Almanya'da


imamlık vazifesinde bulundu.

[]

İrfan Gökova

"Üstadın tığ gibi bir endamı vardı"

"İlk olarak Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında malumatı, hocalarımdan Hacı


Veyiszade Mustafa Efendi ve Adapazarlı Hacı Hafız Ahmed Efendiden aldım. Şunları
anlatmışlardı: Üstad Bediüzzaman, gençliğinde İstanbul-Vefa semtinde gezerken, İstanbul
âlimleri ve Mısır'dan gelen âlimler, Vefa'da boza içerken, bu genç âlimi kamalı ve kuşaklı
olarak görüyorlar. Daha önceleri de şöhretini duymuşlar. 'Çok alimmiş' diye aralarında latife
ederek, Üstad Bediüzzaman'la görüşmek isteyerek, bazı sorular sormuşlar.

"Üstadın verdiği harika cevaplar karşısında çok şaşırmış ve hayretler içinde kalmışlar.
Bu yaşta deryalar gibi bir ilim adamıyla karşılaştıklarını anlamışlar.

"Bu hârikalar hârikası zatın âhirzaman müceddidi olduğunu onlar da kabul etmişler.
İlminin de vehbî olduğunu ifade etmişler. O zamanlar Üstad Bediüzzaman, 'Her suali
sorabilirsiniz, ama ben size sormam' diyormuş.

"1950 senesinin Ramazan ayında Emirdağ Çarşı Camiinde mukabele okuyordum.


"Birgün makabeleden sonra, bu müstesna ve büyük zatı ziyaret etmek, ellerini öpüp
dualarını almak için harekete geçtim. Arkadaşlarım da bu teklifimi memnuniyetle kabul
ettiler. Tam on kişi Üstadın Nurlu menziline doğru hareket ettik.

"Önce bu mübarek evin altındaki bir talebesinin terzi dükkânına girdik. Selâmdan
sonra Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek istediğimizi ifade ettik. Terzi, 'Kardeşim, biraz
bekleyin' dedi.

"Bu sözün arkasından şöyle söyledi: 'Üstad Hazretleri birazdan faytonla gezmeye
çıkacak. Hergün 10:30'da evden çıkar ve faytonla sahraya, bir saat kadar tefekkür gezisine
gider.'

Sh»: (S.Ş:198)

"Biz, terzi Nur talebesinin dükkânında biraz kaldıktan sonra, baktık, Üstad Hazretleri
çıktı.

"Üstad evden çıkarken üzerinde açık gri bir cübbe, başında sarık, gayet zayıf, tığ gibi
endamı vardı. Yüzü buğday rengindeydi. Yavaş yavaş kendilerine yaklaştık. Terzi, bizleri
Üstad Hazretlerine takdim etti.

"Aziz hatıra"

"Üstad Hazretlerine, 'Ellerinizi öpüp, dualarınızı almak istiyoruz' dedik. Sırayla Nurlu
Üstadın ellerinden öptük. Başımı okşayarak bana dualar etti. Etrafındakilere de muhabbetle
selâmlar veriyodu. Bu sırada kapının eşiğinde bir talebesi bulunuyordu.

"Hazret-i Üstada bakan halk ise ellerini öpmek için izdiham halindeydi. Etrafta
belediye başkanı dahil, kazanın birçok idarecileri de vardı. Bana anlattıklarına göre, Üstadın
evine gelişi de, gidişi gibi oluyormuş.

"Sonra halkın muhabbet ve hürmet edaları içinde faytona bindi. Emirdağ kırlarına
doğru hareket etti. Hazret-i Üstadın faytonu uzaklaşıncaya kadar millet, etrafından
ayrılmıyordu. O zamanlar çok gençtik ve zamanın en büyük âlimiyle tanışıp ellerini öpmenin
mutluluğu içindeydik. Bu hayatımın en kıymetli ve aziz hatırası olmuştur. Bu hatıramı bütün
ömrüm boyunca, hiçbir zaman unutamayacağım.
"O büyük Üstad, zamanımızın en büyük âlimiydi. Allah dostlarındandır. Cenab-ı Hak
böyle büyük zatları başımızdan eksik etmesin ve bizlere de şefaatlarını nasip etsin."

Sh»: (S.Ş:199 )

$ MUHİDDİN YÜRÜTEN

Saatçi Muhiddin diye bilinen bu zât, 1980 Ramazan'ının birinci günü, Eskişehir'de
vefat etmiştir. Bediüzzaman Eskişehir'de bulunduğu zamanlar müteaddit defalar evinde
misafir kalmıştır.

[]

Muhiddin Yürüten

"Vehbî ilim, kuyudaki su gibidir"

"Ailem çok önceleri Konya-Seydişehir'den Bulgaristan'ın Şumnu kasabasına hicret


etmiş. Osmanlılar zamanında Sebilü'r-reşâd mecmuası gelirmiş. Mecmuada, 31 Mart
vak'asından sonra kurulan mahkemede, Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaaları çıkarmış.
Bunları takip eden babam şöyle derdi:

"Zamanın ileri gelen âlimlerinden bir Bediüzzaman vardır. Bunun ilmi vehbîdir. Ona
yetişmek kabil değildir. Çünkü vehbî ilim kuyulardaki su gibidir. Su çekildikçe arkasından
gelir. Diğer kesbî âlimlerin ilmi ise, depodaki suya benzer. Bir müddet sonra bitmesi
muhtemeldir. Bediüzzaman denilen zata, hakimler ne sormuşsa cevap verirmiş. Onun
müdafaa ve konuşmalarından hâkimler hayretler içerisinde kalırmış. Ben böylesine âlim daha
duymadım ve işitmedim.'
"Rahmetli pederimin bu ve buna benzer sözleriyle Bediüzzaman ismi kafama
nakşedilmişti. Ancak bu zat nerededir? Yaşıyor mu, vefat mı etti? Bilmiyordum.

"Yıllar sonra 1949 yılında Bediüzzaman'ın Afyon mahkemesinin cereyan ettiği


sıralarda bir arkadaş bana, 'Bediüzzaman Emirdağ'da imiş' diye haber getirdi. Bizde onu
ziyaret etmek ve onunla görüşmek arzusu gittikçe şiddetlenmeye başladı. Nihayet babam,
ağabeyim ve iki kişi daha olmak üzere Üstadı ziyaret etmek üzere yola çıktık. Emirdağ'a
vardığımızda, Üstadın kırda olduğunu söylediler. Üstad o zamanlar tek atlı bir faytonla kırlara
gider, gezerdi. Biraz sonra araba ortalıkta göründü. Arabada Zübeyir Ağabey vardı. Ona
Üstadla görüşmek istedğimizi bildirdik. 'Görüşüp de ne yapacaksı-

Sh»: (S.Ş: 200)

nız? Zaten ihtiyar ve hasta' dedi. Biz de, 'Görüşüp duasını alacağız. Büyük bir zatın
yanına girildiğinde ne yapılırsa, biz de onu yapacağız' cevabını verdik. Zübeyir Ağabey,
'Onun eserleri vardır. Siz onları okuyun. Hem ziyaretçi kabul etmiyor' dedi.

"Zübeyir Ağabeyi ne söylediysek, Üstadı ziyaret edebilmek hususunda ikna edemedik.


Sonunda bize, 'Eskişehir'de Tenekeci Ali Osman var. Siz ona gidin ve ondan eserleri alıp
okuyun' dedi.

"Mahzun mahzun Eskişehir'e döndük. Bir müddet sonra elimize Tılsımlar mecmuası
geçti. Biz onu alıp Kalabak suyu deposunun bulunduğu mağarada sabahtan akşama kadar
okuyup, dersler yapardık. Üstad ile beraber Afyon hapsinde kalan Yalaman Camii İmamı
Hafız Osman Hoca da bizimle beraber olurdu.

"Nihayet Üstadla görüşüyorum"


"1950'lerde birgün Konyalı Tenekeci Ali Osman, babamla ağabeyimi Üstadın yanına
götürdü. Üstadla görüştüler. Bir müddet sonra Beylikahır'daki Ali Osman beni Üstada
götürdü. Doğruca Hamza Emek'in dükkânına gittik. O gidip Üstada haber verdi. O sırad
babamın şu sözünü hatırlamıştım: 'Hakikî bir mürşidin yanına vardığın zaman, gayr-i ihtiyarî
kalbin, 'Allah Allah' der. Bu 'Allah Allah' demeler, mürşidin hakikiliğini ispat eder.'

"Üstadın odasından içeri girdiğimizde fevkalâde sade bir manzara ile karşılaştık.
Yerde bir hasır ve bir de Üstadın karyolası vardı. Üstad, karyolanın üzerinde idi. Eşikten içeri
adımımızı atar atmaz, kalbim bir motor silindiri gibi hareket etmeye ve âdeta 'Allah Allah'
demeye başlamıştı. İçeride o kadar güzel bir gül kokusu vardı ki, ben o kokuyu başka bir
yerde duymadım.

"Üstad sordu: 'Bu kimdir?' Hamza Emek cevap verdi:

"Bu, geçenlerde oğluyla birlikte size gelen zatın oğlu Saatçi Muhiddin.'

"Üstad bana doğru bir baktı ve 'Seni eski talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Ali
Osman'a da, 'Seni de yeni talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Biraz konuştuktan sonra, beni
kastederek, 'Buna İhlâs Risalesi'ni verin.' Sonra, 'Küçük Sözler'i, daha sonra da, 'Onuncu
Söz'ü verin dedi. Ve 'Siz onu bulamazsınız' diyerek o hasta halinde yataktan gayet cevval bir
şekilde fırlayar gitti ve bir Onuncu Söz getirip bana verdi.

Sh»: (S.Ş: 201)

"Biraz daha sohbetten sonra bize 'Safâ geldiniz' dedi. Bu söz, sohbetimizin ve
görüşmemizin bittiği mânâsına geliyordu. Dışarı çıktıktan sonra 'Allah Allah' diye zikreden
kalbim, yine eksi halini aldı.

"Üstadın seyyidliği"

"Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, 'Kardeşim Salih!


Sen hakikî seyyidsin. Nuriye de seyyid, Mirza da seyyid' dedi.
***

"Bizim bir kahveci Murat vardı. Üstada gitmeden önce ona sorardım. 'Üstad nerede?'
O da şöyle bir durur ve Üstadın nerede olduğunu söylerdi. Kendisi çok saf ve temiz bir
arkadaş idi. Bir gün yine dükkânına gidip, 'Murat, Üstad nerede?' dedim 'Üstadın yatağı daha
sıcak. Fakat Üstad Isparta'dan çıkmış, Emirdağ'a gidiyor' dedi.

"Fidanlık yolundan gittim, orada bulunan Âşık Çeşmesinden abdest alıyordum. Üstad
karşıdan göründü. Böylece Kahveci Murat'ın sözü doğru çıkmış oldu.

"Üstad sarhoşu kurtardı"

"Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ'a gitmek için vasıta beklerken zil-
zurna sarhoş biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan
sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, 'Aman hocam, üşüme, üşüme' diyerek Üstadın
yorganını düzeltiyordu.

"Üstad sarhoşa, 'Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım' dedi. Sarhoş edepli bir
şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, 'Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay
oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana dua edeceğime söz vereyim' dedi.
Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

"Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün banyoya gidip abdest alacağım ve bu
gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana dua et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı,
hem de orucumu terk etmeyeceğim.'

Sh»: (S.Ş: 202)

"Hacı Hilmi Efendinin Üstada hürmeti"


"Eskişehir'in Muttalib köyünde Hacı Hilmi Efendi vardı. Kendileri Nakşî şeyhlerinden
idi. Köyde Kur'ân okutur, talebe yetiştirirdi. Birgün Üstadla birlikte onun ziyaretine gittik.
Hacı Hilmi Efendi, hemen âdeti üzere sofra hazırlattı. Üstad sofradan bir parça ekmek aldı ve
sofraya beş kuruş koydu. Sonra Hilmi Efendi bir havlu getirip Üstadın boynuna koydu,
'Bunun bedeli on lira, ama âdetim bozulmasın' dedi ve iki lira koydu.

"Hilmi Efendi beni çağırıp, 'Yahu kardeşim, ben Üstada parasız birşey veremeyecek
miyim? Kabul ettiremeyecek miyim?' ded. Ben 'Meşrebi böyle' dedim. Hilmi Efendi bir
kutuya koku koyarak bana verdi. Üstada götürmemi söyledi ve ilâve etti, 'Bunu sen ver' dedi.
Gittim, her zamanki gibi kesesine el attı. 'Efendim, siz daha evvel Mesnevî-yi Nuriye
vermiştiniz. Hacı Hilmi Efendi bunu onun karşılığı olarak kabul etmenizi arzu ediyor' dedim.

"Peki' diyerek kabul etti.

"Yemekten sonra talebeler gelerek Üstadın elini öptüler. Üstad onlara hitaben şöyle
dedi: 'Sizler, Kur'ân'ın lâfzının hâfızlarısınız. Risale-i Nur talebeleri de mânâsının hâfızlarıdır.
Her ikiniz de kardeşsiniz.'

Ehl-i imana karşı Üstadın davranışı

"Eskişehir'de Şeyh Âkif denen bir zatın etrafında toplanmış, Âkifiler diye bir grup
vardı. Kendilerinden başka kimseye selâm vermezlerdi. Ben Şeyh Âkif'e rastladığımda selâm
verirdim, fakat selâmımı almazdı. Onun bu durumu benim çok canımı sıkıyordu. Birgün
doğruca Üstada gidip onları şikâyet ettim:

"Üstadım, burada bir Şeyh var. Ne kendisi ve ne de talebeleri kendilerinden başkasının


selâmlarını almıyorlar.'

"Üstad Hazretleri hiddetle, 'Bu zat namazı emrediyor mu, yoksa nehyediyor mu?' dedi.
Ben de cevaben, 'Hayır, Üstadım, bu zat namazı emrediyor. Hem de tâdil-i erkân üzere namaz
kıldırıyor' dedim. 'İman Uhud Dağı gibidir. Kusurları çakıl taşları gibi. İnsanın kusuru ne
olursa olsun, imanı varsa başka kusurlarına bakılarak, madâr-ı tenkid yapılmaz' diye karşılık
verdi.
"Üstad zelzeleyi haber verdi"

"Eskişehir Zelzelesinden önceki günlerde, Üstad sık sık Emirdağ'dan gelir, bazen bir
saat, bazen iki saat kalır, giderdi. Bu arada

Sh»: (S.Ş: 203)

bizimle konuşur ve 'Bir sıkıntınız var, tedbirli olun, ihtiyatlı olun, ihtiyatlı davranın'
şeklinde ikazlar yapardı.

"Biz sıkıntının ne olduğunu, Üstadın ne demek istediğini anlamazdık. Her zaman


olduğu gibi, yine polisin evlerimize baskın yapmasından endişe ederdik.

"Zelzeleden çok kısa zaman önce Üstad Kanlıpınar'ın yakınındaki bayıra gelip Zübeyir
Ağabey ile haber göndermiş, 'Tedbirlerini alsınlar' demiş. Biz yine birşey anlayamadık.
Meğer, Üstad, o gece olacak zelzeleden haber veriyormuş. O mübarek Üstadı anlayamadık,
onu tanıyamadık.

"Zelzele olduktan sonra Üstad geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. Üstad, 'Büyük
bir sıkıntı atlattık. Bu hadise bütün Türkiye üzerine idi. Eskişehir cevap verdi. Bu zelzelede
zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin'
dedi. Biz Üstadın bu müjdesini etrafa bildirdik.

"O doğrudan Peygamberimize bağlı"


"Yarbay Reşat Bey, Konya'da arkadaşına, Bediüzzaman Hazretlerini ve eserlerini
anlatıyor. Arkadaşı ise Üstadın büyüklüğünü ve eserlerin hakkaniyetini reddediyor. Reşat Bey
de, 'Madem bana inanmıyorsun, gel, Lâdik köyüne gidip Ahmed Ağayı bulalım, ona
Bediüzzaman'ı soralım' diyor.

"Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübarek bir zat olan Ahmed Ağa'nın yanına gidiyor ve
kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor:

"Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı
değildir. O ne Kutbü'l-Aktab'a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya
Peygamberimizden (a.s.m.) feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun manevî
makamını size anlatmaya çalışayım.

"Birgün Hızır (a.s.) gelerek, 'Eskişehir'de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak.
Gel, Bediüzzaman'a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin' dedi.
Beraberce gidip, Bediüzzaman'a vaziyetini anlattık. 'Haberim var, haberim var' dedi. Hızır
(a.s.), 'Dağlara gidip dua edelim' dedi. Bediüzzaman, 'Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua
edin, ben buradan dua edeceğim' dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir'de gerçekte taş
üstünde taş kalmazdı.'

"Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı ikna olup Bediüzzaman ve
eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor.

Sh»: (S.Ş:204 )

"Emirdağ'daki Büyük Caminin İmamı Hafız Nuri Efendi, Eskişehir'deki Odunpazarı


Camii İmamı Gönenli Hafız'ın talebesi idi. Bir gün aralarında münakaşa geçmiş ve
birbirlerine darılmışlar. Bu durumu haber alan Üstad, Emirdağ'dan kalkıp Eskişehir'e gelmiş
ve Hafız Nuri'yi bulmamızı söylemişti. Ben gidip Hafız Nuri'yi buldum, getirdim. Üstad,
Hafız Nuri'ye, 'Kardeşim, Gönenli Hafız hakikî bir hafızdır. Aranızda bir niza çıkmış. Senin
namına gidip ondan özür dileyeceğim' dedi.
"Üstadın sözlerini duyan Hafız ağlamaya başladı ve 'Üstadım, senin gitmene lüzum
yok. Ben giderim, barışırım' dedi. Gerçekten, bir müddet sonra Gönenli Hafız, Emirdağ'a
gitmiş ve talebesi ile barışmıştı.

"Vefat tarihini haber vermişti"

"Üstadın, Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalırken, sık sık ziyaretine giderdik. 1959
senesi Ramazan ayında birgün yanına vardığımızda şöyle dedi:

"Muhiddin, bak, sesim kısıldı. Artık meramımı muhataplarıma çok zor anlatır oldum.
Anladım ki, vazifem bitmiş. Fakat bana bir sene daha ömür verildi.'

"Üstad, bu sözlerini Ramazan ayının ortalarına doğru söylemişti. Hakikaten ertesi sene
Kadir Gecesi, Üstad vefat ettiği zaman, bir sene önceden söylenen sözlerinin bir işaret
olduğunu anladık, ama iş işten geçmişti.

"Şehitler ölmez"

"Konyalı Sabri Halıcı'nın oğlu pilot Ömer Halıcı, rüyasında şehit olacağını görmüş.
Aynı rüyayı hanımı da görmüş. O sırada hanımı hamileymiş. Hanımıyla şehit olduğu takdirde
nereye gideceği meselesini bile görüşmüşler. Nihayet bir uçak kazası ile Ömer Halıcı şehit
oldu.

[]

Gönenli Hafız

"Bir müddet sonra bizim yeğen rüyasında Ömer Halıcı'yı görüyor. Rüyasında ona
soruyor: 'Ömer Ağabey, biz seni ölü biliyorduk. Uçak kazasını anlatır mısın, nasıl olmuştu?
Biz tafsilâtını pek bilemiyoruz.' Ömer Halıcı şöyle cevap veriyor:
Sh»: (S.Ş: 205)

"Ben uçakta iken birden her tarafı duman kapladı. Semâya çekilir gibi oldum. Derken
yukarı çıktım ve orada Peygamberimizi (a.s.m.) gördüm. Beni bağrına bastı, kucakladı ve
sevdi. Hem ben ölü filân değilim. Şehitler ölmez.'

"Biz bu rüyayı aynen Üstada anlattık. Üstad tasdik ederek şöyle dedi: 'Ömer kardeş
doğru söylüyor. Gördüğün rüya sahihtir.'

"Hizmetimiz tevafuklarla dolu idi"

"Hüsrev Ağabeyin verdiği bir risaleyi, kısa bir zamada Üstada ulaştırıp, tashihi
edildikten sonra tekrar kendisine ulaştırmıştım. Bu hizmeti yaparken de aslında benim iradem
çok az rol oynamıştı. Çünkü nereye gitsem, bütün vasıtalar hazır, beni bekliyordu. Meselâ
Afyon'a vardım. Emirdağ'a gitmem lâzım. Vakit gece yarısı. Diğer zamanlarda o saatte vasıta
bulmak imkânsıza yakın birşey. Ancak ben gittiğimde vasıta hazır bekliyordu.

"Emirdağ'a vardığımda, sabah namazı vaktinde, Hattat Mustafa Acet'in imamlık


yaptığı camiye gidip onunla Üstada gitmiştik. Üstad beni gördüğünde hoş-beşten sonra şöyle
dedi:

"Muhiddin, biliyorum, tembelsin. Ama öyle bir zamanda bir hizmet yapıyorsun ki,
anahtar hükmüne geçiyor.'

"Üstad hemen mangala çay koydu. Mangalda üç tane fındık kadar kor parçası vardı.
'Hemen simit alın, gelin' dedi. Kısa bir zaman sonra çay suyu kaynamıştı. Çayı içtikten sonra,
Üstad bana yolu tarif etti ve Eskişehir'e müteveccihen ayrıldık.

"Burada hatırıma gelmişken bir hususu ifade etmek isterim. Üstad Hazretlerinin
yanına vardığımızda hiç soru sormamıza hâcet kalmazdı. O bizim suallerimize cevap olacak
şekilde meseleler açar ve biz soru sormadan cevabımızı almış olurduk.

"Tahirî Mutlu'nun hizmeti"


"Tahirî Mutlu Ağabeyin bu hizmetteki yeri büyüktür. Üstadımız Tahirî Ağabey için,
'Tahirî'yi ben açmadım. O kendini bilmez. Eğer bilseydi, yaşayamazdı' demişti.

"Tahirî Ağabey hacca gitmek için Üstaddan izin istedi. Üstad da, 'Gidemezsin Tahirî'
dedi. 'Sen, İslâmın büyük kalesinin bekçisisin. Harp meydanında bulunan bir kalenin
muhafızısın. Bugün gidemezsin. Ama ileride gideceksin' diyerek onun hacca gitmesine izin
vermedi. Daha sonraki yıllarda Tahirî Ağabey hacca gitti.

Sh»: (S.Ş: 206)

"Ücretini vermediği şey, boğazından geçmezdi"

"Üstad, Optalidon ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine 100 kuruş
vererek eczaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiyatı 110 kuruşa çıktığından, o kardeş 10 kuruş
ilâve etmiş. Sonra ilâcı alıp getirdi. Bilâhare Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı. Ancak bir
türlü yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. 110
kuruşa aldığını söyleyince, 10 kuruş daha verdi ve sonra ilâcı rahatlıkla alabildi. Ve bana
dönüp şöyle dedi: 'Kardeşim, işte görüyorsun, başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan
geçmiyor.'

"Hz. Ali'nin kabri gibi benim kabrim de gizli olacak"

"Üstad vefatından önce bana şunları söylemişti:

"Kardeşim Muhiddin! Vasiyetimi bildirdim. Kabrim meçhul olacak. Hz. Ali (r.a.) beni
manevî evlâtlığa kabul ettiğinin ve kabrimin meçhul oluşunun bir hikmeti şu olabilir: Hz.
Ali'nin kabri de meçhuldür. Eğer kabri belli olsaydı. Alevîler ifrat ederek taparlardı. Ben
sağlığımda ziyaretçi kabul etmediğim halde, gelen ziyaretçileri görüyorsun. Bundan çok
rahatsız oluyorum.Ya bir de meçhul olmayıp, herkes tarafından bilinirse nasıl olur, tahayyül
ediniz. Belki ifrat ederek aşırılıklarda bulunurlar. Onun için kabrim gizli olacak, iki-üç
talebem beni kabre koyacak, fakat kimseye söylemeyecekler.'

"Sonra da kabir ziyareti ile alâkalı olarak şunları söyledi: 'Ehl-i dünya kabir ziyaretini
bilmiyorlar. Kabirden medet umuyorlar. Bu şirke girer. Halbuki kabre varınca, üç İhlâsla bir
Fatiha okunur. Sonra başta Peygamberimize ve tâ kabirdekilerin ruhuna gelinceye kadar,
diğer büyük zatların ruhlarına hediye edilir. Şu şekilde de dua edilir: 'Ey filan! İnşaallah kabre
imanla girmişsindir. Bize de dua et ki, biz de imanla kabre girelim.'

"Ulviye Hanımdan dinlediklerim"

"Ankara'da Ulviye isminde muhtereme, dindar bir hanım vardı. Bu hanımın Risale-i
Nura çok hizmeti oldu. Ankara mahkemesinde, Nur talebeleri mahkemeye verildiğinde, beş
çuval kitabın ehl-i vukufa gönderilmesine vesile olan, bu hanımdır.

"Bir defasından Ankara'ya giderken, Üstad Hazretleri, Ulviye Hanıma selâm


söylememi emir buyurdular.

"Evlerine gittiğimde Üstadın selâmını söyledim. Beni içeri aldılar. Risale-i Nur'ları
nasıl tanıdıkların da şu şekilde anlatmışlardı:

Sh»: (S.Ş: 207)

"Bizim bey kitap getirmişti. O kitabı okur, rafa kaldırırdı. Sessizce okur, ne
okuduğunu da söylemezdi. Ben de merak etmekle birlikte, kitaba bakıp ne olduğunu
öğrenemezdim. Bizde, efendinin koyduğu birşeye hanım el vuramaz.
"Bir gün bir zatın evindeki mevlide gitmiştim. Orada gördüğüm bir kitap, bana güneş
gibi parlak gözüktü. Mevlid sahibi de 'İsterseniz buyurun, okuyun. Ben sonra sizden alırım'
dedi. Kitabı alıp eve geldim. Baktım, Asâ-yı Mûsâ mecmuası. Okumaya başladım. Akşam,
efendim geldiğinde ne okuduğumu sordu ve kitaba bakıp, 'Benim de okuduğum kitap aynısı'
dedi.

"Kitapları okudukça bende, Üstadı görmek arzusu gittikçe şiddetleniyordu. Ne yapıp


edip Üstadı görmek istiyordum. Hiç olmazsa kapısının tokmağını öpsem diyordum. Derken
bir arkadaşımla birlikte Üstadı ziyarete gittik. Ahdim üzerine, kapı tokmağını öpecektim.
Ancak kapı açıktı ve Üstad merdiven başında bizi bekliyordu. Tıpkı ilk defa kitabını
gördüğüm şekilde, Üstad, bir güneş gibi parlıyordu. Uzun müddet bir ders verdikten sonra
yanından ayrıldık.

"Risale-i Nur'lara olan bağlılığım günden güne artıyordu. Devamlı okuyordum. Bizim
efendi, 'Hanım, bu kadar düşme' gibi ikazlarda bulunuyordu. Ben de, 'Efendi, evimizin
önünden sel aksa, sen o seli durdurabilir misin? İşte, ben de öyleyim. Ne olur, bana dokunma'
diye cevap veriyordum.

"Bir müddet sonra beyim bir rüya görmüş. Rüyasında ona, 'Seni ailenin yüzü suyu
hürmetine affettik' demişler. O rüyadan sonra bana Risale-i Nur'lar mevzuunda bir söz
söylemedi.'

Gençlik Rehberi mahkemesi

"Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki yerimize oturmuştuk. Ortalık çok


kalabalıktı. Üstad, ayağında yün çorapla eski bir lâstik ayakkabı, başında sarık ve sırtında
cübbe ile geldi. Bu sırada içeride kalabalık bir grup halinde bulunan stajer hakimler ve
avukatlar birbirlerine Üstadın geldiğini işaret ediyorlardı.
"Üstad geçip yerine oturdu. Fakat içerisinin kalabalık oluşu sebebiyle hakimlerin rahat
vazife görmesi pek mümkün değildi. Kalabalık, hakim kürsüsünün arkasına kadar her tarafı
işgal etmişti. Polisler bu duruma mâni olamamışlardı.

"Hakim bu duruma çok kızmış ve 'Çekilin arkamdan, mahkemeye başlayacağım' diye


bağırmaya başlamıştı.

Sh»: (S.Ş: 208)

"İçeride bulunan o kadar polisten yardım istedi. Polisler sanki Türkçe bilmiyorlar, aval
aval hakimin yüzüne bakıyorlardı. Sinirlenen hakim, 'Yahu size diyorum. Siz Türkçe bilmiyor
musunuz? Şu kalabalığı dağıtın, izdihamı önleyin' diyerek polislere bağırıyordu. Polislerde
aynı sükût ve çaresizlik devam ediyordu. Hakim başını iki eli arasına alarak düşünmeye
başladı. Sonunda Üstada hitaben şöyle dedi: 'Hocaefendi, lütfen talebelerinize söyleyin de
çekilsinler. Mahkemeye başlayacağız.'

"Üstad ayağa kalktı ve 'Beni sevenler kapıya kadar çekilsinler dedi. Kalabalık kapıya
kadar çekildi.

"Hakim Üstada, 'Sarığınızı çıkarınız' dedi. Üstad, 'Bu boynumu kesersiniz, fakat bu
sarığı çıkaramazsınız' mânâsında eliyle boğazını işaret etti.

"Bu arada mübaşir, Üstadın, hakimin sözünü duymadığını zannederek yüksek sesle,
'Hocaefendi, Hocaefendi! Hakim, sarığınızı çıkarın diyor' dedi. Mahkeme başkanı mübaşire
müdahale ederek, 'Tamam, biz anlaştık. Sen aradan çekil' dedi.
Barla Nahiye Müdürünün hanımının Üstaddan ders alışı

"Üstad Hazretlerinin birgün bana şöyle bir tavsiyesi olmuştu: 'Bir çatı altında yabancı
bir kadınla, sakın yalnız olarak bulunma. İster ders, ister başka bir vesileyle olsun. Bunu sakın
yapma. Çocuk dahi olsa, yanında muhakkak bir kimse bulunsun.'

"Sonra da başından geçen şu hadiseyi anlattı:

"Barla'daki Nahiye Müdürü benden ders alıyordu. Aldığı dersi de evde hanımına
anlatıyormuş. Ailesi de, mutlaka benim ağzımdan ders almayı arzu ediyormuş. Benim ise
kadınlarla bir alâkam yok. Müdür Bey gelir gider, hanımının da ders almasını isterdi. Nihayet
birgün, 'Seninle beraber mestûre olarak gelsin. Senin hatırın için bir ders vereyim' dedim.
Geldiler. İşin garibi şu ki, kadın ayakkabısını dışarıya, kocası da içeriye çıkarmıştı. Ben de
kimse gelmesin diye kapıyı kilitlemiştim. Ders esnasında kapı açılmak için zorlanmıştı. Bu
arada ben hemen ayakkabılara baktım. Hanımın ayakkabısı dışarıda idi. Dersten sonra müdür
ve hanımı gittiler. Biraz sonra kapıyı zorlayan geldi. Ona dedim: 'Dışarıda kadın
ayakkabılarını gördüğün zaman kalbine bir şey geldi mi?' 'Üstadım, kat'iyyen birşey gelmedi'
dedi.'

"Üstad konuşmalarında sık sık, 'İhtiyatı, tedbiri elden bırakmayın' diyerek bizi ikaz
ederdi."

Sh»: (S.Ş:209)

$ VAHDETTİN GAYBERİ
1919'da Şanlıurfa'da doğdu. Ticaretle meşgul olmaktadır.

[]

Vahdettin Gayberi

"Ceylan Çalışkan'la karşılaşmamız"

"Salih Özcan'la talebeliğinde sık sık görüşüyorduk. Üstad Hazretlerinden sitayişle


bahsediyor, büyük bir merakla eserlerine hayranlık duyuyorduk. Hergün Üstadı ziyaret için,
içimizde heyecan ve büyük bir arzu doğuyordu.

"Cenab-ı Hak nasip etti, birgün çok genç ve nuranî yüzlü , hayatta hiç görmediğim ve
hemen içimde büyük yakınlık ve âşinalık duyduğum birisi dükkânın tezgâhını eliyle açarak
içeriye girdi. Emirdağ'dan, Üstadın yanından geldiğini bildirince heyecan ve iştiyakımız daha
da arttı. 'Ben Ceylan Çalışkan' diye kendini tanıttı. Kendisiyle sohbetlerimiz devam etti, sık
sık ders yapmaya başladık.

"Emirdağ'a gidebilmenin yollarını da hep konuşuyorduk. Emirdağ'a Üstada yazdığımız


hürmet mektuplarımıza cevap alıyorduk. Bu arada lâhika mektupları da geliyor, bunları
hayranlıkla arkadaşlara okuyarak derslerde hasretimizi teskine çalışıyorduk. O zaman öyle idi.
Nur talebeleri arasındaki muhabere, mektuplarla yürüyordu. Hizmetteki gelişmeleri bu yolla
öğreniyorduk. Meselâ, Türkiye'deki Nur talebelerinin sayısın o zamanını Ulus gazetesinin,
'Said Nursî'nin talebeleri çoğalıyor, 800 kişiden fazla oluyor, lâiklik elden gidiyor' diye
haberlerinden öğreniyorduk.
"Üstadın huzurundayım"

"1950 sonbaharı, nüfus sayımından bir gün önce Emirdağ'a gittim, Çalışkanların
yanına vardım. 'Hz. Üstad zehirlendi, evininin karşısında sıkı tarassudat var, görüşmek çok
zor' dediler.

"İmkânı yok, buradan ayrılmak, ne pahasına olursa olsun, tutuklanmayı da göze alırım'
dedim.

Sh»: (S.Ş: 210)

"Sağ olsunlar, devreye girdiler, epeyce temas ve izahtan sonra Mehmet Çalışkan güler
yüzle dönüyordu. Çok sevindik.

"Hz. Üstadı ziyaret için yola koyulduk. Kapıya vardık, elimdeki paketi sordular: 'Nedir
bu?' 'Hz. Üstada hediye' dedim. 'Kabul etmez' cevabını aldım. Rica ile Üstada sormalarında
ısrar ettim. 'Urfa'dan geldiğimi arz edin' dedim.

"Kapıda, muhterem üç zat vardı, sonradan öğrendim. Sungur, Bayram ve Zübeyir


Ağabeylermiş. Üstadın hediye kabul etmeyeceğini söylediler, fakat ben onun için de müsaade
almalarını rica ettim. Üstaddan, 'Mukabele olarak bizim de hediyemizi alır' müjdesiyle
geldiler.

"Nihayet içeri girdik, merdiveni heyecanla ve büyük bir sevinç içerisinde, çıktık.
Karşımda bir tahta sedir üzerinde, serâpâ nura gark olmuş bir zat vardı.
"Başında, Orta şarkın âlim, meşâyih ve kahramanlarının tatbik ettiği bir şekilde
sarılmış sarığı vardı. Başının üstünde bereket, nimet ve kanaat âlameti alarak duran buğday
başağından yapılmış yelpaze şeklinde bir âlâmet asılı idi. Yeni tıraş olmuşlardı, yüzü
parlıyordu, iki gözü birer cevahir taşı gibi parlıyordu. Mübarek burnu bir yiğitlik ve
kahramanlık simgesi idi. Hürmetle elini öptüm, beni yanına oturttular. Urfa'yı, arkadaşları,
Ceylan'ı ve dersleri sordular. Urfa'yı çok sevdiğini, arzuladığını, son ömrünü orada geçirmek
istediğini ve Urfa'nın evliyalar şehri mübarek bir belde olduğunu, havasının da mübarek
beldelere benzer bir iklime sahip olduğunu havi bir konuşma irad ederek ders mahiyetinde
veciz ve çok edebi kelimelerle güzel bir konuşma yaptı.

"Müceddidlik cübbesini emanet etti"

"Eşyamı Urfa'ya götürür müsün?' diye sordular.

"Memnuniyetle, başımın üstünde taşıyarak' dedim.

"Memnun oldular, 'Seni, kardeşimin oğlu Abdurrahman'ın yerine kabul ediyorum ve


her sabah yaptığım dua listesinde seni dahil ediyorum' diye müjde verdiler. Birçok sitayişkâr
dua ve sözlerden sonra ellerini öperek ayrılırken kapıda bana, Üstad Hazretlerinin hediyesi
olarak, Urfa'da incaz eriği olarak bildiğimiz ve reçel, hoşaf ve tatlı olarak kullanılan bir miktar
eriği bir kâğıt torba içinde koyarak teslim ettiler.

"Hürmetle evden ayrıldım. Kapıda arkadaşlarla görüşerek, Çalışkanların dükkânına


gittik. Beni gezdirdiler, diğer arkadaşlarla tanıştırdılar. Gezerken birden dediler: 'Üstad
Hazretlerinin faytonu

Sh»: (S.Ş: 211)


geliyor.' Kenara çekildik. Arabası geçiyordu. Hürmetle selâmlayarak yol verdik. Sonra
bir defa da arabada vakûr oturuşu ile seyrettik, selamladık. Merhum Zübeyir Ağabey faytonu
kullanıyordu. Elinde kırbaç vardı.

[]

Vahdettin Gayberi'nin 1952 yılında İstanbul'da Nur hizmetleriyle meşgul olan


Abdülmuhsin Alev'e (Elkonevî) gönderdiği bir kart.

"Urfa'ya dönüyorum"

"Emirdağ'dan arkadaşlar, beni yolcu ederken bir küçük balya ile bir de sepet verdiler,
Urfa'ya getirdim. Ceylan çok sevindi, onu dikkatle koruduk, iyi muhafaza etmek için içine
baktık. Bir yorgan, ince bir şilte ve bir cübbe; sepette ise semaver, demlik, birkaç bardak
vardı. Üstad Hazretlerinin tıraşta kesilen saçları küçük çıkınlar içinde sarılıydı. Gerek eşyalar
ve gerekse sepettekiler misk gibi kokuyorlardı. (Sonrdan İstanbul'daki esansçılardan
araştırdım, kokunun isme tefarik imiş. O gün, bugün dükkânımızda o kokuyu bulundururuz.)
Yatağın içindeki ise meşhur Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesi idi. Teberrüken sakladık.
Sonra Abdullah Yeğin, sonra Hüsnü ve daha sonra Zübeyir Ağabey geldi. Seneler geçmişti,
gelen emir üzerine eşyaları onlara teslim ettik.

Sh»: (S.Ş: 212)

"Üstadın Urfa'ya teşrifi ve sonsuz yolculuğa çıkışı"


"Zamanı gelince Üstad Hazretleri Urfa'ya teşrif ettiler. Hasta idi, gidip elini öptük,
vefatını ümit etmiyorduk. Ziyarette, önceleri hiç görmeyenlere daha çok imkân veriyorduk.

"Âni vefatı Urfa'yı yerinden oynattı âdeta. Mahşeri bir kalabalık Urfa'yı doldurdu.
Sonradan Urfa bir ziyaretgâh görünümünde büründü. Şehir dolup taşıyordu.

"27 Mayıs İhtilalinden birkaç ay sonraydı. Birgün sabah namazına giderken baktık,
yollar tanklarla tutulmuş, köşebaşları silâhlı askerlerle dolmuştu. Camiye gitmeye yol
vermediler. Gün açıldıktan sonra baktık ki, Üstadın kabr-i şerifi parçalanmış, açılmış, içinde
kimse kalmamış. Halk büyük bir üzüntü içinde...

[]

Vahdeddin Gayberi Yıl: 1993

"Bu yerin sahibi gelir"

"Özel bir kubbesi, ayrı müzeyyen bir yeri olan kabrin yeri hâlen çiçeklerle döşeli pırıl
pırıl bir ziyaretgâh olarak muhafaza edilmekte, yerli ve taşradan gelenler tarafından ziyaret
edilerek Fatihalar okunmaktadır. Tam karşısındaki hücrede ikindi, yatsı ve sabah namazından
sonra evrad-ı fethiye üç defa okunmakta, yine aynı hücrede hergün akşamla yatsı arasında
Kur'ân-ı Kerim okunarak hatim yapılmaktadır.

"Üstadın vefatından 15-20 sene evvel cami yeniden yapılırken, camiyi yaptıran
Müslim Hafız ismindeki veli bir zat, Üstadın defnedildiği yeri boş bırakarak soranlara, 'Bu
yerin sahibi gelir' diye haber vermişti. Orası şimdilik itina ile muhafaza edilmekte ve bir
ziyaretgâh olarak durmaktadır."
27 Temmuz 1993

Sh»: (S.Ş: 213)

$ OSMAN KÖROĞLU

Osman Köroğlu Burdurludur. 1950'den sonra Emirdağ'da, 1952'de ise Sirkeci'deki


Akşehir Palas Oteli'nde Bediüzzaman'ı ziyaret edip görüşüp konuşmuştur.

[]

Osman Köroğlu

"Daha önceleri Burdur'da babam Abdullah Köroğlu'ndan ve sonraları İzmir'e gidip


yerleşen Abdurrahman Cerrahoğlu'ndan Bediüzzaman'ın ismini ve büyük İslâmî hizmetlerini
dinlemiştim. Sitayişle bahsederek hep faziletlerini, kemalâtını ve büyüklüğünü bana
anlatmışlardı. Gıyaben kalbimde sevgi ve hürmet vardı.

"1948 yıllarından beri kıravatçılık yapmaktayım. Otuz beş-kırk yıldır aynı


meslekteyim. Bu meslekle uğraşırken Emirdağ'a giderek Üstadı ziyaret etmek istedim.
Sattığım kıravatları otele bırakarak Üstadın kaldığı yere gittim. Kendisi faytonla kıra
gidiyordu. Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey bir bisikletle takip etmemi söyledi. Bisiklete
binmeyi bilmiyordum, fakat Üstadı ziyaret edip, ellerini öpebilmek iştiyakıyla faytonun
peşine düştüm. Sonra Üstadın ellerini öptüm. Beni de faytona aldı, bir kilometre kadar
beraber gittik. Kendisine yapılan zulümlerden bahsetti. Halk Partisinin, İnönü'nün yaptığı
eziyetleri anlattı. Benim mânâsız konuşmalarımı şefkatle karşılıyordu. Büyük bir şefkat ve
müsamaha sahibiydi.

Kıravat satmak

"Yine bir Emirdağ ziyaretimde, merhum Osman Çalışkan kıravatlara ilişiyor, onları
satmamı istemiyor ve itiraz ediyordu. Sonra beni Üstada, 'Bu taylasan satıyor' diye şikâyet
etti. Üstad, 'Nedir?' diye sorunca orada bulunan merhum Dr. Tahir Barçın'ın boynundaki
kıravatı gösterdim. Üstad tebessüm ederek, 'Sen buna bakma,, sat' dedi ve yine bana şefkatini
gösterdi.

"Üstadın şefkati, merhameti ve insanlara bakış tarzı bam başkaydı. Hep müsamaha ile
korumaya ve kurtarmaya çalışıyordu bizleri.

Sh»: (S.Ş:214 )

"1952 senesinde Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'nde kalıyordu. Açılan Gençlik


Rehberi mahkemesi için İstanbul'a gelmişti. Bu otel de harika bir haline, bir kerametine şahit
olmuştum. Muhsin Alev'le erkenden, sabah namazı vakti ziyaretine varmıştık. Abdest
almıştık, fakat namazı kılmadan, görüşmek için çabucak yanına varmıştık. Bize hitaben aynı
durumumuzu bildirerek konuştu. 'Neden acele ettiniz? Abdest aldınız, fakat namaz kılmadan
geldiniz. Ben neyim ki? Basit bir kulum. Neden böyle yaptınız? Beş dakika sonra gelirdiniz, o
zaman görüşürdük!' Bu hali ben gözlerimle görmüş, hayretler içinde kalmıştım.
Radyo ve beşte bir keyifli hevesat

"Akşehir Palas Oteli'ndeki ziyaretlerimde kendisine radyo getirmek istedim, teklif


ettim, 'Dinler misiniz?' diye sordum. 'Memnun olurum, getir' dedi. Bu ara Nur Âleminin Bir
Anahtarı kitabındaki radyo bahsini anlattı. İnsanların, hakikatların yanında beşte bir keyifli
heveslere de ihtiyacı olduğunu söyledi. Sonra kendisine bir radyo getirdim. Arkadaşlar benim
halime kızıyorlardı. Üstad ise şefkatle bakıyordu. Radyodan çeşitli istasyonları ararken şarkı,
türkü söyleyen kadın sesleri de geliyordu. Üstad yine bana şefkat gösteriyordu. Bu musukî
seslerine karşı bana beşte bir meselesini ders vermişti. Nur Âleminin Bir Anahtarı kitabının
başındaki "İkinci Mektup'ta bu hakikat şöyle ifade edilmektedir:

[]

Üstad Bediüzzaman, Osman Köroğlu, Kemal Yardımcı, İnebolulu Ahmed ve M. Emin


Birinci.

Sh»: (S.Ş: 215)

"Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat
bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.'

"Bu radyoyu aziz bir hatıra, Üstaddan bir yadigâr olarak hâtâ saklarım.
"Nur Âleminin Bir Anahtarı kitabı da o yıllarda yazılmıştı.

"Kendilerini bir başka ziyaretimde yeni basılmış olan Gençlik Rehberi'ni götürerek,
üzerine yazı yazmasını istemiştim. 'Ne yazayım?' diye sordu, sonra bana dua yazdı, verdi. Bir
hırsızlık vak'asında diğer eşyalarla birlikte bu hatıra kitap da elimden gitti, hâlâ üzülürüm.

"Birgün kardeşlerden Mehmed Emin Birinci'nin de olduğu bir zaman, Üstadla Fatih
Camiinden namazdan çıkıyorduk. Beyoğlu'ndaki bir fotoğrafçıda vazifeli birisine tenbih
ettim, adamla konuştuk, bedelini verdim, hep beraber bir resmimizi çekti. Bu resim daha
sonra Eşref Edip Beyin yazdığı Üstadın hayatını anlatan kitabında da çıkmıştı. Fotoğrafçı bu
resim sayesinde çok para da kazanmıştı.

Ahmed Emin Yalman: "Bediüzzaman'ı kıskanıyorum"

"Beyazıt'ta, Marmara Kırathanesindeki toplantılarda, Elbistanlı Prof. Mükremin Halil


Yınanç, Üstadın bahsi olduğu zaman hemen toplanır, kendisine çeki düzen verir, hürmetle
bahsederdi. Kendisinin hafızası, bilgisi o kadar kuvvetli olduğu halde, 'Biz onun yanında
neyiz ki!' derdi. Onun da hafızası müthişti, bir baktığını hemen ezberlerdi. Zannediyorum,
Bediüzzaman hakkında birşeyler yazmıştır. Kendisi hiç evlenmemişti. Eserleri herhalde
Elbistan'da, kütüphanededir. Birgün Ahmet Emin Yalman'a 'Niçin Bediüzzaman'la alâkalı
bildiklerini yazmıyorsun?' diye sormuştum. 'Kıskandığımdan yazmıyorum, o bildiğiniz gibi
bir kimse değildir. Fevkalâde bir insandır' diyerek Üstadın büyüklüğünü anlatmıştı."

Sh»: (S.Ş:216 )

$ CELÂL BAŞER
1925'te Ağrı'da doğdu. Uzun yıllar Ağrı'da Demokrat Ağrı ve Medeniyet gazetelerini
çıkarttı. Bu gazete Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Nurun matbuat kalesidir."

[]

Celâl Başer

"Nur'a intisabım"

Bediüzzaman'la ilgili hatıralarını, Celal Bey kendisi kaleme almıştı:

"Üstad Hazretlerini ve Risale-i Nurları 1950 yılında tanıdım. Beni bu hususta irşad
eden, Üstad Hazretlerinin Hocası Şeyh Mehmed Celâli Efendinin oğlu, Şeyh Sıddık Efendinin
yeğeni idi.

"Cidden çok acı bir tecellidir ki, bir Doğulu ve bundan daha üstünü, bir mücadele
adamı olan ben, Üstad Hazretleri gibi bir mücahidi ancak 1950 yılında işitiyor ve eserlerine
müttali oluyordum.

"Yine ibret verici bir tecellidir ki, ben Risale-i Nurlarla irşad olduğum günlerde,
'İlkeleri' çiğnemekten altı aya mahkûm olmuştum. Bu noktada da bir hikmet aramak gerekir
ki, ben Nurlarla müşerref olduğumda, yaşayışım, yüz seksen derece bir dönüş ile müsbet bir
değişikliğe uğramıştı.

"Ben, 1944 mücadelecileri arasında olmakla, milliyetçilik davasında, bir nebze hisse
sahibi olduğumu söyleyebilirim. Ancak o tarihlerde fikren müstakim olmakla beraber, Nur'a
intisapla daha da müsbete ve amele intikal etmiştim.
"Nurları tanıdıktan ve okumaya başladıktan sonra, Üstad Hazretlerini görmek ateşi de
içimi yakmaya başlamıştı. Altı aylık cezamın tashihi için arkadaşlar beni İstanbul'a, Avukat
Abdurrahman Şeref Laç Beye göndermek istediler.

"İşte bu istek ve teşebbüs, Üstad Hazretlerini ilk ziyaretime vesile oldu.

Sh»: (S.Ş: 217)

"Üstadı ilk ziyaretim"

"1951 yılında Emirdağ'a gidince ilk olarak Çalışkanları ziyaret ettim. Üstada, beni,
onlar götürdüler.

"Üstad Hazretlerini ahşap bir evde, tahtadan karyolasında, hasta bir vaziyette
bulmuştum. Çok sade bir odası vardı. Temiz bir yatak, çok temiz bir giyinişle yastığını duvara
dayamış, sırtını yastığa vermişti. O tarihlerde Nur talebelerini pek tanımadığım için yanında
hizmet eden gençleri de pek bilmiyordum.

"Üstadın elini öptüm, karyolasının dibine oturdum, haşyet içinde Üstadı dinlemeye
başladım. Üstad Hazretleri, tahsilini Doğubeyazıt'ta yapmıştı. Bu sebepten tanıdıkların sordu.
Mektep arkadaşı ve hocasının oğlu Sıddık Efendiyi şahsen tanıdığımı söylediğimde çok
memnun oldular. Sıhhatlerini sordular. Sıhhatli olduğunu bildirdiğimde, memnuniyeti
mübarek gözlerinden belli oluyordu.

"Yalnız Sıddık Efendiden dinlediğim bir hususu kendisine anlatamadım. Zira Üstadı
dinlemekten, onun bakışları altında erimekten konuşmaya mecâlim yoktu.
"Sıddık Efendinin hikâyesi"

"Müftülük için müracaat etmişti. İmtihana Erzurum'da girecekti. Erzurum'a


çağırmışlardı. Bir kış vakti yola çıkmıştı. Araba, Tahir köyünde gecelemişti. Sıddık Efendi, o
gece rüyasında Üstad Hazretlerini görüyor. Üstad ona Kur'ân-ı Kerimi açarak bir âyet
okumuş, anlatmaya başlamış ve ücretle dinî bilgilerin verilemeyeceğini, dinî ilmin ücretle
satılamayacağını söylemiş...

"Sıddık Efendi haşyet içinde uyanmış ve Erzurum'a gitmekten vaz geçmiş. Tekrar
Doğubeyazıt'a dönmüş.

"Çok kuvvetli bir din âlimi olan Sıddık Efendi, bundan sonra ölünceye kadar ücretli
olarak hiçbir kimseye ders vermedi. Ücretli hiçbir vazife kabul etmedi."Allah'ın rahmeti onun
ve onların üzerine olsun.

***

"Üstad Hazretleri benden Ahmed Ağa isimli birisini sordu. Ahmed Ağa, Adaman
Aşiret Reisi ve Üstadın da sürgün arkadaşlarından Ahmed Alpaslan idi. 1946 seçimlerinde de
CHP'den milletvekili seçilmişti. İyi tanıdığımı ve konuştuğumuzu ifade ettim.

"Dikkat ettim, Üstad Hazretleri bu arkadaşına kırgındı... Hem de çok kırgındı...

Sh»: (S.Ş: 218)

[]
Celal Başer, gazetesinde Üstadın ebediyete intikalinde bu satıları yazmıştı.

Celal Başer'in Üstadın vefatı üzerine yazdığı yazı:

"Müsbet ilimler muvacehesinde Kur'ân-ı Azimüşşannı XX. asırdaki en büyük


Müfessiri, Risale-i Nur Külliyatını müellifi, asrımızın Bediüzzaman Said Nursî ahirete intikal
etti.

"Bu mübarek Ramazan-ı Şerifte İslâm âleminin hiçbir ölçüyle tarif edilemeyecek
kıratta büyük bir kaybı oldu. Bu muazzam kayıp dört devir yaşamış, bir asra yakın bir ömür
geçirmiş, zulümler, işkenceler, nefiyler ve hapisler görmüş; fakat insan takatının
tahammülünü taşıran bu muamelelere rağmen fikir ve prensiplerinden zerre-i nisbe feragat
etmemiş büyük bir İslâm mücahididir ki, bu da Bediüzzaman Said Nursî'dir.

"XX. asırda Kur'ân-ı Azimüşşanın en mükemmel tefsirini yapan, mülhid ve zındıklara


müsbet ilimler muvacehesinde en açık ve kat'i cevapları veren, Kur'ân'ın hikmetlerini
nesillere, elle tutulur vaziyette ulaştıran 130 parça Risale-i Nur Külliyatı'nın Müellifi Said
Nursî, Ramazan-ı Şerifin son haftası, salihlerin günü Salı günü Urfa'da, emanetini Yaratanına
teslim etti.

"Dünyayı kendisi için bir gurbet telakki eden Bediüzzaman Said Nursî, İbrahim
Halilullah Hazretlerinin defni ile şeref duyduğu Urfa'da ebede intikal etti.

"Allah'ın Bedisi, Halil'i ile aynı yerde bugün şerefyap bulunmaktadırlar.


"Ufûlü ile İslâm âleminin büyük kaybı olan Said Nursî, vekili olarak bıraktığı 130
parça Risale-i Nur eserleriyle de bu kaybı telafi etmiş, her tehlike karşısında açılacak deliği tâ
sağlığında tıkamıştır.

"Kaybıyla bütün İslâm âlemine baş sağlığı verdiğimiz Said

Sh»: (S.Ş: 219)

Nursî, bedenen aramızdan ayrılmışsa da, bugün hem madden, hem mânen yine
aramızdadır.

"Allah Said Nursî'ye mağfiret, Risale-i Nur'a kuvvet versin."

***

"Üstad bir ara durumumu sordu, mahkûmiyetimi ve tashih-i karar için İstanbul'a
gideceğimi söyledim. Cevaben,

"İnşaallah iyi olur, günahlarına kefaret olur...' dedi.

"Ben, Üstadın sözündeki inceliği anlayamamış, İstanbul'a gelmiş ve A. Şeref Lâç


vasıtasiyle tashih-i kararda bulunmuştum. Tabiî bir netice vermedi. Üstadın dediği gibi,
'günahlarımıza kefaret' altı ay 'İlkeler' adına ve uğruna yattım.

"Kitaplarımı hapsetmeyin, okutun"


"Üstadı ikinci ziyaretim, 1953 ilkbaharında İstanbul'da Eyüp'te bir evde oldu.

"Muhsin Alev ile birlikte gittim. Yine rahatsızdı. Fakat ben yine heyecan içinde
titriyordum. Sert ve dik bakışları insanın içine kadar tesir ediyordu.

"İnsan konuştuğunu, konuşacağını şaşırıyordu. Zaten, soru sormak için değil, Üstadı
dinlemek ve o havayı teneffüs etmek için ziyaretine koşuyordum. Ama Üstad, bu şekildeki
ziyaretleri kabul etmez görünüyor, 'Kitaplarım var, onları okuyun ve buralara kadar masraf ve
zahmet ederek gelmeyin' diyordu. 'Kitaplarımı hapsetmeyin, okutunuz..' diye de ikaz
ediyordu.

"Benimle samimi konuşuyordu"

"Üstadı üçüncü ziyaretim, 1956 yılında Isparta'da oldu. Hem hemşehrisi olmam, hem
kendi arkadaşlarını tanımam, belki de gazeteci olmamdan dolayı, benimle yakın, içli dışlı
konuşuyordu.

"Son ziyaretim"

"Bu yakınlığı, 1960 yılı Şubat sonlarında dördüncü defa son ziyaretimde, yine çok
daha açık olarak müşahede ettim.

"O tarihlerde Üstadı Ankara'ya sokmamış, geri çevirmişlerdi. Sol gazeteler aleyhinde
neşriyata başlamışlardı.

"Böyle bir hengâmede ben yine ziyaretine gitmiştim. Meğer bu ziyaretim son
ziyaretmiş.

"Ben, Süleyman Rüştü Çakın'ın dükkânına gittim. Arkadaşlar

Sh»: (S.Ş: 220)


da hep oraya toplanmışlardı. Bir telaşlı hava vardı. Bana dert yandılar. Üç günden beri
Üstadın kapısında bir polis jipinin nöbet tuttuğunu ve kimseyi Üstadın yanına sokmadıklarını
söylediler. Vali ve Emniyet Müdürünün şehirde olmadığını , âdeta kaçtıklarını, Ankara'ya
telgraf çektiklerini, fakat cevap alamadıklarını söylediler.

"Üç günden beri kapısında polisler beklediğini Üstad ancak o gün haber almıştı.

"Eğirdir'e gezmeye gitmek isteyen Üstada talebeleri durumu anlatmışlardı. Üstadın


canı çok sıkılmıştı. Bu sebeple de kimseyi ziyaretine kabul etmiyormuş.

"Ben haber verilmesini, kabul etmezse geri döneceğimi söyledim. Bir arkadaşı
yolladık. Biraz sonra dönen kardeşimiz, Üstadın beni beklediğini söyledi. Bu kabul ediliş,
beni son derece memnun ve mütehassis etmiştir.

"Polislere görünmeden Üstadın yanına gitmenin yolunu düşünüyordum. Polis arabası,


Üstadın evinin yolunda hatırımda kaldığına göre, CHP İl Başkanı Mehmet Çimen'in evinin
önünde duruyordu. İçinde iki sivil polis memuru bulunuyordu.

"Ben, Üstadın hizmetlerine bakan ve içeri girip çıkmasına bir şey denilmeyen
arkadaşa, 'Siz bahçe kapısını açık tutun, ben arka yoldan gelirir, polis arabadan inip yanına
gelinceye kadar, ben içeri girip, bahçe kapısını kilitlerim' dedim.

"Aynen bu planı tatbik ederek Üstadın evine girebildik.

"Ben bahçeden içeri girerken polis arabadan indi, ben acele ile kapıyı kapattım,
arkadan kilitledim.

"Tahta bir merdivenden yukarı çıktım. Odasına hürmetle girdim. Yine tahta bir
karyolada yatıyordu. Ev yine çok sade ve boş idi. İçeride Nur talebelerinden Sungur, Ceylan
ve Tahirî vardı.

"Üstad rahatsızdı. Her halinden canının sıkkın olduğu anlaşılıyordu.

"Elini öptürmek istemiyordu"


"Yanına yaklaşarak, yorganın üzerinde bir deri bir kemik halinde duran mübarek elini
öptüm. Üstad bu durumdan çok müteessir oldu. 'Elimi öpmemeli idin!' dedi.

"Kendilerine,

"Üstadım, ben sizin elinizi öpmeyeceğim de, kimin elini öpeceğim?' dedim.

"Üstad: 'Hayır!... Bizler talebeyiz ve kardeşiz. Ben bunun altından nasıl kalkacağım,
sana kitap versem kitaplar sende vardır.'

Sh»: (S.Ş: 221)

"Ben Üstadın bu üzüntüsü karşısında şaşırmıştım: 'Üstadım, ben talebe kardeşlerimi


dolaşarak geldim. Cümlesi de kendi yerlerine elinizi öpmemi istediler. Ben bu vazifeyi yerine
getirdim.'

"Üstad yine üzüntülü ve ancak duyabilecek bir sesle,

"Hayır... Onlar da benim kardeşlerimdir' dedi.

"Ben bu sefer: 'Üstadım ben Konya'ya da uğradım. Kardeşiniz Abdülmecid Efendiyi


de ziyaret ettim. Abdülmecid Efendi hassaten ellerinizi öpmemi istediler.'

"Üstad Hazretleri, bu sözlerim üzerine derin bir nefes aldı.

"Ha... İşte oldu. Abdülmecid benim küçüğümdür. Beni bir yükten kurtardın' diyerek
doğrulmak istedi. Kardeşler sırtına bir yastık dayadılar, beni bağrına bastı, talebelerine
dönerek;

"Gazeten Nur'un matbuat kalesidir"


"Ben sizlere demedim mi? Bu, o gazetecilerden değil. Senin gazeten, Nur'un matbuat
kalesidir. Senin gazeten ve yazıların bize geliyordu' dedi.

"Üstad bu son ziyaretimde bana tam bir saat ders verdi. Dersin mahiyeti kelime kelime
aklımda olmamakla birlikte, hatırımda kalan sözleri:

"Buradan çıkar çıkmaz, Isparta'dan ayrıl. Burada durma.'

"Ben, Üstadın bu sözlerindeki mânayı, o gece Ankara'ya varıp, evime telefon ettikten
sonra anlamıştım.

"Ankara'dan evime telefon ettiğimde, benim Isparta'da tevkif edildiğim haberinin


yayılmış olduğunu öğrendim. Ayrılırken Üstad beni ikinci defa bağrına bastı. Vedalaştık. O
kadar hastalık içinde benimle ilgilenmesi, beni çok derin duygulandırmıştı. Demek çok derse
ihtiyacımız varmış. Çünkü çok hasta ve mecalsizdi. Tam bir saat radyofonik bir sesle bana
ders verdi. Konuşmaları hâlâ kulaklarımda çınlar, gönlümün derinliklerinde çağlar.

"Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda"

"Üstaddan ayrılınca, çıkıp doğru polis arabasına gittim. Arabadan bir sivil memur
hüvviyetimi istedi. O tarihte sahibi bulunduğum Demokrat Ağrı gazetesinden aldığım sarı
basın kartını verdim.

"Polis memuru biraz hayret, biraz istihza ile,

"Üstelik gazetecisin!' dedi.

"Evet, gazeteciyim' dedim.

Sh»: (S.Ş: 222)

"Polis memuru:
"Niye buraya geldiniz?'

"Üstad Hazretlerini elini öpmeye geldiğimi söyledim.

"Polis memuru tam bir bilgiçlik içinde:

"Üstad Hazretleri ne yapmış yani? Kur'ân'ı başkaları da tefsir etmiş.'

"Anladım ki, bu memurun derse ihtiyacı vardı.

"Evet, Kur'ân-ı Kerimi çok kimseler tefsir etmişlerdir. Kur'ân iki türlü tefsir edilmiştir.
Biri lügavî mânada ki, bunu çoğu kimseler yapmışlardır. İkincisi ise hikemî mânada.. İşte
bunu da Üstad Hazretleri yapmıştır' dedim.

"Polis memuru, bir uzun'Ya!..' çekti.

"Ben, 'Git bunu Valine ve Emniyet Müdürüne aynen söyle... Bir gazeteci böyle
söylüyor, de!' dedim.

"Hüvviyetimi alıp ayrıldım. O gece şifre ile Ağrı'dan durumumumu sormuşlar. Eve,
çocuklara, Isparta'da tevkif edildiğim şeklinde haber gitmiş.

"Ama Üstad Hazretlerinin ikazı üzerine, o gün hemen Isparta'dan ayrılmış. Ankara'ya
geliş eve telefon ederek durumu öğrenmiştim. Böylece Üstadın himmetiyle, ailem ve
çocuklarım, merak ve ıztıraptan kurtulmuşlardı.

"Üstadı, bu ziyaretim, meğer sonmuş. Ne bilirdim ki, Üstad benimle helâlleşip,


vedalaşıyormuş. Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda...

"Urfa'da bir misafir" şiiri

"Aradan bir ay geçmişti. Üstad bir fecir vakti Urfa'da uful etmişti. Ben bu acı haberi
duyunca derinden sarsıldım. Sanki güneşler sönmüş, dünyam kararmıştı.
"Bu karanlık dünyamı birazcık olsun aydınlatabilir miyim diye bir şiir yazmıştım. Bu
şiiri (5 Nisan 1960) tarihli Demokrat Ağrı gazetesinde neşrettim.

"Hakkımda takibat açıldı. Takibat, adem-i takiple neticelenmişti."

Celâl Başer'in (5 Nisan 1960) tarihli Demokrat Ağrı gazetesinde neşredilen "Urfa'da
bir misafir" başlıklı şiiri şöyle:

"Bismihi süphane (Hu) diyen diller,

Varır arşa bugün feryadım benim.

Nur me'yus, kul bizâr, akmıyor kevser,

Sanki bikes kalmış serhadım benim.

Sh»: (S.Ş: 223)

[]

Bediüzzaman'ın tabiriyle "Nurun Matbuat Kalesi" Demokrat Ağrı gazetesinin lejantı

Firakiyle girdi iyd-i Ramazan,

Verene kavuştu Bediüzzaman,

Said'in namına kurulsa dîvan


Nur ile yanmaktır, muradım benim.

Bin başım olsa da Nur'a sererim,

Kur'ân için Üstad derdi Ömer'im

Dergâh-ı Halil'de olsun da derim,

Tek nam-ı nişansız merkadim benim. *

Şeref-i Kur'ân'la İslâma sürur,

Nasip oldu bize Nur ile huzur,

Yetişti imdada Risale-i Nur,

Nur ile kırıldı inadım benim.

Müntezil Ahmed'den bu iki resim,

Nur Kur'ân'da, Kur'ân Nur'da mürtesim,

Hakkın Kitabından süzülmüş isim,

Risale-i Nur'da var adım benim.

Yâ Râb! mü'min gönül Nur ile dolsun,

Nur ile cemiyet necatı bulsun,

Nur'u yaymak, Nur'u duyurmak olsun,

Âlem-i islâma tek va'dim benim.


_______________________________

(*) Üstadın merkadi Urfa'da dergâhta ancak üç buçuk ay kadar kalmıştı. Sâir
vukuundan önce (hiss-i kablel vuku') Üstadın kabrinin nam-ı nişansız olduğunu veya
olacağını haber veriyor.

Sh»: (S.Ş: 224)

Tavaf et, ey yolcu, uğrarsa yolun,

Urfa'da misafir, Üstadım benim... (**)"

"27 Mayıs'ta kitaplarım alındı"

"27 Mayıs İhtilâlinde ise matbaam, evim, evraklarım, didik didik edilmişdi.

"Bir casus arar gibi, masanın üzerindeki sümenin dikişlerini bıçakla yırtarak evrak
aramışlardı.

"Aramaya gelen Kurmay Yarbay'a,

"Yarbayım, ne aradığınızı sorabilir miyim?' dedim.

"Cevaben,

"Nur kitaplarını arıyoruz' dedi.


"Kütüphanemde var, yalnız onları mı alacaksınız?' dedim. 'Evet' deyince
kütüphanemde her çeşit kitap olduğunu söyledim. Yalnız Nurları alacaklarını tekrar belirtince,
niçin diğerlerini de almadıklarını söyledim. Devamla, 'Eğer bu ihtilâl dine karşı yapıldı ise, bu
milleti karşısında bulacaktır' dedim. 'Bırakın bu millet okusun, her şeyi okusun.'

"Yarbay çok yorgun ve uykusuzdu. Pek birşey duyacağı benzemiyordu.

"Kitapları toplayarak, zabıt tuttular, beni de alarak, askerî mahkemeye götürdüler.

"O tarihte Muhterem Faik Türün, Ağrı'da Tümen Komutanlığına vekâlet ediyordu.
Rütbesi ise Kurmay Albaydı. Faik Türün Paşa, beni serbest bıraktırmış, Nur Risalelerini de
iade ettirmişti.

"Üstad, kendi eserlerini kurtarmıştı"

"Hatıralarımın sonunda, başımdan geçen bir ibretli hâdise daha anlatayım.

"Askerî mahkemeden rahatlıkla kurtardığımız Risale-i Nurları evde bir çekmecede


muhafaza ediyordum.

"Bu defa Emniyet makamları evi basarak aramaya gelmişlerdi. Çekmece kilitliydi.

"Birkaç defa anahtarını sordular. Aradığımı, anahtarı bulacağımı ifade ettim.

_______________________

(*) "Urfa'da misafir Üstadım benim" diyen şâir, bu mısrada da, Üstad Bediüzzaman'ın
Urfa'da az kalacağını, misafir olduğunu söylüyor ki, üç buçuk ay sonra, bir ihtilâl müfrezesi,
kabrini kaldırmıştı. "Şârilerde ön sezi kuvvetli olur" derler. Celâl Başer'in de bu şiirinde temas
ettiği konular, kısa bir zaman sonra çıkmıştı.

Sh»: (S.Ş: 225)


"Duvardı Üstadın resmi camlı olarak asılıydı. Aramada yanımda bulunan bir
yakınıma, 'Bu kitapları askerî makamlardan kurtardık, fakat polislerden kurtarmamıza imkân
yok gibi... Artık bu eserleri kurtarmak bu defa sahibine kaldı' dedim. Evi arayan polis
memurlarından birisi ararken yerde duran çekmeceyi ayağı ile sedirin altına soktu.

"Aramalar epey müddet sürdü. Bu arada çekmeceyi de unuttular. Neticede, birşey


bulamadılar ve çıkıp gittiler.

"Üçüncü defa Üstadın kudsî himmet ve muhafazasına şahit olmuştum. Nurları, kendi
eserlerini kurtarmıştı.

"Aramayı yaptıran Vali beni çağırtarak, biraz özürle karışık, 'Birşey bulamadılar.
Kusura bakma! Geçmiş olsun' dedi. Ben de, 'Bulamadılar, halbuki gözlerinin önündeydi'
diyerek hâdiseyi anlattım. 'Evim yine aranır ve aranacaktır. Bu memlekette Halk Partililer ve
ben sağ olduğum müddetçe, bu aramalar devam edecektir' dedim.

"Çünkü bu aramalar hep Halk Partilililerin jurnal ve ihbarları ile oluyordu.

"Onun kıymetini bilemediler"

"Hayatta, Üstadı ziyaret imkânları bulduk. Eserlerini okuduk, okuyoruz. Ama


ufûllerinde, Hindistan Müslümanlarının yazdıkları gibi: 'Anadoluda bir güneş doğdu, bir
güneş gibi de ufûl etti. Ama Türkler onun kıymetini bilemediler.'

"Bu acı sözler gibi, hâlâ aynı gaflette, aynı hamakatteyiz. Onun bir deri, bir kemik gibi
kalan vücudundan korkanlar, iktidarı bir gecede yıkanlar, bu defa da onun kuru bir taştan
ibaret mezarından korktular. Urfa'da yatan misafîri, meçhullere götürdüler. Çünkü, kıymet
takdir edebilen insanlardan değillerdi. Belki onun fani vücudunu kaybettiler, lâkin eserlerini
kaybedemediler.
"Çünkü Kur'ân'ın hakikatleri, kıyamete kadar devam edecektir."

Sh»: (S.Ş: 226)

FAİK TÜRÜN'ÜN KARARI

T. C.

M. M. V.

1. SÜVARİ TÜMEN KUMANDANLIĞI

ADLÎ AMİRLİĞİ

SAYI : 60/ 1756

ESAS : 70/ 775

KARAR : 60/ 71

TAHKİKATA MAHAL OLMADIĞI KARARI

SUÇ: Muzır faaliyette bulunmak.

SUÇLU SANILAN: Celâl Başer, Şükrü oğlu, Fatma'dan 1341'de doğma, Karaköse
Leylak Pınar Mahallesinde nüfusa kayıtlı. Evli 6 çocuklu, Karaköse de AĞRI Demokrat
Gazetesi sahibi, ifadesine göre sabıkasız.

"Yukarıda kendisine isnad olunan suçun mahiyeti ve açık hüviyeti yazılı şahıs hakkına
Denizli Nur Talebeleri adına Denizli'den 24/5/1960 tarihinde gönderilen bir mektubun 3822
sayılı örfî idare hükümlerine ve Türk Silâhlı Kuvvetleri Başkumandanlığı'nın emirlerine
tevkifan Ağrı postahanesinde el konulması üzerine yapılan hazırlık tahkikatı neticesinde:

"Ağrı'da münteşir Demokrat Ağrı gazetesinin sahibi Celâl Başer'in Nurcu olduğu,
gerek matbaasında, gerekse evinde Nurculukla ilgil risaleler ve Said Nursî'nin kitapları
bulunduğu, bunları okuduğu tesbit edilmiş ise de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hükümleri karşısında vatandaşların fikir hürriyetinde, dinî
inançlarında, ibadetlerinde ve her türlü dinî düşüncelerinde serbest ve hür fikre sahip
olmalarını amir bulunduğuna, binaenaleyh, her vatandaşın muzır propaganda yapmamak,
inançları ne olursa olsun başkalarının fikir ve inanışlarıyla çatışmamak, onları kendi
fikirlerine alet etmek için neşriyat ve propaganda yapmamak şartiyle fikrî hürriyetini dilediği
gibi kullanabileceğine ve bu durum muvacehesinde Celâl Başer de, sırf fikrî hürriyetine sahip
olup, bu hürriyetini kendi düşünce ve inanışları içinde sakladığına, herhangi bir şekilde
memlekette veya bulunduğu cemiyette huzuru bozacak fiilî harekette bulunmadığına,
kendisinde bulunan risale ve kitapların mevzuata muhalif siyasî ve idarî bir mahzur
taşımadığına, bu kitaplarda, insan kitlelerini gafletten ikaz fikri, şehvani dalâletten ve su-i
itikad ve su-i niyetten kurtarmaya

Sh»: (S.Ş: 227)

matuf akideler münderiç bulunduğuna dair Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde,


Diyanet İşleri Reisliği Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Heyetinin sarih raporları
muvacehesinde münteşir Demokrat Ağrı gazetesinin sahibi Celâl Başer hakkında As. M.U.K.
86/5. maddesine tevkifan tahkikata malah olmadığına karar verildi."

FAİK TÜRÜN

KURMAY ALBAY

AĞRI GARNİZON KUMANDAN


VEKİLİ
ADLÎ AMİR

Aslı gibidir.

Hakkı İmlice

Hakim Alb.

Garnizon Baş Hakimi.

Sh»: (S.Ş: 228)

$ ABDÜLVAHİD TABAKÇI

1927'de Eskişehir'in Belpınar köyünde doğdu. 1950'lerden sonra Nur Risalelerini ve


Bediüzzaman'ı tanıdı. Bediüzzaman zaman zaman Eskişehir'deki evinde misafireten bulundu.

[]

Abdülvahid Tabakçı

Abdülvahid Tabakçı hatıralarını şöyle anlatıyordu:


"1953'lerde Eskişehir hapsinde bulunan bazı akrabalarım Üstadın harika hallerinden
bahsederdi. Bilâhare ağabeyim ve annem de Emirdağ'a kendilerini ziyarete gittiler.

"Kayınpederim Şuayib Efendi Risale-i Nur eserlerine ve Üstada çok bağlıydı. Sabah
namazını kıldıktan sonra öğleye kadar risale yazardı.

"Bediüzzaman hakkında, 'Bu zâta neden bu kadar bağlanıyorlar?' diye düşünürdüm.


1951 yılında ağabeyim Şuayib Tabakçı ile birlikte Üstada gitmeye karar verdik. Emirdağ'a
vardığımızda vakit akşam olmuştu. Akşam namazını camide kılıp Üstadın evine geldik.
Evinin merdivenlerinden çıkarken Üstad bizi gördü. Eliyle işaret edip, haber gönderdi.
'Şuayib'lere selâm söyleyin' dedi. Şuayib'lerden birisi ağabeyim, diğeri de kayınpederimdi. Bu
bir anlık muhavereydi, ama bende çok şiddetli tesir etmişti. Kendimden geçer gibi olmuştum.

"Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine yolum düştü. Mezarlığın yanından
geçiyorduk. Kendileri de oradaydı. Arabayı durdurup yanına vardık. 'Oğlum Abdülvahid,
kabristanın yanından geçerken ölülere, 'Elem neşrah leke'yi okumadan geçmeyin' dedi.

"İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafazası zor"

"Üçüncü görüşmemiz Eskişehir'de Yıldız Otelinde olmuştu. Otelin hademesinden


kaldığı odayı öğrenip yanına çıktım. İçeri girip selâm verdim. Kaşları çatık vaziyette baktı.
'Otur' işaretini yaptı. Kendisi Cevşen okuyordu.

Sh»: (S.Ş: 229)

"Cevşen'i kapatıp şöyle dedi: 'Annen ile baban hacca gittiler, değil mi? Allah kabul
etsin.'
"Hayretimden donakalmıştım. Devamlı olarak yüzüne bakıyordum. Hiddetle, 'Yüzüme
bakma!' dedi. Bu arada söylediği bir sözünü de hiç unutmam: 'İhlâs ile imanı kazanmak kolay,
ama muhafaza etmek çok güç.'

"Üstadın Tatarlarla ilgisi"

"Kafkasyalı ve Tatar olduğumuz mevzubahis edildiğinde çok iltifat etmişti. Şöyle


demişti:

"Ben Tatarları beş vakit duama dahil etmişim. Bir zamanlar esarette iken, Kosturma'da
iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım
ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile
olmuşlardı. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Hattâ 1948'de bana zehir
veren Afyon savcısı da Tatardı. Abdülvahid, sen neredeyse onu ara bul, mektup yaz.
Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl
ettim.'

"Üstadın bu dersinden sonra, o zaman Gaziantep'te bulunan o zata mektup yazdım ve


Üstadın sözlerini naklettim.

"Birgün bizim evde Üstad Hazretleri, Yaşar Zeydan, Erhan Erbatlı ve Yakub Aysel
beraber bulunuyorduk. Üstad, Erhan'a hitaben, 'Sen Tatar mısın?' dedi. Erhan da utanarak,
'Evet' diye cevap verdi. Üstad, 'Ben Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Bana
onlar Sibirya'da çok yardım ettiler' dedi. Bunun üzerine ben de, 'Üstadım, Yakub Bey de
Tatardır" dedim. Üstad ayağa kalkarak Yakub Beyi kucakladı.

[]

Erhan Erbatlı
"Kabrimi gizleyiniz"

"Birgün de Üstad Hazretleri şöyle demişti:

"Ben hayattan ayrılacak olursam, benim kabrimi gizleyiniz. Eğer ben Eskişehir'de
vefat edersem Muttalib'e defnedersiniz. Emirdağ'da vefat edersem, kaldığım yere (o zaman
kaldığı eve), Isparta'da vefat edersem Çam Dağına defnedersiniz.'

Sh»: (S.Ş: 230)

"Üç müşkilimi de halletmişti"

"Bir ara mühim, üç müşkilim vardı. Bunlar sabah namazına kalkamamam, hasta
oluşum ve dedem ile ilgili olarak görmüş olduğum bir rüya idi. Bunların halli için Üstaddan
medet bekliyordum. Ancak bir türlü fırsatını bulup söyleyemiyordum.

"Birgün, daha ben derdimi söylemeden üstad şöyle dedi: 'Oğlum Abdülvahid,
namazlarını bırakma. Bilhassa sabah namazlarını. Sen merak etme, annen veya refika-i
hayatın sabah olunca seni kaldırsınlar. Hastalık insan için bir temizleyicidir. Zahir
ibadetlerden daha sevaplıdır. İnsanın yüksek mertebeye çıkmasına vesile olur. İbadetine,
hizmetine engel olmadığı müddetçe üzülme.'

"Sonra da, 'Ben bir zamanlar anne ve babamı şöyle bir rüyada görmüştüm' diyerek
rüyasını anlattı ve sözlerin şöyle tamamladı: 'Mâşallah, senin anne ve baban bahtiyardır.'

"Bütün bu konuşmalarıyla üç derdimi de halletmiş oluyordu. Ondan sonra hizmetlere


daha bir şevkli koştum. Sobacı H. Ali Osman Ağabey ile öylesine hizmete dalmıştık ki, bir
türlü Üstadı görmeden edemiyorduk. Gece-gündüz hep onunla beraberdim, onunla
meşguldüm. Dayanamayıp Emirdağ'a gittim.
"Giderken kayınpedere uğradım. Hem risale okuyup, hem ağlıyordu. 'Ben de risaleyi
defalarca okumuştum, ama böylesine analayamamıştım' diyordu. Veda edip ayrıldık.
Ankara'dan Nuri isimli bir arkadaş ve Mustafa Türkmenoğlu ile birlikte yola koyulduk. Yolda
birçok inayet ve teshilata mazhar olduk.

"Üstadın yanına gittiğimizde Yarbay Reşat Bey de oradaydı.

"Kendilerini ziyaretlerimiz sık sık tekerrür ederdi. Bir ara üç bavul dolusu risaleyi
Emirdağ'a götürmüştüm. Üstad ağabeyime, 'Ben Eskişehir'e Abdülvahid'i tebrik etmek için
gelmiştim. Kafkas muhacirlerinden birisinin Nur Talebesi olmasını isterdim. Allah'a
hamdolsun , onu da nasip etti.' Eve geldiğimde ağabeyim gözyaşları arasında, Üstadın
teşriflerini ve tebriklerini bildirdi. Derecesiz memnun ve mesrur olmuştum.

"Üstadın bizim evde kalışı"

"Üstadın bizim evde kalmasını arzu ediyorduk. Hattâ evi hazırlamıştık. Ancak o
zaman, Eskişehir'de hizmetin ön saflarında bulunan Saatçi Şükrü Kardeşin kalbine birşeyler
gelir endişesiylle bir türlü arzumuzu tahakkuk ettiremiyorduk. Birgün Üstad onlara gelmiş.
Ancak onlar evde yokmuş. Biz de o gün evde yok idik. Üstad, 'Ben Abdülvahid'in evine
gideceğim' demiş. Gelmişler, üst kata çık-

Sh»: (S.Ş: 231)

[]

Üstadın Eskişehir'de kaldığı evin bir odası.


mışlar. O gün de poyrazdanesen rüzgâr sobayı tüttürmüş. Üstad üşüyor, rahatsız. Ben
ise evde yokum. Ağabeyler de hararetle beni arıyorlarmış. Ben durumdan habersiz eve
geldim. Hemen bir kazma ile diğer cihetten bir delik delip, sobanın istikametini değiştirdik.
Ve öylece Üstad bizim evde kalmaya başladı.

"Birgün Üstad eve geldiğinde, 'Bu evin kirası kaç para?' diye sordu. Ben ne cevap
vereceğimi bilememenin sıkıntısı ile kıvranırken Zübeyir Ağabey imdada yetişti.

"Üstadım, buradaki kardeşler hissedar olmak istiyorlar' dedi. Üstad, 'Bana bu gece
ihtar edildi. Hiç olmazsa beşte birini vereyim. Kaç liradır buranın kirası?' diye tekrar sordu.
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Evin normal aylığı olan 150 lirayı söylemem mümkün değil. Az
söylesem yalan olacak. Yine Zübeyir Ağabey imdada yetişti. '20 liradır, Üstadım. Beşte biri
dört lira yapar' dedi. Üstad, 'Ben altı aylığını vermem lâzım' dedi ve 25 lirayı çıkarıp verdi.
Resimsiz altı kuruşluklar ile, sarı 25 kuruşlukları kullanırdı.

"Uhuvvete önem verirdi"

"Köyde bulunduğum gönlerden bir gündü. Yoldan Üstadın arabasının geçtiğini


gördüm. Koştum. 'Bir araba gelse de Üstada yetişsem' diye düşünürken hemen bir araba geldi
ve binip Eskişehir'e geldim. Doğruca Yıldız Oteline gittim. Muhasebeci kardeşlerden biri
orada idi. Hemen, 'Üstad geldi' dedi. Ben de, 'Geldiğinden haberim var, ama nereye gittiğini
bilmiyorum. Bize gitmese bari' dedim. Üstad Hazretlerinin devamlı olarak bizde kalmasından
diğer arkadaşların kalben münkesir olmamalarını istiyordum.

Sh»: (S.Ş: 232)

"Hayır, hayır. Size değil. Şükrü'lere gitti' dedi.


"Koşarak oraya gittim. Üstadın çok celâlli olduğunu söylediler. Yanına vardım.
Karyolada oturuyordu. 'Kardeşim, ben bir sebebe binaen buraya geldim. Kalbine birşey
gelmesin' dedi. Ben de hemen daha önce kalbimden geçenleri söyledim. 'Üstadım, hep bizde
kalıyorsunuz. Diğer kardeşlerin de kalbine birşey gelmesini istemiyordum. Onlar da mahrum
olmasınlar, diye düşünüyordum. Vahdet ve tesanüdümüze bir zarar gelmesin arzu etmezdim'
dedim. Bu sözlerim duyan Üstad ayağa kalktı. Yanıma gelerek bana sarıldı ve uhuvveti tesis
edici cümleler ifade etti.

Menderes'i karşılama

"O günlerde uçak kazasından sâlimen kurtulan Adnan Menderes Eskişehir üzerinden
Ankara'ya gidecekti. Üstad, Ceylân ile birlikte bize, 'Gidin, onu karşılayın. Benden de selâm
söyleyin' dedi. Arkadaşlarla birlikte gidip karşıladık. Ancak emniyet mensupları
görüşemeyeceğimizi bildirdiler. Biz de kendilerine hitaben bir mektup yazıp, Üstadımızın
duaların ve Nur talebelerinin geçmiş olsun temennilerinin bildirdik.

"Birgün Üstad, 'Bu gece Isparta'da evliyaullahın toplantısı var. Bana ihtar edildi. Evin
iki senelik kirasını vermem lâzım' dedi.

"Ben de samimiyet bularak dedim: 'Üstadım, herhalde benim malım ve param kirli ki,
Risale-i Nur hizmetine lâyık görülmüyor. Ashab-ı Kirâm mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş.'

"Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü. 'Yine de iki aylığını vermem
lâzım' diyerek bir reşat altını verdi. Biz de o altını bozdurup, Üstadın geliş gidişlerindeki
masraflara harcadık.

"Son görüşmemiz"

"Vefatından altı gün önceydi. Evde öğle namazını kılıp, çevreyi sarmış halka ve
polislere hitaben, balkondan şiddetli bir konuşma yaptı. Sonra da ayrılıp Emirdağ ve
Isparta'ya uğrayarak Urfa'ya gitti.
"Üstad Urfa'ya ulaştığında şöyle bir telgraf aldım:

"Üstadımızla birlikte Urfa'ya vardık. Bizim burada kalmamıza müsaade etmiyorlar.


Ankara ile temasa geçin, bize bir çare arayın.'

"Ben hemen Ankara'ya telefon edip Hasan Polatkan'ı aradım. Alâkadar olacağını
söyledi. Ancak daha sonra Menderes'in İstanbul'a gideceğini mazeret göstererek yardımcı
olmadı. Afyon millet-

Sh»: (S.Ş: 233)

[]

Bediüzzaman'ın ikamet etmiş olduğu Abdülvahid Tabakçı'ya ait ev

vekili Orhan Köktar'ı aradım. Ona durumu anlattım. İki saat sonra yeni bir telgraf
geldi. Üstadın vefatını haber veriyordu.

"Neye uğradığımı bilemedim. Hemen kardeşlere duyurduk. Bir araba ile hemen
hareket ettik. Ancak Urfa'ya gittiğimizde defnedildiğini öğrendik.

"Ağabeyim Üstadın kabri başında Yâsin-i Şerif okudu. Urfa, civar vilayetlerden gelen
binlerce insan ile dolup taşıyordu. O gün kuşlar bambaşka bir hava ve âhenk içerisindeydi.
Ağaçlara toplamış olan kuşlar, muazzam bir koro halinde cıvıldaşıyorlardı. Büyük Üstad da
Rahmâna kavuşmuştu. Allah gani gani rahmet eylesin."
Sh»: (S.Ş: 234)

MEHMET KAYALAR

Kalamış'ta güzel manzaralı bir apartman katında üç arkadaş Mehmet Kayalar'ın


sohbetini dinliyorduk...

Bu sohbet Nur'lar, Nur Talebeleri ve Nur Üstad hakkında idi.

Mevzu ile alakalı bildiklerini, intibalarını ve hatıralarını anlatıyordu Mehmet


Kayalar...

Uzun boylu, yaşlı bir zat, güzel konuşuyordu. Bir hatip edasıyla izahlara giriyordu.

Bu izahları, bu hatıra ve tesbitleri notlarımızdan Şâhitler'in Dilinden, aziz


okuyucularına şöyle hülasa edebilirim:

"Onun hayatına ait bir hatıramla başlamak istiyorum. 1952'de henüz emekli olmuştum.
Hatırat-ı hususiyesini yazmak istedim. Hayat-ı hususiyesinin safahatı içerisinde geçen,
alelekser hâdisata asla ehemmiyet vermezdi. Tarihçe-i Hayat hakaik-i imaniyenini hizmetine
tahsisen yazılmıştır. Dikkat edilirse hayatından çok az bahis vardır.

"Bir defa Üstadıma dedim ki: 'Şahsiyet-i maddiyeni öne sürmek istemiyorsun. Elbette
çok mûtena bir bahçenin çok sanatperver bir bahçıvanı olmalıdır. O nizamın hayatı onunla
kaimdir. Süleymaniye'ye bakıp Mimar Sinan'ı hatırlamamak mümkün değildir. Koca bir asar-ı
mübeccele ki, onun hem hâli, hem istikbâli onunla kaimdir. Binaenaleyh nasıl ki, Mimar
Sinan, Süleymaniye'ye baktıkça hatırlanıyorsa, sizin o manevî asârınız da ondan daha
mükemmeldir. Said Nursî anılacak, o isme tevcih-i nazar edilecek.'
"Biz işin suretindeyiz. O ise manevî tarafına bakıyordu. Ayrılığa bile ehemmiyet
vermiyor, 'Daima beraberiz' diyordu.

"Bir defasında şiddetle görüşmek için iştiyak izhar etmiştim. Buyurdu ki, 'Kardeşim,
biz her zaman beraberiz, hattâ âhirete gitsek de beraberiz.'

"Sohbette insibağ vardır. Boyanmak çok ehemmiyetlidir. Veysel Karanî gibi bir zat,
sahabe-i kiram asrında yaşadığı halde, sahabe derecesine çıkamamıştır. Çünkü sohbet-i
Resûlullah'la müşerref

Sh»: (S.Ş: 235)

olamamıştır. Yüksek tevazu ile hayat-ı hususiyesinin bilinmesini arzu etmezdi. Çünkü
böyle bir zata dört bir taraftan tehacüm gösteriliyordu. Onlarla meşgul olup zamanını israf
etmek istemiyordu. Tarikatlarda olduğu gibi, dua için veya bir dünyevî maksat için gelenlerin
ziyaretlerini kabul etmezdi.

"Üstadın tanımadığı adam"

"Harb-i Umumide beraber çalıştığı Vanlı bir talebesi, Üstadın şöhreti, umum âleme
gittikten sonra, 1955 yıllarında Emirdağ'a ziyarete geliyor. Harb-i Umumideki maceralarını
zikrederek kendini tanıtmaya çalışıyor.

"Üstad, 'Bu kimdir? Ben tanımadım' diyor. Yani o eski şahsiyetle değil de, Kur'ân
hizmetkârı olduğunu nazara vermek istiyor. Bir de hizmet-i diniyeten infisal etmeyi tavsip
etmediğini ifade etmek istiyor. Üstadın iki şahsiyeti vardı: Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir.
Üstad, 'Tanımıyorum' derken o şahsın nazar-ı imanında dünyevî şahsiyeti olduğu için, ben o
şahsiyeti tanımıyorum diyor.

"Bir şahsın (ismini vermek istemiyorum) Afyon hapsi yıllarında ve daha evvelinde,
Üstadın bir çok takdir ve senalarına mazhar olduğu, hizmetinde bulunduğu halde, daha
sonraki senelerde hizmeti bir müddet inkıtaa uğruyor. Bilahare Üstadı ziyarete gittiğinde
kendisini, 'Ben şuyum, ben buyum, ben filanım' diyerek tanıtmaya çalıştığı halde, Üstad
Hazretleri defaatle, 'Ben tanımadım' diyor. Ve en sonunda, 'Ha! O sen misin?' diyerek aradaki
inkıtaından dolayı ikaz etmek istiyor.

"Çok çevikti"

"Üstadı bir ziyaretimde vukubulan şu hal çok enteresandır: 79 yaşında olmasına


rağmen o kadar çevik bir şekilde beni karşıladı ki hiç unutmam. Hayatımda ben o kadar çevik,
o kadar cündî bir ruh taşıyan insan görmedim. Halbuki Emirdağ'da Mehmet Çalışkan, hasta
demişti. Yanında o kadar ruhî bir feyiz hissettim ki, onu bir senede kazanamazdım.

"DP'deki yüzdeler"

"Ayrıca mevcut partiler hakkında kalbî birtakım suallerim vardı ki, daha sormadan
cevaplandırırdı. Adnan Menderes'den bahsetti.

Sh»: (S.Ş: 236)

Adnan Menderes hakkında, 'O bizdendir' diyordu. Demokrat Parti hakkında ise; o parti
içerisinde %20 nisbetinde sefih ve masonların bulunduğunu, %80'inin ise Müslüman
olduklarını ifade ediyordu. Hattâ bana, Diyarbakır'a gönderdiği mektupta, 'D.P.'yi
destekleyelim ve yardım edelim' diye emrediyordu. 1957 seçimlerinde Dr. Tahsin Tola'yı bize
göndermiş ve o havalide mebus olması için çalışmamızı mektupla bize bildirmişti.

"Çok zekî bir zat. O bakışlar o kadar harikaydı ki, bir anda insanı tesir altına alıyor ve
oradan insan, bir velayet-i kâmilenin tereşşuhatını hissediyordu.

"Üstadın karşısında dilim tutuldu"

"Daha önceleri askeriyede, Cemal Tural'ın, ben yüzbaşı, o, albay olmasına rağmen,
karşımda tir tir titrediğini gördüm. Ve bir müddet konuşmadım. Dilim rekaket gibi bir hal
aldı. O anda başımı kucağına alıp sıktı. Ondan sonra çıkabildim.

***

"O zamanki görüşmemizde aldığım feyzi, bir sene hususi devamlı çalışsaydım, emin
olun kazanamazdım.

***

"Vefatından biraz önce Diyarbakır'da Üstaddan bir telgraf aldım. Derhal Ankara'ya
gelmemizi istiyordu.

"Hemen uçakla Ankara'ya geldim. Demek son dersini vermek istiyormuş. Zaten ondan
sonra görüşmek nasip olmadı. Ancak Urfa'da mübarek naşını görebildik. Orada, Ankara'da,
birçok Nur Talebesi arkadaşlar vardı.

"Onlar senin muhafızların"

"Diyarbakır'da evimin etrafını askerî birlikler, tanklar muhasara altına almıştı. Bunu
Üstada haber verdim. Üstad, 'Kardeşim onlar senin muhafızlarındır' diye haber gönderdi.
Garip bir tecellidir ki, o subayların ekserisi sınıf arkadaşımdı. Demek ki insanları birbirine
bağlayan sun'î dostluklar değil, mefkûre bağıymış.

"Müsbet hareketi ders veriyordu"

"Üstad son dersinde menfî harekete katiyyen izin vermemişti, katiyyen kılıç
çekilemeyeceğini ve onların aleyhinde buunulmayacağını ifade etmişti. Hattâ ben bir hadiste
gördüm: 'Başınızda bulu-

Sh»: (S.Ş: 237)

nanlar eğer düyevî umurunuzu tedvir ediyor ve dinî faaliyetinize ilişmiyorsa onlara
karşı gelmeyin. Velev ki, başınızdaki karabacaklı bir Habeşli bile olsa.' Nitekim Üstad, 31
Mart ve Şeyh Said isyanlarında da menfî bir tavır takınmamıştı.

***

"Üstad, Millet Partisine ve kendilerine iltifat etmiyordu.

***

"Birgün Afyon'da Üstadı ziyaret ettikten sonra bir arkadaşımla birlikte, Afyon
savcısının da bulunduğu bir toplulukta bulunduk. Orada muhtelif mevzularda konuştuk. Orada
bulunanlar, 'Yüzbaşım, ne kadar da ihatalı, geniş bilginiz var. Muhtelif mevzularda bizi tenvir
ettiniz' dediler. Avukat arkadaşım geveze birisiydi. 'Bu kimdir, biliyor musunuz?
Bediüzzaman'dan geliyor' dedi. Bunun üzerine savcı,

"Şimdi olmadı işte yüzbaşım'dedi.


"Ben de dedim ki: 'Bütün o bildiklerim Bediüzzaman'a olan intisabımdandır.' Tabii
yine muameleleri değişmedi. Ne garip bir durum: Tıpkı asr-ı saadette Yahudilerin Hz.
Peygamber huzurunda Abdullah bin Selam'a yaptıkları muamele gibi..."

Sh»: (S.Ş: 238)

$ SALİH ÖZCAN

1929'da Akçakale'de doğdu. İslâm âlemi ile yakın irtibat ve teması vardır. 1977
seçimlerinde Urfa'dan milletvekili oldu. Faisal Finans'ın kurucusu ve yöneticisidir. Ayrıca
FEY vakfı mütevelli heyeti başkanıdır.

[]

Salih Özcan

"Üstad, 'Annem Hüseynî, babam Hasenî'dir' dedi."

Salih Özcan hatıralarını şöyle anlattı.

"1949 yıllarında Hulûsi Ağabey (Yahyagil) bize, Üstad Bediüzzaman'dan bahseder ve


Küçük Sözler'den okurdu. Afyon'da olduğunu söyler ve bizi Üstadı ziyarete teşvik ederdi.

"O sene liseyi bitirdim. Tatilde Emirdağ'a Üstadın ziyaretine gittim. Dedem bana o
zaman izin vermişti. Mehmed Çalışkan'a giderek beni Üstada götürmesini istedim. Üstad bizi
kabul etti. Dizlerinin üzerinde doğruldu, kalktı, 'Gel, Seyyid Salih! Gel' diye beni kucakladı.
Ellerinden öptüm, başımdan tuttu. Dedemin, Hulûsi Ağabeyin selâmlarını, hürmetlerini
söyledim. Yanımızda bulunan Mustafa Acet'le Mehmet Çalışkan'ı dışarı çıkarttı. 'Ben
yüzbinlerce seyyidi beklerken sen geldin' dedi. Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını
sordum.Annem Hüseynî, babam Hasenî'dir' dedi. Sonra da, 'Ben de seyyid sayılır mıyım?'
diye tebessümle sordu. Ben de, 'Hem de çift taraftan seyyidsiniz' dedim.

"İstanbul'da üniversiteye gireceğimden bahsettim. Orada Nur talebeleri olduğunu,


onlarla tanışmamı söyledi. Daha sonra kendilerine Urfa'dan mektup yazmıştım. O zaman
Vahdeddin Gayberî'yle bir kısım kitaplarını ve eşyalarını göndermişti. Kendisine gidip gelen
Urfalılara, Urfa'ya geleceğini söylerdi. Sonra Ceylân Çalışkan geldi. Dedem, 'Sana misafir
arkadaş geldi' diye Ceylân Çalışkan'a çok alâka gösteriyordu. İlk zamanlar bizde misafir
kalmıştı.

"Ankara'da toplantılarımız olurdu. Bu toplandılara Demokrat Partnin Millî Eğitim


Bakanı Tevfik İleri'nin babası, Prof. Münif Çe-

Sh»: (S.Ş: 239)

lebi, Osman Nuri, Kemal Kalkan Paşa, Mahmud Yazır, Nail Pertev Paşa ve Cevat
Çağrı gibi zatlar da katılıyordu. Sohbetlerde sık sık Bediüzzaman'dan söz edilirdi.

"Ali Ekber Şah'ın Üstadı ziyareti"

"O sıralarda Türkiye'ye Pakistan Maarif Nâzır Vekili Seyyid Ali Ekber Şah gelmişti.
Cihan Palas Otelinde kalıyordu. Tevfik İleri, misafirin Üstadı ziyaret etmek istediğini, bizim
alâkadar olmamızı, ancak kimsenin duymamasını söyledi.
"1952 yılında idi. Mehmed Gemalmaz'la birlikte misafiri de alıp Emirdağ'a gittik ve
bir otele indik. Üstadın acele bizi beklediğini bildirdiler. 'Hemen gelsinler' demiş. Beraberce
gittik. Üstad, Ali Ekber Şah için bir sandalye istedi. Hamza Emek hemen bir sandalye tedarik
edip geldi. Üstad, 'Seyyid Salih tercümanlık yapsın' diyerek benim tercümanlık yapmamı
emretti. Konuşmasında, Risale-i Nur hareketini ve hizmetlerini, İslâm dünyasının durmunu
anlattı. Ben tercüme ediyordum. Ancak mevzu gittikçe derinleşiyordu. Öyle bir noktaya geldi
ki, ben tercüme etmekte güçlük çekmeye başladım, hattâ işin içinden çıkamaz oldum. Bu
sırada Üstad iki dizinin üzerine doğruldu ve çok fasih bir Arapça ile konuşmaya başladı. Ben
öylesine fasih ve beliğ bir Arapça konuşma dinlemedim.

"Seyyid Ali Ekber Şah, 'Beni talebeliğe kabul eder misiniz?' dedi. Üstad ona, 'Seni
yirmi senelik kardaşlığa kabul ediyorum' cevabını verdi. Üstadı Pakistan'a davet etti. Orada
kendi emrine her türlü imkân, rayo istasyonu ve matbaa tahsisi edebileceklerini söyledi. Üstad
buna karşılık şöyle cevap verdi:

"Kardaşım, Ali Ekber Şah! Bu hizmetleri göğüs göğüse yapmak icap ediyor. Siperin
arkasında hizmet olmaz. Esas hastalık burada başladı. Ben Mekke'de de olsam buraya
gelirdim. Asıl hizmet buradadır, cephe buradadır.'

"Üstad Hazretleri Ali Ekber'e eserlerinden verdi. Osman Çalışkan ve Dr. Tahir
Barçın'la birlikte Üstadın yanından ayrıldık.

"Ali Ekber Şah'ı uğurlama"

"Seyyid Ali Ekber Şah, Üstadı ziyaretten son derece memnun olmuştu. Devamlı
olarak, bu ziyaret imkânını bahşettiği için Allah'a hamdediyordu. O geceyi beraberce otelde
geçirdik. Üstad hakkındaki kanaatlerini sordum. 'Bu zat sırf Kur'ân'dan konuşuyor. Bu kadar
fasih ve beliğ olarak Kur'ân lisanını konuşan sadece bu zatı gördüm' diye cevap verdi.
Sh»: (S.Ş: 240)

"Sabahleyin Üstadın yanına gittim. Bana, 'Keçeli, keçeli! Bu zatın devlet adamı
olduğunu söylemedin. Görüşmemiz yeter' deyince ben çok üzüldüm. Adam, Üstadı tekrar
ziyaret etmek istiyordu. Üstad kabul edemeyeceğini söyleyince, 'Eyvah, bir daha
göremeyecek miyim?' diye ağlamaya başladı.

"Emirdağ'dan otobüsle ayrılacağımız sırada, bir de baktık ki, Üstad onu uğurlamaya
gelmiş. Otobüste yan yana oturdular. Yedi-sekiz kilometre kadar beraberce gittiler. Ali Ekber
tekrar görüşebilmekten dolayı çok memnundu. 'Allah'a şükür, sizi bir daha gördüm' diye
seviniyordu.

"Ayrıcalıkları sırada Üstada bir kese altın vermek istedi. Ayrıca bir de ipek kumaş
takdim etmek istiyordu. Altının hizmetlerde kullanılmasını, kumaşın da Nur talebelerinin
ayaklarının altına serilmesini arzu ediyordu. Üstad uygun bir lisanla kabul edemeyeceğini
bildirdi.

"Ali Ekber'i uğurladıktan sonra Zübeyir Ağabey çıkageldi. Üstad Zübeyir Ağabeye
hitaben, 'Bir veziri yolcu ettik, başka bir veziri karşıladık' diye iltifatta bulundu.

"Ali Ekber Şah, ülkesine döndükten sonra Üstadla alakalı çok sitayişkâr konuşmalar
yapmıştı. El-Cumhuriyet gazetesinde de, 'Risale-i Nur, Kur'ân'ın tercümanıdır' diye yazdı.

"O sırada Üstada, Pakistan Dostluk Cemiyetini kurtarmak istediğimizi söyledik. 'Beis
yok, kurun' dedi.
[]

Salih Özcan'ın sahibi bulunduğu Hilâl Dergisi 1960 yılının Nisan-Mayıs sayısını
Bediüzzaman için özel sayı olarak çıkarmıştı.

"Benim kabrimi kimse bilmeyecek!"

"1954 yılının yazı idi. Emirdağ'da Mustafa Acet, Sâdık ve ben, Üstadla birlikte dağa
çıkıyorduk. Bir ağacın altına gelince, Üstad orada yarım saat kadar durdu ve tefekkür etti.
Sonra bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi:

Sh»: (S.Ş:241 )

"Keçeli, keçeli! Kimse benim kabrimi bilmeyecek. Sen de bilmeyeceksin. Ben senin
memleketinde vefat etmek isterim. Halilullahın civarında ölmek isterim.' Üstadın bu sözlerini
Mustafa Acet yazmıştı.

"Menderes'i desteklemek lâzım"

"Bir ara ben, 'Bu Menderes çok münafıktır' diyerek aleyhinde konuşmaya başladım.
Üstad hiddetle, 'Sus, keçeli! Menderes'e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni
olanlar var' cevabını verdi.

"Bunun üzerine ben, 'Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim' dedim. Üstad, 'Eğer
bugün Bayar bana dese, 'Said gel, buraya otur,' ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde
yetmiş dindar olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden
olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes'i
desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi
masumdur. Kabahat yüzde beşindir.'

"Üstad Millet Paritsinden bahsederek, 'O partide çok münafık var. Kuvvet dindarların
elinde değil' dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: 'Sen benim yanıma geldiğin
zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca
gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risale-i Nur'dan bahsedeceksin.'

"Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî'ye Üstaddan bahsettim, Beşinci Şuâ'yı
okudum. 'Hâzâ sahih,' yani, 'Bu gerçekten doğrudur' dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini
söyledim. 'Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim' dedi. Beni nerede görse,
Bediüzzaman'ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu.

Tarihçe'deki resimler

"Tarihçe-i Hayat'taki resimlerin baş kısımlarını çizerek başı gövdeden ayırırdı. 1955'
İhlâs Risalesi'ni bastırmıştım. 'Bârekellah, perdeyi yırttın. Seni tebrik ederiz' dedi.

"Emirdağ'a, 'Eddâî'nin bulunduğu formayı götürmüştüm. Üstadla yolda karşılaştık.


'Oradaki yetmiş dokuz değil, daha büyüksünüz. Bunda da hata var' dedim. 'Keçeli, bu
doğrudur. Karışma sen. Bu böylece kalsın' dedi.

Sh»: (S.Ş: 242)

Vebhâbîlik bahsi

"Vebhabîlik meselesini Üstada sordum ve Mektubat'ta onunla alâkalı kısmın


konmamasının münasip olacağını düşündüğümü söyledim. 'Evet, bu bahis risalelerini İslâm
âlemindeki intişarına mâni olur. Sonradan bu mesele izale olur' dedi. "
Seyyid Salih Özcan'ın Üstada yazdığı mektup

Salih Özcan'ın Gençlik Rehberi mahkemesinin beraatle neticelenmesinden sonra


Urfa'dan İstanbul'a, Üstad Bediüzzaman'a yazdığı bir mektup:

[]

Seyyid Salih Özcan'ın Üstada yazdığı mektup

"Çok muhterem, çok aziz, çok mubarek, çok müşfik ve bütün yüksek sıfatların
mazharı olan Üstadım Efendim Hazretleri,

"Evvelan: Çok mübarek el ve ayaklarızdan tazimatla kana kana öper, dua-yı âlîlerinizi
bütün ruhumla niyaz eylerim.

"Saniyen: Mahkeme beraatının bütün âlem-i İslâmda yapmış olduğu akislerin ve


sevinçlerin elbette bir âciz talebelerinizi de en az o kadar sevindirmiş ve Allah'a hamd ederek,
Risale-i Nur'un bir zafer-i azîmi olarak telâkki etmeleri ve istikbale ait parlak ümitler
müjdelemiştir.

Sh»: (S.Ş: 243)

"Salisen: Hazret-i Üstadımız Efendimiz, birçok mecmua ve gazetelerde Risale-i


Nur'un bazı parçalarını, bazen değiştirerek yazdıklarını ve hattâ maalesef istismar ettiklerini
görmekle müteessir oluyoruz. Bu halleri Hazret-i Üstadımıza arz etmenin elzem olduğunu
kanaat getirdik. Bütün bizleri arındıran bu hadiseler karşısında, buradaki üniversiteli Nurcular,
kendi aralarında toplanarak, Büyük Nur isminde bir mecmuayı çıkarmak fikrine vardılar.
Fakat bu fikri fasıl haline getirmeden önce, Hazret-i Üstadımıza arz etmeyi zarurî bulduk. Bu
hususta, yüksek emirlerinize muntazırız, Efendim Hazretleri.

"Sevgili Üstadım; Risale-i Nur'a hizmet için, hakikata hizmet için, kusurlarımı af
buyururarak en münasip şey ne ise Rabb-ı Rahim ihsan buyursun. Ve Risale-i Nur'un
mübelliğ-i âzamı, istihdam-ı Nuriye ve Nur'ların merkez-i hakakîsi olan sevgili Üstadımdan
emir ve fermanını el açarak bekliyorum. Hangi surette istihdam emir buyurulursa, İnşaallah
lütf-u İlâhî ile muntazırım, Efendim Hazretleri. Bütün kardaşlarımız ayrı ayrı selâm ve
hürmetlerini arz ederler."

El-Baki Hüve'l-Baki

Kusurlu talebeniz:

Seyyid Salih (Özcan)

Sh»: (S.Ş: 244)

[]

Salih Özcan'ın Üstada yazdığı iki mektup

Sh»: (S.Ş: 245)


$ KÂMİL ACAR

Kamil Acar, Van-Muradiye'de doğdu. Çeşitli tarihlerde Üstadı ziyaret etti.

[]

Kamil Acar

"Üstada ilk gidişim"

"Sene 1952, Haziran ayı ve Ramazan'ın 12'si idi. Emirdağ'ın Uzunçarşısındaki


Mehmed Çalışkan'ın dükkânına gittim. 'Ben Van'ın Muradiye kazasından Terzi Kemal
Acar'ım' dedim. 'Ziyarete mi geldin?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Üstadımıza haber gönderelim
kabul ederse görüşürsünüz' dedi. Çalışkan Ağabey birisine söylediyse de, 'Ben yeni geldim
gidemem' dedi. Başka birisine söyledi, o da, 'Ben bu gece hiç uyumamışım öğleden sonra
gideyim' dedi. Biz ikindi namazına kadar orada kaldık. Namazı kılıp geldim. Çalışkan
Ağabey, 'Daha kimse gelmedi' dedi. Sonra otele gittim. Cevşen okudum. Bitirdikten sonar,
merdivenlerden ayak sesleri geldi. Odadan dışarı çıktım. Baktım Çalışkan Ağabey... Beni
çağırdı ve beraber dışarıya çıktık. Biraz birlikte yürüdük, sonra, 'Şunu takip et' diyerek
birisinin arkasından gitmemi söyledi ve kendisi ayrıldı. Önümde birisi başını yere eğmiş
yürüyordu. Onu takip ettim. Birkaç adım gittikten sonra, sağa döndük. 150-200 metre gittik,
bir evin önünde durduk. O zat cebinden bir anahtar çıkardı, beyaz tahtadan yapılmış bir kapıyı
açtı ve içeri girdi. Bana da, 'Gel' dedi ve girdik. Kapıyı kilitledi. Önümüze üstü açık bir salon
çıkmıştı. Merdivenin yakınında tahtadan yapılmış bir askı vardı. Üzerinde üç tane çivi vardı.

"Seni Haydaran aşireti yerine kabul ettim..."


"İkimiz beraber, merdivenden yukarı, ikinci kata çıktık. Karşıdaki odanın kapısını
vurdu. 'Gel' demesiyle içeri girdi. Ben de onu takiben girdim. Selâm verdim. Üstad,
'Aleykümüsselâm' diyerek selâmımı aldı. Elinde Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi okuyordu. O
talebeye, 'Mangalı götür, ateşi iyice yansın, çiğ kalmasın' dedi. Kitabı kapadı, başının
üzerindeki rafa bıraktı.

"Ben gittim, elini öptüm. Elini boynuma attı, 'Otur' dedi. 'Nere-

Sh»: (S.Ş: 246)

den geliyorsun? İsmin nedir? Babanın ismi nedir?' diye sordu. Ben de, 'İsmim Kemal,
babamın ismi Cemşid. Babam, Şeyh Enver Efendinin mürididir. Şeyh Enver Efendi ile siz
Çoravanis'te ve Nurşin Camiinde iken, babam sizin ziyaretinize gelmiş' diye cevap verdim.
Üstad, 'Hangi aşirettensin?' dedi. Ben de 'Haydaran aşiretinden, Etmaneki kabilesindenim'
dedim. Üstad, 'Senin ismin Kemal değil, Kâmil'dir' dedi ve sözlerine devam etti: 'Sen benim
27 senelik talebemsin. Babanı da talebeliğe kabul ettim. Seni bütün Haydaran aşireti yerine
kabul ettim. Her sabah ism-i Azamla sizlere dua ediyorum. Benim bir tane Kâmil talebem
daha var. Sen de ikinci Kâmil'sin. Benim terzi talebelerim bana çok sadıktır.'

"Daha sonra Üstad, 'Sen zahmet çekmişsin, buraya gelmişsin, senin harçlığını
vereceğim' dedi. Ben de, 'Benim buraya gelecek gidecek kadar param vardır; yalnız beni
Risale-i Nura hizmetçi yap. Akrabalarım bana para verdiler, buraya geldim' dedim. Üstadımız
bunun üzerine, 'Benim bu günlerde çok masrafım oluyor. Almanya'ya çok eser gönderiyorum.
Almanlar, Zülfikâr mecmuasını başları üzerinde tutuyorlar. Benim şimdiye kadar 200 lira ile
9 altınım vardı. Bu masrafları bu parayla yapıyorum. Yoksa senin harçlığını verecektim' dedi.
Ben, 'İstemem' dedim ve Van'daki Molla Hamid, Molla Resul, Molla Yusuf, Çaycı Emin,
Çaldıranlı Taceddin ve bizim eski müftü Hasan Efendinin selâmlarını söyledim. Üstadımız,
'Ben onalar mektup yazamıyorum, fakat sen benim canlı mektubum olarak gideceksin, onlarla
görüşeceksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. O havalideki Nur Talebeleriyle muhabere
edeceksin. Bana ara sıra mektup yazacaksın. Talebelerle sık sık görüşeceksin. Benimle
görüştüğünü de kimseye söylemeyeceksin. Ben Şarkı çok seviyorum. Şarka İnşaallah
geleceğim' dedi. Ben de, 'İnşaallah bekleriz Üstadım' dedim ve ilâve olarak 'Suad'ın da selâmı
var' dedim. Suad, Üstadın kardeşi Abdülmecid Ağabeyin oğlu idi. Van'da askerdi. Gelirken
onu da görmüştüm. 'Amcamın elini öperim, selâm söyle' demişti. Üstad, 'Maaşallah, demek
sen Suad'ı da gördün, ben daha görmemişim' dedi. Elini öpüp, dua istedim, ayrıldım. Birinci
görüşmem böyle oldu.

"Üstadı ikinci ziyaretim"

"1953 yılında, Üstadla görüşmeye giderken Urfa'ya uğradım. Urfa'da Abdullah Yeğin
ile Hüsnü Bayram vardı. Onlarla görüştüm. Abdullah Yeğin, Üstadımıza verilmek üzere bana
bir mektup verdi. Hüsrev Ağabeye ait bir miktar da kitap parası emanet etti. Bir arkadaşla
beraber Isparta'ya gittik. Isparta'da Nuri Benli ve Rüştü Ça-

Sh»: (S.Ş: 247)

kın Ağabeylerin adreslerine vardık. Aynı zamanda onlara mektuplaşıyorduk.

"Bizi oğluyla birlikte Üstadın evine gönderdi. Zübeyir Ağabey kapıyı açtı. O zamana
kadar Zübeyir Ağabeyi görmemiştim. Fakat mektuplaşıyorduk. İsmimizi sordu. 'Muradiyeli
Terzi Kâmil Acar' dedim. Hemen tanıdı, boynuma sarıldı. Arkadaşımı sordu. Onun da ismi
Feyyat'tı. 'Arkadaşımdır' dedim. 'Üstadımıza söyleyeyim' deyip, yukarıya çıktı. Hemen bizi
çağırdı. Gittik. Üstad Hazretleri, kıbleye karşı oturmuş, birşeyler okuyordu. Elinde kitap
yoktu. Elini öptük. 'Oturun' dedi. Elini boynuma attı. Arkadaşımın yüzüne elini vurdu. Onu da
kardeşliğe kabul etti. 'Kardeşim, ne var, ne yok?' diye Risale-i Nur'un inkişafını sordu. Ben de
Van'dan, Muradiye'den, Diyarbakır'dan, Urfa'dan, Nurun inkişafını anlattım. Çok memnun
oldu. Abdullah Yeğin Ağabeyin mektubunu verdim. 'Hüsrev ağabeyi görüp, emâneti
vereceğim' dedim. 'Peki' dedi. 'Nereden gideceksin?' dedi. Ben de, 'Nereden emir ederseniz
oradan giderim' dedim. 'Sen gideceğin yolu söyle' dedi. Ben de, 'Erzurum'dan gideceğim'
dedim. 'Ağrı'da (Karaköse) eski mebus Ahmed (Alpaslan) Beye uğra, (O da daha önce
Üstadla görüşmüş) İran'daki muhabereyi temin etti mi diye sor' dedi. 'Talebelerle daima gidiş-
geliş yapsın' diye buyurdu. Oradan biz elini öpüp ayrıldık.

"İran'a Risale gönderiyoruz"

"Ben dönüşte mebus Ahmed Beyle görüştüm. 'Biz muhabereyi temin edemedik' dedi.
Bana, İran'daki adamın kim olduğunu ve adresini verdi. Ben de Üstadımıza mektup yazdım.
Üstadımız, 'Sen oraya kitap göndermeyi temin et' dedi. Ben de bir iş dolayısıyla pasaport alıp
gittim. Kaleni (Siyahçeşme)... Orada Şeyh Adil ile görüştük. 'Ben sana Risale-i Nurları
getireceğim, sen bu kitapları Tahran'a yakın bir şehirde bulunan Seyyid Abdullah'a
göndereceksin' dedim. Üstadımızın eski talebelerinden, Gevaş'a bağlı bir köyde kalan
Abdulvahab Gazi, Türkiye'den ayrılarak İran'ın Katar kazasına gidip yerleşmişti. Onu
buldum. Abdulvahap Gazi ile, Üstadımızın gönderdiği mektubu Seyyid Abdullah'a gönderdik.

"Daha sonra, ikinci bir pasaport daha alarak İran'a gittim.

"Arapça Mesnevi-i Nuriye, İşaratü'l-İcaz, Asâ-yı Musa, Hutbe-i Şamiye ve bir de


Üstadımızın eskiden matbaada bastırdığı Arapça Hutbe-i Şamiye, Hubab, Katre, Nokta
birleşik bir kitap halinde, onlarıda Abdulvahap Gazi vasıtası ile Seyyid Abdullah'a
gönderdim. Seyyid Abdullah daha sonra, Üstadımıza, kitapları aldığına dair bir

Sh»: (S.Ş: 248)


mektup yazmış. Ben de, Şeyh Adil'den bu mektubu alıp getirdim, Üstadımıza
gönderdim.

"Üstadı üçüncü defa ziyaretim"

"Birgün Denizli'ye gitmem icap etmişti. Giderken Diyarbakır'da Molla Ali'ye


rastladım. O da İzmir'e gidiyordu. Ben, Isparta'ya uğrayıp Üstadı ziyaret edeceğimi söyledim.
Molla Ali de, 'Ben, Hacı Ziya ve Hacı Mustafa, Üçümüz de Üstadın ziyaretine gidecektik'
dedi.

"Biz Molla Ali ile trenle gittik, Isparta'da indik. Hacı Ziya ile Hacı Mustafa'yı
istasyonda gördük. Dördümüz beraber şehre gittik. Ben, 'Dördümüz birlikte gitmeyelim, siz
üçünüz gidin, ben sonra giderim' dedimse de Hacı Ziya ısrarla, 'Hepimiz beraber gidelim'
dedi. Gittik, kapıyı vurduk. Bayram Ağabey açtı. 'Üstadımız çok rahatsızdır, kimseyi kabul
etmiyor' dedi. Kapının arkasına bir lahika mektubu yapıştırmışlar. Bayram Yüksel onu okudu.
Şu satırlar yazılıydı: 'Beni ziyarete gelmektense Risale-i Nur'u okusunlar. Benimle görüşmek
beş veya on dakika olabilir. Fakat Risale-i Nur'u okuyanlar her an benimle beraberdir.'

"Ben hemen dönüp, kapıdan çıkmak istedim. Bayram Ağabey, isimlerimizi sordu. Ben
de, o zamana kadar Bayram Ağabeyle şahsen görüşmemiştim; fakat mektuplaşıyorduk.
İsimlerimizi söyledik. 'Muradiyeli Kâmil sen misin?' dedi. 'Hoş gelmişsiniz' diyerek ilâve etti.
'Durun Üstadımıza söyleyeyim' dedi ve yukarı çıktı. Biraz sonra geldi. 'Bekleyiniz, Üstadımız
aşağıya iniyor' dedi.

"Biraz sonra Üstad Hazretelri, Tahirî ve Zübeyir Ağabeyler koltuklarına girmiş olarak
aşağıya doğru iniyordu. Ben diğer arkadaşlara, 'Hemen merdivenin baş tarafına çıkalım, Üstad
Hazretleri aşağıya inmesin' dedim. Beraber yukarı çıktık. Üstadın elini öptük. 'Nasılsınız?'
diye sordum. Üstadımız, 'Ben rahatsızım. Kimseyi kabul etmiyorum. Zahmet ederek buraya
kadar gelmişsiniz. Buraya gelmektense, Risale-i Nur okuyun' dedi. Bana, 'Niye geldin?' diye
sordu. Ben, 'Denizli'de kardeşim askerdir. Hastalanmış oraya gideceğim' dedim. Üstad,
'Kardeşin iyi olur, birşey olmaz' dedi. 'Buralarda kalmayın, hemen gidin' diye de sözlerine
ilâve etti.

"Üstada çok zahmet verdiniz"

"O akşam vesâit olmadığı için, otelde kaldık. Gece hepimiz hastalandık. Hemen kalkıp
Molla Ali ile istasyona gittik. Diğerleri otelde kaldılar. Ben Denizli'ye, Molla Ali de İzmir'e
gitti.

"Denizli'den dönüşümde, tekrar Isparta'ya geldim. Rüştü Ağabe-

Sh»: (S.Ş: 249)

yin dükkânına gittim. Rüştü Ağabey, 'Ayrılma, Bayram Ağabey azık almaya gitti.
Gelip Üstadla geziye gidecekler' dedi. Bayram Ağabey geldi. Birlikte giderken, bana,
'Kardeşim, siz, Üstadımıza çok zahmet verdiniz. Üstadımızı hasta hasta aşağıya indirdiniz.
Üstadımız Risale-i Nur'u okumayanlarla görüşmüyor. Senin biraz Risale-i Nur'a hizmetin
olduğu için geldi, sizi gördü. Bundan sonra gelince yalnız geliniz. Başkasını getirmeyiniz'
dedi. Ben, 'Bunlarla gelmemiştim. Yolda görüştük, beraber geldik' dedim.

"İçeri girdik. Üstad taksinin içinde oturuyordu. Zübeyir Ağabey yanındaydı. Ceylan
Ağabey camı indirmek istedi. Üstadımız, 'Kapıyı aç' dedi. Beni yanına aldı, elini boynuma
attı. Konuştuk. Bazı talebeleri sordu. Risale-i Nur'a ait dersleri sordu. Mahkememizi sordu.
Ben de kendisine malûmat verdim. 'Peki, seni istasyona bırakalım' dedi. Ben, 'Otobüs bileti
aldım, trenle gitmiyorum' dedim ve elini öperek ayrıldım. Onlar geziye, ben de şehre gittim.
Otobüsle giderken Eğirdir'e uğradık. Otobüs orada durdu.
"Bir de baktım ki, Ceylan Ağabey beni çağırıyor. 'Niye geldin?' dedi. 'Biz buradan
Konya'ya gidiyoruz' dedim ve beni nasıl bulduğunu sordum. Meğerse onlar da Eğirdir'e
gelmişler. Ceylan Ağabey, 'Üstadımız beni gönderdi. Bak bakalım, Kâmil niçin gelmiş, öğren'
dedi. Ben de, 'Sizin buraya geleceğinizi bilseydim, sizinle buraya kadar gelirdim' dedim.
Böylece birbirimizden ayrıldık.

"Dördüncü ziyaretim"

"Üstadı dördüncü defa ziyaretim ise şöyle oldu:

"Hacı Raşit bana, 'Üstad Hazretlerine gittiğin zaman bana da haber et, beraber gidelim.
Bensiz gidersen, Üstada söyle, bana dua etsin. Çok hastayım. Doktorlara çok param gitti' dedi.
Gideceğim zaman Hacı Raşit'e haber gönderdim, Erciş'e geldi, beraber Diyarbakır'a gittik.

"Sabahleyin Diyarbakır'dan Urfa'ya hareket ederken kardeşlerden birisi bana, 'Ben,


Abdullah Yeğin Ağabeye bir tane su testisi göndereceğim, siz götürün' dedi. Bir tane o aldı,
bir tane de ben aldım. İki tane su testisini Urfa medresesine götürdük. O gece Urfa'da kaldık.
Sabahleyin Abdullah Yeğin Ağabey, 'Ben bir lûgat yazıyorum. Üstadımıza mektup yazdım.
Lûgat hakkında cevap vermedi. Bir de babamdan mektup geldi, annem hastaymış, 'Kurban
Bayramı için buraya gel' diyor. Bunu ve lûgat meselesini Üstadımıza söyle bakalım ne
diyecek. Lûgat yazmanın Risale-i Nur neşrine bir manii mi var ki, Üstadımız bizim
mektubumuza cevap vermiyor. Bir

Sh»: (S.Ş: 250)

de memlekete gitmem için müsaade var mı? Sor. Bu su testisini de Üstada götür' dedi.
Ben, 'Götürmem, Üstad testiyi ne yapacak?' dedim. Abdullah Ağabey, illâ götür diye ısrar etti.
Ben 'Götürsem de, Abdullah Ağabey gönderdi diyeceğim' dedim. 'Sen götür' dedi. Ben de
götürdüm.
"Emirdağ'a Kurban Bayramının arefesi günü vardık. Doğru Çalışkan Ağabeyin
dükkânına gittik. 'Üstadımız bugün rahatsızdır. Hiç kimseyi kabul etmiyor' dedi. O an da
Hüsnü Bayram Ağabey geldi. Görüştük. 'Ben Üstadımıza söyleyeyim' dedi ve gitti. Çalışkan
Ağabey, 'Hüsnü'yü tanıyor musun?' dedi. 'Evet' dedim. 'Urfa'da çok görüşmüşüz' dedim. Biraz
sonra geldi. Bizi aldı. Üstadın yanına gittik. İçeriye girdik. Selâm verdik. Selâmı aldı, bize
işaret etti. 'Oturun' diye.

"Üstad çok hastaydı"

"Kendisi karyolasında oturmuştu. Çok rahatsızdı. Zübeyr Ağabey yanımda idi.


Konuşmasını biz anlamıyorduk. Üstad. Zübeyir Ağabeye söylüyor, Zübeyir Ağabey de bize
anlatıyordu. Bizim söylediğimizi de Üstada söylüyordu. Zübeyir Ağabey konuşurken çok
sıkılıyordu, terliyordu. O anda, 'Hüsnü sen gel' dedi. Zübeyir Ağabey kalkıp, odasına gitti.
Hüsnü Bayram Ağabey, birkaç kelime konuştu. O da sıkılınca, ben biraz karyolaya doğru
ilerledim. Üstad da bana doğru biraz yaklaştı. Ve şöyle konuştu: 'Ben çok hastayım.
Konuşamıyorum. Senin geldiğin bana şifa oldu. Ben şimdi çok iyileştim.' Ben, 'Kurban, ben
neyim ki. Seni Allah iyileştirdi. Benim de ruhumu sana kurban etsin' dedim. Üstad, 'Hüsnü
bana dedi ki, Kâmil gelmiş. Ben, 'Lüzumsuz, niye gelmiş?' dedim. Halbuki çok lüzumlu bir iş
için gelmişsin. Ben kimsenin hediyesini kabul etmiyorum. Fakat senin 50-60 liranı kabul
edeceğim. Ben bu hizmeti kime yaptırsaydım, 50 lira onun masrafını verecektim. Sen kendi
paranla bu masrafı yapacaksın. O zaman senin 50 liranı hediye olarak kabul etmiş olacağım'
dedi. Ben de, 'Kurban, bizim de gayemiz, Risale-i Nura hizmet etmektir. Hizmet yapmak için
buraya gelmişim' dedim. Üstadımız, Hüsnü Ağabeye, 'Hüsnü, sen Konya'da, ve
Diyarbakır'daki talebelerin, dörder aylık, çocuklarının tayinlerini 35 kuruştan hesap et.
Kayalar'ın ve Abdülmecid'in çocuklarını dört aylık paraları ne tutuyorsa Kâmil'e verelim,
götürsün, versin. Bir de üniversite talebelerinin Konferans kitabını da (o zaman daktilo ile
yazılmıştı) Kâmil'e verelim. Götürsün, kardeşim Abdülmecid'e versin. Acele Arapçaya
tercüme etsin, bize göndersin. Arabistan'a göndereceğim' dedi. Sonra da bana dönerek,
'Konya'da
Sh»: (S.Ş:251 )

şehir içinde Abdülmecid'in koltuğuna sokulma. Çünkü o korkaktır. Evine git, gör. Bu
paraları da, ekmekten başka birşeye vermesinler' dedi.

"Üstadım, Hacı Raşit hastadır, ona dua et"

"Sonra Hacı'nın kim olduğunu sordu. Hacı Raşit kendini tanıttı. Ben de, 'Üstadım,
Hacı Raşit hastadır. Ona dua et' dedim. Birşey demedi. Bir daha dedim, yine birşey
söylemedi. Biraz sonra, bir daha söyledim: 'Hacı Raşit hastadır, dua et.' Üstad, 'Ben hastayım,
hiç doktora gitmiyorum' dedi. 'Kurban, Hacı Raşit de hiç doktora gitmiyor. Buraya gelmiş,
yalnız duanızı istiyor. Ona dua et' dedim. Üstad hafifçe tebessüm ederek, Hüsnü Ağabeye,
'Hüsnü, ismini yaz, ona sabahleyin İsm-i Azamla dua edeyim' dedi.

"Ben, 'Üstadım, Urfa'dan iki tane testi getirmiştik. Birini Abdullah Ağabey size
gönderdi. Çalışkan Ağabeyin dükkanında' dedim. Üstad, Hüsnü Ağabeye, 'Onu getir' dedi.
Hüsnü Ağabey, yalnız birisini getirmişti. Üstad, 'İkisini de niçin getirmedin, bana çok lüzumu
vardı' dedi. Bana, 'Kaça aldın?' dedi. Ben de, '70 kuruşa aldım' dedim. Üstad, 'Ben sana 75
kuruş vereceğim, beş kuruş da fark veriyorum' dedi. 75 kuruşu bana verdi. Bir de tek gümüş
lira verdi. Hacı Raşit'e de, 50 kuruş verdi. 'Bunu, ekmekten başka birşeye vermesin' dedi.

"Bir elifba ile bir lûgat yazsın"

"Ben, Abdullah Yeğin'in babasından gelen mektubu söyledim. Üstadımız, 'Gidemez'


dedi. 'Bayramda babası Urfa'ya gelsin' buyurdu. 'Bir de lûgat yazması için cevap
vermemişsiniz, onun için ne emir buyurursunuz' dedim. Üstadımız, 'Hemen bir elifba ile bir
lûgat yazsın ki, Risale-i Nur okuyucularının kelimeleri anlamasında ilk mektep talebesiyle
üniversite talebesinin farkı olmasın' dedi. İki lûgat ismi verdi. 'Bunlardan istifade etsin' dedi.
(Kâmus ve Ather-i Kebir)

"Mezarımı 3-4 talebemden başka kimse bilmesin"

"Sonra Hüsnü'ye, 'Paraları getir, say' dedi. Bir tahta bavulu açarak, içinde bir gümüş
mühür, bir de Üstadın imzası olan katlanmış bir kağıt parçası göründü. Üstad, 'Ka' dedi 'Yani
onu ver. 'Ka' Kürtçe bir kelimedir). Üstad kağıdı açtı, bana göstererek: 'Bu benim

Sh»: (S.Ş: 252)

vasiyetnâmemdir. Bu da mührümdür. İki senedir bunu arıyordum,bulamıyordum.


Bugün bulunduğuna göre, vasiyetnâmemin Kâmil'e okunmasının lüzumu vardır.'

"Hüsnü Ağabeye, Gözlüğü ver. Kâmil'e okuyayım' dedi. Ve okudu:

"Said'in bir vasiyetnâmesidir. Emirdağ'da vefat edersem, yukarı mezarlığa defnediniz.


Isparta'da vefat edersem, orta mezarlığa defnediniz. Üç veya dört talebemden mâada yerini
kimse bilmesin... Hayatım, ziyareti kabul etmediği gibi, memâtım hiç kabul etmeyecek.
Risale-i Nur şimdiki gibi, kıyamete kadar devam edecek. Risale-i Nur'a tam hizmet edenlerin
tediyeleri, Risale-i Nur'un paralarından, zekât paralarından temin edilecek.'

Risale-i Nur'un 11 talebesinin isimlerini okuyarak söyledi. Talebelerden 5-6 tanesinin


isimleri aklımda kalmış. Üstad bana; 'Sana tediye vereceğim, fakat ihtiyacın yok' dedi. Ben
de, 'Kurban, keşke ben o kadar Risale-i Nur'un hizmetinde bulunaydım. Tediyeye muhtaç
olaydım. Başka birşey istemiyorum' dedim. Bana, 'Sen, Şarkta Hüsnü gibisin' dedi. Ben,
'Hüsnü'nün ayağının türabı olamam' dedim.
"İnebolu'da beraat eden kitapların, beraat kararıyla raporlarını bana verdi. 'Kendi
kitaplarını bununla alırsın' dedi. Ve, 'Benim namıma 300 kitap İnebolu'da tahsis etmişler.
150'sini sana göndermek için mektup yazmışım. Lahika mektubunu aldım. Kitaplar gelmedi.
Araştır' dedi. Elini öptükten sonra Üstadın yanından ayrıldım. Biraz da Zübeyir Ağabeyin
odasında oturduk. Bize Konya adresini verdi, ayrıldık.

"Son ziyaretim"

"Üstad Bediüzzaman'ı beşinci defa ziyaret edip, elini öpüp, duasını alışım ise, şöyle
olmuştu:

"1959'un Aralık ayıydı. Muzaffer Küçükyıldız ile beraberdik. Afyon'a kadar beraber
gittik. Afyon'da Muzaffer'e, 'Ben İzmir'e gideceğim, sen de Isparta'ya git. Üstad Hazretleri
Eskişehir'deymiş. Sen Isparta'da beni bekle, ben oraya geleyim. Üstad gelmemişse,
Eskişehir'e gideriz' dedim. Muzaffer, Isparta'ya gitti, ben de İzmir'e gittim. İzmir'e, o gün
Bekir Berk Ağabey geldi. Nazilli mahkemesine gitti. Ben de Isparta'ya gittim. Geceleyin
Muzaffer beni istasyonda bekliyordu. İner inmez yanıma geldi. Bana, 'Üstadımız bugün
buraya geldi, ben gittim yolda görüştüm, sana selâm söyledi' dedi.

"Sabahleyin Muzaffer ile birlikte Üstadın evine gittik. Sungur Ağabey yanında idi. Biz
elini öptük. 'Oturun' dedi. Oturduk. Ağa-

Sh»: (S.Ş: 253)

beylerin selâmlarını söyledik. Jandarma Kumandanı İsmail Atay ve Doktor Ertuğrul


ismideki zatların Risale-i Nur'u okuduklarını ve derslere geldiklerini söyledik. Memnun oldu.
İsimlerini yanına yazdı. 'Ben onlara dua ederim' dedi. Benim ve Muzaffer'in analarımızın,
babalarımızın isimlerini yazdı. 'Onları da talebeliğe kabul ettim' dedi. Ben, bir çift tiftik
eldiven götürmüştüm. Üstadıma verdim. 'Ben üşümüyorum. Çünkü yorgana sarılıyorum.
Bunun size çok lüzumu var, tekrar size veriyorum' dedi. Tekrar bana verdi. İran'daki
muhabereyi sordu. Ben,'Gelen mekutbu size gönderdim' dedim. Kitapları da götürüp verdim.
Sungur Ağabeye, 'Bana mektup verdiniz mi?' diye sordu. Sungur Ağabey de 'Evet Üstadım,
İran'dan gelen Arapça bir mektubu size okuduk. Siz de cevabını yazınız, dediniz, yazdık' dedi.
Ben de, 'Evet, o mektubu aldım, tekrar İran'a gönderdim, cevabını almadan buraya geldim'
dedim. Üstad, 'Sen Sungur gibisin' dedi ve gözleriyle tebessüm ederek güldü. Biz de elini
öpüp ayrıldık.

"Makamı Cennet olsun..."

Sh»: (S.Ş: 254)

$ RÜŞTÜ MIRMIR

1927'de Kastamonu vilayetimizin İnebolu ilçesinde dünyaya gelmiştir. Denizli


hapsinin çilekeş Nur talebelerinden (Büyük ) İbrahim Mırmır'la amcazadedirler.

[]

Rüştü Mırmır

1953'te Emirdağ'da ve 1959'un son günlerinde Ankara'da, Nur Üstadla görüşmeleri


olmuştur.
Nur manzumesinden müstesna bir menzil olan İnebolu beldesini, Nur Üstad "Küçük
Isparta" diye, oranın Kur'ân'a hizmet yolundaki faaliyetlerini iltifatlarla alkışlamaktadır.

Bu şirin Karadeniz beldesinden Nur Risalelerine gönül veren Nur erlerinden bir
mübarek zat da Rüştü Mırmır'dır. Belki on beş yıldan fazla bir zaman aralıklarla, Nur Üstad
Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyaret hatırasını anlatmıştı. Bu aziz hatıraları az da olsa, tek
kelime, tek cümle de olsa tesbit ederek cihana yayma, sevdamız, Allah'a şükür hiç sönmeden
devam etmektedir.

"Üç gündür bekliyordum"

Rüşüt Mırmır Üstadla ilgili hatıralarını şöyle anlatıyordu:

"1953 senesinde bizim İnebolulu Kunduracı Sadullah Yılmaz'la birlikte İnebolu'dan


çıktık, Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret niyetiyle İstanbul'a geldik.
Oradan Eskişehir'e, oradan da Nur Üstad Said Nursî Hazretlerinin sürgün şehri olan
Emirdağ'a vâsıl olduk.

"Daha evvel yola çıkarken Kastamonu'nun kazası, bizim İnebolu'ya yakın olan
Küre'ye uğrayarak oradaki Nur Talebelerinden otelci ve bakkal Hacı Dursun Efendiden adres
ve isimler almıştık.

"Tam üç gün süren bir yolculuktan sonra Emirdağ'a vardık. Tarif üzerine Şekerci
İbrahim Efendi'yi bularak ondan Hazret-i Üstadı sorduk. Onun vasıtasıyla Üstadımızın
huzurlarına kabul edildik.

"Nur Üstadımızın menziline girerken, daha kapıda iken Üstad Hazretleri bize şöyle
buyurdu:
Sh»: (S.Ş: 255)

"Ben sizi üç gündür bekliyordum. İnebolu'dan misafirlerim gelecek diye muntazırdım.'

"Biz kendilerine Küreli Dursun Efendinin selâmlarını söyledik. Dursun Efendi, 'Biz
burada sönük kaldık, hizmet edemiyoruz. Nur Üstad bizlere dua buyursun' diyerek Üstaddan
dua istemişti.

"Bunun üzerine Üstadımız buyurdu ki:

"Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel ve çekirdekler hükmündedirler. Onlar kudsî Nur
hizmetinde sadakat göstersinler kâfidir. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyve
vermektedir. Onların sebat ve gayretleri şimdi bütün dünyada meyvesini vermektedir.'

"Bediüzzaman'ın neşesi"

"Biz, Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimiz 1953 yıllarında Nur Risalelerini çeşitli
ülkelere gönderilmiş ve oralardan çok güzel ve müsbet haberler gelmişti. Bütün dünyada
Nurların fütuhatları başlamıştı. Bu fütuhatlardan dolayı Hazret-i Bediüzzaman çok neşeli bir
haldeydi. Mütebessim bir hali vardı. Eski Nur talebelerine, sadakat ve sebatlarından dolayı
çok rağbet ve alaka gösteriyordu.

"Ziyaretimiz sırasında Kur'ân'ın ve Nurların düşmanlarından bahsetti. Somyasının baş


ucunda duran yastığının altından kocaman bir tabanca çıkardı. Bize göstererek, mütebessim
ve celâlli bir edâ içinde, 'Ben bu silâhı habbeyi kubbe yapanlara karşı saklıyorum' dedi ve
tekrar yerine koydu.
"Üstad Hazretlerinin huzurlarından nurlu ve çok huzurlu bir şeklide ayrıldık.
Eskişehir'e gitmek için çok vasıta bekledik. Sonraları buğday yüklü bir kamyon gelmişti.
Bizleri alması için şoföre rica ettik. Adamın kamyonuna altı Nur talebesi olarak binmiştik.

"Yolda giderken adam bizlere, 'Efendi Hazretlerinin ziyaretlerinden mi


dönüyorsunuz?' demişti.

"Biz de, 'Evet' deyince, adam arabasıyla Üstad Hazretlerini birçok defalar kıra
götürdüğünü anlattı.

"Allah'a binlerce defa şükürler olsun, böylece Üstad Hazretlerinini kırlara gittiği
arabayla bizler de seyahat etmiştik.

"Bu sürur ve sevinç içinde Eskişehir'e vasıl olduk. Oradaki Nur dershanesinde birçok
havacı astsubay vardı. Onlarla tanıştık.

"Uzun yıllardır hep bu kudsî ve mübarek ziyaretin çok aziz ve tatlı hatıralarıyla
yaşıyorum. Bu hatıraları anlattıkça çok büyük mânevi bir lezzet duymaktayım.

"Nur Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin huzurlarındayken bana

Sh»: (S.Ş: 256)

şöyle buyurmuştu:

"Ben seni yirmi yedi senelik bir Nur talebesi olarak kabul ediyorum.'
"Üstad bunları söylerken, mübarek elleriyle şöyle yus yuvarlak bir de daire çizmişti. O
zamanla Araçlı Abdullah Yeğin Ağabey de yanımızdaydı. Daha önceleri de Abdullah Yeğin
Ağabey bizim geldiğimizi haber verince, Üstad Hazretleri, 'İnebolulular hemen gelsin' diyerek
bizleri huzurlarına kabul buyurmuştu.

"27 Mayıs'ı durdurmaya çalıştı"

"Nur Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin, 1959 senesinin son günlerinde Ankara'nın
Gölbaşı mevkiinde yine mübarek ellerini öpebilmek saadetine kavuşmuştum.

"Üstad Hazretleri Ankara'daki dindar ve vatanperver milletvekilleriyle görüşmek için


gelmişti. Fakat emniyet kuvvetleri kendilerini şehre sokmamaya çalışıyorlardı. Üstadımızı
ziyaret ederek, mübarek ellerini öpünce, bizlere, 'Haydi, siz durmayın gidin' demişti.

"Bizler önden arabayla gidiyorduk, beş yüz veya bin metre kadar arkadan Üstad
Bediüzzaman'ın arabası geliyordu. Ben devamlı arkaya bakıyordum. Ankara yakınlarında,
emniyet kuvvetleri Üstadın arabasını durdurarak Ankara'ya girmemesini söylediler.

"Nur Üstad Bediüzzaman ise, 'Ben Ankara'ya dindar milletvekilleriyle görüşmek için
gelmiştim' demişti.

"Büyük Üstad, âdeta altı ay sonra kopacak 27 Mayıs İhtilalini durdurmak için
çırpınıyordu, ama gönül gözü kör olanlar, ondaki bu hali bir türlü anlayamamışlardı.

"Allah'a şükür, bugün cihana yayılan Nurların bayramını hep birlikte seyrederek
hamdetmekteyiz."
Sh»: (S.Ş: 257)

$ ALİ DEMİREL

1925'te Burdur-Karamanlı'da dünyaya geldi. Emekli pilot astsubayıdır.


Bediüzzaman'la müteaddit defalar görüşmüştür.

[]

Pilot Astsubay Ali Demirel

"Risale-i Nurları Oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et"

"Ben Erzincan'da havacı astsubay iken Risale-i Nurları, arkadaşım Pilot Başçavuş
Ömer Halıcı'dan duymuştum. Teksir edilmiş çeşitli Risaleleri onda görmüş ve okumaya
başlamıştım.

"Tayinimin Erzincan'dan Diyarbakır'a çıkması üzerine, Risale-i Nur talebeleriyle


tanışmam burada oldu. Risale-i Nurları okumaya başlamam ve iman hizmetinin içinde
bulunma devrem, Diyarbakır'daki Nur talebelerinin tanımadan itibaren başladı.
"Pilot Astsubay olmam hasebiyle Diyarbakır'dan Eskişehir'e Jet kursuna gitmiştim. Bu
sırada Üstadı görmeye karar verdim. O zamanlar Eskişehirli tarikat şeyhi, Muttalip köyünden
Hacı Hilmi Efendinin tarikatına bağlı idim. Bu sebeple Üstada gitmeden önce Hacı Hilmi
Efendiye uğradım. Risale-i Nurları gördüğümü ve Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmek
istediğimi şeyhime anlattım ve bu konudaki görüşlerini sordum. O da bana, 'Risale-i Nur'ları
oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et' diye tavsiyede bulundu.

"Yedi kişilik bir kafile ile Eskişehir'den Emirdağ'a, Üstadı ziyarete gitmiştik.
Kafilemizde; Binbaşı Reşat Bey, Yüzbaşı Ekrem Bey, Pilot Başçavuş Ömer Halıcı, Saatçi
Muhittin, Elbiseci Mustafa, Hacı Hafız Abdullah Efendi (Toprak) vardı. Üstada gideceğimiz
zaman Hacı Hilmi Efendi yeni Hicaz'dan gelmişti. Üstada götürmemiz için, bize tesbih,
misvak, koku ve hurma vermişti. Bu mübarek zat, daha önce bir kaç sefer Üstadı ziyaret
ettiğini ifade etmişti.

Sh»: (S.Ş: 258)

"Üstadı ziyaret ediyoruz"

"Emirdağ'a vardığımızda Mehmet Çalışkan'ın bakkaliye dükkânına uğrayıp, oradan da


Üstadın yanına gittik. Üstad yatakta oturmuş vaziyette idi. Duvarda bir cep saati asılıydı.
Ayrıca orta boy bir radyo da duvarda vardı.

"Üstad, kendisine hediye olarak Hacı Hilmi Efendi tarafından gönderilen hurmalaları
açtı. Sekiz tane vardı. Biz de Üstad ile beraber içeride sekiz kişi idik. Üstad, 'Fesübbanallah'
dedi.Ve sayı saydırarak bize hurmaları dağıttı. Sayı kendine düşen, hurmaların en büyüğünü
almak mecburiyetinde idi. Bazı arkadaşlarımız küçüğünü almaya kalkıştıklarında Üstad mâni
oluyor ve en büyüğünü almalarını istiyordu.
"Üstad bu hediyelere mukabil bir hediye vermek istedi, etrafı araştırdı, epeyce
aradıktan sonra bir tesbih buldu, çıkardı:

"Tesbih mübarektir, bunu kendisine götürün, selâm söyleyin. Kardeşim, Hilmi Efendi
bir kaç defadır benim ziyaretime geliyor, artık gelmesin, ben onun ziyaretine geleceğim' dedi.

"Üstad, Hilmi Efendiyi iki kere ziyarete gitti"

"Bu hadiseden beş sene sonra, 1957'de, Üstad, Hilmi Efendinin hafız cemiyetine
dâveti üzerine, trenle Isparta'dan Eskişehir'e gelerek oradan da Muttalib'e gitti. O zaman
köyde çok kalabalık olmuş, bir kaç bin kişi toplanmıştı. Ertesi sene Üstad, dâvet edildiği
günden üç gün evvel, yine Muttalib'e gitmişti. Üstadın dâvet edildiği duyulduğu için, çok
büyük bir izdiham ve kalabalık olacaktı. Fakat Üstad, 'Benim kandilde Isparta'da bulunmam
lâzım' diye Muttalib'e ziyareti, üç gün evvel yaparak geri dönmüştü. Ben Yıldız Oteline
gitmiştim. Otelde Zübeyir Ağabey vardı. Bana, Üstadın Muttalib'e gittiğini ve hemen
döneceğini söylemişti.

"Benim gibi 6-7 kişi daha olsaydı, memleket bu hale gelmezdi"

"Üstad yanımızdaki Hafız Abdullah Toprak'a şöyle diyordu: 'Kardeşim Hafız


Abdullah, ben tek başıma kaldım. Eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, bu memleket bu
hale gelmezdi.

"O zamanlarda Ticanilerin menfî hareketleri oluyordu. Üstad onların bu hareketlerini


hiç tasvip etmiyor, bu hâdiseler yüzünden İslâma zarar geleceğine üzülüyordu.
Sh»: (S.Ş: 259)

"Ben tayyarecilere dua ediyorum"

"Üstadın giyinişi Şark usulü idi. Yanakları pembe, gözleri maviye çalıyor, parmakları
ince ve uzundu. Arkadaşlarımın hepsini tanıdığı halde beni yeni görüyordu. Bunun üzerine
Ömer Halıcı'ya beni göstererek, 'Bu kim?' dedi. Ömer Halıcı, 'Bizim alayda Başçavuş Ali
Demirel' diye cevap verdi. Üstad da, 'Maşaallah, onu talebeliğe kabul ettim' diye iltifat etti.
Üstad devamlı konuşuyordu. Şöyle dediğini hatırlıyorum:

"Kardaşlarım, ben önce Risale-i Nur talebelerine, sonra Muttalipçilere (yani Şeyhim
Hacı Hilmi Efendinin talebelerine. Bunlar da sık sık Üstadı ziyaret ediyorlardı), sonra da
tayyarecilere dua ediyorum. (Ve biz havacılara dönerek) Kardaşlarım, ölümle karşı karşışa
olan kahramandır. Siz kahramansınız. Ben de din kahramanıyım.'

"Sonra Üstaddan müsaade alarak ayrılmıştık.

"Üstad Eskişehir'e gelince Yıldız Otelinde kalırdı. Burada da ziyaretine gitmiştim.


Beni görünce, 'Sen nerelisin kardaşım?' dedi. Ben de, 'Burdurluyum' deyince, Üstad, 'Benim
Burdur'da on bin talebem olması lâzımdı. Isparta'da on bin talebem vardır. Burdur'da
kemiyete ihtiyaç yok. Keyfiyet olduğu için sadece on tane vardır. Binbaşı Asım Bey, Mustafa
Çavuş, Rasih Hoca, Abdurrahman Cerrahoğlu' demişti.

[]

Pilot astsubay Ali Demirel

1950'de Erzincan'da görev başında

"Oğlum Hüseyin'i de Üstada götürdüm"


"Burdurlu olmam hasebiyle, Isparta'da bulunan Üstadı müteaddit defalar ziyaret etme
bahtiyarlığında bulundum. Ben Ankara'dayken büyük oğlum Hüseyin'i, babam alıp
memleketimiz olan Burdur'a götürmüştü. Oğlum Hüseyin'i almak için memlekete gittim.
Dönüşte Üstadı ziyaret edip öylece dönmeye karar verdim. Isparta'ya gittik. O zaman Üstad
Emirdağ'daymış. Isparta'da bulunan

Sh»: (S.Ş: 260)

Hüsrev Ağabeyin yanına gittik. Türkçe İşaratü'l-İcaz'ın eski yazı ile yazılan bazı
nüshalarının tashih edilmesi için Üstada götürmemi istedi. Isparta'dan Afyon'a geçtik. Orada
bir gece kaldıktan sonra, ertesi günü Emirdağ'a gitmek için otobüse bindik. Vasıtalar az
olduğu için aynı otobüsle geri dönmek istiyordum. Onun içni otobüs şoförüne Emirdağ'da ne
kadar kalacağını sordum. Şoför bana, 'Hoca Efendiye mi gidiyorsunuz?' diye sormuştu. Ben
de, 'Evet' demiştim. 'Sizi beklerim' demişti. Üstadı ziyarete gidenler çok olduğu için, artık
şoför ziyaret maksadiyle gidenleri tanıyordu. Hürmetkâr tavrı, Üstadın o çevrede sevildiğinin
bir işaretiydi.

"Emirdağ'da Mehmet Çalışkan'ın bakkal dükkânına, oradan da Üstadın yanına gittik.


Emaneti verdim. Yanımdaki beş yaşındaki oğlum Hüseyin'e dönerek, 'Bunun adı ne?' dedi.
Ben 'Hüseyin' dedim. 'Maşaallah' dedi ve dua etti. Dışarıya çıktığımızda Hüseyin bana, 'Bu
hocanın gözleri niye yeşil baba?' diye sordu. Geldiğimiz otobüsle Afyon'a, oradan Eskişehir
üzerinden Ankara'ya döndük.

"Siz amme hizmeti görüyorsunuz"

"Başka bir seferinde ise Burdur'dan iki hemşehrimle Üstadı ziyarete gittik.
Arkadaşlarımdan biri Devlet Demiryollarında vazifeliydi. Üstad yanımızdaki trenciye şunları
söyledi.
"Kardaşım, siz âmme hizmeti görüyorsunuz. Farz namazlarınızı kılsanız yapıtğınız
vazifeler ibadet hükmüne geçer.'

"Üstadı son ziyaretim"

"En son ziyaretim, 1959 senesinde, Üstadın İstanbul'a gelişi sırasında oldu. 1959 yılını
1960'a bağlayan günlerdeydi. Üstad, Piyer Loti Otelinde kalıyordu. O zamanki gazetelerden
hatırladığıma göre Üstad, İstanbul'a avukatı Bekir Berk Beye vekâlet vermek için gelmişti.

"Ben Üstadın geldiğini duyunca hemen onu ziyaret etmeye gittim. Otele gittiğimde
otelin kapısında ve çevresinde çok miktarda polis ve gazeteciler vardı. Sonradan isminin
(Birinci Şubeden) Faruk (Eriş) olduğunu öğrendiğim bir polis memuru, ötelin kâtibi rolüne
girmişti. Ben kapıdan girince, 'Kimi arıyorsunuz?' diye sordu. Bediüzzaman'ı görmek
istediğimi söyleyince

[]

Ali Demirel:

Nur hizmetinde geçen bir ömür.

Sh»: (S.Ş: 261)

'İsminizi alayım, telefondan geldiğiniz söyleyeyim' dedi. Ben polis olduğunu


anladığım için, 'İsmime lüzum yok. Birisi sizi görmek istiyor deyin' dedim. O sırada
arkadaşım Halil Yürü, 'Ali Ağabey' diye beni çağırdı. Dolayısıyla ismimi öğrenmişlerdi.
Polisin yanında sonradan Milliyet gazetesi muhabiri olduğunu öğrendiğim sivri sakallı birisi
vardı.
"Ertesi günü Milliyet gazetesi şöyle yazıyordu: 'İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan
Ali Ağabey isminde birisi, en son saat 19:30'da itirazsız kabul olundu.' Üstadın manevî
kuvvetinden korkanlar böylece en ufak bir hareketten bir mânâ çıkarıyor, âdeta bir gizli
teşkilatın var olduğunu göstermek istiyorlardı. Üstadın üstüne örtmesi için evden battaniyeye
sarılı bir yorgan getirdim. O zaman Üstadın siyah olan şemsiyesini bile yeşil diye yazmışlardı.
Halbuki battaniyede sadece yeşil çizgiler vardı. Yorgan yeşil değildi. Gayeleri Üstadı bir
şeyhe benzetip onu olmadığı bir şekilde göstermekti.

"Yanına gittiğimizde 13-14 kişiydik. Hepimizin birden yanına gidişine sinirlenmişti.

"Ben sizi tek tek kabul edecektim. Neden hepiniz birden geldiniz? Görüyorsunuz bu
adamlar tezahürattan telaşa kapılıyor' diye konuşmuştu. O günkü gazetelerde Üstad günün
konusuydu. Bütün gazetelerin baş haberi Üstad idi. Üstad için çeşitli yalan yanlış şeyle
yazıyorlardı.

"Biz müsbet hareket edeceğiz; asayişi muhafazaya çalışacağız"

"Üstadın sesi o gün çok kuvvetli çıkıyordu. Yatağın üstünde ayağa kalkarak bize 31
Mart hâdisesisndeki Divan-ı Harb-i Örf"i'deki mahkeme safahatından anlattı:

"Mahkeme Reisi Hurşid Paşa bana, 'Said sen de mürteciymişsin?' diye sordu. Ben de
ona, 'Meşrutiyet bir zümrenin istibdadı ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki ben mürteciyim'
dedim. Kardaşlarım, bir emir versem yüz Şeyh Said gibi Türkiye'yi karıştırırım.. Ama bin
Şeyh Said kadar kuvvetimiz de olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafazaya
çalışacağızı.'
"Üç dört gün kalacağını ifade etti. Eyüb Sultan'ı ziyaret edeceğini söyledi. Maalesef
ertesi günü gazeteciler yattığı odanın balkonuna çıkıp namaz kılarken resmini çekmişlerdi.
Üstad buna sinirlenip, beklemeden Ankara'ya döndü.

Sh»: (S.Ş: 262)

"Ben seni vekil tayin ettim"

"Avukat Bekir Berk'e şöyle dediğini de söylemeden geçemeyeceğim. Üstad, Bekir


Beye üç sefer tekrar ile, 'Ben seni vekil tayin ettim' demişti. Sonra Bekir Berk Beyi., Üstadın
vefatından on üç sene sonraya kadar Risale-i Nur'un fahrî avukatlığını yaptığını gözönüne
getirirsek, Üstadın sözlerindeki incelik meydana çıkar.

"Benim bu hatıralarım, bu dünyadaki en büyük sermayemdir. Bediüzzaman Said Nursî


gibi bir İslâm kahramanını görüş bazı sohbetlerinde bulunmam en büyük mutluktur bana."

Sh»: (S.Ş: 263)

$ MUSTAFA SEVİLEN

[]

Mustafa Sevilen

"Üstad sadece beni ziyaretine kabul etmişti"


"Aslen Emirdağlı olan bir komşumuzun Emirdağ'da bir düğünü vardı. Düğüne biz de
katıldık.

"1953 senesinde Eskişehir'deydik. Düğün merasimi yapıldı. Daha sonra belediye reisi
ve jandarma kumandanı, 'Misafirlerimize kasabayı gezdirelim' dediler.

"Emirdağ'ı gezerken, meydana nazır eski bir ahşap evin kapısının önünde durduk.
Belediye reisi, kapının önündeki genç çocuğa, 'Eskişehir'den gelen çok kıymetli
misafirlerimiz var, Üstadı ziyaret etmek istiyorlar' dedi. İsimlerimizi bir kâğıda yazdılar.

"İçeri isimlerimizi götüren delikanlı az sonra çıkıp geldi. 'Üstadımız hepinizden Allah
razı olusun, diyor. Hepinize şükranlarını bildiriyor. Aynen ziyaret etmiş gibi kabul ediyor.
Dua ediyor, dualarınızı bekliyor' dedikten sonra, elindeki listeye bakarak, 'Mustafa Sevilen
Bey kimdir?' diye sordu. 'Benim' dedim. Yanımda bulunan oğlum Ferciâlem, o zaman dört
yaşındaydı, elinden tutarak, Üstadın huzuruna alındık.

"Bunlar benden ne istiyorlar?"

"Basit bir odada demir karyola üzerinde oturuyordu. Başında bir agel vardı.
Gözlerinden âdeta zekavet okları fışkırıyordu. Kenarda bir masa üzerinde kitaplar ve Kur'ân-ı
Kerim ciltleri, baş ucunda iki tane kösteklerinden asılmış saat vardı. Saatlerden birisi yeni,
diğeri eski Türkçeydi.

"Üstadın zayıf, nahif, mübarek ellerinden öptük.

"Berhudar olun evlâdım' diye buyurdu.

"Üç buçuk saat huzurunda kaldık.


"Halk Partisinden şikâyet etti. 'Bunlar benden ne istiyorlar? Zannediyorlar ki, ben
elimi kaldırmakla memleket alt üst olacak.

Sh»: (S.Ş: 264)

Ben gazete okumuyorum, radyo dinlemiyorum, sadece Kur'ân okuyorum' diye anlattı.

"Kelepçelerin nasıl açıldığını sordum"

"Sebilürreşad mecmuasında, Üstadın gençlik senelerinde Mardin'de jandarmalarla


sürgün edilmesinin tafsilatını okumuştum. Yazıda, namaz vakti girince Üstad, namaz için
kelepçelerin çözülmesini istiyor, fakat jandarmalar kelepçeleri açmıyorlar. Bunun üzerine
Genç Said kelepçeleri bir mendil gibi açarak yere atıp, abdest almak için çeşmeye yöneliyor.
Jandarmalar, 'Aman efendimiz bizi affedin, biz şimdiye kadar sizin muhafızınız idik, bundan
sonra hizmetkârınızız' diyerek tekrar tekrar af ve özür diliyorlar.

"Ben bu hâdiseyi kendilerinden sordum. Bana şu cevabı lutfettiler:

"Beyefendi oğlum, ben Hazret-i Kur'ân'ı kendime rehber etmiş, Allah'a teveccüh etmiş
bir kimseyim. Hakikaten böyle bir hâdise başımdan geçmişti. Kıbleye dönüp, dua ettim, sonra
bir de baktım kelepçeler açılmış. Kelepçeleri jandarmaya verdiğim zaman jandarma korktu.'

"Üstadla uzun sohbetlerimiz oldu.

"O gözler.. O gözler.. Projektör gibi parlıyordu.. Yıldırım gibi.. Belağat, fesahat,
talâkat.. Zekâ okları fışkırıyordu. Yaşı yetmişten fazlaydı, fakat zindeydi, mantık silsilesi tam
mükemmeldi...
"Bu çocuk ileride büyük adam olacak"

"Arz-ı veda etmek için ayağa kalktım, eline sarıldım. Karyoladan indi, takunyalarını
giydi. Oda kapısına kadar bizi getirdi. Oğlum Fecriâlem'e derinden derine şöyle bir nazar etti.
Sonra bana dönerek:

"Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak, yalnız sen buna dini de öğret' diye buyurdu.
Elini öptük, çocuğuma dua etti.

"Seneler sonra oğlum, Üstadın dua ve himmetiyle 541 tıp uzmanı arasında yapılan
imtihanda birincilik kazandı. Oğlumun bu muvaffakiyetini Tercüman gazetesi şöyle haber
vermişti:

"Türkiye'nin en genç doçentlerinden Çapa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Dr. Fecriâlem
Sevilen, 36 devlete mensup 541 tıp uzmanını katıldığı imtihanda, en yüksek puanı alarak Neı
York Hastahenesi öğretim üyeliğine tayin edildi.'

"Üstadın duasıyla, yüce himmetiyle bugünleri gösteren Allah'a hamd ü senalar olsun."

Sh»: (S.Ş: 265)

[]

Mustafa Sevilen'in oğlu Fecriâlem Sevilen'in Tercüman'da çıkan haberi.


Hoca'ya mersiye

"Seyf-i mücellâyı takıp beline.

"Sürdün küheylanı moskof eline.

"Serdin seccadeyi iman seline,

"Karanlık kalblerin nurusun Hocam.

"Cephede kahraman, ilimde umman,

"Selâm eder sana mekânla zaman.

"Öperken alnımdan o yüce Sultan

"Karanlık kalblerin nurusun Hocam.

"Farabî, Mevlâna kalksa mezardan,

"Hisseyâb olurdu senin nurundan,

"Farkı yok uşşaksın şimdi hezardan.

"Karanlık kalblerin nurusun Hocam.

"Düşmanlar râm olur senin karşında.

"Bir başka güneş var senin arşında.

"Nur-u İlâhî ki, parlar başında.


"Karanlık kalblerin nurusun Hocam..."

Mustafa Sevilen

30 Mayıs 1980-Fenerbahçe

Sh»: (S.Ş: 266)

$ MUSTAFA EKMEKÇİ

1940'da Çankırı'nın Ilgaz kazasında doğdu. Müteaddit defalar Bediüzzaman'ı ziyaret


etti.

[]

Mustaf Ekmekçi

"Üstadı ziyarete meşveretle karar veriliyordu"

"1954 senesinde İstanbul'a gelmiştim. Maksadım hafızlığımı tamamlamaktı. Önceleri


biraz hafızlığa çalışmış, ancak tamamlayamamıştım. Rüstempaşa Camii imamından ders
almaya başladım. Bu arada geçimimi temin etmek için de bir işte çalışmam gerekiyordu.
Cami cemaatından bazılarına bu arzumu söylemiştim.
"O sırada Abdurrahman Tan ile tanıştım. Meğer o da dindar bir işçi arıyormuş. Derken
onun dükkânında çalışmaya başladım. Abdurrahman Ağabey bana, Üstadı ve Risale-i Nur'u
anlattı. Elime ilk aldığım eser, teksir ile yazılmış Küçük Sözler idi. Bu kitabı fırsat buldukça
okuyor ve okuyunca da büyük manevî haz ve lezzet alıyordum.

"Bir müddet sonra Abdurrahman Tan, Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağında bir bina
satın aldı ve bir katını hizmete tahsis etti. Ben oradaki derslere fırsat buldukça devam ediyor,
Risale-i Nur'ları okuyordum.

"Üstadı görme arzum günden güne artıyordu. Ancak o zaman Üstadı ziyaret,
meşveretle oluyordu. Gitmek isteyenler sıraya konuluyor, sırası gelince gidiyordu. Gidenlerin
çoğu da vazife icabı gidiyordu. Her isteyenin, istediği an Üstadı ziyaret etmesi mümkün
değildi. Zaten Üstad da, sebepsiz yere kendisini ziyaret edenlere kızardı.

"Gençler ancak Risale-i Nurla imanlarını muhafaza edebilirler"

"Ziyaret sırası bana geldiğinde Eskişehir'e kadar trenle gittim. Emirdağ otobüsü Yıldız
Otelinin yanından kalkıyordu. Otobüse ora-

Sh»: (S.Ş: 267)

dan binmiştim. Meğer, benim oradan geçtiğim esnada, Üstad da orada imiş. Emirdağ'a
vardığımda, doğruca Mehmet Çalışkan Amcanın dükkânına gittim. Üstadın Eskişehir'de
olduğunu ve akşama döneceğini söylediler. Beni dükkâna yakın bir otele yerleştirdiler.
"Akşama doğru Üstad geldi. O gece otelde nasıl sabahladığımı bilemiyorum.
Sanıyorum, bir saat bile uyumamıştım. O zaman Mustafa Acet Emirdağ'da imamdı. Sabah
namazından sonra gelip beni alacak ve Üstada götürecekti. Fakat ben sabredip onu
bekleyemedim. Çarşıda birkaç tur attıktan sonra Üstadın evinin zilini çaldım. Kapıyı Zübeyir
Ağabey açtı. Ciddî, vakur ve temiz bir görünüşü vardı. Nereden geldiğimi sordu. 'İstanbul'
deyince bir dakika beklememi söyledi ve kapıyı kapayıp içeriye girdi. Biraz sonra 'Buyurun,
kardeşim' diyerek beni içeri aldı.

"Üstadın yanına girdik. Müberek ellerini öpüp oturdum. Üstad yatağı üzerinde
oturuyordu. İfade edemeyeceğim kadar mes'ud ve huzurlu bir an yaşıyordum. Üstad ismimi,
memleketetimi ve nereden geldiğimi sordu. Memlekitimin Ilgaz olduğunu söyleyince Üstad,
'Tanımıyorum' dedi. Zübeyir Ağabey her ne kadar tarif ettiyse de, Üstad tanımadığını
söylüyordu.

"Sonra anne ve babamı sordu ve şöyle dedi: 'Seni talebeliğe kabul ediyorum. Onlara
mektup yaz, bana dua etsinler. Ben de sabah namazlarında onlara dua edeceğim.' Üstad daha
sonra, 'Yazın var mı?' diye sordu. Cevaben yazabildiğimi söyleyince şöyle buyurdu:

"Bu zamanda gençler Risale-i Nur'a çok muhtaçtırlar. Bilhassa İstanbul gibi yerlerde
gençler, ancak Risale-i Nur ile imanlarını muhafaza edebilirler.'

"Ne zaman geldiğimi sordu. Ben de, 'Dün siz Eskişehir'de iken geldim' diye cevap
verdim. Bana yol parası vermek için, içinde bozuk paralar olan bir küçük torba çıkardı. Fakat
ben kabul etmedim. 'Madem dün ben Eskişehir'de iken siz buraya gelmişsiniz. Eskişehir'den
bu tarafa yol masrafınızı vereceğim' diye ısrar etti. Ben de almamak üzere ısrar edince, torbayı
çıkardığı yere koydu.

"Üstad bana hitaben, 'Seni biraz daha yanımda tutardım, ama benim yakında
mahkemem var' dedi. Ben, yanlarında daha fazla kalabileceğimi zannediyordum. O esnada
Zübeyir Ağabey, 'Üstadım, araba kalkıyor' dedi. Hemen Zübeyir Ağabeyle birlikte arabaya
doğru yürüdük. Tam kalkacağı sırada arabayı yakaladık. Ancak bir kişilik yer vardı. Bindim,
tam hareket edeceği sırad, şu anda ismini

Sh»: (S.Ş: 268)

hatırlayamadığım bir genç koşa koşa geldi ve bana Üstadın şu cümlelerini nakletti:
'Ben şimdi Ilgaz'ı tanıdım. Ilgaz'da çok talebem vardır.'

"Hikmetini bilemediğim bu sözler karşısında çok şaşırmıştım. İstanbul'a gelinceye


kadar, Üstadı ziyaret etmenin verdiği sürûr ve heyecanı yaşadım.

"Risale-i Nuru okusanız yüz istifadeniz olur"

"Üstadı ikinci ziyaretim 1958 senesinnin yaz mevsiminde oldu. İstanbul'dan Halil
Yürür'le birlikte trenle yola çıktık. Üstad o zaman Isparta'da idi. Isparta'da Rüştü Çakın
Ağabeyin dükkânına gittik. Bayram Ağabey bizi alıp Üstadın yanına götürdü. Önce Tahirî,
Mustafa Sungur, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeylerin kaldığı odada bir müddet sohbet
ettikten sonra Üstad bizi çağırdı.

"Üstadın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti: 'Niye şahsımı
ziyarete geliyorsunuz? Benim yerime Risale-i Nur'u okuyunuz. Beni görünce bir istifadeniz
oluyorsa, Risale-i Nur'u okursanız yüz istifadeniz olur.'

"Önceki ziyaretimizde olduğu gibi, yine anne ve babamızı sordu. 'Valideyniniz sizi
Risale-i Nur'a vermiş' dedi. İstanbul'a dönünce de, Gönenli Mehmed Efendi, Sinan Omur ve
Mücellit Halil'e selâmlarını iletmemizi söyledi.
"Seni dershaneye vekil ediyorum"

"Üçüncü ziyaretim 1959 senesinde olmuştu. Süleymaniye dershanesinin sahibi


merhum Abdurrahman Tan ile beraber gitmiştik. Yanımızda da o zaman matbaada yeni tab
edilmilş olan Hanımlar Rehberi vardı.

"Isparta'ya ulaştığımızda, hamamda bir boy abdesti aldıktan sonra Üstadın ziyaretine
gitmek üzere Abdurrahman Ağabey ile anlaştık ve doğruca hamama gittik. Ancak tam
soyunduğumuz sırada birisi gelerek, hamamcıdan İstanbul'dan gelenleri sordu. O da bizi
gösterdi. Gelen zât, 'Üstad sizi bekliyor, hemen gidelim' dedi. Abdest filân almadan Üstadın
kaldığı eve gittik.

"Orada bulunan ağabeyler, 'Kardeşim, Üstad sizi bekliyordu. Siz gecikince de namaza
durdu' dediler. Namazı dâima vaktinde kılan üstad, o gün bizim için birkaç dakika tehir
etmişti.

"Ağabeyler, 'Siz de hemen namazınızı kılın ki, Üstad çağırınca hemen giresiniz'
dediler. Biz namazımızı kıldıktan sonra, bir hayli

Sh»: (S.Ş: 269)

de sohbet ettik. Üstadın namazdan sonra tesbihatı ve virdleri uzun zaman almıştı.

"Üstad namazını ve tesbihatını bitirdikten sonra bizi çağırdı. Elini öpüp oturduk.
Tekrar ismimizi ve memleketimizi sordu. Bana dönerek, 'Seni dershaneye vekil ediyorum'
dedi. Abdurrahman Tan'a da, 'Seni hanımlara vekil ediyorum' dedi.
"Üstadın vefatından sonra merhum Abdurrahman Tan bir minibüs aldı ve onunla
hanım kardeşlerimizi derslere götürüp getirmeye başladı. Allah, Üstaddan ve Abdurrahman
Ağabeyden razı olsun ve gani gani rahmet eylesin.

Sh»: (S.Ş: 270)

$ GIYASEDDİN EMRE

1919'da Bitlis'te doğdu. 1954'te Muş'tan bağımsız, 1957'de de DP'den milletvekili


olarak seçildi.

[]

Gıyaseddin Emre

Kendi dilinden hayatı

Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman'ın binlerce talebe ve dostlarından birisi de Muş


eski milletvekillerinden Gıyaseddin Emre'dir.

Kendileri, Bediüzzaman'la olan hatıralarını anlatmadan evvel, yine kendi lisanından


hayatını şöylece hülasa etmektedir:
"1919'da Bitlis'te doğdum. Cumhuriyetten sonra vilâyet merkezinde Arapça tedrisatın
mümkün olamayacağını düşünen ailemiz, Mutki'nin Ohin ve Bulanık'ın Dokuzpınar köyüne
yerleşmişti. O zamandan sonra buralarda Arapça tedrisata hiç ara verilmedi.

"Ben küçük yaşta mektebe gitmek istedimse de pederim razı olmadı. İlk Arapça
dersimi pederim Şeyh Maruf Efendiden aldım. Daha sonra dersimi Şeyh Alâeddin Efendinin
yanında bitirdim.

"1954'te yaş tashihi yaparak Muş'tan bağımsız milletvekili seçildim. 1957'de ise
Demokrat Partinin listesinden tekrar seçilerek Meclis'e girdim. Fakat 1960 ihtilali ile
Yassıada'ya düştük. Siyasî haklarımız elimizden alındı. Beş yıl hapis cezasına çarptırıldım.

"1969'da kardeşim Kasım Emre'yi bağımsız olarak milletvekili seçtirdim. 1977'de


kardeşim, Adalet Partisi listesinden Muş milletvekili oldu. Ben de İstanbul'dan AP adayı
olmuştum."

Gıyaseddin Bey, kendisi hakkında bu bilgileri verdikten sonra Bediüzzaman Said


Nursî ile alakalı hatıralarını da şöyle anlatmaktadır:

Sh»: (S.Ş: 271)

"Bediüzzaman'ı bizim tarifimiz, bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer"

"Bizim gibilerin Bediüzzaman misâli şahsiyetlerden bahsetmesi kolay birşey değildir.


O derece büyük bir şahsiyetin sıfatlarını tâdât, târif gücümüzün çok üstündedir. Çünkü
öylesine zevat, kat'î surette bizim gibilerin tavsif ve târifinin hududuna sığmazlar. Onun çok
daha ötesinde bir târif gerektirir. Bizim târifimiz, âdeta bir kuşun ummandan aldığı katrelere
benzer. Bütün bunlara rağmen, kendi sohbetlerinde zamanlar olsun, kendilerinden kudretim
nisbetinde istifade edebildiğim hususlar olsun, âilemden, pederimden ve büyük amcam Şeyh
Alâeddin Efendi Hazretlerinden kendisi hakkında söyleyen sözler olsun hâfızamda kaldığı
kadarı ile söylemeye çalışacağım.

"Biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Nurs köyündendir. Nurs, Bitlis'e bağlı sarp bir yerde
ve derenin içinde bir köydür. Fakat insan bakımından çok münbittir, büyük insanlar çıkmıştır.
Bilhassa Bediüzzaman'ın mensup olduğu bir âileyi yetiştirmitir. Bediüzzaman'ın kardeşlerinin
her birisi de, birer dehâdır. Ama Bediüzzaman ortada olduğu içindir ki, onlar pek fazla şöhret
ve revaç bulamamışlardır. Yoksa kardeşleri de her birisi ayrı bir kıymet, ayrı bir meziyet, ayrı
bir dehâdırlar.

"Onun ağabeyi, benim dedemin yanında okumuş, onun talebesidir. Ayırca Bitlis'teki
Farukî Tekkesi sahibi olan Şeyh Fethullah Efendi gibi büyük bir âlimin de talebesidir.
Ağabeyi, Hoca Abdullah Efendi, dedemin yanında okuduğu için, Molla Said de bir müddet
Şeyh Fethullah Efendinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Şeyh Fethullah'ın yanında okuduğu
zamanlar, enterasan hâdiseler cereyan etmiştir.

"Molla Said ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır"

"Şeyh Fethullah Efendinin yanında bulunan büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim, bir
gün Şeyh Fethullah Efendiye,

"Kurban (Efendim Hazretleri), nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan
bir iki ders verip geçiyorsunuz? Çocuk zekî, ama böyle olunca şımaracak, böyle yapmayın'
diye ikazda bulunmuş, Fethullah Efendi ise,

"Sen benim Said'ime karışma! O ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır' diye
cevap vermiş. O şekilde Molla Câmi'ye ka-
Sh»: (S.Ş: 272)

dar okur. Tabiî, İzzî'den Molla Câmi'ye kadarki kitaplar, üç-dört senede bitmez; fakat
o, iki-üç ay gibi kısa bir zamanda okuyup bitiriyor.

"Bediüzzaman'ın giyimi büyük bir aşiret reisinin giyimini andırıyordu"

"O zaman Bediüzzaman'ın giyimi çok garip bir şekildeymiş. Büyük bir kaması ve
hançeri varmış. Şirvan taraflarında ve Şirvan Beylerinin giydiği şalvar, şepik giyiyormuş
(oranın tâbiriyle söylüyorum). Başında külah, külahın etrafında o zaman büyük âşiret
reislerinin başlarına sardıkları ipekli sargılar varmış, yani âlim giyiminde değil, büyük bir
âşiret reisinin giyiminde birisi... O zaman yaşı da çok gençmiş.

"Üstad, dedemin yanında okuduğu zaman, hem büyük amcam Şeyh Alâeddin, hem de
pederim daha küçük yaştaymışlar. Dedem, Hicrî 1317'de vefat etti. Tabiî son zamanlarda
birbirleri ile müşerref olamadılar. Ancak vasıtalarla, gelen gidenlerle haberleşmişlerdi. Selâm
ve hürmetlerini, böylece birbirlerini gönderme imkânını bulabilmişlerdi. Biliyorsunuz,
1950'ye kadar zaten çok sıkıydı. Doğudan birisinin kalkıp onun yanına gelmesi çok zordu.
Zaten bizimkileri bırakmıyorlardı. İstanbul'a gelseler dahi, ziyaretine gitmeye bırakmazlardı.
Hatta amcam Şeyh Alâeddin Efendinin bir-iki kere görüşmek için teşebbüsü olmuştur.
Ankara'ya kadar gelmiş, ondan sonra geri gönderilmiştir. Zaten onlar da 1950'den evvel
tarassut altındaydılar. 1949'un Kasımında Şeyh Alâeddin Efendi de vefat etti. Pederim ise,
1975'de çok yaşlı bulunduğu halde vefat etti.

"Üstadı ziyaret et"


"1954'te bağımsız milletvekili olarak seçildikten sonra Ankara'ya gitmek üzere
pederime veda ederken bana ilk tavsiyesi, 'Gittiğin zaman mutlaka benim yerime
Bediüzzaman'ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir' demesi oldu. Ben de
hemen Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra, daha evvel kendisiyle tanıştığım Said Köker ve
Gümüşhane Milletvekili Ekrem Ocaklı ile dostluk kurmuştum. Bir gün kendilerine, 'Ben
Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğim, sizler de teşrif eder misiniz?' dedim. 'Hay hay,
memnuniyetle' dediler. İlk ziyaretimiz böyle oldu.

Sh»: (S.Ş: 273)

"Ekrem Ocaklı ve Said Köker'le birlikte Üstada gidiyoruz"

"Üçümüz beraber gittik. Kendisi Emirdağ'daydı. Emirdağ'da bakkal bir kardeş vardı.
Aklımda kaldığına göre, ancak onlar vasıtasıyla kendilerini ziyaret edebileceğimizi
söylemişlerdi.

"Taksiye bindik, şoförle de sabah gidip akşam döneceğiz, diye konuşmuştuk.


Sabahleyin kalktık, Eskişehir yolu üzerinden, öğle namazından evvel, Emirdağ'a yetiştik.
Bediüzzaman Hazretlerinin evi çarşının ortasındaydı. Bakkal kardeşler biraz daha
yukarıdaydılar. Bakkalların kapısında durduk. Kim olduğumuzu söylemeden içeriye girdik.
Nereden geldiğimizi söylemeden, ben konuşmaya başladım: 'Efendim, biz misafiriz.
Bediüzzaman'la görüşmek imkânını bize sağlar mısınız?'

"Onlar da, 'On beş günden beri rahatsız olduklarından kimseyle görüşmüyorlar'
dediler. Daha cevaplarını bitirmeden başında beyaz takkeyle bir genç talebe içeri girdi ve
'Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor' dedi. Tabiî bu hali görünce biz de şaşırdık,
adamcağızlar da şaşırdı. Fakat adamlar daha önce Üstadın bu gibi harikulâde hasletlerini,
meziyetlerini bildikleri için bizim kadar şaşırmadılar. Yani şaşkınlık dediğimiz, sevinç
şaşkınlığı, muhabbet şaşkınlığı desem, daha doğru olur. Kapısının önüne vardığımız zaman
onlar benden yaşlı oldukları için, 'Buyurun, siz önde gidin' dedim, fakat Ekrem Bey, 'Hayır bu
devlet, dedeniz sayesinde oldu. Sen önde git! On beş günden beri misafir kabul etmediği
halde, şimdi âniden bizi kabul ettiğine göre, dedenizden okuduğu için, onun yüzü suyu
hürmetine bizi kabul etti. Sen önde git, size belki iltifatları olur, biz de sayenizde iltifatlarına
mazhar oluruz' dedi.

"Üstad, 'Gıyas Gıyas' diye beni kucakladı"

"Ben önde olmak üzere içeriye girdik. Bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Mekke ve
Medine'de büyük zatların giydiği ve Libâde denilen bir beyaz elbisesi, başında bir amamesi
(sarığı) vardı. İçeri girer girmez aniden kalktı, geldi ve beni kucakladı:

"Ben çoktan beri rahatsızdım. Sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nereden
bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip, beni ziyaret edecek.' Ondan sonra 'Gıyas Gıyas!'
diye beni kucakladı.

"Sonra Ekrem Bey ziyaret etti. '(İnne ekremeküm indallahi etkâküm) İnşaallah Ekrem,
muttakilerdendir' dedi. Hakikaten rah-

Sh»: (S.Ş: 274)

metli Ekrem Bey, muttaki bir zattı. İsmini de böylece belirtti. Sonra Said Bey ziyaret
etti. (Fe minhüm şakiyyun ve said) âyet-i kerimesini okudu. 'İnşaallah Said'im de,
Saidlerdendir...' dedi. Tabiî o anda bu şekilde bir hitaba mazhar olduğumuz için, kendimizden
geçmiş bir şekilde oturduk.
"Peş peşe arabanını lâstiği patladı"

"Başladı sohbet etmeye, öğle namazının vakti geldi. Öğle namazını kıldık, ondan sonra
tekrar sohbet ettik. İkindi namazına kadar. İkindi namazından sonra, 'Allah'a ısmarladık'
diyerek ayrılamk istedik.

"Dediler: 'Gitmezseniz, eğer bu gece burada kalırsanız (otelin ismini şu anda


hatırlayamıyorum) yolun üzerinde iyi bir otel var. Milletvekilleri de o otelde kalıyorlar. Orada
kalabilirsiniz.' Müsaade isteyip ayrılırken, tekrar, 'Şayet gitmezseniz, o otelde kalabilirsiniz'
deyiverdiler. Ama biz kalmak niyetinde değildik tabiî... Elini öptük, ayrıldık. Arabayla otelin
önüne kadar geldik. Otel, yolun üzerindeydi. Biz Eskişehir'den Ankara'ya gidecektik. Orada
arabanın lastiği patladı. Şoför, uğraşa uğraşa bir saatte zor yaptı. Güneş de batmak üzereydi.
Tam arabaya bindik. Anahtarı çevirmeden ikinci lastik patladı. Ekrem Bey, 'Biz çok aptal
insanlarız. Zat-ı Muhterem, şayet gitmezseniz bu otelde kalın, sabahleyin Gıyaseddin beni
görsün, ziyaret etsin!' dedi. Bize kalacağımız otelin ismini bile söyledi, araba otelin önünden
gitmiyor, biz zorla arabayı götürmek istiyoruz. Arabaya emir etmiş, gidemeyiz. Eğer yola
yaya revan olacaksak gidelim. Ama ben gelmeyeceğim, imkânı yok!' dedi. Böylece o gece
orada kaldık. Sabah namazından sonra bir talebe beni otelden alarak Üstadın huzuruna
götürdü.

"İlâhiyat Dekanı Mehmed Karasan'la birlikte Üstada gidiyoruz"

"Bundan sonra ziyaretlerim devam etti. Hatta bir defasında Mehmed Karasan vardı.
İlâhiyat Fakültesi dekanı idi. Sonradan Denizli milletvekili oldu, kendisiyle çok samimi
olduk. O sıralarda Tanci Bey isimli Tunuslu bir profesör vardı. O izne ayrılınca yerine ben
derslere girdiğim sıralarda, bir ara Karasan'ın odasında oturuyordum, birkaç profesör daha
oradaydı. Mehmed Karasan, Bediüzzaman'dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman kendisine
döndüm ve:
"Siz onun eserlerini okudunuz veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız?
Yoksa başkasının telkini ile mi bu kanaata

Sh»: (S.Ş: 275)

vardınız? Ama siz bir ilim adamı, müsbet ilim erbabı olarak (kendisi felsefe profesörü
idi) tetkikler sonucu bu kanaata varmışsanız mesele yok. Felsefî nokta-i nazardan olabilir,
tabii... ' dedim.

"Adam, benim Bediüzzaman'la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Fakat mebus


olduğumu biliyordu.

"Siz,' dedi, 'tanır mısınız Bediüzzaman'ı?'

"Tabii mübalağasız, hâiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah ettim. 'Bu vasıflara
sahip bir din âlimimizdir' dedim.

"Öyle ise ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün' dedi.

"Hay hay' dedim.

"Mehmed Beyi götürdüğüm zamanı çok iyi hatırlıyorum. Çok dikkat etmiştim.
Mehmed Beyle elini öpüp oturduk. Âdeta ben kendisne önceden söylemişim gibi Mehmed
Bey felsefe profesörüdür, diye ilk olarak felsefeden başladı, deryalar gibi dalgalandı.
Hıristiyan felsefesi ve Maddiyun felsefesinden bahsetti. Sonra felsefeden tasavvufa, İslâm
tasavvufuna geçti. Tasavvuftan da tarikata geçti, üç bahsi (tasavvuf-tarikat-felsefe) birbirine
bağladı. Biz yanından ayrıldığımız zaman Mehmed Beyin itirafı şu olmuştu:
"Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi
bizden çok daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, fakat bizim
bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.'

"Mehmed Beyin bu sözlerine mukabil, Efendim, o zaman kabul ediyorsunuz ki,


başkalarının yanlış telkini ile menfî kanaata sahip olmuşsunuz' dediğimde, 'Evet! Kabul
ediyorum' dedi.

"Bediüzzaman'ı gören ve konuşan, materyalist bile olsa, menfi fikilerden kurtulurdu"

"Herhangi bir kimse, materyalist de olsa, Bediüzzaman Hazretlerini görmek


teşebbüsünde bulunup, kendilerini görseydi, mutlaka o menfi fikirlerden kurtulurdu.
Mükemmel, dört başı mamur bir insan olurdu. Uzaktan onun aleyhinde konuşanlar vardı,
onlara bir diyeceğim yoktur. Böylesine büyük bir din âlimi, tabii çok çabuk ve vakitsiz bir
zamanda gitti. Yani daha arzu ettiği nesil yetişmemişti. Bilirsiniz Merhum Abdülhamid'in
hal'inden sonra, hatta büyük Mustafa Reşid Paşadan bu yana Avrupada dinsiz bir nesil
yetişmişti. Halk Partisi ise bunları iş başına getirmek yani devletin idaresini bunların eline
vermek suretiyle, bu işin tatbikatçısı olmuştu.

"1946'dan sonra İslâmî hayat biraz serbest olmuştur. Bir çocuk

Sh»: (S.Ş: 276)

dinî terbiyeyi ailesinden alır, çevresinden alır, neşriyatından alır. Çocuklar bu üç yeri
de kaybetmişlerdir. Binde bir dinî terbiyeyi ailesinden alanlar dahi, bu terbiyeyi sokağında,
mektebinde ve neşriyatında kaybetmiştir. Böylesne bir milleti bu şekilde İslâmdan
uzuklaştırırken, diğer taraftan cebir kullanarak da İslâmdan koparmaya çalışmışlardır. Bu din
düşmanlığı döneminde maneviyatını, dinini kurtaranlar, bütün kuvvetini Bediüzzaman
Hazretlerinin yazmış olduğu kitaplardan almışlardır. Çünkü o zaman ne maddî, ne de manevî
hiçbir imkân yoktu. Fakat çok partili hayata geçtikten sonra, biraz müsamaha gösterildi ve o
kitaplar da nisbeten serbest okunmaya başlandı. Diğer sahalarda da dinî tedrisat başladı ve
hamd olsun bugün 50 yaşından aşağı, yüksek tahsil yapmış birçok dindar insanlar mevcuttur.

"Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir"

"Bediüzzaman'ın bu konuda çok müjdesi vardır. Bu bakımdan ne kadar kötü


cereyanlar olursa olsun yine ümitvarız. Malûm, zaman zaman, bilhassa 1960'dan sonraki bu
kötü cereyanları gördüğümüz zaman, bazen ümitsizliğe düşüyorduk. Fakat Bediüzzaman'ın
bir sözü vardı, bana söylemişti, onu hatırladığım zaman tekrar bir ümidin içine giriyorum.

"Risale-i Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir. Mutlaka Türkiye'de din-i mübine


hizmet edecek bir idâre iş başına gelecektir. Nur talebeleri bunda muvaffak olacaklardır!'

"Bunu hatırladığım zaman teselli buluyor, ümitvar oluyorum.

"Bediüzzaman Menderes'e, 'Din kahramanı' derdi"

"Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderes'e müteaddit defa, 'Din kahramanı' diye


buyurduklarına şahid olmuşumdur.

"Adnan Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır.
Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim
olmuştur, ketm etmeyeyim... Ama ben de hizmetimin semeresini, Adnan Bey gibi
göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir' demişlerdi.
"Bunu hatırladığım zaman bir inşirah, bir ferahlık duyuyorum. Bir kere Risale-i Nur
talebeleri, yani Bediüzzaman'dan ilham almış olanların hizmetleri başkalarınkinden farklıdır.

Sh»: (S.Ş: 277)

"Nur talebelerinde riya yok"

"Şöyle ki: Bir defa maddî bir menfaat yok, ihlas var. Hizmetlerinde benlik yok... Hani
bir hizmet yaptıkları zaman, 'Bu hizmeti, ben yaptım' diye ucbe düşmüyorlar. Bediüzzaman'ın
talebelerinde riya yok, Riya, ucb ve maddî menfaat hırsı olmadığı için, üstelik ihlâs da
olduğundan, hizmetleri tesirli ve faydalı oluyor. Bu hizmet, o günden bu güne kadar olduğu
gibi, inşaallah bu günden sonra da devam ve inkişaf edecektir. Hangi tarafta ve hangi sahada
hizmet etmişlerse o sahada ve o tarafta muvaffak olmuşlardır, Nur talebeleri vurucu, kırıcı bir
zümre değildirler ve bu gibi hallerden tamağlûf etmek hevesi içinde de değildirler ve bu gibi
hallerden tamamen uzaktırlar. Bütün bunlara rağmen, yalnız manevî bir kuvvetle, ihlâs
kuvveti ile bütün rakiplerini de mağlûp ediyorlar.

"Üstad Ankara'ya gelince İnönü ortalığı ayağa kaldırmıştı"

"Üstad Ankara'ya geldiğinde Beyrut Palas Otelinde, 22 numaralı odada kalıyordu.

"İsmet Paşa, Bediüzzaman'ın Ankara'ya geldiğini duymuştu. Ama nasıl gelmişti,


amamesiyle, sarığıyla... O zamanlar dindar nesil pek yoktu. Yeni bir nesil oluşmaya
başlamıştı. Bediüzzaman'ın Ankara'ya gelmesinden Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde
oldukça telaşlı bir şekilde bahsedilmişti. Bediüzzaman, Beyrut Palas Otelinde bulunduğu bir
sırada İsmet Paşa Meclis'te bir konuşma yaptı: 'Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı
hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman'ı gezdiriyorsunuz...' Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle
cevap vermişti:
"Menderes'in Üstadı müdafaası"

"Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini
bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş
bir pir-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden
hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?'

"Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve:

"Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi
kurtaramayacağım' dedi. Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti.

Sh»: (S.Ş: 278)

"Menderes, Üstada tazimatlarını arzetmemi istedi"

"Ben Üstadın ziyaretine gittiğim zamanlar, Kim ve Akis dergileri vardı. Benim
resmimi kapak kısmına koymuşlardı...

"Üstad o zaman Dr. Tahsin Tola'nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı. Tabiî cereyan
eden hâdiseler üzerine biz de çok müteessir olduk. Üstadı ziyarete gitmek üzere
bulunuyordum ki, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler, yanına gittim.

"Menderes:
"Tâzimatlarımı kendilerine arz et. Bu adamların çıkardığı hâdiseleri biliyorsunuz. Bu
hengâmeler bitsin. Ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için, kendilerine haber gönderirim'
dedi.

"O din kahramanı için, bu sefer gideceğim"

"Üstadı ziyarete gittiğimde, yataklarında uzanmış, hâdiseleri duymuş ve müteessir


olmuşlardı.

"Kapıyı açar açmaz kalktı, yine, 'Gıyas! Gıyas!' diye hitap etti ve beni kucakladı.

"Dedim: 'Kurban! Adnan Beyin selâmları var, ellerinden öper ve ricaen: O bizden
daha iyi biliyor. Bu Halk Partililer, bir hayli hâdise çıkardılar, Üstad Hazretlerini de rahatsız
ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm,
derler.'

"Baktım, Üstadın gözleri pırıl pırıl nur saçıyordu, ayağa kalktı: 'Bak Gıyaseddin! Sana
söylüyorum. Türkiye'yi başlarına yıkarım, yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim'
dedi. Tabii ben, onun o heybetinden hiç konuşmadım artık. Menderes'in ricalarını kabul
etmişti. Saat bir olmuştu, Başbakanlığa gittim. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstadın ne
dediğini sorunca, ben, 'Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye'yi başlarına yıkarım; yalnız o din
kahramanı için bu sefer döneceğim' dediğini kendisine söyledim, Adnan Bey memnun oldu.

"Üstad, doğru Isparta'ya gitti. O zaman da, zaten 'Doğuya ölmek için gidiyorum'
demişti. Birkaç gün sonra malûm seferini yaptı, Urfa'da vefat etti.
"Üstad Urfa'da vefat etmişti"

"Şimdi vefatını anlatayım:

"Üstad Urfa'da vefat etti. Vali hemen kaldırılmasını istiyordu.

Sh»: (S.Ş: 279)

Talebeleri bana telefon ettiler. 'Etraftan gelen kardeşlerimiz var, onun için cenaze biraz
bekletilsin' diye.

"Ben, valiye telefon ettim ve 'Efendim, vefat eden zat benim büyüğümdür, beni
bekleyin, ben gelmeden kaldırmayın' dedim. Fakat Vali, iki-üç saat sonra bana telefon etti:
'Efendim, siz kaldırmayın diyorsunuz, Bakan Efendi (Namık Gedik) ise, hemen kaldırılsın
diyor, ben arada kaldım ne yapayım?' dedi.

"Namık Gedik'le kavga ediyoruz"

"Namık Gedik, imanlı bir zattı, fakat korkuyordu. Meselâ öyle enteresan ki, halk
tarafından dindar bir parti olarak bilinen DP'nin içinde, ancak 10-15 mebus namaz kılıyordu.
Yani bir muvazene unsuru yoktu. Kalktım gittim, Namık Gedik'in odasına. 'Namık,' dedim,
'Dayım vefat etmiş, ben gidip cenazesinde bulunacağım, yani bir milletvekil gidip, büyük
dayısının cenazesinde bulunmayacak mı?' dedim. 'Efendim' dedi, 'çok kalabalık olacak.
Hâdiseler olacak. Görmüyor musun, Halk Partisi mensuplarının yaptıklarını?' İşte o zaman
aramız açılmıştı, sandalyeyi falan kaldırdım. Milliyet, Cumhuriyet çok yaygara etmişlerdi.
Hatta Bediüzzaman'ın halifesi demişlerdi. Keşke hizmetkârı olabilseydim.
"Sonra ben uçakla gittim, cenazesine yetiştim. Allah bizi o büyük insanların
şefaatinden mahrum etmesin.

"Efendim, Tevfik İleri, Müslüman, mütedeyyin bir zattı... Namık Gedik, mutekid, ama
ihmalkâr...

"Tevfik İleri, Namık Gedik'i Üstada götürmek istemişti"

"Tevfik İleri, 'Gel seni bir zatın ziyaretine götüreyim' diyor Namık Gedik'e. Tevfik
İleri'nin gayesi; Gedik'in, Üstadı görmesi. Çünkü onu görüpte kalbine İslâmî bir his
gelmemesi mümkün değil. Yani ben tahmin ediyorum ki, kilisedeki bir papaz gelip onu görse
idi, belki Müslüman olurdu.

"Bunların namazında, sahabi namazı konusu var"

"Bir sefer, Bekir Berk Muş'a geldiğinde bizim evde namaz kılıyorlar. 'Bunlar kim?'
diye sordu benim peder. 'Bediüzzaman'ın talebeleridir' dedim. O zaman dikkatle bakıp şöyle
demişti: 'Bunların namazında sahabi namazı kokusu var.' Ve hadis okumuştu. (Meâlen:
Ümmetimden bir fırka var ki, onlar kıyâmete kadar hak

Sh»: (S.Ş: 280)

üzerine gideceklerdir.) 'O taife bunlardır işte. Nur talebeleri...' demişti.


"Siz Meclis'te bulundukça kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz"

"1957 seçimlerinde benimle imtizaç etmeyen birtakım DP'liler vardı. İslâmiyetten


uzak idiler. Beni ön seçimlere sokmak istiyorlardı. O zaman ben Adnan Beye gittim. 'Ben ön
seçime filan girmem. Bağımsız seçileyim, tekrar DP'ye gireyim' dedim. Adnan Bey kabul
etmedi.

"Listeyi size verelim, siz tanzim edin' demişti. Benimle genel merkez arasında
anlaşmazlık olduğundan, milletvekilliğinden fergat etmeyi düşündüm ve istişare için Üstada
gittim. Ona anlattım meseleyi.

"Bizim memlekette bizden zengin ve tahsilliler çok. Halkın bizi seçmesindeki gaye,
bizden mânevî hizmetler beklediği içindir' dedim. DP'nin en kuvvetli devresinde, ben
bağımsız olarak 8 bin oy farkı ile seçilmiştim.

"Üstad şöyle cevap vermişti:

"Ben Müküs Beylerin yanında okurken, onların Ermenilerden hizmetkârları vardı.


Talebeler, Ermenilerden bahsettikleri zaman etrafına bakarlar öylece konuşurlardı.
Binaenaleyh siz de, Meclis'te bulunmakla, kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz.
Sadece bunun için de olsa giriniz!' demişti. Ve ben de böylece kabul ettim.

"Üstad Hazretlerinin dua şeceresi vardı. Ben kalbimden geçiriyordum. 'Keşke onun o
hususî duasına mazhar olsam' diye. Bir gün giderken bana 'Gıyas, sizin ailenizden Fethullah
Efendi Hazretlerine ve Alâeddin Efendiye dua ediyorum, üçüncü olarak da seni duama
alıyorum' demişti.

"Ben birçok zahmetler, sıkıntılar çektim. Yassıada'da zor günler geçirdim. Fakat
inanıyorum ki, Üstadın duası bizim bu zahmetleri atlatmamıza sebep oldu."
Sh»: (S.Ş: 281)

$ MUSTAFA KIRIKÇI

12 Nisan 1926 tarihinde Konya-Bozkır ilçesinin Sopran (Badurdu) köyünde dünyaya


geldi. 12 Ekim 1959'da öğretmenlikten istifa etti. Şubat 1968'de tekrar vazifeye döndü. 1971
tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi ve 20 Mart 1979'da İstanbul İmam
Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmeni iken emekli oldu. 1960'dan sonra Nur, Bediülbeyan,
Bediüzzaman gibi gazeteler yayınladı.

[]

Mustafa Kırıkçı

"Risale-i Nur'dan önce"

"İlkokulu, nahiyemiz olan Ahırlı'nın bölge yatılısında bitirdikten sonra, 1940 yılının
Temmuz ortasında Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsünde tahsile başladım. Buarada beş sene,
yazlı kışlı, iş ağırlıklı çalışmalardan sonra kendi köyüme öğretmen tayin edildim. Enstitüde
sistem, 'köy kalkınması ve köyün canlandırılması' üzerine bina edildiğinden, bizler de o
gençlik yıllarımızda bütün kuvvetimizle, aynı davâ uğruna olağanüstü gayretlerde
bulunuyorduk.

"Herşeyde olduğu gibi, mezkûr sistemin de elbette menfaatli ve mazarratlı yönleri


vardı. Bir defa en büyük eksiğimiz, maneviyat ve bilgi yönünden, hemen hemen tamamiyle
boş ve noksan bırakılmış olmamızdı.
"Güya bizler, ağır ziraat işleriyle birlikte, inşaat, marangozluk, demircilik gibi san'at
çalışmalarında maharetler kazanıp, bu sanatları ve maharetlerimizi de aynı çalışma temposu
içerisinde köylüye ve köy çocuklarına aktarmış olacaktık. Bizlere verilen arazileri de, atımız
ve arabamızla yine kendimiz ekip biçecek ve mahsül alacaktık.

"Tabii bu tutmadı ve olmadı. Çünkü iş, bir vasıta ve alet olması lâzım gelirken vasıta
olmaktan çıkarılıp; gaye ve maksat haline getirildiği için çok mahzurları görüldü ve o
sistemden, kısa bir zaman sonra vazgeçildi.

Sh»: (S.Ş: 282)

"Ben köyümde iken, ta talebeliğimden gelen bir okuma merakı ile, o zamanın
neşriyatından gazete ve mecmuaların hemen hepsini gözden geçiriyordum. Fakat bunlar,
şimdiki zamana göre pek mahdut ve dar bir daireye münhasır idi. Hele o zamanlarda, şimdiki
kitap neşriyatının belki binde biri de meydanda yoktu. Bilhassa dini sahada hiçbir bilgiye ve
malûmata sahip değildim. Her ne oldu ise, 1950'den sonar her çeşit eser, bilhassa gazete ve
mecmualar olmak üzere, ortalığa çoşkun bir sel gibi yayılmaya başladı. O sıralarda benim
fikriyatıma yeni bir ufuk açan milliyetçi gazeteler ve dergiler olmuştur. Onlardan bilhassa
haftalık Orkun mecmuasının üzerimdeki tesirlerini hiç unutamam.

"Risale-i Nur ile temas"

"Bediüzzaman Said Nursi ismini ve Risale-i Nur'u zannediyorum, ilk defa yine kendi
köyümde iken Serdengeçti mecmuasından öğrendim, bu mecmuayı da devamlı takip
ediyordum. Derginin Ağustos 1952 tarih ve 17 sayılı resimli kapağında, 'Said Nursi 20. Asır
Karanlığını Delerken' başlığı ile beraber bir de şöyle bir dörtlük vardı.

"Çık neredesin, zuhur et, biz seni bekliyoruz.


"Yıllardır yollarında yorgun, emekliyoruz.

"Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et de Tur'a;

"Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura.

"O sıralarda, Eşref Edib'in yazdığı Tarihçe kitabı da elime geçmişti. Osman Yüksel'in,
Ankara'da kaldığı yere kadar giderek, Üstad hakkında kendisinden hem bilgi edindim, hem de
Risalelerden üç tane teksir edilmiş küçük kitap aldım. Bunlar İman Hakkikatları, Nur
Aleminin Bir Anahtarı gibi risalelerdi. Bu risaleleri kendisine üniversiteli talebelerin
getirdiğini ve isteyenlere vermesini söylediklerini de anlatarak kitapları, sakladığı yerden,
yani kütüphanesinin arka yerlerinden çıkarıp bana vermişti. Ben ondan,Üstadın bütün
eserlerini soruyor ve istiyordum. Yine aynı günlerde, Ankara'dan Eskişehir üzeri İstanbul'a
gideceğimi anlatmam üzerine, bana, Eskişehir'de saatçı iki kardeşin adresini verdi ve onlardan
külliyatı elde edebileceğimi söyledi. Bunlar, saatçı iki kardeş, merhum Şükrü ve Muhittin
Yürüten isimli çok kıymetli iki Nur talebesiydi ve ikisi bir dükkânda beraber çalışıyorlardı.

"Eskişehir'de kendilerini buldum. Nurların tamamını almak için geldiğimi anlatınca


beni çok hoş karşıladılar. Ben de doğrusu böyle

Sh»: (S.Ş: 283)

berrak simalı ve Nur karakterli kimselerin yanında çok duygulandım. Şükrü ve


Muhittin kardeşlerden eski ve yeni yazılı olmak üzere ne bulabildimse, hepsi teksir birçok
kitap aldım. Bunlardan İnebolu teksiri, iki ciltlik Asâ-yı Musa hâlâ elimdedir. Eskişehir'de
bana, Süleymaniye-Kirazlı Mescit Sokağındaki 46 nolu adresi de bildirdiler. İstanbul'a gelince
46'daki Ahmed Aytimur'dan da birçok kitap alıp bavulumu doldurdum. Risaleleri incelemeye
başlamıştım. Bilhassa yaz tatilinin uzun günlerinde hiç usanmadan zevkle okuyordum.
[]

Mustafa Kırıkçı, Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk ile Konya'da Hazret-i


Mevlânâ'nın önünde.

"Askerlik hizmetinden sonra Akşehir'in Atsız köyü öğretmenliğine tayinim yapıldı.


Zaten yedek subaylık hizmet süresinin yedi sekiz ayını da orada geçirmiştim. Merhum Bekir
Berk de daha önce Akşehir'de avukatlık yapıyordu. Merhumun kendisi ile tanışmamız, Türk
Milliyetçiler Derneğinin 1952 yılında Ankara'daki büyük kurultayında olmuştu. Akşehir'de,
kader bizi yeniden birleştirmişti. Mesai vakitlerinin dışında hemen her gün bir araya gelir,
uzun sohbetler ederdik, yiyip içmemiz dahi çok vakit beraber olurdu.

"İşte orada iken, yani Atsız köyünde öğretmen iken, bir Cuma sabahı ki, hiç unutmam,
1955 Aralık 31. gündür, evde bir boy abdesti alıp Akşehir'den Eskişehir tarafına giden bir
otobüse atladım ve Emirdağ'a geldim. Bediüzzaman'ı ziyaret edecektim. Akşehir'den hediye
olarak bir de lokum kutusu elimde idi. Çarşıda etrafıma bakınıyor ve kimseyi tanımıyordum.
Büyük Camiin yakınında, genişce bir manifatura mağazası ve içinde de başında beresi olan
bir şahıs gözüme ilişti. Meğer bu, merhum İbrahim Kantar imiş. Selâm verip dükkâna girdim
ve kendisine niçin gelmediğimi anlattım. Kantar bana, 'İşte evi' diye dükkânın karşı tarafında
eski, basit bir evi gösterdi. Ve Üstadın çok hasta olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini de ilâve
etti. 'Ama yine de bir haber edelim, hizmetçisi Konya-

Sh»: (S.Ş: 284)

lı Zübeyir şimdi buralardan geçer, ona söyleriz' dedi. Biraz oturduktan sonra merhum
Zübeyir Ağabey geldi. Dükkânda o da bana, Üstadın hasta olduğunu anlatarak, gidip kendisi
ile görüşeceğini ve orada benim biraz beklememi söyleyip ayrıldı.
"Beni heyecan sarmıştı, az sonra Zübeyir Ağabey döndü. Üstadın bana selâm
gönderdiğini, 'Benim için, on tane hocadan daha ehemmiyetlidir,' dediğini ifade ile, şimdi
halinin müsait olmadığı için görüşemeyeceğini, 'ama ileride inşaallah görüşeceğiz' sizlerini
bana nakletti. Ben de; Üstadı görmeden gitmek istemediğimi kendisine ısrarla ve tekrarla
ifade ediyordum. Sonra şöyle bir yol buldu, dedi ki:

"Kardeşim, bugün Cuma, Üstad, her zaman çıkmaz, ama İnşaallah bu Cuma camiye
çıkar, sen de orada görmüş olursun.' Ben erkenden abdest alıp, Çarşı Camiinin üst mahfelinde
Üstadın geleceği yerin yanına oturdum ve beklemeye başladım. Camide vaaz veriliyordu,
cemaat dolmuştu, tam ezan okunacağı esnada, oturan cemaat birden ayağa kalktı; dönüp
baktım, Koca Sultan, o bilinen cübbesi ve sarığı ile ve bütün haşmetiyle camiin üst mahfeline
gelmiş ve cemaat da ona hürmeten ayağa kalkmıştı. Yanında Zübeyir Ağabey vardı, o anda
gözüm, sanki Yavuz Sultan Selim Hanın canlı misalini görüyor gibiydi. Gelip tam yanıma
oturdu. Namazlar kılındı, sonra dışarı çıkan halk, onun geçeceği caddenin iki yanına
diziliyordu. Ben de aralarına katıldım. Üstad, sağ eli göğsünde halkı selâmlayarak ağır ağır
yürüyüp gitti. Ben de kendisini işte o zaman rahatça seyretme imkânını bulmuş oldum.
Böylece, Emirdağ'da daha fazla kalmadan, aynı gün yine otobüsle Akşehir'deki evime
döndüm.

"Üstadı ziyaretlerim"

"1956 senesinden itibaren Üstadı bazen Isparta'da, bazen Emirdağ'da olmak üzere
toplam on üç defa ziyaret ettim. Gittiğim her yolculuğu, sekiz oldu, on oldu diye sayardım.
Öğretmenliğimi de Akşehir'den, Konya'nın Lâlebahçe ve sonra da Evdereşe okullarına
naklettirmiştim. Buralarda iken, bilhassa son iki sene kaldığım Evdereşe'de, Risale-i Nur'a
tam dalmış ve Nur Talebeleriyle de irtibata geçmiştim. Her üç dört ayda bir Üstada gidiyor
manevi feyizler alıyordum. İlk Isparta seyahatimed Üstadı evinin dış kapısında dışarı çıkma
üzere iken görüp elini öptüm. Orada ayak üzeri iken bana, Risale-i Nur'un Berlin
üniversitesinde okunduğunu anlatarak, başımı sıvazladı ve yanındakiler de, beni Hüsrev'e
götürmelerini söyledi. Gittik, Hüsrev Ağabey, evinde bana âdeta pırıl pırıl parıldayan
Sh»: (S.Ş: 285)

bir evliya suretinde göründü. Tahmin ediyorum, iki saat kadar nasihatlarını ve
sohbetlerini dinledim ve çok duygulandım.

"Daha sonraki ziyaretlerimde Üstadı, hep kendi odasında ve karyolası üzerindeki


mütevazi yatakta oturmuş görüyordum. Bizlerle konuşurken, baş ucunda bir iki yastık, ayak
ve bacak kısımlarını örten temiz bir yorganı göze çarpardı. Kendisini ekser ziyaretlerimde
daima neşeli ve tebessüm eder vaziyette gördüm. Hiç asık çehreli ve çatık kaşlı görmedim,
sanki hoş ve güzel bir kuş gibi idi. Çokça elini öpmek için yaklaştığımda, hemen şefkatle
kucaklar ya alnımdan veya boynumdan öperdi. Şimdi ben burada o mübareğin, müteaddit
ziyaretlerimde söylediklerinden ancak aklımda kalabilenlerden bir kısmına işaret etmeye
çalışacağım.

"Üstaddan dinlediklerim"

"Kardeşi Abdülmecid Efendi Konya'da oturduğu için, bizi görünce hemen onu sorar
ve onun iyilik haberlerini beklerdi. Ben de zaten Abdülmecid Efendi ile tam temasta olduğum
için, Üstada gideceğimi önceden Hoca Efendiye söyler, selâmını götürdüm. Birkaç defa
Üstaddan; Abdülmecid'i on beş sene okuttuğunu, şimdi onun gibi bir âlim ne Türkiye'de ne de
Mısır'da yoktur, dediğini işittim.

"İlk ziyaretlerimde; bu acizi ne talebeleri içine aldığını ve dualarına dahil ettiğini tebşir
ile, 'Ben talebelerimin yalnız kendilerini değil, onların ana babalarını ve diğer yakınlarını da
dualarıma alıyorum' buyurmuştu.
"Birkaç defa, Said Gecegezen'le beraber gittik. Üstad bizi omuz omuza beraber
görünce çok sevinirdi. Bir defasında, Müfessir Mehmet Vehbi'nin, Risale-i Nur'u çok takdir
ettiğini söyleyerek, ahfadından olanlar selâm gönderdi. Başka bir vakitte Emirdağ'da,
'Mevleviler, ehl-i dalâlete mütemadiyen tokat vuruyorlar. Konya'da bulunan Mevlevilere
selâmımı söyle' demişti. Ayrıca, 'Feyzi'ye selâm ediyorum' diye Feyzi Halıcı'ya da selâm
göndermişti. Aynı yıllarda, Mehmed Kayalar'ın hizmetleri çok şaşaalıydı, Üstad da onu çok
seviyordu ki, belki üç dört ziyaretlerimde ondan, 'Kahraman Kayalar' diye sitayişle
bahsettiğine şahit oldum. Hattâ yanındakilere, 'Getirin Kayaların yazdığı mektubu, okuyun
kardeşime' buyurup, 'Kayalar da Konyalı' demişti.

"Ben, Üstada yapılan bed muamelelerden dolayı Menderes'e hiddetlenip, çokça da


tenkidde bulunuyordum. Birgün Emirdağ'daki odasında Üstad, bana, 'Kardeşim, Menderes
bize taraftardır; benimle görüşmek için bana iki mebus gönderdi, fakat ben kabul etmedim'
dedi.

Sh»: (S.Ş: 286)

"Öğretmen A. Hamdi Savlı Ispartalı olduğu için, yaz tatili günlerinde Üstadın
derslerine devam ediyordu. Ben de ona imrendiğim için bir Isparta ziyaretimde, yaz tatilinden
istifade ile bir müddet yanlarında kalmak istemediğimi söyledim. Üstad, 'Hayır olmaz' dedi.
'Eğer sen Konya'da olmasa idin, Hamdi'yi oraya gönderirdim' diyerek kabul etmedi.

"Gazetelrde Üstada ve Nur talebelerine iftira ve sataşma yazıları çokça neşredilirdi.


Benim de bunlara karşı, o zamanın Hür Adam gazetesinde birkaç tane makale şeklinde
yazılarım yayınlanmıştı. Herhalde Üstad bunlardan haberdar olmalı ki, birgün Emirdağ'da,
yazılarımın devam edip etmediğini sordu. 'Yazmıyorum' deyine, 'Hayır, yaz, yaz'
buyurmuşlardı.
"Konya'dan bir bayram günü, merhum Dr. Sadullah Nutku, Said Gecegezen, Osman
Yıldız ile beraber beş kişilik bir grup halinde, bir taksi ile Emirdağ'a gidip Üstadın odasında
kabul edildik. Üstad, yine karyolasında bizlere hitaben, 'Ben bayramlarda kimse ile
görüşmüyordum, Isparta'dan da bu sebeple buraya gelmiştim, ama şimdi sizleri, Seydişehir ve
havalisi namına kabul ediyorum' demişti. O sıra yine bizlere, yüzüne fazal bakmamamızı
ihtarla, nazardan kendisinin rahatsız olduğunu ilâve etmişti.

"Hizmetin içindeyim"

"Üstada ve Nurlara ünsiyetim arttıkça, kendimi hizmetin içinde hissediyordum. Bütün


meşgalemi ve faaliyetimi Nur Risalelerini okumaya ve yaymaya sarfetmekte idim. Ankara'da
büyük mecmuaların matbalarda basım işine de başlanmıştı. Sık sık Ankara'ya gidiyor, orada
çalışan faal Nur talebeleri ile tanışıp bazen günlerce yanlarında kalarak hizmete yardımcı
oluyordum. Hattâ, Mektubat'ın ilk baskısı yapılırken noktalama işinde bir nebze, merhum Atıf
Ural'la beraber çalışmıştım. Zübeyir, Sungur, Ceylan ve Abdullah Yeğin'in hallerini çok
beğenir, kendimin de onlar gibi her işi bırakarak, bütün varlığımla Risale-i Nur'la çalışmayı
arzuluyordum. Nurun daktilo yazıcısı hava binbaşı Merhum Hayri Beyi, bütün malzemesi ile
birlikte birgün gizlice Evdereşe'ye götürdüm, oturduğum lojmanın bir odasını da kendisine
tahsis ettim. Orada birkaç ay çalışarak, büyük Tarihçe-i Hayat'ın eski yazılı parçlarını daktilo
ile yeni yazıya çevirdi. Ben de noktalama işlerini yaptım, sonra hazırlanan kısımları parçalar
halinde Ankara'ya ulaştırdık.

Sh»: (S.Ş: 287)

"Ben çoktan beri bir Mustafa bekliyordum"

"Zannediyorum, 1958 senesi idi. Üstadı ziyaret için Isparta'ya gitmiştim. Üstad, o
sırada hizmetçilerin hepsi Ankara'da hapis oldukları için, evinde yalnız kalmıştı. Gerçi evin
sofası ile öteki odalarında Mustafa Gül Ağabeyle, Küçük Ali Ağabey de gözüme ilişmişlerdi.
Fakat onlar , ziyaretim esnasında Üstadın odasında bulunmadıkları için ben, Üstadla baş başa
kalmıştım. Bana, yanındaki yardımcı ve hizmetçilerini hapse koymaktaki maksadın, 'kendisini
yalnız bırakarak müşkül bir vaziyete sokmak' olduğunu anlattı. Ayrılmak için ben ayağa
kalkıncı, Üstad da kalktı, bu hiç görmediğim bir haldi, benimle beraber odasının kapısına
kadar beraber geldi, orada bana şöyle dediğini hiç unutamam: 'Ben çoktan beri bir Mustafa
bekliyordum, meğer o Mustağa senmişsin.'

"Risale-i Nura mani olan Valiye Üstadın selâmı"

"1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, Nurların camilerde okunmasına


başlanmıştı. Bizler de Konya'da aynı hareketin içine girdik. Fakat, Vali Cemil Keleşoğlu,
bizlere, camilerde böyle aşikâre okutturmamak için, polis kanalından olanca gücü ile her türlü
baskı ve tazyikatı icra etmekteydi. Çok tahkir ve hakaretlere maruz kalırdık. Hattâ bir kısım
arkadaşlarımız da, bu sebeplerle karakollarda defalarca dövülüp tartaklanmıştır. Buna rağmen
hiçbirimizde ne korku, ne de bir yılgınlık eseri görülmemiştir. Dr. Sadullah Nutku, bu
hengâmede Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad, Nutku'ya, 'Madem ki Konya gibi dindar bir
şehrin valisidir, o valiye selâm veriyorum' diye, Keleşoğlu'na selâm göndermişti. Sadullah
Bey, 'Ben, böyle bir adama bu selâmı nasıl söyleyebilirim' endişesi ile biraz tereddütten sonra,
bizlerin de ısrarı ile, Valinin makam odasına girdi ve selâmı tebliğ etti. Vali Bey, hiçbir şey
demeden sadece Sadullah Nutku'nun yüzüne bakmakla yetinmiş. Bunu Sadullah Bey,
yanından çıktıktan sonra bize anlattı.

"Öğretmenlikten istifa, hizmette istihdam"

"Ben de, öğretmenlikten ayrılarak, kendimi tamamiyele Nur hizmetine vermek


düşüncesine kapılmıştım. Arkadaşlarımın bir kısmı buna taraftar değillerdi. Birgün, valilikten
bana resmi bir yazı geldi, yazıda bir husus için makama gelmem isteniyordu. Belirtilen günde
Vali Beyin makam odasına girdim. Merhum Cemil Bey, biraz asabi ve hiddetli idi. Bana,
hangi hakla camilerde risale okuduğumu ve maksadımın ne olduğunu sordu. Kendimiz için
okuduğumuzu ve

Sh»: (S.Ş: 288)

arzu edenlerin de istifadesinden başka bir maksadımız olmadığını ifade edince, Vali
Bey daha da öfkelendi; 'Ey arkadaş, bütün kuvvetimle peşindeyim... Anladın mı?' dedi ve
çıkmamı söyledi.

"Bir müddet sonra da bana, Abdurreşit (Evdereşe) okulundaki vazifemden, Yunak


kazasına bağlı Honamlı Köyü Okulu öğretmenliğine naklen tayin edildiğime dair kararname
tebliği edildi. Buna, 'İstifam için iyi bir sebeptir' diye sevindim. Fakat, yine arkadaşlarımdan
bir kısmı, 'Üstada danışmadan istifa etme' diyorlardı. Ben kesin kararlı olduğum halde,
arkadaşlarımı kırmamak için Said Gecegezen'le Isparta'ya gittik. Az önce Üstadın Emirdağ'a
hareket ettiğini söylediler; hemen arkasından bir kamyonla biz de yola koyulduk ve Emirdağ'a
ulaştık. Üstadın evinde Zübeyir Ağabey'le karşılaştık, yanında başka kimse yoktu. Vaziyeti
kendisine anlattık. O da bizlere gülerek, Üstadın biraz önce Eskişehir'e gittiğini, ayrılırken de
kendisine, 'Benim misafirlerim gelecek, benim yerime onlarla konuşasın diye seni
bırakıyorum' dediğini anlattı. Bize yemek hazırladı, uzun uzadıya konuşup, ta akşam
vakitlerine kadar hoş sohbetler ettik. Hem anladık ki, Üstad, kimsenin dünyevi işlerine
karışmak istemiyordu.

"Üstada rüyalarımı tabir ettiriyordum"

"12 Ekim 1959 tarihli istifa dilekçemi valilik makamına verdim. Dilekçenin bir
suretini de, o zaman İmam Hatip talebesi olan Ahmet Gümüş'le Üstada gönderdim. Üstad,
dilekçeyi yanındakiler okutur ve 'Aferin zaten Konya'ya öyle bir kahraman lâzımdı' diye
iltifatta bulunur. Böyle olduğunu, yanındaki hizmetkârları, o vakit, 'İstifanamenizi Üstadımıza
okuduk, Üstadımız da böyle dedi' diye bana bir mektupla bildirmişlerdi. Evdereşe'deki
çalışmalarımız çok feyizli geçmişti. Orada iken gördüğüm rüyaları dahi Üstada yazar,
tabirlerini isterdim. Üstad da kısa cevapları ile hayra yorardı. Bunlardan, o vakitlerde dokuz
yaşında bulunan masum küçük kızım Ayşe'nin bir Ramazan sabahı gördüğü rüya ise çok
manidardı. Onu da Üstada yazmıştım. Ayşe'nin rüyasında, Üstadla Peygamber Efendimiz
beraber olarak bizim eve gelmişler, Ayşe'nin vasıtasıyla büyük ve küçük olmak üzere, iki nevi
yazılı kâğıtları dağıtmamız için bizlere göndermişlerdi. Üstad, bu rüyaya karşı, 'İnşaallah o
Ayşe dahi, aynen Said'in haremi gibi imana hizmet edecek' buyurmuştu. İşte o Ayşe şimdi,
el'an yirmi seneden beri, Kur'an Kursu hocası olarak hizmette olup talebe yetiştirmektedir.
Hem, rüyanın bir diğer kısmının da tabiri, aynen çıkmış, Üstad, birkaç ay sonra evimize teşrif
buyurmuşlardı.

Sh»: (S.Ş: 289)

"Abdülmecid Efendi ile görüşmelerim"

"İstifadan sonra, öğretmen lojmanını boşaltmış, Said Gecegezen'in maddi yardım ve


desteğiyle şehir merkezinde güzel bir evi kira ile tutup taşınmıştım. Bütün çalışmalaramız,
kardeşler arasında güzel bir âhenk ve tenasüt içerisinde devam ediyordu. Üstad dahi yanına
gelenlere çokça Konya'dan sitayişle bahsedermiş. Yeni evime Abdülmecid Efeninin bir defa
teşrif ettiklerin hatırlıyorum. Fakat ben kendilerini evlerinde fazlaca ziyaret ederdim.
Konya'dan Isparta'ya, Üstada gittiğini de çok sonra öğrnedim. Bir sohbetlerinde, Üstadın
kendisine, 'Abdülmecid, merak etme, ömrün uzundur. Ben kaç sene yaşarsam sen de tam
benim kadar yaşayacaksın' dediğini neşe ile anlatır, Hazret, 'daha ömrüm çok' diye ilâve
ederdi. Hakikaten mukadderat da öyle teclli etti. Üstad 1293 doğumlu olarak 1960 yılında
vefat etti. Abdülmecid Efendi de yine Rume 1300 doğumlu ve 7 yaş farkı ile, milâdi 1967
senesinde Üstaddan tam yedi sene sonra vefat etti.

"Bir defa kendisine, ilk İstanbul seyahatinde Üstadın yanında olup olmadığını sordum.
'Evet, yanında beraber idim' dedi. Van'dan karayolu ile Trabzon'a, oradan da denizyolu ile
İstanbul'a geldiklerini ve uğradıkları her yerde kendilerini valilerin, paşaların misafir
ettiklerini söylemişti. Üstad, Abdülmecid'e Kamus-u Okyanus kitabını uzatır. 'Aç bir yerini
Abdülmecid' der. Sonra kitabı Üstad eline alıp açılan sahifeye bir göz atar, tekrar kitabı takip
etmesi için Abdülmecid'e verir ve takib ettirir. Abdülmecid, 'Açılan yerin sanki fotoğrafını
almış gibi, bütün sahifeyi noksansız olarak takır takır ezberden okudu ve hiçbir yerinde de
yanılmadı' diye hayretle anlatmıştı.

"Son Ankara, Konya ve İstanbul ziyaretleri"

"Üstad, ömrünün son ayları içerisinde bu üç şehire âni ziyaretler yaptı. Sonra anlaşıldı
ki, bunlar aslında birer veda ziyaretiymiş. İlk ziyareti, Ankara'ya 1959 senesi Kasım ayının
son gününde vuku buldu. Bunu o günlerin gazeteleri yazdı, bizler de okuduk. Fakat bu hal, o
zamana kadar 30-40 seneden beri dışarı çıkmamış veya çıkarttılmamış bir şahıs hakkında yeni
yaygaralara da vesile oldu.

"Üstadın Konya'ya gelişi"

"Bizler, Üstadın Konya'ya geleceğini bir gün önceden haber almıştık. Üstad, 9 Aralık
1959 Çarşamba günü öğleye yakın Mevlâna Türbesine gelecekti. Bu haber ağızdan ağıza
yayılınca aynı gün

Sh»: (S.Ş: 290 )

Sultan Selim Camii ile Türbe civarı, sabah erken saatlerden itibaren dolup taşmaya
başladı. Polisler de, meydanı muhafazaya alınca, gelip geçenlerin dikkatlerini celbediyor ve
alan, daha da kalabalıklaşıyordu. Öğle ezanları okunmaya başladı; Üstad daha gelmemişti.
Namaz için camiye girildi, namazlar kılındı, camiden çıktık. Fakat ne görmeliydi ki, manzara
çok hazin ve dehşetli. Sanki Konya'nın umum zabıta kuvveti orada vazifelenmiş, Türbe
meydanını çepeçevre saran atlı veya yaya polisler, camiden çıkanlarla, cadde ve sokaklardan
geçenleri itekleyip kakıştırarak etrafa dağıtıyorlardı. Üstadın taksisi, cami kapısının
yakınındaki asfalt caddenin kenarında tam Türbe kapısının karşısına gelen bir yerde
durmuştu. Bir müddet oradaki ahali, meydanda duran Üstadın arabası ile, haşin tavırları
içindeki polislerin hareketlerine seyirci oldu. Koca Sultan arabanın içinde idi, onu kimse ile
görüştürmek istemiyorlar ve yanına da yaklaştırmıyorlardı. Halbuki öz kardeşi Abdülmecid'in
evi bile, meydana muttasıl veçok yakın bir yerde idi.

"Dikkat ediyorum, bütün bu sert tavırlı kovalamacalara rağmen, oradaki ahali katiyyen
dağılıp gitmiyor, aksine, kadın erkek, herkesin gözü ve dikkati, nasıl olsa da, Bediüzzaman'ı
bir görebilsem noktasında toplanıyordu. Bu hengâme içerisinde, Üstad arabasından indi,
namazını kılmak için, camiye, batı kapısından girdi. Namazdan sonra camiden çıkıp Türbeye
girdi ve Hz. Mevlâna'yı ziyaret etti. Ziyareti müteakip yine otomobiline bindi ve o yorgun hali
ile ve hiçbir kimse ile görüştürülmeden, geldiği yere, yani Isparta'ya dönmek zorunda
bırakıldı. Ve Üstad da, halkın şaşkın bakışları karşısında ve yine bir zabıta ekibi refakati ile,
sokaklara dolup taşan insan kalabalıkları arasından sükûnetle, sessiz, sedasız geçip gitti.

"Üstadın Konya'ya ikinci gelişi"

"O hüzünlü 9 Aralık ziyaretinden dolayı hepimiz fevkalâde müteessir ve derin bir
ıztırap içindeydik. Bir gün Sadullah Beyin muayenehanesine uğradım. Oradaki sohbet ve
istişaremizde, Üstadı, tekrar teşrifi için, Konya'ya davet etmeye karar verdik ve o anda hemen
bir davetiye mektubu yazdık, mektubu Hasan Nevruz'la Isparta'ya gönderdik. Nevruz,
ziyaretten döndü, Üstadın davete karşı, 'On gün sonra geleceğim' dediğini bizlere nakletti.
Artık dünyalar bizimdi, sevincimize payan yoktu. Hem de Üstadın bundan sonraki âhir
ömrünü Konya'da geçirmesini arzu ediyorduk. Bir taraftan da, camilerde Risaleleri okuma
faaliyeti devam etmekteydi. Üstadın gelip oturacağı yer olarak, benim kalmakta olduğum
güzel evi, kar-

Sh»: (S.Ş: 291)


deşlerle tensib edip, tefrişine başladık; köşedeki büyük odayı, aynen Isparta'daki kendi
odasının tarzında, hattâ ondan daha parlak bir şekilde döşedik. Ben de, yine bu eve yakın
bulunan başka bir evi 110 lira aylıkla kiralamıştım ki, Üstad gelince ben oraya taşınacaktım.

"Hasan Nevruz, ziyaretten birkaç gün sonra, camide kitap okumaktan tevkif edilip
hapse düştü. Av. Bekir Berk de, tevkife itiraz için gelmiş, Rifat Filizer'in muhasebe bürosunda
Said Gecegezen de yanımızda olmak üzere beraber çalışıyorduk. Vakit, ikindi raddeleri idi ki,
birden bire, Üstadın Konya'ya teşrif randevusunun tam onuncu gününde olduğumuzu
hatırladım. Üstad o sıra İstanbul'dan Ankara'ya gelmişti. Hemen, haber var mı, diye Halıcı
Sabri Amca'nın dükkânına koştum, orada oğlu Feyzi vardı, 'Ankara'dan saat 11'de hareket
etmişler' dedi. Tekrar muhasebe bürosuna koştum, çabukça aramızda iş bölümü yaptık. Çünkü
vakit geçmek üzere olduğundan acel etmek lâzım geliyordu. Gecegezen, Üstadı karşılamak
üzere bir taksiye atlayıp Ankara yoluna çıktı. Ben de önceden hazırladığımız evime gittim.
Rıfat'la Bekir Berk de orada, yani büroda kaldılar.

"Günlerden 5 Ocak 1960 Salı, ikindiden biraz sonra idi, hava çok yumuşak, hafif, ince
bir yağmur çiseliyordu. Eve varınca, Üstadın hemen gelmek üzere olduğunu çocuklara
söyledim. Evde benim ailemle beraber temizlik ve tertip çalşımalarında canla başla gayrette
bulunan Mustafa Amcanın refikası Fatma Hanım Teyze de vardı. Zaten Teyze Hanım, bizim
evin annesi gibi günlerden beri, Üstadı beklemekteydi. Bu yoğun hazırlık çalışmalarımızdan
haberdar olmalılar ki, 29 Aralık 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, 'Said Nursi Konya'ya mı
taşınıyor?' başlıklı bir manşet haberle, başka bir gazetede de, 'Nurcular, Konya'da Said Nursi
için biri Meram'da, biri de Türbe civarında olmak üzere iki köşk hazırlıyorlar' başlıklı haberler
neşredilmişti.

"Ben eve vardıktan 8-10 dakika sonra Üstadın arabası, kapımızın önüne gelip durdu,
yanlarında Said Gecegezen yoktu, meğer Said daha yola çıkmadan onlar şehire girmişler,
fakat evin yerini bilemedikleri için, şehirde biraz dolaştıktan sonra Said'in yağ dükkânına
varmışlar, oradan babası Mehmet Ali Amcayı alarak gelebilmişler. Polis cipi de, sokağımızın
az ilerisinde, birkaç tane polisle, adeta Üstadın muhafızları gibi durup park etmişti. Ortalıkta
bir sükûnet ve hattâ sevinç vardı, o eski bed ve sert muamelelerden artık hiçbir eser
görülmüyordu. Üstad, tebessümle otomobilinden indi, çok keyifli olduğu, halinden
anlaşılıyordu. Bir koltuğunda

Sh»: (S.Ş: 292)

ben, diğer koltuğunda da Zübeyir Ağabey olmak üzere, kendisini evin


merdivenlerinden çıkararak, çok güzel şekilde temizlenip döşenerek hazırlanan odasına
götürdük.

"Ben kendi irademle hareket etmiyorum"

"Kapıdan girerken, iki cephesi de açık köşe odayı görünce, 'Maşaallah, Barekallah,
gazetelerin yazdığı kadar varmış' dedi. Odada sanki gençleşmiş ve delikanlı gibi olmuştu, çok
neşeli ve hareketliydi. Az sonra, Sadullah Beyle Sabri Amca da geldiler. Sadullah Bey,
karakolda polisler tarafından biraz tartaklanıp tahkir edildiği için, üzgün ve durgun
görünüyordu. Ayakta iken Üstad, gülerek Sadullah Beye döndü ve 'Ne üzülüyorsun yahu, bu
kaç paralık şeydir? Böyle hallerde beni hatırla, başıma gelenleri düşün' diyerek teselli etti.
Bizlere de müjde getirdiğini, Risale-i Nur'un, dünyaya yayılmakta olduğunu, yine ayakta ve
çok sevinçli halde ifade ediyor, hatta Ankara'da bir İngiliz gazetecisinin kendisine müracaatla,
kabul ederse, haberlerini, memleketindeki gazetesine ulaştırmak için yanında gezmek
istediğini, fakat kendisinin bu teklifi kabul etmediğini anlatarak, şimdi dünyanın, Risale-i Nur
ile alâkadar olmaya başladığına işaret ediyordu.

"Bu ayak üzeri verdiği müjdeleri müteakip, karyolasına yöneldi. 'Üstadım, ben
yardımcı olayım' dedimse de hiç ehemmiyet vermedi, bir delikanlı gibi hemen atlayıp,
karyoladaki örtülü yatağın üzerine oturdu ve oradan konuşmaya başladı. Beni de muhatap
etmek için kendisine en yakın bir yeri göstererek oraya oturmamı istemişti; ben ise, oraya,
Zübeyir Ağabeyin oturması münasiptir diye, tereddüt gösteriyordum. Bunun üzerine, biraz
sertçe, 'Zübeyir dışarılara baksın. Otur' dedi ve beni yakınına oturttu. Zübeyir Ağabey de
etrafla alâkalanmaya koyuldu. Sadullah Beye, kendi başındaki sarığın, sıhhi cihetten de
bağlanmasının zaruretine dair bir rapor yazdırdı. Sabri Amcaya hitaben birkaç söz söyledi. Bir
ara ben, şimdi hatırlayamadığım bir sebeple Üstadın yanından ayrılıp sofaya çıkmıştım.
Şoförü Hüsnü, öteki odada ikindi namazı için hazırlık yapmaktaydı. Çok kısa bir aradan
sonra, Üstadın ayrılmak üzere ayağa kalktığını bana duyurdular. Hemen yanlarına gittim,
Üstad, ayakta ve hareket halinde idi. Şaşırıp kaldım, güya kadınlar çaydanlığı falan ateşe
koymuşlar, çay ikram edecektik. Nazlanmaya başladım; 'Olur mu Üstadım, henüz bir istirahat
etmiş değilsiniz, nasıl ayrılırsınız?' gibi beyanlarımla, 'Gitmeyin Üstadım' diye ısrar
ediyordum. Benim ısrarlarıma karşı şöyle dediği halâ kulaklarımda çınlar, 'Kardeşim, ben
kendi irademle hareket etmiyorum.'

Sh»: (S.Ş: 293)

"Bu cümleyi işitince, bir kelime de olsa söyleyemez oldum ve ısrardan vazgeçtim.
Akşama yarım saat kadar bir vakit ancak kalmıştı ki Üstad, henüz ikindi namazını da
kılmadığı halde hareketinde acele ediyordu. Yine bir koltuğunda ben, diğerinde Zübeyir
Ağabeyle beraber, merdivenlerden aşağıdaki antreye indik. Evde bulunan diğer ağabeylerle,
Fatma Teyze ve refikam Güleser ve küçük kızlarım da indiler. Orada Üstad, kısa bir fasılayla
ayakta durup, o küçük topluluğa şu sözleri ile veda etti. 'Bu evi hem kendi evim, hem
medresem, hem de kendi dershanem olarak kabul ediyorum' dedi. Bu hitabı müteakip,
hanımlar, cübbesinin kol tarafını, erkekler de elini öptüler, orada yeniden hepimize duacı
oldu.

"Üstad Konya'da kardeşi ile görüşmedi"

"İşte, böylece evimizin bir buçuk saat kadar şeref misafiri olduktan sonra otomobiline
bindi. Kendileri arka koltukta yalnız halde, Zübeyir Ağabeyle ben de, ön koltuktaki şoför
mahalline oturmuştuk. Direksiyonda Hüsnü vardı, evden ayrıldık, az sonra Abdülmecid'in,
Türbenin çok yakınında bulunan evinin kapısı önüne geldik. Üstad, otomobilin içinde
oturmakta iken, Hüsnü kapıyı açıp, evi haberdar etti. Fakat ne yazık ki, Abdülmecid Efendi
evde yoktu. Yeni Öğretmen olmuş olan genç kızı Saadet Hanım, merdivenlerden koşarak
gelip otomobilin açılan arka kapısından, Amcası Üstadın kollarına kendini atarcasına,
amcasının elbisesine de olsa sarıldı. Üstad da, geniş pardesülü kolunu Saadet Hanıma uzattı
ve onun, yüzünü gözünü rahatça sürüp okşamasına imkân bahşetti. Bu an, genç Saadet Hanım
için belki en saadetli bir andı, ama ne çare ki, Abdülmecid evde olmadığı için, Üstad, öz
kardeşi ile görüşmekten yine mahrum kalıyordu. Evet; Üstad, bundan önceki ilk ziyaretinde
hükümet marifetiyle Konya'da hiç kimse ile görüştürülmediği gibi, bu defa da evine kadar
geldiği halde bir su-i talih eseri olarak çok sevdiği Abdülmecid'le yine görüşemedi. Gerçi,
Şâhitler'in Dilinden, birkaç arkadaşımız, Üstadla beraber Abdülmecid'in evinde namaz kılıp,
kahvaltı yaptıklarını söylemişlerse de, bunların gerçekle hiç alâkası yoktur. Belki bunlar bazı
gazetelerin uydurma haberlerinden kaynaklanan şayialar ve yanlışlıklar olabilir.

"Yanlış bilgiler"

"Meselâ; o günlerin 20 Aralık 1959 Pazar tarihli Cumhuriyet gazetesinde, '..Said


Nursi, son yirmi gün içinde şehrimize (Konya) üç defa gelmiştir... Ziyaretlerin sonuncusu bu
sabah saat dörtte vuku-

Sh»: (S.Ş: 294)

bulmuş... Kardeşi Abdülmecid ve tüccardan Said Gecegezen'i ziyaret ettikten sonra


sabah namazını kılmış ve derhal Ankara'ya dönmüştür' diye yazılan şu sözde haberin gerçekle
ne uzaktan ve ne de yakından hiç bir alâkası yoktur. Haber tamamiyle yalan ve uydurmadır.
Zaten böyle bir haber, Cumhuriyet'ten gayri, o tarihlerde yayınlanan diğer gazetelerin
hiçbirinde çıkmamıştır. Meseleyi, Üstadın görüşüp görüşemediğini, Hüsnü Bayram'dan
sordum. 'Hayır, görüşmeleri kısmet olmadı' dedi. İşte şimdi uydurmalar, maatteessüf herhangi
bir inceleme ve tahikike tabi tutulmadan, Necmeddin Şahiner'in ve Abdülkadir Badıllı'nın
yazdığı tarihçe kitaplarına da aynen yansımış, böylece, bilinmeyerek olsa bir yanlışlıklar
halkası meydana gelmiştir.

"Yine Badıllı ile Şahiner'in kitaplarında Üstadın, Konya'yı, 19 Aralık 1959 Pazar, üç
defa ziyaret ettiği yazılmış ise de, bunun üçü de yanlış ve gerçek dışıdır. Evvelâ, Üstad
Konya'ya üç değil iki defa gelmiştir. Burada 19 Aralık'la 20 Aralık diye karıştıralarak
gösterilen bir fazlalık, sırf Cumhuriyet gazetesinin o günlerdeki hayal mahsülünden başka
birşey değildir. Bu tarihlerde Üstadın Konya ziyareti diye bir hadise katiyyen mevcut değildir.
Öteki tarihler ise, yukarıda da tafsilatiyle anlattığımız gibi, birincisi ve çok hüzünlü olanı, 19
Aralık 1959 Çarşamba gönündedir ki, bu iki arkadaşımız, Üstad da o günün acı hatırası için
Konya dönüşünden sonra Afyon şekvasına zeyl olsun diye bir lâhika mektubu yazdığı halde,
bunu kitaplarında lâyıkı ile aksettirmediler. İkinci ziyaret ise; yine yukarıda anlattığımız gibi,
vâki davetimiz üzerine Üstadın, 5 Ocak 1960 Salı günü, ikindi üzeri Konya'ya teşrifleridir. Bu
hâdise de, kitaplar da yine bir sehiv hatası olarak 6 Ocak 1960 diye kaydedilmiştir. Mâlum
olduğu üzere, herhangi bir vak'a, gazetelerin ancak birgün sonraki nüshalarında
neşredilebilmektedir. İşte bu küçük sehiv de, böylece bu sebepten kaynaklanmış oluyor.

"Şimdi yeniden dönüyoruz Abdülmecid'in evine. Genç Saadet Hanım kardeşimiz, kafî
derecede, Üstadı, cübbesi üzerinden hasretle kucaklayıp öptükten sonra, ona ve o eve veda
edilerek otomobilin kapısı kapatılıp hareket edildi. Zaten şoför Hüsnü'den gayri hiçbirimiz
arabadan inmemiştik. İstanbul caddesinden Emirdağ istikametine doğru gidiliyordu. Şehrin
kenar semtine gelince otomobil durdu ve artık orada bana inmem ihtar edildi. İndim, hemen.
Üstadın oturmakta olduğu koltuğa açılan arabanın arka kapısını açarak Üstada hitaben;
'Üstadım, o ev sizindir ve size tahsis edilmiştir. Ben kira ile başka bir ev tuttum, hemen oraya
taşınıyorum. Sizin gelmenizi bekleyeceğiz' dedim. Üstad; 'Hayır olmaz, sen orada

Sh»: (S.Ş: 295)


otur, çıkma?' buyurdu. Ben oradan mahzun vaziyette evime döndüm. Sonra, kendisini
takip eden polislerden işittik ki, yolları üzerinde ilk rastladıkları bir petrol istasyonunda akşam
olmak üzere iken ikindi namazını farzlayarak eda etmiştir..

"Camide Risale-i Nur okuduğumuz için hapse konduk"

"Aylardan beri camilerde okumakta olduğumuz Nur derslerinden Üstad haberdar idi.
Fakat, Konya'daki bu faaliyetimiz, valiliğin çok yanlış ve menfi tutumu yüzünden etrafa
yanlış aksettirilmiş, başta polis dairesi olmak üzere, kardeşlerimize, karakollarda gayr-i
kanuni, çok feci ve çirkin işkenceler tevessül edilmiş, devrin Demokrat mebuslarından birkaç
tanesini bile maalesef iğfal ile, üzerimize saldırtmaya kadar varmışlardı. Bizler de bu hallere
şevkle dayanıyor, hiç yılgınlık göstermeden cami derslerimize devam ediyorduk. İşte Üstad
da, böyle bir hengâmede Konya'ya teşrif eylemiş, fakat bir buçuk saat gibi, çok kısa bir
sohbetten sonra, ani olarak, 'Ben kendi irademle hareket etmiyorum' diyerek ayrılıp gitmişti.
Yine sabah namazı için kalkıp hazırlandım, İhlâs Risalesi isimli küçük kitabı da cebime
koyup, Kapı Camiine geldim. Geçtiğimiz gecenin öncesinde yanımızda olan Üstad, şimdi
artık yanımızda değil; bizler de, ondan bir gece sonrasının sabahında yani 1960 senesinin 6
Ocak Çarşamba gününün sabah namazı vaktinde camide idik. O sabah, camide ve etrafında, o
vakte kadar belki de hiç görülmemiş bir manzara ile karşı karşıya idik.

"Sivil ve resmi olarak kalabalık bir polis ekibi caminin içine dağıtılmıştı. Namaz
kılındı, cemaat dağılırken, benim 8-10 kişi, önümü keserek; 'Arkadaş, bu defa okuyamazsın,
okutmayacağız...' gibi sert ihtarlar yaptılar. Ben de; 'Hayır... Biz okuruz, siz de vazifenizi
yaparsınız' diyerek, hızla aralarından geçip, minberin yan tarafına, her zaman olduğu gibi,
arkadaşlarımızla beraber oturduk. Ben cebimdeki İhlâs Risalesi'ni çıkarıp okumaya başladım.
Bu sefer polisler, işi uzatmaya hiç imkân vermeden, biz beş arkadaşı, o şafak vaktinde,
hükümet konağındaki emniyet dairesine götürdüler. Bu beş kişi benimle birlikte, merhum Dr.
Sadullah Nutku, merhum Osman Yıldız, Hasan Helvacılar ve Mazhar İyidöner'den ibaretti.
Emniyet ve adliye dairelerindeki uzun ifade ve sorgulamaları müteakip aynı gün, yani 6 Ocak
1960 Çarşamba, ikindi vakti sıralarında mevkufen, hapishaneye gönderildik. Mazhar'la beni,
onuncu koğuşa, öteki arkadaşlarımızı da altıncı koğuşa verdiler. Böylece, bir gün önce
aramızda olan Üstadın, ani olarak birdenbire kalkıp gitmesi-

Sh»: (S.Ş: 296)

nin izahı, bu olayların zuhuru ile daha da açığa çıkmış oluyordu. Sanki Üstad, bu
vak'aları bir gün öncesinden aynen görüp anlamıştı da, o sebepten ayrılıp gitmişti.

"Hapishanede kalmak için yarış halindeydik"

"Bizlerin birkaç gün önce hapsedilen Hasan Nevruz da 9.koğuşta idi. İki hafta sonra,
üç arkadaşımızı daha, Said Gecegezen, Hasan İlkbahar ve Hüsmen Duran'ı evlerinden
toplayarak yanımıza getirdiler. Böylece, hapishanede dokuz kişilik bir ekip teşekkül etmiş
oldu. Orada neşemiz ve moralimiz çok yüksekti, koşulardaki hapis arkadaşlarımızla iyi
anlaşıp, kaynaşabiliyorduk. Onları her bakımdan teselli ediyor, beraberce her gün risaleleri
okuyor, namazlarımızı cemaatle kılıyorduk. Yaşlı, genç birçok kişi namaza başladı ve Nur
Talebesi oldu. Koca Konya Hapishanesi, adetâ büyük bir Nur dershanesi haline dönüşmüştü.
İçimizde, düştüğünden müteessir hiç kimse yoktu; hepimiz iman hizmetinin bu defa
hapishanede olduğu kanaatini taşıyorduk. Birgün, Ereğlili Ali Tayyar, Üstadı ziyaret için
Emirdağ'a giderken yanımıza uğradı. Bizler de, o arkadaşımıza, 'Üstadın bizim için üzülecek
birşey olmadığından bahisle, selâmlarımızı götürmesini ve dua buyurmasını' tembihlemiştik.
Ali, ziyaretten dönüşte tekrar yanımıza geldi. Üstadın hepimize, ayrı ayrı selâm ettiğini,
kimlerin ve kaç kişinin hapiste olduğunu sorup öğrenmesi üzerinede, 'Çok olumuş, bir kişi
olsa kâfi idi, haydi sıkılmasın diye yanına bir daha olsun...' dediğini ifade ile, 'Benim sıhhatim
müsait olsa idi, şimdi, Konya Hapishanesinde bir sene kalmaya razı olurdum' diye ilâvede
bulunduğunu bizlere nakletti. Artık, sevincimize payan yoktu, bu haber üzerin şevkten dolup
taşıyorduk. Hapis müddetinin bir sene olacağı yorumu ile, fakat, bu bir senelik zaman iki kişi
üzerinde kalacağı düşüncesiyle, herbirimiz o bir senelik hapse can-ı gönülden sahip çıkıyor ve
hattâ yarış ediyorduk.
"Hapsimizin dört veya beşinci günlerinde, Üstadın, Ankara'ya yönelik seyahatinde
resmen yolunun kesilmek suretiyle şehre sokulmadığını, geri çevrilerek, Gölbaşı'ndan
Emirdağ'a gönderildiğini, radyo ve gazetelerden gözlerimiz yaşararak öğrendik. Ağır
Cezadaki duruşmalarımız da başlamıştı. Heyetteki reis, benim dışımdaki arkadaşların tahliyesi
ile, benim tutukluluğumun devamına karar verilmesini istiyor, fakat yanımda bulunan iki
hanım üye, bunu kabul

Sh»: (S.Ş: 297)

etmedikleri için mahkemelerimiz ve hapsimiz uzayıp gidiyordu. O günlerin basın


yayını da hep, Bediüzzaman ve talebeleri ile meşguldü. Âdeta bunun dışında başka günlük
mesele yok gibiydi. Konya'nın malûm bir valisi, kalkıp gazetelere, 'Bunların kökünü
kazıyacağız!' şeklinde beyanatlar verebiliyordu. Böyle bir kargaşada, baştaki iktidar ise şaşkın
ve kararsızdı. Üstad, belki de bunları, Ankara'ya kadar giderek uyarmak ve ikazlarda
bulunmak için çabalıyordu, ama karşısında, maatteessüf korkak, pısırık insanlardan başka,
ciddi muhataplar bulamıyordu. Hem, belki de bu son seyahetlerinde, arka arkaya gelen
yolculuklarındaki sıklaşmanın ve hatta aceleliğinin bir hikmeti de, dar-ı bekâya kavuşmasının
alâmetleri gibi görünüyordu.

"En acı haber"

"Ramazan ayına girilmişti. Oruçlarımızı tutuyor, teravif namazlarımızı koğuşlarda


cemaatle kılıyorduk. Leyle-i Kadire yakın, Martın 24. günü sabahı bir radyo haberi, ortalıkta
bomba gibi patladı. Haberde, Üstadın Urfa'da vefat ettiğini bildiriyordu. Şoke olmuş ve hiç
beklemediğimiz bu acı haberden şaşkına dönmüştük. Önce inanamadık, sonra bakıp gördük
ki, havadis maalesef gerçek. Ah-ı vah ederek, ağlayıp sızladık, Yasinler ve hatimlerle
mübarek Üstadımıza manevi hediyelerimizi ulaştırmaya çalıştık. Hapiste oluğumuz için
böylesine bir sarsıntı, bizi daha ziyade sarsıp dağidar ediyordu. Çünkü, etrafla haberleşmek
için hiçbir imkâna mâlik değildik. Hem, onun son yolculuğunda, üzerimize düşen vazifeleri
ifa etmekten de mahrum bulunuyorduk. İşte, muhitimiz böyle dört duvar arasından ibaret
olduğu için, sıkıntımız, daha da şiddetini arttırarak devam ediyordu. Üstadın vefatı zamanında
hapiste olan, Konya'da bizlerden başka, bir de Ankara Hapishanesinde yalnızca Said Özdemir
vardı. Türkiye'nin diğer yerlerinde, hiçbir Nur talebesi hapiste değildi. Bizden başka herkes,
Urfa'daki büyük cenaze merasimine serbestçe koşabilmekteydi. Bu haller içindeyken bir
yandan da mahkemelerimiz devam ediyordu. Benim mevkufiyetimin devamı ile, diğer
arkadaşlarımın tahliyesine kuvvetli ihtimal ile bakılmakta iken, tam aksine 17 Mayıs'taki bir
duruşmamızda, Said Gecegezen'le Hüsmen Duran'ın dışında hepimiz tahliye edildik. Biz
hapiste, tam dört ay, dört gün kalmıştık. Artık, Büyük Üstadın çok önceden işaret ettiği bir
senelik müddeti tamamlamak üzere orada Hüs-

Sh»: (S.Ş: 298)

men'le Gecegezen kalmışlardı. Hakikaten, onların da, sonradan bir yıllık zamanı ikmal
etmeleri üzerine, tahliye edildiklerine hep beraber şahit olduk. Ve Koca Üstadın, hâdiselere ne
derece şümullü bir ihata ile muttali olduğuna taaccüple hayran kaldık. Ve Cenab-ı Hakkın,
bizleri öyle bir Üstada bağladığına nâmütenahi şükrettik... Tahliyeden sonraki dört beş sene
içerisinde, çıkardığım mecmualar münasebetiyle, üç defa daha Konya Hapishanesinde yatıp
çıktım. Fakat ben, mevzuyu şimdi burada bağlamak istediğim için, daha fazla teferruata
girmek istemiyorum ve bu kadarlıkla iktifa ediyorum."

[] []

Mustafa Kırıkçı'nın 1960'lı yıllarda yayınladığı Bediüzzaman ve Bediülbeyan isimli


gazetelerin birinci sayfaları.

Sh»: (S.Ş: 299)

$ ŞERİFE KANTAR
"Büyüklüğünü takdir edemedik"

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ'a geldiği zamanlarda, ben yeni gelin


sayılırdım. Biz Üstada gereği kadar hizmet edemedik. Büyüklüğünü takdir edemedik.
Evimizin önünden geçerken çok kez görürdüm. Çok kez çamaşırlarını yıkamıştım.

"Üstad, gömleği kabul etmedi"

"Beyim İbrahim Kantar o zamanlarda kasaptı. Üstadın yanına ve hizmetine gider,


gelirdi. Beyim bazen gece yarılarına kadar Risale yazardı. Bunlar Nur'ları okumak isteyenlere
elden ele dağıtılırdı.

"Birgün Üstadın çamaşırlarını yıkamıştım. Gömleği fazlaca eskimişti. Beyimin,


sandıkta, Afyon usulü, uzun etek ve kollu, düğmeli bir gömleği vardı. Eski gömleği
götürmeye Beyimin gönlü razı olmuyordu. Yeni gömleği götürmek istiyordu. Ben de onu
vermek istememiştim. Beyimin isteği götürmek istiyordu. Ben de onu vermek istememiştim.
Üstad ise kabul etmemiş, gömleği geri göndermişti.

"Beyim bir defasında bir camız almıştı. Bunu kesip sucuk yapacaktık. Beyim bize
şöyle anlatmıştı: Üstadın ellerine abdest suyu dökerken, hep aldığı camızı düşünüyormuş. Ne
kadar kâr edecek, onu hesaplıyormuş. Tam bu esnada Üstad kendisine hitaben, 'Keçeli, bir
camız olsa da yesek!' demiş. Beyim bu söz üzerine kızarmış ve mahçup olmuş.

"Hapishane hizmetleri"

"1948 yılındaki Afyon hapsinde Beyim de vardı. Ben de Afyon'a gidip geliyordum. Bu
gidiş gelişlerde Beyimin ihtiyaçlarını temin için uğraşıyordum. Annem Rabia ile Asiye Hanım
tanışıyorlardı. Bizim ev müsaitti. Sık sık bir araya gelir, Risale okur, hizmetle alakalı olarak
görüşürlerdi. Annem de ihtiyaçları karşılamak için hapishaneye giderdi. Çok zamanlar,
Üstaddan, dışarıdaki Nur talebelerine mektuplar getirir, götürürdü.

"Beyime, Üstadın hizmetkârlarından Zübeyir gelirdi. Az miktarda et alırdı. Beyim eti


tartarken biraz da fazla miktarda verirdi. Zübeyir, eti götürünce tekrar gelir, Beyi çağırırdı.
Beyim, Üstada gidince, Üstad kendisine hem kızar, hem de fazla etin parasını verirdi."

Sh»: (S.Ş: 300)

$ FARZENDER KOÇAKLI

1935'te Adilcevaz'da dünyaya geldi.

[]

Farzender Koçaklı

"Üstadı ziyaretim"

"Ben 1956 yılında Afyon'da askerdim. Benim bölüğümde bulunan Hüsnü Bayram ile
tanıştım. Kısa bir zamanda arkadaş olmuştuk. Hüsnü Bayram bana Üstaddan bahisler açmış,
onun talebesi olduğunu söylemişti. Üstad Bediüzzaman'ın faziletlerinden, ilminden ve
kahramanlıklarından anlatmıştı. Ben de Üstadı sevmeye başlamıştım. Ziyaret için iki sefer
gittimse de kısmet olmamıştı. Bu arada bizi dağıtım yapmışlardı. Hüsnü Bayram Eskişehir'e
gitmiş, ben ise Afyon'da kalmıştım. Yıl başında izin isteyip, Emirdağ'a gitmiştim.
"Bir gece otelde kaldım. Otelciden Üstadı nasıl göreceğimi sordum. Otelci de bu işin
zor olduğunu, ancak cami imamının vasıtasıyla olabileceğini söyledi. Sabahleyin camiye
namaza gittim, imamla tanıştım. Fakat imam görüşmemiz için yardımcı olmadı. Sonra bana
kaldığı yeri tarif ettiler. Evin etrafında tam dört sefer dolaştım. O sırad Hüsnü Bayram'ı
gördüm. Beni alıp Mehmed Çalışkan'ın dükkânına götürdü. Benim için Hüsnü Bayram
Üstaddan izin istedi. Üstad, 'Gelsin' diye bizi kabul etti.

"Üstadın huzuruna girdiğimde bağdaş kurmuş, oturuyordu. Selâm verip ellerine


sarıldım ve öptüm, hemen geri çekildim. Üstadın bana ilk sorduğu sual şu oldu:

"Asker misin kardaşım?'

"Evet.'

"Kaç ayın kalmış?'

"Altı ayım kaldı.' Hep bana 'Kardaşım' diye hitap ediyordu. Sonra, "Kardaşım, sen
nerelisin?' diye sordu.

"Bitlisliyim' dedim.

"Bitlis'in neresindensin?'

"Âdilcevaz'danım'

Sh»: (S.Ş: 301)

"Bekir Ağayı tanır mısın?'


"Ben o esnada Üstadın yüzüne baktım. Tarifinden aciz kaldığım bir şekilde renkten
renge giriyordu. Tanıdığım halde, 'Tanımıyorum' dedim. Ondan sonra, 'Baban Nakşibendi
tarikatına girdi mi?' diye sorunca, 'Girmedi' dedim. 'Babam, Şeyh Bekir-i Sorun'un torunudur'
dedim. O esnada eliyle sert bir şekilde işaret ederek, 'Gel yanıma' dedi. Gittim, elini öptüm.
Üstad sağ yanağımdan öptü. Üç sefer de omuzuma eliyle vurarak, 'Sen benim talebemsin'
dedi. Hüsnü Bayram'a, 'Bu gence bir kitabımı ver' dedi. Hüsnü Bayram Gençlik Rehberi'ni
verdi. Ben o sırada, 'Üstadım, kitapların bende var' dedim. Sert bir şekilde, 'Bir daha al' dedi.
Sonra izin verdi, tekrar ellerini öptüm. 'İnşaallah tekrar ziyaretinize gelirim' dedim. O da,
'İnşaallah' dedi. Oradan ayrılıp bölüğüme gittim. Fakat tekrar ziyaret nasip olmadı."

Sh»: (S.Ş: 302)

$ DR. RASİM HANCIOĞLU

"Üstad Said Nursi Hazretlerini, Afyon'da ikamet ettiği müddette bir türlü ziyaret
etmek mümkün olmadı. Bilhassa o devirdeki polis kordonu ve polis takipleri birçok kimseye
olduğu gibi, bizlere de bir ümit kırıklığı ve cesaretsizlik vermişti.

"Bu sırada biz toplantılarımızda Mevlâna Hazretlerinin Mesnevi'sini okuyorduk.


Mesnevi'nin bir yerinde Hazret-i Mevlâna der ki: 'Bir yere gittiğinizde, bir vilayet
gezdiğinizde veya bir beldeyi ziyaret ettiğinizde, oranın camiini, mektebini, dağını, ovasını,
ormanını gezmekle ve oralardan geçmekle, o beldeyi görmüş olmazsınız. O beldede yaşayan
Allah'ın sevgili kullarından birisi vardır. Eğer onu ziyaret etmişseniz, mutlaka o beldeyi
ziyaret etmiş olursunuz.' Bu bahis geçti, bunun üzerine biz düşünmeye başladık. 'Yahu' dedik,
'Bizim memleketimizin etrafında böyle bir zat dolaşıyor. Fakat ne yazık ki, biz bu büyüğü
ziyaret etme imkanından mahrum yaşıyoruz. Yarın rûz-i mahşerde bize bir sual tevcih olur da,
'Bir büyük zat etrafınızda dolaştı, durdu da siz gidip ziyaretinde bulunmadınız, bunun cezasını
çekersiniz derlerse biz bundan nasıl kurtuluruz diye arkadaşlarla bu meseleyi konuşup
düşündük. Sonra aradan bir hayli zaman geçti.
"Yine Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Afyon'a gelmiş, Ankara Otelinde
kalıyordu. Ankara Otelinin sahibi de benim dostumdu. Kendisine Emin Çavuş derlerdi.

"Mesnevi okuduğumuz arkadaşlardan birisiyle giderken, 'Üstad Ankara Otelinde, sana


selamı var' demişti. Ben de, 'Üstad beni tanımıyor' dedim. 'Seni ismen söyledi ve selâmını
söyledi' dedi.

"Ve aleyküm selâm, sen de kendilerine benim selâm ve hürmetlerimi söyle' demiştim.
Bu durumdan sonra, benim içime bir kurt ve bir sıkıntı düştü. Herşeyi göze alarak, otele
gitmeye karar verdim. Etrafta polisler vardı, çok da kalabalıktı. Görmek ve ziyaret etmek de
mümkün değildi. 'Ama bir teşebbüs edelim' dedim. Arkadaşlarla kolkola girerek yürüdük.
Ankara Otelinin önüne geldik.

Sh»: (S.Ş: 303)

Baktık, kimsecikler yok, 'Eyvah gitmiştir' dedik. Altı numaralı oda da kaldığını
biliyorduk. Oraya kadar çıkalım, hiç olmazsa odayı ziyaret edelim, o da ziyaret yerine geçer.
Hiç olmazsa, 'Biz geldik, sizi bulamadık' diye, kendimizi kurtarmak için mazeret buluruz'
diyerek. Yukarıya çıkarak altı numaralı odayı açtık. Bir de ne görelim. Hazret-i Üstad yalnız
başına yatağın üzerine uzanmış duruyordu. Hemen kalktı, şöyle bize bir baktı. Selam verdik.
'Ve aleyküm selâm' diye selamımızı aldı. Huzuruna yaklaştık. Arkadaşım beni takdim etti,
'Efendim, işte Dr. Rasim Hancıoğlu bu zattır' dedi. Ellerini öptük, bizi kucakladı ve dualar
etti.

"Hoş gelmişsiniz kardaşım' dedi. Musafaha da yaptıktan sonra, bana, 'Sen Hastalar
Risalesi'ni okudun mu?' diye sordu. 'Küçük eserlerinizi okudum, ama Hastalar Risalesi'ni
okuyamadım' dedim. 'Öyleyse onu sana temin etsinler. Onu da oku. Mademki doktorsunuz,
size faydası olur' dedi. Bize hastalık ve doltorlukla alakalı nasihatlar edip dersler verdikten
sonra, 'Sizi kardeşliğe kabul ettim' dedi. Eserleri okumayla da alakalı olarak konuştuktan
sonra, müsaade isteyip ayrıldık.

"O sırada, Üstadın yanına Zübeyir Gündüzalp gelmiş, hizmet ediyordu. Bizi hayretle
karşıladı. Bize, 'Siz nasıl girdiniz? Kimse giremiyor' dedi. Biz de, 'Bizi çağıran çağırdı, biz de
bu davete icabet ettik' dedik.

.......................

"Daha önceleri Üstad Hazretlerine Afyon Hapishanesindeyken ağabeyim Ahmed çok


hizmetler etmişti. Üstad Hazretleri, Ağabeyimin bu hizmetlerinden dolayı çok memnun
olmuştu. Ağabeyime 'Kahraman Ahmed' diye iltifat ederdi."

Sh»: (S.Ş: 304)

$ ABDULLAH CANAKAY

Aslen Çanakkeli. Demiryolları'ndan emekli oldu. 1990 yılında Diyarbakır'da vefat etti.

[]

Abdullah Canakay

"Üstaddan güzel bir koku geliyordu"


"1951 senesinde Demiryolları'nda çalışırken Risale-i Nur'u tanıdım. Ahmet Ramazan
isminde bir zat vasıtasıyla, 1956 ilkbaharında izin almak suretiyle Üstada gittim.
Ziyaretimden iki sene evvel gördüğüm bir rüyada beni talebeliğe kabul buyurduklarını
söylediler. Rüyamda gördüğüm yer Barla idi.

"Nevruzun birinci günü Emirdağ'da Üstad kıra çıkmıştı. Bolvadin'den Abdurrahman


isminde bir muallim de ziyarete gelmişti. Bizi Mehmet Çalışkan misafir etti. Öğleden sonra
Üstadın geldiğini haber aldık. 'Her ikinizi söyledim, kabul etti, evi filan yerdedir' diyerek tarif
etti. Abdurrahman Efendi emniyet mülahazasıyla, 'Ben önden gideyim, siz beni takip edin'
dedi.

"Kapıdan girince merhum Zübeyir Gündüzalp bizi karşıladı. Bize, 'Evvelâ Şarktan
gelen kardaşımızı kabul etti' dedi. Abdurrahman Efendiye de 'Siz de benim odamda istirahat
edin' dedi.

"Tarif üzerine tahta merdivenleri çıkarken kendimde bir heyecan hissettim. İçeri
girinceye kadar bu mânevi cereyan bende tesirini gösterdi. Kapıda durakladım. Bizde
küçükler babaya, büyüğü selâm vermeden sessizce geçip oturduklarından selâm vermekte
tereddüt ettim. Kendim işiteceğim kadar selâm verdiğim halde, Üstad aşikâr olarak, başını,
uzandığı yataktan kaldırarar, 'Aleyküm selâm' dedi. Üç defa elini öptüm. Minder getirip
oturttu. Yirmi dakika kadar sohbet ettik. 'Arkadaşlarınızdan âlim, hoca var mı?' diye sordular.
'Evet' diyerek birkaç isim zikrettim. Bütün Şarkın kendisinin talebeliğini mânen kabul ettiğini
ifade etti.

"Sohbetimizin sonunda, 'Sizin gidiş dönüş yol masrafınızı verelim dönün. Buraya
gelen giden çok olduğundan, burada kalmanız mümkün olmaz' buyurdu. Ben de masrafım
olmadığını, tren permi-
Sh»: (S.Ş: 305)

mizin ücretsiz olduğunu söyledim. Ayrıca Üstadın şahsî kitaplarının satılması ile
bende kalan parayı Zübeyir Gündüzalp vasıtasıyla takdim ettim. Üstad bana iade ederek,
zekât olarak vermemi istedi. Ben de öyle yaptım. 'Allah sizi sevabına nail etsin' diyerek dua
buyurdular. 'Bu akşam bu şehirde kalmayın.Hemen buradan gidin' buyurdular. İkindi
namazını kıldıktan sonra, hemen hazır bulduğum bir otobüsle Emirdağ'dan Bolvadin'e gittim.

"Üstad'dan ayrılırken elini öptüğüm zaman Üstaddan çok güzel bir koku geliyordu.
Öyle ki; o kokuyu, ellerimi sabunla yıkadığım halde on beş gün sonrasına kadar kendi elimde
dahi duydum."

Sh»: (S.Ş: 306)

$ HEKİMOĞLU İSMAİL

1932'de Erzincan'da doğdu. Asıl ismi Ömer Okçu'dur. Yazılarını dedesinin ismiyle
yazmıştır. Lise tahsilini yaptıktan sonra yurt dışında araştırmalarda bulundu. Uzun yıllar
astsubay olarak görev yaptı. İlk kitabı Minyeli Abdullah romanını 1967'de kaleme aldı.
Yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 20 kadar kitabı vardır. 1957 yılında Üstadı
ziyaret etti.

[]

Hekimoğlu İsmail
"Ekrem Ocaklı'nın vefatının hatırlattıkları"

"Bir gazetede, Gümüşhane eski milletvekillerinden Ekrem Ocaklı'nın vefat haberini


okudum. Bu haber bana 1956 senesini hatırlattı. O zamanlar kerpiçten yapılmış iki odalı baba
evinin bir köşesinde otururken, Ekrem Ocaklı Bey, sırtında kıymetli bir elbise ve vakur bir
eda ile fakirhanemize teşrif ettiler.

"Gelmesinin tek sebebi vardı, o da, bendeniz Risale-i Nur'ları dağıtıyordum, haber
almış, bizi görmeye gelmişti.

"Oturduk, konuştuk ve okuduk.

"Okuduk derken, o zamanlar eskimez yazıyla yazılı Risale-i Nur'ları ben


okuyamazdım. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân yazısını, öğrenilmesini istediği için,
bizler de Kur'an yazısını kendi imkânlarımızla öğrenmeye gayret ediyorduk. Rahmetli Prof.
Dr. Münif Çelebi'nin Kur'ân Alfabesi'ni alarak günlerce çalışıp Kur'ân-ı Kerim okumaya ve
harekesiz yazıyı öğrenmeye gayret etmiştim. Öğrenmiştim de, fakat bir cümleyi belki beş
dakikada okuyordum. Buna da okuma değil, heceleme denir.

"İşte bu sebepten Risale-i Nur'ları ben okumadım. Onlar okudular. Yer yer anlattılar.
Dikkat ettim, Risale-i Nur kitapları, kültürlü kimselerin elinde bir ilim hazinesi olduğunu
açıkça ortaya koyuyordu.

Sh»: (S.Ş: 307)

"Ya Rab, bu milletin hali ne olacak?"


"Bu arada Ekrem Ocaklı Bey, Said Nursî Hazretlerini ziyaret etmiş, ona dair
hatıralarını anlatmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla 1950-1954 dönemi mebusu olan Ekrem
Ocaklı Bey, bir bütçe tanziminde, Diyanet İşleri'nin bütçesi 57 milyon lira teklif edilmişken,
Meclis'in ekserisi buna karşı çıkmış ve Diyanet İşleri bütçesi 27 milyon olarak kabul edilmiş.
Böyle anlatmıştı veya hatırımda böyle kaldı. Ekrem Ocaklı Bey bu hâdiseye çok üzülmüş ve
odasına kapanarak günlerce dışarı çıkmamış. Zaman zaman da 'Yâ Rab, bu milletin hali ne
olacak?' diye hüngür hüngür ağlamıştı.

"Bir gün Ankara Hukuk Fakültesinden Atıf Ural isimli bir gencin kendisini görmek
istediği haber verilmiş. Ayrıcı bu şahıs, Bediüzzaman'ın yanından da geliyormuş.

"Ekrem Ocaklı Bey hemen ayağa kalkmış, (Rahmetli bunları anlatırken yaptığı
hareketleri de aynen gösteriyordu.) Ellerini bağlamış ve Atıf Ural'ı beklemeye başlamış.

"1.85 boyunda, buğday renkli, mahcup tavırlı, üstünde yeni olmayan bir elbise ile Atıf
Ural içeriye girip 'Selâmün aleyküm' demiş.

"Kalbi yaralı olan Ekrem Ocaklı, bu gencin boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamak
istemiş. Göz yaşlarının yaralı kalbine şifa olacağını tahmin etmiş. Fakat insan her istediğini
yapamıyor ki... Nihayet, titrek adımlarla Atıf Ural'a yanaşmış. Bir yandan ağlamamak için
dudağını ısırırken, bir yandan da hafif bir sesle, hattâ ancak mırıldanırcasına, 'Hoş geldin
kardeşim' demiş.

"Ekrem Ocaklı Bey, birşeyler hissetmiş, fakat ne var, ne oluyor, onu bilememiş. Bu
sırada Atıf Ural Bey:
"Efendim, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bana dediler ki: 'Git,
Ekrem'e söyle; bu dünya ona bırakılmamış. Merak etmesin. Mülkü mâlikine teslim etsin.
Allah'ın işine karışmasın. Kendi vazifelerini ihmal etmesin.'

"Ekrem Ocaklı bir iki adım geriye çekilmiş, alnından ve şakaklarından yuvarlanan ter
tanecikleriyle birlikte koltuğa adeta yığılmış ve eliyle işaret etmiş:

"Otur kardeşim.'

"Sonra iki elini başına götürmüş:

"Başüstüne. Nasıl emrederlerse öyle olsun. Elbette ki onlar daha iyi bilirler.'

"Biraz durup yutkunmuş, yumruklarını sıkıp kendini topladıktan sonra devam etmiş:

Sh»: (S.Ş: 308)

"Acaba selâm ve hürmetlerimi kendilerine götürür müsün? Ve bu acizin hürmetlerini


kabul eder mi?'

"Onların telsize, telgrafa ihtiyacı yoktur"

"Doğrusu Ekrem Bey âdeta sararmış, saçları diken diken olmuştu. O anı yeniden
yaşıyordu. Biz de dehşet içinde kalmıştık. Çünkü karşımızda mebusluk yapmış, bilgili,
zengin, iri yarı, halk tabiri ile 'kerli ferli' bir adam vardı. Fakat bu adam, ağlıyor, 'Ya Rabbi,
bu milletin hali nice olacak?' diyor. Sonra bir hukuk talebesi geliyor. Birşeyler söylüyor.
Düşününüz 20-25 yaşındaki benim gibi bir Cumhuriyet çocuğunun kafasına bu işler nasıl
sığabilir? Hayret ve dehşet içinde sordum:

"Ağabey, sizin üzüldüğünüzü Bediüzzaman haber almış mı?'


"Güldü, yerine oturdu. 'Onların telsize, telgrafa, mektuba, hattâ şu dünya gözüne bile
(bu meselelerde) ihtiyaçları yoktur. Onları anlamaya çalışın.'

"Bu sefer merakım büs bütün arttı. Gerçi büyüklerimiz cin, peri hikâyelerini çok
anlatmıştı. Bu arada kerametlerden ve mucizelerdende bahsetmişlerdi ne yalan söyleyeyim o
zamanlar kerametle mûcize arasındaki farkı bilmiyordum. Ama harika işler yapan din
büyükleri varmış. Bunları duyardım. Şimdi ise böyle hâdiselerle karşı karşıyaydım. Ekrem
Bey merakımı anlamış olacak ki, devam etti:

"Madem öyle, size bir hatıramı daha anlatayım:

"Şifahen mi soracağız, kalben mi?"

"Bitlis mebusu ile beraber oturup, dört soru hazırlamıştık. Bu soruları kâğıdın üzerine
yazdık. Bediüzzaman Hazretlerine soracaktık. Ben dedim ki: 'Bunları şifahen mi soracağız,
kalben mi?' Bitlis mebusu, 'Kalben soracağız' dedi ve kalkıp Üstad Hazretlerine gittik. İçeri
girince bizi ayakta karşıladı. Bitlis mebusu arkadaşıma sarılarak, 'Gel! Bir cesedde iki ruh
taşıyan kardeşim!' dedi, boynuna sarıldı. Ben elini öpmek istedim, benim de boynuma sarılıp,
'Hoş geldin kardeşim' dedi.

"Oturduk. Üstad, hemen sorularımızı cevaplandırmaya başladı. Hem de kâğıttaki


sıraya göre. Dördüncü soru, mebusluktan istifa edip etmemeye dairdi. Onu da, 'Kardeşim,
siyasette meşgul olmuyorum, dördüncü sorunuza cevap veremeyeceğim' dedi. Sonra ayağa

Sh»: (S.Ş: 309)

kalktı, avucunun içi yere bakar şekilde ellerini ileri üzattı. Birdenbire bir kesekağıdı
gelip avucuna yapıştı. Kesekâğıdının ağzı aşağıya doğruydu. Elini çevirdi. Kesekâğıdını bize
uzattı:
"Size birşey ikram edemedim. Kusura bakmayın. İşte Kâbe'den şeker geldi, buyurun
alın' dedi.

"Yanımdaki Bitlis mebusu, elini torbanın içine sokup bir avuç aldı. Ben de, kibarlık
olsun diye bir tane aldım. Fakat hayatımda üzüldüğüm tek kibarlık budur. O şekeri hâlen
muhafaza ediyorum.

"Neden bu derece keramet peşinde koşuyorsunuz?"

"Arzettim ya, bu sohbet karşısında kafam allak bullak olmuştu. Kendimi toplayıp,
birşeyler öğrenmek gayesiyle sordum:

"Efendim, neden bu derece keramet peşinde koşuyorsunuz? İslâm uleması kerametten


çok, ilme ve ibadete önem vermişler. Mes'ele sizin için daha başka mıdır?'

"Ekrem Bey, durdu, düşündü. Yukarıda da belirttiğim gibi kültürlü bir insandı.
Bilhassa Âkif'in Safahat'ı üzerinde adeta ihtisas sahibi idi. O tarihlerde neşredilen Safahat
kitabının yanlışlarını düzeltmişti. Bunların niçin yanlış olduklarını bir izah edişi vardı ki,
Arapça, Farsça ve Türkçe'ye vukufiyeti açıkça ortadaydı. Öte yandan gecenin saati hızla
ilerliyor, 12'ye yaklaşıyordu. Şehir tamamen sessizliğe bürünmüş, bizim evde, petrol
lâmbasının cılız ve dalgalanan ışıkları arasında sohbetimiz hâlen devam ediyordu. Bitmesini
de isteyen yoktu. 'Ekrem Bey, gözlerini bana dikti:

"Sorunuzu iki yönden cevaplandırmam mümkün. Birincisi, Said Nursî Hazretleri


yönünden. Hâşâ bu aciz, öyle bir İslâm kahramanına ve âlimine tercüman olacak durumda
değildir. Bu selâhiyeti kendimde göremem. Yalnız hep beraber düşünelim. Said Nursî gibi bir
şahıs, İslâmiyeti yaşamak, anlatmak istiyor. Fakat herkes ona cephe almış. Bütün kapılar
yüzüne kapanmış. Posta telgraf imkânı yok. Haberciler çok az. Sürgün, hapis, gözaltında bir
Said Nursî ne yapabilir? Amma o İslamiyete hizmet aşkıyla yanıyor. Herşeyini bunun için
feda etmiş.İslâmiyetin sahibi olan Allah, dinine hizmet eden bir Said Nursî'ye beş on tane
keramet vermişse, bunu yerinde görmeliyiz, anlayışla karşılamalıyız. Hizmet için böyle
şeylere, her âlim ihtiyaç duymuştur. Bazılarına, ihsân-ı İlâhî olarak verilmiştir.'

Sh»: (S.Ş: 310)

"Durdu, ayaklarından bir tanesini altına alıp diğer dizine dayanarak devam etti:

"Ben, Bayburt'un bir köyündenim. Rençberiz. Çiftimiz, çubuğumuz, koyunumuz var.


Nasılki çoban köpeğini kapıda tutabilmek için ona sık sık et atmak gerekiyorsa, Said Nursî de,
benim gibi nefs-i emmâreye mensup birisine keramet etlerini atar ki, ben de onun kapısın
bekleyeyim.'

"Dehşet içindeyim, 'Estağfirullah' diyebildim. Bu tevazu karşısında toparlanıp, ellerimi


dizlerimin üzerine koydum. Bir çocuk gibi tekrar sordum:

"Nasıl olur efendim?'

"Bu, mânâsız bir soru idi. Birşeyler sormak itiyordum. Fakat neyi, nasıl soracağımı
bilmiyordum. Bugünkü kafam olsa ona derdim ki, 'Ekrem Ağabey, eğer mümkünse Said
Nursî'ni ve senin iç dünyalarını aç, bana göster.'

"Amma bu da mümkün değil. Fakat asıl öğrenmek istediğim buydu. Dış dünyanın
rezaletlerinden bıkmış, sefahetten kaçıyorduk. Bir adam düşünün, kaçıyor. Fakat nereye
gittiğini bilmiyor ve kimse de ona yol göstermiyor veyahut gösterilen yolların çokluğu
karşısında şaşkına dönmüş ne yapacağını bilmiyor... İşte o zamanlar kalbim böyle idi.

"Ârif adamdı. Benim şaşkınlığımı anladı. Bir misal daha verdi:


"Bir hastahane düşün. Orada tabibler kiminle daha çok meşgul olur? Ağır hastalarla
değil mi? İşte ben hastayım. Bediüzzaman ise tabib... Beni kerametleriyle tedavi etti. Ötelerin
varlığına, ruhların kuvvetine, İslâmın ulviyetine bir daha inandım. Artık ben bu kapının
köpeğiyim.'

"Sonra tanıdığı velilerden misaller verdi. Onlardan da keramet görmüş, onların


hallerini anlattı. Böylece benim için dehşet dolu bir geceydi.

"Ekrem Ocaklı Bey, bizim eve beş altı akşam devam etti. Okudu, anlattı, dinledi ve
bana ilk Ebced dersini de o verdi. Kısacası kendisinden çok istifade ettim. Allah rahmet etsin.

"Bir bedende iki ruh"

"Bilmem hatırlayacak mısınız? Bitlis mebusunu (Galiba Gıyasettin Beyi)


Bediüzzaman karşılarken, 'Gel bir bedende iki ruh taşıyan kardeşim' demişti ya. İşte bunun
mânâsını da Ekrem Beyden sormuştum. İzah etti.

Sh»: (S.Ş: 311)

"Gıyasettin Bey, hem ehl-i tarik idi, hem de Risale-i Nur'ları okurdu. İşte bunun için
öyle söyledi' demişti.

"Çok soru sormamdan da anlaşıldığı üzere, ben de çok okuyan ve sigara parasını bir
ömür boyu kitaba ve mecmuaya veren kimse idim. Sırası geldikçe bu hususlara tekrar
dokunacağım.

"Unutmadan hemen söyleyeyim ki, Ekrem Bey, 'Ben bu kapının köpeğiyim' derken,
İslâm büyüklerinin ekserisi 'ben' ile 'nefs'i aynı şey kabul etmişlerdir. Nefis, yerine göre
'düşman', yerine göre 'köpek' vesaire olarak nitelendirilmiştir. Yoksa Ekrem Beyin müstesna
şahsiyetini biz de her zaman tenzih ederiz.

Ruhlar ve gerçekler

"Tabii aradan günler, geceler geçiyor. İnsan, yaşadığı anın önemli veya önemsiz
olduğunu bilemediğinden notlar almıyor. Dolayısıyla bu kabil hatıralar 'Bir gün, bir gece, bir
zaman' gibi ifadelerle devam ediyor. Aslında tarihlerin de zannedildiği kadar önemi olmasa
gerek. Bir gece rüyamda trendeymişim. Dediler ki:

"Bediüzzaman Said Nursî de, bu trende seyahat ediyor.'

"Hemen fırladım, Bediüzzaman'ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir


kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben
içeri girip, Üstadın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı,
beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

"Sen kimsin?' dedi. Ben de,

"E... şehrinde Risale-i Nur dağıtıyorum' diye cevap verdim.

"Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik.
Bediüzzaman'ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet
sinirli bir şeklide bağırdı:

"Elimi öp, şekeri öpme.'

"Dikkat ettim, Bediüzzaman'ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu
şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman'ın elini öptüm ve uyandım.

"Saatime bakınca sabah namazının yaklaştığını anladım. Yataktan fırlayıp bir acaip hal
içinde abdest alıp namaz kıldım. Artık uyumam mümkün değildi. Heyecanlanmıştım. Çayımı
kaynatıp bir taraftan şekersiz çayları acı acı içerken, öte yandan birşeyler okumaya ve notlar
almaya gayret ediyordum.
Sh»: (S.Ş: 312)

"Niçin şekersiz çay?"

"Bilhassa bazı gençler niçin şekersiz çay içtiğimi merak edebilirler. Delikanlılık
çağına gelmiştim. İnsanların keyfine tabi olmak istemiyordum. Bir kaideler manzumesi
arıyordum. Değişmeyen, şaşmayan bir edebiyat. Nizâmı, İslâmiyette bulmuştum, daha
doğrusu o nizami İslâmiyette görmüştüm. Halbuki benim yakınlarım İslâmiyeti yeteri kadar
bilmedikleri gibi, ben de İslâmiyet adına tek satır ders almamıştım. Hattâ yıllar yılı İslâm
düşmanı bir zihniyetin kitaplarını okumuş, derslerini dinlemiştim. Hani zaman zaman bazı
kimseler söyler ve yazarlar ya; 'Cumhuriyet devrinde dinsiz bir nesil yetiştirilmek istenmiş.'
İşte ben o nesle mensup bir genç idim.

"Bakınız, bir yanda dinsiz nesil yetiştirilmek isteniyor, öte yanda ben İslâmiyette üstün
bir nizamı görüp, ona tabi olmak istiyorum. Sanki bir yanım buz tutarken, bir yanım alev alev
yanıyordu. Bu zıtlıklar dünyasında yapacağım tek şey vardı, bilgimi artırmak. İşte
memuriyetten artan vakitlerimde, şekersiz çaylar ve kahveler içerek uykuyu dağıtıp,
okuyordum, notlar alıyordum, düşünüyordum. Hani şu 'yalnızlık' herkesin ağzında çiğnenen
bir sakız olmasaydı, 'Kalabalık şehirlerde yalnız yaşıyordum' diyebilirdim.

"Aradığın bu adam"

"Mevzuya dönecek olursak, rüyayı gördüğüm andan itibaren kuşluk vaktine kadar
çalıştım, yazdım ve bekledim. Artık tahammül bitti. Mutlaka dışarı çıkmam gerekiyordu.
Rüyayı tabir etmiştim. Ben Risale-i Nur hizmetlerinin şekerleme gibi tatlı, zevkli, vecdli
yönünde idim. Şimdi bana tehlikeli bir vazife veriliyor. Onu yapmak gerekiyor. Acaba nedir?
İşte bu halet-i ruhiye içinde, izinli olmama rağmen hemen sokağa fırladım. Yürüyorum...
"Nereye yürüdüğümü, nereye gittiğimi ben de bilmiyorum. Fakat o rüya için, gitmem
gerekiyor, gidiyorum...

"Sadece bir yolda yürümüyorum. Bazı sokaklara dönüyorum. İşte Buğday Meydanına
girdim. Bilmiyorum? Bu meydan bu mevsimde boştur. Fakat yürüyorum işte.

"Buğday Meydanına girer girmez tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım. Beni görünce
yanındaki adama döndü,

"İşte aradığın bu adam!..' dedi.

"Biz selâmlaştık. Musafaha yaptık. Gelen şahıs, bana dedi ki:

"Ne yapıyorsun?'

"Hariçten lise bitirme imtihanlarına girdiğimi söyleyince, o:

Sh»: (S.Ş: 313)

"Lise müdürüne Risale-i Nur'lardan verdin mi?'

"İsmini, memleketini ve ne olduğunu tanımadığım şu şahsa, adeta hayatımın hesabını


vermeye başlamıştım.

"Vermedim.'

"Gayet ciddi olarak dedi ki:

"Sözler basıldı, hemen bu kitabı alıp, lise müdürüne vermen lâzım. Unutma, bizim
vazifemiz tebliğdir, irşad Allah'a (c.c.) aittir. Biz iman hakikatlarından herkesi haberdar etmek
zorundayız. Bu sebeple bugün veya yarın Sözler'i al, lise müdürüne ver.

"Peki' diyerek yanından ayrıldım. Geceki rüya ile bu hâdise birbirini tamamlıyordu.
Şimdi işin, şekersiz yönüne gelmiştim. Eğer lise müdürüne Risale-i Nur'ları götürüp verecek
olursam, beni okuldan uzaklaştırabilecekleri gibi, memuriyetten de atabilirlerdi.
"Sonradan öğrendiğime göre, bu arkadaşın ismi Ayhan imiş. Ege Bölgesinde bir
vilayette memur iken, kalben Bediüzzaman Said Nursî'den vazife istemiş. Devled de bu
arkadaşı Şark vilayetlerinden birine çekirge mücadelesi yapmak üzere göndermiş. Geldiği
şehirde her ikindiden sonra öyle bir rüzgâr çıkardı ki, değil çekirgeler, insanlar bile binalara
sığınmak zorunda kalırlardı. Yani, tarih boyunca çekirge âfeti görmemiş bir yere Ayhan Bey,
çekirge mücadelesine gönderilmişti. Tabii o, buralarda çekirgelerle mücadele etmeyeceğini
anlamış ve kendisini Risale-i Nur hizmetlerine vermişti. İşe de, bizden başlamış.

"Sizinle konuşmak istiyorum"

"Mevzumuza gelelim:

"Vecd halinde eve geldim. Sözler'i paket yaptım, koltuğumun altına alıp lisenin
yolunun tuttum.

"Liseden içeri girdim, elimdeki paket bir şeker kutusuna benzediğinden, 'Lise
müdürüne şeker götürdü' demesinler diye, paketi hademeler odasına bıraktım. Lise
müdürünün yanına girdim.

"Hocam, sizinle bir meseleyi konuşmak istiyorum.'

"Müdür sandalyesinden kalktı. Ellerini arkasına bağladı. Yanıma kadar sokulup:

"Ne söyleyeceksin?'

"Efendim, Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isimli bir şahıs vardır. Bu şahıs pek
çok kitap yazmıştır ve taraftarları da bulunmaktadır. Siz de münevver bir kimsesiniz. Bu şahıs
ve kitapları hakkında bilgi sahibi olmalısınız.'

Sh»: (S.Ş: 314)


"Bana çok kimseler tesir etmek istemiştir. Her grup, her ideoloji beni kendilerine
çekmeye çalışmıştır. Ben ise hiçbir gruba ve ideolojiye mensup değilim ve olamam da. Sonra
siz bir talebesiniz. Benimle bu gibi hususları konuşamazsınız.'

"Hocam, bu hususları sizinle konuşabilmem için ne yapmam lâzım?'

"Hemen müdürün odasından ayrıldım, muavinin odasına gittim. İmtihana giriş


karnemi muavine verdim. 'Artık imtihanlara girmeyeceğim, talebe değilim' dedim ve hızla
müdürün odasına döndüm.

"Talebelikten ayrıldım. Şimdi sıra geldi, tevkif edilmeye ve memuriyetten atılmaya.


Ne olursa olsun, yaptığım işlerin kötü olmadığına, bilâkis iyi olduğuna inanmıştım. Ben,
insanlara içki, kumar dağıtmıyordum. Kitap veriyordum. Böyle birşeye karşı çıkılırsa, ben de
karşı durmasını bilmeliydim. İşte bu azimle müdürün odasına girdim:

"Efendim, artık talebe değilim.'

"Seni dinliyorum. Fakat az konuş, benim anlatacağım çok şeyler var. Siz henüz
öğrenme çağındasızın.'

"Mutlaka efendim, siz bugün bizim hocamız olduğunuz gibi yarın ve her zaman
hocamız olarak kalacaksınız. Her mevzuda biz sizlerden çok şeyler öğreneceğiz. Arzetmek
istediğim husus şu kadardır: Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isminde bir şahıs, Risale-i
Nur kitaplarını yazmıştır. Risale-i Nur Talebeleri de vardır. Siz bunlardan haberdar
olmalısınız. Bendeniz size Bediüzzaman'ın bir kitabını hediye olarak getirdim, kabul
buyurunuz.'

"Müdür Bey, Türkiye'deki Turancılık, Kürtçülük ve Panislâmizm hakkında geniş geniş


bilgi verdi. Belki bir buçuk saat, belki iki saat konuştuk. Ekseriyetle ben, kendilerini dinledim.

"Efendim, Descartes'i okuyan nasıl rasyonalist olmuyorsa, Bediüzzaman'ın bir kitabını


okuyan da hemen Nurcu olmaz. Olsa olsa Risale-i Nur'lar hakkında bilgi sahibi olabilir. Ben
size Nurcu olun veya olmayın demiyorum, diyemem de. Ama siz mademki hocamsınız,
münevver bir insansınız, Risale-i Nur'ları okumak zorundasınız ki, talebelerinize ve
öğretmenlere duyup işittiklerinizi değil, okuyup tetkik ettiklerinizi anlatabilesiniz. Takdir
buyurursunuz ki, en doğru yol da budur.'

"Kitabı istedi. Hemen hademeler odasına gidip getirdim ve kendisine takdim ettim.
Teşekkür ve hürmetlerimi belirterek müsaadelerini isteyerek ayrıldım.

Sh»: (S.Ş: 315)

"Tarihçe-i Hayat basılıyor"

"1959 senesinde Tarihçe-i Hayat basılıyordu. Ben, forma forma alıp koyuyordum.
Çünkü Bediüzzaman'ın hayatını çok merak ediyordum. Tarihçe-i Hayat'ta ise, Bediüzzaman'ın
hayatından çok, fikirlerine yer verilmişti. Bunun sebebini sorduğumda dediler ki:

"Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunanlardan biri, onun hayatını yazıyormuş.


Bediüzzaman bu notları yırttırmış. Hayatından çok fikre yer verilmesini uygun görmüş...'

"Tabii Bediüzzaman gibi ihlâslı bir kimse, kendi hayatını kendisi yazamaz ve
yazdıramazdı. Amma onun vefatından sonra, Bediüzzaman'ın hayatını bir değil, birçok
kimseler yazmalı ve birçok eserler onun hayatına ayna tutmalıydı ki, idealist gençlerimiz ibret
alsınlar.

"Eskişehir'e doğru"

"Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitip ciltlenince, arkadaşlar, Üstada götürülmek üzere, bir
bavul dolusu kitap verdiler.

"Ben de, hatırladığım kadarıyla, akşam Haydarpaşa'dan hareket eden Anadolu


Ekspresine bindim. Geceyarısından sonra Eskişehir'e indim, bir taksi ile söylenen otele gittim.
"Otelde uyumam mümkün olmadı. Şimdi anlıyorum ki, beni oldukça evham basmış,
bir sürü korkuların pençesinde kıvranıp durmuşum. Daha evvel belirttiğim gibi, bu korkuların
başında, memuriyetten atılmak, hapis olmak gibi hususlar geliyordu.

"Bir Avrupalı yazarın söylediği gibi: 'Korkusuz insan olmaz. Önemli olan korktuğunuz
halde yine gayeye gidebilmenizdir.' Ben de insan olarak korkuyordum. Fakat Müslüman
olarak gayeme gidiyordum. O günleri bir şükran ifadesi olarak hatırlayıp, Allah'ın sonsuz lûtf-
u inayetine şükrederim.

"Sabah ezanları okununca, namazı bir camide kıldım. Emirdağ'a kalkan otobüslerin
garajını buldum, sonra kahvaltı yapıp hemen garaja döndüm. Bileti alıp bavulumla birlikte
otobüse bindim.

"O zamanlar modern otobüsler yoktu. Ufak, eski otobüsler vardı. Bunların üstüne de
dağ gibi denkler sarılırdı. Otobüs acaip bir şey olurdu.

"Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu"

"Ne ise, yola çıktık. Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Düşündüm: 'Bunlar


Bediüzzaman'dan bahsediyorlar ki, ben de bun-

Sh»: (S.Ş: 316)


larla konuşayım ve beni yakalasınlar, kitapları elimden alsınlar.' Bu sebeple hiç
kimseyle, hiçbir şey konuşmadım. Soru soran olduysa gayet kısa cevap verdim ve devamlı
susarak hâdiselerin sonunu bekledim.

"Bediüzzaman'ın kerametlerini hatırlayıp, 'Aman, bana keramet göstermese' diyordum.


Öyle ya, kalpten geçen sorulara cevap vermek, kesekâğıdının ters şekilde gelip ele
yapışması... Ve, benim gördüğüm rüyalar, daha başka işittiklerim... Bunların bütünü kafamı
allak bullak ediyor, keramet görmek istemiyordum. Doğrusu, kerametlerden korkuyordum.
Aklımın alamayacağı, gözümün alışmadığı şöyler görmek, elbette beni endişeye düşürürdü.
'Mademki Üstad kalpten sorulan sorulara cevap veriyor, ben de kerametten korkuyorum, bana
keramet göstermese' diyerek, yoluma devam etti.

"Emirdağ'a varıyorum"

"Şöyle bir tasarım vardı:

"Emirdağ'a inince hemen bavulu elime alıp, güya Emirdağ'ın yerlisi imiş gibi, bir
sokağa doğru yürümeye başlayacaktım. O sokakta yaşlı bir kadınla karşılaşırsam,
Bediüzzaman'ın kaldığı yeri soracaktım. Arzettim ya, beni öyle bir evham basmıştı ki, herkesi
sivil polis zannedecek duruma gelmiştim. Hattâ belki bu yüzden genç hanımlara bile
Bediüzzaman'ın kaldığı yeri sormayıp, ancak ve ancak yaşlı hanımlara sormayı kafamda
tasarlıyordum.

"Nihayet Emirdağ'a geldim. Otobüsten indim. Şoför muavini, otobüsün üstündeki


bavulların ve denklerin iplerini çözüp yavaş yavaş eşyaları sahiplerine veriyordu, ben de
bekliyordum.

"Bu sırada otuz-otuz beş yaşlarında esmer, zayıfça birisi geldi. Kalabalığın içinde üç
kişiyi işaret ederek, 'Siz şimdi gelin' diğer iki kişiyi de işaret ederek, 'Siz de sonra gelin' dedi.
"Ben bavulu elime aldım ve bu şahsı takip etmeye başladım.

"Eyvah' diyordum. 'Otobüsten iner inmez hemen polise yakalandık.' Kaçmanın, bir
tarafa gitmenin, birşey söylemenin imkânı ve gereği yoktu. İster istemez bavul önümde
öndeki şahsı takip ettim. Bir bahçeden içeri girince, karakola geldiğime inandım. Çünkü o
zamanlar, karakollar genellikle bahçe içinde bulunurdu ki, güya bazı kimselere sopa
attıklarında feryadı dışarıdan duyulmasın diye. Böyle derlerdi. Bu sözüh sıhhat derecesini
bilmiyordum. Fakat ekseri vilâyet ve kasabalarda karakolların bahçe içinde olduğu da
gerçekti.

Sh»: (S.Ş: 317)

"Üstadın kaldığı yere gelmiştik"

"Merdivenlerden birinci kata çıktık. Odalardan birinde gaz ocağı, çaydanlık, rahleler,
kitaplar, kalemler görünce sevindim. Artık Üstadın kaldığı yere gelmiştik. Selâmlaştık,
oturduk. Biraz sonra Üstad içeri girdi, sırtında tahmin ederim, bezden yapılmış siyah bir
cübbe vardı. Boynunda beyaz bir atkı, başında kendine has bir sarık vardı, saçları uzundu.
Bediüzzaman'ın içeriye girmesiyle kendimi on beşinci, on altıncı asır da yaşayan bir Osmanlı
zannettim. O devir birden bire yanıma gelmişti.

"Zaten gıyaben Bediüzzaman'ın çok tesirindeydim. Evin fakirane hali, Bediüzzaman'ın


giyimi bana daha da tesir etti. Yerimden kımıldayamadım. Bediüzzaman gelip benim çok
yakınımdaki sedire oturdu. Misafirlerden biri kalkıp elini öpmek istedi. O iki eliyle
selâmlayarak elini öptürmedi. Ve hepimiz oturduk. Evvelâ umumî bir konuşma yaptı. Bu
konuşmanın içinde dedi ki:
"Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar isteniyor. Buraya gidecek kardeşlerimiz
Risale-i Nur götürsünler.'

"Sonra her birimizle tek tek konuşmaya başladı. Söylediklerini hepimiz işitiyorduk.

"Bu sohbetten sonra, 'Ben hastayım. Fazla kalamayacağım' diyerek kendi odasına
çekildi. Bizler de müsaade alarak odadan çıktık. Hemen yandaki oda, Bediüzzaman'a aitti.
Kapıdan bir göz attım. Yerde hiçbir şey yoktu. Tertemiz tahtalar vardı. Bir köşede ve
pencerenin önünde karyola bulunuyordu. Bu fakirane bir hayat, her tarafta görülüyordu.
Oradan çıkıp bir bakkal dükkânına gittik.

"Hemen belirteyim ki, götürdüğüm Tarihçe-i Hayat, Lâtin harfleriyle yazılmıştı.


Bediüzzaman bu eserleri aldı ve memnun oldu. Aylarca sonra Tarihçe-i Hayat hakkında
takibat açıldı.

"İki yüzlü bayrak hâdisesi"

"Evet, Bediüzzaman'ın yanından çıkıp bir bakkal dükkânına girdik. Yine o zamanlar
Peyami Safa 'iki yüzlü bayrak' hâdisesinden bahsedip, yeraltı harektelerinin olduğuna dikkati
çekmek istemişti. Hâdise Emirdağ'da olmuştu. Bu hâdiseyi de soruşturup Peyami Safa'ya
yazayım, dedim.

"Öğrendiğime göre, Adnan Menderes, Emirdağ'a gelmiş. Yirmi beş yaşlarında, gayet
utangaç olan cami imamı ise düşünmüş ki: 'Başvekilimiz kasabamızı ziyaret ediyor, acaba biz
ne gibi bir iltifatta bulunabiliriz?' Hemen aklına, minberin altında bulunan bayrak geliyor. Bu
bayrağın ne ve nasıl olduğunu bilmeden koşup alıyor ve
Sh»: (S.Ş: 318)

caminin damından sallıyor. Menderes de bu bayrağın altından geçmiş...

"Efendim, Osmanlı'ya ait herşey silinip süpürülürken, bayrakları da toplayıp,


yakıyorlarmış. Bir köylü: 'Üzerinde Kelime-i Şehadet bulunan bayrağı yaktırmam' diyerek
camiye geliyor, gizlice bayrağı alıp, beline dolayıp, köyün yolunu tutuyor. Aradan yıllar geçip
DP iktidara gelince, 'Artık iyi günler geldi' diyerek, getirip, bayrağı yerine koymuş. Adnan
Menderes de Emirdağ'ı ziyaret edince, imam efendi, bu bayrağı hatırlayıp, işin sonu nereye
varır, hesaplamadan, hemen caminin damına çıkıp, sallamaya başlamış. Uzun müddet bayrağı
tutmuş olacak ki, aşağıdan birisi müezzine, 'Biraz da sen çık, bayrağı tut, imam yorulmuştur'
demiş.

"Adnan Menderes gittikten sonra şikâyetler başlıyor, zabıtlar tutuluyor ve gece yarısı
imam, müezzin ve müezzine bayrağı tutmasını söyleyen kişi, birer saat arayla evlerinden
alınıp, karakola getiriliyor. Bu hâdise gazetelere intikal, edince, Peyami Safa feryadı basıyor:
'Yeraltı hareketleri var, iki yüzlü bayrak çekiliyor' vesaire...

"Emirdağ'dan ayrılıyoruz"

"Bediüzzaman bize haber göndermiş. 'Hemen Emirdağ'dan ayrılsınlar' diye. Fakat


araba yok. Pazar günleri Eskişehir'e araba bulmak mümkün değilmiş.

"Ceylan Çalışkan'ın kullandığı bir taksi geldi, bizi Çifteler'e kadar bırakacaktı. Taksiye
üç arkadaş binerken baktım, Bediüzzaman'ın bize tek tek söylediği sözlerden, benimle ilgili
olanının hatırlıyorum, diğerlerini hatırlamıyordum. Yanımdaki arkadaşa:
"Bediüzzaman benim için ne söyledi?'

"Ben de onu düşünüyordum. Sizlere söyledikleri hatırımda kalmamış, bana söylediğini


biliyorum.'

"Üçüncü arkadaş daha kültürlü ve Risale-i Nur'ları da iyi bilen bir kimse idi. O, 'Bu
mesleleri karıştırmayın' deyince, biz de 'Peki' diyerek, arabaya bindik. Hemen çocuklar
koşarak geldiler ve arabaya doldular. Belki on beş-yirmi çocuk.. Hepsi de 6 ilâ 8 yaşları
civarında... Arabaya binince başladılar, 'Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı' marşını
söylemeye. Bediüzzaman çocukları çok severmiş. Çocuklar da her zaman ona alâka
göstermeye çalışıyordu.

"Emirdağ'ın çıkışında jandarma okuluna gelince, çocuklar indirildi ve hepsi koşarak


geriye döndüler.

"Yollarda bir kısım vatandaşlar durup, arabaya dönüyor ve hürmetle selâm


veriyorlardı. İçeride Bediüzzaman'ın olduğunu zannediyorlardı.

Sh»: (S.Ş:319 )

"Çifteler'e geldik, yine araba yok. Sorup soruşturduk, bir otobüs ile bir de şoförü
varmış... Onu bulduk, Eskişehir'e gitmek istediğimiz söyledik. 'Herbiriniz onar lira verirseniz,
götürürüm' dedi. Doğrusu çok ucuz bulduk. Çifteler'den Eskişehir'e otuz lira için bir otobüs
gidecek, ucuz...
"Otobüse bindik, çok beklemeden hareket edildi. Geçtiğimiz mahallede yolcular
binmeye başladılar. Eskişehir'e indiğimizde ayakta yer yoktu. Şoför daha evvel inmiş, bizi
beklemiş. Biz kendisine hiçbir şey söylememişken, o şöyle dedi:

"Hoca Efendinin talebelerini her getirişimde otobüs böyle dolar. Siz zannediyor
musunuz ki, otuz lira için geldim? Böyledir işte, üç kişiyle yola çıkarım, tıklım tıklım
Eskişehir'e inerim. Allah bereket versin...'

"Bütün bunlar karşısında sadece susup dinliyorum ve düşünüyorum. Arkadaşlardan


ayrıldık. Bunlardan biri hukukçu, biri de desinatörmüş.

"İkisini de Bediüzzaman'ı ziyaret sırasında tanıdım.

"Tekrar trene binip, yoluma devam ettim. 'Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar
isteniyormuş, oraya gidenler götürmeli...' Bu cümlenin benimle ne alakası olur? Fakat neden
hep bunu düşünüyorum?

"Amerika'ya yolculuk"

"İki veya üç ay sonra Amerika'ya kurs emrim geldi. İlişiiğimi kesip Erzurum'dan trene
bindim. Beni uğurlayan iki kişi vardı. Milliyetçi olan İsmail Can, 'Amerika'ya ne
götüreceksin?' diye sordu.

"Risale-i Nur'ları...'

"Kardeşim, ömründe bir defa Amerika'ya gideceksin Amerika yerine hapishaneye


gitme...'

"Diğeri Nakşî Tarikatına bağlı bir dindardı. O,

"Bu, emri verene aittir, bizi ilgilendirmez' dedi. Halbuki bu şahsa da Bediüzzaman'ı
ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim.

"Milliyetçi olan,

"Öyle ise ben karışmıyorum kardeşim, sözümü geri aldım' dedi ve tren de hareket etti.
"Tahmin edeceğiniz gibi kafam karma karışıktı.

"Ne oluyor, birinin söylediğini, diğeri tekrar ediyor ve anlamadığım bir hal içinde
gidiyorum.

Sh»: (S.Ş: 320)

"Ankara'ya gelince Risale-i Nur'ları temin ettim. Bunların bir kısmı eskimez yazı, pek
azı yeni yazı ile idi. Eskimez yazı olanlarından sadece İhlâs Risalesi Mısır baskısı olup,
Arapça idi. Diğerleri teksirle yazılmıştı. Teksirle yazılanların bazılarında sayfaların bir yüzü
boştu. Boylu ve enli kitaplardı. Bütün risaleleri topladım, bir bavul dolusu kadardı. Onları
bavula doldurdum, bavuldaki elbise, çamaşır ve ayakkabı gibi eşyalarımı da valize
yerleştirdim. Böylece Esenboğa Havaalanına gittik.

"Dört motorlu iki Amerikan uçağı terminale yaklaşmıştı. O zamanlar jetlerle yolculuk
yaygın değildi. Okyanusu pervaneli uçaklarla aşacaktık.

"Aranmayan tek bavul"

"Çıkış kontrolleri başladı. Yüz kişiydik. En başta yüksek dereceli kumandanların


bavulları, gümrük çıkış kontrolüne tabi tutuluyordu. Bu durumu görünce canım iyice sıkıldı.
Onların bavulları kontrol edildikten sonra bizimkiler haydi haydi...

"Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelinmişti. Öyle ise hali, vaziyeti olduğu gibi
kabul etmekten başka çare yok. Biz de kabul ettik, bekledik.

"Sıra benim bavulları kontrole geldi. Memur içinde Risale-i Nur'lar olan bavulu
tuttuğu gibi döner merdivene attı.

"Yine o zamanlar diyeceğim, çünkü çoktandır Esenboğa Havaalanından dış ülkelere


hareket etmedim. Evet o zamanlar gümrük muayene bandının arkasında yuvarlak, ağaçlardan
yapılmış bir yer vardı. Bavullar bu yuvarlak ağaçların üzerine konunca, her ağaç kendi ekseni
etrafında dönüyor, bavul da rahat bir kayışla aşağı iniyordu. Oradan da alınıp, uçağa
yükleniyordu.

"Risale-i Nur'lar bulunan kocaman ve ağır bavul hiç açılmadan giden tek bavul oldu.
Diğerleri iyice arandı. Bu arada benim valiz de arandı, hattâ iki veya üç kutu lokum vardı.
Onları dahi sordular ve yokladılar.

"Amerika'da gümrük kontrolleri, bizden daha sıkı. Ayrıca Amerikan gümrükçüler çok
selâhiyetli, bütün bavullar ve çantalar iyice aranıp, bilhassa yiyecek maddesi sokmuyorlardı.
Sarî hastalıklardan korkuyorlarmış. Elma, armut gibi meyveleri üretmek için ziraat
bahçelerine gönderirlermiş, geri kalan yiyecekleri de yakarak imha ederlermiş.

"Onlar da bavulları tek tek aramaya başladılar, bizim Risale-i Nur dolu bavula gelince
adamcağız bir 'okey' çekti ve yine açılma-

Sh»: (S.Ş: 321)

yan tek bavul, bizimki oldu. Tabii Amerikalı gümrükçü de valizimi kontrol etti.

"Amerika'ya inince başladım Risale-i Nur'ları verecek adres aramaya. Iashington'daki


The Islamic Center'e mektup yazıp, Bediüzzaman hakkında bilgi verdim, arzu ettikleri
takdirde Risale-i Nur'ların göndereceğimi belirttim.

"Kısa zamanda mektup geldi, esereleri istiyorları. Bir arkadaşımla oturduk. Türk
personeline göstermeden, nasıl götürürüz, diye sohbetler yapıp, plânlar hazırladık. Yani
Amerikan topraklarında Risale-i Nur'ları yine Türk personelinden gizliyorduk.
"Gerçi vatandaşlarımızın ekserisi İslâmiyete bağlıydılar. İslâmiyete hizmet için
yazılmış Risale-i Nur'lar, bazı çevrelerce halka yanlış tanıtılmıştı. Hâdiselere sebebiyet
vermemek için tedbir alıyorduk, hepsi bu kadar.

"İki arkadaş kitapları omuzladık. Amerikan mezarlıklarından geçerek yola çıktık.


Oradan otobüse bindik ve şehre inip, hemen Risale-i Nur'ları taahhütlü olarak postaladık.
Daha sonra bu eserlerin alındığına dair mektup geldi, teşekkür ediyorlardı.

"Keramet niçin verilmiş?"

"Bütün bunların sonunda anladım ki, Bediüzzaman'a keramet iki sebebe binaen
verilmiş. Birincisi imkânsız diyebileceğimiz şartlar için İslâmiyete hizmet ediyordu. Hizmetin
yürümesi için kerametlere ihtiyaç duyuluyordu. Yukarıdaki misalde de görüldüğü gibi.

"İkincisi: Türkiye'de İslâmiyeti öğrenme imkânı yoktu. Öğrenilmeyince yaşanmıyordu


da. Zaten yaşayanları da kınıyorlardı. Bediüzzaman gibi garip, fakir bir âlime kim, ne için
bağlanacak? İşte ona bağlananların evvelâ kerametler çekmiş olabilir. Böylece bir kısım
Risale-i Nur talebeleri evini, işini bırakarak, sonunun nereye varacağını hesaplamadan,
Bediüzzaman'la birlikte hapse gidebiliyorlardı. İnsanlık tarihinde Bediüzzaman gibi,
imkânsızlıklar içinde yaşayıp kitleleri peşinde sürükleyen bahtiyarların sayısı çok azdır.

"Hemen belirteyim ki, Risale-i Nur'lardaki ifadeler, ispatlar, buluşlar keramet


derecesinde insana tesir etmektedir. Kafama takılan, yıllarca cevabını bulamadığım
sorularıma, Risale-i Nur'larda cevap bulmuş bir kimseyim.

"Öte yanda, Bediüzzaman'ın hayatı, bir keramet... Evden, barktan vazgeçmek...


Mevkiyi, makamı, menfaatı terketmek... Hakikat-

Sh»: (S.Ş: 322)


leri söylemek için, idamı göze almak. Bir ömür boyu sürgün hayatı yaşamak veya
hapiste yatmak.

"Meselâ ben, Bediüzzaman'ın bu yönlerini öğrenince, 'Neden kumarbazlar, sarhoşlar


sokaklarda serbest serbest dolaşıyorlar da, İslâmiyete hizmet etmeye çalışan Bediüzzaman
hapse atılıyor?' diye âdeta isyan edip, onun yardımına koşmuşumdur.

"1954-1955 yıllarında okuyamadığım Risale-i Nur'ları dağıtıyordum. Gördüğüm


şahıslar, 'Bu kitaplarda ne yazıyor?' derlerdi. Ben de, 'Siz hocasınız, okuyabilirsiniz. Ben
okuyamıyorum, fakat öğrenmeye çalışıyorum. İslâmiyete hizmet eden Bediüzzaman hapismiş,
ona yardım ediyoruz. Siz okuyunuz, bize de anlatınız' derdim. Onlar da okuyup, anlatırlardı,
hoşuma giderdi.

"Diyebilirim ki, bana en çok tesir eden Bediüzzaman'ın hayatıdır. Öyle bir hayat
yaşadı ki, onu romanlara bile sığdıramıyoruz. Öyle bir hayat yaşadı ki, en güzel romanlarımız
dahi onun hayatı yanında cılız kalır."

Sh»: (S.Ş: 323)

$ ABDURRAHİM KAYA

(Emekli Müftü)

[]

Abdurrahim Kaya

"1932'de Siirt Pervari'de doğdum. Dedem Ali Molla Şerifoğlu, Osmanlılar zamanında
Siirt müftüsüymüş. 8 yaşındayken Kur'ân-ı Kerimi hatmettim. 15 sene sarfnahiv, mantık,
fıkıh, tefsir, hadis ilimleri tahsili yaptıktan sonra 1955'te Van'ın Boyaroğlu Camii imam-hatibi
oldum.

"İmamlıktan önce Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Şemme, Habbe gibi Arapça


mecmualarına ara sıra baktığımdan kendisine muhabbetim vardı. Fakat iyi tanımıyordum.
Yalnız büyük bir âlim olduğu anlaşılıyordu. İmam olduktan sonra uzun bir müddet akşam
namazı ile yatsı namazları arasında her gece camide ders yapıyordum. Yatsıdan sonra da
başka yerlerde devam ederdim. Bu arada arkadaşlar ile bir gece mehdilik konusunda bazı
konuşmalar oldu, doğrusu o zamana kadar da fikrimde zayıflık vardı.

"Peygamberimiz, 'Bediüzzaman'a git dedi"

"O gece yatarken rüyada çok susuzluk çekiyordum. Durmadan su arıyordum. Büyük
nehirler ve havuzlara rastlıyordum. Fakat o kadar bulanık çamurdu ki bir türlü içemiyordum.
(Bizim meyve ve üzüm bağlarında üç duvarlı, tek gözden ibaret odalar vardır, bunlara 'koh'
deriz). Neticede bir kohun içine girdim. Baktım, bir testi su, duvara dayanmış, ağzı yeşil otla
kaplanmıştı. Çok sevindim, Allahu âlem, bu su güzel sudur diye kalbimden geçti, oturdum ve
ağzını açtım. Hayatımda böyle su hiç görmedim. Suyun sesi kulağımdan hiç gitmiyor.
Uyandığımda kendi kendime 'Fesübhanallah' diye düşündüm. Bu su diğer sulardan nasıl
farklıysa Risale-i Nur da diğer kitaplardan öyle farklıdır ve bu zamanda, ekmek ve su kadar
onlara ihtiyaç olduğunu anladım.

"Bu rüyadan sonra Risalelere dört elle sarıldım. Muhabbetim ondan yüze çıktı, var
kuvvetimle okumaya başladım. Risale-i Nurlar hakkında şüphem kalmadı. Benim bu halet-i
ruhiyem devam ederken bir gece rüyamda Hz. Peygamberi (a.s.m.) gördüm. O mübarek

Sh»: (S.Ş: 324)


beldenin ortasında bir tepe vardı, aşağıya doğru yaya bir yol gidiyordu. Ben de bu
yoldan aşağıya doğru gittim. Yolun kenarları yeşillikti. Tepenin dibinden üç yol ayrılıyordu.
Yolun kenarında tek katlı, iki odalı bir ev vardı. Her odada büyük bir pencere vardı, 'Bu,
Peygamberimizin (a.s.m.) evidir' deniliyordu. Kendisinin de evde olduğunu biliyordum,
tahminen elli altmış metre uzaklıkta duruyordum. Yalnızdım, utanıyordum, ziyaretine
gidemiyorum. İki kişi geldi, pencerenin kenarına durdu, içeride sakallı ve sarıklı birisini
odanın köşesinden aşağı-yukarı geçtiğini gördüm. Fakat Peygamberimiz mi, değil mi? Fark
edemedim.

"İçeri giren iki kişiyle musafaha ettiler. Ben heyecandan titriyordum. Daha sonra onlar
çıktı. Peygamberimiz de beni gördü. 'Buyurun gidelim' dedi, çıktı. Tepeye doğru yol almaya
başlamıştık, biraz gittikten sonra oturdu, konuşmaya başladı. Tahminime göre bir saat kadar
sürdü, ben hiçbir şey anlayamadım, kendi kendime, 'Fesübhanallah' dedim, son kelimesi olan
şu ibareyi hatırlıyordum: 'Bediüzzaman'a git, sana nasihat etsin.'

"Bu rüyadan sonra Bediüzzaman'ın dünyanın en büyük alimi ve asrın müceddidi


olduğuna kat'i inandım. O andan itibaren onu nasıl ziyaret edeceğimi düşünmeye başladım. 3-
4 ay geçmişti ki, müftülük imtihanı açıldı. İmtihanlar Ankara'da oluyordu. Bir arkadaşla
gittik. Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, 'Şimdiye kadar her ay imtihan giriş
muamelemezi yaptırdı ve vardı, fakat şimdi altı ay sonra var' dedi. Başkan bizim imtihana
giriş muamelemizi yaptırdı ve 'Altı ay sonra imtihana gireceksiniz' dedi.

"Buraya kadar gelmişken boş gitmeyelim, Üstadı ziyaret edelim' dedim. O da can ü
gönülden kabul etti, araştırdık, 'Bediüzzaman bir hafta önce Eskişehir'e gitti dediler.
Eskişehir'e gittik. 'Burada bir gece kaldı ve Emirdağ'a gitti' dediler. Emirdağ'a gittik, orada
kaldığı odayı gösterdiler, 'Burada iki gece kaldı Afyon'a gitti' dediler. Biz de çaresiz yine
Afyon'un yolunu tuttuk. Afyon'a akşam namazının çıkmasına beş dakika kala geldik. Hemen
namazlarımızı eda ettik. Bir otele yerleşmek üzere adımızı yazdırdık. 'Üstadı tanıyor
musunuz?' dedik. Adam heyecanlandı ve 'Bir hafta önce geldi, bu odada kaldı, Burdur'a veya
Isparta'ya gitti' dedi. Bize de Üstadın kaldığı odayı tahsis etti. Sabah namazından sonra trenle
Isparta'ya gittik, yolda oynayan çocuklara oynuyordu, onlara sorduk. 'Biz bilmiyoruz' dediler.
Başka bir hanım kapıdan başını çıkardı, bize kimi aradığımızı sordu. Ben, 'Meşhur Molla Said
namında derin bir âlim' dedim. 'Öyle kimse yok' dedi. Biraz sonra, 'Ağabey, siz Bediüzzaman
Hazretlerini kast etmiyor musunuz?' dedi. 'Onu yedi yaşından

Sh»: (S.Ş: 325)

yetmiş yaşına kadar herkes tanır' dedi ve Üstadın evini bize tarif etti. Biz de evi bulduk
ve zile bastık. Kapıyı Bayram Yüksel Ağabey açtı. bize, kapıya yapıştırılmış olan Üstadın
fermanını okudu. 'Bugünlerde zındıklar bizi takip ediyor' dedi. Üstadın söylediği şu sözü bize
söyledi: 'Risale-i Nurun talebeleri dünyanın hemen hemen her köşesinde bulunmaktadır.
Uzakta bulunanlar yakında bulunanlar arasında hiç bir fark yoktur. Arzu ederdim, fakat çok
hastayım. Beni ziyaret etmek isteyen Risale-i Nur okusun. Herbir risale bir Said
hükmündedir.'

"Ben, 'Beni Fahr-i Kainat Efendimiz (a.s.m.) gönderdi, biz Van'dan geliyoruz, sen
lütfen durumu Üstada intikal ettir' dedim.

"Bunun üzerine ismimizi aldı ve 'Caminin kapısında bekleyin, on beş dakika sonra
gelin' dedi. Biz on beş dakika sonra geldik. Bayram Ağabey, 'On dakika sonra gelin, biz sizi
çağıracağız' dedi.

"Üstadın kabul ettiğini öğrendik. Şapkalarımızı çıkardık, sarıklarımızı sardık. Bize 10-
15 dakikadan fazla müsaade etmediğini söylediler. İçeriye girdik. Somyadan yatağın içinde
yastığa dayanmış olarak oturuyordu. Başında beyaz ile yeşil karışığı, büyük bir sarık vardı.
Sakalı yoktu. Üstadın yüzüne bakamıyorduk. Ara sıra gözümü kaldırarak bakmaya
çalışıyorduk. Üstad yavaş konuşuyor, Zübeyir Ağabey bize tercüme ediyordu. Bu durum
yarım saat kadar devam etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyi yanımıza geldi, bize ne yaptığımızı
sordu, imam olduğumuzu söyledik. Namazın zaten farz olduğunu, kıldırırken maaşı
düşünmememizi söyledi ve 'Böyle yaparsanız ihlâsınız kırılmaz' dedi. Okuma yazma bilip
bilmediğimizi sordu. Bildiğimizi söyleyince, 'Büyük Sözler'i çıkarken alın' dedi.

"Üstad, somyasının yanında, duvarda asılı duran zarftan fotoğraflar çıkardı ve Zübeyir
Ağabeye verdi. 'Arkadaşlarına ver, baksınlar' dedi. Baktık. 'Bize, bunlar Avrupadaki Risale-i
Nur talebeleri' dedi. Üstad bana nereli olduğumu ve kimleri tanıdığımı sordu. 'Paranız var mı,
yoksa vereceğim' buyurdu.Biz, 'Var' dedik, bize, 'Isparta'da kalmayın, istasyona gidin, ikindi
namazını kılın, tren gelir, siz de gidersiniz, selamımı tebliğ edersiniz, bu yanımda olan
talebelerim gibi sizi de kabul ediyorum. Siz de beni daima duanıza katın' dedi. Ben Üstadın
elini öpmek istiyordum, giderken elini öpmeye çalıştım, ama öptürmedi, ellerini kaldırdı, beni
elleriyle sardı ve alnımdan öptü, arkadaşıma da aynısını yaptı. İstemeye istemeye ayrıldık.
Zübeyir Ağabey bizimle kapıya kadar keldi, bize, 'Dinsizler sizi aldatmasın' dedi.

Sh»: (S.Ş: 326)

"Ben daha sonra Hakkari'nin Beytüşşebap ilçesine tayin edildim. 1960'da Üstadın
vefat edeceğine yakın bir zamanda bir rüya gördüm. Biri yüksek sesle, 'Bediüzzaman vefat
etti' dedi. Daha sonra Üstadın vefat haberi geldi.

"Daha sonra muhtelif yerlerde görev yaptım ve emekliye ayrıldım. 1982'den bu yana
da mücavir olarak Medine-i Münevverede bulunmaktayım."

Sh»: (S.Ş:327 )

$ MUSTAFA ÖZSOY
1933 yılında Ermenek'te dünyaya geldi. Öğretmen olarak başladığı memuriyete, yine
eğitim sahasında çeşitli sahalarda devam etmektedir.

[]

Mustafa Özsoy

Hatıralarını şöyle anlatıyor:

"Bir köy çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Ailem bana dinî bir eğitim verememişti. O
zamanki şartlarda bu büyük ölçüde zordu. Mevcut dinî kültürümü nineme borçlu idim. O bana
Âhirzamandan, Kıyametin geleceğinden bahsederdi. Kıyamet, haşir, Cennet, Cehennem gibi
mefhumları ismen de olsa ondan duymuştum.

"İlkokulu bitirdikten sonra köy enstitüsü imtihanlarını kazandım. Demokrat Parti


iktidarından sonra , okullarımızın adı 'Öğretmen Okulu' olarak değiştirilidi ve süresi altı yıla
çıkarıldı. Okullara din dersi de konuldu, ama bu pek kifayetli değildi.

"1955'te mezun olduktan sonra Diyarbakır'ın Dicle kazâsına tayin oldum. Tayin
olduğum Birsin köyünde okul kapalı idi. Ben gidince açılmış oldu. Köyde ancak askerlik
yapanlar Türkçe bilirdi. Yeştmiş-seksen hanelik köyde, gündüzleri okulda, geceleri ise
evlerde, köylülerle sohbet yaparak vakit geçirirdik. Cuma namazlarını kılar, at yarışlarını
kaçırmaz ve her katıldığım yarışta da birinci olurdum.

"Rüyamda kıyamet kopuyordu"

"Öğretmenliğimin ikinci senesiydi. Birgün gece yatmak üzereyken, kalbime bir


sıkışma geldi. Bir baygınlık geçirdikten sonra gözlerimi açtığımda, aileme, 'Biz namaz
kılmıyoruz. Ya ölüm gelir de bizi böyle yakalarsa halimiz ne olur?' dediğimi hatırlıyorum.
Hanımla birlikte konuşarak, artık namaz kılmaya karar vermiştik.

"Yatağa girdim. Rüyamda, 'Kıyamet kopacak' dediler. Bir uçurumun kenarında birisi
duruyordu. Onun İsrafil olduğunu söylediler.

Sh»: (S.Ş: 328)

Elinde de borazanı vardı. 'Birinci üflediğinde, bütün mahlûkatlar ölecek. İkinci


üflediğinde ise yer gök birbirine karışacak, kıyamet kopacak' dediler.

"İsrafil'in (a.s.) yanında berrak bir ırmak vardı. 'Yâ Rabbî! Kıyamet kopmadan bizi o
ırmağa ulaştır. Ondan sonra ölelim' diye dua ediyordum. Derken Sûr üflendi. Biz öldüğümüzü
hissettik. Beş yüz sene kadar yattığımızı sonradan söylediler. İkinci borazan sesiyle uyandık,
kabirden kalktık. İki genç geldi, 'Irmağı geçeceğiz' dediler. Irmağın ortasına geldiğimizde
gençler, 'Bu su ile gargara yap' dediler. Gargaradan sonra, ağzımdan ceviz büyüklüğünde
şeyler döküldü. Büyük ferahlık hissettim. 'O sudan iç' dediler. İçtim. İsrâfil (a.s.) hâlâ orada
duruyordu. Yanına vardığımda ise ortadan kayboluverdi. Bir uçurumun kenarında mağara
vardı. Mağarada matematik öğretmenim Cemal Beyi gördüm -Kendisi bir trafik kazasında
vefat etmişti- 'Sen burada ne yapıyorsun? dedim. 'Ben dünyada iken amel etmiyordum. Beni
buraya hapsettiler' cevabını verdi. İki genç beni gezdiriyordu. Öyle güzel yerler gezdik ki,
tarifi mümkün değil.

"Sonra uyandım. Rüya mı, gerçek mi olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Sabaha
kadar uyuyamadım. Sabah namazını büyük bir huzur içerisinde kıldım. Cumartesi günü idi. O
gün talebelerin derslerini verdikten sonra, okulu tatil ettim. 'Hemen Diyarbakır'a gidip orada
bir şeyh bulacağım ve ona intisab edeceğim. Artık imanımızı kurtarmamız lâzım' diye karar
verdim.
"Mehmed Kayalar ile tanışmam"

"Diyarbakır'da Zülfi isminde bir arkadaşıma uğradım. O, 'Seni bu akşam


Bediüzzaman'ın halifesine * götüreceğim' dedi. Ben Bediüzzaman kim, halifesi kim? Hiçbir
şey bilmiyorum.

"Gittiğimiz evde, iftardan sonra teravih namazını kıldık. Etrafa baktığımda ne


göreyim, her taraf gençlerle dolu idi. O durum bana çok tesir etmişti.

"Namazdan sonra bir zat eline bir kitap almış ve okumaya başlamıştı. Okuduğu kısım
hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle idi: 'Kâinat birbirine sarılmış, kat kat tabakalardan meydana
getirmiş, hiç bir tabakası boş olmayan bir gül goncası gibi sarılı bir şekildedir. 'O zat okuyup
izah ediyordu. Sonra başka bir kitaptan okudu. Sonradan o kitabın İhlâs Risalesi olduğunu
öğrendim. Okunan dersden çok istifade ediyordum.

___________________

(*) İfade yanlış bir halk tabiridir. Bediüzzaman'ın halifesi yoktur; talebeleri, yani Nur
talebeleri vardır.

Sh»: (S.Ş: 329)

"Ders bittikten sonra o zat, 'Soru soracak var mı?' dedi. 'Ben varım' dedim. Yanına
doğru yaklaştım. 'Nerelisin?' dedi. 'Konyalıyım' dedim. Mesleğimi sordu. Bir-iki sualim vardı.
Soruların cevabını aldıktan sonra, artık başka bir âleme girdiğimi hissetmiştim. Kendisine,
'Ağabey, ben bu yolun yolcusu olmak istiyorum' dedim. 'Peki, kardeşim, zaten seni
bekliyordum' dedi. Halife dedikleri de meğer Mehmed Kayalar adında bir zatmış. Aslında
halifelik filân yok. Bunun Üstadın mesleğini tam bilmeyenler söylüyordu.

"Bana Yirmi Üçüncü Söz, Gençlik Rehberi ve Hanımları Rehberi olmak üzere üç tane
kitap verdi. Kitapları daktilo edilmişti. Kitapları aldıktan sonra doğru Zülfi'nin evine gittim.
Öyle bir hal hissediyordum ki, Diyarbakır sokaklarına sığamaz olmuştum. Zülfi'nin evine bir
nefeste Yirmi Üçüncü Söz'ü bitirmiştim.

"Köylülere Yirmi Üçüncü Söz'ü okuyorum"

[]

Nur Risalelerini okuduğu için birçok defa hapishaneye atılan Mustafa Özsoy'un her
mahkemesi beraatle neticelenmişti. 1967'de girdiği Çumra Hapishanesinde iken...

"Eve döner dönmez, seslendim: 'Müjde! Buldum.' Hanım, 'Ne buldun?' diye sordu.
Cevaben sesli olarak Yirmi Üçüncü Söz'ü okumaya başladım.

"Bak, böyle yüksek bir hakikat varmış. Biz bundan habersiz bir vaziyette
yaşıyormuşuz' dedim.

"Epey zamandır, bir meseleden dolayı, köylülere küskün olduğum için camiye bile
gitmiyordum. O akşam, Yirmi Üçüncü Söz'ü elime aldım ve doğruca camiye gittim. Şark
köylerinde camilerde sigara içerlerdi. Her zamanki gibi o akşam da sigaraların dumanı camiyi
kaplamıştı. Ben içeri girince hemen ayağa kalkarak, 'Buyur, hocam, buyur' diye bana yer
açtılar. Ben, 'Önce şu sigaraları söndürün. Ondan sonra buyurayım' dedim.
"Ezan okundu, teravih namazını kıldık. Namazdan sonra caminin taştan yapılmış
iptidâî minberine çıktım ve köylülere, 'Durun bakalım. Size bazı şeyler söyleyeceğim' dedim.
Hiçbirisi dağılmadan oturdu. Ben hemen Yirmi Üçüncü Söz'ü okumaya başladım.

Sh»: (S.Ş: 330)

Türkçe bilmedikleri için anlamıyorlardı. Ben anladığım kadarıyla izah ediyordum.


Çok istifade ettiklerini görüyordum. Sabahleyin okula gelen köylüler, 'Bugüne kadar böyle
şeyler duymadık. Çok istifade ettik. Akşam yine devam edelim' dediler.

"Sohbetler devam ediyor"

"Köylülerle ve talebelerle sohbetlerimiz bütün samimiyetiyle devam ediyordu. Köy


odalarına gidiyor, onları Türkçe öğrenmeye teşvik ediyordum. Talebelerle birlikte,
köylülerden de bir hayli kimse Türkçe öğrendi. Benim için mesai mefhumu yoktu. Vazifem
gün doğar doğmaz başlıyor, gece yarılarına kadar derslere, sohbetlere devam ediyordum. Bu
arada okuldaki talebeler de her bakımdan çok güzel yetişiyorlardı.

"Dördüncü ve beşinci sınıf talebelerini daha başka türlü yetiştiriyordum. Kendim de


sporcu olduğum için, onları âdeta askerî bir disiplinle yetiştiriyordum. Zaten ahlâkî ve manevî
eğitime de ağırlık verdiğim için, talebelerim çok kalitleli bir eğitim almış oluyorlardı.

"Risale-i Nur'ları tanıdıktan sonra benden meydana gelen bir diğer değişiklik de
ilkokullarda, bilhassa köylerde ciddî bir eğitim yapılabilmesi için köylülerle çok sıkı bir
münasebet içerisine girmenin zaruretine inanmam oldu. Bunu, vazife yaptığımı köyde bizzat
tatbik ettim ve çok güzel neticelerini gördüm.
"Kanaatimce, milletimizin maddî-manevî kalkınmasında bu hususun çok büyük
ehemmiyeti vardır.

"Köylülerle kaynaşmanın öyle neticeleri oldu ki, bir müddet sonra, civar köyler de
faaliyet sahamız içerisine girdi. Biz onlara giderdik, onlar da bize gelirdi. Çok güzel bir
kardeşlik ve dostuk havası meydana gelmişti.

[]

Çumra'da bir başka hatıra

"Konya'ya tayinim çıkıyor"

"Dicle'nin köylerinde tatlı hatıralarımız fazla devam etmedi. Bir müddet sonra
Konya'ya

Sh»: (S.Ş: 331)

tayinim çıktı. Konya'ya geldikten sonra, benim okuduğum eserleri okuyan birisi olup
olmadığını epey araştırdım. Bir zaman sonra Yorgancı Mehmet Amca ile tanıştık. Onun
dükkânında derslerimizi, sohbetlerimizi devam ettiriyorduk. Öylesine bağlarımız
kuvvetlenmişti ki, onun dükkânını âdeta evimiz gibi hissetdiyordum. Konya'da Bediüzzaman
ve eserleri ile alâkadar bütün zatlar da oraya gelir, birarada toplanırlardı. Birçok ağabeyi ve
kardeşi de böylece Mehmet Amca vasıtasıyla tanımış oldum.

"Üstad Hazretlerini ziyaretim"


"1957 yılında idi. Birgün Konya'da bulunan ağabeylere Üstadı ziyaret edeceğimi
söyledim. 'Üstad hem hasta, hem yorgun. Kimseyi kabul etmiyor' dediler. Ancak ziyaret
etmek hususundaki ısrarlarım üzerine, 'Peki, git bakalım. Belki seni kabul eder' dediler.

"Trene binip Isparta'ya gittim. Üstadın evini araştırmaya başladım. Ancak


sorduklarımdan hiçbirisi cesaret edip de Üstadın evini bana tarif edemiyordu. Nihayet cesur
birisi çıkıp tarif etti: 'İlerden sağa dön. Polis noktasının bulunduğu yerde...'

"Tarif edilen yere vardım. Kapıyı çaldım, kimse açmadı. Sokakta bulunan birisi
Üstadın Emirdağ'a gittiğini söyledi. O sıralar Üstad Emirdağ ile Isparta arasında sık sık gider
gelirmiş.

"Derken, ben Emirdağ'ın yolunu tuttum. Üstadın evini sorduğum birisi kendisini takip
etmemi söyledi. Takibi de biraz uzaktan yapmamı ve kendisinin önünde bir miktar eğleşip
gideceği evin, Üstadın evi olduğunu söyledi. Dediği gibi yaptık.

"Allah'a şükür, Üstadın evini bulmuştum. Kapıyı çaldım. 35 yaşlarında bir zat kapıyı
açtı ve 'Buyur, kardeşim' dedi. Ben 'Ağabey, Üstadı ziyarete geldim' dedim. 'Kardeşim, Üstad
hasta, kimseyle görüşmüyor. Üstelik sesi de çıkmıyor. Biraz önce de uzak vilâyetlerden
gelenler oldu. Onları da kabûl etmedi' dedi. Ben 'Ağabey, ne olur, sen Üstada bir söyle. Ben
Konya'dan geldim. Öğretmenim. Üstadı mutlaka ziyaret etmek istiyorum' dedim. 'Peki, bir
dakika bekle' dedi. Biraz sonra kapıyı açtı ve hemen beni içeriye aldı.

"Yukarıya çıktık. Üstad bir somya üzerinde uzanmıştı. Yerde eski bir halı seccadeden
başka birşey görünmüyordu. Zemin çıplaktı. 'Esselâmü aleyküm' dedim. Sesi çıkmıyordu.
Gayet kısık bir sesle, 'Aleyküm selâm' dedi.

Sh»: (S.Ş: 332)

"Üstad öğretmen ve subaylara önem veriyordu"


"Beni yukarıya çıkaran ve Üstadın hizmetinde olan zatın Zübeyir Ağabey olduğunu
sonradan öğrendim. Üstad Hazretleri gayet kısık sesiyle konuşuyor, Zübeyir Ağabey de bana
naklediyordu. Bir müddet sonra, 'Ağabey, sizin nakletmenize gerek yok. Ben anlıyorum'
dedim. Biraz sonra Üstadın sesi de açıldı. Şu sözlerini hiç unutamıyorum:

"Kardeşim, benim nazarımda iki sınıf çok ehemmiyetlidir: Birisi subay, diğeri ise
öğretmendir. Bence bir öğretmen, yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Subay Türk
ordusunun en sağlam temeli ve unsurudur. Bu iki sınıf mesleğe çok ehemmiyet veririm ben.'

"Bir ara sohbetin bir yerinde 'Kardeşim, Menderes bizdendir. Menderes'in bu


memlekete çok büyük hizmeti vardır. Onun için onunla beraberiz' demişti. Bu sözleri
söylediği esnada Sungur Ağabey, Bayram Ağabey ve Ceylân Ağabey de oradaydı.

"İstikbal hadiselerinden bahsetti. Beni talebeliğe, kardeşliğe ve dostluğa kabul etti.


'Kardeşim, seni bu üç makama kabul ediyorum. Seni dualarıma dahil ediyorum. Sen de beni
dualarına dahil edeceksin' dedi. Sonra 'Artık gidebilirsin' diyerek bana izin verdi. Sonra bir
vasıtaya binip Konya'ya geldim.

"Bir ay kadar sonra -zannediyorum Temmuz ayında idi- tekrar Üstadı ziyaret etmek
için Konya'dan trene bindim. Isparta istasyonuna vardığımda bir de ne göreyim. Zübeyir
Ağabey kapıda beni bekliyor. Üstad Hazretleri, 'Trende bir kardeşimiz var, onu al da gel' diye
Zübeyir Ağabeye söylemiş. Beraberce Üstada gittik. Elini öptüm, uzun müddet sohbetinde
bulundum.

"Üçüncü defa ziyaretine gittiğimde üstad Burdur taraflarına gitmişti. Otelde


beklemeye başladım. Orada iki kişi de Üstadı ziyaret etmek için bekliyordu. Bunlar Abdullah
Çavuş ile Van taraflarından Ziya Mesci idi.

"Abdullah Çavuş Üstadla ilgili hatıralarını anlatıyordu. O sırada Ceylân Ağabey


merdivenlerden çıktı, hafifçe benim omzuma dokundu ve tekrar merdivenlerden aşağıya indi.
Ben bunun benim gelmem için bir işaret olduğunu anladım ve hemen arkasından koştum.
Beraberce Üstadın yanına gittik. Somyasının üzerinde Cevşen okuyordu. Beni kucakladı, ben
de ellerinden öptüm. Yine her zamanki gibi hizmetlerden bahsetti.

Sh»: (S.Ş: 333)

"Camide dersler yapıyorduk"

"Konya'nın Çamurluiğret köyünde vazife yapıyordum. Camide köylülerle sohbet


ederek dersler yapıyorduk. Birgün bir müfettiş geldi. Cebinden Konferans risalesini çıkararak,
'Ben bunu okudum çok beğendim. Sende de var mı bu kitaptan?' dedi. Ben de, 'Evet,
aynısından var' dedim. Halbuki aynı şahısla biraz önce münakaşa etmiştik. Beni oyuna
getirmek istediğini anladım. Köylülerin ifadesini filân almış. Neticede birşey çıkaramadı.
Sonradan o zatın İşçi Partisinden meb'us namzedi olduğunu duydum..

[]

Mustafa Özsoy'un 1960 yazında üç ayda yazdığı Sözler'den "Birinci Söz."

Sh»: (S.Ş: 334)

"Hiç korkmayın! Küfrün beli kırıldı"

"Bir hafta sonra tatil olmuştu. Üstadı ziyarete gittim. Ben kapıdan girer girmez,
somyasının üzerinde ayağa doğruldu ve alnımdan öptü. 'Benim kahraman kardeşim, Konya'da
Risale-i Nur'a ilişen var mı?' diye sordu. 'Üstadım!' dedim ve biraz durakladım. Bunun üzerine
Üstad, 'Evet, kardeşim, biliyorum. Seni tebrik ediyorum. Hiç korkmayın! Küfrün beli kırıldı.
İnşaallah bundan sonra İslâmiyet parlayacak. Komünizm ve dinsizlik yıkıldı' dedi.

"Hizmetine Konya'da devam et"

"1958 yılı yaz tatili devresinde idik. Isparta'da Üstadın hizmetinde bulunan bütün
ağabeyleri tevkif etmişlerdi. 'Ben gideyim de, ağabeyler hapisten çıkıncaya kadar Üstadın
hizmetinde bulunayım' diyerek Üstadın yanına gittim. Elini öptüm. 'Kardeşim, yirmi lira yol
parasını ben vereceğim' dedi. Ben, 'Hayır, Üstadım!" diyerek almadım. 'Peki,' dedi, 'eğer
kabul etseydin, sevabın az olacaktı. Seni yaz tatili boyunca, kardeşlerimiz hapisten çıkıncaya
kadar, yanımda alıkoymak isterdim. Ancak sen memursun. Sen hizmetine Konya'da devam et'
dedi.

"O zaman Dr. Sadullah Ağabey Taif'e gitmek istiyordu. Ben Üstadın yanına gelirken,
'Üstada söyle, bana izin versin. Eğer o izin verirse gitmek istiyorum' demişti. Ben bunu
Üstada söylemeyi unutmuştum. Üstad Hazretleri ben hiçbir şey söylemediğim halde,
'Sadullah'a selâm söyle. Gitmesin, gidemez. Ona izin yok' dedi. Sonra tekrar ellerini öperek
yanından ayrıldım.

"Hangisinde olduğunu hatırlamıyorum, ziyaretlerimden birisinde bana, 'Sana maaş


bağlayayım' dedi. Ben de, 'Üstadım, kendi paramla İslâma hizmet etmek istiyorum' dedim.
Tebrik etti ve şöyle dedi: 'Anneni, babanı, eşini dualarıma dahil ettim. Seni otuz senelik
talebeliğe, dostluğa ve kardeşliğe kabul ettim.'

"Lâyık olmadığımız halde o bize iltifatlar ve bizi hizmetlere teşvik ediyordu.

"Üstadın vefatını haber alıyorum"


"1959 yılında Cihanbeyli'nin bir köyüne tayin olmuştum. O sıralarda gazetelerde
Üstadla ilgili çok şeyler yazılıyordu.

"Birgün Konya'ya gelmek üzere yola çıktım. Yolda gözüme ilişen bir gazetede
Üstadın vefat haberini gördüm. Çok müteessir olmuştum. Tabiri caizse perişan olmuştum.
Bizde Üstad sanki hiç ölme-

Sh»: (S.Ş: 335)

yecekmiş veya çok uzun süre daha yaşayacakmış gibi bir his vardı. Bir hafta boyunca
geceli gündüzlü ağladım.

"Gözlerimi ne zaman kapasam, karşımda Üstadı görüyordum. Birgün rüyamda şöyle


dedi: 'Kardeşim, merak etme, ağlama. Bizim hayattan ziyade memâtımız (ölümümüz) hizmet
edecek."

"Allah rahmet eylesin. Âmin."

İMAN KAHRAMANI ŞANLI ÜSTADIM

Feyzin kalbimize doldu Üstadım.

Kavuştum Nur'lara sanki ummanım.

Feda olsun Nur'a benim de canım.

Sönse bütün âlem, sönmez imanım.


Üstadım bu âlem beklerdi seni

Uzat da öpelim nurlu elleri

Kur'ân bahçesinden gelen gülleri

Koklattın bizlere şanlı Üstadım.

Ezelî fermanda lûtfa mazharsın;

İhlasa îmana açık bürhansın,

Kur'ân esrarında sen bir dellalsın,

Îmanı bizlere sundun üstadım.

Nur olsun, nur dolsun bütün gönüller

Kahrolsun Kur'ân'a uzanan eller,

Gelmesin geriye zulmâtlı günler,

Nur'unla zulmâtı boğdun Üstadım.

Yırtıldı perdeler parladı Nur'un

Kör oldu gözleri dinsiz gürûhun,

Dursun ıztırabı artık ruhunun

Küffarın başını ezdin Üstadım.

Yılmaz mücahid eşsiz kahraman


Çarpıştın küfürle vermedin aman

Kükrese îmanlar hep Bediüzzaman

Kalbimiz makberin olsun Üstadım.

Konya, 1959-1960

Öğretmen Mustafa ÖZSOY

Sh»: (S.Ş: 336)

$ MUSA YUKARI

"Üstadı arıyoruz"

"Ben Musa Yukarı. Aslen Denizli ili, Tavas ilçesi, Ovacık köyündenim. Şimdi İzmir-
Torbalı-Ayrancılar'da oturuyorum. 1957 senesi Mayıs ayında, ben, köyden Salim Acar ve
komşu Çakırbeyli köyünden Veli Başarır, Üstadımızı ziyaret için trenle Isparta'ya gittik. Fakat
evine vardığımızda Üstadımızın Eğirdir'e gittiğini öğrendik. Biz de Eğirdir'e gittik. Fakat
maalesef orada da bulamadık. Orada bulunan kardeşimiz Çilingir Ali Ağabey, 'Buradan gitti.
Nereye gittiğini de bilmiyoruz' dedi.

"O gece, otelvari bir handa kaldık. Handa takriben 50 kişi vardı. Beraber büyük bir
salonda oturduk, konuştuk. Sohbet esnasında bize, 'Nerelisiniz?' diye soruldu. Biz, 'İzmirliyiz'
dedik. 'Niçin burada bulunuyorsunuz?' dediler. Biz, 'Isparta'ya Bediüzzaman'ı ziyarete geldik.
Burada olduğunu söylendi. Fakat burada da bulamadık. Nihayet bu gece handa yatıp yarın
İzmir'e döneceğiz' dedik. O zaman handa bulunan müşterilerden tahminen 30 yaşlarından
birisi, 'Bediüzzaman mı?' dedi. 'Evet' dedik. 'Bakın,' dedi. 'Bediüzzaman ile geçen bir hatıramı
anlatayım' dedi ve bütün handaki yolcularla beraber dinlemeye başladık.

"Bir kamyon şoförünün itirafı"

"Ben bir kamyon şoförüyüm. Birgün yanıma tanımadığım üç kişi geldi. Bana,
'Memleketimizde Bediüzzaman diye fevkalade zararlı bir alim var. Taksiyle dolaşıyor. Sana
50 bin lira verelim, yed-i emine parayı teslim edelim. Sen kamyonun ile buna çarp, kaza süsü
ver ve öldür. Bu paraya yed-i eminden al' dediler. Ben kabul ettim. Nihayet taksinin rengini
ve plaka numarasını verdiler. Bana yardımıcı olacaklarını söylediler.

"Nihayet yola çıktım. Taksinin karşımdan geleceğini söylediler. Gözüm taksinin


renginde. Renk uyarsa, direksiyonun önüne koyduğum plaka numarasına bakıyorum. Bir
baktım, aynı renkte bir taksi uzaktan göründü. Yaklaştıkça plaka numarasına bakıyorum.

Sh»: (S.Ş: 337)

Tam o anda taksi sağa yanaşıp durdu. İçinden bir genç indi. Sola geçti, yani benim
önüme. El kaldırdı. Ben de durdum. 'Ne o?' dedim. 'Seni Hoca Efendi çağırıyor' dedi. İndim,
taksinin yanına o genç ile beraber vardım. Hoca Efendi, taksinin camından başını çıkarıp bana
dedi ki: 'Oğlum, ben memlekete zararlı bir Hoca değilim. Sana yanlış bilgi verdiler. Bu
teşebbüsünden vazgeç.' O anda Hocaya o kadar ısındım ki anlatamam, tarif edemem. Bana
para teklif eden o üç kişi orada olsa idi tereddütsüz üçünü de arabamla ezerdim. Ben bunu
başka birinden duymadım, kendim yaşadım; ister inanın, ister inanmayın.'
"Ben, o arkadaşın adresini almadığım için hâlâ üzgünüm ve pişmanım. Bu hadiseyi
bütün o handa olan insanlar bizim ile beraber dinlediler.

"Biz o gece, orada yatıp sabahleyin tren ile İzmir'e hareket ettik. Sağ selamet
köyümüze geldik.

"Soluğu karakolda aldık"

"Sene 1960. Ocak ayındayız. Üstadımızın Ankara'ya geleceğini işittik. Köyden Kadir
İnci arkadışım beraber Ankara'ya gittik. Orada bazı kardeşleri bulduk. Onlarla beraber bir
yere vardık. Vardığımız yerin altı Murat Lokantası idi. Üstüne çıktık. Geniş bir yerde yüze
yakın arkadaş toplanmıştı. Şimdi çoğu rahmetli oldular. Bildiklerimden Selâhattin Çelebi,
Ceylan Çalışkan, Ahmet Feyzi Ağabeyler orada idiler. Üstadımızı, Ankara'ya, İçişleri
Bakanının sokmadığını, Emirdağ'da ikamete mecbur ettiklerini duyduk. Kadir İnci ile beraber
Emirdağ'a gitmeye karar verdik.

"Emirdağ'a vardık, öğle namazı bir camiye girdik. Namazdan sonra ben, sakallı bir
amcaya yanaşıp sordum:

"Amca, bu camide Nurculardan kimse var mı?'

"Oğlum, biz hepimiz Nurcuyuz. Ne istiyorsun?'

"Biz İzmir'den geliyoruz. Bediüzzaman Hocayı ziyaret edeceğiz, evini bilmiyoruz, onu
soracaktık' dedim.

"Cami cemaatinden on yaşlarında bir çocuk çağırdı. 'Bu misafirlere Bediüzzaman


Hocanın evini gösteriver' dedi.
"Çocuk önümüze düştü, biz arkasından gittik, 'İşte şu ev!' dedi, çocuk geri döndü.
Kapıyı çaldık. Biraz bekledik. Bu sırada birisi benim omuzuma vurdu. 'Yürü karakola, ben
sivil polisim' dedi. Ve ikimizi karakola getirdi. Öğle zamanı olduğu için karakolda bir tane
resmi elbiseli nöbetçi vardı. Ona, 'Bunları Hocanın evinin önünden getirdim' dedi.

Sh»: (S.Ş: 338)

"Polis bize sordu: 'Buraya niçin geldiniz?'

"Bediüzzaman Hocayı ziyarete geldik' dedik.

"Nerelisiniz?' dedi.

"İzmirliyiz' dedik.

"Bize, 'İzmir'den avanak adam çıkmaz, İzmirliler uyanık olur. Siz nasıl avanak
çıktınız? Ben de İzmirliyim. İzmir'den buraya kadar hiç alim yok mu ziyaret edilecek?' dedi.

"Ben de, 'Orası takdir meselesidir' dedim.

"Bize, 'Oturun, Komiser yemekten gelince ifadenizi alır' dedi.

"Neticede 'Komiser geldi' dediler. Bizi öbür odaya çağırdılar. Komiser ifademizi aldı.
Bazen sert, bazen yumuşak sorular sordu. Biz lâzım gelen cevabı verdik. Bizi serbest bıraktı.
'Derhal Emirdağ'ı terk edin. Bir daha Hocanın oraya giderseniz, sizi hapsettiririm' dedi.

"Biz, ilk geldiğimiz odaya döndük. Durumu onlara anlattık. Gitmek için izin istedik.
Bizi karakola getiren polis dedi ki: 'Biz, sizi sevdik. Herşeyi dobra dobra söylediniz, gelin
bakayım.' Bizi Ceylan Ağabeyin babası Mehmed Ağabeyin dükkânına götürdü. 'Bunlar
sizden' deyip yanına bıraktı, kendi gitti.

"Üstadı ziyaretimiz"
"Mehmed Ağabey bize, 'Üstadımızın evini biliyor musunuz?' dedi.

"Evet' dedik.

"Onun evinin bitişiğinde bir bakırcı dükkânı var, o kardeşlerdendir. Onun dükkânına
gidin, size yardımcı olur' dedi.

"Biz oraya gittik, dükkânı bulduk, müşteri gibi dükkânına oturduk. Durumu anlattık.

"İzmir'den gelmişsiniz, karakolda ifadeniz alınmış, biz bu gece derste duyduk. Hatta
Zübeyir Ağabey, bu gece sizi karakol ve otellerde aradı. Siz onlar mısınız?' dedi.

"Biz, 'Evet' dedik. Bize yer gösterdi. Elinden gelen yardımı yapacağına dair söz verdi.

"Biz tevekkülvari dükkânında otururken dışarıda elinde su kabı olan bir kardeşi,
'Osman!' diye çağırdı. İçeri gelince ona, 'Bu arkadaşlar, İzmir'den gelmişler. Hoca Efendiyi
görmek istiyorlar. Durum nasıl?' dedi.

Sh»: (S.Ş: 339)

"Osman, 'Üstadımız şu anda uyuyor, Zübeyir Ağabey ise bir yere kadar gitti. Zübeyir
Ağabey gelsin ona söylerim. Üstadımız uyanınca Zübeyir Ağabey de ona söyler. Üstadımız
kabul ederse, ben gelir, kardeşleri çağırırım. Bizim elimizde birşey yok, Üstadımız ne derse
biz onu yaparız' dedi ve gitti.

"Osman, tahminen bir saat sonra geldi, 'Zübeyir Ağabey geldi, ona söyledim,
Üstadımız uyandı, o da Üstadımıza söyledi. Üstadımız sizi bekliyor' dedi.

"O anda sevincimizden sanki uçuyorduk. İçeri girdik. Üstadımız biraz rahatsız
yatıyordu. Bize elini uzattı. Elini ikimiz sırayla öptük. Bize 'Nerelisiniz?' diye sordu.
"Ben, 'Denizli Tavaslıyım' dedim. Kadir İnci de, 'Konya Ermenekliyim' dedi. 'Fakat
şimdi ikimiz de İzmir Torbalı, Ayrancılar köyünde oturuyoruz' dedik. Bana, 'Seni Zübeyir'in
yerine kabul ediyorum' dedi. Kadir'e de, 'Seni Sungur'un yerine kabul ediyorum' dedi ve
buyurdu ki:

"Küfrün beli kırılmıştır, bir daha doğrultamaz. İzmir'deki kardeşlere selam söyle, para
masraf edip gelmesinler. Risale-i Nur'ları okusunlar. Oğlum Zübeyir, bunlar beni görmek için
buraya gelmişler. Bunların yol paralarını ver.'

"Biz, 'Parayı almayız, başka yere gelmiştik, buraya uğradık' dedik.

"Tekrar elini uzattı, 'Üstadınız müsaade veriyor' dedi.

"Tekrar elini uzattı. İkinci defa elini öptük.

"Üstadımız, Zübeyir Ağabeye, 'Bunları otobüse bindir, öyle gel' dedi. Zübeyir Ağabey
bizimle beraber dışarı çıktı. Yolda bir dakika bile beklemedik, hemen İzmir tarafına giden bir
otobüs geldi. Binip hareket ettik. Halbuki İzmir'e otobüs her zaman bulunmuyordu.
Üstadımızın manen otobüsü görüp bizi gönderdiği, âşikâre belli oldu.

"Eğer biz, biraz oyalansaydık, hemen o gün araba bulamayacaktık, hem de yanımızda
Zübeyir Ağabey olmasaydı, büyük bir ihtimalle başka polisler tarafından karakola
götürülecektik."

Sh»: (S.Ş: 340)

$ ALİ ÇAKMAK
1925'te Kütahya-Tavşanlı'da doğdu. Dede tarafnadan Bursalıdır. Nur hizmetinin
Bursa'da yerleşmesinde ve gelişmesinde üstün gayretleri olmuştur.

[]

Ali Çakmak

Ulu Osmanlı Devletinin nurcuları Osman ve Orhan Gazilerin beldesi olan Yeşil Bursa,
Şehid Murad'a mezar olmuştu. Süleyman Çelebi ile Bursada yücelmişti.

Ali Çakmak himmet ve hamiyet sahibi bir insandır. Osmanlının kuruluş devri
payitahının temsilcisi olarak, zamanın sahibi Bediüzzaman ile mülaki olmuştur. Bursa'da
evinde, muhtelif zamanlarda, yirmi beş yıl önceki bu aziz zamanları bize terennüm etti.

Eskiden beri Türkiye'deki İslâmi hizmetleri yakından takip edip alakadar olan Ali
Çakmak, otuz yıl evvelinin 'Büyük Doğu' hareketiyle de alakadar olmuş, memleketi
Tavşanlı'da ilk Büyük Doğu Cemiyetinin şubesini açmıştı. Bu himmet ve gayret, nihayet
kendisini Nur'lara talebe etmişti.

Nur'ların müellifini bir defa Emirdağ'da, iki defa da Eskişehir'de ziyaret etmişti.
Eskişehir'de Abdülvahid Tabakçı ve Şükrü Yürüten'in evinde üstadı görüp, ellerini öpmüştü.
Bu mülakatlarını şöyle anlatıyordu:

"Risale-i Nur ile karşılaşmam"


"Risale-i Nur ile ilk karşılaşmam şöyle olmuştu: 1948 senesinde Tavşanlı'da
komşumuz emekli öğretmen Hacı Mustafa, Hatt-ı Kur'an ile matbu, kapakları kopmuş bir
kitap vererek, 'Bunu oku' dedi. Okudum, Tekrar tekrar okudum. Elimden bırakamıyor, çok
feyz alıyordum. Kitabı iade etmek için Hacı Mustafa'ya götürdüğümde, 'Kitap senin olsun'
diye bana verdi. O anda heyecanla kitabı elimle bağrıma bastım. Daha ismini öğrenmeden
kitabın meclubu olmuştum. Elimden bırakamadığım bu kitabın sonradan Risale-i Nur
külliyatından Ayetü'l-Kübra risalesi olduğunu

Sh»: (S.Ş: 341)

öğrendim. Kısa zamanda Eskişehir'de saatçı Şükrü Yürüten'den bazı risaleleri temin
ederek 1952 senesinde Bursa'ya hicret ettim.

"Daha evvel 'Büyük Doğu' ve 'Milliyetçiler Derneği' vasıtasıyla bir çevrem vardı.
Bunlar arasında Risaleleri okumaya çalıştım. Fakat kitaplar teksir ve daktilo ile çoğaltılmış
olduğu için kabullenmek çok zor oluyordu. Bu faaliyetimizi haber alan İstanbul'dan Mehmed
Fırıncı Ağabey geldi. Tanıştık, bize büyük kuvvet verdi. Sonra birgün Orhan Camiin kapısı
önünde elinde bavul ile Muzaffer Aslan Ağabeyi tanıdım. Hemen dükkanıma götürdüm. Nur
camisasıyla böylece tanışmış olduk.

"Bazı semtlerde sohbetler devam ederken nihayet matbu risaleler gelmeye başlayınca,
Bursa'dan hizmetler gelişti. Bu arada takipler ve tazyikler de başladı.

"Üstadı ilk ziyaretim"

"Bir gece Üstad Hazretlerini rüyamda gördüm. Sohbet ettiğimiz evimde imiş. Beni
kucakladı ve çıktı. O sırada kalbimde tatlı bir acı hissediyordum. Bırakmasının istemiyordum.
Heyecanla uyanmıştım. Hâlâ ne zaman o rüyayı hatırlasam o tatlı acıyı kalbimde hissederim.
İşte bu rüyadan sonra Üstad Hazretlerini ziyaret etmek iştiyakı doğdu. Bu iştiyak içinde
günler geçerken, 1958 senesi Haziran ayında Ankara'dan gelirken otobüs Eskişehir'e
uğradığında ani bir kararla yolumu değiştirerek Emirdağ'a gittim. O günlerde şiddetli bir terör
havası estiriliyordu. Kimin yanına varsam benden kaçıyorlardı. Kimse yanıma
yaklaşımıyordu. Niçin geldiğimi herhalde tahmin ediyorlardı. Nihayet birisinin önüne
dikildim. 'Mehmet Çalışkan'ın dükkanı nerede?' dedim. Eli ile bir çarşıyı göstererek, 'Şurada'
dedi ve uzaklaştı. Gittim, baktım. Mehmet Çalışkan'ın dükkanı kapalı. Komşuları, 'Arka
çarşıda Hacı Osman var' dediler. Gittim. İhsan Çalışkan'la karşılaştım. Bursa'dan geldiğimi,
Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istediğimi söyledim. İhsan Çalışkan, Üstad Hazretlerini
rahatsız olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini, fakat anahtarın imam Mustafa Acet'te
bulunduğunu, onu görmemi söyledi. Mustafa Acet'i bularak iştiyak ve arzumu arzettim.
Mustafa Acet, 'Kardeşim, Üstadımız rahatsız, kimseyi kabul edemiyor. Hatta Diyarbakır ve
Halep'ten gelenler var. Otelde bekliyorlar. Fakat yine de ben Üstad Hazretlerine
söyleyeceğim. Sen Hacı Osman'ın dükkanında bekle' dedi.

Sh»: (S.Ş: 342)

"Bursa ehl-i tahkikin merkezi"

"Bakkal dükkanı olduğu için her içeri girenin, bana geldiğini sanarak
heyecanlanıyordum. Belki ömrümün en heyecanlı dakikalarını yaşıyordum. Zaman durdu.
Saniyeler saat oldu. Nihayet sonradan isminin Ahmet Urfalı olduğunu öğrendiğim birisi içeri
girdi. Yüzüme baktı. Ve 'Bursa'dan gelen sen misin?' dedi. 'Evet' dedim. 'Üstad Hazretleri sizi
bekliyor' dedi.

"Son derece heyecanla onu takip ettim. Eski ahşap bir eve girdik. Bir çift takunyadan
başka eşya namına birşey yoktu. Merdivenlerden çıktık. Sofada sadece bir leğen ve ibrik.
Şerefli huzuruna girdik. Somya üzerinde, yatağında hafif doğruldular. Başında çağla rengi bir
sarık, saçları beyaz ve kulaklarının ön ve arkasından omuzuna kadar uzamış. Hafif düzgün
biryüz. Hemen elini öptüm. Parmakları ince ve uzun. Oturmamı söyledi. Sesi gayet hafif
çıkıyordu. Tam anlayamıyordum. Yanında bulunan Mustafa Acet'e vasıta olmasını söyledi.
'Kardaşım, sadıkane hizmet etmiş arkadaşlarımı kabul edemiyorum. Seni kabul ettim.25 sene
hizmet etmiş gibi kabul ediyorum' diye iltifat ettiler. İsmimi ve anne-babamın sağ olup
olmadıklarını sordular. 'Nerelisin?' dedi. 'Tavşanlı'da doğdum. Bursa'da oturuyorum' deyince.
'Konya ehl-i tetkikin, Bursa ise ehl-i tahkikin merkezi idi. Bursa kadınları bid'alardan mahfuz
kalmıştır' buyurdular.

"Bu ziyaretimden sonra hem Üstad Hazretlerinin dua ve himmetleri, hem Ceylan,
Fırıncı, Birinci gibi kahraman kardeşlerin bizleri yalnız bırakmamaları neticesi Bursa'da
hizmetlerimiz inkişaf etti. Hele bir hafta Bursa'ya iş münasebetiyle gelen, Üstad Hazretlerinin
hizmetkarlarından Ahmed Urfalı, Üstadımızın selam ve dualarını getirir, bizi hizmete teşvik
ve teşcileri şevk kaynağı olurdu.

"İkinci ziyaretim""Eskişehir'e iş münasebetiyle gitmiştim. Üstad Hazretleri


Emirdağ'da ise ziyaretine gitmek istedim. Saatçı Şükrü Ağabey, Üstadın Isparta'da olduğunu,
karın yolları kapattığını ve gitme ihtimalinin olmadığını söyledi. O gece Doğan Otelinde
kalmıştım. Rüyamda; Üstad Hazretlerini yatak üzerinde beyazlar içinde gördüm. Benim de
üzerimde beyaz bir gömlek vardı. Bursalıları ziyaret ettiriyormuşum. Kapıdan girerken
şehadet parmağı ile işaret ederek, 'Gel! Gel! Seninle ümmet-i Muhammedin birleşmesi
hakkında görüşeceğim' dediler. Yanına gitmek isterken uyandım. Hemen kalbime geldi ki:
'Üstadım gelecek.' Sabah, Saatçı Şükrü Ağabeye uğradım. 'Haber

Sh»: (S.Ş: 343)

[]

Ali Çakmak'ın yazdığı "Miraç Risalesi"nin baş tarafı.


var mı?' dedim. 'Yok, kardeşim, kardan kamyonlar bile geçemiyormuş. Taksi nasıl
gelsin' dedi. Akşama kadar belki yirmi defa dükkana uğradım. Nihayet akşam üzeri geldiğini,
Şükrü Ağabeyin evinde kaldığını öğrendim.

"O gece aynı evde, Üstadımın hemen yakınında bir odada kalmanın heyecanını
yaşadım. Aynı gece yarısı, Adnan Menderes'in Londra uçak kazası sonrası İstanbul'dan
Ankara'ya geçeceğini öğrendik. Bütün ağabeylerle birlikte, istasyona gittik. Menderes'e bir
mektup verilecek idi. Fakat 'Başbakan uyuyor' dediler ve mektubu müsteşar Ahmet Salih
Korur'a vererek eve döndük. Sabahleyin, Üstad Hazretlerini, geldiğini duyan gelmeye başladı.
Bir hayli kalabalık oldu. Ziyaret edememe endişesi içindeydim. Saat 9-10 sıralarında hiç
kimseye söylemeden heyecanla Üstadımın bulunduğu daireye geçtim. İçeri girdim. O
zamanki cüret ve cesaretime hâlâ şaşarım. İçeride Zübeyir Ağabey Kur'an okuyordu. 'Gel
kardeşim! Bekle. Üstad Hazretleri uyuyor' dedi. Bir müddet sonra dışarıdan Ceylan geldi.
İçeriden zil çalındı. Ceylan girdi. 'Dışarıda kim var?' dedi. Ceylan 'Bursa naşirlerinden Ali var'
dedi. Abdest tazelemek istemiş, abdest aldılar. Kullandığı su iki bardak kadardı... Sonra
Ceylan, 'Sizi istiyor' dedi. Girdim. Elini öptüm. İsmimi, nereden geldiğimi sordu.

Sh»: (S.Ş: 344)

Çok hiddetli idi. 'Kardeşim... Ziyaretinizi kabul ediyorum' dedi. Tekrar elini öptüm.
Geri geri çıkarken Ceylan'a, 'Nereye gidecek ise oraya kadar götür' dedi. Ceylan, Üstad
Hazretlerinin arabasıyla beni otelde kadar götürdü. Onun arabasıyla bir yere gitmek bile bize
ayrı bir zevk ve heyecan veriyordu. Aynı gün öğle namazına Çarşı Camiine gittiğimde
İstanbul ve Ankara'daki bütün naşirleri orada olduğunu gördüm. O günlerde İstanbul, Ankara
naşirelir arasında ihtilaf vardı. Halli için Üstad Hazretleri çağırmıştı. Gördüğüm rüyanın tabiri
de çıkmıştı.
"Üçüncü ziyaretim"

"Vefatında, 3-4 ay evvel Bursa'da tamir edilen arabasını, şoförü Hüsnü ve Fırıncı
Ağabey ile Eskişehir'e götürdük. Üstad Hazretleri Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalıyordu.
Altındaki odada havacı astsubay Muzaffer Erdem ve Ahmed Urfalı ile beraber kaldık. Sabah
namazında Odun Pazarı Camiine gitmiştik. Hüsnü, camiden beni çağırdı. 'Üstad gidecek, sizi
istiyor' dedi. Heyecanla gittik. Son günlerde Bursa'ya karşı teveccühü vardı. Hatta Fırıncı
Ağabeye, 'Bursa'yı Isparta gibi, Barla gibi kabul ediyorum' diyordu. Bunun için nereli
olduğumu sorarsa duasına doğrudan müteveccih olayım diye, Bursalıyım demeye niyet
etmiştim. Şerefli huzuruna kabul buyurdular. Ellerine sarıldım, öptüm. Tekrar öptüm.
Oturmaya fırsat yoktu. Hazırlık içinde idiler. 'Kardeşim ben gidiyorum. Ziyaretinizi kabul
ettim' dedi. Tekrar elini öptüm. Ellerini göğsünde koyarak beni yolcu ediyordu. O anda içinde
bugün nereli olduğumu sormadı diyordum. Hemen Hüsnü'ye seslendi, 'Hüsnü, aslen
nereliymiş, sor' dedi. Ben, 'Tavşanlıyım' demeye mecbur oldum. Arabası hazırlandı.
Eşyalarını arabaya götürdük. Hepsi bir sepet, iki bohçadan ibaretti. Üstadımız Zübeyir
Ağabey ile Abdülvahid Ağabeyin kollarında merdivenlerden inerken resmi elbisesi ile
Muzaffer Erdem elini öptü. Ona 'Kardeşim, ben elli yıldan beri ordu ile alakadarım' dedi. Hiç
kimse cesaret edip yanına yaklaşamıyordu. Zübeyir Ağabey arabaya bindi. Tam araba hareket
edeceği anda bir kadın arabanın üzerine atıldı. Ellerini açarak dua istedi. Üstad Hazretleri
Zübeyir Ağabeye ismini sordurdu. Sonra ellerini göğsüne koyarak kabul işaret yaptı. Araba
hareket etti. Bu manzarayı seyreden bazıları, 'Ne mutlu kadına' diyorlardı.

"Dünya gözüyle bir daha görmek nasip olmadı. İnşaallah ahirette ebediyen beraber
olmayı, Rabb-ı Rahimin rahmetinden niyaz ediyorum.

Sh»: (S.Ş: 345)

"Üstadın bir kerameti"


"1956 senesinde Üstad Hazretlerinin bir kerameti de şöyle zuhur etmişti.

"Bursa'nın Arabayatağı köyünden birisine, daktilo ile teksir edilmiş küçük bir risale
vermişler. Adam okuyunca içine bir ateş düşmüş. Vereni tanımıyor. Araştırıyor. Hiçbir
malumat elde edemiyor. İştiyakı gittikçe artıyor. Bir gece rüyasında Üstad Hazretleri
kendisine, 'Tomruk Hanına git, Ali'den Sözleri al' diyor. Sabah namazından sonra, yaya olarak
geldi. Sürur içinde, ağlayarak Sözler mecmuasını aldı, gitti. Sözler yeni matbaadan gelmişti."

Sh»: (S.Ş: 346)

$ ERDOĞAN UTANGAÇ

1939'da Bursa'da doğdu. Üstad Bediüzzaman kendilerine Rıdvan ismini vermişlerdi.

"Risale-i Nura kavuşmam"

"Risale-i Nurlarla tanışmam 1954 yılında olmuştu. O zaman henüz on beş yaşında bir
gençtim. Muhterem Fırıncı Ağabey bizim köye çok sık gelirdi. Köyümüz İnegöl yolunda
olması dolayısı ile bize sık sık uğrardı. Köyde Yaşar Şahin Ağabey ile görüşürlerdi. Bir gün
bana Fırıncı Ağabey Küçük Sözler'i verdi. Daha sonraları Gençlik Rehberi, Konferans ve Said
Nursi isimli eserleri getirdi. Okudukça ruhum genişliyor, gönlüm bam başka derunî hislerle
doluyordu. Üstadımızla tanışmayı ve mübarek ellerini öpmeyi çok arzu ediyordum.

"Biz köyde meyvecilikle meşgul oluyorduk. Bir gün köyümüze Emirdağ'dan Ahmed
Urfalı gelmişti. Meyve almak için kendisine yardımcı olduk. Ahmed Urfalı Ağabeye,
Üstadımızla görüştürmesi için rica ettim. O da Üstadımızın şu anda Isparta'da olduğunu,
Emirdağ'a geldiğinde beni haberdar edeceğini söyledi. Nihayet haber geldi. Bursa'dan bir
otobüsle Eskişehir'e gittim. Gece saat 9:30'da tekrar bir otobüsle Emirdağ'a gittim. Hava çok
soğuktu. Gönlüm Nur Üstadımıza kavuşmanın sıcak heyecanıyla tutuşuyordu. Gece saat
11:30'da Emirdağ'da indim. Daha önce memleketimden dışarıya hiç çıkmamıştım. O gece
otele indim. Gözlerimi uyku tutmuyordu. Sabah ezanı ile birlikte, hemen camiye koştum.

"Üstadı arıyorum"

"Sabah namazını kıldıktan sonra, imama doğru sokuldum. İmamdan Üstadımızı


sormak istiyordum. Daha ben birşey demeden o mübarek imam ağabeyimiz, 'Kardeşim hoş
geldin. Üstad Hazretlerini görmeye mi geldin?' diyerek beni kucakladı. O muhterem
Ağabeyimiz Üstadımızın hizmetinde bulunan rnerhum Hacı Hattat Mustafa Acet'miş. Daha
sonra beraberce rahmetli Mehmed Çalışkan'ın dükkânına gittik. Orada bir müddet sohbet
ettikten sonra,

Sh»: (S.Ş: 347)

tam Üstadı ziyarete gidecekken Ceylan Çalışkan, çıka geldi. Üstadımızın acele
Isparta'ya gideceğini söylüyordu. Tarih 1958 senesinin Kasım ayının bir Salı günüydü.
Üstadıma kavuşmanın heyecan ve ulvî lezzetini unutmam hiç mümkün değildir. Rahmetli
Ceylan Çalışkan Ağabey bana dönerek, 'Kardeşim sen şimdi git, Ahmed Urfalı Ağabeyin
evinin önünde bekle, biz ordan arabayla geçeceğiz, seni o zaman Üstadımızla
görüştürebilirim' demişti.

"Yılmayınız, yorulmayınız, usanmayınız"

"Nihayet yıllardır beklediğim mutlu an gelmişti. Nur Üstad Bediüzaman Hazretlerinin


arabası karşıda gözükmüştü. Araba yavaş yavaş gelerek Ahmed Urfalı Ağabeyin evinin
önünde durdu. Üstadımızın yanında Zübeyir Ağabey vardı. Arabayı Ceylan Çalışkan Ağabey
kullanıyordu. Önde Bayram Yüksel Ağabey oturuyordu. Ceylan Çalışkan, kapıdan inerek
Üstadımızın kapısını açtı. Nur Üstadımız yavaş yavaş arabadan indi. Hemen ellerine sarıldım.
Mübarek elleri pamuk gibi idi.

"Sevgili Üstadımızın mübarek ellerini öptüm, öptüm, öptüm... O heybetli simasına ve


gözlerine bakamıyordum. Bursa'dan geldiğimi ve Bursalı ağabeylerimizin selâm ve
hürmetlerini getirdiğimi söyledim. Çok mütehassis oldular. 'Seni de buradaki ağabeylerin
gibi, talebelime kabul ettim. Senin ismini Rıdvan olarak değiştiriyorum' dedi. Mübarek elleri
ile sırtımı sıvazladı ve, 'Kardeşim, Nurların hizmetinde en küçük bir hizmet, çok büyük
neticeler verir. Hizmetimiz kudsidir. İman ve Kur'ân hizmetinde yılmayınız, yorulmayınız,
usanmayınız' dedi. 'Bursa'nın manevî sultanlarına, hizmet-i Kur'aniyedeki kardeşlerime binler
selam ederim. Cenab-ı Hak sizleri ve bütün Nur talebelerini insî ve cinnî şeytanların
şerlerinden muhafaza etsin, âmin' diyerek bizlere dualar etti. Zübeyir ve Ceyân Ağabeylerin
yardımı ile tekrar arabaya binerek yola çıktılar.

***

"1959 yılında vatanî görevimi yapmak için Amasya'ya gittim. Orada Nedim Gürbüz
isimli muhterem bir ağabeyimiz vardı. Bana şehirden ara sıra Hür Adam gazetesini
getiriyordu. Daha sonra Şerafeddin Kartal Ağabeyle tanışmıştım. Pazar günleri Amasya'ya
birlikte gidiyorduk. Orada terzi bir ağabey vardı. Orada birlikte Nur dersleri yapıyorduk. 1960
yılında Tugay Camii yeni açılmıştı. Ramazan ayında ilk teravih namazını kıldırmak da bu
fakire nasib olmuştu.

Sh»: (S.Ş: 348)

"Nihayet 24 Mart 1960 günü yine Nedim Gündüz Ağabey Hür Adam gazetesini
getirmişti. Gazete manşetten büyük harflerle, 'İslâmın Büyük Kaybı... Üstadımız Mübarek
Kadir Gecesinde Dâr-ı Bekaya İrtihal Etti' diye acı haberi yazıyordu. Gözlerimizin pınarından
yaşlar oluklar gibi aktı.

"Cenab-ı Hak şefaatlerine cümlemizi nâil eylesin... Âmin."

Sh»: (S.Ş: 349)

$ AHMET ÖZYAZAR

1928'de Merzifon'da doğdu. Emekli hava astsubayıdır.

[]

Ahmet Özyazar

"1958 yılında bir zâtta, Hastalar Risalesi'ni gördüm. Bir miktar bana okudu. Büyük bir
hakikatle karşı karşıya olduğumu idrâk ettim. Kaderin garip bir cilvesi, büyük bir ihtiyaç
duyacağım bu eserlerle ilk olarak bu şekilde karşılaşmıştım.

"Bir sene kadar devam eden ağır hastalığım sırasında, Hastalar Risalesi'ndeki manâlar
benim üzerimde tecrübe edilmiş oldu.
"Hastahanede iken bir gün arkadaşlar ziyaretime gelmişlerdi. Öylesine ağır hasta idim
ki, Yarbay Reşat Bey devamlı olarak başımda Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Bir taraftan da
kardeşler bana tesellî veriyorlardı. Arkadaşlar gidince elektrik lâmbasının yanında Eskişehir
Yalaman Camii İmamı Hafız Osman Hocanın başını gördüm. 'Üstad geliyor' dedi. Ben hemen
odada bulunan nöbetçiye, 'Kardeşim, ışığı söndür ve dışarı çık' dedim.

"Asker dışarı çıkınca, Üstad içeri girdi. Dua etti ve belime kadar sıvazladı. Ben
uyuyakalmışım. Halbuki günlerdir gözüme uyku girmiyordu. Uyku esnasında, sırtımda
açılmış olan delikten ciğerime giden hortum dışarı çıkmış, ciğerimde ne kadar iltihap varsa
hep temizlenmiş ve sırtımdaki delik de kapanmıştı. Uzun müddet uyumuşum. On-on beş gün
içerisinde taburcu oldum.

"İhlâs Risalesi'ni yazarak Üstada gittim"

"Risale-i Nur'u yazmaya İhlâs Risalesi ile başladım. İhlâs Risalesi çok hoşuma
gitmişti. Yazarken öylesine dalmışım ki, az kalsın sigara ile halıyı yakacaktım. O zamanlar o
alışkanlığı terk edememiştim.

"İhlâs Risalesi'ni bitirince, doğru Üstadın yanına gittim. Görmeyi çok arzu ediyordum.
Önceleri ismini de hiç duymamıştım. Yetiştiğim muhit böylesine mevzuların çok uzağında
idi.

Sh»: (S.Ş: 350)

"Emirdağ'a vardık. Çalışkan'lar vesilesiyle Üstada gidilebiliyordu. Benden birgün


sonra da Yarbay Reşat Bey geldi. 'Üstad kimseyi kabul etmiyor' dediler. Yazmış olduğum
İhlâs Risalesi'ni Ceylân'a vermiştim. Üstada versin diye. 'Madem bizi kabul etmiyor, hiç
olmazsa yazdığım esere baksın' dedim.
"Risaleyi gören Üstad, 'Hemen gelsin' demiş. Üstadın beni kabul etmesiyle, sanki
dünyalar benim olmuştu. O gün âdetâ ayaklarım yere basmadı. Üstadın yanına gittiğimde,
'Gel bakalım, kardeşim! Mâşaallah, bunu sen mi yazdın? Demek azmedince bir haftada
yazılıyormuş' dedi. Hayretler içerisinde kaldım. Benim risaleyi bir haftada yazdığımı nereden
biliyordu? Sonra eserin arkasına, kendi el yazılarıyla bir dua yazdılar.

"Ordudan, havacılardan çokça mesele bahsettiler. Herhalde benim asker olmam


hasebiyle, hep askerlikle ilgili şeyler anlatıyordu. Yanından ayrıldığımda, boş bir kovanın bal
doldurması gibi bir hisle doluydum.

[]

Ahmet Özyazar'ın yazdığı risalelerden biri:

Küçük Sözler

Yüzbaşı Ekrem

"Eskişehir'de bir Yüzbaşı Ekrem Bey vardı. Temiz, efendi ve kibar bir arkadaştı.
Ancak çok lâkayt bir aileye mensub idi. Evlerinde Besmele dahi çekilmediğini söylerdi.
Kendisi depoda görevliydi.

"Birgün Ekrem Bey de hastaneye düştü. Ailece tanışır, görüşürdük. 'Ben Risale-i Nur'u
tanıma nimetine hastahanede kavuştum. Belki bu adamın da vakti gelmiştir' şeklinde
düşünerek, kendisini ziyaretlerimden birisinde, Üstadın Tarihçe-i Hayat'ını verdim. Derhal
kitabı bitirmiş. Ekrem Yüzbaşı, bilahare bütün kötü alışkanlıklarını da terk edip namaza
başladı.
"Kendisi, ziyaretlerimden birisinde bana, 'Minarede müezzin

Sh»: (S.Ş: 351)

bekliyor. Namazı kılalım, sonra sohbete devam ederiz' diyordu. Bu, ondaki değişmeyi
gösteriyordu.

"Bir müddet sonra Ekrem Yüzbaşı, kendisini Üstada götürmem için ısrar etmeye
başladı. Üstada gitmek üzere anlaştık. Yıldız Otelinde buluşacaktık. Yüzbaşı Sedat Besen,
sivil olarak oraya gelmişti. Üstad Hazretleri ona, 'Kardeşim, bizim saklı birşeyimiz yok. Böyle
elbiseleri değiştirmeye ne hacet var?' demişti.

"Biraz sonra Ekrem Yüzbaşı da gelmişti. Ancak sivil giyinmişti. Zavallının zaten
başka sivil elbisesi yoktu. Üstadın Sedat Yüzbaşıya söylediği sözü öğrenen Ekrem, derhal
fayton tutup gitti ve resmî elbiselerini giyip geldi.

"Beraberce Üstada gittik. Üstad kabul etti ve sohbette, yüzbaşının benim rütbece
neyim olduğunu sorduktan sonra şöyle dedi: 'Sizin ruhlarınızı biribirinize çok yakın
görüyorum. Hem bu yüzbaşıdaki fazilet ve meziyet herkeste bulunmaz. Senin (beni
kastederek) başına kumandan olduğu halde, bu yolda seni kendisine kumandan olarak kabul
etmiş.'

"Ne kadar maaş alıyorsun?"

"Üstad Hazretleri birgün bana sormuştu: 'Ne kadar maaş alıyorsun?'


"Üç yüz lira' dedim.

"Kaç tane çocuk var?' dedi.

"Ben, 'Beş tane efendim' dedim.

"Bunun üzerine, 'Bu maaşın yarısını iade et, diyecektim. Ama mâşallah beş tane
çocukla inşaallah geçinip, Nura da hizmet edersin, helâldir' dedi.

"İktisat dersi"

"Birgün kır gezisi için Üstaddan 125 kuruş aldılar. Arabacının aldığı bu para da
aslında sembolikti. Üstad, 'Bugün çok yanlış bir iş yaptım. Günde 25 kuruş ile geçinen bir
adamın bir günde gezinti için 125 kuruş vermesi çok yanlış bir iştir' dedi.

"Üstadın hizmetindeyim"

"Hizmetinde bulunduğum süre içerisinde Üstadın çok iltifatlarına mazhar oldum.


Lâyık olmadığım bu iltifatları çok düşünmüşümdür.

Sh»: (S.Ş: 352)

"Birgün herkesin gönlünü aldıktan sonra şöyle dedi: 'Benim her gün değişik şahıslar
görmekten ruhum sıkılıyor. Hepinizin bedeline Ahmet Başçavuş hizmetime baksın.'

"Yine başka birgün, bir akşam vakti dışarı çıkmıştım. Namaz vakti de girmişti.
Döndüğümde Üstadı, elinde bir saat ile bekler vaziyette buldum. Vakit girer girmez, hemen
namazını eda ederdi. O akşam geciktiğim için Üstad merak etmişti.
"Afyon mahkemesi"

"Afyon mahkemesine gitmiştik. Abdurrahman Şeref Lâç da müdafaa için gelmişti.


Oradan da araba tutarak beraberce Üstadın yanına gittik. Üstadı alarak Afyon'a döndük.
Resmî elbiseli bir havacı, Üstadın koluna girdi. Diğer koluna da ben girdim. Ben de resmî
idim. Bunun üzerine ortalığı yaygaraya vermişlerdi. 'Ordu Bediüzzaman'a hizmet ediyor' v.s.
diye.

"Bahçeden mahkeme salonuna vardık. Biz farkında değiliz, taharrî memurları da bizi
takip ediyorlarmış. Birisi Merkez Komutanlığına telefon ederek bizi ihbar etmiş.

"Salonda Üstadın oturması için sandalye aradık. Kapıcılar, müstahdemler yer vermedi.
Biz kendimiz araştırıp, bir sandalye bulduk. Hakim kapalı celse kararı vermişti, içeri kimseyi
almıyorlardı.

"Muhakeme esnasında şöyle bir hadise cereyan etmiş: Hakim teker teker bütün
maznunların mahkûmiyetleri olup olmadığını soruyormuş. Sıra Üstada gelince şöyle bir
muhavere geçmiş.

"Reis: 'Mahkûmiyetiniz var mı?'

"Üstad: 'Yirmi sekiz senedir, zulmünüzün mahkûmuyum.'

"Bunun üzerine reis, telâşla kâtibe emretmiş:

"Yaz, yaz. Mahkûmiyeti yok, yaz.'

"Üstad her hadiseden ibret dersi verirdi"


"Eskişehir-Sivrihisar yolu üzerinde bir Nalbant Camii vardır. Üstad bu camiin
müezzininin ezanını işitmiş ve bana şöyle demişti:

"Bu müezzinler için çok sevap vardır. Seslerinin gittiği yere kadarki olan daire içinde
bulunan melekler, o müezzin için dua ederler.

"Birgün havadan geçmekte olan uçakları göstererek Üstad şöyle dedi: 'Bakın, uçaklar
geçiyor. Bana, 'Said sen havada uçacaksın' deseler, kabul etmem. Risale-i Nur ile meşgul
olurum.'

Sh»: (S.Ş: 353)

"Üstadın fedakârlık dersi"

"Polisler Hafız Abdullah Toprak'ın evini aramışlar. Ancak masanın üzerindeki risaleyi
görememişler. Polisler gidince de, Hafız Abdullah tekrar geri gelip arama yapabilirler
endişesiyle risaleyi yakmış. Üzgün üzgün Üstadın yanına gelmiş. Hiç hadiseden bahsetmediği
halde Üstad ona, 'Üzülme, kardeşim, o zaman öyle icap etmiş, sön öyle yapmışsın' demiş.

"Hafız Abdullah Toprak'ın bulunduğu bir sırada Üstad bana, 'Kur'ân hakkı için söyle,
kardeşim. Sana deseler ki, 'Said'i terk et, sana istediğinizi vereceğiz. Terk etmezsen sana en
ağır işkenceleri yapacağız.' Hangisini yaparsın?' dedi.

"Risale-i Nur'u tercih ederim, efendim' dedim.

"Üstad iki dizinin üstünde heyecanla şöyle dedi:

"Ben dahi bunlar için ahiretimi terk ederim. Ben sizden daha fedakâr değilim. Sizlerin
çoluk çocuğunuz var, benim yok.'

"Sonra beni göstererek, 'Bak, bunun beş tane çocuğu var. Ben bunlara yetişmeye
çalışıyorum' dedi."
Sh»: (S.Ş: 354)

$ SUAD ÜNLÜKUL

1929'da Osmaniye'de doğdu. Eskişehir'de Trafik Başkomiserliği, Konya'da Ahlâk


Zabıta Başkomiserliği ve Gülşehir'de Savcı Kâtipliği olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde
görev yaptı. 4 Ekim 1993'te Pazartesi günü İstanbul'da vefat etti.

[]

Suad Ünlükul

"Amcam Said Nursi"

Çırpınan Karadeniz, hafif dalgalarla, Giresun sahillerini okşuyordu.

Ufukta sema ile birleşen deniz, sahilde bazen hırçınlaşıyor, bazen sakinleşiyordu.
Dalga dalga, bıkıp usanmadan kıyı şeridini ak köpükleriyle yıkıyordu.

Yârin dalgalanan zülfüne bende olana şâir, "Esme ey bâd esme, canan uykuda" diye
sızlanıyordu. Herkes elindeki aynanın rengiyle görüyordu dünyayı.

Dalgaların sesini duyduğumuz gibi, eğer dilinden, ne konuştuğunu da anlayabilseydik,


Kırım'dan kopup gelen köpüklerden Sinanlar'ın atının nal sesini, Giraylar'ın tekbirlerini
dinleyebilecektik.
Geride yükselen, zümrüt renkli yamaçlar, güzel dekoru tamamlıyordu.

Sonsuz mavilik ufku, gözlerin gıdası yeşillik mahşeri, en sevgili dostlarla, en güzel
konunun sohbeti.

İşte Giresun kıyılarında duygularımızın ifadesi. Hayır hayır, hislerimizin mümkün


olmayan ifadesizliği.

Ah! Ne olurdu kalbimizin dili olsaydı da duyduklarını dile getirebilseydi.

O zaman dilsiz kalbimizden bîzar olmazdık.

Kalem, edebiyat sevdasıyla daldan dala atlıyordu.

İki yakası bir araya gelmeden ey kalem! Edebiyatı ediplere bırakda, Giresun koyunda
yağız çehreli adamın anlattıklarını bir araya getir.

Sh»: (S.Ş: 355)

Saf gerçeğin berrak yüzüne ayna ol.

Yaz mevsiminde Karadeniz başka, bam başka oluyor. Bu yeşil mevsimde Giresun'da
komiserlik vazifesini yapıyordu.

Said Nursî'nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un oğluydu.

Milyonların Üstadına 'Amca' diyordu, 'Seyda' diyordu, bazen de 'Üstad' diyordu.

Merhum pederi de 'Seyda' dermiş. Bu hatıraların hatırı için, biricik oğluna Seyda
ismini vermişti.

Seyda, Şarkın Doğu Anadolunun en samimi, en kalbî bir hitap ifadesidir. Gönüllerden
kopup gelir, Şarklının Seyda deyişti.
Bu kelimede, bu isimde Şarkın buram buram safveti, samimiyeti kokar.

Şark insanının kalb temizliği, misafirperverliği, bütün kaba görünüşüne rağmen, altın
yüreği parlar Seyda'nın altında.

Abdülmecid Ünlükul'un Rabia Hanımından dört evlâdı olmuştu.

Bunlar:

Nihad, Fuad, Suad ve Saadet.

[] []

Fuad Ünlükul Nihad Ünlükul

"Gel Suad, Üstad seni bekliyor"

Suad Ünlükul, amcasını hayatta iken bir defa görmüş. Bir ömür, hasretlik, gurbetlik
ateşiyle geçmiş.

1959 senesinde artık bu hasrete dayanamıyor. Babasından izin alıyor. "Gideceğim


baba, amcama, Seyda'ya" diyor. Artık bu son isteği reddetmiyor rahmetli babası, "Peki git"
diyor. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:

Sh»: (S.Ş: 356)

"Emirdağ'a inince, rastladığım bir kahveci garsonuna sordum:


"Bediüzzaman nerede oturuyor?'

"Garsonun tarifiyle az sonra Seyda'nın kapısının önündeydim. Seyda'nın eşiğine bile


ulaşmak artık benim için saadetlerin en büyüğüydü.

"Kapıya Tahiri Ağabey (Mutlu) çıktı. 'Gel Suad' diye çağırdılar. İçeride beni
karşılayan Zübeyir Ağabey (Gündüzalp), 'Gel Suad, Üstad seni bekliyor, dün mü çıktın yola?'
dedi.

"Sanki tepemden bir kazan sıcak su dökülmüş sandım. Benim geldiğimi, geleceğimi
nasıl işitmişti?

"Üstadın haberi var mı geleceğimden?' dedim.

"Zübeyir Ağabey, 'Üstad geleceğini bize söylemişti' dedi. İçeri girdim, çok
heyecanlanmıştım. Eline kapandım.

"Huzurdayım"

"İçeride küçük bir soba yanıyordu. Elimi bırakmıyor, hafif hafif elime vuruyordu.

"İmtihanlara girmiş ve kazanmıştım, polis olmak arzu ediyordum. Seyda'yı


ziyaretimde bu arzumdan bahsettim, fikrini öğrenmek istedim. Seyda bana şu cevabı verdi:

"Bizden de bir polis olsun.'

"Amca sizin fikrinizi almaya geldim, dedim. Şayet âmir olmazsam ayrılacağım, âmir
olmak arzu ediyordum.

"Üstad cevaben: 'Yok!... Yok!... Ayrılma. Âmir olursan da üzülme, olmazsan da


üzülme! Şayet âmir olursan tevkif edilebilirsin. Ama üzülme!'

"Az sonra yemek geldi. Sefer tasında bir yumurta kırılmıştı. Ayrıca çorba ikram ettiler.
Ben heyecan içinde, ne yediğimin de farkında değildim zaten.

"Bu görüşmenin hazzı ile kuşlar gibi uçuyordum. Arabayı hazırlattı. Ceylan Çalışkan
kullanıyordu. Zübeyir, Sungur ve kendisiyle beraber arabaya bindik.
"Yol kavşağına kadar beni yolcu ettiler. Sungur'la ben idik. Ankara'da bazı işlerim
vardı. Üstad, 'İşlerini Sungur yapar, sana yardım eder' dedi.

"Üstadın hangi söylediği çıkmadı ki?"

"Seyda ile görüşmemizin üzerinden yıllar geçti.

"1971 hâdiselerinde, anarşistleri topluyorduk. Eskişehir'de vazi-

Sh»: (S.Ş: 357)

fe yapıyordum. Bir savcı ile takıştık. Neticede soluğu hapishanede aldık. Üç ay içeride
kaldık."

Suad Ünlükul'a sordum:

"Amcanızla görüştükten sonra, tevkiften bahsetmelerini nasıl karşıladınız, böyle birşey


bekliyor muydunuz?"

Cevap verdi:

"Seyda söylesin de, o çıkmasın. Hiç mümkün mü? Şaşar mı hiç? Üstadın hangi
söylediği çıkmadı ki?"

Konuşmalarımız bitmemişti, ama akşamın gurubuyla garip olmuştu.

Suad Ünlükul, bizi kat'iyyen bırakmak istemiyordu. Evinde misafir etmek arzu
ediyordu. Oğlu Seyda'ya talimat bile vermişti.

Şerefli ailenin asaleti, Genç Seyda'nın güzel yüzünde de görünüyordu. Pervane gibi
dönüyordu etrafımızda.

Şarkın altın kalbli ailesine akşam yemeğinde misafir olduk. O anda, o vakitte, sanki
Üstadın misafiriydik. Sanki Seyda'nın davetlisiydik.
Onun sofrasıdaymışım gibi bir hal vardı üzerimde. Üç arkadaş Nurs köyünün akşam
sofrasındaydık âdeta...

Geç vakitte bizi Trabzon otobüsüne kadar yolcu etti. Hiç yer bulunmayan otobüse
Suad Beyin hatırı için binebildik.

Üstada mensubiyet, Seyda'ya akrabiyet, Suad Beyin ailesinde, çocukların nasiyesinde


bir pırlanta gibi parlıyordu.

"Babama çok bağlıydım, yeryüzündeki yegâne varlığımız babamdı. Onun ölüm ânını
hiç unutamıyorum. O kadar güzel, o kadar tatlı bir şekilde gözlerini kapadı ki, o ânı mümkün
olsa tekrar tekrar yaşamak isterim. Kucağımda verdi, son nefesini" diyordu.

Suad Bey, yalnızlık, çok ulvî bir gariplik hissediyordu. Emekli olduktan sonra,
"Nereye yerleşeceğiz?" diyen çocuklarına, "Neresi olsa bizim için birdir" diye cevap
veriyordu.

Asil hanedanın, mümtaz bir temsilcisi olarak Suad Bey, Seyda'ya sevgi ile yaşıyordu.
Kucaklaşarak ayrıldık.

Sh»: (S.Ş: 358)

$ SELAHADDİN DOKUMACI

Selahaddin Dokumacı, Erciş'in Örene köyünde 1925'te doğdu. Şark medreselerinde


tedrisat gördü. İmam olarak çeşitli camilerde görev yaptı.

[]

Selahaddin Dokumacı
"Üstad, kalbimden geçirdiğim her şeyi cevaplandırdı."

Yakın hemşehrimiz ve hocamız Selahaddin Dokumacı, Ekim 1959 tarihinde büyük bir
arzu ve iştiyakla Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek ister ve bu hususta birçok sıkıntılara
katlanarak yola revan olur. Şimdi kendisini dinliyoruz:

"Vasıta sıkıntısının olduğu 1959 Ekim'inde, Erciş'ten tâ Emirdağ'a gitmek ancak


Allah'ın keremiyle oldu. Önce Diyarbakır'da Mehmed Kayalar'a uğradım. Onların dualarını
aldıktan sonra, Konya yolu ile Emirdağ'a vâsıl oldum. Bir kahvede oturdum. Gözümün
kestirdiği kişilere Üstadı nasıl bulabileceğimi sordum. Yakın alâka göstermekten çekinen
halkın içinden biri, bu işin zor olduğunu ifade etti. Daha sonra nasıl olduysa Zübeyir
Ağabeyin tevassutu ile Üstad Bediüzzaman'ın nurlu huzurlarına kabul edildik.

"İçeriye girdiğimde Üstad yatakta yatıyordu. Hemen bir hoşâmedi ile oturmamızı
söylediler. Ben ise mübarek ellerine kapanarak öptüm. Oturduktan sonra bana ismimle hitap
ederek, Van'dan Molla Hamid Ağabeyi ve Diyarbakır'dan Mehmed Kayalar'ı sordu.
Diyarbakır'da Kayalar ile Müftü Molla Halil arasında bir hadise olmuştu. Onunla alâkalı
olarak bana müsbet hareket tavrı içinde olunmasını söyledi. Diyarbakır'a gittiğimde bunu
söylememi emir buyurdular. Tabii ki, ondan bir müddet sonra Risale-i Nur aleyhinde bulunan
Müftü Molla Halil büyük bir tokat yiyerek sakat ve perişan oldu.

"Üstad Hazretleri Van'a gitmek istediklerini, fakat hükümetin buna müsaade


etmediğini söyledi. 'Çünkü hükümet benden korkuyor ve endişe ediyor' dedi ve şöyle devam
etti:

"Selahaddin'im, ben dört yıl evvelinden senin ismini yazmışım.


Sh»: (S.Ş: 359)

Seni ve Nur talebelerini bazen ismiyle, bazen de hayaliyle derhatır edip, dualar
ediyorum.'

"Kalbimden geçirdiğim bir hediye için Zübeyir Ağabeye talimat verdi. Daha sonra
kendi eliyle tatmin olmam için gerekeni yaptı, çok memnun olmuştum. İki arzum daha vardı.
'Keşke bunlara muvaffak olabilseydim' diyordum, kendi kendime. Bunlardan birincisi halvet
üzere yaşamak, ikincisi de maddî ilimleri kavramaktı.

"Bana dönerek, 'Birincisine muvaffak olursun İnşaallah' dedi. İkincisi için de, Risale-i
Nurun maddî manevî ilimleri havi olduğunu söyleyerek 'O da sizin elinizde ve
gayretinizdedir' dedi.

"Böylece Nurlu Üstad kalbimden geçirdiğim herşeyi cevaplandırdı. Hayatımda ilk kez
böyle büyük ve mübarek bir evliya görüyordum.

"Ayrılıp vedalaşırken, Erciş Müftüsü Şevket Efendiye ve Van'daki Nur talebelerinden


Molla Hamid Ağabeye selâm gönderdi. Mübarek ellerini öperek ayrıldım."

Hatıraları kaydeden: Abdülbari Sancak

Sh»: (S.Ş: 360)


$ HASAN NEVRUZ

1932'de Karaköse'de doğdu. Hafızlık için geldiği Konya'ya yerleşti. Konya'da


Postacızade Hacı Rahim Efendiden hıfzını tamamladı. İmamlıktan emekli oldu.

[]

Hasan Nevruz

"Kendimi yetiştirmeye çalışıyordum"

"Hz. Üstadı, 1942 yılında Şark ulemasından duydum ve o günden itibaren zat-ı
âlilerini görmeyi arzu ettim. Kahramanlıklarını ve şehametini hep duyuyordum. Hafız olmak
için Konya'ya geldim. 1948 yılında Konya'da meşhur Hacı Hafız Postalcızâde Rahim
Efendiden hıfzımı ikmal ettim.

"Kıraat ve makam ilmi için 1951 yılında İstanbul'a gittim. Fatih-Aksaray arasındaki
Sofular Camiinde kaldım. Caminin müezzini Mehmed Demir beni misafir ederdi. O caminin
evinde Konyalı Necati isminde bir tıp talebesi kalıyordu. Risale-i Nur Külliyatını eskimez
yazı ile yazıyordu. Aynı camiye, aslen Konyalı olan Abdülmuhsin Bey de gelirdi. İki yıl
kaldığım o camide Abdülmuhsin Ağabeyden Risale-i Nuru tanımamız nasip oldu.

"1953'te askere gittim. Fakat tevafuktur ki, askerliğim Yassıveran'a çıktı. Evci kâğıdı
çıkardım. Ve böylelikle devamlı Sofular Camiine gelirdim. O sıralarda Necati Bey, bana,
Eşref Edip Fergan Beyin neşretmiş olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı verdi. Böylelikle Hz.
Üstada hayranlığım ve sevgim gittikçe artıyordu. Askerde bütün Külliyatı okumak istedim,
fakat hepsi yoktu, bulduklarımla iktifa ettim.
"1955 yılında terhis oldum. Konya Cihanbeyli kazası Güneyyüzü köyüne imam olarak
tayin oldum. O yıllarda Ankara'da bulunan merhum Atıf Ural Beyden Külliyatın tamamını
aldım. Köyde gece gündüz, gençlerle ve cemaata bu Kur'âni ve imanî hakikatları var gücümle
okuyordum ve bu arada da kendimi

[]

Hasan Nevruz İmamlık yaptığı günlerde.

Sh»: (S.Ş: 361)

yetiştirmeye çalışıyordum. Çünkü Nur Külliyatını görünce bir deryaya düştüğümü


hissettim ve yüzmeyi öğrenmeye başladım.

"Bu arada kitapları birbirinden ayırt edemiyordum. 'Acaba hangisini evvel okuyayım?'
diye bir çıkmaza girmiştim. Bir gece Hz. Üstadı rüyamda gördüm. Baktım sarık ve cübbesiyle
kütüphaneli odama girdi ve haşmetle dedi ki: 'Kardeşim acele etme!' Böylelikle daha düzenli
okumaya başladım ve hâlen de okumaktayım.

[]

1966'da Konya'da yine tevkif olunmuştuk. Risale-i Nur okumaktan dolayı ağır cezaya
uğratılmıştık. Bu resim Vali Konağının altındaki nezarete indirilirken merdivende çekilmişti.

"1959 yılında Konya'ya geldim. Konya Bulgur Camiinde göreve başladım. Gayem
bütün Nur talebeleriyle tanışmak ve Nurlara daha çok hizmet etmekti. Konya'da merhum Dr.
Sadullah Nutku, Said Gecegezen, Rifat Filizer, merhum yorgancı Parlayan Ağabeyle ve sair
kahramanlarla tanıştım.
"Konya'da dershanemiz yoktu, biz de coşkulu idik. Küçük bir dershane açtıktan sonra,
bununla da yetinmeyerek Konya merkez camilerinde namaz öncesi veya namaz sonrası ikişer
kişi Risale-i Nur Külliyatını cemaate okumaya başladık. Dr. Sadullah Ağabey ile birlikte
Aziziye Camiinde okurduk.

"Üstadı ziyaretim"

"Bu sıralarda Hz. Üstad bir lâhika mektubu neşrederek Risale-i Nurun merkezleri olan
İstanbul, Ankara ve Konya'yı ziyaret etmek istediğini belirtiyor ve ima ediyordu. Biz de
arkadaşlarla karar aldık, Hz. Üstadı Konya'ya davet edelim diye. O gün Sadullah Nutku
Ağabey eskimez yazı ile bir mektup yazarak beni trenle Isparta'ya

Sh»: (S.Ş: 362)

[]

1960'ın Ocak ayında Üstad Bediüzzaman'ın Konya'ya gelişini haber veren bir gazete,
camide Sözler'i okudukları için, Hasan Nevruz ve Dr. Sadullah Nutku'nun evlerinin ve
üzerlerinin arandığını ve Hasan Nevruz'un Konya'da tevkif edilen ilk Nurcu olduğu
yazılıyordu. Yine gazetenin haberine göre Hasan Nevruz'un üzerinde 43 bin lira çıkmıştı.
Gazete bunu "olayın en enterasan tarafı" şeklinde veriyordu.

Sh»: (S.Ş: 363)

gönderdi. Isparta'ya vardım. Rüştü Çakın Ağabeyi gördüm. Dedi: 'Hz. Üstad
Emirdağ'dadır.' Geceyi orada geçirdim, Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel Ağabeyler Hz.
Üstadın cübbesini bana giydirerek imamlık yaptırdılar. O ağabeylerin ordaki hal ve tavırları
beni çok duygulandırdı. Ertesi sabah Mustafa Sungur Ağabey ile Nuri Benli'nin oteline gittik.
Oradan Emirdağ'a Hamza Emek Ağabeye telefon ettik ve durumu bildirdik. Cevaben, 'Hz.
Üstad buradadır' dediler. Ben de hemen Emirdağ'a hareket ettim. O günkü vasıta zorluklarıyla
Emirdağ Çarşı Camiine vardım. Camide bir zata Mehmet Çalışkan'ın dükkânının sordum.
Meğer sorduğum kişi Ceylan Çalışkan Ağabeymiş. Ceylan Ağabey beni bir camiye gönderdi.
'Oradaki imamı bul, o seni Üstada götürür' dedi. Nihayet o zat ile buluştuk, durumu anlattım.
O da, Komisyoncu Ahmet isminde bir zatı, Hz. Üstada gönderdi. Durumu arzetmişler. Hz.
Üstad, 'Gelsin' demiş.

[]

Konya'da bir mahkemeden çıkarken:

Ahmed Davudoğul Hoca (beyaz saçlı), Av. Bekir Berk, Hasan Nevruz ve Halil Uslu

"Ben hemen koşarak gittim. Kapıda Zübeyir Ağabey bekliyordu, beni karşıladı ve
kucakladı ve, 'Kardaşım iyi ki geldin. Bir haftadır Konya'dan haber alamıyorduk' dedi.
Zübeyir Ağabeyle Hz. Üstadın

Sh»: (S.Ş: 364)

yanına çıkıyorduk, fakat inanın hayatımın en zor anlarını yaşıyordum. Çünkü


dizlerimde bir titreme ve içimde bir heyecan başlamışta.

"Seni daire içine aldım"

"Odanın kapısını Zübeyir Ağabey açınca gördüğüm manzara şuydu: Karşıda bağdaş
kurmuş, dizlerine yorgan örtmüş, başında sarık, boynunu sağa hafif eğmiş ve çok mahviyetkâr
ve mütevazilik içinde oturmuş olan Üstad, bir projektörü andıran ateşîn gözlerini bana çevirdi.
Yanına gittim, ellerini öptüm. Ve selâmdan sonra durumu kendilerine arzettim.
"Kardeşler, ağabeyler sizi Konya'ya davet ediyorlar, beni bunun için gönderdiler'
dedim ve mektubu verdim.

"O sırada Hz. Üstad, 'Otur kardaşım' dedi. Zübeyir Ağabey ile beraber oradaki küçük
minderlere oturduk. Hz. Üstad gözlüğünü çıkardı ve mektubu okumaya başladı. 'Konya
camilerinde Risale-i Nur Külliyatını okuyoruz' ibaresi geçince karyoladan doğrularak ve sağ
elini kaldırarak, 'Maşaallah' dedi. 'Size ilişmiyorlar mı?' diye sordu.

"Ben de, 'Üstadım, bugüne kadar size iliştiler de ne yaptılar, biraz da bize ilişsinler ne
çıkar' dedim ve ağladım. Hz. Üstad tekrar, 'Maşaallah' dedi ve 'Gel bakalım' dedi. O sırada
Üstad, zindeleşerek beni kucakladı, iki gözümden öptü ve başımı okşadı. Ve 'Hadi otur yerine'
dedi. Annemin, babamın adlarını ve aslen nereli olduğumu sordu ve hitamında dedi ki: 'Sen
benim hemşehrimsin, ben seni talebeliğe kabul ettim ve seni daire içine aldım."

Sh»: (S.Ş: 365)

$ İBRAHİM ENSARİ

[]

İbrahim Ensari

"Okulda inançlarımı kaybetmiştim"

"Dindar bir aile çocuğuydum. Okul benim manevî inançlarımı almıştı. Mesleğimin ilk
üç yılında boşlukta çırpınıp durdum. Her hareketimde aileme ters düşer, onları incitirdim.
Mualliğimin dördüncü yılında dinî eserlere karşı bir alâlak meydana geldi. Birçok dinî eser ve
dergi almaya başladım. Fakat, diyebilirim ki, fiili olarak bende bir etki yapmadı. Sadece bazen
inandığım, bazen de tereddütlere düştüğüm oluyordu.

"Risale-i Nur okursan imanını kurtarırsın"

"1954'ün sonlarına doğru benden daha beter durumda olan bir arkadaşımla
görüşmemde bana, 'Risale-i Nur okursan imanını kurtarır, tereddütlerden kurtulursun' dedi.
Bu hitap nefsime çok ağır geliyor, adeta isyan ediyordum. Ben Gürpınar'da, arkadaşım ise
Van'daydı. Hafta tatillerine bir araya geldiğimizde hep aynı sözlere muhatap oluyordum.
Allah nasip edecek ve hidayet kılacak ki, beraber Hamid Hocaya (Molla Hamid Ekinci)
giderek Hutbe-i Şamiye ile Gençlik Rehberi'ni aldık. O günden sonra hayatım tamamen
değişti. Kendimi yeniden Müslüman olmuş kabul ettim. Fazla teferruata girmeyeceğim.

"1959 yılında yedek subaylığa gittik. Kayıttan sonra verilen izin süresinden
faydalanarak, gece gündüz görmenin aşkiyle tutuştuğum Üstadımı görmek için Emirdağ'a
gittim.

"Üstadı görebilmenin heyecanıyla titriyordum."

"Emirdağ'a geldik' dediklerinde, daha arabada, sıtmaya tutulmuş gibi titremeye


başladım. Çalışkan'ların dükkânında tirreyen ellerimle bir bardak çayı içemedim. Bu durum
onların da dikkatini çekti. 'Kardeşi biraz gezdirin, abdest aldırın, belki sakinler' dediler.

Sh»: (S.Ş: 366)

"Fakat ne mümkün! Merhum Ceylan'la beraber görüşmeye gittik. Beş kişiydik,


ziyaretçilerin ikisi ilahiyatçıydı. Ve altıncı, yedinci ziyaretleriydi. Hülasa kapıdan girip selâm
verince bende ne heyecan ve ne de titreme kaldı. Ellerini öptük. İşaret buyurmaları üzerine
oturduk. Kendileri karyolada ve yatakta oturmaktaydı. Aramızda rahmetli Ceylan oturuyor,
bizim dediklerimizi, Üstada, Üstadın dediklerini de bize aktarıyordu.

"Bu durumu izah için de, 'Üstad bazen konuşmaktan men edilir' diyordu. Ben de
içimden Üstad konuşsa, bizzat sesini duysam diyordum. Bazı hediyeler içimden geçiyordu.

"Üstad öğretmenleri çok sevdiğini söylüyordu"

"Birdenbire Ceylan'a, çekil diyerek, kendisi bize hitap etmeye başladı. Risalelerden,
Rusya esaretinden, Menderes ve Menderes'in Emirdağ'a gelişinden bahsetti. Öğretmenleri çok
sevdiğini, bu dini yıkanların da onlar olduğunu, yükseğe kaldıranların da yine onlar olacağını
söyledi. Vanlı olmak sebebiyle iltifat göstererek, 'Yalnız gelseydin seni misafir ederdim, fakat
kalabalıksınız' buyurdular.

"Tekrar göremem diye bütün dikkatimle kendisini izliyordum. Fakat rahatsız


oluşlarının farkında değildim. Bir ara hiddetle, 'Bana bakmayın' dediler. O ara Ceylan, 'Üstad
nazara geliyor, bakmayın' dedi.

"Ellişer kuruş yol harçlığı verdi"

"O güzelliği ve gözlerindeki çekiciliği tariften acizim. Sonra bize ellişer kuruş yol
harçlığı verdi. 'Zübeyir, tatlım var mı?' dedi. O da, 'Hayır Üstadım, kalmamış' deyince kese
kâğıdından dokuz bisküvi verdi. Saydırmak suretiyle dördümüze ikişer, berine de bir tane
düştü. Kalktığımızda artık elini öpme müsaadesi vermedi. Huzurunda iki buçuk saat
kaldığımızı, dışarıda ilahiyatçı kardeşler söylediler. Çünkü onlar her gelişlerinde beş veya on
dakika kalabiliyorlarmış. Uzun ziyaret esnasında gördüğümü çok kısa olarak hülasa etmeye
çalıştım. Nakıs fikrim, düşündüklarimi ifadede yardım etmediğinden üzüntülüyüm. Cenab-ı
Hak, bizleri şefaatlerine nail eylesin, Âmin."

Sh»: (S.Ş: 367)


$ ALİ RIZA SAĞLAMER

1926 yılında Trabzon'un Vakfıbekir kazâsında doğdu. 1929'dan beri Samsun'da


oturmaktadır. Sağlamer, şeceresi hakkında bilgi verirken şunları ifade etmektedir: "1956'da
Risale-i Nur'a kavuştum. İlk defa Küçük Sözler'i daha sonra ise Ankara müdafasını okudum.
Bu okumalardan sonra hayatım değişti. Önceleri dalâletin en koyu bataklığında
bulunuyordum. Sonra, Allah'a nâmütenahi hamdler olsun ki, Üstad Bediüzzaman'ı gördüm."

[]

Ali Rıza Sağlamer

"Üstadı ziyaretim"

"1957'de Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret için Isparta'ya gittik. Fakat maalesef çok sıkı
tedbirler yüzünden ziyaret edemedik. Sadece Üstad arabayla Barla'ya giderken, uzaktan
görebildik.

"1960 yılı başlarında Ankara'ya davet etmeye karar vermiştik. Bu daveti karar yapmak
için üç kişilik bir heyeti kur'a ile seçtik. Herkes Üstada gitmek istiyordu. Kur'a bana
çıkmayınca, benim çok heyecanlandığımı ve üzüldüğümü gören Binbaşı Hayri Bey, kendisine
çıkan kurayı bana vererek, 'Ben hakkımı Ali Rıza Sağlamer'e veriyorum' diye büyük bir
alicenablık gösterdi. Sevinçten bir kuş gibi olmuştum. Hemen kendisini kucakladım. Dualar
ederek hazırlandım. Yine kendisine kur'a çıkan başçavuş bir kardeşimiz de hakkını Refet
Kavukçu kardeşimize vermişti. Şoför, Tosyalı bir arkadaştı. Yeni alınmış bir arabayla yola
çıktık. Sabah namazına Emirdağ Camiine ulaştık. Namazdan çıkarken, Üstadın hizmetkârı ve
şoförü bizi bekliyordu.

"Bize dedi ki: 'Üstad sizden mektupları istiyor.' Ben de Ankara'da Said Özdemir'den
mektupları alırken, 'Ben bunları Üsttaddan başka kimseye vermem' demiştim. Aynı sözleri
Üstadın şoförüne de söyledim, mektupları vermedim. Şoför kardeşimiz gidip yeniden geldi ve
'Yalnız Ankara'nın mektubunu ver' dedi. Dedim: 'Hayır, ben mektupları Üstadımın eline
bizzat verceğim.' Sonra bize, 'Üstad si-

Sh»: (S.Ş: 368)

zi istiyor' deyince, üçümüz birden çıktık. Odaya girdiğimizde Üstad yatıyordu.


İşaratü'l-İcaz'ın Arapça nüshasını okuyordu. Mektupların hepsini olduğu gibi önüne koydum.
Elini öpmek istedik, vermedi. Başımızı ve sırtımızı sıvazladı. Ankara'nın mektubunu hemen
alıp, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye verdi.

"Zübeyir Ağabey mektubu okudu. Üstad dedi ki: 'Kardeşlerim, görüyorsunuz, ben çok
hastayım, yolda öleceğimi de bilsem bu davete icab edeceğim. Arabayı hazırlayın.' Zübeyir
Ağabey de, 'Siz çıkın, biz geliyoruz' dedi. Ben buna müteessir oldum. Üstad bu durumumu
anlamıştı. 'Beraber gideceğiz' dedi.

"Biz Üstadın evinden çıkınca hemen bizi polisler yakaladılar. Bir odaya hapsettiler. Bu
duruma çok üzüldük. 'Üstadla yolculuk yapacağız' diye sevinirken hapsedilmiştik. Orada üç
saat kadar kaldık. Yanımıza komiser gelince,

"Bizi buraya niçin kapattınız? Bunun sebebini öğrenmek istiyorum' dedim. Bana,

"Bilmiyor musun?' dedi.

"Bilmiyorum' dedim.

"Kimi ziyaret ettin?' dedi.

"Bediüzzaman'ı' dedim. Bana,

"İşte sizi onun için hapsettik' dedi.

"İnsanın sevdiğini ziyaret etmesi suç mu?' dedim. 'Memleketimizde gezmek suç mu?
Ben vatanımda neden gezmeyeceğim? Turistler ülkemizi karış karış gezdiği halde kimse ses
çıkartmıyor, ben vatanımda gezersem suç işliyorum, öyle mi?' dedim. Nereli olduğumu sordu.
Trabzonlu olduğumu söyledim. Kimlerden olduğumu da söyleyince, 'Filân filânı tanır mısın?'
dediler. Cevabını verdim. On beş dakika sonra serbest bıraktılar.

"Çıktığımızda iki-üç saattir Üstadın şoförünün arabayı çalıştıramadığını, bizi kavşakta


bekleyeceklerini söylediler. Az sonra Üstad Hazretleri arabayla geldi. Zübeyir Ağabey bizim
önden gitmemizi söyledi. Biz önden yola çıktık. Bir ara Üstadın arabası gelip yanımızda
durdu. Meğer radyodan Üstadın Emirdağ'a dönmesi için emir verilmiş. Bu defa Üstadın
arabası öne geçti, biz de geçtik. Haymana'dan sonra öğle namazı için durduk. Üstad namazını
bir tarla içindeki ağacın altında kılmıştı. Biz de yolun kenarında kıldıktan sonra tekrar yola
çıktık. Gölbaşı'na geldik. Polisler Üstadın arabasını durdurdular. Emirdağ'a dönmesini
istiyorlardı. Üstad, 'Bu emri verenler, ya komünistler yahut masonlar veya din düşmanlarıdır.
Biz ise bunların emirlerini dinlemiyoruz, bizi hiç bir kuvvet durduramaz' dedi.

Sh»: (S.Ş: 369)

"Sonra Abdülkadir isimli bir komiser geldi. 'Biz emir aldık Allah rızası için dönüverin'
dedi. Üstad, 'Biz kimsenin burnunun kanamasını istemiyoruz, Ankara'yı darmadağın
edebiliriz!' diyerek geri döndü. Eşyaları bizim arabadan tekrar Üstadın arabasına verdik.
Üstadımız Emirdağ'a döndü.

"O gece bizi de karakola götürdüler.

"Bir gün Ankara'da, Murat Lokantasında otururken bir telefon geldi. Zübeyir
Ağabeyin Polatlı üzerinden Ankara'ya geldiği söylendi. Âtıf Ural, 'Muhakkak Üstad da
geliyor, çünkü Zübeyir Ağabey Üstadsız gelmez' dedi. Hemen hazırlanıp yola çıktık. Elli-
altmış kişi kadardık. Bir tarladan Üstadın arabasına benzer bir araba gördük. Sungur Ağabeyle
o arabaya doğru gittik. Sonra onlar olmadığını anladık. Yola vardığımızda Üstadın arabası
şimşek gibi geçti. Hemen Ankara'ya doğru hareket ettik. Bekir Berk Ağabeyle beraberdik.

"Ankara'ya geldiğimizde Üstadın Hacı Bayram'da olduğunu söylediler. Oraya gittik,


ama bulamadık. Birkaç yer aradıktan sonra otelde bulabildik. Polisler otelin etrafındaydı.
Bekir Ağabey polislerin bakışları altında otele girdi. Israr edince biz de girdik. Orada Bekir
Berk Ağabey, Salih Özcan, Tahsin Tola ve Said Özdemir kapıda bekleyip, kimseyi içeri
sokmamamızı söylediler. Üstad içerideydi. Bir ara Üstad bizlere üçer defa İhlâs okumamızı
söyledi. Bu arada Bekir Berk Ağabeyi, 'Sen benim vekilimsin, gel' diye kucaklayıp bağrına
bastı. O gece Üstadımız orada kaldı. Ertesi gün de Emirdağ'a döndü.

"İşte, Asrımızın Sultanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatının son


günlerinde benim şahit olduğum hadiseler bunlardır."

Sh»: (S.Ş: 370)

$ REFET KAVUKÇU

1929'da Erzincan'da dünyaya geldi. Hattat ve ressamdır. Tevafuklu Kur'an'ın hattatı ve


Nur Risalelerinin kapak kompozisyonunun ressamıdır. Pek çok tablo ve posterin de hattatı ve
müzehhibidir.

[]

Refet Kavukçu

"Uykudan ani ve korkunç bir sarsıntı ile uyandık"

"Sene 27 Aralık 1939. Karlı, soğuk bir kış gecesi... Üzeri 40-50 santimetre toprak
yüklü, bir o kadar da karla kaplı, düz damlı, kerpiç duvarlı evimizin bir odasında, yanyana
dizilmiş yataklarımızda yatıyoruz.
"Fecre yakın bir saatte, gecenin gaflete bürünmüş tatlı uykusundan, ani ve korkunç bir
sarsıntı ile uyandık. Duvardan duvara uzanmış 20 santip çapındaki ağaçların yüklendiği
damdan; akşam özenerek hazırladığım ödev defterimin üzerine dökülen topraklar, çökmek
üzere olan Erzincan'ımızının ilk gözyaşları olmuştu.

"Korku ve sarsıntı, hepimizi sanki yataklarımıza çivilemiş, kırmaşamıyoruz.


Durmadan beşik gibi sallanıyoruz. Başucumuzdaki duvar büyük bir gürültü ile bahçe tarafına
devrildi. Damı omuzlayan ağaçlar istinatsız kalınca toprak ve kar yüklü dam yekpare olarak
üzerimize indi. Bu inişe, çok nezaketli bir eda ile oturdu denebilir. Süratli ve ani yıkılış,
damın tonajını da arttırdığı halde hiçbirimiz ezilmemiştik. Neden ve niçin? Ailece yanyana
dizilmiş kurbanlık koçlar gibi ölüme hazır duran, yani hep birden ölmek için, sanki kasten
sıraya dizilmiş ve bir odaya getirilmiş olduğumuz halde ölmemiştik. Ölmek için her türlü
esbabın içtima ettiği bir anda, ne idi bizi kurtaran? Şefkatli bir annenin mışıl mışıl uyuyan
yavrusunu uyandırmak için dikkatle örttüğü battaniye hafifliğinde, o toprak yığınını üzerimize
koyan kimdi? O dehşetli hâdiseyi her hatırlayışımda, bu suallere cevap ararım. Şefkat ve
Rahmet-i İlâhiyenin tecellisini ayne'l-yakin seyredip Rabb-i Rahimime şükrederim.

Sh»: (S.Ş: 371)

"Refet bağırma, Allah de!"

"Bir kuş gibi üzerimize konan dam, yavaş yavaş kartal gücü ile yüklenmişti. Ellerim
yanımda, sıkışıp kalmıştım. Açık yüzüme ve ağzıma toprak akıyordu. Teneffüste güçlük
çekiyor ve bağırıyordum. Henüz ilkokul 3. sınıf talebesiydim. Ağabeyim beşte okuyordu. O
daha sabırlı ve tevekkül sahibi imiş ki, 'Refet bağırma, Allah de!' diye o dar ve sıkıntılı halde
telkinin esirgemiyordu. Rahmetli babamın tam ağız istikametinde damın üzerine bir delik
açılmış. 'Can kurtaran yok mu?' diye bağırıyor. Annemin, 'Acaba çocuklar ne oldu?' diyen,
topraklar arasından sızan elemli, endişeli sesi, hâlâ kulaklarımda... Ne hikmetse biz onları
duyuyoruz, onlar bizi duymuyorlarmış. Yataklarımız bitişik, fakat aramız ağaç ve toprak
dolu...
"Dört yaşındaki kardeşim, annemin yanından ayak ucuna kaymış. Ailemizin tek şehidi
olduğunu, yine annemin ızdırap dolu sesinden anlamıştım.

"Şefkat kahramanı annem"

"Babamın sesini duyan, evleri yıkılmayan komşular ve amcalarımızın, kazma, kürek,


üzerimizdeki çalışmalarını tamamen duyuyoruz. Kazmalandıkça akan topraklar,
teneffüsümüzü daha da güçleştiriyor. Biraz sonra seslerden, babamın çıkarıldığını anlıyorum.
Hakikaten 'Şefkat kahramanı' annem, kendini çıkarmak isteyenlere itiraz ediyor. Kaderin ona
bahşettiği o eşsiz duygu, o latif hissiyat ağır basıyor ki, 'Önce yavrularımı çıkarın, ben az çok
nefes alıyorum' diye haykırıyor. İşte size, 'önce can' diyen kaideyi kökünden sarsan ve 'değil
önce can, önce canan, sonra can' diyen mümtaz varlık, anneler ve annem... Belki ölümlerin en
çetini ve ızdıraplısı olan o ağır yükün altında, yavrusunun kurtulmasını kendi ölümüne tercih
eden, İlâhî rahmetin mücessem timsali olan annelerimize sonsuz hürmet ve saygılar az gelir.
Onun vicdanını, o eşsiz temiz duygu ile süsleyen ism-i Müzeyyen sahibi Hikmet-i
Rabbaniyeye sonsuz hamd ü senalar olsun...

"Ölmemiştik... Kaderin programı bitmemişti çünkü..."

"Son anı pek hatırlamıyorum. Topraklar arasından çıkarılıp, uçurumun başında


oturtulmuş buldum kendimi; sanki berzah tarafında idim...

"Hamden Lillâh, buzlu toprak ve on binlerce ölü arasından, bir

Sh»: (S.Ş: 372)


merhamet eseri olarak ayıklanmış, çıkarılmıştık... Sabah aydınlığı kendini göstermiş,
soğuk bir rüzgar hayretten dona kalmış simaları hafifçe okşuyor. Binlerce şühedâyı haşre
kadar uyutacak olan ve meçhul istikbâlin namzetleri bulunan bu kazazedeleri ninnileyen o
koca beşik hâlâ sallanıyor. Durup durup sallanıyor ve günlerce bu sallantı devam ediyor.

"Ölmemiştik, kazazede olmuştuk. Çünkü kaderin programı bitmemişti. Hayat


yolculuğu devam edecekti. Emirdağ'a uğrayacaktık. Hazret-i Bediüzzaman'ın elini öperek
ders dairesine girecektik. İşte bunun için, bu eşsiz hâdisenin ve ebediyetlere kadar uzanacak
olan bu renkli tablonun çizimi için, o gün ölmemiştik. Ölüm için herşey, mezara kadar herşey
hazır iken; hatta onun içine gömülmüş olduğumuz halde öldürülmemiştik. Demek, bu büyük
dâvada kısmetimiz vardı... Cenab-ı Haktan hayırlı âkibetler olsun cümlemize...

"Tabiatçılık telkinleri altında okuduk"

"Tabiatçılık telkinlerinin sık sık yapıldığı bir devrede okumuştum. Bilhassa tabiat
derslerinde ilkokuldan beri, tabiatın yaratıcı olduğu üzerinde hemen her ders durmak,
öğretmenlerimizin sanki baş gayesi idi.

"Körpe dimağlarımız kesif ve süratli bir tabiatperestlik fikrinin telkini altında devamlı
yaralanıyordu. Ebeveynimiz, bu dersleri tekrar ettiğimizde hem kızar, hem şiddetli tepki
gösterirlerdi. Fakat reddedici ilmî mukabele düsturundan mahrum olduklarından; kalbimizde
açılan küfür yaraları şifasız kalıyordu.

"Dinî tedrisatın, hatta elif cüzünü okumak ve okutmanın yasak oluşu, zamanın
dehşetini gösteriyordu.
"1939 Erzincan zelzelesinin enkazı içinden ayıklandıktan altı ay sonra, Konya'ya
gitmiştik. Ağabeyimle elif cüzünü okumaya giderken, hocanın girip çıkarken ve okuma
odasında alınan telkinler, gizliliğin ve yasaklığın en bâriz işaretleri idi. İlkokul 4. sınıf talebesi
olarak hâdiseleri çok iyi hatırlıyorum.

"Tereddütler içinde bocalıyordum"

"Böylece uzun seneler geçti. İmanlı bir sülâlenin ve muttaki bir ailenin çocuğa olarak,
tereddütler içinde hâlâ bocalıyorduk. Rûhî ızdıraplarıma ve buhranlarıma sebebiyet veren bu
mütereddid hâletten kurtulmak için çareler aramaya başladım. O zamanlar neşredilen bir kaç
İslâmî mecmua vardı. Yetersiz olmakla beraber abone olmuştum. Fakat bir yandan da değil
istifade etmek, belki is-

Sh»: (S.Ş: 373)

tifhamlarımın artmasından korkuyordum. Zaten yürekler acısı bir durumu vardı, o


zamaki neşriyatımızın. Nereden nereye geldik? Hamd ü senalar olsun Rabb-i Rahimimize.

"Binbaşı olan amcam, bana Nur talebelerini göstermişti"

"1951 yılında Ankara Merkez İnzibat Komutanlığında mülhak yazıcı idim. Beş vakit
namazını kılan İbrahim isminde haricî postaya bakan arkadaşıma imrenirdim. Merkeze bazen
gece gelirdi. Sebebini sorduğumuzda, 'Cebeci'de bazı arkadaşlarım var, oraya uğradım, namaz
kıldım, kitap okudum' derdi. Ama ne dâvet ederdi, ne de mahiyetini açıklardı.

"Jandarma Binbaşısı olan amcam, bir bayram günü Cebeci'deki evlerinin alt katında
oturan talebeleri bana gösterdi. Bahçede birisi abdes alıyordu. Kendilerini ziyarete gittik.
Ruhumda bir iştiyak uyanmıştı. Onları çok sevmiştim. Evlerini ve sîmalarını mahzun mahzun
seyrettim. Amcam, Nurcu olduklarını söylemişti. Ne yazık ki hiçbir konuşma açılmadı. O ilk
karşılaşmanın neticesiz kalışına yanar durumum. Nurları tanıdıktan sonra, İbrahim'i merak
ederken, Süleymaniye 46'da buldum. Cebeci'deki evin mahiyetini de o zaman öğrenebildim.

"Çareyi tasavvufî kitaplarda arıyordum"

"Terhisten sonra çâre arayışlarım devam etti. Bir zaman sonra, çareyi tasavvufî
kitaplar okumakta aramaya başladım. Mevlânâ ve İmam Gazâlî gibi selef-i salihînden meşhur
ve makbul zat-ı muhteremlerin telkin sahâlarına girdim. 1956'ya kadar kabiliyetimce
istifadeye çalıştım. Tabiatçılığın ruhumda açtığı yaraların zâhiren iyi olduğunu zannederken,
için için kanadığını da hissediyordum. Çünkü, 'neden'ler, 'istifham'lar, cevapsız kalıyor,
rahatsızlığım devam ediyordu. Babam camiye gönderirdi. Allah affetsin, gezinir gelirdim.
Rahmetli, 'Seni evlâtlıktan kovarım' derdi. Çok ızdırap duyardım. Fakat, tahakkümle iman
olmaz ki, ne yapayım?

"Bedizzaman'ın ismini ilk duyuşum"

"Çok değişik formülde bir telkin aradığımı hissediyordum, ama nerede? Mütedeyyin
iki şahıs mı başbaşa konuşuyor, onları dinlemek için beni bir meraktır sarıyordu. Aynı
merakla dayım Hakkı Güler'in çalıştığı mağazada başbaşa vermiş konuşan bir kaç kişiye
yaklaştım. Sakallı bir zat, bir tebrik kartını yüksek sesle okuyordu.

Sh»: (S.Ş: 374)

'Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de O tanzim etmiştir.


Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir' vecizelerini merak ve hayretle
dinledim. Bu ifadeleri ve bu tarz vahdaniyeti ispat eden bir üslûbu ilk defa duyuyordum.
Mânâ derinliğini deryalar kadar olan azametini hissetmedim değil... İmza yerinde yeni
duyduğum bir isim:

"Bediüzzaman SAİD NURSÎ...

"Isparta'da kaldığını ve büyük bir âlim olduğunu söylemişti, tebriki okuyan.

"Konuşan yalnız hakikattır"

"Garip bir tevafuk ve kader tecellisi... 'Konuşan yalnız hakikattır' yazısı, kitaptan
kopmuş tek bir sahife halinde, satın aldığım bir kitabın arasında elime geçti. Okurken çok, pek
çok taaccüp ettim. O yüksek feragat ve fedakârlıklar, o ulvî âlicenaplık karşısında hayretten
hayrete düştüm. Rûhen ve cismen cezbelenmiştim. Çok sürmedi, Cemaleddin isminde bir
memur arkadaşım Hazret-i Üstad ve Risaleler hakkında malûmat verdi. Osman Yüksel
isminde ihtiyar, sakallı bir zatı tanıtarak, eserleri temin etmemi sağlamıştı. Bana teksir edilmiş
küçük bir kitap verdi. Okumaya çalıştım. Fakat bir şey anlayamadım. Ama bir türlü
vazgeçemiyordum. Mutlaka derin mânalar ve mefhumlar yatıyor bu ifadelerin altında, diye
bende bir kanaat hasıl olmuştu. İlk anda anlayamadığım bu Nurlu Külliyatı okumaya karar
verdim. Hakkı dayımla Osman Efendiyi sık sık ziyaret ederdik. Bugün merhum olan o zat bir
nevi pîrim olmuştu.

"Bediüzzaman ismi ruhumda dalgalanmalar meydana getirmişti"

"Bediüzzaman ismi, ruhumda büyük dalgalar husule getirmiş olacak ki; kartvizitler
üzerine el yazısı ile 'Bediüzzaman Said Nursî' ismini yazar, dostlarıma, 'Bunu saklayın,
unutmayın, ileride bu ismi tanıyacaksınız' diye dağıtırdım.
"Muhterem ağabeyim M. Kemal Ural Beyin Ladik adresi elime geçti. Bir mektup
yazdım. Sitayişkârane bir ifade ile hemen cevap verdi. Lâyık olmadığım tavsiflerle mektupları
devam etti. Merhum Âtıf Ural Ağabeyim gibi sîmalarla kısa zamanda tanışmış oldum.

Sh»: (S.Ş: 375)

"Nurların takip altında olduğunu işitince""1956 senesi yaz mevsimi idi. Yeni basılmış
Gençlik ve Hanımlar Rehberi posta ile adresime geldi. Bu suretle İstanbul cemaati ile de
muarefemiz başladı. O sıralarda Nurların takip altında olduğuna dair bir havadis duymuştum.
Gelen eserlerin bir kısmını iade ederken, Mehmed Birinci Ağabeyime bir mektup yazmıştım.
Çok geçmeden hatamı tashihe rağmen, hatırladıkça hâlâ hem güler, hem üzülürüm. Demek
henüz çok zayıf imişim.

"Hâdiseler insan için en güzel muallim olduğu gibi, diğer bir cihetten de cesaret, inanç
ve sadâkat derecesini ölçmekte mihenk teşkil ediyor. Ben de mihenge vurulmuş, terkibimde
ne var, ne yoksa analiz edilmiştim.

"Büyük Sözler'in matbaa ile ilk nefis baskısı, aynı senenin son aylarında elime geçti.
Bunu Mektubat ve Lem'alar takip etti. Dükkânımızda rahmetli pederimle devamlı okurduk.

[]

Nur yolunun iki "Refet"i: Barutçu ve Kavukçu.

"Büyük bir hizmet ve mücahede cereyan ediyordu"

"O seneler hem bakkaliye işletiyor, hem de tabelacılık yapıyordum. Ankara Nur
Medresesinin varlığını duyunca bir mektup yazarak, 'Tabelasını bana yaptırırsanız ücretsiz
yazarım' diye teklifte bulundum. Cevapsız kalınca cehaletimi anladım. Demek bilmediğim bir
mücadele ve hizmet vardı. Türkiye ve İslâm âleminin mukadderatını yakından ilgilendiren
büyük bir manevî mücahedenin içinde idi Nur Müellifi Hazret-i Bediüzzaman ve Nur
Talebeleri. Görünüşte basit ve pasif; fakat iç bünyede, hak ve hakikat nazarında azim ve aktif
bir ci-

Sh»: (S.Ş: 376)

had... Şehidiyle, gazisiyle bir cihad berdevamdı Türkiye'de. Bu ulvî ve haklı


mücadelenin yanıbaşında vurdumduymaz olarak yaşıyorduk, belki uyuyorduk.

"Gerçi biraz da hareketli sayılırdık. Hekimoğlu İsmail ismiyle maruf, Ömer Okçu
Beyin de dahil olduğu seçkin ve araştırıcı bir grupla evlerde toplantılar tertipliyorlar, muhtelif
mevzularda hususî çalışma yapıp bir sonraki toplantıda arkadaşlarımıza takdim ediyorduk.

"Ankara Dâvası üzerine başlayan. aleyhteki kampanya beni çok korkutmuştu"

"İmam-ı Gazâlî ekolu ve felsefesi gibi mevzuları üstlenen ve işleyenler olarak, 1958
Ankara Dâvasına mesnet teşkil eden broşürün (lahika mektubu) dağılmasını müteakip, sol
basının başlattığı yaygarayı gazetelerde okuyunca çok korkmuştum. Nurcular aleyhinde
atılmış büyük manşetler karşısında baygınlık geçirir bir hale gelmiştim. 'Nurcular aranıyor',
'Filan yakalandı' gibi tabirler beni âdeta bozguna uğratmıştı.

"Aslında dâva yine devam ediyordu. Fakat ben, cihad nedir? Hak yolunda çile nedir?
Fedakârlık, ferâgat ne demektir? Bilmiyordum. 700 ciltlik koca kütüphane dolusu felsefî ve
tasavvufî eserim vardı. Okumaya devam ediyordum. Demek hep nazarî oluyordu. Tahkikî bir
iman ruhu alamıyordum. Zamanın hizmet tarzına muvafık, derdime nâfi olamıyordu. Böylece
ikinci bir mihenge vurulunca, zaafımı anlamıştım...

"Şimdi daha iyi anlıyorum"

"Şimdi daha iyi anlıyorum, Nurların iman tahşidatındaki musırrâne derslerini ve


hemen yanıbaşımdaki karakol, mahkeme ve Yusufiye tatbikatını... Ve elli senedir devam
eden, bundan sonra da devamı anlaşılan çileli, cihadın ehemmiyetini. 'Hak yumruklandıkça
kuvvetlenir' sözünü, evet yeni anlıyorum.

"Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşühatlarıdır; bizler taksimü'l-amâl kaidesiyle,


herbirimiz bir vazife deruhte edip, o ab-ı hayat tereşşühatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.'

"Vazifemiz hizmettir. Netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur
ve mükellefiz. Mesleğimizde kuvvet var; fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Bu
kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilir' tavsiyelerinin isabet ve
heybetini, vatanımızın bütünlüğüne ve saadetine, bir hiç uğruna

Sh»: (S.Ş: 377)

kasteden tahribatından sonra, ancak anlıyorum. Âhir zamanın en büyük fesadı


zamanında; elbette en büyük bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem
mehdî, hem mürşit, hem kutb-u âzam olarak bu zat-ı nurânîden ders alan bu azim cemaatın
icraatındaki tesir ve isabetin nasıl bir feyizle hasıl olduğunu yeni anlıyorum.

"Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi
gösteriyorum, benden mum ışığı istemek mânasızdır, lüzumsuzdur.'
"Muhtelif turukların başı ve şu seyyarelerin güneş Kur'ân-ı Hakimdir. Hakiki tevhid-i
kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşit de ve en mukaddes Üstad da odur.

"Demek Kur'ân'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâili ilmiye değil, belki
kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir' gibi tabir, tarif ve beyanları itiraf edeyim ki; yeni yeni
anlıyorum.

"İmanî meselelerde olduğu gibi; içtimaî ve siyasî mevzuatta da daima yol gösterici
olmuş ve isabet kaydetmiş, itimat ve istikrar kazandırmış olan Nur gibi bir halaskârı ve onun
muazzez, mualla müellifini tanımlayabilmek, anlayabilmek; ondan bir hayat boyu müstefit ve
mütefeyyiz olabilmek gibi bir lütfa mazhariyetin, bir değil, bin ömrü feda etmeye elyak
olduğunu, ancak şimdi âcizâne anlıyorum.

"Bu hakikatları, bu âciz ve nâkıs kuluna anlatan ve sevdiren Rabb-ı Rahimime sonsuz
hamd ü senâlar olsun...

"Üstadın yurtiçi ziyaretleri büyük bir heyecan uyandırmıştı"

"1959 senesinin Aralık ayı idi. Bir müddetten beri, Hazret-i Üstadımızın Konya,
Ankara ve İstanbul'a ziyaretlerini, gazetelerden ve radyodan mühim havadisler meyanında,
büyük büyük manşetler tahtında öğreniyorduk.

"Memleket sathında muhalifinden mutabıkına, küçüğünden büyüğüne kadar herkeste


bir heyecan ve hatta bazı çevrelerde bir endişe var. Herkes merak içinde...
"Hazret-i Üstadımızın, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bayram ve Hz. Ebâ Eyyub'u
(r.a.) bizzat giderek ziyaret etmesi karşında, İnönü'nün gösterdiği şiddetli tepkiler ve radyo
konuşmaları heyecan ve telaşı daha da artıyordu.

Sh»: (S.Ş: 378)

"Ankara'daki toplantı"

"Bu sıralarda yapılması kararlaştıran bir toplantıdan haberdar edildik. Bir kardeşimizle
Ankara'ya gittik. Ulus Meydanına yakın bir lokantanın üstündeki dershanede, yüz kadar Nur
talebesi toplanmıştı. Yurdun muhtelif yerlerinden gelen bu büyük ve nuranî cemaati ilk defa
seyrediyordum. Muhterem Mustafa Sungur, merhum Ahmed Feyzi gibi ağabeylerimle ilk
defa görüşüyordum. Nurun, haller ve kaller üzerindeki icra ettiği tesirin, yabancısı olduğum
birçok nakşını hayret ve hasretle müşahede ederken pek çok mesrur olmuştum.

"O gece bir toplantı yapıldı. Karar alındı. Hazret-i Üstadımız Ankara'ya dâvet
edilecekti. Bunun üzerine, bir pikabı götürecek şoför olmak üzere, üç kardeşimiz kura çekmek
suretiyle seçildiler. Samsun'dan Ali Rıza Sağlamer, Adıyaman'dan Dursun Kutlu, Astsubay
Fahri, şoför ise ismini hatırlamıyorum, Çorumlu bir kardeşimiz...

"Üstada gidecek kafileye ben de katılıyorum"

"Astsubay Fahri, 'Ben Üstadımızı çok ziyaret ettim. Hakkımı Refet kardeşime
veriyorum' dedi. Ziyaret hakkını bu âciz de böylece kazanmış oldu. (Hazâ min fadlı Rabbî)
Cenab-ı Hak Fahri kardeşimize rahmet eylesin.
"11 Ocak 1960 Pazar sabahı olacak, erken saatte yola çıktık. Saat on sıralarında
Emirdağ'a ulaştık. Yol boyunca hep Üstadımı düşünüyordum. Ona doğru gittiğimi tahattur
ettikçe içim neşe ile doluyor, sevinçle uçuyorum. Bu mukaddes ziyaretin heyecan ve
sabırsızlığı içindeyim. Hazret-i Üstadımıza, altı vilâyete dâvet eden altı mektup götürüyorduk.
O sıralarda çok sıkı bir kontrol ve takip vardı. Ziyarete gidenler tesbit ediliyordu. Evin
karşısındaki kahvede sivil polisler oturuyordu.

"Hüsnü Bayram bizi karşılıyor"

"Abdestlerimizi aldıktan sonra Emirdağ meydanından eve doğru yöneldik. Daha çok
mesafe vardı ki, ismini sonradan öğrendiğim Hüsnü Bayram Ağabey bizi karşıladı. 'Ne
istiyorsunuz?' dedi. Üstadımızı ziyaret edeceğimizi, emanet mektupların olduğunu söyledik.
Zaten Üstadımız gelişimizi anlamış olacak ki, Hüsnü Ağabeyi göndermiş.

"Ben mektupları götürürüm. Üstadımız artık kimseyi kabul etmiyor. Etraftaki heyecanı
görüyorsunuz' dedi. Fakat biz, kabul etmeyerek bizzat Üstadımızla görüşeceğimizde ısrar
ettik. Bunun üze-

Sh»: (S.Ş: 379)

rine Üstadımıza danışmak üzere gitti. Bizler ise meydanlığın ortasında kaldık. Biraz
sonra Hüsnü Ağabeyimiz geldi. Kapıyı açar açmaz, Üstadımız, 'Söyle gelsinler' demiş.

"Büyük bir heyecanla ve merakla kapının önüne geldik. Hamza Emek Ağabeyimizin
açtığı dış kapıdan avluya girdik. Bir kaç tahta basamaklı merdivenlerden salona çıkmıştık.
Sergisiz tahta döşemeli koridordan geçerek, bir odanın kapısı önünde durduk. Yandaki tel
dolaptaki bir küçük tas ile bir yumurta olduğunu hatırlıyorum. Bir başka odadan ağabeylerin
sesi geliyordu. Hüsnü Ağabey kapıyı açtı. Arkadaşlarım,

"Biz Üstadla daha önce görüşmüştük. Sen ilk önce gir' diye beni ileri sürdüler.

"Hazret-i Üstadın huzurundayım"

"Açık kapının karşısına gelmiştim. Hazret-i Üstadımız, karyolanın üzerinde yastığa


yaslanmış, yorganı göğsüne kadar çekmiş olduğu halde, elinde tuttuğu ciltli bir risaleyi
mütalâa ile meşgul idi. Bizi görünce iki eli ile işaret ederek, çağırdı. 'Esselâmü aleyküm
Hazret-i Üstadım' dedim ve mübarek zayıf, nahif eline sarıldım, öpüp alnıma koydum.Alnım
eline dayalı, herşeyi unutmuş, öylece kalmışım. Ne kadar bekledim, bilmiyorum. Şefkatli
elinin itmesiyle ayrıldım. Karyolanın önünde ufak bir minder üzerine oturdum. Görüşme
bitmişti.

"Mektuplar okunuyor"

"Mektuplar Üstadımıza verildi. Üstadımız, mektupları zarflı oldukları halde alt üst
ederek bir sıraya koydu. Teker teker zarfları açıp, mektubu Hüsnü Bayram'a veriyor, o da
seslice okuyordu. İlk mektup İslâm harfleriyle yazılmış. Son mektup ise Lâtin harfleriyle
yazılan bu fakirin mektubu idi. Bütün Nur Talebelerinin Ankara'da toplandığını beyanla
Üstadımızı Ankara'ya dâvet eden mektuptan sonra, Samsun ve Adıyaman'a dâvet eden
mektuplar okundu. Erzurum, Erzincan ve Sivas'a dâveti muhtevi için bu âcizin mektubunu
okunurken, hiçbir şey dinlemiyordum. Hatta Hazret-i Üstadımızın kaidesini de unutmuş,
mübarek simasını ve o sakalsız zaif simadaki alâmet-i fârikaları seyrediyordum. Fakat Ali
Rıza meseleyi sezmiş olacak ki, dizime dokununca aklım başıma geldi. Gözümü istemeyerek
ayırırken, Üstadımızın ikazlı bakışlarıyla karşılaştım. Çünkü o yüzüne bakanlardan
sıkılıyordu.
"Mektuplardan sonra yaptığı konuşma, bazen çok sessiz oluyor-

Sh»: (S.Ş: 380)

du. Hüsnü Ağabey çok yakın oturduğu için bize tekrar ediyordu. Bir aralık, o kadar
bâriz ve düzgün bir şive ile konuştu ki, sesi hâlâ kulağımda çınlıyor:

"Ben çok hastayım. Bana 21defa zehir verdiler. Fakat ölüm yatağında da olsam bu
dâvetlere icabet edeceğim' demişlerdi. Ne hikmetse Şarklı olduğu halde, Şark şivesi ile
konuşmamıştı. Onun huzurunda, onun sohbetinde geçen o dakikalar, hakiki ömür onlarmış ve
o kadarmış gibi geliyor bana...

"Bir aralık, eğik başımı yüzüne bakmak için tekrar kaldırdım. Eşsiz, keskin nazarlarını
üzerime tevcih etmiş, âdeta aczimi, fakrımı ve naksımı süzüyordu. 'Böyle bir bîçareden ne
köy olur, ne kasaba' der sanki tartıyordu ruhumu. Korktum, başımı tekrar eğdim.

"Arabayı acele hazırlayın"

"Ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Başucunda asılı olan zile bastı. İçeriya zayıf,
halsiz, uzun boylu, kalın bıyıklı, çatık kaşlı bir zat girdi. Son derece hürmet ve huşû içinde
yatağa yaklaştı ve hafifçe eğildi ve dikkat kesildi... Beni bütün zerratımla ürperten ve
sihirleyen, rahmetli Zübeyir Ağabeyimi o hürmet ve sadâkat ve ciddiyetin mümteziç olduğu
bâriz hatlı ve eşsiz revnaktar tabloda ilk defa gördüm, temaşa ettim. Sonra ismini öğrendim.

"Üstad,
"Arabayı acele hazırlayın! Kardeşlerim Ankara'da beni bekliyorlar gideceğiz' diye
buyurdu.

"Hazret-i Üstadımız, bize hitaben, 'Siz de dışarıda bekleyin, hep beraber gideriz'
dediler.

"Kalktık, tekrar elini öpmek istedim.

"El bir kere öpülür' diyerek vermedi.

"İfademizi almak üzere götürdüler"

"Meydanlığa çıkmıştık ki, bir bekçi bize yaklaştı, müdüriyetten çağırıldığımızı


söyledi, gittik, ifademizi alıp, hüvviyetlerimizi tesbitten sonra:

"Herbiriniz bir vilâyetten nasıl bir araya geldiniz?' diye sordular. Biz de Ankara'da
otelde tanıştığımızı, bir araba tutarak Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için geldiğimizi; fakat
görüşmeden ayrıldığımızı söyledik.

Sh»: (S.Ş: 381)

"Üstadımızı ziyaretten çıkarken, 'Birbirimizle görüşemedik' deyin demişlerdi. Biz de o


tenbihi hatırlayarak öyle ifade verdik. Polis memuru, 'Demek görüşemediniz' diyerek bizi
serbest bıraktı.

"Yola çıkıyoruz"

"Emirdağlılarla kısa bir sohbetten sonra Üstadımızın yola çıktığı haberini alır almaz
biz de geldiğimiz minibüsle ayrıldık.
"Hazret-i Üstad, 'Isparta 2001' plâkalı takside, arka koltukta, yorgan göğsüne çekilmiş,
dik ve vakur bir halde, nazarlarını araba istikametinde ufka dikmiş oturuyordu. Hüsnü
Bayram arabayı kullanıyordu. Zübeyir Ağabeyimiz de şoför mahallinde bulunuyordu.

"Bir müddet Hz. Üstadımızın arzuları vechiyle bizim araba öne geçti; fakat içimiz
rahat etmedi. Arabaya ters oturmuş, arkayı seyrediyorduk. Elhasıl, gidemedik, durduk. Onlar
öne geçti. Kısa bir zaman sonra Zübeyir Ağabeyimiz, 'Üstadımızın önde gitmemizi
istediklerini' söylediler. Tekrar geçtik, yine rahat edemedik, durduk. Böylece 3-4 defa aynı
mübadeleli yolculuk devam etti. Yanımızdan geçerlerken doya doya Üstadımızı
seyrediyorduk.

"Küfrün belini kırdık"

"Emirdağ - Ankara yolu, çok zaman ufukta kaybolan düz hatlara sahipti. Bizim araba
110 km. üzerinde seyrederken Üstadın arabasının ufukta tozunu dahi göremezdik.

"Durmuş bizi bekliyorlardı. Yaklaştık. Zübeyir Ağabeyimiz gelerek, 'Üstadımız diyor


ki: Kardeşlerime söyle korkmasınlar, küfrün belini kırdık. Beli kırılan yılan gibidir...' dedi ve
sonra yola devam ettik.

"Ben hakikaten endişeli idim. Bunun üzerine rahatladım.

"Emirdağ'dan çıkışımız her tarafa duyurulmuştu"


"Emirdağ'dan ayrılış, bir bakıma Ankara'da kiralanan eve yerleşmek içindi.
Üstadımızın bütün eşyasını almıştık. Bir kısmı Chevrolet'in bagajına konmuş, bir kısım
kitaplar da büyükçe bir paket halinde bir bavulla beraber bizim pikapta idi.

"Geçtiğimiz köy ve kasabalarda halkın çoğu, bahususus resmî memurlar, geçiş yoluna
dizilmiş, Üstadın arabasını merakla karşılıyor ve seyrediyorlardı. Anladığımıza göre
Emirdağ'dan çıkışımız yol güzergâhındaki yerlere, emniyet tarafından bildirmişti.

Sh»: (S.Ş: 382)

"Hükümet, Üstadı Emirdağ'da mecburi iskana tabi tutuyor"

"Öğle namazını, bir çeşme başında Üstadımız ayrı, bizler de Zübeyir Ağabeylerle
beraber kıldık. Öğle haberlerini, arabasındaki radyodan dinleyen Üstadımız, Zübeyir
Ağabeyimizi tekrar gönderdi.

"Şimdi radyodan öğrendik. Bakanlar Kurulu, Üstadımızı Emirdağ'da mecbûrî iskâna


tâbi tutan bir karar almış. Fakat Üstadımız diyor ki: 'Biz Ankara'ya gideceğiz. Kardeşlerim
merak etmesinler.'

"Ankara'ya yaklaşırken, radyodan durumu öğrenen ağabeyler bir taksi ile Üstadımızı
karşılamış, durdurmuşlardı. Biz de durduk. Chevrolet'teki eşyaları kendi arabasına aldılar,
bizimkiler bizde kaldı.
"Aktarma esnasında, her gören arabasını durdurup, o günlerin meşhur ve maruf plâkalı
arabasının içini araştırıyor, Üstadı hayretle seyrederken, büyük bir şefkat ve iki eliyle yapılan
tebessümlü selâmına muhatap oluyordu.

"Çiftlikte Üstadın arabasını durdurmuşlardı"

"Çiftlik mevkiine geldiğimizde, emniyet memurları arabaları ile yola barikat kurmuş,
Üstadımızı durdurmuşlardı. Biz aradan geçmeye çalıştık, bizi de durdurdular. Bir polis
memurunu yanımıza koyarak 1. Şube'ye gönderdiler. Üç arkadaş nezarete alındık. Araba ise
içindeki emanetlerle birlikte serbest bırakıldı.

"Geceyi nezarette geçiriyoruz"

"Said Özdemir de Üstadı karşılamak için medreseden ayrılırken tutuklanmış, yanımıza


getirilimşiti. Av. Bekir Berk Ağabeyi, ilk defa, o gün, Av. Necdet Doğanata ile nezarettekileri
ziyarete gelişlerinde gördüm ve tanıdım.

"O geceyi, odalardan birinin masaları üzerinde namaz kılarak, Cevşen okuyarak
geçirdik. Oda sahibi şahıs, o sıralarda Ankara otobüslerinde ve DDY garajına asılan ve
Risale-i Nur'u reklâm eden vecizeli, kompozisyonlu levhaları indirip, 'Ben sağ oldukça bu
levhalar asılmayacak' diyen şef imiş. Bir hafta evvel ölmüş. Yerine henüz tayin de
yapılmamış. Kaderin böyle ne garip tecellileri var...

"Sabahleyin ifadelerimizi alarak bizi serbest bıraktılar. İfade muhteviyatında yine


Üstadımızla görüşemediğimiz kaydı vardı. Çünkü şifreli tenbihat öyle idi.
Sh»: (S.Ş: 383)

"Üstadımız geri dönüyor"

"Daha sonraları rahmetli Zübeyir Ağabeyim anlatmıştı. Hz. Üstadımız, emniyet


mensupları, kendisine Emirdağ'da mecburî iskân kararını tebliğ ettitlerinde elini şiddetle
koltuğa vurarak,

"Ben bu kararı dinlemiyorum. Binlerce talebem beni Ankara'da bekliyor. Ben


Ankara'ya gireceğim' demiş; sonra da kendisinden geri dönmesini son derece hürmet ve
nezaket içinde rica eden memura, gayet şefkatle, 'Yalnız senin hatırın için dönüyorum'
buyurmuş ve o yolculuğun büyük mâna taşıdığını da belirtmiş...

"Günlerden 12 Ocak 1960 Pazartesi günü idi. Üstadımız mecburî iskân kararı ile
Emirdağ'a dönmüştü. Ankara'ya gelen Nur Talebeleri de Meclis koridor ve salonunda kendi
memleketlerinin milletvekilleri ile görüşmeler yapıyor, bakanların evlerine kadar gidip,
mevzuatı anlatıyorlar, Risaleler veriyorlardı.

[]

Hattat, müzehhib ve ressam

Refet Kavukçu

"Kenan Yılmaz'la görüşüyoruz"

"Biz de Ahmed Feyzi Kul, Dr. Yzb. Keşşafoğlu, Av. Necdet Doğanata ve isimlerini
hatırlayamadığım 5-6 ağabeyle Savunma Bakanı Kenan Yılmaz Beyden akraba olmamız
hasebiyle randevu alarak evlerine gittik. Kenan Bey fazlaca endişelenmiş ve konuşmalar
esnasında çok terlemişti. Durumun iyi olmadığından, Nurcuların takip altında olduğundan,
hükümetçe bir yardımın mümkün olmayacağından; hatta bu görüşmenin dahi zarar
getireceğinden bahsetmişti. Fazla durmadan ayrıldık. O zat, sonradan Yassıada'da kalp
krizinden vefat etti. Allah rahmet eylesin...

"Onu görmeni heyecanı ve hazzını her an duyarım"

"O günden bugüne kadar, onu görmenin, ona ermenin ruhumdaki heyecanını ve eşsiz
heyecanın latif hazzını her an duyarım. Her hatırlayışta onunla olurum. Onunla görüşmem
hizmet şevkimin kaynağı oldu. O görüşme ve yolculuk, muhterem Nur ağabeyim Zübeyir
Gündüzalp'ın şahsına has tabir ve edasıyla, çok daha başka mâna taşıyordu...

"Onun öpülmeye layık, hem bin kere elyak o nur eli, bütün leta-

Sh»: (S.Ş: 384)

fetiyle, bütün şerafetiyle hâlâ elimde ve alnımda. Hele Nurlar okunurken hep o anı
yaşarım.

"Hazret-i Kur'ân'ın nuru ile nurlanmanın, Hazret-i Resûlullahın (a.s.m.) sünneti ile
müşerref olup şefaatına ermenin saadetini, o saadetin vesilesini ve vesilenin şahını, şahikasını,
ancak onda ve onun nurlu eserlerinde buldum.

"Kur'ân'dan akseden o nurlu hakikatler; kudurmuş dalgaların, inci ve elmas külçelerine


çarparken yıpratmak yerine parlatması misüllü; yerli, yabancı, renkli renksiz her türde ve
boyda, her türlü fitne ve hâdiseler karşısında daima parlayan, yılmayan ve yıkılmayan, yanılıp
yanıltmayan, şaşırıp şaşırtmayan Kur'ânî hakikatler oluşunun tarihî ispatını çoktan
tamamlamıştır.
"Nur içinde yat, aziz Üstadım"

"Nurlardan müstefit olup, tefeyyüzlerin, din için, millet ve vatan için ve hatta âlem-i
İslâm ve insaniyet için, ne derece aranılan mürecceb bir ihtiyaç ve çare olduğunda, insaf
sahiplerinin ittifakına inanıyorum.

"Takvimden kopan her yaprak; fert ve cemiyet olarak, maruz kaldığımız her müşkilat,
ona kondurulmak istenen gubarı silmiş, o Kur'ânî hakikatlerin mücellâ simasını, mütemerritler
nezdinde dahi kabul ettirmiştir.

"Nice büyük sanılanları, saman çöpü misali alıp götüren zaman ve hâdiseler, o mümtaz
Üstadı ve onun sunduğu hakikatlerin ve hayat ölçülerinin hakkaniyetini daima tasdik ve tasvib
etmiştir. Buna âlem şahit, buna tarih şahittir.

"İşte bunun için hayranım ona... Hem ona ebediyen hürmetkârım, minnetkârım,
müteşekkirim. Nur içinde yat, aziz Üstadım!"

Sh»: (S.Ş: 385)

$ MÜRSEL AKDENİZ

[]

Mürsel Akdeniz
"Hastayım, bana dua edin"

"Üstada beni ilk defa Zübeyir Gündüzalp götürdü. Merhum Zübeyir, Üstadın
ihtiyaçlarını görmek için zaman zaman dışarıya çıkardı. Önce Üstadı ziyaret etmek istediğimi
Zübeyir merhuma söylemiştim. Üstada söyleyince, bizi huzura kabul buyurmuşlardı.
Ziyaretim esnasında kendileri çok meşguldü. İlk ziyaretimde doyasıya sohbet edememiştim.

"Daha sonraki zamanlarda, Üstad kıra çıkarken bizim dükkânın önünden geçerdi.
Bizim dükkânın önüne geldikleri zamanlar da rahmetli Ceylan Çalışkan taksinin kornasına
basardı. Ben hemen koşar, Üstadın ellerini öperdim. Kendisi de hal-hatır sorar ve bu arada
çocuklarımı sorardı. Onların namazlarını kılmalarını tenbihlerdi.

"Risale-i Nur'lardan sadece Âyetü'l-Kübrâ'yı yazmıştım. Eseri tashihe götürdüğüm


zaman Üstad hastaydı. Eserin arka kısmına kendi yazısıyla dua yazmış, bana iade etmelerini
söylemiş, 'Ben hastayım tashihini kendisi yapsın' demişti.

"Maişet meşgalesinden dolayı Üstada fazla hizmet edemedim. Emirdağ'daki son


günlerinde beni yanına istetmişti. Gittiğimde hastaydı. Yatağından bana pencereleri
göstererek, pencere demirlerini sıklaştırmamı istemişti. O gün hemen faaliyete geçerek,
akşama kadar bana verilen vazifeyi yerine getirmiştim. Bana ücretini sordu. Almayacağımı,
çünkü fazla para tutmadığımı söylemiştim. Para vermekte çok ısrar etmişti. Halbuki hurda
demirden yapmıştım, para icap etmiyordu. Almamakta çok direnmiştim. Yanımızda bulunan
Zübeyir Gündüzalp de bana yardım edince para vermekten Üstadı vazgeçirmiştik."

Sh»: (S.Ş: 386)


[]

Mürsel Akdeniz'in yazdığı Âyetlü'l-Kübrâ'ya Üstadın yazdığı dua: "Yâ


Erhamerrâhimîn İsm-i Âzamn hürmetine bu nüshayı yazan ve okuyan Mürsel'i Cennetü'l-
Firdevste saâdet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin.'

Sh»: (S.Ş: 387)

$ İSMAİL FAKAZLI

İsmail Fakazlı 1913'te İnebolu'da dünyaya gözlerini açan bir Nur yolcusudur. Ağabeyi
İbrahim Fakazlı, Nur Risalelerine "Küçük İbrahim" olarak büyük ruhlu bir şahsiyet olarak
imzasını atmıştı. Nur Üstadla birlikte 1943'te Denizli ve 1948'de ise Afyon'da Yusufîye
Medresesinde ders almak bahtiyarlığına erişen mutlu, mesut ve bahtiyarlar kadrosundadır.

[]

İsmail Fakazlı

İnebolu denilince, şip şirin bir Karadeniz kazası gelir gözlerimin önüne. Bu kaza,
Müslüman Anadolunun maddî - manevî kurtuluşunda bir iskele vazifesini görmüştü.

İstiklâl Harbimizde İngiliz ve diğer düşmanların işgali altındaki İstanbul'dan kaçırılan


silâhlar, İnebolu limanı vasıtasıyla Ankara'ya, oradan da İç Anadoluya gönderiliyordu.
Böylece bu güzel vatan burcu, maddî kurtuluşumuzun siperi olmuştu.
Aradan yıllar geçecek, aynı İnebolu bu defa da Müslüman Türkiye'nin manevî
yardımına Nurlarla koşacaktı. 1940'lı yılların başlarındaki Halk Partisi'nin karanlık
günlerinde, İnebolu'nun Çelebiler Hanedanı, İstanbul'un Bankalar caddesinden aldıkları teksir
makinesini kurarak, Nur Risalelerin teksir edip, Nura muhtaç Anadolu insanına tevzi etmeye
başlamışlardı. Bu hanedana daha bir çok İnebolu fedakârları, kadını, kızı, çocuğu ve erkeği
yardım ediyordu. Gülcüler, Dilekler, Mırmır ve Fakazlı Hanedanı da bu bahtiyarlar
kafilesindeki yerlerini almışlardı.

İşte bunlardan İsmail Fakazlı da hanımıyla beraber Nura kâtip olmuştu.

"Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor"

İbrahim Fakazlı Ağabeyin küçük kardeşi İsmail Fakazlı Ağabey, unutulmayan, aziz
hatıralarını şöyle anlatmaktadır:

"Ankara'daydım. O günlerde Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) de Ankara'ya gelmişti.


Kendisiyle otelde buluşmuştuk. Sadık Bey bana, 'İsmail Efendi, ben yarın Emirdağ'a Hazret-i
Üstadı ziyarete

Sh»: (S.Ş: 388)

gideceğim' deyince, ben de kendisine, benim de gelmek istediğimi söyledim. Böylece


Ankara'da kararlaştırarak Afyon vilayetinin Emirdağ kazasına doğru yola çıktık.

"Ertesi gün Sadık Beyle birlikte Eskişehir'in Yıldız Oteli'nde bir gece kalarak daha
ertesi gün, gecenin geç saatlerinde Emirdağ'a ulaşmıştık. Açık olan bir kahvehaneden çok
gürültüler geliyordu. Bu gürültüleri duymamak için camiye doğru gidiyorduk. Nurlu Üstadın
evinin önünden geçerken yukarılardan bir inilti geliyordu. Bu esnada elinde sopa bir bekçi
efendi bize, 'Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor' diyordu. Bu ses nur Üstaddan
geliyormuş. Bu ses üzerine Paşazade Sadık Bey daha fazla yürüyemedi. Ayaklarında
çizmeler, kilot pantolonlu, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın harp ve esaret arkadaşı
Sadık Paşanın torunu, binbaşı Mehmet Ali Bey'in oğlu Sadık Bey, asrın sultanının saadetli
menzilinin önünden bir yere kıpırdayamıyordu. Ben Emirdağ'ı ilk defa görüyordum. Nerede
bulunduğumuzu sopalı bekçinin konuşmasından sonra anlamıştım.

"Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu"

"Kastamonu'dan bildiğim Sadik Bey namlı bir paşazadeydi. Altındaki atla, Bolu
dağlarından tâ Sinop civarında kadar, at sırtında uçarcasına giderdi. Altındaki kır atı, bir ara,
iki bin liraya satmıştı. Kendisi bir kahvehaneye girse, insanlar hep birlikte Sadık Beye
hürmeten ayağa kalkarlardı. *

"Sabahın erken saatlerinde nur Üstadın huzurlarıyla müşerref olmak için mütevazi
hanenin kapısını tıkırdattık. Az sonra, heybetli, gür bıyıklı, Şeyh Şamillerin edası içinde bir
genç arkadaş kapıyı açmıştı. Bizleri buyur etti. Tığ gibi ince bir endam içinde, adetâ bir vakar
ve ciddiyet âbidesiydi. Bu mutena insan Ermenekli Zübeyir Gündüzalp'ti.

"İçeride Nurlu Üstad, Sadık Bey'i ayakta bekliyordu. Sadık Bey ani ve çevik bir
hareketle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ayaklarına kapanmıştı. O esnada Hazret-i Üstadın
da yaptığı çevik hareketini, cevvaliyetini tarif etmem mümkün değil. Seksen yaşın eşiğinde
bir insanın o çevik hareketi yapabilmesi mümkün değildir. Nur Üstadın ayaklarına kapanan
Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu. Ilgaz dağlarının namlı yiğidi Sadık Bey, Ulu Sultanın
huzurlarında âdeta masum bir çocuk olmuştu.

____________________

(*) Bak. Nurs Yolu s. 85,


Sh»: (S.Ş: 389)

[]

İsmail Fakazlı: Evinde kütüphanesinin yanında

"Çok ulvî bir hüzün havası mütevazi odacığı ve iklimi kaplamıştı. Gözyaşlarımızı
tutmamız mümkün olmuyordu. Nurlu Üstad Doksan Üç Harbinini Plevne gazisinin torununun
omuzlarından tutmuş; 'Kalk kardaşım Sadık Bey, kalk' diye kaldırmaya çalışıyordu. Bu
çizmeli paşazadeyi ayaklarından bir türlü kaldıramıyordu. Bu pehlivan yapılı zatı
kaldırabilmek ne mümkün!

"Bırak kardaşım!'

"Evladım, Sadık Bey, kalk ayağa bana hakkını helâl et. Sen bana Denizli hapsinde
dokuz ay çorba pişirdin, bana hakkını helâl et' diyordu. Sonra ayağa kalkan Sadık Beyle bir
kucaklaştılar, bir kucaklaştılar ki, aman yâ Rabbim, ne muhabbet, ne samimiyet!

"Sonra Üstad beni de kucakladı, ben de ellerine kapandım. Ellerinden gönlümden


kopan hürmet fırtınaları içinde öptüm, öptüm. Heyecandan bütün vücudum ter içindeydi.

[] []

İsmail Fakazlı ve eşi Lütfiye Fakazlı: İman hizmetinde elele.

Sh»: (S.Ş: 390)


"Daha önceleri, benim uzaklardan misafirlerim gelecek diye Ziya Arun'a temizlettiği
şiltenin üzerine bizleri oturttu. Bana hitaben, Sadık Beyi işaret ederek buyurdu ki: 'Bu
kardaşım hapishanede dokuz ay benim çorbamı pişirdi. Bana çok hakkı geçti!'

"Gözümde ve gönlümde zirveleşen Sadık Bey, nur Üstad Bediüzzaman gibi bir Ulu
Sultana dokuz ay hizmet edebilmenin saadeti içinde, âleminde daha da zirveleşmişti. Sadık
Bey, o büyük İslâm tarihindeki İbrahim Ethemleri hatırlatıyordu insana sanki.

[]

Üstad Bediüzzaman'ın, Meyve Risalesini yazması üzerine Lütfiye Fakazlı için kendi el
yazısı ile yazdığı dua: "İlahi! Allahım! İsmi Azâmın hürmetine bu nüshayı yazan Lütfiye'yi
Cennetü'l Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin... Âmin... Âmin..."

Mücedditlik cübbesi

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizlere Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesini


giydirmek istiyordu. Cübbeyi tutan Nurlu

Sh»: (S.Ş: 391)

Üstad, Sadık Beye giymesini söylemişti. Ama Sadık Bey, Üstad Hazretlerine karşı
sonsuz hürmet duyguları içindeydi. Cübbeyi Üstadın tutmasını istemiyordu. Üstad, 'Kardaşım
Sadık Bey giy!' diyordu. Ama Sadık Bey Üstada olan hürmet duygularının ateşi içinde âdeta
yanıyordu. Sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 'Cübbeyi ben tutayım' diyerek Nurlu Üstadın
elinden alıp cübbeyi kendileri tuttular. Cübbeyi önce Sadık Bey, sonra da ben giydim.
"Üstad bize tatlı ikram etti. Orada bulunan Zübeyir ile Ceylan abileri kastederek, 'Ben
bu tatlıları, bu oburlara versem, hemen bitiriyorlar' diye latife yaptı. Oradaki hizmetkârlarına
latifeler yaparak takıldı. 'Bu oburlar hepsini bitiriyorlar' dedi.

"Bu ziyaretten sonra Çalışkanlar Hanedanı bizleri evlerinde ağırladılar. O günlerde


Ceylan Çalışkan abisinin birisinin boğazını gülleleme hadisesinden dolayı, kendisini alıp
Eskişehir'e getirdik.

"Daha sonraki zamanlarda ben Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim.

"Küfr-ü mutlakın belini kırmışız"

"Hazret-i Üstad bana , 'Nazif Çelebi'ye benim selâmlarımı söyle!' buyurmuştu. O


günlerde yeni bir seçim vardı. Üstad seçimleri kastederek, 'Kardaşım, biz küfr-ü mutlakın
belini kırmışız!' diye yaptıkları Nur hizmetinin ehemmiyetini anlatıyordu.

"Kardaşım, biz küfr-ü mutlaka değil, Müslüman Demokratlara yardım edeceğiz.


Demokratları destekleyeceğiz. Küfr-ü mutlak hesabına çalışan bu teşkilata (CHP) sandalyeyi,
koltuğu teslim etmemek için, Müslüman Demokratlara hem reylerimizi vereceğiz, hem de
yardım edeceğiz.' Hazret-i Üstad bu mevzudaki görüşlerini İnebolu'ya, Nazif Çelebi Ağabeye
bildirmemi söyledi ve cümlelerini şöyle bağladı:

"Kardaşım, o küfr-ü mutlakı belinden kırmışız, bir daha dirilemezler!'

Sh»: (S.Ş: 392)


$ HACI ZAHİR KÖYELE

Üstad Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk'in evraklarını tanzim ederken, elimize 21


Temmuz 1969 tarihinde Ağrı'nın Tutak kazasından yazılmış "Abdurrahman Akman" imzalı
bir mektup geçti. Bekir Berk Ağabeyin arzusu ve isteği üzerine yazıldığı anlaşılan mektuba
ilişkin iki sayfalık yazı, Üstad Bediüzzaman'ın postacılarından olduğu ifade edilen Hacı Zahir
Köyele ismindeki zatla bir röportaj şeklindedir. Bu iki sayfada şunları okumaktayız:

[]

Hacı Zahir Köyele

"Kim ki Onun içindir; O da Onun içindir"

Yetmiş beş yaşında Hacı Kardeşimizden sorduğum hususları sualli cevaplı olarak
aynen aşağıya alıyorum. Cenab-ı Allah bizleri her türlü hataya düşmekten muhafaza
buyursun, âmin.

Kardeş kaç yaşındasınız?

Yetmiş beş yaşındayım ve gördüğünüz gibi son derece sıhhatliyim.

Aslen nerelisiniz, bu dinçlik ve sıhhatinizi nasıl korudunuz?

Aslen, Tutak kazasının Adakent köyündenim. Sıhhatime gelince, bunu tamamen


ibadete ve oruca borçluyum. Cenab-ı Allah bu sayede beni kimseye muhtaç etmeyecek
derecede dinç ve sıhhatle taltif ediyor. Bizzat bedenen en ağır işlerde çalışıyorum. Şöyle bir
söz duymuşum, ne güzeldir bu söz: "Kim ki Onun için ise; O da onun içindir."

Sizin zamanınızda tarikat çok revaçta ve yoğundu. Siz hangi şeyhe intisap ettiniz?

Hiçbir şeyhe intisap etmedim.


Acaba sebebi ne ola ki, böyle herkesin şeyhlere koştuğu zamanda siz bundan mahrum
kaldınız?

Hayır, mahrumiyetim ilgisizliğimden değildir. Şeyh bulamamamdandır.

Beni hayrete düşürdünüz. Bundan elli altmış sene evvel İslâm

Sh»: (S.Ş: 393)

âleminde şeyhlik ve dolayısiyle tarikat pek revaçta idi. Halbuki siz şeyh bulamadınız.
Bunu nasıl izah edeceksiniz?

Peki, dinleyin öyle ise: Tahminen 20-25 yaşlarına geldiğim zaman her Müslümanda
olduğu gibi, ben de de bir mürşide intisap etme aşkı uyandı. İsim tasrih etmeden zamanın
birçok tarikat şeyhlerine gittim. Fakat heyhat her kime vardımsa, kendilerinde şeriat ve
sünnete muhalif haller gördüğüm için intisap etmeyerek evime döndüm. Hattâ bir ara Suriye
taraflarına da gittim. Fakat yine de beni kendisine hiç bağlayan olmadı. Bu uzun seneler
devam etti. Ben de kendimi sadece ibadeti verdim.

Peki kendinize bir mürşid hiç bulamadınız mı?

Buldum, buldum. Hem de beni son derece saran ve istediğime ulaştıran bir mürşid
buldum.

"Üstadımın ziyaretine mi geldin?"

Beni yine şaşırttınız. Hem bulamadım, hem de buldum, diyorsunuz. Açıkla da


rahatlayayım.
Yukarıda söylediğim gibi Suriye taraflarına gidip de yine elim boş döndüğümde,
evimde oturup son derece sıkıntılı günler geçirmiştim. Senesini söylemeye lüzum
görmüyorum. Bir gece bir rüya gördüm. Baktım ki, bilmediğim bir memleketteyim. Büyük bir
cadde vardı. Bu eski ve çok bozulmuş olan cadde türlü türlü tahribata uğramıştı. Bu yolu
tamir için yeniden binlerce amele çalışıyordu. Kimi kazma, kimi kürekle muhtelif insanlar,
çeşitli âletlerle çalışıp tamir ediyorlardı. Ben o zaman hem aç, hem de susuzdum.

Cebimde param da yoktu. "Öyle ise ben de burada çalışayım" diye düşündüm.
Oradakilere, "Beni de burada çalıştırın" dedim. Beni bir çavuşun yanına kaydettirmek için
götürmüşlerdi. Çavuş beni amele defterine kaydetti. Baktım ki, gün ikindi olmuş, geç
kalmışım. "Acaba bugün bana harçlık verecekler mi?" diye sormak isterken, çavuş bana,
"Arkadaş, müsterih ol, git ihlâsla çalış, burası öyle bir yerdir ki, burada çalışanın yevmiyesi
noksan olmaz, hep müşterektirler. Sabah gelene de, akşam gelene de aynı yevmiye verilir, hep
aynı yevmiyeyi alırlar." Ben de gidip çalışmaya başladım.

Uykudan uyandım. Son derece heyecan içindeydim. Bu rüyanın ilhamıyla Emirdağ


dedikleri nur şehrine doğru yollara düştüm.

Emirdağ'a varırken, şehir kenarında bir su kuyusundan yedi sekiz yaşlarında su çeken
bir kız gördüm. Kızın nazar-ı dikkati benim kılık kıyafetime takıldı. Kız bana, "Amca, sen
Şarklı mısın? Üstadımın ziyaretine mi geldin?" dedi.

Sh»: (S.Ş: 394)

Ben de, "Evet" dedim.

Kız, "Dün Üstad buradan geçerken, benden su istedi, ben de suyu verdim. Bana,
"İnşâallah sen istikbalin Nur talebesi olacaksın' diye iltifat edip, emir buyurdu. Ben de şimdi
sevinç içindeyim" demişti.
Bu kız çocuğunu geçerek, dağdan döndüğünü öğrendim Üstad Bediüzzaman'ın
ziyaretine gidip, hamdolsun ziyaret şerefine erdim.

"Nasıl olsa ücretini tam alacaksın"

Ziyaret esnasında geçen hadiseleri anlatmayacağım. Zira belki bir benlik, enaniyet
olur. Yalnız şunu katiyetle ifade edeyim ki, ben artık aradığım mürşidi bulmuştum. Aradığını
bulanda, bir ömür pahasını ne gibi hal olursa, bende de o hal kat kat vardı.

Dağdan dönerek şehre geldik ve camide yanyana namazımızı kıldıktan sonra artık
benim ayrılmam gerektiğini anladım. Ve şöyle bir sual sordum:

"Kurban, Efendim ben ümmiyim, okur yazarlığım yoktur. Risaleleri okuyup yazamam.
Ne gibi bir hizmet edeyim ki, ben de sevaba nail olayım."

Mübarek yüzü gayet nurlu olarak, elimi tuttu, "Zahir, ben seni kendime kardeş olarak
kabul ettim" dedi. "Hiç merak etme, nasıl olsa tam yevmiye alacaksın, seni postacı olarak
kabul ediyoruz. İlk olarak bir mektup vereyim, Diyarbakır'dan geçerken yerine verirsin."

Bana bir mektup uzattı. Ben ise kendimden geçmiş bir halde, "Nasıl olsa ücretini tam
alacaksın" tesiri altında mektubu alarak sevinçle ayrıldım.

Evet rüyam beni aldatmamıştı. Üstadımı ve mürşidimi bulmuştum. Artık yevmiyemi


tam alacaktım.

Peki Üstad Hazretelerini daha evvel tanıyor muydunuz?

Mübarek adını duymuştum, fakat kendisini görmemiştim, ancak yukarıda söylediğim


gibi rüya üzerine kendisini aradım ve tanıdım.
Peki ondan sonra bir daha ne zaman görüştünüz, yoksa bir daha göremediniz mi?

İki kere daha ziyaret ettim. Birisinde Isparta'ya gittim, okur yazar olmadığımı
biliyordu. "Ne vazife yapayım" diye, başkasına bir pusula yazdırdım. Fakat ziyaret ettiğim
zaman pusulayı vermedim. Gece rüyamda Üstad Hazretleri bana, "Zahir, ben seni postacı
yaptım, şu mektubu al ve filan şehire götür" dedi.

Sh»: (S.Ş: 395)

Heyecanla uyandım, fakat şehri hatırlayamadım. Zaten mektup da yoktu. Bir kere daha
anladım ki, benim vazifem, durmadan taşımaktır. Ondan sonra hep diyar diyar kitap taşıdım.

Üçüncü defa Eskişehir'de görüştüm, Üstad bana dönerek, "Zahir kardeşim, dua edin,
Cenab-ı Hak bizi münafıkların şerrinden muhafaza etsin. Risale-i Nur inşaallah fütuhatını her
yerde yapacaktır" dedi.

Daha sonra izin isteyerek ayrıldım.

Hacı Zahir o mübarek bem beyaz sakalına bir kaç damla gözyaşı bıraktı. Kendisinden
son olarak bir sual daha sordum. "Kitap taşıdım" diyorsunuz, ilk olarak nereden nereye kitap
götürdünüz?

İlk olarak Adıyaman'da Terzi Mahmut kardeşimizden külliyetli miktarda kitap alarak
Şarka taşıdım. Ondan sonra da pek çok kereler Erzurum'dan Ağrı ve diğer yerlere postacılık
yaptım. Eğer şimdi yine bana ihtiyaç varsa, vazifemi yapmaya hazırım.

Sh»: (S.Ş: 396)

$ İSMET ORHAN
[]

İsmet Orhan

"Bir rüyanın gerçeğe dönüşü"

"İlkokulu yeni bitirmiştim. 13 yaşındaydım. Kur'ân kursuna gidiyordum. O günlerde,


rüyamda çok nurani bir zat, bana Kur'ân'dan âyetler okudu. 'Bu âyetlerin tefsiri Risale-i
Nur'lardır' dedi. Sabah olduğunda düşündüm, bu hiç duymadığım bir kelimeydi. Seneler geçti.
Askere gidip geldim. Köylülerimiz, Risale-i Nur'u ve Üstadı iyi tanımışlardı. Köyde çok ârif,
zeki, bilgili Mustafa isimli birinin etrafında toplanıp hararetle dersleri dinliyorlardı. Risale-i
Nur'ları tanıyan birçok hanım ve kız vardı. Ben de derslere devam etmeye başladım.
Köylülerimiz, benim Üstadı görmemi tavsiye ettiler. Ben de ziyareti niyetime aldım.

"Bir gece yine bir rüya gördüm. Rüyamda Üstad köyümüze gelmişti. 'Abdest alayım
da öyle elini öpeyim' dedim. Ben abdest alasıya kadar Üstad köyden çıkıp Emirdağ'ın yolunu
tutmuştu. Ben, aceleyle çoraplarımı ve ceketimi giymeden elime aldım ve koşa koşa
yaklaştım. Aramızda 50 metre mesafe kalmıştı ki, Üstad bana döndü ve eliyle kıbleyi
gösterdi. 'Kendini düzelt, öyle gel' dedi. Dediği istikamete döndüm ve kendimi düzelttim,
sonra yanına yaklaşıp elini öptüm. Bana, 'Seni göremiyordum, neredeydin?' dedi.
'Askerdeydim, yeni geldim Üstadım' dedim. Üstad birden kaside söylemeye başladı. Bir
yandan kaside söylüyor, bir yandan da, 'Yetiş ya kardeş, yetiş' diyordu. Kasideyi anlamıyor,
sadece sonundaki, 'Yetiş, tek tuş ya kardeş, yetiş' kelimelerini anlıyordum. Sonra bana elinden
baston ve tesbih verdi. Ayrılıp Emirdağ'a gittim.

"Bu rüyadan sonra bendeki şevk daha da arttı. Mustafa Amcanın Asâ-yı Musa'dan
yaptığı dersleri takip etmeye başladım. Cemaat çok olurdu. Birgün ders esnasında ruhumda
büyük bir infilak meydana geldi. Risale-i Nur'ları ve Üstadı yeni anlamaya başlamıştım.
Yerimde duramıyor, mutlaka Üstadı göreceğim diyordum. 13 yaşındayken gördüğüm rüya
hatırıma geldi. Üstadın bu asrın müceddidi olduğuna ve Risale-i Nur'ların Allah tarafından
yazdırıldığı-

Sh»: (S.Ş: 397)

na şek ve şüphem kalmadı. Bu arada Risale-i Nur'un bazı kerametlerine de şahit


oluyorduk.

"Üstadı ziyaretim"

"Ziyaretine Emirdağ'a gittim. İkinci katta pencerenin kenarında oturuyordu. Pencereye


gözümü diktim, bana eliyle selâm verdi. Bana, 'Üstad kıra gezmeye gidecek, kapının önünde
dur' dediler. Üstad çıktı, hemen eline uzandım. Üstad eliyle başımı okşadı, 'Maşaallah,
Maşaallah' dedi. 'Pencerinin önünde duran sen miydin?' 'Evet' dedim. Oradan ayrıldık.

"Bir müddet sonra Emirdağ'da Üstadı tekrar ziyarete gittim. Beni kabul etti. Elinde
kalın bir risale vardı. Ben içeri girince kitabı kapattı ve bana dikkatlice baktı. Keskin
bakışlarıyla âdeta, 'Sen de hiç durmadan Risale oku' der gibiydi. Elini öptüm. Küçük küçük
minderler vardı. 'Otur' diye işaret etti. Talebeliğe kabul ettiğini söyledi. 'Seni, senin namına
değil, Sığırcık köyü namına kabul ediyorum. Senin köyün, benim köyümdür, senin
akrabaların benim akrabalarımdır' dedi.

"Sanki sahabeden biri gibiydi"

"Üstad, hiç bu zamanın adamlarına benzemezdi. Her haliyle başkaydı. Sanki


sahabelerden biri gibiydi. Görmeye doyamazdık. Gördükten sonra da o lezzet bize yeterdi.
"Bir gün köyümüzden Risale-i Nurları çok iyi anlayan ve bize de dersler veren
Mustafa Amcayı, Üstad, Emirdağ'da evinden çıkarken görür. Kalabalık insanlar arasından
Mustafa Amcaya işaret eder. 'Sen nerelisin?' der. O da, 'Üstadım ben Sığırcık köyündenim'
der. Üstad Sığırcık köyüne gelmek istediğini söyler.

"Hakikaten hayli zaman sonra Üstad, bizim köye 20 km kala, Emirdağ pazarına gelen
arabaları çevirir, bizim köylülere, 'Ben Sığırcık köyüne geliyordum, hasta oldum. Kendi
yerime talebelerimi gönderiyorum, benim geldiğimi kabul edeceksiniz' der. Nitekim Zübeyir
Gündüzalp, Mustafa Sungur ve Mustafa Acet ağabeyler bizim köye gelirler, Risaleleri okuyan
evleri tek tek gezerler, Üstadın selâmını söylerler. Ben o zaman Emirdağ'daydım.

"Risale yazmaya başladık. Yazdıklarımızı Üstada götürürdük. Üstad dua yazardı.


Risale yazarken çok büyük feyiz alırdık. Şevkimiz artar, hiç usanç duymazdık. Müteaddit
defalar bizlere kerametini gösterdi. Çok kerametleri var ya, ibretli olduğu için ikisini
söyleyeceğim:

Sh»: (S.Ş: 398)

[]

İsmet Orhan'ın göz nuru dökerek yazdığı risalelerin sonuna Üstadın kendi elleriyle
yazdıkları dualar:

"Maşaallah, Maşaallah... Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Rahim! İsm-i Âzam hürmetine bu


nüshayı yazan İsmet'i, anasını, babasını ve akrabalarını Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye
mazhar eyle, Âmin, Âmin, Âmin..."

"Ya Erhamerrâhimîn! İsm-i Âzam hürmetine bu Risaleyi yazan İsmet'i Cennetü'l-


Firdevste Saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, Âmin, Âmin..."
Sh»: (S.Ş: 399)

"İki keramet"

"İlk acemiliğimde ufak ufak birkaç tane yazdım. Elim yazıya biraz alıştıktan sonra
Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi yazmaya başladım. Bitirdikten sonra bir rüya gördüm. Rüyamda
gökten beyaz bir güvercin indi. Bana ağzında bir mektup getirdi. Bana, 'Allah'ın sana selâmı
var' dedi. Mektubu açtım. İçinden Sikke-i Tasdik-i Gaybî çıktı.

"Üstad vefat ettikten sonra Zülfikar mecmuasını yazmaya başladım. Yarım kaldı.
Köyümüzün yaylaları vardı, beni oraya imam olarak götürdüler. 'Bir ay boş durulmaz,
Zülfikâr'ı yazmaya devam edeyim' dedim. Tembellik ettim, üç gün tehir ettim. Gene bir rüya
gördüm. Rüyamda bir postacı bana mektup getirdi. Açtım, içinden yarım kalan Zülfikar çıktı.
Yazıp tamamlamam için bir ihtar olduğunu anladım.

"Üstad vefat ettikten sonra da yazmayı bırakmadık. Hatta 1988'de Cevşen ve Tesbihat
yazdık. Üstad müteaddit defalar rüyamda, 'Senin o yazdıkların var ya, hep kayda geçti'
diyordu.

"Risaleleri köylere satmaya başladık. Hiç kâr koymadan, aldığımız gibi satardık.
Hizmet-i Kuraniyeye hiç maddi menfaat girmezdi. Öyle inanmıştık. Yol masraflarımızı da
kendimiz karşılardık.

"Son görüşme"

"Üstadı, son günlerinde, Emirdağ'da ziyarete gittim.

"Üstad, Eskişehir'e gidecekti. Mustafa Acet, 'İsmet sen Eskişehir yoluna çık, Üstadla
görüşürsünüz' dedi. Yola çıktım, bekledim. Üstad geldi. Elini öptüm, o da elimden tuttu.
'Sığırcık köyü benim köyümdür, benim Nurs köyümdür. Senin akrabaların benim
akrabalarımdır. Hepinize dua ediyorum. Sizler de bana dua edin' dedi. Çok uzun konuştu,
fakat son günlerde mübarek sesi iyice kısılmıştı. Konuştuklarının çoğunu anlayamadım.
Konuşma bitinceye kadar da elimi bırakmadı. Kendi kendime, 'Üstad, bu kadar durmazdı, bu
kadar konuşmazdı. vedalaşır gibi bir hali vardı. Acaba bunun hikmeti nedir?' dedim.
Tahminen 30 gün sonra Üstadın vefatını duydum. Demek o son görüşme imiş. Bizimle
vedalaşmış, fakat biz anlayamamışız. Allah gani gani rahmet eylesin.

"Mahkeme, sorgulamalar ve tevkifim"

"Üstad vefat ettikten sonra evlendim. Eskişehir'e hicret ettim, bir bakkal dükkanı
açtım. İsmail Tomaç isimli lise mezunu bir gence Lem'alar'dan Osmanlıcayı öğretiyordum.
Okuması için de yeni

Sh»: (S.Ş: 400)

yazı ile Mesnevî-i Nuriye'yi verdim. 1971 yılında sıkıyönetim ilan oldu. Nurcuları
yakalamaya başladılar. Bu arada benden ders alan İsmail'i yakaladılar. Beni de taharri ettiler.
Yarım şeker torba dolusu Risaleleri yakaladılar. Beni de o gece nezarete koydular. Sabah
olunca da Eskişehir sıkıyönetimine teslim ettiler. Tevkif tarihim: 13.5.1971

"Askeri savcı ifademi aldı. Tevkif kararı verdi. Sordukları sorular şunlardı:

"Said Nursi kimdir?'

"Bir din alimidir.'

"Risale-i Nur nedir?'

"Kur'an tefsiridir.'

"Bu eserleri neden okuyorsun?'


"Dini bilgilerimi geliştirmek için okuyorum."

"Kitaplar arasında benim Osmanlıca yazdıklarım da vardı.

"Bu yazıları kim yazdı?' dedi.

"Ben yazdım' dedim.

"Niçin yazdın?' dedi.

"Kendime kitap edinmek için' dedim.

"Çok güzel yazın varmış. Niçin Said-i Nursi'nin kitaplarını okuyorsunuz, başka din
kitapları okumuyorsunuz?' dedi.

"Evimde başka din kitapları da var' dedim.

"O sorgudan sonra tevkif kararı verip Eskişehir Askeriye Cezaevine götürdüler.
Avukat Bekir Berk Cezaevine geldi, vekaletimi aldı. Tahliyem için dilekçe yazdı, kabul
edilmedi. İki ay askeri cezaevinde kaldım. Daha sonra askeriye ağır cezaya çıktım. Aynı
soruları askeri ağır cezada sordular. Aynı cevapları verdim. Sonunda, 'Bu eserleri gene okur
musun?' dediler. 'Okurum' dedim. Bu onların hiç hoşuna gitmemişti. Tahliyemi istedim, kabul
etmediler. Tevkifime karar verip ellerime kelepçe vurdular. İki süngülü askerin arasında yaya
olarak cezaevine götürülürken, 'Ya Rab, bu dünya mahkemesi bu kadar zorsa, acaba
Mahkeme-i Kübrada nasıl hesap vereceğiz? Bizleri ve Risale-i Nur şakirtlerinin bütün kusur
ve günahlarını affet. Cennetinle ve cemalinle müşerref kıl!' diye dua ettim.

"İki ay sonra askeri mahkemede görevsizlik kararı verdi. Sivil mahkemeye havale etti.
Askerî bir arabayla kelepçeli olarak bir başçavuş ve iki asker nezaretinde sivil cezaevine
geldim. Sivil cezaevinde görevli memurlar, 'Bunun suçu neymiş?' diye sordular. 'Nurcuymuş'
diye cevap alınca bana ters ters bakmaya başladılar.

Sh»: (S.Ş: 401)


"Sonra beni içeri alıp sinirli sinirli sorular sordular. Ben hep müsbet cevaplar verdim.
Risale-i Nur'a ve Üstada medh ü senada bulundum. Dediler:

"Sen mahkemede de böyle konuşur musun?'

"Evet konuşurum. Hakikat söylenir, hakikat gizlenmez' dedim.

"Beni nezarete attılar. Cezaevine gelen mahkum 7 gün nezarette kalırmış. Beni 21 gün
çıkarmadılar. 21 gün sonra beni cezaevine aldılar. Orada da çeşitli hizmetlerde bulunuyorduk.
Kur'ân bilmeyenlere Kur'ân öğretiyorduk, hep ibadet ve dua ile meşgul oluyorduk.

[]

İsmet Orhan'ın İsmail Tomaç'a Mesnevi-i Nuriye'yi vermesinden dolayı verildiği


mahkemeden aldığı beraat kararı.

"Hayatımda tattığım iki manevi lezzet"

"Hayatımda tattığım iki manevi lezzeti unutmam. Birincisi: Risale-i Nur'a ilk intisabım
ve Üstadla olan görüşmelerimiz; ikincisi de hapishanede geçirdiğim dört ay.

"Mahkeme olacağım günün gecesi rüyamda Üstadı gördüm. Üstad Hazretleri


cezaevinin bahçesine geldi. Kardeşleri topladı, zikre oturttu. Kendisi de cezaevi bahçesinin bir
köşesine seccadesini serdi ve dua etti. Sabah oldu, beraat edeceğimi anladım. O gün beraat
ettim.

"O günlerde yaşadığım manevi lezzetleri tarif edemem. Keşke bü-

Sh»: (S.Ş: 402)


tün yaşantımız öyle olsa. Şimdi şu hatıramı yazarken çok kusurluyum, çok gafilim.
Allah benim kusurlarımı affetsin. Amin.

"Hatıraları önce rüyada yazdım"

"1986 senesinde İstanbul'a hicret ettim. İstanbul'da birçok kardeşle tanıştım.


Necemddin Şahiner kardeşle de tanıştım. İçimden 'Benim gibi aciz-i mutlak, fakir-i mutlak bir
insanın ne ehemmiyeti var' dedim. Hemen o gece bir rüya gördüm. Rüyamda Üstadı görenler,
hep hatıralarını yazmışlar. Ben de hatıratımı yazmışım, kuyruğun sonundayım. Başta bulunan
görevli memur da kayıtalarını yaparak hatıralarını alıyor. Görevli memur da Necmeddin
Şahiner kardeşiniz olmalıydı. Sabah uyandığımda bu hatıraların çok önemli olduğunu
anladım. Yazmaya başladım. Çünkü Üstadın sağlığında da uzak beldelerden, Üstada gelen
lahika mektuplarını bize gönderirirlerdi. Biz de onları kardeşlere okurduk. Elden ele
dağıtırdık. Okuyanlar şevke gelirlerdi."

Sh»: (S.Ş: 403)

$ FİKRET ÖZDEMİR

Aslen Bitlisli olan Fikret Özdemir, 1916 yılında doğdu ve 1978'de vefat etti.

[]

Fikret Özdemir

"Üstadı ilk duyuşum"


"Birinci devre Millet Meclisi azası olan amcam Arif Hikmet Bey, çocukluk
devrelerimde, Molla Said-i Meşhur adıyla Üstaddan bahsederdi. Ne şekilde bir insandır diye
zihnimden geçirirdim. 1935'te pederimin vefatından sonra kötü bir duruma düşmemek için
mütemadiyen bir halaskâr aradım. Turuk-u âliyelerde beni tatmin edecek bir mevzu
bulamadım. 1942'de Diyarbakır'da ticarete başladım.

"Huzurdaydım, elim elindeydi"

"Üstadın ziyaretini çok düşündüm, ama bir türlü fırsatını bulamadım. 1952'de bu
imkânı buldum. Beni, bırakmazlar diye vazgeçirmeye çalıştılar. Küçük biraderimle
Eskişehir'de bir gece otelde kaldıktan sonra, otobüsle Emirdağ'a giderken bir demirci ile
arkadaş olduk. Bizi Üstadla görüştüreceğini söyledi. Emirdağ'da karanlık bir yerde bizi epey
bekletti. Bu hal izzetime dokundu. Çıktım, Üstadın çarşı ortasındaki evinin karşısındaki
kahvehanede oturdum. Kapısını beklemeye başladım. Bir iki defa Üstadın karyolasında
yatmakta olduğunu pencereden gördüm. Üçüncü gelişimde, 'Mübarek, ben seni görmeye
gelmiştim. Kalksan da ziyaret edip gitsem' derken baktım, aniden yatağından fırlayıp kalktı.
Biz geldik, yerimize oturduk. Ama ben tarif edilmez bir heyecan geçirdim. Biraz sonra kapı
açıldı, Refik isminde bir talebe elinde su tenekesiyle su almaya gidiyordu. Biraderi gönderip
sordurdum. 'Kardeşim, siz Diyarbakır'dan mı geliyorsunuz? Üstad, sizi ikindi namazından
sonra kabul edecek' demiş.

"Namazdan sonra, daima kilitli bulunan kapıyı açtılar. Girdikten sonra kapıyı tekrar
kapattılar. Huzura girdik. Odada bir tel dolap, bir karyola, bir hasır, bir de rahle vardı. Başka
birşey yoktu. Odaya girince bir şok geçirdim. Hemen yaklaşıp elini öptüm. 'Nere-

Sh»: (S.Ş: 404)


lisin?' diye sordu. 'Bitlisliyim' dedim. Elimi tuttu. 'Şarklılar bana sahabet etmediler,
sen buraya kadar yorulup geldiğinden dolayı Allah için hepsini helâl ettim!' dedi. Bir minder
getirip beni ona oturttu. Bütün hayatım boyunca hiç kimseden alamadığım dualara mazhar
oldum.

"Üstadın kaşla göz kısmına bakmak çok zordu. Şimşek gibi insanı çarpardı. Elini
elime aldığım zaman damarları görünüyordu. Fakat pamuk gibi yumuşaktı. Ve tarifi imkânsız
güzel bir kokusu vardı. Elini öpmeye kalktım. 'Doğru otobüse binip İstanbul'a gidin' dedi.
Çıkarken beni tekrar çağırıp, 'Babanız var mı?' diye sordu. 'Yok' dedim.'Kaç kardeşsiniz?'
dedi. 'Allah her dördünüzün de yardımcısı olsun' diye bize dua etti. Cenab-ı Zülcelâl beni de
kardeşlerimi de onun hürmetine refah içinde yaşattı.

"Beni görmek isteyen, Hulusi Beyi görsün"

"Üstad ilk görüşmede, 'Beni görmeye gelenler, buraya kadar gelip yorulmasınlar. Beni
görmek isteyen Risale-i Nur'un her satırında görür. Beni görmek isteyen Elâzığ'da Hulusi
Beyi görsün dedi. Bana da Hulusi Beyi tavsiye etti. 1952'de İstanbul mahkemesinden
dönerken Malatya istasyonunda tanıştık. Ona beraat haberini getirmiş oldum.

"O, eserlerimi bağrına bastı"

"Üstadı ilk defa Isparta'da ziyaret ettim. İstanbul'da da 1952'de ziyaret ettim. Isparta'da
amcamın oğlunu askere götürdüğüm zaman ziyaret ettiğimde içeriye girdim. 'Bu benim
amcam oğludur' dedim. Onunla da alâkadar oldu. Kollarını açarak o genci bağrına bastı. 'Seni
talebeliğe kabul ettim' dedi. Bayram Ağabey (Yüksel) o zaman askerdi. 'Bayram'a söyleyin,
Mustafa'ya Sabahet etsin' dedi. Hakikaten onun askerliği, hiç askerlik etmemiş gibi geçti.
"Bir başka ziyaretimde (1953) Bitlisli Şeyh Tahir Efendiyi sordu. 'İrtihal buyurmuşlar
Efendim' deyince aniden yataktan doğruldu 'Allah'ın rahmetiyle şad olsun. Herkes eserlerimi
atarken, o toplayıp bağrına bastı' dedi. 'Gider gitmez bana vekâleten oğullarına taziye yazmak
ilk işin olsun' dedi.

"Bir seferinde, İstanbul'da Reşadiye Otelinde izdihamdan görüşmek mümkün olmadı.


Ramazandı, sabahleyin gidecekti. Sahur yedikten sonra hafif yağmur altında çıktım. Hüsnü
Bayram'ın kullandığı arabaya binmesini bekledim. Arabaya bindi, beni iki parmağı

Sh»: (S.Ş: 405)

ile çağırdı. 'Bütün hemşehrilerime söyle, hepsinin kandilleri ve Ramazan Bayramları


mübarek olsun' diyerek bana da dua buyurup gittiler.

"Akşehir Otelinde de müteaddit defalar ziyaret ettim. Bir defasında, bu otele


beraberimde bir çift Bitlis işlemesi güzel bir çorap götürdüm. 'Üstadım, bunun bir kıymeti
yoktur. Bir mekleket hediyesi olarak kabul edin' dedim. Eline alıp baktı. 'Ben bunu aldım
kabul ettim, sen bunu benim yerime giyersin' deyip iade etti.

"Bütün risaleler Üstadın tashihinden geçtikten sonra basıldı"

"Son ziyaretim Şualar'ın yeni harflerle tab'ı sırasındaydı. Emirdağ'dan telefon ettiler.
Forma halindeki Şualar'ı Üstada tashih için götürdüm. Şimdiki eserler Üstadın tashihinden
geçmişti. Bazı insafsızlar, 'İlâve olmuş, onun değil' diye yalan söylüyorlar. Ağabeylerim
Üstada sadakatten ayrılmamış ve bütün eserler Üstadın tashihinden geçerek meydana
gelmiştir.
"Emirdağ'a geldiğimde Üstad kıra gitmişti. Biz yemekteyken Sungur Ağabey çantayı
aldı, 'Sen sonra gelirsin' dedi. Arkasından gittim. Üstad yatakta kendini kaybetmiş bir
vaziyette, bir mevta halinde idi. Sungur Ağabey benim söylediğimi Üstadın kulağın söylüyor.
Üstadın da kendisinin kulağına söylediklerini bana naklederek arada vasıta oluyordu.

"27 Temmuz 1959'da bu şekilde görüştük.

"Asılsız haber"

"1960'da İstanbul'da aniden Üstadın vefat haberini aldım. Gece Fatih'te oturuyordum.
Telgrafhane kapalı idi. Sabahleyin Büyük Telgrafhaneden yıldırım telgraf çekerek Üstadın
durumunu sordum. Gazetelere bakıyordum, herhangi bir haber yoktu.

"İkinci gün telgrafa cevap bekliyordum. Yıldırım cevap geldi: 'Mektup postada,
sıhhatim yerindedir.' Mektup geldi. 'Bu mesele nereden çıkmışsa tahkiki ve neticenin bize
bildirilmesi' diyordu.

"Üstadla görüşmelerimde Zübeyir Ağabeyimin ve Sungur Ağabeyimin çok iyiliklerini


ve yakınlıklarını gördüm."

Sh»: (S.Ş: 406)

$ CEVAT ÇAĞRI

1909'da Konya'da dünyaya geldi. Eski alay hocalarından Osman Nuri Efendinin yakın
dostlarındandır. Müteaddit defalar Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyaret etmiştir.
[]

Cevat Çağrı

"Yirminci asrın müceddidi"

"Yeni basılmaya başlanan Sözler'in formalarını Salih Özcan ve Said Özdemir'le


birlikte Emirdağ'a götürmüştük. kendilerinin yanında ve hizmetinde Mehmed Çalışkan da
vardı. Bana ilk defa Salih Özcan vesile oldu. Sonra Bayram Yüksel'i gönderdiler. Daha evvel
gıyaben tanıyordum. Bayram Yüksel'e araba kullanmaya öğrettim. Üstada giderken Osman
Nuri Efendi hediye olarak benimle bir tesbih göndermişti. O tesbihi aldı, öptü, başına koydu.
Bana hitaben, 'Ben seni Osman Nuri olarak tanıyorum, kabul ediyorum, tesbihi çekerken
sizleri hatırlayacağım' dedi.

"Osman Nuri Efendi, Bediüzzaman'ı yirminci asrın müceddidi olarak tanır ve öyle
ifade ederdi. Ben kendilerini Emirdağ'da ziyaret ettim. Üç-dört defa gittim. İlk Sözler'in
formalarını görünce gözleri yaşardı, ağladı. Mehmed Çalışkan ve Hamza Emek de oradaydı.
'Çok şükür, ölmeden bunları gördüm' diyerek hislerini ifade etti. 'Ben vazifemi yaptım, artık
siz bundan sonrasını yaparsınız' dedi.

"Üstadın yakın alakası"

"Bir defasında oğlum Ferhat'la beraber gitmiştik. Oğluma dua etti, kendi eliyle bir
Risale hediye etti. O zamanlar Ankara'da hizmetler için, Bediüzzaman'ın gelip kalması için
Osman Nuri Efendi bir ev yaptırmıştı. Üstadın da Ankara'ya gelip, bu evde yerleşmesini
istiyordu. Üstad bunu haber almıştı. Bize hitaben, 'Osman Nuri ba-
Sh»: (S.Ş: 407)

na ev yaptırmış, biliyor musunuz?' diye sordu. 'Evet efendim' diye cevap verdim. Bize
rahat oturmamızı söyledi. Ben de, 'Rahatız' dedim. 'Yok yok, rahat otur' dedi. Salih Özcan,
'Evi yapan adam burada' diye beni gösterdi. Üstad 'Ne? Niye söylemliyorsun?' dedi.
'Huzurunuzda, ben demek için teeddüb ederim, utanırım' deyince, 'Gel gel, şöyle yanıma otur'
diyerek bana iltifat etti. 'Anlat bakalım, çivisinden başlayarak anlat, kimler yardım etti
medrese için?' Benim başımda şapka vardı. Üstadın nezaketine bak ki, bana, 'Şapkayı çıkart'
demedi. 'Sizce mahzurlu değil mi efendim anlatmak?' 'Yok yok, olduğu gibi anlat' dedi.

"Fevzi Çakmak'a hakkımı helâl edeceğim"

"Yaptığımız ev Cebeci'de Niğde Yurdundan yukarıda, İkinci Dede Efendi


semtindeydi. Osman Nuri gibi eski alay müftülerinden Tevfik Yılal vardı; evin yapılışında
onlar da yardımcı olmuşlardı. Maddeten ve manen yardım ederek evin inşaatını bitirmiştik.
İçinin mefruşatından pek benim yardımım olmamıştı. Evin itmamında Mareşal Fevzi Çakmak
da maddi yardımda bulunmuştu. Mareşal deyinca 'Mareşal kim?' diye sordu. 'Fevzi Çakmak'
diye cevap verdim. 'Demek o da verdi' diye hayretle sordu. 'Ne kadar verdi?' diye, Fevzi
Çakmak'ın verdiği miktarı sordu. Bizim yardım sandığımız vardır. Sandığın muhasip ve
veznedarı da Fevzi Çakmak'tır. Üstad, 'Fevzi Çakmak ne verdi? Kaç lira verdi?' diye sordu.
Bu hizmet mahallinin yapılıp getirilmesi için iki-üç defa yardım ettiğini söyledim. Üstad bu
defa, 'Daha evvel Emirdağ'a geldiğin zaman bunları biliyor muydun?' diye sorunca, 'Evet
efendim, biliyordum' diye cevap verdim.

"Ben üç kişiye hakkımı helâl etmemiştim. Madem ki kendisi Risale-i Nur'a hizmet
etmiş ve para yardımı yapmış, ona hakkımı helâl edeceğim' dedi.
"Osman Nuri Efendi bir mektup yazarak kendisini Ankara'ya bu yeni yaptırdığımız
evde kalması için davet ediyordu. Bizim gibi Mareşal Fevzi Çakmak'ın da Bediüzzaman'a çok
hürmeti vardı.

"Üstad benim yemem için sahanla pilav getirtti. 'Ne zaman istersen buyur gel, sana
kapım her zaman açıktır' dedi. Ufak bir kutusu vardı, kutuyu açarak içindeki paradan almamı
söyledi. Teşekkür ettim. Boynuna sarılıp öpmek istedim. 'Al kardaşım, al' diye ellerini uzattı.
'Senin karnını doyuracağım' dedi.

Sh»: (S.Ş: 408)

"Beni bir dağ başına defnedin"

"Bir ara mezarından bahsetti. Kabrinin kimse tarafından bilinmeyeceğini söyledi. 'Bir
dağ başına defnedin' dedi. 'Bunu ben niçin söylüyorum? Bizim milletimiz temiz ve safidir,
kabirlere çok teveccüh ediyorlar, yardım istiyorlar, ben bu işleri istemiyorum' diyerek,
mezarının kimse tarafından bilinmemesini istediğini söyledi.

"Nur Risaleleri matbaalarda basıldıkça, formalardan Emirdağ'a alıp götürmüş,


kendisini üç-dört defa ziyaret edip tefeyyüz etmiştik."

Sh»: (S.Ş: 409)

[]

Şahide Yüksel
1921'de Afyon'da doğdu. Babası Üstada çok hürmeti olan bir zattı. Seksen dört
yaşlarında vefat ederek Eskişehir Çifteler'de defnedildi. Annesi ise Artvinlidir. Şahide Yüksel
İstanbul'da vefat etti.

Abdurrahman Yüksel

1911'de Bolvadin'de doğdu. Uzun yıllar öğretmenlik ve başöğretmenlik yaptı.

$ ŞAHİDE ve ABDURRAHMAN YÜKSEL

Hanımlar Rehberi'ndeki "Şahide durma böyle, / Hakkı her yerde söyle/ Risale-i
Nur'larla,/ İmana hizmet eyle" mısralarını okuyup hislendiğimiz Şahide Yüksel Hanımefendi
ve beyi Abdurrahman Yüksel de şahidi oldukları ulvu anları terennüm ettiler. Şahide Yüksel,
Kafkas ikliminden Anadolunun sinesine esen bir yel gibi, yağan rahmet gibi, Emirdağ,
Bolvadin ve Eskişehir'de; Florya'da ve Erenköy'de ikamet ettikten sonra Hakkın rahmetine
kavuşmuştur.

Hatıralarını şöyle anlatmıştı:

"Benimle görüşmek isteyenler seninle görüşsün"

"Günlerce Emirdağ yollarına çıkar, Üstadı bir defacık görebilmek için beklerdim. Ne
zaman geçecek diye gözlerim hasretle yollarda kalırdı. Emirdağ'ın Suvermez beldesi
civarında rahmet suyunun arzusuyla beklerdim. Babam Eskişehir Çifteler'de imamdı. Beyim
Abdurrahman Yüksel bir defasında üç ay yollarda beklediğimi duyunca bana kızdı. Sonra
Üstad haber göndermişti. 'Beraber Eskişehir yoluna gelsinler' diye. Üstad Suvermez yoluna
atlı faytonla giderdi. Bey, 'Gözün aydın, Bediüzzaman seni çağırıyor' diye müjdeyi vermişti
bana. Sonra Üstadın arabası geldi. Üstad, 'Sen Şahide misin?' diye sordu, 'Evet' diye cevap
verdim. Elini öpmek is-
Sh»: (S.Ş: 410)

tedim, kadınlara hiç elini vermediği için, ancak cübbesinin üzerinden kolunu
öpebildim. Bana dua etti, iltifat etti. 'Kızkardeşim Alime Hanımın yerine seni kabul ediyorum'
diye buyurdu. Ben Kur'an-ı Kerimi okumayı bilmiyordum. 'Bilirsin, öğrenirsin' diye şefkat
etti. Daktilo ile Küçük Sözler'i yazmamı söyledi. 'Benimle görüşmek isteyenlerle, sen benim
bedelime görüşürsün' dedi. Daktiloda yazacağım Küçük Sözler'i gençlerin okuyabileceğini
söyledi.

"Kızımın evliliğinde Üstadın ilgisi"

"Bizim kızı, Ülker'i gelip isteyen hanımlar olurdu. Ben gidip durumu Üstada arz
edince Üstad kızardı. 'Ben dünya ile alakalı değilim, beni dünyaya baktırmayın' derdi. Bazen,
'Bir erkeğe esir olmasın, kendi kazancıyla kendini idare etsin, keşke okutsaydı' dedi.

"Atıf ile M. Kemal'in anneleri gelip kızım Ülker'i istemişlerdi. Sonra bu hanımlarla
Üstada gittik. Zübeyir Gündüzalp tek tek bizi içeriye aldı. Üstad, 'Ben onu üç sene evvel
Kemal'e vermiştim' diyerek ellerini açıp, dua etmişti. Şeytan araya girmesin diye Üstad
mesele ile alakadar oldu, teveccüh etti. 'Kemal, Atıf'tan geri kalmaz, verin' dedi. Atıf'a Nurları
Kemal tanıtmıştı. 1957 senesinde olan bu hadiseden sonra, Üstad bizim damadımız olan
Atıf'ın ağabeyi M. Kemal Ural'a iltifat eder, 'Sen benim damadımsın' diye teveccüh ederdi.

"Kaside-i Bürde okumak istiyordum. Üstaddan izin almam lazımdı, izinsiz yapmak
istemiyordum. Üstad, 'Bizim dualarımız, virdlerimiz var, bize kafidir' dedi. Sonra, 'Bu mesele
için izne hacet yoktur, isteyen okusun' demişti. Zaman zaman ziyaretine Ülker de giderdi.

"Üstad bizim evi şereflendirdi"


"Kemal Ural Isparta'ya ziyaretine gitmişti. Bayramda, Üstadın Bolvadin'e geleceğini
haber verdi. Bayramda Bolvadin'e, bizim eve geldi. Çok kalabalık olmuştu. Üstad arabadan
inmedi. Abdurrahmanla Kemal'i arabaya aldı. Kemal, bizim Tuncer'e fotoğraf makinasını
vererek Üstadın resimlerini çekmesini istemişti. Kendisi Üstad ile konuşurken Tuncer iki
resim çekti.

"1948'deki Afyon hapsinde Üstadı ziyarete giderdik. Fakat bizi görüştürmezlerdi, izin
vermezlerdi.

"Birgün görüşebilmek için eski elbiseler giyerek, kendime çama-

Sh»: (S.Ş: 411)

şırcı şeklini verdim. O sırada Üstad pencereye çıktı, ancak öyle ziyaret edebildim.
Üstad bana, 'Emirdağ'daki hanım hemşirelerim yerine kabul ediyorum' diyerek bir çarşaf, bir
de çay göndermişti.

"Birgün de mahkemeyi dinlemeye gitmiştim. Jandarmaya, 'Hoca Efendi nerde?'


diyerek sordum. O gösterince Üstad selam verdi. Bana, 'Hiç durma, hemen git' diye işaret etti.

"Sanatım, iman kurtarmak"

"Mahkeme esnasında hakim Üstada, 'Sanatın nedir?' diye sorunca, 'Benim sanatım
iman kurtarmak, din kardeşlerimin imanları tutuşmuş yanıyor' diye cevap verdi.
"Ayrıca hakim, sanki kendisi din adamı imiş gibi, 'Neden sakal bırakmıyorsun? Niçin
hiç evlenmedin?' diye sualler sordu. Üstad ise, 'Hapse girince siz kesmeyesiniz diye sakal
bırakmadım: evlenmek sünnetini yerine getirenlerden bazılar dokuz farzı terk ettiler' diye
cevap verdi.

"Mahkemeye gelip giderken Ceylan'la ellerini kelepçelemişlerdi.

"Urfa'ya gidip vefat etmezden bir hafta evvel ziyaret etmiştim. Sonra hasta olarak
selam bırakmış ve gitmişti.

"Kur'an'ı, Nurları ve şiir yazmayı Üstadı ziyaretten sonra öğrendim"

"Babam şairdi, bana da şiir yazmayı öğretmesini istediğim zaman, 'Bu iş öğretilmez,
insanın kalbine doğar' derdi. Dedemiz de Posoflu halk şairi Yusuf Zülali imiş. Üstadı görüp
de ziyaret edince hem Kur'an'ı hem de Nurları okumayı öğrendim, Üstadın ilhamıyla şiir
yazmaya da başladım.

"Birgün, Üstadı görememenin elemiyle şu mısraları kaleme almıştım:

"Diktim kapına gözümü

"Yaktım Üstadım özümü

"Tutamadım ben sözümü


[]

Şahide Yüksel'in dedesi, halk şairi Yusuf Zülalî

Sh»: (S.Ş: 412)

"Himmetin çoktur Üstadım

"Hizmetim yoktur Üstadım.

"Nur yolunda koşamadım,

"Yandı gönlüm coşamadım

"Dağlar yüksek aşamadım

"Himmetin çoktur Üstadım

"Hizmetim yoktur Üstadım.

"Şan şeref perdesi kaldır,

"Canla başla Nur'a daldır

"Şahide nefsini kandır

"Himmetin çoktur Üstadım

"Hizmetim yoktur Üstadım."


Şahide Yüksel Hanım, kocası Abdurrahman Yüksel'in tayini Emirdağ'dan Bolvadin'e
çıkınca çok üzülmüş. Üstad kendisini teselli etmiş, 'Ben bazen Bolvadin'e gelirim, üzülme'
demiş. Hatırata şöyle devam ediyor:

"Üstad hizmet edenlerle alakadar olurdu"

"Üstadın ziyaretine bir tanıdık kadını götürmüştüm. Kadın yolda Üstadın arabasını
görünce cezbeye geldi, kafasını taksiye çarptı. Üstad onun bu haline çok üzüldü, kızdı. 'Bizde
cezbe yoktur' dedi. Eve kapanıp da devamlı ibadet etmeye razı olmazdı.

"Bir defasında Üstad, Ceylan Çalışkan'a söylemişti. Telefonla Ceylan Çalışkan, 'Üstad
sana çok kızıyor, ben ona muallimlik vazifesini verdim, o nasıl olur da eve kapanır?' diye
bildirmişti. Üsdad daima faaliyet ve hizmet edenlerle alakadar olurdu."

Şahide Yüksel'in beyi Abdurrahman Yüksel ilkokul öğretmeni idi. Üstadı zaman
zaman ziyeret edip, dua ve alakasına mazhar olmuştu. Üstad ilkokul öğretmenlerine dua eder,
alakadar olurdu.

Abdurrahman Yüksel'i, biraderzadesi Abdurrahman yerine, onun gibi kabul etmişti.

Sh»: (S.Ş: 413)

[]
Şahide Yüksel ve kocası Abdurrahman Yüksel'in yazdığı Nur'ların son kısımlarında
Bediüzzaman ikisine de kendi elleriyle dualar yazmıştı.

Abdurrahman Yüksel de şunları söylemişti:

"Sağlık memuru Hayri Bey vardı. Onunla Üstada selam ve hürmet gönderirdim. Sağlık
memuru olduğu için, iğne yapıyorum bahanesiyle Üstadın yanına sık sık girip çıkardı. 1946
yılından itibaren Üstaddan feyiz ve dua almaya başlamıştık."

Sh»: (S.Ş: 414)

$ ABDULLAH KILIÇKAYA

[]

Abdullah Kılıçkaya

"Üstad beni çağırdı"

"Ben, Üstadım Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nur'ları muhterem ağabeyim Osman Aydın


vasıtasıyla tanımıştım.

"Risale-i Nur eczalarından olan, büyük müdafaalardan bir kısmını yazarak Üstada
tashih için getirmiştim. Üstad gerekli tashihatı yaptıktan sonra, eserin sonuna kendi el
yazısıyla duasını yazmıştı.
"Daha sonraları ise Emirdağ'a gidip gelerek hizmetlerinde bulunmuştum. O zamanki
ağabeylerden Zübeyir, Ceylân, Bayram ve Hüsnü ile birlikte onlara yardım için koşardım. Bu
büyük kahramanlardan Allah razı olsun.

"O yıllarda babam, Üstada verilmek üzere bir miktar bal vermişti. Üstad balın tadına
baktı, ondan sonra, 'Ben de bu balı size hediye ediyorum' diye mezkûr ağabeylere verdi. Bu
balı birlikte yedik.

"Üstad Hazretlerinin yatak odasının camı çarşıya bakardı. Bir gün pencereden beni
gördü. Pencereyi açtı ve anahtarı aşağıya atarak beni çağırdı. Ben de kapıyı açarak Üstadın
yanına çıktım. Epey bir zaman, yanında hizmetinde bulunup derslerini dinledim.

"Bazı zamanlar Isparta'ya gidip geliyordu. Bu gidişlerde Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin


evinde de kalıyordu. Üstada ve Nur'lara hizmet etmek istediğimi söyledim. Isparta'da kalıp bir
işle uğraşmamı istediler. O zamanlar merhum Zübeyir Ağabey Urfa'da telgraf memuruydu.
Orada Abdullah ve Hüsnü Ağabeyler de bulunuyordu. Ben de hizmet için Urfa'ya gittim.

"Üstad bana 'Şuhutlu Abdullah' derdi"

"Bu nurlu iman hizmeti dolayısıyla zaman zaman bizi karakollara götürüp, zulüm ve
işkence ediyorlardı. Daha sonraları askerliğim ve annemin şefkatli isteyişleri sonunda
Urfa'dan ayrılarak Emirdağ'a, Üstadımın yanına geldim.

Sh»: (S.Ş: 415)


"Üstad Hazretleri Abdullah Yeğin Ağabeye 'Ankaralı', bana da 'Şuhutlu' derdi. 'Gel
bakalım Şuhutlu Abdullah' diyerek bağrına bastı. 'İyi oldu, ben seni Suriye'ye hizmet için
gönderecektim, ama şimdi askere git. Sonra Nurcular askerlikten kaçıyor diye Nur'un
aleyhinde propaganda yaparlar. Ben seni annene bağışladım' dedi.

"Üstadla beraber, Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabeyle birlikte Afyon'a gitmek üzere
hareketle Emirdağ ile Çoğul köyü arasındaki yeşil bir sahaya vardık ve orada sohbet edip
dersler yaptık. O gün torbadan bir miktar para çıkartıp Bayram'la bana verdi. 'Bugün
Bayram'la Çoğul'a git, yarın sabah gidersin' dedi. Urfa'da kaldığım müddette Üstadın verdiği
ekmek parası hâlâ vardı.

"Vedalaştım ve ertesi gün asker olarak Cizre'ye gittim.

"Cizre'ye benim Nurcu olduğum bildirilmişti. Başımızdaki subaylar beni çağırıp


sorguya çektiler. Ben de Risale-i Nur'ları okuduğumu, imanlı, ahlâklı bir Türk vatandaşı
olduğumu söyledim. Sonra subay, 'İyi, sen madem Nurcusun, doğru çalışırsın, seni hududa
göndereceğim, buradan kaçakçıları geçirme' diye tenbihlerde bulundu. Yanındaki sivil memur
da Risale-i Nur'ları okuyan bir Nur talebesiymiş, onun ısrarıyla beni Mardin'e bıraktılar.

"Askerlikten sonra memuriyete girdim. Üstadla görüştüğümüz zamanlar Üstad


maaşımı sorar, 'Eğer yetişmiyorsa, ben senin tayinini devam ettireceğim' derdi."

Sh»: (S.Ş: 416)

$ MUAMMER ŞENEL
[]

Muammer Şenel

Ak saçlı...

Ak sakallı...

Ak yüzlü...

Ak gönüllü...

Aklar içinde nurlu bir Nur talebesinden ve onun hatıralarından bahis açmak istiyorum.

Bafralı Muammer Abi...

Muammer Şenel...

1909 senesinde dünyaya gelen bu bahtiyar Nur talebesi, ismi gibi uzun ömürle
muammer ve soy ismi gibi şen bir insan, kâmil bir Müslüman...

Sizlere yine kendisi gibi nur kahramanlarından, İnebolu eşrafından Ahmet Nazif
Çelebi'nin verdiği künyesini de vereyim:

"Çarukçu,

"Tuzcu,

"Armutçu,

"NURCU.. Muammer Şenel, Bafra..."

"Emirdağ'da Bediüzzaman Said Nursî"


Bafralı Muammer Bey, 40 yıl önceleri memleketinden çıkmış, yollara düşmüş, şehir
şehir geziyordu. Gittiği beldelerde soruyordu, soruşturuyordu.

Kendine bir şeyh arıyordu, bir hoca bulmak istiyordu. Bir üstad, bir mürşid
peşindeydi.

Kalbi bir büyük Üstadın hasretiyle yanıp kavrulan bu zâta, nihayet Emirdağ'da
Bediüzzaman namındaki bir ulu sultanın ismini ve adresini verdiler:

"Emirdağ'da Bediüzzaman Said Nursî..."

Şeyh ve keramet peşindeki Bafralı Muammer Efendi, nihayet bir

Sh»: (S.Ş: 417)

gün Emirdağ'a vasıl olmuş ve önüne gelene elindeki ismi soruyordu.

Her sorduğu şahıs korku içinde ondan uzaklaşıyordu.

Bu sorgular hep cevapsız kalıyordu yahut da;

"Sus, sus! onun ismini ağzına alanı dövüyorlar, sövüyorlar, hapsediyorlar!" cevabını
alıyordu.
Nihayet Emirdağ'ın Çalışkanlar Hanedanı vasıtasıyla Büyük Üstadın huzuruna
çıkmıştı.

Üstadın yanında yine, yâr-ı garı aziz ve necib Nur talebeleri: Zübeyir, Ceylan, Bayram
ve Sungur vardı...

Çıplak bir odada, bir soba, bir divan, birkaç parça eşya bulunuyordu.

"Bizde tarikat yok, hakikat var"

Kendi dilinden, kendi ifadesi:

"Odasına girdik.. Selâm verdik.. Koca odada bir somya, bir de soba vardı. Yerde ne
kilim, ne hasır, ne de bir keçe vardı. Bomboş bir oda. Üstad bize,

"Bizde tarikat yok, hakikat var, Risale-i Nur var' dedi. Daha sonra 'Evlât, gel!" dedi.
Açtı göğsündeki madalyayı gösterdi. Etiyle derisi arasında gömgök bir zehir tabakası var.
Kurumuş kalmış. 'Bak, bana tam on dört defa zehir verdiler, Hâlık'ın öldürmediğini kimse
öldüremez' dedi.

"Yine tekrarladı: 'Bizde tarikat yok. Risale-i Nur var...'

"Ben Risale-i Nur'u ilk duyuyordum..

"Üstadı görmemiz ve Risale-i Nur'u ilk duymamız böyle olmuştu."

Bafralı Muammer Şenel, Nur'un peşine düşen milyonlar gibi, artık bundan sonra, bu
mübarek tarihten sonra, Nur'a talebe olmuştu. Memleketine Nur'un talebesi ve müştakı olarak
dönmüştü..
Sh»: (S.Ş: 418)

$ SADIK KALENDER

[]

Sadık Kalender

Bediüzzaman'ın sadık dost ve talebelerindendi. Terzilik yapardı. Emirdağ'da uzun


zaman Üstadına hizmette bulundu. 1912 yılında Emirdağ'da doğmuş bulunan Sadık Kalender,
1974 yılında vefa4 etti.

Sh»: (S.Ş: 419)

$ PERTEV ZAPSU

1925'de Van'ın Başkale ilçesinde dünyaya geldi. İslâmî sahada birçok eseri vardır.
1980'de vefat etmiştir.

[]

Pertev Zapsu

"Büyük insanlarla ilgil hatıralar unutulmuyor"


Pertev Zapsu, Abdurrahim Zapsu'nun oğludur. Dedesi ise, Abdülkadir Geylânî
Hazretlerinin neslinden Seyyid Mehmed Pertev Beydir.

İlk olarak Bediüzzaman'ı babası ile birlikte, bir sabah namazı sonrası ziyarete
gitmişler. Emirdağ'da yapılan bu ziyaret ve yolculuğu hiç unutmadığını söyleyen Pertev
Zapsu, "Büyük insanlarla ilgili hatıralar unutulmuyor, insan hafızasında izler ve yankılar
bırakıyor" demekte ve o günleri tazeliği ve canlılığı ile anlatmaktadır.

Pertev Zapsu, Kabataş'taki ticarethanesinde, eski Van müftüsü Muhammed Kasım


Arvasî'nin de bulunduğu sohbetimizde hatıralarını şu şekilde anlatıyordu:

"İlk ziyarete babamla birlikte gitmiştik. O zaman liseyi yeni bitirmiştim. Üstadın
odasında bir döşek seriliydi. Bize çay ikram etti. Yanında gençler vardı. Hizmetine
koşuyorlardı. Sohbet sırasında fizikten, elektrikten bahsetti. Elektriğin mahiyeti üzerinde
durdu. 5-6 saat kadar yanında kalmıştık. Öğleye doğru ziyaretinden ayrıldık.

"İkinci ziyaretim"

"Daha sonraları, Emperyal radyoların mümessili idim. Afyon ve Emirdağ'a bunların


ticareti için gitmiştim. O zaman da terzi çocuklar hizmetine koşuyordu. Onlara, Üstadı ziyaret
edeceğimi söyledim. 'Üstad rahatsız' dediler. Bir haber vermelerini, 'Abdürrahim Zapsu'nun
oğlu Pertev Zapsu geldi. Ellerinizi öpecekler' demelerini söyledim. Hemen kabul ettiler.
Ellerini öptüm. Dualarını aldım. Pe-

Sh»: (S.Ş: 420)


derimi ve İstanbul ahvâlini sordu. İşlerimizi sordu. Anlattım. Dua ettiler. Çayını içip,
yarım saat ziyaretinde kaldıktan sonra ayrıldım. Gerçekten huzur içinde idim.

"Babamın anlattığı Bediüzzaman"

"Merhum babam, Üstad için, 'Cenâb-ı Hakkın lûtfuna mazhar olan bir zattır' derdi.
Ayrıca Van'da cereyan eden bir hadiseyi de anlatmıştı. Hocanın biri Üstadın hakkında ulu orta
konuşurmuş. Bu durumu Bediüzzaman'a söylemişler. O da bir gecede bütün fen kitaplarını
okumuş. Halk bu hoca ile Bediüzzaman'ı bir kahvehanede bir araya getirmişler. Müthiş
kalabalık olmuş ve münazara başlamış. Üstad adama, tabiat, felsefe ve tarih dersi vermiş.
Adam ilzam olmuş ve kalkıp Üstadın elini öpmüş.

"Babam gerek bu hatıraları, gerekse Üstadın esaretteki hatıralarını ve harika hallerini


büyük bir sevgi ve hayranlıkla anlatırdı."

Sh»: (S.Ş: 421)

$ İBRAHİM MENGÜVERLİ

1912'de Simav'da doğdu. Çeşitli yerlerde, Emirdağ'da ve Afyon'da on altı sene


uzatmalı jandarmalık yaptı.

"Bediüzzaman'a karakolun karşısında bir ev tuttuk"

"Ben jandarmaydım. Beni, bir oraya bir buraya tayin edip duruyorlardı. Bir ara
Emirdağ'a tayin ettiler. Oraya gittim. Bir-iki hafta sonra beni bölük komutanı yanına çağırdı.
Gittim. Komutanın yanında Osmanlı kıyafetinde, cübbeli, sarıklı, ayakta dim dik duran birisi
vardı. Komutan bana,

"Gel, gel, neredesin sen?' dedi.

"Buradayım. Hayrola, birşey mi var, ne oldu?' dedim.

"Komutan yanındaki adamı bana gösterdi.

"Kim bu, biliyor musun sen?'

"Osmanlı kıyafetli, cübbeli ve sarıklı adamı görünce aklıma o zaman çok meşhur olan
din âlimi geldi. Fakat söylemedim.

"Kim bu yahu?' dedim.

"Bediüzzaman' dedi.

"Neee?' diye bağırdım. Hemen Bediüzzaman'ın ellerine sarıldım. Şap şup öpmeye
başladım. Herkes bana bakıyordu.

"Komutan 'Said Nursî'ye bir ev tutulacak. Sen ev tutuver. Senin tanıdığın vardır' dedi.
'Yalnız, ev muhakkak karakolun karşısında olacak.'

"Çarşıda karakolun karşısında bir Bakırcı Hasan vardı. Altı dükkân, üstü evdi. Orası
kiralıktı. Bakırcı Hasan akşam sabah içerdi. Ona, ara sıra ben de katılırdım. Hasan sarhoştu.
İçmeden edemezdi. İyice alkolikti. Aslen Trabzonluydu.

"Çarşıya gittim. Bakırcı Hasan'ın dükkânına vardım. Ona, 'Hasan Usta, şu üst katı
kiraya ver de Hoca Efendiyi oraya koyalım' dedim.

Sh»: (S.Ş: 422)

"Kardeşim, ben sarhoşum,' dedi. 'O ise hoca. Nasıl geçiniriz?'


"Öyle ya, haklıydı. Sarhoşun yanında hoca ne arasındı? 'Niçin sarhoşa kiralık ev teklif
ettin?' diye bir de Üstad beni azarlarsa, diye düşündüm. Az sonra Üstadın yanına geldim.
'Mesele böyle böyle' dedim. 'Ev var, fakat sahibi zil zurna sarhoş' dedim. Tabiî, ona benim de
içtiğimi ve onun kadeh arkadaşı olduğumu söylemiyordum. 'Ev sahibi sarhoş' deyince Üstad
kızacak zanettim, ama hiç kızmadı. Onda o his sanki yoktu.

"Peki kardeş, varsın sarhoş olsun' dedi.

"Bakırcı Hasan içkiyi nasıl bıraktı?"

"Ben hemen Hasan'a haber verdim. 'Evi tuttuk' diye. O gece eve taşındık. İçeriye
girdik. Taşındık dediysem, tabiî, eşya bir ekmek çıkını, bir abdest ibriği filân. Ehl-i dünya
nâmına eşya yok onda. Hasan da bizi bekliyordu zaten. Üstad, Hasan'a,

"Gel bakalım, Hasan Usta' dedi.

"Hasan ezile büzüle yanına vardı.

"Buyur hocam' dedi.

"Sen içer misin?'

"Sabah-akşam demez içerim, efendim.'

"Üstad elini kaldırdı. Hasan'ın sırtına koydu, üç kez sıvazladı.

"Haydi oğlum, sen de bundan vazgeçersin' dedi.

"O, akşam demez, sabah demez içip duran hasan, o gün Üstadla beraber sabah namazı
kıldı. Ondan sonra hiç içkiyi ağzına almadı ve Bediüzzaman'la beraber hep namaz kıldı. Bu ne
iştir yâ Rabbim? Din nedir, namaz nedir bilmeyen Hasan böyle olacaktı. Hiç aklıma
gelmemişti. Bunun için Üstadı çok takdir ettim.

"Bediüzzaman'la uğraşanlar belâsını bulurdu"


"Bediüzzaman iyiydi, hoştu, onunla uğraşmaya gelmezdi. Onunla uğraşanlar, ona
zulmedenler, belâsını görürdü. Ya ortalıktan kaybolur ya da kudura kudura, delire delire ölür
giderdi.

"O evi hükûmet tarafından tuttuktan sonra, ben de kapısının önünde nöbet bekledim.
İçeriye kimseyi sokmayacaktım. İnönü hükûmetinin emrine göre. Ama ben ara sıra kaçamak
olarak Üstadın bazı talebelerini yanına koyardım.

"Zengin bir halıcı vardı. Üstadın talebelerinden idi. Birgün Üstadı dağlarda, tek başına,
yaya, düşüne düşüne gezinirken görüyor, hemen yanına yaklaşıyor.

Sh»: (S.Ş: 423)

"Üstadım, ne yapıyorsunuz? Böyle olmaz, yaya niye geziyorsunuz?' diyor. Ve ona bir
taksi alıyor.

"Bu zâtın Bediüzzaman'a taksi alması mahkemeye aksediyor. Efendim, neymiş? Bu


zengin adam Üstada taksi almış da, bu da çok büyük suçmuş!

"Mahkemede o zâta sordu:

"Bu taksiyi sen mi aldın?'

"Eveeet, aldııım... Sen benim gönlümü fethet, sana da tayyare alayım, efendim. Sana
milyonlarımı vereyim' dedi.

"Sonra Üstad ayağa kalktı. Başladı konuşmaya. Derken, iki saat oldu. Hakim,

"Yeter' dedi. O zaman Üstad celâllendi, eliyle bir daire çizdi ve işaret parmağını
hâkime doğru uzattı,

"Benim sekiz saat söz söyleme hakkım var. İstediğim kadar konuşurum' dedi.

"Bediüzzaman'ın herşeyi doğruydu, haktı. Hiçbir konuda yalpa yaptığını görmedik.


"Üstad hakikaten İslâmı muhafazaya çalışıyordu. Hiçbir kötülüğü görülmediği halde,
senelerce hapislere atılıyor, zulmediliyor, hattâ zehirleniyordu.

"Üstada selâm verdiğim için bir hafta hapse attılar"

"Üstadın mahkemesi olacaktı. Şarktan, garptan insanlar Afyon'a akın ettiler. Sokaklar,
caddeler mahşer gibiydi, yol değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Üstadı, elli tane, yüz tane
adamı öldürmüş katil gibi mahkemeye götürüyorlardı. Ben de o zaman vazifeliydim.
Bediüzzaman'la karşı karşıya geldim. Hemen selâm çaktım. O sırada bizim süvari muavini
geçiyormuş. Üstada selâm verdiğimi görmüş. Meydanda bağırdı, çağırdı,

"Yakalayın şunu askerler' dedi. Beni yakaladılar. Bölük komutanının odasına soktular.
Süvari muavini olanı biteni anlattı. 'Bu jandarma, Bediüzzaman'a selâm vermiş' dedi.
Komutan, muavinden de betermiş. Oturduğu yerde deliriyor, tepiniyor, saçını başını yolacak
oluyor neredeyse.

"Sen hocaya selâm vermişsin?'

"Ben gâvur muyum yahu? Müslümanım.'

"Falakaya yatırın bunu' diye deli gibi bağırdı. Beni falakaya yatırdılar. Onlar kızılcık
sopası ile ayaklarıma vurdukça ben,

Sh»: (S.Ş: 424)

"Üstadla konuştum ya, ona selâm verdim ya, fedâ olsun herşeyim' diyordum.

"Bu sefer daha da çıldırıyorlardı:

"Asker, hocaya selâm veremez.'


"Verir' diyordum ben de. 'Nasıl veremezmiş. Asker gavur mu?"

"Bölük komutanı öfkesini alamadı, beni bir hafta hapse attı.

"Zalimler belâsını bulacaklar"

"Bir hafta sonra hapisten çıktım. Bir yanımda alay komutanı, bir yanımda da tabur
komutanı olduğunu unutarak Üstada yine selâm çaktım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.

"Hocam nasılsun?' dedim.

"İyiyim, evlât' dedi. 'Geçmiş olsun.'

"Hapishaneye girdiğimi nereden öğrendi, bilmiyorum. O devam etti:

"Zalimler bulacaklar belâlarını, hem bu dünyada, hem de ahirette.'

***

"O hediye kabul etmezdi. Pek az yemek yerdi. Saçı, bıyığı süt beyazdı, vücudu da bem
beyazdı. Saçları arkaya doğru uzundu."

Sh»: (S.Ş: 425)

$ ŞAHABEDDİN ÜNLÜ

[]

Şahabeddin Ünlü
"Dua et Üstadım"

"1956-1960 yılları arasıydı. Henüz ortaokul öğrencisi idim. Evimiz Bolvadin'de, o gün
için Eskişehir-Emirdağ-Afyon ve Isparta güzergâhında, ana caddede idi. Kimi zaman mahalle
arkadaşlarıyla oynar, kimi zaman da topluca oturur, yoldan gelip geçen otobüsleri
seyerderdik.

"Birgün birşey dikkatimizi çekti. Sonradan defalarca göreceğim, hattâ plâkasından


marka, renk ve kornasına kadar iyice belleyeceğim bir taksi. Etrafı yoğun bir kalabalık
tarafından sarılı olduğu için yavaş seyrediyordu. Hemen, arkadaşlarla birlikte koşarak taksinin
yanına vardık. Önce, birşey satıldığın için halkı etrafına topladığını sandığım takside, birşey
satılmadığını görerek hem taksiyi, hem de halkı dikkatle izledim. Takside tahminen üç-dört
kişi vardı. Yalnız, arka koltukta oturan başı sarıklı, keskin bakışlı, nuranî bir zat dikkatimi
çekiyordu. Halk, adeta pencereden içeri girecekmişçesine ona doğru yönelmiş, 'Duâ et
Hocam, duâ et Üstadım!' diye çırpınarak taksiyi takip ediyor, bırakmıyorlardı.

"Ben de tam olmasa bile mahiyetini birazcık olsun sezdiğim bu durumu, kendime,
oynadığımız oyunlardan daha zevkli bir meşgale sayıp, taksinin peşinden gittim. Taksi şehrin
dışına yaklaştıkça hızlanıyor, hızlandıkça da yaşlı ve büyük adamlar geride kalıyordu. Yalnız,
beni, his ve müşadehe ettiğim bazı durumlar geride bıraktırmıyor, koşturuyordu.

"Birincisi, takside gördüğüm nuranî zâtın, büyük adamlardan çok -sanki onlar daha
büyükmüş gibi- çocuklara yönelmesi ve onlara daha bir içten mukabele etmesi; ikincisi de
bakışlarında varlığını sezdiğim manyetik güç idi. Onu görür görmez, kendimi bir saman çöpü
gibi hissediyor ve adeta ona doğru iteleniyordum. Nihayet şehrin dışına kadar taksiyi
bırakmadım. Tabiî, taksi hızlanınca el sallayarak onu uğurladım.
Sh»: (S.Ş: 426)

"Sayısını bilmiyorum. Ama bu tatlı oyun epey sürdü; belki üç, belki dört sene... Hem
bir öncekine kıyasla daha bir bağlılık ve daha bir tanışıklıkla.

"Uçurtmayı bıraktıran duygu neydi?"

"Hiç unutmam. Birgün, iki katlı, düz damlı, kerpiçten evimizin üzerinde küçük
kardeşim Said'le birlikte uçurtma uçuruyordum. Bir yaz günü idi. Gök mas mavi, ter temiz.
Esen rüzgârın keyfine göre dalgalanmaya bıraktığımız uçurtma havalanıyor, o havalandıkça
kendimizi de havalanıyor gibi hissediyor, seviniyorduk. Bir ara bir korna sesi duydum.
İçimden izahını yapamadığım bir hisle hemen ayağa kalktım, uçurtmanın ipini küçük
kardeşime bırakıp aceleyle aşağıya indim. O da, niçin aşağıya indiğimi bilmemekle beraber,
herhalde daha tatlı birşeye yöneldiğimi düşünerek, uçurtmayı bırakıp arkamdan geldi. Tam
kapımızın önüne çıktım ki, defalarca arkasından koştuğum ve büyükleri takliden, 'Dua et
Hocam!' dediğimi nuranî zat, taksinin içinden bana bakıyor ve mânâsını sonradan daha iyi
anlayacağım tarzda mukabele ediyordu.

"Bu defa yanımda mahalle arkadaşlarım yoktu. Herhalde acele işleri olduğu için idi ki,
taksi her zamankinden daha sür'atli gidiyordu. Buna rağmen, her zaman olduğu gibi taksinin
kapısından tutup koşuyor, bir taraftan da adeta vird edindiğim sözü tekrarlıyordum: 'Dua et
Hocam, dua et Hocam!' Bu şekilde şehrin dışına kadar koştum. Derken taksi durdu. Şoför,
pencereden başını çıkarıp bana, 'Evlâdım! Artık bırak, şimdi hızlanacağız' dedi. Ben de
herhalde, defalarca arkalarından koşarak iyice tanışmış olduğuma inandığım şoföre, 'Bana dua
ederse öyle bırakırım' dedim. O da bana, 'Peki, senin adın ne?' dedi. Ben de, 'Şahabeddin'
dedim. Herhalde tam anlamamış olacak ki, bana, 'Şaban mı?' dedi. Ben de, 'Hayır,
Şahabeddin' dedim. O da, 'Peki, evlâdım, Üstada ismini söyledim, sana dua edecek' dedi.
Böylece, içimden duyduğum rahatlık ve sevinçle taksiyi bırakıp onları uğurladım.
"Ama aradan günler, aylar geçti. İsmini bile bilmediğim, yalnızca büyükleri takliden
kendisine, 'Dua et Hocam!' dediğim o nuranî zatı bir daha göremedim. Hattâ, nereden gelip,
nereye, niçin gittiğini bile bilmediğim o zatın, artık evimizin önünden niçin geçmediğini bile
düşünemiyor, soramıyordum.

Sh»: (S.Ş: 427)

"Kitapları didik didik inceliyorduk"

"Yıl 1960. Lise ikincin sınıfa devam ediyordum. Bir münasebetle, ağabeyimle birlikte,
'Merdreseye gidiyoruz' diyerek bir eve gittik. Orada kimisi eski yazıyla birşeyler kopye
ediyor, kimisi de sesli olarak yazdıklarından bazı pasajları bizim için okuyordu. İster
okudukları şeylere olan ihtiyacımızdan olsun, isterse merakımızı mucip ve hoşumuza gittiği
için olsun, biz de onlar gibi yazıp okumaya başladık. Hattâ, devam mecburiyeti olan bir okula
gider gibi, oraya her akşam gidiyor ve kitapları didik didik inceliyorduk. Zaten hem tüm
Bolvadin ve çevre halkınca, hem de -daha çok âlimler arasında- Türkiyece tanınınmış bir
zatın -Müderris Yunuszade Ahmet Vehbi- torunları olarak bu tür bir meşguliyeti
yadırgamıyorduk. Öte yandan, zaten ailecek kıldığımız namazlarımızı orada da kılıyor,
dinlemeye alışık olduğumuz dinî konuları orada da dinlemeye devam ediyorduk.

[]

Şahabeddin Ünlü ortaöğretim yıllarında

"Fakat bazı farklılıkları, orijinallikleri de müşahede etmiyor değildik. Söz gelişi,


namazlarımızı daha bir tâdil-i erkânla kılıyor, okuduğumuz kitaplarda da niçin namaz
kıldığımızın, neye, niçin inandığımızın şuuruna ermeye çalışıyorduk. İşte, bu şekilde bir
şuurlanmanın sonucu da ihtiyaç duyduğumuz, fakat soramadığımız, sorsak da tam cevabını
bulamayabileceğimiz bazı sorularımızı çözümlemiş olmanın rahatlığına eriyorduk.

"Derken, Risale-i Nur Külliyatının tümünü temin edip onları evimizde okumaya
başladık. Ben ilk sıraya Bediüzzaman Said Nursî'nin Tarihçe-i Hayat'ını koydum. Bunda,
herhalde ondaki resimlerin ve daha sade olan dilinin rolü vardı. Önce, kitaptaki tüm resimleri
gözden geçirdim. Fakat, hayret, kitaptaki Bediüzzaman'a ait resimler bana hiç yabancı
gelmiyordu. Hele onun, taksinin içinden bakarken çekilmiş fotoğrafını defalarca seyrediyor,
seyrettikçe de onun tedâî ettirdiği hatıralarımı, adeta tekrar yaşar gibi oluyordum. Dolayısıyla
onunla olan mazideki irtibatımı kuruyor, fakat izahını yapamıyordum.

"Düğümler çözülüyordu"

"Sonra Üstadın resimleri ile aramdaki irtibatı keşfettiğim Tarihçe-i Hayat'ı, kendisine
hiç yabancı olmadığım bir kitabı okur gibi okudum. Sıra, kitabın 'Barla hayatı' bölümüne
gelmişti ki, okudu-

Sh»: (S.Ş: 428)

ğum bir haşiye ile, öteden beri izahını yapamadığım düğümleri çözdüm. Söz konusu
haşiyede şöyle deniyordu:

"Risale-i Nur'a herkesten ziyade iştiyak gösteren, masum gençler ve çocukladır. Binler
nümunesinden bir nümunesi şudur:

"Bir zaman, Bolvadin kazasından geçerken, Üstadın geldiğini gören ilk ve orta mektep
talebeleri, bilâistisnâ hepsi mektebin bahçesinden çıkarak arabanın etrafını alıp selâm
veriyorlardı ve lisan-ı halleriyle 'Hoş geldiniz' diyerek tebriklerini ve minnettarlıklarını takdim
ediyorlardı. Bunun hikmetini bir müddet evvel Emirdağ'da bindiği faytonun geçtiğini görüp tâ
uzaklardan, dikenlere basarak, 'Bediüzzaman Dede! Bediüzzaman Dede!' diye Emirdağ
köylerinin yollarında koşuşan masum çocuklar münasebetiyle, Üstadımızdan sormuştuk. O
zaman, 'Bu masumların akılları derk etmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kable'l-vuku ile
hissediyor ki, Risale-i Nur'la bunlar hem imanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem
kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikatı
kalbleri hissetmiş ve benim Risale-i Nur'un tercümanı olmam hasebiyle, Risale-i Nur'a ait
muhabbet, teşekkürat ve minnettarlığı bana gösteriyorlar' dedi ve onlara dua ettiğini söyledi.
Üstad Bediüzzaman, çocukları pek sever, böyle etrafına toplandıklarında, 'Masum olduğunuz
için dualarınız makbuldür, bana dua ediniz' diye onlara iltifat ederdi.

"İşte anneleri hep Nur Talebeleri olan Bolvadin masumlarının samimi alâkalarının
sebebi bu idi.'

"Bu haşiyeyi defalarca okudum. Her okuyuşta ayrı bir düğümü çözer gibi oluyor,
rahatlıyor ve ondan ap ayrı bir zevk alıyordum. Nasıl almayayım ki? Çünkü kendi kendime
diyordum: Ben bu zatın arkasından üç-dört sene defalarca koştum, defalarca duasını aldım.
Demek, ne kadar makbul ve büyük bir zatmış ki, tam eserlerine ihtiyaç duyduğum bir
zamanda, bir vesileyle onları tanıyor ve okumaya başlıyorum. Ayrıca, okuduğum haşiye,
taksisinin kapısından tutarak duasını talep ettiğim Üstadın, bize bakarak -o günkü aklımla
kendisini serinletmek için kaldırdığını sandığım- ellerini yüzüne, kendisine dua etmemizi
istemek için kaldırdığını anlatıyordu.

"Öte yandan, okuduğum haşiyede, onu görür görmez, kendimi niçin bir saman çöpü
kadar hafif ve ona doğru iteleniyor gibi hissettiğimin izahını buluyordum.

"Derken, makbuliyetini ve büyüklüğünü bizzat müşahede ve idrak ettiğim Üstadın tüm


eserlerini, hiçbir menfi kanaati ve önyargıyı düşünmeden doya doya okudum. İşin ilginç
tarafı, liseyi bitirdi-
Sh»: (S.Ş: 429)

ğim yıl, istediğim fakülteyi kazanamadığım için, beklemeye mecbur kaldığım bir
yılımı da eserleri okumaya harcamamdı. Çünkü yarın, bir yüksek okula girecek ve orada
zihnimi kurcalayan bir sürü soru ve tehlikelerle karşılaşacak, belki de onlara mağlup
olacaktım.

"Şükürler olsun ki, ertesi yı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin, sonradan daha çok
seveceğim, bir bölümünü kazandım: Türk Dili ve Edebiyatı. Artık, her türlü tehlikeye karşı
koyabileceğim zırhımı kuşanmış, gittikçe daha çok zevkini tadacağım derslerimi takip
ediyordum. Bu arada, fakülte arkadaşlarımla, yeri geldikçe imanî konularda sohbet ediyor,
yararlandığım kaynaktan karınca kaderince onları da yararlandırmaya çalışıyordum.

"Sınıfı dolduran Said'ler"

"Hiç unutmam, fakültenin üçüncü sınıfındaydım. Eski Türk Edebiyatı Profesörümüz


Hasibe Mazıoğlu, sınıfta bir yarışma düzenledi. Yarışma konusu, Fuzulî'nin divanından
okunacak bir gazeli, eski yazıyla kimin en eksiksiz yazabileceği idi. Derken, hocamız
herkesin yazdığı gazelleri okudu, inceledi. Sonra yanıma gelerek 'Şahabeddin! Sen İmam-
Hatip çıkışlı mısın?' dedi. Ben de, 'Hayır, lise çıkışlıyım' dedim. 'Peki, baban imam falan mı?'
dedi. Ben de, 'Hayır' dedim. Sonra, 'İyi, ama bugüne kadar hiç böyle öğrenciye rastlamadım.
Sen Fuzulî'nin gazelini hem eksiksiz, hem de onun şivesi olan Azerî Lehçesine uygun biçimde
yazmışsın' dedi. Ben de o gün için fazla konuşmadım. Fakat içimden, daha lise öğrencisi iken,
eski yazıyla teksir ettiğim eserlerin bu yönde de faydasını düşünerek kendi kendime
şükrettim.
"Sonra fakülteyi bitirdim, Emirdağ Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin edildim.
Emirdağ, hem komşu kazamız, hem de bir çok tanıdık ve arkadaşlarımızın bulunduğu bir ilçe
olarak hiç yadırgamadığım bir yerdi.

"Nitekim sınıfta yoklama yaparken okuduğum Said Gül, Said Çopur ve Said Önaçan
gibi öğrenci isimler bana çok şey anlatıyor ve benim oradaki görevimin ne derece önemli
olduğunu hatırlatıyordu.

"Öte yandan, orada kaldığım sürece, gezdiğim, gördüğüm her yer ve herşey bana,
kendisine ebediyen minnettar olduğum zatı hatırlatıyor, ondan hatıralar, izler taşıyordu.

"Şimdi Emirdağ, benim için daha çok hatıra ve izler taşıyor. Çünkü, Emirdağ'daki
okullarda öğretmenlik görevini sürdüren bir çok Said'ler, Bekir'ler ve Hamza'lar var..."

Sh»: (S.Ş: 430)

$ H. HÜSEYİN KORKMAZ

[]

H.Hüseyin Korkmaz

"Bediüzzaman'ın peşinden niçin koştum?"


"Çocuk, fıtratının gereği, kendisine eğlence veren şeylerden hoşlanır. Ben de çocukken
evimizin önünden geçen deve kervanlarının peşine takılır, merakla seyrederdim. Bazen
davullu zurnalı bir düğün alayına katılır, bir müddet takip ederdim. Fakat okula veya hocaya
gitmek, ders çalışmak sıkıcı gelirdi. Elbette bunlar bir çocuk için normaldi.

"Küçüklüğümde bu normallerin dışında garip bir hadise cereyan etmişti. Bir ihtiyarın
peşinde koşmak... Bu zat Üstad Bediüzzaman Hazretleriydi. Emirdağ'dan gelen arabalar
Bolvadin'e uğradıklarında bizim evin önünden geçmek mecburiyetindeydiler. Birgün Üstadın
arabası evimizin önünde durmuştu. Hemen koştum ve arabasının etrafında dönmeye başladım.
Acaba bir selâm verebilir miydim? Bunun için çırpınıyordum. Nihayet bu zayıf ihtiyar beni
gördü ve başını yavaş yavaş sallayarak selâmıma mukabele etti. Elbette bu hareketi bizim için
bir dua idi.

"Bir sefer, 'Bediüzzaman geçmiş, ileride duruyormuş' dediler. Ben durur muyum?
Önümde giden bir adamla birlikte koştum. Tık nefes oluncaya kadar koştum ve Üstadın
arabasına yetiştim. Ne yazık ki, arabası hemen hareket etti, onu doyasıya göremedim.
Geldiğimiz yer, evimizden bir buçuk kilometre uzakta, şehrin dışındaydı. Onu iyice
görememek herhalde beni üzmemişti. Yolunda koşmuştuk ya, bu bize yeterdi. Eve dönünce
anneme haberi verdim:

"Ana, Bediüzzaman gelmiş, ardından tâ kırlara kadar gittik!'

"O çağlarda dersten, hocadan kaçarken, niçin Üstad Hazretlerinin peşinde koşardık?
Göreceğimiz, nihayet yaşlı bir insandı bizim için...

"Bediüzzaman kelimesi, ruhumda bam başka hisler uyandırmıştı. Hattâ onu görmeden
evvel bahsi geçtiği zaman, insan üstü bir varlık olarak tasavvur ederdim. Bolvadin'e en yakın
kaza olan Emirdağ'da bulunuşuyla sanki etrafına nur saçardı. Etrafı, manevî
Sh»: (S.Ş: 431)

bir havaya bürürdü. Bu yüzden birgün dedeme şöyle sorduğumu hiç unutmam:

"Dede, Bediüzzaman nedir?'

"Evlâdım, o da bizim gibi bir insan, ama büyük bir âlim ve evliyadır.'

"Çocukluğumda Üstadın peşinde şuursuz olarak koşardım. Anlayamadığımız bir


cazibe bizi çekerdi. Ne yazık ki, üniversiteye girinceye kadar onu şuurlu tanıyamadım. Belki
onun sevgisi kalbimize bir tohum gibi ekilmişti. Fakat fakülte sıralarına oturuncaya kadar
nevş ü nema bulmamıştı. Gerçi dindar olmaya başlamıştım. Ama İslâmiyet hakkında zihnime
takılan bir sürü meseleler vardı. Cemiyetin ve etrafımdaki günah sellerinin tesiri altında
kalıyordum. Huzursuzdum ve şahsiyetimi bulamamıştım.

"Bir gün benim gibi Fen Fakültesi Matematik-Fizik bölümünde okuyan bir arkadaşım,
beni bir dersaneye götürmek istedi. Derhal kabul ettim. Sanki akmak isteyen bir su gibiydim.
Böylece önümdeki engel kalkmıştı. Bir gün de bana Küçük Sözler'i verdi. Okudukça
okuyasım geliyordu. Hiçbir kitabı böyle zevkle, merakla okumamıştım. Derslerimin yanı sıra
diğer risaleleri de açar, satırların altlarını çizerek, kelimelerin mânâlarını bularak çalışırdım.
Küçük risaleleri devamlı cebimde taşır, trende, otobüste okurdum. Bir yere misafir gitsek, bir
fırsatını bulur, tanıdıklara da dinletirdim.

"Artık kafamdaki sorular, teker teker cevabını bulmuş, zihnimdeki karanlık


aydınlanmıştı. İnsanlığa ve dine en güzel hizmetin ancak bu eserlerle olabileceğine
inanıyorum.

"Eğer Üstadı iyi tanımasaydım, böyle dindar ve gaye sahibi olamazdım. Ona çok şey
borçluyum. Nur içinde yatsın."
Sh»: (S.Ş: 432)

İBRAHİM ABLAĞ

Cemal Hoca ve Mustafa Şahin'in hatıraları

"Üstad, kediyi sıvazladıkça kedi 'Ya Rahim, ya Rahim' diyordu."

"Benim aslında Bediüzzaman ile alâkalı doğrudan hatıram yoktur. Fakat bizzat
kendilerinden işittiğim zatların bana anlattığı iki hatıra var. Bu hatıraların ilki Cemal Hoca
adında bir arkadaşımın hatırasıdır. Bana şunları anlattı:

"Bir arkadaşımla ismini ve methini çok duyduğumuz Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret


etmek için Afyon'dan Emirdağ'a gittik. Ben ve yanımdaki arkadaşım molla idik. Molla
olduğumuz için Üstadı bir din alimi olması dolayısıyla ziyarete gidiyorduk. Emirdağ'a geldik.
Bizi biri karşıladı. Görür görmez:

"Siz Afyon'dan mı geliyorsunuz?' diye sordu.

"Oysa o adamı hiç tanımıyorduk. Bizi niçin karşılamıştı ve Afyon'dan geldiğimizi de


nereden biliyordu? Şaşkınlıkla,

"Evet' dedik. Sonradan öğrendik ki, Üstad onu bizi karşılamak için göndermiş. Bize:

"Hoş geldiniz,' dedi. 'Hoca sizi istiyor.'

"Bizi mi istiyordu? Biz onunla hiç görüşmemiştik ki, bizi nasıl isteyebilirdi? Ayrıca
geleceğimizi de haber vermemiştik.

"Bizi karşılayan kardeşle birlikte Üstadın kaldığı eve gittik. İçeri girdik. Üstad evde
oturmuş birşeylerle meşguldü. Biz içeri girince bize,
"Hoş geldiniz mollalar!' dedi.

"Molla olduğumuzu da nereden biliyordu? Biz bozuntuya vermedik. 'Hoş bulduk'


diyerek oturduk ve sohbet etmeye başladık. Sohbet arasında bir kedi geldi, Üstadı etrafında
dolaşmaya başladı. Sonra onun yanına oturdu. Üstad, kediyi başından beline kadar
sıvazlayarak okşamaya başladı. O, kediyi sıvazladıkça kedi de,

Sh»: (S.Ş: 433)

"Ya Rahim, ya Rahim' diye mırıldanıyordu. Biz zaten şaşkınız, bir de kedinin 'Ya
Rahim' demesiyle daha beter şaşkınlaştık. Biz şaşkın şaşkın kediye bakarken Üstad bize,

"Sizin kediniz de böyle 'Ya Rahim' der mi mollar?' dedi.

"Yok efendim,' dedik, 'demez.'

"Der mollara, der' dedi. 'Ama sizin kedilerin boğazından haram lokma geçtiği için ağzı
gargur eder. Ya Rahim'i tam çıkaramaz.'

"Sen benim talebem olur musun?"

"Bir de Mustafa Şahin'in hatırası var, o da çok enteresan:

"Mustafa Şahin, Afyonun merkez köylerinden Erkmen'de doğmuş. Köyde ona herkes
'Deli Mıstık' diyor. Bediüzzaman hapishanede iken o da hapse girmiş. Afyon Hapishanesinin
avlusunda gezinirken, üst kattan Bediüzzaman ona işaret ediyor. Yanına çağırıyor. Mustafa
Şahin Üstadın yanına varıyor:

"Buyurun Hocam' diyor. Üstad,

"Sen benim talebem olur musun?' diye teklif ediyor.

"Olurum Hocam' diye hemen kabulleniyor. Üstad ona,


"Aslında senin için ter temiz' diyor. Deli Mıstık iki ay Hoca Efendinin yanında kalıyor.
Hoca Efendi ona bir Cevşen-i Kebir veriyor. Artık Deli Mıstık, 'Deli Mıstık' olmuyor. O
lakabı kalkıyor. Köye döndüğü zaman, Hoca Efendinin yanında talebelik yaptığı için kimse
ona Deli Mıstık demiyor. Aksine ona daha çok hürmet ediyorlar.

"Birgün 'Nurcu avının' sık olduğu dönemlerde, jandarmalar Mustafa Şahin'in


bulunduğu Erkmen köyüne de baskın yapıyorlar. Bu arada Mustafa Şahin'in evine de
giriyorlar. Mustafa, evin ortasındaki direğin dibinde dikildiği halde onu hiç göremiyorlar.
Uzun süren aramalardan sonra, 'Evde kimse yok' diyerek evi terk ediyorlar."
_

sh:»(s:7)

İÇİNDEKİLER

EMİRDAĞ ŞAHİTLERİ

Mustafa Sungur ............................................................ 15

Akif Arıözsoy ............................................................ 92

Mehmet Taktak ............................................................ 95

Mehmet Özpolat ........................................................... 97

Hafız Namık Şenel ....................................................... 105

ISPARTA ŞAHİTLERİ- (2)


Said Özdemir ............................................................... 119

İsmet Gülcügil ............................................................. 132

Hayreddin Topçu ........................................................ 133

Mustafa Çetin .............................................................. 135

Recep Onaz .................................................................. 136

Mehmed Büker............................................................. 141

Fıtnat Güngör .............................................................. 143

Hacı Reşid Övet ........................................................... 145

Ahmet Gümüş .............................................................. 150

Doç. Dr. İsmail Karaçam ........................................... 162

Muzaffer Erdem ........................................................... 165

Abdülkadir Badıllı ...................................................... 169

Mehmed Emin Er ........................................................ 185

Abdülkadir Ekinci ...................................................... 190

Mahmut Allahverdi .................................................... 193

Selahaddin Akyıl ........................................................ 197

Ali Tayyar ................................................................... 202

Ali İhsan Özyurt ......................................................... 213

Fahreddin Sayı ........................................................... 216

Niyazi Tekin ................................................................ 218


Kamil Okur ........................................................... 220

Suad Alkan ................................................................. 222

sh:»(s:8)

Ali Haydar Morgül .................................................... 226

Abdülbari Polat .......................................................... 229

Ömer Adil Mehalifçi .................................................. 232

Muzaffer Küçükyıldız ................................................. 234

Hafız Ali Okur ............................................................. 236

Hamdi Sağlamer .......................................................... 239

Subhi Türel .................................................................. 245

Prof. Dr. Hayrettin Karaman .................................... 249

Mehmed Şükrü Yeşilnacar ......................................... 251

Rahmi Erdem ............................................................... 254

Muhammed Tüylüoğlu ........................................... 258

Hasan Sağlam .............................................................. 260

Av. Gültekin Sarıgül ................................................... 261

Yusuf Dehri .................................................................. 266

Âdile Suluk ................................................................... 271

Mehmed Soymen ......................................................... 272

Dr. Tahsin Tola ............................................................ 274

Hakkı Yılmaz ............................................................... 280


Mustafa Gül ................................................................. 281

Abdurrahman Yargın ................................................. 285

Süleyman Kaya ............................................................ 287

Yaşar Gökçek ............................................................... 288

Yusuf Kervancı ............................................................ 292

Hüsmen Hüseyin Duran .............................................. 294

Veli Işık Kalyoncu ....................................................... 297

İSTANBUL ŞAHİTLERİ- (2)

İsmail Diken ................................................................. 303

Nihat Yazar .................................................................. 305

Muhsin Alev ................................................................. 307

Hüseyin Rahmi Yananlı .............................................. 316

Kemal Baştuğ ............................................................... 317

Hafız Selahaddin Güney ........................................ 319

Halil Sıtkı Öztorun ...................................................... 320

Mehmet Şevket Eygi .................................................... 322

sh:»(s:9)

Mustafa Güleç .............................................................. 326

Hüseyin Cahit Payazağa ............................................. 328


İsmail Dayı ................................................................... 330

Avni Toktor .................................................................. 332

Ali Kırankollular ......................................................... 335

Cesim Küfrevi .............................................................. 337

Tonuslu Haşmet Hoca ................................................. 338

Ali Akalay ............................................................... 340

Mehmed Fırıncı ........................................................... 344

Muslihiddin Sönmez .................................................... 379

Mehmed Emin Birinci ................................................. 381

İsmail Yıldız ................................................................. 417

Galip Gigin ................................................................... 420

Hakkı Yavuztürk ......................................................... 427

Prof. Dr. Ali Özek ........................................................ 441

Mustafa Runyun .......................................................... 444

Dr. Alaaddin Yılmaztürk ............................................ 446

Osman Yüksel Serdengeçti ......................................... 450

Naci Erdönmez ............................................................ 458

Hafız Enver Ceylan ..................................................... 460

Mustafa Cahit Türkmenoğlu ...................................... 462

Hikmet Tezcan ........................................................ 476


ANKARA ŞAHİTLERİ

Cemaleddin Günel ....................................................... 479

Atıf Ural ....................................................................... 480

Prof. Dr. İbrahim Canan ............................................ 485

Hüseyin Aksu ............................................................... 487

Said Köker ................................................................... 491

Abdülkadir Akçiçek .................................................... 493

Mehmed Hasırcı (Erbaşı) ...................................... 496

sh:»(s:10)

sh:»(s:11)

TAKDİM

Yeryüzüne (arz) Allah'ın dilemesiyle halife kılınan "hedef insan"a ulaşabilmiş


kimseler her asırda bulunuyor. Bunlar topluluklar için, imanî ve içtimaî örnekler teşkil
ediyorlar. Bu müstesna zatlardan tam istifade edebilmenin yolu, belki de en kestirme yolu,
hayatlarının, yaşayışlarının ve ne yapmak istediklerinin iyice bilinmesine, gerekli tespitlerin
yapılabilmesine bağlıdır. Bu da etraflıca araştırmalarla, tetkikatla elde edilebilir. Bunun için
ne derece ciddî çalışmalar yapılırsa yine de azdır.

Hicrî 13. asrın başında duran, sûreten medenî olan insanları medeniyet-i hakikiye olan
İslâmiyet ile dirilmeye, hayatlanmaya dâvet eden,

"İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir"

"Hayat-ı din, nur-u hayattır"diye ufku tabiatçılık ve inkâr-ı uluhiyet felsefeleriyle


karan insanlığa Kur'ânî "Şuâlar" ve "Lem'alar"la nur serpmekle hakikî kemâlâtın İslâmiyet ve
imanda olduğunu ispat eden namdar ismiyle Bediüzzaman'ı tanımak ise çok daha
ehemmiyetlidir.

Değerli araştırmacı ve kardeşim Necmeddin Şahiner'in bu sahada yirmi yılı aşan bir
mesai sarfetmiş olmasına hiç de şaşmamak lâzımdır. Yorumsuz olarak ancak hâdiseleri,
hâtıraları ve vesikaları nakledebilmek, dürüstçe bunu yapmak, hisleri, kanaatları
karıştırmamak, başlıbaşına bir hizmet sayılabilir. Zannederim ki, muasırları olan ilim ehli ve
hakikatı arayanlar. Bediüzzaman Said Nursi gibi bir zât-ı âlicenâbı tanımamış, tanıyamamış
olduklarına çok teessüf edeceklerdir. Gerçekte, o; eserlerinde, yani Risale-i Nur
şaheserlerinde, onun aynasında pırıl pırıl parlamaktadır. Bu nisbette insanın rütbe-i aklının,
eserine aksetmesi çok hârikadır.

Bu mücessem iman mümessiline nasıl lâkayd kalınabilir? Çok Taaccüb ediyorum.


Mütebahhir ulemadan Maraş'ın medârı iftiharı Müftü Hâfız Ali Efendi Hazretleri bizleri
Risale-i Nuru okumak sebe-

sh:»(s:12)

biyle tebrik ederdi, müjdeler verirdi: "Cenâb-ı Said Radiyallahu Teâla Anh Efendimiz
kümmelîndendir. Her ne derseniz ona lâyıktır. O zâta yakışır" buyururlardı. Hatta
büyüklüğünün kıskanıldığını, haset edildiğini, isminden ürküldüğünü söylerlerdi.

Evet, böyle asrını dolduran, hattâ aşan zâtların hayatlarını ve eserlerinin tetkikine çok
fedâkâr Necmeddinler lâzımdır.

Herhalde en uygun şekilde bu hizmet için enstitüler ve üniversitelerde kürsüler ihdas


edilmelidir. Mânevî irfanımız için müstakbel nesillere bu hizmeti yapmakla borçluyuz.
Şimdilerde bu vazifeyi en candan yapanlardan birisidir Şahiner ve onun bu çalışması temel
teşkil edebilir.

Doğrusu, seneler önce çocuk denecek yaşlarda onun böyle bir istidâdını farkederek bu
yolda teşvik ettiğime isabet olmuş ki, çok semerelerini gördük, istifâde ediyoruz. O günlerde
lise son sınıf öğrencisi olan bu günün yorulmaz araştırmacısı, biyograf Necmeddin Şahiner'e
söylediğim şu meâldeki sözleri hiç unutmadım:

"Kardeşim Necmeddin! Senin, eşhâs-ı zamanı, devrin şahıslarını tanımak hususunda


tecessüs derecesinde ciddî merakın var... Büyük Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını
incele, öyle ki onun ikamet ettiği yerleri gör, görüşenlerle görüş, isim, zaman ve mekân
belirterek bunları yorulmadan on yıl toplayarak, sonra tasnif eder, bir eser hâline getirirsin.
Belki bu derleme, bu araştırmalar kaynak olur. Size de bunlar için müracaat edilir, hayır
vesilesi olur" demiştim.

Doğrusu kendisinden bekleneni mükemmele ulaşmak derecesinde yaptığını görüyoruz.

Büyük bir sadâkat ölçüsüyle yapılan bu güzel ve faydalı çalışmaya karşı takdir
hislerimi her zaman izhar etmişimdir. Şahiner gibi, derlenmiş bilgilerini yazılarla kayıt altına
alan, zaman silgisinin silip yok etmesine firsat vermeyen kimseleri imrenerek takip ediyorum,
onların ortaya çıkardıkları eserlerini dikkatle okuyorum. Kendi ihmal ve kusurumun vicdanî
baskılarını bir derece okuyarak telafi ediyorum. Kendileri için güzel meşguliyetler arayan
gençlerimiz ağabeylerini örnek alsınlar, tavsiyelere ehemmiyet versinler, çalışmalarına erken
başlasınlar. Büyükler için (onların daha iyi tanınması yolunda) yapılan çalışmalar küçük
değildir, mânevî ecrini de Allah (c.c.)'dan umuyoruz.

Ahmet İhsan Genç

(İstanbul - Göztepe)

(N.Şahiner)

sh:»(s:13)

ÖNSÖZ

Şâhitler'in Dilinden Bediüzzaman Said Nursî'yi Anlatıyor ismindeki çalışmalarım Nur


sevdasının bir sesidir.

Nur bahsi bitmez ve tükenmez, fakat takatim değil. Bana düşen, bu kudsî işe gönül
vermekti. Gönül değil, bu mukaddes işe gençliğimi, hayatımı ve maddî geleceklerimi de
verdim. Sadece gönül değil, bu işi zerrat-ı vücudumla yapıyorum. Bu nurlu yürüyüşte bütün
kuvvetim, emelimin temizliğinden ibarettir.
Tam yirmi üç sene evvelki, on saatlik Nurs yolunda yürüyüşten sonra Kutis köyündeki
beş on dakikalık molamızda vücudumla birlikte ayalarımın sanki nüzul inmiş gibi titreyişini
İsmail Yazıcı ve Nâzım Gökçek Ağabeylerim çok iyi hatırlarlar. O yıllarda Nur Üstad
Bediüzzaman'a ait ne duyuyorsam, elimdeki küçük deftere notlar alırdım.

Uzun zamanlardır bu not alışlardan, bu yazışlardan toplayıp bulabildiklerimden,


süzülerek ancak sizlere onda birisini çıkararak takdim ediyordum.

Sonra bu yazılanlar hiçbir zaman bir kişinin kafasının işi de olmadı. Nice nice nur
kardeşler hep tashih ettiler, hep elediler, hep münasip olmayanları koymadılar. Bu işte
yardımı olanları, hep dualarımla ve minnet duygularımla yâd ediyorum. Ben gayretlerimde bir
ekip on çıkaran çiftçiler gibi seviniyorum.

Nur Üstad Bediazzaman Sair Nursi'yle alakalı üç özel dergi bir düzineyi bulan kitap
çalışmalarımla birlikte yeni yeni kitapların hazırlıkları içindeyim. Saadet dolu günler ve
aydınlık geceler yaşamaktayım. Yazılarım ne sistemli bir ilim tetkiki, ne de subjektif bir
sanattır. Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî'yi Anlatıyor sadece ve sadece Kur'ân'ın
Nurlarına sevdalanmış bir kalbin nurları etrafına şıçratarak, nur yolunda son nefesini
verebilmesidir.

Hiç bir davam yok. Biraz emeğim, nura sevdalanmış gönlüm ve nur için yaşayıp, nur
için ölebilme gayretim var, o kadar.

sh:»(s:14)

İnsan mazisi içindir. Bunun için hep mazideki yüce şeref levhalarının vesikalarını
toplayabilmeye çalışıyorum. Ben tam olanı değil, toplayabildiklerimi dökmeden vermeye
çalışıyorum.

Onları, yüzleri ve binleri çoktan aşan ve taşan şahit insanlar... Edirne, Şam, Berlin,
Hakkâri, Milas, Erzincan ve Elmalı sadece şu anda hatırıma gelebilen beldeler.

Bu nur hizmetinde ürpertici zorluğu bilmez miyim? Ama Nur Üstadın Avukatı Bekir
Berk Ağabeyimin "Kardeşim, biz istihdam olunuyoruz" şeklindeki nurlu sözü, zerrat-ı
vücuduma, nurdan zevk ve lezzetler vermektedir. Yoksa hiçbir zaman "Ben de yazdım, ben de
yazabilirim" gibi bir bed düşünce ve fikir hiçbir an hayalime bile gelmedi. Tam aksine,
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı-eserleri konusunda bilgilerim ilerleyip artınca, ne kadar bu
mevzuda ilme ve bilgilere muhtaç olduğumu daha da iyi anlıyorum.

Ne yaptığımı pek bilmiyorum. Ama adına ihlâs denilen nur kulesine çıkmak için son
nefes, son imkân ve son sermayeye kadar harcamanın sevdası içinde yaşamaya çalışıyorum.

Bu gayretler esnasında, sayısını bilemediğim tevafuklar ve bu esnada Nur Üstad


Bediüzzaman'ın "Tevafuk makbuliyet alametidir" vecizesi nurdan bir levha halinde karşımda
parlar durur. Hele hele omuzlarım üstündeki mübarek elleri ve heybetli sözleri:

"Bana bak, bana bak, gözlerini benden ayırma!" ikazı.

Yine bu kadarcık bir takdimle, aradan çekilerek, sizleri Şâhitler'in Dilinden in aziz
hatıralarıyla başbaşa bırakıyorum.

İhlas ve İlâhi rıza ne güzel son duraktır.

Necmeddin ŞAHİNER

Gaziantep-1994

EMİRDAĞ ŞAHİTLERİ

sh:»(s:15)

MUSTAFA SUNGUR

1929'da Eflâni'de doğdu. Kastamonu []

Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve Mustafa Sungur

yedi çocuk sahibir. Bediüzzaman Said

Nursî'nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.


"Onu terennüm edebilmek"

"Büyük Üstadın hayat hatıraları, hizmet-i imaniye ve Kur'aniye safhaları, hayat-ı


şahsiye ve hayat-ı içtimaiyeye taalluk eden ahvali ve nihayet Esma-i İlahiyeye mazhariyet ve
âyinedarlık noktasındaki ekmeliyeti o kadar berrak, ulvi ve yüksektir ki; bizim gibi, daha
doğrusu benim gibi, en geride bir talebesinin haddi değil, onu terennüm edebileyim; o bâlâ
kamete bir suret çizeyim. Bunu tevazu için söylemiyorum; ruhen, kalben, aklen yaşadığım ve
idrak ettiğim hakikatler müvacehesinde söylüyorum. Hazret-i Said'in şahsî hayatiyle, şahs-ı
mânevisindeki son asırlara, zamana ve mekâna uzanan mahiyet-i ulviyesini birbirine
karıştırmamak, veyahıt beşerî ahvali arkasında tezahür eden hizmet-i imaniyesine ve o
hizmetin ilâ yevmi'l-kıyame devam ile âlemde meydana getirdiği büyük neticelere de atf-ı
nazar etmek lâzım geliyor. Mu'cizât-ı Ahmediye Risalesinin bir nüktesinde bu mânâ etraflıca
ve temsillerle izah edilmiştir ki; Resul-i Ekrem Efendimizde bu hakikat bütün haşmetiyle
carîdir. Ve onun yolundan giden ve din-i mübîn-i İslâma hizmeti gaye edinen her kümmelinde
dahi, cüz'î, küllî bir nasib vardır bundan...

"Evet es-sebebü kelfâil sırrınca 1400 yıldan beri ümmetinin umum hasenatına daima
hissedar Resul-i Ekrem Efendimiz, her gün devamla sonsuz terakkiyata mazhardır. İşte bu
mazhariyet, Fahr-i Alem Efendimizin yolunda ve izinde gidenlerde de bulunur.

"Evet Hazret-i Said, Bediüzzaman, Said-i Meşhur, Said Nursî, muazzez Üstad;
Müceddid-i Ekber, son asıraların tercüman-ı hakikatı, iman muallimi, fedakâr ve vefakâr
Üstad, bir İslâm fedâisi vs. gibi ulvi mânalarla yâd edilen bu zât-ı âlişanın da bu noktadan,
cidden ve hakikaten tebrike değer, bakmaya layık güzel bir hayatı, nurlu, müşfik bir yüzü, bir
vech-i bedii vardır...

sh:»(s:16)

"Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum"

"Bir tek Said olarak iftihar edilmeye şayeste gerçek ümmet-i Muhammedliği vardır. O
yüce Peygambere ümmet oluşundaki iftiharı ve ihlasındaki sadakatı hakîmliği ve mazhariyet-i
Nuru ve makesliği ve hâkimliği ve kumandanlığı vardır. Fakat bu câmi mazhariyet; yirminci
asrın getirdiği şartları daha evvelinden görerek, ilim ve fenin gerçeklerini de bizatihi eline
alarak, akl-ı selimi, ism-i Hakîme ittibaı davasına esas yaparak, zamanın ve şarların ister
istemez kendisine tevdi ettiği bir mazhariyetidir. Ve Müslümanlar için, çok çeşitli haletler
içinde, en muvafıkını ve isabetlisini gören kumandanlıktır. Evet Said Nursi, o ilmî ve manevî
üstünlüğü ve mürşidliği içinde, aynı zamanda bir kumandandır. Bize çok zaman şiddetli
ikazlar içinde, ´Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum´demesi bu
mazhariyeti ve azim muhakemesi noktasındadır.

Aziz Üstad ve yanında

Mustafa Sungur

Ağabey Isparta'nın

Dereboğazı'na []

giderken. (Fotoğrafı

Ceylan Çalışkan

çekmiştir.)

"1950'de ve sonra Isparta'da hizmetinde bulunduğumuzda, arada sırada, yani bir kaç
ayda bir (ona resmi geçit derdik) bir hadise münasebetiyle o aziz, fedekâr Üstad, bize, bir ders
vermek istediğinde za'aflarımızı veya ne yoldan aldanabileceğimizi bilir, ona göre zihnimizi
bir yere çevirip kusurlarımızı bize arattırır tarzında ihtarda bulunurdu. İşte böyle bir ders
esnasında bize, ´Şimdi yalnız azami ihlas, azami sadakat, azami fedakarlık kafi değildir. Bu
şeytan gibi adamların karşısında çok dikkatli olmak lâzımdır´diye ihtarda bulunmuştu.

sh:»(s:17)

"Dünya İslâmı arıyor"

"Bütün bunlar, ders-i imaniye, neşr-i Nuriye ve hizmetteki düstur ve tavsiyeler, bu


zamanda ve içinde bulunduğumuz şartlar müvacehesinde, muvaffakiyete götürücü
hususlardır. Bu itibarla Said Nursi, hem bir allâme-i asır, hem bir mürşid-i ekmel, hem bir
kahraman-ı İslâm, hem de bir kumandan-ı manevidir. Bir nebzecik ifademizle temas ettiğimiz
bu gerçek için hem Hazret-i Said'in Nur Risalelerini, kendi yerinde ebedî üstâd olduğuna dair
vasiyeti için diyebiliriz ki:

"Dünya islâmı arıyor. Bu günkü insanlık Nur-u Kur'ân'ı arıyor. Ve dünya Said Nursî'yi
bekliyor. Ve Said Nursî'den yirminci ve yirmi birinci asrın ihtiyacını dinlemek ve çaresini de
bilmek istiyor.

"Hülasa: Said Nursî'den, derdine devasını bekliyor.

"Hz. Üstad bu mânâyı defaatle şöyle hülasa ediyordu: ´Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîmin
bu asrın fehmine bir dersidir...

"Çok kısa hülasa ile nazara arzettiğimiz bu nokta, yani bugünkü nesiller, bu zamanın
insanlığı, bütün dünya Said Nursî'yi arıyor dediğimiz hakikat; hakikat-ı Kur'âniye ve
imaniyenin bu asırda tezahürü ve asrın idrakine İslâmiyeti sunan bir Kur'ân tefsiridir. Yani
Risale-i Nuru arıyor demek istiyoruz.

"Bu asır ilim ve fen asrıdır"

"Evet, bu nokta çok mühimdir. Kur'ân-ı Hakimin bu asrın fehmine bir dersi olan
Risale-i Nur'a, bu mazhariyeti için bakıldığından; onu bu zamanda, her halükârda, bütün
dünyaya neşretmek, yaymak, bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Ders, konferans, seminer,
sohbet her ne olursa olsun, bu asırda Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'âniyeye
sarılmak İslâmi bir vazife oluyor. Evet, bu hakikatın müteaddit vecihleri vardır. En mühim ve
daimisi ise Nur'larda defaatle vasiyet ettiği üzere ´Size bâkî bir Üstad bırakıyorum´ dediği
Risale-i Nur'larla iştigal etmek, okumak ve dersini devam ettirmektir. Çünkü, ´Siz hangi
Risaleyi alsanız benimle görüşmekten on defa ziyade, hem istifade eder, hem hakiki olarak
benimle görüşmüş olursunuz´ demektedir.

"Said Nursî Hazretlerinin Kur'ân'dan ders alışı ve Risale-i Nur'un Al-i Beyt-i
Nebevi'nin bu asırda nuranî bir tezahürü oluşu gibi, kudsi yönleriyle beraber, en ehemmiyetli
aklî, ilmî ve mantıkî bir veçhi de; akıl ve fennin hükmettiği bu asırda, bütün dinî mesele ve
hakikatları, delai-i akliye ve mantıkiye ile ispat etmesidir. Mesnevî-i Nuriye'nin başında bu
hususiyeti şöyle izah eder:
sh:»(s:18)

"Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için
hakikatü'l-hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat
gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü; akıl, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece
yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i
hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı câzibedar bir hassası var.
Hangisinin arkasından gideceğini tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda
´Tevhid-i kıble et´ demiş, yani: 'Yalnız bir üstadın arkasından git.´ O çok yaralı Eski Said'in
kalbine geldi ki: ´Üstad-ı hakiki Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur´diye, yalnız o
üstad-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nesf-i
emmaresi de şükûk ve şübehâtiyle onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı
olarak değil; belki İmâm-ı Gazali (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.)
gibi, kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o
makamlarda, gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın
dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.´

"Mektubat'ta da: ´Ehli hakikatın bir kısmı nasıl ki ism-i Veduda mazhardırlar. Ve
azami bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleri ile Vacibü'l-Vücuda
bakıyorlar... Öyle de: Şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnız hizmet-i Kur'ân'a istihdamı
hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellalı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakîm
mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah,
o Sözler, (Kime hikmet vermişse, ona hayr-ı kesir verilmiştir) ayetinin sırrına mazhardırlar´
diyerek Hakîm ve Rahim ism-i şeriflerinin Risale-i Nur ile münasebetini beyan etmektedir.´

"Risale-i Nur, Kur'ân-ı Kerimin bu asrın fehmine bir dersidir"

"Hal böyle iken muasırlarından çoğu maalesef onu anlayamamışlardır. Lakin şimdi
anlamaya başladılar. Yalnız bu anlayış, şimdi bizim irade ve ümidimizin ve zannımızın çok
daha fevkinde cihan-şümûl bir mahiyet ile ortaya çıkıyor. 1970'li yılların sonunda Amerika'da
toplanan İslâm Talebeleri Kongresinde, asrımızda İslâmi kalkındırma ve insanlığa top yekün
İslâmı anlatabilmek; Müslümanlığın küre-i arzda yegâne hak din olarak benimsenebilmesi
için hangi metodu ele alalım tarzında, sorulu- cevaplı izahlı bir toplantı yaptılar. Bunlar
arasında Mevdudî modeli, Seyyid Kutup
sh:»(s:19)

modeli, Hasanü'l-Bennâ ve Bediüzzaman modeli gibi modeller görüşüldü.

"Bunlar arasında Türkiye'de, İslâmın yeniden hayatlanmasında büyük rolü olan


Bediüzzaman modeli de görüşüldü. Evet, Hz. Üstadın tabiri ile ´Risale-i Nur, Kur'an-ı
Kerîmin bu asrın fehmine bir dersidir´sözü hak olduğuna göre akl-ı selim sahibi asr-ı hazır ve
gelen nesil, herhalde bundan uzak kalmayacak ve bu Nur'dan gözünü kapayamayacaktır.
Mutlaka Hıristiyanlık âlemi, hurafattan sıyrılıp hak dine yönelecektir, İnşaallah.

"Sönsün diye üflenirken bilakis parlayan ve gittikçe yayılan ve âfakı kaplayan Nur...

"Kur'ân'ın nuru, imanın nuru ve Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed'in (a.s.m.) Nuru...
Dünyanın nihayetine kadar haşmetiyle yanan, insanlığı zulmetten aydınlığa çıkaran Allah'ın
Nuru... Ezeli ve ebedi bir Nur-u İlahî...

"Henüz Köy Enstitüsünden yeni mezun olmuştum"

"Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'anî Nur'un, hayat-ı maneviye bahşeden feyiziyle


tecellisine ilk önce 1946 yılında nail olduk. Henüz Kastamonu Gölkök Enstitüsünden yeni
mezun olmuş, kendi köyümde muallimlik vazifesine almıştım. Gerçi okul sıralarında iken
1942 yılında,'Kastamonu'da bir hoca varmış, Cennet, Cehennemi görerek kitap yazıyormuş...'
diye okul arkadaşlarıma söylediğimi hatırlıyorum.

"1944 senesinde mezuniyetten bir sene önce stajyer olarak Kastamonu'nun Oğul
köyünde bir ay kalmıştım. Oranın muallimi Şevket Bey (merhum) 23 Nisan tatili için
Kastamonu'ya gelirken yolda mütemadiyen Hz. Üstaddan, büyük bir hocadan bahsediyor,
uğradığı zulümleri bana anlatıyordu. Demek Rahmet-i İlahiye bu suretle ruhumuzda ilk
tohumlarını ekiyordu. Mezuniyetten sonra Eflânili muhterem Ahmet Fuat Efendi (emekli
muallim) ve Safranbolu'da mukim esnaftan muhterem Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram ve
Kastamonuda ziyaret ettiğim Mehmet Fevzi Efendiler benim ilk ağabeylerim, Nur yolunda
öncülerim, uzun yıllar ve daima da istifade ve istifaze ettiğim büyüklerim olarak Rahmanü'r-
Rahim'in rahmetine nâiliyetime vesile oldular. Allah onlardan razı olsun.
"Üstaddan gelen mektuplar"

"Haret-i Üstaddan ve Nur talebelerinden mektuplar, lahika olarak her tarafa


neşroluyordu.

sh:»(s:20)

"Lahikalar, evvelâ, yeni yazı ile geldi. Sonra hatt-ı Kur'ânî kısa zamanda lillahilhamd
öğrendikten sonra eskimez harfle gönderilmeye başlandı. Sonra biz Hazret-i Üstadı ziyaret
edip de Afyon Hapsine girinceye kadar bu lahikalar devam etti. Mustafa Osman Ağabey
gönderdiği. Onlara da Isparta'dan gelirmiş. Böylece bizi beslemeye, gıdamızı tam zamanında
yetiştirmeye ihtimam gösterdiler.

"En büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti"

"Lahika mektupları, bize, Anadoluda kurulan ve etrafa Nurlu mahsüller dağıtan


manevi bir fabrikanın varlığını bildiriyordu. Görseniz ne kadar seviniyorduk. Âlemimiz
genişliyordu. Hiç itiraz konusu gelmeden Üstadımızdan ve talebelerinden gelenleri,
yazılanları kabul ediyorduk. Sanki onları hep içiyor, içiyor, susluğumuzu gidermeye
çalışıyorduk. O günlerde en büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti. Nur dairesine
girebilmeyi, ebedi kurtuluşa giden bir gemiye binmek gibi, necat ve kurtuluş vesilesi telâkki
ediyorduk. Ruhumuz öyle hissediyordu. Bu lahikalarda o muazzez Nur Üstad, ´Seni de Nur
talebesi kabul ettim´ dese, ben de o camiaya dahil olsam, diye büyük iştiyak ve arzu,
ruhumuzda çağlıyordu. Hz. Üstadın bahsi, teveccühü ve yâdı, bizim için rahmet-i İlahiyenin
bir in'ikasıdır biliyorduk. Filvaki bütün bunlarda şüphe yoktu. Zaman ve hadiseler, bunu ispat
etti. Ekilen Nur tohumları, kısa zamanda kesretli sümbüller verdi, çiçekler açtılar. Biz de
Hasan Feyzi (r.a.) gibi,

"Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken,


"Düştüm yine derya gibi bir Nur'a bugün ben' demek isteriz... Ama daima Cenab-ı
Hakkın rahmetini dileyerek, yalvararak... Çünkü, bütün hayırlar, iyilikler daima O yüce
Rahman ve Rahîmdendir.

"Validemin, çocukluğumda okuduğu Envarü'l-Âşıkîn gibi kitaplardan, son asırda


gelecek ve dine büyük hizmet edecek ve Deccala karşı savaşacak, muzaffer olacak bir büyük
hakikatın ve manânın hükmettiği bir zamanda yaşadığımızı ve Deccalizmin, komünizm gibi
dinsizlik ceryanları olduğunu, bu Nur-u Kur'an'ın da ona mukabele eden bir hidayet rehberi
olduğunu idrak ediyordum.

"Isparta'da Nur kahramanlarını görmek istiyorum"

"Birgün Safranbolu'da Köprülü Camiinin yanındaki odada, Mustafa Osman


Ağabeyimizin Nur'lardan okuduğu, ´Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. Bir âlem-i
manâda İmam-ı Ali'nin (r.a.) il-

sh:»(s:21)

minde sordum´cümlesini dinlerken ve aynı günlerde Hasan Feyzi'nin, ´Ey Risale-i


Nur!´diye başlayan uzun mektubunu dinlerken, beklenilen zat-ı Nuranînin Hazret-i Üstad
olduğu, içimde hep canlanıyordu. Aynı sene Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaretimi müteakip
Isparta'ya gitmiştim. Hüsrev Ağabey ve diğer Nur kahramanlarını görmek istiyordum. Hüsrev
Ağabeyin evinde Tahiri Ağabeyi de gördüm. Hüsrev ağabeyimiz, ´Kardeşim Sungur, 1400
seneden beri ehl-i imanın beklediği zat gelmiştir´ sözü , içimdeki manâyı teyid ediyordu.
Hülasa 1946-1947 seneleri, benim Risale-i Nur'u görüp okumam, memleketi saran bir iman
davasına aşina olmam ve ona talebeliği en büyük mertebe ve nailiyet telakki etmem, ezeli ve
ebedi bir nura yönelmem ve nihayet 1947 Eylül'ünde Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaret
etmem gibi mazhariyetlerim... Artık bundan sonraki görüp duyduklarımı ve anladıklarımı
gayr-i insicam ile de olsa, arza bir nebze devam edeceğim.

"Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var"


"1946'da Risale-i Nur'u yeni harf daktilo yazıları ile görüp okumamdan sonra,
nahiyemiz halkına ilân ve ifadede bulunmaklığımız, bir hizmet, bir davet, bir neşir mânâsında
idi... Ondaki büyük lezzet-i maneviyeyi hakkiyle yâd edemem. ´Türkiye'de Bediüzzaman
namında bir Üstad var. Onun Risale-i Nuru var. Onları okumak veya yazmakta, büyük ecre
nailiyet ve dine hizmet manası var´ gibi beyanlar, talebeler tarafından birbirini teşviken
söylenir, ama, bunların gerçek ifadesini yaşayanlar bilir. Yazanlar ve okuyanlar bilir. Evet
Risale-i Nur'a hizmet edenler, onu neşredenler, ona hizmetin hakkaniyetini, kalblerinin tâ
derinliklerinde ve ruhlarında hissettiler. Emsalsiz fedakârlık gösterdiler.

"Fedakârlıkları anlamayanlar, bilmeyenler, yaşamayanlar, havsalayı şaşırtan bu


fedakârlık ve kahramanlık örneklerinin temelinde, Nur şakirtlerinde dünyevi menfaatler ve
şahsi garazlar aradılar. Başta Nur Üstad olarak, şakirlerin bu faaliyet ve hizmetleri, dünyevi
garazların çok üstünde ulvi ve yüksek olduğunu bilmek istemediler, bilemediler. Ama şurası
muhakkak ki; biz ücretimizi manevi yönden alıyorduk. Ruhen, kalben, sanki bir Nur âleminin
içindeydik. Demek rahmet-i İlâhiye son asırların Hizmet-i Kur'aniyesinde öyle ulvi bir lezzet
dercetmişti ki; her sıkıntıya mukabele ettiriyordu. Emirdağ'da birgün Zübeyir ve Ziya ile
birlikte Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye risalesini okumuş ve büyük bir hazz-ı manevi
almıştık. Sonra Üstadımız yanımıza geldi, tekrar okuttu ve;

"Ben zevk cihetini değil, meşakkat cihetini ihtiyar ettim. Fakat

sh:»(s:22)

size müsade ediyorum. Çünkü şevkinize, gayretinize vesile oluyor." demişti. Sırası
gelmişken bu hususta şunu da arz edeyim ki: Hz. Üstad bir gün neşeli ise, üç gün ıztıraplı ve
hastalıklı idi. Bana kaç defa;

"Sungur! Bende on hastalık var. Birisi eğer sende olsa, yataktan kalkamazsın" demişti.
Demek hastalıktaki ecr-i azimi düşünerek sabrediyordu. Biz bunu yakinen görüyorduk. Çok
zaman da bizim için yaşıyor gibi idi. Hattâ bizim maddi yemekten doymamızdan, o da
doyuyor gibi zevklenirdi. Çok aciptir, Hz. Üstad, bunu defaatle beyan ettiler. Bazen bir
kısmını bize verirdi. Sanki bizim lezzetimizle lezzet alırdı. Nur neşriyatında, muhaberelerde
bile Hz. Üstadımız, bizim ruhî arzu, iştiyak ve ümidimize iltifat gösterirdi. Sonra bendeniz
anladım ki; gençlik namına, mektepliler namına, hizmet ve neşriyattaki şevkimiz; Hz. Üstadın
son on yıllık yeni hizmet devresinin bir tezahürü idi. Ve külli bir ilânatın, yayılışın ifadesi idi.

"Kanaatim odur ki; gelen nesl-i atinin, bütün vatan sathında zuhura başlayan mübarek
genç ruhların, istifade ve istifazasını hissediyordu. Bize herhalde onlar için iltifatta
bulunuyordu.

"Hastalığımın şifasını biliyorum, fakat..."

"Hastalığından bahisle, birgün merhum Zübeyir'e demiş, o bize nakletti:

"Ben hastalığıma şifa için, Kur'an'da olan âyetleri biliyorum. Fakat istimal etmiyorum.
Hastalık madem geçicidir; ecrine ve sevabına nail olmak var´ demiş. Iztırabının çoğu Risale-i
Nur içindi. Her halde Nur dairesi teesüs ettikten sonra, o daire hesabına düşünüyor, üzülüyor
veya seviniyordu. Çünkü Nur dairesi, Hz. Üstadın bir vücud-u maneviyesi gibiydi. O daireye
gelen musibetleri ve talebelerin hatâlarına mukabil gelmesi melhuz tokatları, üzerine çekerek,
hizmet eden talebelerine şevk veriyor ve gayret aşkı bahşediyordu...

"Lahikalar ve Nur'un fedakârları"

yıllarında gelen lâhikalardan, Nur'un ileri gelen şakirtlerini de tanımaya başladık.


Bittabii isimleriyle tanıyorduk. O zaman başta Isparta, Kastamonu, İnebolu, Denizli, İstanbul,
Milâs gibi yerlerden çok bahsediyor. Hulûsi Bey, Santral Sabri, Barla kahramanları, Eğirdir
ve Konya'dan da bahsedilirdi. O zaman âlemi kaplayan Nur dairesinin en önemli merkezı
Isparta ve civarı idi.

"Üstadımız ´Medrese-i Nuriye Kahramanları´ diye Sav Nur talebelerinden,


Mübarekler Heyeti´ diye Kuleönü mübareklerinden, ´Nur

sh:»(s:23)
ve Gül Fabrikaları Heyeti ve Reisi´ diye İslâmköy ve Hafız Ali ve Tahiri; Isparta ve
Hüsrev ve arkadaşları Re'fet, Rüştü, Terzi Mehmet, Tenekeci Mehmet, Kâtip Osman, Nuri
Benli; Halil İbrahim gibi talebelerinden bahsederdi. Milas'tan da Halil İbrahim'den
bahsedilirdi. 1946'dan1947'ye ve 47'nin sonuna doğru her geçen gün lâhikalar çoğalıyor, yeni
yeni Nur talebeleri ve Nur hizmet merkezleri meydana çıkıyordu.

"Eflani'deki Nur talebelerinin isimlerini yaz"

"Eflani'deki Nur talebelerinin hemen hepsi Üstad Hazretlerini zamanla ziyaret ettiler.
Ve Üstadımız bunları Nur'a talebe kabul buyurdular. Bilahare hizmet-i pakinde bulunmak
şerefine nâi olduğum zamanda birgün bana, ´Eflani'deki Nur talebelerinin isimlerini bir
kâğıda yaz, onlara isimleri ile dua edeceğim. Gerçi Eflani'nin sağ ve ölü, bütün ahalisine dua
ediyorum, fakat talebelere isimleriyle dua edeceğim´ diye iltifatta bulundu. Ben de yazdım,
onu başucuna asmıştı. Hatta daire şeklinde yaz, demişti. Ta dâr-ı bekaya irtihallerine kadar
dua ve bağışlamalarında Nurs, Barla, Emirdağ gibi, Eflani ismini de mübarek lisanından
zaman zaman işitiyordum. Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler olsun...

"Eflani Nur talebelerinin isimleri şöyleydi: Başta Ahmed Fuat Hocamız;


Safranbolu'nun Hasan Feyzi'si. Üstadımız ikinci bir Hafız Ali olarak onu kabul etmiş,
lahikalarda ilan ve izhar etmiş, müteakid bir mualimdi. Hatip İbrahim, İbrahim Hoca, Hatip
dayım, Hacı Reşad ve oğlu Mehmed, Mustafa, Mevlüd; Şevket, Hüsnü, Şükrü Efendiler ve
lahikada ismi geçen Rahmi, Emin Efendi, Keten Ahmed Efendi ve Niyazî Efendi gibi zatlar,
Hz. Üstadı İstanbul'da ziyaret eden Hacı Şaban Efendi, Safranbolu'ya bağlı Alverenli Emin
Hoca ve merhum pederi Kara Mustafa Dayı ve oğlu merhum Mübarek Ahmed ve Safranbolu-
Eflani ve havalisinden çok zatlar. Bunlar, Hz. Üstadımızı hem Emirdağ, hem Isparta ve
İstanbul'da ziyaret ederek kudsî dualarına nail oldular. Ve ahir hayatlarına kadar sadakatlarını
devam ettirdiler. Evrad ve ezkarlarını ve Risale-i Nur'a yazı ile hizmeti devam ettirdiler. Ve
bilhassa 1960'dan sonra Mübarek Kamil Hoca, Nur'ları tamamen kemal-i aşkla yazarak Hacı
Hüseyin ve mezkur zatların evladları olan yeni nesillerden çok gençler çıkarak hem
Karabük'te, hem de İstanbul'da hizmet-i Nuriyeyi devam ettirdiler. Hadd-i zatında Safranbolu,
Eflani ve havalisindeki hizmet-i Nuriye ayrı ve uzun bir bahsi ihtiva eder.
sh:»(s:24)

"İlk ziyaretim 1947'de oldu"

"Mübarek Üstadımı ilk ziyaretim 1947 senesi Eylül ayında Emirdağ'da oldu. Eflanili
Emin Efendinin yazdığı Asa-yı Musa risalesini hediye olarak götürmüştüm. O zaman
Karabük'le Ankara arasında karayolu yoktu. Seyahatler trenle yapılırdı. Eflani'den
Safranbolu'ya at kiralar, altı yedi saatte gelirdik. Safranbolu'dan Karabük'e pikaplar vardı.
Karabük'ten de akşam bindiğimiz tren bir gün sonra öğle vaktinde Ankara'ya gelirdi. on iki
saatten de fazla sürerdi. Oradan Eskişehir'e trenle gelir ve Yıldız Otelinde bir gece kalır,
sabahleyin otobüs ile üç saat içinde Emirdağ'a gelirdik. Emirdağ'a gelinceye kadar yolda
heyecanımız son hadde varırdı. Üstada kavuşabilmekteki sonsuz sevinç ve iştiyakımıza had
yoktu.

"Evet, orada Emirdağ'da birisi vardı, birisi oturuyordu. Varlığımızın bütünü ile ona
bağlı idik. Sanki o bizim her şeyimiz idi. Bizim kalblerimizi derinden derine ona yönelten,
onda gördüğümüz şefkat, merhamet idi. Evet ona, en müşfik manevi baba ve ana gibi
koşardık... O bizim sebeb-i hidayetimiz, vesile-i necatimiz, büyük Üstadımız... Bu anları, bu
günleri düşünürken ben, Emirdağ'a doğru yol alırken ve başındaki küçük tepecikte Emirdağ'ın
evleri görünüp kasabaya girerken ben ve nihayet Çalışkanlar dükkanından şefkatli sinesine
ulaşırken, o anları düşündüğümde, tahatturumda göz yaşlarımı tutamam... Şüphe yok ki,
benim gibi onun Nur'undan hayat bulan herkes; bu tatlı göz yaşlarını tutamamıştır hiçbir
zaman... Çünkü onun huzurundaki anlar, dakikalar, saatler, şüphe yok ki, âlem-i bekadan birer
sahne idi. Sonsuzluğa doğru uzanan hayattar ve Nurlu safhalar idi... Huzur-u Muhammedî'nin
(a.s.m.) bir in'ikası idi. ´Bir dakika vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere
müreccahtır´ denilen sırra mazhardı o saatler, o dakikalar... Evet, onu bir timsâl-i rahmet, bir
mücessem şefkat gördük ve bulduk. Hâlıkımızın nihayetsiz lütfuydu o... Gecemizi gündüze
kalbeden nurdu, bir şems-i manevi idi o...

"Ey şefkatli bakış! Ey hayat saçan göz! Ey Kur'ân'dan aldığı nurunu âleme sultan
eyleyen bahtiyar ruh! Risale-i Nur'unla, ilim ve irşad mahiyetinle ebedileştiğin için; aynı
şefkat, aynı bakış, aynı nurunla; daima yaşıyor, daima devam ediyorsun. Ve Sungur'un gibi
yüz binler, milyonlar Saidlerin yine senden ümit ve hayat ışığı almaktadırlar... Sana duacı ve
dâvâna hadimdirler... Buyurduğun gibi, hayatın onlarla yüz binlerle devam ediyor... Ve
inşaallah tâ kıyamete kadar devam edecektir.

"Ve o yüz bin Saidlerin, senin iman ve Kur'an dâvâna en derin ruhlarından hâdim ve
nâşirdirler. Hadiselerin dev-misal engelleri

sh:»(s:25)

karşısında yılmayan çözülmeyen, bölünmeyen bir azm ü sebat içindedirler... Ve senin


ruhun ve mana-yı hakikin olan Nur-u Kur'an'dan derslerini her daim almaktadırlar. Ve Risale-
i Nur ile ve senin ile beraberdirler. Rabbim ebediyen ayırmasın, beraber kılsın, Habib-i Ekrem
(a.s.m.), Kur'an-ı Hakim ve Esmâ-i Hüsna ve İsm-i Âzam hakkı için, Ya Rab! Âmin...

[]

Nur hizmetini günümüze taşıyanlardan üç mübarek sima: Bayram Yüksel, Mustafa


Gül, Mustafa Sungur

"1954'den sonraki unutulmaz hatıralar"

"Hz. Üstadın son devre-i hayatlarında yanında ve hizmetlerinde bulunan merhum


Zübeyir, Ceylan, Tahiri ve Bayram'la Isparta'da 1954 senesinden itibaren beraber geçen
hayatımız, bizim için unutulmaz hatıralarla doludur. Hz. Üstadımızın bin bir irşat, ders, ikaz,
iltifat, teselli ve tokatlarına nail olduğumuz hatıralar... Onları ifade etmek mümkün değil. Ben
Samsun Hapsinden döndüğüm vakit Isparta'da bu güzide cemaatin arasına girmek şerefine
erdim. Sevgili Nur Üstad bizi de yanına, hizmetine kabul ediyordu. Osmanlı Hanımı
Muhterem Fitnat Hanım Teyzenin evinin üst katında dershane-i Nuraniyede, hayatımızın
leyle-i kadri mesabesinde bir kudsi dairede, ikamete başladık, derse başladık. Ve 1956'da
asker iken Hüsnü kardeş de Urfa'dan gelip Hz. Üstadımızın hizmetine gelmişti. Son hayatına
kadar hep beraberdik.

"Lâkin layıkı ile hizmet edebilmek ne mümkün, ne mümkün... Daima hayattar, hüşyar,
ubudiyetin envaını, günün yirmi dört saatinde imtisal eden, hem de canlı, dikkatli, faal ve
gayretli bir şeklide yaşayan Üstada, 24 saat nasıl hayattar ve canlı bir surette mukabele
edilebilirdi. Hizmetinin bir safhasında, Üstadımızla beraber kendimize göre canlı ve dikkatli
oluyorken, diğer bir hizmet safhasında aynı dikkati, hayattarlığı elbette muhafaza edemezdik.
Onun için buyurdulardı ki: ´Ben birinizle iktifa edemiyorum, hepiniz beraber olduğunuz
zaman...´

sh:»(s:26)

"Gelen mektupları okur, bize ders yapardı"

"Meselâ, Üstadımızla Isparta'dan Emirdağ'a veya Emirdağ'dan Isparta'ya gelirken


yolda, takside Hz. Üstad boş durmaz, bazen okur, çok zaman dikkatle etrafı temaşa eyler,
tefekkür eder, canlı bir haletle yola devam ederdi... Varacağımız yere geldiğimizde Üstad,
bakardık; canlı, şevkli kış ise sobayı yaktırır, gelen mektupları okur ve bizi çağırır, beraber
ders yaptırırdı. Yorgunluk yerinde, canlı, hayattar bir halet izhar ederdi. Halbuki seksen
yaşındaydı... Evet çok calib-i dikkat bir halet! Biz ise çok zaman yorgun olurduk.

"Evet bundan önce de 20 Eylül 1949'da Afyon Hapsinde yirmi ayını doldurup tahliye
olduktan sonra rahmetli Zübeyir'in Afyon'da tuttuğu eve Hz. Üstad teşrif etmişlerdi. Orada on
gün beraber kalmıştık. Ben on gün sonra ayrılmıştım. Zübeyir Ağabey, Üstadla beraber iki ay
daha Afyon'da aynı evde kalıp sonra Emirdağ'a gelmişler. O zaman Afyon' da Hz. Üstadla
beraber ilk kalışımız idi. Afyon'a Safranbolulu kuyumcu Sabri Efendi ile beraber gelmiştik. 7
Eylül 1949'da gelmiştik. Zübeyir Ağabey hapisten tahliyeden sonra ayrılmamış, hapiste olan
Üstadımız sonraları çok makbul bir hizmet olarak kabul ettiğini ifade buyurmuştu. Şöyle ki:

"Üstadımız Nur'lardan bir ders yapıyordu: ´ Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra,
zahiren kendisi ademe, fenaya gider. Fakat ifade ettiği manalar baki kalır. ´Dünyanın ve
eşyanın üç tane yüzü olduğunu, bunlardan birin ve ikinci yüzler ki, Esma-i İlahiye'ye ve
ahirete bakan yüzlerinin, baki semereler ve meyveler yetiştirdiğini, fani şeyleri bâki hükmüne
getirdiğini ve bu yüzlerde, mevt ve zevâl değil; belki hayat, beka cilveleri olduğunu beyan
ettikten sonra Zübeyir'e dönerek;

"Benim Zübeyir'im hapisten tahliyeden sonra Afyon'da kalarak hizmetimde kaldığı o


levhalar, çok şirin, çok güzeldir´ mânâsında ifadelerle iltifatta bulunmuştu.
Eylül 1949 günü Konya'dan gelen Ziya Nur ve bir arkadaşıyla beraber bir gün sonra
tahliye olacak olan Üstadımızın eşyalarını eve taşımıştık. O gün Afyon'da çok canlı bir gün
geçirdik. Çünkü, Üstadımız hapisten yarın tahliye olacaktı. Temyiz mahkemesi, Afyon
mahkemesinin mahkûmiyet ve müsadere kararını esastan bozmuştu. Dört sene evvel 1944'te
Denizli'de cereyan eden mahkemede Said Nursî, Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri beraat
etmişlerdi, Denizli mahkemesinin bu beraat kararını, Temyiz mahkemesi tas-

sh:»(s:27)

dik etmişti ve kaziye-i muhkeme haline gelen bu kararla, Nur Risaleleri çuvallar ve
bavullarla sahiplerine iade edilmişti.

"Mahkeme-i Temyiz, Afyon kararını bozmasında bu hususa dikkati çekiyor; o zaman,


´Beraatle iade edilen Risalelerden başka yeni telifat var mı? Yeni kitaplar var mı? Afyon
mahkemesi, varsa bunlar üzerinde yeni karar verebilir; beraat etmiş ve kesinleşmiş bir karara
rağmen, yeniden karar ihdas olunamaz´ diye mahkumiyet kararını esastan bozmuştu. Fakat
Said Nursi, yine yirmi ayını hapiste tamamladı ve 20 Eylül sabahı güneş doğmadan önce
polisler nezaretinde tahliye edilip Zübeyir ve Ziya ile beraber kaldığımız eve getirildi. Biz de
sabah namazını yeni kılmış, tesbihata başlamıştık. Baktık bir fayton sesi geliyor, yani atların
yürüyüşünün sesini, şakırtısını duyduk. Kalktım pencereden baktım. Eve doğru bir fayton
geliyordu. ´Üstad geliyor´ dedim. Aşağı indik, eve elli metre mesafede faytonu karşıladık.
Üstad faytondan indi, polislerde arkasından. Üstadımızın elini öpmeye uzandık.

"Bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdır"

"Hz. Üstad polislere hitaben;

"İşte bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdırlar´ diye biz talebelerini polislere takdim
ediyordu. Bunu nakletmemdeki sebep, Üstadımız her vesile ile Risale-i Nur hizmetinin
müsbet gaye ve hareketini daima ilân etmesiydi. O zaman estirilen hava dolayısıyla polislerin
yanlış nazarlarını, Hz. Üstad tashihe çalışıyordu. Veya onların yanlış beyanlarına rağmen
konuşuyordu. Yani onların aylarca Afyon'da dükkan dükkan gezerek Bediüzzaman ve
talebeleri hakkında asılsız propagandalarına karşı, Hz. Üstad bu suretle mukabele ediyordu.
" O evde, Afyon'da on gün beraber kaldık. 30 Eylül günü yeniden Afyon mahkemesi
vardı. Temyizin bozması üzerine muhakeme olunacaktık. On gün müddetle beraber
kaldığımız muazzez Üstadımızın kapısında, aşağıda bir polis, daima nöbet beklerdi. Kimse
ziyarete gelmesin diye. Afyon'dan sadece Ahmet Hancıoğlu geldi ziyarete. Üstadımız onu
Afyon namına kabul etti. Polislerden Üstadımızın aleyhinde olan çok ahmak birisi vardı,
hemen her gün onu gönderirlerdi. Üstadımız bir kaç defa ona ders vermek istedi, müsbet
hareketini, Nurcuların millet ve memlekete büyük menfaatını ona izaha çalıştı. Üstadımız
beddua etmezdi, aldanan ve aldatılan ehl-i dünyayı ikaza çalışırdı. Üstadımızın bu tarz ve
hareketine belki bir defa şahit olmuşuzdur. Hatta kendilerini tahliyeden sonra eve ka-

sh:»(s:28)

dar getiren polislere ´Mahkeme-i Kübraya Şekva'dan okumak için onları yere oturttu
ve bir kısmını onlara okudu. Bu Şekvayı, tahliyeden on beş gün önce hapiste yazıp Zübeyir
Ağabeye göndermişti. Zübeyir Ağabeyle beraber daktiloyla yazdık ve altı makamata
gönderdik. Üstadımız öyle emretmişlerdi. Hey'et-i vekiliyeye, adliye vekaletine, mahkeme-i
temyize, başvekile ve Demokrat Parti başkanlığına, bir de Fevzi Çakmak'a gönderilsin
demişti. Onda diyordu:

"Ben milletin imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim"

´Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir. Ve dergah-ı İlahiyeye bir şekvadır. Ve


bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesli-i âti ve darü'l-fünunların münevver
mualim ve talebeleri dahi dinlesinler.

"İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerimden, on tanesini Âdil-i Hâkim-i


Zülcelalin dergâh-ı adaletine müştekiyâne takdim ediyorum.

"Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına


hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir kudsî hakikata, yani
Kur'an hakikatına benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur'a çalıştım.
Bütün zalimane taziplere karşı tevfik-i İlahi ile dayandım. Geri çekilmedim´ diye başlıyordu
"Orada, yani Afyon'da, beş vakit namazı Üstadımızın arkasından cemaatle edâ
ediyorduk. Üstadımız gece çok erken teheccüde kalkıyordu, sabaha kadar okuyordu ve sabah
namazına bizi uyandırıyor ve cemaatle namazı eda ediyorduk. Sonra Zübeyir Ağabey dedi ki:
´Gece uyumayıp sıra ile nöbetleşip, Üstadımızın abdest suyunu dökmemiz lazım´ Öyle de
yaptık. İlk gece Zübeyir Ağabey uyumadı, gece Üstadımızın suyunu dökmüş, ikinci gece ben
kalktım. Üstad hiç konuşmadı, gayet ciddi abdestini aldı, odasını girdi ve sabaha kadar cehri
okumaya devam etti. Sabah namazına takriben dört saat kala kalkıyordu. İkişer gece öyle
kalktık. Üstadımız hiç konuşmazdı, sonra bizi men etti. Dedi ki: ´Hayatta böyle kimse gece
bana mülaki olmamış, otuz beş senedir yalnız kalmışım. ´ O iki geceden sonra Üstadımız
kendisi kalkar, sabah namazına kadar evradını bitiridi. On beş dakika kadar da Nurlardan bir
bahis okur ve sonra sabah namazını kılardık. Arabî 29. Lem'a'nın mukaddemesinde tefekkürî
ayetlerden ilhamen yazdığı bahislerden zikirle, ´Binler defa tekrarında bana usanç gelmedi´
diyor ve istisnasız her

sh:»(s:29)

gece sabaha yakın dört beş saat meşgul olduğunu beyan ettiği Hizbü'l-Ekber-i Nûri'
den de bahisle:

"Her gece beş altı saat meşguliyetten sonra bu Hizbin altıda birini okumakla hiç bir
yorgunluk eseri kalmadığı bin def'a tekerrür etmiştir´ diyordu.

"Zübeyir Ağabeyden nakille. Hz. Üstad ona,

"Ben gece ibadeti için yirmi sene nefsimle mücadele ettim' mealinde ve ´sonra hacet
kalmadı´ demiş.

"Evet, mübarek, muazzez Nur Üstadımız onun, Risale-i Nur telifi, neşri, gelen
gidenler, ziyaretçilerle sohbeti, ehl-i idare, ehl-i maarrif ve ehl-i siyasete hakikat dersleri
veren şahsiyetinden başka; Rabbi ile başbaşa, Onun zikir ve fikir ile huzur-u daimi kazanmak,
iman ve marifetullahda 80 sene daima terakkiyat ile hakkalyakine uruç eden mukaddes bir
haleti ise, onu beyana takatimiz yoktur. Ve her gece istisnasiz, yalnız olarak o kudsi
mazhariyetini devam ettirirdi. Evet, Van'daki hayatında dahi böyle olduğunu Molla Hamid
ismindeki talebesi ve hizmetkarları da defalarca beyan etmiştir.

[]
Bir devrin hizmet erleri: Soldan sağa (oturanlar): Hüsnü Güngör (Risale-i Nuru
defalarca yazmıştı.) Mustafa Sungur, Muammer Şener, Şükrü Güngör, Şevket Güngör (Üstte
sakallı. Sungur Ağabeyin kayınbiraderi.)

"Üstadımızın namazdaki huşuu ve huzuru bambaşkadır"

"Üstadımızın namazı, namazdaki mazhariyeti, heybeti, huzuru ve huşuu bambaşkadır.


Biz onu ifade edemeyiz. Onun namazdaki nihayetsiz tecelliyata mazhariyetinden bizim
hissettiğimiz, milyarda bir dahi olmaz. Evet bu kat'idir... Namaza duruşu, ilk tekbiri alışı,
ellerini bağlayışı ve Cenab-ı Hakka dua ve tezellülü, Fatihayı kıraati, Fatihanın her bir
kelimesini teker teker, cümle cümle ve bütün meratibi ile okuyup hissetmesindeki ve dergâh-ı
İlahiyyeye takdim etmesindeki vüs'at, külliyet ve ulviyet, bizim gibi hiç enderlerin be-

sh:»(s:30)

yanına gelemez. Hele namaz teşehhüdündeki ´Ettehiyyatü´ kelimat-ı mübarekesini


Cenab-ı Hakka takdim ederken, nasıl bütün kâinatı ruhunun eline alıp öylece arz etmesindeki
kudsiyeti ifade edemeyiz. Yalnız bu hususlara dair On Beşinci Şua ilm-i İlâhî mebhasinde ve
sair risalelerde uzun izahat vardır. Onun okunması mutlaka huzura da medardır. Aynı
zamanda, Nur Âleminin Bir Anahtarı risalesinde de izahlar yapılmıştır. Bu gibi âsarından ve
Üstadımızın hal ve tavrından kat'iyyen anlaşılıyordu ki, o müstesna bir tecelliye mazhardı.
Talebelerinde, hatta en ileri talebelerinde görünen haletler, Üstadımıza nisbetle çok cüz'î kalır.
Hele geceleyin 4-5 saat meşguliyeti müteakip dua vaktinde, kâinat mümessili ve Sahibi-i Arz
ve semavatın arz üzerinde en nurani bir halife-i arzı olduğu aşikâr belli olurdu. Onun dış
âleme taşan, insanlara kurtuluş reçetesi sunan azim şahsiyetinden başka bir kudsi ubudiyet
hali, zikir ve tefekkür hali de vardır ki; herhalde Risale-i Nur hakikatlerini, bu gibi mirac-ı
manevîsi olan halinde iken taallüm ederdi.

"Diyebiliriz ki: Said Nursî, hizmeti ile, âsâr-ı Nuriyesinin devamlı hayattar
neticeleriyle ve günbe gün gelişen cemaat-ı nuriyenin dünyanın dört bucağındaki
hizmetleriyle ´es-sebebü kelfai´ sırrıyla daima yükseliyor, terakki ediyor ve hayat-ı ebediye
hesabına teâli ediyor. Ve rıza-ı İlahiyenin nihayetsiz meratibine doğru bir değil, binler kanatla
uçup gidiyor, gidiyor... Ve kıyamete kadar da yükselecek, gidecek gidecek... Tâ ´aksa´l-
gayat'a kadar gidecektir. Ve minallahi't- tevfik... Zâlike'l- fadlu minallah...

"Üstadımız, birgün ders esnasında, ´İnsan namazda iken teşehhüd esnasında ´et-
tehiyyat´ derken, aynı günün vaktinde ´et-tehiyyat´ diyen bütün mahlûkatın tahiyyelerini
kendi namına Cenab-ı Hakka takdim edebilir´ demişti. Ve ilaveten, ´Hatta biraz daha ileri
gitse, bütün zamanlardaki tahiyyat ve tesbihatları da kendi namına takdim edebilir´ meâlinde
buyurmuştu.

"Üstadımızın dua vakti çok ehemmiyetliydi"

"Yine Afyon' da namazdan sonra namaz tesbihatına temasla;

"Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber' derken kalbi hüşyar bir


mü'min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü'minler cemaatı arasına manen
girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü'minlerle
beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün
mü'minler beraber tesbihat edebilir´ demişti. "Yine birgün, ´Ben namazdan çıkışta (Esselâmü
aleykûm ve

sh:»(s:31)

rahmetullah) dediğimde, sağımda enbiyaları, sol tarafımda evliyaları niyet ederek öyle
selâm veriyorum´ demişlerdi.

"Evet Üstadımız defaatle, ´Benim hayatım intizamla geçmiştir´ derdi. Evet,


Üstadımızın hayatı, hatta her 24 saat günlük hayatı intizamlı idi. Gece ibadeti, teheccüt
namazı ve mutlaka seher vaktinde uyanık ve tesbihatta ve duada olması daimî idi. Gece evrad
okuduktan sonraki dua zamanı çok ehemmiyetli idi. Herhalde o zamanda bir vakti vardı ki,
külliyet kesbedip bütün zerrat-ı kâinat namına tesbih ve tahmid ederdi. Gündüz de; yemeği,
risale tashihi ve ziyaretçilerle sohbeti vardı ki, hep intizamlı idi.
"Şarkın ulema ve evliyalarıyla beraber bulunmuştu"

"Evet, bu zat-ı alişan, fevkalâde kabiliyetleriyle beraber Şarkta zuhur etmiş. Şarkın en
mübarek, nurlu, ehl-i kalb, hüşyar, zekâvetli, en derin ve çetin meseleleri çözen ulemâ ve
evliyalarının hepsinin duasına nail olarak, teveccühlerini alarak, aynı zamanda bütün oralarda
medfun Şeyh Sıbgatullah, Ahmed-i Hani, Abdurrahman-i Taği gibi zevatın da himmetlerine
ererek ve gele gele, tâ başta Gavs-ı Azam olarak Âl-i Beytin kudsî imamların ders ve
irşadlarına da mazhar olarak, tekemmül ede ede, aynı zamanda gençliğinden beri devam ettiği
Cevşenü'l-Kebir gibi kudsî münacatların da feyizli derslerinden istifade ede ede yetişmiş,
gelişmiş, tekemmül etmiş.

"Hatta bir mektubunda bu hususa temasla. İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî
üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidin (radıyallahu
anhüm), hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i
Hüseyin ve Hazret-i Ali (kerremallahu veche') den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan
Cevşenü'l-Kebir'le, daima onlarla manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i
Nur'dan bize gelen meşrebi almışım´ buyuruyor.

"Bunları zikretmekteki maksadım, Hz. Üstadın her yönden ve azamî tecellilere


mazhariyetle manevî ve ruhî inkişafını bir derece ifade ile, havsalarımız haricindeki
namazdaki büyük huzurun ve Risale-i Nur'un kudsî ve ulvî mazhariyetini nazara vermektir.
Elbette ve hiç şüphe yok ki, şimdi başta Anadolu olarak âlemi ihata eden Risale-i Nur'un
çekirdeği olan Hz. Üstadın o daireye, Âl-i Resul'e şayeste ve murtabıt mazhariyeti
bulunacaktır. Van'da iken, Mecmuatu'l-Ahzab'ı üç cilt olarak ve on beş günde bir devretmesi,
evrad ye-

sh:»(s:32)

rinde okuması gösteriyor ki, o büyük zevatın umumunun mazhariyetlerini kendinde


toplamıştı.

"Hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş"


"Yine bir mektubunda, kendi hayatının çekirdek manâsına işaret ederek, 'Benim
hizmetim ve sergüzeşt-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş, inayet-i İlâhiye ile bu
zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur'an'dan gelen ve
meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur risalelerini ihsan etmiş' demektedir.

"Bir risalesinde, 'Madem şu kâinatın her bir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği; ve
hayat dahi iki kapıyı birden Vacibü'l- Vücudun vahdaniyyetine açıyor, zerreden tâ şemse
kadar, tabakat-ı mevcudat, Zat-ı Zülcelâlin envar-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas
edebilirsin. İşte marifetullahta terakkiyat-ı mâneviyenin derecatını ve huzurun meratibini
bundan anla ve kıyas et' demektedir.

"İşte zihayat üstünde olan pek çok hatem-i Rabbanîden birtek hatem böyle nurunu
gösterse ve onun âyatını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hatemlere bakabilsen,
görebilsen, 'Sübhane men ihtefa bişiddeti zuhurihî' demeyecek misin?

"İşte birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî
bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen...

"İşte eğer bütün ruy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen...

"Bir zaman kalbime geldi. Niçin Muhyiddin-i Arabi gibi harika zatlar sahabilere
yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde (Sübhane Rabbiye'l-âlâ) derken, şu kelimenin manâsı
inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü...'

"Mektubat risalesinde, 'Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum


vakit, Cenab-ı Hakkın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsarı gösteriyor. O
âsar, mânâ-yı ubudiyetin esası olan, 'Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile
dergah-ı İlahiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten
ziyade bedbaht, aciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni
inandıramaz ki, ben iyiyim ve sahib-i kemalim' demektedir.

"Bir kitap kadar hatıralar"


"Evet muazzez Nur Üstad, ubudiyet makamında daima Cenab-ı Hakka müteveccih bir
huşû halinde bulunurdu. Tarihçe-i Hayat'ta

sh:»(s:33)

neşredilen Kastamonulu Mehmet Feyzi ve Emin Ağabeylerimizin Kastamonu'daki


hayatlarına dair kaleme aldığı bir mektubu, Üstadımızın bazı evsaf-ı âliyesini güzelce ifade
etmektedir. O mektubu isterdim ki, buraya aynen dercedeyim. Şu anda merhum Mehmet
Feyzi Ağabeyimizi yâd ederken, merhum Çaycı Emin'i ve Van'daki talebeleri Ali Çavuş ve
merhum hayatta iken Hz. Üstaddan çok hatıralar nakleden merhum Molla Hamid Efendi ve
Barla'nın merhum Sıddık Süleyman'ı ve onlardan duyduğum tatlı ve nurlu hatıralar hatırıma
geldi. Zihnim şimdi oraya çevrildi. Bir kitap kadar olan bu hatıraları, o zamanlardaki
hizmetleri, hareketleri... İnşaallah bunları ileride yazmak kabil olur.

"Bir öğle vakti namaz kılıyorduk"

"Yine Afyon'da tahliyeden sonra bir öğle vakti Üstadımıla namaz kılarken dışarıda
çocukların gürültülerini duyuyordum. Davul çalınıyordu. 'Acaba Üstadımızın namazdaki
huzuruna mani olur mu?' diye düşündüm. Çünkü, Hüsrev Ağabeyin, Isparta'da bazen gaz
ocağını yakıp onun sesi içerisinde namazını kıldığını görmüştüm. 'Çocukların sesleri dışarıdan
geldiği için huzuruma mani oluyor. Onun için yakıyorum' demişti. Bunun için ' Çocukların
sesi, acaba Hz. Üstadın da huzuruna mani olur mu?' diye düşünmüştüm. Selamdan sonra Hz.
Üstadımız, ben birşey demeden', Eskiden gürültüler namazıma, huzuruma mani olurdu. Fakat
şimdi olmuyor' diye beyanda bulundu.

"Demek sen Sungur'un babasısın"

"Afyon'da Hz. Üstadımızla birlikte olmakla, hayatımızın en mesut günlerini yaşarken,


birgün pederim (Aydın köylerinde imamdı) Üstadın ziyaretine geldi. Üstadımız, 'Demek sen
Sungur'un babasısın' diye ona iltifat gösterdi. Çünkü rahmetli pederim, maddi
müzayekalarından, borçlu olduğundan ve benim de kendine öğretmenlik maaşından tam
yardım edeceğim sırada ve o ümitle yıllar boyu bekledikten sonra, ona yardım edememem ve
sair sebeplerle, gayr-ı memnundu. Ve beni Üstadımıza şikâyete gelmişti. Üstadımız, evvela
hizmet-i Nuriyeden ders yaptı, sonra, ana-baba hukukundan bahsetti. Bu zamandaki Risale-i
Nur hizmetinin ehemmiyetinden bahsetti ve pederime teselli edici dersler verdi.

"Bundan sonra pederim. İzmir- Aydın havalisinde Üstadımızdan ve Nur'lardan kemal-ı


takdir ve tahsinle bahseder oldu. Ve Üstadımıza dost oldu. Hattâ o havalide Nur'un nâşiri
oldu. Üstadımızın hayatının son senesinde birgün, Hüsnü kardeşin peder ve valide-

sh:»(s:34)

sinden bir mektup gelmişti. 'Biz Hüsnü'yü Üstada vakfettik' diyorlardı. Üstadımız o
mektubu okurken bana dönerek, 'Mutlaka baban da seni bana vakfetmeli' dedi. 'Gerçi validen
ve çocukların vakfetmişler. Fakat baban da vakfetmesi lâzım' demişti. Birkaç gün sonra
Isparta dağında aynı arzularını tekrar etmişti. Ben de babama bir mektup yazdım 'Hz. Üstadın
son seneleridir, seni görmek istiyor' dedim. Bir Çarşamba günü Hz. Üstad beni yalnız başıma
Isparta'da nöbetçi koyup diğer kardeşlerle Emirdağ'a hareket ettiler. Ben kuşluk vakti, boyacı
Rüştü Ağabeyin dükkânına uğradım, ne var ne yok diye. Bir de baktım, peder gelmiş. Beraber
Üstadın evine kadar geldik. O zaman Üstadımıza ait bir teybimiz vardı. Rahmetli babama
durumu anlattım. Üstad senden, beni vakfetmeni istiyor diye... Babam teybe Kur'andan bazı
ayetler okudu ve sonra, 'Üstadım, Mustafa'yı ebediyyen sana vakfediyorum, hiç bir hakkım
yoktur' dedi. Sonra Emirdağ'a gitti. Orada da Üstadı ziyaret etmiş. Sonra Üstadımız
döndüğünde, merdivenlerden çıkarken kollarına girdiğimde, 'Cenab-ı Hakka şükür, şimdi
babanla sen, aynen Ceylan'la babası Mehmet Çalışkan ve Salahaddin'le babası Nazif gibi
oldunuz' diye tebşiratta bulundu. Bütün bunlar, Üstadımızın şefkatini göstermektedir. Ben
Üstadımızın bu tasarrufundan babamın âhiretine ait müşfik ve kurtarıcı haletini anlıyorum.
Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun, âmin...

"Üstad, beni İzmir'e yolluyor"

"Üstad Hazretleri beni 30 Eylül 1949 günü, mahkememizi müteakip babamla İzmir'e
gönderdi. Ben Üstadımdan ayrılmak istemiyordum. Babamla beraber İzmir trenine binip iki
istasyon sonra, istasyonun birinden inip kaçmayı tasarlamıştım. Üstadımızla beraber ikindi
namazını kılarken, içimden, 'Kat'iyyen ayrılmam' diyordum. Üstadımız namazı ve tesbihatı
müteakip geriye dönerek; 'Sen mutlaka gideceksin. Hem İzmir'e uğrayacaksın, hem İstanbul'a
uğrayıp Eşref Edip, Mihri Helav, Vecihi gibi dostlarımla görüşeceksin, hizmet var' diye
ihtarda bulundu. Ve onlara söylenecek meseleleri tevdi buyurdular. Ve o günün akşamı
Afyon'dan ayrıldım. İzmir'e, sonra İstanbul'a uğrayarak memleketime döndüm. İzmir'de o
zaman bir züccaciyeciye uğradık. Mustafa Birlik'ten evvel de bir dost vardı. Onu ziyaret ettik.
Ahmet Feyzi Ağabeyi ziyaret ettik. Aydın-İzmir havalisinde en çok ismi duyulan Ahmet
Feyzi Ağabey idi. Denizli ve Afyon Cezaevlerinde bulunmuştu. Kuvvetli natıkası, irtibatı ve
alâkası vardı. Hz. Üstad ona, 'Risale-i Nur'un manevi avukatı' demiştir. Afyon'da okuduğu
şaşaalı müdafaası ile heyet-i hâkimenin

sh:»(s:35)

dikkatini celbetmiş ve hazırladığı Maidetü'l-Kur'an Hazinetü'l-Bürhan adlı eseri ile, bu


asırda zuhur eden Risale-i Nur'a işaret eden, âyet ve hadislerden istihraçlar çıkarmıştı.
Afyon'da bu kitap üzerinde fazla duruldu. Bir gün hapiste Üstadımız, Ahmet Feyzi Ağabeyin
temyize yazdığı lahiyasında bu istihraçlarla fazla meşguliyet yerinde Nur'ların yazı ve dersine
ehemmiyet vermesini ihtar etmişti. Buna karşı Ahmet Feyzi Ağabey boyun büküp Hz. Üstada
şöyle bir pusula göndermişti. 'Üstadım, bütün dünya seni inkâr edecek, sen de onları teyit ve
takviye edeceksin ve illâ bu Ahmet Feyzi, senin son memur-u Rabbani olduğunu bütün
dünyaya ilan edeceğim. Talebeniz Ahmet Feyzi Kul' diye yazmıştı.

"Rahmetli, Afyon'dan tahliyeden sonra, İzmir'le Denizli arasında mekik dokurdu.


Dünyevî işler perdesi arkasında hizmet-i Nuriyede bulunurdu. Hayatının sonuna kadar
derslerle sohbetlerle vakit geçirdi. Bilhassa Ege bölgesinde bir kandil-i Nuranî idi.

"Hazret-i Üstadımızı son ziyaretlerinde, Üstadımız, 'Ben otuz seneden beri o havaliye
(Ege bölgesine) baktığımda büyük bir ruhun bana mukabele ettiğini görüyordum. Eğer,
kardeşim! Sen orada olmasa idin, benim gitmem lazımdı' diye beyanda bulunmuştu. Buradaki
mukabil gelme hadisesi, bana mukabil geliyor, mânâsında olsa gerek...

"Mehdi Peygamber değildir"


"Ahmed Feyzi Ağabeyin mahkemede okuduğu şaşaalı müdafaanamesinden teberrüken
bir kaç cümleyi arzetmek isteriz:

"Madem ki devlet laiktir. Bizim dinimize ne karışıyor? Bizim eşrat-ı saat meselelerini
öğrenmemiz, dilediğimize Mehdî vs. dememiz onu ne alakadar ediyor? Zât-ı Uluhiyetin
alenen inkâr edildiği ve erkân-ı dinin müftehirane tezyif edildiği ve onun yerine faniler
teellühe (ilahlaştırmak) edilerek kendilerine (haşa) yaratıcılık isnat edildiği bir devirde, bizim
bir insana Mehdî dememiz çok mu büyük bir cürümdür? Mehdî peygamber değildir. Fevkal-
beşer de değildir. Dîn-i Celîl-i İslâmı, i'zaz ve i'laya ve neşr-i hidayete memur bir insandır.
Fakat, te'yid-i Muhammedîye mazhar bir insandır. Mehdî kelimesi, mervî, mebnî gibi, ism-i
mef'uldür. Hidayete nail olmuş manasındadır. Bunda ne gibi fevkaladelik var da tehâşî
buyuruluyor. Mehdîyim diye dâvâ eden yok; ortada Menemen'in esrar-keşleri de yok. Ortada,
bir hakikat-ı ulyâ, bir Nûr-i kudsî meydandadır. Eğer, Mehdî, insanların hidayetine sebep olan
bir insan demek ise, bu kadar evsâf-ı ber-güzîde ile neşr-i hidayet yapan bir insana ve esere
Mehdî demek, ne gibi bir tezat ve eblehliği icap ettiriyor...'

sh:»(s:36)

"Bu da başka bir müdafaasından örnektir:

"Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna


tercuman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i
Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi
beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu
esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz.
Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur'ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve
hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahele edemez. Evet, biz, Risale-i
Nur müellifinin velayetine ve daima ayn-i hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul
etmemesi bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak, bizim kabul ettiğimiz, keramet-i
kevniyesinden dolayı değil, Nur'ların dersinde hârikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit
olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil
hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin
harikalarıyla en münteha mesâil-i ilmiye ve âliyyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette
bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu
kadar câzibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk
ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet
halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?

"Fânî zevahirin âlâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat
ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fânînin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla
kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri
kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburâne, mütehammilâne her nevî
mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envar-ı Kur'âniyeye ve maarif-i
Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında
pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerinin
saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak
insanları gayya-yı cehl ve gird-bad-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlahî bir cehd ile çalışan
ve savaşan bir fazilet ve Nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?
Kendisini bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle
bir devirde gösterdiği bu misilsiz feregat ve istiğna ve şâheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla
yine bir enmüzec-i kemâl ve

sh:»(s:37)

mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyandır. 'İşte biz Bediüzzaman'a
bu gözle bakıyoruz.

"İzmir'de, Hz. Üstadın sağlığında, Abdurahman Cerrahoğlu ve sonra Mustafa Birlik ve


arkadaşları büyük hizmetler ve gayretler gösterdiler. İstanbul'da malum şahıslara Üstadımızın
selâmlarını, vedialarını takdim ettim. Şimdi doktor olan Safranbolulu Mustafa Ramazanoğlu
(Musatafa Oruç) o zaman tıbbiyede okuyorudu. Vakıflar yurdunda kalıyordu. İstanbul
hizmetinde faal bir rükün idi. Seneler sonra Üstadımız ona yazdığı bir mektubunda, onun
İstanbul'daki hizmetini elli senelik bir hizmet gibi kabul ettiğini ifade buyurmuştur.

[]

Mahkeme, hapishane, tecrid ve işkence... Nur yolcularının çileli hayatı: Mustafa


Sungur, İsmail Anbarlı, Said Özdemir, (Mersin mahkemesi 1967)
"İstanbul'da Üstadın eski dostlarıyla görüşüyorum"

"Mihri Helav'dan ve Üstadımızın eski bir dostundan Hz. Üstada ait bazı hatıralar
dinlemiştim. Mihri Helav avukat idi ve Üstadımızın Van'daki Horhor medresesindeki
talebelerindenmiş... Eşref Bey ise, yeniden hayat bulmuş gibi idi. Uzun bir devreden sonra ve
artık din Anadolu'dan ortadan kalkmaya yüz tutmuş bir vaziyet-i elimanede zan olunduğu,
ümitsiz, tesellisiz bir hicran haletinde iken, eski bir dostu, hürmetkârı olan Bediüzzaman Said
Nursi'nin Anadoluda yeni bir gençlik, bir nesl-i cedid, Nur talebeleri camiası olarak meydana
çıkışını, yeni bir ba'su bade'l-mevt telâkki ediyordu.

"Onlar Üstadı, devr-i Meşrutiyyette uzun uzun görmüşler, görüşmüşler, tanışıp


sevişmişlerdi. Eski asarı ile Nur Üstadı tanıyorlardı. Büyüklüğüne, muazzam şahsiyetine,
fevkalede kabiliyetine, harika dehasına şahit idiler. Lâkin Said-i Meşhurun devr-i
Cumhuriyette, müteselsil tazyikler, hapisler ve nefilerden sonra, Risale-i

sh:»(s:38)

Nur külliyatı adı altında yeni bir eserler serisini ve ona bağlı hâdim Nur talebeleri
cemaatını bilmiyorlardı, düşünmüyorlardı, görmemişlerdi. Hatırlarında fevkalâde hürmet
ettikleri Eski Said, Bediüzzaman mânâsına ilâveten Yeni Said'in böyle bir cemaat ve eser
külliyatı ile yeni âleme zuhurunu, hakikaten fevkal-had, müthiş ve muhteşem bir hadise
olarak, hayretle ve şükranla karşıladılar. Ve ümitsizlikten sıyırılıp Said'den ve cemaat-ı
Nuriyeden taze bir hayat alarak, hizmete, neşriyata ve mücahede-i mâneviyeye başladılar.

"Ankara'da Ahmed Hamdi Akseki'yle bir görüşme"

"İstanbul'dan köye gittikten sonra rahmetli Zübeyir Ağabey ve Çalışkanlar mektupla


Üstadımızdan bizi haberdar ediyorlardı. 1950 senesine girdikten sonra içimizde tarifin
fevkinde arzu ve heyecanla, Üstadımızın hizmetinde ve yanında bulunmak iştiyakında idik.
Kendimize sanki hakim olamıyorduk. Sonra anladık ki, bunlar bir lütf-i İlâhi olarak bir
tasarruf-u mânevî imiş. Hadsiz şükür olsun, köyümüzden dört kişi, Reşat Efendi, Şükrü
Efendi, Ahmet Efendi ile beraber Üstadımızı ziyarete azmettik. O zamanlar, köylüler, yarım
saat kadar yürüyüşle bizi Hacı Hamza denilen yere kadar uğurlarlardı. Her seferinde
Safranbolu'ya uğrar, orada Berber Hıfzı Efendi, iki mübarek evlâdı Hüsnü ve Yılmaz'ı,
Osman Ustayı görür, oradan Karabük'e gider Mustafa Osman Efendi başta olarak Süleyman'ın
babası Rıza Usta, Şevki Efendi, Şaban Efendi, Emin Hoca gibi oradaki mübarek cemaatle
görüşür ve onların da selâm ve hürmetlerini alarak Emirdağ'a yollanırdık. Bu gidişimde hiç
bir sebep yokken Ankara'da Diyanet Riyasetine uğradım. Reis Ahmed Hamdi Akseki'yi
ziyaret ettim. Üstadımızdan sitayişle bahsetti, hürmet ve selâmlarını takdim etti. Ayrıldım,
Emirdağ'a geldik. Ne garip tevafuk ki, Hz. Üstad da, Ahmet Hamdi Akseki'ye, biri şahsına ait,
biri de müşavere kuruluna verilmek üzere iki takım külliyat hazırlamış, ona götürecek birini
bekliyormuş. Hüsrev Ağabeye mektup yazmışlar, onu intizarda imişler. (Bu hususa dair
Emirdağ Lâhikası'nın ikinci kısmında tafsilât vardı. )

"Ahmed Hamdi Akseki Külliyatı öperek başına koydular. Kütüphanesine


yerleştirdiler. O esnada Ahmed Hamdi Efendi, 'Ben dünyada Abdülmecid (Ünlükül) gibi âlim
görmedim. Üstadın ilmi ise zaten kıyasa gelmez, onun ilmî vehbîdir' diye ifadede bulundu.
Abdülmecid Efendi, o zaman Ürgüp Müftüsü idi. Ahmed Hamdi Efendi Üstadımızın
mektubundan çok mütehassis oldu. Adeta hayat bulmuştu.(Bu mektup, Emirdağ Lâhikası-II
de 10' uncu sahifededir.

sh:»(s:39)

"Benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır"

"O zaman Ankara'da on gün kadar kaldık. Daha önce Üstadımız hapishanede iken,
'Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde okuyan Araçlı Abdullah var, ona verirsin' diye
Risale göndermişti. Bu defa gelişimizde onunla beraber kaldım. Yurtları geziyor, talebelerle
temaslar kuruyorduk. Yani Cenab-ı Hakka şükür, Nur hizmetini ifa ediyorduk. Kendisi çok
mübarek, mûnis bir zattı. Ruhen birbirimize ısınmıştık. On gün sonra ben tekrar Emirdağ'a
döndüm. Emirdağ'da yirmi gün kadar Üstadımızın hizmetinde bulunmak nimetine nail oldum.
Gündüzleri Üstadımızın evinin bir odasında, geceleri otelde, küçük bir odada kalıyordum. Hz.
Üstadımız Afyon hapsinden tahliye olalı dört ay kadar olmuştu. Şubat ayı olmasına rağmen
havalar çok iyi geçiyordu. Mübarek üstadımız gündüzleri, cenuba bakan odasının penceresine
çıkar, kiremitler üzerinden âfâka bakar, tefekkürde bulunurdu. Yirmi gün kadar hizmetinde
kaldıktan sonra, beni tekrar Ankara'ya gönderdi. Yanında hizmetinde kalmayı çok
arzuluyordum. Böyle her defasında muazzez Üstad beni Ankara'ya gönderiyordu. Ve defaatle;

"Sungur, benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır' derdi.
Zübeyir Ağabeyi ben gelmeden önce İstanbul'a göndermişti. O esnada Zübeyir Ağabeyden
Üstadımıza bir mektup geldi. Üstadın hizmetin, yanına gelmeyi çok arzuluyordu. 'Başka türlü
yaşayamayacağını, şu mektubu yazarkende gözyaşlarını tutamadığını' yazıyordu. Hakikaten
mektup üzerinde yaş damlalarının eseri vardı. Mektubu Üstadımıza okurken bir ara
Üstadımıza baktım. Hz. Üstad da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden damlalar
inmişti. Bazıları onu gerçeğin zıddıyla, isnad ve iftiralarla mahkum ederken, böyle fedekâr
Zübeyirlerin, huzuruna kabulünü yalvarmaları ve gözyaşlarıyla hizmetine girmek arzusu, İlahi
bir tecelli idi ki; bir kaç ay sonra 1950 yılı baharı Zübeyir Ağabey, Üstadımızın hizmetine
gelmişti... Ve aynı bahar, bu fakir dahi Emirdağ'a dönmek lutfuna nail olmuştum. Ziya ve
Zübeyir ağabeyle beraber, o yaz hizmette kaldık. Mübarek bir zat, atı ile faytonunu
Üstadımıza tahsis etmişti. Üstad ona da biraz ücret verirdi. Faytonu Zübeyir Ağabey
sürüyordu. Biz de bazen biniyor, bazen de yürüyorduk, Hz. Üstadımızın işaretiyle...
Ekseriyetle Keçili köyü civarında bir bağda kalırdık. O zamanlar Üstadımızın yanında iken
yediğimiz yemek şöyle hülasa edilebilir: Biz yemeği taşımıyor, yemek bizi taşıyordu.
Üstadımız, öğle vakti bazen üzüm, karpuz gibi hediyeleri, mukabilini vererek alır, bize taksim
ederdi. O lezzeti ise şimdi bula

sh:»(s:40)

mıyoruz. 1950 yaz mevsiminde Emirdağ'da Üstadımızla beraber olan hatıraları


inşaallah tafsilatiyle yazmak müyesser olur.

"Sungur benim evlad-ı maneviyemdir."

"Birkaç ay önce Şubat'ta, Emirdağ'da hizmetlerinde ilk defa yalnız başıma kalmıştım
ki hizmette acemiliğimin, liyakatsizliğimin tezahürlerini açıkça görüyordum: Fakat Üstadımız
çok şefkatli idi. Onun şefkat dolu bakışları arasında yaşıyor olduğumu hissediyordum. Bu
yirmi gün içersinde Albay Hulûsi Ağabey ziyarete gelmişti. Barla'dan ayrılışından sonra ilk
defa ziyarete geliyordu. Demek yirmi sene sonra gelmişti. Üstadımız ona çok iltifatta
bulundular. Bir ara Hulûsi Ağabeye, 'Sungur benim evlad-ı maneviyemdir, senin de evlad-ı
maneviyendir' demişlerdi. Hulûsi Ağabey ziyereti müteakiben ayrılıp otobüse bindiği zaman,
Hz. Üstad beni gönderip, 'Benden ayrılalı yirmi sene geçtiği halde, sanki yirmi gün evvel
ayrılmış gibi gördüm kendisini Hulusî'ye söyle diye' demişti. Üstadımızın sözünü Hulusi
Ağabeye naklettiğim zaman, o da aynen; 'Hakikaten benim için de öyle. Üstadımdan hiç
ayrılmamışım, daima yanında kalmışım gibi beraberliğimi anlıyorum. Bunu ben de hissettim
ve yaşadım' meâlinde cevapta bulundu.

"Mevzu, şimdi Hulusi Ağabeye geldi. Hazret-i Üstad Barla'da iken kendisi Eğirdir'de
üsteğmen-yüzbaşı idi. Hz. Üstadın ilk talebelerinden. Sekizinci Lem'a olan keramet-i
Gavsiyede ismi var. Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylani Hazretlerinin bir kasidesinin sonunda '
Ve kün kadiriyye'l-vakti lilahi muhlisen, taişü saiden sadıkan bi muhabbeti' fıkrasının 'lillahi
muhlisen'de yer alan Hulusi, ihlası cihetinden de Nur'un birinci talebesi...

"Üstadı ziyarete gelen muhtelif cemaatlere Hz. Üstadın bahsettiği bir hatıra ki, bu
Hulusi Beyle alakalıdır ve manidardır. Üstadımız gelen ziyaretçilere sohbet ve ders esnasında
bazen coşardı. Risale-i Nur'un bu millet ve memlekete en büyük faydasını ve komünizmi
önlediğini ifade ederken çok zaman şöyle söylediğine şahidiz:

[]

Geride demir parmaklıklar, yanda süngüler, kollar kelepçeli, vakur bir edâ ile
mahkeme salonuna ilerleyen iki nur talebesi; Mustafa Sungur, Said Özdemir

sh:»(s:41)

"Soruyorum size! Yedi yüz milyon Çin'i ve yarı Avrupayı alan bir kuvvet niçin bize
ilişemiyor? Halbuki bin yıllık bize hayfı var. En evvel bize ilişmesi lazımdı. Yemin ediyorum,
Vallahi! Şu Kur'ân hakkı için, Kur'an-ı Hakim perde olmuştur. Ve onun bu asrın fehmine bir
dersi olan Risale-i Nur en büyük sed olmuştur. Mesela, Nur'un miralay bir talebesi (yanındaki
talebesine hafif sesle Hulusi Bey diye söyler) Urfa'dan Kars'a kadar komünizme karşı bir set
çizdi. Nur'larla, Nurdan çıkardığı mev'izelerle, komünizmi durdurdu' diye Şarktaki mebdedeki
hizmetinin ehemmiyetini yâd ederdi. Lillahil hamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır,
Erzurum ve Van gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler, sıddık
hocalar, bahadır zatlar ve daha binler talebeler, Nur'un fedakâr hadimleri Şarkta, en mühim
mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetle ifâ ettiler. Sarsılmadılar, geri
çekilmediler.

"Şimdi ise Şarkın her vilayet ve kazasında, binler sadık fedakâr Nur talebeleri, Risale-i
Nurun düsturları dairesinde birer Genç Said manasında hizmet-i Nuriyeye devam ediyoralar.

"Bölücülüğün karşısında Nur talebeleri"

"Üstadımız Doğu Üniversitesi için gösterdiği büyük alâkasının semeresini Erzurum


Üniversitesi semeredar neticeleriyle çok güzel gösterdi. Ve her tarafa nuranî sümbüller
neşrettiği gibi Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Van gibi mümtaz beldeler dahi âlemde külli
hizmetlere medar oldular. İlk defa Urfa'da teessüs eden dershane-i Nuriye ve Ceylan, Zübeyir,
Abdullah ve Hüsnü gibi Hz. Üstadın gönderdiği taleber , Şarktaki hizmetin Hulusi Ağabeyden
sonra ilk nüvesini teşkil ettiler. Seyyid Salih de Urfalı olup âlem-i İslâmla irtibat-ı manevide,
ehemmiyetli hizmette bulundular. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'ın gayretli ve oralardan
çıkan muhterem âlim ve sadık talebeler, Nur'ların o havalide intişarına, inkişafına vesile
oldular. Ve Gaziantep'ten çıkan sadık Nur talebe ve hadimleri de Nur dairesinin feyizli
çiçekleri hükmünde Anadolu'yu şenlendirdiler. Şimdi de Şarkın her vilâyet ve kazasında ve
hatta bazı köylerinde bile Nur dershaneleri bulunmaktadır. Bu arada şu hususu da
ehemmiyetle tebarüz ettirmek yerinde olacaktır. Şarkta Risale-i Nur hizmetinin uhrevî,
mânevi, îmanî neticesinden başka; millet ve memleketin saadetine, birlik ve beraberliğin
teminine de en büyük sebep teşkil ettiği hususu, inkârı imkânsız bir vakıadır, bir gerçektir. Bu
mesele, müstakil bir mevzu olarak ele alınıp elbette bir gün bütün haşmetiyle dünya efkâr-ı
umumiyesinin nazarına arz edilecektir. Gündüze gece diyecek kadar körleşen bir kısım
bedbahtların, Said Nursî ve talebelerine gerçeğin zıddı ithamda bulunanların

sh:»(s:42)

asılsız yüzlerine, o asılsız isnatlar çarpılacaktır. Heyhat! O ithamlar nerede? Hazret-i


Said'in binler külli ve kudsî hizmetlerinden başka, millet ve memleketin bütünlüğüne birlik ve
beraberliğine dair bir asır boyunca Risale-i Nur'la ve talebeleriyle yaptıkları müsbet hizmeti
nerede? Zaman gösterdi ki, o isnadı yapanların asıl kendileri bölücülük yaptılar, kışkırttılar,
körüklediler. Karşılarında yine Nur talebelerini buldular. Evet Şarktaki o bölücü kışkırtmalara
karşı iman nuruyla mukabele edenler yine Nur talebeleri oldular.

"Neden onlar oldular? Çünkü, Türk, Kürt İslâmın kahraman bahadırları ve cihad
hizmetinde halis kardeştirler. Bölücülüğü kışkırtanlar ise parçalayıp yutmak isteyen İslâmın
ezeli düşmanlarıdır. Bu itibarla Şarktaki Nur talebeleri, bu korkunç planı Nur-u imanla
gördüler. Türkün ve dolayısıyle İslâmın aleyhinde, dehşetli oyuna gelmediler, aldanmadılar.

"Üstad konuştuğu kimselerin kabiliyetine göre hitap ederdi"

"O sene, yani 1950 yazında Üstadımızla beraber Emirdağ'da hayatımızın en mesud
günlerini yaşadık. Ziya ve Zübeyir Ağabeyle beraber, Hz. Üstadın evinin karşısında eski bir
odada kalıyorduk. Emirdağ'da Çalışkanların dükkânı, bir hizmet merkezi idi. Çalışkanlar
hanedanı ise bahtiyar hanedan idi. O zaman Emirdağ'da çok muhterem bir cemaat-ı Nuriye de
vardı.

Zaten Üstadımız nereye gitse, nerede ikâmet etse böyle nurânî bir cemaat meydana
gelirdi. Hz. Üstadın yanına gelenlerle, görüştüğü kimselerle, kabiliyetlerine göre konuşur,
hitab ederdi. Bittabbii herkes Üstüddan razı ve hoşnut olurdu. Gelenler de ayrı ayrı istidatta
insanlardı. Üstadımız bazılarına Risale yazdırırdı. Kaymakam, Savcı v.s. zevatla konuşacak
olanlara ona göre vazife verirdi. Üstadımızın teveccüh ettiği, hizmet tevdi ettiği zevat ise,
zamanla çok istifade gördüler. Anlayış ve idrak kabiliyetleri arttı. Evet, Üstadımız, temas
ettiği insanların hamiyet damarlarını tahrik eder, bihassa onları bulundukları köy, kasaba,
dükkan ve tarlasından başka, dinî, İslâmî hakikatler, Allah, Peygamber hukuku olarak
alâkalanacağı daireyi ona telkin ederdi. Herkeste İslâm dinine ait bir hamiyet peyda olur,
gelişirdi. İslâmiyet namina, Kur'ân hesabına, vatan millet namına en yüksek makamata,
icraatlara nazarlara çevrilir, ya takdir ve tahsin veya tenkit ve tahkir yapılır, bu suretle Allah
için muhabbet, Allah için adavet sırrı zahir olurdu. Artık İslâm, o insanın gayesi olur, dünyada
iman ve İslâmın teâlisine hasr-ı himmet ederdi. Zaten bu gibi şeyler, insanın

sh:»(s:43)
dünyaya geliş hikmetleridir. En başta iman olarak ve iman nuruyla bakış esas olmak
şartiyle...

"Bu asrın Sultân-ı Abdülkadiri Bediüzzaman'dır"

"Üstadımız yanında iken birgün, Keçili köyü bağlarında Üstadımızın kaldığı bağ
evinin altında idik. Ben muallimlikten ihracımdan dolayı Şura-yı Devlet (Danıştay) nezdinde
dava açmıştım. Mahkeme günü geldi. Ankara'ya gidecektim. Arzettim. Bana, müdafaatımda
söyleyeceğim bazı şeyleri ifade ettiler. Hatta Haşir bahsine dair İbn-i Sina'dan bahsetti,
müdafaatında böyle böyle dersin demişti. Lakin ben fikren ve aklen Üstadımın söylediklerini
ihata edemiyordum. Belki şiddet-i muhabbetimden o anda bütün dediklerini anlıyor, zevk
ediyordum. Fakat fikren ilhata edemiyormuşum. Demek kalb kulağıyla Üstadımı
dinliyormuşum. Lillahilhamd, 1954'ten sonraki senelerde verdiği dersler, ikaz ve ihtarlarla
akıl ve fikrimizi açtılar. Bu sahada da tarifi imkansız lütuflara nail oldum. Sonsuz şükürler...
O sene, Eylül'den sonra mektepler açılmaya başlama zamanı, beni tekrar Ankara'ya; Ziya'yı
İstanbul'a gönderdi. Ankara'da Abdullah, Salih, Ahmed ve Ziya Nur gibi kardeşlerle
beraberdik. Ceylan'ı da, Üstadımız, hapisten tahliyeden sonra Urfa'ya göndermişti. Urfa'da 6
ay kaldıktan sonra Emirdağ'a döndü. Üstadımız Ceylan'ı da Ankara'ya gönderidi. Üstadımızın
emriyle o sene beraber kaldık. Hatta bir ara Seyyid Salih ile de beraberdik. Seyyid Salih
tıbbiyede okuyordu. Fıtratı icabı çok faal ve gayyur idi. Dershenede durmak yerinde, bize
göre dış faaliyetlerde bulunurdu. Sonra Üstadımız ona, benim harciye nazırım' diye iltifatta
bulunurdu. Sonra anladık ki, bu daire-i Nuriyede, bu fabrika-i maneviyede her çeşit hizmet
erbabına, kabiliyetlere göre ihtiyaç vardı. Ve hizmet, bütün bu ayrı ayrı kabiliyetlerin
inkişafına medar oluyordu. Elhamdü lillahi hâzâ min fadli Rabbî...

"Ankara'da, 1950 sonbaharında Üstadımız, bize Osman Nuri Efendi ile tanışmamızı
söyledi. Üstadımız ona mektup göndermişti. O da Üstadımıza o günlerde sık sık mektup
gönderiyordu. Bu zat harb-i umumide Alay Müftülüğu yapmış ve harpten sonra da Ankara'da
25 sene Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunmuş mübarek bir zattı. Üstadımız ona, Ankara'da
Hasan Feyzi yerinde ehl-i kalb bir mübarek zat olarak bakardı. O da Üstadımızı çok takdir
ederdi. Devr-i Meşrutiyetten tanımış ve Eski Said'in bütün eserlerini okumuştu. O zatın Hz.
Üstad hakkında, çok üstün takdir hisleri taşıdığını görürdük. Kaç defa işittim, Üstadı soranlara
şöyle diyordu:

sh:»(s:44)

"Bu asrın şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî'si ve Nakşibendî-i Kudsîsi ve Sultan-ı


Abdülkadirî'si Bediüzzaman'dır.'

"Üstadımızı Ankara'ya davet ediyordu. 'Bir hücre yaptırıyorum, mutlaka gel' diye
ricada bulundu. Üstadımız sonra, 'Ankara'daki talebelerim o medrese-i Nuriyede benim
yerime kalsınlar' diye mektup gönderdi. Emirdağ Lahikası 2. ciltte bu mektup var.

"Üstad Millet Partisi'ne iltifat etmezdi"

"Merhum Osman Nuri Efendinin, Ankara'da çok tanıdıkları vardı. Hatta askerî temyiz
reisi Kemal Kalkan Paşa müridlerinden imiş. Denizli beraatının temyizdeki tasdikinde
hizmetleri olmuş. Ankara'da sivil ve askerî cenahta çok tanıdıkları vardı.

"İlk Millet Partisi, Osman Nuri Efendinin evinde 33 kişilik bir heyet tarafından ve
tamamen İslâmiyet için çalışmak gayesiyle kurulmuş. CHP karşısında ahrar tâbir ettiği
Demokratların bölünmesi için ve dolayısı ile şark-ı şimalîden çıkan dehşetli dinsizlik
cereyanının, bu bölünmelerle ehl-i imanın kuvveti zaafa uğramasıyla, bu vatanı istilâsına
meydan vermemek gibi, en önemli bir mesele için Hz. Üstad, Millet Partisi gibi bölünmelere
iltifat etmezdi. Onun için kaleme aldığı birkaç yazı ve makalelerinde bu hususu şöyle tesbit
etmişti:

"Millet Partisi ise; eğer ittihad-i İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük
onun içinde mezcolmuş bir millet olsa, o Demokratın mânasındadır. Dindar Demokratlara
iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa,
âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir,
gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle
beraber, zevk hatırı için her millet cüz'î, küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.
"Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za'fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle
ekseriyet kazanarak başına geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki
Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hakimiyet-i
İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi
olan bu âyet-i kerime; 'Velâ tezirû vaziretün vizra uhrâ'dır. Yani birisinin günahiyle başkası
muaheze ve mesul olmaz. Halbuki ırkçılık damariyle bir adamın cinayetiyle mâsum bir
kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder.
O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ' Bir masumun
hakkı, yüz caniye feda edilmez' diye İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok
ehemmiyetli bir mes'ele-yi vataniyedir. Ve hakimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

sh:»(s:45)

"Madem hakikat budur. Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin
gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-ı istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve
mânevî cazibedar nokta-ı istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi, nokta-i istinad yapmaya
mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye
yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip; tam sizi mağlûp etmeye bir
ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.

"Milliyetçilere gelince;

"Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif
ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, Irkçılık ve Türkçülük fikri
esas ise, birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan
kısım da başka milletlerle karışmıştır. O zaman hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve
masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî
Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair
unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damariyle bir ecnebiye istinad ile
masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli
olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin
iktidarda kalmasını te'min etmeleri için ders veriyorum' dedi.

"Ankara'da hükümetle temaslar"


" Ankara' da, 1950 senesinin son aylarında, okulların ve üniversitelerin açıldığı
zamanlarında kalışımız, biiznillah, hizmete medar oluyordu. Hz. Üstad Ankara'ya çok
ehemmiyet veriyordu. Bu aciz, her köyden ayrılışımda Hz. Üstadın hizmetinde, yanında
bulunmak, ondan ders ve terbiye almak ümit ve hayaliyle yaşadığım ve huzuruna vardığım
halde; on, on beş, yirmi gün bırakıp, Ankara'ya gönderiyordu. Ankara'da, payitaht-ı
hükümetteki hizmetin ehemmiyetini ifade buyuruyordu. O zamanda Ankara'da zaman zaman
bulunanlar arasında Abdullah, Ceylan, Hüsnü de vardı. Rahmetli Ceylan Urfa'dan gelmişti.
Hz. Üstadın emriyle Ankara'da kaldı. Müteaddit dershanelerde beraber kaldık. Bir ara Seyyid
Salih, Ziya Nur da beraberdi. Ahmet Atak, Mülkiyede okuyor, evinde kalıyordu. Hüsnü
Bayram da Safranbolu'dan gelmiş, hizmet-i Nuriyeye atılmıştı. Demokratların iktidara
gelmesiyle üniversite muhitlerinde cüz'i külli hizmetler de başlamıştı. Üniversite
mescitlerinde konferanslar veriliyordu. Hep Risale-i Nur'dan ve hizmet-i Nuriyeden

sh:»(s:46)

den bahsediliyordu. Afyon mahkemesi de sona ermediği için temyiz mahkemesi ile
Adliye Vekili, Başvekil ve Heyet-i Vekîle ile mecburi temaslar oluyordu. Hazret-i Üstadın o
makamlara beyanat ve ihtar mahiyetindeki yazıları vardır. Meb'uslarla bilhassa temaslar
oluyordu. Afyon Mebusu Gazi Yiğitbaşı ve Isparta Mebusu Tahsin Tola Risale-i Nur'a ve
Nurculara yakından alâkadarlık gösteriyorlardı.

"Eskişehir'de neşriyat hizmetleri"

"Sonra Ticani hadiseleri çıktı. Ceylan'la biz, Adapazarı'na ve İstanbul'a gittik. Sonra
Emirdağ'a geldik. Hazret-i Üstad Ceylan'la beni Eskişehir'e gönderdi. Eskişehir'de Hafız
Osman'ın evinde kaldık. Üstadımızın emir ve tavsiyeri üzerine, el-Hüccetü'z-Zehra'yı, yeni ve
eskimez harfle teksirle neşrettik. Aynı zamanda İkinci Şua, Hutbe-i Şamiye, Hakikat
Çekirdekleri'ni de neşrettik. Hutbe-i Şamiye'yi Üstadımız, Türkçeye tercüme etmişlerdi.
Eskişehir'de, görüşmeler ve bilhassa subay ve astsubaylarla temaslar oluyordu.
Temaslarımızda mutlaka Nur'lardan imana ve ibadete dair bahisler okunur, mukaddes
dinimize dair anlayış ve talimde bulunulurdu. Bir askere, bir muallime, bir subaya veya bir
doktora, bir mühendise, imana dair bir bahis okumayı, bir ders yapmayı, kainatta en büyük
mesele telakki ederdik. Gerçek de bu idi. Zaten ezelden ebede kadar herşey, bütün zamanlar
ve mekânlar, dünya ve ahiret herşeyin sahibi, maliki, mutassarrıfı olan Allah'a imana dair olan
zahiren en küçük mesele, hakikatte en büyük ve daimi bir mesele olarak bilmeyi Nur'lardan
ders aldığımızdan, imana, Kur'an'a ait en küçük bir mesele, nazarımızda en büyüktür. Ehl-i
dünya, Nur talebelerinin, doğrudan uhrevi ve rıza-yı Hakka müteveccih ve dolayısıyle millete,
memlekete, emniyet ve asayişe de faydalı, en müessir hizmetlerinde dünyevi, sûri düşünceler
zannettiler ve o zanla hapisler, nefiyler, zulümler tevali edip gitti.

"Üstad Eskişehir'de"

"Nihayet 1 Muharrem 1371 günü Hazret-i Üstadımız bazen Büyük Ceylan dediği
Mehmet Çalışkan Ağabey ile Emirdağ'dan Eskişehir'e geldiler. Yıldız Otelinin bir odasına
yerleştiler. Çalışkan Mehmet Ağabey, izin isteyip geri döneceği zaman, mübarek Üstad;
'Muhammed! Yüz senelik hizmet yaptınız' diye iltifatta bulundu.

Hazret-i Üstadın bu nev'i iltifat gibi görünen kelamları, derinliğine ve yüksekliğine


olarak ebede doğru mânâlar taşır. Çünkü, o, bu zamanda hakkın bir tercümanı, hakikatın
mübelliği idi.

sh:»(s:47)

"Artık bundan sonra Hazret-i Üstad Emirdağ'da pek kalmadı. Gelip gitti ve irtibatını
da kesmediler.

"Bundan sonra Isparta'ya gidip bir müddet kaldıktan sonra Gençlik Rehberi
Mahkemesi münasebetiyle İstanbul'a gitti. Tekrar Emirdağ'a avdet edip 1953 senesi ortasına
kadar Emirdağ'da ve bazan Eskişehir'de ikamet edip son yedi senelik hayatını geçirmek üzere
Isparta'ya gelmiş ve orada ikamet etmiş. Yanındaki talebe ve hizmetkârlarına Risale-i Nurdan
Arabî Mesnevî-i Nuriye ve İşârâtü'l-İcaz'ı ve sonra da Ankara ve İstanbul'da neşredilen
Risale-i Nur mecmualarını defalarca ders usulü okuyarak dersler vermiştir.
"Üstadın askerlere dersi ve bakışı"

"O zamanlarda Eskişehir Hava Üssünden subay, astsubay ve askerler Hazret-i Üstadın
ziyaretine geliyorlardı. Üstadımız Eskişehir'e ayrı bir ehemmiyet verirdi. Gelen subay ve
astsubaylara çok samimi davranırdı. Risale-i Nur'un maksadını ve hakikatını, kendi gayesini
ve hayatından hatıraları anlatırdı. Bilhassa ordunun üzerinde çok dururdu. Asırlar boyunca
Kur'an'a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid-i İlahi bayrağını galibane gezdiren ve hak,
hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun imanlı zabitlerinin her saati, çok saatler ibadet
hükmüne geçtiğini ve imanlı bir subayın hizmeti bin hükmünde olduğunu ifade
buyuruyorlardı. Ve namazını kılanların, her bir saatinin 10-20-30 saat ibadet hükmüne
geçtiğini, askerlik, saatlerinin bakileşip, ebedi neticeler verdiğini vesaire ders verirdi. İman-ı
tahkikî kazanmalarını arzu ederdi. 10-20-30 saat demesi, karada, denizde, havada hizmet eden
imanlı askerler içindir. Hem anarşiliğe karşı, askerlerin maddi mücahidler olduğunu söylerdi.

"Hakiki Türkler zulmetmez"

"Hazret-i Üstad, iman nuruyla baktığı için Anadoluyu çok severdi. İslâmın ileri
karakolu olarak bakardı Türkiye'ye... Ve burada meskûn ahaliye kalbinin tâ derinliğinden
şefkat gösterirdi. Türk milletini çok severdi.

"Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk
değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük
perdesi altına girmiş başka millettendir, ' ve ' Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir
manevi kahramanlık Türklerde görüyorum' derdi.

"Birgün, Eskişehir'de, Yıldız Otelinin üst katında Hazret-i Üsta-

sh:»(s:48)

dın odasında hizmetindeydik. Bir kuşluk vakti idi. Beş adet jet uçağı otelin üstünden
şiddetli ses çıkararak geçtiler. Pencereler de açık idi. Hazret-i Üstad gülümseyerek, 'İnşaallah
bunlar bir zaman İslâmiyete büyük hizmetler edecekler' dedi. Ve ilaveten, 'Sungur, askeriyede
bir ruh var. O ruh, benimle dosttur. Bilmiyorum, ya o bir kişidir veya cemaattir; sağdır ve
ölüdür; velîdir veya kutubdur. Bilmiyorum, fakat bir ruh var ki; o ruh benimle dosttur' diye
beyanda bulundular.

"Bunlarla iftihar ediyorum"

"Yine birgün Isparta'da odasında idik, jet uçakları geçmişti evin üstünden.
Gürültülerini duymuştuk. Hazret-i Üstad derinden derine sevinçli bir halde şöyle buyurdu:

"Ben bunlarla iftihar ediyorum. Benim nev'imin icadı olduğu için, sair kainat
kardeşlerime karşı nevimin hesabına iftihar ediyorum.'

"1951 sonbaharlarında Eskişehir'de hizmetinde bir müddet bulunduktan sonra Hazret-i


Üstad, tekrar beni Ankara'ya gönderdi ve havacılardan Başçavuş Ahmet kardeşi hizmetinde
bulundurdu. O zaman Eskişehir'de çok canlı bir cemaat mevcuttuu.

"Şeyh Hacı Hilmi Efendi"

"Muttalipli Şeyh Hacı Hilmi Efendi, Hazret-i Üstadımıza yakından alakadardı. Hem o,
hem Çalışkan'ların babaları Şeyh Hacı Ali Efendi gibi Konya civarlarında da Seydişehirli
Hacı Abdullah Efendinin mensupları, umumiyetle Nur'a talebe olmuşlardı. Hazret-i Üstad bu
merhum büyük veli zatı rahmetle yadederdi. Ve 'Seydişehirli Hacı Abdullah Efendinin bütün
mensupları benimle alâkadardır. Risale-i Nur'a âlakadarlık gösteriyorlar' derdi. Birgün Hz.
Üstad, odanın anahtarını bana vermişti. Kapıyı da onun emriyle kilitlemiştim. Ben dışarıda
iken Hacı Hilmi Efendi gelmiş, sonra geri gitmiş. Hz. Üstad, 'Bunda bir hikmet var' dedi.
Sonra geri geldi, görüştüler.

"Gençlik Rehberi davası için Üstad İstanbul'a geldi"

"Ben Ankara'ya gittikten bir müddet sonra Hazret-i Üstadımız, Isparta'ya gitmişlerdi.
Orada Hüsrev Ağabeyin oturduğu evin üst kısmında bir müddet ikamet buyurduktan sonra,
Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a geldiler. Hanımlar Rehberi'ndeki
sh:»(s:49)

"Hasbihal" ve Nur Âleminin Bir Anahtarı'ndaki mektup o senede bir kısmı Isparta'da,
bir kısmı da İstanbul'da neşredilmiştir.

" İstanbul Mahkemesi ve o sebeple İstanbul'da ikameti, çok hizmetlere medar


olmuştur. Kendileri bu husus için, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bir mektubunda
şöyle der:

"Size bütün ruh'u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakiki
sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i
imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen
Nur'un fütuhatları oluyor...

"Meselâ, Isparta'dan buraya mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile


mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki; yalnız bu meselede ve yalnız Rehber'e ait ve
yalnız benim sahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete, iki bin
banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin... Said
Nursî.'

"Gençlik Rehberi Mahkemesi, üniversite talebesi Muhsin Alev'in aynı eseri tab
etmesinden dolayı açılmıştı. Hazret-i Üstadın İstanbul'a teşrifleri İstanbul âfakında heyecan ve
sürur uyandırdı. Yeni nesil, gençlik arasında büyük bir sevgiyle karşılandı. Nur'ların bundan
sonra daha da intişarına, inkişafına, okunmasına ve yayılmasına vesile oldu. İstanbul, çok
cihetlerden merkeziyet arzeden bir beldedir. Bilhassa her türlü neşriyatın merkezidir. Elbette
Risale-i Nur burada, İstanbul'da, merkezî bir hüviyetle varlığı, neşri, hizmeti, umum
Anadolu'ya, dünyaya, Nur'un sesini duyurması noktasından ehemmiyetli idi.

"Hz. Üstad Ankara, İstanbul, Urfa ve Diyarbakır gibi yerlerle bizzat alakalanmış,
kendisine hizmet merkezleri kabul etmiştir. Herbirisi merkezi bir mana taşıyordu. Bu
itibarladır ki, bu merkezlerde çalışan, hizmet eden Nur talebelerine Hz. Üstad ayrıca önem
verirdi.
"O zaman İstanbul'da Hz. Üstadın eski talebelerinden çoklar vardı. Ve Denizli
hapsinde yatan Van'daki eski talebelerinden Seyyid Şefik Efendi ve Gönenli Mehmet Efendi
ve Medresetü'z-zehra erkânlarından Refet Bey ve Hafız Emin gibi talebelerinden çoklar vardı.

"Hz. Üstadımız talebelerine metanet bahşeden iltifatlarda bulunurdu"

"Yeni Said'in, yani Hz. Üstadın artık son hayatının, son hizmet devresinin hâdim ve
naşirlerinden de Cenab-ı Hak fedakâr genç Saidleri ihsan buyurmuştu. O zaman İstanbul'da
başta Ahmet Ayti-

sh:»(s:50)

mur, Ziya, Abdülmuhsin olarak Üzeyir, Galib, Hakkı ve Mehmet Fırıncı gibi genç
Saidler hizmet-i Nuriyeyi omuzlamaya başlamışlardı. Sonra Mehmed Emin Birinci de
İstanbul'daki hizmete dahil oldu.

"Hz. Üstadın İstanbul'a gelişleri ile yeni hizmet ve yen bir neşriyat kadrosu da,
Rahmet-i İlahiye tarafından ihsan ediliyordu. Lillahilhamd hem İstanbul, hem Ankara, hem
Urfa ve Diyarbakır gibi Nur'un hizmet merkezleri meydana gelip kısa bir zamanda her tarafa
Nur'un yayılmasına vesile oldular. Hz. Üstadımız muhtelif vesilelerle görüştüğü Nur hadim ve
naşirlerine, talebelerine gayret, sabır, metanet bahşeden iltifatlarda bulunurlardı.

"Üstadımız duaları, teşvik ve terğipleri ise, hizmet edicilere ruh hükmüne geçmiştir.
Çünkü onun mübarek nefesi, hayat bahşeden bir tiryak gibi idi. Bakışı da, nazarı da aynen
öyle... İşin aslı zaten, bir ruh-u kudsînin ayrı ayrı teveccühleridir. Üstadımız Ahmet Aytimur'a
defaatle;

"Seni on şeyhülislâm yerinde, on fetva emini Ali Rıza yerinde kabul ediyorum' diye
iltifatta bulunurdu. Mehmet Fırıncı'ya da birgün, İstanbul'un Hüsrev'i demişti. Herbir
talebesine böyle iltifatları olur, onlara sarsılmaz bir metanet kaynağı lütfederdi. Ben şimdi
hepsini hatırlayamıyorum ve bilemiyorum. Hz. Üstad, görüştüğü ve ziyaretine gelenlere,
talebelerine her birisine böylece ayrı ayrı tebrik ve iltifatlarda bulunurdu.
"Nur'un en büyük kahramanı"

"Üstadımızın bu şekil talebelerine iltifatkar sözleri, yabana atılacak (hâşâ) kuru laflar
değildir. O mühim zamanlarda, talebelerini azami fedakârlığa sevkeden birer İlâhi tecelli idi
onlar... 1958 Ankara mahkemesinde avukatımız olan ve sonra Hz. Üstadın da avukatlığını
üzerine alan Bekir Berk'e;

"Nur'un en büyük kahramanı, Nur'un en büyük kahramanı' vesaire iltifatları, bilâhare


1971 İzmir mahkemesinde Savcı Nureddin Sayer'in Hz. Üstada, Nur'a ve Nurculara çok
dehşetli hücumu esnasında, Bekir Berk'in pervasız çıkışı ve Üstadı kahramanca müdafaası
gibi sair fedakarane hizmetleri, Hz. Üstadımızın beyanlarını teyit etmiştir.

"Isparta Mebusu Dr. Tahsin Tola anlatıyor:

"1956'dan sonra Risale-i Nur'un resmen neşri gibi hizmetlerin ifası zamanında, Hz.
Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim. Çok iltifatlarda bulundu. Ve ' Hatta aynen yanımdakilerle
berabersiniz. Bana öyle deniyor' gibi cümleler mübarek lisanından dökülüyordu.'

sh:»(s:51)

"Bütün bunlar, gerçekte var olan, nefsülemirde mevcut olan, bir kudsi hakikatın
tereşşuhatlarıdır. Veya Hz. Üstad öyle kabul ediyor, dua ediyor ve temenni ediyordu. Aslında
malum olduğu üzere, Cenab-ı Hakkın nazar-ı takdiri ve kabulü esastır. Ve bu daire hayattar,
ruhani, nurani bir dairedir. Herkes ihlasına, sadakat, sebat ve fedakârlığına göre, hakikat
âlemine ne aksederse, ona nail olur. Hz. Üstadımızın iltifatları, o hakikatlerin bayanıdır. Veya
bir dua-yı manevidir veya bir temennidir veya hayattar bir ricadır. Cenab-ı hak öyle kabul
eder, Allahu âlem. O kudsi ruh, ayrı ayrı kabiliyetleri böylece çalıştırmşır, hakikat canibine
sevketmiştir. Cenab-ı Haktan bütün Esma-yı Hüsnasını şefâatçı yaparak niyaz edip
yalvarıyoruz ki, bizi ihlas-ı etemme nâil buyursun. Sırat-ı müstakimde hak ve hakikat yolunda
ve onun bu asırdaki tezahürü Risale-i Nur dairesinde kemal-i sadakat ve metanetle daim
yürütsün ve rıza-yı kudsîsine ulaştırsın. Amin, bihürmeti seyyidi'l-mürselîn.

"Malatya hadisesi diye adlandırılan Ahmet Emin Yalman'ın yaralanma hadisesi,


dindarlara, milliyetçilere karşı cephe almaya vesile oldu. O sebeple geniş tevkifat başladı.
Demokratları iğfal ettiler. Bütün milliyetçi kadroları tasfiyeye, şubelerini kapatmaya
başladılar. Ve bunun neticesi olarak geniş dairede intibaha başlayan milliyetçi, mukaddesatçı
cereyan geri çekildi ve Demokratların ileride başını yiyen solculuk gayretleri meydan bulup,
fırsat bulup yeniden canlanmaya başladı. İktidar partisinde bulunanlar sağ, sol ikisine de
çatmaya başladılar Hz. Üstad Bediüzzaman bu hususta ikazlarda bulundu. Sağa çatmanın sola
yardım olacağını ihtar etti. İşte o ikazlardan birisi budur:

"Küfür ile iman ortası yoktur"

"Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi,
ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları
var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik; ortası da nasraniyet' diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü
mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp
komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî
olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

"...İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı


tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur'an ve îman kuvvetine dayanıp
bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatla-

sh:»(s:52)

rından kurtarmaya çalışmalarını Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ve rica ediyoruz... Said


Nursî.'

"Malatya Hâdisesinin tesirleri"

"Malatya Hâdisesinin tepkileri mukaddesatçı muhitte, yani umumiyetle Türk


milletinde büyük oldu. Bir tek Ahmet Emin Yalman'a kurşun sıkılması, sanki hükümet
siyasetinin ve devlet idaresinin yön değiştirmesine sebep olup 27 yıllık ceberut idareden sonra
bir parça nefes alarak varlığını duyurmaya kalkışan milliyetçi, mukaddesatçı, hürriyetçi
çevreler, susturulmaya başlandı. Göz dağı verildi. Tevkifler başladı. Ve Başvekilin o malum
Gaziantep nutku, Demokrat Parti'de bulunan dindar Demokrat mebusları da hedef alan ve
milliyetçi çevrelerde, 180 derece yön değiştiren bir üslûp ve davranış olarak kabul edildi.
Zaten idarî iktidardan düşmemiş olan eski zihniyet, Demokrat reislerin bazı desise ve iğfalata,
tahrikata kapılarak yaptıkları hareketler ve galeyanları neticesi, tekrar kuvvet buldu. İrtica
irtica diye vaveylaya başlayan solcular, dindarlara ve dolayısıyle Demokrat idareye karşı
hücuma geçti.

"Hakiki irtica nerede ve kimde"

"O zamanda Hz. Üstadın, 'Kardeşlerim! Sizce münasip ise, Başvekile ve dindar
mebuslara verilmek üzere ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır' başlığı
altında kaleme alıp neşrettiği mektubu, dindarlara irtica ithamlarına çok yerinde bir cevaptır.
Hz. Üstad bu yazılarıyle hakiki irticanın nereden ve kimde olduğunu ortaya koyuyor. Gönül
isterdi ki, Emirdağ Lahikası'ndaki o mektubu, olduğu gibi aynen dercedeyim. Siyasîler,
idareciler, ehli maarif herkes okusun da, o zamanlarda gerçeği haykıran ve az zaman sonra,
hadiselerin kendini te'yid ettiği (lisanü'l-hak) Hz. Üstad anlaşılsın. O mektubun
mukaddemesinde diyor:

"Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden, ekser hayatım bir nevi inzivada
geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi
göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve
hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim.
Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i
siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden
'Üç Nokta'yı beyan edeceğim:

sh:»(s:53)

"Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir 'irtica ile itham' kelimesi
mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasiyle dikkat ettim, kat'iyyen gördüm
ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u
esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları,
gaddarâne bir itham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i îmaniye cihetiyle, değil
dini siyasete âlet yapmak; belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i
mâneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî
kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa'nın dilenciliğinden
kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak 'irtica' damgasını vurup onları memlekete zararlı
tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci
nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak ikinci noktada beyan etmek zamanı
geldi. Menşeleri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var... ilâ âhir.'

"En büyük ispat"

"Malatya Hadiselerinin neticeleri Nur dairesinde de görüldü. O zaman Samsun'da


Büyük Cihad adiyle haftalık bir gazete çıkıyordu. O zaman Hz. Üstaddan gelen mebuslara,
heyet-i vekileye hitaben yazılan bazı yazıları o gazeteye gönderiyorduk. O gazete, Hz.
Üstadın bir yazısının başına ve sonuna ilave notlar koyarak neşretmiş, yazının başlığına da 'En
büyük ispat' koymuş. Demokratların aleyhine, 'İşte Said Nursi'ye yapılan bu muameleler
Demokratların din lehinde olduğunu tezkip ediyor' diye ilâve koyuyor. Bunun üzerine savcılık
harekete geçerek. Hz. Üstadın ifadesini almak üzere Emirdağ'a talimat yazmış. Ben o ifade
zamanında Emirdağ'da Hz. Üstadın yanında idim. Savcılıkça ifadeye geldiler. Ben baktım ki,
bizim Ankara' dan gönderdiğimiz yazı. Hz. Üstadımızın ifadesinde; mebuslara hitaben şekva
tarzında yazdığını, Samsun'da Büyük Cihad'a birisinin göndermiş olabileceğini ifade buyurdu.
Ama ben de Hz. Üstada demedim, 'Ben gönderdim diye... Bizim gönderdiğimizi manen
biliyordu kanaatindeyim.

sh:»(s:54)

[]

Samsun davasına mevzu olan Büyük Cihad gazetesinin lejantı ve

Hz. Üstadla ilgili bir yazı.


"Samsun'da açılan dava"

"Sonra ağır ceza mahkemesine Samsun'da dava açılmış; hem Üstadımız aleyhine, hem
gazete müdürü aleyhine... Gazetenin Neşriyat Müdürü Hüseyin Yücel tevkif edilmiş haberini
duyduk. Sonra beni tekrar Hz. Üstad Ankara'ya gönderdi. O zaman Hacıbayram yakınlarında
tek bir oda tutmuş, orada kalıyordum. Teksirle neşredilen eserleri yeni ve eski isteyenlere
veriyorduk. Fakat takibat altında idik. Samsun'da gazete idarehanesinde yapılan aramada
bizim mektuplarımız ele geçmekle telgrafla bizim de tevkifimize karar verilmişti. 19 Şubat
1953 günü tevfik edilerek Samsun'a sevkedilmek üzere Ankara Cezaevine gönderildik.
Dokuzuncu koğuşta, kule altında, bir aya yakın kaldık. Kule altında komünizmden mahkûm
bir öğretmen ve Ticani Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve o zamanda Ticani hadisesini planlayan ve
ikinci adam olarak bilinen Kâmil Tunalı ile bir kaç Müslüman vardı. Bir de Mehmet İzzeddin
adında Urfalı, meczub, mübarek bir derviş de bulunuyordu.

sh:»(s:55)

"Ticanî hadisesi ve Pilavoğlu"

"Yanımda İkinci Şua gibi birkaç risale vardı. Onları yazıp okumakla vakit
geçiriyordum. Kemal Pilavoğlu, Hz. Üstad hakkında, daima müsbet kanaat izhar ederdi.
Tasavvufî tabirlerden olarak, 'Bekabillah mertebesinin 9. derecesi ki, son derecesidir.
Velayetin son hudududur. Said Nursi o mertebededir Gavs-ı Âzam Abdülkâdir-i Geylânî
Hazretleri de aynı mertebede idi' diye beyanda bulundu. Bir gün kendisine İkinci Şua'dan bir
miktar okumuştum. Dinledi ve 'Siz, Said Nursi Hazretlerinin tasavvufla alâkası olmadığını
söylüyorsunuz Halbuki şu hakikatler bile o zatın kainatta Esma-i İlahiyeyi müşahede ettiğini
gösteriyor' demişti. Velhasıl, bu merhum zatla zaman zaman konuşurduk. Kâmil Tunal'dan
uzun uzun şikâyet etti. O da karşımızda yatak üzerinde zikir ve cezbe halindeydi. Kemal
Beyden ziyade taassup gösterirdi. Kemal Pilavoğlu o neşredilen 'Nur Saçan' imzalı ve
heykellerin kırılmasını tavsiye eden mektubu, kendisinin yazmadığını, haberi olmadığını,
Kâmi Tunalı'nın yazıp etrafa gönderdiğini, sonra muttali olduğunu ve arada bir kaç hadise
zuhur edince kendisini çağırıp ikaz ettiğini, 'Git emniyete teslim ol, kendin yaptığını söyle'
dediğini, fakat maalesef aksini yaptığını, 'Ben ona emniyete teslim ol dememişim' gibi daha
çok tahribatta bulunduğunu şikavetvâri, acı acı anlatmıştı. Hattâ bir ara, 'Said Nursi'nin takdir
edilecek bir hususiyeti de, bizim gibi böyle meczublarla meşgul olmamış, mekteblileri,
gençliği irşada çalışmış' diye sitayişle beyanda bulundu. Ve kendisi de tahliyeden sonra
mesaisini daha ziyade eser telifine verdi.

"Kur'ân-ı hikemiyatını Said Nursî gibi ifade edene rastlamadım"

"Birgün Dokuzuncu Koğuşa hapishane savcısı ile bir savcı ve müdür geldiler. Ben
Samsun'a gidemediğimden şikâyet ettim. Savcının birisi, 'Ben Hastalar Risalesi'ni okudum.
Fazla ilmî bir hüviyet göremedim' dedi. Ben de, bir de bunu dinleyin diye, İkinci Şua'dan bir
miktar heyecanla okudum. Savcılar, 'Bu hakikaten ilmî imiş' dediler. Ve Pilavoğlu'na
dönerek; 'Said Nursî hakkında sen ne dersin?' dediler. Kemal Pilavoğlu da' Ben çok tefsir
okudum. Fakat Kur'ân'ın hikemiyatını Said Nursi gibi en güzel şekilde ifade edebilene rast
gelmedim. Şüphesiz bu hizmeti de garazsız ve ivazsızdır' diye cevapta bulundu. O gün
öğleden sonra ayrıldım ve bir gece Ankara'da, nezarette kaldıktan sonra, Jandarma
nezaretinde şiddetli soğuk içinde altın bilezikle kelepçeli olarak, otobüsle Samsun'a mü-

sh:»(s:56)

teveccihen hareket ettik. Jandarmalar öğle namazı için Çorum'da bilezikleri çıkardılar.
Bir daha da takmadılar. Samsun'a vardık. Hüseyin Yücel ile beraberdik. Saf, temiz, haksızlığa
karşı alevlenen bir kimse idi. Hemen her gün veya gün aşırı ismi ünlenir, ifadeye çağrılırdı.
Büyük Cihad gazetesindeki yazılardan dolayı hakkında sekiz dâva açılmıştı. Mahkemeye
çıktığımızda savcı, Hz. Üstadın da Samsun'a gelmesini, celbini talep ediyordu. Her
mahkemeden Üstadımıza ait bir rapor geliyordu. Evvelâ Emirdağ'dan, sonra Eskişehir'den
heyet-i sıhhiyeden hasta olduğuna dair rapor geldi. Savcı, tam teşekküllü hastahaneden
gelmeyince kabul etmedi.

"Ve nihayet, İstanbul Gureba Hastahanesi'nden ne havadan, ne karadan, ne de


denizden Samsun'a gelemez diye rapor verilmişti. Bu rapor mahkemede okundu. Savcı,
'Madem gelmiş, Samsun'a da gelebilir' dedi. Fakat mahkeme kabul etmedi. Hattâ savcının
eline Afyon müdafaası geçmiş, reise uzatarak, 'Efendim, bakınız, Mehdîlikten bahsediyor'
diye, güya delil ibraz ediyor gibi Afyon müdafaasını reise uzattı. Reis, 'Bu mahkeme
müdafaası, bundan suç mu çıkaralım?' diye önüne geri fırlattı.
"Radyodan dinlediğimiz Kur'ân büyük teselli vermişti"

"Bizim mahkememiz 4 ay kadar sürdü ve neticede 18 aya mahkûm edildik.


Beraatimizi beklerken, bu mahkûmiyet kararını dinlerken, ani bir sıkıntıyı müteakip, demek
Nur'un yardımı ve Üstadımın himmeti yetişti ki, o ani sıkıntıya mukabil, değil bu 18 ay, bir
gün ömrümüzün dahi sona ereceğini tahattur edip, neticede sürur, neşe ve saadete inkılap
edeceğini hatıra getirip, keder yerine sevinç ve beşaret haleti hakim oldu. Ve tebessümle
heyet-i hâkimiye mukabelede bulunduk.

"Samsun cezaevine geldiğimizin ilk cuma sabahı, hapishanede, radyodan Kur'andan


okunan âyetler, bize büyük teselli ve inşirah vermişti. O sabah Sure-i Tevbeden 19. âyetten
başlanarak okunmuştu. Âyetlerin mealini uzaktan uzağa ber nebze anlıyordum. O müjde-i
İlâhi, bana bir tevafuk gibi gelmişti.

"Artık hapishanede günlerimiz geçmeye başladı. Hamdolsun Nur'lar imdadımıza


yetişmişti. Bafra'nın kahraman Nurcuları başta Muammer Efendi olmak üzere, hem maddî,
hem manevî ihtiyaçlarımızı temin ediyorlardı. Haftada bir veya iki gün görüşmeye gelirlerdi.
O zaman Bafra'da Nur'a bağlı bir cemaat vardı. Bilâhare Üstadımız Bafra'yı, Emirdağ, Barla,
Eflâni gibi bir Mederese-i Nuriye olarak

sh:»(s:57)

kabul ettiğini bayan buyurmaşlardı. O Muammer Efendi çok fedakâr, müstakim ve


hem de mübarek bir zattı. Merhum Reşatla beraber, Hz. Üstadımızı ziyarete gidip Bafra'dan,
Isparta'ya nakl-i mekân edeceklerini söylemişler, fakat Hz. Üstadımız kabul etmeyip geri
çevirmiş. 'Âlem-i İslâm ülkesinin şimal ucunda küfr-ü mutlaka karşı mukabil durunuz' diye.
Bunlar Risale-i Nur'ları İnebolu'dan elde etmişler. Üstadımızın, Küçük İbrahim dediği
mübarek talebesi İbrahim Fakazlı ile muhabere ediyorlardı.

"Küçük Isparta ( İnebolu)'nın kahramanları"

"Malûm, Hz. Nur Üstadımız, İnebolu'yu, 'Küçük Isparta' olarak yad etmişlerdi.
'Kastamonu' da sekiz senelik ikametimizi neticesiz bırakmayan' diye yazıyordu mektubunda.
Sonra Eflani, Safranbolu'yu da aynı mânâ ile yad ettiler. 'Kastamonu'daki sekiz sene
ikametimizi akîm bırakmayan Safranbolu, Eflani' diye yada ettiler. İnebolu, Anadolunun
şimalinde, bir cihette de İslâm âleminin şimal hudududur. Herhalde bu noktadan da
ehemmiyetlidir. Nitekim merhum Nazif Çelebi'ye yazdığı bir mektubunda Hz. Üstad, 'Nazif
Çelebi, o mühim mevkide, Âlem-i İslâmın şimal hududunda hizmet-i imaniyenin bir
kutbudur' diye beyanda bulunmuştu. Ve yine Nazif ve arkadaşları için 'Küçük Isparta
(İnebolu) kahramanları' diye bahsetmişti. Hem İnebolu'nun, şimal hududundaki İslâmî
hizmetlerin, bilhassa Risale-i Nur neşriyatının ehemmiyetini belirtiyor, hem de hizmet-i
imaniyenin kudsiyetini tebarüz ettiriyordu. Tasavvuf kitaplarında bahsedilen 'Ehl-i velayetin
reisi olan kutuplar' gibi; demek hizmet-i imaniyenin de kutupları olurmuş.

"Seni o yazıların kurtardı"

"Samsun'da Cenab-ı Hakka şükür, bize isnat edilen suç, Said Nursi'ye nüfuz temin
etmekti. O hususta müdafaalarımız oldu. Hz. Üstad o müdafaa ve yazılarımız için birgün
Isparta'da ders esnasında, 'Bunu, Üstadı için propaganda yapıyorsun diye hapse atıyorlar. Bu
da tam aksine daha şiddetle karşılarına çıkıp elli misliyle mukabele ediyor' diye iltifat etti. Ve
ilaveten, 'İşte seni o yazıların kurtardı' dedi. Yani, 'Sana isnat edilen Risale-i Nur'u ve
Müellifini methedip propaganda yapıyorsun isnadına karşı, elli misli mukabele etmekliğin
kurtardı' diyordu. Hz. Üstad bütün o müdafaa ve hapisler hakkında yazdığımız yazıları
neşrettiler. İnebolu teksirle neşretti, fakat nüshaları elde yoktur.

"Samsun Cezaevinde 11 ay yattıktan sonra, mahkeme-i temyi-

sh:»(s:58)

zin lehimizde kararı bozması üzerine cereyan eden duruşmada, Reis Hakkı
Çağırankaya beraat ve tahliyemize karar vermişti. Tahliye edildik, fakat yazı müdürü Hüseyin
Yücel içeride kaldı. Hz. Üstadımızla ayrı bir davası daha vardı. Hz. Üstadımızın yazılarını
neşrettiği için... Ve daha da mahkemeleri vardı. Tahliyemden sonra Isparta'ya dönüşümde
Hz.Üstad, Hüseyin Yücel için şöyle buyurmuştu: 'Ben onunla, onun ruhuyla anlaşma yaptım.
Onun hapisteki her bir saatini, bir ay Risale yazmış gibi kabul ettim.'
"Hüseyin Yücel toplam 22 ay yattı. Neticede, mahkeme, Hz.Üstadımıza beraat kararı
vermişti. Büyük Cihad davası da Samsun'da böylece sona ermiş oldu. Meyve Risalesi'nden
mülhem bir büroşür meydana getirdim. Hz. Üstada gönderdim. Hz. Üstadımız, Isparta'da el
yazısı ile 50-60 nüsha yazdırmışlar.

"Üstadın bizim çocuklarla alakası"

"Tahliyeyi müteakip bir ay kadar köyde kaldım. Ve tekrar Isparta'ya gittim. Gerçekte
gönderildim dense daha uygun olsa gerek. İstihdam-ı İlahi idi bunlar. O Aziz Nur Üstadın
himmetiydi. Hangisini yazsak, dile getirsek, bilmem ki... Yazdıklarımız yazılamayanların
yanında çok cüz'i kalır.

"Benim bunca hapisten sonra tekrar Isparta'ya gitmem, elbette büyük bir lütf-u İlâhi
iledir. Ben hapiste iken Hz.Nur Üstadın bir bayram arefesinde ruhen köydeki evimize kadar
teşrifleri, rüyaya benzer, fakat yakaza halinde iken şefkatli okşamaları ile bizim çocuklara,
'Merak etmeyin, merak etmeyin. Biz hep biriz, hep beraberiz' deyip kapıdan çıkmaları ve
arkasından koştuklarında Üstadı görememeleri gibi garip ahvelleri, o ağır şartlar altında
çocuklarımıza tam teselli hükmüne geçmiş. Ve fedakârlıklarına vesile oluyordu. Zaten
Eskişehir'de ziyarette de iltifatta bulunmuşlardı. Kaç defa bana da 'Sen, Allaha şükret' derdi.
Ve 'Senin hizmetine çocukların anası(yani haremin) şeriktir' diye beyanda bulunurdu. Hz.
Üstadımız birkaç kere bana, 'Sen hiç merak etme, ben senin çocuklarına bakacağım' demişti.
Lillahi'l-hamd, bu günlere geldik.

"Hülâsa: Hepimiz bir sevk-i gaybinin, istihdam-ı Rabbanînin hükmü altındaydık ki,
nice manialar atlanıp gidiyordu. Üstadımız, Allah razı olsun, ailece saadetimizin de vesilesidir
ve medar-ı sürurumuzdur. Gerçi sırr-ı imtihan neticesi çok zorluklar, nice haletler geldi geçti.
Bunlar da bu kudsî hizmetin, yüce dâvanın şanı imiş. Sabretmek; sâbirîn şerefine ermek... Bu
da ayrı bir rıza ve makbuliyet dairesidir. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle cümlemizi nail
kılsın.

sh:»(s:59)

"Bediüzzaman'ın Rus polisiyle muhaveresi"


"Sırası gelmişken şunu da arzedeyim: Üstadım çok defa ben hapiste iken, bu hakir
talebesi için, 'Onu Tiflis'e göndereceğim' dermiş. Malum Tarihçe-i Hayat'ta, Hz. Üstadımızın
Rus polisiyle bir muhaveresi var. Şöyle ki:

"Tiflis'te, Şeyh San'an tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus
polisi gelir ve sorar:

"Niye böyle dikkat ediyorsun?

"Bediüzzaman der:

"Medresemin plânını yapıyorum.'

"O der:

"Nerelisin?'

"Bediüzzaman:

"Bitlisliyim.'

"Rus polisi:

"Bu Tiflis'tir!'

"Bediüzzaman:

"Bitlis, Tiflis birbirinin kardeştir.'

"Rus polisi:

"Ne demek?' Bediüzzaman:

"Asya'da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri
üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek,
ben de gelip burada medresemi yapacağım.'

"Rus polisi:

"İslâm parça parça olmuş.'


"Bediüzzaman:

"Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i
idadisinde çalışıyor, Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden
ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde
talim ediyorlar. İlâ âhir...

"Yahu, şu asilzade evlad, şehadetnamelerini aldıktan sonra herbiri bir kıta başına
geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc
ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin
sırrını ilân edecektir. ' (Hikmet-i ezeliye sırrı, Hutbe-i Şamiye'de yarım bürhanda izah
ediliyor.)

sh:»(s:60)

"Askerliğimde de kur'a Samsun'a çıkmıştı. Ve bir sene Samsun'da Toraman tepesinde


askerlik yaptık. Ve oradan dönüşümüzden sonra Hz. Üstad, Samsun'a gidişlerimi Rus
hududuna, Tiflis'e gidişim olarak beyan etmişlerdi. Samsun'da askerliğimiz müddetinde
Isparta'yla muhabere ederek, Küçük Sözler'i, Divan-ı Harb-i Örfi'yi ve bir kitabı daha
matbaada basmak nasip oldu.

[]

Ankara Nur dâvâsında beraat eden Nur talebeleri... Soldan sağa ayaktakilerden
itibaren:

Mustafa Sungur, Cemaleddin Günel, Ahmet Kalgay Ural, Bayram Yüksel, Zübeyir
Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Av. Mustafa Egemen, Av. Bekir Berk, ......, Süleyman Rüştü Çakın,
Mustafa Türkmenoğlu, Ceylan Çalışkan, M. Emin Birinci.

"Ankara'daki Nur hizmeti"

senesinin ilk aylarında Eflâni'de bir ay kalıp Ankara'ya uğrayarak Isparta'ya geldim.
Ankara'ya geldiğimde Hz. Üstad, Ceylan'ı bir hizmet için göndermiş ve 'Sungur'la beraber
gelirsiniz' demiş. Ankara'ya geldiğimde Atıf Ural başta olarak fedakâr gençler hizmet-i
Nuriyede idiler. Gerçi Risaleler umumiyetle hatt-ı Kur'an ile olmakla beraber, teksirle
basılmaya başlanmıştı. Âsâ-yı Musa, Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve son küçük
risalelerden epeyce vardı. Ankara Üniversite Mescidinde verilen konferans gibi Nurlar ve
mahiyeti hakkında eserler de vardı. Dershanede kalan kardeşler, hem birbirleriyle ders
yaparlar, hem tanışmak görüşmek gibi vesilelerden istifade ile Risale-i Nur ve Üstad
Bediüzzaman, gayesi ve maksadı, mahkemeler, vesair Nur'a ait işler, hizmetler hususunda
sohbetler yapardı. O zaman Ankara'da, merkez-i payitaht-ı hükümette, Risale-i Nur'ların neşri
ve dersi, en büyük hizmetti. Nitekim, çekirdek-misal o hizmetler, biiznillah kısa bir zaman
sonra dal budak saldı, âlem-i İslâmi sevindirdi.

"Risale-i Nur'un, Kur'an'ın nurlu bir tefsiri olarak, müellifi olan Hz. Said'in bir İslâm
fedaisi olarak hizmette bulunmaları ve böylece bilinmesi, var olan bir gerçeğin idraki ve
anlaşılması demektir. Bu zamanda samimî uhuvvet ve muhabbetle iman ve Kur'an yolunda
birbirine bağlı bir cemaate dayanmak, istinat etmek, elbette en büyük bir kuvve-i
maneviyedir.

sh:»(s:61)

"Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil"

"Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil, şahis ne kadar dâhi ve hatta
yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olamazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisine
karşı mağluptur.'

"Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak, cemaat olarak alacağımız hisseler vardır.
Bu zamanda Risale-i Nur, asrın idrakine hitap eder Kur'anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur'anî
mes'eleleri mâkûl ve müdellel şekilde ispat ve izah etmektedir. Kitap olarak, eser olarak,
gerçek böyle olmakla beraber, hayattar bir şahs-ı manevînin, mütesanid bir heyetin
mevcudiyeti de, müminlere aynı zamanda nokta-i istinat teşkil eder.

"Amerika'ya giden bir Nur talebesinin fevkalâde bir hizmet şevki ve anlayışı ve
faaliyeti içinde olduğunu gören birisi, gözüne inanmıyor, duyduklarından havaya uçacak
sanki...
"Sen orada nasıl boğulmadın böyle sağlam kaldın? Söyle, rica ederim' diyor. O genç
talebe, 'Biz bir hizmet grubuyuz' diye kısaca ifadede bulunmuş. Dememiş: 'Biz Nur
cemaatındanız. Risale-i Nur denilen bir hakikat-ı Kur'aniye dersi ve dairesi içindeyiz.'

"Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur"

"Evet, mütesanid bir heyet, bir cemaat halinde bulunuşları Nur Taleberinin, hem
birbirlerine kuvvet ve müeyyid oluyor, hem geniş dairedeki ehl-i iman cemaatına nokta-i
istinad oluyor. Şirket-i maneviye var. İştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla birbirine manen,
ruhen yardım var. İşte bu gibi çok sebepler tahtında, âhirzaman hadisatı dediğimiz son
asırların bu en müdhiş dalâlet cereyanları karşısında Kur'an nuru etrafında toplanmak, o şahs-ı
manevîye dayanmak, elbette ferdî ve içtimaî hayatımızın istikametle devamı için elzem ve
zarurî bir keyfiyettir. Müteselsil bu kadar tehacüme karşı Nur talebeleri, elbette bu sır ile
dayandılar, geri çekilmediler. Avrupa ve Amerika'ya gittiği zaman o Nur talebesi, hizmeti
esas aldı, Nur'ları okumayı terk etmedi. Ruhî ve kalbî gıdasını elde etmeyi, Nur'un manevi
havası içinde kalabilmeyi kendine şart kabul etti. Üstadın;

"Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur' sözünü unutmadı.

"Ama bunun için, Nur'un manevi havası dediğimiz Nur dairesinde, Âl-i Beyt-i
Nebevînin Silsile-i Nuranîsinin tezahürü olan bu hakikat-i Kur'âniye dairesinde kalabilmek,
teneffüs edebilmek için,

sh:»(s:62)

alakasını devam ettirdi. Çünkü, alaka manevî irtibattır. Birbirine dualarıyla,


lisanlarıyla, kalemleriyle yardım eden müttehid bir cemaat-i Nuraniye ile omuz omuza, yan
yana beraber olabilmek.. Nur'un tercümanı öyle demiyor mu? İşte:

"Aziz, gayretli, ciddi, hakikatli, halis, dirayetli kardeşim.

"Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin sohbetlerine, ünsiyetlerine ihtilaf-ı zaman ve


mekan bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri
dünyada, biri ahirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek
maksat için birtek vazifede bulunanlar birbirinin aynı hükmündedirler.

"Ben sizi, yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda, günde müteaddit


defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi,
Risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman ve mekan mani
olmaz; manevî radyo hükmünde birir şarkta, bir garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da
rabıta-i Kur'âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.'

"Demek bu dehşetli zamanda, asrın bu dehşetine göre Rahman ve Rahîm isimlerinin


tecellisiyle Kur'an'dan bir nur, bir hakikat dairesi ihsan edilmiş bulunuyor. Rahman ve Rahîm
ile beraber, bilhassa ism-i Hakîm de azamî derecede Risale-i Nur'da tecelli etmiş. Nur
Müellifî, tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkatı, Hakîm ism-i şerifinin nuriyle keşfettiğini
Nur'larda söylemektedir. Bu zamanda felsefe-i tabiye ile akıllar yaralandığı için veya efkar
dağıldığı için, Risale-i Nur, akıl ve kalbin imtizaciyle gidiyor. Bu hususta el-Hüccetü'z-
Zehra'nın başında muazzez Müellif şöyle demektedir:

"Bu ders zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir
risaledir. Hem benim tefekkürî hayatımın, hem Nur'un tahkiki hayat-ı maneviyesinin
ilmelyakin, aynelyakin ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye ve firdevsî bir semere-i
Kur'âniyedir.'

"Burada, hem Nur'ların mahiyetine, hem de Nur talebeleri arasında mevcut kardeşliğin
kuru birşey olmadığına, hülasaten, cadde-i kübra-yı Kur'âniye olduğuna işaret vardır.

"Nur Âleminin Bir Anahtarı" hava unsurundaki kudret mucizelerine derstir

"Üstadımızın 1952 senesinde, İstanbul seyahtları zamanında, Isparta'da ve İstanbul'da


te'lif ettiği Nur Âleminin Bir Anahtarı diye

sh:»(s:63)

küçük bir risalesi hava unsurundaki kudretin macizelerine dair öyle bir derstir ki; daha
misli yazılmamış. Radyoyu ele alarak, hava dalgalarındaki seslerin titreşimlerinde görünen
mucize keyfiyetini aynelyakin, hatta hakkalyakin keşfettiğini beyan etmektedir. Ve 'Hareket-i
fikriye ile seyahatimde, hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken bu
mücmel hakikatı, tam vâzıh ve mufassal, aynelyakin müşahade ettim.' der. Burada yalnız
kalben, keşfen değil; fikren, aklen mütalâasından bahsediyor. Ve 'Yalnız maddi cihetinde, bir
seyahat-ı hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla ani bir surette görünen bir zarif
nükte-i tevhitte, meslek-i imaniyenin hadsiz derecede kolay ve vücub derecesinde suhuletli
bulunmasını; ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni, binler
muhal bulunduğunu müşahade ettim. 'Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan
edeceğim' diye başında söylüyor. Risalelerde umumiyetle, iman hakikatlarının izah ve
ispatında; kâinat erkânından, mebatat, hayvanat, dağ, taş, deniz, bulut, yağmur, güneş, ay, arı
ve semadan delil getirirken, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bu mektuplarında ise,
bu defa hava unsurundan bahsediyor. Işık unsurundan, elektirikten bahsediyor. Bu bahislerin
ehemmiyeti için bir yerde diyor:

"Evvelen: Çok emarelerle kat'i kanaatım gelmiş ki, gizli dinsizler, resmi bazı
memurları aldatıp, Nur'un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber'i musırrane medar-ı
itham tutmalarının ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki
'Hüve Nüktesi' olduğunu kat' iyyen bildim. Çünkü; bu Hüvenin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek
kat'i ve bedihi bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir şüphe ve vesvese
bırakmıyor. Gizli dinsizler, buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmi yasak ile sed
çekmek için çalıştılar. Bu 'Hüve Nüktesi'nin bir gün evvel Medresetü'z-Zehra erkânlarına bir
ders nevinde söylediğim çok noktalarından yalnız Üç Nokta'sını sizlere beyan ediyorum...
İlâhir.'

"Hz. Üstadın en büyük gayesi, küfr-ü mutlakı kırmaktır"

"Evet, Hz. Üstadın, evvelâ, en büyük gayesi; küfr-ü mutlakı kırmaktır. Mutlak
dinsizliğe sed çekmektir. Küfr-ü mutlak dediği, peygamberlere ve Allah'a inanmayan, hiçbir
mukaddesat tanımayan cereyandır ki, bu asırda komünizm cereyanı olarak meydana çıkmıştı.
Üstad Said Nursi Hazretleri bu cereyanın, maddi kuvvetle değil, manevi kuvvetle, manevi
tahribatla, maneviyat-ı kalbiyeyi yıkmakla ifsad etmekle yayıldığını, te' sirini gösterdiğini
beyan edip

sh:»(s:64)
ona karşı manevi tamiratla, kalblerin ıslahı ile, iman Nur'larını güneş gibi ispat edip
ders vermekle mukabele edileceğini ihtar ediyor. O ihtarlardan birisi budur:

"Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevi bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki
dehşetli mânevi belâyı defetmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek
zamanı geldi veya gelecek gibidir zannedirim.

"O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyanlık dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren,
şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevi istilâsına mukabil Risale-i Nur,
sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir.

"İkincisi: Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisene karşı pek şiddetli itiraz ve
ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş, diye kalbime ihtar
edildi.

"Vatanperver siyasîler, Risale-i Nur'u neşretmeleri lazımdır"

"Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilâkârâne hükmeden ve edyan-ı


semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir
kal'a olduğu gibi Alem-i İslâmın ve Asya kıtasının hâl-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve
eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur'âniyedir. Bu
vatanın, bu milletin vatanperver siyasileri, süratle Risale-i Nur'u tab'ettirerek resmî
neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar.'

"Hz. Üstad, Nur'ların resmen neşrini bu noktadan, masum milyonlar nesiller, vatan
evlâdları, dinsizlik cereyanlarından korunması için resmen neşrini istedi. Ne kadar çırpındı
durdu... Dinsizlik cereyanını düşünen kim? Şark-ı şimâliden çıkan dehşetli ejderhayı nazara
alan kim? Tâ bıçak kemiğe dayandı da bir parça intibaha geldiler. Her ne ise... İşte Nur Üstad,
1946'larda, bir millet ve memleket için en büyük tehlikeyi görüyor, yerinde keşfediyor, ona
karşı en müessir silâhı da, manevi atom bombası olarak gösteriyor, hattâ ellerine veriyor.
'Haydi bunu istimal edin' diyor. Ve kendisi o aleyhindeki ithamlara bakmayarak, gelecek
nesiller için, gençlik için, vatan millet için o büyük çabasını gösteriyor. Ve bir mektubunda
bunu açıkça ilan ediyor:
"Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur'la alakadar mahkemelerin hâkimleriyle bir
hasbihaldir.

"Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşı-

sh:»(s:65)

yorsununz? Kat'iyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil
mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü; Risale-i Nur ve hakiki
şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir
vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle
uğraşanlar, o zaman kabirde elbet toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selamet
hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerektir
ilâhir...'

[]

Nur hizmetinin mümtaz simaları: Mustafa Sungur, Nazim Gökçek, Av. Bekir Berk.

"Risale-i Nur'ları neşretmek Diyanet'in vazifesidir"

"1950'de Afyon'dan tahliyeden sonra dahi Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi
Akseki'ye yazdığı mektubunda Nur'ların resmen neşrini taleb etmişti ve izin vermişti. İki
takım el yazma ve teksir hatt-ı Kur'ân ile yazılmış Nur mecmualarını Ankara'ya benimle
göndermişti.

"Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için; mümkünse
eski huruf, değilse yeni harf ile has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak
şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi-otuz tane teksir edilsin. Çünkü,
harici dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.

"Mâdem Nur Risaleleri medrese malıdır, siz de medreselerin hem esası, hem başları,
hem şâkirdlerisiniz, onlar sizin hakiki malınızdır. Münasib görmediğiniz risaleyi şimdilik
neşrini geri bırakırsınız' diye beyanda bulundular.
"Şimdi biz de arzetmek isteriz ki:

"Diyanet dairesi, neden kendi öz malına sahip çıkmaz? Gerçi çok mensupları ruh-u
canla sahip çıktılar. Medar-ı iftihar hoca efendilerimiz ve Nur'un birer kahramanı Erzurum'da,
İzmir'de, Ak-

sh:»(s:66)

hisar'da, Antakya'da, Urfa'da, İstanbul'da ve her yerde çoklar var. Allah razı olsun.
Yeni nesillerin, gençliğin imdadına koştular. Temennimiz Diyanetin de, Maarifin de resmen
sahip çıkmasıdır.

"İslâm âleminde bu çeşit ders, izah ve ispat görmedim"

"Birgün 1962'de, İstanbul'da bir grup üniversite talebesiyle, rahmetli Ali Fuat Başgil'i
evinde ziyaretle 'Hüve Nüktesi' diye adlandırılan hava zerrelerindeki İlâhî kudretin tecellisene
dair bahsi okuduk. Çok derin efkâra daldı ve hayretler içinde, 'İslâm âleminde bu çeşit ders,
izah ve ispat ile tevhid dersi veren bir yazı şimdiye kadar görmedim okumadım. Eğer bu,
gayet kuvvetli bir tercüme ile İngilizceye çevrilse ve radyolardan okunsa, on binlerce ecnebi
derhal Müslüman olur' diye beyanda bulundu.

"Hakikatın büyüklüğü, bu yazdıklarımızın binler derece fevkinde iken; daha bu devlet,


bu hükûmet, kendi öz varlığına, öz malına neden sahip çıkmıyor diye insan üzülüyor. Yani,
bu hakikatlar, Said Nursi'den çıktığı için mi ele alınmıyor? İlmin, gerçeğin hududu olur mu?
Ya şu bizim muhterem ve cidden ihtiram gösterdiğimiz Diyanet Dairemize ne demeli? Maarif
Dairemize ne söylemeli? Bilmem ki? Bediüzzaman, 'Bunlar, benim malım değil, Kur'an'ındır'
diyor. 'Kur'andan tereşşüh etmiştir' diye uzun beyanları var. Bu beyanlara işaret etmekten
maksadım; Nur'lara Said'in malı diye bakıp uzak kalmamaları ve istifadeye sed
çekilmemesidir. Müellif kendi itiraf ediyor. 'Meziyet Kur'an'ındır' diyor. 'Benim de bir hissem
var, tercümanlıktır, birinci muhatap ben oldum. Hep beraber bu edviyeyi Kur'aniyeye sahip
çıkalım, dinsizliğin önüne sed çekelim' diyor...
"Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden sözülmüş bazı katarattır. Sair risaleler
dahi umumen böyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim, elbette
bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerekir ve bağlanmamamlı. Ve madem
ehl-i dalâlet ve tuğyan işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek
âdetleridir; elbette semâ-yı Kur'ânın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta
ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı...'

sh:»(s:67)

"Risaleler, benim değil, Kur'ân'ın malıdır"

"... O hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde
birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime maletmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık
olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur'ân'ın malı olarak Kur'ân'ın reşahat-ı meziyatına
mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri,
kuru çubuğunda aranılmaz! İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim ' diye def'alarca
ifade ediyor. 'Bu Nur'a sahip çıkın, gençliğinize, nesillerinize ulaştırın' diyor. Reis-i Cumhur'a
ve Başvekile yazdığı mektuplarında hep bu hakikatı terennüm ediyor; Evvelâ: Küfr-ü mutlak
cereyanına karşı durulmasına ve buna en müessir çareyi gösteriyor ve diyor:

"Komünistin mânevi tahribatına karşı şimdiye kadar Rus'un, Amerika ve İngilize karşı
tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin
mukteza iken, o tecavüzü durduran şüphesiz hakaik-ı Kur'aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu
vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur'âniye ve imâniyeyi bilfiil elde
tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'âni yapılması lâzım
ve elzemdir.

"Çünkü dinsizlik; Rus'u, şimdiye kadar yarı Çin'i ve yarı Avrupa'yı istila ettiği halda,
bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imaniye ve Kur'âniyedir. Yoksa Rusların
tahribat nev'inden mânevî kuvvetlerine karşı, adliyenin birden birine maddi ceza vermesiyle,
serserilere ve fakirlere zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun
kızlarını peşkeş çeken ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa'nın yarısını elde
eden bir kuvvete karşı ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur'âniye ve
imâniye atom bombası olup, o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye
vasıtasıyla yüzden birine verilen maddi ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilemez.

"Onun için dindar milletvekilleri, bu tâcili lâzım gelen hakikatı, te'hir etmelerinden,
çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi; bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz
ediyor.'

"Dinsiz bir millet yaşayamaz, Rus da dinsiz kalamaz"

"İki dehşetli harb-ı umuminin neticesinde de beşerde hâsıl olan bir intibah-ı kavi ve
beşerin tam uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz.
Geri dönüp Hıristiyan

sh:»(s:68)

da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve
delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O
vakit dört yüz milyon ehl-i Kur'ana kılıç çekemez' diye, ta 1950'lerde ihtarda bulunuyor.

"Bu arada 1952 Gençlik Rehberi davasında Hz.Üstadımıza ait latif bir muhavereyi
bizzat Hayrullah Lim'den dinlemiştim, onu nakletmek isterim, şöyle:

"İstanbul Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a giden ve Ankara'da bir


müddet beraber kaldığımız Konyalı Hayrullah Lim kardeşimiz, İstanbul dönüşü bir hâtırasını
şöyle naklediyor:

"Mahkeme günü o muazzam kalabalıkta Hz. Üstadı salona götürmek üzere iki kişi
koluna girdik. O zaman mahkeme salonu, şimdiki büyük postahanenin üst katında idi.
Merdivenler, her taraf Üstadı göreceğiz ümid ve şevki ile yanan, kaynayan bir gençlik
kitlesiyle ve polislerle dolu idi. Hz. Üstadın yanında ve koltuğunda beraber yürümekteki
sevincime, heyecanıma zaten hudut yok. O sırada merdivenleri çıkıp dış salonlardaki
muhteşem kalabalığı ve kaynaşan cemaatı görünce Hz. Üstad, gayet sakin sanki hiç kimse
yokmuş haleti içinde bana:
"Hayrullah! Bunlar kim?'

"Ben heyecanla ve şevkli, titrek sesimle:

"Üstadım! Bunlar üniversite talebeleri...7

"Peki ne için gelmişler?'

"Üstadım sizin mahkemeniz için...' dedim. Ve cevaben gayet derinden gelen bir sada
ile:

"Acaaiib! buyurdular.

"Ben Hz. Üstadın bu haletine çok taaccüb ettim ve şaştım. Ben nerede ise heyecandan
bayılacaktım. Baktım Üstad hiç oralı değil, orada kimse yokmuş sanki...'

"Hz. Üstadın bu haline bizzat aynı mahkemede müdafaasını yapan avukat


Abdurrahman Şeref Laç şöyle dile getiriyor:

"Bir Müslüman, ak saçlı bir Müslüman. Saçını, başını ve yaşını bütün ömrü boyunca
nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah'ın nuriyle yıkanmış,
tertemiz ve bembeyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in'am-ı Hak olan hayatını, Türk
milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş; emr-i İlâhî olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki
Allah'a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş; bina-yı Sübhanî olan bedenini,
yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün 'Demok-

sh:»(s:69)

rasi vardır' denilen bir gün kalkıyor, yalnız 'Allah' diyor, 'Kitap' diyor, 'Resûl' diyor ve
gençliğe, 'Dikkat' diyor. Der demez arkasından savcı (Dâvâyı açan savcı) yapışıyor.

"Gel buraya... Suç işledin!' diyor.

" Ve âfâkı kapkara bir zulmet kaplamıştır.

"Fakat, bakın şu asil ve necip ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır.
Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bifüturdur.
Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa safhasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır.
Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir. Kanı çekilmiş,
damarlarında kan yerine feyz-i hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı bu Müslümanı
kolundan yakalamış hapse sürüklemektedir.'

"Bediüzzaman, Maarif ve Diyanetin Risale-i Nur'u neşrini zaruri görüyordu"

"Daha önce de arzettiğim gibi Hz. Üstad, Ankara'ya, merkez-i hükümet olması
hasebiyle çok ehemmiyet veriyordu. Orada Nur'ların neşri, derslerin devamı umum memleket
sathına tesir edecek bir kıymet ve vüs'atı haizdi. Bizi o merkeze gönderirken, maarif ve
diyanet dairelerinin Nur'lara sahip çıkmalarını arz ediyordu. Bana yazdırıp imzasını kendi
mübarek eliyle attığı şu gelecek mektubu, o iki dairenin ileride inşaallah Nur'a tam sahip
çıkacağının bir parlak beşareti ve ümidi telâkki ediyoruz.

"Bu millet, bu vatanın saadet-i dünyevî ve uhreviyesine maarif ve diyanet vasıtasiyle


çalışan zatlara beyan ediyorum ki' diye başlayan ve Hz. Üstadımızın 'Eddâi Said Nursi' kendi
mübarek dest-i hattiye imza ettikleri yazı maalesef gazetede neşredilmeyip ortadan
kaybolmuştur.

"Bu yazıda Hz. Üstadımız, maarif ve diyanet dairelerini zikrederek bu iki dairede
Risâle-i Nur'un ele alınmasını, neşrini zaruri görmekte ve bu hakîr talebesini, o iki dairelerde
Nur'ların kabulü ve neşri için gönderdiğini beyan buyurmaktadırlar.

" Filvâki o zamandan, Hz. Üstadımızın o teveccüh, o himmet ve nazarlarından pek


kısa bir müddetten sonra o iki dairede, maarif ve diyanet dairelerinde Nurlar parlamıştır.
1956'da o iki daire mensuplarının beraberliği ile Risâle-i Nur'lar Ankara'da, merkez-i pay-ı
taht-ı hükümette mecmualar halinde matbaalarda tab edilmeye başlanmış ve devam
edegelmiştir. Ve Nur dersaneleri ile Ankara ve İstanbul ve Anadolu, baştan başa bir Nur-u
Kur'an dershanesi ol-

sh:»(s:70)

muştur. Ezelden ebede kadar bütün mahlukat sayısınca Rahmanü'r-Rahim Halıkımıza


şükürler ve hamd ü senalar olsun.
"Yâni: 'Eddâi Said Nursi' imzası ile Hz. Üstadımızın duaları, rahmet-i İlahiyece kabul
edilmiştir.

"Emirdağ Lahikas'ında yer alan mektup bu hakikatın bir ifadesidir...

"Ankara'da Nur'lara çalışan gençlere Hz. Üstadımızın o zamanda gönderdiği


mektuplardan birisi:

"Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir"

"Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur'un genç kahramanları

"Evvelâ; Ruh-u canımızda sizi Ankara gibi yerde harika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi
tebrik ediyoruz. Hakikaten ümidimizin fevkinde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok
ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz on
senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip
kuvvet-i maneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza
vesile olsun. O gibi yerlerde dahilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî
cereyanların hodfuruşane ve garazkârane çarpıştıkları bir zamanda Kur'ân ve imana
hizmetiniz ve üniversitelerin Nur'lara takdirkârâne sahip çıkmaları; bütün Nurcuları
sevindirdiği gibi, ileride inşâallah âlem-i İslâmı da sevindirecek. Sizlerin az hizmetinizde
mükâfat çoktur. Bâzan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde
olduğu gibi; sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi az zamanda çok vazife gördünüz.
Mesâinizin semeresi az da olsa kanaat ediniz. Mücahede cephesinde bazı zaiflerin geri
çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi; Nur fedâkârları,
vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebâta; belki şevk ile daha ziyade çalışmaya
sebep olmak gerektir. Evet Risâle-i Nurun mühim bir hakikatından siz fıtraten bir ders aldınız.
Yine o hakikatı, nazar-ı dikkate alınız; o da şudur:

"Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve
halka kabûl ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. Biz buna
karışmayacağız. Mağlûb da olsak, kuvve-i mâneviyeye ve hizmetinize noksanlık vermeyecek.
O noktada kanaat etmek lâzımdır. Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celaleddin-
i Harzemşah'a demişler: 'Cengiz'e karşı mu-
sh:»(s:71)

zaffer olacaksın.' O demiş: 'Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i
İlahiyedir. Ona karışmam.' Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz
de bu kahramana iktida etmelisiniz. Binden bir-iki adam sizden kabûl etse, yine sarsılmamak
gerekir. Bazen bir-iki adam bine mukabil geliyor.'

"Üstad hayatının sonunu Isparta'da geçirmek istiyordu"

"Daha önceden ifade ettiğim gibi Samsun'da hapiste iken haber almıştım: Hz. Üstad,
Emirdağ'dan Isparta'ya gitmiş ve orada yerleşmiş diye... 1953 senesinde... Bu gelişleriyle yeni
bir hizmet safhası açılıyordu Nur dairesinde, âlemde... Daha senelerce evvel, ömrünün sonunu
Isparta'da geçirmeyi temenni etmişti. 'Gaye-i hayalimder' diyordu. Barlalı Sıddık Süleyman ve
Şamlı Hafız'a yazdığı mektuplarında da temennisi bu idi. Ahir hayatını Isparta'da geçirmek...

"Hapiste iken, 1953'ün sonbaharında samimi bir halet ve hasret içinde Üstadımın
Isparta'ya gelişini tebrik eden bir mektup yazmıştım. O mektubu muazzez Nur Üstad Tiryak
Risalesîne koydurmuş, neşrettirmişlerdi.

"Samsun'dan sonra bir ay Eflâni'de kalıp, tekrar lütf-u İlâhî eseri Isparta'ya Hz.
Üstadın huzuruna vardığımızda Tahirî, Zübeyir, Ceylan, Bayram beraber idiler.

"Zübeyir, Abdullah, Hüsnü, ben Samsun'da iken tevkif edilip Urfa ve Isparta
cezaevlerinde üç ay kadar kalmışlar. Tahliyeden sonra Abdullah ve Hüsnü kardeşler yine
Urfa'da kaldılar. Zübeyir istifa edip Üstadımızın hizmetine geliyor. Bu mektubunda Üstadımız
buna temasla:

"Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacı zamanında buraya


imdadıma geldi. Yoksa Isparta'da o sistemde birisini isteyecektim' diye buyurmuştu.

"Nur hizmetinde yeni bir devir"


"Hz. Üstadın odası ayrı idi. Bizi de yanına hizmetine kabul buyurdular. O günlerdeki
ders ve haletleri etraflıca ifade edebilmek zaten mümkün değil. Yalnız şurasını hemen ifade
edeyim ki: Hz. Üstadın âhir hayatında talebelerinden böyle bir cemaat ile bir evde
bulunmaları, Risale-i Nur hizmetine ait yeni bir safhanın, yeni bir inkişafın, umuma taalluk
eden bir hizmetin tezahürü idi. Bizim için bu, ne kadar şerefli, ulvî bir mazhariyet ise,
mes'uliyetimiz noktasından da büyük ve ağır bir emanetin tevdii idi. Nitekim

sh:»(s:72)

ileride bir gün buyurdular: 'Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı dahi
kaldıramaz. Siz, burada benim yanımda başta göz gibisiniz. Az bir suçunuz da, ameliniz de
büyüktür' diye ifadede bulunmuşlardı. 'Şüphesiz, lâyıkıyla o kudsi hizmeti ifa edemediğimi
daima itiraf ederim... Onun şefkat ve himmetini ve duasını talep ediyoruz.

"Fitnat Hanım Teyzenin evinin üst kısmını kiralamışlardı; ahşap fakat sıhhî bir evdi.
Ev sahibi altta kalıyordu. Yan tarafta bir evde de büyük oğlu, çoluk çocuğu ile beraber
kalıyordu. O zaman Isparta'da Hüsrev, Tahirî, Tenekeci ve Terzi Mehmed Efendiler. Nuri
Benli, Kâtip Osman, Hilmi Efendi gibi çok Nur talebeleri vardı. Isparta havalisi ise,bilhassa
Sav, Kuleönü, İslamköy, Atabey, Eğirdir, Barla gibi yerlerde çok Nur talebeleri vardı. Barla
dağlarının arkasında şanlı Senirkentliler var. O da Isparta'nın bir kazası. Senirkent dahil, bir
mektubunda Isparta ve Barla'dan şöyle bahsediyor muazzez Nur Üstad:

"Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir"

"Ben Barla'yı, Süleyman ve Tevfik gibi kardeşlerimi unutamıyorum. Hayalen çok


vakitlerde kendimi orada tahayyül ediyordum. Ahir hayatımı da o mübarek yerde geçirmek
isterdim ve bazı vakitte Senirkent'te oturmak arzu ederdim. Fakat şimdilik ihtiyar elimde
değil. Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir. Isparta'nın Medreset'üz-Zehrâsı
ise; umum Anadolu Üniversitesi ve alem-i İslâmın darü'l-fünunu olacağını kuvvetle ümit
ediyoruz. Onun için ben kabrimi o havalide istiyorum.'

"Zaten Nur'ların telifi ve neşri de buradan başlamış ve Ispartalı kahraman, mübarek,


sadık ruhların, Nur'lara sahip olmasıyla, alemde dal budak salmış. Onun için Isparta, Risale-i
Nur'a daima sahip çıkmıştır. Ve yine müteaddid mektuplarında Üstadımız Isparta
hükümetinden sitayişle bahsetmektedir.

"Benim son hayatım Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Isparta taşıyla
toprağıyla benim için mübarektir. Hatta yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski
hükümete kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta hükümetine hiddet etmeyip,
o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski
tahribatı tamirata başlayan, hakiki vatanperver olan Demokrat namında hamiyetli ah-

sh:»(s:73)

rarlar, yani hürriyet-perverler, Nur ve Nurcuları takdir etmeklerine çok minnettarım.


Onların muvaffakıyetine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahralar, istibdat-ı mutlakı kaldırıp tam
bir hürriyet-i şer'iye'ye vesile olacaktır."

Said Nursî

Isparta kahramanları

"Ahirete göç eden Savlı Hafız, İslâmköylü Hafız Ali gibi çok talebelerini evliyâ-i
azime arasında, onlara dua ediyorum diye beyanları var.

"Hüsrev, Tâhirî gibi, bahadırlar da oralardan çıkmışlar. Tahsin Tola, Mustafa Gül,
Küçük Ali, Ali İhsan Tola gibi Tola'lar Isparta toprağının mahsulü... Denizli, Eskişehir
hapsinde ekseriyetiyle yatanlar hep onlar. Hapistekilere erzak götürürken heybelein alt
kısmına Risaleler koyarak heybelerini içeri sokturup boşalttıktan sonra alıp, her hafta görüş
günü Isparta-Denizli arasında mekik dokuyan ve mütemadiyen heybeleriyle nazar-ı dikkati
üzerlerine çekip (Heybeliler) diye anılan yine onlar... Ve 1955'te Başvekil Menderes'le
görüşüp Nur'un serbest neşriyatının mebdeini hazırlayanlar, yine onlar... Senirkent-Isparta...
1935'te Eskişehir'e 120 kişilik bir kafile halinde kelepçeli olarak askerî arabalarla sevkedilen
ve yolda 'Ruhi' isminde ehl-i vicdan, kafile başkanı subayın bu kafilenin masumiyetlerini
görmesiyle, kelepçeleri bırakılıp öylece sevkedilen ve yollarda emniyet mülâhazasıyla
yerleştirilen jandarma müfrezelerine, o mübarek subay tarafından, 'Bunlar denildiği gibi
zararlı insanlar değil' diye telkin edilip yolda imha edilmekten kurtulan bu Nur'un sadık talebe
ve hadimlerine, umumuna binler selâm ve âhirete intikal edenlere de Allah'tan sonsuz
rahmetler niyaz ederiz.

"Hapiste bir kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir"

"Huzuruna vardığımızda, zaten âdet-i âliyeleridir. Kendi dua ve himmet ve irşadiyle


husul bulan hizmetleri, faaliyetleri talebesinin hizmeti gibi dile getirerek, talebesini okşar,
aşırı şefkat gösterir. Bizim de Ankara'dan hapsimizden bahsetti. Ve bu arada; 'Hapiste bir
kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir. Otuz kişiye mukabildir' gibi ifadede bulundu.

sh:»(s:74)

"Üstadın yüce mevkii"

senesinin başlarında Samsun hapsinden tahliyeden sonra, tekrar hizmetine kabul


edildiğim Üstadımızın evinde, bizim oturduğumuz oda, evin şimal cephesine doğruydu.
Tahirî, Ceylân umumiyetle yazıyorlar. Zübeyir, zil çaldıkça hizmet-i Üstada koşuyor. Bayram
evin, yemek vesair işlerini ekseriyetle görüyor. Üstadla her sabah, bazen öğle, ikindi beraber
ders okuyoruz. Hz. Üstad bizleri çağırıyor. Nurlardan bir bahis, bir mektup veya müdafaattan
bir kısım okutturuyor, soruyor, soruşturuyor. Bittabi biz yeni geldiğimiz için hapislerden,
Ankara'dan, Eflâni'den, Safranbolu'dan, çoluk çocuğumuzdan, bizim Ahmed'den sordu,
bahsetti. Benim hapiste kendilerine arzettiğim mektubu okuttular. Şevkle dinlediğinden
bahsettiler. Vesaire... Şurasını kaydetmeden geçemiyeceğim.

"Üstadımızın huzur-u daimide olduğu için, dakikalarını , zamanını ve duygularını


neticisiz, boş şeylere, bir an da olsa sarfetmediğinden, sorup soruşturması, alâkaları,
kendisinin ebede bakan âlemine ait olması itibariyle, onun âleminde, dairesinde yer tutmak,
ruha ûlvî bir inşirah verir, bir aşk ve şevke medar olur; bir huzur tahsiline sebebdir.

"Bu sebepledir ki; ben Hz. Üstadı ziyaret eden kimi dinlemişsem, dikkat ediyorum.
Anlatırken birden değişiyor, bir ulviyet, letafet ve huzur kesbediyor. Demek Üstadla
görüştüğü o dakikalar, zamanlar, beka âleminden birer sahne imiş, hayatının leyle-i kadri
mesabesinde imiş. Artık bundan, siz Üstadı düşünün. 'Elif-be' den başlayarak 90 yaşına
yaklaşan o muhteşem Said'in ebediyet âlemlerinin sonsuz ufuklarına, Allah rızasının
nâmütenâhi meratibine kaç vesilelerle ve mazhariyetlerle kanat açıp uçtuğunu ve şimdi
Risale-i Nur Külliyatının okunup yayılmasıyla, dahil ve hariçte neşriyle, onun dersinden
intibaha gelenlerin de ayrı ayrı safhalarda muvaffakiyetli tarzın devamı ile, hak dinin
devamından gelen netice-i maneviyeyi de mülâhaza ederek, hülâsa: Diyanet âleminde, cihad
âleminde, siyaset âleminde ve saltanat âleminde gibi tâ kıyamete değin devam eden, husul
bulan, netice veren muhteşem şahs-ı maneviyesine hayretle, akıl ve kalp gözüyle bakınız.
Nasıl bu asır, onunla güller açmış, tezeyyün etmiş ve halâ da etmekte... Sultanhisar'daki
merhum Atıf Ağabey, Hz. Üstad Kastamonu'da iken yazdığı bir mektubunda dediği gibi:

"Güldür Saidî, Ya Rab! Ta ki, o güldükçe, onun gülmesinden güller açsın, 'Âlem gül
ve gülistana dönsün... Bu münasebetle.

sh:»(s:75)

"Muhterem Mehmed Feyzi ve Emin Efendiler, diyorlar:

"Otuz günde bir defa gülmeyen Üstadımızın, Atıf'ın mektubu geleceği aynı gün bir
günde otuz defa güldü.'

"Merhum Hasan Atıf, Nur'un mübarek talebelerindendir. Yazı ile hizmet-i Nuriyesini
uzun yıllar devam ettirdi. O da merhum Tahirî gibi bahadırlardandır.

Hüsrev Ağabeyin Üstadı tavsifi

"Bu münasebetle Hz. Üstadın dellâl-ı Kur'an olan şahsiyet-i maneviyesini beyan
sadedinde, Nur'un kahramanı Hüsrev Ağabeyin, Hz. Üstadın Abdurrahman'la beraber olan
fotoğrafın arkasına yazmış...

"Bu günde Mele-i A'lânın arzda medâr-ı süruru.

"Bu günde sekene-i arzın Mele-i A'lâdan medar-ı iftiharı.

"Bu günde Habibullahın medar-ı nazarı.


"Bu günde Müslümanlığın sertacı.

"Bu günde tarikatların şâhı,

"Bu günde hakikatların imamı,

"Hem bu günde mahbub-u Hüda,

"Hem bu günde allâme-i asır

"Hem bu günde zulmetin Nur'u

"Hem bütün günlerde Mehdî-i A'zam...

"Hem Molla Said-i Nursî,

"Hem Bediüzzamani'l-Kürdî

"Sevgili Üstadımız, sizlere en mübarek, en kıymettar, en sevgili bir hediye olarak


takdim etmekle müftehiriz, Hüsrev' diye imzasını atmış.

"Bu beyanlar ve ifadeler, otuz beş sene önce Risale-i Nur'un dar bir dairede iken,
talebeleri, hapislere sevkedildiği müthiş bir zamanda ve ümitsizliğin çoklarını sardığı bir
devrede, Nur'dan aldığı iman neşesiyle bir talebenin yazdığı kanaatlarıdır. Şimdi ise aradan
kırk sene geçmiş, Kur'anın dersi olan Nurlar, içte ve dışta süratle yayılıyor, neşrediliyor bir
duruma gelmişiz. Onun için, bu ifadeleri, bir dava olarak değil, o zamanlara ait geçmiş bir
hatıra olarak, hem de merhum, muhterem Hüsrev Ağabeyimizin bir hatırası olarak yâd etmek
istedik.

sh:»(s:76)

"Üstadın ders halkasındayız"

"Samsun'dan geldiğimde Isparta'da Nur Üstadı dört talebesi ile beraber ikamet ediyor
bir halde buldum. Biz de beraber sine-i Üstada dahil olduktan sonra bir gün yatsıya yakın Hz.
Üstad odamıza teşrif etti; 'Bir ihtar var, size Arabî risaliyelerimi ders vereceğim, size Arapça
öğreteceğim ve yarın sabahtan itibaren başlayacağız' dedi. Sonsuz sürur duyduk. Yarın sabah
tesbihatı müteakip bizi çağırdı, karşısına oturduk. Kendileri zaten daima yatakta, yorgan yarı
vücudana kadar çekili bir halde bulunurdu. 'Tesbihatı yaptınız mı?' diye sordu. 'Yaptık' dedik.
Ve evvela, Mesnevî-i Nuriye'nin Türkçe mukaddemesini, sonra tercüme edilen Arapça
mukaddemeyi okudular. Ve Arabî Mesnevî'den de bir parça okuyup izah ettiler. Bu suretle ilk
Arabî derse başlamış olduk. Artık ondan sonra her sabah dersimize devam ettik. Kendileri
okuyor ve Türkçeye tercüme ederek ders veriyordu. O münasebetle, yani okuduğumuz
bahisler münasebetiyle Üstadımız, bu hakikatları ders aldığı zamanları ve hatıralarını da der-
hatır ederek, hayatından ve bu hakikatları ders alışındaki ruhî, kalbî ve fikrî seyr-i sülûkünden
ve hayatının muhtelif safhalarındaki çok hususlardan da bahsederlerdi.

"O günlerde benim vaziyetim; Üstadımızın böyle bir dersine, onun okumasına ve
izahına muhatap olmak ve dersinde bulunmak gibi bir nimete nailiyetimdeki sonsuz lütf-u
İlahî tecellisine karşı, şükründen aciz bulunduğumuz bir halet-i haz ve sürura gark
olduğumuzdan ve Üstadımızın mübarek lisanından çıkan o derslerdeki cümle ve kelimeler
hakikaten ruhumuza, kalbimize, bütün varlığımıza uzanan nurdan huzmeler gibi geldiği, tesir
ettiği için; o dersleri, o kelimeleri adeta teneffüs eder, içer gibi idik ki, fikren ben şimdi o
haletlerin ve o hatıraların çoğunu doğrusu ifade edemiyorum. Ve zaten sonra anladık ki,
akıldan ziyede ruh ve kalbimiz ders almış. Tâ Üstadımız ikaz ve ihtarlar ile akıl, fikir ve
gözümüze soka soka mesâil-i Nuriyeyi izah ettiler. Sonra benim aklım bir derece uyandı
Elhamdülillah. Yine onun irşadı ile... Bizi, hayal alemimizden,

[]

Mustafa Sungur, 1992'de Üstad hakkında tertip edilen milletlerarası sempozyumda


tebliğ sunan ilim adamlarına plaketlerini verirken...

sh:»(s:77)

akıl ve fikir, hizmet ve mantık sahasına çıkardılar. Cenab-ı Hak ebeden razı olsun. Bu
da malum olduğu üzere benim vüs'atime göredir. Rabb-i Rahimin ihsan ettiği nisbettedir.
Hâzâ min fadli Rabbî...

"Mesnevî'den evvela Katre Risalesini okuduk. Katre Risalesi, iman-ı Billah ve


Tevhide dairdir. Kainatın bütün nev'leri ile ve erkânı ile ve azası ile ve eczası ile; ve o ecza,
cüzleri ile; ve o cüzler hücreleri ile; ve o hücreler, zerreleri ile, ve o zerreler, tarlası olan esir
ile 'La ilâhe illallah' söylereyek, elli beş lisan ile Hakkın varlığına ve birliğine şehadet ve
delaletlerini ihtiva ediyor. Bu Katre Risalesi hakkında devr-i Meşrutiyette Şeyh Saffet
Efendinin bir takrizi var, aynen şöyle:

"Fazıl-ı muhterem, meclis-i mesafih ve Tetkik-i Müellifat-ı Şer'iye ve Reis-i Alisi


Şeyh Saffet Efendi Hazretlerinin takrizidir.

"Cenab-ı Hakka hamd ve kendisine Kur'an nazil olan Peygamberimize ve dinin


binasının tahkim ve tahmid eden âl-i ashâbına salat ü selam olsun. 'Tevhid denizinden bir
katre' namındaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim.
Çünkü, o katre, hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor.

[]

Mustafa Sungur Ağabeyin Afyon Hapishanesinde yazmış olduğu el-Hüccetü'z-


Zehra'yı Hz. Üstad tashih etmiş ve sonuna şu mübarek duayı yazmıştı:

"Yâ Erhamerrâhimin İsm-i Âzamın ve Fâtiha-i Şerifenin ve Resul-i Ekrem


Aleyhissalâtü Vesselâmın hürmetlerine bu risaleyi yazan Sungur Mustafa'yı Cennetü'l-
Firdevste ebedi mes'ut ve hizmet-i imaniyede dâimî muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin..."

sh:»(s:78)

Tevhid denizinde avuçla su içmekte ve İslâmiyet memesinden sot emmekte kardeşimiz


olan allâme Bediüzzaman Said Nursi'nin sayinden dolayı Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler
olsun.'

El-fakir, Tûrabü Akdâmi'l-Ulemâ

SAFFET (r.h.)

"Cenab-ı Hak ona hayat mektebinde kâinatı ders vermiş"


"Mesnevî-i Arabîyi ders aldıkça görüyorduk ki: Risale-i Nur'da okuduğumuz
hakikatleri Hz. Üstad 40-50 sene önceleri yazmış. Ama icmalen yazmış. Aynı hakikatler, delil
ve bürhanlar. 40-50 sene önce telif ettiği o Arabî risalesinde bu ilimlerin tahsili hususunda
diyor:

"Ben kırk senelik ömründen ve otuz senelik ilmî seyr-i sülûkümde dört kelime ile dört
kelam öğrendim.'

"Demek daha çocuk yaşında iken, aynı hakikatlerin mebde-i tahsiline başlamış,
mütemadiyen aynı mes'eleleri takip ede ede, ders ala ala, tedris ede ede imrar-ı hayat eylemiş.
Gavs-ı azam hakkında söylediği, '90 sene müddetle hakaik-i imaniyenin hakkalyakin,
ilmelyakin ve aynelyakin derecatına uruç eden' sözünü bu necip Üstad hakkında da
söyleyebiliriz. Hele onun dağları, taşları, dereleri, suları, bağ ve bahçeleri, hayvanları ve
ağaçları ve bunların çiçek, yaprak ve meyvelerini mütalaa etmesindeki hayat sahnelerine göz
attığımız zaman; o büyük mütefekkirin ne derece keskin nazarlı ve bir muallim-i âlem
olduğunu görmekteyiz. Risalelerdeki hakikatlerle onun hayat sahneleri arasında bağlantı
kurdukça, Cenab-ı Hakkın ona, hayat mektebinde, kainat kitabını ders verdiğini anlıyoruz. Ve
sonra zamanı gelecek, İslâm dinine en ehemmiyetli bir zamanda küllî ve cihanşümul bir
hizmet ifa eyleyecek... Maddede boğulanları, yine maddenin izahı ile kurtaracak. Maddede
bulduğu iman ve tevhid nurlariyle insanlığı nur-u imana ve Allah'a çağıracak. Anlıyoruz...

"İnsan kâinata bakar da, nasıl bilmediğii bir mesele kalır?"

"Bu arada merhum biraderleri Abdülmecid Efendi Hazretlerinin naklettiği bir hatırayı
hatırladım. Şöyle dedi: 'Birgün Seyda, gençliğinde, gündüz vakti bir taşın üstüne oturdu ve
ellerini bacakları üzerine koyarak başını kaldırdı, şöyle bir afaka baktı ve dedi ki:

sh:»(s:79)

'Abdülmecid! İnsan kâinata bakar da nasıl bilmediği bir mes'ele kalır?'

"Demek kâinattan dersini alan bir dellal... Âyetü'l-Kübra öyle demiyor mu? 'Dünyaya
iman için gönderilen ve bütün kainatta fikren seyahat eden ve herşeyden Halıkını soran ve her
yerde Rabbini arayan ve hakkalyakin derecesinde İlâhını, Vücub-u Vücud noktasında bulan
dünya misafiri...

"Said Nursi üç devir yaşamış"

"Ayetü'l-Kübra'da, kâinatı dile getiren bu büyük mütefekkir, bakıyorduk: Katre


Risalesinde de aynı hakikatları icmalen beyan ediyor. Serdengeçti Osman Yüksel'in dediği
gibi: 'Said Nur üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet
İttihat ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir devrişler, yıkılışlar, çöküşler ile doludur.
Yıkılmayan kalmamış...

"Yalnız bir adam var ayakta... Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a
kadar gelen bir adam... İmanı sıra dağlar gibi muhkem. Bu adam üç devrin şerirlerine karşı
imanlı bağrını siper etmiş Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı
Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir alim onu yenememiş... Kayalar
gibi çetin, müthiş bir irade... Şimşekler gibi bir zeka... İşte Said Nur... Divan-ı Harbler,
mahkemeler, ihtilaller, inkılaplar... Onun için kurulan idam sehpaları... Sürgünler... Bu müthiş
adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş. O bunlara imanından gelen sonsuz bir
kuvvet ve cesaretle karşı koymuş...

"Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar, bir nefis müdafaası değildir,


büyük bir davanın müdafaalarıdır. Celadet, cesaret, zeka şaheseri...

"Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi?
Said Nur en az bir Sokrat'tır. Fakat İslâm düşmanları tarafından ber mürteci, bir softa diye
takdim olunmuş.

"Üstadla Barla'ya gidiyoruz"

"Mesnevîden sonra İşarâtü'l-İcâz'a başladık, ona devam ederken Hz. Üstadımızla


Barla'ya hareket ettik. Ceylan, Zübeyir ve bendelerini de beraber alarak Eğirdir'den motorla
veya kayıkla (iyi hatırlayamadım) Barla'ya geçtik. İlk defa Barla'ya gidiyordum. Ve kayıkta
Üstadımızla beraberdik. Ceylan ve Zübeyir... Hz. Üstadın iki sıddık evladı, hizmetkârları,
fedakârları da beraber. Bayram Ispar-

sh:»(s:80)

ta da nöbetçi kaldı. O da sadık, vefakâr bir talebe, Üstadın sadık evlâdı, talebesi,
hizmetkârı...

"Evet günler, seneler çabuk geçiyor... Bayram, Üstadına sadakatini, Üstadının


davasına sadakatini, hizmet-i Nuriyeye sadakatini bilfiil gösterecek... Her ne ise... Barla'nın
sahiline indik, bir müddet bekledik. Baktık, işleklerle Barla'dan bir kafile geliyor. Gelen kafile
ile nasıl ruhen kaynaştık! Sanki kırk yıllık dostuz. Evet, ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var
mı? Hususan ber tek maksat için gidenlerde, çalışanlarda ayrılık gayrılık olur mu?
Üstadımızın bir bineğe bindirdiler, eşyaları işleklere sardık, bez de yaya, gelenler de yaya,
Barla'ya müteveccihen yola koyulduk. Artık Üstad, onlarla beraberdi, birisi hayvanı yediriyor,
diğerleri Hz. Üstadın sağ ve sol taraflarında...

Mütemadiyen Üstadımız onlarla konuşuyor, bazılarını soruşturuyor, sağ mıdır?


Ankara'da mı? İstanbul'da mı çalışıyor? Vesaire... Sanki tavuğuna ve ineğine, buğdayına ve
suyuna kadar, Hz. Üstad alakadarlık gösteriyordu. Ben ilk defa böyle bir manzara ile
karşılaştığımdan hayrete düşmüştüm. Üstad hakkında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin beyanları
gibi benim Üstad hakkında fikir ve kanaatlarım ve birkaç aydır Isparta'da dersini dinlediğimiz
Üstad... Kur'an dellalı, iman muallimi aziz Üstad... Şimdi Barla köylülerinin arasında,
onlardan bir ferd olarak aralarında kaynaşıp Barla'ya doğru yol alıyordu.

"İlk Barla hatıraları"

"Barla'da bulunduğumuz günlerde Üstadımız, Risale-i Nur'un telifi zamanındaki


hayatına ve hatıralarına daima temas ederdi.

"İlk Barla'ya gelişlerinde, ilk nefiylerinde Muhacir Hafız Ahmed Efendinin evinde
misafir kalmışlar, sonra Medrese-i Nuriye olan eve nakil yapılmış. Yalnız başına kalıyor,
gündüzleri kırlara çıkıyormuş. Bir yağmurlu günde hanesine dönerken, 'Bu ihtiyar Hocaya
sorayım, bakayım, bir ihtiyacı var mı?' diye Süleyman Efendi arkasından hemen gidiyor. Ve
artık Hz. Üstadın hizmetlerini ifaya başlıyor ve 'Sıddık' ünvanını alıyor. Muhacir Hafız
Ahmed Efendinin iki mubarek kerimesi var. Birini Hacı Bahri Efendiye, birisini de Berber
Mehmed Efendiye veriyor. Maşaallah, ikisi de çok halis Nur talebesi olarak bağlılıklarını
devam ettirmişler. Sonra Berber Mehmed Efendiye yarı nüzul gibi bir hastalık isabet etmiş.
Ve Üstadımız ona bir mektup gönderip bu musibetin onun hakkında manevi bir define
olduğunu, büyük bir uhrevî makam kazandığını ifade buyurmuş. Üstadımıza çok bağlı olan
bir kimse idi. Vefatından sonra refika-i

sh:»(s:81)

muhteremleri Saniye Hanım, Barla'da çocuklara Kur'an dersi vermekle imrâr-ı hayat
eyledi. Allah rahmet eylesin... Âmin...

"Üstadımızın bazı talebe ve yakın dostları da vefat etmişlerdi. Mesela; Mustafa Çavuş,
Muhacir Hafız Ahmed. Üstadımız hepsini sorup soruşturdu. Onlardan Hacı Bahri ve
Marangoz Mehmed Usta hayatta kalmışlardı.

Halk Partisi kongresi ve Üstadın tavrı

"Marangoz Mehmed Usta bir hatırasını şöyle anlatıyor: 'Ben Üstadın mescidine daima
devam ederdim. Bir gün Barla'da Halk Fırkası'nın kongresi oldu; tellâl ahaliye ünledi. Benim
de o gün başka işim çıktı, mescide gelmedim, kongreye de gitmedim. Namazda Üstad beni
göremeyince telâşla soruyor, 'Mehmed Usta nerede?' diye. Cemaatten birisi de benim
kongreye gitmiş olabileceğimi söylüyor. Üstad çok kızıyor. Bir dahaki vakte gittiğim zaman,
namazdan sonra, Üstad bana çok hiddetli bir halde bundan sonra gelmememi, kendisiyle
alakamı kesmemi vesaire şiddetli ihtarda bulundu. Ben gitmediğimi söyledim. Sonra
araştırmış ve bana, 'Ben tahkik ettim, sen gitmemişsin' dedi. Bu hareketiyle Üstad beni ikaz
ediyordu, dikkate sevkediyordu. Malum olduğu üzere Halk Fırkası'nın o günleri
faaliyetlerinin başlangıcı idi. Başlangıçta ona iştirakle az bir dahlim dahi olsaydı, 'es-sebeb-ü
kelfail' sırrıyla onun seyyiatına hissedar olurdum. Şimdiye kadar Halk Partisi bütün menfi
icraat, tahribat ve İslâma karşı savaş açmaklığın mes'ulü oldu ve devam etti. Bugün menfi
cihette solculukta, din aleyhinde ne kadar işler yapıldı. O menfi tahribatla milyonlarca insanın
imanına zarar verildi. Demek o zaman, az bir meyil, tasvip ve ona hizmetimiz olsa imiş,
mesuliyetimiz de o nisbette büyük olurmuş. Allah, Üstadımızdan razı olsun.'

Üstadın eski talebelerine yakın alakası

"Üstadımız Barla'ya mutlaka gidip gelirken, Bedre mevkiinden geçerken Santral Sabri
dediği Sabri Hocanın ruhuna bir Fatiha okur öyle geçerdi. Isparta'dan Eğirdir'e, Eğirdir'den
Barla'ya gidişlerimizde Sabri Efendinin oğlu Yaşar'ı görürdü. Hatta onun hayvanı ile Barla'ya
gidip gelirdi. Üstadımız eski talebesini unutmaz, akrabasına selam gönderip hatırını sorar,
eski hayat-ı maneviyeyi devam ettirirdii.

yılında Barla'da 3 ay kaldıktan sonra, Ramazan ayının son günleri idi. İslâmköylü
Abdullah Çavuş işleğiyle beraber çıka-

sh:»(s:82)

geldi. Bizim Eflânililerin yazdıkları Risaleleri bir sandık içinde getirmiş. Sandığı açtık.
Üstadımız Risaleleri zevkle temaşa ediyordu, alıp bakıyordu. Bir küçük Risale görmüştü. Ona
baktı. Meğer benim Şerife kızımın yazdığı Risale imiş. Onu görünce Üstad derhal benim
Eflani'ye gitmemi emrettti. 'Eflani benden seni istiyor' diye beni köye gönderdi. Ben ise kendi
kendime, 'Üç ay Barla'da beraber kaldık. Bayrama kalamadım' diye üzüle üzüle yanından
ayrıldım. Isparta, Ankara ve Karabük ve Safranbolu'ya uğrayarak Eflâni'ye ulaştım. Cenab-ı
Hakka şükür, bayramdan sonra tekrar Isparta'ya döndüm. Evde bir mümünaat olmadı ve
olmazdı da..."

[]

Hz. Üstadın vefatının 30. yıldönümünde Mustafa Sungur Ağabey hatıralarını


anlatırken

sh:»(s:83)
Hz. Üstadın Vasiyetnamesi ve Mustafa Sungur

Hazret-i Üstad ilki 1946'da olmak üzere 1959'a kadar çeşitli vesilelerle vasiyetnameler
yazmıştı. Mustafa Sungur Ağabey de Üstadın "vârisim" ve "mutlak vekilim" olarak tayin
ettiği Nur talebeleri içinde bulunduğu için Emirdağ Lâhikası'nın 1. ve 2. ciltlerinde yer alan
bu vasiyetnameleri dercediyoruz.

Hz. Üstad bu ilk vasiyetini 1946 yılında yazmıştı. Daha sonra Emirdağ Lahikası'nın
neşri dolayısıyla mektupları Ankara'ya göndermeden önce bu vasiyetnamede geçen "on iki"
ve (*) yıldızı ilave ederek haşiye şeklinde kendi el yazısıyla 12 ismi kaydediyor. Sungur
Ağabeyin verdiği bilgiye göre burada zikredilen Mustafa'lardan birisi Mustafa Acet, diğeri de
Mustafa Gül.

Bilindiği gibi bu zatlardan hayatta olanlar: Mustafa Sungur, Mehmet Kayalar,


Hüsnü(Bayram), Bayram(Yüksel), Abdullah (Yeğin), Ahmet Aytimür, Tillolu Said (Özdemir)
ve Seyyid Salih(Özcan).

VASİYETNAMEDİR

"Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Varislerim!

"Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim mekrûkâtım ve Risale-i


Nurdan olan benim hususî kitaplarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin
bütününü, gül ve Nur fabrikaların hey'etine, başta Husrev ve Tahirî olarak o hey'etten on iki
(*) kahraman kardeşime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim
geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde
hizmet-i Nuriye îmaniyede çalışsın ve istimâl edilsin.

"Kardeşim! Bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben teessürattan ve dokuz def'a


zehirlenmekten, pek çok zaif olmakla beraber gizli münafıkların desiselerle müteaddid su'-i
kastları için bu vasiyeti yazdım; merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam
ediyor.
el-Bâkî hüve'l-Bakî

Kardeşiniz

Said Nursî

___________________________

(*) Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylân, Mehmed Kaya, Hüsnü,
Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimür, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyid Salih.

( Emirdağ Lahikası 1:132-133)

sh:»(s:84)

Hz. Üstad bu vasiyetnameyi de Afyon Hapsine giren ve tahliye edilen Nur talebelerine
teker teker göndermişti.

"Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

"Bayram tebrikleriyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve
benim yerimde Nurların biren bekçi muhafızı olarak manevî bir hâtıraya binaen kabul ettiğimi
haber verdiğim gibi şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyade hüsn ü
zannınızla bana ulûm-u îmaniye ve hizmet-i Kur'aniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de
herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine
icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillû icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla
sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i
envar ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler
muktedir, kuvvetli, vazife-perver Saidler olursunuz. "

Said Nursî

_______________________________________
Emirdağ Lahikası 26

***

Hz. Üstad bu vasiyeti ve mektupları da 1950'nin sonlarında yazıyor: Bu birinci


vasiyetnamede bulunan "Haşiye"yi Hz. Üstad kendisi yazdırıyor.

Bismihî Sübhânehû

"Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilân ediyorum: Ben şahsım


itibariyle vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem
müteaddit tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla şimdiki hayatta kalmak,
tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de zâhirî
hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

"Hâlik-ı Rahman-ı Rahîme hadsiz şükür olsun ki: bundan altmış yetmiş sene evvel
hilâf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i îmanî yolunda başkaların muavenetine
yalvarmamak ve tam fakr-ı hâliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında
talebelerine tayinlerini kende vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş ta-

sh:»(s:85)

yin kabî edip mütebâki talebelerine bâzan yirmi-otuz talebesine tayin verdiğinden;
ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak
oldukları gibi. Cenâb-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, Eski Said gibi şimdi Risale-i
Nur kendi hakikî talebelerinin tayinlerini neşriyatiyle mükemmel vermeye başlamış. Azamî
ihlâsı kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri
tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur'un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i
Nurun hakkı olduğu cihetle şimdi elli-altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (Bîçare
Said'in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nurun kıymetdar hâsiyeti ve şâkirdlerinin
şahs-ı mânevisinin kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.
"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup
bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak
vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını
bilerek yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir-iki adam daha mutlak
vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nurun satılan nüshalarının sermayesi, Risale-
i Nurun malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayinini alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm
bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli- altmış talebeyi iki-üç sene Nur
sermayesinden tayinini vermek kat'i niyet ederken, belki bâzılarını bâzı mâniler onları
talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

_____________________________________________

"Hâşiye: Gavs-ı A'zam Şeyh-ı Geylânî (R.A.) Risale-i Nur'a ve müellifine işaret ettiği
keramet-i gaybiyyesinde bir fıkrada "Taîyşü Saîden" diye maişet hususunda saadetle
yaşayacağını ve en mes'ut olacağını haber vermiş. Halbuki biz Üstadımızın fakr u istiğnasını
şimdiye kadar zâhiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı A'zam'ın bu ihbar-ı gaybiyyesi
Üstadımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki; küçüklüğünden daha on yaşında iken
amcasının çorbasını içmezdi, minnet altına girmezdi. Ve ders veridiği talebelerinin maişetini
de kendisi deruhte ederdi. Aynen şimdi de elli-altmış talebesinin tâyinlerini vermesi o gaybî
ihbarın tam tahakkuk ve tezahür ettiğini göstermiştir.

Tahirî, Sungur, Ceylân

sh:»(s:86)

Bismihî Sübhânehû

"Aziz Sıddık Kardeşlerim!


"Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye,
evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi te'yiden bu vasiyetname de şiddetli, dâhilî bir
hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki; benim vefatımdan sonra, benim
emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu'cizatlı Kur'ânı'mızı tab' ettirmek
için Eskişehir'de muhafaza edilen sermaye, o Kur'ân'ın tevafukla ve fotoğrafla tab'ına ait (*)
yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nurun sermayesidir. O sermaye, Cenâb-ı Erhamürrahimîne
hadsiz şükür olsun ki; yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine ve muhalif olarak kendim
fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lûtf-u Rabbânî olarak o
zamandan elli-altmış sene sonra Cenâb-ı Erhamürrahimîne o örfî âdete muhalif kaidemi
mânevî ve geniş Medresetü'z-Zehra'nın hâlis ve nafakasını te'min edemeyen ve zamanını
Risale-i Nura sarfeden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî neticesi olarak şimdi
yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek ve kaç senedir benim
yaptığım gibi benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet
ediyorum.

"İnşâallah tam Risale-i Nur intişara başlasa; o sermaye şimdiki fedakâr, kendini
Risale-i Nura vakfeden şâkirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevi
Medresetü'l-Zehra ve mederes-i Nuriye çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakikate bu
hâle mânevî evlâtlarım ve has ve fedekâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman
ve herkesce mâlûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i
Nur itibariyle bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berhaza gitmek benim için medar-ı
sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok Hasta

Said Nursî

"Evet biz Üstadımızın bu vasiyetine şâhidiz. Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet,


Safronbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyir, Çoğollu Bayram."

________________________________

(*) On bin liradır.

(Emirdağ Lâhikası, 2:204-206)


sh:»(s:87)

Hatıraların kısaca kronolojisi

Risale-i Nuru tanımanızı ve Hazret-i Üstadı ziyaretinizi kısaca kronolojik olarak ifade
edebilirmisiniz?

* "Risale-i Nurları ve Üstadı ilk olarak 1943'te Kastamonu Gölköy Enstitüsünde iken
duydum. 1946' da eserler elime geçti. Lahikalar yazılmaya başlamıştı. Eflani'de emekli
muallim Ahmet Fuat Efendi (1943'te Hz. Üstadı Kastamonu'da ziyaret edip dua ve
teveccühlerine mazhar olmuştur. Bütün külliyatı muallimliği esnasında yazmıştır. Babası
Sultan Abdülhamıd'in huzur hocalarındandır) ve Safrabolulu Hıfzı Bayaram Efendi
(Hz.Üstadı Kastamonu'da iken ziyaret ederlerken, Hz. Üstadın dua ve teveccühlerine mazhar
olanlardandır. Hüsnü ve Yılmaz Ağabeylerin babalarıdır)ve Mustafa Osman (Mübarek ve
gayyur ve lahikaları her hafta çoğaltarak Eflani'ye ve bizlere gönderen bir zattı) gibi zatlar
vasıtasıyla Nurları tanıdım.

* "1947 Eylül'ünde Hz. Üstadı Emirdağ'da ziyeret ettim. Oradan Isparta'ya geçerek
Hüsrev, Tahiri, Refet ve diğer ağabeyleri ziyaret ettim.

Afyon mahkeme ve hapsi

"Afyon Hapsi başlangıcında 1947 sonlarında Afyon Mahkemesi dolayısıyla evim


aranıp Safranbolu'ya götürüldüm. Kitaplarım müsadere edilip ifadem Afyon savcısına
gönderildi.

* "1948 Haziran'ında Afyon Mahkemesine dinleyici olarak gidip Hz. Üstadı ziyaret
ettim. Mahkemeden hapihaneye kadar beraber gittik. Bundan aldığım hazzı unutamıyorum.
Tekrar aynı gün polisler tarafından karakola, sonra savcılığa getirilip ifadem alındı.

* "Savcı, 'Hücumât-ı Sitte'yi okudun mu?' dedi. Beni tanıdı. 'Senin ifaden bize
gelmişti' dedi. Ben, 'Okudum' deyince, 'Sen git memleketine, seni oradan getirteceğim' dedi.
Cevaben, 'Oraya kadar zahmet vermeyin, gelmişken hemen alın' dedim, ama almadı.
* "23 Ağustos 1948'de mahkemeye köyümüzden Rahmi Çetinkaya (Yakın akrabamız,
Eflani Çalışlar Mahallesinden olup çok müştak, mübarek birisiydi.) ile beraber geldik. Doğru
hapishaneye gittik. Hz. Üstadımız pencereye geldiler. Gözgöze görüştük. Bize 1

sh:»(s:88)

lira attı ve "Kömür alın " dedi. Biz kömür bulamadık. Manava gidip başta üzüm olmak
üzere meyve ve sebzelerin en iyilerinden bolca aldık, Üstadımıza gönderdik. Hz. Üstadımız
demir kafesli pencereden seslenerek, 'Bunu yirmi sene hizmetiniz kadar kabul ediyorum'
buyurdular.

"Mahkeme dönüşünde Ankara'dan Karabük'e trenle giderken, Karabük'te esnaf


rahmetli Süleyman Efendiye rastladık. O, 'Bugün zelzele oldu' dedi. Onun bu haberi bizde
şiddetli yankı uyandırdı. Hz.Üstad ve Nur talebelerinin hapislerde bulunması gibi zalimane
hareketlerin, zemini hiddete getirdiğini ilhamla, trende, Hz. Üstadımıza ve Nura karşı
bağlılığımızı ifade eden ve Üstadımızın mahiyetini dile getiren bir mektup kaleme aldım ve
sonra bu mektubu Mustafa, Rahmi imzasıyla 'Hüsrev Altınbaşak. Afyon Cezaevinde mevkuf'
diye postaya verdim. Neticede Afyon Savcısı telgrafla benim tevkifimi istemiş. Bu suretle
Rahmi köyde kalmış oldu ve ben hapishaneye gönderildim. İşin enteresan tarafı, bir hafta
önce de Emin Tekinalp'ı tevkif edip Safranbolu Cevaevine koymuşlardı. Beni de aynı yere
koydular. Bir ay sonra Emin Hoca ile beraber jandarma nezaretinde Afyon'a gönderildik.

"O zamanlar Nur talebeleri Afyon'daki Ankara Oteline uğrarlardı. Biz de oraya gittik.
Eşyaları bırakıp sabah namazı için camiye gidip geldik. Dönüşte bir de ne görelim? Otelin
altındaki kahve tıklım tıklım hapiste bulunan ağabeylerle dolu. Şaşırdık ve sorduk. Dediler ki:
'Müdafaalar yapıldı. Ve dün son karar günüydü. Altışar ay ceza verdiler. Biz zaten onar ay
yatmıştık. Tahliye edildik. Yalnız Hz. Üstada 20 ay ceza verdiler. Ahmed Feyzi'ye 16 ay,
Ceylan'a 3 sene. Zübeyir gayr-ı mevkuftu, içeri almışlardı. İbrahim Fakazlı hapse henüz yeni
geldi. '

"Ve biz aynı gün savcılıkta ve sorguda ifade verip hapishaneye gönderildik.

ay yattıktan sonra tahliye edildik. Bir ay Safranbolu'da yattım. 21 yaşını


doldurmadığım için 5 ay ceza vermişlerdi. Temyiz mahkemesi davayı esastan bozmuştu.
Lakin Hz. Üstadımızın tahliyesine karar verilmedi. 20 Eylül 1949'da tahliye edilecekti. Tekrar
ben Safranbolulu Kuyumcu Sabri ile beraber 7 Eylül'de Afyon'a geldim. Hz. Üstadımız 20
Eylül'de tahliye oldu. On gün Üstadın yanında Zübeyir Ağabeyin tuttuğu evde Ziya ile
beraber kaldık. 30 Eylül 1949 günü mahkemede benim dâvâmla, Üstadımızın ve Nur
talebelerinin dâvâları (dosyaları) birleştirildi. Üstadımız pederle beni İzmir'e gönderdi.

sh:»(s:89)

"Üstada dönüyorum: Emirdağ"

* "1950 Ocak ayında Eflani'deki Nur talebelerinden rahmetli kayınbiraderim Hacı


Reşat Efendi ve yine akrabamız Hacı Şükrü Efendi ve Keten Ahmet Amca ile dördümüz
Emirdağ'a Üstadın yanına kalmak niyetiyle ziyaretine gittik. Ankara'dan geçerken Diyanet
Riyasetine uğradım. Ve reis Ahmed Hamdi Akseki'yi ziyaret edip Hz. Üstada gittiğimizi
söyledim. Meğer Hz. Üstadımız günlerden beri Ankara'ya, Diyanet Riyasetine iki takım
külliyatı göndermek istiyormuş. Bunun için Hüsrev Ağabeyi Isparta' dan istemiş. Ama Cenab-
ı Hak bizi gönderdi.

* "Ankara'da 10 gün kaldıktan sonra Emirdağ'da 20 gün Risale-i Nur hizmetinde


kaldım. Bir otelin küçük bir odasında kalıyordum. Üstad beni tekrar Ankara'ya gönderdi.
Ankara'da bir müddet kaldıktan sonra Eflani'ye gittim. Bir ay sonra tekrar Üstadımızın yanına
geldim. Zübeyir, Ziya ve ben 4 ay Barla'da Üstadın hizmetinde kaldık. Tekrar Üstad beni
1950 güzünde Ankara'ya gönderdi. Okulların tatiline kadar Ankara'da kaldık. Ceylan Urfa'dan
gelmişti. Üstad onu da Ankara'ya gönderdi. Beraber kaldık. O zaman Safranbolu'dan
Üstadımızın isteği üzerine Hüsnü Bayram da geldi.

* "1951' de Ceylan'la beraber Üstadımızın emriyle Eskişehir'de İkinci Şua, Hutbe-i


Şamiye ve Zeyilleri, El- Hüccetü'z-Zehra gibi eserler teksirle neşredildi.

* "Hz. Üstadımız (1 Muharrem 1371) 1951 Eylül'ünde yanında Mehmed Çalışkan


Ağabey olduğu halde Eskişehir'e geldiler. 20 gün kadar hizmetinde bulunduktan sonra tekrar
beni Ankara'ya gönderdi.

* "1952 senesinde Ankara'da kaldık. Hz. Üstadımızın tensibiyle kalmıştık. Bu arada 5-


10 günlüğüne Eflani'ye gider gelirdim.
Samsun davası ve hapsi

* "Hz. Üstadımız İstanbul'da Gençlik Rehberi Mahkemesinden sonra Emirdağ'a


dönmüştü. Yine ziyaretine gidip bir müddet hizmetinde bulunduktan sonra tekrar beni
Ankara'ya gönderdi. Ankara'da bir kaç ay kaldıktan sonra 1953 senesinin başlarında Büyük
Cihad gazetesine yazılar gönderdim. Bu sebeple 19 Şubat günü tevkif edildim. Bir ay Ankara
Cezaevinde rahmetli Kemal Pilavoğlu ile beraber 9. Koğuşta kaldıktan sonra Samsun
Hapishanesine sevkedildim. Samsun Ağırceza Mahkemesince 18 ay mahkumiyet kararı
temyiz mahkemesince esastan bozularak 11 ay mevkufiyetten sonra Samsun Cezaevinden
tahliye edildim.

sh:»(s:90)

* "1953'te ben samsun'da iken Hz. Üstadımız Isparta'ya teşrif ederek orada bir ev tutup
Tahiri, Zübeyir, Ceylan, Bayram beraber kalıyorlar. Tahliyeden sonra bir ay kadar Eflani'de
kalıp tekrar rahmet-i İlahiyenin tecellisiyle ve Nur Üstadımızın dua, himmet ve kabulleriyle
tekrar Isparta'da hizmette kalmak müyesser oldu.

Üstadla beraber geçen nurlu yıllar

* "Samsun hapsinden tahliyemi müteakip Isparta'da 1954 başından itibaren Tahiri,


Zübeyir, Ceylan, Bayram, bir müddet sonra Urfa'dan Üstadımızın hizmetine gelen Hüsnü
Kardeşle beraber kaldığımız ulvi hatıraların belki en müstesnası Üstadımızdan Arabi
Mesnevi-i Nuriye ve Arabi İşaratü'l-İcaz'ı ders almamızdır. Bu hatıraları ayrı ve müstakil
olarak genişçe ifade etmek icap etmektedir. Bilmem, müyesser olur mu?

"Yalnız şu kadarını arz etmek isterim: 1954'ün başlarında kış mevsimi idi. Bir yatsı
vakti mübarek Üstadımız bizim kaldığımız odamıza teşrif ettiler. Ayakta:

"İhtar var: Size Arapçayı öğreteceğim. Arapça Mesnevi-i Nuriye'yi ders vereceğim.
Yarın sabahtan itibaren başlıyoruz" dediler.

[]
Mustafa Sungur Ağabey 1970'li yıllarda Hz. Üstad ve Nurlarla ilgili bir çalışması
esnasında...

"Sabahleyin Üstadımızın odasında karyolanın karşısında Tahiri Ağabey, bendeniz,


Ceylan, Bayram ve Zübeyir'e Arabi Mesnevi-i Nuriye'nin başındaki Türkçe mukaddime ile
Arapçasını okudular. Böylece dersler aylarca devam etti. Üstadımız, 'Zaman pek dardır,
hemen hakaiktan başlamak lazım. Siz sarf, nahiv gibi alet ilimlerini kendiniz aranızda bir
parça okuyabilirsiniz' mealinde ifadede bu-

sh:»(s:91)

lundular. Sarf, nahvi kısmen pek cüz'i aramızda müzakere ederdik. Elhamdülillah
Isparta'da bahara kadar ders aldıktan sonra Zübeyir, Ceylan üçümüz Üstadımızla beraber
Barla'ya gittik. Üç ay beraber kaldık. Ve Arabi derslere devam ettik. Mesnevî'i bitirdikten
sonra Üstadımız İşaratü'l-İcaz'dan ders verdiler.. Leyle-i Kadirden bir gün önce Isparta'ya,
oradan Ankara'ya gönderdiler. Memlekete uğrayıp tekrar acele Üstadın nezdine geldik. Aynı
derslere devam ettik. Sonra Üstadımız Zübeyir Ağabeyle beraber Emirdağ'a gittiler. Isparta'da
Ceylan, Bayram beraber kaldık. Üstadımızın emriyle Arabi İşaratü'l-İcaz'ı teksire yazmak
müyesser oldu.

* "Bundan sonra Hz. Üstadımızla son hayatına kadar beraber kalmak biiznillah nasip
oldu. Bu arada Samsun'da bir buçuk sene askerliğimi yaptım (1955-1956)

"Bu arada Risale-i Nur hizmetine Urfa'dan Hüsnü kardeş geldi. Üstadımızın
hizmetinde çok şirin ve latif hizmetlerde bulundu.

NOT:Paksu Kardeş! Ben maalesef Hz. Üstadın hizmetindeki 10 seneyi mütecaviz bir
zamandaki, yani Üstadımızın hizmetinde ve Ankara'daki hizmetler dolayısıyla hasıl olan
hatıraları kronolojik bir tertip ve tanzim ve ifadeye müktedir olmadığımdan, hem her hatıra
çok geniş hatıraları sümbül verdiğinden, kısaca şu naklettiğim hususları mebde olur da ona
göre belki ileride inşaallah hatıraları olanca vüs'atiyle arz etmeye çalışırız. Ve minallahi't-
tevfîk.
***

Sungur Ağabeyin bu hatıraları genel olarak 1977'de gazetede yayınlanmıştı. 17


seneden beri kitapta neşredilmemesinin sebebi, kendilerinin hatıraları tamamlayacağına dair
beyanlarıdır. Fakat zaman ve zemin müsaade etmemiş ki, tamamlayamadılar. Ancak bu
hatırları, yeni nesillerin istifadesinden uzak kalmaması için yeniden gözden geçirmesi için
kendilerine götürdük. Gerekli tashih ve tanzimleri yaptı. Bunun üzerine neşrediyoruz. Sungur
Ağabeyin hatıraları şüphesiz bu kadar değildir. Birkaç cilt olacak derinlikte. İnşaallah Cenab-ı
Hak uzun ömür verir de biz de hatıralarını kaydeder, yayınlarız.

Mehmed Paksu

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:92)

ÂKİF ARIÖZSOY

"Üstadım Bediüzzaman Emirdağ'a teşrif ettikleri zaman ben ilkokul muallimiydim.

"Birçok defalar Üstadı ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını aldım. İlk ziyaretim ve onu
görmem vasıtasız oldu. Nur'ların hizmetine katılışım çok pervasızca olmuştu. Bu yüzden
çeşitli ve heyecanlı badireler yaşadım. Aradan uzun yıllar geçti. Hatıralarımın silsile ve
heyecanını şimdi kaybettim.

"Ben Nur'larla meşgul olmaya başladıktan sonra Üstad, benim köyüm olan Asar'a
(Hisar) gelmişti. Otomobiliyle talebeleriyle beraberdi. Pek çok müteassis olmuştum. Bayram,
Hüsnü ve Mustafa vardı. Üstad benim meşguliyetimi biliyordu. Bu münasebetle Asar içinde
bir yeri göstererek, 'Sen Risale-i Nur'un inkişafına sebep olacaksın' diyerek iltifat ederdi.
"Onun hocası var"

"Bir gün Emirdağlı hocalarına ekseriyette bulunduğu bir meclise girmek lazım geldi.
Bir ara onlardan birisi beni kasteredek; 'Onun hocası vardır. O da ondan ders alıyor' diye beni
kınamıştı. Onlardan birisi, 'Biz de Bediüzzaman'ın okuduğu kitapları okuyoruz. Onun
söylediklerini söylüyoruz. Ne diye halk onun peşinden koşuyor anlamıyoruz' dedi. Onlar, 'Biz
de Bediüzzaman'ın bildiklerini biliyoruz' deyince ben hemen atıldım; 'Efendim, müsaade
ederseniz küçük bir sorum var,' dedim. 'Sorun' dediler. Onlardan en ehemmiyetlisi Hamza
Hacılı'dan Cafer Hocaydı.

"Efendim, dünya yuvarlak mı, dönüyor mu?' diye onlardan sordum.

"Onlar birkaç saat çeşitli yorumlar, teviller, izahlar yaparak 'Dönmüyor' dediler. Sonra
bana dönerek, 'Senin hocan ne diyor?' diye sordular. Ben de benim hocamın dünyanin
yuvarlak olduğunu ve döndüğünü söylediğini, Risale-i Nur'dan hatırımda kalan

sh:»(s:93)

bahsi söyleyince sustular. Onlardan biri daha sonra Üstadla görüşüp menfi kanaatlerini
değiştirmişti.

"Bediüzzaman'la uğraşmaktan vazgeçin, size atomun sırrını öğreteyim"

"Üstadın tarassut ve hapis zamanlarında devletin çeşitli mevkilerine telgraf çektim.


Bunlardan genel olarak Üstadın serbest bırakılmasını, Risale-i Nur'un Kur'ân'ın hakikî bir
tefsiri olduğunu, buna yalnız Türkiye'nin değil, bütün dünyanın muhtaç olduğunu, okullarda
ders kitabı olarak okutulmasını istemiştim.

"İsmet Paşaya ise 'Bediüzzaman'ı serbest bırakın, size atomun sırrını öğreteyim. Yoksa
atomu kafanızda patlatırım! şeklinde telgraf çekmiştim.

"Milli Eğitim Bakanlığına da, 'Bu kâinatın esrarı içinde insanların, beşeriyetin ahiret
hayatı nasıl kurtulacak?' mânâsında bir telgraf çekmiştim.
"Yine İsmet Paşaya Risale-i Nur'un mekteplerde okutulması talebimi telgrafla
bildirmiştim.

"Bu telgraflarım neticesinde, bana çok zulüm ve eziyet ettiler. Hattâ yanan sobaya
oturtmuşlardı. Afyon'da Isparta Otelinde beni polisler alıp götürdüler. Sırasıyla emniyete,
milli eğitim müdürlüğüne, oradan da doktora havale ettiler. En sonunda sorgu hakimliğine
getirdiler. Ağır ceza savcısının elinde benim çektiğim telgraflar vardı. Savcı, 'Said Nursî'yi
tanıyor musun?' diye sordu. Ben de 'Evet' dedim. Savcı sorgulamasına devam etti.

"Talebe misin?'

"Evet.'

"Halen, Risale okuyor musun?'

"Evet.'

"Evinde de var mı?'

"Evet.'

"Bu telgrafları sen mi çektin?'

"Evet.'

"Peki, söyle bakalım, atomun sırrı nasılmış?'

"O sizi alâkadar etmez. '

"Bu cevabım üzerine adam hiddetle 'Peki, kimi alâkadar eder?' dedi. Ben de cevaben,
'Bu mesele devleti, profesörleri, uzmanları ve mühendisleri alâkadar eder' dedim.

sh:»(s:94)

"Beni beş gün kadar nezarete attılar. Bu arada çok da dayak çektiler. Bazen öldü diye
bırakıp giderlerdi.
"Bir ara Emirdağ'da da buna benzer bir hadise olmuştu. Beni yine doktora da
sevketmişlerdi. Mahkemede beraat ettim. Bu hadiseden sonra, Üstada uğramıştım. Üstad beni
tesellî etti. 'Ben de bir zamanlar senin gibi şefkat tokatları yemiştim' dedi.

"Üstad bazı sohbetlerinde de, İkinci Cihan Harbinden sonra, beşeriyetin ahiret
saadetini arayacağını hissettiğini söylemişti. Finlandiya, Almanya gibi bazı Avrupa
devletlerinde bazı hatiplerin İslâmiyeti kabul edeceklerini söylemişti."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:95)

MEHMET TAKTAK

1932'de Bolvadin'de doğdu. Babası Âsım, annesi ise Zeki'dir. Emirdağ'da ticaretle
uğraşmaktadır.

"Üstad Bediüzzmanan'ı ilk defa ziyaretim birkaç arkadaşımla birlikte olmuştu. Zübeyir
Gündüzalp Ağabey bizim ziyeretimizi Üstada bildirip, izin almıştı. Şerefli huzuruna bizi
kabul edince hepimiz ellerini öpüp oturduk. Bir müddet sonra, Üstad bize hitaben, 'Kardaşım,
siz safa geldiniz' deyince hemen müsaade alıp ayrıldık.

"Bolvadin müftüsü Halil İbrahim Taktak bizim akrabamızdı. Babamla amca


oğluydular. Kendisi Risale-i Nur'ları okur ve takdir ederdi. 1956'larda vefat etmişti. Bu
vefattan iki gün sonra Üstad taziye için Bolvadin'e gelmişti. Menba suyunun olduğu, yeşillik
bir mevzii olan Horon semtinde bütün Taktak'lar ve yakınlarımız toplanmıştık. Üstad
taziyelerini ve dualarını bize bildirerek tekrar Emirdağ'a dönmüştü.

"Daha sonraları ziyaretine gittiğimde, bu vefat meselesiyle alâkalı olarak, bana


'Kardaşım, ben Halil İbrahim'in hatırı için bütün Taktak ailesini duama dahil ettim' diye iltifat
buyurmuştu.
"Bizim dükkânın biri Bolvadin'de, diğeri ise Emirdağ'daydı. Bu münasebetle her
Pazartesi Emirdağ'a gelirdim. Gelirken de bazı zamanlar Üstada kaymak getirirdim. Üstad bu
kaymakları hiçbir zaman hediye kabul etmemişti. Fazlasıyla bana ücret verirdi. Hattâ bir
defasında içinde yirmi beş ve elli kuruşluklar olan küçük bir keseyi bana almam için
uzatmıştı. Ben kabul etmeyince, Zübeyir Gündüzalp Ağabey müdahale ederek, 'Üstadım, bu
kaymak yirmi beş kuruştur, ben elli kuruş veriyorum' demişti.

"Üstadı çoğu zaman ziyaret eder, ellerini öper ve duasını alırdım. Bize Risale-i
Nur'lardan bahseder, dersler yapar ve eserleri okumamızı söylerdi. Bazen İslâm düşmanlarının
dine olan düşmanlıklarından bahis açar, çok hiddet ederdi.

"Üstadımızın Emirdağ'da içinde çok az kaldığı ikinci bir evi var-

sh:»(s:96)

dı. Burayı Hacı Abdullah Gayretli Üstad için yaptırmıştı. Buranın ikinci katında Üstad
kısa bir müddet oturmuştu.

"Üstad üç ay kadar kaldıktan sonra burasının bir yıl kadar medrese-i Nuriye olarak
kullanmıştık.

"Şualar ilk defa yeni yazıyla basılmıştı. üstad bu eseri göndererek okumamızı
emretmişti. Şualar'ı ilk defa yeni harflerle okumuştuk.

"Bir defasında iş için İstanbul'a gidecektim. Zübeyir Gündüzalp Ağabeye Üstada


bildirmesini söylemiştim. Üstad ise İstanbul'da Ahmet Aytimur'a uğrayıp yeni basılan
Hanımlar Rehberi'ni getirmemi söylemişlerdi.

"İstanbul'da Ahmed Aytimur'u Süleymaniyede buldum. Ondan aldığım iki yüz tane
kadar Hanımlar Rehberi'ni Emirdağ'a getirdim. Üstad o kadar çok sevindi ki, beni defalarca
kucaklayıp, bu hizmetimden dolayı tekrar tekrar tebrik edip, dualar ederek, alnımdan öptü.
Ben birkaç tane alıp, Bolvadin'e götürmek istediğimi ifade edince Üstad bana, 'Taman
kardaşım, ben zaten göndermek istiyordum, yalnız biraz bekle, tashih ettikten sonra vereyim'
diye buyurmuştu.
"Zaman olarak 1957 yılı olduğunu zannediyorum. Bolvadin ile Emirdağlı gençler
futbol maçı yapıyorlardı. Bu maç esnasında âniden aralarında kavga çıkmıştı. Bolvadinliler ile
Emirdağlılar taşlaşmaya başlamışlardı. Ertesi günü misilleme olarak Emirdağlı bir grup genç
benim oradaki dükkânımı taşa tutmuşlardı. Kalabalık ve gürültü çoğalınca Üstad evinden
aşağıya indi. Köşe başında durarak kalabalığa hitaben bir konuşma yaptı, 'Durun' dedi. 'sizler
hepiniz kardeşsiniz, birbirinizin kusurlarını görmemeniz lâzımdır. Birbirinizi affediniz.'
Kalabalık biraz sakinleşmişti. Üstad konuşmasına devam ederek, 'Eğer sizler barışıp
dağılmazsanız, ben de burayı terk ederim' diye buyurmuştu.

"Üstadın bu konuşmasından sonra kalabalık büyük bir sükûnetle dağıldı."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:97)

MEHMET ÖZPOLAT

1922'de Gaziantep'in Kilis ilçesinde doğdu. 1941'de Hava Astsubay okulunu bitirdi.
Yurdun çeşitli yerlerinde Astsubay olarak görev yaptı. 1970'de emekli oldu.

"Eskişehir'de görev yapmaktayım. Burada samimi dostum Saatçı Şükrü Efendi ile
muhabbetimiz vardı. 1943-44 yıllarında saatçı Şükrü Efendinin dükkânından 15-20 bin liralık
saat çalınmıştı. Biz o dükkânda bu vakayı konuşurken dükkâna tanımadığım birisi selâm verip
girdi. Hırsızlık olayını duymuş; bize, 'Emirdağ'da bir hoca var, sizin saatleri çalan hırsızı
bulur' dedi. Bu olaydan sonra biz Saatçı Şükrü Yürüten ile beraber Emirdağ'a gitmeye karar
verdik. Ertesi gün Emirdağ'a hareket ettik. Emirdağ'da Üstadı ziyaret etmek için Mehmet
Çalışkan Ağabeyi bulduk. 'Burada bir hoca varmış, (Şükrü Yürüten'i işaretle) bu kardeşimizin
saatleri çalındı, bu hoca çalanı bilirmiş, bizi bu hocaya götürür müsün?' dedik. Cevaben bize,
'Ben hocaya gidip bir sorayım, size cevap getireyim' dedi. Biraz sonra geldi. Mehmet Çalışkan
Ağabey bize hitaben;

"Üstad sizi kabul etmiyor. Risale-i Nur okusunlar, sonra yanıma gelsinler diyor' dedi.

"Biz de Eskişehir'e geri döndük. "Eskişehir'e varır varmaz Risale-i Nuru aramaya
başladık. Odun Pazarında Tenekeci Osman'da Risale-i Nur olduğunu öğrendik. Ve sonunda
bulduk. Bize beklememizi söyledi. Evine gidip Risale-i Nur külliyatından İslâm yazılı
Gençlik Rehberini getirdi. biz o gece Saatçı Şükrü Yürüten'in evinde namaz kılan bir albay,
yarbay, yüzbaşı as. Hastane Baştabibi beraber toplandık. Gençlik Rehberi'ni geç saatlere
kadar okuduk ve bu eserin çok muazzam ve kıymetli bir eser olduğuna karar verdik. Bir hafta
sonra Eskişehir As. Şube Bşk. Turhan Fevzioğlu'nun kardeşi Albay Reşad Fevzioğlu, Binbaşı
Hayri Bey, Yzb. Ekrem Hanyalı, Astsubay Ahmet Yayla, Ahmet Özyazar, Saatçi Şükrü
toplanıp Pazar günü sabah namazını müteakip Emirdağ'a hareket ettik. Emirdağ'a varır
varmaz Ceylan Çalışkan Ağabey ile haber gönderdik ve Üstad bizi hemen kabul etti. Üstad
bize şu dersi verdi:

sh:»(s:98)

"Ben softa bir hoca değilim. Bakımcı da değilim. Siz asker olduğunuz için orduda
daha kıymetli bir yeriniz var. İman hizmetinizde daima çalışın.'

"Daha sonra namaz vaktinin geldiğini söyledi. Biz de müsaade istedik, ayrıldık. O gün
Eskişehir'e geri döndük.

"İkinci ziyaretim"

"O günlerde Samsun'da çıkarılan mahalli Büyük Cihad gazetesi, 'Nurculuk yapıyor'
diye kapatılmıştı. Gazetenin sahibi Saatçı Şükrü'nün dükkânına geldi. Kısa bir görüşmeden
sonra, 'Beni Üstada götürür müsünüz?' dedi. Benim durumum müsait olduğu için teklifini
kabul edip beraberce Emirdağ'a gittik.
"Otobüsten iner inmez kimse ile konuşmadan yanımıza kardeşlerden birisi geldi ve
bize hitaben, 'Üstad sizi bekliyor' dedi. Biraz şaşırarak o kardeşin peşi sıra Üstadın kaldığı eve
gittik.

"Üstad karyolada bağdaş kurmuş oturuyordu. Kardeşlerle sohbet ediyordu. Bizi


görünce, 'Hoş geldiniz kardeşler, oturun' dedi. O anda kardeşlerle olan sohbet devam etti. Bu
sohbet namaz hususunda idi ve 15-20 dakika devam etti. Daha sonra Büyük Cihad gazetesi
sahibine dönerek;

"Kardeşim sizin gazetenizin kapandığına üzüldüm. Merak etmeyin, ileride gazeteniz


açılır, yayına başlarsınız. Ben, bana yaptıkları eziyetlere hakkımı helal ettim. Siz de ediniz'
dedi. Bu sohbet kısa bir süre devam etti ve ayrıldık.

"Üçüncü ziyaretim"

"Üstadın Emirdağ'da mahkemesi vardı. Biz de mahkemeye katılmak için yola çıktık.
Bu mahkemenin açılması da şöyle olmuş: Emirdağ savcısı Jandarma Başçavuş'a emir vermiş
'Bediüzzaman'ın başında şapka yoksa tevkif et. Bana getir.' Jandarma Başçavuş'da Üstadı
takip etmiş. Üstad Hazretleri Emirdağ'da kalırken Emir Dağı eteklerinde kırlarda faytonla
gezmeye çıkar, bazen yaya, bazen birkaç gün kırlarda ve dağda kalır; bazen de faytonu
bekleterek birkaç saat içinde geri dönerdi. Bu gezintilerin birinde Jandarma Başçavuş Üstadı
takip edip kırlarda yanına yaklaşıyor, Üstad onunla sohbet ediyor. Başçavuş Savcıya gidip
'Bediüzzaman'ın başı açıktı, bir şey yoktu' diye savcıya beyanda bulunmuş. Savcı buna
rağmen Üstad Hazretlerini mahkemeye vermiş ve Jandarma Başçavuşu'da şahit olarak
yazmış. Biz de bu mahkemeye katılmak için Eskişehir'de Albay Reşad Fevzioğlu, Bnb. Hayri
Bey, Yzb. Ekrem Hanyalı,

sh:»(s:99)

astsubaylardan Ahmet Yayla ve Nihat otobüsle gittiler. Biz de benim iki kapılı
Iolsıagen marka arabamla Eskişehir'de çıkan Yeşil Nur gazetesi sahibe Nuri Akyar, Av.
Abdurrahman Şeref Laç, ismini hatırlamadığım genç ve bir hafız Emirdağ'a hareket ettik.
Cuma namazını Hamidiye nahiyesinde kıldık, tesbihat yapmadan yola devam ettik.
"Biz Emirdağ'da doğru Üstad Hazretlerinin evine gittik. Üstad biz merdiven başında
beyaz elbiseler içinde ayakta bekliyordu. Bizi görünce, 'Kazanız geçmiş olsun, Risale-i Nurun
başına büyük bir felaket gelecekti, siz önlediniz' dedi. Biz buraya gelirken yolda bir kaza
atlatmış ve sağ-salim kurtulmuştuk.

"Daha sonra devam ederek, 'Bugün bu mahkeme bitecek. Bitmezse kıyamet kopacak'
diyerek odasına girdi. Biz de eve girmeden mahkemeye katılmak üzere Adliye binasına gittik.

"Eskişehir'den gelen subay, astsubay arkadaşların hepsi resmi kıyafetli idik. Adliye
önünde mahkeme saati geldiğinde mahkemeye katıldık. Hakim, 'Esas şahit yok, onu bulun
gelin, mahkemeye devam edelim' dedi. Biz de dışarı çıkıp Jandarma Başçavuşu sorduk. Orada
taksi olarak çalışan bir Jeep şoförü, 'Ben nerede olduğunu biliyorum' dedi. Ahmet Yayla ile
Jeepe binip Jandarma Başçavuşunu aramaya gittik. Giderken o bozuk yollarda çok süratle yol
alıyorduk. Ben, sanki araba uçuyor sanıyordum ki, bir ara küçük bir çayın üzerinden geçtik,
tekerleklerin yere değmediğini gördüm.Bir kasabaya geldik. Karakola gittik. Jandarma
Başçavuşunu karakol bahçesinde ceketini çıkarmış oturuyor bulduk. Sanki hiç mahkemesi
yokmuş gibi duruyordu. Haberinin olduğunu ve kasıtlı olarak o nahiyede bulunmakta
olduğunu öğrendik. Biz Jandarma Başçavuşa mahkemeden hiç bahsetmeden, "Kardeşim, sen
neredesin, biz seni arıyoruz' dedik. Başçavuş da telaşla 'Geliyorum' diyerek acele ceketini
giyip arabaya bindi. Emirdağ'a hareket ettik, Adliye binasının önüne gelince Jandarma
Başçavuşun aklı başına geldi. 'Kardeşim, siz beni nereye getirdiniz? Ben de zannetim ki, siz
havacı astsubayları görünce uçak düştü, beni onun için götürüyorsunuz sandım' dedi.

"Mahkemeye girdik. Sonuçta, mahkeme, beraat kararı ile neticelendi. Biz tekrar Üstad
Hazretlerinin evine gittik. Üstad Hazretleri bizi yine merdiven başında beyaz elbiseleri ile
karşıladı. Bize hitaben 'Kazanız mübarek olsun. Bütün Nurcu kardeşlerimi ve sizi sabah
dualarıma dahil ettim' dedi. Sonra ayrıldık. Eskişehir'e döndük.

sh:»(s:100)

Eskişehir'de neşrolan Yeşilnur mecmuasının beşinci sayısı, Üstad Bediüzzaman'ın


ebediyete intikali dolayısıyla 1 Nisan 1960'da Bediüzzaman sayısı olarak çıkmıştı.
"Dördüncü ziyaretim"

senesinin sonralarına doğru seçimler sırasında Emirdağ'da Saatçı Şükrü, Saatçı


Muhiddin, Üstad Hazretlerini ziyarete gittik. Doğru evine gittik. Kapıyı Ceylan Çalışkan
Ağabey açtı, içeri aldı. Doğru Üstad Hazretlerinin odasına girdik, selamlaştık. Üstad
Hazretleri karyolanın üzerinde düzüstü oturmuş, ağabeylere ders veriyordu. Bize 'Geçin
oturun' dedi. O gün seçim günüydü. Bizden sonra, oy kullanmış kardeşler yanımıza geldiler
Üstad Hazretleri onlara sordu.

"Keçeliler oyunuzu nereye kullandınız?

sh:»(s:101)

"Onlar hiç ses çıkarmadılar.

"İslâmı ihya edecek insanlara verseydiniz iyi olurdu' dedi.

"Ben Üstad Hazretlerini hitaben, 'Talebe nümayişleri çıktı, Menderes'in işi zorlaştı'
dedim.

"Üstad cellalendi, iki dizi üstünde doğruldu.

"Kardeşlerim, kardeşlerim Menderes kim oluyor ki? Ben istesem onu şimdi aşağı
indiririm. Ben onun imanla İslâmla yola gelmesini bekliyorum. O masonların çemberine
düşmüş, etrafına masonlar sarmış, o masonlar onun başını yiyecek.'

"Üstad Hazretleri dersinde müsbet-menfi siyaset adamlarını bize izahatla bildirdi.

"Beşinci ziyaretim"

senesinde Gaziantep'e izne gittiğimde Suriye sınırında Yazıbağ isminde köye gittik.
Orada 13-14 yaşlarında bir çocuk, at üstünde yanımıza geldi, çocuğun elindeki çubuktan
yapılmış kamçıya gözüm takıldı, çok hoşuma gitmişti. Benim bu halim çocuğun babasının
dikkatini çekmiş, oğluna hitaben 'Oğlum kamçıyı misafirimize ver hediyemiz olsun ona' dedi.
Ben de teşekkür ederek kamçıyı aldım.
"İzin bitiminde Eskişehir'e döndüm, daha sonra sivil olarak Saatçı Şükrü ile beraber
Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gittik. Ben o kamçıyı Üstad Hazretlerine hediye ettim.

"Kardeşim, bu kamçının karşılığını verecek benim hiç bir şeyim yok, dön arkanı' dedi.

"Arkama kamçıyla üç defa vurdu.

"O günden sonra sırt ağrısı nedir bilmiyorum. Aynı zamanda o zamandan beri sırt üstü
yatamadım.

"Bu sohbetin sonunda Üstad Hazretleri, 'Kalkın, Eskişehir'e gideceğiz' dedi. Ceylan'a
'Arabayı hazırla' dedi. Arabanın arkasına Üstad Hazretlerini yatırdık. Arabanın ön tarafına
Saatçı Şükrü, ben, Ceylan da şoför olarak bindik. Yola çıktık.

"Emirdağ'dan Eskişehir istikametine doğru hareket ettik. Emirdağ'ın çıkışında Üstad


Hazretleri, 'Kardeşlerim, ben ölürsem beni Emir Dağında bulunan Emir Hazretlerinin yanına
defnedin' dedi.

"Eskişehir'e yaklaştığımızda, 'Beni Eskişehir'e defnedin' dedi. Daha sonra, 'Yok


kardeşlerim, yok kardeşlerim, benim dirimden çok ölümden korkacaklar. Benim mezarım
belli olmayacak' dedi.

"Eskişehir'e geldik ve Üstad Hazretlerini Yıldız Oteline yerleştir-

sh:»(s:102)

dik. Ertesi gün otelde Üstad Hazretlerini birçok havacı subay ve astsubay arkadaşlar
ile ziyaret ettik. Ziyaret esnasında Üstadımız ders verdi.

"Altıncı ziyaretim"

senesinin Ramazan ayının 27. günü Üstad Hazretlerini Emirdağ'da ziyarete gittik.
Üstad Hazretleri bizi kabul etti ve yanına girdik. Üstadı gördüğümde rengi bem beyazdı,
mübarek gözlerinden yaşlar akıyordu. Mübarek dilini çıkardı, dili beyazlaşmıştı.
"Kardeşlerim, kardeşlerim, masonlar beni bu gece zehirlediler. Ben bu gece sahur
yemeğimi , soğuması için penceremin kenarına bırakmıştım. Masonlar bekçiyi öğretmişler.
Bekçi tahta merdivenle penceremin kenarına kadar çıkıp arsenik zehirini yemeğime koymuş.
Ben de yedim, çok hasta oldum, Çevşeni okudum. Allah'a yüz bin defa şükür, kurtuldum'
dedi. Biz de Üstad Hazretleri hasta olduğu için müsaade alıp ayrıldık.

***

"Üstad Hazretlerini Eskişehir'de Yıldız Otelinden gizlice Saatçı Şükrü ile beraber alıp
onu Saatçi Şükrü'nün evine yerleştirdik. Kimsenin haberi yoktu.

"Dükkâna geldik, bir polis gelip Saatçı Şükrü Efendiyle 'Sen Bediüzzaman'ı evine
götürmüşsün' dedi. Biz hayretler içersinde kaldık. Halbuki bunu ikimizden başka kimse
bilmediği halde, bunun polisler tarafından bilinmesi tek ihtimal kalıyordu, aramızda bir
muhbir vardı. O muhbiri polislerin yardımı ile bulduk. Geldik Üstad Hazretlerine durumu
anlattık, Üstad Hazretleri 'Ben biliyorum, siz karışmayın' dedi. O arkadaş müthiş bir şefkat
tokadı yedi, hanımı onu beğenmeyip boşadı. Sırtında büyük bir ur çıktı. Hastaneye yattı, çok
ıstırap çekti. Hastanede yatarken bir gün rüyasında Üstad hazretleri yanına gelip yumruğu ile
sırtındaki ura vurup yarayı patlatmış, ondan sonra iki gün daha yattı, sıhhatli olarak taburcu
oldu. Bu tokatlardan sonra kendini Risale-i Nur'a vakfetti ve büyük hizmetler yaptı. İnşaallah
geçmiş günahlarına keffaret olur.

"Yedinci ziyaretim"

"Eskişehir Muttalip köyünde Hacı Hilmi Efendi (Üstadın talebesi) talebere Kur'ân
okuturdu. Bir Cuma günü, hatim cemiyeti vardı. Yarbay rütbesinde Hava Hastanesinde
görevli bir doktora Muttalip köyüne, cemiyete gitmeye davet ettim. Doktor cemiyete
gelmemek için, 'Şeyhler ne tarih bilir, ne coğrafya bilir. Kış günü karpuz

sh:»(s:103)

çıkarırlarmış' dedi. Yine de beraber hatim cemiyetine gittik. Caminin dış kapısında
Hacı Hilmi Efendi bizi karşıladı, yarbayla tanışmadığı halde 'Yarbayım size bir tarih dersi
vereyim' diyerek Osmanlı İmparatorluğunu Ertuğrul Gaziden alarak Kurtuluş Savaşlarına
kadar ve diğer mevzulara da temas ederek cami kapısında ayakta bir saat anlattı. Daha sonra
yarbaya dönüp 'Hani oğlum, şeyhler tarih dersi bilmezdi' dedi.

"Namazdan sonra caminin yukarısındaki Hoca Efendinin odasına çıktık. Bize üç


kişilik pilav geldi, yedik orada Hacı Hilmi Efendinin hücresi vardı. Hoca Efendi hücreye
geçerek elinde bir karpuz ile yanımıza geldi. Yarbaya dönerek, 'Alın oğlum, bu da kış
meyvesi yiyin' dedi. Ben de karpuzu dörde böldüm, birini Hacı Hilmi Efendinin hücresine
bıraktım, diğerini biz yedik. Eskişehir'e dönüşte Diyarbakır'a tayin olduğumu öğrendim. İstifa
dilekçesini yazdım, tabur komutanına verdim. Tabur komutanı beni çok severdi. 'Oğlum sana
15 gün izin, düşün, gitmek istersen dilekçeni muameleye koymam, eğer gitmemek istersen
dilekçeni muameleye koyarım' dedi.

"Bundan sonra Tenekeci Osman ile beraber Eskişehir'e Üstadı ziyaretine gittik. Üstad
bize ders verirken bir ara Osman Efendi, Üstad Hazretlerine 'Kardeşimizin tayini Diyarbakır'a
çıktı, fakat gitmek istemiyor, istifa etmek istiyor' dedi. Üstad Hazretleri birden celallendi ve
iki dizi üstünde kalkarak 'Biz havacı kardeşlerimizi daha çok görmek istiyoruz. Sen istifa
veriyorsun, doğru Diyarbakır'a, görevinin başına gideceksin. Sen Diyarbakır'da daha çok
hizmet edeceksin. Daha iyyi arkadaşlarla tanışacaksın' dedi. 'Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a
da benden selâm söyle, doğru vazife başına' dedi. Helalleştik, ayrıldık. Bu görüşme Eskişehir
ve Emirdağ görüşmelerinin sonuncusu idi.

"Ben bu görüşmeden sonra dilekçemi geri aldım ve 1953 senesinde Diyarbakır'a


gittim. Mehmet Kayalar Ağabeyi buldum, tanıştım. Üstad Hazretlerinin selâmlarını söyledim.
Kayalar Ağabey, Dağkapı'daki evinde yatsı namazından sonra dersler olduğunu, iştirak
etmemi söyledi. Biz de her gece, yatsı namazından sonra astsubay ve sivillerle beraber
Kayalar Ağabeyin derslerini takip ettik.

"Mehmet Kayalar Ağabey birgün bana dönerek 'Barla'ya gideceksin, Üstadı


göreceksin' dedi. Ben de izin aldım. Bana bir mektup verdi, 'Bu mektubu doğru Üstada teslim
et' dedi. Yola çıktım. Önce Isparta'ya geldim. Ağabeyleri buldum. Tahiri Ağabey, beni Eğridir
dolmuşlarına kadar götürüp bindirdi. Akşam üzeri Barla'ya vardık. Üstadın evini sordum.
Gösterdiler, evine gittim, merdivenin başın-

sh:»(s:104)
da beni Zübeyir Ağabey karşıladı. ben niçin ve nereden geldiğimi anlattım. Zübeyir
Ağabeye mektubu verdim. O sırada yatsı namazı olmuştu. Abdestleri tazeledik, Üstad imam,
Zübeyir Ağabey müezzin, ben cemaat olarak namazı kılmaya başladık. Namaz esnasında
Üstad Hazretleri, yirmi yaşında bir genç gibi tekbir alıyor ve secdeye gittiğinde binanın
sallanıdığını hissediyordum. Bu hadiseden sonra namaz tesbihatı yapıldı. Üstad Hazretleri hiç
konuşmadan odasına çekildi. Biz de Zübeyir Ağabey ile beraber onun odasına geçtik. Zübeyir
Ağabey bana, sabah namazına kadar İslâm yazısı ile Tesbihatı yazdı, teslim etti. Sabah
namazını tekrar Üstad Hazretlerinin arkasında kıldık, tesbihattan sonra Üstad Hazretleri:

"Kardeşim Mehmet Kayalar benim vekilim, maşaallah, barekallah, sizin


gayretlerinizden memnunum ve sizin hepinizi dualarıma dahil ettim' dedi.

"Bu görüşme esnasında Üstad Hazretleri bana bakıyordu, fakat manen başka âlemlerde
yaşıyordu. Çünkü suallerime gecikmeli olarak cevap veriyordu. Bunun izahını yapamıyorum,
ancak o hali gören anlayabilir. Ben onun bu halini, benimle konuştuğunu, fakat kendisinin
mânevi olarak kafasının başka şeylerle meşgul olduğunu yüz simasından gözlerinden
anlayabilmiştim. Üstad bana dönerek, 'Hüsrev'le görüştün mü?' dedi. 'Evet, yarım saat kadar
görüştük' dedim. Hüsrev Ağabeyin teksir makinesi alacağını ve bütün beldelere Nurları
çoğaltarak göndereceğini söyledim. Üstad Hazretleri çok sevindi 'Bârekallah fütuhata
eriyoruz' dedi. 'Mehmet Kayalar ve kardeşlere selâm söyle, bütün kardeşlerimi dualarıma
dahil ettim' dedi ve yanından ayrıldım.

"Üstad Hazretlerinin odasında bir ince yer yatağı, ince bir yorgan, bir cep saati, ibrik,
çay takımı vardı. Başkaca göze çarpan dünyalık bir şey görmedim.

"Beni Zübeyir Ağabey, Karayollarının cipine bindirdi, Eğirdir'e döndüm. Oradan


Isparta, Diyarbakır'a geldim. Bu son görüşmem oldu."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:105)
HAFIZ NAMIK ŞENEL

Emirdağ'ın Veysel köyündendir. Bir müddet Üstadın imamlığını yapmıştır.

Üstandın ilmî dehası

"Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi
Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin
verdiği cevaplara hayran oluyor. 'Bediüzzaman mı daha alimdi? Yoksa siz mi daha alimsiniz?'
diyor.

"Abdülmecid Efendi, 'Ben Seyda'yı gökteki kıvılcımlar kadar fark edebiliyorum.


Üstadı anlayamıyorum. Seyda bütün kâinatı didik didik etmiş, içine bakmış' diyor. Üstad
Hazretlerinin ilimdeki dehasını bu şekilde anlatıyor.

"Hattâ Akseki 'Ben Abdülmecid Efendi gibi âlim görmedim' diyor. Abdülmecid
Efendi ise Üstadı anlayamıdığını söylüyor.

"Bu meseleyi de Mustafa Acet anlattı. Üstad Hazretleri, 'İlimde yoluma biraz duran
Muhyiddin-i Arabî olmuştur. Onun ilmi de benim ilmimin topuğuna çıkamaz' demiştir.

Hırsızın tevbesi

"Emirdağ'da Seydi Yüce isminde bir zat vardı. Lakabına 'bomba' derlerdi. Bu adam bir
gün koyun hırsızlığı yapmış. Sabahın erken saatlerinde koyunu almış, Adaçalı'dan
aşırıyormuş. Bediüzzaman da Adaçalı'ya gidiyormüş. 'Şu zatın elini öpeyim' diye arkasından
süratle yürümüş. Bediüzzaman normal adımlarla yürüdüğü halde ona yetişemiyormuş. O
kadar uğraştığı halde yetişememiş. Sonra bana geldi ve kendisini Bediüzzaman'la
görüştürmemi, bütün kötü huylarını terk edeceğini ve tevbe edeceğini söyledi. Ben de Zübeyir
Ağabeye söyledim. O da Üstada söylemiş, Üstad Hazretleri de kabul etmiş. Bunun üzerine
Bomba Seydi Üstada gidiyor ve bütün hatalarını anlatmaya çalışıyor. Üstad ise 'Günahlarına
tevbe
sh:»(s:106)

et, ben de senin duanın kabul olması için Cenab-ı Hakka dua edeceğim' diyor. Bomba
Seydi de tevbe, istiğfarda bulunuyor.

Cübbenin yaşı

"Birgün Üstad Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar,
Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında,
'Acaba Bediüzzaman'ın sırtındaki cübbe kaç senelik?' diye kendi aralarında konuşuyorlarmış.
Üstad Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağımış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz
senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Halid-i Bağdadi'nin emanet bıratığını, onun
torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş.

Üstadın yardımı ve camideki kibrit

"Emirdağ'da elli seneden fazla müezzinlik yapan Hafız Murat Buduoğlu denilen zat bir
gün parasız kalmış, çokta sıkışmış ve kimseden de para isteyemiyormuş. O halde iken Üstad
Hazretleri de bunu çağırmış ve ihtiyacı miktarınca buna para vermiş.

"Yine Üstadın Camiin üst katında yeri vardı, buraya akşam namazından önce gelir ve
yatsıya kadar kalırdı. Yatsıdan sonra da evine dönerdi. Orada kibriti vardı. Bu kibriti Hafız
Murat akşamla yatsı arasında mum yakmak için alırmış. Üstad bunu çağırmış, biraz para
vermiş ve oradan bir daha kibriti almamasını söylemiş. Bunların üzerine Hafız Murat,
Bediüzzaman'dan çok korktuğunu söylerdi.

Siyasî dehâ

Eskişehir eski müftülerinden Hafız Abdullah Efendi Üstad Hazretleri için, 'Oğlum, bir
velinin mânevi derecesi ne kadar yüksekse, siyasetteki dehası da o kadar yüksektir' demişti.
İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesi

"İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesinin Hacı Abdullah tarafından yapılması söylendiğinde


Üstad Hazretleri, 'Ne Hacı Abdullah Efendi ne de Mısır uleması ondaki îcazı yerine
getiremezler. Ondaki en ufak bir nükte bir çok meseleyi ifade eder' demiştir. Ve neticede bu
risaleyi kardeşi Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Abdülmecid Efendi de kendi
itirafıyla Üstadın feyzinin devamlı yanında olduğunu ifade etmiştir.

sh:»(s:107)

Üstadın türbe ziyareti

"Bizim köyün ismi Veysel'dir. Burada Veysel Karanî Hazretlerinin türbesi vardır.
Birgün Üstad Hazretleri ve talebeleri; Zübeyir Ağabey, Emirdağ'dan Karaalili Halim Ağa,
Mustafa Ezener, Mustafa Acet ile birlikte oraya gittik. Üstad Hazretlerinin türbeye girişi ve
dua edişi hakikaten görmeye değerdi. Sanki Veysel Karani Hazretleri orada tecelli etmiş,
zevat-ı kiram orayı istila etmişti. Öyle bir haşyet kaplamıştu. Hatta ziyaretten sonra Karaalili
Halim Ağa (Yüksel) Üstada 'Efendim, Veysel Karanî Hazretleri Yemenlider. Sıffın Savaşına
katıldığı da söylenmektedir. Nasıl oluyor da onun türbesi burada oluyor?' diye sordu. Üstad
Hazretleri de 'Biz onun makamını ziyarete geldik. Ruhu nerede olursa olsun alâ küllihal
bizden haberdardır' diye cevap verdi.

"Namık'ın annesi benim annemdir"

"Yine aynı gün Üstad, Zübeyir Ağabeyle ikimize para vererek bizi yoğurt almaya
göndermişti. Zira karşılıksız bir şey almazdı. Biz de bizim eve giderek yoğurdu aldık.
Validem güzel yoğurt yapardı. Bu arada köyümüzdeki bazı kadınlar Üstadı ziyaret etmişlerdi.
Validem de Üstadı ziyaret edip hayır duasını almak için arkamızdan geliyordu. Ben Üstadın
kadınlara fazla iltifatının olmadığını bildiğimden validemi atlatmak istiyordum. Biz arabaya
bindik. Arabayı Mahmut Çalışkan kullanıyordu.Emirdağ'a gidecek yerde araba tarla yoluna
döndü. Ben de Tokçak'ına gidecekler, Hayri Beyle görüşecekler zannettim. Sonra hatırlatmam
üzerine geri döndük. Bu sefer okulun arkasından Emirdağ'a dönecekken daha ileriye gittik.
Meğer Validem de hâlâ arkamızdan koşuyormuş. Biz tam Yavan Ahmetlerin evinin önünden
geçerken araba durdu. Üstad Hazretleri valideme iltifat ederek, 'Hafız Nâmık'ın annesi bizim
de annemiz' dedi. Üstadımızın valideme böyle iltifatta bulunması beni gayet memnun etti.
Bana dünyalar verilseydi bu kadar sevinmezdim. Böylece sevk-i İlahi ile validem de Üstadla
görüşmüş oldu.

"Biz namazın hukukunu müdafaa ediyoruz"

"Bir gün Kaymakam Mehmed Uz Bey, Vaiz olarak Hacı Ali Kılınçalp ve ben Cuma
namazı kılmak için Piribeyli'ye gittik. Yukarı Piribeyli'de Hacı Ali Efendi cumadan evvel
vaaz etti. Ben de hutbe okuyup namaz kıldırdım. Namazdan sonra Kaymakam Bey caminin
avlusunda halka hitap ediyor ve Emirdağ Lisesinin yapılması için cemaatten yardım
topluyordu. O arada Piribeyli merhum Hacı Hü-

sh:»(s:108)

seyin Efendi üzerinde ilmî kisvesi olduğu halde bana, 'Oğlum Hafız, Kaymakama bu
şekilde, hoşgeldin desem bana bir ceza tereddüp eder mi?' dedi. Ben de bu fırsatı kaçırmadım
ve buna cevaben 'Hocam, siz Bediüzzaman'ın sünnetten iki eksiği var diyorsunuz. Bugün sen
caminin içindesin ve namaza gelmişsin ve Kaymakam da dindar, üstelik sizin caminizde
yardım topluyor. Sizin bu ilim kisvesiyle bir kaymakama, hoşgeldiniz diyemiyecek kadar
sönük imanınız nerede; Bediüzzaman'ın ceberrut devrinde mahkemelerde ilmi kisvesini
çıkarmadan kükremesi nerede. Hatta Afyon Mahkemesinde ikindi namazı biraz geç kalınca
namaz kılmak izin istiyor. Hakim müsade etmiyor. Üstad Hazretleri biraz daha bekliyor, yine
müsaade istiyor. Yine vermiyorlar. Nihayette artık ikindi namazının vakti tehlikeye giriyor.
Üstad, 'Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmek için geldik'
deyip bir kükrüyor. Bediüzzaman'a ve talebelerine namaz kılmak için müsaade etmek zorunda
kalıyorlar. İşte sizin bu güçsüz imanınızla onun bu iman kuvvetini mukayese edebiliyor
musunuz?' deyince merhum Hacı Hüseyin Efendi çok doğru söylüyorsun diye gözyaşı
dökmüştü ve şöyle devam etmişti:
"Ben, bu zamanın mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir? diye kaç defa istiareye
yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben
çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve
evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Fakat ben bu
konuda büyük hataya düşmüşüm.'

"Üstad, kaybettiğim saatin parasını verdi"

"Bir gün Üstad Hazretleri bizi Kapaklı Çeşmesine götürmüştü. Burası Emirdağ'la
Bolvadin arasındadır. Biz daha önce postahaneden mektup göndermiştik. Sonra Zübeyir
Ağabeyle çeşmeden testiyle Üstada su getirdik. Döneceğimiz sırada öğle namazına ne kadar
var diye saatlere baktık. Zira Mustafa Acet imam, Osman Aydın imam, ben imam. Hepimizin
namaza yetişmesi lazım. Ben saatime bir baktım ki saatim yok. Ne kadar aradımsa
bulamadım. Üstada duyurmamaya çalıştıksa da yine o duymuş. Arabayı durdurdu ve ne
olduğunu sordu. Onun ısrarı üzerine anlattım. Nerede kaybetmiş olabileceğimi sordu.
Çeşmede düşmüş olabileceğini söyledim. Ve arabayı doğru oraya sürdürdü. Ama orada da
bulamadık. Benim yüzümü okşayarak, 'Saatine sahip ol' dedive saatimin değeri kadar bana
para verdi. Ne kadar almak istemedimse de, 'Kardeşim buraya sizi ben getirdim.
Kaybolmasına ben sebep oldum' diyerek

sh:»(s:109)

zorla verdi. Ben daha sonra saati buldum ve Üstada parayı geri iade ettim. Saati
Postahanede düşürmüşüm. Rahmetli Postacı Cemal de saatin benim olabileceğini düşünerek
bana getirmişti. Üstad iki yüzümü okşayarak 'Keçeli bir daha saatine sahip ol' dedi.

"Okuduğunuz Kur'ân'ı her yerde dinliyorum"

"Hocam Gönenli Hafız Ahmed Efendi ki; bu zat Eskişehir Oduncu Pazarı Camii
imamı iken vefat etmiştir. Ona Üstad Hazretleri 'Siz nerede Kur'an okuyor iseniz ben sizi
dinliyorum. Bu şekilde kabul et' demişti. Zira bu zat meşhur kurralardan idi. Üstad Hazretleri
onun okuduğu Kur'an'a böyle değer verirdi.

"Düzce'deki Hasan Efendi kıraat okurken, yine orada Kürkzade ve Kulaksız Şükrü
Efendi bana, 'Bediüzzaman'ın talebesi ve köylüsü geliyor' diye Emirdağlı olmam hesabiyle
bana değer verirlerdi.

"Konya Müftüsü Ömer Tekin Hocaefendi de 'Gel benim nurlu oğlum' diye
Bediüzzaman'ın talebesi olmam dolayısıyle bana iltifat ederdi. Seksen iki yaşındaki adam
ayağa kalkardı.

"Üstad Hazretlerinin her hali, her tavrı, her bakışı İslam'a hizmetti. Asırlardır izine
tozuna rastlanmayacak muhterem bir zattı. Üstad Hazretlerinin durumunu gördüğüm zaman
Peygamberimizi (a.s.m.) hatırladım. Zübeyir Ağabeyin sadakatini gördüğüm zaman Hz.
Ebubekir Efendimizi, Mustafa Sungur'un celaletine bakar. Hz. Ömer Efendimizi hatırlarım.

"Ceylan Çalışkan rahmetliyi de çok severdim. Kendisi çok zeki bir insandı. Ona 'Sen
neden imtihanlardan hep on alıyorsun' diye sormuşlar. O da 'Ondan fazla notunuz
olmadığından her zaman on alıyorum' diyerek nükteli bir cevap vermiş. Bu hazır
cevaplılığından dolayı soranları güldürmüş.

"Takipçi birisinin akıbeti"

ihtilalinde bizim karargahımız Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkanıydı. Biz


birbirimizden haberdar olmak için devamlı buraya gider gelirdik. O arada Sivrihisarlı Niyazi
Usta diye birisi vardı. Bu bizi takip eder, konuştuklarımıza kulak kabartırdı. Ben buna çok
kızardım. Hatta dövmeye bile niyetlenmiştim. Mehmed Çalışkan Ağabeye durumu anlattım.
O 'Sakın ha, onun başına birşey gelecek, ama bizden gelmesin' diyerek bizi engelledi.
Gerçekten de onun başına öyle bir iş geldi ki, bir daha kimsenin içine çıkamaz bir hale geldi.
Yüz kızartıcı bir suç sonucunda hapse girdi, evini de satarak ailesini Emirdağ'dan götürdü. Bir
daha da Emirdağ'a gelemedi.

sh:»(s:110)
"Bir gün Üstad Hazretlerini arkasında öğle namazı kılıyorduk. Üstad namaza başladığı
zaman sanki yok olmuştu. Hani Hz. Ali namaza durunca vücudundaki oku çıkarmışlardı ya,
aynen onun gibi Üstad Hazretleri de kendinden geçmişti. Onun namaz kılışını görünce
kendimden hicap duydum. O namazın lezzetini hala unutamam.

"Üstada gençlerin sevgisi"

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a geldiği zaman onun arabasını, faytonunu sürmek için
gençler sıraya dizilirlerdi. O hususta jandarmadan dayak yemeği şeref sayarlardı. Üstadı bu
kadar çok severlerdi.

"Üstada otomobil alınmazdan evvel Üstad bir yere gitmek istediği zaman arabası,
otomobili olanlar, hemen arabalarını alır gelirlerdi. Onu, nereye gitmek isterse götürmek,
onun duasını almak isterlerdi. Emirdağlıların nakliye konusunda muvaffak olmalarının sebebi
herhalde Üstadın duasına mazhar olmalarındandır.

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a 1944 yılında gelmişti. Ben o zamanlar talebeydim.


Hocam Gönenli Ahmet Efendi (r.h) bana 'Oğlum, mutlaka bu zatla görüş' demişti.

"Rahmetli babam köyümüzde Hayri Beylerle görüşürdü. Hayri Bey de Üstaddan


küçük risalelerden getirirdi, beraber okurlardı.

"Ben Üstad Hazretleriyle görüşebilmek için beş gün Suvermez'e gittim geldim.
Geceleri orada yatıyor, gündüzleri geri dönüyordum. Nihayet beşinci gün sonunda Üstadla
görüşmek kabil oldu. Ve beni talebeliğe kabul etti. Ondan sonra da münasebetlerimiz devam
etti.

"Gidip Stalin'i öldürür müsün?"

"Bir defasında Üstad Hazretleri Adaçalı'dan geliyorlar. Kibidek Çavuş denen birisi
Üstadın yakasına yapışıyor. Üstadın yanında o zaman Mustafa Acet var. Üstad silkiniyor,
yakasını Kibildek Çavuş'un elinden kurtarıyor ve Mustafa Acet'e dönerek 'Git, Stalin'i öldür
desem öldürür müsün?' diyor. Mustafa Acet Ağabey de 'Vallahi Üstadım, şimdi giderim'
diyor. Bunu üzerine Üstad Hazretleri o Kibildek Çavuş'a 'Bak, en edna bir talebem dahi
emretsem Stalin'i öldürmeye gidecek. Eğer ben istersem iki saat içinde bana zahmet
çektirenlerden intikamımı alırım. Fakat ben rıza-yı İlahi için ve bu milletin imanını kurtarmak
için çalışıyorum' diyor.

"Askere merhum Ceylan Çalışkan'la beraber gittik. O benden büyük olmasına rağmen,
daha önce, hapiste yattığı için beraber git-

sh:»(s:111)

miştik. Ben giderken Üstad Hazretleri bana şöyle demişti: 'Herhangi bir mansıba,
mevkiye elin yetişmediği zaman, ayağının altına başka vasıta bul, sakın Kur'an-ı Kerimi
vasıta yapma.'

"Askerden geldiketen sonra Üstadla yine münasebetlerimiz devam etti. Emirdağ Çarşı
Camiine geçtiğimdenn Üstad Hazretleri bana, 'Ben hiç bir yerde bu kadar uzun süre (sekiz
sene) aynı camide namaz kılmamıştım. Burada Çarşı Camiinde sekiz sene devamlı namaz
kıldım. Alâküllihal bu cami benim camimdir. Buraya benim talebelerimden bir fedai çıkması
lazımdı. O da sen oludun. Seni tebrik ederim. Benim camime imam olan aynı zaman da benim
imamımdir' diyerek iltifatta bulunmuştu.

Kabristandaki evliyalar

"Üstad Hazretleri bize daima Keçili köyü kabristanınını ziyaret etmemizi tenbih
ederdi. ' O kabristanda çok evliya var' derdi. Biz de bunun üzerine bu kabristana çok
gitmişizdir. Bir gün Mustafa Acet Ağabey, Bayram ve ben yine o kabristana gitmiştik.
Oradaki köylülere 'Bu kabristanın ne gibi hususiyetleri var da Üstad buraya bu kadar
ehemmiyet veriyor' diye sormuştuk. Köylüler de 'İstiklal Savaşinda burada çok şehit
vermiştik' diye cevap vermişlerdi.

"Üstad Hazretleri, ben Van'da askerlik yaptığımda bana 'Van Kalesine gittin mi?' diye
sordu. Ben de 'Evet Üstadım, gittim' dedim. 'Peki, Van Kalesine inerken ayağınız kaysa ne
olur?' dedi. Ben de cevaben 'Yüzde beş yüz ihtimalle düşeriz' dedim. 'Tahminen kaç minare
boyu var?' dedi. 'Beş minare boyu var diyorlar, efendim' dedim. Üstad bunun üzerine 'Benim
oradan ayağım kaydı, on-on iki metre yan tarafa fırladım, fakat bir şey olmadı. O zaman
anladım ki, korunuyorum' dedi.

"Namazın kerameti"

"Yine Hasan Hüsnü Mola diye bir zat anlatmıştı. Üstad Hazretleri Bitlis'e eli bağlı
olarak getirilirken namaz kılmak için jandarmalardan kelepçeyi çözmelerini istiyor. Onlar da
kabul etmeyince Üstad Hazretleri kelepçeyi kırıyor, namazını kılıyor. Ben de Üstada böyle bir
şeyin olup olmadığını sordum. Üstad Hazretleri 'Ben gençliğimde çok kuvvetliydim.
Kelepçeyi kırıp namazımı kıldım. Belki de namazın kerametidir' diye cevap verdi.

"O yanmaya mahkumdur"

"Afyon mahkemesinden sonra kitaplar sahiplerine iade edildiğinde paketlerin üzerinde


pullar vardı. Üstad Hazretleri bu pulları

sh:»(s:112)

toplamamı söylemişti. Zira bu pulların üzerende İnönü'nün resmi vardı. "Üstadım bu


pulları ne yapayım?' dedim. Üstad Hazretleri de, 'O pulları yak, zira o yanmaya mahkumdur '
diye cevap verdi.

"Bir Ramazanda Üstad tarafından teravihten sonra sahura kadar Kur'an hatmi
indirmem emredilmişti. Mustafa Acet Ağabey risale yazıyor, Zübeyir Ağabey gündüz
hizmetlerde bulunduğundan ve rahatsız olduğundan yatıyordu. Kastamonulu Hüsnü ise henüz
küçük talebe idi. Her gün teravihten sonra geliyor Üstad Hazretleriyle sahura kadar Kur'an
okurduk. İki günde bir hatim indiriyorduk. Sonra evlerimize gidip sahur yemeğini yiyor,
camiye mukabele geliyorduk.

"Ben bütün Nur talebelerini görüyorum"


"Kadir gecesi Üstad Hazretleri iki-üç defa yanımıza geldi. Zübeyir Ağabey ayakta
duramayacak kadar hasta olduğundan yatıyordu. Üstad 'Kalk keçeli' diye onu kaldırıyordu.
Yine sahurdan önce son gelişinde sedire oturdu. Neşeli bir şekilde sol elini sağ elinin karşısına
dikerek 'Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum. Onların bütün nefes alışlarını
dinliyorum' diye neşeli bir şekilde konuştu.

"Emirdağ'dan dünyaya bir hakikat ilan edilecek"

"1944'te Üstad Emirdağ'a geldikleri zaman Seydi Koçer Ağabey üç gün oruç tutuyor,
hayvansal besinlerden yemiyor. Sonra da Üstadı ziyerete gidiyor. Ve içinden de Üstad
Hazretlerinden himmet bekliyor. Üstad ona dikkatli bir şekilde bakıyor. Seydi Ağabey bunu
İbrahim Kantar Ağabey'e anlatıyor. İbrahim Ağabey de üç gün oruç tutuyor, hayvansal besin
yemiyor ve Üstad Hazretlerinin yanına gidiyor ve içinden himmet dileğinde bulunuyor. Üstad
Hazretleri ona 'Bak kardeşim, Emirdağ'dan bir kısım insanlar bize hizmet edecekler ve bütün
dünyaya buradan bir hakikat ilan edilecek' diyor. Ve kısa bir süre sonra Afyon mahkemesi
oluyor, İbrahim Ağabey tahliye olduğu halde Emirdağ'a gitmiyor, Üstadın dış hizmetlerinde
bulunuyor.

"Gönenli merhum Hafız Ahmet Erok bize, 'Oğlum, bir velinin büyüklüğü onun
karşısındaki muarızlarıyla ölçülür. Koca Sultan, karşısında bütün dünya dinsizliğini almıştır'
diyerek ağlamıştı.

"Mustafa Acet Ağabey anlatıyor: 1950'lerde evvel şekerin bulunmadığı zamanlar şeker
aramaya çıkıyoruz. Bir türlü bulamıyoruz. Eve döndüğümüzde bir bakıyoruz ki, rafta kiloluk
kese kağı-

sh:»(s:113)

dıyla şeker var. Üstad bunu görüyor. Kimin getirdiğini soruyor. Biz de bilmediğimizi
söyleyince 'Fesübhanallah, her neyse' diyor.

"Üstad cuma günleri banyo yapardı. Bir kış günü Üstad Hazretleri mangalın üzerine
ibrikle su koydu. Baktım ki, mangalda sönmek üzere olan bir közden başka ateş yok. Bunu
Üstada söyleyince, Üstad Hazretleri ısrarla koymamı söyledi. Sonra tenekeyi getirdi,
mangalın yanına dayadı. Ben içimden gülüyordum. Bir kaç dakika sonra Üstad Hazretleri
elini tenekeye vurdu ve 'Fesübhanallah, su ısınmış' dedi.Ben inanmayacak oldum. Baktım, su
banyo yapacak derecede mükemmel bir şekilde ısınmış.

"Üstad Hazretleri bir şey sipariş ettiği zaman bir kutunun içinden para çıkararak
verirdi. Bir gün baktım ki kutuda para yok. Üstad kutunun kapağını tekrar kapadı, bir şey
daha ısmarladı ve kutudan içinden yine para çıkarıp verdi. Bunları bizzat gördüm.

"Üstad cinlere ders veriyordu"

"Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir
gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş,
karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan
anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim.
Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmiyeyim' dedi.

"Merhum Mustafa Bilal anlatıyor: Üstad Hazretleri Emirdağ'a gelmezden evvel


rüyamda 'Bediüzzaman geliyor, Mehdi geliyor' dediler. Ve baktım camiye birisi girdi.
Ayakları yerde, başı tâ kubbeye varıyordu. Boyu bu kadar uzundu. Daha sonra Üstad
Hazretleri Emirdağ'a teşrif ettiler.

"Bediüzzaman'ın tokadı ve İnönü'nün seçimi kaybetmesi"

"Yine Mustafa Bilal'in yakın akrabalarından Hasan Usta anlatmıştı: '1950 seçimleri
olurken ben ağır hastaydım. Yarı uyur-yarı uyanık haldeyken, 'Bediüzzaman geldi, Mehdi
geldi, Said bin Mirza geldi' dediler. Sonra baktım, Afyon Kalesinin önünde yüksek bir taht
kurulmuş ve İnönü büyük bir kalabalığa hitap ediyor. Sonra 'Mehdi çıktı' diye bir ses işitilidi.
Ve kaleden birisi çıktı, dolanarak geldi. İnönü konuşurken ona öyle bir tokat akşetti ki, İnönü
tepe taklak kürsüden yuvarlandı ve yere düştü, ben de bu sırada uyandım. Daha sonra İnönü
seçimlerde ağır bir yenilgi alarak seçimleri kaybediyor.

sh:»(s:114)
"Ben ilk zamanlar şapka giyiyordum. Bana birçok Nur talebesi şapkayı çıkarmamı
söylemişlerdi. Ben ise çıkarmaya sıkılıyordum. Bir gece rüyamda. 'Üstad Hazretleriyle bir
yere çıkıyoruz, elini benim omzuma atıyor. Bakıyor ki, başımda şapka var. Elinin tersi ile
şapkamın güneşliğine vuruyor. Şapkayı gökyüzünde hayal-meyal görüyorum, daha sonra
şapka tepesi aşıp kayboluyor.

"Yine bir gün rüyamda, geniş bir sahanın ortasında bir tepeciğin üzerinde ben cemaate
mukabele okuyorum. Bir ara, 'Peygamberimiz (a.s.m.) geliyor' dediler. Derken
Peygamberimiz (a.s.m.) başı göklere değiyor bir şekilde yanımıza geldi. Cübbesini açtı,
cemaati içine aldı. Nihayet ben okumayı bitirdim. Peygamberimiz (a.s.m.) de cübbesini
toplayıverdi. Daha sonra o bir anda Üstad Hazretleri oldu. Ben de elini öptüm. Uyandığımda '
El-ulemâu veresetü'l-enbiya' hadisi aklıma geldi. Demek ki, Üstad Hazretleri sünnete tam
ittiba etmekle bu zamanda irşad vazifesiyle memurdur, diye kendime göre yorum yaptım.

"Bediüzzaman feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor"

"Nazilli'de Şeyh Hacı Ali Efendi isminde muhterem bir zat vardı. Benim de tayınım
Konya Doğanbeyli'ye çıkmıştı. Tayinimin Nazili'ye çıkmasını istiyordum. Nazilli Müftüsü
Mehmed Ali Sula ile beraber bana yardımcı olması için bu Şeyh Efendinin yanına gitmiştik.
O sırada değişik yerlerden başka kimseler de gelmişti. Onlar benden yaşlı oldukalarından
onlara yer gösterdi. Ben Emirdağlıyım deyince beni yanına oturttu. 'Bediüzzaman'ı tanıyor
musun?' diye bana sordu. Bende tanıdığımı söyledim. Üstad Hazretlerinden uzun uzun
bahsetti. 'Evladım, biz makamımızın altındakilerin derecesini taktir edebiliriz. Makamımızın
üzerindekilerin ise derecelerini taktirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile
tarikiyle seyr-i sülûk ediyoruz. Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerine intisablıyım.
Bediüzzaman'ın kolu o kadar uzun ki, feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor' dedi.

Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye karşı Ege taaruzu diye bir
güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi'ni kurdu. Bunları Üstad
Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde 'Menderes dindarlarla beraber olursa
karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı
Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-
yetmişinin hakiki dindar olması lazımdır' demişti.

sh:»(s:115)

"Üstad Hazretleri Bitlis'te Ulu Camiin minaresine çıkarak şerefenin korkulukları


üzerinde yürümüş. Ceylan Ağabey Üstada bunu neden yaptığını soruyor. Üstad Hazretleri de,
'Kimsenin yapamadığını yapmak için yaptım' diye cevap vermişti.

"Risale-i Nur bütün tarikatların fevkindedir"

"Emirdağ'da Hacı Abdullah diye mâruf bir zat vardı. Bu zat Muttalip şeyhinin müridi
idi. Aynı zamanda Risale-i Nur'a da büyük hizmetleri olmuştur. Ben ona sordum: 'Siz hem
tarikata mensupsunuz, hem de Risale-i Nur talebesisiniz. Bunun ikisine de gerek var mı?
Veyahut biz de tarikata girsek nasıl olur?' O da bana cevaben, 'Kardeşim, biz daha evvel
intisab ettiğimiz için devam etsinler diyor. Biz de devam ediyoruz. Fakat şunu da söyleyeyim
ki, Risale-i Nur bütün tarikatların fevkindedir.' demişti.

"Menderes'le Bediüzzaman'ın selamlaşması"

"Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ'a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla
yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstadın
evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum
Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten
iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes'e selam verdi. Bu sırada öyle bir
alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oyunuyordu.

"Afyon Hapishanesinde Kasap Tahir isminde birisi vardı. Bu birisinin başını kesmiş
ve idama mahkum olmuştu. Fakat henüz idamı infaz edilmemişti. Bu, hapishanede Üstadı
ziyarete gitmişti. Üstad buna 'Sen öldürülmeyeceksin ' diyor. Gerçekten de 1950 yılında bir af
çıkıyor, o da bu aftan yararlanarak idam olmaktan kurtuluyor.
"Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam olunca, Üstad Hazretleri iki-üç gün hiç dışarıya
çıkmıyor, daima odasında oturuyormuş. Mustafa Sabri Efendi bunu üzerine Üstadın yanına
çıkarak ne yaptığını sormuş. Üstad Hazretleri de, 'Meşgulüm, meşgulüm, nefsimi terbiye ile
meşgulüm' diye cevap vermiş. Mustafa Sabri Efendi 'Nefsinin neyiyle meşgulsün?' diye
sorduğunda Üstad şöyle diyor: 'Nefsim bana diyor ki; 'Sen şeyhülislamlığa her hususta
Mustafa Sabri Efendiden daha layıksın, sen varken neden onu şeyhülislam yaptılar?' Ben de
ona diyorum ki; 'Eğer bu görev sana nasip olsaydı, hiçbir kimse buna engel olamazdı. Demek
ki, sana nasip değilmiş, hakkına razı ol. Oturduğun yerde otur."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:116)

sh:»(s:117)

ISPARTA ŞAHİTLERİ-2

(1951-1960)

sh:»(s:118)

sh:»(s:119)

SAİD ÖZDEMİR
"Dedem Üstadı çok severdi"

"Dedem Tillo'da M. Siyye Camiinde imamdı. Üstaddan sitayişle bahsederdi. Üstada


derin bir muhabbet ve itimadı vardı.

"Ankara'ya 1938'de geldim. 8 yaşında idim. Türkçe bilmiyordum. Ana dilim Arapça.
Hususî olarak Türkçeyi 7-8 ay kadar çalışarak öğrendim. 1. ve 2. sınıfları verdim ve 3.
sınıftan başladım okumaya. İlk, orta ve lise bittikten sonra İTÜ Makina Bölümünde 2 yıl
okudum. Bir rahatsızlıktan dolayı tekrar Ankara'ya döndüm. Pederede artık okumayacağımı
söylemiştim. İş arıyordum. Dini konularda kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Sonunda
Diyanette bir iş buldum. 1950' de A. Hamdi Akseki bizzat beni imtihan etti. Akseki'nin
sorduğu suallerden birisine veridiğim cevap hoşuna gitmişti ve beni memur olarak işe aldı.
Suali şu idi: 'Kur'ân-ı Kerim radyodan kahvehanelerden okunuyor. Bu günah olmaz mı?'

Ben de dedim: 'Kelâm-ı İlâhî kahvede okunursa belki oradakilerin ıslâhına vesile olur.
Orada okunması Kur'ân'a bir nakise olmaz."

"Üstada muhabbetim vardı"

"O arada Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur'la görüşüyorduk. Bana küçük eserlerden
verdiler. Bunlar Telvihat-ı Tis'a ve Gençlik Rehberi v.s.

"Üstada muhabbetim vardı. Bir ara Hicaz'a gitmeye niyetlendim. Kitaplarımı sattım. O
sırada Diyanette İskender Göçer diye biriyle tanıştık. Bu zatla aramız çok iyiydi. Hârika
şeyler gördüğünü anlatıyor, bütün peygamberlerin hayatlarını gözlerinin önüne getirildiğini,
hangi peygamber nerede, nasıl mücadele ettiğini kendisine gösterildiğini söylüyordu.
Kendisine sürekli mânevî telkinat yapıldığından bahsediyordu. Âl-i Beyt kendisiyle meşgul
oluyormuş. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kendisine harp talimi yaptırıyorlar-

sh:»(s:120)
mış. Hz. Âlişe ve Hz. Fâtıma da kendisine cübbe ve takke takıyorlamış ve ileride
mehdi olacağını, Mekke'den çıkıp bütün dünyayı ıslah edeceğinin söylüyorlarmış.

"Bu arada ben de gençlik sâikasıylı âdeta ona intisap ettim. Aramızdaki münasebet
şeyh mürit gibi idi. 'Mehdiyi bulduk' diye ona çok yakın alaka peyda ediyordum.

"Seni bana Allah yolladı"

"Bir ara Konya'ya gideceğini , bir ay kadar orada kalacağını, bazı işlerinin olduğunu
söyledi. Birlikte gittik. O anlatıyor, ben dinliyordum. Her zaman Hz. Peygamberle
görüştüğünü anlatıyordu. Bir taraftan da içimde şüphe vardı. 'Acaba' diyordum, 'doğru yolda
mıyım?' Bunu bilse bilse Bediüzzaman Said Nursî bilir diye Üstada gitmek için İskender Beyi
de ikna ettim. Peder de önceden tembihlemişti, 'Gideceğiniz zaman bana da haber verin' diye.

"Üçümüz yola çıktık, Isparta'ya Konya yoluyla gittik. Yatsıdan sonra Isparta'ya varıp
Üstadın evini aradık ve bulduk. Ben, 'Geceleyin otelde kalıp sabah gidelim' dediysem de,
peder 'Hemen gidelim' dedi. Fitnat Hanımın sahibi bulunduğu Üstadın evine gittiğimizde,
İskender Bey, 'Ben mehdiyim, peygamberlerin selâmı var, görüşmek istiyorum' dedi.

"Kapıya çıkan Sungur Ağabey ise, Üstadın istirahatte olduğunu, bu saatte rahatsız
edemeyeceklerini söyledi ise de dinlittiremedi. O gitti, Bayram Ağabey geldi. İskender Bey
aynı şeyleri ona söyledi. O da Üstadı bu saatte rahatsız edemeyeceğini söyleyerek yarın
gelmemizi istedi.

"Bunun üzerine İskender Bey kızdı, 'Nasıl olur, ben buraya kadar gelirim de
görüştürmezsiniz, içeri almazsınız, bir daha da gelmem' dedi.

"Otele gittik. Sabaha doğru bir rüya gördüm. Rüyamda Üstadın huzurundayım. Üstad,
İskender'in başına eliyle bir çarpı işareti yaptı. Sabah namazından sonra Üstad, Ceylan
Ağabeyi bize yollamış. Nerede olduğumuzu onlara söylemiştik. Ceylan Ağabey, 'Üstadım
acele sizi istiyor. Yalnız üç kişi değil, iki kişi geleceksiniz' dedi.

"İskender Bey, 'Ben zaten gelmiyorum' dedi. Biz iki kişi gittik. Üstad bizi kucakladı.
Ve '70 senedir oradan (Tillo'dan) bir yardımcı vermesi için Allah'a dua ediyordum ve bir
yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı' dedi. Ve 'Sizi Arabistan v.s. yerler namına da
kabul ettim' dedi.

sh:»(s:121)

"Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye'dir"

"Ben ise Hicaz'a gitmek istediğimi söyleyince 'Niye?' diye sordu. 'Efendim' dedim,
'memleketin halini görüyorsunuz. Gittikçe daha fenalaşacak. Orada olsam çocuklarım da
kurtulur, ben de' dedim.

"Kardeşim', dedi, 'Ben orada olsam buraya gelirdim. Alem-i İslâm kapısının kilidi
Türkiye'dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat'iyen buradan gitmek için izin
yok' dedi.

sh:»(s:122)

"Daha sonra, 'Atıfı (Ural) tanıyor musun?' dedi. 'Yok' deyince, 'Onunla tanışş ve
hemen hizmete başla' dedi. 'Peki' dedim.

"Mecmuatü'l-Ahzâb'ı da beraberimde getirmiştim. 'Bu ne?' dedi. 'Biliyorsun ben


hediye kabul etmem.'

"Ben de, içinde Mecmuatü'l-Ahzab olduğunu, 'içindeki Celcelutiye'de Süryanice


isimler bulunduğunu, bunları kendisinden ders almak için kitabı getirdiğimi söyledim. Üstad,
'Sonra onları yaparsın' dedi.

"Dışarı çıkarken peder, Üstada İskender Beyden bahsetti. Üstad da onun için 'Meczup
biri' dedi. Ondan sonra ben de o zattan koptum. Bu ziyaret benim için mecaziden hakikiye
geçiş oldu. Sonra kızıma rüyasında, 'Baban Mehdinin elinden tuttu' demişler.

"Gözlerim arkada kalmaz"


"Ankara'ya döndükten sonra Atıf kardeşle tanıştık (1952). Yeni yazıyla Onuncu
Söz'ün teksirini yapıyordu.

"Sonradan Isparta'ya gittiğimizde, Üstad Büyük Sözler'i matbaada basmamız için


verdi. Sözler daktilo edilmiş dosyalar halindeydi. 'Maya (sermaye) yaparsınız' diye 600 lira
verdi.

"İlk defa Sözler'i Ankara'da Ayyıldız Matbaasında bastırdık. Daha sonra Doğuş
Matbaasına geçtik. Matbaa ile öyle haşir neşir olduk ki, orada yatıp kalkıyorduk.

"Kitap, formalar halinde Üstada gidiyordu. Üstad tashih ettikten sonra biz basıyorduk.
Tashih şu şekilde yapılırdı: Kardeşlerden biri yeni yazı ile yazılmış kitabı okuyor, Üstad da
takip ediyor, yanlış varsa düzelttiriyordu.

"Formalar için Üstad çok seviniyordu. Kim getirirse getirsin, derhal içeri alıyordu.
Sözler'i ciltletip Üstada götürdük. Üstadda bir annenin çocuğuna kavuşma sevinci vardı. 'Ben
vazifemi yaptım, gözlerim arkada kalmaz' diyor, gözleri yaşarırcasına seviniyordu. Fiyatını
sorup kendi eseri olan bu kitaba çıkarıp 25 lira verdi. Ve 'Her 25 lirayı verene bu kitabı
vermeyin, 25 kişiye okutacağım diyene verin' dedi.

"Üstadla birçok defa görüştük. Görüşmelerimizde hep neşriyatın ehemmiyetini ve


nasıl yapılması lâzım geldiğini anlatıyordu.

"Bir defasında Mektubat'ı basıyorduk. 'Mu'cizat-ı Ahmediye'yi ayrı basalım' dedim.


Üstad ise, 'Bu diğeriyle bir kuvvet teşkil eder, ayrı basmayın' dedi. 'Rumuzat-ı Semaniye'de
Vahhabiler hakkındaki kısmı da basmamamızı söylemişti. Biz de basmamıştık.

sh:»(s:123)

"Sonra Lem'alar, İşâratü'l-İ'caz ve Tarihçe-i Hayat'ı basmamız için verdi. Tarihçe-i


Hayat'ın basılmasından dolayı bizi mahkemeye verdiler. En son, Üstadın, 'Said meşveretle
neşredebilir' dediği Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi bastık. O zaman Üstad Ankara'ya geldi. Beyrut
Palas'ta kaldı. Orada Sikke-i Tasdik-i Gaybî için 'Bunun hasların haslarına verin' buyurdu.
Yani herkese vermememizi söylüyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybînin basılması üzerine bizi içeri
aldılar, 33 gün içeride kaldık.
"Kardeşim yatağımda yat"

"En son Üstadı ziyeretim Sikke-i Tasdik-i Gaybî üzerine oldu. O ziyarette Üstad,
'Kardeşim, bugün benim yatağımda yatıp, benim yemeğimi yiyeceksin' dedi.

"Ders yaptık. Akşama yakın biz diğer odalara ayrıldık. Kendisine getirilen yemeğin
yarısını kendisi yiyip diğer yarısını da bana yolladı ve 'Kabı bana lâzım' diye nükte yaptı.

"Sonra Üstad kendi yorganını getirdi ve ben o yorganla yattım. Ayrılırken, Üstad
balkona çıkıp beni uğurladı.

"Sonra Ankara'ya gittim, bir müddet sonra bizi hapse attılar. Üçüncü gün olmuştu ki,
Üstadın Urfa'da vefatını duyduk. Hapiste olduğumuz için cenazeye gidemedik.

"Üstadla geçen bir yolculuğumuz"

"Üstad hayatta iken İzmir'de bir mahkememiz vardı. Atıf kardeşle birlikte gittik.
Dönüşte Isparta'ya uğradık. Ramazan'dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders
yapıyordu. Biz de iştirak ettik.

sh:»(s:124)

Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla
dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı.

"Bana dedi: 'Yarın yalnız seninle Ankara'ya gideceğim.' Biraz sonra tekrar aynı şeyi
söyledi. Sabah, 'Arabayı hazırlayın' dedi ve 'Zübeyir bana lazım' diyerek Zübeyir'i de aldı.
Üstad, Atıf, Zübeyir ve Hüsnü (şoförlük yaptı). Isparta'dan Konya'ya gittik. Emniyet haber
almış, halk da bunu duymuş ve toplanmıştı. Bana 'Sen konuşacaksın' dedi. Daha sonra
konuşmadan bir kardeşin evine gittik.

"Üstad, yolda 31 Mart hadesesini anlattı. 'Beni, pencerenin önüne getirmişlerdi. 18


kişinin asıldığı görünüyordu. 'Seni de asarız gibisinden' beni buraya getirmişlerdi. Allah'ın
izniyle yaptığım müdafaadan sonra berat verdiler. O anda mahkeme reisi Hurşit Paşa
hiddetlendi, ayağa kalktı ve 'Sen de mürteci imişsin' dedi. Ben, 'Paşa, paşa! Gözlerini
muvahhidinin kalemlerinin uçlarıyla patlatırım' dedim.' Daha sonra Üstad 'On bir buçuk
cinayeti ' ifade etmiş.

"Aynı hatırayı Sadık Başgöz de bana anlatmıştı. Sadık Beyin babası müftü idi. Üstadla
o zaman Erzincan'a gitmişler. Müftülük kütüphanesinden hangi kitabı çıkardıysa, Üstadın
kitabı ezbere okuduğunu görmüş. Sonra Şerhü'l-Mevakıf'ı çıkarmış. Üstad, 'Ona da bir zaman
nazar etmiştim' demiş ve başlamış ezbere okumaya.

Mart hapsinde Üstada eziyet yapmaya geliyorlar. Onlar daha kapıya yanaşır yanaşmaz,
Üstad, sandalyeyi kaptığı gib 'Ey ekpekü'l-küpeka... ' diyor ve onlara mani oluyor. Sandalyeyi
vuruyor mu, vurmuyor mu, hadisenin teferuatını bilmiyorum.

"Üstad daha sonra Millet Meclisindeki hadiseyi anlattı:

"Ankara'ya geldiğim vakit bazı mebuslar yüzlerini Garba döndürmüşler, Garplılaşma


temayyülü ve hevesiyle İslâmiyete lakayıt kalmışlardı. (O vakit Üstad, malum on maddelik
broşürü neşredin-

sh:»(s:125)

ce camiye gelenler kalabalıklaşır. Ben broşürün aslını görmedim.) O zaman duydum


ki, Reisicumhur çok kızmış. Kürsüye çıktı, 'Alim ve fazıl bir zat vardı. İstanbul'dan buraya
çağırdık ki, yüksek fikirlerinden istifade edelim, fakat o geldi, namaza dair şeyler yazdı,
içimize fitne verdi' dedi. Ben bunun üzerine söz hakkı istedim, vermediler. Sonra koridora
çıktım, baktım ki karşıdan geliyor, kendisine, 'Paşa! Paşa! Namaz kılmayan hâindir. Hâinin
hükmü merduddur' dedim ve iki parmağımı yüzüne doğru uzattım.

"Bunun üzerine, 'Hocam, onu size söylemedim, siz yanlış anladınız ' diye yalan
söyledi ve bana tarziye verdi' dedi.

"Üstadla birlikte yola devam ettik, yolda abdest aldı. Abdest suyunu ben döktüm. Bu
arada baktım ki, ayağının iki parmağı bitişik. Yolda giderken, 'Kardeşim ben
konuşamayacağım. Benim yerime sen konuşursun' dedi.
"Üstadın Mevlâna'yı ziyareti"

"Konya'ya vardık. Taksi gelip, meydanda durdu. Birden bire taksinin etrafı bulut gibi
kapandı. Şoföre, Abdülmecid Ağabeyin evine gitmesini söyledi. Abdülmecid Ağabeyin evi
Konya'da, şimdi Turizm Müdürlüğünün arkasında bulunuyordu. O da yola çıkmış geliyordu.
Arabanın açık olan camından Üstadla bir müddet görüştüler.

"Bu arada kalabalık gittikçe artıyordu. Polisler kalabalığı dağıtmak için halkı joplarla
dövmeye başladı. Halkı dağıttıktan sonra bizi de taksiden çıkararak dövmeye başladılar.
Zübeyir Ağabeyi zorla jipe bindirmeye çalışıyorlardı. Ben polislerden kurtulup Üstadın
yanına geldim. Üstad gelen polislere saatini göstererek, 'Ben namaz kılacağım' dedi. Öğle
namazını Selimiye Camiinde kıldık.

"Üstad 'Mevlânâ'yı ziyaret edeceğim' dedi, fakat polisler müzenin açık olmadığını
söylediler. Müze Müdürü Mehmet Önder oradaydı. 'O vazife bana ait, ben hususi olarak
gezdireceğim' dedi. İçeriye girdik. Üstad, 'Ben yalnız gezmek istiyorum' dediyse de, halk ve
sivil polisler Üstadı yalnız bırakmıyordu. Biraz yürüdükten sonra sandukaların olduğu yere
geldi, kıbleye yönelerek dua etti, hem de bir taraftan ağlıyordu.

"Üstadın polislere teşekkürü"

"Daha ileri gitmedi, dışarı çıktı. Şişman bir komiseri yanına çağırdı. Kemal ismindeki
bu komiser gelmedi. Başka bir polis çağırdı. O geldi. Ona şunları söyledi:

sh:»(s:126)

"Ben size teşekkür ediyorum. El öptürmek bana azaptır. Buna engel oldunuz. 28 sene
hapishaneler, tazyikler, tevkifler, işkenceler ile bu memleketin asayişine hizmet ettim. Siz
maddi olarak bu memleketin emniyet ve asayişine hizmet ediyorsunuz; ben ise mânevî olarak
hizmet ediyorum. Biz bin savcı ve bin emniyet müdürü kadar hizmet etmişizdir. Onun için
bize bir vazife arkadaşı olarak bakın, başka gözle bakmayın. Bunu bütün arkadaşlarına söyle.'
Üstadın Ankara'ya gelişi

"Daha sonra bana dönerek, 'Ankara'ya gelecektim, fakat bu hadiseler gösterdi ki, daha
vakti gelmemiş. 'Üstad Emirdağ'a gitti, ben de Ankara'ya döndüm.

"Üstadın Ankara'ya ilk gelişinde Bend Deresi'ndeki dershaneyi özel olarak hazırladık.
Kendisine dershaneyi hazırladığımızı söyledik. Fakat Üstad, 'Şimdiye kadar bütün
seyahetlerimde otelde kaldım. Orada kalacak olursam, başka yerdeki kardeşler; 'Bize niçin
gelmedi?' der' diye kabul etmedi, 'Yalnız sen oradaki yorganı getir' dedi. Kendisi Beyrut Palas
Otelinde kaldı.

"Birçok kişi Üstadı ziyaret ettiler. O zaman otele kardeşlerden ortak olanlar vardı.
Otelin içi ve dışı kordon halinde polis ve jandarma tarafından tutulmuştu. Üstad o zaman bu
hali görünce, 'Bizden ne tevehhüm ediyorlar? Burada bizi parça parça da etseler, biz yine
asayişe dokunmayacağız. Çünkü masumlar zarar görür. Kur'ân tutan hiçbir el masumların
zararına harekette bulunamaz.'

"Üstad bir müddet bu otelde kaldı. Bazı milletvekilleri geldiler. Onlara bazı
tavsiyelerde bulundu.

"Üstadın ikinci gelişinde Bahçelievler'de bir ev tuttuk, telefon çektirdik. 'Üstad, ben
burasını çok sevdim. Bir müddet kalacağım' dedi ve burada üç gün kadar kaldı. Polisler yine
rahat bırakmıyordu. Evin sahibi bir kadındı. Polislere, 'Benim evime kimler gelmişde böyle
yapıyorsunuz?' diye çıkışmıştı.

"Menderes bizi anlamadı"

"Üstad Ankara'ya üçüncü defa gelmeyi arzu ettiklerinde bizim haberimiz yoktu.
Emniyet haber almıştı. Bir tedbir olarak eve geldiler ve bizi nezarete aldılar. Bu arada İsmet
İnönü'nün, 'Menderes Said Nursi'yi seçim propagandası olarak Ankara'ya getiriyor' şeklindeki
sözleri gazetelerde yar aldı.

"Bunun üzerine Dahiliye Vekaleti, Üstadın Ankara'ya sokulma-

sh:»(s:127)
yacağı kararını almışti. Üstad, Ankara- Gölbaşı'na geldiğinde polisler tarafından
arabasını çevirirler ve Üstada emri bildirirler. 'Biz emir kuluyuz, emri tatbik ediyoruz' diye
mazeretlerini söylerler. Üstad onlara, 'Ben suçlu değilim, aranmıyorum, o halde sizin
kanunlarınıza göre her yere seyahet etme hürriyetim var. Sizin yaptığınız keyfî bir harekettir.
Ben sizin kanunlarınızı dinlemiyorum. Yalnız benim altmış senedir tatbik ettiğim bir
düsturum var: Asayiş bozmamak. 'Üstad oradan geri döner. Polatlı'ya kadar polisler onu takip
ederler.

"Daha sonra bizi de nezaretten çıkardılar. Tabii biz ne olduğunu anlayamamıştık.


'Daha sonra öğrenirsiniz' diye bizi serbest bıraktılar.

"O gece hadiseyi öğrenince, otobüse atlayıp, Üstadın yanına gittim. Beni görünce,
'Menderes bizi anlamadı. Ben yakında gideceğim, Onlar-ellerini ters çevirerek- tepetaklak
olacaklar' dedi.

"Ben Üstadın Menderes'e dua ettiğini biliyordum. Isparta'da bir sabah ders yaparken,
'Kardeşlerim, ben bu gece Menderes'e dua ettim' dedi. Daha sonra öğrendik ki, Menderes o
gece İngiltere'de uçak kazası geçirmiş, fakat kurtulmuştu.

"Vaaz kürsüsünde ders yaptık"

yılları. Ankara'da Hacıbayram Camiinde sabah namazından sonra Risale-i Nurdan


okumaya başladık. Her sabah kürsüye çıkıp, 'Şimdi Bediüzzaman'ın Sözleri kitabından ders
yapacağız' diyorduk. Böylece orada Sözler, Mektubat ve Lem'alar'ın yarısına

sh:»(s:128)

kadar geldik. Daha sonra bu tatbikatımı Üstada anlattım. Üstad, 'Siz de böyle yapın'
dercesine, gelene gidene bunu anlatıyordu. Bunun üzerine birçok şehirde Risale-i Nur
okunmaya başlandı.
"Ankara'daki reklâm hâdisesi şöyle oldu. Erzincanlı Refet Kavukçu kardeşe levhalara
vecizeler yazdırdık. Bunları belediye otobüslerine astık, bir hafta kaldı. Garaja da astık.
Garajda asılanların hâlen resmi vardır. Belediye işletme müdürü beni çağırdı. 'Siz ne
yapmışsınız?' diye bana çıkıştı. Ben, 'Paramızla reklam yaptık' dedim. 'Alın paranızı' dedi.
Levhaları istedim, vermedi. On beş sene sonra bir marangozhanede buldum. Hâlâ saklıyorum
onları.

Radyoda Risale-i Nur reklamı

"Radyo ilânı da şöyle oldu. Bir reklâm pusulası yazıp Radyo Dairesine götürdüm.

"Oradakiler normal olarak kelimeleri saydılar. Otuz kelime vardı. Üç gün çıkmasını
istedim. Vakit olarak da herkesin evine döndüğü yemek ve istirahat vakti olan akşam 7-7.30
sıralarında olmasını istedim. Bu arada bütün kardeşlere haber verdik. Üstad da dinlemek için
odasından arabaya inmişti. Saat gelince spiker, 'Risale-i Nur müellifi büyük İslâm mütefekkiri
Said Nur. Sözler, Lem'alar, Mektubat, İşaratü'l-İ'caz, Asa-yı Musa çıkmıştır. İsteme adresi:
'PK 444, Ulus-Ankara' diye metni okudu.

"Ertesi gün herkes yine radyo başında. Fakat saat gelip geçmesine rağmen çıkmadı.
Hemen Radyo idaresine gittim. 'Para verdiğimiz halde reklâmlarımız niçin çıkmadı?' diye
sordum.

sh:»(s:129)

"Radyoda 20 dakika konuşma yaptım"

"Siz bizi aldatmışsınız. Köşkten bizzat Reisicumhur telefon etti. Bizi bir güzel payladı.
Paranızı alın, bir daha olmaz' dediler. Fakat bu tek reklâmın büyük tesiri oldu. Birçok
beraatlere vesile oldu. Mahkemede, 'Efendim devlet radyosunda reklâmı yapılan bir eser nasıl
yasak olur?' diyorlardı. Hakim, Radyo Dairesinden sorunca, 'Evet yapıldı' diye cevap alınca
beraat veriyorlardı.

"Risale-i Nurları basmak için kâğıt bulamıyorduk. Kâğıt için İzmit'e gittik. Haberini
almışlar. Bize kâğıt vermediler. Tartışma çıktı, müdüre kadar çıktık, yine de alamadık. 'Biz bu
memleketin evlatlarını kurtarmaya çalışıyoruz, onlar bize kâğıt vermiyorlar' diye çok kızdım
ve üzüldüm. Deniz kenarında gezmeye çıktım. O günlerde Üsküdar Vapuru battı. Vapurda
200-300 çocuk varmış. Onların babaları Ankara'da bir mevlid okutmaya karar verdiler.
Mevlid radyodan veriliyordu. Ben vaizdim. 'Bir konuşma yapayım' dedim. Radyo İdaresinden
birisi geldi. 'Hocam sizin konuşmanız iptal edildi' dedi. Çünkü Radyo İdaresi konuşma
metnini görmemişti. Gelenlere, 'Kardeşim geç kaldınız, ben başlıyorum' dedim ve başladım.
Ayrılan süre 10 dakika olmasına rağmen, 20 dakikayı geçti.

"Üstada telgrafla haber vermiştim. O da arabada dinlemiş. Ve çok sevinmiş. Hadise


ertesi gün gazetelerde yer aldı. Ulus gazetesi, 'Nurcular dün gece cihad ilân ettiler' diye
manşet attı. Daha sonra polisler bir çok arama yaptılar.

"Çanta arama emri"

"Emirdağ'da en son ziyaretimde Üstad şu tavsiyede bulundular. 'Kardeşim, hizmeti


düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet,
muhabbet, ittihat ve tesanüttür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım
olan budur.

"Birgün, İstanbul- Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki medreseye polisler geldi. Arama


yaptılar. O günler İçtihad Risalesesinin Eskişehir'de basımına hazırlık yapıyorduk. Benim
çantada İçtihad Risalesinin dizgi klişeleri vardı. Eğer çantayı yakalatırsak kitapların nerede
basıldığı öğrenilecek, evraklar ile malzemeler elden gidecekti. Ben çantayı arkama sakladım.
Bunu polislerden birisi gördü. Çantayı aramak üzere istedi, ben arama emri olmadan çantanın
aranamayacağını söyledim.

"Polis, 'Çanta arama emri mi olur?' dedi ise de, ben direttim. Bunun üzerine, 'O zaman
hepiniz karakola gideceksiniz' dediler.

sh:»(s:130)

"Bizi İstanbul Emniyetine doğru götürdüler. Benim kucağımda çanta vardı.


Kaçacağımı anladılar, diğerlerinden çok beni kontrol ediyorlardı. Bizi Birinci Şube'de en üst
kata çıkardılar. Bir polise teslim ettiler. Kayınbiradere, 'Ben gideceğim' dedim ve üzerimdeki
adres defterlerini ona verdim. Ayete'l-Kürsiyi okuyarak kapıyı açtım, hızlı adımlarla
merdivenleri ikişer üçer inerek o civarda Hocapaşa Camiine girdim ve çantayı kilimin altına
sakladım. Çantayı arama emri çıkararak beni aramışlar, fakat ne beni bulabildiler, ne de
çantayı arayabildiler.

"O sırada Necdet Elmas da Birinci Şube'de imiş. Emniyettekiler, 'Şimdiye kadar
buradan hiçbir siyasi suçlu kaçmadı. Görülmedik birşey' diye çok kızmışlar. Bunun üzerine
Zübeyir Ağabeyi ve Mustafa Sungur Ağabeyi içeri aldılar.

"İki gün sonra Ankara'ya gitmek üzere otobüse bindim. Yolda kimlik kontrolü için
bütün otobüsleri arıyorlardı. Konvoy çok uzun olduğundan, bizim otobüsün şoförü bir patika
yola daldı ve hiç beklemeden devam etti. Orayı da Allah'ın inayeti ile atlattık.

"Sonradan Ankara'ya haber vermişler. Polisler bizim evin etrafını sarmışlar. Bend
Deresi'ndeki evimizden inerken bir polis, 'Sen İstanbul'dan kaçan maznun değil misin' diyerek
beni tuttu emniyete götürdü. Emniyete vardığımda, 'Seni İstanbul'a göndereceğiz, oradan
istiyorlar' diyerek yanıma bir polis kattılar ve trenle beni İstanbul'a gönderdiler.

sh:»(s:131)

"Elimizden çekeceği var"

"İstanbul'a vardık. Polisin ismi İsmail'di. 'İsmail' dedim, 'Benim çok mühim bir işim
var, ben bir saate o işimi yapayım, sen de gez, daha sonra ben gelince beraber emniyete
gideriz' dedim.

"Polis memuru bana itimat ederek serbest bıraktı. Ben gittim işimi gördüm, döndüm,
itimadı sarsamazdım. Sonra beraber emniyete gittik. Orada şerli bir komiser vardı. Beni görür
görmez, 'Senin şimdi elimizden çekeceğin var' dedi. Ayakta beklerken o sırada birisi
arkamdan bir darbe indirdi. Ben 'Allah' demiştim. Bütün polisler etrafıma toplanmıştı. O anda
Şube Müdürü içeri girdi. Vaziyeti anladı ve müdahele etti, 'Onun ifadesini alın, fakat kılına
dokunmayın' dedi.
"İfademi aldılar. Bir hafta kadar orada kaldım. Daha sonra askeriyeye gönderdiler.

"Neticede onlar da suçlu olmadığımızı anladılar. Beraat ettik. Şimdi Nurlar bütün
âleme neşredildi. Elhamdülillahi Hâzâ min fadli Rabbî."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:132)

İSMET GÜLCÜGİL

1925'te Ispata'da doğdu. 1951'de Bediüzzaman'ı Eskişehir'den Isparta'ya kendi


arabasıyla getirmişti. İçişleri eski bakanlarından Mustafa Gülcügil'in kardeşidir

"Mazlum" İsmet

yıllarında Isparta'da araba hemen hemen yoktu. Tabiî kullanmayı bilen de yoktu. Terzi
Mehmet Babacan bana Üstad Bediüzzaman'ı Eskişehir'den Isparta'ya getirip
getiremeyeceğimi sorunca getirmeyi kabul etmiştim. 1951 yılının bir bahar ayında, günlerden
Cuma günü Eskişehir'den çıkınca Üstad ismimi sordu. 'İsmet' deyince bana 'Mazlum' ismini
verdi ve hep 'Mazlum' diye hitap etti. Yolda kendisine börek aldım. Bolvadin'e uğrayınca
kedilere bakmak için talebelerine para verdi. Yolda namaz vakti geldiğinde durup namaz
kılıyorduk. Yeni ismiyle Koçtepe, eski adı Fondos olan mevkide ikindi namazı kıldık. Orada
bir saat kadar dersini dinledim. Bana bir tesbih ve takke hediye etti. Sohbet sırasında bazı
insanların 'Hizmet ediyoruz, Üstad emir verdi' diyerek ailelerinden ayrı yaşadıklarını Üstada
anlattım. Üstad çok kızdı ve üzüldü. Hiddetle, 'Isparta gibi bir yerde bu hatayı kim işledi' diye
çok rahatsız oldu.
"Üstadı Ulu Camii arkasındaki Hüsrev Altınbaşak'ın evine indirdim. Bana o
hediyelerle birlikte bir lira ve bahşiş verdi. Bu seyahatten sonra ertesi günü yeniden ziyaretine
gittim. Bana yine 'Mazlum' diye hitap ediyordu."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:133)

HAYREDDİN TOPÇU

1906'da İstanbul'da doğdu. Doç. Dr. Nureddin Topçu'nun ağabeyidir.

"Odasında dünya malı yoktu"

"Zaman zaman Isparta'ya giderdim. Eskiden beri Dr. Tahsin Topla ve Ali İhsan Tola
ile tanışırdık. Dr. Tola beni muhasebe için çağırdı. Kardeşim Nureddin Topçu da Tola'larla
yakînen tanışırdı. Isparta'ya ikinci seyahatimde Bediüzzaman'ı ziyaret edip, ellerini öperek
tanıştım.

"Isparta'da bulunduğum yıl, 1951 yılı idi. Bediüzzaman'a ilk gidişimdi Ali İhsan Tola
vasıtasıyla oldu. İki katlı bir evdi, yanında hizmetkârları vardı. Üstadı ziyaret için geldiğimi
bildirdim. Sonra bize Nur Risalelerini okumamızı bildirdiler. İstanbul'dan geldiğimi bildirince
beni kabul buyurdular.

"Bediüzzaman'ın odasında dünya malı nâmına pek az şey vardı. Elini öptükten sonra
oturdum. Kenarda bir mangal ve bir tane de sandalye vardı. İşaret etmeleri üzerine karyolanın
kenarına oturdum. Nereli olduğumu sordu. Ben de Erzurumlu olduğumu, Hüseyin Avni
Ulaş'ın akrabası ve Nureddin Topçu'nun kardeşi olduğumu söyleyince çok memnun oldu.
Erzurumluları sevdiğini söyledi; Hüseyin Avni Bey'in hayatta olup olmadığını sordu, hayatta
olduğunu söyledim.
"O zamanlar beş yüz bin nüsha Nur Risalelerinin etrafa dağıtıldığını memnuniyetle
bildirdi. Eserlerinin İngilizce olarak basıldığını söyledi. Ziyaretlerinde iki saat kadar kaldım.
Tefeyyüz ettik.

"Hayat dolu bir insandır"

"Bediüzzaman Hazretleri hakkında kanaat ve intibam şudur ki, kendileri dünyadan el


ayak çeken zât değildir. Hayat dolu bir insandır, hareket adamıdır. Ebedî hayatı düşündüğü
gibi, dünyü ha-

sh:»(s:134)

yatını da ihmal etmiyordu. Dâvâsı uğruna mücadelesi tâ Abdülhamid zamanında


başlamıştı. Gözleri keskin ve dehâ ışığı parlıyordu. Konuştukça açılıyor ve coşuyordu. Bazen
eski tâbirle 'Belî' diyordu. Mukaddes dâvâsı uğrunda çektiği ıztırap ve zulümlerden hiç
şikâyetçi değildi. 'Yirmi yedi defa müddei karşısına çıkmışsam, onların hepsine hakkımı helâl
etmişim ' diyordu.

"Şeyh Said'e mektup"

"Bana Şeyh Said'den bahsetti. Onun hareketlerinden hiç memnun değildi. 'Mektup
yazdım, 'Sakın bir harekete girme' dedim. 'Ne yazık ki, menfî bir harekete girdi' diyordu. "

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:135)

MUSTAFA ÇETİN
yılında Tefenni'de doğdu. Müftülük, vaizlik ve öğretmenlik görevlerinde bulundu.
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü tefsir öğretim üyeliği yaptı. Telif ve tercüme birçok eserleri
vardır.

"Zaman îmanı kurtarmak zamanıdır"

yılında Isparta İmam Hatip Okulunda öğrenci iken Üstadı ziyarete gittim. Beni
talebeleri karşıladı. 'Bediüzzaman'ı ziyarete geldim' dedim, içeriye girdik. Selâm verdim
Bediüzzaman'a. O nuranî metanet sahibi, şefkatmisal zat selâmı aldı. İman ve İslâm ile ilgili
bazı hususlarda tavsiyelerde bulundu. Zamanın iman kurtarma zamanı olduğunu ve iman-ı
tahkiki lâzim geldiğini, taklidi imanın zamanın cenderesinde eriyip kaybolacağını ve
binaenaleyh imanın iktizası olan namazlarımızı kılmamız gerektiğinde işaret ederek imanın
eserden müessire istidlalî olması lâzım geldiği hakkında tavsiyelerde bulundu.

"Bir de imam hatip okulu öğrencilerinin ibadet durumunu sordu. Ben de, ekseriyetin
ibadetini yaptıklarını , bir kısmının da tekasül gösterdiklerini söyledim. Önce sevindi, sonra
da üzüldü. Daha sonra müsaade alıp ayrıldım.

"Üstad çoğu zaman cuma namazını Isparta Ulu Camiinde kılardı. Namazdan sonra
Isparta civarında büyük bir halk topluluğu oluşur ve muhterem zatın elini öpmek isterlerdi.
Kendisi buna müsaade etmez, sadece onları selâmlar, arabasına biner, evine giderdi.

"Birgün, İstasyon caddesinde faytonla gidiyordu. Kız enstitüsü öğrencilerinden bir


kaçı kendisiyle konuşmak için arabaya doğru koştular. Üstad arabayı durdurdu, öğrenciler onu
selâmladılar, biraz görüştüler, daha sonra Üstad yoluna devam etti."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:136)

RECEP ONAZ
1926'da Antalya'da doğdu.

"Risale-i Nuru arıyorum"

senesinde Kastamonu Tosya'da jandarma askeri idim. Asker arkadaşlardan ikisi


Mehdi-Deccal meselelerinden bahsederler ve ben de onları dinlerdim. O sırada kendi kendime
derdim: 'Eğer benim zamanımda böyle bir Mehdî zuhur ederse, ona tâbi olur ve en ön safta
kılıç çekip yürürüm.'

"1949'larda bir tarikata girmiştim, fakat orada pek aradığımı bulamadım ve ayrıldım.
Üstadı daha evvel büyük bir zat olarak duymuştum. Bu zata tâbi olmak istiyordum. Fakat, 'Bu
büyük zat acaba beni talebeliğe kabul eder mi?' diye tereddüt içindeydim.

"Antalya'da Yağcı İbrahim Amca diye bir zatın bu işle meşgul olduğunu duymuştum.
Ona gittim ve 'Risale-i Nurla nasıl alâka peyda edebilirim?' diye sordum. O da bana, 'Gel, seni
görüştüreyim' dedi. Ben her geçen gün daha da heyecanlanıyordum. Sonra anladım ki, beni
görüştüreceği zat, Süleyman Kaya Ağabeymiş. Süleyman Kaya ile beni tanıştırdı. O zat da
bana tesbihatı yazdırdı. Süleyman Kaya Risale-i Nuru temin edebilmem için bana Eğirdir'den
bir adres verdi. O zaman postanede Eğirdirli bir arkadaş vardı. Bu işlerden haberi olduğu için,
birkaç parça eser temin ettim. Tabiî, bu arada hemen polis takibi de başladı. Fakat biz,
elhamdülillah korkmadan bu yolda yürüdük. Allah ebediyyen ayırmasın.

"Ben o zamanlar terziydim. Malzeme almak için İstanbul'a gidip gelirdim.


Süleymaniye Kirazlı Mescid'de kalırdım. O zaman orada Fırıncı, Birinci ve Ahmed Aytimur
Ağabeyler bulunurdu. Bazen de Ceylân Çalışkan olurdu. Onlarla birlikte çok sohbetlerimiz
oldu.

"Onun ziyareti tamam"

yılında Üstad, Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a geldiğinde, kendisinin


Akşehir Palas Otelinde kaldığını duymuştum. Ben de gidip Üstadı ziyaret etmek arzu
ediyordum. Tanıdığım

sh:»(s:137)
bazı arkadaşlar benden evvel ziyaret etmişler ve Üstada benden de bahsetmişler. Ben
ziyarete giderken arkadaşlar dönüyorlardı. Yolda karşılaşmıştık. 'Biz Üstada senden bahsettik,
gideceğini söyledik' dediler. Üstad, 'Onun ziyareti tamam, kendisi gitsin' demiş. Bu bana yetti
ve hemen Antalya'ya döndüm. Mahkemeden sonra Üstad Isparta'ya gelmiş. Ben de Isparta'da
Hüsrev Ağabeyi ziyaret etmek istedim. Hüsrev Ağabey bana, 'Sen Üstadı ziyaret ettin mi?'
dedi. 'Yok' deyince beni Üstada gönderdi ve 'Antalya'da bir hizmet olup olmadığını sor' dedi.
Ben sevinç içinde Üstadın evine gidip, kapıya çıkan kardeşimize, Üstadın Antalya'da bir
hizmeti olup olmadığını sordum. Böylece ilk defa Üstadımızı ziyaret edip ellerini öptüm.

Üstadın hoparlörle ezana izni

"Daha sonraları Üstadı çok ziyaretlerim oldu. Ziyaret esnasında heyecandan çok iyi
bildiğim meseleleri bir müddet cevaplandıramazdım. Üstadla görüşürken sanki bütün dünyayı
unuturdum. Bildiğim birisinin adını da sorsa yine bir müddet cevaplandıramazdım. Üstad
bana Zübeyir Ağabeyin tercümanlığında çok ders verdi. Fakat ben o huzurda kendimden
geçmiş bir halde bulunurdum. Bir defasında, 'Üstadım, ben müezzin olmak istiyorum'
demiştim. Üstad da, 'Şimdi ezan-ı Muhammedi (a.s.m.) hoparlör vasıtasıyla Arş-ı Âzama
işittirilecek derecede gidiyor' dedi. Bundan anlamıştım ki, Üstad hoparlör gibi bir icada
taraftardı.

"Üstadı ziyaretlerimden birisi Perşembe günüydü. Üstad, 'Elmalı'da talebem Zeynep


Hanım var, ona benden çok selâm söyle, merak etmesin, duamda dahildir' dedi. Ayrıldım ve o
gün Mustafa Ezener Ağabeyin evinde kaldım.

"Zeynep Hanımın Ağlaması neden durdu?"

"Ertesi gün Isparta Ulu Camide Cuma namazı kıldım. Üstad ön saflardaydı. Namazı
kıldıktan sonra Üstad kalkıp giderken, bana, 'Sen daha gitmedin mi?' dedi. Hemen camiden
çıkıp Antalya'ya geldim. Kış günü Antalya'dan Zeynep Hanıma selâm götürecek kimse yoktu.
Zeynep Hanım Finike'nin bir köyünde ikamet ediyormuş. Pazar günü sanki kurşun yemiş
geyik gibi kalktım. Garaja nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. 'Pazar günü Elmalı'ya sefer yok,
fakat şansın var, bir minibüs hazırlanıyor' dediler. Minibüs geldi, hemen bindik ve Elmalı'ya
gittim. Elmalı'da hiç kimseyi tanımıyordum. 'Ne yapacağım?' diye düşünüyordum. Orada bir
adam gelerek, 'Ben seni tanıyorum' dedi. Halbuki ben o zatı tanımıyordum. Bana 'Antal-

sh:»(s:138)

ya'da ben seninle görüştüm' dedi. Bir daha o zatı göremedim. Allah şahit, Hızır gibi
birisiydi galiba. Zeynep Hanımı görmek istediğimi söyledim. O da, 'Burada değil, Finike'de'
dedi. O zaman ben Finike'ye gitmek için üç lira verdim ve bir bilet aldım. Tam Finike'ye
gitmek üzereyken o zat yine geldi. 'Zeynep Hanımların bir cenazesi varmış, belki kendileri
buradadir' dedi. Ben de, 'Yakın birisi değilse gelmez' dedim. Ben yine gidecektim. Bu defa,
'Herhalde yakın birisi' dedi ve ben de gitmekten vazgeçtim. 'Aldığım bileti geri vereyim'
dedim. Biletçi, 'Ya gidersin ya da biletin yanar' dedi. Çok geçmeden oradan ayrılmadan bir
ses, 'Kimdi o bileti vermek isteyen?' diye bağırdı. Bileti geri aldılar.

"Zeynep Hanım Teyzenin kızı vefat etmişti. Zeynep Hanım kadınların içinde,
şişmanca ve ihtiyar birisiydi. Ben yanına gidince elini öpmek istedim. Ben yaşça torunundan
küçük olduğum halde, elini çarşafına sararak uzattı. Hiç durmadan ağlıyordu. Ben elini öptüm
ve yanına oturdum. Kadın, 'Kâtibim, evlâdım gitti' diye devamlı ağlıyordu. Kulağına eğilerek,
'Sana ne mutlu, Üstad Bediüzzaman'dan sana selâm getirdim.'Zeynep Hanıma selâm söyle
merak etmesin, duamda dahildir' diyor' dedim. Zeynep Hanım ondan sonra hiç ağlamadı.
Hattâ sonra torunları bana merakla sordular. 'O esnada sen ne dedin de, ninemiz ağlamayı
kesti ve hiç ağlamadı? Ninemizi hiç kimse susturamıyordu. ' Akşam vakti cenazeyi getiren
arabayla Antalya'ya döndüm.

"Afyon beraat haberini gazeteye verdim"

"Yine birgün Üstadın ziyaretine gidecektim. Arkadaşlar, 'Üstad seni her zaman kabul
ediyor, bizi de götür ve Üstadı ziyaret edelim' dediler. Ben de onları alıp, Isparta'ya ziyaret
için gittik. Üstadın ka-

sh:»(s:139)
pısına kadar vardık. Her seferinde ardına kadar açılan kapıdan gelen ağabeyler,
'Üstadımız çok hasta, hiç kimseyle görüşmüyor' dediler. Kabul edilmeyince kapıdan ayrılıp
dağıldık. Yediğim bu tokatın acısıyla Mustafa Ezener Ağabeye gittim. 'Ağabey ben
kovuldum, acaba hizmet var mı?' diye sordum. Ezener Ağabey zevkle güldü ve bana, 'Peki
öyleyse, hani sen 'Gazeteci bir arkadaşım var' diyordun. Şu Afyon mahkemesinin beraat
kararını gazetede yazdır bakalım. Bunu yapabilecek misin?' dedi. Ben de çalışacağıma söz
verdim. Antalya'ya döndüm ve hemen İleri gazetesi sahibi Suphi Beyi gördüm. Bu beraat,
Demokratların, hassaten Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanının devrinde olduğu için,
sanki kararı o vermiş gibi, 'Adnan Menderes'e açık teşekkür!' yazarak Afyon beraat kararının
İleri gazetesinde böylece çıkmasını istedim. Gazetede bu haber aynen benim verdiğim
şekliyle neşredildi. Birkaç gazete nüshasını Isparta'ya gönderdim. Mustafa Ezener Ağabey bu
kararı neşretmemi söylediği zaman, 'Bundan Üstadın haberi var mı? Üstad buna ne der?' diye
sorduğumdan bana cevaben, Üstadın bundan çok memnun olacağını, bunun çok güzel bir Nur
hizmeti olacağını söylemişti.

"Gazeteyi Üstada okudukları zaman, Üstadımız masum çocukların bayramada


sevindiği gibi sevindiğini, gazeteyi eline alıp dualar ettiğini, beni tebrikler ettiğini bildirdiler.
Daha sonraları Antalya İleri gazetesinde Gençlik Rehberîni de tefrika şeklinde yayınladık.
Hattâ 1960'ta Lem'alar bu şekilde neşrediliyordu. Aynı gazetenin matbaasında Hutbe-i
Şamiye'yi de 1957'de tab ettirdik. Üstad eserin sonuna, gazete sahibinin ismine, bana ve
Ezener Ağabeyin ismine dualar yazmıştı.

"O zamanlar Üstadımız 'Hiçbir gazete müsaade etmiyorum, yalnız İleri matbaa ve
gazetesine müsaade ediyorum' diye buyurmuştu. Hutbe-i Şamiye'nin yeni harflerle
basılmasına Hüsrev Altınbaşak razı değidi. Üstad, 'Çok basılsın' kendisi ise, 'Az basılsın'
diyordu.

"Ders baklavası"

yılı Ramazan'ının ilk günlerinde yine Üstadı görmek için gitmiştim. Mustafa Ezener
Ağabey, 'Bugün Üstadla ders yapacağız' dedi. İçeri girdiğimizde diğer arkadaşlarda vardı. Ben
Üstadımızın yüzüne bakmadan elini öpüp oturdum. Ders esnasında Tarihçe-i Hayat takip
ediliyordu. Bir kitap da bana vermişlerdi. Dersin yerini buldum, fakat takip edemedim. Zira
gözlerim durmuyor, kendiliğinden yaşlar boşanıyordu. Bu halim ders bitinceye kadar devam
etti.

sh:»(s:140)

Sadece eser elimde, öylece kalmıştım. Dersten sonra Üstad ders baklavası olarak,
kurabiye taksimi için Ceylân Çalışkan'a bir sayı tutturdu. Sayı sırası gelen, kurabiyeyi almıştı.
Sonra Üstadımızla vedalaştık ve ayrıldım. Sonra ben o gözyaşlarımı; bu gözler Üstadımızı
dünyada son kez görecekmiş ve bir daha göremeyecekmiş gibi yorumlamıştım.

"Günde 15 sayfa Risale-i Nur oku"

"Geçmiş hatıraları insan zaman zaman hatırlıyor. 1952'lerde Zübeyir Gündüzalp


Ağabey bana, 'Sen eserleri okuyormusun?' diye sormuştu. O zaman ben İslâm yazısı
öğreniyor ve Cevşen okuyordum. 'Her gün Cevşen okuyorum' dedim. O da bana, 'Kardeşim
şimdi Cevşen değil, hiç olmazsa günde on-on beş sayfa Risale-i Nur okuyacaksın' dedi. Ben
de öyle yapmaya başladım ve çok faydasını gördüm. Sanki neyi ve hangi meseleyi
okumuşsam ertesi günü bana o soruluyor ve ben de cevap veriyordum. O zaman böyle
hadiseler çok vaki oluyordu. Şayet Nurları okuyup da iyi bilmeseydim bana sorulan sorulara
cevap veremezdim."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:141)

MEHMED BÜKER
1919'da Uluborlu'da dünyaya geldi.

"Kalbindeki evhamı atsın"

"1943'lerde Denizli hapsini gazetelerden okumuş ve ilk defa Bediüzzaman ismini o


vakit duyup öğrenmiştim.

"Aradan yıllar geçti. 1952'de İstanbul'da Gençlik Rehberi mahkemesi sırasında ilk defa
Üstadın mübarek şahsiyetini gördüm. Hutbe-i Şamiye ve Hücumât-ı Sitte isimli risaleler
elime geçti. İstifade ederek, okuyup tefeyyüz ettim.

"1955'lerde Üstadı ziyaret etmek sevdasına düştüm. Bu sebeple tam üç defa Isparta'ya
gittim. Fakat kısmet olmuyor, hep boş dönüyordum. Üçüncü seferimde ise, 'Bu üçüncü
seferim, beni geri döndürme' lisan-ı hali içindeydim. Merhum Ceylân'a, 'Bana tezgâhtarlık
yapma, ben üç seferdir geliyorum, mutlaka ziyaret etmek istiyorum' dedim. İçimden ise,
'Acaba benim kusurum mu var? Neden kabul edilmiyorum?' diye düşünüyordum. Az sonra
Ceylân gülerek dışarıya çıktı. Bana Üstadın selâmını söyledi. 'Üstadın selâmı var, kalbindeki
evhamı atsın, vazifesine devam etsin' diye bildirdi.

"Sağ yanağında ben vardı"

"Bu hadiseden de bir-iki ay geçti. Nihayet Üstadın huzuruna girmek saadetine


kavuştum. Sarılmak, kucaklaşmak istiyordum. Bu iştiyak içinde iken, hemen kollarını açıp
beni kucakladı. Ben gözlerine fazla bakamıyordum. Bakışları keskindi. Sağ yanağında ben
vardı. Kalbimden geçen bütün suallerime cevaplar almıştım. Bu esnada o kadar heyecan
içindeydim ki, soracaklarımı hep unutmuştum.

sh:»(s:142)

"Isparta'lı olduğum ve Isparta'yı iyice bildiğim için, yalnız olarak gider, Üstadın evini
bulurdum. Üstada olan muhabbetimden, 1956'da dünyaya gelen yavruma Said adını
vermiştim.
"Kızım Sermin'in, oğlum Servet'in ve benim yazdığım risaleleri, Üstad tahsis edip,
arkalarına dualar yazdı. Bilhassa küçük Servet'ın yazdığı risaleye hayret etti. 'Maşaallah'
diyerek tebrik edip dualar yaptı.

"Polislerin Şehit ettiği Mehmed"

"Daha sonraki yıllarda, Nazilli'de bizi, dört Mehmed'i takip ve tevkif etmişlerdi.
Bizden tam 1420 Risaleyi alıp götürmüşlerdi. Dört Mehmed, 7 ay 13 gün hapiste kaldık.
Mehmed Oğuz, 'Kur'ân yolunda şehit düşmeyince bu kâbus Müslümanların üzerinden
kalkmayacak' demişti. Herhalde bu sözü dua oldu ki, karakolda polislerin zulmü ile şehadet
şerbetini içti."

Mehmed Büker'in kızı Sermin'ın yazdığı Nur Risalesinin sonundaki dua: "Yâ
Erhamerrâhimîn, ism-î âzam hürmetine bu nüshayı yazan Sermin'i Cennetü'l-Firdevste saadet-
i ebediyeye mazhar ve hizmet-i imaniyede daima muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:143)

FİTNAT GÜNGÖR

1908'de Isparta'da doğdu. 1977'de vefat etti. Isparta'daki evinde Bediüzzaman yedi yıl
kiracı olarak oturdu.

Bediüzzaman'ın ev sahibesi
Isparta Mevlidinin manevî havası içinde, Risale-i Nurun hanım talebelerinden Fitnat
Güngör'ün ebediyete intikal ettiğini öğrendik.

Isparta seyahatlerimde, Fitnat Hanımı müteaddit defalar evinde ziyaret etmiştim. Evi
zaten bir Nur dershanesi idi. Hem de uzun yıllar Nur Üstadın kiracı olarak oturduğu bir
mübarek hane idi.

Birçok yazılara, bahislere ve hatıralara mevzu olan Kepeci (Bey) Mahallesindeki Nur
merkezi... "Said Nursî'nin evi" diye yazılan, anlatılan ev...

Fitnat Güngör Hanım, 1908' de Isparta'da doğmuştu. 1977 yazında vefat ettiğinde 69
yaşının içinde bulunuyordu.

Rüşdiye mezunu Fitnat Hanım, evini 1953 yılında Üstad Said Nursî'ye kiralık olarak
vermişti. Üstad bu mübarek hanede, vefat ettiği tarihe kadar yedi sene kalmıştı. Isparta Nur
dershanesi, irfan yuvası, bütün vatana, buradan ilim nurunu yaymıştı.

Yirmi yaşında kocası Ahmet Efendi vefat edince, dul kalan Fitnat Hanım bir daha
evlenmemişti. Isparta kahramanlarından, hanımlar kadrosundan bir fedakârdı.

Öz oğlu tarafından jurnal edilmişti

Risale-i Nurun tarihçesinde, ilk defa mahkemeye çıkan bir hanımdı. 27 Mayıs
baskınından sonra, maalesef kendi öz oğlu tarafından jurnal edilerek, Nurculuk
propagandasından dolayı, Isparta Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmişti.

Mahkeme kendisi hakkında verdiği beraat kararında şunları tesbit etmişti:

"Ölen Said Nursî'nin kiracı olarak maznun Fitnat Güngör'ün

sh:»(s:144)

evinde oturması sebebiyle maznunun, Said Nursî'ye karşı bir manevî bağlılığı
bulunduğu, fakat maznunun laikliğe aykırı, devletin içtimai, iktisadî, siyasî ve hukukî temel
nizamlarını kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil,
tanzim, sevk ve idare ve bu maksatlarla dinî veya dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanınan
şeyleri âlet ederek menfaat sağlamak maksadıyle propaganda yaptığı görülmediğinden, suçun
sübutu hakkında da mahkemeye tam ve kat'î bir vicdanî kanaat husüle gelmemiştir.

"Elde edilen kitaplar da okunması ve bulundurulması yasak olan kitaplardan olmadığı,


bu deliller hüküm ve tesisine kâfi görülmemiştir. " ¹

Fitnat Hanım da diğer yüzlerce Nur talebesi gibi mahkemelerden nasibini almıştı.
Cesaretle mahkemelerde ifade vermişti. Isparta Ağır Ceza Mahkemesinin Reisi Sıtkı Cebesoy
ve âzalardan Cemal Özdoğan ile Mehmed Kayran, Fitnat Güngör'ün beraat kararını ilân
etmişlerdi.

Nur Üstadın talebesi Fitnat Hanım şerefli bir ömürden sonra, Isparta Nur talebelerinin
elleri üzerinde ebedî makamına götürülüp teslim edilmişti.

Nur içinde yatsın.

____________________________________________

Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği


Kararlar Ehl-i Vukuf Raporları, s.15.

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:145)

HACI REŞİD ÖVET

1930'DA Bitlis'te doğdu. Serbest meslekle uğraşmaktadır


"Başındakini at, Üstadımız hoşlanmaz"

"1953senesinin sonlarıydı.

"Bizim Van'da yaşlı bazı kimselerin arasında Üstad Bediüzzaman'ın bahsi olurdu. Bu
bahisleri merak ve alakayla dinlerdim. O günlerde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin matbu
küçük bir tarihçesi elime geçmişti. Kitabı bir defada hemen okuyarak bitirmiştim. Kitap
benim çok hoşuma gitmişti. O günlerde gidip Üstad Hazretlerini ziyaret etmeyi
düşünüyordum. Hemen hazırlık yaparak trene atlayıp yola çıktım.

"Tren Malatya civarından geçerken, Van'ın bir köyünde kalan Molla Muhyiddin
isminde bir kimseyle tanıştım. O ziyarete gidiyormuş, ayrılmak imkânı olmadı. Beraberce
Isparta'da merhum Süleyman Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânına gittik. Üstadı ziyarete
geldiğimizi söyledik. 'Şimdi gelen olur, sizi göndereyim' ded.

"Az sonra birisi geldi. Merhum Ceylan Çalışkan'mış. 'Bunlar Üstadı ziyarete gelmişler,
bunları götür' dedi.

"Merhum Ceylan, 'Beni yirmi metre geriden takip edin' dedi ve bizler de öyle yaptık.
Evin önüne geldik, 'Karşı tarafta bekleyin' dedi, bekledik.

"Az sonra bir zat geldi, kapıyı anahtarla açtı, içeriye girdik. Bu zat merhum Zübeyir
Ağabeymiş.

"Daha sonra bir zat daha geldi, pencerenin altından gür bir sesle iki defa 'Sungur,
Sungur! ' diye seslendi. Kapı açıldı ve içeriye girdi. O zat da Tahiri Ağabeymiş.

"Biraz daha bekledik. Ceylan kapıyı açtı ve bize seslendi. Kapıdan içeri girdik, benim
başımda serpuş vardı. 'Başındakini at, Üs-

sh:»(s:146)

tadımız hoşlanmaz' dedi. Çıkarıp hemen attım, taş merdivenlerden yukarıya çıkıp eve
girdik.
"Girişte sağ tarafa kendi odalarına bizi aldılar, bir miktar bekledik. Merhum Ceylan
bizi Üstad Hazretlerinin odasına aldı.

"Üstad somyada yatağın içinde oturuyordu. Mübarek ellerini öptük. Oturmamız için
işaret buyurdular. Üstad hiç seslenmiyor, yanımdaki adam konuşuyordu. Birinci Cihan
Harbinden Üstadla beraber olmuş. Üstadı bir defa tıraş etmiş, Üstadın hançerini kaybetmiş,
adam bunlardan bahsederek ağlıyordu. Bazan Kürtçe konuşmak istiyordu. Bu durumda
Ceylan mani oluyor ve 'Üstad Hazretleri Kürtçe konuşmaz' diye adamı susturuyordu. Üstad
hiç seslenmiyordu. Nihayet adam çok sızlandı. Fakat Üstad Hazretlerinden hiç ses
çıkmıyordu.

"Sıra bana gelince, Üstad benim kim olduğumu sordu. Ben, 'Bitlisliyim, Van'da
kalıyorum' dedim

"Bana, 'Bitlis benim hakiki vatanımdır. Bitlis'te Risale-i Nurlara sahip çıkmadıklarını
merak ederdim. Şimdi Muş Mebusu Gıyaseddin Emre Mecliste Risale-i Nurları müdafaa
ediyor. Bitlis'in nam-ı hesabına kabul edildi' dedi.

"Hangi kabileden, hangi şeyhlere bağlı olduğumu sordular.

"Dedim: 'Kabilemi bilmiyorum. Bize Hoca Alioğulları diyorlar. Şeyh Alaeddin


Efendiye mensubiyetim var. '

"Üstad buyurdu ki: 'Bu da benim talebem sayılır. Fethullah'ın oğludur. Hazret'in
halifesidir. Hazret Seyda'nın halifesidir. Bunların bana çok hizmetleri olmuştur.'

"Seyda ismini söylediği vakit, Ceylan'a hitaben 'Seyda irşad edici mânâsına gelir' dedi.

"Evet Üstadım' dedim. Van'daki Molla Hamid Ağabeyi sordular. 'Molla Nizam
nasıldır?' dediler.

"Hastadır' dedim. O zaman Ceylan'a, 'Ceylan, sabah namazında hatırlat da ona da dua
edelim, Seyyid Fehim'in oğludur' diye buyurdular. Bu zat Van'ın müftüsüydü.

"Ben bu tarihten bir sene sonra yani 1952'de hacca gitmiştim. Bu zatın ağabeyi Hasan
Efendi Medine-i Münevvere'deydi. Daha önceleri Van müftüsüydü. O zat Üstada selâm
söylemişti. 'Ne olur buralara gelse de bizler de müşerref olsak, bizler bir daha Türkiye'ye
gidemeyiz' demişti. Bunu Üstad Hazretlerine arzettim.
sh:»(s:147)

"Risale-i Nur zındıkaya galiptir"

"Van'dan Molla Hamdi Ağabey, 'Van'da bir medrese açalım mı?' diye sormuştu. Bunu
da söylediğim zaman, Üstad çok sevindi ve elleriyle işaret ederek, 'Hemen açın' demişti.

"Ceylan'a hitaben, 'Risale-i Nur zındıkaya galiptir, değil mi Ceylan?' deyince, Ceylan
da 'Evet, Üstadım' dedi.

"Üstad, 'Vanlılara müjde et, Risalelerimiz beraat etti. İki sandık ve bir çuval geri
alıyoruz. Risale-i Nur Van'a çok lâzım, çok okusunlar. Çünkü Van, Ruslara karşı Seddi-i
Zülkarneyn'dir. Halk Partisinden iki kişi vardı, onlar gitti. Demokrat Parti Risale-i Nuru
tutuyor' dedi.

"O zamanlar Reisicumhura ve Başvekile yazılan mektuplar vardı. Bunlardan Van'a


götürmem için emrettiler. Bana yirmi beş kuruş ekmek parası verdi. Sonra, 'Eskiden beri on
altın ve 250 banknotum var, bitmiyor' dedi.

"Böylece ellerini tekrar öptük ve veda edip ayrıldık.

"Üstaddan ayrılıp Van'a dönünce, yine bir müsait vaktini bulup, Üstad Hazretlerini
ziyaret etmek istiyordum. Çünkü Van'da bazı arkadaşlar, 'Bizleri talebeliğe kabul ettiklerini
sordun mu?' diye söylemişlerdi.

"Bir sene sonra Molla Hamdi Ağabeyle yine Isparta yollarına düşmüştük. Ben biraz
hastaydım, Molla Hamdi Ağabeyden dua istemiştim.

"Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimizde benim ismimi sordu.

"Reşid' dedim.

"Benim Reşid isminde bir talebem daha var, seni ikinci Reşid olarak kabul ediyorum'
dedi.

"Hastalık konusunda da, 'Bırakın doktorların evhamını, ben de hastayım' demişti.

"Bana, 'Seni yirmi senelik talebeliğe kabul ediyorum' diye buyurdu.


"Bana Hastalar Risalesi'ni okuyup okumadığımı sordu.

"Evet' dedim.

"Bana, 'Çok oku' dedi.

sh:»(s:148)

"Üstad'ın lûgat yadırması"

"Birkaç sene sonra, yani 1956'da Kamil Acar kardeşimizle anlaşarak yine Üstad
Hazretlerinin ziyaretlerine gitmiştim. O tarihlerde Üstad Hazretleri Emirdağ' daydı. Önce
Diyabakır'dan iki su testisi almıştık. Urfa'da Abdullah Yeğin Ağabey, 'Testinin birisini Üstad
Hazretlerine götürün' demişti.

"Emirdağ'da Çalışkan Ağabeylere uğradık. O zamanlar Abdullah Yeğin Ağabey lûgat


hazırlıyordu. Bunu Üstada söylememizi bizden istemişti.

"Zübeyir Ağabey bizleri karşılamıştı. Doğudan ve Abdullah Yeğin Ağabeyden


selâmlar söyledik. Bu arada iki tane Diyarbakır'dan aldığımız testinin birisini Abdullah
Ağabeyin gönderdiğini ve testinin Çalışkan Ağabeylerin dükkânlarında olduğunu söyledik.

"Üstad Hazretleri Hüsnü kardeşimize, 'Çabuk onu getir' dedi. Daha sonra, 'Niye ikisini
de getirmediniz? Bunlar bana çok lâzım. Kaça aldınız?' diye sordu.

"Yetmiş beş kuruşa' dedik. Hemen yetmiş beş kuruşu çıkarıp verdi.

"Kamil Acar kardeşimiz Abdullah Yeğin ağabeyin lügatından bahsetti.

"Üstad Hazretleri buyurdular ki: 'Öyle bir lügat yapsın ki, ilk mektepten üniversiteye
kadar ondan isitfade etsinler.'

"Sonra bir ara Hüsnü'yü çağırdı. Hüsnü Ağabey için, 'Bu benim mânevî evladımdır.
Bunu askere göndereceğim. ' dedi. Arkasından da 'Hüsnü, misafirlere birşey getir' dedi. Üstad
bize bisküvi ikram etti..
"Biraz sonra da, 'Hüsnü gözlüğümü ver, vasiyetnamemi okuyacağım' dedi ve şöyle
devam etti. 'Emirdağ'da vefat edersem orta mezarlığa, Isparta'da vefat edersem yukarı
mezarlığa defnedin' dedi.

"Daha sonra Üstad, Risale-i Nur neşriyatının kıyamete kadar devam edeceğini ve
döner sermayesinden zekâtının verilmesini söyledi. Biraz geçince de bir kutunun içinden
resimsiz para çıkardı. 'Bunları Abdülmecid ve Mehmed Kayalar'a götürün. Fakat kardeşim
Abdülmecid'e çarşıda yanaşmayın, o korkar,evine gidin' diye tenbih etti.

"Bir ara Üstad iki eliyle selâm aldı. 'Birisi bana selâm verdi, onun selâmını aldım' dedi.

"Üstad Hazretlerinin mübarek huzurlarında bir buçuk saat kadar kaldık. Kâmil Acar'
dan bazı şeyler sordu. Kâmil hasta olduğu-

sh:»(s:149)

nu ve dua istediğini söyleyince, Üstad, Hüsnü Ağabeye, 'Hüsnü, ismini yaz, sabah
namazından sonra dua edelim' dedi.

"Bende de verem hastalığı vardı. Üstadımızın dualarından sonra Allah'a şükür


hastalıktan eser kalmadı.

"Ben Üstad Hazretlerini üç defa ziyaret ettim. Mübarek gözlerine dikkatle baktım,
fakat, o berrak gözlerini dikkatli göremedim. Bu durumu bana Van'da rahmetli Celal Alıcı
kardeşimiz de söylemişti: 'Ben Üstadın ziyaretine gittiğimde, bir defa gözlerine baktım, adetâ
şimşek gibi parlıyordu, insan bakamıyordu.'

"Üstadın siması pembemsi, berrak bir şekildeydi. Mübarek yüzüne insan bakmakdan
doyamıyordu.

"Cenab-ı Hak, gönüllerin sultanı Üstad Bediüzzaman'ın şefaatine nail etsin, bizleri
inşaallah talebeliğine kabul buyursunlar."

(N. ŞAHİNER)
sh:»(s:150)

AHMET GÜMÜŞ

"Allah" yazılı kâğıt parçasına hürmet

Hatıralarını kendi kaleminden okuyalım:

"Küçük yaşta iken din lehinde ve aleyhinde birçok konuşmalara şahit oldum. Kur'ân'ın
her asra bakan vechesini bu zamanın ilmî ve aklî anlayışına göre aksettiren bir Kur'ân tefsiri
yok mu? diye kafamda bir sual vardı.

"Annemin ve aile yakınlarımın din büyükleri hakkındaki ulvî menkıbelerini dinledim,


şöyle ki:

"Birgün sabah namazı vakti, annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı.
Ben ise tembelliğimden gelen müdafaa ile, 'Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım, Kur'ân
okumasını bilmiyorum, namaz surelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım'
dedim.

"Annem namazı bitirdi. Duasını yaptı. Bana dedi: 'Benim günahım başımdan aşkın,
yarın mahşerde: 'Annem bana dinimi öğretmedi diyeceksin.' Ben senin dinî bilgilerini
öğretmedikten sonra hiçbir okula okumaya göndermem (ben o zaman ilkokulu yeni
bitirmiştim), ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin,
eline bir keman alıp mezarımı çingene mezarı yapacaksın...'

"Annem beni, medrese tahsili yapmış, ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmed
Efendinin yanında okumam için teyzeme teslim etti. Mehmed Efendinin dinî sohbetlerinde
bulundum. Etraf köylerdeki kimseler dinî müşküllerinin hallini Hoca Efendiden sorarlar, bu
sorulara cevap da, benim yanımda verilirdi. Böylece hoca efendiden biraz dinî malûmatımız
oldu.
sh:»(s:151)

"Birgün bana Kur'ân okuturken, Kur'ân'ı abdestli tutmamı ve hürmetli olmamı söyledi
ve şu menkıbeyi anlattı:

"Bir zaman bir zat yolda giderken 'İsmullah' yazılı kâğıt parçasını yerde bulmuş,
hürmetle bir duvar kovuğuna kaldırmış. Bir gece rüyasında Allah'ın isminin altında kendi
ismini görmüş. Ona, 'Sen Allah'ın ismine hürmet ettiğin için, senin ismine de hürmet olarak
oraya yazıldı' demişler.

- 1953 yılı, Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birinde


arkadaşlarla dışarda çalışırken, eski bir Kur'ân sayfası gördüm, onu aldım, kitabımın içine
koydum. Zil çalınca sınıfa girdik, dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa geldi. Benim çok iyidir
diye tanıdığım bir zatı çok övdü. Ben de mest olmuştum. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın
arasında o eski Kur'an sayfasını görünce, 'Bu Arap yazısı sende ne arıyor, sen Türksün' dedi.
Ben de, 'Bu Kur'ân sayfasıdır. Kur'ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır' diye
cevap verdim. Bir taraftan da kendi kendime, demek ki bu şahısları sevenler dine düşman
oluyorlar, diye bende bir düşünce başladı.

"Risale-i Nur'dan haberdar oluyorum"

"Dayımın hanımı beni, İbrahim Koynuk ve İbrahim Canan'la görüşmek için, PTT
memuru Ali Kaynak'ın evine davet etti. İbrahim Koynuk bana Risale-i Nur'dan Bediüzzaman
Hazretlerinden bahsetti, ben de hürmeten dinledim, arkadaşlığımız devam etti. Birgün beraber
ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bediüzzaman Said Nursî'nin Tarihçe-i
Hayat'ı elime geçti, kitabı açtım. İlk açışımda Üstad Hazretlerinin Ankara TBMM'de Mustafa
Kemal'le namazla ilgili konuşması; ikinci açışımda, 'Risale-i Nur Talebeleri cer etmezler,
izzetle hayatlarını kazanırlar' bahsi, üçüncü açışımda ise; Üstadın bir müdafaası çıktı.

"Bu durum karşısında Risale-i nur okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir
arzu uyandı. Hayalimde aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur'ân tefsiri budur, diye tahmin
ettim ve araştırmaya karar verdim. Zübeyir (Gündüzalp) Ağabeyin de Afyon müdafaasını
okudum, babası ve annesi ile tanıştım.
"İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum"

Ağustos'unda Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Konya'ya geldim. Halıcı Hacı


Sabri Bey de ticaret için Konya'dan ayrıl-

sh:»(s:152)

mıştı. Babam geldi, beraber köye döndüm, ailem İmam Hatip Okuluna devam etmem
için karar verdiler. Kış olması sebebiyle 14 gün okul kaydına yetişemedim, o sene boşta
kaldım. 1954 yılında Üstad Said Nursî Hazretlerinin Barla'da olduğunu öğrendim. Kurban
Bayramına bir gün kala Üstadın Barla'daki evine vardım. Zübeyir Ağabey çıktı. Isparta'dan
Bayram Ağabeyin bana emanet ettiği emanetleri verdim, kendimi tanıttım, abdestli olduğumu,
fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim, 'Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbihatını yapıyor,
sen yanına yaklaşma' dedi. Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten
ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Ağabey ile Ceylân Ağabeyin odasına girdim, çağırdı, 'Hoş
geldiniz' ded. Babamı, annemi ve Zübeyir Ağabeyin babasını, annesini sordu. Yatsı namazını
Üstadla beraber mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Camiye
Ceylân Ağabeyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam-
Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu. 'Ben o okulları, eski zamanın mübarek
medreseleri olarak kabul ediyorum' dedi.

"Mevlânâ bu zamanda gelseydi Risale-i Nur yazardı"

"Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ
zamanında gelseydim, Mesnevi'yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi
Risale-i Nur tarzındadır' dedi.

"Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım"


"Komünist ve masonların İslâm aleyhindeki bütün plânlarını Risale-i Nur'un yerle bir
ettiğini anlattı. Onlarla mücadele, ancak Risale-i Nur'ları okumakla olacağının anlattı ve 'Bir
risale en aşağı insandaki bin tecessüsün-sorunun-karşılığı olarak yazılmıştır. Bir âmîden tâ bir
feylesofa kadar herkese hitap eder. Temsillerdeki hakikatları anladığınız size kâfidir. Bir
bahçeye giren o bahçedeki elma ağacından boyunun yetiştiği dallarından eli yetiştiği elmaları
yemesi kâfidir. Yüksekteki elmalar ise boyu uzun olanlarındır. Anlayamadık diye üzülmeyin.
Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım. Tekrar tekrar okudukça dersimi alıyorum' dedi. Sonra
devamla, 'Dün bir mebusla bir müftü gelmişti. Onları ziyaretime alamadım. Sizlerin masum
ruhunuzla Risale-i Nur için buraya kadar gelmenizi kıramadım. Bana bazı dostlarım, 'Biz
çocuklarımızı İmam-Hatip Okuluna verelim mi?' diye sordular. Ben onlara, 'Dünya işlerini
bilmiyorum' dedim.

sh:»(s:153)

"Şimdi senin İmam-Hatip Okuluna devam etmeni istiyorum, müsaade ediyorum.'

"O sırada Halıcı Sabri Beyin oğlu Ömer Halıcı tayyareden düşmüştü. Sabri Halıcı'ya
benim vasıtamla taziyelerini bildirdi.' Ömer şehit oldu' diye müjdesini verdi.

"Karşılığını vermeden birşey almıyordu"

"Üstadı Barlalı ailelerden ziyarete gelenler oldu.Yanlarına armut almışlar, Üstada


ikram ettiler, onları kırmamak için bize sordu: 'Bu armutlar kaç kuruş eder?' Biz de beş kuruş
yaptığını söyledik. Üstad Hazretleri, on kuruş verdi.

"İşârâtü'l-İ'caz'ın tercümesi meselesi

"Birgün Hacı Mehmet Parlayan'ın yorgancı dükkânındaydık. Söz İşârâtü'l-İ'caz'a geldi.


İşârâtü'l-İ'caz'ın at üstünde, avcı hattında şehit ruhuyla yazıldığını ifade ile, İşârâtü'l-İ'caz'ın
Konya hocalarıyla olan hatırasını anlattı. Kur'ân'ın i'caz cihetini anlattığı için tercümesine
Üstadın kardeşi Abdülmecit Efendiden başka kimsenin gücünün yetişemiyeceğini söyledi.
Abdülmecit Efendiye, 'Tercüme etsek olur mu?' dedim, 'Olur' dedi. Ben Zübeyir Ağabeye bu
arzumu yazdım. 'Mesnevi-i Nuriye ve İşârâtü'l-İ'caz'ı Abdülmecit Efendinin tercüme
etmesine, Üstadımız müsaade eder mi?' diye, 1955 yılı içinde yazdı. 'İmam Hatip Okulu
talebelerinin demek ihtiyacı var' diye Üstad Hazretleri kabul etmiş. Zübeyir Ağabey benim
vasıtamla Abdülmecit Efendiye bir mektup yazmıştı. Abdülmecit Efendi mektubu okudu,
döndü, ikinci defa bana okudu. 'Nur'u aynım, bana hayat kazandırdın. Boştum, işsizdim.
Hazret bana hizmet verdi. Buna sen sebep olmuşsun' diye gözlerimden öptü.

"Abdülmecit Efendi tercüme eder, benim ismimle Rüştü Çakın Ağabeye gönderirdi. O
sırada Abdülmecid Efendi ve Üstad arasındaki muhaberat şöyleydi: Mektuplar Hacı Mehmet
Parlayan'ın dükkânına gelirdi. Ben Abdülmecit Efendiye götürürdüm.

"Üstad, bana hocalara nasıl davranacağımı anlattı"

senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı
nasıl davranacağımı anlattı. 'Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa,
öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur'dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku,
anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda

sh:»(s:154)

nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler' diye ders verdi.

senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını,
bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın
Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah'ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden
bahsediyordu.

"O sıralarda Konya'da, 'Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı gibi
hareket etseydi daha iyi dine hizmet ederve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı'
diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu
işkencelerin gelmesine sebep olduğunu söylerlerdi.

"Risale-i Nur radyo ile yayılacak"


"Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın
meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan
seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun, ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle
namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini anlattı.

"Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400
sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının
muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da
Hz. Ali'nin Celcelutiye'sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak
Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur'ân'ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki,
önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda mabuat ve radyo vasıtasıyla
olacaktır.'

"Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de


dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir
olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün
için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu.

"İki kişiye Risale-i Nur'u tanıtsan kâfi"

"Ben Konya'dan ayrılıp İstanbul'a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye
anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, 'Ahmet'le ne konuştunuz?' diye
sormuş. O da Konyadan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, 'Bu işte bir parmak var'

sh:»(s:155)

diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak
sebat etmemizi isterdi. 'Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin
okulda Nur'ları okuyan kaç kişi var?' dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad
Hazretleri hayretle karşıladı. 'Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden
bahsettin, acaib' dedi.

"Üstad Hazretleri bana dedi: 'Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş
keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur'u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i
Nur'u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni
yapmışsındır. İhlâs kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.'

"O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül , Ceylân Ağabeye mektup yazmış,
mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş,
bizleri Konya'da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraet verdi. O yetmiş
arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, bir çok
kimseleri ifsad ettiler.

"Ata ot, aslana et ver"

"Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta'da ziyaretimde, 'Sen her gördüğüne Risale verme,
ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o
zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz'
diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller
verirlerdi.

"Üstadımız veciz konuşur"

"Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta'ya giderdim.
Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu.

"Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize


anlatıklarını biz Risale-i Nur'larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk. Zübeyir
Ağabey de, 'Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok
dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de,
Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i
Nur'a ve Üstadımıza getirmiş oluruz' derdi.

sh:»(s:156)

"İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer"


yılı sonbaharı Isparta'daki ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraet vermişti. Üstad
Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraet kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri
Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara
gireceğini söyledi. Her gidişimizde bize İhlas Risaleleri'ni âdeta özetletirdi. Her işin Allah
rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade hal ve
hareketin tesirli olacağını anlatırdı. Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda
okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen
arkadaşlarına, 'Biz Risale-i Nur'ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik' dediklerini, bu
sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur'a hizmet
ettiklerini anlattı ve şunu söyledi.

"Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette
bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan
girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle
bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyete
kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip,
oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet
için fethedilir. İhlasla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla
anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda
hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da
kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu
İslâmiyet dairsine alır.'

"Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur'ân ve iman hizmetinde şevkimizi
artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi.

"Üstad Hazretelerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını


sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir
hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmeyete zıt birşeyi nefretle karşılayarak,
birşeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad
çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ
gözümün önünde canlanmaktadır.

sh:»(s:157)
"Ben kendimi sevmiyorum"

"O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için
bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine
gittiğimde, 'Ellerinizdeki nedir?' diye sordu. Ben, 'Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat
için yapmış olduğu kapak...' der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek
(Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) 'Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma
ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i
Nur'la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben
hiçim. Benden birşey beklemeyiniz' dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı.

"Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek"

"İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni


Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye
başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, 'Madem o
Mevlânâ'nın torunudur ve namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin' demiş. Ben
mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler.

"Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi
söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde
başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim
ise Türk olduğumu ifade ile, 'Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?' dediler. Ben de 'Böyle bir
mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz...'
dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, 'Sana diğer mümeyyizler 8
verdiler, tarih hocası 3 verdi' dedi.

"Menderes Risale-i Nur'u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde"

"Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, 'Benim menfî cereyanlarla
alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın
uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye teessüs
edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes şimdi, komünist, anarşisti
ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını
iknaya çalışıyor.

sh:»(s:158)

Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse,
onlar ne yapacaklar?' dedi.

Tarihçe-i Hayat önsözü

"Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu'nun


yazdığı Tarihçe-i Hayat'ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, 'Medine-i
Münevvere'de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür' diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki:
'Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur'u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu
önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur'u övmüş, onun hatırı için kabul ettim.'

Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi

"Birgün Onuncu Söz'ün yazılışını bana şöyle anlattı:

"Ankara'da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz


görüşleri, talebeler nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe
dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler. Bu
kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk
defa okur ve Barla'ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul'da tab
edilerek, Meclis'de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program
hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, 'Said Nursî istihbaratıyla bizim
çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor' diyor. Bu haberi Üstada
Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor.
"Üstad şöyle diyor: 'Kardeşim! Maariif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim
haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan
etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.'

Sabah dersi, ders baklavası ve kur'a

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra


talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin 'ders baklavası' tabir ettiği bu ikramlar
umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur'a
çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur'aya dahil olurdu. Kendisine kur'a isabet eden talebe
önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek
istiyordu.

sh:»(s:159)

"Takdir hissimize tekdiri"

"Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, 'Niçin
yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de
sevmiyorum' derdi.

"Birgün, 'Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır' diye içimden geçti.
Bunun üzerine, 'Bana makam veriyorsun' diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman
devam ederdi.

"Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi"

"Birgün Tarihçe-i Hayat'tan, Eskişehir Ak Cami'de namaz kılması mes'elesini


okumuştuk. Ben içimden, 'Ya buna ne diyeceksin?' gibilerinden yüzüne baktığımda,
'Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben
değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur'ân'a, Risale-i Nur'a hizmet etmek
isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye
mazhar olur' buyurdu.

"Ben öyle talebe isterim ki..."

"Birgün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemiyecek durumda idi.


Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına
girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da muvaffak
olamadık. Ciddî bir tavır takındı. 'Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir'i bulup
getiriniz' dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki...

"Ben Zübeyir'i öyle zannedirim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle
'Risale-i Nur... Risale-i Nur... ' diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim
ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış
etmeyecek. Böyle şeyler için kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman
kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i Nur'lara herşeyini feda edecek, fedakâr talebe
lâzımdır... ' Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, 'Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu
derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.' Bunun
üzerine Üstad, 'Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz' dedi.

"Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu.

sh:»(s:160)

"Üstad basını takip ederdi"

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur'la ilgili yazılarla
ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız
onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.'

"Menderes samimi bir Müslümandır"


"Birgün Adnan Menderes'i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. 'Bu şahsın,
Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?' İçimden böyle geçirmiştim ki,
Üstad bana dönerek, 'İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin
ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da
bilmiyor.'

"Hakikaten ben o zamanlar Konya'da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da


Milliyetçiler Derneği'ni kapattı diye Menderes'e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş
olacaktı.

"30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?"

"Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, 'Bu senin hemşehrin
çok ahmak, benim için herşeyini terketti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü
gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30
kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?'

"Üstadım, değil.'

"Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden
dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz'î bir para veriyorum... 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?'

"Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.'

"Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?'

"Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan
çok daha iyidir.'

"Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hemşehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini
benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni
kandırmış' diye lâtife etmişti.
sh:»(s:161)

İnönü: "Beni Said Nursî yıktı"

"O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar
gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Birgün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız:

"Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur'ân'ın küfrü mağlûp etmesini ve
İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız
süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin
gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin baş
ucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.'

"Ben ise içimden, 'Böyle birşeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve
İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Hallbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler
gerçekleşir mi?' gibi sözler ediyordum.

"Üstadımız Hazretleri bana, 'Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur'ân'a itikadın var mı?
Ben kendimden söylemiyorum. Kur'ân haber veriyor. Bu tarihler kat'îdir, altı ay ya ileri ya
geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir' dedi.

"Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasında
ki Adalet Partisi'nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu
mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, 'Beni Said Nursî mağlûp etti' diye radyolardan ilân etti."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:162)

Doç. Dr.

İSMAİL KARAÇAM
1937'de Burdur'da doğmuştur. İstanbul İmam-Hatip Okulu ikinci devre mezunudur.
Maramara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesidir. Kendi mesleki sahasında
kıymetli eserleri bulunmaktadır.

"Üstadı ziyarete gidiyoruz"

"Sene 1953. İstanbul İmam-Hatip Okulunun 2. ve 3. sınıfında idim. Yazın


memleketim olan Burdur'a dönmüştüm. Buradan Ahmet Semiz ve Süleyman Semiz ile
beraber Isparta'ya Üstadın ziyaretine gittik. Burdur'dan birisi 'Bir meseleyi sor' demişti. O
sırada Üstadın yanında Zübeyir, Ziya Arun, bir de Eğirdirli birisi kalıyordu. Zili çaldık. Kapı
açılmayınca mükedder olduk. Sonra kapı açıldı. Kapıyı açan Zübeyir, bize şöyle dedi:

"Üstad rahatsızdır. 'Beni ziyaret etmek isteyenler eserlerimi okusunlar' diyor.

"Biz ısrar ettik. Elini öpüp dersini almak istediklerimizi kendisine bildirmelerini
söyledik. Zübeyir gidip haber verdi. Hazret, 'Buyursunlar ' demiş. Zübeyir, 'Talihiniz varmış'
dedi.

"Lâhutî bir koku bizi kaplamıştı"

"Vallahilazim, onu hiç unutmam. İçeri girince bir lâhuti koku bizi kaplamıştı. (Rabbim
şahit olsun) Ayakta duruyorum. Ne ileri ne de geri gidebiliyorum. Başladım ağlamaya.
Heyecan, titreme... Nasıl gözler idi ya Rabbim! Birkaç defa elini öptüm. Bir daha öptüm. O da
şefkatle elimi tuttu. Bir süre bırakmadı, elimi sıkıyordu.

"İşimizi, memleketimizi, anamızı, babamızı sordu.

"Biraz rahatsız olduğum için ziyaretçi kabul edemiyordum' dedi.

sh:»(s:163)

Hatim ve mevlid karşılığında para alma meselesi

"Epeyce sohbette bulundu. Soruyu soramadık. Münasebet düşmedi. Kalkacağımız


zaman sormak istedim. Fakat daha sormadan o cevabını verdi.
"Camilerde hatim, mevlid okuyup zekât alıyorduk. Bunu soracaktım. Bana şöyle dedi:

"İsmail'im, talebeliğini bitirinceye kadar bunları yapabilirsin. Bir beis yoktur. '
Kendisine sormadığım halde, kendisine sormak istediğim sorunun cevabını vermişti.

"Seni dünya ve âhiret evlatlığa kabul ediyorum"

"Bir sene sonra tekrar ziyarete gitmeye karar verdim. Burdurlu Hacı Hüseyin'e
Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğimi söyledim. Bir şişe halis gülyağı verdi. Ve
kendisine hediye etmemi söyleyerek, 'Kabul buyurmasını istirham et' demişti.

"Huzurunda o yeşil gözlere bakamadım. Bize çok iltifatta bulundu. 'İsmail'im, seni
dünya ve âhiret evlatlığa kabul ettim' dedi. Cenab-ı Hak da kabul buyursun inşaallah.
Mekteplerimizle ilgili geleceğe matuf izahlarda bulundu. Din-i mübin-i İslâma hizmet edecek
insanların ve neslin yetişeceğini müjdeledi.

" O yüzde yüz velidir"

"Gülyağı yanımda duruyordu. Kendisine, 'Bir maruzatım var. Bunu Burdurlu Hacı
Hüseyin gönderdi' dedim. Bana, 'Bu adamın hediyesini senin hatırın için kabul ediyorum'
dedi. Hacı Hüseyin'e vermem için kendisi de, bana bir gül verdi. 'Ben bu gülü o zata
veremem' diye içimden geçirdim. İzin isteyecektim. Bana 'İsmail'im, benim verdiğim tüp
sende kalsın. Dışarıdan bir tüp al ve ona ver' demişti.

"Bu benim gözlerimle gördüğüm, kulaklarımla işittiğim bir vakıadır. O, yüzde yüz
velidir.

sh:»(s:164)

"Elbisesi kar gibi beyazdı"

"Üçüncü ziyaretim 1956'da oldu. Merhum Muammer Dolmacı ve Şakir İkiz ile gittik.
Yine görmek nasip oldu. Büyük bir sohbette bulundular. Bu ziyarette de unutamadığım aziz
hatıralarım oldu. Lâhutî bir hava kokladım. Her taraf nurdu. Hasta idi. Elbisesi kar gibi
beyazdı. Yatağı da elbiseleri gibi tertemizdi.

"Bu zatın ırkçılıkla hiçbir alakası yoktur. Zaten hâdimi bulunduğu İslâm dâvâsı
ırkçılığı reddeder."

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:165)

MUZAFFER ERDEM

1923'te Denizli'nin Acıpayam kazasında doğdu. Emekli Başçavuştur. Müteaddit defa


Bediüzzaman'ı ziyaret edip feyiz ve irfan sahibi olmuştur.

Bursa'da, emekli hava astsubayı Muzaffer Erdem Beyefendinin evindeyiz.


Bediüzzaman'ı ziyaret hatıralarını tesbit etmek istiyorum. Yılların hatıralarını, denizden bir
damla da olsa, zerre de olsa, o anları tekrar yaşatmak, o mesud zamanlara yeniden gitmek,
dinlemek hasreti içindeyim. Türk ordusunun şerefli bir mensubu olan Muzaffer Erdem
anlatıyor:

"Elli yıldır ordu ile alâkadarım"

"Sırtımda resmî elbiseyle, havacı üniformasıyla Üstadımız Bediüzzaman'ın ziyaretine


giderdim.
"Ben elli yıldan beri ordu ile alâkadarım' diye, Türk ordusuna çok iltifat ederek,
manevî alâkasını gösterirdi.

"Ben ilk defa kendisini ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını almak niyetiyle Isparta'ya
gitmiştim. Çok gelen olduğu için, rahatsız etmesinler diye, talebe ve hizmetkârları
ziyaretçilere mâni oluyorlardı. Bu durumdan üzülmüştüm. Baktım, Ceylân Çalışkan peşimden
geliyor. Bana, 'Sen müteesir olma, ben seni götüreceğim' demişti. Mübarek Ramazan ayı idi.
Günlerden Perşembe, sene de 1952 veya 53 idi. Daha önceleri, Sabri Halıcı'nın oğlu hava
şehidi Ömer Halıcı ve Ali Demirel ile tanışıyorduk. Ali Demirel bana bazı kitapları ve bu
arada Eşref Edip'in Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabını vermişti. O zamanlar Ömer Halıcı,
Ali Demirel ve Yaşar Seçkin'le daima beraber olurduk. Manevî irtibatımız çok olmuştu.
Balıkesir'de çok harika Nur dersleri yapılırdı.

"Ceylân Çalışkan beni Isparta'dan alıp Barla'ya getirmişti. İftarı yolda yaptık. Barla'da
Mustafa Sungur ve Zübeyir Gündüzalp'ler de

sh:»(s:166)

iftar yapmışlardı. Az sonra Üstad Bediüzzaman elinde bir yemek tabağı ile soframıza
geldi. 'Bunu misafire verin' diye, yoğurtlu pirinç karışımı yemeği bize ikram etti. Zübeyir
Gündüzalp Ağabey fasulye çorbası yapmıştı.

"Ziyaretim esnasında Üstadın o nurlu ellerinden öptüm. Üstad bana köyümü, anamı,
babamı sordu. O gün Nur medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinde Üstadın
arkasında teravih kıldık. Geceyi orada geçirdim. Sabah namazını da orada kıldık.

"Üstad 'Seni misafir etmek lâzım, ama gitmen lâzım, çünkü seni bekleyen var' dedi.
'Paran yok mu? Zübeyir, eğer parası yoksa benim namıma bir araba tutun benim kardaşıma. '
Mustafa Sungur Ağabey, 'O vazifeyi ben yaparım' dedi. Öğle olmuştu. Camiin sofasına
çıkmıştı. Üstad, 'Misafir niye gitmedi?' dedi. Daha evvel Ceylân Çalışkan'a yine Üstadın
arkasında namaz kılmak istediğimi söylemiştim. Ceylân bunu söyledi Üstada, 'Sizin arkanızda
namaz kılmak istiyor' dedi. Öğle namazını da Yokuşbaşı Mescidinde yine Üstadın arkasında
kılmak nasip oldu. Üstada küçük bir hediye götürmüştüm. Ayrıca Ahmed Özyazar Hücumat-ı
Sitte'yi yazmış, benimle göndermişti. Üstad, yazılan bu risaleye çok sevindi, çok alâka
gösterdi. Selâhaddin Çelebi ile Sabri Halıcı'nın kızı boşanmışlardı. Üstad benden bu meseleyi
sordu. Ben hem anlayamadım, hem de meseleye vâkıf değildim.

***

"Ben resmî elbiseyle, Muzaffar Aslan'la birlikte dolaşırdım. Bir bavul dolusu kitabı
iseteyenlere dağıtırdık.

"Üstadın sesi bazan hafif çıkardı. Zübeyir Ağabey Üstadın söylediklerin bize tekrar
ederdi. Ben Üstadı Eskişehir ve Isparta'da ziyaret ederdim. Eskişehir'de arabaya bindiği
zaman bir kadın, 'Bana dua et!' diye yalvarıyordu. Üstad ona dualar etti.

"Ordudan ayrılmamak lâzım"

"Üstad orduda kalmanın lüzumunu söylüyor, 'Ayrılmamak lâzım' diyordu. Eskişehir'de


haftada bir Üstadı ziyaret ediyorduk. Barla'da ziyaret ettiğimde postaya atmam için bir
mektup vermişti. Üstadın bana o mektupla birlikte verdiği yirmi beş kuruşu sakladım.
Mektubu postaya başka parayla attım. Eskişehir'e çok sık geliyordu. Son ziyaretimde yine
resmî elbise ile gitmiştim. Oğlum Fethi'nin de üstadı görüp, elini öpmesini çok arzu
ediyordum. Üstadın kaldığı Abdülvahid Tabakçı'nın evine gitmiştim. Son ziyaretimde
çocukları da niyet ederek Üstadın elini üç- dört defa öptüm

***

sh:»(s:167)

Ordudan istifa etmek niyetinde iken Zübeyir Gündüzalp kendisine şu mektubu


yazmıştı:

"Aziz, kahraman kardeşim, Muzaffer Bey,

"Evvelâ: Hem size, hem imtihan günlerinde 'şefkat kahramanı samimî ve fedekâr
hanım' şeref-i manevîsine mazhar olup, devair-i resmiyede Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin talebeliğine has, kahramanca mukabelelerde bulunan Nur hemşiremize selâm
ederim. Her ikiniz de Risale-i Nur'un feyyaz mütalaasında ve kudsî hizmetinde
muvaffakiyetler dilerim. Her ikiniz de müstecap dualarını beklerim.

"Saniyen: Nur kahramanı ve fedaisi Mustafa Sungur Efendi kardeşimizden bir mektup
aldım. İyice anlayamadım. Sizin bana emeklilik hususunu sormuş olduğunuzdan bahsediyor
ki,, bu âna kadar işitmedim. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da isabetli rey arz etmekten
mahrum durumdayım. Her mesele ve müşkilimi halletmekte, müdebbir-i âm ve hakikatbîn
olan muazzez Üstadım Hazret-i Bediüzzaman'ın eserine, sözüne, hal, kâl ve vâkıalarına
müracaat ettiğim gibi, bu mevzuda da merhum ve mübeccel Üstadımızın şu meâl ve
mânâlardaki sözleri geldi:

"Ben İslâm ordusu ile çok alâkadarım. Bu alâkadarlığıma sizler (astsubaylara hitap)
cevap olarak Risale-i Nur'a sahip çıktınız. Ben size, bir avuç olarak şahsınıza değil, bir müşir
olarak, ordunun bir mümessili olarak hitap ediyorum.'

"Hulûsi Bey ve onun vasıtasıyla Nur'ları ordu içinde neşreden kahramanları,


astsubaylara lütuf buyurduğu derslerde takdirle yâd ederlerdi.

"Lisan-ı hal, lisan-ı kalden ziyade müessirdir. Fedakârlık, kalbdeki kuvvet-i iman,
manyetizma gibi tesir eder. Onun için fedakârlığa fazla ehemmiyet veriyorum.

"Mesleğimizde ehemmiyet, kemmiyetten ziyade keyfiyettedir. Halis bir Nur talebesi


evden dışarı da çıkmasa, hizmeti noktasında bir kutub gibi nokta-i istinad olabilir. Halis bir
Nur talebesi yüz kişi kuvvetindedir.

"Hem bunları, hem istifa edecek Nur talebesi kahraman kardeşlere Hazret-i
Üstadımızın izin vermediğini hatırlıyorum. Muhterem kardeşim, efendim, M. Sungur'un
'Orada hizmeti azîmdir' sözünü tahattur ediyorum. Şahsî zararlarınız da olsa mümkün olduğu
kadar ordudan ayrılmamak ve isabetli rey ve dirayetinize takdim ediyorum.

"Fedakâr-ı İslâm, kumandan-ı ekber, seyfü'l-İslâm ve ferd-i

sh:»(s:168)
ferîd-i âzam ve yektâ bir tilmîz-i Kur'ân olan Üstadım Hazret-i Bediüzzaman Said
Nursî'nin kalb-i münevverinde mütecellî olup, fem-i mübarekelerinden lemean eden Lem'alar
eserinde, Onuncu Lem'a'da zat-ı nezîhaneleri hakkında, 'Hususî nefsime ait işlerle meşgul
oldum... Kendi nefsimi düşündüm. Mağara gibi bir yere çekildim. Kendimi düşünmek hatırası
kuvvet buldu... Hizmet-i Kur'âniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için
arzumun hilâfına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca güya menfaatim için iştirak etmedi, rey
vermedi... '

"Salisen: Pederin evlâdı hakkında duası, nebînin duası gibi makbuldür. Validenin
duası evlât hakkında pederinden keskindir.

"Cevşenü'l-Kebîr ve Tahmidiye gibi eâzım-ı dua ve münacaatı okurken sonlarındaki


şu yerlerde, Talebet-i Risalei'n-Nur, hususan evlâdım Fethi diye ilâve ederek dualar edersiniz.

"Rabbine olan hadsiz hatiatın cezası olarak istirahat döşeğinin zillet ve meskeneti
içinde kıvranan, hakir kardaşınız.

"Hastalığım, beceriksizliğimden böyle, karma karışık yazabildim, özür dilerim.

(N. ŞAHİNER)

sh:»(s:169)

ABDÜLKADİR BADILLI

"İsmini nasıl duydum"

"Bu fakir, Urfa'nın çevresindeki sakin, nim-bedevi, ekrad aşairinden birisi olan Badıllı
aşiretinin çok eskiden beri an'anevi bir şekilde devam edip gelen ve beyleri olarak bilinen
kısmından ve bir derece dinine merbut bir hanenin efradındanım. Bu cibillî ve çok daracık bir
çerçeve içindeki dindarlık cihetiyle babam ve biraderlerim dine ve tarikata karşı incizapları
vardı. Ben de aynı şekilde o çocukluk zamanında yegâne halâs çaresi olarak bildiğimiz tarikat
adabını, o muhitin rengine göre bir derece ifaya çalışıyordum. Herkeste olduğu gibi, bende de
o çocukluk zamanımdan bir mürşid-i kâmil bulmak ve ona intisab etmek meyli aşk
derecesinde vardı. İşte tam o sırada bir isim duydum:

"Bediüzzaman Molla Said-el Kürdî ismini daha önce değişik ünvanlarla Şeyh Said
isyanından sonra sürgüne gidip gelen amcalarımdan da çok defa sitayişkârane duyardım.
Fakat bu defaki duyuş bambaşka bir duyuştu. Öyle bir duyuş ki, tarikatı ve âdabını bıraktırıp
o ismin muhabbeti ve sevdasıyla yaşatan bir duyuştu.

"O zamanlardaki sevgili Üstadın yalnız ismine karşı duyduğum sevgiyi, şimdi
yaşamak, devam etmek değil, kalemle bile tariften acizim. O ism-i pâk-ı muallâyı bizim
köylerde tahsildarlık yapan ve Üstadımızla Kastamonu'da tanışan, Tillolu Tahsin Efendiden
tafsilâtlı olarak duydum. Ve bir derece Üstadın şahsiyeti, ilmi ve velâyeti hakkında bilgi
edindim. Bundan sonra artık benim için Üstadı ziyaret edip tarikatına intisap etmek işi,
dünyada en azim bir gaye-i hayâlim oldu. Fakat Tahsin Efendi, Üstadın adresini tam
bilmiyordu. Ve çok sıkı takipler ve tecessüslerin onu ablukaya aldığını söyledi.

sh:»(s:170)

"Babamın getirdiği büyük müjde"

"Sene 1951 idi. Urfa'dan başka hiçbir memleket görmeyen ben, bu ziyaret için ister
istemez sabredip, beklemek mecburiyetinde kalmıştım. Sene 1953 oldu. Yaz günlerinden bir
gündü. Merhum babam Urfa'dan geldi. Bana çok büyük bir müjde getirmişti. Muazzez sevgili
Üstadın Urfa'da biricik ve güzide talebelerinin varlığından bahsetmişti. Birisinin adı
Abdullah, diğerinin adı Hüsnü idi. Ve bu talebelerin meziyetlerinden olan ubudiyet-i kâmile,
kahramanlık, pervasızlık ve mücadelelerinden bahsetmişti. Bu müjde benim için dünyalar
kadar ehemmiyetli idi. Merhum peder, altı evlâdı olan bizlere Kur'ân okutmuştu. Türkçe
mevlid, ilmihal ve yazı dersleri gibi ilmi ancak o kadar olan köy hocalarından okutmak
suretiyle bir derece okur yazar yaptırmıştı. O zamanlar etraf hiçbir köyde okul olmadığından
yeni yazıyı hiçbirimiz öğrenemedik, fakat peder bundan memnundu. Ve bize 'Evlâtlarım, siz
şehre gidip, sinemaya, saza gitmeyin de size avcılık, at koşuculuğu v.s. izin vardır, yoksa
hakkımı helâl etmem' diyordu. Kendi de avcılık yapardı. Bu münasebetle hemen hemen
hepimiz basit dindarlığımızla beraber avcılığa, at koşturmaya fazlası ile meraklı idik. Bundan
dolayı ekser akrabalarımızda olduğu gibi bizim evimizin etrafı atlarla, av köpekleriyle, av
kuşlarıyla ve av tüfekleriyle doluydu.

"Bizim peder birgün yine Urfa'ya gitti. Tekrar Üstadın talebeleriyle görüşmüş ve
onlara benden bahseylemiş. 'Yazısı güzel zeki bir oğlum var, hem annesi ölmüş yetimdir, onu
size göndereyim ve sizin olsun' demişti. Hem bir istida ve arz-ı hallerini, dostu olan Demokrat
fikirli valiye götürmüştü. O zamanki emniyetin onların üstündeki baskısını kaldırmak ve
Risale-i Nur'un bu memlekettte menfaatinden ve mahiyetinden bahseden hususa dairmiş o
istida...

"İşte bu münasebetle babamla Üstadın talebeleri iyi dost olmuşlardı.

"Risale-i Nur mesleği, tarikat değildir"

"Sene 1953... Eylül ayı içinde idi. Birgün kalktım, artık bu gaye-i kalbiyemi tahakkuk
ettirmek, gidip sevgili Üstadı ziyaret edip, tarikatını almak niyetiyle Urfa'ya gittim. Vakit,
kuşluk vaktiydi. Rıdvaniye Camiine doğru yürüdüm. Yaşım 16-17 civarındaydı. Vücutça
hayli gelişmiş, pehlivan tipliydim. Fakat çok utangaç ve çekingendim. Camiin dış kapısından
avluya girdim. Fakat şimdi girip ne diyeceğim diye çok utanıyordum. İki defa talebelerin
bulunduğu hücrenin köşesinden başımı çıkarıp, bir daha içeri çekildim. Üçün-

sh:»(s:171)

cü defasında kendimi sıkıp yürüdüm, hücrenin kapısına vardım. 'Esselâmü aleyküm'


deyip kuru bir tahta ve üstüne serilmiş çok eski bir kilim üstünde oturdum. Talebelerden birisi
çok genç, birisi de 25-30 yaşlarında idi. İkisi de bana 'Hoşgeldin kardaşım' dediler. Yarım
yamalak Türkçem ile pek anlaşamıyordum. O çok genç dediğim Hüsnü Ağabey,
mütemadiyen yazıyordu. Abdullah Ağabey benimle alâkadar oldu, sohbet ediyordu. Biraz
sonra niyetimi izhar ettim. Ve 'Sizden Şeyh Said-el Kürdî'nin adresini alıp ziyaretine gitmek
ve tarikat almak için yanına gideceğim' dedim. Baktım her iki talebe de gülüşmeye başladılar.
Biraz sonra Abdullah Ağabey, 'Kardeşim, Üstadımız tarikat vermez, Risale-i Nur mesleği
tarikat değildir' dedi. Ben ilkin şaka ediyorlar diye bekledim, sonra bu mesele üzerinde
konuşmaya devam etti ve kitaptan bazı yarler okudu ise de, ben bir türlü inanamıyordum. Ne
demek, bir mürşid, bir şeyh nasıl tarikat vermez, tarikatsız olur mu? Fakat Abdullah Ağabey,
ciddi ciddi ikna etmeye çalışıyordu. Öğle zamanı oldu namaz kıldık. Öğle yemeğine dışarı
gidip birşeyler yiyip, tekrar dönmek istedimse de beni bırakmadılar. Öğle yemeğini beraber
yedik. İkindi oldu, yatsı oldu. Hem Abdullah Ağabey konuşuyor. Risale-i Nur'un mahiyetini
ve Üstadın mesleğini anlatıyordu. Fakat Abdullah Ağabey, hep Üstad, Üstad diye
konuşuyordu. Ben ise Şeyh Said, yahut Molla Said diye konuşuyordum. Yatsıdan sonra da
beni bırakmadılar. O gece orada kaldım. İkinci gün öğleye kadar yanlarında kaldım. Artık
Üstadın tarikat vermediğini, tarikatın zamanı olmadığını bir derece anladım.

"Yola revan oldum"

"Üstadın ziyaretine gitmeyi musirrâne istiyordum. Ve adres istiyordum. Onlar birçok


şeyi ileri sürdülerse de, ben dinlemedim, mutlaka adres istiyordum. Çare bulamadılar, dediler
ki: 'Şu kitabı yazıp, bitirmeyince seni göndermeyiz. Yazıp bitirdiğin gün gel, seni göndeririz.'
Ben de 'Peki' dedim. El yazma 20-30 büyük sahifelerden müteşekkil o kitabı aldım ve hemen
köye döndüm, yazmaya başladım.

"Üç gün içinde renkli ve süslü olarak bildiğim yazıyla yazdım ve bitirdim. Hemen
Urfa'ya döndüp, 'İşte yazdım' dedim. Onlar hayret ettiler. 'Ne çabuk bitirdin?' dediler.
Vaadleri vardı. Yazıp bitirdiğim gün göndereceklerdi.

"Dediler. 'Kardeşim, biz, bir iş yaptık ve vaaddettik ki seni göndeririz. Fakat sen köye
yazmaya gittiğin gün, Üstadımıza bir mektup yazdık, 'Abdülkadir isminde ziyaretine müştak
bir genç var. Zi-

sh:»(s:172)

yaretinize gelmek istiyor. Gönderelim mi acaba?' diye sorduk. Size de kat'î vaadettik.
Üstaddan gelecek cevapta 'Mutlaka gelmesin' denecektir. Bu cevabı alırsak, seni artık
gönderemeyiz. Şu halde bir cevap almadan hemen seni gönderelim ki, Üstadın emrine karşı
itaatsiz duruma düşmeyelim. Hemen yola çık' dediler ve bir mektup yazdılar, adres yazdılar.
'Yazdığın kitabı Üstada hediye et' dediler.

"Antep'e doğru yola revan olduk. Gaziantep'ten trene binip gideceğiz. Henüz Birecik
köprüsü yapılmamıştı. Yollar çok kötü, Otobüsler köhne, sekiz saatte zorla Antep'e
ulaşabildik. Akşam saat 10'da tren geldi. Tren o kadar kalabalık ki ayak atacak yer yok. Treni
ilk defa görüyorum. Ayağımızı trenin içine attık. Değil kompartımanlarda, aralarda bile
duracak, oturacak yer yok. Konya Ereğli'sine kadar öyle ayakta gittik. Ereğli'den sonra
salonlar biraz tenhalaşmaya başlamıştı. O sırada büyükçe bir bavulunu bir kenara koyup
üstünde oturan ve elinde Sebilürreşad gazetesini okuyan bir adam gördüm. Sebilürreşad
gazetesini Urfa'daki talebelerin yanında da görmüştüm. Bu adam acaba Üstadla alâkadar
olmasın diye düşündüm. Çok yorgun ve bitkindim. Ona selâm verdim.

"Ben de şu fazla kalan bavulunuzun köşesine oturabilir miyim' dedim. Adam:

"Otur, merhaba' dedi. 'Nerelisin?'

"Urfalıyım' dedim.

"Ooo! Hemşehriyiz öyleyse, ben de Adıyamanlıyım. Nereye kadar gideceksin?'

"Isparta'ya kadar' dedim.

"Hayrola nereye gidiyorsun?'

"Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorum' dedim.

"Ben de onu ziyaret etmişim' dedi. Ve benimle daha fazla ilgilenmeye başladı. Çok
acıkmıştım. Bir şeyler ikram etti ve o vaziyette Afyon'a kadar beraberce yolculuk yaptık.
Kendisi Afyon'da ayrılacaktı. Bana aktarma olacak treni tarif etti. 'Sen Afyon'dan sonra,
Karakuyu istasyonundan Isparta trenine binersin ve doğru Isparta'ya gidersin' dedi. O zatın
ismi Emin Akbaş'tı. Nihayet mahall-i matlubumuz olan mübarek Isparta şehrine ulaştık.

"İlk arayacağım adres Çarşı Camii civarında Bakkal Nuri Benli idi. Isparta
istasyonundan bir faytonla doğru Çarşı Camiinin yakınında indim. Öğle namazına henüz vakit
vardı. Biraz şehri gezeyim dedim. Bazılarından Üstadın ismini sordum. Kimisi tanımıyor,
kimisi uzaktan işitmiş. Vakit yaklaşınca camiye gittim. Abdest almak için musluk başına
gittim. Baktım yaşlı bir adam abdest alıyor. Be-
sh:»(s:173)

nim şalvarıma, kıyafetime dikkat ediyor. Abdest alırken o zat başını üç defa meshetti.
Bizde ise umum herkes başını bir defa mesheder. Bu üç defa meshi Urfa'daki Üstadın
talebelerinden olmasın dedim. Abdestini bitirdi, ben de bitirdim, selâm vererek, 'Amca' dedim
'siz Nuri Benli'yi tanıyor musunuz?' Bana dikkatle baktı ve 'Gel' dedi yürüdü. Ben de arkasına
düştüm. Çarşı Camii yakınlarında bir kapıdan girip merdivenden yukarı çıkmaya başladım.
Henüz bitmemiş bir inşaat idi. Üst damına çıkıp orada oturduk. 'Nuri Benli benim' dedi. 'Sen
Hoca Efendinin ziyaretine mi geldin? Hoca Efendi namaz tesbihatını henüz bitirmedi. Biz
şimdi bir yemek yiyelim. Sonra seni kapıya kadar götürürüm. Kabul eder mi, etmez mi onu
bilemem' dedi.

"Huzura kabul olundum"

"Yemek yedik, kahve içtik. Kalk beni uzaktan takip et' dedi. Öyle yaptık. Hayli gittik.
Bir kapı çaldı. Yukarıdan da Zübeyir Ağabey veya Bayram Ağabey geldi. Aşağı indi. Evvelâ
Nuri Benli Ağabey kendisine benim Üstadı ziyarete geldiğimi söyledi. Ve Nuri Benli geri
döndü. Kapıya inen o ağabey benimle merhabalaştı. 'Nereden geliyorsun? Adın nedir? Ne için
geldin?' dedi. Urfa'dan geldiğimi, ismimin Abdülkadir olduğunu, Üstadı görmeye geldiğimi
söyledim. 'Peki kardeşim biraz bekle, Üstadımıza gidip haber verelim' dedi. Kapıyı kapatıp
yukarıya çıktı. Fakat bu arada benim yüreğim pat-pat atıyordu. 'Ya Üstad kabul etmezse ne
yaparım' diye düşünüyordum.

"Fakat Cenab-i Hakka şükür, biraz sonra kapı açıldı. 'Gel kardaşım, Üstadımız seni
bekliyor' müjdesiyle sanki dünyalar benim oldu. Çok heyecan içinde merdivenleri
çıkıyordum. Evvelâ Zübeyir Ağabey huzur-u pâke girdi. Ben de arkasından. Koşup hemen
ellerinden sarılıp öptüm, başıma koydum. O şefkat sultanı da beni ağuşuna kemâl-i alâka ile
çekip başımdan öptü. Ve 'Otur kardaşım' dedi. Hemen diz çöküp oturdum. 'Merhaba, safa
geldin kardaşım' dedi. Ben de mukabele ettim. 'Senin adın nedir?' dedi. Ben de, 'Abdülkadir'
dedim. 'Maşallah ben Abdülkadir ismiyle çok alâkadarım' dedi. Ve 'Ben birkaç gündür
kimseyi kabul etmiyordum, hattâ yanımdaki talebelerimi de... Bana birşey lâzım olduğu
zaman yazıp kapının arkasından gönderiyordum. Fakat sen bana şifa oldun. Öyle değil mi
Zübeyir' diye sordu. Zübeyir Ağabey 'Evet öyledir Üstadım' dedi. Ben daha Urfa'dan dün
mektup aldım. Senin için gelmeye lüzum yok, ben onu Abdülkâdir'lerin en birincisi olarak
kabul edip duama dahil ettim, dedim. Sen niye geldin?' dedi. Fakat bunu söylerken inciterek,
tenkit ederek değil, belki okşayarak şaka ederek

sh:»(s:174)

söylüyordu. 'Madem öyledir, ceza olarak seni bugün tekrar geri göndereceğim.' 'Peki
efendim' dedim. Sonra yazdığım o kitabı çıkarıp kendilerine hediye getirdiğimi söyledim. O
kitapla beraber Abdullah Ağabeylerin yazdıkları mektupları kendilerine sundum. 'Maşaallah,
bu senin hattın mıdır?' dedi. 'Evet efendim' dedim. 'Ben bunu aldım, kabul ettim. Şimdi
arkasına bir dua yazıp benden sana bir hatıra olarak hediye edeceğim' dedi. Ve kalemini
çıkarıp bir dua yazdı ve bana uzattı. Ben kalkıp aldım ve teşekkür ettim.

"Bu muhavereden sonra benim şahsî ve ailevî ahvalimi sormaya başladı. 'Senin
babanın adı nedir?' 'Abdurrahman' dedim. 'Kaç kardeşsiniz?' 'Altı erkek kardeşiz' dedim.
'Tamam öyle ise' dedi. 'Ben seni Abdurrahman'a vermeyeceğim. ' Sonra 'Kürt müsün, Arap
mısın?' dedi. 'Kürdüm efendim' dedim. 'Zübeyir, bu Kürt oğlunu babasına vermeyeceğiz' dedi.
'Ne iş yaparsın?' dedi. 'Avcılık efendim' dedim. 'Sizin oralarda ne gibi hayvanlar bulunur?'
dedi. 'Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur' dedim. 'Her ava çıktığınızda ne kadar para
masraf edersiniz?' 'Bazen olur ki 50 lira da masraf yaparız' dedim. 'Peki' dedi. 'Siz o parayla
ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?' 'Evet efendim, daha iyi olur muhakkak'
dedim.

"Sonra 'Sen hangi aşirettensin?' dedi. 'Badıllı aşiretindenim' dedim. 'Aşiretin kaç
çadırdır?' dedi. Dedim, 'Efendim şimdi çadır yok, 25 kadar köy vardır. ' 'Peki aşiretinizin reisi
kimdir?' dedi. 'Amcamdır' dedim. 'Baban mı?' dedi. 'Hayır efendim amcamdır' dedim. Yine
anlamadı gibi göründü. 'Ben babanı eski adil reisler gibi kabul ediyorum' dedi.

"Risale-i Nur okudun mu?"

"Sonra mevzuu değiştirdi.


"Sen Risale-i Nur okudun mu?' dedi.

"Okuyacağım efendim' dedim. 'Ve ben de Urfa'daki talebelerinizin yanına gidip onlar
gibi hizmet etmek istiyorum' dedim.

"Peki benden kabul, fakat onlarla da istişare et' dedi.

"Peki efendim' dedim. Sonra sordu.

"Urfa'dan Van'a yol var mı?'

"Evek efendim' dedim.

"Peki ya Van'dan Bağdat'a?'

"Onu bilmiyorum efendim' dedim.

"Ben Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ile çok alâkadarım' dedi. 'Orala-

sh:»(s:175)

ra gelsem Bağdat'a gitmeyi düşünmüyorum. Ve seni talebelerimin içindeki bütün


Abdülkadir'lerin birincisi olarak da kabul ettim' dedi. Daha sonra, 'Zübeyir ve Ceylân gibi
kabul ettim, sen benim Abdurrahman'ımsın' dedi. Sonra 'Sen Tarihçe-i Hayat'taki
Abdurrahman'ın resmini gördün mu?' dedi. Ve çıkarttı bana gösterdi. 'Buna benziyorsun, seni
onun gibi kabul ettim. Maşaallah benim Abdurrahmanım maşaallah' dedi. 'Sen madem benim
için geldin, senin yol masraflarının iki mislini vermek mecburiyetindeyim. Fakat madem
'Gelmesin' dediğim halde geldin, yalnız iki buçuk lira vereceğim' dedi. Kesesini çıkardı, iki
buçuk lira demir paradan bana verdi. Aldım bir kağıda sardım cebime koydum. Sonra sordu:

"Sen Urfa'daki talebelerimden olan Vahdi Gayberi'yi tanıyor musun?'

"Hayır efendim tanımıyorum' dedim. Biriki zat daha sordu.

"Tanımadığımı söyledim. Sonra,

"Nurşin Şeyhleri Risale-i Nur'la alâkadar oluyorlar mı?' dedi.


"Bilmiyorum efendim' dedim.

"Maşaallah kardaşım sen bana şifa oldun. Sesim bütün bütün kesilmişken, şimdi bak
tam açıldım. Ben seni has talebelerim içinde evlâd-ı mânevî olarak kabul edip duama dahil
ettim. Sen de bana dua et.'

"İnşaallah efendim' dedim.

"Vakit bir saat kadar geçmişti. Dedi:

"Kardeşim bir saatlik görüşmemiz Allah için olduğundan, bin saat değerindedir. Beni
tarassutlarıyla çok taciz ediyorlar. Yoksa seni yanımda bırakırdım. Yine de inşaallah seni bir
zaman yanıma alacağım. Madem öyledir, seni bugün Urfa'ya göndereceğim. Bütün Urfa'lılara
selâm söyle.

"Bütün onlara dua ettiğimi söyle. Hattâ onların mezarda yatanlarına da dua ediyorum.
Urfa'nın hükûmetine dua ediyorum. Onun Belediye Reisine selâm söyle, ' 'Peki kardeşim'
dedi. 'Peki kardeşim' der demez, Zübeyir Ağabey ayağa kalktı. Ben de kalktım. Bir daha
mübarek ellerini tutup doya doya öptüm. O da yine beni kucaklayıp boynumdan öptü. Ve
huzur-u pâkinden yavaş yavaş çıktık. O da arkamdan 'Maşaallah Abdurrahman'ım' diye
söylüyordu.

"Yüzüne bakamıyordum, gözlerim kamaşıyordu"

"Üstadın odasına girer girmez, yaşlı, çok hasta, yatak içinde uzanmış, başında yeşil,
siyah ve beyaz karışımı bir sarık vardı. Mü-

sh:»(s:176)

barek yüzünün bana ilk görünen şekli, televizyon ve perdelerinin boş oynadığı zaman
elektirik dalgalarıyla bir titreşim vaziyetini gösterdiği gibiydi. Birkaç dakika o nurânî vaziyet
mübarek simasında lemean etti. Adetâ mübarek yüzüne bakamaz oldum. Gözlerim
kamaşıyordu. Hep dikkatle mübarek yüzüne bakıyordum. Yüzü kırmızıya meyyal bir buğday
renginde idi. Mübarek gözleri mavi ve iri idi. Bir gözü diğer gözünden farklı idi. Yani birisi
maviden ziyade yeşile mâyil idi. İri ve âsâr-ı şecaat gösteren gözünün beyazı kırmızı
damarlarla dolu idi. Kaşları ileriye doğru dik ve çatık idi. Yüzü değirmi, alnı geniş idi. Burnu
koç burnu gibi çıkık, şahin kuşu gibi atik idi. Ağzı geniş, çehresi iri idi. Mübarek çehresinde
lemean eden nur-u velâyet zahir ve bahirdi. Sinekler konmak için yaklaştıkları vakit anında
uçup kaçarlar idi. Mübarek ellerinin derisi altından damarlar görünürdü. Parmakları iri ve
uzun idi. Saçları sarığın kenarından çıkmış ve kıvrılmıştı.

"Odasını güzel koku kaplamıştı"

"Saçları ve bıyıkları kınalı idi. Şivesi Van köylerinin yeni Türkçe öğrenmiş adamı
şeklinde idi. Güzel kokular odasının her tarafını sarmıştı.

"Her iki elinin parmaklarında üç tane gümüş halka yüzükler vardı. Odasından çıkıp,
karşı tarafta talebe ve hizmetkârlarının oturduğu yere Zübeyir Ağabeyle beraber geldik.
Onların yanında ikindiye kadar kaldık. İstasyona kadar Bayram Ağabey benimle beraber
geldi.

"Dönüyordum. Fakat memnun ve mahzun olarak dönüyordum. Muradına nail olmuş


bir âşıkın süruruyla dönüyordum. O bir saatlik sohbet artık benim için herşeydi. Kendimde
sanki dünyayı fethedebilecek bir iktidar ve cesaret hissediyordum. Sanki kalbim Üstadım olan
Hz. Said'le çelik halatlarla perçinleşmişti. Çünkü onun o lütufkâr, o keremkâr nurânî şefkati
ve benim gibi ilimden irfandan, terbiye-i İslâmiyeden adetâ mahrum olan biçareye karşı
gösterdiği şefkat, merhamet, talebeliğine kabul iltifatları benim bütün vücut ülkemi
muhabbetle sarsmıştı. O andaki hissiyatımı ifade etmek mümkün değildir. Yine kara trene
binip Urfa'ya müteveccihen hareket ettim. Nihayet Urfa'ya geldim.

sh:»(s:177)

"Hizmete girdim"

"Urfa'da iki sene medresede Abdullah Ağabeylerle beraber kaldık. Avcılığı bıraktım,
av tüfeğini sattım. Bu arada eski bir teksir makinesi alıp Urfa'da bazı risaleleri yazmak ve pek
çok yerlerle muhabere ettiğimizden lâhika mektuplarını kolaylıkla neşretmek için hizmet
görmek fikri ortaya çıktı. Benim de annemden kalan 40 kadar koyunum vardı. Hemen satıp
bir teksir makinesi alalım dedim. Koyunları sattık. Bin beş yüz küsûr lira tutmuştu. Teksir
makinesini almak için İstanbul'a gitmek icabetti. Giderken yine Üstada uğrayıp hem ziyaret
etmek, hem de Üstadımızla istişare etmek lâzım geliyordu. Daha doğrusu ben böyle arzu
ediyordum.

"Üstadı ikinci ziyaretim"

senesinin tahminen Eylül Ekim aylarında, Isparta'ya revan oldum. Bir iki gün sonra
Isparta'ya vasıl oldum. Bu defa Hz. Üstad Isparta'da değildi. Barla'da olduğunu söylediler.
Nuri Benli Ağabey bana 'Gitme' dedi. 'Her gideni yakalayıp taciz ediyorlar.' Sonra Rüştü
Çakın Ağabeye uğradım, ona arzettim. O dedi, 'Sen durma git.' 'Zaman ikindi zamanı idi.
Doğru Eğir1dir'e gittim. Pazar günüydü. Hiçbir vasıta Barla'ya gitmiyordu. Çilingir Ali
Ağabeye dedim, ne yaparsan yap mutlaka gideceğim. 'Hususi bir şey bul' dedim. Çilingir Ali
Ağabey çıktı. Yarım saat sonra geldi. 'Müjde' dedi. 'Bir motorlu kayık tuttum, hadi kalk.'
Motorluya binerek bir saat sürmeden Barla'nın sahiline ulaştık.

"Deniz (göl) kenarında harmancıların yanına gittim. Onlara söyledim. Hepsi dost ve
Üstada muhib idiler. Dediler: 'Bizim hanımlar saman götürecekler. Onlarla gidersin, hiç kimse
görmez.' Beraber hayvanlarla Barla'ya doğru gittik. Hanımlar gayet mestûre idiler,
konuşmuyorlardı. Köye vardığımız zaman 'Kardaş!'dediler. 'Biz şimdi Hoca Efendinin evinin
önünden geçeceğiz. Evini sana göstereceğiz ve geçeceğiz.'

"Üstad Barla'da esas evinin üstünde başka bir evde kalıyordu. Kapıyı çaldım, Zübeyir
Ağabey çıktı. Konya Ereğli'sinden biraz elma almıştım. Elimden aldı ve 'Hoş geldin kahraman
kardaşım!' deyip beni kucakladı. İçeri girdik. Yan odalardan birisine geçtik. Güneş batmak
üzereydi.

"Üstad Sıddık Süleyman'a ders veriyordu. Zübeyir Ağabey dedi ki: 'Üstad dersini
bitirsin, sonra yanına gireriz.' Üstad dersini bitirdi, sonra abdest aldı. Zübeyir Ağabey, 'Gel
kardaşım, Üstada gidelim' dedi. Tam o sırada abdestini bitirmiş, havlu ile siliniyordu. Zi-

sh:»(s:178)
yaret etmek istedim. Havluyu bana uzattı. Ben de havluyu öptüm, yüzüme sürdüm.
'Niye geldin?' dedi. 'Efendim ben yalnız sizin için gelmedim' diye zevahiri kurtarmak için bir
tevil yaptım. 'Peki ya niye geldin?' dedi. 'Teksir makinesi almak için İstanbul'a gidiyordum da'
dedim. 'Sen 1500* fedakârlık yapıyorsun ama, teksir edeceğin risalelerin sıhhatine azamî
dikkat etmek lâzımdır.' 'İnşaallah efendim' dedim. 'Peki kardaşım' dedi. Biz öbür tarafa geçtik.

"Akşam namazından sonra bana bir miktar hususi yemeğinden göndermişti. Onu
yedim. Yatsıdan sonra yorganını bana gönderdi. O gece o mübarek yorganında yattım.
Sabahleyin namazdan epey sonra ders için bizleri çağırdı. Gittik. Halka halinde oturduk.
Hepimiz okuduk. Kendisi de okudu. Zübeyir Ağabey, hediye getirdiğim o elmayı, Antep'ten
aldığım baklavayı kendisine arzetti. Kemâl-i samimiyetle alakâdar oldu. Açtırıp baktı. Şaka
ederek merhum Ceylân ve Hüsnü'ye 'Ben bunu size yedirmeyeceğim' dedi. 'Ben bunu bin
altun lira kadar kabul ettim. Fakat kaideme göre bunun iki bedelini vereceğim. Kaça aldın
bunları?' dedi. Ben o anda ne diyeceğimi şaşırdım. Hemen Hüsnü Ağabey dedi ki: 'Efendim!
Hepsini iki buçuk liraya almış.' 'Madem öyledir, yalnız bir kat fiyatını vereceğim' dedi ve
çıkarttı verdi, ben de aldım.

"Kahramanlık Risal-i Nur ile inkişaf ederse kimse karşı koymaz"

"Dersten sonra çok mesrur ve coşkundu Üstad. Halbuki geldiğim gün hiddetliydi.
Hattâ Zübeyir Ağabey 'Kardaşım, bugün Üstadımız fazla hiddetlidir' demişti. Bana çok iltifat
etmeye başladı. 'Kürdoğlu' diye hitap ediyordu. Bir ara bir münasebetle kendi eski
talebelerinin kahramanlıklarından, şecaatlerinden bahsetti. 'Hattâ öyle ki, ' dedi, 'benim bir
işaretimle ruhunu feda edecek derecede idiler.'

"Eski Harb-i Umûmide benim Mîr Mahey isminde bir talebem vardı. Biz Ruslarla
harbederken bazen Mîr Mahey tek başına Rusların tabyalarının içine hücum eder, içlerinde
dolaşır, birkaç Rus öldürür, sağ olarak geri dönerdi. Hattâ bir gün Diyarbakır Valisi Cevdet
Paşanın benim aleyhimde konuştuğunu duyunca vali konağının karşısındaki bir evin üstüne
çıkarak, 'Ulân Cevrik Paşa!¹ Cevrik Paşa! Eğer yiğitsen parmağını çıkar, bakalım' dedi. Ve bu
münasebetle dedi ki, 'Bu millette fıtrî bir kahramanlık seciyesi vardır. Bu seci-

______________________________________________
(*) Cebimdeki paranın miktarını tam olarak nasıl bildiğine hayret ediyorum.

"Cevrik, gerçi eniktir" diye Üstad bizzat izah etti.

sh:»(s:179)

ye eğer Risale-i Nur'la inkişaf ederse, hiçbir millet karşılarında duramaz. Hattâ Rus'u
dahi teslim alırlar. 'Ve bana dönerek, ' İşte sen o eski talebelerime benzersin. Fakat benim
şimdiki talebelerim ölünceye kadar, Risale-i Nur hizmetinde sadıkâne bir şekilde vakf-ı hayat
ederek çalışıyorlar. Bunlar eski talebelerimden fazilet bakımından daha üstündürler' deyip
hayli uzun bir ders yaptı.

"Teksir makinesine çok memnun oldu"

"Teksir makinesinin alınıp hizmet-i Nuriyede istimaline dair teşebbüsümüze çok


memnun oldu ve çok dua etti. 'İnşaallah bu teksir makinesi ileride Urfa'nın âlem-i İslâma ilim
hakikatını neşreden bir merkez halini almasına vesile olacak. Bütün Nurları neşir için sana
izin veriyorum' dedi ve şahsım hakkında iltifatkâr bazı şeyler söyledi.

"Ders sona erdi. Benim İstanbul'a gideceğimi biliyordu. 'Haydi Abdülkadir'e bir
hayvan bulun. Eğirdir'e hayvanla gitsin' dedi. Ben 'Efendim! Yürüyebilirim' dedim. Merhum
Ceylân Ağabey, 'Üstadım o aşirettendir. Yürür' dedi. 'Peki öyle ise' dedi. İzin istedim. Elini
öptüm. Barla'dan ayrıldım.

"Tam altı saat göl kenarını takip ederek Eğirdir'e geldim. Isparta'ya vardım. Aynı
akşam İstanbul'a hareket ettim. İstanbul'da bir hafta kadar kaldım. Teksir makinesini alarak
Isparta'ya yolladım. Ben de Isparta'ya gidip orada kullanılmasını öğrenecektim. Bu arada
Üstadı ziyaret de en büyük maksadımdı. Yine Üstadımızın ziyaretiyle müşerref oldum. Bir
hafta yanında talebeleriyle birlikte kaldık. Çünkü makine henüz gelmemişti. Onu
bekliyordum. Artık bu defa sevgili Üstadı bol bol görmeye ve dersinde bulunmaya muvaffak
oldum. Çok iltifat ediyordu. Dua ediyordu.
"İstanbul'dan geldiğim gün huzur-u pâke girdiğimde Üstad Mesnevi'nin başındaki
Türkçe mukaddimeyi telif ediyordu. O söylüyordu, merhum Ceylân da yazıyordu.
Lillahilhamd Risale-i

sh:»(s:180)

Nur'un küçücük bir parçasının telifi anına tesadüf ettim. Hakikaten telif anıyla sair
hususî sohbetleri birbirinden çok farklı idi. Çok coşkun, sürurlu, def'i ve anî söylüyordu.

"Bu bir haftalık zaman içinde birgün sabah dersinde Meyve Risalesi okundu, Siracü'n-
Nûr mecmualarını iki üç sandık halinde kendi odasında durduruyordu. O sırada Siracü'n-Nûr
mecmuaları başka bir yerde bulunmuyordu. Ben onun içindeki Beşinci Şua için Siracü'n-
Nûr'u çok arıyordum. Üstad sabah derslerinde her bir talebesinin eline bir tane verip, ders
yaptırıyordu. Kendileri de dinlerdi. Biraz bir talebesi okur, sonra yanındaki talebesine sen oku
diye işaret eder, o da okurdu. Risale okunurken mübarek gözlerinden yaşlar revan oluryordu.
Ayrılacağım sırada Zübeyir Ağabeyden bir tane Siracü'n-Nûr'dan istirham ettim. Dedi,
'Kardeşim! Hepsi Üstadımızın yanındadır. Ben isteyemem, sen gir, bir tane iste.' Bunun
üzerine huzuruna girip ayakta durup, boynumu bükerek bir tane istediğimi izhar ettim. Dedi,
'Kürdoğlu! Ben bunları kimseye vermiyordum. Bu mecmualar Afyon Adliyesinde sekiz sene
hapis yattılar. Bunlar gazidirler. Ben bunları istirahat ettiriyorum. Fakat senin hatırın için bir
tane vereceğim. Bunların bedelleri yüz banknottur. Fakat ben senin için on banknota
vereceğim. 'Ben on lira kağıt para çıkarıp, kendilerine takdim ettim. ' Ben bu parayı tutmam.
Ceylân, gel al' dedi ve bir tane kendi mübarek eliyle bana uzattı. Ben de aldım, öptüm, başıma
koydum. Ve huzurundan ayrıldım.

"Meyve Risalesi'nden Hafız Ali'nin sual meleklerine Risale-i Nur'la verdiği cevap
münasebetiyle bir ehl-i keşfe'l-kubur'un bir ilim talebesinin medresede vefatıyla sual
meleklerine ilm-i nahivle cevabı geçtiği zaman buyurdular ki: 'Kardeşlerim gerçi ehl-i keşfe'l-
kuburluk benden yüz derece uzaktır. Fakat o mesele aynen öyle cereyan ettiğinden emin
olunuz.

"Dünyalar gencin olmuştu"


"Başka bir gün Malazgirt'in köylerinden hiç Türkçe bilmeyen bir genç Üstadın
ziyaretine gelmişti. Türkçeyi hiç bilmiyordu. Benim ilk ziyaretimde bana 'Kürt müsün, Arap
mısın?' diye sorduğunda ben de 'Kürdüm efendim' dediğim zaman 'Kardeşim, ben elli senedir
Kürtçeyi konuşmuyorum, unutmuşum' buyurmuşlardı. Malazgirtli o genç Türkçe bilmediği
için herhalde Üstad beni tercüman olarak çağırır diye kendi kendime bekliyordum. O genç
Üstadın huzuruna girdi. Baktık Üstad onunla Kürtçe konuşuyor. Beni çağırmadı. Sonra o genç
çıktı. Sordum: 'Seyda ile ne konuştunuz? Ne istedin on-

sh:»(s:181)

dan?' Hiç, yalnız dedim ki, Seyda! Benim sizi ziyaret etmekteki maksadım sekerat
vaktinde bana ulaşıp imanımı kurtarasınız, diye istirhama geldim. Ve Seyda peki diye kabul
etti. 'O genç neşesinden, sürurundan uçuyordu. Ben kend kendime 'Ben ne bedbahtım. Hiçbir
istirhamda bulunmadım Üstaddan' diye düşündüm.

"Senin de bundan hissen çoktur"

"Ayrılacağımın son günü idi. 'Seni yanımda bırakmak istiyorum. Seni artık
Abdurrahman'a (babam) vermeyeceğim, bana Tahirîyi çağırın' ded. Tahirî Ağabey geldi,
'Buyurun efendim' dedi. 'Tahirî ne dersin ben bu Kürdoğlunu göndereyim mi? Yoksa burada
yanımda mı kalsın?' Tahirî Ağabey, 'Efendim! Siz bilirsiniz ama gidip Urfa'da hizmet etse
daha iyi olmaz mı acaba?' dedi. 'Peki öyleyse, Urfa'ya gitsin' dedi. Bende gayr-i ihtiyarî , fakat
çocukcasına bir hevesle Urfa'ya gidip teksir makinesiyle hizmet etmek hissi daha çok galipti.
Artık karar verildi. Urfa'ya dönecektim. bir ara beni Ali İhsan Tola ile Sav köyüne makinenin
çalışmasını görmem için gönderdi. Birgün bir gece Sav'da kaldık. Makineyi aşağı yukarı
öğrendim. Yine Üstadın huzuruna geldim.

"Bir sabah dersinde çok neşeli idi Üstad. Dokuz kişi dersi sıra ile okuyordu. O gün
Hasbiye Risalesi okunuyordu. Bir ara sual melekleri meselesi geçti. Tahirî Ağabeye dönerek,
'Tahirî! Senin imanın bundan aşağı değil' buyurdular. Tahirî Ağabey 'Elhamdülillah' dedi.
Bana da 'Kürdoğlu! Senin de bundan hissen çoktur' dedi.
"En son dersi kendisi okuyacağını söyledi. Karadut başında yazılan kısmı okudu.
Kendine has şivesi ile neşe ve sürur içinde okuyordu. Ve bazı mülâtefeler yaptı. Neyse, bu bir
kaç günlük zaman da sona erdi. Teksir makinesi geldi. Merhum Ceylân Ağabey tekrar onun
çalışmasını bana gösterdi. Yine izin alıp ayrılmak için huzura girdim. Gayet samimî bir alâka
ile, 'Sen her sabah yanımdasın. Bizim için ayrılık yoktur.' 'Seni aynen Zübeyir gibi kabul
etmişim' dedi. Biraz sonra tayinat parasından bir miktar bana vermek için irade buyurdu.
'Efendim! Benim param vardır' dedim. 'Yok' dedi. 'İnsan babasından para almaz mı?' Bin
teşekkürü niyet ederek aldım, öptüm başıma koydum. Ve bu defa, 'Urfa taşıyla toprağıyla
mübarektir. Urfa'ya gelmeyi çok düşünüyorum' dedi. 'İlk fırsatta geleceğim inşaallah'
buyurdu. Ben de, 'Efendim! Zaten sizi götürmek için gelmiştim' dedim. 'Evet' dedi. 'Urfa'ya
gelmeyi düşünüyorum. Fakat şimdi şu anda gelsem Suriye ile Türkiye'yi birleştirmek
mecburiyetinde kalacağım, bu da şimdi olmaz.'

sh:»(s:182)

"Mübarek elini öptüm. O âdet-i mübarekleri vechiyle beni kucaklayıp başımı öptü ve
bütün Urfalılara selâm gönderdi. 'Ben her sabah Urfa'nın ahyâ ve emvatına dua ediyorum.
Onlar da bana dua etsinler' dedi. Tam ayrılıyordum dediler ki: 'Eğer Şarkta Hulusî Beyle
Muhammed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gelmeye mecbur olurdum. Fakat onlar benim
Şarkta vekillerimdirler. Onun için şimdilik gelmeyeceğim. Neyse... ' Ayrıldık. Diğer
ağabeylerle de vedalaşarak Urfa'ya revan olduk.

"Urfa'ya geldiğimde teksir makinesiyle bazı şeyler yazmaya çalıştık. O sırada


Abdullah Ağabey askere gitti. Askerliğini bitirdi. Yine Urfa'ya döndü. Bu defa Hüsnü Ağabey
asker oldu ve artık Üstadın hizmetinde kaldı.

"Adnan Menderes'i duama almışım"

"Sene 1959 oldu. Bu defa benim de askerliğim geldi, çattı. Hattâ iki buçuk sene
geçiyordu. Askerliğim Ankara'ya çıkmıştı. Askere giderken yine Üstadımı ziyaret edip öyle
gideyim diye doğru Isparta'ya vardım. Akşam vakti yine huzur-u pâke girdim. Meğer bu
ziyaret ve görüşme en son olacakmış. Biraz hal hatır ve Risale-i Nur'un Urfa'daki hizmetinden
suallerinden sonra ellerini öptüm, ayrıldım. Zübeyir Ağabeylerin yanına geçtim, o gece de
orada kaldım. Sabahleyin son defa görüşüp ayrılacaktım. Yine ders oldu. Kâtip Osman
Ağabey de vardı. Ders bitti. Kâtip Osman bir sepet üzüm getirmişti. Bir başka talebesi de
biraz irmik helvası getirmişti. Dersten sonra kendisi ile beraber dokuz kişi vardık. O üzümü
dokuz hisseye ayırıp kur'a attırdı. İçinde bir iki salkım siyah üzüm vardı. Merhum Ceylân
Ağabey kur'a atılırken yer değiştirerek o siyah üzümleri kendisine düşürdü. 'Vay Keçeli!
Keçeli! Ben bu siyaha göz dikmiştim. Sen yine kendine düşürdün' dedi. Üzüm paylaşması
bitti.

"Sonra Üstad ahval-ı âlem meselelerinden mevzu açtı. İmanın verdiği kuvvet ve
cesaretten bahsetti. Meselâ dedi: 'Mısır'da Cemal Abdünnâsır'a bakınız ki, imanın kuvvetiyle
bütün Avrupa'ya dünyaya meydan okuyor.' Sonra buyurdular ki: 'Kardaşlarım! Size bir
hususu hususî olarak söylüyorum. Ben Adnan Menderes'le çok alâkadarım. Onu duama
almışım. Eğer ben fazla hasta olmasaydım, onun ziyaretine gidecektim.' Sonra parmağını bana
uzatarak, 'Kürdoğlu!' dedi. 'Seni hizmet dairesinde siyasete girmen münasiptir.' Ben bu sözden
birşey anlamadım. Halen de anlamıyorum. Nasıl bir siyasete girebilirim, bilemiyorum. Her ne
ise. Ders bitti. Biz de dağıldık. Bir iki saat sonra ayrılacaktım. O zamana kadar sigarayı

sh:»(s:183)

bir türlü bırakamıyordum. Bu defaki gelişimde 'Eğer fırsat bulursam, sigarayı


bırakmak için Üstaddan dua isteyeceğim' diye yolda hayal ediyordum. Fakat bunu bir türlü
Üstada arzedemedim. Öyle kaldı. Sonra Ankara'ya gitmek için izin almak niyetiyle son olarak
huzur-ı pâke dahil oldum. Elini öptüm, elimi tuttu, bırakmadı. 'Ben senin şimdiye kadarki
hizmetini yirmi sene bir hizmet olarak kabul ediyorum. Senin askerliğin dahi Nur hizmeti
hesabınadır. Said'e söyle alakadar olsun. Eğer alakadar olmazlarsa, güceneceğim' dedi. Ve
ağabeylerden birisine, 'Getirin bütün helvayı Abdülkadir'e verin. Yolda yesin.' Ve daha başka
çok iltifatkâr sözler söyledi. 'Senin için, istikbal için çok şeyler biliyorum, fakat şimdi
söyleyemiyeceğim' dedi.

"Ve beni ağuş-u şefkatkârânesine çekip yine başımdan, boynumdan öptü. 'Haydi güle
güle' dedi. Fakat gözlerinden yaşlar akıyordu. Kemâl-i şefkatle beni selâmlıyordu. 'Esselâmû
aleyküm' deyip ayrıldım. Zübeyir Ağabey 'Maşaallah kardeşim! Üstadımız sana çok iltifat
ettiler, seni tebrik ediyorum' dedi. Bu defaki ayrılıştan gayr-i ihtiyarî bir hüzün, bir melâlet
içindeydim. Bilmiyordum, ne içindir? Meğerse son görüşmemiz imiş.
Ankara'da askerlik

"Ankara'ya varıp asker oldum. Birkaç gün sonra birden sigaraya karşı bir nefret geldi
bana. Acemiliğin ilk devresinde sigara içmeyenler de sigaraya başladıkları halde, ben kat'î bir
terke karar verdim. Karar hâlâ o karardır. Sigara, menfur-u ebedim oldu.

"Bediüzzaman, Risale-i Nur'dur"

"Ankara'da askerliğim sırasında Said Özdemir bana evci kâğıdı çıkardı. Ben her hafta
evci çıkıyordum. Ve Ankara'da iken birgün Üstadımızın Ankara'ya geldiğini duydum. Yine
evci çıkmıştım. Beyrut Palas'ta olduğunu söylediler. Ben asker elbisesiyle bir arkadaşımla
beraber otele girdim. O zamanki Ankara Emniyet Birinci Şube

sh:»(s:184)

Komiser Abdülkadir, kapıda beni otele bırakmak istemedi. 'Sen askersin, birliğine
bildiririm. Bu tehlikeli bir iştir' dedi. Ben dinlemedim. 'Beni bırak, sonra ne yaparsan yap'
dedim. Adımı soyadımı, birliğimi yazdı. Fotoğrafımı çekti ve ben yukarıya çıktım.
Üstadımızın bulunduğu kat talebelerle dolu idi. Birisi Zübeyir Ağabeye, 'Abdülkadir gelmiş'
demiş. O ise polis Abdülkadir zannetmiş, 'Üstadımız uyuyor' diye haber geldi. Ben biraz
bekledim. Üstadı rahatsız etmeyeyim, dedim. Kalktım, Murat lokantasının üstündeki
dershaneye geldim. İkindi zamanı birisi bana, 'Üstad seni acele istiyor' dedi. Kalktık, gittik.
Bu defa otelin kapısında çok polis vardı. Ne yaptımsa beni bırakmadılar. Pür me'yus ve
mükedder olarak döndüm. Hem, akşam saat beşte birliğime yetişecektim. Ve işte bir daha
Üstadımı göremedim.

"Bütün ziyaretlerimde müşahade ve malûmatım şundan ibarettir. Hz. Bediüzzaman her


zaman ve herkese ve bana da kerrâtla 'Kardeşim! Risale-i Nur'daki kudsî mânâ ve hakikat
bende iken ismime Bediüzzaman deniyordu. Şimdi o kudsî mânâ benden ayrıldı.
Bediüzzaman, Risale-i Nur'dur, bende birşey kalmadı. Siz Risale-i Nur'a yapışın. Hülâsanın
hülâsası yalnız Risale-i Nur'dur' diyordu. Ve onun intişarını istiyordu. Ve Nur Talebelerinin
daima samimî tesânüd ve ittifaklarını arzu ediyordu. Başka birşey demiyor ve istemiyordu."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:185)

MEHMED EMİN ER

1935'ter Diyarbakır-Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi. Şarkın meşhur


alimlerinden dersler alarak dinî ilimlerde icazet aldı. Dini hizmeti esnasında pek çok talebe
yetiştirerek icazet verdi. Ayrıca nakşibendi Şeyhlerinden Şeyh Seyda'nın halifelerindendir.
İmamlıktan emekli olduktan sonra Ankara'ya yerleşti. Yurt içinde ve dışında tedris ve irşat
hizmetlerini devam ettiriyor.

"Medreseden icazet olmak için 1952 tarihende Bitlis'ın Nurşin köyüne gittim. Şerhül'l-
Akaid'i, Şeyh Masum'un oğlu Şeyh Maşuktan, İşâratü'l-İcaz'ı Zülfikar mecmuasını de
Sadrettin Hocadan okumaya başladım. Aynı senede icazet aldıktan sonra Diyarbakır'a
döndüm. Mektupta Hulusi Bey'den İşâratü'l-İcaz'ı, Zülfikar mecmuasını ve Asa-yı Musa'yı
istedim. Hulusi Bey mektupla beni tebrik etti. Bu kitapların hazır bulunmadığından dolayı
özür dileyerek bana iki adres yazmıştı. Birisi emekli yüzbaşı Mehmet Kayalar, diğeri de
manifaturacı Bitlis'li Yusuf Efendi. Bu adreslerden istediğim kitapları bulamadım, fakat
Mehmet Bey adresimi aldı, kitaplar Urfa'dan geldiğinde hemen göndereceğine söz verdi.
Fakat bazı aksaklıklardan dolayı eser bana yetişmedi. Sonra beni görünce özür dileyerek Asa-
yı Musa ve Zülfikar mecmuasını verdi. Mektubat'ı da Muzaffer Bey emanet alarak verdi.
Beşinci Şua ile Sikke-i Tasdiki Gaybı'yi de hediye etti.
"Üstadı arıyorum"

tarihinde Üstadı ziyeret için Isparta'ya gittim. Üstadın bir gün evvel Eğirdir'e gittiği ve
ne zaman döneceğinin malum olmadığını söyleyince adres aldım, hemen Eğirdir'e hareket
ettim. Çilingir Ali Efendinin evine vardım. Üstadı sorduğumda şunları anlattı:

"Üstad geçen gece bizdeydi. Sabahleyin motorla Barla'ya gitti. Hareket etmeden evvel
abdest aldım. Başımda şapka olduğu halde

sh:»(s:186)

iki rekât abdest sünneti kıldım. Üstad bana döndü ve dedi ki: 'Ali, şapkayla kıldığının
ziyanını ben veremem. Fakat bizimle meşgul olduğundan dolayı ziyanın neyse vereyim.' Ben
de cevaben, 'Hayır, benim sizden ötürü bir ziyanım olmamıştır. Bir miktarcık başım açık
dolaşırım' dedim.

"Sonra yemek duasından bahsedilirken Ali Efendiye sordum: 'Üstad sizinle yemek
duası okudu mu?'

"Ali Efendi cevaben, 'O bize misafir olur, ama yemek yediğini görmeyiz, o ancak gece
bir iki lokma yer' dedi.

"Ali Efendi hizmetle meşgul iken yanımıza gelen arkadaşlar şöyle konuştular. 'Ali
talebe olmazdan önce namaz kılmazdı, içki içerdi, daha sonra namaza başladı, içkiyi de terk
etti. Eski Türkçe risalelerin okumasını ve yazmasını öğrendi.'

"Eğirdir müftüsünden bahsedilirken cemaatten bazıları 'Müftü Ali'nin dostudur' dediler


ve bu hususta Üstadın şöyle konuştuğunu naklettiler. 'Müftü Ali'nin dostudur, Ali de benim
dostumdur. Benim dostumun dostu, dostumdur. İman şartı ile hakkımı herkese helâl
ediyorum. Hatta bana zehir içirenlere de.'

"Hülasa sabahleyin Ali Efendi torbaya bir francala ekmeği koydu ve dedi: 'Üstad
lokantaya gitmez ve kimsenin ekmeğini yemez. Bunu Üstada verirsin, o sana parasını verir,
sen al.'
"Sonra benimle beraber geldi, beni motora bindirdi ve kendisi evine döndü. Barla'ya
gittim, fakat Üstadın karadan Barla'dan döndüğünü işitince hemen aynı motorla Eğirdir'e
döndüm.

"Benimle motora binen bir hoca hemen şöyle sohbete başladı. 'Memleketimizin geliri
kifayetsizdi, 55 seneden beri bize yetmiyordu. Bu mübarek zat geldiğinden bu yana Allahü
Teâla memleketimize bereket ihsen etti. Şimdi biz fazlasını dışarıya satıyoruz. Bazen Üstadla
birlikte bağımıza giderdik. İki habbeyi koparır ve der: 'Hoca, bunların parası ne kadardır,
vereyim.'

"Estağfirullah hocam, onun ne kıymeti var ki veresiniz, ben yemenizden şeref


duyarım. 'Fakat sonra çıkarır bir risale hediye eder. Eğer o hediye kabul etseydi, bu Barla
nahiyesi kendisinin mülkü olurdu. Fakat kabul etmez. Bazen bana gideriz, çiçekleri çok sever,
bazılarına dikkatli dikkatli bakar, görürüm ki, gözlerinden yaş akar.

"Üstadın huzurundayım"

"Sonra Eğirdir'e geldim. Francalayı Ali Efendiye verdim ve aynı günde Isparta'ya
döndüm. Ceylan'ı gördüm. 'Beni uzaktan takip ey-

sh:»(s:187)

le' dedi, 'Zira tarassud var, kimseye hissettirme, hafiyeler seni görürlerse tutarlar.'

"Ben de uzaktan kendisini takip ettim. Bir müddet yürüdükten sonra bir kapı önünde
durdu. Etrafa baktıktan sonra içeri girdi. Kapıyı yarım açık bıraktı ve kapının ardında beni
bekledi. Beraber yukarıya çıktık, sağımdaki odaya girdi. Zübeyir de geldi, beni soldaki odaya
götürdü.

"Hemen yere ve duvarlara nazar ettim. Asılı veya serili hiçbir şey görmedim. Yalnız
Hazret-i Üstadı; bir sedir, bir yorgan ve bir de yastığı gördüm. Hazret-i Üstad sedir üstünde
oturmuş, yorgan altından ayaklarını uzatmış idi. Yorganı göğsüne çekmişti. Hasta olduğu belli
idi. Başında uzunca bir külah, üzerinde de renkli bir kefye kat kat yukarıya doğru sarılmıştı.
Gömleğin kollarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Sakalı yoktu, parmakları uzun, vücutları iri,
fakat zayıftı. Saçı iki üç parmak kadar külahtan dışarı sarkmıştı. Bakışı heybetli, sesi hasta
olmakla beraber yüksek ve şiddetli idi.

"Bana 'Nerelisin?' diye sordu.

"Diyarbakırlıyım' dedim.

"Birçok kişiyi, valiyi ve Mehmet Kayalar'ı sordu. Daha sonra da 'Niçin geldin?' dedi.

"Ziyaret ve bazı soruları sormak için geldim' dedim

"Üstad, 'Hastayım, sorulara cevap vermeye vaktim yoktur' dedi.

"Sonra Zübeyir'e hitaben 'Bir minder getir' dedi. Minderi getirdi, hemen yanına
sermesini işaret etti ve bana 'Otur' dedi.

"Oturdum. Zübeyir'e, 'Sen de otur, sesim çıkmazsa sen anlat' dedi.

"Zübeyir'le beraber Üstadın yanında yan yana diz çöküp oturduktan sonra, Üstad,
'Soruların nedir?' dedi.

"İmamlığı zekâtla yapıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor. İmamlığı böyle mi yapalım,


yoksa ücretle mi yapalım? Veya başka birşeyle mi meşgul olalım?' dedim.

"Üstad, 'Ücrette minnet vardır. Zekâtsa minnetsizdir, mal Allah'ındır, zenginler birer
vekildir. Siz zekâtla imamlık yapın. Fakat pazarlık etmeyin. Günlüğünü de onlara bağlamayın,
çünkü ihlâsı zedeler, Rızık veren Allah'tır, yalnız onların eliyle gönderir. İktisat edin.'

"Üstad, başka sorularımın neler olduğunu sordu.

sh:»(s:188)

"Nakşi tarikatinin halifesi olayım mı?"

"Nakşibendi tarikatında beni halife ettiler. Ben kendimi buna layık görmüyorum.
Manevî mes'uliyetten korkuyorum. Eğer bunun bana zararı varsa terk edeyim' dedim.
"Üstad, 'Şeyhin kimdir?' diye sordu.

"Şeyh Seyda'dır.'

"Şeyh Seyda kimin oğludur?'

"Şeyh Ömer Zerğani'nin oğludur.'

"Aşiretine ne diyorlar?'

" Arap aşireti diyorlar.'

"Aslen nereden gelmedir?'

"Aslen Bağdat'tan gelmedir.'

"Şeyh Seyda kimin halifesidir?'

"Dayısı Şeyh Mehmed Nuri'nin halifesidir.'

"Şeyh Mehmed Nuri tarikatı kimlerden almıştır?'

"Şeyh Mehmed Nuri, Şeyh Ömer Zenğani'den; Şeyh Ömer de Şeyh Hüseyin Basri'den;
Şeyh Hüseyin de Şeyh Salih Sübki'den; Şeyh Salih de Şeyh Muhammed Ayni'den; Şeyh
Muhammed Ayni de Şeyh Halid Cezeri'den; Şeyh Halid de Mevlana Halid'den almıştır.'

"Cizre şimdi Türkiye'de mi Suriye'de mi?'

" Türkiye'dedir.

"Şeyh Seyda Risale-i Nur'u okuyor mu?'

"Şeyh Seyda Türkçeyi bilmez. Fakat sizin ne kadar Arapça risaleniz varsa hepsi
yanında mevcuttur.'

"Şeyh Seyda irşada çıkıyor mu?'

"Evet, irşada çıkıyor.'


"Ehl-i tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar, sen almış olduğun vazifene devam et.
Yalnız hediye kabul etme. Hediye hilafü'ş-şer' değildir. Fakat ihlâs yoktur. Ben iki cihetle
Şeyh Seyda ile alakadarım. Hem selam, hem tebrik ederim.'

"Zübeyir sordu: 'Alakaları biliyor musun?'

"Hayır, bilmiyorum.'

"Zübeyir: 'Alakalar manevîdir.'

"Üstada tekrar sordum: 'Ben medrese ilimlerini bitirdim ve icazet aldım. Bundan sonra
ne yapayım?'

"Üstad: 'Risale-i Nur'u oku, okut. Risale-i Nur bana ihtiyaç bı-

sh:»(s:189)

rakmamıştır. Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde
tarassudatlar vardır. Eğer bilseler ki sizin gibi bir âlimin geldiğini, hemen hemen inceden
inceye takibat açarlar. Biz yatakta hasta olduğumuz halde bizden korkuyorlar. Biz
ziyaretçileri kabul etmiyoruz. Hatta geçenlerde Menderes Isparta'ya geldi. Vali ile beraber
ziyaretimize gelmeleri için müsaade istedi. Ben kabul etmedim. Ben seni talebelerimden
kabul ettim. Hemen memlekete avdet et. Sana soran olursa, 'Ziyarete gelmişim deme, ticarete
gelmişim' de. Paran yoksa sana vereyim.'

"Benim param vardır' dedim.

"Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Göz yaşlarımı dökerek
ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.

"Trene geldim. Bir gün iki gecede Diyarbakır'a yetiştim. Mehmet Kayalar'ın yanına
vardım. Mehmet Kayalar beni görünce: 'Konya'da indin mi?' dedi. Ben, 'Hayır, inmedim'
dedim.

"Mehmet Kayalar, 'Üstadın mektubu gelmiş sizden bahsetmiş' dedi.


"Şeyh Seyda: O, Firavunların Musa'sıdır"

"Hazret-i Üstadın selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonra Cizre'ye gittiğimde


Şeyh Seyda'ya tebliğ ettim.

"Cemaatten birisinin suali dolayısıyla Şeyh Seyda Üstad hakkında şunları söyledi:

"Bediüzzaman'ı bu asırda Allah Teâla bize göndermiştir. Daha genç yaşlarda iken
Cizre'ye gelmiştir. En büyük âlim ve mürşidlerinden sayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz
onun ilmini, fazlını, büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir. O inancı olmayanların,
Firavunların Musa'sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki de böyledir. Eğer bir mani olmasa idi
ziyaretine gider, elini öper, dua talep ederdim. Kitapları hakikattırlar. Bizde mevcutturlar.
Eğer rast gelse, mani de olmazsa, ben de medreseye gider Risaleleri dinlerdim."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:190)

ABDÜLKADİR EKİNCİ

Mayıs 1960 İhtilalinden sonra Şark vilayetlerinde milletçe sevilen üç yüz kişiyle
Sivas'ta kampa alındı. Bunların elli beşi batıya, Abdülkadir Ekinci Çanakkaleye sürüldü.
Burada bir yıl hapis yattı. Sonra beraat etti. Denizin altındaki hapiste, rutubetten bütün dişleri
döküldü.

"Üzülmeyin güneş doğacak"

yıllarında pederim Çermik'te Kur'ân kursu hocasıydı. Ben de imamdım. Babam, arada
sırada bize,

"Üzülmeyin, merak etmeyin, artık şafak atmış, güneş doğacak!' diye karanlık günlerin
geride kaldığını ve İslâmî hizmetlerin inkişafını müjdeliyordu.
yılında Diyarbakır'da ilk defa latin harfleriyle teksir Gençlik Rehberi elime geçti.
Yazıları silik olan o kitaptaki Yedinci Ricayı pek anlayıp zevk edemedim. O kitabı bir kenara
bıraktım. Benden Üstadı soruyorlardı. 'Büyük bir âlimdir' diyordum. Eserlerine ise birşey
diyemiyordum. Sonra Hacı İbrahim isimli bir tanıdık İslâm yazısıyla olan teksir edilmiş İhlas
Risalesi'ni bana verdi. Kitabı okuyunca çok istifade ettim ve çok hoşuma gitti. Bu defa aynı
kitabın benzerlerinden olup olmadığını sordum. Bana bir adres verdi ve oradan temin
edebileceğimi bildirdi.

"Gittiğim evde astsubaylar kalıyordu. Onların birbiriyle olan kardeşane muameleleri


çok hoşuma gitti. Yanlarından ayrılamadım. Bana Zülfikar isimli eseri verdiler. On liraya
satın aldım. Bu eserden çok istifade ettim.

"Risale-i Nur'ları okumazdan önce kendimi çok bilgi sahibi bir hoca zannediyordum.
Ama Nur Risalelerini okuyunca, o eski bilgilerim çok sönük kaldı. O eski bilgilerim Risale-i
Nur'ları öğrenmek için sanki bir merdiven olmuştu.

sh:»(s:191)

"Asacaklarını bilsem yine gideceğim"

"Zülfikar'ı okuyup bitirince, kitabın müellifini gidip görmek arzusu duydum.


Diyarbakır'daki Nur talebelerini ziyaret ettim. Onların aralarındaki samimiyet, kardeşlik ve
alâka bana çok tesir etti. Onların faziletlerinden istifade ettim.

"Böylece bende Bediüzzaman'ı görmek arzusu şiddetlendi. Sorduğum kimseler 'Aman


gitme bu tehlikeli bir iştir' diyorlardı. Cevaben, 'Eğer Bediüzzaman'ı ziyaret edenleri
asacaklarını bilsem ben yine gideceğim' diyordum. Ben meseleyi kime açsam beni gitmekten
vazgeçirmeye çalışıyorladı. Ama ben mutlaka Isparta'ya gidip Üstadımı görmek istiyordum.

"Ben size teslime geldim"

"Nihayet bu arzu ve iştiyak içinde Isparta'ya geldim. Çeşitli teşebbüslerden sonra,


Bayram Yüksel kardeşimizin vasıtasıyla ziyaretine muvaffak oldum. Bayram Yüksel, tedbir
olarak bana geriden gelmemi işaret edince yürümemi, dur deyince durmamı söyledi. Ben
arkada, o yirmi metre önde, Üstadın evine doğru yürüdük. Üstad hasta vaziyette yatıyordu.
Ben Üstadı hasta görünce üzüldüm.

"Önce Üstad konuşamıyordu, sonra ve konuşmaya başladı:

"Kardeşlerim, ehl-i dalaletten korkmayın, çekinmeyin, ehl-i dalaletin perdesi benim


elimdedir. (Yorganın üstündeki kumaşı tutup çekti.) Böyle onların perdesini yırtabilirim' diye
gösterdi. 'Fakat ben sabrediyorum, istesem perdelerini yırtabilirim. Bu bir imtihandır.
Korkmayın, çekinmeyin!'

Üstadın elini öptüm. Bana niçin geldiğimi sordu. Ben cevaben:

"Niçin geldiğimi bilmiyorum. Kendimi size teslime geldim. Bir sapan taşı gibiyim,
nereye atarsan oraya gideceğim. Bana 'Yemen'de Risale-i Nur'a hizmet edeceksin, haydi git'
deseniz, derhal Yemen'e giderim' dedim.

"Bu cevabım Üstadın hoşuna gitmişti. Çok memnun oldu. Yanımda bulunan
ağabeylere, 'Bakın şarkta böyle fedekârlar var' dedi. Bulunduğum yerde hizmet etmemi istedi.

"Demokrat Partinin kazandığını duyunca çok sevindi"

"Üstadla görüşmenin zevki ve hali bambaşkadır. Bu ilk ziyaretimden sonra, muhtelif


yıllarda üç defa daha ziyaretine gittim. Son görüşmemizde de çeşitli konuşmalar sırasında,
memleketimizde

sh:»(s:192)

hangi partinin kazandığını sordu. Ben de Demokrat Parti'nin kazandığını söyleyince


memnun oldu. Diğer bir talebesine de aynı şekilde Elazığ'da hangi partinin kazandığını sordu,
o da Halk Partisi'nin kazandığını söyleyince üzüldü, 'Sen Halk Partili misin?' dedi.

"Risale-i Nur'un neşriyatından çok memnun oluyordu. Adeta bayram ediyordu. O


sevinçli günlerinden birisinde kendisini Isparta'da görmüştüm. Ayak ayak üstüne atmış,
sevinç ve sürur içindeydi."
(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:193)

MAHMUT ALLAHVERDİ

Adıyaman'da doğan Mahmut Allahverdi 1991'de vefat etti.

"Risale-i Nur'u nasıl tanıdım?"

"Risale-i Nur'u ve Bediüzzaman'ı tanımaklığım bende çok acaip hallerin zuhuruna


sebep oldu. Bu sayede çok büyük, tehlikeli vartalardan kurtulmuş oldum.

"Risale-i Nur'u tanımama Burdurlu Süleyman Kaya sebep olmuştu.

"Sene 1952. Namazlarımı ekseriya Adıyaman Ulu Camiinde edâ ederdim. Bir gün
yine Ulu Camiye namaza gittiğimde, ihtiyar, beyaz sakallı, nuranî bir zat, gül yağı sandığı
elinde, camiden çıkan Müslümanlara, 'Isparta gülyağı var' diye satış yapıyordu. Ben de yanına
yaklaştım, selâmlaştım, halini hatırını sordum. 'Buyurun dükkâna, bir çay içelim' dedim. Ulu
Caminin yan karşısında terzi dükkânım vardı. Oraya kadar teşrif ettiler. Nereli olduğunu
sordum. O zat Burdurluyum ve Risale-i Nur talebesiyim' dedi. 'Risale-i Nur talebeliği ne
demektir?' dedim Cevaben 'Isparta'da büyük ve meşhur bir hoca var. İsmi Bediüzzaman Said
Nursî'dir. Bu zatın yazdığı çok kitaplar vardır. Kitaplarının ismini de Risale-i Nur Külliyatı
denir' dedi ve devamla, 'Bunları okuyanlar ve içindekileri ihlas düsturlarına riayet edenlere de
Nur Talebesi denir' dedi. 'Bu kitaplardan sende var mı?' dedim. O da 'Var' dedi. 'Peki burada
nerede kalıyorsun?' diye sorduğumda, 'Falan yerde kalıyorum' dedi.

"Akşam yanına gittim. Bir tek odası ve yanında üç-beş genç vardı. Onlara, bana
bahsettiği risalelerden bir bahis okudu. Ben de oturdum, dinledim. O zaman tarikatta idim.
İçimden; 'Bunlar tarikata girseler daha iyi olur ' dedim. O gece böyle geçti.
"Birgün Süleyman Kaya'yı evime davet ettim. Uzun uzun sohbet ettik. Üstad
Hazretlerinin kerametlerinden bahsetti. Üstada karşı olan muhabbetim gittikçe artıyordu. Ara
sıra o odaya gider, derslerini dinlerdim. Oradaki gençler Abdülkadir Kayır ve Dursun Kutlu
bana eser verdiler, 'Evde oku' dediler. Ben okuyordum. O günlerde bir rüya gördüm.

sh:»(s:194)

"İmanı kurtarmak zamanıdır"

"Bir gece rüya âleminde bir şahıs yanıma geldi. 'Seni bir zat çağırıyor' dedi. Kalktım,
beraberinde gittik. İki katlı bir binanın önüne geldik. Kapıdan içeriye giriş yeri çok tehlikeli,
sanki bir uçurum gibi... Oradan korkarak içeriye girdik. Geniş bir oda, tam ortasında haşmetli
bir kişinin ayakta durduğunu gördüm. Beni getiren adam, 'Getirdim efendim' dedi. O da bana
işaret ederek, 'Gel' dedi. Tek olarak yanına gittim. Beni tam karşısına aldı. Bana beyaz bir
gömlek giydirdi ve , 'Bu zaman imanı kurtarmak zamanı, vaaz ve nasihat etme zamanıdır'
dedi. Tekrar o adam geldi, beni aldı, bu defa da bir başka kapıdan çıkardı. Kapıdan çıkınca
çok geniş, uzun bir vadi içersinde insanlar gördüm. Onlara yanaştım. Tabii bu zaman imanı
kurtarmak zamanı diye bildiklerimi konuştum, uyandım ki rüya imiş. Kendimi acaip bir hal
içinde gördüm. Tarikata olan muhabbet ve aşkım yok olmuş, bütün muhabbet ve aşkım
Üstada ve Risale-i Nur'a inkılâp etmişti. O tarihten itibaren gece gündüz Risale-i Nur'u
okumakla meşgul oldum.

"Üstadı gidip görmek lâzımdır diye düşündüm. Emirdağ'a gittim. Mehmet Çalışkan
Ağabeyin yanına uğradım. Üstadın Isparta'ya gittiğini söylediler. Oradan Isparta'ya hareket
ettim. Isparta'da görüşmek nasip oldu. 'Niye zahmet edip gelmişsiniz, Risale-i Nur'u okuyan
benimle görüşmüş gibidir' diyerek benim derhal dönmemi istedi. Hemen hareket ettim,
memleketime döndüm.

"İşte rüyada bana gömleği giydiren zatın, Üstad olduğunu o zaman anladım.

"İkinci görüşmemiz"

"İkinci görüşmemiz ise şöyle oldu:


"Yine Üstadı görmek arzusuyla Isparta'ya hareket ettim. Sene 1960... Mart ayının ilk
günü... Üstadın evine doğru giderken tam kapısına elli metre kala beni Zübeyir Ağabey
karşıladı: 'Kardeşim Mahmut' dedi, 'Üstad diyor ki: 'Derhal gitsin, görüşme zamanı değil.
Karşıdaki arsada bulunan jeepin içindeki iki polis nöbet tutuyor. Kapını ziline parmak basanı
hemen çağırıyorlar, jeep içersine alıp iki tokat atıyorlar, adres alıp bırakıyorlar, sana da böyle
yapmasınlar' dedi. Zübeyir Ağabeye dedim ki: 'Üstadım Efendime söyleyin, burada kalmama
müsaade etsinler, buranın şimdiki valisi Adıyaman'dan geldi; benim de çok samimi
dostumdur. İnşaallah bu jeepi buradan kaldırtırım. 'Peki' dedi, gitti. Üstada anlatmış. Biraz
sonra tekrar Zübeyir Ağabey geldi. 'Peki Üstad müsaade etti' dedi. Ve devamla, 'Git jeepi
kaldırt' dedi. Ben vilâyete gittim. Valiyi sordum, valinin yerinde olmadığını söylediler. Vali
muavinine gittim.

sh:»(s:195)

Vali beyin nereye gittiğini sordum. 'Ne yapacaksın?' dedi. Ben de cevaben,
'Adıyaman'dan geliyorum' dedim. 'Vali Beyin yakın dostuyum. Dostumu görmek için geldim.
'Hemen bana yer gösterdi, güzel karşıladı. Vali Beyin Isparta'da olmadığını ve kazaları teftişe
gittiğini, ne zaman geleceğini bilmediğini söyledi. Ben de, 'Vali Beyle mutlaka görüşmem
lâzım, hangi kazalarda olduğunu telefonla ara, bul, beni görüştür' dedim. 'Peki' dedi ve
telefona sarıldı. Nihayet bir kazada buldu. Benim Adıyaman'dan geldiğimi söyleyince Vali,
'Mahmut Beyi bırakma, selâm söyle, yarın geliyorum' dedi. Vali Beyin bu iltifatını gören
Muavin Bey, 'Benim misafirimsin' dedi. Akşam beni evine götürdü. O gece güzel konuşmalar
oldu. Hattâ Risale-i Nur'un ehemmiyetini idrak eden Muavin Beyin hanımı, 'Bu eserlerden biz
de isteriz' dedi.

"Saat on birde evden ayrıldık. Sabah olunca Hanımlar Rehberi, Ayetü'l-Kübra ile
Gençlik Rehberi'ni vali muavinine getirdim. Zaten Vali Bey de Adıyaman'dayken, Sözler
Mecmuasını okumuştu ve çok takdir etmişti. Isparta'ya tayini çıktığında beni çağırdı. 'Üstadın
memleketine vali olarak gidiyorum. Üstadını ziyaret ederim' demişti.

Vali Beyle
"Nihayet Vali Bey, o gün makamına geldi, görüştük. İlk sorusu 'Hoş geldin, Üstadını
ziyaret ettin mi?' oldu. 'Hayır' dedim. 'Niçin?' dedi. 'Beyefendi, kapısının önünde bir polis
jeepi duruyor, iki polis içinde nöbet tutuyor. Üstadın kapısına yanaşanı ve zile parmak basanı
jeepin içine çağırıp dövüyorlar, sonra da adresini alıp bırakıyorlar. Halbuki siz, 'Hem o zatla
görüşürüm ve hem de hürmet ederim' demiştiniz. Hürmetiniz böyle mi olacaktı?' dedim.

"Vali Bey, 'Benim jeepten haberim yok. Geldikten üç dört gün sonra yanıma çağırdım,
gelmedi. İnşaallah birgün kırda gezerken görüşürüz' demişti.

"Yine Vali, 'Mahmut Bey, bu jeepi buranın emniyet müdürü benden habersiz
koydurmuştur. Çünkü emniyet müdürü Halk Partilidir. Milleti hükümete küstürmek için bu
tertibi yapmıştır' dedi. Derhal telefona sarıldı, emniyet müdürünü buldu.

"Hoca Efendinin kapısının önüne o jeepi niçin koydunuz. Maksadın nedir, kargaşalık
mı çıkartmaktır?' vs. gibi daha başka ağır lâflar söyledi. 'Derhal jeepi oradan kaldır bir daha
görmeyeyim' dedi. Bana döndü, 'Git Üstadınla görüş, gel bize gideceğiz' dedi. Ben de ona,
'Beraber gidelim' dedim. Bana, 'İşler çok kritik. İnönü bangır bangır Hoca Efendinin
aleyhinde bağırıyor. Hoca Efendiye selâm ve hürmetlerimi söyle' dedi. Ben oradan ayrıldım.
Üstad Hazretleri-

sh:»(s:196)

nin evine geldim. Jeep kalkmış, ağabeyler çok sevinçli idi. Beni içeri aldılar. Üstad
Hazretlerini odasına Zübeyir Ağabeyle girdik. Üstad Hazretleri yatakta yatıyordu. Biraz
doğruldu, 'Gel Mahmut'um gel' dedi. Gittim elini öptüm. Başımı kucağına aldı, gözlerimden
öptü. Mis gibi kokan göğsünü derin derin kokladım. Adeta bana hayat oldu. Sonra
doğruldum, bana gösterdiği yere oturdum. Konuşmaya başladı: 'Tahirî, Zübeyir, benim
sesimin benden alındığına şahitsiniz, değil mi?' Onlar, 'Evet, Üstadım öyledir' dediler. Üstad,
'İşte sesim tekrar bana verildi. Mahmut kardeşle konuşmak için verildiği anlaşıldı. Biz de
konuşacağız' dedi. Benim de kat'î kanaatım budur ki, 1956'da görüştüğümüz zaman sesi o
kadar az idi ki, Üstadla benim arama Zübeyir Ağabey girip, Üstadın ağzından çıkan kelimeleri
ancak kendisi duyar, o da bana tekrar ederdi.
"Bu görüşmemde ise hakikaten araya kimse girmediği gibi, odanın neresinde oturulsa
sesi duyulabilirdi. Jeepin kaldırılmasından çok memnun olduğunu söyledi. Ben Vali Beyin
selâmını kendisine tebliği ettim. Üstad, 'Vali Ahmet Beyi sevdiğim için burada kalıyorum.
Onu duama dahi ettim' dedi. Ve devamla: 'Kardeşim Mahmut, bu gibi hâdiseler, korkak ile
cesuru, ihlâslı ile ihlâssızı tefrik içindir. Yoksa küfür yıkılmıştır. İçi boş bir ağaç gibi
gövdesini muhafaza ediyor. En ufak bir rüzgârın esmesinde yıkılacaktır. Eğer biz bu vatanda
olmasa idik, bolşevik baykuşları ötecekti.'

"Biraz da benim şahsıma ait konuşmalarda bulundu; onları anlatmayacağım. Yalnız,


'Tahirî, Zübeyr şahit olun, Mahmut kardeşimizin hizmetini sizin hizmet dairenizin içinde
kabul ediyorum' ve 'Hulusi Bey nasıldır? Oraya gidiniz' demişti. Böylece konuşmamız sona
erdi. Elini öptüm, dua etti, ayrıldım. Aynı gün ikindiye az kala tekrar odasına girdim,
görüştük. Zübeyir Ağabeye dedi ki: 'Benim kitaplarımdan ve bana ait dolabımdan bir Şualar
kitabı benden hediye olarak ver... ' O da getirdi bana verdi. Kapıdan çıkıyordum, beni çağırdı,
'Baban, annen var mı?' dedi. Ben de 'size ömür, ikisi de vefat ettiler' dedim. Üstad, 'Babanı ve
anneni Nur Talebeliğine kabul ettim' dedi. Elini öptüm ve ayrıldım.

"O gece teravih namazını Isparta'da kıldım. Sabahleyin memleketime doğru Isparta'
dan hareket ettim."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:197)

SELAHADDİN AKYIL

"Elime geçen ilk risale"

senesinde bir gece rüyamda Peygamberimizi (s.a.v.) görüyorum. Bir havuzda beraber
idik ve düşmanla harp ediyorduk. Peygamberimize pek dokunamıyorlardı, fakat bize yara
almayacak şekilde vuruyorlardı. Bu rüyadan kısa bir süre sonra, yine aynı yıl 1953'te birgün
Molla Hamid'le karşılaştım. Bana, 'Sana Seyda'nın kitaplarından verelim' dedi. Ben de birşey
söylemedim. Çünkü o zamana kadar Üstadı görmemiştim, tanımamıştım. Sonra akşam
evimde amcamlarla konuşuyorduk. Molla Hamid'in bana söylediklerini söyledim. Amcam,
Üstadı önceden tanıyormuş; büyük bir zat olduğunu çok kısa ifadelerle anlattı. O zaman içime
bir merak düştü. Zaten kitaba da çok meraklı idim. Durmadan çeşitli kitaplar okuyordum.

"Sabahleyin, doğru Molla Hamid'e gittim, kitap istedim. Bana geniş ebadlı daktilo ile
yazılı Elhüccetü'z-Zehra risalesini verdi. Gittim biraz okudum, baktım benim şimdiye kadar
okuduğum kitaplara benzemiyor. Bunu anlamak için, üzerinde çok durmak lâzım. Benim de
askerlik zamanım geldiğinden hemen gideceğimi düşündüm. Kitabı babaanneme emanet
olarak bıraktım. Fakat o kitabın daktilo ile yazılıp geniş ebatlı çok cazibeli oluşu hâlen
gözümün önünde.

"Askerliğim"

"Sonra askere gittim. Altı aylık asker olunca, bayram izninde Adapazarı'na gezmeye
gittim. Kitaplara karşı meraklı olduğum için bir kitapçı vitrininin önünde durdum. Bütün
kitapları gözden geçirdim. Eşref Edip Beyin yazmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat dikkatimi
çektiğinden, kitapçıdan 250 kuruşa aldım. Bir otele gittim ve orada okumaya başladım. Otelci
yanıma geldi, 'Ne kitabı okuyorsun?' dedi. Kendisine gösterdim; dindar adam olduğu için
hoşuna

sh:»(s:198)

gitti. 'Oku da beraberce istifade edelim' dedi ve ben de başından sonuna kadar
okudum.

"Kitap, çok hoşuma gitmişti otelcinin. 'Bu kitabı sana vermem, sen yine bulursun'
dedi. Çıkarıp kitabın parasını verdi. Ben yine aynı kitapçıya gidip, bir kitap daha aldım. Otele
döndüğümde otelci kitabı başkasına okuyordu. O adamda kitabı okuyup kitaba talip oldu;
benim tekrar aldığım kitabı istediler. Ben vermedim, aldığım kitapçıyı gösterdim. Oradan bir
tane daha aldılar.
"Bayram izni bitince hemen kıtama döndüm. Bir yıl sonra memleketime gittim. Orada
Molla Hamid Hocaya ziyaret edip, o kitaplardan istedim. Bana Gençlik Rehberi'ni verdi.
Sonra Serdengeçti'nin mecmualarını aldım. Üstad ve Risale-i Nur'u teşvik edici yazıları hiç
kaçırmadım. 'Çık neredesin, zuhur et' başlıklı yazılar, yıllar geçmesine rağmen hâlâ gözümün
önünde... Bundan sonra Gençlik Rehberi'ni ve Serdengeçti mecmualarını askerlik yerine
götürdüm. Okuyup asker arkadaşlarıma anlatıyordum.

"Birgün arama sırasında bendeki kitapları buldular ve beni ifadeye çektiler. Orada
Şeyh Said'den bahsettiler. Üstadla Şeyh Said'i birbirine iltibas ediyorlardı. Ben, 'Benim
Üstadım hâlen hayattadır' dedim.

"İlk gidişimde görüşemedim"

yılanda terhis oldum. İlk işim Üstadı soruşturmak oldu. Isparta'da olduğunu öğrendim.
Tren biletimi Isparta'ya aldım. Afyon'a geçince, yolcu arkadaşlardan sormaya başladım.
Bazıları, 'Seni hapse atarlar, gidip göreceğini kimse bilmesin' dediler. Bu haller merakımı
daha da artırdı. Sonra yolda trene birisi bindi. 'İşte bu onun talebesidir' dediler, ismini sordum,
'Şaban' dedi (Vahşi Şaban). Kendisiyle konuştum, 'Seni götürürüm, ziyaret edersin' dedi.
Fakat trenden inip çarşıya gelince, Şaban unuttu gitti, ben yalnız kaldım. Gittim caminin
imamına sordum, o bana Saray Palas Otelini tarif etti. Ben de oraya gittim. Rahmetli Nuri
Benli ile görüştüm. O da Rüştü Efendinin dükkânına götürdü ve oraya gelen talebeler Üstadın
başka yere gittiğini söylediler. Ben de Van'a gittim.

"Böylece birinci defaki gidişimde görüşmemiş olduk.

"Van'da durmadan risale okumaya başladım, o zaman eserler eski yazı ile geldiği için,
o yazıyı okumasını öğrenmeye çalıştım. Ve bir haftada öğrendim. Sonra bir ev kiraladık,
orada risaleleri okuyorduk. Risale-i Nur'lar artık memleketimizin her tarafında duyulmaya ve
okunmaya başlamıştı. Fakat münafık ve dinsizler, her tarafa evham salıp Nur'ların
okunmasına mani olmaya çalışıyorlardı.

sh:»(s:199)
"İlk görüşmem"

"Benim aklım, kalbim, ruhum hep Üstadı görmek istiyordu. Kendime küçük bir
dükkân açtıktan sonra hemen Üstadı ziyarete gittim. 1957 yılıydı. O zaman Üstad Isparta'da
idi, yine gidip Saray Palas Otelinde kaldım. Nuri Benli ile görüştükten sonra, Rüştü Efendinin
dükkânına gittim. Rüştü Efendinin dükkânında iken, bazı Nur Talebeleri de oraya geldiler.
Onlar, 'Üstad, ziyaret için gelenlerle görüşmüyor, fakat buraya bir iş için gelmişseniz belki
görüşür.' Ben de, 'Benim babam Isparta'dan ayakkabı getirip satardı; madem geldim, ben de
ayakkabı alır satarım' dedim. Böylece iş için gelmiş oldum. 'O zaman çok iyi' dediler. Ben de
evini bilen birisiyle gittim. Üstad beni kabul etti.

"İlk olarak, Van'daki talebelerini isimleriyle sordu ve ayrı ayrı selâm söyledi. Ayrıca
Çaycı Emin üzerinde durdu. Ben de o zamana kadar Çaycı Emin'i tanımıyordum. Bana 'Çaycı
Emin İran'a gidecek, çok merak ediyorum. Kendisine söyle gitmesin' dedi. Sonra bana
hitaben, 'Ben de Van'a gideceğim, fakat Sözler mecmuasını matbaaya verdik. Üç aya kadar
çıkar. Çıktıktan sonra Van'a geleceğim' dedi ve arabasına bindi, bizi iki eliyle selâmlayarak
ayrıldı.

"Ben de Isparta'nın çarşısına çıkıp ayakkabı aldım, trenle Van'a yolladım. Van'a
gelince Cahid Ağabeye, Üstadın selâmını söyledim. 'Üstad benden Çaycı Emin'i sordu. Merak
ediyorum, acaba kimdir bu adam?' dedim. 'Ben sana getiririm' dedi. Sonra bir gün alıp
dükkâna getirdi. Kendisine Üstadın söylediklerini anlattım. O da uzun uzun düşündü ve
nihayet gitmekten vazgeçti.

"İkinci ziyaretim"

"Sonra yine dinî bayramlardan birisi idi. Üstadı ziyaret etmeyi düşündüm. Isparta'ya
kadar trenle gittim. Üstad dışarıda idi. Ben de bekledim. Oteli ve dükkânları öğrendiğimden,
artık sıkıntı çekmiyordum. Ayrıca ayakkabıcılarla da tanıştığımızdan bana, 'Hocayı ziyarete
mi geldin?' diyorlardı. Ben de, 'Hem ziyaret, hem ticaret' diyordum.

"Sonra otele geldim. İnebolu'dan talebeler ziyarete gelmek için otele telefon
açmışlardı. Üstadın bayramını tebrike geleceklerdi, fakat Üstad duyunca, Bayram Ağabeyi
otele gönderip İnebolu'ya telefon açtırdı. 'Üstad rahatsız oluyor' Beni rahatsız etmesinler,
hizmetlerine devam etsinler' diyor dedirtti.
"Ben o gece orada kalıp bayram namazından sonra Üstadın evi-

sh:»(s:200)

ne gittim. Üstad da başka bir yere gidecekti. Otomobil çalışmıyordu. Biz iterek
otomobili çalıştırdık. Sonra hep beraber kapıdan girip avluda durduk. Üstad merdivenden
inerek bizim yanımızdaki merdivende durdu, rahatsız olduğu için, 'Rüştü Efendiyi bekleyin,
sizinle bayramlaşsın' dedi. Dışarı çıkıp otomobiline bindikten sonra, üzerine bir yorgan
örttüler, biz de otomobilin yanında duruyorduk. Nihayet iki eliyle bizi selâmlayarak ayrıldı.

"Daha sonra kardeşler, 'Burada Hüsrev Ağabey var, onun da bayramına gidelim'
dediler ve oraya gittik. O da, 'Beni değil, Kur'ân'ı ziyarete gelmişsiniz' dedi ve Kur'ân'ı
gösterdi.

"Mesele siyasetten açıldı"

"Burdur'da Hürriyet Partisi seçimi kazanmıştı. Isparta'da da kazanacaktı. Fakat Üstadın


sandık başına gitmesi ve oyunu D.P.'ye kullanması onu çökertmişti. Onun için bize en çok
hücum eden Hürriyet Partililer olmuştu.

"Hüsrev Ağabey buna temasla, tasvipkâr olmayan bir tavırla, Üstad sandık başına
gittiği için bize hücum geliyor' dedi.

"Oradan ayrıldıktan sonra Mersin'e geldim. Oradan portakal alacaktım. Günaydın


Otelinde kalıyordum. Otelci beni bildiği için, hemen bana hücum etmeye başladı. Elinde Şeyh
Said'in bir kitabını gösterdi. 'Bak, asıldığı ip kopmadı' dedi. Ben de 'Benim Üstadım
hayattadır, asılmamış ki ip kopsun' dedim. Sonra otelde bir hâdise oldu ve polisler içeri girdi.
Otelciyi götürdüler, ben de hesabımı ödedim ve bir daha o otele gitmedim.

"Van'a gelirken, Mehmed Kayalar, 'Üstad sizinle küskündür, ancak ben barıştırırım'
dedi. Sebebi de Van'da Halk Partisinin kazanmasıydı. Fakat ben hiçbir şey söylemedim. Sonra
Van Gazetesi sahibi İlyas Kitapçı, Üstadın ziyaretine gitmiş. Üstad ona, 'Ben Vanlılara
küsmüşüm, Halk Partilileri kazandırdınız' demiş. O da 'Üstadım bunu dışarıdan gelen
memurlar kazandırdı' dedi. Karyolasından kalkarak 'Ben onların bellerini kırdım, gıcırtılarını
işittim. Onlar daha düzeltemezler.' Bunu İlyas Kitapçı, benim dükkânımda Hacı Nuri'ye
yemin ederek nakletti. Ondan sonra Çaycı Emin Ağabey, Üstadın yanına gitti. Ona da Üstad
aynı şeyleri söylemiş.

"Son ziyaretim"

"Üstadı son ziyaretim Emirdağ'da oldu.

"Hacı Osman Çalışkan'ın dükkânına gittim. Üstadı sordum; orada olduğunu söyledi ve
'Seni görüştürürüm' dedi. Üstadın evine gi-

sh:»(s:201)

dip geldi. Ve beni de götürdü. Üstadın elini öptüm oturdum. Fakat Üstad bana, rahat
otur, diye üç defa tekrarlayınca, ben de çok rahat oturdum ve yine eski talebelerini sordu.

"Talebelerine selâm gönderdi. Şıh Fehim'ın oğullarını sordu. Ben torunlarının


bulunduğunu söyledim. Bana 'Şıh Fehim'i yanıma almışım, çocuklarına selâm söyle,
camilerde, vaazlarda, sohbetlerinde Risale-i Nur okusunlar' dedi. Sonra bana hitaben, 'Yine
seni vekil ettim. Git hocalara söyle. Risale-i Nur okusunlar. Kardeşim, bak sesim kısılmış.
Benim de Risale-i Nur'a perde olmamak için Cenab-ı Hak sesimi kısmış.' Hakikaten çok kısık
geliyordu. Zübeyir Ağabey de arada konuşmaları tekrarlıyordu anlaşılması için. Fakat ben çok
dikkat ediyor, Üstadın ağzından çıkanı anlıyordum. Sonra bana 'Kardeşim, seni bir ay yanıma
almak istiyorum, bir ay sonra seninle beraber Van'a gitmek istiyorum. Fakat kendi
hemşehrisini yanına aldı diye kıskanacaklar. Sen git, bir ay sonra ben geleceğim' dedi.

"Hakikaten bir ay sonra Urfa'ya gelip Rahmet-i Rahmân'a kavuştu."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:202)
ALİ TAYYAR

1932'de Konya'nın Ereğli kazasının Ayrancı nahiyesinde doğdu. Bediüzzaman'ı 1955-


1959 yıllarında muhtelif defalar ziyaret etmişti.

"Üstadı ilk ziyaretim"

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa, 1955'in Şubat ayında ziyaret ettim. Hüsmen
Duran terhis olduktan sonra, kışın en çetin şartlarına rağmen, köyüm Divaz'a geldi. Üç gün
bizim köyde kaldık. Daha sonra Üstadı ziyaret için yola çıktık. Kayalar Ağabey, Konya'dan
Halıcı Sabri Ağabeyin adresini vermişti. Halıcı Sabri Ağabeyi bulup meseleyi anlattık.
Kendisi, 'Ben iki defa mahkemeye verildim. Hapiste yattım. Hükümet bu işin üzerinde
duruyor' dedi. Ve bizi MİT' den zannederek kabul etmedi.

"Oradan üzgün olarak ayrıldık. Yorgancı Mehmet Parlayan Ağabeyi bulduk. Üstadın
nerede olduğunu, yanına nasıl gidebileceğimizi sorduk. Sabri Ağabeyin bizi kabul etmediğini
ona anlatınca, 'O kardeşimizin evinin ve ticarethanesinin yakınında iki sivil polis, gelip
gidenleri mütemadiyen takip ediyor' diyerek bizi teselli etti.

"Biz, Konya'dan Hüsmen Duran'ın köyü olan Akşehir'in Görünmez Köyüne gelip üç
gün de orada kaldık. Oradan Şarkikaraağaç'a müteveccihen yola çıktık. Hiçbir vasıta
bulunmuyordu ki, binelim. Üç gün sabahtan akşama kadar yürüyor, akşam yol kenarında bir
köye misafir oluyoduk. Bu şekilde Eğridir gölünün doğusuna yakın Bağlı Köyüne vardık.
Orada, Terzi Hüseyin isimli bir kardeşe misafir olduk. O kardeş, bize Ali Çilingir'in adresini
verdi. Sabahleyin bizi açık bir kamyona bindirerek Eğirdir'e uğurladı. O gece Kadir
Gecesiydi. Geceyi Ali Çilingir Ağabeyin evinde ihya ettik. Sabahleyin Isparta'ya giden bir
vasıtaya binerek, garajda indik.

"Garajda şaşkın şaşkın 'Kime soralım? Ne yapalım?' diye düşünürken, orta boylu, başı
bereli, dolgun sakallı bir ihtiyarın bize doğ
sh:»(s:203)

ru geldiğin gördük. Selam verdi, 'Nerelisiniz? Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?' diye


sordu.

"Biz, Bediüzzaman'ı ziyarete geldiğimizi söyledik. Ve kendisinin kim olduğunu


sorduk. Gıyaben tanıdığımız, Sıddıklar cemaatinin reisi Süleyman Sıddık imiş. Hemen döndü,
'Beni takip edin' dedi. Boyacı Rüştü Çakın Ağabeyin işyerine götürdü. Oradan yanımıza
verdikleri bir çocuk da bizi Üstad-ı muhteremin kaldığı eve götürdü. Kapıya Zübeyir Ağabey
çıktı. İsmimizi, nereli olduğumuzu sordu. Her ikimiz de Konyalı olduğumuzu söyleyince, çok
memnun ve mütehassis olduğunu beyan etti. 'Üstadımız ziyaretçi kabul etmiyor, ama yine de
söyleyeyim' diyerek kapıyı kapattı.

"Kardeşim şansınız varmış"

"Kısa bir zaman sonra 'Kardeşim, şansınız varmış, Üstad, 'Gelsinler' diyor' dedi.

"Kalbim, heyecandan duracak gibi çarpıyordu. Üstadın bulunduğu odanın kapısından


ilk defa giriyordum. Henüz 22 yaşındaydım. İlk defa gördüğüm bu zat, her hâliyle bu asrın
insanlarından farklıydı. Sanki Asr-ı Saadetten, 'Sen ilerde lâzım olacaksın' kaydıyla onu,
bugünler için saklamışlardı. Öyel bir hâli vardı ki, izahta güçlük çekiyorum.

"Rüyada gibiydim. Üstad Hazretleri, isimlerimizi, babalarımızın ismini, nereli


olduğumuzu, Risale-i Nur'ları okuyup okumadığımızı sordu. Üstadın sorularına Hüsmen
Kardeşimiz cevap veriyordu. Üstadımız, 'Her sabah dualarımda sizleri de zikrediyorum. Sizi,
babalarınızı, annenizi, talebeliğime kabul ediyorum' iltifatında bulundu.

"Risale-i Nur'ları muhtaçlara ulaştırın"

"İman ve küfür mücadelesinin Hz. Adem (a.s.) zamanında başlayıp Kıyâmete kadar
devam edeceğini, îman hizmetinde bulunma şerefinin, şereflerin en yücesi olduğunu, dünyayı
tehdit eden dinsizliğe karşı Risale-i Nur'ların dinsizliğe karşı mutlak galibiyetinden
bahsederek, Risale-i Nur'ları çok okuyup, çok tetkik edip, muhtaç olanlara ulaştırmanın bu
zamanda en mühim bir vazife olduğunu bir saat kadar bize anlattı.

"Gitmek için müsaade istedik. Elini öptük. Üstad da alnımızdan öperek, bizi bağrına
bastı. Ve başımızı iki eliyle sıvazladı.

"Üstadın huzurundan ayrıldık. Bin kalemle Nur'ların yazıldığı Sav Köyüne


müteveccihen köy yolunu tuttuk.

sh:»(s:204)

"Köy yolunda giderken, arkamızdan bir motosikletli yaklaştı. Ve bize hitaben, 'Ancak
birinizi götürebilirim' dedi.

"Hüsmen Kardeş 'Sen bin' ben de ona, 'Sen bin' derken, nihayet Hüsmen Kardeşi
binmeye razı ettim. Ben ise yaya olarak bir saat sonra Sav Köyüne vardım. Köyde kalemleri
kılıç olan 'mübarekler heyetinden' Hafız Mehmed bizi teksir makinelerinin bulunduğu bir
saadethaneye götürdü.

"İmanın tekniğe meydan okuduğuna yakinen şahit olduk. Bir dağ köyü olan mübarek
Sav'da yapılan hizmeti ve bu hizmeti yapanları görünce imanımız ve azmimiz bir kat daha
arttı. Sav'da bir gece misafir olduktan sonra, ertesi gün memleketimize döndük.

"Çobanlar bile çantalarında Risale-i Nur'ları taşıyordu"

"İlk işimiz, köyümüzde faaliyetine devam eden kahvehaneyi tahliye etmek oldu.
Dayıma ait olan bu kahvehaneyi, oğluyla birlikte halılarla tefriş edip köyün genç kız ve
erkeklerine matuf umumi bir Kur'ân okuma seferberliğine koyulduk.

"Şahıslar üzerinde çok büyük tesir bırakan Nur Risaleleri o kadar fütûhat yapıyordu ki,
çobanlar çantalarında bu eserleri taşıyor ve bu ulvî hakikatlerden müstefit oluyorlardı.
Mataralarında abdest suyu taşıyor, yanlarında hiç eksik etmedikleri muşamba seccadelerini
karlar üzerine sererek feraiz-i İlâhiyeyi eda ediyorlardı.
"Üstadı ikinci ziyaretim"

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ikinci ziyaretim, 1957'nin sonbaharına rastlar. Kendi


bahçemizden 'daldabir' diye isimlendirdiğimiz elmadan bir sepet doldurarak Isparta'ya
müteveccihen hareket ettim. Yalnızdım. Üstadın ikamet ettiği eve vardım. Heyecandan
elimdeki sepetin daha da ağırlaştığını hissetim. Farklı bir halet-i ruhiye içersinde zile bastım.
Yine Zübeyir Ağabey çıktı. Sepeti elimde görünce, 'Kardeşim! Üstad katiyen hediye kabul
etmiyor. Sen bunu getirmeseydin iyi olurdu' dedi. Parmağıyla, Üstadın kapısından tahminen
50 metre uzakta duran polisi gösterip, 'Geceli, gündüzlü mütemadiyen burayı bekliyor. Üstad
ziyaretçi kabul etmiyor' dedikten sonra, içeri girip Üstada haber verdi. Üstad Hazretleri beni
ikinci defa huzuruna kabul etti.

"Üstadın elini öptüm. O da alnımdan öperek iki eliyle başımı sıvazladı. Niçin
geldiğimi sordu. Tekrar tekrar 'Risale-i Nur'ları okumak, benimle görüşmekten çok daha
faydalıdır' diyerek Nur'larla

sh:»(s:205)

meşgul olmanın maddi ve mânevî faydalarından bahsetti. Bir saat kadar Üstadın
yanında kaldım. Tahiri Ağabey, Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabey ve daha birçok ağabeyler
Üstadın yanındaydılar.

"Üstadın karyolasının başucunda kırmızı yazı ile yazılmış, Kur'ân hattıyla 'Dost
istersen Allah yeter' levhası asılı duruyordu. Ayrıca, odasının iki duvarını boydan boya
kaplayan bir metre eninde, Kur'ân hattıyla yazılmış Şecere-i Resulullahı gösteren çok
yıpranmış, kâğıttan bir harita vardı.

"Ayrılma zamanı gelince Üstadım bana, 'Esselamü Aleyküm' dedi. Bu meydanda


Zübeyir Ağabey, 'Üstadım, bu kardeşimiz bir sepet elma getirmiş' deyince. Üstadın tavrı
birdenbire değişerek 'Sen Risale-i Nur'ları okumuyor musun? Benim hediye kabul etmediyim
Risale-i Nur'larda yazar' dedi ve hediyeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi. O anda
içimden, 'Üstadım, sen bu elmaların haram olduğunu düşünerek kabul etmiyorsun' diye
geçirdim. Ve safiyâne, 'Üstadım,' dedim, 'bu elmanın fidanlarını kendi tarlamıza, kendim
diktim. Hizmetini bizzat kendim yaptım' dedim ve başladım ağlamaya.
"Üstad bu defa başını salladı ve elmayı bir şartla kabul edeceğini söyleyerek bir
teklifte bulundu; Zübeyir Ağabeye işaret etti, 'Bu kardeşin gider, elmanın piyasada kaç kuruş
olduğunu öğrenir, parasını alman şartıyla elmanı kabul ederler' dedi.

"Mecburen bu teklifi kabul ettim. Zübeyir Ağabey elmayı alarak çarşıya götürdü.
Biraz sonra döndü. Üstada, elmanın kilosunun 10 kuruş olduğunu söyledi. 10 kilo elmanın 1
lira tuttuğu hesap edildi. Üstad Hazretleri, kesesinden 4 tane sarı 25 kuruşluk çıkardı ve elma
parası olarak bana verdi. Gözlerim yaşlı olarak Üstadın ellerini öptüm. O da alnımdan öptü ve
başımı sıvazlayarak müsaade etti.

"Bizim de başımız feda olsun"

"Yıl 1957. Hayat iksiri olan bu eserleri hem okuyup hem de muhtaç olanlara ulaştırma
azmi ve gayreti içindeydik. Hakikatı bilmeyen bazı safdil Müslümanlar bizi adli mercilere
şikayet ettiler. İhbar dilekçesinde benim de ismim vardı. Nahiyeden gelen başçavuş ve birkaç
jandarma iki kardeşin evini, savcılığın emri üzerine aradılar. Bizim evi de arayacaklarını
söylediler. Kanunlara saygılı olduğumu söyledim. 'Şayet arama emriniz varsa, buyurun arayın'
dedim. Kitapları okuduğumu itiraf ettim. Başçavuş, arama emri olmadığını, kitapları
kendiliğimden getirip teslim etmemi, bu yolun yanlış olduğunu, sonunda pişman olacağımı
ısrarla söylüyordu.

sh:»(s:206)

"Ben, bu kitapların müellifini idamla yargılanırken müdafaalarının birinde, 'Başımdaki


saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur'âniyeye feda olan bu
baş zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir' dediğini naklettim. Bu yolun yanlış olmadığını
söyledim. 'Eğer yaptığımız hizmetin suç olduğu tesbit edilirse, bu kudsî dâvâya bizim de
başımız feda olsun' dedim.

"Başçavuş bu sözüm üzerine hiddetle, 'Tamam! Sen kendini iyice kaptırmışsın. Fakat
ben arama emri çıkartır, seninle hesaplaşırım' diyerek çekip gitti.
sh:»(s:207)

"İki veya üç ay sonra bir Cuma günüydü. Evimiz, bir polis jeepiyle gelen komiser,
başçavuş, jandarmalar ve polisler tarafından sarıldı. Başçavuş bana hitaben, 'İşte arama emri!'
diyerek elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. Ben de 'Buyurun' dedim. Külliyatın tamamı evimde
olmasına rağmen, arama olacağını bildiğim için, Sözler ve Lem'alar dışındaki eserleri
kaldırmıştım. Başçavuş, sebebini anlayamadığım ani bir değişiklikle; 'Siz yalan
söylemezsiniz. Bu hususta size itimat ediyorum. Ben aramayacağım. Evindeki kitapları
kendin getir' dedi. Ben de mezkur kitapları getirip teslim ettim. Kitaplarımla beraber Ereğli
adliyesine götürüldüm.

"Mahkemede sorgu hakimi bana, 'Niçin bu kitapları okuyorsun? Okuyacak kitap mı


bulamadın? İmam-ı Gazali'nin, İmam-ı Rabbani'nin, Mevlâna Celâleddin'in eserlerini
okusana! Bunlar hükümet tarafından yasaklanmış, bunları okuma!' dedi.

"Niçin Risale-i Nur okuyorsun?"

"Hakime hitaben, 'O kitapların hepsi kütüphanemde mevcut. Ama bu eserlerin yeri
müstesnadır' deyince, Hakim yarı istihza, yarı hakikat şunları söyledi: 'Yani bunları okuyunca
ne olmuşsun sanki!7

"Ben de cevaben, 'Bu kitapların hayatımda yaptığı yüzlerce değişlikten birini, müsaade
edersiniz anlatayım' dedim. Ve şöyle devam ettim:

"Muhterem Hakim Bey, biz göçebeyiz. Yaylalarımız ormanlıktır. Bu ormanları


devletin görevli memurları bekler. Böyle olduğu halde, hiçbir ihtiyacımız yokken yarıçapı iki
yüz santimetreye varan ardıç ağaçlarını, 'Bu ağacın lavı mı daha fazla yükselecek, yoksa şu
ağacın mı?' diye keyif için yakardık. Asırlık ağaçlar, birkaç dakika içinde kül olur giderdi. Bu
eserlerden, 'ağaçların bizim menfaatimiz için dağlarda ihtiyat ambarı gibi her türlü
istifademize âmade oluşunu, havadaki gaza-ı muzırrayı tasfiye edişini, yağmuru çekişini, yaş
kaldığı müddetçe de Yaratanı zikredişini' ve daha nice faydalarını okuduktan sonra, aynı
muhitte yine koyunlarımızı otlatmamıza rağmen, artık kuru dallarını seçerek, pilâvımızı otlar
yanmasın diye Say taşlarının üzerinde pişiriyorduk. Böylece bir değişikliğin, memleket ve
millet için fevkalâde bir kazanç olduğunu takdir buyurmazsanız, vereceğiniz en ağır cezayı
kemâl-i vicdan-ı kalble kabul ediyorum. Yoksa kitaplarımın iadesini ve dâvâmin beraatini
talep ediyorum.'

"Sözlerimi bitirince, Hakim Bey başını sallayarak 'Anlıyorum'

sh:»(s:208)

evlâdım, anlıyorum evlâdım' dedikten sonra, 'Maznunun beraatine, kitapların Ankara


İlâhiyat Fakültesinden bir heyet tarafından tetkikine' karar verdi.

"Üç ay sonra kitaplarımın faydalı eserler olduğu, okunmasının devletin lâiklik


prensibine aykırı olmadığı, Türkiye'de din ve vicdan hürriyeti bulunduğu gerekçesiyle iade
edildi.

"Biz aynı azim ve şevkle hizmetimize devam ediyorduk.

"Üstadı üçüncü ziyaretim"

"Derken Üstadı görmek, ziyaret edip duasını almak iştiyakı içerisinde ağabeyimle
beraber Emirdağ'a hareket ettik.

"Kurban Bayramı yakındı. Emirdağ'da kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Bu


yüzden Üstadla bizzat görüşmemiz mümkün olmadı. Ağabeyim, Üstadı görmediği için çok
üzüldü. Zübeyir Ağabeye durumu anlattım. Zübeyir Ağabey bize 'Âcil bir işiniz yoksa
gitmeyin. Üstadımız yarın Cuma namazına çıkacak, ertesi gün de bayram namazına çıkacak'
diyerek, bizi teselli etti.

"Üstadın Cuma namazına çıkmasını bekledik. Bizim gibi birçok ziyaretçi vardı.
Van'dan Diyarbakır'dan, Erzurum'dan gelmişlerdi. Üstadın camiye gideceği yol boyunca halk,
iki saf olup sevgi ve saygılarını izhar ediyor, Üstada tâzimde bulunuyorlardı. Üstad ise, iki
eliyle iki tarafı selâmlayarak, 'Hepinizi duama kabul ediyorum' iltifatında bulunuyordu.

"O gün Cuma namazını Emirdağ'ın Cami-i Kebirinde Üstadla beraber kıldık. Üstad,
namazı camiin selâmlığında Zübeyir Ağabeyin serdiği bir seccade üzerinde eda etti.
"Ertesi gün, bayram namazında yine Üstadla beraberdik. Bu defa Üstad, namazı ikinci
katta müezzinlikte kıldı. Namazdan sonra halk, bilhassa çocuklar, Üstadın başına üşüşüp
ellerinden öpüyor, cübbesinin eteklerine yapışıyorlarıdı. Üstad, onların başlarını şefkatle
sıvazlıyor ve dualar ediyordu.

"Taze bir şevk ve yeni bir heyecanla köyümüze döndük.

"İnönü: 'Beni Nurcular yıktı"

"Köyde gördüğüm bir rüyada Üstad, o acip kıyafetiyle, bir dağın eteğinde sahraya
iniyordu. Arkasında Zübeyir Ağabey, onun arkasında da ben vardım. Sahrada tek bir karyola
vardı. Üzerinde siyah bir örtü bulunan bir hasta yatıyordu. Üstad ona yaklaştı. Cebinden
çıkardığı şişeden demir bir kaşığa yeşil bir mayi döktü. Bunu has-

sh:»(s:209)

taya zorla içirdi. Hasta derhal şişmeye başladı. Üstad ise, birkaç adım geri çekildi.
Hasta birazdan eski hâline geldi. Üstad tekrar yaklaştı. Ve bu hareketi üç defa tekrarladı.
Üstad, yataktaki kişiye hiddetle bakıyordu.

"Bu rüyamı, Konya'da, merhum Dr. Sadullah Nutku Ağabeyime bilâhare anlattım.
1957 seçimleri yaklaşmıştı. İnönü'nin kesin bir mağlubiyetle, seçimleri kaybedeceğini söyledi.
Nitekim İnönü, seçimlerden sonra, 'Beni Nurcular yıktı' diyordu.

"Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz?"

"Konya'da bazı tevkifler oluyordu. Dr. Sadullah Nutku Ağabey, Bekir Berk Ağabey ve
birçok kimse sabah namazını Konya Kapı Camiinde kılıp birlikte ders yapıyorlardı. Ben de
her on beş günde bir bu derslere iştirak ederdim. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu, birgün Dr.
Sadullah Ağabeyi keyfi olarak evinden aldırıp, karakolda insanlık dışı muamelelerle
bayıltıncaya kadar dövmüştü. Su dökülüp ayıldığında, o şefkat ve merhamet sembolü
ağabeyimiz, 'Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz, hayır' diyerek, ellerini Yaratana açıp
'Yarabbi! Bu kardeşlerimize hakikatleri öğret. Bunlar hakikatleri bilmiyorlar. Bunları affet'
diyor. Kendisini bayıltıncaya kadar dövenlerin ıslâhı için dua ediyordu. Böylece Habib-i
Zîşan Efendimizin, Taif'te maruz kaldığı hâdise karşısında yaptığı duaya bir misal teşkil
ediyordu.

"Üstadı dördüncü ziyaretim"

"O günlerde dokuz kardeşimiz tutuklanarak Konya Cezaevine götürüldü. Konya'nın


eski garaj civarında bir dershane açmıştık. Yeni açılan dershanenin anahtarı Üstada takdim
edilecekti. Anahtarı benimle, Üstada gönderdiler. Üstadımı, Isparta'da aynı evde ziyaret edip
elini öptüm. Her defasında olduğu gibi, alnımdan öperek başımı sıvazladı.

"Üstad, Risale-i Nur'la meşgul olmanın ehemmiyetinden bahsetti. Nur'ların mutlak


surette küfre karşı galip geleceğini, bütün dünya dillerine tercüme edileceğini, radyo ağzıyla
ders verileceğini ve mekteplerde okutulacağını uzun uzun anlattı. Bir ara bana, 'Kaç tane
kardeşimiz tevkif edildi?' diye sordu. 'Dokuz kişi Üstadım' dedim. Karyolasında yastığına
dayanmış vaziyette oturan Üstad, birden doğrulup gör gürlercesine,

"Ne lüzum var dokuz kişiye? Bir kişi kalsın yeter!' dedikten sonra, 'Bir kişi sıkılır, iki
kişi kalsın, diğerleri çıksın' dedi. Çok hid-

sh:»(s:210)

detliydi. Hiçbir şey anlamamıştım. Üstad beni dövecek diye korktum.

"Biraz sonra sâkinleşti. Konya'da bulunan Said Gecegezen Ağabeye benimle bir
emanet gönderdi. Anahtarı da dua ederek bana verdi. Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Hüsnü
Ağabeyler de Üstadın yanındaydılar. Ellerini öpüp, Konya'ya müteveccihen yola çıkarken,

"Kardeşlere selâm söyle. İkisi kalsın, yedisi çıksın' diye tenbih etti.

"Hazret-i Üstad hayatta iken, her yeni açılan dershanenin anahtarı kendisine götürüldü.
Üstad da dua ederek geri gönderir ve dershane açılırdı.
"Maznunların yedisi tahliye ediliyor"

"Konya'da mahpus kardeşlerle görüşme gününü bekledim. Üstadın selâmını tebliğ


etmek için cezaevine gittim. Gardiyanlar ziyaretçilerin kimler olduğunu kaydediyorlardı. Nur
talebelerini ziyaret edeceğimi söyledim. Diğer mahpusları ziyaret edenlere siyah mürekkeple
işaretlenirken, Nur talebelerinin ziyaretçisi kırmızı mürekkeple işaretleniyordu. Adresimi ve
ismimi kaydettiler.

"İçeri girdim. Üstadın selâmını ağabeylere söyledim. Ve Üstadın 'Dokuz kişi çoktur.
Bir kişi kalsın yeter. Bir kişi sıkılır, iki kişi kalsın, diğerleri çıksın' sözünü onlara nakledince,
Dr. Sadullah Nutku Ağabey, 'Kardeşlerim, ilk mahkemede yedimiz tahliye olup ikimiz
kalacağız' dedi. İşte ben, o anda Üstadın bu sözlerle neyi kasdettiğin anlamış oldum. Bir hafta
sonra kardeşler mahkemeye çıkarıldı. Yedisi tahliye oldu. Sadullah Ağabeyle ismini
hatırlayamadığım bir kardeş kaldı. Böylece ben, Üstadımın mânevî makamının derecesini bir
kat daha anlamış oldum.

"Üstadı son ziyaretim"

"Sene 1959. Üstadı Ankara'dan, Konya'dan, muhtelif vilayetlerden dâvet ediyorlardı.


Mâlum çevreler müthiş telâşa kapılmışlardı.

"Bu meyanda Konya'daki kardeşleri ziyarete gittim. Oradan da Üstadımı görmek,


müstecap dualarını istirham etmek ve Risale-i Nur'un hizmetteki muvaffakiyetini bizzat
Üstaddan dinlemek arzusuyla yola çıktım. Mâlum çevreler, Konya'da kardeşlerimizi sık sık
rahatsız ediyor, karakola çağırıyorlar ve hapsediyorlardı. Şâhit olduğum bir hadiseyi anlatmak
istiyorum.

"Sadullah Ağabeyin ve birkaç kardeşin tutuklulukları devam

sh:»(s:211)

ediyordu. Konya adliyesinde mahkemeleri görülüp cezaevine gönderilecekleri sırada,


Vali Cemil Keleşoğlu'nun özel arabasını gören Sadullah Ağabey, 'İnşaallah araban başını
yiyecek' diye beddua etti. Nitekim, 60 ihtilâlinde Cemil Keleşoğlu'nun başına gelenler, o
günleri yaşayan herkesin mâlumudur.

"Zamanın kutbudur Bediüzzaman!"

"Üstadı son ziyarete giderken yanımda Halıcı Fehmi Sürmeci Ağabey vardı.
Eskişehir'in Muttalip köyünden hafız yetiştiren Hacı Hilmi Efendiyi ziyaret ettik. Bu zat,
Fehmi Ağabeyin şeyhiydi. Birkaç yeğenimiz orada hafızlığa çalışıyordu.

"Müsaade isteyip ayrılırken 'Şimdi siz nereye gidiyorsunuz?' diye sordu. Biz de,
'Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edeceğiz' deyince, oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanki
Üstad yanındaymış gibi kollarını iki yana açarak boşlukta kucakladı. Ve 'Karedeşim, ' dedi,
'zamanın kutbudur Bediüzzaman. Selâmımı söyleyin. Bana da dua etsin' diyerek kitaplarını iyi
okuyup gösterdiği yoldan kat'iyyen ayrılmamamızı tavsiye etti.

"Eskişehir'den ayrıldık. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Isparta'da aynı evde birlikte


ziyaret ettik. Üstad çok rahatsızdı. Sesi boğuk çıkıyordu. Konuştuğunu Zübeyir Ağabeyin
tercüman olması ile anlıyabiliyorduk.

"Hz. Üstada Kur'ân hattıyla yazdığım bir adet Beşinci Şua götürmüştüm. Zübeyir
Ağabey, 'Üstadım. Bu kardeşimiz Beşinci Şua'yı yazıp getirmiş' dedi. Üstad, yaslanmış
olduğu yastıktan, bir delikanlı çevikliği ile doğrularak 'Getirin bakayım!' dedi ve 'Beşinci
Şua'yı biraz karıştırdıktan sonra, Tahiri ve Zübeyir Ağabeylere gösterip, 'Tashih edilmiş mi?'
diye sordu. 'Tashih olmuş Üstadım' cevabını alınca, Zübeyir Ağabeye işaret ederek bir kalem
getirmesini istedi. Sonuna benim için dua buyurdular. Kalemi Üstad eline aldı. Üstadın
bileğinden Zübeyir Ağabey tuttu ve duayı öylelikle yazdılar. Bizzat Üstadın kendi el yazısının
bulunduğu 'Beşinci Şua'yı hassasiyetle muhafaza ediyorum.

"Teypten Âyetü'l-Kübra'yı dinledim"

"Üstadın huzurundaydım. Sungur Ağabey, Âyetü'l-Kübrâ bahsini okuyordu. Sesini


duyuyordum. Kendisine baktığımda o da benim gibi dinliyordu. Bu defa Üstada baktım. O da
başı öne eğik bir şekilde dinliyordu. Hayretler içindeydim. Hâtiften geliyor gibiydi.
Kendimden geçer gibi oldum. Ağlamaya başladım. Birden ses kesildi.

sh:»(s:212)

Risale-i Nur Külliyatı içersinde müstesna bir yeri olan Ayet'ül-Kübra risalesini Sungur
Ağabey, teypten okuyormuş. Teybi, ilk defa orada gördüm.Teybin ve radyonun istikbalde
Risale-i Nur hizmetinde bulunacağını bizzat Üstadımızın ağzından duydum.

"Üstadı dünya gözüyle son görüşüm bu oldu. Fakat o aziz Üstad, 'Birimiz şarkta,
birimiz garbda, birimiz dünyada, birimiz âhirette de olsa, biz, yine beraberiz' buyurmuyor
mu?

"Bu biçare kardeşiniz itiraf ediyor ki, o âli Üstadın himaye ve himmetlerini en basit
dünyevi meselelerimizi dahi müşahede ediyoruz.

"Sözlerime burada son veriyor, bütün Nur talebelerini o âli ve kadri yüce Üstadın
hizmetinin zübde ve hülasası olan ihlâs-ı etemme muvaffak etmesini Cenab-ı
Erhamürrahimden niyaz ediyorum."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:213)

ALİ İHSAN ÖZYURT

1928'de Ödemiş'te doğdu. Bediüzzaman'ı Isparta ve Emirdağ'da ziyaret etti. Fatih'in


hocası Akşemseddin'le alakalı bir eseri vardır. 1993'ün sonunda vefat etti.
günü öğretmen Mehmet Canyoldaş ve stajer öğretmen Mesut isimli blir arkadaşla
birlikte Isparta'ya gittik. Nur talebesi Nuri Benli'nin otelinde kaldık. Üstadı ziyaret etmek
istediğimizi söyledik. Benli'nin oğlu sabahleyin gidip, Rüştü Çakın Ağabeyi buldu. Rüştü
Ağabey de Benli'nin oğluna, Üstada bizzat gitmesini söylemiş. Döndüğünde Üstadın rahatsız
olduğunu ve kimseyi kabul etmediğini söyledi. Yanımızda bir de Siirtli zat vardı. O da Üstadı
ziyaret etmek istiyordu.

"Üstadı görmeden geri dönmemeye kar'iyyen kararlıydık. Şayet Üstad Emirdağ'a


giderse Emirdağ'a, Eskişehir'e giderse Eskişehir'e gitmeye karar verdik. Bu minval üzere
konuşup dururken, Benli'nin oğlu Selâhaddin koşarak geldi ve Üstadın bizi on beş
dakikalığına kabul edeceğini bildirdi. Kalktık ve o zamanki ismi Dere Sokak olan sokaktaki
Üstadın kaldığı eve gittik.

"Manevi hastalığı varsa Hastalar Risalesi'ni okusun"

"Önce Siirtli zat girdi ve meselesini söyledi. Üstaddan hasta olan kızı için okuyup
muska yazmasını istedi. Üstad da, cevaben, 'Kardeşim, onunla hastalık geçmez. Şayet manevî
bir hastalık varsa, Hastalar Risalesi'ni okuyun. İnşaallah geçer' dedi. Siirtli zat Kürtçe
konuşmak istedi. Ancak Üstad, 'Ben Kürtçe bilmiyorum' dedi ve konuşmadı.

"Öğretmenlikten ayrılma"

"Siirtli zattan sonra Canyoldaş, meselesini anlatmaya başladı. Öğretmenlik mesleğinde


çok sıkıntı çektiğini, kendisine huzur ver-

sh:»(s:214)

mediklerini ve namazlarını kılamadığını söyledi. Üstad Canyoldaş'a cevaben; 'Sen


öğretmenlikten ayrılma kardeşim, devam et' dedi.
"Mesut'un da ne iş yaptığını sorup, öğretmen olduğunu öğrendikten sonra şöyle dedi:
'Sen de öğretmenlikte devam et, kardeşim. Çocuklar istikbal için büyük bir sermayedir. Onları
terbiye etmek bizim vazifemizdir. Kat'iyyen öğretmenlikten ayrılmayın.'

"Sonra da bana döndü ve 'Sen ne yapıyorsun kardeşim?' dedi. Ben de, İstanbul'da
Arapça tahsil ettiğimi ve Risale-i Nur okuduğumu söyledim. Üstad 'İyi, kardeşim, Risale-i
Nur'da Arapça var' dedi ve Hüsrev Efendi ile görüşmemi söyledi. Yirmi-yirmi beş dakika
kaldıktan sonra gidip, iki-iki buçuk saat kadar da Hüsrev Efendi ile konuşup İzmir'e döndük.
İlk ziyaretimiz böyle olmuştu.

"Şualar'ı müdafaa eden savcı"

"İkinci ziyaretim de Emirdağ'da oldu. 1960 yılı, 16-17 Şubat'ında İstanbul'da yeni tab
edilen Şuâlar mecmuasını takdim etmek üzere üç arkadaş Emirdağ'a gittik ve Şuâlar'ı Üstada
takdim ettik. Çok memnun oldular. O sırada Mersin savcısından, kendisine hakaret eden bir
adam hakkında takibat açmak için, Üstaddan müsaade isteyen bir mektup gelmişti. O
mektuptan bahsetti. Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle demişti:

"Kardeşim, madem Şuâlarl yayıldı. Artık bundan sonra Risale-i Nur tamamen
yayılacak. İşte, bakınız tevafuka. Bugüne kadar savcılar benim aleyhimde iken, şimdi benim
lehimde hareket ediyorlar.'

sh:»(s:215)

"Soyismini hatırlayamadığım Mustafa isminde bir savcı, Mersin'de mahallî bir


gazetede Üstada hakaretvarî bir yazı yazan adam hakkında dâvâ açacağını ve kendisinin
izninin olup olmadığını soruyordu. Bu hadiseden bahsederek, Şuâlar'ın çok tesirli olduğunu,
Risale-i Nur aleyhinde bir durum olmayacağını ve Şuâlar'ın bunu önleyeceğini söyledi.

"Savcının mektubunu da bize göstermişti. Zübeyir Ağabeye, 'Kardeşim Zübeyir, getir


şu mektubu, görelim' demişti. Biz daha fazla kalmadık. Zaten Nur talebelerinin Üstadlarını
ziyaretleri uzun sürmez, hizmete müteallik meselelerini görüştükten sonra hemen ayrılırlardı.
"Bu arada bazı şeyler da söylemişti. Fakat şimdi hatırlayamıyorum. Ancak elini
öptüğüm zaman, başımdan öperek 'İhsân'ım, ihsanımın içindesin' dediğini hatırlıyorum.

"Biz Emirdağ'dan döndükten sonra, 22 Şubat hadisesi oldu, ortalık karıştı. Biz
Emirdağ'dan ayrıldıktan 40 gün sonra Üstad Isparta'ya gitti. Hükûmet Emirdağ'da oturması
için ısrar ediyordu. Ancak o dinlemedi, Urfa'ya gitti ve ebediyete göçtü. Allah gani gani
rahmet eylesin."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:216)

FAHREDDİN SAYI

1936'da Van'da doğdu. Saatçilikle meşguldür.

Üstad Bediüzzaman'la ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

senesinin 25 Kasım'ında Üstad Hazretlerini Isparta'da ziyarete gitmiştim.

"Gelenleri, Üstadın rahatsızlığı dolayısıyla yanına bırakmıyorlardı. Ben Van'dan


ayrılırken, Hüsrev Altınbaşak'a gitmemi söylemişlerdi. Orada, 'Üstadı ziyarete geldiğini
kimseye söyleme' demişlerdi.

"Doğruca Isparta'da Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin evine gittim. Kapıyı çaldım, fakat
kimse çıkmadı. Beni gören bir kadın, 'Oğlum açmıyorsa, demek ki açmayacak' deyince,
me'yus bir şekilde geri döndüm. O an çok korkmuştum. Üstadı görmeme korkusu beni iyice
heyecanlandırıyordu.

"Heyecandan titremeye başladım"


"Daha sonra oradan ayrılıp camiye gittim. Cami müezzini halıları temizliyordu.
Müezzinden Üstadın evini sordum. Müezzin bir an durakladı, söylemekten korkuyordu. O
anda karşıda bir asker gördük. Asker, 'Üstadın yanına gidiyordu. Müezzin askeri çağırdı,
askere, 'Bak,' dedi, 'bu da sizdendir. Üstad Hazretlerini soruyor.'

"Sonra askerle beraber Üstadın evine gittik. Bir anda gönlüm öylesine sevinçle doldu
ki, heyecandan titremeye başladım.

"Eve gittiğimiz de Hüsnü Bayram ve Ceylan Çalışkan bizi karşıladı. Ceylan


Çalışkan'la beraber Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Üstad Hazretleri somyasında
uzanıyordu. Bizi görünce kalkıp oturdu. Ellerini öptükten sonra bana yer gösterdi ve oraya
oturdum.

"Üstad benden Van'daki Nur talebelerinin durumlarını sordu. Ben de cevaplar verdim.
Biraz konuştuktan sonra Üstad Hazretleri elini Ceylan Çalışkan'ın omuzuna atarak, 'Dağlarda
fedâkâr ceylanlar bulunur, bu da benim fedakâr bir Ceylan'ımdır' dedi.

sh:»(s:217)

"Vakit öylesine geçmişti ki, onun huzurunda olmanın verdiği zevk her şeyi
unutturmuştu. 'Belki bir daha göremem' diye Üstadı zevkle dinliyordum. Üstad, 'Ben Van'a
gelip kalenin başında, medresemi kuracağım. Adnan Menderes medresem için elli bin lira
ayırdı. Fakat azdır diye ben kabul etmedim' dedi.

"Bir hayli konuştuktan sonra Üstad, bende Risale-i Nur'lardan bulunup bulunmadığını
sordu. Ben de, yanımda Asâ-yı Musa ve Sözler'in bulunduğunu söyledim. Bunun üzerine
Üstad Hazretleri çok sevindi.

"Risale-i Nur okuyan, beni görmüş olur"

"Bu arada Ceylan Çalışkan Üstada, benim için 'Kitap verelim mi?' diye sordu. Üstad,

"O asker olacak. Ancak farz namazlarını kılabilir' dedi.

"Ben Üstada sordum:


"Üstadım sizi bir daha ne zaman görebilirim?'

"Üstad, 'Ne zaman Risale-i Nur'ları okursan, o zaman beni görürsün, daha buralara
kadar gelmeye lüzum yoktur' dedi.

"Daha sonra Üstad Hazretleri ellerini açıp dua etti. Benim boynuma sarıldı. Ben de
ellerini öperek, dualarını aldım ve yanından ayrıldım.

"Üstadın evinden çıkarken, Üstad Hazretler Ceylan Çalışkan'a:

"Götür, Hüsrev'i görsün' dedi.

"Beraber Hüsrev Altınbaşak'ın yanına gittik. Ceylan Çalışkan beni bırakarak ayrıldı.

"Hüsrev Altınbaşak nereye gideceğimi sordu. Ben de İzmir'e gideceğimi söyledim. O


da bana Mustafa Birlik'in adresini verip ilaç istedi.

"Oradan ayrılarak İzmir'e gittim. Mustafa Birlik'i buldum ve yazıyı verdim. Bir gün
onun yanında kaldım. Daha sonra ayrılarak askerî eğitim yeri olan Narlıdere'ye gitmek üzere
ayrıldım."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:218)

NİYAZİ TEKİN

1928'de doğdu. Giresun ili, Tirebolu ilçesi, eski Harzıt (Doğankent) bucağının
Doğmuş köyündendir.

"İleri gazetesine abone olsunlar"


"Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğim tarihi pek hatırlamıyorum.
Zannederim 1956'larda olsa gerek. Sonbahar aylarında Diyarbakır'dan Isparta'ya geldim.
Boyacı Rüştü Çakın Efendiyi buldum. O da beni başka bir zata gönderdi . Onu da buldum,
ona kendimi tanıttım. Üstadımızı ziyaret için geldiğimi söyledim. Beni güler yüzle karşıladı
ve içeri aldı, bu arada bana çay ikram ettii. Çaylar tazelendi, o esnada sohbete daldık.

"Tahminen bir saat oldu olmadı bilemem, bu esnada birisi geldi, 'Kardaşım Üstad seni
istiyor' dedi ve gitti. On beş dakika sonra geldi. O zaman pek ziyaretçi kabul etmiyormuş, ama
yine bana tebessümle 'Ziyaretin kabul oldu' dedi. Nasıl ziyaret edebileceğimi bana tarif etti.

"Beraberce gittik, ahşap bir eve girdik. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizi buyur etti.
Hazret-i Üstadın yüce huzuruna girdik. Üstad bir divan üzerinde oturuyordu, evrad okuyordu.
Oturmamızı işaret buyurdular. Diz çökerek oturduk. Az sonra evradı bitirerek, kitabı kapattı
ve bana dönerek 'Hoş geldiniz' dedi. O anda eline kapanarak öptüm, beni iki tarafımdan öptü.
Nereden geldiğimi sordu. 'Diyarbakır'dan' dedim. Sevinerek Diyarbakır'a ait bazı şeyler sordu.
Tekrar ne zaman döneceğimi sordu. 'Birkaç gün buralarda kalacağım' dedim. Bana erken
dönmemi tavsiye etti. O zaman Sözler yeni harflerle ilk defa basılıyordu. Eskişehir'e ve
Ankara'ya uğramamı, Atıf Ural'ı görmemi söyledi. Sözler'le Lem'alar'ın basım işinin
geciktiğini, merak ettiğini söyledi. Hazır kitap varsa alıp Diyarbakır'a götürmemi söyledi.

"Bana Antalya'nın Demokrat İleri gazetesini gösterdi. Bunda

sh:»(s:219)

neşredilmiş Risale-i Nurlar vardı. Bana bir İleri gazetesi verdi, 'Diyarbakır'a götür,
Mehmet Kayalar'a ver, bunu okusunlar, bu İleri gazetesine abone olsunlar' dedi.

"Hazret-i Üstadın huzurundan, büyük bir mânevî sevinç ve huzur içinde ayrıldım. Bir
gece Isparta'da otelde kaldım.

"Ertesi gün Eskişehir'e uğradım. Oradan da Ankara'ya geldim. Atıf Ural'ı ve Mustafa
Türkmenoğlu'nu buldum. Üstadımızın emirlerini aynen onlara söyledim. Bu esnada iki kitap
geldi. Bunlar ilk defa çıkmıştı.
"Sözler ve Lem'alar'ı getirdim. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a aynen Üstadımızın
tavsiyelerini söyledim. Kitapları ve İleri gazetesini verdim, o da beni cemaate göstererek
Üstadımızı ziyaretten geldiğimi anlattı."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:220)

H. KÂMİL OKUR

1925'te Nurs'ta doğan H. Kâmil Okur, Üstadın amcası Hacı'nın oğlu Molla Davud'un
oğludur. 1988'de vefat etti.

"Üstadı Nurs'a dâvet ettim"

"Mevsim ilkbahardı, herhalde 1956'da idi. Nurslu Hacı Fadıl Dalar'la birlikte
Isparta'ya gitmiştik. Günlerden Perşembe ve sabah saat dokuz sıralarıydı. Gittiğimi ev iki
katlıydı. Zile basınca bize kapıyı merhum Zübeyir Gündüzalp açmıştı. Üstadı ziyaret için
geldiğimizi söyleyince bize Üstadın hasta olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini bildirince, biz,
'Git, Üstada söyle, Nurslu Molla Davud'un oğlu H. Kamil Okur sizi ziyaret etmek istiyor'
demesini söyledik.

"Üstad, 'Hemen gelsinler' diye haber göndermişti.

"Nurs'tan Üstada bazı hediyeler getirmiştim. Bir çift yün çorap, iki kilo kadar bal, bir
tepsi de Bitlis'in gözbestik dedikleri balla karışık ceviz içi ile yapılan bir tatlı çeşidi, bunu da
Nurs'ta yaptırmıştım. Bu hediyeleri evin alt katına bırakmıştım. Üstadı ziyaret edip ellerini
öpmüştük. Memleketteki İslâmî durumları sormuştu. 'Köyde kimler var, kimler yok?' diye
sorunca hayatta olanları anlatmıştım.

"Kendisine yapılan suikastlardan ve kaç defa zehirlediklerinden bahsetti.


Demokratların kendisine yardımcı olduklarını ve Adnan Menderes'ten sitayişle bahsetti.

"Gurbete çıktığından beri hiçbir kimsenin hediyesini almadığını söyleyince


memleketten, Nurs'tan kendisine hediyeler getirdiğimi söyledim. Bunları, Nurs'tan olduğu için
kabul etti, bizi bir buçuk saat kadar ziyaretinde koydu. Sonra trenin hazır olduğunu ve hemen
gitmemizi söylemişti.

"Bana harçlığımı sordu, 'Vardır' dediğim halde bana dört buçuk lira para verdi. Elli
kuruşu yiyeceğe verebileceğimi söyledi. Ben de elli kuruşla nasıl idare edebileceğimi
düşündüm. Ben bu düşünce-

sh:»(s:221)

deyken, 'O parayı yemek için değil, teberrük olarak verdim' demişti. Burada on gün
kadar kalıp, her gün onar dakika ziyaretine gelmek istediğimi söyledim. Bu kadar müsaade
olunduğunu bildirdi.

"Üstaddan teberrük olsun diye bazı şeyler istedim. Bana bir namazlık, bir takke, bir iç
atlet, bir gömlek, bir de sarık verdi. Bana götürebilirsen bir de yorgan verebileceğini söyledi.
Yorganı götürebilecek bir kuvvetim olmadığını söyledim. Kendisini Nurs'a davet ettim.
Bunun imkânsız olduğunu, daha görüşemeyeceğimizi anlatmıştı. Hakikaten de görüşemedik.

"Üstadla vedalaşıp eşyalarımızı bir dükkâna bırakmıştık. Dükkâncı, İslâm yazılı bir
kitap okuyordu. Kendisiyle tanıştık. Üstadı ziyaret için geldiğimizi söyledik. Üstadın akrabası
olduğumuzu söyleyince, bizi kucakladı, kahve içtik, sonra beraber namaza gitmiştik.
Namazdan sonra yine sohbet ederken, bir Nur talebesi geldi, Üstadın, beklemeden gitmemizi
söylediğini bildirmişti. Kalkıp beklemeden trene ulaşmıştık. Tren hemen hareket etmişti.
Biletlerimizi bile trenin içinde almıştık.

"Daha eskiden de, 1942 senelerinde Üstadla birlikte mektuplaşmıştık. Ben o zaman
Çankırı'da askerdim."
(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:222)

SUAD ALKAN

1940 yılında Denizli'de doğdu. Talebelik yıllarında Bediüzzaman'la müşeref oldu.

Suad Alkan, Bediüzzaman'ı talebelik yıllarında ziyaret etmiş. Bu ziyaret hatırasını


kendisi kaleme aldı. Onun ifadesini aynen takdim ediyoruz:

"Beni Bediüzzaman'a götürünüz"

yılında ve 16 yaşında, çevremin maddî ve mânevî baskısından sıkılıp, okumak üzere


Isparta İmam-Hatip Okuluna kaçtım. Giriş imtihanını kazanamadım. Fakat Müdür Beye çıkıp
'Kazanamamış olsam da okula gireceğim, yoksa intihar edeceğim. Ben okumak için yola
çıktım, bir daha köyüme dönmem' dedim. Okul Müdürü Hayri Yavru Bey; talebimdeki
hissiyatla karışık ciddiyeti, nazar-ı itibara alıp, 'Peki kaydetsinler' dedi ve okula girdim.

"Çallı Mustafa Öztürk, Burdurlu Mustafa Çetin ve yeğeni gibi ileri sınıftaki bazı
talebelerle kirada oturuyorduk. İlk defa kış gecesi ısınmaya gittiğimiz odalarında, elinde
'Risale-i Nur Nedir?' başlıklı iki sayfalık bir bülten bulunan Mustafa Çetin'den Bediüzzaman
ismini duydum. Ve hemen 'Beni Bediüzzaman'a götürünüz' dedim. Zihnim bu isme takılmış
kalmıştı. 'Olmaz, senin aklın böyle şeylere ermez, Bediüzzaman seni kabul etmez' dediler.
"O sıralar okula seherde gidiyorduk. Kış mevsiminin gündüzleri çok kısa olduğundan
okula giriş zili şafak sökerken çalardı. Bir gün evden yalnız çıktım. Hapishanenin altındaki
yoldan İstasyon Caddesine sapacağım kavşakta, elektirik direğinin dibinde siyah sakallı,
küçük yüzlü, lâcivert pardesülü bir şahıs gördüm. Yanılmıyorsam bu karşılaşmayı normalin
dışında bir tarz olarak tekâkki ettiğimdendir ki, fazla insanlarla konuşmak meşrebime
uymadığı halde ondan nereli ve niçin burada bulunduğunu sordum. 'Vanlıyım, Bediüzzaman'ı
ziyarete geldim' dedi. Kalbime küçücük bir sadakat ve fedakârlık mührünün vurulduğunu
hissetim. Küçük dünyamda Vanla Isparta arası, bugünkü muhayyileme göre Şam'la Londra
arası gibiydi. Taaccübümü içime gömerek mektebe gittim.

sh:»(s:223)

"Üstadla arabaya giderken selamlaştık"

"Aradan bir kaç ay geçti. Başka, ama bir bahar sabahı gene okula giderken ve gene
sokakların tenha olduğu saatlerde aynı kavşağı dönüp otuz adım girdim ki, arkamdan bej
renkli bir otomobil geliyordu. Yanımdan geçerken içine dikkat ettim; şoförün arka kısmında
çok yaşlı ve değişik kıyafetli, beyaz benizli , sakalsız, saçları sarığının dışına taşmış bir zat
bana bakıyor ve sağ elini başına kaydırarak selâm veriyordu. Nasıl mukabelede
bulunacağımda bir an terddüt ettim. Bir yandan kendimi toparlamaya çalışarak, diğer yandan
çantasız elimi göğsüme kaldırmaya çalışarak, başımı eğerek selâmlaşmış oldum. Kalbime
ikinci bir nur noktası daha konmuştu. Şoför ve yanındaki gençler dikkatimi çekiyordu.
Isparta'da, hele baharda, seher müthiş tecellilere mazhar oluyor. Şehri çevreleyen gül
bahçeleri bütün Isparta'yı gül kokusuna bürüyor. Bej renkli araba, gözlerimin teslim olmuş
bakışları içinde gül kokularına karıştı...

"İleri sınıflarda Zekeriya Kitapçı adlı bir ağabeyimiz vardı. Sık sık Üstadın evine
gittiğini duydum. Ona da rica ettim, 'Beni oraya götür, beni görüştür' dedim. Galiba
duyulmaktan çekiniyordu. Dileğimi yapamadı. Sonra Osman Kara'nın beni Üstada
götürebileceğine gözüm kesti ve ona da müracaat ettim. Osman Kara sert mizaçlı bir
ağabeydi. Gözü de karaydı. 'Peki' dedi ve beni aldı götürdü. Meğer Üstad, oturduğumuz ev ile
okulun arasındaki yol üstünde iki katlı bir evde oturuyormuş. Kapı tek kanatlı ve önünde iki
basamak... Osman Ağabey zile bastı. Zübeyir Ağabey açtı kapıyı. Ziyaret istediğimizi
bildirdik. Zübeyir Ağabey bizi kapının arkasından bir yazıyı okudu. Çok yumuşak, çok sakin
ve şefkatli bir sesle, Üstadla görüşmek yerine Risale-i Nur'ları okumamızı tavsiye etti. Üstad
ihtiyardı, rahatsızdı. Ziyaretçiler sık sık geliyordu. Zübeyir Ağabey ne kadar sebep
söylüyorsa, sanki hiç sözünü anlamıyordum. Demek ki anlamak istemiyordum. Dönmek
istemediğimi anlamıştı. Üstada haber vermek üzere beklememizi söyledi, gitti.

"Üstadın huzurundayım"

"Kabul edilmiştik. Daha 10-15 basamak olan merdiveni nasıl çıktığımı, kilimsiz
sofadaki iki kanatlı kapı önüne nasıl vardığımı bilemiyorum. Tüy gibiydim. Kapı açıldı.
Gözlerim hemen arkasındaki sedirde yorgana sarılmış vaziyette oturan Üstada takıldı.
Heyecanım, onu bir ince sis tabakası arkasında görüyormuşum hissini veriyordu. Elini öptüm.
Sedirin ayak ucunda diz çöktüm. Osman Ağabey arkama, kanapeye oturdu. Sedirin baş
ucundaki bir ağabey de dedi ki:

sh:»(s:224)

"Kardeşim, Üstadımızın söylediklerinden anlayamayacağınız kısımlar olursa ben


tekrarlayacağım.'

"Üstad zor konuşuyordu.

"İmam-Hatip Mektebi talebeleri bizim kardeşimizdir. Kahraman Menderes, ......'


sözleri kulaklarımda çivi gibidir. Türkiye'nin iman hakikatleriyle ilgisi, Risale-i Nur'ların
hizmeti üzerine, bize tam 45 dakika ders vermişti. Sesi çok zayıf çıkıyordu. Zaman zaman
'Anlayamadıklarınızı ben açıklayacağım' diyen ağabey, Üstad susunca anlatıyordu.

"Ansızın ayağa kalkmış olduk. Üstad da doğruldu yerinden. Sol eliyle sağ omuzumu
iki-üç kez sıvazlayarak adımı sordu. 'Özen Alkan' dedim. Üstad şöyle dedi.

"Benim çok sevdiğim bir biraderzâdem var, sana onun ismini veriyorum. Bundan
sonra ismini kullanırsın...' Çocuklukla gençlik arasındaki bir yaşta öyle kendimden geçiyor
gibiydim ki, tekrar elini öpüp ayrıldıktan sonra sokağa çıktığımızda bana verdiği ismi bile
hatırlayamadım. Dönerken Osman Ağabeye bana ne isim verdiğini sordum.
"Suad!' dedi.

"Ondan sonra hep bu ismi kullandım. Özen, sadece nüfus hüviyetimin sayfasında
kalmıştı. Tam kırk sene... Merhum pederim, vefatına altı ay kala, beni yeni ismimle
çağırmaya ve mektup yazmaya başladı.

"Yirmi seneden beri talebelik, askerlik ve iş hayatımda ne zaman bir çıkmaz sokağa
sapacak olsam, müşkül durumda kalsam, birkaç kere omuzuma konan o elin şefkat ve
merhametini sürekli olarak duydum. Ciddî bir terbiye vermekten çok uzak kendi ebeveynimin
yerine bu mübarek elin geçtiğini idrak ettim. Önceleri mutlak muhalif oldukları halde bilahare
Risale-i Nur'ların imdada yetişen bir siyanet meleği gibi koruyuculuk vasfını kabullenen
peder ve validemin halinden de bunu anlıyorum.

"Tugay Camiinin temel atma merasiminde"

senesinde Isparta İmam-Hatip Okulu üçüncü sınıf talebesiydim. Sıcak bir kuşluk.
Şehrin ana caddelerinde askerî cemseler... Merkezî yerlerde, 'Askeri mıntıkada cami
yapılacak, bu vesileyle birlik içinde mevlid kıraat edilecek; arzu edenler cemselere binip
merasimi iştirak edebilir' diye bir şayia yayıldı. Hususan İmam-Hatip Okulu öğrencilerini
mektebin önündeki İstasyon Caddesinden cemselere doldurup kışlaya götürdüler.

sh:»(s:225)

"Ben de gittim. Geniş bir sahada aralıklı direklere hoparlör bağlanmış, temelin yanında
da kürsü kurulmuş. Komutanlar, neferler, talebeler ve halk muhtelif şekilde yer yer sohbet
etmekte. Silindir şapkalılar, beyaz şeritli talebe kasketleri, yüksek rütbeli subaylar dikkati
çekiyor. Neferden ziyade subay var. Merasim saati bekleniyor. Aralarında sohbet eden gruplar
birbirine ikişer üçer mesafede... Herkes ayakta. Hazırlığın sonu...

"Ansızın bir fısıltı yayılıyor kulaktan kulağa:

"Bediüzzaman Said Nursî geliyormuş!'


"Bir tuhaf oluyorum. Korkulan, kovalanan, herkesle görüşmekten menedilen, bilhassa
subayların aleyhindeymiş intibaları yayılmak istenen bir zat böyle bir cemiyete nasıl geliyor?
Sistemli bir düşünceye ve mantığa bağlı bulunmayan kafamda müthiş bir soru...

"Başımı fısıltının geldiği yana çevirdiğimde bir de ne göreyim; o kalabalık upuzun


muntazam bir koridor şeklini almasın mı? Hayret ve hayranlığımı yenemiyorum.

"Kalabalığın dibinde bir kolunda Bayram, diğer kolunda Zübeyir Ağabeyler tutmuş
olarak sarığıyla, siyah cübbesiyle, yün çorabı ve lâstik ayakkabısıyla, Üstad Bediüzzaman
geliyor! Ve ne acaiptir ki, önünden geçtiği her komutan elini kasketine götürerek Üstad'ı
selâmlıyor. Bediüzzaman onlara gülümsemelerin en nezihiyle ve elini başına götürerek hafif
hafif sallayarak mukabelede bulunuyor. Ben daha sonra ondan başkasına bakmadım. Temelin
yanına vardıklarında yüksek rütbeli bir komutan, 'Hocam, buyurun ilk konuşmayı siz yapın ve
ilk harcı siz koyun' dedi. O zaman dünya içime sığıyordu, ama ben dünyaya sığmıyordum.
Böyle hissetim.

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri komutanın bu teklifine karşı teşekkür etti. İlk harcı
koydu, fakat ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle konuşamayacağını belirtti. Bunun üzerine bir
hatip çıktı kürsüye konuştu. Mevlid okundu. Merasim uzadı. Misafirler ağırlandı."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:226)

ALİ HAYDAR MORGÜL

1938'de Rize'nin Pazar kazasının Hisarlı köyünde doğdu. Bediüzzaman'ı 1956'da


ziyaret etti.
"İstanbul'a Nur Talebeleriyle tanışmaya geliyorum"

"İlkokul 5. sınıf sıralarında iken Rize'nin Pazar ilçesine bağlı olan köyümüze Risale-i
Nurlar gelmişti. Köylülerimiz bu paha biçilmez eserlere dört elle sarıldılar. Bizim de gün
geçtikçe bu mükemmel eserlere ve müellifine sevgi ve saygı hislerimiz kuvvet
kazandırıyordu. Bu sebeple ilk etapta İstanbul'a gidip Nur Talebeleriyle tanışmak arzusu
bende belirmişti. Büyük bir şevk ile İstanbul'a gelmiştik. Süleymaniye dershanesini
bulmamız, tam bir tevafuk eseri idi. Bir gün Küçükpazar'a yolumuz düştü. Buradan
Süleymaniye Camiinin minarelerini görünce camide namaz kılmaya karar verdik. Ve oradan
Süleymaniye dershanesini soracaktık. İkindi vakti idi. Namaz kıldıktan sonra birisine
dershaneyi sordum. O da başka birisine bizi gönderdi. İşte bu ikinci adam, Süleymaniye
dershanesinde kalan bir ağabeyimiz idi. Bu zat bize 'Maşaallah, bize geliyorsunuz' diyerek
iltifat etti. Artık tanıdığımız dershaneye sık sık giderdik. Zaten bizim İstanbul'a gelişimizin en
büyük sebebi bu idi. Arzuma vasıl olmuştum.

"Galip Gigin'le Üstadı görmeye gidiyoruz"

"O zamanlar yirmi yaşlarında idim. Henüz askerliğe gitmemiştim. Galiba 1956 senesi
idi. İstanbul'dan Isparta'ya Üstadı görmek için Galip Gigin ile gitmeye karar verdik. Trenle
gittiğimiz Isparta'ya sabah namazında varmıştık. Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânının adresini
almıştık. Elimizdeki adrese giderek maksadımızı anlattık. Üstadın evini uzaktan bize
gösterdiler. Biz de gösterilen istikamete büyük heyecan ile gittik. Üstadın kapısında bir asker
vardı. O

sh:»(s:227)

da Üstadı ziyarete gelmişti. Bize kapıyı açan Ceylan Ağabey, Üstada haber vermeye
gitti. Arkasından Bayram Ağabey bize kapıyı açıp Üstadın müsait olmadığını söyledi. Bu
haber bizi üzüntü girdabına attı. Neşemiz gitmiş, ümitsizliğe kapılmıştık. Biz geri dönerken
Bayram Ağabey de bizimle beraber çarşıya doğru yürüyordu. Bizim üzüntümüzü görünce
bize 'Bu askeri yolcu edelim. Geri döner sizi, Üstadla görüştürürüm' demişti. Bu konuşma bizi
kendimize getirmişti. Yine Üstadı görme şevkiyle dolmuştuk.

"Risale-i Nur'u okuyan beni on sefer görmüş gibi olur"

"Askeri yolcu ettikten sonra, biz Bayram Ağabeyle geri döndük. Bu sefer kapıyı
Zübeyir Ağabey açmıştı. Ve bizi Üstadın yanına götürdü. İçeri girip mübarek ellerini öptük.
Girdiğimiz oda şimdiye kadarki gördüğümüz odalara benzemiyordu. Apayrı bir görünüşü, bir
havası vardı. Üstadın sarıkla oturuşu adetabir Asr-ı Saadet manzarasıyla bizi karşı karşıya
getirmişti. Odasında bal paketleri, çeşitli meyveler asılıydı. Bu durum çok hoşuma gitmişti.
Üstadın şu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor; 'Neden bu kadar masraf edip buraya kadar
geliyorsunuz? Risale-i Nur'u okuyun. Bir defa Risale-i Nur okuyan beni on sefer görmüş gibi
olur. Bütün masraflarınızı benim ödemem lâzım' diyerek cebinden çıkardığı dört tane yirmi
beş kuruşun iki tanesini bana, iki tanesini de arkadaşıma verdi. Bu paralardan bir tanesini ben
her zaman yanımda taşırım. (Sözün burasında Haydar Morgül'den bize bu parayı mümkünse
göstermesini rica ettik. Ve cebine diktirdiği parayı çıkararak bize gösterdi.)

"Hem çalışıyor, hem de ibadet ediyorsun"

"Üstadın ziyaretindeyken mübarek simasını seyrediyordum. Üstad,

"Ben kimsenin yüzüme bakmasına müsaade etmiyorum' dedi. Bunun üzerine utanarak
önüme baktım. Ne iş yaptığımı sorunca, maragoz olduğumu söyledim. Bana, 'Maşaallah hem
çalışıyor, hem ibadet ediyorsun' diyerek iltifatta bulundu. Odada bizeden başka Tahirî,
Zübeyir ve Bayram Ağabeyler vardı. O sırada Ankara'da matbaada yeni harflerle basılan
Sözler'in ilk kısmı geldi. Sandığın içinde olduğu için Tahirî Ağabey sandığı açmaya
çalışıyordu. Benim marangoz olduğumu bilen Zübeyir Ağabey, benim açmamı istedi. Ben de
o sandığı açma şerefine nâil oldum. Üstad bu eserleri görünce çok sevindi ve 'Tebrik ederim.
Maşaallah... İnşaallah gençler

sh:»(s:228)
bunlarla imanlarını kurtaracaklardır' dedi ve hizmeti geçenleri tebrik ve onlara dua etti.

"Üstadı ziyaret bizim için en büyük şevk kaynağı oldu"

"Mecmuaların matbaa paralarını İstanbul'dan Ankara'ya ben götürmüştüm. Bu


vesileyle bunu da söyledim. Belki kardeşlerimin bana dua etmelerine sebep olur diye...

"Elhasıl, böylece Üstadı ziyaret etmekle arzumuza vasıl olmuştuk. Bu bizim için
büyük sevinç kaynağı idi. Bizim için büyük huzur menbaı idi. Bu benim için hayatımın en
tatlı ve kıymetli hatırasıdır. Bu dünyadaki hayatımı bu hatıraların şevki, sevinci ve tesiri
altında yaşıyorum."

Ali Haydar Morgül tarafından yazılan 1.2.3. ve 4. Lem'aların sonuna Bediüzzaman şu


duayı yazmıştı:

"Ya Erhamerrahimin, İsm-i A'zam hürmetine ve nüshayı yazan Ali Haydar'ı Cennetü'l-
Firdevste ebeden mesud ve hizmet-i imaniyede daimen muvaffak eyle, âmin, âmin, âmin..."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:229)

ABDÜLBARİ POLAT

Eski Ağrı Müftüsü)

"Üstad bizi teker teker kucakladı"

senesinde Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret maksadıyla iki arkadaşımla beraber Ağrı'dan


Isparta'ya gitmiştik. Bulunduğu mahalle gidip, kapısını çaldık. Kapıyı açan şahıs, 'Kimi
arıyorsunuz?' dedi. Bizler de Ağrı'dan geldiğimizi ve Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek
istediğimizi söyledik. Buna karşılık kapıyı açan şahıs, Üstadın, bir kaç günden beri çok
rahatsız olduğunu kimseyle görüşmediğini ve kendisiyle görüşmek isteyenlerin eserlerini
okumalarını tavsiye ettiğini söyledi. Biz ısrar edince içeri gitti ve az sonra Üstad
Bediüzzaman'la birlikte geldiler, bahçeye indiler. Üstad Bediüzzaman bizleri teker teker
kucakladı ve alnımızdan öptü. Ben de Üstadın sağ elini üç defa öptüm. Bana şöyle dedi:

"Yavrum, şimdi şu kaideleri kaldırmışlar. (El öpme kaidesini söylüyordu.) Bu arada


bir asker ziyaret maksadıyle bahçeye girmiş ve Üstadın talebesiyle konuşuyordu. Üstadın
talebesi askerin söylediklerini Üstada nakledince Üstad askere sesli bir şekilde, 'Hele gel, hele
gel hemşehriyiz' dedi ve askeri kucakladı. Zannıma göre, asker Üstaddan çocuğu olmadığı
için dua istemişti. Üstadın talebesi bu durumu Üstada iletince, Üstad da, 'Hele gel, hele gel,
biz hemşehriyiz' latifesinde bulunarak kendisinin de çocuğu olmadığını söylemek istemişti.

"Abdülmecid Efendinin anlattıkları"

"Isparta'ya Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek için giderken, Konya'ya uğramıştık.


Konya'da bulunan Üstadın küçük kardeşi Abdülmecid Efendiyi de ziyaret etmiştik. Sohbet
esnasında Abdülmecid Efendi Üstadla alakalı olarak bir kaç hatıra anlatmıştı:

"Bir zaman Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde Üstad Bediüzzaman, birkaç arkadaşıyla


dağın eteğine çıkıp derslerini orada yapıyordu.

sh:»(s:230)

Birgün genç Said'in, dağın eteğindeki girintili çıkıntılı yerden yukarıya doğru
yuvarlanmaya başladığını, yuvarlanarak dağın dik tepesine doğru gittiğini gördüm.
Arkadaşlara dönüp dedim ki: 'Yahu bu ne yapıyor? Yere uzanmış, aşağıdan yukarıya doğru
gidiyor. Şayet yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanıp gelse, ne âlâ, neden böyle ters ve acaip bir
iş yapıyor?'

"Üstadın dut kabı"


"Yine birgün bir kaç arkadaşla beraber Van'ın çarşısında dolaşıyorduk. Yolda taze dut
satan bir adama rastladık. Üstad Bediüzzaman, bana hitaben dedi: 'Abdülmecid bu adamdan
bize biraz dut al.'

"Ben de dut almaya gittim. Adam dutu tartarak verecekti. Benden dutu koymak için
kap istedi. Ben de 'Kabım yok ki' dedim. Üstada gittim, Üstad bana, 'Sen dutu getir, benim
kabım var' dedi. Ben de adamın terazi kefesiyle dutu Üstada getirdim. Üstad gömleğini sol
kolunun ağzını iyice açtı, 'Dutu iyice buraya dök' dedi. Ben de dediğini yaptım. Üstad, dutu
hem kendisi yemeye başladı, hem de bizlere dağıtmaya başlamıştı.

"Abdülmecid benim ihlasımı bozma"

"Birgün Üstad Konya'ya gelmişti. Mevlana Camiine gelince bana, 'Abdülmecid öyle
acıkmışım ki... Ben ziyaretten çıkıncaya kadar bir çorba getirir misin?' dedi. Hemen eve
gittim. Hazır bulunan bir tas mercimek çorbasını alıp getirdim. Mevlana Camiinin kapısında
kendisine ikram ettim. Çorbayı içtikten sonra yeleğinin cebinden iki kuruş çıkarıp bana uzattı.
Ben, 'Çorbayı para mukabili olarak mı getirdim?' deyince bana şöyle dedi:

"Abdülmecid al hakkını, bu senin hakkındır. Benim ihlasımı bozma!'

"Üstadın mezarının nakli"

"Ben Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra yine Konya'ya gitmiştim. Abdülmecid


Efendi bir esnafın dükkanında oturuyordu. İçeri girip selâm verdim. Biraz oturduktan sonra,
beraberce dışarıya çıktık. Sohbet ederken Üstadın kabrinin nakliye alakalı olarak bir mesele
sordum. Hadiseyi bana şöyle anlattı:

"Birgün kapımı çaldılar ve beni alıp karakola götürdüler. Beni götüren bir binbaşıydı.
'Sizinle biraz işimiz var' dedi. Bana bir yere

sh:»(s:231)
kadar gidip geleceğimizi söyledi. Yanında iki asker daha vardı. Daha sonra hava
alanına, oradan da beni Urfa'ya götürdüler. Üstadın kabrinin başına gelmiştik. Kabrin başında
kalabalık askerler vardı. Üstadın tabutunu kabirden çıkarmışlardı. Tabutu açıp, Üstadı bana
göstediler. Ben ağabeyim ve Üstadım olduğunu söyledim. Sonra tabutla beraber beni de alıp,
tekrar hava alanına getirdiler. Sonra da önceden hazırladıkları bir başka şehirde, bir başka
mezara Üstadı defnettiler.'

"Abdülmecid Efendiye sohbet ederken, yanımızda Konyalı Halıcı Sabri Efendi de


vardı. Halıcı Sabri Efendi bana dönerek, 'Üstadı defnettikleri yer Isparta'dır. Hocam bu yeri
söylemekten korkuyor' deyince Abdülmecid Efendi öfkeyle dönerek:

"Hayır korkmuyorum. Ben bu kadarını biliyorum. Tahminime göre gömdükleri yer


Isparta'ydı' demişti.

"Bu kısa hatıralarımla 1965 senesinde Üstad Bediüzzaman'la alakalı olarak gördüğüm
şu rüyamı da anlatayım:

"Bir hastalığa yakalanmıştım. Ne kadar doktorlara gittimse de, bir şifa bulamadım.
Ankara'da bir otelde yatıyordum. O gece rüyamda Üstad Bediüzzaman'ı gördüm. Benim
olduğumu yere teşrif etmişlerdi. Bir masanın yanında bana doğru dönüp şöyle söylediler:
'Cesette birşey yoktur. Cesedi cesed yapan ruhtur.' Bu rüyadan sonra sabahleyin kalktım,
Yüksek İhtisas Hastanesine gittim. Zaten oraya yirmi günden beri hep gidip geliyordum.
Muayene için yine gittim. Muayene neticesinde doktorlar bana dediler ki: 'Kardeşim senin
hastalığın ruh hastalığıdır. Ruh hastalığında, şifayı Allah'tan başka kimse bilemez.
Görevinizin başına gidiniz' dediler. Mesele burada bitmiştir. Mucibince amel oluna."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:232)

ÖMER ADİL MEHALİFÇİ


1920'de Şam'da doğmuştur. Eskiden Suriye'de hapishane vâiziydi. Daha sonra Mekke,
Taif hapishanesi vaizliği yapmıştır. 1957'de Konya'da ikamet eden Halıcı Sabri vasıtasıyla
Bediüzzaman'ı ziyaret edip görüşmüştür.

"Evinin içi Sahabe evi gibiydi"

senesinde idi. Cenab-ı Hak, ilk defa Türkiye'yi ziyaret etmeyi nasip etmişti.
Kardeşimle sinir doktoruna gitmiştik. Kardeşimi Adana'da doktora bıraktım. Daha önce bazı
âlimlerden Türkiye'deki allâme, mücahid-i âzam Bediüzzaman Hazretlerini duymuştum.

"Bediüzzaman'a gidip görüşebilmek için Sabri Halıcı'yı tavsiye etmişlerdi. Konya'ya


giderek Sabri Halıcı'yı buldum. Konya'da bir gece Pamuk Palas Otelinde kaldım. Ali Ulvi
Kurucu'nun dedesi olan Hacı Mustafa Efendi ile görüştüm. Halıcı Sabri, Isparta'da zeytinyağı
ve sabun ticareti yapan Süleyman Rüştü Çakın'a hitaben mektup yazdı. Israrla bana on lira
vermek istedi. Kabul etmeyince, kıymetli bir seccade hediye etti.

"Trenle Isparta'ya giderek kendisine mektup yazılan zatı buldum. Dükkânında Cevşen
okuyordu. Bir mektuba, bir de bana baktı. Bana itimad etti. Üstadın evine beraber gittik.
Orada Mustafa Sungur ve Ceylan Çalışkan'ı gördüm. 'Üstad Hazretleri rahatsız, ziyaretçi
kabul edemiyor' dediler.

"Mutlaka görüşeceğim. Ya burada öleceğim veya beş dakika dahi olsa, görüşeceğim'
diye ısrar ettim. 'Üstada söyleyin, ben buradan gitmeyeceğim' dedim.

"Gidip söylediler, Üstad izin vermiş, içeri girme şerefine nail oldum.

"Üstad bir divan üzerindeydi. Yerde bir hasır vardı. Bütün evindeki eşyalar, o günkü
para ile yüz lira değerinden daha az ederdi. Bir de demirden soba vardı. Selâmımı aldı, elini
başıma koydu. 'Hoş geldin' dedi.

sh:»(s:233)
'Sesi çok zayıftı, yakından ancak işitilebiliyordu. Kendimi tutamadım, ağlamaya
başladım. Ceylan Çalışkan da oradaydı. Ben Arapça olarak hasta olan kardeşimden bahsettim,
ona dua etmesini söyledim. Üstad dua edeceğini söyledi.

"Evin içi Sahabe evi gibiydi. İstese evi altından yaptırırdı. Halbuki yüz-iki yüz lira
değerinde, üç-beş parça eşyanın olduğu bir yerdi. Ceylân Çalışkan, 'Ağlama' diye beni ikaz
etti.

"Ben ziyaretine gelmeden evvel bam başka şeyler hayal etmiştim, hayalimden ap ayrı
bir halle karşılaşmıştım. Onun konuşması bana hayat veriyordu. Kardeşimin şifa bulacağını,
iyileşeceğini söyledi. Bana Hutbe-i Şamiye, Asa-yı Musa ve Cevşen gibi kitaplardan verdiler.

"Üstad bana icazet verdi"

"Cuma yaklaşmıştı. Çıkarken, Üstad, 'Gel' diye beni çağırdı. Yaklaştım. Başımdan
öptü. Ben de elinden, ayağından öptüm. 'Yapma' dedi, müsaade etmedi. 'Şam ulemâsına
selâmlarımı söyle, birbirini sevsinler. Allah için birbirini severlerse, Allah da onlara yardım
eder. Tesanüdle, muhabbetle birbirlerine bağlansınlar' dedi.

"Şam'da Ekrad Mahallesinde Hamuleylâ Camiinde imam olan Şeyh Ahmed


Akbalizade'ye selâmlarını söyledi. Bana Şam'dan ilk defa kendisini ziyarete gelen bir kimse
olduğum için iltifat etti.

"Üstad bana icazet verdi. Bu hâdise ise şöyle olmuştu: 'Cenab-ı Hakkın sana ihsan
ettiği rivayet ve dirayet ilminden bana da ver" dedim

"Tamam' ded. Elini tuttum. İsteğimi kabul etti. Bana icazet verdi. Bu büyük bir lütuf
idi. Cenab-ı Hak, ihlâs sahibi bu büyük zatın, bu gerçek mücahidin takip ettiği yoldan gitmeyi
bize, bütün arzu edenlere de nasip etsin. Cenab-ı Hak, bu İslâm ümmetine onun çizdiği cihad
yolunda gitmeyi nasip etsin.

"Daha sonra İstanbul'a ve Adana'ya uğrayarak Halep'e gittim. Şam'a giderek Üstadın
selâmlarını tebliğ ettim.

"Kardeşim, Üstadın duası ve himmetiyle iyileşti."


(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:234)

MUZAFFER KÜÇÜKYILDIZ

"Asrın müceddidini görmeye geldim"

"İlk defa 1957 yılının bir yaz mevsimi Üstadı ziyarete gittim. Isparta'da olduğunu
söylediler. Bu ziyaretime vesile olan hâdise Şeyhim Abdulvahhab'a olan aşırı bağlılığımdı. Bu
bağlılığım esnasenda onun hakkında menfî olarak çok şeyler söylüyorlardı. Onu
Bediüzzaman'dan öğrenmek için gidiyordum.

"İlk defa Isparta'da Rüştü Çakın'ın dükkânına gittim. Oradan beni Ceylan Çalışkan
Ağabey götürdü, Üstadın evini gösterdi. Evden Bayram Ağabey çıktı. 20 dakika sonra
gelmemi istedi. Bu durum üç sefer tekrar etti.

"En son olarak, gittiğim günün ertesi sabahı saat 8'de gittim. Zübeyir Ağabeyle
karşılaştım. O da 20 dakika sonra gelmemi söyledi. Derken en son şişman bir ağabey çıktı.
Ona 'Van'dan asrın müceddidini görmeye geldim' dedim. Nihayet içeri aldılar beni.

"Önce salona girdim. Salondan sağdaki odaya aldılar. Orada hep duvarlarda
peygamberlerin isimleri yazılıydı. Biraz bekledikten sonra Ceylan Çalışkan, 'Gel Üstad seni
çağırıyor' dedi. Ben titremeye başladım. Vücudumu heyecan sardı. İçeri girdim, birinci
ayağımı içeri attığımda çok zayıf gördüm. İkinci ayağımı atışta ise çok heybetli gördüm.
Hemen eline yumuldum, öpmeye gayret ettim. O eliyle işaret ederek 'Otur' dedi.

"Bana o sırada il defa 'Seyyid Abdulvahhab'ı tanır mısın? Nasıldır? Hasta mıdır? Sağ
mıdır?' diye sordu.
"Ben bu ifadelerdeki mânayı ilk etapta anlayamadım. 'O ne hastadır, ne sağdır,
ortadadır kurban!' dedim ve 'Halk Partisinden adaylığını koydu' dedim.

"Üstad o sıra heybetli bir şekilde eliyle birşeyi keser gibi sert bir biçimde 'Neyse' dedi.
Ondan sonra Erciş Müftüsü ve İmamını sordu. Bunun yanında bazı ağabey ve kardeşleri
tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben tanıdığımı söyleyince, 'Sungur! Sungur! Maşaallah,
maşaallah bu Muzaffer'dir' dedi. Halbuki o ana kadar ben ne ismimi söylemiştim, ne de
birşey. İsmimi kendisi söyledi.

sh:»(s:235)

"Benim niyetim üç gün orada kalmaktı. Bu arzu ve niyetimi açmamıştım Üstada. Fakat
o bana, 'Ben seni üç gün misafir edecektim, fakat ben hastayım, hemen memleketine git' dedi.

"Yine birgün memlekette rüyada Üstadın elini öpüyordum. Beş parmağını birden
öpüyordum. O heyecanla kalkıp bağırmıştım. İşte bu rüyadan 5-6 ay sonar rüyadaki gibi
Üstadın beş parmağını kendisiyle görüştüğümde öptüm.

"Üstadın üç müjdesi"

"İkinci ziyaretim de Muradiyeli Kamil Acar'la olmuştu. Yine Isparta'ya gittik. O sırada
Otelci Nuri Benli'yle karşılaştık. Bize lâtife yaparak 'Yine Hoca Efendiyi ziyarete mi geldin?'
dedi. Üstad da Emirdağ'dan arabayla Isparta'ya inmişti. O sıra da Üstadı arabanın içinde
görmeye muvaffak oldum ve elini öptüm.

"Daha sonra yine evde gördüm. Bana, 'Benim canlı mektubumsun. Muradiye'nin
küçüğünden büyüğüne kadar hepsine selâmımı söyle' demişti.

"Ben de birgün kahvede bağırarak, 'Bediüzzaman'ın Muradiyelilerin küçüğüne


büyüğüne hepsine selâmı var' dedim.

"Gariptir ki, o selâmdan sonra camimizin cemaatı gün geçtikçe daha da çoğalıyordu. O
güne kadar az olan cemaat gittikçe çoğalmıştı.
"O sıra bana ve Kamil Ağabeye dualar etti. Kamil Ağabeye İran'a götürmesi için bazı
kitaplardan vermişti. O da götürmüştü. Kamil Ağabey götürdüğünü söyleyince 'Size üç
müjdem var' dedi:

"Birincisi: Şiilerle Sünnilerin geçimsizliği halledildi.

"İkincisi: Almanya ve diğer bazı devletler Risale-i Nur'ları kendi lisanlarıyla okutacak.

"Üçüncüsü: Van'da bir üniversite yapılacak.'

"Daha sonra elini öperek ayrılmıştık."

El-Fâtihâ!

Göçtü, dünya gözüyle görmemek üzere daha,

Sağ iken Fatihalar yağdırırdı ervâha...

Adını söyleyeyim: Muzaffer Küçükyıldız.

Rûhuna el-Fâtihâ!...

Mikâil Yaprak

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:236)

HAFIZ ALİ OKUR

1931'de Akyazı'da dünyaya geldi. 1983'te vefat etti. Hâfız-ı Kur'ân'dır. 1954-55
yıllarında Elazığ'ın Baskil ilçesinde hem Kur'an öğretmiş, hem Nurları neşretmişti. İstanbul'da
bir camide görevli olduğu sırada 1957'de ilk defa basılan Konferans Risalesini Isparta'ya
Bediüzzaman'a götürüp, kendilerini ziyaret etmiştir.

"Üstada Konferans'ı götürdüm"

senesiydi. Konferans isimli küçük risale yeni basılmıştı. Zekâi ismindeki bir arkadaşla
beraber, yeni çıkan kitapları alarak Isparta'ya Üstadın ziyaretine gittik.

"Oraya vardığımızda Üstadın hasta olduğunu, sesinin kısıldığını bize söylediler. Ara
sıra hava almak için dışarı kırlara çıkıyormuş. Ziyaretten evvel camide abdest alıp namazı
kıldık, dua ettik. Üstadın bizi görmek için çağırdığını bildirdiler. Evin kapısın merhum
Zübeyir Gündüzalp açtı. Tahirî Mutlu da oradaydı. Bizi içeriye aldılar. Merhum Ceylân
Çalışkan ile Bayram Yüksel Ağabey de oradaydı.

"Üstad o gün de gezmek için çıkmıştı. Bir de asker vardı. Isparta da askerliğini
yaparken Özer Şenler'miş. İkindi namazını beraberce kıldık. Son derece heyecan içindeydim.
Bir buçuk saat kadar sonra araba sesi geldi ve Üstad hemen içeriye girdi. Üstadın pembe gül
renginde siması gözlerimin önündedir. Elini öptüm, biraz sakinleştim, heyecanım geçti. Beni
karyolasının üzerine oturttu. 'İyi ki geldin, eğer gelmeseydin sana telgraf çekecektim' dedi.
Sonra annemi babamı sordu. 'Annen baban var mı?' dedi. 'Var efendim, hayattalar' dedim.
Onların durumlarını sordu. 'Onlar kendi kendilerini idare ediyorlar mı?' dedi. Üstad bunları
niçin soruyor diye merak etmiştim. Hâlâ da o sorunun sebep ve hikmetini bilemiyorum.

sh:»(s:237)

"Yol paranızı ben vereceğim"

"Üstad, bize nasıl geldiğimizi, neyle geldiğimizi de sordu. 'Paranız var mı?' dedi. 'Sizin
yol paranızı ben vereceğim' dedi. Teşekkür ettik, paramızın olduğunu söyledik. Bize bozuk
paralardan birer lira verdi. Dışardan kurabiye aldırdı. 'Sizi burada bırakacaktım, ama buradaki
talebelerim gibi, İstanbul'da da sizi kabul ediyorum. İstanbul'da sizi Ahmet Aytimur'un
yanında kabul ediyorum' dedi. Bir kavanoza zeytin yağı doldurdular. İçine zeytin ve limon
koydular. Yol için bize verdiler. Biz de onu yakınlarımıza dağıttık.
"Üstad treni sordu. Ceylân Çalışkan'ı tren bileti almaya gönder-

sh:»(s:238)

Üstadın huzurunda gözüm simasına kaydı. Simasını ay şeklinde gördüm. 'Bu olur mu?'
diye düşünmüştüm. Tekrar baktım, sanki bulutların içinde ay gibi bir hali vardı. Üstadın
sözlerini Zübeyir Gündüzalp Ağabey sanki tercüme eder gibi, bize söylüyordu. Ama
konuşmaları biz de anlıyorduk. Yarım saat kadar Üstadın huzurunda kaldık. Dünya çapında
muhteşem bir zâtın huzurundaydık. 'Neden bu kadar meşgul ediyoruz?' diye düşünüyodum.

"Demek sen o imişsin"

"Kalkıp hürmetle Üstadın ellerine sarılap öptüm. Baktım, başım Üstad Hazretlerinin
kucağındaydı. Üstad bize çok iltifat ediyordu. Bana, 'Hafız Ali'nin vefatından, şehadetinden
sonra, ben birisini bekliyordum. Demek seno imişsin'diye iltifat edip, başımı tutuyordu.

"Bu iltifat, alâka ve hürmetle Üstadın huzurundan sevinçler içinde, âdeta uçarcasına
ayrıldık. Ceylân Çalışkan bizi trene kadar yolcu edip bindirdi. Üstada götürdüğümüz
Konferans'tan memnun olmuştu. Tashih edilen kitabı tekrar yanımıza alarak döndük.

"Yazdığım bir risalenin sonuna, Üstad kendi el yazısıyla dua yazdı."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:239)

HAMDİ SAĞLAMER
1932'de Samsun'da doğmuştur. İttihad'da, Yeni Asya'da ve Hak Yol İslam Yazacağız
isimli şiir kitabında neşredilmiş birçok şiirleri bulunmaktadır. Bize gönderdiği yandaki resmin
arkasında şu dörtlüğü okumaktayız.

Gerçi bir gölgedir, amma resim bir ömür andırır.

Gömülü hatıraları hayallerde canlandırır.

Basit bir kartı dost dilinde vesile-i dua olur.

İdrake dahi sığmayan saadeti kazandırır.

"Bir tokatla yola geldim"

"Üstadla görüşmemin ilki rüyada, biri de maddî âlemde olmak üzerek iki kısım olup,
rüyada görüşmem beni maddî görüşmeye hazırladığı ve ikisi birbirini tamamladığı için bence
önemli olduğundan, kısaca anlatmakta fayda göryüyorum.

"1957'nin Aralık ayı. Gayri İslâmi bir hayatın içindeyim. İslâmiyetin fiiliyatına taallûk
eden hiçbir bağım kalmamıştı. Bu hayatın sarhoşluğu yüce Allah'ımızı bile düşünmeme fırsat
vermediğinden hayallerim ve duygularım gibi, düşüncelerim de maneviyata yabanileşmiş bir
halet-i ruhiyede, günah deryasında girdaplar içinde döne döne korkunç âkıbetlere sürüklenip
giden bir kuru yaprak gibiydim.

"İslâmî ve imani ölçülerden bîhaber olduğumdan, bu gidişin dehşetini idrak edemiyor,


çıkmaya da gayret sarfetmiyordum. Bu halim git gide çevremden kopmama, günahkârların
bana çevre olmasına sebebiyet verdiğinden, bu da gittikçe kötüleşmeme vesile teşkil ediyordu.
Bu yüzden bütün hayırlı dostların, hattâ yakınlarımın kurtulmamdan ümit kesip yüz
çevirdiklerini görüyordum.

"Bir gece rüyada işret âleminde idim. Yanımızda uzun boylu, nuranî yüzlü, gayet
muntazam, kızıl sakallı, koyu yeşil sarıklı, çok ciddi ve her haliyle hürmete lâyık bir adam
geldiğini görünce, gayri ihtiyarî ayağa kalktım ve bizi o halde görmesinden utandım. Orada

sh:»(s:240)
arkadaşlarımın içinden beni çağırdı ve 'Evlâdım, bu içkiyi, bir daha sakın içme' diye
tenbih etti. Ben de, 'Peki hocam, içmem' dedim. O zat da döndü ve gitti. Biz, 'Tamam, hocayı
savdık' der gibisinden devam ettik.

"Biraz sonra o zat tekrar yanımıza geldi. Fakat ne geliş! O mülâyim ve şefkatli hali
gitmiş, yerini şiddet ve celâl almıştı. Gözlerinden sanki lâvlar saçıyor. Hiddetinden yüzü
korkunç bir hal almıştı. Yine o topluluktan yalnız bana muhatap olarak, 'Ben sana bunu bir
daha içmeyeceksin demedim mi?' deyip enseme bir tokat yapıştırdı. Ben yüzükoyun toprağa
gömüldüm. Nefesim kesildi. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Uğraştım, bir türlü
kurtulamadım. Büyük yemin ederek, 'İçmeyeceğim' diye bağırarak uyandım. Fakat tokatın
yeri çok şiddetli ağrıyordu. Tam bir hafta o tokadın yeri ağrıdı. Âdeta parmaklarının izini
ensemde hissediyordum. Ömrümde ilk defa böyle bir tokatın en hak ettiğim zamanda gelmesi
ve hayatımın dönüm noktası olması tesadüf gibi bahanelerle izah edilemezdi.

"Risale-i Nur'u rüyada öğrendim"

"O tokatın şevkiyle Müslümanlığa ait meseleleri sormaya başladım. Bu sormalar


esnasında Risale-i Nur'a ulaştım. Fakat risaleleri pek anlamıyordum. Risaleleri okuduğum
gece rüyamda, nur yüzlü, sarıklı, cübbeli mübarek bir zat, elinde tarif edemeyeceğim bir ışık,
elimden tutup zifiri karanlıklardan bilmediğim ve görmediğim yerleri hem gezdirip, hem de
risalelerden anlamadığım yerleri izah ediyordu. Bu hal fasılasız iki ay kadar devam etti. Ben
risaleleri anlamaya başlayınca o zatı daha göremedim.

"Bana rüyada iki ay ders veren Üstadmış"

"Nur'lara kavuşmamdan yedi-sekiz ay sonra Bafralı Muammer Şenel Ağabeyle


Isparta'ya Üstadı görmeye gittik. Galiba Nur boya ticaret diye bir dükkâna uğradık. 'Üstadı
ziyarete geldik' dedik mi hatırlamıyorum. Orada oturanlardan birisi, 'Gazi Yiğitbaş ile iki
mebus, Üstadı ziyarete geldiler. Üstad çok hasta olduğundan görüşmeyi kabul etmedi. Şimdi
geri döndüler' dedi.
"O zaman, 'Bütün ümitlerim boşa çıktı' diye çok üzüldüm. Karamsar düşüncelere
daldım. 'Koca iktidar partisinden üç mebus geldi, Üstad kabul etmedi de, benim adım yok,
sanım yok, makamım yok, kim tanır, kim inanır, nesin, necisin?' diye düşünürken beş dakika
geçti geçmedi, on dokuz-yirmi yaşlarında bir genç kapı-

sh:»(s:241)

ya geldi. Bize hitaben, 'Üstad sizi bekliyor' dedi. Ve yürümeye başladı. Biz de apar
topar kalkıp peşine düştük. Bir bahçe kapısı önüne gelince, kapı açıldı. Bayram Yüksel
Ağabey -Samsun'dan tanıyordum- göründü. Bizi kapıdan içeri alıp, 'Maşaallah, sizi tebrik
ederim. Üstad sizi kabul etti' diye bizimle musafaha edip, iki katlı ahşap evin ikinci katına,
Üstadın yanına çıkardı. Üstad karyolanın üzerine oturmuş, başında ceviz yeşili bir sarık,
sırtında cübbesi, içinde yakasız beyaz bir gömlek, -her halde hastalığından olacak- sırtında
yorgan; oturuyordu.

"Üstadın şahsını görünce, kendisine bir yakınlık hissettim. Daha evvel sanki çok
görmüşüm gibi geldi bana, ama nerede, bir türlü çıkaramıyordum. Halbuki daha önce resmini
dahi görmemiştim. Fakat bunları şuurlu bir şekilde düşünemiyor, sadece farkında olmadan
hissediyordum. Meğer iki ay, her gece rüyamda bana ders veren, Üstadmış. Aynı kılık, aynı
kıyafet, aynı hâlde karşımda duruyordu. Bunu epey sonra anladım.

"Seni her sabah burada görüyorum"

"Bu halette yanına yaklaştım. Daha evvel elini öptürmediğini duymuş, 'Ne olursa
olsun, öpeceğim' diye niyetlenmiştim. Eline uzandım, baktım, elini öpmeme müsaade etti.
Ben de, 'Elhamdülillah, niyetim oldu' gibisinden bir kenara çekilip oturmak istedim. Üstad,
'Gel kardaşım' dedi ve beni alnımdan öperek kucakladı, yanı başını göstererek, 'Buraya otur'
diye, adeta emretti. O kadar tuhaflaşmıştım ki, odada kim var, kim yok, bilemiyordum.
Muammer Ağabey yanımda idi, elini öptü mü öpmedi mi, farkında değildim. Yalnız
karyolanın ayak ucuna, kilimin üzerine oturduğunu sonradan gördüm. Üstad bana birşeyler
soruyor, yanında olduğum halde sesini hiç duyamıyordum. Karşımızda duvarın dibinde birisi,
'Size Samsun'daki hizmetlerden soruyor' dedi. Ben de anlattım. Buna benzer tekrar tekrar
sorular soruyor, ama fısıltı halinde dahi sesini bile duyamıyordum. Yine duvarın dibinde
Hüsnü Ağabeyle Bayram Ağabeyi farkettim. O ânâ kadar odanın içinde onları -yanlarında biri
daha vardı- farkedememiştim. Konuşmamız sual-cevap sürerken sesini -yakın olduğumuz
halde- hiç duyamamam Hüsnü Ağabey tarafından -uzak olduğumuz halde- tekrarlanması
üzerine içimden, 'Üstad konuşamıyor da bunlar kendilerinden mi söylüyor?' diye geçti. Üstad
yatağın içinde iki dizinin üzerine gelerek, diklenip pürüzlü bir sesle konuşmaya başladı. 'Daha
evvel sen buraya hiç geldin mi?' dedi. Ben de 'Hayır Üstadım, hiç gelmedim' dedim.

"Fesubhanallah, fesubhanallah' hayretini ifade ederken,

sh:»(s:242)

elini yükseklerde gezdirerek yüzlerce dönüm meydanı içine alacak bir daireyi çizer
gibi gösterirken 'Seni her zaman sabah derslerinde burada görüyorum' dedi. Üstad bunları
söylerken, çok büyük bir meclisin daire hudutlarını görüyor gibi, yüz hatları, gözleri çok
duygulu, kol hareketleri sert ve gergin, işaret parmağı bir oku andırıyordu.

"Seni otuz senelik talebelerimle birlikte talebeliğe kabul ettim. Abdülmecid,


Abdurrahman ve Ahmed Hamdi Savlı'larla duamda dahilsin. Samsun'daki kardeşlere benden
çok selâm söyle, ben Samsun'u ikinci bir Isparta olarak kabul ediyorum, gidince benim
bedelime Karadeniz ve havalisini gezmenin hizmet bakımından iyi olacağını, benim halimin
de buna müsait olduğunu tavsiye etmesiyle, gayrete gelerek kasaba kasaba dolaştım. Gittiğim
yerlerde, kabiliyetimin fevkinde İslâmi meselelerle açıklık getiriyor, konuştukça mantıki
deliller bulmakta kolaylık görüyor, sabahlara kadar benden çok daha kabiliyetli cemaatleri
dinlettiriyordum. Ayrıca bu dini hizmetlere vesile olmak, başımın şiddetli ağrıması, iki kişiyle
konuşmaktan aczimi hissettirir bir halden sonra olması, gezmenin benim bedelime olmadığına
bana kat'i kanaat verdi. Hattâ bu halin o kadar tekrarını yaşadım ki, hizmetten evvel başka,
hizmetten sonra tamamen başka bir hal alır oldum. Ne zaman sıkıntıya maruz kalsam, iyi bir
hizmete vesile olacağımı şüphe götürmez bir sürette hissediyordum.

"Şamlı Hafız Tevfik'in anlattıkları"

"Muammer Ağabeyle hem gidiyor, hem de sevincimizden uçuyorduk. Eğirdir'i,


Barla'yı ve Çamdağını gezecek, Üstadın kaldığı yerleri görüp hatıralarını dinleyecektik. Gerçi
Üstadın bize Barla'ya kadar müsaade verdiğini müdriktik. Fakat 'Barla'ya git' demek,
'Çamdağına da gidin' demekmiş gibisinden bahaneler buluyor, ne hikmetse en çok da
Çamdağını görmeyi merak ediyorduk. Eğirdir'e uğrayıp Çilingir Ali ve Hacı Bahri
Ağabeylerin müzaheretiyle bazı yerlerini gezip Üstadın hatıralarını dinledik-

sh:»(s:243)

ten sonra Barla'ya gittik. Altı kahve, üstü üç-dört yataklı bir otele çantalarımızı
bıraktık. Camiye akşam namazını kılmaya gittik. İmam mübarek bir insandı, adeta beni
çekiyordu.

"Duadan sonra hiç âdetim olmadığı halde ellerine sarıldım ve öptüm. Nereden
geldiğimizi sordu. Ben de Samsun'dan Bediüzzaman'ın ziyaretine geldiğimizi, Barla'yı ve
Çamdağını gezmek istediğimizi söyledim, çok memnun oldu ve bizi gece saat bire kadar
bırakmadı. Kendisinin de Şamlı Hafız Tevfik olduğunu söyledi. Bize Üstadın çok
hatıralarından bahsetti, çok feyizlendik.

"Yer ayırttığımız otelin altındaki kahvede geç saatlere kadar sohbet ettik. Bu
sohbetimiz esnasında Hafız Tevfik Efendi Üstadın kâtibi olduğunu söyledi. Üstadla birlikte
bulunduğu sıralardaki bir çok hadiseden bahsetti. Üstada kâtip oluşunu şöyle anlatmıştı:

"Üstad Şam'a Cami-i Emeviyede hutbe irad ettiği zaman ben çocuktum ve orada
bulunuyordum. Babam âlim bir zattı. Namazdan sonra bana eliyle Üstadı göstererek, 'Bak
oğlum, bu zatı iyi tanı, ileride büyük bir hizmette beraber bulunacaksınız' dedi. Aradan zaman
geçti, ben Barla'ya döndüm. Garip bir tecellî, Üstadı da Barla'ya nefyetmişler. Barla'ya
gelişinde beni görünce yanına çağırdı. Ben de gittim ve bu hizmette beni istihdam etti.
Risalelerin yazılması için bende herşey hazırdı. Kâğıt, kalem, herşey koynumda hazırdı. Hattâ
yağmura karşı yanımızda şemsiye bulunduruyorduk. Üstad bana âni olarak, 'Kâğıdı kalemi
çıkar' diyordu. Bulutlara bakarak devamlı konuşuyordu. Biz de mütemadiyen yazıyorduk.
Hattâ öyle ki, yanlış olacağından korkuyorduk. Fakat sonradan bakıyorduk ki, takatimizin
fevkinde yazı hatasız ikmal oluyordu.'

"Sohbetimiz devam ederken Hafız Tevfik Efendi bir sigara sardı ve sararken de şu
hatırasını nakletti: 'Ben çok sinirli birisiydim. Sinirleniyordum. Hem sigara, hem de çay
tiryakisi olduğum için bazen başıma vuruyordu. Bir defasında Üstad yine sinirlendiğimi
anladı, bana bir hiddet etti. Alnında sim siyah damar -parmak kadar- dışarı çıktı. Ben o
halinden çok korktum. Sonradan bana, 'Ya sigarayı veya çayı bırak' dedi. Ben de çayı
terkettim. Ondan sonra daha hiddetlenmedim.'

"Bediüzzaman'ı ziyarete geldik"

"Sabahleyin sabah namazı için tekrar camiye gittik. Namazdan sonra Barla'yı Çınar
ağacını ve medreseyi gezdirdi. Otele döndüğümüzde jandarmalar herşeyimizi toplamışlar, bizi
bekliyorlarmış. Apar topar bavullarımızla karakola götürüldük. Jandarma kuman-

sh:»(s:244)

danı başçavuş bizi 'suçüstü' yakalamaktan gururla ve sert bir tavırla bir aşağı, bir
yukarı dolaşıyor, ara sıra 'Sizi gidi sizi' der gibi kafasını sallıyordu. 'Burada işiniz ne? Buraya
neden geldiniz?' Ben de ayak ayak üstüne atıp, aynı sertlikle 'Bediüzzaman Hazretlerini
ziyarete geldik, onun kaldığı yerleri de geziyoruz' dedim. Ben istiyordum ki, Üstadı ziyarete
gelmişken beni nezarete, yahut hapise atsınlar. Bu hatırayı hayatım boyunca bir iftihar vesilesi
olarak taşıyayım. Bu yüzden sırf işi büyütmek için o tavrı takındığım halde, bana ne birşeyler
sordular, ne de valizimi karıştırdılar. Sanki ben orada yokmuşum gibi Muammer Ağabeyi
ahiret sualine tuttular. Sual faslı bitti. Nüfus cüzdanındaki işaretlere baktılar. O bitti, bavul
açıldı. Bütün eşyasından tek tek hesap vermek mecburiyetinde bıraktılar. Halbuki benim
yanımda nüfus kağıdım dahi yoktu.

"Bu vaziyette üç-dört saat geçmişti ki, içeri bir onbaşı girdi. 'Araba geldi' dedi.
Başçavuş bize, 'Araba sizi bekliyor' dedi. Biz de gittik. Bizi otobüse bindirdiler, geri
gönderdiler. Çok istediğimiz halde, Üstadın iznini bir adım bile aşamadan geri döndük. Hem
de süngülü muhafızlı."

Hamdi Sağlamer güzel şiirler yazan şair ruhlu bir insan. Üstad ve Nur talebeleri
hakkında kaleme aldığı ve İttihad gazetesinde yayınlanan iki şiirini takdim ediyoruz:

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:245)

SUBHİ TÜREL

Bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

"1926'da Antalya'da doğdum. Ortaokulu bitirdikten sonra çalışma zarureti hâsıl oldu
ve liseye devam edemedim. Ancak liseyi ve daha sonra Hukuk Fakültesini dışarıdan bitirdim.
1949'dan beri İleri gazetesini çıkartmaktayım. Evliyim ve iki çocuk babasıyım."

"Gençlik Rehberi'ni bastım"

Risale-i Nur Külliyatından bazı risaleleri basıp neşrettiğiniz söyleniyor. Hadisenin


mahiyetini anlatır mısınız?

"İlk defa 1957'lerde merhum Mustafa Ezener ve Rüştü Çakın bana geldiler. 'Gençlik
Rehberi'ni basar mısınız?' dediler. 'Hayır, basamam' dedim. Sebebini sordular. Ben de 'Devlet
bu hususta hassastır. Adı geçen kitap yasak neşriyat arasındadır. Bu yüzden istediğinizi yerine
getiremem' dedim. O zaman bana kaziye-i mahkeme haline gelmiş Yargıtay ilâmı kararı
gösterdiler. Karar üzerinde, o senenin tarihi vardı. Karar Yargıtay Genel Kurulunda alınmıştı.
Ben o kararı okudum ve hiç kimseye danışmadan Gençlik Rehberi'ni basacağımı söyledim.
Hemen Gençlik Rehberini'nin basım işlerine başladım. Hattâ gazetede tefrika suretinde
Hanımlar Rehberi ve Hutbe-i Şamiye isimli kitapları da neşrettim."

"Üstadın duasını aldıktan sonra hayatım zevklendi"

Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile görüştünüz mü? Bu görüşme intibalarınızı anlatır


mısınız?
"Bir taraftan risaleleri gazetede neşrederken, bir taraftan da, yine merhum Mustafa
Ezener ve Rüştü Çakın'ın delâletleriyle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ziyaretlerine gittim.
Üstadı Isparta'da ziyaret edip ellerini öptüm, hayır dualarını aldım. 1957-58 arasıydı. İnanın,
Üstadın duasını aldıktan sonra, hayatım renklendi. Beş yıl

sh:»(s:246)

dır evliydim, fakat çocuğum olmuyordu. Üstadın duasıyla Allah bana bir erkek evlât
verdi. Üstad Hazretleri bana, 'Kızın olursa adını Zühre koy' demişti. Sonra bir de kızım oldu.
Fakat ben unuttum, adını Zühre koyamadım. Sonra Üstaddan özür diledim, ama zannederim,
bana gönüllendi. Şimdi çok pişmanım. Keşke kızımın adını Zühre koysaydım; çok, ama çok
pişmanım. O ilk ziyaretten sonra sık sık Isparta'ya ziyaretine giderdim. Bazen gidemezsem,
Üstad arabasını veya şoförü Mahmud'u gönderir, beni alıp Isparta'ya getirirdi. Bu esnada Nur
Risalelerinden altmış-yetmiş kadarını da okumuştum.

"Nur'ları okurken yakın çevremdeki insanlar bilmeyerek Üstadın aleyhinde


konuşurlardı. Neden böyle 'menfi' bir kimsenin eserlerini neşredip okuduğumu sorarlardı. Ben
de Nur Risalelerinin Kur'ân'ın tefsiri mahiyetinde olduğunu söyler, kendilerine de okumalarını
tavsiye ederdim. Böylece birçok arkadaşları yanlış kanaatlerinden kurtarmıştım."

"Yapmasan iyi olur"

Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile unutamayacağınız bir hatıranız var mı?

"Bu vesileyle, içimde taşıdığım ve tazeliğini ölene dek devam ettirecek olan bir
hatıramı üzerine basa basa anlatmak isterim.

"Şöyle ki: Beni Üstad Hazretlerine şikayet etmişler. Birgün yine Isparta'ya Üstadın
ziyaretine gitmiştim. Biraz konuştuktan sonra bana şunları söyledi: 'Hakkında şikayetler var.
Sen kumar oynuyor, rakı içiyor, bazı geceler de dansa gidiyormuşsun. Doğru mu bütün
bunlar?'
"Ben de kendilerine 'Evet, doğrudur Üstadım' dedim. O zaman bana döndü, 'Sana
yapma, etme diyemem, yapmasan iyi olur derim. Yapma dersem, huzur-u mahşerde yapılacak
hesaplaşmayı ben üstlenmiş olurum ki, bu Allah'la kul arasına girmek demektir' dedi.

"Benim şahsi düşüncem de, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ölçülemeyecek kadar


muhteşem bir maneviyat sahibidir. Ona izafeten yapılan ithamlar ve hücumlar bir bilgisizliğin
acı neticesidir.

"Üstad beş dil biliyordu"

"Üstad Hazretleri her gün tıraş olurdu. Ben ziyaretlerinde uzun süre diz çöküp
oturamazdım. Bana şefkat ve müsamahayla davranırdı. Beni karyolasına oturturdu. Benim
kanaatim, Üstad Bediüz-

sh:»(s:247)

zaman birkaç tane yabancı dil bilirdi. Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca ve Rusça
konuştuğuna ben şahidimdir. Allah korkusunu ve Marifetullahı, yani Allah'ı bilmeyi insanlara
en iyi bir şekilde talim eden en üstün bir mürşiddi. Böyle bir mürşidi tanımayanlar, bana
kalırsa çok talihsizdirler.

"Ben Risalelerden birkaçını bastığım zaman, Türkiye'nin birçok beldesinden tebrik


telgrafları almıştım. O zamanki Isparta Valisi Mustafa Bağrıaçık, Üstadı seven ve hürmet
eden bir kişiydi. Üstadla görüştükten sonra, Üstadın Cuma namazlarını camide kılması izin
vermişti.

sh:»(s:248)

"Ben mübarek kandil gecelerinde, Isparta'ya Üstada tebrik telgrafları çekerdim.


Hatırladığım kadarıyla, kullandığım ibareler şöyle olurdu: 'Üstad Bediüzzaman Said Nursi
Hazretlerine en derin hürmet ve arz-ı takdimle, ellerinden öperek takdim olunacaktır.'

"Bu tebriklerim aynen ulaşırdı.


"Üstad iman derslerinde şu parti veya bu parti demezdi. O iman dâvâsına hizmet
ederdi. Kur'ân dâvâsına sadakat gösterenler de, onu bulurlardı.

"Eski bakanlardan Celâl Yardımcı ve Tevfik İleri ile Üstad, Eğridir yolu üzerinde bir
görüşme yapmışlardı. O zamanlar bu görüşmeyi muhalefet haksız olarak çok diline
dolamıştı."

(Bu röportajı yapan Sebahaddin Boyacı'ya teşekkür ederim.)

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:249)

$ Prof. Dr. HAYRETTİN KARAMAN

1934'te Çorum'da doğdu. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir.

[]

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

"Akıl ile kalbi birlikte ele almıştır"

"Takriben 1957 yılında Konya İmam Hatıp Lisesinde öğrenci iken merhumu görmek,
onunla konuşmak istedim. Bu isteğe tekaddüm eden ve sebep olan hâdiseler arasında, aradan
bu kadar yıl geçtikten sonra şunları kaydedebilirim.

"1950'lerde, memleketim olan Çorum'da, aile dostumuz bir manifaturacı, İstanbul'a


gidip döndükçe taze haberler getirir, görüştüğü ulemâdan bahsederdi. Bir defasında İstanbul
vaizlerinden Urfalı Mahmud Kâmil Efendi'nin, Bediüzzaman merhum için, 'O yeryüzünde bir
tanedir' dediğini nakletmişti. Ve bu söz, bende derin bir tesir bırakmıştı.

"Tahsil için Konya'ya gidince önce Eşref Edip'in yazdığı biyografiyi, sonra da
merhumun bazı eserlerin okudum. Bir yandan okuyor, bir yandan çevremi dinliyordum.
Lehte, aleyhte mübalâğalı sözler, değerlendirmeler vardı. Bu sebeple önce okudum, sonra bir
de göreyim dedim.

"O zamanlar Isparta'da bulunuyordu. Rüştü Çakın isimli bir Isparat'lı bir tacirin
dükkanına gittim, haber gönderildi, kabul edeceği bildirildi. Geniş bir avlu içinde iki kat gibi
hatırladığım bir evin ikinci katında görüştük. Kendisi rahatsız idi, yatağında hafif doğrulmuş
vaziyette bulunuyordu. Yandan sarkan uzun beyaz saçları ve beyaz bıyığı vardı, sakalı yoktu
(yüzünü böyle hatırlıyorum). Yanında bulunan talebeleri yüzüne fazla bakmamamı, bundan
hoşlanmadığını söylediler; halbuki ben bakmak, görmek istiyordum. Kaçamak olarak baktım.
Şu anda hatırlayabildiğim kadariyle, 'Benim uzun zamandan beri kendisini görmek istediğimi,
nihayet bunun nasib olduğunu, beni seher dualarında ismen zikrederek dualarına kattık-

sh:»(s:250)

ları arasında anacağını' ifade etti ve dua etti. Yanımdakilerin ikazı ile kalktım, dışarı
çıkınca tebrik ettiler, vedalaştık ve ayrıldım.

"Merhum hakkında kısa bir değerlendirme yapmama izin verilirse şunları söylemek
isterim: Âlim, zeki ve cesur bir zat. Akıl ve kalbi, birlikte ele alarak, tatmin etme, her ikisine
birden hitap ederek iman ve itminan sağlama yolunu tutmuş, bu usulde önemli ve faydalı
eserler vücuda getirmiştir. Zamanında öyle gerektiği için 'önce iman' meselesini ele almış ve
imanı kurtarma yolunda cehd ve cihad vermiştir. Kur'ân-ı Kerimin şakirdliğinde müstakil bir
çığır sahibidir. Zemmedilemez. Medihte mübalağa etmek de, doğru değildir. Bilen bildiği
kadar söylemelidir. Bugün onun açtığı çığırda, iman ve irfan yolunda hizmet veren binlerce
tâbii, onun emelini devam ettirmekte, defterini doldurmaktadırlar. Allah ona rahmet, iman ve
Kur'an'a hizmet yolunda tâbilerine muvaffakiyet lütfeylesin..."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:251)

$ MEHMED ŞÜKRÜ YEŞİLNACAR

1939'da Şanlıurfa'da doğdu. Ticaretle meşgul olmaktadır.

[]

Mehmed Şükrü Yeşilnacar

Taşıyla toprağıyla mübarek olan peygamberler beldesi Urfa, cömertliğiyle ve


misafirperverliği ile de tanınan bir vatan burcudur. Urfa'nın bu mübarek faziletini yüzyıllarca
evvel burayı da gezen meşhur Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde, bu veliler diyarı ve
peygamberler menzilini sitayişle anlatmaktadır.

Risale-i Nur'ları okuyarak, İslâmî hayatı yaşamaya başladığım için Gaziantep


Lisesinden kovularak gittiğimde, Urfalılar bana kucak açmışlardı. Liseyi orada
tamamlamıştım. Bu iki senelik Urfa hayatımda, bu aydınlık beldenin nice faziletlerini
gözlerimle görmüştüm.

Lise hayatımdan çeyrek yüz yıl sonra Urfa'ya gittiğimde, mektepte velim olan
muhterem Yeşilnacar Ağabey Risale-i Nur'u tanıyışını ve Üstadı ziyaretini şöyle anlatmıştı:

"Allah'a şükür, 1956'larda Nur Risalelerini okuyarak, aydınlanmaya başlamıştık. Daha


sonraki 1958 yılında Nur Talebelerinin Ankara dâvâsı olmuştu. Bu dâvâdan sonra Isparta'ya
Üstad Hazretlerinin ellerini öpmeye, nurlu simasını görmeye gitmiştik. Giderken yanımıza bir
bavul da kitap götürmüştük. Isparta'da Nuri Benli Ağabeyimizin oteline inmştik.

"Kapılarda bizi gören çocuklar yabancı olduğumuzu anlayarak, 'Hoca Efendiye mi


geldiniz, Hoca Efendinin evini mi arıyorsunuz?' diye bize sormuşlardı.

"Bizler de, 'Evet' deyince, nurlu Üstad Bediüzzaman'ın evini göstermişlerdi.


"Daha sonraları Üstadın bulunduğu Isparta ve Emirdağ'da gezerken geceleyin
kaldığımız otele polisler gelerek, 'Tabanca falan arıyoruz' diye bizi alıp karakola götürdüler.
Karakolda bize epeyce dayak attılar. Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyarete geldiğimizi söyle-

sh:»(s:252)

yince, 'Siz birbirinizi nereden tanıyorsunuz?' diyerek ayrı ayrı ifademizi aldılar.

"Ah! Ah! Şeyhiniz yetişti!"

"Ben, 'Arkadaşım da terzi, ben de terziyim. İkimiz de Urfalıyız. Urfa'da ikimiz de aynı
camiye gidip geliyoruz' dedim.

"Ben bunları anlatırken bir taraftan da polisler durmadan ve dinlemeden bizi


dövüyorlar ve tartaklıyorlardı. Sonradan nezarete attılar.

"Akşam namazını kılıyorduk. Bir polis geldi, dedi ki: 'Eğer şeyhinizin kerameti varsa,
sizi bu gece bıraktırır. Bıraktırmazsa sabaha kadar siz görürsünüz.'

"Bu tehdidi yaptıktan 10-15 dakika sonra geldi, 'Ah! Ah! Şeyhiniz yetişti' dedikten
sonra bizi nezaretten çıkardı. Sonra bir otele götürdüler. Bizleri de bir yere bırakmaması için
otelciyi sıkı sıkıya tenbih ettiler. 'Biz sabah gelip, yeniden bunları gelip alacağız' dediler.

"Sabahleyin polisler geldiler, bizi alıp mahkemeye götürdüler. Mahkemede


ellerimizdeki Risale-i Nur'ları alıp müsadere ettiler. Bizleri ise gayr-i mevkuf olarak serbest
bıraktılar.

"Isparta'dan çıkışım Urfa'ya olacak"

Mayıs ihtilâl senesinin ilk ayına gelmiştik. Üstad Bediüzzaman'ın Ankara, İstanbul ve
Konya'ya gidişlerini gazetelerde okuyorduk. Benim de gençlik günlerimin başlarında, artık
askerliğim gelmişti. Denizli'ye askerlik yapmak için gidecektim. Bütün yol ve askerlik
hazırlığımı yaptıktan sonra evime veda ederek 25 Ocak 1960 tarihinde Urfa'dan ayrıldım,
doğru Nur Üstad Bediüzzaman'ın yıllarını geçirdiği, Nur Risalelerinin büyük bölümünü
kaleme aldığı, güller şehri Isparta'ya vardım.

"Ahmed Demir ismindeki arkadaş da benimle beraberdi. Bu arkadaş ehl-i ilim bir
kimseydi. O da askerliğini Isparta'da yapacaktı.

"Üstad Bediüzzaman'ın ikametgâhını kolaylıkla bulmuştuk. Ev ahşaptı. Damına üzüm


asılmıştı. Bizi Mustafa Sungur Ağabey karşıladı, alakadar oldu. O âlicenap alakası hâlâ
gözlerimin önündedir.

"Üstad Bediüzzaman'ın huzuruna sevinçle, bayrama gider gibi girmiştim. O mübarek


ellerini hürmetle ve gençlik günlerimin hasret heyecanıyla, iştiyakla öptüm. Üstad Hazretleri
o zaman somyasında oturuyordu.

"Denizli'ye asker olduğumu, askerliğimi yapmak için yola çıktı-

sh:»(s:253)

ğımı, bu vesileyle buralara, Isparta'ya kendilerini ziyaret edip, ellerini öperek, feyiz
almak için geldiğimi ifade etmiştim.

"Üstad Bediüzzaman bana,

"Ben seni talebeliğe kabul ediyorum ve sana dualar ediyorum, seni dualarıma dahil
ediyorum' diye iltifat etti.

"Daha sonra şöyle konuştular:

"Benim Isparta'dan çıkışım, Urfa'ya olacak. Bu sözlerimi benim vekilim olarak sen
Urfa'ya yaz. Ben çok hastayım, mübarek Urfalılar bana dua etsinler.'

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin huzur dolu mânevî dünyasından, Nur ikliminden


büyük sevinçlerle ayrılarak Denizli'ye gittim. Burada da birliğime teslim olmadan önce
merhum Hasan Feyzi Ağabeyin mezarını ziyarete gittim.

"Böylece Üstad Bediüzzaman'ın ve Denizli kabristanının mâneviyatıyla dolu olara


vatanî vazifeye başladım.
"Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri uzun ve bereketli ömrünün çeşitli
zamanlarında hep Urfa'ya geleceğinden bahsetmiştir. Tahmin ediyorum, Urfa'ya geleceğini en
son bana bahsetmişti. Çünkü mübarek Üstadımız, benim ziyaretimden kırk-elli gün sonra
ebediyete göçmüştü. Mekânı ve makamı nurlarla şad ve mesrur olsun."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:254)

$ RAHMİ ERDEM

1938'de Konya'nın Bozkır ilçesinde dünyaya geldi. Bir müddet Yeni Asya gazetesinin
Genel Yayın Müdürlüğünde bulundu.

[]

Rahmi Erdem

"Hayatımda büyük bir çığır"

"Aziz ve necib Üstadımıza şu bedbaht ve karanlık asırda tebaiyet, muhakkak ki,


şereflerin en büyüğüdür. Bütün mesele sadakat ve ona lâyık olabilmektir. Cenab-ı Hak
cümlemizi daim etsin, âmin.

"Dindar bir ailenin çocuğuyum. 1952 yılında ortaokul talebesi iken kazamızın küçük
kitabevinin vitrininde Eşref Edip'in Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk adlı kitabında
gördüğüm o kapak resmi bana tesir etmiş, amcama o kitabı aldırmıştım.

yılında Diyarbakır'da vatanî vazifesini yapan ve hafız-ı Kur'ân olan dayım Risale-i
Nur'ların Kur'ân hattı nüshalarını alıp getirmiş, köyde bana okutmuş, epey malûmat
edinmiştim. Dayımın teşviki ile Risale-i Nur'lara bağlanmış, bütün arzumla bu eserlerin yeni
harflerle tab'ını bekler olmuştum.

"Nihayet 1956 yılında dayım bana Sözler'ın ilk baskısını, Adana Ziraat Meslek
Lisesine gönderdi. Hayatımda büyük bir çığır açan Kur'ânî hizmet devri böylece başlamış
oldu.

"O âna kadar ailemden aldığım taklidî iman dersleri şuura ve tahkike kalbolmuş, İlahî
kulluk vazifesini, zevk ve şevkle ifa etmeye başlamıştım.

"Üstadı ziyaretim"

yılında mektepten mezun olunca ziraat teşkilâtına intisap ederek staj hizmetini ifa
ederken Hazret-i Üstadı ziyaret etmek, mübarek elini öpmek hasret ve iştiyakı ile Isparta'ya
gittim.

"Zaten aynı sene mekteple beraber gittiğimiz bu tetkik gezisinde Eskişehir'de saatçi
Şükrü Yürüten'in dükkânına uğradığımda, beş dakika evvel Üstadımızın gelip gittiğini
duyduğum zaman çok üzülmüş, hasret ve iştiyakımı ziyadelemişti.

sh:»(s:255)

"Ahmet Gümüş Konya'dan beni trene bindirdiği zaman çok heyecanlı idim.

"Isparta'ya varınca otele indim. Otelin sahibi eski Nur talebelerinden merhum Nuri
Benli, bana Hz. Üstadın bir aydır Barla'da olduğunu, bu yüzden otelin ziyaretçilerle dolu
olduğunu söyleyince çok üzülmüştüm.

"Her ihtimale binaen oğlu Osman ile beni Hz. Üstadın evine gönderdi. Yoldaki küçük
çocuklar kemal-i saffet ve samimiyetle, 'Hocaefendimize mi gidiyorsunuz? Gelin, sizi evine
götürelim' sözleri tatlı bir hayal olarak hâlâ hafızamdadır.

"Biz Hz. Üstadın evine vasıl olmuştuk ki, kapıyı çaldık; merhum Tahirî Mutlu Ağabey
kapıyı açtı. O anda Üstadımız arabasıyla evin önüne geldiler. Hürmetle ellerinden öptük.
Yanında merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey ile Mustafa Sungur Ağabey vardı. Çok
heyecanlanmış ve titremeye başlamıştım. Yüzüne bakmak istedim. Bakamadım. Bana önce
yaşımı sordum. 18 yaşında olduğumu söyledim. Mübarek elleri ile başımı sıvazladı. Herhalde
o anda yaşımdan daha küçük görünüyordum.

"Sen Nuri Benli'nin oğlu musun?"

"Konya'dan yalnız Ahmet Gümüş'ü sordu. Ahmet Gümüş o sırada İmam Hatip
Okulunda okumasına rağmen, büyük bir mağduriyet içinde, sırf imanî hizmetlerinden dolayı
mektep mektep sürgüne gönderilen mazlum ve mağdur bir Kur'ân talebesi idi ve Üstadımızın
alâkasını da fedakârlığı nisbetinde çekiyordu.

"Üstadımız bana hasta olduğunu, yoksa bir ay yanında alıkoymak istediğini


söyleyince, heyecanım son noktasına varmıştı. Artık ne söylediğini anlayamamıştım.

"Otelci Nuri Benli Ağabeyin oğluna kim olduğunu sordu. O da Nurii Benli'nin oğlu
olduğunu söyleyince Hz. Üstad, 'Acaip, sen bizim Nuri Benli'nin oğlu musun?' dediği zaman
çok şaşırmıştım. Buradaki inceliği sonradan öğrendim. Büyük bir vecd ve istiğrak içinde
kendimden geçmiş bir şekilde otele döndüm. Otelin terasında oturmuş, düşünüyordum. Ağzı
alkol kokan bir adam yanıma yaklaştı sordu: 'Hocaefendiyi mi görmeye geldin?' 'Evet'
deyince, 'Ben üç defa elini öptüm, ama adam olamadım' deyip ağlamaya başladı. Bu hale çok
duygulanmıştım ki, birden heybetli bakışı, kartal kaşları, gür bıyıkları ve bütün insanlardan
farklı görünüşü ile hemen dikkatimi, alâkamı, muhabbetimi celb ve cezbeden rahmetli
Zübeyir Gündüzalp yanıma geldi.

sh:»(s:256)

"Ziyaretin hemen arkasından otele kadar gelmesi, hususî alakasının neticesi idi.
Benimle yarım saat kadar konuştu. Fevkalâde edip ve beliğ bir ifade ile beni âdeta büyüleyen
Zübeyir Ağabey, ileride kudsî Kur'ânî hizmetimizde, bize bütün hayatımızda rehber bir
şahsiyet olarak gönlümüzde taht kurmuştur. Allah makamını cennet etsin

[]
İnançları uğruna kelepçe giyerken bile gülen dört Nur fedaisi: Öndekiler; solda, Av.
Gültekin Sarıgül ve sağda Rahmi Erdem. Arkadakiler; solda, Bahaddin Gürsoy ve sağda Erol
Kuralkan.

"Çorlu'da bizim Küçük Rahmi"

"Ziyaret dönüşü Konya'ya geldim. Bir sene sonra vatanî vazifemizi ifa etmek için
Çorlu'ya gitmiş, çok büyük bir şevk içinde hizmetimize devam ediyorduk. O sıra alayda bir
hadise olmuş, rahatsız edilmiştim. Ispartalı bir er izne ayrılacağını söyleyerek vedalaşmaya
geldi. Ben, Üstadımıza hürmet ve selâmlarımı götürmesini söylemiştim.

"O erin izin dönüşünde o hadiseden zararsız kurtulmuştum. Üstad Hazretlerinin


kapısından içeri girince daha birşey konuşmadan, 'Hoş geldin kardeşim, Çorlu'da bizim küçük
Rahmi ne yapıyor?' demiş, bir âyet-i kerime okuyarak meâlini bana söylemesini emretmiş. O
zât hafız olduğu için bana şifahen nakletti, ama not almayı ihmal ettim. Fakat mânâ itibarıyla,
hadisemizle vech-i irtibatı vardı. Lâyık olmadığımız halde, manevî himmet ve feyzinin
üstümüzde devam ettiğinin delilleri idi. Hâzâ min fadli Rabbî...

yılının başında İstanbul'a bir Cumartesi günü izne geldiğimiz zaman, bütün gazetelerin
manşetleri Hz. Üstadın İstanbul'a teşrifini haber veriyorlardı.

"Piyer Loti Oteline geldiğimiz zaman otel lobisi ve önündeki meydan mahşerî bir
kalabalık içindeydi. İstanbul çalkalanmaya devam ediyor, zamanın Valisi Ethem Yetkiner
gazetelere beyanat vererek

sh:»(s:257)

memlekette seyahet hürriyeti olduğunu söylüyor, muarızlara cevap veriyordu.

"Hz. Üstadın ikamet ettiği odanın yanında bir oda ayırtmıştım. O gün akşamı
beklerken âni bir kararla Ankara'ya gitmeye karar vermişti. Otel odasından arabasına kadar
refaket etmiş, son defa o aziz Üstadı o zaman görmüştüm. Üstad, şefkat-i İslâmiyenin
zirvesinde idi. Kendisini rahatsız etmeye çalışan güruha, 'Ben size dua ediyorum. Siz de bana
dua ediniz' sözlerini duya duya arabasına bindirmiş, gözyaşları içinde uğurlamıştık.

"Ebedî istirahatgâhına gitmek üzere Urfa yolculuğuna hazırlandığı günlerdi. Bizleri


şaşkına çeviren, inanamayacağımız, ihata edemeyeceğimiz bir vefat haberini duyacağımız
günler sayılı idi.

"Hayatımızın ondan sonraki bölümü aziz Üstadımızın doğup büyüdüğü, ilk tahsilini
yaptığı mübarek Doğu Anadoluda geçmiş, Cenab-ı Hak kemal-i keremi ile irademiz dışında
kudsî bir hizmette istihdam ederek lûtuf ve merhametini göstermişti."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:258)

$ H. MUHAMMED TÜYLÜOĞLU

1921'de Erzurum Hasankale'nin Tuy köyünde doğdu.

[]

Muhammed Tüylüoğlu

Nur Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını bizlere şöyle anlattı:

"Memleketimizdeki çermiğe gitmiştim. Çermikte akrabalarımdan üç dört ihtiyar vardı.


Elbiselerimi çıkardıktan sonra havuza girmiştim. Dinlenmek için havuz dışına çıkınca
Hasankale'de istasyon memurluğu yapan şahıs, zannedersem Said'di. Diğerlerinden daha yaşlı
ve yüzü de nurluydu. Bu zat sohbet esnasında diğerlerine bir şeyler anlatıyordu.
Etrafındakilere Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Ben de dinliyordum..
"Mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edeceğim"

"O esnada bu sohbete konu olan büyük Üstad Bediüzzaman'ı gidip ziyaret arzusu
içimde doğdu. Bu arzu gittikçe şiddetleniyordu. Sonraları Erzurumlu Muhammed Şercil
Ağabeyi arayıp buldum. 1959 yılında üç arkadaş İstanbul'a gitmeye karar verdik. Benim
fikrim, İstanbul'daki işlerimi bitirdikten sonra gidip Üstadı ziyaret etmekti. Diğer arkadaşların
niyetlerin pek bilmiyordum.

"Arkadaşlar benden ayrıldılar, ben de Isparta'ya geldim. O sıralarda Üstad


Bediüzzaman kimseyi kabul etmiyordu. Benim niyetim ise mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı
ziyaret edip sohbetini dinleyip, ellerini öpmekti.

"Üstadın talebesi Nuri Beyle görüştüm. Çok israr ettim, 'Mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı
ziyaret edeceğim' dedim.

"Gittik, ama Üstad hastaydı. Bahçede epeyce bekledik. Bizi karşılayan kişi Üstadın
yanına gidip, haber verdikten sonra, Üstad, 'Yalnız Erzurumlu olan gelsin' demiş.

"Böylece kabul edilmiştik, Nurlu Üstad Bediüzzaman'ın huzurlarına. Bize yol gösteren
Nur Talebesi Üstadın odasına girdik. İçe-

sh:»(s:259)

ride hiç kimse yoktu. Üstad ayakta doğrulmuş bir vaziyetteydi. Cübbesi omuzlarında
duruyordu. İçeride mis gibi bir koku vardı. Bu vaziyetten ben çok büyük bir mânevî tesir
altına girmiştim. Üstad Bediüzzaman'ın ellerini öperek, yatağın yan tarafına oturdum.
Pencerenin kenarında bir kitap duruyordu.

"Üstad, bana 'Risale-i Nur okuyor musun?' dedi.

"Ben de Erzurumlu olduğumu ve Risale-i Nur okuduğumu ifade ettim.

"Üstad hastaydı ve rahatsızdı, bu yüzden fazla kalarak konuşamadık. Daha evvel de


kimseyi ziyaretine kabul etmediğini bana söylemişlerdi. Beni Erzurumlu olduğum için ve tâ
Erzurum'dan geldiğim için kabul etmişlerdi.
"Allah'a şükür, böyle bir İslâm kahramanının ve büyük bir İslâm âliminin ellerini
öpmüştüm. Üstaddan ayrıldıktan sonra tekrar otele geldim. Nuri Ağabeyin otelinde kendisine
çok ısrar ettim. Üstadın sohbetine katıldıktan sonra tekrar tekrar o sohbetin lezzetini tatmak
istedim. Fakat Nuri Ağabey, bana Üstadın çok rahatsız olmasından dolayı kimseyle görüşüp
konuşmadığını söyledi. Kısa bir müddet sonra, bu nurlu ziyaretin lezzetiyle Isparta'dan
ayrıldım."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:260)

$ HASAN SAĞLAM

1937' de İnebolu'nun İlişi köyünde doğdu. Hasan Sağlam, İnebolu gibi Müslüman
Türkiye'nin düşmandan kurtuluş mücadelesinde iskelelik yapmış, Bediüzzaman'ın mukaddes
İslâmiyet davasına gönül vermiş mücahidler kadrosunun bahtiyar beldesine mensuptur.

[]

Hasan Sağlam

"Ben de dersimi Risale-i Nur'dan alıyorum"

senesinin başında İzmir'de askerliğimi bitirince doğru Isparta'ya, Üstadın ziyaretine


gitmiştim. Giderken Mustafa Birlik, Üstada götürmem için altı tane kaşık vermişti. Bu
ziyaretim sırasında, Tahirî, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeyler de oradaydı. Nazif Çelebi
Amca ile aynı köyden, İnebolu'dan olduğumu söyledi Üstada. Üstad bana harçlığım yok diye
para vermek istedi.

"Kaşıklar için şunları söyledi: 'Hediye kabul etmediğimi bilir; madem Mustafa Bilir
göndermiş, alın, ama para verin. 'Ayrıca Isparta'ya, Üstada vermem için Ahmed Feyzi ve Âtıf
Eğemen mektup vermişlerdi. Mektupları Zübeyir Ağabeye, kaşıkları da diğer ağabeylere
verdim. 'Param var ' dedim ve Üstadın bana verdirmek istediği parayı kabul etmedim.

"Üstad, 'Kardaşım, bütün suallerinize cevap verecek, müşküllerinizi halledecek Risale-


i Nur'dur. Ben de dersimi ondan alıyorum' dedi. Ceylân Çalışkan Ağabey İstanbul'a götürmem
için mumlu kâğıt verdi. Bunları Süleymaniye'deki dershaneye bıraktım.

"Ziyaretine girdiğimde bir mektup okuyordu. Ziyaretinde yarım saat kadar kaldım.
Mektuptan sonra elini öptüm. İzmir'den, Âtıf Eğemen ve Ahmed Feyzi'den selâmlar
götürmüştüm. Kendileri de İstanbul'daki bütün Nur talebelerine selâm gönderdi. Bu ziyaretim,
Isparta'da Fitnat Hanımın evi olan dershanede olmuştu. İlk anda heyecanlıydım,
konuşmalarına intibak edemedim, sonra bütün konuşmalarını anlamıştım.

"Gençlerin duası makbuldür"

"Bana, 'Sizin gibi gençlerin duası makbuldür, bana dua edin' diyordu. Ziyaretten önce
de Zübeyir Ağabey bana, 'Sizin gibi gençleri kabul eder' demişti. Daha sonra, ağabeyler beni
istasyondan İstanbul'a yolcu ettiler."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:261)

$ Av. GÜLTEKİN SARIGÜL

"Üstadın ismini ve Risale-i Nur'u 1956 yılında Antalya'da münteşir İleri gazetesi
vasıtasıyla duydum. O yıllarda ilk defa olarak Gençlik Rehberi bu gazetede tefrika
olunuyordu. Bu tefrikayı takip edip okumuştum.

"O zamanlar Antalya'da şimdiki Merkez Bankası binasının bulunduğu yerde bir halk
kütüphanesi vardı. Kütüphanenin müdavimleri arasındaydım. İleri gazetesindeki tefrikayı
kütüphanede takip etmiştim.
"Sıtkı Tekeli'nin anlattıkları"

"Cenab-ı Hak bir vazife namzet kıldığı kulu için, onu hazırlayıcı hadiseleri de birbirine
tevafuk ettirir. Bu kabilden kütüphanenin müdürü bulunan, Abdülhamid Hazretleri maarifinde
yetişme ve kendisine 'Üstad' diye hitap ettiğimiz Sıdkı Tekeli isminde bir zat-ı muhterem
vardı. Kendisinden zaman zaman bazı meseleleri sorar ve mâlumatından istifade ederdik. Bir
seferinde bana Kur'ân-ı Kerimin mucizelik vasfını anlatıyordu. Elif Lâm Mim'in belki kırk bin
ayrı mânâsı bulunduğunu söyleyerek, 'Bu zamanda bu mânâları bilse bilse ancak
Bediüzzaman bilebilir' diye ilâve etti. Büyük bir merakla Bediüzzaman'ı tanıyıp tanımadığını
sordum. Cevaben şöyle dedi:

"Bediüzzaman'ı gençlik yıllarından tanırım. Beyazıt Camii dibinde bir kahvehane


vardı. Oraya gelirdi. Ben de bazen sohbetinde bulunurdum. Korkunç bir hafızaya mâlikti.
Hafızasını tecrübe için birgün eline o zamanların nâşir-i efkârı Sabah gazetesini verdim.
Sabah gazetesi on sayfadan ibaret ve her sayfası da bugünkülerden ebatça büyük idi.

"Hazret, gazetenin sayfalarına on dakika kadar baktı ve bana iade etti. Kendilerine
merakla, 'Üstadım okudunuz mu?' diye sordum. 'Tecrübe edebilirsiniz' buyurdular. Gazetede
yer alan tâli derecedeki haber ve mevzuları sordum. Aynen olduğu gibi aktardılar.

sh:»(s:262)

Sormakta o kadar ileri gittim ki, gazetenin basıldığı matbaayı da söylemelerini


istedim. Hiç yanılmadan matbaanın ismini de söylediler. Böylece gazetenin münderacatını on
dakikalık bir zamanda tamamen hafızasına almış bulunduğunu hayretlerle müşahade ettim.
Bunun ilmen izahı mümkün mü bilemiyorum.'

"Fakülte Mescidinde okunan Risale-i Nur"

"Merhum Sıdkı Tekeli'nin anlatıkları, Bediüzzaman ve eserlerinı tanıma mevzuunda


iştiyakımı tahrik etti. 1957 yılı... Ankara Hukuk Fakültesi ikinci sınıfındayım. Fakülteye artık
devam etme ihtiyacı duymuştum. Fakülte binasının arka tarafında ona bitişik vaziyette Hukuk
Talebe Yurdu vardı. Yurdun bir odası mescit haline getirilmişti. Mescidin fahrî imamlığı
haddim olmaksızın bana tevcih edilmişti. Ramazan ayı gelmişti. İlâhiyat Fakültesi birinci
sınıfında Mehmet adında bir kardeşimiz, Ramazan müddetince teravihlerden önce olmak
üzere Risalelerden okudu ve izah etti. Muhteva itibarıyla Risaleler hakkındaki intibah
mükemmeldi. Daha sonra Mehmet beni merhum Âtıf Ural Ağabeyletanıştırdı. Âtıf Ural her
bakımdan nümune-i imtisal, müstesna bir talebe idi. Kendisiyle ruhen kaynaşıvermiştik. O
bana gerçek bir ağabey ve Risale-i Nur'lara intibakta muallim oldu.

"Yıl 1958... Nur talebeleri ve Üstad merhum hakkında basında açılan iftira ve tezyif
kampanyasının başlangıcı... Buna paralel olarak da devlet, bütün imkânlarıyla, umumi efkâra
yanlış aktarılan bu mevzu üzerinde mücadelesini seferber etmişti. Her yer ve belde de Nur
talebeleri yakalanıp tevkif ediliyorlardı. Tevkif haberleri matbuatta manşetler halinde yer
alıyordu.

"Gerek Âtıf Ağabeyde ve gerekse bende bu iftira kampanyasının izalesi istikametinde


içimizde yanıp tutuşan bir ateş vardı. Âtıp Ağabey bana bir kitap hazırlamamı teklif etti. Ben
de bunu uygun karşıladım. Külliyatın tamamını edindim. Yaz tatilinde tamamını okuyup belki
bir deneme mahiyetindeki kitabı hazırladım. Daha sonraları bunun Âtıf Ağabeyin benim
külliyatı tam olarak okumamı temin etmek için güzel bir taktiği olduğunu anlamıştım.

"Fakülte yıllarında Hazret-i Üstadı her yıl için bir kaç defa ziyaret etme fırsatlarım
vardı. Şöyle ki: Sömestri ve yaz tatillerinde, trenden başka bir vasıta olmadığı için posta treni
ile Burdur ve Isparat'ya gelip, icabında bir gece kaldıktan sonra ertesi sabah otobüsle
Antalya'ya muvasalat edebiliyorduk. Ankara'ya gidiş de aynı şekilde idi. Neşriyat da
Ankara'da yapılması hasebiyle, neşre

sh:»(s:263)

taalûk eden hususlarda haber götürüp getirme işi benimle yapılabilirdi.

"Fakat ağabeylerimizin telkinatı, Üstadın kabul etmediği, Nur'ları okumanın kifayet


edeceği merkezinde idi. Ben de bunu ihlâsın icaplarından kabul etmiştim. Üstadı bu düşünce
tahtında ziyaret etmedim.
"Üstadı ilk ziyaretim"

yılı Ekim ayının sonlarıydı. Yaz tatili bitmiş, son sınıfı okumak üzere Ankara'ya
dönecektim. Âtıf Ağabeyin teşviki ile hazırladığım kitabı Üstadın tasviplerine arz etmek fikri
geldi. Bu vesile ile de ziyarette bulunmayı uygun gördüm. Isparta'ya hareket ettim. Geceyi
otelde geçirdim. Ertesi sabah merhum Mustafa Ezener Ağabeyi buldum. Kendisine durumu
arz ettim. Bana hiç iltifat buyurmadı. Bilâkis gayet soğuk karşıladı. Bu ziyaret meselesinden
son derece tedirgin oldukları anlaşılıyordu. Bana 'Kardeşim, şu ileride gördüğün birkaç kişi
ziyarete gidiyorlar. Peşlerine takıl. Belki görebilirsin' dedi. Peşlerine takıldım.

"Üstadın evine yaklaşırken karşıdan telâşlı şekilde öbür âleme ait olduğu intibaını
uyandıran bir zat geliyordu: Merhum Zübeyir Ağabey... Kendisini daha sonra tanıyacaktım.
Büyük feraset sahibi... Sima itibarıyla beni derhal anladı. Hemen yanıma yaklaştı. 'Kardeşim
siz nereye gidiyorsunuz?' dedi. 'Üstadı ziyarete gidiyorum' dedim. 'Üstadımız ziyaretçi kabul
etmiyor, rahatsız. Kusura bakmayın' buyurdular. Hemen ağabeylerimin devamlı telkin
buyurdukları ve ihlâsın bir vecibesi olarak kabul edilen husus hatırıma geldi. 'Öyle ise ben
kendilerini rahatsız etmeyeyim. Ben acizane bir kitap hazırlamıştım, tasviplerini arz
edecektim' dedim ve geriye döndüm. Benim bu tavrım, Zübeyir Ağabeyin belki beklemediği
bir hareket tarzı olmuştu. Çünkü ziyarete gelenler kimbilir ne kadar ısrarlı davranıyorlardı.
Zübeyir Ağabey hemen akabinden, 'Kardeş! Bir dakika... Üstadımız birazdan Eğirdir'e hareket
edecek. Siz şu mescidin yanında durun. Geçerken görürsünüz. Sonra o kitabı yanınızda
getirin' dedi.

"Hemen otele gelerek kitabı beraberime aldım. Bahsedilen mescide yaklaştım. Üstadın
kaldığı evin cümle kapısı elli metre ileride görünüyordu. Birkaç ziyaretçi de kapının önünde
duruyorlardı. Kapıya doğru yürüdüm. Zübeyir Ağabey gayet telâşlı bir şekilde dışarıya çıktı.
Beni görür görmez, 'Kardeşim, Üstad sizi istiyor' dedi ve beni içeriye aldı. Avluya girer
girmez kahverengi bir taksinin hazır vaziyette durduğunu ilk nazarda müşahade ettim.
Taksinin yanında

sh:»(s:264)

emirber nefer gibi duran, başındaki sarığı ve mübarek sakalıyla gayet müşekkel ve
heybetli görünen merhum Tahirî Ağabey dikkatimi çekti. Kendisini ilk defa görüyordum.
Taksinin sağ arka kapısına doğru yaklaştım. Üstadımız, yorgana sarılı bir vaziyette sağ arka
koltukta oturuyorlardı. Arka kapını pencere camı inik vaziyette idi. Ellerin uzattılar. Eğilip
ellerini öptüm. Kendimi tanıtmaya firsat kalmadan hizmetkârlarındam Bayram Ağabey,
'Üstadım! Bu kardeşimiz Âtıf'ın arkadaşıdır. Risale-i Nur'ları okuyor. Bir de kitap yazmış,
kitabı size arz edecek. Dershaneye devam ediyor ve Âtıf'la beraber hizmet ediyorlar'şeklinde
taktimimi yaptı.

"Üstad sağ elleriyle, bütün zerratı vücudunda kopup geldiği intibaını veren derin bir
şefkatle huzurlarında bulunduğum yirmi-yirmi beş dakikalık zaman zarfında, sol vechemi
'Maşaallah Mâşâallah!" diyerek meshettiler. 'Kitabı verin bana' buyurdular. Kendilerine
takdim ettim. Yüzlerine sadece arada sırada kısacık atf-ı nazarla iktifa ediyordum. Bana
devamlı bir şekilde çok dikkatli baktıklarını müşahede ettim. Adımı sordular. 'Gültekin'
dedim. 'Gülte-kin' diye gayet ağır ve vakur bir şekilde hecelediler. İsmimi belki değiştirir diye
bekledim. Fakat birşey söylemediler. Bir ara sesleri kısıldı. Sadece mübarek dudaklarının
kıpırdadığını görüyordum. Söylediklerini anlayabilmek için pür dikkat kesildim. Fakat
nafile... Sadece 'otuz' sözünü analayabilmiştim. Hizmetinde bulunanların ise bu hususta ihtisas
kesbettikleri anlaşılıyordu. Nitekim Bayram Ağabey hemen devreye girdi. 'Üstad, seni otuz
sene hizmet etmiş bir talebe olarak kabul ettiğini söylüyor' şeklinde meramlarını aksettirdi.
Hemen akabinde sesleri açıldı. 'Antalya'da hanım talebeler var. Kendilerine selâmlarımı ilet.
Ben seni onlar için kendime vekil tayin ediyorum. Anne ve babanı da duama dahil ettim'
buyurdular.

"Zekeriya Kitapçı adında bir imam hatip talebesi de Üstadın yanında bulunuyordu. Bir
ara ona hitapla, 'Zekeriya kardeş! Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi beraber tashih edin ve formları bu
karşdeşimizle Ankara'ya gönderin' buyurdular.

"Bana nasip olan bu kısa görüşmeden sonra taksi hareket etti. Mübarek kollarını
göğsüne doğru çekerek beni selâmladılar ve ayrıldılar.

"Merhum Tahirî Ağabey beni yukarıya buyur etti. Hizmetkârlarının kaldığı odayı
sadece görebildim. Çok fakirane bir yaşayışları müşahede ediyordu. Sikke-i Tasdik-i
Gaybi'nin basılmaya hazırlanan formlarını beraber tashih ettik. Bana emanet ettiler. Emaneti
aldım ve ayrıldım.

sh:»(s:265)
"Akşam üzeri Ankara'ya hareket edecek posta trenine bindim. Kompartıman ararken
Bayram Ağabey çıkageldi. Kitabı geri getirdi. 'Kardeş! Üstadımız, Tarihçe-i Hayat varken
şimdilik buna ihtiyaç yok. Bu arada isterlerse Ankara'daki kardeşlerle istişare etsinler.
Münasip görülürse neşredebilirler buyurdular' dedi. Ben de 'Üstadımızın dediği en doğru
olanıdır ' dedim. Vedalaştık.

"Üstadın Ankara'ya gelişi"

"Üstadın Ankara'ya son iki defa teşriflerinde kendilerini görmek nasip oldu. Ancak
izdiham sebebiyle görüşüp ellerini öpmek mümkün olmadı. Son gelişlerinde dershanede kalan
talebeleri oteldeki odasına çağırmışlardı. Âtıf Ağabey her nasılsa yukarıya çıkmamıştı.
Sordum. Sebebini izah etmedi. Ben de görüşmek isteyenlerin kalabalıklığı ve izdihamı
karşısında başkalarını kendi nefsine tercih etmek icap ettiği şeklinde anlayarak, 'Madem sen
çıkmayacaksan ben de çıkmayayım' dedim. Meğer Üstad beni sormuş. Tarihçe-i Hayat varken
ikinci bir tarihçeye ihtiyaç olmadığını belirtmiş.

"İşte benim yönümden herhangi bir imtiyaz bahşetmeyen, ancak Üstad Hazretleri
bakımından çok ehemmiyet arz eden hatıratım bundan ibarettir.

"Nur'lara sadakat ve liyakat meselesinde herhangi bir iddia sahibi olmadım. Ancak o
zamanlardan bu tarafa Cenab-i Hakkın lütfu, inayeti ve istihdamıyla Nur'lar istikametinde bir
gayret ve hizmetin içinde bulundum. Son nefesime kadar da inşâallah istihdam buyurur.
Bundan daha büyük mazhariyet olamaz."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:266)

$ YUSUF DEHRİ
"Aradığını Risale-i Nur'da bulursun"

" İnsan 15 ile 25 yaşları arasında kendisinde mânevi bir boşluk hisseder. Fıtrî olarak
böyle bir boşluğun tatmini için çare arar. Ben de böyle bir hal içinde 15-16 yaşlarındayken
kıvranmaya başladım. Kendime mürşid arıyordum. Birçok vilayete gittim, tarif üzerine
aradığım mürşidi bulamıyordum. Gemlik'e kadar gittim, yine de tatmin olamıyordum.

"Böylece ruhumdaki mânevî boşluğun acısını çekerek bir sarhoşa benzer halimle
Beyazid Camiinde öğle namazını kıldıktan sonra aşağıya doğru inerken omuzumu yabancı bir
el tutuverdi, yüzüne doğru bakınca sanki senelerce beraber ünsiyet etmiş gibi bir sevgi ve bir
halvet-i ruhi hissetim. Bana şöyle hitap etti:

"Kardeşim aradığını Risale-i Nur'larda bulabilirsin, boşuna yorulma.'

Dilim tutulur gibi oldu, 'Sen kimsin, benim aradığımı ne biliyorsun?' diye birşey
soramadım, sadece, 'Risale-i Nur'lar nedir, nasıl bir eserdir, bunları kim yazmış, okursam ne
olur? Bunlar nelerden bahseder?' diyebildim.

"Kardeşim' dedi, 'bunlar senin aradığından bahseder, bunları okursan aradığını


bulursun. Bunlar iman hakikatlarından bahseder.'

"Dedim ki: 'Ben şimdi İzmir'e gideceğim. Orada bu eserlerden bulabilir miyim?'

"Evet bulabilirsin' dedi ve İzmir'e Abdurrahman isminde bir kitapçının ismini verdi.
Oraya gittim, tarif üzerine kitapçıyı buldum. Adamın çok güzel bir siması vardı. Susayan bir
insanın suyu bulunca sevinmesi gibi, ben de bu kardeşimi görünce sanki bütün dertlerime çare
bulacak ümidiyle beni bir sevinç aldı ve durumu izah ettim. O da bana ilk olarak
Elhücccetü'z-zehra isimli risaleyi verdi.

"Eseri okumaya başlayınca hakikaten aradığım ruhî boşluğun

sh:»(s:267)

telafisini o kitapla temin ettim. Ben bir aşk aldı. İmkân dairesinde bu eserlerin bir
çoğunu temin ettim. Gece gündüz okumaya başladım, ama yine de ruhumda bir boşluk
hissediyordum, tam tatmin olamıyordum, olmayışımın sebebi de bu eserlerin müellifini görüp
ondan şifaen ilâç almaktı. Bu şekilde bir kaç sene çırpındım. O zamanlar Üstad Bediüzzaman,
Barla nahiyesinde ikamet ediyordu.

"Bu arada Ankara'ya geldim. Et Balık Kurumuna girdim, bir sene çalıştıktan sonra bir
hafta kadar mazeret izni aldım. Arkadaşım İsmail Kuzucu ile birlikte Üstadı ziyarete gittik.
Bu arada Risale-i Nur talebeleri yazıya çok önem veriyorlardı. Ben de kardeşlerimin ve
ağabeylerimin teklifiyle eskimez yazıyı öğrenmiştim ve bir Gençlik Rehberi yazmıştım. Onu
yanıma aldım ve Bediüzzaman'ı ziyarete gittik.

"Üstad ay gibi parlıyordu"

"Akşamleyin Isparta'nın Eğirdir kazasında kaldık ve sabahleyin kayıkla Barla yoluna


geçtik. Bediüzzaman'ın kaldığı evi aradık bulduk ve kapıya dayandık.

"Kapıyı çalınca karşımıza Zübeyir Ağabey çıktı ve 'Kardeşlerim Üstad hastadır,


ziyarete müsade etmiyor' dedi.

"O anda sanki mânevi telefon gelmiş gibi hemen içeri koştu, biraz sonra tebessüm
ederek geldi. 'Kardeşlerim, buyurunuz, geliniz' dedi.

"Büyük bir heyecanla içeri girdik ve Üstad, yatak içerisinde oturmuş, başına sarığa
benzer bir bez sarmış, beyaz bir cübbe giymiş, sanki ay gibi parlıyordu. Yanına vardık, elini
öptük ve gösterilen yere oturduk. Bize ne söyleyecek bekliyorduk. Baktı ve elini uzatarak,
'Kardeşlerim beni görmek isteyen, eserleri, Risale-i Nur'ları çok okusun. Ben bütün fikrimle
beraber eserlerde mevcudum' dedi. Böyle bir kaç kelâm ettikten sonra, bilhassa sünnete son
derece ehemmiyet vererek tatbik etmemizi ve sünnetin en küçük adabını büyük bir emr-i İlâhi
gibi tutmamızı tavsiye etti. Namazları vaktinden evvel hazırlıklı karşılamamızı, yani namaz
vaktinden önce abdestli olmamızı, namazı abdestli karşılamamızı bize tavsiye etti. Münferit
yaşamanın çok zararlı olacağını, Müslümanların cemiyet halinde yaşamasınını çok önemli
olduğunu, ibadeti ve dinî müzakereleri cemiyet halinde yapmanın, yani dershaneler halinde
yapmanın çok lüzumlu olduğunu, böyle yerlere devamlı gitmenin gerektiğini bahsetti.

"Üstad Bediüzzaman'ın konuştuklarını pek anlayamıyorduk, fa-


sh:»(s:268)

kat Zübeyir Ağabey bize tercüme ediyordu. Arkadaşım İsmail Kuzucu'yla oruç
tutuyorduk. Şaban-ı Şerif ayıydı. Bediüzzaman Hazretleri bizim oruçlu olduğumuzun farkına
vardı, yani keşfetti ve Zübeyir Ağabeye dedi ki: 'İki tane pasta getir.' O da iki tane pasta
getirdi ve onları Üstadımız bize verirken, 'Bunlarla iftar vaktinde iftar edersiniz kardeşlerim'
dedi. Bizim oruçlu olduğumuzu Ramazan olmadığı halde keşfetti ve bize iki tane kırmızı 25
kuruşlardan hediye etti. Biz bu paraları cüzdanımıza koyduk. O günden sonra ben şehadet
ederim ki, bugüne kadar cüzdanımdan para eksikliğini bilmiyorum. Yalnız o parayı ben
kaybettim, ama yine bereketi bitmiyor.

"Yazdığım Gençlik Rehberi'ni Üstadıma takdim ettim. Aldı, baktı ve 'Bârekellah' dedi
ve kitabın arkasına bir dua yazdı. Duasında, 'Ya Rabbi, bu kitabı yazan Yusuf'u Cennetü'l-
Firdevse nasib eyle' diyordu.

"Kitabı koynuma koydum ve tekrar nasihatını beklerken dedi ki: 'Hiç durmayın
burada, hemen kalkıp gidin.' Sanki başımıza gelecekleri hissetmiş gibi tekrar tekrar tavsiye
etti: 'Hemen kayığa binin ve gidin. ' Kendisi de dışarıda hazırlanmakta olan bir ata binip kıra
çıktı.

"Üstadı görmeye doyamadık"

"Üstadı görmeye doyamadık, tekrar görelim diye kırda kendisini takip ettik. Arkadan
Üstadımızı seyrediyorduk. 'Dönüşte de görürüz ' diye bir yerde Üstadı beklemeye koyulduk.
Fakat ne oldu bilemedik, iki jandarma ve bir de karakol komutanı bizi hemen yakaladılar ve
kelepçelediler. Çok hakaret ettikten sonra kayığa attılar, Eğirdir'e mapushaneye tıkadılar.

"Bizi abdest almaya değil, helaya bile bırakmıyorlardı. 15 gün demirlerin üzerinde
yatırdılar. 15 gün sonra mahkemeye çıkardılar. İfade verdiğimiz mahkemede bize çok büyük
defter açtılar, künyemizi de oraya kaydetiler. Ve Biiznillahi Teala, o uzun ifadeden sonra
beraat ettik, serbest bıraktılar. Fakat kitabımı elimden aldılar, vermediler.
"Öylece sokağa çıktık. Niyetimiz bir vasıta bulup Ankara'ya gidip işimize başlamaktı.
Bir haftalık izin 16 güne çıkmıştı. İzin bir gün geçse, hemen işten atarlardı. Böyle
düşünürken, hiç tanımadığımız bir zat bize selâm verdi ve 'Geçmiş olsun' dedi.

"Hayret ettik, bu zat bizi tanıyor da, bizim hapis olduğumuzu nereden biliyor? Sadece
ismini sorabildik. 'Benim adım Salih, bir ağabeyimiz beni size gönderdi, oraya gidelim' dedi.

sh:»(s:269)

"Biz de çekinmeden beraber gittik ve ahşap bir binaya girdik, kapı açıldı, içeride
pejmurde bir merdiven vardı. Merdivenin başındaki çok nurani bir zat, Salih kardeşimize,
'Salih kardeşim, yavruları getirdin mi?' diye sordu. Sanki anlaşmışlar gibi, biz hayret
ediyorduk ve merdivenden yukarı çıktık. Bizi çağıran zatın Ali Çilingir olduğunu sonradan
anladık. Bu zatın hiç yazısı yok ve ümmi idi. Yalnız bu zat, Risale-i Nur'ları çok tehlikeli
zamanlarda postahanelere götürüp getirdiği için Allah'tan bu abimize mânevi bir rütbe
verildiğini anladık.

"Şöyle ki: Bize birçok teselli ve nasihat ettikten sonra dedi ki: 'Dün dükkâna giderken
gözüme bir hal oldu ve gözümü birden açıp baktım ki, yolda iki tane kuş yavrusu. Büyük bir
yılan, o yavrulara hücum etmiş, o yavruları yutmak üzereyken anneleri geldi, yilana hücum
etti ve yılan kaçtı, anneleri yavruları kanatlarının altına aldı ve bu gördüğüm perde de
gözümden kayboldu. O zaman anladım ki, Üstadın duası ve himmeti size yetişecek ve beraat
edeceksiniz. Müjdeler olsun! Beraat ettiniz. Üstadın himmeti Allah'ın kudretiyle size yetişti'
dedi.

"Oradan ayrıldık ve Ankara'ya geldik ve hemen müdürün yanına vardık, bize niçin geç
kaldınız demeden hemen işe aldılar. Bunun da Üstadın duası ve himmetiyle olduğunu anladık.
Bundan sonra birkaç defa daha mahkemeye girdik.

"Üstadı ikinci ziyaretim"

"Üstad Emirdağ'da idi, oraya gittik. Eskişehir'de otururken bir zat bize sordu: 'Nereye
gidiyorsunuz?' Biz durumu anlatınca kendisi de ziyarete gelmek istedi.
"Birlikte gittik, fakat bu adamı ruhumuz hiç sevmiyordu. Her nedense 'Gelme' de
diyemiyorduk. Beraber Üstadın bulunduğu eve gittik. Kapıyı çalınca karşımıza yine Zübeyir
Ağabey çıktı ve katiyen Üstadla görüşmenin mümkün olmadığını, Üstadın çok rahatsız
olduğunu söyledi.

"Çok müteessir olmuştuk ve üzülerek geri döndük, giderken bize işaret etti. 'İkiniz
durun' dedi. Zübeyir Ağabey, Eskişehir'de bize katılan adamı savmak istemişti.

"Bize gizlice, 'Gidin başka sokaktan dolaşın ve tekrar gelin' dedi.

"Biz de o adamı yanımızdan ayırdık, başka bir sokaktan dolaşarak tekrar geldik.
Üstadın huzuruna vardık, elini öptük ve oturduk. Üstadımız bize yine iman hakikatlarından
bahsettikten sonra bana hususi olarak, 'Evladım, sen gittiğin yerde İslâmi hakikatleri anla-

sh:»(s:270)

tacaksın' dedi ve emr-i bi'l-marufun ehemmiyetinden bahsetti ve 'Anne-baban, bir


Risale-i Nur talebesine anne-baba olmuşlardır, benden onlara selam söyle' ded.

"Üstadın selamını anne- babama söyleyinceye kadar babamın bir çok hataları vardı.
Ondan sonra babam o hataları tamamen bıraktı.

"Üstadı üçüncü ziyaretim"

"Tarihini unutmuşum. Üstadımız Ankara'da Beyrut Palas Otelinde kalıyordu. Sû-i zan
erbabı çok sıkı emniyet tedbiri almış ve bir tank birliği otelin etrafını sarmış, kimseyi içeri
bırakmıyorlardı. Müşteri dahi sokmuyorlardı. Fakat biz, Biiznillahi Teâla, yabancı bir yolcu
iddiasiyle otele bilet alıp Üstadı ziyarete gittik ve feyizli beyanlarından istifadeye çalıştık.
Cenab-ı Allah'ımız cümle Ümmet-i Muhammedi hakiki Üstadları bulmayı ve Üstadların
ağızlarından akan hakikatları anlayıp da mucibince tatbik etmeyi nasip eylesin derim.

"Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir"


"Üstadım Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir. Bunu hayatıyla ispat etmiştir.
Peygamberimiz (a.s.m.) dünya ile nasıl alâka kurduysa, dünyaya ne kadar rağbet ettiyse,
Üstadımız da onun bir vârisi olarak aynen yapmıştır. Benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla,
Bediüzzaman'ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, messiz bir gıslavet lastiği, omuzunda bir
seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği yerlerde bunları peşinde taşırdı, geri
kalan bütün dünya malını ve muhabbetini dünya ehline ve ihtiras sahiplerine bırakmıştı.
Bütün ömrünü (Tarihçe-i Hayat'ta olduğu gibi) çeşitli çileler halinde İslâma vakfetmişti. Bu
mücadeleyi ancak Müceddidler yapabilir. Bediüzzaman'ın dünyaa ile zerre kadar alâkasını ve
menfaat arzusunu hissetmedik ve görmedik. Anlıyoruz ki, bu zat İlâhi bir memurdur."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:271)

$ ÂDİLE SULUK

[] []

Adile Suluk ve beyi Sami Suluk

Âdile Suluk Hanımefendi, 1950'lerde Isparta'da Üstad Bediüzzaman'ı birkaç defa


ziyaret edip, duasını alan bahtiyar hanımlardan birisidir. 1928 Muğla doğumlu olan bu
hanımefendinin kocası da Üstadın elini öpüp, feyzine mazhar olanlardan bir zattı.

Âdile Hanım kavuştuğu bu manevî feyzin tesiriyle, hiç bilmediği İslam yazısıyla,
bakarak bir dua kitabı yazmış ve Üstad bu eseri tashih ederek, şu duayı not etmişti:

"Yâ Erhamerrahimin, İsm-i Âzam hürmetine bu tevhidnâmeyi yazan Âdile'yi


Cennetü'l-Firdevste ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin."
Bu eseri gören Hüsrev Altınbaşak da bu duaların sonuna kalemiyle iki "Âmin"
kelimesini de kendisi yazmıştı.

Âdile Hanım, engin, şefkatli, ince yürekli ve çok duygulu, Nur'lardaki hakikatlere
öylesine gönül vermişti ki, onu dinlemeden, okumadan, hayal etmeden bir ânı geçmiyor.
Gözleri daima nemli. Hasretini duyduğu dostlarını her zaman görmemenin ıztırabını çekiyor.
Hizmet yapamıyor diye dertli. Arzu ettiği saadete kavuşmamış, belli ama büyük Üstaddan
aldığı mânevî feyizle ruhen aziz ve kalben mesrurdur.

Bütün ruhlara vekalblere iman aşkı dolsun diye çırpınır. Elleri, Cenab-ı Hakka dua için
açılmış. Büyük Yaratıcıdan merhamet diler. Saadet-i ebediyeye ulaşmak için gözlerden yaşlar
akar. Bir elde Cevşen, diğerinde Risale. Kulaklarda teypten okunan hakikatler. İşte bahtiyar
Âdile Hanımın hayatı...

[]

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:272)

$ MEHMED SOYMEN

yılları arasında Isparta'da müftülük yapmıştır. Milyonun üzerinde basılan Cep İlmihali
isimli eseri, İngilizce ve Almanca'ya tercüme edilmiştir.

[]

Mehmed Soymen
Elimde bir adres ve Isparta sokaklarında eskilerden bir zat arıyorum. Pîr Mehmed
Mahallesinde arayıp soruşturduğumuz Mehmed Soymen'i bulmak pek zor olmuştu.

Mehmed Soymen, Diyanet İşleri Yayınlarından çıkan ve rağbet-i âmmeye mazhar olan
Cep İlmihali adlı eserin yazarı. 1954 senesinde Diyanet İşlerince açılan bir müsabakaya bütün
müftülerin iştirak etmesi söylenmiş. Bu arada müsabakaya iştirak eden son iki müftü arasında
Mehmed Soymen'in eseri birincilik kazanmış ve neşredilmiş. İlk baskısını 1954 senesinde
yapan kitap bugüne kadar devamlı neşredilmektedir.

senesinde bu küçük Cep İlmihali, Ekmeleddin İhsan tarafından İngilizce'ye, Ahmed


Sehmid tarafından da Almanca'ya tercüme edilerek yine Diyanet tarafından neşredilmiştir.

Pîr Mehmed Mahallesinde kendisini ziyaret ettiğimiz zaman, mütevazi, ehl-i takva, bir
pir-i fâni ile karşılaştık. Bizi içeri evine davet etti. Çok rahat ve gayet net, çalışmalarımızla
ilgili bildiklerini anlattı.

"Üstadı ilk ziyaretim"

Ak sakallı emekli Isparta Müftüsü Mehmet Soymen, Bediüzzaman'ı ilk ziyaretinin


Isparta Valisi Mustafa Bağrıaçık'ın arzusuyla olduğunu söyledi.

Şunları anlatıyordu:

"Bediüzzaman'ın Bey Mahallesindeki evinin önünde devamlı bir

sh:»(s:273)

polis beklerdi. On iki saatte bir devamlı değişen bu polislerden kendisi rahatsız
oluyordu.

"Vali Mustafa Bey beni çağırtmıştı. Gittiğimde Bediüzzaman ile görüşmemi istedi. Sık
sık dışarıya çarşıya, pazara çıkmasını; namazlarda camiye gelmesini istiyordu. Valinin
düşüncesi, böylece halkı kendisine alıştırarak izdihamı ve tehacümü bu şekilde önlemek
istiyordu.
"Halk ilk defa duyduğu, ilk defa gördüğü kimseyi daha çok merak eder. Ama daima
gördüğü ve görüştüğü bir kimseyi, pek fazla merak etmezdi. Bu düşünce ile, Bediüzzaman'ı
sık sık halkın arasına çıkmasını istiyordu.

"Ben ziyaretimde kendilerine Valinin bu arzularını söyledim. Vali Bey size selâm ve
hürmetler ediyor, 'Dışarıya çıksın, gezsin, serbestçe çarşı pazarda dolaşsın, halkın dikkatini
çekmesin diyor' dedim.

"Valinin bu ricasını söyleyince, dertlendi. 'Ben nereye gidebilirim ki, kiminle


görüşebilirim?' diye konuştu.

"Kucaklaştık.. Beni kapıya kadar yolcu etti.

"O bahtiyar bir mücahitti"

"İkinci görüşmeyi ise, ben kendi arzumla yapmıştım. O büyük bir insandı. Ona
düşman olanlar, dine aykırı olan insanlardır. Müslümanların uyandırılmasını istemeyenler,
ona düşmanlık etmektedirler. Biz zavallı insanlarız. O ise mesud, bahtiyar bir mücahitti.

"Evinden dışarı çıkmasından korkuyorlar, kapısında polis bekletiyorlardı. İslâmiyete


düşmanlıklarını, Bediüzzaman'ın şahsında gösteriyorlardı.

"Büyükler çok mütevazi oluyorlar. İnsan kendisini ne kadar büyük görürse, o kadar
küçülür. Ama büyükler tevazu gösterdikçe büyüyorlar. Bediüzzaman'ın alçak gönüllülüğüne
ben hayranımdır.

"İstisnadır bu tevazu... Yalnız bize karşı tevazu göstermiyordu... Onun tevazuu


istisnadır. Herkese karşı mütevaziydi"

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:274)

Dr. TAHSİN TOLA


[]

Dr. Tahsin Tola

Halim-selim, melekler gibi temiz bir şahsiyet. Senirkent'te kendisine "Kara Melek"
diyorlar.

Türkiye'de demokrasi mücadelesinde, vatan, millet ve İslâmiyete hizmetleri büyük


olmuştur.

Halk Partisi istibdadına karşı büyük mücadele vermiş, Senirkent faciasında ve


Milliyetçiler Derneği çalışmalarında da yine ön saflarda yer almıştır.

Nihayet masum ve mazlum Nur Talebelerinin yardımına koşarken görüyoruz onu.

Dr. Tahsin Tola'dan bahsetmek istiyorum.

Nureddin Topçu, Yarınki Türkiye isimli eserinde "Zafer" isimli yazısında ondan
bahseder:

"Zaferimiz ebedi olmalıdır ve iyi araştırılırsa her zaferin gayesi ebediliği kazanmak,
ebedîlik âleminde bir ülkeyi ele geçirmektir.

"Siz çok istiyorsunuz ve sanki iradenizle bir şey istemiyorsunuz. Sizin elinizden bir
ekmeğiniz alınmış. Onun yerine iki ekmek istiyorsunuz. Çok bir şey isteyebilmiş değilsiniz.

"Ve iradenin sonsuzluğa giden hareketini bu noktada durdurup bitiriyorsunuz. Halbuki


bir ekmeğinizi elinizden alana siz bir ekmek daha verseniz, hem ruh inceliğiyle, hem de
güleryüzle verseniz, iradeniz sonsuzluğa doğru gidişinde yol alacaktır.

"Senirkent köylüleri gibi olunuz. Size zulmeden jandarmaları doyurunuz. Muvaffak


olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz. Aynı âhenkte birleşir ve
kendinden geldiği Allah'a doğru ilerler.

"Gandi dünyaya, Dr. Tola Anadolu insanın ruhunu tanıtmak istedi."

Büyük bir fedakârlıkla, Senirkent köylülerinin yardımına koştuğu gibi, aynı


fedakârlıkla Bediüzzaman'ın ve Nur Talebelerinin de yardımına koşmuştu.
sh:»(s:275)

"Üstadı ilk ziyaretim"

Bediüzzaman ile tanışmasını, ziyaretini o tatlı diliyle sakin sakin şöyle anlatıyor:

"Hz. Üstad ilk görüşüm ve ziyaret edişim şöyle olmuştu:

"Senirkent'ten Isparta'ya gitmiştim. Milletvekili olduğum için, içimde bir endişe vardı.
Gazeteciler görmesin diye düşünüyordum. Onların görüp de yaygara yapmalarından
çekiniyordum.

"Isparta'da Bey Mahallesindeki evine gittim. Her zaman kullanmadığım halde, o gün
hilaf-ı âdet olarak, başımda bir şapka vardı. Evine gidince şapkayı salona asarak abdest aldım.

"Üstad Bediüzzaman'ın huzuruna abdestli olarak, hürmet ve edep içinde çıktım.

"Elini öperek gösterdiği yere oturdum. Hatırımda kalan Üstadın bana ilk sözleri şöyle
olmuştu:

"Şapkaya fetva verdim"

"Kardeşim size şunu söyleyeyim; şapka için ben fetva verdim: Şapkayı giyen kâfir
olmaz. Eğer ben o fetvayı vermeseydim, yirmi Şeyh Said daha çıkardı, isyan ederdi. Binlerce
masumun kanı dökülürdü. Otuz sene eziyet ve sıkıntı çektim, helâl olsun... Şeyhülislâm
Zenbilli Ali Cemâli Efendinin şapka hakkındaki fetvasını bildiğim halde, mukabil fetva
verdim. Bu şapka için sevap kazanayım diye, yirmi Şeyh Said çıkar isyan ederdi. Bu yüzden
yüz bin insan öldürüldü. Benim çektiğim eziyetler helâl olsun. Pişman değilim."

"Menderes'e söyle: Risale-i Nurları neşretsin"

Tahsin Tola, daha sonraki hatıraların şöyle anlatıyor:


"Afyon mahkemesi neticelenmesi ve temyizin beraet kararını tasdiki üzerine, Üstad
beni Adnan Menderes'e gönderdi. Selâmlarını mektup ve medrese ehlini birleştiren şarkta
uhuvvet-i İslâmiyeyi temin eden aklen ve kalben İslamiyeti ders veren Risale-i Nur'un neşrini
söylememizi istedi.

[]

Dr. Tahsin Tola Mehmet Fırıncı ile birlikte...

sh:»(s:276)

"Isparta milletvekili İrfan Aksu ile birlikte rahmetli Adnan Menderes'e gittik. Üstadın
selâmını tebliğ ettik. Adnan Bey bu selâmı hürmetle aldı. Daha sonra Risale-i Nur'un
mahiyetini anlattım.

"Ayrıca Nur'ların neşredilmesi, hariçte, İslâm âleminin bu vatan ahalisine kardeşlik ve


alâkasını celbedecek, dahilde ise umumî bir hoşnutluk meydana getirecek. Adnan Menderes'e
bütün bunları söyleyince, merhum Menderes hiç itiraz etmedi. Daha bir iki cümle söylemeden
, 'Tamam' dedi.

"Sizi vazifelendiriyorum. Hemen faaliyete geçin. Diyanet İşlerine gidin... Eyüb Sabri
Efendi (Hayırlıoğlu) ile görüşün... Risale-i Nur'ları neşretsin!' dedi.

"Mebus maaşlarına zam"

"Millevekili maaşlarına zam yapılmıştı. Bu duruma Üstad üzülmüştü.

"Kırk kişi çıkmayacak mı? Bu parayı kabul etmeyecek, çıkmayacak mı? Kırk kişi
fedakârlık edin, bu parayı kabul etmeyin' dedi.

"Bediüzzaman'ın bu sözlerini bir işaret olarak kabul ettim. Millevekili olan


arkadaşlarım Gazi Yiğitbaşı'na söyledim. O da cevaben, 'Nerede kardeşim o fedakâr insanlar?
Bizim dindarlar bu parayı istiyorlar. Maaşlarının artmasını talep ediyorlar' diye cevap verdi.
"Ben Gazi Yiğitbaşı ile konuştuktan sonra, belki kırk kişi bulabilirim ümidiyle
çalışmaya başladım. Maalesef muvaffak olamadım.

"Ben Tahsin'i alıyorum"

seçimlerinde Senirkent ile Eğirdir arasında ihtilâf vardı. Ben ihtilâflar büyümesin diye,
adaylığımı koymadım. Sonra benim haberim olmadan merkezden, beni Bingöl adayı olarak
koymuşlardı.

"Bingöl'e giderken Isparta'da Üstadı ziyaret ettim. Üstad Hazretleri:

"Bingöl'de çok şehit var. Mübarek bir beldedir' diye konuştu. Ayrıca Hulusi Beye,
Mehmed Kayalar'a selâm gönderdi, bizi desteklemelerini söyledi.

"Ben Bingöl'e gittikten sonra Üstad Hazretleri bizim çocuklara:

"Ben Tahsin'i alıyorum içlerinden demiş.

"Kazanamadığınızı tebrik ederim"

"Eğirdir'de Nur Risalelerine dost olan Ali Çetin isminde maliyede memur bir arkadaş
vardı.

sh:»(s:277)

seçimlerinde aday olamamıştı. Üstadı ziyaret ederek dert yanmıştı.

"Efendim nasıl olur. Tevfik Tığlı kazandı. Ben kazanamadım?'

"Üstad ise, 'Tebrik ederim, tebrik ederim... ' diyordu.

"Ali Çetin, Üstad herhalde anlamadı diye, yine kazanamadığından bahsediyor, Üstad
yine,
"Tebrik ederim, tebrik ederim...' diyor. Bu şekilde tam üç sefer Ali Çetin söyleyince,
nihayet Üstad,

"Tebrik ederim, kazanamadığınızı tebrik ederim' diye kazanmadığını açıkça tebrik


ediyordu.

"Biz 1957'de kazanamadık. Böylece ileride gelen ihtilâl hapishanelerinden,


Yassıada'dan da, Üstadın himmet ve duasıyla kurtulmuştuk.

"Adnan Bey kardeşime selâm söyle"

"Ankara'ya gideceğim zaman Isparta'da Üstada uğradım. Üstad daima,

"Adnan Bey kardeşime selâm söyle... O bizim himayemizdedir. Eğer biz onu himaye
etmezsek (eliyle işaret ederek) bir anda altı üstüne gelir. Bizi âlem-i İslâmdan, Pakistan'dan
çağırıyorlar. Eğer burayı bırakıp gitsek, bir anda altı üstüne gelir. Burayı biz muhafaza
ediyoruz' diye dersler verirdi.

"Adnan Menderes'in Londra seyahati sırasında, Üstad çok telaşlanmıştı. Ali İhsan Tola
ile Atıf Ural'ı Menderes'e göndermişti. Seyahatini tehir etmesini istiyordu. Arkadaşlar
Menderes İstanbul'a gittiği için görüşemediler. Üstadın çok mühim bir arzusunu Menderes'e
ulaştıramadık. Daha sonra Üstadın bu derece telaş sebebi ortaya çıktı. Menderes uçak kazası
geçirdi, fakat inayet-i İlâhî ile kurtuldu.

"Üstadın son Ankara seyahati"

"Üstad son Ankara seyahatinde, beni Ankara Valisine gönderdi, görüşmek istedi.

"Ben kendisinin makamına gitmek isterdim, fakat çok hastayım. Çok mühim bir
meseleyi görüşeceğim kendisiyle, selâmımı söyle, buraya gelsin' diye haber gönderdi.

"Valiye gittiğimde yerinde yoktu. Tekrar dönerek Üstada bulamadığımı söyledim. Bu


sefer de Üstad beni savcıya gönderdi. Mutlaka bir devlet adamıyla görüşmek istiyordu.

sh:»(s:278)
"Savcıyı yerinde bularak durumu arzettim. Savcı gelmek istemedi:

"Biz onun kitaplarını iade ettik' dedi. O günlerde Sikke-i Tasdik-i Gaybi'nın davası
vardı.

"Üstad:

"Yok... Yok... Ben onun için, kitaplar için çağırmadım. Başka çok mühim bir mesele
için çağırdım' diyerek tekrar savcıyı çağırmamı istedi. Hattâ hiç unutmam aynen şöyle dedi:

"Git çağır gelsin... Yoksa o demokrat değil mi?'

"Tekrar acele ile savcıya gittim. Bu sefer savcı daha da evhamlandı. Korktu ve
telaşlandı. Gelmek istemedi.

"Üstad çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra
şu haberi gönderdi:

"Ayasofya'yı tekrar camiye çeviriniz. Risale-i Nur'un serbestiyetini resmen ilân ediniz.
'Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere resmen dua etmeye karar vereceğiz.'

"Bizi başka yerlerden, âlem-i İslâmdan, Pakistandan çağırıyorlar. Ben gitmiyorum.


Eğer ben gitsem böyle böyle olur burası.' (Eliyle Türkiye'nin karışacağını, hükümetin
yuvarlanacağını, tepe taklak olacağını işaret ediyordu.)

"Yine Ankara'da Üstad bana bir Gençlik Rehberi verdi, arkasına bir dua yazdı. Bu
kitabı Demokrat Partinin Adliye Bakanlığını yapan, daha sonra da Millî Emniyet Başkanı olan
Prof. Hüseyin Avni Göktürk'e vermemi söyledi.

"Kitabı alarak Ali İhsan Tola ile birlikte, Hüseyin Avni Beye gittik. Kitabı kendisine
Üstad Hazretlerinin gönderdiğini ifade ettik. Hüseyin Avni Bey çok memnun oldu.

"Kendisinin dindar bir Müslüman olduğunu söyleyerek, cebinden bir Kur'ân-ı Kerim
çıkarıp gösterdi.

"Üstadın son günleri"


"Üstadın son günleriydi. Yine yanına ziyarete gittim. O zaman içimden, emr-i Hak
vuku bulduğu zaman 'Üstada Isparta'da bir türbe yaptırırız' diye düşünüyordum.

"Üstadın elini öpüp oturunca, Hazret-i Üstad,

"Gel kardeşim... ' diye yanına çağırdı, yer gösterdi. Bana şunları ifade etti:

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:279)

"Ben şimdi vasiyetnamemi yazdırdım. Ben sağlığımda olduğu gibi, vefatımda da


kimsenin ziyaret etmesini, türbe vesaire gibi şeyler istemiyorum... "

Dr. Tahsin Tola, Isparta gülistanının, mübarek bir meleğidir. Üstad Bediüzzaman'a ve
onun kudsî dâvasına yaptığı hizmetler genç nesillerin şükranını celbetmiştir. Isparta'nın bu
"Kara Meleği" bir tevazu burcudur.

Arif Nihat Asya'nın şu mısralarını, Dr. Tola'nın Anadolu insanının ruhunu kurtarmak
dâvasındaki erenlerden birisi olarak takdim ediyorum:

Isparta

Koru koru, bahçe bahçe

Kuşlar ses verir, ses alır...

Parkında çiçek tarhları,

Halılarından ders alır;

Isparta'nın erenleri

Gülsuyuyla abdest alır...


Çiçekten, yemişten, aşktan

Muradını herkes alır...

Isparta'da göğüsler, gül

Kokusundan nefes alır...

Isparta'nın erenleri,

Gülsuyuyla abdest alır...

Arif Nihat ASYA

[]

Said Nursi'nin Ankara'da bulunduğu haber veren gazete küpürü Cumhuriyet, 1.


Ocak.1960

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:280)

$ HAKKI YILMAZ

[]

Hakkı Yılmaz

"Risale-i Nur'ları dağdaki çobana bile vereceksin"


"Üstadın vefatından pek az bir zaman önce Isparta'ya ziyaretine gitmiştim. Yanımda
Van'dan gelmiş bir kişi daha vardı. Kafamdaki serpuşu çıkarıp, takke takmıştım. Üstad küçük
bir somya üzerinde sağ tarafına kabul ediyorum' diye buyurdu. Bu esnada heyecandan
ağlamaya başladım. Gözyaşları içinde dışarıya çıktım. Bizi bu ziyaretimizden dolayı tutup
karakola götürdüler. 'Ne yaptınız, orası tekke midir?' diye sorguya çektiler. İfadelerimizi
aldılar. Sonra tekrar serbest bıraktılar. Üstad bize, 'Vazifeniz bu, Risale-i Nur'ları en ümmi
insanlara, dağdaki çobanlara bile vereceksin' diye buyurmuştu. O günden beri üzerimde
Risale-i Nur'ları, Küçük Sözler'i hiç eksik etmem, hep dağıtırım. Bizim Üstadı ziyaretimizi
emniyet buraya bildirmiş. Burada da emniyete çağırıp, sorup soruşturdular. Kimlere Risale
verdiğimi sordular. Ben de muhtaç olanlara hep Küçük Sözler dağıttığımı söyledim."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:281)

$ MUSTAFA GÜL

[]

Mustafa Gül

"İlk ziyaretim Medrese-i Yusufiyede oldu"

Bir hakikat kahramanı olan Mustafa Gül Ağabeyimiz yıllarca evinde Nur ve gül
kâtipliği yapmıştı.
Yazdığı Nur Risalelerinde, hep Nur Üstadın dualarını okuyorduk. On dokuzuncu
yüzyılın son yılında Sav'da dünyaya gelen bu bahtiyar Nur kâtibi yine doğduğu köyde, 1985
yılının Kasım ayında ebediyete kavuşmuştu.

Kendilerini son ziyaretlerimde aziz hatıralarını bana şöyle anlatıryordu:

"Üstad Bediüzzaman'ı daha önceleri manen tanırdım. Daha sonraları ise maddeten
gördüm ve tanıyarak feyizyab oldum. 1942 yılının sonlarında, Kastamonu'nun hapsedilerek
getirilip, Isparta Hapishanesine konulmuştu. Kendisi herşeyi güzel görüp, güzel
gösterdiğinden, hapishaneye Medrese-i Yusufiye diyordu. İşte benim de ilk ziyaretim bu
Yusufiye Medresesinde olmuştu.

"Masum Nur talebelerini Denizli Hapsinde toplamışlardı. Bu hapishaneye bizim Sav


köyünden de on beş kişiyi alıp götürdüler.

"Üstada, yazdığımız kitapları ve Isparta gülleri götürmüştüm. Hapishanenin


penceresinden bizlere yaptığı iltifatlar, hayatımın en mesut hatırası oldu. Bana oradan
'Sav'dan mı geldin?' diye soruyordu. Ben de 'Evet Üstadım, Sav'dan geldim' diye cevap
vermiştim. O zaman benim kardeşim Ali Gül de Üstadla birlikte Denizli Hapishanesinde
verilecek beraatin kararını bekliyordu. Bu bekleyiş tam dokuz ay sürdü. Sonunda suçlu
olmadıklarını anladıklarından Nur Üstadı ve Nur talebelerini serbest bırakıp, beraat ettirdiler.

"Yarım asırdır, hep Nur Üstadın himmetleriyle ve feyizleriyle yaşadım.

"Denizli Hapsinde Kuleönülü bir jandarma vardı. Bu jandarmanın eliyle Üstadımıza


vereceklerimizi gayet rahat verip gönderirdik. Bu jandarmayla Isparta'nın gül yağını ve Sav'da
yazılan risaleri Üstada ulaştırdık.

sh:»(s:282)

"Asılsız ver telâş ve bir korkuyla evimizdeki küçük notlarımızı bile sanki devletı
yıkacağız gibi toparlayarak, ellerimizi bağlarlar, bizleri kamyonlara doldurur, götürürlerdi.
Sonunda hep beraat ederek tekrar yuvamıza dönerdik.

"Hizmetimiz esnasında Üstad bizlere çok iltifat eder, dualar eder, çok teşvik ederdi.
Mesnevî'i Nuriye mecmuasının sonundaki yazıyı Ceylân Çalışkan yazmıştı. Üstad bize iltifat
olarak, benimle Tahirî Mutlu'nun isimlerini yazmıştı. Nur'larda isim, resim, değil, hizmetler
ve ihlâs ehemmiyetlidir.'

[]

Kur'ân talebesi bahtiyar Nur kâtibi: Mustafa Gül

[]

Sav köyünün bir Nur kâtibi olan Mustafa Gül'ün yazdığı binlerce sayfalık risaleleri,
Üstad Bediüzzaman kendi mübarek el yazısıyla tashih edip dualar yazıyordu. Bunların birinde
(en alttaki) şunları niyaz ediyordu: "Yâ Erhamerrâhimîn, ism-i âzam hürmetine, bu mecmuayı
yazan Mustafa Gül'ü ve bütün akrabasını, Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle.
Âmin, âmin, âmin.

sh:»(s:283)

Üstadın mektubu

Şualar, Mesnevî-i Nuriye ve Emirdağ Lahikası gibi eserlerde imzası bahsi bulunan,
ismi gibi kendisi de sanki bir gül olan merhum Mustafa Gül'ü, Nur Üstad bir Nur mektubunda
şöyle ifade etmektedir:

"Aziz sıddık kardeşlerim!

"Ben size bugün mektup yazacaktım. Ziyade rahatsızlığım sebebiyle telâşta iken, aynı
dakikada Mustafa Gül ve İbrahim Gül geldiler. Hem bana ilâç, hem tesellî, hem büyük
sevince vesile olduklarından, o iki mübarek kardeşimi benim vekillerim ve bir mektup olarak
size gönderiyorum. Onlar birer Said olarak benim bedelime sizi ziyaret ve tebrik edip, sair
şeylerimi de size beyan etsinler."

Beraat kararı

Isparta Sav köyünün Nur kâtiplerinden Mustafa Gül'ün, otuz yıl önce Türk adliyesinde
aldığı bir mahkeme kararı:
Isparta C. Müddeiumumîliği

Sayı: 954-311

Esas:

Karar: Takipsizlik kararı

"Laikliğe aykırı olarak devletin içtimaî, iktisadi, siyasi ve hukukî temel nizamlarını
dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla bir kısım şahıslar tarafından tesis ve teşkil eden,
Nurcular cemiyetine girmekten maznun, Sav köyünden Ahmed oğlu 1915 doğumlu Mustafa
Gül hakkında memuriyetimizce cemiyetin faaliyet merkezi Isparta olması bakımından topluca
yapılan hazırlık tahkikat sonunda:

"Maznun gösterilenlerin Said Nursi'nin liderliği altında Nurcular ve Nur talebeleri adı
altında tesis ve teşkil edilen gizli cemiyete girdikleri ve girmek için başkalarına yol
gösterdikleri anlaşılmış ve her ne kadar bir kısım maznunların evlerinde ve iş yerlerinde
usûlûne tevkifan yapılan aramalarda Said Nursî'ye ait eserler bulunmuşsa da maznunlardan
bir kısmının aksi sabit olmayan müdafaaları veçhile bu eserleri merak saikasıyla okumak için
tedarik ettikleri, bir kısım eserlerin de Nurcular tarafından kendilerinin mâlumatı haricinde
maznunlardan bazılarının gösterildiği sabit olmuş ve yukarıda isimleri yazılı şahıslardan
hiçbirinin faal bir durumu tesbit edilmemiştir. Maznun gösterilen umumiyet itibariyle

[]

Mustafa Gül'ün, diğer nur talebeleri gibi, Türk adaletinden aldığı yüzlerce takipsizlik
veya beraat kararlarından sadece birisi, 1952 yılında başlayan hadise, 1954'te nihayete ermiş.
Mahkeme ile alakalı celp evrakları.

sh:»(s:284)
mudafaalarında Nurculuk diye bir cemiyet tanımadıklarını, Said Nursî'yi ancak büyük
bir İslâm âlimi tanıdıklarını, fakat hiçbir şekilde ve bir maksat tahtında münasebet tesis
etmediklerini, Nurcular adı altında gizli bir cemiyetin varlığından bile haberdar olmadıklarını,
Risale-i Nur'ları Kur'ân'ın bir tefsiri olduğu için sevip okuduklarını beyan etmişler.

"Netice itibariyle suçlulukları hiçbir veçhile sabit olmayan ve haklarında mahkemeye


sevklerinde yeter derecede bir delil bulunmayan, maznun gösterilenler hakkında C.M.U.K.
163 ve 164'üncü maddeleri gereğince takibat icrasına mahal olmadığına, kararın birer
suretinin maznun sıfatıyla ifadesi alınmış bulunanlara tebliğine ve bunlardan zaptedilen,
hakkında selâhiyetli mercie verilmiş bir müsadere kararı mevcut olmayan ve suç delilleri
bulunmayan kitap ve vesairenin sahiplerine iadesine 22 Mayıs 1954 Cumartesi günü kabil-i
itiraz olmak üzere karar verildi. 22.5.1954"

Cumhuriyet Müddeiumumi

Rabi Aktürk

İmza resmî mühür

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:285)

$ ABDURRAHMAN YARGIN

[]

Abdurrahman Yargın

"Ben Said Nursî'yim"

"Antalya'nın Gözene nahiyesinde askerdim. Askerliğimi Jandarma olarak yapıyorum.


"Burdurlu Mehmet Onbaşı birgün bana, 'Burada senin hemşehrin derin bir hoca var,
sen onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanımadığımı söyledim. Daha evvel köydeyken,
Said-i Kürdî diye duymuştum.

"Birgün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp hasta
oldum, yatsı namazını zorla kıldım. 'Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylanî diye medet isteyip, çok
yalvardım. O gece rüyamda birisi arkadan gözlerimi tuttu. Sanki vücudum elektirik tedavisi
oluyordu.

"O arkadan gözlerimi tutan zat, 'Sen kimi çağırıyorsun?' diye sordu. Ben de, Şeyh
Abdülkadir Geylanî Hazretlerini çağırdığımı söyledim. O zaman o zat, 'Ben buradayım'
deyince 'Siz kimsiniz?' diye sordum. Kendisini tanımadığımı ifade ettim. O zat ise heybetle
'Ben Said Nursi'yim' dedi. Bu esnada aniden uyandım. Hiç mi hiç hastalığım kalmamıştı.
Sanki tedavi olmuştum. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbimi, gönlümü fethetmişti.

"Üstadı ziyaretim"

"Yine Burdurlu Mehmet Onbaşıdan, Üstad Bediüzzaman'ın Isparta'da olduğunu da


öğrenmiştim.

"İlk fırsatta Üstadın ziyaretine varmak istiyordum.

"Üç jandarma arkadaş ve bir minübüs sivil insan vardı. Bir an evvel Üstadı ziyaret
edebilmek için 'Masraflar bana ait' demiştim. Şoför mevzuyu duyunca, 'Siz madem ki Üstada
gidiyorsunuz, o halde ben sizden ücret almam, masraflar bana ait' dedi. 'Sizi trene
yetiştireceğim' dedi ve çabucak yetiştirdi.

"Üstadın evine iki yol gidiyordu. Burada duran iki polis 'Yasak' diye bırakmıyordu. Bu
polislere çok yalvardım, 'Ben jandarmayım, sizin bir yardımcınızım' dedim. 'Burada
hemşehrim bir hoca var,

sh:»(s:286)
onu ziyaret edip dualarını alacağım' deyince polislerden biri gideceğim yolu bana
gösterdi.

"Az sonra Üstadın avlusundaydım. Orada Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı. 'Niçin
geldiniz?' diye sordu. Ben de, 'Biz askeriz, Seyda hemşehrimizdir, onu ziyarete geldim'
dedim. Az sonra müsaade ettiler. Üstadla uzun uzun konuşacağımı zannediyordum. Ellerini
öperek diz çöküp oturdum. Çok ter içinde kalmıştım. Çok hoş bir feyzin içine girmiştim. O
feyizli ânı tarif etmem mümkün değildir. Heyecandan Üstada bakamıyordum. Sanki manevi
bir dünyaya girmiştim. Ne bakabiliyor, ne de konuşabiliyordum.

"Üstad bana memleketimi sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana dualar etti.
Derin bir haz, coşkun bir feyiz içine dalmıştım. Büyük bir kutbun huzurundaydım. Bu ulvî
huzurda ne kadar kaldım, bilemiyorum. Sonra Üstad, 'Trene yetişin' dedi. Bu yüksek huzurdan
huzur içinde, selâmlar vererek, ulvî bir şekilde ayrıldım. Üstad, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye
söylemiş. O da bize bir risale verdi."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:287)

$ SÜLEYMAN KAYA

[]

Süleyman Kaya

Gaziantep ve havalisine Nur'ları tanıttı

Burdur'un Bucak kazâsının Kargı köyünden 1898'de dünyaya gelmişti.

Gençliğinden beri iffetli, az konuşan, ilim ve ibadete devam eden bir zattı.

Isparta'nın Geyran (Erikli) köyünde Üstadın ismini ve ilmini duyarak, çobanlardan


muhabbetle dinleyerek, yoğurt ve ekmek alıp ziyaretine gitmiş. Üstad kendisine, 'Bu
getirdiklerinden çoluk çocuğunun haberi var mı?" diye sormuş. O da "Var" deyince, Üstad
oradan harika bir kerametle, taze ekmek çıkartmış.

Süleyman Kaya Üstadla tanıştıktan sonra on yıl Nur'lara hizmet etmiş.

Bilhassa Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Maraş'ta Risale-i Nur'ları götürüp


dağıtan, tanıtan bir zattı.

Antep harbi gazisi, Ahmed Hamdi Serdar'ın merhum babasının eliyle Nur'ları etrafa
yaymıştı. Esans satma perdesi altında muhtaç ve müştaklara hep Nur'ları dağıtıyordu.

Diyabakır'da ise Melik Ahmed Camii müştemilâtında kalarak yine Nur'ları dağıtırdı.

Gaziantep ve havalisinde Nur'ları tanıtmayı Üstaddan vazife olarak aldığını Emirdağ


Lahikası'nın ikinci cildinde ifade etmektedir.

Üstadla beraber 1954 yılında Isparta'da mahkemeye verilen seksen dokuz kişiden birisi
de Süleyman Kaya'dır. Diğer yüzlerce dâvâda olduğu gibi bunda da Nur talebeleri beraat
etmişti. Babası gibi kendisinin ismi de Süleyman olan bu mübarek zat, Üstadın ebediyete
intikalinden altı ay kadar sonra, 1960 yılı sonbaharında Isparta'nın Erikli köyünde vefat etti.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:288)

$ YAŞAR GÖKÇEK

1921'de Diyarbakır'ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi Tarih


Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî'nin (Ünlükul) çok yakın ve candan bir aile
dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir.

[]
Yaşar Gökçek

Dayım, Ali Murtaza Gökçek İstanbul'daki hayatından hatıralar anlatırken, bize Üstâd
Bediüzzaman Hazretlerini tanıyışını ve onun İstanbul'daki odasının kapısında yazılı olan
'Burada her suâle cevap verilir, hiç kimeseye suâl sorulmaz' tabelâsını ve bulunduğu bazı
münazaralarını naklederdi. Bu ifadelerle o zamanki muhayyelemde (4-7 yaş arası) masal
âlemlerinin destânî bir şahsiyeti, ilmin evc-i balâsı büyük bir din alimi teşekkül etmişti.

"Üstadı ilk görüşüm"

"Aradan yıllar geçti. İlkokul, orta ve lise tahsilini Diyarbakır'da ikmal ettikten sonra
üniversite tahsili için 1942'de İstanbul'a geldim. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne devam
ederken, bir taraftan da avukat kâtipliği yapıyordum. Hemşehrimiz Diyarbakırlı Avukat Reşad
Köksal'ın yanında (Sirkeci 4. Vakıfhan) çalışıyordum. Arada Reşat Beyden, Üstad
Hazretlerinin Anadoluda mahkeme mahkeme ve şehir şehir süründürüldüğünü dinliyordum.
Biz Doğu ve Güneydoğu Anadoluda devletin ve jandarmanın kendi vatandaşlarına karşı
sürdürdüğü vahşet politikasını hem yaşayarak, hem görerek çok iyi bildiğimiz için, Üstad
Hazretlerine karşı bu davranışları da tabii karşılıyor, sızlayan vicdânımızı duâlarla teselliye
çalışıyorduk

"Tarihini iyice hatırlayamadığım birgün, Adliye Sarayında (şimdiki Sirkeci Merkez


Postahanesinin üst katları) bir iş tâkip ederken, Üstadın Gençlik Rehberi dâvâsının o celsesi
olacağını ve Üstadın da bu celsede bulunmak için İstanbul'a geldiğini öğrendim.

sh:»(s:289)

Rabbim lutfetti, o gün hem mahkemeyi takib edebildim, hem de Üstad Hazretlerini ilk
defa yakından gördüm. O zamanki İslâmî kültürüm, bir ilmihal çerçevesini aşamadığı için
kıyafetinin orjinalitesini ilk seferde anlayamadım, daha çok bölgeye has bir kıyafet zannettim.
Ama davranışlarına ve bakışlarına hayran oldum. Kendimi yıllar evvelinden hayalimde
destanlaşan mitolojik bir kahramanın huzurunda hissetim. Bugün, o mahkeme gününden
hafızamda kalan sadece o destâni kahraman motifidir. Üstad bende daima o motifle
yaşamaktadır.

"Her Risaleyi yutarcasına okudum"

"Aradan yıllar geçti. Hayatın sürpriz ve depremlerine çıkar yol ararken, 1958'de
Konya'da Dr. Sadullah Nutku Bey merhumla tanıştım. Onun vasıtasıyla da o güne kadar
neşredilmiş Risale-i Nur Külliyatına sahip oldum. Çölde suya kavuşmuş insanın iştiyakıyla
her Risaleyi yutarcasına, ezberlercesine, her satırını hafızama nakşedercesine ve geceli
gündüzlü bir zaman içerisinde ve kısa sürede okudum. Bu okuyuşla da Hazret-i Üstada karşı
büyük bir muhabbet ve iştiyak duydum. O sırada Isparta'da bulunan Üstadı ziyarete karar
verdim. O gün yol-iz öğrenmek için Konya'da Yorgancı Mehmet Efendi geldi ve Isparta'ya
gidecek birinin bulunup bulunmadığını sordu. Beni gösterdiler. Çocukken beni tanıdığı
zamandan 30 yıla yakın zaman geçmişti, tabii beni tanımadı. Ben de o halet içersinde kendimi
tanıtmak arzusu duydum. Ama diyebilirim ki, o zaman Konya'ya yerleşmek kararı
verişimizdeki âmillerin başında Abdülmecid Efendinin Konya'da bulunuşu olsa gerek.

"Abdülmecid Efendi, bana aynen şöyle dedi:

"Üstada hürmetlerimi arzet. Hamdolsun hep iyiyiz. Yaramaz hiçbir şey yoktur. Saadet
(Abdülmecid Efendinin kızı) Konya öğretmen okulunu bitirdi, Elhamdülillah. İnşaallah
Konya'ya tayinini bekliyoruz.'

"Diplomanızla Risale-i Nur hizmetinde olun"

"Ertesi gün, Isparta'dan geçen bir İzmir otobüsü ile yola çıktım. Isparta'da Üstad
Hazretlerinin kaldığı evi buldum. Büyük bir heyecan içersinde kapıyı çaldım. Allah'tan beni
Üstadla görüşmeye muvaffak kılmasını yalvararak bekledim. Güzel ve şahsiyetli bir yüze
sahip bir kişi kapıyı açtı ve beni içeri aldı. Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Kendileri Şark
usulü ber sedirde o mükemmel kıyafetiy-

sh:»(s:290)
le oturuyorlardı. Etrafında iki veya üç kişi vardı. Ellerini öpmek istedim öptürmediler,
yüzümü gözümü ellerine, cübbesine ve dizlerine sürdüm. O anın yüksek heyecan ve
sevincinden ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve o ana kadar duymadığım büyük bir
huzurla, mübarek yüzünü seyrediyordum. Nereli olduğumu, kimliğimi, ne iş yaptığımı, şimdi
nereden geldiğimi sordular. Konya'dan geldiğimi öğrenince de 'Abdülmecid'i gördün mü?
Nasıllar?' diye sordular. Kendileriyle bir gün evvel görüştüğümü ve mesajını arzettim.
Herkese ve hassaten Saadet'e duâ buyurdular. Ergani ve Diyarbakır'dan tanıdığı bazı kişileri
sordular. Tanıdıklarım hakkında kendilerine bilgiler arzettim. Malatya'dan Terzi Said
Çekmegil'i sordular. Son ay içinde görüştüğümüzü ve hakkında bildiklerimi arz ettim.

"Ziyarete geliş sebebimi ve bir dileğim olup olmadığını sordular. Yetişme ve okuma
tarzımı ve bunun üzerimizde yaptığı tahribatı arz ettim ve bilhassa Nur Risalelerini okuduktan
sonra o güne kadar, gerek dünya ve gerekse İslâm hakkında bize öğretilen bilgi dünyasının
tarümar olduğunu, Kur'ân'ın açılan ışıklı yolunda yürümenin de büyük müşküller arzettiğini,
bu hususta elimizden tutmasını istirham ettim. Tahsilimizi sordular. Eşimin Hukuk mezunu
avukat olduğunu, benim de tarih tahsili yaptığımı Edebiyat Fakültesini bitirdiğimi arzettim.

"Risale-i Nur şakirdleri"

"Seni de, eşini de, bugünden itibaren Risale-i Nur şakirtleri listesine kaydettim.
Bundan evvelki hayatınızın bütün seyyielerini Cenab-i Hak affedecektir, inşaallah.
Hasenatınız kalacaktır. Bundan sonraki hayatınız, ruh ve bedeninizle ve diplomalarınızla
Risale-i Nur hizmetinde olacaktır' buyurdular.

"Bu sırada ziyarete Konya'dan, isminin Ahmed olduğunu ve İmam Hatip öğrencisi
bulunduğunu söyleyen bir delikanlı geldi. Ve konuşma esnasında, bu delikanlı:

"Efendim, Konya İmam Hatip Okul Müdürü, herhalde komünist' dedi.

"Üstad Hazretleri, Müdürün namaz kılıp kılmadığını sordu. Kıldığı cevabını alınca da,
aynen,

benim kardaşımdır' buyurdular. Bu ölçü, o günden geçerli olarak hayatımızın şaşmaz


ölçülerinden biri oldu ve beni hiç yanıltmadı.
sh:»(s:291)

Hz. Üstad ve kardeşi Abdülmecid

"Üstadın Urfa'ya hareket ettiği gün, öğleden sonraydı. Abdülmecid Efendilerin


Mevlâna Meydanına çıkan bir sokaktaki evlerinin üst katında hep beraber oturuyorduk.
Kapıları çalındı. Kapıya bakan Saadet, Üstad Hazretlerinin teşrif ettiklerini ve aşağıda arabada
beklediklerin haber verdi. Abdülmecid Efendiyle beraber hepimiz kapıya indik. Üstâd,
arabadan;

"Abdülmecid ben Urfa'ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı
helâl ediniz' buyurdular.

"Abdülmecid Efendi:

"Seydâ! Bizim sana ne hizmetimiz oldu ki, hakkımız olsun. Asıl sen bize hakkını helâl
et. Bizi sen okutup yetiştirdin' dediler.

"Bunu üzerine Üstâd:

"Senin de, Rabiâ'nın da bende çok haklarınız vardır. İkiniz de bana haklarınızı helâl
ediniz' buyurunca karşılıklı helâllaştılar. Üstâd arabadan yerleşmek üzere biraz geri
çekilmişken, tekrar eğildi ve Abdülmecid Efendiye:

"Abdülmecid, Abdülmecid! Bu kadar korkak olma! Vallahi mahpushanede sana


Rabiâ'dan daha iyi bakarlar' buyurdu.

"Abdülmecid Efendi de,

"Seydâ! Ben neyleyeyim ki, Cenab-ı Hak benim cesaretimi de sana lütfetmiş, seninki
iki kat olmuş, bende hiç kalmamış' dedi.

"Ertesi gün Urfa'dan Konya'ya ve hemen hemen bütün Türkiye'ye edilen telefonlar, o
gün Üstadın fâni âlemden bakî âleme göçtüklerini haber veriyorlardı.

"Makamları Cennet-i âlâ olsun ve Cenab-ı Mevlâ orada da şefaatlerine hepimizi


mazhar buyursun."
(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:292)

$ YUSUF KERVANCI

[]

Yusuf Kervancı

Yusuf Kervancı Nur kervanının mensuplarından bir ebed yolcusudur. Barla


eşrafındandır. Nur risalelerinden Yirmi Sekizinci Sözün, cennet bahsinin yazıldığı bahçenin
sahibidir. Sekiz sene Bediüzzaman'a hiç gücendirmeden hizmet eden ve Üstadın sıddık
ünvanını verdiği Süleyman Kervancı'nın büyük oğludur.

Yusuf Kervancı'nın Barla'da, Yokuşbaşı Mahallesinde, Üstadın medresesinin


karşısındaki evde dünyaya gelişini ve ilk günlerini annesi Memnune Kervancı şöyle
anlatmaktadır:

senesinin Ağustos sonlarında Ayşe ve Huriye gibi dört kızdan sonra bir oğlum
dünyaya gelmişti. Çeşme başında kadınlar 'Çınar ağacına tuğ dikildi' diye sevinçle
konuşmuşlardı. Üstad 'Bu sesler nedir?' diye sorduğu zaman bizim bey (Sıddık Süleyman
Kervancı) 'Bir oğlumuz oldu' diyerek, doğumu Üstada haber vermiştik. Üstad, 'Fesübbanallah,
ben tam Sûre-i Yusuf'u okuyordum. İsmini ben koyacağım' diye buyurmuş. Kocam, 'Bir
haftalık oldu, getireyim mi?' diye sorunca, Üstad, 'Yok, ben on beş günlük olunca çağırırım'
demiş. On beş günlük olunca kundakladım, alıp Üstada götürdü. Üstad kıbleye döndü, ezan
okudu ve ismini Yusuf olarak koydu. Bizim evden gözüküyordu, biz de bakıyorduk. Üstadın
dershanesinin karşısında soldan dördüncü ev bizim evimizdir.

"Üstadın zaman zaman çamaşırını yıkar, çorap ve elbiselerini yamalardım."


Bediüzzaman'ın bizzat ismini koyduğu bahtiyar simalardan, sıddıkların evlâdı Yusuf
Kervancı, bize babasının el yazısı, Üstaddan tashihli eserlerle birlikte şu bilgileri verdi:

"Bize Barla'da lâkap olarak Türdüler derlerdi. Dedelerim, Barla'dan İstanbul'a


kervancılık yaptıkları için, soy ismimizi Kervancı olarak aldık.

"Askerden Isparta'ya geldiğimde, Üstada cübbe ve çay getirmiş-

sh:»(s:293)

tim. Asker olduğum için hediyemi kabul etmişti. Başımdaki bere de hoşuna gitmişti.
1950'den sonra Barla'ya geldiği zaman Mustafa Çavuş'un kızı Zekiye yemek göndermişti.
Üstad yemeği çok buldu, önce yirmi beş kuruş verdi, sonra elli kuruş daha gönderdi. Yemeğin
yarısından fazlasını da geri verdi. Daha sonraları ise Üstadı Ankara Beyrut Palas Otelinde
ziyaret etmiştim."

[]

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:294)

$ HÜSMEN HÜSEYİN DURAN

1932'de Konya'da doğdu. Nur Risalelerini okuduğu için mahkemeye verilen on


binlerce Nur Talebelerinden birisidir.

[]

Hüsmen Hüseyin Duran


"Üstadı ziyaretim"

"Hazret-i Üstadı ziyaret etmek üzere Isparta'ya vardık, fakat elimizde adres yoktu. Ulu
Camii vardı, oraya gittik. Orada birine sorar öğreniriz dedik. Gittim, baktım biri abdest alıyor.
Ona yanışıp sordum. 'Siz nereden tanıyorsunuz Üstadı?' dedi. 'Kitaplarını okuyoruz' dedim.
'Hangi kitaplarını okuyorsunuz?' dedi. Ben de 'Lem'alar, Şuâlar, Mektubat' dedim. 'Siz Sıddık
Süleyman diye birisini duydunuz mu?' diye sordu. 'Evet duyduk' deyince, 'İşte o benim' dedi.
Sonradan anladım ki, onu oraya Üstad göndermiş. Yoksa namaz vaktiydi, namazı kılıp
gidelim derdi. Beraber Üstadın evine gittik, 'Siz merdivende bekleyin, ben Üstada haber
vereyim' dedi. 'Yalnız, Üstad anlatacaklarını anlatır, konuşması bittiği zaman gitmenizi
isteyince Esselâmu Aleyküm der, siz de Aleykümselâm dersiniz ve çıkarsınız' dedi. İçeri
girdim, Üstad yatakta, hasta, sesi zor çıkıyordu. Söylediklerini Zübeyir Ağabey bize tekrar
ediyordu. Beni gösterdi ve dedi ki: 'İşte Zübeyir, bu benim yirmi senelik talebemdir.' Hafız
olduğumu öğrenince 'Kur'ânı ezberleyen gözleri öpeyim' dedi. Gözlerimden öptü. Biraz daha
konuştuktan sonra, Üstad 'Esselâmu Aleyküm' dedi. Ben kalktım, fakat çıkarken, ailemden
niye bahsetmedi diye kendi kendime söylendim. Tam kapıdan çıkarken Üstad, 'Annen baban
var mı?' diye sordu. 'Var' deyince, 'Madem onlar seni yetiştirmiş, sen benim talebem olduğun
gibi, onları da talebe olarak kabul ediyorum ve her sabah dualarıma ortaktırlar' dedi. 'Madem
ki sen beni ziyarete geldin, senin yol paranı ben vermem lazım' dedi. 'Ben almam' dedim.
Fakat cüzdanımda 10 lira param vardı, harcamıştım. Daha sonra baktım, cüzdanımda bir 10
lira daha var. Gelirken birisi pasta göndermişti. 'Ben karşılıksız birşey almam' dedi ve bana 1
lira verdi. O 1 lirayı hâlâ hâtıra olarak saklıyorum.

sh:»(s:295)

"Daha sonra Isparta'dan ayrıldım. 15 gün sonra tekrar Üstadın yanına geldim. Üstad
beni görünce, 'Kardeşim daha 15 gün oldu görüşeli, niye tekrar geldin' dedi. 'Üstadım artık
sizin hizmetinizde kalmak istiyorum' deyince, 'Kardeşim git, Konya'da hizmet et' dedi. Böyle
olunca tekrar Konya'ya gittim. Konya'da hocalık yapmaya başladım.

"Bir ara Eğirdir'de kitap getirmeye gittim. Üstadı tekrar ziyaret etmek nasip oldu. Bu
gidişimde Üstad bir liste çıkarmıştı. Bu listede Mesnevî'nin gittiği ülkeler yazılıydı. Öyle
ülkeler ki, adını hiç duymadığım ülkeler. Üstad bana Arapça biliyor musun?' dedi.
'Bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum' dedim. Üstad 'Mesnevî'yi getir Zübeyir' dedi. Zübeyir
Ağabey Arapça bir Mesnevî getirdi. Üstad bir kaç satır okudu, tercüme etti. 'Bunu sana hediye
ediyorum. Konya'da kardeşim var, Abdülmecid Efendi, ona götür sana ders versin' dedi.
Abdülmecid Efendiye götürdüm, 'Bunları ben de anlamıyorum' dedi. Ben de, 'Anladığın
tarzda anlat' dedim.

"Üstad bir sene sonra bana ve kardeşi Abdülmecid Efendiye mektup yazmış.
'Kardeşim Hüseyin, sana verdiğim Mesnevî'yi Abdülmecid Efendiye ver, tercüme etsin. '
Abdülmecid Efendiye de aynı şekilde diyor ki: 'Hüseyin'den al, tercüme et. ' Nihayet mektup
gelince Abdülmecid Efendiye gittim. Ben gidince o da Mesnevî'yi aldı, okumaya başladı,
papağan gibi anlatmaya başladı. 'Anlamadığım kitabı anlamaya başladım' diyordu.

"Abdülmecid Efendi 'Demek Üstad bana sevap kazanayım diye bu tercümeyi


yaptırıyor, önceden anlamıyordum, bak şimdi anlatmaya başladım' diyordu.

"Birgün bir tefsir hocası dedi ki: 'Bediüzzaman Vehhâbî'dir, hiç hadisten bahsetmiyor,
hep ayetten bahsediyor. ' O zaman Hayrettin Karaman bu söze kızmış. Bana geldi, 'Buna
cevap vereceğim' dedi. Ben de bu durumu Üstada yazdım. Üstad cevaben dedi ki: 'Kardeşim
Hüseyin, o hoca aldanmış veya aldatılmıştır. Benden selâm söyleyin ve katiyyen münakaşa
etmeyin.' O hoca birkaç ay sonra boğazından ameliyat oldu, konuşamaz hale geldi, tefsir
hocalığını bıraktı. Bir sene sonra da ahirete gitti. Allah günahlarını affetsin.

"Birara camilerde risale okunmaya başlandı. Üstada bunu soruyorlar. Üstad da


'Maşaallah, Bârekallah' diyor ayağa kalkıyor, memnuniyetini izhar ediyordu. O zaman bize bir
kuru ekmek gönderdi. Biz de parçalayıp yedik.

"Üstad Ankara'ya geldiğinde biz de ordaydık. Diyarbakırlı bir yüzbaşı karşıladı


Üstadı. Üstad da ona müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek hakkında ders verdi.
Daha sonra bir Kon-

sh:»(s:296)

ya'da hapishaneye düştük. Çok zor günler geçirdik. Azılı katillerin, yan kesicilerin,
sarhoşların, kumarbazların arasında kaldık. Cenâb-ı Hakkın inayetiyle Konya hapishanesi de
Medrese-i Yusufi ye oldu. Risale-i Nurun inkişâfına, çok hizmetlere vesile oldu. O azgın
insanlar tevbe edip namaza başladılar, Kur'ân okumayı öğrendiler, günahlarına tevbe ettiler.
Dr. Sadullah Nutku Ağabey de hapishanedeydi. Sonra Osman Yüksel Serdengeçti de
hapishaneye geldi. Hattâ o zamanlar Türkiye'de huzur yok diyorlardı. Osman Yüksel
Serdengeçti de 'Huzur isteyen Konya hapishanesine, Nurcuların yanına gelsin' diyordu.

"Birgün Zübeyir Ağabeyle sohbet ederken Zübeyir Ağabey dedi: 'Bir gün ben Üstadla
Afyon hapsindeyken Üstadı bir odaya koydular. Pencere kırık, kapı kilitli, biz giremiyoruz.
Soba var, yakmıyorlar. Biz de giremiyoruz ki yakalım. Bir gün Üstad abdest almış, namaz
kılmış oturuyor. Adeta abdest aldığı sular sakal ve bıyığında donmuş. Ben donmuş kalmış
zannettim. O zaman ben kilidi kırdım, 'Üstadım!..'diye yanına girdim. 'Korkma kardeşim,
öldüremeyecekler' dedi. O zaman gardiyanlar geldi, 'Nasıl olur da bizden izinsiz buraya
girersin, kilidi kırarsın?' dediler. Beni falakaya yatırdılar, dövüyorlardı. Ben de Allah
diyordum. Siz de böyle bir duruma düşerseniz Allah deyin, başka bir çare yok!"

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:297)

$ VELİ IŞIK KALYONCU

senesinde Kastamonu'da doğdu. İlk ve Orta tahsilini İnebolu ve Kastamonu'da yaptı.


Ankara İlâhiyat Fakültesini bitirdikten sonra, Anadolunun çeşitli şehirlerinde muallimlik
yaptı. 1989'da emekli oldu. Halen Bursa'da ikâmet etmektedir.

[]

Veli Işık Kalyoncu

"Hazret-i Üstadı ziyaretim"


"Mektubat'ın tabedilmesi tamamlanmış sıra Tarihçe-i Hayat'ın basılmasına gelmişti.
Tarihçe-i Hayat'ın başına, 'Önsöz'ün kime yazdırılma mes'elesi meşveret edildi. Neticede
Medine-i Münevverede bulunan Ali Ulvi Beye yazdırılmasına karar verildi. Atıf Ural Ağabey
kendisine bir mektup yazdı. O da fazla gecikmeden Tarihçe-i Hayat'ın başındaki 'Önsöz'ü
gönderdi.

"Tarihçe-i Hayat'ın tabedilme çalışmaları, Tahsin Tola Ağabeyin 14 Mayıs


Mahallesindeki evinde başladı. İki katlı gayet lüks evin üst katını bize tahsis etmişti. Ev çok
lüks idi, ama bizim oraya serecek sergimiz bile yoktu. Üzerimizdeki battaniyeleri alıp bir
odasına sermiştik. Orada tashih ve diğer çalışmalar yürütülüyordu. Diğer eserlerde olduğu
gibi, bir formanın hazırlanışı tamamlanınca, ilk forma Hz. Üstada gönderiliyor; tashih ve
tasvibinden geçince o forma baskıya veriliyordu.

"Hz. Üstad, hizmet taalluk etmeyen ziyaretleri kabul etmiyordu. Onun için Hz. Üstadı
ziyaret etmek isteyenler Said Özdemir Ağabeyden forma alıp ziyarete gidiyorlardı.
Arkadaşların hepsi Hz. Üstadı ziyarete gitmişlerdi. Ben utancımdan Said Ağabeye, bu sefer de
ben gideyim diyemiyordum. Aylarca, sıra gelsin diye sabırla bekledim. Sonunda arkadaşların
hepsi, bu defa benim gitmemi Said Ağabeye söylemişler; o da kabul etmiş. Bunu duyunca çok
sevindim. Sevincimden geceleri gözüme uyku girmiyordu. Hz. Üstadı dünya gözüyle
görecektim. Senelerce düşlediğim tahakkuk edecekti.

"Hz. Üstadın o günlerde Isparta'da olduğu öğrenildi. Hz. Üstad bazen Emirdağ'a
geliyordu. Formalar da oraya gidiyordu. Bana Hz. Üstada götürmek üzere iki forma
düşmüştü. Ankara'dan trene bindim; sabah saat dokuzda Isparta'ya vardım. Adres üzerine
Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânını buldum. Beni kendisi o has gülümsemesiyle karşıladı. Beni
tanıyordu; Ankara'ya broşür mahkemesine geldiğinde görmüştü. Kendisine Hz. Üstada forma
getirdiğimi söyledim. Bana, 'Biraz dükkanda otur, şimdi Hz. Üstadın yanından birisi

sh:»(s:298)

gelir' dedi. Bir baktık, karşıdan Zekeriya geliyor. Zekeriya'ya beni Hz. Üstada
götürmesini söyledi. O önde ben arkada yürüdük. Beyaz badanalı iki katlı bir evin tahta kapısı
önünde durdu; zili çaldı. Kapı açılıncaya kadar ben de yetiştim. Bizi Zübeyir Ağabey
karşılamıştı. 'Ben Hz. Üstada haber vereyim' dedi. Biraz sonra Hz. Üstadın 'Gelsin' emrini
getirince, benim heyecanım son haddini bulmuştu. Hemen takkemi başıma geçirdim. Zübeyir
Ağabeyin arkasından tahta merdivenleri çıktım. Sergisiz tahta salonun karşısında, odada Hz.
Üstad başında beyaz sarığı ve üzerinde beyaz pamuklu hırkasını giymiş, karyolada
oturuyordu. Zübeyir Ağabey, beni Üstada 'Kastamonulu Veli' diye tanıttı. Elini öptüm. Hz.
Üstad üç defa şefkatle beni bağrına bastı. Her defasında 'Veli sensin, maşâallah kardeşim' diye
iltifat etti. O kadar samimi, o kadar şefkatli, o kadar müşfik ve merhametli idi ki, bunu tarip
etmek imkânsız. O anda Üstad beni nereden tanıyor diye düşündüm. O zaman aklıma
Kastamonu'dan Hz. Üstadı ziyarete gidenler bizden bahsetmişler. 'Kastamonu'dan lisede
Nurları okuyan talebeleri var' demişler. Üstad da isimlerimizi sormuş ve deftere yazdırmış. Bu
geldi aklıma. Zübeyir Ağabey benim İlâhiyat Fakültesinde okuduğumu söyledi. Hz. Üstad,
'İmam Hatipte okur' dedi. Bu üç defa böyle tekrar olundu. Zübeyir üçüncüden sonra sustu.
Bunun mânâsını seneler sonra anladım. Hz. Üstad bana: 'Bak ben konuşmuyordum; sen geldin
sesim açıldı. Seni Mehmed Feyzi gibi kabul ettim. Sen Feyzi'ye benziyorsun. Eğer
(Zekeriya'yı göstererek) bunu yanıma almasaydım seni alırdım' diye iltifatta bulundu.
Kastamonu'dan birçok kişiyi sordu. Bunlardan bir kısmını tanıdım, bir kısmını tanıyamadım.
Hepsiyle ayrı ayrı alakadardı. Bize 'Hz. Üstadın yüzüne sakın bakmayın kızar' demişlerdi.
Ben kaçamak olarak iki, üç defa baktım. Hz. Üstadın bilhassa gözleri, o kadar yaşlı olmasına
rağmen çok keskin idi.

"Ben götürdüğüm formları Hz. Üstada takdim ettim. Bu formalar Afyon hayatına
dairdi. Bizler yere yarı halka şeklinde oturduk. Tahirî Ağabeyde Hz. Üstadın ayak ucuna
oturmuştu. Bizlere sırayla birinci formayı okuttu. Bazen kesip, 'Tahirî, böyle olmamış mıydi?'
diye soruyor. Tahirî Ağabey de, 'Evet Üstadım böyle olmuştu' diye cevap veriyordu. Birinci
formanın okunuşu bitince Hz. Üstad bizi dışarıya çıkardı. Öğle ezanı da okunmak üzere idi.
Öğle namazından sonra, öğle yemeği yendi. Öğle yemeği ekmek ve yaş üzüm idi. Hz. Üstad,
'Benim tayınımı Veli'ye verin' demişti. Hz. Üstadın günlük tayını küçük bir ekmeğin dörtte
biri kadardı. Ben o ekmeği yememiş, teberrüken Ankara'ya arkadaşlara götürmüştüm.

"Hz. Üstadımız öğleden sonra bizi tekrar çağırdı. Tekrar yerdeki kilim parçasının
üzerine oturduk. Hz. Üstadın evinde o kilim parçasından başka sergi görmedim. Yerler
bembeyaz, temiz tahta idi. Hz. Üstad bize ikinci formayı da okuttu. Tashih işi bitmişti. Bizler
tek-

sh:»(s:299)
rar dışarıya çıktık. Ağabeylerin kaldığı odaya geldik. Hz. Üstad biraz sonra beni
çağırmış. Hz. Üstadın huzuruna üçüncü defa girmiş olduk. Hz. Üstad ban, 'şimendiferle
hemen geri dönmemi, Ankara'daki hizmetlerimizin çok mühim olduğunu' söyledi. Ellerinden
öptüm; tekrar beni bağrına bastı. Bayram Ağabeye, beni istasyona kadar geçirmesini
tembihledi. Hz. Üstadın huzurundan, huzur içinde sürurla ayrılırken, Cenab-ı Hakka, bu
büyük insanı ziyaret etmeyi nasip ettiği için hadsiz şükür ettim.

İlk talebe dershanesi

"Doğuş Matbaasında tab işleri devam ediyordu. Bir gün Said Ağabey, 'Matbaaya yakın
büro gibi bir yer tutalım, tab hizmetleri orada yapılsın' dedi. Ulus'ta, Dışkapı Caddesi
üzerinde, o zamanki Murat Lokantası üstünde, büyükçe bir oda tutuldu. Artık tashih vs. işleri,
burada yapılıyordu. Biz fakülteden çıkınca buraya geliyor geç vakitlere kadar çalışıyorduk.
Nizip Aparmanındaki deshaneyi de, Dış Cebeci'deki İlâhiyat Fakültesinin yakınındaki
Artukoğlu Apartmanına taşıdık. Bir taraftan fakültelerimize devam ediyor, diğer taraftan
hizmetlerle uğraşıyorduk. Burada yedi arkadaş beraber kalıyorduk. Mehmed, Kâmil, Hasan,
Hüseyin Aşçı, İbrahim Canan, İbrahim Ergun ve ben. Burası aynı zamanda, sayıları az da olsa
üniversitedeki dindar talebelerin uğrak yeri idi. Cumartesi akşamları, bu talebelerle toplanıp
burada, Risale-i Nur dersi yapıyorduk. Çoğu zaman bu derslerimizde Bekir Berk Ağabey,
Serdengeçti, Şevket Eygi de bulunuyordu.

"Hz. Üstadımız hizmet için, hizmetinde bulunan ağabeylerimizi Ankara'ya


gönderdiklerinde bizde kalırlardı. Bu ağabeylerimize Hz. Üstadın hallerini sorardık, onlar da
anlatırdı. Biz bu ağabeylerimizden çok istifade ettik. Üstadımız ekseriyetle bu ağabeylerimizi
bir devlet büyüğü ile görüşmek üzere gönderirdi. Bir defasında Üstadımız, Ayasofya'nın
tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar
milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz de bulunurduk.
Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi
gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu.

"Bizler bazı akşamları, Risale-i Nur'u tanımış zatların evlerine derse de giderdik.
Hergün belli zamanlarda beraberce Risale-i Nur'dan dersler yapardık. Namazlarımızı cemaatle
kılar, dershanenin işlerini ve hizmetlerini iş bölümü yaparak yürütürdük. Bir taraftan da
fakültelerimize devam ederdik.

sh:»(s:300)

Hz. Üstadın Ankara'ya gelişleri

"Bir gün Hz. Üstadın Ankara'ya geleceğini haber aldık. Hemen araba kiralayarak
karşılamaya gittik. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde beklemeye başladık. Üstadın arabası
uzaktan gözüktü. Biz 40-50 kişi yolun kenarına dizildik. Önde iki üç tane trafik arabası
olduğu halde, sur'atle geçti. Biz Üstadı selâmlarken, Üstad da bize iki eliyle selâm veriyordu.
Üstad doğrudan Hacı Bayram Hazretlerinin türbesine gitmiş. O zamanlar, ziyaret için,
türbenin kapısını açmıyorlardı. Görevliler Hz. Üstad için açmışlar; içeride bir müddet yalnız
kalmış. Oradan, kendisi için yer ayırtılan, sahibi Nurların dostu olan, Denizciler Caddesindeki
Beyrut Palasa gelmişler. Biz de oraya geldiğimizde, otelin etrafını sivil polisler sarmıştı.

"Hz. Üstadın Ankara ve İstanbul'a gelip gidişlerine basın çok yer vermişti. Bütün
gazeteler birinci sayfalarında büyük puntolarla 'Said Nursî Ankara'da,' 'Said Nursî İstanbul'a
hareket etti!' gibi başlık atıyorlardı. Onların niyetleri ne olursa olsun, bunlar bir nevi ilânat
oluyordu.

"Hz. Üstadı ziyaret için otele çok kişiler gelip gidiyorlardı. Fakat herkesi kabul
etmiyordu. Hz. Üstadın son Ankara'ya gelişlerinde Ağabeyler, 'Buradaki Kastamonulu
talebeler sizi ziyaret etmek istiyorlar' demişler. Hz. Üstad, 'Gelsinler' deyince, biz
ayakkabılarımızı çıkarıp içeriye girdik. Hz. Üstad hepimize elini öpmeye müsaade etti. Hz.
Üstadın eli hâlâ gözlerimin önündedir. Parmakları incecik bir deri bir kemik kalmıştı. Hz.
Üstad ayakta bize beş dakika kadar ders verdi. Ağaçtan, yapraktan, çiçekten, çekirdekten
bahsetti. Bunların Allah'ın varlığının şahitleri olduğunu anlattı. Bu Hz. Üstadı son görmemiz
oldu. Cenab-ı Hak âhirette tekrar görmek nasip eylesin."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:301)

İSTANBUL

ŞAHİTLERİ- 2

(1952-1960)

sh:»(s:302)

sh:»(s:303)

$ İSMAİL DİKEN

[]

İsmail Diken

senesinde, İdris Köşkü Caddesindeki, yine İdris-i Bitlisi Çeşmesi'nin karşısındaki evde
dünyaya gelmişim. Babam merhum Vanlı Fakih İsa Cafer (1876-1963) Efendiydi. Pederim de
Hizan'da dünyaya gelmişti. Daha çok gençken, Sultan Abdülhamid zamanında on beş-yirmi
yaşlarında buraya, İstanbul'a tahsile gelmişti. Üstad Bediüzzaman'ı tâ Hizan ve Van'dan
tanıyordu. Üstad Bediüzzaman'ın gıyabında evimizde bizlere, onun ilminden ve
kahramanlığından sitayişle bahisler açardı. Üstad için 'Molla Said' ifadesini kullanırdı.
"Üstad Bediüzzaman Rus esaretinden geldiği zamanlarda Eyüp'te bir müddet kalmıştı.
Hatta İdris-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiinde bir Ramazan'da
itikafta kalmıştı.

"Birgün, zannediyorum 1952 veya 53 senelerindeydi. Ben yalnız başıma evimizden


çıkıp İdirs-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiine doğru gidiyordum.
Sokağın başında karşıma üç kişi çıktı. Bunların ikisi genç ve kıravatlıydı. Talebe oldukları
belliydi. Üçüncü zat, cübbeli ve dar şalvarlı birisiydi. Ben bu zatlara selam verdim. Bu zat
heybetli bir şekildeydi. Selam verince de zaten bakışlarıyla heybetini göstermişti. Gençler
yirmi-yirmi sekiz yaşlarını gösteriyorlardı. Temiz kıyafetliydi ve üniversiteli oldukları
anlaşılıyordu. Bu heybetli zat bana selam verdi ve 'Sen kimin oğlusun?' diye sordu. Ben hiç
cevap vermeyerek, hemen eve koştum. Babamı çağırdım, 'Baba, baba, bir muhterem zat seni
soruyor' dedim. Babam, 'Bu zat bizim Molla Said Efendi olmasın?' dedi. 'Bilmiyorum' dedim.
Babam ise kapıdan çıkarak, bu zatları karşılamak için koştu. Bize doğru on beş-yirmi adım
kadar gelmişlerdi. Babam tanıdı ve hemen Üstadın ellerine kapandı, ellerini öpmek istedi,
Üstad elini çekti ve öptürmedi. Yürüyerek mezarlığın başına kadar gittiler. Üstad
Bediüzzaman, uzun bir ağacın yanındaki yuvarlak bir taşın üzerine varıp oturdu.

"Merhum babam da Üstadın yanına oturdu, diğer genç üniversi-

sh:»(s:304)

teliler de oraya oturdular. Ben ise arkada ve ayakta durarak konuşmalarını dinlemeye
çalışıyordum. Bazen Kürtçe konuşuyorlardı. Ben o zaman konuşmalarını anlayamıyordum.
Türkçe konuştukları zaman ben de anlıyordum. Galiba babam Üstada bir şey söyledi. Üstad
ona cevaben: 'Hiç üzülmeye değmez. Ben şimdiki bu halleri, bugünün böyle olacağını, seneler
evvel görmüştüm. Hani şimdi sinema diyorlar ya, bunun ben böyle olacağını, aynen bu taşın
üzerine oturmuştum ve aşağıdaki denizi seyrediyordum, sinema perdeleri gibi bugünler
gözlerimin önünden gelip geçmişti.'

"Bu bahisten sonra Üstadla babam yine Kürtçe konuşmaya başladılar. Bu yuvarlak
taşın üzerinde on beş dakika kadar oturdular. Oradan kalkarak babamla vedalaştılar ve
ayrıldılar. Üstad Bediüzzaman Eyüb'e doğru yürüyüp gitti. Biz babamla eve dönerken, ben
babama sormaya başlamıştım. Babam bana 'Bu zat benim sana daima bahsini ettiğim Molla
Said dediğim zattır, Bediüzzaman'dır.'

"Üstad Bediüzzaman Zeyneb Hatun Camiinde itikafta kalırken, ablam Emine


akşamları iftarlık yemek götürürdü. Üstad ise sadece bir çorbayı alırdı.

senelerinde 'Üstad Bediüzzaman'ın Sirkeci'deki ağır ceza mahkemesinde mahkemesi


var' demişlerdi ve ben de bu mahkemeyi takip etmek için gitmiştim. Ama o zaman mahkeme
günü Sirkeci'deki şimdiki postahane olan yerde mahşerî bir kalabalık vardı. Bu kalabalık ve
izdiham yüzünden mahkemeye girememiş, sadece seyirci olarak dışarıda kalmıştım."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:305)

$ NİHAT YAZAR

Nihat Yazar 1925'te Adana'nın Osmaniye kazasında doğdu.

[]

Nihat Yazar

Volkan gazetesi sahibi Nihat Yazar, gazetesinde Üstad hakkında 'Bediüzzaman'ı


zehirlediler' başlığı altında bir yazı yazmıştı. Bu yazıyı daha sonra Üstad kendi Tarihçe-i
Hayat'ına konmasını emretmişti. Nihat Yazar, yazdığı bu yazıyı ve Üstadı ziyaret istediğini
şöyle anlatmaktadır:

"Bediüzzaman Said Nursî ve onun cumhuriyet dönemindeki Müslüman Türk


nesillerine örnek, izzet, vakar ve celâlet içersinde geçmiş hak mücadelesini benim neslime ve
bütün Türk milletine önce Necip Fazıl Bey Büyük Doğu'suyla, sonra Eşref Edip Bey merhum
Sebilürreşad'ıyla, daha sonra da Cevat Rifat Atilhan Bey merhum makale ve kitaplarıyla
duyurdular ve tanıttılar. Daha sonraları ben onu çeşitli fırsat ve vesilelerle bizzat Necip Fazıl,
Cevat Rifat ve hele de Eşref Edip Bey merhumun ağzından dâsitânî bir şekilde dinledim.

"Bana gelince, be bu mücahidler ordusuna yaşımın küçüklüğü sebebiyle ancak


1950'lerde İktisat Fakültesinde öğrenciyken yayınlamaya başlayacağım Volkan dergisiyle bir
çömez olarak katılabildim. Dergideki 'Bediüzzaman'ı zehirlediler' yazısı, * onun şahsında
Müslüman Türk milletine, Ramazan'da ve iftar sofrasında revâ görülen işkence ve bir
zehirleme haberi üzerine kaleme alınmıştır.

"Adı geçen yazımın neşrinden, hatırımda kaldığına göre, on gün kadar sonraydı. Sinan
Omur merhumu Vilâyet karşısındaki matbaasında dergimin tashih ve tertibiyle meşguldüm.
Matbaada çalışanlardan bir tanesi, 'Ağabey, biri geldi seni görmek istiyor' dedi.

"Nerede?' dedim.

"Sinan Omur Beyin odasında' dedi.

"Kalktım ve gittim Odaya girdiğim zaman temiz giyinmiş Nur yüzlü, ben yaşta bir
gencin oturduğunu gördüm. Tanıştık. Edebiyat Fakültesinin, yanılmıyorsam coğrafya
kısmında okuyordu ve adı da

____________________________________________

(*). Bu yazı Tarihçe-i Hayatın son kısımlarından 557-558. sayfalarında yer almaktadır.

sh:»(s:306)

Hüsâmettin idi galiba. Bana kendisini Bediüzzaman Hazretleri tarafından


gönderildiğini, Üstadın beni gıyâben çok sevdiğini ve duâlar ettiğini ve beni ölen yeğeninin
yerine kabul ettiğini söyledi.

"Nasıl övünmem ve sevinmem ki?"


"Çok sevinmiştim. Sevindim ve hâlâ da seviniyorum ve de sevineceğim. Nasıl
övünmem ve nasıl sevinmem ki? Yaşı seksenlere ermiş ve Kur'ân'a ömür vermiş, Bedr'in
arslanları misâli Allah kullarından biri beni tebrik ediyor, bana duâlar, selâmlar yolluyordu.
Ben ki, kendini bilip mes'uliyetini icra ettiğim günden beri, 'Yüklendim yükümü, göçüm
Allah'adır' iman ve şuûru içerisinde nefes alıp veriyorum. Hüsâmettin Bey matbaadan
ayrılmadan önce, Bediüzzaman Hazretleri şimdi İstanbul'da, Fatih'te bir otelde kalıyorlar.
Tedavi için geldiler. İsterseniz sizi yanına götüreyim' dedi.

"Sinan Omur Bey, benim 'Peki' dememe fırsat vermeden söze karışarak, 'Senin şimdi
oraya gitmen doğru olmaz. Her taraf dilenci ve ayakkabı boyacısı kılığında bir sürü hafiyeyle
doludur. Hem Efendi Hazretleri için, hem de senin için iyi olmaz. Derhal mecmuanı
kapatırlar. Bu işi başka bir zamana bırakın' dedi.

"Çok sürmedi ve hâdiseden iki hafta sonra beni tevkif edip Sultanahmet Hapishanesine
attılar.

"Hapishaneden çıktık ve Mısır'a gittik. 'Başka zamana bırakın' demişti Sinan Bey.
Bıraktık ve mahşere kaldık. Allah'ım cümlesine rahmetve mağfiret eylesin, âmin."

(Nihat Yazar'dan bu bilgileri alıp gönderen Ali Sarıkaya kardeşime teşekkür


ediyorum.)

[]

Tarihçe-i Hayat'taki "Bediüzzaman Said Nursî'yi Zehirlediler" başlığını taşıyan yazıyı,


Nihad Yazar, Volkan dergisinin 2 Ağustos 1951'deki 9. sayısında yazmıştı.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:307)

$ MUHSİN ALEV
kışının soğuk, 6 Aralık Cuma günü, Batı Berlin'de Fray Ünivertesinin mescidini
arıyorduk.

Nihayet arkadışım ve dostum İhsan Atasoy'la epey yorulduktan sonra cumadan önce
mescidi bulabilmiştik.

yaşlarında kısa boylu bir zat, aradığımız Muhsin Alev Bey, yeni abdest almış bize
doğru geliyordu.

Küçük mescidde namazı kıldıktan sonra, Muhsin Alev'in hatıralarını tespit etmeye
başlamıştık.

Muhsin Alev'in Türkiye'den ayrıldığı yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıl vatandan,
dostlardan uzak kalmak, en katı kalpli bir insanı bile rikkate getirirdi.

Muhsin Alev Türkiye'yi, buradaki dostlarını, bilhassa Üstadı unutamıyordu. Hasretle,


hicranla anıyor, gözleri dolu dolu... Dalmış yıllar öncesini hatırlayarak anlatıyordu:

Muhsin Alev anlatıyor

"Unutamadığım, asla unutamayacağım anlar Üstadımla birlikte geçen anlardı. Hele


birgün Afyon'da mahkemede koridorda bekli-

[]

Üstad Bediüzzaman Gençlik Rehberi mahkemesinden sonra, Nur Talebelerinden


Muhsin Alev, Mehmed Babacan ve Hayrullah Lim'in kollarında; Sirkeci'deki Ahşehir Palas
Oteli'ne giderken.

sh:»(s:308)

yorduk. Üstadım başını omzuma dayamıştı. İşte o günün, o anın lezzetini unutamam.
Hayatımın bundan daha mes'ut bir hatırasını hatırlamıyorum."
Muhsin Alev duygulu bir insan, bu duygularından birinde şunları mısralaştırıyordu:

"Üstadım Said Nur

Onun kitapları var Risale-i Nur

Yanında alır ve kırlara açılır,

Rüzgârlar onu okşar, güneş onu kucaklar,

Çiçekler tebessümle ona doğru bakarlar

Kuşlar cıvıldaşarak, ona doğru koşarlar

Çünkü kâinatta, fıraktan, ayrılıktan elemden bahsetmedi,

Sevinçten, kavuşmaktan, visalden haber verdi.

Böyle tefsir eyledi Nur'un bir bendesi."

senesinde Üstad Bediüzzaman için açılan İstanbul Mahkemesinin diğer bir sanığı da
Muhsin Alev'di.

senesinde iki bin tane Gençlik Rehberi Risalesini matbaada bastırmıştı. Bu mahkeme
dolayısıyla İstanbul'a gelen Üstad Bediüzzaman, Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde
kalıyordu.

Kendi dilinde

Söz, Akşehir Palas Otelinden açılınca Muhsin Alev Bey, Üstadla ilgili orada geçen
hatıralarından yirmi beş yıl sonra hatırında kalanları başladı anlatmaya:

"Kâmil Öztürk ile birlikte Necip Fazıl Kısakürek'in yanına gidip geliyorduk. O
yıllarda Necip Fazıl, Büyük Doğu faaliyetleriyle meşguldü. Necip Fazıl'la münasebetlerimiz
devam ediyordu. Risale-i Nur'larda bazı parçaları Büyük Doğu mecmuasında neşrettiriyorduk.

"Necip Fazıl'ın Üstadı ziyareti"


"Üstad İstanbul'a gelince sanki bütün İstanbul halkı Akşehir Palas Oteline boşaldı.
Hergün yüzlerce insan Üstadı ziyaret ediyordu. Bu arada bir çok tanınmış zevat da bu
ziyaretçiler arasındaydı. Necip Fazıl da Üstadı ziyarete gelmişti. Üstad, kendisini alaka ile
karşıladı. Bir sandalyeye oturttu.

"Necip Fazıl, kendisinin yanına gelip giden gençleri Üstad Bediüzzaman'ın yanında ve
hizmetinde görünce (ben tahmin ediyorum) üzülmüş olacak ki, Üstad kendisine:

"Üzülme! Üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak

sh:»(s:309)

kabul ettim. Ben seni Risale-i Nur'a yirmi senelik hizmet yapmış olarak kabul
ediyorum' dedi.

"Yine Necip Fazıl'la olan görüşme sırasında Üstadın şöyle dediğini hatırlıyorum.

"Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrılık yoktur. Ders almak ve kaynak
bakımından aynı yere gidiyoruz.'

"Reşadiye Otelinde"

"Üstad Akşehir Palas Otelinden sonra, Fatih'teki Reşadiye Otelinde kalmaya başladı.
Burada da çok ziyaretçiler gelmişti. Bunlardan birisi de Osman Yüksel Serdengeçti idi.
Osman Yüksel'e şöyle demişti:

"Seni oğlum gibi kabul ediyorum. Oğlum olsaydı senin ismini koyardım. Yazılarında
şahıslarla, bilhassa menfî şahıslarla uğraşma.'

"Üstad zaman zaman eski hatıralarından da anlatırdı' diyen Muhsin Alev, bu


hatıralardan şu latif meseleyi nakletti:

"Üstad eski gençlik günlerindeki hatıralarından anlatırken, mevzu 31 Mart Olayındaki


Hurşit Paşa Divan-ı Harbinden açılmıştı. Mahkemede reise karşı söylediği,
"Eğer meşrutiyet İttihat ve Terakkinin istibdadından ibaret ise, bütün dünya ins ve cins
şahit olsun ki, ben mürteciyim' cümlesini İmam-ı Şafiî Hazretlerinden ders aldığını söyledi.

"İmam-ı Şafiî Hazretlerinin Âl-i Beyte sevgi ve muhabbetinden dolayı, 'Sen Alevî
misin, Rafızi misin?' diye sordukları zaman, Şafiî Hazretleri cevaben,

"Eğer ehl-i beyte sevgi ve muhabbet Rafizîlik ise, bütün dünya şahit olsun ki ben
Rafızîyim' buyurmuşlardı.

"Bu eski günlerin geçtiği yerleri zaman zaman gezmeyi de çok severdi. Hassaten
hatırası geçen yerleri bazen birlikte gezerdik.

"Yine böyle bir gezinti sırasında, eski Harbiye Nezareti olan İstanbul Üniversitesi
merkez binasını gezerken, 31 Mart Olayında asılanların yerlerini göstererek, anlatıyordu.
Kendisini de asılanların, pencereden gözüktüğü yerde muhakeme etmişlerdi.

"Yaptığı çok şahane ve celâlli müdafaadan sonra, beraat etmişti. Kendisi beraat
etmekle kalmamış, bir çok suçsuz insanların da tahliye edilmelerini sağlamıştı.

"Bu şiddetli mahkemelerde suçsuzluğu tebeyyün etmişti. Temyizi, müdafaası ve


avukatı olmayan mahkemede kararlar derhal infaz

sh:»(s:310)

ediliyordu. Mahkemede beraat etmekle kalmamış, vuku bulan yanlışlıktan dolayı


Hurşid Paşa Divan-ı Harbi kendisinden özür dilemişti."

***

Muhsin Alev, bilhassa 1952-1953 yıllarının hatıralarının şahididir...

Mezkûr yıllarda Üstad Bediüzzaman, gerek Gençlik Rehberi mahkemesi, gerekse


Samsun mahkemeleri için iki yıl üst üste iki defa İstanbul'a gelip, üçer ay kalmıştı.

Kendisi bu yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde


öğrenci olarak bulunuyordu

Muhsin Alev'in felsefe konularında da Üstadı ile konuştuğu olmuştu.


Bununla ilgili de hatıraları vardı. Birgün Üstad Bediüzzaman'la ders esnasında bahis
Sokrat'tan açılmış. Muhsin Alev, Sokrat'ın zehir içerek intihar ettiğini söyleyince,
Bediüzzaman, Sokrat'ın intihar ettiğini kabul etmiyerek, şu cevabı veriyor:

"Nasıl intihar edebilir? İntihar etmedi, mahkûm edildi... Zehir içmeye mahkûm edildi.
Neticede zehir içirilerek öldürüldü.

"İntihar etmek günahtır. İntihar eden, büyük katil olur.'

***

"Risale-i Nur mesleğinin dört esasından birisi de şefkat oluşu itibariyle Üstad,

"Ben şefkat dersini çocukluğumda annemden aldım. Hikmet intizam ve nizam dersini
de rahmetli babam Mirza'dan aldım' diye buyuruyordu.

"İstanbul'un fethinin 500. yıldönümünde"

senesinde İstanbul'un 500. Fetih yıldönümünde, Fatih Camii avlusunda yapılan


merasimlere Üstad da iştirak etti. Tribünlerden bayramı takip etti. İlk defa hazırlanan ve
gösterilere çıkan mehter takımını sevinçle seyretti. Mehterden memnuniyetini ve
mesruriyetini izhar etti.

"Yine 1953 senesinde Beyazid'de Marmara Palas Otelinde bir kaç gün kalmıştı. Otelin
penceresinden bakarken, derin bir tefekküre dalmıştı. Medreselerin ve mabedlerin harabe
haline çok üzülmüş ve dertlenmişti.

"Eski medreselerin canlı olduğu günleri, binlerce medrese talebesinin girip çıktığı
günleri hatırladım' diye hasretle bahsetti.

sh:»(s:311)

"Üstadın tedbir dersi"

"Birgün gece vakti Nur Risalelerini bir bohçaya doldurmuş, başka bir yere taşıyordum.
Yolda bir arabadan karpuz almak istedim. Karpuzcudan fiyatını sordum. Bu sırada orada olan
bekçiler benden şüphelendiler. Beni karakola götürdüler. Karakolda kitapları açıp baktılar,
kimbilir ne zannetmişlerdi. Kitapları görünce bunlarda birşey yoktur diye beni serbest
bıraktılar.

"Sabahleyin Üstadın yanına gittiğimde akşamki hâdiseyi aynen Üstada anlattım.

"Üstad bana tedbir ve dikkat dersi verdi.

"Niçin gece götürüyordun. Gece götürmeye ne lüzum var. Gündüz götürseydin' dedi.

"Zaman zaman bize çeşitli dersler verirdi.

"Yine birgün bir vesilesini bulmuştu;

"Abdülmuhsin'in eli, dili kalbi iyidir. Fakat aklına karışmam' diyordu.

"Bazen çeşitli meseleler olunca Üstad yazmamı isterdi. 'Yaz unutursun' derdi. Sonra
daima sorup istişâre etmemi isterdi. 'İki kişiye sormadan birşey yapma' derdi. 'Eline, diline
itirazım yok, fakat senin aklına karışmam' derdi.

"Asıl suçlu erkeklerdir"

senesinin bahar aylarında Fırıncı Mehmed kardeşin Çarşamba'daki evinde kaldığı


günlerde, gezmeye çıkacaktı. Bizim beraber gelmemizi istemedi. Yalnız başına gitmek
istiyordu. 'Bugün beni bırakın, ben yalnız başıma gideceğim' dedi.

"Tramvayla gidip çeşitli yerleri gezmişti. Akşam döndüğünde kadınların açık-saçık


halleri üzerinde durdu. Hanımların bu şekilde açık gezmelerinde ve açık giyinmelerinde,
erkeklerin suçlu, kabahatli olduğunu, büyük suçun erkeklere ait olduğunu söyledi. Kadınlara
makamlarından fazla hürmet ettiklerini, yüksek muamele yaptıklarını, onlar bir er ve onbaşı
iken, albay gibi muamele ettiklerini; bunun neticesi olarak da kadınların hakimiyeti ellerine
alarak istediklerini yaptıklarını, açık-saçık gezdiklerini üzülerek anlattı.

***

"Tarihçe-i Hayat'taki, Tiflis'te Şeyh Sanan Tepesinde Rus polisiylee aralarında geçen
konuşma bahsolundu.
"Benim içimden, oralara gitmeyi çok arzu ediyordum. Bu arzumu Üstad hissetti. Bana
hemen cevap verdi:

sh:»(s:312)

"Hayır sen oraya gitmeyeceksin. Seni Tiflis'e göndermeyeceğim. Oraya Sungur


gidecek. Sungur'u göndereceğim. Sungur, Tiflis'e gidip benim medresemi açacak!'

"Üstadın Fener Patriğiyle görüşmesi"

"Çarşamba'da Ziya Arun kardeşimizle birlikte gezmeye gitmişlerdi. Eve


döndüklerinde Ziya Arun heyecanlı bir şekilde. Üstadla birlikte Fener Patrikhanesine
gittiklerini ve Üstadın Patrik Athenagoras'la görüşüp konuştuğunu anlattı.

"Nur Âleminin Bir Anahtarı'nın yazılması"

"İstanbul'da 1953 senesi baharında en son eseri Nur Âleminin Bir Anahtarı'nı telif edip
bitirmişti.

"Bu eserine bir isim koymak istiyordu. Bize ders vermek ve hem de istişârenin
ehemmiyetini bildirmek için, bize sordu, istişâre yaptı. Neticede Nur Âleminin Bir Anahtarı
isminde karar kılındı ve esere bir isim verildi. Bu risale aynı zamanda Üstadın yazdığı en son
kitap oldu.

"Nevruz mahlûkatın bayramıdır"

"Üstad gezmeyi, bilhassa bahar ve yaz aylarında kırlarda dolaşmayı çok severdi.
Mahlûkatla, mevcudatla başbaşa kalıp, derin derin tefekkür ederdi.

"İstanbul'da Nevruz günü (21 Mart) kıra giderken, bizi de yanında götürdü. Kırda,
"Bugün mahlûkatın bayramıdır' diye Nevruzun önemini bize anlatmıştı. Kırdaki
köpeklere ekmek parçası verdi.

"Bugün, bu Nevruz bayramından, bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın
bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim' demişti. Çok sevinçli bir hali vardı
Nevruz günü...

"Tavus Kuşlarındaki İlahî sanat"

"Yine güzel bir bahar günü... Günlük güneşlikti. Ziya Arun kardeşimiz de
beraberimizde namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan
sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik.
Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu.
Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek hislerini ifade buyurdu:

sh:»(s:313)

"Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim' diye onlardaki İlâhî sanatı nazara


vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi.
Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti.

***

"Üstad, zaman zaman eski esaret günlerinden den bahis açarak sohbetler yapardı. Yine
böyle bir hasbihalde, Rusların kendisine çok daha fazla zulüm yapmak istediklerini, fakat, 'Bu
bizim çocuklarımıza ve kadınlarımıza dokunmadı, onları kesmedi' diye fazla eziyet
etmediklerini anlatmıştı.

"Ben Abdülhamid'e veli nazarıyla bakıyorum"

"İstanbul'da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhum padişaha çok
hücum edip hakaret ediyormuş. Bunu Üstad duyunca üzüldü. Bize,
"Sultan Abdülhamid 60 milyon Müslümanın halifesiydi. Ben ona bir veli nazarıyla
bakıyorum' diye buyurarak Abdülhamid Han hakkında bir lahika mektubu neşretmişti.

***

"Çok çeşitli ziyaretçiler gelirdi. Akşehir Palas Otelinde Urfalı iki kardeş gelmişti.
Üstad bunların aşırı hürmetlerinden sıkıldı. Ağlayıp duruyorlardı. Bunlar Üstada çok fazla
hürmet ediyorlardı. Bunların aşırı hürmetlerini kabul etmedi.

"Kardeşim, şimdi hürmet zamanı değil, hizmet zamanıdır' diye ikaz etti.

***

"Hafızlar bazen grup halinde gelip, Üstadı ziyaret ediyorlardı. Hafızlara hafızlığın
ehemmiyetinden bahsediyordu:

" Siz de hafızsınız biz de hafızız. Biz Kur'ân-ı Kerimin mânâsını, siz de lafzını
muhafaza ediyorsunuz' diyordu.

***

"Sirkeci'de Hoca Paşa Camii yanında bir lokantadan yemeklerini getirdik. Çok basit
yiyeceklerle günlerini geçirirlerdi.

"Trabzonlu imam ve aynı zamanda lokantacı olan zattan getirdiğimiz yemeklerden pek
az yerdi. Düstur ve prensiplerini bozmazdı.

***

sh:»(s:314)

"Şarklı bir zat gelmişti. Üstadla Kürtçe konuşmak istiyordu. Üstad,

"Kardaşım, Türkçe konuş, bunlardan saklayacak bir şeyimiz yoktur. Hem ben
Kürtçeyi unutmuşum' dedi.
"Kürtler, İran'da, Suriye'de ve Türkiye'de vardırlar. Eğer onlar İslâm milliyetini esas
alarak kabul ederlerse, ittihad-i İslâma sebep olacaklardır. Böylece, onlar bölücü bir unsur
değil, bilakis ittihad-ı İslâma sebeb olurlar' dedi.

***

"Üstadla Bakırköy taraflarında kırlara çıkmıştık. Orada Süleyman isminde Beyrutlu


bir Hıristiyan, koşarak Üstada doğru geldi. Üstad, bu adamı reddetmedi, kabul etti. Biraz
onunla sohbet ettiler. Adam ayrılırken Üstad kahve hediye etti. Sonra Üstad kahveyi bana
verdi.

"Üstadın bu Hıristiyanla görüşmesinden çok sevindim ve şevke geldim. Namaz vakti


girmişti. Elimi kulağıma atıp, cezbe ile ezan okumaya başladım. Ezan okurken çok
bağırmışım. Üstad beni ikaz etti.

"Keçeli! Ne bağırıyorsun böyle?' dedi.

"Bakırköyden gelirken Muammer Topbaş'ın arabasındaydık. Arabada Musa Topbaş ve


Mustafa Oruç da (Ramazanoğlu) vardı. O gün okunan mevlidi arabasının radyosundan
dinleyerak takip ettik.

"Bu mevlidin bahsi Nur Âleminin Bir Anahtarı isimli Risalede geçmektedir.

***

"Van'daki tahsil günlerinden bahsederdi. Bütün ilimleri elde ettiğini, okuduğunu


söyledi. Yalnız organik kimyayı tam elde edemediğini ifade etti.

***

"Birgün Enver Paşadan bahsetti. Onun Orta Asyada şehid oluşunu iyi bir şekilde
anlattı.

***

"Ziyaretine gelen tıbbiyeli bir arkadaş, 'Ben namazımı kılıyorum, fakat ibadet
esnasında kalbime fena şüpheler geliyor' deyince, Üstad da beni göstererek;

sh:»(s:315)
"Bak buna! Felsefe tahsil ediyor, hiçbir şüphesi de yok. Bundan ders al, Nur'ları oku'
diye ona nasihat etti.

***

"Evine dön"

"Bafralı İhsan Efendi Emirdağ'da Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad,

"Kardeşim ben seni genç zannediyordum. Sen ihtiyarmışsın. Dön git köyüne!... demiş.

"Kendisi İstanbul'a gelmişti. Ali Fuat Başgil kendisinin sınıf arkadaşıymış. Merhum
Başgil'e Risale-i Nur'lardan bahsetmiş. Başgil alâka ile dinlemiş.

"Başgil, 'Madem Üstad sana köyüne dön demiş, sen hemen köyüne dön' diye İhsan
Efendiye söylemiş. Bafralı İhsan Efendi, bir hafta sonra köyünde vefat etmiştir.

***

"İman hizmeti ve Kur'ân hizmeti"

"İstanbul'da bir bayram günü Üstad, Gönenli Mehmed Efendinin evine


bayramlaşmaya gitti. Gönenli evinde yoktu. Üstad, kapıdan selâm ve bir not bıraktı.
Gönenli'ye hitaben,

"Kardeşim, siz olmasaydınız. Kur'ân hizmetini biz yapacaktık. Biz iman hizmetini
yapıyoruz, siz de Kur'ân hizmetini yapıyorsunuz' diyordu."

***

Muhsin Alev, Üstad Bediüzzaman'la ilgili bize bunları anlattı. Hatıralarının sonunu
Muhsin Beyin şu içli ifadeleriyle bağlamak isterim:
"Afyon'da mahkeme salonunda beklerken, Hazret-i Üstad bana yaslandı. O günü hiç
unutamıyorum. Yirmi yıldır annemden, babamdan, vatanımdan, hepsinde de acı olan
Üstadımdan ayrılıp buralara geldim.

"Üstadımla geçen günlerim hayatımın en mesut anlarıydı."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:316)

$ HÜSEYİN RAHMİ YANANLI

Hüseyin Rahmi Yananlı, 1930'da Gaziantep'in Kilis ilçesine bağlı Yananlı köyünde
doğdu

[]

Hüseyin Rahmi Yananlı

"Necip kardeşim"

"Tarihini hatırlamıyorum, ama Üstadın ziyaretine gittiğimizde Sirkeci'de Ahşehir


Palas Otelinde kalıyordu. İçeri girdiğimizde bizi ayakta karşıladı. Odanın ortasına kadar geldi,
kucakladı bizi.

"Bana 'Hüseyin kardeşim' diye hitap etti. Çok mültefit idi. Ben bu sırada Hukuk
Fakültesinde talebe idim. Ziyaretine giderken, onun büyük bir zat olduğunu bilerek
gidiyorduk tabii.

"O sırada Necip Fazıl ile beraber çalışıyorduk. Bizim gittiğimizi işitince başladı Üstad
aleyhinde konuşmaya. Ben de Said Nursî'nin evliya olduğunu söyledim. 'Biz ne evliyalar
gördük' v.s. sözler söyledi. Ondan sonra da 'Beraber gidelim ziyaretine' dedi. Beraber gittik.
Ancak beraber gittiklerimizden şimdi Necip Fazıl'dan başka kimseyi hatırlamıyorum. Necip
Fazıl'a da, 'Necip kardeşim' diye hitap etti.

"Ziyaretinden dönüşümüzde vapurla Necip Fazıl'ın evine gidiyorduk. O yine


Bediüzzaman aleyhinde konuşmaya başladı. Bazen de takdir eder gibi. Öylece evine vardık."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:317)

$ KEMAL BAŞTUĞ

1335'te Aksaray'a bağlı Helvadere köyünde doğdu. 1938'den beri İstanbul'da


oturmaktadır. Çeşitli özel müesseselerde garsonluk yaptı. 1976'da emekli oldu.

"Bediüzzaman'ı ilk defa 1952'de Gençlik Rehberi Mahkemesinde gördüm. Mahkeme


salonu o kadar doldu ki, mahkeme işlemez oldu. Vazifeliler halkı çıkaramayınca
Bediüzzaman'dan yardım istediler.

"Bediüzzaman Said Nursî, 'Beni sevenler, dışarı çıksın' dedi ve ilave etti: 'Beni
sevenler teker teker içeri gelsin.'

"Salon doluncaya kadar girdiler. Mahkemede, yanında avukatlarından Abdurrahman


Şeref Laç vardı.

"Mahkemenin çıkışında Bediüzzaman Hazretlerinin yürüyerek gitmesi mümkün


olmadığından bir arabaya bindirildi. Çünkü caddede mahşerî bir kalabalık vardı.

"Daha sonra kendisini Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinde ziyaret ettik. Ziyaretine
gittiğimizde kapıda talebeleri bizi içeri almadılar. 'Şemseddin Efendi bizi gönderdi' dedik.
Talebeleri kendisine haber verince, Hazret merdivenden 'Siz gelin' diye işaret etti.
"Biz yanına girince, 'Ben sizi tanımıyorum, ancak Şemseddin Efendi ile tanışıklığımız
var, onunla Denizli mahkemesinde beraberidik' dedi.

"Son defa ise İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü merasimleri sırasında görüştük.

"Merasimleri seyretmek için Topkapı'ya gitmiştim. Ancak orada merasim bölüğünün


Yedikule'ye gittiğini ve oradan da Fatih Camii avlusundan geçeceğini söylediler. Cami
avlusunda resmî vazifeliler için yerler hazırlanmıştı. Biz de yaya olarak Topkapı'dan Fatih'e
gittik. Bediüzzaman Hazretleri yolun ortasındaki ağaçlardan birine dayanmıştı. Yanımdaki
arkadaşım İhsan'a dedim ki: 'Bu, Bediüzzaman Said Nursî değil mi?'

sh:»(s:318)

"Evet' dedi. Biz hemen geri döndük. Selâm vererek, hürmetle elini öptük. Ayakta
durmasına tahammül edemedim. Hemen koşup bir çayhaneden sandalye getirdim, oturması
için kendisine ikram ettim.

"Teşekkür etti, 'Camiye gidecektim. Madem ki sandalye getirdin hatırın için


oturacağım' dedi.

"Biraz oturduktan sonra müsaade isteyerek 'Namaza gideceğim' dedi. Yanındaki adam
koluna girdi. Hırka-i Şerif tarafına doğru yürümeye başladılar. Biz de arkasından gidiyorduk.
Bu hal milletin nazarını celbetti. 'Bu zat kimdir?' Biz de, 'Said Nursî'dir' dedik.

"Böylece kendisini takip eden binlerce kişi oldu. Hırka-i Şerif yanındaki camiye
girdik. Namaz kılıp tekrar Fatih Camiinin önüne geldik. Müthiş bir kalabalık vardı. İçeri
girmek için polis ve jandarmalar yol açıyordu. Böylece ben de içeri girdim. Herkes yerleşmiş
oturuyordu. Bize de dört yer boşalttılar. Said Nursî Hazretleri ortada olduğu halde oturduk.

"Minarelerde salâ okunuyordu. Bu sırada kendimden geçmişim. Uyandığımda, ilk işim


sağımda oturan Bediüzzaman'a bakmak oldu. Sandalyesi boştu. Solumda oturan İhsan'a
'Nerede Hazret?' diye sordumsa da, o da bana aynı suali sordu.

"Nerede? Hâlâ o günden beri arıyor gözlerim, bulamıyor."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:319)

$ H. HAFIZ SELAHADDİN GÜNEY

yılında Çanakkale'nin Lapseki ilçesinde doğdu. 1948-1950 arası hafızlığı bitirdi.


1951'de müezzin olarak vazifeye başladı. 1982'de emekli oldu.

[]

Hafız Selahaddin Güney

"Bediüzzaman'a nasıl namaz kıldırdığımı hatırlamıyorum"

"Bediüzzaman Said Nursî ile görüşmemiz 1952 senesinde olmuştu. O zaman yirmi
yaşında ve Fındıklı Molla Çelebi Camiinde vazifeli idim. Bir gün, caminin önünde dururken
biri bana, 'Bu gelen Bediüzzaman Said Nursî'dir' dedi. O zamana kadar kendisini hiç
görmemiştim. İlk defa görüyordum.

"Vakit öğle idi. Camiye girdi. Ben elini öpmek istedim öptürmedi. Sonradan öğrendim
ki, hiç kimseye öptürmüyormuş. Cübbeyi kendisine giydirmek istedim. Giymedi ve bana, 'Sen
burada vazifelisin, sen imamlığa geç' dedi.

"Yanakları kırmızı, sakalları yoktu. O sırada hiç unutamıyorum. Heyecandan


titriyordum, namazı nasıl kıldırdığımı hatırlamıyorum.

"Bir de mahkeme sırasında kendisini uzaktan görmek ve sesini işitmek nasip oldu.
Erkenden gittiğimiz halde salon dolmuştu."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:320)

$ HALİL SIDKI ÖZTURAN

[]

Halil Sıdkı Özturan

"Risale-i Nur'un her satırı bir Said'dir"

"Eşref Edip Beyin çıkardığı Sebilürreşad'ın abonesiydim, devamlı okurdum. Raif


Ogan Bey'in İslâm Dünyası'nı aboneydim, onu da devamlı okurdum. Büyük Doğu'nun,
Serdengeçti'nin hep abonesiydim. Bu İslâmî dergilerin vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman
Hazretlerine âşinalığımız vardı. Yine de sonbahar mevsiminin Eylül ayında İstanbul'a gelmiş,
Bozkurt otelinde kalıyordum. Bu esnada Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'da
olduğunu işitmiştim. Hemen kaldığı otele gittim. Otelciye çok rica ettim. Üstadı ziyarete
geldiğimi söyledim. Otelci, 'Bu gece Nur Talebeleri Hazret-i Üstadı buradan alıp başka bir
otele götürdüler, ama nereye götürdüklerini ben bilmiyorum' dedi.

"Merak ve heyecanla soruşturma yaptım, ama kimse nereye götürüldüğünü


bilmiyordu. Bunun üzerine hemen Sebilürreşad mecmuasının idarehanesine koştum. Rahmetli
Eşref Edip Beyin ellerini öptüm. Zaten Sebilürreşad'ın abonesi olduğum için evvelden beri
beni tanıyordu. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin nerede olduğunu sordum. Rica ettim ve
ziyaretine gitmek istediğimi söyledim. Merhum Eşref Edip Bey, Üstadın yerini söyleyerek
yerini tarif etti. 'Oğlum, Üstadın kaldığı yer mahrem tutuluyor' dedi ve bana Fatih'teki
Reşadiye Otelini söyleyerek, otelin yerini de tarif etti. 'Otelin on bir numaralı odasında
kalıyor, rahatsız etmemek için gitmemek lazım' dedi. Çok teşekkür ederek, koşup Fatih'teki
Reşadiye Otelini bularak üst kata çıktım.
"Çok talebe vardı, hep ziyaret için gelmişlerdi, ama rahatsız' diye kimseyi
bırakmıyorlardı. Ben tam on bir numaralı odanın kapısı önünde durdum. Orada bulunan Nur
talebesine çok rica ettim, 'Görüşeceğim' dedim, itiraz etti. Ben, 'Üstad Hazretlerine bir
söyleyin' dedim. 'Bir Diyarbakırlı müştakınız var, sizinle görüşmek istiyor' deyin. Gitti,
Üstada haber verdi. Üstadın beni beklediğini söyledi.

"Bunun üzerine hemen içeri girdim. Az sonra nur yüzlü, nurdan

sh:»(s:321)

yapılmış bir zatla karşı karşıya gelmiştim. Somyasının üzerinde yatağında oturmuş,
zayıf mahif bir nur âbidesi. Hemen ellerine sarıldım. Doya doya öptüm. Beni yanına oturttu.
Nereli olduğumu sordu. 'Diyarbakırlıyım' dedim.

"Hazret-i Üstad, 'Ben Diyarbakırlıları çok severim, Cemil Paşalarda çok kalmıştım.
Evladım ben şimdi çok rahatsızım. Beni ziyaret etmek isteyenler Risale-i Nur'ları okusunlar.
Risale-i Nur'ların her satırı, bir Said'dir' dedi. Bu esnada elindeki bir bardakla süt içiyordu.
Bardakta biraz süt vardı, kalan sütü bana verdi, benim içmemi söyledi. Ben de verdiği sütü
içtim. Fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyerek hemen müsaade istedim. Tekrar mübarek
ellerini öperek ayrıldım.

"Dışarda Nur talebeleri bana yedi-sekiz tane Nur Risalelerinden verdiler. Ben artık
Nur Üstaddan Nur Risalelerini alarak vatanıma, Diyarbakır'a bir kuş hafifliğinde uçarcasına
döndüm."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:322)

$ MEHMET ŞEVKET EYGİ


Mehmet Şevket Eygi 1933'te doğdu. Galatasaray Lisesinden sonra Ankara Siyasal
Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Yeni İstiklal, Bugün ve Büyük Gazete'yi çıkardı. Bedir
yayınevinin sahibidir.

[]

Mehmet Şevket Eygi

Mehmet Şevket Eygi, Üstadı ziyaretini ve Risale-i Nur hakkında kanaat ve tesbitlerini
şöyle anlatıyor.

"Sene 1952, Galatasaray Lisesinin son sınıfındayım. O tarihlerdeki Türkiye'nin siyasî,


iktisadî, sosyal, kültürel manzarası bugünkünden çok başka. Cumhuriyet Halk Partisinin yirmi
dört yıllık kâbuslu idaresi 1950'de sona ermiş; ama kafalar henüz fazla değişmemiş, birçok
dinî konular hâlâ tabu. Galatasaray'ın son sınıfında belli başlı üç dindar genç var. Bunların
başını Sandıklılı Said Mutlu çekiyor. Hayli uzun boylu, zayıf, sinirli ve heyecanlı bir genç.
İkincisi bu fakir. Üçüncü arkadaşımız da Elbistanlı Ahmet. O zamanın İslâmî basınından
Büyük Doğu'yu, Serdengeçti'yi, Sebilürreşad'ı, Hür Adam'ı, Komünizmle Mücadele'yi ve
diğer mukaddesatçı ve milliyetçi neşriyatı takip ediyoruz.

"Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur isimleri Müslüman cephede bir efsane gibi
dilden dile dolaşıyor. Risale-i Nur'ların matbaada basılması yasak. Biri Isparta'da, ötekisi
Kastamonu'da bulunan iki teksir makinası ile basılıyor Risâleler. Daha önceleri de el
yazısıyla, İslâm harfleriyle çoğaltılıyormuş. Başlangıçta Üstad, (Bediüzzaman için bu ün
kullanılırdı) Risâlelerin yeni frenk yazısıyla basılmasına müsaade etmemişti. Daha sonra,
İslâm yazısını bilmeyen genç nesillerin istifade edebilmesi için müsaade verdi.

"Galatasaray'a Risale-i Nur'ları ilk getiren rahmetli Said Mutlu olmuştur. (1966'da
Sandıklı'da bir cinayete kurban gitmiştir) Teksirle basılan Risalelerin bazıları hayli büyük
ebattaydı. Bunları, kitaplarımızı ve defterleri koyduğumuz sıraların gözlerinde muhafaza
etmek tehlikeli ve netameli olacağından, en emin yer olarak öğretmen kürsüsünün
çekmecesine koymuştuk. Kürsüdeki bu çek-
sh:»(s:323)

meceyi hiçbir öğretmen sahiplenmezdi. Risâleleri zaman zaman oradan çıkartır,


okurduk.

"Üstadı ziyaret eden üç Galatasaraylı"

"Birgün Said heyecanla geldi ve 'Üstad Bediüzzaman, aleyhinde açılan bir dâvâda
bulunmak üzere İstanbul'a gelmiş; Sirkeci'de bir otelde kalıyormuş, ziyaretine gidelim' dedi.

"Ben ve Ahmet, 'Olur' dedik. Bu ziyareti bir Cumartesi mi, Pazar günü mü yaptık
hatırlamıyorum. Kararlaştırılan gün, güzelce giyindik ve Sirkeci'nin yolunu tuttuk. Hocapaşa
Maliye Şubesinin bitişiğindeki çıkmaz sokakta Ahşehir Palas adlı otele girdik. Bu otel 1980'li
yılların ortalarına kadar duruyordu. Sonra yıktılar ve yerine han yaptılar.

"Üstad otelin en üst katında küçük bir odada kalmaktaydı. Karşısında diğer küçük
odada hizmetini gören kimseler vardı. Bunlardan Ziya adında, saçları biraz uzunca bir genci
hâlâ hatırlıyorum. O tarihte Teknik Üniversitede okuyan Muhsin Alev de Üstadın yakın
hizmetkârları içindeydi. Zaten, kendisinin İstanbul'a mahkemeye gelmesine sebep olan hâdise,
Muhsin'in Gençlik Rehberi'ni matbaada bastırması olmuştu.

"Bediüzzaman'ın kaldığı küçük odaya girdik. Burası basık tavanlı, küçük pencereli bir
yerdi. Üstad karyolasına bağdaş kurmuştu. Başında, renkli bir kumaştan (yanılmıyorsam
kaşkol gibi bir şeyden) sarılmış bir sarık vardı. Duvarda kavukluk gibi bir rafta, bakalitten
küçük bir radyo vardı. Galiba başka bir eşya da yoktu. Yerdeki yaygıya çöküp oturduk.

"Üstad Türkçeyi Şark şivesiyle konuşuyordu. Zaten o tarihlerde Türkiye'nin birçok


bölgelerinde Türkçenin ayrı şiveleri vardı. Bizim Galatasaray talebesi olduğumuza sevindi.
Nasihatâmiz bir konuşma yaptı. Bilhassa Bolşeviklik tehlikesinin üzerinde çok durdu.

"O zamanın Türkiye'sinde komünizm bu kadar yaygın değildi. Hattâ hiç yaygın
değildi. Bilemediğiniz, birkaç bin ütopyacı Marksist vardı. Üstadın, komünizmin ileride
Türkiye'nin başına belâ olacağını sezmesi gerçekten büyük bir uzak görüşlülük, bir kerametti.
"Ziyaretimizin sonuna gelmiştik. Bediüzzaman Hazretleri üçümüze, 'Bu konuştuklarım
bir ders mahiyetindedir. Siz bundan böyle benim talebem oldunuz' dedi. Elini öpüp izin aldık
ve ayrıldık.

"Aslında, bir İslâm büyüğü ve Kur'ân hâdimi olan Bediüzzaman'ı seven, ona saygı
duyan, eserlerini benimseyen her Müslüman bir Risale-i Nur talebesidir. Elbette her hareketin,
her meşrebin bir

sh:»(s:324)

hiyerarşisi vardı. Nurculuğun da has talebeleri, işleri çekip çeviren, hizmetleri yürüten
elemanları vardır. Ama, Risale-i Nur çok geniş bir dairedir. Ortada ve kenarda olan
Bediüzzaman ve Risale-i Nur muhiblerini de talebe olarak kabul etmek gerekir.

"İki küçük teksir makinesinin yaptığı fütûhat"

"Şu sözlerimle bazılarına dolaylı yoldan da olsa bir gerçeği hatırlatmak isterim:
Bediüzzaman bana ve arkadaşlarıma, 'Ziyaretime geldiniz, dersimi dinlediniz, talebem
oldunuz' demiştir. Ben de bütün gazetecilik ve yayıncılık hayatımda Risale-i Nur'ların
müdafaasını yapmış, mağdur ve mazlum Nurcuları savunmuş bir kimse olmuşumdur. Bundan
ancak şeref duyarım. Bununla iftihar ederim.

"Allah'ın bir kuluna verdiği en büyük nimet muhakkak ki, iman ve İslâm nimetidir. Bu
nimete nailiyetimden dolayı ne kadar şükür, hamd ve sena etsem azdır. Bu Allah vergisi iman
ve İslâm nimetini kişide kuvvetlendiren, devamına sebep olan şeylerden biri de ehlullahın
nazarıdır.

"Bu fakir, ömrümün çeşitli zamanlarında ehlullahtan, mazanne-i kiramdan birtakım


muhterem şahsiyetlerin nazarlarıyla şereflendim, sohbetlerinden istifade ettim. Bunlardan biri
de, yukarıda anlattığım Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmemizdir.

"Bediüzzaman gerçekten çok müstesna bir şahsiyettir. İmkânların kıtlığı ve neticenin


azameti göz önünde tutulursa, bu husus hemen anlaşılır. O, iğne ile kuyu değil, koskoca bir
deniz kazmaya muvaffak olmuştur. Onun iman, İslâm, Kur'ân, Şeriat ve ümmet-i
Muhammed'e yaptığı hizmetler, hangi meşrepten olursa olsun bütün Müslümanların hayran ve
minnettar bırakacak mahiyettedir.

"Üstadın özeliklerinden en önemlisi, bence, onun bütün bu hizmetleri parasız pulsuz


başarmasıdır. Kimseden, hizmet için bile para istemezdi; istenilmeden getirilse, teklif edilse
de kabul etmezdi. Elle çevrilen, mumlu kağıtla çalışan iki külüstür teksir makinesi ile harika
ve muazzam hizmetler yapılmıştır.

"İhlâs, istikamet, ittihad, feragat, mürüvvet, sabır sahibi Bediüzzaman ve talebelerine


İlâhî tevfik rehber oluyor, mânevî fütuhat kapıları açılıyordu. Emin olunuz, o kahramanlık
devrinin iki küçük teksir makinesinin yaptığı fütuhatı bugün kos koca ve ofset rotatifleri
yapamıyor.

"Risale-i Nur hareketinin temel prensiplerinden biri, belki birincisi ihlâstır. Uyduruk
Türkçede karşılığı bile bulunamayan bu büyük

sh:»(s:325)

kelime, bir sırlar hazinesidir. Nitekim Rab Teâla Hazretleri, kudsî bir hadiste şöyle
haber vermiyor mu?

"İhlâs Benim sırlarımdan bir sırdır ki, Ben onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.'

"Mü'minin ihlâsı öyle bir silâhtır ki, bunun mânevî kuvveti karşısında hiçbir kuvvet
direnemez. İhlâs sadece dille söylenip tekrarlanmakla gerçekleşmez. Esbabına tevessül etmek,
şartlarını yerine getirmek, zedelenmesine mani olmak gerekir. Kardeşler arasında dargınlık,
hizipleşmenin, benliğin, aleyhte konuşmanın, ayrılık gayrılığın olduğu yerde ihlâs mı kalır?
İhlâs gidince de hizmetler sönükleşir, fütuhat rüzgârları kesilir.

"Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur talebeleri içinde tam bir birlik ve beraberlik
olmasına son derece önem verirlerdi. En ufak bir rekabete, hodgâmlığa, dargınlığa,
münazaaya müsamaha etmezlerdi."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:326)

$ MUSTAFA GÜLEÇ

Mustafa Güleç 10 Ocak 1933'te Bursa İnegöl'ün Yenice Müslüm köyünde doğdu. 7
Ocak 1989'da İstanbul'da vefat etti.

[]

Mustafa Güleç

Üstadı ilk olarak ne zaman görmüştünüz?

"İlk gördüğüm 1952'deydi. Bir kaç sefer gördüm. Son İstanbul'a gelişinde de ziyaret
edip ellerini öpme saadetine erdim, dualarını aldım.

yılında İstanbul'a geldiğinde, Gönenli Mehmet Efendi kendisine bir ev bulmayı


söylemiş, 'Bir ev bulalım, Üstadım' demiş.

"Üstad da ağabeyim Mehmet Fırıncı'yı kastederek, 'Ben söyledim Muhammed'e, o evi


tedarik edecek' demiş. Böylece Üstadı bizim evde üç ay misafir ettik. Ve her seferinde yemeği
götürüldüğünde, yemek tepsisine parasını bırakırdı. Güya bizde misafir kalıyordu Üstad, ama
parasını da veriyordu.

"Birgün ben Üstadı görmeyi arzu ettim. Mehmet Ağabeyime söyledim. O da, 'İsmail
Ağa Camiinin kapısının iç tarafında bekle' dedi. Cuma günüydü. Üstad Hazretleri geldi,
İsmail Ağa Camiini geçti. İleride bir dolmuş durağı vardı. Orada bir taksiye bindi. Ben de
taksiye doğru yürümüş bulundum. 'Bir selâm vereyim' dedim. Üstad da bana selâm verdi ve
bir el işaretiyle 'Gel buraya' dedi.
Üstad sizi nereden tanıdı da arabaya çağırdı?

"Bana kendisi sordu. Ben de cama doğru yürümüştüm, 'Sen kimsin?' dedi.

"Mehmed'in kardeşiyim, Mehmed Fırıncı'nın.'

"Üstad tanıyamadı. Tekrar sordu. Ben yine 'Mehmed'in kardeşiyim' deyince soruyu
yine tekrarladı. Yanındaki talebelerinden birisi, Abdulmuhsin olacaktı. 'Bu Muhammed'in
kardeşi Üstadım' dedi.

"Üstad, Ağabeyime 'Muhammed' dermiş, 'Mehmed ' demezmiş. Ve ondan sonra Üstad,
'Gel' dedi.

sh:»(s:327)

"Çok kalabalık oldu Üstadım, binmeyeyim' dedim.

"Dolmuşta beş kişi vardı. Yani doluydu. Bir de ben altı olacak, sıkışacaklar diye
binmek istemedim. Üstad celâlli bir şekilde, 'Gel buraya' dedi. Ve bindim. Ben elini öpünce o
da benim boynuma sarıldı. Böylece gönüllerin fatihi Üstad Said Nursî bizi de gönlüne aldı,
bağrına bastı.

"Üstad babamı bekliyormuş"

"Beyazıt Camiine gittik ve namaz kıldık. Orada talebelerden ikisi ayrıldı, biz tekrar
dolmuşa bindik. Fatih-Çarşamba'ya doğru gideceğiz. Bir hayli bekledik. Cuma günü o saadde
dolmuş bulmak imkânsızdı. Dolmuşta bir kişilik yer var, fakat binen kimse yoktu. Ben dedim:
'Devam etsin, bir kişilik ücreti veririz.'

"Üstad, 'Hayır olmaz!' dedi.

"Üstad böyle deyince, tabii ben bir şey diyemedim.15-20 dakika kadar bekledik. Şoför
devamlı 'Çarşamba! Çarşamba!' diye bağırıyordu. Nihayet baktım, ileride merhum babam
Ahmed Naci Güleç geliyor.
"Üstadın kerameti işte! Zaten uzun ve bereketli ömrü hep hârikalarla geçmişti. İşte
yine bir keramet göstermişti.

"O gün Üstad ayrılacakmış. Yani ertesi sabah gidecekmiş. İşte böyle, nurlu Üstadın
elini öpmüş ve nurlu simasını yakından görmüştük. Aynı dolmuşta beraber Fatih-Çarşamba'ya
kadar yolculuk etmiştik. İnşaallah Hazret-i Üstad ebedî âlemde de bizleri yalnız bırakmaz,
yanına alır."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:328)

$ HÜSEYİN CAHİT PAYAZAĞA

Hüseyin Cahit Payazağa 1926'da Bitlis'te doğdu.

[]

Hüseyin Cahit Payazağa

"Üstad Hazretleri Fatih-Çarşamba'da ahşap bir evde kalıyordu. Biz beş arkadaş birlikte
ziyaretine varmıştık. Yanında bulunan Muhsin Alev vasıtasıyla isimlerimizi ve babalarımızın
isimlerini sordu. Ellerini öptük, hatırlarımızı sordu.

"Çok derin düşünceli ve mütefekkir bir insan olduğu her halinden anlaşılıyordu.
Bizimle birlikte Malatyalı Mustafa Derya Ağabeyimiz de vardı. Kendisi Üstad Hazretlerinden
Kürtçe birşeyler sordu. Hazret kızdı ve Türkçe konuştu, o ne söylediyse Üstad Hazretleri hep
Türkçe cevaplar verdi.
"Ben öyle ufak şeylerle uğraşamıyorum"

"O günlerde Ahmet Emin Yalman'a suikast davası vardı. Ben de Üstaddan bunları
sordum. Kendileri ise, 'Ben böyle ufak şeylerle uğraşmıyorum, böyle şeylere ben tenezzül
etmiyorum' şeklinde cevaplar verdi. O zaman yanında Avukat Mihri Helav vardı. O günlerde
bir başkomiseri kendisini takip için vermişlerdi.

"Oturdukların evin karşısında bakkal Mehmed Efendi vardı, çok muhterem ve dini
bütün bir insandı. Başkomiser onun önünde oturuyor ve devamlı Hazretin evini gözetliyordu.
Kimin girip çıktığını takip ediyordu. Karşısında yine bizim Millet Partisi vardı. Biz de
partiden görüyorduk. Sabahlara kadar ışık yanıyordu. Geceleri namaz kılıyor ve hep ibadet
ediyordu. Cuma günleri ise Yavuz Selim Camiine namaza geliyordu. Yolda kenarlardan
gidiyordu. Camide arkalarda oturuyordu, orada namazını kılıyordu. Devamlı peşinde polis
takip ediyordu.

"Ziyaretlerine gittiğimde, 'Evladım, ziyaretime geliyorsunuz, benim sizlere zararım


olur, görüyorsunuz devamlı polisler takip ediyor' diyordu.

"Bizler, bir ara takip eden polisleri dövmeyi plânlamıştık.

"Çarşamba'ya zaman, zaman bir araba gelip Üstadı alıyor ve gezdirmeye götürüyordu.
Eyüp Sultan'a Cumaya gidiyor, boğaza

sh:»(s:329)

gezmeye gidiyordu. Ben o zamanlardı Fethiye Semt Ocağı başkanıydım.

"Ramazan günü, sahura kadar bekleyen bir adam gelmişti. Meğer kendileri Adalar
imamıymış. Bu zat da Kastamonu'dan Üstad Hazretlerini tanırmış, oradaki hârika kerametli
hallerini bizlere anlatmıştı.

"Bir Rumun itirafı"


"Çarşamba'da Rum teb'alı bir gayrimüslüm bakkal vardı. Üstad Hazretleri o adamdan
alışveriş yapardı. O Rum bakkal Üstadı yüz metre öteden görse, hürmeten hemen ayağa
kalkıyordu.

"Ben, Dimitros adındaki bu adama sordum: 'Bu zata neden bu kadar hürmet
ediyorsun?'

"Siz' dedi, 'bu zatı tanımıyormusunuz. Eğer bu zat Yunanıstan'da olsa kendisine
altından ev yaptırırlar.'

"Üstad Hazretleri bu Rumdan beyaz peynir alıyordu. Kesesinden çıkarıp parasını


veriyor, 'Helal et' diyordu.

"Fethin 500. yılı için büyük hazırlıklar yapılmıştı. Fetih için kesilen kurban etinden
Üstad Hazretlerine de götürmüştük. Üstad Hazretlerinin Ayasofya'ya gidip orada namaz
kılacağı söyleniyordu. Bu söylentiden polisler çok telaşlanıyorlardı.

"O törenlerin rozetlerinden ben de hâlâ bulunur.

"Hazret-i Üstadı bizlere verin"

"Demokratlar, Halk Partisinden çok korkuyorlardı. Adnan Menderes iyi bir insandı,
fakat Celal Bayar katıydı. Menderes'le Bayar, Pakistan'da Karaçi'ye gittiklerinde, Pakistan
Maarif Vekili Ali Ekber Şah onlardan, 'Hazret nasıldır?' diye Bediüzzaman Hazretlerini
sormuştu. Pakistanlılar Üstad Hazretlerini çok seviyor ve Pakistan'a gelmesi için davet
ediyorlardı.

"Pakistan hükümeti, 'Hazret-i Üstadı bizlere verin, ülkemize gönderin' diyorlardı.

"Zannediyorum Üstad Bediüzzaman Hazretleri kendileri, hep Türkiye'yi istiyor, başka


yere gitmek istemiyordu. Bizim milletimizi çok seviyordu. Bir de tahmin ediyorum, nereye
gitse, Türkiye'den daha büyük hürmet ve alâka görürdü.

"Zalim ihtilalciler, merhumun mezarını bile bir gece vakti kırıp, naaşını kaçırmışlardı.
Ama bugün görüyoruz, Nur Risaleleri kaç dile çevrilmiş, her yerde serbestçe satılmaktadır.
Neden, bu mübarek Üstadla bu kadar uğraştılar?
"Onunla uğraştıkça, Risale-i Nur'lar bütün dünyaya yayıldı."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:330)

$ İSMAİL DAYI

Bir dönem Balıkesir Milletvekili olan Dayı, Yağmur yayınevi'nin de sahibidir. 1952'de
bir tıp talabesiyken, arkadaşı eczacı Said Mutlu ile birlikte Üstadı Akşehir Palas Otelinde
ziyaret edip dualarını almıştı.

[]

İsmail Dayı

"1952'de Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde bir grup
üniversiteli arkadaşla birlikte ziyaret edip, ellerini öpüp dualarını almıştık. O zaman Ağır
Cezada Nefi Demirlioğlu Beyin riyaset ettiği bir dâvâsı devam ediyordu. Bizler muhtelif
fakültelerdendik; hukuk, iktisat, ve çoğunluğu tıbbiyendendik. Ziyaretimiz sırasında bize şunu
söylemişti:

"Ben en çok öğretmenleri severim, sonra da doktorları severim. Çünkü insanların


kalbine giriş evvelâ muallimlerle, sonra da maneviyatı tam, hâzık ve imanlı doktorlar
sayesinde olur' Üstadın bu sözleri şahsen bana çok tesir etmişti. Bu sözü çok kıymetli
buluyorum.

"Yatakta bağdaş kurup oturur bir vaziyetteydi. Her zamanki gibi başında sarığı,
sırtında cübbesiyle oturuyordu. O sırada kendisine sevgi besleyen bir aşçı her gün üç öğün
yemek gönderiyordu. Buna teşekkür ediyor ve 'Kabul etmem' diyordu. Aşçının ısrarı üzerine,
Üstad, 'Bu yemekleri bekleyen polislere verin, çünkü onlar zahmet çekiyor' diyordu. Kendisi
yumurta, peynir ve zeytin gibi çok basit gıdalar yiyordu.

"Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ikinci defa olarak 1953 yılında, İstanbul'un fethinin
500. yıldönümünde, Beyazıt'taki Marmara Otelinde rahmetli eczacı Said Mutlu ile birlikte
ziyaret etmiştik. O zamanlar ben tıptaydım, Said Mutlu da eczacılık fakültesinde okuyordu.

"Üstad, Marmara Otelinin ikinci katında, sol bloktaydı. O zamanlar Said'in evlenme
meselesi vardı. Üstad, Said'in evlenme meselesine nereden muttalî olmuştu, onu bilemiyorum.
Said Mutlu'ya hitaben, 'Şimdi evlenmeyin, evlenmenizi biraz tehir edin. Biraz ilme

sh:»(s:331)

ve dine hizmet edin. Yaşınız hele otuz beşe gelsin, evlenmeyi o zaman düşünürsünüz'
diye buyurmuştu. Bu söz hafızamda yer etmişti. Bu ziyaretten bir hayli zaman sonra,
Sandıklı'da Said Mutlu'yu vurarak öldürmüşlerdi. Orada eczacılık yapıyordu. Kendisin ilme
ve İslâmı hizmetlere vermişti. Daha önceleri birkaç defa evlenmeye teşebbüs etmişti, ama
evlenememişti. Tam otuz beş yaşında vefat ettiği zaman, Üstadın sözlerin düşünmüştüm.
Sandıklı'da eczacılık yaparken yanındaki kalfası zimmetine çok para geçirmiş, tesbit edilip
mahkûm olunca, Said Mutlu'yu vurmuşlardı. Katillerini idama mahkûm etmişlerdi; sonra
idam oldu mu, affa mı uğradı bilmiyorum.

"Marmara'da Üstadı ziyaretten yıllar sonra, Said Mutlu'nun otuz beş yaşının
içindeyken bir cinayete kurban giderek vefat etmesi üzerine Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin
bu yıllar evvelki sözlerindeki kerameti düşünmüştüm."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:332)

$ AVNİ TOKTOR
Emekli Yarbay Toktor 1924'de Emirdağ'da doğdu. Babası Rüştiye öğretmeni Ali
Vehbi Beydi. Birinci Dünya ve İstiklâl Harblerinde gönüllü olarak çarpıştı. Cumhuriyetten
sonra ilk mektep muallimi olarak çalıştı.

Avni Toktor birçok vilâyetlerde vazifede bulundu. Mahmudiye Askerlik Şubesinden


yarbay olarak emekli oldu.

[]

Avni Toktor

yılına kadar Bediüzzaman hakkında kulaktan dolma bilgim vardı. Bu bilgiler de


matbuatta aleyhinde yapılan neşriyattan ibaretti.

"İlk defa Serdengeçti mecmuasında müsbet bir yazı okumuştum. Serdengeçti,


Bediüzzaman Rusya'da esaretteyken vuku bulan bir hâdiseyi anlatıyordu. Buna göre; Rusların
Kafkas Cephesi Başkumandanı Nikola Nikolaviç esirler kapmını gezerken, bütün esirler
genarale karşı hürmeten ayağa kalktıkları halde, Bediüzzaman yerinden bile kıpırdamaz.
Bunun sebebini soran generale, 'Bir mü'min bir kâfire kıyam edemez' diye cevap verir. Rus
genareli de, 'Bu hareketiniz Rus ordusuna ve dolayısıyla milletime hakarettir' der. İdam
tehdidi ile karşılaşan Bediüzzaman'ın, 'Sizin hakkımda vereceğiniz idam kararı, benim ebedî
âleme intikal ve Peygamberime kavuşmak için bir pasaport hükmündedir' demesi, bu
kahramanca hareket, İslâmî şecaat bakımından zihnimde yer etmişti. Bu cesaretten zaman
zaman şüphe ediyordum. Sonra bu durumu pederime sormuştum. Aldığım müsbet cevap
üzerine, bende bu zata karşı bir muhabbet ve görüşme arzusu belirmişti.

"Büyük Doğu mecmuasını her hafta okurdum. 3 Şubat 1952'de Necip Fazıl
Kısakürek'i ziyarete gitmiştim. Sabahın erken saatlerinde Kadıköy'de ikamet ettiği evine
varmıştım. Kapıyı çaldım açtı, beraberce yukarıya çıktık. Az sonra kapının önündü duran
taksiyi işaret ederek binmemi söyledi. Beraberce Kadıköy'e gittik ve iskelede duran vapura
bindik. Vapurda bana Bediüzzaman'ı ziyarete gideceğimizi, bir gün evvel randevu aldığını
söyledi.
sh:»(s:333)

"Necip Fazıl'ın sözleri"

"Vapurda bana bu zat hakkında bilgim olup olmadığını sordu. Ben de bilgim
olmadığını ifade ettim. Necip Fazıl, halkımızın birçok âlimler hakkında mübalâğalı şeyler
anlattıklarını, veli olmayan insanlara veli nazarıyla baktıklarını söyleyerek Bediüzzaman'dan
da bahsetti. Bediüzzaman'ın da bir âlim olduğunu söyledi, fakat, 'Kendini beğenmişin
birisidir' diye ilâve etti. Eserlerini okumadığını fakat okuyacağını da belirtti.

"Yolculuğumuz ve sohbetimiz devam ederken, tekrar sordu; 'Had'leri biliyor musun?'


Sorunun cevabını beklemeden kendisi izah etmeye başladı.'Peygamberler insanların en
mümtaz ve en müstesna şahsiyetleridirler. Onlar için ne kadar senakâr sözler söylesek yine de
hürmetimizi ifade etmekten âciz kalırız. Yalnız onlara ulûhiyet verecek olursak 'had'di
tecavüz etmiş oluruz. Velilik de vardır. Veliler büyük insanlardır. Onlar için de her türlü
hizmeti ifa edebiliriz. Ama onlara peygamber diyecek olursak küfre düşeriz. Allah'ın mü'min
kullarına da hürmet ve tazim duygularımızı söyleyebiliriz, ama onlara da veli dersek 'had'di
aşmış oluruz.'

"Bu minval üzere devam eden sohbet Sirkeci İskelesinde sona ermişti. İskeleye
çıktığımızda o zaman hukuk tahsili yapan Hüseyin Yananlı'yı bekler bulmuştuk. Hep birlikte
bir taksiye binerek Akşehir Otelinin önüne geldik. Etrafta polisler vardı. İçeri girerken
hüviyetlerimiz kontrol edildi.

"Otelin dördüncü katına çıktığımızda Bediüzzaman Hazretleri bizi kapıda ve ayakta


karşıladı. Girişte Necip Fazıl selâm vermişti. Bediüzzaman Hazretleri daha selâmı almadan,
kendisine has Şark sivesiyle,

"Ben kendimi kendime beğendirmemişem"

"Necip Fazıl Bey kardaşım, ben kendimi kendime beğendirmemişem!' demişti.


"Bu sözler bende bir anda irkinti yaptı. Bu sözlerden doğrudan doğruya gemide Necip
Fazıl'ın konuşmasına bir cevap teşkil ediyordu. Kendisi yatağına, biz de gösterdiği
sandalyelere oturduk.

"Bu büyük zatı belki bir daha görmek nasip olmaz diye düşünerek, bütün pisiko-fizik
enerjimi topladım, her sözünü ve halini hafızamda toplamaya gayret ettim.

"Küçük otel odasına kapıdan girişte sol tarafta karyolası, karyolanın bitişik olduğu
duvarda ise, beyaz bir torba asılıydı. İçinde kitap ve gazeteler olduğunu anlamıştım.
Pencerede çaydanlık, demlik

sh:»(s:334)

ve bardak duruyordu. Yere serilmiş bir hasır ve kenarda üç sandalye vardı. Üzerinde
uzun, beyaz, pamuklu, kenarları dikişli bir hırka vardı ve belinde ucu sağ tarafa sarkmış bir
kuşak bağlıydı. Başında takkeye benzeyen bir külâhin üzerine az renkli sarığı çaprazlama
bağlıydı. Sarığın altında görünen saçları, kaşları ve kirpikleri bembeyazdı. Gözleri çok mânâlı
ve haşmetliydi. Çok tesirli bakıyordu.

"Sohbet boyunca, Bediüzzaman Hazretleri mahkeme safahatından bahsetmişti.


Konuşmalarda Arapça ve Farsça kelime ve terkipler çok olduğundan, o zamanki bilgimle
çoğunu anlayamamıştım. Bu arada hatırımda kalan şu sözünü hiç unutmam: 'İslâmiyetin
aleyhinde bulunanları mücahedemle zir ü zeber etmişem.'

"Bu arada Necip Fazıl sigara içmek için dışarıya çıkmıştı. Bediüzzaman Hazretleri
bana Risale-i Nur'ları okuyup okumadığımı sordu. Hiç bilgim olmadığını ifade ettim.
Rusya'daki esaretinde cereyan eden hadiseyi sormuştum. Kendileri de, 'Evet, öyle olmuştu'
diye cevap verdi. Akabinde Risale-i Nur'ları okumamı tavsiye etti.

"Ziyaretimiz tahminen üç saat kadar devam etmişti. Görüşmeden sonra, Necip Fazıl
Beyle evine döndük."

(N.ŞAHİNER)
sh:»(s:335)

$ ALİ KIRANKOLLULAR

1922'de Bursa'da doğdu. On yıl kadar İrşad gazetesini neşretti. İstanbul'da ve


Eskişehir'de Üstadı ziyaret edip elini öpmüştü.

[]

Ali Kırankollular

Ali Kırankollular, şair, yazar ve gazetecilik yapmış bir zattır. Kendisi Bursalıdır.
Babası İncirli tekkesinin son şeyhi Tevfik Efendidir. 1963 ile 1972 yılları arasında Ankara'da
İrşad isimli bir haftalık gazete neşretmiş, Nur'lardan da bazı bölümlere yer vermişti.

Üstad Bediüzzaman'la ilgili olarak bize şunları anlattı:

"Üstadı ilk defa 1952'de Osman Yüksel Serdengeçti ile beraber İstanbul Fatih'teki
Reşadiye Otelinde; daha sonraki senede ise Eskişehir'de İstanbul Otelinde Abdülvahid
Tabakçı'yla beraber ziyaret ettim.

"Serdengeçti'yle Ankara'dan tanışırdım. Bana gazetemin isminden dolayı 'İrşad' diye


hitap ederdi. İstanbul'a birlikte gelerek Reşadiye Oteline ziyaretine gittik. Üstadın elini öpüp,
önünde diz çöktük. Beni sorduğunda Kâdirî olduğumu, Bursa'da İncirli tekkesinin son şeyhi
Tevfik Efendinin evlâdı olduğumu söyledim. Üstad bana, Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin
talebesi olduğunu, ona sonsuz

[]

Ali Kırankollular'ın sahibi olduğu İrşat gazetesi ve manşetindeki bir Nur vecizesi.

sh:»(s:336)
hürmet ve muhabbeti olduğunu söyleyerek, 'Fakat zaman tarikat zamanı değil, imanı
kurtarma devridir' diye buyurdular. Kendilerine hurma götürmüştüm, bu hediyemi kabul
etmediler. Ziyaretten sonra hurmaları Nur talebelerine verdim.

"Bu ziyaretin hatıra ve intibaını Serdengeçti mecmuasında çok nefis bir şekilde
yazmıştı Osman Yüksel."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:337)

$ CESİM KÜFREVÎ

Muhammed Küfrevî Hazretlerinin torunudur.

[]

Cesim Küfrevî

Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul'a gelen Bediüzzaman'ı Akşehir Palas


Otelindeki odasında ziyaret eden Cesim Küfrevî bize şu bilgileri vermektedir:

"Dedem yüz yirmi üç yaşlarında vefat etmiş. Sultan Abdülhamid Han Bitlis'te dedeme
türbe yaptırmak için İtalyan mimarlar getirtmiş. Türbenin yapılışı sırasında Üstad
Bediüzzaman, 'Muhammed Küfrevî benim üstadımdır, onun türbesine ben de taş taşıyacağım'
diyerek, arkasına konan bir taşı türbeye kadar götürmüş.
"Dedem Muhammed Küfrevî Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Kendisi Hasenî
kolundan seyyiddir. Karısı, Şirvan hakiminin kızı Fatma Hanım da seyyiddir. Fatma Hanım,
Mehmed Emin Efendinin kız kardeşiydi.

"Dedem, mantık ve akaidi çok severmiş, hattı çok güzelmiş.

"1952'de Sirkeci Akşehir Palas Otelinde bulunan Üstad Bediüzzaman'ı Ali Şirvan'la
birlikte ziyaret etmiştik. Üstad bize çok iltifat etti. 'Siyasete girmeyin, kız evlâtlarınızı dindar
yetiştirin. Kasım Küfrevî'nin siyasete atılacağını işittim, girmese daha iyi olur. Sizler, yani
Küfrevîler birer taçsınız. Böyle asil insanlar siyasete girmemelidir. Ben sakal bırakmadım ve
evlenmeyerek iki sunneti terk etmiş oldum. Bunlar Cenab-ı Hakla benim aramda olan bir
meseledir. Küfrevî Hazretlerinin evlâtları olarak, ona lâyık olmaya çalışın' dedi."

[]

Muhammed Küfrevî'nin torunu ve Abdülbaki Küfrevî'nin oğlu olan, beş devre Ağrı
Millevekiliği yapan Kasım Küfrevî, 1920 yılında Bitlis'te doğmuştu.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:338)

$ TONUSLU HAŞMET HOCA

Yozgatlı Haşmet Hoca 1894 yılında dünyaya geldi. 12 Mart 1966'da Hakkın rahmetine
kavuştu.

Medresede tahsil yapmıştı. Arapça, Farsça ve Fransızcayı bilirdi. Çok küçük yaştan
beri kendisini ilme ve ibadete vermişti. Devamlı çalışırdı. İmamlık, vâizlik ve müftülük
vazifelerinde bulunmuştu.
Bir Cuma günü cemaatle vedalaşıp artık vaaz edemeyeceğini, vefat edeceğini
bildirmişti. Bir hafta sonraki vaaz vaktinde vefat etti.

yılında İstanbul Fatih'teki Reşadiye Otelinde Bediüzzaman'ı ziyaret edip


görüşmüşlerdi.

Emirdağ ve Kastamonu mektuplarında ismi ve bahsi geçer.

Yıllar sonra çıkan rüya

Bir gün rüyasında billûr bir köşk görmüş, gökten, semâlardan yere doğru sarkmış
vaziyette. Billûr köşkün içinde de Halife-i Rûy-i zeminin olduğunu söylemişler. Haşmet Hoca
heyecan, merak ve muhabbet içinde köşke doğru gitmeye başlamış. Her adımda "Esselâmü
aleyküm" diyerek selâm veriyormuş. Tam yedi adım sonra billûr köşkteki yeryüzü halifesine,
asrın sahibine kavuşmuş ve ellerine kapanmış. Haşmet Hocanın bu rüyasından bir müddet
sonra, 1952 baharında Gençlik Rehberi Mahkemesi açılmış. Bediüzzaman bir müddet
Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde, daha sonra ise Fatih'teki Reşadiye Otelinde kalmış.
Haşmet Hoca Reşadiye Otelinde Bediüzzaman'ın huzuruna çıkmış. Rüyasında gördüğü aynı
vaziyet yıllar sonra orada tecellî etmiş. Her adımda bir defa "Esselâmü aleyküm" diye diye
yürümüş ve nihayet yedinci adım ve selâmda asrın sultanının eline, eteğine kapanmış.

Fatih Reşadiye Otelinde Haşmet Hocanın Bediüzzaman'ı ziyareti böyle olmuştur.

Yozgat'ta Nohut Dağı eteğindeki Camızlık Camiinde imamlık ve vaizlik yapmıştı. Soy
ismi olan Tonus, Yozgat'ta bir çarşının ismi ol-

sh:»(s:339)

duğu gibi, Sivas'ın Şarkışla kazasının Altınyayla nahiyesinin eski adı da Tonus'dur. Bu
mevkiler yüzyıllarca önce Tonus'tan buraya hicret dolayısıyla bu isimle anılmaktadır.

Üstad Bediüzzaman Rize'de


Bediüzzaman Said Nursî'nin Rize'ye uğradığını, oranın yaşlı zatlarından dinleyen
Rüştü Tafral anlatmaktadır.

Bu uğrayış, meşrutiyet sonrası, İnebolu'ya uğradığı zamanlarda olabilir.

Üstad önde, bir grup olarak iskelede gemiye doğru hareket etmişlerdi.

Çayeli Nahiye Müdürü Âkif Kantoğlu, vali, jandarma kumandanı, binbaşı ve liman
reisi giderlerken, Üstadın arkasında olan liman reisi, oradan, paslı demirli iskele parçalarının
üzerine doğru denize düşmüştü. Bu hâdiseyi Rüştü Tafral'a anlatan Pazar'ın Venek köyünden
Akif Kantoğlu, bir anda liman reisini Üstadın kucağında gördüklerini söylemiş. Hadiseyi
anlatan Kantoğlu, bunu Üstadın harika bir kerameti olarak nakletmiş. Çünkü adam için ölüm
değilse bile, o paslı demirlerden büyü bir yara alması muhakkakken, âniden adam kendini
Üstadın kucağında bulmuş, hiçbir şey olmadan kurtulmuş.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:340)

$ H. ALİ AKALAY

"O zâtın istikbali çok parlak olacak"

"Arkadaşımdan Risale-i Nur'un Kur'ân hattı ile yazılıp çoğaltılarak hizmet edildiğini
duydum. Ben de yazabilirim niyetiyle Kandıra'ya gittim. Oradaki Nur talebeleriyle buluşup
yazıya başladım. Astsubay olmam hasebiyle gündüzleri yazıya vaktim olmuyor, ancak
geceleri çalışabiliyordum. 'Beş tarikat' adı verilen tarikata mensup idim. Şeyh Ahmed
Hazretlerine,

"Bediüzzaman'ı nasıl tanırsınız?' diye sordum. O da,


"O zâtın istikbali çok parlak olacak. Büyük İslâmî fütûhlar yapacak. Başı göğe
değecek' dedi.

"Hocam Şeyh Ahmed Hazretlerinin bu takdirkârane cevabı beni çok duygulandırmıştı.

"Biz hizmetimize yavaş yavaş devam ediyorduk. Gece yarılarına kadar yazıyor,
sabahar kadar okuyorduk. Bizimle beraber çalışan, köyden gelen kardeşlerimiz de vardı.
Onların yaz mevsiminde çok işleri olduğu halde, gece yarılarına kadar bizimle yazı yazar,
okurlardı. Sabah da işe giderlerdi.

"Çevre köylerle ilgilenmeye başladık. Köyün birinde bir kişinin namaz kıldığını
duyunca, o köyle ilgilenmeye başladık. Elhamdülillah, kısa bir zaman sonra, o köyün hepsi
namaz kılmaya başladı. Bunlar Allah'ın birer lütfu idi.

"Üstadı ziyaretim"

"Bediüzzaman hakkında söylenen takdirkârane sözler ve Risale-i Nur'daki ulvî


hakikatler, beni ona daha sıkı bağlıyordu. Ben de artık Hazret-i Üstadın aşkıyla yanan bir
şakirdi olmuştum. Bu aşk daha ileri giderek kendisini görme iştiyakı şeklini aldı. Nihayet o
nimete de nail olduk.

"Üstadın İstanbul'da mahkemesi olduğunu duydum. 1952'deki Gençlik Rehberi


Mahkemesiydi. Bu vesileyle kendisini göreceğimi ümit ederek, izin alıp İstanbul'a gittim.
Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde kaldığını öğrendim.

sh:»(s:341)

"Büyük bir heyecan ve sevinçle, âdeta uçarcasına Bediüzzaman'ın bulunmuş olduğu


mevkiye gittim. Kapıdan girdiğim zaman büyük salonda çok kalabalık vardı. Bediüzzaman'la
görüşmek için gelmişlerdi. Fakat polisler yukarıya hiç kimseyi göndermiyorlardı. Ben resmî
elbiseli olduğum için direkt olarak yukarı çıktım. Üçüncü katta bir odanın önünde bir çift
lastik gördüm, içi keçeli idi. 'Bu, olsa olsa Hocanındır' dedim. Yandaki odada sarı benizli bir
genç yatıyordu. Yorgun olduğu belli oluyordu. Beni görünce birden irkildi.
"Ne arıyorsun burada?' dedi.

"Hocayı görmek istiyorum.'

"Ne yapacaksın, nasıl geldin buraya?'

"Onu görmek istiyorum'

"Üstad çok hasta, kabul etmez.'

"Onu mutlaka görmem lâzım.'

"Beni bir aşağı kata indirdi. Yine kabul etmeyeceğini söyledi. Artık bende tahammül
kalmamıştı:

"Kardeşim, ben onun mübarek simasını görmek, duasını almak istiyorum. Tâ


Kandıra'dan, bunun için geldim. Bırakın, müsaade edin de onu bir an dahi olsun göreyim.'

"Peki bir sorayım.'

"Ona söyleyin. Eğer kabul etmezse, Resulullah'ın (a.s.m.) yanında dâvâcı olacağımı
bildirin.'

"Bunun üzerine o genç içeri girdi. Hemen dışarı çıktı. Bana müjdeler müjdesini
vermişti:

"Üstad seni kabul etti.'

"Artık dünyalar benim olmuştu. Büyük bir saadete ermiştim. Hemen içeriye girdim.
Üstad karyolada oturmuştu. Başında sarığı vardı. Bir ucunu arkaya, bir ucunu ön tarafa
bırakmıştı. Sırtında cübbesi vardı. Odanın gayet sade bir vaziyeti vardı. Hemen yanına gittim.
Onun mübarek ellerinden sevinç gözyaşları içersinde öptüm, kokladım. O da benim
yüzümden öptü. Rabbim, ne idi o? Yirmi beş sene geçmesine rağmen onun öpmesini hâlâ
unutamıyorum. O mübarek dudaklarını daha hâlâ yüzlerimde hissederim.

"Onun sohbetinde yeni bulunuyordum. Anlattığını önceleri pek anlayamamıştım, fakat


ruhen hissediyordum. Kendimi onun cezbesine kaptırmıştım. Mübarek simasına bakarak,
biteviye onu dinliyordum. O bir çağlayan olmuş, Kur'ân'ın ilim hazinesinden akmaya,
çağlamaya başlamıştı. Oturuşuyla bile bir 'arslan' idi.
"Vaktin ne kadar çabuk geçtiğini anlayamadım. Çok konuşmuş

sh:»(s:342)

idik. Onun sohbetinde bulunup da vaktin nasıl geçtiğini anlayabilmek mümkün


müdür?

"Üstadı yorgana sarmışlardı. Çok hasta ve yorgun idi. Bir müddet sonra, 'Üstadı çok
konuşturdum, çok yordum. Gitmeliyim artık' diye içimden geçirmiştim. Sanki Hazret-i Üstad
içimden geçenleri duymuş gibi,

"Gideceksin değil mi?' diye sordu.

"Evet, sizi yorduk, gideceğim' dedim. Hattâ bu ara Üstada ismimi söylemeyi de
unutmuştum. O ise bana,

"Senin ismin Ali Çavuş idi, değil mi?' dedi. 'Bu kadarı da fazla' diyerek gözyaşlarımı
tutamadım ve ağladım.

"Üstad Hazretlerinden aldığım aşk ve şevk ile uçarcasına memleketime vardım.

"Afyon Hapishanesine müdür oldum"

"Üstadın Emirdağ'a gittiğini duydum. Kader-i İlâhînin şu âşikâr tecellîsine bakın. O


kadar taliplisi ve elyak zatlar bulunduğu halde, beni Afyon Hapishanesi müdürü yaptılar.
Uçarcasına Afyon'a vardım.

"Bu sırada Üstadın on iki yaşından beri mânevî evlatlığına kabul ettiği Hüsnü
Bayram'ın askerliği Afyon'a çıkmıştı. Bu vesile ile Üstad hemen her hafta Afyon'a gelir,
konuşur, görüşürdük. Hüsnü Bayram'da izin alır, Afyon'da görüşür veya Emirdağ'a götürürdü.

"Üstad Afyon'a geldiği zaman gerekli eşyaları bizim fakirhaneden tedarik ederdik.
Üstadın kullandığı yorganı biz kullanmaz, saklardık. Eşyaları daha çok hizmette kullandık.
"Daha önceleri Risaleleri yazmaya fazla vaktim olmuyordu. Fakat hapishane müdürü
iken gündüzleri bol bol yazmaya vaktim oluyordu. Ben de bu hoş vakitlerimden istifade
ederek durmadan Risale-i Nur'u yazıp neşre devam ediyordum.

"İniş bitti, çıkış başladı"

"Hazret-i Üstadın Barla'ya gideceğini öğrendik. Yanıma bir arkadaş alarak trenle
Isparta'ya vardık. İstasyonda indik ve hayli uzaklaşmıştık. Bir ara arkadan birisinin koşarak
geldiğini gördük. Bu, Bayram Yüksel idi. Bayram Yüksel yanımıza geldiğinde,

"Üstadı görmeye geldiniz, değil mi?' diye sordu.

"Evet.'

"Sizi bekliyor.'

sh:»(s:343)

"Hayret etmiştik. Halbuki biz trende, 'Bediüzzaman'ın ziyaretine gidiyoruz' diye birşey
söylememiştik. Üstadın yanına vardığımızda,

"Kardeşlerim, ben şimdi Barla'ya davetliyim, icabet etmem gerekiyor. Siz Bayram
kardeşle beraber dersaneye varın. Biz kısa bir zamanda döneceğiz' dedi.

"Olur Üstadım'cevabını verdik.

"Dersaneye vardığımızda Tahirî Mutlu Ağabey de oradaydı. Biraz sohbetten sonra


yemek yedik. Sofradan bir avuç kadar ev mantısı ve el kadar ince bir dilim ekmek, bir
domates salatası vardı. Sofrada dört kişi idik. Dördümüzde doyasıya yediğimiz halde, o kadar
yemeği ve ekmeği bitiremedik. Bu, bereket-i Îlâhiye idi. Hem o salataya ne katmışlar, nasıl
yapmışlar, daha hâlâ hayret ederim. Bu kadar seneler geçmesine rağmen, o salatanın tadı
damağımdadır.
"Bir müddet sonra Üstad geldi. Mübarek ellerini öptük. O yaştı hâlâ arslan gibi idi.
Bize, 'Hiç hediye almadığım halde sizin için Barla'dan hediye aldım. Sefer tasının iki gözünü,
siz memleketinize götürürsünüz. İki gözünü de burada kardeşlerle beraber yersiniz' dedi.

"Üstad yine o tatlı sohbetine başladı. Sohbetin arasında bir soru sormuştum:

"Üstadım, âlem-i İslâmın hali ne olacak?'

" Kardeşim, göreceksiniz, iniş bitti, çıkış başladı' dedi.

"Üstadın bundan maksadı, İslâmın gerilemesinin bittiğini, ilerlemesinin de başlamış


olduğunu ifade etmekti.

"Hocam Şeyh Ahmed Hazretleri bana,

"Türkiye İslâm âleminin liderliğini yapacak. Bunu inşaallah göreceksiniz' demişti.


Gerçekten öyle, belki bunu biz göremeyeceğiz. Ama sizler göreceksiniz.

"Isparta'da Üstadla biraz daha konuştuktan sonra müsaade isteyerek ayrıldık.


Memleketimize gitmek için trene bindik.

"Üstadın gözlerine doğrudan bakamazdık. Cezbedici, tesir altına alıcı bir güzelliğe
sahipti.

"Üstadın son olarak Afyon'da ziyaret ettik. Zübeyir Ağabey ile karşılaştık. Üstadın çok
hasta olduğunu, kabul edemeyeceğini söyledi. Bizde mahzun mahzun geri döndük. Ne
yapalım, o isterse kabul eder, istemezse etmezdi. Ondan ne şikayetimiz olacaktı ki?

"Üstadın vefatının tesiri bende çok büyük oldu. İnanamamıştım.Ona kopmaz bir bağla
bağlanmıştım. Aramızdan ayrılışını bir türlü kabullenemiyordum."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:344)
$ MEHMED FIRINCI

1928'de Bursa'ya bağlı İnegöl'ün Yenice Müslim köyünde doğdu. Bediüzzaman


1953'te onun Fatih Çarşamba'daki evinde üç ay kadar misafir olarak kalmıştır. Otuz yıldan
beri Risale-i Nur hizmetlerinde bulunup, eserlerin bilhassa dış dünyada tanıtılması için büyük
hizmet ve gayretleri olmaktadır.

[]

Mehmed Fırıncı

"Üstadı ilk duyuşum"

yılında Zonguldak'ta askerlik yapan ağabeyim izne gelmişti. Dükkânda Büyük Doğu
gazetesi almış, okuyorduk. Gazete, Üstadın hayatını yayınlıyordu. Ağabeyim mecmuayı
okuyunca, çok beğenerek, takdir duygularıyla 'Ah askerdem gelsem de şu zâtın yanında
çalışsam' diyordu.

"Bu esnada aramızda dinî bir sohbet başlamıştı. Askerde ağabeyim kantini
işlettirirken, ara sıra çay içmeye gelen hoşsohbetli bir asker, memleketi olan Kastamonu'dan,
liseyi bitirmeden askere geldiğini, lisede iken arkadaşları ile kır gezintisinde dağda bir hocayı
gördüklerini, bu hocanın kendilerine nasihat ettiğini ve bu esnada iki bardak hacmindeki
küçük bir çaydanlıktan, 20 kişiye birer bardak süt içirdiğini ağabeyime anlatmış. Sohbet
esnasında ağabeyim bunu bana anlatınca, bir anda içim yandı. 'Ah' diye bir iç geçirdim, hasret
ve iştiyak duydum. 'Acaba bu hoca sağ mı, nerededir?' diye düşündüm.

"Üstad Bediüzzaman'ı ilk duymam bu şekilde olmuştu. Çünkü o gençlere nasihat eden
hocanın o olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Ve Allah duamı kabul etmişti.

"Nur talebeleri ile tanışmam"

"Köyde iken hafızlığa çalışan çocukluk arkadaşım Hafız Nuri, talim için İstanbul'a
gelmişti. Bu vesileyle bazan Nuruosmaniye Ca
sh:»(s:345)

miine akşam namazlarına gidiyordum. Enver Ceylân Hocaefendi, o zaman müezzindi.


Ona bir sual sormuştum. O da sualime cevaben, 'Seni Nur talebeleri ile tanıştırayım mı?' diye
cevap verdi. Ben de kabul ettim.

"Beni Çankırılı Hafız Ahmed isimli bir talebe ile Kadırdga'daki ahşap bir evin bodrum
katında ikamet eden birkaç üniversite talebesiyle tanıştırdı. Bir portakal sandığının üzerinde,
eski yazı bir kitap duruyordu. Sonra öğrendim ki, bu kitap, İhlâs Risalesi imiş. Ve bana ondan
okudular.

"Beni ilk defa Nur medresesine götüren Hafız Ahmed'le yirmi sene sonra, rahmetli
Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin cenazesinde ikinci defa görmüştüm. O da beni tanıdı.

"Gençlik Rehberi Mahkemesi"

"Muhsin Alev Gençlik Rehberi'ni bastırmıştı. Polisler Kadırga'daki evde arama


yapmışlar. Benim haberim yoktu. O gidiş gelişlerimde on-on beş kişi bazen bir araya
geliyorduk. O arkadaş grubunu göremeyince nerede olduklarını sordum. Bana polislerin
geldiğini söylediler. Polisler 100 tane kitap götürmüşler.

"O zaman polislerle biz her gece fırında çay içer, sohbet ederdik. Bu sebepten, ben
polislere hiç yabancılık çekmedim. 'Polisler gelmişse ne olmuş?' gibilerden, yine oraya devam
ettim. O sıralarda, kimsenin gelmeyişine de hayret ettim.

"Bir müddet sonra Süleymaniye'ye taşındılar. Oraya da gitmeye devam ediyordum. Bu


sıralarda fırını Nuruosmaniye'den Çarşamba'ya taşıdık. Bu sebepten, birkaç gün gitmek
mümkün olmadı.

"Üstad Hazretleri Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul'a gelmişti. Ben bu haberi
Gece Postası gazetesinde okumuştum. O akşam Süleymaniye'ye gittim. Muhsin Alev'i
buldum. 'Sabah namazında gel, Hazret-i Üstada gidelim' dedi. Ertesi gün beni Sirkeci'de
Akşehir Palas Oteline götürdü.
"Sen Ispartalısın"

"Üstad Hazretleri otelin üst katında, cadde tarafında bir odada namaz kılmış, dua
ediyordu.

"Muhsin Alev Hazret-i Üstada,

"Bu Fırıncı Mehmed'dir' diye takdim etti.

"Üstad Hazretleri,

"Sen hoş geldin, safa geldin kardaşım!' dedi. Elini öptüm, o da

sh:»(s:346)

beni başımdan öptü. Bundan sonraki diğer bütün ziyaretlerimde elini öptüğüm zaman,
Hazret-i Üstad da başımdan öperdi.

"Halimi, hatırımı, annemi, babamı ve kardeşlerimi sordu. Büyüklerin hal hatır sorması,
bir lütuf oluyordu. Benimle alâkalanması sanki 'Tevhid' çeker gibi, bir feyiz veriyordu.

"Memleketimi sordu. İnegöllü olduğumu söyledim. Aralıklı olarak tekrar tekrar, tam
üç defa sordu. Sonuncusunda, 'Esas, esas nerelisin?' diye suali tekrarladı. Dedemin Ispartalı
olduğunu söyledim. 'Dedem Uluborlu'dan İnegöl'ün Yenice Müslim köyüne gelip imam
olmuş' deyince,

"Sen Ispartalısın' diye mülâtefe ettiler.

"Bundan sonra ilk Mecliste geçen hatıralarından bahsetti. 'Mecliste bir gün önce
hariçten karışanları en şiddetli şekilde cezalandırmaya, hattâ idam etmeye karar almışlar.
Fakat ben bilmedim. Bazıları namaz kılmıyorlardı, ben onları namaza davet edici konuşmalar
yaptım. Bu sohbetlerimizle, Abdurrahman ve Hafız Ali çok alâkadardır. Biraderzadem
Abdurrahman tek başına otuz kişinin işini ve hizmetini görürdü. Şimdi Abdurrahman ile
Hafız Ali buradadır.'
"Üstadın konuşmaları kalbimde derin tesir yapıyordu. Bilhassa Hafız Ali ve
Abdurrahman mânâları ruhumda ve kalbimde çok derin izler bırakmıştır.

"Üstad mesleğimin fırıncı olduğunu öğrenince, 'Fırıncılar halkın gıda ihtiyacını


karşılamak bakımından çok ehemmiyetli hizmet yapıyorlar. Namazlarını kılmak şartıyla ,
çalışmaları da aynen ibadettir' dedi.

"Ben, 'Efendim, ekmekçi değil, börekçiyim' dedim. Hazret-i Üstad,

. daha iyi' diye iltifatta bulundular. Konuşmasına devamla, kendisini müteaddit defa
zehirlediklerini, Cenab-ı Hakkın hıfz ettiğini söyledi.

"Konya'da bir komünist komitesi, beni öldürmek için karar almışlar. Kırk bin lira
ayırmışlar. Said'i kim imha ederse, bu parayı ona vereceğiz demişler' dedi.

"Üstad bana şeker ve tereyağ aldırarak börek yaptırdı"

"Hazret-i Üstad bu meseleyi anlattıktan sonra,

"Kardeşim, sen bana şeker ve tereyağ getir' diye para verdi. Yanında bir buçuk saat
kadar kalmıştım. O kadar zaman içinde çok

sh:»(s:347)

sohbet olmuştu, lâkin uzun zaman geçtiğinden hatırlamak mümkün değil. Elini öperek
ayrıldım..

"Üstaddan ayrıldıktan sonra beni vesvese sardı. Acaba yağı ve şekeri nereden alsam,
diye derin derin düşünüyordum. Çünkü bir yanlışlık yapabilirdim. Beni gafil avlayıp alacağım
yağa bir hain zehir atarlarsa, ben ne yapardım? Bu vazife bana çok ağır gelmişti. Muhsin
Alev'e, 'Üstad niçin benden istedi? Siz dururken, bana niçin söyledi?' diye sordum. Muhsin
Alev'de, 'Seni hizmetine kabul ettiğinin delilidir bu' diye cevap verdi.

"Mısır Çarşısından kesme şeker aldım. Babamın Ömer Bey isminde bir dostu vardı.
Halepli Ömer Bey yağcı idi. Ona gittim, çok mühim bir din âlimi için taze tereyağ almak
isteğimi söyledim. O da, 'Bugün ne?' dedi. Ben 'Perşembe' dedim. O, 'Mısır çarşısının
arkasında bir tavukçuya, Tekirdağ'dan benim yağım gelecek. Ben eve gelecek hafta
götüreyim. Onu sen al' dedi. Ben gidip sordum, yağ gelmiş. Tartıp parasının Ömer Beye
bıraktıktan sonra, böyle kendimce her cihette emniyetli bir şekilde yağı temin edebilmenin
sonsuz şevk ve lezzeti içinde Hazret-i Üstada götürdüm.

"Şekerle yağı Üstada götürünce,

"Sen bana börek yap' diye buyurdu. Ve yağın bir kısmını verdi.

"Böreği yaparak ertesi sabah erkenden Üstada götürdüm.

"İşte o börektir ki, bizi, 'Fırıncı Mehmed' yaptı. ismimiz 'Fırıncı' kaldı.

"Artık hemen hergün yanına gidiyordum. Polisler kapıda gelenlerin hüviyetlerini tesbit
ediyorlardı. Fakat benim hüviyetimi hiçbir kimse sormadı ve almadı.

"Öğretmenler çok mühimdir"

"Akşehir Palas'a yine bir sabah gittiğimde, Üstad Hazretleri Ebussuud Caddesine
bakan tarafta, balkonda, şezlonga oturmuş; elindeki Asa-yı Musa eserini okuyordu.

"Saat on sıralarında bir misafir geldi. Bu zat göz doktoru Hüsnü Oğan'dı. Aynı
zamanda Kuleli Askerî Lisesinde kimya derslerine giriyormuş. Üstad kendisini kabul etti:

"Kardeşim, hoş geldin, öğretmenler çok mühimdir, öğretmenlerin yeri ya kulenin başı,
ya kulenin dibidir. Ortada tutunacak yer yok' dedi.

"Risale-i Nur'u çok okumak lâzım' diye elindeki eseri gösterdi. 'Kendim telif ettiğim
bu kitabı, en az kırk defa okudum' diye ifade etti.

sh:»(s:348)

"Üstad hediye kabul etmezdi"


"Yine birgün, akşamla yatsı arası, Üstadın yanına gitmiştim. Yanında, talebelerinden
Ziya Arun ve Muhsin Alev vardı ve çok üzgündüler. 'Ne oldu?' diye sordum. Onların
müteessir olması bana da çok dokunmuştu. Onlar ne olduğunu söylemediler. Ben de üzgün
vaziyette bir kenara oturdum. Az sonra oturduğumuz odanın tam karşısında olan kapı açıldı.
Kalblere ve ruhlara nüfuz eden şifalı bir tebessümle Üstad göründü. Elinde, ayaklı kristal bir
kâsede kayısı reçeli, kapıda durdu. Ve biz de kendisine yaklaştık. Bana, 'Senin hatırın için
bunları affettim' dedi. Kâseyi bize uzatarak, 'Siz az yiyin, çoğunu sen ye' diyerek ruhları ve
kalbleri mest eden iltifatta bulunarak odasına çekildi. Sonra talebelerin suçunun ne olduğunu
öğrendim. Meğer çok hürmet ettiğimiz ve sevdiğimiz Karabüklü Mustafa Osman Ağabey
gelirken, yanında bir miktar portakal getirmiş, zorla kabul ettirmiş. Onlar da onu kırmamak
için, hediyesini almışlar. Fakat Hazret-i Üstad sonradan çok hiddet etmiş. Hâdise buymuş.

"Necip Fâzıl'ın Üstadı ziyareti"

"Yine birgün Akşehir Palas'a gitmiştim. Sonradan bir müddet İslâm mecmuasını da
neşreden İsmail Doyuk, otelin giriş kısmındaydı. Bana, 'Yukarıda Hazret-i Üstadın yanında
Necip Fazıl Bey var. Biz bekleyelim. Biraz sonra o çıkınca biz ziyaret edelim' dedi. Ben de
'Peki' dedim. O çıkarken, biz de kendisiyle hal hatır ettik ve uğurladık. Biz de beraberce
Hazret-i Üstadı ziyaret ettik.

"Üstada un kavurması yaptım"

"Bir müddet sonra Hazret-i Üstad, Fatih'teki Reşadiye Oteline geçmişti. O sırada
birgün İsmail Doyuk, ben fırında çalışırken Hazret-i Üstadın beni istediğini haber verdi.
Hemen Reşadiye Oteline gittim. Otelde deniz görünen, aydınlık ve güneşli bir odaya kapıdan
girince, tebessümle elini sallayarak beni yanına çağırdı. Elinde 1916'da basılmış, biraderzade
Abdurrahman Ağabeyin yazmış olduğu Hazret-i Üstadın kendi tarihçesi vardı. Kitabın birici
sahifesinde beraber çektirdikleri resimi tebessümle göstererek, 'Sen bunu gördün mü?' diye
sordu. 'Şimdi gördüm Üstadım, ' dedim. Neşe ve sürur içerisindeydi. Sonra, 'Sen bana yemek
yap' dedi. Nasıl bir yemek olacağını sorunca, orada bulunan tereyağ ve unu alıp kavurmamı
söyledi. Ben nasıl olacağını kavrayamamıştım. Lâtife ederek 'Bizim Kürtler yaparlar, unla
yağı beraber kavuracaksın' dedi. Ev-
sh:»(s:349)

den, gidip tencere ve yandan pompalı gaz ocağı getirerek Hazret-i Üstadın gözünün
önünde un kavurması yaptım. Çok lezzetli olmuştu. Hazret-i Üstad bir parça da bize verdi,
yedik. O gün âdeta hakikî bir cenette yaşamış gibi oldum. Bayram, bahar, şehr-i âyin gibi bir
âlemdi o gün.

"Gönenli Mehmed Efendi ve Üstada çay hazırladık"

"Bir Cuma günüydü. Hazret-i Üstadın yanına gittiğimde hiç kimse yoktu. Kimsenin
olmayışına hayret ettim. Kapısını vurdum. Beni görünce, 'Çok iyi oldu, geldin' dedi. Ve
'Seninle Cuma'ya gidelim' dedi. Biz Üstadla tam çıkarken, Salih Özcan'la Osman Köroğlu
geldiler. Hazret-i Üstad odanın kapısını kilitleyerek anahtarı bana verdi. 'Sen burada nöbetçi
kal' dedi. Beni nöbetçi olarak bıraktı. Cuma'dan geldikten sonra çay yapmam için emretti. O
zaman şimdiki gibi kolaylıklar pek yoktu. Mangal kömürü ile mangalı yakamaya çalışırken
Gönenli Mehmed Efendi Hoca geldi. O da bana, 'Sana yardım edeyim' dedi. Beraber çayı
hazırladık.

"Bir müddet sonra Ziya Arun gelince, Gönenli Mehmed Efendi ona,

"Bugün bu eller, onun kömürünü yaktı, çayını ısıttı' diye sevincini ve memnuniyetini
ifade ediyordu.

"Üstadın anahtarını verip beni nöbetçi tayin etmesi, hayatımın en mesut ve zevkli
ânıdır. O ânı, o lezzeti unutmam mümkün değildir.

"Emirdağ'a Üstadı ziyarete gittim"

"Üstad, Emirdağlıların küçük bir otobüsüyle İstanbul'dan Emirdağ'a dönüyordu.


Otobüs bizim köyün yakınlarında mola vermiş. Bu esnada köyden iki arkadaş Üstadı görüp
elini öpmüşler. Bunlardan İsmail Bayav, Üstadın Emirdağ'a geçtiğini bildirdi.

"Üstadın İstanbul'dan ayrıldığını öğrenince köyde bir ay kaldım.


[]

Üstadın İstanbul ziyaretinde Mehmed Fırıncı, onu gazetecilerin rahatsız etmesinden


korumaya çalışanlar arasında (önde solda)

sh:»(s:350)

Bir ay sonra Emirdağ'a Üstadı ziyarete gittim. Basit bir otel vardı. Oraya indim
Sabahleyin Musatafa Acet'i buldum. Üstadın Emirdağ'da evde olmadığını öğrenince
Keçeliköy taraflarına yürümeye başladım. Tarlalardan buğday biçenlerin küçük çocukları,
buydayı biçilmiş anızlı tarlada koşarak bana doğru geliyorlardı. Ben onlara hiçbir şey
sormadığım halde, bu küçük yavrular "Bediüzzaman dede bu tarafa gitti"diye, bana Üstadın
gittiği istikameti gösteriyorlardı.

"Böylece kimseye sormadan Emirdağlı masum çocukların rehberliğinde Üstadı bir


ağıcın altında, taş yığınının üstünde otururken buldum.

"Üstad beni görünce tebessümle karşıladı:

"Fırıncı Muhammed'sin sen ' diye hitap etti.

"Mübarek elini öperek diz çöküp önünde oturdum. Üstad sevinçliydi. 'Pakistan'da
yirmi milyon Nurcu olmuş' diye gayet memnuniyet ve beşaşetle anlattı. Pakistan'a Risaleler
gönderilmiş ve oradan Üstada mektuplar gelmişti. Nur'lardan istifade eden Pakistanlılar
memnuniyetlerini bildirmişlerdi. Hazret-i Üstadın bu meseleyi ifade etmek istediğini anladım.

"En büyük hakikat"

"İstanbul'a geldim. O zaman İstanbul'da hizmetler, Isparta'da ve İnebolu'da eski


yazıyla teksir edilen kitapların ciltletilmesi, muhafazası ve Anadolu'da istenilen yerlere sevk
edilmesi şeklinde idi. Derslerimiz Süleymaniye'de evvelâ 50 numarada, sonra yanındaki 46
numarada devam etti. O zamanki arkadaşlar Muhsin Alev, Ahmed Aytimur, Mehmed Emin
Birinci, Üzeyir Şenler, Hakkı Yavuztürk idiler. Hizmetleri hep beraber 1952 yazından 1953
baharına kadar bu minval üzere devam etti. 53 baharın Hazret-i Üstadın Samsun'da Büyük
Cihad gazetesinde çıkan 'En Büyük Hakikat' yazısından dolayı Sungur Ağabeyi tevkif
etmişlerdi.

"Bundan dolayı, Emirdağ'dan Samsun'a gelmesi için mahkeme ihzariye çıkarmış.


Üstad Hazretleri de Emirdağ'dan Eskişehir'e gelip aynı arabayla yeniden pazarlık yapılarak
İstanbul'a gelir. Bu tarih tahminen 20 veya 25 Nisan 1953 arası olabilir. Üstad Beyazıt'taki
Marmara Palas Otelinin üst katında kaldığı sırada Muhsin Alev'le görüştük. Tedbir
düşüncesiyle birkaç gün Üstadın yanına gitmemizin doğru olmadığını bize söyledi. 'Madem
maslahat öyle icap ediyor, peki' dedim.

sh:»(s:351)

"Üstad benden börek yapmamı istemiş"

"Birgün fırında yoktum. Ahmed Aytimur gelip bir not bırakmış. 'Kardeşim, Üstadımız
senden börek yapıp getirmeni istedi. İmza: Aytimur.' Çok heyecanlanmıştım. Gene böyle bir
nimet-i İlâhiyeye mazhar olmaktan ve Üstadla görüşeceğimden çok sevinmiştim. Ertesi gece
sabaha karşı böreği yapıp sabah namazına Süleymaniye'ye medreseye götürdüm. Fakat,
vâesefâ, kardeşler gene tedbir düşüncesiyle bizlerin, sadece ben değil, diğer arkadaşların da
bir müddet Üstadın yanına gitmemizin doğru olmayacağını ifade ettiler. Tabiî, Üstad
İstanbul'da olduğu halde kendisiyle görüşmemek, çok büyük üzüntüye sebep olmuyor değildi.
Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler'den öğrenmiş ki, Üstad Marmara Otelinde. Ertesi gün Cuma
idi. 'Hazret-i Üstadın Cuma'ya çıkar, ben de otelin önünde veya camide karşılaşırım,
dolayısıyla görüşmüş oluruz' düşüncesiyle Marmara Palas Otelinin önüne gittim. Biraz
karşıdan takip ediyordum. Cuma namazı vakti çok yaklaştı. Merak ediyordum. Üstad
Hazretleri çıkmadı. Bu esnada başörtülü ve kıyafetinden otel hademesi olduğunu tahmin
ettiğim yaşlıca bir kadın otelden çıkıp bana doğru gelmeye başladı. Ben de ona doğru gidip
sordum. 'Otelde yaşlı bir Hocaefendi kalıyor. Cuma namazına gitti mi?' diye. Kadın, 'Ah
çocuğum, çok üzgünüm, Hocaefendi otelden ayrıldı' dedi. Ben, 'Nereye gitti!' dedim.
'Bilmiyorum. Şimdi bu otelde kalmıyor' dedi. Çok müteessir olmuştum. Bir ana düşündüm,
nereden öğrenebilirim diye. O sırada Beşiktaş'ta Vişnezade Camii imamlığını, Isparta'da
Hazret-i Üstadın hizmetinde, Risalelerin telifinde çok hizmeti geçen Refet Barutçu Ağabey
yapıyordu.
"Hem Cuma namazını orada kılmak, hem de ondan bir mâlûmat alabilmek ümidiyle,
acele bir taksiye atladım. Cuma namazına yetiştim. Namazı kıldık. Namazdan sonra Refet
Ağabeyle sohbet ettik. Ve bu arada Hazret-i Üstadın nerede olduğunu sordum. Onun ise,
Hazret-i Üstadın İstanbul'da olduğundan haberi bile yoktu. 'Hadi bize genciz, bize
söylemediler, ama Refet Ağabeye niye haber vermediler?' diye, hem şaştım, hem üzüldüm.
Oradan Süleymaniye'ye geldim, kimse yoktu. Gece hiç uyumamıştım. Onun için biraz
yatmıştım ki birisi geldi, uyandırdı. Kapıyı açtım, içeri aldım. Hüseyin Kileci isminde bir
gençti. Onunla biraz ders okuduk. Çay içtik. Bu arada hiçbir sebep yokken, kendi kendine
gülmeye başladı. Ben merak ettim, 'Ne gülüyorsun?' diye ısrar ediyordum,a ma o
söylemiyordu. Neticede söylettim. Nasıl olduğunu bilmiyorum, fakat Üstad Hazretlerin
ziyaretten gelmiş. Ve Üstad Hazretlerinin o gece, ikinci gece olarak Çamlıca'da Bodrumî
Camii diye anılan bir camiin karşı

sh:»(s:352)

sırasında kalacağını söyledi. Bunun üzerine 'Artık, ertesi sabah gideyim' düşüncesiyle
fırına gidip o geceki işe başladık.

"Sabahleyin erkenden Fatih Çarşamba'dan Küçük Çamlıca'daki Bodrumî Camiine


gitmek üzere yola çıktım. Oraya varana kadar vakit hayli ilerlemişti. Vardığımda camideki
tanıdığım müezzin Ahmed, 'Üstad Hazretleri maalesef buradan ayrıldı' dedi. Ben dehşetli
müteessir olmuştum. Bir türlü Üstada kavuşamıyordum. İzini yine kaybetmiştim.

"O teessür içinde döndüm, eve geldim, Akşam medreseye gittim. 12'ye yakındı. Kimse
gelmemişti. Muhsin Alev'in Şehzadebaşında bir talebe yurdunda yeri vardı. Polislerin
takibinden kurtulmak ve onları şaşırtmak için, yurda gittim ve müdüre, Muhsin Alev'in gelip
gelmeyeceğini sordum. Müdür bu gece gelmesi ihtimalinin kuvvetli olduğunu söyledi. Ne
olursa olsun bekleyeyim, dedim. Gece saat 1'e doğru Muhsin Alev geldi. Görüştük. Tabiî
üzüntüden birden, 'Neredesiniz? Sağ mısınız? Üstad nerede?' diye arka arkaya sormaya
başlamıştım. O da bana anlattı. 'Sorma ahî. Ahşap bir otelin olmasını arzu etti. Aradık. Öyle
müsait bir otel bulamadık. Çamlıca'da bir yerde, bir gece kaldık. Orada da dinsiz bir adam
varmış. Üstad bundan çok rahatsız oldu. Ertesi sabah oradan da ayrıldık. Şimdi Bağlarbaşı'nda
Helvacı Şükrü Efendinin evinde misafir bulunuyor. 'Yarın bir otel bulursanız bulun, yoksa
İstanbul'u terk edeceğim' dedi.
"Üstadı kendi evime yerleştirmeyi düşündüm"

"Bu konuşma, beni birden bire çok fazla müteessir etmişti. Ve hattâ Hazret-i Üstadın
İstanbul'u terk etmesi felâket işareti gibi geldi bana. Şiddetli bir ızdırap çöktü. Ve o anda
ikamet etmekte olduğumuz ev, gözümün önünde tecessüm etti. Çok hoş, şirin ve rahat,
arkasında bir miktar bahçesi ve çiçekliği olan bir evdi. 'Biz bu evi boşaltsak Hazret-i Üstad
acaba orada oturmaz mı?' diye düşündüm. Ve hemen Muhsin'e söyledim. O da bir zaman
düşünürken, ben 'İstersen gel, şimdi evi görelim. Sen sabahleyin git, Hazret-i Üstada arz et.
Kabul buyururlarsa, fırının yanında iki odalı bir yerimiz daha var. Peder ve kardeşlerimi oraya
naklederiz. Hazret-i Üstad da, tahmin ediyorum, orada rahat edebilir' dedim

"Muhsin 'Peki' dedi. Yurttan ayrıldık. Fatih Camiinin avlusuna kadar konuşarak
gidiyorduk. Orada Muhsin, 'Ben şimdi görsem de Üstad Hazretlerinin tekrar görmesi lâzım.
Benim görmem veya görmemem birşey değiştirmez. Onun için, sen sabahleyin gel, beraber

sh:»(s:353)

Hazret-i Üstada gidelim. Meseleyi anlatalım. Nasıl tensib ederse öyle yaparız' dedi. Ve
yurda geri döndü. Ben eve gittim. Peder ve valideyi uyandırdım. Meseleyi anlattım. Onlar
maalmemnuniye kabul ettiler. Ben de gece fırına çalışmaya gittim.

"Üstad Çarşamba'daki evimde kalmayı kabul etti"

"Sabahleyin Muhsin'le buluştuk. Bağlarbaşı'nda, Allah rahmet etsin Helvacı Şükrü


Efendinin evinde, Üstad Hazretleriyle nihayet mülâki olduk. Elhamdülillah. Hazret-i Üstad,
'Hoş gelmişsen Fırıncı Muhammed kardeşim' dedi. Elini öptüm. Her zaman olduğu gibi, o da
benim başımı öptü, sarıldı. Hal ve hatır ettikten sonra, maksadımızı kendisine arz ettik.
Hazret-i Üstad 'Peki' dedi, 'sen şimdi git, biz arkadan gelelim.' Ve ben sür'atle Fatih
Çarşamba'ya yol aldım. Eve geldim, Üstad Hazretleri de arabayla arkamdan geldi. Halbuki
benim niyetim peder ve valideleri fırının yanındaki eve göndermekti. Tâ ki Hazret-i Üstad, evi
rahatça görebilsin ve rahatça karar versin.
[]

Yazdıkları bir risale için Üstadın el yazısıyla kaydettiği dua: 'Yâ Erhamerrâhimîn, ism-
i âzamın hürmetine bunu ve böyle risaleleri yazan Ahmed, Muhammed, Hakkı ve Üzeyir'i
Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, Âmin."

sh:»(s:354)

Ama böylesi de güzel oldu. Peder, valide ve kardeşlerim de Üstad Hazretlerini görmüş
oldular. Üstad Hazretleri de onlara dua ettiler.

"Üstad Hazretleri evin şeklini beğendiler. Ve o andan itibaren evde kaldılar. Bir kısım
eşyayı diğer eve naklettik. Hazret-i Üstad takriben üç ay kadar orada ikamet etti. Bir kısım
ihtiyaçları Hazret-i Üstadın yanında bulunan kardeşlerle görüşerek temin ettik.

"Git haber ver, çok telâşlandılar"

"Bu arada bizim evde ve fırının bazı kısımlarında Risaleler muhafaza halinde bulunur,
oradan sevk yapardık. O evde de epeyce, yani dört-beş sandık kitap vardı. Üstad Hazretleri
onları görünce, 'Bunları buradan kaldır, kardeşim' dedi. Ve bir araba bularak, onları başka
yere naklettik. Bu arada polis Hazret-i Üstadın izini kaybetmiş olduğu için, Üstad Hazretleri
Muhsin Ağabeye, 'Git haber ver, çok telâşlandılar' dedi.

"Biz Hocaefendiyi muhafaza ile mükellefiz"

"Muhsin, Sirkeci'ye Emniyet Müdürlüğüne gitti. Ben de biraz istirahat etmek üzere
fırın tarafındaki eve gittim. Bir saat olmuştu, uyandırdılar. 'Seni polisler arıyor' dediler. İndim
baktım, iki sivil polis. 'Seninle biraz görüşelim' dediler. Niçin geldiklerini anladım. Üstad
Hazretlerinin bulunduğu evin tarafında şimdiki imam hatip okulunun girişinin yanında bir
kahvehane vardı. Orada polislerle uzun uzun konuştuk. Bana, 'Sen nereden tanışıyorsun? Niye
evini verdin? Maksadın nedir?' gibi çok uzun sualler ve cevaplardan sonra, 'Biz Hocaefendiyi
muhafaza ile mükellefiz, devamlı burada nöbetçi bulunduracağız' dediler. Ben polislerin
yanından ayrıldım. Hazret-i Üstada meseleyi anlatmak üzere yanına gittim. Polislerin 'Biz
Hocaefendiyi muhafaza ile mükellefiz' dediklerini anlatınca, 'Doğru' dedi, 'bana birşey olursa
onlar mes'ul olurlar. Beni muhafaza etmek mecburiyetindedirler. Doğru söylüyorlar' dedi ve o
gün böyle geçti.

"Mahalle sakinleri Üstadı tanımaya başlamıştı"

"Hazret-i Üstad âlayişli nümayişli, lüks görünüşlü, dünyevî câcibedar meskenlerden,


mahallerden hoşlanmazdı. Bu bakımdan, bu mütevazi evde çok memnun ve huzurlu bir
vaziyetteydi. İstanbul'daki dostlar yavaş yavaş Üstadın İstanbul'da olduğunu öğrenmeye
başlamışlardı. Gelip gidenler çoğalıyordu. Mahalle sakinleri evvelâ meseleyi kavrayamadılar.
Sonra gelip gidenlerin çok olma-

sh:»(s:355)

sından meraklandılar ve Üstadı yavaş yavaş tanımaya başladılar. Muhtar Hüseyin


Efendi, mahallede dost ve ahbaplarıyla bir nevi mahalle nâmına ziyarette bulundular. Üstad
onlara çok iltifat etti. Onlar da Üstaddan çok memnun kalmışlardı. Böylece mahalle Üstad
Hazretlerin daha yakından tanıdı. Dolayısıyla bize karşı da çok daha farklı bir muhabbetle
muameleye başladılar.

Üstadın Millet Partisine karşı tavrı

"Bu esnada Millet Partisinin mahalle ocağı açılmıştı. Umumiyetle dindar kimseler
hey'eti teşkil ettiğinden, hem Üstadı ziyaret ettiler, hem de kestikleri kurbandan getirdiler.
Üstad Hazretleri onlara da iltifat etti ve Hutbe-i Şamiye'yi onlara okuyup iade etmek üzere
verdi. Bu demekti ki, 'Siyasi anlayışlarınızı Hutbe-i Şamiye'nin gösterdiği tarzda tanzim
edesiniz.'

"Bir zaman sonra Üstad Hazretleri -kitabı okuyup okumadıklarını bilmiyorum, fakat-
kitabı onlardan istettirdi. Ben de aldım. Üstad Hazretlerine verdim. Hatırımda kaldığına göre,
o sırada Millet Partisi kapatıldı. Üstad Hazretleri daha evvelki mektuplarında Millet Partisine
yol gösterici, vatana millete faydalı tarzı ihtar ederek bildirmişti. Lâkin onlar o meselede tam
müraat edememişlerdi. Bununla beraber, Üstad Hazretleri, Millet Partisinin kapatılmasının
adalete uygun olmadığını, bir kişinin hatasıyla başkasının mes'ul tutulamayacağını belirten bir
mektup neşretmişti. Fakat aynı zamanda Halk Partisi karşısında Demokrat Partiyi muhafaze
etmenin din namına bir zaruret olduğunu, Millet Partisine de tenkitlerinde ölçülü olmakla
beraber, Halk Partisinin işine yarayacak tarzda olmamasını tavsiye ederdi.

"Üstad Hazretleri burada kaldığı zamanlarda mevsim ilkbahar ve yaz idi. Üstad çok
zaman gezintiye çıkardı. Bu gidiş gelişleri Draman otobüsleri ile olurdu. Üstad otobüsün en
önüne otururdu.

"Bu bindiği otobüsler Cihangir-Draman arasında çalıştığı için, Taksim'de iner, Sarıyer
otobüsüne biner ve boğaz tarafına hava almak için çıkardı.

"Üstad o gidiş gelişlerinin bir semeresi olarak Emirdağ Lâhikası'nın 2. cildinin 97-99
sayfalarında yer alan iki sualli mektubu yazmıştı.

"Seb'a Semâvât' meselesi

"Muhsin Alev, Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünü bitirmek üzereydi. Üstad


Hazretleri fakülteyi bitirip üniversiteden alâkasının

sh:»(s:356)

kesilmesini istemiyordu. Çünkü üniversite talebesi o zaman yok gibiydi. Üniversite


camiasına Nur'ları anlatacak kimse kalmıyor ve hizmet bakımından zararlı oluyordu. Bu
esnada bir İngiliz müsteşrik gelmişti. Edebiyat Fakültesi salonlarında yedi gün üst üste
konferans vereceği ilân edilmişti. Birinci gün konferansında 'Seb'a Semâvât' âyetini inkar
etmişti. 'Bugün astronomi çok ilerlemiştir. Yapılan inceleme ve araştırmalar, sema katlarının
varlığını tesbit etmemiştir. Bu âyet ilme aykırıdır' diye beyanda bulunmuştu. Muhsin Alev ve
Ziya Arun konferansı dinlemişlerdi. Üstad Hazretlerine geldiler, anlattılar. Üstad Hazretleri
hemen İşârâtü'l-İcaz'da ve aynı zamanda Lem'alar'da bulunan o âyetin izahatını, tefsirini, baş
tarafına birtakım ilaveler koyarak bir mektup halinde teksir ettirdi.
"İşârâtü'l-İcaz'da olan o parça:

"Üçüncü mes'ele: 'Seb'a kelimesi hakkındadır.

"Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden
biridir. Onların o hurafevâri fikirleri, efkâr-ı âmmayi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı
âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen
şu boşluktan yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kâildir. Bunların
mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi
tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakkın yedi tabakadan ibaret semâvatı halketmiş
olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına
kaildir. Hadis ise semanın 'mevcun mekfûnü'den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan
mezhebin, 'altı mukaddeme' ile tahkikatını yapacağız.

"Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu fennen ve hikmeten
sâbittir.

"İkinci mukaddeme: Ecrâm-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin


emsalini neşr ve nakleden, fezayı doldurmuş bir madde mevcuttur.

"Üçüncü mukaddeme: Madde-i esîriyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sâir
maddeler gibi muhtelif teşekkülâtları, ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun
teşekkülâtları gibi.

"Dördüncü mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse tabakaları arasında


muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret
Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına ve hâkeza... yedi tabakaya
kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

"Beşinci mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, bir maddede teşkil,
tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine mu-

sh:»(s:357)
halif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten
alev, duman husule gelir. Muvellidülmâ ile müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar
tevellüd eder.

"Altıncı mukaddeme: Şu müteaddit emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddittir;


şeriat Sahibi de, yedidir, demiştir; öyle ise yedidir. Maahâza yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları
Arap üslûplarında kesret için kullanılır.

"Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'ân-ı Kerimin hitaplarına, mânalarına, işaretlerine


dikkat edilmekle bir âmiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı
âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir.

"Meselâ, 'seb'a semavatin' kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesîmiyenin tabakalarını


fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesîmi
küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısım da, şu bilgimiz
manzume-i şemsiye içinde esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bilgimiz
manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da
esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

"Hülâsa: Her bir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'ândan hisselerini
almışlardır. Evet, Kur'ân-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.'

"Ertesi gün bu mektubu konferans esnasında dinleyiciler arasında dağıtıldı. Orada


bulunanlar yazıyı görüp konferans başlamadan önce kendisine okuyup tercüme ettiler. Onun
üzerine İngiliz sormuş: 'Kim bu zât?' Cevaben demişler:

"Bediüzzaman Said Nursî adında bir âlim vardır. O bu âyeti size cevaben böyle tefsir
etmiş. 'İngiliz o günkü konferansı kısa kesip beş günlük konferansını da iptal ederek
Türkiye'den çekip gitmiştir.

"Üstadın arkasında cemaatle namaz kılardık"

"Üstad Hazretlerinin yanında ikindi sırasında umumiyetle bulunmaya çalışırdım. Ve


evde bulundukları zaman, cemaatla namaz kıldırırlardı. Bu vesileyle çok feyizli bir hal hâsil
oldu. Bir gün ikindi namazını eda edecektik. Üstad kendi bulunduğu mahalde Ezan-ı
Muhammedîyi okuturdu. Ziya Arun kardeşin abdest alması uzun sürdü. Namaza tahiyyat
esnasında son ka'dede yetişti. Fakat imama uymadı. Üstad selâm verir vermez, biraz
hiddetlenmiş gibi, 'Neden cemaate iştirak etmedin?' dedi. Ziya Arun 'Namaz bitmişti, artık
sonradan kılayım dedim' diye cevap verince Üstad Hazretleri,

sh:»(s:358)

'Hayır, namazda selâm verene kadar iştirak edersen cemaatin sevabını alırsın' dedi.
Tesbihatları gayet ağır ve her kelime üzerinde basa basa durarak yaparlardı.

"Birgün yine Muhsin'le Üstadın yanına geldiğimizde görüşürken farklı bir hâlet-i
Ruhiye hissettim, merak ettim ve sordum. Üstad Hazretleri o gün Fener Patrikhanesine
giderek Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, 'Siz Kur'ân'ı
Allah'ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul etseniz ve Hıristiyanlığın da dini
hakikîsiyle amel etseniz ehl-i necat olacaksınız' demiş. O da 'Ben kabul ediyorum' diye cevap
vermiş. Üstad tekrar 'Dünyadaki diğer ruhanî reisler de kabul ediyorlar mı?' diye sormuş. O,
'Onlar kabul etmiyorlar' demiş. Üstad kendisini gayet hürmetle karşılamış olduklarını söyledi.

[]

Mehmet Fırıncı, Hamdi Sağlamer ve merhum Bekir Berk

"Üstadı Edirnekapı Camiinde bulduk"

"Birgün eve gittim. Zili çaldım. Hiç kimse yoktu. Tam o esnada Ziya Arun geldi.
Anahtar vardı, içeri girdik. Baktık, Üstad Hazretleri yoktu. 'Ne oldu Üstad kiminle gitti,
nereye gitti?' diye merak ediyorduk. O esnada Ahmed Aytimur geldi. Konuşmaları
neticesinde Üstad Hazretlerinin yalnız olarak dışarı çıkmış olduğu anlaşıldı. Üzülmüş ve
telâşlanmıştık. Ahmed Aytimur, Ziya ve ben vazife taksimi yaptık. Ziya ile ben Edirnekapı
Camiine, Ahmed Aytimur da Eyüp Sultana giderek, Üstad Hazretlerini bulursak yalnız
bırakmamış olmak niyetiyle hemen hareket ettik. Biz Edirnekapı Mihrimah Sultan Camiine
gittik. Vakit ikindiydi. Baktık, Üstad Hazretleri camiin arka tarafında oturuyor. Ezan
okunmasına on dakika vardı. Biz de arka plâna geçip oturduk. Ezana okunmaya başladı.
Namaz kılındı. Tesbihattan sonra Üstad Hazretleri bizi görünce 'Mâşaallah, mâşaallah!'
diyerek memnuniyetini ifade ettiler. Beraber camiden çıktık. Avludan caddeye inmeden Üstad
Hazretleri sordu. 'Burada yüksekçe, etrafı görecek bir yer yok mu?' Caminin kıble tarafındaki
çevre duvarını elimle göstererek, 'Üsta-

sh:»(s:359)

dım, burası var' dedim. Ve o tarafa doğru yürümeye başladık. Daha o zaman yüksek
binalar yoktu. Bu semtlerde, eski İstanbul'un mütevazi binaları vardı. Caminin bulunduğu
mahal yüksek olmakla beraber, çevre duvarı pek yüksek değildi. Duvarın yanına geldik.
Hazret-i Üstada bana, 'Sen eğil, ben senin sırtına basıp duvara çıkayım' dedi. Ve ben hemen
eğildim. Üstad bana bu sefer, 'Sen dur, Ziya eğilsin' dedi. Ve o eğildi. Onun üzerine basarak
duvara çıktı. Ben aşağıdaydım. Ziya da Üstadın yanına çıktı. Üstad bana sordu:

"Şimdi sen hakem ol. Bu Ankara'dakiler bana, 'Sen bizim işimize yardım etmiyorsun'
diye kızıyorlar. Sen ne dersen ben öyle yapayım. Ben onların yanına mı gideyim? Yoksa
bildiğin gibi, Risale-i Nur hizmet tarzında mı çalışayım?' dedi. Ben ellerimi dua eder gibi
Üstada doğru kaldırarak, 'Üstadım, nasıl olur, siz onların içersine nasıl girersiniz?' der demez
yüksek sesle, 'Tam...' dedi. Ve kabristan tarafını bir eliyle göstererek, 'Bu ölülerin arasına
gireceğim, bu delilerin arasına girmeyeceğim' dedi. Sonra, 'Sen de yukarı çık' dedi. Ben de
çıktım. Üstad Hazretleri mülâfete ediyordu. Bana, 'Sizin evi buradan göster bakalım' dedi.
Ben Draman Camiini ve avlusundaki büyük selvileri nirengi alarak evin yerini tesbite
çalışırken, 'Vah zavallı, evini de kaybetti, nasıl gidecek?' diye mülâfete ediyordu. Duvarın
üzerinden indik. Eve doğru, şimdiki Vefa Stadının yanındaki yokuştan aşağıya inip sağ
taraftaki mahalle aralarından Draman'a doğru gidiyorduk. Üstad Hazretleri siyah cübbesi ve
başında kendisine mahsus sarığı, boynunda beyaz bir tülbent, nazar-ı dikkati çekiyordu.
Geçtiğimiz yerlerde çocuklar, kadınlar üstada alâka duyuyorlar, bilhassa çocuklar, Hazret-i
Üstadın etrafını sarıyorlar, Üstad onlara 'Siz masumsunuz, dualarınız makbuldür. Bana dua
edin. Benim çok hastalıklarım var, tâ şifa bulayım' diyor ve bazılarının başlarını okşayarak
seviyor, iltifat ediyordu. Böylece, bir saatlik bir zamanda, on dakikalık yolu ancak
alabiliyorduk.

Samsun Mahkemesi

"Üstad Hazretleri İstanbul'da bulunduğu sırada Sungur Ağabey de Samsun' da mevkuf


bulunuyordu. Üstad Hazretlerini de mahkemeye celbedip ifade almak istiyorlardı. Üstad
Hazretleri gitmemek için rapor almıştı. Dostlarının gayretleriyle, 'Ne karadan, ne havadan, ne
denizden gidemez' diye rapor verilmişti. Fakat bir ara Samsun'a gitmeye karar verdi. Çok
hiddetli ve sıkıntılı bir safha idi. Çünkü Birinci Şube Şefi sık sık gelip gidiyordu. (Sonradan
bu zât dost oldu. Hattâ Üstadın o zaman yazdığı bir lâhika mektubunu

sh:»(s:360)

Üstad ona okuyunca, kendisi 'Bunu teksir edip her yere göndermek lâzım' deyince,
Hazret-i Üstad, 'Al, götür, teksir edip gönderilsin' dedi. Ve o mektup teksir edildi. Hayli yere
gönderilmişti.) Üstad yanında bulunan kardeşleri de beraber götürecekti. Bana, 'İstanbul'da
kitap ve neşir hizmetlerini sana bırakacağız, tevdi edeceğiz, biz Samsun'a gideceğiz' dedi.
Hem Üstadın İstanbul'dan ayrılma elemi içime çökmüştü, hem kendimin böyle birşeyi
yapabileceğime kat'iyyen kalbim kanaat etmiyordu. 'Üstadım, ben nasıl yaparım bu işi, ben
bilebilir miyim?' diye izhar-ı acz ettim. O zaman dokumacı Mustafa Gören diye bir kardeş
vardı, âniden o içeriye girdi. Ve 'Mustafa da sana yardım etsin' dedi. Ben çaresiz boynumu
büktüm. Kabul etmiş oldum. Fakat sonradan Samsun'a gitme işinden vazgeçildi.

"Üstad Hazretlerinin İstanbul'da iki defa ifadesine müracaat edildi. Üstad İstanbul
sorgu hakimliğinde Tarihçe-i Hayat'ın 489-91. sayfalarında yer alan ve 'Üstadımız
Bediüzzaman Said Nursî bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkemesi
beraatle nihayet bulmuştu' başlığı altında yer alan müdafasını okumuştu.

"O sıkıntılı vaziyetin, Muhsin'in pek Samsun'a gitmek istemeyişi olduğunu ve Üstadın
hiddetlendiğini anladım. Hatırımda kaldığına göre... Cenab-i Hakka hamdolsun. Sanki o
hizmette tavzif hâdisesi, ömrümüzün tamamını içine almıştı. Düşe kalka bugüne kadar
gelebildik.
"İnşaallah fütûhat olacak"

"Birgün sabahtan, Üstad Hazretlerinin yanına (saat 10 civarındaydı) geldim. Üstad çok
hiddetlendi ve yüzü kıp kırmızı idi. Elini sallıyor ve 'edepsizler' tabirini kullanıyordu. Elini
salladığı zaman bina sallanıyordu. O gün gazeteler, Sungur Ağabeyin, Samsun Mahkemesinde
1,5 yıla mahkûm edildiğini yazıyordu. Birkaç gün o üzüntülü sahne devam etti. Üstad
Hazretleri sonradan, 'Her ne ise, inşaallah fütûhat olacak' diyordu. Bu esnada Sungur
Ağabeyin müdafaası gelmişti. Üstad Hazretleri okutturuyor, dinliyorduk. İkindi
namazlarından sonra müteaddit defa okuttu. Dinledik. Sonra da bir kitapçık olarak bunun
teksir edilmesini istedi. Ve yaptırdı.

İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü

"Bu esnalarda Bayram Ağabey asker ve Kore'deydi. Ceylan Ağabey de askerdi ve


Siirt'teydi. Üstad Hazretleri Bayram Ağabeyden

sh:»(s:361)

hemen hemen her gün, 'Bayram şimdi Kore'de komünistlere karşı çarpışıyor' diye
bahsederdi.

"Üstad Hazretleri İstanbul'da bulunduğu zaman İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü


idi. Çok geniş bir kutlama merasimleri programı hazırlanmıştı. Mehter yeniden kurulmuştu.
İstanbul'da büyük bir bayram havası esmekteydi. Fatih Camiinin Akdeniz kapısı tarafından
büyük bir şeref tribünü kurulmuştu. 29 Mayıs 1953'de İstanbul sevinç ve şenliğin
zirvesindeydi

"Merasım başlamadan önce emekli binbaşı Refik Bey, Üstad Hazretlerini ve


arkadaşları alarak, Fatih'teki merasim mahalline getiriyor. Fakat çok şiddetli izdihamdan içeri
girilemeyecek bir durum olduğunu görünce, Binbaşı Refik Bey, etrafa hiddetle bağırarak
açılmalarını ve son derece büyük bir âlimin burada bulunduğunu ilân ediyor. Âsayiş
vazifelileri derhal Üstad Hazretlerinin yolunu açmak için tedbir alıyorlar. Halk da bu tedbir
gereğince yolları kendiliğinden açıyor. Ve Üstad Hazretleri doğru şeref tribününe, o zamanın
İstanbul Valisi Fahreddin Kerim Gökay'ın sağ tarafında ayrılan yere oturuyor. Ve oradan
merasimi gayet şâşalı ve muhabbetli bir şekilde takip ediyorlar.

"Üstad Hazretleri, mehterin de resmi geçit yaptığı bu merasimden sonra eve döndüler.
Ve istirahata çekildiler.

"Üstad, Hafız Cemiyetine katıldı"

"Yine birgün Gönenli Mehmed Efendinin talebelerinden hafızlığı itmam edenler için
hafız cemiyeti yapılacaktı. Mehmed Efendi davet etti. Üstad Hazretleri de maalmemnuniye
kabul ettiler. Fatih Camiindeki hünkâr mahfelini müezzinler açtılar. Üstad Hazretleri hafız
cemiyetini, üç saate yakın bir zaman hünkâr mahfelinden takip etti.

Üstadın Ramazan'daki usulü

"Ramazan gelmişti. Üstad Hazretleri bütün Ramazan boyunca hiç yatmadı. Usulü
şöyleydi. Derdi ki: 'Ramazan'da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz
bir ibadeti ifa etmiş oluyor. ' Her dakikası bire bin verebilen bir ayda ibadetsiz bir zaman
boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin
her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar, İmsak vakti girer girmez hemen
sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifadan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa
kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri

sh:»(s:362)

ve evrad-ezkâr ile meşgul olurdu. Benim hayretimi mucip olan bir husus olmuştu.
Üstad Hazretlerinin karşısındaki evler yüksekti. Oradan Üstadı görmek için kadın-erkek,
çoluk çocuk hepsi toplanırlardı. Üstadı görmek ve ibadetini seyretmek için. Biz de mecburen
kapatıyorduk. Sonradan komşulardaki yaşlı hanımlarla konuştuk. Onlar, 'Niye
kapatıyorsunuz? Hocaefendi sabaha kadar evrad-ı ezkâra devam ediyor, biz de onunla beraber
devam ediyoruz' dediler. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam
ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm.

Bizim vazifemiz Risale-i Nur'un neşri

"Birgün Galatasaray Lisesinde okuyan ve sonradan eczacı olan Said Mutlu ziyarete
gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı. O anda anlayamadım. Onun
ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardaşlara çok hiddet etti.
'Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar' dedi. Ben de
meseleden çok endişeli bir hâlet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada
oturuyordu. Ben ise yerde ve halının üzerindeydim. Birden bana hitaben, şöyle dedi:

"Muhammed, kardeşim! Sen hakem ol, ben diyorum ki Risale-i Nur'un neşir ve
medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafı lâzım: bunlar ise başka yerler, başka hizmetler
düşüncesinde. 'Ben meseleyi 'başka hizmetler' tabirinden anlamakla beraber, 'Üstadım bizim
vazifemiz, Risale-i Nur'un neşri ve medreselerin devamıdır' deyince Üstad yüksek sesle
'Tamam' diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali, akşama doğru hayli hafifledi. Sonra Muhsin
Ağabeye sordum. Said Mutlu kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pasif telâkki etmesi ve orada
bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstadın hiddetlenmesine sebep olmuş.

"Üstad fitresini bana verdi"

"Ramazan sonuna doğru Hazret-i Üstad, bana -şu anda miktarını bilemiyorum- 'Sen
bana buğday al' dedi. Birkaç kiloluk buğday aldım, getirdim. Üstad Hazretleri iki elini
birleştirerek, avucuyla doldurdu. Ve 'Benim fitrem' diye buğdayla fitresini bana verdi. Ben de
o fitreyi köye götürdüm. 'Köyün tarlalarında bu buğday ekilsin' dedim. 'Bereket getirir.' Ve
ektiler. Hakikaten de köyde son 15-20 senedir bereket kıtlığı vardı. O sene bol mahsul alındı.

"Zübeyir Ağabey, Abdullah Ağabey, Hüsnü Ağabey Urfa'da bulunuyordu. Hizmetler


inkişaf ediyordu. Bir mesele için, Valiye bir dilekçe verirler. Dilekçenin başında 'Bismihi
Sübhanehu, Ve İn Min

sh:»(s:363)
Şey'in Esselâmü Aleyküm, ilâ âhir' yazarlar. Bunun üzerine Vali kendilerini nezarete
aldırır. Savcılığa havale eder. Savcının tevkif talebiyle sevk ettiği sorgu hakimliğinde tevkif
edilirler. Bir müddet Urfa hapishanesinde kaldıktan sonra, kendilerini Isparta'ya sevk ederler.
Ramazan boyunca Isparta hapishanesinde kalırlar. Tam bayrama bir gün kala tahliye edilirler.
Bayram günü, üçü birden İstanbul'a Üstadın yanına gelirler.

"Onların gelişi hepimize birden, bilhassa Üstadımıza büyük bayramın sevincini birkaç
kat arttırmıştı. Zübeyir Ağabey gelince Üstad Hazretleri yeni bazı hizmetler yaptırmaya
başlamıştı. Evvelâ 6., 7., 8. Meyve'leri yeni yazıyla bir araya getirerek Tamirci Atom
Bombası ismiyle bir kitap yaptı. Sonradan Asâ-yı Musa'dan Akan Nur Çeşmesi isimli kitabı
yine yeni yazı olmak üzere daktiloyla mumlu kâğıda yazdırarık teksir ettirdi. Sonunda
Avrupalı 45 feylesofun Kur'ân-ı Kerim, Peygamberimiz (a.s.m.) ve İslâmiyet hakkında
müsbet şehadetlerini ihtiva eden beyanlarını ilâve etti. Hz. Üstad bir müddet sonra onları yine
Urfa'ya hizmetin başına gönderdi.

Beyazıd Camiinde Cuma namazı

"Yazın en sıcak günleri yaşıyorduk. Cuma günleri mümkün olduğu kadar namaza
Üstadla beraber gitmeye gayret ederdim. Yine bir Cuma günü Üstada gittim. Fakat Hz. Üstad
evden çıkmış. Nereye gittiğini de bilemedim. Düşündüm. Ben de Beyazıt Camiine Cumaya
gittim. Namazdan sonra baktım; Hz. Üstad, Muhsin de yanında, bizim birader Mustafa da var.
Birlikte camiden çıktık. O zaman caminin tam önünden Draman'a taksi dolmuşları kalkardı.
Tam bu sırada dolmuşçuluk yapan bizim yakın dostumuz Adnan Ağabeye işaret ettim. Üstad
Hazretleri ve Muhsin arabanın ön tarafına oturdular. Biraz bekledik. Beşinci müşteri
gelmeyince, 'Adnan Ağabey, çekip gidelim' dedim. Üstad yine müdahale etti, arabayı hareket
ettirmedi. Ben tekrar söylemeye cesaret edememekle beraber, çok şiddetlice
sabırsızlanıyordum. Birden babam Sultanahmet'den yürüyerek Draman dolmuşlarının olduğu
yere geldi. Hepimiz birden şaşırıp kalmıştık. Çok sürurlu ve neşeli bir hava meydana gelmişti.
Üstad Hazretleri lâtifeler ediyordu. Çarşamba'ya bizim fırının sokağına geldiğimiz zaman
arabayı durdurduk. Üstad Hazretleri sanki veda ediyormuşcasına bizimle muamele etti. Ve
hakikaten o gün akşama yakın, Emirdağ'dan Hamza Emek ve terzi Sadık Efendi gelmişler; bir
arabaya Üstad Hazretlerini Emirdağ'a alıp götürmüşler. Akşam
sh:»(s:364)

namazı esnasında Üstad Hazretleri uçmuş gitmişti. 'Yeller eser ol saltanatın şimdi
yerinde' sözü gibi ev öyle bom boş, karanlık bir mahzen şeklinde göründü ki, teessürümden
şaşkınlığa düşmüştüm. Muhsin Alev, bereket versin oradaydı. Onun tesellîsi bana kuvvet
verdi. Artık orada beraber birkaç saat sohbet ettik. Ömrümüzün bir parlak sayfası böylece
kapanmış oldu.

"Asker dönüşü Üstadı ziyaret ettim"

"Üstad Hazretlerinin İstanbul'dan ayrılışından bir ay sonra askere gittim. Askerden


geldikten sonra bir müddet fırındaki işlerimizi bir düzene koydum. Ve Isparta'ya Üstad
Hazretlerin ziyarete gittim. Üstad Hazretleri bu ziyaretten çok memnun ve mütehassis
olmuştu. O esnada Afyon mahkemesindeki dâvâ affa girmekle beraber, kitaplar yönünde
devam etmekteydi. Mahkeme, kitapları Diyanet'e göndererek tetkikinden sonra bir karara
varılmasını kabul etmişti. Tam o günlerde kitaplar (5 sandık) Ankara'ya gönderilmişti.

"Üstad beni Ankara'ya gönderdi"

"Hazret-i Üstad bana, 'Senin geldiğin çok iyi oldu, çok güzel oldu' diyerek tekrar etti.
Ve 'Ben Ceylân'ı Ankara'ya gönderecektim, sen geldin, iyi oldu. Şimdi seni Ankara'ya
göndereceğim' dedi. Ve 12 veya 13 mektup Ceylân Ağabeye dikte ederek Ankara'daki bir
kısım dostlara hitaben yazdırdı. Mektupların mahiyeti, hatırımda kaldığı kadarıyla, 'Risale-i
Nur bu asırda çok ehemmiyetli bir hakikattır. Vatana ve millete büyük hizmeti geçmiş ve
geçecektir. Gizli dinsiz münafıklar aleyhimizdeki propagandalarıyla adliyeyi şaşırtıp,
aleyhimize çevirip bizi sıkıntılara soktular. Bunun için şimdi Diyanet'e tetkik için gelen
kitaplarımızın hakkı teslim edilerek lehinde beraatı için rapor tanzim edilmesi hususunda
gayretlerinizi rica ederiz' mealindeydi. Hatırımda olduğuna göre, imza, 'Üstad Hazretlerinin
Hizmetkârları' şeklindeydi.

"Bu bölüm hatırımda böyle kalmış, eksik fazlasını bilemiyorum.


"Ben Ankara'ya gittim. Daha evvel Ankara'da kalabalık bir ehl-i hizmet grubu
bulunuyormuş. O sırada çeşitli sebeplerle sağa sola gitmeleriyle bir dağılma olmuş. Verilen
adreslerde bir türlü kimseyi bulamamıştım. Ankara'ya ilk defa geliyordum.

"Âtıf Ural'ı buluyorum"

"Nihayet bir akşam üsta talebe yurdunda Konyalı birisinin delâletiyle Âtıf Ural'ı
buldum. O zaman Cebeci'nin üst tarafında ge-

sh:»(s:365)

cekondular vardı. Derenin yamacında tek odalı bir gecekonduda buluştuk. Daha evvel
1952'de, Üstad Hazretleri İstanbul'da iken Âtıf'ı gördüğümü hatırlıyorum. O anda Âtıf Ural'ın
hakikaten çok muhlis ve fevkalâde hizmet aşkı ile dolu, aklı, fikri, zikri devamlı Üstad ve
Nur'larla meşgul olduğunu gördüm. Hattâ bir ara, 'Hayalimde Üstad ve Hüsrev Ağabeyden
başka dünya varlıklarından hiçbir şey temessül etmiyor' demişti. Âtıf Ural, o esnada Hukuk
Fakültesi talebesiydi. O da beni Üstadın yanından gelmiş olarak görünce, fevkalâde sevinçten
mesrur idi. Mektuplarla geldiğimizi anlattım. O da, 'Tamam, yarın inşaallah o hizmetleri ifa
ederiz' dedi. Ve 'Bu akşam bir yere ziyarete gidelim' diye, Gazi Lisesinde Türkçe Öğretmeni
Celâl Bey diye bir zâtın evine gittik. (Sonradan Sözler'in neşrinde çalışmıştı) O gece o zâtla
çok güzel sohbet oldu. Abdullah Cevdet'le hayli arkadaşlık yapmış, o yüzden itikadı sarsılarak
pekçok sıkıntı çekmiş ve iki defa Bakırköy Akıl Hastanesine yatmış. Ne zaman ki Sözler
mecmuası eline geçmiş, dünyası aydınlanmış, nurlanmış. 'Tahmin etmiyorum ki sizler benim
gibi Sözler'i anlayasınız. Öyle ki, bu harflerin benim için her çengelinde âdeta bir kandil asılı
gibi, nurlandırıyor' diyordu. Sözler'deki Tevhid hakikatlarının ispatları karşısında kimsenin
durmasının mümkün olmayacağını, mutlaka teslime mecbur olacağını, Abdullah Cevdet'in
eline geçseydi mutlaka kurtulacağını ifade etti. Ve onun daima tekrar ettiği mısrasını söyledi.

"Takıldı kaldı fikrim nokta-i Tevhidde diye' mütemadiyen tekrar ederdi. Onun bu
sarsıntıları beni de sarsmıştı. Fakat benim elime Sözler geçti, kurtuldum. Onun eline geçmedi
ve o gitti.'

"Saatler geçti, gece geç vakit oldu. Ve ayrıldık.


"Ertesi gün Diyanet'teki bazı dostlar, Avukat Hulusî Bitlisî Aktürk, Afyon DP
milletvekillerinden bazılarını ziyarete giderek mektupları verdik. Bu arada Mustafa
Türkmenoğlu da Hukuk Fakültesinde okuyordu. Onunla da akşamları buluşuyorduk. Üç
günlük Ankara seyahatimden sonra neticeleri Isparta'ya Âtıf'la beraber bir mektupla bildirip
İstanbul'a döndüm.

"Süleymaniye'de 46 numaraya geçtik"

"Bir müddet daha fırında çalıştıktan sonra Süleymaniye'de 46 numaraya geçerek


doğrudan doğruya hizmete başlamıştık. Çünkü o esnada Ziya Arun Isparta'daydı. Birinci
Ağabey ve Hakkı askere gitmişti. Ahmet Ağabey de havluculuk yapıyordu. Medresede
devamlı kalacak kimse yoktu. Ben artık ondan sonra medreseye ka-

sh:»(s:366)

pağı atmıştım. Üstad Hazretlerinden lâhika mektupları gelirdi. Onları teksir eder,
gerek dünyanın, gerekse Türkiye'nin değişik yerlerine, yaklaşık 120 yere gönderdik. 1956
senesinin başlarında Diyanet'ten çıkan müsbet rapor neticesinde Afyon mahkemesi bütün
Risalelerin iadesine karar vermişti. İstanbul'a o sıralarda Isparta'dan ekseriyeti hatt-ı Kur'ân,
pek az da yeni yazı Risaleler gelirdi. Bazan da Mersin'den gelirdi. Mersin'den kimden
geldiğini bilmediğimden sordum: 'Mersinde kaç tane Nur talebesi var' diye 'Yalnız Mustafa
Ezener var. Başka kimse yok' dediler. O zaman 'Biz de burada teksir edelim kitapları' diye
kitapları israr ediyordum. Bir türlü muvaffak olamadık. Bu esnada yine Isparta'dan şapoğrafla
(ispirtolu teksir) çoğaltılmış 30 tane Yirmi Üçüncü Söz gelmişti. O anda medreseye birkaç
kişi Anadolu'dan, birkaç kişe de İstanbul'dan gelmişti. Kitapların hepsi bir anda bitti.

"Isparta'ya Üstadı ziyarete gittim"

"Ben bir-iki gün sonra Isparta'ya Hazret-i Üstadı ziyarete gitmek için yola çıktım.
Bursa'ya, İnegöl'e uğrayıp Isparta'ya gittim. Isparta'da Hazret-i Üstad yoktu. 'Eğridir'e gitti'
dediler. Medresede Hüsnü Bayramoğlu Ağabey vardı. Ben o gün Eğridir'e gittim. Orada
hizmetlerin tedvirinde Çilingir Ali Savran vardı. Onunla görüştük. Üstadın Barla'da olduğunu
söyledi. O arada birden bire hava çok bozdu. Şiddetli bir kar fırtınasıyla göl haşin, dalgalı bir
vaziyete girmişti. İki gece Eğridir'de kaldım. Hava biraz sakin görünüyordu. Ali Savran'a
Demirci Salih Efeye, 'Beni bırakın, mutlaka ben Barla'ya gideceğim' diye ısrar ettim. Mevsim
kış olduğu için onlar da bırakmak istemiyorlardı. Çarnâçar bıraktılar. Elbisem zayıftı.
Ayaklarımı dolaklara sardılar. Boynuma uzun bir atkı ve külâh verdiler. İki de ekmek
verdiler. Biri bana, birini de Üstad Hazretlerine vermek için. Ben öylece yaya olarak yola
çıktım.

"Adnan Menderes Nur'ların neşri için emir verdi"

"O zaman Barla'ya otomobil gidecek yol yoktu. Atla veya eşekle gidiliyor, gölden de
kayıkla geçiliyordu. Şimdiki göl kenarında su

sh:»(s:367)

pompası olan noktaya gelmiştim. Bir ara güneş çıktı. Oradan gölden bir abdest alayım,
dedim. Abdest aldım, çoraplarımı, ayakkabılarımı giydim. Bir de baktım, Barla tarafından bir
kafile geliyor. Evvelâ tanımadım. Sonra baktım; bir işlek. Üzerinde sepetler, ibrikler, Ceylân
ve Bayram Ağabey arkasında yaya olarak yürüyor, onların arkasında da yedeğinde bir at
olduğu halde Zübeyir Ağabey geliyordu. Çok acip bir mülâkat vuku buldu. Üstad Hazretlerine
koştum. Ellerini öptüm. Böyle yol ortasında soğuk bir havada karşılaşmak çok enteresan
olmuştu. Bana 'Sen Muhammed Fırıncı'sın' diyerek mütemadiyen lâtife ediyor ve Risale-i
Nur'un fütühatından bahsediyordu. 'Adnan Menderes, Maarif Vekili Tevfik, Nur'ların neşri
için emir verdi. İnşaallah yakın zamanda neşrolacak, merak etme' diye çok sürurlu bir
haldeydi. 'Ne kadar yol parası masraf ettin?' diye sordu. 'Üstadım, ehemmiyetsiz' dediysem
de, çok ısrar ediyordu. 'Olmaz, mutlaka ben senin yol paranı vermem lâzım' diyordu. Ben ne
kadar yalvardıysam da, Üstad kabul etmedi. 2 lira verdi. Mecbur oldum, kabul ettim. Hava
birden bire çok sert bir fırtına şekline dönmeye başladı. 'Siz' dedi, 'Ceylân'la konuşarak,
sohbet ederek gelirsiniz. Benim nâmıma Ceylân'la konuşursak, sohbet ederek gelirsiniz.
Benim nâmıma Ceylân'la ne istersen konuş. 'Kendisi için getirdiğim ekmeğin yarısını bize
verdi. Ata bindi. Zübeyir Ağabey çekiyor, Bayram Ağabey de Üstad Hazretlerini atın
üzerinde ayağından tutuyordu. Sür'atlı bir şekilde gitmeye başladı. Üstad Hazretleri biraz
sonra durdu. Adnan Menderes'in ve Maarif Vekili Tevfik'in Nurların neşrine karar verdiğini
tekrar etti ve yine tekrarla, yol parası ne kadar masraf ettiğimi sordu. Ben, 'Üstadım 2 lira
tamamdır' dediysem de, Üstad kabul etmedi. Zorla 2 lira daha verdi. Ve 'Sen istasyona git.
Mahmud'a söyle, sabahleyin gelsin, bizi alsın. Sen medresede bu gece kal, bizi bekle' dedi. Ve
hızla yola devam etti. Ben Eğirdir yakınındaki tren istasyonunda Ceylân Ağabeyin
yarıdımıyla akşam üzeri trene bindim. O gece Isparta'da medresede kaldım. Mahmut Çalışkan
sabableyin gitti. Hazret-i Üstad 10 sıralarında Isparta'ya gelmişti.

"Kardeşim, sen tayinatı alacaksın"

"Üstad gelince tekrar yanına gittik. Bir miktar ders okundu. Mesnevî-i Nuriye'nin
Arapça kısmından haşir bahsi, Onuncu Söz den de Türkçe olarak karşılıklı olarak devam
ediyordu. Bu esnada 'Levlâke levlâke Lemâ halaktu'l-eflâk' hadis-i kudsîsi geçmişti. Üstad
Hazretleri, 'Ben bu hadis-i kudsîyi, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye olarak kabul
ediyorum' dediği hatırımda kalmış. Dersten sonra ağabeylere hitaben beni gösterek, 'Bu
olmasa idi, ne Muhsin, ne

sh:»(s:368)

Ahmed, İstanbul'da iş yapamazdı' dedi. Ve 'Kardeşim Muhammed ben sana tayinat


vereceğim' dedi. 'Benim mutlaka vermem lâzim senin tayinatını' diye israr etti. Ben boynumu
büktüm. O sırada ders bittiği için ağabeylerle çıktık. Tahirî ağabeye dedim: 'Ağabey, ben
tayinat mes'uliyetini kaldıramam, taşıyamam, sonra mânen benim için tehlikeli olur,
korkarım, siz ne dersiniz?' dedim. Tahirî Ağabey boynunu büktü, 'Ahî, bilmem ki' diye bir iki
kelime söyledi. O sırada Üstad tekrar çağırdı. 'Kardeşim sen tayinatı alacaksın' dedi. Üstada
itiraz edememiştim. Ama gene içimden, 'Yahu, ben şimdi birkaç saat çalışmakla 10 lira
yevmiye kazanıyordum. Üstad neden ısrar ediyor acaba?' diye tereddütler içersinde odadan
çıktım. Ağabeylerin odasında Mesnevi-i Nuriye'nin Türkçe tercümesini Abdülmecid Ağabey
Konya'dan göndermiş, onu tebyiz ediyorlardı. Ben de yanlarında oturdum. O esnada Üstad
Hazretleri birden kapıdan içeri girdi. Biz ayağa kalktık. 'Kardeşim, sen günde 10 banknot
kazansan da tayinatı almalısın' dedi. Ve ben artık ses çıkaramaz olmuştum. O zaman tayinat
günde bir ekmek parasıydı.

"Hüsrev Ağabey'i ziyarete gittim"

"Sonra ben Hüsrev Ağabeyi ziyarete gitmek istedim. Ağabeyler 'Peki' dediler, gittim.
Hüsrev Ağabey çok alâkadar oldu. Memnun oldu. Ben yeni yazı Yirmi Üçüncü Söz
kitaplarını İstanbul'a diğer kitaplar gibi Hüsrev Ağabey göndermiş zannıyla, 'Ağabey, ' dedim,
'30 tane Yirmi Üçüncü Söz göndermişsiniz, fakat geldiği anda bitti. Bunları gönderirken biraz
fazla miktarda göndermeniz daha iyi olur.' Hüsrev Ağabey, 'Kardeşim, talebeler çok çoğalmış,
elhamdülillah, artık Isparta'daki çalışmalarımız kâfi gelmiyor. İstanbul'da siz de yapın' dedi.
Neşriyat için böyle bir teklifle karşılaşmış olduk. 'Peki' dedim, 'inşaallah İstanbul'da da
başlayalım. 'Sonra Ayetü'l-Kübra'nın okunmasının ehemmiyeti, ondaki Tevhid hakikatının
yüksekliği hakkında uzun sohbet oldu. Hüsrev Ağabeye veda edip, Üstadın yanına gittim.
Gider gitmez Üstad çağırdı. 'Ben seni Hüsrevin yanına gönderecektim, iyi oldu, gittin' dedi.
'Ceylân ve Zübeyir benim evlâdımdır, bunlarla benim nâmıma hizmetler hakkında ne istersen
konuşabilirsin' dedi. Ayrılma saati de yaklaşmıştı. Üstadın elini öpüp ayrıldım. Ağabeylerin
odasında Ceylân Ağabey bana Hüsrev Ağabeyle ne konuştuğumuzu sordu. Ben de
konuşmamızı olduğu gibi anlattım. O anda öğrendim ki, Yirmi Üçüncü Sözü'ü Ceylan
Ağabeyler sapoğrafla teksir edip göndermişler. Ceylân Ağabey 'Siz Yirmi Üçüncü Söz'ü
mumlu kâğıda yazın ben İstanbul'a gelirim' dedi.

sh:»(s:369)

"İlk olarak Yirmi Üçüncü Söz'ü teksir ettik"

"O gün Isparta'dan ayrılıp İstanbul'a geldim. Yirmi Üçüncü Söz'ü, o zaman lisede
talebe olan Galip Gigin'le mumlu kâğıda daktilo ettik ki, Ceylân Ağabey geldi. Yirmi Üçüncü
Söz'ün metninde bulunan âyetleri, duaları yazdı. Hizmetleri gözden geçirdi. Ve döndü.
Böylece Hazret-i Üstadın emriyle, Hüsrev Ağabeyin de yeni yazıya yukarıda anlattığım
şekilde teşvikiyle başlamış oldum. Yirmi Üçüncü Söz, Hanımlar Rehberi, İman Hakikatleri,
Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans (Ankara Üniversitesinde) kitaplarını
neşrettiğimiz sırada Ankara'da, Samsun'da ve Antalya'da da matbu neşriyatlar başlamıştı. Biz
halen hazırlık yapmakla beraber, tab'a geçememiştik. Bu arada İman Hakikatleri ile
Konferans risalesinin teksirleri bitmişti. Acele bir miktar ciltletip Isparta'ya tekrar gittim.
Üstad Hazretleri kitaplardan memnun olmakla beraber, 'Ankara çalışıyor, Antalya çalışıyor,
İstanbul duruyor' dedi. Ben ise götürdüğüm kitaplar için Hazret-i Üstad iltifat edecek
zannediyordum. Demek teksir devri kapanmıştı. Üstad Hazretleri, matbaayla neşriyata
başlamamızı emir veriyordu. Bu arada ben Konferans'tan çok istifade ettiğim için, matbu
olarak bunun İstanbul'da basılması hususunda teklifte bulundum. Hem Hazret-i Üstad, hem
ağabeyler kabul etmişlerdi.

Üstadın sadakat ve fedakârlık dersi

"Bu arada bazı dersler de vermişlerdi. Risale-i Nur'a ömür boyu hizmet edebilmek için
bazı şakirdlerin mücerred kalması lüzumunu beyan ederken, bana hitaben, 'Sana dünyada 10
tane Cennet hurisi de verseler, Zübeyir evlenmez. Sen küçük kardeşini evlendirme' demişti.
Üstad Hazretlerinin fedakârlık hususundaki telkin ve dersleri umumiyetle akla kapı açıp da, o
talebenin bizzat kendisinin fedakârlığa talip olmasını temin etmekti. 'Sana on tane huri
verseler, Zübeyir evlenmez' tabirinde çok lâtif nükte vardı. Zübeyir Ağabeye sonradan bunu
hatırlattığım zaman çok güler, 'Mübarek Üstadımız nasıl irşad ve telkinde bulunuyor' derdi.

"Hazret-i Üstad bence çok mühim bir ders daha vermişti. Şöyle ki: Bulunduğu odasını
tarif ederek, kapının arkasında bir Nur talebesi bulunduğunu, kapıdan girince karşıda da iki
tane hanım Nur talebesi bulunduğunu, onlara ders verdiği sırada dışardan Hafız Ali Ağabeyin
odaya girdiğini , hanımları görünce, 'Üstad iki hanıma ders veriyor demek' diye geri çekilip
odaya girmediğini ve kapının arkasındaki talebeyi görmediğini, sonradan Hafız Ali Ağabeye
'Bu iki kadınla odada oturduğumu görünce, aklına ne geldi?' diye sor-

sh:»(s:370)

duğunu, onun da, 'Üstadım, zavallı iki masume fırsat bulmuşlar, Üstadımdan ders
alıyorlar' dediğini anlattı ve 'Kalbine dikkat ettim, aynen samimî, öyle söylüyordu. Sen
dışardan odama girsen, (başucundaki sehbayı göstererek) şunun üzerinde şarap şişesini
görsen, sarsılmaman lâzım' diye bence çok müthiş bir ders vermişti. Seneler sonra Zübeyir
Ağabeye anlattığım zaman, 'Kardeşim, Üstad sana âzamî sadakat ve fedakârlık dersi vermiş'
demişti. Maalesef o mânâlara yetişemedik, ama Allah hizmetin dışına atmadı.

"Risale-i Nur'ları basmaya başlıyoruz"

"Konferans sonradan Ankara'da Sözler mecmuasının arkasına ilâve edilmeye karar


verilmişti ve daha sonra da kitap halinde basılmıştı. Biz İstanbul'da basmamıştık.

"Üstadın yanından ayrıldık. Ceylân Ağabey matbaacılık hakkında bana bilgi verdi.
Çünkü ben matbaacılık tabirlerini hiç bilmiyordum. İstanbul'da da bilen yoktu. Ahmed
Aytimur, Hakkı Yavuztürk ve ben bu neşriyatı plânlamaya karar verdik. Ve Hanımlar
Rehberi'nin sonundaki, hanımların yazdığı mektupları Çeltüt matbaasında dizgi ve baskı için
anlaştık. 10.000 adet Küçük Sözler ile 5000 adet hanımlar mektubu basılacaktı. Fakat
neticenin nasıl olacağını, polis müdahale edecek mi, etmeyecek mi, bilmiyorduk. Aynı gün
basıldı, 2500 adedini Anadolu'ya postaladık. 7500 adedini de bir akrabanın boş bir odasına
koyduk. Polis bizi ne zaman arayacak, diye bekliyorduk. Polisten, savcılıktan hiçbir ses
çıkmadı. Ondan sonra diğer kitapların basımı için başka matbaalarla da çalışmaya başladık.
Sonradan Birinci Ağabey de İstanbul'a geldi. Galip Bey ve diğer bazı arkadaşlar, bir neşriyat
komisyonu haline girmişti.

Hanımlar mektubu

"Bir müddet sonra hanımlar mektubu için tahkikat açılmış. "Polis bizden, 'Bu mektubu
kim yazdı?' diye sorunca, biz de 'Bilmiyoruz, Isparta Savcısı, Üstad Hazretlerinin evine
giderek, 'Bu mektubu siz mi gönderdiniz?' diye sormuş. Zübeyir Ağabeyin sonradan anlattığı
üzere, Üstad, 'Bilmiyorum, oku bakalım nedir?' diye savcıya okutmuş. Bu defa Üstad
Hazretleri, 'Ne var bunda, gayet güzel' demiş. 'Ben göndermedim, ama mektup gayet güzel.'
Savcı geri dönmüş gitmiş. Faturaları benim üzerimize kestiğimiz için, matbaadan sormuşlar.
Bu defa savcılık beni çağırttı. Müftüoğlu diye bir İstanbul başsavcısı vardı. Bizzat kendisi
kabul etti. 'Bu yazıyı siz mi

sh:»(s:371)
yazdınız, yoksa başkası mı yazdı? Bu kadınlar nerededir?' diye sordu. Hakikaten ben o
kadınları tanımıyordum. Ve savcıya o şekilde ifade ettim. Mesele o şekilde kapandı.
İstanbul'da neşriyat hakkındaki ilk adlî muamele böyle kapanmış oldu.

"Formaları Hazret-i Üstad tashih ederdi"

"Matbaalarda kitaplar dizildiğinde forma halinde tashihler bize verilir, biz de Hazret-i
Üstada ya bizzat kendimiz, ya da ziyaret etmek isteyen birisiyle gönderirdik. Formalar
Hazret-i Üstada okunur, Üstad Hazretleri tashih edilecek yer varsa eder, tekrar İstanbul'a
gönderir ve basılırdı. Ankara'da matbuat aynı şekilde cereyan ederdi.

"Abdülkadir-i Geylânî şimdi gelse..."

"Neşriyat esnasında Isparta'ya forma götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni
çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş. Zübeyir Ağabey
taze taze nakletmişti:

"Kardaşlarım, Abdülkadir-i Geylânî şimdi gelse, 'Said, sen bu mesleğinden bir parça
taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yapmasan hem
bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin' dese,
'Hayır Üstadım, ben bu zulümlere, işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz
vermem' diye ona söyleyeceğim.'

"Üstadın Ankara'ya gidişi"

"İstanbul'da matbu neşriyata devam ederken bir taraftan da hatt-ı Kur'ân'la Lem'alar
mecmuasını teksire devam ediyorduk. Seneler gittikçe ilerliyordu. 59 senesinin son
günlerindeydik. Yenikapı'da Hakkı Yavuztürk'lerin evinde sabaha kadar çalıştığımız teksir
makinasından kalkıp Bekir Ağabeyin yazıhanesine gitmiştik. O esnada Üstad Hazretlerinin
Ankara'ya geldiğini öğrendik. Çok hayret etmiştim. 'Acaba İstanbul'a gelmez mi?' diye çok
düşündüm. Bu arada Üstad tekrar Emirdağ'a döndü. Matbuat, 'Said Nursî geziyor, dolaşıyor'
diye çalkalanıyordu. Üstad Hazretleri, bir ara Konya'ya gitti. Mevlâna türbesini ziyareti
esnasında mahşerî bir kalabalık toplanınca, bundan emniyet fena halde ürkmüştü. Bu esnada
Ankara'da Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabına matbaada el konmuştu. Üstad Hazretleri,
talebelerin bundan dolayı müteessir olup da menfî bir harekete tevessül etmemesi için midir
bilmem, Emirdağ

sh:»(s:372)

Lâhikası'nın sonunda bulunan vasiyetname şeklindeki konuşmayı Ankara'da yapmıştı.

"Üstadı İstanbul'a davet ettik"

"Eskişehir'de çıkan bir gazetede Üstad Hazretleri aleyhinde çok haince bir yazı
çıkmıştı. İstanbul'da da yine bir gazetede Ali Kemal imzalı olduğunu hatırladığım
mütecavizâne bir yazı çıkmıştı ki, daha evvelden de maalesef matbuat aleyhte neşiryat
yapardı. Bekir Ağabey de vekaletnâme isterdi. Tâ mahkemeye versin. Fakat Üstad Hazretleri,
'Ben hakkımı helâl ettim, onlarla uğraşmam' derdi. Biz Tahsin Tola Ağabeye telefonla
meseleyi anlatıp, 'Bu adamları mahkemeye verirsek, mutlaka mahkûm olurlar, Üstadımıza
söyleyin, kendisi bu defa vekaletnâme verse çok iyi olur' diye kararlaştırdık. Bekir Ağabey
söyledi. Sabahleyin telefon geldi ki, 'Vekaletnâme vereyim, lüzum görüyorlarsa İstanbul'a
geleyim' diye Üstad Hazretleri cevap vermişlerdi. Onun üzerine ben, 'Madem Üstad böyle
söylemiş, biz diyelim, Üstad İstanbul'a gelsin. Hem bir seyahat olur. Üstad kendi kendine
gelmez, ama bizim davetimiz, gelmesi için bir vesile olabilir' dedim. Ve telefon ettik. Hazret-i
Üstada söyleyin; mümkünse vekaletnâmeyi İstanbul'a gelip versinler. Onun üzerine Hazret-i
Üstad hemen harekete geçip İstanbul'a doğru ertesi gün yola çıkar.

"Üstadı Kartal'da karşıladık"

senesinin son ayının son günü, kendisini Kartal'da karşıladık. Kartal'dan itibaren biz
önde, Hazret-i Üstad arkada olmak üzere Üsküdar'a geldik. Araba vapuru sırasına girildi.
Üstad Hazretleri, ikindi namazını iskeledeki Valide Camiinde kıldılar. Ben arabanın yanında
beklemiştim. Namazdan sonra arabaya geldiler. Biraz sonra vapura binildi. Biz, Üstad
Hazretleri için Piyer Loti Otelinin bir dairesini ayırtmıştık, fakat kimin geleceğini
söylememiştik. Herhangi bir mümanaat olmaması için, karşıladığımız yerdeki benzin
istasyonundan otele telefon edip, gelen zâtın Bediüzzaman Said Nursî olduğunu bildirmiştik.
O anda Üstad Hazretlerinin İstanbul'a geldiğini, hem Emniyet, hem de basın öğrenmişti.
Araba vapuru Kabataş'a yanaşırken Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeyle Bekir Ağabeyi ön
tarafa, beni ise arka yanına oturttu. Bu esnada gazeteciler mütemadiyen flâş patlatıyorlardı.
Ve bu flâşlardan Üstad Hazretleri rahatsız oluyordu, biz üzülüyorduk. Bu arada Üstad, Bekir
Ağabeye 'Sen söyle, ben Şafiiyim, fotoğraf benim mezhebimde

sh:»(s:373)

iyi değildir, çekmesinler' dedi. Bekir Ağabey söyledi. Fakat gazeteciler gittikçe,
çoğalıyor ve flâşlar da patlıyordu. Zübeyir Ağabey 'Kardeşim, Üstad çok rahatsız oldu,
şemsiyeyi aç, tâ ki ışıkları Üstada gelmesin' dedi. Bunun üzerine ben de Üstad Hazretlerinin
başının üzerine şemsiyeyi öne doğru eğerek açtım. Şemsiye, flâşlardan Üstad Hazretlerini
korudu. Araba vapurundan indik. Cağaloğlu istikametinden Çemberlitaş'ta Piyer Loti Oteline
gidecektik.

"Risale-i Nur aleyhine, İslâmiyet aleyhine neşriyat yapmazsanız hakkımı helâl


ediyorum"

"Vilâyetin önüne geldiğimiz zaman Ayasofya birden göründü. Bekir Ağabey,


'Üstadım, işte Ayasofya' dedi. Üstad da, 'Mâşâallah, mâşâallah' dedi. Ve sonra Piyer Loti
Otelinin önüne vardık. Hayret, biz hemen hemen hiç kimseye haber vermediğimiz halde,
mahşerî bir kalabalık vardı. Bekir Ağabeyle Zübeyir Ağabey Üstadın kollarında, ben
önündeydim ve şemsiyeyi tutuyordum. Gazeteciler fotoğraf çekemedikleri için,
sinirleniyorlardı. Üstad Hazretleri gazetecilerin sinirlendiklerini anladıkları halde, 'Kaldırın'
diye birşey söylemediği için, biz aynı halde otele girmeye çalışıyorduk. Fakat bir taraftan
gazeteciler, bir taraftan halk, bir ta-

[]
Üstadın İstanbul ziyareti Hürriyet'te. Üstteki resimde Mehmed Fırıncı (soldan ikinci.)

sh:»(s:374)

raftan kardeşler öyle bir izdiham meydana getirmişti ki, 5 metrelik mesafeyi âdeta
yürüyemiyorduk. Zaten biz haber verince otelin lobisi ve etrafı, santralı, kâtibi polis olmuş.
Fakat polis bize bu hususta yardım etmiyordu. Veyahut kimsenin aklına gelmemişti. Güç belâ
merdivenlerden çıkmaya çalışıyordu. Üstad Hazretleri gazetecilere, 'Risele-i Nur aleyhinde,
İslâmiyet aleyhinde neşriyat yapmazsanız hakkımı helâl ediyorum. Ben size dua ediyorum.
İslâmiyet aleyhinde neşriyat yapmayın, yoksa zarar edersiniz' diye tekrar ederek, merdivenleri
akşam namazından sonraya doğru çıkabildik.

"Bizim mesleğimiz ihlâstır"

"Üstad Hazretleri tuttuğumuz iki odadan birine yerleştiler. Diğer odada hizmet
edebilmek için ağabeyler ve biz bulunuyorduk. O anda orada gelen kardeşleri Üstad kabul
etti. Hatırımda olanlar, dersin ilk bölümünde, Avukat Bekir Berk, Avukat Necdet Doğanata,
Salih Özcan, Hakkı Yavuztürk, Mehmed Emin Birinci, Halil Yürür, Ankara'dan Üstadı
arabasıyla getiren Hüsnü Ağabey (Bayramoğlu); ikinci bölümünde de Ahmed Aytimur, Ali
Demirel, Zekeriya Kitapçı, Galip Gigin, Üzeyir Şenler idi. Üstad Hazretleri akşam
namazından sonra uzun, çok uzun ders yaptı. Çok şiddetli konuşuyordu. Divanında dizleri
üzerinde duruyor, bazan fılayıp ayağa kalkıyor, divan yaylanıyordu. Çok haşmetli bir vaziyeti
vardı. Üç husus üzerinde durduğu hatırımda:

"Birisi, 'Bu mahşerî kalabalığı buraya niye topladınız?' diye bize kızıyordu. Ve
diyordu, 'Bizi de kendilerine benzetirler. Bizi de nümâyişçi, âlâyişçi zannederler. Halbuki
bizim mesleğimiz ihlâstır. Hizmetimiz böyle şeylere müsaade etmez. Biz her halükârda ihlâsı
muhafazayla mükellefiz' diyordu. Fakat vâkıa o ki, o kalabalığı biz kimseye haber
vermemiştik. Ben sadece kardeşim Mustafa'ya söylemiştim. O da Üsküdar'a gelmişti.

"İkincisi, 'Bizim vazifemiz yalnız ve yalnız ihlâs dairesinde imana hizmet etmektir.
Risale-i Nur ehl-i küfrün belini kırmıştır. Merak etmeyiniz. Hiçbir halt edemeyecekler.
Ermeni-Taşnak komitesi, mason komitesi, komünist komitesi benimle uğraştı. Dünyanın en
müthiş komitesi Nurculuktur. Fakat kat'iyyen menfî harekete iznim yok. Her birinizi o genç
Said kabul ediyorum' diyordu.

"Üçüncüsü, Risale-i Nur'un müsbet iman hizmetiyle memlekette âsayişin temin


edileceğini söylüyordu. 'Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde kuvvet var. Fakat kullanmaya
izin yok. Kur'ân müsaade etmiyor. Yoksa 28 senelik düşmanlarımdan bir günde intikamımı

sh:»(s:375)

alırım. Masumlara zarar gelir. Kat'iyyen menfî harekete izin yoktur' derken, iki dizinin
üstünde kollarını bize doğru sallayarak odanın içinde âdeta yıldırımlar çakıyordu. Bizler
hayretler içersinde kalmıştık. O gece böyle geçti.

"Gazeteci, Üstadın resmini nasıl çekti?"

yılının birinci günüydü. Gazeteciler Piyer Loti Otelinin lobisini doldurmuştu. Bizim
kardeşlerimizden bir grupla beraber Avukat Bekir Berk ve Necdet Doğanata bulunuyorlardı.
Bekir Ağabey bir ara Risale-i Nur hakkında seminervâri bir konuşma yaptı. Biraz da İhlâs
Risalesi'nden okudu. Gazeteciler soruyorlardı: 'Niçin geldi İstanbul'a?' Gazetecilerin sorusu
Üstad Hazretlerine bildirildi. Üstad Hazretleri, 'Ankara'da basılmakta olan bir kitabıma
Emniyetin müdahalesi üzerine avukatıma vekâlet vermek için geldim' diyordu. Bizler
nöbetleşe bazan Üstadın yan tarafındaki odada duruyorduk. Foto muhabirleri fotoğraf çekmek
için akla gelmedik işler yapıyorlardı. Otelin arka kısmındaki odaların önü boydan boya
balkondu. Balkondan bütün odaların görünmesi mümkündü. Zübeyir Ağabey gazetecilerin
diğer odalardan girip de balkona geçmemesi için, Üstadın odasının önüne gelen balkona
nöbetçi bıraktı. O esnada Üstad Hazretleri öğle namazı kılıyordu. Namazdan sonra da Eyüp
Sultanı ziyaret plânlanmıştı. Ben balkonda dururken foto muhabirlerinden birisi, diğer
odaların balkon kapısından balkona çıkmıştı. Bana doğru yaklaştı. Zübeyir Ağabey odadaydı.
Cam açık. Ben Zübeyir Ağabeye baktım. Zübeyir Ağabey, 'Bırak kardeşim, Üstadı o haşmetli
vaziyetle çeksin' dedi. Adam camın önüne gitti. Üstad tahiyyatta iken, birkaç flaş patlattı. Ne
çare ki, Üstad çok rahatsız olmuştu, namazı bozdu. 'Ne oluyor?' dedi. Zübeyir Ağabey sese
koştu. Üstad Hazretleri çok hiddetlenmişti. Namazı yeniden eda etti. İstanbul seyahatının geri
kalanını iptal edip Ankara'ya dönmeye karar verdi. Ve hemen araba hazırlandı.
İstanbul Valisinin beyanatı

"Üstad ikindiye doğru, İstanbul'dan ayrılıyordu. Böyle bir firaka, bir gazeteci sebep
olmuştu. Gelirken meydana gelen mahşerî kalabalık ve gazetecilerin tecavüzkâr vaziyetleri
giderken daha da fazlasıyla oldu. Ama biz daha evvelden iyi bir plânlamayla kardeşleri birkaç
kat halka yapmıştık. Üstad Hazretleri oradaydı. Ve şemsiyeyi yine ben tutuyordum. Bu
teşkilâtı şeyi hazırlarken Üstad, Bekir Ağabeye, 'Sen bir kumandan gibi hareket ediyorsun'
diye iltifat et-

sh:»(s:376)

mişti. Ve ertesi iki gün, İstanbul matbuatı Üstadın ayrılışını manşetlerde 120 punto
harflerle vermişti. Gazetelerde çok serzenişli makaleler çıktı. İnönü İstanbul'daydı. O gün
Bursa'ya bir miting için vapurla giderken, vapurda 'Hükûmet nereye gidiyor? Bediüzzaman'ı
koluna takmış, nereye gidiyor?' diye konuşma yapmıştı. Bu konuşmanın matbuatta yer alması
üzerine İstanbul Valisi Ethem Yetkiner, hükümetin direktifiyle radyoda okunan bir beyanat
verdi. Beyanat hülâseten şöyleydi:

"Yaşli bir din âlimi, mütevazi bir seyahat yapmaktadır. Memlekette seyahat hürriyeti
vardır. Hiçbir vatandaşın seyahat hürriyeti kısıtlanamaz. Eğer gazeteler meseleyi bu kadar
büyütmeseler, bu zâtın, memleketin herhangi bir yerinden bir yerine gidişi bir mesele
olmazdı.' Biz de, birkaç gün sonra, gazetelerde de çıkan bu beyanatı, 'Valimizin pak haklı ve
isabetli beyanatını takdim ediyoruz' diye bir lâhika mektubu yaparak Anadolu'daki kardeşlere
göndermiştik.

Mayıs İhtilâlinden sonra Vali tevkif edilip Yassıada'ya götürülünce, ondan bu


beyanatının hesabını sormuşlardı. Ve Galip Gigin'le beni Emniyete çağırarık, bize de 'Valiye
bu beyanatı siz mi verdiniz?' diye sormuşlardı.

"Çendan milyonlar talebe var..."


senesinin başındaydık. Bir gün Üstad Hazretlerine tayinat olarak ayrılan Şualar
kitabından yüz tane kadar iki çuval içinde Emirdağ'a gitmek üzere Konya otobüsüne
binmiştim. Emirdağ'a gece saat 2:30 sıralarında varacak idi. Hakikaten 2:30 sıralarında
vardık. Fakat ben düşünüyordum. 'Bu kadar ağır yükü gecenin bu saatinde nasıl yalnız başıma
götüreceğim' diye. Fakat Hazret-i Üstadın mânevî telefonları sayesinde işler kolaylaşmıştı. Bir
de baktım ki, otobüsün durduğu noktada ağabeylerden iki kişi bekliyor. Birisi Ceylân Ağabey,
ama diğerini hatırlayamıyorum. Meğer Hazret-i Üstad, gece saat 2'de kalktığında, ağabeyleri
çağırmış, 'Gelen var, gidin, karşılayın' demiş. O saatte Üstad Hazretleri kabul etti. Çok
memnun ve müferrah idi. Bana, 'Muhammed kardeşim, sana 250-300 banknot maaş versem
azdır. Fakat Risale-i Nur'daki ihlâs müsaade etmiyor. Sen Risale-i Nur'un malını yeme.
Çendan milyonlar talebe var. Fakat işi gören 50-60 fedakârdır. Sana bin tane anan kadar
şefkat ediyorum. Merak etme. Bütün akraban duamda dahildir' dedi. Ben kalbimden, 'Üstadım
Bursa için ne düşünür? Bursa'yı hizmet dairesinde aldı mı, almadı mı?' diye çok merak
ediyordum. Çünkü Emirdağ'dan her dönüşümde Bursa'ya mutlaka uğrardım. Böyle
düşündüğüm sırada, Üstad Hazretleri 'Bursa ve

sh:»(s:377)

havalisini Barla ve Isparta gibi kabul ediyorum' diye kalbimdeki merakıma cevap
veriyordu.

Tarihçe'nin önsüzünden yapılan ders

"Kitapları beşer beşer paket haline getirerek sardırdı. Tavan arasına kaldırttı. Ondan
sonra ders okunmaya başlandı.Ders. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den yapılmıştı.Sabah namazı
yaklaştığında, 'Abdestlerinizi tazeleyin, namazınızı kılın' dedi.Üstadın odasından ayrıldık.Ben
merdivenlerden aşağıya iniyordum.Birden kendi kendime, 'Hey Allah'ım, ne büyükler var,
pekçok büyükler onların yanında küçük kalıyor' sözünü söylüyordum.10 dakika sonra tekrar
yukarı çıktığımda abdest alırken, Üsta Hazretleri, Zübeyir Ağabeye emir vermişti. 'Namazdan
önce Tarihçe-i Hayat önsözünü okuyun' diye. Evvelâ bana verdiler. O söylediğim kelimeler,
Tarihçe-i Hayat'ın önsözünde imiş. Daha evvel okuduğumdan, şuur altından ihtiyarsız
dökülünce, Üstad Hazretleri de bize önsözü okutturmak için emir vermişti. Ders devam
ediyordu. Üstad Hazretleri bizim oturduğumuz odaya çekildi. Biz ayağa kalkamak istedik.
Kaldırmadı, 'Devam edin' dedi. Pencerenin kenarında sedir vardı. Sedir üzerinde yatak ve
yorganlar, dibinde Zübeyir Ağabey oturuyordu. Üstad Hazretleri gitti. Zübeyir Ağabeyin
üzerine oturdu ve tecahül-ü arifânede bulunarak, 'Allah Allah, burada adam varmış' diye lâtife
etti. Sonra Üstad yere indirilen yatak ve yorganın üzerine oturdu. Önsözün yarısına kadar
dinledi. Sonra, 'Namaz kılın' dedi ve odasına çekildi.

"Üstad tayinatı bana dağıttırırdı"

"Risale-i Nur'a hizmet etmeye başladığım ilk andan itibaren Risale-i Nur hizmetine
büyük bir malî imkânla katılmayı şiddetle arzu ettiğim halde, malî imkânlara malik olamamak
yüzünden bunu muvaffak olamadım. Hz. Üstad, âdeta benim bu kalbî duama şu şekilde çare
bulmuştu. Üstadımızın bu usulü olan talebelerin tayinatını vermek tatbikatı, son iki senesinde,
şu şekilde cereyan ederdi. Hazret-i Üstad tayinat paralarını talebelerin eline mümkün olduğu
kadar mâdeni para olarak verilmesini isterdi. İşte, iki sene üst üste

sh:»(s:378)

Ramazan'dan evvel tevafuken Emirdağ'a gittiğimde, 10.000-11.000 lira arasında olan


tayinat meblâğını bana, 'Bu parayı benim anamın, babamın, bütün akraba-ı taallûkatımın
zekât, fitre ve sadakası olarak sana veriyorum' diyerek vermişti. 'Sizin peder ve validenizin ve
bütün akraba-ı taallûkatınızın zekât, fitre ve sadakası olarak aldım, kabul ettim. Üstadım'
deyip sonradan ben de, tekrar Hazret-i Üstada hitaben, 'Bu meblağı talebelerinizin nafakası
için tayinat olarak kullanmak üzere size hibe ediyorum' diyordum. Ve Üstad Hazretleri bana,
'Al bu emaneti, İstanbul'a listesi bulunan talebelere dağıtın' derdi. Ve ben de alıp, İstanbul'a
getirip buradan dağıtırdık. Son defasında Eskişehir'e kadar arabasıyla, 'Fırıncı'yı yolcu edelim'
diyerek gelmişlerdi. Beni de getirdiler. Son tayinatı da alarak Bursa'ya gittik. Arabanın gerekli
tamiratını yaptırdıktan sonra, ben İstanbul'a, Hüsnü Ağabey de Eskişehir'e gitmişti. Ve
Hazret-i Üstadla, dünyada son görüşmemiz hitama ermişti.

"Bir müddet sonra Ceylân Ağabey İstanbul'a gelmişti. Biz de 400 sayfalık Lem'alar'ın
teksirini tamamlamıştık. Ceylân Ağabeyi Üstad Hazretlerine gönderdik. Sonradan Ceylan
Ağabey geldiğinde, Üstadın ne dediğini sordum. 'Üstad çok hastaydı, kardeşim' dedi. Ve
kitabı kendisinin eline verdiğini ve öpüp başına koyduğunu söyledi. Ve o hastalıkla Üstad
Hazretleri ahiret yolculuğuna çıkmıştı.

"Cenab-ı Hak ona karşı yaptığımız hürmetsizliklerden dolayı kusurlarımızı affetsin ve


onun şefaatine nail etsin. Ve ömrümüzü, onun Nur'larının hizmetinde tüketmek nasip etsin.

"Bu hatıraları günlerce beni dinleyerek usanmadan not eden kıymetli kardeşim Orhan
Gülgün'e, Hazret-i Üstada ömr-ü billah hizmet etmek nasib-i müyesser etsin, bize de hakkını
helâl eylesin."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:379)

$ MUSLİHİDDİN SÖNMEZ

Bediüzzaman'ın avukatlarından, Ziya Sönmez'in oğlu, Hasan Feyzi Yüreğil'in yakın


talebesidir. 1921'de Salihli'de doğdu.

İstanbul'da Üstadla görüşme

senesinde, henüz vazifesinin ilk senelerinde iken, İstanbul Sirkeci Akşehir Palas
Otelinde Bediüzzaman Said Nursî'nin bulunduğunu işitince kalbi heyecan ve sevinçle
dolmuştu Muslihiddin Sönmez'in.

Ellerinde bavullarla, dilinde dualarla, Akşehir Palas Otelinin bir odasında yer
bulabilmenin ümitleriyle doluydu. Ya yer bulamazsa ne olacaktı? Havf ve reca arasında otelin
yolunu tutmuştu. Maksadı, otele yerleştikten sonra, tecessüslü bakışlardın kurtularak,
babasından sitayişle, hürmet ve sevgi ile dinlediği Bediüzzmana namındaki muhteşem
şahsiyete mülaki olmaktı.
Otele geldiğinde boş oda sormuştu. Bu soruştaki heyecan ve iştiyak az sonra tatlı bir
sükûnet ve sevince dönüşmüştü. Otelde boş oda vardı. Hem de Bediüzzaman'ın kaldığı odaya
çok yakın bir oda boştu.

Muslihiddin Sönmez Bey, otele yerleştikten sonra, akşamın sakin ve tenha vakitlerini
bekliyordu artık.

Nihayet Bediüzzaman'ın kapısını tıklatarak huzura kabul edildi.

O günden sonra sık sık, hemen her gün akşam üzeri Bediüzzaman'la mülâki oluyordu.

"Türk-Kürt ayrılığı yok"

Muslihiddin Sönmez, Bediüzzaman'la olan hatıralarını bütün samimiyetiyle


anlatıyordu:

"Üstada sorduğum sualler cevaplar almanın bahtiyarlığını duyuyordum. Bana şunları


anlatmıştı:

"Bana eskiden Said Kürdî derlerdi. Ben Kürtçü değilim. Müslü-

sh:»(s:380)

man bir kimse kavmiyetçi olamaz. Türk-Kürt yok. İslâmlık hepsini birleştirmiştir.
(Ellerini birleştirerek, birliğe işaret etti.)

"Ben nasıl Kürtçü olabilirim? Ben Kur'ân'da Türklere dair işaretler bulunduğunu,
tefsirimde zikretmişimdir.'

"Ayrıca eserlerine temas ederek, 'Risale-i Nurlar mirî malıdır. Herkes ondan istifade
edebilir' dedi.

"Ben kendisini ne yiyip ne içtiğini, nasıl yaşadığını merak ediyordum. Zihnimden


geçen bu hususları daha kendisine sormadan, bu mevzulara girdi. İktisadın ehemmiyetinden
bahsetti. Kendisi pek az yiyip içiyordu, bir parça kuru ekmek ve kaynayan çay, onun günlük
maişetiydi. 'Kur'ân'ın iktisat emrine uymaya çalışıyorum' derdi.
Allah'a giden üç yol

"Denizli'de Nureddin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Allah'a giden üç yoldan ve bu


yolların en ehemmiyetlisinden bahsetti. Bu üç yolu şöyle sıraladı:

"Felsefe, bilim, din...

"Birinci yol, yerin altından tünel kazarak gitmektir.

"İkinci yol, yerin üstünden yürümektir.

"Üçüncü yol ise, en kısa ve süratlidir ki, uçarak gitmektir. İşte bu yol din yolu, Kur'ân
yoludur."

Bediüzzaman bu görüşmelerde Muslihiddin Sönmez'e iltifatlar da bulunuyor:

"Kalbini muhafaza et. Nazarımda sen on şeyhden daha hayırlısın!" diyordu.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:381)

$ MEHMED EMİN BİRİNCİ

1933'te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Ankara ve İstanbul'da Risale-i Nur
neşriyatı ile başlayan hizmet hayatı devam etmektedir.

[]

Mehmed Emin Birinci


"Sene 1947... Ortaokul son sınıfındayım. Memleketimizin düçar olduğu, karanlık
devirlerin son yıllarını yaşamaktayız. Karanlık devir, zulmet devri... Zira çok iyi hatırlıyorum,
köylünün elbirliği ederek tutmuş olduğu köy imamından, din dersleri almak için bütün köy
çocukları camiye gidiyoruz. Din dersleri denince, Kur'ân okumak, namaz hallerini öğrenmek,
îman şartalarını bellemekten ibaret...

"Fıtraten dindar olan Türk milletinin ruhunda cahil bile olsa Kur'ân'a karşı olan saygı
ve bağlılık sonsuzdur. Bu duygunun icabı olarak din derslerinin çocuklara öğretilmesinde
azamî gayreti göstermektedirler.

"Öteden beri dine olan baskının devamı olan Türkçe ezan ve kametin hâlâ hükümran
olduğu o zamanlar elinde çantasıyla köye gelen tahsildarlardan nasıl korktuğumuzu ve
elimizdeki amme cüzünü ve Kur'ân-ı Kerim'i nasıl sakladığımızı hiç unutamıyorum. Hattâ bir
defasında korkudan, evimizin altındaki hayvan yemliği içine girdigimi çok iyi hatırlıyorum.

"Zaten üç ay yetecek kadar yiyeceğini temin edebilen köylünün ödeyebileceği meteliği


de bulunmazdı ki...

"Fakat ne olursa olsun tahsildarın aldığı emir, demiri kesmekte, zavallı köylünün paslı
tenceresini ve bakır kaplarını haczeder (!) ve köylü gözyaşını içine döker...

"Bununla kalsa razıdır belki! Civar köylerin kaç hayvanı olduğunu tespit için
memurlar geldiği duyulunca, köylüler geceyarısı sicim gibi yağmur altında hayvanlarının bir
kısmını dağa kaçırmakta ve birkaç geceyi dağlarda geçirmektedir. Ta ki birkaç hayvanı,
vergiye dahil olmasın.

sh:»(s:382)

"Elhasıl, çileli devirlerin çocukları olarak biz de okula devam ediyoruz.

"Yemyeşil Karadeniz şeridinin mavi ile birleştiği sahil kesiminde o zamanlar çay
ziraatı olmadığı için erkeklerin yüzde sekseni gurbete çıkar, kazandığı üç-beş kuruşla ailesinin
nafakasını temin ederdi.
Remzi Efendi ile Halil Dayı

"Bu cümleden olarak, bizim akrabalarımzdan Remzi Efendi ile Halil Dayı da, mezkûr
gurbetin daimî müşterileri idiler.

"Kızılırmak'ın denize dökülen kısmında balıkçılıkla meşgul oluyorlardı. 1948 gurbet


dönüşlerinde kendilerinde bambaşka bir değişme olmuştu. Bütün köylü -hattâ-, civar köyler
-bu iki zattan bahsetmeye başlamışlardı. O zamana kadar dine lâkayd kalan bu iki şahıs nasıl
oldu da birden bire değişivermişlerdi.

"Sonradan öğrendik ki, bir tarikata intisap etmişler. Bütün günahlarına tevbe ederek
kazaya kalan namazlarını eda ederek ellerinden geldiği kadar takva ile hareket etmeye
başlamışlardı.

"Balık avlama mevsimi gelince yine gurbete açıldılar. Mekânları yine Kızılırmak'ın
bulanık olarak denize dökülen kısmı ve balıkçı barakaları... Bu sefer diğer arkadaşları, onlara
bir başka gözle bakmakta; kimisi gıpta ile, kimisi alaylı... Fakat onlar aradıklarını bulmanın
sevinci içinde daima Hakkı zikretmekte, her işlerin Besmele ile yapmaktadırlar. Huzur
içindeler. O sene de balıkçılık mevsimi bitince avdet etmek üzere Bafra'ya gelirler. Bafra'da
Hacı İhsan Bey, Muammer Efendi ve daha birkaç zatla tanışırlar. Sohbet esnasında Muammer
Efendi bunlara Afyon taraflarında Bediüzzaman isminde bir büyük zatın bulunduğunu, birçok
eserleri olduğunu, hükümet onun nüfuzundan korktuğu için, daimî tarassutta bulundurduğu
vesair bazı malûmatlar vererek, nazar-ı dikkatlerini Bediüzzaman Said Nursî ismine
çekiyorlar ve kendilerine bir-iki küçük kitap veriyor.

"Remzi Efendi ile Halil Dayı bu heyecanla köye geliyorlar... Bazı tasavvufî
meselelerle birlikte, Bafra'da Muammer Efendi ile aralarında geçen muhavereyi bizlere
naklediyorlar. İşte ilk olarak Bediüzzaman ismini 1949 yılında (Allah rahmet eylesin) bizim
Remzi Efendiden duydum. Remzi Efendi çok kısa zamanda hakikata ulaşmış, Risalelerin
hepsini daha okumadan Bediüzzaman'ın çok yüksek bir zat olduğuna kanaat getirmişti.
Okumaya çok meraklı olan Remzi Efendi Nur Risalelerini getirmek istiyor, fakat bir türlü elli,
yüz lira bulup sipariş edemiyor. Remzi Efendinin akrabalarından

sh:»(s:383)
Hakkı Usta diye bir zat var. Bu zat gemi inşaat ustasıdır. Bir gün bir teknenin motor
kısmını monte ederken 'Arkadaşlar' diyor. 'Bizim Remzi Efendinin bildiği yüksek, âlim bir zat
var. Onun çok güzel kitapları varmış. Birkaç kuruş verin de o zatın kitaplarından getirtelim,
bizim de istifademiz olur.' Bu söz üzerine 33 lira kadar bir para toplarlar. O zamana kadar,
başı pek ender secdeye değen Kadir Usta da buna iştirak eder. Biraz da kendileri ilâve ederek,
kitapları sipariş ederler. Aradan onbeş-yirmi gün geçince ayakkabıcılıkla iştigal eden Sefer
Usta, bir akşam üstü bir torba kitapla köye gelir.

"Merak ve heyecanla torbayı açınca büyük büyük bazı eskimez yazılı kitaplar çıktı.
Hemen karıştırdılar. Oradan buradan okumaya başladılar. Birisi Beşinci Şua diye bir bahis
bulmuştu. Tam aradığı yer burası idi. Remzi Efendi gönlünün istediğini elde etmiş, duası
kabul olmuş Risale-i Nur'lara kavuşmuştu.

"Bunların heyecanı yavaş yavaş bana da tesir etmeye başlamıştı. Fakat eskimez yazıyı
okuyamadığım için ancak onları dinlemekle iktifa ediyordum.

"Akşamları Hakkı Ustanın evine giderek:

"Ne olur Hakkı Amca, biraz oku da dinleyelim. Biz de istifade edelim' diyordum. Ama
o, sabahtan beri çalışmanın yorgunluğu ile hemen uyuklamaya başlıyordu. Köyde yapılacak
başka işim de yoktu. Ne yapıp yapmalı, mutlaka bu yazıyı okumasını öğrenmeliydim.

"Ahdettim, cehdettim, belki inanılmaz, ama yirmi gün içinde eskimez yazılı kitapları
okumaya başladım. Azmin elinen hiçbir şeyin kurtulmadığının canlı bir örneği bu...

"Gerçi ilk zamanlar bu Risaleleri tam anlayamıyordum. Fakat içimde bu kitapların, bu


zamanın insanlarına en faydalı kitaplar olduğuna dair bir his vardı.

"Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine sonsuz bir saygı ve hürmetle bağlanmıştım.

"Fıtrî olarak, içimdeki bir hissin sevkiyle okuldaki arkadaşlarımdan yine yakın
olanlara Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nur'u anlatmaya başlamıştım.

"Hattâ İhlâs Risaleleri'ni yeni yazı ile deftere yazdım. Okumaları ve istifadeleri için
arkadaşlarıma verdim.

"Bir gün bizim Remzi Efendi, Hakkı Ustaya diyor ki:


"Hakkı Usta, on lira ver. Sözler Mecmuasını ısmarlayalım.' Hakkı Usta aldırış etmez.
Bu istek birkaç kere tekrarlanır. Yine vermeyince bir gece Hakkı Usta bir rüya görür. Şöyle
anlatır rüyasını:

sh:»(s:384)

"Gece yatsı namazını kılıp yattım. Rüyamda bir tayyare beni aramaya başlamış. Evim
kara yemiş ağaçlarının içinde olduğu için yukarıdan kolay kolay görülmüyor. Fakat tayyare
mütemadiyen alçalarak uçuyor. Ha bomba attı ha atacak, derken benim kalbimde çatlarcasına
atıyor. Bu esnada uyandım. Korkunun dehşetinden bir daha uyuyamadım. Sabah erkenden
Remzi Efendiye gidip 'Al kardeşim şu on liranı, bu akşam az kalsın beni öldüreceklerdi.'
Bunun üzerine Remzi Efendi, Sözler mecmuasını sipariş verir.

"Bu seferki siparişte teksir edilmiş bir kısım yeni yazı Risaleler de gelir. Bunlardan bir
tanesinde, muallim Mustafa Sungur'un müdafaası ve Üniversite Nur Talebelerinin Adliye
Vekiline yazdıkları bir dilekçe vardı.

"Gelen Risaleleri, hususiyle Mustafa Sungur'un merdane ve cesurane müdafaasını


okuya okuya ezberlemiştim. Köylerde ve kazalarda kahvelerde bana okuttururlardı. Halis bir
niyetle yazıldığı belliydi. Bazıları böyle bir devirde böyle bir müdafaanın nasıl yazılabildiğini
merakla, takdirle dinliyordu. Ben de zevkle, bıkmadan okuyordum.

"Her tarafta bizlerden bahsedilmeye başlandı. Hattâ Kadir

Usta kısa zamanda öyle hale geldi ki, Risale-i Nur'un hakikatlerini dünyaya ilân etmek
için harekete geçmiş gibiydi. Köylerde, kahvelerde artık, hep Nurlardan, Nurculardan
konuşmaya başlamıştı.

"Risale-i Nur hareketinin müessiriyeti dalga dalga yayılmaya başladı. Bafra, İnebolu
ve İstanbul'daki Nur Talebeleriyle mektuplaşmaya başladık. Bu arada Üstad'ın bazı lâhika
mektupları da geliyordu, sevinçle okuyorduk.

"Ortaokulu bitirdikten sonra, bir yıl okumaya ara verdim. O zaman amcam Yusuf
Birinci bir motorda çalışıyordu. Samsun'dan mal getireceklerdi. Beni götürmelerini rica
ederek Samsun'a gittim.
Samsun mahkemesi

"O günlerde Mustafa Sungur Ağabey'in Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde


muhakemesi vardı. Samsun'da çıkan Büyük Cihad gazetesinde 'En Büyük İsbat' başlığı altında
yazdığı yazıdan dolayı muhakeme olacaktı. Bafra'daki Muammer Efendi ile mahkemeye
gittik.

"Birkaç tane başka davalar gördükten sonra, mübaşir 'Mustafa Sungur!' diye çağırdı.

"Jandarmalar tarafından kelepçeleri çözülen Mustafa Sungur'u ilk olarak mâsum


yüzüyle maznun sandalyesinde gördüm.

sh:»(s:385)

"Hak ve hakikatı duyurmak, insanlığa gerçek saadeti sunmak için kendi hürriyetini
kelepçeye vuran, büyük ruhlu Sungur'u işte o zaman tanımak şerefine erdim. Mahkeme
müddetince hep ona baktım, hep onu süzdüm, bir başka dava sebebiyle müdafaasını
ezberlediğim Sungur, bu Sungur'du. Mahkeme reisinin:

"Bediüzzaman Said Nursî senin neyindir?' sorusuna karşılık:

"Üstadım, hocamdır!' cevabından başka mahkeme safahatından hiç bir şey aklımda
yok... Ancak onun o andaki nuranî halinin ve davasına olan sadakatının bende akisleri var. Ve
kollarına tekrar kelepçe takılarak hapishaneye giderken mütebessim çehresi gözlerimin
önünde...

"Ertesi gün bir fırsatını bulup, hapishaneye ziyarete gittim. Hiç bir şikâyette
bulunmadı. Hapishanede Risaleleri okutmadıkları için bana bir tane 'El-Munkızu Mineddalâl
kitabını getir. Boş zamanlarımda mütalâa edeyim' dedi.

"İstediği kitabı alıp getirdim. Hapishanenin parmaklıkları arasından selâmlaşarak


ayrıldık.

"Bu görüşmeler beni bir kat daha Risale-i Nur'un hakkaniyetine ve kudsî davanın
hizmetlerine bağladı.
"O halet-i ruhiye ile memleketime döndüm ve arkadaşlara Samsun seyahatimi
anlattım.

"İstanbul'a gelişim"

"Sene 1952... İki arkadaş, yatılı bir okula girmek için İstanbul'a geldik. Nihayet Deniz
Astsubay Okuluna girmek için lüzumlu evraklarımızı tamamladık, muayenelerimiz bitti.
Neticede bana dediler ki:

"Senin tansiyonun biraz yüksek, bunun için sen okula giremeyeceksin' ve ben okula
giremedim. 'Tevekkeltü Alâllah' deyip neticeyi beklemeye başladım. Bir müddet yakın
akrabalarımın yanında kaldıktan sonra bir otelde kâtiplik yapmaya başladım.

İstanbul'daki mahkeme

"O günlerde Hür Adam Gazetesinde bir haber gördüm.

"Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yarın mahkemesi var' diyordu. Dizlerimde


mecâl kalmamıştı. Heyecandan titredim. Birkaç yıldan beri nurlu kitaplarını okuduğum büyük
ve eşsiz Üstadı görmek nasip olacaktı. Muhakeme olacak yeri öğrendim ve erken saatlerde
mahkeme koridorunda beklemeye başladım. Kısa zaman için-

sh:»(s:386)

de koridor tamamen doldu. Mahkeme saati yaklaşınca o kadar izdiham oldu ki,
aşağıdaki caddeden tramvaylar geçemez oldular, otobüsler yollarını değiştirdiler. (O zamanki
Adliye, şimdiki Büyük Postahanenin üst katı idi). Halk, Adliyenin karşısındaki evleri ve
hanları doldurmuş muazzam kalabalığa temaşa ediyordu. Mahkeme saati yaklaştı ve aziz
Üstad, hasretini her an bütün duygularımla hissetiğim büyük insan, tarihî şahsiyeti ve
kıyafetiyle koridorun başında göründü. Telaşsız ve fütursuz, vakur adımlarla dim dik
yürüyerek binlerce kendisini karşılayanları iki eliyle selâmlayarak mahkeme kapısına kadar
geldi. Yanında üniversitede okuyan sadık talebeleri vardı. Mahkeme kapısı açılınca kendimi
içerde buldum. Yüç kişilik yere binlerce kişi girmek istiyordu. Mahkeme reisi bu izdiham
karşısında mahkemenin cereyan edemeyeceğini, salonun boşaltılmasını rica etti. Fakat hiç
kimse istifini bozmadı. Birkaç dakika sükûttan sonra Üstadın dönüp taleberine bir bakması
kâfi geldi ve kalabalık bir anda dışarıya çıktı. Fakat yine biz mahkemeyi içerde ayakta
dinledik.

Akşehir Palas'ta

"Üstadın Akşehir Palas'ta kaldığını öğrenince ertesi günü hemen otele gittim.
Görüşmek istedim. Mahcubiyetimden ve heyecanımdan ısrar edemiyordum. Yanında kalan ve
hizmet eden Üniversiteli Nur Talebelerine gıbta ediyordum. Ne olurdu ben de onların yanında
bulunaydım, diye coşar bir arzu ile istiyordum. Kaç kere Akşehir Palas Oteline gittimse de
orada görüşmek nasip olmadı.

"Yine bir defasında görüşmek için gittiğimde o zaman hizmetinde bulunan


Üniversiteli Muhsin Alev dedi ki: Üstad yarın karşımızdaki küçük camide Cuma namazına
gidecek, sen de gel oraya, görürsün.' Gittim. Üstad arka tarafta müezzin mahfelinde namaza
durdu. Ayaklarındaki çorapları çıkarmıştı. Çok dikkatli bakıyordum. Her selâmdan sonra
dişlerini misvaklıyordu. Namaz bitti. 'Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber...' Sonra
herkes dua etmeye başladı. Ben baktım Üstada. Tesbihatı bitirmediğinden bir eliyle tesbih
çekiyor, diğer elini kaldırmış, umumî duaya amin diyordu. Namazdan sonra görüşmek yine
nasip olmadı. Bu arada Abdülmuhsin Alev'in kaldığı Süleymaniye'deki evine gitmeye
başladım. Yavaş yavaş orada Risaleleri daha fazla okuyabiliyordum. Hem de oraya gelenlerle
beraber okuyorduk.

"Bir gün Abdülmuhsin, benim bulunduğum otele gelerek 'Filan gazetede bir haber var.
Onu Üstad görmek istiyor, tanıdığın bir bayi

sh:»(s:387)

varsa, para vermeden emaneten o gazeteyi al, sonra iade edersin? dedi. Ben de gittim,
aldım, sonra bayiye geri verdim.
"Yine bir başka gün Abdülmuhsin yanıma gelerek 'Üstada sormak istediğin,
yazılmasını arzu ettiğin bir sualin var mı? Üstad soruyor. Sualin varsa söyleyelim' dedi. Hiç
unutmam. Demiştim ki: 'Namazın ta'dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.'
Gülümsüyordu. Gitti. Ve ondan birkaç gün sonra bir bavulla bana gelerek, 'Bunlar senin
yanında biraz kalsın. Üstad Hazretleri Akşehir Palas'tan çıkıyor. Fatih'teki Reşadiye Oteline
gidecek. Bunları bir müddet sonra alacağız' dedi. Üstadın eşyaları imiş. Bir müddet sonra
aldılar. Ve Üstad Akşehir Palastan Reşadiye Oteline gitti.

"Üstadı ilk ziyaretim"

"Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün
geçtikten sonra Fatih'e gittim. Reşadiye Otelini buldum. 'Falan odada kalıyor' dediler. Çıktım.
Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya
götürdü. Üstad kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni
gördü. 'Bu kimdir?' diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek,
çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek
'otur' dedi, oturdum. O esnada Hz.Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye
Camiinde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı.

"Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan
öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar
cevap verdiler. Risale-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler.
Hz. Üstad bana dönerek:

[]

Nurun yılmaz fedaileri:Tahiri Mutlu, Macit Türkmenoğlu, M. Emin Birinci, Mehmet


Kuru ve Abdullah Yeğin

sh:»(s:388)

"Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de
Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur'a hizmet eyle' dedi.
"Kendime geldiğim zaman, o mübarek zatın sıcacık eli hâlâ şakaklarımdaydı.
Ruhumla birlikte bir anda bütün duygularımın yıkandığını hissetim. İkindi namazını oradaki
arkadaşlarla kıldıktan sonra otelden ayrıldım.Bütün vücudumda bir hafiflik, bir rahatlık
hissediyordum. Büyük Üstadın elini öpüp, onun mübarek duasına nail olmanın huzuru ve
saadeti gönlümde bambaşka ufuklar açmıştı. Hele bana iltifat ederek bizzat kendine hizmet
eden has talebeleri arasına dahil etmesinin sevinci içimi daha bir başka yakmakta idi. Tarifi
imkânsız bir saadete kavuştuğumu hissediyordum.

"Kendimi Nurlara vermeliyim"

"Artık bundan sonra ben de kendimi Nurlara vermeliydim. Bu hayatımı Nur'un inkişâf
ve tealisi uğruna vekfetmeli, feda etmeliydim. Nasip, kısmet bu. Cenab-ı Hakkın takdiri bu.
Nereden, ne için İstanbul'a geldim? Nasıl, ne biçim hâdise ile karşılaştım. Elbette 'kader
söylese ihtiyar-i cüz'î susar, iktidar-ı beşer konuşmaz.' Bizim de ihtiyar-ı cüz'îmiz sustu. Ve
iktidarımız elimizde olmayan bir istikamete itildi. Ve Nur'un, Nur cemaatinin, halis-muhlis
mü'minler topluluğunun müşfik kucaklarına düştüm. Merhamet dağıtan sinelerine rabt oldum.
Memleketin ücra bir köşesinde gerçekten ihtiyarımız harici karınca kararınca birkaç seneden
beri yapmakta olduğumuz, daha doğrusu istihdan edildiğimiz kudsî hizmetin, cihanşümûl
îman davasının nurlu menbaını bulmuş, Allah'ın inayetiyle kafile-i Nur'a dahil olmuştum.
Sevincim hudutsuzdu. Ehemmiyetsiz bir sebepten dolayı demek ki hıfz-ı İlâhî bizim gibi bir
âcizi büyük Üstadın hizmetinde istihdam edecek bir kemter olarak kabul buyurmuş ki, böyle
bir saadete nail oluvermiştim.

"Halis niyetin kabule karin bir dua olduğunu Risale-i Nur'da okumuştum. Daha ilk
Risale-i Nur'u Üniversite Nur Talebelerini duyup onların hizmetlerinden bahsedilirken
kalbimden geçirmiştim ki, ne olurdu ben de aralarında olsaydım. Nasıl onlar Üstada ve
Risale-i Nur'a hizmet ediyorlarsa ben de onlara hizmet edeydim. Cenab-ı Hak bu niyetimin
kabûlünü Hz. Üstadı bilfiil ziyaret etmek suretiyle gösterdi. Hadsiz hududsuz hamdü senâlar...

sh:»(s:389)

Fatih'te Cuma namazı


"Üstad Hazretlerini ziyaretimden kaç gün geçtiğini bilemiyorum. Bir gün dediler ki:
'Yarınki Cuma namazını Üstad Fatih Camiinde kılacak.' Namaz vakti camiye gittim. Daha
evvel tanıdığım birkaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş hemen
orda bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tembihleyerek Üstad Hazretleri camiden çıkarken
fotoğrafını çekmesini söylemişti. Hz. Üstad ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzin
mahfelinde kıldıktan sonar, Nur Talebeleriyle birlikte dışarı çıktık. Üstad bizim beş metre
kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fatih türbesine girilen kapının önüne gelince durdu.
Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp Fatiha veya dua okumaya başladığa zaman
fotoğrafçı hemen birkaç resim çekti (*) Hz. Üstad ses çıkarmadı. Hep beraber Reşadiye
Oteline kadar yürüdük. Onlar yukarı çıktılar. Biz de yerlerimize gittik.

"İkinci defa Üstadımızı görmüş olmak bana dünyalar verilse değişmeyeceğim bir
sevinç verdi. Artık sık sık Süleymaniye'deki 50 numaralı eve gidiyor ve oradaki Nur
Taleberinden hizmetin usûl ve metodlarını öğreniyordum. Baktım olacak gibi değil. Otelde
çalışırken biriktirdiğim bir miktar param vardı. 'Tevekkeltü Allah, bu bitinceye kadar Allah
Kerim'dir' dedim ve otelden ayrılarak ben de onların yanında kalmaya başladım. Her hallerini
dikkatle takip ediyordum.

Sabah dersleri

"Sabah namazını evde kılıp çıkıyor, sabah derslerine Aksaray ve Saraçhanebaşı'ndaki


parka münavebeli gidiyorduk. (Aksaray ve Saraçhanebaşı'nın şekli o zaman başkaydı.)
Sabahın erken saati olduğu için etraf sessizdi. Oralarda bir-iki saat Risale-i Nur'dan okur ve
tefekkür ederdik. Ara-sıra bazı kimseler de derslerimize iştirak ederlerdi.

"Yine bir gün Aksaray parkında Risale-i Nur'dan haşre dair bir bahis okunmaktaydı.
Bir genç karşı kanepeye oturmuş bizi dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini
de iki kere dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini de iki kere iki dört eder
derecesinde isbat eden Risale-i Nur'un muknî ve müdellel izahlarına o genç hayran kalmış,
bilhassa 'İncir ağacı kendisi çamur yer, yavrusu hükmündeki meyvelerine süt içirir'
mealindeki cümle çok hoşuna gitmiş. Bundan sonra derslerimize devamlı gelmeye başladı.
Artık yavaş yavaş arkadaşlara ısındım. Beraber hiz-

___________________________________________
(*) Bu resimlerden bir tanesi, Tarihçe-i Hayat'ta bulunmaktadır.

sh:»(s:390)

mete devam ettik. Bir gün Abdülmuhsin 'Arkadaşlar! Üstad bir yerde diyor ki: 'Ben
dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim' (elindeki büyükçe bir bohçayı göstererek), 'İşte
Üstadın dünyadaki malı mülkü, hepsi bu kadar' dedi.

"Memlekete döndüm"

"Hz. Üstad, İstanbul'dan Emirdağ'a gitti. ben de altı ay kadar İstanbul'a hizmette
bulunduktan sonra askerlik yoklaması için memlekete gittim. Yanımda merhum Eşref Edip'in
bastığı küçük Tarihçe-i Hayat'tan bir miktar götürmüştüm.

"Bizim Kadir Amca Risale-i Nur'un hakikatlarını herkese anlatmak istiyor, kendisinin
eline daha evvel geçmediği için hayıflanıyordu. Müftülere, hocalara, kahvlere gider, daima
Üstad Bediüzzaman'dan, onun büyük hizmetlerinden bahseder ve anlatırdı. Bu hal bazı
münafıkların ve din düşmanlarının hoşuna gitmez, çeşitli bahaneler ararlardı. 'Ata et, arslana
ot atılmayacağını' yani her mevzuun herkese anlatılmasının mahzurlu olacağını tam
kestiremeyen Kadir Amca, halis bir niyetle ve insanları irşad etmek kasdiyle gece gündüz
demeden anlatıyordu. Onun bu vaziyeti gizli din düşmanlarının şikâyetine mucib oldu.
Defalarca şikâyet edildi. Savcılık harekete geçmeyince, bu kere, 'Gizli bomba imal ediyor'
yalan ihbarlarıyla savcılık arama kararı çıkartarak Kadir Amcanın atölyesini ve evini
arattırıyor. Neticede Risale-i Nur'dan birkaç parça ile dinî kitaplardan başka birşey
bulunamıyordu. Aynı arama kararında benim ve Halil Santepe isimli -Bize ilk Risale-i Nur'u
getirenlerden- zatın evinin aranacağını haber aldık. Ben aramaya gelenleri iskele dediğimiz
yerde bekledim. Birkaç saat sonra geldiler, beni sordular.

"Arama kararı aldıklarını, binaenaleyh evimizi arayacaklarını söylediler. Eve doğru


yürümeye başladık. Bulunduğumuz yerden evimize yirmi dakikalık mesafe vardı. Aramaya
gelenlerden biri ilçe jandarma komutanı, diğeri Sami isimli bir polis memuruydu. Yağmur
hafiften yağıyor ve biz hızlı adımlarla bizim eve doğru gidiyoruz. Yanımızda onlardan başka
bizim akrabalarımızdan bir çocuk var. Ona mahallî lisanla, arka taraftaki yoldan çabuk bizim
eve gitmesini, masada bulunan silâhı almasını, Risalelere dokunmamasını söyledim. O da
öyle yapmış. Yolda giderken jandarma kumandanına gayet rahatlıkla niçin aramaya
geldiklerini, suçumuzun ne olduğunu sordum, cevap vermedi. Polis memuru hayret ediyordu.
Nasıl olur da konuşabilirdim? Bu cesareti nereden almıştım? Çünkü daha devr-i sabıkın
zulüm ve işkence hırsları birtakım memur-

sh:»(s:391)

larda henüz sona ermemiş ve bizim demokrasi içindeki hür düşüncelerimizi bir
jandarma kumandanına söyleyebilmemizi cüret saymıştı.

"Eve gittik. Odaları aradılar. Buldukları birkaç Risale ile mektupları aldıktan sonra
Halil Efendinin evini aradılar. Oradada birkaç Risale bulup gittiler. Ertesi günü savcılığa
gitmemizi tembih ettiler.

"Savcılık durumu Rize Ağır Ceza Mahkemesine intikal ettirmiş. Ve Kadir Ustayı
tevkif etmişlerdi. Bu hal bazı din düşmanlarının hoşuna gitmekle beraber, ehl-i îmanı incitmiş
ve mahzun eylemişti. Ağır Ceza Mahkemesi ilk duruşmada Kadir Ustayı tevkif etmiş, ikinci
duruşmada ise beraat ve müsadere edilen eserlerin sahiplerine iade edilmesi kararını vermişti.
Bu mahkeme münâsebetiyle Risale-i Nur'lar halk arasında daha fazla duyulmaya başladı.
Hattâ Kadir Usta, iade edilen Risale torbasını sırtına alarak, bir bisiklete binip, kazada dükkân
dükkân dolaşarak, 'Arkadaşlar! İşte devletin temel nizamlarını yıkmak için kullandığım âletler
bu torbanın içindedir. Herkesin mâlûmu olsun' diyerek menfi zihniyet sahiplerini protesto
etmişti.

Üstad beni İstanbul'a istiyor

senesi içinde Üstad Bediüzzaman tekrar İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Bir gün bir
telgraf aldım. Telgrafta 'Üstad seni İstanbul'a istiyor, acele gel' deniyordu. Bu telgraftan
birkaç gün önce Millî Eğitim Müdürlüğünce ortaokul mezunlarına öğretmenlik için ihtiyaç
olduğu ilân edilmiş, ben de müracaat etmiştim. Talebelere îman hakikatlarını anlatmak hissi
galebe çaldığı için Aziz Üstadın davetine icabet etmeme hamakatını gösterdim. Hata ettim.
Fakat kısa bir zaman sonra tokadını da yedim.
"Gerçi kısa sayılacak zamanda çocuklara çok şey öğrettim, örnek hareketler gösterdim.
Hem dünyevî, hem uhrevî meseleleri birleştirerek akıl, kalb ve vicdanın nurlanmasını temine
çalıştım. Fakat bütün bunlar Hz. Üstadın hizmeti yanında bir zerre bile olamayacağını
sonradan öğrendim. Ama iş işten çoktan geçmişti.

Vazifeme son verildi

"Uzun kış gecelerinde akrabalarımızdan yanında kaldığım Ahmed Dayının evinde


sohbet eder, Risalelerden okurduk. Vazifeye başladığım iki ay olmuştu. Bir Cumartesi okulu
tatil edip, bazı talebelerle çarşıya iniyorduk. Kasabaya yaklaştığımızda jandarma ve

sh:»(s:392)

polisle dolu bir jip önümüzden geçti. 'Kimbilir nerede vukuat olmuş da bunlar oraya
gidiyorlar' dedik. Meğer vukuatı yapan bizmişiz. Bizim menzilimizi basmaya gidiyorlarmış.
'Sen misin büyük Üstadın davetine icabet etmeyen, kaderin adeletine bak da gör' dercesine
ehl-i dünyanın tazyikiyle muvakkat vazifemize son verilmek istenildi. Nihayet valilik emriyle
vazifemize son verildi.

"Hâdise şuydu: Diyarbakır Öğretmen Okulunda okuyan bir arkadaşa küçük Tarihçe-i
Hayat'tan göndermiştim. Orada arama yapmışlar. Arkadaş kitabı benden aldığını söylemiş ve
adresimi vermiş. Bunun üzerine harekete geçilip, kaldığım evde birkaç Risale zabtederek,
savcılığa çıkıp, bu kitapların yasak kitaplar olmadığını, hem yakında Rize Ağır Ceza
Mahkemesinin iade ettiğini, binaenaleyh kitaplarımın geri verilmesini istedim. Savcılık sorgu
hâkimliğine intikal ettirdi. Sorgudan men-i muhakeme ile kitapları tekrar geri aldım. Tabii
bunlar yukarıda bahsettiğim gibi basit sebeblerdir. Bence esas sebep Üstadın davetine icabet
etmememdir.

Tekrar İstanbul'a

"Kısa bir tereddüt devresinden sonra 1953 Nisan veya Mayıs aylarında yine amcamın
çalışmakta olduğu motorla İstanbul'a hareket ettik. 5-6 günlük yorucu bir deniz
yolculuğundan sonra İstanbul'a geldik. Her zaman kalmakta olduğumuz Süleymaniye'deki eve
gittim. Baktım ev yıkılmış. Komşular dediler ki: 'Ev sahibi bu evi yıkıp yeniden yaptırmıştı.
Tam girecekleri sırada bir gece böyle yıkılıverdi.'

"Sonradan öğrendiğimize göre ev yıkılmasaymış, bir daha bizlere kira için orasını
vermeyeceklermiş. Allah'ın hikmetine akıl ermez. Orası yeniden inşa haline gelince bizim
arkadaşlar Aksaray tarafındaki bir handa bir oda kiralamışlar. Orada kalıyorlarmış. Bir
tanıdıktan adresini alıp gittim. Hakikaten bir han odası. İmkânlar mahdud. Ben İstanbul'a
geldiğim vakit, Hz. Üstad dönmüş, Abdülmuhsin de Almanya'ya gitmişti. Bir müddet bu
handa kaldık. Daha sonra Ahmed Aytimur'un havluculuk yaptığı binanın bir köşesine
yerleştik. Bu sırada Abdurrahman Tan isminde sâfi kalbli, merd yürekli, sobacılık yapmakla
geçimini temin eden bir zat bizim bu vazi-

[]

Risale-i Nur hizmetinin mümtaz şahsiyetlerinden; (soldan sağa) Mehmed Fırıncı,


Mehmed Emin Birinci ve Refet Kavukçu.

sh:»(s:393)

yetteki hal-i pür-melâlimize dayanamayarak Süleymaniye'de iki katlı bir ahşap ev satın
almış. Bize verdi. Artık Risale-i Nur'a hizmeti buradan devam ettirmeye başladık. Aksaray ve
Saraçhanebaşı'ndaki sabah derslerimize devam ediyor ve Risale-i Nur'dan âzamî istifadeye
çalışıyorduk. Bu arada eski yazı imlâyı da doğru yazmaya tâlim ediyor ve bir kısım
zamanımızı da ona sarfediyorduk.

"Aksaray parkında tanıştığımız Hakkı ismindeki genç sık sık görüşür, onunla beraber
yazı yazar ve mütalâa ederdik. Babası -Allah rahmet eylesin- merd, cesur, ehl-i sehavet bir
zattı. Hakkı'nın henüz devam ettiği yatılı okulu bitirmeden bizimle arkadaş olmasını pek
istemiyordu. Her nasılsa bizim Şehzadebaşı Camiinde yazı öğrendiğimizi duymuş. Bir gün
öğle namazına oraya gelmişti. Cemaat dağılınca etrafına bakmış, kimseler yok. O da gitmeye
karar vermiş. O esnada bir de müezzin yerine bakayım, demiş. Merdivenlerden çıkarken yüz
yüze geldik. Ben hemen yanımızda bulunan İslâm yazısı Asâ-yı Mûsâ'yı göstererek: 'Ne iyi
ettin de geldin, Allah senden razı olsun. Bak şurayı okuyup anlayamadık. Sen bize oku da
izah et' deyince birden gevşeyiverdi. Asâ-yı Mûsâ'yı eline aldı. Birkaç satır okuduktan sonra
'Çalışın çocuklar. Malım mülküm size helâl olsun. Sizi affettim. Kafalarınızı birbirine vurmak
için gelmiştim. Mâdemki böyle bir hakikat için çalışıyorsunuz, ben size yardımcı olacağım'
diyerek sükûnetle ayrılmıştı.

"Ondan sonra Hakkı'nın bütün ailesi bize ve Nurlara dost oldular. Evleri ikinci
medresemiz oldu.

Kirazlı Mescid Sokağında

"Kirazlı Mescid Sokağındaki daracık evde hizmetlerimizi yürütmeye devam


ediyorduk. Bir taraftan Kur'ân'ın tefsiri olan Nur Risalelerini okuyor, diğer taraftan
muhtaçlara ulaştırmak için teksirle ve İslâm yazısı ile çoğaltıyorduk. Öylesine huzur ve
sürûrla dolu idik ki, tarifi imkânsız. Maddî imkânlarımız çok kıt olmasına rağmen, Risale-i
Nur'un hizmetinden başka bir şeye bakmıyorduk. İçimizi doyuran, duygularımızı tatmiin eden
ruhânî ve mânevî hazla dopdolu idik. Adeta ihsan-ı İlâhî tarafından âciz, fakir ve zayıf
omuzlarımıza büyük bir hizmetin yükü tevdi edilmiş gibiydi.

"Cenab-ı Hak, bize mütevekkilâne sabır ve sebat imkânı vermiş, gelecekte inkişâf
edecek büyük davanın bir nevi bekçiliğini yapma görevini bizlere yüklemişti. Allah rızası için
bu kudsî hizmeti elimizden geldiği kadar yapmaya karar vermiştik.

Mart'ında askere gitmek üzere ayrıldım. Askerlik müdde-

sh:»(s:394)

tince boş zamanlarımda birçok Risale yazdım. Büyük Sözler Mecmuasını tashih için
Üstada gönderdim. Üstad Hazretleri tashih ettikten sonra arkasına dua yazarak geri gönderdi.

Askerden sonra

"Askerlikten sonra İstanbul'a geldim. Eski arkadaşlarımızla tekrar çalışmaya başladık.


Bu arada Ankara'da Risale-i Nur'lar matbaada basılmaya başlamıştı. Allah rahmet eylesin,
Ankara Hukuk Fakültesinde okuyan Atıf Ural, İstanbul'dan bir yardımcı istedi. Arkadaşlar
beni gönderdiler. İlk olarak Sözler mecmuası tabediliyordu.

Risaleler tabediliyor

"O zamana kadar ancak el yazısı ve teksirle çoğaltılabilen Nur Risalelerinin 1957
senesinde resmen matbaalarda basılması büyük sevinçle karşılanmıştı. Her tarafta bayram
havası vardı. Üstad Hazretleri bu Risalelerin basılmasına o kadar ehemmiyet veriyordu ki,
çabuk tashih edilip, formaların basılması için Tahirî Ağabeyle Ceylân kardeşimizi de
Ankara'ya göndermişti. Basılan formalar biraz geç kalınca mutlaka sordurur, merakla neticeyi
beklerdi.

"Bir gün matbaacılar araya bir iş sokup, bizim baskı işimizi 15 gün kadar geri
bırakmışlardı. Ceylân Ağabey bunu fırsat bilerek hemen Hz. Üstada bir mektup yazıp
müsaade isteyerek, peder validesini ziyaret etmişti. Üstad Hazretlerinden gelen cevap,
'Nurların Ankara'da basıldığı bir zamanda medreseyi -uyuyarak dahi olsa- beklemek oradan
ayrılmadan daha hayırlıdır' şeklinde idi.

"Yine bir başka gün Ulucanlar'da kaldığımız evin zili çalındı. Kapıyı ben açtım.
Tanımadığımız bir zat selâm vererek içeri girdi. Atıf Ural, o esnada Risalelerin tashihiyle
uğraşıyordu. Hiç başını kaldırmadan -sesinden anlamış olacak ki- 'Hoşgeldin ağabey' dedi. Ve
tashihine devam etti. Kemal ismindeki bu kâmil zat, Atıf'a hiç gücenmeden onu tebrik ederek,
vazifesine devam etmesini diledi ve ona dua ederek ayrıldı.

"Sözler Mecmuasının baskısı bitince o zaman DP Isparta Mebusu olan Nur Talebesi
Dr. Tahsin Tola'nın nezareti altında bir kamyona yükleyip İstanbul'a cilt için gönderdik. Din
düşmanlarının ihbarlarıyla, polis kitaplarımıza el koyar diye endişeleniyorduk. Dr. Tahsin
Tola'nın dokunulmazlığı olduğu için, herhangi bir müdahaleye karşı kitaplar benim diyecek
ve polisler teslim etmeyecekti. Bütün mesuliyeti üzerine alan kahraman doktorun ihlası ve
Allah'ın inâyetiyle hiçbir hâdise ile karşılaşmadan kemal-i rahatla ki-

sh:»(s:395)
tapları İstanbul'a naklettik. Hâzâ min fadlı rabbi.

"Sözler Mecmuasından sonra Lem'alar ve Mektubat tab'edildi.

Ankara Medrese-i Yusufiyesinde

"Mektubat'ın son formaları basılırken Nazilli'de bir hâdise olmuş, bunun üzerine
gazeteler Nur Talebeleri aleyhinde yalan beyanlarda bulunup havayı bulandırmak
istemişlerdi. Üstadımızın hizmetinde bulunanlar, gazetelerin bu yalan ve iftiralarını ortaya
koyup hakikatı bildiren bir lâhika mektubu neşredip, Nur Talebelerine göndermişlerdi. Daha
okunaklı olması ve daha fazla kimsenin istifade edebilmesi gayesiyle Mustafa Türkmenoğlu,
bu lâhika mektubunu matbaada bastırmıştı. O esnada Mektubat'ı kamyona yüklemiş,
İstanbul'a götürmek için hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Türkmenoğlu ile ikimiz İstanbul'a
hareket ettikten sonra matbu mektubu bahane ederek 'Nurcular beyanname dağıttılar' şeklinde
gazeteler hücuma geçtiler. Ankara C. Savcılığı mektupta ismi bulunanların derhal gıyabî
tevkifatını kesmiş, Türkmenoğlu ve benim tevkifim için de İstanbul emniyetine haber salmış.
Ertesi günü âşina olduğumuz polisler bizi 1. Şubeye götürdüler. Bir gece misafir kaldıktan
sonra trenle polis nezaretinde Ankara'ya gittik. Gıyabî tevkif, vicâhîye çevrilerek Ankara
merkez hapishanesine gönderildik. Bizden evvel Zübeyir Gündüzalp, Ceylân Sungur, Ahmed
Kalgay Ural ve Tahirî Mutlu ağabeyler orada idiler. Kaderde tayin edilen rızkımızı orada
yemek varmış. Ürpermeden, çekinmeden ve aslâ fütur getirmeden Medrese-i Yusufiye'ye
alıştık. Mahpuslar bizlere azamî hürmet ediyorlardı. Biz de onlara nasihat ediyor, Risalelerden
okuyorduk.

"Dr. Tahsin Tola, İstanbul Barosu avukatlarından Av. Bekir Berk'e bizim davamızı
almasını rica etmiş, o da memnuniytle kabul ederek vekâletname tanzim edilmek üzere
ziyaretimize geldi. Vekâletname tanzim edildi. Bize ilk sorusu şöyle olmuştu:

"Arkadaşlar! Biz sizlerin bir an önce hapisten çıkmanız için mi çalışalım; yoksa
inandığınız dava için mi müdafaa yapalım?' Biz hep beraber, 'Bizler burada on sene yatsak
razıyız. Siz Risale-i Nur'daki ulvî davanın müdafaasına çalışınız' dedik. Bu şekildeki
cevabımız genç avukatın ruhunda şimşekler çaktırdı. Umumiyetle bütün avukatlar
müvekkilleriyle 'Aman avukat bey! Beni bu hapishaneden çıkar da ne olursa olsun' şeklinde
muhatap olduklarından, bizim o şekildeki cevabımız karşısında takdir duygularını ifade etti.
Ve bize bu ruhu nakşeden kuvvetin menbaını, Risale-i Nur'u oku-

sh:»(s:396)

ma ihtiyacı duyarak Nur Külliyatını kısa zamanda mütalaa etmişti. Artık müdafaa
kolaydı.

"Maznun sandalyesinde oturan masum insanların tek suçu iman hakikatlarına susamış
bir milletin mânevî yardımlarına koşmaları, vatan, millet din sevgisinin kalblere nakşedilmesi
için Risale-i Nur'larla hizmet etmeleri, her türlü şer kuvvet ve materyalist zihniyetle Allah
rızası için mücadeleleri idi.

"Müdafaa bu çerçeveler mucibince hazırlanadursun savcılık makamı da iddianamesini


tanzim etmiş, şahsî nüfuz ve menfaat temini gayesi ile propaganda yaptığımızı ileri sürerek
tecziyemizi istemişti. En ufak bir telaşımız yoktu. Bütün düşüncemiz Risale-i Nur'u en güzel
şekilde müdafaa edebilmekti, onun hakikatlarını mahkeme heyetine ve dinleyicilere
duyurabilmekti.

"Nitekim öyle de oldu. Bütün maznunların müdafaalarının mihrak noktasını, Risale-i


Nur'un hakikatlarını beyan, Muhterem Üstadın gaye ve maksadını izah ve onun yüksek
şahsiyetini bir nebze olsun dile getirmek teşkil ediyordu.

Son müdafaa celsesi

"Son müdafaa celsesi... Çok kalabalık bir dinleyici ve Risale-i Nur'un hakikatlerinden
mülhem hazırlanan müdafaası ile genç avukatımız Bekir Berk, müdafi mevkiinde. Kendisine
has üslûbuyla hey'et-i hâkimeye; otuz yıllık baskı, terör, zulüm ve işken-

[]

Nur Talebelerinin Ankara müdafaaları, o zaman teksirle çoğaltılmıştı.

sh:»(s:397)
ce ile din-i İslâma vurulan ve fakat vurdukça geri tepen alçakça silâhların
muhasebesini yapmakta, karanlık devirlerin milletçe çekilen ızdıraplarını dile getirmektedir.
Ve nihayet Üstad Bediüzzaman'ın iman ve Kur'ân'a hizmet eden bu vatanın en sadık ber
evlâdı olduğu, Risale-i Nur'un millet ve gençliğin mâneviyatını kurtaran eser külliyatı olup,
herkesin ona muhtaç bulunduğunu belirterek ondan istifade edilmesi gereğini müdafaalarında
uzun uzun izah etti. İttifakla beraatimize karar verilen mahkemede her maznun kendine ait
ithamları cevaplandıran birer müdafaa hazırlamıştı.(*)

Mahkeme sonra

"Mahkeme safahatı, itham ve iddialara verilen cevap ve yapılan müdafaalar sayesinde


büyük çapta Risale-i Nur'un müsbet manâda ilânatına vesile olmuştu. Demek kader-i İlâhî'nin
bir cilvesi idi ki, basit bir sebepten meydana gelen bu hapis musibeti, inâyet-i Hakla rahmete
çevrilmiş ve hakikat-i Nuriye'nin mânevî fütuhatı dalga dalga memleket afakında yayılmıştı.

"Biz hapiste iken Fırıncı Ağabey (Mehmed Nuri Güleç) Üstad Hazretlerinin
ziyaretlerine gittiğinde Üstad, 'Kardaşım ehl-i dalâlet Demokrat Hükümetle aramızı açmak
istiyor. Şimdi bana da gelseler hiç itiraz etmeden bağlamaları için kollarımı uzatacağım.
Merak etmeyiniz taarruz ondan bire indi' dediklerini bize nakletti.

"Hazret-i Üstadın bu beyandan maksadı; millet ekseriyetinin toplanarak meydana


getirdiği Demokrat Hükümeti muhafaza etmek suretiyle din düşmanlarına fırsat vermemek ve
Nur Talebelerinin hükümetine aleyhine geçmelerine mani olmak ve ikaz etmekti.

"Vatan, millet, din hesabına Kur'ân hakikatlerini neşretmek suretiyle asrımız


insanlarının maddî-mânevî huzur ve saadetini temin etmekten ve iman-ı tahkikîyi kalb ve
gönüllere nakşetmekten başka gaye takip etmeyen Nur Talebeleri, hiç bir zaman tahriklere
kapılmamışlar, her zaman olduğu gibi o zaman da itidal ve temkinle hareket ederek
müfterilerin plânlarını akîm bırakmışlardı.

Annemi ziyaret ettim


"Mahkememiz beraatle neticelenip dâvâ sona erdikten sonra, dört senedir
gidemediğim şimdi merhum validemin ziyaretine gittim. Okumuş olmamasına rağmen Allah'a
olan kuvvetli îman ve

_________________________________________________

(*) Mezkûr müdafaa ve davanın safahatı, Risale-i Nur Talebelerinin Ankara Davası ve
Avukat Bekir Berk'in Müdafaası isimli kitapta neşredilmiştir.

sh:»(s:398)

teslimiyetle dop dolu buldum. Her gittiğimde söylediği gibi, yine tekrar sordu:

"Ne zaman döneceksin?' 'Ona göre, o gece evde kalmadan Allah'a ısmarladık deyip
gidebilirdim.)

"Kaç gün kalabileceksin demezdi rahmetli anam... Şefkatini, sevgisini hep gizli tutar,
göz yaşlarını hep içine akıtırdı.

"Ne yapalım evlâdım, işlerin, güçlerin fazla, seni bekleyen hizmetlerin var. Âhirette
inşallah beraber oluruz' diye kendini avuturdu. Komşular onun bu haline hayret eder, 'Bir tek
oğlun var, niye salıveriyorsun, biraz yanında kalsın ya!' diye sitem ederlerdi. O ise

[]

Temmuz 1958 tarihli Fatih gazetesi, Nur taleberinin tahliye edildiklerini böyle
bildiriyordu.

[]

Eylül 1958 tarihli Hür Adam gazetesi, Nur talebelerinin beraat ve tahliyeden
bahsediyordu.

sh:»(s:399)
hiç oralı olmaz, mütevekkilâne, sabûrâne kaderin çizdiği istikamete boyun eğerdi.
Senenin hemen her günü oruç tutar, hiç kimseyi asla incitmezdi. Köylü ona melek gibi bir
insan nazariyle bakardı. Mahallî tabirle, 'Cennet böceğidir bu kadın' diyorlardı. Yemeğini
yemeyen kimse yoktu köyde. Öylesine masumdu. Allah rızası için yapamayacağı fedakârlık
yoktu.

"Annem yetmiş-yetmiş beş yaşlarındaydı. Kendi yaşını kendiside bilmezdi pek, Cihan
Harbinden tutardı hesabını, 'Seferberlikte yeni yetme kızdım' diyerek, yaşını bulmaya
çalışırdı.

"Tahsil görmemişti. Yalnız Kur'ân okumasını bilirdi. Tarla işlerinden fırsat buldukça
koyun postundan seccadesine çömelir, bir dervişin ahenkli yalpasıyla sağa-sola yalpalayarak
Kur'ân'ını, evradını okurdu.

"Şeriatı getireceksiniz ha!"

"Anamdı. Başımı kucağına koyup beni büyüten anam... Çileli günlerin bütün
ızdırabını yüreğine gömerek bana, kardeşlerime hep iyiyi, hep güzeli anlatan anam, Allah'ın
varlığını, birliğini, yüceliğini yüreğinin inançlı köşesinden fışkıran kelimelerle körpe
dimağımızı yoğurmaya çalışan anam. Ben Ankara hapishanesinde iken anam da 'Devletin
temel nizamlarını dinî inanç ve akidelere uydurmak maksadiyle propaganda yapmak'
suçundan yargılanıyordu. Oysa devleti de temel nizamlarını da bilmiyordu, propaganda
kavramından habersiz bulunuyordu, ama savcı parmağını namlu gibi yüzüne uzatıp uzatıp
çekiyor, sesindeki tehdit pürüzleri salonun grî duvarlarını sıvayarak. 'Sen şeriatı getireceksin
ha!... ' diye itham ediyordu.

"Anlamıyor, öyle tuzağa düşmüş serçenin ürkekliğiyle bakıyordu anam. Mahkemeye


ilk çıkışıyda. Duruşunda bir azamet vardı herşeye rağmen. Bazılarını ürküntü dolu görünen
bakışları savcıya meydan okur gözükmüş olacaktı. Hiddetine hiddet, hücumuna hücum
katarak ithamını tazeliyordu:

"Şeriat getireceksin ha!' Anamın yanında halam, onun yanında kızkardeşlerim vardı.
Halam ellisini geçmiş, anam ise yetmişini sürüyor. Ve savcı bey durmadan, dinlemeden
ithamlarını sıralıyordu:
"Şeriat getireceksiniz ha!..

"Ayin yapıyorsunuz ha!..

"Dini siyasete âlet ediyorsunuz ha!..

"Yaşlı mahkeme reisi tereddüdün engebeli boğumlarıyla boğuşuyordu. Belli ki dört


köylü kadının temiz inançları onu da etkile-

sh:»(s:400)

miş, siyasetin ne demek olduğunu bilmediklerinden emin, nasıl siyaset


yapabileceklerini düşünmeye başlamıştı. O tereddüd içinde bir savcıya bakıyor, bir
maznunlarda gözlerini dalgalandırıyor, oradan granit kadar sessiz dinleyen halkla
bütünleşiyordu. İhtimal kafasının içinde buruk, acı ve hattâ biraz komik bir sual dönüp
dolanmakta idi: 'Şeriatı bunlar getirecek, vay canına!..

"İhbar almışlardı. Bir solcu öğretmenle bir CHP üyesi şikâyet etmişti onları. 'Falanca
köyde falancanın evinde her gece Nur ayini yapılıyor.' İhbarları değerlendirmeye koşmuşlardı.
Yanlarında muhbirler, jandarmalar, polis ve muhtar olduğu halde, evin üst yanındaki tümseğe
çöreklenip geceler boyu beklemişlerdi. Ha bu gece, ha öbür gece... derken tam üç gece üst
üste. Fakat bir fevkalâdelik yoktu evde, bütün köy evleri gibi sessiz, sakin. Biraz da gecenin
meçhulüne gömülmüş, esrarlı. Komiser bey orada sıkılmış, muhbirlere çıkışmıştı:

"Hani?'

"Arada jandarma başçavuşu fikir yürütmüştü:

"Bir yanlışlık olacak, hiçbir şey olmuyor.'

"Muhbirler işi sıkı tutmaya kararlıydılar.

"İçerde neler var neler, girmeden anlayamazsınız ki.'

"Nur Risalelerini çoğaltıp dağıtıyorlar. Bunlar çok tehlikeli insanlardır. Makineli tüfek
filan bulunduruyorlardır mutlaka.'
"Evi basalım..."

"Muhtar akraba gelirdi bize. Gelirdi ya, Halkçı oluşunu akrabalığından öne çıkarmıştı.
Bu ev Demokrattı. Birinci düşmanlık sebebi. Bu evdekiler çok dindardı ve Risale-i Nur
okuyorlardı; ikinci düşmanlık sebebi. Köylülere tesir ediyor, Halk Partisine oy
verdirmiyorlardı. Üçüncü düşmanlık sebebi.

"Evi basalım!..

"Ev halkı komşuda idiler. Yaz mevsiminde geceler kısaydı. Akşam ile yatsı arası uzun
bir süreydi. Günün yorgunluğunu üstlerine çöreklenir de uyuyakalırlar, yatsı namazını
kaçırırlar diye komşu evlerine giderlerdi. Azıcık dertleşmek, birkaç satır söyleşmek, bu arada
yatsıyı beklemek için...

"Dönmüş, namaz hazırlığına başlamışlardı.

"Basalım' demişti muhtar, 'evi basalım.'

"Kapıya yüklenmişlerdi. Açılması gecikince pencereye. Kapağı kırmışlardı.

"Bir jandarma eri içeriye dalmıştı. Komutanın emriyle gaz lam-

sh:»(s:401)

basının ürkek ışığı vicdan sızısının yüzüne kazıdığı telleri tıngırtıyordu. Belki de
köyünü hatırlamıştı, evini, ailesini, hatırlamıştı. 'Korkmayın' demişti sızım sızım bir sesle,
'birşey yok, korkmayın.'

"Kapıyı açmıştı diğerlerine, içeri fışkırmışlardı. Muhbirler kara vicdanları kadar koyu
karanlığın ortasında başbaşa kalmışlardı. İçerdekilerden çok daha ürkek, çok daha korkaktılar.
Yine de siyasetin taassubunda, şahsî kinin kıskacında vicdanlarını duyamıyorlardı. Kimbilir
belki de bir vicdan taşımıyorlardı.

"Muhtar sofada dinleniyordu. Raftan aldığı kitabı ileri geri sallıyor, hıncına salyalarını
katarak hım hım sesi isli duvarlara çarpıyordu:
"Ben size bu kitapları okumayacaksınız demedim miydi?.. Ben size tembih vermedim
miydi? Ben size...'

"İlk şaşkınlık dağılmış, yerini meçhul bir korkuya bırakmıştı. Evede bir erkeğin
bulunmayışı en büyük üzüntü kaynağıydı. Erkekler hem aile bütçelerine tanzim, hem de
devlete vergi vermek için gurbete çıkmışlardı. Ben ise Ankara'da anamın itham edildiği
suçtan(!) mevkuf bulunuyordum.

"Anam... Devletin düzenini değiştirmekten sanık... Yetmiş yaşında okuma yazması


olmayan bir köy kadını, mantık tepe taklak olmuş, dört kadının ne yapıp da, nasıl bir ordu
kurup da, ne gibi silâhlar kulanıp da düzeni değiştirebileceklerini soran, düşünen yok.

"Suçsuzdurlar!..."

"Köylü sabahın erken saatinde yankılanan bu haberle korkunun cenderesine kısılmış.


Kur'ân-ı Kerim'leri bile saklama telaşında. (Şimdi düşünüyorum, bir sonuç alamayacaklarını
bile bile kasıtlı davranışlar acaba halkı ürkütüp dinden uzaklaştırmaya mı matuftu? Şayet öyle
ise başaramadılar.) Çünkü savcının ithamı yalnızca mahkeme duvarlarında asılı kaldı.

"Şeriatı getireceksin ha!..

"Ağır cezaya kaldırılmasına rağmen beraat kararı, muhbirlerin ve müttehimlerin


yüzüne kırbaç kırbaç şakladı.

Suçsuzdurlar!..

"Ben, mahkemeden sonra köye gitmiş, hâdiseyi köyde öğrenmiştim. Birkaç gün
kaldıktan sonra yine Ankara'ya döndüm. Yeni bir şevk, taze bir heyecanla Risalelerin tab
işleri ile tekrar başbaşa kaldım.

Tarihçe-i Hayat'ın neşri

sh:»(s:402)
"Bu sefer büyük Üstadın Tarihçe-i Hayat'ı basılıyordu. Onu gören, Onu bilen, Onu
tanıyan ve hizmetinde bulunan sadık talebeleri Aziz Üstadlarının tarihçe-i hayatını, meslek ve
meşrebini kaleme almışlar. Risale-i Nur'un müellifini yüksek vasıflarını nazara vermek
istiyorlardı. Hazret-i Üstad ise kendi hususî hayatı ile ilgili çoğu yerleri çıkarmış ve nazarları
tamamiyle Risale-i Nur'a tevcih ettirmişti. O, 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri
de beğenmiyorum, herşey Risale-i Nur'a aittir' düsturunu benimsetmeye çalışıyordu ve bu
açıdan meseleye bakıyordu. Risalelerden yazdığı hakikatleri önce nefsinde tatbik etmeyi bilen
ve her haliyle yaşayan Aziz Üstadın bu Tarihçe-i Hayat'ı tab edilirken Üstada ait fotoğrafların
esere girip girmemesi bahis konusu oldu. Şark'tan bir kısım talebeleri fotoğrafların girmemesi
taraftarıydılar.

"Eserin baskısı hitama erince yine ciltletmek için Ankara'dan İstanbul'a götürdük. İlk
ciltlenenlerden bir miktar alıp o zaman Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstada götürdüm. Büyük
bir memnuniyetle karşıladı. Kitabı eline alarak biraz karıştırdı. Ve bana dönerek:

"Bu kitap kaç panganottur' diye sordu.

"Yirmi beş liradır efendim' dedim. O zaman Üstad:

"En az kırk panganot olmalı... Çünkü ucuz olan ucuz bakar. Hem burada Eski Said'in
resimleri de yok' (niye konmadı mânasında) diye bazı tavsiyeler de bulunduktan sonra Asâ-yı
Mûsa'dan bir miktar ders okuttu. Sonra müsaade isteyip ayrıldım. O anda hizmetinde rahmetli
Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey vardı. Bir müddet onların yanlarında kaldım. Ayrılırken
Mustafa Acet'e yeni yazdırılan 'Hizbü'l Envar-ı Hakaik-ı Nuriye'yi bastırmak için alarak
İstanbul'a getirdim.

"Ankara'da Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitince İstanbul'a geldim.

Neşriyat işini İstanbul'a aldık

"Ben Ankara'da iken bizim Fırıncı Ağabey, Üstad Hazretlerinin ziyaretine gider. Üstad
ona 'Ankara, Samsun, Antalya çalışır, İstanbul uyur' mânâsında ikazda bulununca, derhal
harekete geçerler ve ilk olarak Mesnevi-i Nuriye'yi tab ederler.
"O tarihlerde Risale-i Nur'un neşriyatı Samsun'da ve Antalya'da da devam ediyordu.
Hattâ Üstadı Isparta'da bir ziyare-

[]

Mehmed Emin Birinci

sh:»(s:403)

timde Mustafa Ezener'e yardım için beni Antalya'ya gönderdi. Hutbe-i Şamiye
tashihini bitirdikten sonra tekrar Üstadı ziyaretimde: 'Kardeşim Risale-i Nur'lar küfrün
belkemiğini kırmıştır. Artık doğrulamaz' buyurmuşlardır. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benim
misafirimdir' deyip kendi yemeğinden bana bir miktar ikramda bulundular ve Ceylân
Ağabeye dönerek, 'Şimendifer parası ne kadar?' diyerek bilet parasını verdiler.

"Bu defa neşriyat işlerini İstanbul'da yapmaya başladık. Hazret-i Üstad, Risalelerin
süratle çıkmasını istiyor ve bir an önce milletin istifadesine sunulmasını arzu ediyordu. Zaten
tek maksadı insan olarak dünyaya gelen zişuurların saadet-i ebediyeye nail olmaları için
tahkiki imanı kazanmaları ve bu suretle Cehennemden kurtulmaları idi. Onun yüksek şefkati,
aziz ruhu ve ism-i Rahîm'e mazhar olan asîl şahsiyeti düşmanlarına beddua etmekten bile
kendini men etmiş, onlara iman nasib etmesini dileyerek zamanımızın Sıddîk'ı olmuştu.

"Hazret-i Üstadın bu yüksek şahsiyetini o zamanlarda naçiz kalemimle şöyle dile


getirmiştim:

Asrımıza hoş geldin

Ey muhterem Müslüman, ey mücahid kahraman

Sultansın gönlümüzün köşesinde he zaman...

Ulvîleşen ruhunla fetheyledin âlemi


Örnek olsun cihana, kırdın küfrün kalemi...

Nefes aldı insanlık zulmün pençelerinden

Kurtardın biiznillah cehaletin selinden...

Yılmadın, yorulmadın çarpıştın mülhidlerle

Hakir gördün hayatı Nurlu mücahidlerle...

El kaldırıp Rahmana nice yıllar yalvardın

Milyonlarca insanın kalbinde yüce aldın...

Cihad meydanlarında savaştın at üstünde,

İ'lâ ettin Kur'ân'ı kâfir Moskof önünde...

sh:»(s:404)

Rabbim gönderdi seni muzdarip bir beşere

Kavuşturdu bizi yepyeni bir esere...

Sildik gözlerimizden akan kanlı yaşları

Kutladık uğrunda feda olan başları...


Nurun nurlu yolunda hız aldık gidiyoruz,

En derin sevgimizle seni selâmlıyoruz.

Kalbimizin tahtında sultan gibi oturdun,

Susayan insanları iman ile doyurdun...

Hâdimsin sen Kur'ân'ın eşsiz ulviyetine,

Uymaktır makasıdın Peygamber sünnetine...

Yandın yanardağ gibi, lâvlar saçarak geldin

Karanlık, kapkaranlık küfrü yırtarak geldin...

Ab-ı hayatı sundun ölmüş olan ruhlara,

Güneşler gibi doğdun kararmış bulutlara.

Kükredi birden bire kanları uyuşanlar...

Hakkın yoluna geldi kötü yolda koşanlar,

Nur aldı Nurlandılar, genç ihtiyar, kadın kız.

Kudsî dâva uğruna feda olsun başımız...


Müsterih ol ey Üstad ey büyük insan artık

Nâşiriyiz Nurların nurlu gözlükler taktık.

Milyonlarca insan kurtulmuştur bu Nurla,

Sabrın mükâfatını seyret artık huzurla...

Gebermek üzere küfür, ezeceğiz başını...

Sil artık doksan yıllık mübarek göz yaşını.

sh:»(s:405)

Yetmez mi bunca yıldır bizim için çalıştın?

Zulmün boyu devrinde zâlimlerle çarpıştın.

Sabrın mükâfatını Rabbim ihsan eyledi,

Nurların intişarı düşmanı kahreyledi...

Bugün milyonca insan minnettardır hep sana.

Şefkatine eremez toplansa yüzbin ana...

Gâye uğruna ölüm senin için hiç olmuş...

Mahkemeler, zindanlar Nura medrese olmuş,


Rehberimiz Kur'ân'dır, parolamız muhabbet,

Bekliyoruz her zaman Cenab-ı Hak'dan rahmet

Denizler gibi çoştun, zındıklarla boğuştun,

Allah'a giden yolda meleklerle buluştun.

Azimkâr çalışmanla zulmün ufkunu deldin

Ey vakur büyük insan, asrımıza hoş geldin...

Yeni bir devre başlıyor

"Adliyeler vasıtasiyle önüne geçmek için çare aradılar ve her tarafta mahkemeler
açtırmak suretiyle gözdağı vermek istediler. Fakat heyhat! aldandılar. Çünkü Nur Talebeleri
onların itham etmek istedikleri suçlardan tamamen berî idiler. Her zaman olduğu gibi bu
fırtınada da göğüslerini gererek mahkeme önünde haklı davalarını savunmaktan geri
kalmadılar. Bilakis mahkemeler onların şevk ve gayretlerini artırdı. Mukavemet göstermeleri
ve merdane çıkışları Risale-i Nur'un maksat ve mahiyetini daha da süratli intişarına vesile
oldu. Risale-i Nur hizmeti için yeni bir safha açılmış oldu.

"Tarihini hatırlamıyorum. Yine Üstadın ziyaretine gitmiştim. 'Bu bizim Mehmed Emin
mi?' diye iltifat ettiler. Hazret-i Üstad:

"Kardaşım İnebolu'da Nazif Çelebi (Allah rahmet eylesin) mühim Risaleler teksir
ediyor, yardımcıya ihtiyaç var. Sen onun yardımına git diye emretti. Ben de hemen İstanbul'a
ve oradan da bir vapurla İnebolu'ya gittim.

sh:»(s:406)
"Risaleler Anadolu ve âlem-i İslâm çapında neşrolmaya başladı. Böylece iman
hareketleri dalgalanmaya başladı. Uzun senelerin biriktirdiği zulmetli kâbus dağılmaya yüz
tutmuş ve hakaik-i Kur'âniye gönülleri ferahlandırıp, kalb ve ruhları Nur'larla ziyalandırmıştı.
Artık Anadolu insanı bahtiyardı. Kuraklıktan şerha şerha çatlayıp viran olmuş gönülleri Nur
Risaleleri toprağa düşen Nisan yağmuru gibi serinletip adeta yeniden hayata kavuşturuyordu.

"Anadolu dolayısıyla bütün Müslümanlar, büyük bir bayram sevinci içinde bunca
çektikleri sıkıntı ve işkenceli hayatlarının sona ermesinden sürurla dopdoluydu. Bu, aslında
İlâhî takdirin ve inâyet-i Rabbanîye'nin Hazret-i Bediüzzaman'ın duasına mükâfaten ihsan
ettiği bir nimet-i azime idi.

"Büyük Üstadın 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum,


herşey Risale-i Nuru'a aittir' demesi, nazarları hep Risale-i Nur'a veriyor ve Nur'ları
okuyanları, neşredenleri tebrik ediyordu.

"Hizmet-i imaniye bu şevkle inkişaf etmekte devam ederken milletimizin ezelî


düşmanları gizli dinsizler bu saf iman hareketinin yayılmasını hazmedemediler. Artık
Türkiye, eski devirlerin habis baskılarından bir derece kurtulmuş, demokrasiye yanaşmıştı.
Bunun için bu hizmete direkt engel olamadılar.

İnebolu

"İnebolu, Batı Karadenizin şirin bir kasabası. Üstad Bediüzzaman Said Nursî vaktiyle
nefyi sırasında buraya da uğramıştı. Her hareketi hikmetle tanzim eden Cenab-ı Hak, kim bilir
belki de ileride büyük hizmet görecek olan sadık kullarını tâ o zamanda istikbal için oraya
göndermiş olabilir.

"Nitekim de böyle oldu. Üstad, İnebolu'nun bir caddesinden geçerken ona selâm
vaziyetinde duran pırıl pırıl gençle gözgöze gelmişlerdi. İşte bu zât merhum Hacı Nafiz
Çelebi idi. Bir anlık selâmlaşmanın üzerinde bıraktığı sıcak muhabbeti uzun zaman kalbinde
yaşatan Nazif Çelebi, nihayet Üstad Kastamonu'ya nefyedildiği zaman ziyaretine gidiyor ve
hizmet-i Nuriye'ye yardım etmeye başlıyordu.
"Belki de ilk defa el yazısı ile mumlu kâğıda yazıp kitap basan bu zattır. Uzun zaman
kalemle istinsah edilen Risale-ii Nurlar Nazif Çelebi'nin bulduğu bu formül sayesinde
kolaylıkla çoğaltılmaya başlanmıştı.

"Beni kendisine işlerinde yardım için çağırmıştı. Beraberce bir

sh:»(s:407)

hayli çalıştıktan sonra vazife bitince yine İstanbul'a geldim.

"Artık hizmet-i Nuriye her tarafta inkişafa başlamış. Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur'a
karşı alâka ziyadeleşmişti. Buna mukabil mahkemeler, sorgular, takipler de devam ediyordu.

"Gerçek maksadınızı öğrenmek istiyorum"

"Bu cümleden olarak bir gün beni Birinci Şubeye çağırmışlardı. Gittim. Komiser bey
iltifat ederek yer gösterdi, kahve ikram etti.

"Bak' dedi, 'bu sefer yine beraat edeceğinizi biliyorum, ama ne yapalım ki vazifemiz
bunu gerektiriyor. Ancak anlayamadığım bir soru, çözemediğim bir müşkilim var, onu sizden
zapta geçirmemek kaydıyla ve bir vatandaş sıfatıyla anlatmanı rica edeyim.'

"Buyurun' dedim.

"Efendim' dedi, 'ben sizin ve Bediüzzaman Said Nursî'nin gerçek gaye ve maksadınızı,
fikir ve düşüncenizi öğrenmek istiyorum. Devletin sizinle bu derece uğraşması, bunca takip,
mahkeme ve hapisten yılmayıp, hiç fütursuz çalışmanızdaki gaye ne ola ki, bu derece bu
faaliyetinize ehemmiyet veriyorsunuz? Zahire baktığımız zaman hiçbir menfi durumunuzu
tespit edemiyoruz. Mahkemeler ise her defasında beraat veriyor. Bu meselelerde lütfen beni
aydınlatır mısınız?' deyince güldüm ve ayağa kalkarak pencereye yaklaştım, kendisini de
yanıma çağırdım. 'Bak, dedim, şu köprüden geçen insan kalabalığını görüyorsunuz.. bölük
bölük.. binler.. on binler.. milyonlar... Ve insan olarak dünyaya gelen herkes ve hattâ siz, bu
köprüden rahatça geçtikleri gibi âhirette sırat köprüsünden de aynı rahatlıkla geçebilmelerini,
Cehennem ateşinden kurtulup, ebedî saadete nail olmalarını dilemekten başka hiçbir dünyevî
ve siyasî maksad ve gayemiz yoktur. Bunun böyle olduğunu, mahkemeler, bilirkişiler tesbit
etmişler, defalarca beyan ve ikrarda bulunmuşlardır. Madem ki ne siz ve ne mahkemeler bu
gayenin dışında bir maksad ve gayenin mevcudiyetini tesbit edemediniz, niye kendinizi
zorlayarak mevhum bir suç ihdas etmek istiyorsunuz? Risale-i Nur meydanda.. onu okuyanlar
da meydanda.. ve onların fiilî durumları da meydanda.. Şimdiye kadar Nur talebelerinin
asayişi ihlal eden bir ciheti görülmüş müdür? Bediüzzaman Said Nursî'den kim zarar
gördüğünü iddia edebilir? Bilâkis o, bu eserleri yazmasa idi bugün memleket imansızlık
çamurunda boğulacak, ebedî hayatı mahvolacaktı. Kur'ân, İlâhî kitap ve Onun hakikatlerini
kalpte, kafada ve vicdanda yerleştiren Risale-i Nur, bu asır insanlarının muhtaç olduğu imanî
huzur ve saadetin rehberidir, tavsiye ederim, boş za-

sh:»(s:408)

manlarınızda okuyun' dedim.

"Göz ise, maneviyatta kördür"

"Ne kadar izah ettimse inanmak istemedi. Mevcut alışkanlığını terk etmek ona zor
geliyordu. Ona göre herşey dünya için bir menfaat karşılığında yapılır. Halbuki bizler yalnız
Allah rızası için hizmet ediyor, maddî-mânevî bir karşılık beklemiyorduk. İşte hafsalasının
alamadığı taraf burasıydı. Nasıl olur da parasız-pulsuz hiçbir menfaat beklemeden uzun
seneler bu hizmette kalabilmişiz. Neden herkes gibi maddî düşünceye sahip değil de yalnız
Risal-i Nur'a ihtiyar etmişiz.

"Anladım ki ne yapsak nafile. Çünkü o Risale-i Nur'u okumamış, ondaki hakikatleri


idrak etmemişti. Herşeyi madde gözü ile menfaat nazarıyla görüyordu. Değer ölçüleri ona
göre teşekkül etmişti. O zaman Risale-i Nur'daki şu vecizeyi bütün beraklığıyla anladım:
'Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindendir, göz ise maneviyatta kördür.' Bu
vecizenin ışığı altında muhatabımı incelediğimde onu bütün bütün maneviyatsız, ruhsuz,
ayakta gezen cenaze gibi gördüm. Ayrılırken sabit fikrinde ısrar ediyor, ihtimallere, hattâ
muhale vaki nazarla bakarak istikbalde bizlerdenn kendilerine biz zarar gelebileceğinden
endişeleniyordu. 'Hâdisat ve zaman kimin haklı olduğunu gösterecek' diyerek ayrıldım.
"Zaman zaman bu kâbil hâdiseler başımızdan eksik olmadı. Fakat biz, onların
vehimlerinin aksine daima Risale-i Nur'un gösterdiği tarzda müsbet hareket ederek
hizmetimize devam ettik, bıkmadık, yorulmadık, usanmadık. Çünkü biliyorduk ki, yolumuz
Hak yolu, Kur'ân yolu, iman yoluydu. Gayemiz: Muhtaçlara yardım, insanlara yardım,
biçarelere yardımdı.

"Üstadım dediğiniz gibi 'Milletin imanı namına, bir Said değil, bin Said feda olsun'
gerçeğine uyarak bize zulmedenlere, biz de beddua etmedik, daima kurtulmalarını temenni
ettik, imana gelmelerini diledik. Vazifemiz, hizmetimiz bunu gerektiriyordu ve öyle yaptık.

"Yıllarımız bu minval üzere geçti.

"Artık Risale-i Nurların neşri tamamlanmış ve bütünü Hazret-i Üstadın tashihinden


geçerek, milletin istifadesine sunulmuştu. Hazret-i Bediüzzaman mutluydu, mes'uttu,
bahtiyardı. Doksan seneye yaklaşan mübarek ömrünün semeresini görmüş ve Risale-i Nurlar
en ücra bölgelere kadar yayılmıştı. Herkes rahatlıkla Risale-i Nurları bulabilecek, okuyup
istifade edecek ve ettirecekti.

sh:»(s:409)

"Üstadın, 'Risale-i Nur'un hakiki fiyatı en az on kişiye okutturmaktır' diyerek ona


verdiği ehemmiyeti hepimiz biliyoruz. Çünkü Risalelerin okunması ile imanlar kurtulacak,
herkes saadete kavuşacak, memlekete huzur ve sükûn hâkim olacaktır. Her türlü anarşinin önü
ancak bu şekilde kalp, ruh ve aklın imanî hakikatlerle tenvir edilmesiyle mümkündü. Ve
Hazret-i Üstad, gayesinde muvaffak olmuştu.

"Risale-i Nur'un bu kabil mânevî fütuhatını ve kalb ve gönülleri nasıl fethettiğini bir
şiirimde şöyle belirtmiştim:

Nur

Kur'ân'dan fışkıran Nur! Muhit ol arzı kuşat,


Ya kabre götür beni, ya iman ile yaşat...

Tek tesellim, ümidim, sana hizmet etmektir,

Sensiz hayatı bence dünyada terk etmektir.

Karda, kışta, tipide meçhul bir yolcu iken,

Gaflet etrafımızı sarmıştı diken diken...

Geldin kurtardın bizi, Rabbim rahmet eyledi,

Râm olur dünya sana bu gerçeği bileydi...

Bahşettin insanlığa Cennet saadetini,

İçirdin hastalara imanın şerbetini...

Ruha ferah getirdin, doldurdun kalbe iman...

Boğdun bir avuç suda, küfre vermedin aman...

Ey sebeb-i saadet, ruhların gıdası Nur!

Her mü'min ancak senden buluyor mutlak sürur.

Sen, mahvedilen bir neslin hidayet kaynağısın...

Mazlûm ehl-i imanın selâmet bayrağısın...

Sen ki, bugün Kur'ân'ın muciznüma tefsiri,

Olur muyuz biz artık nefsimizin esiri!..


Sarıldıkça biz Nura Mevlâm huzur verecek,

Kur'ân'ın hakikatı küfrü yere serecek...

sh:»(s:410)

Vazifemiz, daima hizmet etmek Nur'larla,

İnayet altındayız Nurdan muhkem surlarla,

Hedefimiz: ufukta batmadan doğan güneş,

Emr-i ma'rufu yapıp, dünya olmalı kardeş.

Sa'yimiz olmaz heba, niyette varsa ihlâs!

İnsanlık da kurtulur, beşer de olur halâs

Enaniyet, hodgâmlık bizden ırak olmalı,

Her işte, her amelde Hakkı razı kılmalı...

Yepyeni ruh vermeli asil hareketlerle,

Fethetmeli kapleri Nurdaki hüccetlerle...

Her halimiz, tavrımız İslâma uygun olsun.

Nasıl olur insanlık ehl-i dalâlet görsün.

Muzdaripti gönlümüz, ağlardık için için,

Ruh verdi Rabbim bize, Kur'ân'a hizmet için,


En büyük şereftir, Nurlara şakird olmak,

Kuvvet veriyor bize Hak yolunda yorulmak.

Hidayet başımıza kondu bir devlet gibi,

Kaçırılmaz fırsattır ebedî servet gibi.

Madem ki tek kurtuluş, tek ümid kaynağı Nur!

Vur dinime dahleden sefahet ehline vur!..

Ruhlara ruh veren Nur, elimizde bayraktır,

Çar-naçâr bu insanlık Nur'a sarılacaktır!...

Lâhika mektupları

"Hazret-i Üstad, zaman ahval-i umumiyeye dair bazı lâhika mektupları yazar ve
neşrettirirdi. Bilhassa Ankara'daki erkân-ı hükûmeti, bazı desiselere mukabil ikaz ve irşad
ederdi. Hükümet, Demokrat iktidarın elinde bulunmasına rağmen icra organı hükmünde
bulunan bir kısım memurların keyfi hareketi de eksik olmuyordu. Nitekim Hazret-i Üstad
Ankara'ya gelişleri hâdiseli

sh:»(s:411)

geçmişti. Hazret-i Üstadın Ankara'ya gelişleri mânalıydı. Devleti yıkmak isteyen,


hürriyet rejimini değiştirmek emelinde olan gizli dinsizlerin emellerini keşfetmişti. Bu
endişesini dine müsamahakâr olan Demokrat Hükûmete duyurmak,anlatmak istiyordu.
"Bütün hayatı boyunca milletin iman selameti için çalışan Hazret-i Üstadı maalesef
onlar da anlayamamışlardı. Ahval-i siyasiyenin karışık olduğu o zamanda ise Üstad, son
vasiyeti manâsında talebelerine bazı telkinlerde bulunmuştu.

"Bu telkinlerinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî, -bütün derslerinde olduğu gibi-
daima müsbet hareket etmeyi nazara vermiş, menfi hareketlerden talebelerini men etmiştir.
Bunun içindir ki Nur Talebeleri her devirde mânevî biz zabıta vazifesini görmüş, memleketin
ilerlemesine, maddî-mânevî kalkınmasına yardımcı olmuşlardır.

"Üstad İstanbul'a geliyor"

"Üstad Hazretleri Ankara'da bulundukları sırada en sona neşrolan Risele-i Nur


Külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açılmıştı. Üstad vekâletnâmesini
Avukat Bekir Berk'e göndermiş, icap ediyorsa İstanbul'a gelebileceğini de ima etmişlerdi.
Bunun üzerine Avukat Bekir Berk bir telgraf çekerek Üstad'ı İstanbul'a davet etti. Daveti
kabul edip Ankara'dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Piyerloti Otelinde yer ayırttık ve bir
araba ile şehir dışında Üstadı karşılamaya gittik. Bir müddet bekledikten sonra Üstadın
arabası hızla yanımızdan geçerken bizi görüp durdular. Üstad, 'Niçin karşılamaya geldiniz'
diye biraz hiddet etti. Sonra hep beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar geldik. İkindi
namazını kılmak için camiye girdik. Üstad Hazretleri seccadesini sererek namaza durdu, biz
de arka tarafta kıldık ve sonra arabalı vapurla İstanbul yakasına geçtik. Kalabalık bir topluluk
ve gazeteciler Üstadın arabasını sarmışlardı. Bir fırsat bulup Piyerloti Otelinin önüne

[]

Hizmet erlerinden birkaç sima: Soldan Sağa; İhsan Kasım, M. Emin Birinci, Merhum
Bekir Berk, Mehmed Fırıncı ve Refet Kavukçu.

sh:»(s:412)

geldiğimizde Otelin etrafı hıncahınç dolmuştu. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek


istiyorlardı. Üstad ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey bir şemsiye ile
üstünü örttü biz de etrafını alarak Üstadı otele çıkardık.
"Üstad Hazretlerinde yorgunluk âlâmetleri yoktu, bir zindelik, bir cevvaliyet ve
faaliyet halinde idi. Adeta 'Eski Said' tabir ettiği gençlik devirlerindeki sıra dağlara baş
eğmeyen şehametli tavrını yaşıyordu. Ve o tavırla bize sanki diyordu ki:

"Ölüm mukadderdir. Hizmet-i imaniye için feda olan bu baş zındıkaya eğilmediği gibi,
sizin başınızda eğilmesin. Kur'ân'ın hakikatlerini âleme duyururken, her türlü mehalike göğüs
gerip benim hayatımı hüsn-ü misal alınız ve hizmetinize devam ediniz.'

"Asayişin mânevî muhafızlarıyız"

"Ve biraz sonra içeri girdiğimizde lisan-ı halle vermek istedikleri ibret dersini lisan-ı
kâl ile sifahen anlatmaya başladılar;

"Ehl-i dalâlet bir Said'den korkuyordu, şimdi Saidler, genç Saidler binler oldu, artık
ehl-i dalâlet titremelidir. Dünyada birçok komiteler ver. Ermeni komitesi, Rum komitesi,
Taşnak komitesi. Hiçbirisi Risale-i Nur kadar kuvvetli değil. Fakat bizim vazifemiz menfi
hareket etmek değil. Biz müsbet hareketi şiar edinmişiz. Anarşiye karşı, bozgunculuğa karşı
cihadımız var. Asayişin mânevî muhafızlarıyız.' Ve sözlerine yaydan fırlayan ok gibi ayağa
kalkarak devam etti:

"Ben M. Kemal'e dedim, namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur, diye...' ve
ilâve etti:

"Divan-ı Harpte mahkeme reisi beni çağırarak pencereden, asılan adamları gösterdi.

"Sen de Şeriat istemişsin!'

"O vakit dedim:

"Şeriatın bir meselesi için bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım...'

"Üstad bunları söylerken, sanki o anı yaşıyorcasına anlatıyordu. Heyecanlıydı. Doksan


seneden beri takip ettiği kudsî davasının geçirdiği tarihî sahnelerden bölümler anlatıyordu. Ve
neticede demek istiyordu ki, bunca tehlikeler, bunca zorluklar ve meşakkatlerle göğüs gererek
bu davayı, bu iman hareketini, bu Risale-i Nur hizmetini buraya kadar getirdim. Hiç kimseden
korkmadan, kimseden yılmadan ve asla taviz vermeden Allah rızası için çalıştım. Bugün
Risale-i

sh:»(s:413)

Nur'un kiymetini müdrik gençler Saidler benim meslek ve meşrebimi takip edip
Risale-i Nur'a sahip çıkacak ve benden sonra bu hizmet-i imaniyeyi benim muhlis kardeşlerim
yapacaklar.

"Üstadın İstanbul'a gelişini büyük puntolarla ilân eden gazeteciler de siyasî bir maksad
aramakta ve hâdiseleri ters yönde değerlendirmekte idiler. Gazetelerin bu yargılarına mukabil
İstanbul Valisi bir açıklama yaparak, ortada hiçbir hâdisenin olmadığını, bir Türk vatandaşı
olarak seyahat hürriyetine sahip, ihtiyar bir zatın seyahat etmesi onun en tabiî hakkı olduğunu,
binaenaleyh gazetelerin boş yere havayı bulandırmak istediklerini beyan etti.

"Gazeteciler ise, âdeta Piyerloti Otelinde karargâh kurmuş Üstad'ın fotoğrafını çekmek
istiyorlardı. Bu arada Avukat Bekir Berk bir basın toplantısı yaparak Bediüzzaman Said
Nursî'nin İstanbul'a geliş sebebini izah ederek, gazetecilerin sorularına cevap verdi.

"İstanbul'a gelişinin ikinci günü Üstad odasında öğle namazını kılarken arka
balkondan giren bir gazeteci Üstadın fotoğrafını çekmek üzere pencerenin önüne geldi. Biz
mani olmak istedik, fakat rahmetli Zübeyir Ağabey, 'ilişmeyin' deyince gazeteci fotoğrafı
çekti. Bunun üzerine Üstad hiddet etti ve derhal İstanbul'dan ayrılacağını söyledi. Hemen
harekete geçtik. Avukat Bekir Berk'in tedbirli organizesiyle Üstadın etrafını aldık. O zaman
bu tedbiri gören Bekir Berk'e Hazreti Üstad 'Sen benim Abdurrahman'ım gibisin' diye iltifat
etmişti. Bu şekilde Üstadı merdivenlerden indirdik ve arabasına binerek İstanbul'dan ayrıldı.

[]

Ocak 1960 Pazar tarihli Hürriyet Gazetesi Bediüzzaman'ın İstanbul'a geldiği gün
çektiği fotoğraf, Bediüzzaman'ın talebeleri Üstadlarının etrafında pervane gibi dönüyorlardı.
M. Emin Birinci de bunların arasındaydı.

sh:»(s:414)
"Korkmayın, muvaffak olacaksınız"

"Üstad İstanbul'dan ayrılmasından bir müddet sonra İzmir savcılığı tarafından Gençlik
Rehberi ve Hanımlar Rehberi isimli kitapları neşredip dağıtmaktan maznun olarak dâvâ açıldı.
Maznunlar arasında ben de vardım. Mahkemeden çıkınca Üstad Hazretlerini ziyaret etmek
için bir minibüsle Isparta'ya müteveccihen yola çıktık. Minibüste şimdi hatırlayabildiğim
kadarıyla Avukat Bekir Berk, Ahmed Aytimur, Said Özdemir, Mustafa Birlik ve Doktor Esat
Keşşafoğlu vardı. Gece sahur vakti Isparta'ya indik ve bir otele giderek yatsı namazlarımızı
kıldıktan sonra ziyaretçilerden bir kısmı, 'Üstada haber gönderelim belki kabul eder' dediler
ve öyle yaptık. Hazret-i Üstad hilaf-ı âdet olarak hemen gelmemizi emrettiler, gittik.

"O gece mübarek Ramazan'ın ilk sahuruydu. Sahuru Hazret-i Üstadın medrese-i
mübarekelerinde yaptık. Üstad, her zaman olduğu gibi Risale-i Nur'un ehl-i dalalete galip
geldiğini, hizmet-i imaniyenin her tarafta yapılmakta olduğunu beyan buyurdular.

"Yanımızda yeni teksir edilmiş eskimez yazı Lem'alar'ın ikinci cildini getirmiştik.
Hazret-i Üstad eline aldı, baktı baktı, gözleri buğulu idi. Bizi işaret ederek:

"Bunlar, dedi, İstanbul'da ve Ankara'da Risale-i Nur'u neşrederek yirmi şeyhü'l-İslâm


kadar hizmet ettiler.' Ve ilâve ederek:

"Hem, korkmayın muvaffak olacaksınız. Bu avukatınız da size yardım etsin'


buyurdular.

"Aziz Üstadın dar-ı bekaya intikalinden yirmi üç gün evvel kendisinden duyduğumuz
son sözler idi bunlar. Ve hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.

"Bir Üstad tanıyorum"

Bir Üstad tanıyorum, o da Bediüzzaman,

Bir Üstad tanıyorum, en büyük bir kahraman,


Bir Üstad tanıyorum; asrın vekili ancak

Lailahe illallah, elinde duran sancak.

Bir Üstad tanıyorum, imandan bir kaledir...

Bir Üstad tanıyorum, Nurlardan bir hâledir.

Bir Üstad tanıyorum, imanı dalga dalga,

Tard eder vesveseyi, şüphe bırakmaz akla.

sh:»(s:415)

Bir Üstad tanıyorum, zulme boyun eğmemiş,

Bir Üstad tanıyorum, hiçbir tâviz vermemiş...

Bir Üstad tanıyorum, cihanşümul mücahid!

Bir Üstad tanıyorum, içiyle dışı Said...

Bir Üstad tanıyorum, güneşler kadar yüksek

Hak söyler ne söylerse, bütün sözleri gerçek.

Bir Üstad tanıyorum, gözlerinden nur saçar

Bir Üstad tanıyorum, kâfirler ondan kaçar.


Bir Üstad tanıyorum, şefkatın timsalidir.

Bir Üstad tanıyorum, imânın misâlidir.

Bir Üstad tanıyorum, ıslah etmiş nefsini,

Bir asırlık ömründe kısmadı nefesini.

Bir Üstad tanıyorum, cevherdir bütün sözler,

Allah, Kur'ân Peygamber, davasının en özü.

Bir Üstad taniyorum, ilân etti tevhidi,

Kahretti zalimleri, yere serdi mülhidi.

Bir Üstad tanıyorum, küfr-ü mutlakı kırdı,

Karanlık gönüllere imanın nuru girdi.

Bir Üstad tanıyorum, cihana meydan okur,

Yazdığı eserleri milyonca insan okur.

Bir Üstad tanıyorum, tek korkusu Allah'tan,

Yılmadı bu dünyada ne atomdan, silâhtan...


Bir Üstad tanıyorum, dünya zevkini bilmez

Vâris-i Peygamberî, Hakkın en sadık kulu.

Bir Üstad tanıyorum, imandan bir varlıktır,

Kâinatı titreten bir kuvvete maliktir,

sh:»(s:416)

Bir Üstad tanıyorum, yoktur cihanda eşi,

Son asrın müçtehidi, insanlığın güneşi...

Bir Üstad tanıyorum, mücehhezdir imanla,

Hizmet etti daima davasına Kur'ân'la.

Bir Üstad tanıyorum, bakidir tasarrufu

Gayesi: insanlığa tebliğ emr-i ma'rufu...

Bir Üstad tanıyorum, kalblerde mektep kurdu,

Kütle kütle insanlar onun safında durdu.

Bir Üstad tanıyorum, canileri çevirmiş,


Kalplerinden çıkarıp putlarını devirmiş

Bir Üstad tanıyorum, Allah demiş, Hak demiş,

Bir Üstad tanıyorum, şanı dünyayı tutmuş.

Bir Üstad tanıyorum, her hali müstakimdir,

Tek, biricik gayesi, sırat-ı müstakimdir.

Bir Üstad tanıyorum, ilham kaynağı Kur'ân,

Dostu da, düşmanı da cümlesi ona hayran.

Bir Üstad tanıyorum, ilmi, muhit bir deniz,

Dar gelir tefekküre koskocaman küremiz.

Bir Üstad tanıyorum, Bahr-i Ummandan derin

Kutlu olsun Üstadım bu mübarek zaferin!...

Bir Üstad tanıyorum, Allah'ın en sevgili, mübarek bir kuludur,

Gittiği yol, Hazret-i Muhammed'in yoludur.

Bir Üstad tanıyorum, hârikalar asrında!


Bir iki yıldan sonra bu cihad meydanında

Mematı hayatından hizmet ediyor zâhir,

Son asrın son vekili, son müceddid,en âhir..."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:417)

$ İSMAİL YILDIZ

Diyarbakır'ın Hani kazasına bağlı Ceviz köyünde doğdu. Eski eğitmenlerdendir.

[]

İsmail Yıldız

"Nasıl ziyaret edebilirim?"

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir takım eserleri olan kıymetli bir âlim. Şark hâdisesi
sebebiyle Anadolu'ya nefy edildiğini duyardık. İstanbul'da Eşref Edip'in çıkardığı
Sebilürreşad mecmuası elime geçti. Ondan tefrika edilen Üstad'ın hayatı ile alakadar
yazılardan fikir sahibi oldum. Mahkeme müdafaalarının nefis müdafaası olmadığını, İslâm
davasının müdafaası olduğunu bihakkın öğrendim. İştiyakla Üstad'ı ziyaret etmek istedim.
Üstad'a hitaben Eşref Edip Bey vasıtasıyla bir mektup yazdım. Görüşmenin ve eserleri elde
etmenin yolunu sordum. Epey zaman sonra İstanbul Üniversitesinde okuyan Muhsin Alev'den
cevap mahiyetinde bir mektup aldım. Yirmiüçüncü Söz ve Gençlik Rehberi'ni bana
göndermiş. İslâm harfleriyle olan eserler için de, Urfa'daki Nur Talebelerinin adresini
vermişti. İkinci mektupla da Asa-yı Musa'yı göndermişti. O zaman Urfa'da Abdullah Yeğin,
Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayram bulunuyordu. Onları ziyaretimde Zülfikar, Mektubat,
Sözler, Şualar, Lem'alar mecmualarını aldım.

"İlk ziyaretim"

senesinin sonunda Üstad'ın İstanbul'da olduğunu öğrendim. Mektubat'taki ziyaretçiler


kısmını okuyarak, Üstad'ı Kur'ân'ın bu asırda bir tercümanı olarak yalnız Allah rızası için
ziyaretine gittim. Aldığım tarif üzere Üstad'ı kolaylıkla buldum. Zübeyir Gündüzalp, İstanbul
Çarşamba'da beni Üstad'a takdim etti. Üstad Diyarbakır'daki hizmetleri sordu. Yarım saat
kadar yanında kaldım. Başında bir sarık, boynunda bir atkı vardı. Üstad'a bir müddet yanında
kalmayı arzuladığımı söyledim. Üstad yarım saatlik bir görüşmeden sonra mükerreren
yanlarında kalmayı arzu etti-

sh:»(s:418)

ğimi ifade etmeme rağmen 'Memleketinize gidin orada hizmet edersiniz. Bu


görüşmemizi 4 senelik hizmete mukabil kabul ettim' buyurdular. Üstad'ı bir pederin oğluna
şefkatinden daha şefkatli olarak gördüm. Ona kavuşmak lezzeti dünyevî hiçbir lezzetle
mukayese edilmez. Üstad kendisinin tarassut altında bulunduğunu söyledi. Siyasiler için;
'Bunlar Risale-i Nur'un neşrine mani olmak istiyorlar. Olmuyor değil, olamıyorlar. Ve inşallah
olamayacaklar. İnşallah Risale-i Nur neşrolacaktır' buyurdular.

"İkinci ziyaretim"

"İkinci ziyaretim; bir kaç ay sonra, Üstad Emirdağ'da iken oldu. İki katlı bir binada
kalıyordu. Üstad merdivenlerin yarısına kadar indi. 'Sizinle daha evvel görüşmüştük' dedi.
Görüşmemiz 10-15 dakika kadar sürdü. Derslerden ve hizmetlerden sordu, anlattım. Risale-i
Nur elhamdülillah ehl-i insafa kendini kabul ettirdi. Hatta bizim kazada bir tek muhalif
kalmadı.

"Sebilürreşad'a yazdığım mektup, idarehanenin aranması sırasında ele geçirilmiş,


hakkımda takibata başlamışlar.
"Bir gün köy camiinde iken, kaymakamla jandarma komutanın geldiklerini ve benimle
görüşmek istediklerini söylediler. 'Sizin evinize kadar gidelim' dediler. Ben arama
yapacaklarını tahmin ettim. Arama yapmadan önce kitapları kaldırmak mümkün oldu. Arama
sırasında buldukları Kur'ân-ı Kerim, mevlid ve Nur Âleminin Bir Anahtarı idi. Bir kaç eseri
zapta geçtiler. Mahkemeden celp geldi.

"İlk mahkemede savcı, 'İstanbul'a gittin mi?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Niçin' dedi.
'Bediüzzaman'ı ziyaret etmek için' dedim. 'Bediüzzaman kimdir' dedi. 'Büyük bir âlimdir,
Risale-i Nur müellifidir' dedim. 'Başka âlim yok mu?' dedi. 'Var' dedim.

"Gayeniz gazetelerde isminizin çıkması mıdır?' dedi. Cevaben: 'Öyle bir gayemiz
olsaydı, ya gazetelerde yazı yazardım veya siyasî partiye girerdim' dedim. 'Niye böyle
bağırıyorsun?' dedi. 'Yüksek sesle söylüyorum' dedim. 'Kelimeler anlaşılsın diye.' 'Ben sağır
mıyım?' dedi. 'Hayır' dedim. 'Yüksek sesle söylemesem, ne dediğim anlaşılmaz. Ne dediğim
anlaşılmayınca da hakikat anlaşılmaz.' Sizi tevkif edersem ne yaparsınız?' dedi. 'Hiçbir şey
yapmam' dedim. Aynı soruyu sordu. 'Ben de gider rahat yerde yatarım' dedim. 'Yani hapiste
yatmak rahat mıdır?' dedi. 'Sizin bu şekildeki hareketinize karşı rahattır' dedim. Bunun
üzerine 'Tevkifini taleb ederim' dedi. İkinci celsede tevkifime karar verildiği beyan edildi.

sh:»(s:419)

"Kazamızın cezaevinde on beş- yirmi kadar mahkûm vardı. Katil, kaçakçı ve adam
yaralayanların içindeydik. Bana siyasî suçlu süsü verdiler. Orada kimse bunun ne olduğunu
bilmiyordu. Bir gün zeminde kaldım. Ertesi gün 'Risale-i Nur nedir? Bediüzzaman kimdir?
Günümüzde dinin durumu nedir?' diye mahkûmlarla konuşunca mahkûmların ileri
gelenlerinden biri yatağını ranzasından indirerek benim yatağımı oraya koydu. Ve yemin etti
'Sen burada yatacaksın' diye. Bütün mahkûmlar muhabbetle karşıladılar.

"Kazada işitenler ikinci mahkemeye geldiler. İkinci mahkemenin sonunda Diyarbakır


Ağır Ceza Mahkemesine naklettiler. 35 günde Diyarbakır cezaevinde kaldım.70 gün kadar
mevkufiyetim oldu. Cezaevinde Cevşen, Delâilü'n-Nur ve bir kısım Risaleleri yazıyordum.
Mevkuflardan biri okuma yazma bilmediği halde, sabahtan öğleye kadar yanımızda oturur,
yazılara bakardı. Bir gün hapishane müdürü vasıtasıyla mahkemeye bir dilekçe yazdım.
Müdürün yanındaki kâtip bizim köylüdür. Ona soruyor. 'Sen bu adamı tanıyor musun?' O da
'Evet normal bir adamdır. Sevdiğim bir adamdır' diyor. Müdür 'Öyle ise bu dilekçeyi
göndermeyelim' diyor. Şimdiye kadar hiçbir maznunun iddia makamının isnatlarını kabul
ettiğini görmedim. Bu ise kabul ediyor, dilekçeyi gönderirsek aleyhine olur, diyor. Bana haber
verdiler. Müdürün odasında konuştuk. Neticede: Müdüre 'Bu istinatlarda hakikat-ı halde suç
yoktur. Beni seviyorsanız, dilekçemi gönderiniz' dedim. Dilekçemi gönderdi. Bunun üzerine
mevkufiyetten kurtuldum.

"Müdür, Urfalı bir mahkûma, 'Bu ahlâksızlıktan vazgeç' diyordu. O da 'Ben ahlâksız
değilim. Beni sana yanlış anlatmışlar' diye cevap verince Müdür de 'Senin hakkında çokları
aleyhte ifade vermişler, halbuki şimdiye kadar, İsmail hakkında aleyhte ifade veren olmadı.
Yanlış olsaydı, onun hakkında da aleyhte ifade verilebilirdi' demişti.

"Müdür bir gün koğuşa bir manga askerle girerek 'Ben sizin kardeşçe geçinmenizi
istiyorum. Dışarıda ne yaparsanız yapın' dedi. Beni göstererek 'Hepiniz bu adam gibi
olursanız, hiçbir zabıta tedbirine lüzum kalmaz, kardeş gibi geçinirsiniz. Daha iyi insanlar
olarak evlerinize dönersiniz' dedi. Tahliyeden sonra gayr-ı mevkuf olarak devam eden
mahkeme, 4 Mart 1955'te beraat ve kitapları iade kararıyla neticelendi."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:420)

$ GALİP GİGİN

[]

Galip Gigin

"Bayrak insan, gerçek kahraman"


"Pertevniyal Lisesinde okuyordum. Bir arkadaş bana ondan bahsetti. O günlerde, yol
gösterdiği gençler için yazdığı Gençlik Rehberi isimli kitabını elde ettim. Bu hakikatli dersler
için, akıl fukaraları onu mahkemeye sevketmişti. Sonra Asa-yı Musa, Nur Çeşmesi ve Sözler
isimli esreleri ile tanıştım.

"O zamana kadar bir hayli kitap okumuştum. Okumaya karşı küçük yaştan beri ilgim
fazla idi. Fakat onun eserlerinden her biri, bana okkalı bir kütüphaneden daha muhtevalı ve
değerli göründü. Ve bu kanaatimi de hep muhafaza ettim.

"İstanbul'a gelmiştim. Muhsin ve Ziya isimli yüksek felsefe tahsili yapan gençleri
tanıdım Onların delaletiyle ziyaret ettim. Büyük ve muhteşemdi. Nereli olduğumu sordu,
Artvinli olduğumu, lisede okuduğumu söyledim.

"O zaman sevgi ve şefkatle bana önemli ikazlar yaptı. Komünistlerin iki dehşetli yalan
ve fitne ile beşeriyeti esaret altına almaya çalıştığını, insan topluluklarında huzur, barış ve
sevgiyi yok ederek, zalim ve müstebit idarelerini kurmak gayretinde olduklarını anlattı.

"Bu iki iğrenç silâhın biri: Zavallı, ilerisini ve sonunu düşünmeyen gençlere
nefislerine hoş gelen bir serbestî (özgürlük) vermek. Onları, başı boşluk ve ahlâksızlığa iterek
ellerine geçirmek ve kör bir âlet olarak kullanmaktı. Bunun için namus, iffet, haya
duygularına düşmandılar. Namuslu insanların haysiyet ve şereflerini, serseri ahlâksızlara
peşkeş çekerlerdi.

"İkincisi: Emek ve alınteri ile, tasarruflarla elde edilmiş varlıkları, tembe, serseri ve
berduşlara peşkeş çekerek hak-hukuk bilmeyen bir kısım maceracı ve lüpçülere vaadederek, o
zavallıları menfi menfur emellerine âlet etmeleriydi. Elbet o serserileri, onlara umut vererek
kendi uğursuz saltanatlarını gerçekleştirmek için kullanacaklardır.

sh:»(s:421)

"Tevazu ve mahviyette emsalsizdi"

"Biz, serhat boylarının çocukları, böyle insan soyunun tiksinip titrediği bu musibete
karşı, sair kimselerden on defa imanlı ve iman hizmetinde gayretli olmalıydık.
"Nur Risaleleri bütün küfür ve şirkin ateşlerini söndürecek, bütün dalâlet ve batıl
efkârı susturacak güçte ve kuvvetteydi.

"İlim ve hakikat noktasında, bütün şer fikir ve kuvvetleri mağlûp etmişti. Ondan
istifade edilmeliydi. Onu elde edersek hiçbir batıl cereyan bizi mağlûp edemezdi. Ve elhak
öyledir. Onun eserlerini anlayarak okuyan, hiçbir surette sarsılmaz, yolunu şaşırmaz; Hak ve
hakikatten uzaklaşmaz.

"Kendilerini yakînen tanıdıktan ve eserlerini dikkatle okuduktan sonra beni çok


etkileyen belli başlı müşahedelerim şunlar oldu:

inandığı gibi yazan ve yaşayan bir insandı. Söyledikleri ile yaşayışı arasında en ufak
bir tezat yoktu. Asrımızın aydınlarında çok görülen riya, müdahene, gerçek dışı, şahsî ikbal ve
menfaati için söz ve hareket onda yoktu. İndinde, hakkın hatırı yüksekti ve hiçbir hatıra feda
edilemezdi.

"Samimiyetin, sadakatın, ihlas ve hakperestliğin müşahhas bir sembolüydü. Gerçek


âlim, fâzıl ve büyüktü. Onun rehberliğinden bu milleti ve gençleri mahrum edenlerse,
gerçekten cani idiler.

"Tevazu ve mahviyette emsalsizdi. Eserlerinde bizzat kendisini eleştiren, sözlerinin


akıl terazisine vurulmasının isteyen, kendisine candan bağlı olanları daima bu yolda ikaz eden
ve onları, şuurlu, muhakemeli, olgun birer varlık haline getirmek isteyen o idi.

"Okuyanlar bilirler: Lem'alar'da, Muhakemat'ta ve Lahikalar'da, böyle son derece


hikmetli ikazları vardır. Hal böyle iken, hiçbir kıymet tanımayan kıskanç, geri ve çağdışı
kafalar, ona, tamamen bunun tersi bir takım vasıflar izafe etmek istemişlerdir.

"Fevkalâde mahviyetiyle, 'Üstad'ım' dediği İmam-ı Gazalî Hazretleri, Eyyühel-


Veled'inde, daima peder mevkiindedir. Muhataplarına 'Ey oğul' diye hitabetmektir.

"Said Nur ise, mürşid mevkiinde olduğu halde, daima muhataplarına kardeşim hitabı
ile konuşur. Mesnevi-i Nuriye eserinde, klişeleşmiş hitabı 'İ'lem Eyyühel-Aziz'dir. Daima 'Ey
aziz kardeşim' diye hitap etmektedir.
"Bir kitabın neşri hizmetinde, gencecik bir talebe iken ziyaretine gitmiştim. Dedemden
daha yaşlı o ilim ve irfan kutbu, elini ve öpmeyi saadet bilen bu vasıfsız hayranına elini
öptürmemişti. Beni kucaklamış, alnımdan öpmüş ve 'kardeşim' diyerek kalbi-

sh:»(s:422)

nin ve sesinin bütün sıcaklığı ile kucaklamış, hizmetin kudsiyetinden Kur'ân


hizmetinin her şeyden yüce olduğundan bahsetmişti. Gerekli hizmetleri yapamadığımızdan
üzülmememizi, Kur'ân hizmeti için uyanık bekçiler olduğumuzu; nöbetçi bir askerin, hiçbir
vukuat olmasa da, o hizmetindeki ciddî görev duygusu ile gazilerin aynı sevabını, binaenaleyh
hiç mahzun olmamak gerektiğini, gene ciddiyetle anlatmıştı.

"Gerek davranışlarındaki bu ciddiyet ve samimiyet, gerekse Kur'ân ve iman


hizmetindeki üslubu fevkalâde câlib-i dikkattir. Eserleriyle ve davranışlarıyla göstermiştir ki;
yeni tabiriyle, tam anlamıyla çağdaştır, demokrattır, hürriyetçi ve medeniyetçidir. Bütün beşer
ondan sevgi, kardeşlik, ferağat ve fedakârlık öğrenebilir.

"Faziletinin zekâtını dağıtsa, aydın geçinen çağdışı bir çok büyük ve küçükbaş insanı,
faziletçe bayağı zengin edebilir.

"Bu dava için defalarca sorguya çekildik. Risale-i Nur'dan aldığımız hakikat
dersleriyle hiç başımız eğilmedi. Bizi sorguya çekenleri, o büyük Üstadımızdan aldığımız
derslerle mağlûp ettik.

"Çünkü: O ve dâvası, yakın çağların bir benzerini gösteremeyeceği emsalsiz bir


mazlumdu. Fiilen zulmün ve keyfî idarenin mahkûmuydu. Fakat hiç bir zâlime serfüru
etmeyen bir kahramandı.

"Yetiştirdiği muhteşem insanlar, Hüsrevler, Rüştüler, Tahirler, Refetler, Hasan ve


Ahmet Feyziler, Muallim Galipler, Zübeyirler, Atıflar, Ceylânlar, yaşayanlar ve ölenler hepsi
de muhteşem, fazilet, feragat, ihlas sembolü kişilerdir.

"Biz muhabbet fedaileriyiz"


"Anadolu'da Yunus Emrelerin, Mevlânâ Celâleddinlerin, Hacı Bektaşların, Hacı
Bayramların, Mevlânâ Halidlerin ve Anadolu'da İslâm harcını yoğuran nice veli, âlim, fazıl,
hakimlerin varisleri, devamları, emanetçileridirler. O emanetlerin büyük muakkibi büyük ve
muhteşem Üstad Said Nur Hazretlerinin vasiyeti ile, vatanlarını ve İslâm dünyasını içten ve
dıştan kundaklayanların ateşlerine bağırlarını siper etmiş gerçek kahramanlardır.

"Meslek hayatımın başında, kendi matbaacılığımda, kendi ellerimle bir tebrik basıp
göndermiştim..

"O tebrikte Üstadın şu altın sözleri vardı: 'Biz muhabbet fedaileriyiz, mesleğimiz
muhabbettir. Husumete vaktimiz yoktur.'

sh:»(s:423)

"Evet, ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası
olacaktır.'

"İşte bu iki söz, hakkımızda, adlî bir takibata müncer olmuştu. Bir millet kendi
temellerini nasıl tahrib eder, düşündükçe içim hüzünle dolar.

"O zaman beni celbeden, gencecik savcı ile bir tartışmamız olmuştu. Benim hukuk
talebesi olmamı, gülünç telakkilerle şartlanmış savcı, bir türlü aklına sığıştıramamıştı. Neden
hukuk okuduğumu istihza ile sormuştu. O zaman, her türlü köpekleri serbest bırakıp, taşları
bağlayan, hak ve hukukla hiçbir surette bağdaşmayan icraatlarını yüzlerine vurmuş, işte
demiştim, bunlar hukuk diye ne okuyorlar onu merak ettim, onun için şu okula yazıldım.

"Bu şamar gibi patlayan cevabıma çok kızmıştı. Fakat gerçekler açıktı ve acıklıydı. Bu
iç ve dış bazı çevrelerin anud ve azad kabul etmez zalim köleleri, hakikatleri haykıran
ifadelerimiz karşısında mağlûp olup susuyorlardı. Soruşturma sonunda adem-i takip kararı
almıştım.

"Heyhat, günü birlik hırslarının kurbanı olanlar, bu hayat verici sözleri anlamaktan
acizdiler. Şimdi husumetin yurt sathını yangın gibi sardığı şu zamanda, büyük ve küçük baş,
kafasında iz'an bulunan herkese o büyük vatan evlâdının şu muhteşem sözünü vird-i zeban
etmesini tavsiye etsek acaba duyarlar mı?
"Evet, eğer zerre kadar insaf ve iz'anınız varsa. Anadolu'nun yetiştirdiği o en büyük
evlâdın sözlerini ve nasihatlarını bütün yurt sathına; köy kahvelerinden, üniversite anfilerine,
ordu karargâhlarına, meclislere, başbakanlığa, bütün hukuk mercilerine, Riyaset-i Cumhur
şeref gönderine çekiniz. Korkmayın, o size yalnız şeref ve kurtuluş yolu gösteriyor. 'Biz
muhabbet fedaileriyiz. Mesleğimiz muhabbettir, husumete vaktimiz yoktur.'

"Mürşidlik taslamamış tek mürşid"

"Hayatında şeyhlik, mürşidlik taslamamış gerçek mürşiddi. Peygamberin ve


sahabelerin ölçülerine sık sık bağlıydı. Büyüklük taslamayı büyüklükle bağdaştıramıyordu.
Böyleleri, sabiyy-i müteşeyyih (şeyhlik taslayan bebeler) diye tavsif etmişti.

"Gerçekçiydi, acı da olsa gerçek dışı konuşmazdı. Acı da bazen şifalıydı. Dağ
meyveleri bazan acı idi, ama elbet şifalıyda. Dalkavuk ruhluların onu anlaması mümkün
değildi elbette. O, elli sene önceden bugünkü anarşi ve fitneleri görmüş ve ikaz etmişti. Ama
zavallı beyinler bunu idrak edemediler.

sh:»(s:424)

"Ayrıca fitnekâr cereyanları kökünden reddediyordu. Bin sene aynı sancak ve bayrak
altında dövüşen, imanı, kitabı, kıblesi, vatanı, peygamberi, mukaddesleri bir olanlar içinde
ayrılığın yeri olamazdı. Din ve milliyet, bizde tenden bir zırh gibiydi; ayrılamazdı, biri birine
karşı olsa olamazdı.

"Mezheplerin taaddüdü rahmetti. İtişmek için sebep ve bahane olamaz; ittihad-ı


maksat için bir vesile olurdu.

"İleri, medenî bütün gelişmeler Kur'ân ilham ve buyruğu idi. Geriliğin içimizde yeri
yoktu. Eski hal muhaldi, ya yeni hal veya izmihlâldi. İ'la-yı kelimetullah artık maddeten
terakkiye vabesteydi. Vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünûn-u medeniyeydi.
İkisinin beraber gelişmesiyle hakikat tecelli ederdi. Beşer ancak böyle terakki eder, mesut,
huzurlu ileri topluluğu oluştururdu.
"İstikbalde kılıç yerine kalem, ilim hükmedecekti. Fakat Dr. Duzilerin, Durkhaim,
Freud, Darvin gibi sapık ve çarpıkların müritleri, bu büyük evlâdını, bu emsalsiz hakikat
kahramanını dinlemek istemediler. Adeta gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlü idi.

"O emsalsiz hakikatleri gizlediler. Milletimizin, gençlerimizin istifade etmemeleri için


her densizliği yaptılar.

"Yazık, musab olduğumuz bunca devahî yetmez mi? Artık bu millet, kendi
büyüklüğünü, kendi mürşidini bağrına basmayacak mı? Onun şifa dolu, ilim, fazilet hakikat
dağıtan ışığını, okullarımız yurt evlâdına bir sebil gibi dağıtmayacak mı?

"Kendi ikballerinden zerre feda etmeden sömürü edebiyatı yapan kişiler; acaba onun
çorap üstüne lastık giyen ve 'Ben halkımın çoğunluğunun seviyesi üstünde giyip yiyemem'
diyen o Üstad'ın halinden bir ders, bir ibret, bir hikmet koparabilirler mi? Eğer hamiyet dâva
eden sürü ile hamiyet-füruş ondan ders alsalardı; elbet kimsenin yutmayacağı yalanlarla,
ancak safdil bazı cahilleri aldatan bu zevat, ehl-i dikkat nazarında maskara olduklarını
kavramakta güçlük çekmeyecekti.

"Velhasıl, Nur derslerinden alınacak sayısız faydalı neticeler vardır. Akıl ve feraset
sahibi devlet ve hükümet efradı birgün bulunursa, elbette milletimizi bu değerli hazineden
mahrum etmenin ağır vebalinden kurtulmanın yollarını arayacaklardır. Umut Kaf dağının
ardında değil, göz önündedir. Ama onu görecek göz, idrak edecek beyinlere ihtiyaç vardır.

sh:»(s:425)

"Siyasetin çirkin yüzünden Allah'a sığınmıştı"

"Müteşeyyih değil, hoca idi. Hem de Skolastik bataklıkta bir ortaçağ hocası değil,
bütün çağdaş bilgilerle mücehhez, üç lisanda muhteşem eserler telif eden bir âlimdi.
Sıkılmadan ona cahil diyen, Türkçeyi dahi tasarruftan âciz aydınlarımız olmuştu.

"Siyasetten, onun çirkin yüzünden Allah'a sığınmıştı. Basit politikacılar, onu kendi
düzeylerinde görmek istediler. Hayatı örnek olduğu gibi, vefatı dahi ibretamizdi. 1960
darbesinden önce, vefatından evvel, Anadolu'nun sinesinde yatan büyük zatları ziyaret için
dolaşmıştı. Bu gezi çok manidar birer veda ziyaretiydi. Anadolu'nun büyük velilerini,
Yunusları, Hz. Mevlânâ'yı, Hacıbayramları, Eyyüp Sultan ve Yuşa Hazretlerini ziyaret etmiş.
Anadolu'nun bağrındaki nebi Hz. İbrahim'in dergâhına varıp orada ruhunu Rahmana teslim
eylemişti. O günkü zalim politikacılar, Onun bu gezintilerinden kendi hasis ve habis
emellerine muvazi anlamlar çıkarmak istediler.

"DP için; 'Ben gidersem onlar da gidecek' demişti"

"İstanbul'daki son ziyaretinde yanında bulunmuştum. Küçük politikacıların yurdu


karıştırmak için çevirdikleri fırıldaklardan son derece elem duyuyordu.

"Açıkça ifade etmişti ki: 'Ben Sultan Eyyüb Hazretlerini ziyarete geldim. Fakat bahane
arayanlara âlet olmamak, fitneyi tahrik etmemek için yanına varamıyorum. O koca sultan beni
mazur görür' demiş ve kaldığı Piyerloti Otelinden geriye dönmüştü.

"Kader, 1960 ihtilâline cevaz vermişti. İzah olunmaz bir gaflete düşen o günkü
iktidarın dahiliye vekili, o muhteşem zatın Hacı Bayram ziyaretine izin vermemişti. D.P.
esasen bir bakıma gurur verdiği bazı idraksizliklerin kurbanı idi. Bana sorarsanız, Üstad Said
Nur; Sözler mecmuasının sonunda 'EDDAİ' isimli manzum ve mahzun sözleriyle, ölümünü
çok önceden haber verdiği gibi, D.P.'nin elim sonunu da çok evvelden görmüştü. Menderes ve
Tevfik İleri gibi hamiyetperver ve vatanperverleri ikaz ve kurtarmak için çok gayret etmişti.
Fakat onları sürüklendikleri çaresizlikten kurtaramadı. Hattâ diyebilirz ki; onların ve
memleketin uğrayacağı büyük felâketi görmemek için Rabbinden ruhunu kabzetmesini diledi.
Esasen vefatından önce, 'Beni anlayamadılar, bana dayanıyorlar, ben gidersem onlar da
gidecekler' diyerek üzüntü ve esefle duygularını ifade eylemişti. Düşünürüm ki, o hayatta olsa
idi, 1960 darbesi zor

sh:»(s:426)

yapılırdı. Belki de fiilen mukabeleye mecbur kalırdı. O kadar mert ve büyüktü ki,
dostum diye baktığı kimselere öyle kötü muameleler yapılmasına tahammül edemezdi.

"Yurdun bu fitne içinde perîşan olmasını istemezdi. Vefatından önce acı acı: 'Ben
bütün ömrümde acı çektim, zulüm gördüm, hepsini sineme çektim. Dinimi, mukaddesatımı
politikaya ve politikacıya âlet ettirmedim. Semavî, İlâhî Nurları, mücevherleri yerdeki fani
cam parçacıkları hükmünde cereyanlara, siyasetlere âlet ve tabi kılmadım; Onu, ayağa
düşürmedim.'

"Âhir hayatımda, kabir kapısında, beni desiselerle politika çamuruna bulamak


istiyorlar, yazık' demişti.

"Onun eserleri İslâm dünyasında tek kaynak olacak"

"Bunlara müsaade etmedi. İzzetle yaşamıştı, şerefle öldü. Belki milletinin felâketini
önlemek için ruhunu feda etti. Bilmem kardeşlerimiz ne derler. Bu benim şahsî kanaatim ve
duygumdur.

"Onu anlatmak, bizim gücümüzün ve tahsis olunan olunan sayfaların yetmeyeceği bir
iştir. Hayatının ve eserlerinin her sahife ve satırı, ciltlerce eserlere kaynak olacak o zat için ne
söyleyebilirim? Sözümüm bitirirken, yine rahmetli, namlı âlimlerimizden Ömer Nasuhi
Bilmen Hocamızın, Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri için söylediği şu sözü zikretmek
isterim: 'Onun eserleri, ileride İslâm dünyasın da tek me'haz olacak değerdedir' demişti.
Birçok hakikata gururunu feda eden âlimin de, esasen kanaatı bu merkezdedir.

"Allah ona rahmet etsin, emanetini kesin zafere ulaştırsın, dilerim."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:427)

$ HAKKI YAVUZTÜRK
1934'de Kemaliye'de doğdu. Emekli sağlık memurudur. 1952'de Nur Risalelerini
okumaya başlamış; Nur Müellifini müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur.

[]

Hakkı Yavuztürk

"Büyük bir lütf-u ilâhî"

"Rahmet-i İlâhî'nin bir inayeti olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin
seksen yıllık mübarek ömür yıllarının son yedi senesine yetişebilmenin bizler için büyük bir
lûtf-u İlâhî olduğunu anlamak ve yüce İslâm kahramanlarının yaptıklarından ve yapmak
istediklerinden idrakimiz nisbetinde görüp müşahede ettiklerimizi anlatabilmekle, az da olsa,
o nimete bir şükür olacağı düşüncesindeyim. Yoksa, onu anlatabilmek karıncanın dağı
delmesi misali benim gibilerin çok fevkinde ve takadı dışındadır. Çünkü, Büyük Üstad, gerek
şahsî yaşayışı ve gerekse Risale-i Nur adlı eserleriyle ve hattâ en küçük tavır ve hareketleriyle
İslâmı bütünüyle yaşamış, kendisini dinleyen ve eserlerini anlamış olanları İslâma bağlamış,
Kur'ân'a ve Hazret-i Peygamber Efendimiz'e (a.s.m.) rapteylemiştir.

"Böyle mütefekkir ve her söylediğini yaşamış ve seksen küsur yıllık hareketli ve


bereketli ömrüyle ve eserleriyle, değil yalnız şanlı Türkiye'mize ve mukaddes âlem-i İslâma;
belki bütün âlem-i insaniyete ders vermiş, hizmet etmiş bir büyük zat, her akşamdan sora bir
sabah olacağı kat'iyyetinde inanmaktayım ki; her cephe ve yönleriyle anlatılacaktır. Bu, onu
anlayanların en büyük gayelerinden biridir kanaatindeyim.

"Müsbet ilimlerle imanı birletiren yeni bir bakış açısı"

"Risale-i Nur Külliyatından Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Onuncu Söz denilen
Haşir Risalesi'ni Bediüzzaman Hazretlerini tanımadan önce, 1952 yılı sonbaharında
okumuştum. Önceleri pek

sh:»(s:428)
birşey anlayamamıştım, diyebilirim... Zira onları bir ilmihal ve dua kitabı gibi
ortaokuldan arkadaşım olan Özer'den (Üzeyir Şenler) almıştım. O nazarla, yani dua kitabı
telakkisiyle okuyordum. Daha sonra aynı arkadaşlar o zaman oturmakta olduğumuz Yenikapı'
daki evimize yakın olan eski Aksaray Parkına, sabah namazlarından sonra yapılan Risale-i
Nur okuma toplantılarına gider, bilhassa o tarihlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe bölümü talebesi olan Muhsin Alev Ağabeyimizin okuma ve izahlarını dikkatle
dinlerdik. Hiç unutmam, onların toplantılarını ve Risale-i Nurlar'dan haftanın muayyen
günlerinde muhtelif bahisler okumalarını ve anlatmalarını gördükten sonra, bu eserlerin
tefekkürle okunması, bir dua kitabı gib okunmaması lâzım geldiğini anlamaya başlıyor, âdeta
kendimde her geçen gün bir başkalık hissediyordum. Bunlar benim için o zamana kadar
duymadığım izah tarzı, hâdiselere ve meselelere bakış şekilleriydi. Gerçi dinine bağlı bir
ailenin çocuğuydum. Babam, annem namaz kılarlardı. Ben o zamanlar daha namazımı (on
sekiz yaşında olmama rağmen) tam olarak kılamıyordum. Ama çok içtimaî ve dinî kitaplar
okumuştum. Sağlık Okulu ikinci sınıfına, yani Lise 2'ye gitmekle beraber, merak saikasıyla
çeşitli mütalâalarım vardı. Fakat, Risale-i Nur bahisleri onların hiç birine benzemiyordu.
Meselâ, Gençlik Rehberi'nin bir bölümünde, şöyle deniliyordu:

"Kastamonu'daki lise taleberinden bir kısmı yanıma geldiler. Bize Hâlıkımızı tanıttır,
muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar, dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her
fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyorlar. Allah'tan
bahsetmeyen muallimleri değil, onları dinleyiniz.'

"Bunlar bambaşka bir izah şekliydi. Fenlerin, ilim derslerinin kendi hususî dilleriyle
Allah'tan bahsetmesi hakikatı, müsbet ilimlerle, imanı birleştiren yeni bir bakış açısı
getiriyordu. Hazret-i Üstad, her Risalesinde ayrı ayrı mevzulara temas ederek, bu zamana
kadar yazılagelen dinî eserlerden çok farklı izahlar yapıyordu. Bütün bunlar, bizler üzerinde
bambaşka manevî bir bomba gibi tesirler yapıyor, mektepte fikrimize yerleştirilmek istenen
materyalist fikirleri parça parça ediyordu, diyebilirim. Bu sebeplerle de, haftanın o muayyen
toplantı günlerini, âdeta büyük bir iştiyakla bekliyorduk. Evet, bekliyorduk ki, yanlış bir
lâiklik anlayışı neticesi, 'Allah'tan bahsetmeyi' ilericilik ve medeniyetçiliğe zıt sayan
öğretmenlerimizin bize devamlı maddecilik telkin eden bunaltıcı havasından kurtulabilelim.
Nasıl her fen, her ders, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedermiş,
öğrenelim.

sh:»(s:429)
"Aksaray parkında her sabah ders yapıyoruz"

"Başta da dediğim gibi, tek başıma okumakla pek bir şeyler anlayamamıştım, âdeta her
Nur Talebesiyle tanışmak, o eserleri anlamama bir anahtar oluyordu.İşte tam bu sıralar
Ahmed Aytimur, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Marangoz Hüseyin gibi ağabey ve
kardeşlerle de tanışıyor ve onlarla alâkamı daha da sıklaştırıyordum. Ve hattâ kendi
tanıdıklarımı da onlarla tanıştırmaya çalışıyordum. Artık haftanın muayyen günlerinde
toplanıp ders okumayı ve dinlemeyi kâfi görmüyor, her sabah oturduğumuz Aksaray
Yenikapı'daki evimize yakın olan Valide Camiine sabah namazlarında gidiyor, orada o zaman
Aksaray parkı denilen yerde arkadaşlarla sabah namazlarından sonra bir-iki saat, broşür
büyüklüğündeki (daktilo ile yazılmış) bir kısım Nur Risalelerini hayretle ve merakla okuyup
dinliyorduk. Çok defa Muhsin Alev ağabeyimiz okur, izah eder, biz de dinlerdik.

"Meselâ, bir gün Onuncu söz adlı Haşir bahsine âit bir meseleyi okuyorduk. O teşbihli
ve fevkalâde mantıklı ve güzel izahlı Risaleyi okurken, o kadar tesiri altında kalarak
dinliyorduk ki, âdeta Roma'yı istilâ ederek, Arşimed'i çalışma yerinde yakalayıp öldürmek
veya tevkif etmek isteyen askerlere, onun, 'dairemi bozmayın' dediği meşhur tarihî olay
misali, etrafımızda olup bitenlerden habersiz, bütün benliğimizi veriyorduk, dersem mübalâğa
etmiş sayılmam.

"Evet, o Haşir bahsinin o zaman o Aksaray parkında, âdeta tefrika edilen bir heyecanlı
eserin, 'devamı yarın' der gibi, her gün parça parça okunması artık her sabahı iple çeker gibi
beklememize sebep oluyordu. O zaman daktilo ile yazılmış broşür halindeki Onuncu Söz
risalesinden sadece bir nüsha olduğu için mecburi bekliyorduk. Mecburi bekliyorduk, Muhsin
Ağabeyimiz gelsin ve o Risaleyi getirsin, okusunlar dinleyelim diye. Benim o günler her
sabah namazından sonra sık sık eveden çıkıp gitmem rahmetli annemin nazar-ı dikkatini
çekmiş, tereddütle:

"Oğlum, böyle nereye gidiyorsun ki, sabah namazlarından sonra geç geliyorsun?' diye
sormuştu.

"Fakat ben, ilk zamanlarda anneme dahi bilgi vermezdim. Okul tatilini de kendimce
tam değerlendirdiğimi kabul ediyor, âdeta içim içime sığmayacak şekilde seviniyor;
İslâmiyeti artık bambaşka görmeye, onun sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret olmayıp,
yepyeni bir hayat görüşü olduğunu anlamaya başlıyordum.

"O tarihlerde Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi dinî ve millî mecmualar çıkıyordu. Çok
defa alır okurdum. Bilhassa, Bediüzzaman,

sh:»(s:430)

Risale-i Nur ve Nurculuk bahislerini her gördüğümde heyecanla bir nefeste içer gibi
okurdum. Ancak o mecmualar, Risale-i Nur'dan az bahsetmekle beraber, lehte yazılar
olduğundan son derece memnuniyetle karşılıyor; benim gizli gizli daktilo sayfaları halinde ve
acaip şekildeki büroşürvari okuduğum risaleciklerin başkaları tarafından da takdir edilmesine,
makaleler halinde gazetelerde çıkmasına çok seviniyordum.

"Hiç unutmadığım bir hâdise"

"Risale-i Nurları vermeyi çekindiğimiz kimselera veya mübtedi olanlara, önce bu


gazete ve mecmuaları verirdik. Şayet iyi karşılarlarsa, sonra Nurları vermek cihetine giderdik.
Ama yukarıda da dediğim gibi, bu mecmualar Risale-i Nurlardan çok az bahsediyorlardı.
Ayrıca yine o tarihlerde Milliyetçiler Derneği, Millet Partisi gibi İslâmiyetten bahseden
dernek ve teşkilatların sempati duyanlarıyla da tanıştıklarım oluyordu. Onlardan birini burada
anlatmadan geçemeyeceğim:

"Hiç unutmam, Milliyetçiler Derneğine üye, sık sık toplantılarına giden okul
arkadaşım Orhan'la Çemberlitaş yakınlarında karşılaştığımız, aynen kendisi gibi derneğe üye,
üniversiteli bir arkadaşına beni, 'Bu arkadaş Said Nursi'ni kitaplarını okuyor ve onların
okunduğu toplantılara gidiyor' diyerek taktim etmişti. Benden beş-altı yaş büyük, üstelik
İktisat Fakülteli bir kişinin kanaatlerinin ne olacağı ve bu takdim edilmemi nasıl bir mukabele
ile karşılayacağı hususunda merak ederek, onu dikkatle takip etmeye ve dinlemeye
başlamıştım. O şahıs, 'Said Nursî, çok kıymetli ve büyük bir İslâm âlimidir. Çeşitli
mücadeleleri vardır. Takdir ederim, fakat o tamamen ilmî ve âdeta hedefine bir kaplumbağa
gibi yavaş yavaş giden bir islahatçı. İlmî toplantılar, kitap okutmalar suretiyle, fertelerin
imanının kurtarmakla, cemiyetin değişmesine çaba göstermek istiyor. Biz ise, (Milliyetçiler
Derneğini kasdederek) çok hızlı gitmek, bir tavşan hızı ile hedefimize varmak istiyoruz.
(Yüzüme bakıp, kelimelere bastırarak) Bak, bir kaç ay içinde, her hafta yüzden fazla dernek
şubelerimiz oldu. Neşriyat ve mecmularımız var. Çok kısa zamanda bilmem şu kadar olduk...'
gibi izahlarla kendi görüşünü anlatıyor, ben de bu vesile ile, Risale-i Nur ve Said Nursi
hakkında 'aydın kesim' dediklerimizin mütalaalarını o tarihlerde ilk olarak dinliyordum. Sonra
bu çeşit kimseleri çok görecek ve dinleyecektim. Hattâ günümüzde dahi, büyüklü küçüklü,
partili dernekli, pek çok

sh:»(s:431)

misallerini, hep birlikte ibretle görecektik. Risale-i Nur'un devamlı parlaklığı artan
ışığına rağmen, bu gibiler bir an parlayıp gözlere görünecek, sonra da sönüp gideceklerdi.

"Nurlarla daha fazla meşgul olmak istiyorum"

"O başlangıç zamanlarında çeşitli İslâmî akımların tam değerlendirmesini yapmamakla


beraber, onların metod ve davranışlarını başka türlü görüyor, onlara ısınamıyor, hep
istiyordum ki, Risale-i Nur'dan bahsetsinler. Bu sebeple Risale-i Nurları daha çok okuma
yollarını arıyordum. O tarihlerde Süleymaniye'de Hacı Nazif Çelebi Beyin evinde haftanın
tatil günlerinde dinî ve içtimaî konularda -daha ziyade talebelerin iştirak ettiği- toplantılar
olurdu. Bilhassa Risale-i Nurların okunduğu günlere denk gelecek şekilde -on beş günde veya
ayda bir okunuyordu.- O toplantılara bir kısım talebe arkadaşlarla birlikte giderdik. Çeşitli
dernek ve cereyanların, Risale-i Nur'daki, İslâmî yepyeni izahlarla insanlara sunma metoduna
aykırı hareket ettiklerini ve o cereyanlarla alâka kurmanın, bana en azından gaflet vererek
Nurları anlamama perde olacağını hissediyor, ama yine de zaman zaman kendimi
kurtaramıyordum. Halbuki Risale-i Nurlarla tam meşgul olmak, okumak ve tam anlamak arzu
ediyordum. Muhsin Alev abinin bizlere okuduğu daktilo ile yazılmış kitapları nasıl temin
edebilir, nasıl daha çok okuruz, diye Özer Şenler arkadaşıma söylemiştim. O da bu defa
Süleymaniye'de Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı eve götürmüştü. Ahşap, küçük bir evin giriş
katıydı. Bir oda, bir mutfak v.s. ibaret dar bir yerdir.

"Muhsin Alev ve Ahmed Aytimur Beyler burada kalıyorlardı. Burayı öğrenmiş ve


artık buraya sık sık gitmeye başlamıştım. Risale-i Nurları buradan alıyor, müstakillen okuyor,
ayrıca toplu derslere iştirak ediyordum. Hatta gizli tutulan, neşriyat işlerinden de, bazan
haberdar ediliyordum. Sanki aylar gün gibi geçiyordu. Ve ben içten içe Bediüzzaman
Hazretlerini görmeyi ve elini öpmeyi çok arzuluyordum. O kadar ki, rüyalarıma girdiği
oluyordu.

"Üstadı ilk ziyaretim"

yılı İstanbul'un 500. Fetih yildönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan


Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını
söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını
öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya
Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni da-

sh:»(s:432)

ha önce tanıdığından, Üstad'ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle


kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi.

"Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç
unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar
istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada
kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler.

"Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular.


Talebe ve Erzincan'ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, 'Kardeşim'
demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum ama, bendeki ilk heyecanlı
hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden
olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânasını
bilmiyordum. 'Türküm' diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risale-i Nur'u anlayarak
okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hucüm etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur'dan
aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risale-i Nur'un Kur'ân'a
dayandığından bahsettiler.
"Ayrıca, eskiden insanları dalâlete sevk edenlerin memleketimizde az olduğunu, ancak
binde bir kişinin o zaman insanın kötü yola sevk edebildiğini, şimdi ise, tersine bir durum
bulundu. Fakat hak yola teşvik eden bir kişi bile zor bulunabildiğini söylediler. Bu durumdan
ye'se ve üzüntüye kapılmamak gerektiğini de, şöyle bir misâlle izah ettiler:

"Nasıl ki, bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse, onları toprağa dikmesi
neticesinde, o bin çekirdekten, sekiz-onu badem ağacı olarak meyva verse ve diğerleri de
çürüse, o adamın 'Ben bu işten zarar ettim, çünkü çekirdeklerim çürüdü' demeye hakkı yoktur.
Zira o sekiz-on fidanın ağaç olmaları sonucu, her birinin binler meyva vermesiyle, o çürüyen
dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar fazlasıyla telafi edilmiş olmaktadır. Aynen böyle
de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil, bir kısmının hakkı görerek, doğru yolu
bulmaları neticesi, bunların cemiyete, insanlığa vereceği fayda, o çürüyenleri kat kat
fazlasıyla telafi edecektir.'

"Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat
çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni 'talebeliklerine kabul ettiklerini
ve Risale-i Nur'u okumamı' söylediler.

sh:»(s:433)

"Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş
gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli
Üstad'ımı ilk ziyaretimdi.

"Süleymaniye'deki 50 numaralı evden ayrılıyoruz"

yılına çok değişiklerle giriyorduk. Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı evde,


bazı değişiklikler oluyordu. İstanbul'daki faal Nur talebelerinin bazılarında değişiklikler
olmuştu. Muhsin Ağabeyimiz çeşitli sebeplerle Almanya'ya gideceğini beyanla teksir
edilmeye hazır mumlu kâğıtlara daktilo edilmiş, Pencereler Bediüzzaman Said Nursi adlı
risalecikleri bize bırakarak, 'Bunları siz Üstaddan müsaade alarak teksir edersiniz. Okul
biterse Üstad'a gidersiniz, hizmetinde bir süre kalırsınız' gibi tavsiye ve temennilerle
Almanya'ya gitmişlerdi. 50 numaralı ev boşaltılmıştı sayılır. Ahmed Aytimur Ağabeyin
hemşehrisi olan ev sahibi, evi kiraya vermek ve tamir ettirmek isteğiyle, bizi çıkardıktan bir
müddet sonra, evin tamamen çökerek yıkıldığını duymuş ve giderek bizzat da görmüştük.
Duymuştuk diyorum, çünkü o semte pek gitmiyorduk. Cerrahpaşa ile Aksaray arasında bir
yerde Aytimur Ağabeyimiz bir dokuma atölyesi açmıştı. Hüseyin isimli bir kardeşle ortak
çalıştırıyorlardı. Oraya gider, oturur, Kur'ân hattına çalışır, Risale-i Nur okurduk. Gerçi
Horhor taraflarında bir iş hanının odası da vardı. Oraya giderdik ama, ekseri ders ve Risale-i
Nur çalışma yerimiz bu havlu dokuma atölyesi idi. Mehmed Emin, Özer ve ben Kur'ân
yazısını artık seri şekilde hem okur hem de yazar bir hale gelmiştik.

"Kur'ân harfleriyle Risale yazar,Üstada gönderirdik"

"Risaleleri asıllarına bakarak veya şeffaf kâğıtla üzerine koyarak yazıp bitirdikten,
yani asıl Risalelerden bir nüsha bu suretle elde ettikten sonra, bu artık bizim olan Risaleyi
ciltçiye gönderir, ciltlendirir, sonra da Bediüzzaman Hazretlerine gönderirdik. Üstad
Hazretleri bunları tashih eder, arkasına ismimizle dua yazar ve iade ederlerdi. Biz de bu el
yazımızla yazılmış ve Bediüzzaman Hazretleri tarafından ekseriya tashih edilerek iade edilmiş
ve kendi el yazılarıyla dua yazılmış Risaleleri, büyük bir hatıra olarak hıfzeder, saklardık.
Öyle oluyordu ki, bazı günler mektep tatili ve müsait zamanlarımızda günde sekiz-on sayfa
(Daktilo sayfası büyüklüğünde) yazdığımız oluyordu.

sh:»(s:434)

"Biz bunlara Kur'ân harfleriyle yazılmış olduğu için, Kur'ân harflerine izafeten
'eskimez yazı' ismini takmış 'eskimez yazıyla çoğaltılmış Risale-i Nurlar' diyorduk. Kâinatın
kurulmasıyla var olan, bizi ve dünyamızı aydınlatan güneş 'Şu kadar milyon yıl evvel
yaratılmıştır. O halde eskidir' demek hiç kimsenin hatırına gelmediği gibi...

"Maddî ve manevî âlemimizi nurlandıran ve ışıklandıran Kur'ân'ın da harfleri dahil hiç


bir parçasına eski demek gönlümüze sığmıyordu. Onun için 'eskimez' diyorduk.

"Evet, bu Kur'ân harflerini öğrenmemiz, ecdadımızla bağlarımızı, köprülerimizi


kurmaya büyük bir vasıta olduğunu veya olacağını, o zamanlar pek takdir edemiyorduk ama,
yine de şevkle yazıyorduk.
"Hiç unutmam, okulumuzda Yunanistan mı Bulgaristan mı, birisinden gelme bir
göçmen Türk öğrenci arkadaşımla, bir de benden başka eskimez yazıyı bilen hiç kimse yoktu.
Okul öğrencilerini tarihî yerlere götürmek, tarihî eserleri göstermek hususunda sınıfta yapılan
bir sohbet anında, benim bu harfleri mektup yazacak kadar öğrenmiş olmamı gören yaşlı
edebiyat hocamız, çok hayret etmişti.

"Isparta'ya Üstadı ziyarete gidişim"

"Evet, 1954 yılında yukarıda izaha çalıştığım tebeddülatlarla birlikte, yine de


İstanbul'un muhtelif yerlerinde toplanarak Risale-i Nur okumak, Anadolu'da teksir
makinasıyla çoğaltılan Risaleleri ciltlendirerek, istenilen mahallelere göndermek gibi
hizmetler, büyük zahmetlere rağmen sürüp gidiyordu. O yıl okul tatilinde Muhsin Ağabeyin
tavsiyesi ve temennisine uyarak yeniden görmeyi, çok da arzuladığım Üstad Hazretlerinin
ziyaretine gideceğimi Ahmed Ağabeye söylemiştim. O da bir çok bakımlardan zahmetli,
kararsız, fakat sabırlı haldeydi. 'Üstad'a selâmlarıyla birlikte, memlekete gitme arzusunda
olduğunu bildirilmesini' bana söylemişti. İstanbul'a Özer, Mehmed Fırıncı ve Mehmed Emin
kardeşlerin hiç birisinin, her işini ikinci plâna iterek, münhasıran Risale-i Nur meseleleriyle
meşgul olacak şartları yoktu.

"Bu şartlar altında Isparta'ya Üstad Hazretlerini ziyarete gitmiştim.

"Isparta'yı hiç görmemiştim. İlk defa gidiyordum. Yolculuğu trenle yapmıştım.


Geldiğimde öğle saatleriydi. Tren istasyonu ile Üstad'ın kiraladığı evin arası uzaktı. Daha
önceden adresi ve tarif aldığım için, kolaylıkla bulmuştum. Kapılarını çaldım, rahmetli Zü-

sh:»(s:435)

beyir Ağabey kapıyı açarak, beni karşılamışlardı. İstanbul'dan gelmekte olduğumu


söylemiş, kendimi tanıtmamla (daha önce de Muhsin Alev Ağabeyin söylemiş olması
sebebiyle olsa gerek) ilk karşılaşmış olmamıza rağmen derhal eve alınmış, Hazret-i Üstad da
daha evvel tanıdıkları için huzurlarına kabul edilmiştim.
"Yukarıda izah ettiğim durumları,bilhassa Muhsin Ağabeyin gidişini kısaca izah etmek
istiyordum. 'Hoş geldin Hakkı kardeşim' diyerek ve 'Maşaallah, barekallah kardeşim' gibi
ifadelerle alnımdan öperek rahat olmamı (çünkü çok heyecanlıydım) ve oturmamı söyledi.
Karyolada yatmıyor fakat yarı dik vaziyette duruyorlardı. Odalar evin ikinci katı, tabanları
tahta ve battaniye ile kilimlerle kısmen kaplıydı. Karyolalarına yakın kilim üzerine dizlerim
üzerine oturdum.

'Kardeşim, Ahmed'e söyle, Muhsin'i Emniyet'ten sorarlarsa, Almanya'ya benim


Mucizeli Kur'ân'ın tab'ı için gönderdiğimi söylesin...' şeklindeki ifadelerinden sonra, diğer
bazı hususlarda da şimdi tam hatırımda kalmayan bazı soruları sordu ve benim de
cevaplandırmaya çalışmalarım oldu. Ahmed Ağabey hakkında ise, 'Ahmed şimdilik
İstanbul'da kalsın' şeklinde buyurmuşlardı. Huzurlarında bir süre kaldıktan sonra, 'Kardeşim
benim misafirimsin' demeleri üzerine, rahmetli Zübeyir Ağabey vasıtasıyla diğer odaya
alınmıştım. Tahirî, Ceylan, Bayram ve Sungur Ağabeyler o zaman Üstadın hizmetlerinde idi.

"O gün ve gece evlerinde kalmıştım. Ertesi günü bir kısım İmam Hatipli talebelerin de
iştirak ettiği sabah dersinde, tekrar Hazret-i Üstad'ın odalarına derse girmiştim. 10-15'ten fazla
talebe vardı. (Sonradan İstanbul'da bir süre çok yakın arkadaşlık yapacağım Zekeriya Kitapçı
da o talebelerin içindeydi.) Aynı bir okul dershanesi gibiydi.Yalnız, tahta sıralarda değil,
kilimler üstünde oturuyorduk. Dikkatle okunan Risale-i Nur derslerini dinliyorduk. Üstad
Hazretleri karyolalarında, fakat âdeta üniversite kürsüsünde gibi izah ediyor ve çeşitli
bahisleri talebelere okutturuyordu. Talebeler ayrı ayrı okuyorlar, bir miktar okuduktan sonra,
Üstadın işaretiyle diğeri okumaya geçiyordu. Ben arka taraftaydım. Ve devamlı dinledim.
Gördüklerimi heyecanla takip ediyordum. Ders, tahminen bir saat kadar sürdü. Orada, o
talebelerle tanışıp, hususî görüşmemiz mümkün olmadı. Beni misafir olarak tekrar odama
aldılar. Odamda bir süre daha kaldıktan sonra, bir ara 'İstanbul'dan gelen var' dediler. Çıktım,
baktım, arkadaşım Özer'di. İstanbul'da aniden o da karar vermiş ve beni takiben gelmiş
olduğunu öğrendim. Üstad Hazretleri, bizi tekrar bu defa da Özer kardeşle birlikte huzurlarına
aldılar. Diğer talebeleri de vardı odada... Çeşitli dersler anlattılar. Bir

sh:»(s:436)

ara rahmetli Ceylan Ağabeye, 'Sen dışarı çık' diyerek bir talebesinin (Ceylan ağabeyin)
kendilerini tarassut ve ta'cizde ileri giden gizli teşkilattan bir kişiye, tabancayla yaptığı bir
olayı naklederek, o olayda, o talebesinin Kur'an hizmetinin hürmetine, hıfz-ı İlâhî'nin himaye
ettiğini söylediler. Cesaretini bize örnek gösterip, bizim de cesûrâne hareket etmemizi, bazı
haller olmasa, bizi yanlarında bırakacaklarını (ki biz her ikimiz de çok arzu ediyorduk.
Yanlarında kalmayı ve hizmet etmeyi...) her ikimizi de talebeliğe kabul ettiğini bildirdiler.
Son olarak da İstanbul'daki talebe ve bir kısım dostalarına (hatırımda kaldığınca Eşref Edip
Bey, Gönenli Mehmed Efendi gibi...) selâmlarını söylememizi belirterek, bizim derha
İstanbul'a dönmemizi istediler. Ve döndük. Ayrıca bu ziyaretimizde, sıhhatli olmasına çok
dikkat etmek şartiyle. Muhsin Alev Ağabeyimizin mumlu kâğıtlara yazarak teksir etmeye
hazır hâle soktuğu ve İstanbul'da bıraktığı Pencereler ile Divan-ı Harb-i Örfî ve Bediüzzaman
Said Nursî adlı küçük risalelerini teksir edilme müsaadesini de almıştık.

"Maddî ve manevî imkânsızlıklar içindeydik"

"İstanbul'a dönünce sıkıntılı bir devremiz başlıyordu. Çünkü bütün zamanını ve


imkânını Risale-i Nur'a hizmete verebilecek, maddî ve manevî durumları müsait kardeş ve
ağabeylerimiz yoktu diyebilirim... Meselâ teksir yapacak bir yerimizi yoktu. Ahmed
Ağabeyin havlu dokuma atölyesinde iki katlı ranzalı yerler vardı ama, bunlarda ancak, elle
risale yazıyor ve okuyabiliyorduk, o kadar. Üstelik işçiler içinde, namazsız ve lâkayd, en
azından taraftar olmakla beraber, meselelerimizden habersizler vardı. Dost-düşman müşteriler
gelip gidiyordu. Ahmed Ağabeyin 'dişini sıkarak sabrettiği' karpuz sergisi gibi dağınık bir
işleri de vardı ki, bütün bunlarla birlikte, kâğıt almak, teksir mürekkebi almak, yer bulmak
gibi işleri de ilâve ettiğimizde , şimdi düşünüyorum da Ahmed Ağabeyin memlekete gitmek
hususunda benimle haber göndererek Hazret-i Üstad'tan müsade almak istemesi, o kadar
dağınık ve karışıklıklar içinde, 'hizmeti bırakıp gitmek değil' bunalan ruhunun rahata
kavuşmasını arzu etmektir, diyorum, kendi kendime, her ne ise... Evet o işleri de ilâve
ettiğimizde diyorum, çünkü bu mevzularda etrafına bilgi vermekte çok ketûm olan Muhsin
Alev Ağabey ve Ahmed Ağabeyimizden başka, Risale-i Nur'un iç hizmet işlerini pek bilen
yoktu. O bakımdan Risalelerin teksir makinesine çıkarılması için bir hayli Ahmed Ağabeyin
şartlarının müsait olmasını bekledik. Sonra Ahmed Fırıncı arkadaşımızın Çarşamba'da
rahmetli eniştesi-

sh:»(s:437)
nin evinin bir odasında teksir makinesi teşkilatını kurarak yapalım dedik. Yine tam
muvaffak olamadık.

"Abdurrahman Ağabeyin eve dershane oluyor"

"Nihayet Abdurrahman Tan Ağabeyin Süleymaniye Mimar Sinan Caddesindeki


dükkânı üzerinde, Mehmed Emin kardeş, Özer Şenler, Mehmed Fırıncı'larla, işi çok gizli
tutarak teksir makinelerini yerleştirip çalışmaya başlamıştık. Bu risaleleri, bir nevi manevî
kerameti olarak da, Kirazlı Mescid Sokağında eski yıkılan evimizin bir ev arayla bitişiğindeki
evi Abdurrahman Tan Ağabeyimiz (dilimiz alıştığı için ağabey diyorum, esasında dayı
demem lâzım. Çünkü annemin süt kardeşi ve akrabası idi) satın almış, Mehmed Emin
kardeşin ikna ve ricasıyla da, daha ev sahipleri taşınmadan, evin o zaman çatı katı olan en üst
katına teksir ettiğimiz Risale yapraklarını gayet gizlilikle taşımıştık. Ve tasnif etmek üzere
gayet rahatlık ve ferahlıkla, sıra sıra dizip o dar yerlerdeki sıkıntılı tasnif meşakkatinden
kurtulmuştuk.

"Daha sonra Mehmed Emin Birinci kardeşin, Abdurrahman Ağabeyden evi bu işte
kullanma talebi üzerine, alt katı hâlâ dershane olarak kullanılan Süleymaniye Dershanesi,
Risale-i Nur Dershanelerinin İstanbul'daki ilk çekirdeklerini teşkil etmişti. Biz artık bir değil,
bir çok meşakkatlerden kurtulmaya başlıyorduk. Bir müddet sonra, havlu dokuma
atölyesindeki ranzalı, gürültülü Risale-i Nur çalışma yerimizden, Süleymaniye Kirazlı Mescid
sokaktaki Medrese-i Nuriyemize taşınacaktık. Rahmetli Abdurrahman Ağabey, hem
dükkânının mağara gibi taş ve küçük, fakat müstakil olan üst katını hem de yeni aldığı evin
üst katlarını bize tahsis etmişti. Dükkânın üstünde, âdeta gece yatıp uyumadan teksir yapıyor,
evin üst katında da, tasnif ile cilde hazır hale getiriyorduk. Risale-i Nur okumaktan ibaret olan
umumî derslerimizi de, o zamanlar Taştekneler Mescidi, Şehzadebaşı Camii, Soğanağa Kâtip
Sinan Camii ve bazı evlerde ve muayyen zamanlarda yapıyor, hususen Horhor, Sofular
Mescidi gibi yerlere, teksir işlerimizi dahi bırakarak gidiyorduk. Gerek neşriyat hususunun ve
gerekse derslerin devamı, çeşitli aksaklıkları olmakla beraber, hizmette hepimize müstakil
hareket etmek ve Risale-i Nur'a kendi malımız ve eserimiz gibi sahip çıkmak konusunda
büyük bir tecrübe ve cesaret sahibi olmamızı sağlıyordu. 'Kimin himmetli milleti ise, o tek
başına bir millettir' vecizesini Risale-i Nur'da beyan eden Hazret-i Üstad, her talebesinin âdeta
tek başına dâvayı omuzlayacak bir himmete hareket etmesini istemekteydi. Böylece,
İstanbul'da o zaman basit çapta bir hizmet ce-

sh:»(s:438)

maatı teesüs etmişti. Herbirimiz o şahs-ı manevînin birer âzası olmaya çalışıyorduk.
Bazılarımız, başta ben, belki bunu idrak edemiyorduk ama, Üstadımız şuurla bunu istiyordu.
Rahmet-i İlâhî veriyor, kader-i İlâhî de ağlarını örüyordu. Bunun böyle olduğunu, ancak yeni
yeni idrak edebiliyor, Allah'ın bu büyük lütfuna karşı, Hâzâ min Rabbî diyoruz.

"Üstadı müteakip ziyaretim"

"Müteakip senelerde sayısını hatırlayamayacağım kadar Bediüzzaman Hazretlerini


ziyaret ettiğimi söylemiştim. Bunlardan bazılarını tafsilatıyla hatırlayamıyorum. Yalnız,
Emirdağ'da rahmetli Zübeyir Ağabeyle Üstadın arkasında cemaat olarak namaz kıldığımızı;
yine ziyaretimde, yoğurtla karıştırarak yapılar yumurtalı-yoğurt yemeğini bana ikramlarını, (o
yemekteki lezzeti hâlâ unutamam) askere giderken 'Allah'a ısmarladık' demek için
uğradığımda, o tarihlerde İşaratü'l-İcaz adlı eserin Isparta'da, rahmetli Hüsrev Ağabeyin
kalemiyle yazılmış mumlu kâğıtlarla teksir baskısı yapılmakta olduğu cihetle, 'Kardeşim,
namaz tesbihatında hatırladım, derhal İstanbul'a dön! Teksir için lüzumlu kâğıtları
İstanbul'dan, Ahmed Isparta'ya göndersin' dediklerini, benim de, dönüp bu haberi intikal
ettirdiğimi; yine bir başka ziyaretimde, Rahmetli Zübeyir Ağabeyi göstererek 'Zübeyir'e bin
lira maaş verseler, Risale-i Nur'a hizmetini bırakıp memuriyete girmez...' meâlindeki
hitaplarını ve yine o yıllarda bir kısım kardeş ve ağabeylerimizle birlikte otuz kuruş yevmiye
üzerinden hesaplanarak, 'bez kese' içinde 'tayın bedeli' olarak tuğralı tek liralardan meydana
gelen (sonradan bu liralar tedavülden kaldırılmıştır) paraları, kese içimde alışımı da o yılların
en büyük ve en tatlı hatıraları olarak unutamadığımı zikredebilirim.

"Üstadın İstanbul'a en son gelişi


"Son yıllar çok çalkantılı geçiyordu. O zamanlar, Üstad Hazretlerini gazetelerden ve
diğer vasıtalardan âdeta gün-begün takip ediyorduk. Nihayet 1959 Aralık'ın son günleriydi ki
Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a gelecekleri hususunda telgraf geldiğini ve daha sonra da
Çemberlitaş-Piyerloti Oteline indiklerini öğrenmiştik. Başta kahraman Zübeyir Ağabey olmak
üzere birçok Nur talebeleri oteldeydiler. Bir kısmı da daha sonra geldiler. Üstad Hazretleri
çok yorgun olmasına, oteldeki odalarında istirahat halinde olmalarına rağmen, ilk gün akşam
vakti odalarında bizlere topluca ders mahiyetinde eski Divan-ı Harp Mahkemesinde yaptıkları
mahkeme mü-

sh:»(s:439)

defaasından bahisle, Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat ettikten sonra Beyazıt'tan tâ


Sultanahmet, Divanyoluna kadar 'Yaşasın zalimler için cehennem' diyerek kendilerini takip
eden kalabalıkla topluca geldiklerini, Risale-i Nur'da geçen bazı mevzuları da ayrıca ders
olarak anlattıklarını, ayrıca; kendilerini birçok vilâyetten şimdi dâvet ettiklerini, ancak
Ankara, Konya ve İstanbul gibi birkaçına gidebildiklerini, ayrıca menfi milliyetçiliğin
zararlarından bahsettiklerini hâlâ unutamam.

"Ertesi günü 1960 yılının yanlış hatırlamıyorsam ilk günüydü, sabahleyin erkenden
yine gelmiştim. Otelde birçok Nur talebesi kardeş ve ağabeylerimiz vardı. Ayrıca, Emniyetten
memurlar, bir kısım gazeteci muhabir ve bilhassa foto muhabirleri de vardı. Hususen bir ara
İstanbul Yenikapı Ortaokulundan tanıdığım Rüçhan adındaki foto muhabirini, Üstad
Hazretlerinin otelin üçüncü katındaki odaları karşısında, bitişik komşu evin dam kiremitleri
üzerinde fotoğraf makinesiyle birlikte görmüştüm. Nasıl o dama çıkmıştı bilemem. Gerçi
hemen mâni olmuştuk, ancak ertesi günü gazetelerde Üstad Hazretlerinin namaz kılarken
çekilmiş fotoğraflarını görünce, bizler görmeden, belki rahmetli Zübeyir Ağabeyin
müsaadesiyle o veya arkadaşları tarafından çekilmiş olduğunu tahmin etmekteyim.

"Üstad Hazretlerinin bir müddet İstanbul'da kalacağını tahmin ettiğimiz için, nasıl olsa
sonradan söyleriz, gelir ziyaret ederler düşüncesiyle en yakınlarımıza dahi söylememiştik.
Halbuki aniden rahmetli Zübeyir Ağabey; 'Üstadımız İstanbul'dan gidiyor' demişti. Hepimiz
çok üzülmüştük. Amma çaresizdik. Üstadın çok kısa bir süre kalmaları, hepimizi de âdeta
şaşkına çevirmişti. Zira, ben dahil oradaki bazılarımızın dünya gözüyle bir daha
göremeyeceğimiz gidişleriydi bu.
"Üstad İstanbul'dan ayrılıyor"

"Evet, hazırlıklar yapılmıştı. Artık İstanbul'dan gidiyorlardı. Topluca odalarındaydık.


Av. Bekir Ağabey hepimizi ayrı ayrı Üstad Hazretlerinin cenahlarına göre bizleri düzenli
şekilde vazifelendirmişti. 'Sen sağında, sen solunda, bu ön, o arka taraflarında vesair gibi'
dizilmiştik. O sıra Üstad baktım, takdirle Bekir Ağabeyi izliyordu. 'Maşaallah kardeşim sen
tam Abdurrahman'ım gibisin...' (rahmetli biraderzadesini kastederek) şeklinde, takdirli tabirler
kullanıyorlardı. Düzenli bir halde otel odasından çıkmıştık. Yukarıda da belirttiğim gibi, otel;
gazeteciler, emniyet mensupları ve diğer meraklılar tarafından hıncahınç bir şekilde
doldurulmuştu... Hele otelin önü..

sh:»(s:440)

Üstad Hazretlerini kapı önündeki Hüsnü kardeşin kullandığı otomobile âdeta


bindirmemize imkân yok gibiydi. Üstadı, başta rahmetli Zübeyir Ağabey, Bekir Bey, Fırıncı,
Birinci, Zübeyir, Abdünnur, Abdülkafi... gibi şimdi hatırlayabildiğim birçok kardeşler ve
ağabeylerle bir çember içine alarak zorla otomobile bindirebilmiş ve Kabataş araba vapuruna
kadar takip ve teşci etmiştik.

"Nereden bilebilirdik ki; 'bu helâket ve felâket asrının güneşi...' İstanbul ufuklarından
ufule gidiyordu. Âdeta güneş doğuda batmak üzere batıdan gidiyordu. Onu, ta Kabataş vapur
iskelesine kadar uğurlamıştık. Evet, ne bilirdik ki o tarihten sonra geçecek her gün bir saniye
gibi tez geçecek ve bir daha görmeden üç dört ay gibi kısa bir süre sonra; doğuda, nebiler,
evliyalar yurdu Urfa'da ebede uful edecek. Nur içinde yatsın."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:441)
$ Prof. Dr. ALİ ÖZEK

yılında Fethiye'de doğdu. Mısır Ezher Üniversitesini bitirdi. Arap dili ve edebiyatı
hocası olan Özek, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde 1978'den sonra bir müddet müdürlük
yaptı. Kendi sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır. 1953'de İstanbul'da Bediüzzaman'la
görüşmeleri vardır.

[]

Prof. Dr. Ali Özek

"Kahire'de Mustafa Sabri Efendinin ziyaretine giderdik...

senesinde eski seyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi (*) Kahire'de Şehzade Şevket
Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeler haftada, bazan da on beş günde bir defa
ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizleri daima beklerlerdi. Güzel sohbetler olurdu,
dinlerdik ve istifade ederdik.

"Bir defasında herkese memleketini soruyordu. Ben de Muğla'nın Fethiye kazasının


Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim köy Elmalı'ya yakındı. Elmalı Hamdi
Efendinin hemşehrisi sayılırdık. Mustafa Sabri bu vesileyle Elmalı'ya olan hayranlığını izhar
etti.

"Yine böyle bir sohbet sonunda elini öptüm, ayrılıyordum. Türkiye'ye izine
geliyordum. Mısır'da okuyan Ezher Talebe Teşkilâtının sekreteri ve başkanıydım.

"Mustafa Sabri Efendi benden üç şey istemişti"

"Mustafa Sabri Efendi, 'Sana üç vazife vereceğim' dedi.

Kırkağaç kavunu (Mısır'da kavun yoktu)

Leblebi,
_________________________________________________

(*) Osmanlı Devletinin 127. Şeyhülislâmıdır. Tokatlıdır. Ulemâdan Ahmed Efendinin


oğludur. 150'liklerden olarak yurt dışına çıktı. Mısır'da Hakkın rahmetine kavuştu. Kıymetli
İslâmî eserleri vardır..

sh:»(s:442)

Şeyh Said Nursî'yi göreceksin. Bediüzzaman'ı ziyaret edip ne kadar talebesi olduğunu
soracaksın. Sana bir rakam verecek. Bunun üzerine neden Türkiye'de bir hareket yapmıyor,
neden duruyor, niçin bir İslâmî harekâta girişmiyor? Bunları sor' dedi. Emirdağ Belediye
Reisi olan H. Ali Kılıçalp da Mısır'da talebeydi. O da selâm ve hürmetini söyledi.

"Bediüzzaman'ı ziyaretim"

"İstanbul'a geldiğimde Bediüzzaman da Fatih Çarşamba'da ahşap bir evde kalıyordu.


Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir yastığa yaslanmış, uzanmış yatıyordu.
Mustafa Sabri Efendinin selâmını söyleyince, kalktı, doğruldu, oturdu, 'aleykümselâm' diye
selâmı aldı. 'Kelâmı nedir?' dedi. Bir saat kadar ziyaretinde kaldık.

"Bizim vazifemiz imandır"

"Ben selâmını söylemeden, 'Bizim H. Ali ne yapıyor?' diye sordu, ben de selâmını
söyledim.

"Mustafa Sabri ne kadar talebeniz olduğunu soruyor Efendim' dedim

"Türkiye'de Risale-i Nur'u okuyan beş yüz bin şakirdim var' dedi.

"Sabir Efendi bu kadar talebesiyle neden İslâmî cihada başlamıyor, diyor.'

"Üstad:
"Şimdi sen Sabri Efendiye selâm söyle, bizim dâvamız imandır. Cihad, imandan sonra
gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır. Bizim vazifemiz imandır, imana hizmet
etmektir...' diye iman hizmeti üzerinde uzun uzun durdu ve izahlarda bulundu. Müsaade
isteyip ayrılırken, ayağa kalktı. elini öptüm, ayrıldım, kendisi de yatağa oturdu.

"Emanetleri, bu arada Şevket Beyin istediği vatan toprağını çok sıkı arama ve
kontrolden sonra Mısır'a götürdüm. Leblebi ve kavunu da Sabri Efendiye götürdüm.

[]

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi

sh:»(s:443)

"Şeyh Said Efendi haklıdır"

"Sabri Efendi artık iyice ihtiyarlamıştı. Bu sebepten rahatsızdı. Türkiye'de


Bediüzzaman'la geçen konuşma ve hatıraları, aynen kendilerine naklettim. Dikkatle dinledi.
Şu cevabı verdi:

"Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır!

"Evet söyledikleri doğrudur. O dâvasında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O


memleketten hiç bir yere ayrılmadı, sebat etti...' diye Bediüzzaman'ı tasvip etti."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:444)

$ MUSTAFA RUNYUN
1917'de Konya'da doğmuştur. Yüksek tahsilini Mısır'da yapmıştır. Cumhuriyet
devrinde İslâmiyete, vaazlarıyla, konuşmalarıyla ve eserleriyle hizmet eden büyük
âlimlerimizden birisidir. 1957'de Demokrat Partiden milletvekili seçilmiştir. Yassıada
maznunlarındandır. İslâmî sahada çok değerli eserleri bulunmaktadır.1952'de Bediüzzaman
Said Nursî ile görüşmüştür.

[]

Mustafa Runyun

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsündeki odasında, tanıyıp, elini öptüğüm Mustafa


Runyun Hoca, daha önceleri, eserlerini okuyup, istifade edip, gıyaben tanıyarak muhabbet ve
hürmet duyduğum bir zattı.

Bu ehl-i kemal ve ehl-i takva zatı, geç de olsa tanımış, tatlı sohbetinden feyiz
almıştım.

Tahminen Bediüzzaman Said Nursî ile görüşmüş olduğunu düşünüyordum.

Sohbetimiz esnasında kendilerine bu hususu sordum. Mütevazi ilim ve irfan erbabı


Runyun Hoca, Bediüzzaman'ı 1952 senesinde İstanbul'da ziyaret ettiğini söyledi.

O zamanlar askerliğini yedek subay olarak yapan Mustafa Runyun Beyefendi,


Sirkeci'deki Akşehir Palas otelinde Üstad Said Nursî ile olan görüşmesini bize şöyle nakletti:

senesinden İstanbul'da yedek subay olarak vatanî vazifemi yapıyordum.

"Ata Kulaksızoğlu ismindeki Kastamonulu tüccar bir dostumdan, Üstad'ın İstanbul'da


bulunduğunu işitmiştim. Yine Ata Beyle birlikte ziyaretine gittik. Kapıdan ismimizi
söyleyerek ziyarete geldiğimizi bildirdik. Az sonra kabul buyurduklarını bildirdiler.

"Ziyaretimiz yarım saat kadar devam etti. Üstadın elini öptük, bize iltifat etti. Ben
askerî elbise ile bulunuyordum. 'Ne zaman is-

sh:»(s:445)

tersen buyur gel, yalnız askerî elbise ile gelme, sana zararları dokunur' diye buyurdu.
"Kurban.. kurban' diye tatlı bir hitap tarzı vardı.

"Daha sonraki senelerde Risale-i Nurlarla alâkalı olarak ehl-i vukuf tayin edilip,
Nurlar hakkında raporlar vermiştik. Bu eserlerin şeriata aykırı olmadığını, İslâmî, ilmî eserler
olduğunu bildirmiştik."

Runyun Hocanın bu latif hatırasını dinledikten, yeniden görüşüp, ziyaretine gelmek


arzumuzu izhar ettikten sonra kendileriyle vedalaşıp, ayrıldık...

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:446)

$ Dr. ALÂEDDİN YILMAZTÜRK

1927'de Düzce'de dünyaya geldi. 1968'de Bolu Adalet Parti Senatörü seçildi. Adlî
Tıp'ta vazife yaptı. Sağlık İstatistik Planlama Dairesi Genel Müdürlüğü yaptı. Bediüzzaman
Said Nursî ile müteaddit defalar görüşmeleri vardır.

[]

Dr. Alâeddin Yılmaztürk

"Üstadı ilk defa Reşadiye Otelinde kalırken ziyaret etmiştim"

yılında trenle İstanbul'a okumaya geliyordum. Bediüzzaman Said Nursî'nin ismini ilk
defa bu yolculuk esnasında duydum. Kendisini tanıyanlar şahsiyetinden ve hizmetlerinden
sitayişle bahsettiler.
senesinde İstanbul'da Reşadiye Otelinde kalıyordum. Bu sıralarda Bediüzzaman da bir
mahkemesi için İstanbul'a gelmiş, aynı otelde kalıyorduk.

"İşte Üstadı ilk defa bu otelde ziyaret edip ellerini öptüm.

"Mahkeme salonu onun bir işaretiyle boşalmıştı"

"Şimdiki Büyük Postahanenin bulunduğu adliye binasında mahkemesi oluyordu. Çok


kalabalık ve izdiham olmuştu. Kalabalık adeta bir sel halini almıştı. Binbir güçlükle ben de
mahkemenin yapılacağı salona girebildim. Kalabalıktan muhakeme yapmak imkânsızdı.
Mahkeme Reisi Üstad'a rica etti. Kalabalığın çekilmesini istiyorlardı:

"Efendi Hazretleri işaret etseniz de şu izdiham kalksa!'

"Üstad dönerek kalabalığa bir işaret etti. Salonun yarısı hemen boşaldı.

sh:»(s:447)

"Üstada gözleri için ilaç verdim"

"Said Nursî Hazretleri otelde iken gözlerinden rahatsız olmuştu. Göz kapaklarının altı
kızarmıştı. O zamanlar 'Terramisin' merhemi yeni çıkmıştı. Kendilerine bu ilaçtan alarak
götürdüm.

"Ben hiç bir kimseden karşılıksız bir şey almam. Fakat seninkini alacağım' dedi.

"O ilacı kullanınca hastalığı geçti. Çok memnun oldu, bana dualar etti.

"Yanındaki gümüş liralardan bir tane bana hediye etti:

"Bunlardan bende on beş tane verdı, senelerden beri bunlarla idare ettim. Bir tane de
sana yeter' diyerek bir lira verdi. Ben bu parayı bir kaç kat kâğıda sardım. Annem de bunu iç
cebime dikmişti. Bu lirayı üzerinde taşıdığım müddetçe Allah beni parasız bırakmadı.
"Üstadı otobüste ayakta görünce"

"Bir gün Sarıyer'den otobüse binmiş geliyordum. Bir de baktım otobüsün arka
sahanlığında Efendi Hazretleri ve yanında iki genç talebesi vardı. Ayakta duruyorlardı. 'Aman
Efendi Hazretleri, siz ayaktasınız' diye bağırarak otobüsün içini velveleye verdim. Bir kaç kişi
hemen ayağa kalkarak Üstad'a yer verdiler. Üstad memnun olarak boşalan yere oturdu. Çok
güzel ve temiz bir kıyafeti vardı. Başında sarığı, uzun siyah geniş kollu bir cübbe giymişti.

"Benim otobüsteki kendisine karşı olan hürmetimden de çok memnun olup,


mütehassis olmuştu.

"Reşadiye Otelinde zaman zaman ziyaretine giderdim"

"Reşadiye Otelinde zaman zaman ziyaret ederdim. Devamlı yanında bulunmaktan


ziyade ara sıra ziyaret tarzında görüşürdük. Nasihat ve tavsiyelerini hiç bir zaman unutmam.
Bazı zamanda yaramaz çocuk gibi kaçardım. Uzun zaman görüşmediğimiz zamanlar
rüyalarımda tecelli ederdi.

"Bir gün Müzeyyen Senar'ın konserine gidiyordum. Yolda Üstadla karşılaştık. Üstad
kolumdan tutarak beni geri çevirdi, konsere bırakmadı.

sh:»(s:448)

"Şemseddin Yeşil'den dinlediğim hatıra"

"O zamanlar Şemseddin Yeşil Hocanın yanına da gider gelirdim. Şu hatırayı da


Şemseddin Yeşil Efendiden dinlemiştim:

"Said Nursî Hazretleri ile birlikte Denizli mahkemesinde ifade vermeye çıktıkları
zaman, Üstad hakime:

"Sizin benden ifade almaya selahiyetiniz yoktur. Benim temsil ettiğim dâvayı
muhakeme etmek selahiyetine sahip değilsiniz!' demiş.

"Hakim, 'Ne demek istiyorsunuz?' diye hiddet ettiği zaman da, şu cevabı vermiş:
"Çünkü sizin yıkanıp da gelmeniz lâzım; temiz değil, cünüpsünüz!'

"Hakikaten hakim şaşırıp kalıyor, sonra mahkemeye ara veriyor.

"Kendisine hürmet ve bağlılığımız sonsuzdur"

"Said Nursî Hazretleri İstanbul'dan ayrılınca kendisin bir daha dünya gözü ile görmek
kısmet olmadı. Ama ona hürmet ve bağlılığımız vardır.

"Bende Risale-i Nur eserlerinin İslâm yazısı ile basılmış eski kitaplarından vardı.

"Kitapları arıyorlardı. Biz de sıkışmıştık. Bir gece yarısı Nurları çuvala doldurduk
Düzce'ye kaçırdık. Kitapları bulsalardı yakacaklardı, sonra biz bu kıymetli eserleri nereden
bulacaktık.

"Daha sonra bu kitapları eşe dosta dağıttık, o seriyi böylece elden çıkarttık.

senelerinde dinî kitapları okumak sanki suçtu. Yine

sh:»(s:449)

gizli gizli okuyorduk. Yakaladıkları zaman alıp götürüp mahkemeye veriyorlardı. İyi
biliyorum, Cağaloğlu'nda matbaada Risale-i Nurlar basılırken bir kişi kapıdan çıkar gözcülük
ederdi. Öbürü kitabı koynuna saklar öyle çıkardı. Kitapları götürmek bile suçtu.

"Şunu ifade etmek gerekir ki, otuz-kırk seneden beri Türkiye'nin yüksek tahsil
gençliğinden Said Nursî Hazretleri büyük fetih yapmıştır. O, okumuş insanlardan en çok
talebesi olan bir Üstaddır."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:450)
$ OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ

yılında Akseki'de dünyaya geldi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunudur.


Serdengeçti ismiyle çıkarttığı mecmuasıyla ve yaptığı mücadeleleriyle tanınır. AP mebusluğu
yapmıştır. Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar ve Gülünç Hakikatlar isimli
eserleri vardır. İki defa Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmiştir. 10 Kasım 1983'te vefat
etti.

[]

Osman Yüksel Serdengeçti

Serdengeçti'nin Said Nursî ve talebeleri ile ilgili yazıları

Mukaddesatçı cephenin ateşli kalemlerinden ve imanlı mücadelecilerinden Osman


Zeki Yüksel (Serdengeçti) 1952 yılının Mart ayında, Serdengeçti mecmuasının altıncı
sayısında "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı bir yazı neşretmişti.

Bu yazı Bediüzzaman'ın Büyük Tarihçe-i Hayat'ında, Bekir Berk'in Mülâkat isimli


eserinde, Nurculuk isimli kitapta, ayrıca çeşitili mecmua ve gazetelerde iktibas edilmişti.
Nesir ve şiir karışımı bu yazı, çoşkun bir iman ve sevgisinin neticesi olarak Bediüzzaman,
Nur Talebeleri ve Nurculuk hakkında yazılmış en güzel yazılardan birisiydi.

Bu şahane makaleden sonra Osman Yüksel Serdengeçti, 1952'de İstanbul'da Fatih


semtinde bulunan Reşadiye Otelinde Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret edip, görmüştü. Bu
ziyaretin neticesi olarak Serdengeçti, o çoşkun ruhuylla, o berrak üslûbuyla mecmuasını
Mayıs-Haziran (15-16) 1952 tarihinde, 7. sayfada "Said Nursî'nin Huzurunda" başlıklı bir
muhteşem makale daha neşretti. Daha sonraki senelerde bu yazı da Nurculuk isimli kitapta ve
Yeni Asya gazetesinde iktibas edildi.

"Bediüzzaman Said Nursî ile olan ilk görüşmesini mezkûr makalede gayet veciz
olarak ve bütün teferruatıyla anlatmıştı.
sh:»(s:451)

"Said Nursî 20. asrın karanlığını delerken"

"Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının müteakip sayılarında Nur Risaleleriyle


alâkalı yazılar, Bediüzamanla ilgili şiir ve resimler neşretmiştir. Bunlardan birisi de
mecmuanın Ağustos 1952 tarihli 17. sayısı idi. Kapakta bir temsilî resim vardı, resmin altında
ise şunlar ifade ediliyordu, İslâm dâvasının Serdengeçti'si:

"Said Nursi yirminci asır karanlığını delerken!.

Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz...

Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz!

Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et Tûr'a..

Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura!.."

"Bir kahraman bekliyoruz"

Daha önceleri Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının 1947'de çıkan ilk sayısında
bir hiss-i kablelvuku (önsezi) ile Bediüzzaman'ın huzurunda buyurduğu ilhamı "Bir
Kahraman Bekliyoruz' şiiriyle dile getirmişti:

Kal'a gibi dik başın bulutlarla yarışsın.

Dalga dalga saçların rüzgârlara karışsın.

Adını nakşedelim, eski-kadîm surlara


Sesini haykıralım asırdan asırlara

Savletinden titresin yeniden Doğu, Batı

Ve kurulsun ebedî Allah'ın saltanatı

Ufukları kaplasın bayraklarımız al al

Göklere zaferini çizsin vahşi bir kartal

Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,

Eğilsin öpsün gökler canım nazlı hilâlli.

Ordularım yeniden Tuna'ya akın etsin

Bir yıldırım çıksın da uzağı yakın etsin.

sh:»(s:452)

Selâm dursun karşımda bütün şerefler şanlar,

Namını tebcil etsin, yıldızlar, kehkeşanlar.

İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var,

Yavuz gibi diyorum: Bir dünya insana dar!


Bir seda duymak için, sahralara düşmeyim,

Helâl olsun bu yolda varım yoğum her şeyim.

Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm,

Ben fikir uğruna çılgınlara dönmüşüm.

Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun,

Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsuun.

Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar

Kahrolsun Hak dururken yabancıya tapanlar

Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz

Yıllardır yollarında, yorgun emekliyoruz

Musa ol Hakka yüksel, tecelli et de Tûr'a

Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nûra

İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum

Ne hayâl ne kuruntu, hakikat istiyorum.


Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum...

Bizzat Osman Yüksel'in ağzından tesbit ettiklerim

Osman Yüksel Serdengeçti'yi ilk defa 1962 kışında Gaziantep'te görmüş ve


sohbetlerini dinlemiştim.

On sekiz yıl sonra İstanbul'un fethinin 527. yıldönümünde ikinci defa görmek ve
dinlemek imkânı bulabilmiştim.

Bu imkânı değerlendirebilmek maksadıyla, uzun zamandır zihnimde hazırlanan


suallerimi sormaya başlamıştım.

sh:»(s:453)

"Öldürücü, güldürücü" fıkralarından zaman buldukça Üstad Bediüzzaman'la olan


görüşmelerinin intibalarını tesbite çalışıyordum.

1952'de Reşadiye Otelinden sonra Üstadla tekrar görüşüp görüşmediğini sormuştum.


Cevap olarak, 1952 senesinde Ahmet Emin Yalman'ın Malatya'da vurulma hâdisesinden
sonra, kendilerinide tevkif ettiklerini, tahliyeden sonra Isparta'ya uğrayıp Üstadı ziyaret
ettiğini ifade etti.

Bu görüşme ve ziyaretten hatırında kalan intibalarını şöyle anlatıyordu:

senesiydi, bu, Üstadı ikinci defa ziyaretimdi.

[]

Osman Yüksel Serdengeçti'nin kendi soy ismiyle çıkardığı Serdengeçti mecmuasının


bir kapağı.

sh:»(s:454)
"Isparta'da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı
sordum. Bu esnada aniden Ziver (Zübeyir Gündüzalp) zuhur etti. Rahmetli ne kahraman
insandı, ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı. Üstadı ziyaret etmek istediğimi
söyledim. 'Üstad hasta ama, sizi kabul eder' dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve
gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik.

"Elbette hapse gireceksin"

"Kendilerine Said Bilgiç ve Dr. Tahsin Tola'dan selâm ve hürmetler götürmüştüm.


Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim. 'Eskiden, Halk Partisi
devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi hapsediyorlar efendim' dedim. Cevap
olarak, 'Elbette hapse gireceksin , yoksa hizmetten vaz mı geçti, İslâm dâvasından döndü mü
diye Müslümanlar senden şüphelenirler' diye buyurdu.

"Halk Partisine karşı Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söylüyordu"

"Halk Partisiyle, Demokrat'ın mukayesesini yaptı. Halk partisinin kol kestiğini,


Demokrat'ın ise parmak kestiğini, ehven-i şer olduğunu ifade etti. Halk Partisine karşı,
Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söyledi.

"Bu arada lâtife ederek, 'Serdengeçti, beni siyasete karıştırıyor, bende siyaset yok'
dedi, ama bu arada da mevzu ile alâkalı ne söylemek lâzım geliyorsa onu söyledi.

"Antalya'ya gidiyordum. Üstad, 'Dönüşte yine uğra' dedi. Maalesef ben uğrayamadım.

"Daha sonraları ise görüşmek, ziyaret edip, elini öpmek nasip olmadı.

"Vefatını Ankara'da iken haber almıştım. Bu acıklı vefat hâdisesinin arkasından bir
yazı kaleme almıştım. Fakat bu yazıyı hiçbir yerde neşredememiştim."

"Sekiz defa mahpus, bir defa mebus olmuş"


Serdengeçti bu sohbet esnasında yaptığı nüktelerle, lâtifelerle, vezinli konuşmalarla
hepimizi kahkahalarla güldürüyordu.

"Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum" diyordu.

Beş defa Halk Partisi devrinde, iki defa Demokrat devrinde, bir

sh:»(s:455)

defa da Millî Birlik Komitesi devrinde tevkif edilip, hapis yattığını söyleyerek, yine
Üstad Bediüzzaman'ın parmak ve kol kesme meselesini teyit ediyordu.

Said Nursî'nin huzurunda Serdengeçti Osman Yüksel

"Bundan birkaç sene evvel, hatırı sayılır bir din adamıyla Said Nursî Hazretleri
hakkında münakaşa ediyorduk. Muhatabımın dinî bilgisi ve bu husustaki selâhiyeti münakaşa
götürmez bir hakikattı. Fakat bütün bunlara rağmen İslâmın hareket, hamle, heyecan tarafına
yanaşmıyordu. O bakımdan Said Nursî'nin mücadeleci hayatı onu fazla alâkadar etmiyor,
hattâ bu yaştan sonra onun bu işlerle uğraşmasını doğru bulmuyordu. Bilâkis ben hareket
haline gelmeyen, gelemeyen hiçbir imana taraftar değildim. Çok bilmek bir şey ifade etmezdi.
İş, bildiğini yapabilmekti. Said Nursî'nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o
dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Galiba Hazret o zaman Denizli Hapishanesinde
bulunuyordu. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım Said Nur'un harkikulâde
hayatından bahsetmiş, bana Nur Risaleleri getirmişti. Eserelerini tam mânasiyle
okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum.
Yukarıda da zikrettiğim gibi beni asıl ilgilendiren onun mücadelelerle dolu hayatı.

"Muhatabımı dilimin döndüğü kadar iknaya çalıştım. Said-i Nursî'nin gençlik


üzerindeki tesirlerinden bahsettim.

"O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, onbinlerce
insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza
göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna.. Böylece bu muazzam
insan yığınından adetâ koskoca bir dağ meydana gelmiş... Bu insanların en yükseğinde de
Said Nursî Hazretleri... Sanki minarenin alemi gibi... Sanki kâinata Allah'ın varlığını, birliğini
işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle
selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün
insanlar ayaklarının altında idi... Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline
gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.

"Zaman zaman, gördüğüm bu harikulâde rüyanın tesiri altında kalıyordum. Geçenlerde


bunu Nur talebelerine anlattım. Çocuklar 'Ta kendisini görmüşsün Osman ağabey, şekli de
tarif ettiğin gibi.

sh:»(s:456)

Selâm verişi'de' dediler. Bunun üzerine Serdengeçti'de 'Said Nur ve Talebeleri' başlıklı
bir yazı yazdım. Bu suretle bu bahtiyar ihtiyara ve onun etrafında toplanan tertemiz din ve
iman kardeşlerime hayranlığımı izhar ettim. Yazım, inanmış temiz, mü'min gönüller
tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım. Artık Said Nursî
Hazretlerini görmek benim için adetâ bir mecburiyetti. Rüyamda gördüğümü, gündüz gözüyle
de görmek istiyordum.

"İstanbul'a gittim. Aradım, sordum. Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyormuş. Yanımda


Teknik Üniversiteden çok sevdiğim genç bir arkadaş var. Duydum ki Hazret, ikindiden sonra
kimseyi kabul etmiyormuş. Aksi gibi vakit gecikmişti. Fakat muhakkak görmeliydim.
Reşadiye Otelini buluyorum. Otelin kâtibine soruyorum. 'Üst katta 29 numaralı odada' diyor.
'Kabul ederlerse buyurun.' Onun kapısına kadar varmak bile benim için güzel bir şey'
diyorum. Merdivenleri heyecanla çıkıyorum. İşte '29' numaralı odanın kapısındayız. Kapıda
kendisine hizmet eden arkadaşlardan bir kaçına rastladım. Onları Ankara'dan tanıyorum.
Kendilerine 'Bu saatte Üstadın kimseyi kabul etmediklerini biliyorum. Acaba ne zaman
ziyaret edebiliriz?' dedim. 'Evet' dediler.

"Sen benim oğlumsun"

"İkindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir
soralım... Buyurun!' dediler. İçeri girdik. Beni görünce: 'Sen Serdengeçti Osman?' 'Evet'
dedim. 'O yazıları yazan sen?' 'Evet'. Ellerinden öptük. Bize işaret etti. 'Oturun.' Oturduk.
Kendileri yatağın içindelerdi. Sağında solunda kâğıtlar dağılmıştı. Bazı eserlerini tashih
ediyorlardı. İlk heyecanım yatıştıktan sonra Üstada iyice baktım. Rüyamda başı göklere değen
zat bu zattı. Kıyafetine varıncaya kadar aynısı ve tıpkısı. Hayret ediyordum. Bir anda
durakladıktan sonra Üstad bize karşı tekrar döndüler... 'Ben seni eskiden biliyordum.
Emirdağ'da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan herşeyimden vazgeçtim, ser'imi
bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah... Daha çok da genç. Bir
oğlum olsaydı adını Serdengeçti kordum' dediler.

"Sonra etrafındakilere hitap ederek: 'Bu benim oğlum. Oğlum olsaydı böyle
yetiştirirdim' iltifatlarında bulundular. Orada bir kitap varmış. O kitapta yanyana iki resim var.
Bana gösterdiler. 'İşte şu benim biraderzadem Abdurrahman. O benim oğlumdu, öldü. Şimdi
sensin...' Fotoğraflara bakıyorum. Bir tanesi kendilerinin gençlik resimleriydi. Diğer
biraderzadesi. Ben heyecandan nefes alamaya-

sh:»(s:457)

mayacak bir hale gelmiştim. Talebeler karşısında diz çökmüş oturuyorlardı. Odada
soba yanıyordu. Kendisine hizmet edenler var gibi, yok gibi, hayalet gibi insanlardı. Her
tarafta insanı saran mânevî bir sükûn vardı. Sonra Üstad tekrar konuşmaya başladılar, bu sefer
yanımda bulunan üniversiteli arkadaşa hitap ettiler: 'Madem ki Serdengeçti getirdi sen... Sen
de talebemizsin, Nur Talebesi.' Nur Risalelerini okumasını söylediler. Nefse hakimiyetten
bahsettiler. 'Vaktiyle ben de gençtim. O zaman da İstanbul'da çıplak kadınlar vardı. Rum
kadınları. Ben onların hiçbirine bakmadım. Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın emirlerini yerine getirdim.
Mücadele ettim, yılmadım.' Bu arada Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden bahsettiler. Onun
sözlerinden bazı şeyler istihraç ettiler. Fakat pek anlayamadım.

"Kendilerine yukarıda bahsettiğim rüyayı anlattım. Fevkalâde mütehassis oldular. 'O


bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risaleleridir. Ben bu dâvanın
âciz bir hizmetkârıyım' buyurdular. Bana mecmuanın kapatılıp kapatılmadığını sordular.
'Hayır' dedim. 'İnşaallah çıkacak. Dua edin efendim' 'Mecmuanda şahıslara dokunma. Onların
gurur ve enaniyet damarlarına basma. Zarar gelir.' Parmaklarını birleştirip, 'Bu dâvanın
yolcuları birleşiniz, ayrılmayınız' dediler.
"Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç tutmuş, şimdi kalem tutan parmaklarına.
Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle
konuşuyorlardı. Fakat ne söylediklerini mükemmel anlıyorduk. Asliyetinden, yerliliğinden
hiçbir şey kaybetmemişti.

"Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pîr-i fânî idi. Fakat fânî olmayan, ezelî
ve ebedî bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok
olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan mânevî saltanatı oradan geliyordu.
Varlığı bu yokluktan, 'yok' oluştan geliyordu.

"Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri
hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstadı'ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu
binbir milletin, binbir rezaletin, kaynaştığı İstanbul'da değildi. Ahiretten bir köşe idi... Öyle
bir haz içinde idim.

"Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük. O da boynuma sarıldı,


alnımdan, yüzümden, gözümden öptü, bana dualar etti.

"Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde,
huzur içinde huzurundan ayrıldık."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:458)

$ NACİ ERDÖNMEZ

Eski Alay Müftülerindendir. Bediüzzaman'la müteaddit defa görüşmüştür.

[]

Naci Erdönmez
"Reşadiye Otelinde Üstadı ziyarete gittim"

senesinde Bediüzzaman Said Nursî İstanbul'a gelmiş ve Fatih'te Reşadiye Otelinde


kalıyordu.

Birçok kimseler gelip kendisini ziyaret ederek, görüşüyorlardı. Bunlardan birisi de


Eski Alay Müftülerinden Naci Erdönmez idi.

Naci Erdönmez, Bediüzzaman ile olan görüşmesini şöyle anlatıyor:

senesinde Reşadiye Otelinde Üstadı ziyarete gittim. Yanında bulunan talebeler, 'Beş
dakikadan fazla ziyaretçi kabul etmiyor' dediler.

"Ben de 'Peki' diyerek kapısına varıp vurdum. 'Gel' dedi, içeri girdim, selâm verdim,
elini öptüm. Kendiside beni tanıdı ve yanında bulunan zata şu şekilde tanıttı:

"Bu emekli alay müftüsüdür, cesurdur. Harb-i Umumîde çarpışmıştır.

"Oğlu da Kore'de şehit düşmüştür' diye iltifat etti.

"Yanındaki misafir gittikten sonra, beş dakika kalmamak düşüncesiyle saate baktım.

"Üstad:

"Bırak saate bakmayı!' dedi.

"Eski harplerden bahsettim, bulunduğum cepheleri saydım. Kafkas, Filistin ve İstiklâl


Harbinde bulunduğumu söyledim. Askerlik mesleğini sevdiğim için, beş oğlumdan ikisini
subay ettiğimi, birisinin de Kore'de öldüğünü anlattım. Kendisi de zaten beni tanıyordu.

"Yirmi beş sene evvel beni dinlemiştin"

"Kendisine dervişlerin nasıl rabıta yaptıklarını sordum.

"Şöyle bir durup düşündü ve daldı. Cevaben bana aynen şunları söyledi: 'Yirmi beş
sene evvel bu rabıta hakkında beni dinledin. Ben şimdi de aynı fikirdeyim.

sh:»(s:459)
"Bu yeri hatırladın mı?

"Şehremeni'de Kiramî Dergâhında Şeyh Esat Efendi ile bu mevzuda bir sohbet
olmuştu.'

"Sen oğluna öldü deme, o şehittir"

"Sonra mevzuyu Kore'de ölen oğluma getirerek:

"Sen oğluna öldü deme. O şehittir. Dualarımda o 71. sıradadır. Sen de Muhammed
Naci olarak 72. sıradasın."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:460)

$ Hafız ENVER CEYLAN

[]

Hafız Enver Ceylan

"Minarelerde o şarkıyı söyledin mi?"

"Bediüzzaman'ı ilk ziyaretim 1952'de Akşehir Palas Otelinde olmuştur.


Yedeksubaylığını yapan bir ziraat mühendisi de beraberimdeydi.

"Bediüzzaman bana dedi ki:


"Nerede olursanız olun namazınızı ihmal etmeyin. Siz zabit (subay) olduğunuz için
diğer erler de sizden cesaret bulur ve onlar da kılarlar. Vakit bulamazsanız farz namazlarını
kılınız.

"Mühendis arkadaşla konuştuktan sonra, Üstad bana döndü, mesleğimi sordu,


müezzinlik yaptığımı söyledim.

"Üstad bir anda kaşlarını çattı:

"O şarkıyı siz de söylediniz mi?'

"Üstadın ne demek istediğini anlayamamıştım. Anlayamadığımı ifade edince, Üstad


bu defa:

"Minarelerde söylenen o şarkıyı...'

"Türkçe ezanı kasdettiğini anlamıştım. Çok utandım ve sıkıldım, mahcup ve suçlu bir
halde:

"Evet... Malesef! diyerek cevap verdim.

"Bu defa Üstad eski bir hatırasını anlattı:

"Bir talebem vardı. Bu yeni uydurma ezan çıktığı vakit bana geldi. Yeni ezan
okuyayım mı, yoksa müezzinliği bırakayım mı?' dedi.

"Ben düşündüm... Bu muhlis kardeşim, bu vazifeyi bıraksın mı? Eğer bu vazifeyi


bırakırsa, yerine bir fasık gelip, kendi isteğiyle okuyacak. Cahilliğinden bu ezanı hak bir şey
zannedecek. O zaman kalbime şu geldi ve ona dedim ki: Sen müezzinliği bırakma. Minareye
çıktığın vakit, kendi duyacağın kadar ezanın aslını oku. Aslî ezanı bitirdikten sonra onların
istediklerini söyle. O zaman zaruretten dolayı, ezanın aslını okumuş ve tercümesini de
duyurmuş olursun.'

sh:»(s:461)

"Üstadın anlattıklarını dikkatle dinliyordum. Müezzin olarak ben de böyle yaptığımı


söyleyince Üstad çok memnun oldu.
"Öyleyse kurtuldunuz' diye bildirdi...

"Üstad devamla:

"Ben bu hususu Hamdi Efendiye de(Akseki) bildirdim. Ezanı bu şekle çeviren, bir
ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O
divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre 'namaza gelin' diye
çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır.
İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar
kadar ehemmiyetlidir.'

"Namazı keskin hareketlerle kılıyordu"

"Bu ziyaretimden sonra, aradan üç-beş gün geçti. Üstad talebeleriyle, benim vazifeli
olduğum Şişli Camiine namaza gelmişti. İkinci defa da burada elini öpüp dersini dinlemek
nasip oldu. Burada da kendisinin başından geçen bazı hatıralarını anlattı. Bu arada 17 defa
zehirlendiklerin anlattı. Sirkeci'de halkın tehacümünden kaçtığı için sakin bir yer olan bizim
camiye gelmişti. Namaz kılışına çok dikkat ettim. Namazı yavaş yavaş sofiler gibi
kılmıyordu. Keskin hareketlerle kılıyordu. Çevik, tam bir delikanlı gibi kılıyordu. Sırtındaki
cübbe ve başındaki sarığa ile bir asr-ı saadet Müslümanını andırıyordu. İstanbul gibi bir
şehirde bile bu İslâmî kiyafetini değiştirmemişti.

"Çok heybetli bir zattı. Pırıl pırıl parlayan bir siması vardı. Kemali ve büyüklüğü her
halinden belli oluyordu. Yanında hizmetinde bulunan Nur Talebeleri, cevval, pervane gibi
etrafında dönen çok gayretli gençlerdi.

"Bugün memleketimiz, onun eserlerine ve yetiştirdiği Nur talebeleri nesline çok


muhtaçtır."

Enver Ceylan, o görüşme günün tatlı havasını ve ulvî heyecanını yaşıyordu anlatırken.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:462)
$ MUSTAFA CAHİD TÜRKMENOĞLU

[]

Mustafa Cahit Türkmenoğlu

Aralık ayında doğdu. Kur'ân hakikatları olan Nur Risalelerine hizmet ettiği için çok
çileler çeken bir hakikat kahramanıdır.

yılları arasında Risale-i Nurları okuduğu ve neşrinde bulunduğu için; Erzurum, Ankara
ve Salihli hapishanelerinde, 'Medrese-i Yusufiye' mânâsında çileler çekmişti.

Avukat Bekir Berk'in ilk Nur davası olan Ankara Mahkemesinin zabıtlarında şunları
okumaktayız:

"Mustafa Cahid Türkmenoğlu. Babası Mehmed Ali, annesi Saadet, (Aralık 1930)
doğumlu. İstanbul-Kartal-Pendik 156'da kayıtlı. Ankara Turgut Reis Mahallesi Çamlıca sokak
27/3'e mukim. Hukuk mezunu, stajer hâkim."

Nur kervanının bu bahtiyar siması Mustafa Cahid Türkmenoğlu'nu 1975-76'larda


dinleyerek, sadece bir-iki sayfacık tesbit ettim. Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz, Nur
hizmetinin yolunda, belki de, Üstad Bediüzzaman'ı on defa ziyaret edip görüşerek, ellerin
öpüp dualarını almıştır. Yazdığı Nur Risalelerine Bediüzzaman kendi el yazılariyle
Türkmenoğlu'na dualar yazmıştı. Ama din düşmanlarının Nur Talebelerini çeşitli yalanlarla,
çeşitli iftiralarla zindanlara atmak için, tutup tutup, yakalayıp götürdüklerinde Üstadın
davasının yazılı defterleri muhafaza etmek mümkün olmamıştır.

Üstad Bediüzzaman'la ilk defa Gülhane Parkı-Beyazıt arasında tıramvayda henüz


hukuk talebesi olduğu gencecik günlerde görüşen Türkmenoğlu bu ziyaretten beş yıl sonra
1957 senesinin son aylarında Isparta'da Üstad Bediüzzaman'a gittiği zaman yarım saat kadar
görüşebilmişti.

Türkmenoğlu, Üstad Bediüzzaman'ı bir başka ziyaretindeki bir hatırasını ise şöyle
anlatıyordu:
sh:»(s:463)

"Birgün Yirmi Üçüncü Söz'deki temsilde bulunan tünel meselesini okurken Üstad:

"Kardeşim, bu hayal değil, hakikattır' diye buyurdu. Ben de tam o esnada içimden aynı
meseleyi düşünüyordum. Benim düşündüğüm meseleye ben sormadan cevap vermişti."

Üstad Bediüzzaman'ı son ziyaretlerinde, vefatından bir kaç ay evvel, o zamanlar


Ankara Tıp Fakültesinde okuyan kardeşi Macid Türkmenoğlu'nun namaz kılmadığını
üzülerek düşünüyor. Bu kalbî düşünce ve üzüntüye karşı Bediüzzaman: 'Kardeşim merak
etme! O namazını kılacak!' diyerek bu manevî suale, maddî cevap veriyor. O senenin yani
1960'ın Ramazan'ında Dr. Macid Türkmenoğlu namazlarını hiç geçirmeden kılmaya
başlıyordu.

Bu on beş-yirmi satırlık giriş yazısından sonra Mustafa Cahid Türkmenoğlu


Ağabeyimin bizzat kendisi kaleme alarak, göndermek lütfunda bulunduğu yaşadığı hatıraları
geliniz birlikte okuyalım:

"Gel, bu zatın elini öpelim"

"Müteaddit defa ısrar ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur ile ilgili olarak
hatıralarımı yazmamı rica eden kıymetli kardeşlerimin hatıraları için aşağıdaki satırları
yazmak mecburiyeti bende hâsıl oldu.

"Hatıraları yazarken nefsime değil bir pay çıkarmak, belki nefsim hiç istemediği halde
nasıl bu hizmette senelerce istihdam edildiğini belirtmek içindir.

senesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfındaydım. Konyalı Saffet isminde bir arkadaşımla
(Bu arkadaşı o tarihten otuz beş sene sonra 1988'lerde Konya'da Mustafa Demirci'nin
dükkanında bana 'Sana Üstadı tanıtan arkadaşını göstereceğim' diyerek Saffet'i dükkâna
getirip görmek mümkün oldu) şimdiki Gülhane parkında biraz ders çalışmış ve fakülteye
dönmek üzere tramvaya binmiştik.
"Hukuk Fakültesine yaklaşırken yanımdaki arkadaşım bana; 'Vatmanın yanında ayakta
duran zatı tanıyor musun?' diye sordu.

"Ben de, 'Hiç böyle birini görmedim ve tanımıyorum' dedim.

"Arkadaş bana, 'Gel bu zatın elini öpelim, bu zat büyük bir evliyadır' dedi. O sırada
tramvay Beyazıt meydanına gidiyordu.

"Arkadaşım Saffet yerinden kalktı, arkasından ben kalktım. Tramvayda vatmanın


yanında ayakta duran zatın elini öptük. O zat bize, 'Siz nerede okuyorsunuz?' dedi.

sh:»(s:464)

"Üniversitenin büyük kapısını göstererek; 'Burada okuyoruz' dedik.

"Sonradan Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrendiğim zat bize, 'Ben Fatih'te
kalıyorum, gelin görüşelim' dedi. Biz de 'Peki' diyerek tramvaydan indik.

"Bir kandil günü ziyareti"

"Birkaç gün sonra mübarek bir kandil günü Saffet'le beraber oruçlu olduğumuz halde
bizi davet eden zatın ziyaretine gittik, biraz araştırdıktan sonra oteli bulduk. Bediüzzaman üst
katta kalıyordu. Biz otele girdik, merdiven başında bir masa ve masanın etrafında, sandalye
üzerinde birkaç kişi oturuyordu. Ben arkadaşımla merdivenden çıkacağımız sırada merdiven
başında sandalyede oturanlar bize, nereye ve kime gideceğimizi sordular. Biz de, 'Burada
kalan bir zat bize görüşelim diye davet etti. Onu görmeye geldik' dedik.

"Onlar bize, 'Hüviyetinizi verin, öyle çıkın' dediler.

"Biz hüviyetimizi vermeyi reddettik. 'Öyleyse yukarı çıkamazsınız' dediler. O sırada


askeri lisede okuduğu giysisinden belli bir delikanlı birden yukarıya çıkmaya başladı. Ben
merdiven başındakilere, 'Bakın o genç hüviyetini vermeden çıktı, biz de çıkacağız' dedim.
Israrlı talebimiz karşısında 'Haydi siz de çıkın' dediler. İkimiz o sırada bir kaç kişinin girip-
çıktığı bir odaya girdik. Odada bulunan iki genç bize sarılıp 'Hoşgeldiniz' dediler. Odada
bulunan gençlerle biraz sohbetten sonra geliş sebebimizi söyleyerek bizleri evliya olarak
bildiğimiz zatla görüşmelerini istedik. Orada bulunan gençler, o gecenin kandil olması
münasebeti ile kimseye kabul edemeyeceklerini söylediler. Biz oradakilere 'Bizi kendisi
çağırdı, onun için geldik, Siz kendilerine sorun, şayet kabul etmeyecek olursa gideriz' dedik.
Onlar Bediüzzaman Hazretlerine sordular.Yorgun olduğundan kabul edemeyeceğini söylemiş.
Bize söylediler. Biz de otelden ayrılıp okulumuza döndük.

"Ankara'da Atıf'la tanışmam"

Ekim ayında ben İstanbul Hukuk Fakültesinden kaydımı alıp Ankara Hukuk
Fakültesine naklimi yaptırdım ve fakültenin arkasında bulunan Hukuk Yurduna yerleştim.

"Yurda yerleştikten kısa bir müddet sonra namaza başladım. Yurttaki mescitte namaz
kılmaya gittiğimde rahmetli Atıf Ural ile

sh:»(s:465)

tanıştım. Fakültede de sınıf arkadaşım olan Atıf ile sık sık görüşmeye başladım. Atıf'ın
fakülte karşısında bulunan kaldığı yere gittiğimde onu, ekseri Kur'ân yazısı çalışırken
görürdüm. Yurttaki mescide gittiğimde Atıf ile bir-iki arkadaştan Kur'ân tefsiri olan Risale-i
Nur eserlerini işittim. Kısa bir müddet sonra Risale-i Nur'un mahiyetini öğrenmek için yeni
yazı Gençlik Rehberi'ni istedim ve aldım. Biraz okudum ve hiçbirşey anlamadım. Gençlik
Rehberi'ni iade ettim. Birkaç ay sonra aynı kitabı tekrar istedim ve okumaya başladım. Bir
şeyler anlamaya başladım. O sırada Atıf Ural, Cebeci'nin yukarı taraflarında bir odalı kerpiç
yapılı müstakil bir eve taşındı. Ben hergün onun yanına gitmeye başladım. Risale-i Nur'ları
çok güzel okuyordu, artık Riseleleri anlamaya başlamıştım.

"Ankara'da ilk basılan kitaplar"

yılının ortalarında Atıf'la beraber Mamak'ta ev kiraladık, ve beraber kalmaya başladık.


Aynı zamanda evi dersane olarak kullanıyorduk. Haftada bir gün ders yapıyorduk. O sıralarda
Atıf'ın ağabeyi bize bir teksir makinesi aldı. Bazı lahikaları teksir ettik. Bu arada ilk defa
dosya büyüklüğündeki kağıtlara teksirle Haşir Risaleleri'ni bastık, akabinde teksir makinası
ile Telviat-ı Tis'a ve bazı mektupları bastık.

"Teksir makinesi ile baskı zor oluyordu. Bir gün Atıf'la bazı küçük risaleleri matbaada
basmaya karar verdik. O sırada Mamak'tan çıkıp Ulucan'larda tek odalı bir ev kiraladık. Orada
mabaada İhlas Risalesi'ni bastık. Bastığımız İhlas Risalesi'nden bir kısmını Isparta'ya
gönderdik. Bir müddet sonra Hüsrev Ağabey'den bir mektup aldık. Mektubun içinde
bastığımız kitaptaki yanlışlıkları gösteren yanlış-doğru cetveli ile bir de küçük kağıt vardı.

"Kâğıtta, kitaptaki yanlışların düzeltmeden kimseye verilmemesi yazıyordu. Bunun


üzerine Hüsreve Ağabeyin gönderdiği yanlış-doğru cetvelini çoğaltıp kitap gönderdiğimiz
yerlere yanlış-doğru cetveli gönderdik ve içine bir pusula ilave edip 'Kitaptaki yanlışları
düzeltmeden kimseye vermeyiniz' diye yazdık.

"İhlâs'ı bastıktan sonra akabinde Uhuvvet, İktisat, Ramazan Risaleleri'ni birleştirip


matbaada bastık. Bu risalede yalnız iki harf hatası çıktı. İhlâs Risalesi'nin fiyatı 40 kuruş;
Uhuvvet, iktisat ve Ramazan Risaleleri'nin fiyatı 100 kuruştu. Bu kitapları bastıktan kısa bir
süre sonra Isparta'dan bir mektup geldi. Büyük Sözler kitabının Diyanetçe basılması için
teşebbüse geçmemiz, şayet onlar tarafından basılmazsa, bizim tarafımızdan basılması
isteniyordu.

sh:»(s:466)

Diyanet maalesef Sözler'i basmadı. Bunun üzerine Üstadın emri ile bizim basmamız
istendi.

"Akabinde üç-dört adet bizzat Üstadın tashihinden geçmiş büyük Sözler gönderildi.
Elimizde bu büyüklükte bir eseri basacak para yoktu, ama Üstad Hazretleri Sözler'i
basmamızı emretmişti. O sıralarda yanımıza Hava Binbaşılığından ayrılmış Hayri isminde
birisi geldi. Bu zat daktilo yazmayı iyi biliyordu. Eski yazıyı bilen birisi okuyor, o da
daktiloda yazıyordu. Sözler'in yazımı bittikten sonra iş tashihe geldi. Eski yazıda satırbaşı,
nokta, virgül, ünlem ve soru işareti yoktu. Ben bu işaretleri doğru olarak yerlerine koymak
için imlâ kılavuzu aldım, onu iyice okudum. Tashihin bir kısmını Atıf, bir kısmını da ben
kendim okuyordum. Ayrıca birbirimizin tashihlerini de kontrol ettik.
"İş matbaada basmaya geldi. Elde para yok denecek kadar azdı. Bunun üzerine bazı
yerlere mektup yazarak para istedik. Fakat umduğumuz kimselerden yardım gelmediği gibi
'Çoluk-çocuğa para verilmez' diye de bir takım laflar işittik. Hiç ummadığımız kimseler bize
bir miktar para gönderdi. Bilhassa bu hususta iki kişiyi rahmetle anmayı bir borç bilirim: Biri
Vanlı Hamid Kuralkan, diğeri İnebolulu Nafiz Çelebi. Bu arada evlerinden üç-beş lirasını bize
verdiler. Elimize 12-13 forma basacak kadar para geçmişti.

"O sıralarda Isparta'dan devamlı haber gönderiliyor, Sözler'in bir an evvel basılması
isteniyordu. Bunun üzerine Sözler mecmuasını 24. Söze kadar Ayyıldız, 24. Sözden kitabın
sonuna kadar da Ankara'nın en iyi matbaası olan Doğuş matbaasına basmak üzere tashih
ettiğimiz yeni yazı Sözler'i verdik. Sözler'i basım için matbaaya verdiğimizde Isparta'dan
Üstadın emri ile Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş; İstanbul'dan Mehmed Emin Birinci,
Ankara'ya bize yardım için geldiler. Sözler mecmuasının basımı devam ederken Said Özdemir
kardeş de Risale-i Nur hizmetine fiilen girdi ve Ankara'da basılan bütün Risalelerde emeği
geçti. Sözler'in basımı 5-6 ay gibi bir zamanda tamamlandı ve tahminin fevkinde

[]

Nafiz Çelebi

[]

Hâmid Kuralkan

sh:»(s:467)

ve hemen hemen o kalınlıktaki bir kitapta bulunması normal olan matbaa hatalarının
en asgarisi ile tab'ı tamamlandı. Şunu hemen belirteyim ki, basım için lâzım olan kağıt ve
matbaa parası nasıl bulundu, nasıl verildi? Hâlâ hayret içindeyim.

"Sözler mecmuası basıldıktan sonra Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş Isparta'ya
döndüler.

"Üstadı ziyaretim"
"Sözler mecmuasının basımı bittikten sonra Üstadı Isparta'da ziyaret ettim, kabul
ettiler. Bir saate yakın benimle konuştu. Odada Zübeyir Ağabey de vardı. Ben gayet rahat bir
şekilde bağdaş kurarak Üstad'ın karşısına oturdum. Üstad, benim bu oturma tarzıma hiç
bakmayarak gayet ehemmiyetli bir ders verdi. (Sonraki senelerde Zübeyir Ağabey ile
Ankara'da beraber aynı evde kaldığımızda onun da belirttiği gibi "Üstad sana tam dersini
verdi' derdi.)

"Üstad Hazretleri o dersinde bana, 'Kardeşim, bu zamanda azami ihlâs, azami


fedakârlık ve azami sadakat ve azami dikkat lâzımdır' dedi ve fedakârlıkla ilgili konuştu.

"Zübeyir Ağabey ile Ankara'da 27 isimli dershanede 1,5-2 yıl beraber kaldığımızda
ara sıra bana "Üstad herkese fedakârlık dersi vermez, dikkat et' derdi.

"Üstadı Isparta'da ilk ziyaretimde odanın kapısından içeri girip elini öpeceğim sırada
bana 'Ben seni tanıyorum' dedi. Bana göre Üstad Hazretleri beni İstanbul'da tramvayda ilk
gördüğü zamanı hatırladı.

"Sözler Mecmuasının akabinde yine Üstadın emri ile Lem'alar ve Mektûbat


mecmuasını bastık. Ben, Lem'alar ve Mektûbat basılırken 3-4 defa, Tarihçe basılırken ve
bittikten sonra 2-3 defa cem'an 7-8 defa Üstadın ziyaretine gittim Büyük Risale-i Nurlar
basılırken bu arada bir yandan da Küçük Risaleleri basıyorduk. Küçük Sözler, Zühretü'n-Nur,
Uhuvvet, Ramazan ve Hanımlar Rehberi gibi.

"Ne hürriyeti?"

"Büyük risalelerden biri basılırken bir ara Ankara'da bazı arkadaşlar vazife sebebi ile,
bazı arkadaşlar da yaz tatili sebebi ile memlekete gitmişlerdi. Ben matbaada yalnız kalmıştım.
Gerçi ara sıra talebelerden yardıma gelenler olurdu, ama pek durmuyorlardı. Ben de bir ara
basım işini bırakıp Ankara'dan ayrılmak istediğim halde sanki gaybi bir kuvvet beni istediğim
yere göndermiyordu.

sh:»(s:468)
Doğuş Matbaasında bize tahsis edilen odada çalışırken bazen kendi kendime bağırarak
'Ben istediğim yere gidemiyorum, ben hürriyetime sahip değil miyim?' diyordum.

"Bir müddet sonra matbaa işlerinde yardım etmek üzere

birkaç arkadaş geldi. Ben de onların gelişlerinden istifade ederek Üstadı ziyârete
gittim. Isparta'da Üstadın bulunduğu eve geldim. Kapıyı çaldım. Arkadaşlara açtı. Benim
geldiğimi Üstada söylediler, 'Gelsin' demiş. O sırada Üstad Hazretleri odada yalnızdı, ben oda
kapısından içeri girip elini öpmek için yanına giderken Üstad birden yüksek sesle, 'Ne
hürriyeti?' diye bağırdı, şaşırmıştım. O anda matbaada odada bağırdığım sözler aklıma geldi.
Mahcup bir halde elini öperek önüne oturdum. Üstad bana önemli bir ders verdi ve 'Kardeşim,
öyle kimseler gelmişler ki, Kur'ân'ın bir tek hakikatı için kendilerin feda etmişler. Bize ne
oluyor ki şimdi Kur'ân'ın tamamına taaruz var. Biz kendimizi niye feda etmeyelim?' dedi.
Kur'ân'a ve imana hizmet etmenin bu zamanda çok ehemmiyetli olduğunu söyleyerek çok
güzel bir ders verdi.

"Ben Üstadın odasından çıkıp arkadaşların odasına girdim. Karnım acıkmıştı.


Arkadaşlar az bir şey yemek ile, iki dilim ekmek ve bir parçada üzüm getirdiler. Ben bunları
görünce içimden, 'Bunlarla nasıl doyarım?' diye düşündüm. Fakat yemeğe başlayınca doydum
ve zorla bitirdim. Oradan Ankara'ya döndüm.

"Ankara davasının başlangıcı"

"Mektûbat mecmuası tamamlanınca cilt için Mehmed Emin Birinci ile İstanbul'a
götürecektik. O sırada Nazilli'de Risale-i Nur Talebelerinin ders okurken bulundukları yer
basılıyor, arkadaşlar karakola götürülüyor. Ertesi gün gazeteler büyük manşetler atarak
'Nazilli'de Nur ayini yapanlar yakalandı' diye yazdılar. Bu yazıların akabinde Isparta'dan bir
mektup geldi, mektupta Nurculuğun tarikat olmadığını, zamanın imanı kurtarmak zamanı
olduğu ve Üstadın mücadelesinden bahsediyordu. Mektubun içinde ayrıca bir pusula vardı.
Pusulada bu mektubun çoğaltılıp münasip yerlere vermemiz ve bir kısımını da Isparta'ya
göndermemiz isteniyordu. O sırada biz devamlı matbaada bulunduğumuzdan gönderilen
mektubu matbaada hemen çoğalttık, bir kısmını Cemaleddin Ağabey ile Isparta'ya gönderdik.
Bastığımız mektup bir büyük dosya kağıdı kadar yer tuttu. Mektubun altında bulunan isimleri
de yazdığımızda üç isim yukarıda, iki isim aşağıda idi. Bir ismin altı boş kalmıştı, ben de
simetrik olsun diye iki ismin yanına rahmetli Rüştü Ağabeyin (Rüştü Çakın) ismini yazdım.
Cemaleddin Ağabey

sh:»(s:469)

bastığımız mektubun bir miktarını Isparta'ya götürdü. Önce doğrudan Rüştü Ağabeyin
yanına gitmiş, mektubun altındaki ismini ona göstermiş. Rüştü Ağabey mektubun altında
kendi ismini görünce hoşuna gitmiş ve gülmüş.

"Ben ve Mehmed Emin Birinci Mektûbat'ın basımını bitirdiğimiz gün, bir kamyona
yükleyip İstanbul'a götürdük. Ankara'daki neşriyat sebebi ile dört senedir Pendik'e annemlere
gitmek nasip olmamıştı. İstanbul'a kitapları Kirazlı Mescit Sokağındaki dershaneye bırakıp
hemen o gün Pendik'e gittim. Bir gece evimde yatmıştım ki, sabah erkenden kapı çalındı.
Kapıyı açtığımda M. Emin Birinci ile 2-3 genç yanında vardı. M. Emin bana 'Giyin gideceğiz'
dedi. Ne olduğunu anlamadım. Giyinip evden çıktım. Meğer M. Emin'in yanındaki gençler
sivil polis imiş. Bizi İstanbul'daki siyasi şubeye götürdüler. Ertesi günü mahkemeye çıkardılar
ve tutuklandık. Meğer Isparta'dan gönderilen ve M. Emin ile beraber bastığımız mektubu Atıf
Ural'ın kardeşi Ahmet Ural mektup okunsun ve Risale-i Nurun mahiyeti anlaşılsın diye bazı
dairelerin kapılarından içeriye atmış. Bunu ihbar etmişler ve Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i
yakalamışlar. Mektupların altındaki isimlerden dolayı da Isparta'daki arkadaşları yakalayıp
Ankara'ya getirmişler. Ankara'daki sulh mahkemesi hepimizin hakkında tutuklama kararı
vermiş. İstanbul'daki mahkeme de Ankara'nın verdiği tutuklama kararını vicahiye çevirdi. M.
Emin ile beni bir gün Birinci Şubede tuttular. Ertesi günü akşam treni ile sivil polisler
nezaretinde Ankara'ya getirdiler.

"Ankara'daki 1. Şubeye bizi teslim ettiler. 1. Şubedeki polisler ve bizi doğru


hapishaneye götürdüler. İlk defa hapse girdiğim için şaşırmıştım. Hapishaneye girerken
gardiyanlar bizi sıkı bir aramadan geçirdiler. Sonra da koğuşlara gönderdiler. Koğuşlara
geldiğimizde Isparta'dan getirilen arkadaşlar ile Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i gördük.
Hepimiz birbirimize sarıldık. İçimizdeki üzüntü ve sıkıntı diye birşey kalmamıştı. Aramızda
en yaşlı rahmetli Rüştü Ağabey idi. O da biraz üzüntülü duruyordu. Yanına yaklaşıp, 'Ağabey
üzülme, bu da geçer' dedim. Bana "Türkmenoğlu geçer, geçer, ama delip geçer' dedi. O zaman
yaptığım hatayı anlamıştım, ama iş işten geçmişti. Hepimiz ağır cezaya verildik. 45 gün sonra
ilk duruşmaya çıktık. Mahkeme reisi hepimizi tek tek sorguya çekti. Sıra Rüştü Ağabeyin
sorgusuna gelmişti. Rüştü Ağabey ayağa kalkıp 'Sayın Hâkimler, mektubun zirinde (altında)
bir Rüştü ismi var. Mektuptan hiç haberim yok' dedi. Ben kalktım Reise, Rüştü ismini

sh:»(s:470)

mektubun altına ben yazdım. Rüştü ismi mektubun altında yoktu. Sorgumuz bittikten
sonra heyet müzakereye çekildi ve ilk celsede Cemaleddin Ağabey, Ahmet, M. Emin ve
Rüştü Ağabey tahliye ettiler. M. Emin'in tahliyesi beni şaşırttı. Çünkü mektubu beraber
basmıştık. Meğer M. Emin kardeşin memleketinde işi varmış, gitmesi lazımmış.
Hapishaneden çıkar çıkmaz memleketine gitti.

"Bu davanın en önemli hadiselerinden biri de, ağabeyimiz Bekir Berk'in ilk defa
Risale-i Nur davasına girmesi ve Allah'ın inayeti ile bu hakikatları (Risale-i Nur hakikatlarını)
benimseyip fisebilillâh Nur'un avukatlığını uzun müddet can siperane yapmasıdır.

"Mahkeme davayı 22 gün sonraya atmıştı. 2. Celsede hepimiz tahliye olduk.

[]

1958 yılında ilk defa basılan Tarihçe-i Hayat'ın ilk nüshalarında yanlışlıkla yandaki
resimde basılmıştı. Kitabın bu formasını M. Cahid Türkmenoğlu Üstad Bediüzzaman'a
götürmüştü. Yandaki resmi gören Üstad Bediüzzaman: "Kardaşım, bu ben değilim!"diyerek,
bu yanlışlığın düzeltilmesini istemişti. Yeni latin harfleriyle, Risale-i Nurların ilk
nâşirlerinden olan M. Cahid Türkmenoğlu Ankara'ya döner dönmez, matbaadaki 'Tarihçe-i
Hayat'ın baskısını durdurarak, yardımcısı diğer fedakâr Nur Talebeleriyel (Said Özdemir, Atıf
Ural vs. ) birlikte bu yanlışlığı düzeltmişlerdir.

sh:»(s:471)

"Bu resim benim değil"

"Tahliye olur olmaz Tarihçe-i Hayat'ın basılması istendi. Bu arada ben Üstadı ziyaret
ettim. Fakülteyi de bitirmiştim. İçimde makam ve mevki sahibi olma arzusu belirmişti. Üstad
ziyaretim sırasında bana, 'Kardeşim sana mebusluk, valilik, Diyanet İşleri Başkanlığı verilse
bunları mı kabul edersin? Hem de serbest hareket edeceksin, yalnız cüz'i şeylerde onlara ittiba
edeceksin. Kabul etmediğin taktirde hem seni hem de kardeşlerini hapse atacaklar. Bunu mu
kabul edersin' dedi.

"Ben hiç ses çıkarmadım. Üstad, 'Ben ikincisini tercih ederim' dedi.

"Tarihçe-i Hayat basılırken (Bütün başladığımız kitaplarda olduğu gibi, tüm formaları
Üstada gönderiyorduk.) ben bastığımız Tarihçe'nin 1-2 formasını alıp Üstada gittim. Üstad
getirdiğim formaları verdim.

"Üstad Hazretleri Sofya ateşmiliterliği tarafından verilen pasaporttaki resmine baktı,


(Resim pala bıyıklı Üstada benzemeyen birisinindi) resmi göstererek 'Bu ben değilim' dedi.
Yanlış fotoğraf bastığımızı anlamıştım. Ankara'ya döner dönmez yanlış resmi havi formadaki
iki yaprağı yırtıp Üstadın resmi olan kalpaklı fotoğrafı havi yapraklara bastık.

"Tarihçe-i Hayat'ta basılan resimi bilmeyerek Said Özdemir kardeş bana vermişti. Ben
de iki resim de Üstada ait diye o yanlış resmi koymuşum. Basılan Tarihçe'nin adedi 5000 idi.
Her forma basılınca bütün formaları matbaadan alırdık. Sebebi de formalar kitap haline
gelince emniyet kitapları elimizden almasın diye. Bastığımız Tarihçe'nin 20-30 formasındaki
resimleri her nasılsa değiştirememişiz. 20-30 Tarihçe Üstada ait olmayan resimleri havi olarak
piyasa çıkmış.

"Tarihçe-i Hayat'ın basımı Üstad Hazretlerini çok memnun etmişti. 'Bu eserin yirmi
Risale kadar ehemmiyeti var' derdi. Tarihçe'de Üstadın boy resimlerini havi fotoğraflar da
vardı. Üstad bu konuda bize hiçbir şey söylemedi. Yalnız onun hakkı olan kitaplardaki
resimlere kurşun kalemle boyunlarında bir çizgi çekmiş. Bunu ben sonradan Üstadın
hizmetkârlarından öğrendim.

"Birgün Üstad Hazretlerini Emirdağ'daki ziyaretimde (o zamanki ziyaretimde bir gün


Üstad Hazretlerinin misafiri olarak evinde kalmıştım) mevzuun nasıl açıldığını
hatırlamıyorum. 'Kardeşim, istesem Menderes'i buraya getiririm, ama ihlâsıma zarar gelir!'
demişti.

sh:»(s:472)
"Yine bir seferinde Üstadı Emirdağ'da ziyâret etmiştim. Üstad bana kitapların basım
ve cildi için 2500 lira para verdi. 'Bu parayı hizmete ebeveynin verdi' dedi. O gün Üstadı
Emirdağ'da ziyaret ettikten sonra Ankara'ya dönmek için O gün Eskişehir'e geldim.
Eskişehir'de yedek subaylığını Ankara'da yaparken sık sık yanımıza gelen Erhan Arbatlı'ya
uğradım. Erhan bana, 'Bu gece burada kal, yarın gidersin' dedi. Ben de o gece Eskişehir'de
kaldım. Sabah namazından sonra Üstad'ın Eskişehir'e geldiğini öğrendik. Erhan'la beraber
Eskişehir'deki odun pazarında bulunan Abdülvahit Ağabeyin evine giden Üstadı ziyarete
gittik. Kapıyı çaldık, açtılar. Üstada talebelerinden biri, 'Türkmenoğlu ziyârete geldi' dedi.
Üstad tanımadığını beyan etti. Şaşırmıştım. Oda kapısı açıktı, yavaşça içeri girdim. Üstadın
elini öpmek için

yanına yaklaştım ve elini öpmek için eğildiğimde, enseme bir tokat indi. Üzülmüştüm,
olduğum yerde yere çöktüm. Üstad üzüldüğümü hissetti. Hatamı anladım. Ankara'ya bir gün
gitmemekle hizmeti aksatmış, dolayısı ile Risalelerin çıkma-

[]

Mustafa Türkmenoğlu Medrese-i Yusufiyede imanın verdiği bir metanet içinde...

[]

Mart 1971 ihtilalinin mağdur ettiği bahtiyarlar kervanından: Mustafa Türkmenoğlu,


hapishane kapısında, gardiyanlar nezaretinde Nur Talebelerinden merhum Mehmed
Çalışkan'la kucaklaşırken, Şahiner'in objektifi bu ebedî-nurlu manzarayı Salihli
hapishanesinin kapısında tespit etmektedir.

[]

Şahiner, Nur Üstadın 'Dört Mustafa'sından birisi olan Türkmenoğlu Mustafa'nın


hapishane ziyaretinde ellerine kapanırken...

sh:»(s:473)

sının gecikmesine sebep olmuştum. Üstad Hazretleri Risalelerin bir an önce çıkmasını
herşeyden ehemmiyetli görüyordu.
"Ankara'daki matbaa işi ekseriyetle üzerimde idi. M. Emin Birinci hapisten sonra
Ankara'ya dönmemişti. Rahmetli Atıf Ural da bazı sebeplerden dolayı hizmetini iyice
azaltmıştı.

"Benim de Ankara'ya bir gün geç dönmem hizmetin aksamasına neden olabilirdi.
Ondan dolayı Üstadın tokadına maruz kalmıştım. Üstad çok üzüldüğümü görünce benim
gönlümü aldı.

"Benim dört Mustafam var' diye bana taltifli sözler söyledi.

"Üzüntüm zail olmuştu. Konuşma biter bitmez, 'Hemen Ankara'ya dön' dedi.

"Büyük risalelerin hepsi Üstad hayatta iken basıldı"

"Ben Üstadın yanından çıktıktan sonra Ankara'ya döndüm. Ankara'da küçük bir
matbaada Kastamonu Lahikasını bastık. Doğuş Matbaasında İşârâtü'l-İcaz'ı basmaya başladık.
Said Özdemir, vaizliğe geçtiği için tüm para işleri ile beraber matbaa işlerinde de bize yardım
etmeye başladı. İşârâtü'l-İcaz'ın basımı bitince sene de 1959 olmuştu...

"Okul biteli iki sene geçmişti, askere gitmem icap ediyordu. Gerçi askerlik için beni
arayan soran olmamıştı. Bütün büyük kitaplar yeni yazı ile basılmıştı. Risale-i Nur eserlerinin
arka arkaya basımı ve piyasaya çıkışı, Üstadı çok memnun etmişti. Kendisini ziyarete
gelenlere 'Risale-i Nur'un bayramını yaşıyoruz' diye memnuniyetini izhar ediyordu. Eserleri
yeni yazı ile basıldıktan sonra üniversite talebeleri arasında eserleri okuyanların adedi gün
geçtikçe artıyordu.

"Risale-i Nur'lar artık her tarafa yayılmıştı. Bizden sonra gelenlerin bu eserlerin
basımını daha iyi devam ettirecekleri huzuru içinde son defa Üstadı ziyârette gittim. Üstada
işe girmek istediğimi söyledim. Bana 'Seni muallime bırakırım' dedi. Fakat askerlik işi ve bazı
Risale-i Nur hizmetleri nedeni ile Üstadımın müsaade ettiği muallimlik görevine gidemedim.
1959 ortalarına doğru askere gittim. Bu şekilde Üstadımın sağlığındaki neşriyat hizmetini
kapamış oldum."

***
Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz Nur manzumesini isimsiz ihlâs kahramanlarından
bir mübarek şahsiyettir. 1977'de bize anlattığı o bergüzâr hatıralırının sonunu böyle
bağlamıştı:

sh:»(s:474)

"Biz onun davasına gönül verdik. Bu dâva İlâhî mukaddes bir dâvâdır. Kur'âna ve
imana hizmet verme yolunda çok sıkıntılar çektik. Helâl olsun. Onun dersine lâyık
olabilmişsek, benim için en büyük mutluluktur?"

Bu muhterem şahsiyet hukuk fakültesini bitirdikten sonra; hakim, avukat ve savcı


olacakken, sırf Kur'an hakikatları, Risale-i Nurları okuduğu için, sevgili vatanımızın
zindanlarında dolaştırıp durmuştur.

Üstad Bediüzzaman'ın o güzelim ifadeleriyle "Yusufiye Medreselerinde yatarken, bir


defasında yani 1967'lerde, kendisi gibi yine fazilet âbidelerinden Saidler, Mustafalar,
Şerafeddinler, Anbarlılar, ve Vahdi Karaçorlularla birlikte Mersin zindanlarında aylarca
yatmışlardı.

Çok şakacı, nükteci ve fıkracı olan Vahdi Karaçorlu, sıkıntılı hapishane günlerinde
Mustafa Türkmenoğlu Ağabeye bir şaka yapmıştı. Bu bergüzâr hatıraların sonunda,
Türkmenoğlu Ağabeyimin şefkatine sığınarak, hapishane şakasını, burada zikretmek
istiyorum.

Mersin Medrese-i Yusufiyesinde şair ruhlu Vahdi Karaçorlu Ağabeyim bir yazarak,
bir ziyaretçiye verip, bunu dışarıdan Mustafa Türkmenoğlu'na postalamıştı. Hapishanede
yazıp, tekrar dışarıdan hapishaneye postayla gönderdiği bir mektup bir şiir şeklindeydi. O
zamanlar henüz bekar olan Mustafa Türkmenoğlu'na, Vahdeddin Karaçorlu, 'Nâsih' yani
nasihatçı kardeşiniz imzasıyla kaleme aldığı bu şakalı şiirde şairimiz Karaçorlu Ağabey bu
manzumesinde şunları ifade ediyordu:

[]
Mersin Yusufiye Medresesi'nin bahtiyar talebeleri, jandarmalar arasında mahkemeye
gidip-gelirken: Mustafa Cahid Türkmenoğlu, Şerafeddin Kartal, Vahdi Karaçorlu ve Said
Özdemir.

sh:»(s:475)

Kendine Bir Yuva Yap

Selâm aziz kardaşım

Hem nurlu gönüldaşım

Bir hayli geçti yaşın

Kendine bir yuva yap

Kuşlara bak! güllere

Konarak yapmış yuva

Senin ise şu ömrün

Geçmiş bâd-i hevâ

Yüksek tahsilli gençsin

Bu günler nasıl geçsin

Gönlün bir hatun seçsin

Sen de kalkıp yuva yap.


Kon bir çiçek dalına

Pek bakma elvanına

Lâzım olur yarına

Kendine bir yuva yap

Hep kalınmaz ki; bekâr

Yalnızlıkta yoktur kâr

Gençliğin olmasın hâr

Güzelce bir yuva yap

Geçip gitmekte günler

Geride kaldı dünler

İnsan başını dinler

Orada, bir yuva yap.

Yavrularla şenlenir

Gönüller neşelenir

Hem de başın dinlenir

Rahatlarsin yuva yap.

Kardeşiniz Nâsih Vahdi

[]
Nurlu Kervan hapishane, mahkeme yollarında: Öndekiler: Mustafa Sungur, Mustafa
Türkmenoğlu Arkadakiler: Said Özdemir, İsmail Anbarlı, Şerafeddin Kartal, Rahmi Erdem

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:476)

$ A. HİKMET TEZCAN

[]

Hikmet Tezcan

"1952'de Üstadın İstanbul Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde bulunduğunu


söylemişlerdi. Hemen koşa koşa ziyaretine gittim. Sonra Üstadın orada değil de Fatih'teki
Reşadiye Otelinde bulunduğunu öğrendim.

"Reşadiye Otelinin yirmi üç numaralı odasına müracaat edeceksiniz' demişlerdi.


Çünkü orada talebeleri vardı. Kendisi ise yirmi dört numaralı odadaydı. Müracaat edince
Üstadın risale yazdığını, meşgul olduğunu söylediler.

"Günlerden Cuma idi. Namaz vaktine kadar bekledik. Baktım, Üstad konuşarak
iniyordu. Sert ve heybetli bakışları vardı. Yanında bir talebesi vardı. O da Üstadı gibi heybetli
bir haldeydi. 'Ziyaretinize gelmişler' diye Üstada bizi haber vermişti. Eli yumuktu. Kapanıp
ellerini öptük.

"Sağdan Fatih Camiine doğru yürüyorduk. Fatih türbesine gelince hemen durup, dua
etmeye başladı. Duadan sonra Fatih Camiine girdi.

"Üstadı ilk ziyaretten sonra 1959'daki son seyahatinde Ankara'da da ellerini öpmek
saadetine erdim. Onu Ankara Beyrut Palas Otelinde ziyaret ettim.
"Hacı Bayram Camiinde namazdan çok sonralara kadar kalmıştı. Çıkarken ehl-i iman
hep ziyaret edip, ellerini öpmek istiyorlardı. Üstad iki eliyle selâm veriyordu.

"Hacı Bayram imamı Mustafa Efendiye hitaben Üstad buyurdu ki: 'Ben kırk sene
evvel buraya geldiğimde, Hacı Bayram Veli'nin ibadethanesi vardı, şimdi oraya ne oldu? Ben
orada kalmıştım!'

"İmam Efendi ise, 'Orası yıkıldı, avluya katıldı' diye cevap verdi. Üstad orada bir
müddet kalarak, o heybetli bakışlarıyla derin derin baktı. Daha sonra Hacı Bayram Veli'nin
türbesine girdi. Kapıyı kapattı. Beş dakika kadar içerde kaldı. Derin gözlerle etrafa bakışlarını
hiç unutamıyorum."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:477)

ANKARA ŞAHİTLERİ

sh:»(s:478)

sh:»(s:479)

$ CEMALEDDİN GÜNEL

[]

Cemaleddin Günel
Cemaleddin Günel 1914' de Kemaliye kazâsının Geçeği köyünde doğmuştur. Üstad
Bediüzzaman'ı ziyaret edip feyiz alan bahtiyarlardan bir zattı. 1958' de Üstad Bediüzzaman'ın
talebe ve hizmetkârlarıyla birlikte Ankara'da hapis yatmıştı. 1977'de rahmete kavuştu. Bu
mesele için ayrıca Hakkı Yavuztürk'ün hatıralarına bakınız.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:480)

$ ATIF URAL

Nur Risalelerinin 1957'de Ankara'da yeni yazı ile resmen matbaalarda basılmasında
emeği geçen Atıf Ural'ın ismi mezkûr neşriyatta, neşredenler kısmında "Hukuk Fakültesi son
sınıf talebesi" olarak geçmektedir. Merhum Âtıf Ural Nur Risalelerini ağabeyi Kemal Ural
vasıtasıyla tanımıştır.

Âtıf Doğan Ural'ın hanımı Aydoğdu Ural, merhum beyi hakkında bize şu bilgileri
vermiştir:

"Âtıf Ural, 1933'te Kars'ta doğdu. Babası Ali Baha Ural uzun seneler hakimlik yapmış,
mekteb-i kuzat mezunu, Rizeli bir zatmış. Annesi ise Erzincanlı. Kendisi Ankara Hukuk
Fakültesi mezunudur. Talebeliği esnasında Sözler, Mektubat gibi risalelerin yeni yazı ile ilk
neşrinde çalışmıştır. 1959 senesinde, Kastamonu'da hakim A. Cemal Tümer'in (1980
Ağustos'unda vefat etti) kızı olan benimle evlendi. İki kız evlâdı dünyaya geldi.

"Sason, Nusaybin ve Bozkurt savcı yardımcılığında bulundu. 1966 senesinde


Bozkurt'ta vazifeli iken, siyatik tedavisi için Ankara Tıp Fakültesinde fizik tedavisi görürken,
âniden rahatsızlandı ve aynı hastahanede tetanoz teşhisi konuldu. Bir hafta sonra, 18 Eylül
1966'da vefat etti."

Atıf Ural, Hz. Üstadın Vasiyetnamesinde isimleri geçen 12 "Vâris"ten birisidir. (Bkz.
Mustafa Sungur'un hatıraları)
Kıbrıslı Nur talebesi

Elimizde, Nur'ların ilk neşir yıllarında, Âtıf Ural'ın Kıbrıs'tan matbaa malzemeleri
gönderen Hizber Hikmetağalar'a yazdığı kıymetli mektupları bulunmaktadır.

Hizber Hikmetağalar'ın bize verdiği mektuplardan, 19 Haziran 1955 tarihli ve


"Duanıza muhtaç kusurlu kardaşlarınız İsmail Doyuk, Âtıf Ural" imzalı mektupta merhum
Ural, Kıbrıslı Nur talebesine şunları ifade etmektedir:

"Aziz, mübarek kardaşımız,

sh:»(s:481)

"Gönderdiğiniz para ve müjdeli mektubunuzu aldık. Allah razı olsun ve hizmet-i


Kur'âniyede muvaffakiyet versin. Bütün dost ve kardeşlerimize aynı dua ve temennîyi
ediyoruz. Yalnız, hatırımızda kaldığına göre kitapların bedeli 21-22 lira idi. Sizler 30 lira
göndermişsiniz. Herhalde sizlerin ihtiyacı olduğu münasip bir zamanda bu borcumuzu kitap
göndermekle öderiz.

"Bundan evvelki gönderdiğimiz mektubunuzu aldık. Siz 'Kitapları aldık' deyince, geç
geleceğini ümit ettiğimizden, ilk postadaki kitapları aldığınızı zannettik. Tekrar sorduk,
kusura bakmayınız. Hizber kardaşımız tarafından tahrir edilen mübarek nurlu yazıyı
Üstadımıza gönderdik. Muhakkak ki, o kardaşımıza ve hepinize dua etmiştir ve çok memnun
olmuştur. Elhümdülillah, her tarafta Nur'ların neşri ve yazılması devam ediyor. Tahkikî imanı
aşılayan Risale-i Nur, âlem-i İslâmı ve sonra bütün dünyayı zulmetten nura çıkaracaktır. Rıza-
ı İlâhîyi istihdaf edip, faidesini kör gözlere de gösterdiğinden, inşaallah önümüzde çok
müjdeleri haber veriyor. Âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, âzamî ihlâs, âzamî dikkat
düsturlarıyla yüründüğünden, çöken mutlak zulmet biraz aydınlandı. Âdeta fecir misali.
Risale-i Nur, tahkikî imanı neşrediyor. Bu tamamlanınca haber verilen o saadetli günler
doğacak. Her ne ise, bizler neticeye bakmayarak kulluk icabı vazifemizi yapalım, rızası için
çalışalım, neticeyi Allahü Teâla ihsan edecektir ve Onun vazifesidir. Hakikî dersi Risale-i Nur
verdiğinden, sizi noksan istidat ve kalemimle fuzulî meşgul ettiğimden kusura bakmayın.
Hepiniz Hakka emanet olunuz. Dünya ahiret kardaşız. Bu ulvî ve kudsî dâvâda el birliği ile
çalışalım... İnşaallah. Bütün alâkadarlara ve hepimiz selâm ve hürmet ederiz."
"Atıf Ural'dan hâtıralar"

Kasım 1966 tarihli, 273 sayılı Yeni İstiklâl dergisinde Avukat Gültekin Sarıgül,
"İsimsiz bir mücahid: Âtıf Ural'dan Hatıralar" başlığı altında şunları ifade ediyordu:

"Memleket çapında tanınmamış olsalar bile, mukaddes dâvânın nice kahramanları


vardır. Onlar hakikî kemâli, fenada görürler. Şöhret gibi zâil şeylerin peşinde değildirler.
Onlar, İslâm cemaatinin sadece âciz bir ferdi, bir hâdimi olmayı en ulvî makam bilirler. İhlâs,
onlarda âdeta tecessüm etmiştir. Fedakârlık, feragat, kendilerinde hakikî ifadesini bulmuştur.
İşte bu mücerret mânâ kahramanlarından birisini kaybettik: Âtıf Ural... Bu isim, mukaddes
dâvâ yolcularının meçhûlü değildir.

sh:»(s:482)

"Yeni İstiklâl'in 268. sayısının hâdiseler kısmında vefat haberi intişar eden genç
müdde-i umumîlerimizden Âtıf Ural, benim karşılaştığım ilk ihlâslı Müslüman tipini temsil
etmekte idi. Ankara Hukuk Fakültesinin 2. sınıfında idim. Âtıf Ural da fakültenin üçüncü
sınıfında beş sene ara vermiş, Risale-i Nur'ların neşri işine kendisini vakfetmiş bulunuyordu.
Ankara Hukuk yurdunda mevcut mescitte imamlık vazifesini âcizâne deruhte ediyorduk. Bu
itibarla, mescide gelen üniversiteli genç Müslümanlarla tanışmak kabil oluyordu.

"Sene 1958... Ramazan ayındaydık. Teravih namazlarını mescitte beraber kılıyorduk.


'Teravihlerden evvel dinî kitaplardan okuyalım' denildi ve daha ziyade, Büyük İslâm
İlmihali'nden parçalar okuyorduk. Bir ara mescidin kütüphanesinde, üzerinde Sözler yazılı,
kalınca bir kitap gözüme çarptı. Müellifi Bediüzzaman Said Nursî... Bu ismi bir sene
evvelinden beri işitiyordum. Fakat mâlûmatım yoktu. Büyük bir İslâm mücahidi olduğu ifade
ediliyordu.

"Kitabın iç kapağında, 'Neşreden: Hukuk Talebesi Âtıf Ural' ibaresi dikkatimi


çekmişti.

"Mescitte yine bir Ramazan gecesi teravihten evvel kitap okumak üzere oturuyorduk.
İçeriye uzun boylu, yakışıklı, dinamik bir genç girdi ve köşeye diz çöküp oturdu. Teslimiyeti
dikkatimizi çekmişti. İçimizden Necati adlı bir İlâhiyatlı tarafından teklif vuku buldu.
Kitaplardan okuyup izah etmesi istendi.

"İlâhiyatlının adı Mehmed'di. Mehmed, cebinden ufak bir kitap çıkardı. Mevzu,
Ramazan'a dâirdi. Okudu ve izah etti. Hayran kalmıştık. Sonra kitabı bıraktı. İslâmî
mevzularda izahlarda bulundu. İzahlar çok güzeldi. Kısa zamanda câzibesine kapılmıştık. Bu
arada Mehmed, münasebet getirip Âtıf Ural'dan bahsetmişti. Bundan sonra Âtıf Ural'la
tanışmak için şiddetli arzu duydum. Nihayet, Mehmed beni Cebeci Câmiinin arkasındaki
tepenin başında bir apartmana götürdü. İkinci katındaki daireye geçtik ve içeriye girdik.
Yerde basitçe bir halı serilmiş; yanlarda minderler... Ortada bir rahle... Rahlenin üzerinde
açık, kalınca bir kitap... Köşede bir kütüphane... Yüzleri pırıl pırıl... Üniversiteli oldukları
belli oluyordu. En nihayet diğer köşede onlardan daha yaşlıca, hafifçe seyrek bıyıklı, bakışları
derin ve mânâlı, mütebessim çehreli, olgunluğu her haliyle anlaşılabilen birisi oturuyordu.
Manzara, iştiyak duyduğum ve yitirdiğim mânevî bir iklimi hatırlattı. Mânevî bir inşirahın
vücudumu sardığını hissettim. Mehmed hemen köşedekine işaret ederek, 'Âtıf Ağabey' dedi.
Memnun olduğumu söyledim. Akabinde beni takdim etti. Âtıf

sh:»(s:483)

Ural derunî, âdeta ruhundan kopup geldiğini ihsas eden bir ses tonuyla 'Maşaallah'
diyerek mukabelede bulundu.

"Merhumla tanışmamız böyle oldu. Âtıf'ın bana en çok tesir eden tarafı, tevazuu idi.
Eşsiz bir tevazuu nümunesi, son derece itidal sahibiydi. Ben, o zamanlar iddiacı ve
tahammülsüz bir mizaçtaydım. Hukuk Tarihi derslerinin tesiri

altında, İslâm Hukuku hakkındaki kanaatlerim menfî bir istikamet kesbetmişti. Gerçi,
namaza müdavim idim. Bir gece Âtıf'ı ziyarete gitmiştim. Kendisi ve diğer arkadaşlarla
konuşmalarımız, İslâm Hukukunun, asrımızda tatbiki kabil olup olmadığı mevzuuna intikal
etmişti. Biraz sonra konuşmalar münakaşaya döküldü. Benim iddiacılığım ve hararetliliğim
karşısında Âtıf sâdece tebessüm ediyordu. Enaniyetimi hiç tahrik etmiyordu. Nihayet,
'Gültekin kardeş, bu hükümlerin Allah'ın kanunları olduğunu kabul etmiyor musun?' dedi.
'Elbette ediyorum' dedim. 'Öyle ise, Allah'ın kanunlarını değiştirelim mi?' deyince cevap
veremedim. Ettiğim hatânın azametini bana hatırlatmış oldu. Gece saat ikiyi bulmuştu. Beni
aldı; ısrarlarıma rağmen, iki kilometre mesafedeki fakülteye kadar uğurladı.

"Âtıf Ural, hidayetime o an için vesile olmuştu. Ona karşı hayrandım. Fakat, kendisine
olan hayranlığımı ve muhabbetimi esas menbaa tevcih etmek hususunda hal ve hareketleriyle
muvaffak olmakta gecikmedi.

"Sene 1959... Mayıs ayındaydık. Üstad ve Nur talebeleri hakkında iftira ve tezvir
makineleri işitiliyordu. Âtıf, bana bu mevzuda bir kitap yazmamı teklif etti. Teklif güzeldi.
Hemen külliyatı edindim ve yaz tatilinden istifade ederek kitabı bitirdim. Böylece, külliyatı da
tetkik etmiştim. Yazdığım kitabı beraber okuduk. O sâdece meslek ve meşrebin inceliklerine
vâkıf olup olmadığıma dikkat edermiş. Bunu sormadan anlamıştım. Bir ara, yanımızdaki
arkadaşlara, 'Gültekin Ağabey muvaffak olmuş' dedi. Bana Ağabey diye hitap etmesi
tuhafıma gitmişti. Meğer bütün bunlar, benim külliyatı okuyup hizaya girmem için
düşünülmüş güzel bir plândan ibaretmiş...

"Âtıf Ural, fevkalâde ferağat sahibiydi. Gerçi onun bu vasfı, Üstadının nümune olan
hayatından ve onun gönüllere nüfuz eden telkinlerinden geliyordu. Daha önceleri Ankara'nın
Ulucanlar mevkiinde bir gecekondu kiralamış. Sözler'in neşrine başlamış. Âtıf, tanıdığı
Müslümanlardan, sonradan ödenmek üzere borç para almış, kulübeciğinde riyazet erbabının
ancak yapabileceği âzamî iktisat tahtında gece-gündüz çalışmış, eski taş basmalardan
risaleleri daktilo etmiş ve evvelâ Sözler'in neşrine muvaffak olmuştu. Arkadan Mektubat ve
Lem'alar neşredilmişti. Bütün bunların neşri ve tevzii,

sh:»(s:484)

onun beş senesinen mal olmuştu. Hürriyet-i diniyenin çok kayıtlar altında
bulundurulmakta devam ettiği o günlerde bu tarz bir neşriyat işini deruhte etmek, âzamî
feragat ve cesaret işiydi.

"Âtıf, Üstadın 'hiç kimsenin minneti altında kalmamak' düsturuna riayet ederdi.
Kendisinin maddî imkânları çok dardı. Ulucanlar'da iken bir gün parasız kalmış. Hiç
kimseden borç almamak onun prensibi idi. Kitapların neşir paraları da beytü'l-mal gibi
dokunulmazlığı haiz... Fakat, açlık da kendisini hissetirmeye başlamış. Bu vaziyet karşısında
ne yapsın? Evi aramış, taramış, biraz un bulmuş, içine su döküp hamur haline getirdikten
sonra gaz ocağında pişirerek kemâl-i âfiyetle yemiş. 'Bana o kadar lezzetli geldi ki, târif
edemem' diye anlatırdı.

"Âtıf'la iki seneye yaklaşan arkadaşlığım bana çok şeyler bahşetmiştir. Kendisinin
sâlik bulunduğu mükaddes dâvânın yolcuları saflarına beni ilk defa o çağırmıştı. Bana mânevî
ağabeylik etmişti. En hüzünlü anlarımda onunla karşılaşmam, kifayet ederdi. Zira o, her yere
kendi havasını getiriyordu.

"Merhumun meziyetleri, bu kadarcık bir yazıya sığmaz. Ben ancak, bunlardan


birkaçını aksettirmeye çalıştım. Şu kadarını söyleyebilirim ki, gençliğine rağmen, asrımızda
Cenab-ı Hakkın kurbiyetini kazanmış velî kullarından birisi idi.

"Mesleğine intisab ettikten sonra, altı senedir görüşemedik. Aramıza dünyevî mânâda
mesafeler girmişti. En nihayet bu mânâ kahramanı ebedî yolculuğa çıktı. 'Hayat bir ân-ı
seyyale' olduğuna göre, artık mâbeynimizde mesafe kalmamış demektir. Günah cihetinde
vefat eden Âtıf'ın sevap cihetindeki hayatını temsil ettiğini düşünerek tesellî buluyorum. Bu
düşünce benim hizmet aşkımın kaynağı olacaktır. Cenab-ı Hakkın rahmeti o ve onun gibi
dâvâ kahramanlarının üzerinde olsun."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:485)

$ Prof. Dr. İBRAHİM CANAN

Harran Üniversitesi

İlâhiyat Fakültesi Dekanı

1940'da Konya'nın Ermenek kazasının Küçükkarapınar köyünde doğmuştur. Uzun


yıllar Paris'te tahsil yapmış, sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır.
1959'un sonunda Ankara'da Beyrut Palas Otelinde Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş,
merdivenlerde talebeleriyle birlikte resmini çekmiştir.

[]

Prof. Dr. İbrahim Canan

"Üstadı ziyaretim"

"Üstad Bediüzzaman 1959 senesinin son günlerinde 31 Aralık'ta, Ankara'ya gelmiş,


Beyrut Palas Otelinin 37 numaralı odasında kalmıştı.

"İlk zaman fazla gelen ziyaretçilerden dolayı çok tehacüm olmuştu. Bu günlerde
müsait bir vakti bekleyip, o vakitte Üstadı ziyaret edip, ellerini öpmek istiyordum.

"O zaman Üstad lavaboya çıkmıştı. İşte, Üstadı ilk defa o zaman görmek saadetine
ermiştim. Daha sonra otelden çıkarken de ziyaret etmiştim. Otele eski DP milletvekillerinden
Dr. Tahsin Tola gelmişti. Üstadın büyük bir gayesi olan tevafuklu Kur'ân-ı Kerimin basılması
için arzusu vardı. Üstad kendisine çok iltifat edip, Kur'ân'ın basılması için Dr. Tahsin Tola'ya
tam âyetler sayısınca 6666 lira verdi. Her âyete bir lira mukabil oluyordu. Dr. Tahsin Tola'nın
başını okşayıp, teveccüh edip, dualar etti.

"Zübeyir'in yerine kabul ettim"

"İşarâtü'l-İcaz basılırken tashih işlerinde çalışmıştık. Basılan formaları Senirkentli


Hüseyin Aşçı ile Üstada gönderiyorduk. Hem de selâmlarımızı götürüyordu. Daha evvel de
Üstad, Said Özdemir Ağabeye benim için 'Ben onu Zübeyir'in (Gündüzalp) yerine kabul edip
dua ediyorum' demişti.

"Hasan Okur, şimdi ilâhiyat profesörü olan Günay Tümer ve Sa-

sh:»(s:486)
id Özdemir, Üstadın etrafında Beyrut Palas Otelinden iniyorlardı. Said Özdemir
Ağabeyin de işareti üzerine, tam merdivenlerde iken resimlerini çektim.

"Hüseyin Aşçı tashihler için Isparta'ya sık sık gider gelirdi. Son defasında Isparta'da
tashihleri verirken, Üstad taksi ile bir yere gidiyormuş, 'Seni taksiye bindirmek isterdim, ama
şimdi acele işim var, hemen gideceğim. Yalnız seni Ankara'da taksiye bindireceğim' demiş.
Hüseyin Aşçı bize bu hadiseyi anlatmıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra Üstad
Ankara'ya gelmişti. Taksi ile Ankara'da giderken Ulus'ta Hüseyin Aşçı'yı görürler ve taksiye
alırlar. Bunu Hüseyin Aşçı aynen anlatmıştı.

"Hüseyin Aşçı çok gayretli ve çalışkan, Senirkentli bir Nur talebesiydi. Ben Ankara'ya
ilk geldiğim zaman onların yanında kalmıştım. O zaman Mesnevî-i Nuriye basılıyordu,
kendisi bu iş için matbaaya gidip geliyordu. Nihayet kitap basıldı, çıktı. Kendisi de parasını
vererek bir kitap satın aldı. Halbuki kitabın basılmasında emeği çok fazla idi. Onun bu hali, o
zaman, bende çok büyük tesir yapmıştı, çok hayretler ve takdirler içinde kalmıştım. Bu
meseleyi hatırladıkça halen de düşünürüm. Demek Allah rızası yolunda ihlâs zerre gibi küçük
de olsa, aslında güneş gibidir."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:487)

$ HÜSEYİN AKSU

İlk devre milletvekili

[]

Hüseyin Aksu

Sabahın erken saatlerinde kuş cıvıltıları arasında girdik Girlevik'e.


Girlevik şelâlesinin gürleyen sesi ve sıçrayan su damlaları tatlı ve serinlik halide
sarıyordu etrafı...

Erzincan'ın cidden çok can dostalarının yanında ve aralarında idik.

Ya sabahı, su, yeşillik, serinlik ve Erzincan'ın asil Nur Talebeleri...

Arabamız su arklarından geçerek girdi köye...

Aradığımız zatın ismi: Hüseyin Aksu. Girlevik'in sahibi ve ağası. Birinci devre
Erzincan Milletvekili.

Tunceli harekâtından sonra 1939 senesinde Kastamonu'ya sürgün olarak gönderilen


adam.

Biz Hüseyin Aksu'yu nasıl bulabileceğiz? diye düşünürken, yaşlı adam erken saatte
çıkarak, arabamızın önüne durdu.

Uzun boylu, temiz giyimli, yaşlı bir insan... Arabamıza ve bizlere dikkatle bakıyordu.
Selâm vererek aşina ve dost olduğumuzu hissettirmek istedik. Verilen her selâm, dostluğun
başlangıcıydı. Selâmımızı sevgiyle aldı. Hemen buyur ederek bizi karşıladı. Bahçeye
götürerek yer gösterdi. Hizmetçileri gelerek masaları ve sandalyeleri taşımaya başlamıştı.

Bahçedeki sandalyelerde yerlerimizi alınca, ilk işimiz teyibimizi çalıştırmak olmuştu.


Sualli-cevplı teyibimizdeki tesbitleri kısaltarak sizlere nakledeceğim.

Hüseyin Bey, siz Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa nerede ve ne zaman gördünüz?

Ben Bediüzzaman'ı Cumhuriyetin ilânından ve büyük zaferden önce Ankara'da


gördüm.

Bediüzzaman Ankara'ya nereden gelmişti?

İstanbul'dan gelmişti. Oraya da Rus esaretinden sonra gelmişti.

sh:»(s:488)
Bediüzzaman'a Ankara'ya gelmesi için davetiye yazmışlardı. 1922 yılının yaz
mevsiminde büyük zaferden önce geldi Ankara'ya."

İlk defa nerede görüşmüştünüz?

Kendisi şeref misafiri olarak Meclis'e gelmişti. İlk defa Meclis'te görüşüp tanıştık.

Daha önceleri ben asayiş kumandanlığı yapıyordum. Vehip Paşa zamanın da Milis
Teşkilâtı kurmuştuk. Bediüzzaman da Bitlis ve Van taraflarında Milis Teşkilâtı teşkil edip,
düşmana karşı çarpışmıştı.

Mecliste Mustafa Kemal Paşa ile Bediüzzaman uzun uzun görüşüp konuştular.
Mustafa Kemal, kendisinden yardım istedi.

"Siz İstanbul'u ahval-i dünyayı biliyorsunuz, birlikte şu memleketi kurtaralım. Bizim


gayemizin ne olduğu sizce malûmdur Hocam!" demişti. Konuşmada diğer mebus
arkadaşlarda bulunmuşlardı.

Mustafa Kemal muvaffak olmak için kendisinden dua istedi. Bediüzzaman ise,
"Memlekete hizmet edenlerin duasını Allahü teâlâ kabul eder. Vatan için çalışanların say ü
mesaisini Allah boşa çıkarmaz. Biz de duamızı yaparız" demişti.

Osman Fevzi Efendi de oradaydı. Hacı Fevzi Efendi kendisini çok sever ve sayardı.
Daima beraber bulunurlardı. Ben de Hacı Fevzi Efendiden ayrılmak istemezdim.

Bediüzzaman, Hacı Bayram tekkesinde kalıyordu. Hacı Bayram Veli'nin torunlarından


Şemseddin Efendi vardı. O da milletvekili idi. Hacı Bayram Camiinin yanında güzel bir yer
vardı, orada kalıyordu.

Mecliste yaptığı konuşmalardan bahseder misiniz?

Kendisi daima adalet üzerinde dururdu. 'Zorbalıkla kurulan bir binanın müddeti uzun
sürmez. Adaletle kurulana bir bina yıkılmaz. Siz de adalet üzerinde yürüdükçe size engel
olacak hiç bir kimse bulunmaz. Bulunsa dahi muvaffak olamaz" diyordu.

Durumumuz da çok kötü idi. Cephelerden bazen acı haberler gelirdi. Ellerimizi
kaldırıp dua ederdik. Musibetli günlerde ellerimizi ters çevirip musibetten Allah'a sığınırdık.
'Ya Rabbi, sen bilirsin. Sen Türk, milletin muhafaza et!" diye yalvarırdık. Ümidimizi
kesmiştik, kendimizi değil, sadece vatanımızı ve milletimizi düşünüyorduk. Meclisin en yaşlı
temsilcilerinden Kayserili Alim Hoca vardı. Kötü haberler üzerine ellerimizi ters çevirip dua
etmemizi o söylerdi. "Arkadaşlar bu Hazret-i Peygamberin duasıdır, böyle edelim" derdi.

sh:»(s:489)

Bütün memleket düşmanlar tarafından istilâ edilmiştdi. Mecliste toplanmış vatanın


durumunu konuşuyorduk. Her yerden kara haberler geliyordu. Konya'da isyan olmuş, yok
Bolu'da isyan olmuş... Hep böyle haberler geliyordu.

Mecliste oturmuş bir sohbet toplantısı yapıyorduk. Orada Mustafa Kemal Paşa ve
Bediüzzaman da vardı. Mustafa Kemal: 'Hocam bizim gayemizi biliyor musun? Nedir acaba?'

Bediüzzaman cevaben:

"Biliyorum... Bu vatanı kurtarıp, düşmanı bu topraktan atmaktır" dedi.

Yine Bediüzzaman, "Ben sizin bu gayenizi biliyorum" dedi ve şöyle devam etti.

"Bir binayı yaparken adalet üzerine kurmalıdır. Siz böyle bir adalet ve temel üzerine
kurduktan sonra, Allah sizi muvaffak eder."

Bediüzzaman'ın Atatürk'le konuşmaları bu şekilde olmuştu. O günlerin bütün


sohbetleri ve konuşmaları, bir an evvel vatanın kurtulmasıydı.

Mustafa Kemal Paşa, Bediüzzaman'ın daha önceleri harplerde gösterdiği


kahramanlıkları yakînen biliyordu.

Benim daha sonraki yıllarda Bediüzzaman ile uzun uzun konuşup, ahbaplık etmem
Kastamonu'da olmuştu.

Siz Kastamonu'ya niçin gitmiştiniz?

yılında Tunceli harekâtından sonra bizi Kastamonu'ya sürgün göndermişlerdi. O


yıllarda Bediüzzaman da orada bulunuyordu.

Kastamonu'da Bediüzzaman'la karşılaşmanız nasıl oldu?


Kastamonu'da Hacı İbrahim Dağı vardı. Oraya sık sık giderdi. Dağda dua eder, ibadet
ederdi. Kastamonu'nun yüksek bir kalesi vardı. Bediüzzaman ara sıra bu kaleye de çıkardı.
Diyarbakır Milletvekili Ali Özkan Beyle birlikte yanına gitmiştik. Eski günleri biraz yad
ettikten sonra, bir ara Bediüzzaman bana, "Sizin aslınız nereden gelmidir?" diye sordu.

Ben de bizim aslımızın Asya'dan geldiğini söyledim. Kendisi bu mevzuda daha bazı
sualler sormuştu. Bu ilk görüşmemizden sonra, müsait zamanlarda yanına gidiyordum. Yine
bu aslımız konusunda sohbet ederken, ben bizim aslımızın Zeynelabidin Hazretlerine kadar
uzadığını söyledim.

Kendi benim aslımı ve şeceremi sorduğu için ben de kendisine, "Peki Üstadım, siz
beni sordunuz, ben de söyledim. Peki sizin aslınız ve şecereniz nereye dayanıyor?"

sh:»(s:490)

Kendisiyle samimi bir ahbap olmuştuk. Rahatlıkla konuşuyorduk. Bana şu cevabı


verdi: 'Benim annem evlad-ı Resûl'dendir. Annem Nuriye Hanım, Hazret-i Hasan'a
dayanmaktadır. Babam ise oranın yerlisidir."

Aslına ait bu bilgileri söyledikten sonra "Demek ki asılda birleşiyoruz. Esasat ve kökte
aynı nesle dayanıyoruz" dedi.

Üstada tahsili konusunda bazı sorular sormuştum. Bunlardan birisinde de, bir sene
zarfında bütün ilimleri nasıl elde ettiğini ve nasıl Bediüzzaman olduğunu sormuştum.

Bediüzzaman lâkabını kendisine zamanın büyük âlimlerinin verdiğini, bütün ilimleri


de gençliğinde çalışarak hafızasına aldığını ifade etti.

Kendisiyle başka hangi konularda konuştunuz?

konuşurken şahsiyet mevzuunda konuşmazdı. Din, iman ve Kur'ân mevzularında


konuşurdu. Gayesi insanlığı doğru yola sevketmekti. İnsanı insan etmek isterdi.

Kastamonu'da yine bir gün kar vardı. Bana dedi ki:


"İnsan bu dünyada bir ağaya çoban olur. Veya ona ortakçı olur. Zamanı yirmi dört
saate taksim et. Yirmi iki saat gez, ye, iç, yat, geriye iki saat kalıyor. Bu iki saati ağaya
hizmetle geçirmezse, ne kadar haksızlık ve zulmeder elbette anlaşılır."

Bediüzzaman hep böyle ibadet ve ahlâka ait sohbetler yapardı. Ben 1939 senesinden
sonra iki sene Kastamonu'da kaldım. Kastamonu'dan sonra beni Kayseri'ye verdiler. Altı sene
de Kayseri'de kaldım. Kastamonu'da onunla çok mes'ut anlarımız ve sohbetlerimiz olmuştu.
İman ve fazilet dolu bir şahsiyetti. Bu vatanın yetiştirdiği müstesna bir insandı.

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:491)

$ SAİD KÖKER

Demokrat Parti Bingöl milletvekilliğini yapan Said Köker, 1959 yılının son günlerinde
Ankara'ya gelen Üstad Bediüzzaman'ı Beyrut Palas Otelinde müteaddit defalar ziyaret ederek
görmüştü. Said Köker 1911 senesinde Bingöl'de dünyaya gelmişti. 1989 yılında vefat etti.

[]

Said Köker

Said Köker merhumu Beyazıd'daki evinde ziyaretimde Üstad Bediüzzamanı ziyaret


ettiği günlere ait hatıraları şöyle anlatmıştı:

"Hazret-i Üstad hayatının son günlerinde Ankara'ya gelmişti. O günlerde Ankara


Beyrut Palas Otelinde kalıyordu. O zamanlarda muzır gazeteciler bu büyük zatı çok rahatsız
ediyorlardı. Ben Beyrut Palas Otelinde üç defa ziyaret ederek ellerini öpüp, dualarını aldım.
"Bir ziyaretimde Dr. Tahsin Tola, Muş milletvekili Giyaseddin Emre ve Erzurum
milletvekili Fethullah Taşkesen'le beraberdik. Üstad Hazretleri gençliğinde Gıyaseddin
Emre'nin dedesi Fethullah Efendi ile tanışıyorlarmış, bu zattan sitayişlerle bahsetti.
Mübareğin sesi çok lâtif ve hafif çıkıyordu, hastaydı. Sonra sohbet sırasında yakında gelecek
27 Mayıs musibetini haber verdi. Bizi bu musibete karşı uyardı. Şarktaki Fethullah Efendi
gibi İslâm büyüklerinden bahsederken, bizim isimlerimizi aldı. 'Sizleri de onlar kadar severim'
diye buyurdu. 'Benim partilerle hiçbir alakam yoktur. Dünyada bunlar benim için hiçtir' dedi.
'Yalnız Menderes'i severim' dedi. 'Dahiliye vekili Halkçıları himaye ediyor. Ben isterim ki,
Menderes'le görüşeyim, kendisini Halkçılara karşı ikaz etmek isterim.'

"Daha önceleri bizim Gıyaseddin Emre, bizden habersiz Isparta'ya giderek, Üstadı
ziyaret etmişti. Biz, 'Niye bize haber vermedin?' dedik.

"O da 'Acele oldu, onun için sizlere haber veremedim' demişti. Demek bizim Üstadı
ziyaretimiz Ankara'da nasipmiş. Allah bizlere Ankara'da nasip etti. Ziyaret edip, dualarını
aldık.

sh:»(s:492)

"Şeyh Ali Rıza Üstada çok hürmet etti. O da ziyaret ederek, görüşüp, dualarını alıp,
ellerini öptü.

"Üstad, bizlere eski gençlik günlerinden anlattı. Kendisine teklif edilen


milletvekilliğinden, Şark vaizliğinden bahsetti. 'Ben bunların hiçbirisini kabul etmedim' dedi.

"Başımı okşadı ve bana dualar etti.

"Üstad Hazretleri ilimde, irfanda hiçbir âlim ile mukayese edilemez, deryalar gibi
derin bir irfan sahibiydi. Onun ilmini yüksekliğini tarif edebilmek bizim için imkânsızdır.

"Milyonların Üstadının mekânı ve makamı Cennet olsun."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:493)
$ ABDÜLKADİR AKÇİÇEK

[]

Abdülkadir Akçiçek

"Üstad Bediüzzaman'ın Ankara'da Beyrut Palas Otelinde kaldığını haber almıştım.


Hemen koşarak otele gittim ve oteldeki Zübeyir Ağabeye Üstadı ziyarete geldiğimi
söylemiştim. Zübeyir Ağabey Üstadın o gün çok öfkeli ve celalli olduğunu söyledi, bu yüzden
ziyaret edemeyince gönlüm kırılmıştı. Kendi kendime 'Ben sizi görmek ve ziyaret ederek
dualarınızı almak istiyorum. Huzurunuza layıksam beni kabul buyurun' diyerek
dertlenmiştim. İşte tam o esnada Nevşehirli birisi geldi. Bana, 'Çabuk gel, Üstad geldi' dedi.
Ben de hemen otelin önüne koştum. Böylece dünya gözüyle Üstadı görmüş oldum.

"Hazret-i Üstad âdeta kükremiş bir arslan gibiydi. Çok heybetli ve haşmetli bir hali
vardı. Öfke ve hiddeti her halinden belliydi. Koşarak Hazret-i Üstadın kollarına girdik.
Kendilerini oteldeki odasına çıkarttık. Zübeyir Ağabey ise Hazret-i Üstadın etrafında
pervaneler gibi hizmet için çırpınarak dönüp duruyordu.

"Ben Üstad Hazretlerinin büyük bir velayet sahibi olduğunun kesin inancı
içindeydim."

Abdülkadir Akçiçek 5 Nisan 1960 tarihinde Hüradam gazetesinde 'Onun ardından'


başlığı altında bir yazı neşretmişti. Bu yazı daha sonra Hilal dergisinin Bediüzzaman için
hazırladığı özel sayıda da çıkmıştı.

Onun ardından

Merhum Akçiçek mezkur yazısında şunları ifade ediyordu:

"Mes'ut bir gün, Ramazan gecesi ebedî istirahatgâhına yolcu olan büyük insan. Şu
anda onu ebedi ve sonsuz âlemine teslim etmiş bulunuyoruz. Arkasında onun gözü kalmadı.
Sadece gönüllerde derin bir mevki, akan gözyaşı, sel gibi akan iman sahiplerinin bölünmez
topluluğu.

"Belki bir eşini göremeyeceğiz. Belki bir daha onun boş bıraktığı yer dolmayacak. İşte
gözler bundan yaş akıtır. Gönüller bundan hüzne boğulur. O büyük adamın ruhumuzun
derinliklerinde bıraktığı hüzün sonsuzdur. Allah'a imanımız olmasa belki çıldıracağız.

sh:»(s:494)

Hak yolunun nizamına uymasak belki dağlara düşeceğiz. Ama ne yapalım ki, nizam
budur, yol budur. Her gelen gider. Her fâni ölüm acısını tadar. Ölmeyen, fena bulmayan
budur: Allah ve Onun için kalblerde yaşayan sevgili. İşte o değerli ilim ve din adamımız
gönlümüze ölmeyen Allah sevgisini, hakka, doğruya imanı aşıladı ve sessizce aramızdan
ayrıldı gitti.

"Dünyalığım sağ elimin taşıyacağı kadar olmalı' diyen o mübarek insan zahirde böyle
yaşadı. Gözünü bu fani âleme yumduğu zaman, hasretini çektiği bir şey kalmamıştı.
Düşmanlarına dahi hakkını helâl eden o zat, iman ve İslâm dâvâsından başka bir gaye peşinde
koşmamıştır. Bize, altın, gümüş bırakmadı, ama bunlardan milyar kere kıymetli, Allah
kitabından ve Resulünün sünnetinden ilham alarak yazdığı eserini bıraktı.

"Onun gidişi de gelişi gibi sessiz oldu. Fakat yaşayışı sessiz değildi. Onun yaşayışını,
hayatını, zaman birden açığa vuracak. Iztıraplarla geçen o muazzam yaşayış, onun
gönlümüzde ebedî yaşamasını sağlayacak. Gün geçtikçe gönlümüzde sevgisini arttıracaktır.
Ömrü boyunca zindanlarda geçer gibi bir acı hayat, dertli ömür süren o bahtiyar kişinin hayatı
tarihin unutucağı cinsten değildir. Sevmeyenleri batırmak istedikçe, sevenler ölmez bir
sevgiyle onu ruhunda taşıyacaktır.

"Said... Molla Said... Said Efendi Hazretleri ve nihayet Bediüzzaman Hazretleri. Gün
geçtikçe ismine bir hürmet eki alan elbetteki büyük bir insan namzetidir.. Hiçbir büyük insanı
tarih, sağlığında göklere çıkarırcasına övmemiştir. Eğer varsa, hayatında iken devrildiği
görülmüştür. Fakat Bediüzzaman Hazretleri hergün bir yükselme değerine sahip olmuştur.
Sağlığında böyle olunca, eserleri meydana çıkınca nasıl olur? Bunların cevabını kesin olarak
şimdi söyleyemeyeceğiz, tarih bize gösterecek. Belki o müceddid, belki mehdi olarak anılacak
ve her an ruhundan istimdad edilen bir aziz zat olarak kalacaktır.
"İşte bizler, böyle bir devirde yaşamakla, o zatın ilminden, feyzinden müstefit olmakla
bahtiyar insanlarız.

"Tarih sayfalarını çevirirken zaman zaman, çok değerli insanların bu âleme gelip
geçtiğini görürüz. Onların, sessiz bir gelişlerinde zamanın göstereceği, ufuksuz dâvâların
peşinde koşmalarıdır. Dâvâlarına inanmış kişi olarak canlarını dahi seve seve inandıkları
yolda fedâ edenleri hep görürüz. Her büyük insan zamanını işgal etmiştir. İmam-ı Âzamları
düşünelim. Şafiileri düşünelim. Hanbelileri hatırlayalım. Mansurları görelim. Bundan sonra
gelenleri bir göz ucuyla tetkik edelim. Bunların hepsi, devrini kucak kucak dol-

sh:»(s:495)

durmuş ve bucak bucak sarmış. İşte büyük insan böyledir. Bulunduğu zamanda
herşeyi meşgul eder. Sessiz yaşar, ama bu sessizlikte kâinatı coşturan, derin, içli hareketler
görülür...

"İşte devrinde herşeyi meşgul eden Bediüzzaman Hazretleri köşesinde sessiz yaşadı,
ama her şey onunla meşgul oldu. Matbuat ondan bahsetti. Siyaset adamları ondan konuştu.
Devlet adamları ona ilgi gösterdi. Halk onu sevdi, bağrına bastı. Ve nihayet ölmez bir sevgi,
bir aşk, yılmaz, usanmaz bir iman kuvveti aldı, sonunda fani cesedi toprağa verdi. Kalblere
aşıladığı iman kuvvetiye baş başa kaldı. İşte herşeyiyle devrini dolduran büyük insan.

"Bediüzzaman Said Nursi, sessiz yaşayan büyük insanlardan biri. O ne kâşaneler


kurdu, ne servetler elde etti. Çevresinde çocukluğu hârika olarak tanındı. Gençliği hep
mücadele ile geçti. Yılmadı, usanmadı. Tek başına dağlardan geçti. Her şeye sonsuz bir
iştiyak duydu. Tabiatı gördü, onda tevhid mühürlerini okudu, manzarasına hayran oldu.
Kuşları gördü, hal dili ile onlarla söyleşti. Yapraklara, ağaçlara baktı, onlarda Allah'ın
binlerce hikmetini, sırrını sezdi. Yerdeki karıncalara baktı, yediği yemeğin tanesini onlara
tahsis etti. Mağaralarda çileler çekti. Vatan ve milletin aşkıyla yandı, tutuştu. Cihan Harbinde
gönüllü alay kumandanı olarak cephede bir kahraman gibi çarpıştı. Rus ordularına esir oldu,
onlara boyun eğmedi. Türk gücünü, İslâm şehametini onlara gösterdi. En büyük
kumandanların dahi önünden kalkmadı. Ve nihayet birkaç yıl sonra memleketine döndü.
Memleketinde bulunduğu müddet içinde hapisler, sürgünler, zindanlarda hayat sürdü. Her
gittiği hapisten çıktı. Her verildiği mahkemeden beraat etti. Bunların hiç biri onu yıldırmadı.
İnandığı Allah ve Peygamber yolunda onu geri çevirmedi. 'Beşikten mezara kadar ilim
öğrenin' diyen Allah Resulünün yolundan ayrılmadı. Gayesi, insanları, bilhassa gençliğin
komünizm şerrinden kurtarmak, kalblerine iman aşılamak, Allah, Peygamber, ana, baba ve
vatan sevgisini yerleştirmekti. Her güçlüğe rağmen, dâvâsını yılmadan gerçekleştirmek için o
büyük insan böyle çalıştı.

"İşte sessiz bir hayat. Bir asırlık insan ömrü. Berrak, temiz, nur gibi bir hayat... Nur
gibi bir insan. Onu bir defa gördüm. Konuşurken insan kendini bu âlemden sıyırıp, öte
âlemlere varmış sanır. Sanki bir ruhaniyet âleminde yaşar.

"Bir asır kadar evvel Anadolunun yalçın dağları arasında dünyaya gelen bu büyük
insan, şimdi yine Anadolunun bir köşesinde maddi varlığını terk etti.

"Taşıyla toprağıyla nur olan Anadolu, bir nur daha bağrına bastı. Öyle bir nur ki,
ölümsüz bir aşk zinciri manzumesini andırıyor."

(N.ŞAHİNER)

sh:»(s:496)

H. MAHMUD HASIRCI (Erbaşı)

1928'de Şanlıurfa'da doğdu. Uzun yıllar terzilikten sonra, bakkaliye işleriyle


uğraşmaktadır. Cömertlik, safvet, samimiyet ve ihlâsın nurlu aydınlığında yaşayan bir Nur
talebesidir. Urfa'nın İpek Palas Otelinde Üstad Bediüzzaman'ı en son ziyaret eden
Urfalılardandır. Belki de en sonuncu şâhitler'in dilinden'dir.

[]

Mahmud Hasırcı (Erbaşı)


Hacı Mahmud Hasırcı Üstadı ziyaretini şöyle anlatıyor:

"Dediler ki: 'Üstad gelmiş.'

"Otelin önündeki kalabalıktan geçilmiyordu. Fakat Yusuf Uruntaş ile birlikte aradan
sıyrılarak yukarıya çıktık. Üstad, otelin 27 numaralı odasındaydı. Kapının önünde yere
oturduk. Yusuf Uruntaş Kur'ân okumaya başladı. Ben de salavat getiriyordum. Bizlere
kolaylık olsun diye Zübeyir Gündüzalp Ağabey kapıyı açmıştı. Kapı açılınca Üstadın
mübarek nur yüzlerine baktım. Üstad ağır hastaydı, uzanmıştı. Ben o sırada salavatı bağırarak
getirmeye başladım. Heyecan içindeydim, Az sonra Zübeyir Ağabey kapıyı kapattı.

"Ertesi günü otele yalnız geldim. Baktım polisler gelmiş. Birden kapıyı açtılar. Ben de
hiç oralı olmadan doğrudan doğruya yukarıya çıktım. Baktım Bayram Yüksel Ağabey
oradaydı, selâm verip yanına oturdum. 'Sen Üstadla görüştün mü?' diye sordu.

"Gel kahraman kardeşim"

"Dün görüştüm' dedim.

"Ben sana gel dersem gel, gelme dersem gelme'dedi.

"Peki' dedim. Kapıyı vurup, içeriye girdim. Kapıda Zübeyir Ağabey vardı. Üstad
baktım, gözleri berrak mavi, saçları kınalı, başında o heybetli sarığı vardı. Tam kapıyı
kapadılar, ben geri döndüm, arkama bakayım dedim, baktım Zübeyir Ağabey, 'Gel kahraman
kardeşim' diye çağırdı, ben de hemen gittim.

sh:»(s:497)

"Üstadın ayak ucunda bir tabure vardı. Zübeyir Ağabey orada oturuyordu. Üstad
Hazretleri, Zübeyir Ağabeye hitaben, 'Niçin gelmiş, ne istiyor?' diye sordu. Üstadın sesi hafif
çıkıyordu. Bunun üzerine, Zübeyir Ağabey bana, 'Niçin geldin, ne istiyorsun?' diye sordu.
"O zaman fikrimde hiç birşey yoktu. Aniden, 'Evlatlığa ve talebeliğe kabul etmesi için
geldim' dedim.

"Baktım Üstad Hazretleri başını salladı. 'Evet' dedi.

"Zübeyir Ağabey, 'Gel, otur' dedi.

"Oturdum. Az sonra kalktım, Üstadın elini öptüm. Zübeyir Ağabey, 'Kalk ve hemen
çık, Üstadla görüştüğünü de kimseye söyleme' dedi.

"Ertesi gün içim çok sıkılmıştı. Yine 27 numaralı odaya girdim, Üstad beni
sakalımdan öptü. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benimle görüşmüştü, yine niye geldi?'

"Ben Zübeyir Ağabeye, 'Geldim, ama bu defa gitmem Ağabey' dedim.

"Baktım Üstad Hazretleri tebessüm buyurdular.

"Zübeyir Ağabey bana, 'Haydi emniyete gidelim' dedi. Ben Emniyet Müdürünü
tanıyordum. Zübeyir Ağabey tanımadığı için beraberce gittik.

"Emniyet Müdürü, 'Üstadı Urfa'dan götüreceksiniz. Şayet götürmezseniz, biz cebrî


olarak göndereceğiz, Üstadınıza söyleyiniz.' dedi.

"Zübeyir Ağabey ise, 'Biz Üstadımıza birşey söyleyemeyiz' karşılığını verdi.

"Evet, biz camidiz"

"Müdür, 'Siz camid misiniz?' dedi.

"Zübeyir Ağabey, 'Evet, biz câmidiz, Üstad bize tekmesini nereden vurursa biz oraya
yuvarlanırız. Üstadımız ne derse biz onu yaparız' şeklinde karşılık verdi.

"Canımız sıkıldı, oradan döndük, geldik. 'Ne yapalım?' diye düşünürken, 'Üstadı
heyete havale edelim, muayene etsin, birşeyi yoksa rapor alırız' dedik.

"O zaman hükümet tabibi Hasan Bafri'ydi. Doktora haber gönderdik, az sonra geldi.
Üstadın koluna, ağzına ve başına baktı, 'Bu ihtiyar 1000 kilometrelik yolu nasıl gelmiş, 40
derece ateşi var, bir
sh:»(s:498)

yere gidemez' diye rapor yazdı. O gün akşam üstü Üstad, saat 2-2.30 sıraları vefat etti.

"O gün sabah erken Üstadı ziyarete gidiyordum. Abdullah Yeğin Ağabeyi yolda
gördüm, Üstadın vefatını ondan öğrendim.

"Daha sonra Zübeyir Ağabey ile beraber 250 yere tel çektik, herkesi haberdar ettik.

"Oradan Üstadın cenazesinin bulunduğu otele gittim. Ben o sırada Üstadın ayağını
öptüm. Üstadın şalvarı ve sarığıyla birlikte tabuta koyduk. Ondan sonrada ben tabutu
kucağıma aldım, aşağıya indirdim. Cenazeyi Dergâh'a götürdük, orada yıkandı. O esnada
Zübeyir Ağabey, Molla Hüseyin, Elazığlı Ömer Hoca, Molla Hamid hoca (o gün itikâftan
çıkmıştı) gibi pekçok hoca vardı. Kefeni Zübeyir Ağabeyin yanına getirdim. Kefeni sararken
yağmur da tane tane yağıyordu. Üstadın göğsünde bir delik vardı. Üstadı birçok defalar
zehirlemişlerdi. Bütün bu zehirler kuş yumurtası kadar Üstadın göğsünde kahverengi bir iz
bırakmıştı. Cenaze daha sonra namazı kılınmak üzere Ulu Camiye getirildi.

"Gazeteciler getirilmişti. Fotoğraf çekmeye başladılar. Bir hayli telâş çıkardılar.


Oranın mânevî havasını iyice bozdular.

"Üstadı defnederken Abdülhamid adlı bir komiser 'Yasin' okuduğu için daha sonra
görevinden olmuştu.

Üstadın mezarını kıran yüzbaşı

Mayıs İhtilâlini müteakip Üstadın mezarının parçalanıp naaşının nakli hasat zamanına
denk gelmişti. Biz dağdan gelmiştik, Üstadı götürmüşlerdi. Hadiseye şöyle müttali oldum.

"O gün ben damda yatıyordum. Sabahleyin üstümüzden bir uçak geçti, kalktım,
'Askerî uçak mı Ahmet?' dedim.

"Evet' dedi, 'Askeri uçak.'


"O sırada üzerimde bir ağırlık hissetim. Gözümü açtım, baktım gerçekten askerî uçak.
Ziya Küçük diye bir kardeşimizin kardeşi vardı, az sonra geldi. Kapıyı vurdu, aşağıya indim,
kapıyı açtım, baktım kekeme konuşuyor.

"Aman... Aman... Ağabey Üstadın mezarını kırıp çıkarmışlar...'

"Dedim, 'Hiç merak etme kardeşim Mustafa! Zaten Üstadın vasiyeti vardı.'

"Mustafa'yla beraber mezarın bulunduğu yere gittik, çok kalabalıktı. Temizlik


yapıyorlardı. O gün vazifeli olan yüzbaşı, askerlere, 'Mezarı kırın!' deyince birisi ben kırmam
dediği için onu öldürmüşler, diye duymuştuk.

"Aynı gün Yusuf Paşa Camiinde, hudutta öldüğü söylenen bir askerin cenaze namazını
kıldılar. Aradan 15-20 yıl geçmişti. Hacı Mahmut Abacı isminde bir baba dostu vardı.
İstanbul'da ziyaretine gitmiştim, bana şöyle demişti:

"Ya, Mehmed Kardeşim! Üstadın mezarını kıran yüzbaşı geçenlerde felç olmuş, bir
odaya atmışlar, bakılmaz bir hale gelmiş, o şekilde eziyet görmüş, sonra perişan bir halde
ölmüş gitmiş."

You might also like