Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
Giriş
Bir şairin, pek çok şairden etkilenmesi, diğer şairlerle bağ kurması bir zenginlik
sayılabilir. Ancak bu durumda şöyle bir soru(n) işletilebilir: şair, zenginleşme
kisvesi altına kendi güdüklüğünü mü yerleştiriyor acaba? Şiir eleştirilerinde
biçem, hele hele karşılaştırmalı biçem çalışmaları yaygınlıkla
gerçekleştiril(e)mediğinden, şairler arası ilişkiler genellikle incelenmeden
kalmaktadır. Bunun iki temel nedeni vardır kanımca. Biri, şiir okuru sayısı.
Diğeri de okur sayısı az olan bir alanda derinliğine, zorunlu olarak alansal
terimlerle yüklü olacak bir çalışmanın meraklısının iyice az olması. Yazma
politikası idealizmden, kendini geliştirmekten yoksunlaşınca, yazma işi
ekonomiye dayalı bir hal alınca, bu tür çalışmaları araştırıcılardan beklemek
safdillik oluyor. Bir de işin eğitim cephesi var. Bu tür araştırıcıları hangi
fakülte yetiştirebilir? Diyelim kendi kendini yetişirdi ve iyi bir çalışma ortaya
koydu. Şiir arenasında, özellikle vasat düzeylilerin kılıç şakırtısından, mermi
seslerinden geçilmediği arenada böyle bir araştırıcının sesi duyulur mu hiç?
Bunları niye anlatıyorum? Hilmi Yavuz şiiriyle ilgili bir sav ortaya atacağım:
Hilmi Yavuz biçemi karma bir biçemdir. Pek çok şaire öykünerek oluşturulmuş
bir biçem. Kendi olamamış, yolunu bulamamış bir biçem. Bu yüzdendir ki
yamalarla gidilen yol çabuk tükenmiştir.
2
Bu dizede “şeyler” yinelenmiş. Birinci kullanımda duymak fiilinin
tamamlayıcısı (tümleci) durumunda olan “şeyler”i niteleyen “bir”, “herhangi
bir” anlamında ve belirsizleştirici. Özne bazı sesler algılıyor ama bu aşamada
ayırdında değil. Daha doğrusu önce ayırdında değil gibi yapıyor. Zira bir
açıklama getiriyor duyduklarıyla ilgili. Ne duyuyor “sesler”. Burada “sesler”in
temel bir işlevi var. “Sesler”in açıklayıcı olarak verilmesi duymak fiilinin
hissetmek anlamını dışarıda bırakıyor. Ve işitmek anlamı netleşiyor. Ancak bu
netlik uzun sürmüyor. Hemen ardından eşya (soyut ya da somut nesneler)
dünyasına geçiliyor. Böylece yine hissetmek anlamına dönmüş oluyoruz.
Netlik kayboluyor. “Bir şeyler”, “sesler ve şeyler” olarak açımlanırken, bir
yandan belirsizlikten belirliliğe geçme çabası, bir yandan da duymak fiiliyle
ilgili işitmek ve hissetmek fiileri arasındaki git-geli yaşatıyor bize. Bu, oyunun
temel özelliklerindendir. Dizeyi bitiren soru işaretinin işlevi de hem açıklama
gibi gelen ifadeyi soruya, kuşkuya dönüştürüyor, hem de belirsizle başlayan
ifadeyi belirsizle sonlandırmış oluyor. Edim düzleminde şöyle bir yapılanma
çıkıyor ortaya:
3
yapılandırma olanaklı mı? Bu şairin şiir yeteneğine, dili işleme yeteneğine
kalmış bir durum. Ama özellikle iki /s/ sesi içeren ve /s/ sesinin egemenleştiği
bir sözcük seçiminin ardından /ş/ ile başlayan bir sözcük seçimi türk dil yapısı
için uygun değil. Bu uygunluk mutlaka gözetilmeli mi? Hayır. Uygunluklar
gözetilmediğinde, bozma, başkaldırı gündeme gelebilir ki bu durumda böyle bir
edimselleştirmeye uygunluk soruşturulur. Hilmi Yavuz gibi şiirinde sese,
müziğe dikkat ettiği düşünülen bir şairde bu uygunsuzluk bağışlanamaz.
2.
“Benzer yinelemeyi “o” zamiriyle de yapıyor:
“neydi o, deli gibi! Kayıp o liman;
ne zaman yaşandıydı, sahi, o olay?” (s: 29)
3.
“beklerse bizi bir yolcular bekler; / uçurum... dur düşer, çocuktur, derin
bitti bitiyor... derken eski melekler / yazdılar annesine yaslı kelimelerin... ”
(s: 30)
Şiir elbette düz mantıkla, düz yazı tarihselliği ve gelişimiyle okunmaz. Evet şiir
saf mantık değildir, zira heyecanlara (da) seslenir, heyecanları harekete geçirir.
Ama heyecanların da mantığından söz edilebilir. Hatta mantıksızlığın
mantığından bile. Ancak şunu da hatırlamakta yarar var, şiir belirli kavramları
4
odağa almakla derinlik kazanmaz. Özellikle Hilmi Yavuz gibi arı, derin şiirin
ardında olduğunu ileri süren, “Şairi Azam”lığa oynayan birinin,
anlamlandırmaya açık okurlarına, gerçekten derinlerde gezindiğini
gösterebilmesi gerekir. Yoksa “saf” şiir kuracağım derken öbür anlamıyla saf
şiir kurmuş olur. “Beklerse bizi bir yolcular bekler”. “Biz”i niye yolcular
bekler? Biz, sürücü (şoför, pilot vb) mü? Taşıt mı? Genel başlık “Yol şiirleri”
olduğuna göre yolcular yolu mu bekler? Hem sonra yol ve yolcu bağlantısından
çıkarılabilecek bir ilişki midir beklemek? Burada “biz”in kimliği karanlıktadır.
Bu karanlık, şairin karnına kadar gider. Yolcunun “biz”i beklemesi simgesel
düzeyde ayni ülküye adanmış kişilerin önderleri beklemesi olarak da
düşünülebilir. Necip Fazıl imgesiyle, “ben”i yüceltecek, “ben”e alkış tutacak
tilmizler tayfası kastediliyor olabilir. Bu durumda da burada anılan “biz”in
yapaylığından, ya da burada, “ben”e biçilen yüksek değerden söz edilebilir.
Dikkat edilirse sözlük anlamdan simgesel anlama geçerek anlamsız
sayılabilecek bir dizeye belirli bir anlam yükledik. Yapay diyorum zira dizenin
devamı bu anlamlandırmayla ilerleyemiyor. “Uçurum… dur düşer”. Bu ifade
ilintilendirme ve anlamlandırma açısından sorunsal. Kim/ne düşer? Niye düşer?
“dur” bir uyarı ifadesiyse “düşer”le nasıl bağdaşır? Eğer “dur”, “uçurum”un
yüklemseli ise yine de ilintisiz ve anlamsız. Burada, sözceleyenin (şairin) tüm
bilinmezleri hem bir devam, hem de bir eksiklik işlevi yükleyebileceğimiz üç
noktayla çözdüğü düşünülebilir mi? Okur bu denli bilge mi? Yoksa şairin
sandığı kadar saf mı? Şairin “derin” sözcüğünü hem çocuğa, hem de
“kelimelerin” sözbirimine abandırdığını da görmezden gelmiyorum elbette.
Ancak bu da şiir yetisi ve şair ruhsalı ile ilgili gerçekliklere iletiyor bizi. Şair,
bizi “derin kelimeler”le, giderek derin anlamlarla karşı karşıya bıraktığı sanısı
içinde. Ama onca deşelemeye karşın bir şey çıkmıyor. “Çocuk” ile “derin”
arasındaki ilişki ele alındığında, bir yandan kendi ile “çocukluk”, simgesel
olarak saflık arasındaki ilişki, bir yandan da derin olanla arı olan arasındaki
ilişki işletilebilir.
4.
“ben yine bahçemleyim, bu belki kendimleyim /mi demek?” (s: 15)
5
–demek-) hem bir bildirme, hem de kuşku ifadesi. Zira ifade birleşik (iki
yüklemli. Dolayısıyla iki ifadedir: (ben belki kendimleyimdir) ve (bu, (x)
demektir). Bunlardan ilki kuşku ifadesi iken ikincisi bildirme ifadesidir. İlk
ifade ile ikinci ifadenin bir parçası olan (ben belki kendimleyim) ifadesinde bir
aynalama, aynileştirme edimi var: ‘bahçe = kendi’. Ama ‘belki’ aynadaki
görüntüyü puslandırıyor. Görüntü net değil. Giderek anlatım ve de şairin zihni
net değil. Burada şunu da dikkate sunmalıyım: HYavuz, oyunbaz olduğu, ikide
bir okura zar attığı için, bu ‘belki’ kendisi için değil de okur içindir. Yani şair
için (ben kendimleyim) anlamına gelirken okur bunun ayırdına varamıyor
olacağı için bir uyarı işlevi görebilir ‘belki’. Tıpkı şu ifadede olduğu gibi “sen
nerden biliyorsun ben belki içimden dua ediyorum”. Yani ‘belki’, bu durumda
bir kuşku değil de dikkate alınmayan bir olasılık, olabilirlik, ‘ben’in kendini
savunması, göründüğü gibi olmadığı göründüğünden başka (şey) olduğu, başka
(şey)le bağlantılı olduğu gösteren bir anlatıma da sahip. Ancak üçüncü ifade
bürünsel bir değerde. İfadeyi sorulaştırıcı yalnızca. İfade devrikleşince
sözdizim değişmiş. Hitabedilen kişide (okurda) yaratılan kuşku, soru işaretiyle
anaforikleşiyor. Önce bir kuşku yaratılıyor, ardından bu kuşkudan kuşku
yaratılıyor. Kuşkudan kuşku yaratılması okurun ilk yorumuna “sen ve bahçe”
ayrılığı, ama giderek “sen yalnızsın” yorumuna bir dönüş olasılığını yeniden
işletiyor. Şiir bir anlamlandırma, bir mantık oyununa dönüşüyor. Fazladan
görünen “belki”nin işlevi bu. Şair kendini önce dış dünyadan soyutla(n)mış
olarak gösteriyor. Bahçesiyle, eviyle sınırlanmış, yalnız, kimsesiz. Ardından
öyle olmadığını kendisiyle olduğunu, yani içindeki ‘ben’ ve ‘kendi’yi
kişileştirerek ayrı varlıklar haline getiriyor. Dolayısıyla yalnızlık içinde
olmadığını bir olasılık olarak sunduktan sonra ‘acaba’lamayla bitiriyor. Bu
dizeyi şöyle yazabiliriz: “Yalnızım. Belki değilim. Acaba”. HYavuz’un,
Cenneti olmayan, cinnete giden bir üçlüsü olduğu söylenebilir. Yalnızlığı
Cehennem olarak düşünürsek kendini ‘belki’yle Araf’a atıyor. Ama Cennet’e
(belki aşka) varamadan Araf’ı (ikinci Araf’ı) yeniden kuruyor. Burada yeniden
gibi yapma giderek oyun ve ‘ben’in ruhsalı kavramları göz ardı edilmemeli.
İtiraf ediyorum: bu anlamda ‘belki’ fazladan değil, hem şairin ruhsalını, hem de
şiirin yapısını anlamak için gerekli. İfade kendi içine katlandığına göre şiir de,
şair de kendine katlanıyor diyebiliriz. Eskiden fotoğrafların negatifi ya da halk
diliyle söylersek arabı vardı. Tıpkı onun gibi olumsuzluğuna katlanıyor (iki
anlamda da) şiir ve şair. Sıra okurda.
5.
Hilmi Yavuz, şiirini oluştururken bazen bir uyağın (ya da sesin), bazen bir
sözcüğün, bazen da bir dizenin boyunduruğuna giriyor. Şiiri bir ses, bir sözcük
ya da bir dizenin odağında, etrafında geliştiriyor. Bu yüzden odağa alınmış
olanının dışında tüm söylenenler bir ögeyi öne çıkarmak için yapılmış oluyor.
Bu nedenle de Hilmi Yavuz’un şiiri bir sesten, bir uyaktan, bir sözcükten,
bazen da bir dizeden ibarettir, denebilir.
6
“Kolay değil, her zaman zaman
Bir gülde tıpkı bir yolda mola
Verir gibi durmak...
Aman—
Vermez geçit, selvili durak!” (s: 25)
6.
“ona yollanır gibi, sen, uzun;
bir yoldur gider de varmaz iline,
bir gülden ötekine kayıp, yalnızın...” (s. 16)
7.
“bu da eski kitaptaki vedaa
baktı baktı da sonra, dedi ki: “a, a...” (s: 31)
8.
“yolculuk ve mola” adlı şiirdeki “aman/an/olan” uyaklaması da
kendiliğindenlikten uzak. Ve yine “aman” ve “an” (zaman) birlikteliği
7
dikkatimizi çekiyor. Doğrusu bu, belirli ses ya da terimlerin takınağından
kurtulamamayı, sıkışıp kalmayı işaret etmektedir.
Hilmi Yavuz, bir metnin içinde sesleri gezdiremeyince, yani sesleri anlamlı bir
anlatıma koşut, işlevsel bir kendiliğindenlik içinde buluşturamayınca zoraki
ses benzerliklerinden yararlanma yolunu seçtiği için, okuma edimi sonunda,
okurun aklında sadece gereksiz yinelemelerin tınıları kalıyor. Söz değeri, ses
değerine indirgeniyor. Yukarıdaki alıntıda “geçti”/ “geç”, “sis”/siz” örnekleri
böyledir. Hatta sis/siz sözbirimlerinin bir arada kullanılmış olması, sesel
yakınlaştırmanın bataklaşmasına örnek sayılmalıdır. Ses ardında olan bir şair
böyle bir hissizliği nasıl gösterebilir?
10.
Hilmi Yavuz, sözcüklerle oynarken bazen onları kendi içlerinde parçalara
ayırarak bir sese, bir anlama dikkat çekmek ister:
Siyah mı anmak kendini, bir an” (s: 25)
11.
Dolaylı anlatımda gömük söylem:
Terimle önceden karşılaşmamış olanlar için kısa bir açıklama yapayım. Bir
başkasının ifadesinin anlatımı doğrudan ve dolaylı olarak ikiye ayrılır. Bunlar
da kendi aralarında bağlı ve özgür olmak üzere ayrılır.
8
A dedi ki : “neler gördüm neler!”.
Başka bir açıdan baktığımda bu ifadeler için bir ‘aktarılan söylem’den bir de
‘aktaran söylem’den söz edilebilirim. Ki bunlar konu açısından daha genel
terimlerdir. Bu durumda “neler gördüm neler” ifadesi aktarılan söylemdir.
Diğerleri de doğrudan ya da dolaylı aktaran söylemlerdir. Aktarma ifadeleri
şiirde sıkça karşılaştığımız bir anlatım biçimi değildir. Hilmi Yavuz’da bu
anlatım biçimi farklı birleşimlerle sunulur. Aktarılan söylemin ifade içinde
nitelendirilmesi aktarılan söylemi daha kaynaştırır aktaran söyem içine. Bazen
aktarılan söylemin aktaranı olmuyor. Sadece bir tümcenin nitelenen bir nenine
(geleneksel dilbilgisine göre “ad”ına) dönüşüyor:
12.
Hilmi Yavuz bazı şiirlerinde bilinen bir söyleme biçimindeki bir sözcüğü
değiştirerek hem bilinen söylemin anlamını korur, hem de anlatımını yeni
anlamlara açar. Hatta bunu yaparken yeni bir imgelem geliştirir:
9
13.
Hilmi Yavuz, “Yolculuk Şiirleri”nde, dolgu maddesi gibi duran biçimbirim
(yukarıda andığım ‘yalnızın’), sözcük, ifade kullanır:
Elbette bu, onun saf şiir savına hiç uygun düşmez. Dille oynayarak, dili
çekiştirerek arınmış, yoğun şiire ulaşılamaz.
14.
Hilmi Yavuz, sesin peşindedir?:
15.
Hilmi Yavuz, şiirinde karşıtlık sunan söz-birimleri aynı yerde beraberce
kullanarak bir karşıtlamaya açılır.
16.
Hilmi Yavuz ikilemelerle oynar:
17.
Bazı şiirlerinde bir başlangıç, bir son yoktur. Söz musikiye, şiire dönüşmek için
bir vesiledir. (Hilmi Yavuz şiirinin müziğinde (klasik) türk sanat musikisinin
ritmi sezilir.
10
(Bak: s: 20-21)
18.
Başkaları tarafından da dikkat çekilmiş olan Hilmi Yavuz’daki ses özelliği bile
kendini özensizlikten kurtaramaz. Bazı söyleyişler ses kakışması yaratacak
biçimde dizilmiştir: “Beni yazlara bağlayan bağlar..” (s: 28)
19.
Hilmi yavuz, dizeyi ağırlaştıran, eski deyişle sakilleştiren çok heceli söz-
birimler kullanır:
20.
Hilmi Yavuz şiirinin önemli bir özelliği aforizmatik deyişlere kaygan bir geçit
açmasıdır. Burada kaygan sözcüğünü hem şiir oluşturmada kolay bir sapak
olduğunu, hem de şiiri zaman zaman bozduğunu anlatmak için kullanıyorum.
“her şeyi Aşk bilir, ona sor, / bir gülün bin yılını...” (s: 53)
21.
Hilmi Yavuz, bir yandan aynı sözcüğü köprüleştirirken, onu geçiş ögesi olarak
kullanırken birden anlatımı bağlantısızlaştırıp, kendi öznel çağrışım dünyasına,
kimbilir belki de raslantısallığa, boşluğa teslim eder:
Anlam ve anlatım
Anlam ve anlatım arasında oluşturulan uçurumları, onun tek bir şiirini
inceleyerek göstermeye çalışacağım. “yolculuk ve veda” şiirinde anlamsal ile
anlatımsal arasındaki, kolay anlaşılmayacak göndermeler ve anlatımda
oluşturulan uçurumsu boşluklar, keskin geçişler anlatımı, dolayısıyla izlemeyi
zora sokmakta, zigzaglaştırmaktadır. İki düzey arasında alışılmış bir bağlaşım
11
yoktur. Yani anlamlandırma açısından metnin anlatımı, bir eşzamanlılık
sunmaz.
yolculuk ve veda
12
dikkate alırsak bunun kullanım değeri “ne para, ne pul”dur. Yani her halükarda
terk edilmeye, vedaya konu, hem maddi hem manevi değerlerdir.
13
Bu dörtlükte son iki dize yama gibi duruyor. Sanırım bu şiirde H.Yavuz’un tüm
sıkıntısı “Ben” ve Mallarmé’dir. Oğulun babaya kendini gösterme, kanıtlama
çabası.
Konuşan çiçek, sözceleyen ben ve bir şiiri sözceleyecek olan özne son
dörtlükte bir araya getirildi. Ancak çok rafine bir biçimde. Zira üç ayrı özne,
tam anlamıyla gizli özneler olarak var. Bunlar hem ayrı ayrı öznelerdir, hem de
tek özne olabilir. Zira “bir şiir”i yazacak özne, ileride kendisi de olabileceği
gibi, bir başkası da olsa yine Hilmi Yavuz’a benzeyen, onun mayasından bir
özne olacağı için yine de hepsi ayni özne sayılabilir.
14
birimleri zamana (şimdi ve geçmiş) odaklanırken, şairin söylemiyle geleceğe
uzanma, bir bağ atma gerçekleştirilir.
Batıya Yolculuk :
Hilmi Yavuz’un Yol Şiirleri kitabındaki “Batıya Yolculuk” bölümü “Yol
Şiirleri” bölümüne göre daha rahat, uyak boyunduruğundan, dolgu dizelerden,
ses cambazlıklarından arınmış şiirler. Betimsel şiirleri daha başarılı.
Sonuç:
Hilmi Yavuz, şiirini kurarken tematik bir tezgah oluşturuyor. Akşam Şiirleri,
Çöl şiirleri, Yolculuk Şiirleri vb. Ancak bu temalar zaten daha önceki
şiirlerinde de işlenmiş. Böylece dizi film gibi nesnesini çekiştirmiş oluyor. Ve
bu nesnenin altına gizlediği hep kendi üstün beni.
15
“Yolculuk Şiirleri”nden önceki şiir kitaplarından konuyla ilgili bazı alıntılar
yapmak istiyorum. Bunlar gerek anlam, gerek anlatım olarak “Yol Şiirleri”yle
karşılaştırılabilir.
“bir yolculuk bizimki, hani durak, yol nerde/hangimiz ötekine güz oluruz ya da
sır?”,
“ağır yolculuklarla hafif ipeklilerin/bir koşu kitap, bir tutam annesi/ve sırmalı
kürkün…”,
16
bir sanı şiirine dönüşmüştür. Akşam, hüzün, zaman, kuyu, gül, yolculuk,
yalnızlık sözcüklerini (bunlara “derin” de eklenmeli) tüm şiirine yayıyor. Böyle
olunca yolculuk şiirleri yazmış, akşam şiirleri yazmış, zaman şiirleri yazmış bir
şey değişmiyor. Ansiklopedi yazar gibi şiir yazılmaz. Şu da belirtilmeli “derin”
sözcüğü geçince şiir anlamsal açıdan derinlik kazanacak diye bir şey yok, “bal”
sözcüğü geçince ballanmayacağı gibi. Bu noktada gerek “Su kasidesi”, gerekse
Süskind’in “Koku” romanı güzel birer örnek olarak duruyor önümüzde. Hilmi
Yavuz bunu bilmeyen biri değil! Ama bilmekle yapmak arasında çok uzun bir
süreç var.
Hilmi Yavuz, şiire sol bir söylemle girdi. Sonra küçük burjuva damarı tüm
kişiliğine ve şiirine baskın geldi. Onun tek sabiti en üstün benidir. Her
duruşunda bir ‘gibi yapma’ egemendir. Her mekanda, her ideolojide ilk
görünen o olmalıdır. Her şey onun için kendi adına bir kullanmalıktır. Şiirinde
de anlam kaypak bir zemindedir. Çocukluğumda, derelerde balık yakalamak
için suyun akışını daraltan, geçitleyen yerlere ‘kaygana’lar kurulurdu. Bunlar
suyun akışı yönünde su seviyesinden biraz yükseltilmiş, dallardan örülü bir set,
ayni zamanda bir sepetimsi gibiydi. Suyun akışına kapılmış balık kendini
kayganada bulurdu. Yani kaygana bir tuzaktı. Hilmi Yavuz şiiri bir kaygana,
kaydırak şiirdir. Derenin akış sesine kapılmamak gerek.
17