You are on page 1of 18

Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

Panel

“22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

25 Aralık 2008 Perşembe, Saat 16.00 – 18.00

Oturum Başkanı: Talip KÜÇÜKCAN

Konuşmacılar:
Tanju TOSUN,
Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Tarhan ERDEM,
KONDA Yönetim Kurulu Başkanı ve Radikal Gazetesi Yazarı
Nur Betül ÇELİK,
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
 

Talip Küçükcan: Siyaset Ekonomi Toplum Araştırmaları vakfı adına hepinize hoş geldiniz diyorum. 

Bugün    “22  Temmuz’dan  29  Mart’a  Siyaset”  ana  başlığı  altında  panellerimize  başlayacağız.  Bunun 

ilkini CHP ile gerçekleştireceğiz. Daha sonra MHP, DTP ve AKP ile yola devam edeceğiz. Bugün CHP 

ve Türkiye’de sol konularında oldukça birikimli üç tane konuğumuz var, fazla zaman kaybetmeden 

ben sözü kendilerine vermek istiyorum. İlk konuğumuz Nur Betül Çelik; kendisi Ankara Üniversitesi 

İletişim  Fakültesi  öğretim  üyesi.  Sol,  CHP,  Kemalizm  ve  hegemonya  konularında  çok  fazla  sayıda 

çalışması  var.  Bize  CHP’nin  ve  özellikle  Türk  solunun  Kemalizm’le  karşılaşmasını  ve  geçirdiği 

dönüşümleri anlatacaklar. Biraz da son aylarda ve son günlerde CHP’nin yaptığı açılımlar ve bunların  

yerel  seçimlerle  ilişkisi  konusunda  bizi  bilgilendirecek.  Daha  sonra  Ege  Üniversitesi’nden  Tanju 

Tosun hocamız konuşmasını yapacak. Son olarak hem siyasi aktör olarak uzun süre siyasette bulunan 

hem  de  araştırmalarıyla  kendisini  tanıdığımız  Tarhan  Erdem  Beyefendi  konuşacak. 

Konuşmacılarımızdan sonra soru‐cevap kısmına geçeceğiz. Buyurun hocam. 

Nur Betül Çelik: Teşekkür ederim. Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Ben konuşmamı şöyle planladım: 

Öncelikle  Türkiye’de  bugün  içinde  bulunduğumuz  politik  ortamla  ilgili,  bundan  sonra  seçim 

sürecinde  de  siyasi  partilerin  duruşlarını  etkilemesini  beklediğim  saptamalarım  olacak.  Böyle  bir 

ortamda  siyasal  partiler  hangi  gerilimleri  yaşayacaklar,  nelerle  yüzleşmeleri  gerekiyor,  hesaplaşmak 

zorunda  oldukları  temel  gerilimler  neler,  bunlarla  ilgili  kendi  saptamalarımdan  bahsedeceğim. 

1
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

Bununla  bağlantılı  olarak  CHP’nin,  Kemalizm’in  taşıyıcı  unsuru  olması  itibariyle,  Kemalizm’le, 

özellikle  Kemalizm’in  Halkçılık  anlayışıyla  nasıl  bir  ilişkisi  olduğunu  ortaya  koymak  önemli  diye 

düşünüyorum.  Partinin  kendi  adının  içindeki  Halk  kavramını  nasıl  algılamamız  gerektiğinden 

bahsederek,  bu  algının  özellikle  demokratik  bir  halk  kavramı  açısından  sorunlu  yönlerine  işaret 

etmeye  çalışacağım.  Halk  kavrayışına  tarihsel  bir  bakışla  bunu  yapmaya  çalışacağım.  İçinde 

bulunduğumuz  politik  oluşumda  söylemsel  olarak  kimi  düğüm  noktaları  kolayca  ayırt  edilebiliyor. 

Bunların  kimlikler  arasındaki  müzakere  sürecini  kutuplaştırma  yönünde  gerilimler  yarattığını 

söylemek istiyorum. Öncelikle laiklik ve İslam arasında, laiklik ve dindarlık arasında kurulagelmiş bir 

karşıtlığın temel bir gerilim alanı oluşturduğunu, kimliklerin oluşumunda ve bu kimlikler arasındaki 

müzakere sürecinin özellikle kilitleyici bir takım unsurlarının da tam 

bu karşıtlık üzerinden oluştuğunu düşünüyorum. Benzer bir biçimde 

etnik  sorunlar  ve  azınlık  sorunları,  ulus,  ulusal  bütünlük  kavramı 

içinden  kavranırken  bir  gerilim  yaratılıyor.  Elbette  hâlâ  sürmekte 

olan, daha da çok bence seçkin/halk ikiliği içinden işleyen, geleneksel 

olan  ile  modern  olan  arasındaki  gerilime  işaret  etmek  gerekiyor.  Bu 

düğüm  noktaları  ve  gerilim  alanları  ile  ilgili  temel  kırılmaları  hem 

partilerin  söylemlerinde  görüyoruz,  hem  de  seçime  giden  bu  süreçte  politik  özneler  olarak  kendi 

duruş  noktalarımızı  da  bu  politik  gerilimler  çerçevesinde  belirlemeye  çalışıyoruz.  Bu  ortam  bize  ne 

ölçüde müzakere olanağı sağlıyor, bu tür gerilimler ne ölçüde politikayı olanaklı hale getiriyor, bence 

burada tartışılması gereken önemli sorular bunlar. Politikanın olabilirliği, politik alanın oluşabilmesi, 

aynı  zamanda  da  demokratik  bir  politik  alanın  varlığı  açısından  bu  tür  gerilimlerin  gerçekten  çok 

belirleyici  olduğunu  düşünüyorum.  İşaret  ettiğimiz  bu  söylemsel  oluşumun  en  dikkat  çekici 

yanlarından  biri,  düzen  fikriyle  başlayan  sürekli  bir  birlik‐bütünlük  vurgusunun  kaçınılmaz  bir 

biçimde  hep  önümüze  çıkışı,  ‘biz’  ve  ‘düşmanlarımız’  kurgusu  ve  ‘öteki’  ile  ilişkimizin  hep  bir 

bütünlük kavramı içinden kuruluyor oluşu. Birtakım eşdeğerlikler zincirleri oluşturduğumuz zaman, 

bunların  içinde  birlik,  bütünlük,  ulus,  ulusal  bütünlük  gibi  gösterenlerin  çok  ciddi  bir  biçimde 

söylemsel alana egemen olduğunu görüyoruz. Bütünlük arayışının bir refleks haline geldiğine, bunun 

hepimiz  açısından  ciddi  sakıncalar  yarattığına  işaret  etmek  istiyorum.  Bunun  özellikle  çoğulculukla 

baş edememe gibi bir problemi de beraberinde getirdiğini, çoğulculuğu bir türlü hazmedemeyişimizin 

gerisinde  özellikle  bu  bütünlük  refleksinin  olduğunu  düşünüyorum.  Bununla  yüzleşmek  gerekiyor. 

Hem bizler, yurttaşlar olarak gündelik siyaset içinde kendi konum alışlarımızla politik tercihlerimizi 

yaparken ve politik mücadeleye katılırken bu tür bir sorgulamayı yapmak zorundayız, hem de siyasal 

partiler,  ideolojilerin  taşıyıcıları  ve  bu  söylemsel  oluşumların  düğüm  noktalarında  en  fazla  referans 

2
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

alınan  politik  aktörler  olmaları  itibariyle  bu  çoğullukla  baş  etme  problemiyle  yüzleşmeliler  diye 

düşünüyorum. Türkiye’deki siyasal ortam içinde, özellikle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri, 

hukukun  üstünlüğü  gibi  bir  çizgi  içerisinde  bu  birlik‐bütünlük  refleksinin  çok  ciddi  sorunlar 

yarattığını, özellikle haklardan geri dönüş anlamına gelebilecek biçimde ‐ki zaten çok az kazanımımız 

var  bu  konuda  ‐  kazandığımız  haklarımızın  ve  özgürlüklerimizin  bir  kısmını  elimizden  kolayca 

kaybedebileceğimiz bir zeminin maalesef var olduğunu düşünüyorum. Burada her küçük tartışmanın, 

beraberinde  bir  fanatizm  riskini  de  getirerek,  bir  kutuplaşma 

eğilimine  dönüşmesi  yine  bizim  politik  ortamımız  açısından  son 

derece  sakıncalı  görünüyor.  Yani  bir  müzakere  olanağının, 

politikanın varlığını tehlikeye atan bir kutuplaşma eğilimi var. Bu 

eğilim  tarihsel  bir  eğilim  aslında.  Türkiye  siyaseti  bu  kutuplaşma 

problemiyle  hep  baş  etmek  zorunda  kaldı  ama  karşıtlıklar 

üzerinden kutuplaşan, neredeyse taraftarlık düzeyinde fanatikliği yaşamamıza neden olan bu eğilimi, 

politikayı  bir  anlamda  olanaksızlaştıran  bir  gelişme  olarak  görüyorum.  Bu  tabii  ki  en  büyük 

problemimiz. Politik kimlikler arasındaki karşılaşmaların, kutuplaşmalar yerine müzakereler şeklinde 

olması gerekir ki orada bir demokratik olasılık yaratılabilsin. Oysa içinde bulunduğumuz ortamda var 

olan  kutuplaşmalar,  radikal  karşılaşmalar,  toplum  içinde  birbirimizi  anlama  olanağını  ortadan 

kaldıran bir durum gibi görünüyor. Bunun çok örneği var. Hepimiz bir takım vesilelerle bunlara tanık 

oluyoruz.  Ben  üniversite  mensubuyum.  Üniversite  mensuplarının  üyesi  olduğu  ve  üniversite  için 

yaratılmış bir grupta, üyeler arasında tam da bu söylediğime dair, zıt fikirlerin herhangi bir müzakere 

olanağı bırakmadan, kendi içine kapanan bir dille, düşmanlığı yaygınlaştıran biçimde ifade edildiğini 

ve  bütün  alanı  kapladığını  gördüğümüz  örnekler,  yazışmalar,  taraf  almalar  yaşanıyor.  Bunlar  çok 

önemli  sorunlar  olarak  görünüyor.  Bu  türden  keskin  karşılaşmalarımızın  özellikle  siyasal  partilerin 

konumları  açısından  son  derece  kararsızlaştırıcı  bir  ortam  yarattığını  düşünüyorum.  Bir  yandan 

konumlarınızı  çok  keskin  bir  şekilde  ifade  ediyor  gibi  görünüyoruz  ama  öte  taraftan  da  nerede 

konumlanacağımızı çok iyi bilemiyoruz. Bir paradoksal durum yaşıyoruz hep birlikte. Kararsızlık çok 

ciddi bir korkuyu beraberinde getiriyor, birbirimizden korkma üzerine kurulu bir ortamda, korkunun 

egemen  olduğu  bir  ortamda  neyi  müzakere  edeceğiz?  Doğrusu  bu  konuda  ciddi  kaygılarım  var.  Bu 

politik  bir  olanak  yaratma  açısından  çok  sorunlu  bir  durum,  politikayı  imkânsız  hale  getiren  bir 

durum.  Çünkü  politika  özünde  çatışma  ve  müzakerenin  birlikte  yürümesi  gereken  bir  süreç. 

Çatışmaya evet, ama bu çatışmanın son derece radikal, keskin, kapanmış bir formuna hayır.  

Tabii  böylesi bir  ortamda partilerin yerini  tartışırken  kendi  tutumuzu  da  belirlemek  durumundayız. 

Belki  benim  nerede  durduğumu  da  kendi  sunumum  içerisinde  ya  da  savlarım  içerisinde 

3
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

yakalayabileceksiniz  diye  düşünüyorum.  Önce  böyle  politik  bir  ortamda  benim  bu  konuşma 

vesilesiyle  üzerime  düşen  şey,  CHP’nin  yerinin  ne  olduğu,  tarihsel  olarak  ne  olduğu  ve  bugün  ne 

olabileceği  üzerine  de  konuşmak.  Tarihsel  olarak  CHP  istese  de  istemese  de  kendisini  Kemalizm’le 

doğrudan  ilişkilendirmek  zorunda  olan  bir  parti,  çünkü  tarihsel  olarak  baktığımızda  devletin 

kurucusu  olma  sıfatını  taşıyor.  Kemalist  ideolojinin  taşıyıcısı  olan  CHP,  böylesi  bir  ortamda,  benim 

kısaca  bahsettiğim  siyasal  ortamın  unsurlarından  biri  olan  Kemalizm  ile  hesaplaşması  en  zor  olan 

partilerden  biri  belki  de.  Ama  bir  yandan  da  bu  parti,  tarihsel  süreç  içerisinde  kendisine  bir  sosyal‐

demokrat parti olma misyonunu da yüklemiş. Bu aslında sıklıkla tartıştığımız bir soruyu hemen akla 

getiriyor:  sol  bir  Kemalizm  ne  kadar  mümkün?  Bu  soruyu  özellikle  partinin  Kemalist  ideolojiyle 

kurduğu organik bağ içinde görünürlük kazanan Halkçılık söylemi çerçevesinde ele almak gerekiyor. 

Tarihsel  kaynaklarını  da  göz  önüne  aldığımızda  Kemalist  halkçılığın,  sosyal  adalet,  ilkesini  eşitlik 

ilkesini  öne  çıkarması  gereken  bir  sol  söylemle  buluşabileceği  yerler  var  mı?  Bu  soruyu 

yanıtlayabilmek için öncelikle halkın tarihsel olarak nasıl tanımlandığına bakmamız gerekiyor. Bunu 

çok  özetle  yapmaya  çalışacağım.  Aslında  20  dakikaya  sığacak  bir  şey  değil,  oldukça  kapsamlı  bir 

analiz gerektiriyor.  

Önce  şunu  söylemek  lazım,  halkçılık  gerçekten 

ideolojik  olarak  Kemalizm’in  toparlayıcı  unsuru,  altı 

okta  simgeleşen  Kemalizm’in  temel  altı  ideolojik 

unsurunu  bir  araya  getiren  halkçılık.  Ama  halkçılık 

dediğimizde  hemen  halkın  nasıl  kavrandığı,  nasıl 

tanımlandığı  sorusu  akla  geliyor.  Yani  halkçılık 

öncelikle  bir  halk  tanımı  yapmak  zorundadır. 

Halktan  neyi  anladığı,  kendine  zemin  olarak  aldığı  halk  kavrayışı,  nerde  durduğunu,  nasıl  bir 

halkçılık olduğunu da belirleyen bir şeydir. Şimdi Kemalizm’in oluşum sürecine baktığımızda, kendi 

ideolojik  bütünlüğünü  oluşturduğu  1930’lu  yıllara  baktığımızda,  halkçılığın  daha  seçkinci  bir  dille 

ifade  edildiğini  söylemek  gerekiyor.  Kültürel  bir  öğe  olarak  tanımlanmış  bir  halkla  karşı  karşıyayız. 

İdealize  edilmiş,  romantikleştirilmiş  bir  halk  ile  karşı  karşıyayız.  Bu  halk  belli  bir  noktada  bütün 

sorunların kaynağı gibi algılanıyor. Romantik bir kavram olması buradan geliyor, idealleştirilmiş bir 

halk ile karşılaşmamız buradan geliyor. Öte yandan da halkın siyasal bir özne olarak var olabilmesini 

sağlayacak her türlü yolun kapatıldığını görüyoruz. Halkın kendini ifade etme olanakları kapanınca, 

Kemalist  ideolojinin  diğer  unsurlarının,  özellikle  devletçilik  ve  milliyetçiliğin  halkçılığa 

eklemlenmesiyle,  ideoloji,  daha  otoriter  bir  yapının  ağırlık  kazandığı  bir  form  ediniyor.  Kemalist 

halkçılığın  daha  çok  seçkinci  bir  mantığın  eşdeğerlik  zincirlerini  kurduğunu  söyleyebiliriz. 

4
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

Türkiye’nin  entelektüel  tarihine  baktığımızda,  halkçılığın  tek  kaynağı  1930’ların  Kemalizm’i  değil 

elbette. Halkçılığın çok daha eskiye götürebileceğimiz bir tarihi var. Halkçılığın Jön Türk ideolojisiyle 

ilişkisi mutlaka ortaya konulmalı. O dönemlerde pozitivizmin ilerleme düşüncesiyle birleştirilmiş bir 

Halkçılık  anlayışı  vardı.  Bir  Aydınlanma  projesi  olarak  ortaya  konulduğu  görülüyor.  Halkın 

aydınlatılması,  halkın  önce  keşfedilmesi  sonra  aydınlatılması,  elbette  “vesayetle”  halkın  geri 

kalmışlıktan kurtarılarak ileri götürülmesi fikri ağır basıyor o dönemde. Halk hem bir ideal, hem de 

aynı  zamanda  batıl  olanı,  geleneği  ve  geriliği  temsil  eden  söylemlerin  kaynağı  gibi  algılanıyor.  Bir 

gerilim  var  burada.  Bir  yandan  ideal  çünkü  halk,  her  türlü  ilerlemenin  çıkacağı  bir  kaynak  olarak 

düşünülüyor.  Öte  yandan  ise  bütün  geleneğin,  Kemalist  söylem  içinde  reddedilmiş  olan,  eski  olana 

dair her şeyin de yine bu halk kavramı içerisinde birtakım özdeşlik zincirleriyle kurulmuş olduğunu 

görüyoruz.  Daha  çok  kültürel  bir  halk  bu.  Folklorik  bir  öğe  olarak  algılanabilir.  Özellikle  Kemalizm 

programı içinde, 1930’larda, bu Aydınlanma projesini gerçekleştirecek ya da modernlikte geri kalmış 

geleneksel  halkın  bulunduğu  yerden  daha  öteye  taşınmasını  sağlayacak,  dilin  arılaştırılmasından 

eğitim reformlarına pek çok reformun yapıldığını biliyoruz. Bunların hepsini tek tek almaya burada 

zamanımız yok. Burada özellikle halkçı ideallerin siyasal boyutunun da eksik olmadığını söyleyerek 

devam  etmek  gerekiyor.  Halkçı  ideal  içerisinde,  burada  özellikle  laikleşmiş  bir  halk  kavramının 

öngörüldüğü,  kamusal  alanın  genişletilmesine  uygun  olabilecek  bir  biçimde  ulusal  egemenlik 

ilkesiyle  tanımlanan  bir  yapının  da  varlığını  görüyoruz.  Özellikle  ulusal  egemenlik  ilkesiyle  birlikte 

düşündüğümüzde  halkçılık,  Osmanlı  geleneksel  devlet  anlayışından  belli  bir  biçimde  kopmayı, 

geleneksel  meşruiyet  kaynaklarından  belli  bir  kopmayı  beraberinde  getiriyor.  Egemenliğin  kaynağı 

olarak  kabul  edilmesi  halkı,  siyasal  alana  müdahale  olanağıyla  donatıyordu.  Dolayısıyla  halk 

kavramının  siyasallaşmasının  başlangıcını  oluşturuyor  ulusal  egemenlik  fikri.  Bu  kamusal  alanın 

genişlemesini  de  beraberinde  getiriyor.  Kuramsal  olarak  ulusal  egemenlik  ilkesi,  halkın  siyasete 

katılmasının  önünde  var  olan  engellerin  kalkmış  olduğu  gibi  bir  sonuç  yaratabilir.  En  azından 

“egemenlik  kayıtsız  şartsız  milletindir”  dendiğinde,  burada  millet  ve  halk  özdeşliği  çerçevesinde 

millet  dendiğinde  halkın  kastedildiğini  varsayarsak,  bu  ilk  erken  dönem  halkçılığının  siyasal  alanı 

tanımladığını söyleyebiliriz. Halkçılık idealinin tek başına değil, Kemalist söylemin bütünlüğü içinde 

laiklik,  milliyetçilik,  devletçilik,  cumhuriyetçilik  ve  inkılâpçılık  ilkeleriyle  birlikte,  bunların 

birbirlerine  nasıl  eklemlendiğine  bakarak  değerlendirilmesi  gerekiyor.  Ama  ben  bunları  birbirine 

bağlayan unsurun halkçılık olduğunu düşünüyorum ve tüm bu ilkeleri halkçılık temelinde okumayı 

öneriyorum.  Ama  burada  sorun  halkın  kim  olduğunu  sorusunun  bugüne  de  uzanacak  biçimde 

yanıtlanış  tarzlarında  açığa  çıkıyor.  Çünkü  halk  ya  da  herhangi  bir  halkçılık  bana  göre  toplumsal 

talepleri  belli  eşdeğerlik  zincirleri  içerisinde  siyasal  ufka  taşımayı  başarmış  olmalıdır.  Eğer 

5
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

demokratik  halkçılık  içinde  toplumsal  talepler  çoğulluğunu  eklemleyecek  eşdeğerlik  zincirlerini 

bulabiliriz.  Ama  çoğulluğa  duyarsız,  seçkinci  bir  mantıkla  kurgulanan  bir  halk  tasarımı,  seçkinci 

mantığın iziyle geleneğin ve gerici unsurların taşıyıcısı olarak dışlayıcı bir mantıkla tasarımlanan halk 

kavrayışı,  sonuçta  halkın  politik  alana  katılmasının  önüne  bir  dizi  engel  koyuyor.  Yani  kültürel 

anlamda  bir  gerilik  tarif  ediliyor;  bu  kültürel  gerilik  kurgusu,  siyasetin  unsurlarını  kavrayamamak, 

siyasetin  yeterince  içinde  var  olamamak  gibi  bir  özelliğin  de  halka  yansıtılmasına  neden  oluyor. 

Halkın çoğul kimliklerin var olduğu, farklı toplumsal taleplerin, sınıfsal taleplerin, kimlik taleplerinin, 

etnik  taleplerin  var  olduğu  bir  çoğulluk  alanı,  bir  toplumsal  talepler  alanı  olarak  kavranamayışı, 

sonuçta, bütün siyasal partilerin halkla ilişkisini sorunlu hale getiriyor. Ama özellikle halkçı olduğunu 

iddia  eden,  halk  kavramını  vurgulayan  ve  demokratik  kimliğini  bu  halk  kavramından  kalkarak 

tanımlamayı isteyen bir parti için. Burada tabii özellikle sosyal adalet ilkesinin, eşitlik ilkesinin sözünü 

ettiğim çoğulcu bir halk yapısını gerektirdiği, bu tür bir sosyal demokrasi ya da sol demokrasinin de 

ancak  böyle  bir  çoğulcu  halk  yapısıyla  hesaplaşmanın  tamamlandıktan  sonra  ancak 

gerçekleştirilebileceğini de söylemek istiyorum.  

Son  olarak,  adında  “halk”  kavramını  barındırarak  halkçı  olduğunu,  eşitlik  ve  özgürlük  gibi  ilkeler 

üzerinden  ise  sosyal  demokratlığını  ilan  eden  CHP  gibi  bir  partinin,  Türkiye’de  siyasal  ortamı 

belirleyen  bir  bütünlük  ve  güvenlik  söylemi  içine  kapanmak  yerine,  çoğulculuğu  bir  tehlike  olarak 

görmek  yerine,  bu  çoğulculuğu  kapsayacak  bir  halk  kavramını  programının  özüne  yerleştirmesi 

gerektiğini vurgulamak istiyorum. 

Talip  Küçükcan:  Teşekkür  ederim  hocam.  Cumhuriyetin  kurucu  ideolojisinin  taşıyıcısı  olarak  Halk 

Partisi  ile  ilgili  bu  söyledikleriniz  gerçekten  ufuk  açıcı  oldu.  Şimdi  Tanju  Bey’e  dönelim  ve  bu 

değişimin hangi yöne doğru gittiğini ondan dinleyelim. 

Tanju Tosun 

Merhabalar. Ben de öncelikle SETA’ya bu daveti için teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’de yoğun bir 

politik ortam oluşmaya başladı. CHP’ye bir süredir bir şeyler oluyor; kamuoyunun belirli kesiminde 

CHP  acaba  dün  olduğundan  daha  farklı  bir  konuma  mı  yerleşmek  istiyor  yoksa  Baykal  bir  sistem 

içinde  önümüzdeki  yerel  seçimler  nedeniyle  bir  tutunma  gayretiyle  mi  böyle  bir  değişim  hamlesi 

peşinde  gibi  sorular  gündeme  geliyor.  Burada  CHP’nin  aktör  durumu  üzerinden  bu  konuyu 

anlamaya ve bu değişime değinmeye çalışacağım. Türk parti sisteminde aslında saati 22 Temmuz’a da 

geri  getirmek  yeterli  değil.  3  Kasım  2002  seçimlerinden  bugüne  2,5  aktörlü  bir  parti  sistemiyle  karşı 

karşıyayız.  Bir  tarafta  CHP  bir  tarafta  AKP.  CHP  geleneksel  olarak  Türkiye’de  kendisini  sosyal‐

6
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

demokrat,  Kemalist,  laik,  milliyetçi  tanımlayan  kitlelerin  birlikteliğine  dayanan  bir  siyasal  parti 

oluşumu. Buna karşılık AK Parti milliyetçi, muhafazakâr, liberal, demokrat tanımlamasıyla toplumun 

önüne  çıkan  aktörlerden  müteşekkil  ve  toplumsal  desteği  de  buradan  gelen  siyasal  bir  hareket  ve 

örgütlenme.  Şimdi  mevcut  tablo  itibariyle  gerek  3  Kasım  2002 

gerekse  22  Temmuz  2007  ve  muhtemelen  29  Mart  2009’da 

yapılacak  seçimlerde  kamuoyunda  medyada  yayınlanan 

araştırmalardan  izlediğimiz  kadarıyla  çok  ciddi  bir  altüst 

oluştan  söz  etmek  mümkün  değil.  Öyle  bir  oluşumun 

gerçekleşeceğine  dair  çok  ciddi  bir  takım  işaretler  yok.  Bu 

nedenle,  ciddi  bir  biçimde  Deniz’in  tükendiğinin,  Deniz’in 

bittiğinin  farkında  olan  bir  CHP  grubu  var.  CHP’nin  bir  süre 

önceki  çarşaf,  başörtüsü  açılımı,  ardından  CHP’nin  program  ve  tüzük  kurultayı,  kamuoyunda  ciddi 

bir  şekilde  tartışıldı  ama  bu  değişimi  bir  yanılsamadan  ibarettir  olarak  düşünenler  de  var.  CHP’de 

aslında  bir  şeyler  değiştirilmeye  çalışılıyor.  Bu  da  çok  büyük  ölçüde  Deniz’in  bitmesiyle  alakalı. 

Bunun  göstergeleri  çarşaf  açılımıyla  başlıyor.  CHP’ye  geçmişte  SHP  içinde  politika  yapan  bir  takım 

aktörlerin davet edilmesi, ardından biraz ürkek bir şekilde de olsa işte kendisini sosyal‐demokrat bir 

parti olarak tanımlamaya çalışan bir CHP. Bir anlamda sola dönüş sinyalleri veren bir CHP ve Baykal 

var.  Aslında  Baykal’ın  CHP’si  var  karşımızda.  Şimdi  Baykal’ın  öncülüğünde  yürütülen  CHP’de  bir 

yeniden yapılanma arayışının ciddi sosyolojik gerekçeleri var mı? Bu salt Baykal’ın geçmişte yaptığı 

gibi  günü  kurtarmaya  yönelik  bir  operasyon  mu?  şeklindeki  sorular  meşru.  Çünkü  ciddi  anlamda 

kamuoyunda zaman zaman tartışıldı, bu bir reddi mirasa girer. Ne CHP ne Baykal bunu kaldırabilir, 

hatta Baykal bunun altında ezilir gider diye tartışmalar var. Fakat ne ilginçtir ki CHP içinde çok sıkı 

etnik  kökenci,  Kemalist  çevrelerden,  bayanlardan  dahi  CHP’nin  bu  açılıma  bir  eleştiri  gelmedi.   

Dolayısıyla  tek  tük  gelen  eleştirileri  bir  yana  bıraktığınızda,  öyle  bir  izlenim  veriyor  ki,    gerçekten 

CHP’deki  bu  değişim  parti  içinden  de  bir  destek  buluyor.  Kamuoyundaki  değerlendirmelere 

baktığımızda bir samimiyet sorgulaması söz konusu ama ciddi bir biçimde Türkiye’de CHP’li ya da 

CHP’siz  bir  sosyal‐demokrat  harekete  de  AKP  karşısında  en  azından  sistemin  merkez  ve  sağında 

dengeli konumlanmak açısından gerek duyulduğu konusunda bir uzlaşma var.   

CHP  neden  böyle  bir  değişim  sürecini  başlatma  ihtiyacı  duydu?  Değişimin  kaçınılmaz  olduğunu 

böyle  bir  değişimin  yapılmadan  CHP’nin  kendisine  sosyal‐demokrat  eksende  bundan  sonra 

konumlandıramayacağını  anlayan  bir  CHP  elitleri  ve  Baykal  var  ama  Baykal  önce  buna  inanıyor. 

Daha sonra partililere neredeyse istisnasız bir şekilde buna inandırmış görünüyor. Buradan değişimin 

gerekçeleri  arasında  iki  temel  unsur  dikkati  çekiyor;  bunlardan  bir  tanesi  çok  pragmatik,  günü 

7
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

kurtarmaya,  zoraki  olarak  kendisini  bir  şekilde  açmaya  muhtaç  hisseden  bir  CHP  var.  Çünkü 

karşısında  halen  22  Temmuz  seçimlerindeki  aldığı  oy  gücünün  altına  ciddi  bir  şekilde  düşmeyen, 

belki de potansiyel olarak onun üzerine çıkarmaya muktedir olacak bir AKP söz konusu. Diğer tarafta 

da  beşte  birlik  bir  seçmenin  desteğine  mahkûm  olmuş  bir  CHP  var;  3  Kasım,  22  Temmuz  ve 

kamuoyuna yansıyan araştırmaları veri aldığınızda. Dolayısıyla zoraki olarak böyle bir değişim talebi 

var, Baykal’ın CHP’sinde.  

Ne yapmak istiyor? Sistem de bir şekilde tutunabilmek ve geleceğe dair yolunu açmak isteyen ve bu 

seçiminde  bunun  için  bir  fırsat  olduğunu  düşünen  bir  CHP  var.  Çünkü  konjonktürde  yani  iktisadi 

krizin teğet geçip geçmeme tartışmalarını bir yana bıraksak da böyle bir şey söz konusu. Yani iktisadi 

anlamda  AK  parti  iktidarına  karşı  memnuniyetsiz  kitlenin  var  olduğunu  düşünen  ve  bundan 

faydalanmak  isteyen  bir  CHP  var.  Bunun  ötesinde  tabii  insan  hakları  ve  demokratikleşme,  Kürt 

sorununa çözüm, başörtüsü sorununu halletmeye ilişkin CHP’nin genetik kodlarında ciddi bir açılım 

yapması  pek  mümkün  görünmüyor.  Nitekim  program  değişikliğini  satır  başlarıyla  dikkate 

aldığımızda böyle bir değişim talebinin de köklü bir şekilde olmadığı anlaşılıyor. Medyada da dikkat 

çekildi,  Romanlardan  birkaç  cümleyle  bahsediliyor  fakat  Kürt  kelimesine  bir  iki  yerde  atıfta 

bulunuluyor.  İnsan  hakları  demokratikleşme  alanında  bir  takım  yeni  ifadeler  söz  konusu  ama 

toplumun  farklı  kesimlerinin  demokratikleşme  taleplerine  dair  her  hangi  bir  ciddi  açılımının  CHP 

programına  yansımadığını  görüyoruz.  Dolayısıyla  bir  boyutuyla  zoraki,  seçimde  oylarını  arttırmak 

iddiasında,  isteğinde  olan  bir  CHP  var;  ama  diğer  tarafta  da  CHP  değişecekse  bugünden  itibaren 

değişim  yönünden  bir  takım  adımlar  atılması  yoksa  zamanın  geçeceğini  düşündüğünü  zannettiğim 

bir  Baykal  ve  Baykal’ın  CHP’lileri  var,  CHP  içinde.  Çünkü  Baykal’ın  bundan  sonraki  süreçte  sistem 

içinde CHP’nin başında ve Türkiye’de alternatifsiz olarak bulunan merkez sol tarafta kendisine rakip 

olabilecek  bir  güç  olmadığı  için  ya  %20’lerde  tutunmak  zorunda  kalan,  CHP  genel  merkezinde 

kendisine yakın milletvekilleriyle bir arada kalacak ama toplumla ciddi anlamda organik bağ sorunu 

olan  bir  CHP  var  olmaya  devam  edecek.  Yahut  da  CHP  lideri  Baykal  siyasi  ömrünün  geri  kalan 

kısmında bir takım açılımlar yapmak suretiyle en azından gelecekte kendisine dair olumlu bir takım 

atıflar  yapılmasını  sağlamak  peşinde.  Baykal  eğer  değişime  gerçekten  inanıyorsa  bunu  başarma 

konusunda  çok  güçlü  olduğunu  biliyoruz.  Çünkü  CHP  grubu  öyle  bir  pozisyonda  ki  lider  ipleri 

nereye  çekerse  oraya  gelebilecek  politik  aktörlerden  oluşan  bir  CHP  var.  Yukarıdan  aşağıya 

bakıldığında varlıklarını sadece Baykalcı olmaya bağlayan bir siyasetçi sınıfı var. Eğer Baykal samimi 

ise CHP’de bir değişimin gerçekleşme potansiyeli olduğunu düşünüyorum ben.  

Özellikle başörtüsüyle ilgili niçin böyle değişime gereksinim duydu? Geleceğe yönelik pragmatik ve 

popülist  bir  beklenti.  Tabii  İstanbul  il  örgütünü  bu  alanda  yürütmüş  olduğu  bir  takım  çalışmalar 

8
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

dikkate  alındığında,  95’ten  itibaren  CHP’nin  bu  tür 

açılımlara pek alışık olmadığını da biliyoruz. Böyle bir 

açılımın  arka  planında  bana  kalırsa  CHP’yi  çok  ciddi 

anlamda  bir  ideolojik  bağlamda  çark  ettirecek  bir 

kimlik  arayışından  ziyade,  bundan  politik  olarak 

beslenmeye razı biraz insani bir hal olarak bakan CHP 

görüyorum  ben.  Fakat  bu  insanlık  halini,  sınırı 

üniversiteler  de  başörtüsü  meselesine  kadar  gidip 

orada  duracak  olan  bir  insanlık  hali  ya  da  bir  demokratlık  hali  olarak  görüyorum.  Onun  ötesinde 

üniversitelerde başörtüsü meselesine yaklaşımı ne olabilir? Tabii CHP’nin yerel seçimler sonrasındaki 

performansına bakmak gerekir.  Bana kalırsa eğer çarşaf açılımı CHP’nin oy gücüne olumlu bir etki 

yaparsa,  üniversitelerde  başörtüsüne  dahi  olumlu  bakabilecek  bir  Baykal  olabileceğini,  kendi  adıma 

düşünüyorum.  Kurultayda oylanıp kabul edilen programdaki belli başlı başlıklara göz attığımız da, 

burada  net  bir  biçimde  bir  ideolojik  kimlik  arayışı  yok.  İdeolojik  bir  yeniden  yapılanma  yok. 

Topyekûnda bunu 29 Mart sabah aynı CHP aynı Baykal olacaktır diye indirgemek konusunda biraz 

ben  tereddütlüyüm.  Dikkat  ederseniz  Baykal’ın  özellikle  çarşaf  açılımı  ile  ilgili  kendisine  yöneltilen 

sorulara  verdiği  cevaplarda  şu  dikkat  çekiyor;  çarşaf  takabilir  ama  çarşaf  takanın  aynı  zamanda 

mevcut AK Parti iktidarıyla iktisadi beklentilerine yanıt bulamama gibi bir sorunu vardır. Dolayısıyla 

çarşafa  müsaade  etmekle  iktisadi  beklentilerine  AK  Parti  iktidarıyla  yanıt  bulamayan  kitleleri  kendi 

etrafına almak ve bundan da bir şekilde CHP’yi büyütmek gibi bir ilişki söz konusu idi. CHP çarşaf 

açılımıyla  aslında  iktisadi  anlamda  memnuniyetsiz  olan  kitleleri  AK  Partiden  koparabildiği  ölçüde 

bunu bir başarı olarak görecek. Bununla orta vadede daha da büyümek isteyen bir CHP söz konusu 

çünkü CHP’de farkında ki AKP’nin yaklaşık olarak 6–7 yıllık iktidarında ne politik ne kültürel ne de 

iktisadi beklentilerinin tam anlamıyla yanıtlamadığı bir iktidar partisi olması söz konusu.  Bu nedenle 

potansiyel  olarak  beklentilerine  karşılık  alamadığı  için  AKP’den  uzaklaşabilecek  bir  seçmen  kitlesi 

olduğunun da CHP ve Baykal çok iyi farkında. Tüzük kurultayında Değişim için Pusula‘da CHP’den 

radikal bir kopuş yok tabii ama ben bu konuda iyimserim. 29 Mart sonrasının beklenmesi gerektiğini 

düşünüyorum.  Burada  belki  CHP’nin  bu  açılımı  konusunda  getirilebilinecek  bir  eleştiriye  Baykal 

karar veriyor. Baykal’ın 29 Mart akşamı sandıktan olumsuz bir tablo çıkması halinde geri adım atması 

mümkündür. Çünkü CHP mevcut haliyle tek şefin, tek adamın partisidir. Bu örgütsel yapı içerisinde 

karar alma sürecine aşağıdan yukarıya doğru işleten bir müzakere tesisine dayanan politika tarzı yok 

CHP  içinde  ve  bu  çok  problemli  bir  alan.    Baykal  bir  TV  konuşmasında  şunu  da  ifade  etti,  üyelere 

aşağıdan  bu  süreci  işletecek.  Aşağıda  da  üyelerin  ne  ölçekte  aktif  olduğu  daha  doğrusu  ne  ölçüde 

9
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

parti için çalıştıkları ayrı bir tartışma konusu. Mevcut siyasi partilerdeki örgüt yapısı üyelik ve delege 

sistemi de tamamen dar bir politik rant beklentisi olan aktörlerin elinde. Dolayısıyla CHP ve Baykal 29 

Mart  sürecinde  bir  yanda  partiyi  oy  gücü  itibariyle  güçlendirmek,  oy  tabanını  genişletmek  bunun 

içinde biraz zoraki olarak böyle bir değişime yöneliyor. Diğer tarafta da bana kalırsa artık sınırlı bir 

reddi mirasa yönelmeden Türkiye’de sosyal demokrasiye gelecekte bir miras bırakmanın da mümkün 

olmadığını Baykal muhtemelen düşünüyordur.  

Bu  noktada  acaba  CHP 29  Mart  seçimlerinde  ki  muhtemel  stratejisini  neye  oturtuyor?  Parametreleri 

neler  olacaktır  diye  baktığımızda  AKP’nin  piyasacı,  muhafazakâr‐demokrat  kompozisyonuna  karşı 

alternatif  olarak  bir  sosyal‐demokrat  kimlikle  çıkmak  istiyor.  Bunu  aslında  Değişim  için  Pusula’da 

vurguluyor. Sınırlı bir özgürlükçü sosyal‐demokrat söylem ve muhtemelen çok nokta vuruşu olarak 

da yolsuzluklar üzerinden toplumdan  destek  bekleyecek. AKP’yi mümkün  olduğu  ölçüde %40’ların 

altına  çekmeye  çalışacak.  Bu  süreçte  cumhuriyet  ve  laiklik  vurgularının  ben  o  kadar  öne 

çıkarılmayacağını  düşünüyorum.  CHP’nin  açılımı  Türk  siyasetindeki  geleneksel  siyasal  tutumları 

etkileyebilir.  Bana  kalırsa  bu  değişim  çizgisinde  samimi  olursa  CHP  bir  anlamda  böyle  bir  yeniden 

saflaşmayı sağlayabilir. Çünkü Türkiye’de hatırı sayılır bir oyla hareketli bir seçmen kitlesi, kararsız 

seçmenler kitlesi yerel seçimler yaklaştıkça artıyor.  

Mutlaka  değer  temelli  politik  yönelimden  sorun  temelli  politik  yönelime  geçilmeli  ve  buna  yönelik 

çok somut projelerle CHP seçim sürecinde ilerlemeli. 2 gün önce İzmir’de alanda yapmış olduğumuz 

bir  çalışmada  yaklaşık  olarak  4500  kişilik  bir  seçmen  kitlesiyle  görüşülmüştü.  Siyasi  eğilimlerini 

sorduk;  İzmir  genelinde  seçmenlerin  %72,3’ü  kendisini  milliyetçi,  %22.1sosyal‐demokrat,  %16,4’ü 

Kemalist olarak tanımlıyor.  2. siyasi eğilimlerde %27 laik görünen bir kitle var. CHP’ye bakıldığında 

%31 sosyal‐demokrat, %26,8 Kemalist olarak gören bir kitle var. AKP’ye bakıldığında %24,5 milliyetçi, 

%19,5  muhafazakâr,  %14,1  Müslüman‐demokrat  olarak  tanımlayan  bir  kitle  var.  Mahallelerin 

ekonomik  gelişmişlik  düzeyine  göre  bir  kategorileştirme  yapmıştık.  O  kategorilerde  yerleşik  olan 

seçmenlerle  siyasi  eğilimleri  karşılaştırdık.  İzmir  örneğinde  en  zengin  mahallelerin  bulunduğu 

yerlerde  olan  seçmenler  kendilerini  çok  net  bir  biçimde  Kemalist‐laik  olarak  tanımlıyor.  Aşağıya 

doğru inildikçe muhafazakârlık artıyor fakat kendilerini milliyetçi olarak tanımlama eğilimi %20’nin 

üzerinde ve bütün siyasi partilerde de ortak bir siyasi eğilim olarak dikkat çekiyor yani bir milliyetçi 

damar  üzerinden  politikayla  seçmen  parti  üzerinden  bir aidiyet  ilişkisi  kuruyor.  Kemalistler  %27  en 

zengin  mahalleler  de,  en  alt  mahallelerde  bu  oran    %  12,5’a  düşüyor.  Muhafazakârlık  en  zengin 

mahallelerde  %1,  en  alta  doğru  gidildikçe  %7,5.  Tabii  buradan  hareketle,  İzmir  örneğinde  CHP’nin 

kendisini  milliyetçi‐Kemalist  söylemle  önümüzdeki  yerel  seçimlerde  seçmenin  karşısına  çıkarması 

10
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

CHP’ye  İzmir’de  ciddi  biçimde  tutundurur  ve  seçim  kazanmasına  bir  anlamda  destek  sağlayabilir, 

diye düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. 

Talip Küçükcan: Tanju Bey’e teşekkür ediyoruz. Tanju Bey’in ilk cümlesindeki metaforu çok güzeldi: 

“Deniz’in  bittiği  yer”  dedi.  Hangi  deniz,  diye  sormak  lazım.  Sizin  konuşmanız  Nur  Betül  Hanım’ın 

halkçılık  ilkesi  temelindeki  konuşmasını  özellikle  halkla,  halkın  değerleriyle  buluşma  noktasında 

açımlamış oldu. Şimdi Tarhan Erdem Bey’e dönüyoruz. Tarhan Bey, bu açılımlar ya da yeni tercihler 

siyaseti  ve  insanların  siyasi  tercihlerini  ne  kadar  etkileyebilir?  Bu  konudaki  görüşlerinizi  bizimle 

paylaşırsanız memnun olacağız.  

Tarhan Erdem 

Efendim Merhaba! Sayın SETA yöneticilerine buraya beni davet ettikleri için çok teşekkür ediyorum . 

Sizlere tam Tanju Bey’in bıraktığı yerden devam edeceğim. “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Cumhuriyet 

Halk Partisi”ne başlıyoruz. CHP nasıl 22 Temmuz’dan çıktı? Ne değişti? Ve çarşaf meselesi ile de bu 

değişimi  boyutlandırmaya  veya  yorumlamaya  çalışacağım.  Cumhuriyet  Halk  Partisi,  kısmen  Tanju 

Bey’in de işaret ettiği gibi, 22 Temmuz’dan alabileceği oyların azamisini alarak çıktı. Bir başka deyişle, 

Tanju  Bey’in  de  söylediği  gibi  “’Deniz’in  bittiğini  gördü.”  Bu  iki  anlama  da  gelebilir.  Yani 

alabileceğinin en fazlası derken, çok oy almış değil aslında. Bence alınabileceğin en azını almış oldu. 

Çünkü  belli  bir  fikirde  olan,  belli  bir  yapıda  olan  bir  iktidar  partisine  karşı  olan  kitlenin  miktarı, 

CHP’nin  aldığı  miktarın  çok  üstündedir.  22  Temmuz’dan  sonra  CHP’de  ne  değişti?  Ben  Tanju  Bey 

kadar  iyimser  değilim.  Bir  şey  değiştiğini  sanmıyorum  CHP’de.  Biraz  sonra  onu  çarşaf  örneği  ile 

irdelemeye çalışacağım.  

Şimdi “çarşaf meselesi” var Türkiye’de, CHP etrafında konuşuluyor. O mesele nedir? Nasıl oldu? Onu 

biraz  yakından  görmek  lazım.  Çarşaf  meselesinden  ne  bekleniyor?  Biraz  evvelki  arkadaşımın 

söylediği  gibi  oyun  artması  bekleniyor.  Yani  çarşaf  takanlar,  türban  takanlar,  başörtüsünü  örtenler 

yine o giysileri kullanmaya devam edecekler ama CHP’ye oy verecekler. Beklenilen budur! Veya onlar 

fikirlerini  değiştirecek,  giysilerini  değiştirecek  ve  bugünden  sonra  CHP’ye  oy  verecekler.  Bunlar 

beklenilebilecek şeyler midir? Yani bu beklentiler gerçekçi beklentiler midir? Böyle bir şey olabilir mi? 

Şimdi ona geçelim.  

11
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

 
 

Ağustos  [2008]  değerleri  KONDA’nın  yaptığı  araştırmalardan  alınmıştır.  Örtünme  durumu  ile 

AKP’ye  oy  verme  durumunu  görüyorsunuz.  Bir  örnek  vermek  için  söylüyorum,  AK  Parti  Ağustos 

2008’de  oylarının  %16‐17’sini  başını  örtmeyenlerden,  %61’ini  başörtüsü  örtenlerden,  %20’sini  türban 

takanlardan  ve  %1’ini  de  çarşaflılardan  alıyordu.  Burada  önemli  olan  1.  satırda  yer  alan  %16  ile 

%75’tir. CHP başını örtmeyenlerden %75 oy alıyor. Başörtüsü örtenlerden de AK Parti %61 alıyor. Bu, 

demin sorduğumuz beklentilere, bir anlamda bir adım cevap verebilir durumdadır. Ama biz burada 

kalmayalım. Bu AK Parti 100, CHP 100 vs. şeklinde sayılarak yapılıyor.  

 
 

Onun  bir  sonrasına  bakarsak  eğer,  örtenler  ne  yapıyor  diye  bakarsak:  Başını  hiç  örtmeyenlerin  yani 

başı  açık  gezenlerin  %29’u  AK  Parti’ye  veriyor;  %  46’sı  CHP’ye  veriyor.  Başörtüsü  örtenlerin  %68’i, 

türban örtenlerin %79’u, çarşaf ve peçe örtenlerin de %69’u AK Parti’ye oy veriyor. Burada tabii çarşaf 

12
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

ve  peçe  örtenlerin  oranlarına  fazla  takılmamak  lazım.  Çünkü  sayıları  çok  az  olduğu  için,  %1 

mertebesinde olduğu için, onların araştırmaya intikal eden oranlarında önemli yanlışlıklar vardır. 

 
 

 
 

Şimdi  “dindarlık  ile  yarın  seçim  olsa”  tablosuna  bakalım.  Burada  beşe  ayrılmış  durumda  dindarlık, 

inanç  meselesi:  ateistler,  inançsızlar,  inançlılar,  dindarlar  ve  sofular.  Gördüğünüz  gibi  dindarlar 

Türkiye’de  %52’dir.  Dindar  demek,  inancı  var,  dinin  kurallarını  elinden  geldiğince  uyguluyor  ve 

uygulamaya gayret ediyor, demektir. İnançlı, dinine saygılı ama ihmal ettiğini kendisi de ifade ediyor. 

Şimdi bakınız, bu ortalamada dindarlar %52, isterseniz siz buna muhafazakâr da diyebilirsiniz. Bunlar 

kendini  dindar  gören  insanlar.  “Ben  dinimin  kurallarını  uygulamak  istiyorum”  diyen  insanlar 

%52’dir.  Bu  52’yi  unutmayın.  İnançlı  insanların  oranı  32.  32’yi  de  unutmayın.  Biraz  sonrası  için 

söylüyorum.  İnançlıların  %59’unu  alıyor  CHP;  dindarların  %63’ünü  AKP  alıyor,  %28’ini  de  CHP 

13
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

alıyor.  Dindarlar  %52’ydi.  Bunun  %68’si  AKP’ye  oy  veriyor.  Bu  ne  demek  %35’i,  65  ile  68’i 

çarparsanız,  mertebe  olarak  söylüyorum,  Türkiye’de  seçmen  yaşına  gelmiş  insanların  %35’i  daha 

başlangıçta,  hani  “dükkânı  açarken”  tabiri  vardır  ya,  dükkânı  açarken  AK  Parti’ye  bağımlı.  Bunlar, 

örtünme bakımından da böyle (görüyorsunuz, gördünüz herhalde bir evvelkinde) inanç bakımından 

da böyle.  

Şimdi  bu  ne  demek?  Biraz  evvel  sorduğumuz  soruya 

tekrar  dönelim.  Ne  beklenebilir?  Niçin  beklenir?  Burada 

kendisini  dindar  olarak  tanımlayan  insan,  başörtüsü 

örten  insanın  veya  çarşaf  aynı  manada,  %8’i  CHP’ye  oy 

veriyor. Çarşafı açılım olarak gören veya böyle olabilir mi 

diyen  Türkiye’de  pek  çok  yazar  çizer  adam  var  ya, 

olabilir  mi  diyen  insanlar  ne  demek  istiyorlar  şimdi?  Bu 

AKP’ye  oy  veren  %69’dan  bir  miktar  insan  ayrılacak,  %8.8’e  ilave  olacak.  Niçin  olacak  bu  acaba? 

Bunlar, şimdiye kadar AK Parti’ye veya bir başka partiye oy verirlerken akılları yok muydu? Bunlar 

aklı  başında,  bilerek,  bilinçli  tercihleriyle  başörtüsü  örtmektedirler  ve  tercihleri  ile  bu  oranlarda  AK 

Partisi’ne ve CHP’ye oy vermektedirler. Bunların dönmesi için bir başka şeyin olması lazım. Bir takım 

insanlar  bir  yerlerde  çarşaflı  insanlara  rozet  takıldığı  için,  “bak  orada  çarşaflı  10‐15  kişiye  rozet 

takıldı” diye, “ben de şimdiye kadar başka partiye oy veriyordum ama şimdi bu partiye oy vereyim” 

diyecek. Niçin? Bunun hiçbir sebebi yok, hiçbir mantıki sebebi yoktur.  

14
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

 
 

Dindarlık  ile  örtünme  arasındaki  ilişkiyi  de  görüyorsunuz.  İnançsız  ve  ateistlerde  90  mertebesinde 

örtmez, dindar ve sofularda da %26 ve %12. Örtmeyenlerin normal ortalaması %35–39 olduğu halde, 

burada %26 ve %12 oluyor. Yani örtmeyenlerin çok önemli bir kısmı, ateist, inançsız ve orta durumda 

inançlı  ama  başını  örten,  türban  vs.  takanlarda  da  dindar  ve  sofular  büyük  ağırlıklı.  Bu  ilişkiden  de 

görülüyor  ki  mesele  sadece  çarşaf  takmakla  ilgili  değil.  Çarşaf  süs  olarak  takılmıyor.  Çarşafın  o 

insanın  üzerinde  bir  fonksiyonu  var,  bir  işlevi  var.  O  kız  o  türbanı  takıyorsa,  bir  sebeple  takıyor. 

Kendisi ile mutabık, ailesi ile mutabık, geçmişiyle mutabık ve beyni ile mutabık. “Bir yerlerde insanlar 

çarşafa  altı  ok  rozeti  taktılar.  Artık  ben  de  şimdiye  kadar  ki  fikirlerimden  vazgeçeyim”  der  mi? 

Oradaki  kadınların  davranışı  sebebiyle  milyonlarca  insan  fikrini  değiştirecek,  öyle  mi?  Bunun  ne 

demokrasi  ile  izahı  var,  ne  demokrasiye  saygı  ile  izahı  var.  İnsanlar  Türkiye’de  bilerek  oy  verir  ve 

bilerek oy verdikleri için de doğru oy verirler üstelik. Yanlış oy vermezler, bir takım insanların farklı 

düşündüğü gibi.  

Şimdi  açılım sorusuna  yine  dönebiliriz.  Bu açılım, açılım  denilen  olay  nasıl  başladı? Bakırköy’de  bir 

açılış  sebebiyle  İstanbul’a  gelen  partinin  genel  başkanı  Deniz  Baykal,  o  törene  gittikten  sonra,  açılış 

töreni  hızlandırıldı  ve  ardından  belediye  başkanı  adayı  olmak  isteyen  ve  kendisine  “seni  belediye 

başkanı adayı yapacağız” diye söz verilen bir adamın, mahalli yönetimin, düzenlediği hazırladığı bir 

toplantıya gidildi. Deniz Baykal’ın uçaktan ininceye kadar böyle bir toplantının olduğundan, böyle bir 

toplantıya  gideceğinden  haberi  yoktu  ki  böyle  bir  açılımı  düşünmüş  olsun.  Niçin  düşünsün  adam? 

İstanbul’a  gidiyor  ama  İstanbul’da  kendisinin  ne  ile  karşılaşacağını  bilmiyor  ki!  Ona,  uçaktan  indiği 

zaman söylendi “Yeni bir ilçe var Sultangazi, oraya gideceğiz ve orada adayımızı ilan edeceksiniz siz” 

denildi.  

Şimdi bu politikanın nasıl ortaya konulması lazım? Politika denilen nesne eğer ciddiye alınacaksa ki 

ciddiye  alınmalıdır,  çok  ciddi  bir  iştir  politika,  düşünülür,  taşınılır,  raporlar  alınır,  seksen  kişi  ile 

15
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

konuşulur ve gerçek bir politika tayin edilir ve o politikanın topluma nasıl söyleneceği, o toplumun 

onu nasıl algılayacağı hesap edilerek ona göre bir planlama yapılır. Böyle bir şey yok. Şimdi detayına 

geçelim. Olayı hatırlayalım.  

16  Kasım  Pazar  günü  İstanbul’un  yeni  kurulmakta  olan 

Sultangazi  ilçesinde  –  Gaziosmanpaşa’nın  bir  parçası  –  bir 

tören  var.  Toplantı  Hamza  Yerlikaya  Spor  Salonu’nda 

yapılıyor.  Ve  Cumhuriyet  Halk  Partililerin  koyduğu  ad: 

“Üye  Katılım  Şöleni.”  Bu  töreni  kim  yapıyor?  Bu  töreni 

Ercan  Karabayır  diye  bir  kişi  düzenliyor.  Ercan  Karabayır, 

Cumhuriyet  Halk  Partisi’nin  yeni  kurulan  ilçeden  belediye 

başkan  adayıdır.  Ve  haberi  yazan,  “CHP’nin  üye  katılım  şöleni  tesettürlü  ve  çarşaflı  kadınların 

istilasına uğradı. Başı açıklar azınlıkta kaldı,” demektedir. Devam edelim. CHP’nin yorumu, CHP’nin 

parti  meclisinden  çok  yetkili  bir  kişinin  orada  gazeteciye  söylediği  cümle:  “AK  Parti  insanlara  çok 

yalan söyledi. Çok aldattı ve çok kandırdı. Şimdi bunlar da – yani çarşaflı ve tesettürlü kadınlar da – 

AK  Parti’ye  ders  vermek  istiyorlar.”  Gelenlerin  yorumu,  aynı  gazetecinin  gelenlerden  aldığı  yorum: 

“Türkiye’mizin  çok  sesliliğe  ihtiyacı  var.  Eniştemizi,  kardeşimizi,  eşimizi  desteklemek  amacıyla 

buradayız.” Zaten Ercan Karabayır diyor ki, ben buraya geldiğim zaman burada 40‐50 ev vardı. O 40‐

50  evin  içinde  bulunanlarla  biz  başladık,  ve  buradakilerin  hepsi  benim  sülalemden  gelir, 

arkadaşımdır,  dostumdur.  “Desteğimiz  CHP’nin  adayınadır.”  Yani  Ercan  Karabayır’adır.  Ercan 

Karabayır  nereden  geldi?  Ercan  Karabayır  bir  seçim  öncesinde  AK  Partili.  Adam  şimdi  Cumhuriyet 

Halk  Partili  olmak  istiyor.  Niçin?  Kendisini  aday  göstereceği  için.  Şimdi  Ercan  Karabayır,  250.000 

mertebesinde seçmeni olan, bir evvelki seçimde AK Parti’nin %60 oy aldığı bir yerde belediye başkanı 

seçilmeyeceğini bilmiyor mu? Biliyor. Ama biraz sonra size göstereceğim özgeçmişine göre ona orada 

“CHP  Belediye  Başkan  adayı”  sıfatı  lazım.  Adamın  istediği  budur  ve  bu  tören  onun  için 

yapılmaktadır. Ne çarşafla ilgisi vardır. Ne CHP ile ilgisi vardır. Ne de başka bir şey ile ilgisi vardır. 

Baykal  kürsüye  çıkıyor,  Ercan  Karabayır’ın  ismini  açıklıyor.  Haber  devam  ediyor:  “Karabayır’ın 

önceki  seçimlerde  AKP’yi  desteklediği  ve  geniş  bir  aile  çevresi  olduğu  öğrenildi.  Karabayır’n 

tesettürlü eşi ise Baykal’a çiçek takdim etti.”  

Ercan  Karabayır  kimdir?  1974  Erzurum  doğumludur.  Yani  34  yaşında.  Küçükgöl  Teknik  Emlak 

Makine Ressamlığı okulunu bitiriyor. İstanbul Üniversitesi’nde Jeoloji Mühendisliği eğitimi alıyor. Ve 

1993’te  yani  19  yaşında  Karabayır  İnşaat,  Taahhüt,  Sanayi  ve  Ticaret  A.Ş.  ni  kuruyor.  Erzurum 

Horasan İlçe Dernek Başkanlığı, Eyüpspor vs. üyelikleri var. Evli ve dört çocuk babası.  

16
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

Şimdi,  İstanbul’da  veya  Büyükşehirlerde  politika  yapanlar  bilirler  ki,  yeni  kurulan  şehirlerde 

inşaatçılık,  arsa  meseleleri  vs.  işlerin  bir  süreci  vardır,  bir  raconu  vardır.  Ben  gençliğimde  de  1963 

belediye  seçimlerinde  İstanbul  İl  Yönetim  Kurulu  üyesiydim.  O  zaman  Sultangazi’ye  falan 

gidilmemişti,  henüz  Kâğıthane,  Gaziosmanpaşa,  Alibeyköy,  Merdivenköy’ün  üstü,  Ümraniye’nin 

devamı  gibi  yerlerde  hazine  arsaları  vardı.  Ve  oralarda  insanlar  ev  yapmak  istiyorlardı  ve  fiilen  de 

yapıyorlardı. İnşaat yapmak isteyenler, oralarda siyasi bir güç olmak ve iş gücü kurmak isteyenler için 

de oralar vardı o zaman. Ve 1963 yılında şimdiki gibi değil, ön seçimle adayımızı tespit etmek istedik 

ve  birçok  yerde  yaptık.  Pek  çoğunda  da  ön  seçimin  yapıldığı  kahveler,  cam  çerçeve  aşağı  indi. 

Mücadele edilen iş böyle bir iştir. Yani Sultangazi’deki adaylık Çankaya’daki adaylığa filan benzemez. 

Başka bir adaylığı konuşuyoruz.  

Sultangazi’de olan mesele, yani çarşafa rozet takılması filan, düşünülmüş, taşınılmış bir şey değildir, 

böyle bir şey yok!  Komik bu laflar! Türk basını için ayıp olan laflar bunlar! Böyle şey olur mu? Adam 

Ankara’dan  gelmiş,  orada  Bakırköy’de  bir  tören  yapacak,  almışlar  götürmüşler  adamı,  karşısına 

çarşaflılar  gelince  ne  yapsın  adam?  Rozet  takmış.  Başka  bir  şey  yapılabilir  mi?  Ama  ertesi  gün 

deniliyor  ki,  henüz  üye  olmadılar.  Böyle  saçma  sapan  bir  şey.  Bu  yeni  bir  politika  değil.  Bu  genel 

başkanın karşılaştığı bir olup bitti karşısında, buna bir elbise giydirmesinden ibarettir. Şimdi çok da 

konuşulmakta olduğu için, acaba bunda bir ekmek var mı, diye bakıyor genel başkan. Başka bir şey 

değil. Başka ne olabilir yani? Peki, Cumhuriyet Halk Partisi’nde her konu farklı mı? Son program ve 

tüzük meselesinde de durum aynıdır. Çarşaftan farklı değildir. Son kütük meselesinde de farklı değil. 

İleride hiç farklı olmadığı da görülecektir. Yani CHP yönetilmemektedir. Mesele oradan geliyor.  

Şimdi,  CHP  ne  yapmalı?  Bir  kere  sorunu  doğru  tanımlamalı.  Türkiye’de  ne  olup  bitiyor?  2001 

senesinde kurulan bir parti önce %34 ile sonra %46 ile nasıl iktidar partisi oldu? CHP’nin bunu doğru 

tanımlayabilmesi  lazım.  Bana  göre  CHP’nin  problemi  demokratik  bir  parti  olamamasındandır.  Ve 

kendisini  yenilememesindendir.  Tanju  Bey  değişimden  bahsetti  ama  ben  böyle  bir  değişim 

görmüyorum. Yani 350 sayfalık bir programı görüşmek üzere, bir sabah partinin kurultayı toplanacak, 

bir buçuk saat genel başkan konuşacak ve ‐buna dikkat ediniz lütfen‐ oylama bittikten sonra 17.05’te 

Genel  Başkan  kurultayı  kapamaya  davet  edecek.  Böyle  bir  anlayış  var  mı?  Hem  tüzüğünüzü 

değiştireceksiniz,  hem  yeni  bir  program  yazacaksınız,  hem  toplantıya  11.00’de  başlayacaksınız,  hem 

de 17.00’de o toplantıyı kapamak için kürsüye çıkacaksınız! Bunda ne değişim ciddiyeti var, ne siyaset 

ciddiyeti var, ne demokrasi ciddiyeti var. Böyle şey olur mu? Bu, Türk siyasi hayatına ve Türkiye’de 

yaşayan yurttaşlara hakarettir. Demokrasimize hakarettir. Başka bir şey değildir.  

CHP büyür mü, büyümez mi? Bana göre büyümez. Yeni bir parti olması lazım. Yalnız ben size bir şey 

söylemek  istiyorum.  2011’i  kurtarmak  mümkün  değildir.  Eğer  vaktimiz  olsaydı  size  anlatacaktım 

17
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”

niçin mümkün olmadığını. Ama bugün AK Partisinin karşısında olanların düşünmesi gereken, “2015’i 

nasıl  kurtarırız?”  sualine  cevap  aramaktır.  Dikkat  ediniz  ben  oldukça  yaşlı  bir  insanım.  Benim 

gençliğimde ve 1990’ların ortalarına kadar, hadi diyelim 1980’e kadar Türkiye’de siyasi ayırım “CHP 

ve  diğerleri”  şeklindeydi.  Siyasi  hayatı  izleyen  bir  insan  olarak  size  söylemek  isterim  ki  şu  andaki 

ayırım “AK Partisi ve diğerleri”dir. AK Partinin karşısında büyümek isteyen bir parti önce bunun ne 

anlama geldiğini bilmelidir ve “2015 kurtarılabilir mi?” diye düşünmelidir. Onu planlamalıdır. Niçin 

ve  nasıl?  Ben  yeni  parti  diye  söylüyorum.  Tabi  bunun  çok  daha  uzun  bir  söylem  olması  lazımdı. 

Vaktimiz kalmadı maalesef. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum efendim.  

Nur Betül Çelik


"Türkiye'de Halkçılık ve Kadro Akımı" başlıklı teziyle yüksek lisans ve "Kemalist Hegemony: From its Constitution
to its Dissolution" başlıklı teziyle doktora derecesi almıştır. 2005 yılında "Siyasal Düşünce" alanında doçentlik
unvanı kazanan Çelik, ideoloji kuramları, söylem kuramları ve çözümlemesi, sosyal bilim felsefesi, Türkiye'nin
siyasal tarihi ve sorunları, demokrasi kuramları ve Türkiye'de demokratikleşme sorunu konularında çalışmalar
yapmaktadır. İdeolojinin Soykütüğü 1: Marx ve İdeoloji isimli kitabın yazarıdır. Halen Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde Öğretim Üyesidir.

Tanju Tosun
Siyaseti İzlerken, Türk Parti Sisteminde Merkez Sağ ve Merkez Solda Parçalanma, Siyasette Yeniden
Mevzilenmeler, Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemleri isimli kitapların yazarıdır. Halen Ege Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi’dir. Son dönem yayınlanan gazete yorum yazılarından "Baykal,
partisini marjinalleştiriyor" ve “Demokrasiye sahip çıkma zamanı” başlıklı yazılar dikkat çekmektedir.

Tarhan Erdem
1953 yılında CHP'ye kaydoldu. Ocak yönetim kurulu üyeliğinden genel sekreterliğe kadar hemen bütün
görevlerde çalıştı. 1977 yılında İstanbul Milletvekili seçildi, 1977 Haziranında güvenoyu almayan Ecevit
Hükümeti'nde Sanayi ve Teknoloji Bakanıydı. Halkevleri, Nisbi Temsil Nedir?, 80'leri Karşılarken, Anayasa ve
Seçim Kanunları, İstanbul 1969 İl Kongresi Tutanağı, Üye Kayıtlarının Birleştirilmesi, Kapana Sıkışanlara,
Tıkanan Siyaset adlı kitapları yayımlamıştır. Tarhan Erdem, 1987 yılında KONDA Araştırma ve Danışmanlık Ltd.
Şirketini kurdu ve halen KONDA Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Radikal Gazetesi köşe yazarlığı yapmaktadır.

18

You might also like