Professional Documents
Culture Documents
Panel
Konuşmacılar:
Tanju TOSUN,
Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Tarhan ERDEM,
KONDA Yönetim Kurulu Başkanı ve Radikal Gazetesi Yazarı
Nur Betül ÇELİK,
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
Talip Küçükcan: Siyaset Ekonomi Toplum Araştırmaları vakfı adına hepinize hoş geldiniz diyorum.
Bugün “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset” ana başlığı altında panellerimize başlayacağız. Bunun
ilkini CHP ile gerçekleştireceğiz. Daha sonra MHP, DTP ve AKP ile yola devam edeceğiz. Bugün CHP
ve Türkiye’de sol konularında oldukça birikimli üç tane konuğumuz var, fazla zaman kaybetmeden
ben sözü kendilerine vermek istiyorum. İlk konuğumuz Nur Betül Çelik; kendisi Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi öğretim üyesi. Sol, CHP, Kemalizm ve hegemonya konularında çok fazla sayıda
çalışması var. Bize CHP’nin ve özellikle Türk solunun Kemalizm’le karşılaşmasını ve geçirdiği
dönüşümleri anlatacaklar. Biraz da son aylarda ve son günlerde CHP’nin yaptığı açılımlar ve bunların
yerel seçimlerle ilişkisi konusunda bizi bilgilendirecek. Daha sonra Ege Üniversitesi’nden Tanju
Tosun hocamız konuşmasını yapacak. Son olarak hem siyasi aktör olarak uzun süre siyasette bulunan
Konuşmacılarımızdan sonra soru‐cevap kısmına geçeceğiz. Buyurun hocam.
Nur Betül Çelik: Teşekkür ederim. Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Ben konuşmamı şöyle planladım:
Öncelikle Türkiye’de bugün içinde bulunduğumuz politik ortamla ilgili, bundan sonra seçim
sürecinde de siyasi partilerin duruşlarını etkilemesini beklediğim saptamalarım olacak. Böyle bir
ortamda siyasal partiler hangi gerilimleri yaşayacaklar, nelerle yüzleşmeleri gerekiyor, hesaplaşmak
zorunda oldukları temel gerilimler neler, bunlarla ilgili kendi saptamalarımdan bahsedeceğim.
1
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
Bununla bağlantılı olarak CHP’nin, Kemalizm’in taşıyıcı unsuru olması itibariyle, Kemalizm’le,
özellikle Kemalizm’in Halkçılık anlayışıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu ortaya koymak önemli diye
düşünüyorum. Partinin kendi adının içindeki Halk kavramını nasıl algılamamız gerektiğinden
bahsederek, bu algının özellikle demokratik bir halk kavramı açısından sorunlu yönlerine işaret
etmeye çalışacağım. Halk kavrayışına tarihsel bir bakışla bunu yapmaya çalışacağım. İçinde
bulunduğumuz politik oluşumda söylemsel olarak kimi düğüm noktaları kolayca ayırt edilebiliyor.
söylemek istiyorum. Öncelikle laiklik ve İslam arasında, laiklik ve dindarlık arasında kurulagelmiş bir
karşıtlığın temel bir gerilim alanı oluşturduğunu, kimliklerin oluşumunda ve bu kimlikler arasındaki
müzakere sürecinin özellikle kilitleyici bir takım unsurlarının da tam
bu karşıtlık üzerinden oluştuğunu düşünüyorum. Benzer bir biçimde
olan, daha da çok bence seçkin/halk ikiliği içinden işleyen, geleneksel
olan ile modern olan arasındaki gerilime işaret etmek gerekiyor. Bu
düğüm noktaları ve gerilim alanları ile ilgili temel kırılmaları hem
partilerin söylemlerinde görüyoruz, hem de seçime giden bu süreçte politik özneler olarak kendi
duruş noktalarımızı da bu politik gerilimler çerçevesinde belirlemeye çalışıyoruz. Bu ortam bize ne
ölçüde müzakere olanağı sağlıyor, bu tür gerilimler ne ölçüde politikayı olanaklı hale getiriyor, bence
burada tartışılması gereken önemli sorular bunlar. Politikanın olabilirliği, politik alanın oluşabilmesi,
aynı zamanda da demokratik bir politik alanın varlığı açısından bu tür gerilimlerin gerçekten çok
belirleyici olduğunu düşünüyorum. İşaret ettiğimiz bu söylemsel oluşumun en dikkat çekici
yanlarından biri, düzen fikriyle başlayan sürekli bir birlik‐bütünlük vurgusunun kaçınılmaz bir
biçimde hep önümüze çıkışı, ‘biz’ ve ‘düşmanlarımız’ kurgusu ve ‘öteki’ ile ilişkimizin hep bir
bütünlük kavramı içinden kuruluyor oluşu. Birtakım eşdeğerlikler zincirleri oluşturduğumuz zaman,
bunların içinde birlik, bütünlük, ulus, ulusal bütünlük gibi gösterenlerin çok ciddi bir biçimde
söylemsel alana egemen olduğunu görüyoruz. Bütünlük arayışının bir refleks haline geldiğine, bunun
hepimiz açısından ciddi sakıncalar yarattığına işaret etmek istiyorum. Bunun özellikle çoğulculukla
baş edememe gibi bir problemi de beraberinde getirdiğini, çoğulculuğu bir türlü hazmedemeyişimizin
gerisinde özellikle bu bütünlük refleksinin olduğunu düşünüyorum. Bununla yüzleşmek gerekiyor.
Hem bizler, yurttaşlar olarak gündelik siyaset içinde kendi konum alışlarımızla politik tercihlerimizi
yaparken ve politik mücadeleye katılırken bu tür bir sorgulamayı yapmak zorundayız, hem de siyasal
partiler, ideolojilerin taşıyıcıları ve bu söylemsel oluşumların düğüm noktalarında en fazla referans
2
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
alınan politik aktörler olmaları itibariyle bu çoğullukla baş etme problemiyle yüzleşmeliler diye
düşünüyorum. Türkiye’deki siyasal ortam içinde, özellikle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri,
hukukun üstünlüğü gibi bir çizgi içerisinde bu birlik‐bütünlük refleksinin çok ciddi sorunlar
yarattığını, özellikle haklardan geri dönüş anlamına gelebilecek biçimde ‐ki zaten çok az kazanımımız
var bu konuda ‐ kazandığımız haklarımızın ve özgürlüklerimizin bir kısmını elimizden kolayca
kaybedebileceğimiz bir zeminin maalesef var olduğunu düşünüyorum. Burada her küçük tartışmanın,
politikanın varlığını tehlikeye atan bir kutuplaşma eğilimi var. Bu
üzerinden kutuplaşan, neredeyse taraftarlık düzeyinde fanatikliği yaşamamıza neden olan bu eğilimi,
politikayı bir anlamda olanaksızlaştıran bir gelişme olarak görüyorum. Bu tabii ki en büyük
problemimiz. Politik kimlikler arasındaki karşılaşmaların, kutuplaşmalar yerine müzakereler şeklinde
olması gerekir ki orada bir demokratik olasılık yaratılabilsin. Oysa içinde bulunduğumuz ortamda var
olan kutuplaşmalar, radikal karşılaşmalar, toplum içinde birbirimizi anlama olanağını ortadan
kaldıran bir durum gibi görünüyor. Bunun çok örneği var. Hepimiz bir takım vesilelerle bunlara tanık
oluyoruz. Ben üniversite mensubuyum. Üniversite mensuplarının üyesi olduğu ve üniversite için
yaratılmış bir grupta, üyeler arasında tam da bu söylediğime dair, zıt fikirlerin herhangi bir müzakere
olanağı bırakmadan, kendi içine kapanan bir dille, düşmanlığı yaygınlaştıran biçimde ifade edildiğini
ve bütün alanı kapladığını gördüğümüz örnekler, yazışmalar, taraf almalar yaşanıyor. Bunlar çok
önemli sorunlar olarak görünüyor. Bu türden keskin karşılaşmalarımızın özellikle siyasal partilerin
konumları açısından son derece kararsızlaştırıcı bir ortam yarattığını düşünüyorum. Bir yandan
konumlarınızı çok keskin bir şekilde ifade ediyor gibi görünüyoruz ama öte taraftan da nerede
konumlanacağımızı çok iyi bilemiyoruz. Bir paradoksal durum yaşıyoruz hep birlikte. Kararsızlık çok
ciddi bir korkuyu beraberinde getiriyor, birbirimizden korkma üzerine kurulu bir ortamda, korkunun
egemen olduğu bir ortamda neyi müzakere edeceğiz? Doğrusu bu konuda ciddi kaygılarım var. Bu
politik bir olanak yaratma açısından çok sorunlu bir durum, politikayı imkânsız hale getiren bir
durum. Çünkü politika özünde çatışma ve müzakerenin birlikte yürümesi gereken bir süreç.
Çatışmaya evet, ama bu çatışmanın son derece radikal, keskin, kapanmış bir formuna hayır.
Belki benim nerede durduğumu da kendi sunumum içerisinde ya da savlarım içerisinde
3
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
yakalayabileceksiniz diye düşünüyorum. Önce böyle politik bir ortamda benim bu konuşma
vesilesiyle üzerime düşen şey, CHP’nin yerinin ne olduğu, tarihsel olarak ne olduğu ve bugün ne
olabileceği üzerine de konuşmak. Tarihsel olarak CHP istese de istemese de kendisini Kemalizm’le
doğrudan ilişkilendirmek zorunda olan bir parti, çünkü tarihsel olarak baktığımızda devletin
kurucusu olma sıfatını taşıyor. Kemalist ideolojinin taşıyıcısı olan CHP, böylesi bir ortamda, benim
kısaca bahsettiğim siyasal ortamın unsurlarından biri olan Kemalizm ile hesaplaşması en zor olan
partilerden biri belki de. Ama bir yandan da bu parti, tarihsel süreç içerisinde kendisine bir sosyal‐
demokrat parti olma misyonunu da yüklemiş. Bu aslında sıklıkla tartıştığımız bir soruyu hemen akla
getiriyor: sol bir Kemalizm ne kadar mümkün? Bu soruyu özellikle partinin Kemalist ideolojiyle
kurduğu organik bağ içinde görünürlük kazanan Halkçılık söylemi çerçevesinde ele almak gerekiyor.
Tarihsel kaynaklarını da göz önüne aldığımızda Kemalist halkçılığın, sosyal adalet, ilkesini eşitlik
ilkesini öne çıkarması gereken bir sol söylemle buluşabileceği yerler var mı? Bu soruyu
yanıtlayabilmek için öncelikle halkın tarihsel olarak nasıl tanımlandığına bakmamız gerekiyor. Bunu
çok özetle yapmaya çalışacağım. Aslında 20 dakikaya sığacak bir şey değil, oldukça kapsamlı bir
analiz gerektiriyor.
Halktan neyi anladığı, kendine zemin olarak aldığı halk kavrayışı, nerde durduğunu, nasıl bir
halkçılık olduğunu da belirleyen bir şeydir. Şimdi Kemalizm’in oluşum sürecine baktığımızda, kendi
ideolojik bütünlüğünü oluşturduğu 1930’lu yıllara baktığımızda, halkçılığın daha seçkinci bir dille
ifade edildiğini söylemek gerekiyor. Kültürel bir öğe olarak tanımlanmış bir halkla karşı karşıyayız.
İdealize edilmiş, romantikleştirilmiş bir halk ile karşı karşıyayız. Bu halk belli bir noktada bütün
sorunların kaynağı gibi algılanıyor. Romantik bir kavram olması buradan geliyor, idealleştirilmiş bir
halk ile karşılaşmamız buradan geliyor. Öte yandan da halkın siyasal bir özne olarak var olabilmesini
sağlayacak her türlü yolun kapatıldığını görüyoruz. Halkın kendini ifade etme olanakları kapanınca,
eklemlenmesiyle, ideoloji, daha otoriter bir yapının ağırlık kazandığı bir form ediniyor. Kemalist
halkçılığın daha çok seçkinci bir mantığın eşdeğerlik zincirlerini kurduğunu söyleyebiliriz.
4
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
Türkiye’nin entelektüel tarihine baktığımızda, halkçılığın tek kaynağı 1930’ların Kemalizm’i değil
elbette. Halkçılığın çok daha eskiye götürebileceğimiz bir tarihi var. Halkçılığın Jön Türk ideolojisiyle
ilişkisi mutlaka ortaya konulmalı. O dönemlerde pozitivizmin ilerleme düşüncesiyle birleştirilmiş bir
Halkçılık anlayışı vardı. Bir Aydınlanma projesi olarak ortaya konulduğu görülüyor. Halkın
aydınlatılması, halkın önce keşfedilmesi sonra aydınlatılması, elbette “vesayetle” halkın geri
kalmışlıktan kurtarılarak ileri götürülmesi fikri ağır basıyor o dönemde. Halk hem bir ideal, hem de
aynı zamanda batıl olanı, geleneği ve geriliği temsil eden söylemlerin kaynağı gibi algılanıyor. Bir
gerilim var burada. Bir yandan ideal çünkü halk, her türlü ilerlemenin çıkacağı bir kaynak olarak
düşünülüyor. Öte yandan ise bütün geleneğin, Kemalist söylem içinde reddedilmiş olan, eski olana
dair her şeyin de yine bu halk kavramı içerisinde birtakım özdeşlik zincirleriyle kurulmuş olduğunu
görüyoruz. Daha çok kültürel bir halk bu. Folklorik bir öğe olarak algılanabilir. Özellikle Kemalizm
programı içinde, 1930’larda, bu Aydınlanma projesini gerçekleştirecek ya da modernlikte geri kalmış
geleneksel halkın bulunduğu yerden daha öteye taşınmasını sağlayacak, dilin arılaştırılmasından
eğitim reformlarına pek çok reformun yapıldığını biliyoruz. Bunların hepsini tek tek almaya burada
zamanımız yok. Burada özellikle halkçı ideallerin siyasal boyutunun da eksik olmadığını söyleyerek
devam etmek gerekiyor. Halkçı ideal içerisinde, burada özellikle laikleşmiş bir halk kavramının
öngörüldüğü, kamusal alanın genişletilmesine uygun olabilecek bir biçimde ulusal egemenlik
ilkesiyle tanımlanan bir yapının da varlığını görüyoruz. Özellikle ulusal egemenlik ilkesiyle birlikte
düşündüğümüzde halkçılık, Osmanlı geleneksel devlet anlayışından belli bir biçimde kopmayı,
geleneksel meşruiyet kaynaklarından belli bir kopmayı beraberinde getiriyor. Egemenliğin kaynağı
olarak kabul edilmesi halkı, siyasal alana müdahale olanağıyla donatıyordu. Dolayısıyla halk
kavramının siyasallaşmasının başlangıcını oluşturuyor ulusal egemenlik fikri. Bu kamusal alanın
genişlemesini de beraberinde getiriyor. Kuramsal olarak ulusal egemenlik ilkesi, halkın siyasete
katılmasının önünde var olan engellerin kalkmış olduğu gibi bir sonuç yaratabilir. En azından
“egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dendiğinde, burada millet ve halk özdeşliği çerçevesinde
millet dendiğinde halkın kastedildiğini varsayarsak, bu ilk erken dönem halkçılığının siyasal alanı
tanımladığını söyleyebiliriz. Halkçılık idealinin tek başına değil, Kemalist söylemin bütünlüğü içinde
birbirlerine nasıl eklemlendiğine bakarak değerlendirilmesi gerekiyor. Ama ben bunları birbirine
bağlayan unsurun halkçılık olduğunu düşünüyorum ve tüm bu ilkeleri halkçılık temelinde okumayı
öneriyorum. Ama burada sorun halkın kim olduğunu sorusunun bugüne de uzanacak biçimde
yanıtlanış tarzlarında açığa çıkıyor. Çünkü halk ya da herhangi bir halkçılık bana göre toplumsal
talepleri belli eşdeğerlik zincirleri içerisinde siyasal ufka taşımayı başarmış olmalıdır. Eğer
5
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
bulabiliriz. Ama çoğulluğa duyarsız, seçkinci bir mantıkla kurgulanan bir halk tasarımı, seçkinci
mantığın iziyle geleneğin ve gerici unsurların taşıyıcısı olarak dışlayıcı bir mantıkla tasarımlanan halk
kavrayışı, sonuçta halkın politik alana katılmasının önüne bir dizi engel koyuyor. Yani kültürel
anlamda bir gerilik tarif ediliyor; bu kültürel gerilik kurgusu, siyasetin unsurlarını kavrayamamak,
siyasetin yeterince içinde var olamamak gibi bir özelliğin de halka yansıtılmasına neden oluyor.
Halkın çoğul kimliklerin var olduğu, farklı toplumsal taleplerin, sınıfsal taleplerin, kimlik taleplerinin,
etnik taleplerin var olduğu bir çoğulluk alanı, bir toplumsal talepler alanı olarak kavranamayışı,
sonuçta, bütün siyasal partilerin halkla ilişkisini sorunlu hale getiriyor. Ama özellikle halkçı olduğunu
iddia eden, halk kavramını vurgulayan ve demokratik kimliğini bu halk kavramından kalkarak
tanımlamayı isteyen bir parti için. Burada tabii özellikle sosyal adalet ilkesinin, eşitlik ilkesinin sözünü
ettiğim çoğulcu bir halk yapısını gerektirdiği, bu tür bir sosyal demokrasi ya da sol demokrasinin de
ancak böyle bir çoğulcu halk yapısıyla hesaplaşmanın tamamlandıktan sonra ancak
gerçekleştirilebileceğini de söylemek istiyorum.
Son olarak, adında “halk” kavramını barındırarak halkçı olduğunu, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeler
üzerinden ise sosyal demokratlığını ilan eden CHP gibi bir partinin, Türkiye’de siyasal ortamı
belirleyen bir bütünlük ve güvenlik söylemi içine kapanmak yerine, çoğulculuğu bir tehlike olarak
görmek yerine, bu çoğulculuğu kapsayacak bir halk kavramını programının özüne yerleştirmesi
gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Talip Küçükcan: Teşekkür ederim hocam. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin taşıyıcısı olarak Halk
Partisi ile ilgili bu söyledikleriniz gerçekten ufuk açıcı oldu. Şimdi Tanju Bey’e dönelim ve bu
değişimin hangi yöne doğru gittiğini ondan dinleyelim.
Tanju Tosun
Merhabalar. Ben de öncelikle SETA’ya bu daveti için teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’de yoğun bir
politik ortam oluşmaya başladı. CHP’ye bir süredir bir şeyler oluyor; kamuoyunun belirli kesiminde
CHP acaba dün olduğundan daha farklı bir konuma mı yerleşmek istiyor yoksa Baykal bir sistem
içinde önümüzdeki yerel seçimler nedeniyle bir tutunma gayretiyle mi böyle bir değişim hamlesi
peşinde gibi sorular gündeme geliyor. Burada CHP’nin aktör durumu üzerinden bu konuyu
anlamaya ve bu değişime değinmeye çalışacağım. Türk parti sisteminde aslında saati 22 Temmuz’a da
geri getirmek yeterli değil. 3 Kasım 2002 seçimlerinden bugüne 2,5 aktörlü bir parti sistemiyle karşı
karşıyayız. Bir tarafta CHP bir tarafta AKP. CHP geleneksel olarak Türkiye’de kendisini sosyal‐
6
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
demokrat, Kemalist, laik, milliyetçi tanımlayan kitlelerin birlikteliğine dayanan bir siyasal parti
oluşumu. Buna karşılık AK Parti milliyetçi, muhafazakâr, liberal, demokrat tanımlamasıyla toplumun
önüne çıkan aktörlerden müteşekkil ve toplumsal desteği de buradan gelen siyasal bir hareket ve
bittiğinin farkında olan bir CHP grubu var. CHP’nin bir süre
önceki çarşaf, başörtüsü açılımı, ardından CHP’nin program ve tüzük kurultayı, kamuoyunda ciddi
bir şekilde tartışıldı ama bu değişimi bir yanılsamadan ibarettir olarak düşünenler de var. CHP’de
aslında bir şeyler değiştirilmeye çalışılıyor. Bu da çok büyük ölçüde Deniz’in bitmesiyle alakalı.
Bunun göstergeleri çarşaf açılımıyla başlıyor. CHP’ye geçmişte SHP içinde politika yapan bir takım
aktörlerin davet edilmesi, ardından biraz ürkek bir şekilde de olsa işte kendisini sosyal‐demokrat bir
parti olarak tanımlamaya çalışan bir CHP. Bir anlamda sola dönüş sinyalleri veren bir CHP ve Baykal
var. Aslında Baykal’ın CHP’si var karşımızda. Şimdi Baykal’ın öncülüğünde yürütülen CHP’de bir
yeniden yapılanma arayışının ciddi sosyolojik gerekçeleri var mı? Bu salt Baykal’ın geçmişte yaptığı
gibi günü kurtarmaya yönelik bir operasyon mu? şeklindeki sorular meşru. Çünkü ciddi anlamda
kamuoyunda zaman zaman tartışıldı, bu bir reddi mirasa girer. Ne CHP ne Baykal bunu kaldırabilir,
hatta Baykal bunun altında ezilir gider diye tartışmalar var. Fakat ne ilginçtir ki CHP içinde çok sıkı
etnik kökenci, Kemalist çevrelerden, bayanlardan dahi CHP’nin bu açılıma bir eleştiri gelmedi.
Dolayısıyla tek tük gelen eleştirileri bir yana bıraktığınızda, öyle bir izlenim veriyor ki, gerçekten
CHP’deki bu değişim parti içinden de bir destek buluyor. Kamuoyundaki değerlendirmelere
baktığımızda bir samimiyet sorgulaması söz konusu ama ciddi bir biçimde Türkiye’de CHP’li ya da
CHP’siz bir sosyal‐demokrat harekete de AKP karşısında en azından sistemin merkez ve sağında
dengeli konumlanmak açısından gerek duyulduğu konusunda bir uzlaşma var.
CHP neden böyle bir değişim sürecini başlatma ihtiyacı duydu? Değişimin kaçınılmaz olduğunu
böyle bir değişimin yapılmadan CHP’nin kendisine sosyal‐demokrat eksende bundan sonra
konumlandıramayacağını anlayan bir CHP elitleri ve Baykal var ama Baykal önce buna inanıyor.
Daha sonra partililere neredeyse istisnasız bir şekilde buna inandırmış görünüyor. Buradan değişimin
gerekçeleri arasında iki temel unsur dikkati çekiyor; bunlardan bir tanesi çok pragmatik, günü
7
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
kurtarmaya, zoraki olarak kendisini bir şekilde açmaya muhtaç hisseden bir CHP var. Çünkü
karşısında halen 22 Temmuz seçimlerindeki aldığı oy gücünün altına ciddi bir şekilde düşmeyen,
belki de potansiyel olarak onun üzerine çıkarmaya muktedir olacak bir AKP söz konusu. Diğer tarafta
da beşte birlik bir seçmenin desteğine mahkûm olmuş bir CHP var; 3 Kasım, 22 Temmuz ve
kamuoyuna yansıyan araştırmaları veri aldığınızda. Dolayısıyla zoraki olarak böyle bir değişim talebi
var, Baykal’ın CHP’sinde.
Ne yapmak istiyor? Sistem de bir şekilde tutunabilmek ve geleceğe dair yolunu açmak isteyen ve bu
seçiminde bunun için bir fırsat olduğunu düşünen bir CHP var. Çünkü konjonktürde yani iktisadi
krizin teğet geçip geçmeme tartışmalarını bir yana bıraksak da böyle bir şey söz konusu. Yani iktisadi
anlamda AK parti iktidarına karşı memnuniyetsiz kitlenin var olduğunu düşünen ve bundan
faydalanmak isteyen bir CHP var. Bunun ötesinde tabii insan hakları ve demokratikleşme, Kürt
sorununa çözüm, başörtüsü sorununu halletmeye ilişkin CHP’nin genetik kodlarında ciddi bir açılım
yapması pek mümkün görünmüyor. Nitekim program değişikliğini satır başlarıyla dikkate
aldığımızda böyle bir değişim talebinin de köklü bir şekilde olmadığı anlaşılıyor. Medyada da dikkat
çekildi, Romanlardan birkaç cümleyle bahsediliyor fakat Kürt kelimesine bir iki yerde atıfta
bulunuluyor. İnsan hakları demokratikleşme alanında bir takım yeni ifadeler söz konusu ama
toplumun farklı kesimlerinin demokratikleşme taleplerine dair her hangi bir ciddi açılımının CHP
programına yansımadığını görüyoruz. Dolayısıyla bir boyutuyla zoraki, seçimde oylarını arttırmak
iddiasında, isteğinde olan bir CHP var; ama diğer tarafta da CHP değişecekse bugünden itibaren
değişim yönünden bir takım adımlar atılması yoksa zamanın geçeceğini düşündüğünü zannettiğim
bir Baykal ve Baykal’ın CHP’lileri var, CHP içinde. Çünkü Baykal’ın bundan sonraki süreçte sistem
içinde CHP’nin başında ve Türkiye’de alternatifsiz olarak bulunan merkez sol tarafta kendisine rakip
olabilecek bir güç olmadığı için ya %20’lerde tutunmak zorunda kalan, CHP genel merkezinde
kendisine yakın milletvekilleriyle bir arada kalacak ama toplumla ciddi anlamda organik bağ sorunu
olan bir CHP var olmaya devam edecek. Yahut da CHP lideri Baykal siyasi ömrünün geri kalan
kısmında bir takım açılımlar yapmak suretiyle en azından gelecekte kendisine dair olumlu bir takım
atıflar yapılmasını sağlamak peşinde. Baykal eğer değişime gerçekten inanıyorsa bunu başarma
konusunda çok güçlü olduğunu biliyoruz. Çünkü CHP grubu öyle bir pozisyonda ki lider ipleri
nereye çekerse oraya gelebilecek politik aktörlerden oluşan bir CHP var. Yukarıdan aşağıya
bakıldığında varlıklarını sadece Baykalcı olmaya bağlayan bir siyasetçi sınıfı var. Eğer Baykal samimi
ise CHP’de bir değişimin gerçekleşme potansiyeli olduğunu düşünüyorum ben.
Özellikle başörtüsüyle ilgili niçin böyle değişime gereksinim duydu? Geleceğe yönelik pragmatik ve
popülist bir beklenti. Tabii İstanbul il örgütünü bu alanda yürütmüş olduğu bir takım çalışmalar
8
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
açılımlara pek alışık olmadığını da biliyoruz. Böyle bir
beslenmeye razı biraz insani bir hal olarak bakan CHP
orada duracak olan bir insanlık hali ya da bir demokratlık hali olarak görüyorum. Onun ötesinde
üniversitelerde başörtüsü meselesine yaklaşımı ne olabilir? Tabii CHP’nin yerel seçimler sonrasındaki
performansına bakmak gerekir. Bana kalırsa eğer çarşaf açılımı CHP’nin oy gücüne olumlu bir etki
yaparsa, üniversitelerde başörtüsüne dahi olumlu bakabilecek bir Baykal olabileceğini, kendi adıma
düşünüyorum. Kurultayda oylanıp kabul edilen programdaki belli başlı başlıklara göz attığımız da,
burada net bir biçimde bir ideolojik kimlik arayışı yok. İdeolojik bir yeniden yapılanma yok.
Topyekûnda bunu 29 Mart sabah aynı CHP aynı Baykal olacaktır diye indirgemek konusunda biraz
ben tereddütlüyüm. Dikkat ederseniz Baykal’ın özellikle çarşaf açılımı ile ilgili kendisine yöneltilen
sorulara verdiği cevaplarda şu dikkat çekiyor; çarşaf takabilir ama çarşaf takanın aynı zamanda
mevcut AK Parti iktidarıyla iktisadi beklentilerine yanıt bulamama gibi bir sorunu vardır. Dolayısıyla
çarşafa müsaade etmekle iktisadi beklentilerine AK Parti iktidarıyla yanıt bulamayan kitleleri kendi
etrafına almak ve bundan da bir şekilde CHP’yi büyütmek gibi bir ilişki söz konusu idi. CHP çarşaf
açılımıyla aslında iktisadi anlamda memnuniyetsiz olan kitleleri AK Partiden koparabildiği ölçüde
bunu bir başarı olarak görecek. Bununla orta vadede daha da büyümek isteyen bir CHP söz konusu
çünkü CHP’de farkında ki AKP’nin yaklaşık olarak 6–7 yıllık iktidarında ne politik ne kültürel ne de
iktisadi beklentilerinin tam anlamıyla yanıtlamadığı bir iktidar partisi olması söz konusu. Bu nedenle
potansiyel olarak beklentilerine karşılık alamadığı için AKP’den uzaklaşabilecek bir seçmen kitlesi
olduğunun da CHP ve Baykal çok iyi farkında. Tüzük kurultayında Değişim için Pusula‘da CHP’den
radikal bir kopuş yok tabii ama ben bu konuda iyimserim. 29 Mart sonrasının beklenmesi gerektiğini
düşünüyorum. Burada belki CHP’nin bu açılımı konusunda getirilebilinecek bir eleştiriye Baykal
karar veriyor. Baykal’ın 29 Mart akşamı sandıktan olumsuz bir tablo çıkması halinde geri adım atması
mümkündür. Çünkü CHP mevcut haliyle tek şefin, tek adamın partisidir. Bu örgütsel yapı içerisinde
karar alma sürecine aşağıdan yukarıya doğru işleten bir müzakere tesisine dayanan politika tarzı yok
CHP içinde ve bu çok problemli bir alan. Baykal bir TV konuşmasında şunu da ifade etti, üyelere
aşağıdan bu süreci işletecek. Aşağıda da üyelerin ne ölçekte aktif olduğu daha doğrusu ne ölçüde
9
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
parti için çalıştıkları ayrı bir tartışma konusu. Mevcut siyasi partilerdeki örgüt yapısı üyelik ve delege
sistemi de tamamen dar bir politik rant beklentisi olan aktörlerin elinde. Dolayısıyla CHP ve Baykal 29
Mart sürecinde bir yanda partiyi oy gücü itibariyle güçlendirmek, oy tabanını genişletmek bunun
içinde biraz zoraki olarak böyle bir değişime yöneliyor. Diğer tarafta da bana kalırsa artık sınırlı bir
reddi mirasa yönelmeden Türkiye’de sosyal demokrasiye gelecekte bir miras bırakmanın da mümkün
olmadığını Baykal muhtemelen düşünüyordur.
Bu noktada acaba CHP 29 Mart seçimlerinde ki muhtemel stratejisini neye oturtuyor? Parametreleri
alternatif olarak bir sosyal‐demokrat kimlikle çıkmak istiyor. Bunu aslında Değişim için Pusula’da
vurguluyor. Sınırlı bir özgürlükçü sosyal‐demokrat söylem ve muhtemelen çok nokta vuruşu olarak
altına çekmeye çalışacak. Bu süreçte cumhuriyet ve laiklik vurgularının ben o kadar öne
etkileyebilir. Bana kalırsa bu değişim çizgisinde samimi olursa CHP bir anlamda böyle bir yeniden
saflaşmayı sağlayabilir. Çünkü Türkiye’de hatırı sayılır bir oyla hareketli bir seçmen kitlesi, kararsız
seçmenler kitlesi yerel seçimler yaklaştıkça artıyor.
Mutlaka değer temelli politik yönelimden sorun temelli politik yönelime geçilmeli ve buna yönelik
çok somut projelerle CHP seçim sürecinde ilerlemeli. 2 gün önce İzmir’de alanda yapmış olduğumuz
bir çalışmada yaklaşık olarak 4500 kişilik bir seçmen kitlesiyle görüşülmüştü. Siyasi eğilimlerini
Kemalist olarak tanımlıyor. 2. siyasi eğilimlerde %27 laik görünen bir kitle var. CHP’ye bakıldığında
%31 sosyal‐demokrat, %26,8 Kemalist olarak gören bir kitle var. AKP’ye bakıldığında %24,5 milliyetçi,
%19,5 muhafazakâr, %14,1 Müslüman‐demokrat olarak tanımlayan bir kitle var. Mahallelerin
ekonomik gelişmişlik düzeyine göre bir kategorileştirme yapmıştık. O kategorilerde yerleşik olan
seçmenlerle siyasi eğilimleri karşılaştırdık. İzmir örneğinde en zengin mahallelerin bulunduğu
yerlerde olan seçmenler kendilerini çok net bir biçimde Kemalist‐laik olarak tanımlıyor. Aşağıya
doğru inildikçe muhafazakârlık artıyor fakat kendilerini milliyetçi olarak tanımlama eğilimi %20’nin
üzerinde ve bütün siyasi partilerde de ortak bir siyasi eğilim olarak dikkat çekiyor yani bir milliyetçi
damar üzerinden politikayla seçmen parti üzerinden bir aidiyet ilişkisi kuruyor. Kemalistler %27 en
zengin mahalleler de, en alt mahallelerde bu oran % 12,5’a düşüyor. Muhafazakârlık en zengin
mahallelerde %1, en alta doğru gidildikçe %7,5. Tabii buradan hareketle, İzmir örneğinde CHP’nin
10
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
CHP’ye İzmir’de ciddi biçimde tutundurur ve seçim kazanmasına bir anlamda destek sağlayabilir,
diye düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Talip Küçükcan: Tanju Bey’e teşekkür ediyoruz. Tanju Bey’in ilk cümlesindeki metaforu çok güzeldi:
“Deniz’in bittiği yer” dedi. Hangi deniz, diye sormak lazım. Sizin konuşmanız Nur Betül Hanım’ın
halkçılık ilkesi temelindeki konuşmasını özellikle halkla, halkın değerleriyle buluşma noktasında
açımlamış oldu. Şimdi Tarhan Erdem Bey’e dönüyoruz. Tarhan Bey, bu açılımlar ya da yeni tercihler
siyaseti ve insanların siyasi tercihlerini ne kadar etkileyebilir? Bu konudaki görüşlerinizi bizimle
paylaşırsanız memnun olacağız.
Tarhan Erdem
Efendim Merhaba! Sayın SETA yöneticilerine buraya beni davet ettikleri için çok teşekkür ediyorum .
Sizlere tam Tanju Bey’in bıraktığı yerden devam edeceğim. “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Cumhuriyet
Halk Partisi”ne başlıyoruz. CHP nasıl 22 Temmuz’dan çıktı? Ne değişti? Ve çarşaf meselesi ile de bu
değişimi boyutlandırmaya veya yorumlamaya çalışacağım. Cumhuriyet Halk Partisi, kısmen Tanju
Bey’in de işaret ettiği gibi, 22 Temmuz’dan alabileceği oyların azamisini alarak çıktı. Bir başka deyişle,
Tanju Bey’in de söylediği gibi “’Deniz’in bittiğini gördü.” Bu iki anlama da gelebilir. Yani
alabileceğinin en fazlası derken, çok oy almış değil aslında. Bence alınabileceğin en azını almış oldu.
Çünkü belli bir fikirde olan, belli bir yapıda olan bir iktidar partisine karşı olan kitlenin miktarı,
CHP’nin aldığı miktarın çok üstündedir. 22 Temmuz’dan sonra CHP’de ne değişti? Ben Tanju Bey
kadar iyimser değilim. Bir şey değiştiğini sanmıyorum CHP’de. Biraz sonra onu çarşaf örneği ile
irdelemeye çalışacağım.
Şimdi “çarşaf meselesi” var Türkiye’de, CHP etrafında konuşuluyor. O mesele nedir? Nasıl oldu? Onu
biraz yakından görmek lazım. Çarşaf meselesinden ne bekleniyor? Biraz evvelki arkadaşımın
söylediği gibi oyun artması bekleniyor. Yani çarşaf takanlar, türban takanlar, başörtüsünü örtenler
yine o giysileri kullanmaya devam edecekler ama CHP’ye oy verecekler. Beklenilen budur! Veya onlar
fikirlerini değiştirecek, giysilerini değiştirecek ve bugünden sonra CHP’ye oy verecekler. Bunlar
beklenilebilecek şeyler midir? Yani bu beklentiler gerçekçi beklentiler midir? Böyle bir şey olabilir mi?
Şimdi ona geçelim.
11
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
Ağustos [2008] değerleri KONDA’nın yaptığı araştırmalardan alınmıştır. Örtünme durumu ile
AKP’ye oy verme durumunu görüyorsunuz. Bir örnek vermek için söylüyorum, AK Parti Ağustos
2008’de oylarının %16‐17’sini başını örtmeyenlerden, %61’ini başörtüsü örtenlerden, %20’sini türban
takanlardan ve %1’ini de çarşaflılardan alıyordu. Burada önemli olan 1. satırda yer alan %16 ile
%75’tir. CHP başını örtmeyenlerden %75 oy alıyor. Başörtüsü örtenlerden de AK Parti %61 alıyor. Bu,
demin sorduğumuz beklentilere, bir anlamda bir adım cevap verebilir durumdadır. Ama biz burada
kalmayalım. Bu AK Parti 100, CHP 100 vs. şeklinde sayılarak yapılıyor.
Onun bir sonrasına bakarsak eğer, örtenler ne yapıyor diye bakarsak: Başını hiç örtmeyenlerin yani
başı açık gezenlerin %29’u AK Parti’ye veriyor; % 46’sı CHP’ye veriyor. Başörtüsü örtenlerin %68’i,
türban örtenlerin %79’u, çarşaf ve peçe örtenlerin de %69’u AK Parti’ye oy veriyor. Burada tabii çarşaf
12
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
ve peçe örtenlerin oranlarına fazla takılmamak lazım. Çünkü sayıları çok az olduğu için, %1
mertebesinde olduğu için, onların araştırmaya intikal eden oranlarında önemli yanlışlıklar vardır.
Şimdi “dindarlık ile yarın seçim olsa” tablosuna bakalım. Burada beşe ayrılmış durumda dindarlık,
inanç meselesi: ateistler, inançsızlar, inançlılar, dindarlar ve sofular. Gördüğünüz gibi dindarlar
Türkiye’de %52’dir. Dindar demek, inancı var, dinin kurallarını elinden geldiğince uyguluyor ve
uygulamaya gayret ediyor, demektir. İnançlı, dinine saygılı ama ihmal ettiğini kendisi de ifade ediyor.
Şimdi bakınız, bu ortalamada dindarlar %52, isterseniz siz buna muhafazakâr da diyebilirsiniz. Bunlar
kendini dindar gören insanlar. “Ben dinimin kurallarını uygulamak istiyorum” diyen insanlar
%52’dir. Bu 52’yi unutmayın. İnançlı insanların oranı 32. 32’yi de unutmayın. Biraz sonrası için
söylüyorum. İnançlıların %59’unu alıyor CHP; dindarların %63’ünü AKP alıyor, %28’ini de CHP
13
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
alıyor. Dindarlar %52’ydi. Bunun %68’si AKP’ye oy veriyor. Bu ne demek %35’i, 65 ile 68’i
çarparsanız, mertebe olarak söylüyorum, Türkiye’de seçmen yaşına gelmiş insanların %35’i daha
başlangıçta, hani “dükkânı açarken” tabiri vardır ya, dükkânı açarken AK Parti’ye bağımlı. Bunlar,
örtünme bakımından da böyle (görüyorsunuz, gördünüz herhalde bir evvelkinde) inanç bakımından
da böyle.
veriyor. Çarşafı açılım olarak gören veya böyle olabilir mi
AKP’ye oy veren %69’dan bir miktar insan ayrılacak, %8.8’e ilave olacak. Niçin olacak bu acaba?
Bunlar, şimdiye kadar AK Parti’ye veya bir başka partiye oy verirlerken akılları yok muydu? Bunlar
aklı başında, bilerek, bilinçli tercihleriyle başörtüsü örtmektedirler ve tercihleri ile bu oranlarda AK
Partisi’ne ve CHP’ye oy vermektedirler. Bunların dönmesi için bir başka şeyin olması lazım. Bir takım
insanlar bir yerlerde çarşaflı insanlara rozet takıldığı için, “bak orada çarşaflı 10‐15 kişiye rozet
takıldı” diye, “ben de şimdiye kadar başka partiye oy veriyordum ama şimdi bu partiye oy vereyim”
diyecek. Niçin? Bunun hiçbir sebebi yok, hiçbir mantıki sebebi yoktur.
14
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
Dindarlık ile örtünme arasındaki ilişkiyi de görüyorsunuz. İnançsız ve ateistlerde 90 mertebesinde
örtmez, dindar ve sofularda da %26 ve %12. Örtmeyenlerin normal ortalaması %35–39 olduğu halde,
burada %26 ve %12 oluyor. Yani örtmeyenlerin çok önemli bir kısmı, ateist, inançsız ve orta durumda
inançlı ama başını örten, türban vs. takanlarda da dindar ve sofular büyük ağırlıklı. Bu ilişkiden de
görülüyor ki mesele sadece çarşaf takmakla ilgili değil. Çarşaf süs olarak takılmıyor. Çarşafın o
insanın üzerinde bir fonksiyonu var, bir işlevi var. O kız o türbanı takıyorsa, bir sebeple takıyor.
Kendisi ile mutabık, ailesi ile mutabık, geçmişiyle mutabık ve beyni ile mutabık. “Bir yerlerde insanlar
çarşafa altı ok rozeti taktılar. Artık ben de şimdiye kadar ki fikirlerimden vazgeçeyim” der mi?
Oradaki kadınların davranışı sebebiyle milyonlarca insan fikrini değiştirecek, öyle mi? Bunun ne
demokrasi ile izahı var, ne demokrasiye saygı ile izahı var. İnsanlar Türkiye’de bilerek oy verir ve
bilerek oy verdikleri için de doğru oy verirler üstelik. Yanlış oy vermezler, bir takım insanların farklı
düşündüğü gibi.
Şimdi açılım sorusuna yine dönebiliriz. Bu açılım, açılım denilen olay nasıl başladı? Bakırköy’de bir
açılış sebebiyle İstanbul’a gelen partinin genel başkanı Deniz Baykal, o törene gittikten sonra, açılış
töreni hızlandırıldı ve ardından belediye başkanı adayı olmak isteyen ve kendisine “seni belediye
başkanı adayı yapacağız” diye söz verilen bir adamın, mahalli yönetimin, düzenlediği hazırladığı bir
toplantıya gidildi. Deniz Baykal’ın uçaktan ininceye kadar böyle bir toplantının olduğundan, böyle bir
toplantıya gideceğinden haberi yoktu ki böyle bir açılımı düşünmüş olsun. Niçin düşünsün adam?
İstanbul’a gidiyor ama İstanbul’da kendisinin ne ile karşılaşacağını bilmiyor ki! Ona, uçaktan indiği
zaman söylendi “Yeni bir ilçe var Sultangazi, oraya gideceğiz ve orada adayımızı ilan edeceksiniz siz”
denildi.
Şimdi bu politikanın nasıl ortaya konulması lazım? Politika denilen nesne eğer ciddiye alınacaksa ki
ciddiye alınmalıdır, çok ciddi bir iştir politika, düşünülür, taşınılır, raporlar alınır, seksen kişi ile
15
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
konuşulur ve gerçek bir politika tayin edilir ve o politikanın topluma nasıl söyleneceği, o toplumun
onu nasıl algılayacağı hesap edilerek ona göre bir planlama yapılır. Böyle bir şey yok. Şimdi detayına
geçelim. Olayı hatırlayalım.
başkan adayıdır. Ve haberi yazan, “CHP’nin üye katılım şöleni tesettürlü ve çarşaflı kadınların
istilasına uğradı. Başı açıklar azınlıkta kaldı,” demektedir. Devam edelim. CHP’nin yorumu, CHP’nin
parti meclisinden çok yetkili bir kişinin orada gazeteciye söylediği cümle: “AK Parti insanlara çok
yalan söyledi. Çok aldattı ve çok kandırdı. Şimdi bunlar da – yani çarşaflı ve tesettürlü kadınlar da –
AK Parti’ye ders vermek istiyorlar.” Gelenlerin yorumu, aynı gazetecinin gelenlerden aldığı yorum:
“Türkiye’mizin çok sesliliğe ihtiyacı var. Eniştemizi, kardeşimizi, eşimizi desteklemek amacıyla
buradayız.” Zaten Ercan Karabayır diyor ki, ben buraya geldiğim zaman burada 40‐50 ev vardı. O 40‐
50 evin içinde bulunanlarla biz başladık, ve buradakilerin hepsi benim sülalemden gelir,
Karabayır nereden geldi? Ercan Karabayır bir seçim öncesinde AK Partili. Adam şimdi Cumhuriyet
Halk Partili olmak istiyor. Niçin? Kendisini aday göstereceği için. Şimdi Ercan Karabayır, 250.000
mertebesinde seçmeni olan, bir evvelki seçimde AK Parti’nin %60 oy aldığı bir yerde belediye başkanı
seçilmeyeceğini bilmiyor mu? Biliyor. Ama biraz sonra size göstereceğim özgeçmişine göre ona orada
“CHP Belediye Başkan adayı” sıfatı lazım. Adamın istediği budur ve bu tören onun için
yapılmaktadır. Ne çarşafla ilgisi vardır. Ne CHP ile ilgisi vardır. Ne de başka bir şey ile ilgisi vardır.
Baykal kürsüye çıkıyor, Ercan Karabayır’ın ismini açıklıyor. Haber devam ediyor: “Karabayır’ın
önceki seçimlerde AKP’yi desteklediği ve geniş bir aile çevresi olduğu öğrenildi. Karabayır’n
tesettürlü eşi ise Baykal’a çiçek takdim etti.”
Ercan Karabayır kimdir? 1974 Erzurum doğumludur. Yani 34 yaşında. Küçükgöl Teknik Emlak
Makine Ressamlığı okulunu bitiriyor. İstanbul Üniversitesi’nde Jeoloji Mühendisliği eğitimi alıyor. Ve
1993’te yani 19 yaşında Karabayır İnşaat, Taahhüt, Sanayi ve Ticaret A.Ş. ni kuruyor. Erzurum
Horasan İlçe Dernek Başkanlığı, Eyüpspor vs. üyelikleri var. Evli ve dört çocuk babası.
16
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
Şimdi, İstanbul’da veya Büyükşehirlerde politika yapanlar bilirler ki, yeni kurulan şehirlerde
inşaatçılık, arsa meseleleri vs. işlerin bir süreci vardır, bir raconu vardır. Ben gençliğimde de 1963
belediye seçimlerinde İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesiydim. O zaman Sultangazi’ye falan
devamı gibi yerlerde hazine arsaları vardı. Ve oralarda insanlar ev yapmak istiyorlardı ve fiilen de
yapıyorlardı. İnşaat yapmak isteyenler, oralarda siyasi bir güç olmak ve iş gücü kurmak isteyenler için
de oralar vardı o zaman. Ve 1963 yılında şimdiki gibi değil, ön seçimle adayımızı tespit etmek istedik
ve birçok yerde yaptık. Pek çoğunda da ön seçimin yapıldığı kahveler, cam çerçeve aşağı indi.
Mücadele edilen iş böyle bir iştir. Yani Sultangazi’deki adaylık Çankaya’daki adaylığa filan benzemez.
Başka bir adaylığı konuşuyoruz.
Sultangazi’de olan mesele, yani çarşafa rozet takılması filan, düşünülmüş, taşınılmış bir şey değildir,
böyle bir şey yok! Komik bu laflar! Türk basını için ayıp olan laflar bunlar! Böyle şey olur mu? Adam
Ankara’dan gelmiş, orada Bakırköy’de bir tören yapacak, almışlar götürmüşler adamı, karşısına
çarşaflılar gelince ne yapsın adam? Rozet takmış. Başka bir şey yapılabilir mi? Ama ertesi gün
deniliyor ki, henüz üye olmadılar. Böyle saçma sapan bir şey. Bu yeni bir politika değil. Bu genel
başkanın karşılaştığı bir olup bitti karşısında, buna bir elbise giydirmesinden ibarettir. Şimdi çok da
konuşulmakta olduğu için, acaba bunda bir ekmek var mı, diye bakıyor genel başkan. Başka bir şey
değil. Başka ne olabilir yani? Peki, Cumhuriyet Halk Partisi’nde her konu farklı mı? Son program ve
tüzük meselesinde de durum aynıdır. Çarşaftan farklı değildir. Son kütük meselesinde de farklı değil.
İleride hiç farklı olmadığı da görülecektir. Yani CHP yönetilmemektedir. Mesele oradan geliyor.
Şimdi, CHP ne yapmalı? Bir kere sorunu doğru tanımlamalı. Türkiye’de ne olup bitiyor? 2001
senesinde kurulan bir parti önce %34 ile sonra %46 ile nasıl iktidar partisi oldu? CHP’nin bunu doğru
tanımlayabilmesi lazım. Bana göre CHP’nin problemi demokratik bir parti olamamasındandır. Ve
kendisini yenilememesindendir. Tanju Bey değişimden bahsetti ama ben böyle bir değişim
görmüyorum. Yani 350 sayfalık bir programı görüşmek üzere, bir sabah partinin kurultayı toplanacak,
bir buçuk saat genel başkan konuşacak ve ‐buna dikkat ediniz lütfen‐ oylama bittikten sonra 17.05’te
Genel Başkan kurultayı kapamaya davet edecek. Böyle bir anlayış var mı? Hem tüzüğünüzü
değiştireceksiniz, hem yeni bir program yazacaksınız, hem toplantıya 11.00’de başlayacaksınız, hem
de 17.00’de o toplantıyı kapamak için kürsüye çıkacaksınız! Bunda ne değişim ciddiyeti var, ne siyaset
ciddiyeti var, ne demokrasi ciddiyeti var. Böyle şey olur mu? Bu, Türk siyasi hayatına ve Türkiye’de
yaşayan yurttaşlara hakarettir. Demokrasimize hakarettir. Başka bir şey değildir.
CHP büyür mü, büyümez mi? Bana göre büyümez. Yeni bir parti olması lazım. Yalnız ben size bir şey
söylemek istiyorum. 2011’i kurtarmak mümkün değildir. Eğer vaktimiz olsaydı size anlatacaktım
17
Panel: “22 Temmuz’dan 29 Mart’a Siyaset: CHP”
niçin mümkün olmadığını. Ama bugün AK Partisinin karşısında olanların düşünmesi gereken, “2015’i
nasıl kurtarırız?” sualine cevap aramaktır. Dikkat ediniz ben oldukça yaşlı bir insanım. Benim
gençliğimde ve 1990’ların ortalarına kadar, hadi diyelim 1980’e kadar Türkiye’de siyasi ayırım “CHP
ve diğerleri” şeklindeydi. Siyasi hayatı izleyen bir insan olarak size söylemek isterim ki şu andaki
ayırım “AK Partisi ve diğerleri”dir. AK Partinin karşısında büyümek isteyen bir parti önce bunun ne
anlama geldiğini bilmelidir ve “2015 kurtarılabilir mi?” diye düşünmelidir. Onu planlamalıdır. Niçin
ve nasıl? Ben yeni parti diye söylüyorum. Tabi bunun çok daha uzun bir söylem olması lazımdı.
Vaktimiz kalmadı maalesef. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum efendim.
Tanju Tosun
Siyaseti İzlerken, Türk Parti Sisteminde Merkez Sağ ve Merkez Solda Parçalanma, Siyasette Yeniden
Mevzilenmeler, Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemleri isimli kitapların yazarıdır. Halen Ege Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi’dir. Son dönem yayınlanan gazete yorum yazılarından "Baykal,
partisini marjinalleştiriyor" ve “Demokrasiye sahip çıkma zamanı” başlıklı yazılar dikkat çekmektedir.
Tarhan Erdem
1953 yılında CHP'ye kaydoldu. Ocak yönetim kurulu üyeliğinden genel sekreterliğe kadar hemen bütün
görevlerde çalıştı. 1977 yılında İstanbul Milletvekili seçildi, 1977 Haziranında güvenoyu almayan Ecevit
Hükümeti'nde Sanayi ve Teknoloji Bakanıydı. Halkevleri, Nisbi Temsil Nedir?, 80'leri Karşılarken, Anayasa ve
Seçim Kanunları, İstanbul 1969 İl Kongresi Tutanağı, Üye Kayıtlarının Birleştirilmesi, Kapana Sıkışanlara,
Tıkanan Siyaset adlı kitapları yayımlamıştır. Tarhan Erdem, 1987 yılında KONDA Araştırma ve Danışmanlık Ltd.
Şirketini kurdu ve halen KONDA Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Radikal Gazetesi köşe yazarlığı yapmaktadır.
18