Professional Documents
Culture Documents
KOLEKTİF BİLİNÇ
"Alışkanlık kafayı düşünmekten kurtarır... 'Eğer bir hareket birçok kez yapıldıktan
sonra kolay hale gelmezse, eğer her seferinde onun başarılması için bilincin
dikkatli yönetimi gerekliyse, yaşamın tüm etkinliğinin bir veya iki işle yetinmesi
gerektiği açıktır: Böylece gelişmede hiçbir ilerleme olmayacaktır. Bir insan bütün
gününü giyinip soyunmakla geçirebilir: Vücudunun bu hali bütün dikkat ve
enerjisini alacaktır, ellerini yıkamak veya düğmelerini iliklemek her seferinde
çocukluğundaki ilk denemesi gibi zor gelecek ve bütün bu işlerden yorulacaktır....
Bir cahil yetişkin için hecelemenin ve bazen yarı okur-yazar bir kimse için bir imza
atmanın ne kadar zor olduğunu ve onların bunu başarmak için ne kadar uzun
zaman ve çok çaba harcadıklarını biliriz. Bütün bu süreçlerin tüm dikkatini aldığını
ve bu yüzden okuduğu şeye konsantre olamadığı açıktır. Tüm enerjisi tekniği
anlamaya gider. İşte bu nedenle kişi alışkanlıklarını geliştirmeli ve onları otomatik
hale getirmelidir."
Bir işi, alışkanlık ve giderek 'şartlı refleks' haline getirmek o işi kolayca
yapabilmenin ve ilerlemenin kaçınılmaz yoludur. Gündelik yaşantımızda, böyle,
düşünmeden kolayca yapıverdiğimiz-düğmelerimizi iliklemekten ellerimizi
yıkamaya, yürümekten konuşmaya, vb. en basit hareketlere bile kafa yormak
durumunda kalsaydık, örneğin yürürken, yürümeyi ilk kez öğrenen bir çocuk gibi
her bir adımımızı hesaplamak durumunda olsaydık, yaşamamız imkansız hale
gelirdi.
2
Fakat, diyalektik olarak bu işin yalnızca bir yanıdır. Her alışkanlık, her şartlı refleks,
bir yanıyla yaşam pratiğini hızlandırarak kolaylaştırmanın, ilerletmenin kaçınılmaz
koşuluyken, aynı zamanda bizzat bir alışkanlık ve koşullanma olma niteliğiyle,
daha ileri gelişmenin, yeni beceriler geliştirmenin bir sınırlayıcısı, bir engelleyicisi
haline gelir.
Devrimci basında ilk kez çalışmaya bir devrimci, ilk kez eline kalem alıp haber
yazması gerektiğinde, bu en basit bir haber olsa bile , muazzam bir enerji
harcaması gerekir. Fakat haber yazmak onun için bir alışkanlık haline geldiğinde,
başlangıçta birkaç gün harcadığı 5-10 paragraflık haberi, birkaç hazır formülasyona
sarılarak 5-10 dakikada, fazla bir düşünme gereksinimi duymadan kolayca
yazabilecek hale gelir. İlk kez yazılamaya, bildiri-gazete dağıtımına, örgütçülük
yapmaya çıkacak bir devrimci, her adımını, her kelimesini önceden hesaplamaya
çalışır, muazzam bir düşünsel-duygusal yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar. Bu işler, ken-
disi için rutin bir faaliyet haline geldiğinde ise, neredeyse düşünme ve
yoğunlaşmadan bağımsız olarak yapabilir. Bir insanla ilk tanıştığımızda, onun
düşünce-davranış biçimlerini dikkatle gözlemler ve çözümlemeye çalışırız. Fakat bir
kez tanışıklık ilerlediğinde, alışkanlığa dönüşür ve o insanın düşünce ve davranışları,
bizim için sorun olmaktan, kafa yorulacak şeyler olmaktan çıkar. İlişki geliştikçe
davranışlarını da birbirlerinin davranış biçimlerine göre ayarlarlar ve "veri olarak"
kabul etmeye başlarlar, böylece ilişki de giderek rutinleşir.
Gündelik yaşantımızdan çok basit bir örnek: Bir yemeği belli bir biçimde
yapılmasını öğrenen ve ancak öyle yapıldığında güzel ve lezzetli olacağına inanan
bir insan, o yemeğin daha farklı bir yöntemle de yapılabileceğini ve belki de o
zaman daha güzel ve lezzetli olacağını aklına bile getirmez. O yemeği farklı bir
türde yapmayı bilen birisi müdahale ettiğinde tepki gösterir. Ve iki kişi bir yemeğin
yapılış tarzı üzerine tartıştığında, bu iki alışkanlık tarzının, iki farklı koşullanmışlığın,
iki farklı inancın ve değer yargısının tartışmasından başka bir şey değildir.
hep belli bir tarz hareket biçiminde ısrar etmesinin nedeni budur.
Belli bir süreci açıklamak için muazzam bir düşünsel çaba harcayarak teorik-politik
bir formülasyon geliştiririz, sonra o formülasyonun basitleştirilmiş biçimlerini sürekli
yineleyerek kendi kendimizi koşullandırırız; o süreç değiştiği halde biz o
formülasyonumuzun her şeyi açıkladığını sanmaya devam ederiz. Belli koşullar
altında etkili olan ajitasyon-propaganda yöntemleri geliştiririz, sonra da kendi
yöntemlerimizin koşullanması altına gireriz, koşullar değiştiği ve artık o yöntem
kitlelerde etkili olmadığı halde o yöntemi bilinçsizce uygulamaya devam ederiz ve
hatta gerçek bizim kafamızdakine (koşullanmış düşünce-davranış biçimimize)
uymadığı için suçu kendi dışımızda ararız ("Kitleler çok geri", vb.). Devrimciler
olarak, belli savaşım koşullarına uygun olarak birbirimizle, belli bir ilişki kuruş
anlayışı geliştiririz; savaşımın koşulları değiştiği halde, hala birbirimizi o anlayışa
uymaya zorlarız. Yeni ilişkileri belli bir eğitim yöntemi ile geliştiririz, fakat sınıf
savaşımının ve emekçi kuşaklarının belli özellikleri değiştiği halde, artık farklı
özelliklere sahip insanlarla karşı karşıya olduğumuz halde, hala aynı yetiştirme-
devrimcileştirme yöntemlerini uygulamada ısrar ederiz. Ve başarısız olduğumuzda
suçu hep kendi dışımızdakilerde ararız; aslında tüm yaptığımız sürekli hareket ve
değişme sürecindeki "dış dünyanın" bizim kafamızdaki donmuş imgelere
uymadığından yakınmaktan ibarettir. Asıl sorun, düşünmeden yapmaya
başladığımız her şeyin bizde aynı zamanda bir inanç, bir değer yargısı olarak
sabitlenmesidir ki (öyle yapıldığında iyi olacağına dair giderek gerçeklerden
bağımsızlaşan bir inanç ve değer yargısı), her durum ve koşulu nesnel olarak
çözümleyip buna uygun yeni düşünce ve eylem biçimleri geliştirmeyi engelleyen de
budur.
Böylece tıpkı, belli bir üretim tarzının belli bir üretim ilişkileri sistemini koşullaması,
fakat donuklaşan üretim ilişkileri sisteminin üretici güçlerin gelişmesini engellemesi
gibi; belli bir devrimci faaliyet tarzı da belli bir devrimci faaliyet ilişkileri sistemi
(ilkeler, değer yargıları, inançlar, davranış biçimleri, yöntemler, yoldaşlar arası ilişki
biçimleri, kurallar, alışkanlılar, koşullanmışlıklar, vb.) doğurur, fakat donuklaşma
eğilimi gösteren bu devrimci faaliyet ilişkileri sistemi, devrimci faaliyetin
geliştirilmesinin ve yeni durumlara uyarlanmasının, yeni fikir ve yöntemlerin,
kadro gelişiminin bir engelleyicisi, bir sınırlayıcısı haline gelir.
farkına varmayarak, gerekse genç devrimcileri ancak belli koşullara uygun bir
faaliyet tarzına koşullandırarak, başarısızlığın koşullarını yaratan bizizdir.
Bir işi belli bir biçimde yapıyor olmak, onunla ilgili her şeyi yaptığımız anlamına
gelmez
Ve herkes kendi yaşam deneyiminden bir şeyi belli bir şekilde yapmayı
öğrendikten sonra, yani belli bir şekilde yapmaya koşullandıktan sonra, farklı bir
şekilde yapmaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Klasik gitar çalmayı
öğrenen birisi, gitar çalmayı öğrenmiş olmaz, yalnızca gitarı belli bir biçimde
çalmayı öğrenmiş olur. Ve klasik tarza göre ayarlanmış, algılarını, "otomatikleşmiş"
reflekslerini, alışkanlıklarını kırmadan, gitarı, örneğin caz ritmine göre asla
çalamaz. (Ve tersi). Gitarı caz ritminde çalabilmesi için sinir sisteminde kodlanmış
olan klasik gitar algı ve reflekslerini olabildiğince "unutması" ve, en baştan
başlayarak bu kez caz ritmini, buna uygun algı ve refleksleri sinir sisteminde
kodlayabilmesi gerekir.
Tıpkı insanın klasik tarz gitar çalmayı öğrenmekle, gitar çalmayı değil, ancak belli
bir tarzda gitar çalmayı öğrenmiş olması, fakat gitar çalmayı öğrendiğini sanması
gibi; bir devrimci de bir işi belli bir tarzda yapmayı öğrenmekle o işi yapmayı
öğrenmiş olmaz, yalnızca belli bir tarzda yapmayı öğrenmiş olur, fakat o işle ilgili
her şeyi öğrenmiş olduğunu sanır. Bu da onun gelişiminin alabildiğine yavaşlatır ve
sınırlandırır. Oysa ki, bir işi ve her işi yapmanın birden fazla yöntemi olduğu gibi,
bizim belli bir anda bilebildiğimizden ve yapabildiğimizden daha gelişkin ve etkin
yapma olanağı her zaman vardır. Fakat bunun için, Stalin'in vurguladığı gibi,
"Olanak henüz gerçeklik değildir, bir olanağı gerçeklik haline getirmek için
öncelikle kendiliğinden gidiş oportünist teorisini reddetmek gerekir." (Diyalektik
Üzerine) "Bundan alası olamaz" dediğimiz anda ya da daha kötüsü, o işin daha
farklı ve gelişkin biçimde yapılabileceğinin farkında bile değilsek, daha iyiye
götürecek arayışa girme ihtiyacını kendi ellerimizle öldürüyoruz, kendi kendimizi
5
sınırlıyoruz demektir.
Bizim her öğrendiğimiz ve her yaptığımız, hem daha ileri öğrenmelerin ve daha ileri
yapmaların olanaklarını yaratır hem de bu olanakları değerlendirmemizi engeller
ve bizi sınırlar. Her yeni bilgi, hem daha ileri bilgilere ulaşmanın bir aracı hem de
daha ileri bilgilerin inkarıdır. Her etkinliğimiz, daha gelişkin etkinliklerin hem
olanağı hem inkarıdır.
tanımadığınız herkese karşı kestirmeden buna göre tutum alırsınız. İlk tanıştığınız
bir insanın hemen, farkında bile olmadan toplumsal kimliğini aidiyetini
öğrenmeye çalışırsınız: Yöresi, Kürt, Alevi, üniversite öğrencisi, belediye işçisi,
işsiz, ev kadını, sendikacı, lümpen, aydın, Fenerbahçe fanatiği, dinci, MHP'li,
sosyal-demokrat, devrimci, vb. vb...
Kuşkusuz, verili 'toplumsal kimlik' kalıpları insan ilişkilerinde büyük kolaylık sağlar.
Herkese zahmetsizce bir 'toplumsal etiket' yapıştırırsınız. Ve o etikete ilişkin
kafanızdaki hazır tutum kalıbı neyse, hiç düşünmeden hemen ona başvurursunuz.
Ne var ki, bu "kolaylık" bir yerden sonra devrimciler açısından gelişmenin başlıca
bir engelleyicisi, bir iç engeli haline gelir. En başta berbat bir düşünce ve hareket
tembelliğine yol açar. Her yeni kişi, durum ve olayı olabildiğince tüm yanlarıyla
kavramaya çalışmak yerine, yalnızca görünen bir iki özelliğine bakarak hemen
kafanızdaki hazır kümelerden birine sokarsınız, olur biter!
İşte sık rastlanan bazı kalıp yargı (hazırlop kümelendirme) örnekleri: "Tüm
sendikacılar sendika ağasıdır. İşçilerin sırtından geçinir ve işçileri aldatırlar", "Geri
bilinçli işçiler eylemden korkar, sendikacıların sözünden çıkmazlar", "Ev kadınları
politikayla ilgilenmez ve anlamaz", "Aydınlar kendini beğenmiştir ve sıkıya
gelmezler", "Reformist parti ya da filanca örgüt taraftarları mızmızdır. İnsanı yarı
yolda bırakırlar, eylemde ilk kaçan olurlar", "Bedel ödemekten korkanlar devrimci
olamazlar", vb.
Herkesin kafasında bunlara benzer sayısız yargı vardır. Birçoğu belli bir zaman
kesiti için gerçekten doğru olabilir ya da doğruluk payı içerebilir. Sorun bu değildir.
Asıl sorun, kalıp yargıların mutlak ve asla değişmez kabul edilmesidir. Dahası şu
veya bu özelliği ile hemen bu hazır kümelerden birine sokulan insanların o kalıp
yargıya konu olan tüm özellikleri gösterdiğinin varsayılmasıdır. Üstelik bu tür kalıp
yargılar, insanların kafasından çoğunlukla bir duygusal yüklemeyle (tutumla)
birlikte varolur.
'Toplumsal etiket'
Belli bazı düşünce ve davranışlarını hemen genelleyip kategorize ettiğiniz
insanları, kafanızdaki hazır kalıplarla yargılayıp infaz ediverirsiniz. Diyelim ki,
devletten yasalardan, işini kaybetmekten çekindiğinde, "geri bilinçli", "politikayla
ilgilenmez", reformist veya oportünist olduğuna kaba bir genellemeyle
hükmetmenizle, soğuk, horgörülü, yok sayıcı, hatta düşmanca bir tutum almanız
bir olur.
Basma kalıp düşünce, duygu ve davranış tarzı, tamı tamına formel mantığa tekabül
eder: Biçimsel, sığ, olgucu, mekanik Aristo mantığı! Basma kalıp düşünce, her tekili
(birey ya da olgu) zamanda değişmez, mutlak bir kümenin öğesi olarak görür. Ve
hep sınırları kesin belirli, değişmez kümelendirmelerle düşünür. Kümelerin zaman
içindeki değişkenliklerini de küme sınırlarının esnekliği ve geçişliliğini de yok sayar.
Aristo mantığının bir sorunu, mutlaklık atfedilen ve tüm bir akıl yürütmenin
üzerinde yükseldiği başlangıç önermesinin, her durum ve koşulda, o kümeye
sokulan her öğe için doğru olabileceğidir. Örneğin kocasına karşın devrimci olmuş
birçok 'ev kadını' vardır, tabandan kopmamış ya da taban kabarışıyla farklı tutum
geliştirebilecek sendikacılar vardır. Bir dönem liberalizmle sarhoş olduğu halde
8
Kuşkusuz bu belirlenimli hiçbir şey yoktur, her şey olabilir filan anlamına gelmez.
Her şeyin koşullardaki değişim ve iç gelişme eğilimleri açısından kavranması
gerektiği alamına gelir.
Basma kalıp düşünce, insanları (ve olguları, olayları vb.) birbirinden ayırt etmek
için yaptığı kümelendirmelerin merkezinde genellikle isabet kaydeder. Bir düşünce
ve tutum kolaylığı sağlar. Fakat ayırt etmek, her zaman sınır çekmektir ve sınırlar
her zaman esnek geçişli, belirsizlik bölgesidir. Bu yüzden bir kalıp yargıyı kendi
sınırlarına doğru ittiğimizde o geçerliliğini yitirmeye, karşıtına dönüşmeye başlar.
"Eylem yapmaktan çekinen bütün işçiler geri bilinçlidir" gibi bir basma kalıp
düşünceyi mantıki sonucuna (sınırlarına) iterseniz, "Devrimci öğrenciler ders
çalışmaz, mezun olmayı düşünmez" gibi tuhaf bir sav elde edersiniz. İşte bu yüzden
basma kalıp düşünce her zaman esnek ve geçişli olan sınır bölgelerinde kaçınılmaz
olarak iflas eder. Sınır bölgesinin bir o yanına bir bu yanına yalpalayıp durur.
Örneğin çoğunlukla sendikal bir işçilik bilincinden dahi uzak olan küçük işyeri işçileri,
proletaryanın bir parçası mıdır, değil midir? Onları "bildiğimiz" sanayi proletaryası
gibi tanımlar ve yaklaşırsanız, çoğunlukla başarısız olursunuz. "İşçi olmayanlar"
olarak dar antifaşist temelde yaklaşırsanız, belki daha kolay örgütlersiniz, fakat bu
kez de çoğunlukla olduğu gibi kendi sınıfının mücadelesinden koparırsınız.
Örneğin birçok devrimci, dünyayı "biz" (kendi örgütü ve örgüt çevresi) ile "biz
olmayan" (kendi örgütü dışındaki herkes ve her şey) diye böler. Bu öylesine mutlak
ve kesin bir sınır çekmedir ki, "biz" mutlak iyi, geri kalan bütün dünya "beş para
etmez" dir. Oysa "biz" içinde özellikle sınırlara doğru gidildikçe "biz olmayan"
(düzen içi duygu, düşünce, davranış vb.) pek çok şey yok mudur? Ve "biz
olmayan"lar içinde (hatta kimi zaman en horgörüyle yaklaşılan kesimler içinde
bile) "biz"e yakın ya da yaklaştırılabilecek pek çok toplumsal dinamik ve kişi yok
mudur?
Gerçek şu ki, basma kalıp düşünce ve davranış ve onun "ya şu ya bu" mantığı,
görelileşen ve geçişli sınır bölgelerinde tüm geçerliliğini ve tutarlılığını yitirir. Sınırın
birbirine karşıt iyi yanı arasında yalpalayıp saçmalamaya başlar. Çünkü basma
kalıp düşünce, çelişkiyi konu edindiği şeye içsel olarak kavrayamaz. Her şeyi kendi
kendisiyle özdeş sayar ve böylece dondurur.
9
Diyalektik içinse hiçbir şey kendi kendine özdeş (mutlak, değişmez) olamaz. Her
şey hem kendisi (önceden bilinen özellikleri) hem de kendi başkasıdır (zaman için
geçirdiği değişiklikler, kazandığı yeni özellikler, vb.) İşte bu yüzden hareket ve
değişim ve dolayısıyla her şeyin her şeyle göreliliği, geçişliliği ve sınırları
diyalektiksiz kavranamaz. Diyalektik Aristo mantığının iflas ettiği sınırların
mantığıdır. Bir şey sınırına yaklaştıkça, artık "ne şu ne bu" hem de "hem şu hem
bu" dur. Sınırlar karşıtların birliğidir. Her şey kendi sınırlarına doğru kendi karşıtıyla
iç içe geçmeye ve çatışmaya başlar. Değişim sınırların değişmesinden başka bir şey
değildir, iç çelişkinin belli bir yönde ilerlediğini gösterir. Bu kavranamazsa, hazırlop
kalıp yargılara göre kümelendirdiğiniz insanların, bundan farklılaşan özelliklerini,
dolayısıyla o kümeyle ve kendi içindeki çelişkilerini göremez, onu
dönüştüremezsiniz!
Düzenle uyumlu, onu meşru ve doğal kabul eden bireyler de düzen kurumları
içinde şekillenirler. Toplumsal "ilişkilerin raslantısal ve sıçramalı karakteri,
kurumlar içerisinde ve kurumlar aracılığıyla bir disiplin, süreklilik ve 'düzenlilik'
kazanabilir. Dolayısıyla egemen toplumsal yapılar, egemen üretim tarzı ve
ilişkilerinin az çok düzenlilik (sabitlik) kazanmış sonuçları olmakla kalmaz, benzer
ilişki biçimlerinin hiç durmadan yeniden üretilmesini sağlar. ... Çünkü kurum
'kolektif benlik'tir, insanlar için gerçekte kendi ürünleri olan kurumlar kendi
varlıklarının temeli ve nedeniymiş gibi görünür. Bireyin içinde yer aldığı düzen
kurumlarıyla ilişkisi, maddi temelleri olan, fakat derin ve çoğunlukla kör bir manevi
bağımlılık ilişkisidir. Çünkü kurumu oluşturan bireyler yalnızca dünyanın geri
kalanına ve birbirlerine değil kendilerine de aynı (köreltici) manevi iklim içinden
bakar, kendi konumları onlara doğal, meşru ve kaçınılmaz görünür ve kurum
içindeki çelişkiler gümbürtüyle patlak vermedikçe onlara olmazsa olmaz gibi
görünen bu manevi iklimi kendi başlarına yırtıp çıkaramazlar." (Murat Dil,
Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri, Şubat Basım Yayım, Eylül 2000)
Bunlar kadar önemli bir gelişme de şu veya bu dönem aktif savaşımın önünde yer
almış, sonrasında tempo kaybetmiş, yıpranmış eski kuşakların içinde
yaşanmaktadır. Devrimci savaşımın içinde yer alıp şu veya bu nedenle örgütlü
savaşımın dışına düşmüş olsa da devrimci niyet ve eğilimini yitirmemiş olanlar,
reformist mızmızlık ve bürokrasi partilerinde aradıklarını bulamayanlar, bir dönem
neoliberalizmin caf caflı vaatlerine yalpa vurmuş aydınlar, '89-92 bahar
eylemlerinin başını çekmekle birlikte sonrasında geleneksel sendikalarla yıldızı
barışmayan kıyıya itilmiş vd. kesimler içerisinde, yüzünü yeniden devrimci
harekete dönmüş ve güven arayan, hiç olmazsa yardımcı olmaya hazır, fakat en
önemlisi yaşadıkları başarısızlıklardan özeleştirel dersler de çıkarmış ve savaşımın
tıkama ve geliştirilmesine ciddi biçimde kafa yoran azımsanmayacak sayıda insan
vardır. Hatta tükenme noktasında olan bazı sendikalar, yıllardır tecrit etmeye
çalıştıkları sosyalist eğilimli aydınlara ve bahar eylemlerinin öncü devrimci işçilerine
'uzman kadrolar' olarak yer vererek tabanla kopmuş bağlantılarını yeniden
geliştirmeye çalışmaktadır.
Temel halka başta işçi sınıfı, ezilen sınıf ve kesimlerin mücadele istekliliği artan, en
dövüşken ve aklı başında temsilcilerinin, yeni devrimcileşmekte olan kuşağın
kazanılmasıdır.
Hayır, "kafa sayısını" artırma anlamında bir kazanma değil. Bu tür bir
"kazanmanın" sonucu Gazi kuşaklarınnı başına gelenden pek farklı olmayacaktır.
Komünistlerin sorunu "nasıl olursa olsun" ve "bir biçimde" kitleselleşmek değildir.
12
İÇ SINIRLARI PARÇALAMAK
Yaratıcılık. Yaratıcılığa çağrı. Devrimciler yaratıcıdır. Yaratıcı olmalıdır.
Yaratıcılık devrimciliğin özüne ilişkin bir vasıftır. Ve fakat;
Yaratıcı devrimciler mumla aranıyor!!
Nedenlerini artık bir ölçüde biliyoruz:
Sınırlı bir iki devrimci bilgi ve etkinlik kırıntısına yapışıp kalma. Daha karmaşık
olan her şeyi kendine yabancı görme...
kalması...
Bedel ödemeyi göze almış ve ödüyor olma onurunu devrimciliğin biricik kıstası
sayma. Bu vasfıyla kendini devrimciliğin, hele ki komünistliğin gerektirdiği diğer
tüm yüksek niteliklerden azade sayma...
Böyle bir devrimci gerçekte kendi dışında yürür gördüğü devrimci faaliyetin
geliştirilmesinden tam bir sorumluluk hissetmez. Özneleşemez.
Bir tür mesleki yabancılaşmayla -zaten kendinden bağımsız işlediğini sandığı fakat
gerçekte kendi üretip durduğu- rutinin kişiliksiz bir çarkı olur. Doğal olarak kendini
devrimci emeğine yabancılaşmış, anlamsız ve lüzumsuz hisseder. Nesneleşir.
Kendi eylemlerinin ürünleri sanki otomatiğe bağlanmış bir takım duygu, düşünce,
davranış rutinleri biçiminde neredeyse kendisinden bağımsız bir varlık kazanmış
ve onu "eylemeye" başlamıştır. O bilinciyle faaliyetlerine yön verip geliştireceğine,
basmakalıplaşarak içi boşalmış bir faaliyet tarzı bilincini yönetmeye başlamıştır.
Şöyle de denilebilirdi: Her sınır kendi aşılma dinamiklerini içinde taşır. Ve insanlar
ancak aşabilecekleri sınırları önlerine koyarlar.
Her sorun kendi çözümünü içinde taşır, çünkü sorunları üretenler bizzat insanlardır.
Benzer nedenlerin benzer koşullarda benzer sonuçları üretmesi gibi, basmakalıp
bir devrimcilik sistemi de hep aynı sorunları (sınırları, engelleri, olanaksızlıkları,
yetersizlikleri vb.) üretir. Adam yok, para yok, zaman yok, olanak yok, nitelik yok,
beceri yok, vb... Eh, dış etkenler, dış engeller, hep şu başkalarının melaneti!!! Eski
bir milli eğitim bakanının "Şu mektepler olmasaydı Maarifi ne güzel idare ederdim"
demesi gibi; şu duyarsız kitleler, oportünistler, reformistler, sendika ağaları, faşizm
ve bilcümle dış mihraklı engel ve sınırlanmalar olmasaydı, ne güzel komünistlik
yapılırdı!!
Dış engeller her zaman olacaktır. Fakat biz otomatik kendini aklama
(sorunsuzlaştırma =sorumsuzlaştırma) basmakalıplarıyla kendi yetersizliklerimizi
de gayet meşru biçimde onlara yükleyiveririz! Dış çelişkiyi iç çelişkimizi örtmek için
kullanırız!
Uzmanlaşmış yeteneksizlik!
Otomatikleşmiş kendini aklama basmakalıpları, temelde yatan sorunları, asıl
bizim iç sınırlarımızı (çelişkilerimizi) etkili ve "meşru" biçimde, kendi
gözlerimizden de gizler.
Otomatik kendini aklama mekanizmaları bir yanıyla da, özellikle devrimci hareket
içinde ve hatta yoldaşlar arasında, küçük burjuva rekabetçiliğin tek kelimeyle
iğrenç, "adam oluşturma" ve "dedikodu, spekülasyon, çekiştirme" mekanizmalarına
bağlanır: Kendini yükseltmek yerine, diğerlerini bir biçimde "aşağı bastırabildiği"
ölçüde kendini iyi hisseder!!
Çoğu devrimci aynı zeytinyağı maharetini kendi sınırlarını azıcık zorlayacak her
türlü işten yan çizmekte sergiler. Çünkü her zorlanış, kendi sınırlılığını ve sınırlarını
açığa çıkaracaktır! Kaçınılan budur. Çünkü her "sınır durumu" (Sınıra dayanma),
eskinin yapışılmış ve kendini kendi gözünde doğallaştırmış uyumculuğunu
bozmakla tehdit eder!
Bunlar belki doğrudurlar. Fakat hep dışsal doğrular olarak da doğrunun ancak bir
yanıdırlar. Doğrunun bir yanıyla temeldeki yanlışımızı (iç sınırlılık ve öyle gelmiş
öyle gidene uyumculuk) örtme "kararlılığı ve becerisi" geliştikçe, komünist
amaçlara ulaşma kararlılığı ve becerisi zayıflar.
Her sorun, her başarısızlık, her engel, her "olanaksızlık", her yoksunluk ("adam
yok, para yok, kitleler duyarsız", vb. vb.) özünde bir 'sınır durumu' olarak ortaya
çıkar. Bir 'sınıra dayanmışlık'tır. Siz bunu ne kadar kendi dışınızdaki bir takım
etkenlere bağlamaya çalışırsanız çalışın, öncelikle ve asıl olarak, bir "iç sınırınıza
dayanmışlık" olarak, iç çelişkinizin bir göstergesi (uzantısı) olarak vardır.
"Gerçekler inatçıdır" der Lenin. Gerçekler (iç çelişkiler) devrimci oldukları gibi
inatçıdırlar da. Siz her sorun, engel, yoksunluk vb.'de bir 'sınır durumu'nu, kendi iç
sınırlarınıza dayanmış olmanızı görmeseniz, görmezden gelseniz, ya da örtbas
etmeye çalışıp dursanız da, iç sınırlar daraldıkça daralarak (iç çelişkiniz
derinleşerek) hükmünü yürütür.
Örneğin birçok alanda kimi zaman yıllar boyunca hep aynı birkaç kişi üzerinden iş
ve eylem yapmaya çalışıyorsanız; bırakalım onların yanına bir beşincisini,
onuncusunu, otuzuncusunu örgütlemeyi, alan içi kadroları oluşturmayı, geniş kitle
ilişkileri ve olanakları yaratmayı vb. bunlar ufkunuzda bile yoksa; fakat bir yandan
da "adam yok" diye yakınıp duruyorsanız... Açıktır ki bu bir "sınır durumu"dur ve
öncelikle de kafanızdaki (hep belli bir tarza koşullanmışlık ve darlıktan
kaynaklanan) sınır durumudur. Hem ağlayıp hem gidersiniz, hep o bir iki kişiye
yüklenir, suçlarsınız (onlara yeni bir ufuk, esin, yönelim kazandırmayı
düşünmezsiniz, çünkü sizde yoktur!), fakat kendi sınırınıza dayanmışlığınızı,
kafanızdaki koşullanma ve sınırlanmayı farketmedikçe gerçekte o alanda
mücadelenin açılıp gelişmesini engelleyen de sizsinizdir. Ve sınır durumu (çelişki)
hükmünü yürütür; yeni bir ufuk ve yaklaşımla siz sınırları (öncelikle kendi
sınırlarınızı) parçalamazsanız; çelişki geriye doğru çözülür. Hiç beslemeden,
geliştirmeden, yeni bilgi ve becerilerle donatmadan (ya da onları buna teşvik edip,
öğrenmesini öğretmeden) hep aynı rutin içinde (daralan sınır durumu) koşturup
durduğunuz o bir iki insanı da tüketirsiniz.
"Kafalar değişirse her şey değişir" diyordu bir reklam spotu. Biz de materyalistler
olarak demeliyiz ki, her şey gerçekten değişirse kafalar da değişir. Ve
gazetemizden başlayarak her türlü yöntem, araç, vb.'mizi iç sınırlarımızı açığa
çıkarıp mücadele etmek, aşmak ve parçalamak için yeni açılımlarla geliştirmeye
çalışıyoruz. Gerçi bu ikisi bir bütündür: İçi boşalmış, işlevsizleşmiş basmakalıplar,
rutinler, kendini aklama mekanizmaları kırıldıkça kafalar çalışmak, gelişmek
18
(Ajitasyon Propaganda Örgütçülük konusunda geçen sayı yalnızca bir giriş ve bir ilk
açılım yaptık. Bitmiş değil. İleriki sayılarımızda dönem dönem sürdüreceğiz.)
__________________________________________________
İnsanı böylesine derinden saran, büyük bir yalınlık ve içtenlikle, hiç zorlamasızca
içine işleyen ve sarsan ne var bu mektuplarda?
İrade, kararlılık, sonsuz bir direngenlik. Kuşkusuz! Bunları ayrıca belirtmemiz bile
gerekmez. Daha fazlası:
Öylesine ışıldıyor her birinde yaşamın, günü birlik yaşamlarda kaybolan büyük
'elmas'ı.
Devrimci hareketin en bilinen fikir ve söylemleri bile, yeni bir duyarlılık, derinlik ve
19
Duyguların hücreleştirilmesi
Halbuki günübirlik yaşamın hay huyu ne kadar az yer bırakır, gerçekte en
'toplumsal içerikli' olanın; duyguların paylaşılmasına. Ve yaralanabilir kılar ya
çekinmesizce içten ve saf olanı. Umutların, özlemlerin, tutkuların, acıların,
kaygıların, korkuların, sevgilerin, hayallerin paylaşımı kimi zaman yoldaşlar
arasında bile rutinin olağan tıkırtısını tehdit edici görülür. Gerçek duyguların ifade
edildiği ölçüde arınıp dönüşeceği, serpilip gelişeceği, politik yaşam ve iradeye güç
ve ruh kazandıracağı apaçıkken, insanlar arasında tuhaf bir psikolojik tehdit ve
kırılganlık ortamı, duygularını da en ilkel biçimleriyle içlerinde hücreleştirmeye
koşullar.
Devrimci motivasyon
Kuşkusuz herkesin ikide bir ve yerli yersiz bir takım duygularını ifade edip
durması pek anlamlı olmazdı. Fakat bilinmesi gereken şudur: İnsan aynı zamanda
duygulanımsal bir bağlanışı olmayan hiçbir şey (iş, amaç, başka insanlar,
direnişler, işçi sınıfı, vd.) için bir biçimde yapıp ettiğinin çok ötesindeki gerçek
kapasitesini, tüm iradesini harekete geçiremez. Tıpkı devrimci teori gibi, devrimci
motivasyon da olmadan, devrimci pratik olmaz.1
Mektupların bir çoğunda ise bambaşka bir ruh, motivasyonun yüksek bir derecesi
vardır. Yoldaşlarına ya da bir yakınlarına yazarken, gerçekte dünya ve yaşamın
özüyle, gelecekle, bir gelecek hayali ve tasarımıyla, idealiyle konuşmaktadırlar.
Birçok mektupta doğrudan söylenmese bile tutkuyla resmedilmek istenen; anılar,
umutlar, imgeler, özlemler, çağrışımlar ile canlanan budur. Güvenme, umut etme,
inanma, hayal kurma, özlem duyma, tasarlama, idealleştirme... Tüm bunlar,
mektuplarda gerçeğin kendisinden çok daha gerçek bir yaşamsallık ve canlılık
kazanmaktadır. Direnişçiler, bunları dışarıdan betimlememektedirler; tersine tüm
ruh ve benlikleriyle kafalarında canlandırdıklarını gerçekten daha gerçek olarak
hissetmekte ve yaşamaktadırlar. Bu da, birçok devrimcinin olağan yaşamındaki
beylik teşhir ajitasyon yazı ve konuşmalarında yama ve eklenti gibi kalakalan
propaganda kalıplarının çok ötesinde bir şeydir.
Hedefe kilitlenmek
Büyük bir sanatçı, canlandıracağı şeyi (nesneyi, olayı, kişiyi, düşünceyi vb.) asla
dışarıdan, yalnızca aklıyla betimlemeye, anlatmaya kalkışmaz. Aynı zamanda
duygularıyla, tüm ruhu ve benliğiyle o şeyin özüne ve ruhuna nüfuz eder. Onu
içine alır, o olur. Bu duygusal-ruhsal kilitlenme ve yoğunlaşma ne kadar güçlüyse,
canlandıracağı şey ile kendisi arasındaki dolayım, ayrım ve uzlaşmazlık,
dıştalayıcılık o kadar ortadan kalkar. Ve artık sanatçı, o şeyi betimlemiyor,
gerçekteki varlığından daha büyük ve özsel bir gerçeklik olarak yeniden yaratı-
yordur!
dir.
Bir hedefi, amacı gerçekliğin ta kendisi ve yaşayan ruhu, ateşi olarak kafada
canlandırmak, tüm varlığıyla ona kilitlenmek ve bütünleşmek, hiç de kolay
geliştirilecek bir beceri değildir. Birçok devrimci de, olağan devrimci
yaşamlarındaki ortak hedef ve amaçların önemini ve gerekliliğini bir biçimde kabul
etseler de, kendilerini bunların dışında, bu amaç ve hedefleri de kendilerinin
dışında görürler. O amaçla, içsel bir bağ kuramadıklarından, o amacın kendisinden
çok hemen ona ulaşmayı zorlaştıracak engeller, "olanaksızlıklar" üzerinde
düşünmeye koyulurlar.
Büyük fizik bilimcisi ve felsefecisi Einstein şöyle der: "İnsan kendisini, düşüncelerini
ve duygularını başkalarından apayrı bir şey gibi yaşar. Bu sabuklama bizim için bir
hapishane gibidir, kendimizi kişisel arzularımızla ve bize en yakın gelen birkaç
insana yakınlık göstermekle sınırlanırız. Ödevimiz kendimizi bu hapishaneden
kurtarmak olmalıdır. Bunun için şefkat çemberimizi tüm yaşayan canlıları ve
güzelliğiyle tüm doğayı kucaklayacak şekilde genişletmeliyiz."
Son cümledeki neredeyse dinsel bir hümanizmaya kaçan muğlak ifadelendirme bir
yana bırakılırsa Einstein'in ne söylemek istediği açıktır. İnsan ancak büyük ve zorlu
bir toplumsal amaca bütün benliğiyle kilitlendiğinde, günübirlik küçük hesapların
üstüne çıkar, her şeyi tüm yaşamı ve herkesi bütünleştiği o amaçla bağlantısı içinden
yeniden kafasında canlandırır, her şeye yeni bir gözle bakar. Amacıyla bağlantısı
içinden, yaşamın ve çevresindekilerin daha önce farkında bile olmadığı farklı
yanlarını, dinamiklerini, güzelliklerini keşfeder; onlarla arasında yeni ve daha
güçlü, daha derin, içten ve coşkulanımsal bir bağ kurar. Her şeyi daha canlı, berrak,
kesin ve net görür; daha önce üstünde bile durmadığı yaşamın sayısız anısı, ay-
rıntısı, çağrışımı, karmaşası ve hatta engeli, kilitlendiği amaçla bağlantıları içinden
bir düzene girip selama duran, onun coşku ve enerjisini, umut ve inancını artıran
esinlere, kavrayışlara dönüşür.
Böyle bir insan kendinde geri çevrilemez bir güç ve istenç (irade) hisseder. Bu
duygusal ve iradi yoğunlaşma, moral bir yükseliş, yoğun bir bilinç artışı ve duygusal
zenginleşme ile tamamlanır. O artık amacının dışında değil, tam içindedir. O artık
dışındaki, çok uzaktaki bir şeyi ıkına sıkına betimlemeye çalışmıyor, zorlama
ajitasyonlara ihtiyaç duymuyor, o artık ne ise o, salt kendisi olmakla, zaten
capcanlı gördüğü ve duyumsadığı şeyin inancı, coşkusu ve heyecanıyla, hiç
zorlanmadan çevresindekilere de, bu elektriği yayıyor. O amacında belli bir süre
22
yalnız kalsa bile kendini yalnız hissetmiyor, çünkü yaşamın ve yaşayan her şeyin
en canlı özü, öz suyu, momenti ile bütünleşmiş durumda; çünkü geleceği görüyor ve
başarılı olacağından en ufak şüphesi yok. Artık hiçbir temsile, -mış gibi yapmaya,
basmakalıba, kendini kayırmaya vb. ihtiyaç duymayan bir tutkunun, dünyayı
kucaklamasıdır bu! Kendi kişiliğini amacıyla bütünleştirmiş ve kişiliğini (eylemiyle iç
dünyasını) amacında bütünleştirmiş olmanın açığa çıkarttığı muazzam özgürleşme
duygusu ve dünyayı dönüştürmede pay sahibi olmanın derin özsaygısı, zorlukları
önemsizleştiren iç rahatlığı... Şimdi gerçek arzu, umut, özlem, hayal, inanç, güvenin
insanın iç dünyasında uyuklayan süreçleri de ağır kişilik zırhlarını parçalayarak
diriliyor... Şimdi en içten duygu ve düşüncelerini ifade ederken aman yanlış yapar
mıyım, beni incitmek bunları istismar etmek isteyenlere koz mu vermiş olurum
sinikliği, hesapçılığı filan da yok... Şimdi kendi kişiliğinin önceki günübirlik yaşam
kalıpları ve kuruluğu altında kaybolmuş, ağır kişilik zırhları altına gömülenmiş
yanını, iç dünyasını da açığa çıkarmakta, keşfetmekte, amaca yönelik muazzam
emek süreci içinde arındırarak özgürleştirmekte, ve artık kişiliğinin yalnız
görünürdeki bir yanıyla değil, gizli kalmış cevherleriyle de, tüm enerjisiyle
mücadeleye girmektedir.2
kavraması gerekir.
Özellikle ortada bir yol görünmediği zaman, bir yol açmak; ancak oyunu bir
biçimde oynayarak değil, gerektiğinde tüm benliğiyle yeniden yaratmakla mümkün
olur.
Kuşkusuz bu, işi gücü bırakıp tembel tembel oturduğu yerden kafasında bir takım
hayaller kurmaya, ideal durumlar canlandırmaya çalışmakla filan olmaz. Muazzam
bir emek süreci, kimi zaman aylar boyunca tamamen sonuçsuz görünen, elde var
sıfırlı muazzam bir emek süreci ortaya konulmadan, o yol açılamaz.
3 İnsanlar ilk motorlu taşıtı, dört ayağı üzerinde yürüyen mekanik bir at şeklinde yapmaya çalışmışlardır! Newton fiziğine
koşullanmışlık nedeniyle, onunla bağdaşmayan ve görelilik kuramının temelini oluşturabilecek sayısız bulgu onyıllar boyunca
anlamsız ayrıntılar sayılmıştır!
24
İşte başlangıçta kapasitesinin üstünde görünen zorlu bir işe ya da amaca, tutkuyla
sarılan, bunun için başlangıçta yararsız da görünse yılmaksızın yoğun bir emek
harcayan insanlardaki, yoğun bilinç artışı, duygusal zenginleşme, kendi saklı
kalmış güçlerini gerçekleştirip yeni yetenekler kazanmanın, dar kalıpları parçalayıp
kendi yaratıcılığının ve yarattıklarının, dünyayı gerçekten dönüştürüyor olmanın o
muazzam sınırları parçalama duygusu bundan kaynaklanır.
STRATEJİK BİLİNÇ -I
Devrimci savaşım ve faaliyeti en geçit vermez görünen koşullarda bile stratejik
bilinç ve uslanmak bilmez direşkenlikle sürdürmek, en ufak adım için eskisinden
misliyle çok çaba ve çok sabır gerekiyorsa bundan hiç yüksünmemek, mevcut
faaliyet tarzı yetersiz kalıyorsa haydi hedeflere doğru yeni bir yol açmak -işte
bunlar devrimci proletaryanın bazı karakteristik özellikleridir.
Sınıf savaşımında çabuk ve kolay sonuçlar alma, çabuk ve kolay kazanımlar elde
etme müzmin beklentisi, yalnızca sendikalizmin değil siyasal kendiliğindenciliğin
de tipik bir marazıdır. Savaşımın yükseliş dönemlerinde devrimcilerin özgüven,
coşku ve motivasyonunu artırıyor görünse de, asıl yokuşlu süreçlerde geri tepen bir
silaha dönüşür. Hatta hedeflerde kırılma ve giderek eylemsizleşmenin başlı başına
bir iç etkeni haline gelir.
Kuşkusuz yanlış olan, yürütülen her çalışmadan hedefi doğrultusunda kesinkes bir
sonuç, somut bir sonuç alma istekliliği, almadan da peşini bırakmama azmi
değildir. Tersine özellikle çetrefilli dönemlerde zorluğu ve "zulmü" ne olursa olsun
kazanılacak her başarının, ileri doğru atılacak her somut adımın, paha biçilmez bir
anlamı ve esinleyiciliği vardır. Keskin sol lafazanlığın "stratejik yönelim her şey,
somut adımlar hiçbir şeydir" yaklaşımı, reformizmin lanetli "hareket her şeydir
nihai hedef hiçbir şey" yaklaşımının ters yüz edilmiş bir kopyasıdır olsa olsa.
Küçük burjuva devrimciliğinin kolay ve çabuk başarı tiryakiliğinde asıl sorun, tüm
faaliyetini bunun üzerine kurması, bununla sınırlaması, kısa vadede büyük sonuç
4 "Her yaratma, ilk önce bir yıkma eylemidir." (Picasso)
25
vaat etmeyen her türlü sabırlı ve sebatkar faaliyeti devrimci eylemden bile
saymamasıdır. Hemen ilk elde "elle tutulur gözle görülür" somut sonuç vaat
etmeyen, en güzel meyvelerini orta ya da uzun vadede verecek bir devrimci
politik kitle çalışması disiplin ve kondisyonuna sahip olmadığı gibi, çoğunlukla
böyle bir şey ufkunda bile yoktur. Beklene duran kolay ve çabuk başarılar bir türlü
gelmeyince de kolay ve çabuk hayal kırıklığına, umutsuzluğa, giderek eylemsizliğe
gömülmesi şaşırtıcı olmaz.
Önce, "Olmayan sorunlar için niçin kaygı duyacakmışız ki? Hızla büyüyoruz (ya da
ilerliyoruz, sonuca yaklaşıyoruz vb.). Her şey olması gerektiği gibi oluyor" derler.
Ardından "Tabii bazı sorun ve tıkanma noktaları var. Fakat tüm yapmamız
gereken eski halimize geri dönmek. Eskiden nasıl başarıyor idiysek şimdi de aynı
şekilde yapmalıyız" derler. En sonu da "biz bunu ne kadar çok böyle yapmaya
çalışsak o kadar yerimizde sayıyoruz" sonucuna varırlar!5
Kolay ve kestirme başarı beklentisinin en vahim yanı ise uzun dönemli temel
hedefin yerine geçirilen kısa dönemli biçimsel "çözümlerin" yeterli olduğu
yanılsamasını yaratmasıdır. Kestirme çözüm ve başarı arayışı, çoğu durumda temel
perspektifin kaymasına, giderek "kaybolmasına" yol açar.
Kısa dönemli çözüm sendromu, temeldeki asıl sorun yerine -ki çoğunlukla bunun
farkına bile varılmaz- yalnızca onun bazı sonuç ve belirtilerini ortadan
kaldırdığından ilk elde başarı yanılsaması yaratsa da yapay başarılar çoğunlukla
sorunu daha da ağırlaştırdığıyla kalır. Ağırlaşan zorluklar karşısında hızlı ve kolay
başarı yanılsamasıyla kestirme "çözüm"lere daha sık başvurdukça, köklü ve uzun
dönemli hedef ve dönüştürücülük iyice silikleşir. Giderek, hızlı fakat yüzeysel
çözümlerin görünüşteki cazibesine bağımlılık arttıkça, köklü çözüm ve düzenlemeler,
gereksiz bir angarya, verimsiz işler gibi görünmeye başlar.7
Komünistler için her türlü güncel faaliyetin, dönemsel taktiğin de bağlı olduğu uzun
dönemli temel bir hedef, işçi sınıfı ve kitlelerin parti çizgisindeki devrimci politik
(ve sosyalist) bilinç, örgütlülük ve eylemini geliştirmek, yükseltmek ve
yaygınlaştırmaktır. Bu doğrultudaki her ilerleme tabelacı olmayan gelişkin bir
komünist partinin (sosyal devrim örgütü) olanak ve dayanaklarını da geliştirecektir.
Asıl ve öncelikle çok daha gelişkin bir komünist kadro ve (tüm yönleriyle) parti
yapılaşması ise tam da günümüzdeki devrimci sınıf savaşımı ve faaliyetini kıstıran
en derin sorunların temel çözüm dinamiğidir.
hedeflerin gözden yitirilmesinin (perspektif kayması) en bariz göstergelerinden biridir. Örneğin bildiri, afiş, yazılama, az katılımlı
dar grup eylemleri, devrimci kitle örgütçülüğü ve eyleminin yolunu açan araçlar olmaktan çıkıp başlıbaşına amaç haline geliverir.
Daha kötüsü, karşıdevrimin şu veya bu saldırısı karşısında yeterli çözüm sayılır. Ya da genel mücadele çağrılarının, her durum ve
alan özgülünde somut politikalar ve bunu uygulayacak alan içi kadrolar ve örgütlülükler üretmenin yerini alması... Salt özgüçlere
dayanan genel ajitasyon ve dar eylemlere harcanan büyük efora karşın kitleler içinde alınan yolun sınırlılığının farkına varılınca
da "kitleselleşme hedefimizin biraz uzağında kalmış olabiliriz, n'apalım şu zor koşulları atlatıncaya kadar" derler. Oysa bu
sınırlılığı yaratan tam da çalışma tarzındaki, araçları amaç yapan, amacı gözden yitiren darlaşmadır. Tipik bir örnek de, devrimci
basının ve az çok deneyimli devrimci kadroların, yeni devrimci güçlerin ve kitlelerin görece öncü kesimlerinin eğitim ve
donanımına özel bir dikkat ve özen göstermek yerine, ajitasyona yüklenip durmasıdır. Öyle ki ajitasyon -ve tabii adam
oluşturma- küçük burjuva devrimciliğinin, bırakalım kitleleri, kendi güçlerini "eğitmesinin" biricik biçimi haline gelir; kitle
çalışmasında da standartlar, doğal olarak düştükçe düşer. Böylelikle kısa dönemli "çözüm" yanılsaması (örneğin hazır güçlerin
hareketlendirilmesinde salt ajitasyona dayanılması; ilk elde bir canlılık yaratsa da atılmak istenen her adımda gerçek beceri
isteyen zorluklarla karşılaştıkça bir geri tepmeye dönüşür vb.) uzun vadede kitlelerin de devrimcilerden beklentisini düşürmesi
gibi daha ağır sonuçlara yol açar.
7 Bunun bir örneğini vermiştik. Başlangıçta ön açıcı bir misyonla yapılan küçük grup eylemlerini, sistematik devrimci kitle
çalışması ile bütünleştirmek yerine, kitle çalışması ve giderek kitlelerle ("insanlar duyarsız!") karşı karşıya koymak, vb. Bir diğer
müzmin örnek de, karşıdevrimin ekonomik-siyasi vb. her saldırısı karşısında daha geniş kitle kesimlerini harekete geçirmeyi ve
örgütlülük kazandırmayı hedefleyen daha gelişkin bir çalışma tarzı yerine, her seferinde zaten hep hareketli olan son derece
sınırlı 'hazır güçlere' daha çok eylem yaptırmaya çalışmaktadır. Hücre tipi cezaevlerine karşı ya da emekçi memur hareketinde,
harekete geçmesi görece kolay, sınırlı "hazır güç"ün hemen hareketlenmesi önemli olsa da, tam da bu güçlerin taze güçleri de
çekme ufku ve becerisi vb. olmadan, eylemden eyleme koşup durması, pek bir açılım sağlamadığı gibi, başlangıçta varolan bu
açılım dürtüsünü de ortadan kaldırır. Sokak eylemciliğini (gözaltı, çatışma,...) yaşam tarzı olarak benimseyen bu değerli fakat dar
kesimin, diğer taraftan kitlelere yaklaşımlarında da giderek kıstası hemen buradan koymaları, yeni güçleri eyleme çekeceğine,
kitlelerle açı farkını büyütür. Sorun bir kez daha sokak eylemciliğiyle geniş, etkin ve sistematik kitle çalışmasını kaynaştırmak,
daha geniş kesimleri harekete sevkedecek, birkaç kişi ya da kurumla sınırlı olmayan bizzat kitleler içindeki bağlantı halkalarını
(platformlar vb.) oluşturmak vb.'dir. Bu kolay çözüm sendromu da, ilkokuldaki "çalışkanlar kümesi ve tembeller kümesi"
uygulamasına benzer. Öğretmen kolay sonuç aldığı birkaç gözde öğrencisi üzerinde yoğunlaşır, bir kez "tembel" diye
damgaladıkları ise bir daha ilgi alanına girmez bile, hatta onlar sınıfta yokmuş gibi davranır. Bu da "kendi kendini doğrulayan
kehanet" kısır döngüsüyle, "çalışkan ve zeki" olanı daha çalışkan ve daha zeki; "tembel" görüneni (yoksulluk, aile sorunu vb.
nedeniyle ketlenmiş olanı) gerçekten tembel yapar, hatta kendisini beş para etmez aptalın teki saymasına yol açar; üste pazar
bir iki "başarılı öğrenci" ile diğerleri arasında aşılmaz bir duvar örer. Doğru bir eğitim yöntemi ise tüm soruları öğretmenin
ilgisinden pek hoşnut gözde öğrencilere çözdürmek yerine, onlara aynı zamanda "tembel" görünen arkadaşlarına yardımcı olma
ve özgüvenlerini kazandırma vb. erdem ve becerisini vermek olurdu... Kuşkusuz köklü çözüm daha büyük zaman, emek ve sabır
gerektirdiğinden, bunun yol ve yöntemini geliştirmeye çalışırken hazır çözümlere de (ilk elde yapılabilecek olanlar vb.) sık sık
başvurulacaktır; fakat bunun gerçek çözüm olmadığını bilerek.
27
Her türlü konjonktürel düşünce ve baskıdan kendini kurtarmak, özünde, her türlü
kolay başarı, basit çözüm heves ve beklentisinden kendini sıyırmak anlamına gelir.
En insani talepler için bile 60'a yaklaşan şehit ve yüzlerce gazi ile tam 9 aydır
sürüyor olan Ölüm Orucu yeterince çok şey anlatmaktadır.
Bir kez daha ve üstüne basa basa vurgulayalım. Kolay ve çabuk "çözümler",
biçimde ne kadar parlak ve etkileyici görünürse görünsün, özünde zaten ilk elde
yapılabilecek olanları yapmaktan ibarettir! Ve, çok daha büyük, zorlu ve soluklu
bir emek gerektirdiği halde başlangıçta hiç de öyle etkileyici görünmeyen gerçek,
özsel çözüm dinamiklerini de bastırır ve gözden yitirilmesine yol açar. Her durum
ve koşulda yapılabilecek ve zaten yapılıyor olanı mutlaklaştırmak ise, özündeki
sınırsız oportünizmi gizleyen, en kötü siyasal kendiliğindenciliktir. Bu durum, küçük
burjuva devrimciliğinin, inatla, sabırla, direşkenlikle uzun dönemli temel hedeflere
ve onun önünde engel olan temel sorunların çözümüne yönelecek yerde, zaten
yapageldiklerini (dar pratikçiliği ve dar deneyimciliği) meşrulaştırıp durmasında,
yüceltmesinde de sırıtır. "Öz ve görünüş bir olsaydı, bilimlere gerek kalmazdı" der
Marks. Gerçekten de, kolay çözümlerin, belli bir kesitte gerekli ve kaçınılmaz
olsalar da, yetersizliği, sonuç alıcılığı büsbütün yavaşlattıklarında ortaya çıkar.
Genel (temel) sorunları çözmeden, özel (yüzey) sorunların çözümüne girişen kişi,
der Lenin, eylemlerinde en kötü yalpalama ve etkisizliğe mahkum olur. Tüm
bunları birkaç örnekle canlandıralım:
Tipik bir örnek de çoğu devrimcinin, pratik işleri nedeniyle bir türlü okumaya,
öğrenmeye, kendini geliştirmeye, hatta düşünmeye fırsat bulamıyor olmasıdır.
Okumadan, öğrenmeden, kendini geliştirmeden, kafa yormadan, daha fazla pratik
iş çıkarmaya yüklenmek ilk elde, daha etkili, hızlı ve kolay başarı vaat edermiş gibi
8 Yeni "kazanılan" kesimlerin devrimci sınıf bilinç ve becerisini yükseltmek yerine, kendini onların kendiliğinden bilincine
uyarlamanın önemli bir göstergesi de, çoğu devrimci basındaki istikrarlı düzey düşmesi ve sığlaşmasıdır. Örneğin tüm bir
antiemperyalist "perspektif" ulusal onur edebiyatına indirgenivermekte, MHP teşhiri bile ancak "sahte milliyetçi" söylemi üzerine
kurulabilmektedir! Ulusal onur meselesini bir ajitasyon faktörü olarak kullanmak vardır; (bir de) tüm bir antiemperyalist politikayı
ulusal onur edebiyatına indirgeyip bunun adına devrimci sınıf politikası diyen kitle kuyrukçuluğu vardır! Bu da her zamanki
"çabuk ve kolay başarı" sendromunun bir örneğidir. Kendiliğinden kitle bilincindeki burjuva ve küçük burjuva milliyetçilik
eğilimleriyle sınırları net çizmek yerine, onun suyuna gitmek, giderek büsbütün körüklemek (emperyalizm ve işbirlikçi tekelci
burjuvazinin atakları karşısında gerileyen geleneksel milliyetçilik temsilcilerinin boşluğuna oynamak), evet belki çok kolay, fakat
bir o kadar da ucuz bir "politika" olarak, devrimci sınıf bilincini yükseltmek gibi uzun ve zahmetli bir iş yerine, devrimcilerin
bilincinin kitle bilinci düzeyine düşürülmesini "hızla" başarabilir tabii!
28
görünür. Ne var ki daha çabuk sonuç yanılsamasıyla dar pratikçiliğe ne kadar çok
yüklenilirse, giderek verimsizleşen çalışmanın moral bozukluğu ile yerini gizli
işsizliğe bırakması o kadar kolay ve çabuk olur. Burada da hızlı ve kolay başarı
beklentisinin (sendromunun) tersine yavaşlatıcı ve zorlaştırıcı geri tepmesini
görürüz. Bir devrimci neden okumaz? Çünkü okuduklarından hemen sonuç almayı,
sihirli çözümler, kolay başarı formülleri bulmayı bekler. Okuduklarında hazır başarı
reçeteleri bulamayınca, pratikle bağlantısını kuramayınca da okumayı keser, ya
da en fazla güncel devrimci basın ve devrimci romanlarla sınırlar. Çünkü okumak
pratik çalışmada kısa vadede hemen hiçbir üretkenlik artışı vaat etmez. İlk elde
okuduğunu anlamadığından anladığını başkalarına anlatamadığından, çabuk ve
kolay sonuç alma beklenti ve hevesine dayanan okuma motivasyonu kırılıverir. Ne
var ki, hemen somut ve elle tutulur sonuç vaat eden dar pratikçiliğe yüklendiği her
seferde de, kronikleşmiş kendi altyapı yetersizliğine toslar. Böylelikle doğal
yetenek sınırlarında takılıp kalır. Okumaya bir türlü fırsat bırakmayan önemli
pratik işler ise "yapılması gerekeni zaten yapıyorum" kendiliğindenciliği olur. Oysa
okumayı, doğal yetenek ve zekanın ötesinde, gerçek bir kavrayış açıklığı ve
pratikte "gözle görülür elle tutulur" bir üretkenlik sıçrayışı sağlayabilmesi için,
başlangıçtaki zorlanma ve pratikle bağını kuramama gibi sorunlar ne olursa olsun,
uzun dönemli bir direşkenlik ve sabırla, sistematik olarak sürdürmek, sürdürmek,
sürdürmek gerekir. Bunu gerçek bir devrimci değer ve disiplin, her günkü pratik
çalışmanın düzenli bir parçası haline getirene madalyasını hayat verir.
Aynı şey tastamam devrimci sınıf ve kitle çalışması için de geçerlidir. Ortalama bir
işçi ilişkisini, bırakalım kadrolaştırmayı, alan içi bir aktiviste, bir sınıf çalışması
dinamiğine dönüştürmek için bile azımsanmayacak soluk ve emek gerekir. Yoksa
'kafa sayısı' sendromu, işçi sınıfı ve kitleler içinde uzun dönemli gerçek devrimci
ilerlemenin ve işçi sınıfı ve kitlelerin devrimci ilerlemesinin yerini almakla kalmaz,
bunu da biçimsel fakat içi boş "çözüm" suretiyle engelleyici olur. Alanlara getirilen
her yeni kişinin sırf gelmiş olmakla propagandif bir etkisi ve eğiticiliği vardır
kuşkusuz, fakat burada bile gelişmesinin yönü yalnızca kendisini mi getirebildiği ve
bu etkiyi kendi çevresine ne kadar yayabileceği ile ölçülür.
Gündelik bilinç ancak iki tür işlem yapabilir. Birincisi, olaylar arasında dışsal,
yüzeysel, tek yanlı nedensellik (neden-sonuç) sıralaması yapabilir. İkincisi, Yaşamı
parça parça eden, tekdüzeleştiren, durağanlaştıran anlık fotoğraf kareleri gibi
çalışır. Gündelik bilinç yalnızca bugüne, bugünkü durum ve olaylara, tam da şimdi
birden bire ortaya çıkıvermiş görünen "etkilere tepki" verebilir.
Gündelik bilinç arzu etmediği her olayda düz bir sorumlu arar ve ona tepki verir.
Ne var ki böyle yapmakla, gündelik bilinç, geçmişten ve gelecekten kopuk hep bir
şimdiki durum ve olanaksızlar kapanında sürüklenip durur.
Tarihsel süreçler
F tipi cezaevleri, 19 Aralık 2000 katliamının da çok öncesinde, Terörle Mücadele
Yasası (1991) ile başlatılabilecek iniş çıkışlarla süregelen en az 10 yıllık bir
tarihsel süreçtir. 1996 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu ile can bedeli
bastırılmış, fakat 28 Şubat programıyla (1997) güçlendirilerek işlemeye devam
etmiştir. Özelleştirme 24 Ocak kararları ve Özal"la başlatılan neredeyse 20 yıldır
süregelen bir tarihsel süreçtir. Bazı kamu işletmelerinde ancak tamamlanma
aşamasında yer yer duraksatılsa da özelleştirme süreci bir biçimde gerçekleşti-
remediğini başka biçimde yaparak, şiddetini artırarak, yaygınlaşarak ve
derinleşerek sürmektedir. Kamu emekçilerine sahte sendika dayatması, bugünkü
yasalaşmasından da çok önce, yine 28 Şubat programıyla başlatılabilecek bir
tarihsel süreçtir. Kamu emekçilerinin dönem dönem Kızılay direnişleriyle
geciktirilip bastırılsa da her seferinde şiddetlenerek ortaya çıkmış ve şimdi de
gündemdeki Kamu Personel Rejimi Yasası ile vites büyüterek devam etmektedir.
Son IMF programı yıkıcı etkileri "aniden" ortaya çıkıp "elle tutulur gözle görülür"
hale gelmeden, Kasım 2000-Şubat 2001 krizlerinin çok öncesinde zaten (hafiften
başlayıp giderek ağırlaşan biçimde) yaklaşık 3 yıldır uygulamadaydı. Doğrudan
IMF"ye yönelik tepkiler ise ancak yıkıcı etkilerin farkedilmesi üzerine son 4-5 ayda
başladı.
Örneğin 19 Aralık F tipi katliamının ardından ilk bir hafta on beş günde
azımsanmayacak tepki eylemleri gerçekleştirilmiş, devlet bunları kısa dönemde
yapılınmaz(!) hale getirmekte fazla zorlanmamıştır. Fakat sorun bu da değildir.
Günübirlik tepkisel bilinç ve devrimciliğin sorunu şudur ki ancak ani etkiler
karşısında en ileri tepkiyi vermeye çalışır (evet bu devrimci refleks gereği ve
devrimci tutumdur) olmayınca bunu zorlamaya devam eder, yine olmayınca bu
31
kez tam tersi kutpa savrulur. Neredeyse tam bir eylemsizliğe gömülüp süreci olu-
runa (örneğimizde devrimci tutsakların omuzuna) bırakır. Tek bu örnekten bile
apaçık görülecektir ki günübirlik tepkisel devrimciliğin özünde de (siyasal)
kendiliğindencilik, "uyarıma gelirsecilik" vardır. Büyük heyecanlardan hayal kırıklığı
ve umutsuzluğa, en keskin tepkilerden eylemsizliğe geçiş, günübirlik tepkisel
bilincin her zaman ki tipik özellikleridir. 19 Aralık sonrasında militan kitle
gösterileri yapılamadığı uzunca bir dönem boyunca gerekirse sıfırdan başlamak
pahasına, dışarıdaki süreci özellikle Şubat krizinin ortaya çıkardığı yeni dina-
miklerle birlikte yeniden örülmesine daha çok sayıda devrimci aktivit
katılabilseydi, F tipi sürecinin bugünkü gelişim seyri oldukça farklı olabilirdi.
Bugünden sonrası için F tipi sürecini dışarıda yeniden şekillendirmede bu kuşkusuz
hala mümkündür.
Bu da bir "teyzemin bıyıkları olsaydı..." sorunu değil, ufuk çizgisi (bakış yönü)
sorunudur. Ufku yalnızca bugünle, bugünkü durum ve olayların da yalnızca dış
yüzeyiyle (anlık fotoğrafı ile) sınırlı bir günü birlik tepkisel bilinç; bugünkü durum ve
olayların içindeki, geleceğe de yeni bir yön verecek (tabii, uzun dönemli
sistematik, hemen sonuç beklemeyen bir kitle çalışması ile) tohum ve dinamikleri
de asla göremez. Çünkü ancak tarihsel sürecin kendi kendisiyle çelişik gelişme
doğrultusunu gözden kaçırmayan ve bununla bağıntılı bir gelecek tasarımına sahip
olan stratejik bilinçtir ki, kafasında tutkuyla canlandırdığı gelecek tasarımından
bugüne bakarak, onun tam da bugünkü durum ve olaylar içindeki nesnel tohum ve
dinamiklerini görür, onları devrimci temelde geliştirmeye kilitlenir.
Bugüne yalnızca bugün kafasıyla (yani bugünün ilk elde görünen sınırları, koşul ve
olanakları içinden) bakan yarını kaybetmeye mahkumdur.
Stratejik bilinç, yaşamı bölük pörçük ve durağan fotoğraf kareleri gibi algılamaktan
bütünselliği ve gelecek açısından (gelecek dinamikleri) kavramaya, ezilen sınıfları
ve bireyleri çaresiz tepkiciler olmaktan kendi gelecekleri üzerinde söz ve irade
sahibi olan aktif katılımcılar haline getirmeye, yalnızca bugünkü durum ve olaylara
tepki göstermekten uzun dönemli temel hedefleri gerçekleştirmeye (yarını
belirlemeye) doğru köktenci bir bilinç dönüşümünü şart koşar.
Doğalcı düşünme (yani beynin verili kendiliğinden işleyiş düzeneği ile düşünme-A)
der Engels de "yanlış düşünmenin en güvenli yoludur." (Doğanın Diyalektiği, Sf. 83)
"İnsanların en büyük saçmalığı" der Einstein da "Hep aynı şeyi yapıp durdukları
halde bundan farklı sonuç beklemeleridir." Ne yazık ki birçok devrimcinin de hep
aynı şeyleri aynı tarzda yaptıkları halde bunlardan farklı sonuç bekleyip durmaları
32
ve bekledikleri sonucu bir türlü alamadıkları halde hep aynı şeyleri aynı tarzda
yapmaya devam etmeleri bir yana, kafalarındaki kısa devre işleyiş düzeneğinin
farkında bile olmamaları dolayısıyla bunu dönüştürme çabasını göstermemeleridir.
İkincisi, anlık fotoğraf karelerinin (olayların dış yüzü) ötesinde oluşum ve gelişme
süreçlerini kavramak.
İkisini birden kabaca, olayların temelindeki (ilk bakışta, düz algılarla görülmeyen)
işleyiş sistemlerini (yasalarını) kavramak, biçiminde ifade edebiliriz.
Birincisi, yani tek yanlı yüzeysel nedensellik (neden -sonuç dizeleriyle sınırlı
düşünce tarzı) tepkisel yaklaşımların da başlıca kaynağıdır.
İkincisi, yani anlık bölük pörçük bağlantısız fotoğraf kareleri (günlük yaşamımızda da
farkında bile olmadan yaptığımız sayısız bağlantısız ve yüzeysel "durum
tespitleri") gibi algılar da, değişim süreçlerini karanlıkta bıraktığından, verili
durumları mutlaklaştırır, gelişmelerin hep peşinde (yeni "fotoğraf kareleri" ile)
sürüklenmeye ve yine çaresiz tepkiciler olmaya koşullar.
Oysa gerçek yaşamdaki olaylar hiç bir zaman tek yanlı düz nedensellik ile
açıklanamaz. Her nedeni (tek nedenmiş gibi görüneni) aynı zamanda bir sonuç
olarak kavrayabilmek çok önemlidir. (Karşılıklı ilişki, etkileşim). Sendika ağaları işçi-
kamu emekçisi direnişlerinin yenilgisinin bir nedeniyse, işçilerin-kamu
emekçilerinin kendiliğinden bilinç ve hareketi de sendika ağalığının bir nedenidir.
Ücretli köleliğin kendiliğinden (meta) bilinci ile sendika ağalığı iç içedir. Birbirinde
kök salmıştır. Biri ötekini yeniden üretir. Sendika ağalarını bir anda koltuklarından
devirdiğimizi varsaysak bile ücretli kölelerin kendiğinden (metalar olarak) hareketi
kendiliğinden kaldığı sürece, yeni bir sendika bürokrasisinin (ücretli köleleri
metalar olarak pazarlama toptancısı) doğurmakta gecikmezdi.
Sorun, doğrunun yalnızca bir yanını gösteren tek yanlı nedensellik yerine bir
karşılıklı ilişki olarak konulunca, olayların (örneğimizde sendikaların yenilgiye
uğrayan sayısız direnişi) işleyiş sistematiğini kavramaya başlayarak çözüme doğru
33
da bir adım atarız: Her direnişte ve tüm sınıf içinde uzun dönemli sabırlı bir kitle
çalışmasıyla, kendiliğinden bilincin dönüştürülmesi! Sınıf bilinçli ve devrimci işçilerin
ve işçi örgütlülüklerinin sabırlı bir "taban çalışması " ile yaratılması
yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi. Direnişlere vb. dar tepkisellikle müdahale
etmeye çalışmak, hemen ve kolay sonuç almayı istemek, çoğunlukla işe yaramaz,
hatta tersi sonuçlar verebilir. Çünkü sendika ağalığı aygıtı (tek başına ağalar değil,
bir bütün olarak sendikal ağalık mekanizması) geri bilinçli çoğunluk üzerinde geniş
alan hakimiyeti, kendiliğinden bilinç zemininde çoğunluğu oluşturma kolaylığı
(örneğin tabandaki ağa yalakaları ve amigolar, sendika aygıtlarının işleyiş
düzeneğinin iyi bilinmesi gereken bir yanıdır) sayesinde öne çıkan az çok sınıf
bilinçli ve militan işçileri çoğunluktan yalıtmakta, ilk başta bu işçiler belli bir kitle
kesimini harekete geçirseler de güçlü taban örgütlülükleri vb. olmadıkça, fazla
zorlanmaz.
Sendikalar, sendika aygıtı (kendiliğinden bilinç içinde derin kökleri olan sendika
ağalığı kurumlaşması) ve "tabandaki işçi kitlesi"nden oluşur. Sendikanın bu iki yanı
çelişik bir bütün oluşturur. (Karşıtların özdeşliği ve savaşımı). Sendika ağaları hem
işçileri satar hem de kendi ayrıcalıklarını koruyabilmek için onları elde tutmaya
çalışmak durumundadır. Tabandaki işçiler hem sendika ağalarına tepki ve
güvensizlik duyar hem de dört elle sarılır, her şeyi onlardan bekler. Sendikal
sistemin çelişik bir bütün oluşturan bu iki yanı hem iç içedirler ve birbirlerine
dönüşüp birbirlerini yeniden üretip dururlar, hem de karşıttırlar, birbirini durmadan
dıştalamaya çalışırlar. Sendikal sistemin kendi kendisiyle çelişikliği onun içsel hare-
ketinin (dönüşümünün) de temeli ve kaynağıdır (Süreç düşüncesi). Anlık fotoğraf
kareleri gibi düşünme ise, idealist metafizik düşüncenin bir temelidir. Bütünün çelişik
yanlarını birbirinden koparır, çelişkinin şu ya da öbür yanını mutlaklaştırır. Bütünün
içsel hareketinin kaynağı olarak karşıt yanları arasında içsel bir bağıntı (karşıtların
özdeşliği ve savaşımı) değil mekanik ve dışsal (iki bilardo topunun çarpışması gibi)
bir bağıntı kurar. Ya sendika ağalarını ya da tabandaki işçileri (birbirine tamamen
dışsal, birbirin tamamen dışında şeylermiş de ancak dışarıdan fizik temasa
giriyorlarmış gibi) mutlaklaştırır. Bir direniş yenildiğinde işçilerin kendiliğinden
bilincini tamamen bir yana bırakıp (yok sayıp) biricik sorumlu olarak sendika
ağalarını gösterirler. Sanki sendika ağaları olmasaydı zafer mutlakmış gibi! Militan
bir işçi direnişi olduğunda ise bu kez sendika ağalarını bir yana bırakıp işçilere
övgüler düzerler. Sanki kendiliğinden bilinç ve sendika ağalarının işçiler üzerindeki
etkisi tümüyle ortadan kalkmış gibi bu durumu mutlaklaştırırlar. (Oysa sendika
ağalarını kısmen ve anlık olarak aşarak kazanım elde eden en militan direnişlerde
bile kendiliğinden kaldığı sürece, bu kazanımlar uzun dönemde sendika ağalarına
mal olduğu, onların eseriymiş gibi göründüğüyle kalır. Hatta sendika ağalığını
güçlendirir. "80 öncesi DİSK, sonrası KESK örnekleri. Azınlıktaki militan sınıf bilinçli
işçilerin en militan eylemlerin ve kazanımların bile tabanda kalıcı sınıf bilinçli örgüt-
lülüklere dönüştürülmezse, devrimci politik önderlik yoksa ya da etkisi anlık ve
sınırlı kalıyorsa, rantının üzerine uzun dönemde bu işçileri tasfiye etmeye bakan
bürokrasi oturur.)
Anlık fotoğraf kareleriyle düşünme idealizmi, çelişkinin bir o yanını bir öteki yanı
mutlaklaştırarak yalpalayıp durur. Yenilgilerin ağır bastığı dönemlerde, daha çok
sendika ağalarının gücünü mutlaklaştırır ve kendini yalnızca ona karşı olmakla
(bugüne tepki gösterip durmak, dar, parçasal, tepkisel bilinç) tanımlar. Dar
tepkisel bilinç çelişkiyi bütüne içsel olarak kavramadığından çelişkinin bir yanını
ötekine dışsal olarak görüp mutlaklaştırdığından, bütünü uzun dönemli içsel hareket
ve dönüşümünü de (süreç) kavrayamaz. Hareketi dondurur. Anlık "durum tespitleri"
yapıp, bir o yanına bir bu yanına (işçilere alkış ya da sendika ağalarına ateş
püskürme) tepki verip durur. Böylece sendikaların sayısız direniş, eylem, satışlar
34
Gerçek devrimci sınıf politikası üretmek, ancak stratejik bilinçle, yani süreç
kavrayışıyla, yani olayların temelindeki çelişkinin işleyiş yönünün kavranarak, uzun
dönemli gelişme eğilimlerinin görülmesi, buna uygun bir gelecek tasarımı (uzun
dönemli hedef) yapılması, ve bu doğrultuda, bu hedefin bugün içindeki tohum ve
dinamikleri (gelecek tasarımımızın şimdiki hali, nesnel olarak ve dinamikleri)
üzerinde uzun dönemli bir çalışma planının yapılıp, her durum ve koşulda sabırla
uygulanması, ilerlenmesi, süreçteki her gelişmenin de bu doğrultuda işlenmeye
çalışılmasıdır.
Düz nedensellik ve foto şipşakçı düşünceye, yenilgiyle biten onca eylem, direniş ile
hiçbir şey olmuyormuş, sendikal hareket yerinde sayıp duruyormuş gibi görünür.
Stratejik bilinç ise, tüm bu yenilgiler serisinin, tarihsel bir birikim oluşturduğunu
(nicel birikim) ve zaten sendikalarda derinleşen iç çelişkinin bir ifadesi olarak
(sendika aygıtlarıyla taban arasındaki ayrımın çelişkiye ve giderek güçlenen
karşıtlaşmaya dönüşme eğilimi) düzen sendikacılığının evrimleşme yönünü ortaya
koyar. (Bkz. mDP 3, Sendikal Kriz Üzerine, ve gazetemizdeki ESK yazıları)
Sendikal sistemdeki çelişkili yanların, birbirini yeniden üretip durması basit
temelde aynıyla değil (hiçbir şey olmuyormuş, hep kendini tekrar ediyormuş
yanılsaması buradan kaynaklanır) fakat genişleyen bir sarmal döngü biçimindedir.
Yani karşıt yanlar birbirine dönüşüp dururken (karşıtların özdeşliği) aynı zamanda
birbirini dönüştürerek kutuplaşmaktadır. Sendikal aygıtların dönüşümü, örtük ticari
kurumlar olmaktan apaçık ticari şirketler olmaya evrimleşmesi, ve artık işçilerin
emek gücü metasını daha iyi fiyata (ücrete) pazarlama ihtiyacına bile cevap
vermemesidir. Sendikal taban ise, halen bu ağalardan bir kıpırtı bekleyip dursa
da, büyüyen güvensizlik ve sendikasızlaşma içerisindedir. İşçi sınıfının yakıcılaşan
sendikal ihtiyaçlarına, artık fiili olmanın ötesinde resmen de ticari şirketlere ve
IMF-MGK aygıtlarına dönüşen sendikal aygıtların bir nebze bile cevap vermemesi,
öteki kutupta, yeni sendikal arayışlara yönelen işçi sayısını artırmaktadır. Başta
İstanbul Emek Platformu (İEP) olmak üzere yerel sendikal platformlar, bugünkü
Birleşik Sendikal Hareket girişimi, öteki kutuptaki arayış ve dönüşümün (karşıtların
özdeşliği ve savaşımı temelindeki nicel birikimin niteliğe dönüşebilmesinin) ilk
küçük, eskiden ve karşıtından kopamayan ve tabii bulanık, lekeli kabarcıklarıdır.
Bunların olaylar olmaktan çok, olayların gelecekteki akış yönünü (sınıfın devrimci
sınıf sendikacılığına hayatileşen ihtiyacı, tarihsel zorunluluk) göstermesiyle bir
önemi vardır. Ve ancak bu gözle (olumlu ya da olumsuz olarak kendi başına
mutlaklaştırmadan bir beklentiye filan da kapılmadan) bu hedef doğrultusunda
birer geçici basamak olabildikleri ölçüde ya da kılınabilirlerse bir anlamları
35
İşte komünistlerin "yeni bir devrimci sendikal hareket yaratmalıyız" uzun dönemli
hedef ve politikası, tam bu sürecin (tarihsel zorunluluk eğiliminin) kavranışı
temelindedir. Ne kendiliğinden olacaktır, ne de hemen bir çırpıda olabilir. Bu
stratejik kavrayış temelinde uzun dönemli sistematik bir çalışmayla, sabırlı, bunun
mevzi ve dayanaklarının, aktivistlerinin, örgütlülüklerinin geliştirilmesiyle olacaktır.
Kendiliğinden, ilk elde akla gelen yüzeysel çıkarsamalar baştan çıkarıcı basitlik ve
apaçıklık görünümüyle öylesine güçlü bir mantık(sızlık) kapanı oluşturur ki, insanın
kendi deneyim ve hatalarından bir şeyler öğrenebilmesini de en azından kısa
dönemde imkansız hale getirir. Apaçık görünen sonucu bir türlü vermediği halde,
bu kez vereceği beklentisi son bulmaz; aynı düz mantık(sızlık) kapanı içinde, aynı
hatalı hareket tarzı, devam edip gider. Başlangıçta çok net sonuçlar verir görünse
de aynen sürdürülen bir hareket tarzının uzun dönemde getirisi giderek azalır ve
sıfırlanır; en sonu tersinir bir sürece girerek, halen beklenip durulanın tam tersi
sonuçlar vermeye başlar.
Öyleyse stratejik bilincin ilk dersi şudur: Zaman ve mekanda nedenleri ile
sonuçları ardışık sıralayıveren düz çıkarsamalara itibar edilmemelidir. Bir
çıkarsama ("şöyle yapınca böyle olacak", vb.) ne kadar düzse ve apaçık
görünüyorsa, onun baştan çıkarıcı cazibesinden o kadar sakınmak ve "Burada ilk
elde göremediğim, hesaba katmadığım, daha bütünsel ve gelecek açısından
düşünmediğim bir şeyler olmalı" diye yeniden düşünmek doğru olur.
İlk elde "apaçık görünen düz sonuçlar" almak için yapılan hareketler (davranış,
eylem, müdahale, iş, vb.) çoğunlukla beklenen sonucu vermez. Hatta kimi zaman
ya da zaman içerisinde tam tersi sonuçlar verebilir.
Eğer; birincisi, ilk elde apaçık görünen düz sonuçlar beklediğimiz hareketlerimiz hiç
36
Ve ikincisi, aynı eylem (ya da hareket tarzı) kısa ve uzun dönemde, yakın ve uzak
mekanda birbirinden çok farklı sonuçlara yol açıyorsa...
Yüzeysel nedenselci (mekanik) düşünce, hareketi yalnızca düz çizgiler (ardışık fakat
birbirine dışsal tepkimeler zinciri) biçiminde görüp tasarlayabildiği için uzun
dönemli içsel dönüşüm süreçlerini kavrayamaz ve kısa dönemli etkiler dışında uzun
dönemde giderek etkisizleşerek hep kaybeden olur.
Foto şipşakçı (idealist) düşünce, bir sistemin hareketini çelişik bütünlüğü içinde,
birbiriyle içsel bir ilişki (özdeşlik, bütünlük) içindeki karşıt yanların birbiriyle savaşımı
(birbirini dıştalama, dönüştürme eğilimi) olarak kavrayamaz. Sistemin çelişik
yanlarını birbirine tamamen dışsal görür ve her zaman çelişkinin bir yanını (ki öteki
yanını da içinde taşıdığının farkında olmadan), belli bir kesitte öne çıkan yanını,
karşıt yanı yok sayarak mutlaklaştırır. Bu yüzden sistemin bütünsel işleyişini
kavrayamaz, hep parçada kalır.
Örneğin öznellik (insan iradesi, bilinci, eylemi vb.) ile nesnellik (koşullar) çelişik bir
bütün oluşturur. Foto şipşakçı düşünce ya yalnızca belli bir kesitteki öznelliği
(insanların eylemlerini) görür ve bunları koşullayan nesnelliği, toplumsal-
kurumsallaşmış ilişkiler sistematiğini tümüyle gözardı eder... Ya da, belli bir
kesitteki nesnel koşulları mutlaklaştırarak, insan iradesi ve eylemini tümüyle
koşullara dışsal ve yok sayar. Her ikisi de kaçınılmaz olarak kendiliğindenciliğe,
olayların gelişme seyri üzerinde iktidarsızlığa, uzun dönemde ise tam bir etki-
sizleşmeye götürür. Kendi güç, irade ve eylemini, sanki koşullardan ve sistemin
bütünsel işleyişinden tamamen bağımsız gibi mutlaklaştıran, kendi eylemlerinin
merkezinde yalnızca kendi mutlaklaştırdığı iradesini gören de, toplumsal
sistemlerin işleyişinin insan eylemlerinden oluştuğunu anlamayan da, olayların
bilmediği anlamadığı akışı içerisinde, günübirlik tepkiler verip durarak, sürüklenip
gitmeye mahkumdur. Eylemlerin merkezine salt kendisini koyan da, "koşullar
böyle, yapacak bir şey yok" diyen de, kendiliğindenciliğe mahkumiyette birleşirler.
Oysa bir toplumsal sistem öncelikle, kendi kendisiyle çelişik bir toplumsal ilişkiler
sistemidir. Sayısız insan eyleminden oluşur ve yine sayısız insan eylemiyle
dönüşür. Fakat rastgele, aklına esenin aklına eseni yaptığı insan eylemlerinden
değil; önceden verili bir karşılıklı ilişkiler çerçevesi ile koşullanan, birbirini yeniden
üreten, yeniden üretirken dönüştüren, sayısız insan eylemleri örgüsünden. Öyleyse
insan, verili ilişkiler düzeneğinden ayrık durmaz, dışında değil içindedir; bir öğesidir,
düşünce ve davranışları bu ilişkiler düzeneğinin işleyişinin bir öğesidir; bu düzenek
tarafından koşullanır ve bu düzeneği etkiler. İnsanların eylemleri nesnel koşullar
tarafından belirlenir, fakat belirli bir ilişkiler sistematiği içinde bu koşulları çoğun-
lukla farkında bile olmadan üreten de yine insanların kendileridir.
37
Stratejik bilincin ikinci dersi, olayların sorumluluğunu salt kendi eylemimize ("ben
yaptım"), ya da salt dışımızdaki birilerine ("onlar yaptı") maletme köreltici
(idealist) alışkanlığını bir yana bırakmaktır. Sistemler çelişik yanlarının karşılıklı ve
içsel ilişkisiyle, (birbirini belirlemesi ve doğurmasıyla) karşılıklı davranış ve
dönüşme döngülerinden oluşur. Bir karşılıklı ilişkide (her ilişki karşılıklıdır) "ben" ile
"o"; "biz" ile "onlar", "içimiz" ile "dışımız", aynı ilişkinin içsel olarak bağıntılı fakat
karşıt yanlarından başka bir şey değildir.
Basit nedenselci düşünce, bir sistemin içsel olarak bağıntılı karşıt yanlarını
birbirinden tamamen kopuk algılar ve aralarında düz, tek yanlı, dışsal etki-tepki
ilişkisi kurabilir. Krizin nedeni IMF programıdır, diye düşünür. Krizin de IMF
programlarına "yol açtığını" göremez. Ağırlaşan her kriz devresinin daha ağır IMF
programlarına, daha ağır IMF programlarının da daha ağır krizlere yol açtığı,
karşılıklı ilişkinin genişleyerek yükselen sarmal döngüsünü kavrayamaz.
Spekülasyon (asalaklık) ekonomisi üretimi boğuyor diye düşünür. Asıl üretim krizi-
nin spekülasyonu şişirdiğini ve bunun da üretimi büsbütün boğduğunu, tabii
üretimdeki tıkanmanın asalaklığı besbeter körüklediğini... karşılıklı ilişkinin
genişleyen sarmal döngüsü olarak kavrayamaz. Karşıdevrim saldırdığı için biz
direndik, patron işten attığı için işçiler direndi, sendika ağası sattığı için direniş
yenildi vb. diye düşünür, fakat sınıflar arasındaki, devrim ile karşıdevrim arasındaki
içsel bağıntı ve mücadelenin (karşılıklı ilişkinin) genel bir eğilim olarak, birbirini
doğurup şiddetlendiren, genişleyen sarmal döngüsünü kavrayamaz.
kaybediyor. Her seferinde yalnızca kendini ("ben ne kadar yetersizim, boşa kürek
çekiyorum") ya da yalnızca ilişkilerini ("korkaklar, eyleme gelmediler, vb.")
suçlayıp durmak yerine, ilişkilere yaklaşım ve çalışma tarzını değiştirmelidir. Tek
tek ilişkiler peşinde gelişigüzel ve verimsizce koşturup durmak yerine, kilit
halkaları tespit edip yoğunlaşmalı, ilişkilerini alan içi örgütlülükler biçiminde
sistemleştirip kalıcılaştırmalı (herkesten hemen sokak eylemcisi olmasını
beklememeli, eğer hedef buysa ara geçiş biçimleri bulmalı vb.), bu arada
devrimci politik bilgi ve becerisini geliştirmek için de sistematik bir çalışma
yürütmelidir. Kuşkusuz, yönetici kademelerin de, hemen her alanda tekrar tekrar
ortaya çıkan sorunları, "sistemin bütününe yayılan karşılıklı ilişkiler" olarak
kavraması, tek tek kişileri suçlamak yerine, köklü (stratejik) çözümleri üretmeye
yönelmesi gerekir.
Örnekler...
İşçi sınıfı ve kitleler hareketlendiğinde, devrimciler de hareketlenir. Kitleler
oturduğunda devrimciler de oturur. Bu da bir karşılıklı ilişki (davranış)
döngüsüdür. Düz nedenselcilik, "Kitle hareketi geri olduğu için kitle çalışması
yapmıyorum" diye düşünür. Fakat devrimciler bu çalışmayı istikrarlı biçimde
yürütmediği için kitlelerin oturduğu da bir o kadar doğrudur.
Devrimci okura gönüllük temelinde bir "ev ödevi". Gündelik yaşam ve çalışmanızda,
ilişkilerinizde, sınıf savaşımında, yerel, bölgesel, ulusal, "küresel" düzeyde hep
tekrar eden olay örgülerinin (karşılıklı ilişki döngülerinin) bir listesini çıkarın.
Başlangıçta en az 20-30 tane olmalı. Hep tekrar eden olay döngülerini tanıyıp
kavramakta ustalaştıkça, bunların yüzlerce olduğunu görecek, farkettiğiniz her
döngüyü, tek yanlı düz tepkici nedensellikle değil, karşılıklı ilişki temelinde ele
almayı öğrendikçe, doğru bildiğiniz birçok düşünce ve eyleminizin vahim sonuçlarını
kavrayacak, açığa çıkardığınız her döngü ile ufkunuzun biraz daha açıldığını ve
özgürleştiğinizi görecek ve stratejik bilince bir adım daha atmış olacaksınız. Tespit
ettiğimiz her karşılıklı ilişki döngüsü, bize olayların gelecekteki akışını öngörme,
giderek planlama ve geleceği şekillendirme olanağı verecektir.
Sistem düşüncesi
Stratejik bilincin dördüncü dersi, birbirinden yalıtık ve kendinden menkulmuş gibi
görünen olay ve etkenler yerine sistemlerle düşünmesini öğrenmektir. Bir
sistemin tüm parçaları ve görüngüleri arasında karşılıklı etkileşim ve içsel
ilişkilerle bütünsel işleyişini 'keşfetmek' bize onu dönüştürme olanağı sağlar.
'Sistem' kavramını, kabaca, "belirli bir işlevi yerine getirmek için çeşitli, hatta
çelişik unsurları biraraya getiren bir bütün" olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım
itibarıyla;
İkincisi, sistemi oluşturan tüm öğeler arasında karşılıklı ilişkiler ve içsel bir bağıntı
vardır. Sistemin içinde yeralan hiçbir öğe, diğer öğelerden bağımsız ve başına
buyruk davranamaz. Her öğenin hareketi, sistemin bütünsel hareketi ve içsel
bağıntıları (çelişki ve etkileşim) tarafından koşullanır ve doğrudan ya da dolaylı
olarak diğer tüm öğeleri ve sistemin bütününü etkiler.
Dördüncüsü, her sistem kendi içinde de bir 'yeniden üretim süreci'dir. Bir sistem
çok çeşitli hareket ve enerji biçimlerini, kendi işlev ve işleyişine uygun hareket ve
enerji biçimlerine dönüştürerek ya da dönüştürebildiği ölçüde varlığını sürdürür. Her
sistem çevresindeki 'enerji kaynaklarını' çözüp kendi yapısına uygun hale
dönüştürmek zorundadır. Her sistem, çevresinden 'enerji' toplama ve elde etme;
topladığı enerjiyi kendine elverişli enerji ve hareket biçimlerine dönüştürme;
dönüştürebileceği 'enerji' kaynaklarını çeşitlendirme; işlerken yitirdiği enerjiyi
koruma; dönüştürdüğü fakat o anda kullanamadığı 'enerjiyi' depolama... vb. gibi ye-
tenekler geliştirerek evrimleşir. Her sistem çok çeşitli değişken ve 'girdileri'
özümseyerek (yani bunları işleyip işlevine ve işleyişine uygun hale getirir ya da
eleyip dıştalar) hep benzer 'çıktıları' üretmeye ayarlıdır.
"Şeyleri dingin ve cansız, her biri kendi başına, birbirinin ardı sıra düşündüğümüz
sürece, gerçekten de onlarda bir çelişkiye rastlamayız. Kısmen ortak, kısmen
farklı, hatta birbiriyle çelişik, fakat bu son durumda farklı nesnelere dağılmış olan
ve dolayısıyla çelişki içermeyen belirli özelliklere rastlarız. Bu gözlem alanı yettiği
ölçüde, olağan metafizik düşünme tarzı da yeter. Fakat nesnelere onların hareketi,
değişmesi, yaşamı, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde baktığımızda, durum
tamamen farklıdır. Hemen çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir;
basit mekanik yer değiştirme bile, ancak bir cisim bir ve aynı anda hem bir yerde
hem de başka bir yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu hem de olmadığı için
gerçekleşebilir. Ve bu çelişkinin sürekli ortaya çıkması ve aynı zamanda çözülmesi,
hareketin ta kendisidir." (Engels, Anti-Dühring)
Ölüdür birinci görüş, karanlıktır, çoraktır. İkincisi ise hayat doludur. Varolan her
şeydeki 'özdevinim'in anahtarını sadece bu ikinci görüş verir; ve sadece o verir
'sıçramalar'ın, 'derecelenmede kesikliğe uğrayış'ın, 'karşıta çevriliş'in, eskinin
yıkılışının ve yeninin doğuşunun anahtarını.
Çelişki
Stratejik bilincin beşinci dersi, döngüsel hareket biçimi ile varlığının farkına
vardığımız sistemlerin, tam da bu, tek tek insan iradelerinden bağımsız
işleyişinin, yani özdeviniminin, yani hareket ve gelişme yasalarının kaynağına
43
Tek yanlı, düz nedensellik; şurada yalnızca bir 'neden', ardı sıra ve bir öteki tarafta
yalnızca bir 'sonuç' görmek, gerçekliği olağanüstü bayağılaştırır. Çoğunlukla geri
tepen davranış ve eylemlere yol açar. Bir sistemin amacı (işlevi) ve işleyişi (tek tek
kişilerden bağımsız özdevinimi) kavranmadıkça, işleri değiştirmek için harcanan
tüm çaba, kaçınılmaz olarak geri teper ya da boşa gider. Aynı yerde saymak için
habire koşturduğunuz; artan ölçüde, olağanüstü bir emek ve çabayı yerinde saymak
için (boşa) harcadığınız her seferinde işlevini ve işleyişini bilmediğiniz için kör bir
sistem kapanındasınız demektir. Üstelik düz ve aynı ölçüde kör eylemlerinizle
kapanın bazı dişlerini de bilinçsizce iyi bir şey yaptığınızı sanarak siz kendiniz
oluşturmaktasınızdır.
Foto şipşakçı düşünce ise, bir sistemin farklı, çelişkili, karşıt yanlarını bir arada bir
bütün olarak kavrayamaz, çelişik yerler birbirinin tümüyle dışında (kopuk),
birbirinin yanı ve ardı sıra, birbirinden yalıtık olay ya da kişilere dağılmış, farklı kişi
ve olaylarda cisimleşmiş gibi görür. Karşıt yanları içsel bağından kopartarak, bir o
yanı, bir bu yanı mutlaklaştırarak, yalpalayıp durur.
Örneğin yeni bir ilişki belli bir gelişme gösterdiğinde hemen ona kaldırabileceğinin
çok üstünde misyon biçilir ve siyasal-örgütsel aşırı yükleme yapılır. Ya da bir ilişki
morali bozulup durgunlaştığında, istenileni yapmadığında vb. bu sefer ruh halini
büsbütün bozacak, tüm motivasyonunu kıracak biçimde yerin dibine batırılır. Oysa
bunlar, genç bir devrimcinin kendi kendisiyle çelişik bilinç (ve psikolojik) yapısının,
hem birbirine bağımlı hem de birbirini dıştalayan karşıt eğilimlerinden
kaynaklanan 'özdeviniminin', yani döngüsel gelişim sürecinin karşıt yanlardan
bazen birinin bazen ötekinin ön plana çıktığı, içsel olarak bağıntılı momentleridir
(görüngüleridir). Tüm sistemlerin döngüsel hareketinde (gelişim sürecinde) olduğu
gibi, tempolu büyüme tıkanma, durgunlaşma ve gerilemenin; tıkanma da ileri sıç-
rama ve gelişmenin dinamiklerini içinde biriktirir ve taşır. Tıpkı kapitalist sistemin
krizlerinin yeniden canlanma; canlılık dönemlerinin ise kriz dinamiklerini içinde
biriktirmesi gibi. Her türlü sistemde krizlerin durmadan ortaya çıkması ve
çözülmesi, o sistemin, karşıt yanlarının birliği ve savaşımı (özdeşliği ve farklılaşması
da denilebilir) temelindeki sarmal, süreklilik içinde kesikli ve sıçramalı hareket ve
gelişiminin ta kendisidir. Bir sistemin öz (çelişkili) deviniminde yalnızca belli
kesitleri, hızlı büyüme ya da tıkanma, birbiriyle içsel bağıntılı ve birbirini içinde
taşıyan karşıt yanlardan birini ya da öbürünü (örneğin kendiliğinden bilincin
44
Hareketi tek yanlı düz çizgiler halinde algılayıp tasarlayabilen düz nedensellikten
ve çelişkinin bir yanını mutlaklaştırıp öbür yanını yok sayarak gelişmeyi de
donduran foto şipşakçı düşünceden nedensellik döngüleriyle düşünmeye geçiş
kuşkusuz, sistem düşüncesine doğru ileri bir adımdır. Bu adım, aynı sistem (ya da
sürecin) çelişkili yanlarının birini neden ötekini sonuç saymaktan, her birini ötekinin
aynı zamanda hem nedeni hem sonucu olarak kavramaya geçiştir. Fakat karşılıklı
ilişki ile sınırlı, dolayısıyla kendini tekrar eden döngüsel hareket yaklaşımı da,
çelişkiyi yakalasa da, mekanize edip, ancak dışsal karşıtlık olarak (birbirinden
tamamen farklı şeyler arasındaki dışsal etkileşim) görür. Kendini tekrarlayan
nedensellik döngüleriyle (karşılıklı etki) sınırlı yaklaşım, "zıtlara dış olgular olarak
mekanik biçimde bakmakta ve zıtların dönüşümünü birinin diğeriyle basit yer
değiştirmesi olarak göstermektedir... Bizzat nesnelerin ve olayların iç çelişkilerini
reddetmekte, ve gelişmeyi basit bir tekrarlama olarak, içinde aynı zıtların ve bu
zıtlar arasındaki aynı ilişkinin yeraldığı değişmez durumların ardı ardına gelmesi
olarak görmektedir." (Mao'nun bayağılaştırdığı diyalektik üzerine Enver Hoca,
Emperyalizm ve Devrim) "Karşıtları dışsal olgular olarak almakta, içsel çelişki ve
karşıtların mücadelesiyle öncekinden farklı bir niteliğe, sürece geçiş olarak alma-
maktadır." (Kapitalizmin Geleceksizliği ve Belirsizlik Felsefesi, DP 1, Nisan 2001)
Çelişkiyi kısırlaştıran yaklaşım, kaçınılmaz olarak, hareketi de ancak bir kısır döngü
olarak algılayıp tasarlayabilir: Aynıyla kalan karşıtların, aynı dışsal (ve salt birbirini
yadsıma) ilişkisi, aynıyla birbirine "dönüşmesi"... Mekanik (dışsal) çelişki anlayışı, bu
yüzden belli koşullarda başarılı olan belli bir direniş bir eylem, bir faaliyet, bir
örgütlenme, kitlelerle ilişki kuruş, kadro geliştirme tarzının, tüm zamanlar ve tüm
koşullar için geçerli olacağını sanır. Örneğin Gazi antifaşist halk direnişinin
sonrasında arkası boş barikatlarla her seferinde tekrarlanacağının sanılması;
örneğin bir dönemki devrimci Kürt ulusal hareketinin aynı hareket ve eylem
tarzıyla hep aynı başarılı sonuçları alacağını sanması; bir dönem etkili olan yaygın
antifaşist dar grup eylemlerinin aynıyla tekrarlanıp aynıyla etkili olacağının
sanılması; cezaevi saldırılarına karşın daha önce başarılı olan belli bir direniş
biçiminin aynıyla tekrar etmenin yeterli olacağının sanılması; kamu çalışanlarının
aynı direniş ve eylem biçimlerinin aynı başarılı sonuçları vereceğinin sanılması, ya
da diyelim ki "küresel direniş" eylemlerinin salt aynı hareket ve eylem tarzıyla
bundan sonra da her seferinde aynı başarı ve etkiyi göstereceğinin sanılması; eski
DİSK'in, geleneksel sendikaların, "sosyal devlet"in, "ulusal ekonomi"nin aynıyla
geri getirilme umutsuz çabası vb. vb.
Mekanik, dışsal karşıtlık ilişkisi; aynı karşıtların aynı dışsal ilişki ile aynıyla yer
değiştirip durması anlayışı, öncü savaşı, suni denge, Türkiye'nin aynı Düyunu
Umumiye gibi tekrar sömürgeleşmesi; emperyalizmin bağımlı kapitalizme, sendika
ağalarının sınıf hareketine dışsal birer güç olarak görülmesi, özgürlük ve
demokrasinin emperyalizm ve TÜSİAD'dan beklenmesi; emek ile sermaye'nin, işçi
sınıfı ile burjuvazinin, yoksulluk ile zenginliğin, demokrasi ile faşizmin, ekonomi ile
siyasetin, TÜSİAD ile MGK'nın vb. birbirine salt dış olgular ve karşıtlık olarak
görülmesi... gibi yanılsamaların da felsefi temelini oluşturur. Bayağı diyalektikte,
özdeşlik ile farklılık, birlik ile karşıtlık ardı sıra birbirini izlerler; karşıtlar ya
45
Karşıtlar; ücretli emek ile sermaye, yoksunluk ile zenginlik, proletarya ile
burjuvazi, devrim ile karşıdevrim, sosyalizm ile kapitalizm, direniş ile saldırı...,
birbirini içinde taşır ve birbirini yeniden üretir, bu anlamda 'birbirine dönüşür'...
Fakat asla aynıyla değil! Karşıtlar birbirini genişleyen temelde yeniden üreterek
(sarmal döngü ya da helezonik hareket) dıştalar, kutuplaştırır... Yalnızca 'birbirine
dönüşmekle' kalmaz, birbirini dönüşmeye zorlar ve dönüştürür... Yalnızca
yadsımakla kalmak, yadsımanın yadsınmasıyla, birbirini özümseyerek aşmaya
çalışır.
" - sadece karşıtların birliği değil, ama aynı zamanda her belirlenimin, niteliğin,
çizginin, yanın, özelliğin her başka'ya (kendi karşıtına) geçişler'i.
- yeni yanların, bağıntıların, vs. sonsuz biçimde ortaya çıkma süreci. (...)
- alt evredeki bazı çizgilerin özelliklerin, vs. bir üst evrede tekrarlanışı ve
- görünürde eskiye dönüş (olumsuzlamanın olumsuzlanması)
- muhtevanın formla mücadelesi ve bunun tersi. Formun reddedilmesi,
muhtevanın yeni baştan yoğrulup işlenmesi.
- nicelikten niteliğe geçiş ve bunun tersi. (son ikisi, birincinin örnekleridir)." (Lenin, Felsefe
Defterleri)
Yadsımanın yadsınması
Stratejik bilincin altıncı dersi, yadsımanın yadsınması'dır (olumsuzlamanın
olumsuzlanması). Karşıtların içsel bağından kopartılarak yalnızca dış olgular
olarak görülmesi, karşıtların özdeşliği ve savaşımı'nı da birbirinden kopartarak,
"karşıtların özdeşliği ya da savaşımı" biçiminde bayağılaştırır. Dar tepkisel
bilincin, en keskin sol tutumlardan en berbat teslimiyete savrulup (yalpalayıp)
durmasının felsefi temeli de burada yatar. Yalnızca ani dış saldırılar karşısında ani
tepkiler veren, bunun ötesinde ise neredeyse tam bir eylemsizliğe gömülen dar
anti-faşist devrimciliğin felsefi temeli burada yatar. Düşmanla ilişkisini, içsel
bağıntı ve karşıtlık ilişkisi olarak kavramayan, kendini yalnızca "antilik"lerle
sınırlayan dar tepkisel devrimcilik, söylemde ne kadar devrimden, iktidardan
bahsederse bahsetsin, hep saldırılara tepki verip durmakla sınırlanmaya, hep
muhalefette kalmaya kendi kendini mahkum eder.
Bu durumun mükemmel bir örneği mDP'deki 'Kürt Kapanı' yazılarında, Kürt ulusal
hareketi şahsında incelenmiştir. Benzer bir örnek emekçi memur hareketinin
gelişim seyridir. Yine benzer bir süreç '89 Bahar Eylemleriyle başlayıp Zonguldak
Grevi ve 3 Ocak Genel Grevi'yle en yüksek noktasında kırılan sınıf hareketinde
yaşanmıştır. Keza antifaşist semt direnişleri... Yine benzer bir süreç, tempolu
gelişmesine karşın bir süre sonra mevcut hareket tarzının sınırlarına dayanmaya
başlayacak olan "Küresel Direniş" hareketi için geçerlidir. Örnekler günümüzden çok
yakıcı biçimde çoğaltılabilir.
Hepsinde olan şudur: Birikmiş bir çelişki zemininde, çelişkinin bir yanı, tıpkı küçük
bir kartopunun yuvarlana yuvarlana çığa dönüşmesi gibi, tempolu bir gelişme ve
büyüme gösterir. Mekanik ve dış karşıtlık yaklaşımı, hareketin böyle döngüsel
olarak büyüye büyüye zafere gideceğini sanır. Fakat hiç de öyle olmaz. Çünkü çelişki
içseldir. Karşıtların içsel savaşımı temelinde, birinin hızla büyüyerek ötekini
dıştalaması, bir süre afallayıp groge duruma düşen ötekini önünde sonunda daha
üst düzeyden karşı harekete geçirir (dıştalanmanın dıştalanması). Ve sistemin
kendini dengeleme, istikrar mekanizmalarına, yani "karşıtların birliğine" toslar.
İçsel çelişkinin sınırlarına dayanır. Yalnızca savaşım içinde onun hareket tarzını
özümleyerek, savaşımını bir üst düzeyde açıp yayan düşmanın daha gelişkin karşı
saldırısına değil; kendi hareketi geliştiği ölçüde kendi içinde taşıdığı karşıtının açılıp
yayılmasıyla, kendi iç sınırlarına da dayanır.
Bir sistemin (bir çelişkinin) yalnızca bir yanını dikkat alarak, "düşmanla ilişki"nin
içsel ve karşılıklı gelişim seyrini tümüyle bir yana bırakıp, örneğin işçi sınıfının,
ezilen kitlelerin, "küresel direniş"in, ya da diyelim ki devrimci bir örgütün, başına
buyruk davranabileceğini sanmak büyük bir saflık olur ve önünde sonunda
felaketle sonuçlanır. Şu basit nedenle ki, çelişkinin içsel olarak bağlı her yanı, biz
istediğimiz kadar yok saysak da, karşıtını da içinde taşır. Çelişkinin bir yanı,
birikmiş bir zeminde, belli bir süre karşıtından tamamen bağımsız davranıyor,
karşıtını yok sayarak (dıştalayarak) hızla büyüyüp ilerliyor gibi görünse de, önünde
sonunda gelip içsel çelişki (karşıtların birliği) sınırına dayanır. Bu sınır (tıkanma)
önünde sonunda karşıtını kendisine karşı bir üst düzeyde harekete geçmeye
zorlanmasından ve aynı zamanda zaten kendi içinde taşıdığı karşıtının, kendi
47
İşçi sınıfı ve ezilen kitleler, devrim cephesi için doğru olan karşıdevrim cephesi için
de doğrudur: "Emekle sermayenin arasındaki mücadelenin uzun bir tarihi var.
Tarih göstermiştir ki, aşırılık rejimlerini her zaman ekonomik gücün sarkacını aksi
yönde iten bir karşı tepki izler... Geçen 20 yılda ekonomik günün sarkacı aşırı bir
biçimde sallanmaya başladı, işçilerin gelirlerini azaltmak pahasına sermayeye
büyük karlar getiriyor... Sosyolojik olarak bu süreç, kendisini tersine çevirecek
siyasi bir dalganın tohumlarını eker." (Morgan Stanley'in baş ekonomisti Stephen
Roach'dan aktaran DP 1, ML Teorinin Tarihsel ve Güncel Önemi, Nisan 2001)
Gelişme hiçbir sistem (içsel çelişki) için, hatta tek bir devrimci bireyin gelişimi
açısından bile, düz bir çizgide, eksilme ya da artma, aritmetik büyüme ya da
küçülme biçiminde olmaz. Bir'in birbirini karşılıklı olarak dışlayan karşıtlar savaşımı
temelinde gelişmesi, birbirini geliştiren karşıtların açılıp yayılması ve birbirini
tıkaması ve bir üst içsel çelişki zeminine sıçraması... kriz ve sıçramalarla örülü
genişleyerek yükselen sarmal döngü biçiminde olur.
Karşıtların birliği
Stratejik bilincin yedinci ve şimdilik son dersi, bir sistemin işleyişini kavramak için
onun işlevini yani dengeleyici (istikrarı koruma) mekanizmalarını, yani karşıtların
birliği'ni kavramalıyız. Bir sistem ne zaman zorunlu olduğu değişmeye karşı
48
statükocu bir direniş sergilerse, o zaman orada açık ya da gizli bir dengeleme
mekanizmasının (karşıtların birliği) varolduğuna, fakat içsel çelişki temelinde,
şiddetlenen sarsıntılarla zorunluluğun (karşıtların savaşımı, birbirini açıp yayması)
önünde sonunda kendini dayata dayata, eski çelişki formunu parçalayacağından
emin olabiliriz.
Tıpkı bağımlı Türkiye kapitalizm ve faşist rejiminde, mali sermayenin azami kar ve
azami egemenlik yönelimli 'yeniden yapılanma' sürecine, sistemin "Milli Güvenlik"
konsepti çerçevesindeki eski, köhnemiş yapılanma biçiminin (kabuğunun)
statükocu bir direnç sergilemesi (karşıtların birliği), fakat egemenler arasındaki bu
çatışmanın (ve karşıtların savaşımı) her seferinde daha şiddetli patlak vermesi
(sistemin eski kabuğu parçalanıncaya kadar), kaçınılmazdır.
Bugün çoğu devrimci örgüt, istediği kadar işçi sınıfı, sınıf çalışması, sosyalizm vb.
desin, örtük fakat belirleyici amaçları (işlevleri, hareket ve yapılanma biçimleri) dar
ve güdük antifaşist direnişçilik olduğu sürece, bu doğrultuda doğru dürüst bir adım
bile atamazlar. Ya da F tipine karşı mücadelede, istendiği kadar, dışarıyı da kitlesel
temelde örgütleme vb. çağrıları yapılsın, ölüm orucunun örtük fakat belirleyici
amacı kendisiyle (cezaevleriyle) sınırlı kaldığı sürece, dışarıda kitleleri harekete
geçirmek için doğru dürüst bir adım bile atılmayacak, ısrarlı bir çaba
gösterilmeyecektir. Ya da bir devrimci istediği kadar okumaktan, teorik-siyasi
donanımını geliştirmekten bahsetsin, onun örtük fakat belirleyici amacı dar pratik
işler, dar tepkisel devrimcilik olduğu sürece bu konudaki tüm girişimleri çabucak
kırılacaktır.
Örneğin dar pratik çalışma tarzının dayandığı sınırları aşmak, bu çalışma tarzını
daha çok çabayla zorlayıp durmakla değil, tam da bu dar tarzın yadsıdığı teorik-
siyasi birikime, yadsımanın yadsımasıyla yönelmekle olur; teorik-pratik; öğrenme-
uygulama çelişkileri ancak bu temelde özümlenerek aşılabilir ve daha gelişkin bir
pratik çalışma düzlemine geçilebilir.
SORUNA KİLİTLENME
Çoğu devrimci, günübirlik faaliyetin hay huyu içinde sürüklenmekten hemen
49
hiçbir konu ya da sorun üzerinde uzun süreli bir düşünsel odaklanma yeteneği
gösteremez. Çoğu devrimci onca koşuşturmasına karşın kendi düşünsel
gündemini oluşturma yeteneğinden yoksundur.
Zaten bu, dar pratikçiliğin doğasına aykırıdır. Örneğin pratik olarak en yoğun ve
uzun süreli ilgilenilen F tipi cezaevi gibi konularda bile, bunun düşünsel bir
yoğunlaşma ve üretkenlik ile birleştirilemediğini görmek mümkündür.
Oysa bir konuya tüm kafası ve ruhu ile kilitlenmiş, çözmek için yılmak bilmez bir
düşünsel kondisyon gösteren kişi, o konuya yalnızca "ilgi duyan" bir ordu insana
eşittir.
Beynimizi salt iradi zorlamaya tabi tutmak pek bir işe yaramaz. Çünkü o, her
soruna mevcut paradigması ("yazılımı") çerçevesinde yanıt arayacaktır. Hep aynı
9 "Paradigma" eski Yunanca ve Latince'den tüm dünya dillerine geçen, Türkçe'de de doğa ve toplumbilimleri literatüründe sık
kullanılan bir kavramdır. Model ya da kalıp anlamına gelir. Paradigmalar, yaşama bakışımızın, onu algılayış biçimimizin temelini
oluşturan; duygu, düşünce ve davranışlarımızı şekillendiren, çoğunlukla farkında bile olmadığımız gizli düsturlardır. "Anlayış",
"bakış açısı", "mantalite", "konsept" ile aşağı yukarı aynı anlamdadır.
Paradigmanın bir tanımı şunları söyler: "Paradigma yaşamdaki sınırlarımızı çizen ve bu sınırlar içinde başarılı olmak için neler
yapılacağını düsturlaştıran açık ya da örtük kural, değer yargısı ve ölçütler dizisidir (sistemidir)." Başka deyişle, paradigmalar,
yaşamımızda kabul edilebilen ve edilmeyen, görülen ve görülmeyen, ilgi ve dikkat gösterilen ve gösterilmeyenleri belirleyen çok
özel (ve görünmez) iç sınırlarımızı oluşturan inançlar dizisidir. Kabaca, zihinsel-manevi şekilleniş diyebiliriz. Önemli sorunları
çözmenin, tıkanmaları aşmanın, savaşıma yeni ve bir üst açılım kazandırmanın birinci koşulu, "paradigma değişikliği"dir.
50
çıktıyı (amacı) üretebilmek için, değişen koşul ve ihtiyaçları, yaşamın farklı yan ve
alanlarını hiç görmeden hep aynı hazır cevaplar (kalıplar) üzerinden gidecektir.
Yaşamdaki gelişmelerin de ancak bu hazır kalıplarına uyan çok sınırlı bir yüzüne
ilgi gösterecektir. Gelişen yaşamla eskimiş mantalite arasındaki uyumsuzluk
büyüdükçe iç tutarlılığını koruyabilmek için gelişmelere (yaşama) bakış açısını
büsbütün daraltacaktır. Bu ise, önemli sorunların çözülebileceği değil, zaten
yaratıldığı mevcut eskimiş mantaliteden (beyin kapanı!) başka bir şey değildir.
Önemli bir sorunu gerçekten çözmek, mevcut bilinç düzlemimizin ("bekçi") kurduğu
barikatları aşmadan, o sorunu bir iç gündemimiz haline getirmeden mümkün
olmaz. Eski paradigmaların (alışkanlıklar, inançlar vb.) büyük gücünü aşmanın
pratik yöntemi şudur: Ne istediğimizi (amaç, hedef) kesinleştirmek, bunu ayrıntılı
bir soru biçiminde formüle etmek ve bu soruyu da sürekli, uzun dönemli olarak
gündemimizde tutmak.
Yaşama bakış açımızı geliştirmek için öncelikle sormayı adet edindiğimiz soruları
değiştirebilmemiz gerekir. Çünkü bu sorular, bizim zihinsel-duygusal ilgi ve dikkat
alanımızı şekillendirmekle kalmaz, neyi nasıl (hangi sınırlar içinde) düşüneceğimizi
de belirler. Yeni şeyler öğrenmenin, düşünmenin, yaşamla daha gelişkin bağlar
kurmanın yolu da, yeni sorular sormakla başlar. Hem kendimize hem de
başkalarına cesaretle soracağımız yeni sorularla!
Çünkü üretim ve savaşım olanakları, çoğu zaman bizim beylik sorularımızla (ve
tabii kalıp cevaplarımızla) sınırlanır, başka bir sınırı da yoktur.
51
Bilincimize yeni bir ufuk kazandırmanın tek yolu, onun devasa (fakat gelişigüzel
istiflenmiş) potansiyel (gündelik yaşamda kullanamadığımız) cephanesini, yeni
amaç doğrultusunda harekete geçirmektir. Yöntem şudur:
Diyelim ki sorunumuz önemli bir çalışmanın finansmanıdır. "Bu iş için para bulabilir
miyiz?" sorusu o projeyi baştan yatırır. Çünkü para sorunu üzerine bir iki düşünüp
sonra her zamanki yerden para beklemeye devam eder ya da "para buluncaya
kadar" o çalışmayı erteler dururuz. "Bu çalışmayı kendi doğal para kaynaklarını
yaratacak biçimde nasıl örgütleyebilirim? Bu çalışmaya parasal desteği kimler
verebilir? Onları bu parasal desteği vermeye motive eden ne olabilir?" vb. gibi
sorular ise bize daha güçlü düşünce yönelimi ve odaklanma sağlar.
Aynı şekilde "İşçi sınıfı çalışması yapmak istiyorum", "Geniş kitle ve alan çalışması
yapmak gerekir", "Kitleleri sokağa dökmeli, siyasileştirmeliyiz" vb. gibi pek genel
kalan, somut bir hedef ve yönelim içermeyen sorular lafta kalmaya mahkumdur.
"Hiçbir ilişkimin olmadığı şu işçi alanına ya da sektöre nasıl girebilirim; işçileri hangi
yakıcı sorunları, istekleri, ihtiyaçları, özlemleri temelinde toparlayıp siyasal çalışma
için elverişli bir taban yaratabilirim; kitleleri sokağa çıkmaya vb. kafaca ve ruhça
hazırlamak için hangi ara geçiş adımlarını atmalıyım; alan içi doğal aktivistler
çıkarmak için ne yapmak gerekir; filanca grev, direniş vb.'yi nasıl bir bölge
çalışmasına dönüştürebilirim; alanımızda daha önce hiç ilgilenmediğimiz kesimlerle
(işçiler, işçi aileleri, ev kadınları, sıkı ders çalışan öğrenciler, işsizler vb.) iletişim ve
bağ kurmak için ne yapmalıyım; böyle bir çalışmada yararlı olacak kişi, birikim,
düşünce, yöntem ve kaynakları nasıl bulabilirim?" gibi sorular ise odaklanmayı,
yönelimi yüz kat artırır.
yeni sorularımızın yarattığı yeni ilgi alanlarımız ile, aydınlanarak yeni mücadele ve
çözüm araçlarına dönüşerek bizi zenginleştirecektir. Çünkü Pasteur'ün dediği gibi,
"Yaşamı gözlemlerken, şans yalnızca hazırlıklı (ne aradığını tam olarak bilen)
beyinlere yardımcı olur." Ne aradığımızı bilmediğimiz sürece, doğal olarak çözüm
için neye ve nereye bakacağımızı da bilmeyiz. Sorunumuzun tam bir
tanımlamasını yapmak ise, çözüm bulma ilgi, dikkat, istek ve çabasının yöneleceği
kesin ve net bir odak noktası sağlar. Bu sayede, zihnimiz gündelik, rutin işleyişinin
kat kat üzerinde, olağanüstü bir çözüm gücünü bir lazer gibi bu odak üzerinde
toplayabilir.
Gerçekten değerli olan hiçbir şey salt "Yapmak lazım"dan, salt görev duygusundan
ortaya çıkmaz, Yeni fikir ve yöntemler, perspektifler geliştirebilmek için, bir çözüm
bulmaya ihtiyacımız, zihinsel ve duygusal uyumculuğumuzu havaya uçuracak
kadar şiddetli, tutku ve umut yaratıcı olmalıdır. Önemli sorunları çözmek, yalnızca
yeni bilgi ve beceriler değil, çalışmamızı ve giderek yaşamımızı yeniden
anlamlandıracağımız yeni manevi değerler yaratmayı gerektirir.
"Ne olmaya çalıştığınıza dikkat edin" der bir düşünür, "çünkü siz olmaya çalıştığınız
kişisiniz!" Bu ne anlama gelir? Kişinin iddia ve söylemleri ne olursa olsun, o
bunlarla ilgisiz, gerçekten ihtiyaç duyduğu, istediği, anlamlı ve değerli bulduğu
farklı şeyleri yapar. Olmayı gerçekten, yüreğimizin derinlerinden istediğimiz şeyi
oluruz: Bu her zaman doğrudur. Fakat olduktan sonra da, zaten olduğumuz şeyi
idealize ederek, dünyanın en anlamlı ve değerli tek şeyi buymuş gibi görmeye
başlarız. İddia ve söylemlerimiz ne kadar farklı olursa olsun, ihtiyaç ve
isteklerimiz, anlamlı ve değerli bulduğumuz şeyler eskisi gibi kaldıkça, biz de eskisi
gibi olmaya ve eskisi gibi yapmaya devam ederiz. Çoğu devrimci, işçi sınıfı,
sosyalizm, teorik-siyasi kavrayışın önemi vb. üzerine çok konuşur, fakat pratikte
gereklerini yapmaktan hortlak görmüş gibi kaçar! Çünkü onun-açıktan ilan etmese
de gerçek ihtiyaçları, anlamlı ve değerli bulduğu şeyler, psikolojik-manevi
şekillenişi farklıdır: Dar grup ilişkileridir, dar antifaşist grup eylemciliğidir, vb. İşçi
sınıfı, toplumsal devrimcilik, kitlelerin istek, ihtiyaç ve özlemlerine içten bir ilgi,
teorik-siyasi kavrayış... Çoğu devrimci tüm söylemlerine karşın ("yapmak lazım")
53
Motivasyon, bir şeyi kendimiz için de gerçek bir ihtiyaç, toplumsal anlam ve değer
duygusu haline getirmek demektir. Ne zaman yeni bir değer doğsa, varlığımız yeni
bir anlam, çalışmamız yeni bir güç ve esin kazanır. İşte motivasyon dediğimiz şey
de budur. Değerler sistemimizi (değer yargılarımızı) geliştirmeden, tarihsel-
toplumsal önemi bilincimizi ve anlam duygumuzu geliştirmeden hiçbir önemli
sorunu çözemeyiz, yeni açılımlar gerçekleştiremeyiz.
Yapacağımız zorlu bir işin neden ve niçinleri (zihinsel önemi, manevi anlamı)
üzerinde yoğunlaştığımızda, genel ve beylik doğruların ötesinde pek bir şeyin
aklımıza gelmeyecek olması bizi şaşırtacaktır! İşte zaten çoğu zorlu çalışmayı niyet
edip yapmamamızın, bir iki dokunup yatırmamızın temelinde bu vardır. O işin
önemini ve anlamını derinlemesine bilmemek ve duyumsamamak, zihnimizin ve
ruhumuzun derinlerinde yakıcılığını ve zorunluluğunu hissetmemek. Bir işi yapmak
için gerekli ve yeterli nedenleri ve niçinleri bulup, direnlemesine açımlamanın
önemi buradadır. Ancak o işi yapmanın anlam ve önemini araştırıp net biçimde
ortaya çıkardıktan sonradır ki, zihinsel olduğu kadar duygusal-manevi bir
odaklanma sağlayabiliriz. Bu, insan psikolojisinin iyi kavranması gereken bir
yasasıdır.
SORUNUN KÖKENİ
"Bizim için gerekli olan, işlenmemiş ham sonuçlardan çok incelemedir;
kendilerine açılan gelişmenin dışında gözönüne alınan sonuçlar birer hiçtir."
(Engels, abç)
Bir doğrusal çizgi değildir (yani doğrusal bir çizgi halinde gelişmez) insan bilgisi; bir
daireler dizisine, bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgidir. Bu çizginin her
bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız (nesnel gerçeklikten kopartılmış-A) ve
tam doğrusal bir çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir ama (ağaçların arasındaki
ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğrusal çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı
tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine doğru sürükler bizi. Tek bir
çizgi izleyerek ilerleme ve tek yanlılık, odun katılığı ve kemikleşme, öznelcilik ve
öznel körlük, işte idealizmin bilgi bilimsel kökleri." (Lenin, Diyalektik Sorunu
Üzerine)
İdealizm, düşüncenin ilk bağıntıda (düz algı, biçimsel ve soyut özdeşleştirme) donup
kalmasıdır. Antidiyalektik, biçimsel, mutlakçı özdeşlik bağıntısı, bir şey bir
belirimiyle diyelim ki A kümesine giriyorsa, o şey eşittir A diye işler. O şeyin farklı
belirimlerini, içinde taşıdığı karşıt eğilimleri tümüyle dışarıda bırakır. Tıpkı çoğu
devrimcinin de karşılaştıkları her yeni ve farklı durumu, olguyu, sorunu daha doğru
dürüst incelemeden, ilk elde gözlerine çarpan bir iki belirimiyle hemen
kafalarındaki hazır yargı, varsayım kümelendirmelerden birine sokup, buna göre
tavır almaları gibi. Bu yüzden düşüncelerin bu ilk bağıntısında mutlak özdeşlikleri
ve mutlak özdeşleşmezlikler, su geçirmez katı sınırlar gerçekliğe mal edilir.
Düşünce nesnel gerçeklikteki çelişkiyi doğrudan kavrayamadığı için, gerçekliğin
birbiriyle temassız biçimde ikiye bölünmüş bilgisinin bir bölüntüsü mutlaklaşarak
gerçeğin kendisi gibi görünür.
Herhangi bir meseleye ilişkin biçimsel düşünceyle yaptığımız ilk belirleme ile
yaşama, gerçekliğe kesin (fakat soyut, biçimsel) bir sınır çekmiş oluruz. Sınır
kapsamındakileri, geri kalan diğer her şeyden katı biçimde yalıtırız. Sınır
kapsamındakiler sanki dışarıda bırakılanlarla ilişkilendirmeyle onların
yadsınmasıyla elde edilmemiş gibi geri kalan her şeyden tamamen apayrı
duruyormuş gibi ele alırız.
Düşüncenin ilk bağıntısında, bir durum, olgu ya da konuya ilişkin ilk elden
yaptığımız hazır ve kolay tespitlerde sorun bunların tümden yanlış olmasında değil,
fakat gerçekliğin bilgisinin çok küçük yüzeysel ve tek yanlı bir biçimiyle sınırlanmış
olmamızdır. Gerçekliğin parçalanmış, ikiye bölünmüş tek yanlı bilgisini gerçekliğin
kendisi ve bütünü yerine geçmesidir. Düşüncenin daha bu ilk bağıntısında, ilk
adımında, ilk aşamasında takılması donup kalmasındadır. Düşüncenin bu ilk
bağıntısını somut gerçeğin düşüncede somutlanabilmesi için zorunlu olan düşünsel
dolayımını gerekli fakat yetersiz bir momenti kılıp ilerlemek yerine, onu yeterli
saymak, mutlaklaştırmaktır.
Diyalektik moment
Herhangi bir duruma ilişkin ilk elde yaptığımız kolaycı saptamalara, bir çırpıda
vardığımız yargılara, kafadan varsayımlara karşılık, diyalektik moment, "yani
bilimsel inceleme, bir farkın, bir bağın, bir geçişin belirtilip ortaya konmasını
gerektirir. Bunsuz yalın olumlu olumlama (ilk bağıntı -A) eksiktir, atalet halindedir,
cansızdır. 'İkinci' teze, olumsuz teze ilişkin olarak 'diyalektik durak', 'birlik'in yani
olumlu ile olumsuz arasındaki bağın, bu olumlunun olumsuz içinde varolduğunu
belirtilip ortaya okunmasını gerektirir. Olumlamadan olumsuzlamaya
-olumsuzlama-dan, olumlanmış olan'la 'birlik'e, -bunsuz diyalektik salt olum-
suzluktur, oyundur ya da şüpheciliktir." (Hegel, Lenin, Felsefe Defterleri)
Öyleyse düşüncenin 1-) Bu ilk, eksik, atıl, cansız, kaba, biçimci, soyut, mutlak
sınırlarla bağlanmış bağıntısında (tez'inde) donup kalmaması; 2-) Bu sınırların
dışarıda bıraktığı, yadsığı öğeyi, karşıtını kavramalı (antitez) ve en sonu, 3-) Sınır
kapsamındakiler (tez) ile sınır dışında bırakılmış olanlar (antitez) arasındaki,
gerçekte birbirinden mutlak olarak ayrışmamış, birbirine bağlı, geçişli ve çelişik
içsel ilişkiyi (sentez) kavraması gerekir.
Düşüncenin ilk bağıntısı, "tez", çelişkinin bir yanına, düşüncenin ikinci bağıntısı,
"antitez", karşıt yanına; düşüncenin üçüncü bağlantısı, "sentez" ise karşıtların
birliğine, sistem'e karşılık gelir. Düşüncenin üçüncü bağıntısında, karşıtlar arasında
57
içsel bağıntı kurulur: Karşıtlar birlik kurarlar fakat çelişki içinde, ayrımlaşmaya,
patlamaya hazır bir "birlik".
Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Bütün'ün içeriden ayrımlı (çelişik) hareketi,
düşüncenin ilk bağıntısının yadsınmasının yadsınmasıyla, ancak "son
çözümlemede" ortaya çıkar. Diyalektikte ilk belirlemeler, varsayımlar, yargılar...
yadsıdıkları, dışarıda bıraktıkları karşıt eğilimler olmadan gerçeklik değildir.
Gerçeklik, bütündedir. İlk belirlemelerin kapsam dışı bıraktıklarıyla kurdukları içsel
ilişki ve bundan kaynaklanan süreçtedir. Diyalektikte bütün (sistem), kendi çelişen
yanlarından, parçalarından, eğilimlerinden farklı, onların toplamından fazlasıdır.
Gerçeklik, kendini oluşturan karşıtların sistematik bir içsel ilişki kurduğu üçüncü bir
şey olarak bütün'dedir. Gerçeklik kendi çelişik yanlarından ne biri ne öteki ne de
aritmetik toplamıyla açıklanabilir, tersine karşıtların içsel birlik ve savaşım ilişkisi
olarak bütün, kendi parçalarının, yanlarının, görüngülerinin de zemini, açıklayanı
olur. Parça ancak bütünle, olgu ancak süreçle, sorun ancak sistemle tanımlanabilir
ve kavranabilir.
"Biçimsel düşünce tarafından iddia edildiği gibi soyut 'ya o-ya o' sergileyen hiçbir
şey yoktur. Her şey somuttur, ve dolayısıyla kendine karşıttır ve içeriden
ayrımlıdır" der Hegel: "Örneğin inorganik doğada, asit aynı zamanda kendiliğinde
bazdır, yani varlığı tümüyle ve yalnızca ötekiyle ilişkiliğindedir." (Büyük Mantık, abç)
Gerçek somutlama
Biçimsel düşünce gerçekliğin iç ayrımını (kendi kendisiyle çelişikliğini) dış ayrım,
gerçekliğini mutlak sınırlarla bölünmesi, sınır kapsamındakilerle sınır
dışındakilerin birbirinden soyutlanması, ilişkisizleştirilmesi haline getirir. Sermaye
sermayedir, emperyalist haydutluk da emperyalist haydutluk! Filanca sorun
falanca kişiden biliniyorsa, o da geride kalan her şeyle ilişkisizleştirilmiş,
kendinden menkul bir suçlu olarak görülür!
Biçimsel düşünce, gerçekleri, sorunları "gayet somut olarak" anladığını sanır, oysa
daha algılarken çelişik yanları birbirinden ve iç ilişkilerinden soyutlar. Yaptığı her
belirleme ile gerçekliğe mutlak sınırlar çekip, sınır kapsamındakileri sınır dışında
bıraktıklarından kesin biçimde tecrit eder.
Gerçek somutlama ise ayrı görünenlerin içsel birlik, birlik içinde görünenlerin
içinden ayrımlaşması, farklılaşması ve karşıtlaşması ilişkisinin kavranmasıdır.
Dolayısıyla, bir şeyin düşüncede somutlanması, onun kendi kendisiyle özdeşliğinin
ve özdeşleşmezliğinin (farkının, ayrımının, karşıtlığının) birliği olarak özünün, içsel
bakımdan çelişikliğinin kavranmasıdır.
Nasıl ki tek kutuplu bir mıknatıs imkansızsa, her bir kutbun varlığı ancak öteki
kutupla ilişikliği içinde gerçekleşiyorsa, "tek kutuplu dünya" da tek kutuplu bir olgu,
durum, olay, sorun vb. de mümkün değildir. Sermaye ancak ücretli emek ile birlik
ve karşıtlık ilişkisi içinde varolabilir. Ücretli emeği, işçi sınıfını vb. yok saymak ve
her şey sermayeden geliyormuş gibi düşünmek, tıpkı bir mıknatısı ortadan bölerek
kutuplarından birini yok etme nafile ve saçma çabasına benzer. Sermaye (ya da
diyelim emperyalist haydutluk, vb.) istendiği kadar kendinden menkul bir şeymiş
gibi mutlaklaştırılsın, o her halükarda karşıtını varsayacak ve üretecek ve ancak
karşıtıyla ilişkisi içinde varolabilecek ve üreyebilecektir.
Aynı şekilde, tek bir kişiye, günah keçilerine vb. atfedilmiş sorun, kendini üreten
temellerden (süreçten, sistemden) soyutlanmış bir sorundur. Biçimsel düşüncenin
58
mutlak "neden" olarak gördüğü, aynı zamanda bir "sonuç" olarak kavrandığı ölçüde,
bu daha temeldeki daha genel bir sorun ve çelişkiye doğru inilmesi gerektiğini
gösterir.
- Her bir şey'in (fenomenin vs.) bağıntıları sadece katmerli ve çeşitli değil, aynı
zamanda evrenseldir de. Her şey (fenomen süreç vs.) her başka'ya bağlıdır.
- Sadece karşıtların birliği değil, ama aynı zamanda her belirlenimin, niteliğin,
çizginin, yanın, özelliğin her başkaya (kendi karşıtına) geçişleri.
İşte bir olgunun, olayın, durumun, sorunun, tek yanlı, soyut tasarımından, somut,
bütünsel kavranışına, geçiş yöntemi budur.
Biçimsel düşünce, soyut, mutlakçı varsayımlar, yargılar, kaba biçimcilik, tek yanlı
belirlemeler, maddi yaşam pratiğindeki çelişkiliğin bir yansımasıdır. İşte bu yüzden
sorun dar ve sınırlandırıcı düşünce biçiminden çok, onu doğuran dar ve sınırlayıcı
yaşam ve faaliyet tarzındadır.
Belli bir devrimcilik tarzının, bağımsız bir krallık gibi kendisini bulutlara
yerleştirmek için kendi kendinden ayrılması, idealleştirmeler, mutlakçı
varsayımlar, yargılar, tek yanlılık, kaba biçimcilik, "odun katılığı ve kemikleşme"
ancak bu devrimcilik tarzının alabildiğine iç sınırlılığı ve iç çelişkiyle açıklanabilir.
Bu devrimcilik tarzının doğurduğu sorunlar yine bu temelin doğurduğu düşünce
ve davranış biçimi içerisinden çözülemez. Ve bu temel yerli yerinde durdukça,
onun ürettiği biçimsel, soyut vb. düşünce tarzını ortadan kaldırıp yerine diyalektik
düşünceyi koymak da başlı başına nafile bir çaba, hayal olurdu. Öyleyse bu
temel, hem kendi sınırlandırıcılığı ve çelişkisi hem de bu çelişkiyi özümseyerek
aşma, sınırları parçalama pratiği içinde kavranmalıdır. Mevcut dar devrimcilik
tarzının idealleştirilmiş devrimciliğin, dogmatizmin, kendinden menkul ... in gizi
olduğu bir kez keşfedildiği zaman, asıl bu temelin düşüncede ve pratikte aşılması
gerekmektedir.
Sorun çözme planı'nın ayırdedici yanı, her bir halka ve toplamda, diyalektiğin
temel ilke ve yasalarının uygulanmasını, sistematik bir düşünce disiplini haline
getirmesidir.
Öncelikle de, gündelik biçimci düşüncenin başaşağı çevirdiğini ayakları üstüne
oturtmak açısından önemlidir. Gündelik düşünce de "sorunları tanımlar" görünür.
Fakat tüm yaptığı, her nevi sorunu eldeki hazır "çözüm" kalıplarından birine
uydurmaya çalışmaktan ibarettir. Sorunları daha baştan hazır "çözüm"leri dikte
edecek şekilde formüle eder. Araştırılması gereken şeyin kendisini biliniyor
varsayarak zor sorunların devrimci ruhunu daha baştan boğar. Böylece önemli
sorunlar tabii ki çözülmüş olmaz, fakat çözümü bilinen sorun artık sorun sa-
yılmayacağından, el çabukluğuyla sorun olmaktan çıkarılmış olur!!
Sorunlar, "kafada durduğu gibi" değil, gerçek yaşamda olduğu gibi ele alınmalıdır.
Sorunun tanımlanışı
Bir sorunu tanımsız bırakmak "çözülmese de olur" demektir. Tanımsız sorunlar
çözülemez. Çünkü çözümün aranmasında bir bakış yönü (ilgi, merak, dikkat,
istek, ihtiyaç, sorumluluk, yoğunlaşma ve iç disiplin) oluşmaz.
Diğer taraftan her tanım bir belirlemedir. Dolayısıyla bir sınır çekmek,
sınırlamaktır. Sınırlama, sınır kapsamındakiler ve sınır dışındakiler diye ayırır. Her
belirleme aynı zamanda bir yadsımadır; sınır kapsamındakileri geriye kalan tüm
ötekilerden yalıtır, sınırdışındakileri yadsır.
Bir sorunu "A" diye tanımladığımızda, farkında olalım ya da olmayalım tüm "A
değil"leri, "A olmayan"ları kapsam dışı bırakmış oluruz. Çözümü de "A"
belirlemesinin çektiği sınır kapsamında ararız.
Diyelim ki olumsuz bir durumdan bir kişiyi, Ahmet'i sorumlu görüyoruz. Sorunu
"Ahmet!" diye tanımlıyoruz. Bu, çözümü sorun tanımımızın ("Ahmet") belirlediği
sınırlar içinde arayacağız, yalnızca Ahmet ile uğraşacağız demektir: Ahmet'i
eleştirmek, düzeltmeye çalışmak, hizaya çekmek, atmak vb... Sorunun
"Ahmet"olarak belirlenmesi, ne yapmayacağımızın da belirlenmesidir: "Ahmet
olmayan" herkesi ve her şeyi kapsama alanımızın dışında bırakırız.
Diyelim ki bir işçi direnişinin yenilgisinden sendika ağalarını sorumlu görüyoruz.
60
"Hava soğuk" bir sorun tanımıdır. Çözümün de çerçevesini çizer: Havayı ısıtmak
(ısıtıcı vb.) ya da vücudumuzu soğuktan yalıtacak daha kalın giysiler giymek vb.
Şimdi bir de hava soğuk olmadığı halde ateşi çıktığı için içi titreyen bir insan
düşünelim. Sorunu "hava soğuk" diye tanımlarsa gerçek çözümü (tedavi olmak,
ateşini düşürmek vb.) daha baştan kapsam dışı bırakıyor demektir. Gerçek sorun
(hastalık) yerine bunun yalnızca bir belirtisini (üşüme hissi, titreme) sorun olarak
tanımladığı için, ancak palyetif ve nafile bir "çözüm" arar.
"Kitleler duyarsız" ve "kitleler örgütsüz ve bilinçsiz" iki ayrı sorun tanımıdır. Her iki
belirlemenin bize sunduğu bakış açıları da çok farklı olacaktır. Birinci belirleme,
kitlelerin toplumsal ve siyasal sorunlara "duyarlı olma durumu ve olanağını" ve
dolayısıyla kitlelerle siyasal-toplumsal bağ kurma gereğini çektiği sınırın dışında
bırakır. "Biz"i sorun tanımının, kitleleri de "çözüm çerçevesi"nin dışında bırakır. "Biz
yine ne yapacaksak kendi başımıza yapacağız" düşüncesine yönlendirir. İkinci
belirleme ise, doğrudan doğruya kitleler ile "biz" arasında örgütsel ve siyasal bağ
kurma gereğini kapsama alır.
Değerlilik kapsamı
Şimdi aynı sorunu farklı bir yanıyla, tersinden tartışalım. Günümüz savaşım
koşullarının zorlukları vb. karşısında çoğu devrimci çeperin büyük bir kısmı
kendini yetersiz, güçsüz, giderek anlamsız ve değersiz hissetmektedir. Bu kez
sorun tanımı şöyle yapılmaktadır: "Kimse bana değer vermiyor, şu koşullarda
harcadığım onca çabaya karşın takdir etmiyor, hep haksızlığa uğruyorum" ya da
"Ben başarısız, beceriksiz, yetersiz, değersiz adamın tekiyim." Sorun böyle eksik
veya yanlış tanımlandığında "çözüm"ün de (eksik ve yanlış) çerçevesi, sınırları en
katı biçimde çizilmiş olur: Birinci durumda, "kimse bana değer vermediği için
vazgeçiyorum" ya da devrime ve örgüte güvensizlik, pasif boykotçuluk vb. İkinci
durumda, kendini büsbütün silikleştirme, pasifleştirme, geri çekme. Peki devrimci
hareket bu sorun karşısında ne yapmakta, onu nasıl tanımlamaktadır? Ne yazık ki
sorunu açığa çıkarma, nesnel gerçekçi temelde tanımlamak yerine, örtmek ve
derinleştirmek için neredeyse her şey yapılmaktadır. "Değerli olan-olmayan" sınırı
ilkeli-esneklikle değil mutlak bir biçimcilik, mutlaklaştırılmış bir iki değer yargısı
ve eylem biçiminden alabildiğine daraltıcılıkla çizilmektedir. Değerlilik kapsamı
böylesine biçimsel, keyfi ve mutlak olarak çizildiğinde gerçek sorunun kendisi
çözüm gibi görünmektedir: Bilinçli veya bilinçsiz "öncü savaşı", "Her şeyi tek
başıma yapacağım!" anlayışı! Kahramanlık söylemleri, her şeyin salt iradi zorla-
mayla sınırlandırılması, "çözüm"değil sorunun ta kendisidir. Devrimci, demokrat
çeperin yetersizlik ve güçsüzlük, anlamsızlık ve değersizlik duygusunu, ortadan
kaldırmaz, fakat onları büsbütün pasifize edecek biçimde örter, derinleştirir. Hatta
en geniş kesimlerin geri duruş ve pasifizmini, özgüvensizliğini tersinden "olması
gereken" diye idealize eder!! Oysa, birçok devrimci-demokrattaki güçsüzlük,
yetersizlik, anlamsızlık vb. duygusunun temelinde tam da kitlelerden tecrit olma
hali (gerçek sorunun tanımı budur) vardır. Bir iki değer yargısını ve eylem biçimini
amaçlaştırıp mutlaklaştırmak ise, geri kalan herkesi ve her türlü devrimci çalışma,
araç, yöntem, katkı ve katılımı anlamsızlaştırmak, yadsımak, "sınır dışı" etmek
demektir. Gerçek sorunun gerçekçi tanımı (ya da "somut durumun somut
çözümlenmesi") ise kitlelerle siyasi bağ kuruş (kitlelerin devrimci bilinç,
örgütlülük ve eyleminin gerekleri, bunun devrimci ve çok yönlü, uzmanlaşmış ilgi,
bilgi, kavrayış ve becerisinin yükseltilmesi, ölçüt ve değerlerin buradan da
geliştirilmesi, çok daha geniş kesimlerin oldukları yerden aktif katılım ve çabasını
sağlayacak, enerji ve esin kazandıracak yöntem ve araçlar vb.), dolayısıyla
çalışma tarzının kendisindeki sınırlayıcılık ve iç engellenmişliktir. Birçok devrimci-
deki güçsüzlük, yetersizlik, değersizleşme psikolojisini ortadan kaldıracak olan,
kitlelerden tecrit olmuş durumda "her şeyi kendi başıma yapacağım" saplantısı
değil, giderek daha geniş kesimlerin katılım, katkı ve dönüşümünü sağlayacak
siyasal bağlantı halkaları ve kanalların yaratılmasıdır.
sorunların bir yanı, bir belirtisi, yüzey köpüğüdür. Gerçek yaşamdaki gerçek
sorunların kendileriyle değil, bilincimize önvarsayım ve kalıp yargılarımız
içerisinden kırılarak yansıyan 'gölge biçimleri'yle uğraşırız. Sorunlara nesnel olarak
gerçek yaşamda olduğu gibi değil, metafizik olarak kafamızda durduğu gibi
yaklaşırız.
Çünkü "gerçekleri olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz." (Kant) "İmiş gibi"
görürüz de diyebiliriz. Gerçekleri olduğu gibi gördüğümüz, sorunların püf noktasını
hemen tespit ettiğimizi sanırız. Fakat bu genellikle doğru değildir. Çünkü bilinçdışı
olarak algıladıklarımızı, kafamızdaki peşin hükümlere göre sınırlayarak ve
çarpıtarak algılarız. (Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri) Gerçek sorunların nesnel
gerçekçi tanımı yerine, kafamızdaki mutlakçı sınırlanmalarla (basmakalıp fikir ve
yargılar, varsayımlar, şematizm, öz ve içerikten yoksun kaba biçimcilik vb.),
fakrında bile olmadan öznel yorumlarını yaparız. Kafamızdaki metafiziksel
mutlakçı sınırlar gerekliliği ve gerçek sorunları daha algılarken kesip biçmemize,
dondurmamıza, yalıtmamıza, yavanlaştırmamıza, iyice sınırlayıp tek
yanlılaştırmamıza vb. yol açar.
Ve artık düşünme faaliyeti, gerçek yaşamın nesnel gerçekçi gözlemi ile bunun
kafamızdaki kavramlaştırmaları arasındaki, birincinin, nesnel gerçekliğin esas
alındığı bir tartışma ve üretken bir gerilim olmaktan çıkar. Giderek gerçek
yaşamdan, onun hareket, gelişme ve zenginliğinden kopar, onu dıştalayarak kendi
içine kapanır. Skolastiğe, kafamızdaki basmakalıplar ile yine kafamızdaki
gerçekliğin kendisinden kopartılarak çarpıtılmış öznel yorumlar arasında, ikincinin
63
birinciye göre algılanıp uyarlandığı, kısır bir tartışmaya indirgenir. (Bkz. Felsefe
Defterleri, Hegel ve Lenin) Tüm bir düşünce faaliyeti, kafamızın içinde sıkışıp
kısırlaşır ve bayağılaşır.
Sendika ağaları, kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin yalnızca bir bileşeni, bir iç
bağıntısı, bir yanıdır. Biz onu derinlemesine incelemek için, diğer tüm
bağıntılarından soyutlar; "kendi başına bir şey" olarak ele alırız. Fakat burada
kalmamamız, bu inceleme işlemi tamamlandıktan sonra birincisi, onun artık daha
iyi kavradığımız bir şey olarak yeniden bütünle (kendiliğinden sınıf hareketi, sınıf
mücadelesi vb.) bağını kurmamız, ve ikincisi, her somut durumda, (geçirdiği
evrimi, sınıf hareketine etkisi ve karşılıklı etkileşimi vb. anlayabilmek ve
öngörebilmek için) somut olarak ayrıca incelememiz gerekir. Bunları yapmazsak,
ne gerçek yaşamdaki gerçek sendika ağalığı aygıt ve kurumlaşmasının iç evrimini
ve diğer öğelerle karşılıklı etkileşimini (derinleşen çürüme ve sermaye ile kaynaşma,
yeniden yapılandırma aracı vb.) ne bunun sınıf hareketi ve işçi sınıfı devrimciliği
üzerinde yaratacağı yeni engel ve olanakların farkına vararak stratejik ve taktik
politikalarımızdaki gerekli düzenlemeleri yapabiliriz. Bunları yapmazsak,
kafamızdaki basmakalıp; tarihsel ve politik öz ve içerikten yoksun, ahlakçı ve kaba
biçimci "sendika ağaları" soyut fikir ve söylemiyle yetiniriz. Sendika ağalığının her
somut durumda (direniş, TİS, kriz, ESK, savaş vb.) diğer öğelerle iç bağı ve
etkileşimi içinde oynadığı rolü ve değişimini ayrıca somut olarak gözlemleyip tahlil
etme gereği duymayız. Gerçek yaşamdaki gerçek sendika ağalığını nesnel gerçekçi
temelde her somut durumda inceleyip somut politikalar belirlemek yerine,
kafamızdaki soyut "sendika ağalığı" genellemesi ve ahlakçı yargısı ile iştigal
ederiz. Sınıf hareketinin ve siyasal önderliğin sendikaların yeniden yapılanması
bağlamındaki değişen koşul, zorluk, olanak ve ihtiyaçlarının farkında bile olmayız.
Aynı şey işçi sınıfı, öncü işçiler, burjuvazi, küçük burjuvazi, kitleler, öğrenci gençlik,
aydınlar, kitle örgütleri, filanca parti, devrimci hareket, antifaşistler, "demokratik
kamuoyu", oportünizm, "duyarsızlar", lümpenler, faşizm, emperyalizm, MGK, YÖK,
vb. vb. her türlü kavram, genelleme ve kümelendirme için geçerlidir. Toplumsal
yaşama, insanlara, kitlelere, kurumlara, yoldaşlarımıza, kendimize vb. bakarken
gerçek yaşamdaki gerçek, yaşayan, canlı, değişen, çelişkili ve geçişli varlıkları;
şeylerin kendisini gerçekte oldukları gibi mi ele alıyoruz? Yoksa herbirini bir iki
belirtisi ile hemen kafamızdaki basmakalıp fikir ve yargı kümelerinden birine
sokup ilgi ve dikkat alanımızdan sınırdışı mı ediyoruz?
İşte herhangi bir sorunu tanımlarken, kendimize öncelikle sormamız gereken soru
budur. Materyalist miyiz, idealist-metafizikçi mi? Gerçek yaşam ve mücadeledeki
gerçek sorunları mı esas alıyoruz, yoksa bunun kafamızdaki keyfi-öznel-metafizik
yorumları mı? Sorunları, koşulları, olanakları, hedefleri, insanları, yapılacakları vb.
tanımlarken sınırları hangi kıstasa göre çiziyoruz ve hangilerini neye göre dışarıda
bırakıyoruz? Sınır çekerken gerçek yaşamdaki hareket ve çelişkileri, geçişlilikleri
tek kelimeyle somut durumun somut-pratik incelenmesini mi esas alıyoruz, yoksa
kafamızdaki mutlakçı varsayım ve önyargıları mı?
"Ama modern çağların teorik doğa bilimine sınırlı metafizik niteliğini veren şey de,
64
"Pratikte" der Marks da, "insan, hakikatı, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü
kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşünmenin gerçekliği ya da gerçeksizliği
konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur." (Feurbach Üzerine
Tezler)
Eskiden MHP'ye oy vermiş bir grup işçiyle, sakat kalmış Ölüm Orucu gazisi
yoldaşlarımıza bir ziyaret düzenlendi. Hepsi çok etkilendiler. Halen kısmen MHP
etkisinde olan biri ise, ziyaret boyunca tedirgin ve çekinik, hiç konuşmadan kıyıda
durdu, fakat çıkarken heyecanla şunları söyledi: "Ben buraya arkadaşlarımı
kıramadığım için geldim. Bu devrimciler beni de döver mi diye korkuyordum. Ölüm
Orucunun örgüt baskısıyla yapıldığını sanıyordum. Ama bu insanları bu halde görüp
dinleyince anladım ki hiçbir güç bir insanı bunu kendisine yapmaya zorlayamaz!
Ben devrimcileri yanlış tanımışım." Değişme sürecindeki eski MHP taraftarı işçinin,
basmakalıp düşüncesi ve kalıp yargısı, pratikte sınanmış ve gerçek yaşam pratiği
karşısında gerçekliğini kanıtlayamayarak değişmiştir. Aynı gerçek yaşam pratiği
içerisinden bazı işçi sınıfı devrimcilerinin işçi ve emekçilerin en büyük kesimini "iş
çıkmaz!" diye alabildiğine dar ilgi ve faaliyet sınırlarının dışında bırakmasına
neden olan basmakalıp fikir ve yargıları da değiştirmiştir!
Gerçek "Önvarsayımsız, peşin fikir olmadan, moral fikir olmadan, kendi için
alınmaktadır... Şey'in tam olarak içine girilmekte, nesne kendinde izlenmekte, o
sahip bulunduğu belirtmelere göre ele alınmaktadır ki bunlar çelişkilidir."
(Hegel'den aktaran Lenin, Felsefe Defterleri)
"Doğanın olduğu gibi, hiçbir şey katmadan kavranması, doğanın materyalist
kavrayışı budur." (Kapitalizmin Geleceksizliği ve Belirsizlik Felsefesi -DP 1, Nisan
2001)
Öyleyse açık olmalıdır: Bir sorunu tanımlarken (bir konuyu, bir işi, bir çalışmayı, bir
ilişkiyi, bir alanı vb. tanımlarken) kafamızdaki her türlü önvarsayımı, soyut fikri,
ahlaki yargıyı bir yana bırakmalı, askıya almalıyız. Meselelerin, bizim bilincimiz
dışındaki nesnel gerçekliklerini esas alarak onları katıksız ve yorumsuz, gerçekte
olduğu gibi incelemeliyiz. Kafamızdaki bir takım kural, yargı ve sınırları gerçekliğe
peşinen yüklemeye kalkışmamalı, fakat her somut durum karşısında gerçekliğe
uygun kural, yargı ve sınırları, bizzat somut gözlem, inceleme ve sınama ile
gerçekliğin kendisinden çıkarmalıyız.
alınmalıdır. Devrimci sınıf savaşımının, komünist etkinliğin ilke, kural, yasa ve sınır
çizgileri "bizim beynimizden fırlamamakta"fakat savaşımın kendi nesnel doğasının,
kendi nesnel gelişme süreç ve yasalarının ifadesi olmaktadır. (Bkz. DP 1, agy.)
Herhangi bir sorun ya da duruma yaklaşımda öznel algı ve yorumların, peşin fikir
ve ahlaki yargıların, duyguların ve ruh hallerinin öz ve içerikten yoksun kaba
biçimciliğin, şematizmin, soyut genellemelerin, alışkanlıkların, vb. belirleyici
olmasına ne kadar izin verirsek müdahalemizin de o kadar kısır ve hatalı
olacağından emin olabiliriz.
SORUN ÇÖZMEK - I
Devrimciler de diğer bütün insanlar gibi vakitlerinin ve enerjilerinin en büyük
bölümünü irili ufaklı sorunları çözmeye, daha çok da yerden bitermiş gibi çıkan
sorunlarla boğuşmaya harcarlar. Bu iyi midir, kötü müdür? Bu sorunun yanıtı,
sorun'dan ne anladığımıza, neyi sorun olarak görüp neyi görmediğimize,
sorunlara yaklaşım tarzımıza ve sorun çözme becerimize bağlıdır.
"Hiçbir şey kendini kandırmak kadar kolay değildir. Her insan yaptığı şeyin tek
doğru şey olduğuna inanır" der ya Demosthenes.
Öğrenilmiş çaresizlik
Sorunlardan yakınıp durmak dünyayı değiştirmedeki güçsüzlüğün itirafı olabilir en
fazla: Öğrenilmiş çaresizlik! Genel geçer çözme girişimleri her seferinde geri
tepen, bir türlü kanına girilemeyen, kronikleşmiş sorunların kanıksanması, birçok
devrimcinin yüreğinde, açıktan dile getirilmese bile, bir şeyin değişmeyeceği,
umutsuzluk, beklentisizlik, güvensizlik hissiyle birlikte gizliden gizliye yer etmeye
başlar. Böyleleri de bırakalım yeni ve yaratıcı yol ve yöntemlerle daha köklü
çözüm arayışını sürdürmeyi, alttan alta yaydıkları inançsızlık ve güvensizlik hissi
ile bunu yapmaya çalışanların da önünde fazladan bir engel haline gelirler.
Kronikleşmesine el birliğe göz yumulan pek çok sorunda, "imkansız hiç deneme!"
neredeyse ilan edilmemiş bir yasa olarak kabul edilmeye başlanır.
"İmkansız diye bir şey yoktur" der bilge bir halk deyişi oysa, "imkansız sözcüğü
yalnızca henüz bir çözüm bulamadığımızı anlatır."
Gösterilen onca çabaya karşın birçok önemli sorunun halen ve ısrarla çözümsüz
görünmesinin nesnel bir temeli de vardır tabii. Einstein bunu, her komünistin
derinlemesine kavrayarak bilincine yerleştirmesi gereken dahiyane bir yalınlıkla
ifade eder: "Karşılaştığımız önemli problemler, onları yaratırken bulunduğumuz
düşünce düzeyinde çözülemez."
İşte bu yüzden komünist bir örgüt de, öncülleri ne kadar gelişkin olursa olsun, salt
kendi deneyimleri temelinde gelişimini sürdüremez. İşte bu yüzden devrimci teori
olmadan devrimci faaliyet olmaz. Teoriyi geliştirmeden, yani bir dönemki düşünce
ve faaliyet tarzının yarattığı sorunları çözebilmek (özümseyerek aşabilmek) için
daha gelişkin bir sistem kuruculuk kılavuzu düzeyine yükseltmeden, devrimci
faaliyet geliştirilemez.
67
"Sahip olduğunuz tek araç bir çekiçse" der ünlü bir aforizma, "her sorun bir çivi gibi
görünmeye başlar." Bu söz de, devrimcilerde de çok sık rastlanan hazır reçeteciliğe
vurgu yapar. Daha bir sorunun ne olup ne olmadığı, ilk elde görülmeyen kaynağı,
nesnel olarak incelenip kafa yorulmadan, ilk eldeki bir iki belirtisine bakılarak
hemen hazır kalıplardan birine sokulur ve yine hemen buna uygun reçete
uygulamaya konulur! Tıpkı bir hastalığı derinlemesine tahlil ve bilimsel olarak
teşhis etmeden bir iki yüzeysel belirtisiyle hemen hazır bir tedavi kalıbı
uygulamaya kalkışan, ve tabii yanlış tedaviyle hastalığı büsbütün ağırlaştırdıklarıyla
kalan kötü hekimler gibi, çoğu devrimci de sahip olduğu bir iki çözüm reçetesini tüm
sorunların üstesinden gelmeye yeterli sanır.
Dar tepkisel bilince tüm sorunlar, yalnızca tepki gösterilecek şeyler olarak görünür.
O sorun çözmekten, mümkün olan en düz ve keskin tepkiyi göstererek sorunları
bastırmayı anlar yalnızca. Bildiği tek yöntem, keskin fakat genel geçer ajitasyon
ya da dar grup eylemciliği vb. olan karşısına çıkan her sorunu, saldırıyı, kitle
ilişkisini de hiç düşünmeden buna uyarlamaya çalışır. Çoğu devrimcinin
finansmandan ajitasyon-propagandaya, iç ilişkilerden kurumlaşmaya, eylem
organizasyonundan motivasyona, kitle örgütçülüğünden eğitime, lojistikten gü-
venliğe çok çeşitli sorunların her birinde sahip olabildiği çözüm yöntemlerinin
sınırlılığı (hep birinde bir, en fazla birkaç yöntem tanınır!) ve kalıplaşmışlığı hayret
ve endişe vericidir. Öyle ki uygulanagelen bir kalıp yöntem sonuç vermediğinde,
başvurulacak bir alternatif olmadığı gibi, yeni bir yöntem geliştirme ufku da
yoktur; çoktan kendini tüketmiş aynı yöntem boş yere zorlanıp durulur...
Peki bir devrimcinin artık işe yaramadığını bile bile aynı çözüm(süzlük) kalıbında kör
bir inat sergileyerek, kimi zaman yıllar boyunca patinaj yapıp durması nasıl
açıklanır? Çok basit: Daha iyisini bilmediklerinden. Ve alışkanlıkların kendilerini,
sorgulanmaz, mutlak ve kendinden menkul değer yargısı (kör inanç) olarak kabul
ettirdiği yerde, daha iyisinin olabileceğini düşünme ihtimalini bile kendilerine
yasaklamış olduklarından! Bu ikincisi her zaman daha belirleyicidir. Öyle ki,
insanlar daha gelişkin yöntemler kendilerine gösterildiğinde ya da önerildiğinde,
bunları uygulamamak için bin dereden su getirmedikleri durumda bile, asla onu
hemen uygulama heyecanını duymazlar; işe yaramaz olduğunu bile bile ezbere,
gözü kapalı ve kendilerini güvende hissederek uygulayabildikleri kalıplarını, yeni
bilgi, beceri geliştirmeye zorlayan yenisine daha uzun bir süre tercih ederler!
Önemli sorunların çözülmesinin önünde, bir de, çoğu devrimcinin her seferinde
ısrarla ve hevesle içine dalmaktan kaçınamadığı bir tuzak vardır. Bu tuzak, gerçek
sorunu çözmekten çok örtmeye yarayan düz, kolaycı, palyatif (parçadan) belirti
çözüm(süzlük)leridir. Belirti çözümleri, sorunların ilk elde göze görülmeyen derindeki
temellerine inmek yerine, yalnızca bazı belirtilerini, yüzey kabarcıklarını ortadan
kaldırarak sorunun "çözüldüğü" yanılsamasını yaratır. Bir sorunda en göze çarpan
belirtileri kolayca ortadan kaldırılmış görünse de, derindeki sorun dinamikleri (iç
çelişkiler, iç sınıra dayanmışlık) şiddetlenmeyi sürdürür. Fakat belirtileri bir
süreliğine bastırılarak sorun çözülmüş sayıldığı için, artık o sorunla uğraşma ihtiyacı
da duyulmaz, o sorun karşısındaki uyanıklık da körelir. Belirti çözümlerinin zehirli
cazibesi ve tuzağı da işte buradadır: Temeldeki sorunların kendilerini değil, onları
çözme ihtiyacını ortadan kaldırırlar!
69
Bir belirti çözümüne başvurulduğunda, işler ilk elde düzelmiş gibi görünür, insanlar
bundan gurur ve heyecan duyarlar, uzun dönemde ise işler büsbütün sarpa sarar,
yeniden yeniden benzer belirti çözümlerine başvurulur, fakat her seferinde
sıkıntıyı hafifletici etki ve süresi de azalır, en sonu başlangıçtaki iyimserlik ve
coşku yerini yaygınlaşan bir kavramsarlık ve umutsuzluk duygusuna ("Ne
yaparsak yapalım bir şey değişmiyor, bu düzelmez", vb.), kapana kısılmışlık ve
kontrol edemedikleri güçlerce sürüklenip durma duygusuna dönüşür ve giderek
sıkıntıyı da kanıksama ve kendi sürüklenmeye bırakma halleri de gelişebilir.
Böyle bir kapana kısılma ("Çabalama kaptan ben gidemem") durumu oluştuğunda,
yüzeysel belirti çözümlerine kör bir biçimde bağımlı hale gelerek, kör alışkanlıkla
boşa kürek çekilip durulduğunu görmek; ve tam da bu kör alışkanlıkların kafaca
üstüne çıkarak temeldeki daha kapsamlı ve derin sorunu kavrayarak, yeni ve daha
gelişkin bir yaklaşım üretmeye çalışmak gerekir. Kapana kısılmışlık ya da nafile
kısır döngü duygusu bir faaliyet tarzının (ya da kurumun ya da işin ya da kadronun
vb.) gelişmesinin iç sınırlarına dayandığını, temeldeki sorun açığa çıkarılıp doğru
tanımlanarak yeni ve daha gelişkin bir düzleme yönelmenin zorunluluğunu anlatır.
Örneğin devrimci örgütler ikide bir kampanyalar açarlar. Kadrolarından daha yoğun
ve çok çalışma isterler. Ancak dar pratikçi "daha çok çalışma" (belirti çözümü!)
kampanyalarının her biri, beylik, yaygın ajit-prop çalışmaları yeni hiçbir şey
eklemeden iki adımda tıkanır ve kendi kendine sönümlenir. Her kampanyanın
kendi taze alan içi güçlerini oluşturması, kitle örgütçülüğünde yeni açılım ve
olanaklar yaratması sağlanamaz. Onca kampanya çalışmasına karşın önemli bir
ilerleme kaydedilememesi, ilk baştaki atılım ve heyecan duygusunu, sonrakilerde
isteksizliğe, niye boşa kürek çekelim ki karamsarlığına, giderek kampanya tarzı'nın
erozyona uğramasına yol açar. Burada temeldeki, görülmeyen sorun ise, dar
pratikçiliğin, kampanya tarzından genel ajit-prop'un anlaşılmasının ta kendisidir.
Çözüm ise, kuşkusuz her "yoğun çalışma" kampanyasının, yoğun kadro eğitimi ve
kadro geliştirme çalışması (ön hazırlık ve kesintisiz eğitim, öğrenme ve
uygulamanın iç içeliği, vb.) ile bütünleştirilmesi vb.'dir.
Yine örneğin bazı birim ve kadroların üzerine uzun süreli aşırı iş yükü binmesi olur.
Komünistler tabii ki "çok işten" kaçmaz, fakat uzun süreli bir aşırı yüklenmeyle,
onlarca işle birden uğraşmak da ("belirti çözümü") hiçbirinden doğru dürüst bir
verim alınamaması sonucunu doğurur. Bu gibi belirti çözüm'leri kural olarak ayrıca
bir de (örneğimizde aşırı stresten kaynaklanan kişisel ya da iç sorunlar, uzun süreli
okumamaktan kaynaklanan sistemli düş nememe, politika üretememe, uzun
dönemde ruhsal yorgunluk vb. gibi) ağır yan etkiler yaratır. İş yükü arttıkça daha
çok fakat daha verimsiz koşuşturup durmak, sonra iş yükü daha da arttıkça daha
da çok, fakat giderek içi boşalan iş yapmaktan ve sorun çözmekten çok, sorun
üreten bir kısır döngü. İlk elde kendini ele vermeyen çözüm ise iş yükü ne kadar
artarsa artsın, verimsiz ve sağlıksız koşuşturmayı artırmak değil tam tersine
azaltmaktadır. Okumaya sistemli zaman ayırmak, hatta kafayı toparlayıp tekrar
sağlıklı düşünebilmek, işler arasında öncelikler sıralaması ve planlama yapmak
vb.'dir. O zaman çözüm (taze güçlerin çalışma içine çekilmesi, bazı işlerin onlara
70
Sorunları temelden çözme yerine kaydırmanın bir örneği de, küçük burjuva
devrimcilerinin yaşanan sıkışma ve sorunların üstesinden yeni yöntem ve
açılımlarla gelmeye çalışacak yerde, kof böbürlenme ve kendi propagandasına
kuvvet verip durmalarıdır.
SORUN ÇÖZMEK - II
Çözümsüz görünen önemli sorunlarda ilk yapmamız gereken başkalarını suçlayıp
durmak, yakınmak, bir kurtarıcı beklemek gibi tepkisellik ya da çaresizlik ifadesi
tutumları derhal ve tamamen bir yana bırakmaktadır. Öncelikle, o sorunun hem
yaratılışında hem de çözümünde birinci dereceden sorumluluk sahibi olduğumuzu
içtenlikle anlamalıyız.
Özeleştirel yaklaşım
Tüm önemli sorunların çözümü, onları farkında olmadan üretiyor olduğumuz
hareket ve yaklaşım düzlemimizin, yani mevcut alışkanlık ve kalıplarımızın üstüne
çıkmayı zorunlu kıldığından, öncelikle çok ciddi bir düşünsel yoğunlaşmayı, yeni
bilgiler ve perspektifler geliştirmeyi şart koşar. Hiçbir önemli sorun bir hamlede
çözülemez; her önemli sorun, çözülebilmesinin başlıca engeli olan ve kendinden
menkul bir dokunulmazlık kazanmış alışkanlık, kalıp ve değer yargılarıyla, ve
bunlar ister istemez kişiliğimizin bir parçası haline gelmiş olduğundan, kendimizle
amansız bir savaşım içerisinde ilerleyen, bir süreç geliştirme, kendi iç
çelişkilerimizi özümseyerek aşma yaklaşımıyla çözülebilinir. Öyleyse her önemli
sorunun çözümü, insanın kendi kendisiyle de devrimci bir yüzleşme ve sağlıklı bir
özeleştirelliği kesinkes gerektirir.
1- İlkeli esneklik
2- Soruna kilitlenmek
3- Motivasyon... son derece önemli, olmazsa olmaz, (ancak tabii kendi başına
yeterli olmayacak) psikolojik koşullardır. Son derece önemlidirler, çünkü kişinin
sorgusuz gerçeklik atfettiği, yaşam ve ahlak kılavuzu, toplumsal benliğinin ifadesi
olarak benimsediği kimi kör inanç ve normları dönüştürebilmesi, (başka türlü
önemli sorunların çözülebileceği bir üst bilinç düzlemine çıkılamayacaktır), kafaca
ve ruhça yoğun bir hazırlığı ve iç savaşımı zorunlu kılar.
İlkeli esneklik
İlkelere bilimsel-politik vd. gereklerinden bağımsız, kendinden menkul bir
mutlaklık atfetmek, onları 'kör inanç' haline getirir; belli sınırlar (koşullar) içinde
geçerli yaşam ve eylem kılavuzu olmaktan çıkararak, mücadelenin büyüyen
ihtiyaçlarının ve gelişmenin engeli haline getirir. Esnekliği mutlaklaştırmak ise,
düpedüz ilkesizlik, belkemiksizlikten başka bir şey olmaz. İlkeli esneklik politik
özde ilkesellik biçimde esneklik; stratejide ilkesellik taktikte esneklik vb. anlamına
gelir. Dar tepkisel bilinç ise bu ilişkiye ters yüz eder, faaliyetin biçimini ve
taktikleri ilkeselleştirir (mutlaklaştırır), faaliyetin özünün ve stratejinin ise içini bo-
şaltır, duruma göre eğip bükülecek bir şey haline getirir.
Her ilkenin geçerli olduğu tarihsel, toplumsal vd. sınırlar vardır, bu sınırların
ötesinde, yerlerini başka ya da daha gelişkin ilkelere bırakmalıdırlar. Her ilkenin
geçerli olduğu sınırlar da esnektir, yani mücadelenin devrimci gereklerine bağlı
olarak daralıp genişleyebilir. Buna karar verecek olan spekülatif, subjektif
varsayımlar, ne de önyargılar vb. değil, bilimsel tahlildir, somut durumun somut
tahlilidir; her durum ve koşulda savaşımı sıçratacak temel halkayı bulmak ve
ilkeler ile sınırları bu eksenden çizmektir.
hem deneyim kazanma, öğrenme anlamında nicel, hem de örgütlenmesini yeni baştan kurmaya zorlayarak nitel olarak
değiştirir. Nitel olarak değişen bilinç aynı olay karşısında eski durumdan farklı duygular üretir." (Mustafa Cemal, Eşitlikçi
Toplumlar'dan aktaran DP 1, Toplumsal İlişkiler Bütünü Olarak İnsan, Nisan 2001, sf. 110-111)
73
bir savaşım yürütür. Aynı Lenin 1905 devrimci sürecinde ise, "Partinin kapılarını
işçilere, kitlelere açın, her parti komitesinde bir aydın ve profesyonel devrimciye
karşılık 8 (sonra 200) işçi olmalı" şiarlarını yükseltir. Dar kadrolaşmayı tek yanlı
olarak mutlaklaştıran, işçi sınıfının devrimcileşen ruhu ve girişkenliğine halen kuş-
kuyla bakan Bolşevik kadroların esneklik yoksunluğuna karşı amansız bir savaşım
yürütür. Kuşkusuz Lenin burada "profesyonel devrimciler örgütü" ilkesini bir yana
bırakmamakta, tam tersine örgütü çevreleyen örgütler ağıyla daha gelişkin bir
sosyal devrim partisi ilkesi geliştirmektedir.
Yine Ne Yapmalı'da "Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz" diyen de,
1917 devrimi arifesinde "Teori gridir dostum, yaşam ağacı ise capcanlı,
yemyeşildir" diyen de aynı Lenin'dir.
Bir düşünürün dediği gibi, "Kör inanç, gerçeğe yalandan daha büyük düşmandır."
Çünkü "Bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur." Bilimde,
sanatta, politikada, örgütlenmede, faaliyet tarzında vb. belli bir kesitte ulaşılan en
ileri düzey, tekrarlana tekrarlana bir sabit fikir, bir dogma, bir değer yargısı ve kör
inanç haline gelir ve bu kez daha ileri gelişmenin önünü tıkar.
Örnekler... örnekler...
Sorun Çözmek'in ilk yazısında, iş yükü arttıkça artan verimsiz koşturmaca ile basit
74
Dogmalaşan bu ilke de, bir değer yargısı, inanç; yaşam, eylem ve ahlak normu
olmakla kalmamakta, zamanla içi boşalarak kendi başına bir amaç ve başarı ölçütü
(tanımı) yerine geçmektedir. O zaman da bu dogma, yapılan işlerin
üretkenliğinden, politik içeriğinden, sağladığı kitle açılım ve dönüştürücülüğünden
tamamen bağımsızlaşarak; verimsizce koşturup durmayı, kendini heba etmeyi
kendinden menkul bir amaç haline getirerek, ne kadar koşturulup durulursa o
kadar "gerekenin yapıldığı", başarılı olunduğu yanılsaması yaratmaktadır! Burada
da insanların davranışlarını düzenlemek, yönlendirmek ve bilinçle disipline etmek
için geliştirdikleri bir kural ya da ilke, sürekli tekrarlamayla içi boşalıp
kemikleşmekte, insanlardan bağımsızlaşarak, kendinden menkul bir kutsallık
kazanarak insanları yönetmeye (şeyleşme, yabancılaşma) ve tutsak almaya
başlamaktadır. Oysa, tüm dogmalar ve kör inançlar gibi (din, tanrı vb.) "çok iş
yapmak" da, zaten varolanın, yapılagelenin, mevcut üretim ilişkileri ve faaliyet
tarzının (burada devrimciler açısından dar pratikçiliğin) idealleştirilmiş biçiminden
başka bir şey değildir. (Bkz. Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri, Şubat Basım Yay.)
Örneğin greve, direnişe gidildiğinde, bir kitle ilişkisi kurulduğunda, biricik başarı
ölçütü olarak, gazete verme, birkaç işçiyi kurumlardan birine getirme ya da eyleme
götürme olarak görülür. Bu da öylesine dogmalaşır ki, kurumlara ve eyleme
gelmeyen ilişkiler "iş çıkmaz" diye bir yana bırakılır. Her kitle ilişkisi bu bir iki
dogmalaşmış kalıbın proctectus yatağına sığdırılmaya çalışılır. Kuşkusuz ilişkileri
kurumlara ve eylemlere çağırma kendi başına yanlış değildir. Yanlış olan, bunların
biricik ilişki kalıbı ve başarı ölçütü olarak idealize edilmesi, diğer her türlü alan içi
75
Anlamlı ve üretken politik çalışmalar yapabilmek için hiçbir zaman yeterli para,
insan, bilgi ve zaman bulunmadığı ve bulunmayacağı doğrudur. Fakat çoğu
durumda, zorlukları çözmek için yeni bir yaklaşım düzlemine yönelmek yerine,
bunları hedefleri erteleye erteleye buharlaştırmanın bahanesi yapıldığı daha
doğrudur. En başta yüzeysel ve düz çizgici düşünce, hedefler ile kaynak ve güç
yetersizliği sorunlarını, çelişik bir bütün olarak değil birbirini tamamen dıştalayan
şeyler olarak görür. Bu yüzden projelerini ve çalışmalarını, aynı zamanda kendi
finansmanını, doğal aktivistlerini, bilgi ve becerisini, zamanını yaratan bütünsel bir
plan ve süreç geliştirme olarak tasarlayamaz. Bu yüzden konulan ileri hedeflerle
verili şartlara göre yürütülen çalışma bir türlü uyuşmaz ve birbirini yadsıyıp durur!
Kaynak ve güç yetersizlikleri ile hedefler birbirinden tamamen ayrı şeyler olarak
görülünce de, birincisi kendi başına amaç haline gelerek dogmalaşır ve gerçek
hedefleri siler. Ancak bu sorunların çözümsüz görünmesinin temelinde de her
zaman biçimselleşmiş, kendinden menkul bir mutlaklık kazanmış dar değer
yargıları, kör inançları görmek zor değildir. Paranın hep tek bir kaynaktan beklenip
durması, tüm işlerin ve bilginin ve becerinin hep birkaç kişi elinde toplanması ve
özgüçler üzerinden yürütülmesi gibi... Çözüm düzlemi, her şeyin özgüç ve
özkaynaklar üzerinden yürütülmesini dogmalaştıran kör değer yargısının
kaldırılması; hedef planlamasının doğal kaynak ve aktivistlerin yaratılmasını da
içermesi, aktivistler için öğrenme, eğitim, bilgi ve beceri geliştirmenin uygulama ile
birleştirilmesi, bazı işlerin aşağıya doğru kaydırılması, verimsiz olduğu halde
dogmalaştırılmış bazı işlerin elenmesi ve temel halkaların saptanarak onlarda
yoğunlaşılması vb. olacaktır...
76
Çoğu devrimci, ajitasyon propaganda ile 'ders vermeyi' birbirine karıştırır. Kendisi
bir takım genel savları nasıl bellemişse, emekçilere de onların bilinç durum ve
koşullarını, o anki ihtiyaç, ilgi ve kaygılarını hiç dikkate almadan öyle belletmeye
çalışır. Bu mekanikliktir.
Çoğu devrimci, kendisi için ayrıca ikna ve kanıt gerektirmeyecek kadar apaçık
olan pek çok şeyin, kitleler açısından o kadar saydam olmadığını hesaba katmaz.
Mutlak ve tartışmasız saydığı savlarını, yaşamın zengin deneyimleriyle besleme,
sağlam ve ikna edici biçimde temellendirme gereği duymaz. Temellendirmesi
istendiğinde ise çoğunlukla duygusal bir yüklemeyle benimsenmiş o mutlak ve
tartışılmaz söylemlerin, sağlam bir düşünsel temel üzerinde yükselmediği görülür.
Bu kendinden menkullüktür.
11 Devrim ve sosyalizm savaşımında, slogan, şiar, bildiri ve deklarasyonların temel ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Savaşım
geliştikçe bu önem azalmayacak, aksine artacaktır. Ancak slogan, şiar, bildirilerin ajitasyon-propagandadaki vazgeçilmez önemi
ayrı bir şeydir, tüm bir ajitasyon-propaganda, giderek politik faaliyetin yalnızca bunlara, "haplaştırılmış söylemlere" indirgenmesi
apayrı ve yanlış bir şeydir. Daha kötüsü, çoğu devrimcinin tüm politik düşünce ve faaliyet kapasitesinin, alabildiğine dar ve
haplaştırılmış "bildiri tarzının" ötesine pek geçememesidir. "Lenin, ajitasyonu sadece sloganlara indirgeme girişimlerine karşı
çıktı ve ajitasyonu açıklayıcı bir çalışma ile kaynaştırmada ısrar etti." (N. Krupskaya, Propagandacı ve Ajitatör Olarak Lenin)
Kendileri de genel veya dönemsel taktik, slogan ve şiarların, politik formülasyon ve kavramların derin ve kapsamlı bir
kavrayışına sahip olamayan devrimci aktivistlerin, bunları kendi özgül alanlarına geliştirerek uygulamaları, kitlelere bizzat yaşam
deneyimlerinin içinden açıklayarak benimsetmeleri, kitlelerin ihtiyaç ve özlemleriyle bağıntısını kurarak yaygınlaştırmaları
beklenemez.
77
Kitlelerle iletişim
Ajitasyon propagandanın kitle örgütçülüğü ve kitlelerin eyleminden kopuk, tek
yanlı iletiler (mesajlar, söylemler) toplamı olarak görülmesi daha baştan onu
kitlelere yabancılaştırır. İçini boşaltarak, dar mekanik bir biçimciliğe sürükler.
Ajitasyon propaganda tek yanlı iletiler toplamı olarak değil, kitlelerle toplumsal-
politik iletişim olarak kavranmalıdır. Komünistlerin kitleleri eğittiği, kitlelerden
gelecek geri beslemeyle de kendilerini eğittiği ve geliştirdiği devrimci politik kitle
iletişimi olarak kavranmalıdır. "İletişim" kavramı, insanın toplumsal karakterini
unutan dar-biçimci politika yerine gelişkin bir toplumsallaşmış politikayı içerir ve
şart koşar.12
Çünkü gerçekte hiçbir ileti, "alıcı" kitlesinin (dinleyici, okuyucu, izleyici vb.) en
ilgisiz ve tepkisiz göründüğü durumda bile tek yanlı değildir. Her söylem, mesaj,
konuşma, yazı karşılıklı bir iletişim içerir. İletide bulunduğumuz kişi ya da kitleler
tamamen ilgisiz göründüğü durumda bile, aslında bize bir mesaj veriyor bir şeyler
anlatıyordur.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Her ezilen insan da kendi toplumsallaşmış ilişkilerinin
(çelişkili) bir bütünüdür. Tanıştığınız hiçbir insan, öyle kendi başına, toplumdan ve
düzenden (toplumsal düzenden) yalıtık bir birey değildir. Bireylerin ve kitlelerin
karakteristik her tutum ve davranışının (bu arada devrimci iletilere karşı
karakteristik tutumlarının) ilk bakışta ve çıplak gözle görülmeyen, geniş ve derin
bir toplumsal arka planı, toplumsal kökü vardır.
Her bireyin ve kitlelerin "toplumsal arka planı" onlar üzerinde maddi (baskı,
yasak, geçim sorunu, gelecek kaygısı vb.) ve manevi (otorite, değer yargısı, inanç
sistemi vb.) olarak bağlayıcı etkide bulunan, kurumsallaşmış ilişkileridir. Duygu,
düşünce ve davranış koşullandırmalarını içselleştirdikleri devlet, yasa, işyeri, ve
ücretli kölelik ilişkisi, milliyet, din, mezhep, düzen partisi, sendika, okul, aile,
arkadaş çevresi, medya vb.dir.
Bağımlı bilinç
Emekçilerin kendiliğinden bilincinin (kendi içinde çelişik olsa da) bağımsız bir
bilinç olmadığını, düzen içinde derin köklere sahip olduğunu anlamayan çoğu
devrimci, onları kazanmak için 'sıkı bir ajitasyonun' yeterli olduğunu sanır. Salt
ajitasyonculuğa indirgenmiş bir çalışmayla, belki zaten buna hazır olan az
sayıdaki emekçi ve genç kolayca kazanılabilir. Fakat geniş kitleler asla!
düşünceleriyle bunu doğru bulacak olsalar bile, hiç düşünmeden duygusal ters tepki
vermeleri (korku, kızgınlık, uzak durma, tüm algılarını kapatma vb) hiç de az rast-
lanan bir olay değildir.
Ne var ki çoğu devrimci de, kitle örgütçülüğünün bu geniş ve derin toplumsal arka
planını (buzdağının görünmeyen yüzü) farkında değildir. Sabırsızlıkla, bir hamlede
kitleleri kazanmak ister. Tersliklerle karşılaşınca da, bu kez onlara "duyarsız, geri
bilinçli, yalnızca kendi geçimini ve geleceğini düşünen bencil, korkak" damgasını
vurup, kendini rahatlatır! Ne var ki bu tür basma kalıp yaklaşımlarla, kitle
çalışmasında gidilebilecek bir adım bile yoktur.
Böyle bir devrimci, kendi kendini kitlelerden tecrit etmesine böyle bir kılıf
geçirerek kendi kendini rahatlatsa da gerçekte kitlelerin bilinçlenme ve
örgütlenme ihtiyaçları karşısında kendi duyarsızlığını, kendi bilinçsizliğini, kendi
bencilliğini, kendi korkaklığını ilan etmiş olur! Öyle ya, geniş kitle çalışması, sıkı
ajitasyonculuktan yüz kat daha zordur.
Öyleyse her ezilen bireye (ve kitlelere) tam da bizzat kendi içlerinde taşıdıkları
çelişkiden, çelişkinin her iki yanını da (gerçek sınıfsal- insani istek ve özlemleri ile
düzen kurum ve ilişkilerin maddi-manevi bağımlılıkları) unutmadan, dikkat ve
özenle yaklaşmak gerekir. Çelişkinin iki yanını da gözetmek, düzen kurum ve
ilişkilerine karşı teşhir ve ajitasyon ile ezilenlerin istek ve özlemlerine (onları sınıfa
80
karşı sınıf ekseninde doğru ve açık biçimde formüle ederek) hitap etmeyi
birleştirmek anlamına gelir. Yalnızca düzen kurum ve ilişkilerine karşı genel bir
ajitasyon ile sınırlı kalırsanız, çoğu emekçi bunun kendi öz yaşam deneyimi ve ihti-
yaçlarının gerçekleşmesi ile bağını kuramaz. Hatta çoğu zaman olduğu gibi, bunun
devrimcilerle devlet (ya da o kurum) arasında bir sorun olduğunu, kendisini
ilgilendirmediğini düşünür. Kitlelerin yalnızca belli bir andaki talep ve duygularına
hitap etmekle sınırlanır, bunları daha ilerden formüle etmez ve gerçekleşmelerinin
önündeki başlıca engelleri (düzen kurumları, yasalar, ücretli kölelik vb.) hedef
göstermezseniz bu reformizmden başka bir şey olmaz.
Çelişkinin iki yanını da gözeten dikkatli ve özenli bir çalışma, salt genel
söylemlerle, altı boş ajitasyonculukla, dar grup eylemciliğiyle sağlanamaz.
Devlete, sendika ağalarına, okul idarelerine vb. salt küfretmekle, öfkeli ajitasyon
hücumlarında bulunup durmakla sağlanamaz. Tabii bu, genel doğruların, teşhir ve
ajitasyonun, sınırlı güçlere dayanan eylemlerin bir yana bırakılacağı filan anlamına
da asla gelmez. Tersine. Fakat, tüm bunların sabırlı ve soluklu bir açıklama,
temellendirme, ikna, örgütçülük faaliyeti ve kitlelerin öz deneyim ve mücadelesi ile
sıkı sıkıya kaynaştırılabilmesi gerekir. Bizim ne söylediğimiz ile kitlelerin bundan
ne anladığı, nasıl algıladığı arasında çoğunlukla geniş bir açı farkı olduğunu bilmek
ve kitlelere bir takım genel doğruları sıralayıp durmanın ötesinde, devrimci-
sosyalist yaşam anlayışımıza kazanabilmek için ajitasyon-propaganda, kitle
örgütçülüğü ve eylemini, enerjik, ısrarlı bir çabayla kaynaştırabilmek gerekir.
________________________________________________
Yoksa mevcut koşullarda aklı başında hiçbir işçi ve emekçi, örgütlenmek, "sonuna
81
Diğer taraftan bir iç hareketi (iç çelişkisi, iç dinamiği) olmayan hiçbir şey salt dışsal
bir müdahaleyle köklü bir dönüşüm geçiremez. Köklü bir bilinç dönüşümünü, ancak
kendiliğinden bilincin çelişkisinin keskinleşmesiyle devrimci politik 'dışarıdan
bilincin' birliği sağlayabilir.
Kuşkusuz bu kuru sıkı ajitasyonla sağlanamaz. Bir fikri yalnızca haklı ve doğru
bulmak ile, derinlemesine kavramak ve sahiplenmek, kendi bir fikri haline
getirmek, sorumluluğunu hissetmek ve üstlenmek, işçi sınıfının hayati çıkarlarıyla
hayati ilişkisini kurabilmek, kitlelere yaygınlaştırabilmek oldukça farklı şeylerdir.
Burada şöyle bir çelişki ortaya çıkar: Adam çok ama adam yok. Herkes eyleme
geçmekten bahsediyor ama kimse kılını kıpırdatmıyor. Herkes birlik olmaktan,
dayanışmaktan, örgütlenmekten bahsediyor ama yanıbaşındaki arkadaşı işten
atılsa dönüp bakmıyor. Okyanus ortasında bir sal üstünde kalmış bir kazazedenin
sözlerini imgeleştiren bir İngiliz özdeyişi şöyle der: "Water, water everywhere; yet
not a drop to drink. ("Su, her taraf su. Ama içmeye bir damla bile yok.")" Deniz
83
suyunun içilebilecek hale gelmesi için işlemden geçirilmesi gerekir. İnsan üzerinde
öldürücü etkide bulunan maddelerden arındırılması gerekir.
Çok basit bir örnek. Bugün bir emekçi düzenin tüm kötülüklerinin kaynağı olarak
hükümeti görmektedir. Bu görüşün temelindeki örtük varsayım: İlkeyi hükümet
yönetmektedir!! Bu görüşün mantiki sonucu: Bu düzen içinde "emekten yana" (ya
da hiç olmazsa dengeleri bir ölçüde gözetecek) bir hükümet ya da "yönetim"
mümkündür!!
Tutum değişikliği için salt doğru bilgilendirme, teşhir ve ajitasyon oldukça yetersiz
kalır. İşçi ve emekçiler doğaları haline gelmiş belli tutum ve alışkanlıklar dışında
karşılaştıkları her durumda, yalnızca ne söylendiğine değil, kimin söylediğine, hangi
amaçla söylediğine, nasıl söylediğine, hangi ortamda söylendiğine dikkat ederler.
1- Devrimci ,
- Çalışma yürüttüğü alanda ve konuştuğu konuda uzman (bilgili, deneyimli) olarak
algılanırsa;
- Güven uyandırıyorsa (bu konuda kendisinin kişisel bir faydacılığı ya da
çıkarcılığının olmadığı, emekçilerin çıkarına da zarar vermek istemeyeceği net
olarak biliniyorsa);
- Sevgi ve beğeni (sempati) uyandırıyorsa,
bilgi veriyorsa,
- Orta derecede bir sıklıkta tekrar edilirse,
3- Emekçi;
- Devrimcinin, bu ya da farklı konulardaki görüş noktalarından hiç olmazsa birine,
kısmen de olsa eğilim gösterdiğini, desteklediğini önceden belli etmişse,
- Konuya kişisel ilgisi varsa,
- Olumlu bir ruh hali içindeyse.
Tabii değişik koşul, alan, konu ve kesimler açısından kimin inanılır olarak kabul
edileceğinin önemle belirlenmesi gerekir. Örneğin Ölüm Oruçları konusunda
dışarıdaki devrimcilerin, sakat kalmış bir eylemcinin, bir tutsak anasının, ya da
diyelim devrimcilerle doğrudan bir bağlantısı olmayan bir hekimin, sendikacının,
sanatçının vb. her kesim açısından inandırıcılığı farklı farklı olabilir. Özellikle
uzmanlık ciddi bir sorundur. Her konuda az çok bir bilgisi olan ancak hiçbir alan ve
konuda güçlü bir hakimiyet, birikim ve deneyimi olmayan genel devrimciliğin, her
koşulda inandırıcılığı zayıf kalacaktır. Hatta iyi hazırlanılmamış, derme çatma, gelişi
güzel konuşmalar emekçileri istenilenin aksi yönünde tutum almaya bile itebilir.
İşçi, başlangıçta devrimcinin görüş noktasına zaten belli bir eğilim gösteriyorsa,
karşı görüşlerden bahsetmek gereksiz kafa karışıklığı yaratmak olur. Tersine, uzak
bir tutum içindeyse kendi tavrımızı güçlü bir şekilde temellendirirken, karşı
tutumları olduğu gibi ele alıp sonra da çürütmek, inandırıcılığı artırır. Tabii hangi
taktiğin izleneceği, öncelikle emekçilerin başlangıç tutumunun derinlemesine
kavranmasına bağlıdır.
Bizim tutumumuza hemen bir yakınlık gösteren kitle ilişkilerine, hemen aşırı bir
yükleme yapılması, bazen olduğu gibi birkaç ayda cılkının çıkarılması yanlıştır.
Diğer bir yanlış da, ilişkilerle sistemli bir program dahilinde düzenli aralıklarla
görüşülmesi yerine, "akla estikçe", ya da "ihtiyaç duydukça", son derece düzensiz
aralıklarla istikrarsızlığa ve kendiliğindenliğe terkedilmesidir.
Görüşme sıklığı her ilişkinin durum ve düzeyine göre ayrıca belirlenir, önemli olan
istikrarlı bir gelişmenin sağlanması ve kaydedilen her aşamanın, sonradan
dengesizlik yaratmayacak biçimde içinin doldurulmuş olmasıdır.
Konuşacağımız kim olursa olsun, hiç kimseyi küçümsemeden, önceden hiç olmazsa
kısaca kafaca ve ruhça bir hazırlık yapmak; kafamızda ona uygun bir gündem
oluşturmak, ilgi ve dikkatini yoğunlaştıracak meseleleri belirlemek, konuşmanın
üretkenliğini ve canlılığını artırır. Bunu bir iç disiplin haline getirmeyen birçok
devrimcinin, konuşmalarının beşinci dakikasından itibaren ne karşısındakine ne
kendisine hiçbir şey katmayan gelişi güzel sohbete, hatta geyiğe dönüşüvermesi az
rastlanan bir durum değildir. Tabii bu, ders işler gibi, kuru, önceden belirlenmiş
müfredattan çıkmayacak tek yanlı ve sıkıcı konuşmalar yapacağımız anlamına
gelmez. Bir konuşmanın eğiticiliği kadar esinleyiciliği, içtenliği kadar ufuk açıcılığı,
itici ve mekanik olmadan karşısındakinin sınırlarını zorlayıcılığı, ilgi uyandırıcılığı ve
renkliliği, başlangıçtaki ruh halini dikkate alıp bunu yükseltmeyi gözeticiliği,
söylediği her şeyin tek atımlık barut olmayıp geniş bir arka planı olduğunu
hissettiriciliği, fakat her şeyi de söylemeyip karşısındaki istediği belli sonuçlara
kendi başına ulaşmaya yönlendiriciliği ve her konuşmadan kimi zaman ayrıca
belirtmeye bile kalmadan, kendi doğallığında görev çıkarmasını sağlayıcılığı...
6- Kendi çizdiği sınırlar ve gündem dışındaki her türlü eğilim, duygu ve düşüncesini
hemen engellenmesi, bastırılması, "mat edilmesi" gereken bir rakip olarak algılar.
Dar örgütçüyü, en iyi kitlelerle, işçi ve emekçilerle ilişki kuruş tarzından, özellikle de
onları dinlerkenki davranışlarından tespit edebiliriz. Her zaman söz keser,
sabırsızdır, konuşanı doğru dürüst anlamaya, sözlerin arkasında kodlanmış gerçek
duygu ve düşünceleri yakalamaya çalışmadan acele yargılara varır, hemen
kafasındaki hazır kümelerden birine yerleştirir, konuşmanın bütününü dinlemek
yerine yalnızca muhalefet ve aykırılık noktalarına takılır ve anlamaya çalışmak
yerine bunları mat etmek için zihinsel hazırlık yapar, ileri sürülen düşünceye değil
kişiye tepki gösterir, her türlü muhalefete karşı ezberlenmiş hazır bir cevabı vardır
vb.
Yabancılaşma sınırlayıcıdır
Denetim ve zorlayıcılığın nesi yanlış diye sorulabilir? Yanlış olan, kitleleri azami
yönetim ve yönlendirme çabası, siyasal-ideolojik ve örgütsel etki ve denetim
sahasını azami genişletme ve güçlendirme çabası değildir: Yanlış olan, geleneksel
örgütçülük modelindeki, siyasal-örgütsel etki ve yönetim olanaklarını genişletmek
yerine engelleyen, kitle ilişkilerinin devrimci değişim ve etkilenmeye direncini
azaltmak yerine artıran, kaba biçimci denetim ve şartlandırma anlayışıdır.
Geleneksel modelde, kitlelerle ilişki kuruş tarzı bu yüzden daha baştan bir karşılıklı
yabancılaşmaya yol açar. Dünyanın en heyecan verici, zenginleştirici, yüceltici
emek biçimlerinden biri olabilecek örgütçülüğü oldukça sıkıntılı, tekdüze, neredeyse
bürokratik ve şeyleştirici ve çoğunlukla da hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir
"prosedüre" dönüştürür. Geleneksel modele göre şekillenen çoğu örgütçü,
başlangıçtaki tüm heyecanlı çabasına karşın kitlelerde, ilişki kurduğu emekçilerin
çoğunda bir türlü yeterli bir devrimci dönüşüm ve hareketlenme, örgütlenme isteği
uyandıramadığını görür. Etkilenme ve yakınlaşma yerine inatçı bir mesafelilik,
açıklayamadığı bir ilgisizlik, geri çevrilme hatta açık bir güvensizlik, bazan da
düşmanlıkla karşılaşılır. Eh, onca büyük özverinin sıklıkla sonuçsuz kalması,
örgütçülerin kendilerinde de yetersizlik, umutsuzluk ve bıkkınlık duygularına yol
açar, bir çoğunda yerinden kımıldamak bilmez, güvensiz kitlelere ve ilişkilere karşı
kızgınlık, suçlayıcılık, hatta inkarcı bir güvensizlik ve düşmanlık ortaya çıkar.
Oysa, bir insanın verili bilinç durumunda yapmak istemediği bir şeyi yapmaya
yönelmesi ve yeni bir davranışı kabul etmesinden önce tam da bu verili bilinç
yapılanmasında, inanç sisteminde bir çözülme yaşanması gereği bilinmektedir.
Dönüştürülmek istenen kişi, eski inanç ve görüşlerine bağlılığını ve onları
değiştirmekten duyduğu güvensizlik, kaygı, kuşku, korkuları vb. açıkça ifade etme
olanağı bulduğu zaman, bu çözülme kolaylaşır. Duygu ve düşüncelerini kendisini
tehdit altında (suçlanma, yargılanma, nutuk ve öğüt dinleme, sorgulanma,
anlaşılmama, ilgilenilmeme, engellenme, baskılanma, sınava çekilme, vb.)
hissetmeden çekincesizce ifade edebilen kişinin kendine güveni artar ve kendini
daha özgür hisseder ve nasıl değişeceğini, yapabileceğinden fazlasını daha nasıl
yapabileceğini tasarlar, daha sağlıklı düşünebilir, bulanık, muğlak duygu ve
düşüncelerini daha kolay netleştirebilir, eski inançlarıyla hesaplaşmasını tereddüt
ve kaygılara takılmadan daha ileri götürebilir.
Kaba örgütçü tipi, emekçilerin değişime karşı direncini "atlatıp" bastırmayı, kırmayı
örgütçülüğün en önemli halkası olarak bellediği için olsa gerek, onların kaygı ve
güvensizliklerini, sorularını, netleştirme çabalarını vb. yargılamadan engellemeden
dinlemenin, açmaya teşvik etmenin önemini bir türlü anlayamaz. Bu yüzden
gerçekte pekala etkileyebilecekleri, yönlendirebilecekleri, örgütleyebilecekleri,
geniş işçi, emekçi kitle kesimlerini daha baştan karşılarına alıp (karşılarında ve
neredeyse "rakip" olarak görüp) kaybederler.
Tek bir insanın devrimci dönüşümü bile, tarihsel-toplumsal bir ilişki ve süreci
gereksinir. Bir hamlede gerçekleşmez. Bunu, "Stratejik Bilinç" ve "Sorun Çözmek"
dizilerinden artık bildiğimiz diyalektik yaklaşımla özü itibarıyla şöyle açabiliriz: Bir
devrimci örgütçü ile emekçi ilişkisi, içsel bir çelişiklik içerir. Bu çelişki yalnız ikisi
arasında dışsal bir çelişki değil, ilişkinin bütününde ve her iki yanında işleyen bir
karşıtların birliği ve savaşımı ilişkisidir. Örgütçü bu çelişkiyi emekçilerle
konuşurkenki "rol yapıyor" olduğu hissinde kolayca gözlemleyebilir. Kendini sanki
kendi bilinç ve iradesinin dışında, kendisinden bağımsız olarak varolan bir
"örgütçülük rolü"nün gereklerine uyma zorunluluğunda hisseder. O örgütçülük eylem
ve emeğini yöneteceği yerde, sanki kendisinden bağımsızlaşıp kalıplanmış bir
91
"örgütçülük rolü" onu yönetiyor gibidir. Örgütçülük rolü içinde kendini insan gibi
hissetmez, bu "rol" dışına çıkıp "kendisi olduğunda" bu kez örgütçülük yapamaz!
(Bkz. Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri) Emekçide ise zaten kendiliğinden bilincin
içsel olarak çelişikliği (burjuva bilinç ile sınıf sezgi ve güdüleri vb.) vardır. Devrimci,
karşısına, kendini toplumsal olarak gerçekleştirebileceği devrimci bir insan olarak
değil de bir "rol" olarak çıkınca, o da (tıpkı düzenin anne, baba-çocuk, öğretmen-
öğrenci, müdür-çalışan ilişkilerindeki gibi) kendi rolünü oynar. Ve tüm ilişki, her iki
tarafın da "doğru" replikleri verdiği basmakalıp söylemlere, bunun altında ise
karşılıklı derin bir kuşku ve güvensizlik psikolojisine sıkışıp kalır. "İnsanlar arası
ilişkinin yerini nesneler (roller) arası ilişki alır." Bu mekanik "ilişki" tarzında, her iki
taraf da kendilerini toplumsal bir varlık (insan) gibi hissedemez; kendi
gereksinimlerini birbirlerinde ve birbirlerinin gereksinimlerini kendilerinde tanıyıp
birlikte gerçekleştiremez. Bu, alabildiğine sınırlandırılmış, tek yanlı ve dar ilişki
temelinde nasılsa örgütlenmiş az sayıdaki taraftar, ilişki vb. de, gerçek
gereksinimleri karşılanmamış olarak kaldığından, gönüllü ve bilinçli bir devrimci
üretkenlik göstermekten çok sorun kaynağı olur.
Kaba örgütçü tipi, kitlelerle ilişkisindeki bu içsel çelişkisi, salt dışsal bir engel,
yalnızca kitlelerden, emekçilerden kaynaklanan dışsal bir sınırlanma olarak algılar.
Dış engellenme olarak algıladığı şeye ne kadar yüklenirse yüklensin, çabalarının
çoğunlukla geri teptiğini; salt kitlelerden kaynaklandığını sandığı (oysa çelişkinin bir
yanı olarak aynı zamanda kendisinin ürettiği) sınırlanma ve direnci kırmaya
çalıştıkça bu sınırların büsbütün daraldığını ve direncin güçlenerek kendini geri
ittiğini görerek umutsuzluğa kapılır.
Devrimci diyalektikçi örgütçü ise, kendisinin de içinde olduğu çelişkinin bir yanını,
dış engel olarak mutlaklaştırmadığı gibi, özgürleşmeyi de çelişkiden hayali bir
özgürleşme de görmez. Özgürlüğün, zorunluluğun bilincinde (içsel çelişkinin
kavranmasında) olduğunu bilir; ve bu içsel çelişkiden zorla kurtulma (emekçinin
direncini kırma nafile çabası yerine, çelişkiyi kendini, emekçiyi ve ilişkiyi
dönüştürme ve geliştirmenin temel bir dinamiği haline getirir. Kendi bilinç ve
iradesinin dışında (ve onları alabildiğini kısıtlayan) basmakalıp bir "örgütçülük
rolü"ne uyarlanıp kendini (ve tabii kitleleri) nesneleştirip düş kırıklığına uğratmak
yerine, örgütçülüğü insanlar arası (roller arası değil!) bir ilişki, sinerji ve süreç olarak
kavrar ve geliştirir. Emekçinin kendiliğinden bilincin dönüşümünü, bir süreç
(çelişkinin gelişmesi) olarak görür ve bu dönüşüm sürecine emekçinin etkin
katılımını, kendi kararlarının sorumluluğunu almasını sağlayacak karşılıklı sağlıklı
ve motive edici bir iletişim ortamı yaratır. Dışsal bir engel sayılıp kavranmadığı için
kör zorunluluğu (çelişki) bastırma ya da ondan kurtulma nafile çabası yerine,
gelişme ve dönüşümün (aynı zamanda kendisinden kaynaklanan) iç engellerini, iç
sınırlarını ortadan kaldırmaya çalışır.
Lenin'in kaba yazar ile halkçı yazar arasında belirlediği net ayrım, kaba örgütçü ile
gelişkin 'sinerjik' örgütçü arasında da fazlasıyla geçerlidir. Kaba örgütçü, ilişki
kurduğu işçi ve emekçileri yalnızca düşünmeyen, düşünme yeteneğinde olmayan
değil, irade, kişilik ve sorumluluk sahibi olmayan, olamayacak kişiler olarak kabul
eder. Kitle ilişkilerini "bir biçimde bağlama" kafasıyla hareket eder. Onları kendi
kafasında varolan hazırlop fikir ve varsayımların kalıbına neredeyse zorla
dökmeye çalışır. Oysa günümüzde kaba örğütçülüğün geleneksel, tek ya da bir iki
noktadan hemen "ilişkiyi bağlama" anlayışı tamamen tükenmiştir. Toplumsal kriz,
çözüşme, güvencesizlik ve güvensizlik ortamı işçi ve emekçilerle uzun soluklu, çok
yönlü, örgün ve karşılıklı ilişkiler geliştirebilmeyi şart koşmaktadır. Bu yüzden
devrimci kitle aktivistleri tüm dikkat ve enerjilerini, kitlelerle ilişkileri bir biçimde
"bağlamaya" değil uzun soluklu olarak ilerletmeye, zenginleştirmeye,
niteliklendirmeye yönelmelidir.
Kaldı ki, günümüzde siyasal planda ve kitle ilişkilerinde ne kadar yetkin olursa
olsun, tek tek örgütçülerin işçi ve emekçilerle noktasal ilişki kuruş ve sürdürüşleri de
asla yeterli olmamaktadır. Her komünist kitle aktivisti, başarısına destek olacak,
etkinliğini zenginleştirecek, hareket sahasını ve olanaklarını geliştirecek
genişleyen bir insan ağıyla iletişim kurabilmelidir. O artık yalnız tek tek işçi ve
emekçilerle ya da emekçi gruplarıyla ilişki kurup kendi başına dönüştürmeye
çalışmanın ötesinde çok çeşitli mücadele, ilgi, uzmanlık, beceri, meslek vb. alan-
larından da yaygın bir ilişkiler ağına sahip olması gereken ve işçi emekçi ilişkilerine
daha zengin ve çok yönlü bir gelişme soluğu, motivasyonu ve olanağı taşıyabilmek
için, tüm bu ilişkiler ağını koordine etmesi gereken bir lider de olabilmelidir.
Sendikalardan, sendikal mücadelenin deneyime sahip eski işçilere, direniş yaşamış
ve örgütlemiş işçilere, değişik kurum ve kitle örgütlerine, aydın ve sanatçılara, çok
çeşitli özgül bilgi deneyim, uzmanlıklara sahip kişilere kadar genişleyen ve
zenginleşen, bir ilişkiler ağının koordinasyonu, örgütçülüğün artık olmazsa olmazı
olarak görülmelidir. Örgütçülükle ilk elde doğrudan ilgili görünmese bile bu tür
zengin bir ilişkiler ağının yaratılması hem örgütçünün genel söylemler ve işçilerle
tekdüze ilişkiler içinde tıkanıp kalmaması, toplusal-ekonomik-siyasal yaşamın her
alanıyla ilgili canlı bağlar içerisinden ufkunu ve dağarcığını geliştirmesi, hem de
her birinin doğrudan veya dolaylı katılım ve katkısını sağlayarak kitle ilişkilerine
daha canlı ve zengin bir sınıfsal-politik kültürel çerçeve sunabilmesi açısından
hayatidir.
Sinerjik modelde ise, açık ve dürüst bir karşılıklı iletişim içinde, emekçinin
değişmeye kafaca ve ruhça hazırlanması ve gönüllü katılım ve çabası sağlanır.
Sinerjik örgütçülükte ikinci ilke şudur: Örgütçü, emekçilerin ilk elde ileri sürdükleri
resmi söylemlerin, sorunların altına inmeden ve olayları emekçinin gözüyle de
görmeden ilişkilerini ilerletemez. Örgüt ve örgütçü için çok önemli olan birçok değer
ve formülasyon, emekçiler açısından verili durumlarında hiç de önemli olmayabilir.