You are on page 1of 95

1

KOLEKTİF BİLİNÇ

(toplu yazılar -Alınteri)

DEVRİMCİ ÜRETİM İLİŞKİLERİ ÜZERİNE


Her toplumsal faaliyet tarzı, insanlarda belli türden alışkanlıklar, değer yargıları,
duygusal varoluş biçimleri, kendini anlamlandırma (kimliklendirme) biçimleri, ve
evet koşullanmalar oluşturur. Koşullanmadan kastettiğimiz şudur: Bir insan bir
şeyi ilk kez öğrenirken ya da ilk kez yapmaya çalışırken, muazzam bir enerjiye,
dikkat yoğunlaşmasına ve düşünsel çabaya ihtiyaç duyar, çünkü daha önce sahip
olmadığı bir beceri geliştiriyordur; fakat o işe az çok hakim olduğunda, sürekli
tekrarlamayla, o işi yapması büyük ölçüde düşünsel süreçlerden bağımsızlaşır ve
neredeyse otomatik bir refleks haline gelir. Krupskaya, Lenin'in önerisi ve
desteğiyle kaleme aldığı "Kendine Eğitimin Örgütlenmesi" (1922) başlıklı
broşüründe şunları yazar:

"Alışkanlık kafayı düşünmekten kurtarır... 'Eğer bir hareket birçok kez yapıldıktan
sonra kolay hale gelmezse, eğer her seferinde onun başarılması için bilincin
dikkatli yönetimi gerekliyse, yaşamın tüm etkinliğinin bir veya iki işle yetinmesi
gerektiği açıktır: Böylece gelişmede hiçbir ilerleme olmayacaktır. Bir insan bütün
gününü giyinip soyunmakla geçirebilir: Vücudunun bu hali bütün dikkat ve
enerjisini alacaktır, ellerini yıkamak veya düğmelerini iliklemek her seferinde
çocukluğundaki ilk denemesi gibi zor gelecek ve bütün bu işlerden yorulacaktır....

İkinci otomatik hareketler daha kolay olacağından -bu durumda organik


hareketlere veya orjinal refleks yaklaşımı- isteğin bilinçli çabası hemen yorgunluk
yaratacaktır." (Psikolojinin İlkeleri, William Fames)

Bir cahil yetişkin için hecelemenin ve bazen yarı okur-yazar bir kimse için bir imza
atmanın ne kadar zor olduğunu ve onların bunu başarmak için ne kadar uzun
zaman ve çok çaba harcadıklarını biliriz. Bütün bu süreçlerin tüm dikkatini aldığını
ve bu yüzden okuduğu şeye konsantre olamadığı açıktır. Tüm enerjisi tekniği
anlamaya gider. İşte bu nedenle kişi alışkanlıklarını geliştirmeli ve onları otomatik
hale getirmelidir."

Bir işi, alışkanlık ve giderek 'şartlı refleks' haline getirmek o işi kolayca
yapabilmenin ve ilerlemenin kaçınılmaz yoludur. Gündelik yaşantımızda, böyle,
düşünmeden kolayca yapıverdiğimiz-düğmelerimizi iliklemekten ellerimizi
yıkamaya, yürümekten konuşmaya, vb. en basit hareketlere bile kafa yormak
durumunda kalsaydık, örneğin yürürken, yürümeyi ilk kez öğrenen bir çocuk gibi
her bir adımımızı hesaplamak durumunda olsaydık, yaşamamız imkansız hale
gelirdi.
2

Fakat, diyalektik olarak bu işin yalnızca bir yanıdır. Her alışkanlık, her şartlı refleks,
bir yanıyla yaşam pratiğini hızlandırarak kolaylaştırmanın, ilerletmenin kaçınılmaz
koşuluyken, aynı zamanda bizzat bir alışkanlık ve koşullanma olma niteliğiyle,
daha ileri gelişmenin, yeni beceriler geliştirmenin bir sınırlayıcısı, bir engelleyicisi
haline gelir.

Devrimci basında ilk kez çalışmaya bir devrimci, ilk kez eline kalem alıp haber
yazması gerektiğinde, bu en basit bir haber olsa bile , muazzam bir enerji
harcaması gerekir. Fakat haber yazmak onun için bir alışkanlık haline geldiğinde,
başlangıçta birkaç gün harcadığı 5-10 paragraflık haberi, birkaç hazır formülasyona
sarılarak 5-10 dakikada, fazla bir düşünme gereksinimi duymadan kolayca
yazabilecek hale gelir. İlk kez yazılamaya, bildiri-gazete dağıtımına, örgütçülük
yapmaya çıkacak bir devrimci, her adımını, her kelimesini önceden hesaplamaya
çalışır, muazzam bir düşünsel-duygusal yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar. Bu işler, ken-
disi için rutin bir faaliyet haline geldiğinde ise, neredeyse düşünme ve
yoğunlaşmadan bağımsız olarak yapabilir. Bir insanla ilk tanıştığımızda, onun
düşünce-davranış biçimlerini dikkatle gözlemler ve çözümlemeye çalışırız. Fakat bir
kez tanışıklık ilerlediğinde, alışkanlığa dönüşür ve o insanın düşünce ve davranışları,
bizim için sorun olmaktan, kafa yorulacak şeyler olmaktan çıkar. İlişki geliştikçe
davranışlarını da birbirlerinin davranış biçimlerine göre ayarlarlar ve "veri olarak"
kabul etmeye başlarlar, böylece ilişki de giderek rutinleşir.

İşte böylece, gündelik yaşantımızda fazlaca düşünme ihtiyacı duymadan


yapıverdiğimiz her şey gibi, devrimci faaliyet içerisinde de yapıp ettiğimiz her şey,
her türlü düşünce, duygu, davranış, etkinlik biçimi, sürekli öğrenmeden alışkanlığa
ve koşullanmaya dönüşür. Ve her alışkanlık/koşullanma ilerleme için, faaliyeti
pratikleştirmek için kaçınılmaz olmakla birlikte, aynı zamanda bir gerilemedir,
çünkü giderek bilinç süreçlerinde de koşullanmalar yaratarak insanı sınırlar.

Gündelik yaşantımızdan çok basit bir örnek: Bir yemeği belli bir biçimde
yapılmasını öğrenen ve ancak öyle yapıldığında güzel ve lezzetli olacağına inanan
bir insan, o yemeğin daha farklı bir yöntemle de yapılabileceğini ve belki de o
zaman daha güzel ve lezzetli olacağını aklına bile getirmez. O yemeği farklı bir
türde yapmayı bilen birisi müdahale ettiğinde tepki gösterir. Ve iki kişi bir yemeğin
yapılış tarzı üzerine tartıştığında, bu iki alışkanlık tarzının, iki farklı koşullanmışlığın,
iki farklı inancın ve değer yargısının tartışmasından başka bir şey değildir.

Yaşamak alışmak, alıştıklarıyla savaşmaktır


Demek ki, her alışkanlık ve koşullanma (gündelik yaşantımızda düşünüp
taşınmadan yaptığımız her şey böyle koşullanmışlığın bir ürünüdür) bir ilerleme
olduğu kadar bir gerilemedir. Devrimci faaliyette, belli bir kesitte işleri
kolaylaştıran geliştiren bu tür koşullanmışlıklar, başka bir kesitte, devrimci
faaliyetin bizzat engeli haline gelir. Ve her devrimcinin yaşantısında, yalnızca
kapitalist üretim ilişkilerinden taşıyıp getirdikleriyle sınırlı olmayan, bizzat kendi
devrimci etkinliğinin ve ilişkilerinin bir ürünü olan böyle sayısız (yüzlerce,
binlerce) koşullanma vardır ki, bu koşullanmaların her biri, belli bir şeyin
yapılmasını belli bir dönem kolaylaştırsa-etkinleştirse bile, koşulların değişmesiyle
ters yönde etkide bulunur ve o devrimcinin gelişmesini, her durum ve koşulda
etkinlik gösterme yeteneğini sınırlar. İnsanların kuralları kendileri yapıp sonra da
o kuralların kölesi olmaları gibi, düşüne taşına yaptıkları etkinlikleri de sürekli
tekrarlamayla koşullanmaya dönüşür (ve her davranış biçimi bir inanca, bir değer
yargısına böylece tekabül eder) ve düşünceden bağımsızlaşarak insanı
köleleştirir. Gerçek yaşamın koşulları sürekli değiştiği halde, çoğu devrimcinin,
3

hep belli bir tarz hareket biçiminde ısrar etmesinin nedeni budur.

Belli bir süreci açıklamak için muazzam bir düşünsel çaba harcayarak teorik-politik
bir formülasyon geliştiririz, sonra o formülasyonun basitleştirilmiş biçimlerini sürekli
yineleyerek kendi kendimizi koşullandırırız; o süreç değiştiği halde biz o
formülasyonumuzun her şeyi açıkladığını sanmaya devam ederiz. Belli koşullar
altında etkili olan ajitasyon-propaganda yöntemleri geliştiririz, sonra da kendi
yöntemlerimizin koşullanması altına gireriz, koşullar değiştiği ve artık o yöntem
kitlelerde etkili olmadığı halde o yöntemi bilinçsizce uygulamaya devam ederiz ve
hatta gerçek bizim kafamızdakine (koşullanmış düşünce-davranış biçimimize)
uymadığı için suçu kendi dışımızda ararız ("Kitleler çok geri", vb.). Devrimciler
olarak, belli savaşım koşullarına uygun olarak birbirimizle, belli bir ilişki kuruş
anlayışı geliştiririz; savaşımın koşulları değiştiği halde, hala birbirimizi o anlayışa
uymaya zorlarız. Yeni ilişkileri belli bir eğitim yöntemi ile geliştiririz, fakat sınıf
savaşımının ve emekçi kuşaklarının belli özellikleri değiştiği halde, artık farklı
özelliklere sahip insanlarla karşı karşıya olduğumuz halde, hala aynı yetiştirme-
devrimcileştirme yöntemlerini uygulamada ısrar ederiz. Ve başarısız olduğumuzda
suçu hep kendi dışımızdakilerde ararız; aslında tüm yaptığımız sürekli hareket ve
değişme sürecindeki "dış dünyanın" bizim kafamızdaki donmuş imgelere
uymadığından yakınmaktan ibarettir. Asıl sorun, düşünmeden yapmaya
başladığımız her şeyin bizde aynı zamanda bir inanç, bir değer yargısı olarak
sabitlenmesidir ki (öyle yapıldığında iyi olacağına dair giderek gerçeklerden
bağımsızlaşan bir inanç ve değer yargısı), her durum ve koşulu nesnel olarak
çözümleyip buna uygun yeni düşünce ve eylem biçimleri geliştirmeyi engelleyen de
budur.

Böylece tıpkı, belli bir üretim tarzının belli bir üretim ilişkileri sistemini koşullaması,
fakat donuklaşan üretim ilişkileri sisteminin üretici güçlerin gelişmesini engellemesi
gibi; belli bir devrimci faaliyet tarzı da belli bir devrimci faaliyet ilişkileri sistemi
(ilkeler, değer yargıları, inançlar, davranış biçimleri, yöntemler, yoldaşlar arası ilişki
biçimleri, kurallar, alışkanlılar, koşullanmışlıklar, vb.) doğurur, fakat donuklaşma
eğilimi gösteren bu devrimci faaliyet ilişkileri sistemi, devrimci faaliyetin
geliştirilmesinin ve yeni durumlara uyarlanmasının, yeni fikir ve yöntemlerin,
kadro gelişiminin bir engelleyicisi, bir sınırlayıcısı haline gelir.

İşte tam da bu noktada, "yaşamak, alışmak, alıştıklarıyla savaşmaktır" sözü


devrimci faaliyet açısından da hayati bir önem kazanır. Biz komünistler, bunu
devrimci diyalektik bir yaklaşımla "ilkeli ve esnek olmak" diye ifade ediyoruz.
Yalnızca ilkelere, yani belli bir andaki devrimci ilişkiler sistemine dayanarak
faaliyet yürütmeye çalışırsak, gelişme durur. Yalnızca esnekliği kıstas alırsak, hiçbir
ilke, kural, değer yargısı, alışkanlık vb. tanımazsak bu berbat bir pragmatizmin,
belkemiksizliğin adı olur. Her durum ve koşulda, devrimci sınıf savaşımını
geliştirecek, bizi devrime yakınlaştıracak, uzun veya kısa vadeli olabilecek ilke,
kural, yöntem vb.leri geliştirebilmek, fakat bunların her birinin savaşımın
gereklerine uygunluğunu sürekli incelemek ve savaşımın gereklerine yanıt
vermediği durumda hiç yüksünmeden daha gelişkin yenileriyle değiştirmeyi bilmek
gerekir. Yoksa, insanlarda doğal olarak değerler ve normlar olarak da sabitlenecek
ilke ve kuralların, vb. zamansal ve mekansal olarak ancak belli sınırlar içerisinde
geçerli olabileceğini (bu sınırlar çok dar veya çok geniş olabilir; yalnızca belli bir
dönemi kapsayabileceği gibi, belli ilkeler devrim sonrasını da kapsayabilir; belli
ilkeler yalnızca belli bir örgüt birimine özgüyken bazıları belli bir bölgeyi, bazıları
tüm dünyayı kapsayabilir, vb.) bilmezsek, bizzat kendi elimizle savaşım
kapasitemizi sınırlamış oluruz; koşullardan istediğimiz kadar yakınabiliriz, genç
devrimcilerin beceriksizliğinden yakınabiliriz, oysa gerek koşullardaki değişmelerin
4

farkına varmayarak, gerekse genç devrimcileri ancak belli koşullara uygun bir
faaliyet tarzına koşullandırarak, başarısızlığın koşullarını yaratan bizizdir.

Bir işi belli bir biçimde yapıyor olmak, onunla ilgili her şeyi yaptığımız anlamına
gelmez

Her durumda, gerçeği, birbiriyle çelişen tüm görünümleri ve kendi iç çelişkileriyle


tahlil ederek, kitlelerin moralini ve savaş azmini artıracak, parti çizgisine çekecek
olan, partinin savaş kapasitesini yükseltecek olan, -der Lenin-, "Olayların özel
seyrini tam olarak bulmayı, hissetmeyi ya da saptamayı bilmek" gerekir. Her
durum ve koşula uyacak duygu, düşünce, davranış reçeteleri yoktur, fakat insanlar
hep, belli durumlardan çıkardıkları duygu, düşünce, davranış biçimlerini
mutlaklaştırma eğilimindedir. Böylece, duygu, düşünce, davranış biçimlerimiz,
onları belli dönemlerde koşullayan savaşım ihtiyaçlarından bağımsızlaşarak, kendi
başına amaç haline gelir. Her devrimcinin gündelik pratiği içerisinde, farkında bile
olmadan yapıp ettiği, sırf öyle olması gerektiğine inandığı için yapıp ettiği,
savaşıma bir yarar sağlayıp sağlamayacağını bile düşünmeden yapıp ettiği sayısız
şey vardır. Ve devrimcilerin duygu, düşünce ve davranışlarını düzenleyen, bir kısmı
zorunlu ve yararlı, fakat bir kısmı da sürekli süreç içinde anlamsızlaşan ve
gereksizleşen kendinden menkul hale gelen inançlar öylesine bir tortu ve
kemikleşme yaratır ki, devrimciler sürekli değişen ve gelişen süreçlerin gerisinde
kalmaya, hayatı kuyruğundan takip etmeye mahkum olurlar. Bir şeyi belli bir
şekilde yapmaya koşullanmış ve koşullanmışlığının da farkında olmayan -zaten
sorun da buradadır- bir devrimciye, o işin farklı ve daha gelişkin biçimde yapılış
tarzını göstermeye çalıştığınızda çoğunlukla tepki görürsünüz (tabii onun gözünde
bir otorite değilseniz!). Koşullanmışlık her zaman bir inanç ve değer yargısıyla
sabitlenmiş olduğundan, sizin kaygınız onu ve üretkenliğini geliştirmek olduğu
halde, o bunu kişiliğine bir saldırı olarak algılar, örneğin yeteneksiz ve beceriksiz
olduğunu ima ettiğinizi ya da ukalalık yaptığınızı düşünür.

Ve herkes kendi yaşam deneyiminden bir şeyi belli bir şekilde yapmayı
öğrendikten sonra, yani belli bir şekilde yapmaya koşullandıktan sonra, farklı bir
şekilde yapmaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Klasik gitar çalmayı
öğrenen birisi, gitar çalmayı öğrenmiş olmaz, yalnızca gitarı belli bir biçimde
çalmayı öğrenmiş olur. Ve klasik tarza göre ayarlanmış, algılarını, "otomatikleşmiş"
reflekslerini, alışkanlıklarını kırmadan, gitarı, örneğin caz ritmine göre asla
çalamaz. (Ve tersi). Gitarı caz ritminde çalabilmesi için sinir sisteminde kodlanmış
olan klasik gitar algı ve reflekslerini olabildiğince "unutması" ve, en baştan
başlayarak bu kez caz ritmini, buna uygun algı ve refleksleri sinir sisteminde
kodlayabilmesi gerekir.

Tıpkı insanın klasik tarz gitar çalmayı öğrenmekle, gitar çalmayı değil, ancak belli
bir tarzda gitar çalmayı öğrenmiş olması, fakat gitar çalmayı öğrendiğini sanması
gibi; bir devrimci de bir işi belli bir tarzda yapmayı öğrenmekle o işi yapmayı
öğrenmiş olmaz, yalnızca belli bir tarzda yapmayı öğrenmiş olur, fakat o işle ilgili
her şeyi öğrenmiş olduğunu sanır. Bu da onun gelişiminin alabildiğine yavaşlatır ve
sınırlandırır. Oysa ki, bir işi ve her işi yapmanın birden fazla yöntemi olduğu gibi,
bizim belli bir anda bilebildiğimizden ve yapabildiğimizden daha gelişkin ve etkin
yapma olanağı her zaman vardır. Fakat bunun için, Stalin'in vurguladığı gibi,
"Olanak henüz gerçeklik değildir, bir olanağı gerçeklik haline getirmek için
öncelikle kendiliğinden gidiş oportünist teorisini reddetmek gerekir." (Diyalektik
Üzerine) "Bundan alası olamaz" dediğimiz anda ya da daha kötüsü, o işin daha
farklı ve gelişkin biçimde yapılabileceğinin farkında bile değilsek, daha iyiye
götürecek arayışa girme ihtiyacını kendi ellerimizle öldürüyoruz, kendi kendimizi
5

sınırlıyoruz demektir.

Gündelik-oportünist bilinç ve devrimci bilinç


Bir devrimci, belli bir takım işleri belli bir tarzda yapmayı öğrenmekle devrimciliği
öğrendiğini sanır; oysa ki tüm öğrendiği sınırlı bir takım işleri sınırlı bir tarzda
yapabilmektir, gerçek devrimcilik ise, sınırsız bir öğrenme sürecini ve sınır
tanımamayı zorunlu kılar.

Bizim her öğrendiğimiz ve her yaptığımız, hem daha ileri öğrenmelerin ve daha ileri
yapmaların olanaklarını yaratır hem de bu olanakları değerlendirmemizi engeller
ve bizi sınırlar. Her yeni bilgi, hem daha ileri bilgilere ulaşmanın bir aracı hem de
daha ileri bilgilerin inkarıdır. Her etkinliğimiz, daha gelişkin etkinliklerin hem
olanağı hem inkarıdır.

Olanakları değerlendirebilmek, inkarların üstesinden gelebilmek için, öncelikle


dünyaya kuyunun ağzından bakmayı terketmek gerekir. Kuyu, kendi sınırlı
etkinliklerimizi ve bilgilerimizi mutlaklaştırarak koşulladığımız ve dolayısıyla
sınırladığımız, her şeyi tek mümkün şey olarak algılayan gündelik, sığ bilincimizdir.
Ve buradan da, özel eylem kesitlerinde değilse bile her günkü devrimci
pratiğimizde, düşünmeden-tasarlamadan yaptığımız her şeydeki oportünizm
görünür hale gelir: "Yaptığımız şey yapabileceğimiz şeydir ve yapabileceğimiz şey
de zaten yapmakta olduğumuz şeydir!"

Bu yüzden gündelik bilinç, oportünist bilinçtir. Kendi kendini sınırlayan bilinçtir.


Koşullanmış fakat kendi koşullanmışlığının farkında olmayan, alabildiğine sınırlı
fakat kendi sınırlanmışlığının bilincinde olmayan bilinçtir. Gündelik bilinç, dünyaya
bu koşullanmışlıkların içinden baktığı için, onu ancak bu koşullanmışlıklarına uygun
yanlarından algılayabilir -uymayan yanlarını ise her zaman başkalarının "suçu"
olarak görür-, ve söylemeye gerek bile yok, belli bir anda mümkün olan kavrayış ve
etkinliklerin ancak en geri, en sınırlı olanlarını gerçekleştirebilir: Gelişmesi
olağanüstü yavaştır! Ve yine bu yüzden, böyle bir bilinç yapısı, insanın kendi pratik
etkinliğinden ve toplumsal ilişkilerinden, mümkün olanın ancak asgarisini
öğrenebilir. Gerçekliğe bakışını kendi -farkında olmadığı- koşullanmışlığı ile
koşullandığından, gerçekliğin yalnızca buna uygun olan yanını görür ve
"gelişmelerin kendisini doğruladığına" inanır, ne de olsa gerçekliğin o sınırlamalar
içerisinde doğru olan ya da doğru görünen bir parçası, bir yanı, bir kıymığı her
zaman vardır, bu da onu fazladan hoşnut edip, daha fazlasını öğrenme ve yapma
ihtiyacından alıkoyar. Taa ki, duvara toslayıncaya kadar! Ta ki, belli sınırlar
içerisinde geçerli yöntem, anlayış ve algılarla bir şey yapmak imkansız hale ge-
linceye kadar! Ancak ondan sonra, tüm kavga gürültü ve başkalarını suçlamalardan
sonra, gözlerini kendisine çevirip nerede hata yaptım diye sorar. İşin tuhafı pek bir
hata da yapmamıştır, yalnızca sürekli yapabileceklerinin en azını yaptığından,
gerçeklikle arasındaki açı farkı sürekli artmış, en sonunda kendisi için olup bitenler
tamamen kavranamaz ve değiştirilemez hale gelmiştir! O noktada da büyük bir
umutsuzluğa kapılması, ya gerçekliğin değiştirilemez olduğuna hükmetmesi ya da
kendinde, o ana kadar yapıp ettiklerine büyük bir güvensizliğe düşmesi kaçınılmaz
olur.

BASMA KALIP DÜŞÜNCELER


İnsan ilişkilerinde toplumsal grup, aidiyetler öylesine belirleyicidir ki tanıdığınız
6

tanımadığınız herkese karşı kestirmeden buna göre tutum alırsınız. İlk tanıştığınız
bir insanın hemen, farkında bile olmadan toplumsal kimliğini aidiyetini
öğrenmeye çalışırsınız: Yöresi, Kürt, Alevi, üniversite öğrencisi, belediye işçisi,
işsiz, ev kadını, sendikacı, lümpen, aydın, Fenerbahçe fanatiği, dinci, MHP'li,
sosyal-demokrat, devrimci, vb. vb...

Kafanızda mevcut tüm toplumsal gruplandırmalara ilişkin, hazır, değişmez, kalıp


yargı ve tutumlar vardır. Yeni tanıştığınız kişileri kafanızda bir kez bu
kategorilerden birine soktuktan sonra çoğunlukla, onları daha yakından tanıma,
farklı özeliklerini öğrenme gereği bile duymazsınız.

Kuşkusuz, verili 'toplumsal kimlik' kalıpları insan ilişkilerinde büyük kolaylık sağlar.
Herkese zahmetsizce bir 'toplumsal etiket' yapıştırırsınız. Ve o etikete ilişkin
kafanızdaki hazır tutum kalıbı neyse, hiç düşünmeden hemen ona başvurursunuz.

Ne var ki, bu "kolaylık" bir yerden sonra devrimciler açısından gelişmenin başlıca
bir engelleyicisi, bir iç engeli haline gelir. En başta berbat bir düşünce ve hareket
tembelliğine yol açar. Her yeni kişi, durum ve olayı olabildiğince tüm yanlarıyla
kavramaya çalışmak yerine, yalnızca görünen bir iki özelliğine bakarak hemen
kafanızdaki hazır kümelerden birine sokarsınız, olur biter!

İşte sık rastlanan bazı kalıp yargı (hazırlop kümelendirme) örnekleri: "Tüm
sendikacılar sendika ağasıdır. İşçilerin sırtından geçinir ve işçileri aldatırlar", "Geri
bilinçli işçiler eylemden korkar, sendikacıların sözünden çıkmazlar", "Ev kadınları
politikayla ilgilenmez ve anlamaz", "Aydınlar kendini beğenmiştir ve sıkıya
gelmezler", "Reformist parti ya da filanca örgüt taraftarları mızmızdır. İnsanı yarı
yolda bırakırlar, eylemde ilk kaçan olurlar", "Bedel ödemekten korkanlar devrimci
olamazlar", vb.

Herkesin kafasında bunlara benzer sayısız yargı vardır. Birçoğu belli bir zaman
kesiti için gerçekten doğru olabilir ya da doğruluk payı içerebilir. Sorun bu değildir.
Asıl sorun, kalıp yargıların mutlak ve asla değişmez kabul edilmesidir. Dahası şu
veya bu özelliği ile hemen bu hazır kümelerden birine sokulan insanların o kalıp
yargıya konu olan tüm özellikleri gösterdiğinin varsayılmasıdır. Üstelik bu tür kalıp
yargılar, insanların kafasından çoğunlukla bir duygusal yüklemeyle (tutumla)
birlikte varolur.

'Toplumsal etiket'
Belli bazı düşünce ve davranışlarını hemen genelleyip kategorize ettiğiniz
insanları, kafanızdaki hazır kalıplarla yargılayıp infaz ediverirsiniz. Diyelim ki,
devletten yasalardan, işini kaybetmekten çekindiğinde, "geri bilinçli", "politikayla
ilgilenmez", reformist veya oportünist olduğuna kaba bir genellemeyle
hükmetmenizle, soğuk, horgörülü, yok sayıcı, hatta düşmanca bir tutum almanız
bir olur.

Böylesine kalıpçılığın devrimcilerin düşünme ve hareket olanaklarını daha baştan


alabildiğine sınırlandıracağı açıktır. Birçok devrimci, birtakım haklı ve doğru
yargıların yanında alanındaki çoğu insanı daha doğru dürüst tanımadan "kaşının
üstünde gözü var" kümesine kaydeder ve yok sayar ya da hor görür. Böyle
devrimciler çoğu zaman burunlarının dibindeki toplumsal siyasal olanakların dahi
farkına varmaz. Çalışma yürüttüklerini sandıkları çevre ve alanlarda, kendi
kendilerini adeta tecrit etmiş olarak ömrü billah birkaç kişiyle sınırlı bir darlık ve
kısırlıkla debelenip dururlar.
7

Basma kalıp düşünce, duygu ve davranış tarzı, tamı tamına formel mantığa tekabül
eder: Biçimsel, sığ, olgucu, mekanik Aristo mantığı! Basma kalıp düşünce, her tekili
(birey ya da olgu) zamanda değişmez, mutlak bir kümenin öğesi olarak görür. Ve
hep sınırları kesin belirli, değişmez kümelendirmelerle düşünür. Kümelerin zaman
içindeki değişkenliklerini de küme sınırlarının esnekliği ve geçişliliğini de yok sayar.

Basma kalıp düşüncenin kümelendirme mantığı mutlakçı ve keyfidir. Belli bir


özelliği ile A kümesine koyduğu kişi ya da olgunun başka özellikleriyle pekala B,
C ... kümelerine de girebileceğini düşünmez. "Ya şu ya da bu" diye düşünür. "Şu
kümesi" ile "Bu kümesi" arasında aşılmaz ve çoğu durumda keyfi bir sınır çeker.

Örneğin "Bedel ödemekten çekinenler devrimci olamaz" (Ya şu ya bu) yargısını


alalım. Buna göre bir insan ya devrimcidir ve gözünü budaktan esirgemez ya da
çekinir, o zaman devrimci değildir. Oysa gerçek yaşamda bu ikisi arasında sonsuz
geçiş biçimleri vardır. Devrimcileşme sürecinde yavaş yavaş çekincelerinden
sıyrılanlar olduğu gibi, yılların devrimcisi olduğu halde açık ya da örtük çekinceleri
olan az mı kişi vardır? Devrimcileşme, çoğunlukla gel-gitler, koşullara göre
gerileme ve sıçramalarla dolu bir süreçtir. Bu süreçte çekinceler ve ataklık iç içedir.
Belli bir dönem ileri sürdüğü korku ve çekinceler nedeniyle yüzüne bakmadığınız bir
işçi veya genç, farklı dönem ve koşullarda gözü karalığıyla sizi şaşırtabilir.
Şaşırmanızın nedeni onu dönemden ve koşullarından bağımsız, basmakalıp ve
yüzeysel değerlendirmeniz, içsel dinamik ve eğilimlerini kavramaya çalışmamış
olmanızdır.

Örneğin antifaşist sokak militanlığının, devrimciliğin tek ve mutlak kıstası


sayılmasını alalım. Gerçek yaşamda ise, eylemlerdeki gözü karalığına karşın yaşam
tarzıyla, pek çok düşünce ve davranışıyla pekala reformist, hatta liberal "kümesine
düşebilecek" antifaşistler az mıdır? Her durum ve koşulda fiili durum yaratma
mantığıyla hareket eden, fakat kitle çalışması, okuma vb. gibi azıcık bilgi ve
beceri, sabır ve sebat gerektiren diğer her türlü devrimci işte kararlılığı hemen
sıfırlanıveren az mı devrimci vardır? Diğer taraftan ilk elde fiili eylemciliğin kıyısın-
dan bile geçmek istemeyecek, ancak sınıf, devrim ve sosyalizm mücadelesine
aktif ya da dolaylı pek çok katkıda bulunabilecek çok kişi vardır.

Basma kalıp düşüncenin kavramları (kümelendirmeleri) ezeli ve ebedidir. Bu


yüzden gerçekliğin özsel devinimini, hareket ve değişimini kavrayamaz. Bir tekili
(kişi ya da olgu) veya kümelendirmeyi (kişiler ya da olgular kümesi) ya değişmez
saydığı özellikleriyle ya da zaman içinde ortaya çıkan yeni ve farklı özelliklerine
göre tanımlar. Kalıp yargısıyla ona sığmayan belirtiler arasında gidip gelir.

Örneğin bir bakarsınız, aydınları, sendikaları, reformist partileri, İHD gibi


kurumları, toptan ve mutlak olarak satılmış, burjuva vb. sayar. Bir bakarsınız,
bunların bazı kesimlerini farklı tutumlarıyla (örneğin F tipine karşı mücadelede)
karşılaşınca bu kez bunları toptan abartır ve tüm mücadeleyi onlara bağlar! Ya da
diyelim ki kalıplaştırdığı klasik yarısömürge tanımına uymayan belirtilerle (Derviş,
Bush mektubu gibi) karşılaşınca, hiçbir çözümleme yapma gereği duymadan
hemen "sömürge" tespiti yapıverir. Belli koşullarda en militan olarak bildiği kişilerin
mızmız ve pasif tutumlarıyla ya da reformist partilerle hareket eden veya MHP'ye
oy vermiş işçilerin mücadeleci tutumlarıyla karşılaşınca apışıp kalır.

Aristo mantığının bir sorunu, mutlaklık atfedilen ve tüm bir akıl yürütmenin
üzerinde yükseldiği başlangıç önermesinin, her durum ve koşulda, o kümeye
sokulan her öğe için doğru olabileceğidir. Örneğin kocasına karşın devrimci olmuş
birçok 'ev kadını' vardır, tabandan kopmamış ya da taban kabarışıyla farklı tutum
geliştirebilecek sendikacılar vardır. Bir dönem liberalizmle sarhoş olduğu halde
8

küreselleşme ve AB cilasının dökülmesiyle yeniden yüzünü Marksizme dönen


aydınlar olabilir. Geri bilinçli diye tanımlanan bir işçi direnişte en öne fırlayabilir,
vb.

Kuşkusuz bu belirlenimli hiçbir şey yoktur, her şey olabilir filan anlamına gelmez.
Her şeyin koşullardaki değişim ve iç gelişme eğilimleri açısından kavranması
gerektiği alamına gelir.

Sınırlar karşıtların birliğidir


Her mutlak, ancak belli koşullar ve sınırlar içinde mutlaktır. Kaldı ki sınırlar da
mutlak değil, göreli ve geçişlidir. Her kümelendirmenin merkezinden sınırlarına
doğru gidildikçe o kümeye atfedilen özellikler bulanıklaşmaya, o kümeye
uymayan özellikler de artmaya başlar.

Örneğin kemikleşmiş düzen partisi kadroları, sendika ve kitle örgütü bürokratları


ayrıdır, belli hatta uzunca bir dönem bunlara bel bağlayan, bunlarla birlikte
davranan kitle tabanları ayrıdır. Bunların sözünden çıkmayan, hatta aynı söylem
ve değer yargılarına başvuran pek çok işçi ve emekçi, kendi gerçek sınıfsal istek ve
özlemleri doğrultusunda harekete geçtiği an kendisini sandığı aynı söylem ve
yargılarla karşı karşıya gelir ve bir bilinç dönüşümü sürecine girer.

Basma kalıp düşünce, insanları (ve olguları, olayları vb.) birbirinden ayırt etmek
için yaptığı kümelendirmelerin merkezinde genellikle isabet kaydeder. Bir düşünce
ve tutum kolaylığı sağlar. Fakat ayırt etmek, her zaman sınır çekmektir ve sınırlar
her zaman esnek geçişli, belirsizlik bölgesidir. Bu yüzden bir kalıp yargıyı kendi
sınırlarına doğru ittiğimizde o geçerliliğini yitirmeye, karşıtına dönüşmeye başlar.
"Eylem yapmaktan çekinen bütün işçiler geri bilinçlidir" gibi bir basma kalıp
düşünceyi mantıki sonucuna (sınırlarına) iterseniz, "Devrimci öğrenciler ders
çalışmaz, mezun olmayı düşünmez" gibi tuhaf bir sav elde edersiniz. İşte bu yüzden
basma kalıp düşünce her zaman esnek ve geçişli olan sınır bölgelerinde kaçınılmaz
olarak iflas eder. Sınır bölgesinin bir o yanına bir bu yanına yalpalayıp durur.

Örneğin çoğunlukla sendikal bir işçilik bilincinden dahi uzak olan küçük işyeri işçileri,
proletaryanın bir parçası mıdır, değil midir? Onları "bildiğimiz" sanayi proletaryası
gibi tanımlar ve yaklaşırsanız, çoğunlukla başarısız olursunuz. "İşçi olmayanlar"
olarak dar antifaşist temelde yaklaşırsanız, belki daha kolay örgütlersiniz, fakat bu
kez de çoğunlukla olduğu gibi kendi sınıfının mücadelesinden koparırsınız.

Örneğin birçok devrimci, dünyayı "biz" (kendi örgütü ve örgüt çevresi) ile "biz
olmayan" (kendi örgütü dışındaki herkes ve her şey) diye böler. Bu öylesine mutlak
ve kesin bir sınır çekmedir ki, "biz" mutlak iyi, geri kalan bütün dünya "beş para
etmez" dir. Oysa "biz" içinde özellikle sınırlara doğru gidildikçe "biz olmayan"
(düzen içi duygu, düşünce, davranış vb.) pek çok şey yok mudur? Ve "biz
olmayan"lar içinde (hatta kimi zaman en horgörüyle yaklaşılan kesimler içinde
bile) "biz"e yakın ya da yaklaştırılabilecek pek çok toplumsal dinamik ve kişi yok
mudur?

Gerçek şu ki, basma kalıp düşünce ve davranış ve onun "ya şu ya bu" mantığı,
görelileşen ve geçişli sınır bölgelerinde tüm geçerliliğini ve tutarlılığını yitirir. Sınırın
birbirine karşıt iyi yanı arasında yalpalayıp saçmalamaya başlar. Çünkü basma
kalıp düşünce, çelişkiyi konu edindiği şeye içsel olarak kavrayamaz. Her şeyi kendi
kendisiyle özdeş sayar ve böylece dondurur.
9

Diyalektik içinse hiçbir şey kendi kendine özdeş (mutlak, değişmez) olamaz. Her
şey hem kendisi (önceden bilinen özellikleri) hem de kendi başkasıdır (zaman için
geçirdiği değişiklikler, kazandığı yeni özellikler, vb.) İşte bu yüzden hareket ve
değişim ve dolayısıyla her şeyin her şeyle göreliliği, geçişliliği ve sınırları
diyalektiksiz kavranamaz. Diyalektik Aristo mantığının iflas ettiği sınırların
mantığıdır. Bir şey sınırına yaklaştıkça, artık "ne şu ne bu" hem de "hem şu hem
bu" dur. Sınırlar karşıtların birliğidir. Her şey kendi sınırlarına doğru kendi karşıtıyla
iç içe geçmeye ve çatışmaya başlar. Değişim sınırların değişmesinden başka bir şey
değildir, iç çelişkinin belli bir yönde ilerlediğini gösterir. Bu kavranamazsa, hazırlop
kalıp yargılara göre kümelendirdiğiniz insanların, bundan farklılaşan özelliklerini,
dolayısıyla o kümeyle ve kendi içindeki çelişkilerini göremez, onu
dönüştüremezsiniz!

YENİ DEVRİMCİ KUŞAK


Emekçilerin başta devlet olmak üzere (kendilerini ezen) düzen kurum ve
kurallarına bağlanmasının temelinde -bunların kırıntısal ve çarpıtılmış biçimde
karşılar göründükleri- toplumsal ihtiyaç ve beklentiler vardır. Toplumsal
ihtiyaçlardan yalnızca beslenme, barınma, sağlık, cinsellik, güvenlik gibi maddi
olanları anlamamak gerekir. Önde gelen ve başlı başına bir toplumsal ihtiyaç da,
bireylerin kendilerini toplumsal varlık olarak ifade etme ve gerçekleştirme
ihtiyacıdır. Bireyler kurumlar yoluyla toplumsallaşırlar, toplumsal bir kimlik ve
anlam duygusu edinirler, manevi varoluşlarını temellendirirler. Kurumlar yoluyla
belli gelenekler, adetler, alışkanlıklar, ortak inanç ve değer yargıları, düşünce ve
davranış biçimleri edinirler.

Düzenle uyumlu, onu meşru ve doğal kabul eden bireyler de düzen kurumları
içinde şekillenirler. Toplumsal "ilişkilerin raslantısal ve sıçramalı karakteri,
kurumlar içerisinde ve kurumlar aracılığıyla bir disiplin, süreklilik ve 'düzenlilik'
kazanabilir. Dolayısıyla egemen toplumsal yapılar, egemen üretim tarzı ve
ilişkilerinin az çok düzenlilik (sabitlik) kazanmış sonuçları olmakla kalmaz, benzer
ilişki biçimlerinin hiç durmadan yeniden üretilmesini sağlar. ... Çünkü kurum
'kolektif benlik'tir, insanlar için gerçekte kendi ürünleri olan kurumlar kendi
varlıklarının temeli ve nedeniymiş gibi görünür. Bireyin içinde yer aldığı düzen
kurumlarıyla ilişkisi, maddi temelleri olan, fakat derin ve çoğunlukla kör bir manevi
bağımlılık ilişkisidir. Çünkü kurumu oluşturan bireyler yalnızca dünyanın geri
kalanına ve birbirlerine değil kendilerine de aynı (köreltici) manevi iklim içinden
bakar, kendi konumları onlara doğal, meşru ve kaçınılmaz görünür ve kurum
içindeki çelişkiler gümbürtüyle patlak vermedikçe onlara olmazsa olmaz gibi
görünen bu manevi iklimi kendi başlarına yırtıp çıkaramazlar." (Murat Dil,
Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri, Şubat Basım Yayım, Eylül 2000)

Toplumsal ilişkiler bir sistem dahilinde düzenli işledikçe, ezilenlerin bilinç ve


davranışları da, kendi ürettikleri bu ilişki ve kurumlarca (kurumlaşmış ilişkilerce)
belirlenir. Düzen kurum ve ilişkileri, kendini yeniden üretebildiği ölçüde, uyumlu
bireyler ezici çoğunluktadır. Burada önemli olan, düzen kurumlarının, ezilenlerin
(kırıntısal ve çarpıtılmış biçimde de olsa) hangi maddi-manevi ihtiyaçlarına denk
düştüğü kadar, onları önceden belirlenmiş bir bilinç-davranış-ilişki çerçevesine
uyarlayıvermesidir. Başka deyişle bu kurumlar içinde ezilenlerin beli bir (yanlış)
bilinç ve ilişki tarzını, farkında olmadan, hatta gönüllülükle yeniden üretiyor ol-
malarıdır.
10

Ne var ki ezilenleri kapsayan her düzen kurumu bizzat iç çelişkileriyle kaçınılmaz


olarak bir düzensizleşme ve çözülme sürecine girer. Ezilenler, artık hiçbir gerçek
istek ve beklentilerine, özellikle kendi toplumsallıklarını ifade etme ve
gerçekleştirme ihtiyacına yanıt vermeyen kurumlara hızla yabancılaşmaya
başlarlar. İçinde yer aldıkları kurumlarını kendi amaçları olarak görürken, kurumun
amacının kendi amaçlarından çok farklı ve karşıt olduğunu sezmeye başlarlar.
Eskimiş kurumsal ilişkiler çerçevesinin dağılma sürecinde de, sistemin artık kendini
yeniden üretemez hale gelmesi de insanların bilinç ve davranışlarına yansımaya
başlar. Eskimiş kurumsal ilişkilerin tıkanma ve çözülme derecesine bağlı olarak
düzenle uyumsuz, onun dışına çıkan ya da çıkmak isteyen bireylerin sayısı artar.
Eskimiş toplumsal ilişkiler çerçevesi içerisinde artık maddi ve manevi ihtiyaçlarını,
kendi toplumsallıklarını ifade edemeyeceklerini ve gerçekleştiremeyeceklerini
gören, tıkanmış eski kurumsal ilişkilerinden kopmaya başlayan bireylerin sayısı
arttıkça bunlar birbirlerini bulmaya, faklı düşünen ve davranan ya da bunun arayışı
içindeki yeni muhalefet platform ve akımları doğmaya başlar.

"Dipten gelen dalga"


Türkiye'de toplumsal mayalanma süreci işte tam da bu noktaya doğru
evrilmektedir. Toplumun ezilen eski ilişkiler çerçevesinde muazzam bir sıkışma ve
boğuntu yaşayan her sınıf ve kesiminden yeni bir devrimci kuşağın (21. yüzyılın
ilk devrimci kuşağı!) filizleneceği ve zaten filizlenmeye başladığı verimli toprak da
işte eskimiş düzen ve kurumların bu dağılma sürecidir.

Teorik olarak doğru olan pratikte de kendisini göstermektedir. Daha radikal,


militan, giderek yasadışı savaşıma daha açık, devrimci şiar ve davranış tarzlarını
benimsemiş, bunun arayışı içindeki işçi ve gençlik grupları, henüz çok yaygınlaşmış
olmasa da şimdiden boy vermeye başlamıştır. Son 1 Mayıs tablosu, mevcut
devrimci hareketin alabildiğine dar, kısır ve kapalı söylem ve çalışma tarzıyla
neredeyse "Bize gelmeyin" diye haykırsa da, bu toplumsal mayalanma ve "dipten
gelen dalga" ile yeniden beslenmeye başladığını göstermiştir. Yeni öncüleşmekte
ve devrimcileşmekte olan çok daha geniş bir işçi ve gençlik kesimi ise, mevcut
devrimci harekete ciddi bir güvensizlikle, mesafeli bir duruş içinde yakından ya da
uzaktan gözlemlemeyi tercih etmektedir.

Bunlar kadar önemli bir gelişme de şu veya bu dönem aktif savaşımın önünde yer
almış, sonrasında tempo kaybetmiş, yıpranmış eski kuşakların içinde
yaşanmaktadır. Devrimci savaşımın içinde yer alıp şu veya bu nedenle örgütlü
savaşımın dışına düşmüş olsa da devrimci niyet ve eğilimini yitirmemiş olanlar,
reformist mızmızlık ve bürokrasi partilerinde aradıklarını bulamayanlar, bir dönem
neoliberalizmin caf caflı vaatlerine yalpa vurmuş aydınlar, '89-92 bahar
eylemlerinin başını çekmekle birlikte sonrasında geleneksel sendikalarla yıldızı
barışmayan kıyıya itilmiş vd. kesimler içerisinde, yüzünü yeniden devrimci
harekete dönmüş ve güven arayan, hiç olmazsa yardımcı olmaya hazır, fakat en
önemlisi yaşadıkları başarısızlıklardan özeleştirel dersler de çıkarmış ve savaşımın
tıkama ve geliştirilmesine ciddi biçimde kafa yoran azımsanmayacak sayıda insan
vardır. Hatta tükenme noktasında olan bazı sendikalar, yıllardır tecrit etmeye
çalıştıkları sosyalist eğilimli aydınlara ve bahar eylemlerinin öncü devrimci işçilerine
'uzman kadrolar' olarak yer vererek tabanla kopmuş bağlantılarını yeniden
geliştirmeye çalışmaktadır.

"Yapacaksa devrimciler yapacak"


Kuşkusuz komünistlerin bu kesimlere yaklaşımı "Kim olursan ol gel" olamaz.
11

Ancak komünist ve devrimci hareketteki nitelikli kadroların ciddi seyrelmesi


düşünüldüğünde birçoğu kendi alanlarında önemli deneyim ve birikim, uzmanlık
sahibi bu kesimlerde 'ilkeli ve esnek' bir yaklaşımla, birlikte yapılabilecek birikim
ve uzmanlıklarını süzerek aktif savaşım ve genç kuşakların eğitilmesini açacak
pek çok olanak gelişmektedir.

Yeni devrimcileşen kuşak içerisinde de mevcut devrimci hareketin alabildiğine


kapalı ve genel geçer söylemleri, teorik zaafiyeti ve yüzeysel ajitasyonculuğuyla
asla tatmin olmayan dünyada ve Türkiye'deki hızlı gelişmeleri büyük bir merakla
anlamaya çalışan, bilgiye aç, okumaya, toplumsal-politik sorunlara kafa yormaya,
Marksizmi daha derinden kavramaya istekli gençler de boy vermeye başlamıştır.
İşçi sınıfı içerisinde de eğitim ve kavrayış düzeyi görece yüksek, dar sendikal pratik
ve sorunların ötesine geçen bir ufuk geliştirmeye çalışan, okumaya, öğrenmeye
hevesli kesimler yetişmektedir. Bugün komünist ve devrimci hareketin dar
pratikçiliği ve dar inanççılığının ötesine geçebilmek için her zamankinden fazla
düşünebilen, ışıldayan, yaratıcı ve geliştirici kafalara, alabildiğine daha gelişkin bir
"yazılım" (teorik-siyasal birikim) ve "donanım" (siyasal- toplumsal beceri)
düzeyine ihtiyacı vardır. Öyleyse ezilen sınıf ve kesimlerin en militan ve gözü kara
kesimleri kadar en iyi "kafalarını" ortalamanın üzerinde bilgi, beceri ve giderek
uzmanlık sahibi üyelerini kazanmak, devrimcileştirmek temel bir görev olmalıdır.

Kuşkusuz meydan boş değildir. Burjuvazi, kitlelerin çürüyen düzen ve ilişkiler


cenderesine tepkisini, çıkış arayışını rejimini yeniden yapılandırmanın (daha etkin
bir egemenlik biçimi ve organizasyonun) payandası yapmaya çalışmaktadır. "Yeni"
düzen partisi girişimleri, liberal İslamcı, neokemalist, sosyal demokrat, neoliberal
oluşumlar birbirini izlemekte, "sivil toplum" organizasyonları geliştirilmeye
çalışmakta, gençlik içinde çevreci, yeşilci, liberal anarşist, neofaşist, neokemalist
akımlar özendirilmekte, güçlendirilmiş ve sayısı her gün artan baskı ve denetim
aygıtlarının yanısıra, toplumsal mayalanma yeni, düzen içi esnek kurumlaşma
modelleriyle, yeniden düzene, faşist diktatörlükle sentezlenmiş tekelci liberalizme
emilmek istenmektedir.

Ancak komünistlerin ve devrimcilerin sorunu karşı devrimin ne yaptığı kadar


kendilerinin ne yapmadıklarıdır. Komünist ve devrimciler bugün tüm darlıklarına,
zayıflıklarına karşın halen toplumsal muhalefetin en dinamik ve sınıfın gelecek
damarıdır. Yukarıda değindiğimiz ya da değinmediğimiz kesimler içinde ona en
uzak duranlar, en güvensiz olanlar bile onlarla bir gönül bağı kurabilmekte, fakat
daha önemlisi, açık ya da örtük olarak onlardan umut ve güven verici, daha
gelişkin ve çözüm üretici mücadele açılımı beklemektedir. Bugün ezilen sınıf ve
kesimlerin aklı başında temsilcilerinden, hatta bazı sendikacılar, reformist parti
üyeleri, aydınlardan en sık duyduğumuz cümlelerin "Bu ülkede sendikacılık,
muhalefet partileri, aydınlar bitti artık. Yapacaksa devrimciler yapacak, Fakat
onlar da..." diye başlaması rastlantı değildir.

Tarihin bir yandan en ağır darbelerini indirirken diğer yandan komünist ve


devrimcilere sunduğu bu avantaj iyi değerlendirilmeli, bu toplumsal güven ve
geleceği temsil gücü muhakkak kazanılmalıdır.

Temel halka başta işçi sınıfı, ezilen sınıf ve kesimlerin mücadele istekliliği artan, en
dövüşken ve aklı başında temsilcilerinin, yeni devrimcileşmekte olan kuşağın
kazanılmasıdır.

Hayır, "kafa sayısını" artırma anlamında bir kazanma değil. Bu tür bir
"kazanmanın" sonucu Gazi kuşaklarınnı başına gelenden pek farklı olmayacaktır.
Komünistlerin sorunu "nasıl olursa olsun" ve "bir biçimde" kitleselleşmek değildir.
12

Böylesi dönemlerde, sırf dar antifaşizm ve antiemperyalizmin rutin prosedürüyle


ya da genel bir devrim ve sosyalizm propagandasıyla dahi belli bir "kitleselleşme"
sağlanabilir. Fakat devrimci proleter sınıf savaşımı ve örgütçülüğün daha gelişkin
bilgi ve becerisi olmadan, nitelikli ve becerili kadro zincirleri yaratılmadan
gidilebilecek fazla bir yer olmayacaktır. Komünistlerin hedefi, tek tek öncü işçi ve
emekçileri yalnızca bir inanca ve dövüşkenliğe örgütlemek değil, asıl olarak kendi
sınıflarının, fabrikalarının, sektörlerinin, semtlerinin, okullarının, doğal çevrelerinin
birer savaşım örgütleyicisi, devrimci sosyalist temelde bilinçlendiricisi haline
getirebilmektir. Savaşımın çekirdeğini oluşturacak nitelikli kadrolar, savaşımın
belkemiğini oluşturacak politik kitle çalışması aktivistleri... Her türlü bedeli göze
almış olsa da bir komite çalışması ve eğitimin ya da diyelim yetkin bir işçi
toplantısının nasıl yapılacağını bilmeyen, politik kitle çalışmasının sistemli bilgi ve
becerisine sahip olmayan, öğrenme ve yapmanın yöntem bilgisi ve motivasyonu
da verilmeyen geç devrimcilere, "Kitle çalışması yapın" demek de kendi başına bir
şey ifade etmez.

Öğrenmeyen öğretemez! Kendi devrimci bilgi ve becerisini geliştiremeyen ve


kitlelere taşımayan, kitlelerin devrimci savaşımını geliştirmez! Eğiticilerin
eğitilmesi! Bugünün sloganları bunlardır.

Evet, yeni devrimci sınıf aktivistlerinin yetiştirilmesi, mücadeleye adımını atan


genç işçi, emekçi, aydın kuşaklarının kazanılması, onların içinden devrimci
proleter, sosyalist bilinç, irade ve beceri tohumlarının yeşertilmesi. Eskimiş
düzenin bunaltıcı, atomize edici toplumsal, kurumsal ilişkiler çerçevesinden çıkış
arayışındaki ezilen sınıf temsilcilerine kendi sınıfsal toplumsallıklarını ifade etme
ve gerçekleştirme kanallarının açılması. Düzeninkine yalnızca sözde değil özde
karşıt devrimci politik toplumsallaştırma süreci!

Devrimcilerin mülkiyetin toplumsallaştırılmasına önderlik edebilmeleri için


öncelikle kendilerini toplumsallaştırabilmeleri gerekir!

İÇ SINIRLARI PARÇALAMAK
Yaratıcılık. Yaratıcılığa çağrı. Devrimciler yaratıcıdır. Yaratıcı olmalıdır.
Yaratıcılık devrimciliğin özüne ilişkin bir vasıftır. Ve fakat;
Yaratıcı devrimciler mumla aranıyor!!
Nedenlerini artık bir ölçüde biliyoruz:

Gencecik devrimcilere bile musallat olmuş rutinleşme. Derinlere kök salmış


basmakalıp düşünce ve davranış biçimlerinin ataleti. İçi boşalmış olduğu halde öyle
gelmiş öyle giden beylik işlerin beylik yapılışı. Alışkanlıkların tutuculuğa dönüşmüş
gücü...

Esinleyicilik ve arzu edilenin yaratılmasından çok, nelerin yapılmaması


gerektiğinde ve nelerin yapılamaz olduğunda takılıp kalmış, ketleyici, çarpık
"devrimci eğitim" anlayışı...

Sınırlı bir iki devrimci bilgi ve etkinlik kırıntısına yapışıp kalma. Daha karmaşık
olan her şeyi kendine yabancı görme...

Çoğu devrimcinin kendisini, en yakın gelen birkaç yoldaşına yakınlık göstermekle


sınırlaması. Bunun dışındaki her toplumsal gelişmeye ve öğrenmeye kapalı
13

kalması...

Bedel ödemeyi göze almış ve ödüyor olma onurunu devrimciliğin biricik kıstası
sayma. Bu vasfıyla kendini devrimciliğin, hele ki komünistliğin gerektirdiği diğer
tüm yüksek niteliklerden azade sayma...

Sorunları hep bir takım dışsal etkenlerle, başkalarının kusurlarıyla açıklayıp


kendini rahatlatma. Kendi sınırlılığının, kendi kendisini gelişen ihtiyaçlara karşılık
vermeyen, düşünme ve amatör çalışma tarzıyla nasıl sınırlandırıyor olduğunun
farkında bile olmama...

Kör bağımlılık ve uyum


Devrimcilerin arzu edilenlerin gerçekleştirilmesine kendi içlerinden yükselen bir
esinle yaratıcı katkıları sağlanamazsa, tüm yaptıkları, kendilerinden bağımsız da
yürür görünen bir takım rutinleri bellemek ve sahiplenmek (eklemlenmek) olur.
Sonuç, gönüllü ve bilinçli bağlılık, gelişme ve geliştirme değildir. Kör bağımlılık ve
uyumdur.

Böyle bir devrimci gerçekte kendi dışında yürür gördüğü devrimci faaliyetin
geliştirilmesinden tam bir sorumluluk hissetmez. Özneleşemez.

Bir tür mesleki yabancılaşmayla -zaten kendinden bağımsız işlediğini sandığı fakat
gerçekte kendi üretip durduğu- rutinin kişiliksiz bir çarkı olur. Doğal olarak kendini
devrimci emeğine yabancılaşmış, anlamsız ve lüzumsuz hisseder. Nesneleşir.

Kendi eylemlerinin ürünleri sanki otomatiğe bağlanmış bir takım duygu, düşünce,
davranış rutinleri biçiminde neredeyse kendisinden bağımsız bir varlık kazanmış
ve onu "eylemeye" başlamıştır. O bilinciyle faaliyetlerine yön verip geliştireceğine,
basmakalıplaşarak içi boşalmış bir faaliyet tarzı bilincini yönetmeye başlamıştır.

Hep "başkalarının" kafasıyla düşünür ve hep o "başkalarının" kendisinden


beklediğini sandığı şeyleri yapar. Ki bu da, zaten içine kısılıp kaldığı, bilinçsizce
yeniden üretip durduğu basmakalıplardan başka bir şey değildir!

Devrimci amaçların, gelişim ve geliştiriciliğin tutkun bir öznesi haline gelemez.


Gelemez çünkü oyunu hep kuralına göre oynamaya çalışır: Amaca hizmet edip
etmediğini sorgulamaksızın bir biçimde ve kendi dışında yerleşiklik kazanmış, fakat
kendisinin de otomatik bir parçası olduğu, kuralına göre. Hep uyar. Eskimiş, artık
gelişmenin önünde engel haline gelmiş rutinlerin dışına çıkmayı, bunları daha
gelişkin ve önaçıcı olan yenileriyle değiştirmeyi, aklından bile geçirmez.

Tam bilinmeyen, büyük zorluklar içeren, ciddi kafa çalıştırma ve sınamalar


gerektiren yeni'nin sorumluluğunu almaktansa, öyle gelmiş öyle gidenin
uyumculuğuna gömülmüş bir eklentidir sanki.

Yaratıcılık, böyle bir devrimcilikten beklenecek en son şeydir. Çoğu devrimci,


sınırları, öncelikle de iç sınırlarını parçalamaya yönelmektense, öyle gelmiş öyle
gidene yapışmış uyumculuğuyla kendi hücresini üretmektedir.

"Gerçekler devrimcidir" der Lenin. Devrimciler gelişmek ve savaşımlarını


geliştirmek istiyorlarsa öncelikle, hiç kaçamaksız, kendi gerçeklikleriyle yüzleşmek
cesaretini göstermelidirler. Gelişmenin ve geliştirmenin başlıca engelini, hep
kendilerine dışsal saydıkları engellerden önce, kendi iç engellerinde, ilkel ve
14

amatör çalışma tarzıyla bilinçsizce kendi kendilerini engelleyişlerinde görmelidirler.

Sınırları parçalama tutkusu


Gerçekler devrimcidir çünkü her gerçek, kendi kendisiyle çelişik bir gerçektir.
Devrimcilerin gerçekliği de (mevcut devrimcilik anlayışı) aynen böyledir. Kendi
kendisiyle çelişiktir. Çelişki 'sınır durumu'dur. Sınıra dayanmışlıktır. Dış sınıra
değil, devrimcilerin kendi iç sınırlarına, (farkında bile olmadan ilkellik ve
amatörlükle, basmakalıplıkla) kendi kendilerini sınırlayışlarına dayanmışlıklarıdır.
Devrimcilerin kendi gerçeklikleriyle (mevcut devrimcilik anlayışıyla) yüzleşmesi,
bu iç sınırlarını ve sınırlanmışlıklarını farketmeleri için zorunludur. Sınırları
parçalama tutkusunun kendisi, bu iç sınırlanmışlığın farkına varılmasından doğar.
Açığa çıkarılmış iç sınırlarla mücadele, gerçek gelişmenin, yaratıcı üretkenliğin
kaynağıdır. Kaçamaksız gerçekler devrimcidir!

Dış mihraklı engeller


Gelişme idealist Aristo mantığının sandığının tersine, bir "sorunsuzluk durumu"
değildir. Gelişme sorun gerektirir. Çünkü gelişme ancak onu engelleyen sorunla
birlikte ve bu sorunun içinden ortaya çıkar.

Yaratıcılık "sınırların olmaması durumu" değildir. Yaratıcılık sınırları gerektirir.


Çünkü yaratıcılık ancak onu boğan sınırlarla iç içe ve bu sınırlara karşı ortaya çıkar.

Fakat sorunlar ve sınırlanmalar, devrimcilerin dışında bir yerlerde değildir. Hep


öyle varsaysalar da dışsal engellerden ibaret değildir. Yapıştıkları ve doğaları
haline getirdikleri sınırlı bir devrimcilik anlayışı içinden farkına bile varmadan
kendi sınırlarını ve sorunlarını üretip duranlar yine kendileridir.

Bu yüzden "Her sorun kendi çözümünü içinde taşır" ve "insanlar ancak


çözebilecekleri sorunları önlerine koyarlar."

Şöyle de denilebilirdi: Her sınır kendi aşılma dinamiklerini içinde taşır. Ve insanlar
ancak aşabilecekleri sınırları önlerine koyarlar.

Bu konumuz açısından şu anlama gelir: Devrimci, yerleşik bir devrimci üretim


ilişkileri sistematiği içinden kendi karşıtını (sorunları, engelleri, yetersizlikleri,
olanaksızlıkları vb.) üretenin bizzat kendisi olduğunu farkettiğinde, çözüm de
doğmaya başlar: Gittikçe daralan bir duygu, düşünce, davranış koşullanmasıyla,
devrimciliğini gerçekleştirmekten çok engelleyen, eskimiş ilişkiler sistematiğini
kendisiyle birlikte dönüştürmek!

Her sorun kendi çözümünü içinde taşır, çünkü sorunları üretenler bizzat insanlardır.
Benzer nedenlerin benzer koşullarda benzer sonuçları üretmesi gibi, basmakalıp
bir devrimcilik sistemi de hep aynı sorunları (sınırları, engelleri, olanaksızlıkları,
yetersizlikleri vb.) üretir. Adam yok, para yok, zaman yok, olanak yok, nitelik yok,
beceri yok, vb... Eh, dış etkenler, dış engeller, hep şu başkalarının melaneti!!! Eski
bir milli eğitim bakanının "Şu mektepler olmasaydı Maarifi ne güzel idare ederdim"
demesi gibi; şu duyarsız kitleler, oportünistler, reformistler, sendika ağaları, faşizm
ve bilcümle dış mihraklı engel ve sınırlanmalar olmasaydı, ne güzel komünistlik
yapılırdı!!

Sorumsuzluğun temelinde "sorunsuzluk" vardır. Kendi yetersizliklerini de hep bir


takım "dış mihraklar"a yükleyerek aklayan, kendini her seferinde bir biçimde
15

sorunsuz gören devrimciler, kendilerini ve savaşımı geliştirme sorumluluğunu da


hissetmezler.

Sorumluluk, sorunluluğu gerektirir. En başta kendi iç sorunlarını, iç sınırlarını, iç


engellerini bilince çıkarmayı gerektirir. Bizim iç sınırlılığımızdan kaynaklanan
yanının farkına varmadığımız her sorun (ilk bakışta ne kadar dış kaynaklı görünürse
görünsün) kendi çözümünü içinde taşır.

Devrimci bilgi, deneyim ve becerimizin sınırlılığını bilirsek, kendimizi bu kadarıyla


hoşnutluk içinde duyumsamak yerine, daha fazlası için mücadele ederiz. Bir girişim
ya da yöntem anlamlı bir sonuç vermiyorsa, otomatikleşmiş bir kendini aklayıcı
refleksle başkalarını suçlamaya girişmeden önce, o faaliyetin kendisinde (ya da
bizim onu uygulayışımızda) bir sınırlayıcılık olup olmadığını sorgularız.

Dış engeller her zaman olacaktır. Fakat biz otomatik kendini aklama
(sorunsuzlaştırma =sorumsuzlaştırma) basmakalıplarıyla kendi yetersizliklerimizi
de gayet meşru biçimde onlara yükleyiveririz! Dış çelişkiyi iç çelişkimizi örtmek için
kullanırız!

Sendika ağalarına, oportünistlere, reformistlere ve bilcümle "dış mihrak"a ateş


püskürerek görevimizi yapmış oluruz. Ateş püskürmeyelim mi? Püskürelim tabii,
fakat asla kendi yetersizliklerimizi örtmek için değil. Çünkü bu tür kendini ("dış
mihraklar" üzerinden) aklama basmakalıpları, tekrarlana tekrarlana, bir yerden
sonra gerçek komünist çabanın, devrimci etkinliğin yerine geçmeye başlar. Ayrıca
çaba harcamaya gerek kalmadan, her durum ve koşulda içinizi rahatlatacak hazır
kalıplarınız ve günah keçileriniz vardır nasılsa...

Uzmanlaşmış yeteneksizlik!
Otomatikleşmiş kendini aklama basmakalıpları, temelde yatan sorunları, asıl
bizim iç sınırlarımızı (çelişkilerimizi) etkili ve "meşru" biçimde, kendi
gözlerimizden de gizler.

Tüm sorunlar hep ve yalnızca başkalarından kaynaklanıyorsa, bizim kendimizi ve


kolektif savaşımımızı geliştirme ihtiyacımız da sorumluluk duygumuz da
olmayacaktır.

Otomatik kendini aklama mekanizmaları bir yanıyla da, özellikle devrimci hareket
içinde ve hatta yoldaşlar arasında, küçük burjuva rekabetçiliğin tek kelimeyle
iğrenç, "adam oluşturma" ve "dedikodu, spekülasyon, çekiştirme" mekanizmalarına
bağlanır: Kendini yükseltmek yerine, diğerlerini bir biçimde "aşağı bastırabildiği"
ölçüde kendini iyi hisseder!!

Çoğu devrimci aynı zeytinyağı maharetini kendi sınırlarını azıcık zorlayacak her
türlü işten yan çizmekte sergiler. Çünkü her zorlanış, kendi sınırlılığını ve sınırlarını
açığa çıkaracaktır! Kaçınılan budur. Çünkü her "sınır durumu" (Sınıra dayanma),
eskinin yapışılmış ve kendini kendi gözünde doğallaştırmış uyumculuğunu
bozmakla tehdit eder!

Okunmuyordur çünkü zaman yoktur. Alan çalışması yürütülmüyordur, adam yoktur.


Filanca iş yapılamıyordur para yoktur. İşçi sınıfı çalışması yapılmıyordur nasıl
yapılacağı söylenmemiştir. Yapılamamış edilememiştir çünkü... her zaman "meşru"
bir gerekçe vardır.
16

Bunlar belki doğrudurlar. Fakat hep dışsal doğrular olarak da doğrunun ancak bir
yanıdırlar. Doğrunun bir yanıyla temeldeki yanlışımızı (iç sınırlılık ve öyle gelmiş
öyle gidene uyumculuk) örtme "kararlılığı ve becerisi" geliştikçe, komünist
amaçlara ulaşma kararlılığı ve becerisi zayıflar.

Sonuç: Uzmanlaşmış yeteneksizliktir! Bilgisizliği ve beceriksizliği meşrulaştırıp


dokunulmaz kılarak sürdürmede uzmanlaşma!

Oysa temeldeki sorun ve sınırların (çelişkilerin) otomatik kendini aklama


mekanizmalarıyla örtülüp durması, gelişmenin, yaratıcılığın tastamam imkansız
kılınmasıyla aynı anlamı taşır. Temelimizdeki sorun ve sınırların (çelişkilerin) bir
biçimde hasıraltı edilmesi; hep "başkalarının kusurunun" üstüne atılarak gözlerden
gizlenmesi ve görmezden gelinmesi; varolana ve öyle gelmiş öyle gidene
uyumculuğun derinlere kök salmış tutucu karakteri, tüm bunlar, kendi
gerçekliğimizi idealize ederek (mutlaklaştırarak, çelişkilerini örterek) devrimci
olmaktan çıkarır.

Çünkü gelişme, yaratıcılık ve sıçrama, sorun gerektirir, sınırları gerektirir. Her


sorunu cesaretle, aynı zamanda kendi yarattığı bir sorun; her sınırlanmayı
cesaretle aynı zamanda kendi iç sınırlılığından kaynaklanan bir engel olarak
kavramayı gerektirir.

Her sorun, her başarısızlık, her engel, her "olanaksızlık", her yoksunluk ("adam
yok, para yok, kitleler duyarsız", vb. vb.) özünde bir 'sınır durumu' olarak ortaya
çıkar. Bir 'sınıra dayanmışlık'tır. Siz bunu ne kadar kendi dışınızdaki bir takım
etkenlere bağlamaya çalışırsanız çalışın, öncelikle ve asıl olarak, bir "iç sınırınıza
dayanmışlık" olarak, iç çelişkinizin bir göstergesi (uzantısı) olarak vardır.

İnsanlar ancak çözebilecekleri sorunları önlerine koyarlar. İnsanlar kendi iç


sınırlarına dayandıklarında ve yaşadıkları sıkışma ve bunalımın temelinde bunun
olduğunu en nihayetinde farkettiklerinde çözüm arayışına girerler. Ancak o zaman,
sıkışmanın, boğuntunun, artan iç gerilimin tüm sarsıntı ve sancıları arasından
yakıcı gelişme, yenilenme, taze hava ihtiyaç ve tutkusu boy verir.

Daralan sınırlar, büyüyen sorunlar


Belli bir devrimcilik anlayışı apaçıktır ki sınırlarına dayanmıştır. Dış sınırlarına
değil iç sınırlarına (çelişkilerine) dayanmıştır. İç sınırlarına dayanmış olmayı,
çelişkilerini halen görmemeye, örtbas etmeye, bir biçimde meşrulaştırmaya
çalışanlar eninde sonunda geriye doğru çözülecek olanlardır. Çürüyüp
gideceklerdir. Ve zaten gitmektedirler.

Dış sınırların daralmasına karşı direniş en görkemli biçimde Ölüm Oruçlarıyla


sürmektedir. Farklı alanlarda (devrimci kamu emekçileri, antifaşist gençler,
devrimci öğrenciler, vd.) sürüyor, sürecektir. Direnişçilik devrimci hareketin güçlü
bir geleneğidir. Fakat iç sınırlara dayanmışlık, iç sınırların daralması (çelişkilerin
derinleşmesi) için aynı şey söylenemez. İç sınıra dayanmışlık, dış sınırların
daralmasına karşı görkemli direnişler üzerinden meşrulaştırılamaz. Zaten dış
sınırların daralmasına karşı direnişte ödenen bedelin büyüklüğü, bunu zorunlu ve
kaçınılmaz kılan iç sınırlara dayanmışlığın bir sonucudur aynı zamanda. Dış
sınırların daraltılmasına karşı direnmenin ötesinde, dış sınırların genişletilmesi ve
parçalanması, iç sınırların, darlıkların, basmakalıpçılığın parçalanmasıyla mümkün
olacaktır.
17

"Gerçekler inatçıdır" der Lenin. Gerçekler (iç çelişkiler) devrimci oldukları gibi
inatçıdırlar da. Siz her sorun, engel, yoksunluk vb.'de bir 'sınır durumu'nu, kendi iç
sınırlarınıza dayanmış olmanızı görmeseniz, görmezden gelseniz, ya da örtbas
etmeye çalışıp dursanız da, iç sınırlar daraldıkça daralarak (iç çelişkiniz
derinleşerek) hükmünü yürütür.

Siz bin dereden su getirerek okumazsınız, öğrenmezsiniz, kafanızı yorup


çalıştırmazsınız, yeni para kaynakları yaratmazsınız, işçi sınıfı ve kitle çalışmasında
bilgi, deneyim ve becerinizi geliştirmezsiniz, esinleyici yeni yöntem ve araçlar
yaratmazsınız... Dayanmış olduğunuz iç sınırlarınızı hep kendinize dışsallaştırıp
başkalarını suçlar, yakınır, kendinizi rahatlatırsınız. Fakat iç sınırlar vardır ve
inatçıdırlar. Hep aynı sorunlar ve sınırlar içinde, giderek büyüyen sorunlar ve
daralan sınırlar içinde debelenip durursunuz. Çünkü bir biçimde meşrulaştırdığınız
ya da zorlamaktan kaçındığınız sınır durumunuzla, o sorunları siz üretiyor ya da
çözümsüz kılıyorsunuz!

Örneğin birçok alanda kimi zaman yıllar boyunca hep aynı birkaç kişi üzerinden iş
ve eylem yapmaya çalışıyorsanız; bırakalım onların yanına bir beşincisini,
onuncusunu, otuzuncusunu örgütlemeyi, alan içi kadroları oluşturmayı, geniş kitle
ilişkileri ve olanakları yaratmayı vb. bunlar ufkunuzda bile yoksa; fakat bir yandan
da "adam yok" diye yakınıp duruyorsanız... Açıktır ki bu bir "sınır durumu"dur ve
öncelikle de kafanızdaki (hep belli bir tarza koşullanmışlık ve darlıktan
kaynaklanan) sınır durumudur. Hem ağlayıp hem gidersiniz, hep o bir iki kişiye
yüklenir, suçlarsınız (onlara yeni bir ufuk, esin, yönelim kazandırmayı
düşünmezsiniz, çünkü sizde yoktur!), fakat kendi sınırınıza dayanmışlığınızı,
kafanızdaki koşullanma ve sınırlanmayı farketmedikçe gerçekte o alanda
mücadelenin açılıp gelişmesini engelleyen de sizsinizdir. Ve sınır durumu (çelişki)
hükmünü yürütür; yeni bir ufuk ve yaklaşımla siz sınırları (öncelikle kendi
sınırlarınızı) parçalamazsanız; çelişki geriye doğru çözülür. Hiç beslemeden,
geliştirmeden, yeni bilgi ve becerilerle donatmadan (ya da onları buna teşvik edip,
öğrenmesini öğretmeden) hep aynı rutin içinde (daralan sınır durumu) koşturup
durduğunuz o bir iki insanı da tüketirsiniz.

"Özgürlük zorunluluğun bilincidir" der Engels. Bu ünlü söz, Lenin "Gerçekler


devrimcidir, inatçıdır" vurgularıyla eş anlamlıdır. Zorunluluk her şeyin içsel
hareketini sağlayan özündeki çelişkiden; sınır durumlarından, sınıra dayanmışlıktan
başka bir şey değildir. Devrimci, yaşadığı sıkışma ve gerilimin, yalnızca dış
sınırlanmalardan değil, asıl kendi iç sınırlanmalarından, hep belli bir tarza
koşullanmışlığından, kafa çalıştırma gereğini inkar eden rutin ve basmakalıplardan
olduğunu farkettiği ölçüde, kendisini, eylem ve ilişkileriyle birlikte dönüştürmeye,
geliştirmeye, yeni açılımlara yönelerek özgürleştirir.

Kafalardaki sınırları parçalama


Bir türlü çözülemeyen, kronikleşmiş her sorun "olanaksızlık", vb. bir "sınır
durumu"nun işaretidir. Çözüm öncelikle kafadaki sınırların (koşullanmışlıkların
vb.) açığa çıkarılmasındadır.

"Kafalar değişirse her şey değişir" diyordu bir reklam spotu. Biz de materyalistler
olarak demeliyiz ki, her şey gerçekten değişirse kafalar da değişir. Ve
gazetemizden başlayarak her türlü yöntem, araç, vb.'mizi iç sınırlarımızı açığa
çıkarıp mücadele etmek, aşmak ve parçalamak için yeni açılımlarla geliştirmeye
çalışıyoruz. Gerçi bu ikisi bir bütündür: İçi boşalmış, işlevsizleşmiş basmakalıplar,
rutinler, kendini aklama mekanizmaları kırıldıkça kafalar çalışmak, gelişmek
18

zorunda kalacak, kafalardaki sınırlar parçalandıkça pratikteki açılımlar gelişecektir.

Kuşkusuz hiçbir komünist ve devrimci, söylediklerimize "genel olarak" itiraz


etmeyecektir. Fakat iş somut pratiğe gelince, her birinin (ve her birimizin)
yapıştığı, doğası hatta benliği haline getirdiği alışkanlıkların, basmakalıpların,
rutinlerin, kendini aklama mekanizmalarının gerçek komünist devrimci öz ve
bilincin içini boşaltan daha bir yığın şeyin, muazzam tutucu direnci, eski
uyumculuğu daha sinsi biçimlerde sürdürme "becerileri" ile de karşılaşılacaktır.
Çünkü bunlarsız kendilerini sudan çıkmış balık ya da oyalandıkları oyuncağı elinden
alınmış çocuk gibi hissedeceklerdir. Bir dayanak arayışı olacaktır. Ta ki en gerçek
dayanağın kendi yaratıcı bilinç, esin ve enerjileri olduğunu anlayana dek. Bu
sarsıntı yaşanmadan ileri açılımlar gerçekleşemez. Alışkanlık ve koşullanmışlıkların
eskimiş olanlarından kopuşun insanlarda yaratacağı kaygı hatta suçluluk duygusu
ancak yeni ve daha gelişkin olanın esinleyiciliği ile aşılabilir.

(Ajitasyon Propaganda Örgütçülük konusunda geçen sayı yalnızca bir giriş ve bir ilk
açılım yaptık. Bitmiş değil. İleriki sayılarımızda dönem dönem sürdüreceğiz.)

__________________________________________________

Öncelikle okunması gereken bazı kaynaklar:

- Parti Kültürü, mDP 2

- Oysa Düşman Düşünmektedir, DP Sayı: 25, 1 Nisan 1993

- Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri (Kurumlar Bölümü)

ÇİĞNENMEMİŞ BİR YOLDA YÜRÜMEK


Ölüm Orucu direnişindeki devrimci tutsakların mektuplarını okuyoruz: Ölümü
kafasında yenenleri hiçbir güç yenemez 1984, 1996, 2001...

İnsanı böylesine derinden saran, büyük bir yalınlık ve içtenlikle, hiç zorlamasızca
içine işleyen ve sarsan ne var bu mektuplarda?

İrade, kararlılık, sonsuz bir direngenlik. Kuşkusuz! Bunları ayrıca belirtmemiz bile
gerekmez. Daha fazlası:

Mektupları okudukça, insanın yüreğine oturan, hani kurşun atsan geçmezcesine


koyulaşan, yoğunlaşan bir kahır duygusu... ile birlikte, onun içinden kanatlanan,
dev kanatlarıyla okuyanı da tarihteki ve coğrafyadaki küçücük noktasından
havalandıran, yeni bir kavrayışla, evet, gönendiren, bir tutku. Ölümü tınmayan,
onunla ve günübirlik yaşamla hesabını çoktan görmüş ve aşmış bir yaşam tutkusu!

Öylesine ışıldıyor her birinde yaşamın, günü birlik yaşamlarda kaybolan büyük
'elmas'ı.

Mektuplarda, belki yazarlarının birçoğunun olağan devrimci yaşamlarında bile


gündelik işler arasında bir türlü sahip olamadıkları capcanlı bir zihin açıklığı ve
duygusal-manevi zenginlik, zenginleşme hemen göze çarpıyor.

Devrimci hareketin en bilinen fikir ve söylemleri bile, yeni bir duyarlılık, derinlik ve
19

ruh kazanıyor mektuplarda.

Mektuplarda genelde ajitasyondan anlaşılanın, devrimci basında sık görmeye alışık


olduğumuz basmakalıp tarzın handiyse izi yok. Duygusal usluplaştırma kaygısı,
yiğitleme ya da vicdanlama da pek yok.

Tersine olağanüstü bir alçakgönüllülük, içtenlik ve yaşamın tam içindenlik. Retoriğe


ihtiyaçları yok. Hiç zorlanmadan ve zorlamadan gerçekte ne yaşıyor, düşünüyor ve
duyumsuyorlarsa yalnızca onu yazmaktadırlar.

Ve bu başdöndürücü doğallıkta bir politik ajitasyon olmaktadır! Yaşamı en örtülü


kalmış ve köreltilmiş duyargalarına kadar içine çeken hassasiyette güçlü ve
dönüştürücü bir estetik olmaktadır!

Direnişçiler, toplumsal-politik varlıklarının ve yaşamın dışına itilmek istenmektedir.


Gerçek bir toplumsallaşmış politika ve yaşam direnişin içinde büyümektedir.

Belki birçok direnişçi, şimdi tam da bu mektupları yazdıkları yoldaşlarına ve


yakınlarına, olağan devrimci yaşamlarında bir kez bile ifade etmedikleri duyarlılık
ve gelişkinlikte duyguları aktarmaktadır.

Öylesine büyüyerek, iç dünyaların da katılımı savaşıma!

Öylesine içten; manevi yükselişin yürek köprüleri!

Duyguların hücreleştirilmesi
Halbuki günübirlik yaşamın hay huyu ne kadar az yer bırakır, gerçekte en
'toplumsal içerikli' olanın; duyguların paylaşılmasına. Ve yaralanabilir kılar ya
çekinmesizce içten ve saf olanı. Umutların, özlemlerin, tutkuların, acıların,
kaygıların, korkuların, sevgilerin, hayallerin paylaşımı kimi zaman yoldaşlar
arasında bile rutinin olağan tıkırtısını tehdit edici görülür. Gerçek duyguların ifade
edildiği ölçüde arınıp dönüşeceği, serpilip gelişeceği, politik yaşam ve iradeye güç
ve ruh kazandıracağı apaçıkken, insanlar arasında tuhaf bir psikolojik tehdit ve
kırılganlık ortamı, duygularını da en ilkel biçimleriyle içlerinde hücreleştirmeye
koşullar.

İç dünyaların, gündelik ilişkiler ve görünürdeki kişiliklerin yeraltısına itilmiş olması,


kimi zaman yoldaş devrimcileri bile birbirleriyle, en yakınlarıyla, tabii emekçilerle
ilişki kuramaz hale getirir. İnsan ilişkileri, politik olduğu sanılan, fakat gerçek
politikayı da çölleştiren hep aynı sınırlı ve yüzeysel bir iki noktadan kurulmaya
çalışıldıkça ruhsuzlaşır. Başkalarına karşı zırhlandıkça ifadesizleşen kişiliklerin iç
dünyası ile dış dünyası, dengesizleşerek birbirini alabildiğine engeller.
Açımlanamadıkça boğulan iç duygulanımlar dünyası ve tek yanlılaşmış güdük
toplumsallaşma çerçevesi, karşıtların özdeşliği olarak, hem birbirini sürekli dıştalar
ve kısıtlar, hem de durmadan yeniden üretir.

Kuşkusuz politika tek başına ne toplumbilime ne de duygular dünyasına,


psikolojiye, pedagojiye vb. indirgenebilir. Ne var ki, insanların ağır mı ağır kişilik
zırhları altına gömülenip kalmış, iç dünyalarını, özlemlerini, hayallerini, tutkularını
harekete geçiremeyen, zenginleştirmeyen bir politika da sınırlı kalmaya
mahkumdur.
20

Devrimci motivasyon
Kuşkusuz herkesin ikide bir ve yerli yersiz bir takım duygularını ifade edip
durması pek anlamlı olmazdı. Fakat bilinmesi gereken şudur: İnsan aynı zamanda
duygulanımsal bir bağlanışı olmayan hiçbir şey (iş, amaç, başka insanlar,
direnişler, işçi sınıfı, vd.) için bir biçimde yapıp ettiğinin çok ötesindeki gerçek
kapasitesini, tüm iradesini harekete geçiremez. Tıpkı devrimci teori gibi, devrimci
motivasyon da olmadan, devrimci pratik olmaz.1

Mektupların bir çoğunda ise bambaşka bir ruh, motivasyonun yüksek bir derecesi
vardır. Yoldaşlarına ya da bir yakınlarına yazarken, gerçekte dünya ve yaşamın
özüyle, gelecekle, bir gelecek hayali ve tasarımıyla, idealiyle konuşmaktadırlar.
Birçok mektupta doğrudan söylenmese bile tutkuyla resmedilmek istenen; anılar,
umutlar, imgeler, özlemler, çağrışımlar ile canlanan budur. Güvenme, umut etme,
inanma, hayal kurma, özlem duyma, tasarlama, idealleştirme... Tüm bunlar,
mektuplarda gerçeğin kendisinden çok daha gerçek bir yaşamsallık ve canlılık
kazanmaktadır. Direnişçiler, bunları dışarıdan betimlememektedirler; tersine tüm
ruh ve benlikleriyle kafalarında canlandırdıklarını gerçekten daha gerçek olarak
hissetmekte ve yaşamaktadırlar. Bu da, birçok devrimcinin olağan yaşamındaki
beylik teşhir ajitasyon yazı ve konuşmalarında yama ve eklenti gibi kalakalan
propaganda kalıplarının çok ötesinde bir şeydir.

Bunu biraz açmaya çalışalım. Direnişçiler mektuplarında, konuşmalarında "Zafer"


derken, bu kavram öylesine bir doğallık ve gerçeklik kazanmaktadır ki, ayrıca
buna birilerini ve kendilerini inandırma, ajitasyon-propagandasını yapma
çabasının izi de gereği de olmamaktadır. Olmamaktadır, çünkü onlar zaferi
anlatmamakta, dışarıdan betimlememekte, bizzat içlerinde yaşamakta, mevcut
gerçekten çok daha canlı ve güçlü bir gerçeklik, yaşamın özü ve ta kendisi olarak
hissetmekte ve üretmektedirler.

Hedefe kilitlenmek
Büyük bir sanatçı, canlandıracağı şeyi (nesneyi, olayı, kişiyi, düşünceyi vb.) asla
dışarıdan, yalnızca aklıyla betimlemeye, anlatmaya kalkışmaz. Aynı zamanda
duygularıyla, tüm ruhu ve benliğiyle o şeyin özüne ve ruhuna nüfuz eder. Onu
içine alır, o olur. Bu duygusal-ruhsal kilitlenme ve yoğunlaşma ne kadar güçlüyse,
canlandıracağı şey ile kendisi arasındaki dolayım, ayrım ve uzlaşmazlık,
dıştalayıcılık o kadar ortadan kalkar. Ve artık sanatçı, o şeyi betimlemiyor,
gerçekteki varlığından daha büyük ve özsel bir gerçeklik olarak yeniden yaratı-
yordur!

Büyük sanatçılar, bilim adamları, savaşçılar, olağan yaşamdaki insanların, kendi


ruh ve benliklerini katmadan hep sıradan şeyler gördükleri yerlerde, o şeylerle
tutkuyla kurdukları bir iç ilişkiden hareketle bambaşka bir içerik ve yaşamsallık
görürler ve yaratırlar. Onların ayırdedici yanları, arzulanan sonucu önceden
kafalarında canlandırabilme, bunun arzulanacak ve olmazsa olmaz doğru amaç
olduğuna -bir biçimde değil- derinlemesine inanmaları ve ona kilitlenmeleri,
onunla yaşamın mevcut gerçekliğinden daha gerçek özü ve ruhu olarak, bütünleşip,
geri kalan her şeyi de onu zaptetmek için tutkuyla organize etmeye yönelmeleri-
1 Motivasyon, "motif" (=değer) kavramından gelir. Türkçeye "değerleştirme" ya da "toplumsal açıdan önemli ve değerli bulma"
biçiminde çevrilebilir. Duygular değerlere bağlanır, belli değer sistemleri belli ihtiyaç ve istençleri oluşturur. İnsanlar; iç
dünyalarında köklü bir yer etmemiş, duygusal açıdan değerleştirmedikleri şeyler için bırakalım çaba harcamayı, çoğu kez
görmezler bile. Diğer taraftan bir işi, amacı, başka insanları ne kadar değerli bulursak, kendimizi, yapıp ettiklerimizi
içselleştirdiğimiz bu toplumsal anlamlarla değerlendiririz, toplumsal -manevi anlam ve değerlenme duygumuz ile birlikte
istencimiz de güçlenir. Gerçek motivasyon budur. Duygularını, iç dünyasını dış dünyaya kapatan, kişilik zırhlarının altına
gömüleyenler ise, bunun faturasını toplumsal anlam, gerçek ve değer duygularını, dolayısıyla, çalışma motivasyonlarını
yitirmekle öderler.
21

dir.

Bir hedefi, amacı gerçekliğin ta kendisi ve yaşayan ruhu, ateşi olarak kafada
canlandırmak, tüm varlığıyla ona kilitlenmek ve bütünleşmek, hiç de kolay
geliştirilecek bir beceri değildir. Birçok devrimci de, olağan devrimci
yaşamlarındaki ortak hedef ve amaçların önemini ve gerekliliğini bir biçimde kabul
etseler de, kendilerini bunların dışında, bu amaç ve hedefleri de kendilerinin
dışında görürler. O amaçla, içsel bir bağ kuramadıklarından, o amacın kendisinden
çok hemen ona ulaşmayı zorlaştıracak engeller, "olanaksızlıklar" üzerinde
düşünmeye koyulurlar.

Büyük bir irade büyük bir amaçtan doğar -Stalin

Büyük fizik bilimcisi ve felsefecisi Einstein şöyle der: "İnsan kendisini, düşüncelerini
ve duygularını başkalarından apayrı bir şey gibi yaşar. Bu sabuklama bizim için bir
hapishane gibidir, kendimizi kişisel arzularımızla ve bize en yakın gelen birkaç
insana yakınlık göstermekle sınırlanırız. Ödevimiz kendimizi bu hapishaneden
kurtarmak olmalıdır. Bunun için şefkat çemberimizi tüm yaşayan canlıları ve
güzelliğiyle tüm doğayı kucaklayacak şekilde genişletmeliyiz."

Son cümledeki neredeyse dinsel bir hümanizmaya kaçan muğlak ifadelendirme bir
yana bırakılırsa Einstein'in ne söylemek istediği açıktır. İnsan ancak büyük ve zorlu
bir toplumsal amaca bütün benliğiyle kilitlendiğinde, günübirlik küçük hesapların
üstüne çıkar, her şeyi tüm yaşamı ve herkesi bütünleştiği o amaçla bağlantısı içinden
yeniden kafasında canlandırır, her şeye yeni bir gözle bakar. Amacıyla bağlantısı
içinden, yaşamın ve çevresindekilerin daha önce farkında bile olmadığı farklı
yanlarını, dinamiklerini, güzelliklerini keşfeder; onlarla arasında yeni ve daha
güçlü, daha derin, içten ve coşkulanımsal bir bağ kurar. Her şeyi daha canlı, berrak,
kesin ve net görür; daha önce üstünde bile durmadığı yaşamın sayısız anısı, ay-
rıntısı, çağrışımı, karmaşası ve hatta engeli, kilitlendiği amaçla bağlantıları içinden
bir düzene girip selama duran, onun coşku ve enerjisini, umut ve inancını artıran
esinlere, kavrayışlara dönüşür.

Sıradan göz ve günübirlik bilinç, büyük amaçları mevcut yaşamın ve gerçekliğin


dışında bir yerlerde görür; mevcut yaşamı ve gerçekliği ise onun engeli olarak.
Mevcut koşullar ile ideal olan, gündelik bilinçte birbiriyle hiç temasa girmeyen,
birbirini tamamen dıştalayan apayrı iki şey gibi durur. Mevcut koşullarla
koşullanmış olarak, "olması gereken"e bakar; bu yüzden ne zaman olması
gerekenden bahsetse, mevcut koşullarla bağdaşmayan, bir eklenti ve yama gibi
durur. Hedefine kilitlenmiş insan ise, kafasında capcanlı gördüğü "olması
gereken"den mevcut koşullara bakar ve mevcut koşullar içerisinde kendisini
arzuladığı sonuca yakınlaştıracak her şeyi bulup çıkarmasını, her şeyi bu gözle
yeniden inceleyip organize etmesini bilir. Çünkü o tutkusuyla sarıldığı amacını
gerçek yaşamın dışında ve onunla bağdaşmayan soyut bir şey olarak değil, en
büyük canlılık ve somutlukla gerçeğin ta kendisi ve özü; yaşama ve her şeye gerçek
canlılığını, rengini ve ruhunu veren, capcanlı bir güç olarak görmektedir.

Böyle bir insan kendinde geri çevrilemez bir güç ve istenç (irade) hisseder. Bu
duygusal ve iradi yoğunlaşma, moral bir yükseliş, yoğun bir bilinç artışı ve duygusal
zenginleşme ile tamamlanır. O artık amacının dışında değil, tam içindedir. O artık
dışındaki, çok uzaktaki bir şeyi ıkına sıkına betimlemeye çalışmıyor, zorlama
ajitasyonlara ihtiyaç duymuyor, o artık ne ise o, salt kendisi olmakla, zaten
capcanlı gördüğü ve duyumsadığı şeyin inancı, coşkusu ve heyecanıyla, hiç
zorlanmadan çevresindekilere de, bu elektriği yayıyor. O amacında belli bir süre
22

yalnız kalsa bile kendini yalnız hissetmiyor, çünkü yaşamın ve yaşayan her şeyin
en canlı özü, öz suyu, momenti ile bütünleşmiş durumda; çünkü geleceği görüyor ve
başarılı olacağından en ufak şüphesi yok. Artık hiçbir temsile, -mış gibi yapmaya,
basmakalıba, kendini kayırmaya vb. ihtiyaç duymayan bir tutkunun, dünyayı
kucaklamasıdır bu! Kendi kişiliğini amacıyla bütünleştirmiş ve kişiliğini (eylemiyle iç
dünyasını) amacında bütünleştirmiş olmanın açığa çıkarttığı muazzam özgürleşme
duygusu ve dünyayı dönüştürmede pay sahibi olmanın derin özsaygısı, zorlukları
önemsizleştiren iç rahatlığı... Şimdi gerçek arzu, umut, özlem, hayal, inanç, güvenin
insanın iç dünyasında uyuklayan süreçleri de ağır kişilik zırhlarını parçalayarak
diriliyor... Şimdi en içten duygu ve düşüncelerini ifade ederken aman yanlış yapar
mıyım, beni incitmek bunları istismar etmek isteyenlere koz mu vermiş olurum
sinikliği, hesapçılığı filan da yok... Şimdi kendi kişiliğinin önceki günübirlik yaşam
kalıpları ve kuruluğu altında kaybolmuş, ağır kişilik zırhları altına gömülenmiş
yanını, iç dünyasını da açığa çıkarmakta, keşfetmekte, amaca yönelik muazzam
emek süreci içinde arındırarak özgürleştirmekte, ve artık kişiliğinin yalnız
görünürdeki bir yanıyla değil, gizli kalmış cevherleriyle de, tüm enerjisiyle
mücadeleye girmektedir.2

Yaşamın en büyük mucizesi


İşte burada yaşamın en büyük mucizesi gerçekleşir. Tarihin bütün büyük
kişiliklerine, dahilik, aşkınlık, büyük yaratıcılık ya da savaşçılık sıfatını kazandıran
"mucizedir" bu! Sınıflı toplumlarda ve özel mülkiyetçi üretim ilişkilerinde, insanın
en büyük iç sınırlayıcılarından biri olan, onu kendi emeğine ve eylemine, ve
dolayısıyla kendine yabancılaştıran iç dünya-dış dünya; öznellik-nesnellik; özne-
nesne ayrımları ortadan kalkar. Çoğu devrimci de, özellikle mücadelenin
alabildiğine yokuşlaştığı, sonuç almanın zorlaştığı koşullarda, dış dünyada bir
biçimde yapıp ettikleri ile iç dünyasında yaşadıkları arasında, birbirini geliştirmek
yerine, ayakbağı olan büyük bir çelişki yaşar. Yapageldiği sınırlı bir iki işte bir
esinleyicilik, devrimci bir motivasyon ve gönendiricilik bulamadığı gibi; yaptığı işi
de kendi iç dünyasından bir esin ve ruh katarak, yaratıcı biçimde geliştiremez.
Emeği ve eylemi ile iç dünyasındaki duygulanımları, özlemleri, arzuları, hayalleri,
sevinçleri birbirini geliştireceği yerde, birbirinden uzaklaştıkça, birbirini körelten,
boğan, bunaltan, hücreleştiren bir karşıtların özdeşliği, kısır döngüsü olarak
yaşanır. Ortak çabanın daralarak iyice basmakalıplaşmış, pek bir sonuç alamadan
kendini tekrar edip duran rutin tıkırtısında kendini, kendi öznelliğini, katkısını
bulamaz. Kendi küçük dünyasını, kişisel arzularını, özlemlerini öne çıkarsa bu kez
liberalleşerek ortak çabadan kopar. Çelişkinin iki yanı arasında, artan bir iç
gerilim, boğuntu ve felç olma haliyle gel git yaşar durur. Çelişkinin kah o yanını
(dış dünya), kah bu yanını (iç dünyası) mutlaklaştırarak, ya durmadan başkalarını
suçlayıp durur ve kendisini haksızlığa uğramış ak kaşık gibi görür, ya da tersine,
derin bir aşağılık kompleksi ve özgüvensizlikle kendisini tamamen anlamsız,
değersiz hisseder. Çelişkinin iki yanı arasında yalpalayıp durdukça, dış dünyadaki
yetersizliği ve verimsizliği ile iç dünyasındaki hoşnutsuzluğu durmadan birbirini
yeniden üretir. Bu çelişkiyi aşabilmesi için, öncelikle onun yalnızca dışsal bir
çelişki (kendisiyle dış dünya arasında) olmadığını, aynı zamanda kendisine içsel
bir çelişki olduğunu; dış dünyadaki ihtiyaca yanıt vermeyen verimsiz çalışma
tarzının kendi iç dünyasında kök salmış olduğunu ve iç dünyasındaki daralma ve
körelmenin de aynı çalışma tarzını olduğu gibi yeniden üretip durduğunu
2 "Tasarım gerçeğin ta kendisidir. İnsan bir kez tasarlarsa, düşünde canlandırırsa gerçekleşmemesi için neden yoktur. Tasarı
belki kolaylıkla saldırıya uğrayabilir, ama kesinlikle yok edilemez... Kino biliyordu ki tanrılar tasarı yapan insanlardan
hoşlanmazlardı, rasgele ulaşılan başarıları beğenirlerdi. Kendi çabasıyla başarılı olan insanlardan öç alırlardı. Ne var ki bir tasarı
yapmıştı artık geri dönemezdi..." (Steinbeck'in 'İnci' romanından)
"Öte yandan eğer insan bu çeşit rüya görme yeteneğinden yoksun olsaydı, zaman zaman önden koşup bütün ve tamamlanmış
bir tabloyu kafasında canlandıramasaydı..." (Lenin, Ne Yapmalı)
23

kavraması gerekir.

Hücum üstüne hücum tazeleme


Bir biçimde yapılabilecekleri ve zaten yapılageleni tekrar edip durmakla
yetinmeyen, tüm benlikleriyle daha ileri ve zorlu hedeflere kilitlenip meydan
okuyan devrimciler için ise, öznellik ile nesnelliğin birbirini koşullayan
hücreleştirici çelişkisi ortadan kalkar. Onlar içlerinde tutkuyla yanan bir düşü
gerçekleştirmenin zorlu emeğini ve eylemini ortaya koyuyorlar ve neye emek
harcıyorlarsa ve ne için eylemde bulunuyorlarsa, onu yaratmanın capcanlı düşünü
görüyorlardır. İç dünyaları, arzuları, umutları, hayalleri, inançları, sevgileri, acıları,
öfkeleri, istekleri, özlemleri... ile emekleri ve eylemleri birbirine yabancılaşmış
değildir, tersine görülmemiş bir kilitlenme, birbirini geliştiren bir uyum ve
bütünleşme içindedir. Alışılagelenin ötesindeki daha ileri ve zorlu hedeflere
böylesine delicesine, ondan başka hiçbir şeyi görmek ve duymak istemez biçimde
kilitlenme, insanın rutin çalışmasında kaybolmuş, kullanamadığı tüm birikim,
deneyim, enerji ve iradesini de harekete geçirerek, kazandığı yoğunlaşmayla, her
türlü zorluğa cepheden meydan okuyarak bedeli neyse iç rahatlığıyla ödeme
istekliliği, kendi içinden ve dışından gelecek her türlü mızmızlığı ve engeli yarıp
geçme yeteneği kazandırır. O artık birilerinin kendisinden beklediğini sandığı
şeyleri yapmakla yetinmiyor, güçlü bir şekilde kavradığı ortak amaçlar
doğrultusundaki emeğinin ve eyleminin tüm güç, enerji ve esini kendi içinden de
geliyor, kendi iç sınırlarına takılıp tıkandığı her nokta, onu büsbütün hırslandırıyor,
hücum üstüne hücum tazeliyordur.

Özellikle ortada bir yol görünmediği zaman, bir yol açmak; ancak oyunu bir
biçimde oynayarak değil, gerektiğinde tüm benliğiyle yeniden yaratmakla mümkün
olur.

Kuşkusuz bu, işi gücü bırakıp tembel tembel oturduğu yerden kafasında bir takım
hayaller kurmaya, ideal durumlar canlandırmaya çalışmakla filan olmaz. Muazzam
bir emek süreci, kimi zaman aylar boyunca tamamen sonuçsuz görünen, elde var
sıfırlı muazzam bir emek süreci ortaya konulmadan, o yol açılamaz.

Başlangıçtaki verimsizliğin başlıca nedenleri, birincisi, insanın kendisini halen ortak


amacın dışında, ortak amacı ise mevcut koşulların dışında görmesi; dolayısıyla onu
yaşamının özü haline getirememesi; ikincisi ise, önceki duygu, düşünce, çalışma
alışkanlık ve koşullanmışlıklarının öyle kolayca dışına çıkamamasıdır.3

Bilincin ve eylemin yeniden örgütlenmesi


Gündelik yüzeysel koşullu algı-bilinç-eylem kısa devresi, bilinç eşiğinin altında ve
tamamen sistemsiz kaldığı için farkında bile olmadığı bu devasa kapasiteyi
kullanamadığı gibi bilince de çıkaramaz. Ancak ne zaman ki insan, her zaman
yapageldiğinin ötesinde, tam bilmediği, daha ileri ve zorlu bir hedefe tutkuyla
kilitlenir, onun için yoğun bir emek harcamaya başlar, gece rüyalarında bile onu
görür... İşte o zaman bilincin ayrıca kafa çalıştırmaya bile gerek duymayacak
kadar mekanikleşmiş, kendiliğinden işleyen örgütlü yanı ile, hiç kullanılmayan,
farkında bile olunmayacak kadar örgütsüz, dağınık, karanlıkta kalmış yanı büyük
bir çatışmaya girer. Bu iç çatışma, insan zorlu hedefine gerçekten tutkuyla
bağlanmışsa ve onun için başlangıçta sonuçsuz kalsa da yoğun çaba harcamayı

3 İnsanlar ilk motorlu taşıtı, dört ayağı üzerinde yürüyen mekanik bir at şeklinde yapmaya çalışmışlardır! Newton fiziğine
koşullanmışlık nedeniyle, onunla bağdaşmayan ve görelilik kuramının temelini oluşturabilecek sayısız bulgu onyıllar boyunca
anlamsız ayrıntılar sayılmıştır!
24

sürdürüyorsa, gündelik bilincin dar keçi yolunun parçalanması ve yerine bilinç


eşiğinin altındaki dev fakat örgütsüz bilgi, deneyim yığınağında, tutkuyla istenen
o hedefe yarar ve ne varsa yavaş yavaş iç bağıntılarının kurulup örgütlenerek
bilinçte daha gelişkin bir perspektifin inşası ile sonuçlanır. İstenç yoğunlaşması, o
amaca dönük çevresinde ve bilinç eşiğinin altında kalmış ne varsa... başka bir şey
için okunmuş bir kitaptan ilgili bir bölüm, üzerinde durulmamış bir deneyimin
farklı bir yanı, unutulup gitmiş anılar-deneyimler, hiç değer verilmemiş birinin
söyledikleri, yaşamın farklı yanları, o konuyla ilgili tüm yaşanmışlıkları fakat
üstünden atlanmış olanları, bulup getirmeye, birbiriyle iç bağlantıları yavaş yavaş
örüp yeni ve daha gelişkin bir bilinç-eylem sistemi kurmaya başlar.4

İşte başlangıçta kapasitesinin üstünde görünen zorlu bir işe ya da amaca, tutkuyla
sarılan, bunun için başlangıçta yararsız da görünse yılmaksızın yoğun bir emek
harcayan insanlardaki, yoğun bilinç artışı, duygusal zenginleşme, kendi saklı
kalmış güçlerini gerçekleştirip yeni yetenekler kazanmanın, dar kalıpları parçalayıp
kendi yaratıcılığının ve yarattıklarının, dünyayı gerçekten dönüştürüyor olmanın o
muazzam sınırları parçalama duygusu bundan kaynaklanır.

STRATEJİK BİLİNÇ -I
Devrimci savaşım ve faaliyeti en geçit vermez görünen koşullarda bile stratejik
bilinç ve uslanmak bilmez direşkenlikle sürdürmek, en ufak adım için eskisinden
misliyle çok çaba ve çok sabır gerekiyorsa bundan hiç yüksünmemek, mevcut
faaliyet tarzı yetersiz kalıyorsa haydi hedeflere doğru yeni bir yol açmak -işte
bunlar devrimci proletaryanın bazı karakteristik özellikleridir.

Her girişimden çabuk ve kolay sonuç alma beklentisi, büyük heyecanlardan


umutsuzluğa geçiş, ortak çabada yeteneksizlik -işte bunlar da küçük burjuva
devrimciliğinin bazı karakteristik özellikleridir.

Sınıf savaşımında çabuk ve kolay sonuçlar alma, çabuk ve kolay kazanımlar elde
etme müzmin beklentisi, yalnızca sendikalizmin değil siyasal kendiliğindenciliğin
de tipik bir marazıdır. Savaşımın yükseliş dönemlerinde devrimcilerin özgüven,
coşku ve motivasyonunu artırıyor görünse de, asıl yokuşlu süreçlerde geri tepen bir
silaha dönüşür. Hatta hedeflerde kırılma ve giderek eylemsizleşmenin başlı başına
bir iç etkeni haline gelir.

Kuşkusuz yanlış olan, yürütülen her çalışmadan hedefi doğrultusunda kesinkes bir
sonuç, somut bir sonuç alma istekliliği, almadan da peşini bırakmama azmi
değildir. Tersine özellikle çetrefilli dönemlerde zorluğu ve "zulmü" ne olursa olsun
kazanılacak her başarının, ileri doğru atılacak her somut adımın, paha biçilmez bir
anlamı ve esinleyiciliği vardır. Keskin sol lafazanlığın "stratejik yönelim her şey,
somut adımlar hiçbir şeydir" yaklaşımı, reformizmin lanetli "hareket her şeydir
nihai hedef hiçbir şey" yaklaşımının ters yüz edilmiş bir kopyasıdır olsa olsa.

Fakat çetrefilli koşullarda stratejik bilinç ve yönelim temelinde, onları da


güçlendirecek somut başarılar kazanmayı sürdürmek için canını dişine takmak ayrı
bir şeydir; kolay ve çabuk başarı müzmin beklentisi apayrı ve yanlış bir şeydir.

Küçük burjuva devrimciliğinin kolay ve çabuk başarı tiryakiliğinde asıl sorun, tüm
faaliyetini bunun üzerine kurması, bununla sınırlaması, kısa vadede büyük sonuç
4 "Her yaratma, ilk önce bir yıkma eylemidir." (Picasso)
25

vaat etmeyen her türlü sabırlı ve sebatkar faaliyeti devrimci eylemden bile
saymamasıdır. Hemen ilk elde "elle tutulur gözle görülür" somut sonuç vaat
etmeyen, en güzel meyvelerini orta ya da uzun vadede verecek bir devrimci
politik kitle çalışması disiplin ve kondisyonuna sahip olmadığı gibi, çoğunlukla
böyle bir şey ufkunda bile yoktur. Beklene duran kolay ve çabuk başarılar bir türlü
gelmeyince de kolay ve çabuk hayal kırıklığına, umutsuzluğa, giderek eylemsizliğe
gömülmesi şaşırtıcı olmaz.

Küçük burjuva devrimciliğinin biricik motivasyon kaynağı olarak kolay, çabuk


kazanılmış, somut ve etkileyici başarılar tiryakiliği o kadar tipiktir ki, bu tür
başarılar kazanmak ne kadar zorlaşırsa, o -kadrolarını ve kitleleri bu zorlukların
üstesinden gelecek daha ileri bir bilinç ve kavrayış, direşkenlik, azim ve solukla
donatacak yerde- kolay ve çabuk sonuç beklentisinin dozunu büsbütün artırmak,
tüm ajitasyon propagandasını bunun üzerine kurmak zorunda kalır: "Kazanıyoruz,
kazanmak üzereyiz..." Savaşım ve faaliyetin değişen koşullarını, isterlerini dikkate
almayan bu tür bir kuru sıkı ajitasyon, belki başlangıçta savaşanların hevesini
artırır; ancak vaat edilen somut ve etkileyici başarıların vadesi uzadıkça, tersine
kafa bulanıklığı ve güvensizlik, giderek paralize olma durumu yaratır.

Kolay başarı hevesi


Kısa vadeli beklentileri abartmak, kısa vadede başarı ne kadar zorlaşırsa o kadar
abartmak - bu zorlukları görüp kavrayarak yürütülen, kafaca ve ruhça önüne
çıkan her türlü zorlukla başetmeye hazır, tuttuğunu eninde sonunda kopartıp
almayı bilen bir devrimci faaliyetin yerine ikame edildikçe, onun da altını oyar.

Önce, "Olmayan sorunlar için niçin kaygı duyacakmışız ki? Hızla büyüyoruz (ya da
ilerliyoruz, sonuca yaklaşıyoruz vb.). Her şey olması gerektiği gibi oluyor" derler.
Ardından "Tabii bazı sorun ve tıkanma noktaları var. Fakat tüm yapmamız
gereken eski halimize geri dönmek. Eskiden nasıl başarıyor idiysek şimdi de aynı
şekilde yapmalıyız" derler. En sonu da "biz bunu ne kadar çok böyle yapmaya
çalışsak o kadar yerimizde sayıyoruz" sonucuna varırlar!5

Kolay ve kestirmeden somut ve etkileyici başarı beklentisi, çoğunlukla devrimci


savaşım ve faaliyeti ilk elde akla gelenlerle, ilk elde yapılabileceklerle sınırlamaya
da yol açar. Şu basit nedenle ki, sınıf savaşımında ve devrimci politik kitle
çalışmasında kolay ve kestirme çözümler, eğer hiç yok değilse ancak istisnai
durumlar için geçerli olur. Başlangıçta başarılı gibi görünen bu tür kısa dönemli
çözümlerin de, ilerleyen süreçlerde çoğunlukla ne kadar yanıltıcı olduğu açığa çıkar.
O zaman da kolay ve çabuk çözüm beklentisinin kendiliğindenci içeriği sırıtır:
"Yapılmakta olan yapılması gerekendir ve yapılması gereken de zaten yapmakta
olduğumuzdur!" Her durum ve koşulda ilk elde, kısa vadede yapılabilecek olanlar,
zaten yapılmakta olanlardır çünkü. Oysa asıl sorun tam da bu doğal
kendiliğindenlik sınırının ötesine nasıl geçileceği, ilk elde yapılamayacak
görünenlerin koşullarının da nasıl bir çalışma hedef ve planı doğrultusunda
oluşturulabileceğidir.6
5 Bu durum örneğin yeni girilen bir alanda ilk elde hızla yapılan açılımda yaşanabilir. Kısa dönemli bir çalışmayla ilk elde,
devrimciliğe zaten az çok bir eğilim duyan az sayıdaki "hazır güç" hemen toparlanabilir. Doğal yetenekleriyle, ilk elde
yapabilecekleri her şeyi yaparak hızlı bir gelişme gösterebilirler, ya da öyle görünürler. Asıl sorun bundan sonrasıdır:
Devrimcileşme sürecinde doğal yeteneklerin ve ilk elde yapılabileceklerin sınırına dayandıktan sonrasıdır. Bu doğal sınırın
ötesinde ise yeni devrimcileşen işçilerin, gençlerin gözüne pek doğal görünmeyen gerçek devrimcileşme "zulmeti" uzanır:
Doğallığında, kendiliğinden sahip olunmayan yeni devrimci kavrayış, nitelik ve becerilerin büyük bir çaba ve "zahmetle"
kazanılması. Küçük burjuva devrimciliği, kimisi için çok dar kimisi için biraz daha geniş olan bu "doğal yetenek" sınırını,
devrimcilik için çoğunlukla yeterli sayar ve ötesine pek adım atmaya yanaşmaz. Çoğu devrimcinin yılların devrimciliğine karşın
başlangıçtaki doğal yeteneklerinin ötesine geçmeyen ancak çok sınırlı bir gelişme gösterebilmesinin, neredeyse yerinde
saymasının bir nedeni de budur.
6 Günümüz devrimci hareketinde çok sık görülen, müzminleşmiş, araçların amaçların yerini alması durumu, uzun dönemli temel
26

Kolay ve kestirme başarı beklentisinin en vahim yanı ise uzun dönemli temel
hedefin yerine geçirilen kısa dönemli biçimsel "çözümlerin" yeterli olduğu
yanılsamasını yaratmasıdır. Kestirme çözüm ve başarı arayışı, çoğu durumda temel
perspektifin kaymasına, giderek "kaybolmasına" yol açar.

Kısa dönemli çözüm sendromu, temeldeki asıl sorun yerine -ki çoğunlukla bunun
farkına bile varılmaz- yalnızca onun bazı sonuç ve belirtilerini ortadan
kaldırdığından ilk elde başarı yanılsaması yaratsa da yapay başarılar çoğunlukla
sorunu daha da ağırlaştırdığıyla kalır. Ağırlaşan zorluklar karşısında hızlı ve kolay
başarı yanılsamasıyla kestirme "çözüm"lere daha sık başvurdukça, köklü ve uzun
dönemli hedef ve dönüştürücülük iyice silikleşir. Giderek, hızlı fakat yüzeysel
çözümlerin görünüşteki cazibesine bağımlılık arttıkça, köklü çözüm ve düzenlemeler,
gereksiz bir angarya, verimsiz işler gibi görünmeye başlar.7

Komünistler için her türlü güncel faaliyetin, dönemsel taktiğin de bağlı olduğu uzun
dönemli temel bir hedef, işçi sınıfı ve kitlelerin parti çizgisindeki devrimci politik
(ve sosyalist) bilinç, örgütlülük ve eylemini geliştirmek, yükseltmek ve
yaygınlaştırmaktır. Bu doğrultudaki her ilerleme tabelacı olmayan gelişkin bir
komünist partinin (sosyal devrim örgütü) olanak ve dayanaklarını da geliştirecektir.
Asıl ve öncelikle çok daha gelişkin bir komünist kadro ve (tüm yönleriyle) parti
yapılaşması ise tam da günümüzdeki devrimci sınıf savaşımı ve faaliyetini kıstıran
en derin sorunların temel çözüm dinamiğidir.

"Belirtilenler, kadrolar açısından yüksek bir bilinci, teorik ve örgütsel


perspektiflerin güçlü bir kavranışına dayalı bilinci gerektirir. Tarih bilinci, örgüt
bilinci, sınıf bilinci, gelecek perspektifi ile donanmış her türlü konjonktürel düşünce
ve baskıdan kendini kurtarmış, görevleri kavramış ve süreçle güçlü bir ilişki kuran,
bu temelde kendisini dönüştürebilen ve sıçramalı bir gelişme gösteren bir kadro
yapısı ve bilincini gerektirir. Parti düşüncesi heyecan vericidir, bir komünisti
yerinden sıçratabilir. Fakat bize öncelikle ajitasyonel olmayan köklü bir parti kav-
rayışı ve parti bilinci gerekmektedir. Yüksek bir disiplin, yüksek bir bilinçden doğar.

hedeflerin gözden yitirilmesinin (perspektif kayması) en bariz göstergelerinden biridir. Örneğin bildiri, afiş, yazılama, az katılımlı
dar grup eylemleri, devrimci kitle örgütçülüğü ve eyleminin yolunu açan araçlar olmaktan çıkıp başlıbaşına amaç haline geliverir.
Daha kötüsü, karşıdevrimin şu veya bu saldırısı karşısında yeterli çözüm sayılır. Ya da genel mücadele çağrılarının, her durum ve
alan özgülünde somut politikalar ve bunu uygulayacak alan içi kadrolar ve örgütlülükler üretmenin yerini alması... Salt özgüçlere
dayanan genel ajitasyon ve dar eylemlere harcanan büyük efora karşın kitleler içinde alınan yolun sınırlılığının farkına varılınca
da "kitleselleşme hedefimizin biraz uzağında kalmış olabiliriz, n'apalım şu zor koşulları atlatıncaya kadar" derler. Oysa bu
sınırlılığı yaratan tam da çalışma tarzındaki, araçları amaç yapan, amacı gözden yitiren darlaşmadır. Tipik bir örnek de, devrimci
basının ve az çok deneyimli devrimci kadroların, yeni devrimci güçlerin ve kitlelerin görece öncü kesimlerinin eğitim ve
donanımına özel bir dikkat ve özen göstermek yerine, ajitasyona yüklenip durmasıdır. Öyle ki ajitasyon -ve tabii adam
oluşturma- küçük burjuva devrimciliğinin, bırakalım kitleleri, kendi güçlerini "eğitmesinin" biricik biçimi haline gelir; kitle
çalışmasında da standartlar, doğal olarak düştükçe düşer. Böylelikle kısa dönemli "çözüm" yanılsaması (örneğin hazır güçlerin
hareketlendirilmesinde salt ajitasyona dayanılması; ilk elde bir canlılık yaratsa da atılmak istenen her adımda gerçek beceri
isteyen zorluklarla karşılaştıkça bir geri tepmeye dönüşür vb.) uzun vadede kitlelerin de devrimcilerden beklentisini düşürmesi
gibi daha ağır sonuçlara yol açar.
7 Bunun bir örneğini vermiştik. Başlangıçta ön açıcı bir misyonla yapılan küçük grup eylemlerini, sistematik devrimci kitle
çalışması ile bütünleştirmek yerine, kitle çalışması ve giderek kitlelerle ("insanlar duyarsız!") karşı karşıya koymak, vb. Bir diğer
müzmin örnek de, karşıdevrimin ekonomik-siyasi vb. her saldırısı karşısında daha geniş kitle kesimlerini harekete geçirmeyi ve
örgütlülük kazandırmayı hedefleyen daha gelişkin bir çalışma tarzı yerine, her seferinde zaten hep hareketli olan son derece
sınırlı 'hazır güçlere' daha çok eylem yaptırmaya çalışmaktadır. Hücre tipi cezaevlerine karşı ya da emekçi memur hareketinde,
harekete geçmesi görece kolay, sınırlı "hazır güç"ün hemen hareketlenmesi önemli olsa da, tam da bu güçlerin taze güçleri de
çekme ufku ve becerisi vb. olmadan, eylemden eyleme koşup durması, pek bir açılım sağlamadığı gibi, başlangıçta varolan bu
açılım dürtüsünü de ortadan kaldırır. Sokak eylemciliğini (gözaltı, çatışma,...) yaşam tarzı olarak benimseyen bu değerli fakat dar
kesimin, diğer taraftan kitlelere yaklaşımlarında da giderek kıstası hemen buradan koymaları, yeni güçleri eyleme çekeceğine,
kitlelerle açı farkını büyütür. Sorun bir kez daha sokak eylemciliğiyle geniş, etkin ve sistematik kitle çalışmasını kaynaştırmak,
daha geniş kesimleri harekete sevkedecek, birkaç kişi ya da kurumla sınırlı olmayan bizzat kitleler içindeki bağlantı halkalarını
(platformlar vb.) oluşturmak vb.'dir. Bu kolay çözüm sendromu da, ilkokuldaki "çalışkanlar kümesi ve tembeller kümesi"
uygulamasına benzer. Öğretmen kolay sonuç aldığı birkaç gözde öğrencisi üzerinde yoğunlaşır, bir kez "tembel" diye
damgaladıkları ise bir daha ilgi alanına girmez bile, hatta onlar sınıfta yokmuş gibi davranır. Bu da "kendi kendini doğrulayan
kehanet" kısır döngüsüyle, "çalışkan ve zeki" olanı daha çalışkan ve daha zeki; "tembel" görüneni (yoksulluk, aile sorunu vb.
nedeniyle ketlenmiş olanı) gerçekten tembel yapar, hatta kendisini beş para etmez aptalın teki saymasına yol açar; üste pazar
bir iki "başarılı öğrenci" ile diğerleri arasında aşılmaz bir duvar örer. Doğru bir eğitim yöntemi ise tüm soruları öğretmenin
ilgisinden pek hoşnut gözde öğrencilere çözdürmek yerine, onlara aynı zamanda "tembel" görünen arkadaşlarına yardımcı olma
ve özgüvenlerini kazandırma vb. erdem ve becerisini vermek olurdu... Kuşkusuz köklü çözüm daha büyük zaman, emek ve sabır
gerektirdiğinden, bunun yol ve yöntemini geliştirmeye çalışırken hazır çözümlere de (ilk elde yapılabilecek olanlar vb.) sık sık
başvurulacaktır; fakat bunun gerçek çözüm olmadığını bilerek.
27

Kolektif ruhu biçimlendirecek olan ideolojik-teorik, politik ve örgütsel görevlerin


derin kavranışıdır. Ve bu derin kavrayış güçlü bir atılım duygusu yaratır. Tüm
yaşam, bu temellerde biçimlendirilmelidir." (Geleceğin Dinamosu Parti)

Her türlü konjonktürel düşünce ve baskıdan kendini kurtarmak, özünde, her türlü
kolay başarı, basit çözüm heves ve beklentisinden kendini sıyırmak anlamına gelir.
En insani talepler için bile 60'a yaklaşan şehit ve yüzlerce gazi ile tam 9 aydır
sürüyor olan Ölüm Orucu yeterince çok şey anlatmaktadır.

Bir kez daha ve üstüne basa basa vurgulayalım. Kolay ve çabuk "çözümler",
biçimde ne kadar parlak ve etkileyici görünürse görünsün, özünde zaten ilk elde
yapılabilecek olanları yapmaktan ibarettir! Ve, çok daha büyük, zorlu ve soluklu
bir emek gerektirdiği halde başlangıçta hiç de öyle etkileyici görünmeyen gerçek,
özsel çözüm dinamiklerini de bastırır ve gözden yitirilmesine yol açar. Her durum
ve koşulda yapılabilecek ve zaten yapılıyor olanı mutlaklaştırmak ise, özündeki
sınırsız oportünizmi gizleyen, en kötü siyasal kendiliğindenciliktir. Bu durum, küçük
burjuva devrimciliğinin, inatla, sabırla, direşkenlikle uzun dönemli temel hedeflere
ve onun önünde engel olan temel sorunların çözümüne yönelecek yerde, zaten
yapageldiklerini (dar pratikçiliği ve dar deneyimciliği) meşrulaştırıp durmasında,
yüceltmesinde de sırıtır. "Öz ve görünüş bir olsaydı, bilimlere gerek kalmazdı" der
Marks. Gerçekten de, kolay çözümlerin, belli bir kesitte gerekli ve kaçınılmaz
olsalar da, yetersizliği, sonuç alıcılığı büsbütün yavaşlattıklarında ortaya çıkar.

Genel (temel) sorunları çözmeden, özel (yüzey) sorunların çözümüne girişen kişi,
der Lenin, eylemlerinde en kötü yalpalama ve etkisizliğe mahkum olur. Tüm
bunları birkaç örnekle canlandıralım:

Politik donanımı ve beceriyi sürekli yükseltmek


Küçük burjuva devrimciliğinin her zamanki hızlı ve sihirli çözüm formülü
"kitleselleşmektir". Gelişkin parti yapıları ve çok sayıda gelişkin kadro donanımı
varmış gibi, tek sorun kitleselleşmekmiş, bir kitleselleşilse hemen devrime
yürünecekmiş sanırlar (sanısını yaratırlar). Çabuk ve kolay çözüm (başarı)
beklentisinin tipik bir örneği olarak, sihirli "kitleselleşme", ne yazık ki, temeldeki
parti ve kadro sorunu çözülmeden kaldıkça, bir türlü sağlanamaz. Sistem ve
rejimin ağırlaşan krizinin etkisiyle kısmi bir "kitleselleşme" yaşandığında ise, yeni
"kazanılan" gençleri ve emekçileri, sınıf savaşım ve örgütçülüğünde yetiştirecek
donanım ve beceriden yoksun olunduğundan, böyle bir düz "kitleselleşme" de,
gerçekte büsbütün bir düzey düşüklüğü ve iç örgütsüzleşme ile kaçınılmaz olarak
"kitleleşmeye" yol açar.8 Devrimci politikada daha hızlı ve parlak gibi görünen
biçimsel çözümler, çoğunlukla büsbütün ağırlaştırıcı ve zorlukları büyütücü
olduğuyla kalır.

Tipik bir örnek de çoğu devrimcinin, pratik işleri nedeniyle bir türlü okumaya,
öğrenmeye, kendini geliştirmeye, hatta düşünmeye fırsat bulamıyor olmasıdır.
Okumadan, öğrenmeden, kendini geliştirmeden, kafa yormadan, daha fazla pratik
iş çıkarmaya yüklenmek ilk elde, daha etkili, hızlı ve kolay başarı vaat edermiş gibi

8 Yeni "kazanılan" kesimlerin devrimci sınıf bilinç ve becerisini yükseltmek yerine, kendini onların kendiliğinden bilincine
uyarlamanın önemli bir göstergesi de, çoğu devrimci basındaki istikrarlı düzey düşmesi ve sığlaşmasıdır. Örneğin tüm bir
antiemperyalist "perspektif" ulusal onur edebiyatına indirgenivermekte, MHP teşhiri bile ancak "sahte milliyetçi" söylemi üzerine
kurulabilmektedir! Ulusal onur meselesini bir ajitasyon faktörü olarak kullanmak vardır; (bir de) tüm bir antiemperyalist politikayı
ulusal onur edebiyatına indirgeyip bunun adına devrimci sınıf politikası diyen kitle kuyrukçuluğu vardır! Bu da her zamanki
"çabuk ve kolay başarı" sendromunun bir örneğidir. Kendiliğinden kitle bilincindeki burjuva ve küçük burjuva milliyetçilik
eğilimleriyle sınırları net çizmek yerine, onun suyuna gitmek, giderek büsbütün körüklemek (emperyalizm ve işbirlikçi tekelci
burjuvazinin atakları karşısında gerileyen geleneksel milliyetçilik temsilcilerinin boşluğuna oynamak), evet belki çok kolay, fakat
bir o kadar da ucuz bir "politika" olarak, devrimci sınıf bilincini yükseltmek gibi uzun ve zahmetli bir iş yerine, devrimcilerin
bilincinin kitle bilinci düzeyine düşürülmesini "hızla" başarabilir tabii!
28

görünür. Ne var ki daha çabuk sonuç yanılsamasıyla dar pratikçiliğe ne kadar çok
yüklenilirse, giderek verimsizleşen çalışmanın moral bozukluğu ile yerini gizli
işsizliğe bırakması o kadar kolay ve çabuk olur. Burada da hızlı ve kolay başarı
beklentisinin (sendromunun) tersine yavaşlatıcı ve zorlaştırıcı geri tepmesini
görürüz. Bir devrimci neden okumaz? Çünkü okuduklarından hemen sonuç almayı,
sihirli çözümler, kolay başarı formülleri bulmayı bekler. Okuduklarında hazır başarı
reçeteleri bulamayınca, pratikle bağlantısını kuramayınca da okumayı keser, ya
da en fazla güncel devrimci basın ve devrimci romanlarla sınırlar. Çünkü okumak
pratik çalışmada kısa vadede hemen hiçbir üretkenlik artışı vaat etmez. İlk elde
okuduğunu anlamadığından anladığını başkalarına anlatamadığından, çabuk ve
kolay sonuç alma beklenti ve hevesine dayanan okuma motivasyonu kırılıverir. Ne
var ki, hemen somut ve elle tutulur sonuç vaat eden dar pratikçiliğe yüklendiği her
seferde de, kronikleşmiş kendi altyapı yetersizliğine toslar. Böylelikle doğal
yetenek sınırlarında takılıp kalır. Okumaya bir türlü fırsat bırakmayan önemli
pratik işler ise "yapılması gerekeni zaten yapıyorum" kendiliğindenciliği olur. Oysa
okumayı, doğal yetenek ve zekanın ötesinde, gerçek bir kavrayış açıklığı ve
pratikte "gözle görülür elle tutulur" bir üretkenlik sıçrayışı sağlayabilmesi için,
başlangıçtaki zorlanma ve pratikle bağını kuramama gibi sorunlar ne olursa olsun,
uzun dönemli bir direşkenlik ve sabırla, sistematik olarak sürdürmek, sürdürmek,
sürdürmek gerekir. Bunu gerçek bir devrimci değer ve disiplin, her günkü pratik
çalışmanın düzenli bir parçası haline getirene madalyasını hayat verir.

Aynı şey tastamam devrimci sınıf ve kitle çalışması için de geçerlidir. Ortalama bir
işçi ilişkisini, bırakalım kadrolaştırmayı, alan içi bir aktiviste, bir sınıf çalışması
dinamiğine dönüştürmek için bile azımsanmayacak soluk ve emek gerekir. Yoksa
'kafa sayısı' sendromu, işçi sınıfı ve kitleler içinde uzun dönemli gerçek devrimci
ilerlemenin ve işçi sınıfı ve kitlelerin devrimci ilerlemesinin yerini almakla kalmaz,
bunu da biçimsel fakat içi boş "çözüm" suretiyle engelleyici olur. Alanlara getirilen
her yeni kişinin sırf gelmiş olmakla propagandif bir etkisi ve eğiticiliği vardır
kuşkusuz, fakat burada bile gelişmesinin yönü yalnızca kendisini mi getirebildiği ve
bu etkiyi kendi çevresine ne kadar yayabileceği ile ölçülür.

Devrimci kitle çalışması ve örgütçülüğünden hemen etkileyici sonuç beklentisi


çoğunlukla geri tepici bir ham hayaldir. Kriz koşullarında kitlelerin birikmiş tepkisini
şurasından burasından alevlendirmek, kendiliğinden patlamaları yönlendirmeye
çalışmak mümkün ve gereklidir kuşkusuz. Fakat bu tür patlamalarda da başarının
ölçütü kısa vadeli, anlık yankılarından çok, birincisi kitleler içinde yaratılmış önceki
devrimci donanıma, ikincisi geleceğe dönük kalıcı bilinç, örgütlülük, savaşçılık
yükselişine göre belirlenir. Karşıdevrimin ilk karşı saldırısıyla saflar dağılıyorsa, yeni
ve kalıcı örgütlülük ve mevzilenmeler yerine öncekiler de kaybediliyorsa, bu tür
patlamalar da özsel (uzun dönemli) gelişmeye dönüştürülememiş anlık ve biçimsel
başarılarla sınırlı kalır.

Komünistler açısından temel olan, devrimci kitle çalışmasında her durum ve


koşulda, politik donanım ve beceriyi sürekli yükselterek, sabırla, direşkenlikle,
yılmaksızın ilerlemek ilerlemek ilerlemektir. Hiçbir koşul ve mevzi muharebeyi bu
temel süreçten kopartmadan, aksine asıl bu temel ve uzun dönemli gelişme
doğrultusunda halkalar olarak değerlendirerek, ilerlemektir. Hemen ve kolay
çözüm ve başarı beklentisinin yüzeysel motivasyonuna endekslenmemiş, asıl böyle
bir uzun dönemli bilinç ve emektir ki, ilk elde yapılamaz edilemez görünen pek çok
şeyi yapılabilir hale getirir, kendiliğindenlik sınırlarını parçalar.
29

STRATEJİK BİLİNÇ -II


Gündelik bilinç (kendiliğinden, yüzeysel, biçimci bilinç) düz algılara dayanan bir
tepkisellik mekanizması olarak düşünülebilir.

Gündelik bilinç ancak iki tür işlem yapabilir. Birincisi, olaylar arasında dışsal,
yüzeysel, tek yanlı nedensellik (neden-sonuç) sıralaması yapabilir. İkincisi, Yaşamı
parça parça eden, tekdüzeleştiren, durağanlaştıran anlık fotoğraf kareleri gibi
çalışır. Gündelik bilinç yalnızca bugüne, bugünkü durum ve olaylara, tam da şimdi
birden bire ortaya çıkıvermiş görünen "etkilere tepki" verebilir.

Gündelik bilinç, yalnızca düz algıyla doğrudan duyumsayabildiği olaylara, olayların


yalnızca kendini doğrudan etkileyen yanına tepki verir.

Gündelik bilinç arzu etmediği her olayda düz bir sorumlu arar ve ona tepki verir.

Ne var ki böyle yapmakla, gündelik bilinç, geçmişten ve gelecekten kopuk hep bir
şimdiki durum ve olanaksızlar kapanında sürüklenip durur.

Bu yüzden uzun dönemli taihsel-toplumsal süreçlerin ancak o kesitteki ani


belirimlerine (etkilerine) karşı harekete geçen, çoğunlukla dar bir tepkici olmaktan
öteye geçemez.

Çünkü olayların temelindeki uzun dönemli tarihsel-toplumsal (sosyoekonomik,


politik vb.) süreçleri görmeyip, yalnızca bunun anlık ani belirimlerine karşı
harekete geçmekle sınırlı dar tepkisel bir hareket tarzı, hep hazırlıksız, hep
olanaksızlıklar içinde kalmaya mahkumdur. Dönem dönem önünde hazır bulduğu
olanaklarla temeldeki süreçlerin bazı olumsuz etkilerini geriletmeyi ya da
bastırmayı başarsa da bunlar da geçici başarılar olarak kalır. Çünkü aynı yönde
güçlenerek işlemeye devam eden süreç, aynı etkileri de kaçınılmaz olarak güçlen-
direrek tekrar tekrar doğuracaktır.

Tarihsel süreçler
F tipi cezaevleri, 19 Aralık 2000 katliamının da çok öncesinde, Terörle Mücadele
Yasası (1991) ile başlatılabilecek iniş çıkışlarla süregelen en az 10 yıllık bir
tarihsel süreçtir. 1996 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu ile can bedeli
bastırılmış, fakat 28 Şubat programıyla (1997) güçlendirilerek işlemeye devam
etmiştir. Özelleştirme 24 Ocak kararları ve Özal"la başlatılan neredeyse 20 yıldır
süregelen bir tarihsel süreçtir. Bazı kamu işletmelerinde ancak tamamlanma
aşamasında yer yer duraksatılsa da özelleştirme süreci bir biçimde gerçekleşti-
remediğini başka biçimde yaparak, şiddetini artırarak, yaygınlaşarak ve
derinleşerek sürmektedir. Kamu emekçilerine sahte sendika dayatması, bugünkü
yasalaşmasından da çok önce, yine 28 Şubat programıyla başlatılabilecek bir
tarihsel süreçtir. Kamu emekçilerinin dönem dönem Kızılay direnişleriyle
geciktirilip bastırılsa da her seferinde şiddetlenerek ortaya çıkmış ve şimdi de
gündemdeki Kamu Personel Rejimi Yasası ile vites büyüterek devam etmektedir.
Son IMF programı yıkıcı etkileri "aniden" ortaya çıkıp "elle tutulur gözle görülür"
hale gelmeden, Kasım 2000-Şubat 2001 krizlerinin çok öncesinde zaten (hafiften
başlayıp giderek ağırlaşan biçimde) yaklaşık 3 yıldır uygulamadaydı. Doğrudan
IMF"ye yönelik tepkiler ise ancak yıkıcı etkilerin farkedilmesi üzerine son 4-5 ayda
başladı.

Sayısız başka örnek verilebilir. Hepsinin özü şudur: Bugünkü ve gelecekteki


30

olayların temelindeki uzun dönemli tarihsel-toplumsal süreçlerin gelişme yönü


gündelik bilinç açısından karanlıkta kaldıkça, salt ani belirimlerine anlık tepkiler
vermekle onu geciktirmek, geriletmek, sınırlamak mümkün olsa da tümden
ortadan kaldırmak, geri çevirmek, olayların gelecekteki akış yönünü değiştirmek
mümkün olmaz. Oysa devrimci proletaryanın stratejik bilinci açısından en önemlisi
budur. Uzun dönemli süreçlerin ani belirimlerine anlık tepkiler vermenin ötesinde
olayları akış yönünü belirleyen temeldeki sürecin kendisini (dolayısıyla olayların
gelecekteki akışını) kendi lehine çevirmektir. Bu da hemencecik ve kolaycacık
sonuç almayı beklemeyen uzun dönemli, sabırlı bir devrimci kitle çalışmasını ve
her durum ve koşulda bu çalışmayı geliştirerek sürdürebilecek bilgi ve beceriye
sahip kadro donanımı şart koşar.

Yukarıda değindiğimiz tarihsel süreçlerin (sınıf savaşımının öne çıkan bazı


cepheleri) hiçbirisi henüz tamamlanmış değildir. Her biri bugünkü güç dengeleri ve
olayların kısa dönemdeki seyri ne olursa olsun, aylara değil, daha yıllara yayılan
savaşım süreçleri olarak devam edecektir.

Bu tarihsel süreçlerin her birinde olayları akış yönünü değiştirmek, giderek


belirleyebilmek mümkündür. Tabii salt iradecilikle, salt biz öyle istiyoruz diye, salt
olayların bugünkü durum ve biçimlenişine tepki göstermekle olmayacaktır. Kendini
uzun dönemli bir zorunluluk (ya da kaçınılmazlık) olarak dayatan her tarihsel
sürecin özünde esaslı toplumsal çelişkiler (uzlaşmaz karşıtlıklar) vardır. Bu
demektir ki, olayların uzun dönemde hep belli bir doğrultuda gelişimi, yine uzun
dönemde aksi (ya da farklı) bir doğrultuda gelişmesinin de olanak ve dinamiklerin
büyüterek ilerlemek durumundadır. Ve ancak uzun dönemli, sistematik bir
devrimci kitle çalışması ve örgüsünde sabırla ilerleyen ve her güncel, dönemsel
gelişmeyi de bu doğrultuda ele alan stratejik bilinçtir ki, bu tarihsel olanak ve
dinamikleri devrimci temelde değerlendirerek, geleceğin şekillenmesinde
(olayların gelecekteki akışında) artan ölçüde söz ve güç sahibi olabilir. Günübirlik
tepkisel bilinç ve devrimcilik ise, ancak ani etkiler karşısındaki kısa dönemli
tepkisel hareketlilikleriyle yer yer kısa dönemli başarılar kazansa da uzun
dönemde olaylar üzerinde kontrolünü giderek kaybeder ve bir noktadan sonra o
tepkileri de veremez hale gelip tam bir sürüklenişe, eylemsizliğe düşer. Şu basit
nedenle ki, günübirlik tepki ve bilinç, her ani gelişme karşısında yalnızca ilk elde
verebileceği anlık tepkileri (ilk elde yapılabilecek eylemler vb.) konu edinir. Bunda
başarı olsun veya (hele ki) olmasın, süreci oluruna bırakır, Ta ki bir sonraki ani
gelişmeye kadar.

Dar tepkisel bilinç kendiliğindenci bilinçtir


Oysa, düşman ezilen sınıflara ve devrim güçlerine her saldırısını uzun dönemli bir
hazırlık ve "süreç geliştirme" olarak planlamaya çalışır. Nihai darbelerini
indireceği zaman da bunu zaten ilk eldeki tepkileri nasıl yalıtacağını, süreklilik
kazanmasını engelleyeceğini vb. hesaplamaya çalışır, ilk vuruşlarında başarısız
olursa -sınıf savaşında her zaman önceden öngörülemeyen etkenler olur- daha
güçlü vurmak ya da sonuca başka bir yoldan gitmek için sabırla ağlarını örmeye
devam eder.

Örneğin 19 Aralık F tipi katliamının ardından ilk bir hafta on beş günde
azımsanmayacak tepki eylemleri gerçekleştirilmiş, devlet bunları kısa dönemde
yapılınmaz(!) hale getirmekte fazla zorlanmamıştır. Fakat sorun bu da değildir.
Günübirlik tepkisel bilinç ve devrimciliğin sorunu şudur ki ancak ani etkiler
karşısında en ileri tepkiyi vermeye çalışır (evet bu devrimci refleks gereği ve
devrimci tutumdur) olmayınca bunu zorlamaya devam eder, yine olmayınca bu
31

kez tam tersi kutpa savrulur. Neredeyse tam bir eylemsizliğe gömülüp süreci olu-
runa (örneğimizde devrimci tutsakların omuzuna) bırakır. Tek bu örnekten bile
apaçık görülecektir ki günübirlik tepkisel devrimciliğin özünde de (siyasal)
kendiliğindencilik, "uyarıma gelirsecilik" vardır. Büyük heyecanlardan hayal kırıklığı
ve umutsuzluğa, en keskin tepkilerden eylemsizliğe geçiş, günübirlik tepkisel
bilincin her zaman ki tipik özellikleridir. 19 Aralık sonrasında militan kitle
gösterileri yapılamadığı uzunca bir dönem boyunca gerekirse sıfırdan başlamak
pahasına, dışarıdaki süreci özellikle Şubat krizinin ortaya çıkardığı yeni dina-
miklerle birlikte yeniden örülmesine daha çok sayıda devrimci aktivit
katılabilseydi, F tipi sürecinin bugünkü gelişim seyri oldukça farklı olabilirdi.
Bugünden sonrası için F tipi sürecini dışarıda yeniden şekillendirmede bu kuşkusuz
hala mümkündür.

Bu da bir "teyzemin bıyıkları olsaydı..." sorunu değil, ufuk çizgisi (bakış yönü)
sorunudur. Ufku yalnızca bugünle, bugünkü durum ve olayların da yalnızca dış
yüzeyiyle (anlık fotoğrafı ile) sınırlı bir günü birlik tepkisel bilinç; bugünkü durum ve
olayların içindeki, geleceğe de yeni bir yön verecek (tabii, uzun dönemli
sistematik, hemen sonuç beklemeyen bir kitle çalışması ile) tohum ve dinamikleri
de asla göremez. Çünkü ancak tarihsel sürecin kendi kendisiyle çelişik gelişme
doğrultusunu gözden kaçırmayan ve bununla bağıntılı bir gelecek tasarımına sahip
olan stratejik bilinçtir ki, kafasında tutkuyla canlandırdığı gelecek tasarımından
bugüne bakarak, onun tam da bugünkü durum ve olaylar içindeki nesnel tohum ve
dinamiklerini görür, onları devrimci temelde geliştirmeye kilitlenir.

Bugüne yalnızca bugün kafasıyla (yani bugünün ilk elde görünen sınırları, koşul ve
olanakları içinden) bakan yarını kaybetmeye mahkumdur.

Stratejik bilincin özü, herkesin yalnızca tepki gösterecek olaylar ve kişiler


görebildiği yerde olay örgülerini (tarihsel süreçler ve toplumsal ilişki düzenekleri)
kavramaktır.

Stratejik bilinç tek kelimeyle çelişkileri kavramaktır.

Stratejik bilinç, yaşamı bölük pörçük ve durağan fotoğraf kareleri gibi algılamaktan
bütünselliği ve gelecek açısından (gelecek dinamikleri) kavramaya, ezilen sınıfları
ve bireyleri çaresiz tepkiciler olmaktan kendi gelecekleri üzerinde söz ve irade
sahibi olan aktif katılımcılar haline getirmeye, yalnızca bugünkü durum ve olaylara
tepki göstermekten uzun dönemli temel hedefleri gerçekleştirmeye (yarını
belirlemeye) doğru köktenci bir bilinç dönüşümünü şart koşar.

Bu da öncelikle kafaları (beyinlerin bebeklikten itibaren kapitalist üretim ilişkileri


ve kurumlar içinde şekillenmiş olmaktan kaynaklanan kısa devre işleyiş düzeneğini)
değiştirmek demektir. Kendiliğindenciliğin başka bir kökü, tam da kısa devre ve
günübirlik tepkisel düşünme(me) düzeneğindedir çünkü. "Çünkü düşünce tarzında
kendiliğindenlik sürüp gitmektedir. Dağınık, bölük pörçük, sığ, gelişigüzel, ezberci, ilk
elde akla gelebileceklerin ötesine geçmeyen bir düşünce tarzı, kaçınılmaz olarak
çalışma tarzında da "mümkün olan ve zaten yapılagelenle" sınırlanmayı
getirecektir." (Parti Kültürü, mDP 2 sf. 150)

Doğalcı düşünme (yani beynin verili kendiliğinden işleyiş düzeneği ile düşünme-A)
der Engels de "yanlış düşünmenin en güvenli yoludur." (Doğanın Diyalektiği, Sf. 83)

"İnsanların en büyük saçmalığı" der Einstein da "Hep aynı şeyi yapıp durdukları
halde bundan farklı sonuç beklemeleridir." Ne yazık ki birçok devrimcinin de hep
aynı şeyleri aynı tarzda yaptıkları halde bunlardan farklı sonuç bekleyip durmaları
32

ve bekledikleri sonucu bir türlü alamadıkları halde hep aynı şeyleri aynı tarzda
yapmaya devam etmeleri bir yana, kafalarındaki kısa devre işleyiş düzeneğinin
farkında bile olmamaları dolayısıyla bunu dönüştürme çabasını göstermemeleridir.

Stratejik bilinç (ki özünde diyalektik ve tarihsel materyalist düşünme yöntemidir)


düşünme yönteminde çok temel iki değişikliği gerektirir:

Birincisi, düz ve tek yanlı neden-sonuç dizgelerinin ötesinde karşılıklı ilişkileri


kavramak,

İkincisi, anlık fotoğraf karelerinin (olayların dış yüzü) ötesinde oluşum ve gelişme
süreçlerini kavramak.

İkisini birden kabaca, olayların temelindeki (ilk bakışta, düz algılarla görülmeyen)
işleyiş sistemlerini (yasalarını) kavramak, biçiminde ifade edebiliriz.

Birincisi, yani tek yanlı yüzeysel nedensellik (neden -sonuç dizeleriyle sınırlı
düşünce tarzı) tepkisel yaklaşımların da başlıca kaynağıdır.

İkincisi, yani anlık bölük pörçük bağlantısız fotoğraf kareleri (günlük yaşamımızda da
farkında bile olmadan yaptığımız sayısız bağlantısız ve yüzeysel "durum
tespitleri") gibi algılar da, değişim süreçlerini karanlıkta bıraktığından, verili
durumları mutlaklaştırır, gelişmelerin hep peşinde (yeni "fotoğraf kareleri" ile)
sürüklenmeye ve yine çaresiz tepkiciler olmaya koşullar.

Sendikal süreç üzerine bir alıştırma


Şimdi bir örnek üzerinde çalışalım. Çoğu işçi kamu emekçisi direnişinin yenilgisini
tek başına sendika ağalarıyla "açıklanıvermesi" tek yanlı yüzeysel neden sonuç
dizgelemesinin sık rastlanan bir örneğidir. Sendika ağaları satmış (neden) direniş
yenilmiştir (sonuç). Eh, sayısız işçi ve kamu emekçisi direnişinin yenilgisinin
biricik nedeni (!?) sendika ağaları olduğuna göre (tek yanlı nedensellik) her
seferinde sendika ağalarına ateş püskürerek (tepki) sınıf devrimciliği görevi
yerine getirilmiş olur(!) İşte kendiliğinden bilinç böyle (tek yanlı yüzeysel
nedensellik= dar tepkisellik) işler. Ne var ki sendika ağalarına tepki gösterip
durmakla, işçi sınıfı hareketi, dönüşmüş olmaz. Tersine dar tepkisellik gerçek
devrimci sınıf çalışmasının (uzun dönemli sistematik devrimci sınıf çalışmasının)
boşluğunu mazur gösteren, onun yerine geçerek yapılmasını engelleyen bir
alışkanlık haline gelir.

Oysa gerçek yaşamdaki olaylar hiç bir zaman tek yanlı düz nedensellik ile
açıklanamaz. Her nedeni (tek nedenmiş gibi görüneni) aynı zamanda bir sonuç
olarak kavrayabilmek çok önemlidir. (Karşılıklı ilişki, etkileşim). Sendika ağaları işçi-
kamu emekçisi direnişlerinin yenilgisinin bir nedeniyse, işçilerin-kamu
emekçilerinin kendiliğinden bilinç ve hareketi de sendika ağalığının bir nedenidir.
Ücretli köleliğin kendiliğinden (meta) bilinci ile sendika ağalığı iç içedir. Birbirinde
kök salmıştır. Biri ötekini yeniden üretir. Sendika ağalarını bir anda koltuklarından
devirdiğimizi varsaysak bile ücretli kölelerin kendiğinden (metalar olarak) hareketi
kendiliğinden kaldığı sürece, yeni bir sendika bürokrasisinin (ücretli köleleri
metalar olarak pazarlama toptancısı) doğurmakta gecikmezdi.

Sorun, doğrunun yalnızca bir yanını gösteren tek yanlı nedensellik yerine bir
karşılıklı ilişki olarak konulunca, olayların (örneğimizde sendikaların yenilgiye
uğrayan sayısız direnişi) işleyiş sistematiğini kavramaya başlayarak çözüme doğru
33

da bir adım atarız: Her direnişte ve tüm sınıf içinde uzun dönemli sabırlı bir kitle
çalışmasıyla, kendiliğinden bilincin dönüştürülmesi! Sınıf bilinçli ve devrimci işçilerin
ve işçi örgütlülüklerinin sabırlı bir "taban çalışması " ile yaratılması
yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi. Direnişlere vb. dar tepkisellikle müdahale
etmeye çalışmak, hemen ve kolay sonuç almayı istemek, çoğunlukla işe yaramaz,
hatta tersi sonuçlar verebilir. Çünkü sendika ağalığı aygıtı (tek başına ağalar değil,
bir bütün olarak sendikal ağalık mekanizması) geri bilinçli çoğunluk üzerinde geniş
alan hakimiyeti, kendiliğinden bilinç zemininde çoğunluğu oluşturma kolaylığı
(örneğin tabandaki ağa yalakaları ve amigolar, sendika aygıtlarının işleyiş
düzeneğinin iyi bilinmesi gereken bir yanıdır) sayesinde öne çıkan az çok sınıf
bilinçli ve militan işçileri çoğunluktan yalıtmakta, ilk başta bu işçiler belli bir kitle
kesimini harekete geçirseler de güçlü taban örgütlülükleri vb. olmadıkça, fazla
zorlanmaz.

Sendikalar, sendika aygıtı (kendiliğinden bilinç içinde derin kökleri olan sendika
ağalığı kurumlaşması) ve "tabandaki işçi kitlesi"nden oluşur. Sendikanın bu iki yanı
çelişik bir bütün oluşturur. (Karşıtların özdeşliği ve savaşımı). Sendika ağaları hem
işçileri satar hem de kendi ayrıcalıklarını koruyabilmek için onları elde tutmaya
çalışmak durumundadır. Tabandaki işçiler hem sendika ağalarına tepki ve
güvensizlik duyar hem de dört elle sarılır, her şeyi onlardan bekler. Sendikal
sistemin çelişik bir bütün oluşturan bu iki yanı hem iç içedirler ve birbirlerine
dönüşüp birbirlerini yeniden üretip dururlar, hem de karşıttırlar, birbirini durmadan
dıştalamaya çalışırlar. Sendikal sistemin kendi kendisiyle çelişikliği onun içsel hare-
ketinin (dönüşümünün) de temeli ve kaynağıdır (Süreç düşüncesi). Anlık fotoğraf
kareleri gibi düşünme ise, idealist metafizik düşüncenin bir temelidir. Bütünün çelişik
yanlarını birbirinden koparır, çelişkinin şu ya da öbür yanını mutlaklaştırır. Bütünün
içsel hareketinin kaynağı olarak karşıt yanları arasında içsel bir bağıntı (karşıtların
özdeşliği ve savaşımı) değil mekanik ve dışsal (iki bilardo topunun çarpışması gibi)
bir bağıntı kurar. Ya sendika ağalarını ya da tabandaki işçileri (birbirine tamamen
dışsal, birbirin tamamen dışında şeylermiş de ancak dışarıdan fizik temasa
giriyorlarmış gibi) mutlaklaştırır. Bir direniş yenildiğinde işçilerin kendiliğinden
bilincini tamamen bir yana bırakıp (yok sayıp) biricik sorumlu olarak sendika
ağalarını gösterirler. Sanki sendika ağaları olmasaydı zafer mutlakmış gibi! Militan
bir işçi direnişi olduğunda ise bu kez sendika ağalarını bir yana bırakıp işçilere
övgüler düzerler. Sanki kendiliğinden bilinç ve sendika ağalarının işçiler üzerindeki
etkisi tümüyle ortadan kalkmış gibi bu durumu mutlaklaştırırlar. (Oysa sendika
ağalarını kısmen ve anlık olarak aşarak kazanım elde eden en militan direnişlerde
bile kendiliğinden kaldığı sürece, bu kazanımlar uzun dönemde sendika ağalarına
mal olduğu, onların eseriymiş gibi göründüğüyle kalır. Hatta sendika ağalığını
güçlendirir. "80 öncesi DİSK, sonrası KESK örnekleri. Azınlıktaki militan sınıf bilinçli
işçilerin en militan eylemlerin ve kazanımların bile tabanda kalıcı sınıf bilinçli örgüt-
lülüklere dönüştürülmezse, devrimci politik önderlik yoksa ya da etkisi anlık ve
sınırlı kalıyorsa, rantının üzerine uzun dönemde bu işçileri tasfiye etmeye bakan
bürokrasi oturur.)

Anlık fotoğraf kareleriyle düşünme idealizmi, çelişkinin bir o yanını bir öteki yanı
mutlaklaştırarak yalpalayıp durur. Yenilgilerin ağır bastığı dönemlerde, daha çok
sendika ağalarının gücünü mutlaklaştırır ve kendini yalnızca ona karşı olmakla
(bugüne tepki gösterip durmak, dar, parçasal, tepkisel bilinç) tanımlar. Dar
tepkisel bilinç çelişkiyi bütüne içsel olarak kavramadığından çelişkinin bir yanını
ötekine dışsal olarak görüp mutlaklaştırdığından, bütünü uzun dönemli içsel hareket
ve dönüşümünü de (süreç) kavrayamaz. Hareketi dondurur. Anlık "durum tespitleri"
yapıp, bir o yanına bir bu yanına (işçilere alkış ya da sendika ağalarına ateş
püskürme) tepki verip durur. Böylece sendikaların sayısız direniş, eylem, satışlar
34

vb. boyunca ilerleyen içsel dönüşüm ve evrimleşme sürecini kavramadığı gibi,


çaresiz bir tepkici olarak hep sürecin peşinden sürüklenir. Yalnızca "durum tespiti
yapıp (anlık fotolar çekip) durur, yalnızca tepki verip durur. Bu da dar tepkisel
bilincin, en devrimcilik adına, özündeki kendiğindenciliği, politikasızlığı bu örnekte
de gözler önüne sürer.

Devrimci sınıf politikası üretmek ancak stratejik bilinçle


mümkündür
Devrimci sınıf politikası ne şu ya da bu kendiliğinden direniş ve eyleme dışarıdan
anlık müdahale çabasına ne de olayların (direnişleri vb.) geçmişten ve gelecek
dinamiklerinden kopatılmış tepkisel (mutlakçı, idealist) yorumuna indirgenebilir.
Bununla yetinip hoşnut olan, kendi politikasızlığını, olayların gelecek akışını
belirlemeye yönelecek yerde onlar peşinden sürüklenip duruşunu,
kendiliğindenciliği ifade etmiş olur!

Gerçek devrimci sınıf politikası üretmek, ancak stratejik bilinçle, yani süreç
kavrayışıyla, yani olayların temelindeki çelişkinin işleyiş yönünün kavranarak, uzun
dönemli gelişme eğilimlerinin görülmesi, buna uygun bir gelecek tasarımı (uzun
dönemli hedef) yapılması, ve bu doğrultuda, bu hedefin bugün içindeki tohum ve
dinamikleri (gelecek tasarımımızın şimdiki hali, nesnel olarak ve dinamikleri)
üzerinde uzun dönemli bir çalışma planının yapılıp, her durum ve koşulda sabırla
uygulanması, ilerlenmesi, süreçteki her gelişmenin de bu doğrultuda işlenmeye
çalışılmasıdır.

Düz nedensellik ve foto şipşakçı düşünceye, yenilgiyle biten onca eylem, direniş ile
hiçbir şey olmuyormuş, sendikal hareket yerinde sayıp duruyormuş gibi görünür.

Stratejik bilinç ise, tüm bu yenilgiler serisinin, tarihsel bir birikim oluşturduğunu
(nicel birikim) ve zaten sendikalarda derinleşen iç çelişkinin bir ifadesi olarak
(sendika aygıtlarıyla taban arasındaki ayrımın çelişkiye ve giderek güçlenen
karşıtlaşmaya dönüşme eğilimi) düzen sendikacılığının evrimleşme yönünü ortaya
koyar. (Bkz. mDP 3, Sendikal Kriz Üzerine, ve gazetemizdeki ESK yazıları)
Sendikal sistemdeki çelişkili yanların, birbirini yeniden üretip durması basit
temelde aynıyla değil (hiçbir şey olmuyormuş, hep kendini tekrar ediyormuş
yanılsaması buradan kaynaklanır) fakat genişleyen bir sarmal döngü biçimindedir.
Yani karşıt yanlar birbirine dönüşüp dururken (karşıtların özdeşliği) aynı zamanda
birbirini dönüştürerek kutuplaşmaktadır. Sendikal aygıtların dönüşümü, örtük ticari
kurumlar olmaktan apaçık ticari şirketler olmaya evrimleşmesi, ve artık işçilerin
emek gücü metasını daha iyi fiyata (ücrete) pazarlama ihtiyacına bile cevap
vermemesidir. Sendikal taban ise, halen bu ağalardan bir kıpırtı bekleyip dursa
da, büyüyen güvensizlik ve sendikasızlaşma içerisindedir. İşçi sınıfının yakıcılaşan
sendikal ihtiyaçlarına, artık fiili olmanın ötesinde resmen de ticari şirketlere ve
IMF-MGK aygıtlarına dönüşen sendikal aygıtların bir nebze bile cevap vermemesi,
öteki kutupta, yeni sendikal arayışlara yönelen işçi sayısını artırmaktadır. Başta
İstanbul Emek Platformu (İEP) olmak üzere yerel sendikal platformlar, bugünkü
Birleşik Sendikal Hareket girişimi, öteki kutuptaki arayış ve dönüşümün (karşıtların
özdeşliği ve savaşımı temelindeki nicel birikimin niteliğe dönüşebilmesinin) ilk
küçük, eskiden ve karşıtından kopamayan ve tabii bulanık, lekeli kabarcıklarıdır.
Bunların olaylar olmaktan çok, olayların gelecekteki akış yönünü (sınıfın devrimci
sınıf sendikacılığına hayatileşen ihtiyacı, tarihsel zorunluluk) göstermesiyle bir
önemi vardır. Ve ancak bu gözle (olumlu ya da olumsuz olarak kendi başına
mutlaklaştırmadan bir beklentiye filan da kapılmadan) bu hedef doğrultusunda
birer geçici basamak olabildikleri ölçüde ya da kılınabilirlerse bir anlamları
35

olacaktır. Bu tarihsel zorunluluk eğilimi, bu doğrultudaki her şeyi özümleyerek, ona


cevap vermeyen, gelişmeyi dondurmaya çalışan her şeyi de önünde sonunda
çürütüp geride bırakarak ve daha gelişkinini doğurarak gelişimini sürdürecektir.
Tabii kendiliğinden olmayacaktır. Komünist önderlik yoksunluğu süregittikçe bu
doğrultudaki en iyi niyetli girişimler bile, yeni sendika bürokrasileri yarattığı ile
kalacaktır.

İşte komünistlerin "yeni bir devrimci sendikal hareket yaratmalıyız" uzun dönemli
hedef ve politikası, tam bu sürecin (tarihsel zorunluluk eğiliminin) kavranışı
temelindedir. Ne kendiliğinden olacaktır, ne de hemen bir çırpıda olabilir. Bu
stratejik kavrayış temelinde uzun dönemli sistematik bir çalışmayla, sabırlı, bunun
mevzi ve dayanaklarının, aktivistlerinin, örgütlülüklerinin geliştirilmesiyle olacaktır.

STRATEJİK BİLİNÇ -III


"Apaçık ki şu şöyle olduğu için bu da böyle oluyor", "Her şey apaçık. Şu şöyle
yapınca ben de böyle davrandım", "Şöyle bir sonuç almak için böyle yapmamız
gerektiği apaçık."

İnsan gündelik yaşamında, insanların tamamına yakını da tüm yaşamları boyunca


hep böyle; düz, tek yanlı, birbirine dışsal neden-sonuç tepkimeleriyle düşünür. Tabii
eğer buna "düşünmek" denilebilirse. Düz tepkimeci düşünce, beynin her durum ve
koşulda zaten kendiliğinden yaptığı 'dört işlem' aritmetiği basitliğindeki düz algı-düz
çıkarsama işlemlerinden ibarettir. Ne var ki yüzeysel çıkarsamaların ayrıca kafa
çalıştırmayı gerektirmeyecek kadar basitliği ve apaçıklık görünümüdür ki, gerçek
düşünme becerisinin geliştirilebilmesini engeller ve dıştalar. Öyle ya, her şey ilk
çıkarsamada apaçık görünüyorsa şöyle bir nedeni (olay, eylem, davranış, müdahale,
iş, vb.) zamanda ve mekanda hemen ardışık gelen böyle bir sonucun takip etmesi
apaçık görünüyorsa, ayrıca kafa çalıştırmanın ne lüzumu vardır!?

Kendiliğinden, ilk elde akla gelen yüzeysel çıkarsamalar baştan çıkarıcı basitlik ve
apaçıklık görünümüyle öylesine güçlü bir mantık(sızlık) kapanı oluşturur ki, insanın
kendi deneyim ve hatalarından bir şeyler öğrenebilmesini de en azından kısa
dönemde imkansız hale getirir. Apaçık görünen sonucu bir türlü vermediği halde,
bu kez vereceği beklentisi son bulmaz; aynı düz mantık(sızlık) kapanı içinde, aynı
hatalı hareket tarzı, devam edip gider. Başlangıçta çok net sonuçlar verir görünse
de aynen sürdürülen bir hareket tarzının uzun dönemde getirisi giderek azalır ve
sıfırlanır; en sonu tersinir bir sürece girerek, halen beklenip durulanın tam tersi
sonuçlar vermeye başlar.

Öyleyse stratejik bilincin ilk dersi şudur: Zaman ve mekanda nedenleri ile
sonuçları ardışık sıralayıveren düz çıkarsamalara itibar edilmemelidir. Bir
çıkarsama ("şöyle yapınca böyle olacak", vb.) ne kadar düzse ve apaçık
görünüyorsa, onun baştan çıkarıcı cazibesinden o kadar sakınmak ve "Burada ilk
elde göremediğim, hesaba katmadığım, daha bütünsel ve gelecek açısından
düşünmediğim bir şeyler olmalı" diye yeniden düşünmek doğru olur.

İlk elde "apaçık görünen düz sonuçlar" almak için yapılan hareketler (davranış,
eylem, müdahale, iş, vb.) çoğunlukla beklenen sonucu vermez. Hatta kimi zaman
ya da zaman içerisinde tam tersi sonuçlar verebilir.

Eğer; birincisi, ilk elde apaçık görünen düz sonuçlar beklediğimiz hareketlerimiz hiç
36

de öngörmediğimiz (apaçık olmayan) sonuçlar veriyorsa;

Ve ikincisi, aynı eylem (ya da hareket tarzı) kısa ve uzun dönemde, yakın ve uzak
mekanda birbirinden çok farklı sonuçlara yol açıyorsa...

O zaman etki-tepki basitliğindeki mekanik değil, çelişkilerle örülü dinamik bir


sistem içerisindeyiz (ya da karşısındayız) demektir.

Düz çizgici yaklaşıma karşı diyalektik döngüler


Kapitalist toplum, toplumsal kurumlar, hatta her insan ancak 'karşıtların özdeşliği
ve savaşımı' (iç çelişkileri) temelinde hareket eden (gelişen, dönüşen) dinamik
sistemler olarak kavranabilir. Ve ancak uzun dönemli hareket (gelişim, dönüşüm)
eğilimleri, yani iç çelişkileri temelinde dönüştürülebilir.

Yüzeysel nedenselci (mekanik) düşünce, hareketi yalnızca düz çizgiler (ardışık fakat
birbirine dışsal tepkimeler zinciri) biçiminde görüp tasarlayabildiği için uzun
dönemli içsel dönüşüm süreçlerini kavrayamaz ve kısa dönemli etkiler dışında uzun
dönemde giderek etkisizleşerek hep kaybeden olur.

Foto şipşakçı (idealist) düşünce, bir sistemin hareketini çelişik bütünlüğü içinde,
birbiriyle içsel bir ilişki (özdeşlik, bütünlük) içindeki karşıt yanların birbiriyle savaşımı
(birbirini dıştalama, dönüştürme eğilimi) olarak kavrayamaz. Sistemin çelişik
yanlarını birbirine tamamen dışsal görür ve her zaman çelişkinin bir yanını (ki öteki
yanını da içinde taşıdığının farkında olmadan), belli bir kesitte öne çıkan yanını,
karşıt yanı yok sayarak mutlaklaştırır. Bu yüzden sistemin bütünsel işleyişini
kavrayamaz, hep parçada kalır.

Örneğin öznellik (insan iradesi, bilinci, eylemi vb.) ile nesnellik (koşullar) çelişik bir
bütün oluşturur. Foto şipşakçı düşünce ya yalnızca belli bir kesitteki öznelliği
(insanların eylemlerini) görür ve bunları koşullayan nesnelliği, toplumsal-
kurumsallaşmış ilişkiler sistematiğini tümüyle gözardı eder... Ya da, belli bir
kesitteki nesnel koşulları mutlaklaştırarak, insan iradesi ve eylemini tümüyle
koşullara dışsal ve yok sayar. Her ikisi de kaçınılmaz olarak kendiliğindenciliğe,
olayların gelişme seyri üzerinde iktidarsızlığa, uzun dönemde ise tam bir etki-
sizleşmeye götürür. Kendi güç, irade ve eylemini, sanki koşullardan ve sistemin
bütünsel işleyişinden tamamen bağımsız gibi mutlaklaştıran, kendi eylemlerinin
merkezinde yalnızca kendi mutlaklaştırdığı iradesini gören de, toplumsal
sistemlerin işleyişinin insan eylemlerinden oluştuğunu anlamayan da, olayların
bilmediği anlamadığı akışı içerisinde, günübirlik tepkiler verip durarak, sürüklenip
gitmeye mahkumdur. Eylemlerin merkezine salt kendisini koyan da, "koşullar
böyle, yapacak bir şey yok" diyen de, kendiliğindenciliğe mahkumiyette birleşirler.

Oysa bir toplumsal sistem öncelikle, kendi kendisiyle çelişik bir toplumsal ilişkiler
sistemidir. Sayısız insan eyleminden oluşur ve yine sayısız insan eylemiyle
dönüşür. Fakat rastgele, aklına esenin aklına eseni yaptığı insan eylemlerinden
değil; önceden verili bir karşılıklı ilişkiler çerçevesi ile koşullanan, birbirini yeniden
üreten, yeniden üretirken dönüştüren, sayısız insan eylemleri örgüsünden. Öyleyse
insan, verili ilişkiler düzeneğinden ayrık durmaz, dışında değil içindedir; bir öğesidir,
düşünce ve davranışları bu ilişkiler düzeneğinin işleyişinin bir öğesidir; bu düzenek
tarafından koşullanır ve bu düzeneği etkiler. İnsanların eylemleri nesnel koşullar
tarafından belirlenir, fakat belirli bir ilişkiler sistematiği içinde bu koşulları çoğun-
lukla farkında bile olmadan üreten de yine insanların kendileridir.
37

Stratejik bilincin ikinci dersi, olayların sorumluluğunu salt kendi eylemimize ("ben
yaptım"), ya da salt dışımızdaki birilerine ("onlar yaptı") maletme köreltici
(idealist) alışkanlığını bir yana bırakmaktır. Sistemler çelişik yanlarının karşılıklı ve
içsel ilişkisiyle, (birbirini belirlemesi ve doğurmasıyla) karşılıklı davranış ve
dönüşme döngülerinden oluşur. Bir karşılıklı ilişkide (her ilişki karşılıklıdır) "ben" ile
"o"; "biz" ile "onlar", "içimiz" ile "dışımız", aynı ilişkinin içsel olarak bağıntılı fakat
karşıt yanlarından başka bir şey değildir.

Basit nedenselci düşünce, bir sistemin içsel olarak bağıntılı karşıt yanlarını
birbirinden tamamen kopuk algılar ve aralarında düz, tek yanlı, dışsal etki-tepki
ilişkisi kurabilir. Krizin nedeni IMF programıdır, diye düşünür. Krizin de IMF
programlarına "yol açtığını" göremez. Ağırlaşan her kriz devresinin daha ağır IMF
programlarına, daha ağır IMF programlarının da daha ağır krizlere yol açtığı,
karşılıklı ilişkinin genişleyerek yükselen sarmal döngüsünü kavrayamaz.
Spekülasyon (asalaklık) ekonomisi üretimi boğuyor diye düşünür. Asıl üretim krizi-
nin spekülasyonu şişirdiğini ve bunun da üretimi büsbütün boğduğunu, tabii
üretimdeki tıkanmanın asalaklığı besbeter körüklediğini... karşılıklı ilişkinin
genişleyen sarmal döngüsü olarak kavrayamaz. Karşıdevrim saldırdığı için biz
direndik, patron işten attığı için işçiler direndi, sendika ağası sattığı için direniş
yenildi vb. diye düşünür, fakat sınıflar arasındaki, devrim ile karşıdevrim arasındaki
içsel bağıntı ve mücadelenin (karşılıklı ilişkinin) genel bir eğilim olarak, birbirini
doğurup şiddetlendiren, genişleyen sarmal döngüsünü kavrayamaz.

Stratejik bilincin üçüncü dersi, gerçekliğin (kendisiyle çelişik sistemlerin) hareketini,


kesik kesiz düz çizgiler (tek yanlı, neden-sonuç, etki-tepki) biçiminde değil, sarmal
döngüler (karşılıklı ilişki, karşılıklı etkileşim döngüleri) biçiminde kavramaktır. Bir
sistemin işleyişini kavramak, olaylar arasındaki düz tepkimeleri değil, hep
tekrarlanan olay örgülerini (döngülerini) farketmekle başlar. Sistemde sayısız kez
tekrarlanan olay döngülerini farkettiğimizde, kısa dönemli ve yerel plandaki parça
bölük, düz nedensellikten (düz tepkimeler) sistemin bütününe yayılan karşılıklı
ilişkileri görerek, karşılıklı (birbirini doğuran) nedensellik döngülerine doğru bir geçiş
yapabiliriz. Ancak böylelikle istediğimiz sonucun çoğunlukla tersini veren parça
parça düz tepkiselliklerden, sistemlerin bütünsel (karşılıklı ilişkilerle) işleyişini
kavramaya ve dolayısıyla dönüştürmeye doğru bir adım atabiliriz.

Bir sistemin işleyişini kavramak tekrarlanan olay döngüle-


rini kavramakla başlar
Gündelik faaliyet ve yaşamımızda, yakın çevremizde, ilişkilerimizde bile hep
tekrarlanan olay döngülerini hemen farkedebiliriz. Para yokluğu, adam yokluğu,
bilgi ve eğitim yetersizliği gibi sayısız sorun tekrar tekrar, bazıları attığımız her
adımda karşımıza çıkar. Fakat biz aynı sorun (olay döngüsü) her ortaya çıktığında
ya yalnızca kendimizi ya da yalnızca başkalarını suçlama alışkanlığı (tek yanlı düz
nedenselcilik) ile sorunları çözümsüz kıldığımızı anlayamayız. Her seferinde
idareten bulunan geçici çözümlerin de köklü çözüm olmadığı, aynı sorunun tekrar
tekrar yaşanmasından bellidir. Gerçek çözüme ancak, sürekli tekrarlanan olay
döngülerini farketmek ve karşılıklı ilişki temelinde ele almakla adım atılabilir.
İstenen çalışmaların yapılamamasının nedeni her seferinde "adam yokluğu"
olarak ortaya çıkıyorsa, adam yokluğunun nedeni de, her şeyi kendi
özgüçlerimizle yapma alışkanlığımız ve dar pratikçiliğimizdir. Para yokluğunun
nedeni finansman sağlaması gerekenin sağlamaması ise, bunun bir nedeni de,
bizim kendi alanımızda istikrarlı finansman kaynakları yaratmayı boşvererek, onu
aşırı yük altında bırakmamızdır. Diyelim bir alan aktivisti çok kolay ilişki çıkartıyor
fakat dönüştüremiyor. Bir yandan durmadan yeni ilişkiler çıkartırken, eskileri
38

kaybediyor. Her seferinde yalnızca kendini ("ben ne kadar yetersizim, boşa kürek
çekiyorum") ya da yalnızca ilişkilerini ("korkaklar, eyleme gelmediler, vb.")
suçlayıp durmak yerine, ilişkilere yaklaşım ve çalışma tarzını değiştirmelidir. Tek
tek ilişkiler peşinde gelişigüzel ve verimsizce koşturup durmak yerine, kilit
halkaları tespit edip yoğunlaşmalı, ilişkilerini alan içi örgütlülükler biçiminde
sistemleştirip kalıcılaştırmalı (herkesten hemen sokak eylemcisi olmasını
beklememeli, eğer hedef buysa ara geçiş biçimleri bulmalı vb.), bu arada
devrimci politik bilgi ve becerisini geliştirmek için de sistematik bir çalışma
yürütmelidir. Kuşkusuz, yönetici kademelerin de, hemen her alanda tekrar tekrar
ortaya çıkan sorunları, "sistemin bütününe yayılan karşılıklı ilişkiler" olarak
kavraması, tek tek kişileri suçlamak yerine, köklü (stratejik) çözümleri üretmeye
yönelmesi gerekir.

Yoldaşlar arası ilişkilerin gündelik iç yaşamında da karşılıklı tepkisellik döngüleri sık


yaşanır. Hemen herkesin kişiliğinde yapısallaşmış, olumsuz tutum ve davranışları,
özellikleri vardır. Bunlar yoldaşları tarafından bazen farklı yorumlanır, fakat
konuşulmadıkça, farklı kılığa bürünmüş tepkiler biçiminde kendisine geri döner. Tek
yanlı düz nedenselci yaklaşımla yalnızca işbölümündeki kendi yeri üzerinde
yoğunlaşan kişi, kendi tutum ve davranışlarının, ruh halinin vb. bu sınırların ötesine
nasıl taştığını, başkalarının nasıl etkilediğini, nasıl (ve genellikle yanlış)
yorumladığını göremez. Beklemediği tutum ve tepkilerle karşılaşınca da yalnızca
yoldaşlarını suçlar ve kendini 'mağdur ve mazlum' görerek, aynı tutum ya da ruh
halini büsbütün şiddetlenmesine yol açar, vb. İç yaşamda ikide bir ortaya çıkan,
bilinçsizce tırmandırılan karşılıklı tepkisellik döngülerinin temelinde, herkesin
kendini merkeze koyduğu tek yanlı düz nedenselci yaklaşım yatar. Devrimci
eleştiri-özeleştiri kurumlaşması, herkesin kendi tutum ve davranışlarının
başkalarını nasıl etkilediğine dikkat etmesi, birbirlerinin çeşitli tutum ve
davranışlarının kendilerine ne düşündürdüğünü, ne hissettirdiğini rahatlıkla
açıklamaktan çekinmediği bir karşılıklı samimiyet ortamının yaratılması, karşılıklı
tepkiselliklerin iki de bir tırmandırılan karşılıklı yanlış anlama, subjektif yorum
çekip tutum takınma kısır döngülerinin zeminini ortadan kaldırır.

Burada önemli olan, kendimizi ya da bir başkasını merkeze koymadan, hemen


kolayca haklı-haksız yargılarında bulunmadan, içinde yer aldığımız sistemi bir
karşılıklı insan ilişkileri bütünü olarak kavramaktır. Bizim tutum ve davranışlarımız
üzerinde nasıl sayısız başka insanın tutum ve davranışlarının doğrudan ya da
dolaylı (gözle görülmeyen, farkedilmeyen) etkisi varsa, bizim her tutum ve
davranışımız da karşılıklı ilişkiler örgüsü (sistemi) içinde dalga dalga yayılır, ilk elde
gözlenebilir olanların ötesinde, hemen gözlenemeyecek (uzun dönemde ve
sistemin görmediğimiz yerlerinde zamanda ve mekanda hemen ve ardışık ol-
mayan) farklı etkiler yaratır ve bize sayısız (çoğunlukla gecikmeli ve farklı kılıklara
bürünmüş olduğundan kendi davranış ve eylemlerimizle ilgisini kuramadığımız)
sinyal ve etkiler olarak geri döner.

Bu kadar karmaşık bir sistemde (karşılıklı ilişkiler örgüsü; insanlardan oluşan


insanlar arası ilişkiler sistemleri her zaman karmaşıktır!) bir tutum, davranış ya da
eylemin etkilerini, tek yanlı düz nedenselci yaklaşımla takip etmek olanaksızdır.
Ancak zamanda ve mekanda hemen ortaya çıkan (ilk elde gözlemlenebilen)
etkiler üzerinden yapılan dar deneyci "değerlendirmelerde", davranışın dolaylı,
gecikmeli, uzun dönemli "kılık değiştirmiş" sonuçlarını içermediğinden her zaman
yanılsamalı, yanlış tasarlanan, istenen sonucun tersini veren davranış ve eylem
tarzlarına yol açar. Biz bir takım tepkiler verip durarak en haklı olduğumuzu ve en
iyisini yaptığımızı düşünsek de, sistem (yerleşiklik kazanmış ilişkiler örgüsü) bizim
beklediğimizin tam tersi yönünde, hem de bizim gerçek sonuçlarını bir türlü
39

kavramak istemediğimiz davranışlarımız üzerinden, öyleyse bizim doğru sandığımız


eylemlerimizle fakat bizim bilincimizden bağımsız olarak işleyişini sürdürür!

Dinamik ve karmaşık bir insanlar arası karşılıklı ilişkiler sisteminin (istediğimizin


hep tersi yönde giden) işleyişini kavramak ve istediğimiz yönde dönüştürmek için,
öncelikle tek tek kişiler, olaylar, eylemler üzerinde takılıp kalma (yoğunlaşma)
alışkanlığı hemen bir yana bırakılmalıdır. Bunun yerine hep tekrar eden olay
örgülerini, (yoldaşlar arasındaki, kurumlar arasındaki, bizimle ilişkilerimiz
arasındaki, bizimle farklı siyasetler arasındaki, bizimle işçi sınıfı arasındaki, bizimle
düşman arasındaki, devrim ile karşıdevrim arasındaki, işçi sınıfıyla burjuvazi
arasındaki, egemen güçler arasındaki, vb.) karşılıklı ilişki örgülerini, karşılıklı dav-
ranış döngülerini görmeyi öğrenmeliyiz. Her bir karşılıklı ilişki sisteminde hep tekrar
eden olay örgülerini (karşılıklı, birbirini koşullayan davranış döngüleri) bir kez
farkettiğimizde, bize kısa dönemli tek yanlı düz nedenselcilikle apaçık doğru gibi
görünse de, hep neyi yanlış yaptığımızı, yani eylemlerimizin ilk elde göze
görünmeyen ve hep başkalarına mal edip durduğumuz "beklenmedik" ters
sonuçlarını, kavrayabilecek duruma geliriz.

Örnekler...
İşçi sınıfı ve kitleler hareketlendiğinde, devrimciler de hareketlenir. Kitleler
oturduğunda devrimciler de oturur. Bu da bir karşılıklı ilişki (davranış)
döngüsüdür. Düz nedenselcilik, "Kitle hareketi geri olduğu için kitle çalışması
yapmıyorum" diye düşünür. Fakat devrimciler bu çalışmayı istikrarlı biçimde
yürütmediği için kitlelerin oturduğu da bir o kadar doğrudur.

Cezaevlerindeki vahşi saldırılar ve görkemli direnişler de onyıllardır tekrar eden


karşılıklı ilişki (davranış) döngülerinin bir diğer çarpıcı örneğidir. Düz çizgici yaklaşım
"Devlet saldırdığı için (neden) devrimci tutsaklar direniyor (sonuç)" diye düşünür.
Karşılıklı ilişki (diyalektik döngü) yaklaşımı ise, devlet saldırdığı için devrimci
tutsaklar direniyorsa; tutsaklar direndiği, teslim olmadığı, boyun eğmediği (ve bu
da baskı aygıtının ezilen sınıflar üzerindeki caydırıcı etkisini sınırladığı) için devlet
tutsaklara saldırıyor, diye ilişkinin her iki yanını birlikte (içsel bağıntı içinde
karşıtlık) düşünür. Buradan da, halen sürmekte olan saldırı-direniş; direniş-saldırı
döngünün sonuncusu olmadığı, bu cezaevi döngülerinin değişik biçimler altında
devrime kadar tekrar tekrar sayısız kez boy göstereceği rahatlıkla öngörülebilir
hale gelir. O zaman da her seferinde bedelleri geometrik olarak büyüyen cezaevi
döngülerini tersine çevirmek, cezaevindeki bedelleri olabildiğince azaltmak için,
sorunun cezaevi ve tutsaklarla sınırlanmadan, emekçilere özgürlük savaşımının
temel bir halkası olarak dışarıdan da kitlesel temelde örgütlenmesi gerektiği açıklık
kazanır.

Bir diğer örnek. Devrimci hareket sistematik kadro eğitim ve geliştirmeyi


neredeyse tümüyle bir yana bırakarak durmadan "kitleselleşmeye"
çabalamaktadır. İyi niyetli kitleselleşme çabasının "beklenmedik" sonucu
"kitleleşme" olmakta (niteliksiz nicelik), genel düzey istikrarlı biçimde düşmekte,
nitelik yoksunluğu ortalama emekçiler tarafından bile hissedilir, görülür ve tepki
duyulur bir şey haline gelmektedir (Bir döngü). Niteliksiz kitleselleşme politikası
(düz çizgici yaklaşım) kısa dönemde belki kafa sayısını artırarak istenen sonucu
veriyor gibi görünür. Fakat uzun dönemde tam ters sonucu koşullayacaktır:
Kitlelerin devrimcilerden beklenti düzeyi düştükçe düşecek, güvensizliği artacaktır.
Bu da devrimcilerde "kitleler önyargılı, duyarsız vb." karşı tepkisini (düz çizgici
yaklaşım) doğurarak onları içe kapanmaya, kitlelerden büsbütün tecrit olmaya
koşullayacaktır. (Birinciden türeyen ikinci kısır döngü.) Karşılıklı ilişki (diyalektik
40

döngü) yaklaşımı ise, uzun dönemde yerimizde saymamızın


"kitleşelleşemememizin" nedeni kitlelerin "duyarsızlığı" ve önyargıları ise kitlelerin
güvensizliğinin ve beklentisizliğinin nedeni de bizim bilgi, beceri, nitelik ve
donanım yoksunluğumuzdur" diye düşünür. Sorun böyle konulunca kısır döngüyü
(düz kitleselleşme hayaliyle) zorlayıp durmak yerine yaklaşım ve çalışma tarzının
değiştirilmesi gereği açıklık kazanır. Uzun dönemli, sabırlı, sistematik, kesintisiz
kadro eğitim ve yetiştirilmesi. Bu, düz kitleselleşmeci yaklaşımın tersine, ilk elde
ve kısa dönemde hiçbir sonuç vermiyor görünecek, fakat belli bir dönem sonunda,
kısır döngüyü genişleyen bir sarmal döngü biçiminde tersine çevirecektir. Nitelik
yükseldikçe kitlelerin devrimcilerden beklentileri artacak, yeni ihtiyaçlar do-
ğuracak; kitlelerin devrimcilerden artan beklenti ve ihtiyaçları komünist kadroları
daha tempolu ve yetkin bir gelişime zorlayacaktır. İlk durumda devrimcilerin tüm
yiğitliklerine karşın düzlükleri, bilgisizlikleri, beceriksizlikleri, kaba hataları kulaktan
kulağa yayılırken; ikinci durumda örnek davranışları, kişilikleri, başarıları kitlelerin
yaşadıkları sorunlara hakimiyetleri, yaratıcılıkları, özveri ve emekleri kulaktan
kulağa yayılarak döngüyü tersine çevirecektir.

Stratejik bilince "Her karşılıklı ilişki döngüsünün temelindeki çelişkiyi kavramalıyız"


diyerek, süreç kavramı, daraltıcı kısır döngüler, genişleyen sarmal döngüler ve
döngülerin tersinirliği ile önümüzdeki sayıda devam edeceğiz.

Devrimci okura gönüllük temelinde bir "ev ödevi". Gündelik yaşam ve çalışmanızda,
ilişkilerinizde, sınıf savaşımında, yerel, bölgesel, ulusal, "küresel" düzeyde hep
tekrar eden olay örgülerinin (karşılıklı ilişki döngülerinin) bir listesini çıkarın.
Başlangıçta en az 20-30 tane olmalı. Hep tekrar eden olay döngülerini tanıyıp
kavramakta ustalaştıkça, bunların yüzlerce olduğunu görecek, farkettiğiniz her
döngüyü, tek yanlı düz tepkici nedensellikle değil, karşılıklı ilişki temelinde ele
almayı öğrendikçe, doğru bildiğiniz birçok düşünce ve eyleminizin vahim sonuçlarını
kavrayacak, açığa çıkardığınız her döngü ile ufkunuzun biraz daha açıldığını ve
özgürleştiğinizi görecek ve stratejik bilince bir adım daha atmış olacaksınız. Tespit
ettiğimiz her karşılıklı ilişki döngüsü, bize olayların gelecekteki akışını öngörme,
giderek planlama ve geleceği şekillendirme olanağı verecektir.

STRATEJİK BİLİNÇ -IV


"Özgürlük zorunluluğun kavranmasıdır. 'Zorunluluk ancak kavranmadığı ölçüde
kördür.' Özgürlük, doğa (ve toplumun içsel hareket) yasalarından düşlenen
bağımsızlıkta değil, tersine bu yasaların bilinmesinde ve bilindiği ölçüde planlı
olarak belirli amaçlar için kullanılma olanağında yatar... Dolayısıyla irade
özgürlüğü, konunun bilgisiyle karar verebilme yeteneğinden başka bir anlama
gelmez. Dolayısıyla, bir insanın belirli bir sorun hakkındaki yargısı ne kadar
özgürse, bu yargının içeriği de o kadar büyük bir zorunlulukla belirlenirken; çok
çeşitli karar olanakları arasında görünüşte keyfi seçim yapan bilgisizliğe dayanan
güvensizlik, bununla özgür olmayışını, egemen olması gereken şeyin egemenliği
altında olduğunu kanıtlar. Yani özgürlük bizzat kendimiz (toplumsal ilişkiler) ve
dış doğa hakkında doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenlikten
ibarettir; böylece o, zorunlu olarak tarihsel gelişmenin bir ürünüdür." (Engels,
Anti-Dühring)

Eylemlerimizden arzu ettiğimizin tam tersi sonuçlar aldığımız ya da arzu


etmediğimiz durum ve sorunlar içerisinde sıkışıp kaldığımızı hissettiğimiz her
seferinde, işleyişini (hareket yasalarını) bilmediğimiz fakat bilinçsizce katkıda
41

bulunduğumuz bir sistemin kapanında dönüp durduğumuzdan emin olabiliriz.

Sistem düşüncesi
Stratejik bilincin dördüncü dersi, birbirinden yalıtık ve kendinden menkulmuş gibi
görünen olay ve etkenler yerine sistemlerle düşünmesini öğrenmektir. Bir
sistemin tüm parçaları ve görüngüleri arasında karşılıklı etkileşim ve içsel
ilişkilerle bütünsel işleyişini 'keşfetmek' bize onu dönüştürme olanağı sağlar.

"Sistem" kavramını, gündelik dilde de sık kullanırız: Emperyalist-kapitalist sistem,


bağımlı kapitalist sistem, siyaset sistemi, eğitim sistemi, sağlık sistemi, sosyal
güvenlik sistemi, savunma sistemi, ulaştırma sistemi, ısınma sistemi, sindirim
sistemi, vb. vb. İnsanlar arası ilişki ve süreçlerin belli bir amaca (ya da işleve)
dönük olarak kalıcılık kazandığı tüm toplumsal kurumlar da (ekonomi, şirketler,
devlet, partiler, örgütler, sendikal sistem, vb.) kendi içlerinde birer sistem
oluşturur.

'Sistem' kavramını, kabaca, "belirli bir işlevi yerine getirmek için çeşitli, hatta
çelişik unsurları biraraya getiren bir bütün" olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım
itibarıyla;

Birincisi, her sistemin muhakkak (açık ya da örtük) bir amacı ( ya da işlevi) ve


hareket doğrultusu (işleyiş biçimi) vardır. Sistemin tüm öğeleri bu işlev
doğrultusunda birbirine içsel olarak bağlanmış ve organize olmuştur. Bir sistem,
zaten hareketin bir işlev ve yön kazanmasından başka bir şey değildir.

İkincisi, sistemi oluşturan tüm öğeler arasında karşılıklı ilişkiler ve içsel bir bağıntı
vardır. Sistemin içinde yeralan hiçbir öğe, diğer öğelerden bağımsız ve başına
buyruk davranamaz. Her öğenin hareketi, sistemin bütünsel hareketi ve içsel
bağıntıları (çelişki ve etkileşim) tarafından koşullanır ve doğrudan ya da dolaylı
olarak diğer tüm öğeleri ve sistemin bütününü etkiler.

Üçüncüsü, her sistem, onu oluşturan öğelerin aritmetik toplamından ve mekanik


etki-tepki zincirlerinden çok daha fazla ve çok daha karmaşık bir şeydir. Sistem,
öğeleri arasındaki karşılıklı bağımlılık ve çelişkiler (karşıtların özdeşliği ve savaşımı)
temelinde işleyen, belli bir yön tanımı yapılabilen bütünsel bir süreçtir.

Dördüncüsü, her sistem kendi içinde de bir 'yeniden üretim süreci'dir. Bir sistem
çok çeşitli hareket ve enerji biçimlerini, kendi işlev ve işleyişine uygun hareket ve
enerji biçimlerine dönüştürerek ya da dönüştürebildiği ölçüde varlığını sürdürür. Her
sistem çevresindeki 'enerji kaynaklarını' çözüp kendi yapısına uygun hale
dönüştürmek zorundadır. Her sistem, çevresinden 'enerji' toplama ve elde etme;
topladığı enerjiyi kendine elverişli enerji ve hareket biçimlerine dönüştürme;
dönüştürebileceği 'enerji' kaynaklarını çeşitlendirme; işlerken yitirdiği enerjiyi
koruma; dönüştürdüğü fakat o anda kullanamadığı 'enerjiyi' depolama... vb. gibi ye-
tenekler geliştirerek evrimleşir. Her sistem çok çeşitli değişken ve 'girdileri'
özümseyerek (yani bunları işleyip işlevine ve işleyişine uygun hale getirir ya da
eleyip dıştalar) hep benzer 'çıktıları' üretmeye ayarlıdır.

Genellikle bizi tutsak alıp davranışlarımızı belirleyen sistemlerin farkında bile


olmayız. Oysa, bizim eylemlerimizle fakat bizim bilincimizden bağımsız olarak
işleyen sistemleri 'keşfetmek', bizim için bir özgürleşme sürecini başlatır. Bu süreçte
ne olduğu ve nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız kör zorunluluk (sistemlerin
hep belli bir doğrultudaki işleyişleri ve gelişme yönü) güçleri karşısında sıkışıp
42

kalmaktan, sistemlerin işleyiş ve gelişme yasalarını kavrayarak, kendi amaçlarımız


doğrultusunda dönüştürme yeteneğini geliştiririz. Tek yanlı ve düz nedenselci
düşünce ile doğru gibi görüneni yapadururken bilinçsizce kapanına girdiğimiz ve
aynı "düzlükle" ne kadar zorlarsak zorlayalım asla değiştirmeyeceğimiz bir sistemi
açığa çıkarmanın en basit ve etkili yolu, durmadan tekrarlanan hareket
döngülerini, olay örgülerini saptamaktır.

Önceki sayımızda karşılıklı ilişki yaklaşımı temelindeki, hareket döngülerinin


(çevrimsel hareket) bazı örneklerini vermiştik. Şimdi de, her döngüsel hareketin
(karşılıklı ilişki, etkileşim döngüsü) temelinde muhakkak bir çelişkinin bulunduğunu
belirteceğiz. Benzer durum ve olayları tekrar tekrar ortaya çıkartan her döngüsel
hareketin (sistemin) kaynağında bir çelişki; 'karşıtların özdeşliği ve savaşımı' vardır.

"Şeyleri dingin ve cansız, her biri kendi başına, birbirinin ardı sıra düşündüğümüz
sürece, gerçekten de onlarda bir çelişkiye rastlamayız. Kısmen ortak, kısmen
farklı, hatta birbiriyle çelişik, fakat bu son durumda farklı nesnelere dağılmış olan
ve dolayısıyla çelişki içermeyen belirli özelliklere rastlarız. Bu gözlem alanı yettiği
ölçüde, olağan metafizik düşünme tarzı da yeter. Fakat nesnelere onların hareketi,
değişmesi, yaşamı, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde baktığımızda, durum
tamamen farklıdır. Hemen çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir;
basit mekanik yer değiştirme bile, ancak bir cisim bir ve aynı anda hem bir yerde
hem de başka bir yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu hem de olmadığı için
gerçekleşebilir. Ve bu çelişkinin sürekli ortaya çıkması ve aynı zamanda çözülmesi,
hareketin ta kendisidir." (Engels, Anti-Dühring)

"Karşıtların özdeşliği... doğanın (ve zihnin ve toplumun da) bütün görüngü ve


süreçlerindeki çelişkin, birbirlerini karşılıklı olarak dıştalayan, karşıt yönsemelerin
varlığının kabul edilişidir. Evrenin bütün süreçlerini 'özdevinim'leri içinde,
kendiliğinden gelişimleri içinde, canlı hayatları içinde bilebilmenin koşulu, bu
süreçleri karşıtların birliği olarak tanımaktır. Gelişme, karşıtların 'savaşımı'dır. İki
temel gelişme anlayışı vardır: Eksilme ya da artma olarak, tekrar olarak gelişme,
ve karşıtların birliği (bir'in, birbirilerini karşılıklı olarak dışlayan karşıtlar halinde
ikileşmesi ve bu karşıtlar arasındaki bağıntılar) olarak gelişme.

İlk anlayış, öz-devinimi ve bu özdevinimin devitken gücünü, kaynağını, sebebini


karanlıkta bırakmaktadır (ya da dışarıya aktarmaktadır bu kaynağı: tanrı, özne,
vs.). İkinci görüş ise dikkati özellikle özdevinimin kaynağı'nın bilgisine
yöneltmektedir.

Ölüdür birinci görüş, karanlıktır, çoraktır. İkincisi ise hayat doludur. Varolan her
şeydeki 'özdevinim'in anahtarını sadece bu ikinci görüş verir; ve sadece o verir
'sıçramalar'ın, 'derecelenmede kesikliğe uğrayış'ın, 'karşıta çevriliş'in, eskinin
yıkılışının ve yeninin doğuşunun anahtarını.

Karşıtların birliği (düşümdeşliği, özdeşliği, eşdeğerliği) koşula bağlıdır, geçicidir,


süreksizdir, görecelidir. Gelişim ve hareket nasıl mutlak iseler, birbirlerini karşılıklı
dışlayan karşıtlar arasındaki mücadele de mutlaktır." (Lenin, Diyalektik Sorunu
Üzerine, Felsefe Defterleri)

Çelişki
Stratejik bilincin beşinci dersi, döngüsel hareket biçimi ile varlığının farkına
vardığımız sistemlerin, tam da bu, tek tek insan iradelerinden bağımsız
işleyişinin, yani özdeviniminin, yani hareket ve gelişme yasalarının kaynağına
43

inmektedir: Çelişki; karşıtların birliği ve savaşımı!

Tek yanlı, düz nedensellik; şurada yalnızca bir 'neden', ardı sıra ve bir öteki tarafta
yalnızca bir 'sonuç' görmek, gerçekliği olağanüstü bayağılaştırır. Çoğunlukla geri
tepen davranış ve eylemlere yol açar. Bir sistemin amacı (işlevi) ve işleyişi (tek tek
kişilerden bağımsız özdevinimi) kavranmadıkça, işleri değiştirmek için harcanan
tüm çaba, kaçınılmaz olarak geri teper ya da boşa gider. Aynı yerde saymak için
habire koşturduğunuz; artan ölçüde, olağanüstü bir emek ve çabayı yerinde saymak
için (boşa) harcadığınız her seferinde işlevini ve işleyişini bilmediğiniz için kör bir
sistem kapanındasınız demektir. Üstelik düz ve aynı ölçüde kör eylemlerinizle
kapanın bazı dişlerini de bilinçsizce iyi bir şey yaptığınızı sanarak siz kendiniz
oluşturmaktasınızdır.

Düzen sendikacılığının işlev ve işleyişini bilmeyen işçiler, sendikalaşınca her şeyin


düzeleceğini sanırlar. Çoğunlukla işlerinden de olduklarıyla kalırlar. Kriz
koşullarında aman işimizden olmayalım diye en ağır dayatmalara boyun
eğdiklerinde, eninde sonunda yine işten atılmaktan kurtulamazlar. Çoğu genç
devrimci, ne kadar keskin ajitasyon yaparsa, ne kadar keskin eylem çağrısında
bulunursa, o kadar kolay ve etkili sonuç alacağını sanır. Çoğunlukla, kitlelerle
doğru dürüst kalıcı bir ilişki bile kuramadığıyla kalır. Birçok yetişkin devrimci, so-
rumluluğu altındaki genç devrimcilerin en küçük hata ve zaaflarında, bunlarda
kendi payını da görmeden, en keskin biçimde suçlayıp aşağılayarak, çok daha hızlı
ve sıkı devrimciler yetiştireceğini sanır. Genç devrimcilerin inisiyatifini en kötü
biçimde kırdığı ve hata yapmaktansa hiçbir şey yapmayan, ne yapılmalıdan çok ne
yapılmamalıyı düşünen, özgüvensiz, silik devrimciler yetiştirdiğiyle kalır. Dar kafalı
küçük burjuva devrimcisi, kendisinden başka herkesi, hain, korkak, düşman ilan
ederek egemenliği altına alacağını ve istediğini yaptıracağını sanır. En yakın
destek güçlerinden bile tecrit olduğu ile kalır vb. (Bu örneklerin hepsinin kısır
döngüler olduğuna dikkat edilmelidir.)

Foto şipşakçı düşünce ise, bir sistemin farklı, çelişkili, karşıt yanlarını bir arada bir
bütün olarak kavrayamaz, çelişik yerler birbirinin tümüyle dışında (kopuk),
birbirinin yanı ve ardı sıra, birbirinden yalıtık olay ya da kişilere dağılmış, farklı kişi
ve olaylarda cisimleşmiş gibi görür. Karşıt yanları içsel bağından kopartarak, bir o
yanı, bir bu yanı mutlaklaştırarak, yalpalayıp durur.

Örneğin yeni bir ilişki belli bir gelişme gösterdiğinde hemen ona kaldırabileceğinin
çok üstünde misyon biçilir ve siyasal-örgütsel aşırı yükleme yapılır. Ya da bir ilişki
morali bozulup durgunlaştığında, istenileni yapmadığında vb. bu sefer ruh halini
büsbütün bozacak, tüm motivasyonunu kıracak biçimde yerin dibine batırılır. Oysa
bunlar, genç bir devrimcinin kendi kendisiyle çelişik bilinç (ve psikolojik) yapısının,
hem birbirine bağımlı hem de birbirini dıştalayan karşıt eğilimlerinden
kaynaklanan 'özdeviniminin', yani döngüsel gelişim sürecinin karşıt yanlardan
bazen birinin bazen ötekinin ön plana çıktığı, içsel olarak bağıntılı momentleridir
(görüngüleridir). Tüm sistemlerin döngüsel hareketinde (gelişim sürecinde) olduğu
gibi, tempolu büyüme tıkanma, durgunlaşma ve gerilemenin; tıkanma da ileri sıç-
rama ve gelişmenin dinamiklerini içinde biriktirir ve taşır. Tıpkı kapitalist sistemin
krizlerinin yeniden canlanma; canlılık dönemlerinin ise kriz dinamiklerini içinde
biriktirmesi gibi. Her türlü sistemde krizlerin durmadan ortaya çıkması ve
çözülmesi, o sistemin, karşıt yanlarının birliği ve savaşımı (özdeşliği ve farklılaşması
da denilebilir) temelindeki sarmal, süreklilik içinde kesikli ve sıçramalı hareket ve
gelişiminin ta kendisidir. Bir sistemin öz (çelişkili) deviniminde yalnızca belli
kesitleri, hızlı büyüme ya da tıkanma, birbiriyle içsel bağıntılı ve birbirini içinde
taşıyan karşıt yanlardan birini ya da öbürünü (örneğin kendiliğinden bilincin
44

devrimci dönüşümünde devrimci yönseme ile düzen-bireyci yönseme; ezilen


sınıfların hareketinde sınıf güdüleri ile burjuva güdüler) mutlaklaştırmak, kaçınılmaz
olarak, yalpalamalı, yanlış eylem ve politikalara götürür. Tıpkı PKK'nin çocukluk
dönemindeki kimi lekelerini mutlaklaştırarak onu karşıdevrimci ilan eden, tasfiye
eğiliminin güç kazandığı bir süreçte kuyruğuna takılan; yine TDKP'nin tam da
reformizme evrilme sürecinde onu "komünist" ilan edip birlik çağrıları yapan küçük
burjuva devrimcisi ham kafaların yaptığı gibi!

Hareketi tek yanlı düz çizgiler halinde algılayıp tasarlayabilen düz nedensellikten
ve çelişkinin bir yanını mutlaklaştırıp öbür yanını yok sayarak gelişmeyi de
donduran foto şipşakçı düşünceden nedensellik döngüleriyle düşünmeye geçiş
kuşkusuz, sistem düşüncesine doğru ileri bir adımdır. Bu adım, aynı sistem (ya da
sürecin) çelişkili yanlarının birini neden ötekini sonuç saymaktan, her birini ötekinin
aynı zamanda hem nedeni hem sonucu olarak kavramaya geçiştir. Fakat karşılıklı
ilişki ile sınırlı, dolayısıyla kendini tekrar eden döngüsel hareket yaklaşımı da,
çelişkiyi yakalasa da, mekanize edip, ancak dışsal karşıtlık olarak (birbirinden
tamamen farklı şeyler arasındaki dışsal etkileşim) görür. Kendini tekrarlayan
nedensellik döngüleriyle (karşılıklı etki) sınırlı yaklaşım, "zıtlara dış olgular olarak
mekanik biçimde bakmakta ve zıtların dönüşümünü birinin diğeriyle basit yer
değiştirmesi olarak göstermektedir... Bizzat nesnelerin ve olayların iç çelişkilerini
reddetmekte, ve gelişmeyi basit bir tekrarlama olarak, içinde aynı zıtların ve bu
zıtlar arasındaki aynı ilişkinin yeraldığı değişmez durumların ardı ardına gelmesi
olarak görmektedir." (Mao'nun bayağılaştırdığı diyalektik üzerine Enver Hoca,
Emperyalizm ve Devrim) "Karşıtları dışsal olgular olarak almakta, içsel çelişki ve
karşıtların mücadelesiyle öncekinden farklı bir niteliğe, sürece geçiş olarak alma-
maktadır." (Kapitalizmin Geleceksizliği ve Belirsizlik Felsefesi, DP 1, Nisan 2001)

Çelişkiyi kısırlaştıran yaklaşım, kaçınılmaz olarak, hareketi de ancak bir kısır döngü
olarak algılayıp tasarlayabilir: Aynıyla kalan karşıtların, aynı dışsal (ve salt birbirini
yadsıma) ilişkisi, aynıyla birbirine "dönüşmesi"... Mekanik (dışsal) çelişki anlayışı, bu
yüzden belli koşullarda başarılı olan belli bir direniş bir eylem, bir faaliyet, bir
örgütlenme, kitlelerle ilişki kuruş, kadro geliştirme tarzının, tüm zamanlar ve tüm
koşullar için geçerli olacağını sanır. Örneğin Gazi antifaşist halk direnişinin
sonrasında arkası boş barikatlarla her seferinde tekrarlanacağının sanılması;
örneğin bir dönemki devrimci Kürt ulusal hareketinin aynı hareket ve eylem
tarzıyla hep aynı başarılı sonuçları alacağını sanması; bir dönem etkili olan yaygın
antifaşist dar grup eylemlerinin aynıyla tekrarlanıp aynıyla etkili olacağının
sanılması; cezaevi saldırılarına karşın daha önce başarılı olan belli bir direniş
biçiminin aynıyla tekrar etmenin yeterli olacağının sanılması; kamu çalışanlarının
aynı direniş ve eylem biçimlerinin aynı başarılı sonuçları vereceğinin sanılması, ya
da diyelim ki "küresel direniş" eylemlerinin salt aynı hareket ve eylem tarzıyla
bundan sonra da her seferinde aynı başarı ve etkiyi göstereceğinin sanılması; eski
DİSK'in, geleneksel sendikaların, "sosyal devlet"in, "ulusal ekonomi"nin aynıyla
geri getirilme umutsuz çabası vb. vb.

Mekanik, dışsal karşıtlık ilişkisi; aynı karşıtların aynı dışsal ilişki ile aynıyla yer
değiştirip durması anlayışı, öncü savaşı, suni denge, Türkiye'nin aynı Düyunu
Umumiye gibi tekrar sömürgeleşmesi; emperyalizmin bağımlı kapitalizme, sendika
ağalarının sınıf hareketine dışsal birer güç olarak görülmesi, özgürlük ve
demokrasinin emperyalizm ve TÜSİAD'dan beklenmesi; emek ile sermaye'nin, işçi
sınıfı ile burjuvazinin, yoksulluk ile zenginliğin, demokrasi ile faşizmin, ekonomi ile
siyasetin, TÜSİAD ile MGK'nın vb. birbirine salt dış olgular ve karşıtlık olarak
görülmesi... gibi yanılsamaların da felsefi temelini oluşturur. Bayağı diyalektikte,
özdeşlik ile farklılık, birlik ile karşıtlık ardı sıra birbirini izlerler; karşıtlar ya
45

tamamen özdeştirler ve aynıyla birbirine dönüşürler, ya da tamamen farklı ve salt


karşıttırlar; karşıtlar, kendini tekrar edip duran döngüyle birbirini yadsıyıp aynıyla
birbirine dönüşürler! Birbirinin ardı sıra yadsıma özdeşliğe, özdeşlik yadsımaya
dönüşüp durur! Bayağı diyalektikte, yadsımanın yadsıması, yani birbirine içsel
olarak bağımlı karşıtların, yükselerek genişleyen sarmal döngü biçiminde, birbirini
özümseyerek aşmaya çalışması, birbirini genişleyen temelde yeniden üreterek
dıştalaması yoktur.

Karşıtlar; ücretli emek ile sermaye, yoksunluk ile zenginlik, proletarya ile
burjuvazi, devrim ile karşıdevrim, sosyalizm ile kapitalizm, direniş ile saldırı...,
birbirini içinde taşır ve birbirini yeniden üretir, bu anlamda 'birbirine dönüşür'...
Fakat asla aynıyla değil! Karşıtlar birbirini genişleyen temelde yeniden üreterek
(sarmal döngü ya da helezonik hareket) dıştalar, kutuplaştırır... Yalnızca 'birbirine
dönüşmekle' kalmaz, birbirini dönüşmeye zorlar ve dönüştürür... Yalnızca
yadsımakla kalmak, yadsımanın yadsınmasıyla, birbirini özümseyerek aşmaya
çalışır.

Lenin bunu şöyle açımlar:

" - sadece karşıtların birliği değil, ama aynı zamanda her belirlenimin, niteliğin,
çizginin, yanın, özelliğin her başka'ya (kendi karşıtına) geçişler'i.
- yeni yanların, bağıntıların, vs. sonsuz biçimde ortaya çıkma süreci. (...)
- alt evredeki bazı çizgilerin özelliklerin, vs. bir üst evrede tekrarlanışı ve
- görünürde eskiye dönüş (olumsuzlamanın olumsuzlanması)
- muhtevanın formla mücadelesi ve bunun tersi. Formun reddedilmesi,
muhtevanın yeni baştan yoğrulup işlenmesi.
- nicelikten niteliğe geçiş ve bunun tersi. (son ikisi, birincinin örnekleridir)." (Lenin, Felsefe
Defterleri)

Yadsımanın yadsınması
Stratejik bilincin altıncı dersi, yadsımanın yadsınması'dır (olumsuzlamanın
olumsuzlanması). Karşıtların içsel bağından kopartılarak yalnızca dış olgular
olarak görülmesi, karşıtların özdeşliği ve savaşımı'nı da birbirinden kopartarak,
"karşıtların özdeşliği ya da savaşımı" biçiminde bayağılaştırır. Dar tepkisel
bilincin, en keskin sol tutumlardan en berbat teslimiyete savrulup (yalpalayıp)
durmasının felsefi temeli de burada yatar. Yalnızca ani dış saldırılar karşısında ani
tepkiler veren, bunun ötesinde ise neredeyse tam bir eylemsizliğe gömülen dar
anti-faşist devrimciliğin felsefi temeli burada yatar. Düşmanla ilişkisini, içsel
bağıntı ve karşıtlık ilişkisi olarak kavramayan, kendini yalnızca "antilik"lerle
sınırlayan dar tepkisel devrimcilik, söylemde ne kadar devrimden, iktidardan
bahsederse bahsetsin, hep saldırılara tepki verip durmakla sınırlanmaya, hep
muhalefette kalmaya kendi kendini mahkum eder.

Düşmanla ilişkisini, içsel çelişki ve "birbirini karşılıklı olarak dışlayan karşıtların


mücadelesinin kesintisizliği" ve "açılıp yayılması" (Lenin) olarak kavramayan, bu
ilişkide, "öncekinden farklı bir niteliğe, sürece geçiş"leri göremez. Çünkü birbirine
dışsal etki tepki ilişkisine indirgeyerek bayağılaştırdığı, içsel çelişki ve karşıtların
savaşımı ilişkisindeki, nicel birikimin niteliğe geçişi ve yadsımanın yadsımasını
göremez. Yalnızca dışsal ve mekanik karşıtlıkta takılıp kaldığından, düşmanın
saldırısının tedrici gelişimini (nicel birikim), hazırlığını, tam da onun önceki direniş
ve hareket tarzından öğrendikleri temelinde kendisini geliştirmesini (yadsımanın
yadsınması; düşmanın, daha önceki çelişki zeminini özümseyerek aşmaya
46

yönelmesi, vb.) göremez. Daha önceki sayısız çatışmanın birikimiyle, önünde


sonunda çelişki farklı bir düzleme sıçrayacakken, o halen önceki ilişki düzleminde
hareket etmeyi sürdürür. İçsel bağıntının yalnızca bir yanını, kendisini merkeze
koyduğundan, kendisine bağlı olarak hareket eden önceki hareket ve eylem
tarzıyla "eğittiği" düşmanından öğrenmeyi bilmez. Karşıtların birbirini (çelişkinin)
genişleyen temelde yeniden üretimi ve açılıp yayılmasının, belli bir aşamadan
sonra, içinde geliştiği "formu" (ilişki biçimini) reddedeceğini, parçalayacağını;
çelişkinin bir üst düzlemde "yeni baştan yoğrulup işlenmeye" (açılıp yayılmaya;
nitel sıçramadan yeni düzlemdeki nicel birikime) başlanacağını anlamaz. Düşman,
eski hareket (çelişki) tarzını özümseyerek aştığı (yadsımanın yadsınması), içsel
çelişki ve karşıtların mücadelesiyle ve mücadelesinde öncekinden farklı bir niteliğe,
sürece geçtiği halde, o hala eski hareket tarzını umutsuzca zorlamaya devam
eder. Fakat eski karşıtlık ilişkisi kalıbı içinden ne kadar yüklenirse yüklensin, onu
özümleyerek yeni bir çelişki düzlemine çıkmış sistem tarafından geri itilecek;
sistem kapanında, eğer geri gitmezse bile, muazzam bir çaba ile ancak yerinde
sayabilecektir. Tabii o yine, ne kadar ani, sert, sıkı yüklenirse, eskisi gibi o kadar
kolay ve etkili sonuç alacağını sanacaktır. Fakat ne yazık ki, daha üst bir çelişki
sürecine geçmiş sistem tarafından (yani yalnızca düşman tarafından değil kendi
körlüğü tarafından; kavranmadığı için kör zorunluluk tarafından) daha büyük bir
sertlikle geri itildiği ile kalacaktır.

Bu durumun mükemmel bir örneği mDP'deki 'Kürt Kapanı' yazılarında, Kürt ulusal
hareketi şahsında incelenmiştir. Benzer bir örnek emekçi memur hareketinin
gelişim seyridir. Yine benzer bir süreç '89 Bahar Eylemleriyle başlayıp Zonguldak
Grevi ve 3 Ocak Genel Grevi'yle en yüksek noktasında kırılan sınıf hareketinde
yaşanmıştır. Keza antifaşist semt direnişleri... Yine benzer bir süreç, tempolu
gelişmesine karşın bir süre sonra mevcut hareket tarzının sınırlarına dayanmaya
başlayacak olan "Küresel Direniş" hareketi için geçerlidir. Örnekler günümüzden çok
yakıcı biçimde çoğaltılabilir.

Hepsinde olan şudur: Birikmiş bir çelişki zemininde, çelişkinin bir yanı, tıpkı küçük
bir kartopunun yuvarlana yuvarlana çığa dönüşmesi gibi, tempolu bir gelişme ve
büyüme gösterir. Mekanik ve dış karşıtlık yaklaşımı, hareketin böyle döngüsel
olarak büyüye büyüye zafere gideceğini sanır. Fakat hiç de öyle olmaz. Çünkü çelişki
içseldir. Karşıtların içsel savaşımı temelinde, birinin hızla büyüyerek ötekini
dıştalaması, bir süre afallayıp groge duruma düşen ötekini önünde sonunda daha
üst düzeyden karşı harekete geçirir (dıştalanmanın dıştalanması). Ve sistemin
kendini dengeleme, istikrar mekanizmalarına, yani "karşıtların birliğine" toslar.
İçsel çelişkinin sınırlarına dayanır. Yalnızca savaşım içinde onun hareket tarzını
özümleyerek, savaşımını bir üst düzeyde açıp yayan düşmanın daha gelişkin karşı
saldırısına değil; kendi hareketi geliştiği ölçüde kendi içinde taşıdığı karşıtının açılıp
yayılmasıyla, kendi iç sınırlarına da dayanır.

Bir sistemin (bir çelişkinin) yalnızca bir yanını dikkat alarak, "düşmanla ilişki"nin
içsel ve karşılıklı gelişim seyrini tümüyle bir yana bırakıp, örneğin işçi sınıfının,
ezilen kitlelerin, "küresel direniş"in, ya da diyelim ki devrimci bir örgütün, başına
buyruk davranabileceğini sanmak büyük bir saflık olur ve önünde sonunda
felaketle sonuçlanır. Şu basit nedenle ki, çelişkinin içsel olarak bağlı her yanı, biz
istediğimiz kadar yok saysak da, karşıtını da içinde taşır. Çelişkinin bir yanı,
birikmiş bir zeminde, belli bir süre karşıtından tamamen bağımsız davranıyor,
karşıtını yok sayarak (dıştalayarak) hızla büyüyüp ilerliyor gibi görünse de, önünde
sonunda gelip içsel çelişki (karşıtların birliği) sınırına dayanır. Bu sınır (tıkanma)
önünde sonunda karşıtını kendisine karşı bir üst düzeyde harekete geçmeye
zorlanmasından ve aynı zamanda zaten kendi içinde taşıdığı karşıtının, kendi
47

gelişimiyle birlikte gelişip onu tıkamasından kaynaklanır.

İşçi sınıfı ve ezilen kitleler, devrim cephesi için doğru olan karşıdevrim cephesi için
de doğrudur: "Emekle sermayenin arasındaki mücadelenin uzun bir tarihi var.
Tarih göstermiştir ki, aşırılık rejimlerini her zaman ekonomik gücün sarkacını aksi
yönde iten bir karşı tepki izler... Geçen 20 yılda ekonomik günün sarkacı aşırı bir
biçimde sallanmaya başladı, işçilerin gelirlerini azaltmak pahasına sermayeye
büyük karlar getiriyor... Sosyolojik olarak bu süreç, kendisini tersine çevirecek
siyasi bir dalganın tohumlarını eker." (Morgan Stanley'in baş ekonomisti Stephen
Roach'dan aktaran DP 1, ML Teorinin Tarihsel ve Güncel Önemi, Nisan 2001)

Karşıtların birliği ve savaşımı temelindeki süreçlerin tersinirliği (yadsımanın


yadsınması) eskiye dönüş gibi görünse de, gerçekte eski içsel çelişki düzleminin
özümsenerek aşılması ("derecelendirme de kesikliğe uğrayış"; nicel birikimin nitel
sıçramaya dönüşümü) ve bir üst düzeyde yeniden kurularak işleyişini sürdürmesidir
(yükselerek genişleyen sarmal döngü).

Herhangi bir sistemin, emperyalist kapitalizmin, bağımlı kapitalizmin, faşist


rejimin, ya da kitle hareketinin, devrimci bir örgütün, bireyin, bilincin, kitle
ilişkisinin gelişim seyri, stratejik olarak, ancak diyalektiğin karşıtların birliği ve
savaşımı, niceliğin niteliğe dönüşümü, yadsımanın yadsıması yasaları temelinde
böyle tahlil edilebilir, öngörülebilir ve devrimci dönüşüme uğratacak stratejik
politika üretilebilir.

Örneğin Rusya'da Bolşevik hareketin gelişim seyri: Hareket, propaganda ve işçi


eğitim gruplarıyla hızlı bir ilerleme göstermiş, fakat pratikten kopuk propaganda
gruplarındaki çoğu işçinin kariyerist ve kendini beğenmiş tutumlar göstermeye
başlamasıyla tıkanıp gerilemiştir. Bu tıkanma (çelişki) yaygın ajitasyon çevreleriyle
aşılmış, geniş işçi kitleleri içerisinde tempolu bir büyüme kaydedilmiş, ancak bu kez
ekonomizm eğiliminin gelişmesi vb. ile tıkanıp gerilemeye başlamıştır. Bu tıkanma
(kriz) Leninist parti modeliyle aşılmış, Bolşevik Parti'nin de birçok tıkanma ve
sıçrama ile örülü genişleyen sarmal döngüsü... Belli bir form içinde (düşmanla ilişki,
karşıtlık düzleminde) hızlı gelişen hareketin her tıkanma (kriz ve görünüşte
gerileme, eskiye dönüş) süreci, gerçekte bu karşıtlık biçimini özümseyip aşan,
mevcut hareket tarzını artık kolayca boşa çıkarmaya başlayan düşmanın saldırıları
ve hareketi içinde onu eskisi gibi sürdürmeye koşullanmış olanlarla yeni karşıtlık
düzlemine sıçramaya yönelenler arasındaki iç çatışmadan başka bir şey değildir.
Burada sorun, belli bir hareket tarzında (içsel çelişki formunda), sistemin amaç
(işlev) ve işleyişinin yerleşiklik kazanması ve tek tek insan iradelerinden bağımsız
olarak, sistemin tıkandığı halde mevcut dengeleme (istikrar, karşıtların birliği)
mekanizmalarıyla değişime karşı direnmesidir.

Gelişme hiçbir sistem (içsel çelişki) için, hatta tek bir devrimci bireyin gelişimi
açısından bile, düz bir çizgide, eksilme ya da artma, aritmetik büyüme ya da
küçülme biçiminde olmaz. Bir'in birbirini karşılıklı olarak dışlayan karşıtlar savaşımı
temelinde gelişmesi, birbirini geliştiren karşıtların açılıp yayılması ve birbirini
tıkaması ve bir üst içsel çelişki zeminine sıçraması... kriz ve sıçramalarla örülü
genişleyerek yükselen sarmal döngü biçiminde olur.

Karşıtların birliği
Stratejik bilincin yedinci ve şimdilik son dersi, bir sistemin işleyişini kavramak için
onun işlevini yani dengeleyici (istikrarı koruma) mekanizmalarını, yani karşıtların
birliği'ni kavramalıyız. Bir sistem ne zaman zorunlu olduğu değişmeye karşı
48

statükocu bir direniş sergilerse, o zaman orada açık ya da gizli bir dengeleme
mekanizmasının (karşıtların birliği) varolduğuna, fakat içsel çelişki temelinde,
şiddetlenen sarsıntılarla zorunluluğun (karşıtların savaşımı, birbirini açıp yayması)
önünde sonunda kendini dayata dayata, eski çelişki formunu parçalayacağından
emin olabiliriz.

Tıpkı bağımlı Türkiye kapitalizm ve faşist rejiminde, mali sermayenin azami kar ve
azami egemenlik yönelimli 'yeniden yapılanma' sürecine, sistemin "Milli Güvenlik"
konsepti çerçevesindeki eski, köhnemiş yapılanma biçiminin (kabuğunun)
statükocu bir direnç sergilemesi (karşıtların birliği), fakat egemenler arasındaki bu
çatışmanın (ve karşıtların savaşımı) her seferinde daha şiddetli patlak vermesi
(sistemin eski kabuğu parçalanıncaya kadar), kaçınılmazdır.

Aynı şekilde, devrimci harekette, ya da diyelim devrimci bir bireyin gelişiminde,


ciddi bir tıkanma görüldüğünde, aynı hareket tarzını daha büyük emekle zorlayıp
durmak nafile çabadır. İşleri değiştirmenin, dayanılan sınırı (çelişkiyi) aşmanın tek
yolu, ona eski tarzda daha çok yüklenmek filan değil, sistemin tüm işleyişinin
(dengeleme ve statüko mekanizmalarının) üzerine kurulduğu amacını (işlevini)
değiştirmektir ya da daraltıcı statükocu eski işlevin (amacın) etkisini
azaltabilmektir.

Bugün çoğu devrimci örgüt, istediği kadar işçi sınıfı, sınıf çalışması, sosyalizm vb.
desin, örtük fakat belirleyici amaçları (işlevleri, hareket ve yapılanma biçimleri) dar
ve güdük antifaşist direnişçilik olduğu sürece, bu doğrultuda doğru dürüst bir adım
bile atamazlar. Ya da F tipine karşı mücadelede, istendiği kadar, dışarıyı da kitlesel
temelde örgütleme vb. çağrıları yapılsın, ölüm orucunun örtük fakat belirleyici
amacı kendisiyle (cezaevleriyle) sınırlı kaldığı sürece, dışarıda kitleleri harekete
geçirmek için doğru dürüst bir adım bile atılmayacak, ısrarlı bir çaba
gösterilmeyecektir. Ya da bir devrimci istediği kadar okumaktan, teorik-siyasi
donanımını geliştirmekten bahsetsin, onun örtük fakat belirleyici amacı dar pratik
işler, dar tepkisel devrimcilik olduğu sürece bu konudaki tüm girişimleri çabucak
kırılacaktır.

Tüm bu ve benzeri örneklerde, tıkanmayı aşmanın yolu, dayanılan içsel çelişki


sınırına eski tarzda yüklenip durmak değil (sistemin statükocu mekanizmaları her
seferinde sizi geri iter. Öyle ki bir sistemdeki tüm katılımcılar değişimi istese bile,
sistemin istikrar (karşıtların birliği) mekanizmaları statükoyu korumaya devam
eder. Ta ki, insanlar değişmeyi sözde istemenin ötesinde gerçekten yapmaya,
kendilerinden, düşünce ve faaliyet tarzlarından başlayarak gerçekleştirmeye
yönelsinler) gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak; işleri değiştirmek için
dayanılan çelişkiyi özümseyerek aşmak (yadsımanın yadsıması), daha gelişkin bir
amaçla çalışma tarzını sıçratmak, geliştirmektir.

Örneğin dar pratik çalışma tarzının dayandığı sınırları aşmak, bu çalışma tarzını
daha çok çabayla zorlayıp durmakla değil, tam da bu dar tarzın yadsıdığı teorik-
siyasi birikime, yadsımanın yadsımasıyla yönelmekle olur; teorik-pratik; öğrenme-
uygulama çelişkileri ancak bu temelde özümlenerek aşılabilir ve daha gelişkin bir
pratik çalışma düzlemine geçilebilir.

SORUNA KİLİTLENME
Çoğu devrimci, günübirlik faaliyetin hay huyu içinde sürüklenmekten hemen
49

hiçbir konu ya da sorun üzerinde uzun süreli bir düşünsel odaklanma yeteneği
gösteremez. Çoğu devrimci onca koşuşturmasına karşın kendi düşünsel
gündemini oluşturma yeteneğinden yoksundur.

Zaten bu, dar pratikçiliğin doğasına aykırıdır. Örneğin pratik olarak en yoğun ve
uzun süreli ilgilenilen F tipi cezaevi gibi konularda bile, bunun düşünsel bir
yoğunlaşma ve üretkenlik ile birleştirilemediğini görmek mümkündür.

Oysa bir konuya tüm kafası ve ruhu ile kilitlenmiş, çözmek için yılmak bilmez bir
düşünsel kondisyon gösteren kişi, o konuya yalnızca "ilgi duyan" bir ordu insana
eşittir.

Çözümsüz görünen sorunların temelinde gündelik bilincimizin takıldığı görünmez


paradigmaların9 görünmez rayları olduğunu ve gündelik bilincimizin başka bir yol
tanımamakta son derece inatçı ve tutucu olduğunu biliyorsak bilincimizin
normalde kullanamadığımız, karanlıkta kalmış devasa arka planını ("bilinçaltı")
harekete geçirmeden hiçbir önemli sorunu çözemeyeceğimizi de bilmemiz gerekir.
(Bkz. Kolektif Bilinç, "Çiğnenmemiş bir yolda yürümek") Bu da ancak, kafaca ve
ruhça uzun dönemli olarak o sorunda odaklanmak; o sorunu beynimizin bir iç
gündemi (iç sorunu) haline getirmekle mümkün olabilir.

Beynimizi, eskimiş paradigmaları çerçevesinde daha çok zorlamak hiçbir yeni


sonuç vermeyecektir. Çünkü sorunların sorunu, eskimiş paradigmalar çerçevesinde
daha çok kendini zorlamak değil, tersine eskimiş paradigmaların nasıl yıkılacağıdır!

İnsan beyninin Merkezi Sinir Sistemi bünyesinde, dikkatimizi yöneten, zihinsel


odağımızı belirleyen, düşünsel işlemleri düzenleyen, bakılanlar içinden görülenleri
seçen, ilgi ve ihtiyaç konularına bağlanmış 'beyin işlemlerini' programlayan en
etkin bir 'idari bölüm' vardır. Bu bölümün işleyiş biçimi amaca kilitlenmek ve amaç
doğrultusunda tüm duygusal-düşünsel-davranışsal beyin faaliyetlerini bir programa
("yazılıma") bağlanmaktır. Başka deyişle bu bölüm, beynimizin amaçlarımız
doğrultusunda, kendi kendini programlama merkezidir. Bu bölüm amaçla ilgili,
amaca ulaştıracak kişi, kurum, fikir, teknik, faaliyet, eylem, düşünce, araç, yöntem,
kaynak ve yolları arar, tarar, seçer, eler, bulur. Beyin belli bir amaç ve dolayısıyla
paradigma ekseninde bir kez kendi kendini programlayınca, sürekli aynı
girdilerden (aynı kişi, kurum, fikir, teknik, araç, yöntem, kaynak, vb.) aynı çıktıyı
(amacı) üretecek biçimde otomatiğe bağlanarak işlemeye başlar. Öyle ki, kafa
yorma, bilinçli çaba harcama, eylemlerimizi planlama ihtiyacı giderek azalır.
Duygu-düşünce ve davranışlarımızı gelişigüzel olmaktan çıkarıp belli bir amaç
doğrultusunda iç tutarlılığa sahip bir sistem haline işlevselleştirmek ve
pratikleştirmek açısından, beynin kendi kendini programlama yeteneğinin ya-
şamsallığı açıktır. Fakat belli bir aşamadan sonra, sürekli tekrarlamayla, beynin bu
otomatik pilot sistemi, çok sınırlı ve rutin bir ilgi ve etkinlik alanı dışındaki her şeyi
dıştalayan tam bir beyin kapanına dönüşür. (Bkz. Kolektif Bilinç, "Devrimci Üretim
İlişkileri - Alışkanlıkların Gücü")

Beynimizi salt iradi zorlamaya tabi tutmak pek bir işe yaramaz. Çünkü o, her
soruna mevcut paradigması ("yazılımı") çerçevesinde yanıt arayacaktır. Hep aynı
9 "Paradigma" eski Yunanca ve Latince'den tüm dünya dillerine geçen, Türkçe'de de doğa ve toplumbilimleri literatüründe sık
kullanılan bir kavramdır. Model ya da kalıp anlamına gelir. Paradigmalar, yaşama bakışımızın, onu algılayış biçimimizin temelini
oluşturan; duygu, düşünce ve davranışlarımızı şekillendiren, çoğunlukla farkında bile olmadığımız gizli düsturlardır. "Anlayış",
"bakış açısı", "mantalite", "konsept" ile aşağı yukarı aynı anlamdadır.
Paradigmanın bir tanımı şunları söyler: "Paradigma yaşamdaki sınırlarımızı çizen ve bu sınırlar içinde başarılı olmak için neler
yapılacağını düsturlaştıran açık ya da örtük kural, değer yargısı ve ölçütler dizisidir (sistemidir)." Başka deyişle, paradigmalar,
yaşamımızda kabul edilebilen ve edilmeyen, görülen ve görülmeyen, ilgi ve dikkat gösterilen ve gösterilmeyenleri belirleyen çok
özel (ve görünmez) iç sınırlarımızı oluşturan inançlar dizisidir. Kabaca, zihinsel-manevi şekilleniş diyebiliriz. Önemli sorunları
çözmenin, tıkanmaları aşmanın, savaşıma yeni ve bir üst açılım kazandırmanın birinci koşulu, "paradigma değişikliği"dir.
50

çıktıyı (amacı) üretebilmek için, değişen koşul ve ihtiyaçları, yaşamın farklı yan ve
alanlarını hiç görmeden hep aynı hazır cevaplar (kalıplar) üzerinden gidecektir.
Yaşamdaki gelişmelerin de ancak bu hazır kalıplarına uyan çok sınırlı bir yüzüne
ilgi gösterecektir. Gelişen yaşamla eskimiş mantalite arasındaki uyumsuzluk
büyüdükçe iç tutarlılığını koruyabilmek için gelişmelere (yaşama) bakış açısını
büsbütün daraltacaktır. Bu ise, önemli sorunların çözülebileceği değil, zaten
yaratıldığı mevcut eskimiş mantaliteden (beyin kapanı!) başka bir şey değildir.

Önemli sorunları çözmenin kafamızdaki engelini (beyin kapanı, daraltıcı-eskimiş


paradigmalar) kaldırmak, yaşama bakış açımızı daraltmakla değil, genişletmekle,
geliştirmekle mümkündür. Yani beynimize, kendini uzun dönemde 'yeniden
programlayabileceği' daha gelişkin, kapsayıcı bir amaç tanımı yapmak. Bundan
böyle beynimizdeki otomatik pilota ("kendiliğindenlik") bağlı kalmadan, neyi
amaçladığımıza bilinçli olarak karar vererek ve bu yeni amacı, ısrarlı ve uzun
dönemli bir çabayla beynimizin iç gündemine almasını sağlayarak. Uzun dönemli,
ısrarlı ve sabırlı bir çaba zorunludur çünkü mevcut bilinç düzeneğimiz ("beyin
yazılımımız") yeni amacı tanımlayamayacak ve tanımayacak, 'yabancı'
muamelesi yaparak reddedecek, lafzen kabul eder görünse bile iç gündemi haline
getirmemek için her şeyi yapacaktır. (Bkz. Kolektif Bilinç, "İç Sınırları Parçalamak")

Önemli bir sorunu gerçekten çözmek, mevcut bilinç düzlemimizin ("bekçi") kurduğu
barikatları aşmadan, o sorunu bir iç gündemimiz haline getirmeden mümkün
olmaz. Eski paradigmaların (alışkanlıklar, inançlar vb.) büyük gücünü aşmanın
pratik yöntemi şudur: Ne istediğimizi (amaç, hedef) kesinleştirmek, bunu ayrıntılı
bir soru biçiminde formüle etmek ve bu soruyu da sürekli, uzun dönemli olarak
gündemimizde tutmak.

İnsan beyninin doğal çalışma biçimi, sorularla düşünmektir. Düşüncemizin yönünü


kendimize sorduğumuz sorular belirler. Düşüncemize ve bilincimize yeni bir arayış
ve yönelim kazandırmak ancak net formüle edilmiş yeni sorular sormakla
mümkündür.

Yaşama bakış açımızı geliştirmek için öncelikle sormayı adet edindiğimiz soruları
değiştirebilmemiz gerekir. Çünkü bu sorular, bizim zihinsel-duygusal ilgi ve dikkat
alanımızı şekillendirmekle kalmaz, neyi nasıl (hangi sınırlar içinde) düşüneceğimizi
de belirler. Yeni şeyler öğrenmenin, düşünmenin, yaşamla daha gelişkin bağlar
kurmanın yolu da, yeni sorular sormakla başlar. Hem kendimize hem de
başkalarına cesaretle soracağımız yeni sorularla!

Yeni soruların başlatacağı yeni düşünsel-duygusal sürecin davranışlarımızda ve


çalışma tarzımızdaki etkisi de büyük olur. Kafamızdaki iç engelleri, eskimiş
paradigmaların köreltici gücünü yıkan da öncelikle kendi sınırlanmalarımız
hakkında bilincimizin "kapsama alanını" genişleten yeni sorular olacaktır. Çünkü
neyi ararsak onu buluruz. Sormayı alışkanlık haline getirdiğimiz soruları bilinçli
olarak belirlemediğimiz için gündelik bilincimiz hep aynı cevabı alacak şekilde
kalıplaşmaya başlar; en sonu yaşama bakış açımız iyice daralır; yaşamımız,
üretimimiz ve savaşımımızda değerlendirebileceğimiz devasa bir kaynak ve
olanaklar cephanesi daha baştan "kapsama alanımızın" dışında kalır. Sorularımızı
sınırlayan ve hep aynı cevaplara koşullayan başlıca şey ise, nelerin mümkün
olduğu konusundaki kör inançlarımızdır (eskimiş paradigmalar). Öyleyse yeni
sorular da, önemli sorunları çözmenin olmazsa olmazı olan paradigma
değişikliğinin ilk adımı olacaktır.

Çünkü üretim ve savaşım olanakları, çoğu zaman bizim beylik sorularımızla (ve
tabii kalıp cevaplarımızla) sınırlanır, başka bir sınırı da yoktur.
51

Bilincimize yeni bir ufuk kazandırmanın tek yolu, onun devasa (fakat gelişigüzel
istiflenmiş) potansiyel (gündelik yaşamda kullanamadığımız) cephanesini, yeni
amaç doğrultusunda harekete geçirmektir. Yöntem şudur:

1- Tam, kesin ve net olarak, ne istediğimizi tanımlamalıyız (amaç, hedef)

Genel sorular, hiçbir işe yaramaz. Çünkü genel sorular, düşüncemize ve


"bilinçaltımıza" net bir yönelim kazandıracak amaç tanımı içermez. "Ne yiyeyim?"
diye sorarsanız, gündelik bilincimizin otomatik pilotu buna hemen, "Daha önce ve
hep ne yiyorsan onu" (makarna, yumurta vb.) diye cevap verir. "Daha önce ve
hep yemekte olduklarımdan farklı olarak ne yiyebilirim?" diye sorarsanız,
gündelik bilincimizin otomatik pilotunun bilmediği ve işlevsiz kalacağı için direnç
göstereceği yeni bir alana doğru adım atarsınız. "Filanca orjinal yemeği
yiyebilmek için ne yapmalıyım?" diye sorduğunuzda ve otomatik pilotunuzu devre
dışı bırakmak için tümüyle bu yeni amaca odaklandığınızda bilmediğimiz bu yeni
eksende, yeni ilgi, bilgi ve beceriler geliştirmek zorundasınızdır.

Aynı şekilde, "Kendimi teorik-siyasi olarak geliştirmek istiyorum" dememiz (hep


deriz!) hiçbir şey ifade etmez. "Teorik ve siyasi perspektiflerimizi kavramak için bir
okuma programı yapmalıyım" derseniz, beyninizin buna odaklanması daha güçlü
olur. "Şöyle şöyle bir sorun (diyelim ki 'alan çalışması nasıl yapılır' ya da
'sendikalar' konusunda) temelinde bir okuma programı yapmalıyım" dediğinizde
sorun-amaç tanımı daha kesinleşecek, odaklanmamız da güçlenecektir.

Diyelim ki sorunumuz önemli bir çalışmanın finansmanıdır. "Bu iş için para bulabilir
miyiz?" sorusu o projeyi baştan yatırır. Çünkü para sorunu üzerine bir iki düşünüp
sonra her zamanki yerden para beklemeye devam eder ya da "para buluncaya
kadar" o çalışmayı erteler dururuz. "Bu çalışmayı kendi doğal para kaynaklarını
yaratacak biçimde nasıl örgütleyebilirim? Bu çalışmaya parasal desteği kimler
verebilir? Onları bu parasal desteği vermeye motive eden ne olabilir?" vb. gibi
sorular ise bize daha güçlü düşünce yönelimi ve odaklanma sağlar.

Aynı şekilde "İşçi sınıfı çalışması yapmak istiyorum", "Geniş kitle ve alan çalışması
yapmak gerekir", "Kitleleri sokağa dökmeli, siyasileştirmeliyiz" vb. gibi pek genel
kalan, somut bir hedef ve yönelim içermeyen sorular lafta kalmaya mahkumdur.
"Hiçbir ilişkimin olmadığı şu işçi alanına ya da sektöre nasıl girebilirim; işçileri hangi
yakıcı sorunları, istekleri, ihtiyaçları, özlemleri temelinde toparlayıp siyasal çalışma
için elverişli bir taban yaratabilirim; kitleleri sokağa çıkmaya vb. kafaca ve ruhça
hazırlamak için hangi ara geçiş adımlarını atmalıyım; alan içi doğal aktivistler
çıkarmak için ne yapmak gerekir; filanca grev, direniş vb.'yi nasıl bir bölge
çalışmasına dönüştürebilirim; alanımızda daha önce hiç ilgilenmediğimiz kesimlerle
(işçiler, işçi aileleri, ev kadınları, sıkı ders çalışan öğrenciler, işsizler vb.) iletişim ve
bağ kurmak için ne yapmalıyım; böyle bir çalışmada yararlı olacak kişi, birikim,
düşünce, yöntem ve kaynakları nasıl bulabilirim?" gibi sorular ise odaklanmayı,
yönelimi yüz kat artırır.

Burada temel yöntem, hiçbir şeyi genelgeçer ve bulanık, tanımlanmamış


bırakmadan; giderek daha tam, kesin, net ve ayrıntılı sorularla odaklanma
gücümüzü artırmak; neyi arayacağımızı, neye ilgi ve dikkat göstereceğimizi
belirginleştirmektir. Gündelik bilincimizin karanlıkta bıraktığı hem beynimizdeki
hem de yaşamdaki devasa bir bilgi-beceri-çözüm kaynağı ve hazinesini, kullanıma
açmaktır. Ne istediğimizi ne kadar tam, kesin, net ve ayrıntılı olarak tanımlarsak,
beynimizin köreltici hazır cevap kalıpları ötesinde, bu yeni amaçla ilgili, amaca
yönelik kaynak arama ve yaratma (bilgi, düşünce, kişi, kurum, yöntem, vb.) gücü o
kadar artacaktır. Daha önce burnumuzun ucunda olup görmediğimiz pek çok şey,
52

yeni sorularımızın yarattığı yeni ilgi alanlarımız ile, aydınlanarak yeni mücadele ve
çözüm araçlarına dönüşerek bizi zenginleştirecektir. Çünkü Pasteur'ün dediği gibi,
"Yaşamı gözlemlerken, şans yalnızca hazırlıklı (ne aradığını tam olarak bilen)
beyinlere yardımcı olur." Ne aradığımızı bilmediğimiz sürece, doğal olarak çözüm
için neye ve nereye bakacağımızı da bilmeyiz. Sorunumuzun tam bir
tanımlamasını yapmak ise, çözüm bulma ilgi, dikkat, istek ve çabasının yöneleceği
kesin ve net bir odak noktası sağlar. Bu sayede, zihnimiz gündelik, rutin işleyişinin
kat kat üzerinde, olağanüstü bir çözüm gücünü bir lazer gibi bu odak üzerinde
toplayabilir.

2- Sorunu niçin çözmeyi istediğimizi de net biçimde tanımlamalıyız


(ihtiyaç, motivasyon)

Uğraştığımız sorun, sabah uyandığımızda ilk aklımıza gelen şeylerden biri


olmuyorsa... Onu çözebileceğimize pek inanmıyoruz, çözmeyi gerçekten pek
umursamıyoruz, çözümün de epey uzağındayız demektir. Bilinçli olmak yalnızca
ne yapacağını değil, aynı zamanda niçin yapacağını bilmektir. Önemli bir sorunu
çözmeye kendimizi motive edebilmek için yeterince güçlü düşünsel nedenlerimiz
ve duygusal-manevi niçinlerimiz olmalıdır. Bu sorunu çözmek, buna, bu alan
çalışmasına, "biz"e, sınıf mücadelesine, devrime vd. ne kazandıracak? Hangi yeni
olanak ve açılımları sağlayacak? Şimdi yapamadığımız şeyleri yapabilir hale
gelince neler hissedeceğiz? O zaman çevremizdekiler nasıl etkilenecek, neler
konuşacaklar? O sorunu çözmüş olsaydık şimdi ne yapıyor olurduk? Hayal gücü,
pek çok devrimcinin çok uzağında olduğu en güçlü motivasyon öğesidir.

Nedenlerimiz ve niçinlerimiz; bir çözüm bulmaya kendimizi adamakla yalnızca


dışsal olarak ilgilenmek arasındaki muazzam farktır. Pek çok şeyi yapmak
istediğimizi söyleriz. Bu onlarla ilgilendiğimizi gösterir göstermesine, fakat onları
bilincimizin ve ruhumuzun yakıcı ve hayati bir iç gündemi haline getirmeye
yetmez. Bunları niçin yapmak istediğimizi, bizim için gerçek anlamlarını,
önemlerini, değerlerini ifade edebiliyorsak, bu bizi heyecanlandırıyor ve
kışkırtıyorsa nasıl yapılacağını da mutlaka öğreniriz.

Gerçekten değerli olan hiçbir şey salt "Yapmak lazım"dan, salt görev duygusundan
ortaya çıkmaz, Yeni fikir ve yöntemler, perspektifler geliştirebilmek için, bir çözüm
bulmaya ihtiyacımız, zihinsel ve duygusal uyumculuğumuzu havaya uçuracak
kadar şiddetli, tutku ve umut yaratıcı olmalıdır. Önemli sorunları çözmek, yalnızca
yeni bilgi ve beceriler değil, çalışmamızı ve giderek yaşamımızı yeniden
anlamlandıracağımız yeni manevi değerler yaratmayı gerektirir.

"Ne olmaya çalıştığınıza dikkat edin" der bir düşünür, "çünkü siz olmaya çalıştığınız
kişisiniz!" Bu ne anlama gelir? Kişinin iddia ve söylemleri ne olursa olsun, o
bunlarla ilgisiz, gerçekten ihtiyaç duyduğu, istediği, anlamlı ve değerli bulduğu
farklı şeyleri yapar. Olmayı gerçekten, yüreğimizin derinlerinden istediğimiz şeyi
oluruz: Bu her zaman doğrudur. Fakat olduktan sonra da, zaten olduğumuz şeyi
idealize ederek, dünyanın en anlamlı ve değerli tek şeyi buymuş gibi görmeye
başlarız. İddia ve söylemlerimiz ne kadar farklı olursa olsun, ihtiyaç ve
isteklerimiz, anlamlı ve değerli bulduğumuz şeyler eskisi gibi kaldıkça, biz de eskisi
gibi olmaya ve eskisi gibi yapmaya devam ederiz. Çoğu devrimci, işçi sınıfı,
sosyalizm, teorik-siyasi kavrayışın önemi vb. üzerine çok konuşur, fakat pratikte
gereklerini yapmaktan hortlak görmüş gibi kaçar! Çünkü onun-açıktan ilan etmese
de gerçek ihtiyaçları, anlamlı ve değerli bulduğu şeyler, psikolojik-manevi
şekillenişi farklıdır: Dar grup ilişkileridir, dar antifaşist grup eylemciliğidir, vb. İşçi
sınıfı, toplumsal devrimcilik, kitlelerin istek, ihtiyaç ve özlemlerine içten bir ilgi,
teorik-siyasi kavrayış... Çoğu devrimci tüm söylemlerine karşın ("yapmak lazım")
53

gerçekte, ruhunun derinlerinde, bunları sıkıcı ve değersiz, kendini


anlamlandıramayacağı şeyler olarak görür! O ne kadar mevcut durumundan
yakınır görünse de, olmak istediği (anlamlı ve değerli bulduğu) zaten olduğundan
farklı değildir ve idealize ettiği durumundan da aslında hoşnuttur!

Ona "İşçi sınıfının, sosyalizmin, teorik-siyasi perspektiflerin anlamı ve önemi


nedir?" diye sorulsa bir iki genel doğrunun ötesinde pek bir şey söyleyemez.
"Bunların senin için kişisel anlamı, manevi değeri nedir?" diye sorulsa hemen
hiçbir şey söyleyemez. Çünkü onun değerler sistemi tamamen farklıdır.

Gerçek ihtiyaçlarımızı, isteklerimizi, özlemlerimizi, anlamlı, önemli ve değerli


bulduğumuz şeyleri, tek kelimeyle değerler sistemimizi genişletmeden,
geliştirmeden hiçbir önemli sorunu çözemeyiz.

Motivasyon, bir şeyi kendimiz için de gerçek bir ihtiyaç, toplumsal anlam ve değer
duygusu haline getirmek demektir. Ne zaman yeni bir değer doğsa, varlığımız yeni
bir anlam, çalışmamız yeni bir güç ve esin kazanır. İşte motivasyon dediğimiz şey
de budur. Değerler sistemimizi (değer yargılarımızı) geliştirmeden, tarihsel-
toplumsal önemi bilincimizi ve anlam duygumuzu geliştirmeden hiçbir önemli
sorunu çözemeyiz, yeni açılımlar gerçekleştiremeyiz.

Karşısında bocaladığımız zorlu bir sorunu çözmeye kendimizi motive edebilmek


için şöyle bir teknik her zaman işe yarar: O sorunu çözmek için zihinsel
nedenlerinizi ve manevi-duygusal niçinlerinizi sıralayıp enine boyuna açımlamaya
çalışın. Bu sorunun çözülmesinin, devrim açısından, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesinin
gelişimi açısından, örgütsel ve siyasal gelişim açıdan, bizim kendimiz açısından,
bugün ve gelecek açısından vb. vb. anlamı ve önemi nedir? Bilincimizin devasa
arka planına gönderdiğimiz anlam ve önem mesajları ne kadar çok, kesin ve
temellendirilmiş olursa, o sorunu çözme istekliliğimiz o kadar artacaktır. "İnsanlara
bir şeyi nasıl yapacaklarını söylemeyin. Onlara neyi niçin yapmaları gerektiğini
söyleyin, harikalar yaratarak sizi şaşırtsınlar" der General Patton. Moskova
Önlerinde romanında komutan Momuş Uli de Kızıl Ordu askerlerini bezdiren
"Vatan için ölmelisiniz" söylemi yerine "Vatanınız için yaşamak, ailenizi ve
çocuklarınızı yeniden görmek ve özgür yaşatmak istiyorsanız daha çok düşman
öldürmelisiniz" diyerek (paradigma; değişikliğine dikkat!) askerlerin çekinceli
duruşunu, onlara yeni niçinler (niçin savaşacağız, bu savaşın toplumsal ve tarihsel
olduğu kadar kişisel anlamı...) yeni bir ruh ve anlam duygusu kazandırarak
ortadan kaldırır.

Yapacağımız zorlu bir işin neden ve niçinleri (zihinsel önemi, manevi anlamı)
üzerinde yoğunlaştığımızda, genel ve beylik doğruların ötesinde pek bir şeyin
aklımıza gelmeyecek olması bizi şaşırtacaktır! İşte zaten çoğu zorlu çalışmayı niyet
edip yapmamamızın, bir iki dokunup yatırmamızın temelinde bu vardır. O işin
önemini ve anlamını derinlemesine bilmemek ve duyumsamamak, zihnimizin ve
ruhumuzun derinlerinde yakıcılığını ve zorunluluğunu hissetmemek. Bir işi yapmak
için gerekli ve yeterli nedenleri ve niçinleri bulup, direnlemesine açımlamanın
önemi buradadır. Ancak o işi yapmanın anlam ve önemini araştırıp net biçimde
ortaya çıkardıktan sonradır ki, zihinsel olduğu kadar duygusal-manevi bir
odaklanma sağlayabiliriz. Bu, insan psikolojisinin iyi kavranması gereken bir
yasasıdır.

3- Yapmayı istediğimiz şeyi gerçekleştirinceye kadar peşini


bırakmamalıyız. Onu sürekli aklımızda ve gündemimizde tutmalıyız
(süreklilik)
54

Gündelik çalışmanın hay huyu içerisinde dikkatimiz en önemli sorunlardan sürekli


daha tali şeylere doğru dağılma eğilimi gösterir. Önemli sorunları çözebilmede en
önemli şeylerden biri, gündelik-statükocu bilincimizin tanımayı reddettiği ve
geçiştirmeye baktığı sorunu sürekli aklımızda tutmayı becermektir. Bunun da en
iyi yolu, o sorunu yazılı olarak ifade etmek, o sorun hakkında elde ettiğimiz her
veriyi, bulguyu, gözlemi, fikri not almayı alışkanlık haline getirmek; ve o sorunu
sürekli bize hatırlatacak birtakım önlemler almaktır. Yazılı olarak ifade edilen ve
sık sık gözden geçirilen bir soruna beynimizin odaklanma gücü 10 kat artar! Eğer
hayal gücümüzle o sorunu çözdüğümüzde neler kazanacağımıza dair bütünlüklü bir
görsel senaryoyu gözümüzde canlandırıp bu senaryoyu durmadan geliştirme
alışkanlığı kazanırsak, beynimizin kullanmadığımız potansiyelini harekete geçirme
ve odaklama yeteneğimiz bir on kat daha artar! O sorunu çözmenin sizin için
anlam ve önemini belirtecek bir slogan geliştirip, bunu sık sık kendinize
tekrarlamak da bir diğer yöntemdir. Sloganlar, gündelik rutin olandan daha yoğun
bir duygusal ve ruhsal durum ve isteklilik sağlamak için vardır. Bir süre sonra, o
sloganı inanarak her tekrarladığınızda, içinizde yankılanarak sorun çözme heves
ve isteğinizi artırdığını göreceksiniz. Örneğin sorunumuz bir alandaki daralma ve
kitlelerden tecrit olma durumu ise "Yakalanacak halka kitlelerle yeni tarzda bağ
kurmaktır" gibi bir şiar olabilir.

Ancak uzun dönemli olarak ve sürekli gündemimizde tuttuğumuz bir sorunu,


gündelik bilincimizin reddiyesine karşın beynimizin iç gündemi haline getirmeyi
başarabiliriz. Ve o bir kez iç gündemimiz haline geldiğinde, biz gündelik başka
şeylerle uğraşırken, hatta gece uyurken bile beynimizin gündelik yaşamda
kullanamadığımız devasa deposu o sorunla meşgul olmaya devam edecek ve belli
bir aşamadan sonra o konuyla ilgili yeni bulgu, veri, kaynak ve fikirler üretmeye
başlayacaktır.

SORUNUN KÖKENİ
"Bizim için gerekli olan, işlenmemiş ham sonuçlardan çok incelemedir;
kendilerine açılan gelişmenin dışında gözönüne alınan sonuçlar birer hiçtir."
(Engels, abç)

Kendilerini üreten sürecin (ya da sistemin) dışında, ayrıksı, yalıtık, kendinden


menkulmüş gibi ele alınan olgular (sorunlar) bir şey ifade etmez.

Olguculuk, devrimci hareketteki dar tepkisel kendiliğindenci sürüklenişin felsefi


(düşünüş tarzındaki) bir köküdür. Olgular oluş'tan nesnel oluşum sürecinden kopuk,
yalnızca bir iki belirtisiyle sınırlı olarak algılanır. Toplumsal olguların kendilerini
üreten tarihsel süreç ve toplumsal çelişkilerden kopuk algılanması, öz ve içerikten
yoksunlaştırılmalarına ve akabinde, tarihsel (stratejik) öz ve sınıfsal içerikten
yoksun kaba biçimci dar siyasallıkla sınırlanmaya yol açar. Öz ve içerikten yoksun
kaba biçimci, çoğu kez de idealist-ahlakçı genellemelerle düşünülür. Emperyalizmin
Afganistan'a müdahalesini emperyalist haydutluğa, F tipi katliam ve cezaevinin
faşizmin insanlık dışılığına, filanca sorunun falanca kişiye eşitlenmesi, biçimsel
mantığın mutlakçı özdeşlik yasası gereği, yeterli sayılır. Olgular tarihsel-toplumsal
temellerinden özündeki hareket kaynağından kopartılır, içindeki çelişik
yönsemelerinden yalnızca birinin tek yanlı olarak mutlaklaştırılmasına indirgenir.
Sorunlar kişiselleştirilir ya da ahlaksallaştırılır. Temellerine inilemez. Oysa
diyalektik açıdan en önemlisi budur. Her olgunun, olayın, sorunun, temeline
inilmesi, içsel hareketinin, içlerindeki "içsel bakımdan çelişkin olan eğilimler"in
55

(Lenin) "Felsefi idealizm, bilginin küçük çizgilerinden, yanlarından, façetalarından


sadece bir tekinin maddeden ve doğadan koparılıp tanrısallaştırılmış mutlak haline
doğru tek yanlı, abartmalı, ölçüsüz bir şekilde gelişmesi (şişmesi, kabarması)'dır.
Tanrıbabacılıktır idealizm. Doğru, evet. Ama felsefi idealizm, ("daha doğru olarak"
ve "ayrıca") sonsuz karmaşık olan insani (diyalektik) bilgi'nin nüanslarından biri ile
tanrıbabacılığa giden yol'dur.

Bir doğrusal çizgi değildir (yani doğrusal bir çizgi halinde gelişmez) insan bilgisi; bir
daireler dizisine, bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgidir. Bu çizginin her
bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız (nesnel gerçeklikten kopartılmış-A) ve
tam doğrusal bir çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir ama (ağaçların arasındaki
ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğrusal çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı
tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine doğru sürükler bizi. Tek bir
çizgi izleyerek ilerleme ve tek yanlılık, odun katılığı ve kemikleşme, öznelcilik ve
öznel körlük, işte idealizmin bilgi bilimsel kökleri." (Lenin, Diyalektik Sorunu
Üzerine)

Çelişkisi içinde gerçeklik


Sınıflı toplumlarda gündelik biçimsel insan düşüncesi, gerçekliği nesnel olarak
çelişikliği içinde kavrayamaz. Olguları, olayları, sorunları daha algılarken sahip
oldukları çelişkinin özünü tasfiye eder. Kendi kendisiyle çelişen şey (olgu, olay,
durum, sorun), bayağılaştırılmış bir ard arda geliş sırası içinde çelişik yanların biri
ya da öteki ile fakat her seferinde diğer yanın mutlak olarak dışında algılanır.
Nesnel gerçekliğin hareketi oluşturan çelişik yanları birbiriyle hiçbir temasa
girmeksizin, birbirinden mutlak sınırlarla ayrılmış, birbirinin tümüyle dışındaymış
gibi bilinç yüzeyinde belirir. Bu yüzden, biçimsel düşüncenin tüm belirlemeleri,
varsayımları, algıları, nesnel gerçekliğin çelişkinin yanlarından birini mutlaklaştı-
ran, diğerini tümden dıştalayan, katı değişmez sınırlar içerisine kapanıp kalır.
Antidiyalektiğin özü budur işte, der Lenin. (Bkz. Hegel, Lenin, Felsefe Defterleri)

İdealizm, düşüncenin ilk bağıntıda (düz algı, biçimsel ve soyut özdeşleştirme) donup
kalmasıdır. Antidiyalektik, biçimsel, mutlakçı özdeşlik bağıntısı, bir şey bir
belirimiyle diyelim ki A kümesine giriyorsa, o şey eşittir A diye işler. O şeyin farklı
belirimlerini, içinde taşıdığı karşıt eğilimleri tümüyle dışarıda bırakır. Tıpkı çoğu
devrimcinin de karşılaştıkları her yeni ve farklı durumu, olguyu, sorunu daha doğru
dürüst incelemeden, ilk elde gözlerine çarpan bir iki belirimiyle hemen
kafalarındaki hazır yargı, varsayım kümelendirmelerden birine sokup, buna göre
tavır almaları gibi. Bu yüzden düşüncelerin bu ilk bağıntısında mutlak özdeşlikleri
ve mutlak özdeşleşmezlikler, su geçirmez katı sınırlar gerçekliğe mal edilir.
Düşünce nesnel gerçeklikteki çelişkiyi doğrudan kavrayamadığı için, gerçekliğin
birbiriyle temassız biçimde ikiye bölünmüş bilgisinin bir bölüntüsü mutlaklaşarak
gerçeğin kendisi gibi görünür.

Herhangi bir meseleye ilişkin biçimsel düşünceyle yaptığımız ilk belirleme ile
yaşama, gerçekliğe kesin (fakat soyut, biçimsel) bir sınır çekmiş oluruz. Sınır
kapsamındakileri, geri kalan diğer her şeyden katı biçimde yalıtırız. Sınır
kapsamındakiler sanki dışarıda bırakılanlarla ilişkilendirmeyle onların
yadsınmasıyla elde edilmemiş gibi geri kalan her şeyden tamamen apayrı
duruyormuş gibi ele alırız.

Örneğin "emperyalist savaş, emperyalist haydutluk yüzündendir" dediğimizde,


emperyalist haydutluğu kendi başına kendinden menkul, geri kalan her şeyden
yalıtık ve öylece havada asılı duran bir olgu gibi kabul ederiz. Yani emperyalist
56

terörizasyondaki yoğunlaşmaları, onu üreten tarihsel sürecin, temel çelişki


eksenlerindeki (burjuvazi -işçi sınıfı, emperyalizm yarı sömürge ülke halkları,
emperyalistler arası) gelişmelerin dışında, tek yanlı ve kendi başına ele alırız. Onu
karşıtlarıyla (işçi sınıfı, emekçi halklar, ezilen uluslar) karşıt yöndeki eğilimlerin
gelişmesiyle değil, onlardan tümüyle yalıtık bir şey gibi kendinden menkul olarak
tanımlamış oluruz. Yani onu gerçek yaşamdaki içerdiği çelişik eğilimleri temelindeki
hareketi "kendi kendisinden başkası" olarak, değişimi içinde değil, kafamızdaki
sınırları mutlak çizilmiş, soyut ve değişmez kümelendirmelerle tanımlar gerçek
yaşamdaki içsel gelişiminden tecrit ederiz. Hegel'in "eksik, atlı, cansız, kaba,
biçimci, soyut olumlu olumlama" dediği de budur. Biçimsel düşüncenin soyut
özdeşlikleri, kesin biçimsel (çoğu kez ahlaki) sınırlamalarla kendini bağladığından,
kavramları ezeli ve ebedidir, zamansızdır, hareket gelişme ve değişime uy-
gulanamaz. Tersine hareket ve gelişmeyi yadsır.

Ne var ki düşünceni bu ilk bağıntısı, tümüyle saçmalık, bönlük, cahillikten ibaret


sayılmamalıdır. Asıl saçmalık, kaba materyalistlerin yaptığı gibi, düşüncenin bu ilk
bağıntısının atlanıp nesnel gerçekliğin bir hamlede, dolayımsız olarak, salt
gözlemle kavranılacağını sanmaktır. İnsan düşüncesi, maddi dünyayı çelişikliği
içinde dolayımsız olarak salt gözlemle kavrayamaz. Bu yüzden düşüncenin bu ilk
özdeşlik bağıntısını salt bönlük sayılıp atlanması, gerçekliğin nesnel gerçekçi
kavranmasına yardımcı olmadığı gibi bunu hepten imkansız hale getirir.

Düşüncenin ilk bağıntısında, bir durum, olgu ya da konuya ilişkin ilk elden
yaptığımız hazır ve kolay tespitlerde sorun bunların tümden yanlış olmasında değil,
fakat gerçekliğin bilgisinin çok küçük yüzeysel ve tek yanlı bir biçimiyle sınırlanmış
olmamızdır. Gerçekliğin parçalanmış, ikiye bölünmüş tek yanlı bilgisini gerçekliğin
kendisi ve bütünü yerine geçmesidir. Düşüncenin daha bu ilk bağıntısında, ilk
adımında, ilk aşamasında takılması donup kalmasındadır. Düşüncenin bu ilk
bağıntısını somut gerçeğin düşüncede somutlanabilmesi için zorunlu olan düşünsel
dolayımını gerekli fakat yetersiz bir momenti kılıp ilerlemek yerine, onu yeterli
saymak, mutlaklaştırmaktır.

Diyalektik moment
Herhangi bir duruma ilişkin ilk elde yaptığımız kolaycı saptamalara, bir çırpıda
vardığımız yargılara, kafadan varsayımlara karşılık, diyalektik moment, "yani
bilimsel inceleme, bir farkın, bir bağın, bir geçişin belirtilip ortaya konmasını
gerektirir. Bunsuz yalın olumlu olumlama (ilk bağıntı -A) eksiktir, atalet halindedir,
cansızdır. 'İkinci' teze, olumsuz teze ilişkin olarak 'diyalektik durak', 'birlik'in yani
olumlu ile olumsuz arasındaki bağın, bu olumlunun olumsuz içinde varolduğunu
belirtilip ortaya okunmasını gerektirir. Olumlamadan olumsuzlamaya
-olumsuzlama-dan, olumlanmış olan'la 'birlik'e, -bunsuz diyalektik salt olum-
suzluktur, oyundur ya da şüpheciliktir." (Hegel, Lenin, Felsefe Defterleri)

Öyleyse düşüncenin 1-) Bu ilk, eksik, atıl, cansız, kaba, biçimci, soyut, mutlak
sınırlarla bağlanmış bağıntısında (tez'inde) donup kalmaması; 2-) Bu sınırların
dışarıda bıraktığı, yadsığı öğeyi, karşıtını kavramalı (antitez) ve en sonu, 3-) Sınır
kapsamındakiler (tez) ile sınır dışında bırakılmış olanlar (antitez) arasındaki,
gerçekte birbirinden mutlak olarak ayrışmamış, birbirine bağlı, geçişli ve çelişik
içsel ilişkiyi (sentez) kavraması gerekir.

Düşüncenin ilk bağıntısı, "tez", çelişkinin bir yanına, düşüncenin ikinci bağıntısı,
"antitez", karşıt yanına; düşüncenin üçüncü bağlantısı, "sentez" ise karşıtların
birliğine, sistem'e karşılık gelir. Düşüncenin üçüncü bağıntısında, karşıtlar arasında
57

içsel bağıntı kurulur: Karşıtlar birlik kurarlar fakat çelişki içinde, ayrımlaşmaya,
patlamaya hazır bir "birlik".

Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Bütün'ün içeriden ayrımlı (çelişik) hareketi,
düşüncenin ilk bağıntısının yadsınmasının yadsınmasıyla, ancak "son
çözümlemede" ortaya çıkar. Diyalektikte ilk belirlemeler, varsayımlar, yargılar...
yadsıdıkları, dışarıda bıraktıkları karşıt eğilimler olmadan gerçeklik değildir.
Gerçeklik, bütündedir. İlk belirlemelerin kapsam dışı bıraktıklarıyla kurdukları içsel
ilişki ve bundan kaynaklanan süreçtedir. Diyalektikte bütün (sistem), kendi çelişen
yanlarından, parçalarından, eğilimlerinden farklı, onların toplamından fazlasıdır.
Gerçeklik, kendini oluşturan karşıtların sistematik bir içsel ilişki kurduğu üçüncü bir
şey olarak bütün'dedir. Gerçeklik kendi çelişik yanlarından ne biri ne öteki ne de
aritmetik toplamıyla açıklanabilir, tersine karşıtların içsel birlik ve savaşım ilişkisi
olarak bütün, kendi parçalarının, yanlarının, görüngülerinin de zemini, açıklayanı
olur. Parça ancak bütünle, olgu ancak süreçle, sorun ancak sistemle tanımlanabilir
ve kavranabilir.

"Biçimsel düşünce tarafından iddia edildiği gibi soyut 'ya o-ya o' sergileyen hiçbir
şey yoktur. Her şey somuttur, ve dolayısıyla kendine karşıttır ve içeriden
ayrımlıdır" der Hegel: "Örneğin inorganik doğada, asit aynı zamanda kendiliğinde
bazdır, yani varlığı tümüyle ve yalnızca ötekiyle ilişkiliğindedir." (Büyük Mantık, abç)

Gerçek somutlama
Biçimsel düşünce gerçekliğin iç ayrımını (kendi kendisiyle çelişikliğini) dış ayrım,
gerçekliğini mutlak sınırlarla bölünmesi, sınır kapsamındakilerle sınır
dışındakilerin birbirinden soyutlanması, ilişkisizleştirilmesi haline getirir. Sermaye
sermayedir, emperyalist haydutluk da emperyalist haydutluk! Filanca sorun
falanca kişiden biliniyorsa, o da geride kalan her şeyle ilişkisizleştirilmiş,
kendinden menkul bir suçlu olarak görülür!

Biçimsel düşünce, gerçekleri, sorunları "gayet somut olarak" anladığını sanır, oysa
daha algılarken çelişik yanları birbirinden ve iç ilişkilerinden soyutlar. Yaptığı her
belirleme ile gerçekliğe mutlak sınırlar çekip, sınır kapsamındakileri sınır dışında
bıraktıklarından kesin biçimde tecrit eder.

Gerçek somutlama ise ayrı görünenlerin içsel birlik, birlik içinde görünenlerin
içinden ayrımlaşması, farklılaşması ve karşıtlaşması ilişkisinin kavranmasıdır.
Dolayısıyla, bir şeyin düşüncede somutlanması, onun kendi kendisiyle özdeşliğinin
ve özdeşleşmezliğinin (farkının, ayrımının, karşıtlığının) birliği olarak özünün, içsel
bakımdan çelişikliğinin kavranmasıdır.

Nasıl ki tek kutuplu bir mıknatıs imkansızsa, her bir kutbun varlığı ancak öteki
kutupla ilişikliği içinde gerçekleşiyorsa, "tek kutuplu dünya" da tek kutuplu bir olgu,
durum, olay, sorun vb. de mümkün değildir. Sermaye ancak ücretli emek ile birlik
ve karşıtlık ilişkisi içinde varolabilir. Ücretli emeği, işçi sınıfını vb. yok saymak ve
her şey sermayeden geliyormuş gibi düşünmek, tıpkı bir mıknatısı ortadan bölerek
kutuplarından birini yok etme nafile ve saçma çabasına benzer. Sermaye (ya da
diyelim emperyalist haydutluk, vb.) istendiği kadar kendinden menkul bir şeymiş
gibi mutlaklaştırılsın, o her halükarda karşıtını varsayacak ve üretecek ve ancak
karşıtıyla ilişkisi içinde varolabilecek ve üreyebilecektir.

Aynı şekilde, tek bir kişiye, günah keçilerine vb. atfedilmiş sorun, kendini üreten
temellerden (süreçten, sistemden) soyutlanmış bir sorundur. Biçimsel düşüncenin
58

mutlak "neden" olarak gördüğü, aynı zamanda bir "sonuç" olarak kavrandığı ölçüde,
bu daha temeldeki daha genel bir sorun ve çelişkiye doğru inilmesi gerektiğini
gösterir.

- Her bir şey'in (fenomenin vs.) bağıntıları sadece katmerli ve çeşitli değil, aynı
zamanda evrenseldir de. Her şey (fenomen süreç vs.) her başka'ya bağlıdır.

- Sadece karşıtların birliği değil, ama aynı zamanda her belirlenimin, niteliğin,
çizginin, yanın, özelliğin her başkaya (kendi karşıtına) geçişleri.

- Yeni yanların, bağıntıların vs. sonsuz biçimde ortaya çıkma süreci.

- İnsanın şeyler, fenomenler, süreçler vs. hakkındaki bilgisini, fenomenlerden öze


ve daha az derin bir özden daha derin bir öze giderek sonsuz derinleşme süreci."
(Lenin, Felsefe Defterleri)

İşte bir olgunun, olayın, durumun, sorunun, tek yanlı, soyut tasarımından, somut,
bütünsel kavranışına, geçiş yöntemi budur.

Bulutların üstündeki krallık...


"Maddi temelin" der Marks, "bağımsız bir krallık gibi kendisini bulutlara
yerleştirmek için kendi kendinden ayrılması olgusu, ancak bu maddi temelin içsel
çekişmesi ve iç çelişkisiyle açıklanabilir. Öyleyse sonuncusu, hem kendi çelişkisi,
hem de devrimci pratiği içinde anlaşılmalıdır. Böylece örneğin dünyevi ailenin
kutsal ailenin gizi olduğu bir kez keşfedildiği zaman, ilkinin teoride ve pratikte
bizzat yok olması gerekir." (Feurbach üzerine tezler -4)

Biçimsel düşünce, soyut, mutlakçı varsayımlar, yargılar, kaba biçimcilik, tek yanlı
belirlemeler, maddi yaşam pratiğindeki çelişkiliğin bir yansımasıdır. İşte bu yüzden
sorun dar ve sınırlandırıcı düşünce biçiminden çok, onu doğuran dar ve sınırlayıcı
yaşam ve faaliyet tarzındadır.

Belli bir devrimcilik tarzının, bağımsız bir krallık gibi kendisini bulutlara
yerleştirmek için kendi kendinden ayrılması, idealleştirmeler, mutlakçı
varsayımlar, yargılar, tek yanlılık, kaba biçimcilik, "odun katılığı ve kemikleşme"
ancak bu devrimcilik tarzının alabildiğine iç sınırlılığı ve iç çelişkiyle açıklanabilir.
Bu devrimcilik tarzının doğurduğu sorunlar yine bu temelin doğurduğu düşünce
ve davranış biçimi içerisinden çözülemez. Ve bu temel yerli yerinde durdukça,
onun ürettiği biçimsel, soyut vb. düşünce tarzını ortadan kaldırıp yerine diyalektik
düşünceyi koymak da başlı başına nafile bir çaba, hayal olurdu. Öyleyse bu
temel, hem kendi sınırlandırıcılığı ve çelişkisi hem de bu çelişkiyi özümseyerek
aşma, sınırları parçalama pratiği içinde kavranmalıdır. Mevcut dar devrimcilik
tarzının idealleştirilmiş devrimciliğin, dogmatizmin, kendinden menkul ... in gizi
olduğu bir kez keşfedildiği zaman, asıl bu temelin düşüncede ve pratikte aşılması
gerekmektedir.

SORUN ÇÖZME PLANI


Şimdi bir adım daha atıp diyalektik materyalist yöntem bilgisi temelinde bir
"sorun çözme planı" çıkartalım:
59

1- Sorunun tanımlanışı (nesnellik)


2- Sorunun kökenine iniş (temel halka)
3- Sorunun çözümü (yeni paradigma inşası)

Görüleceği gibi, önemli sorunları çözmek, bilinegelen "çözüm"lerden birini


uygulamaya geçmekten ibaret, bir hamlelik bir iş değildir. Tersine burada
ilgilendiğimiz "sağlam bilineni sarsarak" henüz bilmediğimiz, hatta "mevcut
olmayan", "imkansız" çözümleri geliştirmenin yöntemidir. Sorun çözme planı, her üç
halkasını sırasıyla ve birbiriyle içsel bağı ve toplam bütünsellikleri içinde dikkatle
uygulamamızı gerektiren planlı ve yaratıcı bir üretkenlik süreci olarak
kavranmalıdır.

Sorun çözme planı'nın ayırdedici yanı, her bir halka ve toplamda, diyalektiğin
temel ilke ve yasalarının uygulanmasını, sistematik bir düşünce disiplini haline
getirmesidir.
Öncelikle de, gündelik biçimci düşüncenin başaşağı çevirdiğini ayakları üstüne
oturtmak açısından önemlidir. Gündelik düşünce de "sorunları tanımlar" görünür.
Fakat tüm yaptığı, her nevi sorunu eldeki hazır "çözüm" kalıplarından birine
uydurmaya çalışmaktan ibarettir. Sorunları daha baştan hazır "çözüm"leri dikte
edecek şekilde formüle eder. Araştırılması gereken şeyin kendisini biliniyor
varsayarak zor sorunların devrimci ruhunu daha baştan boğar. Böylece önemli
sorunlar tabii ki çözülmüş olmaz, fakat çözümü bilinen sorun artık sorun sa-
yılmayacağından, el çabukluğuyla sorun olmaktan çıkarılmış olur!!

Oysa gerçek çözümler, kafadaki basmakalıplara uydurulmaya değil, sorunun


gerçek doğasının incelenip tanımlanmasına bağlıdır.

Sorunlar, "kafada durduğu gibi" değil, gerçek yaşamda olduğu gibi ele alınmalıdır.

Sorunun tanımlanışı
Bir sorunu tanımsız bırakmak "çözülmese de olur" demektir. Tanımsız sorunlar
çözülemez. Çünkü çözümün aranmasında bir bakış yönü (ilgi, merak, dikkat,
istek, ihtiyaç, sorumluluk, yoğunlaşma ve iç disiplin) oluşmaz.

Diğer taraftan her tanım bir belirlemedir. Dolayısıyla bir sınır çekmek,
sınırlamaktır. Sınırlama, sınır kapsamındakiler ve sınır dışındakiler diye ayırır. Her
belirleme aynı zamanda bir yadsımadır; sınır kapsamındakileri geriye kalan tüm
ötekilerden yalıtır, sınırdışındakileri yadsır.
Bir sorunu "A" diye tanımladığımızda, farkında olalım ya da olmayalım tüm "A
değil"leri, "A olmayan"ları kapsam dışı bırakmış oluruz. Çözümü de "A"
belirlemesinin çektiği sınır kapsamında ararız.

Bir sorunu tanımlamak, dikkatin yoğunlaşacağı, çözümün aranacağı çerçeveyi


(sınırları) belirlemek demektir. Sorunun tanımıyla belirlenen sınırların dışında
kalan her şeyi, ilgi, dikkat, duygu, düşünce, araştırma alanımızın dışında bırakırız.

Diyelim ki olumsuz bir durumdan bir kişiyi, Ahmet'i sorumlu görüyoruz. Sorunu
"Ahmet!" diye tanımlıyoruz. Bu, çözümü sorun tanımımızın ("Ahmet") belirlediği
sınırlar içinde arayacağız, yalnızca Ahmet ile uğraşacağız demektir: Ahmet'i
eleştirmek, düzeltmeye çalışmak, hizaya çekmek, atmak vb... Sorunun
"Ahmet"olarak belirlenmesi, ne yapmayacağımızın da belirlenmesidir: "Ahmet
olmayan" herkesi ve her şeyi kapsama alanımızın dışında bırakırız.
Diyelim ki bir işçi direnişinin yenilgisinden sendika ağalarını sorumlu görüyoruz.
60

Sorunu "sendika ağaları" diye tanımladığımız anda, farkında olarak ya da


olmayarak çözümü arayacağımız sınırları da çizmiş oluruz: Sendika ağalarına tepki
göstermek, teşhir etmek vb. Sorunun "sendika ağaları" olarak belirlenmesi, neye
ilgi ve dikkat göstermeyeceğimizin, neye yönelmeyeceğimizin, ne
yapmayacağımızın da belirlenmesidir: "Sendika ağası olmayan" herkes ve her şey
kapsama alanımızın dışında kalır.

"Hava soğuk" bir sorun tanımıdır. Çözümün de çerçevesini çizer: Havayı ısıtmak
(ısıtıcı vb.) ya da vücudumuzu soğuktan yalıtacak daha kalın giysiler giymek vb.
Şimdi bir de hava soğuk olmadığı halde ateşi çıktığı için içi titreyen bir insan
düşünelim. Sorunu "hava soğuk" diye tanımlarsa gerçek çözümü (tedavi olmak,
ateşini düşürmek vb.) daha baştan kapsam dışı bırakıyor demektir. Gerçek sorun
(hastalık) yerine bunun yalnızca bir belirtisini (üşüme hissi, titreme) sorun olarak
tanımladığı için, ancak palyetif ve nafile bir "çözüm" arar.

"Kitleler duyarsız" ve "kitleler örgütsüz ve bilinçsiz" iki ayrı sorun tanımıdır. Her iki
belirlemenin bize sunduğu bakış açıları da çok farklı olacaktır. Birinci belirleme,
kitlelerin toplumsal ve siyasal sorunlara "duyarlı olma durumu ve olanağını" ve
dolayısıyla kitlelerle siyasal-toplumsal bağ kurma gereğini çektiği sınırın dışında
bırakır. "Biz"i sorun tanımının, kitleleri de "çözüm çerçevesi"nin dışında bırakır. "Biz
yine ne yapacaksak kendi başımıza yapacağız" düşüncesine yönlendirir. İkinci
belirleme ise, doğrudan doğruya kitleler ile "biz" arasında örgütsel ve siyasal bağ
kurma gereğini kapsama alır.

Devrimci çevrelerde sorunların nesnel gerçekçi tanımı yerine ahlaki yargıları


geçirmek özellikle çok yaygındır. Emperyalizme derinleşen bağımlılık gibi son
derece kapsamlı (ekonomik, siyasi, toplumsal, askeri vb.) bir sorun, basitçe
"baştakilerin vatanı satışı, ihaneti" vb.'ye indirgenir. Sorun her türlü tarihsel,
nesnel ve sınıfsal-politik çözümlemeyi dıştalayacak biçimde "birilerinin satılmışlığı
ve hainliği" olarak tanımlandığında sözde "çözüm" çerçevesi olarak küçük burjuva
milliyetçiliği dikte edilmiş olunur.

Sorun hep 'başkaları' olunca


Çoğu devrimci kendi söylediklerini ve yaptıklarını yapmayan, anlamayan, ilgi
duymayan, kabul etmeyen, yanlış bulan, giderek "bizden olmayan" herkesin ve
her kesimin kafasız, korkak, geri, bencil, duyarsız, anlamsız, işe yaramaz
olduğuna inanır. Şu korkak, bu yoz, beriki sadakatsız, öteki bencil, falanca
yetersiz, filanca umutsuz vb.dir. Bu soyut genellemeci ve ahlaki yargılamaların
kapsam dışı bıraktığı toplumsal yaşam alanı ve olanakları o kadar geniştir ki,
herhangi bir çalışmayı yürütmek için asla ve kat'a yapılmayacak, gidilmeyecek,
ilişki kurulmayacak sonsuz insan ve şeye karşılık yapılabilecek pek az şey kalır!
Sorun tanımı hep "başkaları!"dır. Aslında sorunların hep "başkaları" olarak
tanımlanmasının arka planında "mutlak iradecilik" paradigmasının bir tezahürü
vardır: "Her şeyi tek başıma yapacağım!" İlk bakışta kahramanca görünen mutlak
iradeciliğin kökünde ise, her zaman başkalarının tutum ve davranışlarını
değiştirecek güç ve yeterliliğe sahip olmama gizli inancı vardır. Çoğu devrimci
kitle ilişkilerinin önüne hemen kafaca ve ruhça hazır olmadıkları görevler koyarak,
onları nasıl motive edeceğini, geliştireceğini bilmeyerek çevresini boşaltan ken-
disi olduğu halde sorunu hep başkalarında görür. Ne var ki, sorunu salt
"başkaları" olarak tanımladığımız anda, kendi çalışma alışkanlıklarımız,
darlıklarımız, gizli yetersizlik inancımız gibi asıl derindeki gerçek sorunu tanım, ve
dolayısıyla çözüm çerçevesi dışında bırakmış oluruz. Sonuçta sorunun hep
"başkaları"olarak tanımlanması, "her şeyi tek başıma yapacağım!" biçimindeki
61

alabildiğine sınırlandırılmış ve hatalı "çözüm"(süzlük) çerçevesini koşullar. Ve


zaten sorun da kitlelerle siyasal bağ kurma ve dönüştürme konusundaki örtük
güçsüzlük ve yetersizlik inancından (paradigmasından: sorunun kökeni)
kaynaklanan bu hazır "çözüm" ("ben yapacağım!") kalıbını meşrulaştıracak
biçimde formüle edilir!

Değerlilik kapsamı
Şimdi aynı sorunu farklı bir yanıyla, tersinden tartışalım. Günümüz savaşım
koşullarının zorlukları vb. karşısında çoğu devrimci çeperin büyük bir kısmı
kendini yetersiz, güçsüz, giderek anlamsız ve değersiz hissetmektedir. Bu kez
sorun tanımı şöyle yapılmaktadır: "Kimse bana değer vermiyor, şu koşullarda
harcadığım onca çabaya karşın takdir etmiyor, hep haksızlığa uğruyorum" ya da
"Ben başarısız, beceriksiz, yetersiz, değersiz adamın tekiyim." Sorun böyle eksik
veya yanlış tanımlandığında "çözüm"ün de (eksik ve yanlış) çerçevesi, sınırları en
katı biçimde çizilmiş olur: Birinci durumda, "kimse bana değer vermediği için
vazgeçiyorum" ya da devrime ve örgüte güvensizlik, pasif boykotçuluk vb. İkinci
durumda, kendini büsbütün silikleştirme, pasifleştirme, geri çekme. Peki devrimci
hareket bu sorun karşısında ne yapmakta, onu nasıl tanımlamaktadır? Ne yazık ki
sorunu açığa çıkarma, nesnel gerçekçi temelde tanımlamak yerine, örtmek ve
derinleştirmek için neredeyse her şey yapılmaktadır. "Değerli olan-olmayan" sınırı
ilkeli-esneklikle değil mutlak bir biçimcilik, mutlaklaştırılmış bir iki değer yargısı
ve eylem biçiminden alabildiğine daraltıcılıkla çizilmektedir. Değerlilik kapsamı
böylesine biçimsel, keyfi ve mutlak olarak çizildiğinde gerçek sorunun kendisi
çözüm gibi görünmektedir: Bilinçli veya bilinçsiz "öncü savaşı", "Her şeyi tek
başıma yapacağım!" anlayışı! Kahramanlık söylemleri, her şeyin salt iradi zorla-
mayla sınırlandırılması, "çözüm"değil sorunun ta kendisidir. Devrimci, demokrat
çeperin yetersizlik ve güçsüzlük, anlamsızlık ve değersizlik duygusunu, ortadan
kaldırmaz, fakat onları büsbütün pasifize edecek biçimde örter, derinleştirir. Hatta
en geniş kesimlerin geri duruş ve pasifizmini, özgüvensizliğini tersinden "olması
gereken" diye idealize eder!! Oysa, birçok devrimci-demokrattaki güçsüzlük,
yetersizlik, anlamsızlık vb. duygusunun temelinde tam da kitlelerden tecrit olma
hali (gerçek sorunun tanımı budur) vardır. Bir iki değer yargısını ve eylem biçimini
amaçlaştırıp mutlaklaştırmak ise, geri kalan herkesi ve her türlü devrimci çalışma,
araç, yöntem, katkı ve katılımı anlamsızlaştırmak, yadsımak, "sınır dışı" etmek
demektir. Gerçek sorunun gerçekçi tanımı (ya da "somut durumun somut
çözümlenmesi") ise kitlelerle siyasi bağ kuruş (kitlelerin devrimci bilinç,
örgütlülük ve eyleminin gerekleri, bunun devrimci ve çok yönlü, uzmanlaşmış ilgi,
bilgi, kavrayış ve becerisinin yükseltilmesi, ölçüt ve değerlerin buradan da
geliştirilmesi, çok daha geniş kesimlerin oldukları yerden aktif katılım ve çabasını
sağlayacak, enerji ve esin kazandıracak yöntem ve araçlar vb.), dolayısıyla
çalışma tarzının kendisindeki sınırlayıcılık ve iç engellenmişliktir. Birçok devrimci-
deki güçsüzlük, yetersizlik, değersizleşme psikolojisini ortadan kaldıracak olan,
kitlelerden tecrit olmuş durumda "her şeyi kendi başıma yapacağım" saplantısı
değil, giderek daha geniş kesimlerin katılım, katkı ve dönüşümünü sağlayacak
siyasal bağlantı halkaları ve kanalların yaratılmasıdır.

Kafamızdaki mutlakçı sınırlamalar


Peki tüm bu örneklerin anlattığı nedir?

Bizim sorun olarak gördüğümüz ve ifade ettiğimiz şeyler çoğunlukla gerçek


yaşamdaki gerçek sorunlardan farklıdır. Çoğunlukla gerçek yaşamdaki gerçek
62

sorunların bir yanı, bir belirtisi, yüzey köpüğüdür. Gerçek yaşamdaki gerçek
sorunların kendileriyle değil, bilincimize önvarsayım ve kalıp yargılarımız
içerisinden kırılarak yansıyan 'gölge biçimleri'yle uğraşırız. Sorunlara nesnel olarak
gerçek yaşamda olduğu gibi değil, metafizik olarak kafamızda durduğu gibi
yaklaşırız.
Çünkü "gerçekleri olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz." (Kant) "İmiş gibi"
görürüz de diyebiliriz. Gerçekleri olduğu gibi gördüğümüz, sorunların püf noktasını
hemen tespit ettiğimizi sanırız. Fakat bu genellikle doğru değildir. Çünkü bilinçdışı
olarak algıladıklarımızı, kafamızdaki peşin hükümlere göre sınırlayarak ve
çarpıtarak algılarız. (Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri) Gerçek sorunların nesnel
gerçekçi tanımı yerine, kafamızdaki mutlakçı sınırlanmalarla (basmakalıp fikir ve
yargılar, varsayımlar, şematizm, öz ve içerikten yoksun kaba biçimcilik vb.),
fakrında bile olmadan öznel yorumlarını yaparız. Kafamızdaki metafiziksel
mutlakçı sınırlar gerekliliği ve gerçek sorunları daha algılarken kesip biçmemize,
dondurmamıza, yalıtmamıza, yavanlaştırmamıza, iyice sınırlayıp tek
yanlılaştırmamıza vb. yol açar.

Peki neden böyle olur?

"Hareketi, onun devamlılığını durdurmadan, onu basitleştirmeden, onu


zorlamadan, ayırmadan, onda canlı olanı yok etmeden temsil edemeyiz, ifade
edemeyiz, ölçemeyiz, betimleyemeyiz. Hareketin düşüncede temsil edilmesi her
zaman onu dondurmak, parçalamak anlamına gelir, ve sadece düşüncede, hareket
konusunda değil, ama bütün kavramlarda da böyle olmaktadır.” (Lenin, Felsefe
Defterleri)

Yaşamı kafamızda canlandırabilmek için, onu dondurur, parçalayıp bileşenlerine


(kümelere) ayırır, genellemelerle (kavramlar vb.) iyice basitleştiririz. Bu gerçekliği
düşüncede temsil edebilmek için yapmaya zorunlu olduğumuz çözümleme ve
soyutlamadır, soyut düşüncedir. Buraya kadar bir sorun yoktur. Fakat sorun,
düşünmenin burada takılıp kalması ile başlar. Soyutlamalarımız, ayrıştırıp
kümelendirmelerimiz, genellemelerimiz tekrarlana tekrarlana giderek kemikleşir,
kendinden menkul bir dokunulmazlık ve mutlaklık kazanmaya başlar. Gerçek
yaşamda birbirine içsel olarak bağlı ve karşılıklı etkileşim ve geçişlilik içinde olan
pek çok şeyi basitleştirmek için birbirinden ayırıp, ayrı ayrı kümelendiririz, fakat bu
farklılıkları da tekrarlaya tekrarlaya metafiziksel mutlakçı, kesin ve keyfi, su
geçirmez sınırlara; kendinden menkul ve yalıtık kümelere dönüştürürüz. Bununla da
kalmayıp, kafamızdaki her bir sınırlandırmaya, basitleştirmeye, soyutlamaya vb.
değer yargıları, ahlaki ölçütler yükleyip büsbütün pekiştiririz, keskinleştiririz,
sarsılmaz ve değişmez basmakalıplar haline getiririz. Özü ve içeriği "unutulmuş"
(boşalmış) kaba, mutlak, keyfi ve biçimci sınırlandırmalar olarak basmakalıp fikir
ve yargılar, toplumsal yaşamı olduğu gibi ve değişimi içinde kavrama, onunla
geçişlilik ve dönüştürme olanaklarımızı da alabildiğine kısıtlar. Gerçek yaşamın ken-
disinden çıkarsanmış, onu kavramanın düşünsel araçları olarak kümelendirmeler,
faklılık ve ayrım çizgileri; basmakalıplaşarak toplumsal-siyasal savaşımın değişen
koşul ve ihtiyaçlarına yansır; gerçek yaşamdan koparak kendi başına bir neden ve
amaç haline gelir.

Ve artık düşünme faaliyeti, gerçek yaşamın nesnel gerçekçi gözlemi ile bunun
kafamızdaki kavramlaştırmaları arasındaki, birincinin, nesnel gerçekliğin esas
alındığı bir tartışma ve üretken bir gerilim olmaktan çıkar. Giderek gerçek
yaşamdan, onun hareket, gelişme ve zenginliğinden kopar, onu dıştalayarak kendi
içine kapanır. Skolastiğe, kafamızdaki basmakalıplar ile yine kafamızdaki
gerçekliğin kendisinden kopartılarak çarpıtılmış öznel yorumlar arasında, ikincinin
63

birinciye göre algılanıp uyarlandığı, kısır bir tartışmaya indirgenir. (Bkz. Felsefe
Defterleri, Hegel ve Lenin) Tüm bir düşünce faaliyeti, kafamızın içinde sıkışıp
kısırlaşır ve bayağılaşır.

Materyalist miyiz idealist mi?


Şimdi devrimci okur, "Bu da ne demek" diye sorabilir, "düşünmek zaten kafamızın
içinde olup biten bir şey değil mi?" Hayır, bu tam da, gerçek yaşama, kapalı,
metafizik düşüncenin tanımıdır!
Birkaç örnek verelim.

Sendika ağaları, kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin yalnızca bir bileşeni, bir iç
bağıntısı, bir yanıdır. Biz onu derinlemesine incelemek için, diğer tüm
bağıntılarından soyutlar; "kendi başına bir şey" olarak ele alırız. Fakat burada
kalmamamız, bu inceleme işlemi tamamlandıktan sonra birincisi, onun artık daha
iyi kavradığımız bir şey olarak yeniden bütünle (kendiliğinden sınıf hareketi, sınıf
mücadelesi vb.) bağını kurmamız, ve ikincisi, her somut durumda, (geçirdiği
evrimi, sınıf hareketine etkisi ve karşılıklı etkileşimi vb. anlayabilmek ve
öngörebilmek için) somut olarak ayrıca incelememiz gerekir. Bunları yapmazsak,
ne gerçek yaşamdaki gerçek sendika ağalığı aygıt ve kurumlaşmasının iç evrimini
ve diğer öğelerle karşılıklı etkileşimini (derinleşen çürüme ve sermaye ile kaynaşma,
yeniden yapılandırma aracı vb.) ne bunun sınıf hareketi ve işçi sınıfı devrimciliği
üzerinde yaratacağı yeni engel ve olanakların farkına vararak stratejik ve taktik
politikalarımızdaki gerekli düzenlemeleri yapabiliriz. Bunları yapmazsak,
kafamızdaki basmakalıp; tarihsel ve politik öz ve içerikten yoksun, ahlakçı ve kaba
biçimci "sendika ağaları" soyut fikir ve söylemiyle yetiniriz. Sendika ağalığının her
somut durumda (direniş, TİS, kriz, ESK, savaş vb.) diğer öğelerle iç bağı ve
etkileşimi içinde oynadığı rolü ve değişimini ayrıca somut olarak gözlemleyip tahlil
etme gereği duymayız. Gerçek yaşamdaki gerçek sendika ağalığını nesnel gerçekçi
temelde her somut durumda inceleyip somut politikalar belirlemek yerine,
kafamızdaki soyut "sendika ağalığı" genellemesi ve ahlakçı yargısı ile iştigal
ederiz. Sınıf hareketinin ve siyasal önderliğin sendikaların yeniden yapılanması
bağlamındaki değişen koşul, zorluk, olanak ve ihtiyaçlarının farkında bile olmayız.

Aynı şey işçi sınıfı, öncü işçiler, burjuvazi, küçük burjuvazi, kitleler, öğrenci gençlik,
aydınlar, kitle örgütleri, filanca parti, devrimci hareket, antifaşistler, "demokratik
kamuoyu", oportünizm, "duyarsızlar", lümpenler, faşizm, emperyalizm, MGK, YÖK,
vb. vb. her türlü kavram, genelleme ve kümelendirme için geçerlidir. Toplumsal
yaşama, insanlara, kitlelere, kurumlara, yoldaşlarımıza, kendimize vb. bakarken
gerçek yaşamdaki gerçek, yaşayan, canlı, değişen, çelişkili ve geçişli varlıkları;
şeylerin kendisini gerçekte oldukları gibi mi ele alıyoruz? Yoksa herbirini bir iki
belirtisi ile hemen kafamızdaki basmakalıp fikir ve yargı kümelerinden birine
sokup ilgi ve dikkat alanımızdan sınırdışı mı ediyoruz?

İşte herhangi bir sorunu tanımlarken, kendimize öncelikle sormamız gereken soru
budur. Materyalist miyiz, idealist-metafizikçi mi? Gerçek yaşam ve mücadeledeki
gerçek sorunları mı esas alıyoruz, yoksa bunun kafamızdaki keyfi-öznel-metafizik
yorumları mı? Sorunları, koşulları, olanakları, hedefleri, insanları, yapılacakları vb.
tanımlarken sınırları hangi kıstasa göre çiziyoruz ve hangilerini neye göre dışarıda
bırakıyoruz? Sınır çekerken gerçek yaşamdaki hareket ve çelişkileri, geçişlilikleri
tek kelimeyle somut durumun somut-pratik incelenmesini mi esas alıyoruz, yoksa
kafamızdaki mutlakçı varsayım ve önyargıları mı?

"Ama modern çağların teorik doğa bilimine sınırlı metafizik niteliğini veren şey de,
64

işte o uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasarlanan taban tabana karşıtlıklar, ayrım


çizgileri ve zorla saptanmış (keyfi -Alınteri) sınıf ayrımlarıdır (kümelendirmelerdir
-Alınteri). Bu karşıtlık ve ayrımların doğada elbette var olduklarını ama ancak
göreli bir geçerlilikle varolduklarını, buna karşılık onlara yüklenen o mutlak
değişmezlik ve değerlerin o doğaya yalnızca bizim (basmakalıp -Alınteri)
düşüncemiz tarafından yüklendiğini kabul etmek: İşte doğanın diyalektik anlayışını
özü." (Engels, Anti-Duhring)

"Pratikte" der Marks da, "insan, hakikatı, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü
kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşünmenin gerçekliği ya da gerçeksizliği
konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur." (Feurbach Üzerine
Tezler)

Eskiden MHP'ye oy vermiş bir grup işçiyle, sakat kalmış Ölüm Orucu gazisi
yoldaşlarımıza bir ziyaret düzenlendi. Hepsi çok etkilendiler. Halen kısmen MHP
etkisinde olan biri ise, ziyaret boyunca tedirgin ve çekinik, hiç konuşmadan kıyıda
durdu, fakat çıkarken heyecanla şunları söyledi: "Ben buraya arkadaşlarımı
kıramadığım için geldim. Bu devrimciler beni de döver mi diye korkuyordum. Ölüm
Orucunun örgüt baskısıyla yapıldığını sanıyordum. Ama bu insanları bu halde görüp
dinleyince anladım ki hiçbir güç bir insanı bunu kendisine yapmaya zorlayamaz!
Ben devrimcileri yanlış tanımışım." Değişme sürecindeki eski MHP taraftarı işçinin,
basmakalıp düşüncesi ve kalıp yargısı, pratikte sınanmış ve gerçek yaşam pratiği
karşısında gerçekliğini kanıtlayamayarak değişmiştir. Aynı gerçek yaşam pratiği
içerisinden bazı işçi sınıfı devrimcilerinin işçi ve emekçilerin en büyük kesimini "iş
çıkmaz!" diye alabildiğine dar ilgi ve faaliyet sınırlarının dışında bırakmasına
neden olan basmakalıp fikir ve yargıları da değiştirmiştir!

Kafamızda çektiğimiz sınırlar, varsayımlar, tanımlama ve kavramlar gerçek


yaşama uyuyor mu? Yoksa biz gerçek yaşamın kendisinde göreli ve geçişli olan
birçok ayrım ve sınırı, keyfi biçimde mutlaklaştırarak, kendimizi hücreleştirdiğimizle
mi kalıyoruz? Bunu anlamanın tek yolu kafamızdaki önvarsayım, peşin hüküm ve
fikirlerin sınırlarının ötesini de cesaretle yoklamak, denemek ve sınamaktır! O
zaman kafamızdaki sınırların azımsanmayacak bir bölümünün metafizik
yanılsamalardan ibaret olduğunu göreceğiz.

Gerçek "Önvarsayımsız, peşin fikir olmadan, moral fikir olmadan, kendi için
alınmaktadır... Şey'in tam olarak içine girilmekte, nesne kendinde izlenmekte, o
sahip bulunduğu belirtmelere göre ele alınmaktadır ki bunlar çelişkilidir."
(Hegel'den aktaran Lenin, Felsefe Defterleri)
"Doğanın olduğu gibi, hiçbir şey katmadan kavranması, doğanın materyalist
kavrayışı budur." (Kapitalizmin Geleceksizliği ve Belirsizlik Felsefesi -DP 1, Nisan
2001)

Öyleyse açık olmalıdır: Bir sorunu tanımlarken (bir konuyu, bir işi, bir çalışmayı, bir
ilişkiyi, bir alanı vb. tanımlarken) kafamızdaki her türlü önvarsayımı, soyut fikri,
ahlaki yargıyı bir yana bırakmalı, askıya almalıyız. Meselelerin, bizim bilincimiz
dışındaki nesnel gerçekliklerini esas alarak onları katıksız ve yorumsuz, gerçekte
olduğu gibi incelemeliyiz. Kafamızdaki bir takım kural, yargı ve sınırları gerçekliğe
peşinen yüklemeye kalkışmamalı, fakat her somut durum karşısında gerçekliğe
uygun kural, yargı ve sınırları, bizzat somut gözlem, inceleme ve sınama ile
gerçekliğin kendisinden çıkarmalıyız.

"Gerçek her zaman somuttur." (Lenin) Bu sorun çözme'nin birinci ve temel


dersidir. Her somut durumda, kafamızdaki önvarsayım, peşin hüküm ve ahlaki
yargıları değil, somut durumun katıksız ve yorumsuz somut kavranışı esas
65

alınmalıdır. Devrimci sınıf savaşımının, komünist etkinliğin ilke, kural, yasa ve sınır
çizgileri "bizim beynimizden fırlamamakta"fakat savaşımın kendi nesnel doğasının,
kendi nesnel gelişme süreç ve yasalarının ifadesi olmaktadır. (Bkz. DP 1, agy.)

Herhangi bir sorun ya da duruma yaklaşımda öznel algı ve yorumların, peşin fikir
ve ahlaki yargıların, duyguların ve ruh hallerinin öz ve içerikten yoksun kaba
biçimciliğin, şematizmin, soyut genellemelerin, alışkanlıkların, vb. belirleyici
olmasına ne kadar izin verirsek müdahalemizin de o kadar kısır ve hatalı
olacağından emin olabiliriz.

SORUN ÇÖZMEK - I
Devrimciler de diğer bütün insanlar gibi vakitlerinin ve enerjilerinin en büyük
bölümünü irili ufaklı sorunları çözmeye, daha çok da yerden bitermiş gibi çıkan
sorunlarla boğuşmaya harcarlar. Bu iyi midir, kötü müdür? Bu sorunun yanıtı,
sorun'dan ne anladığımıza, neyi sorun olarak görüp neyi görmediğimize,
sorunlara yaklaşım tarzımıza ve sorun çözme becerimize bağlıdır.

Öncelikle belirtilmelidir ki, hiçbir şeyin gelişimi, sorunsuz, sıkıntısız, krizsiz,


çalkantısız, sıçramasız, dümdüz bir çizgide olmaz. Gelişme'den hiç sorunsuz ve iç
çelişkisiz dümdüz bir evrimci büyüme'yi anlayanların, sorun'dan da tüm
anlayabildiği gelişme süreci'ne 'dışsal engeller' ya da 'geçici-rastlantısal (münferit)
rahatsızlıklar' olacaktır. Çelişkiyi her türlü gelişme sürecinin hem içsel itilim
dinamiği hem de kilitlenmesi olarak kavrayamayan bu düz evrimci ve idealist
yaklaşımlar, aynı zamanda yeni bir açılım momenti (uğrağı, sıçrama durağı)
olabilecek her türlü sorun ve tıkanmayı çözümsüz kılar.

"Hiçbir şey kendini kandırmak kadar kolay değildir. Her insan yaptığı şeyin tek
doğru şey olduğuna inanır" der ya Demosthenes.

Hep dış etkenler ve şu başkaları, sorunların ortaya çıkışından da çözümünden de


hiçbir sorumluluk duymamak için her zaman hizmete hazırdır! Hayır, en büyük
sorun, tıkanma ve dengesizlik durumunda bile yalnızca gelişmenin dışsal
yadsınmasını (engellenmesini, vb.) değil, içsel yadsınmasını ve asıl zorunlu bir
sıçramanın tohumlanışını da (yadsımanın yadsımasını) kesinkes görebilmek
gerekir.

Başlangıçta küçük ve basit görünen sorunları, 'rastlantısal rahatsızlık' ya da 'geçici


aksama' diye görmezden gelmek ise, onları kavranmadığı için kör kalan
zorunluluğa, çığ gibi büyüyüp kangrenleşen sorunlara dönüşmesine seyirci kalmak
ile bir ve aynı şeydir. Dar tepkisel bilinç, ancak ani değişikliklere, örneğin birden
bire patlak vermiş gibi görünen sorunlara tepki verebilir. Belli bir dönem başarılı
olan bir harekette, faaliyet tarzında, bir kadro tipolojisinde, bir eylem biçiminde,
bir işte vb. sorunların yavaş birikimini göremez. Ya da görse bile, hızlı büyümenin
rahatlıkla tolere edilebilecek geçici aksamaları sayılarak önemsenmez. Sistem
dilini anlayanlar için kaza her türlü belirtiyle kimbilir kaç kez geliyorum dediği
halde, gelişme büyüyen sorunlar doğurarak iyice yavaşladığı durumda bile, eski
başarılı tarzı aynen eskisi gibi uygulayarak sorunlardan kurtulacağını sanır. Ne var
ki tam da bir zamanki başarılı gelişmenin içsel sınırlara dayanmaya başladığının bir
göstergesi olarak büyüyen sorunlar, inatçı ve kronikleşmiş sorunlar artık arzu
edilen sonuçlardan çok, sorun üretmeye başlayan, iyice kilitlenen eski faaliyet
anlayışı, kelimenin tam anlamıyla bir "sistem sorunu" olarak kendini dayatır.
66

Düz evrimci ve idealist yaklaşım bu aşamada bile çoğunlukla "mazeret teorileriyle"


sorunun asıl kaynağını kendi gözlerinden dahi saklamaya çalışır. Ya da
sorumluluğunu başkalarına yükleyerek "hep şu dış engeller" yaklaşımıyla buluşur.
Ya da daha kötüsü: Sorunları kanıksar! Geçmişte yalnızca 'geçici bir rahatsızlık'
diye baştan savılan sorunların kangrenleşme ve giderek çalışmayı kilitleme,
hareket alanını daraltma aşamasında, bu kez onlardan rahatsızlık bile duymama,
doğal kabul etmeye geçiş, günümüz devrimci hareketinde son derece tipiktir.
Baştan savılmaya ya da bastırılmaya çalışıldıkça inatla şiddetlenme eğilimi
gösteren ve büyüyerek tekrarlanan sorunlar (kriz dinamikleri de diyebiliriz) gözde
büyüdükçe, kanıksamayla yarı felç etkisi yaratır. Durmadan yakınılır, durmadan
başkaları suçlanır ve çözüm hep bir yerlerden, "kurtarıcılardan" beklene dururken,
çalışmayı kilitleyen, hareket alanını alabildiğine daraltan sorunlar da veri (doğal
koşul) kabul edilerek, işler o daralan sınırlar içerisinde sürdürülmeye çalışılır.

Öğrenilmiş çaresizlik
Sorunlardan yakınıp durmak dünyayı değiştirmedeki güçsüzlüğün itirafı olabilir en
fazla: Öğrenilmiş çaresizlik! Genel geçer çözme girişimleri her seferinde geri
tepen, bir türlü kanına girilemeyen, kronikleşmiş sorunların kanıksanması, birçok
devrimcinin yüreğinde, açıktan dile getirilmese bile, bir şeyin değişmeyeceği,
umutsuzluk, beklentisizlik, güvensizlik hissiyle birlikte gizliden gizliye yer etmeye
başlar. Böyleleri de bırakalım yeni ve yaratıcı yol ve yöntemlerle daha köklü
çözüm arayışını sürdürmeyi, alttan alta yaydıkları inançsızlık ve güvensizlik hissi
ile bunu yapmaya çalışanların da önünde fazladan bir engel haline gelirler.
Kronikleşmesine el birliğe göz yumulan pek çok sorunda, "imkansız hiç deneme!"
neredeyse ilan edilmemiş bir yasa olarak kabul edilmeye başlanır.

"İmkansız diye bir şey yoktur" der bilge bir halk deyişi oysa, "imkansız sözcüğü
yalnızca henüz bir çözüm bulamadığımızı anlatır."

Gösterilen onca çabaya karşın birçok önemli sorunun halen ve ısrarla çözümsüz
görünmesinin nesnel bir temeli de vardır tabii. Einstein bunu, her komünistin
derinlemesine kavrayarak bilincine yerleştirmesi gereken dahiyane bir yalınlıkla
ifade eder: "Karşılaştığımız önemli problemler, onları yaratırken bulunduğumuz
düşünce düzeyinde çözülemez."

Bu yalın fakat derin formülasyon, tarihsel, bilimsel, devrimci politik ve örgütsel,


bireysel vd. her türlü toplumsal sürecin diyalektik gelişme (ilerleme) yasasının bir
diğer ifadesidir. Belli bir faaliyet-yaklaşım tarzı (anlayışı) içerisinde, bir dönem ne
kadar hızlı bir gelişme sağlanmış olunursa olunsun, tam da bu gelişme içerisinden
ortaya çıkmaya başlayan ve giderek gelişmeyi yavaşlatan ve kilitleyen sorunlar (iç
çelişkiler), aynı anlayış içerisinde kalınarak çözülemez. Eğer bir sistemin
gelişmesinin belli bir aşamasında doğurmaya başladığı sorunlar, tamamen aynı
sistemin aynı işleyiş biçimi içerisinde çözülebilecek olsaydı, bir sistemden daha üst
bir sisteme geçiş zorunluluğu ve dolayısıyla gerçek yenilik ve gelişme ("Zorunluluk,
icadın anasıdır"), demek ki gerçek tarihsel ilerleme diye bir şey olmazdı.

İşte bu yüzden komünist bir örgüt de, öncülleri ne kadar gelişkin olursa olsun, salt
kendi deneyimleri temelinde gelişimini sürdüremez. İşte bu yüzden devrimci teori
olmadan devrimci faaliyet olmaz. Teoriyi geliştirmeden, yani bir dönemki düşünce
ve faaliyet tarzının yarattığı sorunları çözebilmek (özümseyerek aşabilmek) için
daha gelişkin bir sistem kuruculuk kılavuzu düzeyine yükseltmeden, devrimci
faaliyet geliştirilemez.
67

Rusya'da devrimci hareketin gelişmesi, Narodnizm'den Marksizme, Marksist


hareketin de kendi içinde propaganda gruplarından ajitasyon çevrelerine, amatör
ajitatör çevrelerinden profesyonel devrimciler örgütüne (Leninist parti modeli),
Leninist partinin de kendi içinde dar kadro örgütlenmesinden örgütü çevreleyen
örgütler ağıyla daha gelişkin ve karmaşık bir parti düzlemine vd. geçişlerin her
birinde, mevcut örgütlenme ve devrimcilik anlayışının gelişmesinin belli bir
aşamasında doğurduğu sorun ve tıkanmaların aşılması, öncelikle bunların ortaya
çıktığı mevcut düzlemin kafada, teorik olarak aşılmasıyla, yeni bir yaklaşım ve
faaliyet tarzının geliştirilmesiyle mümkün olmuştur.

Einstein'in diyalektik formülünü biraz daha basitleştirerek şöyle de ifade edebiliriz:


Hiçbir ciddi, kronikleşmiş sorunu, mevcut (onu üretirkenki) bilgi birikimimiz ve
yaklaşım tarzımızla çözemeyiz. İşte bu da bir iç çelişkinin (iç sınırlarına
dayanmanın) ifadesi olarak en can sıkıcı, bezginlik verici, engelleyici gibi görünen
sorunun bile olumlu; bizi kendimizi aşmaya, düşünsel ufkumuzu ve faaliyet
tarzımızı geliştirmeye zorlayan yanıdır.

Dar pratikçilik, kalıpçılık


Dar pratikçi devrimciliğin doğurduğu sorunlar asla dar deneyimcilik zemininde
çözülemez. Dar tepkisel antifaşizmle sınırlı faaliyet tarzının doğurduğu sorunlar,
asla aynı tepkisellik zemininde çözülemez. İnsanlar arası ilişkilerde dahi
kronikleşmiş sorunlar (önyargılar, tepkisellikler vb.) asla aynı ilişki düzleminde
kalınarak çözülemez. Hiçbir ciddi sorun, mevcut yaklaşım, bilgi ve deneyim
düzeyimizde çözülemez.

Komünistlerin sarpa saran, bir türlü çözülemeyen sorunlar karşısında sık


başvurduğu bir deyim vardır: "Üstten bakmak", "üstüne çıkarak" ya da "dışarıdan
bakmak" deriz. Sorunlara sorunların üstünden (ya da dışından) bakmak ne anlama
gelir? Tam da Einstein'ın diyalektik formülasyonunun özüdür bu: Önemli sorunlar,
ancak onları farkında olmadan üretiyor olduğumuz mevcut düzlemin kafaca üstüne
(ya da dışına) çıkarak yeni bir düşünsel ufukla bakmadan çözemeyiz, anlamına
gelir.

Çünkü her mücadele evresi ve faaliyet tarzı, kendi alışkanlıklarını, koşullanmalarını,


tek yanlı değer yargılarını, inanışları, varsayımları ve sayısız ilan edilmemiş
kuralları (normlar), kalıpları yaratır. (Bkz. Kolektif Bilinç'in ilk yazısı: 'Devrimci
Üretim İlişkileri' - Alışkanlıklar ve ikinci yazısı: 'Basmakalıp düşünceler'.) Belli bir
mücadele evresinin koşullanmaları, varsayımları, kalıpları devrimcilerde farkında
bile olmadan öylesine içselleşir ki, artık o evre büyüyen sorunlarla birlikte
sınırlarına dayanmaya başlayıp yeni ihtiyaçlar ve sıçrama zorunluluğu ortaya
çıktığında bile, her şeye onların "değişmez" ve sınırlayıcı penceresinden bakılmaya
devam edilir. (Bu da komünistlerin eleştirisi ve aşılmasında geniş bir literatür sahibi
olduğu 'dönem devrimciliği' dediğimiz şeydir. Bkz. "Bir Adım Daha ... ... 'Geleceğin
Dinamosu Parti' ... ...)

Bir dönem mücadelenin geliştirilmesinde ön açıcı, hatta kılavuz olmuş alışkanlıklar,


kurallar, ölçütler vb. gittikçe biçimselleşip kalıplaşarak, tam da yeni ihtiyaçlarla bir
üst evreye geçilmesi gerektiğinde, en büyük iç engeller haline gelirler. Ve tabii ki,
herkes tarafından farkında bile olmadan benimsenivermiş kalıp yargılar, daha ileri
yaklaşımların, çözüm yöntemlerinin gelişmesini otomatikman engellemekle
kalmazlar, kendi doğurdukları sorunların ancak kendi dar pencerelerinin dışında
bulunabilecek doğru çözümünü de tamamen karanlıkta bırakırlar. Birçok sorunun
çözülmesinin imkansızmış gibi görünmesinin başlıca kaynağı, 'tarihsel olarak
68

miadını doldurmuş bir dönemin kalıp yargılarını halen ve üstepazar pekiştiredura-


rak kafamızda taşımaya devam etmemiz ve her şeye "kör gözüm parmağına"
bakmamızdır! Birikmiş sorunlar, sorunların büyüklüğünden çok, uygulanagelen
çözümlerin "kural olarak" hep bir boy küçük kalmasından, mevcut yaklaşım
kalıplarının dışına (üstüne) bir türlü çıkılamamasından kaynaklanır.

"Sahip olduğunuz tek araç bir çekiçse" der ünlü bir aforizma, "her sorun bir çivi gibi
görünmeye başlar." Bu söz de, devrimcilerde de çok sık rastlanan hazır reçeteciliğe
vurgu yapar. Daha bir sorunun ne olup ne olmadığı, ilk elde görülmeyen kaynağı,
nesnel olarak incelenip kafa yorulmadan, ilk eldeki bir iki belirtisine bakılarak
hemen hazır kalıplardan birine sokulur ve yine hemen buna uygun reçete
uygulamaya konulur! Tıpkı bir hastalığı derinlemesine tahlil ve bilimsel olarak
teşhis etmeden bir iki yüzeysel belirtisiyle hemen hazır bir tedavi kalıbı
uygulamaya kalkışan, ve tabii yanlış tedaviyle hastalığı büsbütün ağırlaştırdıklarıyla
kalan kötü hekimler gibi, çoğu devrimci de sahip olduğu bir iki çözüm reçetesini tüm
sorunların üstesinden gelmeye yeterli sanır.

Dar tepkisel bilince tüm sorunlar, yalnızca tepki gösterilecek şeyler olarak görünür.
O sorun çözmekten, mümkün olan en düz ve keskin tepkiyi göstererek sorunları
bastırmayı anlar yalnızca. Bildiği tek yöntem, keskin fakat genel geçer ajitasyon
ya da dar grup eylemciliği vb. olan karşısına çıkan her sorunu, saldırıyı, kitle
ilişkisini de hiç düşünmeden buna uyarlamaya çalışır. Çoğu devrimcinin
finansmandan ajitasyon-propagandaya, iç ilişkilerden kurumlaşmaya, eylem
organizasyonundan motivasyona, kitle örgütçülüğünden eğitime, lojistikten gü-
venliğe çok çeşitli sorunların her birinde sahip olabildiği çözüm yöntemlerinin
sınırlılığı (hep birinde bir, en fazla birkaç yöntem tanınır!) ve kalıplaşmışlığı hayret
ve endişe vericidir. Öyle ki uygulanagelen bir kalıp yöntem sonuç vermediğinde,
başvurulacak bir alternatif olmadığı gibi, yeni bir yöntem geliştirme ufku da
yoktur; çoktan kendini tüketmiş aynı yöntem boş yere zorlanıp durulur...

Peki bir devrimcinin artık işe yaramadığını bile bile aynı çözüm(süzlük) kalıbında kör
bir inat sergileyerek, kimi zaman yıllar boyunca patinaj yapıp durması nasıl
açıklanır? Çok basit: Daha iyisini bilmediklerinden. Ve alışkanlıkların kendilerini,
sorgulanmaz, mutlak ve kendinden menkul değer yargısı (kör inanç) olarak kabul
ettirdiği yerde, daha iyisinin olabileceğini düşünme ihtimalini bile kendilerine
yasaklamış olduklarından! Bu ikincisi her zaman daha belirleyicidir. Öyle ki,
insanlar daha gelişkin yöntemler kendilerine gösterildiğinde ya da önerildiğinde,
bunları uygulamamak için bin dereden su getirmedikleri durumda bile, asla onu
hemen uygulama heyecanını duymazlar; işe yaramaz olduğunu bile bile ezbere,
gözü kapalı ve kendilerini güvende hissederek uygulayabildikleri kalıplarını, yeni
bilgi, beceri geliştirmeye zorlayan yenisine daha uzun bir süre tercih ederler!

Önemli sorunların çözülmesinin önünde, bir de, çoğu devrimcinin her seferinde
ısrarla ve hevesle içine dalmaktan kaçınamadığı bir tuzak vardır. Bu tuzak, gerçek
sorunu çözmekten çok örtmeye yarayan düz, kolaycı, palyatif (parçadan) belirti
çözüm(süzlük)leridir. Belirti çözümleri, sorunların ilk elde göze görülmeyen derindeki
temellerine inmek yerine, yalnızca bazı belirtilerini, yüzey kabarcıklarını ortadan
kaldırarak sorunun "çözüldüğü" yanılsamasını yaratır. Bir sorunda en göze çarpan
belirtileri kolayca ortadan kaldırılmış görünse de, derindeki sorun dinamikleri (iç
çelişkiler, iç sınıra dayanmışlık) şiddetlenmeyi sürdürür. Fakat belirtileri bir
süreliğine bastırılarak sorun çözülmüş sayıldığı için, artık o sorunla uğraşma ihtiyacı
da duyulmaz, o sorun karşısındaki uyanıklık da körelir. Belirti çözümlerinin zehirli
cazibesi ve tuzağı da işte buradadır: Temeldeki sorunların kendilerini değil, onları
çözme ihtiyacını ortadan kaldırırlar!
69

Şimdilik çözdük, mutluyuz!


Belirti (yüzeysel) çözümlerinin en kötü yanı da, temeldeki gerçek soruna hiç
dokunmadan yalnızca onun yarattığı baskılanmayı geçici olarak giderdikleri, fakat
temeldeki sorun farkedilmeden kaldıkça kaçınılmaz olarak aynı sıkıntıyı
yaratacağı için, berbat bir kısır döngü halinde giderek daha fazla belirti çözümüne
başvurmak zorunda bırakması, en sonu tam bir sistem kapanına dönüşerek,
umutsuzca yerinde sayıp durmaya, boğuntuya yol açmasıdır.

Bir belirti çözümüne başvurulduğunda, işler ilk elde düzelmiş gibi görünür, insanlar
bundan gurur ve heyecan duyarlar, uzun dönemde ise işler büsbütün sarpa sarar,
yeniden yeniden benzer belirti çözümlerine başvurulur, fakat her seferinde
sıkıntıyı hafifletici etki ve süresi de azalır, en sonu başlangıçtaki iyimserlik ve
coşku yerini yaygınlaşan bir kavramsarlık ve umutsuzluk duygusuna ("Ne
yaparsak yapalım bir şey değişmiyor, bu düzelmez", vb.), kapana kısılmışlık ve
kontrol edemedikleri güçlerce sürüklenip durma duygusuna dönüşür ve giderek
sıkıntıyı da kanıksama ve kendi sürüklenmeye bırakma halleri de gelişebilir.

Böyle bir kapana kısılma ("Çabalama kaptan ben gidemem") durumu oluştuğunda,
yüzeysel belirti çözümlerine kör bir biçimde bağımlı hale gelerek, kör alışkanlıkla
boşa kürek çekilip durulduğunu görmek; ve tam da bu kör alışkanlıkların kafaca
üstüne çıkarak temeldeki daha kapsamlı ve derin sorunu kavrayarak, yeni ve daha
gelişkin bir yaklaşım üretmeye çalışmak gerekir. Kapana kısılmışlık ya da nafile
kısır döngü duygusu bir faaliyet tarzının (ya da kurumun ya da işin ya da kadronun
vb.) gelişmesinin iç sınırlarına dayandığını, temeldeki sorun açığa çıkarılıp doğru
tanımlanarak yeni ve daha gelişkin bir düzleme yönelmenin zorunluluğunu anlatır.

Örneğin devrimci örgütler ikide bir kampanyalar açarlar. Kadrolarından daha yoğun
ve çok çalışma isterler. Ancak dar pratikçi "daha çok çalışma" (belirti çözümü!)
kampanyalarının her biri, beylik, yaygın ajit-prop çalışmaları yeni hiçbir şey
eklemeden iki adımda tıkanır ve kendi kendine sönümlenir. Her kampanyanın
kendi taze alan içi güçlerini oluşturması, kitle örgütçülüğünde yeni açılım ve
olanaklar yaratması sağlanamaz. Onca kampanya çalışmasına karşın önemli bir
ilerleme kaydedilememesi, ilk baştaki atılım ve heyecan duygusunu, sonrakilerde
isteksizliğe, niye boşa kürek çekelim ki karamsarlığına, giderek kampanya tarzı'nın
erozyona uğramasına yol açar. Burada temeldeki, görülmeyen sorun ise, dar
pratikçiliğin, kampanya tarzından genel ajit-prop'un anlaşılmasının ta kendisidir.
Çözüm ise, kuşkusuz her "yoğun çalışma" kampanyasının, yoğun kadro eğitimi ve
kadro geliştirme çalışması (ön hazırlık ve kesintisiz eğitim, öğrenme ve
uygulamanın iç içeliği, vb.) ile bütünleştirilmesi vb.'dir.

Yine örneğin bazı birim ve kadroların üzerine uzun süreli aşırı iş yükü binmesi olur.
Komünistler tabii ki "çok işten" kaçmaz, fakat uzun süreli bir aşırı yüklenmeyle,
onlarca işle birden uğraşmak da ("belirti çözümü") hiçbirinden doğru dürüst bir
verim alınamaması sonucunu doğurur. Bu gibi belirti çözüm'leri kural olarak ayrıca
bir de (örneğimizde aşırı stresten kaynaklanan kişisel ya da iç sorunlar, uzun süreli
okumamaktan kaynaklanan sistemli düş nememe, politika üretememe, uzun
dönemde ruhsal yorgunluk vb. gibi) ağır yan etkiler yaratır. İş yükü arttıkça daha
çok fakat daha verimsiz koşuşturup durmak, sonra iş yükü daha da arttıkça daha
da çok, fakat giderek içi boşalan iş yapmaktan ve sorun çözmekten çok, sorun
üreten bir kısır döngü. İlk elde kendini ele vermeyen çözüm ise iş yükü ne kadar
artarsa artsın, verimsiz ve sağlıksız koşuşturmayı artırmak değil tam tersine
azaltmaktadır. Okumaya sistemli zaman ayırmak, hatta kafayı toparlayıp tekrar
sağlıklı düşünebilmek, işler arasında öncelikler sıralaması ve planlama yapmak
vb.'dir. O zaman çözüm (taze güçlerin çalışma içine çekilmesi, bazı işlerin onlara
70

doğru kaydırılması, daha az fakat esas ağırlıklı halkalara derinlemesine girilmesi,


bir kurmay kafasıyla ve de yalnızca özgüçlerle sınırlanmadan düşünme, vb.) zaten
kendiliğinden gelişecektir.

Belirti (yüzeysel) çözümler kapanı çoğunlukla temeldeki sorunun çözülmeden başka


bir yere kaydırılması ile birlikte kapanır.

Örneğin, çözülemeyen sorunların bir "kurtarıcı"ya havale edilmesi, giderek her


sorunda "kurtarıcı"nın devreye girmesine bağımlılık yaratır. Bu da "kurtarıcıların"
asli işlerini yapamaz hale gelmesine, diğer taraftan alan sorumlularına duyulan
saygı ve güveni iyice zayıflatıp alanı örgütsüzleştirdiği gibi, bir bütün olarak alanın
gelişme ve sorun çözme yeteneğini azaltır.

Sorunları temelden çözme yerine kaydırmanın bir örneği de, küçük burjuva
devrimcilerinin yaşanan sıkışma ve sorunların üstesinden yeni yöntem ve
açılımlarla gelmeye çalışacak yerde, kof böbürlenme ve kendi propagandasına
kuvvet verip durmalarıdır.

Sorun kaydırmacılığın en vahim örneği ve herhalde en sık rastlananı da, sorunlar


içerisinde boğulup kalınınca, çaresizleşip hedef ve amaçları küçültmektir. Kuşkusuz
bu hiçbir zaman açıktan ilan edilmez hatta çoğu zaman bunu yapanların kendileri
tarafından fark bile edilmez. Devrimci bir kurum, komite ya da kadro bir türlü
çözemediği sorunlar içerisinde boğulup giderek bu durumu da kanıksayarak
kendini uyuşturdukça, örgütsel, alansal, sınıfsal, devrimci amaç ve hedefler de
birer birer gözden kaybolur ve geriye bazen yalnızca kendini "bir biçimde" ayakta
tutmak, yani fizik varlığını sürdürmek kalabilir vb.

Bu yazımızda, önemli ve yapısallaşmış sorunların çözülmesinin önünde başlıca


engelleri sergilemeye çalıştık. Önümüzdeki sayıda yöntem bilgisi olarak "Sorun
çözme kılavuzu" geliştirmeye çalışacağız.

SORUN ÇÖZMEK - II
Çözümsüz görünen önemli sorunlarda ilk yapmamız gereken başkalarını suçlayıp
durmak, yakınmak, bir kurtarıcı beklemek gibi tepkisellik ya da çaresizlik ifadesi
tutumları derhal ve tamamen bir yana bırakmaktadır. Öncelikle, o sorunun hem
yaratılışında hem de çözümünde birinci dereceden sorumluluk sahibi olduğumuzu
içtenlikle anlamalıyız.

Bir sorunun yaratılışında ya da ağırlaşmasında kendi sorumluluğumuzu görmek;


tam da o sorunu farkında olmadan üretiyor olduğumuz eskimiş düzlemden (eski
yaklaşım ve faaliyet tarzından) ileri bir kopuşu gerçekleştirmek için zorunlu bir
adımdır. Çünkü bugünün önemli sorunları, kural olarak, geçmişin kötü
"çözüm"lerinden ürer. Geçmişteki düz, dar, yüzeysel, kolaycı "çözüm"lerimizin, uzun
dönemde nasıl arzu ettiğimizin tam tersi sonuçlar verdiğini, bugünün kılık
değiştirerek büyüyen sorunlarını yarattığını gördüğümüzde hiç olmazsa bu kez
Siren'lerin tuzağına kapılmayız.

Sirenler, eski Yunan mitolojisinde, fırtınaya kapılmış gemileri, denizkızlarının


dayanılmaz iç çekişleri, tatlı ve büyülü sesleriyle dosdoğru kayalara çarpmaya
yönlendiren kötücül yaratıklardır. Zor durumdaki gemiciler, Siren'lerin büyülü
çağrısına kendilerini kaptırmaktan kaçınamaz, fakat sonuç bir felaketten kurtulma
71

adına dosdoğru daha büyük bir felakete sürüklenmektir. Mitoloji kahramanı


Odysseus ise, fırtınaya yakalanıp Sirenler'in büyülü şarkılarını işittiğinde, kulaklarını
balmumuyla tıkayarak tuzağın büyülü cazibesini boşa çıkarır ve kıyıya yanaşmaya
çalışmak yerine büsbütün açılarak fırtınadan sağ salim çıkmayı başarır.

Eski Yunan mitolojisinde Siren'lerle simgelenen belki de ağır sorunlar karşısında


her seferinde neredeyse içgüdüsel olarak başvurduğumuz düz, kolaycı, yüzeysel,
bir hamlelik "çözüm"lerin büyülü tuzağıdır. Odysseus'un Siren'lerin büyüsüne
kapılmamak için kulaklarını balmumuyla tıkaması ise, kendisini felaket
getireceğini bildiği kendi kolay ve çabuk çözüm güdüsünden, insani zaafından
korumasını simgeler. Çünkü tüm denizciler Siren'lerin lanetini bilseler de, bir kez
fırtınaya yakalanıp onların şarkısı başlayınca, büyülü tuzağa kapılıp aynı akıbete
uğramaktan kaçınamamaktadır. Tıpkı, hiçbir şeyi çözmeyeceğini pekala bildikleri
halde, çoğu devrimcinin sıkıştıkları her seferde, alışkanlıkların gücüyle ve içgüdüsel
olarak hep aynı düz ve kolay "çözüm"(süzlük) davranışlarını, kalıplarını sergilemesi
gibi.

İlk elde kendini göstermeyen, bizim yalnızca bazı belirtilerini görebildiğimiz,


temeldeki gerçek sorunların açığa çıkarılıp çözümüne giden yol çoğunlukla uzun,
zahmetli ve dolambaçlıdır. Bunu bilirsek, bizi baştan ve yoldan çıkarıcı, hiç
düşünmeden kolay ve "apaçık" görünen çözüm vaat eden darlaştırıcı alışkanlık,
bilisizlik ve güdülerimize kapılmamamız gerektiğini de biliriz.

Özeleştirel yaklaşım
Tüm önemli sorunların çözümü, onları farkında olmadan üretiyor olduğumuz
hareket ve yaklaşım düzlemimizin, yani mevcut alışkanlık ve kalıplarımızın üstüne
çıkmayı zorunlu kıldığından, öncelikle çok ciddi bir düşünsel yoğunlaşmayı, yeni
bilgiler ve perspektifler geliştirmeyi şart koşar. Hiçbir önemli sorun bir hamlede
çözülemez; her önemli sorun, çözülebilmesinin başlıca engeli olan ve kendinden
menkul bir dokunulmazlık kazanmış alışkanlık, kalıp ve değer yargılarıyla, ve
bunlar ister istemez kişiliğimizin bir parçası haline gelmiş olduğundan, kendimizle
amansız bir savaşım içerisinde ilerleyen, bir süreç geliştirme, kendi iç
çelişkilerimizi özümseyerek aşma yaklaşımıyla çözülebilinir. Öyleyse her önemli
sorunun çözümü, insanın kendi kendisiyle de devrimci bir yüzleşme ve sağlıklı bir
özeleştirelliği kesinkes gerektirir.

Özeleştiriden anlaşılması gereken kuşkusuz dövünmecilik, yapamıyorum-


edemiyorum'culuk filan değildir. Gerçek özeleştiri devrimciler arasında bile anlamlı
örneklerine nadir rastlanabilen bir şey olarak, insanın kendi kendisini nesnel
olarak değerlendirebilme yeteneğidir. Farkında olmadan, doğru yaptığımızı
sanarak yarattığımız sorunları çözmemizin en büyük engeli, bilincimizde,
benliğimizde, kişiliğimizde, algılarımızda yapısallaşmış sınırlayıcı inançlar,
alışkanlıklar, tek yanlı değer yargıları, önyargılar, sabit fikirler, mutlaklaştırılmış
varsayımlar, ölçütler olduğundan, kişinin kendi düşünce ve davranışlarını kendi
başına nesnel olarak eleştirebilmesi oldukça zordur. Bu, kişinin kendi bilincini,
tutum ve davranışlarını, mevcut bilinç düzleminin dışından ve üstünden
değerlendirmesi gibi ilk bakışta olanaksız görünen bir yetenek gerektirir.10
10 "İnançlı, kendi düşüncesiyle duygusal bir özdeşlik halindedir, düşüncesiyle dünyanın kendisidir (gerçekliğin sınırlı bir
düşüncesi tümden gerçekliğin yerine geçirilmiştir -A.). Bu bakımdan inanç kaçınılmazca idealizmdir; inanan için fikirler bizzat
insan üretimi değil, kendi davranışlarının nedenidir. İnanan kendi kavramlarına sorgusuz gerçeklik atfeder... İnanç toplumsal
yaşama ilişkin doğrudan bireylerin benliklerinin, kişiliklerinin ifadesi oluyor... Bir kez kolektifçe benimsendikten sonra artık inancı
mantıksal olarak tutarlı kılma ve deneysel destek bulma gereği söner, tersine bu tür sorgulamalara karşı sert bir direnç gelişir."
"Uslamlama, duygu bağımlı olduğundandır ki, kişi kendi duygu temelini yaratan toplumsal koşullara (faaliyet tarzına vb. - A.)
eleştirel bir müdahaleye giremiyor. Önce duyguya yol açan inancın değiştirilmesi gerekir. Ama duygululuk, bilincin dolaysız
ürünü olduğundan, kişi eleştirelliğin dinamiğini kendi içinden değil, başkası yoluyla dışarıdan kazanır. Toplumsal eylem, bilinci
72

Fakat imkansız da değildir. "Yalnızca" önemli sorunları çözebilmek için, onları


farkında olmadan üreten verili bilinç kodlanmalarımızı da (inanç, varsayım, değer
yargısı, alışkanlık, vb.) çözümleyip dönüştürecek açık yüreklilik ve cesarete sahip
olabilmek gerekir. Özeleştirelliğin ya da kendi en önemli bildiği, tartışılmaz saydığı
şeylerle (değer yargıları, inançlar) yüzleşme cesaretinin önemi işte buradadır.

Önemli sorunların çözümünde bilincimizdeki iç engelleri (iç çelişkileri, oto sansürü)


aşabilmek için;

1- İlkeli esneklik
2- Soruna kilitlenmek
3- Motivasyon... son derece önemli, olmazsa olmaz, (ancak tabii kendi başına
yeterli olmayacak) psikolojik koşullardır. Son derece önemlidirler, çünkü kişinin
sorgusuz gerçeklik atfettiği, yaşam ve ahlak kılavuzu, toplumsal benliğinin ifadesi
olarak benimsediği kimi kör inanç ve normları dönüştürebilmesi, (başka türlü
önemli sorunların çözülebileceği bir üst bilinç düzlemine çıkılamayacaktır), kafaca
ve ruhça yoğun bir hazırlığı ve iç savaşımı zorunlu kılar.

İlkeli esneklik
İlkelere bilimsel-politik vd. gereklerinden bağımsız, kendinden menkul bir
mutlaklık atfetmek, onları 'kör inanç' haline getirir; belli sınırlar (koşullar) içinde
geçerli yaşam ve eylem kılavuzu olmaktan çıkararak, mücadelenin büyüyen
ihtiyaçlarının ve gelişmenin engeli haline getirir. Esnekliği mutlaklaştırmak ise,
düpedüz ilkesizlik, belkemiksizlikten başka bir şey olmaz. İlkeli esneklik politik
özde ilkesellik biçimde esneklik; stratejide ilkesellik taktikte esneklik vb. anlamına
gelir. Dar tepkisel bilinç ise bu ilişkiye ters yüz eder, faaliyetin biçimini ve
taktikleri ilkeselleştirir (mutlaklaştırır), faaliyetin özünün ve stratejinin ise içini bo-
şaltır, duruma göre eğip bükülecek bir şey haline getirir.

Her ilkenin geçerli olduğu tarihsel, toplumsal vd. sınırlar vardır, bu sınırların
ötesinde, yerlerini başka ya da daha gelişkin ilkelere bırakmalıdırlar. Her ilkenin
geçerli olduğu sınırlar da esnektir, yani mücadelenin devrimci gereklerine bağlı
olarak daralıp genişleyebilir. Buna karar verecek olan spekülatif, subjektif
varsayımlar, ne de önyargılar vb. değil, bilimsel tahlildir, somut durumun somut
tahlilidir; her durum ve koşulda savaşımı sıçratacak temel halkayı bulmak ve
ilkeler ile sınırları bu eksenden çizmektir.

Marksizm-Leninizm'in ünlü "çubuk bükme" deyimi, ilkeli esnekliğin, popüler bir


ifadesidir. Marks ve Engels, din ve idealizme karşı savaşımda, materyalizmi,
altyapının, ekonominin, maddi yaşamın yeniden üretiminin belirleyiciliğine çok özel
bir ağırlık vermişlerdir. Marks'ın izleyicileri arasında yüzeysel bir kavrayışla,
altyapının, ekonominin belirleyiciliğini tek yanlı olarak mutlaklaştıran, mekanik
materyalist, ekonomist anlayışların yaygınlaşması üzerine Engels özeleştirel bir
yaklaşımla çubuğu düzeltmiştir. (Bkz. E. Bloch'a mektup vd.)

Lenin, Ne Yapmalı'da 'profesyonel devrimciler örgütü'nü, amatör-ilkel çalışma


tarzından kaynaklanan sorunları ortadan kaldıracak, her şeyin üstündeki ilke,
temel halka olarak koymaktadır. "Her grevci işçinin, parti için bir parti biriminde
aktif olarak çalışmayanların da, sadece programı kabul etmiş olma sıfatıyla üye
sayılabileceğini" söyleyen Menşevik ve tasfiyecilere karşı çok şiddetli ve amansız

hem deneyim kazanma, öğrenme anlamında nicel, hem de örgütlenmesini yeni baştan kurmaya zorlayarak nitel olarak
değiştirir. Nitel olarak değişen bilinç aynı olay karşısında eski durumdan farklı duygular üretir." (Mustafa Cemal, Eşitlikçi
Toplumlar'dan aktaran DP 1, Toplumsal İlişkiler Bütünü Olarak İnsan, Nisan 2001, sf. 110-111)
73

bir savaşım yürütür. Aynı Lenin 1905 devrimci sürecinde ise, "Partinin kapılarını
işçilere, kitlelere açın, her parti komitesinde bir aydın ve profesyonel devrimciye
karşılık 8 (sonra 200) işçi olmalı" şiarlarını yükseltir. Dar kadrolaşmayı tek yanlı
olarak mutlaklaştıran, işçi sınıfının devrimcileşen ruhu ve girişkenliğine halen kuş-
kuyla bakan Bolşevik kadroların esneklik yoksunluğuna karşı amansız bir savaşım
yürütür. Kuşkusuz Lenin burada "profesyonel devrimciler örgütü" ilkesini bir yana
bırakmamakta, tam tersine örgütü çevreleyen örgütler ağıyla daha gelişkin bir
sosyal devrim partisi ilkesi geliştirmektedir.

Yine Ne Yapmalı'da "Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz" diyen de,
1917 devrimi arifesinde "Teori gridir dostum, yaşam ağacı ise capcanlı,
yemyeşildir" diyen de aynı Lenin'dir.

Örnekler çoğaltılabilir; fakat kuşkusuz hiçbiri Marks'ın, Lenin'in tutarsızlığına,


çubuğu kendi keyiflerince sağa sola bükmelerine filan yorulamaz. Asıl tutarsızlık,
asıl keyfilik, tam da bu devrimci esneklikten yoksunluk; savaşımın bir dönemki
gereklerini, diğer her şeyin ona bağlanması gereken eksen ve ilkeselliğini
fetişleştirmek; tüm zamanlar ve koşullar için içini boşaltarak mutlaklaştırmak,
kafadaki kalıbı gelişen mücadele koşul ve ihtiyaçlarını umursamadan, nesnel
gerçekliği yadsıyarak onun yerine geçirmek olurdu.

Bir düşünürün dediği gibi, "Kör inanç, gerçeğe yalandan daha büyük düşmandır."
Çünkü "Bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur." Bilimde,
sanatta, politikada, örgütlenmede, faaliyet tarzında vb. belli bir kesitte ulaşılan en
ileri düzey, tekrarlana tekrarlana bir sabit fikir, bir dogma, bir değer yargısı ve kör
inanç haline gelir ve bu kez daha ileri gelişmenin önünü tıkar.

Savaşımın koşul ve gereklerinden, politik öz ve dönemsel içeriğinden tümden


koparak, neredeyse dinsel bir dogma özelliği, kendinden menkul bir mutlaklık
kazanan, herkes tarafından tartışmasız benimsenen, kolektif benlik, değer ve ölçüt
olarak kabul gören ve eleştirilmesine bile duygusal tepki verilen, dogmalaşan, bir
dönemki faaliyetin gereği, bir eylem kılavuzu olmaktan çıkarak kendi başına
amaçlaşan ilke ve kurallar, çoğu çözümsüz görünen sorunun da özünü oluşturur.

Kör inançlar ve dogmalar, nesnel gerçekliği, savaşımın gelişen yeni koşul ve


ihtiyaçlarını görmemizi engelleyen kemikleşmiş, kendinden menkulleşmiş duygu-
düşünce-davranış kalıplarıdır. Fakat bize tartışmasız doğru göründükleri için, önemli
sorunların çözümünde olmazsa olmaz olan yeni ve yaratıcı düşüncenin gelişmesini
toptan yadsırlar.

Ve işte, sorunları çözmemizi engelleyen bu dogmaları açığa çıkarıp onlarla -ve


bunları hiç sorgulamasız 'biz' haline getirdiğimizden- kendimizle hesaplaşmadan,
bunları savaşım ve faaliyetin önünü açacak daha gelişkin ilke ve ölçütlerle
değiştirmeden, hayır, hiçbir sorunu çözemeyiz.

Bir devrimci ne zamanki, onca çabasına karşın yerinde sayıyorsa, söylemdeki


amaçlarının (işçi sınıfı, teorik-siyasi gelişme, alan örgütçülüğü vb.) tam tersini
yapıyorsa, sorunlar içinde boğuluyor ve hiçbirini çözemiyorsa... Hemen dönüp nasıl
bir sistem kapanının, yani dogmanın, kör inancın, tek yanlı değer yargısının, başarı
ölçütünün, esiri olduğunu kavramaya çalışmalıdır.

Örnekler... örnekler...
Sorun Çözmek'in ilk yazısında, iş yükü arttıkça artan verimsiz koşturmaca ile basit
74

bir yüzeysel (belirti) çözüm(süzlük) örneği vermiş, bunun temelindeki dogmaya


da işaret etmiştik: "Komünistler çok işten kaçmaz!" Herhalde pek çok okur, 'iyi de
bunda yanlış olan ne?' diye şaşıracaktır. Zaten asıl sorun da buradadır. Benzeri
sayısız (açık ya da örtük) kuralın, tartışmasız, mutlak doğrular olarak oybirliğiyle
benimsenmesi, bir kez kolektif inanç (değer yargısı) haline geldikten sonra her
türlü mantıksal tutarlılık ve bilimsel incelemeye bile kapanmasıdır.

Dogmalaşan bu ilke de, bir değer yargısı, inanç; yaşam, eylem ve ahlak normu
olmakla kalmamakta, zamanla içi boşalarak kendi başına bir amaç ve başarı ölçütü
(tanımı) yerine geçmektedir. O zaman da bu dogma, yapılan işlerin
üretkenliğinden, politik içeriğinden, sağladığı kitle açılım ve dönüştürücülüğünden
tamamen bağımsızlaşarak; verimsizce koşturup durmayı, kendini heba etmeyi
kendinden menkul bir amaç haline getirerek, ne kadar koşturulup durulursa o
kadar "gerekenin yapıldığı", başarılı olunduğu yanılsaması yaratmaktadır! Burada
da insanların davranışlarını düzenlemek, yönlendirmek ve bilinçle disipline etmek
için geliştirdikleri bir kural ya da ilke, sürekli tekrarlamayla içi boşalıp
kemikleşmekte, insanlardan bağımsızlaşarak, kendinden menkul bir kutsallık
kazanarak insanları yönetmeye (şeyleşme, yabancılaşma) ve tutsak almaya
başlamaktadır. Oysa, tüm dogmalar ve kör inançlar gibi (din, tanrı vb.) "çok iş
yapmak" da, zaten varolanın, yapılagelenin, mevcut üretim ilişkileri ve faaliyet
tarzının (burada devrimciler açısından dar pratikçiliğin) idealleştirilmiş biçiminden
başka bir şey değildir. (Bkz. Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri, Şubat Basım Yay.)

İşte tam da bu yüzden, mevcut durumu, faaliyet tarzını, ilişki biçimlerini


idealleştirerek (mutlaklaştırarak; "olan olması gerekendir"!) donuklaştıran bu tür
dogmalar açığa çıkarılıp, dinamik ve daha gelişkin devrimci eylem kılavuzlarıyla
değiştirilmeden, onların yarattığı sorunlar da ortadan kaldırılamaz.

Bu dogmalar öylesine biçimselleşir ki, örneğimizde olduğu gibi "çok koşturmanın"


biricik değer ve başarı ölçütü olarak görüldüğü yerde, okumak, plan program
yapmak, alan politikası üretmek, sağlıklı düşünebilmek için kimi zaman
soluklanmak vb. bile tümüyle dıştalanan, "lüzumsuz tembellikler", "yüce ilkenin
ihlal edilmesi" olarak görülür! Bu tabii ki açıkça ilan edilmese de, okumanın,
öğrenmenin, araştırmanın, plan program yapmanın, hatta düşünmenin bile hep
"çok iş var" gerekçesiyle ikinci plana itilmesi, bu gizli ve kavranılmadığı için kör
değer yargısının alttan alta belirleyici işleyişinin "karşı konulmaz gücü"nü gösterir!
Burada yapılması gereken, verimsiz koşturmayı amaçlaştıran "çok iş yapma"
dogmasını kaldırmak, örneğin "komünist çalışma, üretken ve yaratıcı çalışmadır"
gibi daha gelişkin bir ilke (ve dolayısıyla amaç) geliştirmektir.

Sosyalizm propagandası, işçi sınıfı, sınıf çalışması, alan çalışması ve örgütçülüğü,


planlı programlı komiteli çalışma, yaratıcılık, süreklilik, uzmanlaşma, teorik-siyasi
kavrayış vb.'den çok bahsedip de hemen hiçbirinde doğru dürüst bir girişimde
bulunulmamasının temelinde, her zaman bu tür örtük fakat belirleyici olan,
engelleyici, kör değer yargıları; dar muhalifliği, dar direnişçiliği, dar grup
eylemciliğini, dar pratikçiliği, dar antifaşistliği vb. kendinden menkul amaç haline
getiren, idealize eden dogmalar vardır.

Örneğin greve, direnişe gidildiğinde, bir kitle ilişkisi kurulduğunda, biricik başarı
ölçütü olarak, gazete verme, birkaç işçiyi kurumlardan birine getirme ya da eyleme
götürme olarak görülür. Bu da öylesine dogmalaşır ki, kurumlara ve eyleme
gelmeyen ilişkiler "iş çıkmaz" diye bir yana bırakılır. Her kitle ilişkisi bu bir iki
dogmalaşmış kalıbın proctectus yatağına sığdırılmaya çalışılır. Kuşkusuz ilişkileri
kurumlara ve eylemlere çağırma kendi başına yanlış değildir. Yanlış olan, bunların
biricik ilişki kalıbı ve başarı ölçütü olarak idealize edilmesi, diğer her türlü alan içi
75

yöntem ve aracı dıştalayacak biçimde mutlaklaştırılmasıdır. Ki zaten alan


örgütçülüğünden, kitlelerin çalışma ve yaşam alanlarında örgütlenmesinden o kadar
bahsedildiği halde, bunun bir türlü gerçekleştirilememesinin temelinde de,
"kurumlara ve eyleme götürme"nin biricik kitle ilişkisi geliştirme dogması olarak
mutlaklaştırılması vardır. Bir direnişteki, bir alandaki kitlelerin en ileri, doğal öncü
unsurlarını kurumlara da, eylemlere de götürebilir ve belki salt bu yöntemle
kazanabiliriz de. Fakat ne pahasına? Tam da o öncü kesimler üzerinden doğal
ortamlarında, alansal talep, ihtiyaç ve özlemleri içerisinden örgütleyebileceğimiz,
alanları, geniş kitleleri, alan örgütçülüğünü tümden bir yana bırakmak ve farkında
bile olmadan kitlelerin en militan, bilinçli doğal öncülerini kitlelerden kopartmak
pahasına! Burada da yapılması gereken "kitle ilişkisi kurumlar ve eylemler
üzerinden kurulur" dogmasını kaldırmak, kurumları gelişkin alan çalışmaları ve
açılımları olarak yeniden işlevlendirmeyi ve kitleleri de süreklilik kazanmış bir
siyasal çalışmayla alanların içinden örgütlemeyi, yeni bir değer, amaç ve ilke olarak
(yeni düşünce ve faaliyet düzlemi) yerleştirmektir: Önceki bilinç ve faaliyet tarzı
düzleminde anlamsız ve değersiz bir angarya olarak görülen, hatta hiç görülmeyen,
çözüm yöntemleri ve yaklaşım tarzı, başlangıçta ne kadar zor ve bulanık olursa
olsun, giderek gelişecek bir üst bilinç ve toplumsal eylem düzleminde, gerçek bir
değer ve yeni başarı ölçütü, amaç olarak benimsenecek, sistemlileşecektir.

Önemli bir projenin gerçekleştirilmesinde, hatta en basit çalışmaların


yürütülebilmesinde, para, adam, bilgi ve zaman yetersizliği çoğu zaman karşımıza
çözümü imkansız görünen sorunlar gibi çıkar.

Anlamlı ve üretken politik çalışmalar yapabilmek için hiçbir zaman yeterli para,
insan, bilgi ve zaman bulunmadığı ve bulunmayacağı doğrudur. Fakat çoğu
durumda, zorlukları çözmek için yeni bir yaklaşım düzlemine yönelmek yerine,
bunları hedefleri erteleye erteleye buharlaştırmanın bahanesi yapıldığı daha
doğrudur. En başta yüzeysel ve düz çizgici düşünce, hedefler ile kaynak ve güç
yetersizliği sorunlarını, çelişik bir bütün olarak değil birbirini tamamen dıştalayan
şeyler olarak görür. Bu yüzden projelerini ve çalışmalarını, aynı zamanda kendi
finansmanını, doğal aktivistlerini, bilgi ve becerisini, zamanını yaratan bütünsel bir
plan ve süreç geliştirme olarak tasarlayamaz. Bu yüzden konulan ileri hedeflerle
verili şartlara göre yürütülen çalışma bir türlü uyuşmaz ve birbirini yadsıyıp durur!
Kaynak ve güç yetersizlikleri ile hedefler birbirinden tamamen ayrı şeyler olarak
görülünce de, birincisi kendi başına amaç haline gelerek dogmalaşır ve gerçek
hedefleri siler. Ancak bu sorunların çözümsüz görünmesinin temelinde de her
zaman biçimselleşmiş, kendinden menkul bir mutlaklık kazanmış dar değer
yargıları, kör inançları görmek zor değildir. Paranın hep tek bir kaynaktan beklenip
durması, tüm işlerin ve bilginin ve becerinin hep birkaç kişi elinde toplanması ve
özgüçler üzerinden yürütülmesi gibi... Çözüm düzlemi, her şeyin özgüç ve
özkaynaklar üzerinden yürütülmesini dogmalaştıran kör değer yargısının
kaldırılması; hedef planlamasının doğal kaynak ve aktivistlerin yaratılmasını da
içermesi, aktivistler için öğrenme, eğitim, bilgi ve beceri geliştirmenin uygulama ile
birleştirilmesi, bazı işlerin aşağıya doğru kaydırılması, verimsiz olduğu halde
dogmalaştırılmış bazı işlerin elenmesi ve temel halkaların saptanarak onlarda
yoğunlaşılması vb. olacaktır...
76

AJİTASYON PROPAGANDA ÖRGÜTÇÜLÜK -1


Ajitasyon propaganda ne değildir?
Ajitasyon propagandadan genellikle ezbere öğrenilmiş hazırlop savların, mekanik,
kendinden menkul ve tek yanlı olarak kitlelere iletilmesi anlaşılmaktadır. Bu
yanlıştır.

Çoğu genç devrimci üzerinde hiç düşünmeden, değişik yanlarıyla incelemeden


belleyiverdiği birkaç bilgi kırıntısını ajitasyon-propaganda için yeterli görür.
Tanıştığı her emekçiye bildiği genel doğruları yerli yersiz sıralama telaşına düşer.
Bir kez 'kulaktan dolma' cephanesini tükettikten sonra da, karşısındakine yeni
olarak ne söyleyeceğini bilemez hale gelir. Bu, ezbere konuşmaktır.

Çoğu devrimci, ajitasyon propaganda ile 'ders vermeyi' birbirine karıştırır. Kendisi
bir takım genel savları nasıl bellemişse, emekçilere de onların bilinç durum ve
koşullarını, o anki ihtiyaç, ilgi ve kaygılarını hiç dikkate almadan öyle belletmeye
çalışır. Bu mekanikliktir.

Çoğu devrimci, kendisi için ayrıca ikna ve kanıt gerektirmeyecek kadar apaçık
olan pek çok şeyin, kitleler açısından o kadar saydam olmadığını hesaba katmaz.
Mutlak ve tartışmasız saydığı savlarını, yaşamın zengin deneyimleriyle besleme,
sağlam ve ikna edici biçimde temellendirme gereği duymaz. Temellendirmesi
istendiğinde ise çoğunlukla duygusal bir yüklemeyle benimsenmiş o mutlak ve
tartışılmaz söylemlerin, sağlam bir düşünsel temel üzerinde yükselmediği görülür.
Bu kendinden menkullüktür.

Çoğu devrimci, emekçileri kendilerinin duygu ve düşüncelerine, gereksinmelerine


de ilgi gösterilmesini isteyen ve bekleyen canlı, toplumsal varlıklar olarak görmez.
Basit ajitasyon-propaganda nesneleri olarak görür. Oysa kitlelerin gerçek duygu
ve düşüncelerini, kaygı ve korkularını, ihtiyaç ve özlemlerini çekincesizce ifade
etmelerini sağlamak ve hiçbirinin üzerinden atlamadan ciddiye almak, ajitasyon-
propagandanın temel bir dinamiğidir. "Kitlelerin her kesimin mesleğinin vb.nin"
der Lenin, "psikolojisinin özelliklerini, karakteristiklerini anlamak için, kişi onlara
özel bir dikkat ve ilgi ile yaklaşmasını öğrenmelidir." Kitlelerin nasıl dinleneceği,
söylediklerinin, çeşitli tutum ve davranışlarının ilk başta görünenin ötesinde nasıl
anlaşılacağı, bir emekçinin anlatmaya çalıştığı şeyin özünün ne olduğu, başlıbaşına
bir dikkat ve uzmanlaşma konusudur. Böyle bir dikkat ve özenle bütünleşmeyen
ajitasyon propaganda kitlelerle de bütünleşemez. İyice özelleşmiş, kalıp ifade ve
sloganlara indirgenmiş, kitlelerce anlaşılamayan bir "jargona" dönüşmüş bir dil de,
ajitasyon propagandanın etki gücünü daha baştan kısıtlar. Bu dil kimi zaman
öylesine kapalı bir şifre özeliği kazanır ki çoğu devrimci en sık başvurduğu politik
kavram veya sloganı dahi, herkesin anlayabileceği biçimde, yalın ve "gündelik
dilde" açıklaması gerektiğinde apışıp kalır. Bu bildirgeciliktir.11

11 Devrim ve sosyalizm savaşımında, slogan, şiar, bildiri ve deklarasyonların temel ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Savaşım
geliştikçe bu önem azalmayacak, aksine artacaktır. Ancak slogan, şiar, bildirilerin ajitasyon-propagandadaki vazgeçilmez önemi
ayrı bir şeydir, tüm bir ajitasyon-propaganda, giderek politik faaliyetin yalnızca bunlara, "haplaştırılmış söylemlere" indirgenmesi
apayrı ve yanlış bir şeydir. Daha kötüsü, çoğu devrimcinin tüm politik düşünce ve faaliyet kapasitesinin, alabildiğine dar ve
haplaştırılmış "bildiri tarzının" ötesine pek geçememesidir. "Lenin, ajitasyonu sadece sloganlara indirgeme girişimlerine karşı
çıktı ve ajitasyonu açıklayıcı bir çalışma ile kaynaştırmada ısrar etti." (N. Krupskaya, Propagandacı ve Ajitatör Olarak Lenin)
Kendileri de genel veya dönemsel taktik, slogan ve şiarların, politik formülasyon ve kavramların derin ve kapsamlı bir
kavrayışına sahip olamayan devrimci aktivistlerin, bunları kendi özgül alanlarına geliştirerek uygulamaları, kitlelere bizzat yaşam
deneyimlerinin içinden açıklayarak benimsetmeleri, kitlelerin ihtiyaç ve özlemleriyle bağıntısını kurarak yaygınlaştırmaları
beklenemez.
77

Kitlelerle iletişim
Ajitasyon propagandanın kitle örgütçülüğü ve kitlelerin eyleminden kopuk, tek
yanlı iletiler (mesajlar, söylemler) toplamı olarak görülmesi daha baştan onu
kitlelere yabancılaştırır. İçini boşaltarak, dar mekanik bir biçimciliğe sürükler.

Ajitasyon propaganda tek yanlı iletiler toplamı olarak değil, kitlelerle toplumsal-
politik iletişim olarak kavranmalıdır. Komünistlerin kitleleri eğittiği, kitlelerden
gelecek geri beslemeyle de kendilerini eğittiği ve geliştirdiği devrimci politik kitle
iletişimi olarak kavranmalıdır. "İletişim" kavramı, insanın toplumsal karakterini
unutan dar-biçimci politika yerine gelişkin bir toplumsallaşmış politikayı içerir ve
şart koşar.12

Çünkü gerçekte hiçbir ileti, "alıcı" kitlesinin (dinleyici, okuyucu, izleyici vb.) en
ilgisiz ve tepkisiz göründüğü durumda bile tek yanlı değildir. Her söylem, mesaj,
konuşma, yazı karşılıklı bir iletişim içerir. İletide bulunduğumuz kişi ya da kitleler
tamamen ilgisiz göründüğü durumda bile, aslında bize bir mesaj veriyor bir şeyler
anlatıyordur.

Belki "Anlamadım" diyordur. Belki "Ne söylemek istediğinizin farkındayım ama


gereğini yapmaktan korkuyorum" diyordur. Belki "Benim şu anki ilgi alanım ve
beklentilerim çok farklı" diyordur. Belki "Ben devrimcilere karşı önyargılıyım ve
güvenmiyorum. Sizden gelecek her türlü mesaja baştan kapalıyım. Ne söylerseniz
söyleyin size bakışım değişmeyecek" diyordur. Belki "Söylediklerinize inanmadım,
ikna olmadım" diyordur. Belki, "İyi hoş söylüyorsunuz da bunları nasıl yapacağımızı
söylemiyorsunuz" diyordur vd.

Her kitle aktivisti, iletide bulunduğu kişi ya da kitlelerin bu sözsüz karşılıklarına,


onda uyandırdığı duygu ve düşüncelere ("sessiz çoğunluğun" kendisiyle sessiz
iletişimine) derinlemesine nüfuz edebilmelidir. Bunun için, birincisi, kitlelerin
devrimci iletilerimiz karşısındaki doğrudan ya da dolaylı tutumlarının tam olarak
ne olduğunu tespit edebilmeliyiz. Onaylıyor mu, red mi ediyor, seyirci mi kalıyor?
(Farklı kişi ve kesimlerin tutumları da farklı olacaktır.) Seyirci kalanlar, gönül
destekçilerinden hayırhah duranlara, 'aman bana bulaşmasın'cılardan menfi
yaklaşımlara kadar geniş bir yelpazedir, hepsi aynı kefeye konamaz. Bazı
devrimciler, bu yelpazenin ("Sessiz çoğunluk") tümünü "duyarsızlar" kefesine ko-
yup üzerlerine bir çarpı çekiverir. "Duyarsızlar" diye bir kategori yoktur! Bizim
"Bilinçli" hale getirmeye çalışmadıklarımız vardır. Ne var ki çoğu devrimci, kendi
yapıp ettikleri, söyledikleri ile o kadar meşguldur ki, tüm bunların kitleleri
aydınlatmak, bilinçlendirmek, örgütlemek, harekete geçirmek için olduğunu
unutur. Dar grup eylemciliğini mutlaklaştırıp bir tür ben merkezcilikle, bırakalım
kitlelerin tutum ve beklentilerini dikkatle incelemeyi, umursamaz. Ancak
politikanın kesin bir ilkesi vardır: Siz kitlelerin açık ya da örtük olarak size gön-
derdiği mesajları umursamazsanız, kitleler de sizi pek umursamaz! "Politik
ajitasyon hiçbir zaman gururla (şişinmeyle, kendini beğenmişlikle-A) yürütülemez."
der Lenin. Ajitasyonun başarısı, kitleleri kendi politikalarımıza ne kadar
yakınlaştırdığımız, aynı zamanda organize politik kitle eylemiyle ölçülür. Belki bu
hemen başarılamaz. Ancak kitlelerin bize ne söylediği dikkatle incelenerek, sözlü,
yazılı eylemli iletilerimizde, tüm çalışmalarımızda onların ilgi, dikkat ve heyecanını
yükseltecek düzenlemeler yapılarak, inatla ve sabırla kesinkes başarılacaktır.

12 Sosyalizmin türkçe karşılığı "toplumsalcılık"tır.


78

Toplumsal arka plan


İkincisi, devrimci iletilerimiz karşısındaki (özellikle olumsuz ya da ilgisiz görünen)
kitle tutumlarının toplumsal-siyasal arka planı açığa çıkarılabilmelidir. İletilerin
kitleler tarafından öznel algılanma biçimlerine etkide bulunan toplumsal koşullar
bilinmeden yürütülen ajitasyon-propaganda, çoğu durumda duvarlarla
konuşmaktır.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Her ezilen insan da kendi toplumsallaşmış ilişkilerinin
(çelişkili) bir bütünüdür. Tanıştığınız hiçbir insan, öyle kendi başına, toplumdan ve
düzenden (toplumsal düzenden) yalıtık bir birey değildir. Bireylerin ve kitlelerin
karakteristik her tutum ve davranışının (bu arada devrimci iletilere karşı
karakteristik tutumlarının) ilk bakışta ve çıplak gözle görülmeyen, geniş ve derin
bir toplumsal arka planı, toplumsal kökü vardır.

Her bireyin ve kitlelerin "toplumsal arka planı" onlar üzerinde maddi (baskı,
yasak, geçim sorunu, gelecek kaygısı vb.) ve manevi (otorite, değer yargısı, inanç
sistemi vb.) olarak bağlayıcı etkide bulunan, kurumsallaşmış ilişkileridir. Duygu,
düşünce ve davranış koşullandırmalarını içselleştirdikleri devlet, yasa, işyeri, ve
ücretli kölelik ilişkisi, milliyet, din, mezhep, düzen partisi, sendika, okul, aile,
arkadaş çevresi, medya vb.dir.

Ezilenler bu düzen kurumlarının ve ilişkilerinin içindeyse, bu düzen kurumları ve


ilişkileri de ezilenlerin tam içindedir. Onlara içselleşmiş olarak vardırlar. Emekçiler
yaşamlarındaki hemen her şeyi farkında bile olmadan, maddi ve manevi olarak
bağlı oldukları bu kurumların gözüyle, değer yargılarıyla, duygu-düşünce, davranış
kurallarıyla değerlendirirler.

Emekçilerin kendiliğinden bilinci, kendi gerçek sınıfsal-insani ihtiyaç ve özlemlerine


yer vermeyen bu kurumların otoritesiyle zaman zaman karşı karşıya gelse de,
onlardan hoşnutsuz olsa da düzen kurum ve ilişkilerine bağımlı olan bilinçtir. Kendi
başına bu kurumların maddi yaptırımlarının (baskı, yasak vb.) ve manevi ikliminin
(alışkanlık, değer yargısı, norm vb.) dışına pek çıkamaz. Kendi gerçek sınıfsal
ihtiyaç ve özlemleriyle çelişkili biçimde, dünyaya bu düzen kurumlarının gözüyle
bakar. Örneğin alışageldiğinden farklı bir "sosyal uyarıcı" (ileti, söylem, davranış
vb.) ile karşılaştığında, bunu bağımsız nesnel bir bakışla değil, çoğunlukla içinde
bulunduğu kurumsallaşmış ilişkilerinin (düzenin) koşullandırmışlığı, değer yargıları,
normları içinden değerlendirir, yorumlar ve tutumunu bunlara göre belirler.

Bağımlı bilinç
Emekçilerin kendiliğinden bilincinin (kendi içinde çelişik olsa da) bağımsız bir
bilinç olmadığını, düzen içinde derin köklere sahip olduğunu anlamayan çoğu
devrimci, onları kazanmak için 'sıkı bir ajitasyonun' yeterli olduğunu sanır. Salt
ajitasyonculuğa indirgenmiş bir çalışmayla, belki zaten buna hazır olan az
sayıdaki emekçi ve genç kolayca kazanılabilir. Fakat geniş kitleler asla!

Çoğu devrimci, konuştuğu emekçilere kendisinin ne söylemek istediği ile, onların


bundan ne anladığının (nasıl algıladıklarının) çoğunlukla farklı şeyler olduğunun
pek ayırdına varmaz. Devrimci için kendi söylediklerinde çok açık olan mesaj,
emekçiler için pek o kadar açık değildir. Dahası, onlar bunu, bağımsız bir bilinçle
değil, çoğunlukla bağımlı oldukları maddi-manevi otoritelerin (devlet, yasa,
sendika yöneticisi, aile, okul idaresi vb.) gözüyle değerlendiriyorlardır. Bu yüzden
bağımlı oldukları bu otoritelere karşıt bir söylemle karşılaştıklarında kendi bağımsız
79

düşünceleriyle bunu doğru bulacak olsalar bile, hiç düşünmeden duygusal ters tepki
vermeleri (korku, kızgınlık, uzak durma, tüm algılarını kapatma vb) hiç de az rast-
lanan bir olay değildir.

Çünkü bu düzen otoriteleri yalnızca emekçilerin tepesinde değil, tam içindedir!


Öyle ki çoğu emekçi, kendi gerçek sınıfsal-insani ihtiyaç ve özlemlerinin bile
ayırdında değildir. Bunlar iyiden iyiye yakıcılaşıp kendini dayatmadıkça, bağımlı
olduğu kurum ve ilişkiler içinde yaşayamaz hale gelmedikçe, bunları bilinçsizce
(içselleştirmiş olduğu düzen otoriteleri gözüyle) kendi kendine bastırmaya
koşullanır.

Ne var ki çoğu devrimci de, kitle örgütçülüğünün bu geniş ve derin toplumsal arka
planını (buzdağının görünmeyen yüzü) farkında değildir. Sabırsızlıkla, bir hamlede
kitleleri kazanmak ister. Tersliklerle karşılaşınca da, bu kez onlara "duyarsız, geri
bilinçli, yalnızca kendi geçimini ve geleceğini düşünen bencil, korkak" damgasını
vurup, kendini rahatlatır! Ne var ki bu tür basma kalıp yaklaşımlarla, kitle
çalışmasında gidilebilecek bir adım bile yoktur.

Böyle bir devrimci, kendi kendini kitlelerden tecrit etmesine böyle bir kılıf
geçirerek kendi kendini rahatlatsa da gerçekte kitlelerin bilinçlenme ve
örgütlenme ihtiyaçları karşısında kendi duyarsızlığını, kendi bilinçsizliğini, kendi
bencilliğini, kendi korkaklığını ilan etmiş olur! Öyle ya, geniş kitle çalışması, sıkı
ajitasyonculuktan yüz kat daha zordur.

Devrimciler, bir emekçiyi ya da genci kazanmaya çalışırken, ailelerin, okulun,


sendikanın devlet ve yasaların vb. onlar üzerindeki bağlayıcılığıyla karşı karşıya
geldiklerinde, bu görünmeyen toplumsal arka planın somut etkisinin kısmen
farkına varırlar. Fakat o zaman da çocuğunu eve kapatan babaya, işçileri aldatan
sendika ağasına, okuldan atmakla tehdit eden okul idaresine, kitlelere ikide bir
göz dağı verip sindiren polise vb. sinirlenip küfretmekten pek öteye geçemezler.
Oysa, bu düzen otoriteleri yalnızca ezilenlerin tepesinde (dışında) değil, tam
içindedir.

Çelişkinin iki yanı


Her ezilen birey (ve kitleler) kendi gerçek sınıfsal istek ve özlemleriyle, bağımlı
oldukları, içselleştirdikleri düzen kurum ve otoritelerinin çelişkili birliğidir. Yalnızca
tek tek bireyleri kıstas alıp onların düzen içindeki derin toplumsal köklerini
görmezseniz hemen "duyarsız, geri, bencil, korkak" olduklarına hükmedip kendi
elinizle onları devrimin kapsama alanı dışına itersiniz. Düzen kurum ve ilişkilerinin
emekçiler üzerindeki etkisini ve bağlayıcılığını, mutlaklaştırıp onların bu kurum ve
ilişkilerden çoğunlukla örtük hoşnutsuzluğunu görmezseniz, o zaman da yalnızca
düzen kurumlarının az çok kapsama alanı dışındaki kişilerle (antifaşist gençler,
işsizler, ders-mers derdi olmayan öğrenciler) sınırlanırsınız. O zaman da devlete,
yasalara, dine, filanca düzen partisine, sendika yöneticisine, okula ve derslerine
bağlı gördüğünüz emekçileri, siz bu kurumlarla özdeş kabul edip daha baştan yok
sayar ve devrimci kitle çalışmasının kapsama alanını daha baştan olağanüstü
daraltırsınız!

Öyleyse her ezilen bireye (ve kitlelere) tam da bizzat kendi içlerinde taşıdıkları
çelişkiden, çelişkinin her iki yanını da (gerçek sınıfsal- insani istek ve özlemleri ile
düzen kurum ve ilişkilerin maddi-manevi bağımlılıkları) unutmadan, dikkat ve
özenle yaklaşmak gerekir. Çelişkinin iki yanını da gözetmek, düzen kurum ve
ilişkilerine karşı teşhir ve ajitasyon ile ezilenlerin istek ve özlemlerine (onları sınıfa
80

karşı sınıf ekseninde doğru ve açık biçimde formüle ederek) hitap etmeyi
birleştirmek anlamına gelir. Yalnızca düzen kurum ve ilişkilerine karşı genel bir
ajitasyon ile sınırlı kalırsanız, çoğu emekçi bunun kendi öz yaşam deneyimi ve ihti-
yaçlarının gerçekleşmesi ile bağını kuramaz. Hatta çoğu zaman olduğu gibi, bunun
devrimcilerle devlet (ya da o kurum) arasında bir sorun olduğunu, kendisini
ilgilendirmediğini düşünür. Kitlelerin yalnızca belli bir andaki talep ve duygularına
hitap etmekle sınırlanır, bunları daha ilerden formüle etmez ve gerçekleşmelerinin
önündeki başlıca engelleri (düzen kurumları, yasalar, ücretli kölelik vb.) hedef
göstermezseniz bu reformizmden başka bir şey olmaz.

Çelişkinin iki yanını da gözeten dikkatli ve özenli bir çalışma, salt genel
söylemlerle, altı boş ajitasyonculukla, dar grup eylemciliğiyle sağlanamaz.
Devlete, sendika ağalarına, okul idarelerine vb. salt küfretmekle, öfkeli ajitasyon
hücumlarında bulunup durmakla sağlanamaz. Tabii bu, genel doğruların, teşhir ve
ajitasyonun, sınırlı güçlere dayanan eylemlerin bir yana bırakılacağı filan anlamına
da asla gelmez. Tersine. Fakat, tüm bunların sabırlı ve soluklu bir açıklama,
temellendirme, ikna, örgütçülük faaliyeti ve kitlelerin öz deneyim ve mücadelesi ile
sıkı sıkıya kaynaştırılabilmesi gerekir. Bizim ne söylediğimiz ile kitlelerin bundan
ne anladığı, nasıl algıladığı arasında çoğunlukla geniş bir açı farkı olduğunu bilmek
ve kitlelere bir takım genel doğruları sıralayıp durmanın ötesinde, devrimci-
sosyalist yaşam anlayışımıza kazanabilmek için ajitasyon-propaganda, kitle
örgütçülüğü ve eylemini, enerjik, ısrarlı bir çabayla kaynaştırabilmek gerekir.

________________________________________________

Ajitasyon-propaganda konusunda öncelikle okunması gereken bazı kaynaklar:

Eğitim Üzerine (NK Krupskaya, Yorum Y.)

Özellikle "Propagandacı ve Ajitatör Olarak Lenin" bölümü.

Bolşevik Ajitasyon Üzerine (Kalaşnikov, Kalinin, Yurt Y.)

Toplumsal Çıbanları Delen Savaş Şarkısı: Devrimci Ajitasyon

(Devrimci Proletarya, 15 Ağustos 1992, sayı 14)

AJİTASYON PROPAGANDA ÖRGÜTÇÜLÜK -2


Emekçilerin hayati sınıf çıkarlarıyla bağdaşmayan, ancak basitçe bilgisizliğe ya da
yanlış bilgilendirilmiş olmaya dayalı düşüncelerini, sözlü iletişim ve tartışma
içinde değiştirmelerini sağlamak görece daha kolaydır. Tabii bu kolaylık, kitlelerle
politik iletişimin yöntembilgisine ve becerisine de sahip olmayı gerektirir.

Konuştuğumuz emekçi(ler) bir hamlede kendi görüşlerinin yanlış, bizimkinin doğru


olduğunu "genel olarak" kabul etme eğilimi gösterse bile, bu çoğunlukla köklü bir
görüş değişikliği anlamına gelmez. Bizi bir biçimde onaylıyor görünse de, kafasının
arka planındaki köklü sabit fikirlere, düşünce kalıplarına bağlı kalmaya devam eder.

Köklü bir görüş değişikliğinin, gerçek aydınlanmanın en güvenilir göstergesi, o


emekçinin davranış ve eyleminde de eninde sonunda önemli değişikliklere yol
açmasıdır.

Yoksa mevcut koşullarda aklı başında hiçbir işçi ve emekçi, örgütlenmek, "sonuna
81

kadar mücadele etmek", hatta kendilerini ezen bu düzeni değiştirmek gibi


düşüncelere hayır demez. Demez demesine de, bizim birçok düşüncemizi hem de
hararetle onayladıkları halde davranış ve eylemlerinde de hiçbir değişiklik olmaz.
Bu, çoğunluğun düşünce ve davranışı arasında keskin bir tutarsızlığa, ikiyüzlülüğe mi
işaret eder? Hayır, yalnızca, onayladıklarını, hatta hararetle benimsediklerini
belirttikleri görüşlerle, derindeki -kimi zaman kendilerinin bile farkında olmadıkları-
gerçek, fiili görüşleri arasındaki büyük farka işaret eder. Diyelim ki IMF vb.'ye karşı
genel grev genel direniş düşüncesini, hem de samimiyetle destekleyen bir işçi,
daha o anda, alttan alta bunun yapılamaz olduğunu, gözüne aşılamaz görünen
'büyük engellerini' düşünmeye başlar. ("Bir avuç kişiyle ne yapılabilir ki, insanlar
duyarsız" vb.)

İşçi ve emekçilerin yüzeyde benimsediklerini söyledikleri görüşlerle derinde yatan


gerçek görüşleri; mücadele istekleri ile kendi güç ve eylemlerine olan inançsızlıkları
arasındaki büyük açı farkı, ajitasyon, propaganda ve örgütçülüğün temel bir sorunu
ve bunun konuşulan her emekçide açığa çıkarılması ise temel bir yöntemidir.

Kendiliğinden bilincin çelişkisi


İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kendiliğinden bilincinin doğasına içkin olan bu
çelişki, çoğu genç devrimcide de yalpalamalara, kafa karışıklığına, giderek bunu
"ikiyüzlülük" sayıp kitlelere güvensizliğe yol açabilmektedir. ("Yapacağız,
yapılmalı, edilmeli diyorlar ama kıllarını kıpırdattıkları yok!")

Oysa kendiliğinden bilincin bu iç çelişkisinin, kaçamaksızca açığa çıkarılmasıdır ki,


mücadele istekliliği ile mücadeleye inançsızlık (umutsuzluk, karamsarlık) arasında
yalpalayıp duran emekçinin, iç gerilimini artırıp gerçek bir düşünce-davranış
değişikliğinin olanak ve enerjisini yaratır. Bu çelişki gerçekte, işçilerin olmasını arzu
ettikleri ile mevcut koşullar arasındaki; köklü burjuva önyargıları ile gerçek sınıf
konumlarının dayattığı sınıf sezgileri arasındaki yaman çelişkinin onların bilincine
yansıyışıdır.

Usta bir örgütçü, kendiliğinden bilincin bu bulanık, gel-gitli ve çelişik karakterini


garipsemez; tersine ona tam da iç çelişkisinden ("yapılmalı ama yapılamaz ki")
nüfuz ederek, tam da kendiliğinden bilincin bu iç çelişki ve gerilimini ustaca
tırmandırarak, dönüştürmenin bir kaldıracı olarak değerlendirir.

Dışarıdan bilinç, devrimci politik bilinç, kendiliğinden bilincin örtük çelişki ve


gerilimine nüfuz ettiği, bu çelişkiyi açığa (emekçilerin bilincine) çıkardığı ve
devrimci temelde geliştirdiği ölçüde gerçekten dönüştürücü bir güç ve etkiye sahip
olur. Kriz koşullarında, iyice sıkışan kitlelerin hiç olmazsa belli kesimlerinde artan
mücadele istekliliği, arzusu, heyecanı ile mevcut koşullar (da bir çıkış görememek;
dağınıklık, birbirine güvensizlik, güvencesizlik, önderlik yoksunluğu; karamsarlık,
umutsuzluk, vd.) arasında büyüyen gerilim, aynı zamanda tek tek emekçilerin ve
kitlelerin büyüyen iç çelişkisi ve gerilimi olarak, dışarıdan taşınan devrimci politik
bilince daha açık ve verimli bir zemin sunar. Burjuvazi ve proletarya arasındaki
uzlaşmaz karşıtlık, işçilerin kendiliğinden bilincine de, baskın yan burjuva ideolojisi
olmak üzere, aynen içerilidir. Kriz koşullarında burjuvazi ve proletarya arasında
sertleşen karşıtlık, kendiliğinden bilincin karşıt yanlarının da (burjuvaziye bağımlı
bilinç ile proleter sezgiler; kendi gücüne ve eylemine inançsızlık ile karşı koyma
istekliliği; kölece itaat ile başkaldırı) çatışma ve birbirini dıştalama eğilimini
güçlendirir. Bu gerilimdir ki, emekçilerin yalnızca kendilerini ezenlerle değil,
toplumdaki çelişik konumlarını ve kendi kendileriyle çelişikliklerini (yapmak
istedikleriyle gerçekte yaptıkları) bilince çıkarmalarını kolaylaştırır.
82

Kuşkusuz bu, dışarıdan (kendiliğinden bilincin dışından, sendikalist bilincin


dışından) devrimci politik müdahale olmadan gerçekleşemez. Çünkü kendiliğinden
bilinç kendi iç çelişkisinin kısır döngüsünden (mücadele istekliliği ile bunun
koşullarını görememe, nasılını bilememe; özgüvensizlik ile başkalarını ve
sınıfdaşlarını suçlayıp durma; söylediklerini yapmama, yapmadıklarını hep başka
şeylerle açıklama, vb.) kendi başına çıkamaz.

Kendiliğinden bilinç iç çelişkisiyle kendi kendisini engelleyen bilinçtir. Kendiliğinden


bilincin iç çelişkisi keskinleştikçe (emekçilerin yapmak gerekliliğini apaçık görüp de
kısılıp kalmışlıkları, örgütsüzlükleri vb. içinde yapmanın koşullarını göremedikleri)
emekçilerin büsbütün cesaretinin kırılmasına, kısır döngüsü içinde kendi çelişkisini
alaycı ve umursamaz biçimde kabullenen bir tür yalama olma durumuna bile yol
açabilir. Bu durum özellikle, sayısız kez eylem yapmak, harekete geçmek isteyip
bunun koşul ve olanaklarını bulamayan emekçilerin karamsarlığında gözlenebilir.
Böyle emekçiler bir yerden sonra, sanki eylem yapmamak için kişisel bir
yükümlülük üstlenmişler gibi, "üç-beş kişiyle bu işler olmaz, insanlar duyarsız, vb."
düşüncelerinin en kararlı savunucusu kesilirler, yapmaya çalışanları da alaya alıp,
kendi çelişkilerini rahatlatmaya çalışırlar. Bir şeyler yapmak isteyip de çeşitli giri-
şimleri başarısız olan bir emekçinin, bir yerden sonra farkında bile olmadan
yapmama ve yaptırmama yükümlülüğünü üstlenmesi, kendiliğinden bilincin bir
marazıdır. Kendiliğinden bilincin çelişkisi keskinleştikçe, yapmayı isteyip
yapmamaya devam ettikçe, ortaya çıkan en tehlikeli durum emekçinin özsaygısını
ve özgüvenini yitirmesidir.

Diğer taraftan bir iç hareketi (iç çelişkisi, iç dinamiği) olmayan hiçbir şey salt dışsal
bir müdahaleyle köklü bir dönüşüm geçiremez. Köklü bir bilinç dönüşümünü, ancak
kendiliğinden bilincin çelişkisinin keskinleşmesiyle devrimci politik 'dışarıdan
bilincin' birliği sağlayabilir.

Emekçilerde, şu veya bu konuda sağladığımız köklü bir görüş değişikliğinin ilk


göstergesi, kazandıkları bu yeni 'perspektifi' kendi doğal çevrelerinde de yaymaya
başlamalarıdır. Komünistlerin temas ettikleri her işçi ve emekçiyle ilk meselesi,
onları alan içi kitle aktivistleri haline getirebilmektir. Bunun ilk adımı da, her kitle
ilişkisinin doğal bir propagandacı olmasıdır.

Kitle ajitasyon propagandasından yalnızca gazete, bildiri, afiş, bazı kampanya


dönemlerinde servis-kahve konuşmalarını vb. anlamamak gerekir. Her kitle
ilişkimizle doğal bir propagandacılar ordusu oluşturamıyorsak, böylelikle kitlelerin
hiç olmazsa daha geniş bir kesiminin dikkatini, o dönemki taktik, fikir ve
politikalarımız üzerinde yoğunlaştıramıyorsak hiçbir birebir ajitasyon-propaganda
kitleler üzerinde kalıcı bir siyasal etki sağlayamaz. Ajitasyon-propagandada amaç
tek tek işçi ve emekçileri, belli fikirlere kazanmanın çok ötesinde, kendi sınıflarına
kazandırmak; kendi sınıflarının dönüştürücü bir öznesi haline getirebilmektir.

Kuşkusuz bu kuru sıkı ajitasyonla sağlanamaz. Bir fikri yalnızca haklı ve doğru
bulmak ile, derinlemesine kavramak ve sahiplenmek, kendi bir fikri haline
getirmek, sorumluluğunu hissetmek ve üstlenmek, işçi sınıfının hayati çıkarlarıyla
hayati ilişkisini kurabilmek, kitlelere yaygınlaştırabilmek oldukça farklı şeylerdir.

Burada şöyle bir çelişki ortaya çıkar: Adam çok ama adam yok. Herkes eyleme
geçmekten bahsediyor ama kimse kılını kıpırdatmıyor. Herkes birlik olmaktan,
dayanışmaktan, örgütlenmekten bahsediyor ama yanıbaşındaki arkadaşı işten
atılsa dönüp bakmıyor. Okyanus ortasında bir sal üstünde kalmış bir kazazedenin
sözlerini imgeleştiren bir İngiliz özdeyişi şöyle der: "Water, water everywhere; yet
not a drop to drink. ("Su, her taraf su. Ama içmeye bir damla bile yok.")" Deniz
83

suyunun içilebilecek hale gelmesi için işlemden geçirilmesi gerekir. İnsan üzerinde
öldürücü etkide bulunan maddelerden arındırılması gerekir.

Yanlış bilince karşı


Devrimci ajitasyon propagandanın sorunu, söylediklerinin kitleler tarafından
yüzeysel biçimde doğru ve haklı kabul edilmesinin ötesinde, kitlelere yeni bir
bilinç (ve davranış) yönelimi kazandırılması, en azından bunun zemininin
oluşturulmasıdır. Benimsendiği söylenenler yaşama geçirilmiyorsa körlemesine
zorlayıp durmak yerine bunun önündeki nesnel ve öznel, açık ve örtük engellerin
ortaya çıkartılması gerekir.

Usta bir propagandacı, kitleler içinde yaygın ve kökleşmiş, burjuva manipülatif,


mücadeleyi engelleyici görüşlerin yüzeysel teşhiriyle yetinmez. Bu yanlıştır,
doğrusu budur deyip bir takım örnekler sıralamakla yetinmez.

Emekçilerde sık karşılaştığımız yanlış ve çarpık görüşler karşısında hemen kendi


doğrularımızı savunmaya geçmek yerine, önce bunları ikna edici biçimde çürütmek
çok daha etkili olur. Bunun için;

1- Bu tür düşünce ve görüşlerin, çıkış noktasını, çoğunlukla örtük olarak içerdiği ve


dayandığı varsayımları açığa çıkarmak. O görüşü savunanın hiç düşünmeden veri
(gerçek) olarak kabul ettiği bu varsayımların aldatıcılığını, çürüklüğünü ya da
geçersizliğini göstermek.

2- Bu tür düşünce ve görüşleri mantıki sonuçlarına iterek iç tutarsızlığını göstermek.


Yüzeydeki bir yanıyla, belli sınırlar içinde doğru gibi görünen bir düşünce, o
sınırların dışına itildiğinde apaçık bir saçmalığa dönüşür. Bir düşüncenin varsayımsal
vaatediciliği ile gerçek yaşamdaki kaçınılmaz (sınıfsal-siyasal) sonuçları karşı
karşıya konduğunda havaya kurulmuş şatolar çöker.

Çok basit bir örnek. Bugün bir emekçi düzenin tüm kötülüklerinin kaynağı olarak
hükümeti görmektedir. Bu görüşün temelindeki örtük varsayım: İlkeyi hükümet
yönetmektedir!! Bu görüşün mantiki sonucu: Bu düzen içinde "emekten yana" (ya
da hiç olmazsa dengeleri bir ölçüde gözetecek) bir hükümet ya da "yönetim"
mümkündür!!

Bu tür görüşlerin örtük olarak dayandığı ve içerdiği varsayımlar açığa çıkarıldıktan


sonra, artık onları esaslı biçimde çürütmek zor olmaz. Burada sorun, başlangıçta
yalnızca sallantıdan bir varsayım olan bir şeyin tekrarlana tekrarlana geniş kitleler
tarafından tartışmasız bir gerçek gibi kabul görmeye başlamasıdır: "İnsanlar
duyarsız, üç-beş kişiyle bu iş olmaz, ben tek başıma ne yapabilirim ki" vb. Burjuvazi
de psikolojik savaşını (telkin, manipülasyon, dezenformasyon) kitlelerin durumuna
göre uyarladığından, kitlelerin özdeneyimini de bunların boşa çıkarılmasında her
zaman yeterli olmaz.

Usta bir propagandacı, emekçilerde sınıf çıkarlarıyla bağdaşmayan sabit fikirlerle,


ön yargılarla, karamsarlıklarla vb. karşılaştığında kendi görüşünü sert biçimde
savunmaya girişmeden önce sakince sorar: Bu görüşe nasıl vardınız? Dayandığınız
veriler (deneyimler, gözlemler, otoriteler vb.) nelerdir? Düşündüklerinizden farklı
olan şu şu verileri hesaba kattınız mı? Bu görüşün şu şu sonuçlarının farkında
mısınız? Kendinden menkul bir doğru kabul ettiğiniz şeyleri hiç yaşamınızda
sınadınız mı? Hangi durum ve gelişmeler karşısında bu görüşü değiştirirdiniz?
Öyleyse (diyelim ki "insanlar duyarsız, gelmezler, yapamayız" vb. durumları için)
84

bunu sınayacak bir denemeyi birlikte yapsak nasıl olur?

Yeni bir politik tutum oluşturmak


Emekçilerin basitçe bilgisizliğe ya da yanlış bilgilendirilmiş olmaya dayalı, sınıf
çıkarlarıyla bağdaşmayan kimi düşüncelerini değiştirmek görece kolaydır,
demiştik. Bu tür düşünceler, emekçilerin öz deneyimleriyle de bütünleştirilmiş,
etkin bir bilgilendirme ve aydınlatma faaliyetiyle hızlı biçimde değiştirilebilir.

Kitlelerin sınıf çıkarlarıyla bağdaşmayan tutumları ya da inançları içinse aynı şey


söylenemez. Çünkü tutum, geçici bir düşünceden ibaret değildir; oldukça uzun
süreli, kalıcı, dirençli, çoğu kez eleştiriye kapalı, belli bir otorite, çevre ya da
kuruma bağımlı ve durmadan yeniden üretilen, güçlü bir alışkanlığa dönüşmüş,
duygu-düşünce-davranış örüntüsüdür. Tutumlar kişinin bilinç ve kişiliğinde kök
salmış, hep belli bir türdeki bilgi, tepki ve heyecanları, davranışları içeren inanç
sistemleridir. Tutum sahibi kişi, yalnızca bu tutumu doğrulayan verileri düşünür;
farklı bilgileri duymak istemez ya da güvenmez; tutumunun konusu olan kişi,
çevre ya da kurumla belli bir kişisel bağı ve yaşantısı vardır; kendisi için önemli
olan otorite ve kişilerin de kendisi gibi davranacağına inanır, farklı tutumlara karşı
genellikle aşırı şüpheci ve tepkiseldir.

Tutum değişikliği için salt doğru bilgilendirme, teşhir ve ajitasyon oldukça yetersiz
kalır. İşçi ve emekçiler doğaları haline gelmiş belli tutum ve alışkanlıklar dışında
karşılaştıkları her durumda, yalnızca ne söylendiğine değil, kimin söylediğine, hangi
amaçla söylediğine, nasıl söylediğine, hangi ortamda söylendiğine dikkat ederler.

İşçi ve emekçilerle kurduğumuz ilişkilerde, belirleyici olan her zaman iletişimin


politik içeriğidir. Ancak, insanın toplumsal karakteri, kitlelerle ilişkilerimizin, bazı
politik fikirleri benimsetmenin ötesinde, tutum değiştirici ya da yeni bir politik
tutum oluşturucu bir ikna gücüne erişebilmesi için tüm bunlara da dikkat edilmesini
emreder. Çünkü yüzeysel bir fikir değişikliğinin ötesinde, ancak bir politik-ideolojik
tutum (duygu-düşünce-davranış örüntüsü) değişikliği, insanı toplumsal ilişkilerini ve
eylemini de bu doğrultuda değiştirmeye iter.

Bu konuda yapılmış sayısız araştırma ve örgütsel deneyimler, politik ikna gücünü


yükseltecek, emekçilerde belli bir politik tutum değişikliği yaratabilecek bazı sözlü
iletişim etkenlerini ortaya koymaktadır:

1- Devrimci ,
- Çalışma yürüttüğü alanda ve konuştuğu konuda uzman (bilgili, deneyimli) olarak
algılanırsa;
- Güven uyandırıyorsa (bu konuda kendisinin kişisel bir faydacılığı ya da
çıkarcılığının olmadığı, emekçilerin çıkarına da zarar vermek istemeyeceği net
olarak biliniyorsa);
- Sevgi ve beğeni (sempati) uyandırıyorsa,

2- Konuşulan konunun içeriği (mesaj),


- Emekçinin ilk tutumundan ilk elde orta derecede farklıysa,
- Verdiği politik mesajın hem lehinde hem aleyhinde bilgi içerirse (karşı görüşleri de
çarpıtmadan dürüstçe ele alıp, etkili biçimde çürütüyorsa),
- Konuşulan emekçiyi belli bir davranışa yönlendirecek korku ve isteklilik gibi orta
derecede duygu ve heyecanlar yaratabiliyorsa,
- Emekçinin ne yapması gerektiği hakkında, yol gösterici somut, açık ve ayrıntılı
85

bilgi veriyorsa,
- Orta derecede bir sıklıkta tekrar edilirse,

3- Emekçi;
- Devrimcinin, bu ya da farklı konulardaki görüş noktalarından hiç olmazsa birine,
kısmen de olsa eğilim gösterdiğini, desteklediğini önceden belli etmişse,
- Konuya kişisel ilgisi varsa,
- Olumlu bir ruh hali içindeyse.

Uzmanlık (biliyor görünme ya da bilgiçlik değil, konuştuğu konuya veya çalıştığı


alana olabildiğince tam hakim olma), güvenilirlik (istediği davranışın kendisinin ya
da dar bir grup "eli ekmek tutmayan, talebe" vb. ya da kesimin özel çıkarı değil işçi
sınıfının ve ezilenlerin hayati çıkarları için olduğu kanaati) ve beğeni (devrimcinin
kendi yaptıklarına ve anlattıklarına samimiyetle inanması, bu konuda önceden ve
şimdi harcadığı emeğin ve enerjinin büyüklüğü) toplamda devrimcinin inanırlık ve
ikna kapasitesini oluşturur.

Tabii değişik koşul, alan, konu ve kesimler açısından kimin inanılır olarak kabul
edileceğinin önemle belirlenmesi gerekir. Örneğin Ölüm Oruçları konusunda
dışarıdaki devrimcilerin, sakat kalmış bir eylemcinin, bir tutsak anasının, ya da
diyelim devrimcilerle doğrudan bir bağlantısı olmayan bir hekimin, sendikacının,
sanatçının vb. her kesim açısından inandırıcılığı farklı farklı olabilir. Özellikle
uzmanlık ciddi bir sorundur. Her konuda az çok bir bilgisi olan ancak hiçbir alan ve
konuda güçlü bir hakimiyet, birikim ve deneyimi olmayan genel devrimciliğin, her
koşulda inandırıcılığı zayıf kalacaktır. Hatta iyi hazırlanılmamış, derme çatma, gelişi
güzel konuşmalar emekçileri istenilenin aksi yönünde tutum almaya bile itebilir.

Direnişteki dindar bir işçiyle konuşmayı tanrının yokluğundan başlatmak, milliyetçi


eğilimleri olan bir işçiye Kürdistan'ın bağımsızlığını anlatmak, bizimkisi ekmek
mücadelesi diyene devrim ve sosyalizmden girmek yerinde olmaz. Bunlar da
muhakkak konuşulacaktır, inanılırlık oturtulup o ilişki belli bir noktaya getirilince,
ya da diyelim ki işçi sınıfının mücadelesi halkasına bağlanıp derece derece
açılarak, dönemsel politikalarla bütünleştirilerek. Başlangıçta emekçilerin mevcut
tutumlarıyla belirgin ancak orta dereceli bir gerilim yaratacak politik mesajlar
genellikle daha uygundur. Başlangıçta emekçinin ilk tutumundan keskin bir
kopuşu dayatmak yerine, orta dereceli bir gerilimle, politik içeriğin şiddetini
zamanla artırmak genellikle daha etkilidir. Emekçiye attırılan her somut adım,
daha ileri bir gelişme için manevi bir yükümlülük üstlenmesini sağlayabilir.

İşçi, başlangıçta devrimcinin görüş noktasına zaten belli bir eğilim gösteriyorsa,
karşı görüşlerden bahsetmek gereksiz kafa karışıklığı yaratmak olur. Tersine, uzak
bir tutum içindeyse kendi tavrımızı güçlü bir şekilde temellendirirken, karşı
tutumları olduğu gibi ele alıp sonra da çürütmek, inandırıcılığı artırır. Tabii hangi
taktiğin izleneceği, öncelikle emekçilerin başlangıç tutumunun derinlemesine
kavranmasına bağlıdır.

Somut çıkış yolları koyabilmek


Devrimci hareketin geleneksel ajitasyon tarzı, çoğunlukla "şöyle saldırı, böyle
yıkım" türü korku uyandırmaya ayarlıdır. Ne var ki kaygı duygularını kışkırtan bu
tür mesajlarla birlikte, somut çıkış yolları konulmazsa (ki genel ve muğlak çağrılar
dışında genellikle konulmaz), bu zaten özgüvenleri düşük çoğu işçi ve emekçide
büsbütün sinmeye, hatta kendilerini iletişime tümüyle kapamaya yol
86

açabilmektedir. Ajitasyon adına karşıdevrimin her baskı ve saldırısını olduğundan


fersah fersah abartılı göstermek, mutlaklaştırmak devrimciliğin inandırıcılığını
zayıflattığı gibi, ters etki de yapabilmektedir. Karşıdevrimin her uygulamasının vb.
kapsamı ne fazla ne eksik olabildiğince tam saptanıp sergilenebilmeli, somut çıkış
yolları genel çağrılarla yetinmeden, ("hemen şimdi neyi nasıl yapacağız, daha
güçlü karşı koyuşu nasıl örgütleyeceğiz, vb.") yerine göre ayrıntılı yol gösterici
bilgiler ya da kısa net direktiflerle verilmelidir. Yalnızca negatif ajitasyonla
sınırlanmadan, şöyle şöyle bir davranış veya hareket tarzının kazandıracakları,
emekçilerin kendi güç ve eylemlerine güven ve özlemi artırıcı, esinleyici mesajlar
üzerinde ayrıca çalışmak, genellikle ihmal edilen bu yanı geliştirmek önemlidir.

Bizim tutumumuza hemen bir yakınlık gösteren kitle ilişkilerine, hemen aşırı bir
yükleme yapılması, bazen olduğu gibi birkaç ayda cılkının çıkarılması yanlıştır.
Diğer bir yanlış da, ilişkilerle sistemli bir program dahilinde düzenli aralıklarla
görüşülmesi yerine, "akla estikçe", ya da "ihtiyaç duydukça", son derece düzensiz
aralıklarla istikrarsızlığa ve kendiliğindenliğe terkedilmesidir.

Görüşme sıklığı her ilişkinin durum ve düzeyine göre ayrıca belirlenir, önemli olan
istikrarlı bir gelişmenin sağlanması ve kaydedilen her aşamanın, sonradan
dengesizlik yaratmayacak biçimde içinin doldurulmuş olmasıdır.

Konuşacağımız kim olursa olsun, hiç kimseyi küçümsemeden, önceden hiç olmazsa
kısaca kafaca ve ruhça bir hazırlık yapmak; kafamızda ona uygun bir gündem
oluşturmak, ilgi ve dikkatini yoğunlaştıracak meseleleri belirlemek, konuşmanın
üretkenliğini ve canlılığını artırır. Bunu bir iç disiplin haline getirmeyen birçok
devrimcinin, konuşmalarının beşinci dakikasından itibaren ne karşısındakine ne
kendisine hiçbir şey katmayan gelişi güzel sohbete, hatta geyiğe dönüşüvermesi az
rastlanan bir durum değildir. Tabii bu, ders işler gibi, kuru, önceden belirlenmiş
müfredattan çıkmayacak tek yanlı ve sıkıcı konuşmalar yapacağımız anlamına
gelmez. Bir konuşmanın eğiticiliği kadar esinleyiciliği, içtenliği kadar ufuk açıcılığı,
itici ve mekanik olmadan karşısındakinin sınırlarını zorlayıcılığı, ilgi uyandırıcılığı ve
renkliliği, başlangıçtaki ruh halini dikkate alıp bunu yükseltmeyi gözeticiliği,
söylediği her şeyin tek atımlık barut olmayıp geniş bir arka planı olduğunu
hissettiriciliği, fakat her şeyi de söylemeyip karşısındaki istediği belli sonuçlara
kendi başına ulaşmaya yönlendiriciliği ve her konuşmadan kimi zaman ayrıca
belirtmeye bile kalmadan, kendi doğallığında görev çıkarmasını sağlayıcılığı...

AJİTASYON PROPAGANDA ÖRGÜTÇÜLÜK -3


Kitle ajitasyon propaganda ve örgütçülüğünü, bir yanıyla, kitleleri kendiliğinden
yapmak istemeyecekleri şeyleri yapmaları için etkilemek ve dönüştürmek çabası
olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım, doğru olarak, kitlelerde etkilenmeye ve
değişmeye zorlanmaya karşı şu ya da bu ölçüde bir direnç olduğunu öngörür.

Geleneksel örgütçülük paradigması, karşılaştığı bu direncin kaynağını bile


araştırmadan tek yanlı bir zorlamayla kırılması ya da bastırılması çabası üzerine
kuruludur. Geleneksel örgütçü tipi kitle ilişkilerini daha baştan denetim altına alma
(aynı zamanda düşünsel ve psikolojik) mantığıyla hareket eder.

Geleneksel dar örgütçülük, kitle ilişkilerinin;

1- Gerçek ve çoğunlukla örtük gereksinimlerini (ki kendi gerçek duygu ve


87

düşüncelerini sakınmasızca ifade edebilmek, öz saygı ve değer verilmek, kendi


kararlarının sorumluluğunu alabilmek, bunlar arasında çok önemli bir yer tutar)
pek umursamaz ve karşılamaya çalışmaz;

2- Karşılıklı iletişimine, (yalnızca söylediklerini kabul ettirme ve yaptırmanın


ötesindeki) düşünsel, duygusal vd. katılım ve katkısına açık değildir;

3- İtirazlarını, kaygı, kuşku ve güvensizliklerini açma olanağı tanımaz, bunların


dikkate alınacağı ve birlikte çözülebileceği güvenini vermez;

4- Kendi değişme kararını özgürce verdiğini hissedeceği, değişme istek ve


motivasyonunun aynı zamanda kendi içinden de geleceği bir ilişki ve iletişimi
ortamı yaratmaya çalışmaz;

5- Değişime gösterdikleri güvensizliğe karşı duyarsızdır;

6- Kendi çizdiği sınırlar ve gündem dışındaki her türlü eğilim, duygu ve düşüncesini
hemen engellenmesi, bastırılması, "mat edilmesi" gereken bir rakip olarak algılar.

Dar örgütçüyü, en iyi kitlelerle, işçi ve emekçilerle ilişki kuruş tarzından, özellikle de
onları dinlerkenki davranışlarından tespit edebiliriz. Her zaman söz keser,
sabırsızdır, konuşanı doğru dürüst anlamaya, sözlerin arkasında kodlanmış gerçek
duygu ve düşünceleri yakalamaya çalışmadan acele yargılara varır, hemen
kafasındaki hazır kümelerden birine yerleştirir, konuşmanın bütününü dinlemek
yerine yalnızca muhalefet ve aykırılık noktalarına takılır ve anlamaya çalışmak
yerine bunları mat etmek için zihinsel hazırlık yapar, ileri sürülen düşünceye değil
kişiye tepki gösterir, her türlü muhalefete karşı ezberlenmiş hazır bir cevabı vardır
vb.

Geleneksel örgütçülük paradigması emekçileri, gençleri, kitle ilişkilerini, edilgen,


uysal, söylenen her şeyi çiğnemeden ve kendi açılarından değerlendirmeden
yutan, kolayca yönlendirilebilir ve denetim altına alınabilir kişiler olarak görür.
Ezberlediği doğru kelime ve formülleri kullanabilmek fırsatını bulursa onları
etkileyeceğini var sayar. Örgütçünün tüm hareket noktası, kendi kararını tek yanlı
olarak kabul ettirmek ve bunu olabildiğince çabuk gerçekleştirmek için, kitle
ilişkilerinden gelecek her türlü direnci kırmaktır. Böyle bir örgütçü ilişki kurduğu
emekçinin önemli bir karara ulaşıncaya kadar adım adım ilerlemesini sağlayacak
yerde tepeden inme dayatır ve ona karşı çıkılmasını, kabul edilmemesini de
düşmanlık olarak algılar. İlişkinin "kişilik özelliklerini", "tipini" hemen kafasındaki
kümelerden birine yerleştirir ve gerçek emekçilerin gerçek yaşamdaki tutumlarını
ve söylediklerini dikkate alacağı yerde, kafasındaki varsayımlara göre hareket
eder. Kafasında varsaydığı her "tipin" onu denetimi altına almasına yarayacak, iyi
bildiği bir "basılacak düğmesi" olduğunu düşünür. Emekçiye hep olumlu yanıtlar
verdirecek güdümleyici sorular soran ve yalnızca korkuyla "motive etmeye"
çalışan dili kullanır.

Geleneksel "ilişki geliştirme" paradigmasının şaşmaz basamakları vardır. Bunlar


ilişkiyi başlatma, kişi hakkında bilgi edinme (prototipleme), ajitasyon-propaganda
ve istenen şeyleri yaptırmaya çalışma, itirazlarla baş etme ve ilişkiyi sonuca
götürmektir. Çoğu örgütçünün bilerek ya da bilmeyerek uyguladığı bu sıralama
kolayca görülebileceği gibi örgütçünün ilişkiyi tek yanlı olarak koşullandırmasına
göre düzenlenmiştir. Geleneksel örgütçülük modelinde ilişkiye geçilen kişiler
üzerinde bu psikolojik denetim ve şartlandırma ne kadar artırılırsa örgütçülüğün de
o kadar başarılı olduğuna inanılır. Çünkü, kitle ilişkilerine ilk elde yapmak is-
temedikleri şeyleri yaptırmanın, duygu ve düşünceleri üzerinde güçlenen bir
88

denetim kurmakla mümkün olduğu düşünülür.

Yabancılaşma sınırlayıcıdır
Denetim ve zorlayıcılığın nesi yanlış diye sorulabilir? Yanlış olan, kitleleri azami
yönetim ve yönlendirme çabası, siyasal-ideolojik ve örgütsel etki ve denetim
sahasını azami genişletme ve güçlendirme çabası değildir: Yanlış olan, geleneksel
örgütçülük modelindeki, siyasal-örgütsel etki ve yönetim olanaklarını genişletmek
yerine engelleyen, kitle ilişkilerinin devrimci değişim ve etkilenmeye direncini
azaltmak yerine artıran, kaba biçimci denetim ve şartlandırma anlayışıdır.

Bu anlayışta ilişkiye geçilen işçi ve emekçilerin de kendi zihinsel, duygusal,


toplumsal, iletişimsel gereksinimlerinin olabileceği, kendi değişme karar ve
davranışlarının sorumluluğunu üstlenebileceği düşüncesine yer verilmez. Kitlelerin
kendi (ve alan içi) ilgi, istek, gereksinme ve özlemlerine rakip, hatta neredeyse
düşman gözüyle bakılır. Emekçilerin duygu, düşünce ve davranışlarını tek yanlı
olarak koşullamaya çalışmak, ilk elde yapmak istemedikleri ya da yapmaktan
kaçındıkları şeyleri yapmaları için duygu ve düşüncelerini denetlemeye çalışmak
çoğunlukla arzu edilenin tam tersi sonuçlar verir: Devrimci temelde etkilenmeye,
örgütlenmeye karşı dirençlerini artırır. Karşılaşılan direnç bu tür bir bastırmayla
kırılsa bile bu uzun süreli olmaz. Çünkü bu durumda da, etkilenen ve örgütlenen
kişiler, kendi gerçek gereksinimlerini bastırmaya, farklı duygu ve düşüncelerini
gizleyip açmamaya, kendi karar ve davranışlarının sorumluluğunu almamaya
koşullanmış olacaklardır.

Geleneksel modelde, kitlelerle ilişki kuruş tarzı bu yüzden daha baştan bir karşılıklı
yabancılaşmaya yol açar. Dünyanın en heyecan verici, zenginleştirici, yüceltici
emek biçimlerinden biri olabilecek örgütçülüğü oldukça sıkıntılı, tekdüze, neredeyse
bürokratik ve şeyleştirici ve çoğunlukla da hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir
"prosedüre" dönüştürür. Geleneksel modele göre şekillenen çoğu örgütçü,
başlangıçtaki tüm heyecanlı çabasına karşın kitlelerde, ilişki kurduğu emekçilerin
çoğunda bir türlü yeterli bir devrimci dönüşüm ve hareketlenme, örgütlenme isteği
uyandıramadığını görür. Etkilenme ve yakınlaşma yerine inatçı bir mesafelilik,
açıklayamadığı bir ilgisizlik, geri çevrilme hatta açık bir güvensizlik, bazan da
düşmanlıkla karşılaşılır. Eh, onca büyük özverinin sıklıkla sonuçsuz kalması,
örgütçülerin kendilerinde de yetersizlik, umutsuzluk ve bıkkınlık duygularına yol
açar, bir çoğunda yerinden kımıldamak bilmez, güvensiz kitlelere ve ilişkilere karşı
kızgınlık, suçlayıcılık, hatta inkarcı bir güvensizlik ve düşmanlık ortaya çıkar.

Geleneksel modelin yabancılaştırıcı etkisi, devrimcilerle kitleler arasında olmakla


kalmaz, devrimcilerin iç yaşam ve kişiliklerine de sirayet eder. Örgütçüler,
yürüttükleri onca ilişkiye ve durmadan yeni ilişkiler çıkarmalarına karşın,
sağlayabildikleri açılımın azlığı, tekdüzeleşme, giderek örgütçülüğü rutin bir iş ve
kısır döngü olarak görme, ilişkilerdeki iletişim ve hareket sahasının darlığı, kendini
ilişkiler karşısında doğal ve kendisi gibi hissetmeyip rol yaptığını hissetme gibi
duygularla bunalırlar. Bu yüzden birçoğu da basmakalıp örgütçülüğün, tipik "yırtıcı
ve ısrarcı örgütçü" rolünü oynamaktansa tam tersine "pasif örgütçülüğe" savrulurlar.
Tek yanlı, dayatmacı, zorlayıcı, ısrarcı örgütçülüğün ters kutbundaki "pasif örgütçü-
lerin" bu kez ilişkide oldukları emekçileri yönlendirmekten kaçındıkları, oldukları
gibi kabul ettikleri, itiraz ve muhalefetleriyle hemen uzlaştıkları, ilişkinin
denetimini neredeyse karşı tarafa bıraktıkları, onlardan bir istek ve çağrı
gelmedikçe dönüştürme ve zorlama girişiminde bulunmadıkları görülebilir. "Pasif
örgütçülük", bu kez kendine güvensizlikle beceremediğini düşündüğü, aynı zamanda
da kendisine yapaylık ve rol yaptığı hissini veren zorlayıcı, sorgulayıcı, müdahaleci
89

siyasal-örgütsel konuşmalardan kaçınır, kendi ayağına gelen ilişkileri bile ahbap


çavuşluk ilişkisi içinde oluruna bırakır, vb.

Emekçilerin kendilerini anlatabilmesinin önemi


Geleneksel modelin ister tek yanlı kaba dayatmacı, ısrarcı biçimi olsun, ister ters
yanlı edilgen biçimi, her ikisi de sanki istenmeyen ve ihtiyaç duyulmayan bir malı
satmak zorunda kalmışlar gibi tuhaf bir yabancılaşma psikolojisi içine girerler.
İlişki kurdukları işçi ve emekçiler, kitleler, sanki kendileriyle birlikte ilerletmeleri,
geliştirmeleri, devrimcileştirmeleri gereken canlı toplumsal varlıklar, insanlar
değil de yenilmesi, boyun eğdirilmesi ya da boyun eğilmesi gereken "rakiplerdir".
Birinciler için, kitle örgütçülüğü, neredeyse kitle ilişkileri karşısında yapılan bir güç
ve gövde gösterisine, onlarla yapılan bilek güreşine indirgenir. Bunlar iletileri,
ilişki kurmaya çalıştığı emekçilerin gereksinimlerine uysun veya uymasın karşı-
laştıkları her türlü direnç ve kuşkuyu bastırmak, hiçbir itiraz olanağı tanımamak
zorunda hissederler kendilerini. Her direnç ve kuşku karşısında repertuarlarında
kalıp yanıtları vardır, "karşılarındakiler"i olumlu bir yanıta mecbur bırakıncaya
kadar renkten renge girerler, dinlemez ve anlamaya çalışmazlar, bir biçimde
susturup "üste çıkmaya" odaklanırlar. İkinciler ise zaten "yenilgiyi" baştan kabul
etmişlerdir, "oyunu" kendiliğindenliğin izin verdiği sınırlar içinde oynamaya
çalışırlar. Fakat her ikisinde de ortak olan, örgütçülüğün emekçilerle, kitle
ilişkileriyle yapılan, bir tarafın kazanacağı öbür tarafın boyun eğip teslim olacağı
bir maç ya da rekabet gibi görmeleridir. Bu tutum örgütçüler üzerinde büyük bir
gerilim ve baskılanma yaratmakla kalmaz, kitlelerle gelişen ilişki zemininin
olmazsa olmazı karşılıklı güven ve inanılırlık zeminini daha baştan dinamitler.
Çünkü bu tür bir tek yanlı, denetim altına girmeye zorlandığı hissini veren ilişki
kuruş tarzı, emekçileri yüreklendirmez, duygu ve düşüncelerini açmaya, kendine
saygı ve değer duygusunu geliştirmeye yardımcı olmaz, aksine ömrü boyunca en
iyi bildiği şey olan gözdağı, korku ve tehlike, yargılanma, suçlu olma, kendini
küçük görme, psikolojik baskı altında olma, manipule edilme, sınırlandırma ve
engellenme duygularını körükler, kendini inatla savunup direncini büyütmesine,
geri çekilmesine, içine kapanmasına vb. neden olur. Kitle ilişkilerinde onların verili
çelişkili bilinç durumlarını, inançlarını, gereksinimlerini bir kalemde reddeden,
dıştalayan, kaba biçimci tutumlar, ilişkinin diğer yanında da çoğunlukla benzer
tutumları doğurur.

Oysa, bir insanın verili bilinç durumunda yapmak istemediği bir şeyi yapmaya
yönelmesi ve yeni bir davranışı kabul etmesinden önce tam da bu verili bilinç
yapılanmasında, inanç sisteminde bir çözülme yaşanması gereği bilinmektedir.
Dönüştürülmek istenen kişi, eski inanç ve görüşlerine bağlılığını ve onları
değiştirmekten duyduğu güvensizlik, kaygı, kuşku, korkuları vb. açıkça ifade etme
olanağı bulduğu zaman, bu çözülme kolaylaşır. Duygu ve düşüncelerini kendisini
tehdit altında (suçlanma, yargılanma, nutuk ve öğüt dinleme, sorgulanma,
anlaşılmama, ilgilenilmeme, engellenme, baskılanma, sınava çekilme, vb.)
hissetmeden çekincesizce ifade edebilen kişinin kendine güveni artar ve kendini
daha özgür hisseder ve nasıl değişeceğini, yapabileceğinden fazlasını daha nasıl
yapabileceğini tasarlar, daha sağlıklı düşünebilir, bulanık, muğlak duygu ve
düşüncelerini daha kolay netleştirebilir, eski inançlarıyla hesaplaşmasını tereddüt
ve kaygılara takılmadan daha ileri götürebilir.

Her kitle ilişkisinde, en ileri görüneninde bile değişme ve değiştirme isteğiyle


birlikte eski yaşam tarzına ve inanç sistemine bir bağlılık ve değişimden kuşku,
korku, yeni olan içerisinde kendini güvende hissetmeme vardır. Bunları açıkça
ifade edebilmek, daha temeldeki derin duygu ve düşüncelerini kavrayabilmek ve
90

kendilerini tehdit altında hissetmeden paylaşarak netleştirmek başlıca bir


gereksinimleridir. Kaba örgütçülük tarzında ise, emekçiler açısından en önemli olan
bu gereksinimler, en fazlası basmakalıp hazır yanıtlarla savuşturulması gereken,
bir an önce sonuca gitmenin önündeki gereksiz "taş koymalar" olarak görülür ve
neredeyse düşmanca tavır alınır. Dar örgütçü tipi emekçilerin bu duygu, gereksinim
ve sorunlarını, "anlamsız, önemsiz, saçma, kabul edilemez" gördüğünü bir biçimde
hissettirir ya da söyler ve onların bu doğrultudaki düşüncelerini bir çözüme doğru
götürme gereksinim ve çabasını engellemeyi marifet bilir! Ne var ki geleneksel
örgütçülük tarzının bu tutumu, emekçiye değişimle ilgili yaşadığı çelişkilerin önemsiz
ve değersiz olduğu, ne yapması gerektiğini en iyi ve yalnız örgütçünün bildiğini,
emekçinin ona uymaktan başka bir şey yapamayacağını (yoksa her seferinde yine
engellenecektir!) vb. türünden iletiler biçiminde görünür. Bu da emekçinin yaşadığı
çelişkinin, ileri doğru çözümü için gerekli açık ve içten iletişimi, paylaşımı,
sorumluluğunu almayı kırdığı gibi emekçinin iç engellerini, kaygı ve tereddütlerini
büsbütün artırır.

Kaba örgütçü tipi, emekçilerin değişime karşı direncini "atlatıp" bastırmayı, kırmayı
örgütçülüğün en önemli halkası olarak bellediği için olsa gerek, onların kaygı ve
güvensizliklerini, sorularını, netleştirme çabalarını vb. yargılamadan engellemeden
dinlemenin, açmaya teşvik etmenin önemini bir türlü anlayamaz. Bu yüzden
gerçekte pekala etkileyebilecekleri, yönlendirebilecekleri, örgütleyebilecekleri,
geniş işçi, emekçi kitle kesimlerini daha baştan karşılarına alıp (karşılarında ve
neredeyse "rakip" olarak görüp) kaybederler.

Yeni örgütçü tipi


Gerçek örgütçü ise, kitlelerin devrimci etki ve değişime direncini ne pahasına
olursa olsun (kitleleri kaybetme pahasına!) kırmaya odaklanan değil,
direnmelerine meydan vermeyendir. Gerçek örgütçü işçi, emekçi ve gençleri
varsayılan birkaç kalem dışında gereksinimleri olmayan, düşünmeyen,
düşünemeyen, kendi önemli kararlarının sorumluluğunu taşıyamayacak
"nesneler" olarak görmez. Örgütleme faaliyetinde, kendi kafasındaki genel geçer
ve kaba varsayımları değil, çok yönlü gereksinimleri (sınıfsal, toplumsal, politik,
kültürel-manevi, vd.) ve gelişmeye açıklığıyla birlikte somut, canlı insanları temel
alır. Başta siyasal mücadele olmak üzere pek çok konuda emekçilerden daha
bilgili ve deneyimli olsa da, onların gerçek istek, gereksinim ve özlemlerinin
gerçek bilgisini geliştirmeden (ki bunun tek yolu, kitlelerle daha gelişkin bağ ve
iletişim kuruştur; kimse emekçilerin "resmi söylemlerinin" altında yatan
kodlanmış gerçek sorun ve gereksinimlerini emekçilerden daha iyi bilemez; hatta
ömürleri boyunca gereksinimlerini bastırmaya koşullanmış emekçilerin kendileri
bile! Daha gelişkin bir toplumsal-politik iletişim ve örgütçülük becerisi, bunun için
gereklidir!) "Öyle olması gereken" varsayımlarını ve idealist davranış tanımları ve
beklentilerini bunun yerine geçirmeye kalkışmaz.

Tek bir insanın devrimci dönüşümü bile, tarihsel-toplumsal bir ilişki ve süreci
gereksinir. Bir hamlede gerçekleşmez. Bunu, "Stratejik Bilinç" ve "Sorun Çözmek"
dizilerinden artık bildiğimiz diyalektik yaklaşımla özü itibarıyla şöyle açabiliriz: Bir
devrimci örgütçü ile emekçi ilişkisi, içsel bir çelişiklik içerir. Bu çelişki yalnız ikisi
arasında dışsal bir çelişki değil, ilişkinin bütününde ve her iki yanında işleyen bir
karşıtların birliği ve savaşımı ilişkisidir. Örgütçü bu çelişkiyi emekçilerle
konuşurkenki "rol yapıyor" olduğu hissinde kolayca gözlemleyebilir. Kendini sanki
kendi bilinç ve iradesinin dışında, kendisinden bağımsız olarak varolan bir
"örgütçülük rolü"nün gereklerine uyma zorunluluğunda hisseder. O örgütçülük eylem
ve emeğini yöneteceği yerde, sanki kendisinden bağımsızlaşıp kalıplanmış bir
91

"örgütçülük rolü" onu yönetiyor gibidir. Örgütçülük rolü içinde kendini insan gibi
hissetmez, bu "rol" dışına çıkıp "kendisi olduğunda" bu kez örgütçülük yapamaz!
(Bkz. Duyarsızlığın Toplumsal Kökenleri) Emekçide ise zaten kendiliğinden bilincin
içsel olarak çelişikliği (burjuva bilinç ile sınıf sezgi ve güdüleri vb.) vardır. Devrimci,
karşısına, kendini toplumsal olarak gerçekleştirebileceği devrimci bir insan olarak
değil de bir "rol" olarak çıkınca, o da (tıpkı düzenin anne, baba-çocuk, öğretmen-
öğrenci, müdür-çalışan ilişkilerindeki gibi) kendi rolünü oynar. Ve tüm ilişki, her iki
tarafın da "doğru" replikleri verdiği basmakalıp söylemlere, bunun altında ise
karşılıklı derin bir kuşku ve güvensizlik psikolojisine sıkışıp kalır. "İnsanlar arası
ilişkinin yerini nesneler (roller) arası ilişki alır." Bu mekanik "ilişki" tarzında, her iki
taraf da kendilerini toplumsal bir varlık (insan) gibi hissedemez; kendi
gereksinimlerini birbirlerinde ve birbirlerinin gereksinimlerini kendilerinde tanıyıp
birlikte gerçekleştiremez. Bu, alabildiğine sınırlandırılmış, tek yanlı ve dar ilişki
temelinde nasılsa örgütlenmiş az sayıdaki taraftar, ilişki vb. de, gerçek
gereksinimleri karşılanmamış olarak kaldığından, gönüllü ve bilinçli bir devrimci
üretkenlik göstermekten çok sorun kaynağı olur.

Kaba örgütçü tipi, kitlelerle ilişkisindeki bu içsel çelişkisi, salt dışsal bir engel,
yalnızca kitlelerden, emekçilerden kaynaklanan dışsal bir sınırlanma olarak algılar.
Dış engellenme olarak algıladığı şeye ne kadar yüklenirse yüklensin, çabalarının
çoğunlukla geri teptiğini; salt kitlelerden kaynaklandığını sandığı (oysa çelişkinin bir
yanı olarak aynı zamanda kendisinin ürettiği) sınırlanma ve direnci kırmaya
çalıştıkça bu sınırların büsbütün daraldığını ve direncin güçlenerek kendini geri
ittiğini görerek umutsuzluğa kapılır.

Devrimci diyalektikçi örgütçü ise, kendisinin de içinde olduğu çelişkinin bir yanını,
dış engel olarak mutlaklaştırmadığı gibi, özgürleşmeyi de çelişkiden hayali bir
özgürleşme de görmez. Özgürlüğün, zorunluluğun bilincinde (içsel çelişkinin
kavranmasında) olduğunu bilir; ve bu içsel çelişkiden zorla kurtulma (emekçinin
direncini kırma nafile çabası yerine, çelişkiyi kendini, emekçiyi ve ilişkiyi
dönüştürme ve geliştirmenin temel bir dinamiği haline getirir. Kendi bilinç ve
iradesinin dışında (ve onları alabildiğini kısıtlayan) basmakalıp bir "örgütçülük
rolü"ne uyarlanıp kendini (ve tabii kitleleri) nesneleştirip düş kırıklığına uğratmak
yerine, örgütçülüğü insanlar arası (roller arası değil!) bir ilişki, sinerji ve süreç olarak
kavrar ve geliştirir. Emekçinin kendiliğinden bilincin dönüşümünü, bir süreç
(çelişkinin gelişmesi) olarak görür ve bu dönüşüm sürecine emekçinin etkin
katılımını, kendi kararlarının sorumluluğunu almasını sağlayacak karşılıklı sağlıklı
ve motive edici bir iletişim ortamı yaratır. Dışsal bir engel sayılıp kavranmadığı için
kör zorunluluğu (çelişki) bastırma ya da ondan kurtulma nafile çabası yerine,
gelişme ve dönüşümün (aynı zamanda kendisinden kaynaklanan) iç engellerini, iç
sınırlarını ortadan kaldırmaya çalışır.

GELİŞKİN 'SİNERJİK' ÖRGÜTÇÜ


"Kaba bir yazar, düşünmeyen düşünme yeteneğinde olmayan bir okuyucusu
olduğunu kabul eder; daha ilk adımlarını atarken onu ciddi bilgilere doğru
götürmek yerine, ona belirli bir kuramın tüm sonuçlarını 'hazırlop bir biçimde' ...
çarpıtılarak basite indirgenmiş biçimde verir. Öyle ki okuyucu kendine verileni
çiğnemeden yutmak zorunda kalır... Halkçı bir yazar (ise-A) yalın ve genel
anlamda bilinen olgulardan hareketle okuyucusunu daha derin düşüncelere, daha
derin incelemelere doğru götürür, yalın kanıtlar ya da çarpıcı örnekler yardımıyla
bu olgulardan çıkarılabilecek ana sonuçları göstererek, düşünen okuyucunun
92

zihninde yepyeni sorular uyandırır." (Lenin)

Lenin'in kaba yazar ile halkçı yazar arasında belirlediği net ayrım, kaba örgütçü ile
gelişkin 'sinerjik' örgütçü arasında da fazlasıyla geçerlidir. Kaba örgütçü, ilişki
kurduğu işçi ve emekçileri yalnızca düşünmeyen, düşünme yeteneğinde olmayan
değil, irade, kişilik ve sorumluluk sahibi olmayan, olamayacak kişiler olarak kabul
eder. Kitle ilişkilerini "bir biçimde bağlama" kafasıyla hareket eder. Onları kendi
kafasında varolan hazırlop fikir ve varsayımların kalıbına neredeyse zorla
dökmeye çalışır. Oysa günümüzde kaba örğütçülüğün geleneksel, tek ya da bir iki
noktadan hemen "ilişkiyi bağlama" anlayışı tamamen tükenmiştir. Toplumsal kriz,
çözüşme, güvencesizlik ve güvensizlik ortamı işçi ve emekçilerle uzun soluklu, çok
yönlü, örgün ve karşılıklı ilişkiler geliştirebilmeyi şart koşmaktadır. Bu yüzden
devrimci kitle aktivistleri tüm dikkat ve enerjilerini, kitlelerle ilişkileri bir biçimde
"bağlamaya" değil uzun soluklu olarak ilerletmeye, zenginleştirmeye,
niteliklendirmeye yönelmelidir.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimcilere olan gereksinim ve beklentileriyle


birlikte, bunların karşılanabileceğine olan güvensizlikleri de artmaktadır.
Kendilerini nesneleştiren tek yanlı bir irade değil, kendilerini çok yönlü
gereksinimlerinin ve yeteneklerinin açılımıyla birlikte dikkate alan, ortaklaşa
ilerletilen ve zenginleştirilen bir ilişki ve devrimci sınıf bilinci ve iradesinin
geliştirilmesini görmek istemektedirler. Emekçiler aptal değildir, kendilerine gös-
terilen sahte sevgi, yapay alçak gönüllülük ve üstünkörü yaklaşımlara, derme çatma
ilişki ve söylemlere güven duymamaktadırlar.

Kaldı ki, günümüzde siyasal planda ve kitle ilişkilerinde ne kadar yetkin olursa
olsun, tek tek örgütçülerin işçi ve emekçilerle noktasal ilişki kuruş ve sürdürüşleri de
asla yeterli olmamaktadır. Her komünist kitle aktivisti, başarısına destek olacak,
etkinliğini zenginleştirecek, hareket sahasını ve olanaklarını geliştirecek
genişleyen bir insan ağıyla iletişim kurabilmelidir. O artık yalnız tek tek işçi ve
emekçilerle ya da emekçi gruplarıyla ilişki kurup kendi başına dönüştürmeye
çalışmanın ötesinde çok çeşitli mücadele, ilgi, uzmanlık, beceri, meslek vb. alan-
larından da yaygın bir ilişkiler ağına sahip olması gereken ve işçi emekçi ilişkilerine
daha zengin ve çok yönlü bir gelişme soluğu, motivasyonu ve olanağı taşıyabilmek
için, tüm bu ilişkiler ağını koordine etmesi gereken bir lider de olabilmelidir.
Sendikalardan, sendikal mücadelenin deneyime sahip eski işçilere, direniş yaşamış
ve örgütlemiş işçilere, değişik kurum ve kitle örgütlerine, aydın ve sanatçılara, çok
çeşitli özgül bilgi deneyim, uzmanlıklara sahip kişilere kadar genişleyen ve
zenginleşen, bir ilişkiler ağının koordinasyonu, örgütçülüğün artık olmazsa olmazı
olarak görülmelidir. Örgütçülükle ilk elde doğrudan ilgili görünmese bile bu tür
zengin bir ilişkiler ağının yaratılması hem örgütçünün genel söylemler ve işçilerle
tekdüze ilişkiler içinde tıkanıp kalmaması, toplusal-ekonomik-siyasal yaşamın her
alanıyla ilgili canlı bağlar içerisinden ufkunu ve dağarcığını geliştirmesi, hem de
her birinin doğrudan veya dolaylı katılım ve katkısını sağlayarak kitle ilişkilerine
daha canlı ve zengin bir sınıfsal-politik kültürel çerçeve sunabilmesi açısından
hayatidir.

Çünkü işçi ve emekçiler, basmakalıp rol ve söylemlerden sıyrılmış, kendisileriyle


daha canlı, motive edici ve özsel ilişkiler kuracak, geliştirici olduğu kadar kendisi
de gelişmeye açık, onlara taze bir devrimci ruh ve özgüven aşılayacak, toplumsal
ve tarihsel bir anlam kazanma ve sorumluluk duygularını harekete geçirecek,
yalnızca dar eylemcilikle sınırlı olmayan, katılım, katkı ve üretkenlik damarlarını
açacak kişiler, önderler aramaktadırlar. Kendi gereksinimlerini yok sayan, içinde
bir değer kazanma duygusunu hissetmedikleri otomatik pilota bağlanmış gibi
93

yürütülmeye çalışılan ilişkilere katlanmak istemezler.

Günümüzde toplumsal çözülme ve çürüme ile birlikte toplumsal referans ve değer


arayışı da artmaktadır. Kitleler devrimci siyasal bir önderliğin ve hareketin genel
doğruluğunun ötesinde kendi gözleriyle ve yaşamları içinde sınanmış "tarzı"nın
doğruluğunu, sağaltıcı etkisini, vaat ve motive ediciliğini de görmek isterler. Kitle
aktivistlerinin sınıfsal-siyasal bilincinin berraklığı ve derinliği kadar iletişim ve ilişki
kuruş tarzı da kitleleri etkiler.

Bu noktada kitle aktivistlerinin, ajitatör propagandacı ve örgütçülerin, tek


kelimeyle eğiticilerin eğitilmesi çok özel bir önem kazanır. Geleneksel modelde,
politikalar sloganlar aktivistlerin önüne konulur ve gidin bunları kitleleri anlatın, bu
eksende örgütleyin denilir. Eğitimsiz kitle aktivistlerinin, kitlelere gelişkin politik-
toplumsal iletişim ve ilişki geliştirme becerilerini kendi başlarına kazanmaları
beklenir. Ancak bu durumdaki çoğu aktivist kaba örgütçülüğün ötesine geçemez.
Üstelik onların örgütsel politiklarına, programlarına, çizgilerine olan içten
güvenleri, özel bir kitlelerle iletişim ve örgütçülük eğitiminin yokluğunda ters tepici
bir etki de yaratır. Aktivistler kendi söylemlerini ne kadar idealleştirirse bunları
tartışmasız, itiraz etmenin bile kendini bilmezlik sayılacağı mutlaklıklar olarak
belleyip ezberlerse, bunları kitlelerin özgül durumlarına uyarlamaya, onların
eleştiri, öneri, katkı ve katılımlarını sağlamaya o kadar az istekli olur. Kitlelerin
genel olanların altındaki özgül istek, gereksinme ve özlemlerini, beklentilerini
öğrenmek için onları ilgiyle dinlemeye yanaşmaz. Böylece politikalar, taktik ve
stratejiler biçimselleşip basmakalıplaşır, kitlelerin bilinç, örgütlülük ve eylemini
içeriklendirip geliştirecek ve kitlelerle pratik iletişim içinde geliştirilecek yerde ters
yüz olup kitlelerle iletişimsizliğin aracı olur.

Politikaların, perspektiflerin içeriği, bilimselliği ve doğruluğu kuşkusuz ki temeldir.


Fakat kağıt üzerindeki ya da kafadaki doğruların yaşamda da doğru olmasına giden
yol, kitlelerle ilişki kuruşun yöntem bilgisinden geçer. Bu da özel bir iletişim ve
örgütçülük bilgi ve eğitimini gerektirir. Ne var ki günümüzde kadrosal bir sıkışma
yaşayan küçük burjuva devrimci örgütlerin yangında ilk feda edilecek şeyi eğitim
olarak görmesi bir kısır döngü yaratmaktadır. Eğitim ya tümden rafa kaldırılmakta
ya da çok yüzeysel bir ideolojik eğitime, çoğunlukla da kimi siyasal söylemlerin
bellenmesine indirgenmektedir. Diğer taraftan sınıfsal-siyasal-örgütsel bilincin
muazzam önemine karşın devrimci aktivistler -kitle ilişkisinin tarz ve niteliğinin
bilinç taşımada en temel etkenlerden biri olduğu görülmemektedir. Kitlelerle
iletişim ve ilişki kuruşun bilgi ve becerisine sahip olmayan, geleneksel kaba
örgütçülük modeline takılıp kalan devrimci aktivistlerin, en doğru ve bilimsel politik
formülasyonları "biliyor" olmaları kendi başına pek bir anlam ifade etmez.

Eğitimsiz aktivistlerin yaşadığı açmaz genellikle şudur: İşçi ve emekçilerle ne kadar


yakın ve içten bir iletişim kurarlarsa, onlar üzerindeki otorite ve saygınlıklarını o
kadar kaybedeceklerine inanırlar. Tıpkı her türlü erdemin ve kusursuzluğun
öğretmende, her türlü sorun ve kusurun öğrencide toplandığını varsayan
geleneksel 'ideal öğretmen' modeli gibi... Birçok öğretmen de öğrenciler üzerinde
ne kadar sıkı bir psikolojik baskı ve tehditkar bir denetim kurarsa, o kadar iyi bir
"eğitim disiplini" sağladığını sanır. Oysa her zaman tersi olur. Öğrencilerin
gereksinmelerini bastırmaya ve engellemeye dayanan yöntemler her zaman
onların direncini, değişik karşı koyma yöntemlerini, öğretmene saygı ve güven
duymama eğilimlerini güçlendirir. Çoğu öğrenci öğretmenin ulaşılmaz ve insanüstü
görünen gücü karşısında sinmiş, hatta ona "iyi öğrenci" profili veriyor görünse de
öğretmen dersten ayrılınca hatta arkasını döndüğüne yine eski davranışlarına
dönerler. Hiçbir şey yapamıyorlarsa bile, öğretmenin arkasından alaya alarak,
94

dedikodusunu ve taklidini yaparak, ruhlarını sakatlayıcı biçimde engellenmiş ve


baskılanmış olmanın intikamını almaya çalışırlar. İşin ilginci, ideal öğrencinin, soru
sormayan, kendine özgü gereksinimlerini dile getirmeyen, kendi kafasıyla
düşünmeyen, yalnızca öğretmenin anlattıklarını belleyen muma çevrilmiş öğrenci
sayıldığı yerde hiç "iyi bir eğitim disiplini"nin olmaması, tam tersine öğretmenin
öğrencilerin büyüyen sorun ve dirençleriyle boğuşmak için, ders anlatmaktan daha
çok zaman ve enerji harcamak zorunda kalmasıdır. Böyle öğretmenler, öğrencilere
bir şeyler öğretme rolleri ile onları denetim altında tutma rolleri arasında kimi
zaman psikolojik rahatsızlığa varan bir çatışma da yaratır. Her ders öğretmen ile
öğrenciler arasında neredeyse bir psikolojik savaş ve gerilime sahne olduğundan
bunun her iki taraf üzerindeki yıpratıcılığı da ağır olur. Öğrencileriyle yapmacıksız,
candan bir ilişki ve iletişim kuramayan bir öğretmen, dersin içeriğine son derece
hakim de olsa, öğrencilerinde öğrenmeye yönelik bir motivasyon ve gönüllü bir ilgi
sağlayamaz.

Kaba örgütçülük modelinin kısıtlayıcı sınırlarını parçalayan sinerjik örgütçülükte ise


temel ilke şudur: Devrimci kitle aktivisti kitlelere bilinç taşımaya ne kadar istekli
olursa olsun, emekçiler buna kafaca ve ruhça hazır değilse hemen hiçbir kitle
ilişkisi yürümez! Kitlelerle ilişkiyi geliştirebilmek ve daha yetkin bir kitle örgütçülüğü
için her iki tarafın da gönüllülük ve istekle katılacağı bir karşılıklı iletişim ve
ortaklaşa çaba ortamı yaratılabilmelidir. Sinerjik örgütçü düşündürmek ve yaptırmak
istediklerini düşünmek ve yapmak istemeyen, buna kafaca ve psikolojik olarak
hazır olmayan emekçilerin bir biçimde direncini kırmaya çalışan zorlayıp duran
değil, direnç oluşmasına meydan vermeden onları buna hazırlayandır.

"Sinerji", eski Yunanca'da "birlikte çalışma" anlamına gelen "sunergos"


kavramından gelir. Ortaklaşa yürütülen bir çalışmadan herkesin tek başına
yapabileceğinin toplamından daha büyük bir etki ve enerjinin yaratılmasını anlatır.
Bütün parçaların toplamından daha büyük ve güçlüdür. Sinerjik örgütçülük, ilişkiye
geçilen işçi ve emekçilerin değişmeye olan istek ve motivasyonlarının, gönüllü
çabalarının içsel olarak yaratılmasına dayanır.

Geleneksel kaba örgütçülük modelinde örgütçü ile emekçinin çabaları birbirini


destekleyip beslemez. Tam tersine birbirini engeller ve kısıtlar. Örgütçü, emekçinin
kendini ifade etmesine, kaygı ve korkularını, itirazlarını vd. açıklamasına izin
vermez. Yalnızca söylediklerinin kabul edilmesini bekler. Emekçi ise, onun
kendisinden duymayı istediği şeyleri söylese de asıl derinde yatan ve gerçek sorun
olarak gördüğü şeyleri, duygu ve düşünceleri açmaz. Devrimcinin yalnızca kendi
tarafında olduğunu değil, durumunu onun bakış açısıyla da görüp anladığına ikna
olmadan kendini açmaz. Emekçilerin kendilerini içtenlikle açmasını sağlayacak bir
iletişim geliştirilmeden de karşılıklı anlayış ve çabaya dayanan, onların gönüllü katı-
lımının sağlanacağı bir ilişki olmaz. Örgütçü, emekçinin ifade etmeye çalıştığı sorun
ve kaygıları, yan çizme olarak algılar ve hemen emekçinin yanlış yaptığını
kanıtlamaya kalkışırsa, o zaman emekçi de resmi söylemlerinde ısrar eder, hatta
eski inançlarına daha sıkı sıkıya sarılır.

Sinerjik modelde ise, açık ve dürüst bir karşılıklı iletişim içinde, emekçinin
değişmeye kafaca ve ruhça hazırlanması ve gönüllü katılım ve çabası sağlanır.

Sinerjik örgütçülükte ikinci ilke şudur: Örgütçü, emekçilerin ilk elde ileri sürdükleri
resmi söylemlerin, sorunların altına inmeden ve olayları emekçinin gözüyle de
görmeden ilişkilerini ilerletemez. Örgüt ve örgütçü için çok önemli olan birçok değer
ve formülasyon, emekçiler açısından verili durumlarında hiç de önemli olmayabilir.

Bu yüzden örgütçünün kendi konuştuklarından anladıklarıyla emekçilerin bundan


95

ne anladığının çoğunlukla aynı şey olmadığını bilmesi gerekir. Kendisinin neyi


sorun olarak gördüğüyle emekçinin sorunları arasında gerçek bir köprü kurabilmek
için meseleleri emekçilerin gözüyle de görmeyi bunun için de emekçileri dinlemeyi
bilmesi gerekir.

You might also like