You are on page 1of 40

YENİ İHANET

ÇAĞI

D. Tan

DEVRİMCİ PROLETARYA

ŞUBAT YAYINCILIK / www.alinteri.org


İçindekiler:
TASFİYECİ LİBERAL BİR AKIM: Sosyalist Maskeli Demokratizm
YENİ İHANET ÇAĞI
Kronik ihanetten Sınırsız Tövbekarlığa
Sınırsız İhanetin Maskesi: "Yeni" Edebiyatı
Hain Yağcı Aklınca Hangi Çağı Kapatıyor
Sınırsız Bir Sınıf İşbirliği Ve Teslimiyet Çağı
Şarlatanlık Ölçüsünde İdealizm
Sorunun Özü Nerededir
Yeni Bernsteincılık
"SÜREKLİLİK İÇİNDE YENİLENME" -Teoride Ve Pratikte İlkesizliğin "TEORİSİ"
I- "YENİLENME" Ne Anlama Geliyor, Neler, Nasıl Yenileniyor?
Yeni Parti
"Yeni" 4 Strateji
İnkarın ve İkiyüzlülüğün Zirvesi: "Teorik Yenilenme"
II- YERİNE NE KOYUYOR?
Teoride Şekilsizlik
Siyasette Kendiliğindencilik
Yöntemde Dardeneycilik
PARTİ VE ÖNDERLİK SORUNUNDA TBKP REVİZYONİZMİ
İşçi Sınıfının Niteliği Değişmiş midir?
Komünist Partisi, Toplumsal Devrim Partisidir
Yasal "Komünist" Partisi Düzen Partisidir
Leninist Örgütlenme İlkelerinin Reddi
TASFİYECİ LİBERAL BİR AKIM:
Sosyalist Maskeli Demokratizm
12 Eylül gibi ağır yenilgi dönemleri, yalnızca pratik ve örgütsel planda ağır kayıplara, genel
bir gerileme ve yılgınlığa yol açmakla kalmaz. Aynı zamanda ideolojik planda da bir sarsıntı
yaratır; bazılarını sağlamlaştırır veya kendine getirirken, bazılarını da sersemletir ve çökertir.
Birinciler, yenilginin dersleriyle de silahlanmış olarak devrimci öğretiye daha sıkı sarılır, onu
daha derinlemesine kavramaya yönelirken; ikinciler, "geçmişten ders çıkarma", "ML'yi günün
gerçeklerine uygun olarak yorumlama" gibi sloganlar altında inkarcılık ve tasfiyeciliğin yolunu
tutarlar. Geçmişte hasbelkader savunulan az veya çok devrimci görüşler bile terkedilir.
Devrimci değer yargılarının, geçmişteki devrimci çizgi ve programın reddi İle başlayan
ideolojik tasfiyecilik, derinleşme sürecinde nihayet ML teorinin toptan inkarına kadar varır.
ML'ye sadakat, tasfiyecinin gözünde "dogmatizm"dir. Teoride de devrimci, militan olma
zorunluluğu "çocukluk" olarak görünür. "Yeni teori" arayışlarına yönelir. Ama ihtilalci ML
öğretinin dışında ve ona karşı "yeni görüş" olarak gidip, teori ve pratikte ipliği kim bilir kaç
kez pazara çıkmış en pespaye oportünist paçavralara sarılır. Giyilen bu yeni" elbiseden etrafa
yayılan, liberal bir çürümenin ceset kokularıdır.

Türkiye solunda bugün ideolojik plandaki tasfiyeciliğin tepe noktalarından birini de,
"sosyalist demokrasi" sloganını kendisine bayrak edinen küçük burjuva demokratizmi oluştu-
ruyor. "Sosyalist" maskeli bu demokratizm, "bürokratik, despot bir sosyalizm anlayışı"nın yerine
kendisinin "özgürlükçü, demokratik bir sosyalizm anlayışı"nı savunduğu iddiasındadır.

Genel bir "demokrasi", "özgürlük", "hoşgörü", "uzlaşma" yandaşlığı, buna karşılık genel bir
"diktatörlük", "otorite", "disiplin", "zor" düşmanlığı bu akımın karakteristik özelliğidir. Bu
soyut ve genel "demokratizm", bu akımın yandaşlarının teorik veya güncel istisnasız her ko-
nuya yaklaşımlarının ortak temel ekseni, bütün görüşlerinin ruhudur. "Diktatörlük", "disip-
lin", "otorite", "zor" gibi kavramlar, "Marksist" olduğunu da iddia eden bu liberal akımın
literatüründe "sevimsiz kavramlar"dır. Ona göre; her türlü diktatörlük, demokrasinin tam
zıddı ve katilidir... Disiplin özgürlüğü boğar... Merkeziyetçilik bireysel yaratıcılık ve inisiya-
tifi köreltir...

"Sosyalist" demokratizm öylesine "Özgürlük düşkünü"dür ki, toplumsal veya örgütsel bir
disiplin şöyle dursun, bütünlüklü bir teorinin fikir disiplini bile bu akımın yandaşlarına
"katlanılmaz" gelir. Örneğin, bunlardan Murat Belge, "Marksist" olduğu yalanını hala büyük
bir sahtekarlıkla sürdürür ama Marksizmle sadece "insanların eşit ve özgür olduğu bir toplum"
idealinde "birliktedir". "Bunu yapacak tek güç proletarya", "bunun tek yöntemi proletarya dikta-
törlüğü", şiddete dayanan devrimin zorunluluğu, vb. konularda ise artık Marksizmden "ay-
rıdır". O'nun "ayrıldığı" konular Marksizmin özüdür. Bu özde "bir" olmadıktan sonra geriye
Marksizmden ne kalır? Aldatıcı bir slogan ve adi bir kalpazanlık... Yine Murat Belge gibileri
"sosyalist örgütlenme"nin gereğini savunurlar, ama savundukları gibi legal, gevşek, şekilsiz
bir "sosyalist parti"ye dahi girmeyi düşünmediklerini eklerler. Zaten bir örgüt çatısı altına
girmenin getireceği disiplin, özveri ve sorumluluklardan kaçmak, bu akımın saflarında yay-
gın bir modadır. "Örgütlerüstü" kalmaya özel bir özen gösteren Ertuğrul Kürkçü gibileri
THKP-C kökenli örgütlerin duayenliği peşinde koşarken, Taner Akçam gibi kavga kaçağı,
sonradan çıkma mülteci "boynuz"lar, işi, "her devrimci örgütün kendisini dağıtmasını" öner-
meye cüret edecek kadar gözüdönmüş bir örgüt düşmanlığına vardırır. Eski devrimci gö-
rüşlerini ve örgütlerinin saflarını terkederek "bağımsız sosyalist"lik yolunu seçen 12 Eylül
döküntülerinden çoğunun "sosyalist" demokratizme yönelmeleri tesadüf müdür? Ya da bu
liberal akımın kendisine en büyük tabanı, hala derin bir tasfiyeciliğin batağında yüzen "ör-
güt"lerin saflarında bulması? "Sosyalist" demokratizmin bütün kesimleri, kendilerine "hayat
alanı" olarak gözlerini özellikle bu tasfiyeci saflara dikmiş, lokmanın büyüğünü kapmanın
peşindedirler.

Her şey "tencere-kapak" ilişkisine uygundur. "Sosyalist" demokratizm, devrim ve sosyalizm


için militan bir mücadele yürütmek diye bir "sorunu" olmayan, Marksizmin "artık modası
geçmiş aşırılıklarından" temizlenmiş liberal bir "burjuva sosyalizm" anlayışıdır. Devrim ve
sosyalizm için militan bir mücadelenin günümüzde taşıdığı zorlukları gözü yemeyen, ama
"sosyalist" görünmekten de vazgeçmeyen "çürük tekneler" için en elverişli sakin tasfiyeci
limanlardan biri de "sosyalist" demokratizmdir. 12 Eylül gibi bir dönemden çıkılırken bütün
“sosyalist” ' faaliyeti, sadece dergi sütunları ve panellerde "sosyalist demokrasi" ve "sos-
yalistlerin birliği" sorununu tartışmaktan ibaret olan bir akımın neresi devrimcidir?

Bir politik çizginin sınıf karakterini en İyi, onun önde gelen temsilcilerinde görebilirsiniz. Ya
da Önde gelen temsilcilerine bakarak, bir politik çizgi (veya akımın) gerçek yüzü hakkında
bilgi sahibi olabilirsiniz. "Sosyalist" demokratizm biçimindeki tasfiyeci görüşlerin bugün en
ateşli temsilcilerini şöyle bir gözünüzün önüne getirin: Murat Belge'den Ertuğrul Kürkçüye,
Halil Berktay'dan Taner Akçam'a, "Tekin Yılmaz"dan "Mehmet Gündüz"e; "Birikim"den "Yeni
Öncü"ye, "Sosyalist Birlik"ten "İşçiler ve Toplum"a kadar uzanan "kalabalık" bir topluluk
çıkar karşınıza. Sıcak ve kuytu köşelerde yaşayan tahtakuruları gibi "devrim ve sosyalizm
mücadelesi"ni sadece yazarak ve konuşarak veren(!) ve ancak böyle yenilgi ve yılgınlık
dönemlerinin ardından biti biraz kanlanan Troçkist çevreler de elbette bu "güzide
topluluğun" dışında ve uzağında değillerdir. Gerçi TBKP'den TSİP'e, Perinçek'ten Aybar'a
ihanetin doruklarını da bugün "sosyalist" demokratizmin tamamen dışında ve ondan kopuk
sayamazsınız." Kimi konularda bu akımın savunduğu görüşlerin başbayii durumundadırlar,
kimi konularda tamamlayıcı parçası veya moral hocası. Ama "sosyalist" demokratizmi başlı
başına "özel bir çizgi" olarak savunanlar ilk başta saydığımız çevrelerdir. Nedir bu oldukça
"renkli" topluluğun ortak paydası? En başta, siyasal yaşamlarının hiçbir döneminde bırakın
tutarlı ML olmayı, militan devrimci bir çizginin bile takipçisi olamamış, İçlerinden bir ara
'bulaşmış" olanların da bunun hakkını verememiş olmalarıdır. Türkiye'nin ayağa kalktığı
dönemlerde bile hep en geriden gelmişler, zoru gördükleri zamanlarda ise ortalıktan sıvışa-
cak bir yer ya da bahane bulmuşlardır. 12 Eylül günlerinde nerede oldukları ve ne yaptıkları
sorulmalıdır bugünün bu "hızlı sosyalist"lerine! Kimi Sovyet revizyonizminin kimi Mao re-
vizyonizminin, kimi Troçfcizmirı kimi "Yani Sol"un dümen suyunda geçirmiştir uzun yılla-
rını. Onların aynı tasfiyeci biçimde buluştuğu "bugün"ün kökleri işte bu "dün"lerindedir.
Ancak bugünkü konumları geçmişlerinin ne aynısıdır ne de basit bir devamı. Geçmişlerin-
den gelen sağcılık, pasifizm, yasalcılık, revizyonizmin şu veya bu türünün güçlü etkisi, yeni
bir bileşim halinde yoğunlaşmış olarak bir üst düzeye çıkmış ve "sosyalist" demokratizm
biçimini almıştır. 12 Eylül terörünün kamçıladığı korku ve yılgınlık, bu süreçte "hızlandırıcı"
işlevini görmüştür.

"Sosyalist" demokratizm biçimindeki tasfiyeciliğe hayat veren bir kaynak 12 Eylül yılgınlığı
ise bir diğeri revizyonist ülkelerdeki iyice ayyuka çıkan çürüme ve yozlaşmadır. Tas-
fiyeciliğin günümüzdeki diğer bütün biçimleri gibi "sosyalist" demokratizm de, liberal
oportünist görüşlerinin bütün "kanıtlarını", çok yönlü bir iflasın içindeki revizyonist ülke-
lerde olan gelişmelerden alıyor. Kruşçev-Brejnev revizyonizminin ya da Mao-Deng revizyo-
nizminin bu ülkelerde neden olduğu kapitalist çürüme ve yozlaşmanın sonuçlarını "çok
yönlü" kullanıyor. Hala "sosyalist" olarak nitelediği bu ülkelerdeki revizyonist rejimler ve
sözde komünist partilerin işledikleri suç ve günahların yükünü, aynen emperyalist burjuvazi
ve dünya gericiliğinin yaptığı gibi sosyalizmin ve ML'nin üzerine fatura ediyor. Böylelikle
hem revizyonizmin bunalımı el çabukluğuyla "sosyalizmin bunalımı" haline geliyor; Kruşçev-
Brejnev ya da Mao-Deng revizyonizmlerinin iflası "ML'nin iflası" olarak gösterilebiliyor.
Hem bu sayede liberal oportünist görüşlerini "yeni bir sosyalizm anlayışı" ya da "Marks'a ve
Marksizme dönüş" sloganı altında pazarlama olanağı artıyor.

"Sosyalist" demokratizmin antimarksist, liberal karakteri özellikle üç temel konuda kendisini


dışa vuruyor: Parti anlayışı, demokrasi mücadelesine yaklaşım ve sosyalizm anlayışı. Dikkat
edilirse bu konular, proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesinde belirleyici öneme
sahip temel konulardır. Nasıl bir mücadele, nasıl bir devrim, nasıl bir sosyalizm anlayışına
sahip olunduğunun göstergeleri durumundadır.

"Sosyalist partiler tartışma kulüpleri değil, mücadele halindeki proletaryanın örgütleridir" der
Lenin. Proletaryanın temsilcisi olma iddiasındaki sosyalist partilerin bu temel karakteri taşı-
mak için, önce "mücadele etmek" diye bir niyetin bulunması gerekir. "Sosyalist"
demokratizmin parti anlayışı ise onun mücadele kaçkını, liberal tasfiyeci özüne uygundur.
Bu akımın hemen bütün yandaşları, militan bir mücadele örgütü olmaktan çok entelektüel
bir tartışma kulübü olan, "hizip kurma özgürlüğü" ile azılı Stalin düşmanlığı, bütün revizyo-
nist akım ve ülkelerin "sosyalist" olarak kabulü, "Marksizm'in yeni yorumu" gibi en bayağı
tasfiyeci tezleri savunmanın esas birleştirici öğe olduğu, gevşek, şekilsiz ve yasal bir "sosya-
list parti" anlayışından yanadır. "Kanatlı, yasal parti" anlayışı, ideolojik tasfiyeciliğin örgütsel
plandaki izdüşümü, örgütsel tasfiyeciliğin bir üst biçiminden başka bir şey değildir.

"Kanatlı, yasal sosyalist parti" anlayışına bağlı olarak şekillenen "sosyalistlerin birliği" sorunu
ise tasfiyeci demokratizmin bugünkü tek "pratik" uğraşı, temel sloganlarından biridir.
Demokratizm, 12 Eylül yenilgisinin yarattığı modalardan olan Mevlanacı "birlik" anlayışının
en ateşli taraftarlarındandır. Ona göre, "birleşmeden önce ve birleşebilmek için" ideolojide, siya-
sette, örgütlenmede ve en önemlisi pratik mücadelede nerede olduğunu, kimlerle nerede
birleşip kimlerle nerede ayrıldığını net olarak ortaya koymanın hiç önemi yoktur. Bunun
için, herkesin önce geçmişin samimi, dürüst ve devrimci bir değerlendirmesini yapıp, hesa-
bını vermesi gerekmez. "Birlik" istemek ve "birlik noktalarını öne çıkarmak" birleşebilmek için
yeterli hatta zorunludur. Ayrılıkların, geçmiş oportünist hata, günah ve suçların üzerine
"sünger çekilmesi" temelinde bir "birlik" anlayışı, tam da tasfiyeci oportünizmin liberal mez-
hebine uygundur. Geçmişi "karanlık" ya da sicili pek parlak olmayanlar, elbette ki geçmişin
üzerini kapatmak isteyeceklerdir. Liberal "hoşgörü" ve "uzlaşma" yandaşı demokratizme
göre, "birlik"in yolu, "oturup uzlaşma"dan geçer. Uzlaşabilmek için ise kimse "dayatıcı" ol-
mamalı, "programlardan bile vazgeçmeye açık ve hazır" olmalıdır. "Sosyalistlerin birliği", yine
bütün tasfiyeci akımlarda olduğu gibi "sosyalist" demokratizm için de, parti inşasının bu-
günkü tek yolu ve "zorunlu" ilk adımıdır. "Sosyalist bir parti"de birleşebilmenin zorunlu ve
yeterli koşulunu oluşturan liberal tasfiyeci görüşlerde birlik, "sosyalistlerin birliği" için de
zorunlu ve yeterli bir temeldir. İşin ilginç tarafı, tasfiyeci oportünizm en ateşli "birlik" yanda-
şıdır. Ama öte yandan içlerindeki en geniş mezhepli "en birlikçi"ler bile ya bölünmektedir ya
da daha kendi içlerinde bile bir birlik sağlayamamaktadır!!

"Sosyalist" demokratizmin ruhunu oluşturan liberalizm, kavga kaçkınlığı, yasalcılık ve icazet


düşkünlüğü, onun faşizme karşı mücadele anlayışına da egemendir. Demokratizm,
demokrasi için mücadeleyi devrim ve iktidar hedefinden kopartıyor, demokratik hak ve öz-
gürlükler için mücadeleyi düzen sınırları içinde kalan siyasal reformlar uğruna mücadeleye
indirgiyor. Tek gerçek demokrasi olan proleter demokrasi yerine burjuva demokrasisini yü-
celtiyor ve kendisine nihai hedef olarak bunu alıyor. Bu temelde egemen sınıfların güvenini
ve icazetini kazanmaya çalışıyor. "Sosyalist" demokratizmin "demokratik toplum" anlayışı,
özellikle "sivil toplumculuk" bayağılığı ve Sovyetçi revizyonizmin etkisinde şekillenmiştir.
Demokrasi için mücadele sorununda onun burjuva reformcu yaklaşımı, bugün en açık ve
yoğunlaşmış İfadesini bu akımın özellikle revizyonist kolunun çizgisinde ve tutumlarında
buluyor.

Siyasal çoğulculuk esasına dayalı, çok partili liberal bir siyasal düzen savunusu ise
"sosyalist" demokratizmin "sosyalizm" anlayışının özünü ve bugün onun asıl öne çıkan yö-
nünü oluşturuyor.

Demokratizm, sosyalizmi kurmanın tek yolu olan proletaryanın öncü komünist partisinin
yönetimindeki proletarya diktatörlüğü sisteminin yerine, proletarya partisinin dışındaki
partilerin varlığına da izin verilen, farklı siyasi görüş ve çizgilerin örgütlenme ve siyasi
faaliyet özgürlüğünün olduğu çoğulcu liberal bir düzeni "tek gerçek sosyalist demokrasi" olarak
tanımlıyor. Onlara göre siyasal çoğulculuk, sosyalist demokrasinin temeli ve vazgeçilmez
koşuludur. Sosyalizm, ne "tek sınıf" olarak proletaryanın ne de "tek parti" olarak proletarya-
nın öncü komünist partisinin tekelindedir ve olmalıdır. "Tek sınıf-tek parti" anlayışı, sosyalist
demokrasinin inkarı, sosyalizmdeki bürokratik sapma ve yozlaşmanın nedenidir. Sosyaliz-
min tek önder ve yönetici gücünün proletaryanın öncü komünist partisinin olması, "doğru-
dan demokrasi"yi yokeder, sınıfın iktidarının yerini partinin iktidarı alır, "tek parti" iktidarı
sonuçta kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerinde de hüküm süren bürokratik
bir parti diktatörlüğüne dönüşür!!! Bütün bu liberal bayağılıkların bir tek anlamı vardır:
Proletarya diktatörlüğünü ve dolayısıyla sosyalizmi inkar!

Yalnız siyasal çoğulculuğun sınırları konusunda aralarında küçük ve biçimsel bir fark var.
İçlerinden bazıları, "sosyalist" zevahiri kurtarmak hesabıyla, "sosyalizm çerçevesinde kalmak
koşuluyla" bir çoğulculuğu savunuyor. Diğerleri ise böyle göstermelik bir koşulun aran-
masını bile "demokrasiye aykırı" buluyor, burjuvazi de dahil herkese "ayrımsız ve sınırsız bir
örgütlenme ve siyasi faaliyet özgürlüğü" istiyor. Aslında bu ikincileri, "sosyalist demokratizmin
kendi mantığı içinde daha tutarlı ve açık sözlü olarak kabul etmek gerekir. Çünkü bunlar,
siyasal çoğulculuğu "sosyalist demokrasinin temeli ve vazgeçilmez koşulu" olarak gören liberal
bir anlayışı mantıki ve kaçınılmaz sonucuna götürmüş oluyorlar. Kaldı ki, burjuvazi ve sos-
yalizm düşmanları için gerektiğinde yüzlerine çarçabuk bir "sosyalist" maskesi takmak çok
mu zor?

Hangi partinin "sosyalizm çerçevesinin içinde", hangisinin "dışında" olduğunu kim saptayacak
sorusuna, bu göstermelik koşulun savunucusu "sosyalist" demokrat bakın nasıl yanıt veriyor:
"Hangi partinin kapitalist özel mülkiyete karşı olduğunu araştırmaya gerek yoktur. Her parti bunu
kendisi ortaya koyar." (T. Yılmaz, Yeni Öncü) Bu yanıtı okuyunca, ateşli "demokratizm"
hastalığının yol açtığı aşırı bir budalalık haliyle mi yoksa iki sandalyeye birden oturmaya
kalkışmanın sonucu bir şapşallıkla mı karşı karşıya olduğunu ilk anda ayırdedemiyor insan.
Burjuvazi ve gericiliğin karşıdevrimci partilerinin, gerçek yüzlerini ve amaçlarını binbir
maske allında gizlemeye çalışmayıp dobra dobra ortaya koydukları nerede ve ne zaman
görülmüştür acaba? Sadece devrimler ve karşıdevrimler tarihi değil güncel tarih de,
uluslararası ve yeril burjuvazi ve gericiliğin karşıdevrimci yüzünü ve faaliyetlerini gizlemek
için nasıl her renge girip, nasıl ikiyüzlü, sinsi ve kalleşçe davrandığının sayısız örneği ile
doludur. Karşıdevrimci revizyonizm, bir ideolojik akım olarak yüzünde "Marksizm"
maskesiyle dünyaya gelmemiş midir? Sosyalizmin tarihinde, sonunda sosyalist rejime karşı
açıkça silaha sarılanından uzun süre saman altından su yürütenine kadar bütün sosyalizm
düşmanları, özellikle güç biriktirmeye ihtiyaç duydukları dönemlerde, faaliyetlerini en ateşli
"sosyalizm yandaşı" görünerek, en "sol" sloganlar altında yürütmemişler midir? Esas derdi
"siyasal çoğulculuk" olan ama bu arada da "sosyalist" geçinmeye çalışan küçük burjuva de-
mokratı, bütün bu siyasal ve tarihsel gerçekleri "unutmuştur". "Çoğulculuk" olarak anladığı
"demokrasi" sevdası onu, burjuvazi ve sosyalizmin tüm düşmanlarının "namuslu" ve
"açıksözlü" davranacağına güven duyacak kadar alıklaştırmıştır. Sonuç olarak, "sosyalizm
çerçevesinde bir çoğulculuk" anlayışı ile "burjuvazi de dahil herkese özgürlük" anlayışı arasında
ciddi ve özsel hiçbir fark yoktur.

"Sosyalist" maskeli küçük burjuva liberaller, sosyalizmin inkarı anlamına gelen tasfiyeci
görüşlerini sistemleştirirken işe önce, devrimde ve sosyalizmin kuruluşunda proletaryanın
önder rolünü reddetmekle başlıyorlar. Genel bir "halkçılık", "emekçi sınıflar" edebiyatı altında
sosyalizmi kurma yeteneğine sahip olan tek sınıfın proletarya olduğu bilimsel gerçeği
boğuluyor. Devrime ve sosyalizmin kuruluşuna ilişkin diğer bütün tezlerini, bütün düşünce
sistematiğini bu bilimsel tespit üzerine kuran ML devrimci sosyalizm öğretisi ile köprüler de
bu adımla birlikte "kendiliğinden" atılmış oluyor. Devrimde ve sosyalizmi kurmada sınıf
olarak proletaryanın önder rolü bir kez reddedildikten ya da onu sözde tanıyıp mantıki
sonuçlarına vardırmaktan bir kez yan çizmeye başlandıktan sonra artık gerisi gelir. Geliyor
da... Liberal tasfiyeciliğin sosyalizme karşı saldırılarının asıl ağırlık noktasını, proletarya
partisinin önder ve yönetici rolüne saldırı oluşturuyor. Onlar, "doğrudan demokrasi", "sınıfın
öz etkinliği", "proletaryanın iktidarı mı partinin iktidarı mı", gibi ilkel bir sınıf ve kitle dalka-
vukluğu altında kendiliğindenciliğin teorisini yapıyorlar. Komünist öncünün yol göstericiliği
ve önderliği olmadan proletarya ne devrim ve sosyalizm bilincine kendiliğinden ulaşır ne de
sosyalizmin iç ve dış, eski ve yeni bütün düşmanlarının gizli-açık saldırılan, çelmeleme ve
yoldan çıkarma çabaları, küçük burjuva kararsızlık ve yalpalamalar, sayısız nesnel güçlük ve
engeller ortamında sosyalizmi kurma tarihsel görevini deneme-yanılma yoluyla veya içgü-
dülerine dayanarak başarabilir.

"Sosyalist demokrasi" veya "özgürlükçü bir sosyalizm" sloganı altında proletaryanın önder
rolünü doğrudan veya dolaylı reddeder, proletaryanın önderliğinden çıkan onun öncü ko-
münist partisinin yönetici rolünü kesinlikle kabul etmezseniz proletarya diktatörlüğünden
geriye ne kalır? Kapitalizmden komünizme geçişte proletarya diktatörlüğünün zorunlulu-
ğunu kabul edip-etmemenin Marksist olup-olmamanın ölçütü olduğunu her ML bilir. Hala
"Marksist" olduğunu iddia eden sözde sosyalist demokratizmin yandaşlarından bazıları ise
"her türlü diktatörlüğe karşı olmak" sloganı altında proletarya diktatörlüğünü de açıkça redde-
diyorlar. Bu Marksizm ve sosyalizm kalpazanları için görünüşte de olsa "Marksist bir tutarlı-
lık" göstermek artık fazla önem taşımıyor. "Demokrasi konusunda tutarlı olmak" bu liberal ay-
dınlar için daha önemli ve her şeyin üzerindedir. ML ve devrimci sosyalizmle gerçekte hiçbir
ilgilerinin kalmadığını sergilemekte bu kadar pervasız davranmayı henüz uygun görme-
yenler ise, proletarya diktatörlüğü gibi proleter sınıf mücadelesi ve sosyalizmin "anahtar
sorunu"nu "sessizlikle geçiştirme" yolunu seçiyorlar. "Sosyalizmde demokrasinin faziletleri" üze-
rine aylar boyunca, sayfalarca yazıp-çizdikleri halde, proletarya diktatörlüğü, onun zorun-
luluğu ve işlevi, sosyalist demokrasi ile olan ilişkisi -ki proletarya diktatörlüğü sosyalist de-
mokrasinin temeli daha doğrusu onun ta kendisidir- üzerine doğru dürüst tek bir söz bile
etmiyorlar.

Proletaryanın önderliği fikrinin savunusu yok, reddi var! Proletarya partisinin önder ve
yönetici rolünün savunulması yok, reddi var! Proletarya diktatörlüğü yok, reddi var! Bütün
bunlardan sonra "sosyalist" demokratlar, büyük bir yüzsüzlük ve sahtekarlıkla "Marksist"
olduklarını daha hala nasıl iddia edebilecekler? Bunun yolunu da şöyle bulmuşlar: Özellikle
Marks ve Lenin'in görüşlerini, proletaryanın sınıf mücadelesi ve sosyalizmin tarihine ilişkin
gerçekleri hiç sıkılmadan tahrif etmek; bunları seçmeci, tek yanlı, dogmatik bir yöntem ve
yorumla işlerine geldiği gibi aktarmak.

"Sosyalist" demokratizm "Marksist olduğu iddiasındadır. Tasfiyeci liberal görüşlerini,


"Marksizm'in başlangıçtaki temel tezlerine dönerek sosyalizmin yeni bir yorumu" etiketi altında
pazarlamaya çalışıyor. Çağımızın Marksizmi Lenlnizmin burada nasıl sinsice "devre dışı"
bırakıldığını bir an için görmemezlikten gelsek bile, onların görüşleri ne Marksisttir ne de
yeni.

Marksizmin ortaya çıkışından bu yana her türlü oportünizm ve revizyonizme karşı


mücadelenin tarihi hakkında bir parça bilgi sahibi olan birine, bu akımın yandaşlarınca sa-
vunulan görüşlerin hiçbiri "yabancı" gelmeyecektir. Çünkü nereye, hangisine baksa karşı-
sında ya Kautskizmi ya da Troçkİzmi, ya Sovyet revizyonizmini ya da Maoculuğu, ya Titocu
"özyönetim sosyaiizmi"ni ya da Avrupa Komünizmini veya "sivil toplumculuk"u bulacak,
ML'nin tarihindeki bütün belli başlı sapma ve ihanet akımlarının ortak ya da "özgün" tezle-
rini görecektir. Çoğu kez bunlardan birkaçının eklektik bir karışımıyla karşılaşacaktır, kimi
zaman birinden birinin biraz daha ağır bastığını farkedecektir. Kiminde Troçkızm'in etkileri
daha fazla ve belirgin iken, kimilerinde "sivil toplumculuk" veya Sovyet revizyonizminin et-
kileri daha fazladır. Zaten nispeten geniş bir yelpazeye yayılan "sosyalist" demokratizm yan-
daşları arasındaki bütün "farklılık"lar da bu nüanslardan ileri gelmektedir, sadece bu kadarla
sınırlıdır. Yoksa temel tezler ortaktır ve dediğimiz gibi hepsi de ML'nin tarihindeki karşıdev-
rimci ihanet akımlarının ortak cephaneliğinden alınmadır,

Demokrasi ile diktatörlük arasındaki ilişkiyi ele alış tarzları tam da Kautsky'nin tarzıdır.
"Sosyalist demokrasi nasıl olmalıdır" sofusuna yanıt olarak savundukları temel görüşlerin çoğu
yine O'ndan alınmadır.

"Yasal parti" anlayışının ataları "legal Marksizm" ve II. Enternasyonal oportünizmidir.

İçinde her türlü görüş ve hizbin özgürce cirit attığı, militan bir mücadele örgütü olmaktan
çok entelektüel bir tartışma kulübü olan, gevşek ve şekilsiz "kanatlı parti" anlayışının kökü
Menşevizm'dedir.
"Hizip özgürlüğü"ne dayalı 'parti' anlayışı gibi, sosyalist demokrasiyi çok partililiğe in-
dirgeyen liberal anlayışın bir ayağı da Maoculuk'tadır. Onların "parti içinde kanat özgürlüğü"
sloganının Maocu revizyonizmdeki ifadesi "yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı yarışsın"dır. Maocu
teorinin "komünist parti ile diğer demokratik partilerin komünizme kadar bir arada yaşaması ve bir-
birlerini karşılıklı denetlemesi" şeklinde formüle ettiği liberal oportünist tezi, "sosyalist"
demokratizm kendi diline "bütün siyasi görüş ve çizgilere sınırsız bir örgütlenme ve siyasi faaliyet
özgürlüğü" olarak tercüme etmiştir!

Çoğu "sosyalist" demokrata göre, SB'de bugün kokusu cihanı tutan revizyonist çürüme ve
yozlaşma, Rusya gibi geri bir ülkede sosyalizmi inşa etmeye kalkışmanın kaçınılmaz so-
nucudur. Bu görüşün dayandığı "tek ülkede sosyalizmin imkansızlığı" tezi, iktidarsız ve hain
Troçkizmin temel tezlerinden biri değil midir?

Proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesinde öncü komünist partisinin önder ve


yönetici rolünü reddeden "kuyrukçuluğun teorisi"ni ilk yapan Ekonomistler'dir.

Marksizm, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi olan sosyalizm boyunca proletarya


devleti biçimindeki bir devletin varlığının kaçınılmaz ve zorunlu olduğunu kabul etmesiyle
de küçük burjuva anarşizminden ayrılır. Ama bu "çok okumuş" "Marksistler"e göre, "devletli
bir sosyalizm anlayışı ancak Marksizm'in tahrifi ile mümkündür."

Kısacası, "sosyalist" demokratizmin "yeni" ve "Marksist" olarak yutturmaya yeltendiği


liberal yavanlıklar içinde ne ararsanız vardır. Onda olmayan tek şey ML'dir, militan devrim-
ci bir ruhtur, içten ve gerçek bir sosyalizm isteği, tutarlı bir proleter sosyalist bakış açısıdır.

Bu küçük burjuva aydın liberalizmi azgın bir Stalin düşmanıdır, "Stalin fobisi" onun dikkati
en çok çeken, bu ölçüde de tiksinti veren en aşağılık yönüdür. Dünya proletaryasının bu
ölümsüz önderi, bu korkak ve zibidi aydın bozuntularının gözünde "sosyalizmin katili"dir.
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluşunun bu bilge önderi, sözde sosyalist bu liberal
takımına göre "sosyalizmde bürokratik yozlaşmanın sorumlusu"dur. Marks, Engels ve Lenin'in,
proletarya devrimi ve sosyalizmin inşasına ilişkin bütün temel görüşlerinin sadık ve kararlı
izleyicisi bu büyük ML usta, Marksizm kalpazanı bu döneklere göre sözde "Marksizm'i tahrif
etmiş, onu bürokratik deformasyona uğratmış"tır, vb., vb. Stalin gibi büyük bir komünist öndere
en aşağılık suçlar atılır, ideolojik, siyasi ve tarihi gerçeklerin en utanmazca tahrifi temelinde
seviyesiz bir dille saldırılırken, Troçki, Buharin, ... Gorbaçov gibi gelmiş geçmiş bütün hain-
ler baştacı edilir. ML ve devrimci sosyalizmle hiçbir ilgisi kalmayan çizgilerinin, çürümüş,
yoz küçük burjuva aydın yapılarının doğal ve mantıki bir sonucudur bu. Stalin'e karşı sal-
dırı, gerçekte ML'ye ve komünizm davasına karşı saldırıdır. Stalin'e saldıran, bununla aynı
zamanda Lenin, Marks ve Engels'e de saldırıyordur. Nitekim bu antikomünist saldırı, git-
gide daha açık bir biçimde şimdi Lenin ve Leninizme doğru genişlemeye başlamıştır.

"Özgürlükçü, demokratik bir sosyalizm anlayışı"nın savunucularına dikkat edin, teoriyi ve


kendilerini adlandırırken "ML" nitelemesini değil genellikle sadece "Marksist" nitelemesini
kullandıklarını görürsünüz. Yazarken ve konuşurken, çoğu kez üstü kapalı bir biçimde
Leninizmi Marksizmden "ayırdıklarını", kendilerinden de "uzak" tuttuklarını farkedersiniz.
Çünkü Lenin, "Markist" geçinen bu zibidilere "fazla iradeci" geliyor, "fazla diktatörlük ve otorite
yanlısı" olarak görünüyor. Lenin ve Leninizmle hiçbir ilgilerinin kalmadığını esasında ken-
dileri de biliyor, "hissediyorlar". Ama O'nun isminin ve otoritesinin büyüklüğü karşısında,
maskeleri çok çabuk düşeceği için, bunu açıkça ortaya koyma cesaretini "henüz" gösteremi-
yorlar. Bunun yerine sinsi bir biçimde alttan alta, O'nun özellikle parti öğretisi, devrim, pro-
letarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasına ilişkin temel tezlerinin, Marks ve
Engels'inkilerden "biraz farklı" olduğu, hatta bu konularda Leninizmin Marksizmden "sap-
tığı" fikrini işliyorlar. Ancak içlerinde Aybar gibi ihaneti, dönekliği, burjuvaziye yaltaklan-
mayı sistemli bir çizgi haline getirmiş olanlar, bu konuda da pervasız olmaktan çekinmiyor.
Marksizmin ihtilalci özüne yönelik saldırılarında Stalin gibi Lenin'e de artık açıkça saldırı-
yorlar. Benzeri bir evrim Gorbaçovcu revizyonizmin saflarında da görülüyor. "Stalin düş-
manlığı" artık "Lenin düşmanlığı"na doğru genişliyor.

"Sosyalist" demokratizm, çürümüş bir aydın oportünizmidir. "Marksist" ya da "sosyalist


maskesine rağmen gerçekte ML ve sosyalizm düşmanı liberal tasfiyeci bırakımdır. Egemen
sınıfların hoşgörüsü sayesinde legal platformda bugün sesi belki biraz fazla çıkmaktadır.
Çok sayıda yasal dergi ve "tanınmış şahsiyet"e sahip olmasından dolayı olduğundan "güçlü"
bir görünüm yaratıyor olabilir. Ama onun geleceği yoktur! Bu denli çürümüş, bu denli ba-
yağı bir liberalizm ne işçi sınıfı ne de devrimci hareket içinde büyük bir maddi güç haline
gelebilir. Devrimci sınıf mücadelesinde pabucun artık '80 öncesi koşullarından daha pahalı
olduğu günümüz koşullarında, mücadele kaçkını korkak bir çizgi ne güçlü bir sınıf hareketi
yaratabilir ne de işçi sınıfı ve devrimci kadrolar içinde kendine güçlü bir kitle temeli bulabi-
lir. Ancak onun tehlikesi ideolojik plandadır. Bu çürümüş aydın liberalizmi, bünyesinden
yaydığı ceset kokularıyla dışındaki çevre ve unsurları zehirleyebilir. Devrimci saflarda bula-
nıklık ve oportünizm tehlikesi yaratabilir. Tasfiyeciliğin diğer bütün biçimleriyle birlikte
"Marksizm" ve "sosyalizm" kalpazanı bu küçük burjuva liberal akıma karşı da mücadele ve
maskesinin düşürülmesi işte bu yüzden gerekli ve önemlidir.

Kasım 1989
YENİ İHANET ÇAĞI
Gorbaçovcu revizyonizmin borazanı "Yeni Açılım" dergisi, TBKP'nin elebaşısı H. Kutlu'nun
bir yazısını yayınladı. Üç bölüm halinde yayınlanan yazı, "Süreklilik İçinde Yenilenme''
başlığını taşıyor. Kendi ayağıyla tıpış tıpış "gökten inen kahraman", yazısında, çeşitli konu-
lardaki ultra oportünist "yeni" görüş ve yaklaşımlarını sergiliyor. Fakat onun ana temasını ve
fonunu, Gorbaçovcu "Yeni Çağ" düşüncesi oluşturuyor.

"Yeni Çağ" düşüncesi ve bu temelde yükselen "yeni düşünce tarzı", TKP ihanetinin de-
rinleşerek TBKP tövbekarlığına dönüşmesinin hem temelini hem de şimdiki kılıfını oluştu-
ruyor.

Kronik ihanetten Sınırsız Tövbekarlığa


Ülkemiz solunda TKP ihanetin adıdır. Mustafa Suphi yoldaşın Kemalist rejim tarafından
katledilmesinin ardından Şefik Hüsnü oportünizminin partiye egemen olmasıyla başlayan
bu ihanet ve tasfiye süreci, İ. Bilen mülteci haini döneminde doruğuna çıktı. En bayağı
cinsinden bir reformizm, sınıf mücadelesinden, işçi sınıfından ve emekçi yığınlardan ko-
pukluk ve mültecilik, bütün bu süreç boyunca TKP ihanet çizgisinin en karakteristik özellik-
leri oldu. Kendi gücüne güvensizlik; içte, egemen sınıflara yaltaklanma, sürekli olarak onla-
rın güven ve icazetini kazanmanın peşinde koşma ve yasalcılık biçiminde yansırken; dışta,
Sovyet revizyonizminin uşaklığına vardı. Bu Sovyetçi ihanet şebekesinin, 1974'lere kadar
ortalıkta adı vardı ama kendisi yoktu.

TKP ancak 12 Mart sonrasının yılgınlık ve döneklik ortamında kendisine hatırı sayılır bir
taban buldu. Çoğu kez tepeden inme yöntemler ve entrikalarla, başta DİSK olmak üzere
birçok demokratik kitle örgütünün yönetimini eline geçirdi. O dönemde gelişen işçi sınıfı ve
dev/imci kitle hareketini sürekli geriye çekme, en alt direnme çizgisinde tutmaya çalışma-
sıyla, sol içinde bölücü entrikalarıyla, devrimcilere karşı saldırı ve provokasyonlarda hain
yüzünün sayısız örneğini verdi. Yaydığı revizyonist reformcu görüşler, sınıf işbirlikçisi, uz-
laşmacı, pasifist ruh hali, işçi sınıfı ve devrimci kitlelerin sınıf savaşımında çok önem taşıyan
mevzi ve silahlarını içten içe çürütüp zayıflatmasıyla, 12 Eylül yenilgisinin bu denli ağır ve
utanç verici bir yenilgi haline gelmesinin zeminini hazırladı. 12 Eylül yenilgisinin Türkiye
solu için bu denli ağır ve utanç verici olmasının baş sorumlusu TKP çetesidir.

12 Eylül dönemi, bu karşıdevrimci çetenin ihanetinde yeni bir doruk, aynı zamanda yeni bir
evrenin başlangıcı oldu. Revizyonist hainler, askeri faşist darbe karşısında panik, yılgınlık ve
teslimiyetin nem pratikte hem de teoride başını çektiler. Darbeyle birlikte ortalıktan
sıvıştılar. Sınıfın ve devrimci kitlelerin savaş mevzileri olan sendikaların, demokratik kitle
örgütlerinin kapılarına kendi elleriyle kilit vurdular. Mültecilerin en önündeydiler, ka-
çamayanları ise faşist sıkıyönetim karargahlarının önünde teslim olma kuyruğunda... İş-
kence tezgahlarında bülbül gibi şakıdılar... Cezaevlerinde teslim bayrağını baştan çektiler...
Mücadelenin her alanındaki ihanet pratiğini, haince tahlil ve politikalar tamamlıyordu. TKP,
12 Eylülcü generaller çetesini "faşist" olarak nitelemekten dahi yıllarca kaçındı... Daha da
ileri giderek, faşist cunta içinde "ilerici" unsur ve kanatların bulunduğu şeklinde teslimiyetçi
hayaller yaymaya kalkıştı...
12 Eylül 1980'den 1987'ye tam 7 yıl geçti. Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçi
yığınlar için anlatılmaz acılar, vahşi bir terör, zulüm ve sömürü ile dolu "zor yıllar"dı bu
yıllar Devrimci kitlelerin ve ezilen yığınların öncülerini önlerinde görmeye en fazla ihtiyaç
duydukları yıllardı aynı zamanda bu dönem. Şimdi "ucuz kahramanlık" şovları düzenleyen
H. Kutlu ve çetesi, neredeydiler bu koskoca 7 yıl boyunca?..

Birgün, birdenbire çıkageldiler! Ama artık TKP olarak değil, aynı Sovyetçi ihanet akımından
beslenen ikiz kardeşi TİP'le birleşmiş ve TBKP adını almış olarak. Neden döndüler? Ne oldu
da dönmek nihayet(!) akıllarına geldi? Birincisi, revizyonist İhanet tekkesinin şeyh postunu,
yasal "sosyalist parti" tekelini Perinçek'ler, Aybar'lar gibi aynı soydan (daha doğrusu
soysuzlukta) oldukları rakiplerine kaptırma tehlikesi belirmişti. İkincisi ise, pabucun pahalı
olduğu "zor günler" bir ölçüde yumuşamıştı. Ayrıca 12 Eylül'ün "sivil" bir görünüm altında
devamı olduğunu gizleyebilmek için faşist Özal hükümetinin iç ve dış kamuoyunun gözünü
boyamaya ihtiyacı vardı. Faşizmin ve revizyonizmin yolu ve ihtiyaçları bir kez daha
çakışıyordu. Bu nesnel uyuşma, muhtemelen karşılıklı bir pazarlık ve anlaşma ile perçin-
lendi. Gerçi faşist rejimin "demokrasiye döndük" aldatmacasına inanmak gibi, faşist Özal'ın
sözlerine güvenerek Avrupa'da yapılan bu hesap da Türkiye'de tutmadı. En kötü durumda
3-5 ay yatar çıkarız diye düşünülen "ucuz kahramanlık"ın tarifesi, umduklarından yüksek
çıktı. 12 Eylül'de kaçışları bir ihanetti; faşist rejime geçici bir kamuflaj imkanı sağlayan dö-
nüşleri yeni bir ihanet oldu! Ek olarak bagajlarında, ihanette sınır tanımayan "yeni" bir atılı-
mın felsefesini, programını, çizgisini ve ruhunu getirdiler.

Sınırsız İhanetin Maskesi: "Yeni" Edebiyatı


İhaneti derinleşip, arttık ölçü-sınır tanımaz bir hal alması, beraberinde elbette bir takım
"sorun" ve "sıkıntılar" getiriyor. Bu denli açık ve bu denli utanmaz bir sınıf işbirliği çizgisinin
içyüzü nasıl saklanacak? İhanetten tövbekarlığa bu "büyük dönüşüm" neyle açıklanacak?
İşçi sınıfı, emekçi kitleler ve devrimci kamuoyunun karşısına hangi yüzle, nasıl bir mazeret,
nasıl bir maske ile çıkılacak? Daha da önemlisi bu tasfiyeci icazet batağına yeni güçler nasıl
çekilecek?

Hain TBKP'nin hain şefleri, bütün bunların yolunu, kulakları sağır eden bir "yeni" ve
"yenilenme" edebiyatına sarılmakta bulmuşlardır. Revizyonist ihanet literatüründe artık her
şey "yeni"dir. Teori "yeni teori"dir, yöntem "yeni"dir, felsefe "yeni", program "yeni", parti
"yeni", politikalar "yeni", dünyaya bakış "yeni", açılım "yeni", ...dir. Orkestra şefi Haydar
Kutlu'nun sözünü ettiğimiz yazısı da bu edebiyatın "yeni" başyapıtıdır. Belli başlı bütün "ye-
nilikler"in sergilendiği bu yazı içindeki "yeni"ler arasında, herhalde en önemlisi "yeni bir çağ"
tespitidir. Hain şef Kutlu, bu cüretkar tespiti yazısında şöyle dile getiriyor:

"21. yüzyıla girerken insanlığın aynı zamanda yeni bir çağa girdiğine inanıyorum ve bu çağ yeni
bir aydınlanma çağı olacaktır... Daha şimdiden bu çağı tanımlamak için 'bilim çağı', 'akıl ve
sağduyu çağı' nitelemelerini yapıyoruz. Bu nitelemeler yerindedir... (ama) bu nitelemelerin tümü
kapsar biçimde 'özgürleşme çağı' nitelemesinin daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorum." (Y.
Açılım, sayı: 15, sf. 8)

TBKP'nin sancakbeyi, damarlarında Fatih Sultan Mehmet'lerin kanı dolaştığını ispatlıyor


doğrusu!!! Osmanlı padişahı gibi kafasına göre çağ açıp, çağ kapatıyor! Gerçi bu "tarihi
adım"ı ilk atanın, "yeni büyük Türk" H. Kutlu olduğu söylenemez. "Yeni Çağ" tespiti ve bu
temelde yükselen "yeni" sınıf işbirliği ve teslimiyet teorilerinin patenti, başta Gorbaçov'un
kendisi olmak üzere Gorbaçovcu revizyonist ideologlara aittir. Onların özellikle son 1-2 yıl-
dır geliştirdikleri bellibaşlı bütün tezlerin temelinde bu tahlil bulunmaktadır ve onlar bunu,
Gorbaçov'un geçen yıl Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmada olduğu gibi çeşitli uluslara-
rası platformlarda da sergiliyorlar. Ancak revizyonist "büyük Türk"ün hakkını yine de ye-
memek gerekir. O, Gorbaçovcu "Yeni Çağ" teorisinin basit bir aktarıcısı değil, yerli motifler
katarak onu ulusal koşullara uyarlamaya çalışan öncüler arasındadır.

Hain Yağcı Aklınca Hangi Çağı Kapatıyor


Yeni bir çağın başlangıcına tanık olmak şüphesiz ki heyecan vericidir. Ancak, heyecana
kapılmadan önce biraz durup düşünmek gerek: Yeni bir çağın açılması ne anlama gelir? Bu,
her şeyden önce, artık "eskiyen" başka bir çağın kapanması değil midir? TBKP'nin elebaşısı,
"Aydınlanma Çağı" veya "Özgürleşme Çağı" olarak nitelediği yeni bir çağ açtığına göre, bu
durumda kapanan çağ hangisidir? Hangi "karanlıktan" aydınlığa çıkıyoruz, hangi "tutsak-
lıktan" kurtuluyoruz?

Marksist-Leninistler, 1917 Büyük Ekim Devrimi'nden bu yana, yaşadığımız çağı, "em-


peryalizm ve proleter devrimler çağı" olarak tanımlamışlardır. Onlar için günümüzde de geçer-
liliğini koruyan bu çağ tespiti Lenin'e aittir. Lenin bu tespiti, Gorbaçovcu revizyonizmin
yaptığı gibi idealist şarlatanlıklara başvurarak veya keyfi öyle istediği için değil, geçen yüz-
yılın sonlarından itibaren bir dünya sistemi haline gelen kapitalizmin içine girdiği emperya-
lizm aşamasının bilimsel bir tahlilini ortaya koyarak yapmıştır.

Çağımızın Leninist tespiti, Leninist "emperyalizm" tahliline dayanır; "çağımızın Marksizmi"


olan Leninizm de bütün strateji ve taktiklerini bu tespit üzerine kurar. Leninizm ile çağ
arasındaki bağlantıyı Stalin şöyle açıklıyor:

"Leninizm, emperyalizm koşullarında, kapitalizmin çelişkilerinin en aşırı noktaya ulaştığı;


proletarya devriminin hemen çözülmesi gereken bir eylem sorunu haline geldiği, eski, işçi sınıfını
devrime hazırlama döneminin yeni bir döneme, sermayeye karşı doğrudan savaşım dönemine
dönüştüğü bir zamanda gelişti ve biçimlendi."

Bu nedenle, çağ tespiti konusu, sadece bir dönemi şu veya bu biçimde adlandırma sorunu ya
da biçime ilişkin küçük ve önemsiz bir ayrıntı değildir. Bütün bir mücadele anlayışı,
mücadele ruhu, strateji ve taktikler sorunudur. Günümüz koşullarında Leninizmi, Stalin'in
tanımıyla, "genel olarak proleter devrimin teori ve taktiğini, özel olarak proletarya diktatörlüğünün
teori ve taktiğini" kabul edip-etmeme sorunudur. Gorbaçov ve şürekası gibi TBKP şefi de bu-
nun bilincindedir ve "yeni bir çağ açma"sının amacı da budur. Derdinin sadece Leninizm
çağını kapatmak(!) değil, Leninizmin çağını da kapatmak(!) olduğunu zaten yazısında da
açıkça söylemekte, göstermektedir.

Yazısında Hegel'in bir sözünü aktararak "zamanın büyük adamı" olmaya öykündüğünü
"ihsas ettiren" bu zavallı revizyonist psikopat, Marksizm-Leninizmle, devrim ve sosyalizm
davasıyla, günümüzde proletaryanın devrimci, sosyalist, enternasyonalist görev ve so-
rumluluklarıyla hiçbir ilgisinin kalmadığını edebiyle açıklasa, yine de kendisine söylenecek
fazla bir şey olmazdı. Çağın gerisine, tarihin akış yönünün tersine gitmeye kalkışan bir za-
vallı olarak ona acır, ama bir yandan da zaten malumu ilan ettiği için kendisine teşekkür bile
ederdik. Ama gerçek adı Nabi Yağcı olan TBKP'nin şefi, yaltaklanmaya çalıştığı burjuvazinin
gözüne daha iyi girebilmek için yağcılıkta da ölçü-sınır tanımıyor. Açtığı "Yeni Çağ"a, tarihte
burjuvazinin yükseliş çağı olan "Aydınlarıma Çağı"nın adını veriyor. Bu durumda, kapat-
tığı(!) devrimler ve sosyalizm çağı ise "karanlık bir çağ", insanlığın yaşadığı ikinci "ortaçağ"
oluyor. Bu onursuz döneğe göre, "sosyalizmin ortaçağı" 1930'lardan sonra başlamış. Kimi son-
radan revizyonizmin ihanetine uğramış veya yarı yolda kalmış olsa da, 1930 sonrası, sosya-
lizmin ve ulusal kurtuluş devrimlerinin tarihteki en büyük atılımlarını yaptığı bir dönemdir.
Böyle bir dönemi insanlık için "karanlık bir ortaçağ" olarak lanetlemeye yeltenmekle, revizyo-
nist hain, sadece dönmekle kalmadığını, ayrıca nasıl "kraldan çok kralcı" kesilen iğrenç bir
dalkavuk haline geldiğini gösteriyor.

Sınırsız Bir Sınıf İşbirliği Ve Teslimiyet Çağı


Çağ açıp-çağ kapayan revizyonist "büyük Türk", Leninizm çağını, proletarya ve ulusal
kurtuluş devrimleri çağını, sosyalizm çağını kapatıyor kapatmasına da, yerine nasıl bir çağ
açıyor acaba? "Yeni Çağ" hangi etkenlerin sonucudur? Onu Leninizm çağından ayıran özel-
likler nelerdir? Hangi güçlere hangi görev ve sorumlulukları yüklüyor, vb.? Revizyonist
"Yeni Çağ" demagojisinin, salt bir inkarcılık ve döneklikle sınırlı olmayıp, nasıl bayağı bir
sınıf işbirliğini ve ihaneti öngördüğü gerçeği, bu soruların yanıtlarıyla birlikte kendiliğinden
ortaya çıkar,

"... önceki aydınlanma çağlarından farklı olarak çağımızın kendi özelliğini kazandıran en temel
kavram, yani kategori 'KARŞILIKLI BAĞIMLILIK' kategorisidir. Çağımızda savaşların kaçınılmaz
olduğu düşüncesinin yok olması ile birlikte, çağlar boyu günümüze dek süren 'ÇATIŞMA'
kategorisi değişmiştir artık. Bu durum tarihsel, devrimsel yeni bir durumdur ve 'karşılıklı
bağımlılık' yeni bir dünya görüşünü hazırlayan temel konsepttir." (Y. Açılım, sayı: 15, sf. 12,
abç)

Çelişen sınıfsal ve ulusal çıkarlar temelinde bölünme yok, karşılıklı bağımlılık var! Bu
temelde çatışma yok, uzlaşma ve işbirliği var! Revizyonist "büyük Türk"ün savunduğu "Yeni
Çağ"ın temel özellikleri ve ondan çıkan temel slogan işte bunlardır. Proletarya burjuvaziyle,
ezilen halklar kendilerini ezen ve sömüren emperyalistler ve işbirlikçileri ile, sosyalizm ka-
pitalizm ile mücadeleyi bırakmalıdır!!! Aralarındaki uzlaşmaz düşmanlıkları unutmalı, si-
lahlarını toprağa gömmelidirler!!! Çünkü çağlar boyu, yani ilk kölelerden beri süregelen "ça-
tışma" kategorisi değişmiştir artık!!! Yeni bir çağ, sınıfsal ve ulusal, ideolojik ve politik te-
mellerde bölünme, karşılıklı mücadele ve düşmanlıkları ortadan kaldıran "karşılıklı bağımlılık
çağı" açılmıştır!!! Proletarya ve halklar, ezilen ve sömürülenler, komünistler ve ulusal kurtu-
luşçular, devrimci ve ilerici tüm güçler, sınıf gerçeğine, emperyalizm ve proleter devrimleri
çağının temel özelliklerine dayanan ve bu temelde mücadeleyi esas alan tüm teorileri, tüm
strateji ve taktiklerini, anlayış ve kavramlarını gözden geçirmeli, "karşılıklı bağımlılık", uz-
laşma ve işbirliği çağı olan "yeni çağ"ın özelliklerine uygun olarak yenilemelidirler!!! Reviz-
yonist Zerdüşt böyle buyuruyor!..

"Çatışma kategorisinin artık değiştiği" iddiası, revizyonist "Yeni Çağ" tahlili ve ondan türetilen
teslimiyetçi tezlerin temel taşıdır. Burada kullanılan "değişme" sözcüğü aslında "tamamen
ortadan kalkma, yokolma, önemsizleşme" anlamındadır. Yine H. Kutlu'nun onu sanki
yalnızca emperyalistler arasındaki çatışma ile sınırlıyor görünmesi aldatıcı olmamalıdır.
Kutlu da dahil revizyonist "Yeni Çağ" düşüncesinin bütün savunucuları, günümüzde artık
yalnızca emperyalistler arası çatışmaların değil, ondan da önce ve genel olarak bütün sınıfsal
ve ulusal çatışma nedenlerinin ortadan kalktığı iddiasındadırlar.

Şarlatanlık Ölçüsünde İdealizm


Sınırsız bir sınıf işbirliği ve teslimiyetin yolunu açmak için ortaya atılan bu ultra revizyonist
iddianın dayanağı nedir? "Yeni" teslimiyetçilik bu temel iddiasını, öz olarak, bilim ve
teknikteki gelişmelere, bunun doğrudan ve dolaylı sonuçlarına dayandırıyor. Revizyonist
"büyük Türk", değindiğimiz yazısında, kendince çağı değiştiren etkenleri bakın nasıl özetli-
yor:

"... Bilimsel-teknolojik devrim sonucu insan taşıdığı özgürlük potansiyelini, bir başka deyişle
aklının gücünü sermeye (başlaması)... Uzayı fethedebilen, bilim ve teknikte inanılmazları
gerçekleştiren insan aklı(nın) yabancılaşmayı kırmaya (başlaması)... Dünya(nın) teknolojik ge-
lişmelerin sonucunda çok (ufalması), enformasyon araçlarının hızla gelişmesi(nin) olağanüstü
iletişim ve bağlı olarak bilgi, deney akışı (sağlaması)... İnsanoğlunun geleceğine karşı duyarlılı-
ğının şimdiye dek hiç olmadığı kadar (artması). Aynı anda paradoksal bir gelişme (olarak) si-
lahlanma yarışı(nın) insanlığın geleceğini tehdit eden bir boyut (kazanması)... Barışçı gelecekle-
rine sahip çıkma bilincinin uyandığı yığınlar(ın) yalnız barış ile kendilerini (sınırlamayıp) bugünkü
yaşamlarına karşı da duyarlılıkları(nın) artması..." (Y. Açılım, sayı: 15, sf, 10)

Revizyonist "Yeni Çağ" düşüncesinin nasıl şarlatanca bir idealizm temelinde yükseldiği, şu
alıntıdaki kadar açık ve net olarak sergilenemezdi herhalde. Koskoca bir çağı değiştirdiği
iddia edilen şu etkenleri bir kez daha inceleyin tanrı aşkına!

"Akıl gücü", "duyarlılık artışı", "bilgi ve deney akışının kolaylaşması" üzerine yaveler dışında bir
çağ değiştirme gücüne sahip ne vardır bunların içinde? Materyalist tarih ve toplumsal
gelişme anlayışına göre, tamamen öznel etkenlere bağlı olarak bırakın bir çağı, kıytırık bir
kabile düzenini bile değiştirmek mümkün değildir. Kaldı ki, şu yukarıda sayılanların
birçoğu toplumbilim açısından öznel etken olarak bile tali niteliktedir, belki zurnanın son
deliği olarak sayılabilirler.

İdealist şarlatanlık tabii ki bu noktada durmuyor. Ona göre, "bilimsel teknolojik devrim"
insanlığın önüne yeni gelişme yolları ve olanakları açıyor. Bu durumda sınıfsal ve ulusal
temellerde çatışma ve devrimler kendiliğinden gereksiz hale gelmiş demektir. Bu arada za-
ten "tüm potansiyellerini kullanmaya zorlanan kapitalizm, niteliksel bir değişime" uğramıştır. (Bkz.
Y. Açılım, sayı: 16, sf. 10) Eğer kapitalizm nitelik değiştirmiş, üstelik toplumsal gelişmenin
yeni yollarını açma yeteneğini yitirmemiş veya "bilimsel-teknik devrim" sonucunda bu yete-
neğini yeniden kazanmışsa, onu yıkmak için devrimler yalnızca gereksiz değil aynı zamanda
nesnel açıdan imkansız hale de gelmiş demektir. Çünkü hiçbir toplumsal üretim biçimi,
üretici güçleri geliştirme yeteneğini tamamen yitirmedikçe tarihsel bakımdan ömrünü ta-
mamlamış sayılmaz.

Revizyonist "Yeni Çağ" düşüncesine göre, günümüzde devrimler artık sadece "gereksiz",
sadece "imkansız" hale gelmemiş aynı zamanda insanlığın genel çıkarları ve geleceği
açısından tehlikeli hale de gelmiştir. Nükleer silahlanma dünyamızı nükleer bir cephaneliğe
çevirmiştir. Sorumsuz bir davranışın çıkarabileceği küçük bir kıvılcım bile dünyamızla bir-
likte insanlığın mahvolmasına da yol açabilir. Onun için komünistler ve devrimci güçler,
proletarya ve ezilen halklar "sorumlu" davranmalı, kendi "dar" sınıfsal ve ulusal çıkarları
uğruna insanlığın felaketine sebep olmaktan kaçınmalıdırlar. Kısacası; "Yeni Çağ" düşüncesi
proletarya ve halklara teslimiyeti öğütlüyor.

Onun, emperyalistler arasında savaşların kaçınılmaz olmaktan çıktığına dair iddiası da aynı
ölçüde idealist, bunun için gösterdiği gerekçeler aynı ölçüde şarlatancadır. Nükleer si-
lahlanmanın ürkütücü bir boyut kazandığı günümüz koşullarında, çıkacak bir savaşın sa-
dece rakiplerinin değil dünya ve insanlıkla birlikte kendisinin de sonu olacağını görmek,
emperyalist burjuvaziyi sözde mantık ve sağduyu çizgisine getirmiş, buna zorlamaktadır.
Bundan dolayı o, emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinde şiddet yöntemlerinden
artık kaçınmakladır. Revizyonizm kısaca bu iddiadadır. Ne var ki, emperyalist savaş tehli-
kesi ve savaşların kaynağı emperyalizmin doğasında yatar. Azami kar peşinde koşan, yağ-
macı bir sistem olarak emperyalizmin eşit olmayan gelişmesi doğurur savaşları ve emperya-
list savaş tehlikesini. Emperyalizm emperyalizm olmaktan çıkmadığı sürece de ne dünya
çapında egemenlik, yeni sömürü ve yağma alanları peşinde koşmaktan vazgeçer, ne de bu
temelden doğan ve beslenen emperyalistler arası çelişkinin yarattığı savaş tehlikesi ve sa-
vaşlar ortadan kalkar. Emperyalistler arası çatışma ve savaşların nesnel temelini görmemez-
likten gelerek, onun iradi çabalarla, öznel etkenlerdeki değişmelerle ortadan kalkacağını ileri
süren görüşler oportünisttir. Kaldı ki, gerçekler de bu oportünist görüşleri çürütmektedir.
Dünya son 45 yıldır III. bir genel savaş görmemiş belki ama, bu yıllar boyunca çeşitli çap ve
şiddette bölgesel savaşlar, emperyalist askeri müdahale ve saldırgan eylemler, yeni bir
dünya savaşının eşiğine kadar varan gerginlik ve sürtüşmeler de eksik olmamıştır. Ayrıca
sadece şu son 10 yıl içinde meydana gelen Afganistan ve Grenada'nın işgali, Falkland Savaşı,
İran'a ve Lübnan'a askeri saldırı teşebbüsleri vb. gibi doğrudan emperyalist saldırı örnekle-
rinin dışında "yerel" görünen bir Arap-İsrail veya İran-lrak savaşlarının ya da Kamboçya'da
olup-bitenlerin arkasında emperyalist güçlerin varlığı bir sır mıdır? Kautsky'nin "ultra-em-
peryalizm" teorisini hortlatan "Yeni Çağ"cı revizyonizm ise, bütün bu bilimsel ve pratik ger-
çeklere rağmen proletarya ve halkları daha hala, emperyalizmin saldırgan doğasının değişti-
ğine ve onun "yumuşadığına" dair haince masallarla uyutmaya yeltenmektedir.

Sorunun Özü Nerededir


Özellikle son 15-20 yıldır bilimde ve teknikte gerçekten de büyük bir İlerleme var. Adeta her
gün yeni bir bilimsel buluşla karşılaşıyoruz. Teknoloji bir atılım içinde, kendine sürekli yeni
alanlar açıyor. İnsan aklının bu yaratıcı gücü ve başardıkları karşısında hayranlık ve heyecan
duymamak mümkün değil. Ancak iş bununla bitmiyor.

Bir yanda insan aklının, bilimin ve tekniğin tarihte eşi görülmedik atılımlarına tanık
oluyoruz ama hemen bunun yanında ve buna paralel olarak insanın ve doğanın yine tarihte
eşi görülmedik bir yıkıma uğratıldığını görüyoruz. İnsanoğlu bir yanda uzayı fethedebiliyor
ama beri yanda sadece Afrika'da her gün onbinlerce insan dünyanın gözü önünde açlıktan
kırılıyor... Yeni teknolojiler sayesinde sanayide ve tarımda muazzam üretim patlamaları ya-
ratmanın olanaklı hale gelmesi, dünya nüfusunun ezici bir çoğunluğunu korkunç bir yok-
sulluk ve sefalet içinde yüzmekten hala kurtaramıyor... Sanayide robot kullanımı işçi sınıfına
daha fazla özgürlük, daha uzun "tembellik hakkı" değil aksine daha büyük yıkım, işsizlik ve
açlık getiriyor... İleri teknolojiler aşamasına geçmiş ve teknoloji üretebilen emperyalist ve
gelişmiş kapitalist ülkelerle, doğru dürüst bir sanayiye bile sahip olmayan yarı sömürge ve
sömürge ülkeler arasındaki uçurum her alanda, her geçen gün biraz daha açılıyor...
Uzaybilim ulaşılmadık gezegen bırakmıyor ama ona emperyalist askeri amaçlar yön veriyor;
dünyamızdan sonra şimdi de uzay, nükleer silahlarla, casus uydularıyla, vb. dolduruluyor...
Nükleer teknoloji asıl olarak ürkütücü bir nükleer silahlanmaya hizmet ediyor... Doğayı avu-
cunun içine almak, varoluşundan beri insanlığın büyük düşü oldu. Bilim ve teknikteki ge-
lişmelere bakarak, insanoğlunun bu büyük tarihsel düşünün gerçeğe dönüşmesinin acaba
eşiğine mi geldik diye düşünüyorsunuz ama öte yandan doğanın uğratıldığı korkunç tahri-
bat karşısında nutkunuz tutuluyor, gelecek nesillerin lanetinin ürpertisini duyuyorsunuz...
Kısacası, bilim ve teknik dev adımlarla ilerliyor belki ama bu gelişmeden insanlığın payına
neler düşüyor, onun nimetlerinden kimler, neden ve nasıl yararlanıyor? Sorunun özü işte
buradadır.

Bilim ve teknikteki atılımdan dünya proletaryası, emekçi kitleler ve ezilen halklar, yani
insanlık yararlanamıyor. Hatta bu gelişme onun için daha büyük bir yıkıma, emeğinin ve
aklının ürünlerine daha korkunç bir yabancılaşmaya yol açıyor, birbirinden ağır yeni sorun-
lar, birbirinden ürkütücü yeni tehlikeler doğuruyor. Buna karşılık emperyalist burjuvazi ve
işbirlikçilerine daha muazzam karlar, daha büyük bir güç, yeni ve daha azgın sömürü ola-
nakları sağlıyor. Çünkü, kapitalist özel mülkiyet ve emperyalist sömürü düzeni koşulla-
rında, bilimin ve teknolojinin tekeli onların elinde bulunuyor. Ve onlar bunu asla insanlığın
yararına değil sadece kendi bencil ve açgözlü sınıf çıkarları yönünde, doymak bilmeyen
azami kar hırslarını tatmin aracı olarak kullanıyorlar.

Yeni Bernsteincılık
Teslimiyetçi revizyonizmin iddialarının tam aksine, proletarya ile burjuvazi, ezilen halklar
ile emperyalistler ve işbirlikçileri, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki "çatışma" nedenleri
ortadan kalkmıyor, bunlara yenileri de eklenerek derinleşiyor. Kapitalist-emperyalizm
insanlığı ilerletmiyor, onun önüne yeni gelişme yolları ve olanakları açmıyor. Tersine bilim
ve teknikteki ilerlemelerle birlikte iğrenç ve yıkıcı yüzünü daha fazla sergiliyor. Ortaya çıkan
tablo devrimlerin "gereksizliği"ni değil, insanlığı yeni felaketler ve yıkımdan kurtarabilmek
için nasıl daha da zorunlu ve ertelenemez bir görev haline geldiğini hatırlatıyor. Bilim ve
teknikteki ilerlemeler, kapitalist emperyalizmin üretici güçleri daha hala geliştirebildiği
anlamına da gelmiyor. Başka zaman "hümanizm"i kimselere bırakmayan revizyonist
hainlere sormak gerekiyor: Üretici güçler, yalnızca üretim araçları ve üretim tekniklerinden
mi ibarettir? Üretici güçlerin başında, makineler, aletler ve teknikten de önce insan gelmez
mi? Yeni teknolojiler, üretimde yeni tekniklerin uygulanması, kapitalist özel mülkiyet ve
emperyalist sömürü koşullarında çalışan insana ve insanlığa ne getiriyor? Gelişme ve biraz
daha özgürlük mü yoksa daha büyük bir yıkım, daha fazla sömürü, emeğinin ve aklının
ürünlerine daha fazla yabancılaşma mı?

Tüm potansiyellerini kullanmaya zorlanan kapitalizmin, "billmsel-teknolojlk devrim"


sayesinde belli bir istikrara kavuştuğu hatta "niteliksel bir değişime" uğradığını iddia eden
"Yeni Çağ"cı revizyonizm, Bernsteincıdır. Nitekim revizyonist "büyük Türk" yazısında:

"Kapitalizmin potansiyellerini sezme anlamında Bernstein'ın haklı (çıktığını)" (Y. Açılım, sayı:16.
sf.10) söylemekten çekinmiyor.

Revizyonizmin babası da, kapitalist özel mülkiyet düzeninin özünü ve temel yasalarının
işleyişini ortadan kaldırmayan, biçime ilişkin, geçici, bir anlamda da istisnai olguları
kendisine dayanak yaparak, bilinen reformcu görüşlerini bunun üzerine inşa etti. 1870 genel
bunalımını izleyen 20 yıl boyunca kapitalizmin yeni bir bunalıma girmeyişi Bernstein'ın te-
mel dayanağıydı. Değil yeni bir devrevi bunalım, ortalıkta bunun izi bile yoktu. Bunun tam
tersine, serbest rekabet aşamasından artık tekelci aşamaya yönelen kapitalist ekonomiler
genel bir büyüme gösteriyordu. Genel refah düzeyinde nispi bir yükselme vardı, "Kolektif"
görünen bir özel mülkiyet biçimi olarak anonim şirketler ortaya çıkmış ve bunların sayısı
hızla artıyordu. Kapitalist ekonomilerde planlama kavramı kullanılmaya başlanmış ve bu-
nun ilk uygulamaları görülüyordu, vb. Bu gibi geçici ve biçimsel olgulardan Bernstein da,
kapitalizmin artık nitelik değiştirdiği ve Marksizmin kaçınılmaz olarak nitelediği devreyi
bunalımlarını önleme yeteneği kazandığı oportünist sonuçlarını çıkardı. Ancak Bernstein'ın
bu oportünist iddia ve hayalleri 15 yıl bile dayanmadı. Önce 1900'lü yılların başında gelen
yeni kriz dalgası, 1910'larda bu kez çok daha şiddetli olarak tekrarlandı. Sonuç I. Emperyalist
Paylaşım Savaşı oldu.

H. Kutlu gibi "Yeni Çağ"cı revizyonist hainler, Leninizmin emperyalizm hakkındaki


"çürüyen ve can çekişen kapitalizm" tanımlamasını utanmazca çarpıtıyorlar: Leninizmin em-
peryalizmi, sanki kendiliğinden ve bir anda toptan bir çöküşe uğrayarak ölecekmiş gibi de-
ğerlendirdiğini iddia ediyorlar. Bu, Leninizme karşı iğrenç bir iftiradır. Bir kere "toptan çö-
küş" teorisi Leninizme değil Maocu revizyonizme aittir. Maocu revizyonizmin, sağcı yüzünü
"sol" sloganlarla gizleme ihtiyacını duyduğu bir dönemde Lin Biao'nun ağzından dile geti-
rilmiştir. Ayrıca Leninizmde ne emperyalizmin kendi kendine "doğal ve toptan" bir çöküşe
uğrayacağına dair görünüşte "sol" ama özünde sağ teslimiyetçi kendiliğindenciliğin tek bir
izi vardır; ne de o, tarihsel bakımdan artık ömrünü doldurmuş olsa da emperyalist burjuva-
zinin kolayca teslim olacağına, kaçınılmaz sonunu geciktirmek için elinden geleni yapmaya-
cağına, bunun için ekonomik, askeri, siyasi, vb. yeni yol ve yöntemler arayıp bulmayacağına
dair en küçük bir hayale İzin verir.

* * *

"Yeni Çağ" düşüncesi, revizyonist ihanet ve paniğin ürünüdür. Bilim ve teknikteki


ilerlemelerin, emperyalist kapitalizme en fazla yıkılışını belki biraz daha geciktirme olanağı
kazandırabileceğini ama onu kaçınılmaz sonundan kurtaramayacağını görmemektedir. Ter-
sine, bu sayede onun "yenilmezlik" kazandığı korkusuna sürüklenmiştir. Bu arada dünya
devrim dalgasındaki geçici düşüş onu iyice panikletmiştir. O bu düşüşü, emperyalist burju-
vazinin artan gücü ve olanaklarının yanı sıra, sınıfsal ve ulusal çalışma nedenlerinin nesnel
olarak zayıflamasına, ortadan kalkmasına yormaktadır. Dünya devrim dalgasındaki gerile-
menin geçici ve göreceli olduğunu görememesinin yanı sıra bunun nesnel etkenlerin zayıf-
lamasından değil tam tersine nesnel etkenler gitgide daha olgunlaşır ve elverişli hale gelir-
ken, esas olarak öznel etkenlerdeki zayıflıktan kaynaklandığını da görememektedir. Bunun
en büyük sorumlularından biri de revizyonist ihanettir. Zaten "yeni teslimiyetçilik"in teme-
linde yatan korku, panik ve ihanetin üçüncü temel nedeni de revizyonist kampın bugün
içinde bulunduğu perişan durumdur. Revizyonist-kapitalist ülkeler bugün çok yönlü bir
çürüme ve iflasın içindedir. Revizyonist kampın en büyük iki gücü olan Sovyet sosyal em-
peryalizminin ve Çin sosyal emperyalizminin, emperyalist rekabette ABD ve diğer batılı
emperyalist rakipleriyle boy ölçüşmek şöyle dursun ekonomilerini ayakta tutabilme güçleri
bile neredeyse kalmamıştır. Ağırlaşan ekonomik sorunların yanı sıra kitlelerin artan hoşnut-
suzluk ve muhalefeti, çeşitli siyasal ve etnik sorunlar, sosyal çöküntü, vb. revizyonist rejim-
leri tehdit eder boyutlar kazanmıştır. Günümüz koşullarında sosyal emperyalist burjuvazi
istikrar arayışı ve ihtiyacındadır. Dünya proletaryası ve ezilen halklara, devrimci ve ilerici
güçlere hayasız bir sınıf işbirliğini, teslimiyet ve ihaneti öğütleyen "karşılıklı bağımlılık" teori-
leri, "yeni bir çağa girdiğimize" dair demagojik gürültü hep onun bu istikrar arayışının ürünü
ve ifadesidir.
"SÜREKLİLİK İÇİNDE YENİLENME" -Teoride Ve Pratikte
İlkesizliğin "TEORİSİ"
Gorbaçovcu revizyonizmin sınırsız bir sınıf işbirliğini ve teslimiyeti savunan tez ve gö-
rüşlerinin temelinde "çağın değiştiği" iddiasının yattığına daha önce değinmiştik.

Revizyonist ihanet, emperyalizm ve proleter devrimler çağının artık kapandığı, "çağlar boyu
günümüze dek süren 'çatışma' kategorisi"nin yerini uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfsal ve ulusal
güçler arasında "karşılıklı bağımlılık"ın aldığı "yeni bir çağ" açıldığı iddiasındadır.

Çağ değiştiğine(!) göre, proletarya da kendini "yenilemeli"dir. "Yenilenme", "Yeni Çağ"a ayak
uydurabilmek için zorunludur ve doğal olarak "Yeni Çağ"ın temel özelliklerine uygun olmak
zorundadır. Bu nedenle, "yenilenme" ve "süreklilik" kavramları, Gorbaçovcu revizyonizmin,
bu arada TBKP'nin en fazla, en sık kullandığı iki temel kavramdır. Bu iki kavram bir bakıma
"Yeni Çağ"cı revizyonizmin alamet-i farikası durumundadır.

"Yenilenme" nedir? Neleri kapsar? Üstelik bunun "süreklilik" göstermesi ne anlama gelir?
"Yenilenme", proleter devrimin teorisi, proletaryanın devrimci eylem kılavuzu olan ML'den
tam ve köklü bir kopuştur. ML teorinin disiplininden özgür olmak, proleter dünya
görüşünün yüklediği görev ve sorumluluklardan böylelikle kendini kurtarmaktır. Bu yö-
nüyle o bir döneklik ve inkarcılıktır. Ancak revizyonist "yenilenme" kavramı, yalnızca dö-
neklik ve inkarla sınırlı değildir. "Süreklilik" kavramı, yalnızca döneklik ve inkarla sınırlı
değildir. 'Süreklilik" kavramı ile birlikte o, aynı zamanda bir politik felsefeyi dile getirir:
Pragmatizm. Teoride ve pratikte kendisini hiçbir yasa ve ilkeye bağlı görmeyen, "gerçekçilik",
"akılcılık", "sağduyu" gibi kavram ve sloganlar arkasında duruma göre değişen oportünist
tavırlar takınmayı olağan ve meşru kabul eden bir burjuva felsefesidir bu. Pragmatizm, poli-
tikada belkemiksizliğin felsefesi olarak da bilinir. İlke yoksunu olduğu kadar da seçmecidir.
İşine geleni, işine geldiği zaman ve işine geldiği kadarıyla savunur. Onun için önemli olan
ilke ve idealler değil kendi dar ve bencil çıkarları doğrultusunda günü kurtarmaktır. Bu
yüzden dün ak dediğine, bugün veya yarın rahatlıkla kara diyebilir. An'ı kurtarmak, müm-
kün olanla yetinmek, onun dilinde "en gerçekçi tutum"dur. Hiçbir ilke ve yasa tanımadığı
gibi, ilke yoksunluğunu, belkemiksiziiği "tek ilke" haline getirdiği için sabun gibi kaygan,
hangi kaba girerse onun biçimini alan sıvı gibi akışkandır. "Marksist" maskeli bir burjuva
ideolojisi olan revizyonizmin politik felsefesi oldum olası pragmatizm olmuştur. Nitekim
revizyonizmin atası olan Bernstein'ın ünlü sloganı, "Hareket her şeydir, nihai amaç ise hiçbir
şey!.." bunu anlatır.

O halde, Gorbaçovcu revizyonistlerin tutumunda "yeni" olan ne vardır diye sorulacaktır.


Özde bir değişiklik ve yenilik yok elbette. Ancak "Süreklilik İçinde Yenilenme" gerek inkar-
cılıkta gerekse ilkesizliği teorileştirmede çok pervasız bir oportünizmin ifadesidir. Bu ger-
çeğe biraz daha yakından bakalım isterseniz.

I- "YENİLENME" Ne Anlama Geliyor, Neler, Nasıl Yenileniyor?


TBKP'nin elebaşısı H. Kutlu, daha önce revizyonist "Yeni Çağ" tespitiyle ilgili olarak
değindiğimiz "Süreklilik İçinde Yenilenme" başlıklı yazısında, "çağlar boyu günümüze dek süren
'çatışma' kategorisinin yerini 'karşılıklı bağımlılık' kategorisinin aldığı yeni bir çağa girdiğimiz" id-
diasında bulunduktan sonra sözünü şöyle sürdürüyor:

"Marksist teorimizin bütün kavramlarını, çağımızın yeni düşüncesini, dünya görüşünü belirleyen
'karşılıklı bağımlılık' kategorisinin ışığında gözden geçirmek, yenilemek durumundayız." (Y.
Açılım, sayı: 15, sf. 12)

Revizyonist "yentlenmeci"yi adım adım İzleyelim:

"Öncelikle marksist terminolojiye İkinci Dünya Savaşı ile girmiş olan 'öncü güç' (....), 'yedek güç',
'öncü müfreze', vb. gibi askercil terimleri atmalıyız, dilimiz sivilleşmelidir." (Y. Açılım, sayı: 15,
sf. 12)

Şu sözler insana, 1960'lı yıllarda "Savaş yapma aşk yap!" sloganıyla ortaya çıkan "çiçek
çocukları" Hippy'leri anımsatıyor. "Karşılıklı Bağımlılık Çağı"nın yarattığı revizyonist "çiçek
çocuğu" da, sınıf gerçeğini ve bu temelde yükselen karşılıklı düşmanlığı, uzlaşmayı değil
çatışmayı, işbirliğini değil mücadeleyi anımsatan terimlerden bile nefret ediyor. Burada ken-
disini şimdilik sadece; devrim ve sosyalizm mücadelesinde proletarya ve onun öncü komü-
nist partisinin önder rolünü, sınıf mücadelesinde parti-sınıf-yığınlar arasındaki ilişkinin ML
kavranışını, proletaryanın sınıf mücadelesinde iradenin, bilinç etkeninin dolayısıyla öncü-
nün ve öncü partinin önemini, proletarya ile müttefikleri, proleter devrimler ile ulusal kur-
tuluş savaşları arasındaki ilişkiyi, vb. ifade etmekte kullanılan ve Lenin'de hatta Marks ile
Engels'te de sayısız kullanımını görebileceğimiz kavramlarla sınırlamış görünmesine bak-
mayın siz. O sadece "dilin" değil, asıl olarak "teori"nin "sivilleşmesi"nin peşindedir. Şiddete
dayanan devrim, silahlı mücadele, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşları, devrimci şiddet, ge-
rilla mücadelesi, devrimci halk ordusu, strateji, taktik, vb. gibi çok daha "askercil" kavramla-
rın adını burada açıkça anmamışsa eğer, bu sadece sinsiliğindendir. Yoksa, devrimci militan
bir sınıf mücadelesi anlayışına dair, bundan kaynaklanan, bunu dile getiren ne kadar kav-
ram, anlayış, politika varsa, bunların hepsinin "temizlenmesinden" yanadır gerçekte. "Dil" işin
hem bir bahanesi hem de bir ön adımıdır. Nitekim diğer "yenilik"ler, dilin ardından adım
adım geliyor.

"Aynı şekilde, eski tür cephe anlayışlarının ve hatta bizzat cephe fikrinin eskimiş olduğunu dü-
şünmeliyiz." (agd, sayı: 15, sf. 12)

Çünkü "cephe fikri", bu konudaki ML anlayış ve tarihsel deneyler, "karşılıklı bağımlılık" gibi
işbirlikçi bir uzlaşma anlayışına değil, tüm ezilen ve sömürülenlerin kendilerini ezen ve
sömüren emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı devrimci proletaryanın militan mücadele
bayrağı altında birleştirilmesi ve seferber edilmesi anlayışına dayanır, bunu çağrıştırır.

Yeni Parti

Proletarya, "Yeni Çağ"a uygun olarak parti anlayışını da "yenilemelidir". Revizyonist


"yenilenmeci", Leninist parti anlayışının sözde "geçerliliğini koruduğu kanısında"dır. Ancak bir
koşulla:

"Kendi özel koşullarından ve polemik unsurlarından ayıklanması koşulu ile." (agd, sayı: 16, sf.
11)

Onun burada "kendi özel koşuşları"ndan kastettiği, proletarya partisinin illegal bir temel
üzerinde inşasının zorunluluğudur. Revizyonist "yenilenmeci"ye göre, Bolşevik partinin ille-
gal bir temelde örgütlenmiş olması, tamamen Çarlık Rusyası'ndaki ağır baskı koşullarının
zorunlu kıldığı "Özel bir durum"du. Yoksa Leninist parti anlayışının, burjuvazinin iktidarda
olduğu bütün ülkeler için geçerli ve zorunlu gördüğü temel bir yasası değildir(!) Zaten ona
göre:

"Çağdaş koşullar illegal mücadeleyi gerekli kılmıyor..." (agd, sayı: 16, sf. 14)

Yani "karşılıklı bağımlılık çağı"nda artık yasallık esas ve tipik olandır, yasadışı örgütlenme ve
faaliyet ise istisna. Parti sorununda "Leninizm" ile "polemik" kavramları yanyana geldiği
zaman akla hemen neler gelir? Elbette ki Leninizm'in, proletaryanın sınıf mücadelesinde
öncü partinin önemi ve. önder rolü üzerine "Ekonomizm"le, parti üyeliğinin koşulları
konusunda "Menşevizm"le, illegal parti yapısının korunması konusunda "Tasfiyecilik"in sağ
veya "sol" biçimleriyle, Bolşeviklerin 1912'de Menşeviklerle olan bütün biçimsel bağlarını da
kopararak ayrı bir parti kurmalarında, ve daha sonraki süreçte de özellikle 10. Kongre ka-
rarlarında ifadesini bulan hiziplerin varlığına izin vermeyen, çelik disiplinli, yekpare parti
anlayışı konusunda çeşitli oportünist anlayışlarla giriştiği en şiddetli polemiklerin başlıcaları
bunlardı; günümüzde de geçerliliğini aynen koruyan Leninist parti öğretisi, bütün bu pole-
mikler sırasında gelişip, olgunlaşmıştır. Dolayısıyla, onu sözde kabul ediyor görünen reviz-
yonist "yenilenmeci"nin koyduğu "küçücük" koşul, gerçekte Leninist parti anlayışının en te-
mel unsurlarına ilişkindir. Onun asıl özünü oluşturan bu temel unsurlarından "ayıklandık-
tan" sonra Leninist parti anlayışından geriye ne kalır?

Leninist parti anlayışının asıl özünü boşaltan bu kayıt ve koşul dışında, revizyonist
"yenilenmeci'ye göre "çağdaş yeni parti" bakın başka hangi özellikleri taşımalıdır: Bu parti
"işçi-aydın ayrımı yapmayan", "aynı zamanda 'aydın' olmanın bağımsızlıkçı özelliğini de tanıyan"
bir parti olmalıdır. "Programını benimseyen (herkese) açık olmalı; bunun ötesinde ayrıca, başka kri-
terler koymamalıdır". Bu partinin "dayanacağı dinamik güçler"in başında "aydınlar" gelir. Buna
karşılık köylülüğün kazanılmasına, "aydınlar, İşçiler ve ek olarak, başka bir tasnifle, gençlik ve
kadınlar"dan sonra, adeta lütfen ve olursa olur mantığıyla yaklaşır. Sadece parti içinde parti-
cik-ler oluşmasına izin vermeme anlamına gelen "monolitiklik"i, revizyonist "yenilenmeci",
parti üyelerinin farklı görüşlerini parti içinde dile getirmelerine izin verilmeyen bir "teksesli-
lik"miş gibi çarpıtır. Sonra da bunun karşısına "azınlık haklarının korunduğu", "çoğulcu,
çoksesli bir parti" anlayışını çıkarır. Bu "çoğulcu, çoksesli" yapı içerisinde "her parti üyesi ilke
olarak işlevli olmalıdır". Ancak bu işlevlilik nedense(!) sadece "parti politikalarının
oluşturulmasına katılmakla" sınırlıdır. Parti üyelerinin, parti politikalarının oluşturulmasında
olduğu kadar bu politikaların hayata geçirilmesi, yani pratik eylemde de aynı ölçüde işlevli,
aktif, yaratıcı, özverili ve gözüpek olmalarının zorunluluğu ve bunun önemi üzerine tek bir
söz bile etmez. Bu yapısal özelliklerinin dışında revizyonist "çağdaş parti", örneğin, "çevre,
kadın, barış ve hatta gençliğin yığınsal hareketleri(ne)... damga basmaktan, ele geçirme çabalarından
uzak (duracaktır)". Düşünün bir: Ezilen yığınların öncüsü olması gereken proletaryanın
öncüsü, tüm ezilen ve sömürülen yığınlara önderlik ve öncülük etmek, toplumsal kurtuluş
mücadelesinde onlara yol göstermek, onların kendiliğinden eylemlerine gerek özel hedefleri
doğrultusunda gerekse genel devrim hedefine bağlı olarak daha tutarlı ve bilinçli bir nitelik
kazandırmaya çalışmak şöyle dursun, toplumsal muhalefetin ve yığın hareketinin
önderliğini kendiliğinden başka sınıflara ve onların politik temsilcilerine bırakmaktadır.
Sadece "kışlaya, okula ve camiye" değil, yığın hareketi ve örgütlenmelerine dahi "politika
sokmayacağına" dair egemen sınıflara söz ve garanti vermektedir(!) Başlıklar halinde
değindiğimiz bütün bu özellikler bir arada düşünüldüğünde böyle bir yapı, proletaryanın
sosyal devrim partisi olabilir mi hiç?

"Yeni" 4 Strateji

Zaten revizyonist "yeni politik strateji"nin sosyal devrim diye bir hedefi yoktur artık. O,
hedefleri tamamen düzen sınırları içinde kalan bir sosyal reform stratejisidir. Stalin, Leni-
nizm'i tanımlarken şunu belirtir:

"Leninizm,... proletarya devriminin hemen çözülmesi gereken bir eylem sorunu haline geldiği,
eski, İşçi sınıfını devrime hazırlama döneminin yeni bir döneme, sermayeye karşı doğrudan
savaşım dönemine dönüştüğü bir zamanda gelişti ve biçimlendi." (abç)

Bu tanım, aynı zamanda Leninist politik stratejinin temel perspektifini verir bize. Komünist
strateji, günümüzde kendisine artık "devrime hazırlığı" değil "sermayeye karşı doğrudan
savaşımı" çıkış noktası olarak almalı, her şeyden önce bu devrimci ruh ve anlayışa sahip ol-
malıdır. Revizyonist "yeni strateji" ise, Il. Enternasyonal oportünizminin ruhuna, "eski"ye
geri dönüyor; "doğrudan savaşımı" değil "koşulları hazırlama"yı esas alıyor, kapitalist sömürü
ve zulüm düzenini yıkmayı değil onun çerçevesinde kalan reformları hedefliyor. Proletarya
ve onun öncü komünist partisine, sürekli ve müzmin bir "muhalefet rolü" biçiyor. Cılkı çıkmış
bir oportünizmi hortlatan bu pespaye reform stratejisini de, "düzen içinden ama düzen partisi
olmadan" gibi demagojiler ile gizleyebileceği ya da "aktif politik müdahale" gibi görünüşte ra-
dikal kavramları büyük harflerle yazarak "devrimci Marksist yaratıcılık" olarak yutturabilece-
ğini zannediyor:

"Durumun değiştiği koşullarda işçi sınıfının stratejik rolünü belirleyen temel politika değişmek
zorundaydı, kapitalizm çerçevesinde bir politikaya sahip olarak (alternatif politika) düzen içinden
(yani devrim beklentisine bağlı kalmayan) ama düzen partisi olmadan, düzene karşı bir strateji
gerekliydi. Ve ancak o zaman devrimci marksizm çizgisi yeni koşullara yaratıcılıkla uygulanmış
olurdu. Yani sınıf mücadelesine, politik süreçlere AKTİF POLİTİK MÜDAHALE yoluyla koşulları
hazırlama.... Yaklaşımımızda odak noktası demokrasi ve politik mücadeleye verdiğimiz yeni ve
önemli rolde yatıyor." (agd, sayı: 16, sf. 10-11)

En ateşli düzen ve istikrar yandaşı, en uyuz bir burjuva partisinin bile hükümet olmak diye
bir hedefi olur değil mi? Hele düzeni birazcık olsun değiştirmek gibi bir niyeti olan bir parti
için, sadece hükümeti de değil, iktidarı ele geçirmek vazgeçilmez bir stratejik hedef olmak
zorundadır. Ancak sosyal demokrasinin klasik çizgisinin bile yer yer gerisine düşecek kadar
bayağı bir reformculuğu bayrak edinen Gorbaçovcu revizyonist reformculuk, bu konuda da
sağ sosyal demokrat SHP'den bile daha sünepe ve daha korkak bir perspektife sahiptir. "Ne
olur ne olmaz, güven ve icazetini kazanmak için önünde bin takla attığımız egemen sınıfları,
niyetlerimizin temizliği ve zararsızlığı konusunda belki tereddüde düşürürüz" korkusundan
olsa gerek, parlamenter yoldan olsun iktidara gelmek veya ona ortak olmak gibi bir hedefin
sözünü dahi etmemektedir. O, sadece parlamenter düzenin nazar boncuğu olarak, kendisine
verilecek bir köşede mütevazı bir muhalefet görevine taliptir ve hangi parti işbaşında olursa
olsun –bu azılı faşist bir parti de olabilir– onun bu tutumu değişmez:

"Biz elbette belirli sınıf ve güçlere karşıyız, ama İktidarın sınıf bileşimini değiştirmezden önce,
aynı iktidar odağı söz konusu olsa bile, belirli politikaları geriletme ve yok etmeyi esas alıyoruz."
(agd, sayı: 15, sf. 15, abç)

Böylesine bayağı üstelik böylesine korkak bir reformcu çizgi ve strateji ile buna uygun düşen
böylesine gevşek ve şekilsiz bir parti anlayışını, bir de kalkıp:

"... politik süreçlere dinamik müdahale ile koşulları hazırlama konsepti... ve böyle bir dinamik
müdahale kapasitesine sahip bir mücadele örgütü..."

gibi "keskin" ve "militan" bir söylem arkasında yutturmaya kalkışması yok mudur?
Utanmazlığın ve sahtekarlığın bu kadarı da olmaz dedirtmekledir insana, ama daha bundan
da fazlası vardır.

İnkarın ve İkiyüzlülüğün Zirvesi: "Teorik Yenilenme"

İdealist şarlatanlık yoluyla yeni bir çağ açan(!) Gorbaçovcu revizyonist ihanetin, buna
dayanarak sloganlaştırdığı "Yenilenme" yalnızca kavramlarla mı sınırlıdır? "Yenilenme" adı
altında o, ML teorinin yalnızca bazı yönlerini mi kökünden budamakladır? Ya da revizyonist
"yenilenme"nin ML teoriyi inkarı, onunla arasında hiçbir bağ bırakmayışı yalnızca dolaylı
yollardan mıdır? Hiçbiri değil. Ölçü-sınır tanımayacak kadar hayasız bir sınıf işbirliğini ve
sefil bir reformculuğu temsil eden "yeni ihanet çizgisi", ML teori ile tam ve köklü bir kopuş
içindedir. Teorik döneklik ve inkarcılık, sadece parça parça ve dolaylı değil, toptan ret ve
cepheden saldırı biçimini alacak kadar derin ve pervasızdır. "Teorik Yenilenme" adı altında,
ML'in kendisini "Yeni İhanet Çağı"nın sınıf işbirlikçisi "yeni düşünce"sine uydurmasını isteye-
cek kadar da küstahtır.

"Yeni düşünce tarzı, kanımca marksist olsun, olmasın çağımızın insanının düşünce tarzıdır.
Marksizm bu düşünce tarzını kavrayarak kendini yenilemek durumundadır. (abç) Bu anlamda
yeni düşünce tarzı marksizmle eşdeş, ama özdeş değildir." (agd, sayı: 13, sf. 10)

"Bize göre hastalığın (solun geçmiş başarısızlığının temel nedeni olarak gördüğü dogmatizmi
kastediyor -nba) nedenleri doğrudan doğruya marksist teorinin kendi iç çelişkilerinde ve tarihsel
aşılmışlıktadır." (agd, sayı: 13, sf. 13, abç) .

"Leninizm, günümüzde artık aşılmıştır." (agd, sayı: 13, Sf. 13)

"Lenin marksizmi.... nasıl köklü bir farklılıkla aşmışsa, biz de teorik yenilenmede Leninizmi o
denli köklü bir farklılıkla aşmak durumundayız." (agd, sayı: 16, sf. 8, abç)

Revizyonist hainin ML'e karşı saldırıları aktardığımız bu alıntılarla da sınırlı değil. Yazısı
boyunca o, her fırsatta, çoğu kez sinsi ve kalleş imalar, üstü örtülü iftiralar biçiminde küstah
ve saldırgan bir tutum içindedir.

Kimi zaman "bugün marksist teoride gerçeğe, yaşama karşı DUYARLILIK sorunu vardır...
Marksist teoride duyarlılık eşiğinin, refleksinin neden düştüğüne kafa yormak gerekir" gibi sinsice
laf sokuşturur; kimi zaman da, "Marksizm'in teorik yapısından dolayı" Marksistlerin geçmişte
"cephe ve seçim taktiklerinden başka temel politikalarının olmadığı" şeklinde en aşağılık tahrifat-
lara başvurur.

Burada "ideolojinin bilimsel karakteri doğuşuyla bağlı olmakla birlikte, doğuş bu karakterin
güvencesi değildir" gibi kalleşçe bir anlatımla ML teorinin bilimsel niteliğini sonradan yitirdi-
ğini söylemeye getirir; biraz ötede, "bizi yanılsamalara sürükleyen 'marksizm bilimdir'... gibi
formülasyonlar bırakılmalıdır" diye açık çağrılar yapar,

"Deve midir, kuş mudur yoksa devekuşu mudur" gibisinden skolastik bir tartışma açar; ML, teori
midir, ideoloji midir, bilim midir değil midir şeklinde felsefi görünmeye çalışan bayağılıklar
arkasında, ML'nin hem bir bilim, hem bilimsel bir teori, hem de "dünyayı sadece yorumlamakla
yetinmeyip, aslolanın onu değiştirmek olduğunu" savunan, ayırdedici niteliği burada yatan
bilimsel bir dünya görüşü (ideoloji) olduğu gerçeğini hasıraltı etmeye kalkışır.

Hem "Marks, Engels, Lenin'in görüşleri kendi çağdaş koşullarında teoriydi. Bugün başka tarihsel
koşullardayız..." gibi sözlerle, ML'yi mezara gömmeye, onu sadece 1850'ler Avrupası veya
1917'ler Rusyası'na özgü, ancak oralarda ve o zamanlar için geçerli yerel ve çoktan eskimiş
bir teori derekesine düşürmeye yeltenir.

Hem de, günümüzde bütün döneklerin, kavga kaçağı bütün tasfiyeci oportünistlerin
sarıldığı "Marksizm'in bugün bir bunalımda olduğu" şeklindeki alçakça demagojiyi tekrarlar.
Böylece, revizyonizmin bunalımını ML'nin bunalımıymış gibi göstermeye kalkışmış olmakla
kalmaz, "yeni ihanet ve döneklik çizgisi"ni bu temelde "haklı ve meşru" göstermeyi hatta "Mark-
sizm'in yenilenmesi" olarak yutturmayı da denemiş olur.

ML'le gerçekte hiçbir zaman ilgisi olmamış ve bugün bunu iyice ele veren bu korkak, bu
kalleş, bu çürümüş revizyonist hain, bir taraftan da büyük bir yüzsüzlük ve utanmazlıkla
ML'den daha hala "teorimiz... teorimiz..." diye sözetmekten de geri kalmaz.
II- YERİNE NE KOYUYOR?

Teoride Şekilsizlik

Revizyonist "yenilenmeci", küstah ve saldırgan bir biçimde ML'le bütün köprüleri atıyor
atmasına da, yerine neyi koyuyor? Revizyonist "yenilenme" sloganının salt bir döneklik ve
inkarla sınırlı olmadığını yazımızın başında da belirtmiştik. O halde onun tanımlayıcı
parçası nedir? Proletaryanın devrimci eyleminin devrimci teorisi olan, doğanın ve toplumsal
yaşamın bütün karmaşık ilişki ve görüngüleri hakkında bize belli bir fikir ve bakış açısı ka-
zandıran, daha da önemlisi doğa ve toplumun gelişme yasaları hakkında bizi bilgilendiren
ve bu yasaların işleyişini kavrayarak amaçlarımız doğrultusunda eylemlerimizi ona göre
düzenlememize olanak sağlayan bir yöntemle donatan ML gibi bütünsel ve işlenmiş bir teo-
rinin yerine hangi teoriyi, hangi sistemi öneriyor?

Kestirmeden söylemek gerekirse; revizyonist "yenilenme", sadece ML'den de değil, belli bir
sisteme ve disipline sahip her türlü işlenmiş teoriden, herhangi bir bütünsel teorinin
bağlayıcılığından kendini kurtarmaya çalışmak anlamına geliyor. ML gibi devrimci ve bü-
tünsel bir teorinin yerine, niteliği ve kalitesi ayrı bir tartışma konusu olan herhangi bir başka
bütünsel teori koymaya çalışıyor. O, asıl olarak, teori ve pratikte aklına estiği gibi davrana-
bilme özgürlüğünün(!) peşinde koşuyor.

Açtığı "yeni çağ"a, "özgürleşme çağı" adını da veren revizyonist "yenilenmecilik", özgürlüğü
gerçek anlamıyla yani materyalist bir tarzda değil idealist bir tarzda anlıyor.

Doğa ve toplumsal yaşam, bizim isteklerimiz ve irademiz dışında varolan ve işleyen


yasaların egemenliği altındadır. Biz, onların bilincinde olalım ya da olmayalım, hoşumuza
gitsin ya da gitmesin doğadaki süreçleri olduğu gibi insanın (ve toplumun) maddi ve manevi
varlığını da bu nesnel yasalar yönetir. Bizim özgürlüğümüz, istesek de istemesek de bu ya-
saların belirlediği "zorunluluğun" çerçevesi ile sınırlıdır. Bu yasaları bilmediğimiz sürece
"Kör zorunluluğun'' kölesiyizdir. Ancak onları tanıdığımız ve kavradığınız ölçüde özgür ola-
bilir, doğanın ve kendi yaşamımızın efendisi hailine gelebiliriz. Gerçek özgürlük de budur
zaten. Bu yüzden Marksist materyalizm, özgürlüğü, "zorunluluğun kavranması" olarak ta-
nımlar. Daha açık bir tanımla:

"Özgürlük, doğa (ve toplumsal gelişme -nba) yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta
değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli
bir biçimde kullanılma olanağındadır." (Engels)

Zorunluluğun sınırları dışında, onu yaratan ve çerçevesini belirleyen nesnel yasaları dahi
tanımayan(!) bir özgürlüğü(!) ancak budalalar veya idealist şarlatanlar düşünür, ki böyleleri
gerçekte köleliğinin farkında bile olmamakla kalmayıp, kendilerini "özgür" zanneden en sefil
kölelerdir.

Bizim bilincimiz ve irademiz dışında, ondan bağımsız olarak varolan ve bizim hareket
alanımızı sınırlayan bu nesnel yasaların bilgisini bize doğabilim ve toplumbilim alanındaki
"teoriler" verir. Daha doğrusu, varlığımızı belirleyen ve yöneten nesnel yasaların az veya çok
bütünsel bir ifadesini, hazır ve işlenmiş olarak, insanlığın binlerce yıllık bilgi birikiminin
ürünleri olan doğa ve toplumbilimsel teorilerde buluruz. Toplumbilim alanında bu teoriler
içinden amaçlarımıza en uygun düşeni, bize aynı zamanda, bu yasalardan amaç ve idealle-
rimiz doğrultusunda yöntemli bir biçimde yararlanma olanağını" sağlar, bunun yöntemini ve
bilgisini kazandırır. Ancak, özgür irademizle yaptığımız bu seçim, beraberinde yeni bir ta-
kım "sınırlamalar" getirir. Çünkü, bize belirli amaç ve ideallere ulaşabilmenin bilgisini ve
yöntemini kazandıran, "teori" olarak anılmaya layık, az çok bütünlüklü ve işlenmiş her teo-
rinin, kendine göre bir sistemi, buna bağlı olarak kendi içinde bir iç disiplini vardır. Bizi onu
seçmeye yönelten amacımıza ve ideallerimize ulaşmak istiyorsak eğer, onun bu sistemine ve
disiplinine de uymak zorundayızdır. Zaten teoriler içinden bir teoriyi seçerken, ancak onun
sisteminin bizi amaç ve ideallerimize götüreceğini düşünerek yapmışızdır bu seçimi. Bu an-
lamda, tamamen özgür irademizle bir teoriye bağlanmanın beraberinde getirdiği düşünsel
ve pratik sınırlar, sadece bizim özgür seçimimizin bir sonucu değil, bundan da önce bu öz-
gür seçimimizin nedenidir. Ve nasıl ki bilimsel bir teoriye "bağlanmak", bizi zorunluluğun
yasalarının bilinçsiz köleleri olmaktan kurtararak "özgürleştiriyorsa"; onun yasalarının, sis-
tem ve ilkelerinin disiplinine "boyun eğmek" de bu nesnel yasalar üzerinde "egemenlik kurma-
nın" ta kendisidir.

Ancak revizyonist "yenilenmeci", "özgürlüğü " idealist bir tutumla yasa, ilke, sınır
tanımamazlık biçiminde anlıyor. Düşünsel planda belli bir bütünsel teoriye bağlanmak ona
boğucu, sınırlayıcı ve "çağdışı" geliyor. Belli bir sisteme, bu sistemin yasa ve İlkelerine, her
sistemin yapısında bulunan disiplinine bağlı olma zorunluluğu, onun gözüne "kafamıza sı-
nırlar koymak, "düşüncenin donması", "bağnazlık", "dar kafalılık", "dogmatizm", "doktrincilik",
vb., vb. olarak görünüyor. Bunun yerine gerçekte sistemsizliği, seçmeciliği, ilke yoksunlu-
ğunu savunuyor. Örneğin, "bilim ve teknoloji çağı'nda dünyanın hızlı bir değişim içinde oldu-
ğunu söyledikten sonra, buna ayak uydurabilmenin "koşulu" olarak şu fetvayı veriyor:

"Zor olanı, kafalarımızdaki sınırları aşabilmektir. Bunu başarabilmek için öncelikle bu sınırları
yaratan şeyi keşfedebilmek gerekir." (agd, sayı: 13, sf. 7)

Yukarıdaki alıntılarla birlikte düşünülürse, onun burada öncelikle ML teoriyi hedef aldığı
hemen anlaşılacaktır. Ancak burada gerçek hedef biraz daha geniştir. Yalnızca ML teoriye de
değil, o veya onun dışında herhangi bir bütünsel teoriye bağlanma fikrine karşı çıkmaktadır
o gerçekte burada. Çünkü belli bir sisteme sahip her bütünsel teori, az veya çok ama mutlaka
"kafalarımıza bazı sınırlar" koyar. "Sınırsızlık" ancak ilkesizliğe özgüdür.

Revizyonist "yenilenmeci"nin ML teoriye olan düşmanlığını biliyoruz. Onun "eskidiğini",


artık "aşılması gereken", "ölü bir teori" haline geldiğini yazısı boyunca belki elli kere söylüyor,
ima ediyor, vs. Ama bir kez bile "onun yerine artık şu teori veya şu sistem geçerlidir" diye
açık, kesin, belirli tek bir sistemli alternatif veya sistem alternatifi sunmuyor. "Yeni" adına
bütün söylediği, oradan buradan devşirilmiş ve ipliği kimbilir kaç kez pazara çıkmış en
bayağı cinsten idealist felsefe ve oportünist teori kırıntılarının kopuk kopuk tekrarı. Şekilsiz
bir bulamaç halinde ısıtıp önümüze sürmeye kalkıştığı çürük malzemeden yapılmış pis
kokulu bu "dilenci çorbası"nın kokusunu bastırmak için kullandığı baharat da, bıktırıcı bir
"yeni" edebiyatı: "Yeni bir bakış tarzına gereksinimimiz var", "yeni tarzda düşünmeliyiz", "yeni
düşünce", "yenilenme", "yeni", ..... bu böyle sürüp gider, iyi, tamam, güzel, hoş ama nedir bu
"yeni düşünce'"? Yasaları nedir, yöntemi nedir, nasıl bir sisteme, hangi ilkeler bütünlüğüne
sahiptir diye soracak olursanız, açık, kesin ve net bir yanıt alamazsınız. ML'ye ve diyalektik
materyalizme karşı çoğu kez kalleşçe saldırı, tahrifat, iftira ve çamur yığını içinde bu "yeni
düşünce"nin ne menem bir şey olduğuna dair bir kez somut bir şeyler söylüyormuş gibi ya-
par, orada da:

"Çağımızın temel düşüncesi bilim, insan (hümanizm) akıl ve sağduyu düşüncesidir." (agd, sayı:
15, sf. 12)

der ve kaçar. Nedir bu "bilim, insan, akıl ve sağduyu düşüncesi"? Belli değildir. Nereye çeksen
oraya gidecek olan bu şekilsiz dört kavram yığınına bir "teori" denilebilir mi? Revizyonist
"yenilenmeci"nin, "eskidiğini" iddia ettiği ML gibi bir teoriye karşı çağdaş alternatif(!) olarak
çıkardığı "yeni düşünce", topu topu bu 4 muğlak kavramdan oluşan şekilsiz ve belirsiz bir
yığındır.

Bu şekilsizliğin kılıfı da hazırdır: Henüz bir arayış içinde olmak!

"Konunun.... 'yeni düşünce neden DOĞRUDUR' biçiminde sunuluşu kanımca yanlış oluyor.
Birincisi, henüz bir ARAYIŞ içinde olduğumuza göre...." (agd, sayı: 13, sf. 9)

Çapına bakmadan, oradan buradan aşırdığı felsefe ve teori kırıntıları ile ML'i "çürütmeye" ve
"ıskartaya çıkarmaya" yeltenen revizyonist döküntünün, şekilsizliğin savunusuna geçirmeye
çalıştığı kılıf bile aşırmadır. Rusya'da 1905 Devrimi'nin yenilgiye uğramasının arkasından
ortaya çıkan tasfiyeci "Ampriokritisizm" akımının önderlerinden çalınmıştır. Marksist
diyalektik materyalizmin yerine Machçı idealizmi geçirmeye çalışan bu tasfiyeci felsefi
akımın önderlerinden olan Lunaçarski de, tuttukları yol için, "... bir arayış içindeyiz" diyordu.
"Tanrı yaratıcılık" olarak da bilinen bu gerici felsefi akım, Marksizm'le dini uzlaştırarak(!)
yeni bir "sosyalist din" yaratmanın "arayışı" içindeydi. Yine tesadüfe(!) bakın ki, bizim "yeni
arayıcılık" gibi o da, modern felsefe ve doğa bilimlerindeki sözde yeni gelişmeler karşısında
Marksizmin ve onun diyalektik materyalist felsefesinin artık "eskidiği" iddiasıyla yola
çıkmıştı.

Ortada ML teoriye karşı amansız bir düşmanlık, saldırı ve inkar var ama karşısına alternatif
olarak konulan belirli bir sistem ve sistemleşmiş bir teori yok. Onu henüz "arıyor"
Revizyonist "yenilenmecilik". Ancak herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için
hemen ekliyor:

Ama hemen belirtmeliyiz ki; bizim açımızdan arayış içinde olmak, yeni tarzda düşünmek
zorunluluğunu tartışmalı halde tutmuyor. Arayış, bu gereksinime yanıt vermekle ilgilidir." (agd,
sayı: 13.. sf. 9)

Yani açık ve kesin olan tek bir şey var: "Eskiyen" ML teorinin "bağlarından kurtulmak". Hele
bir ML'den "özgürleşelim", istim arkadan da gelse -daha doğrusu gelmese de- olur!!!
"Yenilenme" adına savunulan İşte bu ilkesizlik ve teorik şekilsizliktir.

Siyasette Kendiliğindencilik

İlkesizlik ve teorik şekilsizliğin siyasetteki karşılığı kendiliğindenciliktir. Revizyonist


"yenilenmeci", "kavramsal yenilenme" başlığı altında, neye göre, nasıl yürütüleceği belirsiz bir
politik mücadele süreci boyunca ilke yoksunluğu ve teorik şekilsizliğin yanı sıra kendiliğin-
denciliğin teorisi'ni bakın nasıl birlikte yapıyor:
"Bu yenilenme bilim ve sağduyudan beslenen düşünce ve politik mücadele süreci içinde
oluşacaktır." (agd, sayı: 15, sf. 13)

Komünist öncünün görevinin, proletarya ve ezilen yığınların kendiliğinden hareketine,


kapsamlı bir devrimci program temelinde, iyi düşünülmüş taktiklerle müdahale edip bilinçli
bir nitelik kazandırmak olduğunu reddeden "Ekonomizm" eğiliminin yandaşları, kendili-
ğinden hareketi "önceden tasarlanmış soyut planlara uydurmaya çalışmanın Marksizm'in özüyle
çeliştiğini, yığınların inisiyatifini körelteceğini ve kendiliğinden mücadeleyi zayıflatacağını" İddia
ediyorlardı. "Kendiliğindenliği" yücelten bu "kuyrukçuluğun teorisyenleri", taktiğin ve dev-
rimci örgütün, kendiliğinden sürecin akışı içinde, görevlerin büyümesiyle birlikte kendili-
ğinden oluşup, olgunlaşacağı anlamına gelen "süreç olarak taktik" ve "süreç içinde
Örgütlenme" sloganını atıyorlardı. Her türlü teorinin bağlayıcılığından kendini kurtarmaya
çalışan revizyonist "yenilenmecilik", kendiliğindenciliğin yüceltilmesini şimdi bir adım daha
ileri götürüyor, artık teorinin de süreç içinde oluşup, olgunlaşacağını ileri sürüyor. "Süreç
olarak taktik"ten sonra şimdi de "süreç olarak teori" -işte kendiliğindenciliğin "çağdaş", "yeni"
aşaması!..

Revizyonist "yenlienmeci"nin ML teorinin yerine ikame ettiği şekilsiz "yeni düşünce", 4


muğlak kavramdan ibarettir. Bunlar içinde "sağduyu" kavramının ise özel bir yeri vardır.
"Yeni düşünce" veya "teorik yenilenme"nin sözünün geçtiği yerde, vurgu hep onun üzerinde-
dir:

"Çağımızın temel düşüncesi bilim, insan (hümanizm), akıl ve sağduyu düşüncesidir." (agd, sayı:
15, sf. 12, abç)

"İnsanda birlikte akıl ve sağduyu çağın temel kavramı (....) oluşuyor." (agd, sayı: 15, sf. 11, abç,
Not: Anlatım bozukluğu H. Kutlu'ya aittir)

"Bu yenilenme bilim ve sağduyudan beslenen düşünce ve.... içinde oluşacaktır." (agd,
sayı: 15, sf. 13, abç)

Bu vurguların dışında, anafikir olarak "her teorinin iki temel ayağından biri olarak -diğeri
bilimsel gerçek- sağduyunun önemi", "sağduyuya güvenmenin gereği", "sağduyunun önem ka-
zandığı, egemen olduğu dönemlerin toplumların aydınlanma dönemleri olduğu", "partinin sağduyu
ile sürekli ve canlı bir bağ içinde olmasının önemi"nin işlendiği ayrıca uzun bir özel bölüm var-
dır. Revizyonist "yenilenmeci"nin "sağduyu"ya bu denil özel bir önem vermesinin nedeni
nedir? Buna bağlı olarak, teorinin inşası ve pratik faaliyette "sağduyu"yu böyle en başköşeye
oturtmak ne anlama gelir? Bunun için herhalde önce "sağduyu"nun ne olduğunu görmek
gerekir. Revizyonist "yenilenmeci"nin kendi tanımıyla, sağduyu sezgisel gerçek ya da
günlük bilinçtir. Günlük bilinç, kendiliğinden bilinçtir. İdeolojik olarak burjuva ideolojisinin,
siyasal olarak düzen içinde birtakım reformlar yapılmasını istemenin sınırlarını aşmayan ve
aşamayacak olan "sendikal mücadele" bilincidir. Dolayısıyla revizyonist "yenilenmeci"nin
yaptığı gibi sağduyuya tapınma, kendiliğindenciliğin yüceltilmesi, "kuyrukçuluk teorisi"dir.
Günlük bilinç ya da sağduyu, herhangi bir teori gibi özel bir sisteme, belli yasa ve ilkelere,
"Liraya kuruş eklemek" ya da "somut, elle tutulur hedefler" dışında bir hedefe, nihai bir amaca
ve belirli bir biçime sahip olmadığı ve de olamayacağı için kimsenin sırtına yumurta küfesi,
özel sorumluluk ve görevler de yüklemez. Bu anlamda teoride ve pratikte tutarlılık
gerektirmez, ilkesizliği, durumdan duruma tutum belirlemeyi, "dün dündür, bugün ise
bugündür" diyebilmeyi "olağan" görür, kolaylaştırır. Belkemiksiz revizyonist
"yenilenmeci"nin aradığı da budur zaten; "sağduyu"ya bu denli önem ve özel bir yer
vermesinin nedeni de.

Yöntemde Dardeneycilik

Teoride ilkesizliği ve kendiliğindenciliği yücelten "yenilenmecilik", yöntem olarak da


dardeneycidir. Teorinin içerdiği yasalar ve ilkelere bağlı kalmayı "boğucu", "sınırlayıcı" bulan
bir anlayış, pratik eyleminde de elbette "soyut" yasa ve ilkelerin ışığında hareket etmek ye-
rine; hareketin kendi deney ve gözleminin elle tutulur, somut sonucu olan "sezgisel gerçekle-
re" dayanmayı daha "güvenilir" bulacaktır. Dar deneycilik, teoride belkemiksizliğin doğal ve
tamamlayıcı bir sonucu olduğu kadar, belkemiksizliğe cevaz veren bir yöntemdir.

İnsanlığın düşünce tarihinin binlerce yıllık birikiminin ulaştığı en son düzey olan Marksist
diyalektik materyalist yöntem, revizyonist "yenilenmeci"ye göre, "parçayı", "özel"i, "somut
olan"ı, "değişen koşullar"ı, "toplumu" vb., kısacası "pratiğin-güncelin" karşımıza çıkardığı
sorunları "çok yönlü ve bilimsel olarak kavramak" için tek başına yeterli değildir. Ona göre
bunun iki nedeni vardır: Birincisi;

"Marksist diyalektiğin kendisi, bilimlerdeki yöntemlerin en genel yasalarının ifadesi(dir)...


(Dolayısıyla) En genel olan diyalektik materyalizmin yasaları her bilim dalında geçerli yöntemin
yerine ikame (edilemez)... Bu nedenle her bilimin kendi yöntemine apayrı ilgi göstermek, onun
gelişimini izlemek ve böylece, öncelikle yöntem bakımından Marksist yöntemi zenginleştirmek
(gerekir)". Örneğin sosyoloji, sosyal psikoloji, psikoloji, sibernetik, vs. bunların herbiri bilimdir ve
ayrı yöntemi vardır. Tüm bu bilimleri kullanmadan bir toplumun devletten, gruplar, tabakalar,
aile ve bireye kadar varan gerçekçi, bilimsel analizini yapmak mümkün değildir... Modern tüm
yöntemleri kullanmaksızın günümüzde basan olanaksızdır." (agd, sayı: 15, sf. 13, abç)

Revizyonist felsefeci taslağının, insan düşüncesinin bütün tarihi birikiminin genelleştirilmiş


ve bütünselleştirilmiş bir ifadesi olan, bize yalnızca "genel olanı" değil "özeli" de kendi
varoluş ve hareket yasaları içinde kavrama olanağını, bunun anahtarını veren diyalektik
yöntemi nasıl ıskartaya çıkardığını, nasıl sıradanlaştırdığını gösterebilmek için alıntıyı biraz
uzun tuttuk. Ona göre, diyalektik "yöntemlerden bir yöntem"dir. Gerçi burada sanki onu
onore ediyormuş gibi lütfedip(!) örneğin sibernetik, sosyoloji, sosyal psikoloji, vs.'nin yön-
temlerinden birazcık farklı bir yere koyar gibi yapıyor. Ancak bu, artık çaptan düşmüş bir
yüksek bürokratın başdanışmanlığa getirilerek gönlünün alınması gibi bir kızağa çekme iş-
lemidir. "Toplumu", "somutu" gerçekçi ve bilimsel olarak kavramak için diyalektik tek başına
yetmiyor, hatta gerekmiyor. Günümüzde "başarı" için asıl olarak artık diğer "modern yöntem-
ler" gerekiyor.

Marksist diyalektik materyalizmin, bütün bilimleri içerme, onları artık gereksiz kılma diye
bir iddiası yoktur. Tam tersine o, insan düşüncesinin ileriye doğru her adımını, her bilimsel
gelişmeyi dikkatle izlemeyi gerektirir hatta bunu emreder. Aynı zamanda bunların kolayca
kavranmasını mümkün kılar. Çünkü zaten insan düşüncesi ancak, diyalektiğin içerdiği ve
sistemleştirdiği varoluş ve hareket yasalarına göre ilerler ve gelişebilir. Öte yandan maddeyi,
bütün olgu ve süreçleri cansız ve donmuş olarak değil tam tersine dinamik ve sürekli bir
hareket halinde kabul eden Marksist diyalektik, her süreci, her olguyu bu dinamizm içinde,
kendisini çevreleyen koşullar, süreç ve olgularla karşılıklı bağlantılı olarak somut ve ayrıntılı
bir biçimde ele alıp incelemeyi hem bir yasa olarak emreder hem de bize bunun anahtarını
verir. Dolayısıyla varoluş ve hareketin "en genel yasaları"nı içeren diyalektik aynı zamanda
her somutun, her parçanın, her sürecin,... en eksiksiz biçimde kavranışının da bilgisini verir
bize. Yeter ki biz onun ruhunu kavrayalım, diyalektiğin yasalarını her somut durumda
diyalektik bir tarzda uygulamasını bilelim...

Marksist diyalektik materyalizmi de ML teoriyi "eskittiği" gibi "eskiten" revizyonist, bunun


ikinci nedenini de -yine lütfedip(!)- "hatalarımıza" bağlıyor:

"İki olguya da kavramın ilişkilerini açıklamak zor ise, 'falanca şey ile filanca arasındaki diyalektik
ilişki' der geçeriz; ancak bunun ne olduğunu açmayız. Arif olan anlar, bilenler bilmeyenlere
söylesin demiş oluruz. Gerçekte, kendimiz bu bağlantıyı kuramamışızdır. Böylece diyalektik
hokus pokus sanatına dönüşüyor." (agd, sayı: 15, sf. 13)

İyi ama bunda diyalektiğin suçu ne? Bizim geriliğimiz, ilkelliğimiz, yetersizliğimiz ve
bunlardan kaynaklanan hatalarımız, diyalektiğin yapısal olarak "genellemeci-indirgemeci (ika-
meci)" ya da buna müsait bir yöntem olduğu anlamına mı gelir yoksa bizim onu bozup,
yozlaştırdığımızı mı gösterir? Elbette ki ikincisi. Ancak revizyonist "yenilenmeci", sorunu
birinciye bağlama eğilimindedir.

Onun "canlı pratiğe daha yakın", "gerçeği çok yönlü ve bilimsel olarak kavrama olanağını veren",
"dogmatizme ve şematizme kapalı", "yaşama karşı duyarlılık eşiği düşmemiş", "ormana bakarken bu
kez ağaçları gözden kaçırmayan", "'öğretilen' değil 'soran', 'araştırıcı' düşüncenin" yöntemi, vb.
olarak pazarlamaya çalıştığı yönteminin içyüzü, herhalde en iyi şu alıntıda görülebilir:

"Olaylar ve düşüncelerle ortamın karmakarışık göründüğü durumlarda iki yol iyidir: Tarih
okumak ve olay ve düşünceleri (söz konusu olan teori sorunları olsa bile) olabildiğince
basitleştirerek görmeye çalışmak. Tartışılan ya da takıldığımız her pratik-politik sorunu teoride
ve hepsini birden artık durulmuş, dinginleşmiş sularda aramak, aradığımız şeyi teorik
formülasyonlardan elden geldiğince arındırarak düzleştirmek iyi olacaktır. Aksi halde,.....kafa
karışıklıkları kendini karmaşık formütasyonların içinde gizliyor." (agd, sayı: 15, sf. 7, abç)

Burada aslında "iki" değil "tek" bir yol öneriliyor: Teoriyi bırak, tarihe bak! Çünkü, teori kafa
karıştırır veya kafa karışıklıklarını gizlemeye yarar?!! Onun için "en karmaşık durumlarda bile"
aydınlanmak, yolunu bulabilmek isteyen tarih okumalıdır, yani geçmişe bakmalıdır. Gerçi
"tartışılan ya da takıldığımız" somut bir soruna çözüm ararken "teoriye" de bakmanın sözünü
eder gibi oluyor. Ama hemen ardından "hepsini birden" yani tartışılan sorunu ve teoriyi,
"artık durulmuş, dinginleşmiş sularda" yani tamamlanmış süreçlerde, yani tarihte "aramakı"!
öneriyor. Bu durumda tarih, teorinin de üstüne çıkıyor, onun önüne geçiyor. "Dogmatizme
izin vermeyen", "yaşama ve somut gerçeğe karşı duyarlı", "canlı pratiğe daha yakın" yöntem bu
oluyor öyle mi?!!

Tarihe bu denli düşkün olmak ne anlama gelir? Bunun anlamı, sınıf mücadelesinin önümüze
çıkardığı sorunların çözümünde teorinin rolünü küçümsemek, onun değerini ve önemini
reddetmektir. Tarihi "canlı", "dinamik", "yasamı kavrama yeteneğinde"; teoriyi ise "ölü",
"donuk" görmektir. Dinamik, canlı olanın yol gösterme yeteneği daha fazla ve güvenilir
olacağına göre, çözüm aranan durum ve sorunlarda teori yerine tarihe dönüp bakmak "en
iyisi"dir.

Neden teori değil de tarih? Bu "tarih sevgisi"nin nedeni nedir acaba? Çünkü, teorinin bir
disiplini vardır. Emredicidir. Seçimi sadece keyfine kalmış "çözümlerden bir çözüm" sun-
maz. Eğer sadece "günü kurtarmak" ya da "gününe göre değişen" ilkesiz oportünist politikalar
peşinde değilsen, "nihai hedef" diye bir amacın ve attığın her adımda bunu asla gözden ka-
çırmamak, ona doğru ilerlemek diye bir yükümlülüğün varsa, teori senden, işine gelen her-
hangi bir çözümü değil aynı zamanda bu yükümlülüğe uygun bir çözümü bulmanı ister.
Görevi sadece geçip gitmiş olanı nesnel olarak aktarmak olan tarih ise, böyle bir yumurta
küfesi yüklemez kimsenin sırtına. Sana en fazla, hangi yolu seçersen sonucunun ne olacağı
hakkında belli bir fikir verir. Bunun ötesinde tercih tamamen sana kalmıştır.

Öte yandan asıl dogmatizm, asıl sığlık, asıl kafayı duvara çarpma tehlikesi, teoriye boşverip
"tarih okumak"tadır. Çünkü canlı ve dinamik olan teoridir. Doğru anlayan ve ruhuna nüfuz
edenler için o, hazır kalıp ve çözümler değil, her şeyden önce bir düşünme yöniemi verir, her
çözümün" ancak onlara uygun olduğu ölçüde ve geçerli olacağı toplumsal gelişmenin nesnel
yasaları ve bunların işleyişi hakkında tam bir bilgi sağlar, nihai hedef bilincine bağlı olarak
şekillenen hedef açıklığı kazandırır. Tarih ise, tamamlanmış ve artık geçmişte kalanın bir
dökümünü koyar ortaya. Bu anlamda "ölüdür". Özellikle sınıf mücadelesi gibi sürekli
devinen, dinamik bir süreçte hiçbir şey eskisinin aynen tekrarı olamaz. Tarih tekerrür etmez.
Her şey kendi özel somut koşulları içinde cereyan eder. Bundan dolayı, tarih "bugünü"
kavramaz ve kavratamaz. Tarihe bakılarak ondan alınan hiçbir çözüm, tarihteki aynı sonucu
vermez. "Dün" kendi koşullarında geçerli ve başarılı olan, "bugünün" koşullarında belki de
yenilgi ve hüsran getirir.

Bütün bunlar elbette ki tarihin gereksiz ve yararsız olduğu anlamına gelmez. Somut bir
duruma çözüm ararken tarihe de bakmalı, onu incelemeliyiz. Kaba paralellikler kurma, hele
aynen taklide kalkışma gibi hatalara düşmemek kaydıyla, tarihteki benzer durumların ince-
lenmesi bize belli bir fikir verir, deney aktarımı sağlar. Ancak tarihten bu yararı tam elde
edebilmek için bile yine teorinin yardımı, onun yol göstericiliği gereklidir. Teoriye tarihten
değil, tarihe teoriden bakmak doğru olandır,

Revizyonist "yenilenmeci" yukarıdaki alıntıda, kafamızın karışmaması için(!) "aradığımız şeyi


teorik formülasyonlardan elden geldiğince arındırmayı" öğütlüyor. Teorinin bağlayıcılığından
kurtulmayı salık vermesinin yanı sıra burada önerilen, "ortalığı elden geldiğince dümdüz
etmek", aşırı bir basitleştirmeye, tek yanlılığa çağrıdır aslında. Sınıf mücadelesinin somut
olgu ve süreçlerine asıl bu tarzda yaklaşmak dogmatizmi ve kalıpçılığı doğurur. Çünkü aşırı
basitleştirme, yaşamı sonsuz çeşitliliği ve çok yönlülüğü içinde kavrama yeteneğini köreltir,
olguları bütün yönleri ve bağlantılarıyla birlikte ve geçmişten geleceğe uzanan hareketlilik
içinde ele almayı emreden canlı diyalektik düşünme tarzının yerine, cansız, donuk, kuru, tek
yanlı bir mekanikliği geliştirir. Her somut durumun somut olarak tahlilinin yerini basmaka-
lıp formüller ve hazır reçetelerin almasına zemin hazırlar. Karmaşık siyasal ve toplumsal
sorunları her derde deva(!) "Kızıl Kitap"a bakarak ya da "iki doğru, dört yanlış", "üç ileri, dokuz
geri" gibisinden ilkel aritmetik formüllerle çözmeyi(!) alışkanlık haline getirmiş bir Çin tarzı-
nın veya Politzer'in diyalektik materyalist felsefeyi, ona en aykırı biçimde "öğretmeye" kal-
kışmasının temelinde de böyle bir "düzleştirme" anlayışı yok mudur? Özünü çok çabuk ve
isabetli kavrayabilmek için karmaşık sorunları sadeleştirmek, gereksiz ayrıntılardan ayıkla-
yabilmek gerekli ve yararlıdır ancak bu öldürücü bir basitleştirmeye de dönüşmemelidir.

TBKP revizyonizminin "çağdaş Marksist yenilenme" olarak pazarlamaya çalıştığı ilkesizlik


felsefesi ile faşist rejimin 12 Eylül'den beri topluma empoze etmeye çalıştığı "köşedönücülük",
"işbitiricilik" felsefesi, özünde tam bir beraberlik ve çakışma içindedir. Dikkat edilecek olursa,
hiçbir konuda, hiçbir ilke ve değer tanımamak ikisinde de ortak olan "temel ilke"dir. Bugün
böyle yarın şöyle, burada bu şekilde biraz ötede şu şekilde, bu konuda başka öbüründe daha
başka davranmak, kısacası duruma ve ortama göre bukalemun gibi renkten renge, kılıktan
kılığa girmek ikisi açısından da mümkün ve doğal bir davranıştır. Felsefe aynıdır sadece
bunu yaymak için kullanılan sloganlar, ağırlık verilen alan ve konular farklıdır.
Revizyonizmin ilgi alanı politika, özel olarak işçi sınıfı hareketinin teori ve pratiğinin
sorunlarıdır. Rejimin bütün topluma yerleştirmeye çalıştığı ilke yoksunluğu ve
belkemiksizilği, o, "sol" bir görünüm ve sloganlar altında, özellikle işçi sınıfı ve devrimci
hareketin saflarında geçerli kılmaya çalışmaktadır. Revizyonist "yenilenmecilik", günlük
dilde 'köşedönücülük" olarak adlandırılan burjuva pragmatizminin "özele indirgenmiş" bir bi-
çimi, aynı zamanda onu "sol"dan tamamlayan parçasıdır. Ayrı kanallardan akıyor
görünseler de temelde birbirlerini güçlendirici, karşılıklı olarak birbirlerine yol açan, elverişli
zemin hazırlayan bir işlev görmektedirler. Bu nedenle, "yenilenmeci" felsefeye karşı
mücadele, sadece işçi sınıfı hareketinin devrimci yolundan çıkarılmasına karşı mücadele
açısından değil, toplumun öncü sınıfının baştan çıkarılması ve çok yönlü bir yozlaşmaya
sürüklenmesine meydan vermemek açısından da önemlidir.

Ocak 1990
PARTİ VE ÖNDERLİK SORUNUNDA TBKP
REVİZYONİZMİ
Sovyet revizyonistleri, Lenin'in parti öğretisine karşı "tüm halkın partisi" tezi etrafında
başlattıkları saldırılarını günümüzde Gorbaçov'un ortaya attığı açık tasfiyeci tezlerle ta-
mamlamışlardır. Gorbaçovcular, Lenin'in parti anlayışının günümüze uymadığını, öne sür-
dükleri glasnost ve perestroyka gibi reformlara paralel olarak çağdaşlaştırılması gerektiğini
söylüyorlar. Nitekim bu değişiklikler SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde partinin öncü rolüne
ilişkin maddelerin parti programlarından, tüzüklerinden ve anayasalarından çıkarılması, bu
rolün açıktan açığa reddedilmesi ve bürokratik parti yapılarının liberalleştirilmesi ile cisim-
leşmiştir.

Aynı şekilde, dünyadaki bütün Sovyetçi revizyonist partiler de Gorbaçov'un attığı adımlara
uygun olarak, "emir-komuta" sistemi diye lanetledikleri Leninist tipte parti anlayışına karşı
çok yönlü bir saldırı başlatmışlardır. TBKP de "BİRLİK-YASALLIK-YENİLENME" sloganıyla
bu karşıdevrimci koroya katılmıştır. Üstelik bunda o kadar ileri gitmiştir ki, arasında sosyal
demokrat parti tipi ile hemen hemen bir fark kalmamıştır.

İşçi Sınıfının Niteliği Değişmiş midir?


TBKP, program ve stratejilerini Gorbaçov'dan kopya ettiği "yeni düşünce"yle gözden
geçirdikten sonra, Leninist parti modeli hakkında son ve kesin hükmünü veriyor:

"Bu model, günümüzde bütünsel işlerliğini yitirmiştir." (Y. Açılım, S. 15, sf. 16)

TBKP bu hükmünü neye dayandırmaktadır. Ya da hareket noktası nedir? Ona göre, Lenin'in
parti anlayışını dayandırdığı işçi sınıfının niteliği günümüzde değişmiştir. Bunu, Yeni
Açılım dergisi şöyle açıklıyor:

"Bilimsel teknik devrim ... sanayi proletaryasını çağın dışına iterek onun yerine kendi ürünü olan
yeni bir isçi sınıfını koyuyor.

... O nedenle de komünist partileri –eğer işçi sınıfı partileri olarak kalacaklarsa– parti öğretisini
işçi sınıfının değişen çekirdeğinin niteliklerine uygun olarak yeniden gözden geçirmek kendilerini
yenilemek, çağdaş partiler haline gelmek zorundadırlar." (agd, S- 16, sf. 27-28)

Sınıfların niteliği bilimin ve tekniğin gelişmesiyle değil, üretim sürecindeki yer alış bi-
çimleriyle belirlenir. TBKP, "yeni bir işçi sınıfı"nın doğduğundan sözederken kapitalist üretim
ilişkilerinin, artı-değer sömürüsünün ortadan kalktığını söylemekte midir? Hayır, bunu
söylemeye cesaret edemiyor, söylediği sadece kol emeğinin yerini "bilimsel-teknik emek"in,
yani kafa emeğinin aldığı. Oysa kapitalist üretimde kafa emeği yeni bir olgu değildir. Kapi-
talist sistemde makineleşme ve modernizasyonun artmasına paralel olarak aydınların ve
teknokratların üretim sürecine daha fazla sayıda katılmaları, onların "sanayi proletaryasını
çağın dışına itip" yeni bir işçi sınıfı haline gelmelerine yol açmaz. Çalışma ve yaşam koşulla-
rında meydana gelen belli değişikliklere rağmen proletaryanın varoluş koşulları bugün hala
Marks'ın tahlil ettiği gibidir. Proletarya bugün de üretim araçlarından yoksundur, yaşamak
için işgücünü kapitalistlere satmak, ağır kapitalist sömürüye maruz kalmak zorundadır. Bir
çığ gibi büyüyen işsizlik onun saflarını bölmeye devam etmektedir. Emperyalizm, kapitalist
üretim tarzı hüküm sürdüğü sürece de proletaryanın varoluş koşulları ve toplumun en dev-
rimci sınıfı olma niteliği değişmeyecektir.

Besbelli ki "yeni bir işçi sınıfı"nın doğduğunu söyleyen Gorbaçovcu revizyonistler de tüm
diğerleri gibi, tezlerini, aydınların toplumsal ilerlemenin öncüleri olduğunu söyleyen liberal
burjuva ideologlarından ödünç almışlardır. Esasen onların Leninist parti öğretisinin
eskidiğini söylemelerinin ardında, çağımızın en devrimci sınıfı olan proletaryanın kapita-
lizmi yıkma ve sosyalizmi kurma tarihsel görevinin inkarı yatmaktadır.

Komünist Partisi, Toplumsal Devrim Partisidir


TBKP, "çağdaş, demokratik, yasal ve yığınsal bir komünist partisi"ni hedeflediğini söylemektedir.
Bu parti Lenin'in parti anlayışından farklı olarak işçi sınıfının öncüsü olmayı
amaçlamayacaktır. Sözümona partinin sınıfın öncüsü olması, sınıfın yerine partiyi ikame
etmek demekmiş! TBKP önderlerinden C. A. Kanat şöyle diyor:

"Parti Öğretisi marksizmin bütününde, özellikle de gelenekselleştirilmiş ortodoks yaklaşımda çok


büyük önem taşır. Buna göre, proletaryanın erk savaşımında örgütten, partisinden başka aracı
yoktur. Sınıfı erk savaşımına o hazırlar, ona siyasal bilinci o taşır, sınıfa bu savaşımda o
kurmaylık eder.... Kısacası marksizmin somutluğunu parti temsil ve bina eder. Sonuçta siyasetin
öznesini parti ikame eder." (Y. Açılım. S.15, sf. 29)

Parti eğer tıpkı TBKP gibi Marksizm-Leninizme değil Sovyet revizyonizmine dayanırsa,
proletarya ve ezilen halkın çıkarlarını savunup günlük mücadelelerine önderlik yerine
mültecilik yaparsa, yığınlardan kopmuşsa elbette sınıfın yerine partiyi "ikame" etmeye kal-
kar. Lenin'in öncü parti anlayışının sınıfın yerine partiyi "ikame" ettiğini öne sürenler 1917
Ekim Devrimi'ni nasıl açıklayacaklar? Ekim Devrimi, Bolşevik Partisi'nin önderliğinde Rus
işçi sınıfı ve yoksul köylülerinin eseri değil miydi?

Leninist partinin öncü rolü sınıfın kendiliğinden sosyalizm bilincine ulaşamayacağı


gerçeğine dayanır. Kapitalizmin ve burjuva ideolojisinin egemenliği altında işçi sınıfı kendi-
liğinden ancak sendikal bilince ulaşabilir. Kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma bilincine
ise, sınıfın en ileri unsurlarını bağrında taşıyan komünist partisi aracılığıyla ulaşır. Leninist
parti, proletarya ve ezilen halk yığınlarının her türlü mücadelelerine önderlik ederek, onlara
kapitalizm tarafından nasıl sömürüldüklerini ve ezildiklerini açıklayarak, kapitalizmin yı-
kılması ve sosyalizmin kurulması gerektiğini kitlelerin kendi deneyimleriyle öğrenmesini
sağlayarak ve silahlı devrime önderlik ederek proletarya ve ezilen halk yığınlarını burjuva-
zinin iktidarını yıkmaya ve proletarya diktatörlüğüne götürür.

Partinin öncü rolünden vazgeçmek, partiyi proletaryanın kendiliğinden hareketinin


kuyruğuna takmaktır, dolayısıyla proletaryanın iktidar mücadelesinden ve proletarya dik-
tatörlüğünden de vazgeçmek demektir.

Bütün bunlardan sonra TBKP'nin sınıfla parti arasındaki ilişkiye nasıl yaklaştığına bakalım:
"... Partinin halkın bir adım önünde yürümesi gerektiğine ilişkin önerme ne kadar doğrudur?...

"Bizce parti halkla birlikte olmalı, onunla birlikte ilerlemeli, halkın karşılaştığı seçeneklerden
kendine en yararlı olanı özgürce seçebilmesini sağlamalıdır." (agd, S. 6, sf. 15-19)

Görüldüğü gibi TBKP, açıkça partinin kitlelerin kendiliğinden hareketinin kuyruğuna


takılmasını istemektedir. İleri sürdüğü mantığa göre, eğer halk kendine en yararlı olanın
kapitalizm ve sosyal demokrasi olduğuna karar vermişse, halkın kapitalizmi ve sosyal de-
mokrasiyi "özgürce seçebilmesini sağlamalıdır". Ama partinin halka kendi programını ve gö-
rüşlerini yayarak ve örgütleyerek, ondan devrim ve sosyalizm yolunu izlemesini istemesi ise
artık "solda politika olarak kabul edilmemelidir". Çünkü, "Burada halk öğrenci, parti öğretmen du-
rumundadır. Halkın neyi öğrenmek istediğini de üstelik parti belirlemektedir".

TBKP'ye göre "yeni işçi sınıfı"nın partinin önderliğine ihtiyacı yok, "bilimsel-teknik devrim"in
nimetlerinden, bilgi-iletişim olanaklarının yaygınlaşmasından yararlanarak örneğin,
"televizyon düğmesini çevirip uzaya gönderilen kapsülün yeryüzünden ayrılışını izlemek, birkaç saat
sonra da bu kapsülün uzaydan dünyaya gönderdiği fotoğrafları oturduğu koltuktan izlemek" (agd, S.
16, sf. 28) sayesinde kendiliğinden sosyalizm bilincine ulaşacak ve sosyalizmi kuracaktır.

Mademki parti proletaryanın öncüsü olmayacaksa işlevi ne olacak?

".... parti sınıfın ne tek 'müfrezesi' ne de yalnızca sınıfın 'müfrezesi'... Toplumun tümünü
ilgilendiren çıkarların taşıyıcısı ve savunucusu durumuna geliyor..." (agd, S. 15, sf. 34)

Bu sözlerle C. A. Kanat TBKP'nin asıl işlevinin sınıf işbirliği olduğunu kanıtlamaktadır.


Komünist partisi, "toplumun tümü"nün değil, her şeyden önce proletaryanın bağımsız sınıf
çıkarlarının, yanı sıra da kapitalizm tarafından ezilen ve sömürülen halk yığınlarının çıkarla-
rını savunur. Buna karşılık, toplum ne sadece proletaryadan ne de halk kitlelerinden oluşur,
toplum denilince buna ezen ve sömüren sınıfların da dahil olduğunu herkes bilir. Bu neden-
lerle, partinin "toplumun tümünü ilgilendiren çıkarların taşıyıcısı ve savunucusu" olduğunu söy-
lemek, sömürücü sınıflara iktidarlarının devrilmeyeceği konusunda güvence vermek olduğu
kadar, milleti temsil ettiğini söyleyen burjuva partileriyle aynı dili konuşmak demektir.

TBKP, hem sömürülen hem de sömüren sınıfların çıkarlarını bir arada nasıl savunabilecek?
Bunu, ancak proletaryaya burjuva devlet iktidarını yıkmaya yönelmemesini, burjuvaziye ise
kapitalizmin sınırları dışına taşmayan reformlar yapmasını söyleyerek yapabilir. TBKP'nin
programında "ana sorunu demokrasiyi kazanmak" olarak belirlemesi olsun, global sorunları ön
plana çıkarması olsun, onun proletarya ve ezilen halk yığınlarını devrim ve sosyalizme
götürecek bir partiden yana değil, toplumsal reformlar talep eden bir düzen partisinden
yana olduğunu, yani ezenlerle ezilenleri uzlaştırmaya çalıştığını gösterir.

Görüldüğü gibi, Gorbaçovcu revizyonistlerin "yeni tipte Marksist parti"si hiç de yeni değildir.
Sözkonusu olan Il. Enternasyonal tipi partilerin yeni bir etiket altında hortlatılmasıdır.
Lenin'in II. Enternasyonal partileri için söylediği şu sözler TBKP'nin "yeni" partisi için de
aynen geçerlidir.
"Marksizm, işçi partisini eğiterek, iktidarı almaya ve bütün halkı sosyalizme götürmeye,
yeni bir rejimi yönetip örgütlemeye, burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı kendi
toplumsal yaşamlarının düzenlenmesi için, bütün emekçi ve sömürülenlerin eğiticisi, yol
göstericisi ve önderi olmaya yetenekli bir proletarya öncüsünü eğitir. Yürürlükte bulunan
oportünizm ise, tersine, isçi partisi içinde, yığından kopmuş, kapitalist rejime kendisini
oldukça iyi bir biçimde "uydurmuş" ve bir tabak mercimek için kardeşlerinin davasını
satan, yani burjuvaziye karşı savaşımda halkın devrimci önderleri rollerinden cayan yüksek
ücretli emekçilerin temsilcilerini eğitir." (Devlet ve İhtilal, sf. 7-38)

Yasal "Komünist" Partisi Düzen Partisidir


Komünist partilerin legal ya da illegal olması her ülkenin somut koşullarına göre değişir.
Ancak komünist partiler hiçbir koşulda varlıklarını burjuva yasalarıyla, burjuva demok-
rasisiyle sınırlamazlar, legalitede bile yeraltına dayanırlar. En özgürlükçü burjuva demokra-
silerinde dahi komünist partileri illegaliteyi sürekliliğin güvencesi olarak görürler. Lenin
şöyle demektedir: "Tüm ülkelerde, hatta en özgür, en "yasalcı", en "barışçıl" ülkelerde bile, yani
sınıflar savaşının en az keskin olduğu yerlerde, her komünist parti için legal ve illegal çalışmayı birleş-
tirmek zorunludur." TBKP "çağdaş" partilerin yasal olması gerektiğini söylerken gizliliğe karşı
şu gerekçeyi öne sürüyor:

"...Herkesin olgulara katkı yapabilmesinin yolu ise düşüncelerini açıkça söyleyebilecekleri


ortamların yaratılmasından geçer...

"....parti illegal konumlarda ise açıklığın kırıntısından sözetmek olası değil...

"....Bu nedenle dün 'illegalite birlik ve sürekliliği sağlıyor' diyenler bile, bugün gizlilik zırhının
partileri çürüttüğünü görüyorlar..." (Y. Açılım, S. 16, sf. 33)

TBKP yazarının kendini Gorbaçov'un glasnost (açıklık) politikasına iyiden iyiye kaptırdığı
görülüyor. "Gizlilik zırhı", yasal olanaklardan yararlanmayı bildiği sürece hiçbir komünist
partiyi çürütmez, aksine onun devrimin zaferine kadarki varlığını güvence altına alır. Ama
TBKP'nin tasfiyeci şefi H. Kutlu her türlü bahanenin de ötesinde illegal mücadelenin
zamanının geçtiği iddiasındadır. "Çağdaş koşullar illegal mücadeleyi gerekli kılmıyor." (agd, S.15.
sf.14) H. Kutlu bunun ardından "ama bizde hala yasal engeller kalkmadı," derken, asıl engeli
mevcut diktatörlüğün sınıf özünde görmek yerine 141. ve 142. maddelerde görmek gibi bir
parlamenter budalalığa düşmekten de kaçınamıyor.

"Tasfiyeciliğin özü, yeraltının reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun
yasal olarak çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır." (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, sf.
311)

"BİRLİK, YASALLIK, YENİLENME", "TBKP YASALLAŞMALIDIR" sloganını her şeyi haline


getirerek bu uğurda şefleri bile kendi ayaklarıyla faşizme teslim olmaktan kaçınmayan ve
yasadışı hiçbir yanı olmayan TBKP açık TASFİYECİ'dir. Türkiye'de tasfiyeciliğin başını
çekmektedir. Bu, onun baştan beri mevcut düzeni şiddete dayanan devrimle yıkmayı
reddetmesinin doğrudan bir sonucudur. Nitekim TBKP şeflerinden M. Karaca da bunu
açıkça itiraf ediyor:
"... Komünist partinin yaşattığı, şiddetin yasadışılığı için iyi bir temel olacaktır." (agd, sf. 10-11)

Görüldüğü gibi, TBKP, Komünist Partiler yasal olursa hem devrimci şiddet hem de
karşıdevrimci şiddet gayrimeşru hale gelecek ve kendiliğinden ortadan kalkmış olacak de-
mektedir. Bu sadece illegal partiyi değil silahlı devrimi de reddetmek ve kapitalist düzeni
aklamak anlamına gelir.

Leninist Örgütlenme İlkelerinin Reddi


TBKP, birleşme öncesinde olduğu gibi şimdi de komünist bir parti değildir. Şimdi eskisinden
farkı Leninist parti ilkelerini açıkça reddetmesi ve eski tasfiyeciliğini son kertesine
vardırmasıdır. Bugün "yeni düşünce" sloganı altında tüm görüşlerini yeniden düzelten TBKP
ideologları, proletarya partisi için hayati öneme sahip parti üyeliği, profesyonel devrimcilik,
demokratik merkeziyetçilik, demir disiplin vb. örgütsel ilke ve normlara adice saldırmakta-
dırlar.

Komünist partinin örgütlü öncü müfreze olduğu ilkesini bir yana bırakan H. Kutlu "kitlesel
parti" formülünü ortaya attıktan sonra şunları söylüyor:

"Kitlesel parti derken ne dediğimizi açmak gerek: ne anlıyoruz kitlesellikten? Yasal komünist
partisi dar kadro partisi olmamalıdır, kendi programını benimseyene açık olmalıdır, bunun
ötesinde ayrıca başka kriterler konmamalıdır." (agd, S. 16, sf. 13)

RSDİP'in II. Kongresi'nde Bolşeviklerle Menşeviklerin bölünmesine yol açan ve Lenin'le


Martov arasında çetin tartışmalara neden olan sorun tam da bu noktada düğümleniyordu.
Martov, parti üyeliği için parti programını benimsemenin ve maddi desteğin yeterli
olduğunu söylerken, buna karşılık Lenin ek olarak parti örgütlerinden birine dahil olmayı
şart koşuyordu. Parti üyeliğinde programı benimsemenin yeterli olduğunu savunan H.
Kutlu bu tartışmada Martov'un safını tutmakla kalmamakta, Martov'un bile gerisine düş-
mektedir. Eğer H. Kutlu'nun görüşü kabul edilirse, her burjuvayı, her zengin köylüyü, her
öğrenciyi, her profesörü, her serseriyi parti programını benimsiyorlar diye partiye üye almak
gerekecektir. Lenin, H. Kutlu’nun esin kaynağı olan Martov'un formülünü şöyle eleştiri-
yordu:

"Martov'un formülü, görünüşte, geniş proleter kitlelerin çıkarlarını savunmaktadır, ama gerçekte,
proleter disiplini ve örgütünden kaçınan burjuva aydınlarının çıkarlarına hizmet etmektedir.
Modern kapitalist toplumun ayrı bir tabakası olarak aydınların ayırdedici özelliğinin bireycilikleri
ve disiplin ve örgüt yetersizlikleri olduğunu hiç kimse inkara kalkışamaz." (Aktaran SBKP
Tarihi, sf. 72)

A diyen B de demek zorundadır. Nitekim Martov'un formülünü kabul eden H. Kutlu da


partiye aydınların katılımını teorileştirmekten geri kalmıyor:

"Marksist parti, Marksist aydınlara açık parti, işçi-aydın ayrımı yapmayan, aydınlardan korkmayan
bir parti olmalıdır. Aynı zamanda 'aydın' olmanın bağımsızlıkçı özelliğini de tanımalıdır." (agd)
Elbette ki komünist parti üyeleri arasında köken ayrımı yapmaz. Çünkü parti üyeleri
genellikle halk sınıf ve tabakaları içinden gelmelerine rağmen, partiye girerken eski konum-
larını terkeder ve devrimci proletaryanın ideolojik, siyasi, örgütsel, kültürel, ahlaki nitelikle-
riyle donanırlar. Oysa, H. Kutlu, partinin aydınların "bağımsızlıkçı özellikleri"ni tanımasını
istemekte, yani aydınların bireyciliklerini, disiplinsizliklerini ve dünya görüşlerini parti saf-
larına taşımalarına özgürlük tanımaktadır. H.Kutlu'nun parti üyeliğini programın benim-
senmesiyle sınırlaması, aslında Marksist-Leninist partinin işçi sınıfının örgütlü müfrezesi
olduğunu reddetmek anlamına gelir. Partinin işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olduğu ilkesine
sırt çevrilirse, parti, örgütsüz, kararlarına uyma zorunluluğu olmayan, irade, eylem ve disip-
lin birliğinden yoksun, sınıfın pratik mücadelesine önderlik yeteneğine sahip olmayan, şekil-
siz, laçka ve sıradan bir kitle örgütü haline gelir.

TBKP, Lenin'in "böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluş-
malıdır" görüşünü, yani profesyonel devrimcilik kavramını da reddetmektedir. C. A. Kanarın
bu konudaki görüşü şudur:

"Bu anlayışa göre ... parti 'sınıf adına hareket eden' sınıfı temsil ve giderek ikame eden, bir
anlamda declasse (sınıfdışı) insanlardan oluşuyor. Hedefleri 'devrim' yaparak erki ele geçirmek
olan bu insanlar, olabildikleri ölçüde, kendilerini 'profesyonel devrimci' diye niteliyorlar. Ancak,
bu 'profesyonellik' çoğu kez toplumun bütününden, hatta sınıftan yalıtlanmak anlamına geliyor
ve toplumun gözünde, aylak insanı simgeliyor." (agd, S. 15, sf. 31, abç)

Lenin'e göre proletarya partisinin olmazsa olmaz koşulu olan profesyonel devrimcilik, C.
Kanat'a göre "aylak"lıktır. Dünyanın en aylak insanı olan ve mültecilikten başka marifeti
olmayan, SBKP'nin paralı bir uşağının bu sözleri ne kadar da gülünçtür!

Partinin kapısını, programını benimseyen herkese açan TBKP'nin tek bir irade ve eylem
birliğine dayanması mümkün müdür? Bunun mümkün olmadığını TBKP de bilmekte ve
kılıfını da buna göre hazırlamaktadır. Marksizm-Leninizmin sınıfsal karakterini bir yana
bırakan diğer revizyonistler gibi, proletaryanın Marksizm-Leninizm dışında başka ideolojile-
rinin de bulunduğu ve bunun partiye yansıması gerektiğini ileri sürmesinin nedeni budur.
Nitekim, TBKP bunu, "Partinin düşünce birliği, Marksist teori temelindeki çeşitlilik içinde birlik-
tir" (TBKP Programı, sf. 78), şeklinde ifade ediyor.

Marksizm-Leninizmin proletaryanın tek devrimci ideolojisi olduğunun yadsınması, TBKP'yi


doğrudan "çoksesli", "çoğulcu", "kanatlı" parti anlayışına götürüyor. TBKP, partide Marksist-
Leninist ideoloji ile burjuva ideoloji çeşitlerine eşitlik tanıyan görüşlerini şöyle açıklıyor:

"... Önceki anlayıştan farklı olarak, estetikten doğal bilimlere, linguistikten dünya görüşüne
varana dek herşeyi kucaklayan bir 'ideolojik/düşünsel monolitiklik ölçeği geride kalmış ol-
malıdır." (C. A. Kanat, agd)

".... monolitiklik, yani tek sesli partinin karşıt düalist değil, çoğulcu, çoksesli partidir. Kanat
isterse birden fazla olsun." (H. Kutlu, agd)
II. Enternasyonalden bu yana Marksist-Leninist partinin ideolojik birliğine karşı çıkarak,
hiziplerin varlığına hayat hakkı tanıyan bütün revizyonistler "çoğulculuk", "çokseslilik" ve
"kanat" özgürlüğü isteminde bulundular. Aynı geleneğin devamı olan TBKP de "çağdaş
parti" teorisiyle farklı sınıfları, farklı ideolojileri ve merkezleri meşrulaştırarak, atalarına sa-
dık kalmaktadır.

Partinin düşünce ve eylem birliğinin reddedilmesi, otomatikman Leninist parti anlayışının


dayandığı demir disiplinin ve demokratik merkeziyetçilik ilkesinin reddedilmesini de
beraberinde getirir. Zaten TBKP şefleri de partinin demir disiplinini sağlayan mekanizma
olan azınlığın çoğunluğa uyması temel ilkesini "emir-komuta" sistemine yol açtığı gerekçe-
siyle rafa kaldırıyorlar. Onlara göre, azınlık çoğunluğun aldığı kararlara uymak zorunda
değildir, aksine parti içinde azınlığın hakları esas alınmalıdır. Nasıl?

"Bilindiği gibi komünist partilerin kararları oy çoğunluğuna dayanarak alınırdı. Bugün bu


düşüncenin aşıldığı açıktır. Kararların birlikte ve mutabakat temelinde alınması zorunluluğu,
çağdaş demokrasi anlayışı ile denk düşer." (Ö. Ağın, agd, S. 16, sf. 34)

Önce hiziplerin varlığına dayanan parti, sonra da kararların azınlığın çoğunluğa uymasıyla
değil hizipler arası "mutabakat"la, moda deyişle "consensus" yoluyla alınması. İşte TBKP'nin
"çağdaş demokrasi" anlayışı budur. Böyle bir işleyiş ancak burjuva partilerinde olabilir. Kaldı
ki, H. Kutlu türü kaşarlanmış bürokratlar yer yer böyle uzlaşmalara gitseler de kendi
partilerinde bürokrasi çarkını işletmekten asla geri durmazlar.

TBKP yazarlarına bakılırsa partinin Marksist-Leninist ideolojiye dayanan


irade/eylem/disiplin birliğine artık ihtiyaç göstermemesinin nedeni, demokrasi kültürünün
gelişmesi ve "karşıtlarımız" olan sınıf düşmanlarımızın "Lenin'in yaşadığı çalkantılı dönem"den
farklı olarak "vahşi" ve "başıboş yöntemlere" artık başvuramaması imiş! İnsanın aklına ister
istemez TBKP'nin ayda mı yaşadığı sorusu geliyor. Sömürücü sınıfların proletarya ve ezilen
halka nasıl vahşi bir terör uyguladığını görmesi için TBKP'nin fazla uzağa gitmesine gerek
yok, ülkemizde ve Kürdistan'da yaşananlar ortada. Ama TBKP bir kez sınıf işbirliği yoluna,
revizyonizm batağına girdiği için gerçekleri tersyüz etmeyi kendisine iş edinmiştir.

İdeolojik-politik çizgisini, tarihini, pratiğini ve önderliğinin niteliğini bir tarafa bırakalım,


sadece parti ve sınıfın önderliği hakkında buraya kadar anlattığımız görüşleri bile TBKP'nin
karşıdevrimci bir sosyal demokrat parti olduğunu kanıtlamaya yeler. Ama ne yazık ki ona
hala sosyalist ve devrimci gözüyle bakan körler vardır ve olabilmektedir.

Mayıs 1990

You might also like