You are on page 1of 28

TÜRK TEKELCİ BURJUVAZİSİNİN

TARİHSEL OLUŞUMU

B. BARKAL

BROŞÜR DİZİSİ: 6

Töz Basım-Yayım San. Tic. Ltd. Şti.

Baskı: Aydınlar Matbaacılık

Dizgi: İlke

Şubat Yayıncılık- www.alinteri.org


İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER .......................................................................................................................................... 2
TÜRKİYE'DE BURJUVAZİNİN TARİHSEL EVRİMİ................................................................................ 3
I. KOMPRADOR SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞI .............................................................................. 3
Osmanlı burjuvazisinin oluşum süreci.............................................................................................. 3
Gayrimüslim burjuvazinin özellikleri ................................................................................................. 4
II. TÜRK BURJUVAZİSİNİNDOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ ....................................................................... 5
Yerli burjuvazi, 1908 ve 1919-1923.................................................................................................. 5
İktidardaki Türk burjuvazisi ve "cumhuriyet"..................................................................................... 7
Devlet kapitalizmi ve burjuvazi ......................................................................................................... 9
Savaş yılları.................................................................................................................................... 10
YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİ VE BURJUVAZİNİN TEKELLEŞME SÜRECİ ................................. 12
I- İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA TOPLUMSAL-EKONOMİK GELİŞME VE BURJUVAZİ . 12
II- TÜRKİYE'DE KAPİTALİST GELİŞMENİN YENİ VARYANTI VE BÜYÜK BURJUVAZİNİN
TEKELCİ DÖNÜŞÜMÜ (1945-1960) ................................................................................................. 13
III- TEKELCİ BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİN PEKİŞMESİ DÖNEMİ (1960-1980) ..................... 15
İmalat sanayiinde yoğunlaşma ve tekelleşme................................................................................ 16
Bankalar ve tekelleşme .................................................................................................................. 19
EMPERYALİZM VE TÜRKİYE .............................................................................................................. 21
-II-....................................................................................................................................................... 23
-III-...................................................................................................................................................... 24
-IV- ..................................................................................................................................................... 26
-V- ...................................................................................................................................................... 28
TÜRKİYE'DE BURJUVAZİNİN TARİHSEL EVRİMİ

I. KOMPRADOR SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞI

Marx, Kapital'in Almanca baskısına yazdığı önsözde, "Sanayi yönünden daha çok gelişmiş
bir ülke, daha az gelişmiş olana, ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir" der. Ne var ki,
kapitalizmin işleyiş yasalarının evrenselliğini göstermesi bakımından açıklayıcı olan bu yaklaşım,
İngiltere merkezli klasik gelişme yolunun bir tekrarı olmayan Türkiye kapitalizmi söz konusu olunca
yetersiz kalır. Çünkü, kapitalist aşamaya geç giren ve yaklaşık 150 yıldır yarısömürge durumunda
bulunan Türkiye'de kapitalizmin gelişme tarzı, Batı Avrupa ülkelerindekinden bir hayli farklıdır.
Batı burjuvazisi, tekelci aşamaya gelmeden önce "ilkel sermaye birikimi" denilen ve sanayi
devrimiyle sonuçlanan en az 3-4 yüzyıllık bir süreçte oluştu. Bir yandan halk yığınlarını topraktan ve
geçim araçlarından koparan, diğer yandan sömürgelerin talanından ve dolandırılmasından elde edilen
serveti metropollerde sermayeye çevirmeye dayanan bu birikim süreci, kartopundan büyüyen bir çığ
gibi ilerlemiş ve sermayenin egemenliğiyle sonuçlanmıştır. Burjuvazinin devrimci çağını yaşadığı söz
konusu dönemde kapitalist gelişme yolunun feodal düzene köklü darbeler indiren burjuva demokratik
devrimler ve bilimsel-teknik sıçramalarla açılması ise sürecin diğer bir yönüdür. Buna, sanayileşmenin
yabancı boyunduruğu tanımayan ve feodalizmin tasfiye edildiği bir temel üzerinde yükselmesini de
ekleyebiliriz. Sonuç olarak, 19. yüzyıl sonlarına doğru tekelleşen ve finans kapital aşamasına geçen
Batı Avrupa sermayesi, onu yaratan söz konusu tarihsel süreçle bir bütünlük oluşturur.
Buna karşılık, Batı Avrupa ülkelerinin feodal ekonominin yıkıntıları üzerinde sanayi devrimini
yükselttikleri ve üretici güçleri özgürce geliştirdikleri 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu henüz
feodalizmin doruğunda bulunmaktaydı. Gerçi, Osmanlı toplumunun ilk burjuva sınıfı söz konusu
yüzyılda ortaya çıkmıştır; ama bu sınıf ne feodalizme karşı mücadele içinde gelişmiş ne iç dinamiğe
dayanan bağımsız bir gelişme göstermiş, ne de asalaklığın ötesine geçebilmiştir. Kısacası, yeri
geldikçe ileride de değineceğimiz gibi, Osmanlı burjuvazisinin doğuşu ve birikim süreci kadar
ekonomide oynadığı rol de Avrupa burjuvazisinden farklıdır.
Gerek bunu gerekse Osmanlı burjuvazisinin yapısal özelliklerini ortaya çıkarabilmek için, epey
geriye, bu burjuvazinin "tarih öncesi"ne kadar gitmek gerekiyor.

Osmanlı burjuvazisinin oluşum süreci


15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı egemen sınıfları ticaret yollarının kontrolüne ve Doğu ile Batı
ticaretine büyük önem veriyorlardı. Ama Osmanlı feodallerinin ticarete sermaye birikimi açısından
yaklaşmaları mümkün değildi; çünkü devlet düzenlemesine tabi olan ticaret, onlar için, kentlerin
iaşesini sağlayan, artı ürünün akışını yönlendiren ve hazineye mali gelir getiren bir araç idi. Asıl gelirler
toprak rantından ve savaş ganimetlerinden sağlandığından dolayıdır ki, Avrupa devletlerine tek yanlı
ayrıcalıklar tanımak demek olan kapitülasyonları vermekte de bir mahsur görmediler. Bu yüzden,
Avrupa devletlerinin hemen hepsine peşpeşe -yenileme ve ekleri de içeren- kapitülasyonlar
verilebilmiştir. Oysa bu, 17. ve 18. yüzyıllarda ithalatlarını sınırlayıp, ihracatlarını artırmaya çalışan
merkantilist dönem Avrupa devletlerinin tam tersi bir tutumdur. Gerçi Avrupa tüccarına tanınan bu
olağanüstü imtiyazlar Osmanlı İmparatorluğunun güçlü olduğu zamanlarda büyük bir tehlike
yaratmayacaktır; ama bunlar, sonradan çöküş sürecine giren imparatorluğun yabancı kapitalizmin
sömürgeci boyunduruğu altına girmesinin bir kaldıracı, bir çekirdeği olmuşlardır.
Biraz sonra göstereceğimiz gibi, hem Avrupa sermayesinin sömürüsü, hem de Osmanlı
komprador burjuvazisinin yükselişi bu kapitülasyonların sırtına yapışarak gerçekleşmiştir. Tabii ki,
sonradan Osmanlı burjuvazisi haline gelecek olan erken feodalizm dönemi tüccarlarının kökleri
oldukça eskidir. Fatih Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde -öncesi bir tarafa- üslenmiş oldukları Anadolu
kıyılarından Avrupa ile deniz ticaretini sürdüren Venedikli ve Cenevizli tüccarlara dokunmaz, onlara
ticaret serbestisi yanında bazı ayrıcalıklar tanır. Bunlara, daha sonraki dönemlerde başka Hıristiyan
tüccarlar da katılır ve böylece ilk levanten toplulukları meydana gelir. Yine, Azerbaycan'ı terk ederek
İzmit ve Bursa yöresine yerleşen Ermeniler, II. Bayezit döneminde Engizisyondan kaçıp Osmanlı
himayesinde İstanbul ve Selanik'e sığınan Museviler, Bizans'tan itibaren Ege kıyılarında ve adalarda
deniz ticareti üstünlüğünü koruyan Rumlar ve nihayet çok daha sonraki yüzyıllarda çeşitli Avrupa
kentlerinden gelip Anadolu'nun liman kentlerine yerleşen kozmopolit levantenler de bunlara eklenecek
ve sonradan Osmanlı burjuvazisinin üzerinde yükseleceği "tarih öncesi" kolları oluşturacaklardır.
Osmanlı sınırları içinde ticaret ve sarraflık işleriyle uğraşan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlık
mensuplarının Avrupa tüccarı statüsü elde edip onların ayrıcalıklarından yararlanmalarına gelince, bu,
esas olarak Avrupa devletlerinin elçilikleri kanalıyla Hıristiyan tüccarlara pasaport vererek kendi
himayelerine almaları sürecinde ortaya çıkmıştır. 17. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı devleti ile
ticari ilişkileri gelişen Avrupa ülkeleri, hem ticaretle uğraşan ve yerel ilişkileri bulunan, hem de yabancı
dil bilen Hıristiyan ve Yahudileri konsolosluklarına tercüman olarak alıp, bunlara berat vererek beratlı
tüccar yaptılar. Zamanla sayıları binleri bulan bu beratlı tüccarlar bir dizi sosyal hak elde ettikten
başka, kapitülasyonların sağladığı ticari ayrıcalıklardan da yararlanabiliyorlardı. Böylece, Avrupa
ülkeleri, büyük paralar karşılığında sattıkları tercümanlık beratından hem önemli kazançlar
sağlamışlar, hem de kendi ticari sömürülerine aracılık edecek bir tabaka yaratmışlardır. Bu durum, bîr
yandan yabancı sermaye ile fiili üreticiler arasındaki sömürü ilişkilerinin tepe noktalarına ayrıcalıklı ve
himaye altındaki Hıristiyan tüccarları yerleştirirken, öte yandan "Hayriye Tüccarı" denilen Müslüman
tüccarları geri plana iterek ikincil ve tabi bir duruma düşürmüştür.
Osmanlı ekonomisinin dünya kapitalist sisteminin yörüngesine girdiği, daha doğrusu Avrupa
pazarı için tarımsal hammaddeler üreten ve ondan mamul mallar satın alan bir yarısömürge
ekonomisine dönüştüğü 19. yüzyılda, yabancı sermaye ve onun uzantısı olarak hareket eden gayri
müslim tüccarlar konumlarını alabildiğine sağlamlaştıracaklardır. Esas itibariyle İngiltere’yle 1838'de
yapılan serbest ticaret antlaşmasıyla başlayıp ve Tanzimat Reformları adı altında sömürgecilere
tanınan mali haklar ve demiryolları imtiyazları (1854-1856) ile devam eden, Osmanlı Bankası'nın
kurulması (1863) ve Düyun-u Umumiye yönetimiyle ise doruğuna varan yarısömürgeleşme, süreci;
yabancı kapitalizmin, siyasi, ekonomik ve mali boyunduruğu kadar komprador sermayenin yükselişinin
de yollarını döşemiştir. Yabancı sermayenin içteki mevzilerinin güçlenmesinden en çok yararlananlar,
acentelik ve komisyonculuk gibi işler yaparak Avrupa ile ara bağlantıyı sağlar duruma gelen Hıristiyan
tüccarlar ve levantenler olmuşlardır.
Hıristiyan ve Yahudi burjuvazisinin esas karargahları İstanbul, İzmir. Bursa, Selanik, Halep vs.
gibi büyük liman kentleri ve önemli ticaret merkezleri idi. Bunlar, Avrupa ticaret merkezleriyle olduğu
kadar, yerli üreticiler, büyük toprak sahipleri, mültezimlerle de yakın bir ilişki içindeydiler; ihraç ve ithal
mallarını ters yönlerde pazarlayabilecekleri geniş bir dağıtım ağları vardı. Kentlerdeki ticaret, sarraflık,
sanayi ve gayrimenkul alım-satımı gibi işler büyük ölçüde kompradorların ve yabancı şirketlerin
elindeydi. İzmir gibi bazı kentlerde nüfusun çoğunluğunu Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve yabancı
uyruklular oluşturuyordu. Bunlardan her birinin kendi mahalleleri, kendi okulları, kendi kiliseleri, kendi
lokantaları ve eğlence yerleri vardı. Yine, İstanbul’un en seçkin yerleri arasında yer alan Beyoğlu ve
çevresi kozmopolit kompradorların gözde semti sayılırdı. Galata ve diğer bazı semtler ise sarraflık
merkeziydi; para ve kredi tekelini ellerinde tutan ünlü Galata Bankerleri, burada, hazineye borç para
vermek, döviz bozmak, senet ıskonto etmek ve tasarruf toplamak gibi bankacılık alanına giren hemen
her işlemi yaparlardı.

Gayrimüslim burjuvazinin özellikleri


19. yüzyılda yabancı sermayenin uzantısı olarak doğmuş ve temel fonksiyonu aracılık yapmak
olan burjuva türü sadece Osmanlı İmparatorluğuna özgü değildi kuşkusuz. İspanyolca "satın alıcı"
anlamına gelen "komprador" sözcüğü ile anılan burjuva sınıf, kapitalist ilişkilerin az çok gelişmeye
başladığı birçok sömürge ve yarısömürge ülkede görülmekteydi. Kompradorlar bu ülkelerin dış
bağlantı yerleri olan liman kentlerinde veya ticaret merkezlerinde toplanmışlardı ve yabancı
sermayeden aldıkları belirli bir komisyon karşılığında hammadde ihracatına ve mamul madde
ithalatına aracılık ediyorlardı. Komprador burjuvazi, yerli sermayenin ayrışmasıyla ortaya çıkıp, görece
ulusal çıkarların savunucusu olan ulusal burjuvaziden farklı olarak, toprak ağaları ve feodal bürokrasi
ile birlikte emperyalizmin bu ülkelerdeki başlıca sosyal temelini oluşturmaktaydı.
Osmanlı toplumunu benzerlerinden ayıran kendine özgü yanlar da söz konusuydu elbette.
Örneğin, siyasi-idari egemenlikle, ticari-mali egemenliğin farklı milliyetler arasında bölünmesi
bunlardan biriydi. Engels'in daha 1853 yılında işaret ettiği gibi imparatorlukta idari ve askeri güç
Müslüman Türklerin; ticaret, zanaatler ve sarraflık gibi iktisadi alanlar ise Hıristiyanların ve Musevilerin
egemenliğindeydi. Siyasi ve iktisadi egemenlik arasındaki bölünmenin benzer bir örneği de,
burjuvazisi, esas olarak, Alman ve Musevi azınlıklardan oluşan Polonya Krallığı'nda görülmüştü.
Osmanlı İmparatorluğunda egemenlik alanlarının bu etnik ve dinsel bölünmesinde iç dinamikten
kaynaklanan etkenler kadar, imparatorluğun çöküş sürecinde kapitalist Avrupa devletlerinin azınlık
mensubu Hıristiyan tüccarları tercih etmeleri de rol oynamıştır. Nitekim imparatorluk içinde yaşayan
Hıristiyan burjuvaziyi dıştan yaptığı müdahalelerle koruyan ve kendi ayrıcalıklarından onun da
yararlanmasını sağlayanlar hep onlar olacaklardır.
Osmanlı feodalleri ve merkezi bürokrasisi ile kompador burjuvazi arasında çıkar çelişkileri ve
sürtüşmeler yok değildi, ama buna rağmen esas olan aralarındaki ittifak ilişkisiydi. Bu ittifakın
birleştirici ve yönlendirici gücü ise sömürgeci kapitalist ülkelerdi; çünkü bunlar her iki kesimi de binbir
iple kendilerine bağlamışlardı. Nasıl İngilizlere, Fransızlara veya diğer emperyalistlere bağlı komprador
sermaye grupları var idiyse, aynı şekilde bu mihraklara bağlı sultanlar, sadrazamlar, paşalar da
türemişti. Bürokrasinin tepe noktaları resmen bu ülkelerin elçilikleri tarafından yönetiliyor; her paşa
"İngilizci", "Fransızcı", "Rusçu" vs. diye anılıyordu. Avrupa sermayesi yüksek bürokrasiyi komisyon,
rüşvet, kendi şirketlerinde idare meclisi üyeliği veya hisse senetleri vermek gibi yollarla satın almıştı.
Bu bakımdan, her iki egemen kesim de "ülke"nin ulusal çıkarlarının karşısında yer alıyor, statükonun
temel direklerini oluşturuyorlardı.
Osmanlı komprador burjuvazisi ekonomik yaşamın birçok alanında faaliyet göstermekle birlikte,
en fazla dış ticaret ve sarraflık alanında yoğunlaşmıştı. Dış ticaret esas olarak yabancı tüccarların ve
bunların elindeydi. Kompradorlar bir yandan pazara yönelik üretim yapan üreticiden veya daima ikincil
planda kalmış olan Müslüman aracıdan aldıkları tarımsal ürünleri ihraç ediyor ve üretici köylünün artı
ürününün önemli bir kısmına el koyuyorlardı. Aynı şekilde, dışarıdan ithal ettikleri veya acenteliğini
yaptıkları sınai ürünlerin pazarlamasından da (en ücra köşedeki tüketiciye ulaşabilecekleri bir iç ticaret
ağına sahiplerdi) büyük kârlar sağlıyorlardı. Esas işlevleri para ticareti olan sarraflara gelince bunlar
önce iltizam sisteminin işleyebilmesi için gerekli borçları sağlayarak palazlanmışlar, sonra ise Osmanlı
Devletinin mali işlerini üstlenebilecek bir güce ulaşmışlardır. Bankaların olmadığı dönemlerde banka
işlevini yerine getiren sarraflar, bankacılığın gelişmesinden sonra bile önemlerini kaybetmemişlerdir.
Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı üzere Osmanlı burjuvazisinin karakteristik özelliği,
esas olarak, üretici olmayan, spekülatif alanlarda faaliyet göstermesi idi. Çünkü bu burjuvazi, imalat
sanayii, maden işletmeciliği, halıcılık, tarım vs. gibi sektörlere de yatırım yapmasına karşın bunlar
ithalat ve ihracatın yanında oldukça önemsiz kalıyordu. Aslında, Osmanlı burjuvazisinin ticari ve
spekülatif karakteri onun yabancı sermayenin bir uzantısı olmasından ileri gelir; çünkü yabancı
sermaye de daha çok ticaret ve mali alanla ilgileniyor, en az yatırımı sanayie yapıyordu.
Bundan şu sonuç. çıkar: Emperyalist sermaye gibi, onun uzantısı komprador sermaye de asalak
bir sınıftır. Gerçekten de, Osmanlı burjuvazisi feodal yapının devrimci dönüşümü ve ulusal bağımsızlık
ile ilgilenmediği gibi, üretici güçlerin özgürce gelişmesine de çalışmadı. Bu yüzden, kendi gücü
oranında bir proletarya yaratması mümkün değildi. Nitekim 20. yüzyılın başında o günkü Osmanlı
sınırlan içindeki ücretli işçilerin (sanayi ve hizmetler alanın da) sayısı 250 binin altındaydı. Ve aynı
dönemde, yabancı ve komprador sermayeye ait 10'dan fazla işçi çalıştıran imalat işyeri sayısı 100'den
fazla değildi.

II. TÜRK BURJUVAZİSİNİNDOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ

Yerli burjuvazi, 1908 ve 1919-1923


Burada amacımızın Türk burjuvazisinin iktisadi ve siyasi bir tarihini yazmak olmadığını
belirtelim. Ancak günümüzdeki tekelci burjuvazinin özelliklerini kavrayabilmede, gayri müslim
burjuvaziye rakip olarak ortaya çıkan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştirdiği burjuva devrim
adımlarıyla kendi egemenliğinin yolunu açan Türk burjuvazisinin ilk dönemlerine kısaca bir göz
atmanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
Osmanlı imparatorluğunun erken dönemlerinde Anadolu ve Doğu ticaretine egemen olanlar
genellikle Müslüman tüccarlardı. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı'nın adım adım Avrupa kapitalizminin
yörüngesine girmesi sürecinde; iç ticaret, bir yandan gerileyip öte yandan kıyı kentlerine kaydıkça,
gayri müslim tüccar Müslüman tüccarı gitgide geri plana itmiştir. Yarısömürgeleşmeyle birlikteyse
birinciler aracı ticaret burjuvazisi durumuna yükselirlerken, ikinciler önemli bir güç olmaktan çıkacaklar
ve en fazla bu burjuvazinin taşeronu olabileceklerdir. Zanaata dayalı yerli sanayide durum daha da
kötü idi; çünkü, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa mallarının istilası sonucu bu sanayi çöküş ve
gerileme sürecine giriyordu.
Sonuçta, 19. yüzyılda yerli sanayi ve ticaret burjuvazisi demeye layık bir sınıf oluşmamıştı;
sadece Selanik gibi bazı kentlerden kapitalist unsurlar, değişik yörelerde ticaret yapan Türkler ve
ticaret ve sanayie sıçrama isteği taşıyan feodal eşraf söz konusuydu. 20. yüzyıla girildiği sıradaysa
yerli kapitalizm henüz filizlenme aşamasındaydı ve Türk ticaret burjuvazisi belli belirsiz denecek kadar
zayıf ve dağınık durumdaydı. Ama öte yandan, aralarında Musa Akyiğit, Ziya GÖkalp, Yusuf Akçura ve
Tekin Alp gibi Osmanlı aydınlarının veya Rusya'dan göç etmiş Türklerin bulunduğu bir "Millî iktisat"
görüşü de gelişip yaygınlaşmaktaydı. Bu akım, Osmanlıcılık kalıntıları içermesine ve bulanık olmasına
karşın esas olarak doğmakta olan Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyordu; nitekim 1908 Jön
Türk Devrimi'yle de kuvveden fiile çıkabilmiştir. Gerçi ittihat ve Terakki hiçbir zaman homojen bir
hareket olmamıştır; çünkü içinde aristokratlar ve yabancı sermaye savunucuları kadar, Ermeni veya
Arnavut milliyetçileri de vardı. Ancak hareketinin içeriği ve vardığı yer itibariyle özünde Türk
kapitalizminin ve milliyetçiliğinin çıkarlarını temsil etmekteydi. Bu bakımdan önderlerinin bizzat
kapitalist olup olmamaları, bu gerçeği değiştirmez.
Feodal Abdülhamit istibdadına karşı gerçekleşen 1908 devrimi, özünde Türk kapitalizminin
çıkarları gözetilerek atılmış bir burjuva devrim adımıdır. Ancak bu burjuva devrimi, radikal ve
demokratik değildi; aksine, hem ürkek ve tutucu, hem de işçi ve köylüleri devre dışı bırakan bir üst
tabaka devrimi idi. Feodal rejime indirdiği darbelere ve etrafında estirdiği özgürlük rüzgarlarına rağmen
alt ve üstyapıda köklü dönüşümler sağlayamadığı gibi; ne antiemperyalist olmayı (Türkiye'de bu
olmadan burjuva demokratik bir devrim mümkün olamazdı) başarabildi, ne de dünya savaşı sırasında
Alman emperyalizmine teslim olmaktan kaçınabildi. O zamanki Osmanlı toplumunun en önemli sorunu
olan köylü sorununda İttihatçıların yaptıklarının hemen hemen bir hiç olması iyi bir ölçüdür.
Bununla birlikte, İttihatçıların iktidara hakim oldukları 1. Dünya Savaşı yıllarında Türk
kapitalizminin gelişmesi doğrultusunda bir dizi önlem aldıkları da görülmektedir: Kapitülasyonların
kaldırılması, bazı himayeci gümrük vergilerinin yürürlüğe konması, Türk-İslâm unsurların sınai ve ticari
yatırımlarının özendirilmesi vs. gibi. Bu önlemler Alman emperyalizminin çıkarlarıyla fazla çelişmese
de, en azından İngiliz ve Fransız işbirlikçisi komprador burjuvalar karşısında Türk burjuvazisini
güçlendirmeyi ve geliştirmeyi gözetmekteydi.
Nitekim İttihat ve Terakki iktidarının desteğinden ve savaş koşullarından yararlanan Türk
burjuvazisi bu yıllarda dikkat çekici bir atılım yapacaktır. Gelişme hızı bakımından Müslüman Türk
eşrafın gayrimüslim kompradorlara fark atması bir rastlantı değil, tersine İttihatçıların Anadolu'yu ve
Türk sermayesini ön plana alıp kayıran ekonomi politikalarının bir sonucudur. Yoksa, 1913-1918 yılları
arasında ticaret, sanayi, bankacılık, inşaat ve taşımacılık sektörlerinde kurulan 123 anonim şirketin
çoğunluğunun Türk kökenli sermayedarlara ait olmasını başka türlü açıklamak mümkün değildir.
Buradan hareketle, Türk milliyetçisi burjuva aydınlarının teorisini yaptıkları "Ulusal İktisat"ın yarım
yamalak da olsa İttihatçılar tarafından politika alanından ekonomiye aktarıldığını söyleyebiliriz.
Şu halde, 1908 Devrimi'nin içeriğinin Osmanlı aristokrasisi ve komprador burjuvaları tarafından
değil Türk burjuvazisi tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan, 1908 Devrimi Osmanlı
toplumsal düzenini Tanzimat tarzında restore etmeyi amaçlayan bir hareket değildir; aksine,
süreklilikte ortaya çıkan bir kesinti, kopuşa yönelen bir başlangıç adımıdır* Hatta, özdeş olmasalar bile
büyük ölçüde İttihatçı kökenden gelen ve onun mirasına dayanan Kemalistlerin önderliğindeki Kurtuluş
Savaşı bu kopuşu daha ileri götürmüş, en azından Osmanlı hanedanına son vererek yeni Türk
devletine geçişi sağlamıştır. Gerçi her iki adım da Türkiye'de burjuva demokratik devrimi
tamamlayamamıştır ama kapitalist gelişme yolunun açıldığı da görmezden gelinemez bir gerçektir.
II. Meşrutiyet'ten sonra palazlanan ulusal ticaret burjuvazisinin, gelişmesinin önündeki bazı
engelleri asıl Kurtuluş Savaşı'ndan sonra aştığını belirtmiştik. Bu burjuvazinin, 1919-1923 yıllarında,
hem siyasi iktidarın asli ve yönlendirici gücü haline gelmesi, hem de rakibi gayri müslim burjuvaziye
ağır darbeler indirerek onun yerini alması başka türlü yorumlanamaz. iktidarın Türk burjuvazisinin eline
geçmesi (diğer ortaklarıyla birlikte), feodal Osmanlı Devletinin yıkılarak yerine yeni bir devletin
kurulması ile sonuçlandığından, ne kadar ihtiyat payı bırakırsak bırakalım politik bir devrim niteliği
taşır. Ayrıca, 1919-1923 burjuva devrimi siyasi bağımsızlığı sağlaması, İslama dayalı Osmanlı
hukukunun yerine Batıdan uyarlanmış burjuva hukukunu geçirmesi, eğitimi laikleştirmesi, tarikatlar ve
tekkeler gibi dinsel kurumları yasaklaması, aşarı kaldırması vs. ile de bunu tamamlayan ek
argümanlara sahiptir.
Ancak Kemalist burjuva devriminin sınırlı, uzlaşıcı ve tutucu yanları da mutlaka dikkate alınmak
zorundadır. En başta Kurtuluş Savaşı siyasi bağımsızlığı sağlamasına ve emperyalizmin
ayrıcalıklarına bazı sınırlamalar getirmesine rağmen yarısömürge yapıya son vermiş değildir;
dolayısıyla antiemperyalist yanı oldukça cılızdır. Sonra, ikinci aşamaya geçildiğinde, yani iktidar elde
edildikten itibaren feodal, yarıfeodal ekonomiye dokunulmamış, tersine Kurtuluş Savaşı'nın başından
itibaren toprak ağaları, şeyhler, din adamları vs. ile ittifak siyaseti izlenmiştir. Daha sonra, burjuvazi ile
toprak ağaları ittifakı zaferi sırtından kazandıkları halk yığınlarını devre dışı tutmuşlar, onların kendi
örgütleri ve talepleriyle siyaset sahnesine çıkmasına engel olmuşlardır. O yüzden, "demokratik" bir
karakter taşımayan 1919-1923 Devrimi, burjuva demokratik özgürlüklere kapalı, siyasal çoğulculuğu

*
Son yıllarda Sivil Toplumcular ve benzer görüşler savunan bazı sol gruplar arasında 1908 ve 1919-1923 hareketlerini
burjuva devriminden savmama modası gelişmiştir. Bunlara göre, her iki burjuva devrimi de Osmanlı devlet geleneğini olduğu
gibi sürdüren, bir kopuştan çok Tanzimat reformlarıyla özdeş bir sürekliliğin söz konusu edilebileceği girişimlerdir. İlk bakışla
"pek devrimci" görünen (sözümona Kemalizmin etkilerinden arınmış olunuyor!) bu tez, Türk tarihini düz bir evrimden ve
restorasyon hareketinden ibaret gören idealist tahtı anlayışından başka bir şey değildir. Çünkü, Fransız Devrimi'nin özellikleri,
ondan çok farklı tarihsel-toplumsal koşullarda gerçekleşmiş Türk burjuva devrimlerinde aynen görülmek isteniyor; görülemeyince
de feodal bürokrasinin reformlarıyla bir sayılıyor.
dıştalayan tek parti sistemine dayalı bir otoriter rejimle sonuçlanmıştır. Burjuva devriminin feodalizme
karşı gelişmemesi ve emperyalizme teslimiyetçilikle sonuçlanması olsun, oklarını Kürt ulusuna ve Türk
işçi-köylü yığınlarına yöneltmesi olsun, onun bu özellikleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.
1919-1923 Devriminin özgüllükleri ve onu 17. ve daha sonraki yüzyıllarda gerçeklesen klasik
Avrupa burjuva demokratik devrimlerinden ayıran temel karakteristikler kavranamazsa, Kemalizm
kuyrukçuluğuna veya nihilizme düşmek kaçınılmazdır. Zaten, 1908 ve 1919-1923 burjuva hareketlerini
Osmanlı despotizminin doğrudan bir devamı olarak gören Sivil Toplumcu/ATÜT'çü tezler olsun,
Kemalizmi "küçük burjuvazinin sol kanadı"nın ideolojisi sayan ya da ona Jakobenlİk izafe edenler
olsun aynı kavrayışsızlığın kurbanıdırlar.*
Kurtuluş Savaşı, kapitalizmin yükseliş döneminde zafer kazanan klasik tipte burjuva demokratik
devrimlerden farklı olarak, kapitalizmin genel bir bunalıma girdiği ve Ekim Devrimi'nin yeni bir çağ
başlattığı koşullarda gerçekleşti. Bu koşullarda, burjuva devrimini işçi ve köylü yığınlarıyla ittifak içinde
yürütmek, emperyalizme ve feodalizme karşı radikal taleplerle yola çıkmak, iplerin burjuvazinin elinden
çıkmasına ve devrimin durdurulamaz bir hal almasına yol açabilirdi. Bunun için Kemalist önderlik her
evrede kendi solunu tırpanladı ve 1789 Fransız modelindeki gibi halka inisiyatif tanımadı. Burjuvazinin
zayıflığıyla da birleşen bu korku nedeniyle Kemalistler baştan itibaren Kurtuluş Savaşı'nın feodalizmin
kökten tasfiyesine yönelmemesine dikkat ettiler; üstelik bu, toprak ağalarıyla kurulan ittifakla da
perçinlendi. Mücadele sahnesine çok geç çıkan Türk burjuvazisi dünya kapitalist sisteminden kopmak
gibi bir düşünce taşımadığından ve asıl niyeti gayrimüslim burjuvazinin yerini almak olduğundan,
emperyalistler karşısında da ölçülü ve temkinliydi. Sonuçta, bu ve benzer etkenler, 1919-1923 burjuva
hareketinin hem köklü dönüşümlere yol açmasını baştan önlemiş, hem de onun çok çabuk tutuculaşıp
Türk halk yığınları ve Kürt ulusu üzerinde zorba bir diktatörlükle sonuçlanmasını beraberinde
getirmiştir.

İktidardaki Türk burjuvazisi ve "cumhuriyet"


Burjuva kurtuluş hareketinin zaferi iktidara Türk ticaret burjuvazisinin ve yarıfeodal toprak
ağalarının gelmesiyle sonuçlandı. Böylelikle, yeni Türk devleti işgalcilerle işbirliği yapan Saray
çevresini ve Hıristiyan komprador burjuvaziyi dıştalayarak, yerli egemen sınıflar bloğunu kapsayan
cumhuriyetçi bir biçime dönüştü, yarısömürge yarıfeodal bir ülkeye özgü bu cumhuriyetin bir başka
özelliği de, Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması ve üstündeki "Türk" damgasıyla Osmanlılık
kadar Kürtlüğü de dıştalamasıydı.
Ulusal ticaret burjuvazisinin iktidarı elinde tutmakla rakibi komprador burjuvazi karşısında önemli
bir güç kazandığına kuşku yoktur. Ama şu da var ki ittihat ve Terakki'den beri uygulanan politikalarla
Hıristiyan kompradorlara zaten önemli darbeler indirilmiş bulunuyordu. Çünkü, 1914-1924 yılları
arasında başta politik zor olmak üzere bir dizi yöntem uygulanacak ve bundan sonuç da alınacaktır.
Bunu, ilkin Ermeni ve Rum tüccarlara karşı ekonomik boykot veya sınır dışı etme gibi yöntemler
uygulayan İttihatçılar başlatmışlardır. En basit örneği, 1915 soykırımı sırasında Çukurova'da büyük
miktarda toprağı elinde tutan Ermeni toprak sahiplerinin ülkeyi terk etmek zorunda kalmaları
sonucunda bu toprakların Türk yağmacılar tarafından gaspedilmesidir. Aynı şey Rumların başına da
gelecektir. 1912'lerde başlayıp 1923'teki Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesine kadar devam eden
sürgün sırasında, 1 milyon civarında Rum Anadolu'yu terk etmiştir, terk etmek zorunda bırakılmıştır.
Göç edenlerin bir kısmı da işgalci Yunan ordusunun safında yer alan Rum tüccarlar ve toprak sahipleri
idi. Kısacası, etnik ve dinsel çatışmaları da kullanan Türk burjuvazisi, ithalat ve ihracattaki aracılığı
önemli ölçüde tekelinde tutan Ermeni ve Rum tüccarlara ekonomi dışı yollarla darbe indirmiş ve bu
tekeli önemli ölçüde kırmıştı.
Türk burjuvazisi müteakip atağını ise iktidarı eline geçirdiği 1923'ten sonra yapmıştır. Daha
Kurtuluş Savaşı sırasında örgütlenen Türk ticaret burjuvazisinin yaptığı ilk işlerden biri, Kemalist
bürokrasinin desteğiyle yabancı sermaye ile ilişkilerini geliştirmek ve ortak şirketler kurmak oldu. Gerçi
bu dönemde Rum, Ermeni ve Yahudi kompradorlar hâlâ belli mevzileri ellerinde tutuyorlardı. Hatta
Türk isimleri kullanmak ("dönme" olayı), Türk kökenlilerle ortaklık kurmak ve yabancı sermayeyle olan
eski ilişkilerden yararlanmak gibi yöntemler kullanarak döneme ayak uydurmanın yollarını buldular.
Ama artık birinci plana geçen ve emperyalist tekellerin acenteliğini ve komisyonculuğunu üstlenerek,
ithalat ve ihracatta aracı payının çoğuna el koyan Türk ticaret burjuvazisi olacaktır.
Bu da gösteriyor ki, Kemalist burjuvazi siyasi bağımsızlığı kazandıktan sonra antiemperyalist

*
D. Perinçek grubu ve hâlâ Mahir Çayan'ın Kemalizm tahlilini savunan THKP-C kökenliler (Mesela Dev-Sol) bu ikincilerin tipik
örneğidir. Bu gruplar. Kemalizme, "küçük burjuvazinin sol kanadı" ya da Jakobenizm gibi misyonlar yüklemekle Kurtuluş
Savaşı'nı Fransız Devrimi ile özdeşleştirmiş oluyorlar. M. Kemal'in şahsında Robespierre'i aramak, iki devrim arasındaki çağ ve
fonksiyon farklılıklarını hiç anlamamak demektir.
barutunu büyük ölçüde yitirmiş, tasfiye etmektense yabancı sermayeyle ilişkiler geliştirmeyi tercih
etmiştir. Ülkenin yarısömürge yapısının olduğu gibi bırakılması da, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı
sırasında ekonomik bağımsızlık üzerine söylediklerinin demagojiden öteye gitmediğinin kanıtıdır. Gerçi
kapitülasyonların resmen kaldırılması, bazı millileştirmelere gidilmesi ve yerli ekonominin çıkarlarının
nispeten kollanması gibi sınırlı adımlar atılmamış değildi. Ne var ki, emperyalizmin ekonomik ve mali
egemenliği devam ediyor, yabancı sermaye yeni yatırımlar yapmaktan geri durmuyordu. Örneğin,
1926 yılında 6.5 milyon lira olan yabancı sermaye yatırımları üç yıl sonra iki katına ulaşmış 1920-1930
yılları arasında kurulan 201 anonim şirketten 66'sı yabancı sermaye payıyla kurulmuştu. Üstelik
yabancı sermaye sadece ticari ve sınai girişimler alanında değil, bankacılık ve kredi alanında da
önemli bir rol oynamaktaydı. Sonuçta ortaya çıkan manzara şuydu: Önemli ölçüde tasfiyeye uğrayan
Hıristiyan kompradorların geride bıraktıkları boşluk, yeni dönemde, ya yabancı sermayenin bizzat
kendisi tarafından, ya da Türk ticaret sermayesi tarafından doldurulmuştur.
Bununla birlikte, Türk burjuvazisi, iktidarı elinde tutmanın ve rakibi Hıristiyan burjuvaziyi geri
plana itmenin verdiği avantajla, kendi sermaye birikimi ve merkezileşme sürecini hızlandırma olanağını
elde etmişti. Fakat burada hemen sorulması gereken soru şudur: Türk sermayesi, bunu, Avrupa'daki
sanayi kapitalizmi çağındaki gibi, genişletilmiş üretimini, tekniği geliştirip emek üretkenliğini artırarak,
eski üretim biçimlerini hızla dönüştürüp iç pazarı genişleterek kendi kendini ivmeleme yoluyla yapabilir
miydi? Buna vereceğimiz cevap olumsuz olacaktır. Çünkü emperyalizme bağımlı olmakla ve ticari
karakteri ağır basmakla kalmayıp, kırda feodal ilişkilerin egemen olduğu, üstelik burjuvazinin bunları
devrimci yöntemlerle tasfiye etmek gibi bir niyetinin bulunmadığı koşullarda bu mümkün olmazdı.
Türkiye'nin verili koşullarında, verili ekonomi politikalarla yerli sermayenin birikim ve merkezileşme
sürecinin devrimci dönüşümlere eşlik etmesi düşünülemezdi. Burada, Türk burjuvazisinin sermaye
yetersizliğini telafi etmek için başvurduğu yöntemleri ise şöyle sıralayabiliriz: Yabancı sermaye
ihracının çeşitli biçimlerinden yararlanmak, gelişmiş kapitalist ülkelerden kopya edilmiş sermaye
örgütlenme biçimlerini kullanmak, devlet kapitalizmi modelini uygulamak ve feodalizmin kalıntılarıyla
ittifakı bozmaksızın tarımı yukarıdan aşağı denetleyerek kent ekonomisine kaynak aktarmak. Genelde
yarısömürge ülke burjuvazilerine özgü olan bu yöntemler Türkiye'de bazen iç içe, bazen de bunlardan
birine ağırlık verilerek uygulamaya konacaktır. Ama Kemalist bürokrasi bir yandan çeşitli teşvik
yasalarını ve destekleme politikalarını, öte yandan işçi sınıfı ve emekçi köylülük üzerinden
devlet zorunu eksik etmemeyi sermaye birikim yöntemi olarak sürekli gündemde tutmuştur.
Şimdi de, uluslararası sermayenin tekelleşme sürecine ait örgütlenme modellerinin yarısömürge
bir ülke ekonomisine nasıl taşındığı ve tekelci birlikler yaratılmasında nasıl kullanıldığı konusunu ele
alalım. Bilindiği gibi bunun en tipik örneği, neredeyse cumhuriyetle yaşıt olup, bugün Türkiye'nin en
büyük tekelci sermaye gruplarından biri sayılan İş Bankası'dır. Bir prototip olarak İş Bankası'nın önemi,
Batı'dan alınan finans kapital örgütlenme modelinin, sermayenin birikim ve merkezileşme sürecinin
kısaltılmasına örnek teşkil etmesinden ileri gelir.
İş Bankası, 1924 yılında, M. Kemal ve Celal Bayar gibi devlet yöneticilerini, bazı kapitalistleri ve
büyük toprak sahiplerini kapsayan nüfuz sahibi şahsiyetlerce kuruldu. Ve bu sermaye grubu 10 yıl
içinde birçok banka ve sigorta şirketlerinin kurucusu (ve ortağı), madencilikten şeker ve tekstile kadar
onlarca anonim şirketin sahibi, yanı sıra dış ye iç ticarete de el atan bir tekel haline geldi. İş Bankası'nı
daha doğuş yıllarında tekelci bir sermaye grubu haline getiren ve onu sermayenin "doğal" evrim
sürecinin çok ilerisine sıçratan etkenler, bu sermaye grubunun örgütlenme modelinden ve kullandığı
yöntemlerden ayrı düşünülemez. Bunları, (1) politik iktidar aygıtının en etkin kullanılışı; (2) banka,
sanayi ve ticaret sermayelerinin tek elde birleştirilmesi; (3) dışta yabancı sermaye içte devlet
işletmeleri ile ortaklıklar kurulması ve (4) birçok alanda tekelci kontrole sahip olunması olarak
sıralayabiliriz. Öyle ki Türk burjuvazisi, sermaye birikimi ve merkezileşmesi sürecini kısaltarak en hızlı
şekilde yarısömürge tipi tekele sıçramayı sağlayan bu sistemi, bir süre sonra da Sümerbank ve
Etibank türü devlet kuruluşları aracılığıyla uygulamaya koyacaktır.
Türk burjuvazisinin gelişme özellikleri bakımından önem taşıyan diğer bir nokta ise, büyüme ve
tekelleşme sürecinin daima emperyalist sermaye ile gelişen ilişkilere paralel olarak ilerlemesidir.
1920'li yılların kapitalistleri ister toprak kökenli olsunlar, ister orta sınıftan gelsinler, isterse bankacılıkla
işe başlasınlar, bunlar yabancı sermayeyle acentelik, komisyonculuk ve ortak yatırımlar gibi ilişkilere
girdikleri ve faaliyet alanlarını çeşitlendirebildikleri ölçüde tekelci sermaye katına yükselebilmişlerdir.
Bunu, ilk sermaye birikimlerini 1920'lerde yapan günümüzün ilk kuşak holdinglerinin tarihsel
evrimlerini izlediğimizde görebiliriz: İşe ticaretle (1938) başlayan V. Koç; pamuk nakliyeciliği ve ticaret
yapan (1930'lar) H. Ö. Sabancı, büyük toprak sahipliğinden sanayiciliğe geçen (1925) Çukurova
Grubu, ticaret ve sanayii birlikte yürüten (1920-1930) Yaşar Grubu, eczacılıktan gelme (1912)
Eczacıbaşı Topluluğu, otomobil acenteciliği yapan (1920'ler) Özakatlar (vs.) gibi bugünkü tekelci
sermaye gruplarının temelleri bu yıllarda atılmıştı. Ancak bu ailelerin faaliyetlerini çeşitlendirip tekelci
sermaye konumuna gelmeleri II. Dünya Savaşı sonrası süreçte olacaktır.
Devlet kapitalizmi ve burjuvazi
Devlet kapitalizmi, Kemalist bürokrasinin 1930-1939 yılları arasında ağırlıklı olarak, daha
sonraysa hafifleterek uyguladığı ekonomi politikanın genel adıdır. Millileştirmelerden ekonomik
müdahalelere, planlamadan kapitalist devlet işletmelerine kadar birçok alanı kucaklayan bu ekonomi
politika, Türk kapitalizminin gelişme gereksinimlerinin bir sonucuydu. Yoksa, tarımsal ekonominin ağır
bastığı, burjuvazinin esas olarak ticaret karakterli olduğu, varolan çok sınırlı sanayinin nispeten
modern kesiminin hemen hepsinin yabancı sermaye denetiminde, geri kalanının ise el emeğine dayalı
ilkel biçimlerden ibaret bulunduğu bir ülkede, asgari düzeyde bir sanayileşme başka türlü
gerçekleşemezdi.
Türkiye ekonomisi 1929'lara gelirken zaten kriz belirtileri göstermekteydi. Kapitalist dünyayı
temellerinden sarsan ve etkilerini sömürge ve yarısömürge ülkelere dek yayan genel krizin etkileriyle
de birleşince bu, ekonomide tıkanmaya yol açtı. Uluslararası pazarlarda hammadde fiyatlarında
görülen düşüş, Türkiye'ye ihracat ve ithalatta gerileme, tarımsal üretimde azalma, ticaret ve para
piyasasında kriz olarak yansımaktaydı. Bu, varlığı esas olarak ticari kapitalizme dayanan Türk
burjuvazisinin tıkanması demekti; çünkü ticari kâr düşüşü gerek tek tek kapitalistlerin sanayie geçecek
sermaye birikimine sahip olmamalarından, gerekse zaten kriz içinde olan yabancı sermayenin yatırıma
ilgi duymamasından dolayı Önlenemiyordu, Böyle olunca, sermaye yetersizliğini ve krizi aşmanın tek
yolu devlet kapitalizmine geçiş olmaktaydı.
Kemalist yönetim bu amaçla 1931 yılından itibaren kapsamlı bir devletçi ekonomik program
uygulamasına geçecektir. Bu program korumacı önlemleri, millileştirmeleri, deniz ve demiryolu
taşımacılığı gibi alanlara devlet tekeli getirilmesini, bazı ithal mallarının devlet denetimi altına
alınmasını, beş yıllık kalkınma planları uygulamasını (ilki 1933-1937) vs. içermekteydi. Bunlar içinde
belki en önemlisi, 1930'lu yıllar boyunca çok sayıda devlet bankasının ve sanayinin çeşitli dallarını
kapsayan onlarca fabrika ve işletmenin kurulmasıdır. Türkiye ölçülerinde her biri tekel konumunda
bulunan ve bankacılıktan sanayie, madencilikten tarıma kadar ekonominin bütün dallarını kucaklayan
bu devlet kuruluşları, kısa sürede ekonominin en önemli gücü haline geleceklerdir
Temelleri 1930'Sarda atılmış olup varlıklarını bugün de sürdüren devlet banka ve kuruluşları
daha o zamandan tekel durumundaydılar. Daha doğrusu, söz konusu tekeller İş Bankası örneğinde de
değindiğimiz gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki finans kapital örgütlenme modeli kopya edilerek -tabii
bu bir uyarlama olduğundan arada önemli farklılıklar olması doğaldı- kurulmuşlardı. Örneğin
Sümerbank para sermayeyi, sınai sermayeyi ve ticari sermayeyi kendi bünyesinde birleştirmiş ve el
attığı alanlarda tekel oluşturmuş bir kuruluştu. Bankacılık ve sigortacılık dışında tekstil, şeker, çimento,
dericilik, kömür işletmeciliği, ticaret (vs,) gibi sektörlerde onlarca fabrika ve şirketin sahibi ya da ortağı
durumundaydı. Yine Etibank, demir, krom, kömür, kükürt, bakır, elektrik üretimi (vs.) türü madencilik ve
enerji sektöründe rakipsiz bir tekeldi; öyle ki kuruluşundan 6 yıl sonra 25.700, 15 yıl sonraysa 35.600
işçi istihdam eder bir büyüklüğe ulaştı.
Daha farklı bir ekonomik ve politik temel üzerinde yükselen tekelci devlet kapitalizmi, aynı
yıllarda İtalya ve Almanya gibi faşist emperyalist ülkelerin de gündemindeydi. Bu, sadece kapitalizmin
genel bunalımının dayattığı bir şey değil, aynı zamanda emperyalist kapitalizmin gelişmesinin doğal bir
sonucu, kontrolü altındaki devlet aygıtını kullanarak ülkenin ekonomik, toplumsal ve politik yaşamı
üzerinde tam egemenlik kurmak isteyen tekellerin yönelimlerinin de bir ifadesiydi. Ancak benzer
yanlarına rağmen feodal kalıntıların ve sanayinin ilkel biçimlerinin önemli bir rol oynadığı, iç pazarı dar
ve uluslararası pazarlara açılma olanağı olmayan yarısömürge Türkiye'de devlet kapitalizmini motive
eden faktörler daha farklıdır. Çünkü, Türkiye'de devlet kapitalizmi politikasına geçiş, her şeyden önce,
kapitalizmin azgelişmişliğinin ve burjuvazinin zayıflığının bir sonucu olarak gündeme geldi. Nitekim bu
model benzer nedenlerle aynı dönemde Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkelerde, daha önce ise
Çarlık Rusyası'nda uygulanmıştır.
Kemalist ideologlar, devlet kapitalizmini, ta o zamandan "kapitalizm ile sosyalizm arasında
üçüncü bir kalkınma yolu" olarak, veya antikapitalist, halkçı" iktisadın bir biçimi diye lanse ettiler.
Hatta sonradan Kadrocuların ve Yöncülerin prizmasından geçen bu demagoji, Sovyetçi revizyonistlerin
ve MDD'ci ortayolcuların literatürüne de girecek ve uzun yıllar Kemalizm kuyrukçuluğunun bir birimi
olarak solda etkili olacaktır.* Oysa aynı yanılsamayı "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle"
edebiyatıyla ve diğer bazı unsurlarla destekleyen Kemalist ideoloji bunu, korporatist eğilimlerinden
dolayı yapmaktaydı.
Sonraki gelişmeler de kanıtlamıştır ki, 1930'lar devlet kapitalizminin ne antikapitalizmle, ne de
"halkın çıkarları"yla bir ilgisi vardır. Önce de dediğimiz gibi devlet kapitalizminin çıkış noktası Türk

*
1968lerde M. Belli ve onun etkisindeki THKP-C ve THKO gibi MDD'ci gruplar Kemalist yönetimi küçük burjuvazinin
antiemperyalist iktidarı, devlet kapitalizmini ise onun ekonomik temeli olarak görüyorlar. Hatta bu görüş, iktidarın CHP'den DPye
geçişini ve özel sektörün ağırlık kazanmasını karşıdevrim olarak görmeye kadar varacaktır.
burjuvazisinin kısa ve uzun vadeli çıkarlarıdır. Sermaye kıtlığı çeken burjuvazi, devlet kapitalizmini,
birçok azgelişmiş ülkede de örnekleri görüldüğü üzere sermaye birikiminin bir yolu, bir modeli olarak
gündeme getirmiştir. O dönemde tek tek kapitalistlerin üstesinden gelemeyecekleri sınai ve mali
girişimler, onların hepsi adına kapitalizmin kolektif biçimi demek olan devlet kapitalizmi yoluyla
gerçekleştirildi, o kadar. Bunun, devlet işletmeleriyle ortaklıklar kuran, devlet fabrikalarına yüksek
fiyatlarla girdi sağlayan veya onlardan maliyetine girdi temin eden ve onların ürettikleri malların satış
tekelini eline geçiren kapitalistlere nasıl hizmet ettiğini anlatmaya bile gerek yoktur. Her yerde ve her
zaman olduğu gibi devleti elinde tutan sınıflar kim idiyse, devlet mülkiyetine sahip olanlar da onlardı.
Bu, 1930 istatistiklerinde hayat pahalılığı artıp dondurulan işçi ücretleri sürekli düşüş kaydederken
kapitalistlerin büyük kârlar vurmalarıyla da açıklık kazanmaktadır. Özetle, devlet kapitalizmi, işçi ve
köylülerden emdiği kanı burjuvaziye aktaran kolektif kapitalist bir mekanizmadan başka bir şey
değildir.
Bu konuda çok daha yaygın olan başka bir çarpıtma ise, devlet kapitalizminin işlevinin, "devlet
eliyle burjuvazi yaratmak" olduğu iddiasıdır. Doğrusunu söylemek gerekirse, modern revizyonistlerin
ve özellikle akademisyen takımının sık sık öne sürdüğü bu tez, devleti, sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının
değil, sınıfları devletin yarattığı şeklindeki eski "sınıflarüstü" devlet teorisininin ilkel bir tekrarından
ibarettir. Bunlara bakılırsa, Türkiye'de burjuvaziyi devlet, dolasıyla İttihatçılar ve onların devamı olan
Kemalist bürokrasi yaratmıştır.**
Burjuvaziyi devletin yarattığı -böyle olunca karşıtı proletaryayı da devlet yaratmış oluyor-
görüşünün, çok eski bir oportünist geçmişi vardır. Özellikle, feodalizmden kapitalizme yeni
geçilmekteyken, yani burjuva toplumunun sınıfları henüz zayıf durumdayken, küçük burjuvalar devleti
toplumun ve kısacası her şeyin yaratıcısı gibi görebilmişlerdir. Örneğin Bakunin böyle biriydi ve Marx
onu şöyle eleştirmişti: "Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine
ancak devletin bir lütfü olarak sahip olduğunu iddia ediyor." Aslında, Bakunin'in burjuvaziyi ve
dolayısıyla toplumsal sınıfları devletin yarattığı görüşü, onun Tkaçyev ve Solovyev gibi popülist
yoldaşları arasında çok yaygın bir modaydı. Bizim liberal opotünistlerimiz ve akademisyenlerimiz ise
görüşleriyle, Rus popülistlerine yeni bir katkı yapmış olmuyorlar.
Oysa Türk ulusal burjuvazisini ne Jön Türkler ne de Kemalistler yarattılar; onlar olsa olsa zaten
doğuş ve gelişme halindeki burjuvaziye sözcülük yaptılar. Sınıflarla devlet arasındaki ilişkiyi tepetaklak
eden bu yanılgının kaynağı, Türk burjuvazisinin ilk aşamalarda zayıf, dağınık ve örgütsüz olmasıdır.
Bu burjuvazi adına hareket eden Kemalistlerin yaptığı şey ise, devlet aygıtını da kullanarak bu sınıfın
yolunu açmaktan ibarettir. Dolayısıyla, 1930'ların devlet kapitalizmi sermaye birikimini hızlandırmak
için kullanılan yarısömürge bir ülkenin ve çağın koşullarına uyarlanmış bir modelden başka bir şey
değildir. Üstelik bu ekonomi politika Türk kapitalizmini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda
burjuvaziyi üst düzeyde kapitalist organizasyon biçimlerine geçişe de hazırlamıştır.

Savaş yılları
Marksist geçinen birçok tarihçi ve iktisatçı Kemalist burjuvazinin savaş yıllarında Alman yanlısı
bir dış politika izlemesini sanki beklenmedik ve ani bir dönüşmüş gibi gösterirler. Oysa, kendinden
önceki ve sonraki dönemlerden sınai büyüme hızının yüksekliği ve burjuvazinin sermaye birikimindeki
atakla (en başta burjuvazinin iç ticaret,, müteahhitlik ve sanayi ağırlıklı katmanları) ayırt edilen devlet
kapitalizmi döneminin (1931-1939) politik cephedeki izdüşümü dikkatle izlendiğinde, bunun hiç de
rastlantı olmadığı, bizzat bu yıllarda Kemalist iktidarın başlangıçta taşıdığı göreceli burjuva ilericiliğini
iyiden iyiye tüketip gerici yönde sistemleştiği ve baskıcı karakterinin gitgide koyulaştığı ortaya çıkar.
Ankara Hükümeti ilk kuruluş yıllarında zımnen de olsa, çoğulcu özellikler taşıyordu. Ama Şeyh
Sait İsyanı'ndan, özellikle 1930'lardan sonra sadece halk yığınlarına karşı değil, egemen sınıfların
muhalif kesimlerine karşı da katı ve baskıcı bir tutum takınmaya başladı. 1930 sonrasında Kemalist
bürokrasinin tek partisi olan CHP'nin devlet ve siyasal yaşam üzerinde tekel kurmasının ve parti
kadroları ile devlet kadrolarının aynı kişilerden oluşmasının hukuki bir kimlik kazanması bu gelişmenin
bir sonucudur. Parti ilkelerinin, aynı uzamanda anayasanın, hükümetin ve genel olarak devletin ilkeleri
düzeyine yükseltilmesi, Avrupa faşizminden esintiler taşıyan savaş yıllarının "Milli Şef" sisteminin
yolunun açılmasından başka bir şey değildi. Yine aynı yıllarda şoven-milliyetçi dil ve tarih tezlerinin
piyasaya sürülmesi, Kürt düşmanlığına katliamların eşlik etmesi, faşist İtalyan mevzuatından

**
"Sınıflarüstü" devlet anlayışının bir parçası da, bürokrasinin "sınıflarüstü" olduğu, hatta egemen sınıflardan bağımsız
bir kategori teşkil ettiği görüşüdür. Kemalist bürokrasiye asla hak etmediği bir ilericilik atfedenler olsun, onu Osmanlı'nın
doğrudan bir devamı gibi gören ATÜT'çüler ve Sivil Toplumcular olsun bu noktada birleşiyor ve burjuvaziyi bürokrasinin yarattığı
görüşünü öne sürüyorlar. Oysa sınıflı bir toplumda egemen sınıftan bağımsız, onun üstünde bir bürokrasi söz konusu olamaz.
Egemen sınıf ile bürokrasi arasında zaman zaman çelişkiler ortaya çıkabilir; ama aslolan bürokrasinin egemen sınıfların
hizmetinde, ona bağlı ayrıcalıklı bir sosyal tabaka olmasıdır.
uyarlanan İş Kanununun yürürlüğe konması (vs.) da tek parti diktatörlüğünün hangi yönde ilerlediğini
gösterir. Özetle, bütün bunlar göz önüne alındığında Kemalizme faşizmin Türk versiyonu denmese de,
onun faşizmi andıran korporatist uygulamaları gündeme getirdiği ve antidemokratik karakterinin
gittikçe koyulaştığı rahatlıkla söylenebilir.*
Burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu, tek bir burjuva partisinin siyasal alanda tekel
kurup devletle bütünleştiği böyle bir ülkede "Milli Şef diktatörlüğünün gündeme gelmesinde şaşılacak
bir şey yoktur. Bundan dolayı, savaş yıllarında gündeme getirilen olağanüstü yasalar, halk yığınları
üzerinde sınır tanımayan baskı ve sömürü, Hitler taraftarlığının ve Turancılığın devlet katında
yaygınlaşması Kemalist diktatörlüğün gelişiminin yeni koşullardaki ürünleri olarak görülmelidir.
Savaş bahanesiyle bu dönemde çıkarılan belli başlı yasalar, o günkü rejimin karakterini
yeterince yansıtmaktadır, Örneğin Milli Korunma Kanunu işçi ücretlerini donduran, zorunlu çalışma
yükümlülüğü getiren ve çalışma süresini uzatan bir dizi faşist madde içermekteydi. Toprak Mahsulleri
Vergisi, eski aşarı hortlatan yeni vergi yükümlülüğü ile, orta ve yoksul köylülerin tepesine bir kabus gibi
çöküyor ve artı ürüne jandarma dayağıyla el koymayı meşrulaştırıyordu. Ama Öte yandan her iki
uygulama da spekülatörlerin ve büyük toprak sahiplerinin vurgunlarına eşsiz olanaklar sağlıyordu.
Dönemin azınlık milliyetlere yönelik ırkçı-şoven uygulamalarını gösteren diğer ilginç bir yasası ise,
Varlık Vergisi Kanunu'dur. Bu yasa, sözde savaş zenginlerinin vergilendirilmesini öngörmesine karşın,
Hıristiyan ve Yahudi burjuvalara altından kalkamayacakları ağır vergiler yükleyerek, bu kesimin
sermayesini Türk burjuvazisine aktarmanın bir aracı yapılmıştır.
Savaş yıllarında ekonominin faşist karakterli yasalarla yönetilmesinden en kârlı çıkanlar
burjuvalar ve toprak ağaları olmuşlardır. Çünkü savaş ekonomisinin ayrılmaz bir parçası haline gelen
enflasyon, karaborsa, istifçilik ve spekülasyon ortamından en iyi yararlanabilenler onlardı. Bu dönemde
kır ve kent yoksulları açlık ve sefalet içinde boğulurken, stokçuluk ve karaborsacılık gibi yöntemleri de
kullanan ticaret sermayesi büyük vurgunlar vurabildi. Spekülasyon ve diğe» yollarla büyük servetler
yığan savaş zenginleri %300'den %1000'e varan oranlarda kârlar sağladılar. Sayıları binleri bulan
"Hacıağa" türü savaş zenginleri kendilerini birdenbire büyük sermaye arasında buluverdi-ler. Aynı
şekilde, iç tüketimin kısılmasıyla yükseltilen ihracattan yararlanan büyük ticaret sermayesi de önemli
bir birikim sağladı. Özellikle bankaların bu yıllarda sermayelerini ve net kâr oranlarım birkaç misli
birden katladıkları görülmektedir.

*
Kemalizmin nitelenmesinde tarih dışı yaklaşım adeta Türkiye Solunun bir özelliği haline gelmiştir. Geçmişte Kemalizme
baştan sona ilerici bir misyon yüklenmesi ve tek yanlı bir abartıcılık moda idi. Şimdi ise. onu doğuşundan son vardığı noktaya
kadar gerici ve karşı devrimci hatta faşizmin bir türü olarak tanımlayan zıt bir anlayış gelişmektedir Örneğin, darbeci faşist
generalleri Kurtuluş Savaşı sırasındaki M. Kemal'le bir tutan yaklaşım böyledir. Oysa Kemalizmi kendi tarihsel evrimi içinde
somut olarak değerlendirmek, her dönemeçteki değişimlerini ve bunların koşullarla bağlantılarını bir bütün olarak ele almak ve
tek yanlı m uzaklaştırmalardan kaçınmak gerekir
YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİ VE BURJUVAZİNİN
TEKELLEŞME SÜRECİ
I- İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA TOPLUMSAL-EKONOMİK GELİŞME VE
BURJUVAZİ

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki süreç Türkiye'nin iç siyasi ve iktisadi ilişkileri bakımından
olduğu kadar, kapitalist dünya ekonomisi ile eklemlenmesi bakımından da yeni bir dönüm noktası
niteliğindedir. Tabii bu varyantın sosyoekonomik yapı üzerindeki etkileri birdenbire değil, daha ziyade
ardışık dönemlerde, kendini göstermiştir. Biz burada konuyu dağıtmamak için büyük burjuvaziyi eksen
alacak ve söz konusu değişimin en belirgin noktalarını ortaya koymakla yetineceğiz.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde dünya kapitalist sisteminde meydana gelen değişmeler her
şeyden önce uluslararası durumla bağlantılıdır. Savaşın bitiminden sonra halk demokrasilerinin zaferi
üzerine başında SB'nin bulunduğu sosyalist kamp dünyanın üçte birini kapsayan bir güç haline gelmiş,
uluslararası güç dengesini sosyalizm lehine değiştirmiştir. Bu, ulusal kurtuluş mücadelelerinin
yükselmesiyle ve onun kazanımlarıyla birleşince eski sömürge sistemi giderek çözülecek ve yerini yeni
sömürgeciliğe bırakmak zorunda kalacaktır. Diğer önemli bir gelişme ise, savaşta yenik düşen faşist
kampa mensup emperyalistlerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa'nın da eski konumlarını kaybetmeleri ve
ABD emperyalizminin kapitalist dünyanın tartışılmaz jandarması durumuna gelmesidir.
Bu gelişmeler doğal olarak hakimiyet alanı daralan kapitalizmin genel krizini derinleştirdi. Bunun
sonucunda sosyalist kamp ülkelerine karşı soğuk savaş politikasını başlatan emperyalist kampın lideri
ABD, Batı Avrupa'da ve Japonya'da kapitalizmi tekrar canlandırmak, sosyalist ülkeleri ablukaya almak
ve hegemonyasını dünyanın her tarafına yaymak amacıyla harekete geçti. Truman Doktrini ve
Marshall Planı'ndan sonra NATO benzeri askeri örgütlenmeleri gündeme getirdi. Bu, aynı zamanda
çöküş halindeki eski sömürgeciliğin yerine yeni sömürgeciliğin inşasını da içeriyordu.
Emperyalistlerin ABD önderliğinde eski sömürgecilik politikasından yeni sömürgeciliğe geçişleri
sömürü ve baskının özünü değiştirmedi; boyunduruk altındaki ülkelerin emperyalizm karşısındaki
ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik-kültürel bağımlılıkları yine devam etmekteydi. Aradaki en esaslı
fark artık eski sömürgelerin görünürde siyasi bağımsızlığa sahip olmaları, yani kendi resmi devletlerini
kurabilmeleri idi. Ama öte yandan emperyalist sömürü bütün biçimleriyle devam ediyordu, hatta 1930
krizi sırasında ve savaş yıllarında ciddi bir düşüş gösteren sermaye ihracı savaş sonrasında dünya
ekonomisinde görülen canlanmaya paralel olarak hızla arttı. Örneğin ABD'nin yabancı ülkelere yaptığı
yatırımlar savaşı izleyen yedi yılda iki misline çıktı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ileri kapitalist ülkelerdeki ekonomik canlanma üretici güçlerin
nispi gelişimine yol açan bilimsel-teknolojik devrime ivme kazandırdı. Sermayenin yoğunlaşması ve
merkezileşmesi o düzeye vardı ki, üretimin uluslararasılaşmasını da beraberinde getirdi. Bu, daha
önceki uluslararası tekellerin devamı olarak ortaya çıkıp muazzam büyüklükteki sermayeyi kontrol
eden ve kollarını dünyanın her yerine uzatan çokuluslu şirketlerde ifadesini buldu. Çokuluslu şirketler
kâr oranlarındaki azalma eğilimi karşısında çıkar yolu genişletilmiş yeniden üretimlerini sermaye ihracı
yoluyla azgelişmiş ülkelere doğru yaymakta buldular. Böylece, metropollerle çevre ülkeler arasındaki
uluslararası işbölümünün ağırlık merkezleri değişti ve emperyalist sistem bir yeniden yapılanma
dönemine girdi.
Yeni uluslararası işbölümünde metropol ülkeler ileri teknolojiye dayanan havacılık-uzay,
elektronik, telekomünikasyon teçhizatı, nükleer enerji vs. gibi modern endüstri dallarını kendi ellerinde
tutarlarken, emek-yoğun tekniklerle çalışan -tekstil, gıda, dayanıklı tüketim malları, hatta demir-çelik
benzeri bazı ağır sanayi ürünleri üretimi gibi- bazı endüstri dallarını azgelişmiş ülkelere kaydırdılar. Ne
var ki yeni sömürgeci egemenlik altındaki ülkelere bırakılan bu emek-yoğun sanayileşme alanı hiçbir
şekilde bağımsız gelişme yolunun açıldığı anlamına gelmiyordu. Söz konusu alanlarda çokuluslu
şirketlerin denetimi devam ediyordu, çünkü teknolojik-mali bağımlılık yoluyla ya da kendi yavru-
şirketleriyle ipleri ellerinde tutuyorlardı. Dolayısıyla, kendi ürettiği makine ve teçhizatın kullanımına izin
veren metropol ülke teknolojik ve mali egemenliği sayesinde kâr transferini kolaylıkla sağlayabiliyordu.
Sonuçta, çokuluslu şirketlerin gelişimi ve sermaye ihracı biçimlerindeki değişme, azgelişmişliğin
yeniden üretilmesini ortadan kaldırmaksızın bu ülkelerde göreceli bir sınai gelişmeye yol açmıştır.
Emperyalizme artan bağımlılıkla atbaşı ilerleyen bu gelişme, bir yandan yerli ve uluslararası
sermayenin iç içe geçmişliğini artıracak, öbür yandan bağımlı ülkelerin sınıfsal kompozisyonunu dıştan
etkileyecektir.
İşte yeni sömürgecilik döneminde emperyalist sistemde ortaya çıkan bu gelişmeler Türkiye'nin
sosyoekonomik yapısını da derinden etkilemiş ve üzerinde daha sonra duracağımız sonuçlara yol
açmıştır. Ama hemen belirtelim ki Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında girdiği yeni dönemeç
salt dış dinamiklerin değil, aynı zamanda iç dinamiklerin de bir sonucudur. Yani, emperyalist sistemde
sözü edilen değişiklikler olmasaydı da, önceki oluşumlar Türkiye'de birtakım ekonomik ve politik
yönelimleri gündeme getirecekti.
Savaş ertesinde Türkiye'nin çehresinde görülen ilk önemli değişiklik tek parti rejiminden iki partili
sisteme geçiştir. Gerçi burjuvazi ve ideologları bunu otoriter bir rejimden "çok partili parlamenter
demokratik sisteme geçiş" olarak göstermişlerdir, ama gerçek durum hiç de öyle değildir. Çünkü, ne
CHP içinden koparak DP'yi kuran Bayar-Menderes kliğinin 1946 yılında ilk kez yapılan tek dereceli
seçimlere katılması, ne de 1950 yılında seçimleri kazanarak iktidara gelmesi burjuva demokratik
rejime özgü kurum ve mekanizmaları yaratabilmiştir. Zaten bütün meselenin antidemokratik ve faşist
yapısıyla uzun süre ayakta tutulamayacağı anlaşılan eski rejime sahte bir parlamentarizm maskesi
takarak ömrünü uzatmaya çalışmaktan ibaret olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. O dönemde gerek
halk yığınlarının derin hoşnutsuzluğu, gerekse sosyalizmin ve demokrasi güçlerinin dünya çapında
faşizme indirdiği darbeler "Milli Şef" diktatörlüğünü hiç olmazsa makyaj yapmadan ayakta tutmayı
olanaksız kılıyordu. Kaldı ki büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iki kliği arasında
keskinleşen çelişkiler de böyle bir nöbet değişikliğini gerektiriyordu.
Türkiye'nin iki partili sahte demokrasiye geçişi ile. Batı emperyalizminin ve başta ABD'nin
hegemonyasının pekişmesi adeta birlikte ilerlemiştir. Burada hemen belirtelim ki, bazılarının iddia
ettikleri gibi Türkiye DP iktidarı ile yabancı kapitalizmin boyunduruğu altına girmiş değildir. Türkiye
zaten baştan beri yarısömürge bir ülkeydi, sadece kriz yıllarında ve savaş ortamında emperyalist
sermaye ihracı daralmıştı. Emperyalistler ancak savaştan sonradır ki bütün yarısömürge ve bağımlı
ülkelere olduğu gibi Türkiye'ye yönelik faaliyetlerini de yoğunlaştırmışlardır. Yeni sömürgecilik
aşamasında eskisinden farklı olan şey, Türkiye'nin ABD emperyalizminin dolaysız uydusu durumuna
gelmesidir.
Türkiye'nin ABD emperyalizminin dümen suyuna girmesi İnönü döneminde başladı. 1946
Nisanı'nda Amerikan savaş zırhlısı Missouri'nin Türkiye'ye gelişi iki taraf açısından da işbirliği
politikasını simgeliyordu. Bu yüzden, 1947 yılında Türkiye'nin Truman Doktrini ve Marshall Planı
çerçevesinde gerçekleşen Amerikan "yardımı" kapsamına alınması ve bunu izleyen ikili anlaşmalar
sürpriz olmadı. Aslında Türkiye'nin ABD nüfuz alanına dahil edileceği savaşın bitimine doğru belli
olmuştu; 1947'den itibaren yürürlüğe konan yardım ve kredi anlaşmaları, Amerikan kaynaklı sermaye
yatırımları, peş peşe ülkeye gelen ABD heyet ve uzmanları bunun pratiğe geçirilmesinden başka bir
şey değildi. Şu da var ki, Türkiye'nin, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kuruluşlara üye edilmesinin
(1947) üzerinden fazla geçmeden 1950'de Kore Savaşı'na sürülmesi ve iki yıl sonra da NATO'ya dahil
edilmesi, ABD emperyalizminin hegemonyasının tek bir alanla sınırlı kalmayıp, politik, askeri,
ekonomik, ideolojik vs. tüm alanları kucakladığını gösterir. Sonuçta, DP iktidara geldikten sonra
selefinin başlattığını tamamlamış ve ülkeyi ABD'nin Ortadoğu'daki bir ileri karakolu durumuna
getirmiştir.
Böylece Türkiye'nin o yıllarda başlayan yeni sömürgeci yapılanması bir dönemden diğerine
geçerek bugüne kadar süregelmiştir.

II- TÜRKİYE'DE KAPİTALİST GELİŞMENİN YENİ VARYANTI VE BÜYÜK


BURJUVAZİNİN TEKELCİ DÖNÜŞÜMÜ (1945-1960)

Bu dönemdeki ekonomi politikaların belirlenmesinde emperyalist kuruluşlar ve yabancı


uzmanlar önemli rol oynamışlardır. Türkiye'nin uluslararası işbölümündeki yerini tayinde başı çeken
ABD uzmanları ağır sanayi yatırımlarına son verilerek altyapı yatırımlarına ve yabancı-yerli sermaye
ortaklığında iç pazara yönelik tüketim malları üreten sanayie ağırlık verilmesini, devlet sektörü yerine
özel sektörün desteklenmesini, yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını ve tarıma
dayalı bir büyüme modeli izlenmesini istemekteydiler.
Gerçekten de DP iktidarı emperyalistler tarafından dayatılan ekonomi politikaları sadakatle
izlemiştir. Savaş ertesinden başlanarak dış ticarette korumacılık gevşetilmiş, 1951 ve 1954'lerde
çıkarılan yasalarla —örneğin Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu gibi— yabancı
sermayeye olağanüstü ayrıcalıklar sağlanmış, karayolları ve baraj yapımına olsun, tarım ve madencilik
sektörlerine olsun öncelik verilmiştir. Zaten tarımda kapitalistleşme yolunda önemli bir mesafe alınması
bu yönelimden bağımsız değildir. Esasında feodal kalıntılarla ittifak içinde toprak ağalarının
burjuvalaştırılmasını gözeten bu ekonomi politika sonucu 1946'da bin dolayında olan traktör sayısı
1956'ya gelindiğinde 43 bine çıkmıştır. Aynı gelişmeler diğer tarımsal girdiler, sulama, ulaşım ve
tarımsal kredi gibi alanlarda da gerçekleşince —dünya konjonktürünün de yardımıyla— tarımın
ticarileşmesinde ve iç pazarın genişletilmesinde belirli bir yere gelinecektir. Tabii bu, tarımsal ihracat
gelirlerinin artışına ve tarıma dayalı sanayilerin gelişmesine hizmet etmekle birlikte, hem emekçi
köylülük üzerinde sancılı sonuçlar yaratmış, hem de toprak kutuplaşmasını ve kırsal küçük üreticilerin
mülksüzleşme sürecini hızlandırmıştır.
Öte yandan, DP iktidara geldiğinde yabancı uzmanların tavsiyelerine uygun olarak kapitalist
devlet işletmelerini özelleştireceği vaadinde bulunmuştu. Ne var ki iktidara geldikten sonra tersi bir
tutumla iktisadi devlet teşekküllerinin sayısını iki misline çıkarmak zorunda kaldı. Örneğin 1950 yılında
sanayide faaliyet gösteren devlet işletmesi sayısı 103 iken, bu 1960'ta 219'a çıkmıştır. Aynı şekilde,
1960'a gelindiğinde sanayideki istihdamın yüzde 43'ü devlet işletmeleri tarafından sağlanmaktaydı. Ve
bu işletmelerin sanayi katma değerindeki payları özel İşletmelerden bir buçuk misli daha fazlaydı.
Elbette DP iktidarının bu tutumunu, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin içinde bulundukları
koşulların ve stratejik yönelimlerinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Çünkü burjuvazi ne devlet
kapitalizminden büsbütün vazgeçebilirdi, ne de göz diktiği bazı alanları devralacak durumdaydı; onun
için, DP iktidarı, tüketim malları üreten sanayilere yönelen özel sektörü adım adım geliştiren bir "geçiş
dönemi" politikası izlemiştir. Ve bu "geçiş ekonomisi"nde tekelleşme doğrultusunda ilerleyen burjuvazi
iki koltuk değneğini birden kullanacaktır: Bu koltuk değneklerinden biri yabancı sermaye, diğeriyse özel
sektörle ortaklıklar kurarak ve maliyetinin altında girdiler sağlayarak kaynak aktaran devlet
kapitalizmidir. Dolayısıyla, dönem süresince yeni KİT'ler kurulması ve devlet sektörünün genişletilmesi
burjuvazinin gereksinimlerinden kaynaklanmıştır.
Burjuvazinin evrimi bakımından 1950'li yılların karakteristik özelliği, daha önceki dönemlerde
devlet işletmeleri ve İş Bankası gibi kısmen istisnai nitelikteki özel sermaye gruplarıyla sınırlı olan
tekelleşmenin, bu yıllarda burjuvazinin esas özelliği haline gelmeye başlamış olmasıdır. Çünkü savaş
öncesinde yabancı tekellerin mamul mallarını pazarlayan (ithalatçılık veya acentelik) kapitalistler
1950'lerden sonra bu aynı malları çokuluslu şirketlerle ortaklaşa işletmeler kurarak yurt içinde
üretmeye başlamışlardır. Bu bakımdan, büyük sermayenin ticaretten sanayie yönelerek tekelci ölçekte
işletmeler kurmaya başlamalarını bir dönüm noktası saymak gerekir,
Büyük burjuvazinin yabancı tekellerin komisyonculuğundan sanayiciliğe geçişleri bir tercih değil,
emperyalizmin yeni sömürgecilik aşamasında ortaya çıkan uluslararası işbölümünün bir özelliğidir.
Çünkü artık bu dönemde emperyalistler sermaye ihracını eskisi gibi yalnız hammadde ve altyapı
hizmetlerine değil, aynı zamanda ilaç, kimya, tarım araçları, ampul, elektronik gibi dayanıklı tüketim
mallan üretimine de yöneltmiş durumdadırlar. Bu yatırımlar çoğu kez yerli burjuvaziyle ortaklaşa veya
teknoloji ihracı yoluyla yapıldığı için bağımlı ülke burjuvazileri ticaret ve diğer yollarla sağladıkları
sermaye birikimlerini sanayi alanına da kanalize edebilmişlerdir. Hatta bir örneği Türkiye'de yaşandığı
üzere emperyalist metropollerin yönlendiriciliği altında yerli-yabancı sermaye ortaklığında tüketim
malları üretimine yapılacak yatırımları finanse edecek Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (1950) gibi
mekanizmalar yaratılmıştır.
Dünya Bankası'nın girişimiyle kurulan TSKB'nin amacı özel sektörün yapacağı sınai yatırımlara
dış ve iç kredi sağlamaktı. Bu nedenle bankanın sermaye aktiflerinin ve olanaklarının en önemli
kısmını Dünya Bankası kredileri ve Marshall Planı özel yatırım fonundan verilen borçlar, yani yabancı
sermaye oluşturuyordu. Ayrıca, başta İş Bankası olmak üzere 20'nin üzerinde yerli ve yabancı banka,
hisse senetli şirket ve kapitalist bankanın ortağı edilmişlerdir. 1950-1962 yılları arasında 500 milyon TL
dolayında kredi dağıtan TSKB kredileriyle kapitalistlerin gıda, tekstil, çimento, kimya, seramik, cam vb,
alanlardaki yatırımları finanse edilmiş ve büyük sermayeye ait tekelci işletmelerin kurulmasına önayak
olunmuştur.
Sonuçta büyük sermaye gruplarının ithalata aracılık gibi işlerden sanayie sıçrayarak çoğu kez ilk
ve en önemli sınai şirketlerini bu yıllarda kurduklarını görüyoruz. Daha önceleri KİT'lere veya İş
Bankası gibi kesimlere ait olan tekelci işletmelere bu yıllardan sonra gittikçe palazlanan diğer
kapitalistlerin yatırımları da eklenmeye başlanmıştır. Kaba bir taramayla bile Koçların, Sabancıların,
Eczacıbaşıların, Dinçköklerin, Yaşar ve Bodur gruplarının (vs.) ilk önemli fabrikalarını 1950'lerde
kurdukları ve dolayısıyla ticaretten sanayiciliğe geçtikleri görülebilir. Tabii sermaye gruplarının fabrika
sanayiindeki bu tekelci dönüşümü yabancı sermaye ve devlet işletmeleri ile iç içe gerçekleştirdiklerini
söylemeye gerek bile yoktur. Bunun en tipik örnekleri arasında Amerikan tekelleri, İş Bankası ve V.
Koç ortaklığıyla kurulan General Elektrik T.A.Ş., İngiliz-Hollanda tekeli Unilever ile İş Bankası
tarafından ortaklaşa kurulan Ünilever-İş ve hemen tamamı yabancı sermayeli olan Türk Philips A.Ş.
sayılabilir.
Burjuvazi 1945-1960 yılları arasındaki en önemli atılımlarından birini de bankacılık sektöründe
yapmıştır. Bu dönemde 30 dolayında yeni banka kurulmuştur ki, bunun büyük çoğunluğu özel
sermayeye aittir. Sayısal bakımdan kendinden önceki ve sonraki dönemleri gölgede bırakan bu
gelişme sadece yeni kurulan banka sayısında değil, şube sayısındaki artış ve kârlılıkta da
görülmekteydi. Ama burada asıl dikkat çekmek istediğimiz özellik, günümüzün en büyük holdinglerinin
bünyesinde yer alan Yapı ve Kredi Bankası (1944), Garanti Bankası (1946), Akbank (1948),
Pamukbank (1956) vb. gibi büyük bankaların temellerinin bu yıllarda atılmış olmasıdır. Bu bankaların
bir diğer özelliği de şudur ki, kuruldukları andan itibaren ticaret, sanayi ve banka sermayeleri
arasındaki bütünleşmeye bir basamak teşkil etmişler ve sermayenin tekelleşmesinin en önemli
araçlarından biri olmuşlardır.
Sonuç olarak, burjuvazinin evriminde dönemin oynadığı rolü şöyle özetleyebiliriz: Bu dönemde,
bir yandan büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasındaki makas açılırken, öte yandan büyük
sermayenin öncüleri tekelci bir yönelişe girmişlerdir. Ve bu tekelleşme yalnızca sermayenin
yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinde değil, büyük sermayenin ticaret, sanayicilik ve bankacılık gibi
üçayak üzerine oturmasında da kendini göstermektedir. Burjuvazinin üst tabakalarının tekelleşmesini
motive eden faktörlere gelince, bunu, ancak önceki evrimleşme ve emperyalizmle yeni sömürgeci
bütünleşmenin çakışmasıyla açıklayabiliriz.

III- TEKELCİ BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİN PEKİŞMESİ DÖNEMİ


(1960-1980)

1930'Iar Türkiyesi'nde kapitalizmin azgelişmiş biçimleri ve feodal kalıntılar özel bir ağırlık
taşıyordu. Ama yeni sömürgeci eklemlenmenin rayına oturup sonuçlarını ortaya koyduğu 1960
sonrasında ülkenin eski çehresi önemli ölçüde değişti; arabesk görüntü yine devam etmesine rağmen
kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği açık bir hal aldı ve daha derinlere nüfuz eden emperyalizme
bağımlılıkla birleşerek yarı sanayileşmiş bir yapı ortaca çıktı.
Egemen sınıflar açısından bakıldığında dönemi karakterize eden iki önemli özellik öne
çıkmaktadır: Birincisi artık işbirlikçi tekelci burjuvazi sistemin öne çıkan ve mutlak biçimde ağır basan
temel direği durumundadır. İkincisi ise, daha önce başlasa da II. Dünya Savaşı sonrasında hızlanan
Prusya tipi kapitalistleşme sonucu toprak ağalarının burjuvalaşmaları ve modern kapitalist çiftlik
sahiplerine dönüşmeleri az çok tamamlanmıştır. Ve böylece, bir yandan tekelci burjuvazi siyasi ve
ekonomik yaşama kendi damgasını vururken, öte yandan feodal kalıntıların ağırlık noktası ulusal
sorunla kucaklaşır halde Kürdistan'a kaymıştır.
1960-1980 arası Türkiye tarihinin en sarsıntılı dönemlerinin başında gelir. Kapitalizmin
gelişmesinin sonuçlarını yaşamın bütün alanlarında göstermesiyle kırdan kente göç, köylülüğün
farklılaşması ve sınıf çelişkilerinin şiddetlenmesi vs, dönemi karakterize eden başlıca özellikler
olmuşlardır. 1980 yılına doğru kırsal nüfusun yüzde 80'lerden yüzde 50'lere inmesi, yapısal
dönüşümün belirtilerinden sadece biridir. Ama daha önemlisi toplumun emek-sermaye çelişkisi
etrafında kutuplaşması ve proletaryanın ülkenin politik ve ekonomik yaşamının merkezinde durduğunu
tescil ettirmesidir. Dönemin başında milyon düzeyinde seyreden proletaryanın nicel gücü dönem
sonunda birkaç misli katlanacak ve sınıfın mücadelesi halk hareketinin belkemiği haline gelecektir.
Zaten şiddetli sınıf mücadelelerine konu olan Türkiye tarihinin bu kesitinin çalkantılı tabiatı öylesine
belirgindir ki, bu, darbeyle açılıp darbeyle kapanması yanında, 20 yıl içinde ikisi faşist karakterde
olmak üzere üç askeri darbe gerçekleşmesine bakılarak bile çıkarılabilir.
Egemen sınıf hükümetlerinin 1960 sonrasında izledikleri iktisadi politikanın temel içeriği ithal
ikameci sanayileşmedir. Bu yüzden, ithalat yerine yerli üretimi gözeten sanayileşme modelinin bir
gereği olarak, iç pazara yönelik tüketim malları üretiminde yoğunlaşan sektörler desteklenerek koruma
altına alınmıştır. Burjuvazinin ithal ikamesi sayesinde 1963-1977 yılları arasında hızlı bir birikim ve
büyüme dönemi yaşadığı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim aynı yıllar arasında tarımsal üretimdeki artış
yüzde 3'te kalırken sanayi üretimindeki artışı yüzde 10'u aşacaktır. Ne var ki, sözde emperyalizme
bağımlılığı azaltacağı söylenen ithal ikameci ekonomi politika öngörülenin aksi sonuç vererek
bağımlılığı derinleştirmekle kalmamış, üstelik ağır dış borçlara ve döviz darlığına yol açarak derin bir
bunalımla sonuçlanmıştır.
İthal ikameci sanayileşme sonucu Türkiye'nin emperyalistlerin izin verdikleri dayanıklı tüketim
malları üreten sektörlerde yoğunlaşmasını uluslararası işbölümünden ayırmak imkansızdır. Şunu
görmek gerekir ki, ithal etmek yerine çokuluslu şirketlerle ortaklıklar kurularak veya teknoloji satın
alınarak yapılan "yerli" üretim emperyalist sömürünün bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Zaten,
1970'lerde yıldızı parlayan montaj sanayii yoluyla radyo, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi,
diğer elektronik eşya ve otomobil gibi dayanıklı tüketim mallarının yerli üretiminde patlama yapılması
dış sömürüyü hiçbir şekilde engellememiş, tersine artırmıştır. Bir kez emperyalist tekeller sınırlama ve
yasaklar sonucu satamadıkları malları montajcılık kanalıyla satabiliyor, çeşitli yollarla iç pazarı kontrol
altında tutabiliyorlardı. Öte taraftan, montaj sanayiinin temel esprisi dışarıdan satın alınan sınai
mallarının içeride birleştirilmesi olduğundan, teknoloji ve temel girdi ithali (yüksek ithalat faturasının ve
gitgide büyüyen dış ticaret açıklarının başlıca nedeni) olmadan yaşayamazdı. Ayrıca, montaj sanayi
kapsamında çokuluslu tekellerle ortaklaşa kurulan 121 şirket (1972 itibariyle) bu bağımlılığa bir köprü
olmakla kalmıyor, onu sürekli üretiyorlardı da. Montaj sanayiinin baş aktörleri arasında yer alan
General Motors, Ford Motor, Fiat, Renault, IBM, ITT, Chrysler, Basf, Bayer, Goodyear, Siemens, AEG,
Pirelli, Thyssen, MANN vs. gibi çokuluslu şirketler karşısında yerli sermayenin kendi kurallarını
dayatması mümkün değildi. Türk burjuvazisinin inisiyatifi monte edilen parçalar içinde yerli katkının
payını gitgide artırmakla sınırlandırılmıştı.
İthal ikameci sanayileşme dışa bağımlı, tekelci, ithal faturası ve enflasyon oranı yüksek bir yapı
çıkarmasına ve dönem sonunda iflasa sürüklenmesine rağmen, ekonominin yapısında ve imalat
sanayiinin bileşiminde birtakım yapısal denilebilecek değişikliklere de yol açmıştır.
Bunu ilk önce milli hasılanın sanayi lehine değişmesinde görüyoruz. 1963-1980 yılları arasında
tanının GSYİH içindeki payının yüzde 37,8'den yüzde 24,6'ya düşmesine karşılık, sanayinin payının
yüzde 16,6'dan yüzde 22,6'ya yükselmesi bunun ifadesidir. Yine, üretim yapısında sanayinin rolünün
artmasının, onun iç yapısının bileşimindeki değişmeyle tamamlanması yapısal farklılaşmayı gösteren
diğer bir faktördür.

Tablo 1

Büyük imalat sanayii üretim yapısı (%)


yıllar tüketim malları ara mallar yatırım malları
1963 51,5 33,1 15,4
1980 33,4 48,7 18,6

Yukarıdaki tabloda da görülmektedir ki, dönem başında sınai üretim içinde tüketim malları ağır
basarken dönem sonuna doğru ara ve yatırım malları ağır basmaya başlamıştır. Tabloya
yansımamakla birlikte tüketim malları içinde dayanıklı tüketim mallarının, genel sınai üretim içinde ara
mallar ve yatırım mallarının paylarının yükselmesi altı çizilmesi gereken bir olgudur. Bu, sanayinin
azgelişmişliğini ortadan kaldırmamakla birlikte, azgelişmişlik içinde yarı sanayileşme yönünde beliren
bir yapısal değişim eğilimini ifade etmektedir.
Dönemin genel çizgilerine kısaca değindikten sonra şimdi de aynı dönemde kapitalist
gelişmenin sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecine nasıl yansıdığına bakalım.

İmalat sanayiinde yoğunlaşma ve tekelleşme


Sermayenin birikim ve merkezileşme sürecinin üretimin gitgide daha büyük işletmeler elinde
toplanmasına eşlik etmekle kalmayıp, aynı zamanda gelişmesinin belirli bir aşamasında tekelci üretim
yapısına yol açtığı biliniyor. Gerçi kapitalizmin klasik ülkelerinde daha 19. yüzyılın son çeyreğinde
ortaya çıkan tekelleşme, Türkiye gibi bağımlı ve yarısömürge ülkelerde aynen tekrarlanmış olmaktan
bir hayli uzaktır; en azından tabi olma, bileşim, kapsam ve ölçek bakımından arada çok ciddi farklılıklar
söz konusudur. Ancak belirli bir gecikmeye ve çarpıklığa rağmen metropol sermayesinin
uluslararasılaşma sürecine bağlı olarak azgelişmiş ülkelerde de bir tekelleşme yaşandığını kabul
etmek gerekir. 1930'larda henüz istisnai durumda olan tekelci işletmelerin, 1960 sonrasında
ekonominin egemen unsuru haline gelmesinden hareketle bunun bir örneğinin de Türkiye olduğunu
söyleyebiliriz.
Türkiye'de tekelleşme önce devlet kapitalizmi alanında ve İş Bankası gibi sermayenin öncü
gruplarında başlamış, sonra büyük burjuvazinin hakim özelliği haline gelmiştir. Bunu, tekelleşmenin ilk
ve klasik göstergeleri sayılan işçi yoğunlaşması ve büyük ölçekli işletmelerin sınai üretim içindeki
payları bakımından olsun, başka bakımlardan olsun kanıtlamak mümkündür. Yalnız burada genel
gelişme düzeyini daha somut kavrayabilmek ve kolaylık sağlamak için, önce özel sektör sonra devlet
sektörü üzerinde duracağız.
Tablo 2

İmalat sanayinin bileşimi* (%)


İşletme istihdam üretim
sayısı
1963 97,9 65,3 34,6
Zanaatkar

1970 97,4 50,1 24,8


1990 95,5 49,3 21,2
1985 94,7 44,3 15,7
1963 1,6 — 21,5
küçük

1970 1,9 10,9 19,2


1980 3,'S 13,2 16,5
1985 4,1 14,2 14,4
1963 0,3 _ 18.4
1970 0,5 12,6 19,6
orta

1980 0,7 12,6 21,0


1985 0,9 13,1 19,3
1963 0,09 _ 25,5
büyük

1970 0,18 26,3 36,5


1980 0,24 24,9 41,3
1985 0,31 28,4 50,6

Tablodaki veriler imalat sanayiindeki belli başlı eğilimleri ortaya koymaktadır: En başta,
küçüklerin küçülmesi, büyüklerin büyümesi denilebilecek yoğun bir kutuplaşma göze çarpmaktadır.
1963-1985 yılları arasında zanaatkar işletmelerinin istihdam ve üretim payları azalırken, büyük sanayi
işletmelerinin istihdam içindeki payları yüzde 28,4'e, üretim içindeki payları ise yüzde 56,6'ya kadar
yükselmiştir. Öte yandan, "küçük sanayi" kapsamındaki işletmeler sayıca ve istihdam payı bakımından
artarken üretim payları hızla düşmüştür. Orta ölçekli işletmeler ise sayı, istihdam ve üretim payları
itibarıyla sınırlı bir artış sağlayabilmişlerdir. İstihdam ve üretim payında hem hızlı bir yükseliş grafiği
çizen hem de en büyük payı elinde tutanlar ise yalnızca büyük işletmelerdir. Bu da gösteriyor ki, büyük
burjuvazi imalat sanayii üzerinde gittikçe pekişen bir egemenliğe sahiptir. 1985 yılında toplam
işyerlerinin binde 31'ini oluşturan büyük işletmelerin istihdamın yüzde 28,4'ünü, üretimin ise yarısını
ellerinde tutmaları bunun açık bir ifadesidir.
Eğer soruna salt işçi yoğunlaşması açısından yaklaşırsak, bu tablonun değişmediğini,
yukarıdaki eğilimlerin bir kez daha doğrulandığını görürüz. 1970'te zanaatkar işletmelerinde işyeri
başına düşen ortalama işçi sayısı 1.9; küçük sanayi işletmelerinde 21.1; orta ölçekli işletmelerde 93,3;
büyüklerde ise 534,8 idi. 1985 yılına gelindiğinde ise işletme başına düşen ortalama işçi sayısı
zanaatkarlarda 2,9; "küçük"lerde 21,1; orta ölçeklilerde 93,6 ve büyüklerde 562,1'dir. Görüldüğü gibi
zanaatkar işletmeleri küçük bir artış sağlarlarken, küçük ve orta ölçekli işletmeler tamamen yerlerinde
saymışlardır. Buna karşılık, büyük sanayi işletme büyüklüğü açısından da aradaki farkı gitgide
açmaktadır.
Esasen Türkiye işçi sınıfında yoğunlaşma düzeyi epey yüksektir. Öncelikle sanayi proletaryası
İstanbul, İzmir, Adana, İzmit vs. gibi bellibaşlı metropol kentlerde toplanmıştır. Yanı sıra, işletme
büyüklükleri dikkat çekecek ölçülere varmaktadır. Ayrıntılı istatistikler olmasa da, 1000'in ve 5000'in
üzerinde işçi çalıştıran işyeri sayısının az olmadığı bilinmektedir. Zaten 200'den fazla işçi istihdam
eden işyerlerindeki ortalama işçi sayısının 562,1'i bulması da bunu kanıtlamaktadır. Örneğin 500'ün
üzerinde işçi çalıştıran işletmeleri ele alalım: 1963 yılında 10'dan fazla işçi çalıştıran 2774 özel sektör
işyerinin sadece 51 tanesi 500 veya daha fazla işçi çalıştırmaktaydı. Bu, 1970 yılına gelindiğinde ikiye
katlanarak 104 işletmeye çıkacaktır. Sayıca azmış gibi görünmelerine karşın bu işletmelerin üretim ve
kâr payları bakımından önemli bir yere sahip olduklarını unutmamak gerekir; çünkü söz konusu yılda
10'dan fazla işçi çalıştıran özel sektör işyerlerinin yüzde 2,3'ünü oluşturan bu 104 işletme, toplam
istihdamın yüzde 32'sini, üretimin yüzde 26'sını ve brüt kârların yüzde 30'unu ellerinde tutuyorlardı.
Devlet sektörüne gelince, hemen belirtelim ki bu sektörde üretim yoğunlaşması özel sektörden

*
Özel sektör işyerlerini kapsayan bu tabloda 10'dan az isçi çalıştıran işyerleri zanaatkarlar, 10-49 arasındakiler küçük sanayi,
50-200 arasındakiler orta sanayi, ve 200'den fazla işçi çalıştıranlar ise büyük sanayi adı altında sınıflandırılmışlardır.
çok daha yüksektir. Bu, her şeyden önce 1960 sonrasında devlet sektörüyle özel sektör arasında
ortaya çıkan fonksiyonel işbölümünden kaynaklanır. KİT'ler kuruluş yıllarında genellikle dokuma, gıda,
içki, tütün gibi tüketim malları üretiminde yoğunlaşmışlarken, ithal ikameciliğinin doruğuna vardığı
1960'larda ağırlık olarak kağıt, çimento, petro-kimya, demir-çelik, alüminyum, gübre vb. gibi ara
malların üretimine yöneldiler. Özel sektör ise aynı dönemde otomobil ve elektronik eşya gibi dayanıklı
tüketim mallarında atılım yapacaktır. Sonuç olarak, devlet sektörü üretim yaptığı ara mallarında bu
kesimin asgari bir büyüklüğü gerektirmesi nedeniyle büyük ölçekli işletmeler kurmak durumunda
olmuştur. Bu bakımdan, imalat sektöründeki KİT'ler genellikle ölçek ve teknoloji bakımından özel
sektörün bir adım ilerisindedir.
Örneğin üretim ve işçi yoğunlaşması bakımından iki sektörün durumunu ele alalım. 1963 yılında
10'dan fazla işçi çalıştıran imalat işyerlerinin yalnızca yüzde 7,9'u devlet işletmesi idi. Buna karşılık, bu
işletmelerin istihdam payları yüzde 44,1'i, katma değer payları da yüzde 52,7'yi buluyordu. Yine aynı
yılda 10'dan fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde işletme başına düşen ortalama işçi sayısı özel sektörde
61'i aşmazken, bu, devlet sektöründe 564'tü. Sonraki yıllarda da bu açı değişmiş değildir: 1970 yılında
işletme başına düşen işçi sayısı özel sektörde 70, devlet sektöründe 730; 1980 yılında ise ilki 61
ikincisi ise 661'dir. Kısacası, hangi açıdan bakarsak bakalım, isterse sanayi kavramını madencilik ve
enerji sektörlerine doğru genişletelim sonucun değişmediğini, aksine KİT'lerdeki tekelleşmenin daha
yüksek olduğunu görürüz. Devlet kapitalizmi alanındaki bu tekelleşmenin büyük sermaye egemenliğini
zayıflatan bir faktör değil, tersine onu güçlendiren ve ona hizmet eden bir faktör olduğunu da belirtelim.
KİT'ler bir kısım mal ve hizmetlerde tam tekel konumundadır. İmalat sanayiinde yüksek alkollü
içkiler, sigara, petro-kimya ürünleri, lokomotif ve vagon; madencilik sektöründe taşkömürü, bakır, bor
mineralleri ve kükürt üretimi tamamen KİT'ler tarafından yapılmaktadır. Linyit, petrol ürünleri, bor,
şeker, çay, kağıt-karton, elektrik vs. üretiminde yine KİT'ler ağırlıktadır. Son on yıldır KİT'lerin
özelleştirilmesi gündeme gelmesine rağmen eski durum çok fazla da değişmiş değildir. Kaldı ki,
özelleştirme yoluyla bir kısım KİT'lerin büyük sermaye gruplarına devredilmesi gerçekleşse bile, bu,
mevcut tekelci yapıyı değiştirmeyecektir.
Bu arada şunu da belirtelim ki, Türkiye'deki tekelleşme düzeyi buraya kadar ele aldığımız
verilerin gösterdiğinin de üzerindedir. Öyle ki genelde ekonomik yapının özelde sanayinin çarpıklığına,
üretici güçlerin düşük gelişme düzeyine ve firmaların çoğunlukla iç pazara yönelik olarak
örgütlenmelerine rağmen tekelleşme oranı birçok ileri kapitalist ülkeyi bile aşmaktadır. Kuşkusuz
bunda yerli tekelci sermayenin çokuluslu şirketlerin uzantısı olmaları, devlet kapitalizminin ekonomide
önemli bir yer tutması, sanayinin girdiler yönünden dışa bağımlı olması ve büyük burjuvazinin holding
tarzında örgütlenmesi gibi faktörler rol oynamaktadır. Nitekim büyük holdingler sadece sanayinin tek
bir dalım değil diğer birçok dalını da, yine sadece sanayii değil bankacılığı, ticareti, ulaşımı, vs. de
denetleyebilmekte ve böylelikle etki sahalarını alabildiğine genişi etmektedirler.
1976 yılında, Türkiye'deki tekelleşme düzeyini endüstriyi 126 sektöre ayırarak analiz eden bir
araştırmaya göre, 73 sektörde en büyük tek firma üretimin yüzde 25'inden fazlasını
gerçekleştirmekteydi. (Bunlar içinde 10 dolayındaki firmanın üretim ve pazar payının yüzde yüzünü
kontrol ettiğini ayrıca belirtelim.) 86 sektörde ise ilk en büyük 4 firma ürerimin yüzde 50'sinden
fazlasını yapıyordu.

Tablo: 3

Türkiye'de tekelleşme oranları (1976)

En büyük 4 kuruluş pazar payları

Grupları Sektör Sektör


(%) sayısı yüzdesi
90-100 27 21
70-90 30 23
50-70 29 21
30-50 29 27
10-30 10 7
0-10 1 1
TOPLAM 126 100

Sanayideki yoğunlaşma düzeyi her yıl yayınlanan En Büyük 100 Sanayi Şirketi tablolarında
net olarak görülebilir. Örneğin İSO'nun verilerine göre 1969 yılında Türkiye'nin en büyük 100 sanayi
kuruluşunun sanayideki payı yüzde 17,2 idi. Bu, 1975'te yüzde 24,2'ye, 1980'de ise yüzde 35,7'ye
çıkarak hızlı bir yükseliş gösterecektir. Bu demektir ki, 1980 yılında, sanayi işletmelerinin on binde beşi
üretimin yüzde 35,7'sini yapmaktadır. Eğer söz konusu 100 sanayi şirketinin önemli bir kesiminin
birkaç büyük holdinge ait olduğu düşünülürse, tekelleşme piramidinin tepe noktalarının egemenlik
alanı daha iyi anlaşılır. Örneğin sözünü ettiğimiz yılda 100 en büyük sanayi firması içinde 38'i, 7 en
büyük sermaye grubuna aitti; dolayısıyla aslan payı piramidin tepesindekilere gitmekteydi.

Bankalar ve tekelleşme
Bankaların ülke ekonomisi içindeki yerleri bakımından 1960-1980 döneminin özelliği, az
sayıdaki bankanın mali sistem üzerindeki tekelci egemenliğini pekiştirmesi ve banka sermayesi ile
sanayi sermayesi arasındaki bütünleşmenin netleşmesidir. Eğer söz konusu dönemde banka
sermayesinin konumunu önceki dönemlerden ayırt eden esas şeyin ne olduğu sorulacak olursa, buna,
holdingler içinde örgütlenmeye başlayan banka sermayesinin diğer sermaye biçimleriyle
kaynaşmasının ve yoğunlaşmasının en üst noktaya ulaşması diye cevap vermek gerekecektir.
II. Dünya Savaşı ertesinde yeni kurulanlarla birlikte banka sayısında hızlı bir artış gözlenmişti.
Ancak 1960 yılına doğru derinleşen mali bunalım ve durgunluk sonucu, dönemin ilk dört yılı olan 1960-
1964 yılları arasında 15 banka kapanmak veya tasfiye olmak -ki bu 20 yılı kapsayan dönem boyunca
tasfiye olan 22 yerli, 1 yabancı banka toplamının yaklaşık üçte ikisiydi- zorunda kalacaktır. Kapanan
bu bankaların önemli bir kısmının küçük mahalli bankalar olmaları, diğer bazılarının da büyük bankalar
tarafından yutulmaları (merkezileşme) doğrudan doğruya banka sermayesindeki tekelleşmenin
belirtisidir.
Nitekim bu olgu başka kanıtlarca da doğrulanmaktadır. 1964-1980 arasında toplam banka
sayısı yıldan yıla azalarak dönem sonunda 1930'lar düzeyine kadar gerilemesine karşın, toplam şube
sayısı istikrarlı bir şekilde artarak dönem başındakinin üç mislini aşmıştır. Böylelikle, 1960 yılında
toplam 1.759 olan şube sayısı aynı sürede 23 banka tasfiye olduğu halde 1980'de 5.975'e çıkmıştır.
Üstelik paralel yükselişleri bankaların ödenmiş sermayelerinde, açtıkları kredi miktarlarında,
iştiraklerinde ve kârlarında da görmek mümkündür. Banka sistemindeki tekelci yapıyı hafifletmek adına
yeni ticaret bankalarının kurulmasının engellenmesi ise, yalnızca büyüklerin egemenliğini perçinlemiş
ve kolaylaştırmıştır.
Daha önce de değinildiği gibi Türkiye mali sisteminde devlet bankaları her zaman büyük önem
taşımışlardır. Bu, burjuvazinin kendi kolektif mülkü olan devlet bankalarına gerek yatırımcılıkta gerekse
belirli kredi türlerinde duyduğu gereksinimin bir sonucudur. Nitekim devlet bankalarının ağırlıklı olarak
uzmanlık bankacılığı alanında yoğunlaşmaları da buna işaret ediyor. Uzmanlık bankacılığında
yoğunlaşan devlet bankalarının bir kısmı Sümerbank ve Etibank örneklerinde olduğu gibi doğrudan
işletmeler kurarak "holding" tarzında sanayi, ticaret ve bankacılık alanlarında faaliyet
göstermektedirler. Yine dış ticaretin finansmanı, altyapı yatırımlarına kaynak sağlanması, burjuvazinin
yatırımlarında gereksinim duyduğu kredilerin karşılanması ve mesleki kredi dağıtılması (tarıma, küçük
esnaf ve zanaatkarlara vs. yönelik krediler gibi) bu bankaların uzmanlık dalları arasındadır.
Merkez Bankası ve diğer bazıları KİT sayılmadıklarından verilere dahil edilmedikleri halde diğer
devlet bankaları 1977 yılında nominal sermayenin yüzde 41,2'sini, toplam mevduatın yüzde 32,7'sini
ve toplam kredilerin yüzde 46,6'sını ellerinde tutuyorlardı. Bu bankalar 1950'li yıllardan sonra özel
bankaların atılımı karşısında gerilemelerine karşın, 1980 sonrası banka-banker bunalımından sonra
tekrar güçlenmişler ve söz konusu paylarını giderek artırmışlardır. Burjuvazinin sözcüleri her ne kadar
devlet bankalarının rolünün azaltılmasını istiyor görünüyorlarsa da, gerek finansman kaynağı olarak
gerekse kârlılığı düşük alanlarda bu bankalara duydukları gereksinim yüzünden bugünkü durumun
değişmesi pek beklenmemelidir.
Özel bankalara gelince tıpkı sanayi ve ticarette olduğu gibi —hatta daha da fazla— bankacılık
alanında da az sayıda büyük bankanın tekelci egemenliği söz konusudur. Ancak şu belirtilmelidir ki,
1960'lar söz konusu olduğunda özel bankaları diğer alanlardan yalıtılmış şekilde salt para-sermaye
alanında faaliyet gösteren kuruluşlar olarak görmek mümkün değildir. Gerçi bankalar önceki
dönemlerde de öyle değillerdi, ama 1960 sonrasında bankaların holding yapıları içinde örgütlenmeye
başlamaları farklı sermaye biçimleri arasındaki kaynaşmayı ileri boyutlara vardırmıştır. Bu bakımdan,
özel bankalardaki tekelleşme holding bankacılığından ayrı düşünülemez.
Holding bankacılığı, büyük sermaye gruplarının finans gereksinimlerinin, ekonominin bütün
alanlarını kontrol etme yöneliminin ve birbirleriyle aralarındaki rekabetin bir sonucu olarak gündeme
gelmiştir. Türkiye'de sanayi sermayesi ile banka sermayesi arasındaki kaynaşma ileri kapitalist
ülkelerdeki boyutlara varmamakla birlikte, gene de holding bankacılığı gitgide gelişen bir eğilimi ifade
etmektedir. 1980 öncesinde bütünleştiği büyük sermaye gruplarının temel direklerinden biri durumuna
gelen 11 banka vardı; daha sonra bu sayı hızlı bir yükselişle 18'e çıktıysa da, bunlardan dördü 1982
krizi sırasında tasfiye edildiler. Holding bünyesi içinde yer alan İş Bankası dışındaki bankalar arasında
öne çıkanlar şunlardı: Akbank /Sabancı Holding; Pamukbank, Yapı Kredi Bankası ve Uluslararası
Ticaret Bankası /Çukurova Holding; Garanti Bankası /Sabancı Holding ve Koç Holding (1983
sonrasında Doğuş Holdinge geçti); Hisarbank /Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu (sonradan tasfiye oldu);
İstanbul Bankası /Has Holding (bu banka da tasfiye edilenler arasında) vs... Bu arada şunu da
ekleyelim ki, büyük sermaye mali sektörde sadece bankalar aracılığıyla değil, onları tamamlayıcı bir
unsur olarak sigorta şirketleri ve bankerlik kuruluşları aracılığıyla da etkinlik kurmuştur. Belli başlı
büyük sermaye gruplarının bir veya birkaç sigorta şirketine ve yanı sıra bankerlik kuruluşlarına sahip
oldukları görülmektedir. 1970'li yıllarda holdingler bünyesinde sigortacılığa ve bankerliğe soyunanlar
sadece bankalı sermaye grupları değildi, bunlar içinde banka kurma izni alamayıp bu yolla fon
toplamaya çalışan sermaye grupları (Meban, Eczacıbaşı, Oyak vs.) vardı.
1980 öncesinde özel bankalar arasında piramidin tepesine yerleşen üç büyük bankayı sırasıyla
İş Bankası, Akbank ve Yapı ve Kredi Bankası oluşturuyordu. Onları izleyen diğer üç büyük banka ise
Türk Ticaret Bankası, Pamukbank ve Garanti Bankası idi. Özel bankaların ilk üç büyükleri ile devlet
bankalarının en büyüğü olan Ziraat Bankası bir araya geldiklerinde mali sistem üzerinde tartışılmaz bir
üstünlük kurmuş oluyorlar. Ziraat Bankası, İş Bankası, Akbank ve Yapı ve Kredi Bankası 1979 yılında
mevduatın yüzde 68,3'üne, toplam kredilerin yüzde 65,9'una, şube sayısının yüzde 52,1'ine, personel
sayısının da yüzde 54,8'ine sahiptiler. Kendileri dışındaki 40 banka karşısında sağlanan bu üstünlük
banka sermayesindeki yoğunlaşmanın ne denli yüksek olduğunu gösterir. Hele devlet bankalarının en
büyüğü olan Ziraat Bankası ile özel bankaların en büyüğü olan İş Bankası'nın tekelci konumları çok
daha çarpıcıdır. Çünkü 1979'da mevduatın yüzde 42,6'sı, bilanço toplamının yüzde 40,2'si, şubelerin
yüzde 32,1'i ve personelin yüzde 39,1'i bu iki en büyük bankanın elinde toplanmıştı.
EMPERYALİZM VE TÜRKİYE
Bazı dergiler bundan yaklaşık bir yıl kadar önce yapay bir emperyalizm tartışması başlattılar.
Önceleri "ekonomi politiğin devrimcileştirilmesi" kılıfı altında gizlenen bu tartışma, sonradan Leninist
emperyalizm teorisinin eleştirisine ve "Emperyalist Türkiye" tezine dönüştürülmüştür.
Bugüne kadar bu konuda yazılanların düzeysiz olduğu kadar elden düşme olmak gibi kusurlar
da taşıdığı -mucidinin "ilk" olma ve "büyük teorisyenlik megalomanisine rağmen- ortaya çıkmıştır
aslında. Çünkü burjuva-revizyonist emperyalizm eleştirileri olsun Türkiye'ye yakıştırılan "alt-
emperyalizm" kavramı olsun hiç kimse için yeni değildir. Daha 1970'lerde bir kısım Marksologların -
yabancı ve yerli- benzer şeyler savundukları, ama umduklarını bulamayıp arkalarında bir sigara
dumanı kadar bile iz bırakmadan unutulup gittikleri hâlâ hatırlardadır.
Marksizmin klasiklerine omuz atarak ün yapmaya çalışmak iyi bilinen oportünist bir taktiktir.
Toplumsal Kurtuluş ve Devrim yazarları da bu tür ün yapmayı kafalarına koymuş görünüyorlar. Böyle
olunca bize bunun hangi alanlarda ve nasıl yapıldığını göstermek kalıyor.

"Onun düşünceleri saman yığınına gizlenmiş iki buğday tanesi gibidir. Bulmak için
bütün gün aramak gerekir; eğer bulursan aramaya değmediğini görürsün."
Shakespeare

Toplumsal Kurtuluş yazarı Y. Küçük, Lenin'in en önemli katkılarından biri sayılan


Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabı hakkında kuşku yaratmak için elinden
geleni yapıyor. Örneğin şöyle söylüyor; "Emperyalizmin kapitalizmin en yüksek de olsa bir
aşaması olup olmadığı tartışmasına girmek istemiyorum; tekelli devlet varsa, mutlaka
emperyalist politika ve düzenlemeler ortaya çıkıyor." (Toplumsal Kurtuluş, s: 41, sf; 29)
Cümlenin ilk kısmında emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğu tezinin şüpheli
bulunduğu, ikinci kısmında ise emperyalizmin bir "politika ve düzenleme" meselesi olarak algılandığı
son derece açık. Ancak asıl ilginç olan yazarın soru işareti atmaya daha Lenin'in kitabının kapağından
başlamasıdır.
Emperyalizm kitabında Lenin, emperyalizmin kapitalizmin gelişmesindeki son ve en yüksek
aşama olduğu noktasında ısrarla durur. Kuşkusuz bu, üzerinde fazla düşünülmeden ya da sırf güzel
olsun diye söylenmiş bir söz değildir; tam tersine, burada, emperyalizmin kökenini ve tarih
haritasındaki yerini gösteren net bir tanımlama yapılmaktadır. Eğer bu tanımı Lenin'in emperyalizm
analizinden çıkarırsanız, onun omurgasını ve devrimci özünü yok etmiş, hasmı tüm oportünistlerle
arasındaki sınırları belirsizleştirmiş olursunuz. Çünkü bu tanım kabul edilmediğinde ne emperyalizmin
politikası ile ekonomik temeli arasında doğru ilişkiler kurmak mümkün olacaktır, ne de bu aşamada
kapitalizmin çelişkilerinin son haddine dek keskinleştiği gösterilebilecektir. Ama daha önemlisi,
kapitalizmin emperyalizmi izleyecek daha başka aşamaları varmışçasına "teori"ler ortaya atan burjuva-
revizyonist takımına kapının açık bırakılmasıdır. Bugün metropol kapitalizminin can çekişmek bir tarafa
gürbüzce yükseldiğini, "post-kapitalist" bir evreye girildiğini iddia edenlerin benzer gerekçelere
sarıldıkları unutulmamalıdır. Ki bunların başlıca amaçları, emperyalizmin sosyalist devrimin eşiği,
sosyalizme geçişin başlangıcı olduğu şeklinde formüle edilmiş çok önemli Leninist tezi çürütmek,
gölgelemektir.
Kaldı ki bu tartışma yeni değildir, zamanın hemen bütün reformist ideologları söz konusu tanımı
ilk emperyalizm tartışmaları sırasında reddetmişlerdi. Örneğin Hilferding, emperyalizmi kapitalizmin
son aşaması değil, "örgütlenmiş kapitalizm"e doğru atılmış bir adım olarak görmekteydi. Kautski'ye
göreyse "bir başka yeni evre" sayılması gereken "ultra-emperyalist evre" pekala gündeme
gelebilirdi. "Ultra-emperyalizm" teorisi ki, tekellerin üretimdeki rekabet ve anarşiyi ortadan kaldırdıkları
ve birlik olarak örgütlenmiş dünya ekonomisine geçişi sağladıkları "barışçıl emperyalizm" anlamına
geliyordu. Bu yüzden, Lenin, başta bu "teori" olmak üzere Kautski'nin bütün oportünist tezlerini şiddetle
eleştirdi: "Emperyalizmin bu tanımını geliştirince, emperyalizmi 'kapitalizmin bir evresi' olarak
görmeyen ve mali sermayenin 'yeğlediği' bir politika, 'sanayi' ülkelerinin 'tanm' ülkelerini
kendine katma eğilimi olarak gören K. Kautski ile tam bir çelişkiye düşeriz." (Marx-Engels-
Marksizm, sf: 243) Lenin'in eleştiri oklarını Kautski üzerinde yoğunlaştırmasının nedeni, onun
emperyalizmin en derin çelişkilerini gizlemesi ve reformist teorilerini bu temel üzerine kurması idi.
Buna rağmen Lenin'in emperyalizm tanımı üzerine soru işareti kondurmakla yetinmeyen
Toplumsal Kurtuluş yazarı bir adım daha atarak Kautski'yi izlemeye devam ediyor. Neymiş? Lenin ve
Buharin "ultra-emperyalizm" eleştirilerinde "ikna edici" değillermiş, çünkü bu teorinin "neden saçma
olduğunu çözümlemiyorlar"mış! Hatta yazar bu suçlamayla da yetinmeyerek, "soyut olarak böyle
bir aşama düşünülebilir; Lenin bu düşüncededir" diyecek kadar ileri gidebiliyor. İnsanın bunları
yazabilmesi için Lenin'in Kautski'ye yönelik eleştirilerini zerrece anlamamış olması gerekir. Oysa kafası
karmakarışık bir oportünist veya zeka özürlü olmayan herkes, Lenin'in Emperyalizm kitabının ve bu
konuyu işleyen önemli makalelerinin, aynı zamanda "ultra-emperyalizm"in neden saçma olduğunun
"temel mekanizmaları"nı ortaya koyan çözümlemeler olduğunu bilir ve bu konuda ayrı çözümlemelere
gereksinim duymaz.
Ne var ki yazar bu kadarla da kalmayıp, Lenin'in emperyalizm analizinin anahtar kavramlarına
yönelik eleştirisine bir yenisini daha ekliyor: "... finans kapital tekerlemesi gerçeklere batıyor. Bu
tarihte Türkiye'de yaşayan bir kimsenin banka sermayesinin sanayi işletmelerini egemenlikleri
altına aldıkları iddiasını ciddiye alması imkansız görünüyor; büyük sanayi gruplarının
emirlerinde bir veya daha çok bankaları bulunuyor." (Y. Küçük, Toplumsal Kurtuluş, s: 42, sf: 36)
"Finans kapital tekerlemesi"nin kimlere battığını bilmeyiz, ama yazarın asıl rahatsızlığının Türk
tekelci sermayesini bu kavramla açıklayamamaktan kaynaklandığı açık. Çünkü finans kapital giysisi
emperyalistleşememiş Türk büyük burjuvazisine bir hayli bol gelir. İşin bu tarafını ileriye bırakarak
yazarın "ufak" bir kurnazlıkla Hilferding'in şahsında yaptığı finans kapital eleştirisinden bir-iki örnek
daha verelim: "Hilferding, hem geçici ve hem de yerel olan bir olguyu, büyük bir abartma ile,
dünya kapitalizminin temel özelliklerinden birisi haline getiriyor." (Aynı yerde.) Kendi yargısı ise
şöyle: "... tarihin sadece belirli kesitlerinde Almanya hariç finans kapitalin modern ekonomileri
yönettiği iddiası bir saçmalıktır." Yazarın benzer eleştirilerinden finans kapital kavramına soğuk
baktığı ve Lenin'in bu kavramı kitabını yazarken yararlandığı "abartılı kaynakların baskısı"
sonucunda kullandığına inandığı ortaya çıkıyor.
Oysa Hilferding'in hataları yazarın işaret ettiği noktalarda değil başka yerdedir. Finans kapital
ona göre, "bankaların elinde bulunan ve sanayide kullanılan sermaye"dir. Lenin bu tanımı, "birkaç
tekelci büyük banka sermayesinin, tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşması"
şeklinde düzeltmiş ve Hilferding'i "üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere
yol açtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu sessizce geçiştirdiği" için eleştirmiştir, Y. Küçük ise
buna hiç değinmeyip eleştirilerini gerçekte Lenin'in kabul edip savunduğu görüşlere yöneltiyor.
Örneğin finans kapitali "geçici ve yerel bir olgu" olarak görmesi ve "dünya kapitalizminin temel
özellikleri"nden saymaması ve yine finans kapitalin "modern ekonomileri yönettiği" tespitini
"saçmalık" olarak nitelemesi tamamen böyledir. Sonuçta yazarın Hilferding eleştirisini bir bahane
olarak kullandığı ve bunun Lenin'le karşı karşıya gelmemek için bulunmuş bir aydın kurnazlığı olduğu
görülüyor.
Öte taraftan, Toplumsal Kurtuluş'un emperyalizm analizine itirazını Lenin'den Marx'a kadar
uzatması bir başka ilginçliktir. Şöyle diyor yazar: "Marx kapitalizmin gücünü abartıyor. Marx'a göre,
kapitalizm, üçüncü bir dünyaya ihtiyaç duymuyor." (Agd, s: 44, sf: 19) Yabancı Marx
eleştirmenlerinden kapıldığı belli olan yazarın bu eleştirisini ise, Rosa Lüxemburg'un Marx'ın yeniden
üretim şemalarına yönelik itirazlarının bir özetinden sonra yapılan şu öneri izliyor: "Rosa
Lüxemburg'un bu önemli katkısını bugün ön plana çıkarmakta büyük yarar görüyorum."
Böylelikle eleştirilerin Marx-Lenin hattı üzerinde yoğunlaşmasına bakarak nerede saf tutulduğunu biraz
daha net olarak görme imkanı buluyoruz.
Bu yüzyılın başındaki emperyalizm tartışmaları sırasında R. Lüxemburg'un kapitalizm ile
emperyalizm arasındaki ilişkiyi göstermek ve emperyalizmi açıklamak maksadıyla sermaye birikimi
sürecini inceleyen bir kitap yazdığı biliniyor. Kitabın çıkış noktası, Kapital'in ikinci cildindeki yeniden
üretim şemalarının yanlışlığını göstermek ve bunun doğrusunu ortaya koymaktı. R. Lüxemburg'a göre,
genişletilmiş yeniden üretimin "saf" kapitalizm altında da mümkün olduğunu varsaymakla ve modelini
bunun üzerine kurmakla yanlış yapmıştı Marx. Oysa "üçüncü bir dünya"nın, yani kapitalist olmayan
üretim alanının ve bu üretim ile kapitalist üretim arasındaki değişim ilişkilerinin hesaba katılmadığı,
yalnızca kapitalistlerden ve işçilerden oluşan iki sınıflı bir toplumun var olduğu koşullarda artı-değerin
realizasyonu imkansızdı. Onun için, Marx'ı, "Sermaye birikimi, sadece kapitalist olmayan tabaka ve
ülkelerin pahasına ilerleyebilir, genişleyebilir" diye eleştirmekteydi. Bu ana fikirden yola çıkan
Lüxemburg'un vardığı sonuç ise şöyleydi: Kapitalist üretim, kapitalist olmayan ekonomik biçimleri
çözdüğü andan itibaren kendini yeniden üretemez; iki sınıflı bir dünya sistemine ulaşan kapitalizm
otomatikman çökmeye mahkumdur.
Ama ne yazık ki, Y. Küçük'ün "önemli katkı" sayıp günümüzde öne çıkarılmasını istediği bu
Marx eleştirisi, haklı olmadığı gibi sonuçları itibariyle de devrimci değildir. Öncelikle, emperyalizmin
ardındaki ekonomik neden olarak pazar darlığını göstermek ve uluslararası ticareti "birincil zorunluluk"
diye ilan etmekle yanlış bir zemine kaymıştır. Dış pazar sorunu, sermaye birikiminin kapitalist ülkenin
kendi içinde, kapalı bir sistem çerçevesinde realize edilmemesinden değil, kapitalist olmayan kesim ve
ülkelerin azami kâr olanakları sunmasından kaynaklanır. Diğer yandan, kapitalist olmayan ekonomik
biçimleri çözdüğünde kapitalizmin kendiliğinden çökeceği fikri reformizme temel yaratmaya açık bir
görüştür. Kısacası, büyük devrimci R. Luxemburg Sermaye Birikimi adlı yapıtıyla Marx'ı düzeltmekten
ziyade yanlış görüşler savunmuş; bu alanla sınırlı da olsa, Marx-Lenin hattının karşısında,
Sismondi'den başlayıp Baran ve Sweezy'ye kadar uzanan "eksik tüketim" teorisinin yandaşı
durumuna düşmüştür. Bu durumda, onun teorisinin devrimci yönleri dururken birkaç önemli
yanlışından biri olan bu yanının "ön plana çıkarılması"nın önerilmesi, madeni bırakıp cüruf toplamaya
alışık bilinçli bir oportünizmle karşı karşıya olduğumuzu gösterir.

-II-
Marksist-Leninist emperyalizm teorisi üzerinde böylesine pervasızca kalem oynatan birinden
doğru bir emperyalizm tanımlaması yapması beklenemez. Nitekim bütün bu çarpıtmaların boşuna
yapılmadığı çok geçmeden açığa çıkıyor: "Emperyalizm, tekelli düzenin ülke coğrafyası dışına
yayılmasıdır; tekeller içinde vurucu ve öncü olanlar ise sanayi sektöründen çıkıyor. Ayrıca
banka sermayesi çok fazla akışkan olduğu için sanayi sermayesi kadar fetihçi olmak
durumunda değildir; yeni kaynaklar ve yeni pazarlara muhtaç olan, başta, sanayi üretimi
oluyor." (Agd, Y. Küçük, s: 42, sf: 37) Emperyalizmi "ülke coğrafyası dışına yayılma" olarak
tanımlama anlayışı o kadar benimseniyor ki, Toplumsal Kurtuluş övünürken bile bunu sayıklıyor:
"Emperyalist Türkiye yazısı çıktığında birçok çevre 'bu da nereden çıktı' demiş, bazılarıysa
suskunluğu tercih etmiştir. Oysa bugün birçok çevre Türkiye'nin yayılmacı emellerinden vs.
bahseder oldular." (s: 51, sf: 1) daha sonra da değineceğimiz gibi Devrim dergisi bunu çok daha açık
savunarak dışa açılma ve yayılmacılık kavramlarını emperyalizmin yerine kullanabilecek kadar ileri
gidiyor.
Yukarıdaki emperyalizm tanımlamaları dikkatlice okunduğunda bir önceki bölümde kısaca
değinilen oportünist emperyalizm açıklamaları ile arada bağ kurmak zor olmaz sanırız. Kautski ve
benzerlerinin emperyalizmi her zaman bir yayılma politikası, sanayi ülkelerinin tarımsal bölgeleri bir
ilhak eğilimi olarak gördükleri bilinmektedir. Aslında, emperyalizmin, bir ülkenin başka bir ülkeyi
egemenliği altına alması veya fethetmesi çerçevesine hapsedilmesi burjuva ekonomi politiğinin
karakteristik özelliğidir. Halbuki emperyalizm "ülke coğrafyası dışına yayılma" ile açıklanmaya
kalkışıldığına, onu feodal imparatorluklardan, merkantilist dönemin sömürgeci devletlerinden, hatta
günümüzün yayılmacı karakter taşıyan yarısömürge ülkelerinden ayırt eden bir ölçü bulmak
imkansızlaşır. Burjuva ekonomi politiğinin emperyalizmi yayılmacılıkla özdeşleştirmekteki niyeti, onun
özünü gizleyerek en açık görünüş biçimleriyle tanımlamak ve böylece halk yığınlarını aldatmaktır.
Toplumsal Kurtuluş'un "yayılma" sözcüğünde odaklanan emperyalizm tanımındaki diğer bir
yanlışı da, "tekeller içinde vurucu ve öncü olanlar"ın "sanayi sektöründen çıktığı"nı söylemesidir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, burada, finans kapital olgusu atlanmakta ve sanayi sermayesi ile
banka sermayesi yapay olarak -tekel öncesi aşamada olduğu üzere- birbirinden koparılmaktadır.
Böylece dergi yazarının finans kapital kavramına ve onunla bağlantılı olarak emperyalizmin
kapitalizmin en yüksek aşaması olduğu tezine yönelik itirazları da açıklık kazanmaktadır.
Lenin emperyalizmi en kısa şekilde "kapitalizmin tekelci aşaması" olarak tanımlar. Ne var ki,
tekellerin en yüksek aşamasına finans kapital egemenliğiyle ulaştığı ve emperyalizmin finans kapital
çağı olarak tanımlanabileceği görüşü de Lenin'e aittir. Dolayısıyla, ne kadar "tekelli düzen"den söz
edersen et, finans kapital kavramını reddettiğin, sanayi ve banka tekellerini birbirinin karşısına
koyduğun sürece, emperyalizmin temelindeki öğeleri ve bunlar arasındaki bağlantıları çarpıtmaktan
kaçınamazsın. Oysa, emperyalizmin açıklanmasında finans kapital kavramı tekelci sermaye
kavramından daha geniş, daha zengindir. Çünkü finans kapital sadece şu veya bu alanda tekelleşmiş
bir sermayeyi değil, sanayi ve banka tekellerinin oluşmasının ötesinde, her ikisinin kaynaşmasını ve
bunun sonucunda yeni bir tekel türünün, nitelikçe üst ve yeni bir sermaye biçiminin ortaya çıkmasını
ifade eder. Onun için, emperyalist aşamada "sanayi sermayesi öncüdür", "banka sermayesi fazla
fetihçi değildir" gibi belirlemeler yapmak bu gerçeği tümden atlamak anlamına gelir. Gerçi finans
kapital olgusu banka ve sanayi tekelleri arasında ayırım yapmaya engel değildir, ama finans kapitalin
bütün sermaye biçimlerini kendi şahsında kaynaştırdığını, birinin diğerinden bağımsız olamayacağını
veya aralarında tabiyet ilişkisi kurulamayacağını dikkate almak koşuluyla.
Somut duruma gelince, Türkiye ekonomisi emperyalist metropoller düzeyinde olmadığından ve
bağımlılık ilişkisi gibi nedenlerden dolayı Türk tekelci sermayesini finans kapital kalıbına yerleştirmek
kolay değildir. Çünkü tekelci burjuvazi genelinde evriminin üst düzeyine ulaşmış bir bütünleşme, bir
kaynaşma henüz gerçekleşememiştir; banka ve sanayi dahil bütün sermaye biçimlerine nüfuz edebilen
tekelci sermaye grupları azınlıkta, bankasızlar çoğunluktadır. Zaten Toplumsal Kurtuluş yazarını
zorlayarak evrensel geçerliliği olan kavramları bozmaya ve onların yerine Türkiye ölçeğine uyarlanmış
keyfi ve öznel tanımlar üretmeye iten de budur. Ama Türkiye gibi azgelişmiş bir ülke kalıbı üzerinden
yapılan emperyalizm "analizlerinin emperyalist metropolleri ne denli açıklayabileceği de meçhuldür.
Toplumsal Kurtuluş yazarının aynı nedenden kaynaklanan sıkıntıları öylesine çoktur ki, şu tür
ifadelerle karşılaşmanız hiç şaşırtıcı olmuyor: "Türkiye, Amerika'nın üst hegemonyası altında ikinci
sınıf bir emperyalist olmaya doğru itiliyor." (Y. Küçük, Toplumsal Kurtuluş, s: 42, sf: 39) Aynı
mantıkla, "Türkik kökenli bir federasyon için Ankara'nın şiddetle özendirildiği" ya da "Irak Savaşı
ile birlikte Türkiye'de bir emperyalist ülke olma iradesinin canlanmaya başladığı" söylenebiliyor.
Elbette sorun bir kez böyle kondu mu, "burjuva ve tekelli politikacılar arasında emperyalist düzene
geçmek istemeyecekler olacaktır" (agd, sf: 3) denmesinde bir sakınca görülmemesi de son derece
normaldir.
Kapitalist sistemin bir durumdan ötekine geçişinde "plan"ın, "senaryo"nun, "özendirilme"nin,
"irade"nin vs. belirli bir rolü vardır elbette. Ama bir Marksistin, emperyalizme geçişi böylesine öznel
etkenlerle açıkladığını ne gördük ne de duyduk. Emperyalizme geçiş dışsal itilimlerle, özendirilmelerle
veya iradi çabalarla gerçekleşebilir birşey midir? Kapitalizmin içsel işleyiş mekanizmalarının teorik
çözümlemesini bir yana bırakıp, temelsiz, dışsal ve görünürdeki birtakım olguları kanıt diye öne
sürmek burjuva iktisatçılarına yakışır. Yazarın burada da Kautskist mantıkla hareket ettiği
görülmektedir: Kautski de emperyalist politikayı onun ekonomik temelinden koparmıyor muydu, bu
politikayı bir tercih meselesi olarak kavramıyor muydu?
Hem "Emperyalist Türkiye" başlıklarıyla yazılar yazıp, hem de Türkiye ekonomisinin kapitalist
dünya ekonomisi içindeki konumu hakkında tek söz etmemek bilimsel bir tutum olamaz. Bunun yerine,
ekonominin ikincil alanlarına ilişkin birtakım bölük pörçük olgular sıralamaksa, adına "emperyalist
düzene geçişin gerekçeleri" dense de, kimseyi ikna etmez. Şu "gerekçeler"e bakınız: "Tekelli
düzene girilmiş olması", "24 Ocak Kararlan ile yaratılan ve Eylü-list darbe ile kanla uygulanan
ekonomi politikalar", "dış müteahhitlik hizmetleri", "Karadeniz Refah Bölgesi" vs. Eğer yazar bir
pozitivist değil de Marksist olsaydı, her şeyden önce Türkiye'de üretimin ve sermayenin
yoğunlaşmasını, tekelci sermayenin yapısını, yerel ekonominin dünya ekonomisinin farklı birimleriyle
eklemlenme biçimlerini, büyük sermayenin iç ve dış politikalarının gerisindeki nedenleri vs. analiz
ederdi. Ama bunların hiçbirini yapmayıp, Türkiye'nin dışırıda en az 10-15 yarısömürge ülkede
benzerleri gösterilebilecek olguları sıralamakla bir şey kanıtlanmış olmaz..

-III-
Sanki çok yeni şeyler söylüyormuş pozundaki Toplumsal Kurtuluş, "hiyerarşik emperyalizm"
veya "agresif emperyalizm" gibi sansasyonel kavramları sıkça kullanıyor. Halbuki emperyalizmin
saldırgan karakteri olsun hiyerarşik yapılanması olsun Lenin zamanından beri ayrıntılı olarak işlenmiş
konulardır. Kaldı ki, emperyalizmin hiyerarşik yapılanmasından söz etmek doğru analizin garantisi de
değildir; çünkü, bu kavramı Leninist emperyalizm teorisini çarpıtmanın anahtarı haline getiren çok
sayıda "neo-Marksist" -örneğin Frank ve Wallerstein- vardır.
Kuşkusuz, emperyalist sistem yukarıdan aşağı hiyerarşik olarak yapılanmış ve hemen hiçbir
kesitinde homojen olmayan çelişkili bir bütündür. Ne var ki, "Hiyerarşik Emperyalizm" makalesinin
yazarı bu kavrama içeriğini veren en önemli iki temel özelliği adeta bir yana bırakmaktadır. Bunlardan
birincisi hiyerarşik yapılanmanın kapitalist dünya ekonomisi bütünlüğü çerçevesinde ele alınmaması,
ikincisi ise sistemi bir yanda emperyalist devletler diğer yanda bağımlı ve yarısömürge ülkeler olarak
bölen kutuplaşma karşısında kayıtsız kalınmasıdır. Oysa bu bölünme Lenin tarafından
"emperyalizmin en belirgin özelliği" olarak nitelenmiştir.
Emperyalist aşamaya geçişle birlikte kapitalist dünya pazarı kapitalist dünya ekonomisine
dönüştü. Bunun zemini sermaye ihracının ön plana çıkması, üretimin ve sermayenin
uluslararasılaşması ve emperyalist sömürge sistemi gibi etkenler tarafından hazırlandı. Hiçbir ülkenin
artık tek başına ve dünyadan soyutlanarak ele alınamayacağı, her birinin dünya işbölümünün bir
kutbunda konumlanmak durumunda kaldığı bu aşamada, sistem içindeki ülkelerin tümü de bir bütünün
parçaları, dünya ekonomisi denilen yekpare zincirin halkaları haline geldiler. Ancak bu ekonomi sistemi
bir yandan emperyalist devletlerin azgelişmişleri boyundurukları altına aldıkları, öbür yandan her iki
kutuptakilerin kendi içlerinde eşitsizlik gösterdikleri bir çeşit hiyerarşik yapılanma üzerinde
yükselmekteydi.
Emperyalist devletler tarihsel bakımdan aynı gelişme aşamasındadırlar, ancak ekonomik
gelişmeleri eşitsizdir ve güç oranları sürekli değişim halindedir. Örneğin 19. yüzyılın son çeyreğinde
İngiltere’nin sömürge tekeli ABD, Almanya ve Japonya gibi kapitalist ülkelerin daha hızlı gelişmeleri
sonucu çökmüş; I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya İngiltere ve Fransa'yı geride bırakmıştı. II.
Dünya Savaşı ertesinde ise İngiltere'nin ve diğer rakiplerinin önüne geçen ABD dünya
emperyalizminin tartışılmaz lideri haline gelerek, sistemin hiyerarşisinde tepe noktaya yerleşecektir.
1970'lerden sonraysa ABD giderek gerilemiş ve revizyonist blokun çöküşünün ardından dünya
emperyalizmi nispeten çok kutuplu bir biçim almıştır. Gerçi ABD ekonomik ve askeri gücüyle hâlâ
hiyerarşinin tepe noktasında yer almaktadır, ama karşısında Almanya ve Japonya gibi güçlü rakipler
olduğu ve bunlar tarafından zorlandığı da bir gerçektir. Eğer emperyalist metropoller kampında bir
kademelendirme yapmak uygun olursa bu üç büyük gücü hemen arkadan İngiltere, Fransa, Rusya,
Kanada ve italya'nın; onları da Hollanda, Belçika, İsveç ve İsviçre gibi daha küçük emperyalist
devletlerin izledikleri söylenebilir.
Buna karşılık, Türkiye'yi yeni sömürgeci sistemin bir yerine oturtmadan sanki yüzergezer bir
alanda hareket ediyormuşçasına tutup keyfi bir şekilde "ikinci sınıf emperyalist" kategorisine sokmak
ekonomi politik bilimiyle alay etmektir. Burada, Çarlık Rusyası ile Türkiye arasında paralellik kurulması
da hiçbir şeyi kanıtlamaz. Çünkü Türkiye'nin bugünkü uluslararası ilişkiler içindeki yeri ile, geniş
sömürgelere sahip Rusya'nın o günkü yeri arasında önemli farklar vardır. Ekonomik geriliğine rağmen
Çarlık yüzyıl başında dünyanın en büyük sömürgeci güçleri arasında yer alıyordu; Türkiye ise bırakınız
emperyalistlerle boy ölçüşmeyi, bağımlı ve yarısömürge ülkelerin birçoğunun bile gerisindedir.
Türkiye hakkında Ankara ve Washington arasındaki ilişkilere ve yön değiştirmesi her zaman
mümkün birtakım planlara göre değil, onun dünya ekonomisi içindeki konumuna ve en az yüzyıllık bir
geçmişi olan tarihsel evriminin genel çizgilerine bakarak yargıya varmak gerekir. Bu açıdan
bakıldığında, Türkiye'nin halihazırda emperyalizmin yeni sömürgeci boyunduruğu altında ve orta
gelişmişlik düzeyindeki kapitalist ülkeler grubuna dahil bir ülke olduğu söylenebilir. Hatta, güncel
terminolojide "yarı sanayileşmiş ülkeler" veya "orta gelir ülkeleri" gibi adlarla anılan bu ülkeler
grubunun ön sıralarında yer almadığına işaret etmekte yarar vardır. Çünkü Türkiye nispeten
sanayileşmiş ve yüksek büyüme oranları tutturabilmiş Latin Amerika'nın ve Güney Doğu Asya'nın
bilinen ülkelerini çoğu alanda birkaç adım geriden takip etmektedir. Gerek Brezilya, Arjantin ve
Meksika; gerekse Güney Kore, Singapur, Hong Kong ve Tayvan daha ileri bir sanayileşme düzeyine
sahiptirler. Buna rağmen bu gruptaki ülkelerin hiçbiri de genelde emperyalist devletle boy ölçüşebilir bir
güce erişmemişlerdir.
Kuşkusuz metropol ülkeler gibi emperyalizmin yeni sömürgeci egemenliği altındaki bağımlı ve
yarısömürge ülkeler de homojen değildir; eşitsiz gelişme yasası dünyanın bu kutbunda da hükmünü
sürdürdüğünden gelişme ve güç düzeyleri gruptan gruba ve her grubun kendi içinde değişebilmektedir.
Hatta azgelişmiş ülkeler arasındaki farklılaşma düzeyi ve eşitsizlikler, emperyalist devletlerin kendi
aralarındakinden daha fazladır. Günümüzdeki azgelişmiş ülkeleri "yeni sanayileşmekte olan
ülkeler", "petrol zengini ülkeler", "sanayileşememiş ülkeler", "en yoksul ülkeler" vs. gibi pek çok
gruba bölmek mümkündür. Ancak bunlar arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, ister Brezilya ve
Hindistan gibi hatırı sayılır bir güç ve potansiyele sahip olsunlar, isterse Afrika'dakiler gibi en gerilerde
yer alsınlar, hepsinin ortak özellikleri emperyalizmin boyunduruğu altında olmalarıdır.
Türkiye'nin de dahil olduğu orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeler ile aynı kamptaki daha geri
ülkeler arasında elbette belirli farklılıklar vardır. Her şeyden önce, yukarıda sözünü ettiğimiz Latin
Amerika ve Güney Doğu Asya ülkeleri, endüstrileşmede belirli bir mesafe katetmelerinin bir sonucu
olarak sınai ürünler, hatta çok sınırlı da olsa sermaye ihraç eder duruma gelmişlerdir. Dışa açılma ve
dünya pazarında yer yer metropol ülkelerle rekabet edebilme özellikleriyle de dikkati çeken bu
ülkelerin önceleri dokuma, konfeksiyon, gıda ve dayanıklı tüketim mallarında, son on yıllarda ise gemi
yapımı, demir-çelik, ve petro-kimya gibi endüstri dallarında geliştikleri gözlemlenmektedir. Bunların
dünya pazarına sınai ürün ihracatçısı olarak çıkmakla da kalmayıp, sızabildikleri ülkelerde bazı banka
ve şirketler kurmaları ve dış sömürüden az da olsa bir pay almaları son dönemlerde görülen bir
olgudur.
Bu olgu nasıl açıklanmalıdır? Devrim dergisinin yaptığı gibi "Orta derecede gelişkin ülkelerde
emperyalistlerine savaşımı" (s.1) ya da "antiemperyalizm"in doğuşu ile açıklanabilir mi? Yoksa,
Toplumsal Kurtuluş'un örtük olarak yaptığı gibi "ikinci sınıf, "üçüncü sınıf" emperyalizmler doğuran
yeni bir emperyalist evreye mi giriyoruz? Emperyalist sistemin metropollerde ve azgelişmiş ülkelerde
sürekli bir değişim geçirdiği, yüzyılımızın başındaki analizlere takılıp kalmamak gerektiği açıktır. Ancak
emperyalizmin temel özellikleri ve eğilimleri değişmemişken, bu, bazı olguları bunlardan yalıtarak
indirgemeci teoriler ortaya atmayı haklı gösterir mi?
Söz konusu olgu, "Orta derecede gelişmiş ülkelerin emperyalistleşme savaşımı" olarak
konulamaz. Meselenin esası, II. Dünya Savaşı'nı izleyen sömürgecilik ilişkilerinde ve bununla birlikte
değişim gösteren yeni uluslararası işbölümünde yatmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşmasının ileri
boyutlara varması, azgelişmiş ülkelere yapılan sermaye ihracının sanayi alanını da kucaklaması,
metropol kapitalizminde görülen bilimsel-teknolojik yenilikler, azgelişmiş ülkelerde tekelleşme eğilimi
gösteren burjuvazinin rekabet gücünün artması vs. gibi etkenler uluslararası işbölümü üzerinde belli
değişikliklere yol açmıştır. Eskiden metropol ülkeler sınai mallar üretiminde, sömürge ve yarısömürge
ülkeler ise tarımsal ürünlerde ve hammaddelerde uzmanlaşmışlardı. Yeni sömürgecilik döneminde bu
işbölümü esas hatlarıyla değişmemiştir, ancak bazı ülkeler bakımından belirli bir eksen kayması da
söz konusudur: Emperyalist ülkeler bu dönemde kendileri havacılık-uzay, telekomünikasyon ve
mikroelektronik teçhizatı, özel çelik, atom reaktörleri, silah ve biyoteknoloji gibi modern ve yüksek
teknoloji gerektiren endüstri dallarında yoğunlaşırlarken; kısmen de olsa dayanıklı tüketim malları
endüstrilerini ve hatta bazı geleneksel ağır sanayi malları üretimini bağımlı ve yarısömürge ülkelere
doğru kaydırmışlardır.
Uluslararası işbölümünde görülen bu değişmeden, bağımlı ve yarısömürge ülkelerin bir
grubunun emperyalist devletler kampına katıldıkları veya emperyalist sistem içindeki metropol/çevre
bölünmesinin ortadan kalktığı sonucu çıkmaz. Çünkü azgelişmiş ülkeler üzerindeki emperyalizmin yeni
sömürgeci boyunduruğu hâlâ devam etmekte, bu iki kutup arasındaki uçurum azalmak şöyle dursun
tersine büyümektedir. Kuşkusuz azgelişmiş ülkelerdeki "ulusal" sermayeler ile uluslararası tekelci
sermaye arasında bugün daha ileri bir içiçe geçmiştik vardır, ama her şeye rağmen hiyerarşik kontrol
mekanizmaları metropollerde toplanmıştır. Emperyalistleşmekte oldukları iddia edilen ülkelerde yeni
gelişen sanayiler de dahil olmak üzere ekonominin bütün kilit mevzileri uluslararası bankaların ve
çokuluslu şirketlerin elindedir, Özellikle mali ve teknolojik bağımlılık eski boyutlarını kat kat aşmış
durumdadır. Aslında, "orta derecede gelişidir ülkelerde" yeni gelişen endüstri dalları metropol
ekonomilerin bir tamamlayıcısı ve onların ihtiyaçlarının ucuz karşılayıcısıdır. Zaten böyle olmasaydı,
IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların desteğiyle değil engelleriyle karşılaşırlardı.
Kısacası, bu ülkeler emperyalist merkezlere görünen ve görünmeyen binlerce iple bağlanmışlardır; bu
yüzden, dışa açılır göründüklerinde, örneğin mamul mal veya sermaye ihracı yaptıklarında dahi bu
iplerden kurtulmuş değillerdir. Elbette, azgelişmiş ülkelerin hiç kendi inisiyatifleri ve iç dinamikleri
olmayan basit uydular oldukları söylenemez; bunlar daima ekonomik ve politik konumlarını
güçlendirmeye, dünya pazarında kendilerine iyi bir yer kapmaya çalışırlar. Ama buradan onların
emperyalist devletlerle başabaş bir hegemonya rekabeti yürütebildikleri sonucu çıkmaz.

-IV-
Azgelişmiş ülkelerin en gelişmişler grubunda yer alan ülkelerin ortak özellikleri "ihracata
yönelik sanayileşme" diye anılan modeli uyguluyor olmalarıdır. Devrim dergisi bu modele
emperyalist metropoller ekonomisine eklemlenmenin güncel bir varyantı ve yeni sömürgeci
işbölümünün bir biçimi olarak değil, bağımlı ve yarısömürge ülkelerin uyguladıkları bir
emperyalistleşme planı gözüyle bakıyor. Örneğin şöyle şeyler söylüyor; "Irak arkadan gelen
kapitalist bir devlettir. Son on yılın temel hedefi 'ihracata yönelik sanayileşme', bir başka
deyişle emperyalistleşme, dışarı açılabilirledir." (Devrim, s: 1 sf: 27) Burada da görüldüğü gibi
"ihracata yönelik sanayileşme" ve "dışarı açılabilme" kavramları emperyalistleşme kavramı ile
özdeş sayılmakta, biri diğerinin yerine geçecek tarzda kullanılmaktadır. Aynı yaklaşımı, "Türkiye
tekelci sermayesinin dışa açılma, bölgenin alt-emperyalisti olma yönündeki yayılmacı
siyasetleri..." (Agd, s: 5, sf; 17) türünden anlatımlarda da görebiliyoruz.
Emperyalizmin neden yayılmacılıkla özdeş görülemeyeceği üzerinde daha önce durmuştuk.
Kuşkusuz kapitalist emperyalizm tarihin tanıdığı en aç gözlü, en büyük yayılmacı güçtür. Ancak bu
özellik sadece emperyalizme özgü bir olgu değildir; çünkü yayılmacılık hem kapitalizmin bütün ardışık
gelişme evrelerinde, hem de ondan önceki sosyoekonomik sistemlerde görülmüştür. Dolayısıyla, farklı
kapsamlarda olmakla birlikte emperyalistler dışında kalan bütün burjuva iktidarlar az ya da çok
yayılmacılık eğilimi taşırlar. Bağımlı ve yarısömürge ülkelerde "ithal ikameciliğin" yerini alan "ihracat
ikamesine" emperyalistleşme planı gözüyle bakmaksa tamamen saçmadır. Bir kez bu ülkeler "ithal
ikameci" model uyguladıkları dönemlerde de yayılmacı eğilimler gösteriyorlardı. Sonra ihracat
ikamesine dayalı birikim modeli bir emperyalistleşme planı değil, eski temeller üzerinde yükselen bir
bağımlılık biçimi, emperyalist metropollere eklemlenmenin yeni koşullardan doğan bir varyantıdır.
Türkiye'ye gelince onun yayılmacı eğilimleri sanki ilk kez görülüyormuşçasına davranmak tarihi
bilmemek olur. Her şey bir yana, Türkiye burjuvazisi son yıllarda değil 1980 yılından beri dışa
açılmaya, "ihracata yönelik sanayileşme stratejisi" uygulamaya çalışıyor. Bu ekonomi politikanın ilk
adımlarının 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül faşist darbesi ile atıldığını herkes bilir. Ondan bu yana geçen
süre içinde dışa açılmanın ne ölçüde başarıldığı ayrıca tartışılır elbette, ancak bu doğrultuda belirli
mesafeler alındığı, Türkiye kapitalizminin bir kabuk değiştirme süreci yaşadığı da bir gerçektir.
Bugünkü Türk burjuvazisini 20. yüzyıl başındaki komprador ticaret burjuvazisinin ölçüleriyle
algılayanlardan değiliz; son on yıllarda Misaki Millicilikle yetinmeyecek bir tekelci burjuvazi oluşmuştur.
Bu, burjuvazinin 1980 yılı sonrasında dışa açılmaya başlaması, yeni uluslararası işbölümünün bir
sonucu olduğu kadar önceki yıllarda sağlanan gelişmenin de bir ürünüdür. Bu dönemdeki ihracat
ikamesine geçiş hazırlıkları Türkiye kapitalizmini adım adım dışa dönük hale getirmiştir. Bunun ilk
belirtilerinden biri Türkiye'nin dünya ihracatı içindeki payının yükselmesi ve ihracatta sanayi ürünlerinin
tarım ürünlerini aşması olacaktır. Bu gelişme aynı zamanda holdinglerin iç örgütlenmelerini de
etkilemiş, ithalat-ihracat işlerini aracısız yürütmek amacıyla kurulan dış ticaret sermaye Şirketlerini
gündeme getirmiştir. Hemen hepsi büyük sermaye gruplarına bağlı bu dış ticaret şirketleri yabancı
ülkelerde şubeler veya temsilcilikler açmışlardır. Türk tekelci sermayesinin benzer açılımları sınırlı da
olsa taahhüt, bankacılık ve sanayi sektörlerinde de görülmektedir. Yalnız, dış pazarlara en fazla
açılabilenlerden biri holdingler şeklinde örgütlenmiş müteahhitlik firmalarıdır. Büyük müteahhitlik
firmaları önce bazı Orta Doğu ve Magrip ülkelerinde, sonraysa BDT ülkelerinde ikincil ihaleler
kapabilmişler, hatta bunu işgücü ve mal ihracını artırmanın bir aracı olarak kullanmışlardır.
Ancak Türkiye kapitalizminin dışa açılmasının bir yönü buysa, diğer yönü de kapıların ardına
kadar emperyalizme açılması, yeni sömürgeci egemenliğin pekişmesidir. Özellikle 1980
dönemecinden itibaren "İhracata yönelik sanayileşme" doğrultusunda atılan her adım Türkiye
ekonomisini emperyalist merkezlerin sömürüsüne biraz daha açmıştır. Örneğin ithalatın
liberalleştirilmesi, kambiyo rejimindeki bazı serbestleştirmeler, dış borçların birkaç misli birden
katlanması, yabancı sermaye akışının önceki bütün dönemleri geride bırakması, uluslararası tekellerle
Türk holdingleri arasındaki ortaklıkların hızla çoğalması ve uluslararası bankaların Türkiye'ye akın
etmesi bunlardan bazılarıdır. Onun için Türkiye kapitalizminin dışarı açılmasını sadece öteki tarafıyla
görüp bu yönüne dikkat etmemek abartılı sonuçlara varmak için yeterlidir. Zaten emperyalistleşme ile
ihraç ikameci ekonomi politikaları özdeş görmenin bir nedeni de bu tek yanlılıktır.
Sonuçta, Türkiye kapitalizminin son yıllardaki değişimlerini görmek ve 1960'Iarın literatürüne
takılıp kalmamak mutlaka gerekiyor. Ama bunu aşırıya vardırıp her dışa açılmaya emperyalistleşme
damgası vurmaya kalkışmak da aynı derecede bir sübjektivizmdir. Böyle bir yöntem yalnız
emperyalizm teorisini çarpıtmakla kalmaz, devrimin iç ve dış düşmanlarını ayırdetmeyi de güçleştirir.
Sırası gelmişken aynı kökten gelip aynı tezi savunan Devrim ve Toplumsal Kurtuluş
dergilerinin ''emperyalistleşme planı" gerekçelendirmelerinde belirli bir farklılık olduğuna da işaret
etmek gerekiyor. Devrim emperyalistleşme sürecini "ihracata yönelik sanayileşme" ile
özdeşleştirirken. Toplumsal Kurtuluş bunu daha ziyade yeni uluslararası durumun Türkiye'nin önüne
çıkardığı fırsatlarla açıklama eğiliminde. Bunu birkaç örnekle göstermeye çalışalım: "... Irak Savaşı ile
birlikte Türkiye'de bir emperyalist ülke olma iradesinin canlanmaya başladığı görülüyor."
(Toplumsal Kurtuluş, s: 42, sf: 39) "Belgrad'tan Çin duvarlarına kadar Türkçe anlaşılabilen bir
alan Türkiye oligarklarına açılıyor." (Agd, s: 51, sf: 13) "Türkiye, Orta Asya'da yeni topraklar veya
nüfuz alanları sağlama dalgasının etkisine giriyor." (Agd, s: 52-53, sf: 23) "Şu anda Ankara ne
yapıyorsa, Washington'un bilgisi dahilinde yapıyor; Türkiye ikinci sınıf bir emperyalist olma
planını açığa vuruyor." (Agy.) Görüldüğü gibi Türkiye'nin "emperyalist olma iradesi" uluslararası
durumda yeni bir döneme geçişi ifade eden Doğu Bloğundaki çöküş ve Irak Savaşı'nın yarattığı
konjonktürle açıklanıyor.
SB ve Doğu Avrupa'daki revizyonist rejimlerin çöküşü bütün emperyalist ülkeler için olduğu gibi
Türk burjuvazisi için de geniş imkanlar yaratmıştır. Türkiye önce Sovyet sosyal emperyalizminin ve
nüfuzu altındaki ülkelerin karşı basıncndan kurtulmuş, sonra da SB'nin ardında bıraktığı hegemonya
boşluğunun yarıklarından yararlanma fırsatını ele geçirmiştir. Türkiye'nin Batı emperyalizmi açısından
"jeo-stratejik" önemini yitirdiği tartışmalarının yükseldiği bir sırada, gerek Yugoslavya'nın parçalanma
sürecine girmesi, gerekse BDT aşamasına giren SB'ndeki Türki cumhuriyetlerin kazandığı serbesti,
durumun hiç de böyle olmadığını gösterecektir. Çünkü Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar'da ortaya
çıkan yeni durum tarihsel, ırksal ve dinsel bağlar üzerinde harekete geçen Türkiye'ye, Batı
emperyalizmine köprü rolü oynayabilmesi için arayıp da bulamadığı imkanlar sunmaktaydı. Böylece
Türk burjuvazisi söz konusu bölgeler üzerinde emperyalist rekabetin kızışmasından da yararlanarak,
on yıldır çabaladığı dışa açılma için bütün potansiyelini harekete geçirmiştir. Eski Misakı Millici
temkinliliğin yerini fetihçi söylemin alması bu yeni durumun açık bir belirtisidir.
Ancak Türkiye kapitalizminin önüne çıkan imkanlar ile onun gerçek gücü ve bölgede
oynayabileceği rolü karıştırmamak gerekir. Emperyalist sistemde hegemonya ve nüfuz alanları için
yürütülen mücadelenin başarısı imkanlarla değil, güç -ekonomik, mali, askeri, politik vs.- ilişkileriyle
belirlenir. Emperyalizm koşullarında sermaye ve güç oranı dışında başka bir paylaşım kuralı
olabileceğini sanmak, emperyalizmin saldırgan karakterini görmezden gelmek demektir. Emperyalist
bir ülke Orta Asya gibi alanlarda aslan payını garantiye almadan Türkiye gibi kendi iç pazarına bile
egemen olamayan ülkelere şans tanımaz. Onun için, "Orta Asya'da Türkik kökenli ülkelerin Türkiye
nüfuzuna girmesi, Türkiye'ye her adımda birkaç Konya ve Kayseri'nİn eklenmesi anlamına
geliyor" (Y. Küçük, Toplumsal Kurtuluş, s: 51, sf: 15) demeden önce, Türkiye'nin rakipleri
karşısındaki gücünü analiz etmek ve onun tek başına Orta Asya pazarı üzerinde tekel kurup
kuramayacağı sorusunu sormak gerekir. Aksi takdirde, tıpkı yazarın yaptığı gibi Türkiye'nin önündeki
iç ve dış engeller görmezden gelinecek ve ekonomik-politik gücü abartılmış olacaktır ki, bunun
politikadaki karşılığı burjuvazi karşısında yılgınlığa kapılmaktır.
Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya üzerindeki hegemonya rekabetinin gerçek aktörleri önce ABD
ve Almanya, sonra diğer Avrupalı emperyalistler ve Japonya'dır, Bu rekabette Doğu Avrupa ve
Balkanlarda başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın, Kafkasya ve Orta Asya'da ise ABD'nin önde
gittikleri söylenebilir. Türkiye'ye gelince kurt kanununun geçerli olduğu bu av ormanında başa
güreşemeyeceğini çok iyi biliyor; onun için de tercihini Almanya'ya karşı ABD'den yana yapmış ve
köprü rolü oynayabileceği mekanizmaları harekete geçirmiştir. Bir yandan G. Bush'a ortak plan
önerisiyle gitmek, öte yandan Türki cumhuriyetlerle olan diplomatik trafiği yoğunlaştırmak bu durumu
sağlamlaştırmak içindir. Türkiye köprü rolü oynaması için gerekli anahtarı henüz Azerbeycan ve Orta
Asya cumhuriyetlerinden alıp işini sağlama bağlamış değildir, önünde bütün çırpınmalarına neden olan
ciddi engel ve rakipler vardır: Bugün belki dişleri dökülmüş bir uyuz aslan olan, ama ileriye yönelik
hegemonyacı emellerini terk etmemiş, üstelik Türki cumhuriyetler içinde kollara ve baskı yapabileceği
önemli mekanizmalara sahip Rusya; yanı sıra kendisiyle aynı role aday İran, Suudi Arabistan ve hatta
Pakistan bu rakiplerin başlıcalarıdır. Türkiye bunlar karşısında "kesenin ağzını açmada"ki zayıflığını
kapatmak için "soydaşlık", laiklik, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi vs. gibi bütün silahlarını
ateşlese de henüz ara halka olabilmeyi güvenceye bağlamış değildir. Burada artık içteki Kürt ulusal
hareketinin, ekonomik sıkıntıların ve politik istikrarsızlığın yarattığı sıkıntıları bir yana bırakıyoruz.
Bütün bunlara rağmen ABD ve diğer emperyalistler aslan payını kaparlarken, Türkiye'nin Orta
Asya ve Azerbaycan pazarında meta ihracı, hammadde işlemeye yönelik emek-yoğun yatırımlar,
müteahhitlik ve bankacılık, kültürel-eğitsel hizmetler vs. gibi alanlarda küçümsenemeyecek bir paya
konabileceği şimdiden söylenebilir. Tekelci kapitalistler ulaşım projeleri, doğal gaz boru hattı, tekstil ve
gıda türü endüstriyel yatırımlar, turizm ve ticaret benzeri alanlara çoktan el atmışlardır bile. Bu
girişimlerin Türkiye kapitalizmine geniş bir sömürü imkanları yanında, dünya çapında diplomatik destek
üsleri yarattığı da söylenebilir. Ancak bu cumhuriyetlerin bekledikleri sermaye ihraç gücüne ve
teknolojiye sahip olmadığından, kendi boyunu aşan işleri arkasına aldığı ABD emperyalizmine -ki
bugüne dek bölgede ABD, Almanya, Japonya, İsviçre, İtalya vb. fiilen yatırımlar yapmış durumdadırlar-
bırakmakta, kendisi ister istemez ikincil alanlarda devreye girmek zorunda kalmaktadır. Üstelik
Türkiye'nin yatırım yapıyor göründüğü bazı alanlarda Türk holdinglerle ortaklık kurmuş çokuluslu
şirketlerin bizzat parmağı vardır.
Sonuçta, Türkiye'nin "Adriyatik'ten Çin'e kadar" olan geniş bir bölgede "ikinci sınıf bir
emperyalist" rol oynayabileceğini, sadece görünürde değil gerçekte de kendi nüfuzunu kurabileceğini
ve aynı anlama gelmek üzere bölgenin emperyalist efendisi haline gelebileceğini ileri sürmek, Türk
burjuvazisine sahip olmadığı bir misyon ve güç izafe etmek olur. Türkiye'nin halihazırda oynadığı ve
aday olduğu role "köprülük", "taşeronluk", "koçbaşılık" ve hatta "bölgesel liderlik" gibi birçok sıfat
yakıştırmak mümkündür. Ancak Türkiye'nin emperyalist bir ülke değil, bölgede önemli bir ekonomik-
politik güce sahip bağımlı bir ülke olduğu ve ağırlığının kapitalist dünya ekonomisinde bulunduğu yerle
sınırlandığı da unutulmamalıdır. Eğer bugün böyle yarın şöyle denmek istenmiyorsa, yapılması
gereken, nesnel ölçüleri elden bırakmamaktır.

-V-
"Emperyalist Türkiye" tezi üzerine eleştirilerimizi burada noktalarken çok kısa bir özet yapmak
gerekirse şunlar söylenebilir: Bu tezin birinci kısmı Leninist emperyalizm teorisinin en temel tanım ve
kategorilerinin inkarından ibarettir. Onca revizyonist budamadan geriye kala kala her yanından
reformizme açık, özellikle de bağımlı ülkeler kapitalizmi düzeyine indirgenmiş kötü bir emperyalizm
karikatürü kalmaktadır, ikinci kısmı ise, emperyalist sistemden soyutlanmış ve içsel bütünlüğünden
arındırılmış bir Türkiye kapitalizmi portresi üzerinde yapılan abartılı bölük pörçük gözlemlerden
oluşmaktadır. Bu gözlemler, ne parçaların kendi içlerindeki bağlantıları, ne de bütünle olan diyalektik
ilişkilerini yansıtabilecek zenginliktedir.
Bütün bu çarpıklıkların ardında, özellikle üniversitelerden gelme öğretim görevlileri arasında çok
yaygın olan pozitivizmin yattığına kuşku yoktur. Pozitivizmin temel özelliği, yalnızca olgulardan hareket
etmesi, yalnızca duyusal olarak algılanabilir yüzeysel görüngülerle yetinmesidir. Bu burjuva
felsefesinin bir diğer özelliği de, "olgular"ı hem tarihsel hem de mantıksal bağlamlarından koparması,
onları kendi tekillikleri içinde mutlaklaştırmasıdır. Böyle olunca ne olguların derininde yatan öze ve
nedenlere inilebilmekte, ne de parçadan bütüne, somuttan soyuta geçişler yapılabilmektedir. Dikkatli
bir göz, "Emperyalist Türkiye" tezinin ve ona dayanak yapılan emperyalizm eleştirisinin her sayfasında
pozitivist mantığın kirli el izlerini görebilir.

You might also like