You are on page 1of 34

Seçim sonuçları... Rejim krizi...

DURUŞ YÖNÜ

Y. Özgür

Devrimci Proletarya Yayınları


Temmuz 1999

Şubat Yayıncılık / www.alinteri.com


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ
SOSYO-POLİTİK SÜRECE ŞEÇİM SONUÇLARININ BÜYÜTECİYLE
BAKMAK
Saldırgan şovenist milliyetçiliğin yükselişi ve kutuplaşmanın eksenini oluşturması
Sosyal demokrasi ve Kürt ulusal hareketi yönünden seçim sonuçları
Oyların demografik dağılımı; sosyo-ekonomik, kültürel etmenler
Liberal reformizm ve oportünizmin durumu
Sandığa gitmeme, boykot, boş oy tutumları
REJİM KRİZİ VE KRİZ YÖNETİMİ
Hükümet, Parlamento, rejim krizi...
Boşluğu kim dolduruyor?
Bağımsız sınıf politikasını geliştirmek
Liberal demokratikleşme süreci beklentisi
Sistemi güçlendirmeye yönelik güdük reform tuzakları
SİYASAL ÖZGÜRLÜKLER İÇİN SAVAŞIM DEMOKRATİK VE SOSYALİST GÖREVLER
Çok 'bilinen' bir o kadar da vazgeçilmez önermeler
Siyasal özgürlükler ve devrimci demokrasi için savaşım, sosyalist amaçlarımıza bağlı ve devrimin
kesintisizliği ilişkisi içerisinde yürütülmelidir
Proletaryanın bağımsız çizgisi
ANTİFAŞİST SAVAŞIN BİÇİM VE YÖNTEMLERİ
Faşist MHP'nin Gelişimi ve Rolü
Faşist hareket nasıl kitlesel destek buldu?
Kitlelerin faşist düşmanı tanıyacağı bir mücadele çizgisi
DURUŞ YÖNÜ
Faşist legalitenin yarılması; özgürlük alanları mücadeleyle açılır
Antifaşist savaşımın geliştirilmesi ve genişletilmesi
Darlaşan patikada büyüyen bir güç olmak
Yarın, bugündür...
ÖNSÖZ
Karşıdevrimin attığı her adım, TÜSİAD-MGK eksenli stratejik yeniden yapılanma planının
güncel taktik halkaları olarak şekillenmektedir. Günün hızlandırılmış, anlaşılmaz görünen olgularının
kavranılması bu stratejik ilişkilendirmelerin karşıt yönden, devrim yönünden yapılmasını da
gerektirmektedir. Komünistler, devrimciler ve Kürt ulusal kurtuluşçuları açısından sağlam bir duruşun,
ancak ilkesel politika düzeyinde olanaklı olduğu bir süreçtir bu aynı zamanda. Bunun dışındaki
tutumlar, devrimci duruş netliği gösterememeye, politika düzeyinde bir şekilsizleşmeye
mahkumdurlar.
Dönem değerlendirmemiz seçim sonuçlarının irdelenmesinden çıkışını alarak, sistemdeki sosyo-
politik gelişmeleri dönemsel politika ve stratejileri temelinde ele almakta ve bunlara tam karşıt
eksenden politikaların üretilmesine yönelmektedir. Seçim sonuçlarının gösterdikleri çerçevesinde kısa
tutulabilecek bir değerlendirme süreçteki gelişmelerin zorunlu kıldığı kapsam değişiklikleriyle birlikte
genişledi. Seçimler sadece temeldeki dip akıntılarının yüze vurduğu bir ara kesit olarak yerli yerine
oturtulabilir. Genel planda ise, seçimlerin de bir momenti olduğu sürecin politik dizaynında yeni duruş
ve dengeler, mevzilenme ve ittifaklar ortaya çıkmaktadır. Seçimlere ilişkin geniş ufuklu bir
değerlendirme de ancak bu zemin üzerinde, stratejik ilişkilendirmeler kurularak gerçekleştirilebilirdi.
İlk elde, seçim sonuçlarının siyasal, toplumsal demografik veriler temelinde bir incelemesi
yapılmaktadır. Elde edilen sonuçlara bağlı olarak partilerin ve devrimci bir taktik izleyen örgütlerin
durumları değerlendirilmektedir. Temel bir sonuç olarak, seçimlerin, egemen sınıflar cephesinden
istikrar getirmeyip, hükümet, parlamento, rejim krizlerini derinleştirici olduğuna işaret edilmektedir.
Rejimin içerisinde bulunduğu yönetememe krizinin yapısallaşmış, birbirini besleyen, siyasal, sosyal ve
ekonomik etkenlerinin bir çözümlenmesine girişilmektedir. Süreci temel dinamiklerinden kavrayan
yaklaşım, değerlendirmemizi sadece seçim sonuçlarına bağlı olmaktan, seçimlerde ortaya çıkan
tabloyla kendisini sınırlayan olgucu sığlıktan, dar, eksik ve yanlış çıkarsamalardan uzaklaştırmaktadır.
Faşist diktatörlüğün yöntemli, belirli noktalarda hedeflenmiş, merkezi, planlı saldırılarıyla birlikte,
kaydettiği sonuçlar ve bu sonuçların derinliği ölçüsünde daha da güdükleştirilmiş bazı anayasal reform
adımları atabileceği tespiti yapılmaktadır. Burada özgün ve önemli olan, doğru çözümlenmediğinde
tuzak oluşturan, egemen sınıf politikalarının TÜSİAD/MGK çizgisinde somutlanan politik hedef ve
eksenlere göre, solu ve sağı içeren bir siyasal korporatif yapının geniş bir toplumsal destek sağlama
amacıyla örgütlenişidir. Rejim krizi, hiç de hükümet parlamento krizleriyle sınırlı değildir. Egemen
sınıf açısından, sıkıştırıcı dinamik ve güçler karşısında geniş bir kitlesel destek sağlayarak siyasal-
toplumsal dengeleri bütünden yeniden kurma politikalarını geliştirme ve sonuna kadar götürme
zorunluluğu olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda yeni bir siyasal yapılanma, devlet örgütlenme
modeli adımları olarak da belirmektedir. Her ülkedeki siyasal koşul ve dengelere göre
azımsanmayacak temel önemde farklılıklar taşımakla birlikte, devletin yeniden yapılandırılma modeli
olarak, en üstte alabildiğine merkezileşmiş, tabanda ise esnek ilişkilendirmelerle genişletilmiş
piramitsel bir yapılanıştan sözedebiliriz. Bütün temel, hayati ve hız gerektiren kararların en yukarda
dar bir oligarşik yapı içerisinde alındığı, medya vb.nin bu kararları kitleselleştirmekte kullanıldığı,
yerel yönetimlere tanınan özerkliklerle orta, alt sınıfların sistem içerisinde tutulduğu, esnek bir ilişki
sistemi içerisinde 'sivil toplum örgütleri'nin kapsama ve egemenlik alanı içine alındığı, devletin
geleneksel kurumsal yapılanışının dışına taşan bağlantıları da içeren bir modeldir bu. Başta da
belirttiğimiz gibi, girilen politik sürecin özellikleri doğru çözümlenmediğinde emekçi sınıfları, Kürt
halkını da oportünist reformist partiler ve çeşitli kurumlar aracılığıyla içinde eriterek sisteme
eklemlemeyi de hedefleyen bir tuzak oluşturmaktadır.
Seçimleri kendi dar sonuçlan içerisinde değerlendirmekten çıkartan bir diğer neden, çeşitli
oportünist reformist güçlerin, Kürt yurtseverlerinin sürece ilişkin demokratikleşme beklentileridir.
Kuşkusuz bu doğrudan seçim sonuçlarına indirilerek geliştirilen bir beklenti değildir. Hatta bu yönden
sonuçlar, beklentiyi gerileten bir rol de oynamaktadır. Beklenti, özellikle Kürt ulusal hareketi ve onu
çevreleyen güçlerde ordu, TÜSİAD, MGK eksenlidir. Buna uygun bir politik tutum geliştirilmemekte,
seçim sonuçları da MHP analiz ve çağrılarında olduğu gibi daha derin bir kırılmayla bu yöne
çekilmeye çalışılmaktadır.
Kürt ulusal hareketinde yakalanan halka, gelişen ve yükselen bir devrim mücadelesinin yan
ürünleri olarak kimi reformların elde edilmesi değildir. Devrimci sınıf mücadelesinin geri bir düzeyde
seyrettiği, durgunluğun egemen olduğu, Kürt ulusal mücadelesinin de gerileyen bir süreç yaşadığı,
inisiyatif ve üstünlüğün faşist diktatörlüğün elinde olduğu bir dönemde reformist bir çözüm
beklentisine girilmektedir; ki bu da görüldüğü gibi, muhatabının istediği, çizdiği platformun bütünüyle
kabullenilmesi yönündedir. Özgürlük ve ulusal kurtuluşun, tarihsel ulusal kimliğin ilkesel temelde
yadsınmasıyla, olabilecek en kötü biçimiyle, teslimiyetçi bir tutum biçimlenmektedir. Kürt ulusal
hareketi, A. Öcalan çizgisinde programatik/stratejik bir inkar, parti yapısının ve askeri alanın bu
temelde tasfiyesi sürecine pazarlık bile demlemeyecek bir pazarlıkla sokulmaktadır.
Bu kesitte önem kazanan ve önümüzdeki süreci de belirleyebilecek politik bulantı ve
şekilsizleşme, tasfiyeci sağ dalganın kendi içerisinde daha derin bir kırılmaya uğraması anlamına
gelmektedir. Tasfiyeciliğin günümüzdeki politik kırılma noktasını, demokratikleşme süreci beklentisi
ve bu beklentiye uygun gerici ittifaklara giriş, eski çizginin daha gerisinde bir politik zemine kayılması
oluşturmaktadır. Kuvvetlice bir kez daha vurgulanmalıdır; reformlar ancak devrim mücadelesinin yan
ürünleri olarak, karşıdevrimi köşeye sıkıştıran bir devrimin ilerleyişi, yükselişi içerisinde
gerçekleşirlerse devrimci savaşımın gelişimine güç katar, hız kazandırırlar. Sınıf mücadelesinin, kitle
hareketinin, ulusal hareketin yükseliş değil durgunluk ve gerileme süreçlerinde, inisiyatif ve
üstünlüğün bütünüyle karşıdevrimin elinde olduğu koşullarda da bir biçimde gündeme gelebilecek
reformlar, son derece güdük, mücadelenin görece yükseldiği dönemlerin dahi çok gerisinde olmakla
kalmaz, egemen sınıfların karşıt güçleri sistemin içerisine çekerek güç kazanma politikasına hizmet
eder. Reformculukla devrimcilik arasındaki tarihsel ve ilkesel ayrım eksenini de buradaki duruş farkı
oluşturmaktadır. Alınan darbeler, sınıf mücadelesindeki durgunluk ve gerileyiş, özgüven kaybıyla
birlikte, yaslanılacak farklı iç ve dış etkenler aranmaktadır. Emperyalist politikalara bağlı 'Yeni Dünya
Düzeni' temelli beklentiler de bunların içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Sağ tasfiyeci güçler,
devrim/reform ilişkisinde sınıf mücadelesinin temel bir yasasını ters yüz ederek reformculuk
yönünden kucaklamakta, bugünkü güçler dengesini de gözardı eden oportünist bir hayal peşinde
yürümektedirler.
Yazımızda önemli bir belirleme olarak, günümüz oportünizminin -Liberal reformist hattın-
türeyişi sadece süreçteki siyasal sıkışmalara bağlanmamakta, stratejik politika değişikliklerine yol açan
sürecin daha temel özellikleriyle, üzerinde yükseldiği tarihsel ekonomik, siyasal, sosyal koşullara
işaret edilmektedir. Hiçbir oportünizm rastlantısal değildir. Hele ki, temel çizgi, stratejik politika
değişikliklerine gidiliyorsa, onu anlık ve geçici olgulara bağlı olarak değil, uluslararası ve ulusal
düzeydeki koşullardaki temel önemdeki bazı gelişme ve değişikliklerle ilişkilendirerek açıklamak,
tanımlamak gerekir. Ancak bu bütünsel kavrayış içerisindedir ki, tasfiyeciliğin kırılma noktasını
oluşturan burjuva demokratizmine doğru gerileyişi karşısında, karşıt yönden, devrimci bir antifaşist
mücadele çizgisi, özgürlükler ve devrimci demokrasi sorununa yaklaşım, demokratik ve sosyalist
görevler arasındaki içiçelik ve kesintisizlik ilişkisi şekillendirilebilir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde
de bu yapılmaktadır.
Bu süreç, stratejik politikaların güne taşınmasına bizim açımızdan özel bir önem
kazandırmaktadır. Siyasal pratiğimiz doğrultusunu ve gücünü süreklileşmiş bir şekilde bu stratejik
temelden almalıdır. İki yönden ilkesel duruş sağlamlığı, keskin bir duruş gereklidir: Faşizmin daha
organize, hedefli, planlı, merkezi olarak örgütlenmiş saldırı biçimlerine, ayrıca semt ve fabrikalarda,
okul ve işletmelerde sivil faşist hareketin kullanılmasıyla geliştirilecek saldırı biçimlerine karşı
kitlesel, militan ve her düzeyde mücadele, bunun işçi sınıfı önderliğinde ve sınıfa karşı sınıf ekseninde
geliştirilmesi. Antifaşist savaşımın, siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımın devrim ve iktidar
hedefine bağlı olarak yürütülmesi ve bu amaçla Türkiye devrimci hareketinin tarihsel tecrübesinin
eleştirel bir şekilde özümlenmesi. İkincisi, antifaşist savaşımdaki militanlık bize güç kazandıracak
fakat kendi başına kesinlikle yetersiz kalacaktır. Bugünkü süreçte, yoğunlaşan baskılar karşısında
olduğu gibi, rejimin daralan siyasal toplumsal temellerini genişletme amacıyla, esnek bir korporativ
temel yaratma yönünde giriştiği siyasi kombinasyonların görülmesi, güdük reform manevralarını da
içeren politikaları karşısında da sağlam ve ilkeli bir duruşun gerçekleştirilmesi gerekir.
Siyasal süreçteki sıkışmayla birlikte, temeldeki uluslararası ve ülke düzlemindeki kapitalizmin
gelişme düzeyi ve burjuvazinin sistemiçileştirme politikalarının bir sonucu olarak küçük burjuva
demokratizmi ve ulusal kurtuluşçuluğu derin kırılmalar yaşamakta, gelişim alanı sınırlandırılmaktadır.
Güçlü bir komünist devrimci ve işçi hareketinin olmadığı bugünkü tarihsel koşullarda küçük burjuva
devrimciliğinin sistemle reformist bir geçişmeye kaydığı böylesi bir dönemde, reform/devrim
ilişkisinin devrimci bir kuruluşu, özgürlük ve demokrasi savaşımının iktidar hedefli yürütülmesi ve
belirleyici bir ayrım çizgisi olarak, demokratik sosyalist görevlerin içiçeliğinin ve kesintisizlik
ilişkisinin kurulması ayırdedici olmaktadır.
Son olarak, faşizme karşı mücadelede örgütsel ve askeri mevzilenişin kimi sorunlarına,
görevlerine, legal ve illegal alandaki mevzilenmelerin günümüzdeki biçimlenişine geçilmektedir. Ki
bunların her birisi kavrayışın derinleştirilmesiyle birlikte, kesinkes pratik açılım gerektiren konulardır.
Belirleyici değişikliklerin olduğu bir dönemden, bir süreçten geçiyoruz. Hemen her gelişme maddi bir
politik güç olmayı dayatıyor. Ayrıca faşizmin ağır saldırı ve kuşatma ortamında, her türlü politik
kombinasyonu da geliştirerek yürüttüğü tasfiye hareketi karşısında tam da bu koşulları yaracak, güçlü
bir direnç sergileyecek ve alternatif oluşturacak bir hareket yaratma zorunluluğu vardır. Dönüştürücü
bir özne olmak, örs değil çekiç olmak... Geleceği biçimlendirme ve yarını kucaklama perspektifine sıkı
sıkıya bağlanmış olarak görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
SOSYO-POLİTİK SÜRECE ŞEÇİM SONUÇLARININ
BÜYÜTECİYLE BAKMAK
Saldırgan şovenist milliyetçiliğin yükselişi ve kutuplaşmanın eksenini
oluşturması
Milletvekili genel seçimleri, burjuva parlamenter sistemin merkezine yakın partilerin gerileyiş
ve çöküşü, şovenist milliyetçi propagandayı açık ve örtük olarak ön plana çıkartıp konjonktürel bir
destek bulan partilerin, MHP ve DSP'nin yükselişiyle sonuçlandı. TÜSİAD ve MGK destekli, önü-
müzdeki dönemin politik dizaynında başrolü oynayacak partilerden birisi olarak DSP'de bir oy artışı
olacağı biliniyor ve bekleniyordu. Faşist MHP'nin yükselişi ise faşistlerin kendilerinin dahi
beklemediği bir düzeyde oldu.
Bu gelişimi ve seçimlerde ortaya çıkan sonuçların hangi gelişmelere yol açabileceğini
değerlendirelim.
Seçimler, şovenist milliyetçi propagandanın en üst düzeye çıkartıldığı bir siyasal toplumsal
konjonktürde, öte yandan kitle hareketinin en alt düzeyde seyrettiği, dibe vurduğu bir dönemde
gerçekleşti. Seçimlerde emekçi kitlelerin ekonomik sınıfsal özlem ve taleplerinin dolaylı biçimlerde de
olsa sonuçlara pek yansımayışı, bir basınç oluşturmayışında bu ikinci durumun bazı diğer etkenlerle
birlikte rolü vardır. Şovenist milliyetçiliğin tercihlerde ön plana çıkmasında bir etkendir. MHP ve
DSP'nin seçimlerin galibi olarak çıkmalarında belirleyici etken ise, şovenist milliyetçiliğin
konjonktürel dalgasal yükselişidir. Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinin doğuşundan itibaren
egemen sınıf partileri, şovenizmi giderek artan düzeyde programlarının ve propagandalarının temeline
yerleştirdiler. 15 yılı aşkın bir süredir Kürdistan'da süren savaş, askerlerin kuşak kuşak şovenist
propagandayla sistematik eğitimi ve asker cenazeleri, başta faşist partiler olmak üzere egemen sınıf
partilerinin Türk şovenist milliyetçiliğini baş propaganda malzemesi haline getirmeleriyle birlikte
şovenizm bir toplumsal kutuplaşma ekseni haline getirildi. PKK Genel Başkanı A. Öcalan'ın İtalya
süreciyle birlikte şovenist propaganda ve saldırganlık en üst düzeye çıkartıldı. PKK ve Kürt ulusal
özgürlük hareketine karşı yürütülen saldırgan linç politikası, onu "destekleyen" İtalya ve Yunanistan'a
karşı da kökleşmiş ve kitlelerin çok daha kolay manipüle edilebildiği "dış düşman" psikolojisiyle
birleştirilip genişletildi'. Faşist MHP'nin "Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez" sloganı bu koşullarda
güçlenen bir zemin buldu. A. Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinden sonra ise, faşist
propaganda aslolarak seçimlerde sonuç almaya dönük yeni bir biçime büründürüldü. Faşist MHP
'dava'nın gerçek sahibi olarak etkisini artırdı. Kürt ulusal sorununun varlığını daha başından bu yana
inkar etmiş olan Ecevit ve DSP ise, A. Öcalan'ın kendi başbakanlığı döneminde yakalanmış olmasını
"ince" bir şovenist propagandayla oya dönüştürmeye yöneldi. Ecevit'in "Kıbrıs Fatihliği"yle Öcalan'ın
yakalanması arasında bağ kuruldu ve toplumsal bellek canlandırıldı.
Kürt ulusal hareketinin, PKK Genel Başkanı Türkiye'ye getirildikten sonraki süreçte dar
milliyetçi temelde geliştirdiği, hedef gözetmeyen, amaç ve ideallerimizle çelişen, Türk halkından
sıradan insanların ölümlerine yol açan eylem çizgisi, faşist şoven propagandaya daha fazla demagoji
ve saldırı olanağı yarattığı gibi, bunun etkili olabilmesine de yol açtı. Türk halkı genel olarak egemen
ulus şovenizminin etkisi altındaydı, fakat bu gelişmeler, şovenizmi açık bir propaganda ve saldırgan
bir milliyetçilik çizgisinde uygulayan ve bu konudaki icraatıyla "güven veren", "başarı kazanan"
partilerin desteğini artırdı.
Oyların dağılımı itibarıyla bakıldığında yüzde 60-65 arasındaki geleneksel sağ oyların içerisinde
bir yön değiştirme olmuştur. DYP, ANAP, Fazilet Partisi'nin oylarından MHP'ye doğru kayışta birinci
etken, şovenist milliyetçiliğin bayrağını dalgalandıran ve bu konuda kararlı bir saldırı çizgisi izleyen
parti oluşudur. Keza kısmen bu partilerden de oy almakla birlikte "ortanın solu"ndaki yüzde 30-35
dolayındaki geleneksel oyların sistematik olarak CHP'den DSP'ye doğru kaymasında da, DSP'nin Kürt
sorununda şovenist milliyetçi popülist bir hat izlemesi belirleyici etkendir. Faşist MHP, tüm dünyada
faşist hareketlerin tarihsel yükseliş süreçlerinde yaptıkları gibi, diğer burjuva partilerin arasındaki ve
içlerindeki çekişmeleri, yönetimdeki başarısızlıkları, rüşvet ve yolsuzlukları, ilkesizlik ve
beceriksizlik, kişisel çıkar peşinde koşma biçiminde demagojik bir propaganda malzemesi olarak
kullanmıştır. Abdullah Çatlı gibi kontrgerillacıların bu partinin kitlesindeki imajı bütünüyle farklıdır;
çek/senet vb. türden çeteciliğin ise temizlendiği yönünde bir imaj yaratılmıştır.
Türkiye'deki sosyal demokrasinin gerek tarihsel gelişim çizgisi, gerekse dayanılan toplumsal,
sınıfsal taban itibarıyla geleneksel sosyal demokrat parti yapılarına uzaklığı biliniyor. Ecevit DSP'si
ise, Türkiye'deki sosyal demokrasinin "ortanın solu" hareketi biçimiyle '60'ların ortalarından itibaren
geliştirdiği, özellikle 12 Mart faşizminden çıkış sürecinde emekçi kitlelerin bazı ekonomik demokratik
özlem ve istemlerini popülist bir söylemle kucaklayan çizgisinden de uzaklaşmıştır. Sınıfların varlığını
yadsıyan kaynaştırmacı (korporatist), kitlelerin nabzını elinde tutan devletçi, milliyetçi popülist
Kemalist-Peronist bir söylem ve çizgi temeline oturmuştur. DSP'nin yükselişinde, bu partinin yapısal
özelliği de gözönünde tutulduğunda Ecevit'in kişiliğinde simgeselleştirilen yolsuzluk ve rüşvete uzak,
bireysel çıkar düşünmeyen, kavgacı olmayan, dürüst devlet adamı politikacı imajı da başlı başına bir
etken olarak değerlendirilmelidir. TÜSİAD ve MGK'nın devleti güçlendirme çizgisinde ve sistemin
temel partilerinin liderleri arasındaki kayıkçı dövüşünün yıpratıcılığına karşı yönden geliştirilmiş bir
imajdır bu. Devletin kirli işlere bulaşmasına karşı çıkan politikacı olarak Susurluk'a karşı olan
kitleleri de arkasına almaya çalışan bir tipolojidir. Keza laik, fakat sisteme entegre olan "ılımlı İslam"la
da uzlaşma arayan ve onunla buluşan bir çizgidir.
Özellikle burjuva politikasında lider imajı ya da şef kültü bizzat bu politikanın karakterine
uygun olarak körüklenir. Kitlelerin geri algılama düzeyine buradan doğrusal bir seslenme, uygun
simge ve imajlarla birleştirilerek gerçekleştirilir ve kitlelerin tercihlerinin öncelikle buna göre
kristalize olması sağlanır. Bu yöntem, mesajlarını daha kolay ve doğrusal iletmenin bir yöntemi olduğu
gibi, kitleleri partileri doğrudan programları temelinde değerlendirmekten uzak tutmanın, daha kolay
yanılsama içerisine sokmanın bir yöntemidir de. Güçlü bir örgütsel yapısı olmayan DSP'de ise lidere,
kişisel özellikleriyle birlikte konjonktür ve kitle beklentileri hesap edilerek yüklenen imajla da özel bir
çekim gücü oluşturulmuştur. Yaptığı her işle övünen, pazardaki işportacı gibi bağırıp çağıran Özal ve
Çiller'de simgelenen Amerikancı politika tarzına karşı "sade ve mütevazı" –Baykal türü süslü
gevezelikten de uzak– İsmet Paşa'nın devlet adamı çizgisini bugüne taşıyan Ecevit imajı öne
çıkartılmıştır. Faşist MHP'nin başındaki Devlet Bahçeli için de benzer bir versiyon yaratılmaktadır.
Oyların egemen sınıf partileri arasındaki dağılımı açısından bu iki partinin DSP ve faşist
MHP'nin kazandığı başarı kuşkusuz sadece ve asıl olarak kendi çabalarının ürünü değildir.
TÜSİAD'dan MGK'ya iç ve dış politikada izlenen genel çizginin rolü belirleyici olduğu gibi –medya
vb. desteklerle birlikte– 28 Şubat sürecinin RP/Fazilet çizgisine karşı geliştirdiği yüzde 15'lere doğru
geriletme ve rejime tabi kılma operasyonunun da payı bulunmaktadır. Özellikle yargı kurumları
kullanılarak sürdürülen sistematik baskı, bu partiyi bir kimlik sıkışması içerisine soktu. Kimlik
sıkışması iki yönlü gelişti; rejimin önüne koyduğu 28 Şubat'ın öngördüğü biçimde kendisini
düzenleme ile rejimin laiklik çizgisi ile çelişen siyasal İslamcı söylem ve tutum arasında –türban
konusunda olduğu gibi– direnme ile direnmeme ikilemi oluştu. Keza izlenegelen siyasal hatla ordu ile
bir kutuplaşmaya girip-girmeme ikilemi, kararsızlık, belirsizlik, tavırsızlık ve iki cepheden sıkışmaya
yol açtı. Sisteme daha fazla entegre olarak kimi tarikatların desteği kaybedildi. Demagojik "adil
düzen" söylemi ise terkedileli çok olmakla birlikte, gecekondu bölgelerinde sınıfsal siyasal devrimci
bir alternatif geliştirilemediği için büyük bir kayıpla sonuçlanmadı. Fakat faşist rejim cephesinden
RP/Fazilet çizgisi, hem istenilen oy yüzdesine doğru indirildi, hem de siyasal sisteme entegrasyon
yönünde istenilen yönde geriletildi.

Sosyal demokrasi ve Kürt ulusal hareketi yönünden seçim sonuçları


Faşist şoven milliyetçi sağ dalganın yükselişinde şu ya da bu partinin başarısı ya da
başarısızlığından da önce, Türkiye'de zaten faşist diktatörlüğün hüküm sürmekte olduğunu, işbirlikçi
tekelci kapitalistlerin ve faşist MGK'nın iç ve dış politikada geliştirdikleri çizginin, politika ve
yönelimlerin DSP ve MHP'nin bu gelişimine zemin hazırladığı ve onun ihtiyaçlarına yanıt verme
özelliğini taşıdığını görmek gerekir.
Öncesinden söz etmeye gerek yok, çok partili sisteme geçildiğinden bu yana, kitlelerin
seçimlerdeki tercihlerinde belirleyici olan, olabilen sınıfsal ekonomik, politik etkenler değil egemen
sınıf partileri tarafından kendi çıkarlarına doğru manipüle edilen, kimi konjonktürel nedenlerin de
etkili olduğu farklı sosyo-politik kültürel etmenlerdir. Tarihsel olarak sınıf mücadelesi ekseninde güçlü
bir hareketin gelişip belirleyici olamaması, egemen sistem içerisindeki kurumsal yapılara da basınç
yapacak burjuva parlamenter sistemi zorlayıcı sınıfsal örgütlenmelerin güçlü bir şekilde ortaya
çıkmamış oluşu, süreç boyunca genel olarak emekçi sınıfların "kendisi için" olmamaları, egemen
sınıfların çeşitli kliklerinin kendi istek ve tercihlerini kitlelere de benimsetebilmelerini
kolaylaştırmaktadır. Emekçi kitlelerin istek ve özlemleri, şu ya da bu egemen sınıf partisinin temsil
ettiği kesimlerin çıkarlarına tabi olarak manipüle edilmektedir. Kapitalizmdeki yükselişlere bağlı
olarak belirli sınıf ve tabakaların durumunda sınırlı ve geçici iyileşmeler –örneğin, DP hareketiyle
köylülüğün durumunda, ANAP'la bir dönem geniş bir katman oluşturan faiz, repo rantiyeciliği,
"BOOM" dönemlerindeki istihdam artışı ve işsizliğin azalması gibi– kitleler için bir tercih etkeni
olmaktadır. Emekçi sınıfların kendi sınıfsal durumlarının politik karşılığı olan, bunlarla belli düzeyde
örtüşme gösteren partiler, bugünkü siyaset sistemi ve parlamento yapısı içerisinde bulunmamaktadır ve
tarih boyunca engellenmiştir. Rejimin faşist karakteri, siyasal biçimlenişi ve tarihsel gelişimi bu yönde
sürekli bir engel oluşturmaktadır. İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların bırakalım politik düzeyi,
sendikal düzeyde dahi az çok süreklileşmiş hareketine dahi olanak tanınmamaktadır.
CHP türü partilerin yapısına ve seçimlerdeki çözülüşüne geçecek olursak, bu parti hiçbir zaman
Avrupa'daki önceki sosyal demokrat partiler gibi –bugün neo liberal çizgide değişmiş olan– işçi
hareketleri ve sendikal örgütlülüklerle birlikte gelişmedi ve böylesi bir toplumsal tabana dayanmadı.
Bugün geldiği çizgi, öncesine göre de, çok daha gerilerdedir; '70'li yıllarda ve kısmen '90'ların
başlarında halkın ekonomik ve bazı demokratik istemlerini reformist bir siyaset temelinde ve
demagojik popülist bir söylemle dile getirme çizgisinden de uzaklaşmıştır. Faşist rejimin dümen
suyunda, MGK tarafından dizayn edilen 28 Şubat sürecinin laiklik kılıcının basit aleti durumuna
girmiştir. Şovenist milliyetçi dalganın yükselişiyle birlikte bütünüyle o yöne doğru dümen kırıp Kürt
ulusal sorununun çözümü olarak önerdiği reformist "çözüm paketi"ni dahi geriye çekmiştir.
Özelleştirmeler, grevlerin bastırılması, işten atmalar, ESK konularında işbirlikçi tekelci sermayenin
ekonomik terör programlarının, bazen mırın-kırın ederek, kimilerinin de yavuz destekleyicisi
olmuştur. Faşist rejimin laiklik politikalarının savunuculuğuyla birlikte Alevi oylarının
spekülasyonuna girişmiş, seçimlerde, bu yönden de hüsrana uğramıştır. Parti Genel Başkanı'nın süslü,
içi boş, kof söylemleri ve basit atraksiyonlarıyla geleneksel taban oylarını dahi kaybedip tam bir çöküş
sürecine girmiştir. CHP, egemen sınıflar cephesinden her koşulda ve her ihtimale karşı elde
bulundurulması gereken bir parti olmakla birlikte dayanılacak temel bir parti olma konumundan
çıkmış, yedeğin yedeği bir lastik konumuna inmiştir.
Kürt ulusal hareketinin reformcu gerileyiş düzleminde geldiği noktada, HADEP'in seçimlere
girmesine izin verildi. Türkiye burjuvazisinin ve MGK'nın kendi öngördüğü ve kabul edebileceği
biçimiyle herhangi bir dış müdahaleye olanak tanımadan Kürt sorununu "çözme" politikasının bir
sonucudur HADEP'in seçimlere sokulması. Kuşkusuz PKK'nin ulusal reformist bir hatta kayması,
PKK Genel Başkanı A. Öcalan'ın İmralı'da '98 Ateşkes sürecinin dahi gerisine çekilerek siyasal
çözüm doğrultusunda verdiği referanslar olmasaydı, HADEP de seçimlere sokulmayacaktı. A.
Öcalan'ın Kürt kimliğiyle politika yapabilecek bir partiye olanak tanınması karşılığında gerillanın
dağdan indirilmesini dahi pazarlık konusu yapan referansları, Yunanistan ve Avrupa'ya karşı saldırıya
geçmesi, Kürt sorununun TC sınırlarının içinde onun toprak bütünlüğüne ve işbirlikçi Türk tekelci
burjuvazisinin hükümranlığına saygı temelinde, devletin yeniden yapılandırılması politikaları
çerçevesinde çözümüne eğilim gösterip, sorunun çözümünde Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin
siyasal demokratik istemlerini iyice bulanıklaştırıp belirsizleştirmesi, karşı yöndeki çeşitli etkenlerin
ve engellerin varlığına karşın HADEP'in seçimlere sokulmasında belirleyici oldu.
Faşist rejim cephesinden, HADEP'in seçimlere sokulmakla birlikte Kürt halkı içerisinde güçlü
bir destek bulamadığının gösterilmesi de hedefleniyordu. Seçimlere katılmasına olanak tanındı, fakat
parti yöneticileri başta olmak üzere sürekli gözaltı ve tutuklamalarla, kampanyası fiilen engellenerek
darbelenmeye çalışıldı. Kürt ulusal özgürlük hareketi temsilcilerinin barajı aşma, aslolarak yüzde 8-9
arası bir oy beklentisi bulunuyordu. Baskı ve engellemelere karşın böyle bir sonuca ulaşabilecekleri
düşüncesindeydiler. Ortalama 7-8 milyon dolayındaki Kürt oylarından korucular, egemen sınıf
partilerini ve rejimi destekleyen aşiretlerin oyları çıkartıldığında geriye kalan oylara göre HADEP'in
aldığı oy yüzde olarak düşük, beklentilerin bir hayli gerisindedir. Faşist rejimin baskısı, seçimlerde
yapılan hile ve engellemelerin ötesinde hangi etmenlerin bunda rol oynadığı değerlendirilmelidir.
İtalya ve özellikle Öcalan'ın kaçırılarak Türkiye'ye getirilmesinden sonra Kürt ulusundaki kitlesel
canlanma ve bunun İzmir, Mersin, Adana gibi Batı'daki kentlerde de yığınsal biçimler kazanarak
ortaya çıkması, bir önceki seçimlere göre seçim kayıtlarının kampanyayla büyük ölçüde yapılmasının
sağlanması gözönünde tutulduğunda daha fazla başka etmenlerin varlığı görülecektir.
Bu, birincisi, Kürt orta ve üst sınıflarının Türkiye kapitalizmiyle entegrasyonlarının bir sonucu
olarak ulusal kimlik ve özgürlük istemini geriye itmeleri, ikincisi, ezilen ulusa mensup işçi ve
emekçiler için, sınıfsal özlemlerini de içermeyen salt ulusal ve giderek gerileyen taleplerle hareket
eden bir hareketin çekim yaratma gücünün yeterince olmayışı ve zayıflamasında aranmalıdır. Yoksul
köylü tabanına dayalı gerilla hareketi olarak doğan, fakat TC ile işbirliği içerisinde olan feodallere
karşı dahi bir antifeodal mücadele geliştirmeyen ulusal hareket, bugün kentlerin varoşlarında birikmiş
olan ezilen ulusa mensup emekçilerin sınıfsal özlem ve taleplerinin gerçek ve kararlı savunucusu
olmaktan uzaktır. Bugün izlediği rota içerisinde de eğreti bir iki seçim sloganı dışında giderek bundan
uzaklaşan, Türkiye egemen sınıfları ile uzlaşma temelinde çözüm arayan bir çizgidedir. Bundan dolayı
Kürt emekçileri için güçlü bir çekim yaratmaktan ve onları harekete geçirebilmekten uzak kalmıştır.
Yerel seçim sonuçlarıyla ise, faşist rejimin istemediği –beklemediği ve hazır olmadığı değil– bir
tablo ortaya çıkmıştır. Birkaç eksiğiyle, kazanılan belediyelerle, tüm baskı ve katliamlara karşın Kürt
ulusal hareketinin Kürdistan'a kendi rengini verdiğini göstermektedir ortaya çıkan harita. Diyarbakır,
Van gibi büyük kentler başta olmak üzere kentlerde toplam 24 belediyenin alınmasında ifadesini bulan
bu tablo –üstelik Mersin, Ceyhan gibi kentlerin küçük farklarla ve binbir hileyle elde tutulabilmesi–
faşist rejimin artık istese de ve ne kadar çaba harcasa da, baskı ve katliamı devletçe en üst düzeye
çıkartsa da değiştiremeyeceği bir Kürt ulusal, kimliğini sahiplenişin varlığını ve kendisinin de, buna
göre seçim yapmakla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Kürt ulusal özgürlük hareketinin
devrimci gelişiminin ortaya çıkartıp kazandırdığı, fakat son dönemde hız kazanan reformist yönelimin
geriye doğru tamamlamaya çalıştığı bir tablodur bu.

Oyların demografik dağılımı; sosyo-ekonomik, kültürel etmenler


Şimdi de oyların demografik dağılımı açısından seçim sonuçlarını irdeleyelim. Bu, politik
tercihlerde de rol oynayan başka etkenlerin görülmesini kolaylaştıracağı gibi, birebir politik tercihlere
bağlı olmayan etkenlerin görülebilmesini de sağlayacaktır.
Oyların demografik dağılımı açısından seçim sonuçları, daha önceki seçimlerde olmayan
netlikte ve görülmedik biçimde DSP, MHP ve HADEP'in oy aldığı bölgeler olarak üçe bölünmüş bir
görünümü ortaya çıkartmaktadır. Seçim sonuçlarını verirken, TV kanallarının ilk ikisini belirtip
üçüncüsünü es geçtikleri bu bölünmüşlük tablosu, ülke düzeyinde örgütlenmiş ve politik olarak
merkezileşmiş burjuva partilerin temsiliyet sistemi açısından bir zaaf ve rejim cephesinden bir tehlike
oluşturmaktadır. DSP ve MHP'nin oy aldığı bölgeler arasında; her iki parti de şoven milliyetçiliğin sol
ve sağ eğilimli yükselişleri söz konusu olduğundan belirli bir paydasal ortaklık bulunmakla birlikte, bu
etken ortadan kalktığı ya da zayıfladığında farklı gelişmelere yol açabilecek bir ayrım olarak ortaya
çıkmaktadır. HADEP'in yüksek oy aldığı bölgelerde ortaya çıkarttığı tablo ise, birkaç eksiğiyle
Kürdistan haritasıdır. Faşist rejim açısından ürkütücü olan ise, bu tablonun siyasal bir harita biçimiyle
ortaya çıkıyor olmasıdır.
Türkiye Kürdistanı'na ilişkin siyasal bir haritanın ortaya çıkmış oluşu faşist rejimi sıkıştıracak
bir sonuçtur ve önümüzdeki dönemde hesaplar buna göre yapılacaktır.
DSP'nin oy aldığı bölgeler incelendiğinde, bu partinin siyasal yapısındaki değişimin sonucu
olarak diğer gerici ve faşist partilerden de oy almakla birlikte, aldığı oyları asıl olarak Türkiye'deki
geleneksel oy dağılımı içerisinde yüzde 30-35'lik sol oyların büyük bölümünün toplandığı bölgelerdir.
Şovenist milliyetçi rüzgarın bu kesim üzerinde değişik düzeylerdeki etkisi, CHP'nin dibe vurması ve
tepki oyları biçimindeki kayış, işçi emekçi hareketinin bu dönemdeki gerilik ve durgunluğu, DSP'nin
popülist söylemiyle "Karaoğlan" imajının belleklerde buluşması, Ecevit'in "ılımlı İslam" ve mezhepler
arasındaki ilişkileri yumuşatıcı bir laiklik çizgisi ile ortaya çıkışıyla hem Fetullahçılardan, hem de
devlet/Diyanet ilişkileri içerisinde bir entegrasyona girmiş Alevilerden –bir bölümü de CHP'nin
çökmesiyle mezhepsel ve kişisel çıkarların onun üzerinden geliştiremeyeceği düşüncesiyle- oy alması,
yükseliş etkenleri olarak sıralanabilir. Tabii ki, TÜSİAD ve MGK'nın hükümet ve parlamento düz-
leminde siyasal istikrarın sağlanması, devletin kitleler nezdinde sarsılan itibarının onarılması ve
önümüzdeki dönemdeki yeniden yapılanma programlarının ekonomik ve siyasal düzeyde hayata
geçirilmesi için son aylarda artan ölçüde destek verdiği partilerden birisinin, hatta birincisinin DSP
olduğunu başa yazmak gerekir.
DSP, burjuva politik anlamda dahi, örgütlenme düzeyiyle; kadrosal durumu ve ülke düzeyinde
örgütlenememiş ve politik etkisini yayamamış oluşuyla istikrarlı bir yapı kazanmış değildir. Aldığı
oylar, demografik dağılım itibarıyla Batıda toplanmaktadır. DSP, bir geçiş dönemi partisidir ve
konjonktürel etkenlere bağlı bir yükseliş sağlamıştır. Ecevitlerin kimliği ve özellikleri partinin siyasal
kimliğinden önce gelmektedir ve belirleyici durumdadır. Onu bugünkü haliyle bir geçiş dönemi partisi
yapan asıl etken devletçi popülist bir söylemle birleşen korporatist yapısıdır ki, bu, sınıf mücadelesinin
geri olduğu bir dönem ve koşullarda farklı etmenlerin birleşmesiyle ancak sınırlı bir dönem için
"güçlendirici" olabilir.
Faşist MHP'nin oylarının demografik dağılımına gelince... MHP'ye kayan oylar, diğer faşist
gerici partilerden (DYP, ANAP, Fazilet) ve yine bu partilerin potansiyel oylarındandır. Faşist MHP'nin
oylarının yoğunlaştığı bölgeler, İç Anadolu merkez olmak üzere bu bölgeyle bağlantılı bazı Karadeniz
illeri, Doğu Anadolu ve Güney'de de bazı Akdeniz illerine doğru genişleyen bir çizgidedir. Seçim
sonuçlarını önceden doğruya en yakın biçimde tahmin eden Tarhan Erdem'in araştırmasına göre,
MHP'ye verilen oyların önemli bir bölümü, 18-28 yaş arası ve '95 sonrası sandığa yazılan gençlerden
gelmektedir; bunlar köken olarak (babaları) İç Anadolu ve Karadeniz bölgesindendir.
Bu bölgeler, geçmişi itibarıyla kapitalist gelişmenin ve buna özgü yeni sınıf oluşumlarının
görece geri ve durağan olduğu kırsal bölgelerdir. Tarihsel-kültürel yapı itibarıyla gerici birikim
yoğundur, öteden beri faşist gerici partilerin oy deposu durumundadırlar. '80'lerin ortalarından itibaren
hızlanarak bu bölgelerde sosyo-ekonomik bir geçiş ve iki türlü göç yaşanmaktadır. Kırsal alandaki
çözülme, hem Türkiye'nin metropollerine doğru bir göçü ortaya çıkartmıştır, hem de bölgenin
kentlerine doğru bölge içi bir göç yaşanmaktadır. Bölge içi kentlerde küçük ve orta ölçekli bir
sanayileşme vardır. Bu zorunlu ekonomik göçün yarattığı parçalanma, bilinçsiz bir öfke ve kör bir
antikapitalist tepki oluşturmaktadır. Bu tepki ise devrimci hareketin zayıflığı ve etkisizliği nedeniyle
de, devrimci yönde değil, tarihsel gerici yapı ve kültürel şekilleniş içerisinde biçimlenmektedir.
Sınıfsal çözülme, proleterleşme süreci yavaştır. Ekonomik mücadeleye bağlı kendiliğinden bilinç
oluşumlarının gelişimi dahi çok gerilerdedir. Yarı köylü, yarı işçi, düşüncede küçük mülk
sahipliğinden kopamamış işçilerle küçük ve orta işletmelerin sahipleri, aynı kültürel ve siyasal doku
içerisinde toplanmaktadır. Bu sosyo-ekonomik ve kültürel zemin üzerinde DYP-ANAP ve geçen
seçimlerde RP'de toplanan oylar, bu partilerin hükümet süreçlerinde beklentilerini karşılamayışı,
kişisel çıkar, yiyicilik ve partisel siyasal çekişmenin en üst düzeye çıkışına duyulan tepkiyle, keza
işsizlik olgusunun büyümesi ve son krizle ekonomik koşullarının daha kötüye gitmesiyle faşist
MHP'ye doğru hızlı ve toplu bir kayış göstermiştir. Bu bölgelerde, ANAP'tan İP'ye kadar bizzat diğer
düzen partilerinin il-ilçe yönetimlerinden MHP'ye doğru toplu kopuşlar henüz seçimler öncesinde
başgöstermişti. Akdeniz Bölgesi'nde, Kürdistan'da köy yakmalar ve ekonomik yaşam koşullarının
kalmamasının sonucu olarak yaşanan göçlere bağlı olarak, gerillanın bölgedeki çıkışlarıyla da hız
kazanan Türk şovenizminin körüklenmesine dayanan bir kamplaşma yaratılmıştır. İşsizlikteki artış,
turizm vb. de çelişkilerin ekonomik alt etkenleri olarak yer almaktadır.
MHP'nin oy aldığı bölgelerin tarihsel olarak gerici sosyokültürel yapısı, faşist şoven milliyetçi
propagandaya ve faşist partinin kolay etkinlik kazanmasına hazır bir zemin oluşturuyordu. Fakat bu
salt bir MHP faaliyeti olarak da görülmemelidir. Faşist devlet eliyle, MİT, kontrgerilla, özel tim
organizasyonlarıyla bölgede yürütülen çalışma ve yaratılan örgütlenme, askerlik dönemlerinde kuşak
kuşak faşist şoven ideoloji temelinde gerçekleştirilen eğitim, asker ölülerinin artışına karşı duyulan
tepkisel öfke ve korku gibi etmenlerin önemli bir payı ve rolünün olduğu ayrıca belirtilmelidir.
Faşizmin demagojik antikapitalist bir söylemle ortaya çıkarak, Almanya dahil pek çok tarihsel
örneğini bildiğimiz, her şeyi tersten göstermesinin, sorunu beceriksiz, kişisel çıkar peşinde koşan,
ahlaksız politikacılara bağlayıp tekçi ve disipliner parti yapısını bir alternatif olarak sunma politika ve
tutumunun yeni bir örneği ile karşı karşıyayız. Bu tablonun ortaya çıkışı, bölgedeki tarihsel gerici
birikimin yoğunluğu kadar, onu parçalayacak ve bu bölgeyi de etkisi altına alacak devrimci bir
dalganın yaratılamamış oluşunda aranmalıdır. Burada da bir kez daha, Dimitrov'un işaret ettiği, tekelci
sermayenin çıkarlarının kanlı savunuculuğuyla bütünüyle karşıt olan emekçi kitlelerin istek ve
özlemleri arasındaki çelişki, faşizmin Asil topuğu ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkinin açığa çıkartılarak,
faşist demagojinin gerçek yüzünün gösterilmesi, emekçi sınıfların sınıf mücadelesi temelinde faşizm
ve sermayeye karşı örgütlenmesi önümüzdeki başlıca görev olarak durmaktadır.
Faşist MHP, yürüttüğü demagojik kampanyanın aksine emekçi kitlelere ne iş, ne de aş verebilir.
Tam tersine işbirlikçi tekelci sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarını savunan, onların gündemindeki
özelleştirme, sosyal güvenlik vb. programlarını uygulayan bir çizgi izleyecektir. Parti militanlarının
devlet kurumları aracılığıyla istihdam edilmesi, bugün destek aldığı küçük ve orta sermaye gruplarının
kredi vb. yollarla desteklenmesi gibi politikaların dahi, kriz koşullarında, kaynaklardaki daralmadan
dolayı geniş bir uygulama alanı ve olanağı bulması söz konusu olamaz. Bu çelişkinin üzerine
yürünmelidir.
Genel ve temel bir sonuç çıkartarak söylersek, bir kutbunda Türk egemen ulus şovenizminin yer
aldığı ve körüklendiği, diğer kutbunda ezilen Kürt ulusunun, ulusal hareketin önderliğinin dar bir
milliyetçi biçime büründürdüğü bir eksen oluşumunun üstüne çıkacak bir sınıf mücadelesi, "sınıfa
karşı sınıf" ekseni geliştirilmelidir.

Liberal reformizm ve oportünizmin durumu


Liberal reformist, oportünist çizgideki partilerin hiçbirisi seçimlerde hedeflediği sonucu elde
edemedi. Aldıkları oylar beklediklerinin, umduklarının bir hayli gerisinde kaldı. Liberal parlamentarist
hayallere güç kazandıracak, iştahları bu yönde kabartacak bir sonuç elde etmeyi başaramadılar.
Bu partilerin içerisinde öne çıkan –çıkartılan– ÖDP, ileri görüşlü burjuvalar açısından CHP'nin
yedeği olarak görülüp medya içerisinde de destek bulmasıyla yüzde 3'lere varan bir oy beklentisi
içerisine girdi. ÖDP, ne idüğü belirsiz bir toplumsallık sosuna bürünmüş, liberal bir demokrasinin
ötesine geçmeyen, tarz ve yöntemleriyle de burjuvaziyi rahatsız etmeyecek bir kampanya yürüttü.
Politik mesajların ve tutumların alabildiğine yumuşatıldığı bu kampanyada sınıfsal vurgudan, Kürt
sorunu gibi netameli konulardan uzak duruldu. Kürt ulusal sorununun demokratik çözümünün açık bir
şekilde savunulması bir yana, yükselen egemen ulus milliyetçiliği dalgasına, sosyal şoven mevziden
göz kırpıldı.
ÖDP'lilerin yeni siyaset anlayışı dedikleri şey, liberal reformizmin sistemi ürkütmeden yeni bir
dalga oluşturmasını sağlamaktı ki, bu politika Türkiye'de sıfırı tüketmeye doğru giden sosyal
demokrasinin yerine geçirilmek istenmektedir. Nitekim farklı düzeydeki toplumsal siyasal dinamikleri
farklı politika ve partilerle düzen içerisinde tutmakta ustalaşmış olan tekelci sermaye çevrelerinin
medyasında, birinci sayfadan değilse de sürekli haber olabilen ÖDP bu desteği de hesap ederek,
reformist yazar ve aydınlardan oluşan adaylarıyla hedef büyüttü. Gözünü sağındaki CHP'nin oylarının
bir bölümüne dikti. Eğer hayal ettiği gibi yüzde 3'ler dolayında bir oy alabilseydi –aldığı oylar yüzde
1'in altında– bu oyları, parlemantarizm zemininde iddialı bir çıkış için kullanacaktı. Alınan oylar, ÖDP
bileşenini oluşturan örgütlerin '80 öncesi dayandıkları tabanın desteğini dahi zar zor karşılar ve bunun
ötesine de pek geçilmediğini göstermektedir. Bu partinin emekçi memur hareketi içerisinde de belli
düzeyde destek bulduğu hesap edilirse, alabileceği oyların bir hayli gerilerinde kaldığı görülür. ÖDP,
CHP'nin baraja takılma sorununun ortaya çıkmasıyla buradan beklediği oyu çekmeyi başaramadı.
Seçim sonuçlarıyla birlikte değerlendirildiğinde ÖDP, beklenilenin altında da olsa politik bir
kitle temeline dayanmaktadır; bu sınıf mücadelesinin gelişme ritmine, ülkedeki politik toplumsal
kutuplaşmanın alacağı biçimlere ve CHP'deki gelişmelere göre nispeten daha az ya da biraz daha fazla
kendisini genişletme potansiyel ve olanaklarına sahiptir. O şimdiden, kendi sağındaki CHP'nin, artık
baraj sorunundan dolayı CHP'ye oy verme yükümlülüğü duymayacak olan CHP'lilerin bir bölümünün
oylarını almaya dikmiştir gözlerini.
ÖDP'nin yeni tarzdaki siyaseti, kimi biçim öğelerini öne çıkartarak, içerikteki liberal reformizmi
gizlemenin siyasetidir. Devrimci siyaseti sınıfsal temellerinden kopartıcı, şekilsizleştirici, marjinal
öğelerini ön plana çıkartıp belirsizleştirici bir hattın izlenmesidir. Bu tarz siyasetin yapılış biçimi de
sistem için kabul edilebilir yumuşatılmış biçimlerdir. Ki özellikle bugün burjuva siyaset düzleminde
propaganda edilen "Halkımız kavgayı sevmiyor" vb. biçimlerde dillendirilen politika tarzının soldaki
versiyonudur. Önümüzdeki dönemde ÖDP'de parlamentarizm ve doktriner öğelerden arındırılmış, reel
politika zeminine daha fazla girecek olan liberal reformizm güç kazanacaktır. Politik faaliyetinin temel
çizgisi, mücadeleyi sistemle çelişip çatışarak geliştirme ve kitleleri bu temelde örgütleme olmayıp
faşist legalitenin çizdiği çerçeve içerisinde sürekli onun basıncı altında liberal reformizmin,
parlamentarizmin yöntemlerine göre biçimlenecektir. ÖDP'deki gelişmeler, aynı zamanda CHP'deki
gelişmelere endekslidir. CHP'de "sol" sosyaldemokrat bir eğilim güç kazanır ve hakim hale gelirse,
ÖDP biraz daha onun solunda, aynı zamanda onunla ittifak zemininde hareket eden bir hatta olacaktır.
ÖDP'deki liberal reformist hat ve parlamentarizmin güç kazanması, reel politika zeminine daha
fazla girme, faşist legaliteye bütünüyle tabiyet, bu parti içerisinde özellikle sivil faşist harekete karşı
militan bir antifaşizm duyarlılığını tümüyle kaybetmemiş güçlerle, keza, liberal bir sosyalizm
savunuculuğunu daha sıkı sahiplenen güçlerle bir iç çelişki ve gerilime yol açabilir.
Seçimlere katılan liberal reformist, oportünist diğer partiler, –EMEP, SİP vd.– seçim
politikaları, seçimlerin sonuçlarına bağlı olarak konumları açısından ileriye doğru ya da geriye doğru
özel bir değerlendirme gerektirecek bir sonuçla çıkmış değildirler. Aldıkları oylar beklediklerinin
gerisindedir. EMEP'in birkaç yerde belediyeleri alma iddiası boşa çıkmıştır. Aldığı oylar itibarıyla da
ekonomist-reformist yasalcı bir çizgide de olsa işçi sınıfına, emekçi sınıflara dayanan bir parti
kimliğini kazandığı söyleyebilmek olanaklı değildir. Seçimlerdeki örgütsel zayıflığını ÖDP ve
HADEP'in ittifaka yanaşmamasının eleştirisiyle açıklama ve örtme çabası içerisindedir.
Atılım gazetesi çevresi, Kürt ulusal hareketinin reformist siyasetlerine bağlanan bir seçim
taktiği izledi. Seçim taktiğiyle eklektisizmi artık tümüyle siyaset tarzı olarak benimsediğinin yeni bir
örneğini de sergiledi. Atılım'da PKK'nin siyasal çözüm politikaları eleştiriliyor; öte yandan HADEP
desteklenip, birkaç yerde de HADEP listelerinden aday gösterilerek seçimlere giriliyor! Atılım'a göre
seçimlerde HADEP'in desteklenmesi taktiği "inkarcı şovenist devlet politikasına karşı bir yanıt ve
protesto". Bunun temelini oluşturan ittifak politikası da "Kürt ulusal direnişiyle işçi sınıfı hareketinin
birliğinin güçlendirilmesi" olarak belirtiliyor.
Taktiksel ittifaklar, taktiksel politikalarda –en azından temel noktalarda– çakışmayı gerektirir.
Temel çizgileri farklı partiler arasında bir yakınlaşmayı ve ittifakı doğuran ve gerekli kılan belirli bir
an ya da süreçte politikalar düzeyinde ortaya çıkan çakışmalardır. Bu yönden Atılım çevresinin ilk
söyledikleriyle –PKK'nin siyasal çözüm politikalarını eleştirmeleriyle– diğer söylediklerini –seçim
taktiğini– irdeleyelim.
Atılımcıların seçimlerde destekledikleri HADEP'in seçimlere girerken koyduğu hedefler,
kampanya sürecinde dile getirdiği politikalar, keza seçimlerden sonra yapılan açıklamalar bütünüyle
"siyasal çözüm" politikasına bağlıdır. Üstelik HADEP Kürt ulusal hareketinin "siyasal çözüm"
politikasının baş aktörü durumuna getirilmiş; "siyasal çözüm"ün geliştirilmesi, bu yönde nasıl ve hangi
hızda ilerleneceği bütünüyle HADEP'in seçimlere girip-girmemesine ve seçimlerden alacağı sonuçlara
bağlanmıştır. Atılım'ın destekleyip güç kazandırdığı siyaset, Kürt ulusal hareketinin geri sıçramalarla
derinleştirdiği reformist siyasetlerin seçimlerdeki uygulamasıdır. Seçimlerde alınan sonuçlar da
beklenilen ve istenilen düzeyde değilse de Kürt Ulusal Hareketi'nin reformist yönelimini güçlendirici
ve hızlandırıcıdır. Atılım, eklektisizmine uygun olarak "biraz ondan" "biraz bundan" politikası
izlerken genel söylemde dile getirdiği "biraz ML"yi, pratik siyaset alanında bütünüyle bir yana
bırakmakta, kuyrukçu bir oportünist siyasetle o dönemin güçlenen akımı/hareketi hangisiyse ona göre
biçim almaktadır. Atılım'ın çelişkili politikalar yürütmesi ve çelişkili durumları açıklamasında
eklektisizm öylesine kökleşmiştir ki, hemen her olay, süreç ve durumda bunu görebilmek olanaklıdır.
Atılım son sayısında (24 Nisan, sayı 13) A. Öcalan'ın İmralı'dan "siyasal çözüm"le ilgili yaptığı
açıklamaları; "PKK'nin demokratik barışçıl siyasal uzlaşma anlayışı"nı, "Türkiye'nin ülke bütünlüğü
ve bağımsızlığı temelinde barışın ve gerçek demokrasinin sağlandığı; halklarımızın barış içinde ve
özgürce birarada yaşama koşullarının yaratıldığı bir çözüm", "yapısal siyasal çözümün hayata
geçirilmesi" yönündeki istem ve çağrılarını eleştirmektedir! Tüm seçim sürecince HADEP'in izlediği
politika burada söylenenlere tam tamına uygun değil midir? Seçimi kazanan HADEP'li belediye
başkanlarının tek bir ağızdan çıkmışçasına TC'nin milli törenlerine katılma ve bayrağa saygı temelinde
verdikleri peşin uygulamalı güvence ve yaptıkları açıklamalarla Atılım'ın eleştirdiği A. Öcalan'ın
açıklamaları arasında bir çelişki, uyumsuzluk var mıdır? Kazanılan belediyeler, Kürt Ulusal
Hareketi'nin özgürlük ve bağımsızlık savaşımını güçlendiren devrimci mevziler midir, TC'nin
hükümranlığına, toprak bakımından bölünmezliğine tabi bir ulusal reformist siyasetin bu yöndeki
ilerleyişini, sisteme entegrasyonunu hızlandırmanın mevzileri midir? Atılan ilk adımlarla hangi yönde
kullanılmaktadır?
Atılım'ın seçim taktiğinin temelinde "Kürt ulusal direnişiyle işçi sınıfı hareketinin birliğinin
güçlendirilmesi" olarak açıkladığı ittifak politikası bulunmaktadır. İşçi sınıfının devrimci ittifak
siyaseti, Kürt ulusal hareketinin reformist politikalarına güç kazandırma, onların yorumcusu olma
siyaseti olamaz. Devrimci proletaryanın ittifak siyaseti, bugünkü koşullarda öncelikle Kürt ulusal
hareketinde derinleşen ve baskın olan reformist politikalara karşı devrimci proletaryanın bağımsız hattı
temelinde açık eleştirel bir tutum almayı gerektirir. Kürt ulusal hareketinde antiemperyalist dinamik
zayıflamıştır; dar milliyetçilik, emperyalistlerden Türkiye egemen sınıflarına uzanan zincirde ittifak ve
uzlaşma politikalarına, egemen ulus şoven milliyetçiliğinin daha fazla demagoji yapıp, daha fazla
güçlenmesine yol açan yanlış askeri eylem çizgisine damgasını vurmaktadır. Bu durumda hiçbir
bulanıklık ve belirsizlik, yanılsama yaratmayacak açık eleştirel bir tutum almak, ulusal hareketteki
reformist hattın derinleşmesine karşı ezilen Kürt ulusuna mensup işçi ve emekçileri uyarmak ve
örgütlemek, en başta da komünistlerin ulusal bir hareketi destekleme ya da desteklememe tutumunun
birincil koşulunun onun antiemperyalist bir nitelik taşıyıp taşımama, bu niteliğini sürdürüp
sürdürmeme olduğunu unutmamaktır devrimci proletaryanın ittifak siyaseti. Genel düzeyde bazı
eleştiriler yöneltip politikalar ve pratik süreçlerde hiçbir ayrım koymamak, üstelik ulusal hareketin
reformist politikalarının bir parçası ve ürünü olan politikalarla birlikte yürümek, körü körüne bağlılık
ve kuyrukçuluktan başka bir şey değildir. Atılım bu konuda öyle bir yere gelmiştir ki, gazetenin aynı
sayısı içerisinde dahi birbiriyle çelişen yazılar yer alabilmektedir.
PKK'nin politik taktik bir çeşitlemesinin aracı olmaktan başka neye yaramaktadır "Birleşik
Devrimci Güçler Platformu", BDGP? Ne yaptığı, ne kadar yaptığı, varlık-yokluk durumu bir yana,
PKK'nin ulusal reformist hatta pupa yelken gidişine karşı onu devrimci yönde zorlayan ne tür bir birle-
şik tutum geliştirmekte ve hangi sonuç alınmaktadır? Bu sorunun yanıtını MLKP ve BDGP'nda yer
alan diğer devrimci örgütler vermelidirler.

Sandığa gitmeme, boykot, boş oy tutumları


Sandığa gitmeyip oy kullanmayanların genel toplama oranı yüzde 13 (5 milyon) dolayındadır.
Yaklaşık 1.5 milyon kişilik de (yüzde 5) geçersiz oy bulunmaktadır. Seçimlere katılma oranı kitlelerin
birkaç ay önceki eğilimleriyle karşılaştırıldığında sandığa hiç gitmeme ve kararsızlıktan (yüzde 35)
sandığa gitme tutumu yönünde bir yükseliş olmuştur. Seçimlere katılımın düşük olma olasılığı
parlamento ve rejim krizini derinleştireceğinden medya aracılığıyla seçimlere katılmanın vatandaşlık
görevi olduğu söylenip "Vatan için oy kullan" sloganlarıyla çağrı yapıldı. Katılımın artışında daha
fazla rol oynayan ise yerel seçimlerin genel seçimlerle birlikte yapılması, yerel seçimlerin katılımı
artırıcı bir etken olarak ortaya çıkışıdır. Yerel seçimler, sandığa gitmeme yönündeki eğilimi gitme
yönünde etkilemiştir. Birçok yerde belediyeleri kimin alacağının belirsizliği, partiye değil adaya oy
verme, RP'li belediyelerle kutuplaşma ekseninin oluşturulması gibi etmenler –iki taraftan da– katılım
yüzdesini artırmıştır. Ve bu genel ve yerel seçimlerde, öncekilerden farklı olarak apayrı, hatta zıt
denebilecek bir oy dağılımı olmuştur. CHP'nin yüzde 10 barajını aşma sorununun ortaya çıkması, FP,
MHP gibi partilerin kitle tabanlarını organize ederek sandığa götürmeleri, HADEP'in seçmen kütüğüne
yazılım kampanyalarıyla daha baştan kendi cephesinden işi sıkı tutması vb. etmenler katılımı
artırmıştır.
Sandığa gitmeme ve kararsızlar kitlesinin bir bölümünün eğilimi, seçim günü yaklaştıkça,
önceki seçimlerde de olduğu gibi bir partiye oy verme yönünde değişmiştir. Değişimin seçimlere
katılmama ve kararsızlarda artış yönünde değil, sandığa gitme yönünde olması, parlamenter sistemden
kopuş eğiliminin henüz zayıf olmasının bir sonucudur. Sandığa gitmeme ve geçersiz oyların toplamı
yüzde 18 dolayındadır. Bunların bir bölümü de politik bir nedene bağlı değildir. Bir bölümü
halihazırdaki egemen sınıf partilerinin herhangi birini şu ya da bu nedenle desteklememe, protesto
etme düşüncesindedir. Bir bölümü de parlamentarizm ve düzen karşıtlığı görüş ve eğilimi
yansıtmaktadır. Geçersiz oyların bir bölümünü her seçimde rastlanan yanlışlık sonucu geçersizleşen
oylar olarak kabul etsek bile, geçersiz, boş oy verme sayısında göreli bir artış olmuştur. Sandığa
gitmeme ve geçersiz oy verme nedenlerini bütünüyle birbirinden ayırabilmek ve sağlıklı bir
çözümleme yapabilmek için yeterli veriler bulunmamaktadır.
Kullanılan oyların azımsanmayacak bir bölümü ise kerhen, yan bazı etkenlere bağlı olarak
verilen oylardır. Partizan oyların, bir partinin program ve politikalarının tam destekçisi olarak
kullanılan oyların oranında genel bir düşüş bulunmaktadır. Bununla bağlantılı gözden kaçırılmaması
gereken bir diğer sonuç ise, kitle tercihlerinin egemen sınıf partileri arasındaki değişiminde
aralarındaki ayrımların azalmış olması, belirli bir tepki ve hoşnutsuzluğa bağlı olarak ortaya çıkan
tercih değişikliklerinin nüanslara bağlı olarak şekillenmesine, yanı sıra da sistem partileri arasında
tercih olanak ve sınırlarının daralmasına işaret etmektedir. Bu ardı sıra son tercihlerin de
kullanılmasıyla bir kopuş eğilimine yol açabilir. "Merkez" partilerinin zayıflaması ve oyların "uç"lara
doğru kaymasından egemen sınıflar cephesinden duyulan kaygı ve bunun rejimi istikrarsızlaştırıcı bir
unsur olarak görülmesinin başlıca nedenlerinden birisi; siyasetin, parti yapılarının yeniden
yapılandırılmasını, rejimin dayandığı politik-hukuksal (anayasal) temellerin değiştirilmesini tartıştıran
da budur.
TKP(ML) gibi örgütlerin bütün zamanlar için geçerli bir "taktik" olarak uyguladıkları boykot
taktiğinin geçersizliği, kitlelerin seçimlere katılım oranlarıyla da görülmektedir. Tarihsel bakımdan
ömrünü doldurmuş olmasına karşın siyasal bakımdan ömrünü doldurmamış burjuva parlamentosunu,
kitle hareketinin onu aşacak, alternatif örgütsel kurumlar ortaya çıkartacak düzeydeki bir yükselişinin
dahi olmadığı koşullarda boykot, politik bir tutum olarak kitlelere sırt çevirmekten başka bir anlam
ifade etmemektedir.
Seçim taktiğimizin temelini oluşturan "Düzen partilerine oy yok" ise alternatif devrimci
sosyalist adayların olmadığı koşullarda bir ayağı topal yarım bir taktik olarak ancak
uygulanabilmektedir. Devrimci sosyalist adayların alternatif bir programla ortaya çıkıp düzen
partilerinin karşılarına dikilmesinin gerçekleştirilememesi, devrimci sosyalist ajitasyon ve
propagandayı zayıflatmaktadır. Seçim dönemlerinde daha etkin bir devrimci çalışma ve alternatif
geliştirilmesi için devrimci sosyalist adaylar çıkartacak güçleri ve koşulları yaratmalıyız.
Öte yandan sadece seçim dönemleriyle sınırlı olmayan, fakat böylesi dönemlerde kendisini daha
belirgin olarak açığa vuran devrimci komünist alternatifin burjuva partilerine ve sisteme karşı ülke
düzeyinde ve bütün alanlarda etkin ve büyük güçlerle ve sınıf içerisinden çıkış alınarak
konulamamasıdır ki, bu büyüyen bir sorun ve handikap yaratmaktadır. Önümüzdeki dönemin sınıf
mücadelesinin devrim ve karşıdevrim arasındaki daha keskin ve çatışmalı süreçlerine mutlaka ve
mutlaka işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflarla köklü ve genişleyen bağları olan, mücadeleyi bu
zeminden yükselten bir hareket olarak girmeliyiz. Siyasal mücadelenin genişleyen zemini ve büyüyen
sorunları karşısında küçük bir güçle etkin bir politik mücadele yürütülemez. Niteliksel yetkinleşmeyle
birlikte sayısal olarak güçlerin büyütülmesi, siyasal sınıf mücadelesi içerisinde etkin ve dönüştürücü
bir rol oynayabilmenin de koşuludur. Devrimci sosyalist politikalar, kitlelere maledilmelidir.
REJİM KRİZİ VE KRİZ YÖNETİMİ
Hükümet, Parlamento, rejim krizi...
Sistem seçimlerle hükümet, parlamento, rejim krizini çözmüş müdür? Türkiye'deki rejim
krizinin bir yüze vuruşu olan "başörtü krizi"nin Meclis'in daha açılışında patlaması sorunun hemen
yanıtlanmasını kolaylaştırmaktadır. Rejimin siyasal yapılanmasının sorunu olarak simgesel düzeyde
öne çıkan "başörtü krizi", halihazırdaki parlamento yapısı içerisinde güçlerin iki taraflı
mevzilenişinde, sadece parlamentoyla sınırlı kalmayacak bir yüksek gerilimin varlığını göstermektedir.
Bir tarafta "laiklik", "çağdaş yaşam biçimi", diğer tarafta siyasal İslamın çeşitli ritüelleriyle ifade
edilen çelişkiler tarihsel-siyasal sosyal kökleri olan bir sorun olduğu gibi, rejimin gelecekteki siyasal,
sosyal ve kültürel biçimlenmesine ilişkin olarak öncü misyonunu TÜSİAD'ın üstlendiği tekelci
sermaye grubuyla küçük ve orta sermaye gruplarının bir kesiminin de desteğini almış tekelcileşmiş
yükselen İslami sermaye grupları arasındaki çelişkilerin politik yapıdaki yüze vuruşudur. İkinci
kesimin politik düzeydeki açık temsilcilerinin ötesinde bir çevresel güce sahip olmaları (parlamento içi
ve dışında) nedeniyle daha şimdiden birincilerin devletin parlamento dışı diğer kurumlarındaki
güçlerini de hareketlendirerek metazori yöntemlerle sorunu çözmeye yönelmeleri, parlamentonun
siyasal sistem içerisinde atfedilen yetkiye göre değil sınırlandırılmış biçimiyle hareket edeceğini bir
kez daha göstermektedir ki, bu parlamento ve onun temelindeki rejim krizinin baştan ilanı ve
kabulüdür. Kimi zaman üstü küllendirilen, geriye çekilen, uzlaşma noktaları bulunan, yer yer de
harlandırılan, gerilim unsuru olarak varlığını daha uzun süre koruyacak olan bir çelişkidir bu. Seçimler
sonucu ortaya çıkan parlamentonun bileşiminde bu çelişkiyi açık ve örtük besleyici öğeler öncekine
göre daha fazladır.*1
Seçimlerle FP, 28 Şubat konseptinin öngördüğü doğrultuda yüzde 15'lere doğru geriletilmiştir.
Keza 'merkez sağ'daki partilerin birleştirilmesinde önü tıkayıcı olarak görülen T. Çiller'in konumu
sarsılmıştır. Bunlar siyasal yapılanmada hedeflenene uygun yöndeki gelişmeler olarak
değerlendirilebilir. MHP'nin konjonktürel bir sıçrayışla beklenilenin ötesindeki yükselişi, CHP'nin
ters yönde parlamentoya giremeyecek düzeydeki gerileyişi, ANAP'taki düşüş ise siyasal yapılanmanın
istenilen şekilde dizaynını güçleştiren, yeni sorun ve engeller ortaya çıkarmıştır. Bu durum, parlamento
içi ve dışı bir dizi yeni kombinasyonu gerektiren çeşitli gelişmelere açık, istikrarsızlık unsurlarının
varlığını göstermektedir.
Seçimlerde en yüksek oy alan partinin oyları yüzde 22'dir. Ki bu da konjonktürel etkenlerin de
desteği alınarak, medya vb.nin özel şişirmesiyle sağlanabilmiş bir sonuçtur. Burjuva siyasal yapılarda
rejimin temelini oluşturan ilkelerin ana partiler tarafından yansıtılması ve bunların mutlak bir
çoğunluk durumunda olmaları sistemin istikrarının göstergesi, yansıma ve güvencesidir. Bu noktadan
bakıldığında sistemin ana partilerindeki gerileyiş, oyların tepki oyları biçimindeki kitlesel
değişkenliği, parti yapılarında ortaya çıkan zayıflık, parlamento ve rejim krizinin göstergeleridir.
Hükümet, parlamento ve rejim cephesinden seçimlerin, sorun yaratıcı bir başka sonucu CHP'nin
yüzde 10 barajını aşamaması olmuştur. TÜSİAD çevreleri ve tekelci medyanın köşe yazarlarınca
seçimlerin öncesinde görülüp ne gibi sonuçlar yaratacağını tam olarak hesap edememenin endişesiyle
CHP'ye destek verilerek önlenmeye çalışılan bu sonuç, hem burjuva parlamenter yapının iç dengeleri,
hem de bütünüyle parlamentoda toplanıp yedeklenemeyen ülkedeki siyasal-toplumsal güç dengelerinin
bütününde yaratacağı etkilerle egemen sınıflar cephesinden tehlikeli 'bilinemezlikler' oluşturmaktadır.
(Bunun küçük bir örneği, Meclis'teki bileşimin 'türban krizi'nde sergiledikleri tutumda ortaya çıktı.
Kuşkusuz asıl endişe, kitlesel sol muhalefetin CHP aracılığıyla parlamentoya ve sisteme
yedeklenmesinde ortaya çıkan boşluktan; DSP'nin yapısı gereği bunu bütünüyle gerçekleştirmekten
uzak oluşundandır.)
Parlamento seçimlerinde konulan yüzde 10 barajı, parlamento ve hükümet içerisinde istikrarlı,
mutlak çoğunluğa dayalı bir sistemin yerleştirilmesini öngörüyordu. Fakat Türkiye'deki siyasal-
toplumsal dengelerin bütünü içerisinde önemli bir işleve sahip olan CHP gibi bir partinin baraja
takılması sistem açısından ciddi bir handikap oluşturmaktadır. Bu sadece CHP'nin böylesi bir sonuçla
karşı karşıya kalmasının gösterdiği bir sonuç değildir; rejimin toplumsal temellerindeki daralmaya

1* Nitekim çok geçmeden, MGK'nın bu kez Fethullah Gülen'in üzerine gitmesi, Fethullahçılar tarikatıyla karmaşık oy-siyasi rant
ilişkisi içerisindeki hükümet partileriyle "hafif bir sürtüşme" çıkmasına neden olmuş, MGK, "ilkesiz ve beceriksiz" politikacılarının kendileri
için hassas olan bu konuda da gönülsüz desteğini almakta pek zorlanmamıştır.
bağlı olarak öncesinde de toplumsal bir temele dayanan siyasal güçlerin bir şekilde parlamentoya ya
da Dernekler Yasası, Sendikalar Yasası, partilerin gençlik örgütlenmeleri kurabilmeleri gibi '82
Anayasası'nda yapılacak değişikliklerle burjuva siyaset zeminine çekilmeleri, seçim barajının yüzde 5,
yüzde 8'e düşürülmesi tartışmaları vardı. Ortaya çıkan sonuçlarla birlikte sorun bu cepheden
kritikleşmiş ve şiddetlenmiştir. Yüzde 15 dolayında oy alan CHP, HADEP vd. partilere parlamentoda
temsil olanağı tanınmamaktadır. Toplam seçmen sayısı içerisinde seçimlere katılmayanlar yüzde 13,
seçimlere katılıp da çeşitli nedenlerle oyları geçersiz, boş oy olan yüzde 5'le birlikte desteklediği
partiye parlamentoda temsil olanağı verilmeyenler yüzde 30'un üzerinde bir toplama ulaşmaktadır.
Bunların bir bölümünün farklı etkenlere bağlı olduğunu düşünsek dahi, sol toplumsal muhalefetin
bütünüyle parlamento dışından gelişmesi gibi bir sonucu, –rejim açısından bir tehdidi– ortaya
çıkartmıştır ki, sistem için bu da bir handikap oluşturmaktadır, MHP'nin güç kazanması ve soldaki
kitlelerde militan antifaşist mücadele deneyim ve duyarlılığının varlığı, emekçi sınıfların
mücadelesinin keskinleşme koşulları vb. egemen sınıfları hem baskı yoluyla, hem de bu dinamikleri
sistem ve parlamento içerisine çekerek reformize etmenin yolları üzerine iki yönden de tedbir almaya,
siyasal yapıda bazı değişiklikler yapmaya yöneltecektir.
Seçim sonuçlarına bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer istikrarsızlık etkeni egemen sınıf
partilerinden herhangi birisinin –tekelci sermayenin ana partilerinden birisinin– seçimlerde salt
çoğunluk elde edememesidir; önümüzdeki dönemin de koalisyonlar ve koalisyonu oluşturan partiler
arasındaki iç dengelerin kurulması sorunlarının burjuvazinin acil gündem maddesini oluşturan kimi
konularında yol açacağı geciktiricilik gibi sonuçları olacaktır. Halihazırdaki parlamentonun partiler
bileşimi içerisinde koalisyonun seçenekleri sınırlıdır. Fazilet'in pasifize edilmesi ve
marjinalleştirilmesi, Çiller'in tasfiyesi, sağda güçlü bir merkez partisi oluşturmak için operasyonel
girişimler vb. koalisyon olanaklarını ve ona süreklilik kazandırılmasını güçleştirmektedir. Sonuçta
seçimlerle sağlanamayan parlamento içi operasyonlarla, faşist yargı kılıcının çalıştırılmasıyla elde
edilecektir! Hükümet sorununda seçeneklerin sınırlılığı ve asıl olarak da 'sol'dan bir tamponun
eksikliği özellikle sınıf mücadelesinin gelişmesi koşullarında kriz öğelerini büyütecektir.
Egemen sınıflar mevcudun içerisinde amaçlarına en uygun olanı, her birini diğerinin bekçisi
kılarak, her birinin kendi programlarına en fazla yanıt verebileceği şekilde mevzilendirerek (bakanlık
dağılımları vb.) dizayn ediyorlar. Seçimlerden hedeflenen biçimiyle DSP-ANAP merkezli, duruma
göre CHP'nin ya da MHP'nin üçüncü yedek parti olarak katılacağı bir koalisyon olanağı doğmadı.
Bunlardan ikincisinin yer değişikliğiyle DSP-MHP-ANAP örgütlenmesinin kimi çelişik öğelere karşın
tekelci sermayenin (Koçlar, Sabancılar tarafından da telaffuz edilen) öne çıkan tercihini
oluşturduğunu ve bunun yolunun döşendiğini görüyoruz. DSP-MHP-ANAP hükümeti, faşist
korporatif bir hükümet biçimi olarak ortaya çıkmaktadır ki, sermayenin programının acil gündem
maddesini oluşturan kimi sorunlarının çözümünü hızlandıracak, öte yandan korporotizmine karşın
çelişkileri daha açık hale getirip keskinleştirecektir.
Egemen sınıflar son seçimlerden parlamento ve hükümet krizlerini çözecek bir sonuçla
çıkamamışlardır. Hükümet ve parlamento krizlerinin daha temelde bir rejim krizine bağlı olarak
gelişmesi, rejim krizini devletin yeniden yapılandırılmasından siyasal toplumsal dengelerin yeniden
oturtulmasına kadar uzanan geniş bir zeminde, birçok bağlantıyı içerir niteliği, bu çelişkilerin
çözümünü daha da güçleştirmektedir. Faşist diktatörlüğün yapılanması içerisinde parlamento ve
hükümetlerin rolü sınırlandırılmıştır. İç ve dış politikanın tüm temel sorunlarında olduğu gibi güncel
konularda da inisiyatif MGK, Kriz Yönetim Merkezi'ndedir. TÜSİAD-MGK çizgisinin yeni bir
anayasal çerçevenin biçimlendirilmesi için devreye soktukları 28 Şubat kararları ve süreci işlemeye
devam etmektedir. Çeşitli düzeylerdeki karşı dirence karşın faşist yargı kurumlarının, üniversite
yönetimlerinin, kimi 'sivil toplum' örgütlerinin de desteğini almış olarak süreci belirleyip
biçimlendirmektedir.
Ekonomiye ilişkin temel kararlar da hükümet vb. krizlerden fazla etkilenmeyecek kurumsal
düzenlemelerle alınıp, uygulanmaktadır. Genel olarak iç ve dış politikanın, ekonomik programların
temel hatları belirlenmiştir ve 'devlet politikası' düzlemine çıkartılmıştır. MGK inisiyatifi, politik sü-
reçten bağımsızlaştırılmış ekonomik karar mekanizmalarının oluşturulması, öte yandan egemen sınıf
partilerinin programlarının yakınlaşıp temel konularda aynılaşması, hükümet ve parlamentoda ortaya
çıkan çelişkiler ve krizlerin, sistemde yıkıcı bir tahribata yol açmasını sınırlandırmanın önlemleridir.
Faşist diktatörlüğün işbirlikçi tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda siyasal ve iktisadi
yapılanmada, kararlarda, bu en üst düzeydeki merkezileşmesi, egemen sınıfların cephesinden, kısa-
orta vadede işlerini daha kolaylaştırıcı sonuçlara yol açsa da, birikegelmiş sorunlarla birlikte siyasal
toplumsal çelişkilerin daha büyümesine ve derinleşmesine doğru gidecektir. Bundan duyulan kaygı ve
bu yöndeki gelişimi önleyebilmek için –burjuva demokratik bir siyasal yapılanma ve siyasal toplumsal
dengelerin onun içerisinde oturtulması olamayacağına göre– ülke koşullarına uygun tepedeki
MGK'nın, fiilen uygulamaya sokulmuş yarı başkanlık sisteminin, faşist yargı kurumları, üniversite
yönetimleriyle çevrelenmiş, aynı doğrultudaki siyasal partilerden ESK'ya, şu ya da bu politika
doğrultusunda tercihe yöneltilip yedeklenen irili ufaklı kitle örgütlerine uzanan 'sol' ve sağı esnek bir
korporativizm temelinde birleştirmeyi amaçlayan bir örgütlenme modeli devreye sokulmak
istenmektedir. Mevcut politik koşullar, içteki ve dıştaki durum, MGK inisiyatifli bu tür mekanizma ve
örgütlenmelerin devreye sokulması için etkili bir manipülasyon alanı ve olanağı sağlamaktadır.
Emekçi sınıfların mücadelesinin istikrarlı ve kararlı bir yükselişi bunu aşağıdan yukarıya
parçalayabilir, sadece ve sadece o, hiçbir yanılsamaya yer bırakmayacak, manipülasyon olanaklarını
ortadan kaldıracak şekilde sınıfa karşı sınıf tutumuyla, devrim ve karşıdevrim eksenlerini net bir
biçimde açığa çıkartabilir.

Boşluğu kim dolduruyor?


İstikrarsızlıktan, hükümet ve parlamento krizlerinden kim yararlanacaktır? Seçimler, faşist
MGK'nın fonksiyonlarının daha geriye çekileceği bir sonuç yaratmadığı gibi onu artıran yeni öğeler
ortaya çıkarmıştır. Meclis'teki türban krizi de bunun ilk dışavurumudur. Siyasal süreç, diğer faşist
devlet kurumları da aynı yönde harekete geçirilerek 28 Şubat kararları doğrultusunda dizayn
edilmektedir. Kürt ulusal hareketi ve bir rejim sorunu olarak keskinleşen siyasal İslam, gericilik ile
olan çelişkilerin 28 Şubat kararlarında çizilen çerçeve doğrultusunda çözümü, bunu kabul etme
çizgisine çekilmeler için sistematik bir baskı ve onu tamamlayan diğer yöntemler devreye sokulup
uygulanmaktadır. Doğada olduğu gibi siyasal alanda da bir boşluğun olması olanaksızdır ve kaotik
durumlarda ona en yakın, hazır ve örgütlü olan güç tarafından doldurulacaktır. Komünist ve
devrimcilerin, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin etkin maddi güçler olarak siyasal süreçte belirleyici
olabilme, kendilerine alan açma ve güçlü bir basınç yaratma durumları bugün için bulunmamaktadır.
(Komünist ve devrimci örgütlerin varlıkları, yok edilemez bir temele dayanıyor ve bugün gerilemiş de
olsa bir mücadele sürekliliği sağlamış oluşları, kitle mücadelesinin gelişme zemininin varlığı sıçrama
potansiyeline sahip bir güç oluşturmaktadır.) Kürt ulusal hareketinin gerileyişi, mevzi kaybı, ulusal
reformist bir hatta ilerleniyor oluşu bu cepheden de devrimci bir saldırı örgütleme, karşı bir basınç
yaratma ve alanı genişletme olanağını kaybettirmektedir. Tarihsel ve geleceğe dönük olarak siyasal
rejimin nasıl biçimleneceği sorunu olarak keskinleşen, tekelci sermaye grupları arasında (orta ve
küçük kapitalistlerin de yedeklendiği) ortaya çıkan çatışmada TÜSİAD/MGK tarafı, FP'de, tarikatlarda
temsil olunan İslami tekelci sermayeye karşı operasyonel saldırıyı genişletmektedir.
Seçimlerin en önemli sonucu, şu ya da bu partinin aldığı oyların ötesinde faşist MGK'nın tüm
konjonktürel etmenleri de kendi lehine kullanarak, krizlerin, kaotik durumların ortaya çıkarttığı her
boşluğu doldurarak siyasal toplumsal desteğini artırmış olmasıdır. Faşist MGK ve ordu, hükümet ve
parlamento krizleri ve doğan boşluktan en fazla yararlanan güç olarak "sorun çözücü", "yıpranmamış",
"rüşvet ve talana bulaşmamış", "modern" vb. medya propagandası ve desteğiyle değişik tonlarda
milliyetçi ritüellerin daha çok geçer akçe haline gelmesiyle, devletin diğer merkezi kurumlarını yanına
çekerek ve güç tehdidini kullanarak geniş bir alanda hareket kabiliyetine ulaşıp siyasal sürecin baş
aktörü konumuna çıkmıştır.
Bugün Türkiye'deki faşist diktatörlük yarı askeri bir karakterdedir. Fakat iktidarın siyasal
yapılanışını sadece bu çerçevede tanımlamak yeterli olmayacaktır; iç ve dış konjonktürel etmenler –
içte siyasal rejimin yeniden yapılanma sorunu, dışta geleneksel askeri faşist diktatörlüklerin yol açtığı
istikrarsızlıkların emperyalist mali sermaye ve uluslararası tekellerin, özellikle para sermayenin
hareketini geciktirmesi, riske sokmama gibi nedenlerle– askeri faşist diktatörlüklerin eski tipte
örgütlenmesi bu dönemde geçerlilik taşımamaktadır. MGK için olduğu gibi anayasal statüsünü
güçlendirmek, egemen sınıfların iktisadi, siyasi, askeri, hukuksal, ideo-kültürel aygıtlarının en üst
düzeydeki kurumları arasında yeni bir oligarşik ilişkiler sistemi, kurumlaşması oluşturmak, mevcut
çelişkilerin durumuna göre de değişebilen eksenle belirlenip siyasal toplumsal desteklerin
oluşturulması, "sivil toplum örgütleri"nin oluşan eksenlere göre kitlelerin mevzilendirilmesinde
kullanılması. En demokratik kapitalist ülkelerde dahi kurumların rol ve işlevlerinin
gerçekleştirilişinde, geleneksel yapı ve politik öncelik farklarıyla birlikte devletin piramitsel bir
örgütlenme modeli olarak çıkmaktadır bu karşımıza. Alabildiğine dikey ve merkezi, tabanındaysa
federal ve özerkliği içeren yapılarla, belediyelere, yerel yönetimlere verilen rolle, "sivil toplum
örgütleri"nin bütünleyici, –bazen dolayımlı– mevzilendirilmesiyle alabildiğine geniş bir örgütlenme
modelidir bu. Kuşkusuz bu modelin her ülkedeki örgütlenişi, tarihsel, ekonomik, siyasal, sosyal,
kültürel farklara ve içerisinden geçilen konjonktüre göre bir ve aynı değildir. Keza bileşenlerinin
genişliğinin, dikeylik ve yataylığının ortaya çıkarttığı sorun ve çelişkilerin çözümü ve iç esneme
katsayısı da farklıdır. Bunları askeri faşizm, faşist diktatörlük algılamalarının –öte yandan burjuva
demokrasisine ilişkin algılamaların– alışagelmişin ötesinde kavranılması için söylüyoruz. 28 Şubat
sürecinde MGK ve Genelkurmay'ın politikayı yürütme biçiminde, çok yönlü bir kurumsal destek,
medyanın etkin bir şekilde kullanılması ve toplumsal çeperler yaratarak ilerlemesini, önümüzdeki
dönemin siyasal yapılanmasına ilişkin TÜSİAD tarafından stratejik düzeyde ifade edilen görüşlerde,
devletin yeniden yapılandırılması ve siyasal toplumsal eksen ve doğrultuların ortaya konulusunda bu
türden örgütlenmenin eksen ve biçimlerini görebiliriz. Bu derinlemesine görüldüğü ölçüde de egemen
sınıfların şu ya da bu politikasına yedeklenen, devletin yeniden yapılandırılması sürecinde geliştirilen
modelin şu ya da bu parçasına eklemlenen liberal oportünist, reformist avanaklarla da aramızdaki
ayrımın net olarak çizilmesini kolaylaştıracaktır.
Seçimler, siyasal partiler, parlamento ve hükümet krizlerinin çözümü yönünden bir sonuç
yaratmamıştır. (TÜSİAD çevreleri, siyasal yapının oturması için bir, hatta iki seçim daha geçmesi
gerekir, demektedirler) İç ve dış politikanın ağırlaşan sorunları ve hedefleri karşısında boşluğun MGK
tarafından doldurulması ise, kimi çözümleri pratikleştirmesine karşın şiddetlenebilecek bir rejim
krizinin aynı zamanda besleyici etkenidir. Siyasal rejim krizi, birikegelmiş ve kronikleşmiş sorunlar
üzerinde yükselmekte, geleceğin biçimlendirilmesi sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Sadece siyasal
partiler, parlamento ve hükümet sorunu çerçevesiyle sınırlı değildir, siyasal toplumsal dengelerin
yeniden kurulması ve oturtulması sorunudur. Bu sorunların MGK inisiyatifiyle yukarıdan aşağıya
(Aydınlıkçı hainlerin de alkışlarıyla), zora dayalı, bıçkı makinelerinin çalıştırılmasıyla çözüm biçimi,
mevzi kazansa da ilerleyen süreçte daha büyük sorunların ve çelişkilerin ortaya çıkışına yol açacaktır.
İçteki sorun ve çelişkilerin yanı sıra emperyalizmin; mali sermaye ve uluslararası tekellerin neo-liberal
iktisadi politikalarına uygun bir siyasi yapının oluşturulması yönündeki baskısıyla birlikte, sorunların
ele alınışında egemen sınıfların ve politik temsilcilerinin arasında yaklaşım ve yöntem farklılıkları
bulunmaktadır. Yargıtay C. Başsavcısı Vural Savaş'ın HADEP'in kapatılması yönündeki ısrarına
karşın isteminin Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmesi, ardından Anayasa Mahkemesi
Başkanı'nın anayasal bir değişiklik yapılması; '82 Anayasası'nda getirilen pek çok kısıtlamanın
(düşünce özgürlüğü, Siyasi Partiler Yasası, Sendikalar Yasası, partilerin gençlik örgütleri
kurabilmesi vb.) kaldırılmasının şart olduğunu söyleyen konuşması...
Önümüzdeki dönemde siyasal yapının yeni bir dengeye kavuşturulması için siyasal-hukuksal
(anayasal) tartışma genişleyecektir. TÜSİAD'ın 2000'li yıllara ilişkin öngörü ve stratejileri de, faşist
MGK'nın 28 Şubat kararları doğrultusunda 'hizaya getirme' bıçkı makinesiyle düzenleme çalışmaları
da aynı hedefe yöneliktir.
Egemen sınıflar, faşist ve gerici güçleri, siyasal toplumsal tarihsel, içteki ve dıştaki pek çok
etkenin zorladığı bu değişiklikleri, komünist ve devrimci güçleri, Kürt ulusal devrimci güçlerini, işçi
ve diğer emekçi sınıfların sınıfsal siyasal hareketini darbeleyip dağıtıp paralize ederek, reformize
ederek, istedikleri biçimde ve alabildiğine sınırlandırarak gerçekleştirmek istiyorlar. Bu koşullarda
sorun, nerede durulacağı, mücadelemizin siyasal strateji, taktik ve hedeflerinin neler olacağı, devrimci
alternatifin hangi zeminde geliştirileceği olmaktadır. Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın konuşmalarını,
TÜSİAD önermelerini alkışlayan Ufuk Uraslar, Kürt yurtseverleri, keza PKK Genel Başkanı
Abdullah Öcalan tarafından ifade edilen görüşlerle Kürt kimliğinin tanınıp dolayımlı biçimlerle de
olsa politika yapma olanağının sağlanması karşılığında devletin yeniden yapılandırılması
politikalarına, Türkiye devletinin büyümesine katkı yapılacağının söylenip bunların Türkiye egemen
sınıflarının, politik iradeyi elinde tutan Genelkurmay'ı 'barış'a ikna etmek için ileri sürülmesi (A.
Öcalan'ın savunmasının çerçevesinin de bu olacağı anlaşılıyor) ya da DHKP/C'nin yaptığı gibi
TÜSİAD Anayasası'na karşı anayasal bir program çerçevesinde mücadeleyi yürütmek (metnin içeriği
devrimci demokratik bile olsa alternatifin bu şekilde ortaya konuluşu onu siyasal hukuksal bir
çerçeveye doğru daraltmaktır), Emek Partisi'nin her konuya damgasını vuran siyasetteki ekonomizmi
ve bunların kuyruğuna takılan diğerleri... sisteme, onun siyasal yapılanma politikalarına entegre olan
bu oportünist reformist politikalar, nerede durulmaması gerektiğini ve özgürlük, demokrasi, sosyalizm
savaşımın bütünüyle karşıt yöndeki hareketinin anlamını, komünistlerin, devrimci demokrasinin halkçı
güçlerinin, Kürt ulusal kurtuluş devrimcilerinin hangi bayrağı yükseltmeleri gerektiğini
göstermektedir.
İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların mücadelesindeki durgunluk ve gerileme, devrimci
örgütlerin etkili bir faaliyet düzeyine çıkamayışları, Kürt ulusal devrimci hareketindeki gerileyiş ve
ulusal reformist hat yönündeki kırılmalara bağlı olarak dikkatlerin egemen sınıflar arasındaki
çelişkilerde toplanması, çelişkilerin abartılması ve politikayı bu zeminde yapma, egemen sınıflar
arasındaki çelişkilerin ortaya çıkartacağı sonuçlara bel bağlanması tutumları güç kazanabilecektir. 'En',
'daha' gibi etmenlere bağlı olarak politika yapmanın örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştır. PKK
düşünce sistematiğinin, seçimler sonrası değerlendirmeleri ve getirdikleri önerilerde politik kırılmayı
nereye vardırdıklarını, savrulmanın aldığı biçimi ayrı bir yazıda değerlendirdik. Kürt yurtseverlerinin
olsun, ÖDP'li Ufuk Uras'ın olsun Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın 'çıkış'ına alkış çalmaları da hemen
eklenebilir bir başka örnektir. Özgür Bakış'ta seçimler sonrasında yer alan çeşitli yazılarda da
gelişmelerin 'faşizm tırmanıyor' çerçevesi içerisinde değerlendirilmesi (Ragıp Zarakolu), 'CHP ve
ÖDP'nin sol liberal bir muhalefet hattı oluşturmaları', 'hükümetin, dedikleri gibi DSP sol, ANAP
liberal, Fazilet demokrasi yanlısı ise onlar tarafından kurulması' (Haluk Gerger) gibi görüş ve
öneriler ileri sürülmektedir.
Bu tür görüşler Kürt ulusal hareketine taktiksel bir zemin açmanın ötesinde -revizyonist
görüşlerden gelip Kürt ulusal hareketine yakınlık duyan aydınların bireysel görüşleri olmanın da
ötesinde-, stratejik politik kırılmanın seçimler sonrasındaki kırılmayı daha da derinleştiren yeni
taktikleri olarak görülmelidir. Faşizmin tanımından egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin ele alınışına
çeşitli biçimleri '70'li yıllardaki faşizm tartışmalarında ileri sürülen revizyonist oportünist görüşlerin
bugünün koşulları içerisinde yeniden hortlatılmasının biçimleridir bunlar. Başta belirttiğimiz etkenlere
de bağlı olarak, özgüven/kendi gücüne güven (devrimci hareketin, emekçi sınıfların potansiyel ve
dinamiklerine güven) zayıflamasıyla politik ve örgütsel düzeyde tasfiyeci kırılmanın örnekleriyle de
daha sık karşı karşıya geleceğiz.

Bağımsız sınıf politikasını geliştirmek


Türkiye'de bir rejim krizi, devletin yeniden yapılandırılması sorunu bulunmaktadır. Bu sorun,
emperyalist kapitalizmin günümüzdeki ekonomik politik yönelimleriyle, Türkiye kapitalizminin
gelişme düzeyiyle, bir dizi siyasal tarihsel toplumsal etkenle, sınıf mücadelesinin gelişme, süreç ve
biçimleriyle birbirini etkileyen etkenlerin toplam bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Oluşan yumaklanma sistemin çözüm dinamiklerinin hareketini güçleştirdiği gibi, temeldeki
ekonomik krizin, kaynakların paylaşımını sınırlandırması, emekçi sınıflar mücadelesinin sıçramalı
gelişmesi olasılığına zemin oluşturması gibi etkenler de ek basınç unsurlarıdır. Parlamento, MGK,
Cumhurbaşkanlığı, hükümet denge ve bileşimleri, partiler, egemen sınıf klikleri içerisinde politik
gerilimin nesneleri olmaya devam edecektir. Bu koşulların içerisinde az çok önem taşıyan her sorun ve
çelişki, sadece parlamenter sistemin sınırları içerisinde kalınarak çözülmeyecektir ve çözülemez. Son
dönemlerde örneklerini gördüğümüz gibi, oyunun aktörleri ellerindeki bütün kartları şu ya da bu
şekilde kullanarak oynayacaklardır oyunu. Gerilim konusu olan konularda ortaya çıkan eksenlere göre
güçleri etkileyip peşleri sıra mevzilendirmek, medyanın etkin kullanımı ve manipülatif yöntemlerle
kitleleri kendi davalarının peşinden sürüklemek, 'sivil toplum örgütleri' denen örgütlerin buna göre
biçimlendirilmesi de etkin vuruş sağlamak için hesaplaşmaların olmazsa olmaz bir parçası haline
getirilmektedir.
Bir yönüyle egemen sınıfların kendi aralarındaki mücadelelerde her zaman başvurdukları,
kitleleri peşlerine takarak, kendi çıkarlarını onların çıkarıymış gibi göstererek birbirlerine karşı
üstünlük sağlamaya çalıştıkları ve bunu başaranın kazandığı bir yöntemden söz ediyoruz. Fakat
bugünün siyasal, tarihsel, toplumsal koşullarında çok daha yoğunlaşıp vazgeçilmez hale gelmiş, aynı
zamanda içerisinden geçilen özgül süreçte çok daha fazla gereksinme duydukları bir yöntemden ve
onun araçlarından.
İşte bu koşullarda duruş yeri önem kazanmaktadır. Egemen sınıflar arasındaki çelişkilerden
yararlanma adına bu güçlerden birinin yanında, arkasında yer alma, usta siyaset adına onlara akıl
hocalığı yapıp taktik verme, buna göre destek ve bağlantılar içerisine girme tehlikeli bir tutum olarak
ortaya çıkar. Devrimin güçlerindeki zayıflama ve tasfiyeci siyasal kırılmanın derinleşmesine bağlı
olarak bu yöndeki tutumlar, büyüyen bir tehlike olarak bulunmaktadır.
Niyet ne olursa olsun yaşanılan laiklik/siyasal İslam kamplaşmalarında olduğu gibi, liberal
reformist, oportünist bu tür politika ve taktiklerin kendi amacının da ötesinde bir anlamı olacaktır.
Böylesi bir tutumla, Türkiye'nin bugünkü mevcut siyasal toplumsal çelişki ve dengelerinde tek bir
faşist parti ya da güç etrafında alabildiğine homojenleştirilmiş bir yapı olamayacağına, mevcut siyasal
toplumsal dengelerin, farklılıkların hesap edilmesine dayalı bir model olacağına göre, kimi farklılıklar
olmakla birlikte aynı bütünü tamamlayan parçalardan birisi olunur. Günümüz konjoktüründe bu 'çok
akıllı taktikler' onu uygulayan egemen sınıfların siyasal korporasyonunun üyesi, yedeği haline getirir.
Devrimci hareketin gelişme zemini, egemen sınıflar arasındaki çelişkilerden yararlanma adına
taraflardan birini destekleyici bir politik tutuma girme, temel politikasını bu çelişki eksenine göre
biçimlendirme, sürekli onların takipçiliğini yapma olamaz. Komünist ve devrimciler, ortaya çıkan
sorun ve çelişkilere (konulara) kendi bağımsız politika ve eylemleriyle yönelmelidirler. Daha önemlisi,
bağımsız sınıf politikasının geliştirilmesi, kendi gündemini belirlemek, taktiğinin merkezine onu
koymak; ısrarla ve inatla bu hatta yürünmelidir.

Liberal demokratikleşme süreci beklentisi


Seçimlerde ortaya çıkan sonuçların bu yöndeki beklentileri gerileteceği düşünülebilir, fakat bu,
beklentiye yanıt vereceği düşünülen güçler yönünde politika yapmak, buluşma noktaları oluşturmak
yönelimini daha da artıracaktır.
Beklentinin odaklandığı güçler emperyalistler (AB, ABD), TÜSİAD ve MGK'dır.
Emperyalizmin neo liberal iktisadi politikaları, 'Yeni Dünya Düzeni'nin, 'insan hakları ve demokrasi'
martavallarından beklenen bir zeminde politika yapmak ve beklentiler içerisine girmek tutumunu ÖDP
çevrelerinden, artan ölçüde Kürt yurtseverlerine, PKK'ye uzanan zincirde görüyoruz. TÜSİAD'cıların
stratejik görüş belirten her raporundan, devletin üst organlarında yer alan birisinin bu yönde yaptığı bir
konuşmadan sonra bu çevreler hemen destekleyen demeçler vermekte ve burjuvazinin çıkarının nerede
olduğunu sayıp dökmeye başlamaktadırlar. Demokrasi ve demokrasinin dinamikleri konusunda
tasfiyeci kırılmaları önlemek ve bir ayrım çizgisini ortaya koymak net bir bakışı gerektiriyor.
Egemen sınıflar eskisi gibi yönetememektedirler. Hükümet ve parlamento krizleri, parti yapıları,
devletin yeniden yapılandırılması kapsamı içerisindeki sorunlar, hepsi, bir yönetememe krizinin
unsurlarıdırlar. Kürt ulusal hareketi ve gelişen Kürt ulusal bilinci siyasal düzeyde bir basınç
oluşturmaktadır ve eskisi gibi, kimliğinin dahi yadsındığı koşullarda yaşamayı ve yönetilmeyi kabul
etmemektedir. Siyasal İslami gericilik, kapitalize olmuş, sistemle bütünleşmiş ilişkiler içerisinden,
fakat geri düzeylerde kalmış bir burjuva demokratik devrimin bağrında taşıdığı gericilik birikiminin
kültürel ve siyasal düzeydeki bir yüze vuruşu, rejimle çelişen bir baskı unsuru olarak ortaya
çıkmaktadır. Komünist ve devrimci örgütlerin yasadışı devrimci militan siyasal faaliyet düzeyinde
süreklileşmeleri, emekçi kitle mücadelelerinin açılım ve genişleme potansiyel ve kanallarının varlığı,
politik araç ve mekanizmaların 12 Eylül faşist Anayasasıyla daraltılmasıyla gençlik, kitle örgütleri
vb.'nin sistem içi politika kanallarının dışına itilmiş olmaları, emekçi sınıfların politika yapma, politik
örgütlenme kanalları kapatıldığı gibi sendikal örgütlenmelerinin de paralize edilerek
etkisizleştirilmelerinin ileriki süreçlerde oluşturabileceği tehlikeler (Türk-İş Başkanı sendika ağası
Bayram Meral'in '96 1 Mayısı'ında ortaya çıkan devrimci tabloyu sendikaların altını boşaltılmasının
buna yol açtığı biçiminde açıklaması hatırlansın) yönetememe krizinin politik toplumsal etkenleridir.
İşçi hareketinin bugünkü geri durumu, devrimci hareketin darbelenmiş ve zayıflatılmış oluşu,
güncel bir tehdit oluşturma düzeylerinin düşüklüğüyle egemen sınıflar cephesinden bir avantaj
oluşturmakta, hareket kabiliyetlerini artırmaktadır. Daha geniş bir tarihsel konsept içerisinde
değerlendirildiğinde ise, rejimin birikegelmiş sorunları ve ekonomik toplumsal düzeyde çelişkilerin
sıçramalı gelişmelere açık keskinliği (sınıf mücadelesi deneyimleri, devrimci örgütlerin varlığı),
süregiden ekonomik kriz temelinde 'beklenmedik' gelişmelere açık bir zemin oluşturmaktadır. Rejimin
siyasal yeniden yapılandırılması iç ve dış iktisadi ve bölgesel politikalarla birleşik bir sorun olarak
ortaya çıkmakta, stratejik politikalar bu çerçeve üzerinde şekillendirilmektedir. Emperyalistlerin,
özellikle ABD emperyalizminin bölgesel siyasetine yedeklenmiş olarak işbirlikçi tekelci sermayenin
iktisadi büyüme ve genişleme hedeflerine yanıt verecek bir dış politika (politik ve askeri güç
kullanmayı içeren saldırgan-yayılmacı bir dış politika) çizgisine geçişle birlikte –ki bir süredir
uygulanan bir dış politikadır bu– iç koşullarda da istikrarın sağlanması gerekliliği artmaktadır.
Liberal bir demokratikleşme süreci beklentilerinin, emperyalizmin 'Yeni Dünya Düzeni'
politikalarıyla da yelkenlerini şişirmiş olarak, yoğunlaşma noktasını da burası oluşturmaktadır. İç ve
dış etkenlerin toplam bir sonucu olarak, rejimin yapılanma sorununun, siyasal toplumsal dengelerin
yeniden oturtulmasının sadece azdırılmış faşist yöntemlerle gerçekleştirilemeyeceği, güdük bazı
reform adımlarının da atılacağı öngörülebilir. İşbirlikçi tekelci sermaye gelişiminin önünü açacak, belli
düzeyde istikrar oluşturma üzerine yapmaktadır stratejik planlarını. Sistemi güçlendirecek güdük
reform adımları da bunun bir parçasıdır. Anayasal düzeyde bazı değişiklikleri de içermektedir. İşte
liberal demokratikleşme süreci beklentisi içerisinde olan reformist ve oportünistlerin destekleyicisi
oldukları, eklemlendikleri görüşler ve süreç budur. Ve bundan dolayı onlar her TÜSİAD açıklamasını,
Anayasa Mahkemesi Başkanı'nkinde olduğu gibi devletin üst kurumlarından verilen her demeci
alkışlayıp kendilerinden geçmektedirler.
Özgürlük ve demokrasi ancak devrimle kazanılır. Her demokratik hakkın kazanılması da ancak
sınıflar mücadelesinin bir ürünü olabilir. Özgürlük ve demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerin
kazanımı üzerine bu basit kural 'unutulmakta' ve sınıf güçleri arasındaki bugünkü denge durumu bu
basit kurala göre irdelenmemektedir. Bugün özgürlük, demokrasi, devrim ve sosyalizm mücadelesi
veren devrimci sınıf ve halk güçlerinin karşıdevrimci güçler üzerinde onları darbeleyip gerileten
dolaysız ve güçlü bir baskısı bulunmadığı gibi, üstünlük ve inisiyatif karşıdevrim güçlerindedir. Bu
noktada etkin bir devrimci dinamik konumunda olan Kürt ulusal devrimci hareketi, reformist bir
çizgiye kaymıştır ve uzlaşma arayışı yönünde bunu derinleştirmektedir. Devrimci örgütler
darbelenmiştir. Kitle muhalefeti geriletilmiş, sendikalar etkisizleştirilmiştir. Bir bütün olarak sınıf ve
halk güçlerinin, devrimci politik yapıların güncel tehdit olma düzeyi düşürülmüştür.
Egemen sınıflar, rejimdeki istikrarsızlık, ve yeniden yapılanma sorunlarının çözümünü ele
geçirdikleri bu inisiyatif ve üstünlükle yönelmektedirler. Bu egemen sınıflara sınırları çizme, çerçeveyi
belirleme konusunda bir rahatlık sağlamaktadır. Manevra, istedikleri gibi düzenleyebilme imkanları
artmıştır. Örneğin, 8-10 yıldır en çok mücadelesi verilen memurlara grevli, toplusözleşmeli sendika
hakkı, güdük bir sendika hakkı olarak yasallaştırılmak istenmektedir.
Örneğin, Kürt ulusal kimliğinin dahi inkarı politikaları sürdürülüp sözde demokratikleşme adı
altında 'TC vatandaşlığı', 'Anayasal vatandaşlık' gibi kavramlar geçirilecek.**
Son dönemin en uzun süreli ve en köklü mücadelelerine konu olan, büyük bedeller ödenen bu
iki alanda yapılacak anayasal değişikliklerin çerçevesi budur. İşçi sınıfının, devrimci bir halk
hareketinin ve halihazırdaki haliyle Kürt ulusal hareketinin devrimci saldırısı temelinde gelişen,
egemen sınıfların köşeye sıkıştırıldığı ve bundan dolayı geri adım atmak, taviz üstüne taviz vermek
gibi bir durumla karşı karşıya bırakıldıkları bir süreç yaşanmamaktadır. Bundan dolayı,
'demokratikleşme süreci' üzerine liberal oportünist beklenti ve hayallere karşı kesin tavır alınmalıdır.
Bu durumu devrimci sınıf mücadelesi ve ezilen Kürt ulusunun devrimci savaşımı ile devrimci
alternatifi geliştirmenin dışında değiştirmenin hiçbir koşulu ve yolu bulunmamaktadır.

Sistemi güçlendirmeye yönelik güdük reform tuzakları


Egemen sınıflar, tarihsel ve dönemsel olarak tüm gericilik birikimini arkalarına almışlardır.
Seçim sonuçlarıyla da faşist ve gerici temeldeki toplumsal destek artırılmıştır. Türkiye'de düzene karşı
gelişen hareketlerin oluşturduğu, karşı yönden gelen güçlü bir demokratik birikim bulunmamaktadır.
'70'lerin halk hareketi, faşist darbeyle ve izleyen süreçte önde gelen üç hareketin de reformize
edilmesiyle geriletilmiş, yeni bir devrimci dalga yükselişiyle önceki birikim buluşturulamadığı için de
büyük ölçüde erimiştir. Faşist ve gerici birikimi ise, hem tarihsel, hem konjonktürel olarak büyüten
etkenler bulunmaktadır. Faşizmin iktidarda oluşu ise başlı başına bir etkendir. Faşist rejim, tarihsel
açıdan olduğu gibi iç ve dış konjonktürel etmenleri de lehine kullanarak, kesitsel olarak da bu gericilik
birikimini arkasına alıp adımlarını atmaktadır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve MGK'nın rejimi yeniden
yapılandırma çerçevesinde atacağı her politik adım, alabildiğine güdük, sınırlı ve sistemi
sağlamlaştırmaya ve kendi etkin hareketini kolaylaştırmaya dönük olacak ve bu sınırların içerisinde
kalacaktır.

** A. Öcalan'ın İmralı'dan yayınladığı 8 maddelik Açıklama'da MGK'yla buluşma arayışı olarak Kürt kimliğinin tanınması, 'demokratik
cumhuriyet' kavramının içerisine sokulup hapsediliyor! 'Sömürgeci faşizm'in yerine 'demokratik cumhuriyet'in geçirilmesini bir yana
bırakalım, ulusal sorunu sadece genel bir demokrasi sorunu çerçevesinde ele almak, ezen ulus devrimcileri tarafından savunulduğunda en
hafif deyimle sosyal şovenizmdir, peki ezilen ulus devrimcileri tarafından savunuluyorsa ne denecektir?!.
Askeri açıdan 'kontrol edilebilirlik' çerçevesi siyasal açıdan da geçerlilik taşıyan bir ölçüt
oluşturmaktadır. 'Kontrol edilebilirlik' çerçevesi ne kadar genişletilir, hakimiyet artırılırsa siyasal
çerçeve o kadar daraltılmaktadır. Kürt ulusal hareketine karşı uygulanan, çizilen bu çerçeve aslında
genel bir sınıf mücadelesi yasasının ters yönden kuruluşudur. Nasıl reformlar devrimci mücadelelerin
gelişmesinin yan ürünleri olarak ortaya çıkıyorsa, devrimci sınıf mücadelelerinin, ezilen ulus
hareketinin bastırılması, geriletilmesi de reformların güdükleşmesi, hatta bütünüyle ortadan
kaldırılması yönündeki bir gelişime yol açıyor. Egemen sınıflar, stratejik yeniden yapılanma
politikalarına en elverişli zemini oluşturarak, sistemle çelişen her dinamiğe vura vura geriletip,
olabildiğince etkisizleştirerek, sindirerek, mevzi kazandıktan sonra, sınırlı düzenlemelerle uygulamaya
geçirme tutumu izlemektedirler. Faşist rejim, yeniden yapılanma sürecinde kendi çizdiği sınırların
dışına çıkılmasını tümüyle önleyici, bastırıcı bir inisiyatif geliştirmektedir. Kürt ulusal hareketine karşı
askeri bir zafer kazanma politikası da, büyük kentlerde sokağa hakim olma politikası da bunun
sonucudur. Emekçi sınıfların Kürt halkının demokratik istem ve özlemleri doğrultusunda yürüttükleri
mücadelelerde dile gelen reform istemleri, beklentilerin daha gerisine düşürülmeye çalışılmaktadır.
Mücadelelerin az çok süreklilik kazandığı alanların, sürekli saldırı noktaları olması da bu nedenledir.
Bundan dolayı da, hiçbir hayale yer vermeyen etkin bir direniş, sınıf mücadelesini geliştirme,
sokakları, alanları özgürleştirme politikası izlenmelidir.
Faşist rejimin anayasal bazı değişiklikleri de içerecek, atacağı güdük reform adımları bu
çerçevenin içerisine yerleştirilmelidir. Rejimin basınç yapan dinamikleri, gerilim unsurlarını azaltacak
biçimlerle, esnemeyle düzenin içerisine çekmesinden ancak bu koşulların ve sınırların içerisinde söz
edilebilir. Faşist saldırıyla iç içe örülecek bu güdük reformlar, emekçi sınıfların, Kürt halkının
ekonomik, demokratik, ulusal hak ve özlemlerinin bir karşılanması değil, sistemi sağlamlaştırmak,
devleti bir saldırı gücü olarak daha etkin bir şekilde örgütlemek için olacaktır. Komünist ve devrimci
örgütlerin, işçi ve diğer emekçi sınıfların mücadelelerinin, Kürt ulusal direniş hareketinin darbelenip
geriletildiği, siyasal düzeyde kırılmalar yaşanan bir dönemde doğrudan devrimci mücadelenin
yükselişinin yan ürünü olmayan reformlar beklentisi, 'demokratikleşme süreci beklentisi', başta
belirttiğimiz gibi hakim sınıflar arasındaki çelişkilerden medet umma, emperyalistlerin bölgesel
politikalarına bel bağlama siyaseti olarak ortaya çıkar.
Mücadeledeki bu gerileyiş, ortaya çıkan sınıf ve halk güçleri ile karşıdevrim arasındaki bu güç
ilişkileri tablosu, tasfiyecilikte bir derinleşme, siyasal düzeyde yeni kırılmalar demektir. Bunun en açık
ve çarpıcı örneğini, '95'te 'Ateşkes ve siyasal çözüm' sürecine, 'Federasyon' önerisiyle girip bugün
otonomi isteminden dahi vazgeçmiş bir çizgiye gelen Kürt ulusal hareketinde görüyoruz. '80'lerin
başından itibaren antifaşist devrimci çizgiyi tasfiyeye yönelen ÖDP liberal reformizmi ise, sadece
Anayasa Mahkemesi Başkanının demeçlerini alkışlamakla kalmamakta, CHP'nin yerine göz dikmiş
'yeni sol' bir parti olarak adaylığını ilan etmektedir. Devrimci örgütler cephesinden ise, tasfiyecilik,
emekçi sınıfların dağınık öfkesini ve militanlığını taşıyan antifaşist tepkinin en üst düzeye çıktığı '96 1
Mayısı'ndan sonraki süreçteki gerilemesiyle birlikte politikalarda ilkesizleşme, tabi olma ve
sürüklenme biçimlerinde ortaya çıkmış ve bu yönde ilerlemektedir.
18 Nisan genel seçim sonuçlarını egemen sınıfların karşı karşıya olduğu rejim sorunlarıyla
ilişkisi içerisinde değerlendirdik. Değerlendirmemizin bir bölümünü de, seçimlerden çıkan sonuçların
liberal oportünist, reformist güçlerden Kürt ulusal hareketine, devrimci örgütlere uzanan yelpazede bu
güçlerin her birinin politikaları üzerindeki yansımaları oluşturuyor. Devrimin ve karşıdevrimin çeşitli
güçlerinin politik pratik tutumları, yönelimleri ve genel güç ilişkileri açısından bir tablo ortaya
çıkmaktadır. Bu tablo aynı zamanda bizim alternatif politik pratik tutumumuzun ne olmaması
gerektiğini en büyük netlikle ortaya koymaktadır. Öyleyse önümüzdeki yakıcı siyasal ve örgütsel
görevleri açımlayarak ne yapılmalı sorusuyla devam edelim.
SİYASAL ÖZGÜRLÜKLER İÇİN SAVAŞIM DEMOKRATİK
VE SOSYALİST GÖREVLER
Seçimlerde MHP'nin aldığı oylar ve hükümet ortağı olmasıyla birlikte faşizme karşı mücadele
konusu yeniden projeksiyon altına alınmasını gerektirmektedir. Kuşkusuz bu, zaten faşist
diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede programatik hatta taktiksel yönden bütünüyle bir yeniden ele
alma değildir. Faşizme karşı mücadele deneyimlerinin bir kez daha gözden geçirilerek, eleştirel
irdelenmesi ve bugünün somutluğuna, ortaya çıkan duruma uygun bir mücadele çizgisinin
geliştirilmesidir. Bizim cephemizden faşizmin iktidarda olup olmadığı gibi tartışmalar gerilerde
kalmıştır, bunu faşizmi sadece MHP'yle özdeşleştirenlere, öbür yüzünde de burjuva demokrasisine
övgü düzenlere bırakıyoruz. Üzerinde duracağımız ve durulması gerekenler, faşizme karşı
mücadelenin temel ve güncel sorunları, düğüm noktaları olacaktır. Öne çıkan bu olmakla birlikte
içerisine girilen süreç kaba hat ayrımlarıyla açıklanıp belirlenemeyecek bir giriftliktedir. Önümüzdeki
dönemde daha örgütlü, hedefleri belirlenmiş ve bu hedefler doğrultusunda olabildiğince planlı
yoğunlaştırılmış bir faşist saldırıyla karşılaşacağız. Fakat sadece bununla sınırlı kalmayacak, siyasal
rejimin daralan temellerini bir diğer yönden de güçlendirmeyi amaçlayan kimi reform adımlarının da
atılacağı, birbirini tamamlayan komplike bir saldırı sürecine girilmektedir. Sorun, seçim sonuçlarıyla
sınırlandırılamayacak, onun, genel yön içerisinde sadece bir parçayı oluşturduğu kapsamlılıktadır;
bundan dolayı konuyu genişleterek irdelediğimiz gibi, iç ve dış birçok konjonktürel etmenle de
birleşik olarak, rejim krizi temelinde devletin yeniden yapılandırılması, siyasal toplumsal dengelerin
yeniden biçimlendirilmesi sorunları eksenindedir. Karmaşıklığı ortaya çıkaran bu zeminin kendisi,
çözüme, onun yöntemlerine ve bu konuda geliştirilen karşı yöndeki(!) yaklaşımlara da yansımaktadır.
Ana noktalarıyla ifade edersek, egemen sınıflar kendi programlarını uygulama yönünde ve çizdikleri
çerçevenin dışına çıkılmasını önleyici, sınırlandırıcı saldırgan bir politika uygulamaktadırlar. Faşist
baskı ve terör politikasıyla içice geçmiş ve birbirini tamamlayan, rejimin daralan temellerinin yeniden
güçlendirilmesini sağlamayı amaçlayan anayasal düzeyde değişiklikleri de içeren bazı reformların
yapılması da gündemdedir. Emperyalistlerin 'Yeni Dünya Düzeni' ve 'Üçüncü Yol' politikalarından da
feyz alarak, işte bu ikinci yöne eklemlenen, burjuva liberal bir demokratikleşme süreci beklenti ve
istemi içerisine giren, kendisini buna göre mevzilendiren liberal reformist güçler... Ve alınan örgütsel
darbeler, işçi ve emekçi sınıflar hareketindeki gerileme ve duraksama ile de birleşik olarak devrimci
antifaşist, ulusal devrimci örgütlerde de derinleşmekte olan devrimci özgüven kaybı ve politik
ilkesizleşmeyle daha derin bir tasfiyeci kırılma sürecine girilmesi. (En açık ve sıçramalı bir geriye
gidiş örneği olarak da, Kürt ulusal devrimci hareketinin –bugünkü, özellikle A. Öcalan tarafından
ifade edilen önderlik çizgisi olarak– ulusal reformist bir çizgiye evrilişi.)
Ortaya çıkan bu resim, faşizme karşı savaşımın mücadele araç ve biçimleriyle sınırlı
kalınmadan, siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımın kapsam ve içeriğini tanımlayıp,
proletaryanın sosyalizm için savaşımıyla olan bağlantıları kurularak ele alınmasını gerektirmektedir.
Su bulandırılmıştır; özellikle PKK'deki siyasal çöküş, derin girdaplar oluşturmaktadır ve devrimci bazı
örgütler de bu girdaba çekilmektedirler. Ve bu süreç bir kez daha oportünizme karşı mücadele
edilmeden faşizme karşı mücadele edilemeyeceğini göstermektedir.

Çok 'bilinen' bir o kadar da vazgeçilmez önermeler


Faşizme karşı mücadele devrim ve iktidar mücadelesi olarak yürütülmelidir. Faşizme karşı
mücadele kitlelere dayanmalı, kitlelerin mücadelesi olarak örgütlenmelidir. Faşizme karşı mücadele
işçi sınıfının öncülüğünde yürütülmeli, devrimci proletaryanın sosyalizm için savaşımına
bağlanmalıdır. Siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımın en kararlı yürütücüsü sosyalizm için
mücadele eden devrimci proletaryadır. İşte antifaşist savaşımını tarihsel ve teorik olarak vazgeçilmez
ve kanıtlanmış ilkesel önemdeki önerme ve doğruları bunlardır. Bu çok 'bilinen' önermeler, bir o kadar
yaşamsal öneme sahiptir. Ülkemiz devrimci hareketinin antifaşist bir halk hareketi biçiminde gelişmiş
'70'li yıllar pratiği, vazgeçilmez doğrular olarak, sürecin tüm olumlu ve olumsuz deneyimleri
içerisinde bin kez kanıtlamıştır bunu. Komünistler ve devrimciler, antifaşist savaşımın köşetaşlarını
oluşturan bu ilkelere sıkıca sarılmalı, pratik süreçleri onlarla tekrar tekrar ilişkilendirmelidirler.
Faşizme karşı siyasal özgürlükler için mücadelenin, demokratik hak ve özgürlükler için
kapsamlı bir mücadelenin önemi artmıştır. Girilen siyasal sürecin özellikleriyle birlikte bu sonuca
varılması zor değildir. Siyasal özgürlükler için savaşım, birincisi, başlıbaşına yakıcılaşan özgürlük ve
demokrasi talepleri için mücadele olarak yürütülmelidir. Kitlelerin fiili özgürlük alanları yaratmasıyla
dönem dönem kimi hak ve özgürlüklerin daha geniş kullanımı olmakla birlikte, düşünce
özgürlüğünden örgütlenme özgürlüğüne en temel demokratik haklar dahi faşist rejim tarafından
gaspedilmiştir. Bu saldırı 12 Eylül faşist Anayasası'yla sendikal hak ve özgürlüklere, grev hakkına
kadar indirilmiştir. Sadece komünist ve devrimcileri değil, rejim içerisinde muhalefet yapan her gücü,
aydını, burjuva liberallere kadar uzanan bir zincirde baskı altına almakta, yasaklamaktadır. Siyasal
özgürlükler için savaşımda, faşist 12 Eylül Anayasası ve bu Anayasa kapsamındaki tüm faşist
yasaların kaldırılması temel bir eksen oluşturmaktadır. Ve ona karşı mücadele geniş ve süreklileşmiş
bir kampanya, kampanyalar ekseninde ele alınmalıdır. Bu kampanya komünist ve devrimcilerden
başlamalı, işçi sınıfının, tüm emekçilerin politik, sendikal örgütlenme ve eylem özgürlüğünün
(Emekçilere Özgürlük) kazanılması, bugün özgürlük savaşımının en kilit sorunlarından birisi olan
Kürt sorununda kirli savaşa son; Kürt ulusuna ayrılıp kendi devletini kurma hakkı dahil kendi kaderini
tayin hakkı mücadelesi vd. olarak yükseltilmeli, dalga dalga genişletilmelidir. Faşist rejimin on
yıllardır süren yoğun terör ve baskısının yarattığı korku, yılgınlık, sinme bizzat bu savaşımın
içerisinde, tüm antifaşist potansiyelin ve oluşmuş tarihsel birikimin harekete geçirilmesiyle aşılacaktır.
İki; Siyasal özgürlükler için mücadele, ekonomik terör ve sömürü politikalarına karşı
mücadeleyle birlikte yürütülmelidir. Uluslarası ve ulusal düzeyde üretimin rasyonalizasyonu, üretim
teknolojilerindeki kimi yenilenmelerle daha çok da emekgücü sömürüsünü şiddetlendirip
yoğunlaştıran biçim ve yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Sınıfın sendikal örgütlülüklerinin dahi
etkisizleştirilmesinden toplusözleşme düzenine, asgari ücret güvencesinin ortadan kaldırılmasına,
çalışma sürelerinin uzatılmasına geçilmektedir. Küçük bir grup dışında işçi, emekçi ücretlerini
düşürerek artıdeğer sömürüsünün her iki biçimiyle –mutlak ve nispi artı değer– yoğunlaştırılmasının
içte olduğu gibi, uluslararası düzeyde de kapitalist tekellerarası rekabette üstünlük sağlamanın en
önemli öğesi durumunda oluşu, ek olarak ekonomik kriz koşulları nedeniyle esneme katsayısının
alabildiğine düşmüş olmasıyla toplumdaki kutupsal birikim artmaktadır. Ekonomik terörle siyasal
terörün içice geliştirilmesi, faşist rejimin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere karşı saldırıda uyguladığı ve
uygulayacağı bütün politikalara damgasını vurmaktadır. Ekonomik terör politikaları uygulayan faşist
rejimin karşısında kitlelerin yaşamsal, günlük ekonomik çıkarları için mücadele geliştirilerek
çıkılmalıdır. Hiçbir zaman küçümsenmemesi ve ısrarla yürütülmesi gereken bu mücadele, hareketi
daha kitlesel ve etkin kılacağı gibi, faşizmin ekonomik rasyonalite ve bunun kriz koşullarında
uygulanmasından beslenen, boyutlanan terörüne karşı siyasallaşmasında da bir kaldıraç olacaktır.
Bunda ısrarlı olunmalıdır. Emekçi kitlelerin üzerindeki depolitizasyonun sınıfsal ekonomik çıkarlarla
politika arasındaki ilişkiyi kopartan etkisini kırabilmek için bu gereklidir. Emekçi sınıfların geniş
kesimleriyle buluşabilmemiz de buna bağlıdır. Siyasal özgürlükler mücadelesinin komünist ve
devrimciler, Kürt yurtseverleri, aydınlar vb. dar alanına sıkışıp kalmaması da. Ayrıca faşizme karşı
savaşımın sınıfsal bir eksende ve proletaryanın sınıf olarak öncülüğünde gelişmesi –öncülüğün sadece
ideolojik kapsamda ve dar bir işçi grubuna sıkışıp kalmaması– için faşizme karşı sınıfsal mücadele bu
özgül gelişim halkasından yakalanıp yükseltilmelidir. EKK'da ifade olunan istemler, en güncel ve
ekonomik olanından en temel ve stratejik olanına kadar emekçi sınıfların faşizme karşı savaşımında
kaldıraç olacaktır.
Üç; Siyasal özgürlükler için mücadele özgürlük, demokrasi ve bağımsızlığın devrim
yoluyla kazanılmasına bağlı ve iktidar için savaşım olarak yürütülmelidir. Demokratik hak ve
özgürlüklerin tek tek her birisi mücadeleyle mevcut düzen içerisinde de kazanılabilir. Fakat onların bir
bütün olarak kazanılması ancak bir devrimle, iktidardaki egemen sınıfların devrilmesiyle olanaklı
olacaktır. Ayrıca işçi sınıfının, emekçi kitlelerin gerçek istem ve özlemlerinin karşılanmasına uygun
demokrasi koşullarının yaratılması, savaşımın iktisadi, sosyal içeriğinden ayrı düşünülemez. Faşist
rejimin dayandığı ekonomik ve sınıfsal temel ortadan kaldırılmadan, devrimci bir işçi, emekçi iktidarı
kurulmadan kalıcı bir özgürlük ve demokrasiden söz edilemez.
Faşizme karşı savaşımın bir devrim ve iktidar mücadelesi hedefiyle yürütülmesi, reformizmle
sınır çeken, ayrım oluşturan bir güvence olmakla birlikte yeterli olmayacaktır; devrimimizin
demokratik ve sosyalist nitelikteki görevlerinin içiçeliğinin devrimin kesintisizliği ilişkisi içerisindeki
bütünsel ve güçlü bir kavranışının önemi artmaktadır.
Siyasal özgürlükler ve devrimci demokrasi için savaşım, sosyalist
amaçlarımıza bağlı ve devrimin kesintisizliği ilişkisi içerisinde yürütülmelidir
Türkiye'de siyasal ve sosyal düzeyde gericilik birikimi yoğundur. Dönemsel etkenlerle de
(şovenist milliyetçiliğin azgınlaşması) birleşmiş olarak seçim sonuçlarına da yansıyan bu gericilik
birikimi, tarihsel, siyasal, sosyo-kültürel etmenlere dayanmaktadır. Burjuva demokratik devrimin
güdük gelişimiyle, tarihsel süreç boyunca feodaller iktidar içerisinde yeraldılar. Burjuvazi iktidar
içerisindeki hakimiyetinin gelişmesine karşın egemenliğini sürdürmekte siyasal, sosyal ve kültürel
düzeyde feodalleri kullanmaya devam etti. Kendisi de siyasal gericiliği simgeleyen tekelci burjuvazi
ve faşist diktatörlük, önceki gericilik birikimini de kendi dayanaklarından birisi haline getirdi. Bu
durum, emperyalizme bağımlılığın gelişen yeni biçimleriyle birlikte devrimimizin antiemperyalist,
demokratik görevlerinin yoğunluğunu, ancak faşizmin yıkılmasıyla birlikte siyasal ve sosyal
düzeydeki –tarihsel ve güncel– bu gericilik birikiminin de ortadan kaldırılabileceğini ve onun için
mücadele edilmesi gerektiğini göstermektedir. Siyasal ve sosyo-kültürel düzeydeki gericilik birikimi,
tekelci kapitalizmin gericilik eğilimi ile faşist rejim temelinde buluşmuş ve bütünleşmiştir. Tüm süreç
boyunca da sınıf mücadelesinin, ezilen Kürt ulusal hareketinin gelişimiyle ortaya çıkan yeni ve güncel
tüm öğelerle de karşı yönden donanarak yoğunlaşmaktadır. Bunlar devrimimizin antiemperyalist
demokratik görevlerinin talileştirilemeyecek önemini, sert bir siyasal savaşımı gerektiren koşullarını
göstermektedir.
Bu durum aynı zamanda devrimimizin güçlü antifaşist ve antiemperyalist dinamiklerini, siyasal
özgürlükten, devrim ve demokrasiden, ulusal kurtuluş ve bağımsızlıktan yana güçlerini ortaya
çıkarmaktadır. Ve bizzat bu savaşıma, mücadelelere önderlik etme görevini de komünistlere,
proletaryaya vermektedir. Siyasal özgürlüklerin kazanılması, devrimci bir demokrasi için savaşımın
bizzat yürütücüsü ve önderi olmak devrimci proletaryanın görevidir; bu görevlere kayıtsız kalan ve
önündeki görevi sadece burjuvaziye karşı mücadele ve sosyalist devrim yapmakla sınırlandıran bir
proletarya hareketi, içerisinde bulunulan sürecin öne çıkan görev halkasını kavramayan bir komünist
hareket, siyasal görevler alanına ve güncel mücadeleye kayıtsız ve uzak kalmaya mahkumdur.
Demokratik siyasal görevlerin güncel önemi, şiddet ve yoğunluğuyla birlikte düşünüldüğünde ise,
antifaşist mücadeleye kayıtsızlık pasifizmle eşdeğerdir. Demokratik siyasal görevlere ve bunun
gerektirdiği militan savaşımcı çizgiye uzaklık, oportünist pasifizm, Türkiye'deki geleneksel sosyalist
devrimci örgütleri karakterize eden, belirleyen çizgisel bir nitelik olmuştur.
Bunları belirttikten sonra, şimdi, güncel bir önem kazanan demokratik görevlerle sosyalist
görevler arasındaki içiçelik ve devrimin kesintisizliği ilişkisinin kuruluşuna geçebiliriz. Temel bir
belirlemeye girersek, siyasal özgürlükler ve devrimci demokrasi için yürütülen mücadele sosyalist
amaçlarımıza tabi olarak yürütülürse ancak o zaman onların ileriye taşınması, kesin ve geriye
dönüşsüz kazanımlar düzeyine ulaşması olanaklı olabilir. Ancak sosyalizm için savaşan proletarya,
demokrasi ve özgürlükler için savaşımı, özgürlükler ve demokrasinin gelişiminden, kazanılmasından
en fazla çıkarı olan sınıf olarak kararlılıkla yürütülebilir.
Bu vurgu, bu alt çizmeler neden?
Bugün oportünist bir teorik keşmekeşle karşı karşıyayız. Emperyalizm; mali sermaye ve
tekellerin politika ve yönelimleri konusunda ML ve devrimci teoriden uzaklaşılmakta; görüşler daha
geri ve sisteme eklemlenen bir teorik çerçeveye doğru gerilemektedir. Bazıları daha çok
emperyalizmin, uluslararası tekelci sermayenin iktisadi ve politik yönelimlerinden, bazıları ise daha
çok Türkiye kapitalizminin geldiği düzeye bağlı olarak TÜSİAD çizgisinde ifade edilen politikalardan
(ya da MGK'nın 28 Şubat sürecinden) dayanak bulan, kendilerini bunlarla ilişkilendirerek ifade eden
teori ve politikalardır bunlar. Neo liberalizmin 'Yeni Dünya Düzeni', 'Üçüncü Yol'un bir adım öne
geçmesiyle 'Demokrasi ve insan hakları değerleri' içte işbirlikçi tekelci sermayenin 2000'li yıllar
projeleriyle buluşmakta, 'gecikmiş bir burjuva modernitesi'nin tamamlanması gibi 'sivil toplumcu' ya
da laiklik çizgisinde Kemalist devrimin devamı (Ulusal sol güçler) gibi oportünist tezler olarak
biçimlenmektedir. Ama daha yaygın ve genel olanı, emperyalizmin ve TÜSİAD'ın politikalarında
liberal demokratik bir çerçeve görüp ona eklemlenmektir. [Bunun son geriye sıçramalı örneğini bir
anda burjuva demokrasisini ve Atatürk milliyetçiliğini keşfedip ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkını teorik düzeyde (keza Kürtlerin tarih tezini de Kemalist Türk milliyetçiliği çizgisinde) red eden
A. Öcalan'ın yazılı savunmasıdır.]
Sistem, uluslararası ve ulusal düzeyde ortaya koyduğu politikalar ve 12 Eylül yenilgisiyle
birleşen tasfiyecilikle pek çok akımı içine çekmeyi başarmıştır. Ve bu süreç, kırılmaların derinleşmesi
ve yeni kırılmalarla devam etmektedir. ÖDP çizgisi daha gerilere gitmektedir. Birikim, NATO
operasyonlarını desteklemektedir. PKK, antiemperyalist yönü zaten zayıf bir örgüt olarak emperyalist
'Yeni Dünya Düzeni'nin ulusal sorunları 'çözüm' politikalarına 4. Kongresi'nde eğilim duymaya
başlamıştı; askeri alanda büyüyen kayıplar ulusal devrimci hareketin '93'lerdeki tıkanması ve PKK
Genel Başkanı'nın yakalanmasıyla birlikte eski devrimci çizgiyi yadsıyan derin bir fay hattı oluştu,
vd.***

Proletaryanın bağımsız çizgisi


Antifaşist mücadele bir devrim programı temelinde ve sosyalizmle kesintisizlik ilişkisi
içerisinde yürütülmelidir. Bu, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yeniden yapılandırma ekseninde, siyasal
toplumsal dengeleri çeşitli yönleriyle gözeten ve sistem içileştirmek için bazı reformları da içeren
politikalarına karşı ayrımın hiçbir yanılsama yaratmayacak biçim ve düzeyde ortaya konulmasını
sağlayacaktır.
Tam bir düşünce bulandırıcılığı içinden, özünde, "çağın geliştirici dinamiği uluslararası tekelci
sermayedir –ve TÜSİAD'dır–" diyen neo-liberal tez, liberal oportünizm ve reformizm hattını da
şekillendirmektedir. Bunlar, demokrasi için mücadele adına burjuvazi içerisindeki kanatsal tercih ve
ittifak politikalarına yedeklenerek sistem içileşmektedirler. Sınırlar net çizilmelidir. Sistem içileşmeye
karşı demokrasi için savaşımın devrim-karşıdevrim ekseninde, sınıfsal temellerde ve proletaryanın
öncülüğünde yürütülmesi görüşü net çizgilere sahip olmalıdır. İktidardaki egemen güç işbirlikçi tekelci
burjuvazidir. Sınıfa karşı bağımsız sınıf ekseni, proletaryanın tekelci burjuvaziye karşı yürüttüğü
mücadele, proletaryanın sosyalizme ulaşmak amacıyla demokrasi için savaşması, geriye –burjuva
demokratizmine– doğru değil ileriye –devrimci demokrasiden proletarya diktatörlüğüne– doğru
yürümesini olanaklı kılar ve sistem içileşmeye karşı bir sınır oluşturur.
Siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımın belirtilen içerik ve bütünlük gözetilerek
yürütülmesi, egemen sınıfların faşist legalitenin sınırlarını genişletme politikalarıyla olduğu gibi,
kendilerini 'anayasal reform' çerçeveli değişikliklere endeksleyen liberal oportünist vb. güçlerle de
ayrımın net çekilmesini sağlayacaktır. Küçükburjuva halkçı, ulusalcı, şekilsiz toplumsalcı akımlar,
emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçi tekelci sermayenin iktisadi, sosyal, siyasal düzeyde
geliştirdikleri politikaların –günümüz oportünizminin liberal oportünist, reformist görüşlerin nesnel
temeli– girdabına çekilmekte, anayasal reformlar, burjuva demokratizmi çerçevesinde sisteme
eklemlenmektedirler. Bundan dolayı, sadece demokratik siyasal istemler kapsamı içerisinde değil,
iktidardaki egemen sınıfla, sistemle ekonomik, sosyal karşıtlık içerisinde olan bir sınıfın, proletaryanın
öncülüğünde savaşımın yürütülmesi, her türlü sınırlandırmaya, bulanıklaştırmaya ve şekilsizleştirmeye
karşı tek yol ve tek güvencedir.
Siyasal özgürlükler için savaşımın en kararlı yürütücüsü sosyalizm için mücadele eden devrimci
proletaryadır.
Emperyalizmin; uluslararası tekelci sermaye ve işbirlikçilerinin neoliberalizm saldırısı,
küçükburjuva devrimciliğinin halkçı ve ulusalcı biçimlerinin –El Salvador'da ilk büyük örneğini
gördüğümüz– yaşadıkları tarihsel kırılma ve emperyalizm çağının aldatıcı burjuva demokratizmine
doğru gerileyiş ve teslimiyetlerine karşı, ancak bütünüyle karşıt yönden gelen, sosyalizmi amaçlayan
proletarya ve komünistler, güçlü bir direnç sergileyebilir ve alternatif bir politika ve pratik
geliştirebilir.

*** Dev-Yol'un 12 Eylül yenilgisiyle başlayıp cezaevinde olgunlaşan ve ÖDP'ye evrilen tasfiyeciliğinin yeni bir örneğini PKK'de görüyoruz.
Bir milat gerekiyorsa '93 Ateşkes ve siyasal çözüm' politikalarıyla dışarıda girilen süreç, A. Öcalan'ın yakalaması ve ifade ettiği son
görüşlerle ulusal devrimci kurtuluşçuluktan ulusal reformizme siyasal ve teorik çerçevede kesin bir geçiş yapılmaktadır. Ulusların kendi
kaderini tayin hakkını neoliberalizmin yaklaşımıyla reddetmekte, çözümü iktisadi, sosyal içeriğinden de arındırılmış liberal demokratik bir
siyasal çerçeveye indirip hapsetmektedir. PKK'nin 'siyasallaşma süreci' olarak ifade edilen görüşleri, militan askeri hattın ARGK'nın ve
bizzat bir yeraltı örgütü olarak PKK'nin tasfiyesini, legalleştirilmesini öngörmektedir. A. Öcalan'ın mahkemedeki duruşu ve ifadeleriyle bu
sürece kafaca ve ruhça, tehlikeli bir geriye gidişle derinlemesine girdiğini görüyoruz. (Söylediklerimiz bugünkü merkezi çizgi ve yönelime
ilişkindir; karşıdevrimin tutumu, ulusal hareketin yapısına uygun olarak farklı potansiyel ve güçlerin varlığı, oluşmuş devrimci birikim,
sürecin nesnel gelişimi, bölgedeki durum ve gelişmeler, sürecin gelişimindeki iniş ve çıkışların, karşı yöndeki dinamiklerin hareket
etkenlerini oluşturacaktır.)
ANTİFAŞİST SAVAŞIN BİÇİM VE YÖNTEMLERİ
Faşist MHP'nin Gelişimi ve Rolü
Faşist MHP'deki yükselişin, zaten faşist diktatörlüğün olduğu, bu nedenle hiçbir şeyi
değiştirmeyeceği biçiminde 'sol' bir yaklaşımla karşılanması tehlikelidir. Böylesi bir yaklaşım
kayıtsızlığa, koşullarda hiçbir değişiklik olmayacakmışçasına bir tutuma yol açacaktır. (Faşist
MHP'nin değiştiği yönündeki liberal teraneleri de buna ekleyebiliriz. Bu da hazırlıksız olmayı ve
tavırsızlığı beslemektedir.) Faşist MHP'nin seçimlerdeki yükselişi, dayanaklarını tarihsel gericilik
birikiminde bulmaktadır; 12 Eylül faşizminin oluşturduğu zemin üzerinde, konjonktürel etmenlerden
de güç alarak gerçekleşmiştir. Faşist diktatörlüğün temel ideoloji ve programından, bunun son
dönemdeki siyasal biçimlenişinden ayrı değildir. Fakat MHP türü faşist bir partinin geniş bir kitle
tabanı sağlayarak hükümette yer almasının, oluşturduğu etkinliğin mücadelemiz açısından yarattığı
tehlikeyi sadece bu sınırlar içerisinde değerlendiremeyiz. Faşist partinin, devlet içerisinde daha etkili
hale gelmesi, komünist ve devrimcilere, emekçi sınıflara karşı daha örgütlü ve saldırgan politikaların
geliştirilmesi olanağının ele geçirilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik daha geniş bir kitle tabanına
dayanıyor olmasıyla, faşist saldırılar için daha geniş bir kitlesel meşruiyet oluşturma olanağına
kavuşmuştur faşist güçler.
Bu durum faşizme karşı mücadelenin genel strateji ve politikalarının içerisinde, faşist MHP'ye
karşı mücadelenin içerik ve yöntemleri açısından değerlendirilmelidir. Ki bu, faşist diktatörlüğün bir
bütün olarak kitle desteğini artırması sorunu olarak, sadece MHP ile sınırlı bir sonuç da değildir. MHP
faşizminin bu süreçteki rolü, faşist diktatörlüğün genel saldırısı içerisinde özgül bir rol oynama
biçimiyle olacaktır. Faşist saldırının bugünkü gelişme biçimleri, bütünüyle 12 Eylül öncesindeki gibi,
sivil militer faşist hareketin devrimcilere ve halka karşı saldırısının öne geçmesi, temel biçimi bunun
oluşturması şekliyle olmayacaktır. Devletin faşist örgütlenmesi, saldırı kurumları başta olmak üzere
pekiştirilmiştir; faşist, özellikle MHP temelli bir kadrolaşma da gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle
saldırılarda faşist yasallığa dayanılması, saldırıların devlet içerisindeki geniş mevzilenmede dayanılan
güçlerle yürütülmesi, sivil faşist hareketin ise sokakta tamamlayıcı ve taktik bir saldırı gücü olarak
kullanılması biçimindeki bir politika –devrimin tehdit düzeyinin düşüklüğü, sınıf mücadelesinin bugün
için yükselen bir zeminde olmayışı, egemen sınıfların rejim krizini çözmek için daha geniş bir siyasal
toplumsal konsept oluşturma politikası izlemeleri gibi etmenlerle birlikte– bir dönem için daha tercih
edilir olacaktır. Bu söylediklerimiz, faşizmin iktidarda olmasını, devlet içerisindeki faşist
kadrolaşmayı, en ayrıntı konulara kadar faşist yasaların, işlerlikte olduğunu vb. gözardı edip, MHP'nin
değiştiği üzerine liberal bir cila çekilmesine karşıdır. O, egemen sınıfların bugünkü ihtiyaçlarına uygun
bir biçimleniş ve hareket tarzı içerisine sokulmaktadır, hepsi bu.
Irkçı faşist ideoloji ile donanmış, tüm tarihi boyunca politik özgürlük ve demokrasi için savaşan
güçlere, komünist ve devrimcilere, emekçi halka karşı saldırı gücü olarak örgütlenmiş, varlık nedeni
bu olan sivil faşist hareketin, her durumda, saldırı ve provokasyon gücü olarak kullanılmasının alanları
geniştir. Bugün MHP'nin hükümette de olmasıyla, faşist devlet güçleriyle tümleşik saldırıların bir
parçası olarak kullanılacaklardır. Politik özgürlük ve demokrasi savaşımının, emekçi sınıfların
mücadelesinin, Kürt ulusal hareketinin, genel olarak devrim ve karşıdevrim çatışmasının gelişme
düzeyine ve alacağı biçimlere göre sivil faşist hareketin sokakta nasıl kullanılacağı belirlenecektir.
Sınıf mücadelesinin gelişme gücünün, potansiyelinin olduğu alanlarda, son yıllarda küçük ve orta
işletmelerde, taşeron sisteminin örgütlendiği fabrika ve işletmelerde, Bursa metalde, demokrat, Alevi,
Kürt emekçilerin bulunduğu, devrimcilerin görece etkin olduğu semtlerin kuşatılmasında, emekçi
memur hareketinin karşısında, kimi okullarda olduğu gibi, karşı güç olarak mücadelenin önünün
kesilmesi amacıyla kullanılacaklardır.
Bugünkü dönemde, fonksiyonel olarak sivil faşist hareketin, emekçi sınıfların, Kürt ulusal
hareketinin, bir bütün olarak komünistlerin, devrimci demokrasi güçlerinin düzen dışına çıkması ve
sisteme karşıt yönden hareketi geliştirmelerine karşı, sistem içerisine çekmekte (reformize etmekte) uç
bir saldırı gücü ve basınç unsuru olarak kullanılması ve bu hareketlerin marjinalizasyonunun
sağlanması hedeflenecektir. Buna MHP faşizmi tehdidiyle reformize etme, marjinalize etme politikası
da diyebiliriz. Kürt ulusal hareketinin geldiği durumda içerisine girdiği kıskaç bu politikayla
daraltılmaktadır. Ek olarak, faşist hareketin sadece egemen sınıfların merkezi politikalarına, taktik ve
stratejilerine bağlı olarak gerçekleşmeyeceğini, yerel düzeyde ve alanların içerisinde çelişkilerin yoğun
ve keskin olduğunu ve bunun için sıçramalı gelişme ve çatışmaların ortaya çıkma olasılığının her an
olduğunu görmek ve ona göre hazırlanmak gereklidir. Şu ya da bu bölgede, semtte, ulusal, mezhepsel,
sınıfsal etmenlerin karmaşık yapısı içerisinde provokatif yöntemlerle de ateşlenen çatışmalar bir anda
yaygınlık kazanıp, üst bir biçime sıçrayabilir.
Faşist saldırının gelişebilecek tüm biçimlerine karşı her durumda militan direniş, anlayacakları
devrimci dilden konuşmak, bununla birlikte en geniş kitlesel gücün desteğini alıp harekete geçirerek
mücadelenin örgütlenmesi tutumu benimsenmelidir. Faşist devlet güçlerini ve belli bir kitle desteğini
arkasına alarak geliştirilecek faşist saldırılar karşısında marjinalize olmamak, direnişe kitleler nezdinde
devrimci bir meşruiyet kazandırabilmek zorunludur. Antifaşist mücadelenin kitlesel örgütlenmesi,
buna uygun biçimlerde ısrar, emekçi kitlelerdeki tedirginlik, geri durma, apolitiklik gibi her türlü geri
çekici tutuma karşın ısrarla geliştirilmesi gerekendir. Bu noktada, faşizmin pasifikasyon, kitleleri terör
yoluyla sindirme politikasına karşı, devrimci terörün çekirdek gruplar aracılığıyla gerçekleştirilmesi,
faşizmin terör yoluyla yaratmak istediği sinmenin önüne geçilebilmesi için gereklidir. Faşist terörün
kitleler üzerinde baskı kurarak sağladığı pasifikasyonun kırılması için savaşım ve savaşımın militan
biçimleri önem kazanmaktadır. Bu, pasifikasyonu kırmak ve direnişi örgütlemek için olduğu gibi,
mücadelenin önünü açabilmek, geliştirebilmek için de gereklidir. Faşist diktatörlüğün süreklileştirilmiş
bir baskıyla hareket imkanı bırakmadığı, sürekli faşistlerin saldırıda olduğu, sürekli gerilenen, kabaca
dayak yenilen koşullar genel bir sinmeye yol açmaktadır. Yenik ve teslimiyetçi bir toplumsal psikoloji
ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, antifaşist hareketin kitlesel biçimlerdeki gelişimiyle bu biçimler
arasındaki ilişki doğru kurulduğunda, faşizme karşı savaşımın militan devrimci biçimlerinin
çekirdeksel güçlerle de geliştirilmesi dışlanamaz.
Özgül süreçte daha fazla dikkat edilmesi gereken, faşistlerin değiştikleri yönünde geliştirdikleri
demagojik propagandayla kitle desteğini arkalarına alma, liberal güçleri aldatma çabalarıdır. Bugünkü
koşullarda etkili olabilecek –faşistler daha önceki yıllarda kanlı bıçaklı oldukları çeşitli kesimlere dahi
el uzatan taktikler sergileyebilmektedirler– böylesi bir tuzağa düşülmemelidir. Bu durum, faşistlerin
saldırgan ve halk düşmanı karakterinin teşhirine özel boyutlar eklediği gibi, her somut durumda da
gerçekleştirilecek eylemin emekçi kitleler nezdindeki meşruiyeti ve ikna edilmeleri de daha fazla
önem kazanmaktadır. Bundan dolayı yapılacak eylemlerde karşılıklı güçlerin durumu, hedefin doğru
seçimi, zamanlama, kitle psikolojisi gibi etmenlere, keza eylemin tarzına dikkat edilmelidir. Bu tür
eylemler, belirtilen etmenler dikkate alınarak vurucu bir eylem tarzıyla gerçekleştirildiğinde faşizmi
darbeleyip, kitlelere devrimci bir moral gücü de sağlayacaktır.
Faşizme karşı savaşımın salt militan grup eylemi, ya da salt devrimcilerin yürüteceği bir eylem
gibi anlaşılması ve mücadelenin bu çerçeveyle sınırlı kalması ciddi tehlikeleri, tecrit olma tehlikesini
barındırır. Faşizme karşı savaşım kitlelerin savaşımı olmalıdır. Emekçi kitlelerin her düzeydeki sınıfsal
istemlerinin üzerinde yükselmeli ve örgütlenmelidir. Faşizme karşı savaşımın temel önermelerinin
sağlam kavranışı ve pratiğin buna uygun biçimlendirilmesi tam da burada anlam kazanmaktadır.
Emekçi sınıfların antifaşist savaşıma kazanılmasında, kitlelerin ruh hali, savaşımın güçlüklerinden
dolayı uzak durmaları vb. ne olursa olsun mücadeleye çekilmeleri yaşamsaldır.

Faşist hareket nasıl kitlesel destek buldu?


Faşist hareket nasıl bu kadar geniş bir kitlesel destek bulabilmiştir? Kitlelerin faşizmin etki
alanının dışına çıkartılabilmesi, kitlelerin kazanılabilmesi için buna yol açan etmenlerin iyi
çözümlenmesi ve çalışmanın buna uygun olarak yürütülmesi gerekmektedir. Faşist MHP, rejimdeki
istikrarsızlıktan, hükümet krizlerinden, vurgunculuktaki artıştan, sistemin değerler erozyonundan
yararlanmış, istikrarı sağlayacak, sorunları çözecek, iç ve dış düşmanlara karşı en etkili mücadeleyi
yürütecek gücün kendisi olduğu propagandasını yaparak kitleleri inandırabilmiş, peşine takabilmiştir.
Keza bu faşist parti, oy aldığı bölgelerde kapitalizmin çarpık gelişiminin köylülük, küçük burjuvazinin
çeşitli katmanları üzerinde yarattığı yıkıcı tahribatı, ekonomik krizin sarsıcılığını, tarihsel gericilik
birikimini de arkasına alarak –ırkçı milliyetçiliğin yanı sıra dinci gericiliği de kullanarak–, tüm bu
sorunları çözecek parti kimliğiyle kitlelerin önüne çıkıp desteklerini almayı başarmıştır. Bu iktisadi,
siyasal ve sosyal koşullardan bağımsız olarak faşist partinin salt demagoji yoluyla ya da salt ırkçılık
ideolojisine bağlı olarak kitleleri etkilediğini düşünmek yanlış olur. Faşist partinin son seçimlerdeki
konjonktürel yükselişinde bunun payı az olmamakla birlikte –geleneksel tabanının ötesinde bir oy
almasında da– temelde belirttiğimiz etmenler bulunmaktadır.
Faşist parti bundan dolayı 'Yolsuzlukla Mücadele Kurulu', 'Yoksullukla Mücadele Kurulu' gibi
önerilerde bulunmakta, özelleştirmede elde edilen gelirin yüzde 25'inin bu alanda kullanılması, küçük
esnaf ve orta işletmelerin kredilendirilmesi gibi önerilerle çıkmaktadır. Kapitalizmin ekonomik
çarpıklık ve krizlerini komünist ve devrimcilerin eylemleri, emekçi sınıfların mücadelesi, Kürt ulusal
hareketi, politikacıların yetersizliği, dış düşmanların oyunları ve Türkiye'nin istikrarını bozma
çabalarıyla açıklayan faşizm, MHP'nin ırkçı ideolojisinden de destek alarak yayılmacı hedefler
gütmektedir. Kitlelerin ekonomik özlemleri 'bölgesel büyük güç' olacak Türkiye'nin peşine takılmak
istenmektedir. MHP'ye destek veren Erzurum vb. yörelerdeki tüccar, orta burjuva unsurlar, Türki
Asya ülkelerine doğru küçük ölçekli yatırım, ticaret açılımları yapmaktadırlar. (Hükümet programıyla
da bu desteklenmektedir.) Kendisine destek veren küçük bir azınlığa bir parmak bal çalan, spekülatif
vaadlerle dolu, askeri güç kullanmayı ve tehdidi içeren bu saldırgan dış politika, kaymağını Koç ve
Sabancı'ların yediği, onların çıkarlarına hizmet eden bir politikadır. Milliyetçilik üzerine tüm
demagojilerine karşın bir uşaklık politikasıdır; ABD emperyalizminin savaş arabasına bağlanmıştır.
Saldırgan, işgalci, maceracıdır, kan ve gözyaşı dökmeye, derin acılar yaratmaya adaydır. İçte ise
ülkenin 'yüksek çıkarları ve geleceği için' tam bir stabilizasyonu, zorunlu istikrarı öngörür. Özgürlük
ve demokrasi istemlerini, grev ve direnişleri demagojik başka yollarla gerçekleştiremezse, bastırarak
sağlamaya yönelir.
Sivil faşist hareketler, yedek parti olma konumundan çıkıp işbirlikçi tekelci burjuvazinin ana
partisi konumuna geçtiklerinde, devletin kurumsal yapısı içerisinde örgütlenip bizzat o güçleri
kullanmaya başladıklarında, antikapitalist demagoji yoluyla etkiledikleri güçlere, artık ihtiyaç
duymazlar. Gerektiği yerde ve zamanda onları silkelerler. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin açık partisi,
onun en saldırgan ve doğrudan çıkarlarının savunucusu parti olarak ortaya çıkarlar.
Toplumsal çöküş halinde olan sınıflar, küçük burjuvazinin çeşitli katmanları arasında faşist
partiler geniş bir manipülasyon alanı bulabilmektedir. Emekçi sınıfların mücadelesi söz konusu
olduğunda ise, faşist hareket daha baştan onların çıkarlarının karşısında yer alır. 'Büyük devlet',
kapitalist rasyonalite ve istikrarın baş savunucusu olarak her türlü grev ve direnişe karşı çıkar,
önlemek için saldırır.

Kitlelerin faşist düşmanı tanıyacağı bir mücadele çizgisi


Faşizmin söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişki, önceki söyledikleriyle sonraki yaptıkları
arasındaki birbirine bütünüyle aykırı politikalar (MHP'nin özelleştirme karşıtı söylemlerine karşın
hızlandırılmış bir özelleştirme programını ve emperyalist tahkim politikasını onaylaması) onun gerçek
yüzünün gösterilmesini kolaylaştırır. Faşistlerin el atmadıkları alan bulunmamaktadır ve her tür
demagojiye de başvurmaktadırlar. Emekçi kitlelerin bilinçsizliğinden, yanlış düşüncelerinden
yararlanarak, tüm gerici sosyo-kültürel tarihsel birikimi de arkalarına alarak etkilemektedirler. Bundan
dolayı, her düzeyde faşist demagojinin açığa çıkartılması, milliyetçilik demagojisine karşın
emperyalist uşağı karakterinin, orta sınıfların çıkarlarını savunuyormuş görüntüsüne karşın işbirlikçi
tekelci burjuvazinin ekonomik terör ve saldırgan politikalarının uygulayıcısı parti niteliğinin gözler
önüne serilmesi gereklidir. Bu noktada, faşist demagoji ve ikiyüzlülüğe karşı genel geçer bir
ajitasyonla yetinilemez. Faşizmin kitleleri etkilemesinin somut biçimleri ve kitlelerin bundan
etkilenmesine yol açan etkenler çözümlenerek mücadele edilmelidir.
Faşizme karşı mücadelenin, sadece, onun demagojisinin teşhir yoluyla açığa çıkartılmasıyla
olamayacağı açıktır. Faşizme karşı mücadele Dimitrov'un dediği gibi somut olmalı, sınıfa karşı sınıf
ekseninde yürütülmelidir. Kitlelerin gerçek istek ve özlemlerinin dile getirilişiyle ve her düzeyde
sınıfsal talepleri temelinde mücadelenin örgütlenmesiyle yürütülen mücadele sonuç alıcı olacaktır.
Emekçi kitlelerin sınıfsal istek ve özlemleri doğrultusunda harekete geçirilmeleri takkenin düşüp kelin
görülmesini kolaylaştırır. Demagoji perdesini aralar ve azgın sınıf düşmanını tanımalarını sağlar.
Hiçbir propaganda bu mücadelenin yerini tutamaz. Kitleler mücadele içerisine çekildiğinde
sanıldığından çok daha çabuk, faşizmin, emperyalizmin, işbirlikçi tekelci sermayenin hizmetindeki
uşak karakterini görüp kavrayabilirler. Faşist MHP'ye oy vermiş bir işçi dahi eylemin içerisine
çekildiğinde faşizmin gerçek yüzünü görmesi kolaylaşır. Faşist partinin orta sınıflardan emekçi
sınıflara kadar uzanan geniş bir yelpazeden, işsiz gençlerden azımsanmayacak sayıda oy aldığını göz
önünde tutacak olursak, onların gerçeği görmelerini sağlamanın yegane yolunun mücadelenin içerisine
çekilmeleri olduğunu görürüz.
Bu noktada şu da önem kazanmaktadır: Faşizmin ırkçı şoven politikalarının sonucu olarak
gelişen milliyetçi ve mezhepsel bölünmeler, emekçi sınıfları da bölmektedir. Kitlelerdeki bilinçsel
karışıklık ve çarpıklıklar, yaratılan karmaşa egemen sınıflara egemenliklerini sürdürmekte paha
biçilmez bir olanak sunmaktadır. Faşizme karşı savaşımın sınıfa karşı sınıf ekseninden geliştirilmesi,
emekçi sınıfların sömürücü egemen sınıflarla sınıfsal talepler temelinde karşı karşıya gelmelerini
sağlayıcı bir mücadele çizgisinin geliştirilmesi, kitlelerin, bu tür manipülasyonlardan, göz bağlayıcı
yanılsamalardan kurtarılmalarını sağlayacaktır. Şu da bilinmelidir ki, egemen sınıfların çarpık bir
eksen oluşturarak halkın büyük bir bölümünü peşleri sıra mevzilendirebilmelerini ancak, proletaryanın
sınıf savaşımındaki öncülüğü ve proletaryanın siyasal savaşımda diğer tüm demokratik güçleri ardında
mevzilendirecek hegemonyasının gerçekleşmesi önleyebilir. Bu da işçi sınıfının örgütlemesinin sadece
stratejik bir hedef ve öncelik değil, güncel bir hedef ve öncelik de oluşturduğunu gösterir.
Faşizme karşı savaşımın kitleselliği, proletaryanın öncülüğünü ve sınıfa karşı sınıf temelinde
yürütülmesini gerektirdiği gibi, cephesel bir karakterde, egemen sınıfların faşist diktatörlüğüyle
çelişkisi olan tüm emekçi sınıfların, köylülüğün, emekçi memurların, işsizlerin, gençliğin, aydınların,
bir bütün olarak kent yoksullarının, emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci sermayenin ekonomik terör
politikalarından nasibini alan küçük ve orta sınıfların, faşizmin siyasal terörünün yıkım getireceğini,
saldırgan yayılmacı dış politikanın felakete yol açacağını düşünen her kesimin savaşımın içerisine
çekilmesini sağlayacak bir perspektifle örgütlenmelidir antifaşist savaşım. Antifaşist savaşımın sınıfsal
temelini görmekten uzak, keza faşizme karşı savaşımın siyasal anlamını ve düzeyini kavramayan her
türlü sınırlandırıcı; savaşımı dar örgütün, bir grup militanın, ya da sadece devrimcilerin savaşımı
olarak gören yaklaşımlar yıkılmalıdır. Faşizme karşı savaşımın politik (komünist) ve sınıfsal
(proletarya) öncülüğü karartılmadan, faşizmle çelişkisi olan tüm sınıf ve güçleri içerisine çekecek bir
cephesel perspektif kazandırılmalıdır mücadeleye.
Bu, bugüne kadarki pratiğimizin de gözden geçirilmesini, düşüncede değilse de, fiiliyatta
sınırlandırmaya yol açan engellerden temizlenmesi için eleştirel bir şekilde değerlendirmeyi de
gerektirmektedir. Semtlerde ve diğer alanlarda antifaşist savaşımı alabildiğine daraltan, niyet ne olursa
olsun dar bir gençlik grubunun eylemine indirgeyen nedenleri ortadan kaldırmalıyız. Bu, emekçi
kitleleri örgütleyecek, antifaşist savaşımın içerisine çekmemizi sağlayacak biçim ve yöntemlerin
geliştirilmesiyle olacaktır. Antifaşist mücadele komitelerinin militan bir duyarlılık ve dinamizm
içerisinde olmaları, bu yönde bir temel yaratılmış olması, faşist saldırılara anında yanıt verme ve
faşistlerin üstünlük sağlamalarını önlemek açısından son derece önemlidir. Onların donanımları,
mücadele kapasiteleri, refleksleri daha da geliştirilmelidir. Antifaşist mücadele komitelerinin varlıkları,
faşizme karşı kitlesel bir hareket yaratmak ve onu militan bir çizgide geliştirmek açısından yararlı ve
şarttır. Sorun, bununla yetinilmeyip faşizme karşı savaşımın dar bir güce bağlı olarak
yürütülemeyeceğinin kavranıp pratikte aşılmasıdır.
DURUŞ YÖNÜ
Faşist legalitenin yarılması; özgürlük alanları mücadeleyle açılır
Devrimci kitle mücadelesinin ve komünist, devrimci, demokratik güçlerin etkin bir basıncının
olmadığı koşullarda yapılacak anayasal değişikliklerin kapsamının ne olacağının, rejimin daralan
temellerini genişletip güçlendirmeye hizmet edeceğinin üzerinde durmuştuk. Bu faşist legalitenin
kapsamını ve amacının ne olduğunu da gösterir. Faşist legalitedeki kısmi genişlemeler, düzendışı
devrimci güçlere karşı çok daha yoğun bir baskı, kuşatma ve sınırlandırma politikalarıyla birlikte
gerçekleşecektir. Bu koşullarda egemen sınıflar reform kapsamında yapacakları değişikliklerle rejimle
şu ya da bu düzeyde çelişen kimi güçleri sisteme entegre ederken bunun dışında kalanlara; komünist
ve devrimcilere, devrimci ulusal kurtuluşçulukta ısrar edecek olanlara, ekonomik kriz koşullarının
daraltıcı baskısıyla daha da yoğunlaşmış olarak, ekonomik rasyonalizasyon programına karşı çıkan
işçi, emekçi muhalefetine karşı da daha saldırgan ve bastırıcı bir politika izleyecektir. Hatta attığı
güdük reform adımlarıyla birlikte düzene eklemlediği reformist güçlerin de desteğini alıp saldırılarına
daha geniş bir meşruiyet kazandırma tutumuyla birlikte gerçekleştirecektir bunu. Bu noktada, faşizmin
güdük reform manevralarına aldanmamalı, faşist saldırıya karşı gevşemeden kararlılıkla dururken,
düzen içileşmeye, tasfiyecilikteki derinleşmeye karşı da mücadele içerisinde olunmalıdır. Bugün
mücadelede yaşanılan gerileme ve durgunluk koşullarıyla birlikte, önceki yıllarda devrimci savaşımın
bütününü ileriye çekici etkin bir rol oynamış Kürt ulusal devrimci hareketinin hızla reformize olduğu
böylesi bir dönemde, devrimci demokratik güçlerin de bu girdabın içerisine çekilerek daha derin bir
yıkımın oluşmaması, emekçi kitlelerin sahte reform balonlarının peşine takılmalarının önüne
geçebilmek için çok daha fazla çalışılması ve alternatif oluşturacak düzeyde bir pratik ortaya
konulabilmelidir.
Anayasal güdük bazı refomları da içerebilecek faşist legaliteye icazet (bağlılık, boyun eğme) ya
da tam da burada bir eksen oluşturarak, egemen sınıflarca, faşist diktatörlükçe çizilen sınırların
dışından devrimci savaşımın yürütülmesi; işte faşizme karşı savaşımın ince kırmızı hattını, ölümle
yaşam arasındaki ayrım çizgisini tam da burası oluşturmaktadır. Bu hat, yeraltı örgütlenmesi ve
savaşımının sürdürülmesinde geçerli olduğu gibi, legal alandaki mücadelelerin içerisinden de
geçmektedir. Saldırının odaklandığı devrimci yeraltının korunması, sağlamlaştırılması, büyütülmesi;
yeraltı savaşımının biçim ve araçlarının geliştirilmesi, deneyimleri bugünkü pratiğin içerisinde
yükseltilmeli. Bunun da temel oluşturacağı biçimde, özgürlük alanlarının icazete bağlanmadan sınıf
mücadelesi ve devrimci eylem yoluyla açılması, yasal ve yasadışı savaşımın taktiksel biçimlerinde
sürekli gözetilmesi gereken bir durumdur.
Devrimci bir yeraltı, ideolojik politik içeriğiyle sonal amacın (sosyalizmin) ve bu amaç
doğrultusunda yürütülecek devrim ve iktidar savaşımının örgütsel güvencesidir. Hedefi devrim ve
sosyalizm olan bir savaşım, devrimci bir yeraltı olmadan ve güçlendirilmeden yürütülemez. Devrim ve
sosyalizm için özgür irademize bağlı bir savaşım yürütmenin bir numaralı güvencesini sağlam bir
yeraltı oluşturur. Ayrıca bilinmelidir, devrimci bir yeraltı ve güçlü bir yeraltı savaşımının varlığı legal
alanın özgürleştirilmesinin, bu alanda daha fazla demokratik haklar elde edilmesinin de asıl zorlayıcı
ve geliştirici etkenidir. Faşist rejimin hedeflerine ulaşabilmek için saldırısını özellikle devrimci
yeraltının tahribinde yoğunlaştıracağı da bilinerek yeraltının korunması ve sağlamlaştırılması yönünde
azami dikkat ve çaba harcanmalıdır. Ağır darbeler almamıza yol açan ilkellik ve amatörlüğün
yenilmesi, yeraltı savaşımının bugünkü düzeye uygun bir örgütlenme ve donanımın, yöntemlerin
geliştirilmesi, ilkesizliğin altedilmesi şarttır.
Legal alandaki savaşım, faşist diktatörlüğün çizdiği çerçeveyi, koyduğu sınırları sürekli içerik
ve biçimden, çizilen sınırların dışından geliştirilen hareket biçimleriyle zorlamayı içermeli, yürütülüş
biçimi bu olmalıdır. Kitlelerin durumuna, devrim ve karşıdevrim güçlerinin arasındaki somut güçler
dengesine göre her durumda taktiksel değişiklikler olabilir; fakat devrimci savaşımın yöntem ve
biçimlerine, perspektif ve pratiğine her zaman yön verecek düşünce bu olacaktır. Antifaşizm; politik
özgürlükler için mücadele, devrimci demokrasi ve sosyalizm için mücadelenin politik içeriğiyle
savaşımın yürütülme biçimleri arasındaki ilişkinin devrimci kuruluşu budur.
Antifaşist savaşımın geliştirilmesi ve genişletilmesi
Antifaşist savaşım, legal, illegal, yarılegal tüm biçimleri kapsamalıdır. Savaşımın daha geniş ve
yaygın biçimleri yarılegal ve legal olacaktır. Bu kitlelerin durumuna, mücadelenin gelişme düzeyine,
alanların özgüllüklerine göre değişir. Kimi zaman da farklı biçimlerin içice geçmesiyle
gerçekleştirilecektir. Savaşım kitleselleştiği ölçüde devrimci yasallığını dayatmalı, fiilen
gerçekleştirilmeli, özgürlük alanlarını açmalıdır. Faşist terörün yoğun olduğu, kitlesel düzeyde
kutuplaşmanın yüksek, patlayıcı madde birikiminin fazla olduğu, faşistlerce kuşatma altına alınmaya
çalışılan bölge, alan ve birimlerde (kent, semt, fabrika, okul...) faşist diktatörlüğün resmi ve
paramiliter saldırı güçlerine karşı, direnişi ve karşı saldırıları örgütleyecek eylem çizgisi, kitlelerin
faşizmle olan ekonomik/siyasal çelişki ve istemlerine bağlı olarak onları örgütleyip harekete
geçirebilen, etkin kitle direnişini örgütlemenin yanısıra, resmi ve sivil faşist güçlere karşı militan
vurucu güçlerle savaşan bir çizgi olmalıdır. Faşist devlet terörüne, faşist milis örgütlenmelerine karşı
anti-faşist mücadele komiteleri, işçi savunma müfrezeleri gibi sınıf ve halk örgütlenmesinin
direnişi örgütleyecek vurucu askersel biçimleri şarttır. Bunlar, atak, savaş gücü yüksek, kendi
donanımını sağlayabilen, faşistlere korku salan ve karşıdevrim güçlerini dağıtıcı yapıda olmalıdır.
Faşist diktatörlüğün Cumartesi Anaları'nın eylemlerinden miting ve gecelere, her türlü sokağa
çıkmaya uzanan yasakçılığı, basın, dernekler, kültür kurumları, cezaevlerindeki devrimci tutsaklara
yeni bir saldırı vb. biçimiyle daha da genişleyecektir. Bu alanların her birindeki savaşımın dişe diş
yürütülmesi; gözaltılara, yeniden yeniden alınmalara, kapatılmalara, saldırılara, örgütsel operasyon
biçimi verilmesine vb. karşı hem hazırlıklı olunmalı, ötesinde bizim cephemizden savaşım
genişletilmelidir.
Legal alandaki devrimci örgütlülükler, sanat kültür kurumları, gençlik örgütlenmeleri, yerel
dernekler, sendika ve diğer kitle örgütleri kurumsal alansal çalışmalarını sağlamlaştırıp
köklüleştirmeli, daha geniş bir kitlesel temele dayanmak –varolan darlığı kırmak– yoğun bir
çalışmayla, kitlelere doğru açılımla başarılmalıdır. İçe dönüklük, amatörlük, çalışmalardaki
istikrarsızlık ve düzey düşüklüğü yenilmeli, alanlarda yetkinleşerek kurumsallaşma ve alan içi güç
yaratarak alansal düzeyde faaliyetin sürekliliği sağlanmalıdır. Alansal, kurumsal düzeylerde sanat
kültür kurumları, gençlikevleri, spor dernekleri gibi yeni açılımlar gerçekleştirilmelidir. Çevresel
güçlerin çoğaltılması ve çevre örgütlenmelerinin geliştirilmesiyle birlikte, bu dar örgüt çevreselliği
sınırları içerisinde kalmamalı, sendikalardan meslek örgütlenmelerine, köy derneklerine kadar uzanan,
halka halka kendisini genişleten bir çalışma yürütülmelidir. Çevresel örgütlenmelerin her birinde, içte
ve dışta süreklileşmiş bir kurumsal faaliyet sürdürülürken, içte daha profesyonel ve yetkinleşmiş,
yapının hedeflerine uygun bir düzeyi yakalayan, disiplini yüksek bir çalışma, yanı sıra da kapalı, çok
sınırlı bir çevreyle düzensiz ilişkisi olan bir faaliyetten kitlelere –kurumun kendi çalışma ve hedefleri
ve yapının siyasal faaliyetleriyle– açılan ve gerçek anlamda bir kitle örgütü niteliği kazanan bir
çalışma yürütülmelidir.
Faşist rejim, çizdiği sınırların dışında hareket eden devrimci örgütleri darbeleyip marjinalize
etmek, kitlelerle ilişki kurma kanallarını kapatmak, hiçbir olanak bırakmamak, yeraltının derinliklerine
itmek ve bu şekilde tasfiye etmek için yoğun bir saldırı ve seferberlik içerisine girmiştir. Bunu
derinleştirecektir. Büyük bir maddi güç, para ve adam seferberliği, dinleme aygıtları, envai çeşit
arabalar takiplerde kullanılmaktadır. En büyük özgürlük orada, yeraltındadır. Amaçlarımızın,
ideallerimizin, yönetici gücü, merkezi oradadır; bu nedenle düşman o alanı iyice kapatıp imha etmek
istemektedir. Bundan dolayı legal alandaki savaşım geniş cepheli olarak yürütülmelidir; mevziler
sağlamlaştırılıp korunurken yeni alansal ve kurumsal açılımların yapılması, kitleselliğin büyütülmesi
bu boğma ve imha çemberinin kırılmasının etkili yöntemi ve biçimi olacaktır. Faşizmin kitlelerle
bağlarımızı kesmesine, güçlerimizi sınırlandırıp marjinalize etme saldırısına, karşı bir saldırıyla yanıt
verilmelidir. Legal alandaki devrimci mevziler sağlamlaştırılmalı ve genişletilmelidir. Reform
kırıntıları aracılığıyla liberal reformist parti ve güçlerin kitleleri düzen içerisine çekme ve orada
tutmasını da ancak bu alanda devrimci mevziler oluşturup, alternatif geliştirerek yarıp önleyebiliriz.

Darlaşan patikada büyüyen bir güç olmak


Seçimler, hükümet ve parlamento krizinin yoğunlaştığı, faşist devlet örgütlenmesinin MGK
inisiyatifinde 28 Şubat süreciyle yeni bir pratik müdahale sürecine sokulduğu bir dönemde gerçekleşti.
Seçimlerin sürpriz öğeleri de içeren, rejimin siyasal istikrarsızlığını kimi yönlerden daha derinleştirici
sonuçlarının da ötesinde Genel Başkanlarının yakalanmasıyla PKK'deki geriye gidiş sürecinin hız
kazanması, bölgesel düzeyde ortaya çıkan durum ve olası yeni gelişmeler, kriz potansiyeli oluşturucu
diğer etmenlerin hazırda beklemesi birbirini etkileyen etkenler olarak ortaya çıktı. Geniş bir
dönemselliği ve sürecin önümüzdeki yıllardaki gelişimini etkileyecek politik stratejiler ve
hızlandırılmış taktiksel adımlar, gerek devrim karşıdevrim çatışması, gerekse bunların devrimci güçler
üzerindeki halihazırdaki olumlu denemeyecek yansımaları toplam bir duruşun ve bir eksenin ortaya
konulmasını gerektirdi. Böylesi eğik düzlemler fazlasıyla tehlikelidir ve uçurumlar arasındaki bir
patika yolda düşmeden yürümeyi başarmayı gerektirir. Onun için pusulanın sadece genel anlamda ML
olması değil onun politika düzlemindeki başarılı uygulanışı, doğru ve bütünsel bir taktik politika
hattının ortaya çıkartılması bir ölçü oluşturacaktır. Politika düzeyindeki ilkesizliğin, durgunluk ve
gerileme ortamında PKK politikaları odağından savunulması ve kimi devrimci hatta kendisine
komünist diyebilen MLKP gibi güçlerce meşruiyet kazandırılması çabasının olduğu koşullarda bu
ayrımın net olarak konulması bin kat daha önem kazanmaktadır.
Kapitalizmin hem global düzeyde hem ülkedeki gelişimi, buna bağlı olarak geliştirilen iktisadi,
politik, askeri, kültürel politikalar doğru çözümlenmediğinde, keza, Türkiye'deki sınıf mücadelesinin,
Kürt ulusal hareketinin gelişimi ve bugün geldiği düzeyin doğru çözümlenmesi yapılmadıkça bu
oportünist yuvarlanış, liberalizm yönündeki bu çözülme, reformizm çizgisine geçiş önlenemez. Bunun
için konuların taktiksel olduğu gibi, geniş bir dönemsellik içerisinde stratejik bağıntılarıyla ele
alınması gerekmiştir. Pratiğin de buna uygun hale getirilmesi gereklidir. Gerek siyasal özgürlükler için
savaşımın, gerekse faşizme karşı savaşımın diğer temel sorunlarının azımsanmayacak deneyimlerden
yola çıkarak, bir daha aynı hataların yapılmasını önleyici bir perspektifle ele alınması, bu amaçla
stratejik ve ilkesel politikalarla bağının kurulması zorunlu olduğu gibi, emperyalist burjuvazinin ve
Türkiye kapitalistlerinin neo liberalizm eksenli açılımlarının çekim alanına girilmesinin önüne geçmek
için sosyalizmin ışığının bugüne düşürülmesi, sosyalizm stratejisiyle bugünkü pratiğin
ilişkilendirilmesi de gerekiyordu. Demokratik ve sosyalist görevlerin stratejik düzeydeki ele alınışı ve
güncel siyasal görevlere bu perspektiften yöneliş, siyasal özgürlükler ve demokrasi savaşımının liberal
reformist sulandırmalarına karşı bir ayrım ve panzehirdir. Önümüzdeki dönemin büyük tehlikesi
buradadır. ÖDP tasfiyeciliğine yeni dalganın büyük gücü olarak PKK eklenmektedir. Küçük burjuva
demokratizminin, halkçılığın da bu konuda oldukça zayıf olduğu ve politikalarıyla silik bir hatta
girebildiği bilinmektedir. Çeşitli örgütsel güçleri, kişileri de mücadeledeki durgunlukla birlikte böylesi
bir tehlike beklemektedir.
Kuşkusuz Türkiye devrimci hareketi, çeşitli badirelerden geçmiş, farklı dönemleri yaşamış,
deneyim biriktirmiş, sağlam yapı ve gelenekler de oluşturmuştur. Bu, tasfiyecilik karşıtı direnişin,
devrimci duruşun gücü olacaktır. Devrimci geleceği biçimlendirecek olan da budur.
Böylesi bir dönemde tarihsel anlamda sağlam bir ideolojik duruş, teoride ilkesellik ve siyasette
bunun hakim olmasının önemi yadsınamaz. Biz komünistler için birincil olan ve temele yerleştirilmesi
gereken budur. Siyasal pratik süreçlerin tüm karmaşasına, oportünist yanılsamalara, derinleşen
tasfiyeciliğe ve emperyalizmin 'Yeni Dünya Düzeni' karşısındaki teslimiyete karşı kaynağını ancak
ML'den alan bir duruş güçlü bir şekilde dikilebilir. Biz buyuz. Bizi karakterize eden, güçlendiren ve
güçlendirecek olan da en başta bu olacaktır. Ancak bununla yetinemeyeceğimiz, bununla yetinmenin
pratik siyasal karşı duruş ve süreci tersine çevirmek açısından yeterli olmayacağı, hatta pek bir anlam
da ifade etmeyeceği bir düzlemdeyiz. Sadece tarihsel anlamda güçlü bir ideolojik duruşla geleceği
kucaklamak pratiğe yanıt vermeyecektir. Komünist bir siyasal misyonun pratik süreçler ve sınıf
mücadelesi içerisinde alternatif bir politika ve güç olarak canlandırılması gereği, yakıcılığı ortaya
çıkmaktadır. Bizim için de artık ölçüt, son dönemler sıkça vurguladığımız gibi bu siyasal misyonun
pratik görevlerin yerine getirilmesiyle ifadesi, pratikte alternatif oluşturan ve kendisini büyüten bir güç
olarak ortaya çıkmaktır.
Temelde bir programlar çatışması vardır. Burjuvazi hem küresel hem ülke düzeyinde ekonomik,
siyasal, toplumsal, kültürel askeri her alanda ve her türlü gücü ve yöntemi kullanarak kısaca yeniden
yapılandırma dediğimiz topyekün düzenlemelere girişmiştir. Mühendislik kimi bölgelerde haritalara
varıncaya dek ama çok daha geniş ölçeklerde, siyasal toplumsal yaşamın bütün alanlarında hücrelere
varıncaya dek, yeniden düzenleme programlarıyla, bunun strateji ve taktikleriyle
gerçekleştirilmektedir. Sadece gün değil gelecek dizayn edilmektedir. Bu yönden gerek ulusal, gerek
enternasyonal görevlerimizin kapsamı geniştir. Güncel görevler açısından zorlu bir sürecin bizi
beklediğini, pek çok işte ve alanda adeta iğneyle kuyu kazarak ve ancak başararak yol alabileceğimizi
biliyoruz. Önümüzdeki dönemin eksenini oluşturan siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımın,
genel olarak antifaşist savaşımın devrim ve sosyalizm menziliyle ve onlara bağlanarak yürütülmesi
gerektiğini de biliyoruz. Bu konularda da bir perspektif ve politika açıklığı, keza tasfiyecilik ve onun
bugünkü gelişme biçimlerine karşı kafaca netlik ve sağlamlık da bulunmaktadır.
Programatik düşünce pratik politika düzlemine indirilmeli ve kitle pratiği haline getirilmelidir.
Burjuvazinin kitlelerde çekim ve manipülasyon oluşturan her konusunun, yaklaşımının karşısına bizzat
kitlesel pratik içerisinde alternatif olarak çıkmak gerekmektedir.

Yarın, bugündür...
Sorun, her düzeyde örgüt sorunu, parti sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreçlerde daha
yakıcılaşan, daha şiddetli duyumsadığımız, maddi güç olma, kökleri işçi sınıfında olan, emekçi
kitlelerle kaynaşmış maddi bir güç yaratma sorunu öncelikle belirmektedir. Böylesi dönemlerde
savaşımın dar ve sınırlı zeminlerde, sınırlı güçlerle, yetersiz araçlarla geliştirilebilmesinin koşul ve
olanakları yoktur. Dönüştürücü özne olmak, örs değil çekiç olmak istiyorsak, hatta ayakta kalmak,
sağlam direniş mevzisi oluşturmak istiyorsak bu sorunu çözmeliyiz.
İkincisi, komünist öncü misyon bilincinin, partileşme düşüncesinin ve pratiğinin çok daha geniş
ölçekte kavranılması ve buna uygun bir duruş geliştirmektir. Gelecek dizayn ediliyor, programlar
çatışıyorsa, burada alternatif olabilecek tek program komünistlerin programıdır. Onun gerçek bir
alternatif oluşturması, sosyalizme/komünizme temelleri itibariyle daha yakınlaşmış olan bugünün
dünyasına yanıt verecek bir canlılık ve dinamizm içerisindeki ifadesiyle olacaktır. Perspektif ve
çabamız bu yöndedir. Fakat bu aynı zamanda, siyasal alandan sosyo-kültürel alana kadar gündelik
yaşamın örülmesinde, tüm eylemimize yön verecek bir misyon bilinciyle hareket edilmesini
gerektirmektedir. Komünist misyonuna uygun bir duruş içerisinde olan, onu siyasal alandan sosyal
alana, kültürden sanata, gündelik yaşamın hücresel hatta sıradan ilişkilerine indirebilen bir parti gerçek
anlamda inandırıcı ve alternatif olabilir. Emperyalist kapitalizmin yarattığı toplumsal erozyon,
yabancılaşmanın ulaştığı boyutlar, çöküş ve çözülmenin süreçler içerisinde devrimci güçlere kadar
yansıyan boyutları, alternatifin sadece politika düzlemine sıkıştırılmadan birçok yön ve boyutu
içerecek tarzda, yaşamın bütün alanlarından geliştirilmesini önümüze koymaktadır. Bu aslında
direnmenin, siyasal varoluşun da geleceğe taşıyıcı biçimidir. Ya da gelecekteki toplum ve ilişkilerin
siyasal savaşım eksenine sıkı sıkıya bağlanmış gündeki biçimlenmesidir. Keza tasfiyeciliğe karşı
direnişin temel biçimlerinden birisidir.
Geleceği bugünden görmek önemlidir! Eğer ona yarını bugünden kurmak gibi bir anlam
kazandırılmışsa...

You might also like