You are on page 1of 19

DİN VE LAİKLİK

ÜZERİNE

Y. ÖZGÜR

DEVRİMCİ PROLETARYA YAYINLARI

Şubat Yayıncılık / www.alinteri.org


İÇİNDEKİLER:

DİN VE LAİKLİK ÜZERİNE


Sınıf Mücadelelerinin Biçimlenişi ve Dini İdeoloji
Laiklik Niçin Yerleşmedi?
Tarikatların Sosyal Dayanakları
Dini Yaklaşımda Rota Değişikliği
Bölgesel Durum ve ABD'nin Global Hesapları
Çelişkiler...
Dünyevileşen Din, Dinin Politik Düzlemde Yer Alış Biçimleri
Tavır Ne Olmalıdır?
Materyalist Tarih Görüşü Açısından Din
"KEMALİST LAİKLİK" DİNSEL GERİCİLİĞİN PANZEHİRİ Mİ?
DİN VE LAİKLİK ÜZERİNE
Dini akımlar ve laiklik konusu son aylarda geniş bir yelpazede tartışılmaktadır. Konu, son
yıllarda beslenip semirtilen dinci akımların, siyasi platforma bir aysberg benzeri yüze vuruşlarıyla
giderek alevlendi. Ardı sıra devletin geleneksel Kemalist laiklik politikasını, trajik bir tarzda, 12 Eylül
sonrası siyasi inisiyatifin askeri faşist cuntanın elinde olduğu ilk yıllardan başlayarak terkedildiğinin
kanıtlarının ortaya konulmasıyla yeni bir yön kazanarak boyuttandı.
Giz perdesi aralandığında saydamlaşan gerçek şu ki; ılımlı İslami çizgide daha muhafazakar bir
toplum yaratılmak istenmektedir. Bir ön fikir vermesi açısından, 30 bine yakını kız, 231.654 imam hatip
mezunu 42 bin kişinin yönetici, yargıç, avukat ve mühendis olarak görev yaptığını, 62 bin imam
kadrosu olduğunu, her biri 100 bin dolayında tiraj yapan (küçükleri saymıyoruz) üç tarikat yayınının
bulunduğunu belirtelim. Resmi öğretim kurumlarıyla kıyaslanmayacak kadar çok sayıda sıkmabaşlı,
soluk yüzlü, güneşe ve sokağa hasret daha ilkokul çağındaki çocukların kuran Kurslarında rahle
önünde diz kırdığını da biliyoruz. Sorunun özellikle önem kazanan yanı, dinci akımların çeşitli
etkenlerin bileşimi ile azımsanmayacak bir kitle tabanı oluşturmaları ve emekçileri etkilemeleridir.
Konu, devlet din ilişkileri, laiklik kapsamında da tartışılmaktadır. Yeni mücahit Saçak ise, öne
geçme gayretiyle "Kemalizm" mevziinden tüm bataryalarını ateşlemiş durumda. Konu, çeşitli yönleriyle
sol içerisinde de tartışmıyor. Altüst oluş dönemlerinde materyalist görüşleri terkederek, idealizm
koyuna doğru kulaç atanların çıktığı, tarihi örnekleriyle bilinir. Bu kez böyleleri, 12 Mart'ın soyunup
dökünüp, peygamberlik yarışına girenleri kadar bile etkin olamadılar, "Yeni arayış" meraklıları bu kez,
liberal bireycilikten nihilizme uzanan mozaik bir görüntü içerisinde başka felsefelerin kapısını çaldılar.
Özellikle yazın alanında ses verdiler. "İslamiyet’e akın" yaygaraları altından ise elin parmaklarını
bulmaz döküntüler ile iki eski fahişe çıktı. Akıl hastası yeni irşad edicilerin, burjuvazinin bunalım
krizindeki çocukları arasında daha verimli bir toprak buldukları anlaşılıyor. Öte yandan kimi revizyonist
"sivil toplumcu"lar, dinci akımlar içindeki yansımalarıyla bir "consencus" yaratma girişimiyle, "dinci
akımlara özgürlük' korosuna bas perdeden katıldılar. Bu slogan bugünlerde hayli revaçta. Adeta
demokratlığın -gerçekte sınıfsallığı gizlenmiş liberal demokratlık ölçütü haline getirilmek isteniyor.
Dinci akımlar karşısında tavır, Latin Amerika vb. yerlerde kurtuluş hareketleri saflarında ve
antinükleer kampanyalarda, dinci akım ve kişilerin yer alması, İran Devrimi ile birlikte emperyalizmin
İslamiyet üzerindeki tekelinin kırılması gibi olgularla birlikte, antifaşist devrimci güçler arasında da
tartışılıyor.
Konunun çözüm ve tavır belirlemekte asıl hareket noktası olması gereken sosyoekonomik temel
ve üstyapının buna uygun biçimlenmesi, karşılıklı etkileşimleri, sınıf ve ittifak ilişkileri içinde ele
alınmasından genellikle kaçınılıyor. Ya dil ucuyla değiniliyor, ya da ince görünen kolaycı bir tahlille
üstyapı labirentlerine terk ediliyor.
Sorunun, ML çözümü dışında başka bir çözümü yoktur. Özellikle dinci akımların
azımsanamayacak bir emekçi kitleyi etkilemiş olması gözönünde bulundurulduğunda, ML için temel
sorun, onların bu ters bilinçlenme ve konumlarından kurtulmalarıdır ki, bunun başta gelen yolu, bu
yığınların sınıf mücadelesine çekilmesidir. Halk hareketinin eski yanılgılarını tekrarlamadan
güçlenmesi ve devrimci dalganın yükseltilmesi sorunun çözümünü de beraberinde getirecektir.
Nereden yola çıkarsak çıkalım, engel ve tuzakları parçalamanın, yasa ve polis cenderesinden
kurtuluşun, safralardan ve kafalardaki son 7 yılın tüm pisliklerinden arınmanın yolu, yığınların coşkun
seller gibi taşmasından geçiyor. 7 Yıldır sözü faşizm söylüyor. Komünistler, devrimciler ve halk
varolabilme, işkence odasında ve zindanda, sokakta ya da dağda, fabrika ve okulda onurlarını
çiğnetmeden yaşayabilme savaşı verdiler. Şimdi sıra bizimdir. Söz bizdedir!

Sınıf Mücadelelerinin Biçimlenişi ve Dini İdeoloji


Laiklik konusu tartışılırken, Türkiye'de laikliğin niçin yerleşmediği konusuna cevap olarak
özellikle vurgulanan, iki dinin doğuş koşullarından gelen farka göre ideolojik biçimlenişleri olmaktadır.
Bu orijin farkı vurgulanırken hemen hemen hiç değinilmeyen, sadece bir iki yazıda dil ucuyla doku-
nulup geçilmiş olan bir üstyapı kurumunun, dini ideoloji ve kültürün, sosyoekonomik gelişme ve sınıf
ilişkileri temelinde nasıl biçimlendiğidir.
Evet, İslamiyet ve Hıristiyanlık farklı tarihi koşullarda ortaya çıktılar ve o koşullara uygun
biçimlendiler. Hıristiyanlığın doğduğu devirde Roma İmparatorluğu güçlüydü. Yeni din, merkezi
iktidarla çatışma kaygısıyla ruhani ve cismani iktidar ayrımını getirdi. Ünlü deyişi ile, "Sezar'ın hakkı
Sezar'a verildi". İslamiyet’in ortaya çıktığı devirlerde ise, Arap Yarımadasında devlet yoktu. Kabileler
arasında verimsiz doğa koşullarının etkisiyle zaten çok sınırlı olan "artık"ın yağmalanmasına dayanan
bir kör dövüş vardı. Soyguna dayanan ilkel kabile yaşamı, özel mülkiyet ve ticaretin gelişmesini
engelliyordu, İslamiyet böyle bir ortamda çıktı. Kısa sürede devlet olarak örgütlendi, toplum yaşamını
Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
düzenleyici kurallar koydu. İslamiyet’in total, bireyin yaşamından devlet örgütlenmesine, ekonomiden
hukuka her alanda toplum yaşamını düzenleyici ve bunları şiddet aracılığı ile gerçekleştirmeyi öngören
bir ideoloji olarak ortaya çıkmasını sağlayan bu koşullardı.
Bu görüşlerden hareket eden dinci akımlar, İslamiyet’in ancak şeriat düzeninde mümkün
olabileceğini ileri sürmekte, laikliğin Batıya özgü olup, İslamiyet’le bağdaşmayacağını söylemektedirler.
Bu görüş, laisizmi uygularken, İslamiyet’i de sahiplenmekten vazgeçmeyen burjuvazinin işini güçleşti-
riyor. Fakat, laikliğin yerleşmiş oluşunu salt bununla açıklamakla yetinmek -ki genelinde en çok
vurgulanan bu- eksikliğin ötesinde yanlış, bilerek ya da bilmeyerek konuyu asıl zemininden kaydırmak
oluyor. Biliyoruz ki, Hıristiyanlık doğuşundan 250 yıl sonra Roma imparatorluğunda tahta çıkışı ile
birlikte ve bunu izleyen tüm bir Ortaçağ boyunca toplumsal ve siyasal yaşamda egemen bir rol oynadı.
Aristokrasi ve krallara hükümranlık hakkı tanrı tarafından bahşedilmişti. Kilise, afaroz tehdidi ile kralları
titretti, tahtlar devirdi. Teoloji (din bilimi) bütün bilimlerin üstündeydi, bilimden politikaya her şey dinin
denetimi altındaydı. Hukuk da kilisenin elindeydi. Küçük bir farklı düşünce ya da davranış, ünü bilinen
engizisyon mahkemelerinde ölümle biten ağır cezalara çarptırılıyordu. Dolayısıyla Hıristiyanlığın
dünyevi yaşamın dışında kaldığı söylenemez. Ayrıca hiçbir din yoktur ki, Özellikle egemen olduktan
sonra, toplumsal yaşamı düzenlemeye kalkmasın! Egemen sınıf, sahiplendiği dini, toplumu denetim al-
tında tutmanın bir aracı olarak kullanacaktır.
Dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki etkilerini, kendimizi orijin farkı ile sınırlamadan, Batı
ve Türkiye'de alt ve üstyapıların evrimi, ortaya çıkan sınıf ilişkileri temelinde, ideoloji ve kültür
şekillenişlerine göre çözümlemeye yönelmemiz gerekmektedir.
Hıristiyanlık köleci toplum koşullarında doğdu. Felsefesi tektanrılı din olan Musevilik başta
gelmek üzere, Doğu tanrıbilimi ile Yunan felsefesinin -özellikle halk arasında yayılma biçimiyle
Stoacılığın- birleştirilmesine dayanmaktaydı. Başlangıçta köleciliğin ağır baskısı altında yoksul ve acı
çeken insanları birleştirici ve ilerici bir rol oynadı. 255 yıl sonra da zulümkar Roma İmparatorluğunda
taç giyerek devletin resmi dini oldu.
Feodalitenin ortaya çıkışı ve evrimi ile birlikte, feodalizme özgü bir biçim aldı. Ortaçağ, dinin
"altın çağı", egemenliğini en bağnaz bir şekilde sürdürdüğü çağdır. Kilise ideolojik, iktisadi, siyasi
gücüyle yer alıyordu. Felsefe, hukuk, siyaset, astronomi ve tüm bilimler, tanrıbilime göre
biçimleniyordu. Bu durum, muhalefetin ortaya çıkış biçimlerini de belirlemekteydi. Engels'in deyişiyle:

"...Her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu. Büyük
bir fırtına koparmak için yığınların yalnızca dinle beslenen kafalarına kendi öz çıkarlarını,
dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu." (L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu)

Tarihin bundan sonraki sayfasında, her sınıfın dini kendi ihtiyaç ve çıkarlarına uygun bir kalıba
döküşünü, bu kez burjuvazinin şahsında görüyoruz. Kavrayışımızı daha da güçlendirmek için sınıf, din
ve ahlak ilişkilerini gösteren iyi bir örnek olarak 1640 İngiliz Devrimine bakabiliriz:

"İki toplumsal sistem ve ideoloji çatışma halindeydi. (Krallıkça atanan piskoposların


kaldırılması ve kilisenin ve kilise ululuğunun yerel kodamanların elinde olmasını savunan)
Prespiteryenlik, özellikle büyük burjuvaziye seslenen oligarşik bir kavramdı. Onların istediği
tüccar sınıfı için uygun olan siyasal ve ekonomik düşünce biçimlerini toplumun bütününe
yayabilecek biçimde örgütlenmiş bir kiliseydi. Çünkü püritenizmin vaaz ettiği ahlaki
görüşlerin tam da sermayenin birikimi ve kapitalizmin yayılması için gerekli bakış açısını
oluşturduğu defalarca ortaya çıkmıştı. Vurgu, tanrının insanı getirdiği yerde tutumluluk, İtidal
ve çok çalışma üzerine, ister tüccar ister zanaatkar olsun hecesin emeğin ürünlerinden uzak
durarak, durmaksızın çalışması üzerineydi.
Zenginler sermaye biriktirmeli, yoksullar işlerinde çalışmalıydılar, bir tanrısal görev
olarak ve her zaman "büyük denetleyicinin" gözetimi altında. Bu inanç "seçilmiş" tanrı kulları
olan burjuvaziye, toplumu tanrıların istediği şekilde yeniden biçimlendirme ilhamını veriyor-
du." (G. Hill, 1640 İngiliz Devrimi)

Başını Almanya'da Luther, Fransa'da sınıf karakterini dana belirgin bir biçimde ortaya koyan
Calvin'in çektiği, dalga dalga tüm Avrupa ve İngiltere’yi saran Reformasyon Hareketi -Protestanlık
mezhebi- burjuvazinin, emekçi sınıfları da peşine takarak gerçekleştirdiği büyük başkaldırılardı.
Hareket Almanya'da yenildi, Fransa'da başarıyla, İngiltere'de burjuvazinin üstünlük elde ettiği bir
uzlaşmayla -soyluluğun bir kesimiyle- sonuçlandı. Bir süre sonra Calvincilik de ezildi. Fakat tarih
yükselen burjuvaziden yanaydı...
Bunu izleyen dönemde ise, güçlenen burjuvazi, feodalite ile politik, iktisadi, kültürel her alanı

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
kapsayan radikal bir mücadeleye girmektedir. Burjuvazinin mücadelesi, bu kez dinsel kılıfa
bürünmeden, sahip oldukları ideolojik silahla, büyük ekonomik ve siyasi güçle iktidarın
dayanaklarından birini oluşturan kiliseye karşı da cepheden bir saldırı biçiminde gelişti. Burjuva
demokratik devrimlerin düşünsel temellerini hazırlayan "Aydınlanma Çağı" düşünürleri arasında
tanrıtanımaz ve materyalist görüşler filizlendi.
Laisizm bu zeminde gelişti. Devrim, kilise tarafından kutsanan ve tanrı adına hükümran olduğu
söylenen kralın ve feodal soyluluğun yıkılması, iktidarın bu sınıftan ulus -tabii ulus, burjuvazi tarafından
temsil olunuyordu- egemenliğine geçmesiydi. Ve kilise egemenliğinin yıkılışı, burjuvazi inançla
gerçeklik arasında bir ayrım yaparak inancı kişilerin vicdanına bırakıp, dünyevi yaşamı akıl ve deneye
göre düzenlemeyi gelişmenin şartı görüyordu. Bilimsel ve teknik gelişmenin önünü açmak, dinsel
dogmaların sultasından kurtulmak İstiyordu.
Kilisenin devlete müdahalesi önlendi, ekonomik gücü kırıldı. Din, kişi İle tanrı arasında bir inanç
bağı düzeyine itildi. Rahipler de bu bağın oluşturulmasında aracılık işlevi ile sınırlandırıldı. Kilisenin,
böylelikle feodalizm dönemindeki "altın çağı" bitmişti.
Burjuvazinin feodalite ve kiliseler ile hesaplaşması her ülkede aynı radikal çizgiyi izlemedi. Bir
örnekle sürdürelim. Hıristiyanlık dünyasının merkezinin bulunduğu İtalya'da ulusal birlik, burjuvazinin
radikal kesimi ile saray monarşisi arasındaki bir uzlaşmayla, halk yığınlarını dışlayarak sağlanmıştı.
Sonraki dönemde İtalya'da kapitalizm öncesi düşünce ve değer yargılarının günümüze kadar varlığını
sürdürebilmesi, burjuvazinin iktidar oluşunda, böylesi bir aşamadan geliyor olması ile ilişkilidir.
Diyebiliriz ki, burjuva demokratik devrimin gerçekleşmesinin köktencilikten uzaklığı ölçüsünde , diğer
bir deyişle, feodallerle şu ya da bu düzeyde uzlaşılarak tedrici bir geçişin sağlandığı ülkelerde feodal
ideoloji ve kültür öğeleri ve din, toplumsal yaşamda geniş ölçüde etkin olabiliyor,
Anlattığımız öykü, bütünüyle burjuvazinin gençlik çağına ilişkindir. Ve belleğinden silineli, uzun
zaman oluyor. Akıl ve deneyin gücünü, gerçeğin bilinmesinin ölçüsü sayan ve tanrıtanımaz düşünürler
yetiştiren burjuvazi, iktidar olmasıyla başlayan devrimci barutunu yitirme süreciyle, gericileşti. Bu
gericileşmeyi onun kendisinden önceki egemen sınıfın kültür mirasına ve dine sıkıca sarılmasında da
görüyoruz. Din, kapitalize edilmiş şekliyle burjuvazinin elinde egemenliğini sürdürmek için halk
kitlelerini afyonlamanın bir aracıdır artık.
Emperyalizm çağında ise burjuvazi, ekonomisinden siyasete, ideolojisinden kültürüne gericiliğin
doruğundadır. Her türlü melanet onda toplanmıştır. Nesnel gerçeklikten alabildiğine uzaklaşmıştır;
yığınları oyalamak ve aldatmaktan başka amacı olmayan ürünlerdir sunabildiği. Hegemonyasını kolay
yoldan sürdürmek için feodal sınıfları da himaye etmekte, ittifak ilişkilerine girmektedir. Burjuva
demokratik devrimini yapmamış ya da tamamlanmadığı ülkelerde işbirlikçi burjuvazi ile feodallerle
oluşturduğu İttifakta, feodal ideoloji ve kültürü ve feodalizme Özgü biçimiyle dini korumaktadır. ABD ve
Suudi ortaklığı olan ARAMCO tarafından finanse edilen Rabıta örneğinde, bunun somut bir kanıtını
görüyoruz.

Laiklik Niçin Yerleşmedi?


Dinci akımların yığınsal taban bulmaları bu soruyu tartışılır kılmaktadır. Verilen cevaplar ise
laiklik uygulamasında "jakoben yöntemler" uygulanmış olması noktasında toplanmakla, ek olarak da
konu üstyapı labirentlerine terk edilmektedir. Sosyoekonomik yapı, tarihsel evrimi içinde sınıf ilişkileri
ve bunların ideoloji ve kültürdeki yansımalarına ise ya dil ucuyla şöyle bir dokunuluyor, genellikle de es
geçiliyor.
Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından üstyapıda gerçekleştirilmek istenen ve en radikal
davranılan burjuva demokratik reformlardan birisi laiklikti. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, şeri-i
hukuk sisteminin değiştirilmesi, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat (öğ-
renim birliği) Yasası, Kuran-ı Kerimin Türkçeye çevrilmesi, ezanın Türkçeleştirilmesi, bu amaçla
gerçekleştirilen girişimlerdi. Fransız Devrimin antiklerikal (kilisenin politik etkinliğine karşı olmak)
düşüncelerinden esinleniliyor; din, hurafelerin, taassubun etkisinden kurtarılmak isteniyordu. Okullarda
ise burjuvazinin ihtiyaçlarına uygun rasyonel düşünceli bir kuşağın yetişmesi amaçlanıyor, eğitim
sistemine bu yönde bir içerik kazandırılıyordu. Dinci akımların örgütlendirilmesi ve mevzi başkaldırıları
eziliyordu.
Bugünden değerlendirdiğimizde, ülkenin kapitalizme doğru evrimiyle gelişen yeni sınıf ilişkileri
yukardan aşağıya uygulama ve baskıların sürekliliği içerisinde laiklik belirli bir taban kazanmıştır. Fakat
dini akımların azalıp çoğalarak ama her zaman yığınsal taban bulabilmeleri de gösteriyor ki laiklik,
toplumun bütünü ya da ezici bir çoğunluğu için benimsenir bir hale gelmemiştir. Ortaçağa dönük
özellikleriyle dini düşünce ve yaşam tarzı toplumun geniş bir kesimi üzerinde etkisini sürdürüyor. Hatta
bu geleneksel düşünce ve değer yargılarının ülkenin kapitalist gelişme düzeyine denk düşmeyen bir
yaygınlıkta olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumu, üstyapı kurumlarının ekonomik temel ile aynı hızla
gelişmeyeceği gerçeği ile açıklamak yetersiz olur. Konunun ülkemizde kapitalizmin gelişme özellikleri

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
ve egemen sınıf ittifak ilişkilerinin ideoloji ve kültür alanına yansıması ile birlikte ele alınarak
çözümlenmesi gereklidir. Öz ifadeyle yukardan aşağıya gerçekleştirilmeye yönetilen bu reformlar,
sosyoekonomik temel ve bu temel üzerinde etkinliğini koruyan prekapitalist ideoloji ve kültür yapısı ile
çelişiyor, çatışıyordu. Bu çelişki aynı düzeyde olmamakla birlikte bugün de varlığını sürdürüyor. İkinci,
emperyalizm, işbirlikçi büyük burjuvazi ve feodaller ittifakının bilinçli bir tavrı olarak dini-feodal düşünce
belirli bir düzeyde korunuyor.
Milli burjuvazinin önderliğinde gelişen Kurtuluş Savaşı, cılız bir antiemperyalist niteliğe sahipti;
öte yandan bu hareketin antifeodal bir içeriği yoktu. Toprakları ve geleneksel değerleri tehdit artında
bir kısım feodaller Kurtuluş Savaşını desteklediler, önderliği içinde yer aldılar (ilk dönemde İslamiyet’in
birleştirici bir öğe olarak M. Kemal tarafından taktik bir amaçla kullandığını da burada belirtelim).
Savaş sonrasında sadece işgalci emperyalistlerle işbirliği yapan ve Anadolu'da dini güce dayalı
isyanlar örgütleyen merkezi feodaliteyi temsil eden Sultanlığa son verildi. Halifelik kaldırıldı. Bunun
ötesinde burjuvazinin ekonomik gelişimini hızlandırıcı kararlar alındı. Siyasal kültürel etkinliğini
artırmayı amaçlayan bazı üstyapı reformlarına girişildi. Feodaller ise kendi güçlerini büyük ölçüde
korudular. Geniş kırsal bölgelerde egemendiler. İktisadi bakımdan olduğu gibi ideoloji ve kültürleriyle
de partiler ve parlamentoda önemli bir güç oluşturuyorlardı.
O yıllarda sosyalist düşünceler işçi sınıfı içerisinde taban bulmakla birlikte bir iki kentte, o da
sınırlı bir güce sahipti. M. Suphi ve yoldaşlarının katli ile öndersiz, örgütsüz bırakılmışlardı. Kurtuluş
savaşının yükünü omuzlayan köylülük ise antifeodal bir mücadeleyi yürütecek bilinç ve örgütlülükten
yoksundu, Burjuvazinin üstyapı reformları, güçlü toplumsal desteklere dayanılmadan yukardan
aşağıya cezai zorlamalarla uygulamaya girişildi. Ayrıca güçlü bir düşünsel hazırlık da olmadığından
reformlar, Batıdan kopyacı bir aktarımla gerçekleştirilmeye yönelinmişti.
Emperyalizmin hegemonyası altında ise, emperyalizm, işbirlikçi büyük burjuvazi ve feodaller
ittifakının gereği olarak aynı zamanda kendi çıkarlarına halk kitlelerini daha kolay denetim altında
tutabilmek, devrimci-demokrat uyanışın hızını kesebilmek için feodal dîni düşünceler bir seviyede
korunuyor. Toprak ağası ve şeyhler dinle, ekonomik güçlerine manevi bir gücü de ekleyerek yığınları
daha kolay denetim altında tutabilmektedir. Emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazi bundan
yararlanarak feodal ideoloji ve kültürü, özellikle feodallerin etkin olduğu yörelerde egemenliğini daha
kolay yoldan sürdürebilmenin aracı olarak değerlendirmektedir. Parlamenter sistemde hakim sınıf
partilerinin oy desteklerini de, bu ilişkilerin sonucu kolaylıkla sağlıyorlar.

Tarikatların Sosyal Dayanakları


Ülkemizde çok sayıda tarikat var. Bir bölümü etkisizleşir, bazıları yok olup giderken, bazıları da
hızla güçleniyor. Halihazırda en etkin durumda olanlardan Süleymancılık ve Nurculuk, Cumhuriyet
döneminde ortaya çıkmışlardı. Hemen hiçbirisi yoktur ki, inancın sınırları içerisinde kalan tanrıya
ulaşmasında "yol" olarak kalsın. Egemen sınıf partileri ve bürokrasi içinde bilfiil temsilcilerini de katarak
pazarlık yapıp destek vererek etkinliklerini artırmaya çalışmaktadırlar; teokratik bir devlet, şer-i bir
düzen istemektedirler. Sosyal dayanakları toprak ağaları, şeyhler gibi feodaller, kapitalizme tamamen
entegre olamamış genellikle taşradaki burjuva kesimlerdir. Son yıllarda bazı tarikatların nakdi ve
gayrimenkul olarak büyük servete sahip oldukları, Suudi sermayesinin de desteğiyle vakıf, vb. aracı
bazı kuruluşlarla büyük ticari ve finans şirketleri kurdukları görülüyor.
Tarikatların halk içinde kitlesel taban bulmaları ise üretim ilişkileri planında varlığını koruyan
feodal kalıntıların üstyapıdaki yansıması, kapitalist gelişmenin bunalım döneminde daha sancılı bir
şekilde kitlelerde yarattığı deprem, kaynağını kapitalizmin bağımlı ve çarpık gelişmesi ve burjuvazinin
güçsüzlüğünden alan (salt ekonomik değil, ideolojik ve kültür olarak da) sosyal-kültürel boşluk ve
özellikle de son yıllarda politik, parasal ve idari destekler de sağlanarak önlerinin açılması gibi
nedenlere dayanmaktadır.
Feodal üretim ilişkilerinin sürdüğü yörelerde saf haliyle olmamakla birlikte feodal kültür etkinliğini
koruyor. Ayrıca feodal kültür bu sınırların dışında da etkili olabilmektedir.
Tarikatların varlıklarını korudukları gibi, etkinleşebilmeleri, Türkiye'deki kapitalist gelişmenin
biçim ve ivmesiyle ilişkilidir. Burjuvazinin güçsüzlüğü salt ekonomik alanla sınırlı değildir. İdeolojik ve
kültürel zayıflığı ve kapitalizm koşullarına özgü toplumsal dayanışma örgütlenmelerini sürekli engelle-
yip, baltalaması da Cumhuriyetten sonraki dönemde, onca baskıya karşın varlıklarını sürdürecek boş
alan bulmalarına, eski durumlarını korumanın da ötesinde gelişebilmelerine neden olmaktadır.
Kapitalist gelişmenin tedriciliği, sınıfların oluşum sürecini, güç durumlarını belirlemekte, keza sınıf ör-
gütlerinin de ortaya çıkıp yaygın ve etkin hale gelmelerini geciktirici olmaktadır, ilkel üretim tekniklerinin
uygulandığı işyerleri ve kırsal alanlara doğru daha da böyledir. Bunun ötesinde asıl engelleme
politiktir.
Bu durumda kapitalizmin yıkıma uğrattığı kitlelerin bir kısmında ters bir yönelme ile bir nevi
sosyal dayanışma da amaçlanarak tarikatlara akış olmaktadır.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Tarikatların Antalya, Burdur, Denizli, Isparta gibi, kapitalizmin geri üretim ilişkilerini parçalayarak
hızlı bir gelişme gösterdiği bölgelerde güç kazanması, kapalı ekonomi koşullarından, pazar
ekonomisine geçiş sürecinin sarsıntı ve yıkımını yaşayan köylülükte, modern sanayi ve ticaret
ilişkilerine girmeyen esnaf içinde geniş taban bulabilmesi, belirttiğimiz nedenlerle düşünülürse tersine
bir içiçelik görülecektir. Ekonomik ve sosyal bir altüst oluş sürecine giren yığınlar, depremin nedenlerini
görebilmekten uzaktırlar. Bu durum onların bilincinde sosyoekonomik temelleriyle değil, geleneksel
düşünce tarzlarına uygun olarak kapitalizmdeki ahlaki ve kültürel yozlaşma ile açıklanır. Geçmişe
duyulan özlemle dine daha sıkı sarılma biçiminde şekillenir. Paradoks gibi görünen 60 sonrası
kapitalizmin en hızlı gelişme gösterdiği bir dönemde, dini akımların güçlenebilmiş olması belirttiğimiz
etmenler ortamında bu şekilde gerçekleşebiliyor. Anlayamadığı, korku ve şaşkınlık duyduğu kendisini
güçsüz hissettiği, üzerine gelen dev bir makine karşısında sığınıp, güven duyabileceği bir yer arayan
bilinçsiz bireyin kafasındaki geleneksel düşünce ve değer yargılarının vardıracağı çözüm dini akımların
kapısını çalmak oluyor.
12 Eylül sonrası, sendikalar, meslek kuruluşları, mahalle ve köy dernekleri gibi kitle örgütlerinin
kapatıldığı ya da bitkisel bir yaşama itildikleri düşünülürse, tarikatların etkinleşmesi için uygun zemin
yaratıldığı görülür. Yığınlardaki yoksullaşmanın gerçek nedenlerinin halka anlatılamadığı, demokratik
kitle örgütlerinin alternatif olmadığı koşullardan doğan boşlukta tarikatlar güçlenmiştir. Bu, faşist cunta
ve ANAP'ın bir taşla iki kuş vurmasıdır. Bir yandan izlenen ekonomik politikayla geniş yığınlar sefalete
sürüklenip emperyalizme, işbirlikçi burjuvaziye devasa kar sağlanıyor, öte yandan yıkıma uğrayan
kitleler bu şekilde devşirilip etkisizleştiriliyor.

Dini Yaklaşımda Rota Değişikliği


Yığınların belli bir kesimi üzerinde sola da sağa da karşı imajının yaratılmasında etkili ve 12
Eylül askeri faşist darbesinin temel siyasi gerekçelerinden birisi olan laiklik politikasında tavır
değişikliğine gidildi. Fransız Devriminde kilise karşıtı güçlü dalgalardan esinlenen dini politikanın
dışında tutmanın ötesinde, toplumsal yaşamın da dışına çıkarıp, bireyin vicdanının sınırları içinde
hapsetmeyi amaçlayan "Kemalist Laiklik"ten, "laikliğin dinsizlik olmadığı" şeklinde yeni bir yoruma
geçilerek, orta dereceli okullara din dersleri zorunluluğu -hem de anayasa ile- imam hatip okullarının
sayısının çığ gibi artırılması, resmi dairelere mescit, Rabıta kararnameleri vb. son aylarda giz
perdesinin aralanmasıyla kamuoyu önünde tartışılmaya başlanan kararlar alınıp uygulamaya
sokuluyordu. Hem de olabilecek en trajik biçimde "Kemalist devrimin bekçisi" ordusu aracılığı ile. Bazı
"sol" çevrelerde de hayal kırıklığı yaratan bu Brütüs vuruşunun, birbirini çözen bulmacalar gibi giz
perdesi aralanıp olgular birbirine eklendikçe, Türkiye'yi ılımlı bir İslam ülkesine dönüştürmeyi
amaçlayan çeşitli hedefleri içeren bir planın varlığı ortaya çıkıyordu.
Cuntanın benimsediği yeni politika dini ideoloji ve kültürün yaygınlaştırılması, dini akımların
denetimli bir biçimde geliştirilmesinin önünün açılması ve desteklerini almaktı, ilk yıllarda faşist
cuntanın 82 Anayasasına destek ve kurulması düşünülen merkez görünümlü faşist partiye yığınsal
taban arayışları söz konusuydu. Nitekim Anayasaya Süleymancıların desteğinin pazarlıkla sağlandığı
açıklandı. Fakat laiklik gibi, Cumhuriyetin temel bir ilkesi sayılan bir konudaki politika değişikliğinin
sebepleri güncel hesapların ötesindedir Bölge konjonktürüne, iç politikada sınıf mücadelesinin ileriki
yıllarına karşı-devrim cephesince çözüm aramaya dönük stratejik hesaplara dayanan bir tavır
değişikliğidir.
Tarihsel gelişim yönü daha büyük yığınsal güçlere doğru olan ve 12 Eylül tüm ekonomik-
demokratik hakları gaspedilmiş yığınların atılımıyla ivmelenecek olan halk hareketinin gelişiminin
önünü kesebilmek için, devrimci-demokratik harekete taban olabilecek belirli bir kitleyi nötralize
edebilmek ayrıca solun yığınsal dinamik güçlerine karşı, yığınsal güç oluşturma düşüncesi laiklik
konusundaki tavır değişikliğinin iç politikaya ilişkin nedenini oluşturuyor.
Batının ilim ve tekniğini alıp, harsından (kültür) uzak kalmak 1900'lerin İslamiyet'ten kopamayan
oluşum halindeki Türk milliyetçiliğinin sentez arayışıydı. 7-8 yıl öncesinde büyük burjuvazinin özgün
ifadeleriyle ve giderek yükselen bu koro ile dillenen bu düşüncenin, "Türk-İslam Sentezi" olarak
tanımlanan ve faşist çevrelerde çeşitli biçimlerde savunula-gelen teorik formülasyonunun devlet
tarafından benimsenme noktasına geçildiği görülüyor.
Geleneksel değerlere bağlı -siz bunu şükreden, tevekkülcü, efendilerine saygı diye anlayın-
çalışma disiplinine sahip bir toplum modeli(!) işbirlikçi büyük burjuvazinin Hacıağasının ağzını
şapırdatarak yineleyip durduğu bu özlem, komünist ve devrimci hareketin büyük ölçüde susturulduğu,
12 Eylül sonrasının sendikasız-grevsiz ortamında bir düş olmaktan niye çıkmasındı! Dinin denetimli bir
şekilde yaygınlaştırılarak muhafazakar bir toplum yaratılması ve "Türk-İslam Sentezi"nin işbirlikçi
büyük burjuvazinin çıkarlarına, özlem ve istemlerine uygunluğu ortadadır.
Ülkemiz tarihinde dini akımlarda güçlü bir gericilik geleneği ve 60 sonrası büyüyen bir komünizm
düşmanlığı vardır. Dini güçlerin devrimci-demokratik harekete karşı ideolojik bir silah ve vurucu güç

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
olarak çıkarılması yeni değildir. 1960'lı yılların başından itibaren dış gelirinin % 2.5'u Rabıta'yı finanse
ettiği bildirilen ARAMCO tarafından desteklenen "İlim Yayma" ve "Komünizmle Mücadele" dernekleri
gibi kuruluşlarda örgütlenen dini akımlar, antikomünist bir saldırı gücü oluşturmaya yönlendirilmiştir.
Faşist MHPnin nüve halinde olup yeterli saldırı gücünden yoksun olduğu o dönemde, devrimci-
demokratik güçlere karşı vurucu güç buradan taban bulmuştur,
Günümüzde ise bu ihtiyaç, egemen sınıfların özellikle 70 sonrası sınıf mücadelesinin gelişimini
değerlendirerek vardıkları bazı sonuçlarla ilişkilidir. 12 Eylül öncesi süreçte faşist MHP'nin devrimci-
demokratik muhalefetin gelişimini önlemekte yetersiz kaldığı, keza ilan edilen sıkıyönetimle de devlet
güçlerinin dolaysız fiili müdahalesinin de etkisizleşmesi gibi olgulardan hareket edilerek bu yola
girişilmiştir. Geleneksel düşmanlıklarıyla, antikomünizmiyle, dini gericilik rezerv durumundadır. Nitekim
en büyük saldırılar (Maraş, Çorum, Sivas), dini provokasyonlarda bu güçler kolayca harekete
geçirilerek gerçekleştirilmiştir. Egemen sınıfların dinle ilgili yeni politikası bunlara dayanıyor. Kürt
ulusundaki ulusal bilinçlenmeye karşı propagandanın da dini bir içerik üzerine kurulmasi bu
düşüncenin ilk meyvelerindendir.
MHP'nin son yıllarda Türk-İslam Sentezinde giderek İslamcılığa ağırlık tanıyan bir politikaya
kayması da bu kapsamda dikkate alınmalıdır.

Bölgesel Durum ve ABD'nin Global Hesapları


Türkiye egemen sınıfları, Ortadoğu'daki genel istikrarsızlığı, özellikle de İran-Irak savaşının
sağladığı avantajları birçok yönden bölgede etkinleşme doğrultusunda değerlendiriyor. Dış ticaret
ilişkilerinde ibre Ortadoğu'ya doğru kaydığı gibi, ekonomik ilişkiler bunun ötesinde boyutlanıyor. İnşaat
sektörünü, bankacılık ve sanayide ortak yatırımlar izliyor. Harita üzerindeki avantajlar, ekonomik
çıkarlar yönünde kullanılıyor. Ayrıca çeşitli siyasal kombinezonlara giriliyor ve hazırlanılıyor. Savaş dışı
düzenli bir orduya sahip bulunulması bir gözdağı unsuru olarak bugünden değerlendirilirken, şu anda
esas eğilimi oluşturmamakla birlikte askeri bazı hesaplar yapılıp kamuoyunda ön oluşum da
sağlanmaya çalışılıyor.
İslam ülkelerinin oluşturduğu siyasi platformlara en üst düzeyde katılım sağlanırken oluşturulan
ekonomik kalkınma örgütünün başkanlığını Kenan Evren yapıyor. Bu tablo sosyal ve kültürel ilişkilerin
geliştirilmesi ve Türkiye'nin ılımlı bir İslamileş meyle Arap ülkeleriyle yakınlaştırılması yönündeki
politikayla bütünleştiriyor.
Bu oluşumlar İran jandarmasının kaybından sonra, bölgede hegemonyasını sürdürmekte güçlük
çeken ABD emperyalizmin, Türkiye'nin siyasi, askeri yönden de daha aktif bir rol alması isteği
doğrultusunda çift taraflı yönlendirme ve denetimi artındadır. Bölge içi ilişkilerinin çelişkili yapısı, hege-
monyası altındaki ülkelerin daha ileri düzeyde ilişkiler içinde olmasını özellikle hedeflenen bir askeri
pakt oluşturmasını halihazırda olanaklı kılmıyorsa da, isteği doğrultusunda ilişkilerin artmakta olduğu
da görülmektedir.
Öte yandan Türkiye'nin bu ilişkileri, cuntalardan kurtuluşu, AT emperyalistlerinin kucağına
atılmakta gören mandacı ruh ve birtakım demokrasi havarilerinin sandığı gibi, AT emperyalistlerinin
istek ve çıkarlarına aykırı değildir. AT emperyalistleri bu havariler kadar, Türkiye'yle bütünleşmeye he-
vesli olmadıkları için ondan konumuna uygun bir köprü olarak yararlanmayı tercih ve teşvik
etmektedirler. Ortadoğu'da güçlü çıkarları olan Fransa'nın önde gelen bir politikacısının laiklik
politikasını eleştirerek, Türkiye'nin ılımlı bir İslam ülkesi olmasının yararlarından söz etmesi bu açıdan
değerlendirilmelidir. Bölgedeki kaos AT emperyalistlerinin çıkarlarını da önemli ölçüde etkilemektedir.
ABD emperyalistlerine göre maceracı müdahalelerden kaçınma konusunda daha dikkatlidirler,
Türkiye'nin ise çeşitli yönlerden değerlendirebilecekleri daha etkin hale gelmesi isteğindedirler.
Ortadoğu'da Batıya en yakın (salt coğrafi yakınlık değil) İslam ülkesi olan Türkiye, emperyalizmin
çıkarlarına uygun bir istikrarın kurulmasında koz olarak kullanılmak isteniyor.
Ayrıca ABD emperyalizminin geleceğe dönük ve global bazı planlarının olduğu İrangate
soruşturmaları sırasında da açığa çıktı. ABD, İran'dan vazgeçmiyor, Antiamerikancı politikalarını
törpülemeye çalışırken tekrar kazanmanın da hesaplarını yapıyor. Yönetimdeki etkin kişilerle ilişkiler
kuruyor ve Humeyni sonrası doğacak klik sürtüşmelerine hazırlanıyor. ABD, İran'ı yeniden kazanabilir,
hiç olmazsa hayırhah tarafsızlık politikasına doğru geriletebilirse, İslamiyet üzerinde kırılan tekeli tekrar
kurmaya ve Pakistan'a kadar uzanan alanda etkin bir ideolojik güç oluşturan, İslamiyet’in kinetik
gücünü SB'nin içinde patlatma amacına doğru ilerleyebileceğini hesap ediyor, İslamiyet’ten, SB'de
sosyoekonomik, kültürel yapının daha geri olduğu ve ulusal ayrımcı politikalarla bu durumun sürdüre
geldiği Müslüman ve Türk halklarının yaşadığı bölgelerde dinsel-ulusal çelişkileri körüklemekte yarar-
lanmak istemektedir.
Tarikatların İslam birliği idealleri, bu politika ile çakıştığı gibi, Türkiye'de panislamizm ve Turan
gibi kuramsal rezervler da bulunuyor. Elbette ABD-İran ilişkilerinde bugünden yarına bir değişiklik
beklenemez. İran'da devrimin gelişme özellikleri ve İran halkındaki antiamerikancılık ve ayrıca bölge içi

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
çelişkiler, bugün için böylesi bir olasılığa şans tanımıyorsa da, ABD'nin alternatif kartının, bölge ve ülke
içi istikrarsızlıklarından dolayı altüst oluşlara uygun bir zeminin olduğu Ortadoğu koşullarında hesap
edilmesi gereken bir olasılıktır, "Can düşmanı" ilan ettikleri İsrail ve "şeytan" dedikleri ABD
emperyalizmi ile silah ticareti yapabilecek politikalar üretebilen İran'daki iktidar güçlerinin sınıf yapıları
itibariyle kaypaklıkları da gözönüne alınırsa...

Çelişkiler...
Laikliğin Kemalist yorumundan vazgeçilmesi ve muhafazakar bir toplum yaratma politikası
bağrında çeşitli çelişkiler taşıyor ve güçlendiriyor,
Cumhuriyet gazetesinde ve SHP'de odaklanan muhalefet, devletin geleneksel laiklik
politikasının sürdürülmesi yönündedir. Bu kampın yeni mücahidi revizyonist Saçak dergisi ise geriden
yetişmenin hızıyla tüm bataryalarını ateşlemiş ve devlet politikasını belirleme savaşında, öte yandan
önleri açılan dinci akımların politik ve toplumsal yaşamda daha etkin bir konum istemeleri ve bu
yöndeki eylemleri denetim dışı resmi devlet politikasının ılımlı İslamiyet çizgisinin dışına taşan,
zorlayan gelişmelerdir.
Türkiye'de egemen ittifak içinde etkin güç işbirlikçi tekelci burjuvazidir. Kozmopolit ideoloji ve
kültür yapılanması içinde de belirleyici olan burjuva ideoloji ve kültürüdür. Kapitalizme özgü iktisadi,
politik, toplumsal, hukuki, kültürel sistemle, dinci ideolojinin öngördüğü şeriat düzeni arasında derin
farklılıklar vardır. Bugün şeriat düzeni ile yönetilen İslam ülkelerinin uluslararası ilişkilerde, kapitalizmin
yöntem ve araçlarını kullanmaları, zorunluluk boyutunun ötesinde, yatırım pay ve ortaklıklara
yöneldikleri de biliniyor (İslamiyet’in ekonomik düzen anlayışının kapitalizmle uzlaşmayacak Önemli bir
çelişkisi yoktur. Özel mülkiyet, servet edinme, miras hakkı katı yasalarla korunmuştur. İslamiyet köleliği
yadsımamıştır, sözü edilen en önemli çelişki, zamanında tüccarı korumak için koyulan Riba (aşırı faiz)
yasağıdır. Bu konuda ise faiz yerine yatırımlardan elde edilen gelirin dağıtılması yoluna gidilmekte,
ayrıca spekülatif girişimlerde hile-i şeriye yapılmaktadır). Bu ülkeler yönetimleri, geri toplumsal yapıyı
korumayı varlık şartı olarak biliyorlar. Kuranın anayasa sayıldığı teokratik devlet biçimi ilkel bir öç
mantığına dayalı ceza hukuku, doğmaların her alanda bilimin önüne koyulması, toplumsal ve bireysel
yaşamın alabildiğine kısıtlanması ve şer-i düzen anlayışı ile kapitalizm arasında bir dizi çelişki vardır.
Bu çelişkiler İslamiyet’i sahiplenmekten de vazgeçmeyen burjuvazinin önüne revize etme, İslamiyet'i
kapitalizme uygun olmayan yönlerinden arındırma gerekliliğini koymaktadır. Zaman zaman Diyanet
İşleri İle dinci akımlar arasında su yüzüne çıkan çatışmalar, kaynağını buradan alıyor.
Bu farklılıklara karşın dini akımlar genellikle rejimle uzlaşma içindedirler. Stratejileri sistem
içinde çatışmadan çoğalmak yönündedir. Hakim sınıf partileri ve mevcut sisteme ait çeşitli kurumlar
aracılığı ile güçlerini artırma ve etkinleşme olanağını bulabilmektedirler. Nitekim son dönemde ANAP
ve hükümet içinde, bürokrasinin en üst kademelerinde -özellikle Nakşibendiler- etkinlik sağlamışlardır.
Kitle gücü en büyük tarikatlardan biri olan Süleymancılık ve bazı Nurcu kesimler öteden beri AP-DYP
çizgisinin destekleyicisidirler. ABD, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerle içli dışlı olan tarikat yöne-
ticilerinin son yıllarda ANAP hükümetinin ve Suudi sermayesinin desteği ile atılım yaptıkları, vakıflar ve
büyük ticari ve finans şirketleri kurdukları görülmektedir. Tarikatlar nakdi ve gayrimenkul olarak büyük
bir serveti ellerinde tutmaktadırlar. Dolayısıyla çelişkilerine karşın tepeden sistemle bütünleşmiş bir
yapı içerisindedirler. "Ulu emre itaat", "fitne en büyük günahtır" gibi İslami değer yargıları ile bu
bütünleşme ve uzun dönemli strateji açıklanıp benimsetilmeye çalışılıyor.
Bu nedenle daha farklı bir çizgi izlemesi ve ABD'ci özelliği ile egemen sınıfları asıl rahatsız eden
dinci akım, Humeyniciliktir. Suudi mihverinden geçen çok daha büyük tarikatlar varken egemen sınıf
yöneticileri propagandalarında önemli bir güce sahip olmayan bu akıma saldırmaktadırlar. İran
Devrimiyle birlikte ülke dışına taşan bu akım radikal bir söyleme sahiptir. Kurutuş döneminden itibaren
kılıç dini olarak gelişen İslamiyet’in şer-i yasalarının uygulanmadığı ülkelerde dar-ül harp (harp
durumu) ilan etmekte, buna uygun olarak düzen kurumlarına, siyasi partiler ve parlamentoya dayalı bir
örgütlenme ve mücadeleyi reddetmektedirler.

Dünyevileşen Din, Dinin Politik Düzlemde Yer Alış Biçimleri


Söylenecek ilk cümle, dinin günümüz dünyasında alabildiğine politikleşip, dünyevileştiği
olacaktır. Toplumsal dalgalanmaların içinde az çok önemli bir olay yok ki, din doğrudan ya da dolaylı
onun içinde olmasın! Vatikan, Polonya'dan Latin Amerika'ya, emperyalizmin genel çıkarları
doğrultusunda politik bir parti gibi faaliyet gösterirken ABD, Suudi Arabistan tarafından finanse edilen
dini akımlar, İslam dünyasında da aynı amaca hizmet ediyorlar. Uzak Doğu dinleri öldükten sonra
tekrar dünyaya gelme yalanıyla sefalet içindeki yığınları aldatmaya devam ediyor. Kapitalist ülkelerde
yabancılaşmanın bunalıma düşürdüğü insanlar sayısı belirsiz tarikatların kucağında mistik dünyalara
dalıyorlar.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Öte yandan bazı dini akım ve din adamlarının ırkçılığa karşı mücadelede, nükleer silahlanmaya
karşı kampanyalarda, Latin Amerika'da, Filipinler'de, Ortadoğu'da toplumsal muhalefet hareketlerinin
içinde farklı düzey ve biçimlerde yer aldıkları görülüyor.
Dinin yoğun politizasyonu kuşkusuz sınıf mücadelesindeki gelişmeler, ulusal ve sosyal kurtuluş
mücadelelerinin yaygınlaştırılmalarıyla ilişkilidir. Bugün de dini merkezler emperyalizm ve tüm
uluslararası gericiliğin hizmetinde birer propaganda merkezi olarak halkları afyonlamaya devam et-
mektedir. Bugün de din, ezilen sınıf ve halkların uyanışını, başkaldırılarını önlemek ve boğmak için
dünya gericiliğinin elindeki en önemli ideolojik silahlardan birisidir. Bu gerçeğin yanı sıra emperyalizm
ve tüm uluslararası gericiliğin dinler üzerindeki tekel durumunu korudukları söylenemez. Ulusal ve
sosyal kurtuluş mücadelelerinin gelişmesinin türevi bir olgu olarak din kampı içinde bölünme ve
kutuplaşmalar da görülmektedir. Bugün faşist baskı ve terörün doruğa çıktığı, halk kitlelerinin açlık ve
yoksullukla derin acılar içinde yaşadığı, artık salt mutlu bir öbür dünya vaazının kitleler için anlamını
yitirdiği bazı ülkelerde, kimi dini akım ve kişiler, halk hareketini desteklemekte ve bilfiil katılmaktadırlar.
Kapitalizmin nispeten geri bir gelişme düzeyinde olup, sınıfsal politik oluşumların henüz
biçimlenmediği ya da yeterince güçlenemediği kimi ülkelerde, tarihte de örnekleri bilinen bir biçimde,
muhalefet dinsel bir kılıfa bürünerek ortaya çıkmaktadır.
Katoliklik, Latin Amerika ve İrlanda'da tarihine nazire yaparcasına bir tavır içerisindedir. Latin
Amerika'da antifaşist muhalefete katılım yönünde, kilise içinde radikal kanatlar ortaya çıkmıştır.
Kurtuluş Hareketleri saflarında savaşan rahipler bulunmaktadır. Tabanda, halk ile iç içe yaşayan
rahipler arasında gelişen ve kilise ulularının bastırma çabalarına karşın engelleyemedikleri bir
gelişmedir bu (Vatikan, bu gelişmeyi durduramayınca, reformist bir politika benimseyerek denetim
altına alma çabasına girdi. Papa'nın Latin Amerika gezilerinde vaazlarının konusu insan hakları ve
demokrasi (!)
İslam dünyasında ise ikili bir görünüm söz konusudur. ABD emperyalizmi, başta Suudi
Arabistan olmak üzere, gerici monarşik devletler aracılığıyla dini, İslam aleminin büyük bir kesiminde
emperyalist hegemonya ve sömürüsünün devamında en güçlü ideoloji ve kültür silahı olarak
kullanıyor. Fakat öteden beri İsrail siyonizminin Ortadoğu'daki temel müttefiki olması, özellikle de İran
Devriminden sonra eski tekel durumu kırılmış, İslam aleminin bütününü din aracılığıyla denetim altında
tutma olanağını yitirmiştir.
Dinin halihazırda dünyanın büyük kesimlerinde mevcut sistemi mutlak düzen olarak gösterme
ve halkları yalancı cennetle aldatmada emperyalizm ve tüm uluslararası gericiliğin elindeki en güçlü
ideolojik silahlardan birisi olduğu gerçeğinin altını bir kere daha çizerek, muhalif dini akımları her ül-
kenin özgül tarihi, toplumsal, politik koşullarına göre değerlendirmek doğru olacaktır.
Daha çok, Hıristiyan din adamları arasında katılım olan dünya barış hareketi, aynı zamanda
antiemperyalist, antifaşist mücadelenin bir ürünü olmakla birlikte, etkin çizgiler burjuva hümanist,
reformcu, revizyonist görüşlerdir. Pasifist niteliğinden dolayı, içinde yer alan din adamlarının
uyuşmaları güç olmamaktadır.
Latin Amerika'da muhalif dini akımların, muhalefetin niteliğini belirleyebilme durumları yoktur.
Sınıf kutuplaşmasının derin, kendi burjuvazisinin bazı kesimlerinden bile tecrit olmuş, halka karşı
uyguladığı baskı ve terör ile iktidarını sürdürmesinin neredeyse tek biçimi haline gelmiş olan oligarşik
diktalara karşı, kıtanın geleneksel başkaldırı çizgisine uygun bir katılım söz konusudur. Dini hareket,
gelişen kurtuluş hareketine tabidir; mücadeleyi sınıfsal ekseninden saptırma, onu belirleyebilme
gücüne sahip değildir.
Bu yönden Ortadoğu'da durum daha farklıdır ve dini hareket karşısında daha dikkatli davranmak
gerekmektedir. İran’da dini muhalefet iktidar olmuştur. Ve ardından devrimci demokratları yok etmek
için dizginsiz bir terör estirmeye girişmiştir. Afganistan muhalefeti ve Lübnan'daki gruplar dinsel
kökenlidir. Mezhep ayrılığına dayanan örgütlenmeler, halkı böldüğü gibi muhalefetin sınıfsal temelde
gelişimini perdelemektedir. Ortadoğu'daki dini dalga, bugün güçlü bir akım oluşturmaktadır.
Sosyoekonomik düzey daha geridir. Modern sınıfların oluşumu zayıftır. Dolayısıyla proletaryanın nicel
güçleri azdır ayrıca onun ittifak güçlerinin politik örgütlenme düzeyleri geridir. İslamiyet’in total toplum
yaşamının her alanını düzenleme iddiasında bir ideoloji oluşu, bunun bir uzantısı olarak demokrasi
karşıtlığı ve ideolojik karşıtlığın ötesinde siyasi platformda da geleneksel komünizm düşmanlığı negatif
faktörlerdi. Bölgede feodallerle ittifak halinde olan emperyalizm bir dereceye kadar feodal, yarı feodal
üretim ilişkilerini daha fazlasıyla feodal ideoloji ve kültürü korumaktadır.
Bu verileri gözönüne alarak Türkiye koşullarında nasıl bir davranış çizgisi izlemek gerektiğini
belirleyelim.

Tavır Ne Olmalıdır?
Özetlersek ülkemizde dini akımlar siyasi platformda etkinleşen bir güçle yer almaktadır. Bunların
çoğunun ABD emperyalizmi ve Suudi Arabistan ve yerli egemen sınıfların doğrudan ve dolaylı

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
denetiminde oldukları, ideolojik çelişkilerine karşın birçok yönden sistemle kaynaşma özelliği göster-
dikleri görülmektedir. İlkel bir toplumsal-siyasal sistem öneren bu akımların önü, toplumu muhafazakar
bir düşünce ve yaşam biçimi içinde tutmak ve devrimci-demokratik hareketin gelişimine karşı set
oluşturmak amacıyla açılmıştır ve çeşitli etmenlerin bileşimiyle güç toplamışlardır. Belirttiğimiz olgular
bu akımların sınıf mücadelesinin gelişiminin önüne bir engel olarak çıkarılmaya çalışıldığını gösteriyor.
Mücadelede öncelikle benimsenmesi gereken yol, yığınların inanç farkı gözetilmeksizin sınıf
mücadelesinin içine çekilmeye çalışılması olmalıdır.
Kitleleri ekonomik ve politik çıkartan doğrultusunda sınıf örgütlerinde örgütlemek ve sınıf
mücadelesinin ilerletilmesi, dini akımların etkisi altındaki emekçileri kazanmanın, yanlış biçimleniş ve
geriye dönük tepkilerini doğru yönde kanalize etmenin yolu bu olacaktır. Kitlelerin gerçek istem ve
özlemlerine ters bir yönde konumlandıklarının onlara kavratılabilmesi, sınıf mücadelesinin
geliştirilmesiyle kendi istem ve özlemleri arasındaki birliği ancak bu süreçte görebilirler.
Halk arasında yaygınlaşan tarikatlarda savunulan biçimiyle dini ideoloji feodal karakterlidir.
Egemen burjuva-feodal ideoloji ve kültürün bir parçasını oluşturmaktadır. Dünyevî yaşamı da
düzenleme iddiasında olan İslamiyet’in şer-i düzeni, sömürü ilişkilerinin ve sınıf ayrımının devamını
öngören sosyoekonomik düzen anlayışı, egemenliği Allaha –dolayısıyla aracılarına– veren, Kuran
anayasa şeriatı yasa olarak belirleyen, demokrasinin her türlüsüne karşıt, toplumsal ve bireysel
özgürlük tanımayan teokratik bir devlet öngören siyasal düzen anlayışı, öç mantığı üzerine
temellenmiş hukuk düzeni, miras hukukundan ev içi ilişkilere dek kadını aşağılayan, erkeğin kölesi
gören düşünceleri eleştirilmelidir. Son yıllarda hükümet eliyle eğitim-öğretim sisteminde ger-
çekleştirilen değişikliklerle, metafizik görüşlerin tarihten biyolojiye, felsefeden astronomiye, fen ve
sosyal bilimler arasında yaygınlaştırılmak İstendiği görülüyor. İnsanlığın kültür hazinesinin bir parçası
ve insanın doğayı tanıma ve hakim olma mücadelesinde yolunu aydınlatan bilimsel kazanımların dinci
İdealist cepheden karşı karşıya kaldığı ve yerlerine dini safsataların koyulduğu bu saldırıya sessiz
kalınamaz.
Dinci gericiliğe karşı mücadele güncel bir görevdir. Fakat bu, sınıf mücadelesinin temel
doğrultusundan, iktidarı elinde tutan sınıf ve siyasi güçlere karşı mücadelenin geliştirilmesi
hedeflerinden sapılmadan onun bir parçası olarak yürütülmelidir. Geçmişte çeşitli devrimci hareketlerin
içine düştüğü, antifaşist mücadeleyi MHP ile sınırlayan, egemen sınıflar ve onların iktidar aracı devlete
karşı mücadeleyi tali plana atan yanılgı yinelenmemelidir.
Dinci akımlar, devrimci proletaryanın stratejik ittifakları içerisinde yer alan sınıfların, politik
temsilcisi değildirler. Bunların mevcut sistemle tam bir bütünleşme içinde olmadıkları, kendileri için
özgürlük istemeleri, yoğun tekelci baskıya karşı özlemlerini dile getirmeleri gözönüne alınmalıdır. İran
Devrimi ile İslamiyet üzerinde ABD tekelinin kırılması, bölgede hegemonyasının sarsılması da
İslamiyet’in yekvücut bir gerici kamp olma özelliğini yitirmesi, bölgedeki devrimci güçlere nesnel olarak
yarar sağlamıştır. Humeynici akımla, emperyalizm ve yerli egemen sınıflarla daha sıkı ilişkiler içinde
olan dinci akımlar arasındaki bu farklılık dikkate alınmalıdır. Bu ayrım, mücadelemizin emperyalizm ve
işbirlikçi egemen sınıflar tarafından desteklenenlere karşı yoğunlaştırılmasıyla sınırlıdır. Yeri
gelmişken, ütopik bir özgürlük ve eşitlik masalı anlatacak kelaynak kuşları gibi birkaç liberal var mıdır
bilmiyoruz. Ama sosyalist patentinden de vazgeçmeyen demokrasi fetişizmine kapılmış kimi
revizyonist çevrenin eksikliğini hissettirmediği görülüyor. Gerici akımlar için özgürlük istemek bizim
sloganımız olamaz. Halk için demokrasi istiyoruz. Proletarya ve diğer emekçi sınıflar için söz,
örgütlenme ve eylem özgürlüğü istiyoruz.
Laiklik, burjuva demokratik devrimlerin bir ürünü ve toplumları ileri götüren bir kazanımdır.
Ülkemizde ise yığınların inisiyatifine dayanan bir eylemin ürünü olmadı ve büyük ölçüde tepeden
inmeci ve baskıya dayalı yöntemlerle halka benimsetilmeye çalışıldı. Öte yandan irticai düşüncenin
sosyal dayanaklarına dokunulmadığı gibi egemenler ittifakının içinde yer aldılar. Laiklik konusunun
askeri faşist darbelerin önde gelen gerekçelerden birisi yapıldığı biliniyor. Ordunun üst yönetici
kademelerinin dinden yararlanma gibi yeni bir tavrı benimsemelerine karşın, bu tehdit ortadan kalkmış
değildir. Kemalist laiklik politikasını savunan çevrelerin ordu ve bürokrasi içinde destek aramaları ve
bunun türevi olacak girişimler hayırhah karşılanamaz. Marksist-Leninistler tepeden inme ve halka karşı
bir saldırı aracı olarak kullanılan bir laiklik anlayışının destekleyicisi olamazlar ve kendilerini laiklik
konusunda burjuva perspektifle sınırlamazlar. Komünistler, dini, insanın en büyük aldanışı ve yabancı
bir gücün insan üzerindeki egemenliği olarak görürler. Onun toplum vicdanından da bireyin
vicdanından da süpürülüp atılmasını savunur, bunun için mücadele ederler. Bu mücadeleyi yürütürler-
ken de din konusunun bugünden yarına çözümlenecek bir sorun olmadığını, insanın bu aldanışına yol
açan maddi koşutların değişmesinin gerekliliğinin bilinciyle hareket ederler. İnsanların dini
inançlarından zor yoluyla vazgeçirilmesi gibi bir düşünce ve davranış içinde olamazlar. Dini inanç
konusunu tartışma odağı haline getirmek gibi bir tavrı benimsemezler, bu sırada "elhamdülillah
müslümanız" gibi ikiyüzlü bir davranış içine de girmezler.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Materyalist Tarih Görüşü Açısından Din
Dini ideoloji idealisttir, idealizmin en koyu ve toplumda en yaygınlaştırılmış biçimidir. Marksist-
Leninistler din konusunu materyalist tarih görüşü açısından ele alırlar. Belirli tarihi-nesnel koşulların
ürünü olan bu değişimlere uğrayarak bugüne dek süregelmiş dinin, insanların yaşamından çıkıp
müzelik bir kurum haline gelmesinin uygun maddi temelinin oluşmasıyla mümkün olacağını bilirler.
Baştankara bir yasakçı anlayışla davranmazlar, Engels, dinden özgürleşmeyi, maddi koşulları
dıştalayan salt bir bilinç sorunu olarak ele alıp iradi bir kararla yasaklayarak gerçekleştirmeyi savunan
Dühring'in yaklaşımını eleştirirken, dinin evriminin -doğuş ve yok oluş koşullarının özlü bir irdelemesini
de sunuyor:

"Nedir ki, her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin,
onların kafalarındaki fantastik yansımalarından, dünyasal güçlerin, içinde dünya üstü güçler
biçimine büründükleri bir yansımasından başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlarında bu
yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında, çeşitli halklar arasında çok çeşitti ve çok değişik
kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir. Bu ilk sürecin, karşılaştırmalı mitologya
aracıyla, Hint Veda'larında, hiç olmazsa Hintli-Avrupalı halklar için kaynağına değin çıkılmış ve
Hintliler, İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Cermenlerde ve yeterince belgeye sahip
bulunduğumuz ölçüde de Keltler, Litvanyalılar ve Slavlarda, bu süreç, ayrıntılı bir biçimde
gösterilmiştir. Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra, bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o
denli açıklanmaz bir biçimde İnsanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe
karışır ve onları, doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk
görünüşü ile, egemenlikleri altına alırlar. Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçle-
rinin yansıdıkları fantastik kişilikler, böylece toplumsal öz nitelikler kazanır, tarihsel güçlerin
simgeleri durumuna gelirler. Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların
tüm doğal ve toplumsal öz nitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olma-
yan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir. Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan
felsefesinin son ürünü olan ve dört başı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü
ulusal tanrısı Yahova'da bulan tek tanrıcılık, işte böyle doğmuştur. Bu elverişli, kullanılabilir ve
her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında, din, insanlar o güçlerin egemenliği altında
kaldıkları sürece, onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre, dolaysız yani
duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir, Oysa, bugünkü burjuva toplumda, insanların, gene
kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim
araçları aracılığıyla, sanki yabancı bir güç aracılığıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez
görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte, dinsel
yansının kendisi de varlığını sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğin nedensel
bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı, ne genel
olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve
batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir. Atasözü hep haklı: İnsan önerir, Tanrı
düzenler (Tanrı, yeni kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). Yalın bilgi, iktisadı bilgisin-
den daha ileri ve daha derine de gitse toplumsal güçleri toplumun egemenliği altına almaya
yetmez. Bunun için her şeyden önce, toplumsal bir eylem (acte) gerekir. Ve bu eylem yerine
getirildiği, toplum, tüm üretim araçları üzerine el konması ve planlı bir biçimde kullanılması ara-
cılığıyla, kendini ve bütün üyelerini, şimdilik kendileri tarafından üretilmiş, ama karşılarına ezici
bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten
kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı, ama düzenleyici de olduğu
zaman, -işte o zaman, dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece, artık
yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan
kalkacaktır.
Tersine, Bay Dühring, dinin bu kendisine vaad edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini
bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarktan daha Bismarkçıdır; yalnızca
Katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış mayıs yasaları çıkarır,
gelecekteki jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine
yükselmesine yardım eder ve Ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgül
Prusya Sosyalizmi!
Bay Dühring, dini, böyle başarılı bir biçimde ortadan kaldırdığı zaman, "kendi kendisi ile
ve doğa ile güçlü, ve kendi kolektif güçlerini bilecek denli olgun insan, bundan böyle işlerin
gidişinin ve kendi has Özünün ona açtığı büyük yolları korkmadan tutabilir." (Anti-Dührİng, sf.
492-495)

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Komünistler bu süreçte edilgen bir tavır içerisinde olamazlar. Yürüttükleri mücadele ile, insanları
denetim altına almış ekonomik ilişkilerde devrim yoluyla dönüşümü sağlayarak bunların insanın
denetim altına girmesiyle bu aldanıştan kurtulmanın yolunu açmış olacaklardır. Sosyalizmde üretim
araçlarının kolektivizasyonu ve sosyalist üretim ilişkilerinin gerçekleşmesiyle insanı baskı ve denetim
altında tutan son yabancı güç egemenliğinin temelleri yok edilirken, dini ideoloji bir süre daha varlığın;
sürdürmeye devam edecektir.
Sosyalizmde din yasaklanmayacak, inanç özgürlüğü olacaktır. Fakat proletarya iktidarı altında
dinin siyasi faaliyette bulunması, toplumsal ve kültürel yaşamda etkinlik göstermesi menedilecek,
devrilen sınıflar ve emperyalizmin proletarya diktatörlüğüne karşı din aracılığıyla muhalefet örgütleme
girişimlerine karşı tedbir alınacak, din propagandası yasaklanıp, insanların bu aldanıştan kurtularak
kendi güçlerine ve doğa güçlerine, özlü bir deyişle yeryüzü cennetine egemen haline gelebilmeleri için
bilinçleri de dönüştürülmeye çalışılacak, dinsizlik propaganda edilecektir.
Haziran 1987

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
"KEMALİST LAİKLİK" DİNSEL GERİCİLİĞİN PANZEHİRİ Mİ?
Dinci gericilik konusu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve ülkemiz aydınlarında pek görülmeyen,
gerçeği yüreklice açıklama cesaretini, öldürüldükten sonraki eyleminde de ödünsüz tutarlılığıyla ortaya
koyan, Marks ve Engelsin Fransız materyalistlerine yönettikleri övgüye lâyık Turan Dursun'un
öldürülmeleri, siyasal bir çatışmaya dönüşmüş türban konusundaki son gelişmelerle.., yeniden
alevlendi. İçlerinde demokratımsı tonlar taşıyan pek azı dışında, cuntacılara cüppe giydirmiş,
üniversiteye polis çağıran, ülkedeki faşist baskı ve saldırılar karşısında "tık" demeyen YÖK cüppeli
profesörler, "Kemalist Laiklik" sloganıyla eyleme geçtiler.
Dinci gericilik, 12 Eylül sonrasında cuntacılar eliyle, faşizm ve sermaye tarafından beslenip
semirtilmişti. Anlaşılan, aşırı dozda şırınga edilen ilaçlar, hormonal dengeyi bozmuş, bazı uzuvlarda
istenilmeyen ölçüde bir büyüme olmuştu, Yeni bir çekidüzen vermek gerekiyordu! Bunun bir ifadesi
olarak birkaç ay önce basında, büyük burjuvazinin eliti TÜSİAD'ın "Eğitim Raporu" açıklandı ve
tartışmalara yol açtı.
Aslında büyük burjuvazi içerisinde bir huzursuzluğun varlığını, bu "rapor" öncesinde de ortaya
koyan belirtiler az değildi. Partilerde iç gruplaşmalar, Dalan Partisinin laiklik vurgusu ile ortaya çıkması
gibi, çıplak gözle görülür gelişmeler oluyordu. Yeni olan, TÜSİAD'ın lafı dolandırmadan isteklerini
ortaya koymasıydı. Birkaç ay önce açıklanan "Eğitim Raporu"nda, eğitimin, kalifiye eleman
yetiştirilmeye yöneltilmesi isteğinden sonra bunu olumsuzlaştıran bir unsur olarak İmam Hatip
Okullarının amacı çok aşan ölçüde yaygınlaştırılmasından duyulan hoşnutsuzluk, "eğitim birliği"nin
bozulmasının, yaşam tarzı, düşünüş, giyim, vb. iki farklı gençlik ortaya çıkarmasından duyulan
tedirginlik belirtiliyor; üniversite yolu açılmış imam hatiplilerin devletin yönetim kademelerinde
etkinleşmesine karşı çıkılıyordu.
Bir süre sonra, MİT Müsteşarı, Genelkurmaydan direktifli olarak katıldığı bir Bakanlar Kurulu
toplantısında, "İrtica Emniyet Teşkilatını bloke etmiştir", diyor; bu "mutad" yollardan basına
sızdırılıyordu. Ölümlerin ağırlaştırdığı ortamda, egemen sınıf partilerinin kuru gürültü demeçlerini
saymazsak, "Kemalist laik" profesörlerin yürüyüşü son halka oldu.
Dinci gericilik, 12 Eylül sonrası faşist generaller tarafından, demokratik örgütleri ortadan
kaldırılmış ya da etkisizleştirilmiş kitlelerin depolitizasyonunun önemli bir öğesi ve devrimci halk
hareketinin karşısına gerektiğinde çıkarılacak örgütlü kitlesel bir güç olarak desteklendi. "Ilımlı İslam"ın
uyuşturucu etkisi üzerine, emperyalizmin öğütleri doğrultusunda bir hayli mesafe de katedildi. İşbirlikçi
büyük burjuvazinin bugünkü yakınması, feodal içerikli diyebileceğimiz şeriat düzeninde ifadesini bulan
bir toplumsal, siyasal model öngören tarikatların kendi istek ve yönetimlerinin ötesinde,
gelişmesindendir. Bu büyük ölçüde, kullandığı feodal ideoloji ye kültürün din aracılığıyla "çizmeyi
aşacak ölçüde" yaygınlaşmaya başlamasından duyulan rahatsızlık olarak nitelendirilebilir. İlk bakışta
öne çıkan -çıkarılan- "radikal" bazı dinci akımlar olmakla birlikte, büyük burjuvaziye rahatsızlık duyuran
sadece bunlar değildir. Bunlar, güçlenme potansiyeli taşımakla birlikte önemsiz bir gücü temsil
etmektedirler. Asıl güç oluşturan, ANAP'la birlikte "tanrının yürü ya kulum" dediği Nakşibendilik,
Süleymancılık, Nurculuk gibi tarikatların siyasal, yönetsel etkinliklerini, hesaplanmış tempolu adımlarla
artırmaları, holding ve vakıflar olarak ekonomide etkinlik kazanmaları çelişkiyi belirginleştirmektedir.
Bunlar, büyük burjuvazinin Batı kapitalizmiyle entegrasyon hedeflerini frenleyici özelliktedir. Bir
parantez açarak burada şunu da belirtelim; işbirlikçi büyük burjuvazinin bir üst kuruluşu niteliğindeki
TÜSİAD'ın görüşleri burjuvazinin bütününe arı bir eğilim değildir. Burjuvazinin geniş kesimleri için din,
içice geçmiş burjuva-feodal ideolojik-kültürel şekillenmeleriyle düşünüş ve yaşam tarzlarının bir öğesi
olduğu gibi, işçi ve diğer emekçi sınıfların geniş kesimlerini aldatmanın, kaderci ve boyun eğmiş bir
düzeyde tutmanın en önemli silahı olmaya devam etmektedir.
Dinin kullanımındaki politikalarda rötuş isteği, emperyalist politikalarda beliren yeni
yönelimlerden bağımsız değildir. Son bir yıl içerisinde Amerikan basınında "İslami fundamentalizm
tehlikesi"nden sıkça söz edilir oldu. Ortadoğu'da ABD emperyalizminin güdümündeki yönetimlerin,
kitleleri çağdışı bir baskı ve sömürü altında tutmak için kullandıkları din, muhaliflerce de kullanılır
olmuştu. Bölgede, devrimci-demokratik ve sosyalist özü güçlü bir muhalefetin geliştirilememiş oluşu,
ulusallık özelliği zayıflatılmış, dinsel örtü ile örtülmüş ve sınıfsal çelişkileri bulandırmış, muhalefetin,
Batı kapitalizmini Hıristiyanlıkla özdeşleştirip "cihad" saldırılarına yol açtı. İslamiyet’in ilk dönemlerini
çağrıştırma ile yürütülen eşitlik demagojisi, zayıf bir ulusalcılıkla birleşmiş din karşıtlığı olarak, Batı
kapitalizmi-Hıristiyanlık bütünleşmesini, bölgedeki köşe taşı İsrail siyonizmini ve diğer işbirlikçilerini
hedef almıştır. Diğer ulusal kurtuluşçu, devrimci güçlerin de üslenmesiyle Ortadoğu, emperyalizm
açısından denetimi güç bir alan, bir çıbanbaşı özelliği kazanmıştır. Bugünlerde Lübnan'da em-
peryalizmin isteklerine uygun istikrar operasyonu yürütülüyor. Bölgede bir bütün olarak denetim dışı
gelişmelerin önünü almak, emperyalizmin sadık işbirlikçisi yönetimlerin konumlarını sağlamlaştıracak,
dozajı ayarlanmış bir siyasal, yönetsel revizyon, emperyalist çevrelerde tartışılıp konuşulmaktadır.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Körfez krizi ile birlikte tartışma gündemine daha açık giren, sahte parlamentolar, ideo-kültürel yönden
gıdasını Batı emperyalizminden almış bürokrat-teknokrat kadroların güçlendirilmesi gibi düşünceler
söz konusudur.
Tüm bunlarla bağlantılı olarak, Türkiye'nin siyasi profili tanımlarken, "Türkiye Batı'nın bir
parçasıdır" kuvvetli vurgusuyla birleştirilmiş olarak, "laiklik" vurgusu da yapılmaktadır. Askeri güç ve
baskı unsuru olarak Türkiye Ortadoğu'da "istikrar" sağlayıcı bir güç olarak yönlendirilirken, siyasal
profili de böyle çiziliyor.

***
Din sorununa yaklaşımda yanlış yönelişle, bir kaosa varan kafa karışıklığı burjuva liberal
aydınlardan devrimci çevrelere, sürüyor. Bu konunun genel olarak din sorunu olmaktan çıkıp onu
giriftleştiren siyasal bir sorun olma özelliğini kazanmış olmasındandır. Aydınlarda tutarlı demokrat
olamamanın, devrimci hareketlerde teoride sağlam bir zeminde bulunmamanın sonuçları, burada da
kafa karışıklığı, genel teorik doğruların söylenmesiyle sınırlanma, farklı siyasal güçlerin etkisi altına
girme, pragmatist tavırlar olarak kendisini ortaya koymaktadır.
Çeşitli sınıfsal ve politik güçlerin, herhangi bir olay karşısındaki tutumları, karşı çıkış ya da
benimsemeleri, nedenlerinden, amaç ve hedeflerinden bağımsızlaştırılarak ele alındığında, en kaba
oportünist yanılgılara düşmek kaçınılmaz olur.
Dini kullanmak, kimi dinci akımlara ilericilik vehmedip ittifak arayışına girmek, ya da sınıf
geçeğinden kopuk bir demokrasi savunuculuğu ile özgürlük bayrağını onlar için de sallamak,
revizyonizmin kafalarda yarattığı karışıklığın ürünleridir. Çağdışı bir ekonomik, toplumsal, siyasal
sistem adına, kapitalizm karşıtlığı ile proletarya sosyalistlerinin bir birlik arayışı söz konusu olamaz.
Şeriat düzeninde ifadesini bulan tarihsel gelişimindeki kimi özellikler dolayısıyla, diğer dinlere göre
daha fazla siyasal, toplumsal ekonomik yaşamın bütün alanlarını düzenlemek zorunluluğunu koyan,
kapitalist reformasyonun azığında kalmış İslamiyet gibi bir din söz konusuysa, bu konu çok daha özel
bir anlam taşır. Çünkü onda öz ve içerik olarak, demokrasinin zerresini bulmak mümkün değildir.
Tarihin çarklarını geriye, karanlık bir çağa doğru çevirmek isteyen dinci gericiliğe karşı tutarlı bir
mücadele yürütülmeden, bırakalım komünist olmayı, demokrat bile olunamaz.
Bunun kadar tehlikeli, yanıltıcı bir görüş de, "Kemalist laiklik" savunucuları ile ittifak
yapılabileceğidir. Zaman zaman şaha kalkan dinci gericilik karşısında paniğe kapılan küçük burjuva
devrimcileri, önüne ardına bakmadan konuşmaktadırlar. Böylesi bir düşünüş, Özgürlük Dünyası gibi bir
derginin sayfalarına dahi gelip oturabilmektedir. Özgürlük Dünyası, kafa karışıklığı ve siyasal körlüğün
örneklerini vermektedir:

"Kuşkusuz, tutarsızlığı eleştirmekle birlikte Kemal ve bugün onun laisizmini sürdürmeye


çalışanlarla dinci fanatizme karşı olabildiğince birleşmeye çalışmak yanlış olmaz." (S. 25, sf. 25)
"Kemalist savaş geleneğini sürdüren bir burjuva aydın kesimi var ülkede. Ancak bunlar
özellikle korkutuldukları koşullarda tutarsız din aleyhtarlıklarının da beslenmesiyle hemen
gerilemekte ve gündem oluşturacak olanakları pek az bulabilmektedirler. Olağanüstü yozlaşmış
haliyle belirli bir laiklik geleneğini sürdüren ordu ise dikkate alınması gerekli önemli bir güç
oluşturuyor." (ags, sf. 26}

Özgürlük Dünyası'nın dinsel fanatizme karşı önerdiği siyasal mevzileniş planı böyle. "Kemalizm"in
askeri faşist ideolojiye dayanak yapıldığı ve dinci gericiliğin askeri darbeler için bahanelerden birisi
olduğu bir ülkede, bunları söylemek tam bir siyasal körlük örneğidir. Hele bu, faşist cuntacıların
yeniden itibar kazanma ve siyasal etkinliklerini güçlendirme, burjuva liberal çevrelerin ve aymaz
demokratların desteğini almak için manevra yaptıkları bir dönemde söyleniyorsa!.. Devrimci bir yayın
organının bugün görevi, "Kemalist laiklik"in foyasını meydana çıkarmak ve cuntacıların dinsel fa-
natizme karşı çıkma manevrasıyla meşruiyet kazanma çabasına yolu kapamaktır; ham hayaller
yaymak değil. Tutarlı bir demokrasi mücadelesinin, laiklik savunusunun yolu budur çünkü. Niye
cuntacılar, "Kemalist laisizm"e sarılmışlardır? Özgürlük Dünyası yazarı bunu hiç düşünmüş müdür?
"Kemalizm" ve Kemalizmin laiklik anlayışı konusunda bulanıklık yaratan görüşler, Teori, Yüzyıl
dergilerinin sayfalarından yayılmaktadır. D. Perinçek, "...Kemalizmin, din, Allah, laiklik vb.
konularındaki ideolojik tavrı, felsefesi 1924 öncesine bakarak saptanamaz" (Teori, S. 8, sf. 35),
demektedir.
Bir "geçiş", "hazırlık" dönemi diye aklamaya çalıştığı bu dönem, "Kemalizm"in din adamları ve
feodallerin desteğini almak için pragmatist yollara başvurdukları bir evreye denk düşmektedir. Koşullar
ve amaçlardaki farklılıklara karşın, ilerki dönemlerde ve 12 Eylülcü generallerin dini kullanma
politikalarının köklerini orada bulmak mümkündür. Bu aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Savaşının
sınıfsal şekillenişini de vermektedir. Antiemperyalist niteliği cılız olan Kurtuluş Savaşı, antifeodal bir

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
içerikte gelişip derinleşmedi. D. Perinçek, "Kemalizm"i laiklik konusunda köktenci gösterebilmek için
bunu söz inceltmeleriyle gizlemek istiyor. Sınıf kimliğini, dayanılan güçleri açık bir şekilde dile
getirmekten kaçınıyor, radikal bir demokratik devrim m iş gibi göstermeye çalışıyor.

"Kemalist devrim, laikliği İslamcı kültürle kesin bir hesaplaşma olarak anlamıştı. Laiklik
hareketinin temelinde bir siyasal devrim vardı. Kemalistler, sultanlığı ve halifeliği yıkan bir
devrime önderlik etmişlerdi. Bu siyasal devrim, toplumsal planda Osmanlı hakim sınıfıyla cephe
cepheye gelmişti. Devrimci gündemin ideolojik-kültürel maddesi ise İslamiyet’in tasfiyesi idi."
(Teori, S. 8, sf, 35)

Kemalizmin "cephe cepheye" geldiği merkezi feodalitenin temsilcisi, işgalci emperyalistlerle açık
işbirliği içerisinde olan feodallerdi; padişahlık ve hilafet kaldırıldı. Fakat bir bütün olarak feodallerin
tasfiyesi ya da etkili darbeler indirmek söz konusu olmadı. D. Perinçek, siyasal ve ideolojik alanda son
derece radikal olarak nitelediği ekonomik ve toplumsal içeriğinin cılızlığını ise anlatım kurnazlıklarıyla
gizlemeye çalıştığı burjuva devriminin feodallerle uzlaşmasının bir ürünü olan yaygın dinsel gericiliği,
tarikatları nasıl açıklayacaktır? Tarihsel süreci kopuk kopuk ele alıp bunu sadece sonraki dönemlerde
burjuvazinin gericileşmesi ile açıklamak mümkün müdür?
Kemalist laiklik, laikliğin Batıdaki gelişiminden farklıdır. Batıda laiklik, Hıristiyanlığın gelişimdeki
özgül yanlar, daha önceki reform dalgaları bir yana, Aydınlanma Çağı adı verilen, bilim, sanat, felsefe
her alanda radikal düşünce akımlarının doğumu, burjuva devrimlerinin düşünsel temelini hazırlamıştı.
Bu devrimler, burjuvazinin bayrağı altında toplamayı başardığı geniş bir halk katılımıyla gerçekleşmişti;
"Ruhban sınıf" feodallerin ayrıcalıklara sahip bir parçasıydı. Bu yüzden, burjuva devriminin daha
dolaysız bir hedefi oldu. Felsefe ve bilimsel gelişmeyi o dönemde en ileri noktaya taşıyan ve
sistematize bir şekilde sunan Ansiklopedistler'in bazıları tarafından din, materyalist bir eleştiriye tabi
tutulmuştu; siyasal-pratik tavırda egemen burjuvazinin sonraları dini kendi istediği forma sokarak
kullanacağı düzeye çekmek için uğraştığı bir radikallik de oldu.
Bunlar Batıda laisizmin dayandığı köktenci temelleri göstermektedir. Kemalist laiklik ise, ne
güçlü bir düşünsel temele, ne de geniş halk kitlelerinin katılımıyla gerçekleşen bir burjuva devrime
dayanmaktadır. Mustafa Kemal'in kişisel olarak Aydınlanmacı düşüncelerden esinlenmesi, ver yer dine
materyalist yaklaşımlar getirdiği biliniyor. Bunların toplumsal-siyasal tarih açısından bir önemi olmadığı
gibi, O Kurtuluş Savaşı yıllarında pragmatistçe davranmıştır. Kurtuluş Savaşının dinen geçerliliğine
dair karşı fetva çıkarttırdı. Erzurum, Sivas Kongrelerinde iki yanına din adamlarını alıp resimler
çektirmekten, dualı açılışlardan geri kalmamıştır. Hilafeti temsil eden padişahlıkla bir çatışma içine
girdiyse de, yanıtı o yıllarda bu şekilde olmuştur. K. Evren, Atatürk'ün sadece trenin penceresinden
verdiği pozu taklit etmiyor; ayetli, duacı açılışlar da o kültürün bir parçası. Kurtuluş Savaşı önderliği,
bazı feodallerle ittifakı içeriyordu. Kapitalist gelişmenin önünü açacak burjuva demokratik reform
girişimleri, üstyapıda sınırlı kaldı (Din alanında hilafetin kaldırılması, öğrenim birliği, ezanın
Türkçeleştirilmesi, şer-i hukuk sisteminin değiştirilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. idi). Dinsel
gericiliğin sosyal temellerine dokunulmadığı gibi, egemen sınıf ittifakı içinde yer aldılar. Laiklik,
ülkemizde yığınların inisiyatifine dayalı bir eylemin, geniş kitlelerin katıldığı bir demokratik devrimin
ürünü olmadı. Hazırlanmış bir düşünsel temele de dayanmıyordu. Büyük ölçüde üstenci ve baskıya
dayalı yöntemlerle halka benimsetilmek istendi. Kemalist laisizm kısaca budur. Bu özelliğinden dolayı,
antidemokratik, antikomünist, şoven kimliğiyle olduğu gibi faşist ideolojiye dayanak olmaktadır.
1870'lerde Bismark, Alman Katolik Partisine karşı yasalar, polis kovuşturmaları ile yürütülen bir
kültür savaşı açmıştı. Lenin, sosyalist toplumda dinin Bismarkvari savaş yöntemleriyle yasaklanmasını
savunan Dühring'i eleştiren Engels'e atıfta bulunduktan sonra bunu şöyle değerlendirir:

"Bismark bu mücadeleyle katoliklerin militan dinciliğini uyarmaktan ve gerçek küttür


çalışmalarını zedelemekten öte bir yarar sağlamamıştır. Çünkü siyasa! bölünmelerden çok
dinsel bölünmelere önem vermiş, işçi sınıfının ve öteki demokratik unsurların dikkatini sınıfsal ve
devrimcî mücadelenin İvedi görevlerinden çekerek, en yapay, en düzmece din karşıtlığına
yöneltmiştir." (Din Üzerine, işçi Partisinin Din Konusundaki Tutumu makalesi, sf. 25)

Doğu Perinçek tarafından yere göğe sığdırılamayan Kemalizmin laiklik savaşımı da Bismarkvari
yöntemlere dayanır. Üstyapıda, burjuva demokrasisinin diğer unsurlarından arındırılmış olarak, üstenci
ve baskıcı. Faşizmin Kemalizmde kendi ideolojisine buradan da dayanaklar bulması ve her askeri
darbede dinci gericiliği gerekçe yapması nedendir?
Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, laikliğin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası
olarak ele alınması gerektiği ve diğer demokratik istemlerle bir bütün oluşturduğudur. Dinsel gericiliğe
karşı mücadele bu temel üzerinde ele alınmadığı zaman burjuva liberal feriyle ittifak anlayışından fa-

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
şist kliklerin yedeğine düşmeye uzanan bir labirente girilir.
Ortadoğu'daki hareketlerin genel çizgisi; mücadelede açık bir ulusal demokratik kimliğin ortaya
koyulması ve geliştirilmesiyle değil, dinsel bir örtüyle yürütmeleridir. Bölgedeki feodal yapı ve dinin
toplum yaşamına nüfuz etmiş ağır baskısı bunda bir etkendir. Fakat sadece buna bağlamak yanlış
olacaktır. Bunun için görece gelişmiş Lübnan'a bakmak bir fikir verir. Asıl neden önderliklerin Burjuva-
feodal karakterli olması sınıf çelişkilerini geri plana atma ve gizleme ve sadece bugün için değil
gelecekte de dini kullanma düşüncesidir.
Arap ulusal hareketi içerisinde demokrat karakteri en gelişmiş olan Filistin hareketinin çıkmazları
bu yönden de iyi incelenmelidir. Karmaşık gerici bağlar, onu adım adım bulunduğu yerden gerilere
doğru çekmiştir. Ortadoğu'da mücadele, hareketin, sınıfsal, ulusal, demokratik karakterini geliştiren bir
çizgide yürütülmelidir. Yoksa hedefe doğru atılan adım güdük olacağı gibi, tersine dönmeyi de
içerisinde taşıyacaktır; İran örneğinde olduğu gibi,
Ortadoğu'daki bu güçlerce laiklik konusunu ele alışta da yanlış bir yaklaşım vardır. Onlara göre,
"Laiklik Batının icadıdır. Hıristiyanlığa aittir." Bu düşünüş, laikliğin tarihsel-toplumsal bir ilerlemenin,
burjuva demokratik devrimlerin bir ürünü olduğunu yadsımaktadır. PKK'nın da Ortadoğuda'ki
hareketlerin bu düşünüş sisteminin dışına çıkamadığını görmekteyiz.
Türkiye egemen sınıfları Kürt gerillalarının halk üzerinde etkisinin gelişmesini önleyebilmek için
din silahına sarıldılar Artık onlara "siz dağ Türküsünüz", diye gidemezlerdi. Dini öne çıkardılar.
Askerler eliyle köy köy dolaşılarak "dinsel cihad" ilan eden, gerillaların "dinsiz"liğini açıklayan bildiriler
dağıtıldı. Bir kısım Kürt aşiretlerine dayanılarak, hareketin ulusal karakteri din saldırısıyla boğulmaya
çalışıldı. Koruculuk sistemi, özel ayrıcalıkların yanında din, demagojik bir silah olarak kullanılarak
örgütleniyor. Hainlerin en ünlüsü Jirki aşireti reisi T. Adıyaman, PKK'ya karşı savaşı "İslamın altıncı
şartı" olarak benimsediğini söylüyor.
Biri süre sonra aynı silahın karşı taraf tarafından da kullanılmaya başlandığı görüldü. Kürt ulusal
direniş hareketine, çeşitli sosyal sınıf ve katmanlardan katılımın artması, dinin bunu güçlendirecek bir
yorum ve kullanımını da geliştiriyor. Bunu, egemen sınıfların dini ulusal harekete karşı bir silah olarak
kullanmasıyla halk kitlelerinde boş inançların yıkılmasını kolaylaştırıcı bir ortam doğmaktayken, ulusal
hareketin gelişmesi geleneksel düşünüş biçimlerinde, yaşam tarzı ve alışkanlıklarda sarsıntılara, ileri
doğru gidişe yol açarken, doğru bulmuyoruz. Ulusal demokratik hareketin gelişimini frenleyicidir.
A. Öcalan, Serxwebun'daki yazısında, din ve laiklik konusunu bölgesel darlık ve İslamcı bir
bakışla ele alıyor. Kemalist laikliğin ve solun din sorunundaki ilkel kavrayışının kimi sonuçlarına işaret
ederken, diğer kutuptan yanlışın içine düşüyor.

".,. Din ve devlet işleri ayrıdır. Laiklik ilericiliktir, safsatasına inanılmamalıdır. Laiktik
aslında Batının ve Siyonizm'in çıkarlarını dikkate alan bir yaklaşımdır... Bu nedenle Türkiye'de
laikliği reddetmek, karşı devrimci özünü görmek gerekir." (Temmuz-Âğustos 1989, S. 91-92)

Laiklik olarak adlandırılan, devletin dinden, kilisenin okuldan ayrılması, burjuva demokratik
devrimler döneminde, devrimci burjuvazinin başını çektiği, feodalitenin bir parçası durumundaki
kiliseye karşı verilen mücadelenin bir kazanımıydı. Devletle bütünleşmiş dinin, gücünü daha arttırmış
olarak, baskıcı, uyuşturucu ve aldatıcı karakterine karşı birçok cepheden bir özgürleşme ve
demokratikleşmenin yolunu açmaktaydı. Burjuvazinin devrimci çağında radikal, "aşırı"ya varan din
karşıtlığı, gericileşme sürecinde dini kullanmaya doğru evrildi. Marksist partiler, daha o dönemde
devlet karşısında dinin kişisel bir sorun olması gerektiğini programlarına yazdılar. Tarihsel-
toplumsal gelişmenin her ileri adımını kendi miras ve kazanımları olarak gördükleri, ama sadece
bunun için değil, özgürlük ve demokratikleşmenin bir parçası olduğu ve yolunu açtığı için...
Paris Komünü'nün ilanından sonra ilk karar ve uygulamalarından birisi bu konuda oldu, "Ertesi
gün, kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal
mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı; sonuç olarak, 8 Nisan günü, bütün dinsel simge, dua ve dog-
maların, kısaca 'herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin' okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu
buyruk yavaş yavaş gerçekleştirildi." Engels, Marks'ın Fransa'da İç Savaş kitabına yazdığı önsözde,
Komün'ün bu alandaki uygulamalarını bu şekilde anlattıktan sonra şu yorumu da yapıyordu: "Komün,
ya dinin devlet karşısında özel bir sorundan başka bir şey olmadığı yolundaki ilkenin gerçekleşti-
rilmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin salt korkaklıktan savsakladığı, ama İşçi sınıfının özgür eylemi
İçin temel oluşturan reformları (abç) buyuruyor..." (Marks-Engels, Saçma Yapıtlar, C. 2, si 220)
Devletin dinden, dinin okuldan ayrılması, demokratik ve bilimsel gelişmenin temel taşlarından,
proletaryanın özgür eylemi için zemini güçlendiren bir reformdur. Ona dar, bölgesel bir odaktan ve
İslami dinsel bir gözle yaklaşılamaz.
A. Öcalan, aynı yazılarda bilimsel sosyalizmin önderlerinin, "dîn afyondur", nitelemesini "dönemi
için bu anlaşılır bir husustur" sözleriyle yorumluyor. Ve buradan da dini ele alışta farklı bir yere sıçrıyor.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!

"Bizim devrimcilerin tutumu böyle olmamalıdır. Belirttiğimiz gibi halkımız birçok ölçülerine
sinmiş olan ve hiç kötü olmayan dini değerlerle bezenmiştir. Yaşam ölçülerine ve dini
yaşantılarına saygılı olunmalıdır. Aynı zamanda varsa dinin adalet ölçülerine, yabancı değerlere
karşı olan yanlarına sahip çıkalım. Bu silahı egemen sınıfların elinden atarak onlara
emperyalizme karşı Iran devriminden dersler çıkararak antiemperyalist bir doğrultuda kullanmak
gerekir. Bizim yaptığımız budur." (2000'e Doğru -Röportaj, Kasım, S. 45)

Halkın inançlarına, yaşam ölçülerine saygılı olmak, inanç özgürlüğünün savunulması,


devrimcilerin bu konuya yaklaşımda hamlıklar yaptıkları doğrudur. Fakat, bu konudaki yanlışın
doğrusu, dinsel bazı değerlerden yararlanmak, yeni bir yorumla dini kullanmak olamaz.
Dinin "adalet ölçüleri" ve ahlak anlayışı, tikel kabile düzeni ve feodalizmden temel alır. Bu
şekilde yaklaşmak, bilimsel sosyalizmi bir nevi feodal sosyalizmle karıştırmaktır. Kapitalizmin yol açtığı
yıkımlar, işsizlik ve sefalet, eğer ileriye doğru bir akış bilinci verilemiyorsa, kitlelerde eskiye özlem, eski
toplum ve yaşam biçimine dönme istem ve arayışlarını güçlendirir, özellikle '80 sonrası kapitalizmin
yarattığı tahribatın derinliği ile dine yönelişin artması arasındaki ilişki bu açıdan görülmelidir. Esinlerini
dinlerin ilk kuruluş dönemlerinden -Hıristiyanlıkta mülkiyet ortaklığı gibi- alan, bir nevi "eşitlikçi",
"komünal" tarikat örgütlenmelerinin varlığını da biliyoruz. Ülkemizde devrimci çevrelerde kapitalizmin
bireyciliği ve insanlık dışılığına karşı feodal ahlakın yüceltilmesi gibi yanlış bir anlayış oldukça
yaygındır. Kürdistan'ın iktisadi-toplumsal yapısı ile birlikte düşünüldüğünde, bu daha da önem taşır.
Devrimci proletarya, eski ekonomik ve toplumsal örgütleniş biçimlerine itibar etmeyeceği gibi, ideoloji,
küttür ve ahlak alanında da ileri bir mevziden, bilimsel sosyalizm mevziinden kapitalizmi eleştirir.
Devrimci proletaryanın sınıf mücadelesi sürecine daha etkin müdahalesi, her durumda bağımsız
siyasal tavrını şekillendirmesi, mücadelemizin amaç ve perspektiflerinin şu ya da bu şekilde
saptırılamaması, suyun bulandırılmaması İçin izlenmesi gereken yoldur. Devrimci proletarya hareketi-
nin sınıf mücadelesine ağırlığını koymasıyla, ara sınıf ve katmanların devrime katılması eğilimi
güçlenecektir. Gelişecek ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin türevi olarak geleneksel yapı; kurum
ve düşünüş biçimlerinde sarsılma ve çözülme, din kampı içinde de bölünme ve din adamlarının alt
kesimlerinde mücadeleye katılma eğilimi gelişebilecektir. Bir dönem Latin Amerika'da Katolik papazlar
içerisinde bunun örnekleri görüldüğü gibi, Türkiye Kürdistanı'nda da son dönemde çıkmaya
başlamıştır. Bu sosyalist bir örgütün materyalizmden vazgeçmesi, dinsel düşüncelere yaklaşması de-
ğil, onları kendi mücadele hattına doğru çekmesi olarak kavranılmalıdır. Bu şekilde yaklaşamadığında
teorik mevziden bir kayış olacaktır.
Bugün faşist diktatörlüğün ya da dinci gericiliğin, mücadeleyi sınıf mücadelesi ekseninden
saptırıcı, dinciler-dinsizler gibi bir karşıtlığa indirgenmesine, faşist cuntacıların irticaya karşı savaş
demagojisiyle güç toplamasına karşı mücadele edilmelidir. Bu güncel bir tehlike olarak en az diğeri
kadar önem kazanmıştır. Cuntacıların irticaya karşı mücadele gerekçesiyle atak yapmasına, laik
aydınları, solun bazı kesimlerini nötralize etmesine olanak tanınmamalıdır.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele edeceğiz. Bu konuda bizi anarşistlerden, ateist burjuvalardan,
sözde keskin 'Kemalist laik"lerden ayıracak olan, dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi, onun toplumsal
köklerini bilerek, tutarlı ve sonuç alıcı tek doğru yoldan, sınıf mücadelesini geliştirme ve sosyalizm
mücadelesine bağlayarak yürüteceğiz.
Bundan çıkarılacak sonuç, dine karşı mücadelenin tümüyle geleceğe ait bir sorun gibi ele
alınması değildir. Sınıf mücadelesinden saptırıcı bölünmelere karşı olmaktır. Lenin, "din kişisel bir
sorundur" savının Avrupa'daki sosyal demokratlar tarafından oportünist bir yoruma tabi tutulmasının
özel tarihsel koşullarını anlatarak,

"Proletaryanın partisi devletin dini Kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın
afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl İnançlara karsı savaşı 'kişisel sorun' olarak görmez" (Din
Üzerine, sf. 33), diyordu. Proletaryanın demokratik devrimde bunun önderi olması gerektiğini de
yanı sıra belirtmektedir.
"Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin lideridir. Bu nedenle, ortaçağın tüm
kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki
tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik lider de proletaryanın partisi olmalıdır."
(Din Üzerine, sf. 35)

Toplumun hücrelerine kadar dinsel düşüncelerin zerkedilerek emekçilerin bilinicinin bir örümcek
ağıyla kapatılmaya çalışıldı, biyoloji, genetik, astronomi gibi pozitif bilimlere dahi idealist yorumlar
getirildiği bir ülkede, dine karşıt materyalist propaganda ve bilimsel eğitim geliştirmemek, bunların
yolunu düzlemektir.

Created by eDocPrinter PDF Pro!!


Buy Now to Create PDF without Trial Watermark!!
Bunu yaparken, dine inananları incitmemeye, dinin tartışmanın odağına konularak sınıf
mücadelesinin geri plana itilmemesine, mücadelenin emperyalizm ve egemen sınıflarca desteklenen
dinci kliklere karşı yoğunlaştırılmasına ve devrimci propaganda ajitasyonu muzun ve eylemimizin
önüne dikilmedikleri sürece, dinci kliklerle çatışmaya girmemeye Özen göstereceğiz.

Aralık 1990

Created by eDocPrinter PDF Pro!!

You might also like