Professional Documents
Culture Documents
ÜZERİNE
Y. ÖZGÜR
"...Her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu. Büyük
bir fırtına koparmak için yığınların yalnızca dinle beslenen kafalarına kendi öz çıkarlarını,
dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu." (L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu)
Tarihin bundan sonraki sayfasında, her sınıfın dini kendi ihtiyaç ve çıkarlarına uygun bir kalıba
döküşünü, bu kez burjuvazinin şahsında görüyoruz. Kavrayışımızı daha da güçlendirmek için sınıf, din
ve ahlak ilişkilerini gösteren iyi bir örnek olarak 1640 İngiliz Devrimine bakabiliriz:
Başını Almanya'da Luther, Fransa'da sınıf karakterini dana belirgin bir biçimde ortaya koyan
Calvin'in çektiği, dalga dalga tüm Avrupa ve İngiltereyi saran Reformasyon Hareketi -Protestanlık
mezhebi- burjuvazinin, emekçi sınıfları da peşine takarak gerçekleştirdiği büyük başkaldırılardı.
Hareket Almanya'da yenildi, Fransa'da başarıyla, İngiltere'de burjuvazinin üstünlük elde ettiği bir
uzlaşmayla -soyluluğun bir kesimiyle- sonuçlandı. Bir süre sonra Calvincilik de ezildi. Fakat tarih
yükselen burjuvaziden yanaydı...
Bunu izleyen dönemde ise, güçlenen burjuvazi, feodalite ile politik, iktisadi, kültürel her alanı
Çelişkiler...
Laikliğin Kemalist yorumundan vazgeçilmesi ve muhafazakar bir toplum yaratma politikası
bağrında çeşitli çelişkiler taşıyor ve güçlendiriyor,
Cumhuriyet gazetesinde ve SHP'de odaklanan muhalefet, devletin geleneksel laiklik
politikasının sürdürülmesi yönündedir. Bu kampın yeni mücahidi revizyonist Saçak dergisi ise geriden
yetişmenin hızıyla tüm bataryalarını ateşlemiş ve devlet politikasını belirleme savaşında, öte yandan
önleri açılan dinci akımların politik ve toplumsal yaşamda daha etkin bir konum istemeleri ve bu
yöndeki eylemleri denetim dışı resmi devlet politikasının ılımlı İslamiyet çizgisinin dışına taşan,
zorlayan gelişmelerdir.
Türkiye'de egemen ittifak içinde etkin güç işbirlikçi tekelci burjuvazidir. Kozmopolit ideoloji ve
kültür yapılanması içinde de belirleyici olan burjuva ideoloji ve kültürüdür. Kapitalizme özgü iktisadi,
politik, toplumsal, hukuki, kültürel sistemle, dinci ideolojinin öngördüğü şeriat düzeni arasında derin
farklılıklar vardır. Bugün şeriat düzeni ile yönetilen İslam ülkelerinin uluslararası ilişkilerde, kapitalizmin
yöntem ve araçlarını kullanmaları, zorunluluk boyutunun ötesinde, yatırım pay ve ortaklıklara
yöneldikleri de biliniyor (İslamiyetin ekonomik düzen anlayışının kapitalizmle uzlaşmayacak Önemli bir
çelişkisi yoktur. Özel mülkiyet, servet edinme, miras hakkı katı yasalarla korunmuştur. İslamiyet köleliği
yadsımamıştır, sözü edilen en önemli çelişki, zamanında tüccarı korumak için koyulan Riba (aşırı faiz)
yasağıdır. Bu konuda ise faiz yerine yatırımlardan elde edilen gelirin dağıtılması yoluna gidilmekte,
ayrıca spekülatif girişimlerde hile-i şeriye yapılmaktadır). Bu ülkeler yönetimleri, geri toplumsal yapıyı
korumayı varlık şartı olarak biliyorlar. Kuranın anayasa sayıldığı teokratik devlet biçimi ilkel bir öç
mantığına dayalı ceza hukuku, doğmaların her alanda bilimin önüne koyulması, toplumsal ve bireysel
yaşamın alabildiğine kısıtlanması ve şer-i düzen anlayışı ile kapitalizm arasında bir dizi çelişki vardır.
Bu çelişkiler İslamiyeti sahiplenmekten de vazgeçmeyen burjuvazinin önüne revize etme, İslamiyet'i
kapitalizme uygun olmayan yönlerinden arındırma gerekliliğini koymaktadır. Zaman zaman Diyanet
İşleri İle dinci akımlar arasında su yüzüne çıkan çatışmalar, kaynağını buradan alıyor.
Bu farklılıklara karşın dini akımlar genellikle rejimle uzlaşma içindedirler. Stratejileri sistem
içinde çatışmadan çoğalmak yönündedir. Hakim sınıf partileri ve mevcut sisteme ait çeşitli kurumlar
aracılığı ile güçlerini artırma ve etkinleşme olanağını bulabilmektedirler. Nitekim son dönemde ANAP
ve hükümet içinde, bürokrasinin en üst kademelerinde -özellikle Nakşibendiler- etkinlik sağlamışlardır.
Kitle gücü en büyük tarikatlardan biri olan Süleymancılık ve bazı Nurcu kesimler öteden beri AP-DYP
çizgisinin destekleyicisidirler. ABD, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerle içli dışlı olan tarikat yöne-
ticilerinin son yıllarda ANAP hükümetinin ve Suudi sermayesinin desteği ile atılım yaptıkları, vakıflar ve
büyük ticari ve finans şirketleri kurdukları görülmektedir. Tarikatlar nakdi ve gayrimenkul olarak büyük
bir serveti ellerinde tutmaktadırlar. Dolayısıyla çelişkilerine karşın tepeden sistemle bütünleşmiş bir
yapı içerisindedirler. "Ulu emre itaat", "fitne en büyük günahtır" gibi İslami değer yargıları ile bu
bütünleşme ve uzun dönemli strateji açıklanıp benimsetilmeye çalışılıyor.
Bu nedenle daha farklı bir çizgi izlemesi ve ABD'ci özelliği ile egemen sınıfları asıl rahatsız eden
dinci akım, Humeyniciliktir. Suudi mihverinden geçen çok daha büyük tarikatlar varken egemen sınıf
yöneticileri propagandalarında önemli bir güce sahip olmayan bu akıma saldırmaktadırlar. İran
Devrimiyle birlikte ülke dışına taşan bu akım radikal bir söyleme sahiptir. Kurutuş döneminden itibaren
kılıç dini olarak gelişen İslamiyetin şer-i yasalarının uygulanmadığı ülkelerde dar-ül harp (harp
durumu) ilan etmekte, buna uygun olarak düzen kurumlarına, siyasi partiler ve parlamentoya dayalı bir
örgütlenme ve mücadeleyi reddetmektedirler.
Tavır Ne Olmalıdır?
Özetlersek ülkemizde dini akımlar siyasi platformda etkinleşen bir güçle yer almaktadır. Bunların
çoğunun ABD emperyalizmi ve Suudi Arabistan ve yerli egemen sınıfların doğrudan ve dolaylı
"Nedir ki, her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin,
onların kafalarındaki fantastik yansımalarından, dünyasal güçlerin, içinde dünya üstü güçler
biçimine büründükleri bir yansımasından başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlarında bu
yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında, çeşitli halklar arasında çok çeşitti ve çok değişik
kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir. Bu ilk sürecin, karşılaştırmalı mitologya
aracıyla, Hint Veda'larında, hiç olmazsa Hintli-Avrupalı halklar için kaynağına değin çıkılmış ve
Hintliler, İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Cermenlerde ve yeterince belgeye sahip
bulunduğumuz ölçüde de Keltler, Litvanyalılar ve Slavlarda, bu süreç, ayrıntılı bir biçimde
gösterilmiştir. Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra, bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o
denli açıklanmaz bir biçimde İnsanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe
karışır ve onları, doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk
görünüşü ile, egemenlikleri altına alırlar. Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçle-
rinin yansıdıkları fantastik kişilikler, böylece toplumsal öz nitelikler kazanır, tarihsel güçlerin
simgeleri durumuna gelirler. Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların
tüm doğal ve toplumsal öz nitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olma-
yan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir. Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan
felsefesinin son ürünü olan ve dört başı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü
ulusal tanrısı Yahova'da bulan tek tanrıcılık, işte böyle doğmuştur. Bu elverişli, kullanılabilir ve
her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında, din, insanlar o güçlerin egemenliği altında
kaldıkları sürece, onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre, dolaysız yani
duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir, Oysa, bugünkü burjuva toplumda, insanların, gene
kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim
araçları aracılığıyla, sanki yabancı bir güç aracılığıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez
görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte, dinsel
yansının kendisi de varlığını sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğin nedensel
bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı, ne genel
olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve
batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir. Atasözü hep haklı: İnsan önerir, Tanrı
düzenler (Tanrı, yeni kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). Yalın bilgi, iktisadı bilgisin-
den daha ileri ve daha derine de gitse toplumsal güçleri toplumun egemenliği altına almaya
yetmez. Bunun için her şeyden önce, toplumsal bir eylem (acte) gerekir. Ve bu eylem yerine
getirildiği, toplum, tüm üretim araçları üzerine el konması ve planlı bir biçimde kullanılması ara-
cılığıyla, kendini ve bütün üyelerini, şimdilik kendileri tarafından üretilmiş, ama karşılarına ezici
bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten
kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı, ama düzenleyici de olduğu
zaman, -işte o zaman, dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece, artık
yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan
kalkacaktır.
Tersine, Bay Dühring, dinin bu kendisine vaad edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini
bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarktan daha Bismarkçıdır; yalnızca
Katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış mayıs yasaları çıkarır,
gelecekteki jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine
yükselmesine yardım eder ve Ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgül
Prusya Sosyalizmi!
Bay Dühring, dini, böyle başarılı bir biçimde ortadan kaldırdığı zaman, "kendi kendisi ile
ve doğa ile güçlü, ve kendi kolektif güçlerini bilecek denli olgun insan, bundan böyle işlerin
gidişinin ve kendi has Özünün ona açtığı büyük yolları korkmadan tutabilir." (Anti-Dührİng, sf.
492-495)
***
Din sorununa yaklaşımda yanlış yönelişle, bir kaosa varan kafa karışıklığı burjuva liberal
aydınlardan devrimci çevrelere, sürüyor. Bu konunun genel olarak din sorunu olmaktan çıkıp onu
giriftleştiren siyasal bir sorun olma özelliğini kazanmış olmasındandır. Aydınlarda tutarlı demokrat
olamamanın, devrimci hareketlerde teoride sağlam bir zeminde bulunmamanın sonuçları, burada da
kafa karışıklığı, genel teorik doğruların söylenmesiyle sınırlanma, farklı siyasal güçlerin etkisi altına
girme, pragmatist tavırlar olarak kendisini ortaya koymaktadır.
Çeşitli sınıfsal ve politik güçlerin, herhangi bir olay karşısındaki tutumları, karşı çıkış ya da
benimsemeleri, nedenlerinden, amaç ve hedeflerinden bağımsızlaştırılarak ele alındığında, en kaba
oportünist yanılgılara düşmek kaçınılmaz olur.
Dini kullanmak, kimi dinci akımlara ilericilik vehmedip ittifak arayışına girmek, ya da sınıf
geçeğinden kopuk bir demokrasi savunuculuğu ile özgürlük bayrağını onlar için de sallamak,
revizyonizmin kafalarda yarattığı karışıklığın ürünleridir. Çağdışı bir ekonomik, toplumsal, siyasal
sistem adına, kapitalizm karşıtlığı ile proletarya sosyalistlerinin bir birlik arayışı söz konusu olamaz.
Şeriat düzeninde ifadesini bulan tarihsel gelişimindeki kimi özellikler dolayısıyla, diğer dinlere göre
daha fazla siyasal, toplumsal ekonomik yaşamın bütün alanlarını düzenlemek zorunluluğunu koyan,
kapitalist reformasyonun azığında kalmış İslamiyet gibi bir din söz konusuysa, bu konu çok daha özel
bir anlam taşır. Çünkü onda öz ve içerik olarak, demokrasinin zerresini bulmak mümkün değildir.
Tarihin çarklarını geriye, karanlık bir çağa doğru çevirmek isteyen dinci gericiliğe karşı tutarlı bir
mücadele yürütülmeden, bırakalım komünist olmayı, demokrat bile olunamaz.
Bunun kadar tehlikeli, yanıltıcı bir görüş de, "Kemalist laiklik" savunucuları ile ittifak
yapılabileceğidir. Zaman zaman şaha kalkan dinci gericilik karşısında paniğe kapılan küçük burjuva
devrimcileri, önüne ardına bakmadan konuşmaktadırlar. Böylesi bir düşünüş, Özgürlük Dünyası gibi bir
derginin sayfalarına dahi gelip oturabilmektedir. Özgürlük Dünyası, kafa karışıklığı ve siyasal körlüğün
örneklerini vermektedir:
Özgürlük Dünyası'nın dinsel fanatizme karşı önerdiği siyasal mevzileniş planı böyle. "Kemalizm"in
askeri faşist ideolojiye dayanak yapıldığı ve dinci gericiliğin askeri darbeler için bahanelerden birisi
olduğu bir ülkede, bunları söylemek tam bir siyasal körlük örneğidir. Hele bu, faşist cuntacıların
yeniden itibar kazanma ve siyasal etkinliklerini güçlendirme, burjuva liberal çevrelerin ve aymaz
demokratların desteğini almak için manevra yaptıkları bir dönemde söyleniyorsa!.. Devrimci bir yayın
organının bugün görevi, "Kemalist laiklik"in foyasını meydana çıkarmak ve cuntacıların dinsel fa-
natizme karşı çıkma manevrasıyla meşruiyet kazanma çabasına yolu kapamaktır; ham hayaller
yaymak değil. Tutarlı bir demokrasi mücadelesinin, laiklik savunusunun yolu budur çünkü. Niye
cuntacılar, "Kemalist laisizm"e sarılmışlardır? Özgürlük Dünyası yazarı bunu hiç düşünmüş müdür?
"Kemalizm" ve Kemalizmin laiklik anlayışı konusunda bulanıklık yaratan görüşler, Teori, Yüzyıl
dergilerinin sayfalarından yayılmaktadır. D. Perinçek, "...Kemalizmin, din, Allah, laiklik vb.
konularındaki ideolojik tavrı, felsefesi 1924 öncesine bakarak saptanamaz" (Teori, S. 8, sf. 35),
demektedir.
Bir "geçiş", "hazırlık" dönemi diye aklamaya çalıştığı bu dönem, "Kemalizm"in din adamları ve
feodallerin desteğini almak için pragmatist yollara başvurdukları bir evreye denk düşmektedir. Koşullar
ve amaçlardaki farklılıklara karşın, ilerki dönemlerde ve 12 Eylülcü generallerin dini kullanma
politikalarının köklerini orada bulmak mümkündür. Bu aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Savaşının
sınıfsal şekillenişini de vermektedir. Antiemperyalist niteliği cılız olan Kurtuluş Savaşı, antifeodal bir
"Kemalist devrim, laikliği İslamcı kültürle kesin bir hesaplaşma olarak anlamıştı. Laiklik
hareketinin temelinde bir siyasal devrim vardı. Kemalistler, sultanlığı ve halifeliği yıkan bir
devrime önderlik etmişlerdi. Bu siyasal devrim, toplumsal planda Osmanlı hakim sınıfıyla cephe
cepheye gelmişti. Devrimci gündemin ideolojik-kültürel maddesi ise İslamiyetin tasfiyesi idi."
(Teori, S. 8, sf, 35)
Kemalizmin "cephe cepheye" geldiği merkezi feodalitenin temsilcisi, işgalci emperyalistlerle açık
işbirliği içerisinde olan feodallerdi; padişahlık ve hilafet kaldırıldı. Fakat bir bütün olarak feodallerin
tasfiyesi ya da etkili darbeler indirmek söz konusu olmadı. D. Perinçek, siyasal ve ideolojik alanda son
derece radikal olarak nitelediği ekonomik ve toplumsal içeriğinin cılızlığını ise anlatım kurnazlıklarıyla
gizlemeye çalıştığı burjuva devriminin feodallerle uzlaşmasının bir ürünü olan yaygın dinsel gericiliği,
tarikatları nasıl açıklayacaktır? Tarihsel süreci kopuk kopuk ele alıp bunu sadece sonraki dönemlerde
burjuvazinin gericileşmesi ile açıklamak mümkün müdür?
Kemalist laiklik, laikliğin Batıdaki gelişiminden farklıdır. Batıda laiklik, Hıristiyanlığın gelişimdeki
özgül yanlar, daha önceki reform dalgaları bir yana, Aydınlanma Çağı adı verilen, bilim, sanat, felsefe
her alanda radikal düşünce akımlarının doğumu, burjuva devrimlerinin düşünsel temelini hazırlamıştı.
Bu devrimler, burjuvazinin bayrağı altında toplamayı başardığı geniş bir halk katılımıyla gerçekleşmişti;
"Ruhban sınıf" feodallerin ayrıcalıklara sahip bir parçasıydı. Bu yüzden, burjuva devriminin daha
dolaysız bir hedefi oldu. Felsefe ve bilimsel gelişmeyi o dönemde en ileri noktaya taşıyan ve
sistematize bir şekilde sunan Ansiklopedistler'in bazıları tarafından din, materyalist bir eleştiriye tabi
tutulmuştu; siyasal-pratik tavırda egemen burjuvazinin sonraları dini kendi istediği forma sokarak
kullanacağı düzeye çekmek için uğraştığı bir radikallik de oldu.
Bunlar Batıda laisizmin dayandığı köktenci temelleri göstermektedir. Kemalist laiklik ise, ne
güçlü bir düşünsel temele, ne de geniş halk kitlelerinin katılımıyla gerçekleşen bir burjuva devrime
dayanmaktadır. Mustafa Kemal'in kişisel olarak Aydınlanmacı düşüncelerden esinlenmesi, ver yer dine
materyalist yaklaşımlar getirdiği biliniyor. Bunların toplumsal-siyasal tarih açısından bir önemi olmadığı
gibi, O Kurtuluş Savaşı yıllarında pragmatistçe davranmıştır. Kurtuluş Savaşının dinen geçerliliğine
dair karşı fetva çıkarttırdı. Erzurum, Sivas Kongrelerinde iki yanına din adamlarını alıp resimler
çektirmekten, dualı açılışlardan geri kalmamıştır. Hilafeti temsil eden padişahlıkla bir çatışma içine
girdiyse de, yanıtı o yıllarda bu şekilde olmuştur. K. Evren, Atatürk'ün sadece trenin penceresinden
verdiği pozu taklit etmiyor; ayetli, duacı açılışlar da o kültürün bir parçası. Kurtuluş Savaşı önderliği,
bazı feodallerle ittifakı içeriyordu. Kapitalist gelişmenin önünü açacak burjuva demokratik reform
girişimleri, üstyapıda sınırlı kaldı (Din alanında hilafetin kaldırılması, öğrenim birliği, ezanın
Türkçeleştirilmesi, şer-i hukuk sisteminin değiştirilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. idi). Dinsel
gericiliğin sosyal temellerine dokunulmadığı gibi, egemen sınıf ittifakı içinde yer aldılar. Laiklik,
ülkemizde yığınların inisiyatifine dayalı bir eylemin, geniş kitlelerin katıldığı bir demokratik devrimin
ürünü olmadı. Hazırlanmış bir düşünsel temele de dayanmıyordu. Büyük ölçüde üstenci ve baskıya
dayalı yöntemlerle halka benimsetilmek istendi. Kemalist laisizm kısaca budur. Bu özelliğinden dolayı,
antidemokratik, antikomünist, şoven kimliğiyle olduğu gibi faşist ideolojiye dayanak olmaktadır.
1870'lerde Bismark, Alman Katolik Partisine karşı yasalar, polis kovuşturmaları ile yürütülen bir
kültür savaşı açmıştı. Lenin, sosyalist toplumda dinin Bismarkvari savaş yöntemleriyle yasaklanmasını
savunan Dühring'i eleştiren Engels'e atıfta bulunduktan sonra bunu şöyle değerlendirir:
Doğu Perinçek tarafından yere göğe sığdırılamayan Kemalizmin laiklik savaşımı da Bismarkvari
yöntemlere dayanır. Üstyapıda, burjuva demokrasisinin diğer unsurlarından arındırılmış olarak, üstenci
ve baskıcı. Faşizmin Kemalizmde kendi ideolojisine buradan da dayanaklar bulması ve her askeri
darbede dinci gericiliği gerekçe yapması nedendir?
Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, laikliğin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası
olarak ele alınması gerektiği ve diğer demokratik istemlerle bir bütün oluşturduğudur. Dinsel gericiliğe
karşı mücadele bu temel üzerinde ele alınmadığı zaman burjuva liberal feriyle ittifak anlayışından fa-
".,. Din ve devlet işleri ayrıdır. Laiklik ilericiliktir, safsatasına inanılmamalıdır. Laiktik
aslında Batının ve Siyonizm'in çıkarlarını dikkate alan bir yaklaşımdır... Bu nedenle Türkiye'de
laikliği reddetmek, karşı devrimci özünü görmek gerekir." (Temmuz-Âğustos 1989, S. 91-92)
Laiklik olarak adlandırılan, devletin dinden, kilisenin okuldan ayrılması, burjuva demokratik
devrimler döneminde, devrimci burjuvazinin başını çektiği, feodalitenin bir parçası durumundaki
kiliseye karşı verilen mücadelenin bir kazanımıydı. Devletle bütünleşmiş dinin, gücünü daha arttırmış
olarak, baskıcı, uyuşturucu ve aldatıcı karakterine karşı birçok cepheden bir özgürleşme ve
demokratikleşmenin yolunu açmaktaydı. Burjuvazinin devrimci çağında radikal, "aşırı"ya varan din
karşıtlığı, gericileşme sürecinde dini kullanmaya doğru evrildi. Marksist partiler, daha o dönemde
devlet karşısında dinin kişisel bir sorun olması gerektiğini programlarına yazdılar. Tarihsel-
toplumsal gelişmenin her ileri adımını kendi miras ve kazanımları olarak gördükleri, ama sadece
bunun için değil, özgürlük ve demokratikleşmenin bir parçası olduğu ve yolunu açtığı için...
Paris Komünü'nün ilanından sonra ilk karar ve uygulamalarından birisi bu konuda oldu, "Ertesi
gün, kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal
mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı; sonuç olarak, 8 Nisan günü, bütün dinsel simge, dua ve dog-
maların, kısaca 'herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin' okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu
buyruk yavaş yavaş gerçekleştirildi." Engels, Marks'ın Fransa'da İç Savaş kitabına yazdığı önsözde,
Komün'ün bu alandaki uygulamalarını bu şekilde anlattıktan sonra şu yorumu da yapıyordu: "Komün,
ya dinin devlet karşısında özel bir sorundan başka bir şey olmadığı yolundaki ilkenin gerçekleşti-
rilmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin salt korkaklıktan savsakladığı, ama İşçi sınıfının özgür eylemi
İçin temel oluşturan reformları (abç) buyuruyor..." (Marks-Engels, Saçma Yapıtlar, C. 2, si 220)
Devletin dinden, dinin okuldan ayrılması, demokratik ve bilimsel gelişmenin temel taşlarından,
proletaryanın özgür eylemi için zemini güçlendiren bir reformdur. Ona dar, bölgesel bir odaktan ve
İslami dinsel bir gözle yaklaşılamaz.
A. Öcalan, aynı yazılarda bilimsel sosyalizmin önderlerinin, "dîn afyondur", nitelemesini "dönemi
için bu anlaşılır bir husustur" sözleriyle yorumluyor. Ve buradan da dini ele alışta farklı bir yere sıçrıyor.
"Bizim devrimcilerin tutumu böyle olmamalıdır. Belirttiğimiz gibi halkımız birçok ölçülerine
sinmiş olan ve hiç kötü olmayan dini değerlerle bezenmiştir. Yaşam ölçülerine ve dini
yaşantılarına saygılı olunmalıdır. Aynı zamanda varsa dinin adalet ölçülerine, yabancı değerlere
karşı olan yanlarına sahip çıkalım. Bu silahı egemen sınıfların elinden atarak onlara
emperyalizme karşı Iran devriminden dersler çıkararak antiemperyalist bir doğrultuda kullanmak
gerekir. Bizim yaptığımız budur." (2000'e Doğru -Röportaj, Kasım, S. 45)
"Proletaryanın partisi devletin dini Kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın
afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl İnançlara karsı savaşı 'kişisel sorun' olarak görmez" (Din
Üzerine, sf. 33), diyordu. Proletaryanın demokratik devrimde bunun önderi olması gerektiğini de
yanı sıra belirtmektedir.
"Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin lideridir. Bu nedenle, ortaçağın tüm
kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki
tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik lider de proletaryanın partisi olmalıdır."
(Din Üzerine, sf. 35)
Toplumun hücrelerine kadar dinsel düşüncelerin zerkedilerek emekçilerin bilinicinin bir örümcek
ağıyla kapatılmaya çalışıldı, biyoloji, genetik, astronomi gibi pozitif bilimlere dahi idealist yorumlar
getirildiği bir ülkede, dine karşıt materyalist propaganda ve bilimsel eğitim geliştirmemek, bunların
yolunu düzlemektir.
Aralık 1990