Professional Documents
Culture Documents
Y. ÖZGÜR
Bilim ve teknolojideki gelişme ne kadar insanın yararına kullanıldı? Makine ve aletlerde büyük
bir ilerleme gerçekleştirilirken üretici güçlerin en önemli öğesi olan insanın gelişimi hangi düzeyde
kaldı? İkisi arasındaki açı büyüktür. Kapitalizmdeki en gelişmiş örnek, bilim ve teknolojinin ulaştığı
en ileri düzeye sahip olan ABD'ye bakalım; 33 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor,
işsizlik dalgaları birbirini izliyor. Sosyal güvence hanesine ise yazılabilecek çok az şey var! İnsanların
zihinsel gelişimi ise daha büyük bir felaket. "Aşırı" üretim krizleri –kapitalizm bunu çözecek güç ve
yeteneğe sahip değildir. O, kapitalizmle birlikte var olacaktır. Onun temelinde, üretimin giderek daha
da artan toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist şekli arasındaki çelişki bulunmaktadır.
Bu da ancak, sistemin devrim yoluyla yıkılmasıyla yok edilir.
"Demokrat!" yazarı revizyonist yalancıların peşi sıra yürümektedir. Emperyalist-kapitalist
ülkelerde, yarısömürgelerde insan hakları ve demokrasi rüzgarları estirecek "köklü dönüşümler
yaşandığını" söylemek sadece ve sadece emperyalistlere ve işbirlikçilerine destek sunmaktır.
Ülkemizde sistemin krizinin tam bir değerlendirmesini yapmadan abartan 1 , '80 öncesi örneklerini
bolca gördüğümüz sübjektif koşullara bakmaksızın ekonomik krizin derinleşerek neredeyse
kendiliğinden bir devrime yol açacağı görüşünü ileri süren oportünizm örnekleri az değildir. Adeta bir
kriz-devrim edebiyatı yapılmaktadır. Verili koşullarda da emperyalizmin krizi, sistem açısından
tümüyle içinden çıkılmaz değildir. Brezilya vd. hiperenflasyon yaşanan ülkelerde dahi burjuvazi, eğer
krizi onlara ödetecek güçlü bir devrimci müdahale ile karşı karşıya kalmazsa, hareket zemini
bulabilmekte, ekonomik ve siyasi bazı tavizlerde bulunarak, egemenliğini sürdürmeyi başarmaktadır.
"Demokrat!" yazarı şimdi sistemin durumuna ilişkin değerlendirmeleri tersine çevirmiş, emperyalist
burjuvazinin lehine bir tablo çizmektedir.
Bugün emperyalist sistem açısından bir avantaj aranacaksa, ellerindeki en büyük koz, kitle
eylemlerini büyük ayaklanmalara, devrimlere doğru ilerletecek, güçlü komünist ve devrimci partilerin
olmayışıdır. Kitleleri revizyonizmin de yardakçılığıyla ideolojik bir keşmekeş içerisine sokmayı
başarabilmiş olmasıdır. Geçmişe doğru baktığımızda emperyalizmin 70'li yıllardan bu yana krizden
çıkamadığı, birinden diğerine sürüklendiği görülür. O şunu başarmıştır: Bunları kontrol altında
tutabilmeyi, çöküntüye yol açmadan atlatabilmeyi. Bunda krizin ağır yükünü yarısömürge ülke
halklarına yıkabilmesi yatar. Eğer krizler devrimci karşı politikalarla karşılanabilseydi, emperyalist
burjuvazi ve işbirlikçilerinin yolu o kadar düz olmayacaktı. Lenin, "Eğer proletarya kendi komünist
partisinin önderliğinde burjuva düzenine bizzat son vermezse burjuvazi için içinden çıkılamayacak
durum yoktur" demişti. Üzerinde en çok durulması gereken budur. Krizin emperyalist burjuvazi
tarafından proletarya ve halklara ödetilerek bir çıkış yaratılmasının önüne geçmek. Bu yolun önü
tıkandığında krizin onlar için daha şiddetlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Komünist ve devrimciler için
şimdiki durumdan çıkarılacak sonuç, krizi devrimci bir krize dönüştürmektir.
1
Bir örnek: "Son borsa krizi, dünya kapitalizminin durgunluktan çöküşe yol aldığının işaretlerini taşıyor." (Kasım '87-Siyasal Gelişmeler ve İşçi
Hareketi-Eksen Yayıncılık)
UYGUN ADIM SAĞA DOĞRU
Karlı boranlı bir havada birileri size ortalık günlük güneşlik derse...
Şimdi de "Yeni Dünya Düzeni"nin Türkiye'ye DYP-SHP Hükümeti "sihirli değneği" ile
dokunmasından sonra siyasal görevlerin kapsam ve içeriğinin nasıl değiştirildiğini görelim.
Eski Kuruçeşmecilerin bir kısmı "birlik" görüşmelerini yeni bir düzleme taşıdılar. Öyle ki,
yenilene yenilene varıp çaldıkları kapı, revizyonizmin tarihsel evrimiyle ulaştığı son durak oldu. Şimdi
TKP dönekleri, M. Belge gibi devrim için bir tek taş atmayıp "sosyalizm teorisyenliği" ne soyunanlar
sosyal demokrasinin kapısında bekleşiyorlar. İki tarafın da birbirlerine muhtaç olduğu görüşü son
günlerde revaçta.
Modern revizyonizmin bu en has taşıyıcılarının kaçınılmaz evrimleri ve geldikleri son noktanın
kimi oportünistler için iyi bir eğitim konusu olması gerekmez mi? Düne kadar bunlarla "sosyalist" bir
düzlemde birlikte "parti" kurma girişimi içerisinde olan Emek, Gelenek, Kurtuluş, E. Kürkçü
gibilerinin bu evrilme ile kendileri arasında ilişki kurma gibi bir çabalarının olduğunu gösteren bir şey
yok. Kendilerine "sosyalist hareketin devrimci kanadı" gibi unvanlar yakıştırmalarına bakılacak olursa,
böyle bir unvanın ne kadar uzağında oldukları bir yana, bugün nereye vardığı ortada olan diğer
"kanadı"yla aralarındaki mesafenin ne kadar olduğu anlaşılır. Onlar, "birlik" görüşmelerinin yeni bir
versiyonunu başlatmış durumdalar. Seçimlerde oluşturdukları genişletilmiş "blok" ve SP'nin
kullandığı "olanaklar" ve "başarısı" onları heyecanlandırıyor. ML'den ve devrimci sınıf mücade-
lesinden uzaklaşmakta, programatik konularda ve siyasal kürece bakışta, örgütlenme ve taktiklerde ise
yakınlaşmakta yarışıyorlar. Adeta ortak bir psikoloji yaratmış durumdalar, birbirlerinin gözleriyle
görüp, birbirlerinin sözleriyle söylüyorlar. Oportünizmi sarmalamış düşünce ve ruh hali, 12 Eylül
öncesinin radikal devrimci kimi örgütlerini de çekim alanına almış durumda. Haksızlık etmemek için
söyleyelim, aralarında bazı ayrılıklar yok değil; cümlelerin yerlerini değiştirmek, bazı paragrafları biri
uzun tutarken diğerinin kısa tutması ya da es geçmesi gibi. Politikada bazen vurgu farkları da önem
kazanır; bu açıdan yaklaşacak olursak oportünizmin daha koyu-daha açık tonları arasındaki farka
ulaşırız ki, hepsi hepsi bu. DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra ise hepsi aynı yönde pupa
yelken gidiyorlar.
Emek dergisi de "Demokrat!" yazarı gibi konuya "küresel" bir çözümleme ile giriyor. Ek
olarak, demokrasiyi kapitalizmin ekonomisi ile daha kuvvetlice ilişkilendiriyor. Hem de yeryüzünde
nerede varsa, serbest rekabetçi kapitalizme özgü bir kategorilendirme ile.
"Tek tek ülkelerde ne olup bittiğinin ötesinde, içinden geçtiğimiz koşullarda uluslararası
iklim de buna uygundur. Esasen 'Yeni Dünya Düzeni' evrensel planda bir stabilizasyon
hamlesidir. Bunun çerçevesini ve kavramsal araçlarını ise, demokrasi, insan hakları ve serbest
piyasa oluşturuyor. Şimdi bunlar uluslararası sermayenin amentüsüdürler. Mutlaka bir arada
zikredilmelidirler. Serbest piyasa, yani, güçlendirilmiş sivil toplum üzerinde yükselen, içeriğini ve
çerçevesini onun belirlediği bir demokrasi ve insan hakları... Toplumun bu kural ve ilkelerle bir
ortak payda olarak bağlanmasına verilen ad ise concensus, veya Türkçesiyle 'Toplumsal
Mutabakat' oluyor." (Emek, Şubat '92)
Yazar, "nerede varsa" merakımızı gideriyor, DYP-SHP Hükümeti eliyle kurulmakta olan bir
"demokrasi"den söz ediyor, daha başka çağrışımlar yapan bir adlandırma ile, "Tekelci Cumhuriyete
Doğru". Ve şunu söylüyor:
Daha sonra dönmek üzere burada duralım ve bir kulvarda koşan E. Kürkçüye geçelim. Bir
tonlama farkı dışında aynı türküyü söylüyorlar.
E. Kürkçü imzalı yazı, "Sosyalistler Söylemlerini Demokrasiyle Sınırlayamaz-Yeni Bir
Radikalizmin Gerekliliği" gibi "Demokrat!"a uygun olmayan bir başlıkla başlıyor. "Özgürlük,
demokrasi, insan hakları" gibi taleplerle sınırlanmanın yetersizliğinden söz ediyor.
"Bu genel tasavvur gereğince, sosyalist hareketin devrimci kanadının siyasal ajitasyonunda
toplumun ezilen kesiminin en geniş ortak paydasının kurulabileceği dikotomiler rol oynayageldi:
Faşizm/demokrasi, zulüm/insan hakları, baskı/özgürlük. 12 Eylül rejiminin baskıları da sosyalist
solun acil talepleriyle, liberal, sosyal demokrat, hatta muhafazakar talepler arasındaki ayrımların
iyice belirsizleşmesine yol açtı" (Demokrat! '91 Aralık, sayı: 19)
Buraya kadar her şey güzel! Demokrasi talepleriyle yetinmenin sadece 12 Eylül sonrasına değil
öncesine de ait olduğu görüşüne, "muhafazakarlara" dek verilen referansa kayıt düşecek olursak, daha
ne denir? Bunları "Demokrat!" gibi eski devrimci radikalizminden iz bırakmamaya yemin etmişe
benzeyen bir dergide okuyunca insan şaşırıyor ve böyle ufak-tefek kusurların ne önemi var diye
düşünüyor. Okumaya devam ediyoruz ve bu düşünsel devrimin nasıl gerçekleştiğini görüyoruz:
"Geçmişte kitlesel bir etkinlik ve eylemlilik için en önemli hareket noktası olarak görülmüş
olan demokrasi ve insan hakları, bugünkü hükümetin siyasal program öğeleri arasında başta
gelen bir yere yerleşmişse, bunun bir aldatmacadan çok varolan üretim ve mülkiyet ilişkilerine
toplumsal onay sağlama gereksinimiyle ilişkilendirilmesi çok daha yerinde olacaktır."
Son cümlenin en son bölümü dışında Emek dergisinde de bütünüyle aynı diyebileceğimiz bir
bölüm var. O farklı olarak demokratik talepleri ileri sürmenin öneminin tümüyle kaybolmadığı
düşüncesinde. "Miadını doldurmuş sayarak boşlamak değil" bunu söylüyor ama sonuç değişmiyor
çünkü demokrasi konusunu reform talepleri düzeyine indiriyor. "Bu iklim mutlaka değerlendirilmeli ve
yeni kazanımların koparılıp alınması için hükümet üzerinde kuvvetli bir basınca dönüştürülmelidir."
E. Kürkçü, bu görüşleriyle sağdan sola sıçrıyor, sağ vuruyor. Sağ tasfiyeci revizyonist çevrelerle
içli dışlı olup, demokrasi için mücadeleyi reformlar uğruna mücadeleye indirgeyen, kendi deyişiyle
"liberal, sosyal demokrat, hatta muhafazakarlarla" aralarındaki ayrımı silen bir yaklaşım kutbuna
savruluyor. Aynı öz korunduğu için değişen bir şey olmuyor. E. Kürkçü, siyasal demokrasiyi
gerçekleşmiş ya da gerçekleşmek üzere –radikal düzen eleştirisi için bir fikri temel ve radikal bir kitle
hareketi kaynağı olmayacak kadar zayıflamış– bir dinamik olarak görüyor. 141-142. maddelerin
kalkmış olması, hükümetin "Paris Şartı" ve "ILO Kararları"nı uygulayacağını söylemiş olması yetiyor.
E. Kürkçü, faşizmi bir devlet biçimi olarak değil hükümet biçimi olarak ele alıyor. Hükümetin
programı onu büyülüyor. Sınıf mücadelesinin gelişim seyri, devrim-karşıdevrim arasındaki güç
ilişkileri, karşıdevrim kampının iç çelişkilerini değerlendirme gereği duymuyor. Hükümet programının
uygulanabilirliğini dahi tartışmaktan kendini azade kılıyor ve demokrasiyi hükümet programı düzeyine
indiriyor. Faşist diktatörlüğün sopayı hiç elden bırakmaksızın birkaç reform kartı açmasını göğe
çıkarıyor ve demokrasi sorununu aşılmış –haydi aşılmaya yakın diyelim– görüp sosyalizm için
mücadeleyi başlatıyor! Demirel'in seçim propagandaları sırasında "Büyük Demokrat" olarak lanse
edilmesinden en çok kimlerin etkilendiğini görüyoruz. Demirel bir söylüyor, E. Kürkçüler bir adım
önde gidiyor. 2
2
Çoğaltabiliriz; Komün dergisinin Ocak '92 tarihli 16 sayısındaki "Koalisyon Hükümeti Debeleniyor" başlıklı yazı. Komün, hakim sınıflar-
devlet içerisindeki çelişkilere çok meraklı, bunu politikada derinlik sayıyor, ama tam da bu noktada tahlilleri Sosyalist Parti'nin tahlilleri ile
karışıyor."... HEP il Başkanı Vedat Aydın, gizli güçler taralından katledilmişti. Bu provokasyon, bir yönüyle de Yılmaz Hükümetine karşıydı. Türk
Gladiosu yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hâlâ görev başındadır ve kim bilir halka ve koalisyona karşı hangi tertiplerin hazırlığındadır." Bu
2000'e Doğru'dan (Aralık '91). Şimdi de Komün'ün sözünü ettiğimiz yazısına bakalım; bölüm başlığı şöyle: "Koalisyonun işi Zor" ve şu söyleniyor:
"Asıl engelleyici, sabote edici güçler ise ordu, MİT ve kontrgerilla faaliyetidir. Bunun komple tanımı; 'illegal devlet', 'çekirdek devlet', 'ikinci devlet',
'kontrgerilla' vs. olabilir." Bu alıntılar alt alta konarak sorulsa hangisinin kime ait olduğunu ayırdetmek olanaklı mıdır?
Her iki yazarın da birleştikleri nokta, demokrasiyi kapitalizmin ekonomisi ile ilişkilendirirken
bunu serbest rekabetçi kapitalizme ait kategorilerle açıklamaya girişmeleri, yer yer de soyut bir
kapitalizmden söz etmeleri, açıkça bir çarpıtmaya yönelmeleridir. Serbest piyasa üzerinde yükselen
demokrasi ve insan hakları. İşbirlikçi tekelci burjuvaziye ilerici bir rol verdikleri bu çarpıtmayı
yaparken, emperyalizmin ve emperyalizme bağımlı burjuvazinin özellikleri üzerinde durmaktan
kaçınmakta, konuyu somut gerçeklik üzerinde yükseltmek yerine, teorik özetlemeler ve soyutlamalarla
serbest rekabetçi kapitalizmin kategorilerine dayandırmakta, sonra tekrar dönüş yapıp bunları
Türkiye'ye yapıştırmaktadırlar. 12 Mart döneminde dönek Yusuf Küpeli, M. Ramazan Aktolga'lar,
"Demirel'in yurtseverliği"ni ilan ettiler. Onlar bir görüşü zırvalık düzeyine çıkarmışlardı, fakat
burjuvazinin feodal kalıntıların radikal tasfiyesine yönelebileceği, 12 Mart ve 12 Eylül'de bunu
denediği görüşü THKP/C kökenli hareketlerin hepsince savunulagelir. İşbirlikçi büyük burjuvaziye
ilerici bir rol atfedilmesin! E. Kürkçü şimdi demokrasi sorununa taşıyor.
"Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasi üst
yapısı demokrasiden siyasi gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasi
gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding Finans Kapital kitabında haklı olarak 'Finans
kapital hakimiyet için çalışır, özgürlük için değil,' demektedir." (Lenin, MBK-Emperyalist
Ekonomizm, sf. 47)
Bir dönemin faşizm tartışmalarında sıkça kullanılmış olan bu alıntı, kuşkusuz iki yazar
tarafından da bilinir. Emperyalizm demokrasiyle çelişir ve onun siyasi gericilik eğilimi, yarısömürge
bir ülkenin burjuvazisinde daha şiddetlenmiş olarak kendisini gösterir. Sosyoekonomik koşulların daha
çarpık yapısı, katmerlenmiş sömürüye karşı kitle direnişinin artması, siyasal rejimin mutlak değilse de
sık sık ve uzun sürelerle faşizm olarak biçimlenmesini getirir. Demokratik kazanımlar ve bir bütün
olarak demokrasinin gerçekleşmesi ancak ve ancak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelesiyle,
onun başarısıyla koşulludur. Emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin tercih politikası olamaz.
Onlar ancak proletarya ve emekçi sınıflar tarafından kendilerine dayatılan karşısında, egemenliklerini
sürdürebilmek için geri adım atmak, bunun yeni biçimlerini aramak zorunda kalırlar.
Her iki yazar da Türkiye'de faşizm konusuna hiç ama hiç değinmemektedirler. Bu
söylediklerimiz her ikisi için de bilinmez değildir. Bundan dolayı kafa ve gönüllerine uygun bir teorik
çarpıtmaya girişmektedirler. Emek yazarı, çok ileri gitmiş olmamak ve tabii ki inandırıcı olabilmek
için, "demokratik bir cumhuriyet"ten değil hakların daha sınırlı olduğu "tekelci cumhuriyet"ten
sözetmektedir. Bu ise harakiri yapmak gibi bir şeydir. Her ikisi de son zamanlarda emperyalist
burjuvazinin ihya ettiği "liberalizm" masalına fazla inanmışlar ve ondan ML teoriyi kesip biçme ve
palavra atma özgürlüğünü almışlardır.
İki yazar da, propaganda ajitasyonun içeriğinde vurgunun yönünde bir değişiklik gibi görünse
de aslında devrim stratejisinde bir değişiklik yapmaktadırlar. Bunun bir hükümet değişikliği ile
yapılması pek yakışık almayacağı için olsa gerek açıkça dillendirmekten kaçınmaktadırlar, itirazlar
gelebilir ama demokratik görevler reformlar sorununa indirgeniyorsa, bu itirazlar bir anlam ifade
etmeyecektir. Hem "sosyalist devrim"cilik de modadır. Lenin, ekonomistlerin kapitalizm zafer
kazanmıştır bu yüzden siyasi mücadeleye gerek yoktur, görüşüne ulaştıklarını belirtirken, bu sağa ka-
yış dışında bilinmeyen bir de sola kayıştan söz eder.
Bir başka örnek de Kurtuluş. O biraz daha temkinli, açık tahlillere girişmekten, onları tüm sonuçlarına doğru özgürce götürmekten
sakınıyor, siyasal gelişmelere ve rejime ilişkin görüşlerini daha çok satır aralarına sıkıştırıyor. 141-142. maddelerin kaldırılmasında "dış faktörlerin",
"AET ile ilgili hususların belirleyici" olduğunu ileri sürüyor. Bununla da kalmıyor, "demokrasiye karşı girişimler"den, "demokrasinin
geliştirilmesi"nden söz ediyor. (Aralık 91)
Bunda "genel grev"le devrimi yapma önerisini çıkarınız, Türkiye devrimci hareketinde bugünkü
savrulmayı açıklayıcıdır. Halkçılık mahkûm edildi ve kapitalizm keşfedildi! Kapitalizmin gelişme
düzeyi, emperyalizme bağımlılık ve diğer özellikleri, siyasal rejimin karakteri, ulusal sorun özgün ve
somut bir çözümlemeye tabi tutulmadan, proletaryanın devrimde hegemonyasının anlamı, devrimin
aşamalı ve kesintisiz karakteri gibi konulara ML bir yaklaşım getirme yönünde ciddi bir çaba içerisine
girilmeden, Maocu bir demokratik devrim anlayışının sığ bir eleştirisine yönelinerek teorik yaklaşım
itibariyle onun kadar sığ bir antitez, sosyalist devrim stratejisi oluşturuldu,
"Demokrat!" ve Emek yazarları, halkçılık ve reformculuk içerisinde dönenen Türkiye "sol"unu
–tabii kendilerini de– kurtarmaya yönelmişlerdir. Emek yazarı, burjuvazinin "demokrasi ve insan
hakları" "açılımı"nın bir tehlike oluşturduğunu, çünkü "bu ikisi sosyalist hareketi onun etkinlik
kanallarını fazlasıyla belirlemeye başlamıştır" derken, E. Kürkçü de "... sosyalist solun acil
talepleriyle, liberal, sosyal demokrat, hatta muhafazakar talepler arasındaki ayrımların iyice
belirsizleşmesine yol açtı" tespitini yapmaktadır. Bu acil taleplere reformcu bir kafayla yaklaşıldığını,
demokratik görevlerin kapsamının daraltıldığını, onların ne devrimle ve iktidarın ele geçirilmesiyle, ne
de sosyalizmle ilişkilendirilerek devrimci bir tarzda ileri sürülmediğini gösterir. Bırakalım tekil
talepler olarak demokratik istemlerin ileri sürülmesini, bir bütün alarak siyasal özgürlüklerin
kazanılması ve demokrasi sorununu devrimci proletaryanın nihai amacına, sosyalizm sorununa bağlı
olarak ele almazsanız, bir sosyalist değil en fazla bir küçük burjuva devrimcisi olursunuz. Eğer
demokrasiyi bir devrim sorunu olarak almaz, birtakım demokratik kazanımların elde edilmesine
indirgerseniz liberallerle, sosyal demokratlarla aranızda bir fark kalmaz. Her iki yazar da içine
düştükleri bu durumu egemen sınıflara ilerici bir misyon yükleyerek ve bu görüşlerinin kutbuna
savrularak aşacaklarını sanıyorlar. Hem de öyle bir savruluş ki, E. Kürkçü, demokratik istemlerin
önemli bir dinamik oluşturmadığını ileri sürebiliyor.
Ülkemizde demokratik istemlerin her bir katresi için devrimci yöntemlerle dövüşmek gerekiyor.
Sokaklarda katledilmeleri, işkenceyi, son zamanlarda sayısı hızla artan "kayıp"ları ele alalım; en temel
insan hakkı olan "yaşama hakkı" için mücadelenin ne kadar yakıcı bir sorun olduğunu göstermiyor
mu? Binlerce işçinin kış ortasında sokağa bırakıldığı bir ülkede "iş güvencesi" için mücadelenin
önemsiz olduğunu birisi size söylerse ne düşünürsünüz? Ulusal kendi kaderini tayin hakkı –bu
demokratik bir istemdir– için Kürt halkının ayağa kalkıp, ölüm karşısında korkusuzlaştığı bir ülkede
"radikal bir kitle hareketi kaynağı olamaz" deniliyorsa, siz buna karşı ne dersiniz? Soruları
çoğaltabilirsiniz.
Bunlar niçin önemsizleştiriliyor, acil talepler ve asgari programdan neden adeta vazgeçiliyor?
Bu görüşleri ileri sürenlerin, genellikle bu istemler için sürdürülen zorlu mücadelelerin dışında
kaldıkları görülür. Onlar, dün bunları reformist bir anlayışla ileri sürerlerken bugün, önemsizleştiğini
ileri sürerek maksimalist görüşlerle ortaya çıkıyor, pasifizmlerini bu örtü altına gizliyorlar.
Siyasal özgürlüklerin eksiksiz gerçekleşmesi devrimci bir iktidarla olanaklıdır, bu açıdan
demokrasi reform değil devrim sorunudur. "Tam bir demokrasi"nin gerçekleştirilmesi, demokrasi
mücadelesinin ekonomik ve toplumsal içeriğiyle birlikte alınmasını, egemen sınıfın devrim yoluyla
alaşağı edilmesini, ele geçirilen iktidarın korunup pekiştirilmesini gerektirir. Lenin, demokrasiden, onu
en ileriye kadar götürmekten en fazla yararlanacak olanın proletarya olduğunu söylüyordu. Devrimci
proletarya bunu niçin amaçlar, ya da diğer sınıflardan onu ayırdeden nedir? Lenin bunu şu şekilde
yanıtlıyor: "... nihai amaç olan sosyalizme varmak için tam bir demokrasiyi gerçekleştirmeye çalışır."
Sosyalizme doğru kesintisiz yürüyüşün sürdürülmesi için tam bir demokrasiyi amaçlar ve bunu
devrimdeki ve iktidar alındıktan sonra hegemonyasıyla güvence altına alır.
Türkiye devrimi antiemperyalist demokratik halk devrimi aşamasındadır. Bağımsızlığın
kazanılması, siyasal özgürlüklerin gerçekleşmesi, Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı, feodal
kalıntıların tasfiyesi, kadınlara eşit haklar verilmesi vb. bunların tümünün çözümü devrimi gerekli
kılmaktadır. Devrimimizin içerisinde bulunduğu aşamanın görevlerini yadsıyan, önemsizleştiren bir
anlayış, birincisi, demokrasiden en fazla çıkarı olan, ''sosyalizme varmak için tam bir demokrasiyi
gerçekleştirmeye" gereksinmesi olan proletaryanın bundan yoksun kalması, ikincisi, müttefiklerini
harekete geçirme ve hegemonyasını onlara kabul ettirmekten vazgeçmesi, dolayısıyla devrimin
zaferinden vazgeçmesi anlamına gelir. Devrimci proletarya, antiemperyalist demokratik şiarlarını
yükseltir, bunlarla emekçi halka seslenir. Köylülerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, gençliğin, esnaf ve
zanaatkarların, ilerici aydınların her türlü ilerici mücadelesini destekler ve onları tek bir devrim
ordusunun parçası olarak kendi önderliği altında birleştirir. Bu esnada antiemperyalist demokratik halk
devrimi aşamasında bulunuyor olmaktan dolayı kendisini demokratik görevlerle sınırlamaz, sosyalizm
propagandasını yürütür, proletarya ve diğer ezilenlerin sosyalist bilinçle eğitimini de vazgeçilmez bir
görev sayar.
"Demokrat!" yazarı demokrasi sorununu bu şekilde içeriklendirmek bir yana, yöntemi de onun
biçimlendirdiğini gözardı ederek, farkın, "esas olarak" yönteme ilişkin olduğunu söylüyor.
"Öte yandan gerek Özal'ın gerekse Demirel-İnönü'nün açılım tasavvurlarının bir ortak yanı
daha var, her ikisi de rejimde meydana getirilecek liberalleşmenin yukarıdan aşağı ve hükümetin
inisiyatifinde gerçekleşmesinde buluşuyorlar."
"Oysa, Türkiye solunun devrimci kanadının çeşitli kesimleri, demokrasi taleplerini nasıl
içeriklendirmiş olurlarsa olsunlar kendi demokrasilerini bu hakim sınıf demokrasisinden esas
olarak ve kitlesel oluşuyla ayırdetmişlerdir."
Devrimin iki aşaması arasındaki ilişkinin ele alınışı, bunun Türkiye koşullarında özgül ve somut
biçimlenmesi nasıl olacaktır, ya da soruna yaklaşımda bizi ayırdeden nedir? Buna yanıtı Devrimci
Proletarya yayınlarından çıkan "Kesintisiz Devrim ve Oportünizm" broşüründen uzunca bir
alıntıyla vereceğiz.
"O yüzden işkenceyi, ölümleri kaldırmak isteyen siyasal iktidar, inandırıcı görünmek
istiyorsa, işkence olayına son verecek olan uygulamaları derhal hayata geçirmeli, ..." (sayı: 33)
"Demirel o duvarları yıkabilecek midir? İşkencecileri yuvalarından çıkarıp, hesap sorması için
halkın önüne dikebilecek midir?" (İstikrarsızlığın Ürünü Olan Koalisyon Hükümeti de Halkın
Sorunlarını Çözemeyecektir -aynı sayı). "Halk iktidarın kendine yönelik vaatlerinin takipçisi
olmalıdır. Bu vaatlerin gerçekleşmesi, verilen sözlerin yerine getirilmesi için iktidar zorlanmalı,
gerçekleşmeyen vaatlerin hesabı sorulmalıdır." (Aynı sayı -"İktidarın Vaatlerinin Takipçisi
Olmalıyız") "Sermayenin isteklerini yerine getirmek için istikrara, halkı yatıştırmaya ihtiyaçları
vardır. O yüzden, bir süre sonra uçup gitmesine izin vermeden iktidardan vaatlerini yerine
getirmesi istenmelidir." (Aynı sayı)
"Yıllanmış burjuva politikacıları zorlanmadıkça vaatlerini unutacaklardır." (Aynı sayı)
Bir iki yerdeki anlatım bozukluğunun istismar edildiği gibi bir iddianın önünü kesmek için
alıntılan bol kullanma gereğini duyuyoruz. "iktidar" ile "hükümet"i eşitleme ya da aradaki farkı
bilmemek gibi bir yanlışı bir yana bırakırsak, kitlelerin eylemine dayalı bir baskı yaratılarak reformları
gerçekleştirme düşüncesi sağ oportünizmden sadece biçimde bir farklılaşma oluşturmaktadır.
Hükümetin bazı reform vaatlerine karşı, genişletilmiş bir demokratik talepler listesi ile çıkmak ve
"İstiyoruz, Vermezseniz Alacağız" şiarlı bir kampanya başlatmak sahip olunan temel düşünceyi
açıklayıcıdır. Bunların bir kısmı acil siyasi talepler, birkaçı da stratejik karakterli istemlerdir. Fakat
bunların devrim ve iktidar sorununa bağlanmadan formüle edilmiş olması, Mücadele'nin demokrasi
sorununu niceliksel fark ve niceliksel gelişme sorunu olarak kavradığını gösterir. Öfkeyle itiraz
edebilirsiniz fakat, asgari programın gerçekleşmesinin egemen sınıflar iktidarının devrimle alaşağı
edilmesini gerektiren niteliksel bir dönüşüm sorunu olduğunu gözardı ederseniz, egemen sınıflar
iktidarının temel direği olan işbirlikçi tekelci burjuvaziyi –sosyalist kapsamda bir görev olan mallarına
el konulmasından burada hiç söz etmiyoruz– demokrasiyle çelişen konumu açısından dahi hedefe
koymazsanız ne derseniz deyin, en radikal biçimleri kullansanız da düzen içi bir özgürlük savaşçısı
olarak kalırsınız. Birkaç reform vaadi ile ortaya çıkan bir hükümet, diğerleri gibi Mücadele'yi de
şaşırtıyor ve çözümü daha geniş bir demokratik talepler listesi sunmakta ve diğerlerinden farklı olarak
hükümete uygulanacak baskıda daha radikal yöntemler kullanmakta buluyor. Demokrasi reformlar
sorununa indirgeniyor. Demokrasi, ekonomik, toplumsal, siyasal içerik ve bütünlüğü ile bir devrim ve
iktidar sorunu olarak değil, genişletilmiş reformlar sorunu gibi görülüyor ve telaşa kapılmıyor. Kafa
karışıklığı ile "zorlanırsa elde edilecek" bir kompozisyon yaratarak, kitlelerin, hükümetin kendisini
inandırıcı kılma çabasına yakın bir konumda durmalarına yol açıyor.
***
Şaşırtıcıdır! Soruyla sağıyla Türkiye devrimci hareketi faşizmin şiddeti, yoğunluğu ve adeta
sürekliliğinden dolayı bir iki reform kırıntısı karşısında tam bir baş dönmesi içerisine düşüyor.
Tahliller yön değiştiriyor, kafa karışıklığı içerisine giriliyor. Bir diğer nokta da, faşist yöntemlerle
reform politikalarının karşıt yöntemlermiş gibi koyulması, her ikisinin de aynı sınıf temelinden
kaynaklandığının ve onun egemenliğini sürdürme araçları olduğunun gözardı edilmesi ve bunların
içice, birbiri ardısıra uygulanabileceğinin ise hepten unutulmasıdır!
Doğada olduğu gibi politika da boşluk tanımıyor. Sınıf mücadelesi içerisindeki mevzilenişte,
altüst oluşlar sonucu belli boşluklar oluşursa birileri dolduruyor. Revizyonist sistemin çöküşü ve
modern revizyonizmin has partilerinin sosyal demokrasiye evrilmelerinden sonra sağ oportünizm
cephesinde bu yönde güçlü bir ilerleyiş görülüyor. Tasfiyeci rüzgarla yelkenlerini doldurmuş
oportünizm, yenilgi sonrası devrimci bir toparlanış içine girmedi. Ortaya çıkan konum onları iyice
belirlemeye başladı, bundan dolayı devrimci bir konumda oldukları dünle her türlü bağlarını keserek
ilerlerken dönüp arkalarına bir bakma gereği dahi duymuyorlar. Sınıf mücadelesi içerisinde, pratik
siyasal alanda çok daha açık ortaya konulan görüş ve tavırlar, modem revizyonist TKP tarzı frenleyici,
engelleyici bir tutum olarak beliriyor. Demokrat'ın "eksenli" yazılarında ne öneriliyor? Kitleler adına
politika yapmamak, kitlelerin politika yapması için de, "Bilinç Kulüpleri". Yeni bir "aydınlanma çağı"
başlıyor; bunun ilk başlatıcısı kim? Haydar Kutlu mu? Gorbaçov mu?
LENİNİST PARTİ SOSYAL DEVRİMİN PARTİSİ
Son yıllarda, hızlı bir evrimleşme ile karşıdevrimci modern revizyonizm, biçimsel kabuğundan
sıyrılarak açık burjuva bir akım olan sosyal demokrasiye dönüştü. Bu onun bir zamanlar ML kisvesi
altında sunmaya çalıştığı eski görüşlerinden vazgeçmesi, aynı zamanda terminolojisini de-
ğiştirmesiydi.
Çeşitli derecelerde revizyonist etkileri üzerinde taşıyan küçük burjuva akımlarda da, son yıllarda
artan bir "hareketlilik" gözlemek mümkün. ML ideoloji, geçen yüzyılın ortalarından bu yana etkisini
artırarak küçük burjuva akımları yörüngesi altına almıştı. Ekim Devrimi, antifaşist savaştan
Sovyetlerin muzaffer çıkışı ve dünyanın üçte birinin sosyalizme yönelmesi bunu daha da büyüttü.
Öyle ki, dünyanın hemen her tarafında küçük burjuva devrimci hareketler, ulusal kurtuluşçu güçler
kendilerini ML bir terminoloji kullanarak ifade etmekteydiler. Bu sadece terminolojik bir ifade ediş
değildi, ML teori ve pratiğin bütünlüğünden uzak, şu ya da bu yönünden, şu ya da bu parçasını alarak
ideolojilerine yapıştırıyorlardı. Doğuşundan bu yana "burjuva", "küçük burjuva" hatta "feodal
sosyalizm" türleri olarak öteki sınıfların ilgisine ve saldırısına en fazla uğrayan ideoloji ML'dir.
Bağımsız bir sınıf ideolojisi oluşturmaktan uzak güçler, ML'i kurtuluş ideolojisi olarak benimseyerek,
devrim ve yeni toplumu inşada onun projelerinden yararlanırken, sınıf yapılarına uygun olarak burjuva
ideolojisi ile eklektik bir bileşim oluşturmaya yönelmekteydiler. Son yıllarda "büyü"nün bozulmaya
yüz tuttuğunu, ML terminolojiyi kullanmakta olan küçük burjuva akımların bir kesiminin ondan
uzaklaşmaya başladığını görmekteyiz.
Geçmiş yıllarda, ML'ye saldırılarını Stalin'in adı ve yapıtları üzerinde yoğunlaştıranlar bugün
hedefe Leninizmi koymuşlardır. Leninizm, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana daha alenileşmiş
bir burjuva liberal ve revizyonist saldırının konusudur. Emperyalizm, proletarya diktatörlüğü, parti,
eşit olmayan gelişme yasası ve tek ülkede sosyalizm, işçi-köylü ittifakı gibi Leninizmin Marksizm
hazinesine katkıları, şu veya bu yönde ya da birinden diğerine geçerek "eleştiri"ye tabi tutulmaktadır.
Leninist tezlerin bütünlüğü göz önüne alınacak olursa, söylensin ya da şimdilik söylenmesin, söz
konusu olan topyekun bir reddediştir. Geriye doğru bir tartışma geliştirilerek ML'nin ve devrimci
proletarya hareketinin tarihsel kazanımları yok edilmek istenmektedir. Marx'a dönmek, Leninizme,
sosyalist devrim ve inşa pratiğine önsel bir düşünce ile en hafifinden kuşkucu bir yaklaşım, oportünist
liberal eleştirinin başlangıç noktasıdır. Çoğu, Marksizmden vazgeçmedikleri iddiasındadır. Fakat onun
sadece kapitalizm eleştirisi ile ilgilidirler. Burjuva-liberal, revizyonist görüşler, kapitalizmin
yıkıcılığına karşı anarşizmle karıştırılmakta, küçük burjuva sosyalizm türleri ortalıkta gezinmektedir.
"Eleştiri özgürlüğü"nün okları ML teorinin temel taşlarına yöneltilmiş durumda. Emperyalist
burjuvazinin yaydığı hava ile yelkenlerini şişiren revizyonistlerin, her biri bir otoriteymişçesine ortaya
çıkıyor. Marx ve Lenin'den "ayrılmıyor", "yaratıcılık" geliştiriliyor!
"Solun ihtiyacı; Yeni Bir Marksist Ekol"; yazının başlığı bu. Devam ediyor. "Bana göre
Leninizm özgül ve öznel bir devrimci dinamizmin belirli bir tarihsellikle çakışması sonucunda
ortaya çıkmıştır," (Sayı 37/Aralık-Ocak)
Yazar, "özgül", "öznel" ve "belirli bir tarihsellik" gibi sözcüklerin arkasına sıkıştırılmış bu
tanımlama ile Leninizmi tarihe gömüyor. Burada da durmuyor. Yazının başlarında komünist,
devrimci, revizyonist ayrımları yapmak gereği duymadan, örgütleri tarihsel zeminleriyle birlikte
düzlüyor; şu görüşüyle de ne kadar ilerilere sıçrayabileceğini kanıtlıyor;
Leninizm, yüzyılın ilk çeyreğinde ve bir ülkenin koşullarına indirgenemeyeceği gibi ''öznel bir
devrimci dinamizm" denilerek aynı alana hapsedilmesi de yanlıştır. Leninizm, Marx ve Engels sonrası
uzun bir döneme damgasını vuran İkinci Enternasyonal oportünizmine karşı mücadele içerisinde
gelişti ve güçlendi. İkinci Enternasyonal, Marksizmi oportünist bir yoruma tabi tutarak devrimci özünü
boşaltmış, ehlileştirmişti. Leninizm, bu oportünizme karşı savaşımı, kapitalizme karşı savaşımın,
devrimin zorunlu bir önkoşulu olarak gördü. Leninizmin bu özelliği ve proletarya devriminden
doğmuş ve onun izini taşıyor oluşu, onun "olağanüstü savaşımcı ve olağanüstü devrimci niteliği"ni
açıklar. Gelenek'te yer alan bir önceki yazıda "Leninizm artık bir radikallik gösterisi olarak
algılanmaktan vazgeçilmelidir" denilirken göndermenin nereye yapıldığı ortaya çıkmaktadır. İkinci
Enternasyonal oportünizmine doğru bir dönüştür söz konusu olan. Leninizmi, Marksizmin yeni
koşullarda geliştirilmesi ve "emperyalizm çağının Marksizmi" olmaktan çıkarmak, aslında, Lenin'in
gösterdiği emperyalizm ile proleter devrimi arasındaki ilişkinin reddedilmesidir. Sosyal demokratlaşan
"TBKP" revizyonistleri "çağ"ın değiştiği tespitlerinden başlayarak bunu açık açık yapıyorlar. Sözde
onları eleştirir konumdaki Gelenek ve benzerleri ise kendilerini ne kadar gizlemek isteseler de onun
hemen ardı sıra yürümektedirler. İleride ele alacağımız, parti sorununa yaklaşımlarında da aynı
"sancılı" ve ikiyüzlü tavrı görmek mümkündür.
"19. yüzyılın sonundaki nesnel koşullar oportünizmi olağanüstü güçlendirdi, legal burjuva
olanak ve fırsatların kullanılmasını legalizme tapma durumuna getirdi; işçi sınıfının içinde ince
bürokrat bir katman yarattı, sosyal-demokrat partilerin saflarına birçok küçük burjuva 'yoldaşı'
çekti." (Sosyalizm ve Savaş, sf: 23)
Leninist partinin emperyalizm çağının özellikleri ile ilişkisi üzerinde durmuştuk. Bunu sosyal
devrimi gerçekleştirebilmek için diğer birçok konuda ve parti sorununda, II. Enternasyonal
oportünizmine karşı yürütülen köklü bir mücadele ve ayrımın ortaya konulmasıyla birlikte ele almak
gerekir. Gerek çağın özelliklerini, gerekse ortaya çıkış koşullarını ve uluslararası bağlantılarını gözardı
ederek Leninist partinin sadece Rusya'ya özgü akımlara karşı mücadele içerisinde inşa edildiğini ileri
sürmek son derece yüzeysel bir yaklaşım olduğu gibi, onun evrensel niteliğinin "inceltilmiş" bir
yadsımasıdır. 3 Leninist parti, mücadelenin yeni koşullarında, iktidar için doğrudan savaşım
yürütmenin koşulları doğduğunda, sendika merkezleri, gazete, dergi büroları özerkleşmiş, –bu konuda
ikide bir özrü kabahatinden büyük mazeretler ileri süren Emeğin Bayrakçılarına duyurulur!–
parlamento gruplarının eki durumuna gelmiş II. Enternasyonal partilerinin eleştirisi üzerinde
yükselmiştir. Leninist parti sosyal devrim örgütüdür. Üyelik konusundan gizliliğe, profesyonel
devrimcilikten parti içi demokrasi sorununa kadar örgütlenmenin tüm konularının ruhunu bu oluşturur.
Oportünizmle en temel ayrım ilkesi budur.
Özel bir vurguyla belirtilmesi gereken bir diğer nokta, proleter devrimi olgusudur. Konuya
sadece emperyalizm çağının gerici özellikleri içerisinde, devrim için objektif koşulların dünya
ölçeğinde olgunlaşmış olmasıyla yaklaşmak eksik olacaktır. Ulusal ve sosyal kurtuluş devrimleri ve
bunların sonuçlarıyla birlikte düşünmek gerekir. Büyük Ekim Devrimi, Almanya ve Macaristan'daki
devrim denemeleri, yüzyılın ilk çeyreğinde tüm Avrupa'yı saran büyük devrimci fırtına burjuvazinin
yüreğindeki korkuyu büyüttü ve daha gericileştirdi. Dünyanın altıda birinin kapitalist-emperyalist
dünya ekonomi sisteminden kopmasıyla onun genel bunalımına yol açtı ve burjuvazi, egemenliğini
sürdürmenin aracı olarak, açık terörcü diktatörlüğe –faşizme– başvurdu.
Lenin, daha dönemin başlarında bu değişimin göstergelerini ortaya koyuyor, komünist partilerin
örgütlenmesinde illegal temelin şart olduğunu söylüyordu. "Komünist Enternasyonalin II.
Kongresinin Temel Görevleri Üzerine Tezler"inin 12.sinde:
Komünist partinin örgütlenmesi sorunu, tarihi, siyasi ve sosyal koşullardaki değişimle, proleter
ve ulusal kurtuluş devrimleri ve burjuvazinin gericilik ve saldırganlığının kat kat artması olgularıyla
birlikte ele alınmak zorundadır. Bu, devrimci yeraltının daha sağlam kurulmasını gerektirdiği gibi,
savaşımın yöntem ve araçlarında, savunma ve saldırının örgütlenmesinde yeni yaklaşımların
geliştirilmesini zorunlu kılıyordu. Bu gelişmeler, çok daha sağlam ve militan bir örgüt yaratmayı
gerektirdi.
"Önce yine başa dönelim, bütün bunlar bir 'biçim' tartışması etrafında çözülemeyecek
kadar kapsamlı sorunlardır. Belki de bu nedenle hemen başta vurgulamak gerekir, 'gerçek'
(olağanüstü sevimsiz bir terminoloji kullanmak zorunda kaldığım için okuyucudan özür dilemek
zorundayım) işçi sınıfı partisinin açıklık-gizlilik açısından koordinatı olamaz." Yazar, vuruşunu
güçlendirmek için "Leninizmin özünde öncülük ve devrim perspektifi vardır. Gizlilik ve disiplin
gibi bu öz dışında anlamlandırılması saçma olan veya ancak bu öz ile anlam kazanan niteliklerin
geri ve çarpık devrim-öncülük teorilerini sarmalamasına son verme zamanı gelmiştir" dedikten
sonra haykırıyor: "Yaratıcılığa asıl burada ihtiyacımız var. Yasal parti perspektifini eldeki
Leninizmin biricik özelliğine halel getirecek, onun bikrini izale edecek bir oyunbozan olarak
değerlendirmekten kaçınmak gerekiyor. Leninizm elimizden bu kadar kolay kaçacaksa, ne
yapalım öyle Leninizmi?"
Emek de, düne kadar "birlik" çalışmalarını birlikte yürüttüğü Gelenek'ten geri kalmıyor.
"Bütünsel bir kavrayışın çok uzağında, Leninizmi her somutta aynen tekrarlanacak bir ör-
güt teorisine indirgemek, bu teoriyi de devrimciler örgütü ve yeraltıyla özdeşleştirmek... Bunun
dışındaki her yaklaşımı, peşinen örgüt teorisini sulandıran bir sapma olarak damgalamak...
"Leninizmle ilgisi bulunmayan önyargı budur" (Kasım '91, sayı 26)
İlk adımı atan olması ve seçimlerdeki performansı ile oportünist cephedeki hareketlenmeyi
hızlandıran SP ise Leninizm bayrağını kurnazca sallamaya devam ederken "yasal parti" görüşünü
dünya komünist ve devrimci hareketinin revize edilmiş bir yorumuna ve Türkiye'nin tarihsel
gerçekliğine dayandırıyor.
"Türkiye solu, ülke gerçeğini anlayamadı, Türkiye'nin öncü bir üçüncü dünya ülkesi
olduğunu, büyük demokratik birikimleri, yüzyıllık demokratik gelenekleri olduğunu, İttihat
Terakkilerden, Kemalist devrimden gelen özgürlük kazançları olduğunu anlayamadı" (Teori,
Aralık '91, sayı 24)
Ve devrimci yeraltı sanki ona engelmişçesine ve sadece ona bağlıymış gibi şunu söylemekte:
"Çare şudur: Kitle bağları kurmaktır." Yasal alanda yürüttükleri "büyük" mücadelenin kanıtı olarak,
meydan okuma havasında söylenen de şudur:
"Evet siz yasal çalışma alanına girdiniz ama şunların karşılığında yasal çalışmaya girdiniz,
yani teslim olarak yasal çalışmaya girdiniz şeklinde bir eleştiri yapılsa o zaman size hak
vereceğim. Kürt meselesini çatır çatır koyduk. Sınıfsız toplum amacını koyduk. Parlamentarizmi
eleştirdik. Devrimi koyduk. Gizli olarak söyleyeceğimiz neydi?" (Agd.)
Yalçın Küçük'ün "Açık Devrimci Parti"si ise legalizmle menşevizmin nasıl içice olduğunu
gösteriyor. Toplumsal Kurtuluş'un 9. sayısında "Açık Devrimci Parti Üzerine Otuz Not" başlıklı
yazıda, daha ilk maddesinde Bolşeviklerle Menşeviklerin arasındaki ayrımın başlangıcını oluşturan
örgüt sorununda iki ayrı çizgi demek olan "üyelik" konusunda menşevizmin tavrının benimsendiği ilan
ediliyor. Ardı sıra bu, "profesyonel devrimcilik"in reddi ile birleşiyor. Daha sonra oportünizmin farklı
evreleri arasındaki tarihsel bağlantıyı gösterebilmek için, yelkenler tasfiyecilik rüzgarıyla
dolduruluyor. Aslında ne yeraltı örgütünün gerekliliğine inanıyor, bundan vazgeçtik, ne de yerüstünde
az çok mücadele edecek bir örgüt kurma beceri ve gücüne sahip. Onun görevi ideolojik önderlik! Bu
alanda "devlet düzeninin... ideolojik hegemonya ve kuşatmasını sarsan" "kütle hareketinin başlatıcısı
olan" "hücumlar" düzenliyor. (Toplumsal Kurtuluş, sayı 50) Dün "jakoben devrimcilik''in ideolojik
Önderlik boşluğunu görerek bu görevi üstlenmişti! Bugün ise Kürt ulusal direniş hareketine
perspektifler sunmakla meşgul! "Açık devrimci parti"nin serüveninin son geldiği aşama ise T.
Kurtuluş'un son sayısında şöyle açıklanıyor: "Açık devrimci parti projesi sola mal olmuştur. HEP'te
toplanma tartışılıyor." Böylece "sosyalist devrim" savunucusu Y. Küçük aydınlatıcılığını, eğer
denilebilirse, popülizm katına çıkarmış oluyor.
"Gizlilik bu türden bir örgütün öylesine zorunlu bir koşuludur ki, bütünöteki koşullar
(üyelerin sayısı ve seçimi, işlevler vb.) bu birinci koşulla uyum içinde olmalıdır." (Ne Yapmalı)
Böylesi açık ve net bir vurgunun, "gizlilik"in bir devrimciler örgütü için birincil koşul haline
getirilmesinin sebebi nedir? Bu, Leninist partinin eyleminin içeriğinde, program, strateji ve taktiğinde
aranmalıdır. Azami ve asgari programıyla sistem karşıtı bir konumda duran, strateji ve taktiğiyle bunu
gerçekleştirmeyi –iktidarın ele geçirilmesini, devrimi ve sosyalizmi– önüne koyan bir partinin, geçici
dönemler içerisinde değil, iktidarı ele geçirinceye kadar sürecek tüm bir savaşım dönemi boyunca,
her durumda ayakta kalacak ve savaşı sürdürecek bir yapıda olabilmesi gizliliği gerektirir. Devrimci
bir programı gerçekleştirebilmenin, hatta onda direnebilmenin, sürekliliği sağlamanın, devrimci
savaşım yöntemlerini uygulamanın, iktidarı elde etmenin koşulu, yeraltı temeline sahip olmaktır. SP'li
revizyonistlerin, "Devrimi, sınıfsız toplum amacını koyduk. Kürt meselesini çatır çatır koyduk vb.
Gizli olarak söyleyeceğimiz neydi?" diye meydan okumasına aslında verilecek en iyi yanıt şu
arasözüdür: Lafla peynir gemisi yürümez! İlke, amaç ve programla örgütlenme ve taktikler arasında,
savunulan düşünce ile eylem arasında bütünlük var mıdır? 4 Devrim yapmak –bu şiddetin kullanımını,
karşıdevrimci zorun zorla kırılmasını gerektirir, bu yönde bir hazırlığınız yoksa, bunun araç ve
yöntemlerini kullanmıyorsanız, söylenenlerin kuru gürültü olmaktan başka anlamı olabilir mi? Kaldı
ki SP gibi her kritik an ve dönemde burjuvazinin yanında olmuş ve muhbirlik yapacak ölçüde
devrimcilerin karşısında yer alarak burjuvazinin güvenini kazanmış bir hareketin biraz radikallik
gösterisi yapması ve bundan yararlanarak sosyal demokrasinin hemen sonrasındaki barikatı
oluşturmasından yararlanacak olan kimdir?
SP legal parti propagandası yaparken, bunu, "Türkiye'nin orijinalitesi", "güçlü demokratik
birikimlerin olduğu" ile açıklamaktadır. Bu gerçeği mi yansıtmaktadır? Türkiye'nin gerçeğine
bakıldığında çıkarılacak sonuç ancak bunun tersi olabilir. Faşist yasa ve sıkıyönetimler, komünistlerin
ve Kürtlerin katledilmeleri, fiili engellemeler; Kemalizm kuyrukçusu SP revizyonistlerinin aklamaya
çalıştığı Cumhuriyet döneminin siyasal tarihini asıl olarak bunlar karakterize eder. 1946'ya kadar
bırakalım bir sosyalist partiyi, ikinci bir egemen sınıf partisinin kurulmasına dahi olanak
tanınmamıştır. O yıllarda kurulan oportünist partilerin ömürleri ise aylarla sınırlı olmuştur. Sonraki
çıkışlar da aynı şekilde bastırılmıştır. Ancak 60'lı yılların içerisinde yasal olanaklar görece genişlemiş,
yine mücadeleyle kullanılır hale gelmiştir. Yakın tarih ise biliniyor. İki askeri faşist darbe, öncesinde
ve sonrasında sıkıyönetimler, "olağanüstü hal"in olağan yönetim şekli olması... Türkiye'de güçlü
demokratik birikimler yoktur. 12 Eylül askeri faşist darbesine kaç aydın direnmiştir? Eylülcü
generallerin karşısında hazırola geçerek, panik göstererek mi kanıtlanıyor demokratik birikimler? Kürt
katliamına karşı çıkan, ulusal kendi kaderini tayin hakkını yüreklice savunan kaç aydın var?
"Terörizmin solu da sağı da birdir?" demek mi oluyor demokratlık?
Türkiye'de egemen sınıfların istikrarlı bir yönetim oluşturma koşulları yoktur. Sınıf çelişkileri
keskindir ve siyasal planda egemen olan istikrarsızlıktır. Bunun için öyle uzun boylu bir siyasal tarih
bilgisine sahip olmak gerekmez, kuşbakışı bir gözatış, belleğin bir parça zorlanması yeterli olacaktır.
Yeter ki olguları olduğundan farklı göstermek için özel bir çaba gösterilmesin! Ancak ülkemizde
yığınların ileri atılımıyla nispi demokratik kazanımların elde edildiği dönemler olmuştur. Kağıt
üzerinde var görünen hakların dahi kullanılabilmesi bu yıllarla sınırlıdır.
Tüm bu süreçte, devrimci hareket, bırakalım iktidar alternatifi bir güç olmayı çoğu kere daha
oluşum halindeyken, egemen sınıfların saldırısına uğrayıp bastırılmıştır. Devrimci hareketin tarihine
baktığımızda yenilen her darbeden sonra uzun yıllar toparlanılamadığı, bir süreklilik geleneğinin
yaratılamadığı görülecektir. Legalizm ve menşevizm, 12 Eylül yenilgisinin başta gelen iki nedenidir.
Yarılegal olmanın ötesine geçememiş devrimci örgütlenmeler, çok kısa sürede dağıtılmışlardır.
Türkiye'de sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimi ve örgütlenme pratiği, vurgunun, sağlam bir yeraltı
örgütünün yaratılması üzerine yapılması gerektiğini tartışılmayacak bir şekilde ortaya koymaktadır.
Legalitede örgütlenmeyi merkeze koyan ya da yeraltını bunun bir eki, gölgesi gibi gören her anlayış,
sadece örgüt değil devrimin tasfiyecisidir.
4
Teori dergisinde değerlendirmeye konu olan, SP üyelerinin düzenle olan bağlarının güçlülüğü, özveri zayıflığı, rahat yaşama istekleri,
profesyonel devrimciliğin geliştiriImemesi neyin işaretleridir? D. Perinçek SP içerisinde "devrimcilik" etiketini elinde tutuyor ve seçimler sonrası
yapılan bir toplarında partideki "parlamentarizm eğilimi"ni eleştiriyor. Bunun varlığı gibi onun eleştirilmesi de revizyonist reformcu karakterini
değiştirmez, Parlamentarizm onun biçimlerinden biridir sadece. Genel tutumun da ötesinde –bu bazen aldatıcı olabilir– sınıf mücadelesinin geldiği
düzey ve gelişim doğrultusunda belirlenen taktikler, ve görevlerin nasıl kavrandığına bakılmalıdır. Ya da bu tersten da söylenebilir: Sadece taktik
bir dönemde alınan tavır da yeterli olmayacaktır.
görevleri yerine getirmek, aidat ödemek, organlı ve programlı faaliyet yürütmek keyfi bir duruma
dönüşmüş ve hatta üye olarak kimi zaman örgütle organik ilişkiye sahip olma zorunluluğu da
ortadan kalkmıştır"
deniyor.
TKKKÖ, burada sözü edilenler açısından bir prototip olarak görülebilir. Bir başka örnek
vermek gerekirse, sıkıyönetim mahkemelerinde örgüt değil dergi çevresi olduklarını ileri süren Dev
Yol'un burada çizilen tablodan farklı olmamanın ötesinde, menşevizmi bir tarz olarak benimsemiş ol-
duğu bilinir. 5 12 Eylül'ün başlarında kendi deyişleriyle "siyasi faaliyetleri durma noktasına gelen"
(TKKKÖ), bunu karara çeviren bir hareketin, böyle bir duruma düşmesine yol açan bir numaralı etken,
örgütsel çizgisindeki legalizm ve menşevizm iken, şimdi varılan sonuç ve tutulan yol neyi
göstermektedir? Bu hareket çözümü hep sağa doğru ilerleyerek arıyor. 12 Eylül'de içine düştükleri
kötü durumu, bir öngörüymüşçesine "'80 Nisanında aldıkları geri çekilme kararını uygulayamamış
olmak"la açıklar. Son yıllarda ise "kitleselleşme", "tıkanıklık" vb. aşmanın yolu olarak, çizgilerinde
devrimci olanın eleştirisini buluyorlar.
"Açık parti"yi savunurken Kurtuluş eğilip bükülüyor, pragmatist gerekçeler bularak bir "seçim
partisi"nde karar kılıyor. Görünürde yeraltını bütünüyle reddetmiyor ama –yağmurdan kaçarken
doluya tutulmak sözü bunu ne kadar açıklar– bu önerisiyle, daha baştan "açık parti"sini burjuva
parlamentarizminin kucağına atıyor. Aslında gönlünde yatan tümüyle "açık parti"! Yeraltı devrimci
geleneğinin etkisini üzerinden tümüyle silkip atamamanın iç karmaşasını yaşıyor. Gelenek'in dilinden
konuşacak olursak o hâlâ "psikolojik baskı" altında! "Açık parti" görüşüne teorik bir temel hazırlarken
7. sayısında şunları söylüyor:
Kurtuluş bu şekilde öldürücü vuruşunu yapmış oluyor. Artık "açık parti" kurmanın önünde
hiçbir engel kalmamıştır! En iyi niyetle yaklaşsak, bilginin yarımlığından gelen bir cehaletle karşı
karşıyayız diyeceğiz ama yapılan tarihsel bir tecrübenin amaca göre eğilip bükülmesidir. Komünist
Enternasyonal 1919 yılında kuruldu. Ekim Devriminden iki yıl kadar sonra. Komünist Enternasyonal,
Ekim Devrimi, Bolşevik Partisi ve Leninizmin deneyim ve teorik perspektifleri üzerinde örgütlendi.
Bu, III. Enternasyonalde yer alacak partilerin teori, program ve örgütlenme ilkeleri yönünden
kendilerini gözden geçirmeleri anlamına geliyordu. Çözülme sürecine girmiş II. Enternasyonalde yer
alan ara-parti ve "merkez"ci grupların III. Enternasyonal'e sızmalarını önlemek, gerekse III.
Enternasyonalde yer alan bazı partiler içerisinde küçümsenmeyecek bir potansiyel oluşturan reformist
öğeleri temizlemek için kongre kararlan alınmış, "koşullar" koyulmuştur. Pek çok parti, içerisinden
çıktıkları "kabuk"un izlerini taşıyorlardı. Partilerin devrimci durumlara önderlik etme yeteneklerinin
zayıflıkları tespit ediliyor, bunun aşılması, hedef açıklığı, eylemlilik düzeyinin yükseltilmesi,
işyerlerinde hücre temelinde örgütlenme, üyelik, sıkı disiplin vb. bir dizi konuda kararlar alınıyordu.
5
İşçilerin Sesi gazetesinin 26. sayısında yeni bir örgüt modeli olarak "Dev-işçi" öneriliyor. Bir çerçeveye sığdırılması güç(!) bu yeni örgüt
şekli şöyle tanımlanıyor: "Ama Dev-işçi ne olmalıdır? Demokratik kitle örgütü mü? Hayır! Dar kadro örgütü mü? Hayır! Parti mi? Hayır! Cephe mi?
Hayır! Gizli örgüt mü? Hayır! Yasal örgüt mü? Hayır! Sendikal örgüt mü? Hayır!
"Çünkü tek tek bunların hepsi ama tek başına hiçbiri."
Bir reklamcı çığırtkanlığıyla her derde çare gibi gösterilen bu örgüt şekli, gerçekte örgüt fikrinin reddedilmesidir. Bir hünere sahip
olmamasına karşın "ne iş olsa yaparım" diyen insanın zenginliğine benzemekledir. Fakat kişinin bunu söylemesi yaşamını sürdürebilme
zorunluluğunun ifadesidir, anlaşılır. İşçilerin Sesi'nin öne sürdüğü örgüt şekli ise parti, sınıf, emekçi kitlelerin diğer kesimleri arasındaki ayrımları
silen su katılmamış oportünizmdir. Tarihsel olarak II. Enternasyonal oportünistlerinin, ekonomisi ve menşeviklerin, Troçki ve R. Luxemburg'un bir
dönemki görüşlerinin izleyicisi ama daha cüretkar bir oportünizm türüdür. Yeni bir icatmış gibi ileri sürülen bu örgüt fikri düpedüz "Dayanışma
Sendikası" kopyasıdır.
Sınıfın siyasal öncüsü, yönetici kurmayı ve en yüksek örgütlenme şekli olarak parti fikrinin reddi, kendiliğindenliğin alenen
savunulmasıdır. Sözde "ikamecilik" reddedilirken, proletarya örgütsüz, öndersiz ve kendiliğinden bilince mahkum bırakılarak, burjuva ideolojisi
ikame edilmektedir.
Bir örgüt, isler parti, ister sendika, ister cephe ya da daha başka bir şey olsun, eyleminin muhtevasına göre şekillenir. İşlevleri farklı
örgütleri "aynı" olarak düşünmek, her birini amacında işlevsizleştirir. Her biri, program, üyelik, demokrasi ve diğer işlerlik ilkeleri yönünden
farklıdırlar ve böyle bir aynılaştırmanın sonucu karışıklıktır. Aşure hoş bir tatlının ismidir ama bir örgüt ismi olamaz.
Dev-Yol antifaşist karakterli bir örgütlenmeydi. 70'li yıllarda öne çıkan antifaşist mücadele onu belirliyordu, bu açıdan kendiliğindenciydi
ama daha devrimci bir konumdaydı. Bugün ise "en alt direnme" çizgisini izliyor, revizyonistlerin geçmişteki tutumlarına benzer bir pratik tutum
sergiliyor ve hiç de az olmayan bir şekilde demokrat mevzilerin dahi gerisine düşüyor.
1920'de, II. Dünya Kongresi'nde kabul edilen Komintern Tüzüğü ve Komintern'e katılmanın "21
koşul"u belirttiğimiz içerikle yüklüdür. Sonraki yıllarda da bu sürdürüldü.
Mücadelenin nispeten sakin döneminde ve burjuva demokrasisinin görece gelişmiş olduğu
ülkelerde örgütlenmiş partiler legal bir konumdaydılar. Komintern, yaşanan tecrübelerin ışığında
bunun tehlikelerine işaret etti ve tüzük maddesi olarak şunu koydu:
"12- Avrupa ve Amerika'daki genel durum, bütün dünya komünistlerim yasal örgütlerin
yanı sıra yasadışı örgütler kurmaya zorunlu kılıyor. Yürütme komitesi her yerde bunun pratiğe
geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür." (III. Enternasyonal-Belgeler)
"29- Açık devrimci parti ile gizli hareketler arasındaki ilişkiye gelmek istiyorum. Açık
devrimci parti için, hiçbir gizlilik içinde çalışan hareket konumunu değiştirmek durumunda
değildir, arada hiçbir örgütsel bağ düşünülmüyor. Büyük devrim süreci içinde işlevler ve yerler
ayrı görünüyor."
"Tek neden değil, işkencenin tek sorgulama yöntemi olduğu bir ülkede örgütsel bağ
kurmaya çalışmak her ikisi için de hiç gerekli olmayan bir fiyat ödemeye hazır olmak anlamına
geliyor. Böylesine bir cömertliğin gerekli olduğuna inanmıyorum."
Açıklayıcıdır!
Legal ve illegal çalışmanın birleştirilmesinin fikirsel temeli ve örgütsel ilişki biçimi nedir?
Buraya kadar yazılanlar, legalite-illegalite sorununun bir biçim tercihine indirgenemeyeceğini
gösterir. Devrimci bir program, strateji ve taktiklere dayanmayan bir partinin yeraltında
örgütlenmesine gerek yoktur. Lenin, Tasfiyeci Konferansı'nın günümüzdekilere göre daha utangaç
sayılabilecek şu kararının –"3. Sosyal demokrat parti, örgütünün bir bütün olarak yasadışı kalmaya
zorlandığı bugünkü durumda bile, parti çalışmalarının bazı bölümlerini açıkça yürütmeye ve bu
amaca uygun organlar kurmaya çalışmalıdır."– bir Kadet partisi için doğru bir tanımlama olduğunu
söylüyor ve "anayasal çalışma" içerikli bir liberal işçi siyaseti olarak nitelendiriyordu. Eğer devrim
yoluyla iktidar ele geçirilecekse, devrimci bir program, strateji ve taktikler kararlılıkla uygulanacaksa,
her şeyden önce sağlam bir yeraltı örgütü gerekir.
Alanlar arasındaki ilişkinin örgütsel biçimi ise, illegal çekirdeklerin legal olanın içerisinde
gizlenmesi ve onu yönetmesidir. Tasfiyecilerin, eğip bükmelerine karşı Lenin bu konuda net bir
vurguyla şunu söylüyordu:
"Dört yıldan beri söyleye söyleye partinin dilinde tüy bitti: Bizim örgütümüz, olabildiği
ölçüde yaygın ve dal budak salmış yasal topluluklar ağıyla çevrelenmiş yasadışı çekirdekleri
kapsar.'' (Yasadışı Parti ve Yasal Eylem-Tasfiyecilik Üzerine, sf: 280)
***
Revizyonist sistemin hızlı ve topyekun çöküşü, sosyalist Arnavutluk'un da buna eklenmesinin
ardından, dünya kapitalizminin zaferini ilan etmesi ve onun liberalizm sahtekarlığı ile sunulması, iyice
demoralize olmuş ve ML'nin ideolojik yörüngesinden kaçmakta yarışan, kapitalist ideoloji ve kültüre
hayranlıkla dolu bir teslimiyet içerisine giren oportünizmin bugünkü türünü ortaya çıkardı. Ülkemizde
12 Eylül sonrasında derinleşen tasfiyecilik geleneğini de buna eklemek gerekir.
ML'den, devrim ve sosyalizmden bu uzaklaşmanın, bu genel ve yaygın kaçışın süreklilik
arzetmesi, örneğin sınıf mücadelesinin önümüzdeki bir on yılına damgasını vurması olanaklı mıdır?
Hayır. Her şeyden önce emperyalist burjuvazinin ve oportünist yardakçılarının barış, demokrasi, insan
hakları, istikrar ve uyumluluk üzerine gürültülü bir propaganda ile sundukları "yeni dünya"
düzenlerinin hiç de bu özellikleri taşımadığı gibi, bunları sunabilecek birikim ve dinamiklere sahip
olmadıkları da ortadadır. İstikrar değil düzensizlik, demokrasi değil devlet terörü, barış değil savaş,
eşitlik değil eşitsizlik, insanca yaşam ve mutluluk değil güvensizlik ve yıkım, sunulan olduğu gibi
gelecek için vaadedilendir de. Dünya kapitalizminin başarısının elbirliğiyle göklere çıkarıldığı, her
türlü "dış baskı" ve "iç saldırı"dan "kurtulduğu", minimuma indiği koşullarda, kapitalizmin ekonomik
açıdan doruklarda ve tam bir istikrar içerisinde olması, ideolojisinden, sosyal kültürel yaşama, üstün
bir gelişme çizgisi göstermesi gerekmez mi? Bu bir bakıma en özgür bir şekilde "kendisi" olduğu
dönemde, çıplak gerçeğiyle yüzyüze kalması, çözümsüzlük, çürüme ve yıkım ürettiğini ortaya
koymasıdır. Tüm bu gürültülü propagandanın gizleyemediği "resesyon" olgusu neyi açıklar?
Emperyalizm çağında istikrar dönemleri olsa dahi bu hem nispi hem de geçici olacaktır.
Günümüz dünyasında kriz faktörleri, ekonomide olduğu gibi siyasi ve sosyal yaşamda, kapitalizmin
ideoloji ve kültüründe egemendir. Bugün tüm çelişkilerin içice geçmesiyle oluşan şiddetli bir kriz
durumunun varlığını söyleyecek değiliz. Fakat, eşit olmayan gelişme yasası günümüzde de
geçerliliğini sürdürmektedir ve ülkemizin de içerisinde yer aldığı, çeşitli bölgelerde bir devrimci
durum olgunlaşmasına doğru gidildiği gün gibi gerçektir. Bu ise, oportünizme karşı savaşımın,
devrimci gelişmenin sağlanmasının, devrimin başarıya ulaştırılması ve sosyalizme doğru kesintisiz
ilerleyişin önkoşulunu oluşturduğunu, Leninizmin bu ilkesel gerçeğinden kopmayan bir mücadele
yürütülmesi gerektiğini şiddetle hatırlatır.
DEVRİMCİ PROLETARYANIN DEMOKRASİ MÜCADELESİ
VE "DEMOKRAT!"IN TARTIŞILIR DEMOKRATLIĞI
70'li yıllarda faşizme karşı mücadele birçok örgütçe dar bir yaklaşımla, MHP'ye karşı
mücadelenin ötesine pek geçmeyen sınırlar içerisinden yürütüldü. Konuyu ele alışta kendiliğindenlik,
teorik sığlıkla, revizyonist etkiler altında kalınmasıyla birleşti. Bugün aynı "biçim"in tekrarlanmasının,
egemen sınıfların sivil faşist bir gücü devrimci hareketin karşısına şu aşamada sürmemelerinden 6 ,
uygun zemini yoktur. Fakat, sorunun teorik ve siyasal planda aşıldığı söylenemez. Faşizme karşı
mücadelenin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin çeşitli yönlerinde anlayış değişmiş değildir. Bu
açıdan, '80 öncesinden kimi biçimsel farklılıklar taşımakla birlikte özsel olarak farklı olmayan yanlış
görüşlerin çeşitli devrimci örgütlerde etkili olduğunu görmekteyiz. Demokrasi içi mücadele, emekçi
kitlelerin acil ekonomik ve siyasi istemlerine yaklaşım, demokratik ve sosyalist görevlerin kavranışı
vb. farklı siyasal güçlerce değişik anlam ve içerikte ele alınmaktadır. Her türlü demokratik hak ve öz-
gürlüğün gaspı ve vahşi bir ekonomik terör uygulaması olan 12 Eylül faşizminin pekçok yasa, kurum
ve uygulamasıyla süregeliyor oluşu, öte yandan buna karşı yığın hareketindeki canlanış ve emekçi
kitlelerin acil ekonomik, siyasal istemlerini giderek daha güçlü bir şekilde dile getirmeye başlamaları
konunun güncel önemini artırmaktadır. Bu bir yana, faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede
faşizme karşı mücadelenin teoride olduğu gibi siyasal ve örgütsel planda da, doğru taktik ve sloganlar
etrafında yürütülmesi mücadelenin geliştirilmesi ve stratejik başarının kazanılması yönünden tayin
edici önem taşır.
6
12 Eylül askeri darbesinden bu yana, '82 Anayasası ile de pekiştirilmiş olarak haydutluğa resmi kıyafet giydirilmiştir. Faşist terör, devlet eliyle
doğrudan sürdürülmektedir. Tabii ki sadece bununla sınırlı kalındığı ve kalınacağı söylenemez. Egemen sınıfların '80 öncesinin onları tüketen
dersleriyle çeşitli hesaplar, ön hazırlıklar yaptıklarını görmekteyiz. Dinci gericiliğin çeşitli düzey ve biçimlerde potansiyel ve fiili bir saldırı gücü
olarak örgütlendirilmesi, teritoryal savunma, fabrika ve işyerlerinde oluşturulan güvenlik birimleri, yaygın muhbir ağı vb. Koruculuk sistemi bir başka
örnektir ve bunlar halk hareketindeki yükselişe, iç savaş yönünde evrilmesine karşı, karşıdevrim cephesinin hazırlıkları niteliğindedir.
ileri noktaya kadar götürülmesinden en fazla çıkarı olan proletarya olmak üzere, demokratik
devrimden çıkarı olan sınıflardan söz etmek doğru olacaktır. Devrimci proletaryanın asgari
programında ifadesini bulan, stratejik hedefler doğrultusunda yürütülecek bir demokrasi mücadelesi,
devrim ve iktidar mücadelesi. Bunu da net bir şekilde tanımlamak gerekir, proletarya ve köylülüğün
devrimci demokratik diktatörlüğü. Sorunun bu şekilde konulması onun, bir siyasal reformlar
mücadelesine indirgenmesini önleyeceği gibi, salt siyasal özgürlüklerin elde edilmesi olarak da değil
iktisadi toplumsal içeriği ile birlikte tanımlanması olacaktır. Özellikle gözardı edilen ve gözardı
edilmesiyle; bu mücadele emekçi sınıfları harekete geçirici dinamiklerin, proletarya açısından
anlamının, müttefiklerinin konumu ve aralarındaki ilişkinin, sosyalizme kesintisiz geçiş koşullarının
yaratılmasıyla ilişkisinin kavranmaktan uzak olunmasıdır.
Faşizme karşı mücadele, faşist rejimin temellerine yöneltilmeli; işbirlikçi tekelci burjuvazi ve
toprak ağalarının ekonomik ve siyasi egemenliğini yıkmayı hedeflemelidir. Emperyalizme bağımlılığa
son verilmeden, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının egemenliği yıkılmadıkça gerçek bir
demokrasiden söz edilemez. Demokratlığın ölçüsü bazı siyasal reform istemlerinin savunulması değil
tutarlı bir devrimci demokratik programın savunulması olmalıdır. "Demokrat!" yazarları konuya acil
ekonomik ve siyasal istemler, bir reform programı kapsamında yaklaşıyorlar,
Tanıtma ve çağrı yazısının özü olan bu paragrafta bir doğru bulabilmek güçtür. Demokrasi için
mücadelenin hedefleri alabildiğine daraltıldığı gibi aynı reformcu mantıkla bu mücadelenin meşruiyet
ve haklılığı da bu zeminle sınırlandırılmaktadır. Gerekçe olarak ileri sürülen ''marjinalleşme tehlikesini
aşma-çoğalma" yaklaşımı ise, kitleselleşmeyi reformcu açılımlarda aramaktadır. Yazıda bir antifaşist
halk cephesi perspektifi bulunmamaktadır. Pek ne olduğu anlaşılmamakla birlikte yukarıdaki alıntıdaki
son cümleyi bunun bir ifadesi sayarsak sözü edilenin bir cephenin çekirdeği olarak nitelenebilecek
geniş kapsamlı bir programa dayalı bir birlik olmadığı, bu açıdan dar bir yaklaşım ve aşamalı bir
anlayışa sahip olunduğu görülmektedir.
M. Pekdemir imzalı yazıda "sınıfsallık", "devrim" "demokratik taleplerin sosyalist bir anlayışla
doldurulması" gibi kavramlar, soyut açıklamalar bolca bulunsa da özsel bir farklılık içermemektedir.
Demokratlığın can damarı, belirleyici ölçütü olan Kürt sorununa yaklaşımı bu açıdan iyi bir örnektir.
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, isterse ayrılıp bağımsız devletini kurması, yasallık kaygısını
bile dikkate alacak olsak, dil ucuyla genel ifadelerle dahi savunulmamaktadır. Bu konuda söylenen
şunlar:
"Kürt (üstü kapalı) sorununda devlet terörizminden yana tavır alınmaması bir yana, devlet
terörüne (çözümüne) karşı çıkmak beklenebilmelidir. PKK (üstü kapalı) hareketi hakkında da
eleştirel olabilmeli ama devlet retoriği kullanılmamalıdır."
Yazara göre hem ünlemsiz, hem ünlemli demokratlardan beklenenlerden birisi budur. Bu
formülasyonun altına kimler imza atmaz ki! Özellikle bu maddede kapsamın bu kadar dar tutulması
yasallık gibi bir kaygıdan değil şovenizme eğilimli aydınları "demokrat" kapsamı içine almak içindir.
Fakat bu onları bugün, en belirleyici ölçütlerden birisinde demokrat bir tavırda birleştirmek değildir.
Kürtçenin serbest bırakılması, Kürt kültürü üzerindeki baskının hafifletilmesi egemen sınıflarca
gündeme alınmıştır. Kürdistan'daki devrimci alevleri söndürmek için "kültürel özerklik"e kadar uzanan
siyasal çözüm önerileri revizyonist, reformcularca savunulmaktadır. Demokrat!'ın bunları aşan bir
yaklaşımı söz konusu değildir.
Yazılarda demokratlık kıstasları belirlenirken koşul ve zorunluluk belirlemesi yerine "olsa iyi
olur" gibi bir anlatım biçimi kullanılmıştır. M. Pekdemir'in yazısında demokratlık ve sosyalistlik
kavramsal bir kargaşa ve aynılaştırmaya tabi tutulmuş, demokratlık, genelden güncele gelirken
daraltılmış reformcu bir içerikle sunulmaktadır.
Her iki yazı da "sosyalistlerin birliği" yönünde çabalar olarak değerlendirdikleri
Kuruçeşmecilere sıcak bir yaklaşım içerisindedirler, ilk yazıda;
"... her küme ya da tek tek herbirimiz kendi dışımızdakileri de sosyalist 'sayabileceğimiz'
bir sürece hep birlikte girme imkanını yaratabiliyoruz."
Hatırlatmalar
ML'ler her zaman somut durumlara, koşullardaki değişmelere, ani geçişlere uygun çözümler
üretmeyi başarmışlar, bunu gerçekleştirirken de revizyonizme yönelenlerle olduğu gibi, koşullardaki
değişimi kavramayan, genel ilkeleri savunmakla yetinilmesini öneren düşüncelerle de mücadele
etmişlerdir. Kaba doktrincilik, soyut propaganda, kuru öneriler, sözde ilkelerin savunulması gibi
sektarizmin özelliklerinden uzak durulması ve bunlara karşı mücadele yürütülmesinin gerekliliği
açıktır. Kitlelerle yaygın ve güçlü bağlar kurulabilmesi, onların devrim yolunda ilerletilmesi "gönülde
yatanın" değil kitlelerin gerçek durumunun doğru kavranması ve buna uygun siyasetler, taktik ve
sloganlar geliştirilmesi ile mümkün olacaktır. Günlük mücadeleye katılmayı ve bunu geliştirici
istemler ileri sürülmesinin devrimci sosyalizmi lekeleyici olacağı şeklinde sözde "yüksek ilkelerin
korunması" adına ileri sürülen görüşler teorik sığlığın bir ifadesidir. Sürecin önümüze koyduğu
karmaşık sorunların çözümüne yönelmek yerine onlardan uzak durmak politik çaresizliğe düşmek ve
kitlelerden uzak durmaya eşdeğerdir.
Öğretimizin kuruluş döneminde, Marks ve Engels, işçi sınıfının siyasal ve ekonomik eylemine
"devleti tanımak" olacağı düşüncesiyle karşı çıkan anarşizmin kuramcılarına karşı kararlı bir mücadele
yürütmüşlerdi. Marks, "Siyasete Karşı İlgisizlik" makalesinde anarşist fantezilerin anlamını açıklıyor
ve "ölümsüz ilkeler lekelenmesin"in işçi sınıfına kölelik vaazı olduğunu alay ve nefretle gösteriyordu.
Bu yazısının bir yerinde:
"Faşist diktatörlüğe karşı etkin bir darbe indirebilmek için ilk kez en canalıcı noktayı
bulmak zorundayız. Achilles'in topuğu misali, neresidir bu canalıcı nokta? Faşizmin toplumsal
temeli. Bu temel katiyyen türdeş değildir ve toplumun değişik tabakalarından oluşmuştur. Faşizm
kendini bütün sınıf ve tabakaların tek temsilcisi ilan etmiştir. –Fabrikatörün ve emekçinin,
milyonerin ve işsizin, aristokratın ve köylünün, büyük kapitalistin ve esnafın temsilcisi– Bütün bu
tabakaların çıkarlarını, ulusun çıkarlarını korur görünmüştür. Ama faşizm, büyük burjuvazinin
diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı için kendi toplumsal kitle temeliyle çelişkiye düşmesi
kaçınılmazdır. Çünkü, faşist diktatörlük olgusunda, sermaye patronları güruhu ile halkın ezici
çoğunluğu arasındaki sınıf çelişkileri gün gibi ortaya çıkacaktır." (Faşizme Karşı Birleşik Cephe,
s.175)
Sınıfsal olarak tablo bu şekilde netleştiriliyor, nesnel durumları itibariyle faşizme karşı çıkarları
olan tüm emekçi sınıf ve tabakaların tek bir cephede, halk cephesinde proletarya önderliğinde
birleştirilmesi öngörülüyordu.
Komünistler, faşizme karşı devrimci birleşik halk cephesi çizgisini sol oportünizme karşı
mücadele ederek geliştirirken sağcılığa karşı da uyanıklığı koruyorlardı. Dimitrov, "Birleşik cephe
geliştiği oranda sağ oportünizm tehlikesi artacaktır", diyordu. Sosyal demokrasiyle ilişkiler, birleşik
cephe hükümetlerinde burjuva hükümet ve koalisyon anlayışı ile yer alma, komünist partiyi işlevsiz
kılma, kendiliğindenlik, legalizm vb. karşı dikkat çekiliyordu. Tarihsel bir sonuç olması açısından,
başta Fransız ve İtalyan Komünist Partileri, böyle bir perspektifle hareket etmedikleri için, eşsiz bir
cesaret ve özveriyle yürüttükleri savaşın sonunda birçok yönden olgunlaşmış iktidarı alamadılar,
almadılar. Onlar, faşizme karşı ulusal kurtuluş için yürüttükleri savaşı, özgürlük ve demokrasi için
mücadeleyi iktidarı alma ve sosyalizm mücadelesiyle birleştirmediler. Savaş içinde örgütlenen ulusal
kurtuluş komitelerini iktidar organlarına çevirmek, bunun için yetkinleştirmek, partizan birliklerini
düzenli orduya dönüştürmek yolunu izlemediler. Enver Hoca, Avrupa Komünizmi
Antikomünizmdir, adlı eserinde bu partilerin modern revizyonizme evriminin tarihsel köklerini
ortaya koyarken bu konuda öğretici sonuçlar çıkarmaktadır,
"Bilinçli bir işçi, sosyalist savaşım uğruna demokratik savaşımı, ya da demokratik savaşım
uğruna sosyalist savaşımı unutabilir mi? Hayır, bilinçli bir işçi kendisini sosyal demokrat
sayıyorsa, iki savaşım arasındaki ilişkiyi anladığı içindir. Demokrasiden, siyasal özgürlükten
başka, sosyalizme götüren yol olmadığını bilir. Onun için de, nihai amaç olan sosyalizme varmak
için tam bir demokrasiyi gerçekleştirmeye çalışır. Demokratik savaşımın koşullarıyla sosyalist
savaşımın koşulları niçin aynı değildir? Çünkü bu savaşımların herbirinde işçilerin mutlaka başka
başka bağlaşıkları olacaktır. Demokratik savaşım, işçiler tarafından, burjuvazinin, özellikle küçük
burjuvazinin bir kesimiyle birlikte verilir. Oysa, sosyalist savaşım işçiler tarafından burjuvazinin
tümüne karşı yürütülür." (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, s.48)
Sosyalist mücadele ile demokratik mücadele sınıf mücadelesinin iki ayrı biçimidir. "Demokrat
ve sosyalist kimliklerin örtüşmekte olduğu bir dünyada(n)-ülkede(n)" söz etmek kulağa hoş gibi
geliyorsa da sınıf mevzilenmeleri ayrı olan iki farklı sosyal savaş biçiminin birbirine karıştırılması,
halkçı bir sosyalizm anlayışının ileri sürülmesidir. Bunun devrimci proletaryanın demokrasi için
mücadelenin öncü savaşçısı, önder ve yönetici gücü olması, komünistlerin en tutarlı demokrat olmaları
ile ilgisi yoktur. Esinini Gorbaçov'dan, kapitalizmin ve sosyalizmin iyi yanlarım birleştirmek, gibi son
dönemlerde revaçta olan sınıf işbirlikçisi tezlerden almaktadır.
Komünistler, siyasal özgürlükler ve demokrasi için savaşımı önlerine nihai hedef olarak
koymazlar, Lenin'in aktardığımız bölümde belirttiği gibi, "... nihai amaç olan sosyalizme varmak için
tam bir demokrasiyi gerçekleştirmeye çalışır"lar.
Günümüzde devrimci demokratizmin proleter sosyalizminin önüne geçirilmesini daha ötesi acil
siyasal istemlerle sınırlı reformculuğa doğru kayan bir demokratik mücadele anlayışının maddi ve
teorik temelleri vardır. Devrimimizin içinde bulunduğu antiemperyalist demokratik aşamanın
özellikleri, modern revizyonizmin açık burjuva demokrasisinin kutsanması, Maocu "yeni
demokrasi"nin çeşitli ortayolcu akımlarca savunulmaya devam ediliyor oluşu, kitle hareketinin
bugünkü düzeyi vb. sayılabilir. Bu koşullarda konunun her yönden doğru kavranması ve iç bağlarının
doğru kurulması zorunludur.
"O halde günlük mücadelelerimizde bizi sosyalist yapan ne? Bu, ancak, üç politik
mücadelenin üç biçimi ile nihai hedefimiz arasındaki ilişki olabilir. Verdiğimiz sosyalist
mücadelenin ruhunu ve içeriğini biçimlendiren ve bu mücadeleyi bir sınıf mücadelesi haline
getiren yalnızca bu hedeftir," (Spartakistler Ne İstiyor?, s.40)
"Böyle düşünen kişilere, devrimci olarak ve bir proletarya partisi olarak bizler için, nihai
hedeften daha pratik bir sorunun bulunmadığını söyleyebilirim." (age, s.39)
Haziran-Temmuz 1990
EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE: STRATEJİK BİR GÖREV
-I-
Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra yaşanan gelişmeler, Türkiye açısından önemli bir gerçeğin
altını bir kez daha çizmiştir: Emperyalizme karşı militan ve tutarlı bir mücadele yürütmek, Türkiye
devriminin üzerinden atlayamayacağı veya herhangi bir biçimde küçümseyemeyeceği türden stratejik
önemdeki görevlerinden biridir.
Son olayların da çapıcı bir biçimde sergilediği gibi, Türkiye, özellikle ABD'nin emperyalist
boyunduruğunun her alanda pekiştiği, gitgide daha onur kırıcı ve tehlikeli boyutlar kazandığı bir
dönemi yaşıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesi ile birlikte hızlanan bu sürecin somut sonuçları ise
ortada. Bunlara her gün bir yenisi ekleniyor. Bu sonuçlardan biri de, Türkiye'nin Ortadoğu bölgesinde
ABD'nin ileri karakolu, gönüllü fedaisi, 3-5 dolar daha fazla "yardım", bölgenin yağmasından kimi
kırıntılar, hatta bir "aferin" uğruna dahi ateşe atılmaya hazır bir maşa rolünü üstlenmesidir. Bu aşağılık
rol, Türkiye halklarının başına tehlikeli belalar açmakla kalmayacaktır. Ortadoğu ve dünya halklarının
karşısında onu utanç verici konumlara sürükleyecektir.
Ortadoğu bölgesinin emperyalist haydutlar açsından taşıdığı stratejik önem, çelişkilerle yüklü ve
istikrarsız yapısı, yeniden aktif olarak dünya jandarmalığına soyunan ABD emperyalizminin
saldırganlığındaki tırmanma, bu arada müttefikleri ve işbirlikçilerinden de bu yolda kendisiyle birlikte
bundan böyle "daha fazla risk" ve "daha fazla yük" üstlenmelerini istemekte ısrarlı ve dayatmacı
olacağı gibi gerçekler hep birlikte ele alındığında, şu sonuç kendiliğinden ortaya çıkar: Ne ABD'nin bu
bölgedeki saldırgan eylem ve müdahaleleri ne de bunlar sırasında Türkiye'yi bir maşa olarak kullanma
girişimleri, son Körfez bunalımı şu veya bu biçimde çözülse bile son bulacaktır. Soruna bu açıdan
bakıldığında da, Türkiye'de emperyalizme karşı mücadele gelip geçici, dönemsel veya önemsiz bir
taktik sorun olarak görülemez.
Emperyalizme karşı mücadelenin önemindeki artışı, güncel gelişme ve etkenlerle olduğu kadar,
salt siyasi ve askeri alanlarda onursuz ve maceracı bir gidişle de sınırlı görmemek gerek. İşin en az
siyasi ve askeri yönleri kadar derin ve sürekli, bir yerde onları da belirleyen bir boyutu daha var; o da,
emperyalizmin Türkiye üzerindeki boyunduruğunun ekonomik yönden de şiddetlenmesidir. Türkiye,
bir yandan, bütün diğer sömürge ve yarısömürge ülkeler gibi emperyalist-kapitalist sistemin 20 yıldan
beri artık kronikleşen bunalımının yükünden üzerine yıkılan kısmının ağırlığı altında eziliyor. Diğer
yandan ise, kendisi yüksek teknoloji aşamasına geçen emperyalist burjuvazinin gözünde, bölgesel
pazarlara sıçramak için yatırım ve pazarlama üssü olarak kullanılmaya müsait bir "tramplen bölge"
özelliği kazanıyor. Her iki yöndeki gelişme Türkiye'yi, uluslararası kapitalizmin hayasızca
yağmaladığı bir pazar, ucuz işgücü ve hammadde deposu haline getirmekle kalmıyor; ekonomik
yönden bağımlılığın yanı sıra siyasi ve askeri yönlerden de bağımlılığı pekiştirici bir rol oynuyor.
Ancak, emperyalizme karşı mücadelenin artan önemini ve zorunluluğunu kavramakla iş
bitmiyor. Asıl önemli ve belirleyici olan, bu mücadelenin hangi sınıfın bakış açısıyla, hangi görevler
bütünlüğü içinde, kimlerle birlikte, kimlere karşı ve nasıl yürütüleceğidir. İşçi sınıfı bu mücadelede
nasıl bir tutum almalı, hangi rolü oynamalıdır? Sınıf olarak sosyalizmi kurma görevi ile burjuva
demokratik nitelikteki bir görev olan emperyalizme karşı mücadele arasında nasıl bir ilişki
kurulmalıdır? Ayrıca, emperyalizme karşı mücadele ile devrimimizin bugünkü aşamasındaki diğer
demokratik görevler arasında nasıl bir ilişki vardır? Emperyalizme karşı doğru bir mücadele hattı
izleyebilmek, bu sorulara doğru, tutarlı ve ML bir yanıt verebilmekle mümkündür. Aksi takdirde işçi
sınıfı hareketi, emperyalizme karşı mücadele adına halkçı-milliyetçiliğin zeminine düşmekten veya
asli sınıfsal görevi olan sosyalizm için mücadeleye bağlılık adına bu kez de bu mücadeleye uzak ve
kayıtsız kalmaktan kurtulamaz. Birinci durumda proletarya, kendi sınıfsal amaçlarını bir kenara
koymuş, sıradanlaşmış, en fazla küçük burjuva devrimci demokrasinin amaçları uğruna dövüşen bir
güç durumuna düşer. İkinci durumda ise, hangi nesnel tarihsel, siyasal, ekonomik ve toplumsal
koşullar zemininde mücadele yürüttüğünü gözardı ettiği için devrimin temel dinamiklerinden birini
yok sayan idealist bir konuma düşer. Bunun sonucunda kendisini devrimdeki müttefiklerinden kendi
elleriyle yalıtmış, meydanı liberal burjuvazi ve küçük burjuva devrimci demokrasisine terketmiş olur.
Her iki durumda da proletarya, antiemperyalist demokratik mücadelenin önderi ve öncü gücü değil,
kuyruğu durumuna düşmekten kurtulamaz. Bu durumda ise sosyalizm bir hayaldir.
- II -
Türkiye proletaryası, sosyal kurtuluş mücadelesini, ulusal bağımsızlık sorununun yanı sıra,
siyasi demokrasi ve köylü-toprak sorunu gibi esasında burjuva demokratik devrime ait sorunların
çözümlenmemiş olduğu nesnel tarihsel ve siyasal koşullarda yürütmek durumundadır. Bağımsız bir
sınıf olarak onun asıl amacı ve tarihsel görevi ise sosyalizmi kurmak, sınıfsız komünist topluma
ulaşmaktır. Türkiye işçi sınıfı hareketi, biri devrim mücadelesini yürüttüğü nesnel zeminin somut
gerçekliğinden kaynaklanan –bu anlamda tarihin karşısına çıkardığı bir görev olan–, diğeri ise sınıf
olarak asıl hedefini oluşturan –bu anlamda tarihsel görevi olan– bu iki tip görev arasında nasıl bir ilişki
kurmalıdır? Eğer zafere ulaşmak ve sosyalizmin yolunu açmak istiyorsa birincisinin üzerinden
atlayamaz. Ama kendi yolundan ve sınıfsal amaçlarından sapmak istemiyorsa da ikincisini unutamaz.
Devrimci proletarya bu "Gordion Düğümü"nü ancak Leninist "aşamalı ve kesintisiz devrim" teorisine
sadık kalarak çözebilir.
Devrimci proletarya, devrimin antiemperyalist ve demokratik görevlerinin özel bir önem
taşıdığı Türkiye gibi geri kapitalist, yarısömürge bir ülkede, emperyalizme ve faşizme karşı
mücadelenin başına geçmeli, bu mücadelenin en önünde dövüşmekle kalmayıp ona önderlik etmeli,
bağımsızlık ve demokrasi için mücadeleyi sosyalizm için mücadeleyle birleştirmelidir. Zaten
antiemperyalist, demokratik mücadelenin tutarlı devrimci bir çizgide gelişimi kadar, devrimin zaferi
ve kesintisiz olarak sosyalizme geçiş ancak bu sayede mümkündür.
Türkiye toplumunda proletaryanın dışında da bağımsızlık ve demokrasi için mücadele
potansiyelini taşıyan oldukça geniş bir halk sınıf ve tabakaları vardır. Ancak bunların içinde, devrimin
bu hedeflere ulaşması ile yetinmeyerek bunlarla iç içe ve kesintisiz olarak sosyalizmi kurma hedefine
sahip olan tek sınıf proletaryadır. Bundan dolayı devrimde proletaryanın önderliği, yalnızca
emperyalizmin, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının baskı ve sömürüsünden kesin ve tam
bir kurtuluşun değil, devrimin bu noktada durmayarak her türlü sömürü ve baskıdan nihai kurtuluş
yönünde ilerleyip derinleşmesinin zorunlu koşulu ve teminatıdır.
Emperyalist sömürü ve bağımlılığa karşı mücadele, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak
ağalarının sömürü ve baskısına karşı mücadeleden ayrılamaz. Çünkü, emperyalizmin Türkiye'deki
sosyal dayanağını bu sömürücü ve işbirlikçi sınıflar oluşturur. Bunlar aynı zamanda ülke içinde siyasi
iktidarı ellerinde bulunduran sınıflardır. Ve mevcut sömürü ve zulüm düzenlerini, zorba faşist
iktidarlarını, sırtlarını dayadıkları emperyalistlerin de desteği ve yardımları sayesinde ayakta tutup
sürdürebilmektedirler. Bu iktidarın dizginlerini elinde tutan işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onunla
iktidar ortaklığı içinde bulunan toprak ağalarının faşist diktatörlüğü ile emperyalizmin boyunduruğu iç
içe geçmiştir. Bu yüzden, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının faşist baskı ve sömürü
düzenine karşı mücadeleden kopuk bir emperyalizme karşı mücadele olamayacağı gibi; emperyalizme
karşı kararlı ve militan bir mücadele yürütülmedikçe de tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının sömürü
ve baskı düzeni ortadan kaldırılamaz. Bu mücadelenin odak noktasını, mevcut faşist diktatörlük
cihazının proletarya önderliğinde bir devrimle parçalanması oluşturmalıdır. Bir başka anlatımla, işçi
sınıfı hareketi, emperyalizme karşı mücadeleyi de devrimci bir iktidar mücadelesi olarak ele almalı ve
salt bir "ulusal kurtuluş"çulukla sınırlamamalıdır.
Bir toplumda proletarya ne kadar gelişmiş, sayıca da ne kadar güçlü, sosyalizmi kurmakta ne
kadar istekli, ne kadar atak ve militan olursa olsun devrimi ve sosyal kurtuluşu tek başına başaramaz.
Her devrimde proletarya, devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakaların desteğini kazanmak, onları
karşıdevrimin yedeği olmaktan çıkarıp kendi peşine takmak zorundadır. Türkiye'de proletaryanın
kendisi de dahil olmak üzere devrimin sosyal tabanını oluşturan ve eğer zafere ulaşmak istiyorsa
devrimci proletaryanın mutlak yanına çekmesi gereken sınıf ve güçler, yalnızca egemen kapitalist
boyunduruktan değil onunla iç içe geçmiş bulunan emperyalizmin ve feodal kalıntıların
boyunduruğundan da acı çekmektedir. Bunların başında yoksul köylülük gelir. Yoksul köylülük,
proletaryanın yalnızca bağımsızlık ve demokrasi için mücadelede değil, sosyalizm için mücadelede de
yanına çekebileceği ve desteğini mutlaka kazanması gereken bir güçtür. Proletaryanın uzun vadeli
dostu ve müttefiki olabilecek yoksul köylülüğün yanı sıra, şehir küçük burjuvazisi ve ilerici aydınlar
da proletaryanın devrimde desteğini kazanması gereken güçler arasındadır. Bunların dışında, cılız ve
her an tersine dönmeye hazır bir antiemperyalist potansiyel taşıyan orta burjuvazi de antiemperyalist
demokratik devrim mücadelesinde proletaryanın yanında yer alabilir.
Ancak, mevcut sosyoekonomik ve siyasal koşullarda bu sınıf ve tabakaların yakıcı talep ve
beklentileri esas olarak hatta bazılarının tümüyle ulusal ve demokratik bir karakterdedir. Devrimci
proletarya, onların içinden sosyalizme kazanılabilecek olanlarının dahi geniş yığınlarını sadece
sosyalizmin propagandasını yaparak yanma çekemez. Bunu ancak onların, ortak düşmanları olan
tekelci burjuvaziye, büyük toprak sahiplerine ve emperyalizme yönelen mücadelelerine omuz verdiği,
omuz vermekle kalmayıp genel antiemperyalist ve demokratik mücadelenin başına geçtiği, bu arada
somut sınıfsal çıkar ve beklentilerini ancak kendisinin önderliğindeki devrimin karşılayabileceğine
onları ikna ettiği ölçüde başarabilir. Onların öncü kesimlerinin sosyalizme kazanılması da ancak bu
somut mücadele ve siper arkadaşlığı ortamında daha kolay ve mümkündür. Zaten devrimci proletarya,
antiemperyalist demokratik görevlerin ön plana çıktığı dönem boyunca da sosyalizmin propagandasını
elden bırakmamalı, işçi sınıfının kitlesini olduğu gibi diğer emekçi müttefiklerini de sosyalist bir
bilinçle eğitip aydınlatmaya özel bir önem vermelidir. Bu onun genel demokratik hareket içinde eriyip
kaybolmamasının zorunlu bir gereği olduğu kadar, devrimin zaferiyle birlikte antiemperyalist
demokratik görevlerin çözümüyle iç içe, hızla ve hemen sosyalist görevlerin çözümüne
girişebilmesinin de zorunlu bir önkoşuludur.
Devrimci proletarya, sosyalizm için mücadele adına yalnızca kapitalizme karşı mücadele ile
kendisini sınırlayıp, esasında tekelci burjuvazinin kapitalist boyunduruğu ile iç içe geçen
emperyalizmin ve feodal toprak ağalığının boyunduruğuna karşı mücadeleye uzak ve ilgisiz kaldığı
takdirde "ordusuz general" durumuna düşmekten kurtulamaz. O zaman bu bayrağı başka sınıflar ve
onların siyasi temsilcileri kaldırır. Böyle bir durumda devrimci proletarya yalnızca müttefiklerinden
yalıtılmış olmakla kalmaz, bizzat işçi sınıfının geri kesimlerinin dahi burjuva milliyetçiliğinin veya
küçük burjuva devrimci demokrasisinin peşinden sürüklenmesinin önüne geçemez.
- III -
Emperyalizme karşı mücadele sorununda Türkiye işçi sının hareketi en başta, bu konuda
milliyetçi bir zeminde bulunan "halkçılık"la arasına kesin ve net sınırlar çekmek zorundadır. Çünkü,
Türkiye sol hareketi içinde en yaygın ve egemen olan oportünist sapma budur. Türkiye'nin bir "küçük
burjuvalar ülkesi" olması, bu sınıfın çıkar ve özlemlerini dile getiren halkçılığın hızla güç toplaması
için elverişli bir nesnel zemin sunmaktadır. Kaba ve koyu bir halkçılık temeli üzerinde yükselen '71
öncesi antiemperyalist devrimci demokratik mücadelenin hâlâ yaşayan etkileri ve anıları ise halkçılığa
güç kazandıran tarihsel-moral etkenler arasındadır. Öte yandan, devrimci proletaryanın bu konuda
sakınması gereken bir diğer sapma ise "sosyalist devrimcilik"tir. Halkçılığa karşı bir tepki ve keskin
bir sosyalizm savunuculuğu biçiminde kendisini gösteren "sosyalist devrimcilik", halkçılık kadar
yaygın ve etkin değildir belki ama bu onun oportünist bir sapma olarak ideolojik tehlikesini
küçümsemeye yol açmamalıdır.
"Halkçılık" ve "sosyalist devrim"cilik birbirine taban tabana zıt görünürler. Ama gerçekte
birbirlerinin "ikiz kardeşi"dirler. Antiemperyalist demokratik görevlerle sosyalist görevlerin ilişkisi
sorununda Leninist "aşamalı ve kesintisiz devrim" anlayışının tutarlı bir kavrayışından ikisi de aynı
ölçüde uzaktır. Biri emperyalizme ve faşizme karşı mücadeleyi açıkça veya fiilen "her şey" haline
getirir, sosyalist görevleri ve devrimin kesintisizliğini bir kenara atar, demokratik devrimle sosyalist
devrimin tek bir zincirin iç içe geçen halkaları olduğu gerçeğini "unutur". Diğeri ise aşamaları siler,
iradeci ve keyfi bir tutumla antiemperyalist demokratik görevlerin üzerinden atlayabileceğini
zanneder; bunları olsa olsa sosyalist devrim sırasında "geçerken halledilebilecek" türden küçük ve
önemsiz taktik sorunlar olarak görür. Biri sorunun bir yönünü öteki diğer yönünü tek yanlı olarak
mutlaklaştırma temeli üzerinde yükselen bu oportünist sapmalar, birbirlerinin çarpıklığından ve
hatalarından güç alıp beslenmektedir.
Halkçılık, daha çok keskin bir demokratik devrim savunuculuğu olarak kendini gösterir.
Kendisini yalnızca antiemperyalist, demokratik görevlerle sınırlar. Sosyalist görevleri bir kenara
bırakır veya lafını etmekle birlikte pratikte ihmal eder. Sosyalizm onun için uzak ve belirsiz bir
"geleceğin sorunu"dur. "Bugünün görevi" ise sadece emperyalizme ve faşizme karşı mücadele
etmektir. Emperyalizme karşı mücadeleye yaklaşımı ise özünde milliyetçidir. Yerli burjuvazi ve
toprak ağalarına karşı mücadeleden çoğu kez kopartır, salt bir "milli mücadele" olarak görür. Bu
nedenle milli burjuvaziyi bile devrimde proletaryanın temel veya başlıca müttefiklerinden biri olarak
kabul eder. Bu türleri, bugün oldukça incelmiş ve törpülenmiş olsa da, köklerinde Kemalizm
hayranlığı veya ondan güçlü bir biçimde etkilenmeyi taşırlar. Halkçılığın özellikle Maocu türü, körlük
derecesinde dogmatik ve şabloncudur. Emperyalizmin boyunduruğu altındaki bütün yarısömürge
ülkeleri, bu arada Türkiye'yi de, istisnasız olarak aynı zamanda "yarı feodal" ülkeler olarak görür.
Kendisini çeşitli biçimler altında gösteren halkçılığın Türkiye solunda en yaygın iki ana biçimi,
ideologluğunu kaşarlanmış revizyonist Mihri Belli'nin yaptığı "Milli Demokratik Devrim"cilik ile
Maoculuktur. Birine "milli" diğerine "evrensel" diyebileceğimiz halkçılığın bu iki ana türü, esasında
aynı oportünist öze ve birçok noktada birebir çakışan görüşlere sahiptir. Aralarındaki "fark" daha çok
nüanslardadır.
Sosyalizmin ve sosyalist görevlerin açıkça inkarı veya belirsiz bir geleceğin sorunu olarak
ertelenmesi, halkçılığın temel karakteristik özelliğidir. Öyle ki, Türkiye solunda, çizgileri bu
oportünizmle malûl küçük burjuva devrimci demokrat hareketlerden bazıları sosyalizmin lafını dahi
ancak son birkaç yıldır eder olmuşlar, kendileri için "sosyalist" sıfatını bile ancak yeni yeni
kullanmaya başlamışlardır. Bunlarla birlikte kendilerine "komünist" diyenlerin de birçoğu, kendilerini
nitelemek için yıllarca genel ve soyut bir "devrimci", "antifaşist devrimci" veya "yurtsever devrimci"
vb. sıfatları tercih etmişlerdir. Bunların perspektifleri, politika ve sloganları hiçbir zaman
antiemperyalist demokratik devrim perspektifinin ötesine geçmemiştir. Propaganda ve ajitasyonları
yıllarca kaba bir "halk" edebiyatı, "emperyalizme ve faşizme karşı mücadele" kalıbı üzerinde
yükselmiştir.
Devrimimizin içinde bulunduğumuz aşamasının anti-emperyalist ve demokratik karakterinden
hareketle proletaryayı diğer halk sınıf ve tabakalarıyla eşit olarak görmek, halkçılığın bir diğer temel
özelliğidir. Hatta daha da ileri giderek, antiemperyalist demokratik devrime önderlik rolünü gizli veya
açık biçimlerde proletaryanın dışındaki sınıf ve güçlere tanıyan çeşitleri dahi çıkmıştır. Geçmişte bu
rolü "asker-sivil-aydın zümre"ye veren "Milli Demokratik Devrimci"lik bunun en tipik örneğidir. Bu
halkçı pespayeliğin cılkı çıkınca, o bayağı biçimiyle savunulamaz hale gelmiştir. Ama bu kez değişik
ve daha "ince" biçimler altında varlığını ve etkisini sürdürmüştür. Devrimde proletaryanın özel yerini
ve önder rolünü kaba bir "halk" edebiyatının boğuntusuna getiren, işçi sınıfı içinde çalışmayı esas ve
temel almayan veya ona en fazla "ihmal edilemeyecek bir güç" gözüyle yaklaşan anlayışlar eski
"MDD"ci yaklaşımın uzantılarından bazılarıdır. Örgütlenme ve çalışma tarzında ağırlığı fiilen gençlik
ve diğer küçük burjuva katmanlar içinde çalışmaya veren anlayışlar bunun bir başka biçimidir. Fakat
bütün bunların içinde, devrimde proletaryanın önderliğini sözde tanıyıp gerçekte onu "ideolojik
önderlik" düzeyine indirgeyen Maocu "köylü devrimciliği", biçim olarak da eski "MDD"ci
formülasyonu aratmamıştır. Zaten devrimde proletaryanın önder rolünü şu veya bu biçimde reddeden
halkçılığın diğer bütün biçimleri, ideolojik gıdalarını şu veya bu ölçüde Maoculuktan almışlardır.
Türkiye'nin somut koşullarında proletarya, antiemperyalist demokratik halk devriminin fiili
olarak da en önde dövüşecek önder gücüdür. Türkiye'de kapitalizmin görece gelişmişliğinden dolayı
sadece nitel olarak değil sayıca da gelişmiş ve önemli bir güç oluşturan bir işçi sınıfı vardır. Ayrıca
proletarya, üretim içindeki yeri ve toplumsal konumundan ötürü savaş kapasitesini ve etkinliğini
sayısal gücünün çok daha üstüne çıkarabilme yeteneğine sahip olan tek sınıftır. Maoculuk ve
halkçılığın kimi diğer türleri ise, antiemperyalist demokratik halk devriminin önder gücünün
belirlenmesinde sayısal gücü esas alan veya öne çıkaran oportünist bir yaklaşım içindedirler. Kaldı ki,
bu oportünist "aritmetiksel yaklaşım", Türkiye'nin somut koşullarında işçi sınıfının sayısal gücü ile
diğer emekçi sınıf ve tabakalar üzerindeki manevi-siyasal otoritesi dikkate alınacak olursa, gözünün
önündeki somut gerçekleri dahi göremeyecek kadar kendinden geçmiş bir dogmatizmin ifadesidir aynı
zamanda.
Halkçılığın emperyalizme karşı mücadeleye yaklaşımı milliyetçidir. Bu kendisini en çarpıcı
biçimde onun "milli sanayi", "milli kapitalizm" yandaşlığında gösterir. Öyle ki, halkçıların birçoğu
uzun yıllar demokratik devrimi bile emperyalizmin güdümündeki "gayri milli kapitalizme" karşı "milli
kapitalizmin" önünü açma ye onu geliştirme mücadelesi olarak kavrayıp savunmuşlardır. Yine
birçoklarının devletin hangi sınıfların elinde olduğuna bakmaksızın her türlü devletçiliği "sosyalizm"
olarak görüp savunmasının temelinde de yine bu halkçı-milliyetçiliğin önemli bir payı vardır. Keza
1971 öncesi emperyalizme karşı mücadelenin başım çeken devrimci gençlik hareketinin, Kemalist
burjuvazinin devlet eliyle tekelci bir burjuvazi yaratma siyaseti izlediği yıllara öykünerek "Yerli
Mallar Haftası" açması; emperyalist tekellerin ürettiği veya onların markasını taşıyan ürünlerin
boykotuna önayak olurken, buna karşılık yerli tekelci burjuvazi ve kapitalist devlet kuruluşlarının
ürettikleri malların kullanımını teşvik eden kampanyalar düzenlenmesi gibi tutumları bu milliyetçi-
Kemalist "antiemperyalist mücadele" anlayışının örnekleridir. O dönemin ML bilinç ve tecrübe
düzeyini düşününce, bu bariz milliyetçi tutumları anlamak ve hoşgörmek bir dereceye kadar belki
mümkündür. Ama köprünün altından bunca sular akmışken, emperyalizme karşı mücadelenin yerli
tekelci burjuvaziye karşı mücadeleden kesinkes ayrılamayacağının bunca teorik ve pratik birikimi
ortada dururken, milliyetçiliğin damgasını taşıyan geçmişin o hatalı eylemlerine öykünerek son "Cola
Boykotu" gibi, işin içinde ANAP iktidarının parmağının da bulunduğu tezgahları desteklemeyi aynı
anlayış ve hoşgörü ile karşılamak mümkün müdür? Halkçılığın özü gibi alışkanlıkları ve taklitçilik
eğilimi de kolay kolay değişmemektedir.
Halkçılığın dikkat çekici bir özelliği de, antiemperyalist mücadelede "moda"ya göre hareket
etmesidir. Bu onun küçük burjuva sınıf karakterinin bir yansımasıdır. Eğer dünyada antiemperyalist
mücadele ve ulusal kurtuluş devrimleri dalgası yükseliş içindeyse o da hızlı ve ateşli bir "ulusal
kurtuluşçu"dur. Ama ne zaman bu "moda" geçer veya zayıflarsa, bu kez onun da ateşi söner, tansiyonu
düşer, antiemperyalist mücadele görevlerini tavsatır, zaman zaman yapılan kuru ve cansız bir ajitasyon
ve propaganda ile durumu idareye yönelir.
'71 öncesi, devrim ve ulusal kurtuluş savaşlarının dünya çapında yükseldiği atılım yıllarıydı. O
zamanlar Türkiye sol hareketi içinde de halkçılık temelinde bir antiemperyalizm güç kazandı, egemen
hale geldi. Ama ne zamanki bu dalga 1970 ortalarından itibaren geriye çekildi, halkçı saflardaki
emperyalizme karşı mücadele duyarlılığı da genel olarak zayıfladı. Emperyalizme karşı mücadele en
fazla IMF'ye karşı mücadeleye indirgendi. O da daha çok propaganda ve teşhir düzeyinde kaldı.
Bugün antiemperyalist mücadele dalgasının dünya çapında yeniden tırmanışa geçebileceği bir
dönemin eşiğindeyiz, Genel bir milliyetçilik ve ulusal kurtuluşçuluk fırtınası patlayabilir. Aynı şekilde
Türkiye üzerinde de emperyalist talan ve sömürünün yanı sıra onur kırıcı siyasi ve askeri
dayatmaların, manevra ve tezgahlanıl yoğunlaşacağı açıkça görülüyor. Küçük burjuva halkçılığın bu
ortamda başını yeniden kaldırması ve atağa kalkması güçlü bir olasılıktır. Bu olasılığı dikkate alarak
ona karşı dikkat ve uyanıklığı arttırmakla kalmamalı, meydanı ve emperyalizme karşı mücadele
bayrağını küçük burjuva halkçılığa bırakmamalıyız. Bu mücadeleyi küçümseyen ve ihmal eden
"sosyalist devrim" savunuculuğu ile 4e araya sınır çekilmesi bu açıdan önem kazanmaktadır zaten.
"Sosyalist devrimcilik"e "tersyüz edilmiş halkçılık" da diyebiliriz. Ona göre, Türkiye devrimi
antiemperyalist demokratik değil doğrudan sosyalist devrim aşamasındadır. Bağımsızlık ve
demokrasinin kazanılması gibi demokratik görevler, Türkiye'deki burjuva-kapitalist gelişmenin
"geride bıraktığı" sorunlardır. En fazla, proletaryanın sosyalist devrimi gerçekleştirirken "geçerken
halledebileceği" türden önemsiz ve tali taktik sorunlardır. Bu önemsiz sorunların "abartılması",
proletaryayı asli görevi olan sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum için mücadele görevinden
uzaklaştırma, onu geriye çekme, burjuva liberalizmi ve reformizmin kuyruğu haline getirmektir.
Halkçılıktır, milliyetçiliktir, vb., vb. Bu temel yaklaşımından ötürü "sosyalist devrim" savunucularının,
emperyalizme karşı mücadele diye ciddi ve özel bir sorunu yoktur. Antiemperyalist mücadele
görevlerine yabancı ve kayıtsızdırlar. Ancak, Türkiye'nin nesnel siyasal ve toplumsal gerçekliğinden
dolayı koşulların dayatmasıyla bu görevlerden ve mücadeleden soz etmek zorunda kaldıkları
zamanlarda da en bayağı reformist tutumlar takınırlar. Eski ve hızlı bir "sosyalist devrim" savunucusu
olan TİP'in, TKP revizyonizmi ile birlikte TBKP olarak, bugün geldiği nokta bu açıdan çarpıcı ve
öğreticidir.
Keskin bir "sosyalizm savunuculuğu" pozlarında boy gösteren "sosyalist devrim"ciliğin, bu
oportünist yaklaşımın temel dayanağı, Türkiye'de kapitalizmin görece gelişmişliğidir. Onlara göre, bir
ülkede kapitalizm gelişmiş ve egemen üretim biçimi halini almışsa eğer, doğrudan sosyalist devrime
girişmek için uygun nesnel zemin artık var ve yeterince olgunlaşmış demektir. Bu genel ve soyut
doğruya sarılan "sosyalist devrim" savunucularını gerisi hemen hiç veya fazla ilgilendirmemektedir.
Türkiye'de egemen üretim biçimi kapitalizm olmasına kapitalizmdir ama bu nasıl bir kapitalizmdir,
hangi somut özelliklere sahiptir, nasıl şekillenmiş ve hangi düzeyde gelişmiştir? "Sosyalist
devrim"ciler için bütün bunların fazla bir önemi yoktur. Kapitalizm kapitalizmdir ve ulusal
bağımsızlık, demokrasi, köylülüğün önemli bir kesiminin hâlâ serflik ve yarıserflik bağlarının kıskacı
altında bulunması gibi sorunları olmayan, örneğin bir İsveç kapitalizmi ile Türkiye'deki kapitalizm
arasında önemli herhangi bir farktan söz edilemez.
Özellikle Afrika ve Asya'nın birçok yarı sömürge ülkesi ile kıyaslanacak olursa, Türkiye'de
kapitalizmin göreceli olarak daha gelişkin olduğu ve egemen üretim biçimi haline geldiği doğrudur.
Ama buna rağmen, birincisi, Türkiye hâlâ emperyalizmin boyunduruğu altındaki yarısömürge bir
ülkedir. İkincisi de, Türkiye'de egemen olan kapitalizm, bir taraftan emperyalizme bağımlılıkla diğer
taraftan da feodal toprak ağalığı ile örtüşen, her iki taraftan bunlarla sınırlı bir kapitalizmdir.
Türkiye'deki egemen kapitalizmin bu somut gerçekliğinden hemen ilk ağızda çıkan iki temel sonuç
vardır: Bunlardan birincisi, emperyalizme karşı mücadele ve ulusal bağımsızlığın kazanılması sorunu,
hâlâ çözümlenmemiş burjuva demokratik bir görev olarak Türkiye'nin siyasal ve toplumsal
gündeminde küçümsenmeyecek bir yere ve ağırlığa sahiptir. İkincisi ise, Türkiye'de egemen
kapitalizm geri ve sığdır. Özellikle kırsal alanlarda yeterince gelişmemiş, birçok yörede kapitalizm
öncesi feodal ve yarı feodal sömürü ve egemenlik ilişkileriyle iç içe, yanyana bulunmaktadır. Bunun
sonucu olarak köylülük içindeki sınıf farklılaşması henüz ileri kapitalist ülkelerdeki gibi tam bir
olgunluğa erişmemiştir. Kapitalizmin Türkiye kırlarında da genel olarak egemen hale gelmiş olmasına
rağmen, köylü-toprak sorunu henüz tümüyle çözümlenmemiş burjuva demokratik bir sorun olarak
Türkiye'nin toplumsal ve siyasal gündeminde hâlâ belli bir yere ve ağırlığa sahiptir. İşte "sosyalist
devrim" savunucuları, proletaryanın tarihsel rolüne ve sosyalizmi inşa görevine sadakat(!) adına,
Türkiye'nin sosyoekonomik ve siyasal düzeninin somut ve nesnel gelişme düzeyinin ve bundan
kaynaklanan burjuva demokratik görevlerin üzerinden atlayabileceklerini zannetmektedirler. Bu
açıdan onlar, Marksist materyalist değil, burjuva idealist bir yaklaşım içindedirler.
Türkiye'de işçi sınıfının sayıca da oldukça güçlü ve gelişmiş olması, "sosyalist devrim"
savunucularının bir diğer temel dayanağıdır. Bu konuda tam bir idealist abartma örneği
sergilemektedirler. Onların hesap ve iddialarına göre Türkiye'de "çalışabilir nüfusun en büyük
bölümünü" işçiler ve "yarı işçiler" oluşturmaktadır. Bu hesabı sağlıklı ve doğru bir veri olarak kabul
etsek bile, toplam nüfusu 60 milyonu bulan bir ülkede işçi ve "yarı işçi"lerin toplanınm 10 milyon
civarında olması, devrimin ve proletaryanın önündeki görevlerin niteliğini belirlemenin tek veya en
önemli ölçütü olabilir mi? Bunun, proletaryanın devrimdeki önder rolünü, bu arada sosyalist
görevlerini inkar eden halkçılığın "aritmetiksel yaklaşım" yöntemlerinden ne farkı vardır? Bu noktada
asıl önemli ve belirleyici olan, devrimin önder gücü olarak proletaryanın desteğini kazanması gereken
müttefiklerinin kimler olduğu ve onları nasıl kazanacağıdır. Devrimci proletarya bu müttefiklerini
doğru bir biçimde belirlemez, onlara doğru strateji ve taktiklerle yanaşmaz, bu arada onların yakıcı
talep ve beklentilerini dikkate almazsa, işte asıl o zaman ya şunun-bunun kuyruğu durumuna
düşmekten veya kollarını kavuşturup nesnel koşulların doğrudan sosyalist bir devrime girişebilmek
için olgunlaşmasını beklemekten kurtulamaz. Her iki durum da devrimde proletaryanın önderliğinden
vazgeçmek anlamına gelir. "Sosyalist devrim" savunuculuğu bu açıdan, görünüşte keskin ve militan
bir sosyalist söylem arkasında gerçekte bayağı bir pasifizmin ifadesidir. Aşamaları atlayan, bu arada
proletaryayı müttefiklerinden yalıtan ve devrimde hegemon bir rol oynamasını imkansız kılan
yaklaşımıyla gizli veya açık bir Troçkizmdir.
"Sosyalist devrim"cilerin "demokratik devrim" anlayışları o çok eleştirdikleri "halkçılığın" bu
konudaki anlayışı ile esasında aynıdır. Türkiye'nin bugünkü nesnel somut koşullarında antiemperyalist
demokratik görevlerin öneminden söz eden herkesi bu yüzden aynı sepete doldurmakta; hepsini birden
"halkçılık"la, "proletaryanın tarihsel rolünü ve görevini anlamamak"la, "sosyalizmi yarının meselesi
olarak görmek"le, vb. suçlamaktadırlar. Türkiye'de burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını
savunmak neden kendiliğinden ve otomatik olarak "sosyalizmin ertelenmesi" ve "geleceğe
bırakılması" olsun? Antiemperyalist demokratik görevlerin öneminin her vurgulanması neden
"halkçılık" anlamına gelsin?
Çünkü "sosyalist devrim"ciler de "demokratik devrim" denildi mi, tıpkı "halkçılar" gibi,
sosyalist devrimle arasına "milli kapitalizmin", "üretici güçlerin", vb. geliştirilebileceği bir "ara
aşama"nın konulduğu veya demokratik devrimden sosyalist devrime geçişi, bir merdivenin
basamaklarım tırmanır gibi birinciye ait görevler tamamlanmadan diğerine ait görevlerin çözümüne
girişilemeyeceği kesintili bir süreç olarak kavramakta, başka bir gelişim yolunu akıllarına
getirmemektedirler.
Halbuki demokratik devrimden kesintisiz olarak sosyalizme geçiş mümkündür ve zorunludur.
Bu tamamen, demokratik devrime başında ihtilalci komünist partisi bulunan proletaryanın önderlik
etmesine bağlıdır. Ayrıca, kapitalizmin görece gelişmişliğinden dolayı Türkiye'de demokratik devrim,
proleter sosyalist devrim tipine daha yakın, kesintisiz olarak sosyalizme daha erken ve daha hızlı
geçebilecek bir devrim olacaktır. Devrimci proletarya, önderliği altında peşinden sürüklediği emekçi
müttefikleri ile birlikte daha iktidarı ele geçirdiği andan itibaren antiemperyalist demokratik görevlerle
birlikte sosyalist görevlerin çözümüne de girişebilir ve böyle davranmalıdır. Bu tamamen,
proletaryanın kendisini ve müttefiklerini önceden bu bakış açısıyla eğitip buna göre hazırlanmasına,
genel demokratik hareketin içinde eriyip sosyalizm perspektifini yitirmemesine, sınıf olarak ideolojik,
siyasi ve örgütsel bağımsızlığını koruyup devrimde önderliği ele geçirmesine, devrime olduğu gibi
devrimin zaferinden doğacak iktidarın yapısına da kendi damgasını vurabilmesine bağlıdır. "Sosyalist
devrim" savunuculuğu ise, görünüşte keskin bir sosyalizm yandaşlığı adına proletaryaya
antiemperyalist demokratik mücadeleye uzak ve kayıtsız kalmayı öğütlemekle, sosyalizmin yolunun
açılmasını olduğu gibi demokratik devrimden kesintisiz olarak ve hızlı sosyalizme geçişi de pratikte
imkansız kılmaktadır.
- IV -
Emperyalizme karşı mücadelenin önemini her geçen gün biraz daha hissettirebileceği bir
dönemde Türkiye işçi sınıfı hareketi bu soruna duyarsız ve tepkisiz kalamaz, kalmamalıdır da. Çünkü
bu hayasız gidiş en başta işçi sınıfı ve emekçi halk için yeni sorun ve felaketler getirmeye gebedir. Son
Körfez bunalımı bahane edilerek Türkiye'deki Amerikan üsleri ile yerli ve yabancı tekellere ait lastik
fabrikalarındaki grevlerin ertelenmesi bunun küçük ama yeterince açık bir işaretidir. ABD
saldırganlığının dümen suyundaki bu gidiş, beraberinde hiç kuşkusuz, işçi sınıfı ve emekçi halkın zafer
alabildiğine kısıtlı olan siyasal ve sendikal haklarına, yaşam koşullarına ve hak arama mücadelesine
karşı daha geniş çaplı saldırıları getirecektir. Ortadoğu'da bunalımın sürmesi, hele çıkabilecek
herhangi bir çatışma bahane edilerek ülke çapında yeni bir sıkıyönetim, olağanüstü hal hatta
seferberlik ilan edilmesi, tabii bu arada her türlü grev, direniş ve gösterinin yasaklanması, fırsattan
istifade Kürdistan'da Kürt halkına ve ulusal kurtuluş mücadelesine karşı yeni katliam ve
provokasyonlara girişilmesi, her türlü yasal ilerici muhalefetin ve basının tam susturulması, işçi
kıyımının hızlanması, çalışma koşullarının ağırlaşması, üretim temposunun hızlandırılması, vb. hemen
sayılabilecek olasılıklardan bazılardır. Hayat pahalılığı ve enflasyonun hızla tırmanışa geçmesi, temel
tüketim maddelerinde yokluk ve karaborsa, ilk belirtileri daha şimdiden görülen olası gelişmeler
arasındadır. Son bunalımın hızlandırdığı veya gündeme getirdiği gelişme ve olasılıkların dışında
Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri emperyalist boyunduruğun, sömürü ve yağmanın küçültücü,
yoksullaştırıcı ve kan emici sonuçlanın yıllardan beri zaten yaşamaktadır. 40 milyar doları aşan dış
borçların yükü kimin sırtındadır? Emperyalist burjuvazinin emrettiği ekonomik ve sosyal politikaların
faturasını kimler ödüyor? Sendikal ve siyasal hakların alabildiğine budandığı "ucuz işgücü cenneti"
olarak reklamı yapılan Türkiye'de daha fazla yatırım yapmaya davet edilen emperyalist sermaye
kimlerin kanını emmeye çağrılıyor? Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkına acı, yoksulluk, hayasız bir
sömürü ve terörden başka bir şey vermeyen faşist 12 Eylül'lerin, 12 Mart'ların, ANAP hükümetlerinin,
faşist uşak Özal gibilerinin saltanatları arkasında kimin desteği bulunuyor? Dünyanın öbür ucundaki
Amerika'nın 26 askeri üs ve tesisinin Türkiye'de işi ne? Bunlar kimlere karşı hangi amaçla
kullanılıyor? Bu soruları ve örnekleri daha uzatmak mümkün.
Bugün saflarında yeni bir "genel grev" eğilimi mayalanan Türkiye işçi sınıfı, egemen sınıfların
sömürü ve baskılarına karşı mücadeleyi emperyalizmin boyunduruğuna, sömürü ve talanına karşı
mücadele ile birleştirmeli; acil talep ve sloganları arasında antiemperyalist talep ve sloganlara da yer
vermelidir. ABD emperyalizminin Türkiye'deki bütün askeri üs ve tesisleri derhal kaldırılmalıdır!
ABD ile yapılan gizli açık bütün ikili anlaşmalar kamuoyuna açıklanmalı ve iptal edilmelidir!
Emperyalist sermayeye tanınan bütün ayrıcalıklar kaldırılmalıdır! Emperyalistlere olan köleleştirici dış
borçlar ödenmemelidir! ABD emperyalizminin dümen suyundaki onursuz ve tehlikeli gidişe son
verilmeli, Ortadoğu'da hiçbir maceraya kalkışılmamalıdır! Türkiye işçi sınıfı, emperyalistlere ve
uşaklarına karşı tepkisini ve mücadele kararlılığını en başta üretimden gelen gücünü kullanarak ve
vakit yitirmeksizin ortaya koymak zorundadır.
Ekim 1990