You are on page 1of 292

KİRALIK KONAK

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

:::::::::::::::::::

İçindekiler

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Hayatı ve Eserleri

Kiralık Konak Üzerine

KİRALIK KONAK

Türk Edebiyatında Kiralık Konak

Genel Bibliyografya

:::::::::::::::::::

HAYATI

Yakup Kadri, onyedinci yüzyılın sonlarından başlayarak Saruhan Vilayeti


denilen Aydın ve Manisa bölgesinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu sülalesindendir.
Mısır'da İbrahim Paşa konağına yerleşen ve orada İkbal hanımla evlenen Kadri
beyin oğludur. 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine
altı yaşındayken ailesiyle birlikte Manisa'ya geldi. İlköğrenimine Fevziye
Mekteb-i İptidaisinde başladı. İki yıl sonra da İzmir İdadisi'ne gönderildi
(1903). Şahabettin Süleyman'la arkadaşlığı buradan gelir. Ama öğrenimini
tamamlayamaz. Babası daha o öğrenimine başlamadan ölmüş, İkbal hanımın
satılacak mücevherleri kalmamıştır. Aile yeniden Mısır'a dönünce
İskenderiye'deki Freres'ler Fransız okuluna girdi. Burada da bir yıl okudu.
İdadi özlemi ,onu İzmir'e çektiyse de, tatilini geçirmek için geldiği Mısır'da
(1906) Jön Türkler'le tanıştı. İzmir'e dönmekten vazgeçti. Sınavla yeniden
girdiği Freres'ler okulunda iki yıl sonra bakaloryasını vererek ortaöğrenimini
tamamladı.

1908'de ailece yurda döndüler. İstanbul'a yerleştiler. Yakup Kadri, Mekteb-i


Hukuk'a girdi. Ama bitirmeden, üçüncü sınıftan ayrıldı. Bu arada İbsen'den
esinlenerek yazdığı Nirvana adlı tek perdelik oyunu yayımlanmış, arkadaşı
Şahabettin Süleyman'ın aracılığıyla Fecr-i Ati topluluğuna katılmıştır. Bir
yandan Fecr-i Aticilere yönelik eleştirilere cevap vermekte, bir yandan da
Servet-i Fünun'da küçük hikayeler yayımlamaktadır. Mensur şürleri de bu ilk
dönemin ürünleridir.

1912'de tüberküloza yakalandığını öğrenir. Ama ancak 1916'da tedavi için


İsviçre'ye gidebilecek, üç buçuk yıl orada kalacaktır. Bektaşilikle ilgisi de
bu yıllarda, İsviçre'ye gitmeden öncedir. O sıralar Paris'ten yeni dönmüş olan
Yahya Kemal'in de etkisiyle Yunan ve Latin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat
anlayışını savunmaya başlamıştı. Ayrıca Doğu mitolojisiyle de ilgileniyor, bir
mistisizme yöneliyordu. Bu eğilim onu bektaşi tekkesine itti, Nur Baba'
romanını yazdı gözlemlerinden yararlanarak. Ama hem karşılaşacağı tepkiler,
hem İsviçre'ye gidişi yayımlanmasını engelledi.

1913'te ilk hikaye kitabını çıkarır: Bir Serencam. Ama önce Balkan,
ardından da 1'inci Dünya Savaşları, bu savaşlarla gelen yıkım, Yakup Kadri'de
bir değişime yolaçacak, sanatın şahsi ve muhterem olduğu düşüncesinden
yavaş yavaş uzaklaşacaktır. Mondros antlaşmasından sonra onu İkdam yazarı
olarak görürüz (1919). Güncel olayları izleyen, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen
bir gazetecidir artık. Hikayeleri de Milli Mücadele ile ilgilidir. Daha sonra
o günlerin ürünü olan makalelerini Ergenekon'da toplayacaktır.

1921'de Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Görevli olarak Kütahya,


Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaştı. Önce Mardin (1923-31),
sonra Manisa milletvekili oldu (1931-34). Evliliği de bu dönemdedir.
Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf Belge'nin kızkardeşi Leman Hanımla
evlenmiş (11 Ekim 1923); yine bu dönemde Kiralık Konak, Nur Baba adlı
romanlarını yayımlamış, Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde
makaleler yazmış (1923-25), tedavi için ikinci kez gittiği (1926) İsviçre'den
Alp Dağlarından başlığıyla izlenimlerini kaleme almıştır. 1932 yılı ise
Yakup Kadri için ayrı bir önem taşır. Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge,
İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir'le birlikte Kadro' dergisini
çıkarırlar. Büyük yankı uyandıran ve tartışmalara yolaçan romanı Yaban da aynı
yıl yayımlanır.

Başlangıçta ilgiyle karşılanan Kadroda savunulan düşünceler zararlı


bulunarak derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri, Tiran elçiliğine atanınca
(1934) dergi de kapanır. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942),
elçilikleri izler. Tahran elçiliğinden sonra (1949-51) emekli oluncaya kadar
kalacağı Bern elçiliğine yeniden getirilecektir. Zoraki Diplomat adlı
anıları bu yılların ürünüdür.

1955'te emekli olunca yurda dönerek çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarını


sürdürdü. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. 1961'de Manisa
milletvekili oldu. 1957'de de Ulus gazetesinin başyazarlığını yüklenmişti.
1962'de Atatürk ilkelerine ters düşüldüğünü ileri sürerek CHP'den istifa etti.
1965'ten sonra ise politikadan çekildi. Son görevi Anadolu Ajansı Yönetim
Kurulu Başkanlığıydı. 13 Aralık 1974'te Ankara'da öldü. İstanbul'da,
Beşiktaş'ta Yahya Efendi mezarlığında annesinin yanında yatmaktadır.

:::::::::::::::::::

ESERLERİ

Hikaye: Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), Milli Savaş Hikayeleri (1947).

Roman: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927),
Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937),
Panorama (2 cilt. 1953-54), Hep O Şarkı (1956).

Mensur Şiirler: Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940).

Anı: Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda (1958),
Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969).

Monografi: Ahmet Haşim (1934), Atatürk (1946).

Çeşitli Makaleleri: İzmir'den Bursa'ya (H. Edip, F. Rıfkı, M. Asım ile,1922),


Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Seçme Yazılar (F.Rıfkı, R. Eşref ile, 1928),
Ergenekon (2 cilt, 1929), Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin'in Albümünden
(1942).

Kitaplaşmamış Oyunları: Nirvana (Resimli Kitap, s. 9, 1909), Veda


(R. Kit, s. 11), Sağanak (İst. Şehir Tiy. Ktp.), Mağara (Varlık, s. 12-17,
1934).

KİRALIK KONAK ÜZERİNE

Kiralık Konak, Yaban'ın popülerliği bir yana bırakılırsa gerek içeriği,


gerek kişilerinin işlenişi, gerekse kurgusu bakımından Yakup Kadri'nin
romanları arasında önemli bir yer tutar. Türk romanının köşe taşlarından
oluşu, değerini günümüzde de koruması ise konu edindiği gerçekliğin, değişik
boyutlarda da olsa sürmesinden gelir. Türk toplumunun tarihsel gelişim
sürecinde ilk belirtileri onsekizinci yüzyılda görülen ve Tanzimat'la
somutlaşan Batılılaşma olgusuna bağlayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu
Kiralık Konakla Yakup Kadri, altyapısından üstyapısına bir değişim sürecine
giren Türkiye'de, bu sürecin sonucu olan bir sorunsalı getirir gündeme. Zaman
dilimi olarak da bu sorunsalın belirgin biçimde yaşadığı ikinci Meşrutiyet
dönemini seçer.

Hüküm Gecesi'nin önsözünde de belirttiğim gibi, İkinci Meşrutiyet salt


mutlakiyetçi yönetimin sona erdirildiği siyasi bir devrim olarak ele alınamaz.
Geleneksel toplum yapısının çözüldüğü, sınıflaşmanın belirginleştiği bir tarih
sürecinde sivil-asker bürokratların, dışa bağımlı egemen güçlerin desteğinde
yönetime el koyması olayıdır temelde. Ama Türk burjuvazisi üretim güçlerini
geliştirecek, üretimin toplumsallaşmasını sağlayıp hızlandıracak güçte
olmadığı, değişim toplumun kendi iç dinamiklerince belirlenmediği için çöküntü
durdurulmadı, tersine hızlandı. Böylece, Türkiye'nin yukarıdan aşağıya
kapitalistleşmesi süreci içinde, yapı kendi iç dinamiğiyle değişmedi. O zaman
doğrudan doğruya saldırıya uğrayan doğa kendisi değil, hayat tarzı, değerler,
ahlak, kısacası kültür oldu. (Murat Belge, Birikim, s. 2, 1975).

Bu açıdan bakılınca yapısal bir çözülüşün, toplumun bütün kesimlerine,


hayata yansıyan bir çöküntünün romanıdır, Kiralık Konak. Değer yargılarının
alt üst olduğu bir dönemi kuşaklar arası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup
Kadri. Batıya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı toplumuna yabancılaşma
olgusu, dünya görüşünün, buna bağlı olarak da yaşama biçiminin,değişmesi,
insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur. Roman
kişileri de bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtılır.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar


değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti cümleleriyle başlayan romanın
ilk sayfalarında Yakup Kadri, Tanzimat'tan, Meşrutiyet'e İstanbul'un ve
redingot dönemleri olarak ikiye ayırır yaşayan tarihsel süreci. Giyimden yola
çıkılarak yapılan bu saptama gerçekten de bir kültür değişiminin somut
göstergelerini getirir. Abdülmecit döneminin İstanbul'un giyinmiş ölçülü,
zarif, namuslu birer aile babası ve kibar konak reisi olan İstanbul Efendisi
yerini ikinci Abdülhamit döneminin redingotlu, yan uşak, yarı memur, ikiyüzlü
insanına bırakmış; dolayısıyla görkemli konak hayatı da köşk hayatına
dönüşüvermiştir. Sonuç olarak ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin kendine
özgülüğü kalmış; her şey geleneğin dışına çıkmıştır.

Burada Yakup Kadri'nin, değişimi biri ötekinin içinden çıkan ve birbirine


bağlı, birbirini izleyen aşamaların oluşturduğu bir süreç olarak toplumsal
fonu ustalıkla çizdiğini söylemek gerekir. Nitekim romanın başkişilerinden
Naim Efendi'nin tanıtımı hemen bu satırların ardından gelir. Onu öteki kişiler
izler.

Bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve


ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline ait olan Naim Efendi
redingotlu nesle mensup olmakla beraber vücudu henüz körpe iken İstanbul'un
içinde teşekkül ve tekemmül etmiş kimselerdendir. Damadı Düyunu Umumiye
Müfettişlerinden Servet Bey ise Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar
bin türlü garabet yapan, kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey
değildir. Birbirine bütünüyle karşıt bu iki tipin yanısıra Naim Efendi'nin
torunları Seniha ve Cemil, yeğeni Hakkı Celis, Kasım Paşa'nın oğlu Faik Bey de
üçüncü kuşağı oluştururlar. Böylece romanın ilk bölümlerinde belirgin yanları,
duyuş, düşünüş ve davranış özellikleriyle anlatacağı kişileri sergileyen Yakup
Kadri, bu kişiler arasındaki ilişkileri öyküleyerek olayı geliştirmeye başlar.
Seniha-Faik, Seniha-Hakkı Celis ilişkisi çevresinde sözünü ettiğim sorunsalı
kişilerinin dramını belirleyen ana olgu olarak gündeme getirir.

Gerçekten Naim Efendi'nin dramı, kimi zaman benliğine dek sarsılsa, sonunda
kendi içine kapanmayı seçse de toplumun gelişimine ayak uyduramayışından ya da
değişmeye karşı direnmesinden gelmez. Tersine, torunlarına duyduğu sevgi onu
her şeye boyun eğmeye, bütün aykırılıkları kabullenmeye götürür. Konağıyla
birlikte parça parça dökülmeye, yokolmaya yazgılı bir sınıfın bireyidir o.
İşlevi bitmiştir. Yapabileceği tek şey kendini zamanın akışınıa bırakmak,
eskiyle yeni, alaturkalıkla alafrangalık arasında, için için birinciden,
kafası ve yüreğiyle ikinciden yana tükenip gidecektir. Arkamızda bıraktığımız
mazinin son feryadı ve önümüzde hissettiğimiz uçurumun ilk ürpertisi
olarak...

Ama çöken yalnız Naim Efendi değildir. Önümüzdeki uçurumun göstergeleri olan
Seniha'yla Faik Bey de bir başka çöküntüyü yaşarlar. İkisinin dramı da
bireysel olduğu ölçüde toplumsaldır. Frenklerin asır sonu diye niteledikleri,
geçmiş ve şimdiyle bağlarını kopararak geleceğin akımlarına bağlanan Seniha,
içi de dışı gibi durmaksızın değişen, okuduğu yabancı dergilerde, tiyatro
oyunlarında, romanlarda tanıdığı tipleri hayata geçirmeye uğraşan genç bir
kızdır. Değil dedesinin, babası Servet Bey'in düşüncelerini, davranışlarını
bile ilkel, sakat ve şaşılası bulur. Boğulacak gibi olduğu konaktan da,
ülkeden de kaçmak, kurtulmaktır tek isteği. Sürdüğü hayat, bütün
hareketliliğine, bütün gönül eğlendiriciliğine karşın yavan ve tekdüzedir ona
göre. Oysa Avrupa'da, Avrupa'nın aydınlık ve bayındır kentlerindeki hayat ne
kadar başkadır. Çölde yürüyene serap neyse, Seniha'ya da Avrupa odur bir
bakıma. Faik Bey'e yönelişinin bir nedeni de budur.

Çünkü Faik Bey, Avrupa'nın birçok kentini dolaşmış, o hayatı tanımaktan da


öte yaşamış bir gençtir. Küçük yaşından beri Avrupa'da bulunduğu için bir
frenk zarafeti ve mahareti edinmişti, Batılı bir salon adamının bütün
gösterişlerini özümsemiş, varlığına sindirmiştir. Onunla karşılaştırıldığında
beceriksiz, çiğ, züppece davranışlarıyla bayağılaşan yaşıtları arasında
kolayca sivriliverir bu nedenle. Ayrıca yorgun ve aynı zamanda hummalı
bakışıyla da kadınların gözdesidir. Aile bireyleri dahil çevresindeki
insanları dillerini anlamadığı, davranışlarından ürktüğü başka cinsten
birtakım mahlukat gibi gören Seniha'nın, özlediği hayatın bir parçası olan
Faik Bey'e eğilim duyması, bu eğilimin genç kızlık duygularıyla birleşerek
yakıcı bir tutkuya dönüşmesi doğaldır.

Yine de bu aşkın bir yanardağ gibi ansızın patlayıp somutlaşması için


konaktaki görece özgürlüğün dışında afrodizyak bir ortam gerekecektir.
Kahramanlarını Büyükada'ya taşır Yakup Kadri. Delikanlılara, taze kadınlara,
içkiye ve saza düşkün halanın köşkünde Diyonizos şölenlerini andıran bir kır
yemeğinin ardından gecenin mehtabıyla birlikte aşk sökün eder. Beklenen
sonucuna, evliliğe ulaşmayan bu aşk geçerli değer yargılarıyla çatışan bir
ilişkiye dönüşmekle kalmaz, aile kurumunu sarstığı gibi kahramanlarını da
çöküntüye götürür. Dengesini yitiren Seniha, zengin biriyle evlenerek özlediği
hayata kavuşma düşleriyle oradan oraya savrulur. Terkedilen Faik ise artık
eski uçarı, çapkın Faik değildir. Tutkusu yerden yere, çukurdan çukura
sürüklemiştir onu.

Burada, Yakup Kadri'nin, kişilerini ele alış ve yansıtışında göze çarpan bir
noktaya dikkati çekmemiz gerek. Değiş me olgusudur bu da. Romandaki birincil
kişiler hayatla ilişkilerinin gelişim sürecinde, bilinçli ya da bilinçsiz
değişime uğrarlar. Naim Efendi, Seniha ve Faik Bey adım adım olumsuzluğa
yuvarlanırken, Servet Bey yeni yaşama biçiminin ürünü olan Şişli'deki bir
apartman katına taşınır, iş adamları, nazırlar, yabancı zenginlerle düşüp
kalkmaya başlar. Olumlu sayılabilecek tek değişme ise Hakkı Celis'te görülür.

İlk bölümlerde duygulu, düşsel bir dünyada gezinen, Edebiyat-ı Cedide'nin o


ünlü solgun benizli tiplerini anımsatan Hakkı Celis Seniha'ya duyduğu sevgi
karşılıksız kalınca, hele sevdiğinin ve çevresindeki kişilerin aşk
anlayışlarının başkalığını görünce önce boşluğa yuvarlanacak, savaşın
başlamasıyla gerçeğin ayrımına vararak yeni bir sevgiye, millet sevgisine
sarılacaktır. Naim Efendi'yi de yalnız o terketmez. Değişen hayatın darbesini
ikisi de aynı insandan, Seniha'dan yemişlerdir çünkü. Ama hayatın gerçek
yüzünü gören, katıldığı askeri eğitimden bambaşka bir insan olarak çıkın
eskiden yazdığı bütün şiirleri yakmak isteyen, Seniha'nın ve Faik Bey'in
kişiliğinde Batılılaşmanın yarattığı yeni insan tipini kıyasıya eleştirip
kurtuluşu ulusçulukta arayan Hakkı Celis de yokolmaya yazgılıdır. Çürüyen bir
düzenin bireyidir o da. Değişen, uçurumun kenarına gelen Seniha'yı sevmiyordur
gerçi, ama içindeki, geçmişteki Seniha'yı da söküp atamamıştır. Bir duygu ve
düşünce çatışmasını bütün benliğiyle yaşar. O çevrede, o insanlar arasında
yeri yoktur artık, o hayatın dışında kalmayı seçmiştir. Bu seçimse onu boşluğa
itecek, hayata tutunamayınca ölüme sığınacaktır.

Denilebilir ki Yakup Kadri romanını karşıtlar üzerine kurmuş, olayların ve


kişilerin geliştirilmesinde çatışma olgusundan yararlanmıştır. Temeldeki
çatışma eski-yeni, Doğu-Batı kavramlarıyla açıklanabilir kuşkusuz. Belli bir
sınıfın yaşama biçimindeki değişme, aileyi dağıtıp eskinin simgesi konağı
kiraya çıkarttırırken seçeneği olan apartman dairesini getirir. Naim
Efendi'nin simgelediği sınıf çökerken de savaş koşullarını değerlendiren iş
adamlarının oluşturduğu yeni bir sınıf türeyecektir. Naim Efendilerin
kalıntıları, Hakkı Celislerin cesetleıl üzerinde... Bütün değerleri, kutsal
bilinen ilkeleri, insanlar arası ilişkileri maddeye dönüştürerek,
metalaştırarak...

Yakup Kadri'nin, anlattığı toplumsal çözülüşü yeni bir oluşumun geçiş evresi
olarak aldığını, görünürdeki yozlaşmanın toplum yapısına ilişkin görünmeyen
nedenlerini kavradığını söyleyemeyiz. Eleştirinin ötesine geçemeyişi,
olumsuzlamadan kurtulamayışı da buna bağlanabilir. Ama yansıttığı toplumsal
gerçekliğin doğruluğuda yadsınamaz. İşte Kiralık Konak'ı önemli kılan bu
niteliği, gerçekliğe, bağlılığıdır.

Araştırmacılarca örnekleriyle kanıtlandığı gibi Seniha tipinin Madam


Bovary'den alınmış olması da değerini eskitmez. Nereden, nasıl esinlenilmiş
olunursa olunsun, önemli olan Türk toplumunun tarihsel gelişiminde yaşanan,
bugün de etkilerini sürdüren bir gerçekliğin yansıtılması değil midir?

:::

Önce İkdam'da tefrika edilen (no. 8430-8491) Kiralık Konak, Yakup Kadri'nin
kitap olarak yayımlanan (1922) ilk romanı. Bugüne dek yedi basımı yapılmış.
1939'da yeni harflerle yapılan ikinci basımı, Yakup Kadri'ce birinci sayılmış.
Bu nedenle sözlük ve ansiklopedilerdeki baskı sayıları ve tarihleri yanlış.
Üstelik kimi kitapların kapağında sözgelimi dördüncü basılış denirken,
içerde üçüncü basılış olduğu belirtiliyor. Bu karışıklık bir yana,
saptayabildiğim kadarıyla romanın bu yeni basımı sekizinci baskı oluyor.

Metin olarak 1974 tarihli yedinci baskıyı temel aldım. Önceki baskılarla
karşılaştırırken de yeni harflerle yapılan baskısından başlayarak romanın
dilinin değiştirildiğini gördüm. Ama bu değiştirme, Hüküm Gecesi'nde olduğu
gibi bir yeniden yazma boyutuna ulaşmamış, yalnızca anlaşılması güç eski
sözcüklerin yerine yenileri konulmuş, cümlelerde yalınlaştırmanın zorunlu
kıldığı kısaltmalar yapılmıştı. Bu nedenle metni verirken belirtilmeleri
gerekmiyordu. Ama Yakup Kadri'ce yalınlaştırılmasına karşın, Türkçenin hızla
değişimi sonucu, özellikle genç kuşakların anlayamayacağı sözcükler vardı
metinde. Bunların anlamlarını sayfa altlarında verdim. Anlamı cümlenin
gelişinden çıkarılabilecek sözcükleri ise açıklamadım. Bir de dizgide düşen
sözcükler ya da atlamalar sözkonusuydu. Bunlar da eklendi kuşkusuz.

Son söz olarak, bütün titizliğimize karşın eksiklerimiz olabileceğini,


uyarı ve katkılara açık olduğumuzu belirtelim.

Atilla Özkırımlı, 7 Şubat 1979

:::::::::::::::::::

KİRALIK KONAK

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar


değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti. Kışın konaklarda, yazın
yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların
üşüşmelerinden sonra Boğaziçi'nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten
sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise,
ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden
beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci
Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave
etmedi. İlave edebilirdi, çünkü senelerce devletin yüksek mevkilerinde
bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun'a mensuptu, sonra birçok
defalar valiliklerde dolaştı. Şürayı Devlet azası, Rüsumat Müdiri Umumisi oldu
ve nihayet Defterihakani ve Evkaf nezaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene
evveldi, dolaşık bir tevliyet (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını
verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi.

Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin
ricaliyle münasebette bulunur ve Muayede (Bayramlaşma) merasiminde hiç değilse
defteri mahsusa (Özel deftere) imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında
yakından gördüğü resmi ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, devlete ve
devlet adamlarına karşı hala derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli
kimselerdendir ki evliya, enbiya isimlerinin sonunda Radiyallahu anh demeyi
hiç unutmazlar ve Paşa kelimesini med (Uzatarak) ile telaffuz edip, mutlaka
hazretleri ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti,
itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki
kelimenin ifade ettiği manadan ibarettir. Bununla ,beraber, Naim Efendinin iki
esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar
titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine. varmazdı; bu, temiz
ruhunun ve temiz vücudunun maddi ve manevi pislikler önünde bir nevi
tiksinmesinden gelirdi. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz,
mübalatasız (Dikkatsiz) bir hareket, onu müsavi derecede kederlendiren
şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam olduğu için, kederlendiğinin
kimse farkına varmazdı.
İstanbul'da iki devir oldu: Biri İstanbul'un; diğeri redingot devri...
Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbul'un devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar
olmadılar. Tanzimatı Hayriye'nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul
Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu
kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa'nın arasında gayet
hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal
kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş
itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulasası şeklinde tecelli
ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının
çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu
beyaz pantolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir halattan
ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı.
Sultan Mecit devri ricalinin, Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna
kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğulmuş
solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden (Zorbalık ve sertliklerden
ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumi işlerden çekinir, hiddetlerinde ve
hazlarında ölçülü, namuslu aile babaları ve kibar konak sahipleri idiler.

Bizde, Çerkes halayıklan, harem ağaları, Boşnak bahçıvanlarıyla büyük ev


hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis
ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa (Baştanbaşa)
ilikli İstanbul'un idi.

Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu,
riyakar, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile
bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden
olan bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş
seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul'da konak hayatı birdenbire
köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin
üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir
Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz
gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdülmecit devrinin o ağır; zarif
ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı
bu redingotlu nesle mensup olmakla beraber, vücudu henüz körpe iken
İstanbul'un içinde yetişip gelişmiş kimselerdendi.

Maziden bize yadigar kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur.


Bunlar, pek eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir
merhalede durmuş gibidir. Nitekim Naim Efendinin bütün hatıraları, bütün
zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka
bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir
kimse zanneder ki, Naim Efendi yarım asırlık bir letarjiden (Uyanılmayan derin
uyku) henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o,
yirmi beş yaşından beri daima şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün
hasretini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler
yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün gençliği İstanbul'un en kalabalık bir
konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri,
misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki,
bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini,
ziyafetlerini, misafırlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan,
yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve
konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu.

Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri
geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazıları beyaz bir kitap... Epeyce bir müddet
parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun
uzun kabı muayene etti, muharrin adını, kitabın serlevhasını (Başlığını) basım
tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işaret, her okuduğu yazı, muharririn ismi
de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini
açtı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış
bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar
ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin
manasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu, Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir
romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber,
onun bu kitapta anlayamadığı şey, ne eserin terkibi (Birleşimsel; burada
sentetik,yapma anlamında) mahiyeti, ne muharririn maksat ve gayesi idi,
doğrudan doğruya kelimelerin manasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan doğruya
cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir gariplik buluyordu. Fakat
sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca,
onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu
cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı.

Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere


alışmıştı... Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi
senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir
mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir'deki konağında,
ne Kanlıca'daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşecik
kalmıştır.

Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanıbaşında idi,
rahatını, huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye
kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne
damadının, ne torunlarının eve ait umurda (İşlerde) o kadar hüküm ve nüfuzları
olmadı.

Gerçi, her biri kendi havasına, kendi dairesine ve kendine göre bir hayat
yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek konağın umumi nizamı bu iradeli ev
kadınının elinde idi. Naim Efendinin haremi Nefise Hanımefendinin bu nizamı
eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda bir
ihtiyar uşaktan, içeride geçkin bir kalfadan başka icrail (Yürütecek ,yerine
getirecek) vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolunda giderdi; zira,
her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu
kadına has fevkaladeliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun
içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususunda epeyce müşkülat çeker
oldulardı. Biçare Nefise Hanımefendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır
yüzünden öldü.

O öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir
cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi, çekingen, içinden titiz,
iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının
arzularına son derece uyardı.

Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Alafranga
hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bu adam, Büyük
Hanımın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye
kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarına ve mahzenlere
attırdı, her odayı Avrupa'dan gelmiş mobilya kataloglarına göre ayrı bir
üslupta, ayrı bir renkte Pisaltiye döşetti.

Büyük Hanımın yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin
içini Beyoğlu'ndan gelmiş beyaz önlüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu
ve bütün bunların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir
kadına verdi.
Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye müfettişlerinden Servet Bey,
Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğludur. Aldığı terbiye
ile yaşadığı muhit birbirinin aksi olan her insan gibi Servet Bey de daimi bir
ihtilaç, (Çarpıntı,çırpınma) daimi bir isyan içinde yaşar. Pederi Sadri
Molla'nın konağında alafrangalığı kendi odasının eşiğinden dışarı çıkmazdı.
Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray Mektebinde
bulunmak; bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkmış
olmak ona bir softa evinde, çıplak kadın resimlerinden, dizi dizi Fransızca
kitaplarından, vazolardan, biblolardan müteşekkil bir halvet yapmak ve bu
halvette yaylı bir şezlonga uzanıp, gözleri tavanda, ayakları havada, bir
taraftan Hollanda sigarını emerek, diğer taraftan yabani ve perişan bir
sesle birtakım opera parçaları terennüm ederek saatlerce vakit geçirmek
hakkını vermiştir. Daima muhayyel bir Avrupa seyahati için hazırlanmış bir
bavulu vardı, bu bavulun yanıbaşında bir de şapka kutusu dururdu. Bazı
sıkıntılı saatlerinde bir aynanın karşısına geçip, bu kutudan çıkardığı
şapkaları birer birer tecrübe ederdi ve başını bu serpuş ile örtülü görünce
adeta kendinden geçerdi. Nitekim böyle şapkalı, seyahat kostümleriyle veya
suare kıyafetinde hala birçok resimleri vardır. Ve bu resimler, hala gençlik
odasının duvarlarını süsleyen çıplak kadın resimlerinin yanında asılıdır.
Türkler içinde kimse bu Servet Bey kadar ateşle, coşkunca alafrangalığa düşkün
olmamıştır. Bu düşkünlükte o derece samimiydi ki, gerek babasının, gerek
kayınbabasının muhitinde bütün ahval ve harekatı hürmetle değilse bile, adeta
korku ve endişe ile karşılanırdı; zira, gözlerinde sarsılmaz bir imana ermiş
adamların ateşi vardı. İşte bu ateşin kuwetiyledir ki Servet Bey, Naim Efendi
konağında bütün iradesini istediği gibi yürütüyor ve hele inkılaptan beri bu
konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar ve bundan en ziyade Servet


Beyin çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi'nin bu köşesi, asri
eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi; tuhafiyeci camekanları önünde
gezinmelere, her adım başında bir ahbaba tesadüflere, akşam üstü çay
ziyafetlerine, bin türlü aşk ve alaka oyunlarına Kanlıca'da oturulan aylarda
epeyce sekte geliyordu. Hususiyle, Servet Beyin oğlu Cemil, henüz yirmi
yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu'ndaki büyük lokantaların,
gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir; bu
yaşında birçok tiryakilikleri, vazgeçemediği birçok itiyatları ve ikinci bir
tabiat haline girmiş zevkleri, hazları vardır. Hemşiresine ara sıra delicesine
sevdiği bir metresinden bahsettiği de olurdu. Bittabi, hu metresi de yaz kış
Beyoğlu'nda oturanlardandı. İşte, Cemil için sayfıye hayatı, bütün bu
mahzurlar yüzünden katlanılmaz bir angarya haline girmiştir. Tam Beyoğlu
hayatının uyanmaya başladığı bir saatte, Karaköy köprüsünden koşarak vapura
yetişmek, vapuru kaçırınca veya kaçırmak isteyince eve karşı vaziyetini
düzeltmek, gece kaçamaklarına makul bir sebep göstermek için maddi ve manevi
birçok zahmetlere girmek, onu son derece rahatsız eden işlerdendi. Her şeyde
hür fikirli olan babası da, bu geceyi dışanda geçirişleri asla mazur
göremiyordu; Servet Bey, ya ailevi ve terbiyevi bir kanaat eseri olarak
veyahut sadece babalık hissiyle bu hususta her nasılsa kaynatasıyle birleşiyor
ve karısının endişelerini haklı buluyordu:

Ben demiyorum ki, gezmesin, eğlenmesin, diyordu. Gençtir, tamperaman


sahibidir. Asri, modern hayata göre yetişecektir. Tabii bu hayatın her türlü
safahatını görecek. Bu hayatın her türlü safahatını yaşayacak. Fakat bu
yaşayış hiçbir zaman sıhhatini ihlal edecek bir dereceye varmamalıdır. Ben
demiyorum ki, İstanbul halkı gibi akşam gurup ile beraber evine sokulsun ve
yemeğini yer yemez uyusun. Hayır, hayır... Hiç değilse gece yarısı ve kabil
olmadığı takdirde sabaha karşı mutlaka evinde bulunmalı ve mutlaka yatağına
girmiş olmalıdır.

Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise, babası böyle
söylerken çapkın bir tebessümle bıyık altından gülerdi; zaten bu alaycı genç
kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değildir!
Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvali şöyle dursun, ekseriya pederi
Servet Beyin efkar ve harekatı (Düşünce ve Davranışları) bile ona iptidai,
sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, Frenklerin, asır sonu diye
vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır sonu, yeni bir nevi içtimai örnektir
ki, harici ve dahili yaşayışında hale ve maziye ait her türlü kayıttan azade
ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tabidir. Seniha, daima en son
çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çalak vücudu,
ipekböcekleri gibi daimi bir istihale (Biçim değiştirme,başkalaştırma)
içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil gözleri
gibi sesinin bestesi, kımıldanışlarının ahengi ve hatta başının şekli de
mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine
benzeyen bir ruhu vardı, kah ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kah berrak,
rakit (Durgun) ve ekseriya bir havai fışek gibi şenlikli idi. Fakat bu küçük,
şeytan mevcudiyetinin hiç değişmeyen bir hususiyeti vardır ki, o da alaycılığı
ve şuhluğudur. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp'in romanları, yeni tiyatro
piyesleri ve Paris'in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ona bir ikinci ana, bir
ikinci mürebbiye olmuştu. Bu muharririn romanlarındaki serbest tavırlı, yarı
oğlan, yarı kadın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir.
Denilebilir ki sabahtan akşama kadar her gün bütün meşguliyeti bu genç kız
tiplerini hayata tatbik etmekten ibarettir.

Seniha, yağmurlu bir kış günü, elinde tuttuğu bir küçük kamçıyı sağa sola
sallayarak, kapılara, duvarlara ve eşyaya vurarak, gayet sıkıntılı bir tavırla
evin içinde dolaşıyor, bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor, adeta duvarlar
arasında dar bir kafese hapsedilmiş büyük bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Tam
bu esnada, karşısına büyükbabası Naim Efendi çıkıverdi: İhtiyar adam, kürküne
bürünmüş, elinde kalın ciltli bir kitap, bir odadan öbür odaya geçiyordu.

Senihe, şikarını (Durgun) bekleyen bir tazı gibi, Naim Efendinin üzerine
atıldı ve kamçısıyle kalın ciltli kitabın üstüne birkaç kuvvetli darbe
indirerek:

Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!.. dedi. Sonra bir mahalle


çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı, gitti.

Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun arkasından baktı, içinden:
Lahavle, lahavle, diyordu; bu kızda acayip bir hal var!

Zaten, Naim Efendi, evin içinde ne olursa daima bu acayip kelimesiyle


adlandırırdı. Teessürleri asla bir öfke derecesine varmazdı, zira, gördüğü ve
işittiği şeylerin hiç biri garabetlerinin derecesi itibariyle havsalasına
sığacak bir mahiyette değildi. Kızmak veya gücenebilmek için mutlaka biraz
anlamak lazımdır. Naim Efendi ise ne damadının, ne torunlarının yaşayış
tarzlarındaki manayı anlayamıyordu. Alafranga, asrın icabatı... Bu kelimeler
konağın içindeki yeni vaziyeti onun nazarında kafı derecede aydinlatamıyordu.
Ekseriya kızıyla, bazen damadıyla aralarında hafif münakaşalar olurdu. Naim
Efendi, kızına derdi ki:

Yavrum, çocuklarının ahval ve harekatını hiç beğenmiyorum. Bu Lehli kadın


zannederim ki, bunlara yanlış bir terbiye verdi. Seniha on sekizine bastı,
fakat hala sekiz yaşında bir çocuk gibi hoppa ve yaramazdır. Cemil daha
yirmisine girmedi. Fakat otuz yaşında bir gencin hayatını sürüyor. O yemekten
sonra sizin önünüzde ayak ayak üstüne atıp sigara içmeler nedir? O eve
istediği saatte girip çıkmalar nedir? Ne babasını dinliyor, ne seni... Ben
ise, doğrusu her şeyi görmezlikten geliyorum. Ne kıza, ne oğlana ağzımı açıp
bir kelime söylemiyorum; mazallah, bana karşı da bir itaatsizlik ederler, bir
ters cevap verirler diye korkuyorum...

Naim Efendi, biraz da torunlarını çok sevdiği için sesini çıkaramazdı. Yoksa
her şeye rağmen konağın içinde hürmet edilen, korkulan yegane amir yine o
idi. Biraz şiddet gösterecek olsa, her şeyin yoluna girmesi ihtimali henüz
mevcuttu. Fakat ne yazık ki, o zayıf kalpli bir büyükbaba idi. Sonra da aldığı
terbiye onun -kiminle olursa olsun- yüksek sesle konuşmasına bile müsait
değildi. Bir gün, -inkılabın ilk aylarında idi- damadıyle siyasi bir
mübahaseye (Söyleşiye) giriştilerdi. Naim Efendi, gazetelerden şikayet
ediyordu:

Efendim, her şey iyi... Fakat, bu gazeteler pek ileriye varıyorlar; diyordu.
Memlekette, hiçbir şeye karşı hürmet hissi bırakmadılar; Padişaha, vükelaya
karşı en kaba elfazı istimalden (Sözcükleri kullanmaktan) çekinmiyorlar.
Hayatı umumiye derken, herkesin hayatı hususiyesine de tecavüze başladılar.
Geçen gün Erenköy'ünde Hasip Paşayı, ziyaret etmiştim; biçare adam öyle bir
tehevvür (Kızgınlık) içinde idi ki, haline acıdım, meğer, Tanin gazetesi
müşarünileyhin (Adı geçenin,onun) nezareti esnasında da birçok
ihtilaslar (Hırsızlık) ve suistimaller vuku bulduğundan bahsediyormuş,
halbuki...

Damadı Servet Bey, sinirli bir hareketle sözünü kesti:

Halbuki... Yok efendim, bir rejim gidip, yerine diğer bir rejim geldi mi,
tabiidir ki bu rejimin adamları öbür rejimin adamlarından hesap soracaklar.
Bahusus, yıkılan idarenin nasıl bir idare olduğunu siz herkesten iyi
bilirsiniz.

Naim Efendi, bir çocuk gibi utandı:

Hiddet buyurmayınız, efendim, dedi. Bendeniz hesap sorulmasın demedim...


Haşa. Yalnız düşününüz bir kere...Vicdanınıza müracaat ederim. Hasip Paşa
Hazretlerinden nasıl hesap sorulabilir, bu kadar mübarek bir zat... Sizi temin
ederim ki, beş parası yoktur. Zevcesinin servetiyle geçinir.

Servet Bey, kabili hitap (Kendisiyle konuşulması ,görüşülmesi mümkün)


olmayan kimselerle konuşanlara mahsus bir iç sıkıntısıyle:

Efendim; dedi. Memlekette bir mahkeme ve bir adalet kapısı var. Hasip Paşa,
mahkemeye çekilir, adalete teslim edilir, eğer masum ise ne ala, değilse...
Giyotin efendim, giyotin temizler... Yalnız namussuz kafaların değil, fakat,
eski kafaların hepsi de kesilmelidir!

Naim Efendi, son cümledeki bu vahşi imayı hissetti. Fakat, kendinde cevap
vermek kudretini bulamadı, gözlerini yere indirdi ve derin derin düşündü.

:::::::::::::::::::

II

Pazartesi günleri Seniha'nın çay günleridir. Avrupa'nın bütün kibar


kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam saat beşte konağın büyük
salonunda kendisinde nadir görülen bir hanımefendi vakarıyle ziyaretçilerini
beklerdi.

Bunların bazısı, mürebbiyesi Madam Kronski vasıtasıyle tanıdığı birkaç


Beyoğlu madam ve matmazelleri; diğerleri çocukluk arkadaşlarından genç kızlar
ve aile dostu genç kadınlardı; bunlar arasında, biraderi Cemil'in
arkadaşlarından bazı genç adamlar da bulunurdu. Hassaten Faik Bey isminde bir
genç, konağın daimi misafiri ve Servet Beyin çocuklarının ayrılmaz bir yoldaşı
idi. Bunun içindir ki Faik Bey, pazartesi günleri öğle yemeğinden itibaren
konakta bulunur ve ziyaretçilere, ev sahipleriyle birlikte intizar (beklemek)
ederdi. Bu pazartesi de öyle oldu.

Saat on biri henüz geçmişti. Seniha'nın oda kapısı bir dans havasıyle
vuruldu. Seniha daha yataktaydı. Tembel ve mahmur bir sesle Fransızca:

Ne var? diye sordu.

Kapıya vuran Faik Beydi:

Benim, benim; bu ne uyku, dedi. Şimdi Cemil'in odasına uğradım, cevap


bile vermiyor.

Seniha, suni bir huysuzlukla mırıldanarak yataktan indi, arkasına bir


penyuvar aldı, kapıyı açtı ve şımank bir tebessümle:

Doğrusu, çok münasebetsizsiniz, Faik Bey! dedi ve genç adama selam bile
vermeksizin bir sıçrayışta tekrar yatağa girdi, yorganını boğazına kadar
çekti, gözlerini kapadı.

Faik Bey yatak kıyafetiyle, onu ilk defa görmüyordu. Bu genç kız vücudunun
bazı latif sırları, gelişmesinin ilk devrelerinden beri onca malumdu. Faik Bey,
Seniha için, elimde büyüdü' diyebilirdi. Zira, beş sene evvel Seniha bir
çocuktu. Fakat Faik Bey, yine yirmi yaşında bir delikanlıydı ve yine böyle
Cemil'in samimi dostu sıfatıyle konağın içinde dolaşırdı, çocukların yatak
odalarına girer, çıkardı; bunun içindir ki, Faik, bu sefer de Seniha'nın
penyuvardan sıyrılarak yatağa atlarken ta kalçalarına kadar açılan biçimli
bacaklarına ortası derin bir hatla ayrılmış sırtına ve omuz başlarının fildişi
rengindeki yuvarlaklarına dikkat bile etmedi; lenfavi (Ağır ,soğukkanlı)
lakayt bir tavırla tuvalet masasının önüne yaklaştı. Uzun bir müddet aynada
kendine baktı, sonra bir tırnak takımı içinden ince bir törpü aldı, şezlonga
uzandı ve tırnaklarını yontmaya başladı.

Kuniral, zayıf, uzun ve saçları iyi taranmış bir gençti o. Yüzünün hatları
gayri muntazamdı, ağzı büyüktü. Fakat, gözlerinin yorgun ve aynı zamanda
hummalı bir bakışı vardı. Esasen, kadınların hoşuna giden tarafı -zira,
kadınlarca Faik Bey pek çok rağbet kazanmış bir delikanlıdır- en ziyade bu
bakışı idi. Küçük yaşından beri Avrupa'nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış,
oturmuş olduğu için tavır ve hareketlerinde hiç sahte görünmeyen bir Frenk
zarafeti ve kıvraklığı vardı.

Bir mecliste hikayeler anlatmayı, kadınlara üstü kapalı imalı lakırdılar


söylemeyi, oturup kalkmayı, piyano çalmayı, dans etmeyi, hulasa Garplı salon
adamının bütün gösterişlerini kendine tamamıyle mal etmiş, mevcudiyetine
sindirmişti; sair gençler, onun yanında beceriksiz, çiğ, züppe, çocuk ve
bayağı görünürlerdi.

Seniha, gözleri yarı kapalı, uzun kirpikleri arasından Faik Beyi süzdü. Onda
hiç uyumamış bir adam hali vardı, gözkapakları sarkmış ve ağzının iki
tarafındaki çizgiler derinleşmişti. Seniha, bir uyku arasından gibi seslendi:

Faik Bey, dün gece neredeydiniz?

Dün gece mi? Söyleyemem!

Aman, ne kadar can sıkıcısınız.

Can sıkıcı... Asıl sizin sualiniz...

Genç kız yatağında sinirli bir hareketle döndü, yüzünü duvar tarafına,
arkasını Faik Beye çevirdi ve bu hareketten sonra yarıya kadar sıyrılan
yorganın açık bıraktığı yerlerden Seniha'nın sırtı ta beline kadar göründü.
Delikanlı bakmadı bile. Genç kız sayıklar gibi bir sesle, sözüne devam etti:

Öyle ise, neredeydiniz size ben söyleyeyim.

Ne iyi, beni zahmetten kurtarmış olursunuz.

Faik Bey, siz dün gece çok fena şeyler yaptınız.

Faik Beyin dün gece yaptığı şey gerçi çok fena idi. Sabaha kadar kumar
oynamış ve hayli kaybetmişti. Naim Efendi, Kasım Paşa -Faik Beyin babası- ile
pek eski ve pek samimi ahbap olmakla beraber, oğluna, birçok sevimsiz ve
serbest hareketleri bir yana, asıl bu kötü huyu için hiç tahammül edemezdi.
Kaç defa Cemil'e münasebeti kessin diye damadı ve kızı nezdinde teşebbüste
bulundu. Kaç defa Cemil'i karşısına alıp nasihat verdi ve hatta yalvardı.

İhtiyar; dindar ve namuslu kimseler nazarında kumar, seyyiatın


(Kötülüklerin, günahların) en müthişidir. Ocakları söndüren bu, evleri yıkan
bu, insanı hırsızlığa, cinayete, intihara sevk eden budur; bunlar, kadını
kumar nispetinde tehlikeli zannetmezler. Bunun içindir ki, Naim Efendi, Faik
Beyin, Seniha'nın yatak odasına girip çıkmasından ziyade, Cemil'in onunla
beraber geç vakitlere kadar dışanda kalmasından ürker ve endişe eder.

Bu hususta hissi onu aldatmıyor. Hakikaten Faik Beyde kumar iptilası her
iptilanın fevkindedir, o daha şimdiden kadından bıkmış ve sevdadan
yorulmuştur. Nitekim o gün, akşam üstü çaydan sonra kadınlar gülüşüp konuşmaya
o kadar meyyal, gençler fısıldaşıp söyleşmeye o kadar teşne iken Faik Bey
ısrarla, bir poker partisi yapmak teklifınde bulundu ve meclisin umumi
itirazlarına rağmen, salonun bir köşesinde bir kare teşkil etmeye muvaffak
oldu. Zira, Cemil'den başka Madam Kronski ve Beyoğlulu diğer birkaç madam, bu
oyunun coşkun heveskarlarındandılar.

Seniha, salonun diğer bir köşesinde arkadaşlarından iki genç kızla


biraderinin dostlarından iki genç adam ve yeni evlenmiş bir hanımdan bileşik
bir grup ortasında büyük halasının torunu Hakkı Celis'in kendisine okuduğu
şiirleri dinler görünüyordu. Ta içinden Faik Beye kızgındı. Zira, bu
meclislere revnak (Parlaklık,süs) verebilecek yalnız onun sohbetleri, onun
esprileri, onun şakalarıydı. O, bir köşeye çekilir çekilmez oda, suyu çekilmiş
bir havuza dönüyor ve hiç kimse ne yapacağını bilemiyordu. Seniha'nın ise,
başkalarının sözlerinden dehşetli bir surette içi sıkılıyordu. Hele halazadesi
Celis'in şiirlerine hiç tahammülü yoktu. Bu genç, kendisinden ancak bir iki
ay küçük olmasına ve şimdiden birçok şiirleri bazı mecmualarda çıkmış olmasına
rağmen, ona, parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı
bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Hakkı Celis her okuduğu
manzumenin sonunda:
Abla, dün gece bir sonnet daha yazdım. Haftaya Nihal mecmuasında çıkacak;
derken, Seniha, aklı başka yerlerde: Güzel! Güzel! diyordu ve genç çocuk
bundan cesaret alarak tekrar okumaya başlıyordu.

Mamafih, Seniha'nın yanındaki genç kızlar bu şiirlerden pek çok zevk alır
gibiydiler. Gözlerinin içinde bir cezbe aydınlığıyle genç şaire bakıyor ve
her inşadın (Okuma, okuyuş) sonunda:

Aman, ne fevkalade, ne fevkalade!.. Kuzum, bize bunu bir kağıda yazıverin,


diyordu. Heyecanlarında az çok samimi idiler. Bu iki hemşire, şiiri musikiye
tercih edenlerdendi. Nitekim, yanlarındaki genç adamlardan biri kalkıp da
Seniha'dan bir parça piyano çalmasını rica eder etmez, bunlar , Celis'i ta
dizlerinin dibine çağırdılar ve yalvaran gözlerle:

Devam ediniz, siz devam ediniz, dediler.

Seniha, bütün hıncını şimdi piyanodan alıyordu. O delikanlılar


yanıbaşlarında duruyor ve biri notanın yapraklarını çevirmekle, diğeri çalınan
havayı terennüm etmekle meşgul oluyordu. Demincek onların grubunda bulunan
yeni evlenmiş bir genç kadın, dinlemek için ta yakına geldi ve bir murakabes
vaziyeti aldı. Seniha, bilinmez nedendir, hem bu , genç kadına hem de o genç
adamlara kızıyordu.

Macit Bey, yaprakları çabuk çeviriyorsunuz! diye çıkışmış; birkaç dakika


sonra, öbürüne: Amma da yanlış söylüyorsunuz, Nazif Bey! demişti.

Sonra, çaldığı hava bitip de taburenin üstünde arkasına döndüğü zaman, hala
dalgın ve coşkun tavrını muhafaza eden genç kadına:

Belkıs, kendine gel, çaldığımız bir bar havası idi; diyerek güldü ve
salonun bir tarafında pokerciler grubunu, diğer köşesinde o genç kızlarla
küçük Celis'i görür görmez derin bir can sıkıntısıyle tekrar piyanosuna döndü:
Şimdi söyleyin, daha ne çalayım, Macit Bey? dedi. Macit Bey, notaları
karıştırıyordu. Bu, kendini beğenmiş ve her şeyi bilmek iddiasında bir genç
adamdı. İstanbul'da en iyi giyinen ve kadınlar nezdinde en çok rağbet kazanan
Türk gencinin kendisi olduğuna emindi.

Gerçi, bazı geceler onun sabaha karşı Beyoğlu barlarında Viyanalı


fahişelerle vals ettiğini ve her akşam üstü, kıyafetine ait bir iş için,
Mir'e uğradığını bilenler vardı. Fakat zengin dostlar alemindeki
muvaffakıyetlerinden hiç kimsenin haberi yoktu. Mütemadiyen kadın peşinde
koştuğu görülür. Lakin bunlardan birine yaklaşıp da, konuştuğu henüz vaki
olmamıştır. Bir gün Seniha ile biraz açılmak teşebbüsünde bulundu ve genç
kızdan şu cevabı aldıydı:

Macit Bey, siz benim tipim değilsiniz. Ben, esmer ve uzun boyluları
severim. Siz, kısa ve beyazsınız. Ben, giyinişte biraz itinasız olanları
severim, siz ise, henüz ütüden çıkmış kostümlerinizle ve dimdik duruşlarınızla
tıpkı elbise mağazalarının camekanlarındaki mankenlere benziyorsunuz.
Sesinizin ahengi hoşuma gitmiyor. Sonra ben, her şeyden evvel beni beğenen
erkekleri severim, siz ise kendinizden başka kimseyi beğenmez gibi
görünüyorsunuz.

Nazif Beye gelince, o da Macit Beyden pek farklı bir insan değildir. Esasen
bütün gün, bütün gezmelerinde, bütün eğlencelerinde beraberdirler. Beyoğlu'nda,
Doğruyol'da onları ayrı ayrı gören hiç olmamıştır. Biraz da akrabadırlar.
Macit Beyin babası Abdülhamit devrinde ailesiyle beraber Beyrut'a sürüldüğü
zaman, uzun müddet Nazif Beyin babası Afif Paşanın evinde misafır kaldılar ve
teyzesinin kızını, Nazifin halazadesine verdiler. Afif Paşa, şimdi ayan
azasındandır, Macit'in babası Enis Paşa ise, ilanı meşrutiyeti müteakip sıra
ile birçok nezaretlere geçmişti.

Poker masasından yükselen gürültü adeta piyano sesini boğuyordu. Seniha


tuşlara daha büyük bir şiddetle bastı. Sonra, yarı ciddi yarı sahte bir
asabiyetle yerinden kalkıp oyunculara doğru gitti:

Yeter artık, burayı bir tripo'ya çevirdiniz;' dedi ve Faik Beyin önündeki
fişleri karıştırmak, dağıtmak istedi. Fakat, daima o kadar lakayt, şakacı,
tahammüllü ve rint olan Faik Bey, oyunda gayet ciddi ve asabiydi, genç kızın
omzunun üstünden uzanan elini bileğinden yakaladı, arkaya doğru itti. Cemil,
gayet gevrek bir kahkaha ile gülüyor:

Seniha, bırak! Kaybediyor, kaybediyor, zavallı! diyordu. Beyoğlulu madam


pek zarif bir nükte söylüyormuş gibi:

E, oyunda kaybeden aşkta kazanır, dedi.

Ve madamın baş ucunda duran Macit Bey bu sözü üzerine alınarak gülmeye
başladı. Seniha, gittikçe artan bir asabiyetle şiir okuyanlara doğru gitti ve
afacan, şımarık bir çocuk tavrıyla Hakkı Celis'in uzun perçemli saçlarından
yakalayıp yukarı doğru çekti. Biçare genç sapsarı kesildi ve ağzında yarım
kalmış bir mısra ile gülmeye çalıştı. İki hemşireden birisi, Nuriye Hanım,
saçları çekilen genç şaire şefkatle bakarak:

Zavallı şair! İşte sizin nasibiniz bu... dedi.

Öbürü, Neyyire Hanım, Celal Sahir Beyden birkaç mısra okudu:

-Saçlarım, saçlarımla eğlenme!

Bırak onları nasıl perişansa

Öyle kalsın ve ihtizaz-ı mesa...

Seniha, şimdi munis bir kedi gibi Hakkı Celis'e sokuluyor, bir kolunu genç
adamın ensesinden geçirip, dizlerinin üstüne oturuyor, diğer eliyle çenesini
okşuyordu.

Zavallı çocuk, zavallı çocuk... Ne kadar sarardın! A, ne kadar sapsarı


kesildin! Söyle bana, 'mesa' ne demek?

Küçük şair heyecandan tıkanıyordu. Genç kız, elini halazadesinin göğsüne


götürdü ve birden sanki o göğüs üstünde gezinen eline bir iğne batmış gibi,
yerinden fırlayıp hayretle geri çekilerek:

Ayol baksanıza, kalbi yerinden kopacak, kalbi yerinden fırlayacak... Öyle


çarpıyor, öyle çarpıyor ki!.. diye haykırdı.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar sıra ile ellerini Hakkı Celis'in göğsü üstüne
koydular ve aynı hayretle genç adamın yüzüne baktılar. O, artık heyecanını
saklayamayacak bir haldeydi; koşarak salondan çıktı. Neyyire Hanım:

Biçare genç, çok hassas! dedi.


Ve manidar gözlerle Seniha'nın yüzüne baktı. Seniha şimdi poker grubuyla
meşguldü, dalgın dalgın cevap verdi:

Evet, lüzumundan fazla.

Akıbet saat yedi buçukta oyun nihayet buldu. Birer birer masanın başından
kalktılar. Faik Bey ziyanını çıkarmış, hatta biraz da kazanmıştı: Gülerek,
Seniha'ya yaklaştı:

Hangi elinizdi, bakayım, önümdeki fişlere dokunan?

Ve kendine uzatılan eli dudaklarına getirerek ilave etti:

Sevgili el, biraz dokunur dokunmaz öyle bir şans getirdi ki, bu adeta bir
peri eli...

Beyoğlulu madam, yine aynı soğuk zarafetiyle bir nükte daha söylemek istedi:

Ama, bu sizin için bir cihetten hiç iyi değil, dedi. O el fışlerinize
dokunur dokunmaz kaybetmek sizin menfaatinize daha uygundu.

Faik Bey, geniş bir kahkaha ile cevap verdi:

Oh, kalpten evvel kese... diyerek Neyyire Hanımların yanına seğirtti.


Onlar, Faik Bey daha söze başlamadan kırıtıp gülüşmeye koyuldular; zira
biliyorlardı ki bu genç adam, tuhaf ve şakacıdır. Biraz ötede Cemil,
arkadaşlarıyle koltuklara kurulmuşlar, sigara içiyorlar ve yüksek sesle
konuşuyorlardı. Faik Bey biraz da onların yanında kaldı, sonra piyanoya
yaklaşarak, ayak üstünde yarım bir hava çaldı. Daha sonra birden mihaniki bir
hareketle salondakilere döndü. Yerlere kadar bir reverans yaptı:

Hanımlar, efendiler, au revoir!

Seniha:

A, niçin? Bu akşam yemeğe kalmayacak mısınız? Öyle dememiş miydiniz? diye


soruyordu. Faik Bey:

Kalmak isterdim, fakat kabil değil, bilseniz... Kabil değil, dedi ve çıktı
gitti.

Öbür davetliler de sekiz buçuğa doğru birer birer çıkıp gittiler. Cemil de
sıvıştı. Madam Kronski odasına çıktı.

Seniha alacakaranlıkla dolan salonda bir müddet yalnız kaldı,


alacakaranlıkta, bu genç kız, bembeyaz görünüyordu. Pencerenin önünde
koltuğun içine atılmış bir demet zambak gibiydi. Düzgün ve narin endamı
şeklini kaybetmiş, bu ılık yaz akşamında sanki eriyordu. Ruhunda da böyle bir
eriyiş vardı. Derin bir iç sıkıntısı bu alacakaranlık gibi asabını sarmıştı.
Niçin öbürleriyle beraber çıkıp gitmemişti? Bütün gece bu koca evin içinde
yapayalnız ne yapacaktı? Bu ev, bazı günler, bazı saatler ona bir mezar gibi
görünüyordu. Nefesi darlaşıyor ve sokağa fırlamak, koşmak, haykırmak
istiyordu. Ta on dört yaşından beri kalbinde bilmediği yerlerin, görmediği
şeylerin, tanımadığı kimselerin hasreti vardı. Fransızca, Nereye kaçmalı?
sözü dilinde daimi nakarattı. Bu memlekette ve bu konakta ona her şey dar, az
ve adi görünüyordu. Eşya, arzusuna göre değildi. Evin nizamı her türlü
ihtişamdan ari idi (Uzaktı), büyük babası, annesi, hatta bazen babası ona,
lisanlarını anlamadığı, hareketlerinden ürktüğü başka cinsten birtakım
mahlukat gibi geliyordu.

Biraz Madam Kronski ile anlaşabiliyordu. Bu kadın, ona Avrupa'da sürülen


yüksek hayatın bazı safahatına dair hikayeler anlatır ve hayalindeki aleme
cari verirdi. Zira, Madam Kronski -kendi iddiasına göre- Lehistan'ın en eski
ve asil ailelerinden birine mensup bir devlet düşkünü idi. Avrupa'nın muhtelif
yerlerindeki şato eğlencelerine, Çar sarayının merasimine, at üstünde sürgün
avlarına, Almanya'nın, İsviçre'nin kür yerlerindeki palas hayatına,
Fransa'nın cenup sahillerindeki gazino safalarına ve nihayet Paris'in
salonlarına, bulvarlarına, kahvelerine, tiyatrolarına dair birçok şeyler
biliyordu. Seniha bütün bunları dinlerken kendinden geçerdi ve gözlerinde bir
humma ateşiyle:

Madam, söyleyin, bu hayata karışmak için ne lazım? diye sorardı.

Madam Kronski şeytani bir tebessümle gülerdi:

Oh, çok zengin olmalı, çok zengin; derdi.

Ve kaybolan servetlerinden bahsetmeye başlardı. Annesinin bir inci


gerdanlığı vardı ki babası bir banka işinde iflas ettiği gün, tamam yüz bin
liraya satılmıştı. Bütün Varşova'da bu incinin bir mislini daha bulmak kabil
değildi. Gerçi, Nis'te, Kontes bilmem kimin; parmağındaki zümrüt yüzük de
efsanevi bir kıymeti haizdi. Fakat, Monte Karlo'da bir kumar masası başında
yarım milyon franga gitti.

Madam Kronski:

Çocuğum, görmeliydin bu kumar masası etrafındaki ziynet ve ihtişamı ve


ortada dönen paranın miktarını; derdi, kadınların elleri mücevherattan
adeta kımıldayamayacak derecede ağırlaşır; yeşil çuhanın üstüne sarı altın,
küreklerle dökülür, boşaltılır.

Seniha, Madam Kronski ile hasbıhallerinin bu hasis tarafını hiç sevmezdi.


İçin için tantana ve debdebeye, iyi kumaşlara, nadide mücevherata pek düşkün
olmakla birlikte, haddizatında paraya büyük bir ehemmiyet vermezdi. İsterdi ki
bütün bu güzel şeyler kendiliğinden önüne yığılsın. Nereden geldiğini, kimin
aldığını bilmesin. Halbuki ömründe ilk defa böyle bir genişliğin tadını
tatmamıştı. Gerçi, arzularının birçoğu tatmin ediliyordu. Fakat, o kadar ağır
bir tarzda ve o kadar güçlüklerle ki, hepsinin sonunda ilk şevkinden eser
kalmıyordu. Zaten pek maymun iştahlıydı; birçok gürültü, birçok inat ve ısrar
ile istediği şeyler olur olmaz, kalbine derhal bir bıkkınlık gelir ve biraz
evvelki arzusu hemen bir isteksizlige dönüverirdi. Seniha'nın dolabında hiç
giyilmeden modası geçmiş, sararıp solmuş ne kadar elbise, senelerden beri
kunduracıdan geldiği gibi duran kaç çift kundura vardır.

Her Beyoğlu'na inişte alınıp bir kenara atılmış mendil, eldiven, çorap gibi
eşya ise yığınlar teşkil etmektedir. Bütün bunlara rağmen Seniha, yine
büyükbabasını lüzumundan fazla pinti, babasını hala ağlanacak derecede züğürt
bulur ve bazı böyle sıkıntılı akşamlarda kendisini dünyanın en bedbaht ve en
yoksul kızlarından biri telakki ederdi.

Gerçi, son zamanlarda Naim Efendi konağında, bir yabancının bile gözüne
çarpacak derecede bazı değişiklikler oldu. Bu sene yalıyı kiraya verişleri
bunlardan biriydi; atlardan birinin ölümü üzerine diğer atı da satıp, hususi
araba kullanmaktan vazgeçişleri ve arabacı ile seyisleri savışları bunlardan
ikincisiydi. Altı aydan beri Madam Kronski'nin maaşını veremeyişleri ve
Beyoğlu'nda bazı terzi ve tuhafiyeci hesaplarını ödeyemeyişleri bunlardan
üçüncüsü ve belki de en ağırıydı.

Seniha, akşam karanlığında bütün bunları düşünürken büyükbabası Naim Efendi,


yavaş yavaş salonun ortasına kadar gelmiş ve:

Seniha, kızım! Seniha, sen misin? diye seslenmişti.

Genç kız cevap vermedi. İhtiyar adam sordu:

Yavrum, niçin karanlıkta oturuyorsun?

Ve arkasında koridordaki lambaları yakmakla meşgul hizmetçiyi çağırdı:

Marika, buranın lambasını da yak!

Sonra gitti, pencerenin yanında torununun tam karşısında bir koltuğa oturdu.
Naim Efendi, evin içinde herkesten ziyade Seniha'yı severdi ve ona kendini
sevdirmek için adeta yaltaklanırdı. Fakat bu akşam, Seniha'yı o kadar küskün
ve kasvetli buldu ki, ağzını açıp bir kelime daha söylemeye cesaret edemedi.

Seniha hiç beklenilmeyen bir anda, birdenbire yerinden fırladı ve


büyükbabasının dizlerine oturarak bir kolunu boynundan geçirdi -bu, onun
mutat hareket tarzlarından biridir- ve ağzını ihtiyarın kulağına yaklaştırıp
şu garip suali sordu:

Büyükbaba, çok sefalete düştük, değil mi?

Naim Efendi, kafı derecede kuvvetli olsaydı, kucağındaki bu acayip mahluku


silkip yerinden fırlatacak ve koridorlardan koşarak, merdivenlerden atlayarak
konağın dört bir köşesine, Yetişin, yetişin! Seniha'ya bir şey oldu! diye
haykıracaktı. Bütün vücudu titriyordu.

Sefalet mi? O ne fena söz? Niçin, yavrum, niçin? Neyin eksik! Neyin eksik?
diyordu.

Fakat Naim Efendi bunu söylemekle beraber, birdenbire, ta içinden bütün


eksik şeyleri hissetti ve o güne kadar, genişlik ve bolluk içinde yetişmiş
kimselere mahsus bir itminan (Güven) ile sefalete, zarurete inanmak şöyle
dursun, hatta bir parça müzayakaya (Parasızlık,geçim sıkıntısı) bile ihtimal
veremeyen bu ihtiyar adamın kalbine genç kızın bu çılgınca suali üzerine ilk
defa olarak korkunç bir yoksuzluk (İlk metinlerdeki para sözcüğü bu sözcükle
karşılanmış) endişesi düştü. Gerçi, Vefa Hanındaki merhun (Rehin edilmiş)
hissesinden, Çemberlitaş'taki satılık arsasından, Kanlıca'daki yalısından, bir
de tekaüt maaşından başka nesi kalmıştı. Bu tekaüt maaşı ise ancak gündelik
masrafa yetişebilirdi. Halbuki Cemil'le Seniha her gün bu paranı iki mislini
harcıyorlardı ve her tarafa biraz borçları vardı.

Naim Efendi, o akşam yemekte görünmedi. Erkence odasına çekildi yattı;


fakat sabaha kadar gözlerine uyku girmedi.

:::::::::::::::::::

III
Naim Efendinin hemşiresi Selma Hanımefendi Çemberlitaş civarında büyük bir
konakta oturur. Biraderinin küçüğüdür. Fakat, genç kızlığından beri ailenin
içinde herkesten ziyade kendisine hürmet ettiren ağır, haşmetli ve amirane bir
hali vardı. Naim Efendiyi genç yaşından beri kah yakından, kah uzaktan sevk
ve idare eden Selma Hanımefendidir. Naim Efendi, hatta evlendikten sonra bile
birçok zamanlar hemşiresinin tesiri altında kaldı; bu kadının aklıselimine,
azim ve iradesine, dirayet ve basiretine hayrandı. Karısının vefatından beri
hemen her sokağa çıkışında bir kere ona uğrardı. İki kardeş, uzun uzadıya
dertleşirler, hasbıhal ederlerdi. Naim Efendi, bu hasbıhallerden ekseriya
dayak yemiş, kabahatli bir çocuk gibi çıkardı. Zira, Selma Hanımefendi, pek
ziyade tok sözlü bir kadındır. Herkesin kusurunu yüzüne vurmakta ve işlenilen
hatanın hiç değilse dille cezasını vermekte zerre kadar insafı yoktur.

Nitekim torunuyle o garip konuşmaların ertesi günü, derin hasbıhal


ihtiyacıyle hemşiresine koşan Naim Efendi, Selma Hanım tarafından o kadar sert
bir muameleye maruz kaldı, o kadar sarsıldı ve tartaklandı ki, adeta kendini
tutmasa konağa dönerken arabasının içinde hıçkırarak ağlayacaktı.

Hemşiresi, yan hiddetli, yan müstehzi bir tavırla ona demişti ki:

Maşallah... Demek, Seniha'nın aklı böyle ciddi şeylere de eriyor! Ben


zannederdim ki, o, ipeğin renginden, sürmenin cinsinden, Beyoğlu'nun
kaldırımında sekmekten ve gençlerle Fransızca şarkılar söylemekten başka bir
şey bilmez. Meğer, ara sıra evin umuriyle de alakadar oluyormuş, iyi ya, işte
sevinin, ağabey, sevinin: Torunun, kızından daha akıllı çıktı. 'Büyükbaba, çok
sefalete düştük, değil mi?' Sefalet mi? Hayır kızım, hayır, rezalet
demeliydiniz. Öyle bir rezalet ki, Karun'un hazinesi olsa örtemez, İstanbul'un
dört bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin kulaklarınız
tıkandı mı? Gözlerinize perde mi indi? Bir defa etrafınızı dinlesenize, bir
defa etrafınıza baksanıza! Daha şimdiden torununuz olacak yumurcakların
şöhreti afakı (Ufuklar, burada her yan, bütün İstanbul anlamında) tuttu.
Damadınız delinin biri... Kızınıza gelince, o soylu soplu budala, fakat
şaşıyorum, size ne oldu? Siz ki, o kadar ince fıkirli, arif, zarif, kılı kırk
yarar bir adamsınız, doğrusu ya, bazı günler size bir sihir ettiklerine
inanacağım geliyor, çünkü, sizin tarafınızdan bu derece vurdumduymazlığa başka
bir mana veremiyorum!

Naim Efendi, elleri dizlerinin üstünde, koltuğun içinde iki kat olmuş, dik
dik yere bakıyordu. Selma Hanımefendi devam etti:

Geçenlerde buraya Şekibe Hanım gelmişti -hürriyetten sonra bu ilk


gelişleri, dünya bir acayip oldu- şimdi Pangaltı'da oturuyorlarmış. Oğlu
askerden çıkmış; Şehremanetinde bir büyük memuriyete geçmiş, söyledi ama,
unuttum. Neyse, maksat bu değil... Ve kadın zaten bunları anlatmaya gelmemiş.
Diyor ki, her akşam üstü cumbada oturup geleni geçeni seyrederim. Kadıncağız
yine bir gün cumbada otururken bir de bakmış ki, bizim küçük hanım, iki dirhem
bir çekirdek. Peçesini açmış, bir arabada yapayalnız. Şişli'ye doğru gidiyor.
Şekibe Hanım seslenmek istemiş, fakat sonra, nemelazım belki istemez, demiş:
Arabada öyle bir oturuş oturuyormuş ki, tarif ede ede bitiremiyorlar. Neyse,
yirmi dakika geçmemiş, Şekibe Hanım bir de bakmış ki, araba tekrar dönüyor,
fakat bu sefer, içinde bir de delikanlı ile beraber... Esmer, zayıf bir
gençmiş, mutlaka o çapkın Faik olacak. Araba gelmiş, beş altı kapı ötede bir
evin önünde durmuş. Şekibe Hanım bu evdekileri de tanıyor, bir İtalyan
ailesiymiş. Bizimkiler inerler ve tam akşamın ikisine kadar orada kalırlar.

Naim Efendi, maveradan gelir bir sesle:


Evet, dedi. Bundan haberim var, Madam Kronski'nin dostlarıdır. Bize
daima gelirler. İadei ziyaret için olacak...

Selma Hanım, büyük bir hayretle biraderinin yüzüne baktı:

Ya... Ne ala! dedi. Demek bu da alafrangalık icabatından!.. Ya bir gece


ta sabaha kadar Nedim Paşanın kızı Memduha'nın evinde kalışlarına ne dersiniz?
Bütün komşular o gece sabaha kadar gürültüden, ahenkten uyuyamamışlar.
Bizimkiler, kadın erkek hep bir arada imişler. Bir zaman gelmiş ki, mahallenin
bekçisi kapıyı vurup, susunuz, bu kadarı da fazla, diyecek olmuş. Zaten
komşular, bu hal bir daha tekerrür ederse karakola şikayet edeceğiz,
diyorlarmış.

Naim Efendi, tepeden tırnağa kadar ürperdi; kenarları , geniş Aziziye


fesinin altında yüzü küçücük görünüyordu; dedi ki:

Bu eğlenceden de haberim var. Benden izin aldılardı... Hatta Memduha Hanım,


bizzat kendisi geldi, bana yalvardıydı.

Selma Hanım:

Öyleyse size olan olmuş ağabey! dedi. Ben de nafile yere nefes
tüketiyorum. Ağabey, ağabey, bütün bu rezaletleri size alafrangalık
icabatındandır diye yutturuyorlar. Bizim gördüğümüz terbiye, vakıa
alaturkadır ama, zamanımızda alafranganın ne demek olduğunu da pek yakından
gördük. İngiliz Ahmet Beyin çocukları böyle miydiler rica ederim? Kendisi
Hıristiyandan dönme halis muhlis Avrupalı olduğu halde bile, hatırlarsınız,
evinde, o ne vakar, ne temkin, ne kapalılıktı!.. Bizim çocuklar da aynı
terbiyeyi görmediler mi? Niçin aynı tarzda hareket etmiyorlar? Geçen gün
Hakkı bile yaşına bakmadan diyordu ki: 'Her yerde Seniha ablama rast
geliyorum.' 'Her yer neresi?' dedim. 'Labon, Mulatye, Tokatlıyan!' diye cevap
verdi ve birdenbire gözlerini yere indirip kıpkırmızı kesildi. Bir çocuğun
içine bir utanmak kabiliyetini vermediniz mi, alafranga olsun, alaturka olsun,
hiçbir terbiye usulünün faydası yoktur. Kardeşim, gücenme, Servet Beyin
çocuklarının en büyük noksanı utanmak nedir bilmemeleridir. Vallahi, size hiç
gelmeyişimin sebebi, bu çocukları görmemek içindir; ya biri ya öbürü
tarafından, maazallah, saygısızca bir muameleye maruz kalırım diye adeta tir
tir titriyorum.

Selma Hanım, birdenbire samimileşti:

Kardeşim, kardeşim, dedi, bunlar bizim sebebi felaketimiz olacaklar.

Naim Efendi, hemşiresini bütün söylediklerinde haklı buluyordu. Bununla


beraber istiyordu ki, tamamıyle haksız olsun ve kendi kendine şöyle diyordu:
Hemşirem, öteden beri her şeyi fena görmeye mütemayildir. Çocukluğunda ne
kadar hırçın; ne kadar geçimsizdi! Bu mizacı hala değişmedi. Etrafında her
zaman uğraşacak bir kimse arar. Birini parmağına taktı mı, nihayetine kadar
yapmadığını, söylemediğini bırakmaz; zevci merhum Afıf Paşa, onun elinden az
mı çektiydi? Biçare ne kadar haluk (İyi huylu), usluydu; evlilik hayatında
kıskançlığı, şüpheyi davet eden hiçbir hareketi yoktu. Bununla beraber, evinde
her gün yeni bir istintaka (sorgulamaya) her gün bir istizaha (Açıklamaya),
bir münazaa (Ağız kavgası ,çekişme) veya münakaşaya maruz kalırdı.

Naim Efendi, Sağ olsun diyordu, hemşire kendini hala eski devirlerde
zannediyor. Kıyafetler gibi ruhlar da değişti. Büyüklere eski itaat, eski
hürmet nerede, kimde var? Bizim gördüğümüz terbiyedeki insanlarla şimdi alay
ediyorlar. Belki hakları da var, her eski şey biraz acayiptir, çocuklarımızın
çocuklarını kendimize uydurmaya çabalamak ne beyhude! Onlar, her şeyden evvel,
zamanın icabatına uymaya mecburdurlar. Hemşire istiyor ki, Seniha kendisi gibi
olsun. Bu mümkün mü? Gençliğimizde kendisinin yaşayışı, giyinişi, düşünüşü
büyük valdenin yaşayışına, giyiniş ve düşünüşüne benziyor muydu?

Naim Efendi, hadiseleri böylece tevil etmekle (Yorumlamakla) beraber, için


için kendisini hemşiresiyle mutabık buluyordu; fakat bu mutabakatta
anlaşılmaz bir acılık vardı, acılık ona ağır geliyordu. Bunun içindir ki,
kendisini hemşiresine bağlayan bütün o terbiyevi ve ananevi rabıtalardan
(Bağlardan) kurtularak, bir genç adam gibi mütebessim, çalak torunlarının
safına atılmak istiyordu. Zira, kalbi bütün kuvvetiyle o taraftaydı.
Denilebilir ki, hiçbir dede, torunlarını bu kadar derin bir şefkatle
sevemezdi. Naim Efendi, Cemil ve Seniha için yalnız bir büyükbaba değil, bir
nine, bir birader ve bir hemşireydi. Hele Seniha'yı adeta coşkunlukla, adeta
aşkla seviyordu.

Onun sesi ve onun tebessümü, son senelerinin yegane saadetiydi. Seniha doğup
büyüyünceye kadar, konakta, Naim Efendinin kahkaha ile güldüğünü hiç kimse
işitmemişti. Yalnız bu yeşil gözlü, beyaz çocuk, tombul bacakları üstünde
odadan odaya koşmaya başladığı günden beridir ki sabık Evkaf Nazırının günde
hiç olmazsa birkaç kere kıs kıs güldüğü duyulurdu. Seniha, onun nazarında
daima bu güldüren küçücük çocuktu. Ne zaman büyüdü? Ne zamandan beridir ki
kendisinden bu kadar ciddiyetle bahsettiriyor?

Naim Efendi konağa avdetinde, kapının önünde yeğeninin oğlu Hakkı Celis'e
rast geldi; ihtiyar adam, bu çocuğu da torunları derecesinde severdi; pek
ağır başlı ve mahcup tavırlı bir gençti. Gerçi, biraz haylazdı ve beyhude
şeylerle meşguldü. Naim Efendi geçenlerde, onun şiir diye yazdığı bazı garip
manzumeleri görmüştü de hayretler içinde kalmış ve çocuğun aklına dair epeyce
endişeye düşmüştü. O girerken Hakkı Celis çıkmak üzereydi.

Nereye böyle, küçük şair? dedi.

Ve çenesinden okşadı. Küçük şair, iki saatten beri burada Seniha'yı


bekliyordu. Genç kız bir gün evvel ona birkaç kitap sipariş etmişti ve öğleden
sonra akşama kadar kendisini bekleyeceğini söylemişti. Halbuki, çoktan çıkıp
gitmiş ve hala gelmemişti.

Genç Hakkı, mahzun mahzun:

Efendim, çok bekledim, geç oldu, eve gidiyorum. dedi.

Fakat, büyük dayısından ayrılır ayrılmaz, doğrudan doğruya eve gitmedi.


Cihangir'in arka sokaklarından dolaşarak Beyoğlu'na çıktı, bir aşağı beş
yukarı dolaşmaya başladı. Her hususta dalgın, yalnız bir şeye uyanık ve
dikkatliydi. Gözleri, halkın arasından caddeden geçen arabalardan, hiç
yanılmayan bir nüfuz, hiç yorulmayan bir sebatla Seniha'yı arıyordu. Onun sık
sık uğradığı mağazaların, dükkanların hepsine birer ikişer kere girip çıktı.
Köşe başlarında, kapı önlerinde durdu, bekledi. Bir müddet Taksim'den öteye
kadar yürümeyi düşündü. Seniha'nın o civarda pek çok tanıdıkları vardı, belki
onlardan birini ziyarete gitmişti. Fakat, hangisinin? Hakkı Celis, bunların
hepsini tanır ve oturdukları evleri bilirdi.

Saatine baktı, kendi kendine: Oh! Ne kadar gecikmişim! dedi.Büyükannesine


yine meram anlatmak lazım gelecekti. Son tünel gideli yarım saat olmuştu.
Hakkı Celis, birdenbire yorgun olduğunu hissetti; kan ter içindeydi ve
kalbinde nihayetsiz bir azap vardı. Bütün ineceği inişleri, çıkacağı
yokuşları, geçeceği sokakları düşündü. Her şeye rağmen, Cihangir'e dönmek için
şiddetli, dayanılmaz bir arzu duydu; fakat mahcup, korkak ve iradesizdi. Sonra
da için için Seniha'ya kızgındı. Kendi kendine: Beni neden beklemedi?
diyordu. Başkalarıyle dolaşmayı benimle konuşmaya tercih edişindeki sebep
nedir? Bana karşı hiçbir temayülü yok mu? O kadar duygulu, o kadar heyecanlı
bir ruh, benim ruhumdan başka kimin ruhuna eş olabilir? Macit Bey benden daha
mı zarif? Nazif Bey benden daha mı anlayışlı? Faik Beyde sevilecek ne var? Bu,
ara sıra tuhaflık ettiği ve hikayeler söylediği için herkesin hoşuna giden bir
adamdır. Hakkı Celis, ondan nefret ediyordu. Seniha'nın etrafındakilerden de
tiksiniyordu; fakat Faik Beye karşı hususi ve derin bir kini vardı. Neden?
Sebebini tayin edemiyordu. Bu adamda kendine karşı tepeden bir bakış seziyor
ve bütün muamelesini küstah ve kaba buluyordu: Her şeyi bilirim
iddiasındadır, diyordu. On sene Avrupa'da dolaşmış, hala Musset'nin kim
olduğunu bilmiyor. Ne şımarık bir adam. Hakkı da var ya, o kadar yüz
veriyorlar. Doğrusu; Seniha'ya şaşıyorum.

Bununla beraber Seniha'nın kaç defa onun aleyhinde bulunduğunu hatırlıyordu;


hem de ne kadar şiddetli bir lisanla... Bir mükalemede Faik Bey ismi geçer
geçmez daima Fransızca, 'Ah! le filou! diye haykıran Seniha değil midir?

Hakkı Celis kaç defa onun ağzından Faik Beyin rezaletlerine dair hikayeler
dinledi. Yok, yok, Seniha onu sevemez, bu kabil değildir; diyordu. O da
benim gibi bilir ki, bu adam gayet sathi, hissiz ve gösterişten ibaret bir
mahluktur! Hakkı Celis bu kati hükmün sonunda: Lakin şu muhakkak ki beni de
sevmiyor! derdi. O halde kimi? O halde kim onun muhabbetine layıktır? Ve onun
muhabbetine layık olmak için ne yapmak lazımdır? Hakkı Celis, her türlü
fedakarlığa hazır olduğunu hissediyordu. Şöhreti cihanı tutmuş bir büyük şair
veya şanı dillere destan bir büyük kahraman olsa, acaba kendini ona
sevdirebilir miydi? Siyaset aleminde bir büyük rol oynasa, günlerce gazeteler
kendinden bahsetmeye başlasa, acaba bir parça hayranlığını, bir parça
alakasını celbedebilir miydi? Hakkı Celis: Hayır, bunların hiçbiri değil,
fakat sevmek, daima sevmek! diyordu. Sonuna kadar, her şeye rağmen, ezalar,
cezalar, hummalar ve gözyaşları içinde ve hastalıklar ve ölümler önünde daima
sevmek.

Çemberlitaş'a geldiği, zaman, artık ne uzvi, ne manevi kuvveti kalmıştı.


İçi siyah, karışık, kesif ve ağır bir şeyle doluydu. Hakkı Celis, konağın
kapısından girerken: Belki de en iyisi, bu muhabbet yolunda ölmektir, dedi.
Bu içimdeki zulmeti uzun ve ateşin bir şür halinde onun önüne dökmek ve
ölmek...

Fakat, merdivenlerden çıkarken sofadan ninesinin sesini işiterek, küçük bir


çocuk gibi korktu, saat kaçta geldiğini görmesin diye bir köşeye sindi,
saklandı.

:::::::::::::::::::

IV

Seniha, iç sıkıntısından bitiyordu. Gönlü hiçbir şeyle avunamıyordu.


Etrafındakilerin seslerinden, sözlerinden, kahkahalarından, daima aynı tarzda
tekerrür eden seslerden artık usanmıştı. Bütün tanıdıklarından, kadın erkek,
ayrı ayrı nefret ediyordu: Bahusus, Hakkı Celis'in inşatlarına artık hiç
tahammülü yoktu; geçen gün o konağa gelir gelmez, bu odasına çekildi ve
kendini yok dedirtti. Esasen birkaç günden beri odasından dışarıya hemen hiç
çıkmıyor gibiydi; ne görmek, ne görünmek istiyordu. Evin içindekilerden biri
yanına girip çıktıkça, fena halde muazzep oluyor (Eziyet çekiyor,sıkılıyor) ve
sorulan suallerin hiçbirine cevap vermiyordu.

Mütemadiyen okuyordu. Kardeşi Cemil'e: Aman kitap, aman kitap! diyordu ve


Cemil eve her dönüşünde ona beş on , cilt birden getiriyordu. Bu günler
zarfında Seniha'nın sabahtan akşama kadar üç romanı üst üste sigara içer gibi
okuduğu oldu. Hepsini de bitirdikten sonra, içi sıkılarak bir köşeye
fırlatıyordu. Bu kitapların hiçbirisi arzusuna göre değildi; bazısı budalaca
hayali, bazısı hayvanca hakikiydi, bazısı da o kadar sönüktü ki, okunduktan
sonra hatırda hiçbir iz bırakmaksızın kapanıp gidiyordu.

Seniha, tipiye tutulmuş bir kimse gibiydi; saniyeler ve dakikalar sıkı bir
kar kasırgası halinde, yüzüne, göğsüne çarpıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün
içinde birbirinden şiddetli iki sinir buhranı geçirdi. Bir defasında Naim
Efendi de hazırdı. Biçare ihtiyar, ömrü boyunca bu kadar acılı bu kadar
heyecan verici bir manzara görmemişti. Yavrucağın vücudu, görülmez bir elin
delice bir hareketle kıvırıp büktüğü bir urgan parçası gibiydi. Sesi ve nefesi
dişlerinin arasına sıkışmış, uzun, parlak tırnakları birer ince hançer uçları
halinde avucunun etine saplanmıştı. Naim Efendi:

Aman, ellerini açınız rica ederim, ellerini... diyordu.

Ve hekimin öğrettiği bir usul üzerine yumruklarını var gücüyle genç kızın
kursağına bastıran Madam Kronski'yi omuzlarından tutup geriye çekmek
istiyordu.

O günden beri Naim Efendi, Seniha'nın bu derdine bir çare aramakla


meşguldür. Başvurmadığı hekim kalmadı. Tıpla alakası olmayanlardan bile salık
istiyordu. Bununla beraber, ne evin içinde, ne hariçte hiç kimsenin kendi
endişesine iştirak ettiğini görmedi, onun için kalbi biraz müsterih oldu.
Diğer taraftan hekimlerle müşaverelerinin neticesinde de anladı ki, bu
öldürücü hastalık değildir, evlenmek ve doğurmakla geçer, gider. Naim Efendi
o günden beri torununu evlendirmek çarelerini düşünmeye başladı. Bu maksadını
evvela kızına açtı. Seniha'nın annesi her sözü tasdik eden kadın
kadınlardandı.

İnşallah sayenizde o mürüvveti de görürüm;' dedi; fakat, ne çare ki


Seniha katiyen arzu etmiyor; babası da yirmisini geçmeden olmaz, diyor.
Şimdiye kadar kaç görücüyü kapıdan çevirdik. Sağ olsunlar, çocuklar da
babaları da bir fikirde, bir tabiatta... Eski adetlerimizin hiçbirini kabul
etmiyorlar. İlle, bey, görücü denildi mi, küplere biniyor...

Naim Efendi, görücülere karşı evin içinde böyle bir muhalefet ittifakının
mevcut olduğundan haberdar değildi ve evlenmek çağına gelmiş bir genç kızın
görücüye çıkmasındaki mahzuru hissedemiyordu.

Kızla erkek, birbirlerini bulup tanışacaklar, görüşecekler, sevişecekler,


aralarında evlenmeye karar verecekler. Neden sonra bu karar, ana babaya
tebliğ olunacak ve nikah aktedilecek! Kim bilir, kimi intihap eder!(Seçer)
diyordu. Hususiyle, bütün o tanışıp sevişmelerinden sonraki nikah, ona, gayri
tabii ve fuzuli bir merasim gibi geliyordu. Şüphesiz her şey bu nikahtan evvel,
kimsenin haberi yokken, kendiliğinden olup bitiveriyor ve bu hal, izdivaçtaki
meşruiyeti, ahlakiyeti ta esasından mahvediyordu. Oğlan ve kız, karı koca
olmazdan evvel, ana ve babadan gizli aşık ve maşuka, yani zani ve
zaniye (Zina eden erkek ve kadın) oluyorlardı.
Bir zevk ve huzur yuvası olmaktan ziyade, analık ve babalık gibi kutsi ve
insani birtakım vezaifın menbaı (Görevlerin kaynağı) olan mübarek aile ocağına;
evvelce tanışıp sevişmiş bu genç çift, müşterek bir günahın lekesiyle
kirlenmiş olarak girecekti.

Naim Efendi, kendi kendine:

Badema, böyle bir çift arasında hürmeti mütekabile (Karşılıklı saygı)


nasıl caris olabilir? O ilk zaaf ve mağlubiyet dakikasının hatırası, ikide bir
onları utandırmaz mı? Kadın, erkeğin ne kadar nefsine mağlup, erkek kadının
ne kadar mukavemetsiz, ne kadar haysiyetsiz olduğunu düşündükçe bu ondan o
bundan akıbet (Sonunda) nefrete başlamaz mı?

Naim Efendi, mutaassıp bir adam değildi; harem ve selamlık usullerinden


çoktan vazgeçmişti. Seniha'yı ve kızını erkekler içinde başı açık görmeye
çoktan alışmıştı. Fakat, bazı yeni adetleri sadece güzel ve hoş bulmuyordu.
Nitekim, yeni tarz evlenmeler de ona, fena olmaktan ziyade, çirkin ve tatsız
geliyordu. Düğünden evvel birbirlerini o kadar iyi tanıyan kızla oğlan için
gelin olmanın, güvey girmenin artık ne sırrı, ne heyecanı, ne cazibesi kalır?
Duvağı açan el titremeden, duvağı açılan yüz kızarmadan birbirine
yaklaşanların düğünlerindeki sevinç ve saadetin manası nedir? Ah, yeni yetişen
nesil ne acınacak bir haldeydi? Yannki çocuklar saygı, itaat ve görenek gibi
kayıtlardan kurtulacak, fakat aynı zamanda bu kayıtların temin ettiği
zevklerden, saadetlerden de mahrum kalacaktı. Gittikçe sathileşecekler;
gittikçe kabalaşacaklardı ve akıbet başıboş bırakılmış hayvanlar gibi,
oradan buraya, buradan oraya atılıp dururlarken, günün birinde ya bir çukura
düşecekler, ya da bir suda boğulacaklardı.

Seniha, şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstünde gibiydi. Fakat,
kendini daracık bir saha içinde, mahsur ve mahpus hissediyordu. Ruhunda çılgın
cevelanların, bitmez tükenmez mesafelerin hasreti vardı. En küçük teferruatına
kadar her şeyini ve her tarafını bildiği ve ezberlediği bu evden, doğduğu
günden beri daima aynı havayı yuta yuta adeta bunaldığını hissettiği bu
memleketten kaçmak, uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş şeylere doğru gitmek
istiyordu. Avrupa'nın şenlik ve aydınlık şehirleri, onu büyülü bir surette
kendine doğru çekiyordu. Çölde yürüyene serap neyse, Seniha'ya Avrupa oydu. Ne
yapsa, ne işlese hep oraya gitmek içindi; bulunduğu yerin hiçbir şeyinde gözü
yoktu. Bütün gün o ziyaretlere gidişleri, o misafır kabul edişleri, o
mağazadan mağazaya dolaşışları, etrafındaki gençlerle o şuhlukları, o piyano
çalışları, dans edişleri, giyinişleri, süslenişleri, bütün o çılgınlıkları,
durgunlukları hep bu hasreti avutmak; bu derdi unutmak içindi. Seniha'ya göre
İstanbul'da hiçbir şey dikkate değmezdi; buradaki hayatın herhangi nevinde
olursa olsun, gönül bulandırıcı bir yavanlık vardı. Ara sıra Faik'e:

Size şaşıyorum Faik Bey! derdi. Bu şehirde hiç sıkılmıyor gibisiniz; daha
doğrusu, her şeyle avunup eğlenebiliyorsunuz. Siz ki Avrupa'da büyüdünüz,
oradaki hayata alıştınız, nasıl oluyor da oraya tekrar dönmek ihtiyacı bile
hissetmiyorsunuz?..

Faik Bey gayet alafranga bir kahkaha ile güler:

Avrupa mı? Ah! J'an ai soupe ma chere (Ah! Orası bıkkınlık verdi
hayatım!) derdi ve bu genç adam, Seniha'ya bu cihetten de harikulade
görünüyordu, zira kendi kalbinde en ateşli arzuları, en yüksek emelleri teşkil
eden şeyler bu adam için evvelce tadılmış, duyulmuş ve bıkılmış birtakım
bayatlamış tatlardan ibaretti.
Seniha, zevk ve haz bahsinde Faik Beyin çiğneyip, emip yere attığı
meyvelerin posasına, ağzının suyu akarak, dişlerini uzatan bir obur dilenci
gibiydi; kendisi de, Faik Beyin yanında biraz bu kadar aşağılara indiğini
hissederdi. Bunun içindir ki kalbinin bir köşesinde bu genç adama karşı gayet
gizli, fakat had bir kin taşımaktadır. Diğer taraftan Faik Bey de farkına
varmaksızın bu kini beslemekte ve alevlendirmektedir. Seniha'ya karış
muamelesi ya soğuk bir tarzda hürmetkar, ya arkadaşça laubali veyahut sadece
şakacıydı. Bazen sahte ve istihza ile karışık çapkınlıkları, şuhlukları da
olurdu ve tam Seniha bunları ciddi telakki edeceği sırada, bu hafif ve havai
genç, avucunun içinden kayıp giderdi: Geçen yıl öyle anlar oldu ki, Seniha,
onu delicesine sevdiğini zannetti. Zira o zamanlar Faik Beyin
şaklabanlıklarına nihayet olmuyordu. Gününe, saatine göre, kah şefkatli, kah
sadece okşayıcı, kah kıskanç ve mütecessis bir adam şekline girerdi. Herkesin
önünde Seniha'nın ta gözleri içine bakışları, yanına yaklaştığı zaman
dizleriyle dizine bir temas edişleri, yalnız kaldıkları vakit derin derin
susuşları vardı ki, genç kıza o zamana kadar hiç tanımadığı tatlı bir korku
verirdi.

Seniha, bütün aşk ve macera oyunlarını Faik Beyle kendi arasında geçen bu
için için yapılan münakaşada öğrendi ve ne vakit ki Faik Beyin harekatında
lakaydiye benzer bir değişiklik sezmeye başladı, o zaman bu oyunda muvaffak
olmak için ne kadar çok maharete, ne kadar çok idmana muhtaç olduğunu
hissetti. Kendi kendine aylarca: Beni çok acemi buldu, mutlaka beni çok acemi
buldu! dedi.

Vakıa Faik Bey, onu çok acemi bulmuştu. Küçük yaşından beri pek güzel, pek
zarif kadınlar tarafından sevilip okşanmaya alışmış bu genç adam için,
on altı, on yedi yaşında bir genç kızın muhabbetini kazanmaya çalışmak, onun
için bir züldü. Faik Bey, sevilmek için sevenlerdendi. İsterdi ki, kadın ona,
gözleri ve dudakları ateş içinde, dizlerinin üstünde sürüne sürüne gelsin.
Ufacık bir gurur, ufacık bir mukavemet onun bütün gayretini kırardı. Seniha
ile işte böyle oldu. Vakıa bu genç kızda hiç mukavemet niyeti yoktu. Fakat,
vücudunda genç kızlığın bütün vahşeti ve toyluğu vardı. Mütemadiyen kaçmak,
kovalanmak istiyordu. Faik Bey ise bu mütemadi kovalamaya hiç gelemezdi.

Zira, Seniha'ya karşı düşkünlüğü geçici bir hevesten ibaretti. Ona devamlı
hisler telkin edecek, ancak olgun ve bilgiç kadınlardı. Faik Bey,
arkadaşlarına kadından bahsederken: Otuzundan aşağısını geç! derdi ve
hayatta yegane emeli, seçkin ve zengin bir dulla evlenmekti.

Seniha'nın Faik Beye karşı duyduğu kinin başlıca sebeplerinden birisi de,
böyle zengin bir izdivaç peşinde koşuşuydu. Belki bu genç adam, kendisini
zengin olmadığı için horgörüyordu. Vakıa Seniha, paraya ehemmiyet vermeyen,
daha doğrusu, para mefhumunu şiddetle hissetmeyen kibar ve hayali aile
kızlarından değildi, kanında bu hasis arzuyu epeyce yüksek bir hararet
derecesinde tutan yabancı bir unsur vardı; zira, ne annesi, ne babası
tarafından böyle bir hırsa tevarüs (Mirasa konma, kalıtım yoluyla geçme,
soyaçekim) ettiğine ihtimal verilemez: Bununla beraber, şuna da
hükmetmemelidir ki, Naim Efendinin torunu, parayı para için seven
kızlardandır; bu rezilet (Kötü huy) onda fazla süslenmek, fazla eğlenmek,
geniş yaşamak, çok seyahat etmek arzularından doğmuş bir histen başka neydi?..

Seniha'nın, işte bu emellerine mani olan ve adına müzayaka denilen şeyle;


boğup mahveden havaya tahammülü yoktu. Bunun içindir ki, o da ara sıra Faik
Bey gibi, zengin bir izdivaç hulyasına kapılıyor ve fakat aynı hulyayı
başkalarına bir ayıp şeklinde göstermekten de vazgeçemiyordu.
:::::::::::::::::::

Hekimler, Seniha'ya biraz, yer ve hava değiştirmeyi, biraz kırlarda ve


denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler, bunun içindir ki, Naim Efendinin
torunu, Madam Kronski ile beraber bir haftadan beri Büyükada'da bulunuyorlar.
Burada, halası Necibe Hanımefendinin köşkünde misafirdirler.

Servet Beyin hemşiresi, zevcinin vefatından beri aşağı yukarı beş senedir,
yaz kış hep Büyükada'da oturur. Köşkü, Hristos'ta tamamıyle çamlar içinde,
gölgeli ve asude bir köşededir. Şehre nadiren iner, akraba ve taallukatıyle
hiç görüşmez ve karşıdan bütün zevkini tek başına kalmakta bulan bir hanım
gibi görünür. Halbuki hayatı, için için gayet karışık ve gayet gürültülüdür;
merhum zevci gibi delikanlılara, taze kadınlara, içkiye ve saza, yaşla hiç
sönmeyen bir düşkünlüğü vardır. Yaz ve kış, gece ve gündüz eğlencesiz geçen
zamanı nadirdir. Ya kendisi günlerce gider, ya ona günlerce gelinir.

Boş zamanlarında ise birtakım izdivaç işleriyle, muaşaka (Sevişme,


karşılıklı aşk) entrikalarıyle meşguldür. Derler ki, Necibe Hanımefendi bu
işlerle kendine maddi menfaatler temin ediyor. Lakin bu bir iftiradır. Necibe
Hanımefendinin birçok gence kız bulduğu ve birçok dul kadınlara koca aradığı,
pek çok sevdalıları çatısının altında banndırdığı doğrudur. Fakat, uzaktan
ciddi gibi görünen bu işler, onun için bir eğlence ve bir zevkten ibarettir.
Nitekim bu kadın, bir haftadan beri, biraderinin kızına belki ellinci defa
olarak, yarı şaka, yarı ciddi:

Kız, gönlünü avutmaya bak; kız, gönlünü besle! deyip duruyordu.

Seniha, halasını çok sevmekle beraber, onu pek bayağı bulurdu. Ne giyinişi,
ne yaşayışı, ne söz söyleyişi, onun zevklerine göre değildi. Necibe Hanım,
yüzünün yüzlerce derin çizgisine rağmen hala düzgün yürüyor, gözlerine sürme
çekiyor ve saçlarını açık sarıya boyuyordu. Kıyafeti yüzünden daha az
şatafatsız değildi; türlü renkte ipekler içinde tıpkı egzotik rollere
çıkmış bir opera aktrisine benziyordu.

Seniha, Ada'ya geldiği günden beri, halasiyle gezintilere çıkmaktan


çekiniyor, fırsatını bulursa, madamla beraber yalnız çıkıyor veyahut evde
kalıyordu. Zavallı Necibe Hanımefendi, bu acayip tabiatlı kızı nasıl
eğlendireceğini bilmiyordu:

Bari, Şişli'deki arkadaşlarını çağır; hazzettiğin kimseler varsa onlarla


gez, eğlen! diyordu.

Zira Seniha, halasının evine gelip gidenlere ancak selam veriyordu. İkide
birde Madam Kronski'ye:

Ne kadar fena giyiniyorlar; eğlenceleri ne kadar adi! diye söyleniyordu


ve halası, onun bütün tavırlarından, gizlice yüzünü ekşitmelerinden, kendi
cemiyetlerine ne kadar yabancı olduğunu, hissediyordu. Bir gün Seniha'ya
haber vermeksizin Cemil'i çağırttı ve dedi ki:

Oğlum, zannedersem hemşirenin burada fena halde canı sıkılıyor; çünkü,


ahbaplarından ve akranlarından uzaktır. Kendisine kaç defa söyledim. Burası
senin evindir. İstediğin kimseleri çağır diye... Anlaşılan, bana ağırlığı
olur fikriyle istemiyor. Halbuki bana şu kadarcık, ağırlığı olmaz. Köşk
geniş, ben kalabalığı severim, bahusus etrafımda sizin gibi gençler olursa
büsbütün içim açılır. Göreyim seni; git ne kadar neşeli dostlarınız varsa,
hepsini topla gel!..

Cemil için bu, beklenmedik bir nimet oldu. O da halası gibi her türlü
eğlentiye düşkündü; hususiyle kaç zamandır sevdiği kadın elinden gideli
Beyoğlu'nda ne yapacağını, nasıl vakit geçireceğini bilemiyordu. Halasıyle
mükalemelerinin (Konuşmalarının) ertesi günü, İstanbul'a döndü ve çarçabuk
bir arabaya bindi, doğru Belkıs Hanımın evine gitti, üç ay evvel zengin bir
ihtiyar mebusla evlenen bu genç kadın, evinde can sıkıntısından çatlıyordu.
Bu daveti kabul etti. Cemil oradan, Nuriye ve Neyyire Hanımlara uğradı. Bu
iki hayali ve edebi genç kız için Büyükada adeta bir arz-ı mev'ut (Kutsal
kitaplarda Filistin için kullanılan deyim, tanrının kullarına vadettiği
toprak) idi; ikisi birden:

Ah, ne iyi, tam da mehtap!.. dediler.

Sonra: Kimler var? diye sordular. Cemil:

Erkek namına, yalnız benle Faik, dedi.

İki hemşire, suni bir hüzünle:

Ah, Hakkı Celis yok mu? Bizim küçük şairimiz! Hakkı Celis! dediler.

Cemil'in onu çağırmaya hiç niyeti yoktu. O da hemşiresi gibi bu sersem


çocuğu manasız ve tahammül edilmez buluyordu. Mamafih, garip bir tesadüf eseri
olarak, onlar tam böyle konuştukları sırada hizmetçi, Hakkı Celis'i odaya
getirdi. Genç kızlar hem sevinci, hem hayreti ifade eder bir çığlık
kopardılar:

Gördünüz mü? Gördünüz mü? Şairin ilhamı ne kadar kuvvetliymiş!..

Ve Cemil'in söz söylemesine meydan vermeksizin genç adamı kendilerine


refakate davet ettiler. Cemil, oradan biraz kızgın çıktı; bütün keyfi
kaçmıştı. Akşam üstü Tokatlıyan'da Faik Beyi gördüğü zaman, Ada eğlencesi
tasavvurundan ve halasının davetinden adeta yarım ağızla bahsetti. Ve ertesi
günü sabahleyin hep bir arada, aynı vapurla gitmek mukarrerken
(Kararlaştırılmışken) O, akşam üstü en son vapura kaldı.

Bir haftadan beri yalnızken epeyce bıkmış olan Seniha için misafirlerin
böyle hep birden gelişi, beklenmeyen bir vakıa oldu:

Ah, ne iyi ettiniz, ne iyi! Yarabbim, ne büyük sürpriz! Bunu Cemil mi


yaptı? Aferin Cemil'e... Fakat, o nerede kaldı? diyordu.

Seniha'nın dostları, onun ikide birde bu suali tekrar edişindeki saklı


manayı anlıyorlardı. O nerede kaldı? demek Faik gelmeyecek mi? demekti ve
gülerek:

Gelmez olur mu? Mutlaka gelecek, Faik Beyle beraber...

Fakat akşam, Cemil'i getiren son vapurdan, Faik Bey çıkmayınca, Seniha
biraz evvelki neşesini kaybeder gibi oldu... Cemil:

Mutlaka gelecekti. Nasıl olur? Çantasını gözümüzün önünde hazırladı. Hotel


des Etrangers'ye inecekti, sakın gelmiş olmasın!..
Ve Cemil'in bu sözleri kalplerde hiç olmazsa yarın için biraz ümit
bırakıyordu.

O geçe Büyükada'da zümrüt renginde tatlı ve durgun bir mehtap oldu.


Çamların altında, yollarda sessiz bir kalabalık vardı. Bütün gezinenler,
hatta eşekler üstünde koşuşanlar bile mahzun görünüyordu. Ayın berrak
aydınlığı her şeye koyu karanlıkta daha ziyade esrar vermişti. Zira, herkeste
bir hayalet hali vardı ve ağaçlar birtakım canlı mahlukat gibiydi.

Hakkı Celis, ikide bir:

Seniha ablamın gözlerinin renginde bir gece... diyordu.

Fakat Seniha, bu sözü işitmiyordu. Cemil'le Belkıs'ın ortasında epeyce


hararetli bir muhavereye dalmış, önden yürüyordu. Nuriye Hanım:

Yeşil gözleri çok mu seversiniz? dedi.

Neyyire ilave etti:

Oh, ben siyahlara, koyu siyahlara bayılırım!,.

Bunun üzerine Hakkı Celis, gözlere dair yavaş sesle bir uzun şiir okudu. Bu
iki genç kız üzerinde şiirin tesiri adeta şehvet uyandırıcıydı. Bazen bir
mısrada ateşli bir dudağın temasını duyarlardı. Nuriye, ani bir heyecanla
genç adamın kolundan tuttu ve şiddetle kendisine doğru çekerek ağzını
kulağına yaklaştırdı:

Yeşil gözleri sevmeyiniz. Sizi anlayan siyahlardır, dedi.

Kendininkiler kömür gibi simsiyahtılar.

Hakkı Celis neye uğradığını bilemedi. İlk defadır ki, bir kadın eli onu bu
kadar şiddetle kendine doğru çekiyordu. Bütün vücudu kuvvetli bir rüzgar
hamlesine maruz kalmış bir dal gibi titredi. Genç kızlar, genç şairin
sallandığını hissetmişler gibi biri bir koluna, öbürü öbür koluna girdi, her
ikisi de iki tarafından kuvvetle bastırıyordu. Hakkı Celis, bü iki vücut
arasında kendini adeta bir kıskaç içinde hissetti. Yürümesini ve sözünü
şaşırdı. Fakat onlar konuşuyorlar ve kendini sürüklüyorlardı:

Ah, ne sevdavi (Sevda verici,sevda dolu) bir gece, ne sevdavi bir gece!..

Bu gece, Hakkı Celis için de pek sevdavi idi. Ayın her huzmesinden onun
kalbine bir his giriyordu. Her iki şür arasında bir kere genç kızlara diyordu
ki:

Bu gece kalbim Cemşid'in kadehi gibi, dolup boşalıyor, boşalıp doluyor.

Küçük şair, bütün coşkunluğunu önünde yürüyenden alıyordu. Gecenin bütün


şiiriyeti Seniha'da tekasüf etmiş (Yoğunlaşmış) gibiydi. Beyaz yeldirmesinin
içinde vücudu ne kadar narin, ne kadar seyyaldi: Sanki, ayın aydınlığından
yapılmıştı. Belkıs Hanım da, endamı pek mütenasip kadınlardandı. Fakat
Seniha'nın yanında adeta kısa ve tıknaz görünüyordu. Hareketleri ahenksiz,
yürüyüşü ağırdı. Ve şimdi, o da yanındaki genç kızlar gibi yürürken Cemil'e
asılıyordu; Cemil ise bir eliyle onu belinden tutuyordu. Hakkı Celis,
Seniha'nın yanında, Cemil'in bu hareketini pek kaba buldu. İçin için: Adeta
birbirlerine sarılıyorlar;' dedi. Seniha görürse, kim bilir ne kadar
utanacak! ve bir müddet için coşkunluğu geçer gibi oldu.

Dil'e yaklaşmışlardı; fakat Seniha, daha ileriye gitmek istemedi. Tozdan ve


kalabalıktan şikayet etti:

Şuracıkta, yoldan uzak bir yerde ağaçlar altında oturalım, dedi.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar, Seniha'nın bu teklifini işitmemişler gibi,


Hakkı Celis'i uzaklara götürüyorlardı. Seniha:

Ayol, çocuğu nereye götürüyorsunuz? diye seslendi.

Onlar, hala işitmiyorlarmış gibi, Hakkı Celis'i mütemadiyen çekiyorlardı.


Genç şair:

Dönelim... dedi.

Seniha'nın, Çocuğu nereye götürüyorsunuz? sözü, ta kalbine bir ok gibi


saplanmıştı. Bu sözde ya bir istihkar (Aşağılama) manası veya bir sitem vardı.
Hep bir araya geldikleri zaman hala kollarına asılan genç kızlardan
silkindi... Seniha'ya yaklaştı, gayet ölçüsüz bir sesle ve bir çırpıda;
dedi ki:

Abla, bana çocuk, dediniz. Fakat ben, sizi bir büyük adam gibi seviyorum.
Son kelimeleri söylerken sesi boğazında kurumuştu. Herkes gülmeye başladı.
Hali o kadar acayip, sözü o kadar sadedilane (Safça) ve bu hareketi o kadar
aniydi. Yanyana, gelişigüzel, yere oturdular. Hakkı Celis, yaptığı bu büyük
işin tesiri altında şaşkın, ayakta duruyordu. Seniha, şuh bir kahkaha ile:

Öyleyse, gel yanıma, itirafını tamam et; fakat yavaş sesle, dedi.

Hakkı Celis, kabahati affedilmiş muti (Uysal) ve mahcup bir çocuk tavrıyle
gitti. Neyyire Hanımla Seniha'nın arasına sokuldu. Seniha, eliyle genç adamın
ensesini okşuyor ve daima aynı acı şuhlukla:

Haydi, başla bakalım;' diyordu.

Yanıbaşlarında Belkıs Hanım, bir tarafını gıdıklıyorlar gibi, fıkır fıkır


gülüyordu. Hakkı Celis, yan gözle Cemil'e baktı. O, bu gülen kadının dizi
dibinde, yarı yatmış, yarı oturmuş bir vaziyette, hareketsiz ve süküti
görünüyordu. Fakat, Belkıs Hanım, hala o arka arkaya kahkahalarında devam
ederek:

Hakkı Bey, Cemil Bey gibi yapınız. Mutlaka muvaffak olursunuz, diyordu.
O zaman genç kızların üçü birden başlarını çevirip dikkatle onlardan tarafa
baktı. Cemil, bir kolu genç kadının beline sarılmış, diğer kolu ayaklarına
dolanmış bir haldeydi; ikide bir başını arka tarafından Belkıs Hanımın
ensesine doğru uzatıyor ve oraya üst üste hafif hafif öpücükler konduruyordu;
her öpücük arasında:

İşte böyle, işte böyle... Hakkı, baksana! Sana öğreteyim diye yapıyorum,
vallahi senin için!.. Yoksa hiç fena bir niyetle değil! diyor ve gülüyordu.

Hakkı Celis utancından yere geçiyordu, büsbütün sersemlemişti, yanında,


Seniha'nın mevcudiyetini bile unutmuştu. Kadınlıktan; erkeklikten
tiksiniyordu ve etteki sır, ona korku veriyordu.
Ertesi gün bu korkusu daha ziyade arttı. Faik Bey, ilk vapurla çıkageldi.
Onu, Hristos'ta bir kır yemeğine davet ettiler. Sofranın üstünde birçok bira
ve şarap şişeleri vardı, bunların arasında taze balık ızgaralarının kokusu
tütüyordu. Hava sıcaktı. Erkekler ceketlerini, kadınlar yeldirmelerini
dallara astılar. Yalnız Necibe Hanım sıkı sıkı örtülü kaldı. İhtiyar kadın bu
kadar genç arasında ve bu kadar iştah verici bir sofra karşısında bulunmaktan
son derece mahzuz görünüyordu. Yemekten evvel birkaç kadeh rakı istedi; fakat
mecliste yalnız Cemil'le Belkıs Hanımdır ki, onun bu arzusuna iştirak etti.
Faik Bey viskiden başka aperitif' içemiyor Seniha'ya gelince, onun yemek
arasında birkaç parmak şaraptan ve yemek üstüne bir iki kadeh likörden başka
içki namına hiçbir şeye tahammülü yoktu. Bununla beraber, ilk defa olarak bu
sofrada o kadar sık ve o kadar her şeyden içmeye başladı ki, bir köşede
büzülmüş kalmış olan Hakkı Celis, nihayet kendini zaptedemedi:

Ne yapıyorsunuz, rica ederim, hasta olacaksınız! diye haykırdı.

Seniha, yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla:

Sen lakırdıya karışma!.. Dün akşamki kabahatini ne çabuk unuttun? dedi.

Ve herkes birbirinin yüzüne bakarak gülümsemeye başladı. Faik Bey,


Seniha'nın yanıbaşındaydı; bir taraftan tabağında balık kılçıklarını
ayırmakta, diğer taraftan solunda oturan Belkıs Hanımın ayağına dokunmakla
meşgul, Seniha'ya doğru eğildi; biraz da, onunla alakadar görünmek için,
sordu:

Dün akşamki kabahat mi? O nasıl şey bakayım?

Seniha en şuh kahkahasıyle güldü ve cevap verdi:

A, monşer, bu çocuk, bana mehtapta ilanı aşk etti ,

Faik Bey, balığı çiğneyen dişlerinin arasından ağzı kapalı:

Ah, zavallı Piyero... diye mırıldandı. Bunun üzerine Faik Beyle


Seniha'nın aralarındaki mükaleme gittikçe sessizleşerek, gittikçe
hususileşerek devam etti:

Niçin zavallı?..

Zira akıbeti bir ağaç dalına asılmaktır; de Barnville'in mehtaptan daha


solgun Piyero'sunun aşktan çektiğini bilmez misiniz? Piyero'lar hep mehtapta
severler ve mehtapta ölürler.

Benim Piyerom neden mutlaka ölüme mahkum olsun?..

Çünkü, sizi seviyor. Siz... Dünyanın en egoist, en kendini beğenmiş...

Sizi benden böyle bahsetmekten menederim.

Görüyor musunuz, ne kadar mütehakkim ve zalimsiniz!..

Sizinle öyle olmak lazım. Çünkü pek yaramaz, pek inatçı ve pek dik
kafalısınız...

Faik Bey, masanın altında hırçınlaşan bir ayağı teskin için uğraşıyordu.
Seniha'nın son sözlerine cevap vermekte biraz gecikti; Seniha bir kadeh
şarabı bir yudumda içti ve şimdiden süzgün gözlerinin ucuyla Faik Beye
bakarak:

Susuyorsunuz, neden? dedi.

Susuyorum; fakat bu sükutumun manası, bir tasdik değil, bir protestodur.

Protesto... Bu pek siyasi bir kelime... Benimle daha açık konuşunuz! ,

Ne kadar açık konuşsam, beni o kadar az anlayacaksınız ve... Yahut anlamak


istemeyeceksiniz... Neye iyi...

Faik Bey, bu başbaşa muhavereye nihayet vermek istiyordu; zira, hem ağzı,
hem ayaklan, hem de diliyle meşgul olmak ona biraz müşkül geliyordu. Bundan
başka, sofradakilerin nazarı dikkatini celbetmekten de çekiniyordu. Genç
Hakkı'nın gözleri, hayret ve tecessüsle genişlemiş, bir saniye üzerlerinden
ayrılmıyordu. Nuriye ve Neyyire Hanımların kendilerini fazla ihmal edilmiş
bulan bir halleri vardı, vakıa aksi bir tesadüf eseri olarak veyahut
Belkıs'ın bir nisyanı (unutkanlığı) yüzünden iki hemşirenin arasına düşen
Cemil, ara sıra kadehlerine bira koymak ve kulaklarına çok fazla açık cinaslı
sözler fısıldamak suretiyle onlan meşgul eder gibi görünüyordu; fakat, pek az
edebi olan Cemil'in bu his ve hayalden ari arkadaşlığında ne Nuriye, ne de
Neyyire aradıkları zevki bulamıyorlardı.

Hakkı Celis ise fazla susuyor, somurtuyordu. Onun bu halinde, herkesi


iz'aç eden (Bıktıran, usandıran) bir şey vardı. Etrafındaki gençleri esasen
kafi derecede neşeli bulmayan Necibe Hanımefendi ise, çocuğun bu hüznü önünde
adeta öfkeleniyor ve onunla acı acı istihza etmek ihtiyacını duyuyordu; ikide
bir:

A, hiç böyle dilsiz şair görmedim, diyordu.

Sonra yavaşça Belkıs'ın kulağına fısıldıyordu:

Doğrusu çekilmez şey... Bu yaşımda bile; büyük sözüme tövbe...

Belkıs, beyaz dişlerinin dizisini ta uçlarına kadar gösteren geniş bir


tebessümle gülerek soruyordu:

Yanımdaki için ne dersiniz?

Bak, ona canım kurban. Allah için çekirdekten yetişme; azasının her
biriyle bir kadın idare ediyor.

Faik Bey de sözü işitti ve çapkın gözlerle ihtiyar kadına baktı:

Yalnız size yetişemiyorum, dedi.

Hakkı Celis, sofranın bu köşesinde söylenen sözlerin veya yapılan


hareketlerin manasını ancak tiksinecek kadar hissediyordu. Nihayet, sağında
oturan Nuriye Hanıma eğildi ve dedi ki:

Şairlerin sözleri hep yalan, sevda denilen şey, mutlaka bunların


yaptıklarıdır.

Gözlerinin ucu ile, Seniha'dan itibaren sol tarafta fısıldaşıp gülüşenleri


gösterdi. Elleri asabi, önündeki ekmeği ufalıyordu. Nuriye Hanım kim bilir
kaç kadeh biradan sonra ve biraz da can sıkıntısından adeta uyukluyor gibiydi,
lüzumsuz yere bir derin Ah! çekti ve ilk gördüğü bir insanmış gibi uzun
uzun Hakkı Celis'in yüzüne baktı:

Benimle beraber gelir misiniz? dedi:

Esasen Hakkı Celis'in arzu ettiği şey, bu sofradan bir an evvel uzaklaşmak,
kaçmaktı; hemen ayağa kalktı. Karşıdan, sağdan soldan deniz görünüyordu;
tenha, durgun ve cilalı bir deniz... O kadar tenha ki, Hakkı Celis kendini
gurbette sandı, o kadar durgun ki, ruhuna bir ölüm korkusu girdi ve suların
bu uzak pırıltısından gözlerine nahoş bir kamaşma geldi. Önde Nuriye Hanım
sendeleyerek, arkada o, kendisinden bezgin, çamlığın ücra ve gölgelik
yerlerine doğru yürüdüler.

Nuriye Hanım:

Ben biraz uzanayım. Siz başımda şiir söyleyin. Olmaz mı? diyordu.

Genç adam bir otomat gibiydi. Her nereye çekseler oraya gidecek, her ne
deseler onu yapacaktı. Ağaçlar altında, şurada burada oturanlara baktı.
Bunlar, dikiş diken kadınlar ve tavla oynayanlardı.

Bu durgun ve sıcak öğle saati hepsinde muayyen bir düşünce veya muayyen bir
hisle muayyen bir gayeye doğru hareket etmek kabiliyetini eritmiş gibiydi.
Koruda sesi işitilen, fakat kendisi gelmeyen bir rüzgar vardı.

Nuriye Hanım, pembe ipekli maşlahını yere yaydı, üstüne uzandı, kollarını
başının altına geçirdi ve Hakkı Celis'e:

Geliniz şöyle, ta yanıma! dedi.

Hakkı Celis, genç kızın ayakları ucuna oturdu. Yer, üst üste birikmiş kuru
çam dikenlerinden henüz cilalanmış parkeler gibi kayıyordu. Genç adam sırtını
ağaca dayadı ve dalgın dalgın önündeki vücuda baktı.

Nuriye Hanımın etekleri ta dizlerine kadar sıyrılmıştı; beyaz ipek


çoraplarının bittiği ve etinin başladığı noktalar gözüküyordu: Hakkı Celis
eğildi, eteklerini çekti, genç kızın bacaklarını örttü; o; yarı uykuda, yarı
uyanık gibiydi:

Hakkı Bey, bana Cenap'tan bir şiir okuyunuz, dedi.

Küçük şair, gözleri dalgın cevap verdi:

Hayır, hayır... Bugün içimde çok gam var; birtakım mağmum neşideler
(Üzüntülü şiirler) birtakım matemli ilahiler bilip söylemek isterdim.

Zavallı çocuk, demek çok mustaripsiniz?

Hakkı, gözlerini yere indirdi. Nuriye Hanım, gözleri hala yarı kapalı,
adeta mırıldanır gibi konuşuyordu:

Değer mi?.. Yazık değil mi ki sizin ilk aşkınız Fikret'in Nef'i için
dediği gibi böyle, 'çorak yere akıp gitsin!' O sizi asla anlayamaz; asla!..
Siz, sevgiyi destanlarda, çoban muaşakası masallarında Romeo ve Juliette'te
olduğu gibi anlıyorsunuz. O ise, İngilizlerin flört dedikleri muaşaka
tarzından başkasını bilmiyor. Flört muaşeret adabı icabatından (Görgü
kurallarının gerekliliklerinden) bir şeydir, halbuki aşk, sizin ve benim
bildiğim aşk öyle mi? Bu bir vahşi kuştur ki, bir salonda, bir eğlence ve
bir süs gibi dizden dize, omuzdan omuza dolaşması şöyle dursun, gagasının
dokunduğu yerde kanamadık et parçalanmadık kumaş; kanadının havasında
devrilmedik eşya, kırılmadık saksı kalmaz. O kadar vahşi, serkeş ve haşindir.
Düşününüz. Seniha tarzında, Belkıs tarzında kadınlar için böyle bir kuşu
eteklerine bağlayıp dolaşmak ne kadar kaba, ne kadar zarafete aykırı bir
şeydir!.. Zira, bu haddizatında salona sığmayan bir mahluktur, yuvası yalçın
kayalar üstünde veyahut çöllerin içindedir.

Hakkı Celis, mütehayyir (Şaşırmış, şaşkın) dinliyordu; Nuriye Hanım, bir


peri gibi gözleri önünde kıyafetten kıyafete giriyordu. Onu hiç bu kadar
güzel görmemişti.

Hakkı Bey, dedi; siz, Seniha'ya gülünç görünüyorsunuz. Zira, başınızın


üstünde bu kuşu taşıyorsunuz. Siz bu kuşu gayet beceriksiz bir tarzda ve pek
büyük bir ıstırapla taşıyorsunuz. İkide bir tepenize gagasını indirdikçe,
yüzünüze bin türlü garip işmizazlar (Kasılmalar,buruşmalar) geliyor,
gözlerinizi tuhaf tuhaf açıp kapayorsunuz.

Hakkı Celis:

Ne yapayım, söyleyiniz ne yapayım?

Tam bu sırada, küçücük kahkahalar, hafif çığlıklarla sofradakilerin


kendilerine doğru geldiğini gördüler. Faik Bey, hala Seniha ile Belkıs'ın
arasında yürüyordu; Cemil, Neyyire ve Necibe Hanımefendi arkadan geliyordu.
Hepsinin yüzü kıpkırmızı ve gözleri süzgündü. Seniha hiçbir zaman bugünkü
kadar güzel değildi. Gözlerinin etrafındaki esmer daire yanaklarına kadar
genişlemişti; ağzında olgun, sulu, serin ve taze bir meyvenin cazibesi vardı.
Kızıla bakan saçları, başörtüsünün altından bir alev gibi fışkırıyordu; yeşil
gözleri insana ta derinden ve bir pars bakışıyle bakıyordu. Nitekim, kendine
mahsus şuh ve laubali tavrıyle gelip de Hakkı Celis'in göğsüne uzandığı zaman
biçare çocuk kucağına patlayan ve yanan cinsinden tehlikeli bir cisim düşmüş
gibi ürktü. Şu saatte etraf tamamıyle tenha, onlar tamamıyle yalnız olsaydı
da Seniha ona: İşte kendimi sana verdim, ne istersen onu yap! deseydi,
genç adam hiç şüphesiz bu vücudu silkip itecek ve haykırarak, bayırlardan
tepelere, tepelerden sahillere kaçıp gidecekti. Bir kadın vücudunu zapt ve
idare etmekteki müşkülatı adeta adaleleriyle hissediyordu. Faik Bey,
Seniha'nın ayakları ucuna oturur oturmaz, içinden bir rahatlık duydu; bir
tehlikenin önünde iki kişiydiler. Lakin, Faik Beyin oturmasıyle kalkması bir
oldu. Belkıs Hanım, ta uzakta yalnız başına bir hasır üstüne uzanmış, genç
adama sesleniyordu. Seniha, yeşil gözlerinin en yırtıcı nazarıyle Faik Beyin
yüzüne baktı:

Nereye? dedi.

Hakkı Calis, Faik Beyi ilk defa olarak şaşkın bir halde gördü. Seniha
emretti:

Gitmeyeceksiniz!

Ve parmağıyle ayaklarının ucunu işaret verdi. Genç adam, tekrar yerine


oturdu. Bütün nazarlar onun üzerindeydi. Nuriye, kirpiklerinin arasından yan
gözle, Neyyire, Necibe Hanımın omuzunun üstünden hayretle ve Necibe Hanım
iki genç kızın arasında mütebessim, Faik Beye bakıyorlardı Belkıs Hanımın,
yattığı yerden onu çağırışı, Seniha'nın ona, Gitmeyeceksiniz deyişi, Faik
Beye, birdenbire, iki dişi arasında paylaşılamayan bir erkeğin esrarengiz
nüfuzunu verdi ve o andan itibaren bu genç adam, Ada'da eğlenen bu küçük
grubun yegane ağırlık merkezi oldu. Onun bu hareketi, umumi muvazeneyi
bozuyor ve bu vaziyeti, herkesi etrafına topluyordu. Kahkahalar ondan geliyor,
yine ona gidiyordu, fısıltılar onun ismiyle başlıyor ve yine onun ismiyle
nihayet buluyordu, o öfkelendiriyor, o yatıştırıyordu. Nafile yere Cemil,
Belkıs Hanımı teselliye gitti; genç kadın, hasırın üstünde böğrüne kurşun
yemiş bir geyik gibi gözleri yaşlı, ağzı kasık kaldı. Nafile yere genç kızlar
Hakkı Celis'in şiirleriyle avunmak istediler; fakat, ne gözlerini, ne
fikirlerini bir türlü Faik Beyden başka bir yere çeviremediler; genç adamın
bir saniyelik dikkatini celbetmek için bin türlü işveler ve cilveler yapmaya
başladılar. Vücutlarının her hareketine bir maksat ve bir mana koydular.
Neyyire, ikide bir kollarını kaldırıp saçlarını düzeltiyordu: Ta ki kısa ve
bol olan yenleri tamamıyle sıyrılsın da mevzun ve beyaz kolları ta omuz
başlarına kadar görünsün diye; Nuriye, yattığı yerden muttasıl sağdan sola,
soldan sağa dönüyordu: Ta ki kalçaları bir köpük kadar seyyal ve yumuşak
kumaşı altında en sabit ve en mükemmel şeklinde çizgilensin diye... Necibe
Hanımefendi bile yerinde duramaz olmuştu. Bu ihtiyar kurt, Faik Beyde
kendisine, Gitmeyeceksin! Kalacaksın! denilen cins erkeğin kokusunu
almıştı; mütemadiyen göz süzüyor, boyun kırıyor ve her fırsatta bir cinaslı
söz söylüyordu.

Faik Bey ise, muti, mütevazi, Seniha'nın ayakları ucunda oturuyor ve yalnız
ara sıra ellerini bu ayakların üstünde hafifçe gezdirmekle iktifa ediyordu.
Seniha'da, serkeş bir atı zapt ve idare eden mahir bir binici gururu veyahut
nadir bir avı pençesinde tutan bir yırtıcı mahluk hazzı vardı; ara sıra
gözlerinde madeni parıltılarla genç adama bakıyordu.

Vakta ki gece mehtaba çıktılar. Seniha ile Faik Bey uzun bir müddet gözden
kayboldular. Yırtıcı kuş, avını Ada'nın öyle bir köşesine götürdü ki, gündüz
bile kimsenin bulup görmesi muhtemel değildi. Faik Bey, ömründe ilk defa
olarak bir genç kızın ve hususiyle Seniha'nın elinde kendini bu kadar zayıf
ve iradesiz buluyordu; vakıa bütün günün yorgunluğu, bütün günün sarhoşluğu
sinirlerinde mukavemet ve muvazene namına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Seniha önde, o arkada, yokuşlardan kayıyorlar, çitlerden atlıyorlar, küçücük
yarlardan inip çıkıyorlardı; Faik Bey ikide birde:

Beni nereye götürüyorsunuz? diyordu.

Yorgolu sırtının, tenha koylarından birine doğru iniyorlardı.

Seniha:

Ben de bilmiyorum, deyip gülüyordu. Bana hiçbir şey sormayınız, hiç


sesinizi çıkarmayınız. Bu gece bütün kaprislerime riayet edeceksiniz; işte o
kadar!..

Böyle söyleyerek genç adamı, bazen elinden, bazen yakasından tutup


sürüklüyordu. Epeyce dik ve tehlikeli bir yokuştan, elleriyle çam dallarına,
ayaklarıyle taş parçalarına tutunarak, nihayet sahile indiler. İkisi de soluk
soluğaydı. Bununla beraber Seniha'da gittikçe artan bir neşe vardı; yerinde
duramıyordu. Bir çocuk gibi denize taşlar atıyor, sonra dönüp Faik Beyin
yakasından çekiyor:

Daha yüıvyelim, daha yürüyelim! diyordu; baksanıza, bu deniz değil, bu


bir bahçe... Bu geniş, geniş nihayetsiz bir bahçe... Baksanıza, ne kadar çok
sarı güller, ne kadar çok mor menekşeler, ne kadar çok beyaz papatyalar var.
Bu nihayetsiz bahçenin bölümlerinde türlü türlü çiçekler fışkırıyor; görmüyor
musunuz, bu bölümler arasındaki yollar ki dolaşa dolaşa ta ufuklara kadar
gidiyor. Bu yollarda yalnız ay denilen soğuk hayalet mi gezinecek? Yürüyelim,
yürüyelim. Bir daha dönmemek üzere... Niye duruyorsunuz? O kadar yorgun
musunuz? Ne çabuk, ne cabuk kuvvetten kesildiniz? Niçin nihayete kadar
gidemiyorsunuz? Niçin?

Genç kız, bir müddet böyle söyleyerek denizi taşlamakta ve Faik Beyin
elinden çekmekte devam etti; sonra birdenbire nefesi tükenmiş ve dizlerinin
bağı çözülmüş gibi sahilin çakılları üzerine çöküverdi. Faik Bey, hala sessiz,
ayakta duruyordu; Seniha'nın taşkınlıklarından bezmiş, sıkılmış bir hali
vardı. Genç kız şimdi, mahzun ve dalgın görünüyordu; neden, sonra başını
kaldırdı, munis ve durgun bir sesle:

Niçin yanıma oturmuyorsunuz, Faik Bey? dedi.

Faik Bey, ağzını yüzünü buruşturarak taşların üstüne oturdu ve bir şey
söylemiş olmak için:

Gecenin aydınlığı gökten mi iniyor, denizden mi çıkıyor... Belli değil,


dedi.

Seniha cevap vermedi, sonra ikisi birden derin ve uzun bir sükuta daldılar.
Faik Bey, bir sürü ufak tefek işlerini, müddeti gelmiş borçlarını, Boter'e
ısmarladığı kostümünü, oteldeki yatağını, isimleri unutulmuş bazı kadın ve
erkek simalarını düşünüyordu. Neden sonra, yine bir şey Söylemiş olmak için
dedi ki:

Bakınız karşı sahillerdeki ışıklar birer birer nasıl sönüyor.

Seniha yine cevap vermedi. Bir dua veya murakabe vaziyetindeydi. Vakıa bir
salonda, bir musiki dinler gibi ayak ayak üstüne atmış ve ellerini dizinin
üstüne kilitleyerek oturmuştu. Kolları lüzumundan fazla uzun, ince ve beyaz
görünüyordu. Genç adam, yan gözle Seniha'yı süzmeye başladı ve içinden:
Hiç de fena değil! dedi.

Seniha, bu mehtap gecesini teşkil eden tabii unsurlardan biri gibiydi.


Giyindiği esvap, sudan ve köpükten, eti ve derisi ay aydınlığından; saçları
ateştendi ve mehtabın bütün esrarı ondaydı. Faik Bey yarı can sıkıntısı ile,
yarı tecessüs ve merak saikasıyla bu ışıldayan tayfa dokunmak, sokulmak
ihtiyacını hissetti. Evvela, bastonun ucu ile genç kızın ayaklarına bir iki
hafif darbe vurdu; diğer elini sırtında dolaştırmaya başladı, sonra eğildi,
eteklerinin kıvrımlarını düzeltir gibi birtakım hareketler yaptı. Seniha yine
kımıldamıyordu, genç adam, genç kızı yavaşça belinden kavradı ve onu kendine
doğru çekti.

Tam bu sırada üst taraflarındaki korudan aşina sesler duyuldu.

:::::::::::::::::::

VI

Senihaların Ada alemleri bununla nihayet bulmadı. Ertesi gün, Faik Bey,
Yorgolu'da bir akşam ziyafeti verdi. Cemiyet aynı cemiyetti, fazla olarak
Faik Beyin otelde tesadüf ettiği eski tanıdıklanndan Beyoğlulu bir genç kadın
ve Ada'ya geldiği günden beri hastalıktan bir türlü baş alamayan Madam
Kronski de vardı. O akşamki eğlenti bu iki yabancı kadın yüzünden için için
tedirgin ve üzüntülü geçti. Zira, Faik Beyi paylaşamayanlar, dörtken beş oldu
ve Frenk kadınları önünde mümkün mertebe terbiyeli, temkinli, medeni durmak
lüzumunu, fazla haykırışmalar, fazla gülüşmeler, coşkun ve laubali hareketler
halinde dışarıya taşmak isteyen bütün bu ruhların, kaplarında sımsıkı kapalı
kalarak ekşimesine sebebiyet verdi. Ferdası akşam, Necibe Hanımefendinin
köşkünde yarı alafranga, yarı alaturka bir alem daha yaptılar ve gece geç
vakit eşeklerle tur a çıktılar. Bu tur safası baştan başa, nihayete kadar
hoş, tuhaf hadiselerle geçti. Hakkı Celis'in eşeği mütemadiyen arkaya
kalıyordu. Kafile, çığlıklar, kahkahalar ve şarkılarla uzaklaşıp gidiyor,
genç şair ikide bir gözden nihan oluyordu. O zaman:

A, bizim Şanso nerede kaldı, yıne nereye kaldı? deniliyordu.

Her ağızdan Hakkı Celis'e dair bir tuhaf söz çıkıyordu. Derken, çocuğun ta
derinlerden sesi işitilmeye başlıyordu:

Hop, hop... Haydi, Aleksandra... Haydi hop, hop!

Bu ses kah tehditkar, kah yalvarıcı oluyor, kah yeis ve hiddetten


kasılıyordu. Her merhalede kafilenin içinden biri ona kendi eşeğini veriyor,
fakat yine geride kalmaktan kurtulamıyordu.

Seniha gülmekten katılıyordu:

Bu çocukta bir sır var, mutlaka mutlaka bir sır var. Fakat bunu, yalnız
eşekler hissediyor diyordu.

Vakıa bu sözde biraz hakikat vardı, en tırıs giden eşek bile, üstüne Hakkı
Celis'in bindiğini hisseder etmez, derhal kısılıp kalıyor, başı önüne doğru
uzanıyor, ayakları köstekleniyor, sanki bir baş dönmesine tutulmuş gibi, bir
sağa, bir sola yalpa vurmaya başlıyordu. Hakkı Celis, yanında kah arabalar
dolusu kadın erkek hep bir ağızdan Türkçe, Rumca ve Fransızca şarkılar
söyleyerek, kah bir alay eşekli, bin türlü neşeli şamatalarla tozu dumana
katarak, birer rüzgar hamlesi halinde gelip geçenlere çevrilmiş hayvanın
üstünde yolun yegane meyus ve avare yolcusu kalıyordu. Gezintinin sonlarına
doğru artık onu aramaz ve beklemez oldular. Zavallı çocuk, Hristos'ta
kendilerini bekleyen eşek sahiplerinin yanına gelinceye kadar neler çekti...
Fakat bütün bu meşakkatler, onun için eve girdiği zaman işittiği haberden
daha elverişliydi. Nuriye Hanımla Neyyire Hanım, ona pencereden bağırıyordu:

Hakkı Bey, Hakkı Bey, yalnız mısınız? Yolda Seniha ile Faik Beye rast
gelmediniz mi?

Beraber değil miydiniz?

Viranbağ'a kadar beraberdiler, hatta yine Hakkı Celis'i beklemek niyetiyle


orada bir müddet eşeklerden bile indiler ve biraz da kahvede oturmaya karar
verdiler; fakat, tam kalkıp gidecekleri esnada, ortada ne Seniha'dan, ne Faik
Beyden ve ne de eşeklerinden eser vardı.

O gece Hakkı Celis, büyük dayasının torununu Necibe Hanımefendinin


bahçesinde ta fecre kadar bekledi ve akıbet, başı kolunun üstünde, bir tahta
kanapede uyuyakaldı.

Ve Seniha için mehtaplı geceleri beyaz fecirler, beyaz fecirleri pembe


akşamlar takip etti. Ne vakit oturuyor, ne vakit yatıyor, ne vakit istirahat
ediyor, kimse bilmiyor, görmüyordu. Daima faaliyette, daima harekette, adeta
kuş ve kelebek cinsinden bir acayip mahluk haline girdi. Ada'daki bu son
hafta, onu tamamıyle değiştirdi; ortada, Cihangir'deki konağın o hodbin,
hırçın, soğuk ve müstehzi kızından eser kalmadı. Hatta yüzüne ve gözlerine
bile yeni bir mana, yeni bir ifade geldi.

Evvelden rengi yanaklarının uçlarına doğru hafifçe pembe ve şekli değişmeye


yakın olan bu yüze sıcak bir solukluk ve narin bir uzunluk geldi, bütün kanı
dudaklarına toplanmış gibiydi. Eskiden ay aydınlığı gibi gözlerine ise, çok
yıldızlı gecelerin rengini andırır laciverde yakın bir koyu gölge çöktü,
fakat bu gölge, kirpiklerinin gittikçe çoğalan sürmesinden mi, yoksa
gözkapaklarının adeta çürümüş gibi görünen esmerliğinden mi geliyor, bir
türlü anlaşılmıyordu. Kendisi de bu değişiklikten hayrete düşmüş gibiydi;
zira, çehresinde şaşırmış veya ürkmüş bir çocuk hali vardı; belki de simasına
bu ifadeyi veren şey, kaşlarının yukarıya doğru her vakitten ziyade çekik ve
gergin durmasıydı.

Seniha, bazen de sarhoş gibi görünüyordu; bakışlarına sert bir süzgünlük ve


yürüyüşüne, oturuşuna, kalkışına latif bir perişanlık geldi; rüzgarda
kımıldayan dallar gibiydi.

Seniha, olur olmaz şeylere gülüyordu. Fakat, bu gülüşlerde ruhun saffetini


rencide eden bir ahenk vardı; şuh, şehvetli ve aşifte bir ahenk... Seniha'nın
kahkahalarında, bir sefahat sofrasında gıdıklanan bir fahişenin sesi
duyuluyordu.

Seniha'yı böyle sesine varıncaya dek değiştiren şey neydi? Artık bu,
kimseye meçhul değildi. Genç kızın etrafındakiler şöyle dursun, fakat bütün
Ada halkı bu sırra tamamıyle vakıftı: Naim Efendinin torunu Seniha Hanım ile
Kasım Paşanın oğlu Faik Bey sevişiyorlar. Bu sırrı ilk keşfedenlerden biri
Necibe Hanımefendidir. Sonra öbürleri sezdiler. Vakıa, öteden beri, Faik
Beyle Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla
olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bilirlerdi.

Fakat, buna da, hafıf bir flört manasını verirlerdi. Zira, Faik Bey, pek
çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Aşka bu kadar
kabiliyetsiz telakki edilen bu iki mevcut arasında ve bir haftalık kısa bir
zaman içinde tutuşuveren sevda odununun alevi gözleri o kadar şiddetle
kamaştırdı, gittikçe, günden güne, saatten saate o kadar tehlikeli görünmeye
başladı ki bütün o havai ve şen dostlar, gizli bir endişeyle ürkek ürkek
yerlerine döndüler ve ateşi tutuşturanları kendi hallerine ve yalnız
başlarına bırakmak lüzumunu hissettiler. Hatta Cemil'le Hakkı Celis bile
gittiler. Fakat, ne Seniha, ne Faik Bey, etraflarında hasıl oluveren bu
boşluktan asla haberdar olmadılar. Bunlar, mizaçlarının soğukluğuna,
terbiyelerinin sathiliğine, yaşlarının küçüklüğüne rağmen az zaman içinde
sevda yolunun öyle bir merhalesine vardılar ki, oraya hiç kimsenin sesi
gelmez ve oradan hiçbir şey gözükmez.

Seniha ile Faik Beyi yakından tanıyanlar, bu hale pek şaşıyorlar. Fakat,
bilmiyorlar ki aşk, mucizeyle doludur, daha doğrusu aşk, bizzat mucizedir.
Bazı erkekler şu veya bu tarzda kadınlardan, bazı kadınlar şu veya bu biçimde
erkeklerden hoşlandıklarını söylerler: Benim tipim şudur, benim idealim
budur derler, halbuki, günün birinde söylediklerinin büsbütün zıddını
severler, aradıklarının büsbütün aksi bir insan arkasından koşarlar. Faik Bey
için de böyle oldu; bu ana kadar zevkinin en doğru ölçüsünü olgun ve usta
kadınların sinesinde bulan bu genç, birdenbire Seniha'nın ham ve sert
göğsünde hiç tatmadığı müstesna bir lezzet duydu.
Vakıa Seniha, Faik Beyin önüne yalnız et ve kemikten müteşekkil bir mevcut
halinde çıkmadı; ona en ziyade kaplayan ve nüfuz eden bir ruh ve sihir gibi
yaklaştı; öyle ki genç adam neye uğradığını bilmedi. Bir hafta içinde kendini
sanki on yıldan beri bu kızın aşığıymış gibi hissetti.

Her reziletin bir itiyat ve her itiyadın bir iptila haline girdiği
maneviyatında Seniha'yı sevmek de birdenbire, vazgeçilemeyen itiyatlardan
biri oluverdi. O, şimdi kumara ne kadar düşkünse, Seniha'yı da o kadar arıyor,
Seniha'ya da kendini o kadar düşkün hissediyordu.

Seniha, Faik Beyin bu ani iptilasından nihayetsiz bir gurur duydu. Her
kadında, yırtıcı bir avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide
nasıl nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren
aslanda ne kadar derin bir şehvetin emareleri görülürse, kadınlar da
lalettayin herhangi bir erkeği kendilerine ram etmekte o kadar büyük bir haz
ve neşat duyarlar. Bu cins sevmenin ve sevilmenin sırrı, yalnız bundan ibaret
değildir. Denilemez ki, şuh ve müstehzi Seniha, çapkın ve havai Faik Beyi,
Juliette'in Romeo'yu, Leyla'nın Mecnun'u sevdiği gibi sevdi; hayır... Buna
inanmak için, bu genç kızın o genç adam tarafından bundan birkaç zaman evvel
nasıl lakayt ve muhakkir bir muamele gördüğünü unutmuş olmak lazımdır.
Seniha'yı Faik Beye doğru iten şey, ne Ada'nın mehtaplı geceleri, ılık ve
mahmur fecirleri, ne çamlıkta söylenen şarkılar, içilen içkilerdir. Onun ruhu,
ayın ışığı ile, şarkı sesleri ve saatlerin renkleriyle beslenen coşkun ve
iptidai ruhlardan değildir; Seniha, Ada'nın sevdavi gölgelerinde, Faik Beyin
yanıbaşında yabani bir kedi gibi dolaştı ve aylardan beri kah yatağının
içinde, kah tuvalet masasının başında bilediği tırnaklarını nefret ve gayza
yakın bir hırsla batırmak istediği etin en yumuşak tarafını, en gafıl anını
yoklamakla meşgul oldu. Ne vakit ki buna muvaffak oldu, avını başkalarından
kaçırmak, uzaklara götürmek, yalnız ve asude kalmak ihtiyacını hissetti.
Sabahları, Madam Kronski'nin refakatinde Ada'nın tenha sahillerinde denize
giriyorlardı. Seniha bir kayanın arkasında, Faik Bey diğer kayanın arkasında,
gizlenerek soyunuyor, sonra biri kırmızı, öbürü siyah banyo kostümleriyle
kendilerini yavaşça dalgalara bırakıyorlardı. Faik Bey, Seniha'ya yüzme
talimleri yaptırıyordu; kah bir eliyle belinin altından, dirsekleriyle
ayaklarının ucundan tutup sırt üstü yatmayı, kah karnı ile göğsü arasındaki
noktayı avucunun içine dayayarak ve öbürleriyle ensesinden iterek dalıp
çıkmayı; kah omuzlarından tutarak yarı oturmuş bir vaziyette yüzmeyi
öğretiyordu. Kah yan yana yüzerlerken kendini takip etsin diye, onu yarı
yolda bırakarak geniş kulaçlarla uzaklaşıp gidiyordu. O zaman Seniha
yalvarmaya, haykırmaya başlıyordu ve Madam Kronski sahilden ayağa kalkarak
suni bir telaşla:

Dönünüz, dönünüz artık, çocuklar!.. diye sesleniyordu.

Denizden çıktıktan sonra uzun müddet yan yana yürüyorlardı; Faik Bey, ona
Avrupa hayatına ait hikayeler anlatıyordu. Bu hikayelere genç kızı güldürecek,
merakını celbedecek, hayrete düşürecek bir sürü acayip, hoş ve rindane
tafsilat karıştırıyordu. Ara sıra bir gölgelikte durup susuyorlar ve göz göze
bakışıyorlardı. Bazen ağaçların arasında küçük çocuklar gibi birbirlerini
kovalıyorlardı. Genç adam, vücudunun adali taraflarını gösteren ve göğsünü
yarı açık bırakan beyaz tenis kıyafetiyle ,ve hafif beyaz ayakkabılariyle bir
tazı gibi zarif ve çevikti.

Seniha'ya çok maharetli jimnastik hareketleri yaptırıyordu. Genç kız,


düzgün cevval ve taze bir erkek vücudunun bütün sırlarını bu hareketlerde, bu
oyunlarda öğreniyor hayran kalıyordu. Ekseriya öğle yemeğini, kah Faik,
Necibe Hanımın köşkünde kalmak, kah Seniha, Faik'in oteline gitmek suretiyle
beraber yiyorlardı. Gerçi Seniha, Faik Beyin oteline gitmekte epeyce müşkülat
çekiyordu. Fakat bu oteldeki yemek saatleri -bahusus akşam yemekleri- genç
kızın o kadar hoşuna gidiyor, o muhitin havasından bütün hulyalarını okşayan
öyle bir koku buluyordu ki, her şeye rağmen bir hafta zarfında iki üç defa
gittiği oldu. Faik, Seniha'nın ikinci ziyaretinde, sofralarına oteldeki
Hıristiyan dostlarından bazılarını davet etti ve yemeğin sonuna doğru
şampanyalar açtırdı. Sonra otelin hususi bir köşesine çekilip dans ettiler.
Bunun içindir ki Seniha, Faik Beye gitmeyi, Faik Beyin kendisine gelmesine
tercih ediyordu; zira, halasının evinde sofra saatleri pek o kadar ferahlı
geçmiyordu. Necibe Hanımefendi, muttasıl söylüyor, kah hatıralarından, kah
tasavvurlarından bahsediyordu; ne bu hatıralar, ne de bu tasavvurlar iki
gence hiçbir alaka vermiyor, canlarını sıkıyordu.

Yemekten sonra, yumuşak ve geniş kanepelerde, gevşek gevşek uzanılan,


tembel tembel konuşulan, veyahut dalgın bir tavırla ekarte ve piket partileri
yapılan ılık gölgeli saatler geliyordu. En ziyade bu durgun saatlerdedir ki,
Faik Bey, genç kızın önünde için için sarsıldığını hissederdi ve Seniha'nın
mahmurlaşan gözleri, genç adama bakarken bazı karanlık geceler uzak ufuklarda
çakan şimşeklere benzer pırıltılarla dolardı. Saatlerce ağızları susar; fakat
gözleri, elleri, ayakları ve vücutları hiç dinmeyen bir hareketle konuşurdu.
Bu saatlerde her nedense, ne Madam Kronski, ne de Necibe Hanımefendi
yanlarından hiç ayrılmazdı, vakıa ağyar önünde bu sessiz lisanı konuşmakta ve
derinden derine birbirini istemekte olgun, arif ruhlar için serbest
visallerden ve en geniş hasbıhallerden bin kat daha tatlı bir lezzet vardı.
Fakat bu iki genç, henüz bu sırra eremedikleri için sabırsızlanıyorlar,
öfkeleniyorlardı. Akşam üstü olup da gezintiye çıktıkları veya geceleyin
bahçede yalnız kaldıkları zaman, ölçüsüz bir coşkunlukla sarılıyorlar,
öpüşüyorlardı. Kaç defa Necibe Hanımefendi, yarı karanlıkta, balkonun bir
köşesinde, bunları bu halde seyretti; kaç defa Madam Kronski, Faik'in kolu
Seniha'nın beline dolanırken veya Seniha'nın başı Faik'in göğsüne yaslanırken
üstlerine geliverdi.

Onları buna benzer vaziyetlerde görenler, yalnız evdeki ihtiyar kadından


ibaret değildi. Necibe Hanımefendinin yakın ve uzak komşularından birçok
kimseler, Nizam, Dil ve Hristos gezintilerine alışkın Ada halkından birçok
mütecessisler, bu iki genç arasındaki maceranın bin türlü esrarına yakından,
günü gününe vakıftır. Sevda işlerine, izdivaç entrikalarına dair dedikodular
ora halkı arasında cereyan eden konuşmaların hemen özünü teşkil eder. Bu
halk, ya sevişenlerden, ya sevişenlerle meşgul olanlardan müteşekkildir. Ne
bundan, ne ondan olmayanlar ise, hayatından bezgin birtakım hastalarla, oyuna
dalmış kumarbazlardır. Büyükada'da her mevsimin sonu, mutlaka birkaç izdivaç,
birkaç talak veyahut da gayet meraklı birkaç macerayla nihayet bulur ve
İstanbul'un dört köşesinde bütün yıl bunlara ait yankılar duyulur.

Seniha ile Faik Bey arasındaki macera da bu mevsim sonunun en nadir, en


tatlı meyvelerinden biri olmak istidadını gösteriyordu. Şimdiden bunlara
hayran kalanlar, düşmanlık besleyenler, şimdiden onları takip eden, ve
kıskananlar vardı. Hele birinin Naim Efendinin torunu, diğerinin Kasım Paşanın
oğlu oluşu, meseleye büsbütün başka bir ehemmiyet veriyordu. Zira, bu iki
ismi İstanbul'da bilmeyen, tanımayan yoktur. Bunun içindir ki, az zaman içinde
Seniha ile Faik Bey arasındaki bu ateşli samimiyet İstanbul'un bu iki büyük
ailesine ait bir namus ve haysiyet davası halini aldı ve evvela Ada'nın Türk
muhitinde başlayıp İstanbul'un bütün büyük evlerine sirayet ederek kadın,
erkek, genç ve ihtiyar herkesi başka türlü işgal eden hummalı bir dedikodu
mevzuu olmaya başladı.

Naim Efendi ile Servet Bey, birçok imzasız mektuplar aldılar.


:::::::::::::::::::

VII

Servet Bey, geniş satrançlı robdöşambrı ile kayınpederinin odasına girdi:

Beni istetmişsiniz, efendim, dedi.

Naim Efendi, odanın bir tarafını kaplayan uzun bir erkan minderinin ucundan,
yarı diz çökmüş, yarı bağdaş kurmuş bir vaziyette, kafesi kaldırılmış, fakat
camı indirilmiş bir pencereden dışarıya bakıyordu. Arkasında beyaz pikeden
iki sıra iri, sedef düğmeli, pamuksuz bir uzun hırka, başında aynı pikeden
bir takke vardı. İnce uzun çehresi her vakitten ziyade solgun ve çizgili,
gözleri her vakitten ziyade çukurlaşmış görünüyordu; damadı içeri girer
girmez yerinden kalkmak ister gibi bir hareket yaptı ve eliyle önündeki
koltuğu işaret ederek:

Buyurunuz rica ederim, dedi.

Dirseğini dayadığı bir uzun yastığın altından küçücük bir anahtar külçesi
çıkardı. Yanıbaşında, minderin üstüne konmuş sedef kakmalı büyükçe bir
çekmeceyi açtı, içinden üç tane mektup çıkardı. Bunları, bir şey
söylemeksizin Servet Beye uzattı ve başını tekrar pencereye çevirdi. Servet
Bey, ancak birer saniye devam eden bir müddet zarfında üç mektuba sırayla
göz gezdirdi; sonra tıpkı kayınpederinin yaptığı gibi, kağıtları lakayt bir
tavırla sedef kakmalı çekmecenin üstüne bıraktı.

Naim Efendi, göz ucuyla damadının mektupları okumadan iade ettiğini gördü
ve dedi ki:

Niçin okumadınız, efendim?

Servet Bey, dik dik ihtiyar adamın yüzüne baktı:

Çünkü, dedi; bana verdiğiniz mektupların üçü de imzasızdır. Bendeniz,


müddeti hayatımda ne imzasız mektup yazdım, ne de imzasız mektup okudum.
Terbiyem ve tabi olduğum prensipler buna müsait değildir.

Bunları söylerken acı bir tebessümle gülüyordu. Naim Efendi birdenbire


yüzüne bir sille inmiş gibi şaşırdı kaldı; ne diyeceğini bilemedi:

Vakıa ben de bu yaşıma kadar hiç kimseye imzasız mektup göndermedim, ne de


kimse bana gönderdi. Bu husustaki taassubunuza iştirak etmemekle beraber,
doğrusu prensibinizi şayanı takdir görürüm. Fakat bu sefer lütfen, benim
hatırım için prensibinize mugayir bir harekette bulunuveriniz...

Servet Bey, kendisinden bir şey rica edilen bir adam tavrını takındı:

Ne hacet efendim... Bu mektuplardan bana da geldi, dedi; derhal yırtıp


attım. Fakat, şöyle bir göz gezdirmek dolayısıyle neden bahsettiklerine aşağı
yukarı vakıfim. Ne garip memleket! Herkes işini gücünü bırakmış, nelerle
meşgul oluyor! Hey gidi, haysiyet, namus hey!.. Haysiyetli, namuslu adam,
imzasız mektup yazar mı, rica ederim? İmzasız mektup yazan bir adamın
haysiyet ve namus hakkında bir fıkri olabilir mi? İmzasız mektup yazıyorlar.
Kime, niçin? Bir genç kızın babasına, kızının bir genç adamla seviştiğini
söylemek için... Lakin, bu nevi mektupları yazan kimseler bilmiyorlar,
hissetmiyorlar ki kendi yaptıkları feci ve galiz hareketin yanında bir genç
kızın şaşırması, bir kadının fahişeliği, bir kumarbazın hırsızlığı, hatta bir
katilin cinayeti hiç kalır. Bu gibi mektupları alır almaz yapılacak iş,
birçok vesaite baş vurup aramak, taramak, sahibini bulmak ve cevap olarak,
suratına bir sille indirmektir.

Naim Efendi, damadına uzattığı mektupları kendisi yazmış gibi, mahcup


oluyordu; oturduğu yerde ezildi, büzüldü:

Rica ederim, hiddet buyurmayınız, rica ederim... dedi. Maksadım, sizinle


ailemize müteallik bir mesele için hasbıhal etmekti. Ben de sizin gibi,
çirkin bir dedikodudan ibaret...

İftira deyiniz, tezvir deyiniz... Abdülhamit devrinin bu millete terk


ettiği anane-i ruhiye...(Ruhsal gelenek.ruh alışkanlığı,psikoloji)

Evet, evet, hakkı aliniz var. Bunun bir dedikodudan ibaret olduğuna zerre
kadar şüphe etmiyorum. Fakat, anlamak istediğim şey şudur ki, acaba bu
mektuplarda hakikate temas eden noktalar hangileridir? Mesela, bu mektupların
birinde deniliyor ki...

Naim Efendi, yanındaki çekinecenin üzerinden bir uzun mahfaza aldı, içinden
gözlüklerini çıkardı. İki eliyle uçlarından tuttu, kemali ihtimamla
kulaklarına taktıktan sonra, mektuplardan birini açtı, bir müddet sessiz
sessiz kendisi okudu, tekrar yerine koydu; müteakiben bir diğerini aldı,
ötesine berisine göz gezdirdi ve damadına:

Dinleyiniz rica ederim, dedi. Sabahları çırçıplak denize girmeleri,


alameleinnas (Herkesin önünde) sarılıp öpüşmeleri yetişmiyormuş gibi, otelde
her türlü kuyudu diniye ve milliyeyi (Dinsel ve ulusal kayıtları,kuralları,
gelenekleri) ayaklar altına alarak birtakım ecanip (Ecnebiler,yabancılar) ile
şampanyalar içtikleri ve badehu (Sonra) otelin salonunda dans ettikleri dahi
vaki olmuştur.

Naim Efendi, mektubun yalnız bu kadarcık yerini okuduktan sonra tekrar


gözlüklerini çıkardı, mahfazasına koydu. Mahfazayı tekrar çekmecenin üzerine
bıraktı ve büyük bir saffetle adeta yalvarır gibi Servet Beyin yüzüne baktı:

Ne dersiniz? Acaba bunu da yaptılar mı? dedi.

Servet Bey, müstehzi bir tavır takınmıştı:

Olabilir a, bunda o kadar harikulade ne var, efendim? diye cevap verdi.

Bunun üzerine Naim Efendi, ellerini kavuşturdu, gözlerini yere dikti ve


damadı izahatını bitirip gidinceye kadar artık bir kelime söylemedi.

Servet Beyin izahatı ise hayli uzun sürdü. Fakat Naim Efendi dinlemiyor,
işitmiyordu. Sanki idrak ve şuuru üzerine Servet Beyin, Olabilir a, bunda o
kadar harikulade ne var? cümlesi bir yumruk gibi inmiş ve onu benliğinin ta
içerilerine doğru itmişti. Artık harici hayatın bütün belirtileri, ses, söz,
şekil ve renk, ona esasından değişmiş, anlaşılmaz, tanınmaz bir hale gelmiş
görünüyordu. Bir müddetten beri önünde, yerde intizamla yan yana konulmuş
terliklerinin uçlarına dikili nazarlarını şaşkın şaşkın odanın sair eşyası
üzerinde gezdirmeye başladı. Duvarlarda muhtelif tarzda birçok el yazısı
levhalar vardı. İki pencere arasında bir büyük tablo, Naim Efendinin pederini
yuvarlak Mahmudiye fesiyle, yeşil kaplı bir samur kürk içinde gösteriyordu.
Bu, şişman, top sakallı bir adamdı. Bir elini göğsüne sokmuş, diğerini
vitrinin üzerine bırakmıştı. Bu elin orta parmağında, gayet iri bir yakut
yüzük vardı. Naim Efendi, gözlerini yağlıboya resimdeki yakut yüzükten, kendi
parmağındaki yakut yüzüğe çevirdi. Bu, aynı taş, aynı yüzüktü. Fakat bu oda
hala aynı oda, Naim Efendi hala aynı adam mıydı? Birkaç sene evvel, yatağının
ayak ucuna seccadesini serip namazını kılan, sonra derinden birtakım dualar
mırıldanarak köşesine oturan ve müteakiben sabah kahvesini yudum yudum
içerken, üç gün üç gecedir kalıbının rahatını kaçıran bütün dedikodulara, o
imzasız mektuplara dair damadıyle samimi bir hasbıhal ihtiyacını duyan bağrı
dolu ihtiyar aile reisi bizzat o muydu? Naim Efendi, kendisini babasının
resmi karşısında, duvardan minderin üstüne yuvarlanmış bir ikinci resim
zannediyordu, farkı neydi? iki pencere arasında yaldızlı kalın bir çerçeve
içinde asılı duran bu Mahmudiye fesli adam gibi o da sesini çıkarmamaya,
zamanın ve saatlerin değişimine tabi olmaya ve başkalarının elleri kendini
nereye bırakırsa orada kalmaya mahkum değil miydi? Naim Efendi, kendi evi
üzerindeki hakimiyetinin ne kadar sarsıldığını, ne kadar hiçe indiğini en
ziyade bugün ve bu saatte hissetti ve kendi konağı içinde kendi çocukları
arasında varlığını o kadar yabancı buldu. Gönlü öyle derin bir gurbet
acısıyle doldu ki az kalsın, gözlerinden yaşlar boşanacaktı.

Servet Bey, sözlerinin sonuna doğru her nasılsa, kayınpederinin halindeki


melale dikkat etti; ihtiyarı çok hırpaladığını anladı:

Mamafih, emredersiniz, hemen yarın Seniha'yı çağırtırız, dedi.

Naim Efendi, başını salladı. Seniha buraya gelmiş veya orada kalmış, neye
yarardı? Olan oldu, biten bitmedi mi?

Kasım Paşanın sefih, hayasız ve rezil oğlundan artakalmış bir Seniha'dan


burada olsun, orada olsun, artık ne hayır umulurdu. Naim Efendi, böyle
düşünmekle beraber, yine için için Seniha'nın saffetine ve masumiyetine
inanıyordu. Kendi kendine: Daha kaç yaşında; yavrucuk, daha kaç yaşında?
diyordu. Ve kendi kendine böyle söyleyerek yavaş yavaş, o da damadı gibi
Seniha'yı, bu müfsit ve müfteri muhitin bir kurbanı halinde görmeye
başlıyordu.

Nitekim Servet Beyle bu feci muhaverenin ertesi günü,akşam üzeri, Seniha,


Madam Kronski'nin refakatinde konağa döner dönmez, büyük pederi tarafından
öyle bir şefkat ve iştiyak tuğyanıyle (Özlem coşkunluğuyla) karşılandı,
saatlerce o kadar okşandı, o kadar nazlandırıldı ki, kendini adeta ilk
çocukluk devrine avdet etmiş zannetti. Esasen korulardan, denizlerden,
tepelerden ve sevişmeden avdet eden bu kızın ruhu, kabına sığmayacak kadar
taşkın ve sarhoştu. Eski, sessiz konağın içinde genç bir ceylan gibi, o
odadan bu odaya, bu odadan o odaya koşup duruyordu. Mütemadiyen şarkı
söylüyordu ve kardeşi Cemil'le çocukluklarında yaptıkları gibi sofalarda bin
türlü gürültülü oyunlar icat ediyorlar, birbirlerini kovalıyorlardı.

Naim Efendi, Seniha'nın konağa avdetinden sonra, birkaç imzasız mektup daha
almakla beraber, bu sevinçli sesler ve bu neşeli gürültüler içinde kendinden
geçmiş bir halde hiçbir şeye ehemmiyet veremiyordu. İkide bir, kızı Sekine
Hanıma diyordu ki:

Yavrum, ne iyi ettin de kızcağızı Ada'ya gönderdin. Sıhhati, neşesi yerine


geldi; eski huysuzluklarından, eski buhranlarından eser kalmadı. Onu bu halde
gördükçe ben bile yirmi yaş daha gençleşiyorum.

Sekine Hanım:
Hem de maşallah, ne kadar serpildi, toplandı, güzelleşti, diyordu.
Gitmezden evvel, bilekleri ipincecik, benzi sapsarıydı ve gözlerinde fer
kalmamıştı. Şimdi, bakıyorum, yanakları adeta pençe pençe pembeleşti,
gözlerine can geldi.

Naim Efendi:

Bir şeye daha memnun oluyorum; diyordu. Dikkat ediyor musun bilmem.
Eskisi gibi olur olmaz kimselerle de düşüp kalkmıyor. O Nuriye Hanımlar, o
Belkıs Hanımlar, Cemil'in o münasebetsiz arkadaşları, etrafından çekilir
gibi oldular.

Servet Beyin haremi pederine mekşuf olmayan birçok hakikatlere vakıfmış


gibi esrarengiz bir tavırla başını sallayarak ilave ediyordu:

Evet, evet. Ben de en ziyade buna seviniyorum. Doğrusu, kızın huyunu bozan
bütün bu münasebetsiz kimselerdi. İlle o iki kız kardeşler yok mu? Ne sinsi,
ne içlerinden iğnelidirler, bilmez misiniz? Sonra Belkıs, mebusun karısı
Belkıs Hanım... Nişantaşı'nda kiminle görüştüysem, bana, Seniha'nın bu
kadınla düşüp kalkmasına hayret ettiğini söyledi. Meğer yapmadığı yokmuş.
Diyorlar ki nerede ise büyük bir rezaletle kocasından boşanacakmış. Evine
girip, çıktığı saatler bile belli değilmiş. Adamcağız ağzını açıp bir şey
söyleyecek olsa: 'A, ne yapayım, ruhumu besliyorum. İnsan yalnız vücuduyla
yaşamaz ya!' diyormuş.

Naim Efendi:

Şu Faik çapkınının da bir ayağını kesebilsek! diyordu.

Zira, Faik Bey hemen her gün konakta gibiydi ve o gelir gelmez, ihtiyar
adamın rengi değişiyor, gönlüne endişe düşüyordu. Bütün aldığı imzasız
mektuplardaki cümleler, onun karşısında birer birer hatırına geliyordu. Kaç
defa genç adam yanına girdiği vakitte selamını almamak, merdivende veya
sofada tesadüf eder etmez başını çevirmek, hiçbir zaman hatırını sormamak,
ara sıra yüzüne huşunet ve istihkar (Kabalık ve hoşgörü) ile bakmak suretiyle
istiskal (Kovarcasına davranmak, kovumsama) kelimesinin tazammun ettiği
(İçerdiği) her şeyi yaptı; fakat, Kasım Paşanın oğlu aldırmıyor, anlamıyordu.

Dışarıda uşaklara, içeride hizmetçilere evin efendisi gibi muamele ediyor;


Servet Beyle laubali bir arkadaşı tavrıyle konuşuyor ve Naim Efendinin elini
adeta zorla tutup sıkıyor; Bonjur, efendim, nasılsınız bakayım? İyisiniz,
iyisiniz, maşallah! diyor, sonra Sekine Hanımın bazı safiyane hareketleriyle
alay ederek, geçip bir koltuğa kuruluyor, ayaklarını kah birbiri üstüne
atıyor, kah yarı yatmış gibi odanın ortasına kadar uzatıyor, bazen yüksek bir
şeyin üzerine kaldırıp koyuyordu. Daima geveze, daima şakacı, kahkahalı ve
şuhtu. Ekseriya, ağzında bir sürü yalanlar ve martavallarla gelirdi. Babıali
caddesinden, Doğruyol'a aksetmiş birçok siyasi şayiaların, şehrin hayatına
dair birçok dedikoduların kaynağı ve kavşağı sanki oydu. İkide bir gayet
laubali bir tarzda; zamanın vükelasından bahsederdi; mesela bazen:

Geçen akşam kulüpte, Cavit'le hayli konuştum, derdi. Azizim, başımızda


bu kadar ağır bir harbiye bütçesi bulundukça maliyemizi ıslah etmenin
ihtimali yoktur, diyor. Hakkında ne söylenirse söylensin, Allah için zeki
çocuk...

Bazen de kendini devrin mühim şahsiyetlerinden biri şeklinde göstermek


için:

Yakında, mühim bir misyon'la beni Londra'ya gönderecekler sanırım, fakat


henüz düşünüyorum, derdi.

Bütün bu sözler, Naim Efendinin gayz ve nefret nedir bilmeyen kalbine bir
zehir gibi damlardı. Ömründe hiç kimse ve hiçbir şey ona bu çocuk kadar
tiksinme vermedi. Bazen konağın içinde avazı çıktığı kadar: Ya o, ya ben!
diye haykıracağı gelirdi. Seniha'yı adeta hırçın bir ihtiyar koca gibi ondan
kıskanmaya başladı. İkisini bir arada yalnız bilince ne rahatı, ne huzuru
kalıyordu; içine müthiş bir vesvese giriyor ve tecessüsü ateşten bir gömlek
gibi bütün vücudunu sarıyordu.

Fakat, ne çare ki tecessüsü tatmin eden yolların hiçbirini bilmiyordu. Ayak


uçlarına basarak kapalı odalara doğru yürümenin; gözü veyahut kulağı anahtar
deliklerine yerleştirmenin; gerilerden gizlene gizlene insan takip etmenin
usullerine zerre kadar vukufu yoktu. Zevcesi zamanından beri kendi hizmetinde
bulunan, kısmen Seniha'ya dadılık etmiş yaşlı ve emektar bir kadını iki
gencin peşinde casusluğa sevk etmek istedi; fakat, bir türlü söylemeye dili
varmadı. Bu yaşa kadar bu sınıf kimselerle, görecekleri hizmete dair
sözlerden başka bir kelime konuşmaya alışmamıştı.

Bununla beraber, bir taraftan hakikate de vakıf olmak istemiyor, hakikatten


korkuyor, ölünceye kadar şüphe ve tereddüt içinde kalmayı, Seniha'ya dair
fena bir şey öğrenmeye bin kere tercih ediyordu. Nitekim günün birinde,
kahyası Ragıp Efendi, gayet kederli ve esrarlı bir tavırla yanına girip:

Efendim, müsaadenizle size gayet mühim bir şey arzedeceğim, der demez,
zavallı ihtiyar, bunu mutlaka Seniha'ya dair bir mesele sanarak, adeta
kalbinin durduğunu hissetti ve muhatabı daha ağzını açmaya vakit bulmadan:

Kuzum Ragıp Efendi, bu meseleyi kapa. Ne bilmek, ne işitmek isterim; dedi.

Halbuki Ragıp Efendi ona, sadece kendi işlerinden bahsetmeye geliyordu.


Naim Efendinin Vefa hanındaki marhun hissesi, birkaç zamandan beri
tehlikedeydi. Esasen bu rehin muamelesi bey'ibilvefa (Satıcı bedeli geri
verince müşterinin de satılan malı geri vermesi) usulüyle yapılmış olduğu
için, bir seneden beri parasını bekleyen alacaklı, Ragıp Efendiyi ikide bir,
intikal muamelesini kati surette yaptıracağını haber vererek tehdit ediyordu.
Naim Efendinin kahyasınca bu hissesinin elden gitmesi, büyük ziyandı:

Ne yapıp yapmalı, buna bir çare bulmalı, diyordu. Zira, hanın istikbali
büyüktür. Seneden seneye icarı artıyor. Günün birinde, Cenabı Hak müsaade
eder de bir de tamir olunursa, yalnız sizin hisseniz beş aileyi müreffehen
geçindirecek parayı getirir.

Naim Efendi, meselenin Seniha'ya ait bir şey olmadığını hisseder etmez
geniş bir nefes aldı ve güya Ragıp Efendi, ona bir müjde getiriyormuş gibi
beşuş (Gülen, şen) bir çehreyle:

O halde ne yapmalı? Sizin fkriniz nedir? dedi.

Ragıp Efendi, kırçıl ve dik kaşlarını çattı; bir müddet düşündü, sonra
yavaş ve matemli bir sesle şöyle bir tasavvurdan bahsetti:

Efendim, acizlerin fikrine kalırsa, yalıyı bu han için feda edivermeli!


Esasen yalıdan hiçbir istifadeniz yoktur. Bu sene fevkalade olarak mevsimi
yüz liraya kiraya verdik; fakat her sene ele aynı fırsat düşmez. Bahusus ki
Kanlıca'ya rağbet gittikçe azalmaktadır. Tarabya'da, Büyükdere veyahut
Yeniköy'de olsaydı anlardım. Fakat bundan sonra Kanlıca'da koca bir yalının
içinde kim gider oturur?

Naim Efendi:

O halde, dedi, bu kadar işe yaramayan mülkü kim satın alır ve kaça alır?
Acaba bunu satarak tedarik edeceğimiz para ile borcumuzu kapatabilir miyiz?
Ragıp Efendi:

Siz orasını bana bırakınız, dedi; yalnız, esasta mutabık kalalım, bu


bendenize kafıdir.

Naim Efendi yalıyı satmaya karar veremiyordu. Çünkü, oraya ruhi bir
irtibatı vardı, gençliğinin en hoş demleri bu yalıda geçmişti; ihtiyarlığının
en sakin ve en rahat günlerini yine bu yalıya medyundu. Karşıdan görünüşünü;
arka tarafındaki bahçesini; geniş ve aydınlık odalarını, denize doğru uzanan
şehnişini daha birçok teferruatını adeta ulvi bir muhabbetle seviyordu. Vefa
hanını görmemişti bile. Üçte bir hissesinin bu donuk 'renkli, kirli binanın
hangi tarafına isabet ettiğini de bilmiyordu. Esasen bu müşterek
temellükün (Mülk edinme,sahip olma) manası, onun beyninde öteden beri müphem,
mecazi bir mefhum mahiyetindedir.

Bilmem neden, yalıyı satmaya bir türlü razı olamıyorum, dedi.


Mütaleatınız (Düşünceleriniz) doğru olabilir; fakat, bence acayip bir his
meselesidir. Çemberlitaş'taki arsanın getireceği para ile hiç olmazsa bir
müddet daha oyalamak kabil değil mi?

Ragıp Efendi, kızgın bir sükun içinde dinliyordu. Bütün emektar hizmetkarlar
gibi, onda da efendisine karşı mütehakkimane bir tavır vardı:

Bu, hisse müteallik (İlişkin) bir şey değil, efendim, dedi. Bu, bir
hesap ve menfaat meselesi. Vakıa arsanın muamelesi bitmek üzeredir. Fakat,
oradan alacağımız paranın nereye gideceğini biliyor musunuz? Bütün Beyoğlu
esnafları bu arsanın satılacağı günü bekliyor. Hem, rica ederim, bendenize bu
arsadan bahsetmeyiniz. Zira, içim kan ağlıyor, takrir günü yanınızda bile
bulunamayacağım. Bilir misiniz, bugün bin iki yüz liraya sattığım bu yer biraz
dişimizi sıksaydık, elektirikli tramvay işletmeye başlar başlamaz bize ne
getirecektir?

Naim Efendi, mütevekkilane bir eda ile omuzlarını silkti ve: Ne yapalım,
kader böyleymiş! der gibi boynunu büktü. O, yumuşadıkça Ragıp Efendi
sertleşiyordu:

Affınızı rica ederim, size acı bir söz söyleyeceğim: Bu gidişle pek yakın
bir zamanda, yalnız Kanlıca'daki yalıyı değil, fakat bu konağı... Evet, bu
konağı da satmaya mecbur olacaksınız.

Naim Efendi tepeden tırnağa kadar ürperdi, minderin üzerinde çok oturmaktan
dizleri uyuşmuş gibi, elleriyle bacaklarını oğuşturmaya başladı. Mahzun
mahzun:

Şuracıkta ne kadar ömrüm kaldı? dedi.

Ve dolgun gözlerle camın arkasından dışarıdaki aydınlığa baktı. İki ihtiyar


uzun bir müddet sükuta daldılar. Sonra Naim Efendi ta bağrından gelen bir
sesle, yavaş yavaş:

Ne yazık ki bu zamanları da gördük, dedi; hiçbir tat ve bereket kalmadı.


Nefes almak bile güçleşti, kabahat bizde mi?

Ragıp Efendi, gittikçe merhametsiz oluyordu:

Vallahi efendim, zamanın da pek o kadar kabahati yok, hiç şüphesiz,


kabahat bizde, dedi; başımız sıkıya geldikçe zaman zaman, diyoruz. Fakat o
zamane evlatlarına birer meram anlatmak kabilken...

Naim Efendinin kahyası, sözünü ikmal etmedi, lakin Seniha ile Cemil'in
büyük babası, muhatabının bu yarım cümlesindeki maksadı kafi derecede
hissetti. Ne garip! Han, yalı, arsa meseleleri bile dönüp dolaşıp bu iki
çocuğa dair bir bahis haline giriyordu. Lakin, Naim Efendi, zamandan şikayet
ederken hiç onları düşünmemiş, büsbütün başka şeyler kastetmişti.

Onun için zaman, bütün müesses şeyleri temellerinden sarsan inkılap


rüzgarıydı; onun için zaman, kalplerdeki ihtilaç (Çırpınma, çarpıntı) ve
yüzlerdeki endişeydi; herkes, arkasından mütemadiyen itildiğini hissediyor;
fakat, ne iteni, ne de gittiği yeri biliyordu. Onun için zaman, mazinin
bereketini, azametini, ismet ve nezahetini (Namus ve temizliğini) yapmış
bütün unsurları birer birer çiğneyen gizli ve obur canavardı. Halbuki, zaman,
bir taraftan da Cemil ve Seniha'ydı, devrin bütün ihtilaçları, bütün
hummaları herkesten ziyade onlardaydı. Mazinin bereketini, azametini, ismet
ve nezahetini çiğneyen obur canavar, Seniha gibi, Cemil gibi erkekli dişili
binlerce, yüz binlerce mevcuttan müteşekkil bir şeydi.

Naim Efendi; ara sıra: Zavallı çocuklar, biz yine epeyce gün gördük, fakat
onlar hiç göremeyecekler! derdi; kendi kendine böyle söyleyerek, onlara
kızacağı yerde, acırdı.

Bir gece Cemil; konağa fena halde sarhoş geldi. Yürümek şöyle dursun, ayak
üstünde durmaya mecali yoktu. Dışarıdan bir uşak koluna girmiş, adeta
sürükleyerek bin bela alt katın mermer sofasında, bir kanepe üstüne
oturtabilmişti. Cemil, bağırmakla hırlamak ve homurdanmak arasında birtakım
sesler çıkarıyor ve muttasıl kusuyordu. Üst kattan bu gürültüyü işiten Naim
Efendi, -zira o, geç vakitlere kadar uyumazdı- yavaş yavaş merdivenlerden
indi, torununa yaklaştı ve işi anlar anlamaz, yanında duran uşağa gayet sakin
ve tabii bir tavırla bir leğen ve ibrik getirmesini söyledi. Cemil bir
taraftan inliyor, bir taraftan Fransızca şarkılar söylüyor, birtakım isimler
söylüyor ve tekrar kusmaya başlıyordu. Arada bir:

Dokunmayın bana, dokunmayın bana!.. diyor, kendisine uzanan kolları,


başını tutmak isteyen elleri itiyordu. Naim Efendi; buna rağmen çocuğun
başını leğene doğru eğdi. Bir iyi su ile yıkadı; sonra kuruladı ve uşak
ayaklarından, kendisi kollarından tutarak yavaş yavaş yukarıya çıkardılar.
Naim Efendi mütemadiyen:

Sus, sus yavrum... Herkesi uyandıracaksın, ayıp değil mi? diyordu.

Soluk soluğa yatağına yatırdılar. Büyükbaba, o gece torunu uyanıncaya kadar


bekledi. İkide bir, mendilini kolonya suyu ile ıslatıyor ve çocuğun alnına
koyuyordu. Onda, bu gibi işlere çoktan alışmış mahir bir hastabakıcı hali
vardı. Halbuki şimdiye kadar ne bir hastaya bakmış, ne de bir sarhoşa bu
kadar yaklaşmıştı. İşte o gece, ilk defa olarak bu çocuk, ona bir şeyin
kurbanı gibi göründü; kendi kendine soruyordu:
Acaba bir derdi mi var? Acaba birini mi seviyor? Kim bilir, kim bilir!
Zaman o kadar acayip, zamane kadınları o kadar fena ki!..

:::::::::::::::::::

VIII

Asıl dertli olan, asıl birini seven Hakkı Celis'ti. Henüz bu yaşta, zavallı
çocuk gönül çekmek nedir bir büyük adam gibi biliyor ve bir büyük adam gibi
yarasının acısını, kimseye sır vermeyerek taşıyor. Benzine bir tatlı solukluk,
gözlerine bir derin bakış ve başına acayip bir dalgınlık geldi. Ne mektepteki
derslerine bakıyor, ne de evindeki kitaplarını okuyabiliyordu. Büyükannesi
Selma Hanımefendi, ikide bir sert ve kalın sesiyle evin içinde:

Bu çocuğa bir hal oldu; bu çocuk avareleşti!.. diye haykırıyordu.

Hakkı Celis gittikçe herkesten uzaklaşmak istiyordu. Tıpkı o hayvanlar


gibiydi ki, hastalandıkları zaman hemcinslerinden kaçarlar ve ölmezden pek çok
evvel ortadan kaybolurlar. Hakkı Celis, hatta Seniha'nın meclisini bile
aramıyordu. Eskiden her şeye rağmen, onun yanında bulunmak, onun sesini
işitmek, etrafındaki havayı teneffüs etmek genç adam için bir büyük
ihtiyaçtı. Fakat şimdi Seniha'yı görünce adeta kaçıyordu. Zira sevdiği
Seniha değildi. Bu Seniha, onu korkutuyor, utandırıyor, acı, derin bir
ümitsizliğe düşürüyordu. Bunu görünce öbürü için taşıdığı hasret yüz kat daha
artıyor, tahammülfersa (Dayanılmaz) bir hale giriyor, bağrı onulmaz bir
yerinden yaralanıyordu. Yoksa, Seniha büyük halasının oğluna karşı, bahusus
son zamanlarda, hiç olmadığı kadar nazik ve müşfikti. Ona her tesadüfünde,
bir büyük hemşire tavrıyla serzenişler ediyor, Seni bırakmam vallahi! diyor
ve bazen gittiği yerlere bile onu sürükleyip götürmek istiyordu. Ne
sözlerinde, ne bakışlarında, ne hareketlerinde o eski zalimliğinden, o eski
huysuzluğundan eser kalmamıştı. Daima sakin, mütebessim bir hali vardı.

Fakat, için için bir gizli endişeyle meşgul ve dalgın gözüküyordu ve işte
asıl bu halidir ki Hakkı Celis nazarında Seniha'yı yabancılaştırıyordu.

Tavırlarının her biri ayrı ayrı sahteydi. Hakkı Celis, dünkü hırçın kızın
şimdiki sükunu altında kaynayan ihtiras alemini, bu yapma tebessümlerin
gizlediği yüz ekşitmelerini ve okşamaların ancak zaptedebildiği tırnakları
içgüdü (İlk metinlerde insiyaki bir tarzda.Yalınlaştırırken bir sözcük
düşmüş olmalı. Doğrusu içgüdüsel olarak ) fakat şayanı hayret bir
vuzuh (Şaşılacak bir açıklık) ve isabetle seziyor, görüyordu. Kendi kendine;
Ne kadar riyakar olmuş; Yarabbim! Ne kadar riyakar olmuş! diyordu. Her gün
ve herkes önünde taşımak lüzumunu hissettiği bu maskenin arkasındaki yüz,
kim bilir, ne iğrenç bir şeydir! Ve genç adamın saf, taze kalbinde ilk defa
olarak, muhabbetin balına nefretin zehri karışıyordu. Hakkı Celis, iyilikle
güzelliğin birbirine ne kadar zıt olduğunu bu sefer Seniha'dan anladı ve sevda
denilen şey, ona mütemadi bir ihtilaç gibi göründü. Şiirdeki aşkla
hayattaki aşk ne kadar birbirine benzemiyormuş.

Şimdi, Hakkı Celis, Nuriye Hanımla Neyyire Hanım kendisine, şiirden


bahsettikleri zaman bu iki kızı, hayat ve his işlerinde fevkalade görgüsüz
ve yavan buluyordu. İçinde edebi coşkunluk namına hiçbir şey kalmamıştı.
Sanki kinle kararmış sevdanın ateşi, ruhunun bütün tatlı usarelerini
kurutmuştu.

Fakat, ne gariptir ki, Hakkı Celis'in zıddına olarak, Seniha'nın içinde


yeni bir hislilik uyanıyordu. Yeşil gözlü kız, beş altı aydan beri adım adım
dolaştığı kapalı bahçede, hayalata dalmayı, her düşen çiçeğe yaşlı gözlerle
bakmayı ve karanlıklarda sesler dinlemeyi çok seviyordu. Güya, birtakım hissi
ve hayali tavırlarla sevdanın hudutlarını açmaya, genişletmeye çalışıyordu.
Faik Beye manidar yadigarlar veriyordu ve ondan şairane hediyeler bekliyordu.
Birkaç zamandan beri genç adamın cepleri bir gözbağcının torbaları gibi
manaları ve kıymetleri yalnız ikisi arasında malum bir sürü acayip ufak
tefeklerle doludur. Fındık cesametinde (Küçüklüğünde) küçücük bir altın kutu,
üstü işlemeli, mini mini ipekli bir kese, hiyeroglif işaretlerle oymalı bir
madalyon, sapı fildişinden küçük parmak uzunluğunda bir hançer, Faik Beyin
Seniha'yı sevmeye başladığı günden beri daima üzerinde taşımaya mecbur olduğu
büyülü eşyadandı; bunların her biri Seniha'nın vücudundan esrarlı bir şey
saklamaktadır. Faik Beyin kolunda bir de kızıl renkli bir bilezik vardı, bunu
Seniha kendi saçlarından ördü.

Faik Bey, vakıa, bütün bunları canı gibi başkalarından saklı tutardı; fakat
fırsat düştükçe ve lüzum hissettikçe herhangi bir dosta, adi bir bahaneyle
bunlardan bir tanesini göstermekten çekinmezdi. Zira, bu şeylerin sihri,
ancak başkalarının gözü değdikten sonradır ki; hükmünü icraya başlıyor ve
alemin nazarında Faik Beyi bir kahraman gibi gösteriyordu. Bununla beraber,
o da Seniha'ya başka şeyler verdi.

Ezcümle, üzerinde boydan boya kendi eliyle birtakım tarihler, sözler,


mısralar yazılmış ipekten bir beyaz kuşak ki, genç kız bunu, birkaç aydan
beri belinde, eti üstünde sımsıkı bağlanmış taşıyor. Bazı coşkum demlerinde
genç adama derdi ki:

Bu kuşak, senin kollarındır; beni, daima, gece gündüz ilk defa sardığın
gibi sarıyorsun.

Bazen hiç lizzumu yokken ona sayfalarca mektuplar yazıyordu. Bunların çoğu,
edebiyat kitaplarında aşk üslubuna numune olacak kadar şairane, selis
(düzgün, akıcı) ve güzeldiler. Seniha bu mektuplarında, ekseriya, Fransa'nın
aşk şairlerinden birçok uzun istinsahlar (Kopya etme,buradaalıntı anlamında)
da yapıyor, kendi coşkunluğunu ancak onlar vasıtasıyle ve onların haliyle
anlatabiliyordu. Hiçbir kap onun ruhuna göre değildi; her sözü dar ve az
buluyordu.

Faik Beyle yan yana yürüdükleri yolun her merhalesinde: Daha ileriye, daha
ileriye! diye haykırmak istiyordu. Lakin, Faik Bey, daha ileriye gitmenin
lüzumuna kani değildi. Bahusus, Seniha ile münasebetlerinin şairane tarafını
hiç sevmiyordu; genç kızın coşkunluklarını vahşi ve zarafete aykırı buluyordu.
Bazı kimselere hayattaki manevra, gülünç ve kaba görünür; taşkın hareketler,
ağlamalar, haykırmalar, bir ideale doğru soluk soluğa koşmalar bu kimseler
için ya cinnet, ya avanaklıktır. Faik Bey de bunlardan biriydi. Bu genç adam,
kendi hayatının ne kadar düzme, kendi ruhunun ne kadar iğreti olduğunu hiç
düşünmeyerek Seniha'yı fena halde suni buluyordu. Vakıa gönlüne, gittikçe
daha geniş bir ufuk arayan bu genç kız, gayesine varmak için her vasıtadan
fayda umuyordu.

Tavır ve hareketlerine heyecanlı bir üslup, sesine ve bakışlarına hissi bir


ahenk verebilmek için her gün, her saat şekilden şekle giriyor, adeta kendi
kendini bir bezin üzerindeki resim gibi silip yapıyor, yapıp siliyordu;
Seniha, öteden beri giyinişinde olsun, yaşayışında olsun, herkese benzemekten
korkardı. Şimdi de herkes gibi sevişmeden korkuyordu. İstiyordu ki, Faik'le
münasebetlerine bir harikuladelik gelsin; büyük bir macera, şiddetli bir
rüzgar gibi onları alıp, hiç kimsenin yetişemeyeceği kadar uzak bir yere
sürüklesin, atsın. Seniha bazen de, esrarlı hadiseler ihtiyacını hissederdi
ve ortada hiç yoktan birtakım vakalar icat ederdi. Mesela, on beş gün Faik
Beye hiç görünmezdi. O, konağa geldiği zaman, kendisini yok dedirtirdi, üst
üste mektuplar alıp, cevap vermezdi ve günün birinde genç adamla buluştukları
zaman, ona gaybubetini birtakım acayip sebeplerle izah ederdi. Randevularında
saatlerce bekletmek mutadıydı. Vakıa Faik Bey, intizar esnasında fazla
heyecana düşmezdi, ne de fazla can sıkıntısı hissederdi. Nitekim, Seniha, onu
bir gün buluştukları evin arka odalarından birinde, yarı beline kadar
pencereden dışarıya sarkmış bir komşu Rum kızıyla şakalaşırken gördü, diğer
bir defasında, fesi başında, bastonu elinde gelir gelmez veya gitmek
üzereyken, bir kanepenin üstünde uyumuş buldu.

Seniha, Faik Beyle münasebetlerine dramatik bir şekil vermek için, kah
ihanet, kah lakaydiyi gösteren bir nevi hadiselerden azami istifadeyi bilirdi.

Müthiş bir tehevvürle (Kızgınlıkla) genç adamın üzerine atılmalar yüzükoyun


yere yatıp saatlerce hüngür hüngür ağlamalar veyahut bazı yeni piyeslerin
sonlarında olduğu gibi sesi ve gözleri dolgun, birkaç hazin söz söyleyerek
çekilip gitmeleri, başlıca muvaffak olduğu rollerdendi.

Mamafıh bu rollerin hiçbiri Faik Beyi heyecana düşürmezdi. Seniha'yı daima


bir küçük çocuk gibi avutmasını bilirdi. Bunun için ne fazla söze, ne fazla
harekete lüzum vardı; Faik Beyin pişman bir aşık tavrı takınması en feci
kavgaların derhal tatlıya bağlanmasına kafıydi. Genç adam, Seniha ile beraber
iki ve hatta üç kadının bir arada idaresini o kadar müşkül bulmuyordu; onun
belini büken şey; asıl kumardı. Bu rakip kabul etmeyen iptila yüzünden
aşıkane hayatında çekmediği sıkıntı, girmediği üzüntü kalmıyordu; zira bu
sahada çıkan hadiselerde daima mağlup düşen, perişan ve zelil olan
(Aşağılanan, alçalan) kendisiydi. Bunun içindir ki, Seniha'nın en ziyade
korktuğu rakip, Faik Beyi, Faik Beyin üzerindeki nüfuzunu o kadar hiçe
indiren bu kaba ve adi iptiladır. Kalbindeki sevginin hala nasıl ve neden
devam ettiğine şaşıyordu. Bugüne ait en küçük teferruat bile genç kızın
dimağında bir çivi gibi saplanmış duruyor.

Dört günlük bir ayrılıktan sonra bir sabah erkenden konağa gelmişti. Henüz
herkes uykudaydı. Saat ona doğru, Seniha'ya kahvaltısını getiren hizmetçi,
onun sekizden beri Cemil'in odasında olduğunu söyleyince, hayrete düştü.
Çarçabuk yatağından çıktı, yarım yamalak giyindi ve biraderinin odasına gitti.
Cemil, bir koltuğun içine gömülmüş ve ayaklarını bir sandalyenin üstüne
uzatmış, düşünceli ve öfkeli bir tavırla sigara içiyor ve Faik Bey, o güne
kadar kendisinde görülmemiş bir heyecanla odanın içinde bir aşağı bir yukarı
dolaşıyordu. Saçları karmakarışık, yüzü sapsarıydı, yanaklarını üç günlük bir
sakal, toz renginde bir kir tabakası gibi örtüyordu. Seniha:
Ne var? Ne oldu? demek isteyen gözlerle bir bunun, bir de kardeşinin yüzüne
baktı.

İkisi de bir şey söylemiyordu. Faik Bey, genç kızla hatta selamlaşmadı bile.
Odanın ortasında, dimdik durdu kaldı. Cemil, dudaklarının ucuyla hemşiresine
bir Sus! işareti yaptı; sonra o da ayağa kalkıp dolaşmaya başladı.
Seniha'nın şaşkınlığı korkulu bir endişeye inkılap etti (Dönüştü) ve o da
ayakta durmaya mecali kalmamış gibi, biraderinin yatağı kenarına ilişti.
Hatırına bir anda birçok vahim ihtimaller geldi. Fakat hiçbirini sormaya
cesaret edemedi, yalnız alışık bir nazarla Faik Beyin gözlerinin içine baktı.
O zaman genç adam, yarı sahte, yarı samimi bir facia tavrıyla:

Ah, tasavvur edemezsiniz, ne felaket! dedi.


Seniha, dudaklarının ucu ile aynı işareti yapıyor mu diye tekrar
biraderinin yüzüne baktı; o, şimdi arkasını çevirmiş, pencereden dışarıya
bakıyordu. Genç kız sobası yarı sönmüş odada ürperdiğini hissetti.

Rica ederim, söyleyiniz, merakımdan çatlayacağım, dedi. Faik Bey,


gözlerini yere indirdi, ellerini birbirine kilitledi, mahzun bir sesle
söylemeye başladı:

Görülmemiş, işitilmemiş bir şanssızlık!.. Bir gecede tam üç yüz lira


kaybettim. Oyunda hiç bu kadar müthiş ziyana uğradığımı bilmiyorum. Bir akşam
evvel beş yüz liraya yakın kazanıyordum. Bunun üzerine kesmek lazımken...
Kör şeytan!.. Beni her şeyde berbat eden iradesizliğimdir; sonuna kadar
kapılır, giderim.

Cemil, birdenbire başını çevirdi:

Canım, neyse olan oldu; şimdi bu parayı nasıl ödeyeceksin? Onu düşünelim,
dedi.

Cemil'in bu sözü üzerine, odayı, bir mecliste kırılan bir potu müteakip
hasıl olan sükuta benzer, ağır ve soğuk bir sükut kapladı. İşte bu sükut
içindedir ki, Seniha, kalbindeki sevginin sendelediğini hissetti. Evvela Faik
Beyi, Cemil'in bu, Nasıl ödeyeceksin? sözünü karşı protesto edecek, kızacak
veyahut hiç değilse utanıp susacak zannetti. Lakin Faik Bey, asıl bu sözle
mükalemenin ucunu bulmuş gibi, yarı hüzünlü, yarı müstehzi bir tebessümle
gülerek, İngilizce:

İşte asıl mesele bu! dedi.

Sonra yarı Fransızca, yarı Türkçe şöyle devam etti:

Kabil değil, babamdan isteyemem; zaten istesem de veremez. Bazı


dostlarımızdan ödünç istemek ise pek ağrıma gidiyor... Asla; neyim var, neyim
yok hepsini mezada götürür satarım, daha iyi! Allah belasını versin,
borçlandığım adamlar, bari tanıdığım kimseler olsaydı, neyse!.. Biraz
bekleyebilirlerdi, biraz laf anlatmak mümkündü. Fakat, bunlara karşı ne
diyebilirim? Mutlaka yarına kadar ödemeli, veyahut...

Sustu, evvela Seniha'ya, sonra Cemil'e baktı:

Veyahut, dedi elini gözle görülmez bir silah sıkıyor gibi şakağına
götürdü; bundan başka yapacak şey kalmaz...

Genç adamın bu hareketi ve bu sözü, Seniha'yı heyecanlandıracak yerde,


kızdırdı:

Mübalağa etmeyiniz, rica ederim, Faik Bey! dedi. Elbette bir kolayını
bulursunuz.

Ve bunları söylerken Faik Beyin boynundaki yakalığın kirden dalga dalga


olduğunu gördü; hayalinde o kadar büyüttüğü bu adam, meğer ne zibidi bir
şeydi! Onu daha ziyade görmek, dinlemek istemedi, arkasını döndü, çıktı gitti.

Fakat akşama doğru Cemil, Seniha'ya ondan uzun bir mektup getirdi. Altlı
üstlü yazılmış sekiz büyük sayfa teşkil eden bu mektupta genç adam,
sevgilisinden muavenet (yardım) talep edıyordu ve aksi takdirde o gece
mutlaka kendisini öldüreceğini söylüyordü. Seniha bu mektubu okuduktan sonra,
hayretle kardeşinin yüzüne baktı:

Ben ne yapabilirim? dedi.

Büyükbabamdan isteyemez misin?

Büyükbabamdan üç yüz elli lira ne diye isteyebilirim, sen deli misin?..

O halde yapacak bir şey var; elmaslarını verirsin, rehine koyarız!

Seniha, dolabını açtı, içinden bir çekmece çıkardı, çekmecenin içinden


birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil'e uzattı:

Bunlar bir şeye yarar mı, bilmem... dedi.

Ve hayatında ilk defa olarak ağır, ciddi düşündü, kaldı. Hayat bir an
içinde, ona, en çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne
bayağı, ne beyhude, ne kirliydi!.. Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir
efsane, asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı.

En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir
uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil
kağıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık
bir borç kafıydi. Giyinmiş, kuşanmış, terbiyeli, haysiyetli şahısların
altında hiç değişmeyen ezeli mahluk, saçı, sakalı, dişleri ve tırnakları
uzamış her zamandan ziyade gürbüz ve kurnaz sırıtıyordu. Yapmacık ve
göreneğin, biraz da tesadüfün eseri türlü türlü kalıplar içinde giden, gelen,
düşünen, tahlil eden, seven ve sevilen hep o, daima oydu.

Seniha ilk defa olarak, o gün Faik Beyin muhabbeti yoluna kendi vücudundan
ve kendi namusundan yaptığı fedakarlığa acıdı. Bir yaz gecesi orada, birkaç
kahkaha ile, birkaç buse arasında farkına varamayarak işlediği hatanın
vahametini, genişliğini, derinliğini ancak o gün anladı, ne yapmıştı? Bugün
merhamete avuç açmaya gelmiş şu tıraşı uzun, yakalığı kirden dalga dalga
dilenciye, bundan sekiz ay evvel ihsan ettiği şeye, demek üç buçuk mahfaza
içinde biraderine uzattığı şu taşlardan daha mı az kıymetliydi? Halbuki, Faik
Bey bu taşlara malik olmak için daha ziyade yalvarmış, daha ziyade
ağlamıştı!.. Nasıl ve hangi sihirle bu adam, ona bundan sekiz ay evvel,
kendisine kurban verilmek ihtiyacı hissedilen bir ilah gibi göründüydü; nasıl
ve hangi sihirli el değmemiş, körpe etini içi hiç titremeden onun önüne
atmıştı?

Seniha, kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan


evvelki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti. Cemil'in dostlarından
Macit Beyle küçük bir macerası oldu. Pangaltı'daki İtalyan ahbaplarına sık sık
gitmeye başladı; orada bir genç adamdan dans dersi aldığını söylüyordu.
Yeniden Nuriye, Neyyire ve Belkıs Hanımlar her gün için konağa doldular.
Seniha'daki bu ani değişiklik pek ziyade meraklarını uyandırıyordu. Belkıs
Hanımın gözlerinde kendisine bakarken: Zavallı! Nihayet bırakıldı mı? Oh
olsun! diyen bir nazar vardı; Nuriye ve Neyyire ağzını aramak için yavaş
yavaş Faik Beyin aleyhinde bulunuyorlardı. Seniha bu zandan kurtulmak için
elinden geleni yaptı, birbirini takip eden flörtlerine pervasiz bir aleniyet
verdi. Gizli kalan taraflarını da kendisi anlatmaya başladı. Bir gün Belkıs
Hanıma dedi ki:

Şu Macit Beyi de gören, aklı başında bir adam zanneder. Hayatımda bu kadar
ahmak birini daha görmedim. Biliyorsun ya, iki seneden beri peşimde dolaşır,
yalvarır, yakarırdı. Kaç defa tersledim, yine uslanmadı. Son günlerde
birdenbire bu inadı hoşuma gidiverdi. Epeyce mülayim davranmaya başladım;
anlamadı: 'Gel; hazırım!' diye işaret ettim, yine anlamadı. Daima aynı eda,
aynı nezaketle bana yalvarmakta devam ediyordu. Geçen hafta tesadüfen, nasıl
oldu; bilmiyorum, siz gelmeden evvel miydi, siz geldikten sonra mı, bu odada
baş başa yalnız kaldık. Gözlerinin içine bakıyor ve gülüyordum. O, benden
korkuyor gibiydi; elimi dizlerinin üstüne bıraktım, yavaş sesle: 'Beni artık
sevmiyor musunuz?' dedim; tir tir titremeye başlamasın mı?

Diğer bir gün de Nuriye'ye dedi ki:

Doğrusu, şu Frenk erkeklerinin nezaketine, zarafetine gittikçe daha ziyade


hayran kalıyorum. Sana söyledim mi, bilmem? Birkaç zamandır haftada üç defa
Astori'lerin evinde bir genç İtalyan'dan dans dersi alıyorum. Görmelisin,
bana nasıl kur yapıyor. Sanki her hareketi aşıkane bir 'jest'tir. Sözlerinde
o kadar tabii bir heyecan, bakışlarında o kadar okşayıcı bir ateş var ki,
doğrudan doğruya insanın ruhuna giriyor ve ne tabiilik, ne sadelik, ne
kolaylık!.. İnsanın: 'Ellerinde bile ne ince bir zeka var!' diyeceği
geliyor. Kendimi güç zaptediyorum.

Seniha, boş zamanlarında Hakkı Celis'i yakalıyor ve onunla bir kedinin bir
fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden
ümide düşer gibi oldu. Geceleri odasına kapanıp, yeniden Seniha'nın gözleri
için, Seniha'nın dudakları için, Seniha'nın saçları için şiirler yazmaya
başladı.

Faik Bey de herkes gibi Seniha'nın değiştiğini görüyordu. Kaç zamandan beri,
Taksim'deki evleri bomboş kaldı. Bir gün Seniha'yı beşinci defa olarak
beyhude yere orada beklediği esnada, kalbinin o ana kadar tanımadığı bir
hisle sarsıldığını duydu. Bu his, biraz öfkeye, biraz da ye'se benziyordu.
Zaten o meşum hadiseden beri, Seniha'nın nazarında yaralanan vakarı hiç
durmaksızın kanıyor ve bütün vücudunu zehirliyordu. Bir gün ona dedi ki:

Ne oldu? Niçin? Hayatında artık fazla mıyım? Yemin ederim, bundan: sonra
istediğin gibi olacağım, kaç zamandır, nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Her gün
yeni bir zulüm icat ediyorsun! Söyle, bu cezaya müstahak olmak için ne
yaptım?

Faik Beyin sesi böyle söylerken titriyordu. Bu genç adam, ömründe bu kadar
samimi olmadı. Fakat, Seniha, onun bu sualine cevap vermiyordu; zira,
kendisine ne yaptığını, bu cezaya neden layık olduğunu o da, lazım gelen
vuzuhla (Açıklıkla) bilmiyordu. Yalnız gülüyor;

Ne var? Değişen ne var? Ne yapıyorum? diyordu.

Aralarındaki sevgi, bir kördüğüm haline girdi, nafile yere bunu çözmeye
uğraşıyorlardı. Seniha, kendi kendine: Beni kafi derecede sevmedi, onun
için! diyordu. Faik Bey: Para istediğim günkü halimi gördü ve soğudu! diye
düşünüyordu. Bittabii, hakikate en yakın olan da buydu. Fakat bu da zahiri ve
arızi (Görünürdeki yapmacık ve geçici) sebeplerden biriydi. Hakikatte, eren
aşk, büsbütün had (Hastalıklı, azgın) bir devreye girmek için bunların
kalbinde buhranlı bir hadise geçiriyordu. Nitekim Faik Bey, Seniha'ya:

Seni her gün daha ziyade seviyorum; seni hiçbir zaman bu kadar şiddetle
sevmedim, dediği zaman, ne kendini ne de sevgilisini aldatmış oluyordu. İlk
defa olarak bir kadın, onu kıskandırıyor, ilk defa olarak bir kadın, onun
haysiyetiyle, gururuyla oynuyordu. Bir an geldi ki, Faik Beyin sevgisi,
fazla tahammür etmiş (Mayalanmış) şaraplar gibi kalbinden isyan halinde taştı
ve Seniha'ya müthiş bir kin bağladı. Tekdire, tehdide başladı.

O kadar huysuz, o kadar haşin oldu ki, Seniha, eski havai ve şuh genci
artık tanımıyordu. Gittikçe kabalaşıyor, tavrına bir külhanbeyi bıçkınlığı
geliyordu. Seniha, ona diyordu ki:

Senden korkuyorum; senden iğreniyorum. Ne kadar fena gözlerin var!

Ve genç adam, dişlerini sıkarak acı acı gülüyordu. Bir gün ona, Madam
Kronski'nin refakatinde sokakta rastgeldi, gözlerinin akı kıpkırmızıydı,
nefesi ispirto kokuyordu. İhtiyar kadına ancak selam verdi ve müthiş bir
tavırla Seniha'nın önüne dikilerek:

Şimdi benimle beraber geleceksin! Şimdi benimle beraber, şimdi!.. dedi.


Madam Kronski Türkçe anlamamakla beraber, vaziyeti derhal hissetti. Genç kız:

Nasıl olur? Yanımdakini nasıl savabilirim; rica ederim , başka bir gün,
rica ederim, yarın, yarın... diyordu.

Lakin Faik Bey laf anlamıyordu:

Söyle ona, eve dönsün; bugün, şimdi, mutlaka, mutlaka!.. diye adeta
haykırıyordu.

O kadar ki, Madam Kronski söze karışmak lüzumunu duydu. İkisi birden güç
bela genç adamı teskin edebildiler.

Bu hadise üzerine Madam Kronski bir uykudan uyanır gibi oldu. Konağa
döndükleri zaman; Seniha'ya dedi ki:

Çocuğum, akıbet işi bu dereceye kadar mı getirdiniz?

Genç kız önüne baktı, cevap vermedi. İhtiyar kadın sordu:

O halde, niçin evlenmiyorsunuz?

Bu sual üzerine Seniha, derhal başını kaldırdı:

Faik'le evlenmek mi? Asla! dedi.

Seniha, bir aşığı koca yapacak kadar adi değildi. Aşağı yukarı bir seneden
beri devam eden bu münasebet esnasında, ne onun, ne bunun hatırına bir dakika
evlenme fikri gelmemişti. Zira; Faik Bey, daima zengin bir dul hülyasını
besliyor ve Seniha, kendisine geniş ve muhteşem ufku açacak adamı bekliyordu.
Madam Kronski, yine sordu:

Demek ki birbirinizi kafı derecede sevmiyorsunuz, o halde bu kadar


skandala ne lüzum vardı?..

Seniha:

O beni deli gibi seviyor, dedi; biraz düşündü; ben de onu... Ah,
bilmezsiniz nasıl; bilmezsiniz ne kadar seviyorum, dedi ve ağlamaya başladı.

:::::::::::::::::::
IX

İşte, bu hadisenin ve bu itirafın ferdası günüydü ki, Madam Kronski, gayet


resmi ve ciddi bir tavırla Servet Beyin odasına girdi. Servet Bey henüz tıraş
olmuş; yüzü pudralı, aynanın önünde yakalığını takmakla meşguldü. Karısı
eğilmiş, gardrobun sürmesine birtakım beyaz çamaşırlar yerleştiriyordu. Madam
Kronski sordu:

Vaktiniz müsait mi? Biraz görüşebilir miyim?

Servet Bey; onu birkaç aydan beri biriken aylıklarını istemeye geliyor
sandı ve fuzuli bir nezaketle kadına yer gösterdi. İhtiyar Lehli, yutkunuyor,
bir türlü, söze başlayamıyordu. Naim Efendinin damadı, içinden: Canına
yandığım Avrupalılar, ne kadar naziktirler; bak, alacağını bile ne güçlükle
istiyor! dedi. Madam Kronski, oturduğu yerden bir Servet Beyin, bir de
Sekine Hanımın yüzüne baktı:

Size Seniha'dan bahsetmeye geliyorum; dedi, biliyorsunuz ki, bir seneden


beri Seniha ile Faik Bey sevişiyorlar.

Servet Beyle karısı hayretle birbirlerinin yüzüne baktılar. Seniha'nın


babası:

Hayır, hayır, yemin ederim ki ilk defa işitiyoruz, bize pek yeni bir şeyden
bahsediyorsunuz, madam... dedi.

Madam Kronski bu itiraza inanmak istemedi; bunu, kızına yakından nezaret


edememiş olmak mesuliyetinden kurtulmak isteyen bir babanın kendine ve
başkalarına karşı bulduğu bir mazeret gibi telakki etti:

Nasıl olur? Buna ihtimal veremiyorum; dedi, bu, göze çarpmayacak kadar
gizli kapaklı bir şey değildi ki... Herkes biliyor ve herkes görüyordu.
Doğrusu, şimdiye kadar size haber vermek lüzumunu hissetmeyişimin sebebi de,
bu münasebetteki vuzuh ve sarahattir. Bununla beraber, şunu da itiraf
etmeliyim ki, ben de düne kadar işin derecesini tayinden acizdim. Aralarındaki
rabıtanın ne kadar sıkı olduğunu bilemiyordum.

Madam Kronski, bu mukaddemeden sonra, gayet samimi bir hasbıhal sesiyle,


bir senelik macerayı baştan nihayete kadar hikaye etti. Pek iyi Fransızca
anlamayan Sekine hanım, ikide bir zevcine sokulup, Ne söyledi? Nasıl olmuş?
Ne söyledi? diye soruyordu; zavallı kadının tombuI vücudu, heyecandan tir
tir titriyor ve alnında iri iri ter taneleri peydah oluyordu. Servet Bey,
hikayeyi sonuna kadar kemali metanetle (Soğukkanlılıkla) dinledi. Sonra, iki
ellerini pantolonun ceplerine soktu ve omuzlarını kaldırarak dedi ki:

Pekala, öyleyse evlensinler; bundan basit ne olabilir!

Madam Kronski acı bir tebessümle güldü:

Meselenin düğümü işte burada: Evlenmek istemiyorlar, dedi.

Servet Bey kulaklarına inanamıyordu; bir karısının, bir Madam Kronski'nin


yüzüne baktı; birkaç defa üst üste şu cümleyi tekrar etti:

Sevişiyorlar; evlenmek istemiyorlar!.. Sevişiyorlar; evlenmek


istemiyorlar!..
Sekine Hanım, ağlamaya başladı. İki hiçkırık arasında bir kere:

Bari babam duymasa... Aman o duymasın, mutlaka bir yerine iner, diyordu.

Servet Bey, karışık işleri, müşkülatlı anları, hele heyecanlı, facialı


şeyleri hiç sevmezdi: Ruhu vücudundan daha tembeldi. Onun içindir ki, ne
vakit başı sıkıya gelse, etrafındakilerden imdat istemek, başkalarının gayret
ve muavenetine sığınmak, huyunun en şayanı dikkat hususiyetlerinden biriydi.
Bir zorluk önünde yalnız başına kaldığı vakit, fazla düşünmekten, fazla
sıkılmaktan kurtulmak için, daima çarelerin ilk hatıra gelenine, tedbirlerin
en basitine, en acelesine müracaat ederdi; yani hiçbir şeyi halletmez, fakat
başından savardı. Bunun içindir ki, karısı Sekine Hanım: Aman, babam
duymasın! diye ağlamaya başlar başlamaz, adeta öfkelendi:

Amma da yaptınız, hanım! dedi. Bu işi babandan nasıl saklayabiliriz?


Bugünkü günde ailenin reisidir, meseleyi halletmek bizden ziyade ona düşer.

Ve o akşam Naim Efendi, her şeye vakıf oldu. Bu ihtiyar adam, hayatında üç
facialı an biliyordu; bunlardan biri, annesinin, diğeri karısının öldüğü
gündü, üçüncüsü de, çoktan beri öğrenmekten korktuğu bu müthiş hakikate erdiği
gün oldu. Vakıa ne fazla bir teessür, ne de fazla bir keder gösterdi. Fakat,
kendi tabiri üzere, dünya başına yıkılmış zannetti. Kızı Sekine Hanıma dedi
ki:

Allah canımı alsaydı da, bugünü görmeseydim; bu felaketi işitmeseydim!..

İşte, teessürünü yalnız bu sözle gösterdi. Bunu müteakip, derin bir sükuna
daldı ve o gece, sabaha kadar neler çektiğini kimseler bilmedi. Fakat,
sabahleyin kızı odasına girdiği vakit, onu on sene daha ihtiyarlamış buldu.
Hala nasıl nefes alıyor, nasıl konuşuyor, nasıl kımıldayabiliyor, şaşılırdı.
Gözlerinde bir damla fer kalmamıştı; boynu bir küçük çocuk bileği kadar ince
ve narindi. Öyle ki, bu incecik boynun üstünde, başını güç bela tutabiliyor
gibiydi. Yanaklarının ve göz çanaklarının harikulade çukurları da başını
tamamıyle bir iskelet kafasına çevirmişti. Oturduğu yerde iki kattı. Kızı
yanına gelir gelmez doğruldu. Elleri kansızlıktan ve zayıflıktan adeta
şeffaftı. Sekine Hanım:

Hasta mısınız? dedi.

Hayır, hamdolsun bir şeyim yok. Hatta biraz sonra dışarıya çıkmayı
düşünüyorum.

Bu halde nereye gideceksiniz?

Bugün mutlaka Kasım Paşayı görmeliyim, mutlaka.

Gerçi, damadı Servet Bey, meseleyi doğrudan doğruya Faik Beye açmak ve
annesi vasıtasıyle Seniha'nın fıkrini yoklamak taraftarıydı. Fakat Naim
Efendi bir türlü kendinde bu cesareti bulamadı. Esasen bu kadar mühim bir
aile davasının, bu kadar nazik bir namus ve haysiyet meselesinin kendi
kendilerini idareden aciz iki çocuğun konuşmalarıyle halledilebileceğine
ihtimal veremiyordu. Onlara ne sorabilirsiniz? Ne söyleyebilirsiniz? Bu iş
temizlenmeden yüz yüze nasıl gelebiliriz? diyordu; bu, kendisi için bir
büyük düşüklük ve onlar için bir acıklı utanç olmaz mı? Bütün gece düşünüp
taşındıktan sonra, nihayet en iyi tedbiri Faik Beyin babası Kasım Paşaya
gitmekte bulmuştu. Vakıa kendisi, kızın tarafından olmak dolayısıyle bunda
da nefsine ağır gelen pek çok şeyler buluyordu. Esasen, Kasım Paşaya ne
hürmeti, ne de muhabbeti vardı; bu adam öteden beri kabalığı, kibir ve
nahvetiyle (Gurur) tanınmış kimselerdendi.

Naim Efendi, o gün öğleden sonra bir arabanın içinde Faik Beyin babasının
evine doğru yol alırken, idama giden bir mahkum gibi kendini manen bitmiş,
boşalmış hissediyordu; kendi kendine, Yarab! Ne olur, şimdi bir kazaya
uğrasam da, mahvolup gitsem! diyordu.

İşte Naim Efendi, Kasım Paşanın önüne böyle bir bozgun ruhuyle çıktı. İkisi
de çok zamandan beri birbirlerini görmemişlerdi. Sabık sefir:

Vay efendim buyursunlar, buyursunlar, sizi böyle hangi rüzgar attı?


diyordu.

Naim Efendi:

Fena bir rüzgar, çok fena bir rüzgar! dedi. Kasım Paşa gülüyor:

Fena rüzgar? Katiyen, katiyen!.. Benim için hayli zamandır bundan daha iyi
bir rüzgar esmedi, diyordu.

Halbuki ihtiyar kurt, bu beklenilmeyen ziyaretin sebebini için için derhal


keşfetmişti. Zira, herkes gibi Kasım Paşa da öteden beri kendi oğluyla Naim
Efendinin torunu arasında geçen şeylere vakıftı; hatta birkaç kere Faik'e
yarı ciddi yarı alay tarzıyle demişti ki:

Oğlum, gözünü aç; çocukluğun lüzumu yok; bir kaza çıkarırsın, pişman
olursun! Üzerinde beş paralık kalır. Sende yok, onda yok, sonra ne
yaparsınız?

Bunun içindir ki, ona Naim Efendinin geldiğini haber verdikleri zaman kendi
kendine: Hah! İşte korktuğum başıma geldi; mutlak bizim mahdum beyin desti
izdivacını talep edecek! demişti. Kasım Paşa, çok rint ve hoşgü (Kalendar ve
tatlı dilli) geçinir bir adamdı. Bütün terbiye, ahlak eksikliklerini
birtakım babayani tavırlarla örtmeye çalışır, en fena şeyleri hoş görür ve
iyilere karşı birden kıvrılırdı. Hiç sevmediği kimselerden biri de Naim
Efendiydi; zira, bu vekarlı, dürüst ve kibar adam, onun taban tabana zıddı
bir şahsiyetti. Bununla beraber, ikisi de gayet dostça selamlaştılar. Kasım
Paşa, ikide bir:

Vallahi efendim, müşerref olduk, müşerref olduk, ne iyi ettiniz de teşrif


buyurdunuz... tarzında basmakalıp birtakım lakırdılar söylüyordu. Naim
Efendi ise, bir türlü söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Kasım Paşa ile
yüz yüze gelir gelmez, dün geceden beri hazırladığı cümlelerin hepsi birer
birer hatırından çıkmıştı. Konuşma uzun bir müddet, havai ve umumi mevzular
üzerinde dolaştı. Kasım Paşanın birçok siyasi kinleri vardı. Devrin ricaline
ağız dolusu sövüyordu:

Başımı alıp gideceğim; diyordu. Burası oturulur yer değil; birtakım


eşkıya elinde kaldık. Trablusgarp hadisesine ne dersiniz?

Naim Efendi, az daha: Hangi Trablusgarp? diyecekti. Zihni, mütemadiyen


sözünün ilk cümlesine vereceği şekilde meşguldü, kendi kendine; Nereden
başlamalı? Nasıl söylemeli? Rabbim, metanet ver! diyordu ve tam ağzını
açacağı sırada, Faik Beyin babası bir ikinci bahse atlıyordu.

Naim Efendi dinlemiyordu, durmadan ellerini oğuşturuyordu. Kasım Paşa işin


farkındaydı. Fakat, ihtiyarı üzmekte, şaşırtmakta, bekletmekte garip bir
zevk duyuyordu. Yalnız zevk duymak değil, bunu, aynı zamanda gayet akıllıca
ve tedbirlice bir hareket telakki ediyordu; zira, Naim Efendiye söz fırsatı
verir vermez aralarında ne kadar tatsız bir bahis açılacağına zerre kadar
şüphe yoktu.

Mamafih, Naim Efendi akıbet bu fırsatı zorla yakalamak lüzumunu duydu ve


Kasım Paşayı lakırdısı ortasında durdurarak:

Kerem ediniz, sözünüzü kesiyorum ama, zararı yok, kerem ediniz; dedi.
Zatıalilerine bazı mühim maruzatta bulunmaya gelmiştim..

Kasım Paşa suratını astı:

Buyurunuz, emrediniz efendim, dedi.

Bunun üzerine Naim Efendi, ikide bir teessürden boğulan bir sesle söylemeye
başladı. Evvela Faik'in iki üç seneden beri hemen her gün konakta olduğunu, bu
müddet zarfında hiçbir gün namus ve terbiyesinden şüphelendirecek bir hareketi
görülmediğini, herkesin itimat ve teveccühünü kazanmış bir genç gibi
tanındığını anlattı.

Kendisine karşı hissettiğimiz itimadın derecesini şuradan anlayınız ki,


dedi; Faik Bey istediği gibi ve istediği saat doğrudan doğruya Seniha'nın
odasına girer; saatlerce yalnız kaldıkları olur! Hiçbirimizin hatırına hiçbir
dakika ne yaptıklarını ne konuştuklarını anlamak, görmek fikri gelmezdi.
Vakta ki, geçen sene Ada'ya gittiler. Birçok dedikodular oldu, hiçbirine
inanmadık... Hele Servet Bey, adeta isyan etti. Bu hususta zerre kadar şüpheye
düşenlere karşı düşman kesildi. Hatta bendenizle bile...-

Naim Efendi, ağır ağır, ne oldu, ne geçti, en küçük teferruatına kadar


birer birer hikaye etti; söyledikçe açılıyordu. Zira, kaç zamandır bağrında
kapalı kalmış dertlerini bu suretle dökmüş oluyordu. Lakin, hikayesinin bir
gün evvel işittiği kısmına gelince, yavaş yavaş ifadesindeki bu duruluğu
kaybetmeye başladı ve bahusus, her şeyi söyleyip bitirdikten sonra, ne vakit
ki Kasım Paşadan bu namus davasının hallini rica etmek lazım geldi, zavallı
ihtiyarın çenesi, elleri ve sesi titremeye başladı:

İşte efendim, meseleyi, duru-diraz (Uzun uzadıya) zatıalilerine izah ettim,


artık verilecek hükmü vicdanınızdan ve asalet ve necabetinizden beklerim,
dedi.

Lakin Kasım Paşa, gayet soğuk bir nezaketle şu cevabı veriyordu:

Estağfurullah, estağfurullah efendim!.. Fakat bu işin bendenize ciheti


aidiyeti, dolayısıyledir. Asıl hükmü ve kararı verecek olan, Faik'tir. Bir
defa kendisine sormalıyız.

Naim Efendi, ümitsiz bir tavırla:

Nafile; ona sormayınız efendim, dedi; zannedersem istinkaf


ediyormuş.(Çekiniyormuş, uzak duruyormuş)

Kasım Paşa, alafranga kesilmiş kırçıl sakalının gür taraflarını birkaç


saniye parmaklarıyle taradıktan sonra, düşünceli ve hakim:

Hakkı da var a; dedi. Henüz ne olacağı belirsiz serveti yok, mesleği yok
bir genç. Kaç zamandır sefaretlerin birinde bir üçüncü katiplik istiyor. Onu
bile vermiyorlar. Halbuki -kendi oğlum olduğu için söylemiyorum- bugünkü
günde, haydi haydi bir müsteşarlığı bile idare edebilir. Küçükten beri
yanımda dolaşmadığı yer, görmediği merasim, tanımadığı insan, öğrenmediği
lisan kalmadı. Hariciye memurları içinde acaba ona benzer kaç kişi var? Öteye
beriye tayin edilenleri görüyoruz; işitiyoruz. Ekserisi doğru dürüst
Fransızca konuşmasını dahi bilmiyor. Halbuki Faik, bir Fransızdan farklı
konuşmaz. Sonra, Fransızca hitabeti harikuladedir. Neyse, mesele burada değil,
ne diyorduk efendim?.. Evet, henüz bir meslek sahibi olmadan, aile teşkiline
kalkışmak da karı akıl (Akıl karı) değildir. Vakıa, havai bir genç gibi
görünür ama, için için pek tedbirli, pek hesabidir. Mamafıh, yine siz
bilirsiniz. Çağırınız, söyleyiniz. O da sizin evladınızdır. Benim elimden
gelen şey tarafeynin (Tarafların, iki tarafın) saadetini temenniden ibarettir.
Ne olsun, ne de olmasın derim...

Naim Efendi, akşama doğru, Kasım Paşanın evinden çıktığı zaman, ne


yapacağını tamamıyle şaşırmış bir adamdı. Artık hiçbir şey hakkında hiçbir
fikri yoktu. Arabasının penceresinden, geçtiği yerlere bakarken, kendini
yabancı bir şehrin sokaklarında kaybolmuş, nereye gideceğini, kime
başvuracağını bilmeyen bir garip sandı, gözleri bomboştu; bütün gördüğü
şeyler, ev, araba, hayvan, insan, telgraf direkleri, kaldırım taşları, hepsi
aynı şekilde; aynı cinste, aynı mahiyette, aynı manada birtakım eşya gibi
görünüyordu ve etrafındaki gürültüden korkuyordu. İlk defa sokakta geç kalmış
bir küçük çocuk gibiydi. Vakıa bir çocuktan farkı neydi?.. Her ikisi de kafı
derecede koşmaktan, kaçmaktan, en kısa ve en emin yolu bularak yerine
varmaktan acizdir.

Naim Efendi, konağa vasıl olur olmaz, dünden beri ilk defa olarak bir geniş
nefes aldı. Hele çocuklarından hiçbirine tesadüf etmeksizin odasına girip
kapanmayı büyük bir saadet telakki etti. Burası, hayatta onun yegane
sığınağıydı. Asrın tepkileri onu ite ite evvela şehirden konağın içine, sonra
konağın içinden bu odaya sürükleyip tıkmıştır. Buradan ötesi, biliyordu ki,
artık yoktur ve sevince yakın bir hisle biliyordu ki, buranın ötesi, ahret
denilen sessiz ve ilahi alemin ilk merhalesidir. Nitekim, pek neşeli
zamanlarında, hoşlandığı bazı kimselerle konuşurken derdi ki:

Bu oda, Azrail'in intizar salonudur.

Naim Efendi o gece yemeğe inmedi; erkenden yatağına girdi. Bütün vücudu
titriyordu;,üstünü örten ihtiyar kalfa:

A, efendiciğim, bu yaz gününde bu kadar üşümek neden? Mutlaka keyfinizi


bozdunuz; diyordu.

Naim Efendi cevap vermiyor, yalnız örtünmek istiyordu.

Ertesi gün, öğleye doğru odasına gelen kızı Sekine Hanım, onu yatakta, bu
kat kat örtüler altında kaybolmuş buldu. Ancak sesi işitilebiliyor, ancak
başı görünüyordu. Bu haliyle şimdiden maverai (Öteki dünyaya ait, dünya dışı)
bir mahluka dönmüştü. Kızını başı ucunda görünce, evvela bir yengecin bir
dalganın içinden kıskaçlarını uzatışı gibi kollarını yorganlarından dışarıya
çıkardı; sonra iki yanlarında dirseklerine dayanarak yarı beline kadar meydana
çıktı, doğruldu ve kızına dedi ki:

Geçti, geçti; öyle bir terledim ki hiçbir şeyim kalmadı. Arkama hırkamı
verir misin?
Bunu müteakip yavaş yavaş, kesik kesik Kasım Paşaya müracaatını, onun
cevabını, nasıl ümitsiz bir halde avdet ettiğini anlattı. Kendi sözlerini ve
Kasım Paşanın cevabını tekrar ederken, sanki hala dünkü mubahasedeymiş gibi
çenesi ve elleri titriyordu. Sekine Hanım:

Vazgeçtim anlatmayınız, vazgeçtim, çok sinirleniyorsunuz. Bırakınız,


anlatmayınız, diyordu.

Zira, babasını hiçbir vakit bu kadar müteessir görmemişti. İhtiyar adam,


uzun ve hazin bir nazarla kızının yüzüne baktı ve dedi ki:

Şimdi ne yapacağız yavrum? Şimdi ne yapacağız?

Tam bu sırada, odanın kapısı vuruldu.

Dışardan Seniha'nın sesi:

Girebilir miyim, büyükbaba? diyordu.

Naim Efendinin heyecandan dili tutulmuştu. Hele genç kızın kendilerine


doğru yaklaştığını hisseder etmez tepeden tırnağa kadar dondu, kaldı. Seniha
da telaşlı ve heyecanlıydı. Fakat, her vakitki gibi görünmeye çalışıyordu;
geldi, yatağın ayak ucunda karyolanın demirine dayandı, durdu. Bir müddet,
hiçbir şey söylemeksizin büyük babasının yüzüne, sonra annesine, daha sonra
odanın içinde birtakım gayrı muayyen noktalara baktı ve nihayet heyecanını
güçlükle zaptedebilen bir sesle:

Anne, dedi. Bizi biraz yalnız bırakır mısın?

Naim Efendi, o kadar çekindiği kati ve mukadder saatin geldiğini hissetti.


Kabahatli bir çocuk gibi başını önüne eğdi. Nasıl? Her şeyi bizzat onunla
münakaşa etmek kudretini kendinde bulabilecek miydi? Kendi kendisine, Biraz
mütehakkim ve amir olmalı? diyordu.

Seniha:

Büyükbaba, dedi; dün Faik Beyin babasına gitmişsiniz, öyle mi?

İhtiyar adam, başıyle iki defa evet işareti yaptı.

Büyükbaba! Dün Kasım Paşaya, Faik Bey beni alsın diye yalvarmak için
gittiniz değil mi?

Naim Efendinin başı bu sefer anlaşılmaz bir hareketle kımıldadı.

Rica ederim, bana açıkça söyleyiniz, bu çirkin ve acayip hareketi yapmaya


neden lüzum gördünüz?

Sesini çıkarmadı, önüne baktı. Seniha devam etti:

Zira, bu hareketiniz için çirkin ve acayip sıfatlarından başka kelime


bulamıyorum; vakıa bundan daha adi, daha zelil ne olabilir?.. Bu, sizce belki
böyle değildir, her şeyde olduğu gibi bu meselede de belki siz başka türlü
düşünüyorsunuz, ben başka türlü düşünüyorum. Fakat rica ederim; durup dururken
ne hakla, ne selahiyetle benim ismimi, benim haysiyetimi, hiç haberim
olmaksızın, yalnız kendi kendinize makul bulduğunuz bir zaruret veya bir
sebep için yerden yere sürüklemek zahmetine katlandınız?
İhtiyar adam, eğile eğile iki kat olmuştu; genç kızın gözleri artık onu
görmüyordu:

Ne Faik Bey beni almak için babasının emrine, ne ben Faik Beye varmak için
sizin arzunuza tabiyiz. Ben yirmi yaşıma giriyorum. O otuzuna yaklaşıyor;
birbirimizi sizin bizi tanıyışınızdan daha iyi tanıyoruz ve sevişiyoruz.

Naim Efendi titredi.

Evet, evet, sevişiyoruz. Bugün istesem ben ona varırım; bugün istesem o
beni alır; dünya bir araya gelse, kimseler bizi ayıramaz. Fakat, ne çare ki
istemiyoruz. Zira, evlenme hakkındaki fikirlerimiz sizinkilere hiç benzemiyor.
Bizim için evlenme bir kalp meselesi değildir. Ne de bir uzvi (Uzuvla ilgili,
organik, burada cinsel,bedensel anlamında) zarurettir. Ben ve o, bu işi bir
hesap ve akıl meselesi telakki ediyoruz; paraya müteallik (İlişkin) bir iş...

Naim Efendi, ilk defa olarak başını kaldırdı; hayretten ziyade korkuyu
ifade eden gözlerle torununun yüzüne baktı; o, ağzının ucu hafıfçe yukarıya
doğru çekilmiş, sırtı karyolanın direğine dayanmış, ayakta sözüne devam
ediyordu:

Bunun içindir ki, bir gün Faik Beyle baş başa verdik, düşündük, taşındık;
birbirimizle evlenmeyi pek fena bir iş bulduk: Onda benim arzularımı temin
edecek kadar bir servet, bende ona muhtaç olmayacak kadar bir çeyiz yoktu.
Dedik ki: 'Şimdi sevişiyoruz. Fakat, o zaman didişeceğiz; birbirimize ağır
geleceğiz; birbirimizden nefret edeceğiz!' O bilir ki benim arzularım
-hırslarım dese daha iyi olur,- hadsiz hesapsızdır; evet, hırslarım, hadsiz
hesapsızdır!..

İhtiyar adam, aklını kaybetmekten korkuyordu; Seniha hep aynı vaziyette


soğuk ve haşin söylüyordu:

Siz zannediyor musunuz ki, ben ömrümün sonuna kadar böyle bir evde
kalacağım? Böyle bir memlekette, etrafımda böyle bir halkla? Bin güçlükle
senede ancak beş on kat esvap yaptırarak, ara sıra Ada'ya misafirliğe giderek
ve pazartesi günleri aşağıda salonda birkaç manasız ve yavan davetli
bekleyerek yaşayıp gideceğim? Hayır! Büyükbaba, ben o kadar basit ruhlu bir
kız değilim! Çok okudum; çok öğrendim; çok düşündüm, çok tahlil ettim.
Biliyorum ki, hayat denilen şey, içinde doğup büyüdüğüm bu hapishanenin
dışında, gürültülü, geniş, aydınlık, acayip, hazin, neşeli, düz, yılankavi,
inişli yokuşlu, bitmez tükenmez bir sahadır. Oradan bin türlü sesler
işitiyorum; bu sesler her biri başka tarzda, bir başka lisanda bana, 'gel'
diyor. Kendimi güç zaptediyorum. Fakat, bugün değilse yarın mutlaka bu
seslerden birine doğru koşacağım. Mutlaka!..

Naim Efendi, torununun ne dediğini artık hiç anlamıyordu. Onun için bütün
bu sözlerin deli saçmalarından; rüyalardaki sayıklamalardan hiçbir farkı
yoktu. Kendi kendine: Acaba kızcağızın sıtması mı var? Olabilir a; belki
sıtması var diyordu. Birkaç defa: Yavrum, hasta mısın? diye soracak oldu.
Fakat, Seniha, sözüne bir lahza fasıla vermeksizin gittikçe artan bir ateşle
söylüyor, söylüyordu:

Herkesin kendine mahsus bir hayatı vardır. Siz zannediyorsunuz ki, herkes,
herkes gibi yaşayabilir. Annem nasıl sizin gibi bu konakta yaşayıp
ihtiyarladıysa ben de onun gibi yaşayıp ihtiyarlamaya razı olacağım. Halbuki
ben mutlaka kendi hayatımı yaşamak istiyorum. İşte bunun içindir ki, sevdiğim
bir adamı kendime hayat yoldaşı yapmaktan çekiniyorum; zira bütün hazlarımda,
zevklerimde, keder ve heyecanlarımda tamamıyle yalnız kalmak, tamamıyle
benliğimi muhafaza etmek emelindeyim. Sevilen adam, bizi çağıran seslerden
biridir; fakat hayat yoldaşı bizi o seslere doğru götüren kimsedir; bu kimse
kah önümüzden, kah arkamızdan yürür, bizi birtakım kazalardan
siyanet eder (Korur), birtakım zahmetlerden kurtarır, ettiğimiz hataları
tamire çalışır, masraflarımızı öder, tıpkı çocukluğumuzda bizimle beraber
dolaşan lalam gibi bir şey...

Naim Efendi nihayet başını kaldırdı:

Kızım, ne demek istiyorsun? Anlamıyorum, dedi.

Seniha, gözlerinde sert ve madeni bir pırıltıyla büyükbabasının yüzüne dik


dik baktı:

Size, hayat ve izdivaç hakkındaki fıkirlerimi söylüyorum; dedi; ta ki


bundan sonra habersizce tekrar benim işlerime karıştığınız zaman dünkü
kırdığınız pot gibi bir pot daha kırmayınız... Bu seferkini tashih kabil
olacak -zira, şimdi, gidip bir mektupla Kasım Paşaya izahat vereceğim, her
şeyin nasıl benden habersiz yapıldığını söyleyeceğim- fakat günün birinde
olabilir ki, düzeltilmesi kabil olamayacak bir hata daha işleyebilirsiniz;
onun için size şimdiden söylüyorum; rica ederim, benim işlerime karışmayınız.

Seniha, bu sözleri söyleyerek çıktı, gitti. Genç kız şu son sözlerini


söylediği esnada, Naim Efendiyi sürekli ve inatçı bir hıçkırık tutmuştu.
Güçlükle soluk alabiliyordu. Vaktaki kızı Sekine Hanım, tekrar yanına girdi
ve kendisinden Seniha ile aralarında geçen muhavereye dair malumat almak
istedi, biçare ihtiyarın bir kelime söylemeye gücü yetmedi.

Sekine Hanım, bir taraftan kendisini, diğer taraftan bu müz'iç hıçkırığı


teskine çalışıyor, fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Biraz sonra kalfa
hanım da geldi; bu hıçkırığı dindirmek için ne kadar usul varsa hepsini birer
birer Naim Efendiye tatbike başladı. Kah tavana baktırarak, kah nefes
aldırmayarak su içirdi; odanın içinde heyecanını tahrik edecek, hayretini
celbedecek şeyleri yaptı, sözler söyledi, sırtını, göğsünü oğuşturdu.
Midesinin üstüne sıcak bezler koydu. Hiçbiri, hiçbiri kar etmedi. Naim Efendi,
durmadan hıçkırıyordu. Seniha'nın annesi:

Yarabbim, bu kız size ne yaptı? Bu kız size ne yaptı? Söyleyin, o mu sebep


oldu? diyordu.

İhtiyarın gözleri gayri muayyen bir noktaya dikilmiş, yüzü kıpkırmızı


kesilmişti; ağzından bir kelime almak mümkün olamıyordu.

Sekine Hanım:

Bari bir hekim çağırtalım, bir hekim... dedi.

O zaman Naim Efendi, gözlerini kızının üstüne çevirdi; eliyle bir hayır,
istemem! işareti yaptı. Fakat, Sekine Hanım dinlemiyor:

Kabil değil, mutlaka lazım. Biz bir şey yapamıyoruz, görmüyor musunuz?
Bizim elimizden bir şey gelmiyor; diyordu.

Hasta, nihayet, razı oldu. Hekime haber gitti. Sekine Hanım, bir aralık
Seniha'nın odasına koştu; babasıyle kızı arasında vahim bir şey geçtiğini
hissediyordu, anlamak, bilmek istiyordu... Lakin Seniha'nın oda kapısı
sımsıkı kapalıydı. Sekine Hanım vurdu, seslendi; vurdu, seslendi, içeriden
bir cevap almak kabil olmadı. Müthiş bir telaşa düştü: Seniha dışafıya çıkmış
olsa kapısını açık bırakması lazım gelirdi, içerdeyse neden ses vermiyordu?
Nihayet, gürültüyü diğer bir odadan işiten Madam Kronski imdadına yetişti:

Yazı yazıyor, dokunmayınız, pek sinirlidir, dedi.

Seniha için sinirlidir denildi mi, Naim Efendi konağında akan sular
dururdu. Başta büyükbaba olmak üzere, anne, baba, kardeş, hizmetçiler bu
kelime karşısında ne yapacaklarını şaşırır kalırlardı. Onun içindir ki,
Seniha'nın, başı sıkıya geldiği zaman, siniri tutardı ve her defa bu buhran,
onda azim ve iradesinin hadden fazla bir gerilişi halinde belirirdi; günlerce
evin içinde her bir arzusunun bir çelik sesiyle amir, kuvvetli ve inatçı
çınladığı hissedilirdi.

Sekine Hanım, büyük bir perişanlık içinde babasının yanına döndü. İhtiyar
adam, hala hıçkırıyordu. Fakat bu hıçkırıklar, şimdi, daha fasılalı, daha
muntazam bir hale girmişti. Akıbet hekim geldi. Servet Beyin haremi aklı
başından gitmiş, hekimin üzerine atılıyor:

Aman doktor; kurtarınız.

Hekim bir havlu istedi, Naim Efendiye:

Dilinizi çıkarınız! dedi.

Elindeki havlu ile dilinin ucundan tuttu, kuvvetle birkaç defa kendine
doğru çekti, çekti. Sonra yanındakilere döndü:

İşte, saatte bir kere böyle yapınız! dedi.

Sekine Hanım, şimdi, odanın bir köşesinde reçetesini yazmaya giden hekime
yanaşıyor, üst üste:

Aman doktor, söyleyiniz, neden oldu? Buna sebep ne oldu? diye soruyordu.

Hekim kaygısız cevap veriyordu:

Bilir miyim ben!.. Ya mideden geliyor, ya kalpten. Zaten babanızın kalbi,


birkaç zamandan beri hiç yolunda değil.

Nihayet, hekim odadan çıkar çıkmaz hastanın hıçkırığı diner gibi oldu.
Sekine Hanım, babasının yanına koştu:

Şimdi, söyleyiniz, rica ederim; dedi. Sebep o mu, söyleyiniz. Seniha mı


sebep oldu?

İhtiyar adam bir müddet önüne baktı, düşündü, düşündü; sonra titrek sesle:

Kalbimi kırdı; kalbimi fena kırdı. Hiç ummazdım. Bu kadarına hiç ihtimal
vermezdim, dedi.

Ve gözlerinden iri, berrak iki yaş damlası yanaklarının üzerinde yavaş


yavaş gezindikten sonra, ağır ve hazin, sakalının beyaz kılları arasına
karıştı, gitti.
:::::::::::::::::::

Son aylar zarfında Naim Efendinin konağında epeyce mühim şeyler oldu.
Seniha'nın büyükbabası Kasım Paşayı ziyarete gittiği günden beri, Faik Bey,
artık konağa adımını atmıyor, artık ne Servet Beye, hatta ne de Cemil'e
görünüyordu. Eskisi gibi Seniha ile dışarıda, bir yerde buluşup
buluşmadıkları da malum değildi. Zira, Taksim'deki müşterek evlerini çoktan
bıraktılar. Bununla beraber, hiçbir gün, mektuplaşmadan duramıyorlar.

Seniha, çoğu vakitlerini yatakta geçiriyor. Durmadan sıhhatinden


şikayetçidir; gittikçe zayıflıyor, sararıyor. Dünyadan bezmiş bir hali var,
hiçbir şeyle avunamıyor. Hele büyükbabasıyle o günden beri bir kelime
konuşmadılar.

İhtiyar adam ağır hasta oldu. Tehlikeli günler, ümitsiz saatler geçirdi.
Böyle saatlerde bütün ev halkı Naim Efendinin etrafında toplanırdı; fakat
Seniha bir kerecik olsun, bunlar arasında görünmedi, bir kerecik olsun başını
odanın kapısından uzatıp da en ziyade kendi yüzünden can çekişen bu ihtiyara
hiç değilse gözleriyle: Nasılsın? demedi. Bununla beraber içi nedamet, azap
ve endişe ile doluydu. Kaç defa gözleri yaşlı annesine yaklaştı.

Yanına giremiyorum, dedi, çünkü, utanıyorum. Kendisine o gün


söylediklerim, kendisine o gün yaptığım hatırıma geliyor. Anne, ona bir şey
olursa mutlaka ben de yaşamam.

Nitekim hasta iyiliğe döner dönmez, Seniha, hiç bilmediği bir kurtuluş
sevinci duydu. Her gün, her dakika, kendi kendine bundan böyle iyi, uslu ve
şefkatli bir kız olmaya ahdediyordu. Hazin bir surette tatlı olan bu tövbe ve
pişmanlık yolunda Hakkı Celis, ona misli bulunmaz bir yoldaş oldu. Saatlerce
baş başa kalıyorlardı; birbirlerine, samimi bir hasbıhal edasıyle gönül
denilen şeye ve onun tecelliIerine dair bin türlü saf ve derin sözler
söylüyorlardı.

Celis, bazı akşamlar Seniha'yı yanıbaşında gözleri ve bağrı dolgun


hissettiği anlar bir dua ve bir münacaat sesiyle ona Paul Verlaine'in
Sagesse'inden parçalar okuyor, sonra James'e ve ondan Claudel'e geçiyordu.
Genç adamın ruhu, son zamanda, değişe değişe, dolaşa dolaşa epeyce yüksek
zirvelere varmıştı. Seniha'nın yanına yaklaşamadığı bütün o hicran ve hasret
demlerinde, ıstırabını, göğsü üstünde bir kedi gibi okşamanın ve kalbini
parça parça edip tekrar toplamanın sırrına erdi. Kendi varlığından sızarak
kendi varlığını kaplayan sıcak hava içinde bütün yeşil ve ham tarafları
sonbahar yemişleri gibi olgun ve pişkin bir hale girdi ve bulunduğu yerden
uçarak yükselen veya koşarak uzaklaşan bir insan gibi arkasında bıraktığı
şeyler ona naçiz, adi, küçük ve gülünç görünmeye başladı. Eskiden taptığı
şairlerin hepsi ona yavan ve basit geliyordu. Bir odanın içinde mahpus kalmış
bir kuş nasıl ki kurtulmak için başını kah aynaya, kah cama vurursa Hakkı
Celis de, geniş ve derin gördüğü şeylere karşı koşarken daima başı bir
maddeye çarpılıp yere düşüyordu. O ise gittikçe ne yeri, ne maddeyi seviyordu.
Hayatın gözle görülmez, elle tutulmaz şeffaf ve akıcı unsurları gece gündüz
fikrinin aradığı ve ruhunun beklediği şeylerdi.

Genç adam, bu maneviyatını Seniha'ya da geçirmeye çalışıyordu. İlk zamanlar


genç kız böyle bir tecrübeye müsait gibi göründü. Fakat, çok geçmedi, Hakkı
Celis'in alemi batından (Görünmeyen alem) sırrı maşukaya (Sevilenin sırrı.
Burada tasavvufi anlamda bir aşk sözkonusu) doğru uzanan elleri bir mermerden
daha sert bir et parçasına dokunmaya başladı. Seniha'da ruh çarçabuk
maddileşiyordu ve Celis, onu kendine doğru çekeceği yerde kendisinin ona
doğru gittiğini ve onun mevcudiyetinde eriyip kaybolduğunu hissediyordu. Genç
adam, daima genç kızın yanında bulunmak şartıyle, her saat buna benzemez bin
türlü manevi bozguna razıydı. Fakat ne yazık ki Seniha'nın bu tövbe ve
pişmanlık devresi çok uzun sürmedi. Bir küçük hadise her şeyi altüst etti.
Bir gün Belkıs Hanıın, etrafına kokular ve kahkahalar saçarak pürtelaş konağa
geldi; çocukça bir sevinçle Seniha'nın boynuna atıldı:

Senihacığım, Senihacığım; seninle vedaya geldim. Yarından sonra Paris'e


gidiyoruz, dedi.

Ve Seniha'ya bu haberi hazmetmeye vakit bırakmadan kocasıyle birdenbire bu


seyahate nasıl karar vermişler; nasıl hazırlanıvermişler, kendisi giyime
kuşama dair neler ısmarlamış, daha neleri eksikmiş birer birer anlatmaya
başladı:

Bize, hele bana, kahır yüzünden lütuf oldu, dedi. Biliyorsun ya,
Mebusanı kapattılar. Birkaç güne kadar zannederim Kamil Paşa sadarete
geçecekmiş. Bey 'o zaman halimiz yaman olacak!' diyor. Ortalık da o kadar
karışıkmış ki... Daha ziyade karışacakmış... İster istemez harp olacak
diyorlar. Kocam düşündü, taşındı; kapağı Avrupa'ya atmaktan başka çare
bulamadı. Hem de bana ne vakitten beri vaadi vardı, biliyorsun. Fakat o kadar
hazırlıksız ki... Düşün adamakıllı bir akşam kıyafetim bile yok. İncecik bir
seyahat mantosuyla bir 'vualet' ve bir 'tok'la yola çıkıyorum. Bey, 'orada
istediğin kadar alırsın, yaptırırsın,' diyor; tabii böyle yapmak daha iyi...

Arkadaşı anlattıkça Seniha'nın nefesi tıkanıyordu. Hasetçi değildi; fakat


Paris'e gitmek üzere olan bu kadına, şiddetle imreniyordu. Öteden beri bütün
hulyalarını, bütün arzularını çerçeveleyen emel, yegane emel bu değil miydi?
Belkıs, mebusan karısı, bayağı ve bön Belkıs, kendisinin senelerden beri
gözetlediği gayeye bir hamlede, ne kadar kolaylıkla vasıl oluvermişti? Ah,
Belkıs Hanım, ne kadar talihli ne kadar mesut bir kadınmış! Seniha, saadet
denilen şeyin mahiyetini o gün ilk defa olarak Paris'e gidiyoruz! haberini
veren bu insanın önünde hissetti. Belkıs Hanım, kendisinden daha talihli, daha
mesut olmak için acaba ne yapmıştı? Yaradılışında harikulade ne vardı? Genç
kız, gittikçe iltihaplanan bir ruh ile kendi kendine: Zengin kocası var,
zengin kocası var. Asıl mesele bunda diyordu. Niçin kendisinin de bir zengin
kocası yoktu, bundan sonra olması da acaba ihtimal haricinde miydi? Bu
ihtimal hatırına gelir gelmez genç kızın yüreği sızladı. Ve Belkıs Hanımı
daha ziyade kıskanmaya başladı. Vücudu ne kadar hamhalat, tavırları ne kadar
adi, giyinişi ne kadar kabaydı?

Belkıs Hanım gittikten sonra, Seniha, konağın ağır çatısını yavaş yavaş
başının üstüne iniyor sandı. Mevcudiyetini o derece kesif bir kasvet istila
etmişti. Vakıa, sonbaharın ıslak raşeli ve külrenginde bir öğle sonuydu.
Odanın yekpare camlarından eşyanın üzerine kirli bir aydınlık sızıyordu. Bu
aydınlığın altında, bu eşyanın sanki küflenen, dökülen bir hali vardı. Seniha
kendisinin de bu kirli aydınlığın altında bu eşya ile beraber küflendiğini
hissetti. Ayağa kalktı, alnını cama dayadı ve dışarıya baktı. Ağaçlar
soyulmuş, havuz, dökülmüş yaprak tabakaları altında görülmez olmuştu. Sonbahar
denilen mevsim ne hazin bir mevsimmiş! Bu, adeta yazın çürüyüşü, parça parça
çürüyüp dökülüşü gibi bir şeydi. Seniha demin odanın içinde hissettiği küf
kokusunun aynını, şimdi dışarıdan alıyordu. Kaç senedir, genç kız, konağın
arka bahçesinde bu setlerin ve bu havuzun üstünde mevsimlerin bu müzmin ve
yeknesak akıp gidişlerini kaç defa seyretti!
Bu yirminci sene, yirminci sonbahardı. Genç kız: Ben de, ben de bu bahçe
gibi çürüyeceğim; dedi; günün birinde farkına varmaksızın ben de ansızın
bir tabaka kuru yaprak yığını altında görülmez olacağım! Bir gün, mevsim ne
çabuk geçti der gibi gençliğim de çabuk geçti; gitti diyeceğim! Ve her şey
olup bitecek! Evet! Her şey olup bitecek, fakat bu bahçe, kim bilir daha kaç
defa dirilecek, kaç defa gençleşip pişecek, serilip serpilecek!

Seniha: Bu kuytu ve çukur bahçe, benim mezarım; dedi, bu rutubetli


topraklara, bu yıkık setlerin altına, bu yosunlu havuzun suları içine ne
arzular, ne emeller, ne hulyalar gömdüm! Bahçeden, nefretle başını çevirdi.
Ya bu oda, ya bu mobilyalar... Şimdi simsiyah görünen şu koyu fesrengi halının
üstünde küçükken kim bilir kaç defa emekledi. Tavandan sarkan şu billur
avizenin lambası kim bilir kaç defa, kaç sıkıntılı gecenin karanlığırida yarı
uykuda bir göz gibi açıldı. Genç kız öteye beriye süs diye konulmuş şeyleri,
etajerleri, aynaları, duvardaki levhaları birer birer söküp atmak, kırıp
parçalamak istiyordu. Bu evin içinde her şey ve herkes ona hiç bu akşamki
kadar sevimsiz, eski ve tahammül edilmez görünmemişti. Bu konağın çivisinden,
tahta budağından kapılarına ve damına varıncaya kadar her noktasından ayrı
ayrı nefret ediyordu.

Kalbini, hedefi muayyen olmayan bir kin, kör bir yılan gibi sarmıştı. Bu
yılan her tarafını sanki mütemadiyen sokuyor ve sanki her soktuğu yer derhal
iltihaplanıyordu. Öyle ki az zaman içinde bu iltihap bütün mevcudiyetini
sardı; konuşması bir haykırma, kımıldanışları birer kıvranış halini aldı.
Konakta kavga etmediği kimse kalmadı. Her gözde kendine karşı bir hareket
seziyor ve her sözde sinirlerini tırmalayan bir sitem buluyordu. Bir gün
biraderi Cemil, safiyetle: Faik hiç görünmüyor, acaba nerelerde? diyecek
oldu; Seniha, az kaldı çocukla dövüşecekti. Diğer bir gün babası Servet Bey,
kendisine dair bir iki fikir söylemek istedi, neredeyse üstünü başını
parçalayacaktı. Başka bir gün annesi, ağzından Maşallah, şişmanlıyorsun,
kalçaların öyle bir genişledi ki... tarzında bir söz kaçırıverdi, hemen
döndü:

Allah göstermesin, size mi benzeyeyim istiyorsunuz?dedi.

İki hizmetçi, küçük hanımın azarlamalarına tahammül edemeyerek ve ağlayarak


çıkıp gitti. Büyükbabasının etrafında her an üstüne atılmaya müheyya (Hazır)
bir yabani kedi gibi kabararak homurdanarak dolaşıyordu. Gözlerine hiç bu
kadar fena bir bakış gelmemişti. Bu gözlerin gittikçe koyulaşan rengi altında
yırtıcı kuşların bakışındaki vahşi huşunet seziliyordu.

Çok geçmedi, Seniha, bu ihtilalci, yakıcı ve kızgın halden sıyrılıp bir


başka vaziyet aldı, bir başka tavır takındı. Dalgın, sinsi ve esrarlı oldu.
Yüzünde, gizli bir niyeti, bir düşüncesi olanlara mahsus gölgeler dolaşıyordu.
Saatlerce bir köşeye çekilip avurdunu ve dudaklarını kemiriyor, gözleri
belirsiz bir noktaya dikilip kalıyor, sonra birden hatırına gayet mühim ve
acele bir iş gelmiş gibi, hemen odasına koşuyor, çabuk çabuk giyiniyor ve tek
başına, kimseye haber vermeksizin sokağa fırlıyordu. Sokakta ise, akşam geç
vakte kadar kaldığı oluyordu. Nereye gidiyor, kimden geliyor? Kimse soramıyor,
anlayamıyordu. Seniha'nın bu hali o kadar kayıtsız, o kadar rahatına düşkün
Madam Kronski'nin bile merak ve tecessüsünü celbetti; hareketlerini tahkike,
tetkike koyuldu; hatta bir defa arkasından takibe bile çıktı. Fakat, belli
başlı hiçbir şeyi anlayamadı.

Yalnız levanten dostlarından Madam Kraft'ın Pangaltı'daki evine sık sık


girip çıktığını öğrendi. Bu, geçkin ve dul bir Avusturyalı kadındı; Madam
Kronski onu, Naim Efendi konağına akrabalarından biri olarak tanıtmıştı. Pek
rint, hoş, cana yakın neşeli bir kadın olmaktan başka dikkati çekici hiçbir
hali yoktu. Evi, belki birtakım gizli kapaklı toplanışlara müsaitti; fakat
nasıl? Ne dereceye kadar? Kimlere? Bunu anlamak kabil değildi. Madam Kronski,
Madam Kraft'ın pek çok ağzını aradı; lakin işittiği şeyler merakını
fazlalaştırmaktan ziyade bir şeye yaramadı. Bu kadın mütemadiyen Seniha
bahsini kapatıyor, sözlerini birtakım havai bahisler üzerine çeviriyor ve
mesela pek yakında Trieste'ye gideceğini, aradan Viyana'ya geçeceğini
söylüyordu.

Gerçi, Naim Efendinin hemşiresi Selma Hanımefendi son zamanlarda Seniha'nın


ahvaline dair pek çok şeyler bildiğini söylüyor ve biraderine her gün
birtakim acı haberler gönderiyordu. Fakat, bu haberler o kadar acayip, o kadar
gerçeğe benzemez şeylerdi ki, hiçbirine inanmak kabil olamıyordu. Mesela
Seniha'nın bir zengin Amerikalı ile münasebette bulunduğu ve pek yakında
birlikte Amerika'ya kaçacakları söyleniyordu. Selma Hanımefendi: Bana
gözüyle görmüş birisi hikaye etti! Geçen gün Perapalas'ta bir hususi odada
başbaşa yemek yemişler diyordu; Amerikalının ismi ve şekli hakkında da
ayrıca malumat veriliyordu. Lakin bütün saffetine rağmen bu malumata karşı
Naim Efendi bile omuz kaldırıyordu. Günün birinde Selma Hanımefendi,
biraderine bizzat kendisi anlatmaya geldi. Biçare kadının geçen seneden beri
bu ilk sokağa çıkişı, hele yıllardan beri Cihangir'deki konağa bu ilk
gelişiydi. Bir öğle sonu dört tarafı kapalı tek katlı, küçük, eski biçim bir
kupa arabası içinden onun çıktığını gören bütün konak halkı tasvire sığmaz bir
hayret içinde kaldı. Hele arabacının yanında oturan redingotlu uşak yerinden
atlayıp bu büyük hadi seye uygun bir heybetle zile bastığı zaman hizmetkarlar
birbirine girdi. Selma Hanımefendi; bir şeyler emreden bir kumandan tavrıyle
her önüne çıkanın hatırını soruyor ve her adımda bir, tombul bacakları
üzerinde durarak mütecessis etrafına bakınıyordu. Arkasında çenesi kısık bir
ihtiyar kalfa ona ait eşya ile dolu bir küçük çanta taşıyordu. Bu çantanın
içinde Selma Hanımefendinin sigara takımları, terlediği zaman sırtına ve
göğsüne konulmaya mahsus tülbentler, her ihtimale karşı bir taharet mendili
ve bir tane de hasırlı gülsuyu şişesi vardı. Şehir dahilinde bir saatlik bir
ziyarete bile bir uzun sefere çıkar gibi giden bu muhteşem kadın, sokak
kapısından itibaren her merdiven basamağında bir uzun soluk alarak, sofada
kendisini istikbale çıkan Sekine Hanımla ayak üstünde bir hayli konuşarak,
bin türlü merasim, bin türlü erkan ile ancak yarım saatte ağabeyi Naim
Efendinin odasına vasıl olabildi. Evvela bir genç kız tavrıyle ihtiyar adamın
elini öptü. Sonra tekrar o tantanacı tavırlarına avdet ederek ağır bir
mindere kuruldu; çantasını yanına istedi; kalfasına:

Haydi sen git! dedi.

Sekine Hanıma:

Sen dur! emrini verdi ve birkaç dakikalık bir sükuttan sonra nihayet gür
sesini koyuverdi:

Beğendiniz mi bana yaptığınız işi! dedi. Beni akıbet yeminimi bozmaya


mecbur ettiniz; kefaretini vereceğim; günahı kalırsa boynunuza olsun! Evinize
geldim, çünkü, gelmeseydim beni hafakanlar boğacaktı. Haber haber üstüne
gönderdim. Bir cevap vermezsiniz. Yanınızda sözümün o kadar da mı hükmü
kalmadı, bilmem ki... Ayol, rezaletiniz ayyuka çıktı. İstanbul çalkalanıyor,
sizin vazifenizde değil... Ne yapmalı? Ne demeli? Sizi ikaz için...
Söyleyiniz. Ta boğazınıza kadar çamur içine batmışsınız, neredeyse
boğulacaksınız. Size haber veriyorum, haykırıyorum. Başınızı döndürüp bu
kadın da ne diyor diye bir kere bakmıyorsunuz bile. Günün birinde şıppadak
gözünüz açılacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Müthiş, iri siyah gözlerini Sekine Hanıma çevirerek:

Yine nerede o? Nereye kaçtı? Nereye gitti? Kiminle? Söyle bakayım!

Sekine Hanım kıpkırmızı kesildi. Selma Hanımefendi:

Neye kızarıyorsun? Cevap versene. Kızın nerede? diye sordu. Bari akşama
dönecek mi? Onu da bilmiyorsunuz. Maşallah ne ana, ne baba... Ne
büyükbaba!..

Sonra yavaş yavaş, tane tane, küçük bir çocuğa nasihat veren bir insan
sesiyle, kaç aydan beri Seniha'ya dair işittiği şeyleri hikaye etmeye başladı.
Bunların bazısı en hayali masallardan farklı değildi; bazısı şeytanca
uydurulmuş iftiralara benziyordu; bazılarında ise epeyce hakikat kokusu vardı.
Fakat Selma Hanımefendi bunları öyle bir katiyet ve ciddiyetle anlatıyordu ki,
ne Naim Efendi, ne Sekine Hanım bir dakika şüpheye düşmeksizin hepsine birden
iman edercesine inandılar.

:::::::::::::::::::

XI

Acayip şey, acayip şey!.. Bu saate kadar nerede kalabilir!.. Çıkarken hiç
kimseye bir şey söylemedi mi? Odasını da mı kilitledi? Niçin?.. Her zaman
kilitler miydi?

Sus, sus. Babam duymasın. Merakından çıldırır. Mutlaka ahbaplarından


birinin evine gitmiş, bırakmamışlardır. Nerede ise bir haber gelir. Nafile bu
kadar telaşa düşmeyelim.

Servet Beyle karısı Sekine Hanım, gece, saat onda; konağın büyük sofasında,
ayakta yavaş yavaş, telaşlı telaşlı böyle konuşuyorlardı. Seniha o gün
sabahtan çıkmış ve henüz konağa avdet etmemişti. İki saatten beri şehnişinden
sokağı gözetleyen Madam Kronski, yüzünde büyük bir endişeyle konuşanların
yanına geldi:

Daha görünürde kimseler yok, merakımdan çatlayacağım, dedi. Bari


uşaklardan birini aramaya göndersek...

Bunun üzerine Servet Bey, dışarıya seğirtti. Uşaklardan birini Seniha'nın


bulunması muhtemel olan evlere, diğerini sokaklarda, dolaşmaya, köşe
başlarında beklemeye gönderdi.

Fakat, gece yarısına doğru bu adamlardan her ikisi de Seniha'ya dair ufacık
bir malumat elde etmeksizin şaşkın ve ümitsiz avdet ettiler. Bermutat o kadar
kayıtsız olan Servet Bey, yerinde duramıyordu; ikide bir sokağa fırlıyor,
gecenin sessizliğini dinliyor, uzaktan uzağa aksi duyulan ayak seslerine
kulak veriyor ve sonra: Acayip şey! diye söylenerek tekrar içeriye
giriyordu. Saat ikiye doğru Cemil geldi. Kapı çalınır çalınmaz hepsi birden
Seniha zannıyle aşağıya koşmuşlardı. Vaktaki karşılarına Cemil çıktı; Servet
Bey hiddetinden sesi kısılmış, oğlunun üzerine atıldı:

Söyle, ablan nerede? diye haykırdı.

Genç adam şaşırdı kaldı. Nihayet belki bir şey öğrenebiliriz fıkriyle
Seniha'nın oda kapısını kırmaya karar verdiler. Bu fikir evvela Cemil'e geldi
ve nitekim kilidi söken de o oldu. Servet Bey, elinde bir büyük lamba odasına
girdiler. Her şey yerli yerinde duruyor ve dikkati çekecek hiçbir şey
görünmüyordu. Cemil, hemşiresinin yatağını karıştırdı; masaların üzerine
baktı, koltukları, sandalyeleri yerlerinden oynattı. Genç adam, gecenin bu
ilerlemiş saatinde kendisine bir polis hafiyesi rolü oynamak fırsatını veren
hadiseden memnun ve eğlenmiş görünüyordu. Dedi ki:

Şimdi dolabı ve sürgüleri açalım.

Servet Bey, endişeli gözlerle, oğlunun yüzüne baktı.

Neden? Niçin?

Zira, o anda, her ikisinin de aklına aynı zan, aynı şüphe gelmişti. Cemil
eğildi, aynalı dolabın altındaki uzun sürgüyü açtı; burada Seniha'nın
ayakkabıları dururdu. Şimdi bunlardan hiçbir tanesi görünmüyordu. Genç adam
gittikçe artan bir telaşla dolabın yan taraflarındaki küçük gözleri birer
birer çekmeye başladı. Hepsi de bomboştu ve bu gözler her çekilişte Cemil'in
elinde sallanıp kalıyordu.

Madam Kronski:

Aman, mücevher çantasına bakınız! dedi.

Bu mücevher çantası aynalı dolabın iç gözünde bir rafın üstündeydi; fakat


Cemil sapından tutup da yere indirince içini açıp bakmaya bile lüzum görmedi.
Zira, çanta o kadar hafifti.

Sekine Hanım ayakta duramadı, bir koltuğa yıkıldı ve hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Servet Beyin elinde lamba titriyordu. Madam Kronski, son iki ay
zarfında, Seniha'yı pek çok defalar birtakım irili ufaklı paketlerle çıkarken
gördüğünü şimdi hatırlıyordu. Kendi kendine:

Ne budala kadınmışım ki hiçbir şey anlayamadım, dedi. Cemil, en son


çektiği boş sürgü elinde, şaşkın şaşkın odadakilerin yüzlerine bakıyordu.

O gece bir ölüyü bekler gibi Seniha'nın boş yatağı önünde, aydınlığı
gittikçe azalan lambanın etrafında sessiz ve gamlı sabahı ettiler. Servet Bey,
fena halde düşkün, yorgun ve ümitsiz görünüyordu. Sekine Hanımın ağlamaktan
gözleri şişmişti. Yalnız Cemil'le Madam Kronski ara sıra, birkaç kelime,
konuşuyorlar ve birini uyandırmaktan korkar gibi birdenbire susuyorlardı.
Madam Kronski:

Yarın her şeyi öğreneceğim; mutlaka... mutlaka... diyordu. Şimdiden


elimde birçok ipucu var. Şimdiden, kiminle gitti, nasıl oldu, yavaş yavaş
anlıyorum.

Cemil birdenbire:

Ha! dedi. Şimdi ben de hatırlıyorum. Bir gün Ferdiye Hanımın evinde
Madam Kraft'la baş başa konuşuyorlardı, kulağıma ara sıra bazı vapur ve şehir
isimleri çarpıyordu. İki defa Madam Kraft'ın 'Niçin? Ne mani var? Benimle
beraber evvela Viyana'ya kadar gelirsiniz' dediğini işittim. Seniha gözünün
ucuyla beni gösterdi -ve ona parmağıyle 'sus!' işareti yaptı idi.

Madam Kronski:
Benim de yarın ilk baş vuracağım yer Madam Kraft'tır; dedi. Bugünlerde
Trieste mi? Hah hah! O gün konuşurlarken birkaç defa Trieste dediklerini
işittim. Trieste'ye gitmek!. Ne acayip fikir!..

Servet Bey bu sözleri işitmiyor, dinlemiyor gibiydi. Gözkapakları şişmiş,


ağzının iki uçları aşağıya doğru çekilmiş, bir gecede on sene ihtiyarlamış
görünüyordu. Bu alafranga adam birkaç kere Madam Kronski'yi tersledi ve:

Şimdi babama ne söyleyeceğim? diyerek hıçkıran karısının yüzüne:

Ey sen de! diye bağırdı; o kadar kabalaşmıştı.

Sabahleyin Seniha'nın kaçışı havadisi konağın içine bir ölüm gibi yayıldı.
Bu haberi Naim Efendiden ne kadar saklamak istedilerse de, kabil olmadı. O da,
ertesi gün, akşama doğru bütün felaketi öğrendi. Fakat, bu felaketi, ekseri
asil ruhlarda müşahede olunan sakin ve sarsıntısız bir elemle karşıladı ve
kızıyle damadını teselli eden o oldu.

Bir hafta Seniha'dan ses seda çıkmadı. Fakat, yapılan tahkikattan epeyce
şey öğrenildi. Madam Kronski'ye göre Seniha'nın Madam Kraft'la beraber
Trieste'ye gittiği muhakkaktı. Zira, genç kızın ortadan kayboluşu ile, bu
kadının İstanbul'dan ayrılışı bir güne tesadüf ediyordu. Cemil, bu esrarlı
maceraya dair Faik Beyden daha vazıh şeyler öğrendi.

Kasım Paşanın oğlu hemen hemen başından beri işin içinde gibiydi. Seniha,
iki aydan beri Avrupa'ya gitmek için hazırlanıyormuş; ne kadar elmasları
varsa hepsini satmış; eline bin beş yüz liraya yakın bir para geçmiş; bu
paranın bir kısmıyle giyime süse dair birçok eşya almış, hatta bu
alışverişlerin ekserisinde Faik Bey de onunla berabermiş; genç adam Cemil'e
demiş ki:

Bütün bunlardan bahsetmeye lüzum görmediın. Zira doğrusu hepinizin haberi


var zannediyordum. Hatta kendisine kaç defa bekle beraber gidelim, dedim,
dinlemedi. Çünkü; ben de nasıl olsa on beş güne kadar gidiyorum. Haberin yok
mu? Brüksel Sefaretine birinci katip tayin edildim.

Faik Beyin, Cemil'e verdiği malumat işte kapalı bir taraf bırakmıyordu,
fakat Seniha hakikaten Madam Kraft'la beraber mi gitti? Nereye gitti? Niçin
gitti? Gittiği yerde ne kadar zaman kalacak? Ne yapacak? Bu noktalar bir
türlü aydınlanamadı.

Servet Bey Hariciye Nezareti vasıtasiyle Akdeniz'in bütün ecnebi


limanlarındaki Osmanlı Konsoloshanelerine birer haber göndertmek istiyordu.
Fakat, ne diye? Ne yapmak için? Bilemiyordu.

Naim Efendi, resmi mahafili (Makamları) bu işe karıştırmanın hiç taraftarı


değildi; hadisenin vukuundan ziyade şuyuundan (Olmasından çok yayılmasından)
korkuyordu. Hele iş matbuata düşecek diye içi titriyordu. Bekleyelim,
sabırlı ve mütevekkil olalım diyordu, bekleyelim, elbette gelir! Fakat
ihtiyarın bütün sükun ve ihtiyatına rağmen İstanbul'da Naim Efendinin
torununun kaçışından haberi olmayan kalmadı. Cihangir'deki konağa kimisi
mütecessis, kimisi şaşkın ve mahzun birçok kadın misafir geliyordu; bunların
Sekine Hanımın yüzüne bir acayip bakışları, bir Nasıl oldu? Nasıl geçti?
diyen tavırları vardı ki, insanda tırmalanmayan asap bırakmıyordu. Alem
nazarında Seniha'nın bu hareketi türlü türlü tefsirlere yolaçtı. Bazı
kimselerce bu, büyük bir rezalet, bazılarınca hazin bir felaketti: Mesela
Seniha'nın arkadaşları, başta Nuriye ve Neyyire Hanımlar olmak üzere bu
hadisenin bütün ayıp taraflarını görüyorlardı ve diyorlardı ki: Seniha,
Madam Kraft gibi bir kadının elinde, oralarda ne olacak? Mutlaka fuhşa
düşecek. Zaten son zamanlarda bir fahişeden ne farkı kalmıştı? O ne giyiniş,
o ne sürme çekiş! Nasıl gülüş, nasıl yürüyüştü!

Seniha'nın kaçışı üzerine en müthiş darbeyi yiyen kalp, Celis'in kalbi oldu.
Bu vakanın biçare çocukta hasıl ettiği şey tasvire sığmaz derecede trajikti.
O, büyük amcasının torunu çirkin bir ölümle ölmüş zannediyor ve kaç defa
sesini dinlediği, etine dokunduğu, yanında günlerce yaşadığı bu kız, ona
şimdi, bu hadisenin etrafında hasıl olan dedikoduların, zanların, iftiraların,
şayiaların dokunduğu esrar perdesi arkasında şekli daima değişen acayip bir
hayalet gibi görünüyor. Hakkı Celis, Seniha'nın bir zamanlar hakikatte mevcut
olduğundan şüpheye düştü; bu kız, genç adam için kitaplarda tanıdığı hayali
kızlardan biri gibiydi; muhayyilesinde, Desdemona'ların, Juliette ve
Madam Bovarylerin arasına karıştı. Bununla beraber Seniha, Hakkı Celis
üzerindeki nüfuzundan bir şey kaybetmedi; zira, muhayyilesiyle ve muhayyilesi
için yaşayan bu genç için kitaplardaki kızlar hayattaki kızlardan daha az
canlı ve daha kudretsiz değildir; belki eliyle tutmadığı, gözüyle görmediği,
fakat ruhlarını öğrendiği bütün o sahne ve roman örneklerinin kalbi ile
alakaları adi hayatta görüp tanıdığı et ve kemikten mahlukların alakalarından
pek çok ziyadeydi. Bahusus, Seniha'nın Faik Beyi İstanbul'da bırakıp gidişi,
bütün eski yaralarının üstüne tatlı bir teselli merhemi sürüyordu ve hatta
Faik'i bir eski dert yoldaşı gibi seviyordu. Onu görmek, gidip onunla genç
kıza dair konuşmak Hakkı Celis için en deruni ihtiyaçlardan biri haline
girdi. Bir hafta içinde üç dört defa eski rakibini aramaya gitti; fakat
yalnız son defasında bulmaya muvaffak oldu. Evvela hiç Seniha'ya taalluk
etmeyen birçok havai şeyler konuştular. Hakkı Celis, Faik Beye niçin
geldiğini bir türlü söyleyemiyordu. Neden sonra canını dişlerinin arasına
aldı ve dedi ki:

Geçen gün konaktaydım. Seniha ablamdan hala haber yok!

Nasıl haber yok? Ben dün bir telgraf aldım, Trieste'den... İşte bak, dedi
ve ceketinin cebinden yavaş yavaş çıkardığı bir deste mektup ve kağıt
arasından bir telgraf ayırdı. Celis'e uzattı; Celis, heyecandan dumanlanmış
gözlerle sarı bir kağıdın siyah çizgileri üzerinde Fransızca şu mealde bir
şey okudu:

Triste'ye vasıl olduk. Yarın Viyana'ya hareket ediyoruz. Orada on beş gün
kalacağım. Adresimi bildiririm.

Hakkı Celis bu telgrafı sahibine iade ederken artık biraz evvelki Hakkı
Celis değildi. Faik Beyden, eskisinden bir kat daha nefret ediyordu ve Seniha
onun için muhayyel olmak sihrini çoktan kaybetmişti, bütün eski yaraları
tazelenmişti. Faik Beyin yanından nasıl çıktığını bilmedi. O sokaktan bu
sokağa sapıyor ve her adımda bir kere kendi kendine şu cümleyi tekrar
ediyordu: Demek onu hala seviyor, demek hala sevişiyorlar!

Hem de ne sevişme; anasına babasına bir haber göndermek lüzumunu


hissetmeyen bu kız, ilk firsatta aşığına telgraf çekiyor, adresini
bildireceğini söylüyor ve denizlerin, dalgaların, uzun mesafelerin arkasından
ona seslenmek imkanını buluyordu. Hakkı Celis, zihni böyle karmakarışık,
oradan buraya, buradan oraya yürüyerek akşama doğru farkına varmaksızın ta
Şişli'den Cihangir'e nasıl geldiğini hissetti. Niyeti konağa mı uğramaktı?
Belki öyleydi, belki değildi. Uğrayıp ne yapacaktı? Uğramayıp nereye
gidecekti? Hayatta hiç bu kadar gayesiz kaldığını bilmiyordu. Ona bulunduğu
yolun önü uçurum, arkası uçurum gibi geliyordu. Yalnız bu akşam, ilk defa
olarak, yalnız bu akşam iki seneden beri ömrünün mihveri olan sevgili varlığı
ebediyen, çaresiz ve avdetsiz kaybettiğini duydu. Ümit ve teselli kapısı
yirmi yaşında bu gence ilk defa olarak bu akşam kapandı; bu ilk felaket
duygusunun önünde hissettiği şey acı bir şaşkınlıktı.

Bir yol dönümünde anşızın tuzağa düşmüş bir adam gibiydi; şu fark ile ki,
hiç çırpınmak ihtiyacı duymuyor ve kendini mazlum bir teslimiyete terk
ediyordu.

Konağın civarında maksatsız ve avare bir hayli dolaştıktan sonra, nihayet


meçhul bir itilişe kapılarak içeriye girdi. Seniha gittiği günden beri
konağın içine yaslı bir hüzün çökmüştü. Hiçbir mezarlığın içi bu kadar
kasvetli değildi. Pencereler kapalı, perdeler inik, sofalar ıssız,
merdivenler tenhaydı; hizmetçiler birer yorgun hayalet gibi dolaşıyorlar.
Naim Efendi artık hiç odasından dışarıya çıkmaz olmuş; ihtiyar adam bu odanın
içinde bir müzenin hücresinde acayip bir mahlukun müstehasesi (Fosil) halini
almış. Sekine Hanım gittikçe Flamandiye ressamlarının yaptığı o semiz Mather
Dollorosalara benziyor, böğründe bir gizli yarası var gibi çenesi tutulmuş,
gövdesi kalçaları üzerine yığılmış, kendini güç taşıyor. Servet Beye gelince,
o bir histerik kadın gibi huysuzdur. Evin içinde mütemadiyen kavga edecek
adam arıyor. Kır ve kırpık bıyıklarının altında dudaklarının gittikçe şişen
ve uzayan bir hali var. Yemeklerden sönra Havana sigarasının kutusuna elini
uzatmıyor bile, geniş sofada bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, ara sıra önüne
tesadüf eden eşyaya bir tekme vuruyordu. Cemil ise artık eve hiç uğramıyordu;
haftada bir iki defa gömleğini değiştirmeye ve para istemeye gelirdi. Madam
Kronski'yi hiç sormayınız? O sabahtan akşama kadar bir yığın eşyanın başında
gözyaşı döken seferi bir kadındır. Birikmiş aylıklarının ancak bir kısmını
alabildi ve artık memleketine gitmek için yola çıkmak üzeredir. İkide bir
sesi hıçkırıkla dolu, Servet Beye diyordu ki:

İster misiniz, onu gidip bulayım? Size namusum üzerine söz veriyorum, on
beş gün içinde nerede ise bulurum.

Servet Bey evvela öfkeli bir baba tavrı takınıyor:

Cehenneme gitsin, diyor; o benim için artık ölmüştür.

Sonra dönüp ihtiyar kadına bakarak ilave ediyor:

Yalnız bir defa bilsek ki nerededir? Bize bu kafı.

Çok geçmedi, nerede olduğunu bildiler; zira, Seniha, Faik Beye çektiği
telgrafın bir aynını da babasına göndermişti. Hakkı Celis'in, konağa girer
girmez ilk öğrendiği şey bu oldu ve genç adam Faik beyde okuduğu cümleleri
burada tekrar okudu; gönlüne biraz inşirah (Feralık) geldi, hatta ümide ve
feraha benzer bir şey bile duydu; kendi kendine: Eve gittiğim vakit ben de
kendi namıma böyle bir telgraf bulacağım! dedi ve bunun üzerine artık
konakta fazla kalamadı; bir an evvel evine gitmek istedi. Genç adam sokağa
çıkınca adeta koşmaya başladı.

Vakit geçti ve devir İstanbul'un en fena devirlerinden biriydi. O meşum


bozgundan sonra payitahta dökülen aç, çıplak, hasta kafilelerini, şimdi
Çatalca'nın yaralıları takip ediyordu. Gecenin ilk karanlığı çöker çökmez
Sirkeci garından itibaren şehrin muhtelif taraflarına doğru uzanan sokaklarda
birtakım başlar, kanlı yüzler, sarkık kollar taşıyan ve birer tabuttan hiç
fark edilmeyen araba dizilerinden başka bir şey görülmüyordu. Her kalpte, bu
arabaların sayısına göre son huduttaki mukavemete dair ümitler azalıyordu.
Herkes, birbirine: Bugün; yarın! diyordu ve ufuklarda geceleri bile top
sesleri hiç dinmiyordu. Hakkı Celis, şu saatte ne o top seslerini işitiyor ve
ne yanıbaşından geçen arabaları görüyordu; fikrinde bir düşünce, kalbinde bir
emel vardı: Eve gidip Seniha'dan bir telgraf bulmak!.. Bunun haricinde onun
için hiçbir şey mevcut değildi.

:::

Naim Efendiler, ilk telgrafın arkasından, bir ay içinde, Seniha'dan üç


telgrafla iki kart ve bir mektup daha aldılar. Telgrafın biri Viyana'dan,
ötekisi Paris'tendi. Mektupla kart ise Berlin'den gelmişti. Genç kız
telgrafında varış ve ayrılış haberlerinden başka kendine ait bir şey
söylemiyordu. Kartında büyükbabasına ihtiramlarını (Saygılarını) ve annesine
muhabbetlerini söylüyordu, fakat mektupta uzun uzadıya içini açıyordu;
diyordu ki:

Baba, bir çocukluk ve bir delilik yaptım, fakat, kendi hesabıma hiç pişman
değilim; sizi endişeye düşürmüş olmaktan başka bir elem hissetmiyorum. Kaç
senedir beni Avrupa'ya götürmek vaadiyle avuttunuz, oyaladınız. Düşündüm ki,
hayatımın sonuna kadar böyle boş vaatlerle avunup oyalanacağım ve ömrümün
yegane gayesine vasıl olmadan öleceğim. Sizin yapamadığınızı ben kendi
kendime yaptım; zira bu arzu içimde kalmış olsaydı beni mutlaka
zehirleyecekti. Bu muvakkat yokluğum, ebedi bir ayrılışa tercih etmez
misiniz? Zira, orada kalmış olsaydım, muhakkak intihar edecektim; son
zamanlarda kalbimi ne kesif bir kasvet istila etti, beynime ne vahim, ne
korkunç bir fikir saplandı bilmezsiniz. Gözünüz önünde aylarca yalnız başıma,
çarmıhımı omzumda taşıdım da biriniz farkına varmadınız, bu kızcağıza da ne
oluyor demediniz. Bu yaptığım işten hissenize düşen keder, emin olunuz ki,
kendi hatanızın cezasıdır, tabii onu yalnız siz çekeceksiniz. Her şey
sırayla... Aranızda acıdığım bir kimse varsa o da büyükbabamdır; zira o,
hepinizden daha az günahkardır; aramızda senelerin yığını ve bir sürü yanlış
fikirlerin, batıl akidelerin, manasız ananelerin perdeleri vardı; bu yığının
arkasından benim ruhumu görebilmesi ve bana karşı ona göre hareket etmesi
kabil değildi; ben onun için halledilmez bir muammaydım. O beni yalnız
sevmesini bildi; hepinizden ziyade sevmesini bildi. Hiç şüphesiz son
hareketim onun için öldürücü değilse bile pek fena, pek ağır bir darbe
olacaktır. Rica ederim, kendisine dikkat ediniz.

Epeyce uzun süren bu mektubu Sekine Hanım okur okumaz hüngür hüngür
ağlamaya başladı; Servet Bey ise kızdı, köpürdü; hele büyükbabası için
yazdığı cümleler o kadar iradesini elinden aldı ki, az kaldı, ihtiyarın
üzerine atılacak, öfkesini ondan alacaktı; karısının yüzüne haykırmaya
başladı:

Utanmadan, utanmadan söylediğine bak! Biz onu büyükbabası kadar


sevmezmişiz, anlamazmışız, öyle mi? Onu senelerden beri birtakım yalanlarla
avutmuşuz... Onun Avrupa'ya gitmesine şimdiye kadar kim mani oldu? Söyle, kim
mani oldu? Baban değil mi? Rica ederim, baban değil mi? Babanın
hasisesi (cimriliği) inadı, hodbinliği, asırdide fikirleri, gülünç endişeleri
değil mi? Şimdi küçük hanım, içimizde yalnız onu haklı buluyor ve biz, ve
biz...

Sekine Hanım, sızlayan bir sesle:

Bey, mektubu bir daha oku! Kızın maksadını anlamadın zannederim, bir daha
oku... O bunu söylemek istemiyor, maksadı asla bu değil! diyordu.
Biçare Naim Efendi, bu mektuptan haberdar edilmedi. O, zaten Seniha'dan
artık hiçbir şey beklemiyordu; gittiği günden beri bir defa ismini ağzına
almadı. Bununla beraber için için, gizliden gizliye yine hep onunla meşguldü.
Ömründe şehir içinde bile yalnız dolaşmaya alışmamış bu adam için bir genç
kızın tek başına Avrupa seyahatine çıkışı akıl durdurucu bir şeydi.
Muhayyilesi, onu, kah batmak üzere olan bir gemide İmdat! diye bağırırken,
kah yoldan çıkan bir trenin enkazı arasından yarı ölü bir halde çıkarırlarken,
kah bir şehrin kalabalığı içinde yolunu şaşırmış, kendini kaybetmiş, oradan
buraya baş vururken, kah bir otel odasında ya parasına, ya iffetine taarruz
eden bir cani ile alt alta üst üste boğuşurken tasavvur ediyordu. Ve ekseriya
pencereden karla karışık yağan yağmura bakarak kendi kendine: Yarabbim, bari
bu kış kıyamette gitmeseydi! diyordu.

Seniha'nın kaçtığı günün ferdası gayet şiddetli bir fırtına oldu. Naim
Efendi, o gece içinde adeta kızgın bir demir saç üstünde kıvranan bir mahkum
gibiydi; bir sağına bir soluna dönüyor, bir tarafı sancıyormuş gibi inliyor,
ruhuna kuvvet vermek için birtakım sureler okuyor ve bazen rüzgar fazla bir
hamleyle camlar sarstığı vakit yatağı içinde doğrulup Allahım, Seniha kulunu
sen koru! diyordu.

Bütün bu ıstırap ve ihtilaç gecelerinden kimsenin haberi olmadı; zira Naim


Efendi azabını bir ayıp gibi başkalarından saklardı; vakıa bu son yaptığı
rezalete rağmen hala Seniha'yı anmak, hala Seniha'yı şefkatle düşünmek
sıhhati ve hayatı için meraka, endişeye düşmek ve aleme karşı hala onun
büyükbabası görünmek sadece bir ayıp değil, bir zillet, belki bir günahtı.
Lazım geliyordu ki, Seniha, Naim Efendi için artık ebediyen mevcut olmasın,
günün birinde dönse bile artık yüzünü görmesin.

Bir gün, Sekine Hanım ona kızından bahsetmek istedi; ihtiyar adam eski
putperestlerin selamına benzer bir hareketle kolunu havaya kaldırdı:

Açma o bahsi, açma o bahsi, dedi.

Sekine Hanımın gözleri doldu ve dedi ki:

Sizin için neler yazdığını bilseniz, onu affederdiniz, mutlaka


affederdiniz.

Naim Efendi, cevap vermedi ve kendini ağlamaktan güç zaptederek kuru


gözlerle yere baktı.

Bunun için, Sekine Hanım kocasına diyordu ki:

Babam ne kadar huysuz olmuş!

Servet Bey ise, her zaman kaynatasının aleyhinde bulunmaya hazırdı. Hele
Seniha'nın kaçış hadisesinden sonra sanki buna yegane sebep oymuş gibi, bütün
hiddeti, bütün ceberutu ile suçu zavallı ihtiyarın üzerine yükledi. Daima ona
çatmak için fırsat arıyordu. Servet Bey, Madam Kronski'nin yola çıktığı gün
bu fırsatı yakalar gibi oldu. Fakat Naim Efendinin ağır, vakur, kibar tavrı
önünde tecavüze azmetmiş bu adam zelil bir ricata uğradı. Mesele bir para
meselesiydi. Madam Kronski'nin kendilerinden birçok alacağı kalıyordu,
gideceği günün sabahı bn hesabın mutlaka tesviyesini talep etmişti. Bunun
üzerine Servet Bey soluğu Naim Efendinin yanında aldı ve adeta kahyasına
emreden bir irat sahibi tavrı ile bu paranın derhal ödenmesi lüzumundan
bahsetti; ihtiyar adam, başını çevirip damadının yüzüne bakmadı bile. Yalnız
dedi ki:
Rica ederim, bu işler için Ragıp Efendiye müracaat ediniz.

Kaynatasının bu mağrur ve azametli cevabı Servet Beyi büsbütün çıldırtmıştı.


Birkaç gün sonra onu tazip (Üzmek, eziyet etmek) için bir fırsat daha
yakaladı. Bir sabah sokağa çıkmak üzereyken elinde bastonu, sırtında
pardesüsü, ağzında bir kalın sigarayla ihtiyarın odasına girdi:

Dün Faik Bey, Cemil'le haber göndermiş,dedi.Brüksel'e gidiyormuş, bittabi


Paris'e uğrayacak, 'Seniha'ya bir diyeceğiniz var mı?' diye soruyor.

Naim Efendi, gayet kuru ve düz bir sesle:

Hayır, hiçbir şey! dedi.

O zaman Servet Bey odanın ortasına doğru birkaç adım daha atarak:

Hiçbir şey mi? diye sordu: Sizin nahvetiniz (Gurururuz) yüzünden şerefi,
haysiyeti feda olmuş bir kıza hiçbir şey diyeceğiniz yok öyle mi? Doğrusu
hodbinliğinize hayranım. Vakıa insan ihtiyarladıkça kendi hayatına, kendi
menfaatine, kendi rahatına, hulasa kendi nefsine düşkünlüğü artar ama bu
derece değil! Hiç değilse aleme karşı biraz zevahiri muhafaza etmek lazım.

Naim Efendi, cevap vermedi; zira, çenesi heyecandan titriyordu. Servet Bey
önüne dikildi; bir müddet acayip bir şey seyreder gibi ihtiyarın yüzüne
baktıktan sonra bastonunu yere vurdu:

Hiçbir şey, öyle mi? Peki! dedi ve kapıyı şiddetle çarparak çıktı, gitti.

Naim Efendi, damadının hışmından kurtulmak için odasının içinde tariki


dünya (Dünyayı terkeden, dünyadan elini eteğini çekmiş) bir dervişe dönmüştü.
Oturduğu yerde saatlerce ne konuşuyor, ne kımıldanıyordu; bir minderin
üzerinde yarı diz çökmüş, yarı bağdaş kurmuş bir vaziyette mütemadiyen bir
şeyler mırıldanıyordu. Gerçi, ara sıra o mahut hıçkırığı tuttuğu veya nefesi
tıkanır gibi olduğu için, Kalfa Hanım, yanından hiç eksik olmuyordu, fakat,
aralarında bir kelime söz edilmiyordu; Kalfa Hanım söylese bile Naim Efendi
cevap vermiyordu. Bazen de Ragıp Efendi, ona işlerinden bahsetmeye geliyordu.
Naim Efendi bu bahislere de -bütün dehşet ve ehemmiyetlerine rağmen- pek o
kadar kulak asmıyordu. Ragıp Efendi gittikçe meyus, gittikçe küskün, kah bir
haciz muamelesinden, kah vadesi gelen bir senetten, kah yok pahasına satılan
bir şeyden haber veriyordu. Naim Efendi her fena habere mukabil:

Ne yapalım? Pekala! Ne yapalım? Pekala! demekten başka bir şey


söylemiyordu. Vakıa handaki hisseleri henüz satılmamış, fakat Kanlıca'daki
yalı ile, Çemberlitaş'taki arsalar çoktan elden gitmiş ve paraları bitmişti.
Ragıp Efendi her gelişinde aynı tehdidi tekrar ediyordu:

Günün birinde sıra bu konağa gelecek! Bu gidiş böyle devam ederse mutlaka,
mutlaka.., Hem pek yakında.

Ve Naim Efendi, bu sözün her tekrarlanışında etine bir hançer saplanmış gibi
bağırmamak için, dişlerini sıkıyor, yüzünü ekşitiyordu.

Birkaç zamandan beri huzurundan hoşlandığı, daha doğrusu


muazzep olmadığı (Sıkıtı duymadığı) yalnız bir kişi vardı: O da hemşiresinin
torunu Hakkı Celis... Birkaç aydır genç adam hemen daima konakta gibiydi ve
konakta bulunduğu zamanlar büyük dayısından başka kimsenin yanına
sokulmuyordu. Bu yirmi yaşındaki gençle yetmişlik ihtiyar arasında birdenbire
acayip bir dostluk teessüs etmişti. Dünyada eş yüzler olduğu gibi, eş ruhlar
da vardır. Bunlar diğer ruhların kalabalığı arasında mütemadiyen birbirini
ararlar, yaştan münezzeh oldukları için yılların açtığı mesafe buluşmalarına
mani değildir. Naim Efendi ile Hakkı Celis için de böyle oldu. Bu felaket
günlerinin karanlığı içinde birbirlerini çağırdılar, buldular. Seniha'nın
büyükbabası, bir zamanlar kendi torunlarına karşı duyduğu derin muhabbeti
şimdi hemşiresinin torunu yanında hissediyordu ve Seniha'nın sevdalısı da
büyük dayısında aynı derdi, aynı sessiz ıstırabı çeken insanı buluyordu.
Seniha'dan hiç bahsetmiyorlardı, fakat, ikisinin de gözleri onu söylüyor,
ikisi de soluk soluğa aynı gam yokuşunu tırmanıyordu.

Naim Efendi, genç adam yanına girer girmez:

E, küçük şair, söyle bakalım; alemde ne var, ne yok? diyordu ve Hakkı


Celis, dereden tepeden ona birçok haberler veriyordu. Zaman türlü türlü
şayialara müsaitti; Balkan Harbi bitmiş, sulh aktedilmişti. Vücudunun en
kuvvetli uzvu kesilmiş Türkiye'de için için hummalı bir devir başlamıştı. Her
yerde birtakım suikast veya ihtilal tertibatından bahsediliyor, bir kısmı
Avrupa'ya kaçan muhaliflerin er geç iktidar mevkiine gelecekleri söyleniyordu.

Çatalca'daki asker İstanbul üzerine yürümeye hazırmış. Birçok genç zabitler,


Mutlaka Nazım Paşanın intikamını alacağız! diyorlarmış. Kıbrıs'ta bulunan
Kamil Paşanın İngiltere'ye müracaatı üzerine büyük devletler tabanca ile
mevkii iktidara gelen bir hükümeti tanımamaya karar vermişlermiş.

Hakkı Celis, büyük dayısına hep buna benzer ağır havadisler verirdi. Fakat
ne bu söylerken, ne o dinlerken bütün bunlara zerre kadar ehemmiyet
vermezlerdi. Naim Efendi, küçük yeğeninin sözlerini bazen hiç işitmezdi bile.
Hakkı Celis'e gelince, o, ekseriya konuşurken evvelce ne dediğini unutuverir
ve en can alacak bir cümlenin ortasında birdenbire durarak bön bön dayısının
yüzüne bakardı.

O zaman Naim Efendi, zoraki bir tebessümle gülümseyerek:

Küçük şair yine daldın. Yine hayalata daldın! derdi.

Bu dalgınlıklar çok kısa, Seniha'dan taze bir haber geldiği günler vaki
olurdu. Yeni bir mektup geldiğini, Hakkı Celis, konağın içine ilk adımında
hissederdi. Nereden? Nasıl? Bunu kendisi de bilmezdi. Evin havasında değişen
bir şey sezerdi ve Sekine Hanımın karşısına çıkar çıkmaz, kadıncağız daha bir
kelime söylemeden:

Teyze mektup aldınız değil mi? derdi.

Bu mektupların bazıları ona gösterilirdi; fakat birçoğundan yalnız


bahsedilirdi. Hakkı Celis, bu mektupların hiçbirinde kendine dair bir kelime
bulunmadığını bilmekle beraber hepsini ayrı ayrı, uzun uzun okumak
ihtiyacıyle yanardı. Zira, bu mektuplarda Seniha'yı hiç değilse hayaliyle
adım adım, merhale merhale takip etmek imkanını bulurdu. Genç kız Paris'te
mütevazi bir pansiyona yerleştiğini ve meşhur bir musikişinastan piyano dersi
aldığını yazıyordu:

Burada hayat su gibi akıyor; diyordu. Saatlerin nasıl geçtiğini


bilmiyorum. Sabahları Luxembourg bahçesinde dolaşmaya gidiyorum. Tenha bir
yere çekilip elimde bir kitap bir kanepenin üzerine oturuyorum ve beyaz
heykellerin omuzlarına düşen yaprakları seyrediyorum. Akşamları gelişigüzel
herhangi bir caddede birkaç adım yürümek bana dünyanın bütün neşvelerine denk
gibi geliyor. Buranın taşını, toprağını kendi memleketimden ziyade seviyorum.
Ahalisi ne kadar nazik, ne kadar zinde, ne kadar iyi insanlar!

Seniha son mektuplarında biraz parasızlıktan şikayet etmeye başladı. Hatta


birinde Sekine Hanım epeyce telaşa düştü; elmaslarını rehine vermeye karar
verdi; fakat Servet Bey: Bırak biraz burnu sürtülsün! dedi ve mani oldu.
Bir ay sonra Seniha önce bir mektup, sonra bir telgrafla doğrudan doğruya
Naim Efendiye başvurdu:

Mektupta: Büyükbaba, aç kalmak üzereyim. İmdadıma yetiş! diyordu.


Telgrafında İstanbul'a dönmek için yol harçlığı istiyordu. Naim Efendi, hemen
Ragıp Efendiyi çağırttı. Aralarında saatlerce müzakereler oldu; günlerce
öteye beriye başvurdu; para bulmanın imkanı yok gibiydi; Naim Efendi neredeyse
maaş senetlerini yüzde otuz faizle sarrafa kırdıracaktı. Nihayet, hanın
kiracılarından iki senelik bedeli icara (Kira bedeli) mahsuben bir avans
alındı.

Seniha'nın mektuplarında Hakkı Celis'i alakadar eden şeyler bu para


meseleleri değildi. Paris'teki hayatını en küçük teferruatına kadar anlatan bu
kız Faik Beye' dair bir kelime yazmıyordu. Halbuki herkes Faik Beyin orada,
onunla beraber olduğunu biliyordu. Geçenlerde, Nuriye ve Neyyire Hanımlarda
Paris'teki bu garip buluşmaya dair söylenilmeyen hikaye ve yapılmayan ima
kalmamıştı.

:::::::::::::::::::

XII

Servet Beyin, kaynatasına karşı hissetmeye başladığı kin ve gayz son


zamanlarda had bir devreye girdi, araları gerginleştikçe gerginleşti. İkisi
de bir çatı altında yaşadıkları halde aylardan beri birbirlerini
görmüyorlardı.

Servet Bey, ikide bir zevcesine ayrı eve çıkmaktan bahsediyordu.

Hayatımın sonuna kadar böyle her günümü zehir edemem; diyordu. Biraz da
müstakil, hür ve kendi fikrime, zevkime göre yaşamak, evimin hakiki sahibi
olmak isterim. Gücenme ama bu içgüveyliği canıma tak dedi; son zamanlarda
baban da çekilmez bir hale girdi. Anlamıyor değilim beni;
istiskal (Kovarcasına davranmak) ediyor. Her tavrı, her hareketiyle bir an
evvel başından defolup gitmemi istiyor.

Sekine Hanım itiraz edecek oluyordu; Servet Bey sert bir hareketle onu
susturuyor:

Efendim, tevile (Sözü çevirmeye, başka anlam vermeye) ne hacet; işte vaka
meydanda. İki aydan beri bana yüzünü göstermeyen bir adamın evinde bundan
fazla nasıl oturabilirim? Hem doğrusu, bu evde bir türlü rahat edemiyordum;
senelerden beri bu geniş odalarda altı ay kış bir türlü ısınmanın, senelerden
beri altı ay yaz bir taraftan nefes almanın imkanını bulamadım. Bu ne çok
pencere, bu ne çok kapı... Kanunusanide (Ocak ayı) duvarların arasından bile
hava işliyor. Nasıl döşesek, ne yapsak nafile. Daima her tarafında bir
sığıntı gibisin. Sana öteden beri söylerim. Şişli'de, o mükemmel ve yeni
apartmanlar dururken burada bir göçebe halinde yaşamanın manasını
anlayamıyorum. Koca evde adamakıllı bir banyo odası bile yok. O hantal hamamı
yakmak için üç gün evvel hazırlanmak, üç çeki odun yakmak, ikide birde
kazanını sıvattırmak, ikide birde kurnalarını tamir ettirmek lazım geliyor.
Bu şerait dahilinde ayda bir kere bile yıkanmak müyesser olamıyor.

Şişli'nin yeni usul, eletrikli, banyolu, apartmanları Servet Beyi,


gittikçe çekiyordu. Ara sıra boş vakitlerinde bunlardan birkaçını görmeye
gitmek onun için en müstesna zevklerden biri yerine geçti. Doğduğu günden
beri aradığı havayı nihayet İstanbul'un bu mahallesinde ve bu yeni evlerde
bulabilmişti. Vakıa bu apartmanların merdivenlerinden çıkarken: Ne yazık
asansör yok! diye hayıflanıyordu, fakat, üzerinde zarif beyaz bir plaka
Türkçe ve frenkçe numarası yazılmış, zil düğmesi parıl parıl parlayan
kapılardan içeriye girip de burnu boyanmış parkenin kokusunu alır almaz adeta
içi açılıyor; ocağı çini taklidi frenk tuğlalarıyle döşenmiş mutfaklarda
dakikalarca kalıyor, sonra o odadan bu odaya fesi elinde hayran hayran
dolaşıyordu. Kendi kendisine: Burası 'Salle a menger' burası 'fumoir',
burası salon, burası kütüphane, burası budvar, bıirası yatak odası; ikinci
bir yatak odası! diyor ve nihayet alafranga apteshane ile banyo odasının
tokmağına elini uzatır uzatmaz çıkıp caddeye bakıyordu; cadde,
genişliği, gürültüsü, telgraf, telefon, tramvay telleri, otomobilleri,
ortasından geçen rayları, duvarlardaki ilanları ile onun beyninde tamamiyle
bir Avrupa şehri manzarasını canlandırıyordu.

Hele yeni işlemeye başlayan elektrikli tramvay arabalarının çıkardığı


sesler ona adeta bir bando mızıka gibi geliyordu. Bu apartman ziyaretlerinde,
konağa döndüğü akşamlar Sekine Hanım kocasını adeta bir sefahat yerinden henüz
çıkmış kadar neşeli buluyordu. Ekseriya suküti olan Servet Bey, böyle
akşamlarda susmasını bilmiyordu. Karısına uzun uzun, inceden inceye, en küçük
teferruatına kadar o gün gördüğü apartmanları birer birer tarif ediyordu.
Sekine Hanım kocasını o zamana kadar hiç bu derece hoş sohbet görmediğini
düşünürdü. Filvaki, Servet Bey, apartman bahsinin haricinde hala ya hiç
konuşmaz, ya pek fena konuşur bir adamdır. Fakat bahis bu yeni aşkına dokunur
dokunmaz dünyanın en mükemmel bir hatibi kesiliverirdi:

Tramvay tam kapının önünde duruyor, diyordu: İniyorsunuz, birkaç adım ya


yürüyor, ya yürümüyorsunuz, büyük, muhteşem bir demir kapı önünde
bulunuyorsunuz... Fakat, demir kapı denilince, rica ederim, şu bizim mahzenin
demir kapısını hatırlama! Bir dantela gibi oymaları var; üst kısmının arkasına
buzlucamlar konulmuş; iki tarafında her gün silinen, parlatılan bir sarı
topuz... Bir kanadı daima açık duruyor. Giriyorsunuz; hemen 'concierge' başını
odasından dışarıya çıkarıyor. Elinde anahtarlar önünüze düşüyor; yavaş yavaş
merdivenlerden çıkmaya başlıyorsunuz. Bu merdivenler tertemiz, bembeyaz;
tırabzanların tahta kısmı mavun boyalı ve demir kısmı haiıf yaldızlıdır. Her
dirseğe bir yol halısı serilmiştir. Her katta karşılıklı iki daire vardır;
benim gezdiğim üçüncü kattaydı.

Servet Bey, işte bu eda ile, geviş getirir veya ağzının içinde bir macun
çiğner gibi kelimeleri eze eze tada tada saatlerce anlatır dururdu. Sonra bu
tatlı apartman bahsi kapanır kapanmaz üzerine bir derin hüzün çöker, garip
garip etrafına bakınır:

Burada nasıl yaşanır? Şu duvarlara bak, şu tavana bak! Bu ne oda! Bu ne


sofa! Allahım, sen kurtar, bir an evvel sen kurtar!

Nihayet, günün birinde, Servet Bey, kendi tabiri vechile canına tak diyen
içgüveyliğinden kurtuldu ve gönlünün son emeli olan Şişli apartmanlarından
birine taşındı. Bu, cadde üzerinde, bir sokak köşesinde gayet muhteşem, yeni
yapılmış bir apartmandı; içi henüz boya, alçı ve demir kokuyordu. Bu yeni
bina kokusu içinde Servet Bey on sene daha gençleşti; sabahtan akşama kadar
adeta sarhoş gibiydi. Döşemecilerle beraber eşyayı kendi yerleştirdi;
perdeleri kendi eliyle taktı, halıları serdi; karısı ikide bir ona:

Bey, yorulacaksın! Bu kadar adam var, bırak yapsınlar! dedikçe:

Canım, bu benim zevkim, bu benim zevkim! diye cevap veriyor ve ağzının


içinde birçok alafranga havalar mırıldanarak, kolları sıvanmış, başı açık,
elinde bir çekiç, kulağının arkasında bir kurşunkalemi oradan buraya, buradan
oraya koşup duruyordu. Yemek odasını Fransız tarzında döşedi; fümüvarla
kütüphaneye İngiliz üslubunda kanepeler, masalar aldı; salon biraz melez
oldu; zira, bütün, konaktan getirilmiş eşyadan teşekkül etti. Yalnız Cemil'le,
Seniha için iki yatak odası ısmarlandı. Zira, Seniha bugüne yarına
bekleniyordu. Konağın öyle birdenbire terk edilişinin sebebi de biraz bu
olmuştu. Naim Efendi, Seniha'nın geleceğini işitir işitmez Sekine Hanıma
demişti ki:

Beni mazur tut! Beni mazur tut, kizım; badema (Bundan böyle) katiyen yüzünü
göremem, katiyen! Sağ olsun, var olsun, fakat benden uzak olmak şartıyle...

İşte bu söz üzerinedir ki, Servet Bey, apartmana çıkmak emelini ciddi bir
tasavvur halinde ortaya atmıştı; güya bu tasavvur aynı zamanda Naim Efendi
hesabına bir hal çaresiydi: Servet Bey:

Ne yapalım, mademki ne beni görmek istiyor, ne kızımı; mademki bizim


huzurumuz onu bu evin içinde mütemadiyen rahatsız edecek. O halde bir başka
eve çıkmaktan başka çaremiz kalıyor mu?

Naim Efendi, Sekine Hanımın ağzından kendisine anlatılan bu çareyi öfkesiz


ve elemsiz kabul etti:

Nasıl bilirseniz öyle yapınız! dedi.

Fakat, ne vakit ki kızı Sekine Hanım:

Ya siz, baba! Ya siz, burada yapayalnız ne yapacaksınız? dediği zaman


gözleri doldu ve başı mutattan ziyade titremeye başladı.

İhtiyar adam:

Ben mi? dedi. Kızım, siz beni düşünmeyiniz, şurada kaç günlük ömrüm
kaldı ?

Sekine Hanım hüngür hüngür ağlıyordu:

Vakıa Cenan Kalfa size benden iyi bakar. Ragıp Efendi de gelip karısı ile
burada oturacak. Hasan, Dilaver daima yanınızda bulunacaklar. Ben de her gün
size uğrarım. Fakat yine içim razı olmuyor. Babacığım, gözüm arkamda
gidiyorum. Yüreğim parçalanıyor.

Naim Efendi, kızının teessürü karşısında gözyaşlarını tuttu ve kendisi o


kadar teselliye muhtaçken ona dedi ki:

Belki ben hemşiremin yanına giderim veyahut oradan birini yanıma alırım.
Yalnız kalacağım diye hiç merak etme!

Daima büyük felaket günlerinde metanetini hiç kaybetmeyen Naim Efendi, bu


sefer de sonuna kadar vakarlı ve sabırlı kaldı. Hatta işin en garibi Şişli'de
tutulan evin altı aylık kirasını bile kendisi vermekten çekinmedi ve göç
masrafının mühim bir kısmını cebinden ödedi. Lakin, akşam olup da ilk defa
koca evin içinde yapayalnız kaldığını hisseder etmez, gözlerinden yaşlar
sessizce akmaya başladı; pek acayip bir teessür içindeydi. Adeta kendi
ölümüne ağlayan, kendi yasını tutan bir adam gibiydi. Naim Efendi, bazı
müşkül demlerde benliğimizde hasıl olan çiftliğin (İkilik anlamında) en marazi
bir şekline duçar olmuştu. Kendi kendine, mütemadiyen:

Hey gibi Naim! Hey gidi Naim! diyordu. Bahtın ne kadar karaymış zavallı
Naim! Daha ne bekliyorsun? Daha ne duruyorsun? Yetmedi mi? Yetmedi mi?

İlk akşamdan beri yanından ayrılmayan Hakkı Celis onu ekseriya böyle kendi
kendine konuşurken buluyordu. Bir defasında adeta korktu; büyük dayısını
aklını oynatmış sandı; kapının eşiğinden geri geriye çekildi. Oda yarı
karanlıktı ve Naim Efendinin büzüldüğü köşeden yalnız sesi duyuluyordu. Hakkı
Celis, sesi titreyerek sordu:

Dayı, kiminle konuşuyorsunuz, kiminle?

İhtiyar adam hafıfçe güldü:

Kendimle, yavrum, kendimle! Benim derdimi benden başka kim anlar? dedi.

Ve bu saatten itibaren Naim Efendi ile Hakkı Celis adeta arkadaş oldular.
Öyle ki, genç adam, ara sıra, büyük dayısına, Seniha'dan bile bahsediyordu.
Bir gün dedi ki:

Üç aydan beri gelecek, gelecek diye işitiyoruz. Fakat hala gelmedi!

Naim Efendi:

Evet, dedi. Geçen gün yine teyzen geldi; söyledi, bir telgraf almışlar,
yola çıkmak için yine para bekliyormuş. Bulduk, gönderdik: Bu, bilemem ki
kaçıncı defadır, böyle yol harçlığı istiyor; geliyorum, diyor ve arkası
çıkmıyor.

Hakkı Celis:

Seniha ablam çok müsriftir; kim bilir ne tuvaletler yaptırıyor, diyordu.

Naim Efendi, acı acı gülüyor:

Öyle amma. Olsun da yaptırsın, olsun da yaptırsın! Yoktan ne çıkar! Yok,


yok... Hiçbir şey kalmadı evladım! diye cevap veriyordu.

Hakikaten, Naim Efendinin mali vaziyeti gittikçe müthiş bir devreye


giriyordu. Şimdiden denilebilir ki, tekaüt maaşından başka bir geliri kalmadı.
Kaç senelik adamı olan Ragıp Efendi bile bu hal karşısında ümitsizliğe düşüp
işten el çekti ve konağa gelip yerleşecek iken, Naim Efendinin başına çöken
sıkıntılardan kendine bir hisse düşmesin diye, Cihangir'den mümkün olduğu
kadar uzağa gitti. Esasen konağın ve sahibinin işlerini çevirmek için bir
vekilharca hiç lüzum kalmamıştı. Son haddine inen bu işleri bir uşak pekala
idare edebilirdi; nitekim, evin emektar uşağı Hasan, her aybaşı Naim
Efendinin maaşını almaya gitmek ve her gün bir miktar etle bir iki türlü
sebzeden ibaret olan gündelik yemek masrafına bakmak için lüzumundan fazla
kafi geliyordu.
:::::::::::::::::::

XIII

Hakkı Celis Bey, Hakkı Celis Bey!

Genç adam, arkasına döndü; Neyyire ve Nuriye Hanımlar, caddenin kalabalığı


içinden kendisini çağırıyorlardı. Görmemezliğe gelip yürümek istedi; zira
vakit geç ve vücudu yorgundu. Bugün iki saat talim etmiş ve altı saat yol
yürümüştü; ayak üstünde duracak hali kalmamıştı; bir an evvel eve yetişmek ve
esvaplarını çıkarmadan yüzükoyun yere atılıp rüyasız bir uykuya dalmak
istiyordu. Genç kızlar gülerek yaklaştılar:

Seniha'dan mı geliyorsun? dediler.

Seniha mı, ne Senihası?

A, sakın haberiniz yok mu? Dün, Seniha geldi.

Hakkı Celis kulaklarına inanamadı:

Kabil değil, nasıl olur? dedi.

Kızların ikisi birden:

Neden kabil değil? Biz kendisiyle görüştük bile... dediler.

O zaman, güya birkaç kalbi varmış gibi her tarafından çarpıntılar içinde
kalan gövdesinin altında yorgun bacakları bükülür gibi oldu:

Tuhaf şey, böyle habersizce, tuhaf şey...

Vakıa, Seniha'dan haber alınabilecek yerlere epeyce günden beri hiç


uğrayamamıştı. Seferberlik ilanının ilk gününden itibaren kendini bir
mengeneye kaptırmış gibiydi. Ahzıasker şubelerinin (Askerlik şubelerinin) o
dürüşt (Kaba,sert) muameleleri bu içli ve hayali genci dört gün zarfında
düşünce ve duygudan mahrum mihaniki bir varlık haline sokmuştu. Bu şubelerin
kapıları önünde bekleyen koyu kalabalık arasında evvela bir sürünün içinde bir
koyuna, sonra odadan odaya, daireden daireye dolaşırken kirlenmiş ve buruşmuş
bir kağıt parçasına döndü. Amerika'da bazı makineler varmış ki, bir tarafından
canlı olarak giren bir hayvanı beş on dakika sonra diğer tarafından sucuk
halinde çıkarırmış; Hakkı Celis için de askere kaydediliş ve ihtiyat zabiti
mektebine giriş böyle oldu. Genç adam hala ne olduğunu bilmiyor, başında bir
garip sersemlik bütün idrakini altüşt ediyordu. Günlerce Seniha'yı bile
hatırlamaya vakit kalmadı. Bu ona üç dört yaşına ait uzak ve müphem
hatıralardan biri gibi geliyordu ve kendinden birkaç ay evvel vakalara bile
dönüp bakmak kudretini bulamıyordu. Büsbütün başka bir adam değil mi idi? O
solgun benizli, uzun saçlı genç kimdi ki, kah bir koruda, mehtaplı bir saatte,
kah bir odada bir öğle zamanı yeşil gözlü bir kıza bakıp içini çeker ve
birtakım tatlı hayalata dalardı? Kimdi, o genç adam ki, hafıf akşam
karanlıklarında beyazlığı daha ziyade artan, kokusu daha ziyade
sarileşen (Bulaşıcı hale gelen, burada yaygınlaşan) büyülü bir mevcuda,
Verlaine'den, Claudel'den birtakım büyülü sözler söylerdi? Hafızasının ancak
tespit edebileceği bu ufuk, ona bir yığın bulut altından güçlükle
görünebiliyordu. Kendi kendine: Belki bunların hiçbiri olmadı! diyordu.

Fakat talimden döndüğü o akşam üstü Seniha'nın avdeti haberini alır almaz,
biraz evvel kendisine o kadar uzak görünen bu geçmiş, iki bin metre yüksekten
hızla inen bir tayyarenin içindeki yer nasıl yaklaşırsa öyle yaklaşmaya
başladı ve Hakkı Celis iki bin metre yüksekten düşen bir adamın baş dönmesine
tutuldu.

Evine nasıl geldi, geceyi nasıl geçirdi; bilmedi. Sabahleyin erkenden talime
gitmesi lazım gelirken soluğu Naim Efendinin yanında aldı. Acele yürümeden
nefesi tıkanmış ve heyecandan yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir halde ihtiyarın
yanına girdi ve ilk söz olarak dedi ki:

Büyük dayı, Seniha ablam gelmiş. İşittiniz mi?

Naim Efendi, mahzun bir tebessümle gülerek başını salladı:

Biliyorum, dedi; bugün teyzen buradaydı. Yolda çok zahmet çekmiş;


bereket versin Paris Sefareti erkanından birisi kendisine refakat etmiş.
Yoksa, tren bulmanın, vapura girmenin imkan ve ihtimali yokmuş. Avrupa'da
bütün garlar ve bütün limanlar mahşer gibi halkla doluymuş.

Naim Efendi, böyle anlatırken Hakkı Celis yerinde duramıyor, bir an evvel
Şişli'deki eve koşup Seniha'yı görmeye can atıyordu. İhtiyar adam neden sonra
sözünü bitirdi:

Bugün gidip onu görecek misin? diye sordu.

İçi içine sığmayan Hakkı Celis:

Belki, vakit bulursam... dedi.

Bittabii hiç vakti yoktu; bugün Kağıthane tepelerinde endaht talimleri


yapılacaktı. Fakat, genç adam, her şeyi göze aldı ve Cihangir'deki konaktan
çıkar çıkmaz doğruca Şişli'deki apartmana gitti.

Servet Beyin evi pek acayip, adeta ihtilaçlı bir sevinç içindeydi. Herkes
birbirine karşı fazla neşeli görünmekten korkuyor gibiydi. Seniha, Hakkı
Celis'i kendisinden çok yaşlı ve nadir görülen bir teyze tavrıyle karşıladı.
Toplanmış, uzamış, ağır ve mağrur görünüyordu; genç adamın onda şimdiye kadar
hiç tesadüf etmediği bir yüksekten bakışı ve bir alaycı tebessümü vardı.
Japonkari bir sabah esvabı içinde kolları ta omuzlarına ve göğsü oldukça
harim (Gizli, kapalı olması gereken) noktalara kadar açık duruyordu. Saçları
yüksek, fakat aynı zamanda dağınık bir tarzda düzeltilmişti. Her hareketinde
dizlerine kadar sıyrılan bacakları incecik ipek çoraplar içinde canlı, zeki
ve harikulade şeyler gibi gözüküyordu. Hakkı Celis'e, Seniha'nın ağzı ve
gözleri genişlemiş gibi geldi; zira genç kız dudaklarına kırmızılık sürmüş ve
gözlerinin sürmesini hadden bir kat ziyade fazlalaştırmıştı.

Hakkı Celis, Seniha'da bir şeye daha dikkat etti; vücudu eski
kımıldanışlarını, eski ahengini, eski manasını kaybetmişti; bu çevik ve kıvrak
bir kızdan ziyade, olgun ve yorgun bir kadına benziyordu. Bunun içindir ki,
zavallı çocuk büyük dayısının torununa nasıl hitap edeceğini, ne yapacağını
bilemedi. Şimdi efendim!, siz derken, şimdi abla!, sen diye konuşmaya
başlıyor, sonra Seniha'nın yukarıdan bir bakışı üzerine yüzü kızararak
büsbütün ne söyleyeceğini şaşırıyor, efendimli, sizli içinden çıkılmaz
diğer bir konuşma tarzına düşüyordu.

Ona, laf olsun diye, son zamanlarda başından geçen askerlik meselelerini
hikaye etti; şimdi nerededir? Nasıl talim ediyorlar? Saatlerce nasıl
yürüyorlar? Nasıl bir karavanada yemek yiyip, nasıl bir koğuşta, kimlerle
beraber yatıp kalkıyor? Bunları anlattı. Seniha ekseriya dinlemiyor gibi
görünüyor ve zavallı çocuk o kadar hararetle anlatırken bahisle hiç alakası
olmayan bir sual soruyor, bir hareket yapıyordu.

Hakkı Celis, hayatını ikiye ayıran bütün o ahzıasker şubelerine ait


vakaların hiçbiriyle Seniha'nın dikkatini çekemedi. Genç kız ara sıra, aklı
başka yerlerde:

Vah! Vah! Demek çok yoruluyorsun, neden o kadar yoruluyorsun? Vah Hakkı
vah! diyordu.

Bir kere olsun gözleri gözlerine isabet etmedi. Seniha'nın gözleri siyah
gölgeler altında rengini ve nazar denilen ifadeyi kaybetmiş gibiydiler.

Hakkı Celis dedi ki:

Çok değişmişsiniz Seniha abla!

Seniha:

Sen de epeyce büyümüşsün! dedi.

Genç adam kalbinin ağzına kadar geldiğini hissetti; kendinin çocukluktan ne


kadar uzak olduğunu bağırarak söylemek ve Seniha'nın bütün o suni olgun hanım
tavırları altındaki çiğliğini, boşluğunu, hiçliğini, anlatmak istedi.

Yalnız büyümek değil, ihtiyarladım bile, Seniha Abla, dedi. Siz çok
gezdiniz, çok gördünüz. Fakat ben çok düşündüm, çok hissettim. O kadar ki,
bütün fikirler, bütün hisler bana şimdi yavan geliyor. Siz bu bezginliğe
vasıl oldunuz mu? Nerede? Her tarafınızdan arzu, emel, gençlik fışkırıyor,
şimdi 'haydi!' deseler bir seneden beri yaptığınız seyahatleri aynı iştiha
ile tekrar edebileceksiniz. Fakat, ben düşündüklerimi tekrar düşünmek,
hissettiklerimi tekrar hissetmek istemeyeceğim. Seniha abla, bizi pişiren
ıstıraptır; gezip görmek değildir. Sizden evvel kaç kişi Avrupa'ya gitti
geldi. Bunların bazılarının kıyafetlerinde epeyce değişiklik gördüm, fakat
ruhlarında ne değişti; bilmiyorum. Bunlar bize oradan, başlarında bir acayip
sarhoşluk ve gözlerinde safiyane bir hayretle avdet ettiler. Seniha abla,
siz de bunlardan biri misiniz?

Seniha zoraki bir kahkaha ile güldü:

Ooo, daima felsefe! Sen hiçbir zaman hayat adamı olamayacaksın, hiçbir
zaman, zavallı Hakkı!

Bunun üzerine genç adam acı acı gülümseyerek yarı ciddi, yarı şaka cevap
verdi:

Öyleyse ölüm adamı olurum.

Hakkı Celis bu sözleri düşünmeyerek, bir şey söylemiş olmak için söyledi:
Esasen bunun hırçın bir sitem olmaktan başka bir manası yoktu. Hatta, o kadar
ki, bu sözün boşluğundan, soğukluğundan genç adamın kendisi bile ürperdi.
Fakat ekseriya dilimize dolaşan ve günlerce ağzımızdan hiç düşmeyen bazı
manasız lakırdılar gibi bu da, nedendir bilinmez, birdenbire Hakkı Celis'in
beynine ve diline saplandı. Seniha'nın yanından çıktıktan sonra sokakta
yürürken kendi kendine mütemadiyen bunu tekrar ediyordu:
Öyleyse ölüm adamı olurum.

Bu ne demekti? Ölüm adamı olmak ne demekti? Ölüm adamı etrafına ölüm saçana
mı yoksa ölüme doğru gidene, ya da ölmeye mahkum olana mı denilirdi? Hakkı
Celis, bunların her ikisi değil miydi? Birkaç zamandan beri ya ölmeye ya
öldürmeye hazırlanmıyor muydu? Bu önü parlak düğmeli, yakası işlemeli veston,
bu belindeki kemer, bu bacaklarını sıkan dolaklar ne içindi? Nereye gitmek
içindi? Biraz sonra omzuna neden bir silah yüklenecekti? Birkaç zamandan beri,
memleketin havasında, ağızdan ağza dolaşan pek mebzul bir söz, şimdi, onun
nazarında ulvi bir belagat alıyordu; Hakkı Celis ancak, şimdi, kaç zamandan
beri halkın: Ya gazi, ya şehit! diye bağırışlarının manasını anlıyordu. Ya
gazi, ya şehit! Evet, kendisi de bunlardan biri olmak için hazırlanıyordu.
Tevekkeli biraz evvel:

Öyleyse ölüm adamı olurum! dememişti.

Bu, bir hakikatti. Hakkı Celis şimdiden bir ölüm adamıydı.

Bu saate kadar askerliğin ölümle bir münasebeti olduğu hiç hatırına


gelmemişti. Kendini alelade yorucu bir işe ve bir angaryaya çatmış
zannediyordu. Meğer bu iş ne mehabetli ve bu angarya ne büyük bir şeymiş!
Hakkı Celis giydiği asker esvabının içinde ilk defa olarak bir kahraman
gururunu hissetti; kendi kendine, göğsü kabararak:

Ben bir ölüm adamıyım, ya ölmeye, ya öldürmeye gidiyorum, dedi.

Meğer kader ona neler hazırlıyormuş da o farkında değildi, bu cömert kadere


karşı ne kadar nankör, ne kadar küçüktü! Hayatın hangi gayesi bir cenge doğru
gidişten daha yüksekti? Bahusus ki, onun gideceği cenk, cenklerin en büyüğü,
bir cihan cengiydi. Böyle bir cenkte bir küçük zabit olmak, o eski orduların
başında bir serdar olmaktan daha ehemmiyetli değil miydi? Genç nefer:

Ben bir ölüm adamıyım, dedi.

Ve ilk defa olarak şair Hakkı Celis'e karşı kalbinde bir nefret uyandı. Loş
bir odada saatlerce Verlaine şiirlerini inşat eden ve yamru yumru bir kalemle
kirli bir kağıt üstünde birtakım topal mısralar sıralayan o cılız, o solgun
çocuk neydi? Bu genç askerin topukları demir çivili çarıklarla tırmanmaya
hazırlandığı sarp, yüksek ve tehlikeli tepenin yanında, bu solgun benizli
çocuğun çıkmak istediği serin ve gölgeli yokuş ne adi bir yerdi!

O tepede al bayrağın çırpınışları, yüz bin kişinin haykırışları, ateşin


söylenişleri, çelik sesleri ve kıvılcımlı dumanlar vardı; bu yokuşta ise
birkaç yeşil defne dalından, biraz su şırıltısından ve melul bir ıssızlıktan
başka ne vardı? Hakkı Celis kendi kendine:

Eve döner dönmez, şimdiye kadar yazdığım yazıları ve bütün kitapları


yakacağım! dedi.

Ve bunu söylerken birden coşup havada salladığı elinden burnuna hafif bir
koku geldi; bu, Seniha'nın elinden onun eline sinen kuvvetli bir kokunun
artığıydı. Hakkı Celis içinin titrediğini hissetti ve hala bu kadar boş
şeylerin tesiri altında kaldığına şaştı. Birtakım yapma tavırlar, sahte
bakışlar ve isteksiz gülüşlerle Avrupa'dan avdet etmiş sathi (Yüzeysel) ve
kokulu bir mahlukun ateşe, dumana ve kör kurşun yağmurlarına doğru ağır ağır
ilerleyen bir adam üzerinde hala hüküm sürüşü pek gayri tabii bir şey, adeta
bir ayıp değil miydi? Hakkı Celis kendi nefsine karşı Seniha'yı sevmiş
olmaktan ve belki hala sevmekte devam etmekten utanıyordu. Sakın o da tanıdığı
birçok gençler gibi, sakın o da şu havai Cemil gibi hayata yalnız etiyle mi
merbuttu? (Bağlıydı) Varlığının bütün o yüksek heyecanları, sakın biraz
evvelki tavırları, bakışları ve gülüşleri gibi birtakım düzme ve yapma
şeylerden mi ibaretti? Zira, deminki kahramanca düşüncelerle, Seniha'nın
kokusunu duyar duymaz hissettiği ürperiş, birbirinin tamamıyle zıddı iki
türlü ruhiyete alametti. Hakkı Celis kendi kendine diyordu ki; Ya o
düşünceler, ya bu ürperiş doğruydu. Acaba hangisinde samimiyim?

Genç adam, bütün gün kendini böyle tahlil etti; fakat bir türlü ne olduğunu
anlayamadı. Kalbi bir muamma halini aldı. Onun için şüphesiz olan bir şey
varsa, o da Seniha'yı sevmenin, dünyanın bütün boş, sathi ve şehvani
hazlarına mağlup olmaktan başka bir şeye delalet etmediğidir. Zira Seniha,
bu hazların özü ve timsaliydi. Onu ölümlere sürükleyen, onu ulvi divanelikler
yaptıran büyük ve derin bir aşkla sevmek bile kabil değildi. Bu acı hakikat,
ona genç kızı Şişli'deki apartmanda ziyaretinden sonra tamamıyle
ayan (Belli,açık) olmuştu.

Günler gittikçe birbirini takip eden birçok vakalar genç adama bu hissinde
ne kadar yanılmadığını ispat etti. Gerçi, Hakkı Celis, o ilk ve son
ziyaretinden sonra Seniha'yı tekrar göremedi ve yeni yaşayışına, yeni
ahbaplığına dair yakından hiçbir hadiseye şahit olmadı. Fakat, ağızdan o
kadar sözler işitti, o kadar birbirini te'kit eder (Doğrular, pekiştirir)
şeyler öğrendi ki, genç kızın yeni hayatına dair kendi gözüyle müşahedelerde
bulunmasına lüzum bile kalmadı.

Diyorlar ki, Seniha Avrupa'dan gayet şüpheli bir yoldaşla avdet etti,
vakıa bu, haddizatında kırkını geçmiş, basit, sathi bir sefaret memurundan
başka bir adam değildi ve Seniha ile tanışması yolda kendisine refakat
ederken oldukça samimi bir dostluk halini almıştı; öyle ki, şimdi, Servet
Beyin evinden hemen hiç çıkmıyor gibidir. Seniha'nın eski arkadaşları bu yeni
dost için:

Tıpkı bir zamanlar Faik Bey, nasılsa öyle... diyorlardı.

Vakıa, Seniha'dan birkaç ay evvel İstanbul'a dönen Belkıs Hanım, Seniha ile
Faik Bey arasındaki münasebetin asıl Paris'te ciddi ve ateşli bir devreye
girdiğini söylemişti. Faik Bey, hemen her akşam ta Brüksel'den Paris'e onu
görmeye gelirmiş; birlikte yapmadıkları sefahat kalmamış; bir gece yarısı,
Belkıs Hanım kocasıyle beraber tiyatrodan çıkıp bir kahveye yemek yemeye
girmişler; bir de ne görsünler! Seniha, yanında Faik Bey, kadın erkek bir
alay serseri refakatinde sarhoş olmuşlar, çalgıcıları ortalarına almışlar,
avazları çıktığı kadar hep bir ağızdan şarkı söylüyorlar. Belkıs Hanım, yerin
dibine geçiyormuş, koeasına demiş ki: Aman, buradan savuşalım!

Hakkı Celis, Seniha'nın Paris hayatına dair böyle yüzlerce hikaye


dinlemişti. Fakat bunların hiçbirisi son aylarda İstanbul'daki yaşayışı
hakkında söylenen sözlerden daha müthiş ve daha feci değildi: Ara sıra, talim
dönüşü, Neyyire ve Nuriye Hanımlara tesadüf eden Hakkı Celis, bu iki
hemşireden büyük dayısının torununa dair en taze havadisleri alıyordu; genç
kızlar diyorlardı ki:

Hakkı Celis Bey, doğrusu, Seniha'ya eskisi gibi sık sık gidemiyoruz. Bilir
miyiz, bin türlü şeyler söylüyorlar. Güya Nedim Bey isminde biri varmış
-şu kendisiyle birlikte gelen sefaret memuru, olacak- evden hiç çıkmıyormuş,
vakıa Seniha zevahiri kurtarmak için nişanlı olduklarını söylüyormuş; fakat
bu adamı tanıyanlar var, kendine sormuşlar, katiyen inkar ediyormuş: 'Ben
sadece evin dostuyum!' diyormuş. Evin dostu... Şu Fransızların Ami de la
maison dedikleri gibi cins ahbap yok mu? İşte öyleyim demek istiyor.

Neyyire Hanım, susup Nuriye Hanım başlıyordu:

Bunlara kim inanır? Herkes işin iç yüzünü pekala biliyor. Seniha'nın bütün
tuvaletlerini bu adam ödüyormuş. Geçen gün Belkıs'la bizim terzi madama
gitmiş; kadın kendi anlattı; on beş gün evvel üç kat elbise yaptırmış, üç gün
sonra parasını, gelmiş bizzat Nedim Bey vermiş.

Bütün bu dedikoduların Hakkı Celis üzerindeki ilk tesirleri söylenenlere


karşı bitmez tükenmez bir hiddet ve bir nefretti: Her defasında, iftira
ediyorsunuz, susunuz! demek isterdi. Seniha'nın hayatında, bu kadar pisliğe,
bu kadar adiliğe ihtimal veremezdi. Seniha bu hayata kapılsa bile, Servet Bey
bütün o ahlak ve namus prensipleriyle, bütün o titizlikleriyle, Sekine Hanım
bütün o melekane iffetiyle bu hale nasıl razı olabilirdi, nasıl tahammül
ederlerdi? Hakkı Celis evvela böyle düşünürdü. Fakat, sonra yavaş yavaş her
şeyi mümkün ve tabii bulmaya başladı.

Servet Bey, bütün o alafranga namus ve haysiyet prensiplerinin arkasında,


daima toplanıp dağılan dalgalı, değişken bir şahsiyetten başka bir şey
değildi. Sekine Hanıma gelince, bu zavallı kadın, kim ne derse ona inanan,
kim ne yaparsa ona kapılan, iyiliği budalalık derecesine varan biçarelerden
biriydi. Bahusus, bu kadın yeni eve çıktığı günden beri, babasıyle kocası
arasında ne yapacağını, ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini tamamıyle şaşırmış
bir haldedir.

İki günde bir, kalbi heyecandan tıkanmış, Cihangır'deki konağa koşuyor ve


sesi hıçkırıklarla boğularak, babasından, Seniha'nın affını rica ediyordu:

Geldiği günden beri her gün sizi anıyor, diyordu. Yavrucak vallahi,
yemeden kesildi. 'Günahım ne ise yüzüme söylesin; beni istediği gibi tekdir
etsin, sesimi çıkarmayacağım; fakat bir defa yüzünü göreyim' diyor. Kaç kere
kapıya kadar gelmiş, bir türlü içeriye girmeye cesaret edememiş. Ne olur,
babacığım, affediniz, affediniz.

Naim Efendi, hiç cevap vermiyor; dik dik yere bakıyordu. Zavallı ihtiyar,
kaç zamandan beri gönlü ile pençeleşmektedir. Seniha'nın hasreti, onun için,
bütün ömründe duyduğu ıstırapların en büyüğü oldu. Yanındaki sedef kakmalı
çekmecede Seniha'nın her yaşta resimlerinden bir büyük deste vardı. Bunları,
odasında kimse olmadığı zamanlar yavaşça çekmeceden çıkarır; bir müddet
titrek elleri arasında evirir, çevirir, sonra gözlüklerini takar, herbirine
uzun uzun, derin derin bakar, öper, koklar, göğsü üstüne basardı.

Bazı kasvetli yalnızlık günlerinde oturmaktan, yatmaktan, ibadet etmekten,


okumaktan bıkıp da konağın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlar
başlamaz, ilk uğradığı yer Seniha'nın odası olurdu. Güya içeride birisi
varmış gibi bir müddet kapıyı dinledikten ve etrafına bir hayli bakındıktan
sonra, eli heyecandan donmuş bir halde topuzu çevirirdi. Seniha'nın odası,
konağın diğer metruk odaları gibi, perdesiz, eşyasız, bakımsız, toz ve toprak
içindedir. Tavanın köşe yerlerinden, pencerelerden camla kafes aralarından
külrengine girmiş örümcek ağları sarkıyor. Yalnız bir eski koltuk, yatağı
kaldırılmış bir karyola ve ayağı kırık bir masa bu odanın yegane eşyasını
teşkil ediyor. Naim Efendi bu eski, tozlu eşyada Seniha'dan taze bir şey
sezerdi ve ona dair doğduğu günden bugüne kadar hafızasında kaç tatlı hatıra
kalmışsa, hepsini birer birer canlandırırdı.
Naim Efendi, Seniha'yı görmeye çoktan razıydı. Avrupa'ya gidiş macerasından
sonra yediği darbenin acısını çoktan unutmuştu.

Fakat, her gün Seniha'ya dair yeni bir şayia çıkıyor; ona, bu hususta
kendisini bile şaşırtan, büyük bir inat ve mukavemet kudreti veriyordu. Kime
karşı, ne için? Bilmiyordu. Zira, kalbi daima kinsiz, garezsiz, nefret ve
hiddetten uzaktı. Fakat, ta içinden, bir ses, ona, her dakika: Hayır,
Seniha'nın yüzüne bakılamaz! diyordu. Ve Naim Efendi sebebini hiç
aramaksızın bu sesin emrine tabi oluyor, söylediğine inanıyordu.

Vakıa o, bu meselede, biraz da, hemşiresi Selma Hanımefendinin tesiri


altında kalıyordu. Zira, bu hanımefendi, son zamanlarda, kah bir adam
göndermek, kah kendisi gelmek şartıyle biraderini bir gün yalnız bırakmıyor,
onu adeta sıkı bir nezaret altında bulunduruyordu. Naim Efendinin böyle
nezaret altında bulunmaya ihtiyacı vardı; zira, o şimdi yalnız kimsesiz bir
ihtiyar değil, aynı zamanda alil ve sefil bir adam haline de girmişti. Çok
güçlükle yürüyebiliyordu ve o müziç hıçkırığı en azı, haftada birkaç defa
hançeresinden yakalıyor, onu saatlerce ateş üstünde bir kıl gibi kıvrım
kıvrım kıvrandırıyordu.

Selma Hanımefendi; onu bir gün böyle bir nöbet esnasında geldi, buldu ve
tenha konağın içinde avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

Kardeşim, kardeşim, nihayet seni dertli ettiler, gördün mü bir kere


başımıza gelenleri! Şimdi ne yapalım Kalfa? Allah aşkına çabuk bir çaresini
bul! Aman bana da fenalıklar geliyor. Hay Allahtan bulasıcalar, buna can mı
dayanır? Nasıl içlerine sinmiş de bunu, böyle yalnız bırakmışlar? Ayol,
insanın kalbi nasıl rahat eder? Nasıl eğlenir, nasıl gezer tozar? Hele o
yangın gecesi, hele o yangın gecesi... İstanbul'un dört köşesinden yedi kat
yabancılar koştu geldi de onlar bir uşak göndermek lüzumunu bile
hissetmediler. Benim aklıma bakın ki hala nelere şaşıyorum. Vah kardeşim vah,
neyin var, neyin yok hepsini, hepsini onlara verdin; şimdi de onlar için
hıçkıra hıçkıra can veriyorsun! Bari biliyorlar mı? Bari neden bu hale
geldiğini biliyorlar mı? Ne gezer, ne gezer! Vallahi vazifelerinde bile değil.
Orada gece gündüz vur patlasın, çal oynasın!

Naim Efendi, hemşiresi böyle haykırdıkça daha ziyade hıçkırmaya başladı;


zira, gittikçe heyecanı artıyordu. Öyle ki, hastanın ne kadar süküna muhtaç
olduğunu pek iyi bilen Cenan Kalfa, ihtiyar adamın hıçkırığından evvel Selma
Hanımefendinin bağırmalarını durdurmaya çalıştı. Fakat, esasen pek yaygaracı
olan Hanımefendi, kendi sesinden başka bir şey işitmiyor, söyledikçe coşuyor,
söyledikçe coşuyordu:

İnşallah, bir gün gelecek, o kız, bahası önde, kendisi arkada sokak sokak
sürünecek, dilenecek! Cenabıhak kimsenin yanında koymaz! Fakat, neye yarar?
Biz göremeyeceğiz! diyor ve ellerini dizlerine vuruyordu; biraz sesini
alçalttı:

Gene bir tane yenisini bulmuş! dedi. Bu bir nazırmış, şimdiki vükeladan
biriymiş! Aman Yarabbim! Şimdiki vükeladan biriymiş!

Nihayet, Naim Efendi, sabredemedi; suda boğulan bir adam gibi iki kollarını
hemşiresine uzattı; yalvaran gözlerle baktı; sus! demek istedi; muvaffak
olamadı, bulunduğu yere yığıldı, kaldı. Bayılmıştı.

Kendine geldiği, zaman ev halkını başına toplanmış buldu. Bunların arasında


bir de doktor vardı; emektar uşağı Hasan Ağa, kapının önünde duruyordu; hekim
ona bir şeyler ısmarlıyordu. Naim Efendinin, gözlerini açmasıyle kapaması bir
oldu; zira karşısındaki minderde, yüzü ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş
hemşiresinin bir şey söylemek için kendisine baktığını gördü.

Gerçi, Selma Hanımefendi söz söylemekten vazgeçmemişti.

Ağabey, dünya bir araya gelse, bu halini gördükten sonra mümkün değil, seni
burada bırakamam, hem bu koca konağın içinde türbe bekçisi gibi, tek başına
senin işin ne? Vallahi ne söylesen, dinlemem. Yarından tezi yok, seni alır,
götürürüm. Uğursuz konağı da düşünmeden ya satar, ya kiraya verirsin!

Naim Efendi, korkulu bir rüya görmüş gibi ürkek ürkek gözlerini açtı, bir
ameliyat masası üstüınde cerrahın elindeki alete bakan bir hasta nazarıyle
hemşiresine baktı; hıçkırığı tamamıyle dinmişti. Selma Hanımefendi:

Kuzum, ağabey, itiraza filan kalkışma! Sen adeta çocuk gibi olmuşsun;
kendine malik değilsin! Dünyanın bin türlü hali var. Bak demincek, gitti
gittiydin, dedi.

Odanın içinde dolaşan hekim, Selma Hanımefendiye döndü:

Rica ederim... Şimdi bu bahislerin sırası değil! diye ihtar etti.

:::::::::::::::::::

XIV

Konağı kiraya verip hemşiresinin yanına taşınmak bahsi çıktığı günden beri,
Naim Efendinin rahatı, huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o
kadar katiydi ki, hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

Naim Efendi:

Burada doğmuşum, burada yaşamışım, ihtiyarlamışım! Nasıl bırakır giderim?


diyordu.

Hemşiresi cevap veriyordu:

Göreceksin, bu konaktan çıkar çıkmaz her şey öyle bir yoluna girecek ki!
Bütün uğursuzluklar bu evden geliyor.

Naim Efendi konaktan çıkmamak için daha mühim sebepler buldu. Dedi ki:

Ben buradan çıktığım gün ölürüm. Kabil değil, dayanamam ölürüm.

Selma Hanımefendi buna karşı şöyle cevap verdi:

Burada, fareler, örümcekler ortasında yapayalnız öleceğine, benim yanımda


benim gözüm önünde ölürsün!

Biçare ihtiyar, bu çelikten irade karşısında ne yapacağını bilemedi,


mukavemeti kırılmak üzereydi; birden hatırına bir hile geldi; sonuncu defa
olarak büyük bir lando içinde kendişini almaya gelen hemşiresine dedi ki:

Hemşire, birkaç zaman daha burada oturmaya mecbur olacağım zannederim.


Ciheti askeriye ne kadar boş ev bulursa derhal işgal ediyormuş; şimdi
burasını da boş bırakırsak diğer evler gibi hemen askerler yerleşecek. Ondan
sonra ise evin ne satılmaya ne de kiralanmaya hayrı kalacak. Binaenaleyh ben
düşündüm, taşındım. Bizam Hasan Ağa ile de uzun uzadıya görüştük. Nihayet şu
an karar verdik: Evvela konağı el altından iyi bir fiyatla kiraya vereceğiz,
sonra size taşınacağım.

Bu kuvvetli mantık ve bu maddi zaruret önünde her şeyden evvel tedbirli ve


hesaplı bir kadın olan Selma Hanımefendinin iradesi kırılıverdi:

Ha, bakınız, buna diyeceğim yok! buna akan sular durur, dedi, fakat
çarçabuk bir kiracı bulmalı, çarçabuk.

Naim Efendi hemşiresini bu suretle başından savdıktan sonra geniş bir nefes
aldı; adeta neşelendi; kapıdan Cenan Kalfaya seslendi:

Bana Hasan Ağayı çağırınız!

Biraz sonra Hasan Ağa da kapısının eşiğindeydi.

Selma Hanımefendinin biraderi dedi ki:

Hasan, evladım Hasan! Bugünden itibaren bu konak kiralıktır; fakat, senden


rica ederim; kapıya müşteri geldikçe bir bahane ile savıver!

Naim Efendinin, müddeti hayatında bu, ilk yaptığı hileydi.

Fakat ne yazık ki, bu hileyle her şey yoluna girmiş ve Naim Efendi, yakayı
tamamıyle sıyırmış olamadı. Selma Hanımefendi, bir şeye karar verir de,
sonuna vasıl oluncaya kadar, hiç durur mu? Derhal, her önüne rast gelene
Cihangir'deki konağın kiralık olduğunu söylemeye, adamlarını öteye beriye
saldırmaya; bütün ev arayanlara orasını salık vermeye; devrin zenginlerine
alttan alta haber göndermeye başladı.

Bunun içindir ki, bir hafta ya geçti, ya geçmedi; İstanbul'da ev bakmaya


gezenler hep birden Cihangir'deki konağa sökün etti. Büyük kapının çıngırağı
sinirli bir kadın çığlığı gibi günde hiç olmazsa üç dört defa iç avlunun
sükununu tarumar ediyordu. Hasan Ağa, iki gün zarfında, kapıyı mütemadiyen
açıp kapamadan, her gelene bir yalan söylemeden bıkıp usanmıştı. Bu
gelenlerden bazıları söz dinlemiyorlardı:

Nasıl olur? diyorlardı. Bizi Selma Hanımefendi gönderdi. Daima içerde


adam vardır, girer, gezebilirsiniz, dedi.

Hasan Ağa:

Fakat efendim, bugün harem dairesi kapalıdır. Anahtarını kim aldı,


bilmiyorum, her halde Efendi Hazretleri...

Tarzında birtakım perişan cevaplar vermek istiyordu. Fakat kimi Çamlıca'dan,


kimi Sarıyer'den, kimi Şehzadebaşı'ndan, kimi Ayastafanos'tan kalkıp gelen bu
kiracılar hiç olmazsa selamlığı, hiç olmazsa iç avluyu görmeden gitmek
istemiyorlar ve adeta uşağın göğsünden itip girmeye çalışıyorlardı. Gerçi o
zamanlar mesken buhranı henüz başlamamıştı; fakat; geçim şartlarının
birdenbire değişmesi, ekmeksizlik, arabasızlık o zamana kadar yazı kışı
sayfiyelerde geçiren birçok aileleri şehrin merkezi yerlerine doğru itiyordu.

Hasan Ağa, bu hücum önünde yavaş yavaş mukavemetini kaybetmeye başlamıştı.


Gelenleri evvela avluya, sonra selamlık dairesine bıraktı. Daha sonra, Naim
Efendinin yanına girip, kadınlı erkekli bir aile heyeti için konağın her
tarafını gezmeye müsaade istedi.

Günün birinde Selma Hanımefendinin, bizzat kendisi,bir araba dolusu ev


bakıcıları getirdi ve bunları ta biraderinin yatak odasına kadar soktu.
Zavallı Naim Efendi, o gün haysiyetinden büyük bir şeyin kırıldığını
hissetti; kendini adeta bir hancı, bir bezirgan ya da bir dilenci derecesine
inmiş sandı ve ziyaretçiler gittikten sonra bütün bir gece sabaha kadar
teessüründen hıçkırdı, durdu.

Birkaç zamandan beri bu hıçkırıklar, bu ıssız ve koca evin içinde


işitilebilen yegane seşti ve bu ses etrafı yangın harabeleriyle çevrilmiş,
bu eski, metruk konağın bir nevi nabız vuruşu gibiydi.

Naim Efendinin hıçkırığı aşağıdaki taşlıktan itibaren duyuluyordu; insan,


evvela başının üstündeki tavana iri damlalar halinde bir su aktığına
hükmederdi; fakat daha ziyade yaklaşınca, bu ses, iri su damlalarının bir
tahta üzerine düşüşüne benzemekten çıkardı ve büyük, bozuk bir saatin
tiktaklarını andırırdı. Daha yaklaştıkça, daha başka manalar, feci ahenkler
alırdı ve insanın kalbine bu derinden gelen yeknesak sesler bir hüzün, bir
ürperti, bir korku verirdi. Hele sofayı geçip de, hastanın oda kapısına
yaklaşıldı mı, mutlaka sekeratta (Komada, can çekişir durumda) bir adamın
yanıbaşına gelindiği sanılırdı.

Bir gün, Selma Hanımın uşağı konağa birtakım yeni müşteriler getirdi. Bunlar
çok süslü ve zengin kimselerdi; erkeğin parmaklarında yüzükler ve kadınların
kulaklarında küpeler, Hasan Ağanın gözlerini kamaştırdı. Esasen kapıyı açar
açmaz burnuna çarpan bir koku onu sarhoş etmişti; ürkek bir tavırla Selma
Hanımın uşağına yaklaştı:

Bunlar da kim? diye sordu.

Öbürü kulağına eğildi:

... Mebusu Necip Bey, haremi, hemşiresi ve annesi!

Bunların gözlerinde insanlara ve eşyaya karşı tahkir edici bir bakış vardı.
Kadınların en genci ayağını kunduralarının içinde bile yere basmaktan
iğreniyor gibiydi. Her adımda bir kere durup etraflarına bakınıyorlar ve
dudaklarını büküyorlardı, içlerinden biri, taşlığı geçerek merdivenlerden
çıkarken:

Aman burası ne bakımsız, ne pis! dedi.

Hasan Ağa az kaldı, bir şey söyleyecek, kaba bir harekette bulunacaktı;
kendini güç zaptetti. Yukardaki sofaya çıkılınca, Mebus Bey yanındaki
kadınlara evin yapılışı hakkında bir uzun konferans vermeye başladı:

Bu tereddiye (Yozlaşmaya) uğramış bir nevi tarzı mimaridir, (Yozlaşmaya)


diyordu. O kadar ki, menşelerini bile bulmak kabil olamıyor. Eski ecdadımız
bütün taş binalarda otururlarmış; Tanzimat devrinden sonra bir ahşap ev,
ahşap konak modası başlamış. Şu çerçevesi birer parmak ayrılmış koca koca
pencerelere bakınız, bunlar neyi ifade ediyor; hangi ihtiyaç, hangi lüzum
üzerine yapılmıştır?

Necip Bey öyle bir hayli söylendikten sonra kendisi önde, kadınlar arkada
Naim Efendinin odasına yönelen koridora doğru yürüdüler. Kadınlardan biri
dedi ki:

Ne soğuk, ne kasvetli ev!

Naim Efendi, yatağı içinde evvela ayak seslerini, sonra bu sözü işitti;
yüreği hopladı, kendi kendine:

Yine kiracılar, yine kiracılar... Kim bilir... Ve sözünü tamamlayamadı;


şimdi günde birkaç defa tutan o müziç hıçkırık birdenbire boğazından
yakalamıştı. Dışarıda bu hıçkırığı duyanlardan birisi:

A, aman, nedir o! Bu ses de nereden geliyor? dedi.

Bir diğeri ilave etti:

Tıpkı birisini boğazlıyorlarmış gibi... .

Kadınlardan en genci ürkerek geri geri çekildi:

Anne, anne, o kapıya yaklaşma. Mutlaka ölen oradadır.

Naim Efendi bu sözlerin hepsini işitiyordu. Cenan Kalfayı çağırıp kapıyı


içinden kilitlemek istedi, fakat sesi çıkmıyordu, birkaç defa elini birbirine
vurdu, geçme kapı ile ayrılmış bir odada daima emrine amade duran ihtiyar
kalfa, ya bulunduğu yerde uyumuş kalmış, ya başka bir yere çıkıp gitmişti.
Naim Efendi, bin zahmetle yerinden kalktı, yatağının kenarlarına,
karyolasının demirlerine tutunarak kapıya doğru yürümeye çalıştı; fakat tam
bu sırada kapı açıldı, birçok başlar bir anda içeriye uzandı. Naim Efendi
beyaz pike takkesi, beyaz entarisiyle boylu boyuna ayakta duruyordu. Kadınlar
hep bir ağızdan bir çığlık kopardılar; kapıyı açmalarıyle kapamaları bir
oldu; şimdi koridordan şu sesler duyuluyordu:

Üstüme iyilik sağlık, bir mevta, kefeni içinde dimdik ayakta duruyor.

Ayol, ne diyorsun, mevta değil, tıpkı mezardan çıkmış bir kadit...

Evet, sanki bir kadite beyaz bir entari giydirmişler.

Lakin, ben gördüm, kımıldıyordu; kımıldıyordu, vallahi kımıldıyordu.

Naim Efendi, can evinden vurulmuş bir halde, yatağına atıldı. Evet, o, bu
terbiyesiz ve izansız kadınların, bu çığlıklarla birbirlerine anlattıkları
gibiydi. Hala kımıldanişı, hala ses çıkarışı, bakışı, gülüşü, ağlayışı,
nihayet hala düşünüşü, hissedişi tabiatın en şayanı hayret, hatta en korkunç
hadiselerinden biri değil miydi? Kendi kendine:

Cebin herif, cebin herif! Artık ölsene! dedi ve hıçkırıkları birbiri ardı
sıra boğazını tıkadı.

Naim Efendinin son senelerdeki bu fecaatini herkesten ziyade gören,


hisseden Hakkı Celis'ti. Hayatta şöyle dursun, bütün okuduğu romanlarda bile
bu kadar trajik bir ihtiyar simasına tesadüf etmemişti; bu adam, ona,
gittikçe bir şeye alamet veya bir şeyin timsali gibi görünmektedir. Eski
müverrihlerin hayatında zuhur edecek büyük hadiselerin gökte ve yerde birtakım
alametlerle belirdiğini söylerler. Eğer bu doğru ise, Naim Efendi de yeni
başlayan devrin eşiğindeki korkunç hayaletlerden biridir. Hiç şüphesiz
arkamızda bıraktığımız mazinin son feryadı ve önümüzde hissettiğimiz uçurumun
ilk ürpertisi Naim Efendidir. Bundan başka, Hakkı Celis'e göre Seniha'nın
büyükbabası aynı zamanda, hem bir ceza, hem de bir cezalıydı. Bir cezaydı,
arkasında bıraktığı aleme karşı; bir cezalıydı, kendisini karşılayan bedbaht
ve avare zürriyet (Yozlaşmaya) önünde... Bugün Naim Efendinin damarlarında
işleyen zehir, dün kendinin ve kendi gibilerin elleriyle kendi bahçelerine
ekilmiş zakkumun tohumundan ve özündendi. İstanbul'da, parmakla sayılmaya
başlayan o Osmanlı konaklarından birini, Naim Efendinin konağını, böyle hafif
bir ökçe darbesiyle ta temellerinden yıkıveren mahluk, hiç şüphesiz herkesten
ziyade Naim Efendinin eseriydi.

O kadar necabet ve salabetle (Soyluluk ve sağlamlık) başlayan o büyük


Tanzimat cereyanı, döne dolaşa, nihayet İstanbul'un ortasına Seniha gibi bir
kadınla, Faik Bey gibi bir erkek örneği bırakıp geçmişti. Türk dehasının
yaptığı bu son medeniyet tecrübesi de gelmiş ve gelecek nesillere acı bir
imtihan olmaktan başka bir şeye yaramamıştı.

Hakkı Celis kendi kendine diyordu ki: Naim Efendinin hıçkırıklarıyle


Seniha'nın kahkahalarındaki mana bir değil midir? Bu, her iki ses de biten
bir şeyi ifade etmiyorlar mı?

Bu genç, yığınlarla yaşamaya başladığı giinden beri milletlerin hayatını,


bahtını, kendi hayatından, kendi ruhundan ve kendi bahtından bin kat daha
ziyade tetkike şayan bulmaktadır. Gittikçe görüyor ve anlıyor ki, ne Benim
sevincim, ne Benim elemim, dediği şeyler ona kendi kalbinden gelen şeyler
değildir; kendi kalbi bir boş kadehtir ki, binlerce eller, onu bin kere
doldurup, bin kere boşaltıyor; bir koğuşta yüzlerce kişiyle yatıp kalkmak,
bir karavanada yüzlerce kişiyle yiyip içmek ve bir tabur içinde saatlerce
yürümek ona en hakiki şahsiyetini öğretti ve bir ferdin başlı başına bir
keyfiyet olmayıp, bir kemiyet içinde bir adet olduğunu hissetti. Onun gözünde
münferit hadiselerin artık hiçbir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, Seniha'yı
son senelerde türeyen yeni bir kadın neslinin muayyen bir örneği ve Naim
Efendiyi memleketin sallanan toprağı altında, ürkerek, bağırmak için çıkmış
bir acıklı müstehase (Fosil) telakki ediyor. Ya kendisi neydi?

Kendisi bu bin çehreli, bin cepheli büyük ve esrarlı varlığın hangi


tarafını ve nesini temsil ediyordu? Hakkı Celis, kendi kendine diyordu ki:

Havada değişen bir şey var. Başlarımız üstünde nereden geldiği bilinmeyen
yeni bir yel esiyor. Bu yel kızgın çöllerin içinden çıkmış gibi ateşindir;
alnımızı bir alev gibi yakıyor. Bu yel yüksek ve karlı tepelerden inmiş
gibidir; bize her temas edişinde derimiz biraz daha sertleşiyor; kemiklerimiz
biraz daha katılaşıyor; bu yel, bazen denizlerde esen hafif rüzgarları, sıcak
yaz günlerinin sonundaki serin meltemleri andırıyor; bin türlü karmakarışık
sıtmalarla yanan göğsümüz üstünde tatlı ve teselli verici bir öpücük halinde
dolaşışları var. İşte, ben, bu yolun önüne katılanlardanım! Fakat, nereye
gidiyorum, bilmiyorum. Bir garip heyecan içinde sarhoş gibi yürüyorum ve
korkmuyorum. Çünkü koyu, uzun ve sayısız bir kafilenin içindeyim, yolumuzun
sonunda belki bir uçurum da olsa yürüyeceğim; zira benim için hiçbir şey
geriye dönmekten daha fena değildir!

Hakkı Celis, şimdi böyle düşünüyordu ve onun için şimdi, geride kalan alem,
Senihalardan, Faik Beylerden, Naim Efendilerden, Sekine Hanımlardan müteşekkil
olan karışık, mayasız ve çürümüş alemdi. Bununla beraber, biraz merhamete,
biraz da nefrete benzeyen bir his onu hala aleme bağlı tutuyordu; Naim
Efendiye gidişlerinde, Seniha'ya uğrayışlarında, işte, bu iki zıt histen bir
şey vardı. Zira, Hakkı Celis son günlerde eskisi gibi sık sık Naim Efendiyi
ziyarete gidiyor ve ara sıra Seniha'yı gördüğü oluyordu. Esasen Seniha'yı
görmeye gitmek biraz da bu ziyaretleri tamamlayıcı bir şeydi. Naim Efendi,
genç adamla Seniha'ya dair konuşmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Son zamanlarda torununa karşı duyduğu muhabbet onu adeta bir sıtma nöbeti
gibi sarmıştı... Hakkı Celis kapının eşiğinde görünür görünmez, yüzüne acayip
bir neşenin aydınlığı vururdu. Bakışlarına yeni bir can gelir:

E, ne haber; söyle bakalım, bugün ne haber? diye sorardı.

Hakkı Celis bu istenilen haberin harp cephelerine dair olmadığını pekala


bilirdi. Ne Almanya'nın Şark ve Garp taarruzları, ne bizim müdafaa hatlarımız,
hatta ne de son günlerde müthiş bir safhaya girdiği söylenilen Çanakkale
Harbi, Naim Efendinin vazifesinde değildi. Bunun içindir ki, ihtiyar adam:

E, ne haber, söyle bakalım, bugün ne haber? diye sorduğu vakit, Hakkı


Celis, derhal Seniha'ya dair son işittiği ve son gördüğü şeyleri zihninin
içinde toplamaya çalışırdı. Bittabii, büyük dayısına fazla elem vermesi
hatıra gelen tafsilat ve teferruatı mümkün mertebe sükutla geçerdi; mesela
derdi ki:

Dün, akşam üstü Doğruyol'da ona rastladım. Mükellef bir araba içindeydi,
yanında... Yanında tanımadığım bir hanım, pek tuhaf giyinmiş bir hanım vardı.
Beni görür görmez arabasını durdurdu: Ben görmemezliğe gelip geçmek istedim,
arkamdan seslendi, gittim. Konuştuk. Dargın dargın: 'Bize niye gelmiyorsun?
Bu hafta hiç görünmedin? Niye?..' dedi. Şimdi perşembeleri onun günüymüş.
Birçok Alman ve Avusturyalılar geliyormuş. Saatlerce musiki yapıyorlarmış.
Başka günlerde de misafir eksik olmuyormuş. Bazı, gece yarılarına kadar süren
eğlenceli saatler geçiriyorlarmış. 'Mutlaka gel!' dedi, sonra sizi sordu.

Büyükbabamı görüyor musun? dedi. Sıhhati nasıldır? Yine sık sık


hıçkırıyor mu?

Bari, iyidir, hiçbir şeyi yok; hıçkırıkları durdu, diyeydin.

Öyle söylemedim. Fakat dedim ki: Teyzem konağa sık sık geliyor, ondan
haber almıyor musunuz? Dudaklarını büktü: 'Sağ olsun, annem o kadar mübalağa
eder ki, hiçbir sözüne lazım geldiği kadar inanmam.' Sonra bana elini verdi;
eli beyaz güderi eldivenler içindeydi, koyu nefti bir çarşafı vardı. Arabanın
içi çok iyi kokuyordu.

Başka bir gün de böyle söylerdi:

Cemil işini uydurmuş. Viyana'ya gidiyor. Vakıa Viyana'da açlık müthiş bir
dereceye varmış: Fakat Cemil bir kolayını bulur oradan İsviçre'ye geçerim
diyor.

Naim Efendi:

Canım, bu ne biçim askerlik! derdi. Ne vakit talim etti ne vakit


öğrendi? Ne vakit zabit oldu; ne vakit (...) Paşanın yaveri... Şimdi de
Avrupa'ya seyahate çıkıyor. Mutlaka bir misyonla... Mutlaka, öyle değil mi?

Yok efendim, zannetmem. Öyle bir şey olsa söylerdi. Anlaşılan, apartmana
devam eden Avusturyalı zabitlerden biri ile işi uydurmuş, o alıp götürüyor.
Esasen Seniha ablam da Viyana tarikiyle bir İsviçre seyahatine
hazırlanıyormuş.
Ne diyorsun? Ne diyorsun? Yarabbi sen ıs]ah et! Bu kız ne durmak, ne
dinlenmek biliyor.

Hakkı Celis esefle başını sallıyor:

Son zamanlarda öyle bir zayıfladı ki... diyordu. Hiçbir zaman bu kadar
zayıflamamıştı. Onu Avrupa'dan geldiği vakit görenler şimdi tanıyamazlar.
Mamafıh; bana bu haliyle daha güzel, daha zarif görünüyor. Kendisi de pek
memnun. 'Büyük bir tehlike atlattım, az daha şişmanlayacaktım,' diyor. Geçen
gün onu yakası ve kolları açık bir ropla gördüm. Boynu ne kadar narin,
göğsünün çizgileri ne kadar seyyaldi. Kolları etten ve kemikten değil; bunlar
oluklardan akan sular gibiydi. Yeni dikkat ediyorum. Seniha ablamın ne uzun
parmakları var!

Naim Efendi konuşmasının bu şairane tasvir cihetlerini pek iyi anlamıyordu.


Mütemadiyen diyordu ki;

Acaba neden zayıflıyor? Bir tarafından rahatsız mı? Bir kederi mi var?
Hakkı, bir gün yalnız kaldığınız zaman bana şunu kendisinden anlayıver.

Fakat, Hakkı Celis onunla yalnız kalmak imkanını bulamıyordu. Bir gün, genç
adam, Naim Efendiye Seniha'nın salonunu şöyle anlattı:

İç içe oda ağzına kadar doluyor. Birçok Şarkvari köşeler yapmışlar, bunlar
üstünde bağdaş kurup oturmuş Alman zabitleri, ellerinde bir tambur veya bir
gitara ile yan yatmış Viyanalı kadınlar; duvardan indirilmiş bir uzun çubuğu
tüttürmeye uğraşan Beyoğlulu gençler var. Herkes kendi havasında gülüp
eğleniyor. Seniha, ayakta olsun, oturmuş bulunsun, daima hiç çözülmeyen bir
çemberle çevriliyor. Dört muhtelif lisanla konuşan, dört muhtelif cinsten,
dört muhtelif yaşta, en az yedi sekiz erkekten müteşekkil bu çember, Seniha
ayağa kalktığı vakit onunla beraber kalkıyor. Seniha yürümeye başlar başlamaz
onunla beraber yürüyor ve bir tarafa çekilip oturunca o da beraber çekilip
oturuyor.

Hakkı Celis'in yarım yamalak tasvir ettiği bu alem, Naim Efendiye; bazı
seyahatnamelerde okuduğu garaib ahvali (Şaşırtıcı haller, olaylar; yabansı
durumlar, gariplikler) hatırlatıyordu, gözünün önüne Çin'e dair bazı resimler
geliyordu. Hele Seriha'yı Zenciler diyarında, kiminin elinde tavus
tüylerinden yapılmış yelpazeler; kiminin elinde at kuyruğundan uzun
sineklikler, birtakım köleler ve cariyeler ortasından yavaş yavaş ilerleyen
barbar bir melikeden hiç ayıramıyordu; diyordu ki:

Seniha, etrafını bu kadar sıkıya alan bu adamlardan hiç sıkılmıyor mu?


Eskiden sabırsız bir çocuktu. Şimdi anlaşılan sinirlerine daha ziyade
sahiptir.

Sıkılmak mı? Bilakis yalnız bununla eğleniyor. Bu adamlardan herbiri ona


kendi dilinde bir şey söylüyor ve o derhal gülerek cevap veriyor. İçlerinde
öyleleri var ki, bir çocuğa masal anlatan eski dadılar gibi sihirli bir
belagate maliktir; birbiri ardınca birçok hikayeler anlatıyor. Bu hikayelerin
bazıları hayret ve bazısı hüzün verici; bazıları insanı kahkahadan
kıvrandıracak derecede güldürücüdür. Seniha'nın peykleri arasında bir tanesi
de var ki, emsali bulunmaz derecede mukallittir; muhtelif lisanda, muhtelif
milletlere dair bir uzun taklit repertuvarı taşıyor. Numaralarını kah ayağa
kalkarak, kah oturduğu yerden yapıyor. Bir diğeri, gülünç ve manidar
menkıbeler anlatıyor, öbürü mütemadiyen cinaslı sözler söylüyordu. Ben,
hiçbirinin ne dediğini işitmiyordum; fakat, uzaktan, Seniha'nın halinden
konuşmaların nev'ini tayin edebiliyordum.

Naim Efendi, hakikatin bu derece acayip ve harikulade olacağına ihtimal


veremiyordu; için için diyordu ki: Şair çocuk, mübalağa ediyor!

Halbuki, zavallı Hakkı Celis, göri:ip işittiği şeylerin yarısını bile


anlatmıyordu. Mesela bütün bu halkın içinde Asyai bir hükümdar gibi salınıp
dolaşan, oturup kurulan ve her tavrı ile: Bu salon, bu süsleri, bu şa'şaası
ve etrafında kölelerle dolaşan bu kadın bütün bu cazibesi, bütün bu
zarafetiyle benimdir, benim malımdır! diyen o adamdan, o şüpheli aile
dostundan hiç bahsetmiyordu.

Naim Efendi, ara sıra: Böyle zamanda, bu kıtlıkta, bu pahalılıkta, bu


kadar halkı izaz ve ikram için ne yapıyorlar? Ne kadar masraflara giriyorlar?
Bu masrafları etmeye nasıl imkan ve ihtimal bulabiliyorlar? dediği vakit,
Hakkı Celis kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilerek ve güya yapılan pislikte
kendisinin de bir payı varmış gibi utancından yerin dibine geçerek:

Servet Bey, diyordu; birtakım işler yapıyormuş. O meşhur (...) Mebusunun


şerikiymiş. Bu adam milyonlar kazanmış, bittabii Servet Bey de epeyce
istifade etmiş olacak... Öyle diyorlar...

Naim Efendi, tiksinerek yüzünü buruşturuyor:

Aman Yarabbi, şu Servet bey ne derekelere düşmüş! Ne derekelere! diyordu.

Ve bu ihtiyar ile bu genç adam böyle konuşurlarken yavaş yavaş akşam oluyor,
oda gölgelerle doluyordu. Hakkı Celis hiçbir yerde, akşamın bu kadar kasvetle,
bu kadar fena bir şeyi haber verir gibi geldiğini hatırlamıyor, bilmiyor,
denizin dibine batan bir adam gibi tıkandığını hissediyordu.

Geç vakit, ruhu bir ağır kederle yüklü, eve dönüyordu. Karanlık ve tenhalık
içinde, İstanbul'un sokaklarında yürümekle İstanbul denilen şeyi daha iyi
anlıyordu. Bu, ne bir ülke, ne bir şehir, ne de bazılarının dediği gibi,
büyük bir köydü; İstanbul'un güzelliğini, çirkinliğini, ihtişamını ve
sefaletini yapan şeyler neydi? Ne tepeleri üstündeki camileri, ne sokaklarının
bakımsızlığı ve pisliği; ne Şark'ın en büyük saltanatına payitaht oluşu, ne
Fikret'in dediği gibi alay alay Efvahı kadide (İskelet ağızlar, bir deri
bir kemik kalmış insanlar) ile meskun bulunuşudur.

Harbin başından beri bir haile (Trajedi) perdesiyle örtülen İstanbul'un ta


derinliklerinden çıkan bu boğuk boğuk sesler, bu çılgınca vaveylalar, bu at
ve araba gürültüleri yalnız bir büyük zehrin sefahat veya sefaletine ait bir
şey söylemiyordu; Hakkı Celis'in gözleri bu perdenin arkasında açlıktan,
yoksulluktan daha büyük bir haile görüyor; Hakkı Celis'in kulakları bu
istimdat ve istihkar (Yardım isteme ve hor görme) seslerinin
maverasında (Ardında, ötesinde) daha suzişli (Acılı) bir feryadın
aksisedasını duyuyordu.

İstanbul, hudutları malum olmayan bir alemdi, genç adam, gecelerin ıssız
karanlıklarında, tek başına yürürken İstanbul'un böyle bir alem olduğunu her
adımda daha ziyade hissediyordu. Bazen bir türbe önünde, bazen bir cami
kapısında durup, içi korkuyla dolu etrafını saran bir sükütu dinliyordu.
Biraz ötedeki kanlı gürültünün bu sükuta hiç tesiri yoktu, bu sükut ikliminin
kapısında o kanlı gürültü, hiç şüphesiz her şeyden mukaddes olan bu sükutu
muhafaza etmek içindi, zira bu sükut, dünyanın en ulu evliyalarıyle en
kahhar (Kahredici,yokedici) cihangirlerinin uyudukları son uykunun yegane
bekçisiydi.

Ve bu ikinci defa idi ki, şanlı ve mübarek uyurların uykusu tehlikeye


giriyordu. Hakkı Celis, bundan iki üç yıl evvel yine bu sokaklardan, bu
türbeler, bu camiler arasından geçiyor, yine Cihangir'deki konaktan
dönüyordu; sağında, solunda karanlıkta yalnız başlarının beyaz sargıları
görünen yaralıların birer tabuttan daha matemli arabaları hareket ediyordu.
Hakkı Celis, o zaman ne başını çevirip bu yaralılara bakıyor, ne kulak verip
o derinden gelen sesleri dinliyordu. Bütün varlığını manasız ve adi bir
sevdanın alevi sarmıştı. Genç adam, kendi kendine: Ne kadar değişmişim?
dedi. Gerçi, bugünkü Hakkı Celis, dünkü Hakkı Celis'e tamamıyle yabancıydı.
O zamandan beri yeni bir sevdanın alevi içinde, dünkü küçük adam,
balmumundan bir bebek gibi eriyivermişti. Bu sevda neydi? Kim içindi? Bu
sevda, milli ideal diye birkaç seneden beri ağızdan ağza dolaşan ve kısmen
sahte olan müphem ve sari (Bulaşıcı,salgın) duygu muydu? Hakkı Celis, o kadar
süslü ve muattar (Kokulu) Seniha'nın yerine şimdi, millet denilen şeyi, o
koyu, karışık varlığı mı seviyordu? Genç adam, millet denilince Naim Efendiler
gibi müstehaselerle (Fosillerle) Senihalar ve Faik Beyler tarzında sefil
iştahlı yaşarları hatırlıyordu. Millet, ona bazen kilometrelerce toprak
üzerinde yığılmış bir kocaman ceset halinde göründü. Bu cesedin üzerine
dünyanın dört köşesinden çıkmış bir sürü haşarat hücum ediyor ve kendi
kıyafetinde alay alay insan bu haşaratları dağıtmaya koşuyordu. Her ceset
gibi, bunun da bitmesi lazım gelirdi. Hakkı Celis, bu müthiş fikir ve bu
korkunç şüphe ile bir hafta sonra Çanakkale'ye sevk edileceğini düşündü. Evet,
bu genç adam, istemeyerek, bilmeyerek, Naim Efendi hıçkırıklarında devam
etsin ve Seniha Almanyalı, Avusturyalı zabitlerle rahat rahat çay ziyafetleri
verebilsin diye, bir hafta sonra Çanakkale'ye, hayatına doymadan ölüme
gidecekti!

Hakkı Celis, biraz evvelki o şanlı rüyadan hakikat denilen bu mezbeleye


düşer düşmez bir müddet muvazenesini kaybeder gibi oluyor ve sendeliyordu.
Fakat bu ani buhran çok sürmüyor, genç adam, türbelerden, sebillerden,
camilerden sızan hava içinde derhal kendini topluyordu: Hayır! Hayır! Millet
denilen şey Naim Efendi gibi müstehaselerle, Senihalar ve Faik Beyler gibi
sefil iştahlı insanlardan mürekkep bir varlık değildi. Bunlar milletin
çürüyen ve dökülen tarafıydı. Ve havaya kalkan sekiz yüz bin kılıç, işte, bu
kangren olmuş uzvu kesip atmak içindi.

:::::::::::::::::::

XV

Hakkı Celis, veda ziyaretlerine, hareketinden birkaç gün evvel başladı.


Evvela Belkıs Hanıma, sonra Nuriye ve Neyyire Hanımlara gitti. Belkıs Hanım,
tombul tombul bir kadın olmuştu ve gittikçe eli o kadar yumuşamış ve iradesi
o kadar azalmıştı ki, yanına bir genç erkek yaklaşır yaklaşmaz başı dönüyor,
hemen bulunduğu yere düşecek gibi oluyordu. Nitekim Hakkı Celis'le bir odada
baş başa kalınca o kadar ne yapacağını şaşırdı, hareketlerine öyle bir
perişanlık geldi ki, genç adam az daha tersyüzü dönüp gidecekti. Fakat Belkıs
Hanım birdenbire kendini topladı ve büyük bir hemşire tavrıyle Hakkı Celis'in
iki elinden iki eliyle tuttu.

Neden böyle birdenbire kalkıverdin! Ne acayip çocuksun, dedi. Hakkı


Celis'e genç kadının bu samimi ve laubali hali biraz emniyet ve sükunet verdi.
Tekrar oturdu. Bir müddet Seniha'dan bahsettiler. Belkıs Hanım, eski
arkadaşına karşı pek o derece azılı değildi; hatta Faik Beyi paylaşamadıkları
zamana nispetle biraz daha iyi, daha dosttu. Esasen gittikçe hayvani
zevklerin en basitine doğru inen bu kadın için karışık, güç ve ince
rabıtaların bir manası kalmamış ve kalbi her türlü kinden, garazdan
boşalmıştı. Bununla beraber Hakkı Celis'e büyük dayısının kızına dair bazı
yeni havadisler vermekten kendini alamadı:

Senihacık, çok müşkül bir mevkide, dedi. Nerede ise Faik Bey gelecekmiş.
O gelir gelmez mutlaka bir kıyamet kopacak. Deli çocuk bittabii gördüğü hale
tahammül edemeyecek, birtakım çılgınlıklar yapmaya kalkışacak, İstanbul'un
içinde yeniden bir gürültüdür kopacak. Bilir miyim ben... Vallahi şu kıza
acıyorum...

Hakkı Celis:

Faik Beyin ne söylemeye hakkı olabilir? dedi. Seniha ile (...) Mebusu
Necip Bey arasındaki münasebet yarın resmi bir şekil almak üzeredir. Hatta,
zannederim, çarşambaya nikah merasimi oluyor.

Belkıs Hanım, hayretle yerinden fırladı ve geldi ta genç adamın yanına


sokuldu:

Gerçek mi? Gerçek mi? Bize neden haber vermediler? Şaşılacak şey! dedi.

Ve bunları söylerken güya farkına varmaksızın yapıyormuş gibi dizlerini


genç adamın dizleri arasına soktu ve bir elini elinin üstüne bıraktı. Ağzı,
kesilirken sulanan bir meyve gibiydi; fakat, gözlerinde ve elinde hala bir
çocuk saffeti vardı; Hakkı Celis bu sefer ürkmedi ve kadını kendi haline
bıraktı.

Hakkı Celis, Belkıs Hanımdan sonra Nuriye ve Neyyire Hanımlara uğradı. Genç
kızlar sokaktan henüz avdet etmişlerdi; çarşafları henüz başlarındaydı;
arkalarından Hakkı Celis girer girmez ikisi birden bir çığlık kopardılar:

Ne tuhaf, biz de, şimdi sizi konuşuyorduk, dediler.

Sonra ilave ettiler:

Haberiniz var mı? Faik Bey geldi... Şimdi, şimdi beraberdik.

Hakkı Celis Neme lazım! der gibi omuzlarını silkti. Nuriye ve Neyyire
Hanımlar haki ve seferi elbisesinin içinde dimdik duran ve adalelerinin
sertliği hissedilen bu genç askerden dünkü dal gibi cılız Hakkı Celis'i güç
tanıdılar. Tüylü geniş ve az çok barbar kalpağının altında bir yıl evvelki
sarışın yüzlü, bakır rengini almiş, bir Tatar simasının ifadesini bağlamıştı.
Nuriye Hanım dedi ki:

Aman Yarabbi, ne kadar, ne kadar da değişmişsiniz, Hakkı Celis Bey! Acaba


ruhunuz da yüzünüz gibi değişti mi? Sakın o da bu kadar haşin olmasın... O
pürhulya ve pürşiir ruh! (Hülya ve şiir dolu)

Neyyire Hanım:

Ah bu askerlik;' dedi, en hassas; en rakik kalpleri bile bir çelik haline


sokuyor. Vah, vah, Hakkı Celis Bey; artık hiç şiir yazmıyorsunuz, değil mi?

Hakkı Celis gülerek başını salladı:


Çoktandır, ne okuduğum var, ne yazdığım! dedi. Bütün eski meşguliyetlerim
bana şimdi yavan geliyor. Esasen sanat sunilik demek değil mi? Şairler
birtakım suni adamlardır.

Genç kızlar ikisi birden kulaklarını tıkadılar:

Aman susunuz, aman bari işitmeyelim; diyorlardı. Zavallı şairler! Onlar


ki, bize ruhlarının ıstırabından...

Hakkı Celis genç kızların sözünü kesti:

Onların ruhundan bize ne! dedi. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamın
ıstırabından, neşatından (Sevincinden), aşkından, bilir miyim daha nelerinden
bahsetmesine ne lüzum var! Kimisi hatıralarını anlatır, kimisi endişelerini
söyler, kimisi şu veya bu mesele hakkında ne kadar herkesten başka düşündüğünü
anlatmaya çalışır. Niçin, niçin efendim? Onlara soran var mı? Herkesin kendi
derdi, kendi başından aşkın... Şair denilen birtakım meçhul kimselerin
elemlerini de çekmeye hiç değilse dinlemeye mahkum olmakta biraz fazla
fedakarlık bulmuyor musunuz? Hele son zamanın şairleri... Bize gündelik
hayatının hurda intibalarını, birtakım adi teferruatını, cetlerinden
kendilerine miras kalmış küflü bir aletle anlatmadan başka bir şey bilmeyen
bu küçük ve hodperest (Bencil, kendini beğenmiş) adamlar...

Nuriye Hanım sordu:

Bir zamanlar o kadar sevdiğiniz Fikret için de mi böyle düşünüyorsunuz

Genç adam:

Aman, dedi; bana hassaten bizim şu son şiirimizden, şu son


şairlerimizden hiç bahsetmeyiniz! Geçen gün bir eski mecmuanın sayfalarını
çeviriyordum; yan yana bir mensur, bir manzum şiir gözüme ilişti; bunlardan
birisi 'İntizar' unvanlıydı ve unvanın altında 'pembe yeldirmeliye' diye bir
ithafı vardı: Gayet yanlış ve yavan bir Türkçeyle yazılmış bu mensurenin
meali bir cümleyle şuydu: 'Dün akşam, güneş batarken ufukları bir pembelik
istila etti; siz geliyorsunuz sandım ve bekledim.' Manzumenin serlevhası
'İftirak'dı ve 'E. C.' Hanıma diye ithaf olunmuştu; kırk mısraı mütecaviz bu
uzun manzumede, şair, hulasatan diyordu ki: Siz gittiniz. Arkanızdan
mendilimi salladım ve ağladım.

Genç kızlar, kendilerini tutamayarak gülüşmeye başladılar. Hakkı Celis


sözüne devam etti:

Bu yavan, bu tuzsuz ve mayasız edebiyata -affedersiniz- bir tek isim


bulabiliyorum: Zampara edebiyatı. Otuz yıldan beri kah 'Edebiyatı Cedide',
kah 'Fecriati', şimdi de 'hece vezni cereyanı' adları altında hep bu çığır
devam ediyor duruyor. Mecmualar hala birtakım mahalle çocuklarıyla doludur.
Bu mecmualar bu gibi muaşakalara açık muhabere varakası (Aşklar, sevişmeler
için açık haberleşme sayfası, aracılığı) vazifesini görmekten başka bir şeye
yaramıyor. Doğrusu bütün bunlar, beni asıl şiirden, asıl edebiyattan bile
nefret ettirdiler.

Neyyire Hanım hemen söze atıldı:

Demek ki asıl şiir, asıl edebiyat da var, dedi; demek umumiyetle şiirden
edebiyattan değil, fena şiirden, fena edebiyattan müteneffirsiniz.(Nefret
ediyorsunuz, tiksiniyorsunuz)
Hakkı Celis gülerek cevap verdi:

Ona şüphe mi var! Mensup oldukları milletin itikatlarını, gazalarını,


hezimetlerini, elem ve neşatını terennüm eden o büyük halk ve millet şairleri
benim için daima mübarektirler. Şair denilen mahluk biraz evliya ve kahraman
arasında bir şey olmalıdır; Garbın ve Şarkın eski şairleri böyleydi. Onun
içindir ki, hala hepimize tükenmez birer membadırlar. Son devrelerin ortaya
çıkardığı cüceler, birtakım dolaşık yollardan sürüne sürüne bu membalara
doğru gidiyorlar ve bize, oradan kah bir tas, kah bir avuç, kah bir katre su
getiriyorlar. Bütün bu cüceler bizim nazarımızda bu getirdikleri suyun,
miktarı derecesinde aziz ve kıymetlidirler.

Kendilerini bildikleri günden beri, şiirle şairlerden başka bir şeyle


meşgul olmayan genç kızlar, Hakkı Celis'in bu yeni şiir ve şair tarifini
anlayamıyorlardı; vücudu gibi ruhunun da sertleşip kabalaştığına hükmettiler
ve bir an evvel kalkıp gitsin diye beklediler.

Hakkı Celis, genç kızların evinden çıktıktan sonra, Seniha'ya da gidip


gitmemek hususunda bir müddet mütereddit kaldı. Zira Seniha'yı her görüşünde
cinsini, mahiyetini tayin edemediği bir şey oluyor ve günlerce hayatı
zehirleniyordu. Yalnız günlerce hayatı zehirlenmekle kalmıyor, bütün fikirleri
ve bütün hisleri sarsılıyor, ruhu meşkuk (Kuşkulu) bir hale giriyor, azim ve
iradesinin kuvvetini teşkil eden bütün unsurlar dağılıyor, kayboluyordu. Hakkı
Celis, birdenbire kendini bir boşlukta asılı kalmış zannediyordu. Mamafıh,
bütün bu tehlikelere rağmen bu sefer mutlaka gitmek lazımdı, gitmemek kendi
tarafından affedilmez bir kabalık olacaktı; bundan başka Seniha, buna
kendince gülünç bir mana verecek, dudaklarının ucunu yukarıya doğru kaldıran
o müstehzi tebessümüyle gülümseyerek:

Bana; bir aşık gibi kafa tutuyor! diyecekti. Halbuki, Hakkı Celis artık
Seniha'yı sevmekten veyahut sevmiş görünmekten tiksiniyordu.

Seniha, apartmanda yalnızdı. Sekine Hanım, Cihangir'e gitmiş ve Servet Bey,


daire dönüşü bermutat Cercle d'Orientda kalmıştı. Cemil, çoktan
Viyana'daydı. Genç kızın yarı kocası olacak adama gelince o da mühimce bir iş
için Sofya'ya kadar küçük bir seyahate çıkmıştı. Seniha ise, birkaç zamandan
beri onun evde hazır bulunmadığı zamanlar misafir kabul etmekten çekiniyordu.
Bununla beraber, bugün müstesna ziyaretçilerden birini bekleyen bir hali
vardı. Lacivert ve düz eteklik üstüne beyaz bir ipekli erkek gömleği giymiş
ve uzun örme bir boyunbağı takınmıştı; saçları gösterişsiz, muntazam,
adeta -tabir caizse- resmi taranmıştı. Bir derin koltuğa gömülmüş, kitap
okuyordu. Başını kaldırıp birdenbire karşısında Hakkı Celis'i görünce,
yüzünde hayret ve şaşkınlıkla karışık bir memnuniyetsizlik belirdi:

A sen misin? dedi.

Bir başkasını mı bekliyordunuz? diye sordu.

Seniha, kitabını yere fırlattı:

Hayır, hayır, dedi. Yalnız, Faik... Faik Bey gelecekti de...

Sonra birdenbire kendini topladı; genç adamı baştan aşağıya bir süzdü:

Bu ne kıyafet, bu ne hal! Bir Kazak kadar vahşisin! dedi.


Genç adam, gülerek, cevap verdi:

Mamafıh, yarın, Kazakların almak istedikleri bir şehri müdafaaya


gidiyorum.

Seniha:

Nasıl Çanakkale'ye mi! diye haykırdı. A, çocuk, niçin bana evvelce


söylemedin, seni oraya göndertmemenin bir kolayını bulurduk.

Hakkı Celis, kibirli bir tavırla, dudaklarını büktü:

Bu esvabı giydikten sonra, dedi; herhalde bir yere gitmek lazımdı.


Kısmet Çanakkale'ye çıktı. Hiç müteessir değilim. Bilakis pek memnunum, ilk
defa adamakıllı bir harp göreceğim; adeta içim içime sığınıyor.

Genç kız, müstehzi:

Hey, koca kahraman! dedi.

Tam bu sırada kapının zili çalındı. Seniha, kendi kendine söylenir gibi:

İşte bu, mutlaka Faik Bey olacak! dedi.

Doğrusu, bir taraftan da Hakkı Celis'in yanında bulunduğuna memnundu; zira,


bu suretle Faik Beyle kendi aralarında vukuu çok melhuz bir izah ve
istizaha (Olması beklenen bir açıklama ve bunu istemeye) imkan kalmayacaktı.
Birkaç zamandan beri, uzaktan, mektuplarla kendisini bir gün rahat bırakmayan
bu eski sevdalı, kim bilir, şimdi, yüz yüze gelince hırıltı ve zırıltılarını
ne kadar fazla bir dereceye çıkaracaktı. Seniha, hayatını ikiye ayıran bu
maceranın içinden kolayca sıyrılıp çıkmak istiyordu. Bununla beraber, Faik
Bey odadan içeriye girer girmez, Hakkı Celis ikisinin de sapsarı kesildiğini
gördü. Seniha, ellerindeki ve sesindeki titremeyi güç zaptediyordu. Bu,
şimdiden, için için heyecanlı, tehditkar ve sitemkar sessiz bir aşk
sahnesiydi. Onun içindir ki, Hakkı Celis; Faik Beyle selamlaştıktan sonra
hemen kalkıp gitmek istedi. Fakat Seniha bırakmadı:

Gitme, bu akşam yemekte kalacaksın! Faik Bey de kalacak, dedi.

Bunun üzerine Faik Beyin benzi daha ziyade sarardı, adeta dudaklarına kadar
bembeyaz oldu:

Ben, maalesef, yemeğe kalamayacağım. Biraz sonra gideceğim, diye söylendi.

Seniha:

A, nasıl olur; söz verdiniz. Davet edildiniz. Kabil değil bırakmam! dedi.

Ve genç adama o kadar tuhaf gözlerle baktı ki, onda cevaba kudret kalmadı,
başını eğip sustu.

Fakat Hakkı Celis, odanın havasında, hala gizli şimşekler seziyordu, ikide
bir: Şimdi tutuşacaklar, şimdi kavga başlayacak, diyordu ve bu ihtimal
önünde kendi mevkiini ziyadesiyle nazik buluyordu.

Mamafıh, korktuklarının hiçbirisi olmadı. İkisi de yavaş yavaş kendilerini


zaptetmeye ve soğukkanlılıklarını bulmaya başladılar. Faik Bey, kaygısız bir
eda ile seyahatini anlattı; geçtiği yerlere dair malumat verdi. Sonra Servet
Bey ve Sekine Hanım geldiler. Yemek saati gayet sessiz, ağır ve biraz da
mağmum (Sıkıntılı) geçti. Faik Bey, yemekten evvel üst üste dört viski ve
sonra da bir hayli şarap içtiği halde, yine bir parça neşelenemedi; gittikçe
kasvetli, gittikçe sükuti bir tavır aldı. Seniha, ürkek ve endişeliydi; doğru
dürüst yemek bile yiyemedi; göğsü daimi bir heyecan içindeydi. Koridorda
ufacık bir gürültü onu yerinden hoplatıyordu; her kapı çalınışında kalkıyor,
dışarıya bakıyordu.

Faik Bey, yemekten sonra çok kalmadı; saat henüz ondu, Hakki Celis'le
beraber çıktılar. Seniha'nın eski aşığı, Seniha'nın eski sevdalısına dedi ki:

Beyoğlu'na kadar yürürüz; olmaz mı?

Hakkı Celis, Faik Beyin hiç bu kadar iyi bir çocuk olduğunu hatırlamıyordu.
Kendisine ilk defa akran muamelesi ediyordu; sesinde kalbi okşayan bir şey
vardı. Bir müddet yan yana sessiz yürüdükten sonra tekrar söze başlayan o
oldu:

Demek yarın gidiyorsunuz, dedi. Bilmem size acımalı mı, sevinmeli mi?
Zira cephenin arka tarafı pek de ferahlı bir şey değil.

Aralarına yine bir sükut çöktü. Osmanbey'den Pangaltı'ya kadar birbirlerine


tek bir kelime söylemediler. Hakkı Celis'in yoldaşı dalgın ve hızlı yürüyordu.
O kadar ki, Hakkı Celis ihtara mecbur oldu:

Böyle koşarak nereye gidiyoruz?

Faik Bey gülerek cevap verdi:

Sahi, dalmışım. Sizi yordum, affedersiniz.

Hava ağır ve ılıktı. Fesini eline aldı ve hiç şüphesiz bir şey söylemiş
olmak için deminki sözünü tekrar etti:

Demek yarın gidiyorsunuz?

Yürüdükleri cadde gittikçe kalabalıklaşıyordu. Birbiri ardı sıra birçok


otomobiller geçiyordu. Faik Bey:

Ben görmeyeli, her şey epeyce değişmiş, dedi. Acaba Beyoğlu'nda bu


saatte gidilecek yer neresidir?

Hakkı Celis, hiç bilmiyordu. Yalnız bazı arkadaşlarının Tepebaşı'nda bir


bardan bahsettiklerini işitmişti. Faik Bey dedi ki:

Bu gece sizi bırakmayacağım, yarın gidiyorsunuz. Biraz eğleniriz.

Hakkı Celis, Beyoğlu'nda eğlenmenin ne demek olduğunu hep başkalarının


hikayelerinden biliyordu. Belki de birkaç defa kendisinin de bu hayata bir
kenarından katıldığı olmuştu.

Bu kıyafetle nereye gidebilirim?

Faik Bey babayani bir tavırla omuzlarını silkerek cevap verdi:

Adam sen de, o kadar zabit var, her yere girip çıkıyorlar, yapmadıklarını
bırakmıyorlar.

Biraz sonra, Tepebaşı bahçesinin barındaydılar. Faik Bey, Hakkı Celis'e


sordu:

Ne içersiniz?

Genç adamı içerdeki gürültü ve kalabalık biraz şaşırtmıştı.

Hiçbir şey! dedi.

Olmaz; mutlaka bir şey içeceksiniz. Garson, iki viski, iki viski.

Sahnede bir Viyanalı kadın Almanca bir şarkı söylüyordu. Bazı Avusturyalı
zabitler, hep bir ağızdan, aynı şarkının nakaratını tekrar ediyorlardı.

Locaların birinde, kıyafetlerinden dışarlıklı veya harp zengini olduğu


anlaşılan iki şişman adam yanlarında saçları ve suratları boyalı yarı çıplak
kadınlarla mütemadiyen şampanya içiyorlar, meyve yiyorlar ve mütemadiyen
sırıtarak birbirlerine bakıyorlardı. Hakkı Celis, oturdukları masanın yanında
kendi gibi bir ihtiyat zabitini, masadan masaya her türlü vasıtalık vazifesini
gören dilsiz adama elleriyle, gözleriyle, dudaklarının ucuyle bir şeyler
anlatırken gördü; nihayet, eline bir kağıt verdi, salonun sigara dumanları
arkasında yarı kaybolmuş bir köşesini gösterdi ve dilsiz o tarafa gitti.
Biraz sonra o dumanlar arasından siyahlar giyinmiş, kolları omuz başlarına
kadar açık ve sarı saçlı, uzun ince bir kadın belirdi; yavaş yavaş o genç
zabitin yanına geldi ve otuz iki dişini birden gösteren bir tebessümle, elini
uzattı:

Guten Abend.

Biçare genç ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırmıştı; kadına sigara


paketini uzatıyor, gayet fena olduğu anlaşılan bir Almanca ile ne istediğini
soruyor, güya yüzlerce iğnenin üstünde gibi iskemlesinde bir türlü rahat
oturamıyordu.

Buraya girdikleri dakikadan beri hiç konuşmayan ve yarım saat zarfında üç


tane viskiyi susuz, sedasız üst üste yuvarlayan Faik Bey, birdenbire
yumruğunu masanın mermerine vurdu:

Dünyada kadın kadar berbat bir mahluk var mı? dedi.

Hakkı Celis, derin bir uykudan uyanır gibi silkindi. Şaşkın şaşkın
arkadaşının yüzüne baktı. Faik Beyin gözlerine sert ve haşin bir ifade
gelmişti:

Bakınız, şunlara bakınız; sarışın, siyah ve beyaz yılanlar ki, etrafımızda,


kıvrana kıvrana kımıldanıyorlar.

Ve elinin hafif bir hareketiyle soldaki kadınları gösterdi; bir viski daha
içti ve büsbütün genç adama doğru çevrilip:

Zanneder misin ki, diye sordu; bunlar hakikaten bizden, bizim


cinsimizden olsunlar? Hayır... Bunlar insanlarla hayvanların haricinde, başka
bir cinsten acayip ve korkunç birtakım mahlukattır. Bizim gibi söz söylerler,
tebessüm ederler ve ağlarlar, bizi anlar gibi bakan gözleri vardır. Fakat
asla, asla bizden değildirler; ne damarlarında işleyen kanların, ne
göğüslerinin altında çarpan kalbin bizim kanımız ve bizim kalbimizle
münasebeti vardır. Erkeklerin en büyük hatası ve felaketlerinin başlıca
sebebi onları da kendilerinden telakki etmeleridir. Onlara beşeriyetin
nısfı (Yarısı) demişiz; onların kucağında ana diye yatmışız, onları karı diye
evimize almışız; onlara sevgili diye kollarımızı açmışız, işte, o zamandan
beridir ki, ne vücudumuzda rahat, ne evimizde sükun, ne kollarımızda kuvvet
kalmış. Haberimiz olmaksızın bize sokuluvermişler, zehirlerini gizli bir
tarafımızdan şah damarlarımıza akıtıvermişler.

Faik Bey, Hakkı Celis'e daha ziyade yaklaştı, şimdi, bir çelik rengi alan
gözlerini genç adamın gözlerine saplayarak:

Bir kadına hiç tutuldunuz mu? dedi. Ben, sizin yaşınızdayken epeyce
kadınlarla münasebete girmiş, aldanmış ve aldatılmıştım. Yirmi beş yaşıma
girdiğim zaman artık bıkmış, usanmış bir adam gibiydim; kadınlığın benim
nazarımda hiçbir sırrı kalmamıştı; kendi kendime diyordum ki: 'Adam sen de,
işte evveli de bu; ahiri de bu!' Hele aşk, sevda, filan gibi sözler bana vız
geliyordu; bunlar hep romancıların uydurduğu martavallar diyordum; fakat bir
gün... Yirmi beşimi geçmiş ve hiç olmazsa yirmi beş kadın tanımıştım,
birdenbire ne oldu bilmem... On sekiz yaşında bir çocuk gibi... Siz kaç
yaşındasınız?

Hakkı Celis:

Yirmi iki, dedi.

Faik Bey, bir susuz viski daha içti ve sözüne şöyle devam etti:

Yirmi iki... Fakat siz de günün birinde on sekiz yaşındaydınız; o yaşta


nasıl sevilir, bilirsiniz; mutlaka bilirsiniz. Zira, hatırlıyorum ki, siz de
sevdiniz; siz de benim gibi... Siz de onu sevdiniz.

Hakkı Celis, sapsarı kesildi ve kalbi şiddetli şiddetli çarpmaya başladı.


Faik Bey:

Evet, evet, biliyorum, dedi. Fakat, monşer, hiç o sevilir mi? Ne kadar
zaman kendisinden kaçtım; ne kadar zaman bana uzanan elleri ellerimle ittim.
Ben istemedikçe o arkamdan koştu; uzun uzun anlatmaya ne hacet... Herkes gibi
siz de gördünüz, siz de öğrendiniz; benim karşımda ne kadar zelildi.

Birdenbire gözleri meçhul bir noktaya daldı. Dakikadan dakikaya dağılan


zihnini toplamak istiyormuş gibi başını silkti ve kendi kendine
söylenircesine:

Fakat, vaktaki o benden kaçmaya başladı, ben kovaladım, dedi. Hem nasıl
kovalayış, monşer, hem nasıl kovalayış! Hudutlar aşıyordum, memleketten
memlekete koşuyordum ve yanına vardığım vakit de nefesim tıkanıyor, soluk
soluğa kalıyordum, bir şey söyleyemiyordum, yalnız diyordum ki: 'Bırak seni
seveyim. Bırak seni seveyim. Sen istediğini yap, istediğini sev; fakat,
müsaade et ki, ben daima yanında bulunayım.' Zira, onun yanından ayrılır
ayrılmaz, sanki havasız kalıyordum, tıpkı sudan çıkarılan balık gibi can
çekişmeye başlıyordum. Bilseniz bu ıstıraptan kurtulmak için ne zilletlere
katlandım, ne zilletlere... Herkes sanıyordu ki, ben bilerek, ben isteyerek
göz yumuyorum; vallahi billahi herkes böyle sandı... O kızıl saçlı kız, bir
ateşin önünde duran bir cadı gibi, beni yerden yere, çukurdan çukura
sürüklenir gördükçe, otuz iki dişini birden gösteren bir gülüşle gülüyor ve
memnuniyet mesamelerinden fışkırıyordu. Azizim, aşk, bir izzetinefıs meselesi,
bir izzetinefıs yarasıdır. Ondan, mutlaka intikamımı alacağım, mutlaka...

Ve yumruğunu tekrar tekrar masanın üstüne vurdu. Hakkı Celis etrafını hiç
görmüyordu. Faik Beyin anlattığı şeyler, ondaki zaman ve mekan mefhumunu
tamamıyle kaldırmıştı; şimdi, tamamıyle, Seniha'dan ve Faik Beyden yapılmış
ateşten bir feza içinde yaşıyordu.

Titreyerek dedi ki:

Unuttunuz! En iyi intikam bu değil mi?

Faik Bey acı acı güldü:

Unutmak, unutmak! Ah, öyle ise sizin hiçbir şeyden haberiniz yok, dedi.
Onu unutmak için neler yapmadım... Hiçbir şey kar etmedi, hınzır kız
beynimin içinde burgulu bir çivi gibi saplanmış kaldı. Ondan daha çok
güzelleriyle düşüp kalktım, ondan bin kat daha seçkinlerini tanıdım; fakat
hiçbiri, hiçbiri, onu bana unutturamadı, hiçbiri bir dakika için onu
hatırımdan silemedi. Bazen kendi adımı unutacak kadar sarhoş oluyordum. Lakin
onun adı her vakitten daha canlı, daha manalı, dilimden hiç düşmüyordu. Bazen
bir kumar masası başında kendimi kaybediyordum, fakat onun hayalini daima
yanıbaşımda hazır, kağıtların üzerine aksetmiş ve yeşil çuhanın ortasında
raksederken görüyordum. Niçin bu kız benim izzetinefsimle oynadı. Beni
çamurdan çamura sürükledi. Vallahi billahi intikamımı alacağım, göreceksiniz.
Mutlaka...

Ve yumıuğunu tekrar vurdu; bu sefer kadehlerden biri devrilip yere düştü.


Faik Bey:

Garson, bir kadeh ve bir viski daha! diye bağırdı.

Şimdi, sahnedeki danslar bitmiş, masalar, iskemleler kenara çekilmiş ve


salonun ortası umumi dans için hazırlanmıştı.

Hakkı Celis'in yanındaki genç zabit kadına mütemadiyen bir şeyler alıyordu.
Masalarının üstü çiçekle ve birtakım ufak tefek eşya ile dolmuştu. İkide bir
eğilip kadının kulağına bir şeyler fısıldıyor ve kadın daima, o geniş
tebessümüyle gülerek, yarı anlamış yarı anlamamış bir kimse tavrıyle, gözleri
hayretten büyümüş, başını sallıyordu. Locadaki harp zenginleri oturdukları
yerde gittikçe ağırlaşıyorlar, yalnız bazen yanlarındaki kadınlara, bazen
aşağıdaki halka sırıtmakla iktifa ediyorlardı. Sağdan soldan birçok ecnebi
zabitler kadınların bellerinden yakalayarak dans meydanına atıldılar. Bazı
Rum ve Ermeni gençleri de onları taklit etti. Fakat, bu kadınlar dansa
başlamadan evvel yorgun ve solgun görünüyorlardı; öyle ki, kavalyelerinin
boynuna adeta bir eski esvap gibi asılmıştılar. Hakkı Celis, içinden dedi
ki:

Ne acayip alem! Burada, herkes kendini eğleniyor zannediyor; fakat, hepsi


de can sıkıntısından ne yapacağını şaşırmış, tepinen, bağıran ve bir an evvel
sızıp uyumak için sarhoş olan birtakım biçarelerdir. Zavallı insanlar kendi
kendilerini nasıl aldatıyorlar! Ve bir hayaliham (Gerçekleşmeyecek bir düş)
peşinde ne çok para, ne çok vakit, ne çok sıhhat sarfediyorlar.

Yüzünün çizgileri gittikçe aşağıya doğru çekilen ve ağzının içinde dilini


güçlükle döndürebilen Faik Bey, Hakkı Celis'e saçlarına temas edecek kadar
sokuldu:
Aşk işlerine bu kadınların hiçbiri kadar da vakıf değildi! dedi. Ne
öğrendiyse benden öğrendi; bununla beraber daima soğuk ve heyecansız kaldı,
mizacına şu kadarcık bir hararet gelmedi, bu kız hep kafasıyle hareket eden
bir kızdır; her hareketi bir hesap üzerinedir ve bence kadınların en müthişi
işte böylesidir; esasen insan olmayan bu mahluk, bir de akıl denilen şeyle
silahlandı mı, adeta dişli, tırnaklı bir canavar haline giriyor; kanınızla
beslenmeye başlıyor ve tırnaklarını etinize geçirmek yegane zevkini teşkil
ediyor.

Faik Bey, viskiden bir yudum daha aldı ve üst üste birkaç nefes sigarasından
çekti; gözleri süzüle süzüle adeta yarı kapanmış, kaybolmuştu; dedi ki:

Canlı şeylerin hiçbirini sevmez. Ne insan, ne köpek, ne kedi, ne civciv.


Sevdiği şeyler hep kumaş, taş, boya, rahat ve muntazam odalar, araba, kundura
ve çoraptır. Bütün bunları kendisine temin eden adam nazarında bir ilah
kesilir; zira bu adam bütün taptığı putları avcunun içinde getiren harikulade
bir mahluktur. Şimdi bunlardan bir tanesini bulmuş... Varacağı adam çok
zenginmiş, öyle mi?..

Hakkı Celis başıyle evet! dedi. Faik Bey, vahşi ve acı bir gülüşle:

Çok zengin, öyle mi? dedi; ah, ben ona gösteririm. Ben ona gösteririm.
Zengin bir adamla evlenmek... O, buna asla muvaffak olamayacak; asla! Nikah
çarşambaya diyorlar, değil mi? Çarşambaya hah! hah! hah! Çarşambaya...
Bileklerimi şurdan keserim, eğer Seniha çarşambaya evlenebilirse... Vallah
billah!

Hakkı Celis:

Nasıl mani olabilirsiniz? diye sordu.

Nasıl mı mani olabilirim? Nasıl mı mani olabilirim? Hah! hah! Monşer, senin
de hiçbir şeyden haberin yok...

Faik Beyin sesi, yüzü, konuşması, hareketleri bütün muvazenesini kaybetmiş,


mevcudiyeti karmakarışık bir hale girmişti. Hakkı Celis, artık hem ondan, hem
etrafındaki nafile gürültüden rahatsız olmaya başlamıştı. Hele tango denilen
muhtelif dans silsilelerinin hayvani ve iptidai manzaralarını seyretmekten
bıkmış ve usanmıştı... Faik Bey de, yavaş yavaş kendisiyle konuşmaktan
yorulmuş ve yanındaki kadınlara sarkıntılık etmeye başlamıştı; birdenbire
ayağa kalktı:

Ben gidiyorum, yarın sabah çok erken kalkmaya mecburum! dedi.

Faik Bey, onu alıkoymak için pek çok ısrar etti; fakat genç adamın kararı
önünde fazla mukavemete imkan göremedi. Yalnız Hakkı Celis elini sıkıp
ayrılırken:

Göreceksiniz; o evlenmez, o evlenemeyecek! diye bağırdı ve bulunduğu yere


yığıldı, kaldı.

Hakkı Celis, dışarıya çıkar çıkmaz geniş bir nefes aldı. Ne kadar güzel bir
gece sonuydu. Gökyüzünde nereden geldiği bilinmeyen bir aydınlık geçtiği
yerlere beyaz ve tatlı bir gölge salmıştı. Gündüzün o kadar adi ve manasız
görünen Galata'nın o sıra sıra evlerine bile esrarlı bir hal gelmişti. Genç
adam, günün bütün vakalarını düşündü; Belkıs Hanımdan itibaren, bütün gördüğü
çehreler, dokunduğu eller, işittiği sözler hep birden, karmakarışık beynine
hücum etti. Bu ne kadar çok, acayip şeylerle dolu bir gündü.

Hakkı Celis, on iki saat zarfında on iki senelik bir hayat tecrübesi yapmış
gibiydi. Belkıs Hanımın, yalvaran ve titreyen etinde, ona, behimi (Hayvani)
hazların ne kadar esrarı varsa bir anda açılıvermişti.

Nuriye ve Neyyire Hanımlar gibilerin iğreti ruhlarında tecelli eden bir nevi
zoraki içliliğin ne gülünç sevaikten (Güdülerden) çıktığını öğrenmişti.
Seniha'dan, kendisine ulvi, yüksek, derin, hudutsuz, ince, dolaşık görünen
şeylerin ne kadar aşağılık, düz, dar, kaba ve basit olduğunu hissetmişti ve
Faik Beyden aşkın her türlü tecellilerinden şifa bulmaz bir tarzda
iğrenmişti; bardaki alemde ise, sefahat denilen şeyi iğrenç ve müthiş
olmaktan ziyade yavan ve boş bulmuştu. Bütün insanların o kadar coşkunlukla,
o kadar humma ile tırmandıkları hayat, hep bu yavan ve boş unsuzlardan
mürekkep değil miydi? Bu unsurlar ki, Belkıs Hanımın titreyen vücudundan,
Nuriye ve Neyyire Hanımların iğreti ruhlarındaki içlilikten, Seniha'nın arzu
ve tamahlarından, Faik Beyin öfkesinden, bar halkının o zoraki neşvesinden
ibaretti. Hakkı Celis'in aklına, zavallı Faik Beyin bir sözü geldi: Cephenin
arkasındaki hayat daha iyi değil! Bu avare adam belki bu sözü bir şey
söylemiş olmak için söylemişti. Fakat, ne dereceye kadar bir hakikatin
tarifiydi...

Hakkı Celis, kendi kendine bu sözü tekrar etti:

Cephenin arkasındaki hayat daha iyi değil!

:::::::::::::::::::

XVI

Naim Efendinin konağı hala kiralıktır. Fakat, henüz bir kiracı zuhur etmedi.
Çok bakanlar, çok gezenler oldu; kah bunların şartları Naim Efendininkine,
kah Naim Efendinin şartları bunlarınkine uymadı. Konak büyük, viran ve
kasvetliydi; burada, şimdiki hayata göre ancak üç aile bir arada
yaşayabilirdi; bunun için de konağı birtakım bölüklere ayırmak lazım
geliyordu. Halbuki Naim Efendi, buna asla razı değildi:

Ben öldükten sonra, isterseniz, yıkınız, diyordu. Fakat, ben sağken


hiçbir tarafına el dokundurtmam, hiçbir tarafına el dokundurtmam, hiçbir
tarafına el dokundurtmam, hiçbir tarafına...

Hastalıktan, yalnızlıktan, biraz da yoksulluktan, son zamanlarda, huyu çok


değişti; hırçın, hiddetli bir ihtiyar oldu. O kadar ki, Selma Hanımefendi
bile, artık ona laf dinletemiyordu. Hele Sekine Hanım, babasının yanında
ağzını açıp bir tek kelime söyleyemez oldu; bütün hayatında usluluğu ve
yumuşaklığıyle tanınmış bir adamda bu hiddet ve şiddet, adeta, bir ateh veya
bir cinnet alameti olarak telakki edilmekteydi. Bunun içindir ki, herkes,
önünde boyun eğmek mecburiyetini hissediyor ve bütün huysuzlukları bir
delinin buhranları gibi, mazur görülüyordu. Bununla beraber etrafındaki
boşluk derinleştikçe derinleşti; evvelce hemen her gün gibi konağa gelen
Sekine Hanım, yavaş yavaş haftada bir iki defa gelmeye başladı, bu da
ekseriya babasının yanına girmeyerek ve Cenan Kalfa ile eşyasız, soğuk
odalarda, ayakta fısıl fısıl görüşmeye mecbur olmak şartıyle... Selma
Hanımefendi ise, bir aydan beri, bir defa ayağını konağa atmadı; ara sıra
adamlarından birini göndermekle iktifa ediyordu. Zavallı Naim Efendi bu
suretle büsbütün yalnız kaldı; yalnız kalmaktan da sıkılıyordu. Her saat, her
dakika Hakkı Celis'i arıyordu. Adeta bu çocuğun tiryakisi olmuştu. İkide
birde: Hiçbir haber yok mu? Daha gelmeyecek mi? Bu ne uzun harp, ne uzun!
Artık bir nihayete erse; lehimizde yahut aleyhimizde, nasıl olursa olsun, bir
nihayete erse!.. deyip duruyordu.

Vakıa Hakkı Celis'ten kah doğrudan doğruya kendine, kah hemşiresine sık sık
haberler geliyordu. Fakat Naim Efendinin ona ihtiyacı en ziyade kendi derdini
dökmek, kalbini boşaltmak içindi.

Gerçi, yavrucak, ne kadar gönlüne göreydi; kendisini de ne kadar iyi dinler;


ne kadar iyi anlardı; ailesi içinde hiç kimse ne hemşiresi, ne kızı bu çocuk
gibi cana yakın değildi. İkide bir Cenan Kalfaya derdi ki:

Cenan, bu çocuğa bir şey olursa, rica ederim, benden saklayınız; zira,
işitir işitmez, dayanamam, mutlaka derhal ölürüm!

Herkese karşı kapanan kalbi, yalnız bu çocukla Seniha'ya karşı açık


kalmıştı; hayatta o kadar birbirinden ayrı duran bu genç kızla, genç adam,
akıbet bu can çekişen ihtiyarın gönlünde birleşmişti. Resimleri de bir arada
başı ucunda duruyordu. Kah birine, kah öbürüne bakıyor, bazen ikisini birden
yan yana tutup şaatlerce dalıp kalıyordu.

Nihayet, bir gün Hakkı Celis çıkageldi. İki gün için mezuniyet almıştı. Bu
hadise, Naim Efendi için hayatının son sevinçli saatlerinden biri oldu. İkide
birde yatağın içinden ince uzun kollarını uzatıyor, genç adamın başını
okşuyordu. Hakkı Celis ona şişmanlamış, uzamış, genişlemiş görünüyordu.

Muharebe sana yaradı; maşallah, maşallah evladım... diyordu.

Genç adam, ona, Çanakkale Harbinin bazı müheyyiç (Heyecan verici) safahatını
anlatmak istedi. Fakat, Naim Efendi bunların hiçbirini dinlemedi; Hakkı
Celis'e baka baka ve arada bir elleriyle başını okşaya okşaya bir hal oldu.
Sonra birdenbire ona kendi derdini anlatmak ihtiyacını duydu.

Semtime uğrayan kalmadı, dedi. Bir ay var ki, ninenin yüzünü görmedim,
haftalardan beri teyzen bir kerecik olsun gelip hatırımı sormadı. Bilmem ki,
onlara ne yaptım, evladım? Kabahatim nedir? Burada yalnız başıma çektiklerimi
sana anlatamam; diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. Geceleri Hasan'la
Cenan'ı karşıma alıp konuşmaya mecbur oluyorum. Kimsesizlik o kadar canıma
tak diyor... Seniha'nın izdivacı kalmış işittin mi?

Ve genç adama cevap vermeye vakit bırakmaksızın sözüne devam ediyordu:

Yalnız kimsesizlik olsa ne ise evladım; ya bu yoksulluk... Geçen gün


ekmeksiz kaldım... Yemeği ekmeksiz yedim. Vallahi evladım; bu da başıma
geldi... Bazı geceler, karanlıkta kalıyoruz. Gaza para yetiştirmek ne
mümkün... Bir gün Cenan'a dedim ki: 'Bari yatağımı sokak üstündeki odalardan
birine nakledelim, hiç olmazsa caddenin fenerlerinden biraz aydınlık alırız.'
Cenan acı acı güldü ve o gece tabağın içine biraz zeyinyağı koydu, etrafına
pamuk ve bez parçaları sıraladı: Ben karanlıkta kalmayayım diye bu acayip
kandili yaktı. Çoktandır kahvenin, çayın tadını unuttum... Diyorlar ki Servet
Beyin evinde kemafissabık (Eskisi gibi) eğlentiler, ziyafetler devam edip
duruyormuş!

Söylendikçe sesi titriyor; gözleri sulanıyordu:

Mamafıh bu sözler aramızda kalsın evladım, dedi, zannetmesinler ki,


kendilerinden muavenet istiyoruın, hayır, hayır. Allah göstermesin, ben
burada her türlü felakete, mahrumiyete, zarurete katlanırım; fakat istemem ki
kimseler halime vakıf olsun, sana söylüyorum, çünkü sen başka bir çocuksun,
büsbütün başka bir çocuksun.

Tekrar kollarını uzatıp, genç adamın başını okşadı:

Her gün evin eşyalarından bir şey satıyorum, dedi. Evvela fuzuli
mobilyalardan, tatlı takımlarından, büfelerden, masalardan, kanepelerden
başladık; şimdi sıra yataklara, yorganlara geldi. Sofadaki o güzel halıların
hepsi gitti evladım, girerken dikkat etmedin mi?

Hakkı Celis, Çanakkale'ye gitmezden evvel, bütün bu halıların, bu masaların


birer birer mezada gittiğini biliyordu. Kaç kere biçare Naim Efendiyi bu
sefaletten kurtarmak için büyük ninesinin ayaklarına kapanmıştı; fakat, bu
sert kalpli kadın demişti ki:

Satmak, onun eski adetidir, eski illetidir; bırakmalı satsın, satsın, ta


ki satacak bir şeyi kalmayıncaya kadar... Ancak o vakit rahat edecek ve söz
dinleyecek... Niye yanıma gelmiyor, niye bin türlü bahane ile o baykuş
yuvasında sakalını Hasan Ağa denilen o hırsızın eline vermiş oturuyor?

Konak, Naim Efendiyle beraber, her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Vakıa
sağı solu yangın viraneleriyle çevrilmiş olan bu evin harici manzarası pek
mağmum bir şeydi, fakat asıl içine girildikten sonradır ki insanın kalbine
korku ile karışık derin bir kasvet çöküyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır
bir tokmakla vuruluyor ve birçok gıcırtılarla, mustarip bir hayvan gibi
sarsıla sarsıla açılıyordu. İçeriye atılan ilk adımda göze tesadüf eden
manzara kırık dökük, yırtık pırtık birtakım eşya yığınları, buruna çarpan
koku bir nevi toz ve küf kokusuydu; kımıldamaktan ve söz etmekten bıkmış,
yarı derviş, yarı meczup kıyafetli bir uşak arkasından ve bu eşya yığınları
arasından iç avluyu geçip de harem dairesine varıldı mı, insanı istila eden
hüzün daha ziyade artıyordu; burası tıpkı yer altında bir mahzen gibiydi,
sanki, senelerden beri hiçbir tarafından ne hava, ne ziya almıştı; bununla
beraber, divanhaneler ve dehlizler çepeçevre geniş, perdesiz ve pervazları
sökülmüş pencerelerle muhattı (Çevrilmiş, kuşatılmış) ve bu pencerelerin
camlarından birçoğu kırıktı; bu kırık camları örten örümcek ağlarının
arkasında kış, yaz nutubetten, adeta bozulmuş birtakım su yolları gibi sızan
yüksek bahçe duvarlarının esmer şekilleri görünüyordu; her basamağı bir ayrı
ses çıkaran merdivenlerden çıkıp da eskiden, büyük otellerdeki holler
tarzında Psalti'ye döşetilmiş büyük sofaya varılır varılmaz en hafif bir ses
bile boş bir kubbenin altında gibi aksisedalar çıkarıyordu. Bu sofada, şimdi
her tarafından pamukları fırlamış iki eski otoman ile bir ayağı kırık ceviz
bir orta masasından başka eşya namına bir şey kalmamıştı. Bu cevizden masanın
üstünde çok zamandan beri işlemeyen pirinçten bir antika saat duruyordu.
Yerde her tarafından yırtılmış bir eski keçe her adımda insanın ayağını
çeliyordu; sonra loş ve çıplak bir dehlizden boş odaların kapalı kapıları
önünden geçiliyordu. Bu odaların bazılarında kuşlar yuva yapmıştı; bazılarında
ise -Cenan Kalfanın iddiasına göre- periler ve cinler oturuyordu. İhtiyar
kadın:

Vallahi, geceleri adeta bizim gibi konuşuyorlar, gülüşüyorlar, şarkı


söylüyorlar, tepinip oynuyorlar. Bazı da bir kavga, bir dövüştür, gidiyor,
diyordu.

Perilerle cinlere yuva olan bu odaların kapıları hiç açılmazdı ve karanlık


basar basmaz Cenan Kalfayı öldürseler önlerinden geçmezdi.
Konakta yalnız Seniha'nın odasıdır ki, zamanın ve nisyanın (Unutmanın,
unutuşun) kahrına uğramadı; burası Naim Efendinin bir kapalı bahçesi halinde
kaldı. Hala ayağa kalkabildiği günler, duvarlara tutuna tutuna oraya kadar
gidiyor ve genç kızdan kalmış eşya döküntüleri arasında saatlerce
murakabeye (Kendi iç dünyasına dalmak) dalıyordu. Burası bir mabet gibi
daima süprülüyor, temizleniyor ve eşyanın hiçbirine dokunulmuyordu.

Naim Efendi, Hakkı Celis'e biraz evvelki sözünü tekrar etti:

İzdivaç kalmış diyorlar, öyle mi?

Genç adam:

Zannederim, dedi; zira, ben gitmezden evvel birkaç güne kadar nikah
olacağı söyleniyordu, ben gittim, geldim, ortada hala olmuş bitmiş bir şey
yok... Demek ki...

Naim Efendi, Hakkı Celis'in sözünü kesti:

Acaba bu işin bozuluşunu neye hamledersiniz evladım?

Hakkı Celis, Faik Beyle bir ay evvelki konuştuklarını hatırladı ve içinden:


Buna sebep mutlaka odur! dedi.

Halbuki, Seniha'nın izdivacına mani olan sebep ne o, ne bu idi. Bundan bir


ay evvelki bir iş için Sofya'ya gittiği söylenen (...) Mebusu Necip Bey, hala
İstanbul'a dönmemişti, bir haber de göndermemişti. Bazı kimseler, Viyana'da
bulunduğunu, bazıları Münih'e gittiğini söylüyorlardı. Seniha, Berlin'le
Viyana arasında mekik dokuyan biraderi Cemil'den üst üste, ona dair malumat
sordu, fakat hiçbir şey öğrenemedi. Bu, her cihetten esrarengiz bir
gaybubetti ve bin türlü faraziyeye meydan açıyordu. Mesela Belkıs Hanım
diyordu ki:

Bey söylüyor, bu adamın adeti böyleymiş. Her rast geldiği kıza izdivaç
vadeder, bir müddet eğlenir, sonra vazgeçer, bırakır, gidermiş. Berlin'de
böyle kaç Alman ailesi, Viyana'da kaç Avusturyalı kız bu zengin nişanlının
yolunu bekliyormuş. Bu, İstanbul'da ilk macerası olduğu için bize hayret
veriyor, vakıa, (...) Mebusu Necip Beyin oynadığı oyunların bu en
cüretlisidir. Bakalım, bu sefer işin içinden nasıl sıyrılacak!

Nuriye ve Neyyire Hanımlar ise, bu hadiseden dünyanın en hayali romanlarını


yapıyorlardı. Diyorlardı ki:

Bu adam ne mebus, ne de zengindi. Kendisine mebus ve zengin süsü veren


acayip ve esrarengiz bir serseriydi. Belki de 'Arsen Lüpen' tarzında zarif ve
kibar bir hırsızdı. Seniha'nın evindeki tantana ve alayişi (Gösteriş) gördü,
mühimce bir şey çalabilirim sandı, bir yolunu buldu, sokuldu; baktı, tetkik
etti; sonra anladı ki, çalmak zahmetine değer bir şey yok, başını aldı; çıktı
gitti...

Bu iki genç kızın bu garip gülünç hikayelerini dinleyenlerden bazıları bir


tuhaflık olsun diye:

Çalacak bir şey bulmadı mı? Neden? Seniha'nın kalbini çaldı, bundan daha
kıymetli ne bulabilirdi? diyorlardı.

Vakıa, Seniha için, bu gayet ağır bir darbe oldu, ve belki hayatta yediği
darbelerin en ağırı bu idi; zira bu sefer tamam can alacak yerinden,
hulyalarının, hesaplarının, tasavvurlarının merkezinden, gurur ve
nefsaniyetinden yaralanmıştı. Fakat bu felakete o kadar vakar ve metanetle
tahammül etti ki, hiç kimse eleminin derecesine vakıf olmadı, hatta kendisini
pek yakından tanıyanlar bile: Ne kadar kayıtsız kız! Ne kadar havai ve geniş
yürekli dediler. Bunlar arasında yalnız Faik Beydir ki, sevgilisinin
yüreğinde açılan yarayı bütün çirkinliğiyle gördü ve ona gördüğünü
hissettirdi. O günden beri, genç kız, eski aşığının amansız düşmanıdır ve ona
her vesileyle hakaret etmekte vahşi bir haz duyuyor. Hakkı Celis, Naim
Efendiyi ziyaretinin ertesi günü, gidip Faik Beyi bulmak arzusunu bir türlü
yenemedi. Onu evinde aradı. Tokatlıyan'a, Lebon'a baktı, nihayet, akşam üstü,
Doğruyol'da gezinenler arasında tesadüf etti. Faik Bey, o bar gecesindeki
kadar geveze değildi; ne de Seniha'ya dair birtakım yeni hasbıhallere
meyilliydi; yalnız için için birçok mühim şeyler yapmış, birçok mühim şeyler
öğrenmiş gibi manidar bir ketumluğu ve izdivacın bozuluşunu kendine
atfettirmek isteyen esrarlı bir tavrı vardı. Arada bir diyordu ki:

Zavallı Seniha Hanım; en son emeli de mahvoldu. Senelerden beri o kadar


itinalarla kurduğu bina iskambil kağıdından yapılmış şatolar gibi bir nefeste
yıkılıverdi. Ne kadar mustarip, ne kadar mustarip... Bilmezsiniz. Suratından
düşen bin parça oluyor. Gidip gördünüz mü?

Hayır; belki bu akşam... Çünkü yarın erken yine cepheye dönüyorum, dedi.

Faik Bey sözüne devam etti:

Aman, bir defa olsun görünüz, küçük hanımın cephesi Çanakkale cephesinden
daha müthiş bir hal aldı. Güya işin bozulmasına sebep bizmişiz gibi...

Bunu söylerken bıyık altından: Benim ya, ne ise! diyen bir tebessümle
gülüyordu.

Hakkı Celis'le Faik Bey, Doğruyol'da böyle konuşarak yürürken, birdenbire


ta yanlarından lastik tekerlekli bir arabada Seniha geçiverdi. Genç kız,
onları görmüştü, fakat, görmemezlikten geldi, kalabalığın arasında Tünel'e
doğru uzaklaştı, gitti.

Biraz sonra Faik Beyle Hakkı Celis, Seniha'yı yine aynı araba içinde
yukarıya doğru dönerken gördüler. Fakat bu sefer, genç kız onların önünden
geçerken arabasını durdurdu ve tavrıyla onları çağırdığını anlattı. İkisi
birden yaklaştılar. Faik Beye elini bile uzatmadı ve derhal Hakkı Celis'le
konuşmaya başladı; genç adamı güya senelerden sonra ilk defa görmüş gibiydi,
yüzüne hayret, şefkat ve sevinçle bakıyordu. Sesi okşayıcıydı:

Haydi, arabaya bin, eve gidelim, dedi.

Ve Hakkı Celis'in tereddüdü üzerine:

Kuzum, rica ederim, mademki yarın gidiyorsun, diye yalvardı.

Faik Bey, sapsarı kesilmiş, kaldırımın bir kenarında duruyordu; genç adam,
ona selam verdi ve arabaya atladı. Seniha ise hafifçe başını eğdi. Eski
çocukluk arkadaşını ve büyük halasının oğlunu böyle yanıbaşında hissetmekten
pek memnun görünüyordu.

Seni kaçırdım, seni kaldırdım; ne iyi oldu, değil mi? Bu akşam çok
eğleneceğiz, göreceksin... diyordu.
Ve bir öpücükten daha tatlı bir tebessümle genç adamın yüzüne bakıyordu.
Birdenbire dedi ki:

Demincek o serseri sana neler anlatıyordu? Mutlaka benim aleyhimde bir


şeyler söylüyordu, mutlaka... Siz ne vakitten beri bu kadar dost oldunuz?

Hakkı Celis kızararak başını önüne eğdi:

Bir tesadüf; dedi. Gerçekten caddede rast geldim, birkaç adım beraber
yürüdük ve gayet havai birkaç şey konuştuk, işte o kadar...

Bunları söyleyerek gözünün ucuyla Seniha'ya baktı, ona da birdenbire mahcup


bir tavır gelmiş, yarı kapanmış;,uzun, kıvırcık ve sürmeli kirpiklerinin
altında gözlerindeki mana seçilemiyordu; fakat yüzünün çizgilerinde zorla
gizlenmek isteyen hareketler ve ifadeler vardı. Her ikisi de bir müddet
sükuti kaldılar. Seniha silkindi ve deminki müşfik, memnun ve okşar gözlerle
genç adama bakıp:

Ne kadar memnunum, seni bulduğuma ne kadar memnunum; bu akşam yalnız,


yapayalnızdım; ne yapacağımı bilemiyordum, dedi ve çıplak elini laubali,
samimi bir tavırla Hakkı Celis'in dizi üstüne bıraktı. Hakkı Celis bir şey
söylemiş olmak için sordu:

Neden o kadar yalnızsınız, teyzem, eniştem yok mu?

Seniha:

Sahi, sana söylemeyi unuttum, dedi. Zavallı büyükbabam bu sabah


birdenbire çok ağırlaşmış. Hepimiz gittik, vakıa ne ben, ne babam yanına
giremedik; fakat annem odasından ağlayarak çıktı; bir dakika yanından
ayrılamayacağını söyledi.

Hakkı Celis:

Daha dün akşam orada yanındaydım; her vakitten pek farklı değildi; ne
tuhaf! dedi.

Seniha, yarı suni, yarı hakiki bir teessürle:

Bugün içim çok fena oldu o konak ne hale girmiş. O ne sefalet, ne harabi...
Biraz düşündü, daldı, dudaklarını ısırdı ve küçük bir kız tavrıyle Hakkı
Celis'e sokulup dedi ki:

Bu gece, eski şeylerden bahsedelim; uzun uzun konuşalım; ben sana


anlatayım, sen bana anlat! Olmaz mı?

Böyle konuşarak apartmana vasıl oldular. Genç kız, kapıdan içeriye girer
girmez ilk sorduğu şey bu oldu:

Mektup var mı?

Hizmetçinin menfi cevabı üzerine biraz sinirlenir gibi oldu; boynundaki


kürkünü bir tarafa, manşonunu bir tarafa attı ve acele acele çarşafının
pelerinini çıkardı, sonra Hakkı Celis'e dönüp:

Gel, odama gidelim, dedi.


Seniha'nın odası büyük muhteşem bir paravana ile yatağa ve tuvalete mahsus
iki kısma ayrılmıştı; o kadar ki, bir tarafta oturan kimse diğer tarafta
neler olup, neler geçtiğini göremezdi. Yere yumuşak, kadifemsi bir kırmızı
halı döşenmişti, mobilyanın rengi bu halının biraz daha koyusuydu, perdeler
güvez ipektendi ve tavandan sarkan elektrik lambasının abajuru ala yakın,
üzerine Japonkari resimler işlenmiş bir kumaştandı. Öyle ki bu da daimi bir
gurup kızıllığı içinde gibiydi ve havasına keskin kokular sinmişti.

Renk ve koku Hakkı Celis'i sarhoş eden şeylerdendi ve ne gariptir ki en çok


sevdiği renk bu renk, en hoşlandığı koku bu kokuydu;
bilaihtiyar (Elinde olmayarak) içini çekti:

Oh, ne güzel bir odanız var, dedi; bu rengi pek severim; zannederim ki,
geçmiş zamanın meşhur maşukaları hep bu renkte giyinirlerdi. İspanya'yı bu
renkte tasavvur ederim; bu renk bana çok ateşin, hummalı, zorlu
mehib (Heybetli, korkunç) ve müthiş şeyleri hatırlatır; Barres'in cümleleri,
d'Annunzio'nun mısraları, boğa güreşleri, Don Joze'nin macerası... İşte
hatırıma hep böyle şeyler gelir.

Bir müddet gözleri kamaşmış gibi etrafına bakındı ve bir taburenin üstüne
oturdu:

Hele bu koku, dedi. Pek iyi bilmiyorum, bu koku nelerden hasıl oluyor,
karanfil çiçeğinden, diş tozuna ve bazı çok kullanılmış ve biraz kirlenmiş
kadın çamaşırlarına kadar hep bu kokuyu sezerim.

Seniha, genç adamın bu son cümlesine kahkaha ile güldü; o, kendinden geçmiş
bir halde, sayıklar gibi, sözüne devam etti:

Hangi sihirbaz size bu kokuyu hazırladı? Ve kimi büyülemek için? Zira en


müthiş büyülerin kokusu mutlaka bu kokudur. Bunun içinde, birer kekik ve
mercanköşk gibi baharatlı nebatlardan bir şey var; fakat mutlaka bir cadı
bütün bu nebatları kaynattığı imbiğe, fevkattabiiye (Doğaüstü) bir şey kattı,
belki bir şeytanın terinden veya bir cinin tükrüğünden birkaç damla
karıştırdı. Zira, bu koku en sakin, en rakit (Durgun), en berrak ruhları bile
derhal bulandıracak bir kuvvettedir. Ben bile bunu duyduğum zaman büsbütün
başka bir adam olurum.

Seniha bir taraftan seviniyor, bir taraftan soruyordu:

Ne olursun? Söyle bakayım, ne olursun, ne olursun?

Genç adamın gözleri birdenbire paravananın üzerindeki resme daldı; bu resim,


bir ağacın altında yarı dişi, yarı erkek bir delikanlı uzanmış uyuyor
gösteriyordu. Arkasından, elinde küçük bir lamba ile uzu çıplak kollu bir
Psychee gülerek, yavaş yavaş ona doğru yaklaşıyordu. Genç adam, gözleri bu
levhaya dalmış, kendi kendine söylenir gibi:

Mutlaka, dedi; Psychee'nin lambası tüterken böyle kokardı.

Ve Seniha tekrar kahkaha ile güldü. O zaman Hakkı Celis, gözlerini onun
çıplak omuzlarına çevirdi; zira, Seniha, şimdi, arkasında hafif bir ipekli
kombinezonla tuvalet masasının önüne oturmuş, tekrar toplamak için saçlarını
çözüyordu.

Seniha'nın Hakkı Celis önünde bu ilk soyunuşu değildi. Lakin Hakkı Celis bu
haliyle onu ilk defa görüyorum sandı.

Ne kadar narin ve aynı zamanda ne kadar yuvarlak ve dolgun kolları vardı;


şimdi, bir yığın kızıl saç altında örtülü duran ensesi ve omuzları demincek
ne harikulade, ne zarif hatlarla kımıldıyordu. Aynanın içinden vücudunun daha
harim (Gizli) ve daha ziyade baş döndürücü tarafları görünüyordu, saçlarına
doğru kaldırdığı kolları göğsüne ve koltuklarına keskin bir ifade vermişti.
Hakkı Celis, birden genç kızın aynadan kendisine gülerek baktığını gördü ve
kabahat esnasında yakalanmış çocuklar gibi kızardı, ne yapacağını şaşırdı,
başını önüne eğdi. Seniha:

Niye birdenbire sustun? Ne güzel şeyler söylüyordun, dedi.

Ve Seniha bunları söylerken, Hakkı Celis'e, öyle bir tavırla ve o kadar


derinlere giden bir nazarla baktı ki; zavallı çocuk neye döndüğünü bilemedi,
o ana kadar hiç bilmediği bir şiddetli heyecana tutuldu; birdenbire boğazına
birçok hıçkırıklar hücum etmişti, kendini tutmak istedi, muvaffak olamadı,
oturduğu yerde, dirseklerini dizlerine dayadı, başını elleri içine aldı ve
hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Seniha, bu ani hadise karşısında ne fazla hayrete, ne de fazla telaşa


düştü; güya Hakkı Celis'in uğradığı hal pek tabii bir şeymiş gibi şuh bir eda
ile başını çevirdi.

O yaptığın ne? Ağlıyor musun? dedi: Niçin? Niçin? Niçin?

Ve yerinden kalktı, yavaşça genç adama yaklaştı, yüzünün üstünde


kilitlenmiş ellerini açmak istedi.

Ne çocuksun! Hala ne kadar çocuksun! Ayol durup dururken böyle ağlanır mı?
Neden, söyle bana! Söyle bana! diyordu ve bir taraftan da gülüyordu. Masanın
üstünden büyük bir kolonya şişesi aldı, turuncu mayiden genç adamın başını
ıslattı:

İster misin, bir pencere açayım? diye soruyordu. Belki oda, çok sıcak...
Belki deminden beri o kadar methettiğin koku başına vurdu; belki sinirlerini
bozan odanın rengidir... Söyle hangisi, söyle hangisi?

Hakkı Celis hiç cevap vermiyor, mütemadiyen ağlıyordu. Genç kız, ağlayan
çocuğun ta yanına sokuldu. Dizlerinin dibine oturdu ve beyaz kollarını onun
göğsüne doğru uzattı; askeri kostümünün düğmelerini çözmeye çalışıyordu.
Genç:

Bırak, bırak! diyordu.

Seniha, birdenbire bir büyük abla tavrı takınmıştı, ilacını almaktan imtina
eden (Çekinen) bir hasta çocuk gibı Hakkı Celis'i azarlamaya başladı:

Sen delisin, mutlaka delisin! diyordu ve saçlarını okşayarak, bu kafanın


içine bin türlü acayip fikirler, bin türlü divanelikler tıkıyorsun,
tıkıyorsun; adeta beyninden bir hazımsızlığa uğruyorsun. Bütün varlığın
bulanıyor, sinirlerin altüst oluyor ve nihayet, tahammül edemeyip böyle
boşanıveriyorsun...

Hakkı Celis müselsel (Zincirleme, birbirini izleyen) hıçkırıkları arasında ,


hayal meyal anlaşılabilir bir sesle:
Bu ilk defadır ki ağlıyorum, dedi. Ne kadar... Ne kadar zamandır, ta
çocukluğumdan beri hiç böyle kana kana ağlamamıştım... Bırak beni... Bilsen
ne kadar tatlı bir şey... Bilsen ağlamak ne kadar tatlı...

Ve daha ziyade hıçkırmaya başlıyordu. Seniha, Hakkı Celis'i kendi haline


bıraktı, tekrar tuvaletine avdet etti. Bir taraftan saçlarını topluyor;
giyinmeye hazırlanıyor. Diğer taraftan kendi kendine söyleniyor gibi:

Mutlaka bir sebebi olacak; diyordu. Hiç böyle sebepsiz ağlanır mı?
Mutlaka bir sebebi olacak...

Bunun üzerine genç adam, yaşla sırsıklam yüzünü Seniha'ya çevirdi ve


gözlerinin üstüne doğru düşen saçlarını iki eliyle arkaya doğru iterek:

Niçin ağladığımı bileceksin, mutlaka bileceksin! diye haykırdı. Seniha,


Hakkı Celis'e ta yüreğe saplanan bir nazarla baktı ve işveli bir sesle:

Demek beni hala seviyorsun! dedi.

Genç adam, ne cevap vereceğini bilemedi; o da Seniha'yı hala sevmekte


olduğunu bugün ve bu saatte anlamıştı. Kalbimiz ne kadar beklenmeyen şeylerle
doludur; kendi heyecanlarımız önünde ekseriya kendimiz hayrete düşeriz.
Deruhi varlığımız hudutsuz ve karanlıktır. Bu hudutsuz karanlıkta yol
alabilmek için ya çok cesaretli, ya çok tecrübeli ve bir ilhama mazhar olmuş
kadar ermiş bulunmak lazım gelir.

Vakıa Hakkı Celis, son zamanlarda, ruhunun teşrihini (Otopsi, burada


çözümleme anlamında) yapmaya epeyce alışmıştı; lakin elinde bir milden başka
aleti olmayan bir cerrah gibi, daima muayyen bir fıkre inip çıkmaktaydı.
Benliğinin gizli bir köşesinde çoktan beri kapanmış sandığı yaranın böyle
birdenbire tekrar açılıvermesi onu epeyce şaşırttı, kendi kendine: Evet,
demek hala seviyormuşum! Demek hala seviyormuşum! dedi. Fakat, bu hakikati
keşfediş, biraz evvel onun için bir tatlı hayretken Seniha'nın son işvebaz ve
müstehzi tavrı önünde birdenbire acı bir kanaate inkılap etmişti. Onun
içindir ki, genç kızın: Demek beni hala seviyorsun! suali üzerine o kadar
saffetle, o kadar coşkunlukla hatta o kadar haz ve neşve ile akan göz yaşları
bulanarak, bozularak, yudum yudum zehir halinde içine döküldü ve keskin
kokulu, ateşin renkler içinde hıçkıran deminki genç birdenbire soğuk, süküti
ve çekingen bir çocuk haline girdi.

Seniha, nafile yere onu tekrar açmak, söyletmek, ağlatmak istedi; fakat
bütün emekleri boşa gitti. Hakkı Celis, genç kızın sözlerine ancak bir iki
kelime ile cevap veriyordu. Seniha ona, çocukluklarına dair bir sürü müşterek
hatıralardan bahsetti; beş altı yıl evvelki Ada alemlerini yada getirdi; kah
şefkatli, kah zalimane tavırlar takındı; kah bir küçük hemşire gibi göğsüne
sokuldu, kah bir genç anne gibi onun başını göğsüne dayadı; hiçbiri, hiçbiri
kar etmedi. Bunun üzerine Seniha tavrını büsbütün değiştirdi; Hakkı Celis'e
basit,,adi ve dümdüz bir kadın gibi göründü:

Mutlaka, dedi, bu akşam üstü beraber dolaştığın serseri, sana benim


hakkımda bir şeyler söyledi. Ne dedi bakayım? İnkar etme; neden başını öyle
eğiyorsun? Mademki bir şey söylemedi, neden utanıyorsun, neden çekiniyorsun?
Seni de benim aleyhime çevirdi, değil mi? Kim bilir, aleyhimde ne feci, ne
pis iftiralar, ne caniyane yalanlar uyduruyor. Mutlaka beni senelerce bir
metresi gibi kullandığını söylemiştir, kendisine bir nevi baş belası
olduğumdan bahsetmiştir ve nihayet hayatının intizamını bozduğumu, istikbalini
mahvettiğimi, bilir miyim, daha neler yaptığımı, belki de parasını yediğimi
iddia etmiştir.

Hakkı Celis Hayır! demek istedi. Seniha sinirli bir hareketle sözünü
kesti:

Evet, evet. Söylemiştir, evet parasını yediğimi de iddia etmiştir. Halbuki,


iş ne kadar aksine, ne kadar tersine... Bilemezsin!

Sesine samimi, tatlı ve sıcak bir hasbıhal ahengi verdi, dedi ki:

Hakkı, kardeşim, Faik Beyin bana ettiği fenalıklar sayısızdır. Beni bu


hale sokan, hayatımı, istikbalimi berbat eden odur; Faik Bey bana bundan daha
büyük bir fenalık daha etti; kalbimin temizliğini, safiyetini aldı, bende ne
iyiliğe, ne doğruluğa itimat bıraktı, hodbinliğime en kaba ve en galız şekli
verdi. Faik Bey, benim şeklimi bozdu. Onun elinde manen yamru yumru bir insan
oldum. Bu yamru yumru kalıp içinde ruhum rahatsızdır, yeni şahsiyetim dar ve
biçimsiz bir esvap gibi beni sıkıyor. Hakkı; Allah aşkına söyle, ben bütün
çılgınlıklarıma, hoppalıklarıma rağmen, yine iyi bir kız değil miydim? Hiç
değilse gönlümün iyiliğe ve doğruluğa tabii bir meyli yok muydu? Faik Bey
bende işte bu meyli, bu istidadı mahvetti. Demin sen ağlarken benim gözlerim
kupkuruydu, belki sen dikkat etmedin, fakat ben kendi kendime dikkat ettim.
Eskiden bir küçük çocuğu bile ağlarken görmek; benim de hüngür hüngür
ağlamama kafı gelirdi. O derece şefkatli bir kalbim vardı. Şimdi, bu kalp,
taş kesildi, kardeşim Hakkı! Taş kesildi. Halbuki ben ta çocukluğumdan beri
daima kalbimle ve kalbim için yaşamasını isterdim. Zaten bunun için değil
midir ki, günün birinde Faik Beye doğru koştum; ona doğru koşarken maksadım
sevmek ve sevilmekten başka neydi? On altı yaşımdan beri kendi kendime derdim
ki: 'Dünyada hiçbir şey sevip, sevilmeden daha tatlı ve daha mühim olmasa
gerektir!' Ve sevmek, ıstırap çekmek isterdim! Vallahi olmadı, vallahi olmadı,
onunla geçirdiğimiz zamanlar bütün azap, bütün kahır, bütün işkenceydi.
Birden her şeyden o kadar yoruldum, o kadar iğrendim, usandım ki, şimdi biraz
rahat etmekten başka bir şey istemiyorum. Biraz rahat, biraz refah... Hayatta
beklediğim şey bundan ibarettir. Biraz refah, biraz rahat ve o, bunu bana çok
görüyor, beni daha ziyade yormak, beni daha ziyade harap etmek istiyor.

Bu son sözleri söylerken sesi heyecandan titremeye başladı; o kadar ki,


Hakkı Celis, Seniha'yı ilk defa olarak ağlayacak sandı ve yüreği çarptı.
Seniha devam etti:

Beni arkamdan ite ite, elimden çeke çeke nihayet, getirdi, bir uçurumun
kenarına bıraktı. Zira, -neden saklamalı- ben uçurumun kenarında duran bir
kadınım. Evet, Hakkı, evet, bunu herkes bilir ve kendim de hissediyorum.
Hakikati niçin görmemeli, neden inkar etmeli? Bir romanda görmüştüm: Bütün
ahlak düsturlarının hulasası şudur diyordu: Hakikat için, hakikati
söyleyebilecek bir tarzda yaşamak. Ben vakıa anama, babama, hasseten
büyükbabama çok fenalık etmiş bir kızım; pek çok kusurlarım var, fakat bütün
bunlara mukabil bir tek meziyetim var ki, o da, hiç riyakar olmayışımdır; her
zaman, bilmeden; kendiliğimden açık sözlü, açık özlü, bir kızdım. Hiç
kimsenin ne dediğine, ne diyeceğine zerre kadar ehemmiyet vermedim ve
harekatımı herkesin arzusuna uydurmaya lüzum görmedim. Bütün bunlar birer
fazilet değil midir? Bahusus böyle bir memlekette, batıl akidelerin, riyanın,
korkunun bu kadar şiddetle hüküm sürdüğü böyle karanlık bir memlekette...

Hakkı Celis ilk defa olarak genç kızın sözünü kesti:

Memleketi ne karıştırıyorsunuz? Zavallı memleket, o sizin dışınızdadır,


dedi.
Genç kız ne olursa olsun, içini dökmek istiyordu; Hakkı Celis'in ihtarına
ehemmiyet vermedi:

Ne ise, ne ise... Diyordum ki, ben ta uçurumun kenarına gelmiş bir kadınım;
bir yanlış adım daha, ufacık bir hesapsızlık beni bu uçurumun ta dibine
yollamaya kafı gelecek... İşte, Faik Bey ne yapıp yapıyor, bana bu adımı
attırmak ve bu hatayı işletmek istiyor... Niçin, niçin, ben ona ne yaptım?
Ona gençliğimin en güzel kısmını ve en kıymetli şeylerini vermekle bir
fenalık mı ettim? Sana (...) Mebusuyla kararlaşan evlenmemizi bozacağını
söyledi, değil mi? İnkar etme, ben bilirim, ben bilirim. Zira, bana yazdı.
Bana bizzat kendisi yazdı ki, ne yapıp yapıp evlenmeme mani olacak... Ona
hacet kalmadı, işte izdivaç kendiliğinden bozuldu... Kendiliğinden...

Ve sesi bağrında kaldı. O zamana kadar lakayt ve sükuti duran Hakkı Celis,
Seniha'nın bu inhizam (Hezimete, bozguna uğrama) manzarası önünde biraz
merhamete, biraz da nefrete benzer bir şey duymaya başladı:

Sahi, evlenmeniz tamamıyle kaldı mı? Ondan kati bir cevap mı aldınız?

Seniha, ruhunun soyunmak istediği hararetli bir saatteydi. Bütün kadınlık


kibir ve gururunu şöyle bir tarafa atmıştı, dedi ki:

Doğrudan doğruya kendisinden bir haber gelmedi, fakat, başkalarından


işittiğime göre Peşte'de öyle bir hayat sürüyormuş ki, evlenmek üzere olan
bir adamın yaşayışına hiç benzemez. Bundan anladım ki, vazgeçmiş... Arkasından
koşacak değilim ya. (Biraz durdu, düşündü.) Mamafih, bunu yaptım, dedi
Evet, arkasından da koştum, her gittiği yere mektup mektup üstüne yolladım.

Hiçbir cevap vermedi mi?

Hayır... Esasen pek kaba saba bir adamdır. Fakat ben sanıyordum ki iyi bir
kalbi vardır; meğer o da yokmuş... Zaten iyi kalplilik biraz zarafet icabı
değil midir? Sonra beni çok sevdiğine inanmıştım. Ne olacak, diyordum.
Taşralı, saf, görgüsüz bir adam... Bende her şeyi birden buldu, gözlerini
kamaştırdım. Meğer bu da değilmiş; Faik Bey, diyordu ki, ben daima kafasıyle
hareket eden hesabi bir kızım... Belki... Fakat daima yanlış düşünen ve bozuk
hesaplar yapan bir kızım. Faik Beyi tanıdıktan sonra bütün erkekleri
tanıdığımı sanmıştım. Meğer kaç bin türlü erkek varmış. İşte, sen de bir
erkeksin; lakin onlardan ne kadar başkasın! Zavallı Hakkıcığım, beni yalnız
sen sevdin...

Seniha'nın sesi yumuşadıkça yumuşadı. Belki bu dakikada yine bir hesap


yapıyordu, belki sesini bu kadar yumuşatmadan maksadı konuşmanın iptidasından
beri soğuk ve sükuti duran Hakkı Celis'i kendi dertlerine iştirake sevk etmek
veyahut Faik Beye dair ağzından bazı şeyler kapmak içindi. Fakat, genç adamın
birdenbire soğuyan ateşini tekrar uyandırmak bir türlü kabil olamıyordu.
Seniha, şimdi de dargın bir çocuk tavrı takındı:

Fakat, bir saatten beri sen de beni artık sevmiyorsun, dedi. Evet,
evet... Kalbinde bana karşı taşıdığın hislerin hepsi, demincek göz yaşları
halinde akıp gittiler. Şimdi kendini boşalmış, rahat ve sakin hissediyorsun!
Nafile, başını sallama! Benden belki nefret bile ediyorsun! Sana demin
vücudumun güzel taraflarını gösterirken beni seviyordun. Fakat, ne vakit ki
hayatımın çirkin taraflarını göstermeye başladım; benden tiksindin. Gençken
ve güzelken vücudu soymak iyidir, fakat hiçbir yaşta ruhu soymaya gelmez, ve
herkes önünde, hatta kendi önümüzde bile daima giyimli durmalıdır.
Hakkı Celis, Seniha'nın bu son sözlerinde derin bir hakikat buldu, kendini
tutamadı:

Ne kadar doğru! dedi.

O zaman genç kız, derhal kendini topladı, derhal açık saçık maneviyatına
kıyafetindeki düzgünlüğü verdi.

Ve kibar bir ev hanımı tavrıyle ayağa kalkarak:

Yemeğe gidelim. Acıkmadın mı? dedi.

Ve Seniha önde, Hakkı Celis arkada, keskin kokulu, kırmızı odadan çıktılar.
Servet Bey Cercleden yemeğe gelemeyeceğini telefon etmişti. Sofrada karşı
karşıya yalnız kaldılar. Yemek saati başından sonuna kadar sessiz geçti. Ne
Seniha söyletmek lüzumunu, ne Hakkı Celis söylemek ihtiyacını duydu. Her
ikisi de dalgın ve mahzundu. Genç adam giderken dedi ki:

Yarın tekrar cepheye dönüyorum. Allaha ısmarladık!

Ve genç kız, ona öpsün diye elini uzattı.

:::::::::::::::::::

XVII

Seniha ile Hakkı Celis'in son mülakatlarından on beş gün sonra bir akşam,
Servet Beylerde düğün gecesini andıran mutantan bir ziyafet oldu. Yirmi,
yirmi beş kişilik uzun bir sofra baştan aşağı, çiçeklerle donanmıştı.
Erkekler smokinli, kadınlar dekolteydi. Yalnız iki Türk ve Alman zabiti
seferi elbiseleriyle gelmişlerdi. İki Türk zabitinden biri Seniha'nın yeni
sevdalılarındandı. Bu, ince, uzun bir erkanı harp kaymakamıydı ve Suriye'den
henüz avdet etmişti: Siyah kadife renginde gözlerini bir dakika olsun, genç
kızın üzerinden ayırmıyordu ve genç kız onu, herkese kısaca Azmi Bey diye
tanıtıyordu. Fakat, bazı samimi dostlarına yavaşça, Azmi Bey, nişanlım!
diyordu. Piyanoda mütemadiyen biri çalıyordu ve kalabalık büfenin önünden
ayrılmıyordu. Bu ziyafette Seniha'nın dostlarından hemen hiçbiri yoktu: Ne
Belkıs Hanım, ne Nuriye ve Neyyire Hanımlar davetliydiler.

Servet Beyin haremi Sekine Hanım da, bir haftadan beri ölüm halinde olan
babası Naim Efendinin yanındaydı, biçare adamın can çekişmesi uzun sürmüştü.
Nitekim Servet Beyin misafırlerinden biri ona:

Kayınpederiniz nasıl? diye sorduğu vakit o epeyce gülmüş:

Maatteessüf, hala ölmedi; biçare adam, bir türlü Azrail bile alıp götürmek
istemiyor! demişti.

Servet Beyin işleri son zamanlarda epeyce yoluna girdiği için


sekerattan (Koma, can çekişme) ve ölümden bahsederken bile neşesini muhafaza
etmektedir.

İşte, nerede ise, iki seneden beridir ki gece gündüz işadamlarıyle düşüp
kalkıyor, nazırların yanına girip çıkıyor ve koltuğunun altında yazı
makinesinde basılmış deste deste projelerle zengin yabancıların peşinde
dolaşıyor, akşam eve dönünce karısının kulağına eğiliyor ve diyor ki:
Para yapmalı, para yapmalı ve bir an evvel kapağı Avrupa'ya atmalı. Başka
türlüsü çıkar yol değil.

Bununla beraber Servet Beyin ne kadar para yaptığı henüz belli değildi.
Zira geniş iş projelerinden hiçbirisinin ne muvaffakiyete erdiği ne de bir
vagon ticareti yaptığı görülmedi. Vakıa harbin ikinci yılından itibaren
yaşayışına bir harp zengini şatafatını verdi; fakat bu şatafatın nereden,
hangi yollardan hasıl olduğunu bilenler gözlerini kırpıp, bıyık altından
gülüyorlardı.

Nitekim, bu akşam şerefine ziyafet çekilen zat, son şeker vurgununu


vuranlardan, gayet mühim bir tüccardı. Servet Bey, bunun şeriki olduğunu
söylüyordu. Lakin işin içyüzünü bilenler, bu şeker tacirinin, gözlerini
Seniha'dan hiç ayırmayan Kaymakam Azmi Beyin rakibinden başka bir kimse
olmadığını pekala görüyordu. Vakıa Servet Beyle herkesten uzak bir köşeye
çekilmiş gayet ciddi bir tavırla işten konuşuyorlar, ara sıra ceplerinden bir
uzun kağıt çıkarıp tetkik ediyorlar ve sigara paketlerinin arkasına birtakım
rakamlar çiziyorlardı. Fakat şeker tacirinin yüzüne dikkatle bakanlar derhal
seziyorlardı ki, biçare adam bir mengeneye sıkışmış kalmış gibidir, gözleriyle
etrafında bir kurtuluş çaresi arıyor ve arada bir yerinden kalkıp büfeye
doğru gittikçe geniş bir nefes alıyor, derhal Seniha'nın yanına yaklaşıyor,
bıyıklarının üstünde son içtiği kadehin bıraktığı nemle dudaklarını genç kızın
göğsüne uzatır gibi konuşmaya başlıyordu. Her davranışından anlaşılıyordu ki,
bu adam işten daha ziyade kadınla alakadardır.

Nitekim, büyük şeker tacirinin bu halini uzaktan tetkikle meşgul Kaymakam


Azmi Bey, silah arkadaşı Binbaşı Hüsnü Beye yaklaşıp:

Hele şuna bak! Hele şuna bak! Nerede ise kızcağızı yiyecek! diyordu;
sonra hiddetle başını sallayarak:

Biz bu alçaklar için mi harp ediyoruz? Bunlar yesin içsin; göbekleri ile
yanaklarını şişirsin diye mi?

Arkadaşı cevap veriyordu:

Ne yaparsın, diyorlar ki, her yerde böyleymiş. Cephelerin arkasında bir


alay hırsız varmış; düşün Almanya'da bile...

Azmi Bey sinirli bir tavırla Hüsnü Beyin sözünü kesiyordu:

Almanya'da bile... Lakin azizim, orada para yapanlar böyle ciğeri beş para
etmez adamlar değildir. Çekirdekten yetişmiş işadamlarıdır, parayı yaparlar,
tutmasını da bilirler; fakat bunun gibiler... Bunlar yaptıkları işin farkında
bile değildirler, yarın farkına bile varmaksızın ellerine servet namına ne
geçtiyse hep birden kaybediverecekler. Görürsün!

Mütemadiyen piyano çalınıyordu ve bir Alman zabiti ortada dolaşıyor, sık sık
kadınları dansa davet ediyordu. Azmi Beyle Hüsnü Bey konuştukları esnada bu
Alman, büyük şeker tüccarıyla ayakta duran Seniha'ya yaklaştı ve mihaniki bir
reveransla onu dansa davet etti. Hüsnü Bey, Azmi Beye:

Vallahi şu Avrupalılar başka şey! dedi. Bak, kızı ne nezaketle herifin


elinden aldı.

Azmi Bey, bıyıklarını ısırdı:


Adam sen de, Almanya'da da nezaket olur muymuş!

Zavallı Azmi Bey, ancak yemeğe oturdukları zamandır ki, geniş nefes aldı;
zira Seniha'nın sol tarafında, ta yanıbaşında oturdu ve onu kendi sohbetine
ram etmesini bildi. Büyük şeker tüccarıyle Alman zabitinin yerleri ise,
Servet Beyin yanında, karşılarına düşmüştü. Seniha bazen, insanları
tabiatlarına göre idare etmesini bilirdi. Nitekim, bu vaziyette Azmi Beyin
kıskançlığı biraz sükunet bulmuş ve şeker tacirinin arzusu daha ziyade artmış
bulunuyordu. Diğer misafirlerini de aşağı yukarı arzularına göre oturtmuştu.
Yalnız biçare Hüsnü Bey ihmale uğramıştı. Zira, sofranın ta bir ucunda,
çirkin bir kadınla, akşamdan beri bir tek kelime konuşmayan ve hiç kimseyi
dinlemez görünen acayip bir adamın arasına düşmüştü.

Ve uzaktan uzağa diğerlerinin konuşmalarıyle meşgul olmaktan başka yapacak


bir şey bulamıyor, herkesin sözüne kulak kabartıyor ve bazen kendisine hiçbir
şey sorulmadığı halde yüksek sesle başkalarının bahsine karışıyordu. Nitekim,
yemeğin sonuna doğru Seniha, birdenbire Azmi Beye eğilip de:

Nasıl öldüğünü arkadaşınız görmüş. Öyle mi? diye sorduğu vakit, Azmi Bey
evet yahut hayır demek fırsatını bırakmayarak hemen söze atıldı:

Evet Hanımefendi, gözlerimle gördüm, gözlerimle... dedi. Benim elimde,


benim kucağımda teslimiruh etti. Bir esvabım vardır ki, onun üstünde hala
kanının lekeleri duruyor. Pek çok kahramanca ölenler gördüm, fakat bu,
büsbütün başka bir şeydi. Biri omzunda, biri de ta göğsünün ortasında üç
yarası vardı; vurulurken görmedim, lakin görenler söylüyorlar, o gün
Anafartalar'da ilk süngü hücumunu yapanların arasındaymış, kurşunu ilk defa
sağ kolundan yemiş; hiç sesini çıkarmamış, bir saniye bile
tevakkuf etmemiş (Durmamış, duraksamamış), derhal silahını sol eline almış,
yürümüş; bu sefer omzundan vurulmuş ve yere yuvarlanmış, fakat çok geçmemiş
bir de bakmışlar ki, iki kollarını göğsü üstüne kavuşturmuş, düşe kalka
koşanların arkasından geliyor. İşte zannederim, bu sırada son kurşunu yemiş.
Kolundaki ve omuzundaki yaralar ehemmiyetsizdi; fakat göğsünün ortasından
giren bir kurşun, alimallah, kaburga kemiklerini parçalayarak sırtından
çıkmıştı.

Seniha bir tarafı sancımış gibi yüzünü ekşitti ve deminki suali sorduğuna
pişman, önüne baktı. Hüsnü Bey devam etti:

Bu çocuğun sizin akrabanızdan olduğunu biraz evvel Azmi Beyden öğrendim ve


iki kat müteessir oldum. Kendisini kim bilir, ne kadar severdiniz; ben müddeti
hayatımda, bu kadar vakur, bu kadar kibar bir genç daha görmedim. Lakin,
nedendir, bilmiyorum, içimize girdiği ilk günden beri fevkalade mağmum ve
düşünceli bir hali vardı. Ekseriya siperde; yanında bulunanlar diyorlar ki,
en büyük emeli şehit olmakmış. İkide birde yarı beline kadar siperden dışarıya
çıkarmış, halbuki siperden dışarıya serçe parmağınızı bile çıkarmaya gelmez;
hemen, kurşunu yersiniz.

Seniha'nın sinirlendiğini hisseden Azmi Bey, arkadaşına gözünün ucu ile


artık susmasını işaret etti. Fakat, Binbaşı Hüsnü Bey bu işaretin farkına
varmadı:

Akşam üstü, geç vakit, bir sedye içinde karargaha getirdiler. Gurubun
kızıllığı arasında gözlerinin acayip bakışı vardı. Bu gözler, arka
taraflarında suni bir alevle parlatılmış iki cam parçasına benziyordu; benzi
sapsarıydı. Mütemadiyen su istiyordu. 'Yanıyorum, yanıyorum!' diyordu. Fakat
bu kadar ağır yaralıya hiç su verilir mi? Maazallah, bir katresi bir yudum
zehir gibidir. Yanına yaklaştım, dedim ki: 'Suyu içersen, ölürsün!' O, acayip
gözlerle yüzüme baktı; hazin bir tebessümle güldü: 'Daha iyi ya, bir an evvel
kurtulurum!' dedi ve bu sözü söylerken ağzının yan taraflarından pembe bir
köpük aktı. Teneffüsü bir hırıltı halini almıştı. Ondan sonra hiç söz
söyleyemedi. Yalnız gözleriyle konuştu, gittikçe alevi artan bu gözlerde
evvela korkunç ve gayri insani bir ifade vardı; sonra yavaş yavaş o kadar
tatlılaştı, o kadar insanileşti ki, eğilip öpeceğim geldi, alnını okşadım;
dedim ki: 'Mukavim ol, evladım, mukavim ol!' Gözlerinde hazin bir tebessüm
belirdi: 'Benim yerimde sen olsan daha ziyade mukavemet gösterebilir miydin?'
demek istedi, sonra tekrar: 'Su!' diye yalvardı. Diğer yaralıların başında
dolaşan doktora koştum, elimle Hakkı Celis'i gösterdim; sordum: 'Rica ederim,
eğer nasıl olsa bu çocuk kurtulamayacaksa bari ölmezden evvel bir yudum su
verelim!' dedim, doktor: 'Hayır, hayır katiyen, daha yarasına bakmadım,
olmaz!' dedi. Arkama döndüğüm vakit baktım ki, yavrucak gözleriyle beni takip
ediyor. 'Biraz daha sabret, şimdi doktor sana istediğini verecek!' dedim.
İptida korkunç olan gözleri şimdi korkuluydu; bütün etrafında dolaşanlar,
kendisine bir fenalık etmeye geliyor zanneden bir tavrı vardı, ürkek ürkek
bakınıyordu, yalnız gözleri bana dönünce tavrına biraz sükunet ve bakışlarına
biraz emniyet geliyordu. Artık boğazını tıkayan hırıltılardan bir tek kelime
söylemesine imkan kalmamıştı.

Seniha, üst üste su içiyordu: Servet Bey, bu uzun ölüm tarifinden pek çok
canı sıkılmış ve suratını asmıştı. Vaziyetteki soğukluğu hisseden Azmi Bey,
arkadaşına sussun diye hala işaretler ediyor, fakat bir defa konuşmak
fırsatını yakalayan Binbaşı Hüsnü Bey, artık kendinde susmak kudretini
bulamıyordu:

Nihayet, doktor geldi; uzun, derin ve şüpheli bir nazarla genç yaralıya
baktı; sonra başını sallayarak bana döndü, yavaşça: 'Bitmiş, yapacak bir iş
kalmamış!' dedi. Zavallı Hakkı Celis'in gözleri doktordan bana, benden
doktora gidip geliyordu; mutlaka onun bana ne söylediğini anladı; zira,
yüzüne melul bir tevekkül geldi ve gözlerini kapadı. Koştum, büyük bir
maşrapa su getirdim; bir elimle yavaş yavaş başını kaldırdım, diğer elimle
suyu dudaklarına uzattım: 'Hakkı Bey, Hakkı Bey! Kardeşim, işte su!' dedim;
hemen gözlerini açtı ve doğrulmak istedi; fakat, muvaffak olamadı. Başı
tekrar avucumun içine düştü. Suyu yudum yudum ağzına akıtmaya çalışıyordum;
fakat ne mümkün... Su olduğu gibi dışarıya akıyor ve boğazından geçebilen
birkaç yudum da biraz sonra burnundan fışkırıyordu.

Seniha tahammül edemedi. Azmi Beye doğru eğildi:

Aman, ne yaparsanız, yapın. Arkadaşınızı susturunuz, dedi.

O zaman Azmi Bey, yarı emreden, yarı yalvaran bir tavırla arkadaşına
seslendi:

Azizim Hüsnü Bey, yeter artık, dedi; görmüyor musunuz, Seniha Hanım
fazla müteessir oluyor. Böyle bir sofrada bu hazin şeyleri tekrara ne lüzum
var?

Bu ihtar üzerine, ister istemez, susmaya mecbur olan Binbaşı Hüsnü Bey,
mahcup, başını önüne eğdi. Kadınlardan bazılarının gözleri yaşarmıştı. Büyük
şeker tüccarı bile biraz mahzun oldu; filozofça başını salladı:

Bu harp çok fena şey vesselam! dedi. Böyle ne kadar gençler,


gençliklerine doyamadan gittiler.
Sonra Hüsnü Beye dönüp:

Azizim, dedi; lütfen bana bir gün bu çocuğun medfun olduğu yeri
gösteriniz; ona bir muhteşem mezar yaptıralım.

Ve gözünün ucu ile Seniha'ya baktı; bu civanımerdane fikrinin genç kız


üzerinde yapacağı tesiri görmek istedi.

Fakat, Seniha sadece güzel ve süslüydü.

SON

:::::::::::::::::::

TÜRK EDEBİYATINDA KİRALIK KONAK

Kiralık Konak Yakup Kadri'nin Yaban'dan sonra en çok baskı sayısına ulaşan
romanı olmasına karşın 60'lı yıllara dek eleştirmenlerden gerekli ilgiyi
görmemiştir. Gerçi yayımlandığı yıldan başlayarak gerek Yakup Kadri'nin,
gerekse Türk edebiyatının en önemli romanlarından biri sayılmıştır; ama bu
yargı edebiyat tarihlerinde, Türk romanını konu alan incelemelerde
kalıplaşmış sözcüklerle yinelenegelmiş, salt Kiralık Konakı konu edinen
eleştiri ya da inceleme yazıları hemen hiç yayımlanmamıştır. Kanımca romanın
içeriğine ve o yılların eleştiri anlayışının yetersizliğine bağlanabilir bu.
Nur Baba'nın aynı yıl yayımlanmış olması ve uyandırdığı tepkiyle Kiralık
Konakı ikinci plana ittiği de düşünülebilir. Ama dönemin koşulları ve o
döneme egemen dünya görüşü gözönüne alınırsa asıl nedenin içerikten
kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Sonraki baskılarda da durum
değişmemiştir çünkü.

Değişemezdi de. Kurtuluşu Batılılaşmakta arayan aydın kadroların, önceki


örneklerde olduğu gibi Batıya öykünen züppe tipini yüzeysel biçimde
yansıtmakla yetinmeyip sorunu toplumsal bir olgu olarak gündeme getiren
romanı nesnel bir tutumla değerlendirmeleri beklenemezdi. Üstelik böylesi bir
eleştiri anlayışından da yoksundular. Osmanlı yanlıları ise, Batılılaşmanın
yarattığı yozlaşmayı işlemekle birlikte, buna koşut olarak Osmanlılığın
çağdışı kalışını, gücünü monarşiden alan bir sınıfta çöküşünü anlatan romanı
benimseyemezlerdi. Ama her iki grup da romanın değerini yadsıyamadı, bunu
belirli sözcükleri yineleyerek kısaca belirtmekle yetindi. Bu nedenle hemen
hemen ilk sayabileceğimiz eleştirel değerlendirmelerin 1960'tan sonra gelişi
şaşırtıcı sayılmamalı.

Şimdi, romana bakışı ve değerlendirme biçimi nesnelliğin ötesinde bir


tutumu sergileyen İsmail Habib Sevük'ten örnek bir alıntı yaptıktan sonra bu
değerlendirmelere geçelim:

Kiralık Konak, dışa bakan Yakup'la içe bakan Yakup'un çarpıştığı bir
eserdir. Bu romanda dışta sendeleyen zaaf ile içte kudretleşen kıymet
bocalayıp duruyor. Eşhası, bariz ve tek vasıf üzerinde tutamıyoruz. Seniha
seven bir ihtirasken adi bir alüfte oluyor. Acıyalım derken iğreniyoruz. Faik,
bir şey olacakken gammaz bir serseriye dönmüştür. Hassas, olgun ruhlu ve
nihayet kahraman gösterilmek istenmesine rağmen Hakkı Celis de hep tuhaf,
gülünç, beceriksiz bir çocuk olmaktan ileriye geçemiyor. Müellif, eşhası
döndürüp durmaktadır. Bazan bir beyazlık, bir leke; şimdi bir tümsek, şimdi
bir çukur görüyoruz. Neticede hepsi birbirine karışıyor; romanın kahramanları
silik ve uzak eriyip gidiyorlar. Eserde yer yer Erenlerin Bağında saklanan
Yakup'un sesi ve çehresi meydana çıkıyor. Fakat romanın aksak afakiliği
üstünde enfüsi parçalar da yerini yadırgamış birer yama gibi kalmaktadırlar.
(Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi, c. 1, 6'ncı bas., 1944)

Niyazi Akı, romanın yayımlanmadan önceki oluşumu üzerinde durarak bu


oluşumun evrelerini açıklar, işlenen temi kısaca özetler:

1920'de basılan romanın hareket noktaları çok gerilerdedir. İlk izlere


1913'te rastlanır. Miss Chalfrin'in Albümünden'de, yazar, devri, cemiyetin
müesseselerini tenkit eden ve maziden hale doğru daima kayıplara geldiğimizi
belirtir. Romanın çekirdeğini teşkil eden bu tenkit ve umumi hükümler yanında
bazı tiplerin doğuşuna esas olacak unsurlara da rastlanır: Miss Chalfrin'in
Albümünden'de ... nakiselerimizi bu pis ve havasız muhitten aldık diyen ve
bütün zarafet ve inceliklerin okunan romanlardan geleceğine inanan genç kız
1920'de Kiralık Konak'ın Seniha'sı olacaktır. Küçük Zabit'teki (1916)
çelimsiz delikanlı ve Rahmet'teki (1917) Emin bilahare Hakkı Celis'in bazı
taraflarını teşkil edeceklerdir. Rahmet'te, gözleri aşkla perdelenen Emin,
Balkan Savaşının yaralılarını görmeyecek kadar kördür; lakin bu gözbağı
düşmekte gecikmez. Kiralık Konak'ta Hakkı Celis de aynı durumdadır; Seniha'nın
aşkı etrafinı görmesine mani olur, fakat o da bu körlükten kurtulur. Muhtelif
zamanlarda şuraya buraya serpilen fikirler ve hisler birleşerek romanı
hazırlamağa başlar. Bu hazırlık romanın intişarından iki buçuk ay evvel
hikaye şekline girer ve kısmen planlaşır. Masum Katiller adını taşıyan bu
hikayenin mütekait ricalden Necip Beyefendisi, sefih damadı, lakayıt kızı,
soysuzlaşmaya yüz tutan torunları, Kiralık Konak'ın doğumunu haber verirler.
Bu tiplerde Naim Efendiyi, Servet Beyi, Sekine Hanımı, Seniha ve Cemil'i
hatırlatan hususiyetler vardır.

Kiralık Konak, yazarın kafasında aşağı yukarı on yıllık bir oluş devresi
geçirmiş, bu oluşun zaman zaman belirtilerini vermiş, nihayet 1920'de
doğmuştur. Anlaşılıyor ki roman bu yıllar boyunca bir fikir ve kanaat
etrafında gelişmiş ve yazılmadan önce bir oluş devresi yaşamıştır. Romanın
temi, Osmanlı deyletinde, garbın çeşitli tesirleriyle, nesiller arasında
fikir, his ve dünya görüşü bakımından meydana gelen ayrılıklar ve bu yüzden
ailenin çüzülüşüdür. Cemiyetin tarihi gelişmesine ve devrin hayatına uyan bu
müşahade köklü ve sağlam görünüyor. Romanın zaman içindeki devamı 1906'dan
1918'e kadardır. (s. 113-114)

Yakup Kadri'nin romanlarında önce kişilerin, sonra bu kişiler arasından


kurulan ilginin ve gelişen entrikin birbirini izlediği bir planın sözkonusu
olduğunu belirten Akı, yazarın roman planına örnek olmak üzere Kiralık
Konak'ın planını çıkarır. İlk üç bölüm Takdim Sahnesidir. IV-X'uncu
bölümleri Hadiselerin Örülüşü başlığı altında topladıktan sonra Şu yargıyı
verir:

Bu bölümlerde görülen muhtelif meseleler üzerinde şahısların görüş ayrılığı


entriğin esasını teşkil eder. Her bölüm bu müteaddi safhasında ton
kreşandodur.

XI-XVII'inci bölümler ise çözülüş biçiminde nitelenir.

Bu bölümde şahıslar teşebbüsü kaybetmiş, kaderin eline düşmüşler.


Hadiseler, sebeplere uygun neticelere giderler. Romanda Hakkı Celis ölür;
Seniha moral düşüş yolundadır. Naim Efendi anlamadığı ve kendisini anlamayan
bir dünyada hayatını tamamlayacaktır.

Yeri gelmişken Kiralık Konakın iki sembolünü işaret edelim: Tanzimat


devrinin duygu, zevk ve düşünüş tarzının, kısaca, kendine mahsus hayat
anlayışının mahsulü olarak bir sosyal müessese halinde doğan konak, devrin
değişmesi ve büyük hadiselerin sarsıntısiyle nihayet bir apartman dairesi
hayatında sona erer. Konak mensupları ise, eski terbiyeyi tam manasiyle almış
yekpare psikolojiye sahip olanlar hariç, Birinci Cihan Savaşı yıllarının
kozmopolit sofrasını kurarlar: Roman, bir devrin maddi ve manevi düşüşünü
Konak ve Sofra gibi iki sembolde hulasa eder. (s. 153-155)

Daha sonra Akı, Madam Bovary ile Kiralık Konak arasındaki ilişkiye değinir:
Kiralık Konak'ta şöyle bir pasaj vardır: Hakkı Celis, Seniha'nın bir zamanlar
hakikatte mevcut olduğundan şüpheye düştü; bu kız, genç adam için kitaplarda
tanıdığı hayali kızlardan biri gibiydi; muhayyilesinde Desdemona'ların,
Juliette'lerin, Virginie'lerin ve Madame Bovary'lerin arasına karıştı.
Diğerleri değil ama Seniha'nın Madame Bovary'ye ve Madame Bovary'deki
entriğin Kiralık Konak'a karıştığı aşikardır. Bu karışma Emma ile Seniha'nın
ve entriğin bazı benzerlikleriyle açıklanabilir.

Emma ile Seniha arasındaki benzerlik iki romandan yapılan alıntilarla


kanıtlandıktan sonra bu düşünceler sıralanır:

Emma Bovary ile Seniha arasındaki yakınlıklar gösteriyor ki her ikisi de


declasse olmanın ıstırabı içindedir. Yerlerini yadırgayan, bulundukları
yerden memnun olmayarak başka yerlerin hasretini çeken, saadeti oralarda
arayan bu tipler dıştan gelen tesirlerin kurbanıdırlar. Madame Bovary'nin
tesiri Yakup Kadri'nin Kiralık Konnk'ını çok aşar; onun bütün şehirli kadın
tiplerinde bir parça Emma'yı bulmak mümkündür.

Her iki roman arasında bu iki tipin benzerliğinden başka entrik münasebeti
de vardır. Romanların her ikisinde de kadın kahramanlar para sıkıntısı
duyarlar; her iki eserde de bir kadına karşı iki erkek vardır:
Biri (Rodolphe -Faik) pişkin; diğeri (Leon -Hakkı Celis) toy; Hakkı'nın ve
Leon'un sevgileri birbirine benzer, Rodolphe Emma ile ilk defa göl kenarında
sevişir; Seniha ile Faik de deniz kenarında sevişirler. Her iki romanda da
sevgi tabiatın kucağında tutuşur; Emma Leon'dan ve Rodolphe'ten para ister;
Faik Seniha'dan para ister.

Emma ölünce, kocası Charles, Emma'nın aşığı Rodolphe'a hiç kızmaz, bilakis
ahbab olur; Seniha Avrupa'ya kaçınca iki rakip, Faik'le Hakkı Celis dert
ortağı olurlar. Romanın birinde kadın (Emma) ölür; diğerinde
erkek (Hakkı Celis) ölür. Emına ve Seniha önceleri gayelerine ulaşmak için
ellerinden geleni yaparlar; lakin hadiselerin insafsızlığı yüzünden
mukavemetleri kırılır; yenilgiyi kabul edip kendilerini bırakırlar.

Flaubert Emma'nın okuduğu eserlerden bahsettiği sayfalarda zımnen


romantizmi hicveder. Yakup Kadri ise Hakkı Celis'in ağzından Edebiyat-ı
Cedide'ye, Fecr-i Ati'ye, hece veznine hücum eder.

Yukarıda gösterdiğimiz yakınlıklar Kiralık Konak üzerinde Madome Bovary'nin


ve Yakup Kadri'nin sanatında Flaubert'in tesirine bir delildir. Yeri
gelmişken Germinie Lacerteux (Goncourt Kardeşler'in) ile Kiralık Konak'ta
rastladığımız ufak bir benzerliği, bir vakitler yaşamış, ölmüş, fotoğrafta
insanlarla onların mizaç ve beden hususiyetlerini devam ettiren hayatta
insanların münasebetine dair bir noktayı işaret edelim. (Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, s. 186-187, 1930)

Fethi Naci, Yakup Kadri'nin romanları arasında en çok 'Kiralık Konakı


beğendiğini söyler ve bunu toplumsal gerçekliğin kişilere indirgenerek roman
düzeni içinde verilebilmiş olmasına bağlar:

Yakup Kadri, romanlarında tipik bir devri, bir çevreyi anlatmak isteyen bir
romancıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için edebiyat bilgisinin dışında başka
bilgilerin de gerekli olduğunu bilir. Düşünen, araştıran yanı çok kuvvetli
bir iki romancımızdan biridir Yakup Kadri; kendini anılarına, yaşantılarına
bırakmakla yetinmez.

Kiralık Konak'da da çok önemli bir tarihsel devreyi ele almış; üç ayrı
kuşağın aracılığıyla bu geçit devresini anlatıyor. Üç ayrı cildi
doldurabilecek şeyleri tek cilde sığdırmanın doğurduğu aksamalara rağmen
Kiralık Konak önemini uzun bir süre sürdürecek bir roman, bence. Yakup
Kadri'nin, bütün romanlarında görülen düşünen aydın yanı romancılığıyla en
uyumlu bileşime Kiralık Konak'da varmış; anlattığı toplumsal gerçekliği
kişilere indirgeyerek roman düzeni içinde verebilmiş.

... Konağın dağılıp satılığa çıkarılmasıyla biten roman, bir zümrenin


çöküntüsünün üç kuşaklık hikayesidir. O kadar necabet ve selabetle başlayan
o büyük Tanzimat cereyanı döne dolaşa, nihayet İstanbul'un ortasında Seniha
gibi bir kadınla, Faik Bey gibi bir erkek örneği bırakıp geçmişti. Türk
dehasının yaptığı, bu son medeniyet tecrübesi de gelmiş ve gelecek nesillere
acı bir imtihan olmaktan başka bir şeye yaramamıştı. Hakkı Celis kendi
kendine diyordu ki: Naim Efendinin hıçkırıklarıyla Seniha'nın
kahkahalarındaki mana bir değil mi? (3. bas. s. 131). Kiracıların konak için
söyledikleri ilgi çekicidir: Aman burası ne bakımsız, ne pis!. Ne soğuk,
ne kasvetli ev! Konağı yeni insanlar devralacaktır. Ama, nedense, Yakup
Kadri bunu toplumsal bir oluş olarak göstermiyor. Oysa Çehov, Vişne
Bahçesi'nin sonunda, uzaktan uzağa gelen balta sesleriyle bunu pek güzel
belirtmişti.

... Romanda olumlu bir gelişim gösteren tek kişi Hakkı Celis'tir.Benim
için hiçbir şey geriye dönmekten daha elim değildir, der. O çürüyen çevre
içinde birtakım gerçeklere yaklaşan tek kişi Hakkı Celis'tir: Onun için
şimdi, geride kalan alem, Senihalardan, Faik Beylerden, Naim Efendilerden,
Sekine Hanımlardan müteşekkil olan karışık, mayasız ve çürümüş alemdi. Evet,
romanda olumlu bir değişim gösteren bir Hakkı Celis vardı; romanın sonunda
Yakup Kadri onu da öldürdü. Böylece o zümreden işe yarar tek adam kalmamış
oluyor. Bu son yargının tarihsel bakımdan doğruluğu tartışılabilir; ama bu,
romanın gücünden bir şey eksiltmiyor.
(1960, On Türk Romanı'ndan, s. 29-31, 1971).

Rauf Mutluay, Naim Efendiyi odak aldığı yazısında (Yeni Ufuklar,


s. 203-204), romanındaki tarihsel dönemi saptayarak 1908 hareketini eleştiren
yazarların geçmişini yücelten tutumlarını sergiler. Özellikle Samiha
Ayverdi'nin İbrahim Efendi Konağı üzerinde duracak tutucu görüşleri
belirlemek amacı taşıyan alentılarla Meşrutiyet i İstanbul Medeniyetine
son vermekle suçlayanların yanılgısına değinir. Mutluay'a göre bir yıkılışın
son aşamasında Batı dünyasının lordluk malikanelerine özenen İstanbul
kapıkulluğunun kendi sömürü birikintisini 'İstanbul medeniyeti' sanması
yanlıştır ve bu tür 1908 eleştirisinin altında Atatürk kurtuluşunun
köklerine saldırmak amacı yatmakta, Osmanlı nitelikleri her fırsatta
yüceltilerek, geleneklerimizi yitirmeye sebep olmakla suçlanan devrimler
uyanışı yargılanmaktadır.

Mutluay'in Yakup Kadri'yi ve 'Kiralık Konakı hangi kefeye koyduğu yazıda


açık seçik belirmiyor. Şiirimizde, romanımızda görünen 1908 eleştirisinin
yukarıdaki biçimde değerlendirilişinde genellemeye gidildiği için Yakup
Kadri'nin de aynı kefeye konulduğu düşüncesine varmak doğal. Ama romanda
toplumsal bir gerçekliğin yansıtıldığını anlatmayı amaçlayan şu satırlar da
tersini düşündürtüyor:

Naim Efendi, konağın ölümüdür: Yüksek memur zenginliğinin; kapıkulu


bereketinin; fütuhat yüzyıllarından sonra maaş darlığına düş müş Babıali
azınlığının, dış borçlar komisyonculuğu ve rüşvet ikramiyeleriyle yeniden
rahat israflara olanak bulan payitaht keyfiliğindeki son dönemin ölümü.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'da, bir konağın çatısı altında üç kuşağın hayat


ve ölçülerine eğilmiştir. Bu ailelerin tel tel çözülüşü, dağılışı, kopuşu;
meşrutiyet sonrasının karışık beğeniler çatışmasında kuşakların birbirinden
kesinlikle ayrılışı Kiralık Konak'ın (1922) sağlam örgüsünü verir. Bu az
kişilikli ilk roman, Karaosmanoğlu ustalığının olgun toplum dikkatinden
doğar. O sağlam konağın toprağa kök salmış gibi sürekli görünen yaşaması,
birkaç yılın sonunda bir içki sofrasının züppelik özentilerinde kökünden
ayrılır. Naima okuyan Naim Efendi suskun ve yenik yalnızlığı içindeyken,
kendini Çanakkale Şehitliğine adayan Hakkı Celis coşkusuyla Seniha düşüşü,
ayrı yönlere doğrulmuş yeni kuşakların kaderlerini özetler. Naim Efendi, ölü
konağın yalnızlık nöbetinde bütün umutlarını, bağlarını, değerlerini yitirmiş
sonsuz bir yorgunluktadır. Sanırım en az bir yüzyıl boyu yaşlı insanlarımızın
dramı hep bu düğümle sonuçlanır.

Romanın ilk cümlelerini alıntılayan Rauf Mutluay şöyle sürdürür:

Naim Efendinin hüzünlü serüveni, kahramanı olduğu kitabın adından başlar:


Bir konak kiralık olabilir mi hiç, konak oldukça? Ya padişah cebinden, ya
devlet kasasından akıp gelen hesapsız zenginliklerle bu yirmi, otuz, kırk
odalı selamlık-harem karışıklığında birikmiş nice insanı besleyen keyif
harcanışına sahip çıkacak hangi yeni müşteri vardır? Aslında kitap, daha ilk
satırlarıyla, değişen düzenin yarattığı üst kat bunalımından ustalıkla haber
vermekle başlar.

... Bu ilk cümleler bile Naim Efendinin namusunu, dürüstlüğünü, sonraki


aşamalarda hep suçlanacak olan iffetli Abdülhamit nazırlığını temize çıkarmak
için söylenmiş gibidir. Gerçekten Naim Efendi konağı, dağılıp yıkılışına hiç
karşı koymamakla, kayıtsız bir seyirci kalmakla nitelenebilir. Yazar, o kadar
gerilerde sakladığı baş kahramanının acıklı yalnızlığını, kuşaklar arası
anlaşmazlıklardan doğan o iyileştirilmez hastalığını, bu sonucu gerektiren
bütün nedenlerle besleyip yoğunlaştırmaya çalışır.

... Seniha'nın Avrupa kaçışlarıyla Servet Beyin alafrangalık


züppeliklerinden yaralanan Naim Efendi ne kadar dirense boşunadır. Bu çözülüş,
ta Tanzimat romanının ilk örneklerinden başlayarak bize anlatılmıştır. Ali
Bey'in İntibahsız konağı (Namık Kemal), Bihruz Bey'in ana harçlığını biraz
daha fazla koparabilmek için sık sık satacağından söz ettiği Baba yurdu
(Araba Sevdası), Asaf Paşa'nın ancak zengin bir izdivaçla ayakta durabilecek
Moda israfi (Sergüzeşt), Felatun Bey'in bırakıp gittiği Cihangir evi (Felatun
Beyle Rakım Efendi), Dehri Efendi'nin (Mürebbiye), Meftun Bey'in (Şıpsevdi),
Adnan Bey'in, Şeyh Salih'in (Turfanda mı Turfa mı),
Hüsnü Paşa'nın (Sinekli Bakkal)... konakları sonunda Ayaşlının kira
odalarında sığınacak devlet kullarının son miras savrukluklarıdır. Kimi
satılarak, kimi kiralanarak, çoğu yıkılarak ömürlerini bitirecek bu Tanzimat
ve nihayet Abdülhamit dönemi yaratıkları 20'inci yüzyıl başında bütün
ömürlerini tamamlarlar.

Selim İleri romanı değişik açılardan irdelemeyi amaçlayan dört ayrı


yazısından ilkinde (Yeni Ufuklar, s. 257) Kiralık Konakın edebiyatımızda
bir dönem açtığını belirterek bunun nedenlerini şöyle açıklar:

Kiralık Konak, Yakup Kadri'nin en başarılı yapıtlarından biri. Tek başına


Kiralık Konak'ın edebiyatımızda bir dönem açtığını ileri sürebiliriz. Yakup
Kadri ilk romanında Servet-i Fünun romancılarını aşar. Halit Ziya'nın
gerçekçi olma çabası, dil açısından da, ruhsal çözümlemelerde de sürekli
tozarmıştır. Tozanlarına ayrılmış bu yapay gerçekçiliği Kiralık Konak'ın
bütünlediğini, yapaylıktan kurtardığını belirtmeli... Hele Mehmet Rauf ve
benzeri yazarlarla karşılaştırıldığında Yakup Kadri romanının getirdiği
zenginlik ortaya çıkar.

Kiralık Konak'ta Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş dönemindeki toplumsal


yapısı, çöküşü hazırlayan toplumsal nedenler dile getirilir. Sorunları
olayları kişiler çevresinde irdeleyen; dolayısıyla kişisellikten, kişisel
serüvenlerden bir türlü kurtulamayan Servet-i Fünun romanı büyük açılımı
Yakup Kadri'de bulur. Milli Edebiyat Akımı'nın başarısı da bu olsa gerek.

Roman kişilerini tanıtarak düşüncelerini temellendiren İleri Yakup


Kadri'nin tutumuna değinir:

Yakup Kadri, eskiyen ahlak değerleri karşısında Naim Efendi gibi üzülmez,
kaybolmuş bir yaşamın özlemini çekmez. Kuşkuculuğuna karşın, geleceğe yönelik
bir dünya görüşünü savunur. Bu ilginç, kendine özgü, zaman zaman ülkücü,
zaman zaman maddeci dünya görüşünün ipuçlarına rastlarız Kiralık Konak'ta.

... Yakup Kadri ne eski savunucusudur, ne de köksüz yeniliklerden yanadır.


Türk romanında eleştirel gerçekliğin ilk ustaca kullanımıdır Kiralık Konak.

... Yazar acımasız eleştirileriyle toplum yaşamına yön vermeye çalışmış.


Gerek Servet-i Fünun dönemi, gerekse öbür Milli Edebiyat Akımı romanları
arasında Kiralık Konak apayrı bir odak noktasını oluşturuyor: Acımasız
bakış, iyimserlikten kaçınma.

Daha sonra Selim İleri, Hakkı Celis'le Mai ve Siyah'in Ahmet Cemil'ini
karşılaştırarak Servet-i Fünun kötümserliğinin, aydın umutsuzluğunun
aşıldığını belirtir, ikisi arasındaki ayrımın Yakup Kadri'nin bakış açısından
doğduğunu vurgulayarak romanın önemi üzerinde durur:

Ahmet Cemil'le Hakkı Celis arasındaki farklılaşma, Servet-i Fünun romanıyla


Kiralık Konak arasında da sürer gider. Yakup Kadri aydınların ağlatısal
yaşamlarına yüz vermemiş. Daha doğrusu aydınların sorumsuzluğunu,
bilinçsizliğini, işe yaramazlığı sergilemiş.

Savaş, Hakkı Celis'e yaşama olanağı tanımayacaktır. Bu savaş bile


simgeleşir Yakup Kadri'de. Türedi-varlıklı zümrelerin Hakkı Celis'i ölüme
nasıl sürükledikleri anlatılır. Kiralık Konak'ın büyük başarısı buradadır.
Romanın son epizodu olağanüstü güzelliklerle, inceliklerle örülüdür. Hakkı
Celis'le Çanakkale savaşı ya da tek başına savaş kavramı kurcalanır. Hakkı
Celis'in şehit düştüğü savaş kimlerin yararına sonuçlanmıştır? Savaşların
ardında yatan gerçek nedir? Yakup Kadri inanılmaz bir kurguyla, vurucu
görüntülerle soruları yanıtlar.

... Kiralık Konak'ın eleştirel gerçekliğinde Hakkı Celis'in geçici


yenilgisini, savaşın iç yüzünü, büyük şeker tüccarlarının sürüp gidecek gibi
görünen egemenliklerini kavrarız. Çok önsezili, çok ileri görüşlü bir
bakıştır bu... Yakup Kadri romanının, örnekse Kiralık Konak'ın niçin
eskimediğini anlamak istiyorsak yazarın düşüncelerini irdelemeliyiz.
Kavramları enine-boyuna tartmış, ölçüp biçmiş bir romancı Yakup Kadri.

Kiralık Konak çağına tanık olmuş bütün yapıtlar gibi günümüzü de


ilgilendiren bir roman.

Bir başka yazısında Selim heri (Yeni Ufuklar, s. 264) Kiralık Konak'ın
çeşitli sorunları içerdiğini belirterek, roman kişilerini irdelemeye girişir
ve Yakup Kadri'nin ruhsal çözümlemelerdeki başarısına değinir:

Seniha, bir bakıma, Türk romanında ilk bireyselleşme sayılabilir. Halit


Ziya'nın kişisel istemleri çerçevesinde, iyiyle kötü arasında gezinirken ve
toplumsal olgulardan yararlanmazken, Yakup Kadri, Seniha'yı toplumsal istemin
yönetimine terketmiş. Şunu söylemek istiyorum: Aşk-ı Memnu'da Bihter'i var
eden, temelde, kişiliğin yönsemeleridir. Kişilikten yola çıkmıştır. Halit
Ziya, romanının kurgusunda Bihter kimliğini yaratmaya karar vermiştir. Bihter,
romancının kafasında beliren ve yaşamla bağ kurmayan bir kimlik. İntihara
sürüklenirken hep zaaflarının tutsağı oluyor. Toplumsal koşullarla
belirlenmiyor Bihter. Oysa Seniha'nın iç kargaşasını hazırlayan başlıca
etken, içinde yaşadığı topluluk, o topluluğun yaşama biçimi, hayata bakış
tarzı. Dolayısıyla Seniha, romancının yaratım dünyasında çizilmiş biri değil.
Tersine çizilmek istenen, daha doğrusu ustaca çizilen topluluğun
bireylerinden.

... Yakup Kadri'nin insanı şaşırtan ruhsal çözümleme bilgisinden söz etmeli.
Seniha'nın konuşması, kısa yoldan gerçeğin soyutlanmış açılımlarını somuta
indirger. Bir-iki çizgiyle durumun anatomisine girişilir. (Türk romanında bu
soy çabalara pek rastlamıyoruz. Ya eritilmemiş, yapıta yedirilmemiş ruhsal
sarsıntılarla karşılaşıyor okur; ya da psikolojiyi, toplumsaldan kaynaklanan
ruh dünyasını hiçleyen yazarlarla...). Kiralık Konak'ta Naim Efendi'yi, Hakkı
Celis'i ve Seniha'yı olumlulukla olumsuzluk arasında götürüp getiren öge, bu
psikolojik çizgi sanımca. Psikolojinin inandırıcı olması da toplumsal
görünümden kopmamasıyla açıklanabilir.

... Kiralık Konak üç ayrı insanın gözünden görülmüş bir ortamı çiziyor.
Naim Efendi'nin erden Osmanlı dünyasıyla Hakkı Celis'in coşkun duygusallığı
ve Seniha'nın bireyselleşme çabası... (Selim İleri, Çağdaşlık Sorunları
adlı yapıtında (1978) Kiralık Konak incelemelerini geliştirir.)

Doğan Hızlan, 'Kiralık Konakın TVye uyarlanması nedeniyle romanın


içeriğini, kişiliğini tanıttığı yazısında (Cumhuriyet, 6 Ocak 1979) Yakup
Kadri'nin toplumumuzun bir dönemini yansıtırken unutulmayacak karakterler
çizdiğini özellikle vurgular:

Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'sundan sonra, Yakup Kadri


Karaosmanoğlu'nun Kiralık Konak romanı da bir TV dizisi olarak bu akşam
ekrana geliyor. Kiralık Konak, imparatorluğun çöküş çanlarının kulak yırtan
sesleri içinde kuşaklar arasındaki değişen değer yargılarının, buna bağlı
olarak da yaşama biçimlerinin çelişkisini sergileyen bir roman.

... Seniha -Faik -Hakkı Celis üçgeni romanın yapısının iskeletidir.


Tedirgin, yerleşememiş bu insanlar topluluğunun ortak ruh hallerine karşılık
aradıkları nedenler, buldukları gerekçeler farkldır. Naim Efendiye göre bunun
nedeni bütün kurulu düzeni temellerinden sarsan inkılap rüzgarıydı.
Seniha'ya göre para ve çevreydi. Hakkı Celis'e göre ruh bayağılıkları.

Toplumsal rüzgarların savurduğu bu insanlar birer yaprak gibi uçuşuyorlar,


hiç toprağa düşmüyorlar. İçlerinde Hakkı Celis asker olup Çanakkale'ye
gidince, ülkesinin siyasal sorunlarına ilgi duymuş, böylece de bireyselden
toplumsala giden yolda emeklemeye başlamıştır.

Kiralık Konak'taki kahramanların ortak özelliklerinden biri de düşündükleri,


hayal ettikleri dünya ile gerçek yaşamları arasındaki bağlantısızlıktır.
Onlar için yaşamın her gerçeği birer beklenmeyen darbedir.

Naim Efendinin dışında herkes bir kaçışın, bir kurtuluşun ardına


düşmüşlerdir. Seniha ne demişti bir gün:

Siz zannediyor musunuz ki, ben ömrümün sonuna kadar böyle bir evde
kalacağım? Böyle bir memlekette, etrafimda böyle bir halkla? Toplumlarından,
çevrelerinden kopan insanın ruh halini yansıtır bu sözler.

... Seniha kaba çizgileriyle paranın ve zevkin ardında tükenen biri gibi
görünebilir. Oysa o da arayışların sürüklediği, toplum koşullarının
biçimlendirdiği bir insandır.

Kiralık Konak, çöken bir imparatorluğun, değişen bir ekonomik düzenin


romanını sunarken, unutulmayacak karakterler koymuştur ortaya. Belki de
bütün bu çöküşte hepsi de bilinçsiz birer oyuncudurlar.

Kiralık Konak, toplumumuzun bir dönemine ayna tutuyor.

Ama TV uyarlaması düş kırıklığı yarattı, tepkilere yolaçtı. TV gibi


milyonların izlediği bir iletişim aracında sergilenen romanın okumayanların
belleğinde bırakacağı olumsuz izlenimi düşünerek ve sanata, sanatçıya
saygısızlık biçiminde nitelenebilecek bir tutumu belgelemesi açısından ilgili
yazılardan ikisini alıyorum:

Bir kere uyarlama ne demektir ve ünlü bir yazın yapıtının diyelim bir
romanın, televizyona uyarlanmasında amaç nedir? Yazın tarihinde yeri olan,
birçok kişinin okuyup sevdiği bir yapıtı özüne, kişilerine, diline, çağına
bağlı kalarak 'temsil' etmek, okumamış olanlara da tanıtmak, sevdirmek, hatta
okumaya özendirmek değil mi? Okunmak için yaratılmış bir yapıtı
görselleştirmek kolay değildir elbet. Türkiye gibi hızla değişen bir toplumda,
Türkçe gibi her gün gelişen bir dili kullanarak elli altmış yıl öncesinin
romanlarını canlandırmak daha da güçtür kuşkusuz. Ancak temel kurallar vardır
ki, bunların gözönüne alınmamasını ne parasal ne de teknik olanakların
yetersizliği açıklayabilir. Birtakım şeyleri doğru yapmak yalnızca sevgi,
saygı, bilgi ve bilinç gerektirir. Bu saydıklarımın olmadığı yerde ise
dünyanın parası dökülse gülünçlükten ve ihanetten kurtulunamaz, gülünçlük
ile ihanet sözcükleri yanyana tuhaf kaçıyor belki ama, bizim TRT böyle
olmadık tuhaflıkları başarıyor işte. Hem ele aldığı yapıta ihanet ediyor,
hem de gülünç oluyor.

En yakın örnek olduğu için, şu günlerde gösterilen Kiralık Konak'a bir


bakalım. Modernliğe özenen şımarık, ama aslında duygulu, duyarlıklı bir genç
kızın, (sözüm meclisten dışarı) bir fahişeye benzetilmesi ihanet değil de
nedir? O zamanki 'aşırılık'ların günümüzün seks filmlerine alışık seyircisine
'aşırı' gelmeyeceği düşünülerek mi yapılmış bu acaba? O zaman günümüz
aşırılıklarını sergileyen özgün bir yapıt getirsinler ekrana, Yakup Kadri'yi
de rahat bıraksınlar. Yazarın yarattığı kişiyi bozmaya ne hakları var? Üstelik
o çağın yazınını ve o çağın dünyasını tanıtma çabası içinde görünerek!
Koskoca Naim Efendi ile Seniha'nın aynı tek kişilik pirinç karyolada
yatmaları; eski kostümlerin altına çağdaş ayakkabıların giyilmesi; arabada
giden iki kişiden biri ileri geri gümbür gümbür sallanırken ötekinin sağlam
oturması daha neler neler... TRT'nin iki ayrı karyola alacak ya da
oyunculara eski tip ayakkabı yaptıracak parası yoksa, çekimde bunların böyle
açık seçik göze batmaları önlenemez mi? Yönetmen arabada giden iki oyuncunun
ya her ikisinin de sallanmasını, ya da ikisinin de doğru oturmalarını
söyleyemez mi? Bir Osmanlı paşasının (Giysileri bugünkü bir otel
kapıcısınınki kadar görkemli değil, o başka) kendi evinde konuk karşılarken
fes giymeyeceğini bilmemek için değil o çağın, bugünün görgü kurallarından
bile habersiz olmak gerekir.

Peki, ya kullanılan dil? Madem ki belli bir çağı ve çağın yazınını


yansıtmak amacındayız, yazarın diline bağlı kalmak zorunluluktur. Evet, bazı
değişiklikler yapılabilir, ama bunlar ancak bugünün seyircisinin metni
anlamasını sağlamak için olabilir. Günümüzde pekala anlaşılacak sözcükleri
değiştirmek, hem de böylesine yalan yanlış, gelişigüzel değiştirmek
anlamsızlığın doruğudur. Millet sokaklarda 'afedersiniz' derken Naim Efendi
kimseden özür dilemez. Ne günümüzde ne de o çağda kimsenin koşullara riayet
etmesi sözkonusu olamaz. Defa sözcüğü günümüzde yaygın olarak kullanılırken
Yakup Kadri'nin kişilerine kez dedirtmek ne demektir? Bunlar şu anda aklıma
geliveren örnekler. Daha ne akla uzak Türkçe tuhaflıkları var TRT'nin
uyarlamasında. Saymakla bitmez.

Bir de sergilenen 'oyunculuk' var. Kişiliklerin yorumunun yanlışlığından,


kullanılan dilin akla uzaklığından çok daha ötelere geçen bir oyun stili ki
bunaltıcı, boğucu, çoğu kez de gülünç. Bir kere, bir olay geçmişte meydana
geliyor diye onu 'stilize' oynamak gerekli değildir. 'Stilizasyon' ancak
belli bir çağın tiyatrosu yansıtılmak isteniyorsa geçerlidir. Örnekse eski
Grekler, Moliere, Shakespeare ya da Ahmet Vefik Paşa çağının oyun stiline
göre oynanmalıdır. Ama, günlük olayları konu eden bir roman ne zaman
'dramatize' edilirse edilsin doğal bir oyun tarzı ile oynanır. Nitekim,
geçtiğimiz aylarda TV'de gördüğümüz 'Savaş ve Barış'ın kişileri yaşadıkları
çağın Fransız oyuncuları, İtalyan operacıları ya da daha beteri Shakespeare
çağı oyuncuları gibi oynamıyorlardı. Oysa TRTnin (Yakup Kadri'nin değil)
Kimlik Konak'ının kişileri 'Mınakyan ekolü'nün tipik örnekleri sanki. Bir
Ermeni telaffuzuyla konuşmadıkları kalmış. Gerçi Türkçeyi öylesine kötü
konuşuyorlar ki gerçek bir 'Mınakyan ekolü' melodramı yeğlenebilir.
(Pınar Kür, Dünya, 29 Ocak 1979)

:::

TV'de izlediğimiz Kiralık Konak uyarlaması, romanın ve roman kişilerinin


yorumundan oyunculuğa, TV için hazırlanan metnin dilinden çekimdeki
tutarsızlıklara bir yığın yanlışla sergilendi ve bitti. Daha ilk bölümler
gösterilirken eleştirilere konu olan teknik aksaklıklar, dekorda, aksesuarda
göze batan dikkatsizlikler bir yana, yapımı gerçekleştirenlerin romana
yaklaşım biçimi, romanı TV için görselleştirirken izledikleri yol sanatçıya
ne yapıtına saygısızlık diyebileceğimiz bir tutumu somutlaması açısından
ilginçti. Üstelik tasarruf gibi, sınırlı olanaklar gibi günümüzde
kutsallaşmış kavramlar ardına sığınılarak yapılıyordu ne yapılıyorsa.

Önce şunu soralım: Çekimi yapılan yapıt bir TV oyunu muydu, yoksa bir
romanın TV'ye uyarlanması mı? İkincisiyse, İstanbul'daki eski konaklardan
birinde doğal mekanda çalışmak ve romanı içeriğine uygun olarak aktarmak
mümkünken neden stüdyoya, tek boyutlu bir mekana sıkışılmıştı? Sonra oyunu
kurallarınca oynamak gerekir. Bir romanı TV'ye uyarlamak demek sahneye
uyarlamak, yani tiyatro oyununa dönüştürmek demek değildir. Kaldı ki bir TV
oyununun çekiminde bile dış mekan kullanılmaktadır. TV'nin anlatım aracı
görüntüdür çünkü, görüntüyü saptayan araçsa yapımcının, yöneticinin
buyruğundadır. Oysa, bilinmez, nedendir, sözde tasarruf amacıyla stüdyo
çekimi yeğlenince yanlışlar birbirini izlemiştir.

Kiralık Konak toplumsal bir çözülüşün romanıdır. Değer yargılarının


altüst olduğu bir dönemi, kuşaklararası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup
Kadri. Batı'ya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı ikilik, yaşama biçiminin
değişmesi, insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur.
Roman kişileri bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtır. Konaksa
değişen bir yaşama biçiminin, çöken bir sınıfın Naim Efendiyle birlikte somut
simgesidir. Oysa stüdyoya sıkışıp gerçeklik duygusu vermeyen yapma, değişmez,
tek boyutlu dekorla sınırlanınca konağın, dolayısıyla bir sınıfın çöküşü
verilemediği gibi romanın içeriğine aykırı, özü sakatlayıcı değiştirmelere de
gidilmiştir. Romana değil dekora uymak gerekmektedir çünkü. Bu ise romanın
doğal akışını bozarak sahneleri üstüste bindirmeyi, eldeki dekora uymadığı
için en önemli ayrıntıları atmayı, atılamayanları da değiştirerek yamamayı
doğurmuştur zorunlu olarak. Ama değiştirmeler romanın içeriğine ters
düşüyormuş, Yakup Kadri'nin yarattığı kişilikleri çarpıtıyormuş kimin
umurunda.

Hele son bölümde hiçbir biçimde açıklanamayacak değişikliklere, romanda


bulunmayan eklemelere, Naim Efendi'ye nutuk attırarak kıssadan hisse
çıkarmalara ne demeli, bu tutumu hangi sözcükle nitelemeli? Ya iki zabitin,
yine romandaki yansıtılış biçimine boş verilerek, Hakkı Celis'in ölüm
haberini geliştirişleri, Yakup Kadri'nin kişisi olmaktan çıkarılarak bu
ölümden dolayı Seniha'yı suçlayışları... Kim, hangi hakla romanın bitimini
böylesine bilinçsizce bir yerli film finaline dönüştürebilir, yazarı, romanın
içeriğini hiçe sayabilir?

Bu kadar da değil. Roman kişilerinin yorumlanışı ve kuşkusuz bu yorumlanış


sonucu yansıtılışları var bir de. Yakup Kadri'nin, herbiri gözlem ürünü,
yaşayan gerçeklikten alınarak romanın içeriğini yansıtacak biçimde tasarlanmış
kişileri sınıfsal konumlarından ve romandaki kişiliklerinden soyutlanmış
birer kuklaydılar sanki. Doğallıktan uzak bir oyunculuk, kulak tırmalayıcı,
diksiyon bozukluklarıyla dolu iğreti bir tonlama da bu yorumsuzluğa eklenince
Kiralık Konakın adı kaldı yalnız ortada.

Yine soralım: Önemli bir roman, artık klasikleşmiş bir yapıt içeriğine,
kişilerine, yazarın kurgusuna ve anlatımına bağlı kalınmadan uyarlanacak
idiyse, neydi amaç? O yapıtı sevimsizleştirip, hatta gülünçleştirerek
okumamış olanlarda ilkel, değersiz bir yapıt izlenimi uyandırmak, okunmaz
kılmaz mı? (Atilla Özkırımlı, Cumhuriyet, 10 Şubat 1979).

:::::::::::::::::::

GENEL BİBLİYOGRAFYA

KİTAPLAR VE TEZLER

Akı, Niyazi: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İnsan -Eser -Üslup, 1960.

Akıncı, Gündüz: Türk Romanında Köye Doğru, 1961.

Alpbek, Muazzez: Yakup Kadri'de İçtimai Meseleler, İ.Ü. Ed. Fak. Türkoloji
Böl., T. 345.

Banarlı, N. Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 2'nci bas., 1971-79.


Baydar, Mustafa: Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, 1960.

Birinci, Aziz: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban indeks, İ.Ü. Ed. Fak.
Türkoloji Böl., T. 1548.

Çelik, Naci: Romanda Hesaplaşma, 1971.

Ergun, Şahin: Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yabanın İndeksi, İ.Ü. Ed. Fak.
Türkoloji Böl. T. 1647.

Ertaylan, İ. Hikmet: Türk Edebiyatı Tarihi, c. 3, Baku 1925.

Gönensay, H. Tevfik: Tanzimattan Zamanımıza Kadar Türk Edebiyatı Tarihi,


1944.

Gulal, İsa: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun İlk Makaleleri 1909-1923


(Servet-i Fünun, Rübab, Dergah, Yeni Mecmua), İ.Ü. Ed. Fak. Türkoloji Böl.
T. 1877.

Günyol, Vedat: Dile Gelseler, 1966.

Gürel, Hakkı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Edebi Makaleleri, İ.Ü. Ed. Fak.
Türkoloji Böl., T. 911.

Kabaklı, Ahmet: Türk Edebiyatı, c. 3, 1966.

Karatekeli, Mualla: Yakup Kadri ve Güzel Sanatlar, DTCF Türkoloji Böl.,


Tez. 1965.

Kaytancı, Ali: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Psikolojik Tahlil,


DTCF Türkoloji Böl., Tez. 1968,

Kırcı, Mustafa: Kara Bibik'ten Yaban'a Türk Roman ve Hikayesinde Köy,


DTCF Türkoloji Böl., 1967.

Kudret, Cevdet: Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, c. 2, 1970.

Kurdakul, Şükran: Çağdaş Türk Edebiyatı, Meşrutiyet Dönemi, 1977.

Moran, Berna: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 1983.

Mutluay, Rauf: 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, 1973.

Mutluay, Rauf: 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973.

Nayır, Y. Nabi: Edebiyatçılarımız Konuşuyor, 1953.

Oğuzkan, A. Ferhan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı ve Eserleri, İ.Ü. Ed.


Fak. Türkoloji Böl., T. 149.

Oğuzkan, A. Ferhan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı -Sanatı, 2'nci bas.,


1968.

Onat, Ayten: Yakup Kadri'nin Nur Baba Romanında Eşya Mefhumu, İ.Ü. Ed. Fak.
Türkoloji Böl., T. 471.
Özbilge; F. Renan: Yakup Kadri'nin Romanlarında Devirler DTCF Türkoloji
Böl., 1964.

Özer, Orhan: Yakup Kadri'nin Romanlarında Devirler ve Nesiller, İ.Ü. Ed.


Fak. Türkoloji Böl., T. 452.

Özön, M. Nihat: Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, 2'nci bas., 1943.

Özön, M. Nihat: Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 1941.

Sevük, İ. Habib: Tanzimattan Beri 1'inci Edebiyat Tarihi, 1942.

Şimşir, Sevgi: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Temalar, DTCF


Türkoloji Böl., 1965.

Taner, R., Bezirci, A.: Seçme Romanlar, 1973.

Tanpınar, A. Hamdi: Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969.

Ünaydın, R. Eşref: Diyorlar ki, 1918, 2'nci bas., 1972.

Yakar, Aytekin: Türk Romanında Milli Mücadele, 1973.

Yücel, Hasan Ali: Edebiyat Tarihimizden 1 , 1957.

:::::::::::::::::::

DERGİ VE GAZETELERDEKİ MAKALELER

Adıvar, Halide Edip: Edebiyatımızın Son Simaları ve Safhaları,Büyük Mecmua,


c. 1, s. 4. 1919.

Adıvar, Halide Edip: Nur Baba, İkdam, s. 9096, 1922.

Adıvar, Halide Edip: Yakup Kadri Bey'e, İkdam, s. 9067, 1922.

Akay, İhsan: Karaosmanoğlu'ndan Kalan Sönmeyen Işık, Varlık, 41 (809),


2'nci 1975.

Akbal, Oktay: Yaban, 12.3.1977, Cumhuriyet.

Akyüz, Kenan: Modern Türk Edebiyatının Ana Cizgileri, Türkoloji Dergisi,


c. 2, s. 1, Ank. 1971.

Altunya, Hüseyin: Yaban, Türk Dili, s. 306, 1977.

And, Metin: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Sağanakı, Türk Dili, s. 278,


1974.

Ata (Ataç), Nurullah: Erenlerin Bağından, Dergah, c. 2, s. 17, 1922.

Ayda, Adile: Atatürk, Cumhuriyet, s. 8051, 1947.

Ayda, Adile: Yakup Kadri Karaosmanoğlu Hakkında, Cumhuriyet, 3 Aralık, 1947.

Ayda, Adile: Yakup Kadri ile Mülakat, Türk Edebiyatı, c. 3, s. 32, 1974.
Aydemir, Ş. Süreyya: Yaban, Kadro, s. 16, 1933.

Aydemir, Ş. Süreyya: Yakup Kadri İçin, Çankaya'daki Elçimiz, Türk Dili,


31 (281), 1975.

Başer, M. Yılmaz: Yakup Kadri'nin Mensur Şürleri Üzerine, Hisar, 15 (136),


1975.

Baydar; Mustafa: Karaosmanoğlu, Tanrıöver'i Anlatıyor, Varlık, 39 (769),


10, 1971.

Baydar, Mustafa: Yakup Kadri ile Konuşma, Varlık, s. 762, 1971.

Baydar, Nasuhi: Yaban, Yücel, s. 85-86-87, 1942.

Behramoğlu, Ataol: Üç Romanıyla Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Alan, 67 (3),


1967.

Beyatlı, Yahya Kemal: Üç Tepe, Dergah, s. 1, 1921.

Bingöl, Necdet: Yakup Kadrinin Romanlarında Fransız Realist ve


Natüralistlerinin Tesirleri, DTCF Dergisi, c. 3, s. 49, 1944.

Binyazar, Adnan: Y.K.K.'yla Atatürkçülük Üzerine Bir Konuşma, Türk Dili,


s. 218, 1969.

Binyazar, Adıian: Yakup Kadri Karaosmanoğlu İle Bir Konuşma, Varlık, s. 775,
1972.

Bornovalı, Lütfü: Yaban, Hareket, 1.12.1942.

Bürün, Vecdi: Yaban, Çınaraltı, s. 49, 1942.

Ciravoğlu, Öner: Atatürk, Yazko Edebiyat, s. 5, 1981.

Çağlar, B. Kemal: Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile, Yücel, s. 77, 1935.


(Bk. Tör).

Çongur, Rıdvan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu İle Konuşma, Ataç, s. 15, 1963.

D.A: İki roman Okudum, Yücel, s. 47, 1939.

Derviş, Suat: Yaban, Yeni Edebiyat, 5.10.1940.

Dilek, Yetkin: Sodom ve Gomore, Pınar, 7 (77), 1978.

Djindiç, Slavoljub: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarındaki Kişiler ve


Bu Kişilerin Yaşadıkları Devrin Olaylarına Karşı Tutumları, Türk Dili,
15 (179), 1966.

Dizdaroğlu, Hikmet: Hüküm Gecesi, Türk Dili, s. 183, 1966.

Dizdaroğlu, Hikmet: Sodom ve Gomore, Türk Dili, s. 179, 1966.

Duru, Kazım Nami: Yaban, Ülkü, s. 3, 1933.

Dürder, Baha: Bir Sürgün'e Dair, Kalem, s. 5, 1938.


(Ebcioğlu), H. Münir: Yakup Kadri ile Mülakat, Yedigün, s. 261, 1938.

Ediboğlu, Baki Süha: Yakup Kadri ile Mülakat, Yedigün, s. 261, 1938.

Elçin, Şükrü: Atatürk, Türk Kültürü, s. 13, 1963.

Emre, Samih: Hüküm Gecesi, Yön, 12.8.1966.

Emre, Samih: Sodom ve Gomore, Yön, 25.3.1966. (Samih Emre, Rauf Mutluay'ın
takma adıdır.)

Enginün, İnci: Yakup Kadri'nin Halide Edip'e Yazdığı Bir Mektup Sonsuz
Panayır Üstüne, Hisar, 14 (122), 1974.

Enginün, İnci: Ankara, Milli Kültür, 1 (3), 1977, 1 (4), 1977.

Erhat, Azra: Bir Sürgün, Sanat Olayı, s. 3, 1981.

Ertop, Konur: Cumhuriyet Çağında Türk Romanı, Türk Dili Roman Özel Sayısı,
s. 154, 1964.

Fethi, Naci: Kiralık Konak, Yeni Dergi, s. 47, 1968. (Yazarın On Türk
Romanı adlı kitabına da alınmıştır.)

Fethi, Naci: Yakup Kadri'yi Okurken, Yeni Ufuklar, 1 (1), 1960.

Fethi, Naci: Ankara, Papirüs, (1), 1980.

(Gezgin), Hakkı Süha: Yakup Kadri, Yeni Mecmua, 21.7.1939.

Gökalp, Ziya: Muhasebe, Yeni Mecmua, s. 84, 1922. Yakup Kadri'ye Veda,
Hisar, 15 (134), 1975.

Güngör, Selahattin: Yakup Kadri Bey'le Mülakat, Yeni Mecmua, s. 67, 1940.

(Güntekin), R. Nuri: Yakup Kadri Bey'in Yeni Eseri, Hakimiyeti Milliye,


1932.

Haşim, Ahmet: Nur Baba Münasebetiyle, Akşam, s. 1305, 1922.

İleri, Selim: Kiralık Konak, Yeni Ufuklar, s. 257, 1975.

İleri, Selim: Kiralık Konak, Yeni Ufuklar, s. 264, 1975.

İleri, Selim: Yakup Kadri'de Konak, Türk Dili, s. 281, 1975.

İleri, Selim: Hakkı Celis'in Gönül Tarihi, Yeni Dergi, Şubat 1975.

İleri, Selim: Yaban Üzerine, Türk Dili, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı
Özel Sayısı, s. 298, 1976.

Kabaklı, Ahmet: Panorama, İstanbul, c. 2, s. 4, 1965.

Kansu, Ceyhun Atuf: Ankara, Yön, 4.12.1964.

Kaplan, Mehmet: On dört Yaşında Bir Adam, Milli Kültür, 2 (6 bölü 8), 1980.
Karaahmetoğlu, İsmail: Dil Bayramının 36'ncı Yılı, Ilgaz, 8 (85), 1968.

(Karaosmanoğlu), F.L.: Nur Baba, Dergah, s. 26, 1922.

(Karaosmanoğlu), F.L.: Erenlerin Bağından, Dergah, s. 20, 1922.

(Karaosmanoğlu), F.L.: Kadınlık ve Kadınlarımız, Yeni Mecmua, s. 76, 1923.

Karaosmanoğlu, Y.K.: Hüseyin Cahit Bey'in Tenkitleri, Y. Kadri Bey'le Bir


Konuşma, Varlık, s. 34, 1934.

Karaosmanoğlu, Y.K.: Panorama Romanına Dair Notlar, Cumhuriyet, 24.2.1952.

Karaosmanoğlu, Y. K.: Roman Üzerine Mektup, Varlık, s. 382, 1952.

Kaş, Ali: Yakup Kadri'de Öykü Yapısı ve Maupassant Tekniği, FDE, 2 (6),
1980.

Kaynardağ, Arslan: Anılar Açısından Bağımsızlık Savaşı, Yeni Ufuklar, 7


(81), 2'nci 1959, s. 3-18-321.

Kocagöz, Samim: Yakup Kadri'den Anılar, Varlık, 41, (810), 3'üncü 1975.

Körükçü, Muhtar: Yakup Kadri'nin Panoraması, Varlık, s. 405, 1954.

Körükçü, Muhtar: Gerçek Bir Diplomat, Varlık, 1.3.1956.

Körükçü, Muhtar: Sodom ve Gomore, Varlık, 1.7.1967.

Körükçü, Muhtar: Yakup Kadri'nin Romancı Kişiliği, Varlık 41 (809), 2'nci


1975.

Kurdakul, Şükran: Y. K. Karaosmanoğlu, Milliyet Sanat Dergisi, s. 111,


20.12.1974.

Mansur, Tekin: Ankara, Kadro, s. 28, 1934.

Mehmet, Rauf: Sanat ve Ahlak, Servet-i Fünun, s. 1961, 22.10.1325.

Mehmet, Rauf Bir Serencam, Şehbal, s. 99, 15.6.1330.

Menemencioğlu, M. : Y. K. Karaosmanoğlu Anlatıyor, Varlık; s. 525, 1960.

Menemencioğlu, N. : Sodom ve Gomore, Yeni Dergi, Eylül 1966.

Moran, Berna: Yaban'da Teknik ve İdeoloji, Çağdaş Eleştiri, s. 2, Nisan


1982. (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabına alınmıştır.)

Mutluay, Rauf: Yaban, Dost, 1.10.1961.

Mutluay, Rauf: Ölümle Hesaplaşma, Cumhuriyet, 19.12.1974.

Mutluay, Rauf: Naim Efendi -Konağın Ölümü, Yeni Ufuklar, s. 203-204,1969.

Müfit, Ratip: Fecr-i Ati Encümen-i Edebisi Beyannamesi, Servet-i Fünun,


s. 977.
Müfit, Ratip: Fecr-i Ati Hakkında, Servet-i Fünun, s. 990.

Nayır, Yaşar Nabi: Yakup Kadri İle Mülakat, Varlık, s. 12, 1934.

Necip: Nur Baba Münasebetiyle, İleri, s. 1536-1539-1542-1547, 1922.

Oktay, Ahmet: Eskimeyen Usta ve Milli Mücadele Ruhu, Mavi (25) 1954.

Otyam, Fikret: Yakup Kadri Karaosmanoğlu Anlatıyor, Yeni Edebiyat, s. 2,


1969.

Ozansoy, H. Fahri: Yakup Kadri; Ümit, s. 16, 1921.

Özdemir, Emin: Yakup Kadri'nin Ardından Ölümü Yenmek Varlık, 14 (809),


2'nci 1975.

Özön, M. Nihat: Bir Serencam, Ülkü, s. 46, 1943.

Parmalır, İsmail: Tanrılar Susamışlardı ile Hüküm Gecesi Arasında Bir


Karşılaştırma, Türkoloji Dergisi, 6 (1), 1974.

Pazarkaya, Yüksel: Yabanın İki Eğrisi, Varlık, s. 727, 1968.

Sağdıç, Ozan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu İle Bir Konuşma, Hayat, s. 53, 1964.

Salihoğlu, Mehmet: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Son Kitabı, Türk Dili,


1.3.1970.

Salihoğlu, Mehmet: Ankara, Sanat, 15 (176), 1980.

Salihoğlu, Mehmet: Ankara, Varlık, 43 (832), 1977.

Sevengil, K. Kemal: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bayrak, c. 18, s. 62,


2'nci 1970.

Sevük, İ. Habib: Yaban, Cumhuriyet, s. 5704, 1940.

Sevük, İ. Habib: Yine Yaban, Cumhuriyet, s. 5715, 1940.

Sevük, İ. Habib: Bir Sürgün, Cumhuriyet, s. 6376, 1942.

Sözer, Önay: Yakup Kadri'nin Romanı Gerçekçi Bir Roman mıdır? Çağdaş
Eleştiri, s. 7, Eylül 1982.

Süleyman Saip: Yakup Kadri Bey, Nevsal-i Milli, 1330 bölü 1914.

Ta-HAY: Yaban Hakkında, Kadro, s. 18, 1933.

(Tanrıöver), H. Suphi: Fecr-i Ati'nin İflası, Servet-i Fünun, s. 1107.

Tansel, F. Abdullah: Hep O Şarkı ve Anamın Kitabı, Türk Kütüphaneciler


Derneği Bülteni, 7 (1 bölü 2), 1958.

Tansel, F. Abdullah: Zoraki Diplomat, Belleten, 22 (88), 1958.

(Toprak), B. Ümit: Köylü ve Münevverler, Varlık, s. 4, 1933.


Toprak, Ömer Faruk: Yaban, Yürüyüş, 5.11.1942.

Tökin, F. Hüsrev: Yakup Kadri İle Mülakat, Dikmen, s. 22, 1942.

Tör, Vedat Nedim: İşte Bir Roman, Yaban, Kadro, s. 16, 1933.

Tör, Vedat Nedim: Y. K. Karaosmanoğlu İle, Yücel, s. 77, 1935.


(Bibliyografyalarda B. K. Çağlar'ın adına bağlanan bir konuşma, V.N. Tör
tarafından yapılmıştır.)

Uluçay, Çağatay: Karaosmanoğullarına Ait Bazı Vesikalar, Türk Tarih


Vesikaları Dergisi, s. 9-10, 12.

(Uyar), R. Tomris: Sodom ve Gomore -Yakup Kadri, Papirüs, s. 3, 1966.

Uyguner, Muzaffer: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Hisar, c. 10, s. 75,


1970.

Ünaydın, R. Eşref Yakup Kadri Bey'le Mülakat, Dergah, s. 17, 1337 (1921).

Yalçın, Hüseyin Cahit: Bir Serencam, Fikir Hareketleri, s. 41; 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Nur Baba, Fikir Hareketleri, s. 42-43, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Hüküm Gecesi, Fikir Hareketleri, s. 48-49, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Sodom ve Gomore, Fikir Hareketleri, s. 50-51, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Erenlerin Bağından, Fikir Hareketleri, s. 53, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Kiralik Konak, Fikir Hareketleri, s. 54, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Yaban, Fikir Hareketleri, s. 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Ankara, Fikir Hareketleri, s. 56-57, 1934.

Yalçın, Hüseyin Cahit: Umumi Bir Bakış, Fikir Hareketleri, s. 58, 1934.

Yenigün, Sedat: Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Yaban, Fikir ve Sanat


Hareketleri, s. 84, 1972.

Yetkin, Çetin: Y. K. Karaosmanoğlu ve Aydınlarımız, Sanat Olayı, s. 8, 1981.

Yücel, Tahsin: Milli Savaş Hikayeleri, Türk Dili, s. 281, 1975.

:::::::::::::::::::
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

YAYINA HAZIRLAYAN: Atilla Özkırımlı

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

HAYATI

Yakup Kadri, 17. yüzyılın sonlarından başlayarak Saruhan


Vilayeti denilen Aydın ve Manisa bölgesinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu
sülalesindendir. Mısır'da İbrahim Paşa konağına yerleşen ve orada İkbal
Hanımla evlenen Kadri Beyin oğludur. 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu.
İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine altı yaşındayken ailesi ile birlikte
Manisa'ya geldi. İlköğrenimine Fevziye Mekteb-i İptidaisinde başladı.
İki yıl sonra da İzmir idadisine gönderildi (1903). Şahabettin Süleyman'la
arkadaşlığı buradan gelir. Ama öğrenimini tamamlayamaz. Babası daha o
öğrenime başlamadan ölmüş, İkbal Hanımın satılacak mücevherleri kalmamıştır.

Aile yeniden Mısır'a dönünce İskenderiye'deki Freres'ler Fansız


okuluna girdi. Burada bir yıl okudu. İdadi özlemi onu İzmir'e çektiyse de,
tatilini geçirmek üzere geldiği Mısır'da (1906) Jön Türk'lerle tanıştı.
İzmir'e dönmekten vazgeçti. Sınava yeniden girdiği
Freres'ler okulunda iki yıl sonra bakaloryasını vererek ortaöğrenimini
tamamladı.

1908'de ailece yurda döndüler. İstanbul'a yerleştiler. Yakup


Kadri Mekteb-i Hukuk'a girdi. Ama bitirmeden, üçüncü sınıftan ayrıldı. Bu
arada İbsen'den esinlenerek yazdığı Nirvana adlı tek perdelik oyunu
yayımlanmış; arkadaşı Şahabettin Süleyman'ın aracılığıyla Fecr-i Ati
topluluğuna katılmıştır. Bir yandan Fecr-i Aticilere
yönelik eleştirilere cevap vermekte, bir yandan da Servet-i Fünun'da küçük
hikayeler yayımlamaktadır. Mensur şiirleri de bu ilk döneminin ürünleridir.

1912'de tüberküloza yakalandığını öğrenir. Ama ancak 1916'da


tedavi için İsviçre'ye gidebilecek, üç buçuk yıl orada kalacaktır.
Bektaşilikle ilgisi de bu yıllarda, İsviçre'ye gitmeden öncedir. O
sıralar Paris'ten yeni dönmüş olan Yahya Kemal'in de etkisiyle Yunan ve
Latin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat anlayışını savunmaya başlamıştı.
Ayrıca Doğu mitolojisiyle de ilgileniyor, bir mistisizme yöneliyordu. Bu
eğilim onu Bektaşi tekkesine itti. Nur Baba romanını yazdı gözlemlerinden
yararlanarak. Ama hem karşılaşacağı tepkiler, hem İsviçre'ye gidişi romanın
yayınlanmasını engelledi.

1913'te ilk hikaye kitabını çıkarır: Bir Serencam. Ama önce Balkan,
ardından da 1.Dünya Savaşları, bu savaşlarla gelen yıkım,
Yakup Kadri'de bir değişime yol açacak, sanatın şahsi ve muhterem olduğu
düşüncesinden yavaş yavaş uzaklaşacaktır. Mondros
Antlaşmasından sonra onu İkdam yazarı olarak görürüz (1919).
Güncel olayları izleyen, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen bir gazetecidir
artık. Hikayeleri de Milli Mücadele ile ilgilidir. Daha
sonra o günlerin ürünü olan makalelerini Ergenekon'da toplayacaktır.

1921'de Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Görevli


olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaştı. Önce
Mardin (1923-31), sonra Manisa milletvekili oldu (1931-34).
Evliliği de bu dönemdedir. Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf
Belge'nin kızkardeşi Leman Hanımla evlenmiş (11 Ekim 1923); yine bu dönemde
Kiralık Konak, Nur Baba adlı romanlarını yayımlamış. Cumhuriyet ve
Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde makaleler
yazmış (1923-25), tedavi için ikinci kez gittiği (1926) İsviçre'den
Alp Dağlarından başlığıyla izlenimlerini kaleme almıştır. 1932 yılı ise
Yakup Kadri için ayrı bir önem taşır. Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge,
İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir'le birlikte Kadro dergisini
çıkarırlar. Büyük yankı uyandıran ve tartışmalara yol açan romanı Yaban da
aynı yıl yayımlanır.

Başlangıçta ilgiyle karşılanan Kadro'da savunulan düşünceler


zararlı bulunarak derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri Tiran
elçiliğine atanınca (1934) dergi de kapanır. Bunu Prag (1935), La Haye
(1939), Bern (1942) elçilikleri izler. Tahran elçiliğinden sonra
(1949-51) emekli oluncaya kadar kalacağı Bern elçiliğine yeniden
getirilecektir. Zoraki Diplomat adlı anıları bu yılların ürünüdür.

1955'te emekli olunca yurda dönerek çeşitli dergi ve gazetelerde


yazılarını sürdürdü. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine
seçildi. 1961'de Manisa milletvekili oldu. 1957'de de Ulus
gazetesinin başyazarlığını yüklenmişti. 1962'de Atatürk ilkelerine ters
düşüldüğünü ileri sürerek CHP'den istifa etti. 1965'ten sonra ise politikadan
çekildi. Son görevi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığıydı. 13 Aralık
1974'te Ankara'da öldü. İstanbul'da, Beşiktaş'ta Yahya Efendi mezarlığında
annesinin yanında yatmaktadır.

:::::::::::::

ESERLERİ

Hikaye: Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), Milli Savaş Hikayeleri (1947).

Roman: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi


(1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir
Sürgün (1937), Panorama (2 cilt, 1953-54), Hep O Şarkı (1956).

Mensur Şiirler: Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940).

Anı: Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda


(1958), Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969).

Monografi: Ahmet Haşim (1934), Atatürk (1946).

Çeşitli Makaleleri: İzmir'den Bursa'ya (H. Edip, F. Rıfkı, M. Asım


ile, 1922), Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Seçme Yazılar (F. Rıfkı,
R. Eşref ile, 1928), Ergenekon (2 cilt, 1929), Alp Dağlarından ve
Miss Chalfrin'in Albümünden (1942).

Tiyatro Eserleri: Nirvana (1909), Veda (1909), Sağanak (1929),


Mağara (1934).

:::::::::::::

YABAN ÜZERİNE

Yaban gerek Yakup Kadri'nin romanları içinde, gerekse Türk


Edebiyatı tarihi açısından ayrı bir önem taşır. Yayımlandığı yıldan
bu yana da en çok tartışılan, yazarını ölmezleştiren romanların başında
gelir. Bu, hem Türkiye tarihinin belli bir dönemine tanıklık
etmesinden, hem de bir tez romanı olmasındandır. Nitekim, ne zaman halk-aydın
kopukluğundan söz edilse akla hemen Yaban gelecektir.

1932'de yayımlandığında, Nabizade Nazım'ın Karabibik'i (1890)


ile Ebubekir Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa'sından (1910) sonra
köylü ve köylüyü konu alan, dönemin gerçekçilik anlayışına uygun
üçüncü romandır. Ama ilk ikisinden farklı olarak konuyu tarihsel
ve toplumsal bir sorun biçiminde gündeme getirir. Başından beri
Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen, saygınlığını koruyan, romancılığını
kanıtlamış bir yazarın ürünü olduğu için övgüyle karşılanır. Getirdiği
eleştirideki doğruluk vurgulanır. Ama çok geçmeden Türk köylüsünü yanlış
tanıttığı, gerçekleri çarpıttığı öne sürülecektir. Bu yargı aradan on yıl
geçtikten sonra geçersizleşir. Yaban 1942'de açılan CHP Roman Mükafatı'nda,
yayımlandıktan on yıl sonra Sinekli Bakkal'ın ardından ikinci gelir.

Yaban'ın, Yakup Kadri'nin romancılığında köye, köylüye yönelik tek


eseri olduğu söylenir. Konusu açısından düşünüldüğünde
belki doğrudur bu yargı. Ama Yaban'ı sanatçının romanlarının oluşturduğu
bütünden ayrı düşünmek zordur. Niyazi Akı, romanları üzerinde dururken,
-Başta, eserini bir cemiyetin panoraması saydıracak genişlik gelir- der ki,
bu düşüncesi doğrudur. Yine Akı'nın söyleyişiyle, -Romanlarından ikisine
verdigi Panorama adı, Panoramalardan önce yazılanları da içine alacak kadar
şümullüdür. Bir Sürgün, Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve
Gomore, Yaban ve Ankara, cemiyetimizin son yetmiş küsur yıllık hayatına dair
yazılmış geniş bir Panorama'nın parçaları sayılabilir.

Yaban'da zaman olarak 1.Dünya Savaşı'nın bitiminden Sakarya zaferinin


kazanılışına kadar olan süre alınır. Savaşta bir kolunu
kaybetmiş İhtiyat Zabiti Ahmet Celal'in kişiliğinde tanırız yenilgiyi.
Mekansa, adı verilmemekle birlikte, -Haymana ovasının ortasında, Porsuk Çayı
dolaylarında bir köydür. Anlatım biçimi olarak da
anı türü seçilmiştir.

Bu saptama, Yaban'a açıklayıcı ipuçlarını getirir. Milli Mücadeleyi konu


alan romanda, köyün ve köylünün durumu, Kurtuluş
Savaşı'ndaki tavrı Ahmet Celal'in gözüyle verilir. Yine onun köylülerle
ilişkisi halk aydın kopukluğu biçiminde belirir.

Köylülere göre bir yabandır Ahmet Celal. Konuşması, tavırları, giyimi,


düşünceleri, duyarlığıyla onların dünyalarının dışındadır. Kafasındaki,
benliğindeki acılardan kurtulmak için eski neferi
Mehmet Ali'nin küyüne gelmiş, köylülerin arasına karışarak, kendini doğaya
bırakarak yenilenmeyi ummuştur. Ama çok geçmeden yabanlığının bir yazgı
olduğunu farkeder: Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip
içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların
hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi
hissedebilirim? Soru budur işte: Dış cephem değişmiş neye yarar? Sorun da
şu: Ben asıl bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve
unsurlarla yuğrula yuğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini
almışım. Böylece toplumsal bir boyuta yerleştirir konuyu Yakup
Kadri. Tarihsel oluşumu açısından Türkiye'nin aydın sınıfı'dır
yargıladığı. Ahmet Celal, salt bir roman kahramanı değil, bir prototiptir.
Sonunda dayanamaz, roman tekniğine göre yapılmaması icabeden tiradlardan
birine başlar.

Yakup Kadri, Yaban'la gerçekdışı, bir düş ülkesi görünümündeki köy


edebiyatını yıkmıştır. Çirkin, kısır bir doğa, pis bir çevre; illetli, sakat
insanlar, cehalet, kör inançlar, içgüdülerin yön verdiği
bir yaşama biçimi... çizilen tablonun renkleri bunlardır. Savaş sanki bu
insanların dışında olup bitmektedir. Askere çağrılma korkusu dışında
ilgilenmezler savaşla. Milli Mücadele'ye karşı köylülerin tavrıyla Ahmet
Celal'in tavrı birbirinin tam karşıtıdır. Bozgundan sonra geri çekilen
düşman askerlerinin yaptıkları zulüm bile tepkiye yol açmaz. Tevekkülle
kabullenilir. Bir kolunu onlar için veren Ahmet Celal ise deliye dönecektir.
Ama onu acıya salan bu durum kendi eseridir. Anadolu halkını, hayvani
duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bırakmıştır.
Ne ektin ki, ne biçeceksin? diye sorar Ahmet Celal Türk aydınına.

Romanın bir başka bölümünde, Ahmet Celal'in eski neferi Mehmet Ali'den söz
edilirken sorun daha kapsamlı bir biçimde konulacaktır. Burada Yakup Kadri'nin
kişilerini ele alışının doğruluğu üzerinde de durmak gerekir. İnsanın
çevreyle ilişkisinin önemini kavramış bir romancıdır karşımızdaki. Ahmet
Celal, köye geldikleri günden beri başka bir Mehmet Ali'nin varlığıyla
tanışır. Eski neferi değildir bu. Asker olmazdan önceki haline dönmüştür
Mehmet Ali.

Ona göre geriye doğru bir gelişmedir söz konusu olan. Bu gözlem
Ahmet Celal'i şu doğruyu saptamaya götürecektir: Talim, terbiye,
iyi misal, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe,
insanın gelişmesine imkan yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye'deki yenilik
ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar
çıkabiliriz. Bu düşünce yukardaki alıntılarla birleştirilirse, Yaban'da
işlenen tezin yüzeysel bir halk-aydın çatışması olmadığı, romancının bu
çatışmaya, bu kopukluğa yol açan temeldeki soruna dikkati çektiği görülür.

Yalnız biçimsel gibi görünen, ama aslında Yakup Kadri'nin düşüncelerindeki


gelişimi gösteren bir ayrıntıdan da söz etmem gerek.
İlk baskılarda, yukarda altını çizdiğim değiştirmek kelimesi,
değişmeyince biçimindedir. Cümle tıpkısı tıpkına şöyle: Ve muhit
değişmeyince, ferdin değişmesine imkan yoktur. Burada çevrenin,
çok açık olmasa da, kişinin iradesi dışında değişmesi söz konusudur. Oysa
ikinci cümlede, sonradan yapılan bir degişiklikle, değişme olgusu kişinin
iradesine bağlanmıştır.

Yaban'ın, döneminin gerçekçilik anlayışına uygun bir roman olduğunu


söylemiştik. Bu gerçekçiliğin, Zola ve Balzac etkisi taşıdığı,
giderek Yakup Kadri'nin, Toprak ve Köylüler romanlarından esinlendiği de
öne sürülmüştür. Gerçekten de Yaban'la söz konusu romanlar arasında kimi
benzerlikler bulmak mümkündür. Yaban'ın özellikle köylü kişilerinin
sergilenişinde natüralizmin izleri de görülür. Ama bu, birçok roman için de
öne sürülebilecek teknik bir ayrıntıdır. Roman yazarının eğitimine, düşünce
birikimine bağlıdır, giderek kültürel bir ortamın sonucudur. Böyle olduğu
için de doğaldır. Önemli olan romanda kullanılan malzeme ve malzemeyle
verilen biçimdir. Konuya bu açıdan bakılırsa, Yaban'ın yerli ve ulusal
nitelikler taşıdığı görülür. Psikolojiye girildiği zaman bile evrensel
boyutlara ulaşıldığı söylenemez. Yaban'ın eskimeyişinin, okunurluluğunun
sırrı da buradadır. Köyü ve köylüyü anlatan ilk gerçekçi
Türk romanlarından biri olarak değil, ilk yerli romanlardan biri
olarak önem taşır.

Bunda gözlemin ve gözlenen gerçek üzerinde kafa yoruşun payı


büyüktür. Biliyoruz ki, Yaban, yazarının 1921'de çıktığı bir gezinin
ürünüdür. Ayrıca romanın sonuna eklediğimiz yazılarda da görüleceği gibi
(özellikle Niyazi Akı) düşünsel bir hazırlığın sonucudur.
Bu kadar da değil. Yakup Kadri kişilerini verirken kaba bir
tasvire girmez. Ayrıntılar titizlikle seçilmiş, anlatılan kişiyi yansıtacak
en tipik çizgiler kalınlaştırılmıştır. Kişilerinin dış görünümüyle ilgili
ayrıntılardan çok, kişiliklerinin, benliklerinin dışa vurumu olan
davranışlar belirginleştirilmiştir.

Romanın, Ahmet Celal'in anıları biçiminde yazılmış olması, özbiçim uyumunda


başarıyı sağlar. Konuşan Yakup Kadri'dir, biliriz.
Ama Ahmet Celal adının ardına gizlenmesi anlatım biçiminden dolayı batmaz.
Tersine işini kolaylaştırır bile. Bir yaban'ın gözlemleri, izlenimleri,
düşünceleri, duyularıdır bunlar. Elbette bölük pörçük olacaklardır. Ama bu
parçalarla yavaş yavaş bir bütün oluşturulduğu görülür. Yalnız Ahmet Celal'in
köylülerce yaban sayılışının nedenlerini değil, onun kendisinin yabanlığının
bilincine varış sürecini ve köyün, köylünün durumunu da buluruz bu bütünde.

Yaban meziyetleri kusurlarından çok olan bir romandır. Üstelik bu kusurlar,


yazarında olduğu kadar yazıldığı dönemde de aranmalıdır.
Bu kısa önsöz, Yaban üzerine bir inceleme ya da eleştiri olmaktan çok bir
sunu niteliğini taşıyor. Yazarı artık yaşamayan, Türk edebiyatının
klasikleşmiş bir eserini okurken nesnel ipuçlarını vermeyi amaçlayan bir
sunu. Dolayısıyla, metni basıma hazırlarken ve
bu yeni basımda bulunan eklerle ilgili kısa bir açıklama da yapmak
gerekecek. Üstelik Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Bütün Eserleri
dizisinin ilki olduğuna göre, bir bakıma zorunlu bu.

Elinizdeki kitap Yaban'ın on birinci basımı oluyor. Yakup


Kadri sağlığında romanın dilini sadeleştirmiş. Yaptığım karşılaştırmaya göre
bu sadeleştirmede eski kelimelerin yerine doğrudan yeni
karşılıkları konulmuş. Ya da daha anlaşılırları. Somut birkaç örnek
sıralayalım: halihamur-haşir neşir, emare-belirti, hırzıcan-dört
gözle, levs-pislik, istihale-değişme, hassa-duygu, inhina-kıvrım, v.b.

Ama yazarın metni sadeleştirirken üslup kaygısından sıyrılamadığı da


görülüyor. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Motamot bir değiştirme değil Yakup
Kadri'nin yaptığı. Söz gelimi, bugün de anlaşılabilecek hakikat kelimesini
gerçek olarak değiştiriyor da, intikal etmek, tecerrüt gibi birçok kelimeye
dokunmayabiliyor. Bunu, cümle yapısını bozmamak düşüncesine bağlayabildiğimiz
gibi, eski kelimenin taşıdığı anlamın nüansını verememek kaygısına da bağlayabiliriz.
Ayrıca, yine diyelim hakikat kelimesinin bir yerde değiştirilmişken, başka
bir yerde olduğu gibi bırakıldığını da görüyoruz. İşte bunu açıklamak güç.

Sadeleştirmeden öte, üzerinde durulması gereken olumlu bir


tavrı daha var Yakup Kadri'nin. Bilindiği gibi birçok romanlarında
Batı kaynaklı dediğimiz kelimeleri bolca kullanır yazar. Yaban'ın
ilk basımlarında da rastlıyoruz bu kelimelere. Ama daha sonra Yakup Kadri'nin
bu kelimelerin yerine Türkçesini kullandığını görüyoruz. Hepsini değilse
bile, eğer özel bir anlam taşımıyorsa, büyük bir bölümünü değiştiriyor yazar.
Yine birkaç örnek verelim: klovn-soytarı, bas relief-kabartma, peplos
- entari, kask-kasket, trofe-çelenk gibi.

Öte yandan, çok az olmakla birlikte, kimi cümleleri degiştirdiğini de


görüyoruz. Bunu ya cümledeki eski kelimelerin zorlaması
sonucu yapıyor, ya söyleyişte yalınlığı sağlamak için ya da daha önce bir
örneğini verdiğim gibi farklı bir düşünüşün etkisiyle. İşte örnekler:

Bu ayrılığa mahşer günü bile kar etmedi. (5. bas., s. 90).


Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı.

Böyle bir hadise, bütün tarihi mukadderata ve bu mukadderatın konularına


zıt bir şey olur. (5. bas., s. 136).

Böyle bir olay, tarihi olaylar mantığına zıt bir şey olur.

Varsın, işini uydursunlar, kapısı kapalı evlerinde, yığdıkları


zahireleri yiyip doysunlar. Varsın, işini uydurmayan bu perişan, çıplak ve
biçare kalabalık açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. (5. bas., s. 159).

Varsın işini uydursunlar. Varsın, bu perişan, çıplak ve biçare


kalabalık da açlıktan kıvrana kıvrana ölsün.

Sonra bu basit bandajın üstüne iç gömleğini indirdi ve demin


çıkarıp attığım ceketimle sırtımı örttü. (5: bas., s. 165).

Sonra çıkardığım ceketimle sırtımı örttü.

Romanın sonuna eklediğim yazılara gelince... Yaban üzerine


yazılmış yazılardan seçmeyi yaparken, yayımlandığı günden bu yana romanın
uyandırdığı yankıları, nasıl değerlendirildiğini göstermeyi amaçladım.
Birinci (1932) ve ikinci basımlardan (1942) sonra yazılanlar, döneminde
nasıl karşılandığını göstermeleri açısından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu
nedenle o yazılardan daha uzun alıntılar yaptım. 1960 sonrası değerlendirmelerde
ise Yaban'a öncekilerin tersine, edebiyatın ölçüleriyle yanaşılıyordu.
Üstelik birkaçı dışında salt Yaban'ı konu alan yazı ya da incelemeler
değillerdi bunlar. Daha kısa alıntılarla değerlendirmenin genel bir görünümü
verilebiliyordu.

Son söz olarak, Yaban'ın bu yeni basımıyla işimin bitmediğini,


gelecek basımlarda eksikleri tamamlayarak daha iyiye gideceğimize inandığımı
belirtmeliyim. (5 Ocak 1977)

:::::::::::::

ON İKİNCİ BASKI İÇİN

Yaban'ın on birinci baskısı, umulanın üstünde bir ilgi görerek


kısa sürede tükendi. Bu ilgide, basında övgüyle karşılanmasının etkisi
büyüktü. Çıkan yazıları on ikinci baskıya ekleyerek kendimize
övünme payı çıkaracak değiliz. Ama bizi destekleyenlere teşekkür
borçlu olduğumuzu da belirtelim.

Yalnız Oktay Akbal'ın, bu girişiminin somut hedeflerini belirleyen ve


bütün yazarlarca paylaşılan şu yargılarını anmamak olanaksız: Edebiyatımızın
ünlü yapıtlarını tanıtıcı önsözlerle, geniş açıklamalarla, notlarla, daha
önce yazılmış yazılarla birlikte yayınlamalı... Böyle incelemeli baskıları
artık yapmak gerek. Değerli araştırmacılar, inceleyiciler böyle olanaklara kavuşturulursa
yetişebilirler. Yayınevleri edebiyatımızın klasikleşmiş yapıtlarını diziler
halinde basmalı, yetişen kuşaklara sunmalıdırlar. Bu hem bir görev,
hem de kazançlı bir iştir. Benim gibi, bu romanı daha 1938'lerde
okumuş bir kişi bile böyle eleştirili baskılardan yararlanırsa, bugünün
gençleri daha fazla yararlanacaklardır. Edebiyatımızda, edebiyat tarihimizde
her şeyi yerli yerine koymak, gerçek yargılara varmak için bu tür yapıtlara
gereksinme var. (Cumhuriyet, 12.3.1977).
Altını çizdiğim satırlar bir gerçeği vurguluyor: Türk edebiyatının bir
bütün olduğu, yeterince değerlendirilmediği gerçeğini...
Kendi payıma, Türk edebiyatı tarihine birbirinin tam tersi önyargılarla
eğilindiği kanımı koruyor, doğrulara ulaşmanın ana koşulunun önce bu
önyargılardan kurtulmak olduğuna inanıyorum. Sonuç
o önyargıları doğrulasa bile... Yaban'la ilgili değerlendirmeler
okunduğunda zaman içinde yargıların ne ölçüde değiştiği açık seçik görülüyor,
yeniden gözden geçirilmelerinin gerekliliği de.

Şunu da hemen açıklamalıyım: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Bütün Eserleri


dizisine neden Yaban'la başladığımız, niçin yapıtlarının ilk yayımlanış
sırasını izlemediğimiz soruldu hep. Oysa yapıtlar arasında bir seçme
yapmamız, birini ötekine yeğlememiz söz konusu değildi. Tükenmiş, mevcudu
bulunmayan yapıtlardan başlamak zorundaydık. Ticari değil, hukuki bir zorunluluktu bu.
Yaban'ı Nur Baba izledi. Bu yayın mevsiminde sunacağımız yapıtların sırası
da şöyle: Hüküm Gecesi, Bir Sürgün, Hep O Şarkı ve Zoraki Diplomat.

Yaban'ın elinizdeki on ikinci baskısı başta sayın Leman Karaosmanoğlu'nun


uyarıları olmak üzere dostların katkılarıyla daha eksiksiz sunuluyor.
Türk Edebiyatında Yaban bölümüne, 1977'de yayımlanan yazılardan ikisinin
genel yargılar içeren bölümleriyle bir açık oturumun özetini ekledim.
Bibliyografya da yeniden gözden geçirildi ve eklerle genişletildi. Daha on
birinci baskıda, eski baskılarla karşılaştırarak, dizgi yanlışı olduğu
belli, üstelik epeyce çok atlamaları saptayıp doğru bir metin sunmaya
çalıştık. Bu kez romanın yeniden okunması yetti. Yaban'ın yanlışsız ve
eksiksiz bir metnini verdiğimi söyleyebilirim bu nedenle.

Yine de amacımız, daha iyiye, daha güzele ulaşmak... Her baskıda bir şey
ekleneceğine, en doğruya adım adım yaklaşılacağına
inanıyoruz. Uyarılara, katkılara açık olduğumuzu bir kez daha yineleyelim.
(9 Temmuz 1977)

:::::::::::::

ON SEKİZİNCİ BASKI İÇİN

On ikinci baskıdan bu yana yedi yıl geçti. Bu süre içinde Yaban


on sekizinci baskıya ulaştı. Gördüğü ilgi eksilmedi, arttı. Bu ilgide,
romanın ders kitaplarında anılma, öğrencilere salık verilme yoluyla
okullara girmesinin payı büyük kuşkusuz. Ama Yaban'ın salık verilen tek
kitap olmayışı bir yana, hala tartışılan bir roman olduğu düşünülürse
Yaban'a gösterilen ilginin süreceğini söylemek kehanet
sayılmaz.

Bu olgu, Yaban'ın eskimeyişinin nedeninin yerlilik olduğunu


gösteren temel ölçütlerden biri aslında. Yerliliğin göstergesi de Ahmet
Celal. Tanzimat aydınının sosyo-psikolojik özelliklerinin uzantılarını
kişiliğinde taşıyan Ahmet Celal... Kendini kurtarıcı olarak
gören, halkı eğitmeyi (ya da adam etmeyi) görev edinmiş, kafasında
yarattığı gerçekle yaşanan gerçeğin çatışması sonucu yabanlaşan
tipik aydın... Bu nedenle ne zaman halk-aydın kopukluğu tartışılsa
Yaban'ın gündeme gelmesi bir rastlantı değil. Üstelik bildiğim
kadarıyla bu, salt bize özgü bir sorunsal. Batılılaşma serüvenine
bağlı olarak elbette.

Yaban'ın bu on sekizinci basımına, Berna Moran'ın Türk Romanına Eleştirel


Bir Bakış adlı yapıtının Yaban'ı konu edinen bölümünden bir parça ekledim.
Ayrıca, Genel Bibliyografya bölümü de yeni eklerle genişletildi. Bu konuda
yardımını gördüğüm genç bibliyograf Hatice Aynur'a teşekkür borçluyum.

Atilla Özkırımlı, 15 Temmuz 1984

:::::::::::::

YABAN'IN İKİNCİ BASILIŞI VESİLESİYLE

Mevcudu çoktan tükenmiş olan Yaban'ı, bu sefer, yeniden bastırmağa karar


verişimin başlıca sebebi, günden güne artan umumi bir isteği yerine getirmek
zorunda kalışımdır. Böyle bir istekle karşılaşmamış olsaydı Yaban, halkın
huzuruna tekrar çıkmak lüzumunu duymayacaktı. Zira, bu eser, yayım meydanına
ilk adımlarını attığı günlerde ne kadar çok şımartıldı ise, son yıllarda; o
kadar insafsızca hücumlara uğramış, o kadar çok hırpalanmıştır. Eski
Babıali mahallesinin köşe başlarını tutan bazı sokak demagogları onun
aleyhine birtakım suikastlar tertip etmiştir ve onu, her gün üstünde
dolaştıkları kaldırımların çamuruna bulamak istemişlerdir.

Bu çirkin ve iğrenç macera, yegane kuvveti, yegane meziyeti samimiyetten


ibaret olan bir eserde kafi bir tiksinti ve çekingenlik
uyandırabilirdi. Fakat, Yaban, en geniş, en büyük rağbete, asıl, bu
tecavüzlerden sonra erdiği için hakimlerin en adaletlisi halkın,
kimden yana olduğunu derin bir minnettarlıkla hissetti ve işte bu
minnet borcunu ödemek niyetiyledir ki, bugün tekrar, onun karşısına çıkıyor.

Eski Latin şairi Horatius, kendi eserlerinden birine şöyle hitap


eder: Haydi, git; halkın içine karış; artık, sen, benim malım değilsin!..
Her yazar, her sanatçı, kendi eserine aynı şeyi söyleyebilir.

Fakat, en ziyade, bir milli heyecanın mahsulü olan eserlerdir ki,


meydana geldikleri andan itibaren, artık, üstlerinde taşıdıkları
isimle bütün manevi ilişkilerini keserler ve kendi talihlerini
kendileri tayin ederler.

Buna karşılık, bir yazarın, kendi eserinden ayrılıp ona yabancı


kaldığı da çok vakidir. Ben Yaban'da neler yazmış olduğumu o kadar
unutmuşumdur ki, ona edilen hücumlar esnasında, ben de bazı
kimseler gibi onun masumluğundan şüpheye düşer gibi olmuş ve
ancak, onu, yeni baştan, tekrar okuyunca kendi savunmamı en açık
satırlar halinde, bizzat kendinde bulmuştum.

Mesela, Yaban'a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı


bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel
ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. Yaban'ı ikinci defa
gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki, bu, bütün manasiyle bir iftiradır.
Zira, romanın kahramanı olan entelektüele, elinizde tuttuğunuz şu cildin bu
baskıda hangi sayfaya rastlayacağını bilmediğim bir yerinde, bundan yirmi
beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki:

Bunun sebebi, Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu


yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir
posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan
tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası


vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir
toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun
ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani
ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne
biçeceksin?..

Gene Yaban'ın birinci sayfasında köylülerin cahilliğinden bahsederken Türk


entelektüeli birdenbire kendini toplar ve der ki:

Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu


satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen
ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde,
herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun
bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların
etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her
yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır:

Bir objektif roman tekniğine göre, yapılmaması gereken bu çeşit tiradlarla


Yaban'ın hemen her tarafı tıklım tıklım doludur. O
kadar ki, sanat bakımından, bir tenkitçinin, asıl hikayeyi bölük
pörçük eden bu feryadımsı hutbelere itiraz etmesi gerekirdi. Fakat,
Yaban bir objektif roman değildir. Yaban, bir ruh sıtmasının, birdenbire
acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun,
bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır. Ve ben, Orta
Anadolu viraneleri içinde dolaşırken yüreğime düşen odun yanığını,
bundan yirmi yıl evvel yazıp neşrettiğim bir nesirde ilk defa o viraneler
halkına şu hitabeyle ifadeye çalıştım:

BARBARLARIN YAKTIĞI KÖYLER AHALİSİNE

Bilmem beni hatırlıyor musunuz? Ben sizi asla unutmadım.


Zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar,
çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak
yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman
hayatımın en derin, en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum.
Utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur;
geçtiği yerde ateşten izler bırakır.

Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum.


Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete layıktı? Bilmiyorum;
bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim
gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır.
Bunun için değil midir ki, size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı
kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve
tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum.
Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum.
Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür'et ve cesaret namına
hiçbir şey bırakmıyor.

Hatırlıyor musunuz, bilmem! Sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi;


hava kah kapanıyor, kah açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata
karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir
büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu.

Arabamızın içine ne kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplarımıza,


örtülerimize ne kadar bürünsek, zannediyorduk ki, yolumuzun sonunda bizi
bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. İşte tam bu sırada siz o viraneler
içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze
çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordunuz?
Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir
ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?

Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi yar mıydı? Siz benim için yerin
dibinden çıkmış müstehaseler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş
mahluklar değil miydik? Sizin, altında barınacak bir tek damınız, başınızı
koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük
arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde
idik.

Biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini
toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe
giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten
daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze
meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız
bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği (daha mükemmel bolluğu)
hatırlayacaktık. Bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat
yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik...

Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler


kurmuş sanılır. Bastığımz yere sanki kadifeler döşenmiş
gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir kevserdir;
kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes,
her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve
her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır. Geceleri, sizi
bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız
zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve
tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür:
İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan
getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa
göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye
artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz
ekmekten yiyemeyiz.

Lakin, o sıralarda ki, arabamızın etrafını sarıyordunuz. Her


biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı
anlatıyordunuz. Örtündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı
uzatıyordunuz. Biriniz: İşte gavurun el uzattığı kız budur; ateşe kaktılardı,
ayakları kötürümdür, diye ah ediyordu.

Bir diğeriniz de: Eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal,
davar, tohum, oğul, koca... hepsini... diye hıçkırıyordu
ve bir kadın: Dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım;
ne yapacağım, ne diyeceğim? Aman Allahım, aman Allahım! diye
döğünüyordu. O vakit yemin ederim ki, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe
paçavralar içinde, yalınayak gelmediğime nedamet ediyordum. Gözyaşlarınız
arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil, fakat
felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar
kaba, ne kadar adi olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak,
sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum; o dakika
zannediyorum ki, hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin
gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır.

O dakikada, Nasıralı Nebinin ruhundaki bütün esrar bana perde perde


beliriyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden
düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine
sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların
sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. O demişti
ki: Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. Asıl mutlu çıplaklardır, zira
giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar.

Evet, buna inanınız! Biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet


dağıtanlar arasındayız, ruhumuz bin türlü gamla doludur! Hiç
bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, Eyyub'un etini kemiren
kurtlar gibi kemiriyor. Bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında
şüphe, gurur, nahvet ve ihtiras denilen türlü türlü illetlerle şerha
şerha kanıyan bir derimiz var. Düşmanın hıncı, vahşeti sizin üstünüzden bir
kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o
düşmanı daima içimizde taşıyoruz. Durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz;
durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete
maruzuz; her dakika doğrulup her dakika yıkılıyoruz.

Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının
mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri, köpeklerle beraber
uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız,
Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin!

İşte, Yaban, bu yazının yayımlanmasından on, on bir yıl sonra, aynı


yürek acısını daha geniş bir ölçüde ifade etmek için meydana geldi. Porsuk
Çayı kıyılarında geçirdiğim üç dört aylık kabusu, şuurum altı, on yıl
durmaksızın yaşamakta devam etmişti.

Anlıyorsunuz ki, bu eser, benliğimin çok derinliklerinden, adeta


kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir, diyorum.
Zira, bu, ne bütün manasiyle bir roman, ne bütün manasiyle
bir sanat ve edebiyat işidir. Hele, politika denilen gündelik
davalarla hiçbir ilgisi yoktur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

:::::::::::::

YABAN

Sakarya savaşından sonra düşman orduları Haymana,


Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini, bize; yer yer ateş yığınlarıyla
örtülü ıssız ve engin bir virane halinde bıraktı. O afetlerden arta kalmış
halkın, bu taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktur. Bunlar,
yarı çıplak bir halde dolaşıyor; alevin kararttığı harman yerlerinde
toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında
ezerek öğütmeye çalışıyor; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden
kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının
ayak sesini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.

İşte, Garp Cephesi Kumandanlığının gönderdigi -Tetkiki Mezalim Heyeti- o


viranelerde, taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken, bu
kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir
defter halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu.
Kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber,
onun iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar
burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.
-Tetkiki Mezalim Heyeti- azasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:

-Nasıl olur! dedi, nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir
kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?

Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.


Yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir
adam, döndü:

-Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.

:::::::::::::

Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu'nun bu ücra köşesinden
daha uygun neresi bulunabilir? Ben, burada diri diri, bir mezara gömülmüş
gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli
ve çetin olmamıştır.

Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu;
aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp
gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve
başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi
yavaş yavaş kurumağa mahkum olmak. Böyle mi olacaktı?
Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması
lazımdı.

Mehmet Ali, bana: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız
başına sersebil olursun dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu
bilmiyor değildim.

Mehmet Ali: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, dediği vakit, bu köyü,
kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm.

Hatta Mehmet Ali'nin evini, hatta bu odayı, hatta, bu delikten seyrettiğim


manzarayı... Zaten, Cihan Savaşında kolumu kaybetmezden önce bütün şiir
kabiliyetimi, bütün sade dilliliğimi kaybetmiş bulunuyordum. Korkunç, iğrenç
ve yalçın gerçek parmaklarının ucundaki kan ve alnının ortasındaki
çamurla! çoktan bana görünmüştü. Biliyordum ki, toprak
katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan
başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayanların en kötüsü, en
bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en
az sevimli olanıdır.

Bunu, eşekler, mandalar, keçiler ve tavuklar arasında


yaşamağa başladığım günden beri daha iyi anlıyorum, daha
iyi görüyorum.

Bu yaratıkların sadelikleri, samimiyetleri, içgüdülerindeki doğruluk ve


isabet bütün kusurlarını unutturuyor. İnsan içgüdüsü ise bozuktur. Onun için,
doğruyu eğriden, çirkini güzelden, faydalıyı faydasızdan ayırmasını bilmez
ve akıl denilen bir cehennem aletinin hükmü altında gülünç, kaba,
sersem ve patavatsız kıvranır durur. Gene onun için, hareketleri aksaktır,
sesi ahenksizdir, neşesi yavan ve iğretidir.

Gördüm, gördüm. Medeni insanların hepsi benim önümde bir geçit alayı
yaptılar. Racine'lerin, Voltaire'lerin Fransızları; Bacon'ların, Shakespeare'lerin
İngilizleri; ve hünerli İtalyalılar ve yıldırım zaptetmişlerin çocukları hep,
kendilerine mahsus kılıkları, kıyafetleri, renkleri, konuşma ve
gülüşmeleriyle benim önümden geçtiler. Ne terbiye görmemiş,
ne galiz, ne iğrenç, ne çirkin bir goril sürüsü!..

Bunlar yırtıcı ve barbar bile değildiler. Gasbettikleri şeylerle


avurtları şiştiği vakit ve kendi aralarında oynaşırken
bana, tarife sığmaz bir gönül bulantısı, bir ruhtan tırmalanır
duygusu, bir derin kasvet gelirdi.

Kaç defa, elime bir sopa alıp, bunları önüme katarak


kendi ormanlarına doğru sürmek arzusunu duymuşumdur.
Fakat sağ kolum yoktu...

Onun için değil midir ki, ben aralarında dolaşırken kaba


kaba sırıtırlardı ve sağ tarafımda bir boş torba gibi sallanan
yenimle oynamaya kalkışırlardı. Sonra, bu yeni, sallanıp
durmasın diye, ucundan bükerek cebime soktum. O gün bugündür, hala öyle
dolaşırım.

Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında


değil... Oysa, burada, isterdim ki, farkında olsunlar. Zira,
sağ kolumu, ben, onlar için kaybettim. İstanbul'da zilletim
olan şey burada şerefimdir. Hatta, ilk günler Mehmet Ali ile
köyde dolaşırken şuna buna rastgeldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim.
Hele, yeni yetişen delikanlılarla genç kızlara
ne yapıp yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye çabalardım. Bu, benim
son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı.

Beş on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimsenin


takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile
uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira,
burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir.
Mehmet Ali'nin anası enikonu topallıyor. Salih Ağa'nın
oğullarından biri kamburdur. Bekir Çavuş'un kızı Zehra kördür. Ben görmedim,
fakat Mehmet Ali'nin söylediğine göre muhtarın karısını, adı bilinmeyen bir
illet sekiz yıldan beri öyle bir evirip kıvırmış, o kadar karmakarışık bir
hale sokmuş ki, bacaklarını kollarından, kollarını bacaklarından
ayırmanın imkanı yokmuş. Bütün vücudunda canlı yalnız bir
yeri kalmış. O da gözleri imiş. Muhtar her gün bağırırmış:

-Bari oldu olacak, şunları da kapayıversene.

Bunlardan başka, köyün iki meczubu, bir cücesi vardır.


Şimdi, düşünün, bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl
kendimi gösterebilirim?

Gerçi, köye geldiğim ilk günden beri, daima, herkesten


ayrı bir durumdaydım. Gözle görünmez bir çember, bir nevi
karantina kordonu beni aralarına karışmak istediğim bu küçük insan
kümesinden ayırıp duruyor. Ne yapsam bu çemberi yaramıyorum. Zaten, korkunç
engin bir ıssızlıkla çepeçevre çevrilmiş bir köyün içinde benim etrafımı
ayrıca başka bir ıssızlık sarmış bulunuyor.

Mehmet Ali olmasa hiç kimse benimle konuşmayacak,


benim yanıma yaklaşmaktan çekinecek; bana köyün sokaklarında dikili bir
korkuluk gibi bakacak. İlk günler çocuklar
benden ürküp kaçışmıyorlar mıydı? Köpekler arkamdan havlamıyorlar mıydı?
Oysa, ben ne acayip, ne korkunçtum. Bilakis... Ve buraya yabancılardan kaçıp
geldim; yabancının cevrinden kaçıp geldim. Ta ki, kendi kanımdan, kendi
canımdan bu küçük insan cemiyetinin içine karışayım, onunla haşır
neşir olayım, onda kimsesizliğimi unutayım diye... Yolda,
Mehmet Ali'ye durup durup şu sözleri tekrar ediyordum:

Anan, benim anam; kardeşlerin benim kardeşlerim olacak. Bunu iyi bil. Ve
Mehmet Ali hiç cevap vermeksizin yağız erkek çehresinin ortasındaki o çocuk
tebessümü ile gülümsüyordu.

O vakitten, bunun ne kadar imkansız olduğunu düşündüğü için midir ki, öyle
susup gülümsüyordu? Kimbilir, kimbilir... Türk köylüsünün ruhu, durgun ve
derin bir sudur.

Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı,
bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.
Onlara hitap ettiğim vakit hiçbir şey anlamaz gibi bön
bön yüzüme bakarlar. Sonra kendi aralarında bir şeyler mırıldanırlar.
Hissederim ki sözlerimi anlamışlar, fakat, tasvip
etmemişlerdir. Bazen bıyık altından bana güldüklerini de sezerim.

Buraya gelişimin ilk haftaları, etrafıma yalnız korku ve


kuşku veriyordum. Beni, hükümet tarafından gönderilmiş
herhangi bir memur, bir tahsildar, bir öşürcü, bir jandarma,
yoksa bir askerlik şubesi başkanı mı sandılar bilmem; fakat,
hepsinin yüzünde korku ve kuşku belirtilerini açıkça görmüştüm.

Sonradan benim ne o, ne de şu olmadığım, benim bir hiçten ibaret olduğum


anlaşılınca irkinti ile buruşan alınlar yerine hayretle açılan gözler ve
sinsi bir istihza ile bükülen dudaklar görmeğe başladım. Bana bakarken
herbirinin gözlerinde parlayıp sönen, sönüp parlayan bir acayip ışık damlası
beliriyordu. Şüphesiz, kökleri benim erişemeyeceğim derecede uzaklarda bir
nevi gizli ve şeytani zekanın bir sızıntısı olan bu ışık kadar beni rahatsız
eden bir şey hatırlamıyorum. O beni her yerde, her dakika izliyor, tek
kurtuluş deliğim olan odama kadar sokuluyor; yıkanırken, giyinirken, soyunurken
veya traş olurken bir an yakamı bırakmıyor.

En basit, en sade, en tabii hareketlerim onlara, bir sirk


ortasında, bir soytarının taklak atışları, sıçrayışları, yuvarlanışları
kadar tuhaf geliyor.

Mehmet Ali'ye soruyordum:

-Niçin her şeyim senin hemşerilerinin bu kadar tuhafına gidiyor?

Mehmet Ali önce inkar etmek istiyordu; sonra kendini


tutamıyor; baklaları, birer nasihat halinde, ağzından çıkarıyordu:

-Beyim her gün traş olmayıver.

-Beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek.

-Beyim, bizde saçlarını kadınlar tarar.

-Beyim, geceleri, sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup


duruyorsun? Seni büyü yapar sanırlar.
Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım?
Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip
kitaplarımla başbaşa kalmak saatini dört gözle beklerim.
Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım
anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit, bu çıplak ve
yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı
bir alemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş
mahlukları ile dolmağa başlar.

Kendileri çekildikten sonra kokuları havada kalan dilber


ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden daha yakın, daha dokunaklı
arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya
benzeyen berrak gözlü, Dante'nin Beatrice'i, Petrarka'nın
Leonora'sı, Romeo'lar, Julietta'lar ve daha birçok tatlı hayaller... Kimi
yatağının üstünde yanyana, kimi bir küçük çocuk
gibi benim kucağımda, kimi bir iskemlede tek başına, kimi
ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine dayanmış; kimi
odanın içinde bir aşağı beş yukarı dolaşarak benimle sabahı
ederler; ve sabaha kadar, havada kutsal bir orkestranın yankıları
dalgalanır ve yaradanlarla yaratıkların elele verip hep
birarada raksettikleri sezilir.

:::::::::::::

Buraya, bir akşamüstü, alacakaranlıkta geldikti. Mehmet Ali arabanın


içinden kolunu dışarıya uzatıp:

-Aha bizim köy...


diye bagırdığı vakit, bir süre, boş yere etrafı araştırdım, hiçbir şey
görmedimdi. Neden sonra, Mehmet Ali'nin işaret ettiği tarafta bir karaltı
seçer gibi olmuştum. Tek bir ışık yoktu.
Yalnız uzaktan uzağa köpekler havlıyordu. Bu sesler, ıssız
Anadolu ovalarının ortasında, tek yaşantı belirtisidir. Biraz
daha sonra saman ve tezek kokularını duyacaktım. İşte, duymağa başlamıştım.

Mehmet Ali, artık benimle konuşmuyor. Yarı belinden


öte, arabadan sarkmış, köye doğru uzanıyor. Sakın köye girdikten sonra beni
büsbütün unutmasın! Şimdiden, içimde ona karşı bir güceniklik peyda oluyor.
Onu, köyünden kıskanır gibi idim. Daha doğrusu, dört yıllık bir ayrılıktan
sonra köyüne kavuşan bu erin yanında kendimi fazla buluyordum.
Buraya ne yapmaya geldim? Kendi kendimi gurbet iline sürmekten maksadım nedir?

Gurbet ili mi? Henüz hiçbir düşman ayağının basmadığı


bu arı vatan toprakları bir gurbet ili mi? Ne kadar inkar edecek olsam gene
bu hissimi saklayamayacağım: Mehmet Ali'nin köyüne yaklaştıkça bir şeyden,
aziz bir şeyden ayrıldığımı sezinliyordum. Yüreğime bir ağırlık çöküyordu.

Arkamda ne bırakmıştım ki böyle hüzünleniyordum? Bir


yurt mu? Bir ana mı? Bir sevgili mi? Hayır, hiçbir şey, hiç
kimse.

Bütün kaybettiğim şeyleri burada bulmağa geliyorum.


Araba, bir taşa çarpmış gibi sarsılarak durdu. Mehmet
Ali bana hiçbir söz söylemeden, aşağıya atladı. Karanlık içinde kaybolup
gitti. Ben, bu dakikadan itibaren iradesi başkalarının iradesine tabi bir
adamdım. Arabanın içinde büzülmüş oturuyordum. Bavullarımın, çantalarımın
arasında, ben de bir bavul, bir çanta gibiydim. Arabacıya: Geldik mi? diye
sormağa cesaret edemiyordum. Lakin o bana sordu:

-Nereye gideceğiz?

-Bilmem. Arkadaşımı bekleyelim.

Nihayet, Mehmet Ali geldi. Yanında, bir metre yirmi santim boyunda bir
gölge ile. Mehmet Ali ve bu gölge arabanın içine doğru uzanıyorlar.
Sessizce, eşyaları birer birer indirmeğe koyuluyorlar. Ben de bunlarla
beraber, aynı sessizlik içinde yere iniyorum.

Mehmet Ali, beni buraya getirdiğine şimdiden pişman


mı? Acaba evde anasıyla kardeşleri onun bir konukla geldiğini haber alır
almaz kendisine çıkıştılar mı? Eşyamın arkasından acayip bir sıkılganlıkla
yürüyorum. Ayaklarım kah bir çukura giriyor, kah bir taşa çarpıyor. Kah
karpuz kavun kabuklarını andıran birtakım zıypak şeyler üzerinde kayıyor.
Ve köy, bataklıkta bir uyuz manda gibi kokuyor.

Mehmet Ali:

-Gir beyim...
diye seslendiği vakit, nihayet ameliyat masasının başına getirilen
bir hasta gibi teslimiyetle eğildim, bir delikten içeriye
girdim. Tabanı kaba bir hasırla örtülü bir oda; kenarda bir
ihtiyar kadın, elinde bir fenerl'e duruyor. Mehmet Ali:

-Beyim, hele şuraya bir otur, dedi ve bana, odanın köşesinde bir şilte
gösterdi. Kapıdan girdiğim zamanki teslimiyetle şiltenin üzerine çöktüm.
Kadın feneri yere koyup çekildi. Yarı aydınlık içinde, gölgesi tavana vuran
Mehmet Ali'nin yüzüne bakıyorum. Memnun mu? Canı sıkılmış gibi mi? Hayır,
ne o, ne bu... Mehmet Ali, sadece dalgındı.

Demin, kendisiyle beraber eşyaları taşıyan küçük adam,


on, on bir yaşlarında bir erkek çocuğu, şimdi odanın ortasında durmuş
dikkatli dikkatli bana bakıyor. Mehmet Ali, bavullarımı sıra sıra duvarın
dibine koydu ve sonra dışarıya çıktı. Çocuk, aynı noktadan gene bana bakıyor. Bu; çocuktan
ziyade bir cüceye benziyor. Bakışlarının bir büyük adam bakışlarından farklı
olmaması şöyle dursun, yüzü şimdiden yıpranmış, vücudu katılaşmış,
hareketleri ağırlaşmıştı.

Soruyorum:

-Sen Mehmet Ali'nin kardeşi misin?

Başıyla, Evet işareti yapıyor.

-Kaç yaşındasın sen bakayım?

-On dört.

-Adın ne?

-İsmail.

-Okula gidiyor musun?

Yarı öfke, yarı hayretle omuzlarını kaldırıyor:


-Ne okulu be. Ben okula gideyim de burada işe kim baksın? Hem bu köyde
okul yok. Dee, imamın evinde okurlar.

Gene gözlerini yüzüme dikip durdu. Fenerin yerden vuran aydınlığı, ona
acayip bir şekil veriyor. Bostan korkuluklarının en biçimsizine benziyor.
Onu yerinden kımıldatmak için devam ediyorum.

-Haydi bakalım, bana yardım et. Şu eşyaları açalım.

Mehmet Ali'nin bana verilen odasında yerleşmem epeyce


uzun sürdü. Bu, ovaya bakan iki küçük pencereli, kavak
ağaçlarıyla tutturulmuş tavanından kuru otlar sarkan, tabanı
toprak bir hücredir. Önce yatak takımını ve seyyar karyolamı saran iki
harar beziyle bu tavanı örtmek, sonra şehirden getirdiğim tahta ve
muşambalarla bu toprak zemini kaplamak, döşemek lazım geldi. Ceviz kitap
sandığımı bir masa haline soktum, kapağından da bir nevi raf yaptım.
Yatağım, İstanbul'da ne ise, gene odur. Zira, savaşlardan beri seyyar
karyolamı hiç bırakmadım. O, benim vücudumun bir parçası
oldu. Daha rahat bir yatakta asla uyuyamıyorum.

Köylülük hayatımın bir türlü katlanamadığım ve hala


halledemediğim en zor tarafı temizlik sorunudur... Burada
suyu bulmak için her gün ta çaya kadar gitmek gerekiyor.
Çayın suyu ise bir akar balçıktır.

Gerçi köyün içinde su yok değildir. Fakat, gerek kuyunun, gerek çeşmenin
başı, her gün sabahtan akşama kadar doludur. Apdest alan ihtiyarlar,
evlerine su taşıyan kadınlar, kızlar ve akla sığmayacak derecede pis
oyunlarla oynayan çocuklar hep oradadır. Bazı, çaya kadar gitmekten üşenen
kadınların da çamaşırlarını çeşmenin yalağında yıkadıkları olur.

Hasat mevsimlerinden sonra haftalarca her nevi hububat


aynı yalakta yıkanıp ayıklanır. Hatta çok kere, yenilecek
şeylerin; çocuk bezleri, kirli don ve gömleklerle bir arada çalkalandığı
da olur. Bu pisliği onlara anlatmak bir türlü mümkün değildir.

Bu gibi iddialarımı yalnız Mehmet Ali tasdik eder görünür. Lakin, pisliğin
köylülükten o kadar ayrılmaz bir vasıf olduğuna kanidir ki, bununla
uğraşmaya hiç istek göstermez.

Zaten, buraya geldiğimiz günden beri, Mehmet Ali, benim hükmümden büsbütün
sıyrılmış, tamamıyla asker olmazdan önceki haline dönmüştür.

Dünkü neferimin hüviyetinde müşahade ettiğim bu geriye doğru gelişme, ilk


zamanlar, beni çok hayrete düşürüyordu. Sonra, ben de, yavaş yavaş
köylüleşmeye başlayınca, bu olayı, çevrenin kişi üzerindeki etkisine
vermekte güçlük çekmedim.

Talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir.


Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkan yoktur. Bu küçük
mülaliazadan, Türkiye'deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden
başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.

Fakat ben, buraya yalnız düşman zulmünden masun kalmağa gelmedim. Kendi
kafamın cevrinden kurtulmak için de geldim.
Düşünmek; insanların, mağara devrindeki gibi henüz
birtakım toprak ve taş kovukları içinde yaşadığı ve hayvanlarla haşır neşir
olduğu bu yerde düşünmek, bana bir ayıp gibi geliyor.

Bazı, köylülerle konuşurken soyut bir fikrin ortasında dilim tutulup


kalıveriyorum.

Bir gün, bir öğle üstü idi. Kahvenin çardağı altında oturuyorduk. Bizim
Mehmet Ali, Bekir Çavuş, Salih Ağa ve Muhtar, hep orada idiler. Bahis, harp
üzerine ve onun akıbetlerine dairdi. Onlara İstanbul'un dört devletin
askeri işgali altında olduğunu, İzmir'in ta Bursa'ya kadar Yunanlılar
tarafından istila edildiğini, Adana'dan henüz Fransızların el
çekmediğini, Urfa'da, Antep'te kanlı olaylar cereyan etmekte
olduğunu haber veriyor ve her birinin yüzüne ayrı bir dikkatle bakıyordum.
Hiçbirinde ne hayret, ne dehşet, ne de alelade bir alaka izine tesadüf
etmedim. Ateşin içinden henüz çıkmış olan Mehmet Ali bile artık bunları
geçmiş zamana ait bir masal gibi dinliyordu.

Dedim ki: İşte Mehmet Ali bilir; İstanbul'da ne padişahın, ne devletin, ne


hükümetin beş paralık itibarı kaldı. Yüzbaşı rütbesinde yabancı subaylar,
sadrazamlara emir veriyor. Padişaha, filan adamı filan yere tayin et, filanı
filan yerden kaldır, diye akıl öğretiyor. Dinlemezse, kamçısını sallayarak
Mabeyin kapısına dayanıyor. Ahaliye ise, yapılmadık
cevir kalmadı. Memleketin büyüklerini, akıllı adamları alıp
Malta adasına sürdüler. Kimseye ağız açtırıp söz söyletmiyorlar. Herkesi,
olur olmaz sebeplerden haraca kesiyorlar.

Şundan, tavuğu baş aşağı tuttun diye beş lira, bundan, tramvayda yüksek
sesle konuştun, diye on lira alıyorlar.

Gene yüzlerine bakıyorum. Bu işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra


hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki:

-Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne


din, ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulamadı.

Hepsine el uzatıyorlar. Ve bunları izah eden vakalar anlatıyordum. Tam bu


sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor.

Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor. Salih
Ağa, ta uzakta, yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. Yalnız, Bekir Çavuş
biraz dikkat eder gibi göründü:

-Efendi, tekrar savaş olacak mı? dedi.

-Olmaktadır; dedim. İşitmediniz mi? Mustafa Kemal isminde bir büyük adam,
bir büyük kumandan, İstanbul'dan çıktı, Anadolu'ya geçti. Erzurum'da,
Sivas'ta, milleti başına topladı. -Hükümet, devlet görevini yapmıyor. Biz kendi
kendimizi koruyacağız. Düşmana karşı koyacağız dedi. Şimdi,
onun adamları taraf taraf Yunanlılarla, Fransızlarla döğüşüyor. Hepsi öyle
kahraman kişiler ki...

Ve destani kıssalarla onları heyecana getirmeğe çalıştım.


Çanakkale'de bulunmuş olan Mehmet Ali, Mustafa Kemal
adını hatırlıyor. Ona göz ucuyla baktım. Başını yonttuğu söğüt dalından
kaldırdı. Benden tarafa döndü:
-Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar, dedi.

Bu, benim köydeki en hüzünlü günüm oldu.

:::::::::::::

Salih Ağa, köyün zengin adamlarından biridir. Lakin, kılık kıyafet


itibarıyla bir dilenciden hiç farkı yoktur. Kışın en
soğuk günlerinde bile, onun çorap giydiğini hatırlamıyorum.
Ökçesi basık pabucunun içinde, kara ve çatlak topuklu ayakları, ellerinden
ziyade ortadadır. Denilebilir ki, rüşeymi ve yeraltı kişiliğinin bütün
ifadesi bu ayaklarda toplanmıştır.

Rahat mıdır? Sinirli midir? Bir arazi meselesinde, köylülerden birine, bir
oyun oynamak üzere midir? Bir işte kazanmış mıdır? Kaybı mı vardır? Sizin
hakkınızda ne düşünüyor?

Bunları anlamak için hemen ayaklarına bakınız.


Eğer bunlardan birinin başparmağı oğulmakta ise Salih
Ağanın canı bir şeye sıkılmış demektir. Eğer bunlardan biri
ayakkabıyı, parmaklarının ucunda hafif hafıf oynatmakta
ise, biliniz ki, keyfi yerindedir. Çıplak tabanlarını sizin yüzünüze
doğru uzatıyor ve hareketsiz duruyorsa, emin olunuz
ki, yeni gasbettiği bir lokmanın hazım devresini geçirmektedir. Fakat, sizin
hakkınızda bir fesat kurmakla meşgulse, bu ayaklar, iki büklüm, onun altında
saklıdır. Sinsi sinsi, bir ava doğru yaklaşan tilkinin adım atışlarını hiç
görmedinizse, Salih Ağanın yürüyüşüne bakınız.

Salih Ağa, bütün köy halkını öyle sihir ve nüfuzu altına


almıştır ki, dört yıldan beri, hep benim emrimle hareket etmeğe alışmış
olan Mehmet Ali bile, köye geldikten sonra, iktisadi durumumu tayin için
bana, bir kere gidip Salih Ağaya danışmamı tavsiye etti.

-Beyim, akıllı adamdır. Ne edeceğini sana o bildirir, dedi.

Lakin ben ona danışmaktansa hiçbir şey yapmamayı ve


hazır paradan yemeği tercih ediyorum.

İstanbul'da babamdan kalan evi sattığım vakit, bunun


parasıyla, gene Anadolu köylerinden birinde, bir bostan ortasında bir küçük
ev almayı tasarlıyordum. O bostan, gelirimi temin edecek, bu evceğizde de
ömnümün son yıllarını yaşayacaktım. Lakin, bu köyde, bostana elverişli
hiçbir yer görmüyordum. Gerçi Porsuk Çayı, ta yanıbaşımızdan geçiyor. Ama,
bunun suyundan istifade etmek için, enikonu bir kanalizasyon ameliyesine
ihtiyaç görülüyor. Bu kıyısındaki sazlık ve bataklık toprağı kadar masraf ve
emeğe bağlı iş. Zaten köy içinde, bostancılıktan anlar tek adam yoktur.

Oysa ben, Batı Anadolu'da ne güzel, ne yeşil bostanlar


görmüştüm. Ortalarında bir dolaplı kuyu vardı. Gözleri bağlı
bir hayvan, durmadan bu dolabı çevirir. Ortadaki çıkrık, kah
bir çocuk gülmesine, kah bir kadın hıçkırığına benzer sesler
çıkarır. Sıra sıra demir kovalardan sular boşanır, dolar. Vakit, bir yaz
akşamıdır. Kavak ağaçlarında Agustos böceklerinin sesi, henüz dinmemiştir.
Kuyunun dört bir tarafından, düz, uzun, küçük toprak kanallar, serin ve
berrak suyu sarışın marul tarlalarına doğru götürür.

Elinde ufak bir çapa ile, bir adam, bu kanalların çizdiği


geniş dörtgenler arasında, güya, bir tabiat mezhebinin ibadetini yapıyormuş
gibi yavaşça egilip kalkar, durur, çömelir.

Ve siz, bir asma çardağının altında, bu alemin rehavetli bir


seyircisisinizdir. Hava da sulanmış toprak kokuyordur.

İşte, son zamanlar, bu benim biricik hülyamdı.

:::::::::::::

Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalçın gerçek!.. Boz
toprak dalgaları, alabildiğine uzuyor. Yeknesak
ovayı ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli bir zelzelenin açtığı bir
uzun, bir yılankavi yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz
zamanda bile, o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız.
Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız
günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi
ılıktır.

Ve tepeler... Ve tepeler, birer urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem,


ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı görünür.

Boş ve lüzumsuz feza içinde; hiçbir kuşun geçtiğini görmedim.


Allah insanları intihaba davet için, o büyük Tufan cezasını tertip zahmetine
katlanmamalı idi. Nuh'un ümmetini, böyle bir toprak üstünde bu çıplak
tepelerle çevrilmiş yere bırakmalı idi.

Her akşamüstü sanıyorum ki, artık dünyanın sonu gelmiştir. Üzerinde


yaşadığım bu toprak, ya içindeki gizli dert ile şişip çatlayacak, ya da, bir
dehşetli gürültü ile yerin dibine doğru çöküp gidecektir.

Onun içindir ki, her sabah, gözlerimi açar açmaz, derin


bir hayal kırıklığına uğrarım. -Niçin, beklediğim tabii olay
vuku bulmadı? derim. Ve damlardan çıkan bütün hayvanlar, benimle beraber bu
işe hayrettedirler.

Demek bir gün daha? Ve, ne gün!..

Emeti ninenin yetimi, davarı önüne katmış her adımda,


bir ihtiyar adam gibi öksüre öksüre sırtlan tırmanıyordur.
Kara mandalar, bir filden daha buruşuk, daha uyuz, iri, çapaklı gözlerini
devirerek, etrafta yiyecek bir şey aramaktadır. Köyün mezbelesinde, köpek
enikleriyle insan yavruları birbirine karışmış, oynaşıyorlar. Kah küçük
çocuklardan biri, süprüntülerin arasından kemirecek bir şey bulup çıkarır.
Köpek, üzerine hücum eder, kah köpeğin ön ayakları arasındaki bir lokmaya
çocuk saldırır. Bazen de, iki taraf arasında paylaşılamayan bir karpuz veya
kavun kabuğunu, bir mandanın sömürdüğü görülür.

İşe gitmeyen eşekler, açlıktan ve sıkıntıdan, akşama kadar, acı acı


anırırlar. Ah, bu eşek anırışları! Dünyada bundan yanık, bundan elemli bir
ses daha bilir misiniz? Sustukları vakit de, tavırları, bu feryatlardan daha
az hazin değildir. Kara, derin ve kadifemsi gözlerinde bir gam uzun ve güzel
kulaklarında bir titrek duygu ve kafalarında derin düşünceler taşıyan
hakimlerin şirin vakarı vardır.

Ben, bu hayvanları çok severim. Bu çirkin, galiz tabiat


ortasında tatlı ve cana yakın yalnız onlardır.
Mehmet Ali'lerin bir boz eşeği var. Bütün evin işini gören
odur. Büyük şehirlerde, Frenklerin bonne a tout faire dedikleri hizmetçi
kadının görevlerini o yapar. Yalnız, yemek pişirmesini bilmez. Çamaşır
yıkamaz ve ütü ütülemez. Zaten bu işten iki tanesi pek seyrek yapılan, bir
tanesi de hiç yapılmayan şeylerdir.

Her ayda, iki üç defa kah Mehmet Ali'yi, kah anasını,


kah kardeşini kasabaya götürüp getiren de bu eşektir.
Mehmet Ali'nin anası, evde yaptığı bütün iyi şeyleri, yemez, içmez, hiç
kimseye tattırmaz, alır kasabaya götürür.

Ben geldiğim günden beri gerçi, bunların bir miktarını evde


alıkoyabiliyoruz. Ben yağı olsun, yoğurdu olsun, peyniri veya
sucuğu olsun, kasabadaki fiyatının iki mislini verip almağa
muvaffak olabiliyorum. Bu suretle de kadın gene memnun
görünmüyor. Mırıldanıyor. Çünkü, onca, paranın bereketlisi,
pazarda kazanılandır. Onun için, çok zaman hiç kimseye haber vermeden,
sabahleyin, şafakla beraber sıvışır. Zaten, yol uzundur. Köylülere
sorarsanız, De-e, şuracıkta, derler, amma köylülerin de-e, şuracıkta'sını
ben bilirim. En kısa de-e, beş altı saat sürer.

Bunlarda zaman kavramıyla mesafe kavramından niçin eser yoktur?


Gün geçtikçe, bu sorunun karşılığını, kendi kendime buluyorum. Çünkü; bende
de, buraya geldiğim günden beri, zaman kavramı hayli zayıflamıştır. İlk
aylar, günlerin adını unutuyordum. Şimdi, ayları birbirine karıştırıyorum ve
yalnız mevsimlerin değiştiğini hissediyorum.

Kaç yaşımda olduğumu ve arkamda bıraktığım geçmişi


unuttuğum gün, kimbilir, ne kadar rahat edeceğim! Lakin,
bu hale vardığım vakit de, gene bu engin ve kurak ovaların
korkunç genişliğini hissetmekten kurtulamayacağım. Bu his
her an yüreğimi burkuyor, başımı döndürüyor ve irademi
hurdahaş ediyor.

Lakin, bu köy, bir çöl ortasında, bir konak kadar bile yüreğime güven
vermiyor. Bir konak, mesafe içinde bir hareketi gösterir. Bugün, burada
iseniz, yarın bir vahanın kenarına erişeceksiniz. Öbür gün, bir büyük nehrin
suları sizi karşılayacaktır. Oysa, Orta Anadolu'da bir köy donmuş bir
konaktır. Burada, mesafe sizi yutmuştur. Siz, mesafe içinde, dehşetten
donmuşsunuzdur.

Gerçekten, bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde,


insanların, toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük
heykellerden farkı ne?

Arasıra, Bekir Çavuş'la, onun gezip gördüğü yerlerden


bahsederiz. Bekir Çavuş, çok yer gezip görmüş olmakla övünür. Onca,
hemşerilerinin bu kadar geri kalmalarının sebebi, kendisi gibi gezip
görmemiş olmalarıdır.

-Ah, beyim, bir düşün. Yirmi üç yıl askerlik bu. Ne Urumeli kaldı, ne Şam,
ne Girit...

Ve sırasıyla, bütün bulunduğu yerleri sayar. Ona göre


dünya, bir uzun şerit gibidir. Bu köyden başlar, bu köyde biter. Ve bu şerit
üstünde şehirler, ülkeler, kıtalar, adalar, sıra sıra, birer yol menzilini
gösteren noktalardır.

-Girit'te, der, ben, sabun yapılırken gördüm. Zeytini,


böyle bizim gibi dibekte dövmüyorlar. Fabrikaları var: Bir
yandan zeytin koyarsın, öbür yandan yağ çıkar. Çekirdekleri
bir yana, çöpü, posası bir yana gider. Buz gibi zeytinyağı.
Aha, tıpkı İstanbul suyu gibi. Sabuna gelince...

-Şam mı? Hey Allahım, hey... Orayı gördükten sonra


ben, gayri dünyanın hiçbir tarafına metelik vermem. Bir su,
bir yeşillik. Tıpkı bizim imamın anlattığı Cennete benziyor.
İnan olsun, beyim tam sekiz türlü yemiş saydım. Bir karpuzu var.
Halebinkiler gibi bal. Hele Tulkerim karpuzu, beş kişi bir araya gelse
yerinden kaldıramaz.

Bekir Çavuş'un başka memleketlere dair, bu basit hikayeleri muhayyilemi


tatlı tatlı okşamaktan geri kalmaz. Beni, şu bulunduğum yerden alıp götüren
her söz, her hikaye, her resim bana, adeta bir bedii heyecan veriyor.
Bir gün, Bekir Çavuş, bana bilmem nerenin suyundan,
yemişinden bahsederken, sordum.

-Ya kadınlar?..

Elli yaşında adam utangaç bir çocuk gibi önüne baktı.


Geniş ve sürekli bir gülümseme ile sırıttı.

Bu vak'a, köye gelişimin yedinci veya sekizinci ayında mı


ne oldu. Bu vak'a, diyorum. Zira, dilimin ucuna, farkına varmaksızın,
birdenbire gelen bu soru, bana, his hayatımın şayanı dikkat bir merhalesine
geldiğimi ispat etti.

Bu çorak yerlerde, derimi kavuran ateş, yavaş yavaş içimi sarıyor, gönlümü
kavurmağa başlıyor. Ben, yalnız sudan, gölgeden ve yeşillikten yoksun
değilim. Buraya geldiğim günden beri, kadın veya kız denilmeğe layık tek bir
yaratık dahi görmedim. Oysa, ben, Mehmet Ali'nin düğününde de bulundum.

Mehmet Ali, buraya geldiğimizin ikinci ayı civar köylerin


birinden bir kız aldı. Bu, onun üçüncü evlenmesi olmakla beraber, kendisine,
bir yeni güveye yapılan şeylerin hepsi yapıldı.

Ah, ne ağır, ne sıkıntılı ve ne kadar kaba idi bu düğün!


Mutlaka, Avrupa'da, bir cenaze alayı bundan daha ferahlıdır. Üç gün, üç gece
süren bu tören esnasında, bana en acıklı görünen insan, Mehmet Ali'nin
bizzat kendi oldu. Çünkü o, güveylik sıfatını takındığı günden itibaren,
artık hiçbir işe yaramaz bir şey gibi oldu. Bir köşede oturmağa ve
başkalarının geliş gidişlerini, oynayışlarını, yiyip içişlerini, giyinip
kuşanışlarını kenardan seyretmeğe mahkumdu. Garibi şu ki,
gelin de ortada yoktu.

Her gün, sabah olunca, köyün ihtiyarları ve ileri gelenleriyle beraber bir
duvarın dibine oturuyoruz. Delikanlılarla genç kızlar ve bunlar arasında
kırkını geçmişler, çoğunlukta idiler. Ve hepsi birden, erkeği az dişisi çok
bir küçük insan kümesinden ibaretti. Birbirinden ayrı halkalar halinde girip
karşılıklı raksediyorlar, eğleniyorlar. Bu rakıslar, sürekli
zıplamalardan ve sağa sola gidip gelmelerden husule gelen,
yeknesak ve ağır birtakım danslardır.
Çatlak bir zurna ve bir davulla arap kabağı arası bir darbuka, havayı
çatır-çatır çatlatıyor.

Ben, duvarın dibinde gülümsemeğe, memnun ve ilgili görünmeye çalışıyordum.


Elinde mızrak yerine değnekler ve kalkan yerine birtakım tahta parçalarıyla
eski hamasi rakıslar taklit eden bir adama, arasıra, bir lira atıyorum. Her
atışımda itibarım bir parça daha artıyor... Adeta, oynayanların
hepsine birden yeni bir şevk geliyor.

İşte, köy kadınlarının, köy kızlarının hepsi gözümün


önündedir ve hepsi de yeni, süslü düğünlük esvaplarını giymişlerdir. Dizi
dizi altınları başlıklarının etrafında kırk zil parçaları gibi birbirine
çarpıyor. Çoğu biçimsiz, bücür, yusyuvarlak veya lüzumundan fazla iri
olmakla beraber aralarında kat kat kumaş yığınlarına rağmen, insana narin,
körpe ve tombul hissini veren vücutlar da yok değil. Fakat, bunların
ellerine, ayaklarına bakılınca o hafif tatlı his hemen dağılıveriyor.

Bu düğün esnasında bana en çok ıstırap veren şey, ziyaretler oldu. İçleri
isim veremeyeceğim birtakım karışık yemeklerle dolu lengerler getirilip
ortaya kondu mu ne yapacağımı bilmiyordum. Bir kadın, eteğinin içinde
ekmekleri daha doğrusu yaş yufkaları- getiriyor. Her birimizin önüne
bir topak atıyor ve eller hep birden lengerlerin içine dalıyor.

Bunlar arasında bazen Mehmet Ali'nin güveylik kınalı elleri


de vardır.

İçimden: Mutlaka bütün bunlara alışmalıyım diyordum. Fakat, Mehmet Ali'nin


evlenme töreni bütün gayretimi kırar gibi oldu.

Nihayet, gelin bir hamam bohçası gibi cansız ve şahsiyetsiz, evden içeri
sokuldu.

Kuşlar nasıl sevişir? Kediler nasıl sevişir? Biliyorum. Lakin, bu köy


halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum.

Bizim gibi, gözgöze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa
gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin, bir süt çanağı gibi kabarıp
taştığı dakikada, ağızlarından çıkan sesin anlamı ve ahengi nedir?
Mehmet Ali'nin evlenmesinden sonra, bu benim için bir
düşünce konusu oldu.

Anadolu'da, köylü kadını şuhluktan, naz ve işveden o kadar yoksundur ki,


onların hangi biriyle, böğür böğüre, koyun koyuna yatsam, vücudumun hiçbir
şey duymayacağını tahmin ediyorum. İhtimal ki, çok da fena kokarlar.
Kendileri hakkında, bu hislerimi içgüdüleriyle sezdikleri
için midir, nedir bilmiyorum, onlar da, bana her rastgelişlerinde, arkalarını
çeviriyorlar. Yahut -eski Yunanlılar devrinde yas tutan kadınlar gibi- yere
çömelip başlarını örtüyorlar.

Ve benden başka hiçbir erkeğe bu hareketi reva görmüyorlar.


Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet
Ali'ye sordum:

-Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

-Yabansınız da ondan, beyim.


Bu yaban lafı, beni, önce çok kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki,
Anadolu'lular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanlıların kendilerinden
başkasına barbar lakabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.

Bir gün... bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki, ben
bir yaban değilim? Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen
kandır. Aynı dili söylemekteyiz. Aynı tarihi ve coğrafi yollardan, hep
birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah'ın kuluyuz!
Aynı siyasi mukadderat, aynı sosyal bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık,
analık babalık üstünde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.

Lakin, hangi sözlerle, hangi seslerle? Gündelik hayatın


ufak tefek ihtiyaçlarını bile anca ifadeye güç bulabiliyorum.
Nerde kalmış ki, onlarla, bu kadar genel konular üzerinde
konuşacağım!..

Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüli Türk aydını, Türk
ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir.
Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim.

Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten


olduğu belli degildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru
ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile
etrafında nasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi
toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.

Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin


uçurum var mıdır. Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir
Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli
arasındaki farktan daha büyüktür.

Bunu yazarken, elim titriyor.

Buraya geldiğim günden beri beni işgal eden en önemli,


en büyük şey, Mehmet Ali'nin evindekilerden başlayarak,
köylüleri kendime alıştırmak, ısındırmak olmuştur. Lakin
şimdiye kadar -işte buradaki yaşantımın bu sekizinci ayıdır hala küçük
İsmail'le Mehmet Ali'nin anası Zeynep Kadından
başka birisinde muvaffak olduğumu sanmıyorum.

Gerçi, köylülerden çoğuyla ahbapça konuşuyoruz. Ağaç


altı, çeşme başı, dere boyu ve kahve arkadaşlığı ediyoruz.
Lakin, öyle derinliği olmayan, o kadar gevşek bir ahbaplık
ki, görüyorum, ne onları ben, ne onlar beni tatmin ediyor.
Hepsi benim yanıma yürekleri, kafaları gibi kalın sargılarla
bağlanmış olarak geliyorlar. Ve bahislerimiz hep topraktan,
havadan, zamandan yakınmaktır.

Esasen, Mehmet Ali'nin anasıyla da, bundan başka bir


şey konuşmuyoruz. On iki yıldır, dul olan ve bütün ailenin
tek başı, bu katı, sert ve mütevekkil insanda, tabii güçlerden
bir şey gizlenmiş gibi duruyor. Kırk yaşında mıdır? Ellisinde
midir? Bilinmez. Eli ayağı, bir ağacın henüz topraktan sökülmüş kökleri
gibidir ve bilirim ki, vücudu, bir meşe kütüğü kadar sağlamdır.

Onun, çok kere, küçük boz eşeğin taşıyamadığı en ağır


yükleri alnından bir ter akmadan dimdik taşıdığını görmüş
ve tarlada, saatlerce, belini doğrultmaksızın çalıştığına şahit
olmuşumdur. Zeynep Kadın, bir gün, bir komşu kavgasında,
paylaşılmayan bir kocaman dibek taşını, huşunetle teperek
bir hamlede yere devirmişti.

Zaten, bu sakin ve mütevekkil kadının, öfke başına vurduğu zaman ne


yapacağı kestirilemez. Bir defa, kasabadan geç
gelen İsmail'i, altına alıp öyle bir dövdü ki, Mehmet Ali de dahil olmak
üzere, bütün ev halkı çocuğu elinden alamadık.

İşte, bu vak'a esnasındadır ki, hem Mehmet Ali'nin karısı


ve hem de kız kardeşleriyle karşılaştım. Beni sofrada görür
görürmez, her üçü de, bir kümeste ürkmüş tavuklar gibi kaçıştılar.

İsmail ağlamıyordu. Bağırmıyordu. Sanki bir ağır ve zahmetli görev


esnasında imiş gibi ciddi idi. Yalnız kendisini
anasının elinden çekip odama sürüklediğim vakit, cılız ve çökük göğsünün
altında, kalbinin bir demir tokmak kuvvetiyle şiddetli şiddetli çarptığını
duydum.

İçerisinde tok tok vuran bu ses, onun incecik göğüs tahtasını hurdahaş
etmeğe kafiydi. Nasıl oldu da, deminki badireden, sağ ve salim kurtulabildi?
Her vakit, her vakit bu cılız, soluk ve raşitik insanlar için
kendi kendime sorduğum budur. Zeynep Kadından yüz kat daha haşin ve
merhametsiz olan bu tabiatın sürekli dayakları altında didik didik olmuş
bütün bu insanları, koruyan ve hayatlarını devam ettiren gizli kuvvet nedir?

Hey, onu sana sormalı, Zeynep Kadının karnı!..


O müthiş dayak faslından sonra, İsmail, bir süre benim
odamda, büzülmüş kaldı. Sonra, uykuya daldı.

Odanın bir köşesinde, zavallı küçük ve mustarip vücudunu seyrediyorum. Bu


vücut, her tarafı kırılmış, birbiri üstüne yığılmış bir külçe halinde.
Kafa; iki kolla dizlerin arasında kaybolmuş. Odanın sessizliği içinde
solumalarını duymasam onu ufak bir paçavra yığını sanacağım.

Bu yaratık, çocukluk nedir bilmedi. Başka diyorlardaki


çocukların gülüp oynamaktan başka bir şey yapmadıkları
mutlu çağda, bu, yirmi yaşında bir delikanlının güç dayanacağı bütün ağır
işleri görüyordu. Yük taşıyordu. Çapa çapalıyordu. Diğer taraftan sıtma,
küçük böğrünü zehirli tırnaklarıyla oyuyordu. Acaba, doğduğu günden beri,
bir defa olsun, hiçbir şeye güldü mü?

Sanmam. Üç yaşında, dört yaşında yavrular görüyorum.


Hepsi, yüzlerine, kırk yaşında bir adam maskesi takmış gibi.
Yürüyüşlerinde bile olgun bir adam ağırlığı var. Arkalarından bakarken,
onlara, birtakım kederli cüceler denebilir.

Geldiğim gece, İsmail de benim üzerimde bir cüce etkisi


bırakmadı mı? Onun çocuk olduğuna, sonradan yavaş yavaş
alıştım ve onu sevmeğe başladım. Ona bakarken bir derin
acıma duygusu, benliğimin ta derinliklerinden birer gözyaşı
halinde sızdı. Kalbime toplandı. Ona doğru gittim. Sırtını okşadım.
Zavallı köylü çocuğu! Sen, iki üvey ananın yavrususun.

Biri demin seni döven anandır, öbürü de seni her gün döven,
doğduğundan beri her gün döven yurdundur. İkisinin acısı
arasında, böyle kavrulup gitmişsin.

Yarın gençlik çağına girecesin. Lakin, o vakit de, o vakit de...


Savaşta gördüğüm bütün o erler, gözümün önünden bir
daha geçiyor. Onların yırtık şalvarları ve kırmızı mintanlarıyla yalınayak
gelişlerini, sonra haki elbiseleri içinde, kah sırtüstü, kah yüzükoyun düşüp
ölüşlerini görüyorum.

Siperlerde, kendi kendine yavaş sesle konuşan Mehmetçiğin sesi kulağıma


geliyor.

-Neden korkacakmışım, her gün atıyor, atıyor, hiçbiri değmiyor!

Bunu söylerken, mutlaka havada, başının üstünde düşman uçakları


homurdanıyordu.

Dünya ile istediğim gibi ilişkimi henüz kesmiş değilim.


İstanbul gazetelerini arasıra alıyorum. İlk İnönü zaferini,
bunların birinden öğrendim. Bu olay, benim için günlerce süren bir sevinç
kaynağı oldu.

Köyde her önüme gelene durmadan bunu anlatıyorum.


Yalnız bundan bahsediyorum. Diyebilirim ki, elimden kimse
kurtulamadı. Bana sokakta arkasını çeviren kadınlar, beni
görünce kaçışan çocuklar bile elimden kurtulamadı. Mehmet
Ali'nin anası, kız kardeşi, karısı, küçük kardeşi ve bilhassa
Mehmet Ali benden bunalacak hale geldiler.

Köyde, zaten aklıma güveni olmayanlar, beni, büsbütün


çıldırdı sanmışlardı.

Bir an geldi ki, ben de kendimden şüphelenmeğe başladım. Sevincime bir had
tayin ettim.

Eleme, kedere, hatta sevince bir sınır tayin etmek... Bunu, yalnız
şehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde,
dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak,
içinden geldiği gibi, içinden geldiği kadar gülüp ağlamak
hürriyetine sahip değilmiş, toplumun görenekleri, kuralları,
insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek yuvalarında
da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş.

Hele, bu donmuş alem içinde, sevinçli bir adam görmek


kadar anormal bir şey olur mu? Bu toprak duvarlar, örüldükleri günden
beri mutlaka hiçbir kahkahanın aksi ile çınlamamıştır. Bu durgun tevekkül
havası, hiçbir şenlik gürültüsüyle dalgalanmamıştır.

Mehmet Ali'nin üç dört yıllık bir ayrılıktan sonra evine


geldiği gece gözümün önünde: Sessizce, lambayı yere koyup çekilen ananın
gölgesi. Sıska bir çocuğun acıklı, kısılmış yüzü.

Mehmet Ali'nin düğünü gözümün önünde. O gün her


günden daha kasvetli, daha ağır bir gündü. Zurna çatlak,
oyunlar isteksiz ve yemek tatsızdı.

İnönü zaferinin ertesi, ben bunlara kızmıyorum.


Acaba memleketin neresi donandı? Neresi şenlik etti? Bu
büyük olay, gazetelerde alelade bir havadis gibi mi geçti?
Hiçbir yerde, Mustafa Kemal'in İsmet Paşa'ya, İsmet Paşa'nın Mustafa
Kemal'e çektiği telgraflar, alevden birer satır
halinde, gökyüzüne çizildi mi?

Gelen gazetelerde, boş yere bir genel neşe yankısı arıyorum, bulamıyorum.
Belki Anadolu'nun ücra bir kasabasında, Ankara'da, şuraya buraya asılmış,
tek tük kandiller, bu zaferin tek şenlik aydınlıklarıdır. Hayalimde, kendi
kendime yaktığım bu ışıklar, bana engin ve karanlık bir gurbet diyarı
olan Türkiye'de donmuş ve kör olmuş gönüllerin tek hayat
mihrakları gibi geliyor.

Ne sönük, ne fersiz, ne cılız hayat mihrakları! Günün birinde bunlar,


büyüyüp boz renkli Anadolu yaylasını, ısıtarak aydınlatacak bir heybetle
ateş halini alabilecek mi? Eğer öyle olacağını bilsem... Eğer bilsem...
Birkaç gününü kasabada geçirmeğe giden muhtar, birtakım havadisler ve
birtakım yeni fikirlerle döndü. Gerçi, bana pek açılmıyor. Fakat, ben, bana
söylediklerinin arkasında, söylemek istemediklerini keşfediyorum. Ve bazı
yarım cümlelerini, başkalarından işittiklerimle tamamlayarak kafasının
içindeki şeylere nüfuz ediyorum.

Ona göre, Kemal Paşa'nın açtığı yol, çıkmaz bir yolmuş.


Hem de çok tehlikeli imiş. Çıkmaz bir yolmuş, çünkü padişah kendisiyle
beraber değilmiş. Padişah, düşmanla çoktan barış yapmış. Sonra, Avrupa
diye bir kraliçe varmış. O işe karışmış. Ben sizin müşkülünüzü hallederim,
demiş.

Tehlikeli bir yolmuş. Çünkü... düşman yalnız İzmir'de çoğunup otururken,


Kemal Paşa'nın ettiklerine kızıp; daha ileriye varmış. Bursa'ya kadar
gelmiş. Nihayet geçen gün, İnönü'ye dayanmış.

Öfkeden tirtir titreyerek:

-Oradan püskürttük, hem de döğe döğe... diyorum.

Muhtar, sinsi bir tebessümle, kırçıl sakalı arasından gülümsüyor. Onu


omuzlarından tutup sarsmak ve:

-Ne gülüyorsun? diye bağırmak istiyorum.

Öfkemi, yüzümden sezen köylüler, birer birer etrafımdan


çekiliyorlar. Muhtar, onlarla beraber ensesini kaşıya kaşıya
ve önüne bakarak uzaklaşıyor. Biraz ötede, benden uzak bir
çevre teşkil edip duruyorlar.

Nihayet, çok yalnız kaldığımı hisseden Mehmet Ali, mahçup inahçup, bana
yaklaşıyor. Yanımda çömeliyor. Daha dün kesip yonttuğu söğüt dalından
değneği ile toprağı dürtüşlüyor. Bana bir şeyler söylemek istiyor. Fakat,
nereden başlayacağını bilmiyor. Birden soruyor:

-Beyim bizi gene askere alacaklar mı?

-Olabilir.

-Nasıl olabilir, beyim? Bizi terhis etmediler mi?

-Ettiler ama, düşmanlarımız terhis filan dinlemiyor.


Bak, şuracığa kadar geldiler. Biraz kulak verseydik top seslerini
duyacaktık. Düşman askerleri şu tepenin ardından görünüverirse, elin kolun
bağlı durabilecek misin? Gelip de, senin evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk
çocuğunu dipçikle itip dürtelerken, bir köşede karı gibi büzülüp duracak
mısın?

-Yok, beyim, buraya kadar geleceklerine aklım ermez.

-Eğer her köy, bu köydekiler gibi düşünürse, eğer her talimli asker,
senin gibi tekrar askere gitmekten korkarsa, tabii gelir. Ona hiç şüphe
etme.

Tekrar önüne bakıp, değneğin ucuyla toprağı eşiyor.


Onu, artık hiç tanımıyorum. Benim eski erimle bunun
arasında, artık hiçbir ilişki yok. Haydi git, haydi git; onlarla
hasbıhal et, demek ve bütün eşyamı toplayıp, buradan kaçmak istiyorum.

Cephede, hiçbir işe yaramaz mıyım? Adam sen de. Bu


kolsuzluğum, hem kendime, hem aleme karşı icat edilmiş bir
boş bahane...

Yavaş yavaş köylülere hiddetim, kendi aleyhimde bir nefret haline


çevriliyor. Oturduğum yerden kalkıp ovaya doğru iniyorum.
Bu bir nisan günüdür. Gökyüzünde beyaz bulut kümeleri
birbirinin üstüne, yığılıyor. Havada bir yağmur kokusu var.
Fakat, ayağımın altındaki toprak kuru, sert ve kokusuzdur.
Bu yıl, çok don oldu. Hayvan telefatı, köylülerin gözünü
korkuttu. Salih Ağa'nın fikrine göre, gelecek mahsul mevsimi çok kötü olacak.

Yürüyorum, yürüyorum. Böyle saatlerce, günlerce, aylarca, hiç durmaksızın


yürümek istiyorum. Biliyorum ki, bu çorak toprak dalgalarının sonu yoktur.
Birini aşınca öbürü, öbürünü aşınca bir başkası görünür. Bu köyü, arkamda
bırakacağım. Üç dört saat sonra, gene tıpkı bunun gibi bir köy
önüme çıkacak. Gene kaçacağım. Gene kaçacağım.

Porsuk Çayı, beni nereye kadar götürebilir? Zira, bu çay


önüme çıktığı andan beri, hep onun kıyısında yürüyorum.
Vakit vakit, ayağım toprağın üstüne fırlamış bir söğüt köküne çarpıyor. Ne
sünepe, ne miskin, ne biçare ağaçlar. Porsuk Çayı'nın balçığı leş gibi
kokuyor.

Öğle saati. Arasıra, bulutların içinden sıyrılan güneş, bir


müddet ensemi yakıp geçiyor. Kimbilir, başka yerlerde bahar
ne güzeldir. Besbelli, başka yerler derken, İstanbul'u, İstanbul'un
sayfiyelerini düşünüyorum. Feneryolu, Göztepe, Erenköy...

Yüreğim bir karanlık odaya hapsedilmiş yaramaz bir çocuk gibi hopluyor.
Paramı Salih Ağa'da, eşyamı ve kitaplarımı Mehmet Ali'nin evinde bırakayım
ve gideyim, gideyim...

Böylece İstanbul'a kadar yürüyeyim.

Bunun, gerçekleştirilmesi imkansız bir hayal olduğunu


bilmekle beraber gerçekten yolumun ta ucunda bir İstanbul
varmış şevkiyle yürümekte devam ediyorum. Yolumun üstündeki dağları,
nehirleri, sarp ve çetin geçitleri, Sakarya'yı, Bozdağ'ı, Acıdağ'ı yok
farzederek, hemen hemen, gözü kapalı yürüyorum. Unutuyorum ki şu dakikada
istesem, Porsuk Çayı'nın öbür tarafına bile geçemem.

Böylece karmakarışık düşüncelerle, ne kadar yürümüşüm, bilmiyorum.


Birdenbire seyrek ve serin bir kavak kümesinin içine daldığımı hissettim,
durdum.

Bu ufak korunun içinde, küçük, dar, fakat berrak bir dere akıyor. Bu,
çölde bir vaha mı? Derhal içime derin bir sükunet geliyor. Durduğum yere
çömeliyorum ve elimi suya sokuyorum. Ne o? Bu ani hışırtı nereden geldi? Ve
bir kısık kadın gülmesi?

Etrafıma bakmıyorum. Sol yanda, bir genç kız silueti


bir geyik hafifliğiyle derenin kenarında ağaçların arasına
doğru kaçıyor.

Biraz ötede durdu. Dönüp bana baktı.

Mehmet Ali'nin köyünün, iki üç saat ötesinde, böyle bir


yer! Böyle bir yüz! İnanılmayacak şey!

Uzaktan bana gülümsüyor. Yağız ve uzunca yüzünün ortasında, iki yeşil göz
ve bir sıra iri beyaz dişle bana gülümsüyor. Tıpkı
Mehmet Ali'nin köyündeki kızlar gibi giyinmiş.
Başı tıpkı onların başı gibi, kat kat sargılarla sarılı. Beli
kuşaklı ve alaca pazen donlu bir kız. Niçin bana birdenbire
harikulade bir şey gibi göründü?

Ben de, uzaktan ona gülümsüyorum. Ağaçlardan birinin


arkasına saklanıyor.

Yaklaşayım mı? Belki, ürkütür, büsbütün kaçırırım. Tekrar suya eğiliyorum.


Fakat bütün mevcudiyetimle hissediyorum ki, saklandığı ağacın arkasından
bana bakıyor. Birden başımı çevirdim. Ağacın arkasından dışarıya uzanmış
başı, tekrar çekildi: Bu, bir nevi oyun gibi.

Kendi kendime söyleniyorum:

-İn midir, cin midir? Cin olsa, şimdiye kadar kaybolması


gerekirdi. İn'se, benden niye kaçıyor?

Sezdirmeden, göz ucuyla, tekrar aynı noktaya bakıyorum. Orada hiç


kımıldamadan duruyor. Artık sabrım tükendi. Doğrudan doğruya ona seslendim.

-Kızım benden çekinme. İşine bak. Ben yabancı değilim.


Te şuradaki köydenim ve köyün ismini verdim, şimdi, söyle
bakayım; sen hangi köydensin?

Ağacın arkasından güç işitebilecegim bir sesle:

-Bizim köy de uzak değil. Te, şuracıkta...


Ve köyün adını söyledi.

Fakat, bu kadarcık bir konuşma ile aramızdaki mesafe


katedilmiş olamadı. Kız gene ağacın arkasına saklanmış,
ben gene suya eğilmiş kaldık. Ayağa kalktım. Ona doğru birkaç adım attım.

-Haydi, seni rahat bırakayım. İşine bak. İşte ben gidiyorum, dedim ve
dereyi atlayıp öbür tarafa geçtim.

Derenin öbür kıyısında, ben, artık büsbütün başka bir adamdım.


O gün bugündür, kendimi toplayamadım. Dereyi atlarken, sanki içimden ağır
bir şey yuvarlanıp düştü. Öyle bir şey ki, on dakika öncesine kadar, ben onu
kalbimin üstünde veya kafamın içinde, bir demir gülle gibi taşıyordum. İşte
bu, yuvarlanıp düştü. Şimdi, hafifim. O kadar hafifim ki kolumu
bir kanat gibi kımıldatsam havaya uçabilirim.

İnsanın gönlü ne tuhaf Günün birinde, kavak ağaçları


arasından, bir genç kızın gülümsemesi, bir derecik, bir atlayış. Her şey
değişiyor. Ortada, biraz önceki adamdan eser kalmıyor.

Nereye gitti, o adam ne oldu? Eriyip gidiverdi mi? Ve


onun yerine gelen bu adam kimdir? Nedir?

Kendi kendime, aşık olduğumu itiraf etsem çok gülünç


bir şey yapmış olurum. Yaşım otuzu geçti. Ben beladan artakalmış bir adamım.
Zaten yirmi yaşımda iken de aşk hususunda o kadar safderun değildim. Başka
şeyler için, ekseriya yumuşak, sıcak ve coşkun olan gönlüm kadın önünde,
sert ve soğuk durmasını bilirdi. Kadına inanmaktansa, onu aldatmayı daha
tatlı bulurum. Zira sevildiğini hisseden kadın kadar çekilmez bir şey yoktur.
Kadının gerçekte, namert ve kancık olan tabiatı, öyle bir safhada, adeta
öldürücü bir mahiyet alır. Yabani kedilikten, zehirli yılanlığa geçer ve
gitgide, hayalimizin ölçemeyeceği kadar derin, nihayetsiz ve tuzlu kötülük
denizinde, gülerek çırılçıplak yüzmeğe başlar.

Ben, bu gerçeğe acı şahsi tecrübelerden geçerek varmış


bir adam değilim. Benim aşklarım, daima birer cinsiyet buhranından
ibaret kaldı. Bunda, çiftleşme mevsiminde muhtelif krizlere düşen bazı
hayvanlardan farksızdım.

İki günden beri, köyde, olağanüstü zamanlara mahsus


bir hal var. Bayram mı? Hayır. Çünkü, hiç kimse yeni esvaplarını giymemiş.
Biri mi evleniyor? O da değil. Yalnız, herkes işini gücünü bırakmış, şunun
bunun evinde hemen gizli diyebileceğim birtakım toplantılarda... Sonra genel
bir avarelik, bir kendinden geçiş, gözlerde bir alışmadığım parıltı...
Mehmet Ali'nin anası bile gülümsüyor ve yirmi yaş daha genç görünüyor.

Bekir Çavuş'un ağzı kulaklarına varıyor. Bir Geldi... sözüdür


fısıldanıyor.

-Geldi. Ahmet'inkilerin odasında...

-Geldi. Görmediniz mi?

-Geldi; ama çok kalmayacakmış.

Mehmet Ali'yi şöyle bir kenara çektim:

-Ne var? Ne oluyor?

O da kendini genel heyecana kaptırmış görünüyor. Sırıtarak:

-Hiç, beyim, diyor.

Fakat ben sıkıştırınca söyledi:


-Şeyh Yusuf geldi beyim, Şeyh Yusuf...

-Bu Şeyh Yusuf da kim oluyor?

-Mübarek, büyük bir adam. Her yıl gelir, duasını alırız.


Hastaları okur üfler. Bize güzel öğütler verir. Yol gösterir.
Başı sıkıda olanları selamete çıkarır.

-Hangi tarikattan bu şeyh?

-Bilmem beyim; o kadarını gayri bilmem.

-Peki, bu adamın şimdiye kadar size ne iyilikleri dokundu?

-Çok, beyim.

Fakat, bu iyiliklerin bir tanesini saymadan, yalnız, esrarlı bir tavırla


başını sallıyor.

-Yalnız muhtarın karısını iyi edemedi.

-Ya Salih Ağa'nın oğlunun kamburunu düzeltebildi mi?

-Ya Bekir Çavuş'un kızı Zehra'nın gözlerini açabildi mi?

-Ya şu meczup Memiş'in aklını başına getirebildi mi?

Mehmet Ali cevap vermiyor. Önüne bakıyor. Biliyorum ki


bana, içinden, öfkeleniyor. Bana karşı, her ne zaman öfke duyarsa böyle
sessiz, önüne bakar.

Daha alaycı, daha babayani bir tavır takınarak devam


ediyorum:

-Gelelim öğütlerine... Neymiş bakalım onlar?

-Aklımda kalmamış beyim; anam bilir.

Benim elimden kurtulmak için anasını çağırıyor. İhtiyar kadın:

-O ne bilir; dedi, Şeyh Yusuf Efendi kim, o kim?

-Öyle ise sen anlat bana, Zeynep Kadın.

-Nasıl anlatayım ki...

O da işin içinden çıkamıyor. Nihayet, Şeyh Yusuf Efendi'ye yalvarıp onu


bu eve getirmeğe karar veriyoruz.

Bu işi, bin bela, Mehmet Ali üstüne aldı. Muhtarın evine


gitti. Fakat, gitmesi ile gelmesi bir oldu. Muhtar O sizin
ayağınıza gider mi? Siz onun ayağına gelin demiş. Bunun
üzerine hep birlikte kalktık; gitmeğe mecbur olduk. Muhtarın evinde, Şeyh
Yusuf'un oturduğu oda tıkabasa insanla dolu. O, köşede bir hasır üstünde
bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil olduğu belli bir cüppe var.
Üstü başı, sakalı o kadar kirli ki, -yanına yaklaşmağa hacet yok- kapıdan
itibaren bir teke gibi kokuyor.

Beni görünce küçük kalabalık, kendiliğinden dağıldı.


Mehmet Ali ile anası arkamda, içeri girdik.

-Merhaba Şeyh Efendi.

Rahatı kaçmış bir adam huzursuzluğuyla başını kaldırdı.


Beni, uzun uzadıya süzdükten sonra dişsiz ağzının içinde bir
homurtu halini alan şu sözleri geveledi:

-Merhaba, merhametten gelir. Sen kim oluyorsun ki, bana merhamet edeceksin?

Hemen, Muhtar söze karıştı:

-Kusura bakma; yabanın biridir, dedi.

Ben, tek elimin yumruğunu, bir anda, hem Şeyh'in, hem


Muhtar'ın suratına savurmak ihtiyacını güç zaptediyordum.
Yarı gülümseyerek, yarı dişlerimi sıkarak dedim ki:

-Sen yalnız merhamete değil, terbiyeye de muhtaçsın.

Dişsiz ihtiyar teke, bu sözüm üzerine, insana hayret veren bir çeviklikle
yerinden fırladı. Kapının bir kenarında duran pabuçlarını koltuğunun
altına almasıyla dışarıya uğraması bir oldu.

Herkes, arkasından koşuyor. Hatta Mehmet Ali bile.


Ben, biraz şaşkın, biraz mahçup, oturduğum yerden kalkıyorum. Gerçi
sonradan, bu olayın şu son safhasını hatırladıkça, çok defa, gülmekten
katılmışımdır. Fakat, o gün, düştüğüm hüzün sonsuzdu. Yalnızlığımı,
kimsesizliğimi ve yabancılığımı o günkü kadar şiddetli hissettiğim
olmamıştır.

Benim için, bu bunak Türk şeyhinin, İstanbul'daki İngiliz subayından farkı


nedir? Her ikisinin ruhu ile benim ruhum arasındaki uçurum, aynı derecede
derin ve karanlıktır.

Bu da onun gibi, beni kamçı ile dövecek ya da, etimi bir zindalıda
çürütmekten zevk duyacak.

Şu anda, burada bulunacağıma, Londra'da bir mutaassıp


Protestan rahibinin evinde olsaydım, aynı istiskali görmeyecek mi idim? Aynı
hüzünü, aynı elemi, aynı yabancılık ve kimsesizlik hissini duymayacak mı
idim?

Şeyh Yusuf, benim yüzümden, bu yıl köyü çabuk terketti.


Fakat, giderken gördüm. Köylülerden aldığı hediyelerin yükü altında, hem
kendisinin, hem eşeğinin beli bükülmek raddesine gelmişti. Her ikisi de,
birbirinin ardı sırası, sendeleye sendeleye gidiyorlardı.

Şeyh Yusuf gitti. Fakat, zehirini köyde bıraktı. Hava bir


süre, bir uzun süre, onun nefesiyle dolu kaldı.

Köylüler artık benden nefret etmeğe, bana kızmağa bile


lüzum görmüyorlar. Bana, yalnız acıyorlar. Bana bir mahkum, bir idam mahkumu
bir ukubete çarpılmış lanetleme adam gibi bakıyorlar.
Şeyhin gazabına uğrayan, şu zavallının hali ne olacak?
Hepsinin dudaklarında, benim hakkımda, bu sorunun çizildiğini görüyorum.
Ve ben, bu dikenlerin arasından, geçen gün keşfettiğim
vahaya kaçıyorum. Ancak burada kendimi buluyor, başımı
dinliyorum.

Burada kavaklar daha serin. Dere daha berrak. Fakat,


artık, korunun rüstai perisinden eser görmüyorum. Kendi
kendime: Acaba, o gün, bana görünen bir hayal miydi? diyorum. Ve onu,
muhayyelemde tekrar canlandırmaya çalışıyorum.

Bir gün, köyüne kadar gittim. Sokakları dolaştım. Birkaç


köylü ile hoşbeş ettim. Hatta çamaşırdan dönen kadınları
gördüm. Fakat ona, bir türlü rastlayamadım. Nihayet, bir
defa...

Nihayet bir defa, gene dereden köye doğru giderken


onunla karşı karşıya gelmeyeyim mi!..

Kendinden daha kabaca bir kızla, içerisi kirli mintan,


çakşır, gömlek ve yazma dolu bir uzun tahta tekneyi taşıyordu. Teknenin bir
ucunu, ön tarafından, o tutuyordu. Beni görünce boştaki eliyle başörtüsünün
uçlarını yüzüne götürdü.

Ve başını, öbür tarafa çevirdi. Sezinledim ki, örtünün altından sedef


dişleri parlıyor.

Köye doğru, beş on adım atıp döndüm. Bu hareketimle,


aklıma, İstanbul mesirelerindeki kadın takipleri geliyor.
Kendimi Kuşdili Çayırı'nda, Yoğurtçu Deresi'nin kenarında
sanıyorum.

Bu köylü kızının, oradaki mahalle kızlarından farkı ne?


Endamı, onlar kadar ince, yürüyüşü, onların yürüyüşü gibi
ahenkli ve onlar kadar işvebaz değil mi? Hiç şüphesiz, bunun
ayakları çıplak ve belki topukları da çatlaktır. Fakat, vücudunu
saran kabasaba kumaşların altında, kusursuz taze bir
bedenin bütün cazibesini hissediyorum.

Bir de dönüp arkasına bakmasın mı? Artık kalbim hızlı


hızlı çarpmağa başladı. Arkadaşına veya kızkardeşine benim
için bir şey söylemiş olacak ki, o da dönüp baktı. Şimdi ikisi
birden gülmekten kırılıyorlar. Ta yanlarına kadar sokuluyorum. O vakit,
gene ikisi birden arkalarını dönüyorlar. Taş kesilmiş gibi kaskatı
duruyorlar. Öyle bir duruş ki, hemen uzaklaşmağa mecbur oluyorum.

Bu, insan dişisinde yeni gördüğüm bir haldir. Herhangi


bir genç erkek. isteği ve sıcak ilgisi karşısında, yumuşayıp
eriyen, yahut, cinsi güreşe davet eden bir öfke ile irkilip gerilen
kadın vücudu, burada ilk defa olarak bütün manasıyla
donuyor. Bir kadın çelikten burç gibi meydan okur bir mukavemet timsali
haline geliyor.

Bekaret burada bir zırh gibidir.

:::::::::::::
Lakin, neden biçare Süleyman'ın karısı, bunlar arasında,
bir istisna teşkil etmiş? Ha sahi siz, bu hikayeyi biliyor musunuz?

Bizim köyde, bir Süleyman vardır. Mehmet Ali'den biraz


sonra, o da civar köylerin birinden bir kız almıştı. İşte, bu
kız temiz çıkmamış, Süleyman: Sana kim dokundu? diye
sormuş. Kız, Ağam demiş, küçükten tarlada oynaşıyorduk.
Beni omuzlarımdan yakaladı. Altına aldı. Sıktı, sıktı. İşte ne
olduysa, o zaman oldu.

Süleyman: -Kaza, desene demiş. Susmuş. Fakat, köylüler susar mı?


Kızcağızı, bir taşa tutmadıkları kaldı. Sonra, yavaş yavaş, onlar da
uğraşmaktan vazgeçtiler.

Yalnız, Cennet, -bu genç kadının adıdır- altı ay geçmedi,


bir gece, bir ağıl duvarının dibinde bir yabancı adamla yakalandı. Bütün
köy halkı sopalar, çapalar, övendirelerle, bu açık hava zinacılarının
üstüne hücum etti. Cennet'le aşığı, ağılın duvarını kendilerine siper yapıp
hücum edenlerin üzerine, öyle bir taş yağdırdılar, öyle bir taş yağdırdılar
ki, herkes dağıldı. Kaçışmaya mecbur kaldı. Ve Cennet, Homeros
devrindeki esir kızlar gibi, kale duvarının üstüne çıkıp:

-Ben, yalnız kocama teslim olurum! diye bağırdı ve kocası gitti; onu
elinden tutup evine getirdi. Kadının söylediğine
göre, meğer bu kadar tevatüre sebep olacak bir şey yokmuş.
O adam emmioğlu imiş; yoldan geçerken ağılın önünde rastgelmiş, şöyle
duvarın dibinde biraz konuşmuşlar...

Süleyman'ın karısını, bu zaferden sonra artık büsbütün


serbest bıraktılar. Çünkü, o köyün içinde bir nevi kuvvetin,
bir nevi hakimiyetin timsali oldu.

Cennet, levent, gelgelli, kahkahası bol ve keskin bakışlı


bir kadındır. Kaşlarına rastık çeker ve ellerine kına yakar.
Başka kadınlar gibi erkekten ürküp kaçmaz. Herkesin içinde, hatta benim
bulunduğum yerlerde bile elini kolunu sallayarak, göğsünü gere gere
dolaşır. Tarlada çapa çapalarken, evde yemek pişirirken, derede çamaşır
yıkarken durmaksızın şarkı çağırır.

Karısının yanında Süleyman, boynu bükük ve hep sırıtan


bir çocuktur. Derler ki, Cennet'in arasıra ona, iki tokat attığı
da olurmuş. Süleyman bütün manasıyla, Türk masallarındaki Keloğlan tipidir.
İtaatli, kılıbık ve biraz da filozoftur, ruhunun sonsuz derinliği vardır.
Yerine göre Aşık Garip, yerine göre Yunus Emre'dir. Nasreddin Hoca bu
döldendir. Zümrüdüanka masalı bunun için çıkmıştır. Çobanla peri paadişahının
kızı masalındaki kahraman da odur. Onda bitmez tükenmez yolculukların
yarattığı sabır, kuşlar ve kurtlarla düşüp kalkmanın verdiği sadelik, bir
yüksek yaşantı ilkesi haline girmiştir.

Macerasını ögrendiğim günden beri, onun candan dostuyum. Fakat, bir defa
nasip olup da, başbaşa dertleşemedik.

Süleyman, insan yadırgar bir yaratıktır. Son olaylar onu


büsbütün çekingen ve vahşi etti. Ancak, küçük çocuklarla bir
arada oturabiliyor. Onun en samimi dostlarından biri de Memiş'tir. Eski bir
mescit viranesinin içinde, saatlerce yanyana kaldıkları oluyor.
Süleyman yarım saatte bir kelime söyler. Memiş, cevap
vermeksizin gülümser, yahut başını iki tarafa sallamakla yetinir.
Sonra bir sigara yakarlar. Tütün dumanları, başlarının
üstünde, havaya göre, kah kalın ve ağır halkalar teşkil ederek boşlukta
sallanır. Kah bir buhurdandan çıkan tütsü gibi
boğum boğum yukarıya doğru çıkar.

Cennet, kocasını, çok defa bu halde gelip yakalar. Ve viranenin


taşlarından biri üstüne dikilip iki elini böğrüne dayar:

-Hele şu mıymıntıya bakın. Hele şu mıymıntıya bakın!

Süleyman, karısının sesini işitince bir ok gibi yerinden


fırlar. Titrek, ince ve yavaş bir sesle mırıldanarak karısına
doğru yürür.

-Aha geliyorum; aha geliyorum.

-Hani bugün kasabaya gidecektin?

-İnşallah, yarın giderim. Bugün gidemedim.

-Gidemedin mi? Ne ettin ki gidemedin?

-Su taşıdım. Damın yıkılan tarafını yaptım.

-Bu da iş mi?

-Çocuklar, derenin üstündeki kavak kütüğünü devirmişler. Onu yerine koydum.

Böylece konuşarak eve girerler. Fakat Cennet'in girmesiyle çıkması bir


olur. Soluğu çeşme başında alır. Kulaklarında küpeleri vardır. Boynunda
küçük Mahmudiye altınları dizi dizi parlıyordur. Göğsünün birkaç düğmesini,
mahsus açık bırakmıştır. Ağzı, çeşme başındaki kadınlara bir şeyler anlatırken,
gözleri gelip geçen erkekleri süzmektedir.

İncil'de bahsi geçen Samire'li kadın, bundan başka bir şey mi idi?
Biz, bu gönül işleriyle meşgul olduğumuz sırada, zavallı
Mehmet Ali'nin korktuğu başına geldi. Askere çağrıldı. Bundan, bir sabah,
uluyan bir kadın sesiyle haberdar oldum. Öyle bir uluma öyle bir uluma ki,
sanki evde birisi ölmüş gibi.

Odamdan dışarı fırladım.

-Mehmet Ali; Mehmet Ali...

Ses yok.

-Zeynep Kadın... İsmail...

Gene ses yok. Ulumanın geldiği tarafa doğru gidiyordum.

-Ne var, ne oluyor?

Bu, Mehmet Ali'nin karısının sesidir.


Mehmet Ali'nin, bana bir Allahaısmarladık demeden
gitmiş olmasına ihtimal veremiyorum.

Muhtar, jandarmalar, Mehmet Ali ve kendisiyle çağrılan


bir iki kişi kapının önünde toplanmış duruyorlar. Mehmet
Ali'nin yüzü bembeyazdı. Bana bakıyor, fakat hiç tanımıyor
gibi.

Nihayet ta yanına yaklaşıp neler olduğunu sorunca,


mahzun ve küskün önüne baktı:

-Ben sana dimedim mi idim? İşte... diye, mırıldandı ve


elinin tersiyle bana jandarmaları, muhtarı gösterdi.
Muhtar, iki jandarmanın ortasında, artık köylülükten
çıkmış, bir hükümet memuru gibi duruyor. Kendisine verilen
damgalı ve matbu kağıtları dikkatle gözden geçiriyor. Hepsini, birer birer
inceliyor.

Beni görünce, merasimle ayağa kalktı ve jandarmalara


kalkmalarını işaret etti. Ben de onların sırasında bir sandalye alıp
oturdum. Jandarmalar, daha yirmi iki köy dolaşacaklarmış.

Mehmet Ali ile arkadaşlarının yirmi dört saate kadar behemehal Eskişehir'de
olmaları gerekiyor.

Mehmet Ali kolunu benden tarafa uzatarak:

-Hiç yetişilir mi? İşte beye sorun, dedi.

Mehmet Ali'nin asi bir hali var. Onun bu tarafını görmemiştim.


Muhtar, bütün resmi otoritesini takındı.

-Nasıl yetişemezmişsiniz? Pekala yetişirsiniz, dedi.

Mehmet Ali, burnundan soluyordu.

Tam bu sırada, nereden çıktı bilmiyorum. Zeynep Kadını,


dimdik karşımda gördüm. Herkese, sert sert bakıyordu. Yavrusunu savunmaya
hazırlanmış bir dişi kurt gibiydi.

Yavaş, yavaş kadınlar, bir iken iki, iki iken beş oldu.
Grup büyüdükçe büyüdü. Sanki aralarında bir şeyler mırıldanıyorlar. Sanki,
bir teşebbüse hazırlanır gibi bir halleri var.

Mehmet Ali'ye dedim ki:

-Memleketin, senin gibi usta askere çok ihtiyacı var. Bugün gidip cephede
vuruşmazsan, yarın burada, kapının önünde vuruşmağa mecbur kalırsın. Her
vakit söylüyorum.

Düşman şuracığa geldi. Hem bu şimdiki askerlik senin bildiğin gibi değil.
Millet, kendisi savaşıyor. Angarya yok. Sonra
emin ol, çok uzun sürmez. Bir çarpışmada herşey hallolacaktır.

Zeynep Kadın atıldı:

-Öyle ama, şimdi tam iş zamanı. Hep öyle yaparlar. Bebelerimizi tam iş
zamanında alırlar.
-Merak etme. Kendim işe yaramazsam bile, sana bir
adam tutar, bütün hizmetlerini gördürürüm, dedim.

Zeynep Kadın, saçma bir laf söylemişim gibi, omuzlarını


silkti. Lakin, Mehmet Ali üzerinde sözlerim, biraz etki yapmış görünüyor.
Şevkli bir savaşçı kesilmediyse bile tevekküllü bir asker tavrını aldı.
Onun bu halinde şimdiden eski erimi buluyordum. Bana biraz önce olduğundan
daha sevimli, daha munis geliyor ve içimdeki subay uyanıyor.

-Keşke alsalar da ben de gitsem, dedim. Bu sözü, o kadar candan söyledim


ki, önümde Mehmet Ali ile gidecek olanların gözleri parladı.

İçlerinden birisi:

-Evvel Allah, biz düşmanın hakkından geliriz ama, silahımız, cephanemiz


yok, diyorlar, dedi.

Anadolu köylüsünde olumlu ve realist duygu hemen bütün diğer duygulara


galebe çalmıştır. Arasıra uyanan lirizmi, bir saniye içinde parlayıp
sönüverir. Heyecanlı adamın, onun indinde bir deliden farkı yoktur. Onun
güvenini kazanmak için sessiz, ağır ve hiç gülmez görünmek gerekir.

Ben de kendimi topladım.

Mehmet Ali gitti. O giderken, bütün ev sarsılacak sandım. Fakat, tahminim


kadar olmadı. Hatta ayrılırken, sarılıp öpüşmediler bile.
Kızkardeşleri, sessiz sessiz ağlıyordu. Karısı bir iki defa
hıçkırayım dedi, fakat, Mehmet Ali öyle bir ters ters baktı ki;
kadın bütün hıçkırıklarını katı lokmalar yutar gibi içine çekti.

Zeynep Kadın, duvara dayanmış duruyordu. Yanında İsmail, iki elini kuşağına sokmuş
bakıyordu.
Mehmet Ali, bana doğru egildi, elimi öptü. Bir şey söylemek istedi ve
torbacığı omuzunda, yürüdü, gitti.

Bu çocuk, belki bir daha dönmeyecek. Yüreğimde derin


bir kasvetle arkasından yürüyorum. Yolda rastgeldikleriyle
durup helallaşıyor...

Gözlerinde yaş var mıydı? Gözleri yaşlı mıydı? Bilmiyorum. Aramızdaki


bütün anlaşmazlıklara rağmen yeryüzünde, o benim tek dostumdu. Yarı yerinden
bölünmüş yaşantıma yeni bir yön vermek için bana yardım eden tek adam o
değil midir? Hangi fikir, sınıf ve meslek arkadaşımdan hayır
gördüm? Hepsi, kendi başının derdine düşmüştü. Yalnız
Mehmet Ali bana elini uzatıp:

-Gel seni köyüme götüreyim. Burada yalnız sersebil olursun, demişti.

Bu sözü hatırıma gelince burnumun direği sızladı. Hemen orada bir çakal
gibi avazım çıktığı kadar ulumak ihtiyacını duydum.

Mehmet Ali yokuştan indi. Dereyi geçti. Tarlaların içinden yürüyerek yola
doğru ilerliyor. Dört arkadaştılar. Bir defa dönüp arkalarına bakmıyorlar.
Belki bakmayı erlik saymıyorlar. Bunlar belki, yarınki Türk zaferinin
isimsiz kahramanları olacaklar. Belki de... Ne olursa olsunlar şu dakikada
uzaklaştıkça küçülen, uzaklaştıkça küçülen bu dört siluetin,
sabahleyin okullarına giden dört çocuktan farkı yok.

:::::::::::::

Mehmet Ali gittiği günden beri Zeynep Kadının ağzını bıçak açmıyor. Yüzü
bir maske gibi hareketsizleşti. Gözleri hep sabit bir noktaya dalıp kalıyor.
Ona laf söylemekten korkuyorum.

Lakin bir gün o bana söyledi:

-Benim bebemi aldılar, ama kazık gibi herif karının koynunda saklanmış
yatıyor.

Kimden bahsettiğini sordum.

-De... aha, Cennet'in nedir o su, dedi. Hem de yabanın


biri kimse nereden geldiğini bilmiyor. Asker kaçağı imiş. On
gündür Süleyman'ın evinde saklı. Karı kendi eliyle ona yemek pişirip
verirmiş. Gece de yatağına alırmış?

-Süleyman'ın gözü önünde mi?

-He ya, biri sağ böğründe, öbürü sol böğründe...

Gülmekten kendimi tutamadım. Zeynep Kadın işin bu


tarafına önem vermez görünüyordu.

-Gidip haber verecem, bize bir kötülük gelir diye korkarım.

Mehmet Ali'nin anası gerçi böyle konuşmuyor. En koyu


Anadolu ağzıyla söylüyor, Cümleler; boğazından birer tutam
çalı gibi sert ve dikenli çıkıyor.

Çoktan, benim bütün merak ve ilgim Süleyman'a doğru


gitti. Muhayyelem, Zeynep Kadının bana anlatmadığı zina
dramını en küçük teferruatına kadar gözümün önünde canlandırıyor.

Dişi ve erkek arasındaki ezeli mücadelenin bundan daha


müthiş bir safhasını hatırlamak mümkün değildir. Kadın,
burada, bütün vahşi insan içgüdüleri ayakta, bir yırtıcı yaratık
gibidir. Bunun bir tarafında koca, kanı emilip posası bir
kenara atılmış bir avı andırıyor. Öbür tarafında, aşık, tabiatın
yenilmez, değişmez kör ve sakar güçlerinden bir parçadır.

Zavallı Süleyman her başını kaldırmak isteyişte ya bir


kaya gibi rakibinin önünde dikildiğini görüyor, ya da karısının
bir dişi kaplan kükreyişinden daha korkunç kahkahasıyla karşılaşıyor.

Gerçi, sonradan işittiğim şeylerle bu tasavvurumun ne


kadar doğru olduğunu anladım. Süleyman önce betelemek istemiş. Haydi be sen
de demişler. Bir başka defa herif, şöyle bir dirsek kakmasıyla onu yere
oturtuvermiş. Karının üstüne yürümeğe kalkmış. Karı ellerini böğrüne
dayayarak göğsünü ileriye doğru itmiş: Hele dokun, hele bir dokun, vallahi
bir gün kalmam giderim diye bağırmış.

Bu giderim tehdidi... Süleyman o günden beri, geceleri


yorganın altına büzülüp zari zari ağlamaktan başka bir şey
yapmıyormuş.

Lakin, işte köylüler buna tahammül edemiyorlar. Bir


gün Bekir Çavuş, Cennet'e çeşme başında rastgeldi. Dişlerini
gıcırdatarak üstüne yürüdü: Ya o herifi deflersin, yahut karışmam diye
homurdandı. Kadın, taştan Diana tavrını aldı:

-Ne idermişin, bakalım? Ne idermişin, bakalım? diye


haykırdı. Herkes sandı ki, Bekir Çavuş Cennet'e sulanıyor.
Adamcağız, başını sallayarak uzaklaştı.

Başka bir gün muhtar da Süleyman'ın kapısına kadar


gitmiş:

-Söyleyin o kerataya buradan defolsun, emrini vermiş.

Fakat dinleyen olmadı. Kadın: -Beni boşasın, öyle gideriz,


demiş. Lakin Süleyman hiç de karısını boşamak fikrinde değildi.
İşte bu yüzden, köylüler, bu rezalete bir son vermek
için tek çareyi baskında buluyorlar. Hocaya sordular: Gözümüzle
görürsek şer'an boş düşer mi? diye.

Hoca;

-Elbet demiş.

Bunun üstüne, bir gece, yatsı namazından sonra, köyün


belli başlı adamları hep bir araya gelip Süleyman'ın evini
bastılar. Köyün imamı da beraberlerinde idi. Hiçbir gürültü
olmadı. Hatta Mehmet Ali'nin kardeşi küçük İsmail soluk soluğa koşup
gelerek bizi, olan bitenden haberdar etmeseydi
hepimizin haberi olmayacaktı.

-Sudan gelirdim, dedi; Bir de baktım ki, camiden çıkanlar hep bir yana
yöneldiler. Ben de aralarına katılıverdim.

Süleyman'ın kapısı önüne gelince durdular. İmam Efendi


elindeki çomakla üç defa vurdu. Ses çıkmadı. Bekir Çavuş:

-Ülen Süleyman, biz geldik, aç kapıyı; diye ünledi. Gene


ses yok. Azıcık beklediler. Sonra Memiş'in ağası aha şöyle
omuzunla kapıya dokunuverdi. Hep birden içeriye daldılar.
Ben de daldım. Odada bir bağrışma çığrışma oldu. Aha, o vakit,
elimden testi düşüverdi. Cennet Hanım, bize dinsiz,
imansızlar. İmam: Dinsiz de sensin, imansız da sensin.
Haydi çık burdan. Gayri şer'an Süleyman'ın yanında kalamazsın, dedi.
İşte o vakit Süleyman'ın sesini duydum. Amanın itmeyin; amanın itmeyin,
diye bağırdı. Ondan öte, n'oldu, bilmirim. Başıma bir kötülük gelir diye
sıvıştım.

İsmail'i hiç bu kadar heyecanlı görmemiştim. Hatta anasından dayak yediği


gün bile bu kadar solumuyordu. Benzi de bu kadar atmamıştı. Dudakları bu
kadar titremiyordu.

Lakin Zeynep Kadın:

-Ülen, testiyi neden attın? diye üstüne yürüyünce aklı


başına geldi.

Ertesi gün, Cennet'le herif, sabahleyin erkenden köyü


terkettiler. İşte Süleyman karasevdaya o günden sonra tutuldu. Bu, önce,
ta yüreğinin derinliklerinden gelen bir ağlama sesi halinde başladı.
Süleyman'ın gözlerinden bir damla yaş akmıyor, fakat hıçkıra hıçkıra,
hüngür hüngür ağlıyordu. Sonra karanlık bir sessizliğe düştü. Ne yiyor, ne
içiyor, ne de söylüyordu. Gözlerini bir noktaya dikiyor. Öyle saatlerce
kalıyordu.

Zavallının yakınlarından da kimse yoktu ki, onu teselli


etsin. Yalnız, Memiş, yanıbaşından ayrılmıyordu. Bu iki
meczubun, hiç konuşmaksızın, birbirlerini anlayan ve birbirine uzun, önemli
ve samimi şeyler nakleden bir halleri vardı.

Onların, bu sessiz ve esrarengiz hasbıhallerini bilmek isterdim.


Ben de, onlar gibi, meczubun biri değil miyim?

Bu gönül faciası, bendeki sevdalı tahayyüllere yeni bir


renk verdi. İki günde bir, Dulcine'nin köyünün yolunu boyluyordum.
Bu sıcak yaz günlerinde iki köy arasındaki gidip
gelmeler epeyce yordu.

Bazı günler, bu gezinti bir çöl yolculuğu kadar zahmetli


oluyor. Toprak, ayaklarımın altında, bir volkanın fışkırmaları gibi sert ve
sıcak. Güneş denilen ağır ve büyük ateş küresini, omuzlarım üzerinde, tek
başıma, ben taşıyormuşum gibi gökyüzünün bütün yaz ağırlığını sırtıma
abanmış hissediyorum.

-Bu zahmet, bu meşakkat ne için? diyorum. Bir hayal


için, bir yabani çiçeğin gölgesi için. Bari, güzel kokuyor mu?
Bari, dokusu dudaklara hoş mu?

Adam sen de. Her sevgili, bizim muhayyilemizin yaratıp


süslediği yaratıktan başka bir şey midir? Bu, ister bir şehirli
hanım, ister bir köylü kız olsun, ona, bir taneciğim diyen
biziz.

Sanıyorum ki, birkaç defa sevdim ve her defasında, aynı


tarzda sevmekle beraber, sevdiklerim birbirinin aynı değildi.
Şu halde, gönlümüz her çiçekten bal alan bir arı gibidir.
Tevekkeli, Eşrefoğlu: Arı biziz bal bizdedir, dememiş.
Bu söz, şairlerin maşuka adını verdikleri yaratığı, derhal
ortadan kaldırıyor.

Bu bakımdan Don Kişot, şark mutasavvıflarına ne kadar


benzer. İnsanlığın bu en büyük, en derin idealist tipi kasabada bir
köylü kızına, yıllarca gönül bağlamadı mı? Ona her
rastgeldiği yerde en kibar hanımlara yapılan muameleyi
yapmadı mı?

Sanşo, efendisinin bu yanlış görüşüne hiçbir anlam veremiyordu. Prenses,


şato hanımı dediğiniz bu mu? Yok canım.

Bu pis kokan, elleri nasırlı, alelade bir köylü karısıdır, diyordu.

Don Kişot, buna rağmen, yerlere kadar eğilip Dulcine'nin


elini öpüyordu. Ve Sanşo'ya dönüp: -Oh ne güzel kokuyor. Ne
ilahi varlık! diyordu.

Şu dakikada, ben de Dulcine'sine giden Don Kişot'un


benzeriyim ve öyle kalmak bana bir utanma vermiyor. Yürüyorum. Yürüdükçe,
gönlümdeki coşkunluk artıyor. Ayaklarımın altında çatırdayan, kuru toprağı
bir çimenlik sanıyorum.

Ara sıra kenarlarından geçtiğim tarlalar, bana güllük gülistanlık geliyor.


O biçare tarlalar ki, üstlerindeki ekinler iki
karış yükselmeden sararmış. Boynu bükük başaklar, yerin
dibinden gelen bir ıstırabı hikaye ediyor.

Ve önümde hep boz tepecikler. Toz toprak dalgaları.


Lakin, benim içimdeki orkestra, bunların hepsine hayalin erişemeyeceği kadar
cazibeli birer dekor niteliği vermektedir. Biraz sonra, Dulcine'nin yanına
varacağım.

:::::::::::::

Bugün içime doğmuş. Koruluğa daha ilk adımımı atar atmaz, onunla karşı
karşıya gelmeyeyim mi? Henüz yıkadığı çamaşırları dallara asıyordu.
Sıvanmış kolları, bileklerinden itibaren bembeyazdı.

Beni görünce, gene o yabani geyik tavırları... Gene o,


ağaçların arasına saklanmalar koşmalar. Dönüp arkaya bakmalar.

Ne olursa olsun, körpe geyik; bugün seni bırakmayacağım.

-Neden kaçıyorsun? Öyle neden kaçıyorsun?

Üstüne doğru yürüyorum. Bereket köyüne kaçamayacak.


Çünkü, ilk koşmaları onu köyün aksi yönüne attı.

-Benden korkacak ne var? Dur bakalım. Ben sana kötülük edecek değilim.

Bunları söyleyerek, yürümekte devam ediyorum. Bir an


geldi, durdu. Ve bir ağacın arkasına çömeldi. Yaklaşıyorum.

-Canım benden bu kadar ürkecek ne var?

-Aman, etme, güzel gardeşim. Aman etme.

-Sana ne yapacağımı sanıyorsun? Haydi rahatına bak.

Git işini gör! Ben, şöyle bir kenarda otururum.

-Aman güzel gardeşim, olmaz. Halam görür.

-Halan ne görür?

-Olmaz, olmaz. Halam görür.

Ve o kadar hazin, yalvaran bir sesle söylüyor ki... Tıpkı


ağa düşmüş bir avın sesi. Nerede ise, ağlayacak. Biraz daha
yaklaşıyorum. Öyle ki, aramızda yalnız bir ağaç var.
-Bu korkuyu bırak. Bak ben yabancı değilim. Bu, beni
kaçıncı görüşün. Hiç sana benden bir kötülük geldi mi?
Hissediyorum ki, ağacın dibine büzülmüş ıslak bir kedi
gibi titriyor. Acaba heyecandan mı? Yoksa alelade bir cinsi
heyecandan mı? Çünkü, gittikçe sesinin bir miyavlamadan
farkı olmuyor.

-Olmaz, olmaz. Halam görür.

Ve ben, kalbim küt küt vurarak, yanıbaşına çöküyorum.

:::::::::::::

Salih Ağa, Zeynep Kadının başına hiç yoktan bir arazi


meselesi çıkardı. Bu köy ağası, Mehmet Ali'nin ta babası zamanından ekip
biçtikleri bir tarlanın kendisine ait olduğunu
iddia ediyor. Zeynep Kadın, geçen gece hüngür hüngür ağlayarak bana davayı
anlattı: Oğlu askere gittiği gün bile gözünden bir damla yaş akmayan bu
kadın, şimdi bir toprak parçası elinden gidecek diye ağlıyor. Asıl tuhafı şu
ki, bu tarla kira ile benim hesabıma ekilip biçiliyor. Ve Salih Ağa benden
davacıdır:

-Korkma, ona zırnık vermem. Gerekirse mahkemeye düşeriz.

Zeynep Kadın daha çok ağlamaya başladı:

-Mahkemeye mi? Aman etme, aman etme...

-O neden?

-Ağa para yidirir. Kadı ile bir olur, üstelik öbür topraklarımızı da
elimizden almağa kalkarlar.

-Nasıl olur? Neyle ispat eder? Sizin elinizde kağıdınız


koçanınız yok mu?

-Yok ya, ne bileyim ben? Yok ya!..

-O halde şahit gösteririz.

-Hepsi ondan yana çıkar, hepsi...

Zeynep Kadının neden ağladığını şimdi anlıyorum. Benim kafam da kızdı,


gidip Salih Ağa ile görüşeceğim.

Gittim. Fakat neye yarar? Salih Ağa bir otomat gibidir.


Gözümün önünde canlı yaratıklara mahsus bütün vasıfları
gösteriyor, lakin ne işitiyor, ne konuşuyor, ne de sözlerimden
bir şey anlamış görünüyor. Sanki benim ağzımla onun kulağı
arasındaki mesafe beş on kilometredir.

Farkına varmaksızın bağırmaya, tek elimle birtakım hareketler yapmağa


başlamıştım. Bir de baktım ki, Salih Ağa yanımdan sıvışmış gitmiş.

Arkasından koşup yakaladım. Madeni bir parıltı ile parlayan gözlerini


gözlerime dikti. Dudaklarında silik bir gülümseme ile:
-Senin nene gerek? dedi ve evinin kapısından içeri girdi.

Salih Ağa'nın, bir ayak sesi duyunca, yuvasına kaçan bir


sansardan hiç farkı yok. O böyle kaçarken, insanın bütün avcılık duyguları
uyanıyor. Arkasından nişan alacağı geliyor.

Bari gidip muhtarı göreyim, dedim. Fakat kendisine evde


yok dedirtti. Yenilmez bir öfke ile dönerken, yolda imama
rastladım.

-Ne dersin, İmam Efendi, şu Salih Ağa'nın ettiğine?

-Ne etmiş ki?

-Bizim zavallı Zeynep Kadının malına sahip çıkıyor.

İmam sustu. Başını önüne eğdi. Sakalını karıştırmağa başladı.

-Böyle olur mu? Vallahi Kaymakamlığa, Mutasarrıflığa,


icap ederse Valiye kadar giderim. Söyle ona. Gözünü açsın.

-Başüstüne; söylerim, diyor ve sıvışıyor.

İşte bugünden itibaren Salih Ağa ile aramızda bir mücadele başlamış oldu.
Gerçi ben, hiddetim ve şiddetimle, durmadan taarruzda ve o, susuşları,
anlamazlıktan gelişleri, kaçışları, saklanışlarıyla hep savunma durumunda
görünüyor.

Fakat hissediyorum ki, her tarafımızdan çevrilmişizdir. Havada bizi tazyik


eden bir gaz var.

-Korkma, Zeynep Kadın. Seni sonuna kadar koruyacağım.

O, kuşkulu bir tavırla başını sallıyor:

-İnşallah, bakalım... diyor.

-Canım ne kadar korkuyorsun? Toprağın üstündeki


ürün benim değil mi? Onu, ben biçeceğim. Ben kaldıracağım.
Gelecek yıl da, ona sormadan, sürmeğe başlayacağım. Varsın
o, davacı olsun.

Bu dava sözünü duyunca, Zeynep Kadın yüzünü buruşturuyor.

:::::::::::::

Bir gece, uykumun arasında yürekler parçalayıcı feryatlarla uyanıyorum. Ne


oluyor? Yataktan fırlayıp koşuyorum.

Meğer Mehmet Ali'nin karısı doğuruyormuş. Odanın kapısı


önünde, rastladığım Zeynep Kadına sordum:

-Ebe getirdiniz mi?

-Ebe de ne olacak? İşte, tavana urganı bağladım. Ona


asıla asıla kurtulur.
-Ya sonra?

-Sonrası ne olacak? Hepimiz böyle doğduk, dedi. Ve sözüne bir şey ilave
etmeden, doğum odasına girdi.

İsmail, sokak kapısının yanında, hemen yan eşik üstünde kıvrılmış yatıyor.
Dünyadan haberi yok. Beni evin ta öbür ucundan uyandırıp, ayağa kaldıran
feryatlar iki adım ötede, onun kulaklarına kadar varamıyor.

Doğuran kadının sesi, hemen hemen gayri insani diyebileceğim bir acayip
bağırış halini aldı. Bir cigara yaktım. Odamın içinde dolaşmağa başladım.
İçimde, buraya ilk geldiğim gece bile duymadığım bir perişanlık var.
Yelkenleri parçalanmış bir küçücük gemide bir deniz kazası geçirmekte olan
adam gibiyim.

Kadının feryatları, boranın ıslıklarını hatırlatıyor. Şimdi


batacağız. Şimdi batacağız.

Birden, bir yalçın çığlık ve sessizlik. Bir derin ıssızlık...


Mutlaka kadın doğurmuş olacak.

Dünden beri, Mehmet Ali'nin bir oğlu var. Ben görmedim. Fakat, İsmail'in
anlattığına göre, o kadar küçük bir şeymiş ki, insan avucunun içinde
ağırlığını duymadan onu taşıyabilirmiş.

-İsmail, mutlaka sen de doğduğun zaman, onun gibi şeydin. Bak, hala bir
türlü büyümüyorsun.

-Evlenirsem daha gelişirim.

-Evlenmek mi? Sen ha, olacak iş mi bu İsmail?

-Neden olmasın? Ben üç aydır yavukluyum bile. Bu kez


ürün iyi olursa mutlaka evleneceğim.

-Daha, bıyığın, sakalın çıkmamış. Daha on beş yaşına bile basmadın. Şu


boyuna bosuna bak.

Bana kızdığını hissediyorum. Göğsünü mısır tavuğu gibi


öne doğru şişiriyor. Başını dimdik kaldırıyor:

-Kız beni istiyor.

Gülmekten kendimi güç tutuyorum.

-Ya anası babası?

-Anası babası yok. Halasının yanında oturur. O da vermezse kaçırırım.

-Gözünü aç, sonra Süleyman gibi olursun. Başına neler


geldi, kendi gözünle gördün.

Gerçekten yazmayı unuttum. Süleyman üç dört günden


beri ortadan kaybolmuştu. Kimse nereye gittiğini bilmiyor.
Hatta arkadaşı Memiş bile... Meczup uzaklarda, belirsiz bir
noktayı gösteriyor:
-Deha, aha... gibi anlaşılmaz şeyler söylüyor, sonra manalı manalı
sırıtıyor.

Lakin, görünen köy için kılavuza ne hacet? Bilen bilir ki,


Süleyman nerededir?

:::::::::::::

Ekinler sararmağa başladı. Zavallı ekinler... En yükseği


iki yaşında bir çocuk boyunu geçmiyor. Orta Anadolu'nun
topraklarındaki ıstırap sanki bunlarda en açık ifadesini bulmuş gibidir.
Akşam üstleri bütün başaklar yetim boyunlarını
büküyorlar ve hazin köklerine bakıyorlar.

Ben bu manzarayı seyrederken eski Türklerin niçin hep


Rumeli'ye uzanmak istediklerinin manasını anlıyorum.
Anadolu'nun ortası, asıl anavatanın göbeği tuzlu göllerden, kireçli
topraklardan ibaret bir çorak ülkedir. Burada,
Türk milleti, çölde Beni İsrail'i andırır. Şimdi ise bir cehennem
çemberi onu, her tarafından kuşatmıştır. Bütün bereketli ve zengin
toprakları çepeçevre elinden alınmıştır. İstiklal Mücadelesinin ya ölürüz,
ya kurtuluruz, parolası işte, bundan ileri geliyor.

Gerçekten, bunun, ikisi ortası olmaz. Türk milleti, ya bu


çemberi yarıp geçecektir, yahut da burada ölmeğe razı olacaktır.
Ölmeğe razı olmak... Şimdiye kadar hangi milletten bu
kadar ağır bir şey istenilmiştir? Ama içimizden bunu kabule
hazır insanlar çıkıyor. Geçen gün, aldığım İstanbul gazetelerinde okudum.
Sevr Muahedesi esas itibarıyla kabul edilmiş. Damat Ferit hükümeti onu
imzaya üç kişi yolluyormuş.

Bu üç kişiden biri de Rıza Tevfik'tir. O Rıza Tevfik ki bize


Türk folklorunun zevkini veren ilk adamdır. Türk halkına bu
hıyaneti reva görmesinin sebebi ne? Niçin, bir yaşlı Şaman
heyetine girip bu arık topraklarda dolaşarak milletin ıstırabını terennüm
etmiyor?

Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey, gamlı ülke!.. Seni sevip,
senin sessiz dramın içinde gömülüp gitmekten korku çekenlere!.. Taşın,
toprağın ne bitmez bir sabır ve mukavemet hazinesidir! İnsan, senin göğsünde
ya destani bir kahramanlığa erer ya da en ilahi mizaçlı velilerin feragat
ve mahviyet derecesine varır.

Şimdi, şu söğüt dalının altından haykırsam Yunus Emre


bana ses verecektir:

-Derviş gönlü taş gerek,

Gözü dolu yaş gerek,

Koyundan yavaş gerek

Evet, pirim; evet pirim. Ben işte, burada öyle olmağa çalışıyorum. Bu
bodur ve seyrek ekinler, bu boynu bükük başaklar, bu buğulu söğüt ağacı, bu
donuk ve sessiz su, hülasa, bütün bu yoksul tabiat parçası neyin sembolüdür?

Bunlar arasında bir ruh, toprağa gömülmüş bir tohum


değil midir? Ben, Yedek Subay Ahmet Celal; Celal Paşa'nın
oğlu Ahmet; Porsuk Çayı'nın kenarında böyle bir tohum haline girdim. Bir
kulaç, kara toprak içinde filizimi sürmek, dal ve budaklarımı aydınlığa
doğru uzatmak, meyvamı vermek için Allah'ın rahmetini bekliyorum. Ve gömülü
olduğum toprağın ıstırabını bedenimde hissediyorum. Her hususta ona
karışıyorum.

Ben, Celal Paşa'nın oğlu Ahmet, İstanbul'un en muhteşem konaklarından


birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan
sonra, kanatlarımın biri kırılmış olarak buraya düştüm. Otuz iki yaşında bir
emekli asker, bütün geleceği geride kalmış bir sakat delikanlı, şimdi
burada...

-Ne yapıyorsun?

Hah, hah; adam sen de...

Görüyorum ki, fikir ve hayal aleminden henüz yere inmiş


değilim. Oysa, ben İstanbul'dan çıkarken bütün ıstıraplarımın kaynağının
kafamda olduğuna karar vermiştim. Ve onu orada bırakmak istemiştim. Burada,
hiçbir şeyi düşünmeyecek, metafiziğe tamamıyla veda edecek ve bir köylü
nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktım. Tamamıyla onlara karışacaktım.

Lakin işte görüyorum ki, bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne
karışıyorum, ne de dibe çökebiliyorum. Bize, bunun için toplumun kaynağı
diyorlar galiba.

Türkiye'nin aydın sınıfı, gerçekten bu toplumun kaynağı


mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, Bekir Çavuşlardan,
bu İsmaillerden, bu Zeynep Kadınlardan bende bir şey bulunması gerekmez
miydi? Oysa, ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları,
tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve bu sevgim onlara geçebiliyor.
Boz eşek bana iyiden iyiye alışmış. Zira, onun başını koltuğumun altına
alıp saatlerce okşarken, o tatlı tatlı bana bakar ve bazen
ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.

Oysa, küçük İsmail, bana karşı hala ilk geldiğim geceki


yabancılığını, uzaklığını muhafaza etmektedir. Ona, dostluk
ve sevgi göstermiyor muyum? Eski çamaşırlarımı hep ona
vermiyor muyum? Avucuna ikide bir paralar sıkıştırmıyor
muyum? Yaptığım iyiliklerin hiçbiri, hiçbiri onu bana meylettirmiyor!

Geçen gün, Zeynep Kadını, sokak kapısının önünde benden yakınırken


yakalamıyayım mı? Ben, onun bütün işlerini karıştırmışım. Salih Ağa ile
aralarını bozmuşum. Zaten yanlarına geldiğim günden beri evlerinin beti
bereketi kalmamış. Mehmet Ali askere gitmiş. Başlarına bu arazi davası
çıkmış. İsmail şımarmış, kiinseyi dinlemez olmuş.

Ben bunları işitmezlikten geldim. Kapıdan çıkmak üzere iken ayaklarımın


ucuna basarak ters yüzü odama döndüm. Şimdi başım iki ellerimin arasında
düşünüyorum:

Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi
oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak...

Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim?


Nasıl onlar gibi hissedebilirim?
Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak...
Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek.
Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez,
kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç
duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler,
renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye
yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan
gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir
şey halini almışım.

Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı.


Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika'dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde İngilizce
bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kimbilir
ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime
aldım, baktım adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum.

Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim.


Benzetiş, istiare... Benzetiş, istiare...

Fakat hayatta böyle bir şey yok. Hayat ve gerçek Salih


Ağa'nın ayaklarında; hayat ve gerçek, Zeynep Kadının buruşuklarında; hayat
ve gerçek muhtarın kırçıl sakalında; hayat ve gerçek İsmail'in yuvarlak
gözlerindedir.

Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu köylüler tarlalarından


evlerine dönerlerken dibine oturduğum söğüt ağacının dallarından bütün
hülyalar ürkerek kaçışır. Çetin çalışmaları esnasında, balçıklaşan bu
insanlar, küme küme, ikişer üçer, teker teker, kerpiçten yuvalarına
dönerlerken, ben kendimi; kendi köşemde her zamandan daha garip, daha
anlayışsız, daha manasız, daha faydasız bulurum.

Bu balçıktan insanlar, aralarında hiç konuşmadan yürürler. Kiminin


sırtında bir demet çalı, kiminin bir çuval vardır. Kimi, bir keçi yavrusunu
kucağına almıştır. Kimi, bir mandayı dürtüşleyerek önüne katmıştır. Boz
eşek, İsmail'in ardından başını önüne eğmiş, küçücük adımlarla yürür. Kadınların
pek çoğunun omuzunda asılı bir torba içinde bir
yavnı, başı aşağıya sarkmış, uyuklamadadır. Yürüyebilenler, hep köyde
kalmıştır ve süprüntülüklerin içinden paytak paytak gelenlere doğru yürürler.

Bu manzara, Nuh'tan önceki ilk insan kümelerinin manzarasıdır. Lakin, bu


akşam gökten, ne ceza, ne mükafat şeklinde hiçbir belirti görünmeyecek.
Her geceki mutat karanlık çökecek ve Zeynep Kadın kızlarıyla gelininin
pişirdiği bir kap yemeği, kirli bir tepsi içinde, benim odamın kapısından
içeri bırakacak.

:::::::::::::

Yattığım yerden küçük harman yığınları görünüyor. Burası köye yarım saat
mesafededir. İlk planda Bekir Çavuş'un tarlası var. Tam tarlanın ortasında
kör kız tek başına oturuyor. Vakit, bir öğle saatidir. Güneş altında kızın
uzun saçları birer taze mısır püskülü gibi cilalı görünüyor. Bu kız, henüz
on iki, on üç yaşındadır ve o kadar cılızdır ki, bir gün sırtını
okşarken bütün kaburga kemiklerini saydım. Zavallıyı, niye
böyle kırın ortasında, bu güneşin altında tek başına bırakmışlar?
Onu, mutlaka, unutmuş olacaklar. Ve o, tarlada herkesi henüz çalışmakta
sanıyor.
Kalkayım, onu elinden tutup evine götüreyim derken, bir
de baktım ki, Salih Ağa'nın kambur oğlu, haylaz haylaz dolaşarak ona doğru
yaklaşıyor. Bu çocuk tıpkı bir sakat keçiye benzer. Bu çocuk diyorum. Belki
de o bir delikanlıdır. Çünkü konuştuğu vakit sesi herhangi bir erkek
sesinden daha kalındır.

İşte, kızın önüne geldi, durdu. Ona bir şeyler söylüyor.


Kız başını kaldırmış, sanki görür gibi onun yüzüne bakıyor.
Kambur, iki elini kuşağına soktu. Etrafına bakındı, sonra yine kıza
dönüp bir şeyler mırıldandı. Kız utanmış gibi başını
önüne eğdi. Kambur külahını çıkardı, uzun bir süre tepesini
kaşıdıktan sonra kızın yanına çöktü. Şimdi, ikisi de omuz
omuza oturuyorlar.

Fakat, kamburun ne eli ne ayağı rahat duruyor. Kah yerden aldığı bir diken
veya saman çöpü ile kızcağızın ensesine dokunuyor, kah parmaklarının ucu ile
çıplak tabanını gıdıklamağa çalışıyor. Kız huysuzlanıyor, kalkıp gitmeğe
çabalıyor. Öbürü tekrar elinden çekip yerine oturtuyor.
Hayatımda hiç bu kadar igrenç derecede gülünç bir manzara görmedim. Bu
alelade bir yaramaz erkek çocuğun bir uslu kız çocuğa musallat oluşu gibi
değil, çok daha canavarca bir şey... Denilebilir ki, bir yılan bir kurbağayı
yutmağa çalışıyor. Denilebilir ki, dev kadar kocaman bir örümcek bir
pervanenin etrafında ağını örüyor.

Kambur, kızın canını acıtmağa başladı. İki defa bağırdığını işittim. Bari
gidip işkenceye son vereyim dedim. Ne lüzumu var! Kız kaçıyor, kambur
arkasından kovalıyor. Kız önünü görür gibi koşuyor.

O kadar ki, derenin kenarına gelince durdu. Ve ancak bu


suretle tekrar avcının eline düştü. Bu sefer kambur, onu belinden sımsıkı
yakalamış bırakmıyordu. Sürükleyerek derenin içine doğru çekti.
Ben yerime otururken her şeyi anlamış bulunuyordum.

İnsan, hayvanların en iğrenç olanıdır.

:::::::::::::

Nihayet, Salih Ağa yapacağını yaptı. Benim hesabıma


ekilip biçilen Zeynep Kadının tarlasından iddia ettiği ortaklık hakkını, bir
gece, hiçbirimizin haberi olmaksızın kaldırıp
götürdü. Bu vakayı duyduğum anda öfkemden beynim attı.

Ömrümde adam dövmedim, fakat Zeynep Kadın başta olmak


üzere bütün ev halkı önüme çıkıp yalvara yalvara vazgeçirmeselerdi, mutlaka
gidip, o küçük köy ağasını bir iyi pataklayacaktım.

Meğer, birkaç gün önce bu işi yapacağını haber vermiş imiş. Ben de
biliyordum ki, tarlanın asıl sahibi olmak iddiasıyla ekinden bir pay almak
fikrinde idi. Fakat hayasızlığı, cüreti bu derece ileriye götüreceğini asla tahmin edemezdim.

Neyse, olan oldu. Şimdi, ne yapmalı. Doğrusu, ben kendi hesabıma herhangi
bir yürek acısı duymuyorum. Biraz darı, biraz buğday ektirmiştim. Bu da
ancak Mehmet Ali'ninkilere bir faydam olsun fikriyle idi. Bununla beraber,
onlar da bundan çok üzgün görünüyorlar. Bilakis beni yatıştırmaya
çalışıyorlar... Sen sağ ol, aman bir dırıltı çıkarmayalım diye yalvarıyorlar.
Beni öfkelendiren de, işte, onların bu korkuları, bu miskinlikleridir.
Onlarda adalet duygusunu kurcalamaya çalışıyorum. Nafile; taş gibidirler.

Bunlar, henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiştir.


Ta yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşıyorlar. O
vakitler de, kabilenin en güçlüsü, elinde bir ağaç baltayla sizin
üstünüze yürür, ağzınızdan lokmanızı, ininizden karınızı
alıp götürürdü ve bu, herkese tabii olaylar gibi sakınılmaz,
önlenmez görünürdü.

Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler.


Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkiyalıklar Türk
köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet
esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var. Neden ürküyorlar?

Bunu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onları bu


hale koyan, üstünde yaşadıkları bu sert ve haşin tabiat mıdır? Merhametsiz
bir üvey ananın göğsü gibi hareketsiz bu topraklarda ancak böyle bir öksüz
çocuk ruhu dalgalanabilir.

Lakin, bütün bu felsefeler, beni, gidip Salih Ağa'ya çatmaktan alıkoyamadı.


Meydanlıkta, kahvenin çardağı altındaydı. Ağır ağır üzerine doğru yürüdüm.
Beni görünce sapsarı kesildi, başını önüne eğdi, büzüldü. Gittim, önüne
dikildim:

-Bizim ürünü gece çalan sen misin?

Cevap vermiyor, yere bakıyor.

-Söyle, hırsız sen misin: Şimdi yakandan sürükleye sürükleye seni en yakın
karakola götüreceğim.

Ayağının başparmağını avucunun içine aldı.

-Söyle; diyorum. Söyle, diyorum.

Ve kendimi kaybedip yakasına yapıştım. Silkinip geriye


çekilmek istedi. Sarstım. Davrandı, ayağa kalktı ve elimden
kurtulmak için çabalamaya başladı. Kahvede kimse yoktu.
Kahveci de suya gitmişti. Salih Ağa tuzağa düşmüş bir çakal
gibi pençemde kıvranıyor.

Birden, herifin ağzını elimin üstünde hissettim. Bir hayvan gibi ısırmaya
çalışıyordu. Kara, seyrek dişlerinin nemini derimde duyar duymaz, bütün
hiddetim bir derin tiksintiye çevrildi. Onu nefretle geriye ittim. Lakin
yere düşmesiyle toparlanıp kalkması bir oldu. Bir sıçrayışta kahvenin
peykesinden öteye atladı. Koşarak kaçtı gitti.

Bir süre, gülmekle ağlamak arasında, hasmımın yerde


kalan pabuçlarına baktım.

Her şeyi bu kadar ciddiye almak, bu kadar öfkelenmek


neden? Kaç gün yüreğimde bu olayın azabını taşıdım. Gidip,
Salih Ağa'nın kendisinden bizzat af dilemek istedim.
Ama, o bana karşı hiçbir kin taşımıyor gibi. Yapacağını
yaptıktan, almak istediğini aldıktan sonra ötesine pek önem
vermiyor. Hatta, meselenin bu kadarcıkla kapanmış olmasına
seviniyor. Belki, bununla da kalmayıp içinden bana karşı
bir küçümseme duyuyor. Beni herhangi bir delikanlı gibi
ham ve hoyrat buluyor.

:::::::::::::

Aşar memuru köye geldiği gün onu ilk karşılayanlardan


biri Salih Ağa oldu. Bir süre baş başa konuştular. Sonra yanlarına Bekir
Çavuş, muhtar ve ünam geldi. Salih Ağa gayet önemli ve işbilir bir adam
tavrı takınmış; hepsine ağır ağır, yavaş yavaş bir şeyler söylüyor.
Yanlarından geçerken hepsi birden kalkıp bana selam verdiler. Baktım, Salih
Ağa da kalkmış selam veriyor. Yanlarına vardım:

-Merhaba ağalar...

Aşar memuru setre pantolonlu, kauçuk yakalıklı, yusyuvarlık bir kıranta


adamdı. Dizleri ve ayaklarının uçları birbirine bitişik oturuyor. İki laf
arasında bir uyukluyor.

-Bu yıl bir uğursuzluk var emme...

-Ne diyon be, sen ne diyon?

-İyi olur inşallah.

Bu tarzda başı yok, sonu yok bir konuşmanın ortasına


düştüm: Gerçi ben gelince yüzler değişti, sözler değişti. Fakat, aşar
memurunun yüzündeki uyku hali dağılmadı. Sivrihisar'dan geliyormuş. Yola
çıkalı on beş gün oluyormuş.

Onun için ne sorsam bilmediğini söylüyor. Ankara, size daha yakın diyor.
Ankara bize daha yakın... Bu sözde bilmem niçin yüreğime ferahlık veren bir
şey var. Bir gün kalkıp oraya gideceğim. Lakin bu şehir o kadar kalabalıkmış
ki, gidip de açıkta kalmaktan değil ama, faydasız bir konuk olmaktan
çekiniyorum.

-İçinizde Ankara'yı gören var mı?

Bir aşar memuru görmüş.

-Sivrihisar'a tayin edilmezden önce Kalecik'teydim. Oradan geçtim. On, on


beş gün kaldım. Fena yer değil. Ama, suyu yok, yeşillik yok. Hem öyle bir
pahalı, öyle bir pahalı ki...

Bekir Çavuş, geçenlerde Polatlı'ya kadar gitmiş.

-Gördüm, diyor, trenler Ankara'dan Eskişehir'e boyuna


asker taşıyor ve Eskişehir'den Ankara'ya vagon dolusu erzak
gidiyordu.

Muhtar:

-Hep büyükler oraya toplanmış, dedi.

Aşar memuru kim bilir kaçıncı uykusundan baş kaldırıp:

-Büyükler mi? Öyle, öyle. Bizim müdür de orada... Ben


gördüm, diye mırıldandı.
Soruyordum:

-Aylıklar, muntazam çıkıyor mu, memur efendi?

-Aylıklar, hiçbir zaman bu kadar muntazam çıkmamıştı.


Ayın otuzu oldu mu hemen bordrolar hazırlanıyor. Bir imza
edip almak kalıyor.

Milli hükümetin bu başarısını duyunca sevinçten yüreğim hopluyor.

-Her şey buna göre... Ben Kalecik'ten Ankara'ya üstümde iki bin lira
emanet parayla geldim. Yolda kah yaya yürüdük, kah açıkta yattık.
Elhamdülillah, kılımıza dokunan olmadı. Her taraf güven içinde.

Yüreğim bir daha sevinçten ağırma geliyor. Güya bütün


asayişi, düzeni sağlayan benmişim gibi bir gurur ve iftihar
duyuyorum. Memura köylüleri göstererek:

-Bir de bunlar, her şeyin kötüye doğru gittiğini söylerler.


Hep uğursuzluktan, bereketsizlikten bahsederler, diyorum.

Lakin, memur, bu sırada gene uykuya dalmıştı. Köylülerden biri:

-Öyle deme, beyim dedi ve eliyle ovada bir geniş daire çizerek; vakti
zamanında şu gördüğün yerler hep ağzına kadar dolu erzak kuyularıydı. Şimdi
açsam diplerinde bir tane arpa bulamazsın.

Aşar memuru, tam bu sırada gözünün bir tanesini açtı ve


bana: İnanma, yalan söylüyor der gibi bir, işaret yaptı.
Anadolu köylüsünün zahire ambarları bomboş, fakat
Türk entelektüeli yedi devlete harp açmıştır. İstanbul'da Ali
Kemal buna delilik diyor. Ben, bu hali ulvi ve heyecan verici
bir manzara gibi seyrediyorum.

Ankara'da Hakimiyeti Milliye gazetesi İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'daki


rezaletleri diye, bir olaylar sütunu açmış.

Öbür tarafta, Galipler, aklınızı başınıza alın başlıklı bir makale


neşrediyor. Havada Milletin hakimiyeti sözü bir vahiy gibi dolaşıyor.
Gelip, beni, bu inzivada uyandırıyor.

Türkiye'nin karanlık semasında Mustafa Kemal adı bir şafak yıldızı gibi
parlıyor. Bunun etrafında bazı peykler beliriyor. Tekrar Türk ordusundan
bahsediliyor. Mehmet Ali'den mektup geldi. Mensup olduğu alay Kütahya'daymış.
Arasıra bizim taraflardan bir kafile asker veya bir subay grubu gelip
geçiyor. Bunlardan bazılarını bizim köyde konuk ediyorum.

Bunlar, artık benim bildiğim Cihan Savaşı subayları değildir. Bazılarıyla


tanışmakla beraber onlarda eski ruhtan,
eski kafadan bir belirti bulamıyorum. Bunlar, bir ordunun
alelade subayları olmaktan ziyade yeni bir mezhebin öncüleri gibidir. Cihan
Savaşı'nda her biri bir şeyden şikayetçiydi.

Hepsi devletin siyasetini tenkit ederdi. Hepsi canından bezgin görünürdü.


Şimdi ise tartışma bile kabul etmiyorlar.
-Mutlaka yeneceğiz, diyorlar.

Fakat, inanılacak şey değil. Ben, savaşı istemeyenlerin


arasında yaşıyorum... Bu milletin tek güç kaynağı bu köyler,
bu hastalık, yoksulluk, umutsuzluk yuvaları değil mi? Bu savaşta subayların
yönetecekleri insanlar hep bu aralarında yaşadığım kanları çekilmiş, derileri
kemiklerine yapışmış, gözlerinin feri kaçmış hayaletler değil mi?

Geçen gün bir cephanenin cepheye nasıl taşındığını gördüm. Uzun bir kağnı
kafilesi... Ah, ne hazindi, bu kağnı kafilesi... Gacır, gacır... Ve sıska
mandaların kalça kemikleri o kadar sivrilmişti ki, yer yer derilerini
delmişti. Bu deliklerin üstünde sineklerin yüzlercesi kalkıp yüzlercesi
konmaktaydı.

Kafileyi yöneten insanlar ise sineklerin azmanı gibidir. Ne


şekilleri insan şekline, ne yürüyüşleri insan yürüyüşüne, ne
sesleri insan sesine benzer. Bu iki direk, iki tekerlekten ibaret arabalar
sanki onların uzuvlarına bitişiktir. Bunların
içinde yatarlar. Döşekleri, yorganları, yiyecek ve içecekleri
bunların içindedir. Kaplumbağanın kabuğu belki kaplumbağadan ayrılabilir.
Fakat bu arabaları o adamlardan ayırmanın imkanı yoktur.

Bitmez tükenmez Anadolu yollarında, dereler, tepeler


aşarak, yokuşlar çıkıp inişler inerek, dikenlikler ve kayalıklar arasından
geçerek hazin hazin yürüyen kocaman acayip kaplumbağalar... Siz, aynı
zamanda, Türk köylüsünün yırtık pırtık eşyaları arasında, emsalsiz bir savaş
alanında birer destan eşyası da taşıyorsunuz. Onun için uzaktan uzağa
bana mitolojik hayvanlar gibi görünüyorsunuz.

Hiç şüphesiz, büyük akınlara, büyük fetihlere giden eski


Türklerin arkasından da buna benzer katarlar yol alırdı:
Atilla'nın eşyasını taşıyan arabalar da belki bunlardan farksızdı. Oğuz
kolları, Anadolu üstüne, mutlak, bunun gıcırtılarını dinleye dinleye
uzandılar. Herhalde bu garip ve hazin araba tipini, birer fosil izi halinde
eski taşların böğrüne kazılmış görmek mümkündür. Fakat, bütün bu tarihi
tahayyüllere rağmen, insanın gene bunlardan destani bir şey bulmaya gücü
yetmiyor.

Kağnılar geçerken, savaşın sonucundan, ben bütün köylülerle beraber


umudumu kesmiyorum. Gacır, gacır, gacır, gacır... Sanki belkemiğim bir
testereyle orta yerinden kesiliyor gibi. Ve mandaların bütün ağırlığı bir
kara kabus halinde üstüme çöküyor.

Lakin, işte, subaylar mutlaka yeneceğiz diyorlar. İnönü, yeni bir devrin
başlangıcı değil mi? Türk ordusu orada yüzyıllardan beri kaybettiği
geleneğine tekrar kavuşmadı mı?

Nerede okudum, bilmiyorum: Cephe artları, tiyatroların


kulislerine benzermiş. Shakespeare'nin ve Racine'nin bir trajedisi
oynayacak. Sahnede, kralları, kraliçeleriyle bütün bir
saray içinin haşmet ve debdebeleri gösterilecek. Fakat bundan önce bir de
kulisteki hazırlığı görünüz: Yırtık ve ter kokulu canfes parçalarından bir
yığın hırdavat ve bunların arasında yarı aç, yarı tok birtakım zavallı
insanlar gelip gidiyor, eğilip kalkıyor.

İşte, biraz sonraki muhteşem sahne bu unsurlardan teşekkül edecek.


Bizim İsmail'e, artık ben de kızar oldum. Ne bir iş gördüğü, ne yerinde
durduğu var. Öyle bir haylazlaştı, öyle bir haylazlaştı, deme gitsin. Bazen,
ortadan büsbütün kayboluyor. Saatlerce, hatta günlerce nereye gittiği
bilinmiyor...

Gerçi, ilk günler evde hayli müthiş sahneler oldu. Zeynep


Kadın, babası tutmuş bir zenci karısı gibi, kaç kere çocuğun
üstüne saldırdı. Fakat, kar etmedi. İsmail taze bir kuvvetle
canlanmış görünüyor. Hatta bir defasında anası üstüne doğru yürürken, o
kolunu havaya kaldırdı:

-Hele bir gel, hele bir gel... dedi.

Zeynep Kadın, şaşırdı:

-Ne diyon? Ne diyon?

-Hele bir gel, hele bir gel...

-Amanın, bana el kaldırıyor!..

O andan beri, sanki İsmail'in elini kolunu bağlayan sihir


bozuldu. Kabuk yarıldı, içinden çıkan hiçbirimizin tanımadığı yeni
yaratık bir salyangoz gibi esrarlı, cıvık ve siniktir.

Bir yanından dokunulduğu vakit, sertleşir, antenlerini uzatır ve


elinizin üstüne sümüğünü bırakır.

Eskiden sigara içmezdi. Ben verdiğim zaman, bize göre


değil derdi. Şimdi sabahtan akşama kadar durmaksızın, sigaralarımdan
alıyor.

Bir gün dedim ki:

-Sigara istiyorsan bana söyle, ben veririm. Bir daha haberim olmaksızın,
odamdan bir şey alma.

Sanki sözüm ona değilmiş gibi, cevap vermeden uzaklaştı.


Eskiden, benim yanımda, bir nevi terbiyeli duruşu vardı.
Şimdi beni nerde görse, adam yerine saymıyor. Onu bir köşede sıkıştırıp dövmek istiyorum.

:::::::::::::

Son zamanlarda, ne vakit, adını bilmediğim güzel köylü


kızının köyüne gidecek olsam, İsmail'e yolum üstünde rastlıyorum. Ya ben
giderken o dönüyor, yahut ben dönerken o gidiyor.

Bir defasında ben onu görmemezlikten geldim, bir defasında, o beni


görmemezlikten geldi.

Nihayet, günün birinde, kavaklıkta yüzyüze karşılaşınca,


durmağa mecbur olduk. Onda ve bende acayip bir tutukluk
vardı. Ne ben ona bir kelime söyleyebiliyordum, ne o bana.
Suyu çekilmiş derenin içinde, bir hayvan leşi üstüne, kargaların bir
kümesi konup, bir kümesi kalkıyor ve cıyak cıyak bağırıyorlardı.

İsmail ve ben bir süre, yanyana köye doğru yürüdük.


Sonra ne yapacağını bilmeyen kimselere mahsus bir iç sıkıntısı ile
yolun ortasında durup kargaların uçuşunu seyrettik.

Tabakamı çıkardım bir cigara yaktım. Bir tane de İsmail'e


uzattım:

-Bu köyde ne var, ne yok?

-Heç, karı kızan çalışırlar.

-Sen dönüyor muydun?

-Hee...

-Öyle ise beraber dönelim.

Ve tersyüzü geri döndük. Aşağı yukarı on, on beş dakika


sessiz yürüdükten sonra başımı ona doğru çevirmeksizin sordum:

-Yoksa senin nişanlın bu köyden mi?

Cevap vermedi.

-Dördüncü defadır ki sana buralarda rastgeliyorum.

Mutlak, sevdiğin kız buralı olacak.

-Dedüğün gibi, beyim.

-Hangi kız, o bakayım? Çünkü, ben burada hemen herkesi tanıyorum.

-Şabangilin Emine. O seni biliyor.

-Emine...

Yüreğim küt küt atmağa başlıyor. Dilim, ağzım içinde


kupkuru oldu:

-Yanlışın var, ben Emine diye bir kız tanımıyorum.

İsmail tekrar etti:

-O seni biliyor.

Sesinde ne hiddet, ne sitem, hiçbir şey yoktu.

-Bu Emine, yeşil gözlü, uzun boylu... Hani, güldüğü vakit bembeyaz dişleri
var. O mu?

Cıvık bir sırıtma ile:

-Hee, o ya... Hee, o.

Kulaklarım uğulduyor:

-Benim için ne dedi, o sana?

-Kolu yok bir herif buraya gelir. O, senin ağan mı? dedi.
-A, a dedim. Kolu yok bir herif mi? O nasıl söz?

Başını eğip, guya ilk defa görüyormuş gibi, gözlerini sağ


yanıma dikiyor. Sonra, hayretle yüzüme bakıyor. Demek istiyor ki,
peki kolsuz değil misin?

Bazı heyecanlı anlarımda, kesik kolumun ağrısını duyarım. Gene, öyle


oldu. Sağ tarafım zonklamağa başladı.

Sol elimle, yaradana sığınıp, yanımdaki cüceye bir tokat


aşketmek istiyordum.

Bütün gece, sağ tarafım hep zonkladı durdu. Gözüme bir


damla uyku girmedi. Yeniden, bu köye ilk defa gelmiş gibiyim. Kendimi o
kadar garip o kadar yalnız ve öksüz hissediyorum. Tekrar, ıssız Anadolu
yaylalarının kasvetli haritası beynimin içine nakşoldu. Bu engin yoksulluğun
ücra bir köşesine kendimi bir kara nokta gibi atılmış görüyorum.

Burada ben, İstanbul'daki kadar azap ve işkence içindeyim. Taş, toprak,


su, insan, hayvan burada her şey benim aleyhimdedir. Ve bende bütün bu
düşman unsurlara karşı mücadele etmek gücü yok. Durmadan eziliyorum.
Durmadan eziliyorum.

Bu bakımdan İsmail benden ne kadar güçlü görünüyor.


Tabiat, onu da evirmiş, kıvırmış, onu, daha on yedi yaşına
girmeden bir ihtiyar adam gibi buruşturuyor.

Fakat, bu sarp ve haşin ülkenin eşi olan ruhu, zaman zaman, bütün dış
düşmanlardan öç almasını biliyor. Cengel'in bütün özelliklerini bilen bir
genç goril gibi bu havalinin en güzel, en tatlı meyvesine pençesini atıyor
ve sırıtarak, onu avucunun içinde tutup yalamasını biliyor.

Nasıl yaptı? Buna nasıl muvaffak oldu? Bir taze dişi, bu


erkek kurusuna, daha on yedisine varmadan dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş bu
garip tabiat yaratığına nasıl tahammül edebilir?

Karanlığın içinden Emine'nin beyaz dişleri iki sır sedef


taneleri gibi parlıyor. Bunlar, İsmail'in mi olacak? Narin ve
alımlı, endamlı, bir körpe söğüt dalı gibi üzerimde salınıyor.
İsmail'in bütün vücudu, bir tırtıl gibi bu dala mı tırmanacak?

Yok, yok. İn oradan, çekil. Yarın söyleyeceğim, Emine


gözünü aç. Sonra pişman olursun. Bu cüce, sana koca olamaz. Gençliğine,
güzelliğine acı, diyeceğim.

Ya, sana ne oluyor? derse... Bir köylü kıza, İstanbul usulü ilanı aşk mı
edeceğim? Bu kadar gülünç, bu kadar zavallı, bu kadar acayip bir şey olmağa
katlanacak mıyım?

Haydi, canım. Ne yaparlarsa yapsınlar. İki köylü sevişip birbirlerini


alacaklarmış. Bana ne?

Kendi kendime bunu söylemekle beraber, gene gözüme uyku girmiyor. Hey
Allahım, Emine'yi İsmail'den kıskanıyorum. Ben Celal Paşa'nın oğlu Ahmet,
emirerim Mehmet Ali'nin kardeşi bücür İsmail'i kıskanıyorum. Boğazını sıkıp
öldüresiye kıskanıyorum.
:::::::::::::

Kaç gündür, bin türlü çare ile diş ağrısını yatıştırmağa


çalışan adam gibiyim. Kah zihnimi büyük ve önemli şeylerle
işgal ederek, acımı unutmağa çalışıyorum. Kah okuyorum,
okuyorum, okuyorum. Bazen de çıkıp kırlarda, bayırlarda
dolaşıyorum ve böyle dolaşırken, hep tesadüf mü diyeyim,
yoksa bir alışkanlık eseri mi, kendimi Emine'nin köyü civarında buluyorum.
O vakit, geçmiş sandığım ağrı bütün şiddeti, bütün azgınlığı ile baş
gösteriyor.

Bu, benim bir kadına ilk tutuluşum değildir. Fakat, bu


benim için ilk olmayacak sevgidir. Bir dağ gülü, dikenlikler,
çalılıklar arasından bir dağ gülü nasıl koparılır? Bilmiyorum. Ne denilir?
Nasıl alınır? Bilmiyorum. Kambur oğlanın, kör kızı, ardından kovalayıp
yakalayışı gibi mi? Gidip ona sormak istiyorum.

Lakin, bana, bu hususta ders verebilecek tek bir kişi var.


O da İsmail'dir. Suratını görmeğe tahammülüm olsa gidip
ondan öğreneceğim. Emine'nin gönlünü çelmek için ne yaptın diyeceğim. O
bana cevap vermeksizin sırıtacaktır. Çünkü, o da ne yaptığını bilemez. Bu iş
kendiliğinden oluvermiştir. Köylerde tek delikanlı kalmadı. Kızlar,
kızoğlankızlar, koca bulamadan kocayıp gidiyordu. İsmail'in bir evlenme
teklifi Emine'ye yetmiştir. Ondan daha iyisini mi bulacaktır?

Mehmet Ali'nin ailesi epeyce de varlıklı sayılır.


Yüz dönüme yakın toprakları vardır. Herkes, Zeynep Kadının birikmiş parası
olduğunu söylüyor. Emine ise dul bir halanın yanında bir yetim kızdır.
Babası, Balkan Harbinde şehit düştükten sonra anası, bir başkasıyla evlenip
onu ortada bırakıvermiş:

Emine'ye dair bu bilgiyi Zeynep Kadından alıyorum. Zeynep Kadın, İsmail'in


bu kızı almasına şiddetle aleyhtardır.

-Benim yanıma getiremez, istediği yere götürsün diyor. Ah


o kızın halası olacak karı yok mu? İşte, benim, başıma bu çorabı ören odur.
Çırılçıplak yetimi boynumuza dolamak istiyor.

Zeynep Kadın, çırılçıplak derken, ben, tatlı bir ürperme


geçiriyorum. Onu, bütün o kirli, kaba esvaplarının içinden,
kalın kabuklu bir yemiş soyar gibi soyuyorum. Mutlaka teninin kuru bir
beyazlığı vardır. Göğsü, kalçaları dolgun, eti ve omuz başları gevrektir.
Boynunun, bir kuğu boynu gibi uzun olduğunu biliyorum. Mutlaka beli ve karnı
da buna göredir.

Zeynep Kadına diyorum ki:

-Hakkın var. Ne yapıp yapıp bu işin önüne geçmelisin.

-Dinleyor mu? Ay oğul, dinleyor mu?

Gerçekten İsmail'in, bir anasını dövmediği kalıyor. Zeynep Kadın:

-Ah, Mehmet Ali'm burada olsaydı, ben ona gösterirdim, dedi.

-Ben burada değil miyim? Sana söyledim, beni her işte


Mehmet Ali'nin yerine koy diye.

Kadın, tuhaf bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı.

:::::::::::::

Bir akşamüstü, evin damında oturuyordum. Erguvani


denilecek kadar kızıl bir aydınlık içinde, birtakım delice hülyalara
dalmışım. Gelip yanıma çöktü:

-Bir cıgara verir misin?

Başımı çevirmeden paketi uzattım.

Bu, köyde, bütün hayvanların, davarların dönme saatidir. Arka tepelerden


inen mandaların ayak sesleri, katı bir satıh üzerine bir yaz yağmurunun
düşüşünü andırıyor. Kuzular meliyor, anaları, onlara cevap veriyor. Derken
bir eşek anırmağa başlıyor. Yakındaki bir kümesten, bir tüneme hazırlığının
bütün küçük gıtgıdakları geliyor ve uzaktan uzağa köpekler havlıyor.

Nuh'un gemisi dolmakta... Bu, dünyanın sonu mu? Her


akşam, her akşam, dünyanın sonu geldi sanıyorum, seviniyorum. Fakat...

-Sen, benim için anama ne demişsin?

Yanımda bir ses. İsmail'in sesi. Hay, bu Tevrati akşam


şerefine, seni adaşın İsmail gibi bir taş üstüne yatırıp boğazlamak kabil
olsaydı.

Sözünü işitmemezlikten geliyorum. Lakin, o, yanıbaşımda mırıldanmakta devam


ediyor. Başımı, hışımla çevirdim:

-Ne homurdanıp duruyorsun, orada?

İsmail, bu sert hareketim karşısında o kadar şaşırdı kaldı ki, az kalsın


haline gülecektim. Kalın, çatık kaşlarının altında küçücük yuvarlak gözleri
birer çivi başı kadar ufalmış ve yüzü, buruşa buruşa bir kuru incir şeklini
almıştı.

Başımı tekrar öteye çevirdim. Fakat o, beni kaplayan havayı dolduruyor,


bir civa ağırlığı ile ağırlaştırıyor. Bulaşık suyu, ahır ve umumi aptesane
kokularını andıran bir taaffün bu havaya bir boğucu gaz fecaati vermekte ve
beni canımdan bezdirmekte idi. Ah, bu insan, ah bu insan denilen mahluk!
Tabiatı, ne cenabet bir zindan haline sokmuş. Yanıbaşımda,
bu çocuk olmasa, bu çamurdan yuva, bu aşağının kurt kaynaşmaları, bu yenen,
içilen şeylerden sızan geriz olmasa, şu kuru toprak dalgalarının üstünde, bu
kızıl akşam aydınlığında hayat, daha ne kadar sade ve asil olacaktı...

-Sen demişsin ki...

-Ben dedim ki, eğer sen o kızla evlenmeğe kalkışırsan


kulağından tutup askere götürürüm.

İsmail'in benzi mutlaka kül gibi olmuştu. Sesi titreyerek:

-Bu yaşta, beni hiç askere alırlar mı?


-Bu yaşta, evlenebiliyorsun da neden askere gidemiyormuşsun bakalım?
Evlenmesini bilen adam, pekala askere de gidebilir. Şimdi nizam öyle...

İsmail, dayak yemiş bir kedi gibi belini kısarak sessizce


aşağıya sıvıştı.

Bütün merakım şunda: Emine, İsmail'e varmağa gönülden razı mı? Bir gün,
kavak ağaçlarının arasında, onu şöyle bir kuytu yere çekip sordum:

-Sahiden İsmail'e varmak istiyor musun?

Omuzlarını silkti. Başını yana çevirdi. Güldü:

-Ne bileyim ben, ne bileyim ben...

-Sen bilmeyeceksin de, kim bilecek?

-Halam bilir.

Ve bir geyik gibi çevik, yanımdan kaçıyor. Dur demeğe


kalmıyor, onu yakalayıp, belinden kavramak istiyorum. Bu
kaçışta öyle bir dişilik var ki... Yüreğim, göğsümün altında
hop hop hopluyor.

-Emine, Emine, dur biraz. Bir söyleyeceğim daha var.


Bir söyleyeceğim daha var, fakat dinleyen kim? Durup
dinlese bile dilimden bir şey anlamayacak. Bunu bilerek gene arkasından
yürüyorum. Biraz hızlı, biraz koşmağa benzeyen bir yürüyüş. Ve boş yenim
sağ tarafımda bir uzun torba gibi sallanıyor. Dönüp baksa belki halime
gülmekten katılacak. Durdum. Emine, şimdi, köye giden yolun üstünde gittikçe
uzaklaşan, gittikçe uzaklaşan alacalı bir gölgedir.

Derenin kenarına çöküyorum. Dede Korkutda bir tabir


var: Böğür, böğür. Ben, işte böğür böğür ağlamak istiyorum.
Nereye gideyim? Benim yerim neresidir? Kimlere doğru varayım?
Beni kimler anlar? Kimler derdime deva bulur? Beni
bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? Hangi
kardeş? Hangi hemşire? Hangi can yoldaşı? Hey, ana toprak, ne kadar
merhametsiz, ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben
senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin
üvey evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin
şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında bir insan
viranesiyim?

Senin yoluna gençliğimi harcadıktan sonra, gene orada, o


düşmüş şehirde, senin hasretinle yanan ben değil miyim? İşte geldim: İşte
geldim. Fakat, benim önümde, kızların kaçıyor. Bana kızların arkalarını
çeviriyor. Onlara her uzattığım el boşlukta kalıyor.

Eğer, sen bir üvey ana olsaydın, ıstırabın benim ıstırabıma bu kadar benzer
miydi? Sen de bencileyin, bu kadar garip, bu kadar yoksul... Sen de
bencileyin bu kadar derdini anlatmadan aciz olurmuydun? Benim için senin
yüzün Zeynep Kadının yüzünün eşidir. O halde hepimizin anlaşmamıza engel
olan şey nedir?

Öyle düşünerek, geceye kadar derenin kıyısında çömelmiş kalmışım.


Geceler, ıssız çıplak Anadolu yaylasını daha ziyade garipleştirir. Bu ıssız,
ışıksız topraklar, gökyüzünün altın mozayıklı, muhteşem kubbesi altında
ezilir, erir, yok olur. O kadar yok olur ki, bunun içinde, siz kendinizi,
çoktan ademe inmiş bir gölge farzedersiniz. Hayat denilen şey, gür, kalabalık,
pırıl pırıl yukarıdadır. Sanki arzın üstündeki medeni şehirlerden biri
tersine dönüp tepeden size bakıyor. Başım dönmese, sabaha kadar sırtüstü
yatıp bu engin şehrayini seyredeceğim.

Fakat, başım dönüyor. Bir dev, beni kolumdan tutup aya


mı fırlattı? Hakikaten burası aydan farklı bir yer değildir.
Aynı cansızlık, aynı donukluk. Her şey taş kesilmiş gibi. Ne
bir ses, ne bir hareket... Ve ben, kımıldasam, sanki her taraf
çatırdayarak tuz buz olacak. Olsun, bari... Olsun bari...

:::::::::::::

Köyde, kış hazırlıkları bitip tükenmek bilmiyor. Soğanlar kurutuldu.


Dibeklerde günlerce bulgur kırıldı. Buğdaylar öğütüldü, öğütüldü. Bunlardan
deste deste yufkalar yapıldı.

Derken kuru yemişlere sıra geldi. Ama, o ne kadar ceviz!


Ahırlar, damlara, damların üstüne kadar saman yığınlarıyla
dolu. Kadınlar, bir taraftan, taze tezek topaklarını duvarlara
yapıştırıyor. Zeynep Kadının evi, eski Abdülhamit ricali gibi
bu tunç renkli nişanlarla baştan başa donandı. Ve ne koku!
Bütün tabiat tezek kokuyor.

Zeynep Kadın, kızları ve gelinleriyle beraber, sabahtan


akşama kadar, durmaksızın çalışıyor. Mehmet Ali'nin yavrusunu sokak kapısının
eşigine bırakıp gidiyorlar. Bereket versin ki, çalıştıkları meydanlık bizim
evin önüdür. Çocuk bağırmağa başlayınca anası koşup gelebiliyor. Çok defa,
biz onunla eşikte arkadaşlık ederiz. Küçük insan yavrusu ayaklarının ucunda,
yarı toprağa karışmış, döğlek cinsinden sürüngen bir nebat gibidir.
Kımıldadıkça bir büyük solucan kümesini andırıyor. Her ne tarafından bakılsa
bir ana karnından çıkmış olmaktan ziyade topraktan bitme şeylerden biri
hissini veriyor.

O kadar kişiliği yok ki daha adını bile koymadılar. İki üç


defa Mehmet Ali'den sorduk. Hep unutuyor mu nedir? Gönderdiği mektuplarda
çocuğun adından hiç bahsetmiyor.

-Mahdumuma mahsus selam ederim demekle kalıyor. Ve


ben, onu, adsız diye çağırıyorum.

-Adsız, Adsız.

Küçük gövdesi üstünden kocaman başını zahmetle çevirerek, bana bakıyor.


Öyle mahzun, öyle mahzun bir bakış ki, insana ağlamak isteğini veriyor.
Gerçekten, Schopenhauer'in bekarlık nazariyesi lehine bu çocuktan daha canlı
bir misal bulunamaz. Bu yaratığa bakarak, derhal dünyaya çocuk getirmenin
bir cinayet olduğunu tasdik ederiz.

-Adsız, Adsız, biraz gülsene. Biraz oynasana.

Yüzü buruşur, dudakları bükülür. Hemen ağlamak üzeredir. Başkalarının


kendisiyle meşgul olmasına o kadar alışmamış ki, bunu bir işkence telakki
ediyor.
Ve hemen eline bir şey tutuşturup karşıda çalışanları
seyre koyuluyorum.

İnsanlar, her şeyden ziyade karıncalara benziyorlar.


Ekonomi ve çalışma melekesi, her yaratıktan fazla bu iki
cinste kendini gösteriyor. Ve bu duygu, bir çeşit yarını görme, yarını
düşünme kudretiyle birleşerek onları alelade hayvanlığın üstüne çıkarıyor.
Bu çirkin ve bakımsız tabiat köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana,
adeta, saygıya yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe
saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir?
Fakat, işte, uzaktan nasıl çalıştıklarını seyrederken, bana, her
biri büyük olayın kahramanı gibi gözüküyor.

Bu kadınları, ben, düğünlerde raksederken de görmüştüm. Hareketleri, hiç


bu kadar ahenkli değildi. Dibek başında bu kol sallayışlar, yalak kenarında
bu eğilip kalkışlar, yük altında bu iki büklüm oluşlar benim üzerimde, eski
Mısır ve Yunan taşlarında gördüğüm ritmik pozlar derecesinde
bir etki yapıyor.

Öyle ki, Zeynep Kadın, bunlar arasından ayrılıp, bana


doğru geldiği vakit, az kalsın elini öpecektim.

Güz mevsiminin sert ve yalın rüzgarları esmeğe başladı.


Issız, engin Anadolu yaylaları üstünde ah bu rüzgarlar...
Çölde yolunu şaşırmış kervanlar, viran bir beldenin üstünde yüzlerce baykuş
sürüsü, bir deniz kazası esnasında kopan yürek parçalayıcı haykırışma, bir
dağın çöküşünü, bir büyük kraterin infilakı, bir çığın inişi, bir selin
basışı, hiçbir şey, hiçbir tabii afet bu rüzgarların çıkardığı sürekli
uğultu kadar uğursuz, korkunç ve hüzün verici değildir.

Bu rüzgarlar estiği sürece, ben Dostoyevski'nin kişilerinden biri gibi


oluyorum. Ya Sibirya yollarında bir sürgünüm, ya Moskova sokaklarında aç bir
serserinin, ya sınır boyunda bir han odasında kaçmak çarelerini düşünen bir
suçlunun kabı içine girerim. Derin bir azap yüreğimi tırmalar.

Gene böyle, rüzgarlı gecelerden biri idi. Yatağın içinde,


soldan sağa, sağdan sola dönüyor bir türlü uyuyamıyordum.
Derken, o uğultuya köpeklerin havlamaları da katıldı. Cehennemlik bir
konser... Acaba karanlığın içinde cinler, zebaniler de dans ediyor mu?
Kalkıp camın arkasından geceyi inceliyorum. Köpekler
havlamalarını gittikçe artırıyor. Mutlaka, bir yabancı, köye
girmek üzere...

Baştan aşağıya dikkat kesilip dinliyorum. Gerçekten, bir


insanın ayak sesleri var. Bu saatte, bu gelen kim olabilir?
Köpekler, sürü halinde pencerenin önüne gelmiş havlıyorlar,
havlıyorlar. Camı açıp haykırıyorum:

-Hoşt, hoşt...

Rüzgar başımı alıp götürecek bir şiddette esiyor. Nefesim


tıkanarak çekiliyorum. Köpekler susmuyorlar. Daha ziyade
havlıyorlar ve bir adama saldırır gibi hırıltılar çıkarıyorlar.
Biraz evvel ayak seslerini duyduğum kimse, hissediyorum ki, yaklaşıyor.
Hatta benim sesimi duyar duymaz durdu, sanırım.

-Kim var orada?


Bir adam birşeyler mırıldanıyor. Havada, bir S harfi bir
Lye çarparak dağılıyor. Tekrar başımı dışarıya uzattım:

-Kim var orada?

Adam daha yakından:

-Ben, Süleyman... Süleyman, dedi.

Önce, bu Süleyman'ın kim olduğunu hatırlayamadım.


Sonra birden aklıma geldi.

-Bu vakitte nereden çıktın böyle?

Bana cevap vermeksizin, bir gölge sessizliğiyle kendi evine doğru


yöneldiğini görür gibi oluyorum. Penceremi kapıyorum. Bu olay dalgalı bir
denizin bir cesedi sahile atışına benziyor.

Sabahı güç ettim ve herkes uyandıktan sonra ilk işim ev


halkına vakayı haber vermek oldu. Zeynep Kadın, bu harikulade havadisi pek
önemli bulmaz göründü.

Fakat, İsmail, derhal koşarak Süleyman'ı görmeğe gitti.

:::::::::::::

Süleyman'ın başından geçenler:

Bir defa, Cennet'i bulmak için haftalarca köy köy dolaşmış. Sonra, bilmem
nerede, ikisine birden rastgelmiş. Cennet, onu önce tanımaz gibi görünmüş.
Ama, Süleyman ısrar edince demiş ki:

Pekala, pekala ama, bu iş böyle olmaz. Aramızda geçeni


duymayan kalmadı. Senin namusun beş paralık oldu. Şimdi
bunun bir çaresi var; sen beni bir kere boşarsın, aleme karşı
namusunu temizlersin. Ondan sonra tekrar gene evleniriz.

Süleyman peki demiş: Bucağa kadar gitmişler. Kadı'nın


önünde, Süleyman, karısını talakı selase ile boşamış. Mahkemeden çıkarken:

-Aha, istedüğünü ettim. Şimdi gel, köye gidelim, evlenelim; demiş.

Cennet kahkaha ile gülerek:

-Senin aklın şeriata da ermiyor. Sen beni üç defa boşadın. Şimdi seninle
tekrar evlenmem için hülle yapmak gerek, demiş.

Hülleci, ortada haphazır: Cennet'in aşığı, Süleyman


kendi eliyle herifi, Cennet'in yanına sokmasın mı? Eşikte,
sabaha kadar beklemesin mi? Sabah olunca, tak tak kapı.
Fakat açan yok. Neden sonra herif kapıdan başını uzatmış:

-Ülen, ne istiyon?

-Cennet Hanımı göreceğim.


-Cennet Hanımı mı? Ne yapacaksın?

-O bilir. Bizim köye gideceğiz.

-Ülen o benim avradım be. Senin köyünde ne işi var?

Süleyman, biraz daha ısrar etmek, biraz daha beklemek


istemiş. Fakat, herif yumruklarını gösterip:

-Defol şuradan. Başımı belaya sokma; diye bağırınca Süleyman, hemen


kapının önünden sıvışıvermiş. Kapının önünden sıvışmış ama, haftalarca
köyün etrafında dolaşmış, dolaşmış, bir kere daha Cennet'i görüp de yüzyüze
konuşabilmek için. Gündüzleri kapı kapı dilenirmiş, geceleri gidip kırda
yatarmış. Lakin o bütün bu zaman içinde Cennet'e bir defa rastgelmemiş.

Eee, sonra?

Sonrasını artık kendi de bilmiyor. Sanırım, köylüler ona


artık ekmek vermez olmuşlar; o da aç kalıp dönmüş gelmiş.
Bizim köylülere, bu aç kalış; macerasının en acıklı tarafı
gibi göründü. Hemen her evden Süleyman'a yiyecekler taşınmaya başlandı.
Fakat, o, gelen kapların hiçbirine el sürmüyor, boyuna tütün istiyor,
cıgara içiyordu. Gerçi, halinde bir fevkaladelik yoktu. Ama, Cennet bahsi
dışında hiçbir şey konuşmuyor ve o bahis açılınca, gözleri, bir kara akik
parlaklığı alıyordu.

Henüz kadından umudunu kesmemişti. Her sözün sonunda:

-Bir gün gelir, bana muhtaç olur; diyordu.

-Ya o zaman kabul edecek misin?

Cevap vermiyor. Dalgın dalgın önüne bakıyordu. İlk geldiği günlerde,


kocaman bir sakalı vardı, ona heybet veriyordu. Köyün berberi bunu kırpınca
bizim üstümüzdeki etkisinin yarısını kaybetti. Sonra, yavaş yavaş, hep aynı
şeyleri tekrar ede ede büsbütün manasız bir adam oldu; artık, semtine hiç
kimse uğramadı. Gene, eskisi gibi, aptal Memiş'le başbaşa kaldı.

:::::::::::::

Bu kışın en önemli olayları:

Mehmet Ali, Aralık ayında bir defa, on gün izinli geldi.


Alayı Eskişehir'de imiş. Rahatız. Yiyecek, içecek bol. Subaylarımız çok
iyi. Eskisi, gibi dövmek yok, sövmek yok. Ama işsizlikten çok canımız
sıkılıyor diyor. Bir kere istasyonda Mustafa Kemal Paşa'yı, birkaç kere de
İsmet Paşa'yı görmüş. Biri nasıldı? Öbürü nasıldı? Bana anlat, bana anlat,
diyorum. Aha şöyle, aha böyle diyor. Bir türlü işin içinden
çıkamıyor. Mümkün olsa kendi muhayyilemi, kendi hassasiyetimi, kendi dilimi
ona vereceğim. Ta ki, vatanın karanlık göğsünde parlayan bu iki yıldız
hakkında, bana onları canlandıracak bilgi versin diye.

-Nasıl? Gözleri nasıldı? Boyu uzun muydu? Kısa mıydı?


Nasıl bakıyordu? Nasıl yürüyordu? Ne giyiyordu?

Mehmet Ali bana büsbütün başka bir cevap veriyordu:


-Biz selama durunca merhaba asker dedi.

Mustafa Kemal Paşa'nın, bu merhaba asker deyişi


epeyce enteresan bir tafsilat. Fakat, o büyük şahsiyetin
muayyen ve belirli hiçbir tarafını gözönüne getirmiyor.

-Sesi kalın ve gür müydü?

-O kadarını işitemedim, gayri...

-Canım, merhaba asker dediğini işittin de, sesi kalın


mıydı, ince miydi, nasıl işitmedin?

Bu tarzda konuşma, Mehmet Ali'nin canını sıkıyor. Hemen, başka konulara


atlıyor.

-Yunanlılar, yakında yeni bir taarruza geçeceklermiş.

-Peki, siz hazır değil misiniz?

-Evvel Allah, hazırız beyim... Hazırız, emme...

Emmesi ne? Bunu izah etmek için genel fikirler, genel


mütalaalar sahasına girmek lazım. Mehmet Ali'nin kafası
ise bu maceraya hiç alışmamıştır.

Kısaca, Mehmet Ali köyde kaldığı sürece kendisinden bir


şey öğrenmek kabil olmadı ve öylece geldiği gibi gitti. Geldiği
gibi mi?

Hayır; kasaturasının tersiyle, İsmail'i, bir iyice dövüp öyle gitti.


Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığını belki, daima olumsuz bir
etkisi olduğunu; bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur.
İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. Evin içinde, köyün
içinde, adeta, muzır bir yaratık halini aldı. Zaten bir kuş, bir tavşan
bakışını andıran gözlerine büsbütün hayvani bir ifade geldi. Öyle
ki, arasıra benimle konuşurken, bir büyük tarla faresi dile
gelmiş sanıyorum.

Bereket versin ki, onunla pek seyrek konuşuyoruz. Bir


şeyimden kuşkulandı mı, nedir? Bana garaz bağladığını seziyorum. Varsam,
kendime, bu evden başka bir yer bulsam diye düşündüm. Bir gün niyetimi gidip
Bekir Çavuş'a açtım.

-Benim bir evim var emme, viran; dedi.

-Tamir edilmez mi?

-Edilir, edilir emme, çok para lazım.

Ne kadar? diye sordum. Otuz kırk bankonot dedi. Gittik, birlikte evi
gördük. Bu, köyün hemen dışında, yüzü dağa bakar, iki oda ve bir ahırdan
ibaret bir evdir. Köyün dışında... Bu, bana derhal işe başlamak arzusunu
verdi.

-Lakin bana kim bakacak?


Bekir Çavuş:

-Bizim çoluk çocuğun ne işi var? dedi.

Zeynep Kadını kararımdan üzülecek sandım. Fakat hiç


de öyle olmadı. Ve bunun böyle olmayışı bana dokundu.
Mehmet Ali'nin evinden o kadar soğudum ki, bir an önce yeni evime taşınmağa
can atmağa başladım.

Yeni evim... Bu, yüzü dağa doğru, bütün köye arkasını


çevirmiş bir evdir. Bekir Çavuş onu bir depo olarak kullanıyordu. Onun
içindir ki kapısı gayet muhkem ve pencereleri
parmaklıklıdır. Evin dıştan görünüşünü de hiç değiştirmedim ve altındaki
ahırı muhafaza ettim. Orada bir küçük eşek besleyeceğim. O, bana arkadaşlık
edecek. Ben, yukarıki odamda pineklerken o, aşağıdaki odasında tıpış tıpış
eşinecek. Arasıra, tam, ben hazin düşüncelere daldığım vakit, benim hüznümü
sezmiş gibi en acı, en yakın naralarıyla haykıracak. O vakit, ben yavaş
yavaş merdivenlerden ineceğim.

Yavaş yavaş ona doğru gideceğim. Uzun, parlak tüylü gerdanına kolumu
dolayıp derin, siyah gözlerine bakacağım.
Onunla uzun uzadıya için için konuşacağım.
Ona hiç yük taşıtmayacağım. Sırtma hiç semer vurdurmayacağım. Bir adamla,
her gün, onu tımar ettireceğim. Zira, bu, mübarek bir hayvandır. Bütün
gökten inen kitaplarda bunun adı var. Ve yüzü, küçük İsmail'in yüzünden
bin kat daha şirindir.

Küçük İsmail mi? Bahsi döndürüp dolaştırıp gene ona getiriyorum. Salih Ağa
bir, o iki... Benim için bitmez tükenmez bir ıstırap kaynağıdır. Salih Ağa
bir, o iki... Zeynep Kadının asık suratına benzeyen yalçın toprağı
saymıyorum.

Artık havalar soğumaya başladığı günden beri, kapısı


açık kalmış ahırlarda birleşen kambur oğlanla kör kızın kaçışıp
kovalaşmalarına şaşmıyorum. Ne imamın çeşme başında aptest alışları, ne
muhtarın yüzünün kırçıl kılları arasından sırıtışları, ne de... Artık
bunların hepsine alıştım, alışmadığım yalnız Salih Ağa ile İsmail'dir.

:::::::::::::

Bu kış esnasında Süleyman'la ahbaplığımız epeyce ilerledi. Çünkü, evimin


tamirine o baktı. Memiş taşı toprağı taşıdı, o kireci kardı ve köyün tek
zanaatçısı Arabacı Recep marangozluk görevini yaptı. İşte, o vakitten beri
Süleyman'ı yanımdan ayırmıyorum. Bazen birlikte yediğimiz oluyor. Ne
rahat arkadaşlık... Hiç konuşmuyoruz.

Çok defa ben yatağın üstüne uzanmış, o yerde bağdaş


kurmuş, saatlerce, bir odanın içinde karşı karşıya kalıyoruz.
Ne o, ne de ben bir tek kelime söylemeğe lüzum görmeyiz.
Bazı, havanın iyi gittiği günler birlikte dolaşırız. Bir kere
onu, ta Emine'nin köyüne kadar götürdüm.

Süleyman, o vakadan sonra o kadar zayıfladı, o kadar zayıfladı ki, bütün


anlamıyla bir deri bir kemik kaldı. Arasıra bir yükü yerden kaldırırken
veya herhangi bir sebeple fazla bir hareket yaparken çıt diye
kırılıvereceğinden korkuyorum. Nitekim, Emine'nin köyüne kadar yürüdüğümüz
gün, kavaklığa varır varmaz öyle bir çöküşü vardı ki, bir iskeletin
parçalarını birbirine bitiştiren bağlar da çözülünce, kemikler, mutlaka,
yere böyle yığılır: Bir süre nefes nefese kaldı. O kadar çok soluyordu ki,
can çekişiyor sandım.

-Bir şey yok; yüreğim tıkandı; arasıra böyle olurum. Sonra geçer. Bu bir
dertmiş. Beni askere aha, bundan almadılar.

İçimden, belki Cennet de seni bundan istememiştir, dedim. Onunla yalnız


kaldığımız zaman, bazen Cennet'in bahsini açarım. O vakit, gözleri parıldamaya
başlar. Sıska vücudu bir yay gibi gerilir.

-Nasıl hiç haber aldığın var mı?

-Heriften ayrılmış diye işittim.

-Ya şimdi ne yapıyormuş?

-Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyeler.

Bunu duyunca ben ondan ziyade mahzun oluyorum. Fakat, o sırıtıyor.

-Ben dedim. Ben dedim. Elbet, bir gün pişman olup gelecek:

-Ya gelince kabul edecek misin?

Cevap vermeden önüne bakıyor. Kendinden emin değildir.


Hangimiz kendimizden emin olduk? Biz, erkekler, zavallı
yaratıklarız.

Bu kış, muhtarın karısı ölecek diye çok beklendi. Fakat ölmedi.

Bir akşam yatsı ezanından önce, muhtar benim kapımı


vurdu:

-Efendi, efendi, sana kasabadan bir (acans) getirdim. Al oku, dedi.

-Nasıl, iyi bir haber mi?

-Al oku; çok iyi diyeler. Savaşı kazanmışız.

Ellerim titreyerek, kirli buruşuk kağıt parçasını lambaya


doğru uzatıyorum. İkinci İnönü Zaferi... Yüreğim ağzıma geldi. Bir şiir
parçası okuyormuşum gibi ajansın satırlarını içimde terennüm ediyorum.
Döndüm:

-Gördün mü? diyecek oldum, lakin muhtar kağıdı bırakıp namaza koşmuştu.
Sevincim içimde tıkandı kaldı. Büyük felaket anlarında olduğu gibi, büyük
sevinç günlerinde de duygularımızı başkalarıyla paylaşmak bizim için bir derin
ihtiyaçtır. Umutsuzlukla, ne, yapacağımı bilmiyerek Süleyman'a dönüyorum.

-Gördün mü? Bizimkiler düşmana bir iyi dayak atmışlar.

Süleyman, bu sözden bir şey anlamaksızın sırıtarak yüzüme bakıyor.

:::::::::::::

İşte, bir kış, koca bir kış böyle geçti. Ben bütün varlığımla hep cephede
yaşadığım için bu mevsimin ağır yeknesaklığı omuzlarım üstüne pek çökmedi.
Ordunun, Anadolu ordusunun genel bir taarruza geçeceği söylentileri günden
güne kuvvet buluyor. Memleketin hemen bütün gazetelerinde bu bekleniyor,
bunun sözü oluyor.

İstanbul hükümeti erkanının bir murahhas heyet halinde


Ankara'ya gelişleri, milli teşkilatın gücünü bir kat daha ispat etti.
Bu adamlar, buraya ne söylemeğe, ne istemeğe geldiler? Mutlaka, bize itidal
ve boyun eğme tavsiye etmeğe geldiler. Bunlar, bir ölüm mahkumuna, son
saatinde teselliye giden papazları andırıyorlar.

Cesaret evladım, cesaret. Bunun ötesinde başka hayata,


ebedi bir hayata ereceksin. Şimdi, söyle, söyle bakalım, son
emelin nedir?

-Ölmemek!-

Papazlar irkiliyorlar. İçlerinden: Amma da aksi bir idam


mahkumuna çattık diyorlar.

İşte, Anadolu'nun dediği, işte İstanbul hükümetinin söylediği... Memleketin


havası bu kadar trajedi ile yüklü olmasa, insan bu hale gülebilir. Lakin,
çıplak ayaklı, çıplak göğüslü köylüler, gülle ve kurşun taşıyan kağnıları
önlerine katmış gidiyorlar.

Bu, kirli, pırtık yorgana sarılı şey ne? Bir top arabası...
Ta orada, o hendeğin içinde birikmiş insanlar ne yapıyorlar?
Bunlar, bir manda leşini yüzmekle meşguldür. Ne için? Derisinden askere, çarık olur.

Düşmanlar ise, üzerimize sağlam İngiliz kunduralarıyla


yürüyorlar. Top arabalarını, etrafı keten bezli perdelerle örtülü Berliez
kamyonları içinde bir put gibi taşıyorlar.

Lakin, işte, asıl bu gördüğüm şeyler için zafere inanmalıdır. Türk askeri
manda leşlerinin derisinden çarık yapıp giyiyor. Türk köylüsü, top arabalarını
kendi yorganına sarıp taşıyor, işte, bunun için inanmalıdır. İşittim.
Eskişehir'de, demiryolu raylarını söküp eriterek top kaması yapanlar varmış.
Geçen gün, yakın istasyonların birinde bir trenin kömürsüz nasıl
yürütüldüğünü gördüm: Tren durur durmaz hemen bütün yolcular inip etrafa
dağılıyorlar, rastgeldikleri ağaç dallarını kesiyorlar ve getirip
lokomotifin platformuna yığıyorlardı.

:::::::::::::

Lokomotif, ray, istasyon... Sahi, yazmayı unuttum. Oysa,


benim için mevsimin en büyük hadiselerinden biri de bu olmuştu. Eğer,
ıssız, ücra Anadolu yaylalarının ortasında, uzun müddet kalmışsanız, sizi
medeni merkezlerden birine ulaştırmak kudretine haiz olan şeylerden birini
görmenin, bir telgraf direğiyle, bir demiryoluyla, bir istasyon binasıyla
karşı karşıya gelmenin ne olduğunu mutlaka bileceksiniz.

Bilmeyene ise bunu anlatmak çok güçtür.


Lakin, ben bütün bu yazılan bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum.
Hayır, hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime
konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum. Eğer, günün birinde memleket
kurtulur da, tekrar kendi çevreme dönersem, ilk yapacağım iş bunları
yakmak olacaktır. Yakmazsam, bu defter başkalarının eline
geçebilir.

O vakit, benim bu köydeki uzun gurbetimin hiçbir değeri


kalmayacaktır. Bu uzun gurbet edebiyat konusu olacaktır.
Edebiyatı, sanatı başkaları yaparken hoş bulurum. Fakat, kendim bundan
çekinirim. Edebiyat ve sanat dünyasında yalnız dahiler vardır. Ondan ötesi,
bir alay zavallı taklitçi, bir alay zavallı maskaradır.

Ben bir maskara değilim ama, bir safderun olduğum, bir


koca çocuk olduğum muhakkaktır. Bundan bir türlü kurtulamıyorum. Feleğin
nice cevr, nice aldanışlar, nice hayal ve umut kırılışları beni pişirmeye
yetmedi. Hala, ne çocukça sevinçlerim, ne hoş hayallerim, gönlümün ne safça
akışları var.

Üç günden beri, bir kapkara eşek sıpası ahırımda bağlı


duruyor diye her sabah yüreğim sevinçten hoplayarak uyanmaktan kurtulamıyorum.
Feleğin nice ıstırabı beni çocukluğumun bu huyundan kurtaramadı. Bana yeni
bir oyuncak aldıkları vakit, günün herhangi bir saatinde, ya dersimi
okurken veya yolda yürürken oyuncak hatırıma geldi mi, içim
sonsuz ve aydınlık bir ferah denizinin dalgasıyla dolup boşalırdı.
Bütün anlamıyla yüreğim ağzıma gelirdi. Etrafımda,
her şey ve herkes, bana, henüz keşfettiğim cevheri baldan
tatlı, sihirli bir dünyanın şirin sembolleri gibi görünürdü.

Hatta okuldayken, okul, hocamın önündeysem hocam,


hatta her gün iki defa gele gide, gide gele görmekten bıkıp
usandığım dar, dolaşık ve rutubetli sokak, hatta bizim konağın kış
günleri bir mahzen gibi yaş ve yaz günleri bir çöl parçası kadar güneşle
dolu avlusu, bana, hep aynı cevhere bulanmış, hep aynı sihirle canlanmış
görünürdü. Her rastgeldiğim şeyi veya kimseyi kucaklayıp öpmek isterdim.
Gönlüme bu harikulade şenliği veren şeyi tahlil edecek olursanız, ne
bulursunuz? Ya bir tahtadan at, ya boyalı tenekelerden bir
lokomotif, ya derisi iki üç günde delinmeye mahkum bir küçük trampet...
Demek ki, bir hiç, bir zerre, bir tahta ve bir teneke parçası benim çocuk
ruhuma bu derin, sonsuz mutluluğu vermeye yetiyordu.

İşte, burada, bu mihnet ve meşakkat ocağında, bin türlü


afetten arta kalan otuz üç yıllık viran varlığımda, bir kapkara eşek sıpası,
bir canlı oyuncak, bana, aynı mutluluğu vermeye yetiyor. Demek; bu vücut
viranesi içindeki ruh aynı ruhtur.

Harp cephelerinde, saçı sakalına karışmış, nice pişkin ve


sert askerler gördüm ki, felaket anında gözlerine bir ürkek
çocuk bakışı geliyor ve yere düşerken, daha buluğa ermemiş
bir toy oğlan sesiyle: Vay anacığım! diye bağırıyordu. Ben
de, hala yüksek sıtma nöbetleri esnasında, kolumu kesmek
için kloroformla bayılttıkları vakit hep -Anne, anne! derim.
O sanki, gözlerinde derin bir endişeyle bana eğilir; elini başımın
üzerinde gezdirirdi.

Niçin, şu dakikada gene onu hatırladım? Ey beyaz hayalet; senin burada ne


işin var? Bu çakılların üzerinde yürüyemezsin. Bu rendelenmemiş tahta kapıya
elini dokunduramazsın. Bu taştan sert kerevette oturamazsın. Burası, pis ve
lizol kokuludur. Ocağın içinde gördüğün bu kara yığınlar,
adını yalnız darbı mesellerde işittiğin tezek denilen bir şeyin
külleridir. Sana kıyamam, benim daima temiz, titiz ve
sabun kokan beyaz anneciğim! Seni burada bir saniye alıkoyamam.
Emine, İsmail'den vaz geçip benim olsa, onu önce bir iyi
yıkardım. Sonra, vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat
kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Fakat alamod
bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır, hayır... Kızıl
parıltılı saçlarını iki kalın örgü yapıp arkasına salıverirdim.
Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcek gömlek
giydirirdim. Belden aşağı inen, kasıktan bağlı ve bileklerinden
büzmeli bir şalvar yaptırırdım. Tıpkı, büyük ninelerimizinki gibi
uçları işlemeli uçkurunu şöyle ortadan bir kocaman düğümle aşağıya doğru
sarkıtırdım. Ve onu konuşmaktan menederdim. Yalnız, sık sık gülmesine ve
hayreti, öfkeyi, inadı, şuhluğu ifade eder nidalar koyuvermesine izin verirdim.
Yemeğimi, o pişirsin, hizmetime o baksın isterdim.

Ben yerken, çalışırken veya kahvemi içerken, onun ayakta beklemesini hoş
görürdüm. Alafranga aşıktaşlığa mahsus öpme ve okşamaların hiçbirini ona
göstermemekle beraber, arasıra, bir iri Van kedisi gibi onunla oynaşmaktan
haz alırdım. Van kedisinden ne farkı var? O da bir Van kedisi gibi
haşmetli ve ahenktar değil mi? Tabiata onun kadar yakın
bulunmuyor mu? Ona da bir Van kedisi gibi tabiatın canlı
bir süsü denilemez mi? Emine'm, o da bir Van kedisinden daha akıllı değildir.
Bunun konuşmasının öbürünün miyavlamasından farkı ne?

Şu hayal, birdenbire, bana, o kadar munis, yapılabilmesi


o kadar kolay göründü ki, hemen yola düştüm. İlkbaharın
ılık ve taze ot kokan havası da bana ayrıca umut ve cesaret
veriyordu. Yürüdüm. Yürüdükçe, hayalim bana biraz daha
gerçekleşmiş görünüyordu. Kendi kendime konuşuyordum:
Doğrudan dogruya kadının evine gideceğim. Emredici ve kesin
bir tavırla onu karşıma alıp diyeceğim ki: -Benim param
var, kimsem yok. Çalışmadan yaşayabiliyorum. Emine'yi
gördüm, beğendim. Onu bana ver. Sana ölünceye kadar yardım
ederim. Neye ihtiyacın olursa bakarım.

Kadın, bu teklife, önce inanmak istemeyecek, şaşıracak.


Mutlaka yalan söylediğime, veya kendisiyle eğlendiğime
hükmedecek. Fakat, ben, en ciddi tavrımı takınacağım. Diyeceğim ki:
Görüyorsun, bir kolum da yok. Bana candan bakacak bir yoldaşa muhtacım.
Eskiden, Zeynep Kadının evinde otururken, onun kızları ve gelini benim
yemeğimi pişirirler, çamaşırlarımı yıkarlar, bana bakarlardı. Şimdi tek
başıma oturuyorum. Süleyman isminde yarı meczup bir zavallının
elindeyim.

Kadın, o vakit, aklımı oynattığımı sanacak. İçinden: Mademki parası


varmış, diyecek, bu köylerde tek başına, böyle
sığıntı gibi neden yaşarmış? Niçin, kalkıp da İstanbul'dan
buraya gelmiş? Bn gurbet elinde, bu sıkıntılara katlanmış?
Emine'nin halası, bunları açıktan açığa söylemeyecek.
Fakat ben böyle düşündüğünü gözlerinden; yüzünden, halinden
anlayacağım. O vakit, ona, bütün hazin maceramı hikaye edeceğim.

Lakin o, dar, sert ve realist köylü mantığıyla bu sergüzeştin manasını


anlayabilecek mi? Beni bu ıssız yaylaların
ortasına atan ıstırap ona, pek manasız ve çocukça görünmeyecek mi? Bunun
ciddiyet ve önemini ona nasıl ispat edeceğim?

Bu düşüncelerle, Emine'nin köyüne vardığım zaman,


çoktan, cesaretimin yarısını kaybetmiş, kararımda iyiden iyiye zaafa
düşmüştüm. Hele, köyün içine girip de herkesin, bana acayip acayip baktığını
hisseder etmez bütün cüretim kırılıverdi. Kayıtsız ve tabii, bir süre
sokaklarda dolaştıktan sonra köyün öbür tarafından sıvıştım, kaçtım.

Lakin; her ne türlü olursa olsun; Emine'yi almak fikri


aklımdan çıkmadı. Evimde yalnız kalınca, hele geceleri yatağımdayken,
bundan daha kolay, daha akla yakın bir tasavvur görmüyorum. Fakat, dışarıya
çıkıp da bunu gerçekleştirmek isterken, daha ilk adımda işin bütün garabetini
seziyorum. Her ne tarafından baksam, gülünç, manasız, gayritabii buluyorum.

Eğer, bu köylerde bir dostum olsaydı, belki, ona açılarak,


ondan akıl öğrenmek, onunla müşterek bir teşebbüse geçmek
kabil olurdu. Fakat, işte, hiç kimsem yok. Süleyman'a mı açılayım?
Zeynep Kadına mı? Bekir Çavuş'a mı?

Bekir Çavuş, Bekir Çavuş? Sahi, neden olmasın?.. Kendi


kendime bu sahi, neden olmasın? sözünü söyledikten sonra
günlerce Bekir Çavuş'un etrafında dolaştım durdum. Beni
anlayabileceği bir anını kolladım. Baş başa kalır kalmaz hemen söze
başlıyor, şuradan buradan konuşuyordum; saatlerce asıl maksadımı ağzımın
içinde gevelemekle kalıyordum.

Her teşebbüsümde, kendimi, yeni okula başlamış bir küçük


çocuk gibi utangaç, sıkılgan ve beceriksiz hissediyordum.
Fakat, bir gün, nasıl oldu, bilmiyorum. Bekir Çavuş'un
tavrı daha ziyade mi hasbihale elverişliydi, yüzü bana daha
ziyade mi munis göründü, dedim ki:

-İyi hoş ama, bu yalnızlık da canıma tak etti. İnsanın


her şeyden önce bir yoldaşa ihtiyacı oluyor. Hele benim gibi
bir kimse için mutlaka candan bir bakanı olmak lazım.

Bekir Çavuş bir şey anlamadı:

-Süleyman işine yaramıyor mu? dedi.

-Süleyman... Adam sen de, o başka şey. Maksadım o değil. Ben bir kadın
demek istiyorum.

Bekir Çavuş, nihayet, anlar gibi oldu.

-Evlen beyim, dedi. İstanbul'da bir tanıdığın yok mu?


Yaz da sana bir kız buluversin.

-İstanbul'lu kız hiç buraya gelir mi? Doğrusu, gelse de


ben istemem. İstanbul'un kızları nazlı olur. Ben gücü, kuvveti yerinde,
bana bakabilecek birini arıyorum. Ben olsa olsa
burada, bir köylü kızıyla evlenebilirim.

Bekir Çavuş, biraz şaşkın, biraz şüpheli yüzüme baktı.

-Sahi söylüyorum, bana inan, dedim, mesela (.....) köyünde Emine isminde
bir yetim kız var. O razı olsa pekala alırım.

Bekir Çavuş sordu:


-Hangi Emine o, bakayım?

-Canım, belki işitmişsindir, bizim küçük İsmail almak


istiyordu. Eğer, henüz aralarında nikah filan yoksa...

-He, he, şimdi anladım. Babasını tanırdım. Çok iyi


adamdı. Emine, kızı bilmem. Babasıyla askerlik ettik. Bir
yerde şehit oldu, nerede bilmiyorum.

Böyle söyleyerek, büsbütün başka konulara geçti. Gene


Şam'dan, Girit'ten, İşkodra'dan bahsetmeye başladı.

O günden sonra, benim için her şeye yeniden başlamak


gerekti. Bekir Çavuş'un yeniden hasbihale müsait anını yakalamak, yeniden
bir münasebet düşürüp meseleyi tazelemek, yeniden...

Arada bir Emine'nin köyünün yolunu boylamaktan da


vazgeçemiyordum. Belki, kendisine doğrudan doğruya açabilmek fırsatını
bulurum diye saatlerce kavaklar arasında dolaşıyor, derenin kenarında
çömelip köyü gözetliyor, fakat, aksi tesadüf Emine'den bir belirti
göremiyordum. Hatta bu serserice dolaşışların bir seferinde İsmail'e
rastgeldim.. Konuşmadan geçip gideyim, dedim. Fakat, sırnaşık çocuk yanıma
sokuldu. Derdi gücü benden birkaç kalıp sigarası almaktır.

:::::::::::::

Akıbet, Bekir Çavuş'a maksadımı anlatmaya muvaffak


oldum. Bir süre düşündü, taşındı:

-Bu işi, yapsa yapsa bizimki yapabilir. Hele bir kere ona
söyleyeyim.

İki gün sonra sordum:

-Ne yaptın?

Durdu. Sırıtarak ilave etti:

-Tu, aklımdan çıkıvermiş. Bu akşam inşallah, söylerim.

Nihayet bir gün:

-Söyledim, dedi, gidip karıyla konuşacak.

Ve benim için müthiş bir heyecan devresidir başladı. Yalnız heyecan değil,
birdenbire pişman da oldum. Bu teşebbüsüm işitilirse, Mehmet Ali'ninkilere
karşı durumum ne fena olacak. Zeynep Kadın, bana ne gözle bakacak? İsmail, o
kadar nefret ettiğim İsmail kim bilir bana ne yüksekten bakacak? Ve garibi
şu ki, ben de kendimi savunamayacağım.

Kendime, bu işteki durumumun hiç de mertçe olmadığını itiraf edeceğim.


Keşke, ne İsmail'le, ne de Zeynep Kadın'la, Emine bahsi
aramızda hiç geçmemiş olsaydı. Keşke, bilmeksizin, rastgele
İsmail'in almak istediği bir kıza talip çıkmış bir adam durumunda
kalsaydım. Fakat geçti artık; bir rezalettir oldu ve
ben küçük İsmail'in önünde bile başını eğip utanmaya mahkum bir zavallıyım.
Bu da yetmiyormuş gibi, bir de reddedilirsem. Aman Yarabbi, ben ne halt
ettim? Bari, henüz vakit varken gidip Bekir Çavuş'a vazgeçtiğimi söyleyeyim.

-Bekir Çavuş, ben o işten vaz geçtim. Senin hanıma söyle, nafile
zahmet edip de oraya kadar gitmesin.

Bekir Çavuş gözlerini yere dikti. Öyle bir süre dalgın ve


hareketsiz kaldı. Sonra, bir iri kedi bıyığını andıran ve kedi
bıyığının kılları kadar sert ve seyrek sakallarını elinin tersiyle uzun
uzun sıvazladı. Fikrimi değiştirdiğim için bana kızdığına hükmettim.

-Ne yapayım, düşündüm, taşındım, işime elvermedi.


Hem bizim İsmail onu almak istiyordu. Sonra korkarım, aramızda bir söz olur.
Bekir Çavuş dile geldi, ağır ağır, tane tane:

-Zaten o kız sana yaramaz, dedi. Bizimki gidip görmüş.


Elin yabanına ben varmam, demiş. Bizim köylerin kızları tuhaftır. Yabancıdan
ürkerler. Eh, ne olacak. Doğmuşlar, büyümüşler, köyden dışarı hiçbir şey
görmemişler. Hepsi cahil, hepsi cahil... Ben Girit'teyken...

Bekir Çavuş, bundan öte, daha neler söyledi, bilmiyorum.


Dudaklarımda bir acayip gülümseme peyda olmuştu sanırım. Yüzümün bütün
damarları çekiliyordu. Kendime karşı bir derin acıma duygusuyla doldum.
Ağlayacak mıyım, gülecek miyim, bilmiyorum.

Şaşkınlığımdan Bekir Çavuş'a üst üste tabakamı uzatıyordum. O, hiç


bozmadan, her tabaka uzatışımda bir sigaramı alıyor, bazısını kulağının
arkasına yerleştiriyor, bazısını avucunun içinde tutuyor, bazılarını da
parmaklarının arasına sıkıştırıyordu. Öyle ki, aklım başıma gelip de Bekir
Çavuş'a dikkatle baktığım vakit onu, her deliğinden bir sigara
fışkıran otomatik masalardan biri halinde gördüm.

Tam kahkahalarla gülecek bir andı. Fakat, benim ağzım


bir acayip kasılmayla mühürlenmişti. Kalktım. Bekir Çavuş'a Allahaısmarladık
dedim mi, bilmiyorum, sendeleye sendeleye evime döndüm.

Çıplak tepelerin üstünde günün son ışıkları sönüyordu.


Sürülerin ayak sesleri kuru toprak üzerinde bir yağmur yağışını andırıyor.
Evin içi çoktan karanlıktır. Lambamı yakmadan sedire uzanıyorum. Bir
çalılığın içine çırılçıplak düşmüş gibiyim. Her yanım öyle diken diken. Bir
dakika sonra, artık ne yapacağımı bilmiyordum.

İntihar edilen an, bu an mıdır? Bundan fena bir saat olabilir mi?
Istırap çekmeyi severim. Fakat, bu ıstırabın sevimli hiçbir tarafı yok;
çünkü bu, bir felaketin mahsulü değildir. Bu, rezil olmuş bir adamın
ıstırabıdır. Utanç, bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından
kanımızı emmeye başlar.

Vücut o kadar zaafa düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil
bir şey olur. Onun için utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşitidir.
İnsan şöyle bir anında intihar etmez de ne vakit eder?

Zaten, kokmuş, çürümüş gibiyizdir. Biz, ancak toprağın altında yer


bulabiliriz. Bizi, ancak toprak paklar. Toprak paklar mı?

Bu tabir de nereden aklıma geldi? Ta çocukluğumda, bu


sözü bir ihtiyar kadının ağzından işitmiştim. Kızı, babamın
emireri çavnşuna kaçan bu ihtiyar kadın, annemin önünde
yere yığılmış, bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da:

-Aman, hanımcığım, bundan sonra onun vücudunu toprak paklar, diye


bağırıyordu.

O zaman manasını anlamadığım bu sözde, şimdi, yirmi


beş yıl sonra, derin bir anlam keşfediyorum. Fakat, bunu
keşfetmekle beraber o kadın gözümün önüne geliyor. Gülmeye başlıyorum.
Ama, acayip bir gülüş. Tıpkı Paillasse operasında aldatılmış soytarının
hıçkırıklarla dolu gülüşü gibi...

Artık odamdan dışarıya çıkamıyorum. Yataktan kalkınca sedire uzanıyorum.


Sedirden kalkınca yatağa giriyorum. Daha fazla kımıldamaya mecalim yok.
Sanki içimde beni hareket ettiren bir zemberek kırılmış diyebilirim.
Beni her şey yoruyor. En ufak bir sesten rahatsız oluyorum. Günün aydınlığı
fazla geliyor. Süleyman'ın yanıbaşımda solumasına tahammül edemiyorum. Onu
evimden kovmak istiyorum.

-Ne var, gene ne var? Bana öyle bön bön ne bakıyorsun?

-Aşağıda hiç işin yok mu? Kaskatı ne duruyorsun?

-Bir şey istemem. Ne yemek, ne su bir şey istemem. Beni rahat bırak.

İşte, Süleyman'a hitap için ağzımı açıp söylediğim sözler,


hep bundan ibarettir. Hiçbir vakit bu halimi görmemiş olan
zavallı adam, hayretten hayrete düşerek kalan zekasını da
kaybetti. Büsbütün ahmaklaştı.

Bir sabah, baktım ki, başını alıp gitmiş. Akşama gelir diye
bekledim, gelmedi. Ertesi güne kadar bekledim. Gene görünmedi. Daha ertesi
gün, akşam karanlığında onu, kendim aramaya çıktım. Evine kadar gittim:
Yok. Mahzun, eve dönmek üzereyken, bir duvar kenarında bir hayalet
sessizliğiyle yürüyen Memiş'e rastgeldim.

-Memiş, bizim Süleyman'ı gördün mü?

Memiş'in beni tanıması için beş altı dakika ve sözümü


anlaması için de bir o kadar zaman lazım geldi. Sonra derinden gelen bir
sesle:

-Aha, mescitte... dedi.

Mescide doğru yürüdüm. Mescit, karanlıktı. İçeriye seslendim:

-Süleyman, Süleyman...

Cevap alamayınca içeri girdim. Burası, yani yapılıp bittiği günden beri,
burası, yalnız bayram, teravih namazları ve mevlüt için kullanılır olmuş.
Mamafih, gerek köyün içindekilerden, gerek gelip geçenlerden kim isterse
burada yatıp kalkabilir.

Yanımda yürüyen Memiş'e bir kibrit çaktırıyorum. İşte,


Süleyman mescidin ta öbür köşesinde, bir hasırın üstüne büzülmüş yatıyor.

-Süleyman, ulan Süleyman, burada ne işin var?


Cevap alıncaya kadar kibrit söndü. Ondan yana yürüdüm. İkinci kibriti
yaktırınca Süleyman'ı, yattığı yerden bana bakar gördüm.

-Haydi kalk, haydi. Seni almaya geldim.

Küskün ve bulanık bir sesle, daima yattığı yerden:

-Beni nidecen? diye sordu.

Ona daha ziyade yaklaştım.

-Seni nideceğim, olur mu? Beni yapayalnız bıraktın. Evde her iş yüzüstü
kaldı.

Memiş'e üçüncü kibriti çaktırdım. Süleyman hala kımıldamıyor. Tıpkı bir


Hint fakirini andırıyor. Onu önce bir, çocuk gibi kandırmaya çalıştım.
Fakat, Süleyman inadında direnir göründü. Sonra kesin ve emredici bir tavır
takındım:

-Haydi, kalk bakayım; artık çok oluyorsun.

Gene döndü:

-Beni nidecen? dedi.

Nihayet küsme sırası bana geldi:

-Sen bilirsin, dedim; mademki gelmek istemiyorsun, ben


de yanıma başkasını alırım.

Ve sert adımlarla geriye döndüm.


Şimdi yalnızım, büsbütün yalnızım. Bu akşamdan itibaren tek kolumla her
işimi kendim göreceğim. Yemeğimi kendim pişireceğim. Odamı kendim
süpürecegim. Belki günün birinde kadınlar arasında çamaşırımı yıkattıracak
bir kimse bulamayıp kendim yıkamak zorunda kalacağım. Bu ıssız, engin
Anadolu bozkırının ortasında bir ikinci Robinson Crusoe
oldum. Oturduğum evin bir ıssız adadan farkı yok.

Günün birinde, bir gemi alıp beni buradan kurtaracak


mı? O geminin adı olsa olsa Anadolu ordusudur. Her gün,
her saat bir mazgal deliğine benzeyen penceremden onu gözetliyorum. Onu
bekliyorum. Ufuklar, insana endişe verecek kadar boş ve sakin. Sanki, bir
savaş içinde değiliz. Sanki her şey benim vehmimden ibaret gibi. Arasıra
gazetelerden aldığım bilgi beni hiç tatmin etmiyor. Her yanda bir bekleme
devresinin yürek üzüntüleri var. Barış yolunda yapılan bazı
siyasi teşebbüsler hep boşa çıktı. Londra'ya giden heyet,
olumlu hiçbir sonuç elde edemeden geri döndü. Avrupa, bize
karşı, daima, o sağır duvar halini muhafaza ediyor.

Bütün bunlara rağmen, bu ıssız adanın kimsesiz sakini,


mağarasının içinden dışarıya doğru başını uzattığı vakit hiç
sönmeyen bir liman fenerinin yeşil ve kızıl ışığını görüyor.
Bu benim ümidimin ışığıdır. Benim ümidim... Yağını nereden alıyor? Fitilini
kimler tazeleyip yakıyor? Bilmem, bilmem... Fakat, bu umut benim tek
gıdamdır. Bu umut benim yaşama gücümün en son parıltısıdır. O söndüğü gün...
İşte, bunu tasavvur edemiyorum.
:::::::::::::

Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır.

Eğer, bazı kimseler, bunu benliğin bir çeşit kurtuluşu gibi göstermek
istemişlerse yanılmışlardır. Bir sürü hayvanı olan insan, sürüsünden ayrı
düşünce zavallı, mustarip, avare bir yaratık oluyor. Bunu, sürüye dönmekten
başka avutacak bir şey yoktur.

Fakat, benim sürüme ne oldu? Hani, çoban nerede? Çoban, Ankara'nın yalçın
kayası üstünden sesleniyor, sürüyü toplamaya çalışıyor. Sana selam, ey
mübarek çoban; gazan mübarek olsun! Fakat, günün birinde sürünü topladığın
zaman ben onun içinde bulunabilecek miyim? Bu köy, onun
içinde bulunabilecek mi? Hiç sanmıyorum. Kayanın üstündeki çoban? Bu köy,
burada tek başına küflenmekte ve ben, tek başıma gözyaşlarımı içime çekmekte
devam edeceğim. Bir türlü kaynaşamayacağız.

Bu kaynaşma için bize cihanın baştan başa tutuşması


yetmedi. Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı.
Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki:
Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki
bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Beni, korkutan şey,
kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu
mahvedecek. Ben, içimden diyordum ki, bu adam, bu hükmü hep İstanbul'a göre
veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal
ediyor.

Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu'yu hesaba katmıyor. Orası,


buradaki nifaklardan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın
en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula
kutsallaşmıştır:

Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar


vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda
mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar
ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın
taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu. Fakat,
bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı
sanıyordum.

Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten


müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen
gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker
kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların,
frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan
softaların türediği yer burasıdır.

Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit


dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü
düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle
arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu
kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla
çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü
Ahmet Celal yapayalnızım.

Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke


ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca
onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak
üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde
buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir


kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde
yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin,
yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün
arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin.
Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?

Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde


kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden
yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin
kendi eserindir, senin kendi eserindir.

:::::::::::::

Günler ne uzun, aylar ne kısa!.. İşte, gene yaz. Hangi yılın yazı. Dur,
bakalım gazeteye... Gazeteler, odamın içinde birer küçük piramit halini
aldı. Bir üstüme yıkılacak olsalar, eminim altlarında bunalıp kalacağım.
Bunlar, ne kadar da çok toz tutuyor! Bazı günler boğulacak gibi oluyorum. Ve
bunları, demet demet fırının külhanına attırmak istiyorum. Lakin, Emeti
Kadın, bunlara el sürmekten çekiniyor. (Süleyman gideli, onun yerine
Emeti Kadın isminde bir kocakarı güya bana bakıyor.) Çünkü, bunların
üstünde birtakım insan resimleri var. Gene bunun için
değil midir ki, Emeti Kadın, kaç aydır benim hizmetimde olmakla beraber bir
kere odamdan içeri ayak atmamıştır. Resimler, tablolar ve birkaç biblo
bulunan bu odaya girerse çarpılacağını sanıyor. Bana, bunlar arasında
yaşadığım için hayret, korku ve biraz da vesveseyle bakıyor! İlk geldiği
günler kapının aralığından tam karşıya rastlayan dolabın üstündeki Sokrat'ın
büstünü işaret ederek:

-Gece bundan korkmayon mu hee? diye sordu.

Bu, meşe kütüğünü andıran kalın bir kadındır. Yüzü o


kadar çiçek bozuğudur ki, cepheden bakıldığı vakit karnabahar göbeğini andırır
ve bu karnabahar bir kasırga esnasında, bir bostandan henüz koparılmış gibi
toprak ve çamurla bulanmıştır.

Bir gün ona sordum:

-Emeti Kadın, sen hiç yüzünü yıkamaz mısın?

-Ay oğul, hiç vaktim olmuyor ki... Sabah garanlığında çocuğu eserler
püserlerim, dağarcığına yiyeceğini goyarım. İneğin altını temizlerim, sütünü
sağarım. Ocağa vurur, kaynatırım. Sütü ateşten indirir indirmez, buraya
koşar gelirim. Sen bekarsın. İneğin davarın yok emme, işin ağırdır. Çay suyu
kaynat, dersin... Akşamdan kalmış kabı kacağı ıscak suda
yuğ dersin. Her gün türlü türlü aş istersin. Senin yanında
gün nasıl geçer, bilir misin? Akşam eve vardığımda, bizim
oğlan açtır, yorgundur. Sütü ısıtır, içine ekmeği doğrar, eline
veririm. Bazı canı peynirle soğan ister. Bazı bana bir bulamaç ediver, der.

Emeti Kadın, bu tarzda, öksüz torunu sığırtmaç Hasan'dan bahseder.


Bu, on bir, on iki yaşlarında bir çocuktur. Fakat, görmeli,
ne kadar ağırbaşlı, ne kadar vakarlı, ne kadar görev ve sorumluluğunu
anlamış bir insandır.

Onu, geç tanıdığım için çok müteessirim. Erken tanımama da hiç imkan
yoktu. Gerçi, bazı akşamlar onun, uzak tepelerden sürüsüyle beraber köye
dönüşünü seyrettiğim olurdu. Fakat, ona ancak bir alegori nazarıyla
bakardım. Yakub'un oğullarından biri... Kısas-ı Enbiya şahısları sırasında
geçen bütün küçük çobanlardan onu ayırmak lüzumunu hissetmezdim. Fakat bir
gün onu yakından görüp tanıyınca, ne kadar belli bir kişiliği olduğunu
anladım.

Bu da İsmail gibi, hiç gülmez. O derece ağır ve ciddi durur ki, ben
karşısında kendimi bir şımarık çocuk gibi havai ve hoppa bulurum. Kaç defa
onunla şakalaşmak istedim, sonunda ancak bozulduğumu hissettim.

İki üç kuşaklık şehir çocuğu olmasından mı nedir, cılız ve


yamalı omuzlarında bir devlet düşkününün insana hüzün ve
saygı veren asaletini taşıyor.

Gerçi, İsmail de bir çeki taşı gibi ağırdır. Fakat ruhla hiç
ilgili olmayan ve doğrudan doğruya vücudun yoğunlaşmasından gelen bir
ağırlıktır. Bundan başka Hasan, bir genç Tanrı
kadar güzeldir. Gözleri bir ceylanın gözlerinden daha cazibelidir. Narin
çizgili, armudi yüzü ve ince dudakları eski Flaman ressamlarının çizmekten
çok hoşlandıkları portrelerin rikkatinden bir şey saklıyor.

İsmail'in içeriye çökük ağzı...

Lakin, ben, kiminle kimi mukayese ediyorum? Bir kart


cüceyle bir körpe çocuk arasında nasıl bir ilişki bulunabilir?
İsmail, benim hayatımın kabusu olduğundan beri, ondan
hiçbir düşüncemde, hiçbir duygumda kurtulmanın imkanı
yok. Hele Emine'yi alıp köye getirdiği günden beri...

Ha, sahi... İsmail'le Emine'nin evlendiklerini bu deftere


kaydetmeyi unutmuştum.

Nasıl oldu? Hala şaşıyorum. Zeynep Kadın nasıl razı oldu? İsmail nasıl
çaresini buldu? Her halde bu evlenmede ne düğün, ne dernek yapılmayışına
göre, İsmail herkesi bir oldubitti karşısında bırakmış olsa gerektir.
Ben de bu işi rastgele öğrendim. Bir gün, Bekir Çavuş'la,
satın almak istediğim bir tarlayı görmeğe gidiyordum. Mehmet Ali'lerin
önünden geçerken, Emine'yi görümcesiyle beraber kapının önünde görmeyeyim
mi? Hemen kendimi tutamayıp Bekir Çavuş'un yüzüne bakmıştım. Bekir Çavuş:

-Seninki kızı aldı, dedi.

Yüz, yüz elli adım ya yürüdük ya yürümedik. Durdum:

-Bugün hava çok sıcak, başka bir zamana bıraksak olmaz mı?

-Olur ya, neden olmasın.

Ve köyün arka tarafından, ters yüzü geri döndük.


Bütün gece kendi kendime bu soruyu sordum: Ben gerçekten ne yaptım? Bunu
bir türlü tespit edemiyorum. Sanıyorum ki, güldü. Fakat gülüşü alaycı mıydı?
Yoksa sadece bir tanıdığa beklenmeyen bir anda rastgeldiği vakitki gülüşlerden
biri miydi?

Bir bakıma göre hiç gülmediğine hükmediyorum. Bilakis


yüzünün alt kısmını örtüyle kapadı ve başını öfkeyle öbür
yana çevirdi sanırım. Hayır, belki bunların hiçbiri değil. Yeşil gözler
esmer yüzünün ortasında toprağa düşmüş iki taze ve ıslak yaprak kadar
ilgisiz ve dikkatsizdi. O gözlerde, beni hatırladığına dair hiçbir belirti
yoktu. Belki, beni tanımadı bile. Belki, biz geçerken o başka bir şeyle
meşguldü. Zaten o beni gördüyse sol yanımdan görmüş olacak. Oysa, onun beni
tanıması için mutlaka boş yenimin sağ yanımdan sallanışını
görmesi lazımdı.

Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme
bakmadı ki, gözleri bir kere olsun gözlerime
rastgelmedi ki... İsmail'e benden bahsederken ne demişti?
-Kolu yok bir herif...- Onca benim tek alameti farikam kolsuzluğumdur.

Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl


titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını
derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm
vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında
ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?

Eğer bırakmış olsaydım, bugünkü tesadüfte mutlaka bir


şey sezecektim. Mutlaka bir şey sezmem gerekecekti.
Adam sen de... Emine İsmail'e varmakla benim üzerimdeki bütün sihiri
bozuldu. İsmail'in buruşuk suratı onun taze yüzü üstüne yapıştı. Artık bunu
ondan ayırmanın imkanı kalmamıştır. Zaten, her ikisini sarmaş dolaş bir
yatakta, bir yorgan altında tasavvur etmek, Emine'den tiksinmek için
başlı başına bir sebep teşkil etmez mi? Lakin, tiksinmek,
unutmak demek değildir.

Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata


saf bir cevher haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil
verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu
veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir yandan, içimizde bir
yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir
insanın yürek acısını duyarız.

Sonra gene içimizden bir ses: -Artık imkan kalmadı. der.


Bunun anlamı, o dönüp bize gelse de artık hayatımızda ona
hiçbir yer vermeyeceğiz, demektir. Çünkü, artık o, bizim nazarımızda,
temizlenmeyecek surette kirlenmiştir. Tazelenmeyecek derecede çürümüştür,
kokmuştur.

Chevalier de Grieux, Manon Lescaut'nun henüz soğumuş


cesedini kolları arasına alıp öptü idi. Fakat, Dostoyevski'nin
masum kahramanı, artık kokmaya başlayan sevgilisinin ölüsü yanında duramadı.
Amma, bu taaffün, onun hasretini gönlünden silemez. Ondan kaçar, lakin gene
onu kovalar.

-Hasan, sen nasıl çobansın? Hasan, kavalın nerede?

Hasan, kavalın ne demek olduğunu bile bilmiyor. Şaşkın


şaşkın yüzüme bakıyor. Ona bir akşamüstü dağın yamacında rastgeldim. Sürüsü
biraz aşağıda, ovada otluyordu. Kendisi uzun değneğine dayanmış, ayakta
duruyor. Tıpkı, Virgilius'un bize anlattığı çobanlar gibi. İhtimal,
Virgilius'un çobanları da bunun kadar basitti. Bunun gibi, bir duruştan,
bir bakıştan, bir kımıldanıştan ibaretti.

-Hasan, bütün gün bu kırlarda tek başına ne yaparsın?


Canın sıkılmaz mı?

Küçük çoban, bana cevap vermeksizin yere çömeldi. Yüzünden anlıyorum,


şimdiye kadar can sıkıntısı nedir bilmemiş. Can sıkıntısı bilmeyen bir
insana ne mutlu! Hasan, bana harikulade bir mahluk gibi görünüyor. Yanına
çöküyorum:

-Yapayalnız, bu tenhalıkta, hiç de korkmuyorsun galiba.


Kara ve nemli gözlerini benden tarafa çevirdi. Beni iyice
süzdükten sonra:

-Buralarda bazı kurt çıkar derler, emme ben görmedim,


dedi. Bir yol, akşam geç vakit, uzaktan uzağa seslerini duydum. Yüreğim bir
hoş oldu. Usulca köye döndüm. Zaten davarlar kurt sesini duyunca köyden yana
koşmağa başlarlar.

-Köpeklerin nasıl, zorlu mu?

-Zorlu ya, bir tanesi üç kurda bedel. Geçen gün iki kişi
yolumu kestiler, iki kuzumu almak istediler. Ben vermem,
deyince, üstüme yürümeğe kalkıştılar. Emme, köpekler bırakmadı. Herifler
sıvışıp gitti.

Çoban Hasan'ı bir çocuk dikkatiyle dinliyorum. O, beni


köyde kendine yakın gördükçe daha ziyade açılıyor:

-Burunları da öyle koku alır ki... Bin adım ötede ne var,


ne yok buradan anlarlar. Bir gün, ta ötede, Koçaş köyünün
ardında, derenin içinde bir adam leşi buldular. Köye gidip
haber verdim. Ölüyü kimse tanımadı. Kapkara kesilmiş.
Gövdesi davul gibi şişmiş. Garibin biri olacak dediler. Kokmasın
diye gömdüler. Candarmaya haber vere mi idik ki, dersin?

-Tabii, candarmaya haber vermeli idiniz?

-Candarmanın şimdi, çok işi var. Uygunsuz adamlar türemiş. Dün, ben de üç
tane asker kaçağı gördüm.

-Onlar da seni gördüler mi?

-Gördüler. Benden ekmek istediler, verdim, benden ayrılırken: Sakın ha,


dediler, bize rastgeldiğini kimseye söyleme. Sonra senin kafanı parçalarız.
Ben de ilk defa sana söylüyorum. Sakın sen de kimseye bir şey deme.

İkimizin üzerine bir ağır sükut çöküyor. Ben, bir meydan muharebesi
kaybetmiş kumandan kadar acılıyım. O, bir taştan heykelcik gibi hareketsizdir.

-Asker kaçağı, ha. İşte bu çok fena. İnsan ölür, fakat askerden kaçmaz.

Hasan, sanki kaçan kendisi imiş gibi, mahcup önüne bakıyor.


Düşmanın bir genel taarruza geçeceğinden bahsedildiği
şu sıralarda bu askerden kaçma şayiaları benim ruhumu bulandırıyor.
93'ten beri sökülen bu cephe, 93'ten beri durmaksızın devam eden bu
bozgun, nerede sona erecek? İşte, vatanın son sınırlarındayız.
Bu, artık son savunma hattımız değil mi? Bunun bir
adım gerisi var mı?

:::::::::::::

Şu satırları yazdığım dakikada, sanırım, düşman, çoktan beklenen genel


taarruza geçmiş bulunuyor. Bütün bir yaz, tek başıma bir cehennemi
bekleyiş yaşadım.

Bütün bir yaz, etrafımda herkes hep bir arada toprağı


kazar, tohumu eker, ekini biçerken, ben gazete yığınlarının
kuleleri arasına sıkışmış, tek başıma şu uzun trajedinin korkunç çözüm anını
bekledim. Herkes konuşurken, ben sustum. Herkes davarı, kümesi ve tarlasıyla
meşgulken, ben uzak ufukların ardından ateş püsküren demirden Tanrının
ayak seslerini dinledim.

Ve demirden Tanrı yaklaşıyor. Bu, bir ön seziş midir? Bu,


bir tahminden mi ibarettir?

Hayır. Her şeyi önümde duran resmi bir tebliğden çıkarıyorum. Son derece
müphem ve karışık olan bu tebliği kırk sekiz saatten beri, bir kahin,
Sibillik tomarlardan nasıl yorumlar çıkarırsa, bir Gildani müneccim
gökyüzünü nasıl araştırıp yoklarsa öyle yokluyorum. Evire çevire, öyle
inceliyorum. Nihayet, kelimelerin arkasından şu hükmü çıkarıyorum:

-Düşmanın tüm kuvvetlerinin Uşak ve Afyon istikametinden bir genel


harekete geçtiği müşahede olunmuştur.

Bu sefer niçin, Bursa-İnönü değil? Bu yol tarifesinin değişmesine sebep


nedir?

Harita üzerinde, bunun sevkulceyş manasını anlamağa


çalışıyorum. Fakat, bir örümcek ağını andıran bütün o dolaşık, çizgiler, o
renk, gölge ve kelime kargaşalığı bana hiçbir şey söylemiyor.

Bu yol, Eskişehir'e daha mı kestirme bir yoldur? Daha mı


az arızalıdır? Hemen elime bir kibrit çöpü alıp kilometreleri
ölçmeğe ve dağ isimlerini kayda çabalıyorum.

Boşuna, hiçbir sonuca varmanın imkanı yok.


Bilgimin, malumatımın ve hesaplarımın yetmediği noktadan itibaren,
muhayyilem var kuvvetiyle işlemeğe başlıyor.

İstanbul gazetelerinden alınmış, derme çatma haberlerden


anlaşılıyor ki, düşman, bu seferki muharebede en son kozlarını oynamağa
karar vermiştir. Kralını bile, öne sürmüştür.

Bir prens Andrea ordusundan bahsediliyor. Güya, düşmanın


istila ettiği sahalarda en çok mezalim yapan bunun kumandasındaki kuvvetlermiş.
Hey Allahım, bunları bütün haşmet ve debdebeleri, bütün zulüm ve itisaflarıyla
denize döktüğümüz günü görebilecek miyim?

Niçin görmeyeyim? İçimde bir şey, bana savaşı mutlaka


kazanacağımızı haber veriyor.
Öyle bir şey olursa, buradan İzmir'e doğru yayan yola çıkacağım. Tıpkı eski
Türk masallarında sevgilisini aramağa çıkan demir çarıklı aşıklar gibi,
durmadan, dinlenmeden gideceğim. Gece toprak üstünde yatacağım. Gündüz, kuru
ekmeğimi kemire kemire yürüyeceğim. Hiçbir köye uğramayacağım. Hiçbir
kalabalık içine karışmayacağım. Kendi sevincimin, kendi hayalimin billurdan
zırhı içinde mavi körfeze doğru ilerleyeceğim. Öyle ki, İzmir'e vardığım gün
sahilin herhangi bir noktasına yüzükoyun düşeceğim. Ve orada tuzlu su ile
ıslanmış toprağı koklayarak saatlerce kalacağım.

Bu ihtiraslı yolculuğu düşünürken, şimdiden bütün varlığımı tatlı bir


mutluluk havası sarıyor. Damarlarımdaki kan tazeleniyor. Yüreğim hoplamağa
başlıyor ve başıma, bir ilkbahar gecesinin serinliği geliyor. Kendi kendime
şarkılar söylüyorum. Şarkı söyledikçe coşuyorum.

Bazan büsbütün çocuklaşarak, Emeti Kadın'la şakalaşmağa başlıyorum:

-Bugün, diyorum, seni her vakitten daha genç ve dinç


görüyorum. Söyle, bu kadar genç kalmak için ne yaptın?

-Ay oğul, beni fukaralık, kimsesizlik çökertti. Öyle olmasa, daha genç
kalacaktım. Oğlum Hasan'ın babası askerde şehit oldu. Kızım doğururken öldü.
Kocası olacak herif, bizi daha o günden sokağa attı. Hey, bu kuru kafaya
gelmeyenler kaldı mı?

-Canım bırak bu kasvetli sözleri. Sana bir koca bulsam,


varır mısın? Ne dersin?

Emeti Kadın, bir genç kız gibi utanıyor, başını öne eğiyor, sırıtıyor:

-Kısmet, ay oğul!.. Beni bundan sonra kim nedecek?

Halinden anlıyorum. Kendisine daha ziyade umut vereyim istiyor.

-Eğer düşmanı denize atarsak, vallahi, ne yapar yapar


seni evlendiririm, Emeti Kadın...

-Eh, öyleyse, işimiz kıyamete kaldı desene...

-Niçin? İşte, şu dakikada, Uşak ve Afyon önünde savaşlar oluyor. Bizimkiler


bir düşmanı püskürttüler mi İzmir'de alırız soluğu.

-Ay oğul, İzmir de niresi oluyor?

-Kurtarmak için savaştığımız yer. Bizim İstanbul'dan


sonra en büyük, en zengin şehrimiz...

-Sivrihisar'dan da büyük mü ki?

Emeti Kadın ömründe -o da bir kere- tek bir şehir gürmüş: Sivrihisar!

-Emeti Kadın. Sivrihisar'ın da İzmir'in yanında adı mı


okunur. Bir defa, bu şehir deniz kenarında. Taştan, mermerden, demir kapılı
evleri var. Her tarafı bağlık, bahçelik, limonluk, portakallık... İzmir
yirmi tane Sivrihisar'ı içine alır.

Emeti Kadın'a masal söylüyorum gibi geliyor. Bu masalın bütün acayipliğine


rağmen, içinden tekrar evlenme bahsinin açılmasını ister görünüyor. Diyorum
ki:

-İşte savaşı kazandık mı, seni alıp bu şehre götüreceğim


ve orada düğününü yaptıracağım.

Emeti Kadın, bu vaade pek inanmamakla beraber, irkiliyor:

-Allah kimseyi yerinden yurdundan etmesin. Burada


doğmuşuz. Burada öleceğiz. Bak, sen memleketini bıraktın
da ne oldun?

-Emeti Kadın, benim memleketime düşman girdi. Ben


buraya kendi isteğimle gelmedim.

Ve derhal, neşem kaçıyor. Susuyorum. Küskün, odama


dönüyorum.

Ah, buradan kurtulmak. Ah buradan kurtulmak...


Şu anda, ne mutlu insanlar var ki, günü gününe, saati
saatine Uşak cephesindeki ulvi maceradan haber almak imkanı içinde yaşarlar.
Daimi bir havadis ve telgraf yağmuru altında yürekleri serinler.

Önemli bir olay esnasında, fena haber almak bile hiç haber almamaktan
iyidir. Bazı günler, Eskişehir'e kadar yayan
koşacak gibi oluyorum. Bazı günler en uzak tepelere tırmanıp, belki cepheden
bir top sesi duyarım diye baştan aşağıya
kulak kesiliyorum. Unutuyorum ki, muharebe hiç değilse, iki
yüz kilometrelik bir mesafenin öte yanında oluyor.
Gerçi, köyde havadis yok değil. Herkes kendi aklına geleni
uydurup söylüyor. Havada şayia dediğimiz, gözle görülmez kuşlar sürü sürü
cıvıldıyor. Bunların, kimi Zümrüdüanka nevinden masal kuşlarıdır.
Bunları kim, nereden uçuruyor? Nereden kalkıp nereye konuyorlar?
Bilmiyorum. Bunların dilinden anlayanlar da, bilmezler.

Yalnız, hayretle bildiğim ve gördügüm bir şey var ki, bu söylentilerin


hemen hepsi bütün köylerde, bütün ağızlarda hep
birbirinin aynıdır. Sanki muayyen bir siyasetin propagandacılığını yapan
bir radyo istasyonunda bu yalanlar, seri halinde, adeta standardize edilerek
etrafa dağılıyor.

Bu gelenler, öyle düşman ordular filan değilmiş. Avrupa


adlı bir Kraliçe'nin bizi çetelerin elinden kurtarmak için gönderdiği
yeşil sarıklı evliyalarmış.

Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş.


Kemal Paşa'nın ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım
uygunsuz adamlar sarmış; bunlara mahpus derlermiş. Herbi ipten kazıktan
kaçmış, kötü kişi imiş.. Bütün memleketi haraca kesmişler.
Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.

İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün


gelmiş. Zaten, yeşil sarıklı evliyalar ne tüfek kullanırmış, ne
top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olup, yürürlermiş.

Bu efsaneler, ortada dönüp dolaşırken, bir de Şeyh Yusuf


çıkagelmesin mi? Köyün altı üstüne geldi. Bütün yürekleri,
sıtma nöbetine benzeyen kavurucu bir vecd sardı.
Emeti Kadın bile, iki gün semtime uğramadı. Geldiği vakit sordum:

-Nerde idin, Emeti Kadın?

-Hiç; Şeyhe gittim. Biraz başımı okuttum.

-Şeyh ne diyor; bütün bu dünya işlerine dair?

-Ben sormadım. Emme, soranlara demiş.

-Ne demiş?

-Aha hep bildiğimiz, işittiğimiz şeyler...

-Yani, düşmanlarımız memleketimizin yarısından fazlasını zaptetmişler.


Bununla kalmayıp, şimdi bütün Anadolu'yu elimizden almaya kalkmışlar. Ta şu
dağların arkasına kadar gelip dayanmışlar ve biz kendimizi kahramanca
savunuyormuşuz. Bu mu?

-A, a. Heç böyle demiyor.

Ve Emeti Kadın başlıyor, yeşil sarıklılardan, Müslüman


olmak isteyen Kraliçe'den büyük bir talakatle bahsetmeğe...

Bütün bunlar yalan desem sözüme inanacak mı? Onu


hangi dille gerçeğe çekebilirim? Aramızda asırlık mesafeler
var. Bu mesafeleri geçip de, ona kadar nasıl erişebileceğim?
Zira, ne kadar çağırsam, o bana doğru yürümeyecektir. Bu,
tarihin bir noktasında donmuş, taş kesilmiş bir insandır.
Söylediği şeyleri, kendisi söylemiyor. Tıpkı antika kitabeler
üzerindeki yazılar gibi onları ben okuyorum. Ben heceliyorum.

Bunun böyle olduğunu bilmekle beraber, gene Emeti Kadın'a soruyorum. Başta
Mehmet Ali'nin adı olmak üzere, köyde askere gidenlerin adlarını sayıyorum:

-Şu halde, bunlar, diyorum, ne yapmağa gittiler? Şimdi


ne yapıyorlar? Mademki, gelenler bizi kurtarmağa geliyormuş, bunlar kime
karşı silah kullanıyorlar?

Emeti Kadın, başını iki yana sallayarak:

-Ay oğul, onlar da bencileyin. Ne ittiklerini bilirler mi ki... diyor.

Bu anda, bu memlekette, onlardan başka ne ettiğini bilen var mı? Tek


gerçek savaştır. Bana, cephe ardında kalanlar, kendim başta olmak üzere,
birer tabiat garibesi gibi görünüyorlar. Denilebilir ki, hayat bizi bir
deniz üstündeki arızi pislikleriyle, dalgalarıyla ite ite nasıl bir kuytu
sahile atarsa öylece bu ıssız tepelerin eteklerine atıp bırakmıştır.
Burada bir kokmuş hareketsizlikten, hayatın bir çeşit tufeyli
yeşermesinden, burada bir sıtmalı titreyişten başka bir şey
yoktur. Savaş cephesini baştan başa tutuşturan kutsal ateşin en uzak aksi
bile buraya düşmüyor.

Bazı, Sarıköy istasyonuna giden yolun üstünde durup,


gelenden geçenden savaşa dair haber soruyorum. Kimi hiçbir
şey bilmiyor, kiminin bildiği hiç gerçeğe benzemiyor. Kiminin söylediği o
kadar çıplak, ham ve çirkin söylentilerdir ki, ben inanmak istemiyorum ve
akşama, köye kafamın içi karmakarışık bir halde dönüyorum. Emeti Kadın'ın
hazırlayıp mangalın saç kapakları üstüne bıraktığı sahana, ancak dokunuyorum.
Yarı aç, yarı tok yatağa düşüyorum. Uykularım kabuslarla doluyor.

Bazı, uykumun içinde; birtakım Rumca sesler işiterek


sıçrıyorum. Kulaklarım uğuldayarak pencereye koşuyorum.
Şakaklarım terden sırsıklam, başımı dışarı uzatıyorum.
Dışarıda, donuk, kuru ve insana kuşku verici bir ay aydınlığı vardır. Gece,
sanki, bir günün ölüsü gibi... Ürpererek, başımı içeri çekiyorum..

Ne sinsi bir ışık. Hemen üstümüze atılmağa hazır bir


düşman gözünün parıltısına benziyor ve düşman, işte, bu
sinsi aydınlıkta ilerliyor.

Ne dedim? Düşman ilerliyor mu? Eyvah, o kötü, o meşum


söylentilere demek, ben de inanmağa başladım. Bu içimden
gelen ses, bu kendi kendime söylediğim söz, gerçekten benim
sözüm ve benim sesim mi? Yok canım! İşte, düşmanla bu
sinsi ışık içinde boğuşuyoruz, diyecektim. Uyku sersemliğiyle: Düşman
ilerliyor demişim. Düşman nereye ilerleyebilir? Buraya kadar gelecek
değil ya?

Bir başka gece, daha korkunç bir rüyadan sıçrıyorum. Etrafımda, uzun
bıyıklı, uzun püsküllü Efzunlar bir çember çevirmiş, beni yargılıyorlar.
Ben, kendimi savunmak istiyorum. Fakat sesim çıkmıyor. Sesim, tıpkı suyu
kesilen çeşmelerin hıçkırığı halinde, hep içime doğru çekiliyor. Derken
Yunanlı Efzun askerleri kızıyor. Hep birden, hep bir anda silahlarını
üstüme dikiyorlar. Parmakları tetiğe dokunurken,
müthiş bir yürek çarpıntısıyla uyanıyorum.

Hele bir başka gece, gördüğüm rüyada o kadar realite


çeşnisi var ki, gözlerimi açtıktan sonra bile, uzun bir süre
gerçeği rizyadan, rüyayı gerçekten ayırdedemedim. Uyanık
halimi rüya ve uykudakini gerçek sandım:

Bizim köyün meydanlığında, Bekir Çavuş'la beraber imişiz. Fakat bu


meydanlık o kadar kalabalık, o kadar kalabalık
ki, ikide bir, hep yanyana durduğumuz, yanyana yürüdüğümüz halde birbirimizi
kaybediyoruz ve tekrar buluşmak için çekmediğimiz zahmet kalmıyor.
Bu esnada, kalabalığı teşkil eden insanların hepsini açık
bir gün aydınlığında inanılmaz bir şekilde seçerek, ayrı ayrı
teker teker görüyorum. Bunların kimi bizim köyün adamları,
kimi de birtakım yabancılardır. Türlü türlü dille konuşuyorlardır. Ben,
bunların hepsini bilmemekle beraber, acayip bir idrak ile ne denildiğini,
neden bahsolunduğunu anlıyorum.

Önemli bir adam veya bir heyet gelecek diye bekleniyor.


Telaşlı telaşlı saatine bakanlar ve ikide bir yüksekçe bir yere
çıkıp uzaktan yolu gözetleyenler var. Tam bu sırada, köyün
sokaklarından biri içinden, bir kadın bağırarak bize doğru
koşuyor.

Bu, Zeynep Kadındır. O kadar Zeynep Kadındır ki, yüzünün çizgilerini ve


pürtüklerini en ince teferruatıyla, o derece yakından görmemiştim. Çeneleri
birbirine çarpıyor ve gözlerinden nohut tanesi gibi yaşlar dökülüyor. Baş
sargıları, arkasına kaymış ve kızıl kınalı saçları demet demet yüzünün
üstüne sarkmıştır.

Müthiş bir hamle ile halkı yararak ona doğru atıldım.

-Merak etme, işte ben söndürmeğe gidiyorum, dedim.

Var gücümle koşmağa başladım. Arkamdan halk kahkahalarla gülüyordu. İki üç


defa dönüp:

-İtler, itler! diye haykırdım.

O kadar bağırmışım ki, kendi sesimle kendim uyandım.


Tekrar dalınca, -garip tesadüf gene aynı rüyanın sonunu
görmeyeyim mi? Gerçekten, Zeynep Kadın'ın evini kapkara
dumanlar sarmıştı. Kızlar, gelin ve İsmail ellerinde küçücük
kaplarla su taşıyorlar ve yangının üstüne serpiyorlardı.
Ben, öfkemden ve heyecandan sesim kesilmiş bağırıyorum:

-Canım, bu kadar suyla yangın söndürülür mü? Büyük


kovalarınız, kazanlarınız yok mu?

-Hepsi içerde kaldı, diyorlar.

Ben, gözlerimle Emine'yi arıyorum:

-Emine nerede? diyorum.

-Aman Allah, o da içerde kaldı! diye bir çığlıktır kopuyor.

Bunun üzerine, kendimi tutamayıp dumanların içine atılıyorum.


Bu kabustan sıyrıldığım anda, hala Emine'yi arıyorum.
Henüz açılmış gözlerim, odanın karanlığı içinde şaşkın şaşkın, bir tutuşmuş
genç kadın vücudu görmeğe çalışıyor.

O gece sabahı güç ettim ve bütün günü bu trajedinin havası içinde kırılmış,
ezilmiş bir halde geçirdim.

Kara haber bulutları, bütün göğü kapladı. Zaten buna ne


hacet... Gün geçmiyor ki, üç dört düşman uçağı başımız üstünde uçmasın. Bir
defasında o kadar alçaktan geçtiler ki, kanatlarının altındaki mavili
beyazlı rengi bile göründü. Bir başka defa, yere birtakım kağıtlar attılar.
Bu kağıtlardan bir tanesi benim elime geçti. Diyordu ki, Eskişehir,
Kütahya'yı aldık. Yarın öbür gün buralara kadar geleceğiz. Sakın, yerinizden,
yurdunuzdan olmayınız. Biz size kötülük etmeğe gelmiyoruz. Halife ve Padişah
bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal'in çetelerinden kurtarmak için
harbediyoruz!

Köylüler, bunu okuyunca, her birinin gözünün sevinçten


parıl parıl parlamağa başladığını gördüm. Yalnız, Bekir Çavuş endişelidir.
Başını iki yana sallıyor:

-Şimdi böyle derler amma, sen kulak asma. Bütün bu


tatlı diller hep girinceye kadardır. Sonra başlarlar köyde ne
varsa sömürmeğe... Vallahi, bir lokma ekmek, bir tane yumurta bırakmazlar.
Bütün samanları, hayvanlara yedirirler.

Yağ, davar, kuzu, keçi ne bulurlarsa yutarlar. Bana kalırsa,


şimdiden bunları kaçırıp saklamanın bir yolunu bulmalı.
Salih Ağa, arsız bir tebessümle sırıtıyor:

-Ben, işittim. Aldıkları, yedikleri şeylerin hep parasını


verirlermiş.

-Bir defa verir, iki defa verir. Sonra nereden verecek?


Asker bu, gittiği yerde altın kesmiyor ya?

Hiç kimse, Bekir Çavuş'u dinlemiyor. Hepsi Salih Ağa'nın tarafını tutuyor.

-Gelip de kırk yıl kalacak değiller ya! Belki bir gün, belki
iki gün, sonra göçüp giderler.

Bekir Çavuş:

-Bir söz vardır, diyor. Askerin geçtiği yerde ot bitmez.


Göçer ama, bize bir şey bırakmaz. Önümüz kış. Bize bir şey
bırakmazlar.

Ben, bir kenardan, yüreğim boğazıma tıkanmış bir halde,


milli bir felaketin arifesindeki bu basit, bu aşağılık konuşmaları
dinliyorum. Artık ağzımı açıp bir şey söylemek istemiyorum. Varıp başımı
alıp, daha içerlere doğru yürüsem mi? Mutlaka Eskişehir'den Ankara'ya
yaralılar taşıyan trenler vardır. Onlardan birine atlayıp Ankara'ya gitsem.
Hiç değilse, bu trajedinin anlam ve mahiyetini anlayan kimseler
içinde ne olacaksam olsam.

Hayır, hayır; artık bir harekette bulunmağa gücüm kalmadı. Burada kalıp
öleceğim. Hatta onlar, köye girecekleri gün askeri elbisemi giyeceğim.
Önlerine kılıcımı sürüye sürüye çıkacağım. Ta ki, ilk hamlede, süngüleriyle
vücudumu delik deşik etsinler diye...

Kanlı ve vahşi bir işkencenin derin, ilahi hazzını şimdiden duyar gibi
oluyorum. Eski şühedanamelerde, yüzlerce ok yarasında can veren kurbanların
her bir yarasında bir gül bittiğinden bahsolunur. Bunun gerçekle ne kadar
uygun olabileceğini şimdi anlıyorum. Çünkü, vücudumda, süngülerin
saplandığını tasavvur ettiğim her nokta, şimdiden, tatlı tatlı
gidişiyor. Bu kadar tatlı tatlı gidişen yerlerde, ancak güller
açabilir ve her birinden kan yerine bal akabilir.

Asıl felaket şuradadır ki, düşman askerleri bana bir şey


yapmaksızın buradan geçip gidebilir. O zaman; ben bir mezbelede, bir moloz
gibi kalacağım. Ve bulunduğum noktada diri diri çürümeğe mahkum olacağım.
Köylüler konuşurken, işte ben kendi kendimle böyle konuşuyorum. Onların
sözleri, bana büsbütün başka bir dünyanın, başka cinsten birtakım
yaratıkların mırıltıları gibi geliyor. Bazen ne dediklerini hiç anlamıyorum.
Buğday, arpa, davar, öküz, saman?.. Bunlar da ne demek olacak?

:::::::::::::

Birkaç günden beri cephenin nasıl çözüldüğünü gözle


görmek mümkündür. Haymana ve Sivrihisar havalisini geçen bütün yollardan
bulanık bir göç seli akmaya başladı.

Bunlar içinde, bazı yılgın askerler de yok değil. Bunlar insanlıktan


çıkmış, gözlerinin feri kaçmış ve çoktan ilkelleşmiş
görünüyor. Onun için, hiçbirini durdurup konuşmuyorum.
Yalnız, öbürleriyle birkaç adım yürüdüğüm ve nereden gelip
nereye gittiklerini kendilerinden sorduğum oluyor. Bunlar,
genellikle Eskişehir bölgesi halkındandır. Fakat, içlerinde daha uzaklardan,
Kütahya'dan, Bilecik'ten gelenler de vardır.

Çoğu kadınlardan, ihtiyarlardan ve çoluk çocuktan mürekkep


bu kafileler gerçi, nereden geldiklerini bize haber verebiliyorlar. Fakat
nereye gideceklerini hemen hiç bilmiyorlar.

Öyle gelişigüzel yürüyorlar. Kiminin omuzunda bir yatak, kiminin koltuğu


altında bir çıkın, kiminin sırtında bir kundak çocuğu, kimi bir küçük kazanı
bir miğfer gibi geçirmiş, yürüyorlar. Porsuk Çayı'nın akışı gibi şuursuz,
faydasız ve hazin bir gidiş...

Onlara bazen, bir parça yiyecek verdiğim oluyor. Teşekkür etmeden alıyorlar
ve sessiz sessiz, yollarına devam ediyorlar.

Bir gün, aralarında, yüzü henüz insani ifadesini kaybetmemiş ak sakallı


bir adama sordum.

-Hiç umut kalmadı mı?

Yüzüme baktı, sağ yanıma baktı. Cevap vermeden yürüdü gitti. İhtiyarın bu
tavrı, yüreğime öyle bir perişanlık verdi ki, ardından bile bakmağa cesaret
edemedim. Başım önüme düştü ve dizlerimin bağı çözülüp durduğum noktaya çöküverdim.

Bir başka gün, ıssız ovanın ortasında yolunu şaşırmış on,


on iki yaşlarında bir çocuğa rastgeldim. Çocuk hem ağlıyor,
hem yürüyordu. Beni görünce bir çığlık kopardı ve aksi yöne
doludizgin koşmağa başladı. Ben, Dur! diye bağırdıkça çocuk arkasına
bakmadan kaçıyordu. O koştu, ben koştum. Fakat yetişmek kabil olmadı. Dere,
tepe, iniş yokuş, kaybolup gitti. Ve hava o kadar sıcaktı ki, ben çocuk
eriyip buhar oldu zannettim.

Bir gün de, yolun kenarında, bir eski heybe gibi bırakılmış bir ihtiyar
kadın buldum. Kupkuru, kapkara bir kocakarı... Üstü başı o kadar parça parça
idi ki, ilk görüşte yere bir tarla korkuluğu yuvarlanmış sandım. Kadın
kıvrılıp yatmıştı. Üzerine doğru eğildim:

-Nine, nine hasta mısın?

-Hasta mı? Ne hastası? Bana yiyecek vermediler. Bana


içecek vermediler. Beni yedi gün, yedi gece yürüttüler. O kızım olacak
karıya: -Beni biraz sırtına al! dedim. Kabahatim
işte o. Beni şuracığa atıp gidiverdiler. -Sen şuracıkta biraz
bekle. Biz seni gelir alırız dediler. Yalan, yalan, yalan... Ben
yalan olduğunu bilirdim, emme ne ideceksin, bey!

Sesi o kadar ince, o kadar ince idi ki bir sivrisinek vızıltısını


andırıyordu. Ağzının içinde, bir tek dişi yoktu. Onu her
açıp kapayışında çenesinin ucu burnuna değiyordu.

-Gel, seni bizim köye götüreyim.

-Olmaz, olmaz. Belki döner gelirler. Kimbilir, belki döner gelirler de,
beni bıraktıkları yerde bulamazlar.
Bir akşamüstü, alacakaranlığın içinden bir ses:

-Davranma!

Ben, yürümemde devam edince, bir kurşun, bir eşek arısı


gibi vızıldayarak, kulağımın yanından geçti. Derken, pat,
pat, pat, pat, biri koşmağa başladı. Altı demirli çivili kundura sesleri.
Mutlaka bir asker kaçağı olacak.

Az kalsın, bir Türk erinin kurşunu ile ölecektim.


Gerçekten cephenin çözüldüğü, gözle görülür bir hale geldi.
Fakat buna çözülmek mi, diyeceğiz? Hayır, hayır, Türk
ordusu dağılmadı. Ve Ankara'nın üstünden: Düşman ilerleyebilir, düşman
Ankara'ya kadar da gelebilir. Fakat biz, yurdumuzun en son kayası üstünde
de kendimizi savunacağız.

Düşmanı vatanın harimi ismetinde boğacağız diye bir ses


yükseldi. Bu, O'nun sesidir. Bu, insana ümit, kuvvet ve metanet veren
sestir.

İşte, yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi. O'nu


geniş yetkilerle Başkumandan tayin etti. Savaş meydanına
bizzat, O geliyor... Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi parıldamağa
başladı.

Dağılır gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker


kafilelerinin birer birlik halinde yeni mevzilerine
doğru yol aldıklarını görüyorum.

Bir iopçu müfrezesi, bütün ağırlıklarıyla bizim köyün


içinden geçti. Uzun uzadıya, subaylarla konuştum. Büyük
bir meydan savaşına hazırlanıldığını söylüyorlar. Hepsi de
ümitli görünüyor. Gerçi, eskisi gibi, -Mutlaka yeneceğiz!- demiyorlar.
Fakat, yenildiklerini de kabul etmiyorlar. İçlerinden babacan bir binbaşı
bana dedi ki: -Doğrusu; Eskişehir'in düşüşünden sonra bizi takip etseydi
halimiz yamandı. Fakat, etmedi.

Öteden bir genç yüzbaşı atıldı: -Edemezdi, çünkü o bizden daha yorgundur.
Benim bildiğim daha birkaç ay yerinden kımıldayamaz.- dedi. Bir daha genci:
-O vakte kadar da biz, karşı taarruza geçeriz. sözlerini ilave etti.

Biz böyle konuşurken köylülerin herbiri bir deliğe kaçmış, uzaktan bizi
gözetliyorlardı.

O binbaşı etrafına bakınıp: Yahu, bu köyde kimseler yok


mu? dedi.

Genç yüzbaşı, bana cevap vermeğe vakit bırakmadan:

-Vardır, vardır amma, ne olur ne olmaz diye hepsi bir


köşeye sinmiştir. Onlara çarıklı erkanı harp derler.

Binbaşı, iri gövdesini hoplatarak gülüyordu. -Yarın öbür


gün burada kızılca kıyamet kopunca, görürler onlar, erkanı
harpliği... diyordu.
Genç subay kulağıma eğildi: Sahi, azizim. Siz onlara
söyleseniz de bir an önce hayvanlarını önlerine katıp, ateş
hattının öbür tarafına çekilseler fena olmaz. dedi.

Cebimden, Yunan uçaklarının attığı kağıtlardan bir tanesini


çıkardım ve genç subaya uzatarak:

-Onlar buna inanıyorlar. Benim sözüme kulak asmazlar, dedim.

Subay, kağıdı okurken, benzi sapsarı kesildi. Kagıdı sert


bir tavırla arkadaşına uzattı:

-Buna inanıyorlar ha! Öyleyse bir şey söylemeyin. Bu insanlar kurtarılmağa


layık değildir, dedi.

Kağıda bir göz gezdirip, bana iade eden binbaşı, fütursuz


bir eda ile:

-Canım, buralar hiç düşman istilası görmedi ki, ne bilsinler, dedi. Siz,
gidin de bir Rumeli'liye, yabancı bir ordunun veya idarenin iyi
olabileceğini söyleyiniz. Eğer hainliğinize hükmetmezse, mutlaka deli
olduğunuzu zanneder. Ama bunlar!

Yüzbaşı:

-Ama bunlar da nedir? Görmüyorlar mı? İşitmiyorlar


mı? Düşmanın elli altmış kilometre ötede neler yaptığını bilmiyorlar mı?

-Ee, bilmezler.

-Bilmezlerse, burada kalıp öğrenirler.

Binbaşı, birdenbire bana döndü:

-Ya siz, ne yapacaksınız, diye sordu.

-Ben mi? Vallahi bilmiyorum. Ben de bu köylüler gibi oldum. Her şeyi
kadere bırakıyorum.

-Yok canım, öyle şey olur mu? Daha vakit varken, çıkıp
gidin Ankara'ya...

-Sahi, tehlike o derece muhakkak mı dedim.

-Ee, tabii. Ne olacak ya, buraları, hiç değilse, iki ateş


arasında kalacak.

-Hiç değilse? Daha fenası olmak da muhtemel mi?..

Adam sen de...

Bu söz ağzımdan çıkıverdi.

Subayların üçü birden, hayretle yüzüme bakıyorlardı.


Benim bir deli olduğuma mı hükmettiler nedir, artık bahsi
hiç tazelemediler.
Akşama doğru, bana sessizce veda edip gittiler.

Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim


yüreğime bir dost ayrılığının acısı gibi bir şey bıraktı. Saatlerce
oturduğum yerde, öyle melul melul kalmışım.

Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu


gelip gidişleri bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye
yaramıyor. Her defasında, kendimi biraz daha garip hissediyorum. İlle bu
seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu görüşmedir.

Niçin, onlarla daha uzun, daha derinden, daha candan


konuşmadım? Onlara niçin, bütün dertlerimi birer birer sayıp dökmedim?
Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin haber vermedim?

Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle


korktum.

Belki de iyi ettim. Çünkü, sırrımı ögrenselerdi, beni zorla


alıp götürmeye kalkarlardı. Beni cephenin ardında, bir köşecikte, bir sakat
hayvan gibi saklarlardı. Boş yere subay kantinlerinin ve subay çadırlarının
bir sığıntısı olurdum. Arkaya veya geriye doğru hareket anlarında, karargah
kumandanlarının bir angaryası, bir başbelası kesilirdim.

Çöldeyken, kuyruğu kesik bir köpek bizim alaya musallat olmuştu. Nereye
gitsek, beraber gelir, kovsak dinlemez ve peşimizi bir dakika bırakmazdı.
Hep ayaklarımızın arasında dolaşır, arkamızdan koşar, siperlerin içine girer
çıkar, geceleri şunun bunun çadırı önünde nöbet beklerdi. Haline acır,
vuramazdık. Hatta yemek artıklarını hep ona verirdik ve köpek belki de,
bizden bunun için ayrılmak istemezdi.

İşte ben, onlarla gitmiş olsaydım, mutlaka bu köpeğe benzerdim.


İyi ki, gitmedim.

İyi ki, gitmedim. Çünkü her hayatın kendine göre bir


başlayışı, bir bitişi vardır. Bunu değiştirmek kimsenin elinde
değildir ve olmamalıdır. Hayat, bölünmez bir şeydir. Onun
belirli ve mukadder mimarisini değiştirebilir miyiz? Değiştirmek elimizde
midir? Ve değiştirirsek güzel, iyi bir iş olur mu?

Ben, için için ta ilk gençlik anılarımdan beri, için için, bir
dramın bütün safhalarını yaşadım. Sanki, kendi kendimi
seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktördüm. Bir tragedya aktörüydüm.
Şimdi son perdeyi oynayacağım sırada birdenbire rolümü değiştirip bir
başka adam mı olayım?

Yok; Hamlet gibi başladım, Hamlet gibi bitireceğim. Benim için, bu, bir
kariyer meselesidir. Birdenbire, yüzümün kara sarı boyasını silip, dayak
tiryakisi bir topal uşak, bir kambur aşık, bir korkak ihtiyar makyajı
yapamam.

Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını


bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim.

Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü,


ne kalbimizi kendimiz seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim
elimizdedir.
Ben, işte, gider ayak bu gücümü, bu tek gücümü kullanacağım. Ölümlerin,
bence en asili, en değerlisi, en tatlısıyla öleceğim.

Ve arkamda hiçbir kimse bırakmayacağım. Ne bir dost,


ne bir sevgili... Hiçbir izim de kalmayacak; hatta mezarım bile. Çünkü, bu
köylüler, beni gömmezler, bir derenin içinde köpeklere, kargalara yemlik
bırakırlar ve kemiklerimi tezek ateşinde yakarlar.

Ne ala, yadellerde, kemiklerim bile kalmayacak.

:::::::::::::

Bugün köyde inanılmayacak derecede harikulade bir olay


oldu.

Öğle üstü üç dört kişi, kahvenin çardağı altında oturuyorduk. Ta uzaktan,


yolun dönemecinde, bir asker müfrezesinin ucu göründü. Hepimiz, heyecanla,
ayağa kalktık ve yola doğru yürüdük. Çok geçmedi. Bu gelenlerin bizim
askerlerimiz olduğu anlaşıldı. Lakin bunun böyle olduğunu anlamak köylüleri
teskine yaramadı, ya da elalemi angaryaya sokarlar diye herbiri bir yana
sıvıştı. Bekir Çavuş da dönmek üzereydi. Fakat, ben bırakmadım.

-Dur, bakalım. Belki, şunlardan bir havadis alırız, dedim.

Eski ordu hayatından, ondan biraz askerlik gururu kalmış olacak.


Müfreze, dolambaçlı ve tozlu yol üzerinde, dağınık bir yürüyüşle, döne
dolaşa yaklaştı. Bekir Çavuş, baktı, baktı:

-Bu ne demek? Ne başı var ne kıçı... diye söylendi.

Gerçekten, gelenler, ne düzgün bir tabur, ne de bir jandarma müfrezesine


benziyordu. Hatta, daha ziyade yaklaştıkları vakit giydikleri elbiselerin,
taşıdıkları silahların da birbirini tutmadığını gördüm.

-Merhaba arkadaşlar. Nereden böyle?

O kadar yorgundular ki, cevap verecekleri yerde, bize


tozdan bembeyaz olmuş kirpiklerinin arasından ölü gözlerle
bakıp geçiyorlardı.

Bir iki tanesi yanımıza yaklaşıp:

-Köyün suyu nerede? diye sordu.

Bekir Çavuş, kendini bir derleyip toparladı. Parmağının


ucuyla çeşmenin bulunduğu meydancığı gösterdi. Teker teker, ikişer üçer
yürüyorlar; bir tanesi arkadan geliyor. Bekir Çavuş, kendini tutamadı:

-Yahu, sizin subayınız filan yok mu? diye bağırdı.

Çeşmeye doğru gidenlerden bir tanesi döndü. O arkadan


geleni gösterdi.

Bekir Çavuş, kendini gene bir derleyip toparladı. Elinin


tersiyle bıyıklarının dik kıllarını sıvazladı. Uzaktan, o gelen
adamı süzdü, süzdü: Hele, şuna bak dedi.
O adam, arada bir yolun ortasında, şaşırmış gibi duruyor
ve etrafına bakınıyor, sonra gene birkaç adım yürümeye başlıyordu.
Başçavuşun gerçekten acayip bir hali var. Yol üstünde
öyle zikzaklar yapıyor ki, adeta sarhoş olduğuna hükmedilebilir. İşte, gene
durdu. Gene sağına soluna bakıyor. Durduğu noktada, bir Mevlevi dervişi
gibi dönüyor.

Bekir Çavuş'un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü.

-Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun?

Herifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele


acele Bekir Çavuş'a yaklaştı. Bir süre karşı
karşıya hareketsiz kaldılar. Derken, iki ağızdan bir anda bir
feryatla her iki adam sarmaş dolaş oldu. Bir süre, bir uzun süre öylece
kaldılar.

Ben merakla adım adım onlara yaklaştım. Bekir Çavuş,


iki eli karşısındaki adamın omuzlarında, bana döndü:

-Hey, şu Allahın işine bak. Bili min bu kim? dedi.

Dikkatle bakıyorum. Derisi bir Hintli derisi gibi kararmış, uzun ve kırçıl
sakallı bir adam... Kaç yaşında? Belki otuzunda, belki ellisinde vardır.
Anadolu köylüsünün, -hele uzun süre askerde kaldıktan sonra- yaşını tayin
etmek pek güçtür.

Bekir Çavuş'a:

-Senin eski silah arkadaşlarından biri olacak, dedim.

Kocaman bir kedi esneyişine benzeyen bir tebessümle sırıttı:

-Bu, hani şehit sandığımız Şerif be... Emine'nin babası


Şerif Sonra dönüp:

-Kızın burada, bili misin? Kızını biz, burada everdik.


Herif, hayretle geri geri çekildi:

-Etme be, Emine, o kadar büyüdü mü ki?

Durdu. Düşündü, düşündü. Parmaklarıyla yılları hesap etti...

-On yıl oluyor. Doğru ya, on yıl, dedi. O vakit hiç değilse
sekiz yaşında vardı.

Daldı:

-Görsem tanımam ki... dedi.

Bir dakika, dağılan aklını toplamak ister gibi kendini bir


zorladı:

-Anam sağ mı dedi.

-Sağ ya, köyde oturup duruyor.


Emine'nin babası bir şey daha sormak istedi. Yutkundu
yutkundu. Sonra, acayip bir sessizliğe düştü. Bize şaşkın
şaşkın bakmağa başladı. O kadar şaşkın gözlerle ki, içlerinde şuurun son
ışıkları sönmüş sanılır.

-Şerif Çavuş, gel köye varalım.

Koca adamı, adeta, sıkılgan bir çocuğu bilmediği bir yere


sürükler gibi götürüyorduk.

Kahvenin önüne vardığımız zaman Bekir Çavuş onu hemen eliyle bir iskemlenin
üstüne oturttu.

-Hele sen, şurada biraz bekle, dedi.

-Şerif Çavuş'un önü sıra gelmiş olan askerler toprağın


üstünde yüzükoyun yatmış uyumuşlardı. Emine'nin babasına dedim ki:

-Ahretten gelen yolcu; kahveyi nasıl istersin? Bir sigara


içer misin?

Paketimi uzattığım zaman, hem onun, hem benim ellerimizin titrediğini


gördüm.

Şerif Çavuş:

-Bir su. Aman, bir su... dedi.

Kahvecinin getirdiği altı delik maşrabayı, iki eliyle kavradı. Lıkır lıkır,
içmeye başladı.

Ben, gittikçe artan bir merak ve heyecanla bu acayip Odise kahramanına


bakıyorum. Ülis de, on yıl denizlerde kaybolduydu. Memleketine döndüğü gün
bir domuz çobanının ağılında, delikanlı olmuş oğluyla karşı karşıya geldiği
zaman ne oğlu onu ne de o oğlunu tanıdı. Fakat, iffetli ve sabırlı karısı
Penelope, henüz hiç kimseyle evlenmemiş, onu evinde bekliyordu.

Bu Anadolu Ülis'inin karısı ise, çoktan bir başka adama


varmıştır. İşte Şerif Çavuş'un Odise'si asıl burada düğümlenecek. Hem de,
bir kör düğümle düğümlenecek.

On yıl, ne yaptı? Nerelerdeydi? Sorsam, bu uzun macerayı bana anlatabilecek mi?

Belki, hiç bir şey hatırlamıyor. Vakalarla dolu yıllar bir


kayanın üstünden akan sular gibi, onun üstünden akıp geçmişe benziyor.
Fakat, sular, en sert taşlarda bile izlerini bırakırlar. On yıllık macera,
kabil mi ki onda hiç bir eser bırakmadan geçip gitmiş olsun?

-Şerif Çavuş, bu kadar zamandır nerelerdeydin?

Başını çevirmeden, hep önünde sabit bir noktaya bakarak cevap veriyor:

-Askerde...

-Tabii, askerde olduğunu biliyorum. Fakat bir yerde esir


mi düştün? Ne oldun da, böyle yıllarca senden bir hal haber
çıkmadı?

-Ya Moskof'a esir düştük; dedi.

-Esarette çok kaldın mı? Rusya'nın neresinde kaldın?

-Neresi olduğunu bilmiyorum, gayri. Bizi çok dolaştırdılar.

-Ya sonra memlekete nasıl döndün?

-Memlekete dönmedim ki. Aha, bugün köy karşıma çıkıverdi. Yakın düştüğümü
ondan anladım. Şaştım kaldım.

Bir süre, o da, ben de, susuyoruz. Tekrar soruyorum:

-Buradan çıkalı, on yıl oldu, diyorsun. Demek ki askere


Balkan Savaşı'ndan önce gittin.

-Ha, ya. Balkan Harbi patladığı vakit, ben Urumeli'ndeydim. Sonra


İstanbul'a geldik. Ben terhis olurken, seferberlik çıktı. Bizi Erzurum'a
gönderdiler.

Gene sustuk; hep birer birer sormak gerekiyor ve ağzından cevaplar basit,
sade, teker teker düşüyor. Sanki dünyanın en önemsiz işlerini anlatır,
sanki kahve içtim, uyudum, kalktım, yüzümü yıkadım der gibi. Sarıkamış,
Sibirya yollarını, oradaki açlığı, sefaleti, oralardan dönüşü, yaya olarak
ve farkına varmayarak sınırdan içeri girişi, Kars'a gelişi,
Kars'tan tekrar alınıp şarka, şarktan cenuba ve nihayet Adana'ya
gönderilişini söylüyor. Müthiş bir olaylar akımı, onu
bir ağaç parçası gibi kürenin böğründe ve binlerce kilometre
mesafe içinde oradan buraya, buradan oraya sürükleyip gitmiş. Bu selin her
dalgası birkaç ay, her bir kıvrıntısı birkaç yıldır.

Ve Şerif Çavuş, bütün destanını bana beş on dakika içerisinde anlattı.


Derken, köşenin başından Bekir Çavuş önde, Emine arkada ve daha arkada
İsmail geldiler:

Şerif Çavuş'a:

-İşte kızın geliyor, dedim.

Ve bunu söylerken herif, yerinden sıçrayıp gelenlere doğru atılacak


sandım. Hiç de öyle olmadı. Şerif Çavuş yerinden
kımıldamadı bile. Ancak, başını o yana çevirdi.
Ben, bu olayın tarafsız seyircisi, oturduğum yerde heyecandan titriyordum.
Fakat, vakanın asıl kahramanları, kuru bir kucaklaşmayla yetindiler.
Emine, eğilip babasının elini öptü. Sonra, iki eli kuşağında arkada duran
İsmail yaklaştı, o da öptü.

Bekir Çavuş'un ağzı kulaklarına varıyordu:

-Evde bulamadım. Tarladaymışlar; te oraya kadar gittim. Baban geldi


derim inanmaz. İşte, şimdi gördün inandın mı?

Emine susuyor. Ürkek bir dikkatle babasına bakıyor ve


arasıra gözü bana kaydıkça, başörtüsünün ucuyla yüzünün
yan tarafını örtüyor. Biraz daha irileşmiş, biraz daha toplanmıştır.
Lakin, alaca donunun altından, çıplak ayakları, her
şeye rağmen, uzun, narin ve küçük görünüyor.

Bir köylü kadında bu ne ayaklar...


Hiç dikkat etmemiştim. Dururken elini böğrüne dayayıp
öyle bir bel kırışı var ki... Nerede gördüm ben bu pozu? Nerede gördüm? Ha,
bir gün Bergama'da bir eski mermerin üstünde, bir kabartmada gördüm. O
kadın omuzundan düğmeli, dar ve ince bir entari giyiyordu. Bir ayağı, o
pozu alırken hafif çıkıntı teşkil eden kalça tarafında, eteğinin altından
dışarıya doğru uzanıyordu. Uzun, narin ve küçücük ayaklar...

Tıpkı bununkiler gibi. Ne tuhaf; bununkiler gibi.


Artık sahnenin bütün ilginç kısmı benim için Emine'de
toplandı. Ondan ötesini görmüyorum. Ve derin bir hayranlıkla, bu, henüz
topraktan çıkarılmışa benzeyen Frikya heykelini seyrediyorum. Gözlerim,
tepeden tırnağa kadar bütün vücudu yutmuş gibidir. Öyle ki, bir bakışta,
hem yuvarlak omuz başlarını, hem elinin tatlı kıvrımını, hem de belden
aşağısını görebiliyorum.

Kendisine bu kadar dikkatle baktığımı hissetti, galiba!


Biteviye, duruşunu değiştiriyor; hatta yan bir poz alıyor, kah
büsbütün arkasını çeviriyor, kah Bekir Çavuş'u siper alıyordu. Zavallı
çocuk, kendisine ne kadar yürekten baktığımı bilse... Bununla beraber,
bütün hareketlerinde, vücudunun ve yüzünün bütün ifadesinde bana teselli
veren bir şey var! İsmail'i hiç sever görünmüyor.

Erkeğine bağlı olan dişi, bir bakışta belli olur. Nasıl mı,
diyeceksiniz? Bunu sezmek gayet kolay, fakat, anlatmak
güçtür. İşte, ben hissediyorum. Emine'nin bütün varlığından
İsmail'e karşı sızan bu kayıtsızlığın, belki, bu tiksintinin nedenini
kendine sorsam, o da bana anlatamaz. Bu bir zeka işi
değildir. Ruhun derinliklerinde bizden daha içeri bir şey,
kör, sağır, dilsiz ve karanlık bir varlık; o ister, o istemez. O
sever, o sevmez ve biz onun itaatli aleti oluruz.

Emine'ye sorsam ki... İşte, babasının yanına çömeldi. Bir


kedi yavrusu bundan munis olamaz. Niçin yalnız bana gelince bir av hayvanı
gibi ürkek, kaçak ve yabani oluyor? Çünkü ben yabanın biriymişim. Anadolu
köylüsünde ta cinsiyete, ta içgüdüye kadar hükmeden bu mahallilik, bu tecerrüt
duygusu acaba ruhları yalnızlığa, uzlete davet eden bu ıssız yaylaların
tesiri midir?

Yoksa sosyal bir teşekkül kusurundan mı hasıl oluyor?


Fikrim, şundan buna atlarken, gözlerimle Emine'yi incelemekten de
vazgeçmiyorum. Bir defasında bakışlarımız çatışır gibi oldu. Afacan kollar
arasında bir çocuğun sıyrılıp çıkmak isteyişini hatırlatan bir bakış...
Fakat, ben onu bir saniye bırakmıyorum. Daracık bir göz hapsi içinde
sıkıştırıyorum, sıkıştırıyorum. Bu kadar inat, nihayet, Emine'yi güldürmeğe
başladı. Bir taraftan hep benimle meşgul oluyordu.

Ben yalvarıyordum, o kaçıyordu. Ben tehdit ediyordum, o benimle eğleniyordu.


Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Şerif Çavuş birdenbire ayağa kalktı:

-Gideyim, anamın elini öpeyim, dedi.

Bizim köyle onların köyü arasındaki mesafenin Şerif Çavuş gibi bir devri
alem seyyahına göre ne hükmü var? Hemen kalkıp yürümeğe başladı. Emine de
yanı sıra gidiyordu.

İsmail zoraki, arkasına takıldı. Bekir Çavuş benimle kalmıştı.


Üç kişilik kafile, biraz ilerledikten sonra durdu. Emine'nin babası bize
dönmüş sesleniyordu:

-Askere, söyleyin, ben, bir saata varmaz, gelirim.

Bekir Çavuş:

-Gelemezsin, diye haykırdı.

Sonra onun cevap vermeden yürüdüğünü görünce tekrar


haykırdı:

-Gecikirsen, askeri yola katayım mı?

Şerif Çavuş, dönüp: Sen bilirsin der gibi bir hareket


yaptı. Beriki, gene seslendi:

-Dur be! Nereye gidecekti, bunlar?

Şerif Çavuş'un cevabını ancak işitebildik:

-Polatlı Polatlı...

Ve Şerif Çavuş, bir daha, bizim köye dönmedi. Ertesi sabah, Emine ile
İsmail, askerlerin çoktan yola çıkmış olduğunu öğrendiler. Ne biri, ne
öbürü babaları hakkında tek kelime söylemiyordu. Bekir Çavuş sinsi
tebessümle sırıtarak:

-Ben bildim. Onda dönecek göz yoktu, derken ikisi birden başını eğip
susuyordu.

Vatan uğrunda -velev şuursuzca olsun- on yıllık bir maceranın bu suretle


bitişi bana azap veriyordu. Kendimi tutamadım:

-Söyleyin ona, hemen taburuna iltihak etsin. Yoksa hakkında hayırlı olmaz,
dedim.

Bu sırada, İsmail'le Emine ortadan kaybolmuşlardır. Yanımda kalan Bekir


Çavuş:

-Adam sen de!.. Kim kime, dum duma, dedi.

Sahi, her şey o hale geldi mi? Öyleyse, Anadolu ordusu,


şu dağların öte kıyısında yeni bir meydan savaşına niçin hazırlanıyor?
Askeri hayatında hiçbir bozgun görmemiş olan büyük Türk serdarının cephede
işi ne?

Gidip yakından görmek için delice bir arzuyla tutuşuyorum. Bir Kabe gibi
cepheye gitmek ve onun çadırı etrafını tavaf etmek istiyorum.

Bütün Türk aleminin bundan başka yöneleceği bir nokta var mı?
Bütün Türk alemi mi? Hayır, bütün mazlum insanların,
diyecektim. Gözü doymak bilmeyen bir iki garp devletinin
zenginleri, günde dört öğün yemek yiyecek diye, fukaranın
lokması elinden alındı. Nice yuvalara kundak sokuldu, nice
ev bark yıkıldı. Şimdi, Vestminster'in pembe derili lordu çatlak tabanlı
Anadolu köylüsüne karşı bir sürgün avı yaptırıyor. Neresini yiyecek, bu
zavallı yaratıkların? Hangisinin göğsünden, ona, bir bifteklik et
çıkabilir? Hepsi de sade deri, sade kemik.

Böyle düşünürken, karşıma, çoktan beri görmediğim Süleyman çıkageldi.


Sanki, bütün Anadolu köylüsünün, tasavvur ettiğim sefalette en tipik
örneğiymiş gibi önümde dikili durdu. Esvap diye taşıdığı paçavralar,
vücudunu yarı yarıya örtebiliyordu. Kolları iki ince değnek ve bunların
üstünde, göz oyuklarına kor sokulmuş bir iskelet kafası.

-Oo, Süleyman neredeydin bakalım?

Onunla, yüzüne bakmadan korkarak konuşuyorum. Anlaşılmaz bir hırıltı,


bana cevap veriyor. Neymiş? Neredeymiş? Evinde, çoktan hasta mı yatıyormuş?
Nesi varmış? Sıtması mı? Çok öksürüyormuş. Geceleri, sabaha kadar durmaksızın
öksürüyormuş. Bir ateş, bir ateş...

-Boğazımdan sudan gayri bir şey geçmiyor, diyor. Ve bir


süre öksürdükten sonra ilave ediyor.

-Şimdi biraz iyileştim. Azıcık sıcak çorba içsem kuvvetim


daha ziyade yerine gelecek.

-Sana bir güzel tavuk haşlatayım.

Süleyman, bir acayip tebessümle sırıtıyor. Otuz iki dişi


birden dışarıya fırlıyor. Ben derin bir ıstırapla başımı önüme
eğiyorum.

-Otur şuraya, Süleyman. Bana nabzını verir misin?

Elini uzatıyor, saata bakarak, nabzını dinliyorum. 110 atıyor.

-Sana bir de derece koyayım.

Tam 39,5.

-Süleyman, hemen şimdi yatacaksın. Hem burada, Emeti Kadın'ın oturduğu


odada yatacaksın.

-İstemem, bir şeyim yok.

Ben ısrar edince tekrar evine dönmeye kalkıyor.

-Pekala, evine git. Ben sana çorbayı gönderirim. Fakat,


böyle ayakta dolaşma. Sonra çok fena olursun.

Bana inanmıyor.

-Hiçbir yanım sızlamıyor ki, diyor.

Biz böyle konuşurken, Salih Ağa'nın kambur oğlu, topallaya topallaya gelip
yanımıza oturdu. Onun da yüzü safran gibi sarıdır. Gözlerinin etrafında
iki kara çember ve burnu, ağzına doğru bir kalın gaga gibi uzanmıştır.
-Asıl benim, her yanım sızlıyor, dedi ve sol kalçasını göstererek, ilave
etti:

-Aha, buramda bir dert var.

-Nasıl dertmiş o, bakayım?

Yumruğunu uzatarak:

-Böyle bir ur, dedi.

-Baban sana bir çare bulmuyor mu?

-Kaç defa söyledim. Hiç tınmadı. Anam, oraya sıcak sıcak bir şeyler koydu,
daha fena oldu. Bir eşek bulsam, kasabaya kadar gideceğim, orada kendimi
hekime göstereceğim.

Maksadı, benim eşeği almaktır. Ben, anlamazlıktan geliyorum.


Ne o? Gök mü gürlüyor? Yok canım. Bu havada gök gürler mi? Başımı kaldırıp
bakıyorum. Bir tek bulut parçası görünmüyor. Bununla beraber, bazı açık
havalarda şimşek çakıp gök gürlediğini hatırladım. Durup dinliyorum. Bu,
gök gürültüsüne benzemiyor.

Uzaktan uzağa, derinden derine kesik, aralıklı ve ölçülü


bir gümbürtü.

Serin sabah rüzgarının içinde, kır sakin. Tarlada, herkes


işiyle gücüyle meşguldür. Ben yalnız dolaşıyorum.
Köyden güneye doğru uzaklaştıkça, bana bu sağır ve belirsiz gürültüyü, daha
iyi işitiyorum gibi geliyor. Bir küçük tepenin üstüne çıkıp, bütün gücüm
kulaklarımda, dinliyorum.

Buna, adıyla sanıyla top sesleri denir. Lakin, bu sesler


kaç kilometreden gelebilir? Zihnimin içinde, harpte öğrendiğim hesapları
yapıyorum. Eğer, şu kadarcık topsa, ses, bu kadar yerden, bu kadarlıksa şu
kadar yerden işitilir, diyorum. Fakat, bu hesaplara, havanın, o andaki
özelliklerini de katmak gerekir. Rüzgarın esişine göre, bütün o sayılar,
ölçüler altüst olur. Her neyse, o dakikada işittiğim bu gürültü,
top sesleridir.

-Akıbet...

Bu kelime dudaklarımdan gayri ihtiyari düşüverdi. Bununla, kendi kendime,


ne demek istedim, bilmiyorum. Zihnime bir durgunluk çökmüştü. Akıbet
diyorum ve acayip bir sevinçle derin bir keder ortasında donup kalıyorum.
Top sesini çok yakından işittiğim olmuştur. Topların bizzat kendilerini
görmüşümdür. Siperlerin öte yakasından, her atılışlarında kara ve uzun
boyunlarının nasıl inip kalktığını ve havada, nasıl kocaman bir patiska
yırtılışı sesi çıktığını da bilirim. Gerçi benim sağ kolumun kesilmesi bir
kurşun yüzündendir. Fakat, kaç defa top mermileri başımın üstünden aştı,
sağımdan, solumdan geçti ve kaç defa, şarapnel yağmuru altında kaldım. Ama
bunların hiçbiri bana, şu uzaktan uzağa, derinden derine işittiğim uğultular
kadar dehşet ve heyecan vermedi.

Bir kayanın üstüne çöküyorum. Önümde ıssız yayla, sayısız ve hareketsiz


toprak dalgalarıyla donmuş bir boz denizi andırıyor. Ta ufuklara kadar
uzanan geniş saha içinde ne bir tek ağaç, ne bir tutam ot, ne bir su
parıltısı, ne bir hayvan, ne bir bina gözüküyor.

Sanki bu yerlerden hayat ebediyen çekilmiş gibidir. Sanki


sönmüş kürenin üstünde tek başıma kalmışım. Bir defa, bir
rasathane dürbünüyle aya bakmıştım. İşte şimdi, aynı manzarayı Orta
Anadolu'nun bu taşlık tepesinden görüyorum.

Ve o uzaktan gelen gürültüler, bu manzaraya korkunç


bir heybet veriyor. Sanki bir kıyametin yaklaştığına şahit olmaktayım.
Tevrati efsanelerde türlü türlü tarifleri okunan ilahi ukubetlerin, ilahi
gazapların bir tanesi de, sanki şu anda vuku bulmaktadır.

Benim burada işim ne? Bu sönmüş kürenin son oturanı,


son canlı yaratığı ben miyim? Hayır... İşte. Karşı tepelerin üstünden bu
sürü aşağıya doğru inmeye başladı. Bunun ardından bizim Hasan'ın cılız
silueti ufuk üzerinde bir küçük ağaç dalı gibi çiziliyor. Acayip şey.
Sanki, bu sürü ve bu çoban çocuğu bana, bir müjde getiriyorlarmış
gibi yüreğim ferahladı. Ayağa kalkıp işaretler ediyorum.

Avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

-Hasan, bu tarafa gel. Hasan, bu tarafa...

Lakin, çocuk, henüz beni işitecek yakınlıkta değildir.


Oturup bekliyorum. Sürü karşı sırttan, yavaş yavaş iniyor.
Boz toprak üstünde beyaz çizgiler yaparak sıkıntılı bir elde
kocaman bir tesbih gibi sağa sola, öne arkaya kımıldıyor. Bu
hayvancağızlar bu topraklarda yiyecek ne bulurlar? Bilmiyorum.
Şu çakıllar arasındaki dikenler birer gıda mıdır?

Hasan, nihayet işitti galiba... Durdu. Dinliyor. Tekrar


ayağa kalkıp işaretler ediyorum. İşte, benden yana yöneldi.
Top sesleri, belirsiz aralıklarla devam ediyor. Deminkinden daha mı yakın,
daha mı uzak? Bana, gittikçe uzaklaşır
gibi geliyor. Hesaba göre böyle tahmin ediyorum. Sanki, bir
saat içinde düşman, mevziini mi değiştirdi. Eğer böyle olsaydı, düşman yeni
mevzilerini tespit edinceye kadar uzun bir süre top seslerinin kesilmesi
gerekirdi. Fakat, kim dedi ki, bu, mutlaka düşman toplarının sesidir? Belki
de, sabahtan beri kulağıma gelen sesler hep bizim cepheden aksediyor.

Ben böyle düşünürken, dalıp gitmişim. Hasan'ın, ta yanıma gelip


dikildiğinin farkına bile varmadım:

-Hasan, işitiyor musun, bu top seslerini?

-Sabahtan beri gürültü duyarım emme, top sesi mi bilmem. Ben, uzaktan
yağmur yağar sandım.

-Yok, Hasan. Bu, top sesidir.

Küçük çoban, bu sözün anlamını pek anlamıyor gibi. Top


sesleri veya gök gürültüsü... Onca her iki olayın arasındaki
fark pek de büyük olmasa gerektir.

-Şu tepelerin arka tarafında savaş oluyor, Hasan...

-Savaş ne demek?
-Askerlerin kavgası...

Tam bu esnada, gökyüzünün uzak bir noktasından dört


beş uçağın pervane homurtularını duyduk. Başımızı kaldırıp
havayı araştırdık. Top seslerinin geldiği noktadan, koca makine-kuşlar,
sanki o gürültüden ürkmüş de kaçıyorlarmış gibi bize doğru uçuyorlar.

Hasan:

-Vıyy, an gibi vızıldarlar, be... dedi ve ağzı açık, gözleri


havada kaldı.

Uçaklar, belirli bir yönde gidiyorlar ve gittikçe küçüldüklerine göre


bizim bulunduğumuz noktanın öbür yakasına geçtikleri tahmin edilebilir.
Bu yön hep kuzey-doğuyu gösteriyor. Uçaklar uzaklaştıkça yükseliyorlar.
Artık seslerini işitmiyoruz. Neredeyse gözle görülmeyecek kadar uzaklaşıyorlar.
Şimdiden birer siyah nokta halini aldılar.

Küçük çoban:

-Bu sefer, kağıt atmadılar, dedi.

Bunu söylemesiyle, havada bir avuç kıvılcımın sönüp


parladığı, parlayıp söndüğü görüldü ve bunu bir acayip çıtırtı izledi. İki
dakika sonra bir kıvılcım yağmuru daha, gene o çatırtılar.

Hasan elleri bögründe, başı yukarıda:

-Vıyy, ateş attılar, be... dedi.

Çocuğu bu manzara eğlendiriyor gibi. Çünkü, yüzünde


ne bir korku, ne bir kuşku belirtisi vardı. Ağzı hayretten
açılmış ve gözleri meraktan parıl parıl parıldıyor. Sanki, hiç
görmediği bir oyunu seyrediyor.

Ben, uçakların ateş ettikleri noktanın bizim karargahımız olacağını


kolaylıkla tahmin ediyorum ve neredeyse mukabele görecekleri anı bekliyorum.
Fakat, uçaklar, bombalarını tükettikten sonra bir yarım daire çizip geriye
döndüler.

Ondan sonra, arkalarından birkaç ateş edildiğini sezdim.


Hasan, gittikçe daha ziyade eğleniyor. Açık ağzının içinde vıyy, vıyylar
sıklaşıyor. Ben, ona boş yere tafsilat vermeye uğraşıyorum. Çocuk, beni
dinlemiyor bile... Kimbilir, bu gerçekten daha gerçek olaya kendi kafasınca
nasıl bir masal uydurmaktadır.

O günü izleyen günlerde, top sesleri ve uçak hareketleri


sıklaştıkça sıklaştı. Köylüler, bir parça korkmaya başladılar.
Fakat, ben, onlara: Haydi gidelim dedikçe hiçbiri aldırmıyor. Birisi,
bana:

-Sen ne duruyorsun? dedi.

Sahi, ben ne duruyorum? Bunu, kendi kendime izahtan


acizim. Elim ayağım kımıldamaktadır. Fakat, bunları kımıldatan irademe bir
taraftan felç gelmiş gibi. Bir şeye karar veremiyorum. Bütün basiretim
bağlanmış.

İnsan, bazı, rüyalarda böyle olur. Bağırmak ister, sesi


çıkmaz; koşmak ister, koşamaz.

Bekir Çavuş, bir gün bana:

-Yahu, dedi. Bu köylüleri korkutmaya gelmez. Zaten


hepsinin gözü yılmış. Yüreklerine büsbütün telaş düşerse,
her biri bir yana kaçar. Şimdi, tam iş zamanıdır. Sonra pişmanlık olur.

Gerçi, yılın bütün ürünü, küçük yığınlar halinde toprağın


üstüne yığılmış duruyor. Bunları bırakıp nasıl gitmeli? Yılın
bütün ürünü... ve bu, köylü için, tek hayat meselesidir. Onca
yeryüzünde bundan üstün, bundan önemli bir olay olamaz.

Bekir Çavuş'a diyorum ki:

-Hakkın var. Artık bundan sonra ağzımı açıp bir kelime


söylemeyeceğim.

Bunu derken, içimde itaatli bir çocuk yüreği taşıdığımı


hissediyorum. Artık, kendi üzerimdeki ve başkaları üstündeki otoritemi
tamamıyla kaybetmiş sayılırım. Bir köylü bana
itiraz edebiliyor. Bana nasihat veriyor ve ben bunun önünde
başımı eğiyorum. Hakkın var diyorum. Çünkü şu dakikada, benim bildiğim
şeyler artık hiçbir işe yaramıyor. Umutlarım boşa çıkmıştır. Tahminlerimde
yanılmışımdır. Benim mantığım onların içgüdüsü, onların sağduyusu yanında
iflas etmiştir.

Hepsine ayrı bir saygı ve boyun eğme ile bakıyorum. Salih Ağa, mahut
tebessümüyle bana zekanın ta kendisi gibi geliyor ve çıplak ayaklarına
bakarken, onları erişemeyeceğim kadar yüksek bir gerçeğin belirtisi
sanıyorum. Ve hiçbir şeye önem vermeyip hiç kimseyle konuşmayarak damın
üstüne tarladaki samanları taşıyıp yığmakla meşgul Zeynep
Kadın, bana insan enerjisinin hayrete değer bir timsali gibi
geliyor. Asık ve çatık suratına bakmaya cesaret edemiyorum.
Kendimi, onun karşısında lüzumundan fazla hareketli ve
telaşlı buluyorum. Yanağıma bir tokat vurup: Hele sen, bir kenarda sesini
kes de otur! deyiverecek sanıyorum.

Kendi elimle baktığım Süleyman, artık öbür dünyaya


mensup olanların heybetini taşıyor. Bu alemin işlerine artık
metelik vermiyor. Hatta arasıra, Cennet'e dair, kalbini yokladığım zaman onu
taş kesilmiş hissediyorum. Cennet ismini söylediğim vakit artık eskisi
gibi sırıtmıyor; eskisi gibi gözleri daha ziyade parlamıyor. Sözümü anlamayan
bir adam kayıtsızlığıyla yüzüme bakıyor.

Belki Memiş burada bulunsaydı onunla anlaşmak kabil


olacaktı: Fakat Memiş köyden kaybolalı iki ay geçti. Nereye
gitti. Hiç kimse bilmiyor. Etrafı saran bütün uğursuzluklar,
hep onun kayboluşuna atfediliyor. Bir zamanlar bütün olayların
nedeni benim gelişimdi. Şimdi, onun gidişi benim gelişimi unutturdu.

Bekir Çavuş'a: Hakkın var; bundan sonra ağzımı açıp


bir kelime söylemeyeceğim dedim ama, dayanılmaz bir konuşma ihtiyacı
yüreğimi dağlıyor. Taşla, toprakla konuşmak
istiyorum. Lakin bu taşlarla toprakların, Zeynep Kadın'ın
asık ve çatık suratından farkı ne? Onlar da, bu köyün insanları
gibi beni istiyorlar mı?

Sert ve yalçın tabiat; söylemiştim ki, sen bir üvey ananın


kucağı gibisin. Bu gerçeği, şimdi her zamandan daha fazla
hissediyorum. Ne altında geçici bir huzur bulunabilecek bir
gölge, ne kıyısında serinlenecek bir suyun var! Katı yürekli
toprak! Bir gün cesedim bir daha kalkmamak üzere üstüne
düştüğü vakit, kim bilir, beni bağrına ne vahşi bir huşunetle
bastıracaksın.

:::::::::::::

Dün, uzaktan uzağa top sesleri duyuluyor ve arasıra gökyüzünün uzak bir
noktasından birkaç uçağın geçtiği görülüyordu. Şimdi artık, barut kokusu
bütün havayı sardı. Kulaklarımız motor seslerini, eşek anırmalarından,
köpek havlamalarından daha sık işitir oldu.

Uçakların gelişi geçişi, köylüleri eğlendiriyor. Hepsi sırtlarını duvara


dayayıp, ağızları bir karış açık seyrediyorlar ve bir: Vıyy vıyy vıyy,
anacığım!dır gidiyor. Görüyon mu, bu daha büyük. Yok, yok, o daha
büyük. Bu öndeki hızlı uçuyor. Öbürü daha ağır geliyor. derken bazısı
baş aşağı inecek gibi olunca, gene hepsi bir ağızdan: Aman aman, düşüyor... diye
bağırışıyorlar.

Sanki, düşecek olan babalarının oğluymuş gibi... Öyle bir


kızıyorum, öyle bir kızıyorum ki, yerimde duramıyorum.
Adamakıllı bir silahım olsa köyün ortasında durup bu sırnaşık, bu palavracı
pervanelere doğru çekeceğim; fakat benim,
bir çifteyle bir brovning tabancasından başka silahım yok.

Bir gün, Bekir Çavuş'a verdigim söze rağmen, kendimi


tutamadım:

-Ayıptır. Düşman böyle seyredilmez, dedim.

Kümenin içinden bir ses:

-Nolacak, bize dokunmuyor ki, dedi.

Bunun üzerine, keyifleri bozulmuş insanlar gibi homurdanarak dağıldılar.


İçlerinden yalnız Salih Ağa pabuçlarını sürükleyerek benden yana geldi.
Sırıtarak ve biraz da hışmımdan korkarak:

-Sen öyle diyon emme, bunların bize faydası oldu. Görmüyon mu, hiçbir
yanda kargalardan iz kalmadı. Harman yerinde, tahılı hep yirlerdi.

Başımı çevirip yüzüne sert sert bakınca dondu kaldı.


Benden dayak yediği gündeki gibi solumağa başladı. Yanından uzaklaştım,
gittim.

Bir gün, uçaklar, gene aşağıya kağıt atmaya başladılar.


Sanki havadan kudret helvası yağıyormuş gibi kapışan kapışana... Alan, bir
süre kağıdı okumağa çalışıyor, sonra beceremeyip katlıyor, katlıyor ve bir
muska gibi kuşağının içine yerleştiriyor.
Bazısı gidip imamı buluyor:

-Okuyuversene, bakalım ne diyor?

İmam hecelemeğe başlıyor:

Muhterem Anadolu ahalisi, Kemal çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün


şehirleri, kasabaları zaptettik. Şimdi Ankara üzerine yürüyoruz. Sakın
bize karşı düşmanca harekete kalkışmayınız. Biz sizi, Halife tarafından
kurtarmağa geliyoruz.

-Ne diyor? Ne diyor?

... Biz sizi Halife tarafından kurtarmağa geliyoruz.

Ne Halifeyi, ne de Peygamberi bildikleri var. Fakat, kurtarmağa geliyoruz


sözü, bilmeksizin pek hoşlarına gidiyor.

Kurtarmak! Sizi, kim kurtarabilir? Sizi gökten melekler inse


kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır.
İçimden böyle homurdanarak kağıdı imamın elinden çekiyorum. Yere atıp
çizmemin ökçesiyle çiğniyorum.

Hepsi hayretle bana bakıyorlar.

Deli mi oluyordum? Nöbetim mi var? Her halde kendimde bir acayip


muvazenesizliğin şahidiyim. Kah Bekir Çavuş'un tembihine boyun eğecek kadar
çaresizliğe düşüş, kah imamın elinden okuduğu kağıdı kapıp yırtacak kadar
celadet gösteriş, her halde, normal bir haleti ruhiye alameti değildir.

Zaten, bu olaylar içinde normal olmak bir çeşit anormallik sayılmaz mı?
Her devrin kendine mahsus ölçüleri vardır.

Bir savaş zamanında barışta olduğu gibi yaşamak, bir inkılap devrinde
statik devirlerin kalıpları içinde sıkışıp kalmak
bir gaflet, bir avarelik, bir sapıklık değil de nedir?

Böylece kafamın içinde birbirine zıt düşünceler, birbirini


cerheder hükümler kaynaşıp duruyor. Ömrümün son demlerinin yaklaştığını
hissettiğim şu günlerde, boş yere kendi kendimi tayin ve tesbite
çalışıyorum. Fakat, bir türlü muvaffak olamıyorum. Kendi benliğim, kendi
ellerim arasında bir duman gibi uçup gidiyor. Çevremi tesbite çalışıyorum.
Gene aynı boş emek... Çevrem bana karşı ne kadar sağırsa o kadar
da dilsizdir. Hele şu son günlerde öyle kapanmış, öyle örtülmüş ki, ne
tarafından bakacağımı, ne taraftan dinleyeceğimi
bilemiyorum. Sanki zaptetmek isteyen düşman benim, teslim olmayan kale
burasıdır.

Bu küçük halk kümesinin dili olsa, bana; Evet düşman


sensin! diyecektir. Zaten gözleri bunu söylemiyor mu? Tavırları, hareketleri
bunu söylemiyor mu? Onlar nazarında, ben yalıtız sevimsiz bir misafir, bir
şımarık sığıntı değil, aynı zamanda uğursuzun biriyim. Nerede ise bütün bu
olan işlerden beni sorumlu tutacaktır. Zira, bana karşı, öfke ve husumetlerini
o derece artmış görüyorum.

Bir gün, Bekir Çavuş fena bakarak söyledi:


-Düşman, tee İzmir'de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife
rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem
ki, Allah sebep olanları...

Elimin tersiyle suratına bir tokat aşketmek istedim. Fakat, kendimi tuttum.
Ve ona son defa olarak, vatanın bütünlüğü hakkında bir fikir vermeye
çalıştım:

-Bir Türk için İzmir ne ise Sivas da odur. Diyarbakır ne


ise Samsun da odur. İzmir zaptolundu mu, bütün Anadolu'nun ilmiği
düşmanın elinde demektir. Orası kurtulmayınca burası kurtulamaz.

Bekir Çavuş sözümü kesti:

-Haydi be, sen de... Bu lafları sen başkasına anlat.

Kendimi tutamadım:

-Bekir Çavuş aklını başına al, yoksa kafana bir şey indiririm, dedim.

Derhal, benim subaylığım ve kendi çavuşluğu hatırına


gelmiş olacak, hemen toplandı:

-Kusura bakma, biz köylüyüz. Böyle şeylere aklımız ermez, dedi ve yanımdan
kalkıp gitmek istedi. Kolundan tutup oturttum:

-Sen yalnız köylü değilsin. Sen askerlik etmiş adamsın:


Sana bu sözler yakışmaz. Ayıptır, ayıptır!

Asker! Fakat, Bekir Çavuş bir bozgun ordusunun askeridir. Kimbilir kaç
dayakta kötürümleşmiş maneviyatını ayağa kaldırıp durdurmak ne mümkün! Hele,
düşmanın şu karşı tepeleri tuttuğu bir sırada ona dasitani bir heyecan
vermeye çalışmak kadar abes ve mevsimsiz bir şey tasavvur olunamaz.
Bekir Çavuş:

-Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

-Onlar kim?

-Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar...

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa'dan yana olmaz?

-Biz Türk değiliz ki, beyim.

-Ya nesiniz?

-Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana'da yaşarlar.

Bekir Çavuş'la artık daha ziyade konuşmağa mecalim


yok. Asılmış bir adam gibi başım göğsüme düşüyor. Bunalıp
kalıyorum.

Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız


bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O henüz ortada
yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu
İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir.
Ben Kemal Paşa'dan yana olmam da, kimden yana olurum? Çünkü, O, yarın bu
dev işini başaracak olan serdengeçti gönüllülerin başıdır. Top seslerinin
yirmi beş, otuz kiloretreden geldiği anda bile zafere inanıyorum. Lakin onu
takip edecek olan ikinci cidal devresinin sonu, bana efsanelerde okuduğum
hayaller gibi uzak ve dumanlı görünüyor.

Bekir Çavuş tekrar benden özür diledi:

-Kusura bakma. Benim aklım, şimdi hep o dolaşan tevatüre takılıp kaldı.

İstiyor ki, ben bu tevatür nedir diye sorayım. Fakat, sesimi çıkarmayınca
o devam etti:

-Şu Salih Ağa'nın oğlu yok mu? Bizim kızı berbat etmiş,
dedi. Şimdi: Al! diyorum. Almam, diyor. Yok sağ kalçasında bir ur
çıkmış. Yok bütün vücudu sızlarmış. Hepsi yalan.
Hasta olan adam bu işi yapar mı?

Ben ki, bu facianın ilk şahidiyim; kendimi tutamadım:

-Kızın ne diyor? diye sordum.

-Ne desin? Ben seni alırım diye kandırmış. Kaç zamandır helallısı gibi
kullanıp dururmuş. Biz de neden sonra haber aldık.

-Sakın kız gebe mi?

-Yok olamaz. Daha on iki yaşında.


Bir sabah, -o sabahı hiç unutmayacağım!- penceremin altında bir ses. İnce,
keskin bir çocuk sesi:

-Geliyorlar! Geliyorlar!

Yataktan fırlayıp sese koşuyorum:

-Kim geliyor Hasan?

Küçük çoban soluk soluğadır. Benzi ya heyecandan, ya


koşmaktan sapsarı kesilmiş:

-Aha onlar... Senin dediklerin... Te, karşıki belin üstünden yürüyüp


geliyorlar.

Bir süre aklımı toparlayamadım. Çocuğun yüzüne bön bön bakakaldım.

Küçük çoban:

-Ben davarı yamaçta yalnız bıraktım. Daha fazla duramam; dedi ve koşarak
döndü gitti.

Odamın içinde bir yangın esnasında ne yapacağını şaşırmış bir adam gibi
dolaşıyorum. Kah çizmelerimi, kah yelerimi arıyorum. Bir taraftan pijamamın
düğmelerini, mütemadiyen çözüp ilikliyorum. Nihayet, Emeti Kadın'ı imdada
çağırmağa mecbur oldum.

-Emeti Kadın! Emeti Kadın!


Ses, seda yok. Dışarıya fırladım. Sofa, mutfak, damın üstü, ahır. Yok, yok. Kümese
bakıyorum yok. Bu saata kadar
Emeti Kadın gelmemiş olsun... Kabil değil.

Ayağımda terlikler, pijamamla, ta evine kadar koşuyorum. Tak tak kapı.


Gene kimse yok. Köyde, sanki hiç kimse
uyanmamış gibidir. Ne bir çocuk. Ne bir hayvan.

Yalnız benim tuhaf bir kıyafetle, oradan buraya seğirttiğimi gören


köpekler havlıyor.

Ben artık geriye dönemiyorum. Şaşkın şaşkın hemen bütün evlerin kapısını
bir defa çalıyorum. Her ev mezar gibi.

Meydanlığa kadar gittim. Öyle bir tenhalık ki, insana dehşet veriyor.
Bu meydancıktan, küçük çobanın söylediği yol görünüyor. Bir de ne bakayım!
Düşman askerleri, tozu dumana katarak yürüyorlar. Ters yüzü koşarak eve
dönüyorum.

Bir taraftan giyinmeye çalışıyorum, bir taraftan köylüleri


düşünüyorum. Hepsi evlerine mi saklandılar? Yoksa kaçıp
gittiler mi? Düşmanın gelişi beni hemen hiç meşgul etmiyor.

Zihnim durmadan, bu iki suale cevap vermeye çalışıyor.


Mutlaka benden gizli söz birliği edip kaçmış olacaklar. Beni
düşman önünde tek başıma bırakarak... Bu kadar hıyanete,
bu kadar namertliğe ihtimal veremiyorum.

Nereye gidebilirler? Daha dün gece hepsi burada idi. Küçük Hasan'dan önce
düşmanın geleceğinden haberleri olacak değildi ya. Yok, yok. Hiçbir yere
kaçmış olamazlar. Hepsi evlerinde kapanmış, sinsi oturuyorlardır.

Düşmanın hemen köye girmek üzere olduğunu hissediyorum. Havada, bir ağır
topçu taburunun araba ve demir şakırtıları dalgalanıyor. İnsiyaki bir
hareketle gidip kapımı kilitliyorum. Pencerelerimi kapıyorum. Niçin? Şu
anda, bunu kendi kendime izahtan acizim.

Hani, düşman önüne asker elbiselerimi giyerek ve kılıcımı takarak


çıkacaktım? Adam sen de. Mademki, tek başınayım. Bütün tehlikeler, nasıl
olsa karşılarında, yalnız beni bulamayacak mı? Zulüm ve itisafı üzerime
zorla kışkırtmaya ne lüzum var?

Fakat bu korunma tedbirleri! İşte ben de anlayamadım.


Kapının kilidini açıyorum. Pencerelerimi açıyorum. Nal, araba ve demir
şakırtıları yaklaşıyor ve tozla karışık bir pas ve
deri kokusu burnuma kadar geldi.

O ne? Köyün havası bir acayip gürültüyle doldu. Demir,


nal ve araba şakırtılarına birtakım insan sesleri de karışmağa başladı.
Tıpkı, kabuslarımda işittiğim sesler:

-Vire, İstaso, Vire, Palikari... vesaire gibi sesler.

Bu koyu Türk köyünde, Anadolu'nun bu hiç açılmamış


kuytu, ıssız köşesinde, birdenbire bu Pire limanı şamataları!..
Bir tek kelime Türkçe işitilmiyor.
Bütün vücudumu soğuk bir ter kapladı. Kulaklarım uğulduyor. Bacaklarımda
kalkmağa hiç mecal yok. Sanki bir keskin kılıçla belimin ortasından ayrılmış
gibiyim.

Artık gelip beni bir kuru ağaç kütüğü gibi yaksalar...


Derken bir Türkçe ses:

-Bu köyde kimse yok mu, be yahu?

Fakat, bu öyle bir Türkçe ki, bana Galata'yı hatırlatıyor.


Doğrudan doğruya Rum şivesiyle söylenmiş bir Türkçe diyemem. Bu bağıran
belki bir Ermeni, belki bir Yahudidir.

Türkçenin böyle söylenmesinde, böyle büzülüp didiklenmesinde ne hazin bir


şey var! Sanki, haşin ve patavatsız bir el
vücudumuzu hırpalıyor; vücudumuzun en hassas, en nazik
yerlerine kadar sokulup oraya tırnaklarını geçiriyor zannedilir.

-Hey bir adam yok mu, be?

Ve evlerin kapıları güm güm vurulmağa başlıyor. Köylülerde gene çıt yok.
Düşman askerleri bilseler ki, ben de onlar
kadar meraktayım. Ayak sesleri benim civarıma yaklaşıyor.
İşte, tam pencerenin önünde durdular, konuşuyorlar. Başımı
pencereden yana çevirince birisinin içeriye baktığını gördüm.
Burma bıyıklı, tıraşı uzamış esmer bir delikanlı kafası... Bir
müddet göz göze geldik. Sonra onun gözleri hayretle odanın
içini dolaştı ve kafa aşağıya doğru çekildi. Bunun üstünden
birkaç dakika geçti mi geçmedi mi, bilmiyorum, ayak seslerini bizim evin
içinde duydum.

Odamın kapısı açıldı. Demin kendisiyle göz göze geldiğimiz genç kapıdan
girdi, bana doğru yürüdü ve biraz evvel
işittiğim Türkçe ile:

-Bu ne be, meydanda kimseler yok. Sen bu köyden değil misin?

Başımla; hayır! dedim.

-Pekala, nerede, ötekiler nerede, bilmiyor musun?

Başımla; hayır! dedim.

Bu sırada odama silahları tetikte birkaç asker daha girdi. Benimle konuşan
onlara dönüp Rumca bir şeyler söyledi.

Hepsi birden merak ve tecessüsle bana bakıyorlar. Hepsinin


gözü mihaniki bir surette kolsuz tarafımdan yüzüme, yüzümden bana:

-Senin dilin yok mu? Niçin söylemezsin? dedi.

-Söylerim ama keyfim istediği vakit...

Sinirli bir tavırla yanındakilere dönüp hakkımda acı bir


istihzada bulunduğunu sezdim. Tepem attı. Ayağa kalkıp dedim ki:
-Benden izin almadan ta yatak odama kadar ne hakla
girdiniz? Ve beni, ne sıfatla sorguya çekiyorsunuz?

Benimle konuşan adam arkadaşlarına yan gözle bakarak: Ben size demedim
mi? Delinin biri der gibi bir işaret yaptı.

-Deli veya akıllı olayım şimdi buradan çıkacaksınız, diye bağırdım.

Esmer delikanlı, benimle artık bir meczupla konuşur gibi


konuşmağa başladı:

-Pekala çıkarız, çıkarız ama söyle bize köylüler nerede?


Cevap vermeksizin ayakta dimdik durduğumu görünce
sabırsızlandı ve askerlerden bir tanesine süngü taktırıp kapımda bıraktıktan
sonra öbürleriyle birlikte çıkıp gitti.

Onlar çekilip gidince ben hiç olmazsa odamın kapısını


kapatmak istedim. Fakat süngülü asker buna mani oldu. Yerime gelip oturdum
ve kendime bir poz vermek için elime bir kitap aldım.

Dışarıda gelip gitmeler, bağrışmalar, çağrışmalar artıyor. Birkaç defa da


kapı kırılmasına benzer patırtılar duydum. İşte, bütün bunlara bizim
köylülerin sesleri de karışmağa başladı. Demek ki, korunmak için yalnız
evlerine kapanmakla yetinmişler. Zavallı masum halk. Düşmanı bu kadar
basiretsiz mi sandın?

İki üç günden beri, bizim köy bir düşman kıtasının işgali


altındadır. Gerçi, bütün erat köyün içinde oturmuyor. Fakat
subay ve komutan nevinden amirlerin her biri, bir ev zaptetti. Subay ve
komutan diyorum. Fakat bir tanesi müstesna, ne yüzlerini gördüm, ne
rütbelerinin ne olduğunu biliyorum.

Olandan bitenden bizim Emeti Kadın vasıtasıyla haber alıyorum. Hemen


odamdan hiç çıktığım yok.

Emeti Kadın'a:

-İlk gün nerede idiniz? dedim.

-Bizim oğlan koşarak gelip haber verince, hepimiz caminin önünde toplandık.
Salih Ağa, Bekir Çavuş: Kızlar, kadınlar, çoluk çocuk neleri var, neleri
yoksa beraber alsınlar.

Köyden çıkıp derenin içinde saklansınlar. Geri kalanlarımız


da evlerimizde kapanıp sesimizi keselim. Bakalım, belki askerler, ortalıkta
kimse görmeyince savuşup giderler dediler.

Biz de öyle yaptık. Emme çok geçmedi, haber geldi. Düşmanın bir zararı
yokmuş. Dönsünler diye şimdilik kimseye dokunmuyorlar. Yalnız et isterler,
ekmek isterler, arpa, şeker isterler, parasını vereceklermiş. Baksana
şuna; benden süt aldılar, yumurta aldılar, yerine şu kağıdı verdiler.

Muska biçiminde bükülmüş küçük kağıtlar çıkardı. Bana


uzattı:

-Hele bir bakıver. Ne yazıyor?


Baktım, Rumca kurşun kalemiyle yazılmış birtakım satırlar.

-Anlamadım. Rumca yazıyor. Fakat, beş para etmez, dedim.

Emeti Kadın bir yutkundu:

-Ne diyon? Ben, şimdi ne ideyim?

-Vermemeli idin; Emeti Kadın.

-Vermeme olur mu? Ta evin içine kadar girerler. Kümesin yanından


ayrılmazlar. Bazısı tavuk kalkar kalkmaz, yumurtayı sıcak sıcak kapıp
giderler. Arkasından yetişemem.

İlk geldikleri gün, silah arayacağız diye benim oturduğum evin altını
üstüne getirdiler. Silahları bulduktan sonra
da gene aramakta devam ettiler. İki üç defa paramın bulunduğu çekmeceyi açıp
kapadılar. Süngü ucuyla yatak, minder gibi ne kadar pamuklu eşya varsa,
delik deşik ettiler. Kitaplarımı, kağıtlarımı darmadağınık odanın ortasına
yığdılar.

Ben, ayakta sırtımı duvara dayayarak, aldırış etmeden


seyrediyordum. İçlerinden biri, yazmakta olduğum, şu defteri iki üç defa
eline alıp baktı, yapraklarını çevirip okumağa
çalıştı. Tekrar masanın üstüne attı. Bir başkası Fransızca
kitapların adlarını küçük cep defterine not ediyordu. Nihayet her şey olup
bittikten sonra beni kumandanın yanına götürmek istediler.

-Niçin gidecek mişim? Gitmem.

-Gideceksin. Yoksa seni zorla götürürüz.

Düşündüm. Beyhude inat. Önlerine düşüp yürüdüm. Sabahleyin beni ziyarete


gelen ve Türkçe konuşan çavuş yanımda yürüyor:

-Sen bir subaysın. Bu köyden değilsin. Buraya neden


geldin? Burada ne işin var? Şimdi kumandana onu anlatacaksın diyor.

Ben, başı açık, ceketsiz, gömleğimin sağ yeni, bir büyük


düğüm halinde sallanarak gidiyorum.

Yürüyorum. Sokak aralarında tek tük rastgeldiğim bildik


yüzler, beni görünce çevriliyorlar. Atlar, top katırları, mandalar o kadar
çok, o kadar çok ki, aralarından geçmek için her birinin kıçından,
kafasından itmek gerekiyor.

Kumandan, kahveyi derhal bir karargah haline sokmuş,


çardağın altında, bir büyük masanın başında oturuyor. Suratı asık ve
zorla heybetli görünmeğe çalışan bir yüzbaşı.

Çavuş beni gösterip bir şeyler söyleyince başını kaldırıp


dikkatle yüzüme baktı ve Fransızca:

-Siz bir subaymışsınız, öyle mi? dedi.

-Evet.
-Lütfen şu iskemleyi alın. Oturun ve soracağım şeylere
birer birer cevap verin.

Bütün sorgu ve cevaplardan sonra, düşman kumandanının anlamadığı şey,


benim kendi arzu ve irademle İstanbul'u bırakarak, bu köye yerleşmemdir.
Bu hususta kendisine ne kadar psikolojik sebepler gösterdim, hatta ne kadar
samimi itirafta bulundumsa, hiçbiri kar etmedi. Yüzüme şüphe ile
bakmaktan vazgeçmedi. Onun nazarında halledilmez bir mesele oldum. Nihayet,
işin içinden sıyrılmak için:

-Gidin, evinizde oturun; fakat hiçbir yere çıkmayacaksınız. Hiç kimse ile
temas etmeyeceksiniz. Şimdilik bu kadar... dedi.

Odama döndükten sonra, tekrar eşyalarımı düzeltmeğe


lüzum görmedim. O kargaşalığın ortasında bir ıslanmış fare
gibi yaşamağa başladım.

Sokak kapısının önünde, bir süngülü er duruyor.


Bu defterin bitmesine, kimbilir kaç gün kaldı.

Düşman gözü beni, artık yatağımın içinde bile rahat bırakmıyor. Pencereden,
kapıdan her vakit, her saat teftiş ve nezaret altındayım. Bu sıkı göz hapsi
içinde, defterimi ancak gece yarıları el ayak çekildikten ve belki de
nöbetçi er uykuya daldıktan sonra yatağıma sokulup yazabiliyorum. İhtiyaten
lambamı da söndürüyorum. Ve İtalyan şairi d'Anunzio'nun (Nocturno) yu
yazdığı gibi bütün bu yazıları el yordamıyla karanlıkta karalıyonım.
Okuyabilene ne mutlu.

Oysa ben, bundan sonrası mutlaka okunsun istiyorum.


Çünkü Anadolu savaşı, bağımsızlık mücadelesi denilen büyük facianın, büyük
destanının tarihe intikal etmeyecek olan tarafları yalnız bu defterde
yazılıdır. Eğer, bir hıyanet eli, bir silgi lastiği alıp kurşun kalemiyle
çizilmiş bu eğri büğrü satırlar üstünden geçecek olursa gelecek kuşaklar
kendi memleketlerine ait birçok acı gerçeklere ermek vasıtasından
mahrum kalacaktır.

Artık, bu benim hikayem olmaktan çıkmıştır. Burada,


kendime ait olan kısımları bile ben, artık bir başkasının macerası gibi
anlatıyorum. Farzediniz ki, ben, Ahmet Celal denilen bir subayın, bir malul
gazinin hortlağıyım ve her gece el ayak çekildikten sonra onun boş kalan
yatağına girip olanı biteni hikaye ediyorum.

Zavallı Ahmet Celal öldü ve onu, mezarında zebaniler


bekliyor. Onun için kabir azabı başladı mı, başlamadı mı, bilmiyorum.
İsterseniz, zebaniler bekliyor lakırdısını o azabın
bir başlangıcı olarak telakki ediniz. Zira, o yeryüzünde iken
de arafta gibi yaşadı. Hangi cinsten Tarınya kulluk ettiğini
bilmedi. Bir yabancı imparatorluk namına yıllarca döğüşüp
kanını döktü. Yıllarca, meçhul bir vatanın, bir ideal yurdun
hasretiyle yanıp tutuştu. Elle tutulmaz, gözle görülmez bir
sevginin peşinden yıllarca koştu. Onun yoluna ağladı, güldü,
söyledi ve öbür dünyaya göçeceği gün bildi ki, meğer hepsi
yalanmış.

Ah, işte ona her şeyden daha acı gelen bu oldu. Bütün bir
ömrün boş yere akıp gittiğini öğrenmek, bütün bir gençliğin
boş emeller, boş hayaller, sakat işler peşinde heder olduğunu
görmek; giderayak, birdenbire gerçeklerin en iğrenci, en korkuncu
ile karşı karşıya gelmek... İşte, kabir azabından önce,
Ahmet Celal bu ateşlerden geçti. Bu zebanilerle düşüp kalktı.
Ona asıl bunun için acıyınız.

Düşman kıtası, köyü sömürmeye devam ediyor. Meğer bu


kara kuru köyün ne kadar çok adamı ne çok zaman besleyecek özü
varmış! Emeti Kadın'ın yumurtaları bitip tükenmek
bilmiyor. İşittiğime göre, düşman hayvanları, Salih Ağa'nın
saman ve arpalarını yiye yiye hala bitirememişler. Bizim Bekir
Çavuşlar, Zeynep Kadınlar, ya şu ya bu karargah mutfağına bulgur,
fasulya, nohut taşıyıp dururlarmış. Sığırtmaç
Hasan'ın sürüsünden, her gün bir iki baş eksiliyormuş.

Subaylar, askerler ne alırlarsa hep parasını vereceğiz


derlermiş. Emeti Kadın'ın koynu Rumca yazılı kağıtlarla dolu ve kağıtlar
çoğaldıkça kadının para almak umudu azalıyor. Bir gün yavaşça:

-Şu halde, niye saklıyorsun? dedim.

-Ey, herkes saklar. Ben de saklarım; dedi. Belki sonunda


bir şey çıkar.

-Yok canım, nafile, bu kağıtları boş yere taşıyorsun. At


onları, yırt at, dedim.

Emeti Kadın, ağlar gibi suratını buruşturarak:

-Amanın, sonra bir tühmet olur. Beni döverler, dedi.

Sesimi daha ziyade yavaşlatarak:

-Döverler mi? Başkalarını dövdükleri var mı?

-Çok, ay oğul. Çok, istediklerini vermedin mi, hemen el


kaldırırlar.

Sesimi artık bir fısıltı gibi hafifleterek:

-Irza, namusa da dokunuyorlar mı, Emeti Kadın?

Şimdilik pek o kadar değil. Bazı karılara sarkıntılık


ederler emme, ben görmedim. Bizim Zeynep Kadın'dan işittim.

Sesim boğazımda bir nefes, bir üfürük haline girdi:

-O nereden biliyor, o nereden? diye sordum.

-Aha, kaç defa gelinlerine, kızlarına sataşmışlar. Suya,


çamaşıra çıkamaz olmuşlar.

Artık Emine için ayrı bilgi istemeye dilim varmadı. Zaten


bizim yavaş sesle konuşmamız pencereden içeriyi gözetleyen
nöbetçinin dikkatini çekmeğe başladı. Sanki dudaklarımın
kımıldamasından bir mana çıkarmağa çalışırmış gibi dik dik
yüzüme bakıyor.
Bu sabah... hala inanamıyorum. Ne gözlerime, ne kulaklarıma, hala
inanamıyorum. Bu sabah, bir de baktım ki, düşman askerlerinden eser
kalmamış. Kalkıp gitmişler. Nereye?

Nasıl? Ortada Salih Ağa ile İmam yok. Kumandan sabahleyin erkenden
köylüleri toplamış: Bize yol göstermek için iki adam verin. Biz şöyle
ileriye doğru varıp döneceğiz. Size verdiğimiz hesap pusulalarını da iyi
saklayın. Dönüşte öderiz demiş.

Bunun üzerine Salih Ağa ile İmam, hemen öne atılmışlar. Biz size yol
gösteririz demişler.

Emeti Kadın bana bu havadisi verirken başını iki yana


sallıyor:

-Ne açıkgöz şey, şu Salih Ağa. Belki yolda arpa, saman


parası alırım diye hemen herkesi önledi.

-Nasıl alabilirler. Mademki, dönüşte veririz demişler!

-Alır o... Kimbilir herifleri nasıl kandırır, alır o. Zaten


alırsa, böylelikle alır. Sanki biz onların tekrar döneceklerine
inandık mı? Ay oğul, kim döner, kim verir? Bu hiç olacak iş mi?

-Ben sana söyledim ama, aklın şimdi başına geldi.

Emeti Kadın düşündü taşındı:

-Bundan sonra gelen olursa peşin para isterim. Başka


türlü ne bir damla süt, ne de bir tane yumurta veririm...

-İnşallah, bundan sonra ne gelen, ne isteyen olur.

Bu sözü söylerken, kendim de pek inanmıyordum. Çünkü, köylülerden aldığım


bilgiye göre, düşman kıtası geriye doğru değil, ileriye doğru yol almıştır.
Bu savaşın onuncu günü. Bu kadar zaman içinde ne olacaksa olması lazımdır.
Böyle bir meydan savaşında bu ileriye yürüyüşlerden ancak savaşın bizim
aleyhimize son bulduğu anlamı çıkarılabilir.

Eğer öyleyse, varacakları ve duracakları nokta Ankara olacaktır. Ankara


işgal altında? Yok canım, bunu tasavvur etmek bile mümkün değildir. Böyle bir olay
tarihi olayın mantığına zıt bir şey olur. Çünkü, Ankara bir son değil, bir
başlangıçtır.

Dünyayı dolaşan telgraf tellerinde Londra, Moskova kelimelerinin yanısıra


ses çıkarmaya başlayan bu yeni kelime
ötekiler gibi bir şehir değildir. Bu bir yeni nefese, bu bir yeni
ruha sembol olmuştur.

Düşman eski haritalar üstünde Ankara adını taşıyan


kerpiçten şehire girebilir. Onu, bir iki gülle ile tarumar edebilir.
Fakat aynı adı taşıyan ruha nasıl el uzatabilir? Onu,
nasıl zapteder? O ruh bugün, burada ise, yarın orada esecektir. Obür gün
bir fırtına haline girip kendisine daha yüksek,
daha yalçın bir tepe bulacaktır. Orada gürleyecektir. Eyvahlar olsun, bu
gerçeği şimdiden hissetmeyenlere. Bunlar kafalarını taştan taşa çarpacaklardır.
Bunlar, sarp yokuşlarda yollarını şaşıracaklardır.
Bu satırları Emeti Kadın'ın düşmanı tekrar beklemesine
rağmen yazıyorum. Bu satırları düşman ordusunun Sakarya'nın öbür yakasında,
Ankara'ya yetmiş kilometre yakınlıkta harbettiği bir anda yazıyorum.
Salih Ağa ile İmam, gittiklerinin onuncu günü köye döndüler. Ben, bütün
tiksintime rağmen gidip onlarla görüşmekten kendimi alamadım. Yenemediğim
bir tecessüs beni, bu iki sefilin yanına kadar sürükledi. Lakin, ne onun, ne
ötekinin çenesini bıçak açıyor. Salih Ağa verdiği arpa ve samanın
bedellerini koparamadığına, öbürü de -kim bilir, belki- beş
on kuruş bahşiş alamadığına müteessir. Zira, ağızlarından
zorla dökülen birkaç söz çıkarlarına ait.

-Nereye kadar gittiniz? diyorum.

Bana hiç bilmediğim bir yerin adını söylüyorlar. Sonra susuyorlar.

-Kıyamet, kıyamet. Top seslerinden durulmuyor.

-Üç gündür, gece gündüz durmadan savaşırlarmış.

-Düşmanları nasıl buluyorsunuz? Memnun gibiler miydi?

-A a. Kara kara düşünürlerdi.

Salih Ağa, İmamın sözünü kesti:

-Yok canım. O Türkçe bilen bana söyledi: Birkaç gün


sonra Ankara'dayız! dedi.

-Birkaç gün sonra Ankara'dalar mı? Olamaz. Düz yolda


gibi yürüye yürüye gitseler, gene varamazlar, dedim.

Salih Ağa, yüzüme düşmanca diyebileceğim bir hışımla


bakarak:

-Sen görürsün, dedi.

-Ben ne göreceğim? Sen göreceğini görmüşsün, işte. Samanını, arpanı


yediler, bitirdiler. Seni önlerine takıp günlerce yürüttüler. Eline de beş
para vermediler.

Çıplak ayağını o ana kadar görmediğim bir sinirlilikte


oynatmağa başladı.

-Helal olsun be. Helal olsun. Daha bir diyeceğin var mı?

Salih Ağa, ilk defa olarak bana bu tavırla hitap edebiliyor. Çünkü, bir
zamanlar benim temsil ettiğim nüfuzun bu topraklardan çekildiğini hissediyor.

Ulan, alçak herif? diye bağırdım. Şu dakikada güvendiklerin burada


olsalar, gene seni ayağımın altına alıp bir yılan
gibi ezerim.

Ve üstüne doğru yürüyünce, dimdik önüme dikildi:

-Yok, dedi. O günler geçti. Otur oturduğun yerde...


Yaradana sığınıp sol kolumun bütün gücüyle kırçıl suratına bir tokat
aşkettim. Sendeleyip yere yuvarlandı. Fakat,
yuvarlanmasıyla kalkması bir oldu ve eline geçirdiği kocaman bir taş
parçasını kafama fırlatmak istedi. Taş omuzumu sıyırıp geçti.

Köylüler etrafımızı almış, seyirci gibi bakıyorlardı. Derken, Bekir


Çavuş geldi, bana yaklaştı:

-Haydi beyim, haydi. Bunlarla uğraşmak sana yakışmaz, dedi.

Fakat ben Salih Ağa'yı, pestili çıkıncaya kadar pataklamak hıncı içinde
kendimden geçmiş bir halde idim. Bekir Çavuş'u elimin tersiyle bir kenara
itip tekrar saldırdım. Köylüler onun etrafını sarmış, benim yaklaşmama engel
oluyorlardı. İmam da durmaksızın benim aleyhime bir şeyler mırıldanıyordu.

-Olur mu ya, bu kadar da olur mu ya? Ben şahidim. Evvela o çattı; diyordu.

Şimdi, bütün köy halkı karşımda, bir düşmanlık halkası


gibidir. Gürültüyü işiten geliyor. Çoluk çocuk, karı, kızan,
hepsi geliyor. Bütün tanıdığım yüzleri bir kabus bulutu arkasından görüyorum.
İşte, İsmail, elleri kuşağında haylaz haylaz duruyor. İşte, muhtar, aç çakal
gözleriyle bana bakıyor. İşte, biraz uzakta Zeynep Kadın'ın küçük kaya
parçasını andıran kafası. İşte, yanında kızlarından biri. Ve küçük çocuklar,
yarı giyimli, yarı çıplak, ayaklarımın dibinde kaynaşıyorlar.

Bir hamlede Salih Ağa'yı koruyan çemberi yarıp, herifle


tekrar karşı karşıya geldim. Ve tıpkı Zeynep Kadın'ın tarla
davasında yaptığım gibi yakasından kavrayıp sarstım ve çürük meyva gibi yere
silktim. Fakat bununla kalmadım. Bütün manasıyla ayağımın altına alıp
tekmelemeğe başladım.

Kadınlar bağrışıyor, çocuklar ağlıyor ve erkekler homurdanıyorlardı. Ve


İmamın sesi:

-Günah, günah, Allah razı olmaz.

Ve başkalarının sesleri:

-Tutuverin belinden. Tutuverin bacaklarından.

Fakat ben, taşkın ve azgın öfkemin zırhıyla kuşanmıştım. Hiçbir tarafıma,


kimse el uzatamıyor. Tam o esnada, uzaktan karanlık bir gecede tek bir
yıldızın ışığı gibi teselli veren ve okşayan bir dost, bir hemşire bir...
yar bakışı. Ve kalabalığı yararak bu bakışa doğru yürüdüm.

Emine'de bana karşı, bir şeyin değiştiğini hissettiğim


anın bu ilk saniyesidir. Bu cehennem azabı günlerinde, bu
saniyenin değerini ölçemiyorum. Ateşe atılmış bir adamın
yüzüne akıtılan bir damla suyun değeri nedir? Bir gece yarısı, bir çölde
yolunu şaşırıp kalmış adama, uzaktan gönünen
bir ışığın değeri nedir? Hasta döşeğinde müthiş sancılarla
kıvrandığımız anda elimizi sıkan elin değeri nedir? Haksız yere darağacına
giden bir masum indinde, son saate yetişen adalet hükmünün değeri nedir?
Çarmıhtaki İsa'nın ayağı dibinde ağlayan Magdalanalı Meryem'in gözyaşının
değeri nedir? İşte, Emine ile göz göze gelişimizde onun tarafından bana
karşı belirlemege başladığını sezdiğim yeni duyguların
her bir belirtisi, benim için bunlardaki paha biçilmez değeri
taşımaktadır.

Henüz baş başa kalıp da bir kelime konuşmadık. Henüz


birbirimizin yanında bir dakika durmadık. Ben onun önünden geçip
gidiyorum. O bana karşıdan bakıyor. Fakat, her
defasında, aramızdaki sessiz anlaşma, sessiz söyleşme, bizi
değme uzun, sevdalı konuşmalarından çok birbirimize bağlıyor. Gözle görülmez
ve fakat çelikten daha kuvvetli teller ondan bana, benden ona uzanarak bizi
bir ağ gibi içine alıyor.

Bir akşamüstü, alaca karanlıkta, çeşme başında ona yalnız rastgeldim. Bir
gölge sessizliğiyle yanına sokulup dedim ki:

-Sana tenhada bir şey söylemek istiyorum. Nerede? Ne zaman?

Başını eğip önüne baktı. Fakat bu baş eğip duruşta öyle


bir teslimiyet, öyle bir kendini veriş vardı ki, o anda elinden
tutup çeksem, onu kolaylıkla evime götürebilirdim. Daha ziyade sokuldum:

-Söyle, söyle! dedim.

Ve titrek ve hemen ağlamaklı bir sesle, bana cevap verdi:

-Aman etme... Görüverirler.

Bu aman etme, görüverirler yalvarışını Emine'den ilk


defa işitmiyorum. Daha (...) köyü kavaklığında, derenin kenarında henüz el
dokunmamış bir körpe geyik gibi sıçrarken de onu, her yakalamak isteyişimde
elimden bu yalvarışla kurtulur giderdi.

Fakat, bu sefer işittiğim aynı ses mi? Aynı sözü, aynı


ahenkle mi söylüyor? Hayır; güfte o eski güfte, lakin, beste
tamamıyla değişmiş, bin kat daha derinden, bin kat daha dokunaklı olmuştur.

Kavaklar arasındaki aman etme, görüverirler sözünün


anlamı bir çocukluk, bir şuhluk, bir toyluktu. Şu çeşme başındaki aman
etme, görüverirler ise de; Çok zayıfım. Belki
dayanamam, belki kendimi bırakıveririm. Sonra bir rezalet
çıkar endişesi saklıdır ve karşımda eti dile gelmiş bir kadının baş
döndürücü musikisi vardır.

Aman etme, görüverirler. Ben isterim, ben istiyorum.


Fakat, başkalarından korkuyorum. Böyle bir söz, ancak,
müşterek bir sır taşıyanlar arasında söylenebilir.

-Evet, kimseler görmesin. Kimseler işitmesin. Ben de öyle istiyorum;


dedim.

Omuz başları kalkmış, boynu bükülmüş ve bir eli çoktan


dolup taşmaya başlayan testide, öbür eli kuşağında gene hiç
yüzüme bakmadan söylüyor:

-İsmail, seninle konuştuğumu istemiyor. Bırak beni kuzum, bırak beni...

Oysa, kendisi bırakıp gitse de olabilir. Fakat, testi dolduğu halde


yerinden kımıldamıyor. Her şeyden önce, bana bir
şeyden veya bir kimseden şikayet etmek diliyor. Testinin boğazından su, bir
hıçkırık sesiyle akıyor.

-Emine, görüyorum ki, halinden hiç memnun değilsin.


Bana varsaydın, seni başım üstünde taşırdım. Seni böyle çalıştırmazdım. Bir
dediğini iki etmezdim.

Emine şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra birdenbire aklına önemli bir iş
gelmişcesine, süratle testiyi kavradı:

-Olan oldu, geçen geçti. Alnımın yazısıymış, dedi.

Ve geniş adımlarla yürüdü gitti. Ben, bir süre, uzun bir


süre arkasından baka kaldım.

Köylüler, sanki, başımızdan geçen afet hafif bir sağanakmışcasına her şeyi
unuttular. Düşman kıtasının gelip geçmesiyle karışır ve dalgalanır gibi olan
hava eski durgunluğunu buldu. Bu hava içinde gene eskisi gibi pislikten
pisliğe konup kalkan karasinek sürülerinin vızıltıları işitiliyor. Arasıra
benim eşeğimin yanık naraları sessizliği geniş yarıklara ayırıyor ve
bunların içinde küçük çocukların ağlamaları duyuluyor.

Bir cehennemin, bir mahşerin hemen arkasında bulunduğumuza dair ortada


hiçbir belirti yoktur. Her yıl, bu mevsimden biraz önce gelmesine
alıştığımız öşürcü daha neden görünmedi? Jandarmalar neye artık hiç asker
aramaz oldlar? Ne var ki, (...) köyü Haymana Ovası'nın ortasında ıssız
bir adaya döndü?

Bunu, baştan, topraktan sormak istiyorum. Çünkü, köylüler bu halin


farkında değildirler. Farkında oldu mu, hepsi
bir ağıl yaratıkları gibi baş başa verip, ses çıkarmadan adeta
kafaları ve burunlarıyla konuşuyorlar. Bana, bu yabana, bu
düşmana uzaktan yan gözle bakıyorlar.

Hele, Salih Ağa'yı patakladığım günden beri, bana karşı


husumetleri o kadar artmıştır ki, her an, beni niçin linç etmediklerine
şaşıyorum. Şimdiye kadar, onlar tarafından herhangi bir tecavüze uğramadımsa,
bu silahlı olduğumu bildikleri içindi. Düşman askerleri, silahlarımı
aldıkları günden itibaren, ben, onların gözünde bütün gücümü ve önemimi
kaybetmiş bulunuyorum.

Bunu, hepsinin gözlerinde ayrı ayrı okumak mümkündür.

İsmail'in, şu bücür ve çipil İsmail'in bile zaman zaman


karşıma geçip öyle bir meydan okur tavırlarla duruşu var ki,
beni hayretten hayrete düşürüyor.

Felaket bile bizi birleştiremedi. Aramızdaki, benimle onlar arasındaki


uçurumu belki, daha ziyade derinleştirdi. Bir
Bekir Çavuş, menfaat bağlarıyla bana bağlı kaldı. Bir Emeti
Kadın, alışkanlık yüzünden hala benim hizmetimi görmek
lütfunda bulunuyor. Bir küçük Hasan şuurunun altından gelen bir hisle benim
muhabbetime cevap veriyor.

Bu çocuğa o kadar bağlandım ki, bazı günler onunla beraber bulunmak için
dağ tepe davarı gütmeye gidiyorum.

Her ikimize yetecek nevaleyle dolu bir asker çantasını sırtıma alıp,
belimde koca bir su matarası, elimde bir uzun değnek, sabah erkenden yola
çıkarız. Güneş kuru otlar arasında türlü türlü ışık oyunları yapar. Onlara
baka baka bir sürü hülyalara dalarak yürürüm.

İki yoldaş, saatlerce birbirimize hiçbir söz söylemeden


yan yana dolaştığımız olur. Kah düz yol üstünde gideriz,
kah, bir belden ağır ağır geçeriz. Bazen, bir derenin serinliğinde uzun
uzadıya durduğumuz ve çantamızı açıp bir kır eğlentisi yapar gibi
nevalemizden yediğimiz olur.

Hasan, yemeğini yedikten sonra çok defa yüzükoyun yere


uzanıp uykuya dalar. O zaman sürüye nezaret etmek sırası
bana düşer. Oturduğum yerden hayvanların kımıldanışlarını, birbirlerinden
ayrılıp toplanışlarını, yaklaşıp uzaklaşışlarını seyrederim. Bir müddet,
bütün köylüler gibi, şu uyuyan küçük sığırtmaç gibi ben de, varlığımı
çevirmiş olan ateşten çemberi unuturum. Kaygısız ve engin tabiatın kucağında,
ben de, kaygısız ve engin bir şey olurum.

Lloyd George da kimmiş, Poincare de ne oluyormuş. Çelikten dretnotların,


kırk ikilik topların, dumdum kurşunlarının, şarapnel yağmurlarının da ne
hükmü varmış? Bu yalçın enginliğin içinde düşman ordusunun bir sürü boz
renkli çekirgeden farkı nedir? Çekirgeleri yel alır, yel götürür. Burada
kalacak olan gene bu taşlar, bu topraklar, bu dikenler, bu
söğüt kütükleri, bu hayvanlar, bu küçük sığırtmaç ve... benim.

Issızlığın ve başıboşluğun bana verdiği bu şuursuzluğa


yakın uyuşukluğun içine dala dala kendimden geçer giderim
ve başımı koluma dayayarak toprağa uzanırım. Kah küçük
sığırtmaç uyanır, beni uykuda bulur. Kah ben uyanırım, küçük sığırtmacı
uykuda bulurum. Davar, ya gözden kaybolacak derecede uzaklaşmıştır, yahut,
ta burnumuzun dibine kadar sokulup otlamaktadır. Bir defasında, bir
koyunun nemli ağzının yüzüme dokunmasıyla uyandım. Bir başka defa, bir keçi
yavrusu üstüme basıp geçti. Bu hayvanlar, etrafta, kuru otlar arasında,
yiyecek bir şey bulamadıkları vakit bizim nevalemizin artıklarını sömürmeye
gelirler.

Türk köylüsünün bir avuç davarına güçlükle yiyecek veren bu topraklarda


istila orduları neyi arıyor? Ve ne bulabilir?

İşte, Hasan'la bu uzun kır gezintilerinin birinden döndüğüm bir akşamdı


ki, köyün içini ve dışını düşman askerleriyle tıklım tıklım dolmuş buldum.
Hem bu asker kalabalığı geçen seferki gibi muntazam bir kıta manzarasını
göstermiyor, başıbozuk bir insan yığınını andırıyordu. Bu karışık insan
yığınına bir yokuş başında saplanıp kalmış kamyonları, tersine çevrilmiş
manda arabalarını, kendi hallerine bırakılmış katırları da ilave edin, köyü
kaplayan kargaşalığın çeşidi, belki gözönüne gelebilir.

Askerlerin hepsi, toza toprağa bulanmış, derileri güneşten paslı bakıra


dönmüş, sakalları diken diken uzamış, üst baş perişan bir haldeydi. Tam bir
bozgun askeri.

Köyün havasındaki tehlike korkusuna, köylülerin yüzündeki şaşkınlık ve


ürküntüye rağmen sevinçten yüreğim ağzıma geldi. Az kalsın onlara: Yenildiniz değil
mi? diye bağıracaktım. Fakat buna vakit kalmadı. Daha ilk adımda etrafımı
bir haydut çetesi sardı. Hemen hepsi Türkçe konuşan bu
adamların her biri bana, bir şey soruyordu:
-Nereden geliyorsun? Kimsin? Necisin? Bu matrayı nereden buldun? Bu çanta
kimin?

Bir başka grup Hasan'ın davarının etrafını çevirdi. Bu


bozgun düşman kalabalığına karışmış köylüler bize uzaktan
aldırış etmeyen ve yabancı gözlerle bakıyorlardı. Beni saran
çember daha ziyade sıkıştı. Cevaplarımı dinlemiyorlardı. Birisi
sırtımdan çantamı çekti, aldı. Bir başkası, matramı kaptı. Bir üçüncüsünün
eli ceketime doğru uzanmak üzereyken kendimi toparladım:

-Ne yapıyorsunuz? Bırakın beni... diye avazım çıktığı kadar haykırdım ve


insanüstü bir hamleyle aralarından sıyrılıp çıktım.

Demin bana vahşi ve zalim gözlerle bakan bu adamlar,


benim bu hareketim üzerine bir alay yaramaz çocuk gülüşüyle gülmeye
başladılar. Dönüp baktım. Bu gülüş, bana o bakışlardan daha acı geldi.
Yüreğime bir avuç barut atmışlar gibi bağrım için için tutuşarak yürüdüm
gittim.

Şurada burada yere uzanmış askerler ve ortada bırakılmış araba ve


hayvanlar arasından geçerek odama geldiğim zaman hırsımdan tir tir
titriyordum. Fakat, hiçbir durum şu an kadar insana aklı, hikmeti,
hesaplılığı ve usluluğu emredemez. Düşman mağlup olmuştur. Bozgun bir halde
geri çekiliyor. Yarın, onlardan, bu topraklarda birtakım insan ve
hayvan leşlerinden, kamyon, top arabası, kundura ve kasket
enkazından başka bir şey kalmayacaktır. Ve bu zafer çelenkleriyle köylü
çocuklarımız oyuncak oynayacaktır. İşte, bugünler yüzü hürmetine bir kenara
çekilip beklemekten başka yapılacak her hareketin anlamı bir çılgınlık
değil midir?

Fakat, ben yerimde duramıyorum. Penceremin içindeki


bir saksıyı alıp yere çarptım. Bununla da kalmayıp yatağımın üstüne atıldım.
Yatağımı yumruğumla dövmeye, dişlerimle ısırmaya başladım. Boğazıma tıkanan
hıçkırıklar beni boğacak. Fakat, ben, Türk ordusunun zaferini gözlerimle
gördüğüm şu anda ağlamayacağım.

-Yetişin, yetişin! Bizim oğlanı öldürüyorlar!..

Hemen yerimden fırladım. Emeti Kadın'la beraber koşmağa başladık. İşkence


yerine vardığımız zaman küçük Hasan'ı, artık, dövülecek ve hırpalanacak
tarafı kalmamış bir halde yolun kenarına atılmış bulduk. Bu facianın
failleri, eski Truva'nın kahramanları gibi çobansız kalmış sürüyü paylaşıyorlardı.

Ben, eğilip Hasan'ı kucağıma aldım. Emeti Kadın saçını


yolarak ağlıyordu:

-Öldü mü? Öldü mü? diyordu.

Hasan'cığın ne oldugu henüz belli değildi. Ağzı burnu


kan içinde, kolu kanadı kırılmış, bir yaralı kuşu andırıyordu.
Eğer, kalbinin vuruşlarını omuz başlarımda hissetmesem
ben de onun öldüğüne hükmedeceğim. Yavaşça:

-Sus, Emeti Kadın sus, ölmemiş; diye seslendim.

Fakat, kadıncağız inanmıyordu:


-Öldü, benim bir tanecik yavrum öldü! diyordu.

Eve geldiğimiz vakit, çocuğu kendi yatağımın üstüne yatırdım. Ninesi, onu
kucağına almak istiyordu.

-Sen, şöyle bir köşede rahat dur. Ben hekimim, şimdi


onu iyi edeceğim. Ama, sen telaş etmemelisin.

Ve bir leğen içinde üç havlu ıslatıp çocuğun kanlarını silmeye


başladım. Soğuk suyun temasıyla aklı başına gelir gibi
oldu. Gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Zaten bir
ürkek ceylan gözlerine benzeyen gözleri büsbütün nemlenmiş, irileşmiş, parıl
parıl olmuştu. Emeti Kadın'a;

-Gördün mü? İşte gözlerini açtı; dedim.

Ve bileklerini, şakaklarını kolonya suyuyla oğuşturmak


istedim. Çocuk bu sefer dile geldi; kuru ve hummalı bir sesle:

-İstemem bırak. Acıtıyorsun; dedi. Ve daha sonra neresine dokunsam:

-Aman aman; diye bağırmaya başladı.

Onu, bir süre kendi haline bıraktım. Emeti Kadın, şimdi,


biraz sükünet bulmuş, çocuğun başucunda sessiz sessiz ağlıyordu.

Hasan, tekrar daldı. Ben ayakta, Hasan'a, bundan sonra


göreceğimiz faciaların bir küçük başlangıcı gibi bakıyordum.
Yüreğim birçok endişelerle dolup boşalıyor. Kendi kendime:
-Bunlar, hepimizi helak etmeden ve bu köyü yakıp yıkmadan
çekilip gitmezler.- diyordum.

Gece, odamın pencerelerine bir uğursuzluk kuşu gibi kanat germişti.


Karanlıkta, artık hiç görülmeyen Hasan'ın kesik, düzensiz solumalarını
işitiyorum. Yaralı çocuk, arada bir içini çekiyor, küçük bir ses çıkarıyor,
sonra gene kesik kesik solumaya başlıyordu. Emeti Kadın, köşede dinmeyen
bir inilti kaynağıdır. Sanki, hava dolu bir tulumun ağzını bir el sıkıp
gevşetiyor; gevşetip sıkıyor.

Derken sokaktan doğru bir gürültü, bir patırtı, bizim eve


yaklaşıp durdu. Ne oluyor? diye düşünmeye vakit kalmadan
güm, güm, güm sokak kapısının vurulduğunu işittim. Bunu:
-Aç vire haydi, çabuk sesleri izledi. Açsam ne olacak?
Açmasam ne olacak? İçimden: Bırakayım, kırsınlar dedim. Çok
sürmedi, kapı büyük bir çatırtıyla kırıldı ve aynı zamanda,
evin içi, sanki bir sürü başıboş hayvan istilasına uğramış gibi oldu.

Emeti Kadın, köşesinden:

-Amanın, geliyorlar. Şimdi ne yapacağız? diye seslendi.

Sus! dememe kalmadı, gürültü bir hamlede odanın içini


dolduruverdi. Önce, birkaç elektrik fenerinin muhtelif noktalara
çevrilmiş ışıkları... Bunlardan biri benim yüzümü aydınlattı. Bir tanesi
dönüp dolaşıp Hasan'ı buldu. Öteki, Emeti Kadın'ı boş yere aradıktan sonra
geldi benim masamın üstüne saplandı.
Bir ses:

-Vire, kalk, lambayı yak.

Ben, yerimden kımıldamıyorum. Donmuş duruyorum.


Bir pençe, omuzumdan kavradı; beni sarstı, sarstı:

-Vire, kalk; diyorum.

Bilmem görebildi mi, bilmem göremedi mi, başımı kaldırıp herifin


yüzüne öyle derin, öyle candan gelen bir nefretle
baktım ki, beni bırakıp lambayı yakmak zorunda kaldılar.
Emeti Kadın, saklı durduğu karanlık köşeden kendini tutamadı:

-De ha, lamba pencerenin içinde, dedi.

Bütün el projektörleri Emeti Kadın'ın üstüne çevrildiler.


Kadın'ın gözleri kamaşıp iki eliyle yüzünü kapadı. Düşmanlar kendilerini
tutamadılar. Hep bir ağızdan, bir kahkaha kopardılar. Emeti Kadın'ın bu
hareketi, cidden o kadar tuhaf oldu ki, ben bile kendimi tutamayıp
gülecektim.

Lamba yanıp oda aydınlanınca, bizi basanların altı yedi


kişi kadar olduğunu gördüm. Bunların ikisi küçük rütbeli iki
subay veya çavuştu, öbürlerinden birkaçının demin beni soymaya kalkışan
askerlerden olduğunu tanıdım.

Biri önüme dikildi:

-Silah var mı?

-Yok; sizden önce gelenler hepsini alıp götürdüler.

Emeti Kadın söze karıştı:

-Vallah, billah yok. Dedüğü gibi hepsini aldılar. Aha ben


şahidim; dedi.

Aynı adam tekrar sordu:

-Paran var mı?

-Olacak. İşte, bunun içinde, dedim.

Ve masamın çekmesini gösterdim. Ve cebimden anahtarını çıkarıp önlerine


attım. Bütün param orada, bir tomar halinde duruyor. Herif çekmeyi açtı ve
tomarı çıkarıp masanın üstüne koydu. Emeti Kadın'ın gözleri yuvalarından
fırlayacaktı. Bu esnada küçük Hasan da yatağın içinde birkaç defa
doğrulup kalkmaya çalıştı, muvaffak olamadı. Başı tekrar
yastığa düştü. Fakat, iri siyah ve parlak gözleri acayip bir
diklikte odadakilerin üstüne saplandı kaldı.

İki subaydan veya çavuştan biri:

-Bu çocuk kim?

Emeti Kadın, hemen atıldı:


-Benim yavrumun yavrusu. Onun babası da sizin gibi askerdi. Seferberlikte
şehit düştü.

Sual soran, bu cevaba pek aldırmadı. Omuzlarını silkti


ve bana dönüp:

-Bu kadın kim? dedi.

-Benim işlerime bakıyor.

Bu sırada öbür askerler odanın içini araştırıyorlardı. Gene geçen seferki


gibi, kitaplar altüst olmaya, eşyalar süngülenmeye başladı. Ben bunlara,
alışkın bir adam tavrıyla bakıyorum.

Yalnız, bu defter, ellerine geçsin istemiyorum. Ona her


ellerini uzatışlarında yüreğim ağzıma geliyor. Derken esvap
dolabını, sandık ve bavullarımı açtılar. İçindekileri odamın
ortasına yığdılar.

Bu rahat ve telaşsız talan karşısında, Emeti Kadın hayretten hayrete


düşüyor, iki dizi üstüne doğrulup ileriye atılmak, bir şey söylemek, bir
müdahalede bulunmak istiyor.

Ben: Otur karşıma diye işaret ediyorum. Tekrar iki büklüm olup kalıyor.
Ve Hasan'ın kara gözleri, parıl parıl, dimdik bakıyor.

Beni her şeyden ziyade bu gözler korkutuyor. Bana her


şeyden ziyade, bu gözler endişe veriyor. Yerimden kalkıp ona
doğru uzansam, belki bütün endişem, bütün korkum dağılacak. Kim bilir, belki
de! Odamın içindeki gürültüden, hala soluk alıp almadığını hissedemiyorum ki...
Hasan, Hasan diye seslensem mi? Ya cevap vermezse.

Düşman askerleri, odamın içinde dönüp dolaşıyorlar, daha bir şey


arıyorlardı. Ben dedim ki:

-Ne istiyorsunuz? İşte her şeyi aldınız.

İçlerinden biri:

-Bu eşyaları saracak bir şey, dedi.

Ben omuzlarımı kaldırdım:

-Artık o kadarını bilmem, dedim.

Fakat, onlar benim yardımıma lüzum görmediler. İkisi


üçü birden Hasan'ın yattığı yatağın çarşafını; öyle bir el çabukluğuyla
çektiler ki, aman demeye vakit kalmadı, zavallı çocuk yere yuvarlandı.
Cansız bir cismin düşüşünden çıkan sağır, boğuk bir ses: Güm...

Emeti Kadın ve ben, hemen fırladık. Çocuğu yerden kaldırmak istedik.


Lakin bu küçük vücut şimdiden kaskatı olmuş, ağırlaşmıştı ve sırtı zıypak
bir maddeyle sırsıklamdı.

Lambayı yaklaştırıp bakınca gördüm. İki küreğinin ortasında bir küçük


nokta. Bir küçük ve siyah delik... Hasan'ın bütün kanları ordan akıp
gitmişti. Yere serili şiltenin ortasında da, bu kandan, zift gibi kapkara,
bir büyük leke hasıl olmuştu.

Sesim, boğazımı yırtarak bağırdım:

-Onu siz öldürdünüz. Onu siz öldürdünüz!

Beni, haydi oradan vire diye bir kenara ittiler. Biri kafama bir yumruk
indirmek için kolunu uzattı. Fakat, gözü
yerdeki cesede ilişir ilişmez donakaldı. Birbiri ardı sıra küfürler
savurarak dışarıya çıktılar.

Bu çıkışın, bir kaçıştan farkı yoktu. Küçük çobanın ölüsü, bizi herhangi
bir tecavüzden korumuştu.

Küçük çobanın ölüsü... Emeti Kadın, onun başında ulumaya başladı.

Ne uğursuz bir gece!.. Sanki hiç sabah olmayacak gibi.

Sabah oldu. Ama, ne sabah! Çığlıklar içinde bir sabah.


Kadınlar bağırıyor ve çocuk hıçkırıkları köpek ulumalarına
karışıyor. Sanki bir gemi batmak üzere. Sanki çılgın bir bestekar
iptidai bir orkestrada, Dünyanın sonunu çalıyor.
Ben ve Emeti Kadın, bütün gece hiç gözlerimizi yummamışız. Ben, susarak, o
uluyarak Hasan'ın cenazesini beklemişiz.

Sabaha karşı, kadında da uluyacak ses ve takat kalmadı.


Bütün ağlamaları boğazından yukarı çıkamayan derin bir hırıltı halini
almıştı.

-Emeti Kadın, artık sus. İşte sıra bize geliyor. Hepimiz


Hasan'la beraber gideceğiz, dedim. Kadın, dizlerinin üstüne
dayanan başını kaldırdı:

-Ne dedün? Ne dedün?

-Dediğim şu: Bizi de öldürecekler. Sonra bütün bu köyü


yıkıp yakacaklar. Ondan sonra bırakıp gidecekler.

-Aman, kaçalım bari. Bir yerlere kaçalım.

-Kaçsan da kaç para eder? Sana, köyde taş taş üstüne bırakmayacaklar
diyorum. Bir yere kaçmış olsan da iki gün sonra açlığından ölürsün.

-Vay bak. Yangın kokuları gelmeye başladı. Sahi, bir şey tütüyor.

Oturduğum yerden kalkıp Hasan'ın gözlerini kapadım.


Hiç bu kadar canlı bakan ölü görmemiştim. Gözleri kapandıktan sonra bile,
kirpikleri arasından acayip, endişe verici bir bakış sızıyor. Yüzünde
hiçbir ıstırap izi yok. Sanki acı duymadan ölmüş gibi.

Lakin, yalnız bu çocukta değil, ben savaşta ölenlerin hemen hepsinin


yüzünde bu sükuneti, bu tatlı sükuneti gördüm. Dudaklarında takallüs
yerine rahat bir gülümseme, bir güzel rüyaya dalmış adamın gülümsemesi...

Ölüm, belki cismani hazların en büyüğüdür. Belki; kimbilir? Bakalım şimdi


göreceğiz.
Küçük Hasan'ın yüzünü, bir gazete parçasıyla örtüyorum. Çünkü, odada bir
partal keçe, bir kirli havlu bile bırakmadılar.

Dışarda çığlıklar devam ediyor. Arasıra tanıdığım insanların seslerini


duyar gibi oluyorum. Kulak kabartıyorum. İşte bir adam avazı çıktığı kadar
bağırıyor.

-Ateş camiyi sarıyor. Suyu buraya getirin. Bu yana...


Bu, bizim İmamın sesidir. Derken bir başkası:

-Ülen samanlık tutuştu. Gidiverin, gidiverin...


Bu Bekir Çavuş'un sesidir. Öbür taraftan muhtar:

-Bizim hatun içeride kaldı, yahu... Ne yapsak ki... diye bağırıyor.

İçimden, Muhtarın kötürüm karısı artık ölebilir, diyorum. Birden ve


uzaktan uzağa Zeynep Kadın'ın sesini de duyar gibi oluyorum:

-Donguzlar, donguzlar!.. Aha şimdi de bizden yana gelirler.

Bir atlayışta soluğu kapının önünde aldım. Tam eşiği atlayıp geçeceğim
anda insana benzer acayip, katı ve şekilsiz bir şeyle karşı karşıya geldim.
Az kalsın çarpacaktım. Durdum:

-Süleyman sen misin?

Bir sivrisinek vızıltısı bana cevap verdi:

-Bizim odayı ateşlediler. İzin verirsen aşevinde bir kenara yatıvereyim.


Süleyman, bir pis yorgana sarılmış, incecik bacakları üstünde titriyordu.

-Git, git. Git yat. Ama burası daha salim değil ki, nerede ise, buraya da
gelirler, ateşe verirler.

Ve bunu söylerken, aklıma defterim geldi. Döndüm. Onu


masamın üstünde, kitap, kağıt ve gazete yığınları arasından
bulup çıkardım. Bütün uzunluğunca, gömleğimin altına, göğsümün üzerine
yerleştirdim. Sonra durdum, düşündüm, daha ne yapacaktım? Ha; yanıma bir
kalem alacaktım. Kimbilir, bir daha artık buraya dönemem. İşte yarısına
kadar yontulmuş bir kurşun kalem duruyor. Onu alıp pantolonumun
cebine soktum. Şimdi, artık bir daha dönmemek üzere gidebilirim.

Hayatımın son dakikasına kadar başımdan ne gelip, ne


geçecekse bu küçük kalemle bu kapsız deftere yazacağım.
Gece karanlıkta, bu milli facianın bütün esrarını buraya dökeceğim, onu bir
taşın altına bırakacağım.

Çok geçmez, hayır, hayır, ya iki, ya üç gün sonra buralarda tekrar Türk
askerlerinin çarık sesleri duyulacaktır. Bunlardan bir kısmının yolu mutlaka
buraya uğrayacaktır ve bu zavallı viraneyi gezip görmeden geçip
gitmeyecektir. İşte, tam bu gezintilerin birinde, tıpkı Mehmet Ali'ye
benzeyen yağız bir er, bu defteri bularak subayına koşacaktır. Otuz iki
dişini birden gösteren bir tebessümle sırıtarak:

-Efendi, efendi şuna bakıversene, acep, nedir ki?.. diyecektir.


Subay, defterin yapraklarını yavaş yavaş çevirmeye başlayacaktır. Bu merak
defterin son yapraklarına doğru derin bir heyecan halini alacaktır.
Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni
kendilerinden sanmayıp daima manevi bir ezaya mahkum kıldıkları için
köylülere bir öfke bağlamasın.

Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu


umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa'ya bile hakkımı helal
ediyorum. Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.

Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir.


Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben
onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her
şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde
bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve
cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından
örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.

Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına,


artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu
ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm
dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür.

Defteri koynuma ve kalemi cebime yerleştirdikten sonra,


dışarıya çıktım. Ve ağır ağır yangın kokularının, dumanların, çığlıkların
geldiği tarafa doğru yürüdüm.

Bütün köylüler, kadın erkek, çoluk çocuk meydanlığa


toplanmışlardı. Kadınlar; buraya ateşten kurtarabildikleri
eşyaları yığıyorlar ve bu iş bittikten sonra her biri kendi eşyasını teşkil
ettiği küme üstünde oturup ağlıyordu. Erkekler,
artık uğraşmanın, karşı koymanın faydasızlığını anlayıp elleri böğürlerinde
ayakta duruyorlardı. Ben bunlara doğru gittim.

Etrafımızı çeviren düşman askerlerinin halimizle alay


eder gibi bir tavırları vardı. Kimi süngüsünün ucu ile kadınlardan veya
çocuklardan herhangi birini korkutuyor. Kimi nişan alacak gibi tüfeğini
şunun bunun üzerine çeviriyordu.

İşte çığlıklar hep bir ağızdan o zaman kopmaya başlıyordu.


Arada bir gene onlardan birkaçı aralarına girip yangından kaçırılmış eşyayı
almaya kalkışıyordu. Kadınlar, Virmeyiz, canımızı alın gayri... Virmeyiz.
Aha, bir kuru canımız kaldı. Onu da alın diye saçmasapan birtakım şeyler
söylüyorlardı. Bu sözlere, derhal tekmeler ve yumruklar cevap veriyordu.
Bunun üzerine bir çığlık daha kopuyordu.

Birisi Zeynep Kadın'ın önüne dikilip sordu:

-Yüzüme neden öyle öfkeyle bakıyorsun? Altınlarını aldık diye mi? Sende
daha çok var. Biliyoruz.

Zeynep Kadın:

-Gözünüze dizinize dursun donguzlar... diyordu.

-Domuz mu? Biz domuz ha? Al sana, al sana...


Ve Zeynep Kadın, bir süre tekmeler, yumruklar altında
bunalıp kalıyordu.

-Hele şuna bak. Kız ne örtünüp duruyorsun öyle?

Bir başka gavur, bu sözlerle Emine'ye yaklaşıyor. Emine


bir mahşer içinde büzüle büzüle, kapana kapana şekilsiz bir
şey, bir bohça halini almıştı. İsmail, erkekler arasında ayakta duruyor. Yan
gözle başlayan sahneye bakıyor.

-Aç suratını. Aç bakayım.

Bu adam bir Ermeni şivesiyle konuşuyordu. Elini Emine'nin başına doğru


uzattı. Ben köylülerden birine yaklaşıp yavaşça:

-Yahu bunların subayları filan nerede? dedim.

-Bilmiyorum gayri...

Biraz ötede gözüme Bekir Çavuş'un dik bıyıkları ilişti.


İşaret ettim. Yanıma geldi.

-Bunlar böyle başıboş mu? Kumandanları yok mu?

-Var. Demin buradaydılar. Şimdi, te orada Porsuğun yanında oturuyorlar.

-Ben gidip bunları şikayet edeceğim.

-Nafile dinlemezler.

-Yok, yok. Ben gidip şikayet edeceğim.

Kalabalığı yarıp, Bekir Çavuş'un gösterdiği yana yürüyorum. Derhal, üç


dört asker birden etrafımı çeviriyor. Tesadüf. Bunlardan da hiçbiri Türkçe
bilmiyor. Onlar, Rumca bir şeyler soruyor. Ben Türkçe bir şeyler söylüyorum.
Anlaşmak kabil değil. Nihayet, işi Fransızca'ya döktüm. Gene anlamadılar.
Sonra işaretle ve tek tük hatırıma gelen Rumca kelimelerle kumandanlarına
gitmek istediğimi anlattım. Onlar, belki kumandanlarının beni çağırdığını
söylediğime hükmettiler. Benimle yürümeye başladılar.

Subaylar, Bekir Çavuş'un işaret ettiği yerde, derme çatma bir çadırda
oturmuşlar, bir şeyler yiyorlar.

Daima yanımdaki askerlerle beraber, yanlarına yaklaştım. Fransızca:

-Müsaade ederseniz, sizinle bir iki söz konuşmaya geldim, dedim.

Dört kişi idiler. Dördü de birden ayağa kalkıp telaşla bana doğru
yürüdüler.

İçlerinden biri:

-Siz kimsiniz? Burada işiniz ne? dedi.

-Ben, gördüğünüz gibi, bir sakat askerim. Bu köye çekilmiş oturuyorum ve


size askerlerinizin, köylülere ettikleri ezadan şikayete geliyorum.
-Ne gibi? Ne gibi?

-Haydi köyü yaktınız. Para ve yiyecek namına ne varsa


aldınız. Fakat, şu biçare insanlara eza edilmesinin mana ve
lüzumunu anlamıyorum.

Subay, kaşlarını çattı:

-Yunan askeri öyle şey yapmaz. Yanlışınız var, dedi.

-Nasıl yanılmış olabilirim? Şimdi gözümle gördüm. Bir


çoban çocuğu benim evimde öldürülmüş yatıyor.

-Eh, kim bilir ne yapmıştır. Bize husumet gösterenlere


karşı, en şiddetli tedbirleri almakta mazuruz. Biz oyun oynamıyoruz.
Savaşıyoruz.

-Köyü yakmanızı, zahiresiz ve parasız bırakmanızı anlıyorum. Fakat, tekrar


ediyorum ki, kadınlara ve çocuklara edilen eza ve cefaları lüzumsuz bir
zulüm telakki ediyorum.

-Rica ederim. Kelimelerinizi tartarak söyleyin.

Arkasına dönüp bana yol vermek isterken birden hatırına önemli bir şey
gelmiş gibi.

-Durun, durun... Biraz gelir misiniz buraya... dedi.

Ve arkadaşlarına Rumca bir şeyler söyleyerek beni gösterdi.

-Siz bir subaysınız öyle mi? Ne zaman? Nerede?

-Umumi harpte, muhtelif cephelerde bulundum.

-Kolunuzu nerede kaybettiniz?

-Çanakkale'de... dedim.

-Ha ha, öyle ise siz mükemmel bir Kemalist'siniz:

-Bir Kemalist mi? Evet. Fakat, Çanakkale'de harp ettiğim için değil, sade
bir namuslu Türk olduğum için...

Subaylar güldüler:

-Pa, pa pa... Siz tahminimizin üstünde bir ateşli patrioyot'muşsunuz.

Suratımı asıp önüme baktım. Subay devam ediyor:

-Şu halde, niçin cephenin öbür tarafında bulunmuyorsunuz?

Ben gene susuyorum. Subay devam ediyor:

-Mutlaka, bizim buralara kadar geleceğimizi tahmin etmediniz ve rahatınızı


bozmak istemediniz. Lakin, işte görüyorsunuz ki, geldik. Ve isteseydik daha
ileriye gidebilirdik.
Ben susmakta ısrar ediyorum.

-Gidemez miydik sanıyorsunuz? Öyle bir giderdik ki...

Fakat, bizim maksadımız fütuhat değildir. Biz, barışı temine


çalışıyoruz. Kaç yıldır döğüşmekten bıkmadınız mı? Siz
Türkler döğüşmekten başka bir şey bilmez misiniz? Bütün
cihan barış istiyor, yalnız siz, Kemalistler, ateşe devamda
inat ediyorsunuz.

Subaylardan biri daha atıldı ve gayet fena bir Fransızca


ile:

-Günün birinde aklınız başınıza gelecek amma, iş işten


geçtikten sonra, dedi.

-Siz gittikten sonra... dedim.

-Ne dediniz? Ne dediniz? Biz gittikten sonra mı? Hah,


hah, biz nereye gidecekmişiz? Bizi buraya büyük Avrupa
devletleri, sizin aklınızı başınıza getirmeye gönderdiler. Bu
insani görevi başarmadan bir yere gidemeyiz.

-Çok teşekkür ederiz. Fakat, şu dumanı tüten köyde


yaptığınız şenaatler de büyük devletlerin emriyle mi?

Bana, ilk hitap eden subay tekrar ayağa kalktı. Kepini


başına geçirdi.

-Haydi gidelim, bakalım, neymiş bu şenaatler... dedi.

Ben önde, o arkada köye doğru yürüyoruz. Gittikçe tekrar kulağıma


çığlıklar gelmeye başlıyor. Subaya döndüm:

-Hep şirretliklerinden, hmp şirretliklerinden... dedi. Eminim, oraya


vardığımızda, bütün bu gürültüleri haklı gösterecek hiçbir müsbet vakaya
tesadüf edemeyeceğiz.

Gerçi köylüler arasında, küçük Hasan'dan başka ne bir


ölen, ne bir yaralanan vardı ve askerlerin halka yaptıkları
şey nihayet zalimce bir sataşma hududunu aşmıyordu. Lakin, düşman
askerlerinin asıl bu tarz hareketleridir ki, bana
herhangi bir katliamdan daha ağır, daha acı geliyordu.

Subay, sözde ciddi bir tahkikata başlayan bir adam gibi


Türkçe bilen askerlerden biri vasıtasıyla köylüleri birer birer
sorguya çekti. Kamçısının ucu ile soracağı kimseye (kalk)
işareti veriyordu. Sonra sorularını sıralıyordu:

-Adın ne? Kaç yaşındasın? Seni döven veya yakınlarından birine bir kötü
muamele eden oldu mu? Bir şeyden şikayetin var mı?

Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim


kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya atılıp her sorguya
çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele
köylünün açıkça, dobra dobra söylemeğe başlarken tercümanın, yavaş sesle
dönüp büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden çıkardı. Subaya doğru
yürüdüm:

-Bu yaptığınız bir komedyaya benziyor dedim. Bu adam


köylüyü istediği gibi konuşmaktan menediyor. Bin bir türlü
tehditle sözlerini ağızlarına tıkıyor ve birçok sözleri de size
yanlış naklettiğinden eminim.

Subay, yüzüme sert sert bakmakla yetindi. Tekrar askerine dönüp (sen buna
bakma) der gibi bir şeyler söyledi ve kaba ve gülünç oyununa devam etti.

Köylülerin kimi kekeliyor, kimi aklınca, bir politika yapmak için bir
şeyden şikayeti olmadığını söylüyor. Kadınlar
ise hemen umumiyetle ağlamağa başlıyordu.

Yalnız Zeynep Kadın ağlamadı. Bir Orta Anadolu kıraçlığını andıran çehresi
her zamankinden daha sert, daha yalçındı ve sesi bir dişi kurdun ulumasına
benziyordu:

-Evimi yaktınız. Harman yerindeki buğdayımı yaktınız.


Bütün paramı, altınlarımı aldınız. Gelinlik kızlarımın boyunlarındaki
Mahmudiyelere kadar neyimiz varsa çaldınız.

Şimdi de gelmişsiniz; şu altımdaki yatağı yorganı almağa çalışıyorsunuz.


Donguzlar, donguzlar...

Tercüman:

-Kadın, çok ileriye varma, diyor. Bu söylediklerini olduğu gibi kumandana


anlatırsam seni berbat eder. Aklını başına al.

-Hele hele, şu dedüğüne bah... Benim bundan sonra neden korkum olacakmış.
(Göğsünü bağrını açarak) Aha, al canımı; aha al canımı...

Tercüman kendi kendine söylenir gibi.

-Peki, peki. Haydi otur yerine. Amma belaya çattık ha... diyordu.

Fakat Zeynep Kadın bir nevi cezbe halinde idi.

-Mal gittikten, yiyecek, içecek kalmadıktan sonra canın


ne hükmü olur? Şimdi de namusumuza, ırzımıza el uzatmaya başladınız.
(Kızlarına ve gelinlerine dönerek) Ne susuyorsunuz? Söyleyin be!..

-Sus vire kadın, sus!

Tercüman, bir başkasına geçmek istiyor. Zeynep Kadın


bu sefer, Emine'yi göstererek:

-Aha, buncağıza kaç defa, bizim gözümüz önünde dokunmak istediler, diye
bağırdı.

Tepeden tırnağa kadar titredim. Tekrar subaya dönerek:

-Bu kadının, hiç değilse heyecanı size bir şey ifade etmelidir, dedim.

Tam bu sırada yüz yüz elli adım ötede, bir köşe başında
Emeti Kadın, küçük Hasan'ın ölüsünü sırtına yüklenmiş, bin
zahmetle, iki büklüm yürümeğe çalışıyordu.

-Amanın, amanın, amanın...

Koşarak yanına vardım. Beni önünde görünce:

-Senin ev de yanıyor. Senin evi de yaktılar. Çocuğu zor


kurtardım. Vıy anacığım, vıy; diye söylendi ve sırtındaki dramatik yükü ile
Shakespeare'in cadılarından biri gibi yere yuvarlandı.

Çocuğu bir kenara yatırdım ve kadını omuzlarından tutup taşa dayadım.

-Aman, amanın... Ne de ağırmış bu çocuk? Hiç de böyle


değildi... Saatlerce arkamda, kucağımda taşırdım da of demezdim. Şimdi
bak... Şuracıktan şuracığa yürüyemedim.

Dizlerim kesiliverdi... Aman, yetiş evin yanıyor!


Kesik kesik, soluya soluya konuşuyordu.

Belki birkaç parça eşyamı kurtarabilirim ümidiyle eve


koştum. Lakin, çok geç kalmışım. Parça parça alev dilimleriyle yalanan
koyu bir duman küçük kerpiç binayı çepeçevre sarmıştı. Yapacak bir şey
kalmamıştı. Geriye dönmek üzere iken hatırıma eşeğim geldi. Ahır tarafını
henüz büsbütün ateş sarmamıştı. Bir tekmede kapıyı ittim. Dünyadan habersiz
hayvan telaşsız, kaygısız bana bakıyordu. Onu, ite kaka
zorla dışarıya çıkardım.

Ya Süleyman?.. Avazım çıktığı kadar bağırdım:

-Süleyman, Süleyman...

Hiçbir ses bana cevap vermedi. Gözlerim, dumandan yanarak akıyordu ve


hançerem zifir tıkalı bir boruya dönmüştü. Artık sesim çıkmıyordu. Sarhoş
gibi sendeleyerek Emeti Kadın'ı ve Hasan'ı bıraktığım noktaya döndüm. Bir de
baktım ki Emeti Kadın yapayalnız, saçını başını yoluyor:

-Aldılar, aldılar götürdüler yavrumu... Nereye götürdüler? Ne yapacaklar?


Dizlerim tutmuyor ki, arkalarından koşup erişeyim.

-Emeti Kadın, ben gidip anlarım.

Ve tekrar meydanlıktaki kalabalığa karışıp rastgeldiğime soruyorum:

-Yahu, Hasan'ın cenazesini alıp gitmişler... Gördünüz mü?

Ahmak ahmak yüzüme bakıyorlar:

-Hangi Hasan? Ne cenazesi?

Hiçbirinde anlayış namına bir şey kalmamış. Sanki her


birinin kulağı ile beyni arasında bir uçurum açılmış gibi...

Demin, halkı çevirmiş olan düşman askerlerinden de eser


yok. Hepsi bir yana dağılmış.

Ben, Hasan'a dair bir bilgi almak için bizim köylülerden


ümidimi kesip, onlara koşuyorum. Birinden öbürüne gidiyorum. Kah Türkçe,
kah Fransızca, kah yarım yamalak bir Rumca ile soruyorum. Hepsinde, benim bu
telaşımla alay eden bir tavır var. Hiçbirinden ciddi bir cevap alamadım.

Nihayet, Emeti Kadın'a görünmekten korkarak, ben de


gittim, köylülerin arasına sokuldum. Kendime bir yer bulup
oturdum. Şimdi herkeste bir (ne yiyeceğim) endişesi var.

Dün akşamdan beri ağızlarına bir lokma koymamış çocuklar,


durmaksızın ağlıyorlar. Kocakarılar, Zeynep Kadın'dan örnek alıp mütemadiyen
sövüp sayıyorlar. Genç kızlar genç kadınlar, gözleri korkudan büyümüş, ürkek
ürkek etraflarına bakınıyorlar. Erkeklere gelince, hep bir arada yavaş yavaş
konuşmağa başlıyorlar.

Bana hiç kimse bir şey söylemiyor. Omuz omuza, diz dize
oturmuş olmamıza rağmen, ben hala her birinden yüzlerce
fersah uzaktayım. Yalnız, Emine ile aramızda gizli bir aşinalık bağı
gerilmiş gibidir. Kalabalığın içinde yan gözle birbirimize bakıyoruz. Fakat,
bu ani ve gelip geçici bakışlarda neler yok! Onunkiler; beni kurtar diyor.
Benimkiler; peki, kurtaracağım diyor. Onunkiler; senden başka kimsem yok
diyor. Benimkiler; ben de senden başkasını düşünmüyorum diyor.

Sonra birlikte, bizi kurtaracak olan çareleri araştırıyoruz. -Kaçalım mı?


-Kaçalım. -Nereye? -Hele bir gece olsun.

Ya bizi ele geçirirlerse? -Ele geçiremezler. Geçirirlerse de ben


kolayını bulurum. -Sen bulursun.. Evet; ben yalnız sana inanıyorum.
Hiçbir zaman insan gözleri bu kadar dile gelmemiştir.
Emine'nin duru ve solgun yüzü üstünde, bunlar alevden iki
ses gibi... Ve bu seste, büyük sahne orkestrasının bütün perdeleri, bütün
beste ve ahenk ayrıntıları var. Sanki dramatik
musikinin bütün kadın kahramanları her biri kendine mahsus ıstırapla
kıvranarak, haykırarak, gözümün önünden geçiyorlar. Ben, yangın zifiri ve
insan kemiği kokan bu trajedinin içinden bu ezeli facia sembollerine
doğru uzanıyorum. Ve onların hepsi Emine'dedir.

Ne kadar da süzülmüş! Sanki bir usta sanatkarın görülmez eli dün geceden
beri, bu yüzü, bu yanakları, uzun bir perhiz ve çileden sonra İsa'nın
tasviri önünde dua eden sıtmalı azizelerin yanakları gibi çukurlaştırmıştır.

Alnına, derin bir düşüncenin asil gölgesi düşmüş. Gerdanı bir kuğunun
boynu gibi uzamıştır. İçimden kendi kendime diyorum ki: Seni bu hale
getiren felaketi takdis edeceğim geliyor.

Yanıbaşımda birisi öbürüyle konuşuyor:

-Harman yerindeki ekinlerden hepsi yanmadı. Acep, geriye kalanlar bir işe
yarar mı?

-Azıcık yanık kokar sanırım.

-Benim aklıma bir şey geliyor. Bunları bir iyice yıkadıktan sonra döğsek,
biraz da kepekle karıştırsak...

-Eh, ziyan vermez. Şu çoluk çocuğun kursağına bir şey girmiş olur.

Bütün bu kaygılardan ne kadar uzağım! Artık, mide,


kursak diye bir şeyim yok. Yalnız ruhtan, histen, sevgiden
ibaret ateş haline girmiş bir düşünceyim ve uçuyorum, uçuyorum ve bu yanmış
köyün külleri arasındaki bu küçücük insan kümesi, bana bozulmuş bir yuva
kenarında bir karınca birikintisi gibi görünüyor. Ben ve Emine bunların
üstünde karşılıklı iki alev parçası gibi uçuyoruz.

Yanıbaşımdakiler, yeryüzüne ait konuşmalarına devam


ediyorlar.

-Bu akşam, gidecekler galiba... Hepsi aşağıda, ovada toplanıyorlar...

-Ben de gördüm. Hayvanlarını, yüklerini hep hazır etmişler. Biraz önce


kurnandan çadırı kurulmak üzere idi, sonra vazgeçip toplamağa başladılar.

-Durup ne edecekler ki, onlar da bizim gibi aç kalırlar.

-Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte, ne


altta kodular.

-Öbür köylerde de böyle mi yaptılar acep?

-Ne olacak sankim, gitsen sana hayırları mı olur?

Bir başka ses bahse karışıyor:

-Git bakalım, bizim Ağaya... sana zırnık verir mi? Aha


onun evini yakmadılar. Tahılı, samanı, arpası, hayvanı olduğu gibi duruyor.
Bak, şimdi görünür mü?

-Ne etti de başını kurtardı?

-Öbür sefer gelenler yok mu? İşte, işini onlar yoluna koyuvermişler.
Onlardan bir kağıt almış, vesika mı, ne diyorlar; onu gösteriverince -Sana
ziyanımız olmaz, rahatına bak- diye çekilirlermiş.

-Bizim İmam da öyle olacak. Meydanda hiç görünmüyor.


Geçen sefer, o da Salih Ağa'yla beraber gittiydi ya...

Başka bir anda, beni kudurtmaya yetecek bu sözler karşısında, şimdi


tamamıyla kaygısızım. Varsın, işini uydursunlar. Varsın, bu perişan, çıplak
ve biçare kalabalık da açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. Benim ne yemeğe, ne
içmeğe ihtiyacım var. Akşam, karanlık basınca, Emine'yi alıp gideceğim.

Bir sürünün içinden bir kurt, bir kuzuyu nasıl kapıp giderse
öyle alıp gideceğim. Köyün sınırını aşar aşmaz, yanyana bizim hatlara doğru
koşacağız. Onu, yorulduğu vakit sırtıma alacağım. O kadar hafiflemiş, o
kadar hafiflemiş görünüyor ki, onu, bir kuş gibi taşıyacağımı tahmin
ediyorum.

Eğer bunu yapmayacak olursam iş işten geçecektir. Bu


gece, düşman askerleri, gündüzün peyledikleri güzel kızların
ve genç kadınların hep üstlerinden geçeceklerdir. Yaptıkları
fecaatlar ancak bununla tamam olacaktır. Zira, hiçbir katliam bunsuz
yapılmamıştır.

Yakıp yıkarken hayvanlaşan insanlar, ateşle, talanla teskin edemedikleri


kötü hırslarını, nihayet hayvanlığın en yüksek bir ifadesi olan cebri
temellükle yatıştırırlar. Zaten, cinayet bundan başka bir şey midir? Bir
adamın kanına girmek, bir kadının ırzına geçmek, bunlar hemen hemen eş
manalı tabirlerdir.

Ben, şu anda kurban durumunda olmama rağmen bu tabii hadisenin başdöndürücü


vahşiliğindeki korkunç sırrı tahlil edebiliyorum. Dememiş miydim ki herkese
ve her şeye artık başka bir cepheden bakıyorum. Ademoğullarının içlerindeki
uçurum, artık benim gözlerimi karartmıyor. Çünkü, bende medeni insan
hassasiyetinden gitgide hiçbir eser kalmıyor. Bütün toplum bağlarından
sıyrılmış, bu kuru ve çıplak tabiatın ortasında, bu yarı çıplak insanlar
arasında, kovuğundan dışarı atılmış iptidai bir mahluktan hiç farkım
kalmadı. Artık, bir an için olsun, içgüdülerimin üstüne çıkıp
soyut ve genel fikirler mıntıkasına kadar yükselemiyorum.

Ancak, cinsiyetimin sesini işitebiliyorum. Bu ölüm ve açlık


havası içinde, bu ses, bence bütün ilahi ve akli hakikatlere
bedeldir.

İşte, akşam oluyor. Eşref saat yaklaşıyor. Emine'ye, bir


sürü sargılı kadın ve erkek başları arasından hazır mısın?
der gibi bakıyorum. Birkaç saattir, hareket hazırlıklarını
yapmak için bizden uzaklaşan düşman askerleri gece etrafımızda dolaşmağa
başladılar. Genç dişilere sataşıyorlar ve sağdan soldan söz atıyorlar:

-Kız, gel sana yiyecek vereyim.

-Pişt, pişt, yeşil gözlü, bana bak.

-Başını çevirme öyle. Bana kızgın mısın? Ne yaptım ben sana?

-Bırakmam seni. Seni alıp Atina'ya götüreceğim.

-Beni, istemezsen, seni kumandanın yanına götürüveririm. O sana para


verir, yiyecek, giyecek verir. Bak, bak ayakların çıplak, onlara güzel
kunduralar istemez misin?

Yavaş yavaş bu dil şakaları el ve ayak şakalarına çevriliyor. Zavallı


kadıncağızlar, zavallı kızcağızlar yegane korunma çaresini birbirine
sokulmakta buluyorlar. Sokuldukça sıkışıyorlar. Adeta, kocaman, yekpare bir
cisim haline girdiler.

İçlerinden bir tanesine bir el uzandı, bir ayak dürttü mü,


hepsi birden bir çığlık koparıyor. O vakit askerler azıyor:

-Al sana, al sana. İşte şimdi bağırın.

Ve çığlıklar yürek parçalayıcı bir raddeye çıkıyor.


İçlerinden bir tanesi, vahşi bir şaka yaptı:

-Şimdi, etrafınıza evleri yaktığımız eczalardan dökeceğiz


ve onu ateşleyeceğiz. Hepiniz bir arada cayır cayır yanacaksınız. Lakin
hepinizin birden öldüğünüzü istemeyiz. Hele güzel, genç kadınları mutlaka
kurtarmak isteriz. Bunlardan arzu eden kalabalığın içinden ayrılsın
çıksın...

Şimdiden ölüm kokan bir sükut bu şakaya cevap verdi. O


ana kadar, hep elleri kuşağında, ayakta duran küçük İsmail'in dizlerinin
bağı çözülüp bulunduğu noktaya düştü. Zeynep Kadın teranesini boğuk bir
sesle tekrar etti:

-Donguzlar, donguzlar...

-Hey donguz, bu kızlar senin neyin oluyor.

-Elinin körü oluyor.

-Ne dedin? Ne dedin?

Zeynep Kadın'ı bir iyi pataklamağa başladılar.

Ben atıldım:

-Ne yapıyorsunuz? Kadıncağızı öldürecek misiniz?

-Vire otur yerine be. Sen ne karışıyorsun?

Ve bir dipçik darbesi beni yerime oturttu.


Alacakaranlık, bu facianın üstüne yavaş yavaş bir kara
tül perde gibi iniyor. Çehreler gitgide siliniyor. Lakin, ben
her başımı yana çevirişimde, beş on kafa ötede, Emine'nin
bana dönmüş yüzünü hala görebiliyorum.

Gerçi; bu yüzün bütün çizgileri erimiş, geceleri bahçelerde görülen iri


çiçekler gibi anonim olmuştur. Ama, ben gene ne demek istediğini
hissediyorum ve yanına yaklaşıp konuşmak için karanlığın biraz daha
koyulaşmasını bekliyorum.

Fakat, işte ikinci bir çığlık. Nedir? Ne oluyor? demeğe


kalmadı, kümemizden bir parçanın, bir vücuttan bir uzuv gibi zorla
koparılarak, sürüklendiğini gördüm.

O nokta, bir alabora oldu, bir toza dumana karıştı. Bu,


Emine'nin ve görümcelerinin bulunduğu nokta idi. Kadınların arkasından bir
yılan gibi yerde sürünerek uzandım. Sesimi mümkün olduğu kadar alçaltarak:

-Emine, ayağa kalkmadan benim gibi sürünerek hemen


arkaya doğru çekil. Erkeklerin arasına katıl. Fakat yavaş
yavaş... ha şöyle, ha şöyle...

Emine ayağa kalkmadan benim gibi sürünerek hemen


adım adım geri çekildi. Düşmanın alıp götürdüğü Mehmet
Ali'nin kız kardeşlerinden biridir. Gecenin içinde gittikçe
uzaklaşan feryatları işitiliyor. Biz tam kümenin ortasına sokulup duruyoruz.
Emine'nin kulağına fısıldıyorum:

-Şimdi benim yanım sıra gel, sakın başını kaldırayım; belini doğrultayım
deme. Daima böyle, yerde sürüne sürüne...

Köylülerden birkaçının bize eğilip baktığını hissediyorum. Fakat, herkes


hayret ve dehşetten o kadar donmuştu ki, kimsenin kimseye dikkat edecek hali
kalmamıştı. Şu dakikada, ben Emine ile sarmaş dolaş yatsam gene kimsenin
umurunda olmayacaktır.

Emine ile uzun bir müddet omuz omuza dayanıp soluk


aldık. Biraz da etrafı dinliyorum. Sürü, kendi içinden kurbanını verdikten
sonra bir zaman sessiz ve hareketsiz kaldı.

Hatta Zeynep Kadın bile susmuştu. Ama, askerler gene aynı


taarruz noktasından sataşmaya başladılar. Gene, yarı tehdit
yarı şaka konuşma sesleri:

-Ne ağlıyorsun? O alıp götürdükleri senin kardeşin miydi? Ona bir fenalık
yapmayacaklar ki... Gel, istersen, seni onun yanına götüreyim.

Köylüler tarafından çıt yok. Bu sözleri, öbür taraftan,


kahkahalar, iğrenç ve vahşi kahkahalar izliyor. Sonra gene
bir homurtu, bir fısıltı... Elli, altmış kişilik bir insan kümesinin can
korkusundan solumaları ve gece... ve nerede başlayıp nerede biteceği
bilinmeyen bir gece... Emine'ye:

-Biraz daha uzaklaşalım; dedim.

Ve daha yavaş sesle, ağzımı kulağına yaklaştırarak ona


niyetimi bildiriyorum:

-Şimdi böyle, sürüne sürüne, kalabalığın öbür tarafına


çıktık mı iş kolay, mezarlığa gider saklanırız. Ama kalabalığın arasından
çıktıktan sonra da gene böyle yürüyeceğiz.

Emine hiç cevap vermiyor. Fakat, bütün dediklerimi sessizce yapıyor.


Baştan başa keçi ve teke kokan bu kalabalık iki ağıl hayvanı gibi burun
buruna fısıldaşarak yüzükoyun yürümemizde hiçbir acayiplik sezmiyor.
Sanki, ezelden beri hep böyle yürümeye alışmışız gibi... Yalnız, dipçiğin
çarptığı omuzbaşım dehşetle sızlıyor.

-Biraz dur Emine.

Son çemberi yarıp çıkmak üzereyiz. Fakat, bende şimdiden takat kalmadı.
Dipçik darbesiyle sızlayan sol yanıma dayanarak ilerlemekte hayli azap
çekiyorum. Emine benim medium'um gibi olduğu yerde kıpırdamadan kalıyor.
Bu sırada, düşman askerleri ikinci bir kurbana pençe
salmış olacaklar ki, bir çığlık daha kopuyor. Bu sefer gürültünün içine
birtakım erkek sesleri de karışıyor. Bizim bıraktığımız noktada bir kızılca
kıyamet kopuyor. Bir boğuşma, bir didişme... ve havada kamçılar şaklıyor.
Halk, iki zıt çekişin etkisi altında bir kitle gibi bir öne bir arkaya
çalkalandı.

Kitleden büsbütün ayrılıp çeşitli yönlerde kaçanlar oldu.


Emine'ye dedim ki:

-Şimdi tam fırsat: Haydi kalk. Biz de kaçalım.

Emine ile ben, taş yığınlarının, devrilmiş kazık veya araba tekerleklerinin
ve daha başka yıkıntıların üstünden atlayarak, koşmağa başladık. Tam bu
sırada, havada kurşunların vızladığını işittik. Emine:

-Amanın bize atirler, diyecek oldu. Ben elimle ağzını kapadım.

-Sus, sus. Hemen şu duvarın arkasına saklanalım.

Yanan evlerden birinin sıcak külleri içine atlıyoruz ve


kerpiçinin samanları henüz tütmekte olan bir duvar artığını
kendimize siper yapıyoruz. Tamamıyla bana yaslanmış duran Emine'nin kalbi
küt küt atıyor:

-Bu kadar korkma, bu kadar korkmak iyi değildir. Sonra


ne yapacağımızı şaşırırız.

Fakat silah sesleri devam ediyor ve halk bağrışarak kaçışıyor. Gecenin


içinde birçok ayak sesleri pat pat sağa sola,
yana arkaya dağılıyor, yaklaşıp uzaklaşıyor.

-Emine, ha bir gayret daha, dedim. Bizim evin dirseğini


dönüp karşıki yokuşu tuttuk mu, soluğu mezarlığın içinde
alırız.

Gene düşe kalka koşmaya başladık. Bize, düşman askerleri kaçan


köylülerin arkasından kovalıyor gibi geliyor. Bunların her biri delice her
yana kurşunlar yağdırıp duruyor.

Birden Emine'nin sendelediğini hissettim. Benim -Ne


var? Ne oldu? diye sormamla, onun: -Vuruldum demesine
vakit kalmadı, ben de, sağ böğrümde tuhaf bir darbe duydum. Fakat,
dişlerimi sıkıp belli etmeden ve sendeleyen kızı elinden kavrayıp, yarı
sürükler, yarı taşırcasına ileriye götürdüm.

Bizim evin dirseğini nasıl geçtik? Mezarlığın yolunu nasıl


tırmandık? Bilmiyorum. İkimiz birden mezar taşlarının arasına düştüğümüz
vakit, artık ne bende, ne onda kıpırdayacak mecal kalmıştı. Emine:

-Ben bittim, dedi.

-Nerede bakayım yaran, nerede?

Emine sol kalçasını gösterdi.


Elimi kalçasının üstünde gezdirir gezdirmez elimin kana
bulandığını hissettim. Benim de böğrümden bir ince sızıntı
ta bacağıma kadar akıyor. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde,
bir süre Emine'nin yüzüne bakakaldım. Sonra, birden aklıma, üst gömleğimi
yırtıp ona ve kendime şimdilik bir sargı
yapmak fikri geldi. Önce, bin zahmetle ceketimi çıkardım.

Emine'ye:

-Şu gömleğimi de sen çıkar.:. dedim.

Gömleğin bir ucundan ben, bir ucundan da o tuttu. İkiye


ayırdık, bir parçasını uzunlama katladık ve gene bir ucundan o, bir ucundan
ben tutarak yaralı kalçaya sardık.

Emine yaslandığı yerden davrandı:

-Ne! Sen de mi vuruldun? diye haykırdı.

Bu ses bana umulmaz bir güç verdi:

-O kadar ağır bir şey değil. Bir kurşun, sağ böğrümü çizip geçmiş olacak.
Ama biraz kanıyor, dedim.
Emine bir hemşire şefkatiyle, karanlığın içinden, ellerini
bana doğru uzattı.

Gerçi ne yapacağını bilmiyordu. Gerçi, bu eller benim vücudumun üzerinde


boş yere dolaşıyordu. Gerçi onlarda, ne bir İstanbul hanımının ellerindeki
beyazlık ve yumuşaklık vardı, ne de bir zambak gibi güzel kokulu idiler.
Fakat, kana bulanmış toprak içinden bana doğru uzunan bu katı, sert derili,
beceriksiz eller ölümle dirim arasında bulunduğumuz şu anda, bana bütün
acılarımı unutturmuş, bedenimi kasıp kavurmakta olan hummaya bir uhrevi
zevk vermişti. Gözlerimi kapayıp bir serin rüyaya daldım.

Bu rüyada, Türk köylüsü ile, Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan


hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine'nin bir ağaç dalına benzeyen kolları
benimle o husumet ve ilgisizlik dünyası arasında kalın ve sağlam bir bağdı.
Köyde geçirdiğim iki üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı
çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayızlarım, isyanlarım,
umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor.
Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi... Öyle bir
rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki... Emine'ye:

-Bırak beni, başımı biraz dizine koyayım, dedim.

İsmail'in karısı biraz irkilir gibi mi oldu bilmiyorum. Fakat, ben onun
cevabını beklemeden başımı dizleri üstüne bıraktım.

Uzaktan uzağa gelen katliam gürültüleri kulaklarımdaki


sıtma uğultularıyla karışıyor. Nice zamandan beri bu kadar rahatlık ve sükun
hissettiğimi bilmiyorum. Meğer, bir cadı kazanı gibi kaynayan kafamın
biricik ihtiyacı böyle bir dize yaslanmaktan ibaretmiş. Kaç yıldır, evet kaç
yıldır, annemin dizleri toprağın altında çürümeğe gittiği günden beri hiç
bunun kadar yumuşak bir yastık bulamamıştım.

Emine, yaramın üstüne, gömleğimin parçasını katlayıp


koydu. Daha önce yırttığı kenarıyla da gövdeme sarıp bağladı. Sonra
çıkardığım ceketimle sırtımı örttü.

-Biraz uyuyayım, şafağa doğru yola çıkarız. Tanyeri


ağarmaya başlarken beni mutlaka uyandır, dedim.

Emine, dediğim gibi yaptı. Fakat ben kalkacak halde miyim? Koynumdan
defterimi ve cebimden kalemimi çıkardım.

Sabahın alacakaranlığında şu son sayfaları bin zahmetle ve


yalnız sıtma ateşinin verdiği insan gücünden üstün bir kudrete dayanarak
yazıyorum:

Şu yazıyorum kelimesine geldikten sonra artık en son


sözümü bitirmiş olduğuma hükmetmiştim. Meğer, asıl facia
bundan sonra başlıyormuş.

Emine'ye:

-Kalk, dedim.

Bir türlü yerinden kımıldayamadı. Sol bacağı hiçbir hareket yapacak halde
değildi. Yavrucak, ne kadar gayret ettiyse olmadı.
-Davranamirim; davranamirim, diye inliyordu.

Bize, gene yalnız yol göründü. Bu defteri Emine'ye teslim


edip tek başıma, yarı aç, yarı çıplak ve böğrümden kanım sızarak bitmez
tükenmez uzaklara doğru yürüyeceğim.

SON

:::::::::::::

TÜRK EDEBİYATINDA YABAN

YABAN'ın yayımlanışından hemen sonra, Hakimiyet-i Milliye gazetesinin


sanat sütununda Reşat Nuri Güntekin, romanın etkisinden
hala kurtulamadığını belirttiği yazısında, Yakup Kadri'yi büyük bir
haileci (tragedya yazarı) olarak selamlar. Ona göre, romancının
gözlemi doğrudur. Bununla da kalmaz, Yakup Kadri'nin, nedenlerine
değinerek sergilediği, ama çözüm önermediği sorunun, halkı kurtarmanın
yolunun ne olduğunu açıklar. Çalıkuşu yazarının bu ilginç yazısını, bu
nedenle olduğu gibi alıyoruz:

Yakup Kadri Bey'in bir romanı kimseyi lakayit bırakamaz. O sanat veya
zevk kaidelerini mevzuun kendinde vücude getirdiği emsalsiz heyecana serbestçe
feda edebilir. Biz de bu kaideleri onunla
birlikte unuturuz. Çünkü bizi, kitaplarının daha ilk sahifesinden
elimizden tutarak, sanatın ve zevkin müdahalesine tahammülü olmayan
canlı, özlü, hayatın uğultuları ile dolu bir aleme götürür. Ve
son sahifeyi kapadıktan sonra da o alemin füsunundan kurtulamaz,
içinde yaşamakta, muztarip olmakta devam ederiz.

Bilhassa muztarip olmakta. Zira Yakup Kadri Bey'de, hayat telakkilerinin


belki en necibini teşkil eden bir hassa vardır ki, o da faciayı görmek,
duymak ve hissettirmek hassasıdır. Yunan hailesi zamanımızda da mergup
olsaydı Yakup Kadri Bey bu edebi tarzı Aeschylos'un yükselttiği mertebeye
kadar çıkarırdı. Kendisinde haile hassasının en kudretli şeklini taşıyan
Yakup Kadri Bey, onu edebiyata nakletmekle her saha ve mevzuda heyecandan
ibaret olması lazım gelen bu edebiyata müstesna bir unsur getiriyor. Bu
itibarla Yakup Kadri Bey'e büyük bir haileci diyebiliriz.

Bunları geçenlerde çıkan eserinde, Yaban'da her zamandan ziyade hissettim.


Memleketimin en nazik davalarından birini deştiği
için mi beni en hassas tarafımdan vurdu, bilmiyorum, fakat diyebilirim ki
Yakup Kadri Bey'in, sanat kaidelerine göre en itinasız
yazılmış heyecan ve teesürü hasıl etti. Bunu herhalde müellifin müstesna
teheyyüc ve teessür hassasına medyunum. Aferin o edibe ki
basit, hatta müptezel tehyiç vasıtalarıyle, sırf kendi hassasiyetinin
zenginliği sayesinde, hiddet veya nefret uyandırması icap eden
mevzuları bile şefkat, sevgi, fedakarlık ihtiyacı gibi ruhi haletler
yaratıcı birer ahlaki kıymet seviyesine çıkarır.

:::::::::::::

Orta Anadolu'nun küçük bir köyüne yerleşmeğe gelen malul bir


ihtiyat zabiti, o köyde evvela bir infisah unsuru şeklinde görünür:
Ekmeğini toprağın haşin ellerinden lokma lokma koparan insanlara adalet,
aşk, şefkat ve samimiyet gibi medeniyet unsurlarından
bahsetmek o insanları ihtiyaç ve itiyatlarının alemi dışında bir aleme
götürmek istemektir ki, bunun ilk doğuracağı his, husumettir.

Genç zabit tenevvür etmiş her Türk'ün ifa eylemek istediği ve


ekseriya edemediği bir vazifeyi deruhte etmiş bulunuyor. Filhakika
bu vazifenin memleketimize karşı görülecek vazifelerin en kudsisi
olduğunu anlamamış hemen hiçbir Türk yoktur; fakat en çoğu bunu,
tahakkuku imkansız bir hayal gibi senelerce sayıklamıştır. İşte,
Yakup Kadri Bey'in kahramanı hayallerini, mefkurelerini tahakkuk ettiren
Türklerden biridir.

Onun azmine müstesna bir kıymet veren de karşılaştığı mukavemettir. Vatanın


en derin yerlerinde vatansızlık bulmak, yurdun esas unsurlarından yurda
karşı bir nevi yabancılık görmek: Acı, fakat münevverin tatması lazımgelen
bir müşahededir. O, bu sayede, memleketin muhtelif kuvvetleri ne suretle
tevezzü ettiğini, manevi kudretinin, maddi servetinin nerelerde bulunduğunu,
hangisine ne zaman ve ne münasebetle müracaat edilebileceğini öğrenir. Yoksa
fikri veya ahlaki kıymetler aynı nisbette her tarafta dağılmış bulunsa bugün
yalnız milli davalar değil, beşeriyet davası bile halledilmiş bulunurdu.

Bu suretle muazzam bir husumet duvarına çarpmış olan genç


zabit girdiği muhitin düşmanlığını iki suretle celbeder. Evvela bir
şehirli, köylülere yabancı, hülasa bir Yaban olduğu, sonra memleket,
adalet sevgisi telkin etmek istediği için. Fakat o, bilmiyor
ki, yegane kusuru düştüğü muhitin itiyatlarını bozmuş olmaktır ki,
bunu hiçbir muhit affetmez. Diğer bir hatası da köylülere akıl lisanı
ile hitap etmek istemesidir: Ancak öyle necibane bir hata ki,
memleketini, onun fikri, ahlaki, bedii kıymetlerini sevenlerin hepsi
düşer. Halbuki aynı köylülerin içinden onları kurtarmak azmiyle çıkacak
olan herhangi bir fert, hemşerilerini zorla, fikirlerini
sormaksızın kurtarmaktan başka yol olmadığını görür, bilirdi.

Bunu, Yakup Kadri Bey'in de bildiğine şüphe yoktur. Maksadı,


yakın tarihimizin en mühim bir zamanını, davalarımızın en can
alacak safhasını kaydetmek olmuş ve bunu, müstesna bir muvaffakiyetle
yapmıştır. Bu cesurane kitap elem ve hüzünle fakat ümidi
kırmak değil, bilakis kuvvetlendiren bir elemle, memleketi daha çok
sevdiren bir hüzünle doludur. Aradan kırk sekiz saat geçtiği
halde kendi hesabıma hala bu hüznün tesiri altındayım. Memleket
aşkı bu kadar kuvvetli mi idi ki onu, en korkunç müşahedeler bile
soğutmak değil, teşdit ediyor? Sevginin son hududuna vardığımızı
zannettiğimiz vakit, onu daha ileri götürmek mümkün olduğunu
keşfediyoruz. Yakup Kadri Bey'in kitabını okuduktan sonra memleketimi
bir kat daha sevdim.

Yakup Kadri Bey biliyor mu ki, Yaban, şaheseridir? Ona bu kitabı


yazdıran his teessür mü, şefkat mı, vatan aşkı mı, insan düşmanlığı mı,
söyliyemem. Fakat söyliyebileceğim bir şey varsa o da
Türklerin bu kitabı, her Türk'ün ezberlemesi icap eden bir kitap,
Türk edebiyatında müstesna bir yer tutacak bir eser olduğuna
inanmaları lüzumudur.

Kadro dergisinde çıkan yazılarda da, Yabana getirdiği tez açısından


sahip çıkılır. Kalkınma ve çağdaş uygarlığa ulaşma savaşında romanda
anlatılanlar veri kabul edilir. Ta-Hay imzasıyla yayımlanan (s. 15, Mart
1933) yazının başına konan not, Kadro'nun tutumunu açıklar. Kimi bölümlerini
seçtiğim yazıda ise halktan uzak düşmüş aydınlar eleştirilir:
Kadro'nun yazının başına koyduğu not:

Arkadaşımız Yakup Kadri Bey'in son eseri olan Yaban romam hakkında,
Afyon'da neşrolunan Taşpınar mecmuasından aşağıdaki yazıyı alıyoruz. Bu
yazı, yeni neslin fikir uyanıklığının en hareketliliğinin son tezahürlerinden
biridir. Türk edebiyatının son devrinin en kuvvetli ve henüz kendi sahasında
yegane orjinal eseri olan Yaban hakkındaki tahlillerimizi biz de
gelecek nüshada vermeğe çalışacağız. İnkılap nesli fikir sahasında, edebiyat
sahasında ve diğer sanat sahalarında her gün
yeni bir eserle şahsiyetini verir ve fütuhatını derinleştirmeye
çalışırken, fikirde istiklalin ve sanatta şahsiyetliliğin ve orijinalliğin
heyecanını tatmamış olan eski meşrutiyet münevverliğinin, filvaki,
her adımda hücumlarına ve itaplarına maruz kalmaktadır. Fakat hadiseler genç
inkılap neslinin veya inkılapçı düşünüşün zaferi istikametinde inkişaf
ediyor. Türkiye'nin her bucağındaki gençlik teşekküllerinden duyulan sesler
zaferin alametleri ve aşağıdaki yazı ise, bu alametlerden yalnız biridir.

Bizim gibi yabanın biri; yani Türk okumuşu.


Niçin garip buluyorsunuz? Bu toprakta okumuşların yabandan
farkı ne? Alfabeyi sökenlerin hepsi birden, kendilerini kümeden üstün ve
bütünden ayrı görmüyor mu? İşte Yakup Kadri, bu romanıyla, bizim diyarda ilk
defa bu mevzu üzerinde, hem de dokunaklı konuşandır. 315'inci sayfayı
devirinceye kadar kafam burkuldu, gönlüm kanadı, sinirlerime felç geldi, kan
damarlarım şişti; ve ben'im eridi, rüzgarlarımızın sırtına atladı,
yaylamızda dolaşmağa çıktı, hala geri gelmedi. İstiklal mücadelemiz, her
mariasiyle, yerli ile yabanın bir boğuşması idi ve Yakub'un kitabı, bunun
bir remzidir.

Kemalizm, Türk köylüsüne Efendi dedi. Fakat Türk köylüsünün ruhu, durgun
ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Bir yalçın kaya mı, bir yumuşak
kum tabakası mı? Bunu anlamayı da, kafası ile gönlünü bu toprakların
ıstırabına verecek bir nesilden, artık bekliyor. Bu topraklarda, on konserve
kutusunun eşi olanlar! Siz, Kemalizm davacıları değilsiniz; boş yere
tünemeyin ve ötmeyin!..

Mektep görmüş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü


arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki
farktan daha büyüktür. Usta! Bunu yazarken senin elin mi titredi?
Bunu, boğuşarak yaşarken, benim de alnım çizgilendi, saçlarım
ağardı ve belim büküldü.

Kalemin kırılsın Usta. Niçin bizi tatlı münevverlik uykumuzdan


uyandırıyorsun? Niçin bizi hülyalarımızla başbaşa bırakmıyorsun? Niçin bizi
saran ve harap eden çıplak realite ile karşı karşıya
koyuyorsun? Biz, milleti, var biliyoruz; onun tariflerini münakaşa
ediyoruz; onun namına konuşuyoruz. Fakat sen, niçin bize dili, iş
ve kültürü, mefkuresi bir olmamış bir kalabalığı gösteriyorsun? Ve
diyorsun; Sen derviş olamazsın!..

Senin bu kızoğlankız mevzuumuza yalın kaleminle dokunmak


delikanlılığından, daha çoooook şeyler bekliyoruz; çünkü ayarlı millet
yaratacak sanat eserleri için dudaklarımız, heeeey! çarık yırtıklarından
dökülen çatlaklara benzedi.

Türk münevveri. Bu kitabı oku da, kendinin ne matah olduğunu düşünmeğe


başla artık! Zira bataklıklar kurutulacak: Ne sülük ne solucan!..
Vedat Nedim Tör de (Kadro; s. 16, Nisan 1933) gerçeği dile getirdiği
için Yakup Kadri'yi alkışlar. Bu romanda köy ve köylü çevresinde
örülen edebiyat maskesinin alaşağı edildiğini belirterek Türk sanatçısına
toplumsal birgörev yükler:

Yakup Kadri, asırların ufunet ve cerahatini içinde taşıyan büyük bir


çıbana neşter vurdu. Şimdiye kadar Türk köyü ve Türk köylüsü etrafında
örülen edebiyat maskesini erkek bir jestle alaşağı
etti.

Maskenin alaşağı edilmesinden hoşlanmıyanlar bulunabilir.


Türk köyünü, cıvıltılar, şarkılar, kaval sesleri, yeşiller ve sular içinde
gösteren serabın bir anda yokoluvermesi rahatımızı bozabilir.

Yakup Kadri, hiç şüphesiz ki, münasebetsiz bir harekette bulundu.

Bizi, bir hamlede hayal aleminin cennetinden çekip, hukikat cehenneminin


ateşine oturttu.

Muhakkak ki, o bir (Halk düşmanı)dır.

İbsenin meşhur piyesinde de, hakikati söyleyen doktoru,


bundan menfaatleri zarar gören birkaç herifin tahrik ettiği efkarı
umumiye, halk düşmanı diye taşlamaz mı? Hakikat, bu kadar
acı ve katı söylenir mi hiç? Sen, bu kadar toy musun behey Yakup?

İstanbul'un mondan Şişli alemlerinde, Boğaziçi'nin veya Adaların


sihirli tabiatı arasında geçen bir aşk macerası uyduramaz mıydın? Nene
gerekti senin, Türk köyünü sanatına malzeme olarak almak? Bıraksaydın, biz
onu yine santimantal şairlerimizin bize gösterdikleri gibi tanısaydık ve
avunsaydık!..

Ya... Ya... Avunsaydık, avunsaydık. Fakat daha ne vakte kadar


bu avunmak?

Türk san'atkarının içtimai rolü, bir şaklaban dadı olmak mıdır


ki, şımarık, avare, köksüz Türk münevverini boyuna avutup dursun?

San'atını inkılabın emrine vakfeden san'atkar, ancak böyle bir


eser yaratabilirdi. Şımarık, avare, köksüz Türk münevverinin suratına
ancak böyle bir sille aşkedilebilirdi: Yaban!

Yaban'ı yazan adam, Türk köyünü ve Türk köylüsünü ne candan seviyor:

Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenler, ey gamlı ülke! Bu


sevgi ne derin!.. Bu sevgi ne içli! Ne özlü bir sevgi bu!

Sevmiyenler anlıyamaz:

Yakup, bizi içine çektiği cehennemde muhakkak ki, ilk önce


kendisi yandı... Ve işte kafasının potası içinde akot (narı beyza) haline
gelen beyninden, böyle bu kadar yakıcı bir eser döküldü. (...)

Yaban, bizce ilk orijinal Türk romanıdır.

Bu eser, herhangi bir yabancı dile çevrilse, yine zevkle ve alaka


ile okunur.
Yaban, Türk edebiyatının cihan edebiyatına açılan ilk penceresidir.

Motifleri bu kadar orijinal olan, tekniği bu kadar ustaca olan


bir eser Türkiye dışındaki san'at sevenleri de doyurabilir.

Şevket Süreyya Kadro'da yayımlanan uzun yazısında (s. 18, Haziran 1933),
önce, Bate edebiyatından da örnekler getirerek milli
roman üzerinde durur. Daha sonra Yaban'da nasıl bir tez getirildiğini
araştırır. Yazının bu bölümünden seçtiğimiz parçalarda da görülebileceği
gibi ona göre Yaban İnkılab'ın kuruluş dönemine uygun düşer:

(...)

Yaban ilk bakışta basit bir Bozkır hikayesidir ve mevzuu gayet


sadedir: Sakarya muharebesinden sonra düşman orduları, Haymana, Mihalıçcık
ve Sivrihisar havalisini yer yer taş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir
virane halinde bırakıp çekiliyor.

İşte Yaban bu katliam günü ortadan kaybolmuş İstanbullu


harp malulünün, Ferit Celal Paşa'nın oğlu Ahmet Celal'in bu köydeki
birkaç yıllık ömrünün ruznamesidir.

Mehmet Ali'nin köyü Orta Anadolu yaylasında çorak çıplak bir


step köyüdür. Mehmet Ali daha köye ayak bastığı gün diğer köylülerden biri
oluyor ve onlara karışıyor. Ahmet Celal ise bütün köylüler için sadece bir
Yaban'dır! Artık hayatı, bu kurak gökle, bu katı
yer arasında kaybolmuş bu kara step köyü, bu bir avuç step insanı
ve basık bir yer odası içinde geçecektir...

Fakat işte roman da asıl bundan sonra başlıyor. Vakıa bu roman


sessiz, hareketsiz ve vak'asızdır. Bütün maceralar bu köyün
içinde cereyan ediyor. Fakat bu maceralar içinde biz hatta köyün ismini
bile öğrenemeyiz. Sahneye çıkan şahısların isimleri hatta yarım düzineyi zor
aşar!

Zaten bu şahıslar diğer köylülere, köylü stepin ortasında bir kara


yığınından başka bir şey olmayan köye ve köy bu stepe o kadar
karışmıştır ki, biz Yaban'ı okurken, önümüzde hiçbir zaman ferdi
değil daima yığın'ı görüyoruz. Bu romanda rol alanlar kimlerdir.

Bir Zeynep Kadın mı? Bir Salih Ağa mı? Bir Ahmet Celal mi? Bir
Emine mi?

Hayır canım ne münasebet! Bu romanın yalnız üç şahsı var:


Vahşi bir tabiat: Anadolu yaylası. Bu vahşi tabiat ortasında bunalmış ve
terkolunmuş bir kara insan yığını: Anadolu köylüsü ve
bir de Ahmet Celal.

Bir Ahmet Celal ki bu kara tabiat ortasında bunalmış, bu kara


insan yığını içinde; bu zavallı insan yığınını asırlardan beri bu kara
tabiatın eline terkeden Türk Münevverliğinin kefareti zebununu
yaşıyor. Türk milleti, Türk münevveri ve Türk köylüsü, Yaban'da
karşı karşıya geliyor ve hesaplaşıyorlar. Türk köylüsü münevveri
yadırgıyor ve ona (Yaban!) diyor! Çünkü bu iki insan arasında asırların
açtığı ve henüz kapanmayan korkunç bir uçurum vardır. Bu
ayrılık onların dillerini, itikatlarını ve tefekkür tarzlarını da birbirinden
ayırmıştır. Türk münevverine gelince: O da Türk köylüsünü
tanımıyor. Çünkü bu kalabalık asırlardan beri terk olunduğu vahşi
step tabiatın ortasında en güzel cevherlerini hareketsizliğin, hedefsizliğin
ve iptidailiğin haşin maskesi altında örtmüştür.

Niçin havada uçan düşman tayyaresi ve ufukları sarsan top


sesleri karşısında bu Kerim (Bekir olmalı. A.Ö.) Çavuş bu kadar
duygusuzdur? Niçin Ahmet Celal'in evini düşman askerleri basıyor da bu
miskin imam bu düzenbaz Salih Ağa bilakis bu askerlerin
önüne düşüyor ve onlara seferlerinde yol gösteriyorlar?

Niçin bir Emine için bu malul gazi kolsuz bir herif'dir? Bir elin
yabanıdır. Fakat bir sümüklü İsmail'in koynunda bu kız bilakis
kendi cinsinden bir sıcaklık buluyor ve ona can atıyor?

Bunlar öyle suallerdir ki, bunların cevabını verebilmek için en


az on Yakup Kadri ve on (Yaban) romanına muhtacız.

Yoksa Türk münevveri Türk köylüsünü terketmekte ve yaylalar, stepler bu


kalabalığı kabartmakta ve köreltmekte devam edip gidecekti. Hulasa Yaban
Türk stepinde Türk insanının hikayesidir.

Her inkılabin bir devri vardır ki o devirde mistik ve geniş kalabalıkların


antozyazmı bütün havaya hakimdir. Mistiğin sokak antozyazmının havaya hakim
olduğu devirde san'atkar yerini san'atkar olmayan coşkun insana bırakabilir.
Çünkü bu devrin edebiyatı her şeyden evvel gürültülü bir heyecanın
edebiyatıdır. Fakat her inkılabın seyrinde bir de kuruluş devri vardır ki,
bu devirde harcıalem fikir ve harcıalem malzeme artık ikinci plana çekilmeli
ve san'atkar yerini almalıdır. Bu devir, inkılapta hissin, şuura, idrake
inkılap ettiği devirdir.

Yakup Kadri'nin (Yaban)ı 1923'de yazılsaydı, belki yakılabilirdi. Fakat


bugün (Yaban) Türk münevverinin beklediği ve özlediği
bir romandır.

Çünkü bu romanda kalabalıkların hareket enstenkleri değil,


Türk stepinin insan malzemesi tetkik olunuyor. Bu stepin kuruluşu,
şenlenmesi için bu malzemenin olduğu gibi bilinmesi lazımdır.

İşte Yaban'da akseden içtimai örgü, bu çorak stepler ortasında


şimdiye kadar bilinmeyen, şimdiye kadar terkolunan insan malzemesinin
karakteridir.

Türk münevveri! Yaban'ı istersen yadırga! Fakat oku!


Çünkü bu kitap senin milli edebiyatında bir devrin başıdır. Ve
bu açılan devirde senin bir yerin ve vazifen vardır!..

Kazım Nami Duru, Ülkü'deki yazısında (s. 3, 1933), daha öncekiler


gibi tam siyasal bir tavır takınmaz. Halk-ayden kopukluğu üzerinde
durur yüzeysel bir biçimde. Gerçekçilikten yana oluşunda da aydınca
bir acıma sezeriz:

Yaban adında bir roman yazdı. Onun bilmem hangi yazısında


İspanyollarla Anadolu Türklerini karşılaştırdığını okumuştum.
Anadolu köylü Türk'ün de bugünde yaşayan bir şövalyelik görülüyordu.
Bu görüş benim gibi Anadolu'yu oldukça gezmiş, köylüsünün
içini oldukça öğrenmiş olanlar, onun bu şövalyeliğini bilirler. Nasıl
oluyor da bu şövalye Türk köylüsü gene kendinden olan münevver'e Yaban
diyor. Yaban gözüyle bakıyor. Türk köylüsü, Avrupa'nın Amerika'nın bilmem
neresinden gelen gezerken nasılsa köyüne uğrayan bir Frenke bile Yaban
gözüyle bakmaz. Hicaz'ın kumlu çöllerinden gelen çipil gözlü Arabı Peygamber
soyundandır diye başının üstünde taşır. Böyle iken neye bir Türk münevver'ine
yaban deyip geçer, ondan çekinir, korkar, kendi dilini söyleyen münevver'e
içini açmaz, dökmez? Yaban bize bunu ne iyi duyuruyor.

Paşa oğlu Ahmet Celal, büyük savaşta bir kolunu yitiren bu zabit
köylüleri birer birer önümüze açıyor. Emireri Mehmet Ali bozulmamış
bir Türk'tür. Salih Ağa köyün kodamanıdır. Köylüyü soymasını, ezmesini nasıl
da iyi biliyor. Bekir Çavuş askerlikte köylü arıklığını bitirmiş
beğenmediğimiz bir biçime girmiş. Zeynep Kadın
mal canın yongasıdır sözü tipinden. Emine? Emine işte tipik bir
Türk kızı. Ben de Ahmet Celal gibi Emine'yi sevdim. Anadolu'da
böyle eşsiz güzel, ama bahtsız kaç bin, hayır kaç milyon Türk kızı
var. Zavallı Emineler. Onlara içimizin varılmaz derinliklerinde uçsuz
bucaksız bir sevgi bir acıma var. Bunlar bize eşsiz bir soy
yetiştirir! Yakup Kadri Yaban ile ilk Türk Romanını vermiş oldu. O bu
romanıyla gözümde öyle büyüdü ki... Bana İstanbul bucaklarında
süslü salonlarda geçen sevgi masalları artık bir şey söylemiyor. Ben
bu çevreyi sevmiyorum; Yakup Kadri'nin Yaban'da anlattığı Türk
çevresini seviyorum, ona vurgunum. Bu yollu yazılar istiyorum,
Türk köylüsünün iklimle, toprakla, taşla, yoklukla, Yaban'larla
çarpışmasına bakmak onu anlamak istiyorum.

Burhan Ümit Toprak'ın Yaban'a bakış açısı, şimdiye kadar sergilediklerinin


tam karşıtıdır. Varlık'ta yayımlanan (s. 4, 1933) yazısında Toprak, Yakup
Kadri'nin gerçeği çarpıttığını öne sürer. Ona göre Yakup Kadri tek yanlı
davranmış, hamlet bozması bir paşazadenin gözüyle, üstelik bir genelleme
yaparak Türk köylüsüne iftirada bulunmuştur:

Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra bir Türk değil herhangi bir


insanın nefretle karışık derin bir ıstırap duymamasına imkan yoktur. Bu ne
cehennemi alem? Hiçbir yılan, çıyan yuvası bu kadar
korkunç, hiçbir hayat bu kadar acı ve hiçbir hapishane menfa havası bu
kadar kasvetli değildir. Bu lanetleme toprak nerededir? Ve
bu insanlar kimlerdir? Altında tabaka tabaka sayısız medeniyetler
uyuyan, evliya ve kahraman kanıyla yuğrulan Anadolu toprağı bu
kadar nankör olsun, kabil değil izah edilemez. Şüphesiz ki, Yakup
Kadri Bey bir romandan ziyade bir essai'ye benzeyen bu kitabı bu
intibar bıraksın diye yazmamıştır. O, sadece Türk devletinin bütün ağırlığını
sırtında taşıyan köylünün ıstırabını, onunla Türk münevveri arasındaki
uzaklığı, uçurumu gözönüne koymak için bu işe teşebbüs etmiştir. Her ideal
için ölmüş ve belkemiğine kadar çürümüş olan münevver Ahmet Celal buradaki
tezadı basitleştiren bir vesileden, bir aletten başka bir şey olmamalıdır ve
değildir.

Ümit ederim ki, maksat sadece o zamanlar Orta Anadolu köylerinin akim
sefil bir süprüntülük olduğunu, köylünün mütemadiyen soyulduğunu, derisi
yüzülecek bir hale geldiğini, kadınların bile kütükten farkı kalmadığını,
sıhhat namına her şeyden mahrum bulunduğunu, ekserisinin kör-topal veya
illetli, cüce, sıska, çirkin olduğunu, çocukların adeta köpeklerin ağzından
lokma kapacak kadar aç bulunduğunu, insanı hayvandan ayıran hassalardan
birisi gülmek olduğu halde burada hiç kahkahaya rastgelinmediğini, sonsuz
bir cehalet içinde gömülü bulunduğunu haykırmak ve hastalığı teşhis edip
münevverleri vazifeye çağırmaktır.
Bu itibarla Yakup Kadri Bey'in tasvir ettiği bu köy alemi ile
muhayyel, çeşme başlarında asi bakireleriyle, bahadır delikanlıların
mani söyleyerek seviştikleri mesut köy hayatından çok uzağız.
Acı ve sert hakikat ile karşı karşıyayız. Hatta ortadaki cinayete
benzeyen hadisenin sebeplerini bile arıyoruz. Ahmet Celal hiçbir
peşin hükümle, hatta sevgi ve şefkatla bile bulunmayan gözlerle
gördüklerini bir fotoğraf adesesi gibi tespit ediyor. Fakat acaba
Ahmet Celal tamamiyle afaki midir? Eşeğe geviş getirtecek kadar tabiatten
uzak ve müşahedesi kıt olan ve alelıtlak kadını ve kadınlığı
bir hükümle idam eden adamın afakiliğinden şüpheye düşmek hakkımızdır.
Bahusus ki hiçbir edebi eser tamamiyle afaki olamaz.

Madame Bouary bile sadece bir itiraftan ibaret olan Adolphe romanı kadar
enfüsidir. Yalnız aynı şekilde ve tarzda değildir. Nitekim Yakup Kadri Bey
de bu eserinde azami bir enfüsiliğe varıyor.

Münevver kahramanı hakkında mümkün olduğu kadar sempatik


ve sükuti, köylüler karşısında ise daima beliğdir. 315 sahifelik romanda
köylülerden bahsederken sevimli, müşfik tek bir cümleye
rastgelinmediği gibi bu zavallı mahlukları daima ya karınca sürüsüne,
ya kunduzlara, ya çamurlu bir karnıbahara, yahut bir meşe
kütüğüne benzetiyor.

Keza Ahmet Celal yalnız onlar üzerinde yaptığı müşahedelerle


insanların, hayvanların en galizi olduğuna kani oluyor. Ve hayvanları, boz
eşekleri onlara tercih ediyor ve hatta ölürse bu köylülerin
kendisini gömmiyeceklerini, köpeklere, kargalara yemlik bırakacaklarını ve
yahut da tezek ateşinde yakacaklarını söylüyor. Nihayet Anadolu hakkında
tasavvur ve tehayyülün fevkinde iftiralarda bulunuyor.

Öyleki Türk köylüsünün metanet ve vekan hissizlik, sükutiliği


bulanık bir derinlik, lokma ve abaya rızası, mecburi tevekkülü, miskinlik,
imanı ise gülünç oluyor. Türk köylüsü ne yaşamasını, ne
sevmesini, ne inanmasını biliyor, ne dini, ne imam vardır; kaba bayağı
iştihalardan, düzenbazlıktan, nekeslikten, alçaklıktan, kinden
ve sefaletten, hodbinlikten yoğrulmuş bir külçedir. Yakup Kadri
Bey'in yahut Ahmet Celal'in bu tasvirine nasıl inanalım? Ahmet
Celal'in kaleminden Yakup Kadri Bey'in bize tasvir ettiği alem, ismini
söylemediği köy müdür? Yoksa bütün Anadolu köyleri midir?

Yahut bize bu köylüler vasıtasıyle muayyen bir sefalet derecesine


düşmüş insaniyeti mi anlatıyor? İnsanda bu sefil iştihalardan başka bir
şey yok mudur? Şüphesiz ki Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli
bunlardan büsbütün başka çapta adamlardı. Yokluk içinde var olabilecek
bir madenden yapılmışlardı. Lakin alelade insanın, insan
yığınlarının ruhunda hiçbir şey yok mudur? Yakup Kadri Bey bu sinemasiyle
hakiki köylüyü mü anlatmış oluyor?

Zannetmiyoruz. Yakup Kadri Bey bu derece bedbin görünüyorsa bunun sebebi


görünüşün tek taraflı olmasıdır. Tam manasiyle ne
fena, ne de iyi adam bulunamıyacağına ve tek parçadan biçilmiş insanın
yalnız klasiklerin uydurduğu bir efsane olduğuna kani olduktan sonra bu köy
tasvirini nasıl hakikat diye kabul ederiz.

Dişinden, tırnağından artırarak beslediği hükümetin sıhhati


için doktorundan, ahlak ve imanı için mualliminden, bakımsız toprakları
için ziraatçısından ve hayvanları için raylarından, yollarından,
elektriğinden ve suyundan istifade edememiş ise kabahat kimin?..

Kabahat köylüden iğrenen ve istiklal mücadelesinin en tehlikeli devirlerde


bir kolu yok diye Türk ordusu tarafına geçemeyen ve
bu sonsuz (?) fedakarlığının minnet ile karşılanmasını bekleyen, sümüklü
İsmail'in karısını kaçırdıktan sonra can çekişirken mezarlıkta terkedip yola
düşen Hamlet bozması paşazadede ve onun temsil ettiği değil midir?

İhtimal ki bu paşazade bir bakıma göre tiksintilerinde, nefret


ve ithamlarında haklıdır. Fakat Falih Rıfkı'nın dediği gibi iki küçük
kusuru vardır. Evvela kendisini insan zannetmek. İkincisi de kendisini
bu milletten saymak...

Köylüler yaptıkları veya sadece yapacakları rivayet edilen günahları için


affedilebilirler. Zira ne yaptıklarını bilmezler. Fakat
bilenler ve bile bile yapanlar...

Allahın veya atinin laneti onların üzerinedir.

Geçenlerde bir muallimle (...) köyüne giden bir arkadaş acı bir
hatırasını nakletti. Abdülhamit devrinde, meşrutiyette askerlik etmiş yaşlı
bir köylü ile konuşuyorlarmış, köylü dayı bir aralık:

-İngilizler İstanbul'dan çıktı mı? diye sormuş.

-O... demişler. On sene oldu. Haberin yok mu?

Köylü bir müddet düşünmüş, düşünmüş sonra ilave etmiş.

-Peki ama... buralarda siz ne ararsınız?

Bu sual asırlardan beri terkedilmiş Anadolu köylüsünün bütün


acılarını, sitemlerini, isyanlarını ve münevverlere karşı hıncını hulasa
etmektedir. Onlara hayrı olsun diye kitap yazan Yakup Kadri
Bey ne yazık ki bilerek ve bilmeyerek yahut sadece istisnayı umumileştirerek
ihtiyar Anadolu'nun ahlak ve vicdanını da itham etmiştir. Halbuki hala daha
ve her şeye rağmen varlığımızın en sağlam ve en saf tarafı orasıdır.
Varlığımız onun üzerine dayanmaktadır. Yıldırımdan beter belalarda
çarpılmış bu insaniyet parçasının azıcık tanınabilecek bir tarafım
kompozisyonun içine koysaydı, Yakup Kadri Bey'in bu eseri kim bilir sanat
eseri olarak daha ne kadar kuvvetli olacaktı. Fakat her nedense onun her
kitabında mevcut olan rahmet ve sıcak şefkatten burada zerresi yoktur.
Bununla beraber bizim nesil Yakup Kadri Bey'in romanını ekşiten husumetten
de insan kalplerinin fethetmek için sevgiden, her şeye rağmen affeden
sevgiden başka bir silah olmadığı dersini bir defa daha öğrenerek istifade
edebilir.

Filhakika gençlik içi köylü millet ve vatan karşısında yaratan,


faal sevgiden, bedelsiz ve ivazsız fedakarlıktan başka hiçbir vazife
yoktur ve bu sevgiden başka her iddia çirkin bir yalandır.

İsmail Habib Sevük de aynı düşüncededir. Yaban'ın Almanca'ya


çevrilişi dolayısıyla yazdığı ilk yazıda (Cumhuriyet, s. 5704, 5714,
1940) Yakup Kadri'nin gerçekçilik anlayışını eleştirir. Özellikle
gerçeği yanlış yansıttığı, yabancıları aldattığı için yazarı kınar:
Nadir Nadi, idarehanedeki odasında, bana bir mektupla bir kitap uzatıyor.
Mektup Türkçe, kitap Almanca, Yakup Kadri'nin Yaban romanını Der Fremdling
adı ile Almancaya tercüme eden Max Schultz yanlışsız bir Türkçe ile yazdığı
mektubunda ilk defa olarak Türk edebiyatından mühim bir eserin Almanca
lisanında intişar etmesinin gazetemizi alakadar edeceğini düşünerek
Leipzig'deki maruf A.H. Payne Basımevi tarafından gayet nefis bir şeklide
bastırttığı kitaptan bir nüshasının gönderildiğini bildiriyor. Basılış
sahiden çok nefis. Kitabın Türkçe aslı ile bu tercümeyi sırf basım bakımından
yan yana koysanız, tercümeler ki asılların astarıdır, burada bir Hind kumaşı
nefaseti ile duran astara karşı kitabın aslı bir çul parçası kadar zavallı
kalıyor.

Muhterem mütercim mektubunda kitabın başına ilave ettiği


mufassal mukaddemeye de dikkatimizi celbediyor. 24 sahife tutan
bu mukaddemeden icap eden yerleri Nadir Nadi şifahen tercüme
edip anlattı: Mütercim Türk İstiklal hareketine karşı Anadolu halkının
vaziyetini gösteren, içtimai kıymeti haiz bir eser aramış. Bu
romanı bulmuş. Vak'a bir köyde geçmekle beraber bütün bir milleti
tasvir edecek kadar kuvvetlidir diyor.

Yakup Kadri hayrete şayan bir realizmle, hiç çekinmeksizin,


katı bir şekilde, merhametsiz bir dürüstlük göstererek, Türk halkının
bir kısmında yaşayan milliyet duygusu eksikliğini tasvir etmiş.
Kitaba ne için ve ne bakımdan kıymet verdiğini görüyorsunuz.

Fakat zeki mütercim nazikdir de: Halkın bu noksanlığı hep, halka


yabancı islami maya ile beslenen, saltanat rejimine atfediliyor.
Yeni rejim bu noksanı çoktan düzeltmiş. Hem bu ince nezaketine, hem
edebi bir Türk eserini tercümedeki himmetine, hem de o kitabı bir
bed'a denecek kadar nefis bir şekilde bastırmasına ayrı ayrı teşekkürden
sonra Yaban'daki o hayrete şayan realizmi'i açıkça konuşabiliriz.

Eskiden Anadolu köyü ve Anadolu köylüsü deyince, romantik


bir saffet içinde gözönüne şu çeşit bir levha gelirdi: Yeşilliklere gömülü,
seyrek beyaz evler, evlerin çitle çevrili geniş avlularında
testi pembe yüzlü köy kızları; halis süt, hilesiz yağ, yağlı yoğurt, tabii
kaymak ve odaların kar gibi patiska minderlerinde oturan melek
gibi köylüler; ne hile ne hud'a, hepsinin dini bütün.

Halbuki... bütün bunları tamamen tersine çeviririz. Anadolu


köyü mü? Çorak bir toprak, keleş tepeler, bulanık bir dere, izbe evler.
Davarı cılız, sütü sulu, yağı karışık, peyniri imansız; halk hep
sakat, kör, topal, kel, kambur; herkes kendi menfaatinde, ne
vatan hissi, ne mukaddes duygu, pislik, gübre, çirkef. Ne istila'ya karşı
nefret duyan var, ne istiklal hummasından haberdar olan.

Evvelki tam müsbet ne kadar romantikse bu tam menfi de o


kadar romantik. Yakup Kadri'nin romanı işte bu tam menfi'yi anlatıyor. O
Yaban'da realizmin sonuna gideyim derken bilmeyerek,
romantizmin sonuna gitti. Anadolu köyünün hakikati sonda değil,
ortadadır. Tam müsbet ne kadar doğru değilse tam menfi de o kadar doğru
değil: Anadolu köylerinin cennet gibi olanları da var,
berbat olanları da. Köylülerin temizleri de var, madrabaz olanları da.
Yiğitler, korkaklar, sağlamlar, çürükler, müfsid olan, mümin olan...
Hayır, Anadolu'nun köyü de köylüsü de tek değildir.

Herr Schultz'un Yaban'ı son derece realist telakki etmesini


mazur görürüz. Bir Türk'ün kendi milletini methetmesi bir ecnebiyi
belki inandırmaz ama hicvetmesi derhal inandırır. Meziyeti meydana çıkarırsak
romantik fakat nakiseyi teşhir edersek realist. Yaban
realizmin kendini değil cazibesini avladı.

Muhterem mütercim yalnız maruz değil haklıdır da: Kendisinin


mukaddemede Yakup Kadri'nin şahsiyeti ve san'atını anlatırken
söylediği gibi Yaban müellifi Türkçemizin san'atkar bir naşiridir.
Kariini kaleminin büğüsü ile sürüklemeyi bilir. Sonra eserde yer
yer realist parçalar var. Mesela köyün en zengini ve en kötüsü Salih
Ağa'nın yaz kış çorapsız ayaklarına verdiği hareketlerle gösterdiği
manalar ne kadar diri anlatılıyor. Gene mesela Süleyman'la
Cennet'in macerası bir küçük hikaye olmak itibariyle ne güzeldir.
Gene mesela Emeti Kadın'ın torunu küçük sığırtmaç Hasan'ın portresi
nasıl füsunlu çizilmiş, gene mesela... saymağa lüzum yok. Parça parça
güzellikler, peki; fakat romanın umumi havası, hayır.

(...) Bizleri değil bizler Anadolu'yu da biliyoruz, davayı da,


fakat bilmiyenleri aldatıyorsun; bak, Almancaya yapılan tercüme ile meydana
çıktı. Alman mütercim tasvir etmektedir.

Ah muhterem Max Schultz eğer millet Ahmet Celal'in anlattığı


köy olsaydı istiklal cengi mi olurdu? İşin asıl mühim tarafı burası.
Mühim, sakat, sakar ve feci tarafı... Bunu bir yazı ile konuşalım.

:::::::::::::

Ahmet Celal'in sakarlığı ve sarsaklığı bize kötüleri yazışında


değil yalnız kötüyü görüşündedir. O gözüne sadece kara gözlük taktı. Kara
gözlük, mavi gözlük, hayır, realite ancak tabii gözle görülür. Muhterem
mütercim, sizi temin ederim, Türk köylüsü henüz
romana girmemiştir. Biz henüz kendimizi arıyoruz.

Madem ki mukaddemenizde dediğiniz gibi, Türk istiklal hareketine karşı


Anadolu halkının vaziyetini gösteren içtimai kıymeti
haiz bir roman arıyordunuz, bari Halide Edip'in Vurun Kahpeye'sini
tercüme edeydiniz. O da Yaban gibi Milli Mücadelenin ilk devrine aiddir.
Onda da vak'a küçük kasabada geçer. Orada da Hacı Fettah Efendi gibi
mürteciler, Kantarcıların Hüseyin gibi dessaslar, orada da Yaban'ın Salih
Ağa'sı gibi düşmanla elbirliği edenler var.

Fakat orada ihtiyar Ömer Ağa ve karısı Gülsüm gibi tertemiz halk
tipleri, Tosun gibi yiğit, Aliye gibi idealist kızlar da var.
Mademki öyle bir kitap arıyordunuz keşke elinize Yaban yerine Vurun Kahpeye
geçseydi.

Nasuhi Baydar'ın Yücel'de yayımlanan (s. 85, 1942) yazısı ise, bir
bakıma gerçekliği çarpıttığı için Yaban'ı ele, tirenlere verilmiş bir
cevaptır:

Yaban'ın tezi inkılap nesilleri için pek aziz olan Köyü kalkındırma
davasında en iyi niyetlilerin bile önüne aşılmaz bir engel gibi sık sık
çıkan bir ruh uçurumunu bütün derinliği ve genişliği, girinti ve çıkıntıları,
belki korkunçluklarıyla, fakat beğenilmemesi imkansız bir medeni
cesaretle aydınlatan tezdir.

Köylü, duygusunu, düşüncesini, dilini anlayamadığı ve hayat


şartıyle uyuşamadığı için şehirliye yaban -yabancı diyor; fakat şehirli
için de duygusunu, düşüncesini, dinini anlıyamadığı ve hayat
şartlarıyla uyuşamadığı köylü yabandır. Lakin kusur kimde? Köylünün,
duygusu basit, düşüncesi geri, dili işlenmemiş ise onu o halde
bırakmış olarak vebali şehirlinin değil midir? O Osmanlı şehirlisinin ki
asırlar boyunca yalnız kendini düşünmüş köylüye başka bir
cinstenmiş gibi hep yüksekten bakmış, onu ancak her türlü hizmetine
koşmuş, tarlada rençber, aşar mültezimi önünde durmadan veren
mükellef, kapısında uşak, sınırında nöbetçi olmaktan başka bir
rol sahibi tanımamış, okutmamış, öğretmemiş, maddi ve manevi
binbir bela ve musibet karşısında müdafaasız, çaresiz, zavallı bırakırken
hiçbir merhamet ve mesuliyet duymamış ve sonra, günün birinde, kolu ve
kanadı kırılıp da, mağlüp ve bezgin, sığındığı köyde
kudretsizliği kadar şüphesinden, beceriksizliği kadar gururundan
ona ısınamamış, onu kendisine ısındıramamıştır.

Yaban'ın tezi işte budur. Ne müthiş tez!

İmparatorluk idarecilerinin bile bile, isteye isteye yıllarca ve


yıllarca tatbik ettikleri obscurantisme politikası hasılalarıyle
Cumhuriyet idarecilerinin iyi niyetlerini kıyaslayan muharrir, bütün
bunları ve ilerleme emeli karşısına dikilecek olan daha nice köstekleyici
unsurları tasavvur etmemek ve realiteyi -elbette mübalağalandırarak-
münevverin önüne koyup: Gafil, gafil, büyük davanda
yardımını beklediğin köylü işte! Ve işte sen! dememek kabil miydi?

Yaban, bence, ancak bu endişenin mahsulüdür ve yalnız yazıldığı


günler değil, ilhamı alındığı tarih, yani Osmanlı İmparatorluğu'nun
yıkılışına rastlıyan devir dahi gözden uzak tutulmamak şartiyle, itiraf
etmeli ki köylerimizde Yaban'ın bütün kahramanları birer birer, Yaban'dan
tasvir edildiği gibi; yaşamışlardır ve yine itiraf
etmeli ki, zaman zaman köye yaklaşmak hevesine düşmüş olan münevverler
birer Ferit Celal Paşazade Ahmet Celal vaziyetine düşmekten
kurtulamamışlardır. Bu hali bilmek mi, bilmemek istemek
mi bir cemiyet için faydalıdır?

Yaban'da bazı teknik zaaflar olduğunu, bir Flaubert dikkat ve


itinası ile her tarafının defalarca gözden geçirilmiş bulunmadığını
hatta Balzac'a has ihmallere onda sık sık rastlandığını kabul etmekle
beraber Yaban'ı bir Madame Bauvary, bir Egenie Grandet gibi mensup olduğu
edebiyata damgasını vuran çok kuvvetli bir eser olarak bir daha selamlarız.

(...) Fakat Yaban, tok sözlü dostun sözlerindeki gerçek merhametle dolu
ve merhametin bizzat kendisidir. Onu romantizmanın
hayal ve his aleminde yetişmiş, bu alemin pembe ufuklarına, soluk
benizli narin kızlarına veya sinema perdeleri kahramanlarının hep
Happy end ile tatlıya bağlanan maceralarına alışmış olanlar, bir
de ne acıklı bir madunluk duygusu içinde çalkalandıklarını farkedemiyen
demagoglar anlamadı.

Vecdi Bürün de (Çınaraltı, s. 49, 1942) Nasuhi Baydar'la aynı düşüncededir:

(Yaban), İstiklal Harbimiz esnasındaki Anadolu'nun yediği birçok


darbelerle, yapyalnız kalan, ihanetlere uğrayarak asırlardır çocuğu
olduğu imparatorluğun çöküşü ile yerle gök arasındaki kimsesizliğin
kefeniyle sarılı, tek kollu bir adamın ve bu tek portresidir
diyorum: Zira her portre bize çizenle çizilen arasındaki münasebetlerin,
kifayet ve kif'ayetsizliklerin yekünunu verir. Anadolu,
o zaman güzel müsbet ruhlarla dolu olduğu kadar, çirkin menfi ruhlarla da
doludur. Her bozulma her nizamsızlık böyledir. Sonra romanın kahramanı
birçok sebeplerle tam bir adamcıl olmuştur. Elbette
insanlardan ve bilhassa çözülme anında o bir türlü toparlanamayanlardan;
toparlanmaya ve ayaklanmaya karşı (gaflet içinde), hiçbir şey olmuyormuş
gibi hareketsiz kalanlara kızarak, onlardan nef'ret edecektir; Allah'ın bile
son derece hasis davrandığı topraklar
üzerinde böyle bir hava ile zarflanmış adam, adamcıl olur, evinin
altındaki ahırda beslediği eşeği sever: Fakat koca Türk İmparatorluğu'nun
sağlam, temiz, hem de bir atom taşımamacasına temiz ruhunun ayaklanmasına ve
üzerine saldıranların, canına kastedenlerin suratında devirler açar
bir tokat gibi şaklamasına tek kollu adamcıl iştirak edecektir. Bu tokatta
mana olarak onun da hissesi var. Çünkü bir nizamı; bir Türk nizamını o kadar
özlüyor.

Yakup Kaari'nin müspete dönük adamcıl muvaffak olmuş bir


yaratmanın bütün şartlarını taşıyor. Fakat onun müstakil bir kahraman, tam
bir roman kahramanı olabilmesi için bir parça daha
serbest kalması, müellifin müdahalesinin yaptığı bazı yerlerde kahramanı
silecek kadar üzerine şiddetli hissedilen baskıdan kurtulması lazımdır.
Diğer bütün şahıslar halis reelin ipliğiyle dokunmuş,
fevkalade canlı, varlıklarını vergilere borçlu olmayan kendiliğinden
yaşamakta olan insanlar.

Bütün kusurlarına rağmen (Yaban), İstiklal Harbimizi bir izah


teşrifatından, hitabet kürsülerindeki, radyo kürsülerindeki aletlerin
içine girerek fiziki bir tevrit halinde donup kalmaktan
kurtararak, bütün kahraman ve korkakları, insan ve şüphe edenleri, aziz
ve rezilleri ile vatan sahnemize çıkaran bir eşerdir. (Yaban)da sanat
bakımından yer yer rastladığımız kıymetleri bir tarafa bırakırsak
bile yalnız bunun için, tam bir portre olabilmenin bir çok
şartları, kendisile ittifak etmiş olan bu esere gözlerimizi çevirmemiz
lazımdır. Ve yine bunun içindir ki bu eserden hakaretle bahsetmek
doğru olmaz. (Yaban) sağlam kıymetlerin romanı olduğuna göre
ona çatmak bir parça da kendimize çatmak olur.

Nihad Sami Banarlı ise, Resimli Türk Edebiyatı adlı kitabında (s.
395) Yaban'a karşı çıkanlarla birleşir. Ama onlar gibi tam reddedemez
romanı:

Yaban, Birinci Dünya Harbi'nde sağ kolunu kaybettiği için hemen


bütün cemiyete, hatta bütün hayata küsmüş, isteksiz ve hedefsiz bir insan
gözüyle görülen Türk Köylüsünün romanı'dır. Türkiye'deki köylü-şehirli
anlaşmazlığının (...) iktisadi, içtimai, din, dil,
velhasıl tarih bakımından sayısız sebepleri vardır. Bu sebepler iyi
araştırılırsa, bu tarihi talihsizliğin kabahatini ne köylüye, ne de
hatta şehirliye yüklemek kolay değildir. Yaban ise, böyle bir maziyi
araştırmaya lüzum görmeksizin köylüye adeta fena gözle bakan bir
roman olmuştur.

Yaban, esas itibariyle ciddi bir yaramıza dokunan ve dokunduğu için


hayırlı bir iş gören romanlarımızdandır. Fakat bu yaraya
dokunuş, o kadar sert, öylesine hoyratça olmuştur ki, okuyan, ister
istemez, muharririn Türk köylüsüne karşı bir hayli zalim davrandığını
düşünmek zorunda kalır.
Bu eserde vahşi denilebilecek kadar iptidai, insani hayal şartlarından,
insan zevk ve duygularından uzak, bilhassa şehirliye karşı
düşmanlık hisleriyle dolu bir köylünün hayatı vardır. Bu köylünün
güzel denilebilecek hiçbir hareketi, hiçbir san'atı yoktur...

Gerçi köylüyü bu derece sefil ve iğrenç bulan adam, yine köylünün


-bizce- pek haklı olarak yaban dediği, bir ruh hastası, zayıf ve
mütereddi bir mahluk, bir yarım münevverdir. Bu adam elbette
köylünün iyi cephelerini de görebilecek bir karakter değildir. Fakat
vaziyet bu duruma girince Türk köylüsünü böyle menfi bir adamın
gözleriyle görüp, o kadar insafsızca hırpalamakta ne mana kalır?

Yine Yaban'ın bize tarif ve tasvir ettiği köylü, Orta Anadolu'nun


bağrı yanık topraklarında kavrulup kalmış bir tek köyün halkıdır.
Fakat Yaban'ı okuyan yabancılar ve hatta bir çok şehir insanları diğer
bir çok köylerimizin de böyle olmadığını bu eserin neresinden
anlayabileceklerdir.

Öyle görülüyor ki, bu eserin kudretli san'atkarı bizim zayıf kalmış


taraflarımızı milli ve marazi bir infıalle karşılayan, o kadar ki
hiddetini, ancak bizi hırpalamak suretiyle yenebilen, tamamiyle
müsbet duygularla doludur.

Önce de belirttiğim gibi, 1960'tan sonra Yaban'a farklı bir biçimde


yanaşıldığını görürüz. Artık, ne gerçek-yalan tartışması, ne de günün
siyasal isterleri doğrultusunda tavır alma sözkonusudur. Yaban Yakup
Kadri'nin romancılığı içinde ele alınır, edebiyatın ölçüleriyle
değerlendirilir, Türk edebiyatının gelişimindeki yeri
belirtilir. Çeşitli yazarlarımızın kitaplarından ya da yazılarından
alıntıladığımız aşağıdaki parçalar, Yaban'ın değeri konusunda yeterli
bir bilgi verecektir:

:::::::::::::

NİYAZİ AKI

Yaban, Yakup Kadri'nin 1921'de Tetkik-i Mezalim heyeti ile


Anadolu'da yaptığı tetkik gezisinin mahsulüdür. İfadesine göre,
kendisine Erkan-ı Harbiye tarafından 2. Şube istihbaratı namına
yarı resmi bir vazife verilmiştir. Yirmi kadar hikaye ve bir hayli
makaleyle döndüğü bu seyahat yazarın gözleri önünde yurda ait yeni
mevzular ve yeni meseleler çıkarır. Bunlardan biri köy, diğeri
köylü ve münevver ayrılığıdır.

Ergenekon 1 de toplanan (Ankara Yolunda-1921), (Kütahya'dan


Simav'a-1921), Dergah'ta çıkan (Düşmanın yaktığı köyler ahalisine 1922) gibi
makalelerde yazarı halka götüren duygu ve fikirlere rastladığımız gibi,
yazarın kafasında köylü ve münevver anlaşmazlığı diye bir davanın belirtileri
de sezilir. 1922'de yazdığı Kadın ve Ukubet'i de Yaban'da (s. 43)
buluruz; bilhassa, Anadolu toprağının insan için ne tükenmez bir sabır ve
metanet kaynağı oluşunu anlatan sayfaların (56, 57) 1923'te yazdığı Yunus
Emre ile yakın alakasını görürüz. Hüküm Gecesi'nin son sayfaları da münevver
ve köylü münasebetlerine temas eder. Bütün bu hazırlıklar Yaban'a bir zemin
teşkil eder.

Vak'aları Eskişehir, Kütahya, Simav havalisinde geçen Yaban,


Sakarya Savaşı'nda bozulan düşmanın kaçışı esnasında biter. Ankara,
Sakarya Savaşı'ndan önce başlar; bu itibarla iki eser zaman
bakımından iç içe girerler. (...) Yaban'da bazı meseleleri ortaya koyan
yazar Ankara'da bunların cevabını vermeye çalışıyor gibidir.

Her iki roman da aynı mevzu etrafında döner. Yaban, nüfusunun


çoğu köylü olan bir memlekette bu kitlenin hayat şartlarını; manevi
durumunu, zavallılığının sebeplerini inceler; Ankara ise yine bu
kitle de dahil olmak üzere aynı kötü şartların devamına rağmen bir
kalkınışın hikayesidir.

(Y.K Karaosmanoğlu, 120-121, 1960)

:::::::::::::

VEDAT GÜNYOL

Yaban, bir bakıma, aydınla köylünün, halkın anlaşmamalarının verdiği bir


acıyı dile getiriyor denilebilir: Bir yanda, en ilkel içgüdülerden
kurtulamamış, bakımsız, kılavuzsuz, kadere boyun
eğen cahil bir köylü tabakası, öbür yanda, aslından, kökünden habersiz,
bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler, unsurlarla
yoğrula yoğrula adeta sınai adeta kimyevi bir şey halini almış olan tabiat
garibesi bir aydın tabaka var. Kendini büyük bir tehlike önünde hisseden ve
bir fedakarlık ihtiyacı içinde halka doğru giden aydın, karşısında, güvensiz,
kümes mahlukatı gibi her biri bir köşeye sinen insanlar buluyor.
Hiçbir yerde, hiçbir devirde, bir milletin iki sınıfi yekdiğerinden bu
kadar ayrı, yekdiğerinden bu kadar zıt kalmamıştır. (Ergenekon)

Yaban bizi ilk olarak, bir köye gerçekten sokmayı başarmıştır.


Yüzbaşı A. Celal'in benliğinde birbirine zincirlenen parça parça tablolar,
bize bir köy çevresini yansıtıyor. Edebiyatımızda Yaban'la Vurun Kahpeye'den
önce, bir çok köylere, kasabalara girmiştik. Ama, hepsinde, köyden, kasabadan
sadece kuru bir dekorun ruhsuz iskeleti vardı. Yaban'da köylüyü ruhuyla,
hayat felsefesiyle canlanmış buluyoruz. Bu, büyük bir başarıdır; Orta
Anadolu, kaderciliğin, bağnazlığın en geniş anlamda ağır bastığı;
tembelliğin, dünyadan kopmuşluk duygusunun kökleştiği yer. Anadolu
köylüsünde ta cinsiyete, ta instenktlere kadar hükmeden bu mahallilik bu
tecerrüt duygusu, acaba ruhları yalnızlığa, uzlete davet eden bu ıssız
yaylaların icabı mıdır? Yoksa içtimai bir teşekkül kusurundan mı hasıl
oluyor? İkisinden de. Ama, Halide Edip kadar Yakup Kadri de bu
ikincisi üzerinde daha çok duruyor.

(Dile Gelseler, s. 6, 16, 1966)

:::::::::::::

FETHİ NACİ

Yakup Kadri denilince Yaban gelir çoğumuzun aklına. Kimi


eserlerin böyle talihi var: Önemleri değerlerinden büyük oluyor. Bu,
sanırım eserin bir toplum gereksinmesini karşılayışından ileri geliyor.
Aydınlarımız arasında Yaban'ı okumayan yok gibidir. Bunda
aydınlarımızın, bugün bile, Ahmet Celal'i kendilerine yakın bulmalarının
payı büyük olsa gerek. Aydınlarımız da Ahmet Celal gibidirler. Bir yandan
birtakım ülküler uğruna giriştikleri savaşların değerinin halkça
anlaşılmasını isterler, öbür yandan halkın geriliği
karşısında bir suçluluk duygusuna kapılırlar. Toplumsal yapıları
bakımından kitle hareketlerinden çok aydın kişilerin çabalarına elverişli
ülkelerde aydınların kaderi budur sanıyorum.

Yaban, dünyadan elini eteğini çekmek isteyen bir aydın kişinin


acı ve korkunç bir hakikatle karşı karşıya gelmesinin tepkilerini
anlatır. Aydın kişi ile köylüler (acı ve korkunç hakikat) arasındaki
düşünce ayrılığı bütün ayrıntılarıyla verilmiştir. Sağ kolumu
ben onlar için kaybettim diyen Ahmet Celal, bir yandan da köylülerin
geriliği, cehaleti karşısında aydınlar takımını suçlayan bir aydın
kişidir. Yakup Kadri hep Ahmet Celal'ir karamsar gözüyle bakar olaylara,
kişilere: Ama bu, söylenmesi yürek isteyen birtakım
acı gerçeklerin söylenmemesine engel olmaz. Yaban'ın en önemli
yanı da burasıdır. Ne var ki Yakup Kadri'nin, Ahmet Celal'e, Emine'den
biraz sevgi görünce, Türk köylüsü ile Türk entelektüeli arasındaki acıklı
davadan hiçbir eser kalmadığını söyletmesi kişiyi yadırgatıyor; pek ucuz
bir çözüm yolu gibi görünüyor. Ama roman sonunda Emine'yi bırakmak zorunda
kalan Ahmet Celal'in Bize gene yol göründü, demesi sembolik ve epey
karamsar bir anlam kazanıyor: Aydınlar yollarında gene yalnız yürüyecekler.

(On Türk Romanı, s. 28-29, 1371)

:::::::::::::

CEVDET KUDRET

Roman, anı biçiminde yazılmıştır. Yazar, eserini, Kurtuluş Savaşı


sıralarında, Porsuk Çayı kıyısındaki bir Anadolu köyüne yerleşen
Ahmet Celal'in anı defteri olarak sunar.

Eserin bir çok yerlerinde (...) köylü-aydın ilişkisi üzerine, roman


sınırını aşıp makale sınırına giren ve yazarın kişiliğini açıkça
ortaya koyan sahifeler vardır. Yazarın deyimiyle hikayeyi bölük
pörçük eden bu feryadımsı hutbeler ve bu çeşit tiradlarla Yaban'ın hemen
her tarafı tıklım tıklım doludur. Bu tutum, realist bir
eserde, roman tekniği bakımından bağışlanamayacak önemli bir
kusurdur. Bunu, önsözde kendisi de açıklayan sanatçı, Yaban bir
objektif roman değildir. (...) Bu, ne bütün manasıyle bir roman, ne
bütün manasıyle bir sanat ve edebiyat işidir. (...) Yaban, çölde bir
feryattır der.

(Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, 2. bas., 152-153, 1970)

:::::::::::::

RAUF MUTLUAY

... Eserin tezi, yüzyıllarca aydınların hiçbir şey vermediği Anadolu


halkıyla, üst kat kişileri arasındaki uyuşmazlık, uzaklık, yabancılık,
ilgisizlik sorunudur. Yazarın gezi izlenimlerindeki
gözlemlerinden doğmuş bu tablo, Sakarya Savaşı sonrasındaki ezik
Anadolu'nun, Kurtuluş Savaşı sırasındaki umutsuz halkımızın yaşamını
canlandırdığı için karamsar görünmüş, haksızca eleştirilmiştir.

Dönemine uygun bir roman, edebiyatımızın köyü konu edinen en


uyarıcı eserlerinden biridir.

(100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, s. 207, 1973)


:::::::::::::

Cumhuriyet'in onuncu yıl eşiğinde yazarın toplumuna ödediği


borçtur Yaban. Sezgiyle bile olsa Yakup Kadri, Türk köyünün, verdiği
görev oranında zaferden pay almadığını -dolaylıkla- anlatmaktadır. (...)
Birinci Dünya Savaşı'nın yoksunluklarını yaşamış bir Batı Anadolu köyünün
sorumluluğu kime aittir? Ne padişahlık devrinin eleştirisi söz konusudur, ne
Cumhuriyet hükümetine yol gösteriş. Ama gene de bu gerçekçilik, halkımızı
masabaşı söylevleriyle sevdiklerini söyleyenlerin pembe gerçekçiliğini
tedirgin edecektir.

... Günümüzden kırk yıl önce yazılmış bu röportaj-anı defteri biçimindeki


roman, sanıldığından çok etki getirmiştir. İlerde köy edebiyatına koşulacak
pek çok kişi bu gözlemlerin gerçekliğine yaslanacak, gerekliliğini
savunacaktır. Ve tektir bu kitap Karaosmanoğlu'nun repertuvarında. (...)
Yakup Kadri, bu dönemde -belki sürekli yolculukların izlenimiyle hiç olmazsa
tren pencerelerinden gördüğü- Anadolu bozkırının gerçeğini dile getirmek
istemiştir. (...)

Yaban, toplumumuzun ilerde meydana çıkacak ana sorunlarına, biraz


anakronik de olsa, dikkatli bir yaklaşımdır ve onun zaferi, Yakup Kadri'nin
adı yanına eklenen bir onur olur.

(50 Yılın Türk Edebiyatı, s. 552-553, 1973)

:::::::::::::

DR. AYTEKİN YAKAR.

Yaban'da Karaosmanoğlu'nun maksadı, doğrudan doğruya Milli Mücadele


gerçeğini yansıtmak değildir. Yaban, o günlerin geri ve
bakımsız bir köyünün hastalıklarını teşhir etmektedir. Yalnız bu
teşhirin zamam olarak, Milli Mücadele günleri seçilmiştir.

1919-1923 yıllarının verileri üzerine kurulmuş görünen ve


1923'de yayınlanan Yaban, gerçekte 1923-1930 yılları arasının, yeni
toplum yapısının yeniden kurulmaya çalışıldığı devrimler çağının,
bu devrimlerle çalkalanan sosyal ortamın direniş ve davranışlarının yazarda
yarattığı hayal kırıklığından etkiler taşır.

Yazar, devrimler çağında uğradığı bu hayal kırıklığını, Milli Mücadele


günlerinde İkdam'da yazdığı makalelerini topladığı Ergenekon'larının
sonsözünde kendisi de doğruluyor. Sonsözün yer aldığı Ergenekon'ların
İkinci Kitapı 1930'da yayınlanmıştır. Yaban'ı
1932'de yayınlandığı düşünülürse, Ergenekon'ların sonsözüyle Yaban'ın aynı
psikoloji ortamının mahsulleri olduğu kesinlikle belirir. (...)

Yazar psikolojisini, yani hayal kırıklığını verebilecek kahramanı da


başarıyla yaratmıştır. Teşrih, olayda Birinci Dünya Savaşı'nda kolunun
birini kaybetmiş bir yedek subayın, Ahmet Celal'in tespitlerinden veriliyor.
Bu sakat yedek subay Mütareke ve ordunun dağılması üzerine, yıkılmış bir
psikolojiyle, gidecek yer bulamayarak emir erinin çağrısına uymuş, Porsuk
dolaylarındaki bu köye gelmiştir. İşte köy, yurdu parçalanmış bir kolunu da
yurduyla beraber yitirmiş bu psikolojiden aksettirilmektedir. Bu psikolojiyi,
çevreyi karanlık görecek bir sakat adam yaratmak düşüncesinin mahsulü
saymamak icabeder. Tersine, köy, vücudunun bir parçasını
kendi için feda eden ve sığınacak başka hiçbir yeri bulunmayan, bu
ölçüde kendisine bağlı ve muhtaç bir adamın sevgisinin ışığından
geçerek romana aksetmiştir ki, kusurlar, kusur görmemek için çırpınan
yazarın hissiliğinde daha belirginleşmiş, daha kararmıştır.

(Türk Romanında Milli Mücadele, s. 114-117, 1973)

:::::::::::::

SELİM İLERİ

Yaban, Yakup Kadri'nin romanları içinde değişik bir yeri kaplar. Kurtuluş
Savaşı coşkusunun yaşandığı yıllara ilişkin romanlarda, Yaban'la özdeşlik
kurabileceğimiz niteliklere, konusal benzerliklere rastlarız; ama bu yapıt,
Yakup Kadri'nin kendi çizgisinde köye yönelik ilk ve son ürünüdür.

... Yakup Kadri, yarı aydının şaşkınlığını, üzüntüsünü anlatırken


ilginç bir ikilemi de vurgular. Bir yanda ulusal bağımsızlık sorununu
önemsemeyen, önemsememe durumunda olan köylüler;
öbür yanda, önemsenmeyişin bilincine henüz varamamış bir Ahmet
Celal... Şunu belirteyim: Yaban bu tür açılımlarıyla ustalığa ermiş
bir yapıt. Kendinden sonra yazılmış bir çok aydın-köylü karşıtlığı
romanına önayak olmuş, yol göstermiş.

Romanın anı biçiminde yazılmasından, bir başka açıdan da yararlanılır.


Şeyh Yusuf, Süleyman, Cennet gibi yan kişiler zaman zaman tanıtılırken,
serüvenleri işlenir; yapıtın genel bütünlüğüne bircanlılık kazandırırlar,
olay örgüsünü de zedelemezler. Olay örgüsü katılaşmış kurallardan soyutlanır
böylelikle. Dramatik uçlar, başlangıç-düğüm-sonuç evreleri parçalanmış,
romana yedirilmiş, dağıtılmıştır. Yakup Kadri, denemeyi çağrıştıran bir
rahatlıkla köy yaşamından sahneler çizer. Kurtuluş Savaşı'nı da
toplumbilimsel diyebileceğimiz bir anlayışla ürününe katar. Bu
değerlendirişleri biçimin yapısından dolayı sarkmaz...

(Türk Dili, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı, s. 298, 1976)

Türk Dili'nde (s. 306, Mayıs 1977) yayımlanan yazısında (Yabancısı


Olunan Bir Konunun Romanı: Yaban) Hüseyin Altunya, Yaban'ın
konusu, getirilen, özü, Yakup Kadri'nin bakış açısını ve anlatım tekniğini
irdeliyor, romanı başka yazarların yapıtlarıyla karşılaştırdıktan sonra bu
sonuca varıyor:

... Görüşlerimizi özetlersek; örnekleriyle gördük ki:

1. Yaban'da yurt gerçeklerinin canlı betimlemesini göremiyoruz, yurt


gerçeklerinin verilmesinden çok, buna ilişkin soyut düşünceler verilmiştir.

2. Yerel bilgiler de (konuşmalar, töreler, çevrenin betimi...) gerçeklere


uygun değildir.

3. Romanın başkişisi gerçek bir kişi gibi görünmüyor, yazarın


kafasında yaratılan bir kişi olduğu hemen seziliyor.

4. Yapıt, uzun gözlemlere, incelemelere dayanmamıştır, soyut


düşüncelerle birazcık gözlemin karmaşasından oluşmuş bir tablodur.

Evet, Yaban'ı temel alarak yaptığımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu'yla


ilgili eleştirilerimizi, yine de, Şükran Kurdakul ile Emin
Özdemir'i birleştiren şu yargıya katılarak noktalamak zorundayız:

Yakup Kadri'yi toplumcu gerçekçi anlayışa bağlı bir sanatçı sayma


olanağı yoktur. (Ş.K.) Ama bu, Yakup Kadri'nin güçlü ve usta bir
romancı olduğu gerçeğini değiştirmez. (E.Ö.).

Ayrıca bu yıl Türk Dil Kurumu'nun düzenlediği hafta sonu konuşmalarından


biri de Yaban'a ayrıldı. Yaban ve Romanda Gerçekçilik konulu açık oturuma
Emin Özdemir, Hikmet Dizdaroğlu, Vecihi Timuroğlu ve Adnan Binyazar konuşmacı
olarak katıldılar.

Yönetici Emin Özdemir, Yaban'ın gerçekçilik açısından değerlendirilmesi


yolunda biçimledi sorusunu. İlk konuşmacı Dizdaroğlu,
Yaban'ın coğrafyasını çizerek başladı işe. Sonra romandaki kişileri
tanıtarak Yaban'ın önemine değindi: Yaban, köyü tanıtmak için değil,
bir ikilemi (aydın-halk-köylü) belirlemek için yazılmıştır. Vecihi
Timuroğlu, sorunu gerçekçiliğin gelişimi açısından ele aldı, bunu
toplumun gelişme süreci içinde değerlendirdi. Her toplum düzeninde
gerçekçiliğin başka başka yorumlandığını ileri sürdü. Ayrıca,
Yaban, uluslaşma süreci içinde köylü ile aydın arasındaki ilişkileri
ele alıyor diyerek, Timuroğlu, romanı içsel gerçekler açısından değerlendirdi.
Adnan Binyazar, Yaban'da köye kültürel dünya görüşü diyebileceğimiz bir
açıdan bakıldığını ileri sürdü. Köyün önyargılı biçimde ele alındığını
savundu. Kimi yönleriyle romanı bir (deneme) olarak niteledi. (Türk Dili,
s. 309, 1977)

Milliyet Sanat Dergisi'nce, Türk Romanının bugününü topluca gözden


geçirmek amacıyla düzenlenen yazı dizisinin ilkinde (s. 237, 24
Haziran 1977) Adnan Binyazar, Türk edebiyatının köye ve köy insanına
yönelen ilk romanları üzerinde dururken Yaban'ı şöyle değerlendiriyordu:

Yaban Karabibik'ten kırk iki, Küçük Paşa'dan yirmi iki yıl


sonra yazılmıştır. Amacı, köy gerçeklerini ortaya sermektir. Ayrıca,
Türk aydınını yargılar, bireysel sınırlar içinde kalsa da topluma bir
özeleştiri getirir. Öbür romanlara göre Yaban, Atilla Özkırımlı'nın
saptayımıyla gerçekdışı bir düş ülkesi görünümündeki köy edebiyatını
yıkmıştır. Ancak Yakup Kadri Karaosmanoğlu köye bakışında
önyargılıdır ve olumsuz bir tutum içindedir. (...) kör inançların, sakat
insanların, balçık akan ırmakların, ilkelliklerin bulunduğu bir
köy özellikle seçilmiştir. Bu nedenle Yakup Kadri'nin kişileri, Ahmet
Celal de içlerinde olmak üzere, gerçek kişiler olmaktan çok bir
model etkisi bırakırlar.

Halk-aydın çelişkisinin ve suçlu aydının romanıdır Yaban, Tetkik-i


Mezalim Heyeti'nden bir üyenin köye bakışıdır. Köyü dışardan
değerlendirmedir. Romanın kimi yerlerinde olayın geri plana düşüp
özeleştirinin (hesaplaşmanın) öne çıkmasının nedeni de budur. Coşkulu
tirad'ların bol bol yer aldığı roman, bir bakıma bir deneme-essai'dir.
Türk aydını Yaban oluşunun nedenlerini araştırırken, İstanbul dışına neden
taşra dediğinin bilincine de varmamıştır Yaban'da. Köyü dıştan da
değerlendirse, Yaban, ilk gerçekçi romanlarımızdan biridir:

Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtının


Yaban'da Teknik ve İdeoloji başlıklı bölümünde, Yaban'ın etkileyiciliğinin
sadece içeriğinden gelmediğini belirttikten sonra, Yakup
Kadri'nin köylüye karşı tutumunun nedenlerini açıklamaya çalışır
ve bu tutumu dile getirirken ne gibi yollara başvurduğunu
araştırır. Moran'a göre Yaban belli bir ideolojinin ürünüdür:

1922 ile 1932 arası, Karaosmanoğlu'nun coşkun bir içtenlikle


desteklediği devrimlerin yapıldığı yıllardır ve biliyoruz ki geleneklerine
ve İslam ideolojisine bağlı Anadolu eşrafi ve köylüsü bu devrimleri
benimsemiş değildi. Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine
adlı ve 1922 tarihli yazıda söz konusu edilen köylü, Karaosmanoğlu'nun
gidip gördüğü ve acısına saygı duyduğu perişan köylüdür.
Yaban'daki köylü ise 1932 yılındaki Kadro'cu Karaosmanoğlu'nun
düşündüğü ve her şeyden önce tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı
olarak gördüğü Anadolu köylüsüdür. (...)

Yine unutmayalım ki 1932'lerin Karaosmanoğlu'su demek Kadro


dergisinin imtiyaz sahibi, Kadro'cuların görüşlerini paylaşan Karaosmanoğlu
demektir. Başka şekilde söylersek, devleti, Kurtuluş
Savaşı'nın-anlamını kavramış ve devrimin bilincine varmış bir aydın
grubunun inkılapçı bir kadronun yönetmesi gerektiğini savunan
bir adam. Kadro'nun ilk sayısında derginin çıkış amacı açıklanırken
deniyor ki: İnkılabın irade ve menfaati... azlık fakat ileri
bir kadronun iradesinde temsil olunur... İnkılabın derinleşmesi demek...
inkılabın ahlak ve disiplininin ileri bir kadronun dimağında
genç neslin, şehir halkının ve köylünün dimağına inmesi ve yerleşmesi
demektir.

Böylece otoriter bir yönetimle devrimler sürdürülecek, derinleştirilecek


ve yeni bir ulus meydana getirilecektir.

Madem ki yeni ulusu, Karaosmanoğlu'nun Yaban'da söylediği


gibi bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlarla...
yeni baştan yapmak gerekecektir ve madem ki bu iş aydın bürokratlara
düşen bir iştir, o halde bu yönetici sınıfın kullanacağı malzemeyi
gerçekçi bir yaklaşımla tanıması gerekir.

Yaban basıldığı zaman Kadro'da çıkan yazıların romanı, bu


malzemeyi cesaretle tanıttığı köylünün nasıl yenileştirileceğini de
söylüyor: Ona teknik aşısı yapacağız... İleri tekniğin olgun yemişlerini
elleriyle toplayan, gözleriyle gören köylü, artık yobazların ve
softaların safsatalarına kulak asar mı? İnkılapçı aklın aniane ve görenek
karşısında üstünlüğünü gören köylü artık ileri münevvere
(yaban) diyebilir mi? (sayı 16)

Vedat Nedim Tör'ün de gözüne batan karşıtlık aynı: Bir yanda


vatanı kurtaran inkılapçılar ve onların karşısında gerici köylü.

:::::::::::::

Sanırım Yaban'da vurgulanan temayı köylünün yalnızca olumsuz yönlerinin


sergilenmesini ve yaratılmak istenen boğucu atmosferi ancak Karaosmanoğlu'nun
ideolojisinin gereği olarak açıklayabilir ve diyebiliriz ki romandaki köy
gerçek Anadolu'yu temsil etmez; 1930'lardaki yönetici sınıftan bir aydın
bürokratın kafasındaki Anadolu'nun simgesidir. (sayfa 183-184)

:::::::::::::

ALMAN BASININDA YABAN


Bu eser, milletine olan sevgisinden adeta meczup bir adamın
romanıdır. Bu yüzdendir ki, yeis verici münasebetlerin tasviri okuyanda
daha trajik bir tesir bırakıyor. (D.H. Tötter, im Westdeutsehen Beobachter)

Bu, yeis içinde şikayet eden ve nadiren iyimser olan yerlerinde


bile insanı daha büyük ihtirasla saran bir eserdir. (Literatür).

Yakup Kadri, Yaban'ıyla Avrupa'nın artık ihmal edemeyeceği


şayanı dikkat bir sima olarak Garp edebiyatının Forum'una ayak
basıyor. Anadolu'da Yunanlılara karşı harbin derin ve sarsıcı sahneleri,
bir köyün tahribi, feci bir surette işgali, bu müthiş
realist ve yer yer lirik renkleri olan eserin sert profilini teşkil ediyor.
(Das Deutsche Wort.)

Fransız Flanbert mektebinden gelen Yakup Kadri, bizi kavrayarak ikna eden
ve tamamen kendisine has bir şekilde yaratmasını bilen bir yazardır.
Sonraları inkılabı yapan aydın zümre ile romanın cereyan ettiği yolsuz,
çıplak ve sert Anadolu parçasında yaşayan geniş köylü tabakasının derin
donukluğu ve acarlığı arasında birlik kurmanın güçlüğü o kadar büyük ve edip
için o derecede deruni bir milli ve şahsi dava ki, okuyucu bile onu birçok
kuru makalelerin yapabileceğinden daha iyi anlıyor. (Wille und Macht).

Fasıldan fasıla heyecan derinleşiyor ve biz, gerçekten sarsılarak okuyoruz.


Köylülerin ıstıraplı hayatını, ölümünü, Emine'nin sevgilinin- ölümünü...
Eser, sadeliği içinde dramatikti. Yazar, tesir
yapmak isteyen darbeleri, birbiri üstüne yığmaksızın vuruyor. Çünkü,
edebiyatın ezeli kanunlarını yerine getirmiştir: Merhamet ve
uyandırmak. Gündelik ve adi manada değil, yüksek seviyede. Bu,
bütün bu sanat eseri kadar gerçektir. (Reinish-Westfizlischen Zeitung).

Bu tasvir, sarsıcı ve ihtiraslı bir realistliktir. Ve kül renkli


atmosfer o kadar içe giren bir güçle şekillendirilmiştir ki, insan
adeta azap duymaya başladığı zaman bile okumağa devam etmekten kendisini
alamıyor. Bu çok enteresan romanın üslubu ve yapısı bıçak
kadar keskin bir zekanın hakim olduğu şarklı bir hikaye sanatıyle
Avrupai kültür değerlerinin çok orjinal bir karışımını veriyorlar.
(Bresauer Neusten Nachrichten)

Bu romanın sert bir güzelliği var. Şiirin ethnos'unu şayanı


hayret bir erkeklikle taşıyor. Vakaların dramatik akışı insanı yakalayınca
bırakmıyor. Bu Hölderlink mikyasında alayişsiz şiiri tanıdığım için
bahtiyarım. (Arthur Müller).

Eser, hem yorgun, hem de genç bir tesir yapıyor. Bunun çok
garip ve hiç de edebiyat olmayan bir cazibesi var. Belki,
Kadri'nin sıcak bir kalpten koparıp çıkardığı soğukkanlılık bazı genç
Amerikalıları hatırlatıyor. Yazarın sempatik tarafı, bence, bundan gelir.
(Erich Pfei ffer Belli).

Anadolu'nun geniş bozkırlarında giden ve bu merhametsiz tabiatın rüzgarları


kulaklarında ve kalbinde bir açın çığlığı gibi çınlıyor, enkaz altında
kalmış bir halkın münzevi arayıcısı, bu Yaban'ın ta kendisidir. (Völkische
Beobachter-Yarı resmi parti organı).

:::::::::::::::::

You might also like