You are on page 1of 137

Duvarlar ve Koruyucu

Adam yorulmuştu, belki de yarım fersahtır yetmiş kilo taşımak zorunda kalan eşeğinden
daha yorgundu. Nerdeyse dört saatten beri kendisinden başka insana rastlamamıştı bu
topraklarda. Eşeğinin semerine asılı çantasındaki kitapları rastladığı türlü hayvanlara da
satabilirdi ya da zorla verebilirdi ama hayvanların o kitapları okuyacağını üstüne üstlük
para vereceklerini hiç mi hiç sanmıyordu.
Eşek yine kişniyordu yorulduğunu belli edercesine her on dakikada bir yaptığı gibi
ve yine adam eşeğin başını okşadı teselli edercesine; ama bu sefer durum farklıydı eşek
dayanma sınırının sonuna gelmiş, adamla birlikte yere yuvarlanmıştı. Kalkmaya da hiç hali
yoktu, “beni burada bırak” dercesine kişnedi. Ta ki adam siyah çantasını alıp eşeğin
yanından uzaklaşana kadar. Adam bağırdı;

— Bekle orda oğlum, yiyecek bir şeyler ve su bulup geliyorum…

Ama aslında “Bekle orda oğlum, şu kitapları satıp geliyorum” demesi daha uygun
olurdu. Yere düşünce kirlenen siyah takım elbisesini temizledi, üzerinde şirketinin amblemi
olan kırmızı kravatını düzeltti; yağlı siyah saçlarını da arkaya attıktan sonra artık hazırdı.
Çantasını daha bir sıkı kavradı ve ağaçların arasından geçmekte olan patikayı takip ederek
hızlı adımlarla yürüdü, neden bilmiyordu ama bu patikanın sonunun onu kitap satacağı bir
yere götüreceğinden emindi ya da tamamen şirket parolasına güveniyordu.

“Her zaman kitap satacak bir ev bulunur”

Yarım saat geçmemişti ki üzerine bir uğursuzluk çöktü adamın. Korkmaya, umudunu
yitirmeye başlamıştı. Olmadık yerde çıkan ağaçlar nedeniyle küçülen patika biraz sonra
tamamen kaybolmuştu. Adamın şimdi önünde sonu yokmuş gibi gözüken kara bir orman
duruyordu. Adamın elleri titriyor, ara sıra çantasını düşürmesine neden oluyordu.
Alnından soğuk terler boşalıyordu adamın. Bu uğursuz kara ormandan bir an önce
çıkmak istiyordu, geri dönmek ilerlemekten çok daha cazip gelse de insanlara has olan
merakına engel olamadı. Tüm korkularını bir an olsun bir çuvala tıkıp ağzını bağladı ve
seçimini yaptı. İlerleyecek ve bir tane bile olsa kitap satacaktı, satmak zorundaydı.
Y.S.K.P.Ş. çalışanı tüm kitap pazarlayıcıları her iş günlerinde en az bir kitap satmak
zorundaydı; aksi halde işlerinden olurlardı.
Biraz ilerlemişti ki bitkin düştü ve dizleri üstüne çöküverdi. Ağaçlar sanki hareket
ediyor, üzerine üzerine kara gövdelerini eğiyorlardı. Sadece çantasına odaklanıp etrafına
bakmamaya dikkat ederek çantasının kilit şifresini girdi. Ama hayır bunca stres içinde
şifreyi unutmuştu. Elleriyle yüzünü kapayıp düşünmeye çalıştı. Ve aradığını uzun bir
düşünüşün ardından beyninin ücra köşelerinde buldu. “201307”
Çantanın iki tarafına da kilit şifresini girdikten sonra çanta müthiş bir hızla açılıverdi. İçi
yüzlerce kitaba ev sahipliği yapıyordu. Evet, bu çanta diğer tüm çantalardan farklıydı,
dıştan normal bir iş çantası izlenimi uyandırsa da içi neredeyse bir araba bagajı kadar
genişti ve sadece Y.S.K.P.Ş. çalışanlarının en saygınlarına özel olarak yapılırdı. Adam bazı
kitapları çantanın karanlığa gömülü alt taraflarından kurtarıp en üst sıraya yerleştirmekle
meşguldü. Bu kitaplar müşteriye satmak için ilk sunacağı ucuz ve bir o kadar cezp edici

1
kitaplardı. Adam elini çantanın içine atıp beş dakika boyunca arandı ve sonunda zaferle
gülümseyerek baba yadigârı gümüş kabzalı bir kılıcın takılı olduğu bir kemer çıkarttı.
Kemerini takarken etrafı gözlemeyi ihmal etmiyordu. Her an saldırıya uğrayabilecek bir
ceylan gibiydi; her an tedirgin, etrafı izlemek zorunda ve her an kaçmaya hazırlıklı.
Cebinden pillerinin bitmesine az kalmış gri bir el feneri çıkardı, Ormanın loş ışığında
yönünü bulabilmesi, ormandan çıkabilmesi için en büyük yardımcısı bu fener olacaktı.
İnsana korku, her an diken üstünde olma hissi neler yaptırmıyordu ki? Bir saate
yakındır ormanın ürkütücü sessizliği eşliğinde yürüyordu ve eşeği hiç aklına gelmemişti;
lakin aklına gelmesi gerekirdi, hesapta eşeğe – ve de kendisine- biraz yemek ve içecek bir
şeyler bulmak için çıkmamış mıydı yola? Belki de ölmüştü eşek. Zaten ölmesi için epey
sebep vardı. Açlık, yorgunluk ya da düşük bir ihtimal vahşi hayvanlar… Sırtını arkasında
yosun tutmuş bir ağaca verdi ve bir süreliğine gözlerini kapadı, biraz kestirmeye ihtiyacı
vardı.
Açlık… Hissediyordu karnının gurultusunu, susuzluktan kurumuş dudaklarını. On beş
dakika önce hafif hafif kendini hissettiren sis gittikçe artmış göz gözü görmez hal almıştı
orman. Adam’ın elindeki fener sisi aydınlatmaya çalışan çaresiz bir araba farı gibiydi. Adam
herhangi bir ağaca çarpmamak için etrafını yoklaya yoklaya ilerledi. Sis, ilerledikçe
yeşilimsi bir renk alıyordu. Yeşil ve iğrenç kokulu bir sis…
O iğrenç kokunun neye ait olduğunu anlaması için ayaklarının şapırdamalar eşliğinde
gittikçe dibe batması ve durmadan kabarcıklar oluşan sulu zemindeki dehşetengiz
büyüklükte yanıp duran alevleri görmesi yeterli olmuştu; ama çok geçti. Batıyor…
Batıyor… Ve batıyordu…
Çantasını yukarda tutmaya dikkat ederek ümitsizce çırpındı bataklıkta; ama bu ölümünü
hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Aşağı doğru çekildiğini hissediyordu,
batmaktan çok biri yada birileri tarafından aşağı çeliyordu. Beline kadar batmıştı şimdiden
ve hızla batıyordu. El feneriyle etrafa bakınarak bir kurtuluş aradı ve buldu da…
Az ilerde yarısı bataklığa devrilmiş dev gövdeli bir ağaç vardı, eğer ulaşabilirse
kurtulabilirdi. Batmadan ilerlemeye çalıştı; lakin mümkün değildi, ilerledikçe daha da
batıyordu. Yinede şansını denemeye karar verdi ve ilerledi. Yüzü korku ve kurtulma hırsıyla
absürt bir hal almıştı. Kendinden daha fazla değerli olan çantasını önden fırlatmaya karar
verdi. Bitkin düşmüş olsa da çantasını fırlatacak hali vardı daha… Çantanın yıkık ağacın
üzerine düşmesi için dua ederek çantasını fırlattı. Ucu ucuna yıkık ağacın gövdesi üzerine
düşen ağaç rahatlatmıştı onu.
Boynuna kadar battığını, iğrenç kokuyla midesinin bulandığını hissetti. Bir metre
ötesinde olan umudu sönüyor, yerini korkuya, umutsuzluğa bırakıyordu. Birden aklına bir
fikir geldi. Batmış olan ellerini zar zor oynatarak kılıcını kınından kurtardı ve sağ elini
kılıcıyla bataklığı yararak çıkardı. Kılıcın kabzası artık matlaşmış olan gümüştendi, boyu
nerdeyse bir metreyi geçiyordu ve ucu inanılmaz derecede keskindi, çürümüş yosun tutmuş
bir ağaç gövdesini delebilecek kadar keskin…
Kılıcı bir metre ötesindeki dev ağaç gövdesine yeniden kurtuluş ümidi kazanmışa
benzeyen bir çığlıkla sapladı. Kılıcın saplandığı yerin etrafı çatladı ve çatladı. Peşi sıra
çatlamalar durdu ve kılıç saplandığı yerde asılı kaldı. Şimdi tek yapması gereken kılıcın
kabzasına kendini çekmekti ama hızlı bir hareketinde bataklığa yeni bir kurban daha
kazandıracağını biliyordu. Kabzaya tutunup ve yavaşça kendini kılıca doğru çekiyordu ki,
bataklık tarafından bacaklarından aşağı çekildiğini hissetti.

2
Batmış durumdaki bacaklarını silkelemeye başladı ama nafile. Bacaklarından aşağı
çekmeye çalışan her neyse bırakmak niyetinde değildi. Adam tüm gücüyle çekti kendini
kılıcın kabzasına tutunarak. Bir daha ve bir daha… Dev gövdeye ulaşmıştı sonunda…
Çürümüş ağaç gövdesinin üzerine tutunarak kendini yukarı çekmeye çalışıyordu ki
bataklığın içindeki bilinmeyen şeyin bileklerini kavrayışları daha da sert oldu. Bilekleri
hançer saplanmışçasına acıyordu. Bir eliyle dev ağaç gövdesinden fırlayan kalın dallardan
birini tutundu, diğer eliniyse bataklığa daldırarak bileklerini kavrayan şeyden kendini
kurtarmaya çalıştı.
Bileklerine kavrayan şeyi hissetti. Bunlar birilerine ait olan ellerdi. Yapış yapış ve etsiz
eller… Ellerden kurtulması kolaydı çünkü bileklerini kavrayan iskelet eller kendi ellerine
göre güçsüz ve kırılgandı. Yüzünde bir rahatlama ifadesiyle ağaç gövdesinin üzerine çıktı.
Soluk soluğa kalmıştı, umudu korkusunu yenmişti yada yenmek üzereydi. Kılıcını çıkarmak
için diz üstü çöktü ve gövdenin aşağısına kılıcın saplı olduğu yere eğildi. Her tarafı çamur
içindeydi bir zamanlar siyah olan takım elbisesi şimdi çamurdan yapılmış kahverengiye
çalan bir elbise izlenimi veriyordu. En değer verdiği saçları çamurla kaplanmış, kirli sakalı
şimdi gerçekten kirlenmişti.
Cebinden çıkardığı çamurla kaplı mendili biraz olsun temizledikten sonra dörde katlayıp
mendille kılıcın keskin ucunu tuttu. Kabza çok uzaktaydı ve kabzadan tutsa bile yine
bataklığa düşme olasılığı vardı. Kılıcı keskin tarafından tutup çıkarmaktan başka çaresi
yoktu. Biraz daha eğilip kirli mendiliyle kılıcın soğuk çeliğini kavradı ve yerinden
gevşetmeye çalıştı. Yararsızdı. Boşa çabaladığını fark edene dek devam etti. En sonunda pes
ederek kütüğün üzerine yığıldı kaldı ve o görmese de bataklık tehlikeli bir şekilde
fokurdamaya başlamıştı.

Fokurdadıkça fokurdadı, bataklığın üzerinde bir baloncuk patladı yerine yenisi geldi
yine patladı ve yerine yine yenisi geldi. Onlarca iskelet kafa bataklıktan yükseldi, gözlerin
olması gereken yerdeki siyah oyuklar ona odaklandı. Sonra vücutları belirdi. Bazı
yerlerinde hala çürümüş deri olan üzerlerinden yosunlar sarkan paçavralara bürünmüş –
asırlar önce belki de bu paçavralar elbiseleriydi, hayattayken- iskelet vücutlar azametle
bataklıkta belirdi. Hırlayarak ve garip sesler çıkararak bazen de aniden sessizliğe bürünerek
Ona yaklaşıyorlardı.
Kafasını hızla bataklığa çevirdi ve gördüğü karşısında şok olmuş bir şekilde geriye
doğru çekilmeye başladı. İşte korku yine galip gelmişti, yada gelmek üzereydi. Gözleri
gördüğü şey karşısında yuvalarında fırlamıştı, ağzını açmış çığlık atmak istiyordu ama bir
şey ona engel oldu. Umut…
Kılıca doğru atıldı ve mendiliyle tutarak çıkartmaya koyuldu. Hırs, korku ve umut…
Kılıcı çıkarmak için gerekli üç şey vardı, şimdi tüm iş kılıca kalıyordu. Kılıcın etrafındaki
çatlak daha genişledi, belli ki kılıç çıkmaya istekliydi. Lakin o sırada iskeletler bataklıkta
batmadan ilerliyor, hatta yeni iskeletler bataklığın altından fırlayıveriyordu.
Dört beş iskelet kütüğe çıkmaya başlamıştı bile. Takırdayarak iskelet elleriyle kütüğe
tutunuyorlar, bir maymun gibi rahatlıkla tırmanıyorlardı. Onun bacaklarını yakaladı iki
tanesi ve kılıcı bırakmaya zorladılar. Hayır, hiç de niyeti yoktu bırakmaya, şiddetle
iskeletleri tekmeleyerek onlardan kurtulmaya çalıştı bu arada kılıcı çıkarmak için
uğraşıyordu. Kahrolası kılıç ne kadar kolay saplanmışsa o kadarda zor çıkıyordu.

3
Gözlerini kapattı, sol eliyle kılıcın keskin çeliğini tamamen kavradı ve çekti, elinden
kanlar boşalıyordu ama o kılıcı alamazsa bundan daha fazlasına iskeletler tarafından maruz
kalacağının da bilincindeydi. Kendine daha fazla hakim olamayarak acı bir çığlık koy verdi
ve kılıç elinde sırt üstü yere düştü.
Sol elinden kanlar boşalmaya devam ediyordu ve hala iskeletlere karşı direnmeye devam
ediyordu. Biri gitti biri geldi, iskeletleri takırdamalar eşliğinde kaburgalarından bölüyor
ama hep parçalananların yerini başka bir iskelet dolduruyordu. On dakikayı bulan destansı
direnişinin ardından dizleri üstüne çöktü kılıcını yere saplayıp kabzasından destek alarak
yere yığılmamak için çabaladı.

İskeletler etrafında saf tuttular. Ona bakıyorlardı olmayan gözleriyle. Biçimsiz boş ağız
oyuklarıyla belki de sinsice gülüyorlardı ona. Hırlıyorlardı yine ürkütücü bir şekilde.
Hırlamalar kesildi yerini birilerine ya da birisine yol açmaya çalışan iskeletlerin tıkırtıları
aldı. Yarı aralık göz kapakları ve nedeyse tamamen bulanıklaşmış görüşüyle etrafına
bakındı. Kafasını kaldırdığında başında biri –bir iskelet bekliyordu. Diğer iskeletlerden
farklı olarak durmadan hareket eden portatif bir gözü vardı ve elindeki yeri süpüren
upuzun zincirli kara bir gürzün olması dışında diğer iskeletlerden pek de farkı yoktu.
İskeletin elinin takırdaması ve gürzün zincirinin sesi duyuldu. Korkuyla iskeletin yüzüne
baktı ve tek gördüğü ölüm oldu…
Gözlerini korkuyla açtı, bunların sadece bir rüya olduğunu görünce biraz olsun
rahatlasa da gerçekten şu anda o ormanın içinde olduğunu yeniden anlayınca o rahatlama
yerini yine korkuya bıraktı. Belinde baba yadigârı kılıç, bir elinde fener bir elinde çantası
isteksizce sırtını dayadığı ağacın oradan kalkarak yoluna devam etmeye koyuldu.
Kara gövdeli dev ağaçların olduğu bir tek kuşun bile ötmediği bu uğursuz orman
gittikçe boğmaya başlamıştı onu. Belki de rüyası kaderi olacaktı. Ölümle sonuçlanan bir
umut…
İlerleyişi umutsuzdu, feneri her tuttuğu yönde gördüğü tek şey, ya bir ağaç gövdesiydi
yada bir ağaç gövdesiydi. Feneri tam önüne doğrultmuştu ki fenerden çıkması muhtemel
olmayan muazzam bir ışık gözlerini kısıp elini gözlerine siper etmeye zorladı. Işık aniden
çıktığı gibi aniden sönmüştü; lakin sönerken yolu da göstermişti. En azından o yol
olabilecek bir şeyler gördüğünü sanmaktaydı.
Koştu… Umudunu geri kazanmıştı, bu yüzden midir bilinmez koşarken fenerini fırlatıp
attı. Işığı görmüştü bir anlıkta olsa, artık ne gerek vardı bir el fenerine… Hızla koştu ve
önüne çıkan şeyi gördüğünde hızla durdu ve hayranlıkla baktı. Metrelerce yükselen bir çalı
çit… Yemyeşildi daha yeni oracıkta bitmişçesine. Ya arkası diye düşündü. Bir çalı çite bir
de ev lazımdı.
Çalı çiti takip ederek batı yönüne doğru ilerledi. Hiç bitmeyecek gibiydi, yürüdükçe
yürüdü, ta ki saatlerdir gördüğü en güzel şeye ulaşana kadar… Ormanın içinden geçen ve
çalı çitin dev demir kapısına bağlanan eski toprak bir yol.

Tüm ihtişamıyla demir kapı duruyordu karşısında. Daha çok demir parmaklıklı bir
hapishane kapısını andırıyordu. Adam’ın izlenimlerine göre bu gördüğü kapı ve açıldığı
büyük –muhtemelen- ev ormanın ortasında bir yerlerinde olmalıydı. Sevinçle biraz da sinir
bozukluğuyla toprak yola sırt üstü uzandı tepesinde soluk soluk göz kırpan güneşe karşı
gülmeye başladı.

4
Neden burada olduğunu –ya da neden şans eseri burada olduğunu- hatırladığında ilk işi
çantasına uzanmak oldu. Elini çantanın ücra köşelerine doğru soktu. Elini çantadan
çıkarırken elinde yepyeni bir takım elbise tutuyordu. Giysilerini yolun ortasında –ıssız
yolun- değiştirmekten çekinmedi. Eskilerini yolun kenarına attı, yeni siyah kravatını düzeltti
ve çantasından çıkardığı tarakla saçlarını geriye yatırdı. Satmak için ilk sunacağı kitapların
da en üstte olduğundan emin olunca artık hazır olduğuna karar verdi. Kapıya doğru ilk
adımını atmıştı ki bir şey unuttuğunu hatırladı. Kılıcını belinde unutmuştu. “Asla müşteride
kötü izlenim bırakma” ve kılıç fazlasıyla kötü izlenim bırakırdı müşteride…
Kılıcı çantaya tıktıktan sonra elinde çantası kapıya doğru yöneldi. Yakarışlar duydu
derinden ve insanın içini sızlatan, uyaran ve bir o kadarda kızgın…

— Ölüm!
— Burada sadece ölüm var evlat…
— Ne halt etmeye geldin buraya sanki…
— Burada bulabileceğin tek şey ölüm!..
— Zaman varken ayrıl bu kötülük yuvasından.
— Buradan ötesi karanlık! Git buradan…
— Duvarlar çıkış, duvarlar kilittir.

Elini kafasına götürdü. Sinirleri bozulmuştu, korkmuştu. Evet bu seslerin, bu aslında


olmayan seslerin nedeni bu olmalıydı. Sesler devam etti, gittikçe sertleşiyor, onu içeri
sokmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Elleri demir kapının parmaklıklarına
gittiğinde bir an tereddüt etti. Sesler kulaklarında çınladılar. Rahatsız ettiler onu, adeta
görüntüsüz bir kâbus gibi beyninin derinliklerine sızdılar.

Demir kapının kanatları ardına kadar gıcırdayarak davetkârca açıldılar. Seslerin sahibi –
sahipleri- bu sefer fiziksel bir çaba içine girdiler. Çalıların arasından fırlayan dallar
ayaklarına dolandılar, toprakta açılan çukurlar onu aşağı batırdılar. Vücudunun yarısını
kapının ardına atmayı başardıysa da diğer yarısı çalı çitin dışındaydı. İşte o anda,
vücudunun yarısı içeri girmeyi başardığında çalılar ayaklarına dolanmayı bıraktılar,
çıktıkları yere geri girdiler, yerde açılan delikleri yeni topraklar doldurdu.
Sürünerek –hala bir şeyler tarafından saldırıya maruz kalmayacağından emin değildi-
kendini içeri çekti. Değerli çantası hala elindeydi. Gördükleri karşısında gözleri kamaştı.
Toprak yol iki yanındaki değişik değişik çiçek bahçeleri eşliğinde onun tabiriyle kocaman
bir köşke doğru devam ediyordu.
İki katlı, her tarafı sarmaşıklar tarafından işgal edilmiş kadim zamandan kalma bir köşk.
Bu Uğursuz Orman’a yakışır bir şekilde uğursuz bir köşk… Üzerini silkeledi ve çantası
daha sıkı kavrayarak rengârenk çiçeklere bakarak ilerlemeye koyuldu. Çiçek bahçeleri
inanılmaz bir tezat oluşturuyordu köşkle. Güzelliğin içine yapılmış kötülük.
Altın bir kulpu olan bir pirinç kapının önündeydi şimdi. Kapıyı çalmadan önce içeriye
şöyle bir bakmaya karar verdi. Y.S.K.P.Ş.’nin kurallarından biri; “Evde biri olduğundan
emin ol”
Köşkte çok az cam vardı içeriye bakmak için. O camlarda da perdeler işlerini yapıyordu.
İçeriyi perdeliyorlardı. Perdelerin yetişemediği küçük bir aralıktan bulduktan sonra
burnunu cama dayayarak dikkatlice içeriye baktı. Sahipsiz gibi gözüken göz alıcı bir salon.

5
Kıpkırmızı eski ama bir o kadar koltuklar, odanın bir ucunda çatırdayarak yanmakta olan
bir şömine ve yukarıya iki taraftan açılan merdivenlerin başında insan boyunda bir saat. Bir
kum saati. Akması geren ama akmayan bir kum saati. Zaman sanki durmuştu.
Ateş yandığına göre içeride birileri olmalıydı. Gördüklerinde tatmin olarak kapıya
yöneldi çalmak için; ama kapı zaten açıktı. Kapıyı kimin yada neyin açtığına kafa yorma
zahmetine girmeyip olabildiğince sessiz olmaya çalışarak yavaşça kapıyı araladı.
Şimdi gördüğü farklı bir odaydı sanki. Yüzlerce yıl önce terk edilmiş korkularla
karanlıkla –siyahla dolu bir köşkün odası.

— Kimse var mı?


Cevap yok.
— Merhaba. Kimse var mı?
Yine cevap yok.
— Ben kitap pazarlama şirketinden gelmekteyim. Bu ıssız yerde canınız sıkılıyor olmalı…
Ve okumak gibisi yoktur. –pişkince sırıtarak çantasını yere koydu. Deminden beri olmayan
biriyle konuşma çabası içindeydi.

Çantasını yere bıraktı ve hedefe doğru emin adımlarla ilerledi. Salondaki koltukların
arasında tıkıştırılmış küçük bir masanın üzerindeki iştah açıcı şekilde parlayan yemyeşil
elmalara…
Aynı kapıda duyduğuna benzeyen ama bu sefer daha acımasız olan fısıltılar yine
başlamıştı. Birileri kulak zarını delercesine sesli ve ürkünç bir şekilde fısıltı halinde
konuşuyorlardı.

— Zaman akıyor ve akıyor. Ta ki değişim olana dek…


— Bir ısırık, ölümden bir parça koparmaya benzer…
— Son bir kez daha hayatının tadını çıkar. Nefes al ve son bir kez daha hisset.
— Burada siyah egemendir. Gerçekten kötülüğü tatmaya hazır mısın?

Sesler umurunda bile değildi. Açtı ve o elmayı yiyecekti. Elmadan büyük bir ısırık aldı
ama çiğnemesine zaman kalmadı. Elindeki elma simsiyah küllere dönüştü, şömine onun
hissedemediği şiddetli bir rüzgârla söndü, odadaki tüm ışıklar anlaşılmaz bir biçimde yerini
karanlığa bıraktı. Sanki tüm camlara kara perdeler çekilmiş gibiydi. Önünü dahi
göremiyordu şimdi ve fenerini atmıştı.
Fısıltılar daha da yükseldi. Fısıldayan kişi yada kişilerin nefesini hissedebiliyordu ve
odada hareket edişlerini. Görmeyen daha doğrusu göremeyen gözlerle boş boş bakındı
etrafa. Varlıklarını hissetti onların. Karanlıktan bile daha siyah olan varlıkların. Simsiyah
bedenler gördü. Kıpkırmızı çekik gözleri olan kâbuslardan fırlamışa benzeyen bedenler.
Geri geri ilerledi, ona bakıyorlardı. O geriledi; ama kırmızı gözleri olan kara bedenler ona
ilerlemeye devam etti. Masaya takılıp sendeledi ve dengesini kaybederek küçük cam
masanın üzerine düştü. Masa şangırdayarak kırıldı; ama o ayağa kalkıp körlemesine
kaçmaya devam etti onlardan. Bu sefer çantasına takılmıştı; lakin düşmedi. Onun yerine
çantasını aldı ve önündeki varlıklara karşı siper etti. Ne olacağını merak ediyordu.
Çantasının böyle şeylere karşı özel güçleri olduğunu umuyordu belki de. Gözlerini kapadı
ve neler olacağını merak etti.

6
Gözlerini açtığında bir süre yeniden kapamak zorunda kaldı. Şömine yine çatırdayarak
yanıyor, camlardan içeri güneş ışığı süzülüyordu. Masadaysa yemyeşil elmaların arasında
ısırılmış bir elma dikkatini çekti. Çıldırmadan buradan ayrılması yararınaydı. Eşeğinin
yanına ulaştığında “yiyecek bulamadım” ya da “kitap satamadım” demesi gerekecekti –ki
bu, burada kalıp delirmekten çok daha iyiydi. Eli çıkmak için kapı koluna gitti; ama kapı
hızla kapandı ve şiddetle açılmayı reddetti.

— Kaç zamandır yaptırmayı istiyordum o kapı kolunu. Bırakın biraz sonra kendi düzelir.
Kalmasını istediği kişilere mi ne böyle yapıyor anlayamıyorum.

Merdivenlerin ayrım noktasında durmakta olan yaşlı kadın sırıttı. Yaşı epey vardı, saçları
bembeyaz ve yüzü kırışıklıklar içindeydi; ama yıllar onun güzelliğini götürmek yerine
yaşlılığına has bir güzellik vermiş gibiydiler. Kulaklarından dev küpeler sarkıyordu ve
bilekleri sargılı kollarında çeşit çeşit yirmiyi aşkın bilezik vardı. Üzerine göz alıcı mor bir
elbise giymişti.
Adam ne diyeceğini şaşırmıştı. Biraz önce nerdeyse delirme noktasına geliyordu ve
şimdi hiç tanımadığı yaşlı bir kadın hiçbir şey olmamışçasına ona kapı kolunu anlatıyordu.
Kendine hâkim olmaya çalışsa da kekeleyerek konuşmasına engel olamadı.

— Ben e-efendim bu-burada kimse o-o-olmadığını düşünmüştüm ve-ve…

Kadın boş ver dercesine elini salladı. Yaşlı kadın Adam’a şefkatle baktı. Gel, dedi.

— Acıkmış olmalısın, uzun yoldan geldiğin belli. Hem sonra da sattığın şeylere bakarız.
Eminim bu yaşlı kadının ilgisini çekecek şeylerin vardır.

Adam, biraz kendini toparlamış olarak konuştu. Sesi yinede tedirgindi.

— Şey… Efendim ben aslında ki-kitap satıyorum ve emin olun bu çantanın içinde ilginizi
çekecek bir kitap bulabilirsiniz. Ucuz ve ilgi çekici kitaplar. Zaten Yitik Sesler Kitap
Pazarlama Şirketi olarak ilk hedefimiz budur. En ucuza en iyiyi satmak. Bilirsiniz müşteri
memnuniyeti her şeyden önce gelmeli her şirket için, özelliklede kitap pazarlama şirketleri
için.

Hem şirketi hakkında övücü sözlerle tanıtım yaparak hem de kitaplar hakkında genel
şeylerden konuşarak usulca kadını takip etti. Yüzüne renk gelmişti, az önceki
tedirginliğinden nerdeyse eser yoktu ve en büyük gelişme olarak artık gülüyordu.

— Duvarlara dikkat oğlum. Gel bu taraftan.

Koridor boyunca ilerlediler. Sonra koridorun sonundaki kapıdan içeri girdiler. Adam’ın
dikkatini çekmişti, bu ev dışarıdan göründüğünden üç kat daha büyüktü neredeyse.
Kahverengi ahşap kapıdan içeri girdiklerinde bir anda kendini Cennette buldu.
Ortadaki masada türlü yemekler olan dev bir mutfak. Yine fısıltılar duyuyordu; ama bu
sefer bu fısıltıları duymayı istiyordu.

7
— Ye beni ye beni…
— Hey sen! Beni yemek için hala geç değil (fısıldayan, masanın ortasında duran dev
hindiydi)

Kadın oturması için işaret etti ona. Çantasını görebileceği bir yere koyarak parçalandı
parçalanacak sandalyelerden birine oturdu.

— Sandalyeler ve… Ve bu ev kadim zamandan kalmadır genç efendi. Bana babamdan


kaldı, ona da babasından. Hadi şimdi şu yemeklere bakmayı bırakıp ye biraz.

Adam hem yedi konuştu. Başından geçenler hakkında, eşek hakkında, çalıştığı şirket
hakkında.

— Biliyor musunuz? (ağzındaki eti çiğniyordu ve hala konuşmaya devam etmek


konusunda direniyordu) Aşağıda garip-çok garip şeyler gördüm. Ga-garip şekiller.

Kadın kuşkuyla baktı ona. Besbelli inanmamış görünüyordu.

— Yorgunsun ve muhakkak sinirlerin bozulmuş. Kitaplarına bir göz gezdirdikten sonra


dinlenmelisin biraz.

Biraz sonra aşağı kattaki garip olayların döndüğü salondaydılar. Adam, kitaplarını
çıkarmış kadına göstermekteydi ve hepsinin konularını sırasıyla özet geçmekteydi.

— Ve bu da Efendi Kheor’dan Gotik Şehir Hikâyeleri. Tavsiye ederim bu kitabı.


— Hepsini alıyorum. Kalan kısa ömrümde umuyorum ki hepsini okuyabilirim.

Adam bu cevap karşısında sustu. Ne deseydi zaten “böyle demeyin, daha zamanınız
var” mı deseydi zaten ölü gibi duran kadına.

— Ah oğlum! Adın ne senin? Nedense sormak gelmedi aklıma… Ve-ve yaşın?


— A-adım Adam, otuz yaşındayım efendim, Neden sordunuz?
— Boş ver! Gel de paranı vereyim sana.
— Biraz müsaade edin. Kitapları teslim etmeden para alamam. Şirket prensibi. Anlarsınız
ya.

Sergilediği kitapları çantasının içine tıktı ve beraberinde çantanın içinden simsiyah bir
kutu çıkardı. Kutunun üzerinde kırmızı alev alev harflerle Y.S.K.P.Ş. yazmaktaydı.

— Alın efendim, istediğiniz tüm kitaplar kutunun içinde.


— Bırak oraya da gel benimle bakalım. Aman duvarlara dikkat!

Adam sırtını duvara dayamıştı ve nedense bu kadını tedirgin etmişti. Mutfaktan çıktıkları
gibi eskiden kırmızıya boyalı olduğu belli olan boyası dökülmüş koridordan geçtiler ve

8
koridorun sonlarına doğru bir kapının önünde durdular. Diğer kapılardan hiç farkı yoktu.
Eski ve ahşap, sıradan bir kapıydı işte.
Kadının kapıyı açmasıyla birlikte ikisinin de gözlerini alan bir ışık huzmesi koridoru
doldurdu. Tıpkı geçen ki ışık gibiydi. Çıktığı gibi yok oldu. İçeri girdiklerinde Adam yine
gördü onları. Simsiyah bedenler etrafta dolanıyor, birbirleriyle konuşuyor –ağızları
olduğuna dair bir belirti olmasa da el hareketleri, arada sırada kafa sallamaları
konuştuklarına delildi- arada sıradaysa kırmızı çekik gözleriyle onu süzüyorlardı.
Gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı, yanında sakince duran kadına bir şeyler demek
istediyse de sözcükler boğazında düğümlendi, sadece yutkunabildi.

— Neler oluyor evladım, gelsene içeriye


— Be-ben yok bir şey. Devam edelim.

Gördüğü şeyler bir anda yok olmuşlardı ve şimdi olmayan şeyleri kadına anlatmasının
faydası yoktu.
Pek fazla büyük olmayan odanın simsiyah duvarlarına değişik şekiller –belki de yazılar-
kazınmıştı. Yazılar göz alıcı şekilde yanıyorlardı. Odanın ta sonuna kırmızı bir perde
asılmıştı. Yanan yazıların ışığı sayesinde görebiliyordu bunu. Belli ki perdenin ardında bir
şeyler vardı –pencere olamazdı, evin iç taraflarındaydılar-

— Perdenin a-ardında ne var? Bir para kasası olabilir mi? –sırıttı-


— Daha değerli bir şey. Kaderin…

Cevap karşısında şaşalamıştı. Kafası karıştı ve kaderi hakkında soru sormadı bir daha.
Kadın –karanlıkta görebildiği kadarıyla- perdeye yöneldi. Perdenin ardına geçti ve orda bir
süre kaldı. Kadının fısıltı halindeki konuşmasını duyabiliyordu. Anlam veremediği bir dilde
konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi, kapıya
yöneldi ama tek gördüğü yanan şekillerle bezeli bir duvar oldu. Kapı gitmişti; kapana
kısılmıştı. Fısıltılar yerini haykırışlara bıraktı. Perde açıldığında duvarlardaki şekiller söndü,
sadece belirli şekiller yanmaya devam etti. Korku. Ormanda yaşadığı korkunun ötesinde bir
korku. Tarif edilemez, delirtici bir korku. Duvarların içinden kapkara insan şekilli vücutlar
fırladı. Kırmızı gözler ona odaklanmıştı. Kapkara tozdan yapılmışa benzeyen eller kollarına
dolandılar ve onu kapının olması gereken yere –duvara dayadılar.
Acı… Sol omzuna saplanan müthiş acıyı hissetti. Bir hançer, hızla sol omzuna girmiş
sırt tarafından çıkmıştı. Gözlerinden yaşlar geldi, acı ve korkuya ait gözyaşları… Oluk oluk
kan boşaldı omzundan. Bilincini kaybediyordu; lakin bir daha ayılamayacağından da
emindi. Kadın ona bakıp sessizce güldü ve soğukkanlılıkla ona hançerin saplanmasından
daha beter bir acı yaşattı, hançeri sapladığı yerden tek hamlede çıkardı. Bileklerindeki
sargıları çözüyordu.
Adam ne kadar da acizdi. Bir metre ötesinde onu yaralamış olan kişiye hiç bir şey
yapamıyordu. Dizleri üstüne çökmüş, bir eliyle düşmemek için yerden destek alıyor bir
eliyle de omzunu tutuyordu. Ağzından tek bir kelime çıktı sadece. Katiline ancak neden
diye sorabildi.

— Neden?

9
Kadın sargılarını açıp onları bir kenara fırlattığında vahim bir durum ortaya çıktı.
Kadının bilekleri kesikler içindeydi. Derin ama artık kan akmayan kesikler. Yaşlı kadın
hançerin kanlı ucunu bileklerine sürdü. Ona bakmıyordu bile. Kan, kesikleri doldurdu ve
yüzyıllar önce aktığı gibi kan yine akıyordu kadının bileklerinden. O zamanlar ölmeye
gönülsüzdü, yaşamak istiyordu; ama devir değişmişti. Ölmeliydi. Acıyla dizleri üstüne
çöktü, hançeri bir kenara fırlattı.

— Neden mi? Görüyorsun bu kesikleri. Beş yüz yıl önce açıldı bu kesikler. Anlıyorsun
değil mi? Ben beş yüz yıldır ölüyüm. Ölümsüz bir ölü olmuştum; ama yaşlandım, yavaş
yavaş da olsa yaşlandım. Yediğin yemekten tat alamamak, bahçedeki çiçeklerin kokusunu
duyamamak… Ah en çok özlediğim şeyler! Ben bu evin koruyucusuydum evlat. O
gördüğün şeylerin koruyucusu. Onları zapt etmeye çalışan kişi. Şimdi gerçekten ölüyorum
ve ölümsüzlük sırası sende.

Adam ayağa kalkmıştı. Kambur duruyordu ve acı içindeydi. Bu evden hemen


çıkmalıydı; ama kapısı olmayan bir odadan nasıl çıkabilirdi. Belki ölüme çok yakın olması
yada umudu onu düşünebildiği kadar çabuk düşünmeye itti.

— Duvarlara dikkat demiştiniz değil mi? Duvarlara dikkat…

Adam, ellerini şekilleri yine parlamakta olan duvara koydu. Evin çıkış kapısını düşündü.
Ne olacağını ya da olacağını bilmiyordu. Sadece düşündü. Oda ters düz oldu, her yer
karardı ve saniyeler içinde kendini evin birinci katının tavanından salona düşerken buldu.
Sırt üstü yere düştü ve acıyla inledi. Bilincini nerdeyse kaybetmek üzereydi. Ayağa
kalkamadı, acısına aldırmadan kapıya doğru süründü; ama eli kapı koluna uzanamadı.
Gözleri kapandı ve başı yere düştü. Bir kan denizi içinde kıpırtısız yatıyordu artık.
Ölmüştü. Son duyduğuysa dışarıdan gelen bir anırma sesi oldu.
Dışarıda sallanan sandalyesinde, aynı kitabı tekrardan okuyordu. Her kitabı en azından
yüz defa okumuş köşkte yaşamaya –zorlanmaya- başladığından beri ve biri sorsa –en çok
umut ettiği şeydi bugünlerde, birinin gelmesi- kelimesi kelimesine kitapları aktarabilirdi.
Eşek öleli yüz yılı aşkın süre geçmişti ve şimdi yapayalnızdı. Yaşlı kadın gerçekten ölmüştü
ve beraberinde dev bahçeye ektiği çiçekleri de…

Artık tek umudu ölmekti. Gerçekten ölmek…


21.07.2006

10
Gölgelerin Devrimi

— Evet, sayın seyirciler yanımda ilginç bir olay yaşamış bir hanımefendi var. Kendisi
iki saat kadar önce kanalımıza gölgesinin kaybolduğu iddiasında bulundu ve şimdi
iddiasını kanıtlamak için stüdyomuzda… Evet, hanımefendi fazla uzatmadan konuya
gireceğim.

Spikerin karşısında sapsarı kıvırcık saçları ve tüm endamıyla genç bir kız dikiliyordu.
Çekingen davranıyor, seyircilerin göremediği kameralara korkulu bakışlar atıyordu.
Spikerin sorusunu anlayıp cevap vermesi bile bir dakikayı buldu.

— Na-nasıl mı oldu? E-e ben yürüyordum sonra garipliği fark ettim. Bir şeyler eksikti.
Herkeste olan ama bende olmayan. Bir karaltı. Gölgemi kaybetmiştim. İlk başta çok
mantıksız görünmüştü. Doğanın bana bir oyunu diye düşündüm; kale almadım. A-
ama saatler geçtikçe kuşkuya yer kalmadı. Doğanın falan oyunu değildi bu. Apaçık
gölgem kaybolmuştu. Bomboş hissetmeye başlamıştım kendimi. Ruhumu
kaybetmiştim sanki –tüm benliğimi.

11
Kızın gölgesi için döktüğü gözyaşları sel olup aktı. Bu onun için ailesinden birini
kaybetmek gibiydi. Spiker daha fazla soru sormadı. Kameranın odaklandığı nokta her şeyi
açıklıyordu. Spikerin gölgesinin yanında olması gereken yerde kızın gölgesi yoktu. Sadece
spot ışıkların aydınlattığı yer…

Başka söze gerek yok, dedi spiker yeri işaret ederek. Bilim bunu nasıl açıklayacak
bilmiyoruz; ama bunun gerçekten son zamanların en ilginç olayı olduğu kesin. Kanal KO!
Doğru haberin tek adresi. Bizden ayrılmayın!
Gözyaşlarını silmeye çalışarak kalabalığa karıştı. Hava kararmıştı; ama bu etrafındaki
onlarca insanın gölgelerinin kaybolmasına engel değildi. Onun gölgesiyse onu tamamıyla
terk etmişti. Caddede ilerlerken tek düşündüğü gidip bir güzel uyumaktı. Tabi düşünmek
zorunda olduğu bir şey daha vardı…

Caddeye düzenli aralıklarla asılmış ateş böceği lambalarından birinin dibine girip umutla
gölgesinin gelip gelmediğine baktı. Huzursuzca kıpırdanan ateş böceklerinin titrek ışığı
altında tek gördüğü gölgesinin olmadığı taş bir zemindi.

Kanının donmasına sebep olan bir ses duydu arkasında. Kendi sesine çok benzemesine
rağmen ses yankılanır gibi çıkıyordu. Boğazına dayanan bıçağın çeliğini hissetti.
Tamamıyla kapkara olan bıçağın çeliğini…

— Neden dediklerimi onlara söylemedin? Ölmeyi bu kadar arzuladığını bilmiyordum.


Yirmi yıldır hem de. Seni bunca yıl çektim. Birinin her yaptığı hareketi taklit etmek
–yaşamın boyunca yorgunluk bilmeksizin, ne yaptığından habersiz kendisine çok
benzeyen birinin emrinde çalışmak… Tabii nerden bileceksin? Ben sadece senin
gölgenim –yaptıklarını mükemmel zamanlamayla taklit eden bir kukladan ibaretim.
Buraya kadar. Siz nankör insanlara bir ders vermenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Dakikalardır konuşan kendi gölgesinden başkası değildi. Gölgesi etrafındaki karanlıkla


bütünleşik haldeydi.

— Onlara “gölgemin size bir mesajı var” demen gerekiyordu, ayrıntılarla uğraşman
değil.

Kız hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Ağlamasında boğazına dayalı bıçağın payı da
yadsınamazdı.
— Ben çok üzgünüm gerçekten. Hayatım boyunca bilmeyerek yaptığım ve senin
yorulmana –kendini köle gibi hissetmene neden olan her hareketim için. Nerden
bilebilirdin senin…

Gölgesi bıçağı daha da sert bastırdı. Kız biliyordu ki bir sonraki aşamada bıçak
kesecekti boğazını.

12
— Benimde senin gibi olduğumu. Sadece sen ayrıntılı olarak resmedildin; bense
tamamen ayrı renge boyandım. Seni en ünlü ressamdan çıkma bir tablo beniyse bir
çocuğun ilkokul resmi saydılar. Sen doğduğunda bende doğdum; ama sen
öldüğünde bende ölmeyeceğim –artık hiçbir gölge, bir insanın hareketlerini taklit
etmek zorunda kalmayacak. Elveda! Her şeye rağmen elveda!

Bıçak tek hamlede bitirdi işini kızın. İnsan kız ölmüştü; lakin kızın gölgesi hala
yaşıyordu. Gölge elindeki gölge bıçağın üzerindeki kanı sildi ve yavaşça ışığa ilerleyip belli
belirsiz vücut hatlarının seçilmesine olanak sağladı. Şaşırtıcı şekilde iki boyutlu duruyordu.
Ayrıntılardan yoksun bir şekilde simsiyahtı ve sanki içini doldurmayı unutmuşlardı
bedenin.

Gelin kardeşlerim, diye bağırdı gölge. Sesi cadde boyunca yankılandı; ama çoğu insanın
dikkatini çekmedi. Sesi duyanlarda karşılarında kapkara bir hiçlikle karşılaştılar ve yollarına
devam ettiler. Onlarca gölge –ya da hareket eden şekil- karanlığın içinden zorda olsa
seçiliyordu. İki boyutluya gibi duran ve bir o kadar da gerçek şekiller. Gölge kıza doğru
ilerledi hepsi.

— Yarın haberlerde bizler olacağız kardeşlerim! Şimdi diğer kardeşlerimizi de aramıza


katmalıyız.

Biraz sonra kızın cesedini bulduklarında çoktan gölgeler gölgelere karışmıştı bile. Zaten
nerden bilebilirlerdi kızın kendi gölgesi tarafından evindeki ekmek bıçağının gölgesiyle
öldürüldüğünü…
İnsanlar sabah kalkıp da güneş en tepeye vardığında bir şeylerin yanlış ya da eksik
olduğunu anladılar. Çoğu insanın gölgesi sırra kadem basmıştı. Olaylar haberlere düşmekte
gecikmedi. Telefonlar kaybolan gölge ihbarlarıyla kilitlenmişti bile. Bilim adamları neler
olduğunu açıklamaya çalışsa da sonuçlar nafileydi. Bir anda gölgelerin kaybolmasının ne
tür bir açıklaması olabilirdi ki zaten.

— Başkentten merhaba sayın seyirciler! Herkesin bildiği ve bizzat tanık olduğu gibi
“Gölgelerin İsyanı” olarak adlandırılan olay sürmekte ve buna engel olamamaktayız.
Gölgesini kaybeden ilk kişi boğazı kesilerek öldürülmüş şekilde bulundu ve şimdi
arka tarafımda görüldüğü üzere gölgelerini kaybeden ve bize başvuran insanlar var.

Az önce nerdeyse yiyecek olduğu mikrofonu kalabalık arasındaki bastonuna dayanmış


yaşlı bir adama uzattı. Yaşlı adam olanlardan dolayı oldukça sinirliydi ve de yüzüne
çevrilen kameradan dolayı gergin.

— Evladım! Her şeyi bir bir anlatacağım size. Kelimesi kelimesine. Her şey bir anda
gelişti diyebilirim. Aslına bakarsınız bütün bu olanlar bir anda gelişti. İnsanların
gölgelerinin kaybolması. Açıkçası ilk izlediğimde inanmamıştım inanamamıştım. Bir
grup soytarının işidir diye düşünmüştüm; ama evlat bugün o şeylerden birini
gördüm hatta konuştum. İnsanın kendi gölgesinden, kendi sesine sahip bazı

13
farklılıklar hariç kendi bedenine sahip gölgesinden şey diye bahsetmesi ne kadar
garip değil mi?
Neyse uzatmayayım. Sabah vakti kalkmış yemeğimi yemiş; koltuğuma kurulmuş
gazetemi okuyordum. Birde ne göreyim karşımdaki koltukta simsiyah tanıdık bir şey
oturuyordu. Elinde de belli belirsiz dikdörtgen bir şey vardı. Ben korkuyla gazetemi
bıraktığımda o da elindekini bırakıp aynı şekilde ayağa kalktı ve bana yaklaştı. Bir an yere
yığılıp kalacağımı sandım. Evlat ben yaşlıyım; bir kere yere düştüm mü tekrar ayağa
kalkacağımın garantisi yok. Nerde kalmıştım? Hah hatırladım. Yakınıma geldi ve tanıdık
bir sesle şöyle dedi. Kulaklarım zar zor duysa da dediklerini seçebildim.
Yarın güneş batarken meclis binasının önünde…
Yaşlı adam sözlerini bastonunu bilinmeyen bir tehlikeye karşı tehditkârca sallayarak
bitirdi.

— Gelecekleri varsa görecekleri de var!

Bir gün geçip Güneş hüzünle batarken ufukta, binlerce insan sokaklara dökülmüş
vakarla şehrin merkezindeki dev meydanın bir ucuna yapılmış ihtişamlı yapıya doğru
ilerliyorlardı. Meclis binasına…
Her sokaktan her caddeden akmakta olan insan seli, merkez binasında birleşen nehrin
kolları misali durmaksızın ilerledi. Ne evlerin kapıları kapatılmaya tenezzül edilmişti ne de
dükkânların kepenkleri indirilmeye. Güneş, şehri son ışıklarından da mahrum ettiğinde,
insanların kısa süre önce nefret etmeye başladığı bir görüntü oluştu. Karanlık, gölgelerle
dolu bir gece. Ay bile bu geceye özel bulutların arkasına saklanmıştı sanki.
İğne atsan yere düşmez sözü meydandaki insan topluluğu için oldukça geçerli bir
sözdü. Kimse şimdi neler olacağını bilmiyordu. Sadece önlerine, meclis binasının iki beyaz
sütun arasındaki iki kanatlı altın işlemelerle süslü kapısına çıkan mermer merdivenlere
bakıyorlardı.
Sessizliği bozan “Açılın! Yolu açın!”, diye bağıran korumaların sesleri oldu. Simsiyah
takım elbiseleri ve gizlilik adına taktıkları güneş gözlükleriyle ve kulaklarına takılı
interkomlarıyla hayli resmi görünüyorlardı. Bellerindeki silahları göstermelerine gerek
kalmadan halk anında yolu açıyor; koruma ordusu arasındaki başkanın geçmesine izin
veriyorlardı.
Başkan merdivenlerin en tepesine çıktığında neler olacağını bilemez halde beklemeye
başlamıştı. Tedirgince bir oraya bir buraya çeviriyordu başını. Onca koruma bile içini
rahatlatamıyordu. Üzerindeki stresin etkisiyle saçının kel tarafını saç varmışçasına
düzeltmeye çalıştı. Başkan ardından gelen tanıdık bir sesle irkildi. Kendi bedeninin dış
hatlarına, kendi sesinin yankılı versiyonuna sahip bir gölgeydi bu. Başkanın isyankâr
gölgesi. Korksa da bunu belli etmemeye çalışarak arkasını döndü ve gölgesiyle yüzleşti.
Kapkara gölgenin sırıttığına yemin edebilirdi.

— Şaşırtıcı bir manzara! Eskiden ayaklar altındayken hitap ettiğin kalabalıkları görmek
pek mümkün olmuyordu.
Gölge, ellerini iki yana açıp kendini işaret ederek yankılı sesiyle “Ve işte buradayım”,
dedi.

14
— Ne istiyorsun? Ne istiyorsunuz?
— Bu kadar sert olmana gerek yok eski başkan. Bizler anlaşmak istiyoruz. Dünya’ya ve
insanlara zarar verme niyetinde değiliz. Biz sadece…
— Siz sadece ne? İnsanları öldürmeye ya da korkutmaya devam mı edeceksiniz?
— Sarf ettiğin sözler bizleri üzüyor… Gösterin kendinizi kardeşlerim.

Birden insanların arasında gölgeler beliriverdi. Her insanın kendi gölgesi belirmişti
yanında. İnsanlar çığlıklar attılar ve bilinçsizce kendi gölgelerinden kaçmaya çalıştılar.
Gölgeleriyse yerlerinde dimdik duruyor; olmayan gözleriyle merdivenlerin oraya
bakıyorlardı. Başkan halkını işaret etti.

— Bu şartlarda… Hayır hayır! Hiçbir şekilde anlaşmamız mümkün değil. Gidin kendi
dünyanıza. Tabi öyle bir dünya varsa.
— Aptal! Her zaman böyleydin. Seni nasıl başkan yaptıklarını hala anlayamıyorum.

Yeter, diye bağırdı başkan. Kendi gölgesinin onunla dalga geçmesine izin veremezdi.
Hiddetle gölgesinin üzerine atıldı lakin gölge, başkanın çarpmasıyla simsiyah bir duman
gibi
Etrafa dağıldı ve başkan yüzüstü yere düştüğünde hiçbir şey olmamış havada tekrar birleşti.

— Doğru söyledin eski başkan! Yeter bu kadar. Biz kendimize yaşayacak yer istedik
sadece. Ama görüyorum ki bu mümkün değil. O halde rolleri değişmenin vakti
geldi. Kardeşlerim! Zamanımız geldi.

Başkan “Vurun onu!”, diye bağırdı korumalarına lakin çok geçti. Korumalar ve
meydandaki insanların hepsi acıyla inlediler. Gölgeler ait oldukları insanların bedenlerine
insanların karın bölgesinden balıklama suya girer gibi giriyorlar; bu esnada bedenin iç
organlarını parçalarmışçasına insanlar canhıraş çığlıklar atıyorlardı.
Ve en sonunda merdivenlerin üzerindeki gölge başkanın içine girdi. Başkan kanayan
gözleri ve burnuyla dizleri üzerine çöktü. Bedeni değişiyordu. Bedeni kararıyor; duyu
organları yavaş kayboluyordu. Değişim bittiğinde ne saçları ne burnu ne de kulakları
kalmıştı. Ağzı üç kat küçülmüş; mavi gözleri kızıla dönmüştü. Garip şekil heyecanla ellerini
inceledi ve minik ağzında sinsi bir gülümsemeyle ayağa kalkıp meydandaki binlerce kızıl
göze baktı ve kollarını iki yana açıp “Zaman gölgelerin zamanı artık!” diye bağırdı.
Gölge o şeytani gülümsemesiyle dikkatle yere baktı ve ağzı içten dikilmişe benzeyen
iki çaresiz göz de ona baktı. Gölge elini kaldırdı ve yerdeki bedenin eli de istemsizce
havaya kalktı. Evet! Roller değişmişti artık.
29.09.2006

15
Denize Bakmak, Denize Bakan Kıza Bakmak

Baktı, baktı ve baktı bu güzelliğin daha derinlerine. Beş saattir birine bakmak… Bunu
yapabileceği aklının ucundan bile geçmezdi. Ama işte yapıyordu. Tanımadığı birini
saatlerdir izliyordu. Cennetten atılmış bu güzellik ona göre. Kafasının üzerindeki haleden
anlaşılıyordu. Hiçbir hayal kurmadı kız hakkında. Sadece izledi.

Bukle bukle kestane rengi saçlarına baktı kızın rüzgârda uçuşan. Zeytin karası gözlerini,
temiz yüzünü inceledi kızın. Kızı tarif etmek için doğru kelimeleri bulmak ne kadar da
zordu. Kızın hüzünlü yüzüne bakmaya devam edip o da hüzünlendi.

Bir şeyler kıza zincirlemişti onu. Kız nereye gitse ardından takip etmek zorundaydı artık.
Saatlerdir denize bakıyordu kız. Peki neden? Durgun denize ve batmakta güneşe baktı.
Deniz miydi, batmakta olan güneş miydi kızın ilgisini çeken, hüzünlendiren?

Binanın yirminci katından dürbünle hiç tanımadığı birine dürbünle bakmak nasıl bir
delilikti? Çoğu insan dikizlemek, sapıklık derdi buna. Belki de o da böyle tanımlardı bu
yaptığını ama o güzelliği izlemekle yetiniyor, hayal falan kurmuyor; dürbünü çoğunlukla
kızın yüzüne odaklıyordu.

Bir ressam olmak için neler vermezdi şimdi. Bu tabloyu tüm ayrıntılarına kadar
resmetmek ve günlerce o tabloya bakmak gerçeğiyle tanışamayacak olmanın hüznüyle.

Bardaktaki viskisini yudumlarken bakmaya devam etti kıza. Alev alev dünyayı ısıtan
gözün yarısına inmişti göz kapağı. Kız üzerindeki siyah şala sarınmış hala ufka bakıyordu.
Beklenmedik bir şekilde kız kafasını geriye çevirip sorgulayıcı bakışlarla otelin on altıncı
katına baktı. Onun bulunduğu, kızı izlediği kata. Emin olamadığı kızın bir an ona

16
baktığından. Dürbünü ve boş bardağı bir kenara koyup alelacele odadan çıktı ve asansöre
yöneldi.

Kız kollarından çekildiğini anladığında çok geçti. Kutsal bekleyişi kollarını tutan, onu
sahilden ayrılmaya zorlayan annesi, babası, yakınları tarafından sona erdirilmişti. Elini
çaresizlikle denize uzattı ama denizden hiçbir el çıkmadı onun elini tutacak, gitmemesini
sağlayacak. Hüzünlü gözlerden yaşlar döküldü.

Adam otel kapısından fırlayıp caddenin karşısına; oradan da plaja vardığında kızı
göremedi orada. Sadece kara bir şal, ölüm renginde bir şal buldu orada.
08.11.2006

Karışan Liste

Durdu ve soluklanmaya koyuldu. Elindeki terle sırılsıklam olmuş yeşil mendille yüzünü
sildi. Yüzündeki dehşet ifadesi metrelerce öteden okunabilirdi.
Dar ve şanssız bir şekilde çıkmaz olan sokakta –çıkmaz olduğunu o bilmese de- yalnız
olduğuna karar verdikten sonra bile yağmurla ıslanmış sokakta belirli aralıklarla arkasını
kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Nereden bilecekti ki asıl meselenin önünde çıkacağını…
İki bina arasına örülü metrelerce yükselen tuğla duvar. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı ki,
şanssızlık hızla yerini korkuya bırakıverdi. Bir anda çıkmazla karşılaşmıştı. Çıkış yoktu. Ne
bir kapı ne de başka bir sokak. Hiçlikte kaybolmuş gibiydi.
Duvara tırmanmaya çalışsa da kendini gözyaşları içersinde yerdeki geçen yağmurdan
kalma su birikintisinde boylu boyunca uzanırken buldu.
Ayağa kalktı ve burada kaderine teslim olmaktansa geri dönme şansını denemeye karar
verdi. Her şekilde ölecek olsa da ağlayıp aman dileyerek değil; savaşarak ölecekti.
Tüm bu düşünceler anında silinip gitti zihninden. Sadece bir korkağın kendini cesur
olmaya zorlama çabasıydı ve yine özüne –korkak haline geri dönmüştü.
Karşısında soğukkanlı bir katilin silueti dikiliyordu şimdi. Katilin bedeninin yarısı karanlıkta
kamufle olmuş olsa da yanmış yüzü, siyah paltosu ve eldivenli elindeki yıllar öncesinden
kalma bir arbalet rahatça seçilebiliyordu.
Parça parça ve yanmış dudaklarına katillere özgü cinayet öncesi bir sırıtış egemen oldu
ve diş etleri yanmış, dökülmüş dişleri meydana çıktı.

17
— Son bir isteğin var mı diye sormayacağım; çünkü yerine getirebileceğimi sanmıyorum.
Yine de son duanı etme hakkını veriyorum sana. Kısa olsun duan yoksa duanın tam
ortasında kalbine saplı bir ok bulabilirsin.

Biraz sonra ölümü tadacak olan adam geri geri ilerleyerek sırtını duvara dayadı. Otuz
yıllık yaşamında türlü badireler atlatmış; babasından kalan mirasla dünyanın en zenginleri
arasına girmiş ve şimdi bazı çekemeyenler tarafından ölüme mahkûm edilmişti.

— En azından seni kimin tuttuğunu söyle de öbür tarafta yakasına yapışıp hesap
sorabileyim.

Katilin kahkahası duvarlarda yankılandı. Çok eğleniyor gibiydi.

— Bir katil, ülkenin en iyi katili olsam dahi benim de prensiplerim vardır ve bu
prensiplerimden biri de; asla seni tutanın kimliğini açıklama.

Katil arbaletini adamın göğüs seviyesine kaldırdı. Yanmış yüzündeki korkunç sırıtışını
hala koruyordu.

— Hareket etmezsen daha kolay olur işimiz. Acısız, tek hamlede. Eğer şu zamandan sonra
kaçacağını sanıyorsan ona da çaremiz var –belindeki kılıca gitti bir eli-.
— Saçma bir prensip. Ayrıca kaçmaya falan da niyetim yoktu. Görüyorsun –duvarı işaret
etti- kaçma konusunda pek başarılı değilim. Hadi ne olacaksa olsun.

Gözlerini kapadı ve mutlak sona karşı kendisini hazırladı.

— Dediğim gibi acısız ve tem hamlede.

Bir vınlama duyuldu ve katil için şanssız; adam için şanslı bir şekilde ok adamı kıl payı
ıskalayarak duvara çarptı ve hızı kesilerek su birikintisine düştü. Adam kıkırdamasına engel
olamadı elinde sonunda öleceğini bile bile.

— En iyi katil olduğun konusunda emin misin?


— Şanslısın. Bu seferlik. Ama bir daha ki sefere ıskalayacağım aklının ucundan bile
geçmesin.

Katil bir ok daha taktı arbalete. İlk atışını şanssızlığına verdi bir şeylerin ters gittiğini
bilmesine rağmen.
İkinci ok da adamın saçlarını yalayıp duvara çarptığında daha da emin oldu bir şeylerin
ters gittiği konusunda.

— Galiba işini kılıçla halletmen gerekecek. Okların bittiğine göre.


— Bunu da nereden çıkardın?

18
— Salak birine mi benziyorum? Bu şehirde katiller cirit atarken onların kurallarını
bilmemek aptallık olur. Ölümüne aptallık…
— Tamam, beni yakaladın –Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırmıştı-.
— Şu suda duran okları vermemi ister misin? Ah ne yazık ki uçları kırılmış. Tüm iş
kılıcına kaldı.

Çeliğin sesi duyuldu. Katil onlarca kişinin kanıyla lekelenmiş, bir buçuk metrelik kılıcı
elinde tutuyordu.

— Galiba öyle.

Kılıcın ucunu yere sürterek kurbanına doğru ilerliyordu katil. Kılıcın iç tırmalayıcı
gıcırtısı daha da korkuttu adamı. Hızlı düşünmesi gerekiyordu. Az da olsa üstünlüğü
kazanmıştı.
Katil dibine girdiğinde soğukkanlılıkla kaldırdı kılıcını. Adamın boynunu hedef almıştı;
ama kılıç birden yönünü değiştirerek duvara odaklandı ve duvardan parçalar kopararak
adamın yanından geçti. Bu arada adam müthiş bir refleksle yere eğilmiş ve okların kırık
uçlarından birini kavramıştı.
Katil bir hamle daha yaptığında kendinden beklenmeyecek bir şekilde yine duvarı isabet
aldı ve kılıç duvara saplandı. Sanki duvarda kılıcın gireceği kadar delik açılmış; kılıç
girdikten sonra da bir güzel kapanmıştı delik. Belindeki hançeri çıkarıp adama son darbeyi
indirene kadar bacağında müthiş bir acı hissetti. Hançeri elinden düşürüp acıyla yere çöktü
ve çökmesiyle başına tekmeyi yemesi bir oldu. Yarı baygın su birikintisine yığıldığında hala
tekmeler yiyordu. Bayıldı ama adam bırakmadı tekmelemeyi. Kan su birikintisine
yayıldığında ancak bırakmıştı tekmelemeyi. Katil bir anda kurban konumuna düşmüştü.
Adam arkasında simsiyah bir şey ve metal parıltısı görür gibi oldu ama aldırış etmedi.

Söylentiler bir ay içinde her yere yayılmıştı. Garip – çok garip olaylar. Ölmesine kesin
gözüyle bakılan birinin bir anda ayağa kalkması, altıncı kattan beton zemine düşen bir
çocuğun hiç yara almaması ve taşa takılıp yere düşen bir gencin kalp krizinden ölmesi. Her
şey tersine dönmüş gibiydi. Ölmesi gereken bir şekilde yaşıyor; yara bile almaması gereken
kişiler alakasız bir şekilde ölüyorlardı.

Bembeyaz bulutların örttüğü gökyüzünde kemikli, takırdayan ellerinde keskin


tırpanlarıyla kara cüppeli siluetler tek bir hedefe doğru hızla süzüldüler. Gökyüzünün belirli
bir noktasında minik bir ışık patlaması eşliğinde çarpışıp tek beden haline geldiler.
İnsanlığın Azrail olarak tanıdığı kara ver bir o kadar ürkütücü şekil tüm endamıyla bulutlu
gökyüzünde süzülüyordu. Bir elinde milyarlarca can aldığı tırpanı; bir elinde de yeryüzüne
uzanan üzeri çizilmiş isimlerle dolu bir kâğıt parçası tutuyordu.
Yıpranmış kâğıtta bazı isimlerin üzerinin çizilmiş olmadığını görmesi fazla zamanını
almamıştı. O isimler ölmemiş; onlar yerine başkaları ölmüştü. Ölümü zapt etmesi oldukça
güçtü; eğer tek bir hata yaparsa ölüm devreye girer ve olanlar olurdu. Azrail, ölümle yaşam
arasındaki dengeyi kontrol altında tutmakla görevliydi. Eğer o olmasaydı, saniyeler içinde
bütün insanlık bir şekilde intihar eder, hayvanlar birbirini öldürür, bitkiler anında solup
giderlerdi.

19
Sonra yeryüzüne indi Azrail. İnsanlar arasında gezindi, hastanelere, trafik kazalarına,
yangınlara uğradı. Ölmesi gerekenlerin canını aldı ecel süsü altında. Düzeni yeniden
sağladı ölümle yaşam arasında. Akrep ve yelkovanın saniyeyle saliseyi gösterdiği saatini
kontrol etti arada. İş beklemezdi. Ölüm ertelenemezdi.
10.12.2006

20
Kuş Diyarı

Nazım oğlu Nazmi Efendi zaman ya da yer gözetmeksizin annesi Nuriye Hanım tek
katlı evlerinin damındaki güvercinleri beslerken ben doğuyorum haberini verdi annesine.
Güvercinler kadının çığlıklarıyla, “Nazım!” yakarışlarından dolayı ürkerek havalanırken
Nazım Efendi kendini hazine fantezilerine kaptırmış; elindeki haritanın tamamen sahte
olduğunu bilmeksizin evinin önündeki domates, biber ekili toprağı bir sandık, hiç olmadı
bir küp bulmak umuduyla kazma küreğiyle beş metre kadar kazmıştı.

Nazım Efendi hayal kırıklığıyla kenarları yakılarak ve yırtılarak eskitilmiş, hazinenin


yerini gösteren parşömeni cebine sokup omzuna dayadığı kazmayla evine döndüğünde
karısını bulamadı. Karısı kuş olup uçmuştu sanki? Kuş olup uçmuştu damdaki göbek bağı
kesilmiş erkek çocuğunu bırakıp. Nazım Efendi bebeğin kendi çocuğu olduğuna kanaat
getirip –ki öyleydi- bebekle aşağı indi ve karısını yirmi yıl boyunca yani hazine bulmak
amacıyla kazdığı yeni bir delikte gevşek toprağın kayıp kendi mezarını hazırlayana dek
aramadı.
Yirmi yıl boyunca babasının ad koymaya lüzum görmediği çocuk babasını her yerde
arasa da “en sonunda yerin dibine girmiş olmalı,” deyip babasını aramayı kesti ve kendine
babasının adına en yakın ismi seçti: Nazmi.

Mumlu fesini –fesinin alın bölgesini örten kısmına yarısı erimiş mum yerleştirilmişti-
takıp babasının onuncu doğum gününde ona hediye ettiği kazmayı beline taktı ve
yiyeceklerle dolu sırt çantasını da yanına alıp yola koyuldu. Pusulası, çakmağı ve sattığı
evin parası cebindeydi.
Nazmi Efendi evini geride bırakıp uzun kara sakallarını sıvazlayarak çalıştığı yere, ya da
biraz sonra eski çalıştığı yer olacak yere, arkadaşlarıyla vedalaşmaya Altındağ Madeni’ne
gitti. Yıllardır altın çıkarmak için gittikçe derinlere, artık ne arandığı bilinmez halde kazılan
bu maden hala altın konusunda verimsizdi. Devletse madencilere ve madene para akıtmayı
sürdürüyor; dağda altın olduğuna hala inanıyordu.

Genç adam dağın böğrüne açılmış kara delikten içeri adımını attığı anda, karanlık,
mumun ışığını bile kapattı. El yordamıyla yıpranmış halatı buldu. Halata tutunup aşağı
kayarken mumu sönüverdi ve yüzde birini dahi aşmamışken aşağılardan gelen bir patlama
sesi ve ardından ortaya çıkıveren alevler yolunu aydınlatıverdi. Can havliyle gittikçe
yükselen alevlerden kaçarken alevler de onu takip etmeyi sürdürdüler.
Alevler daha tabana ulaşmadan, yapay mağarayı aydınlattı alevlerin ışığı. Nazmi son
anda kendini boş vagona attı ve peşi sıra alevlerden arta kalan gri bir duman zigzag çizerek
yükseldi delikten.

Yirmi adet adam girdi yapay mağaranın kapısından. Kafalarında mumlu fesler, bol
şalvarlara bağlı kuşaklarında kazmalar vardı. Bunlar aşağıdaki patlamada ölenlerin yerini
dolduracak madencilerdi. Nazmi’nin de öldüğünü sanmış olacaklar ki yirmi kişi gelmişlerdi.
Bırak öyle sansınlardı…
Adamlar yeni bir halat asıp aşağı inmek suretiyle gözden kaybolduklarında Nazmi
bulunduğu vagondan çıkıp dağın eteklerini örten çam ormanına daldı. Ağaçlar arasında

21
biraz yol almıştı ki durdu. Hemen yanındaki kara gövdeli çam ağacının dibindeki kurumuş
yaprak yığınını elleriyle kazıp tahta kapağı ortaya çıkardı. Çürümüş, her an ufalanmaya
meyilli kapağı zaman kaybetmeden açıp kapağın altındaki karanlıkta saklı olanı ortaya
çıkardı. Yukarıdan aşağıya incelene bir kalkan biçiminde, sırt tarafında kızıl, gerçek
güvercin tüyleri olan bir uçuş aletiydi bu. Nazmi’nin taktığı adla Kırmızı Güvercin.

Kırmızı Güvercin’i yanına alıp madene giden patikanın kenarındaki ağaçlardan birine
tırmanmaya koyuldu. Kırmızı Güvercin’i çalıştırmak için yüksekliğe ihtiyacı vardı. Yeterince
yükseğe çıktığına karar verdiğinde beraberinde zar zor yukarı getirebildiği Kırmızı
Güvercin’i sırtına takmaya girişti bastığı dalın kırılmamasını umarak. Kayışlar dirseklerden
kollarına, kasıklardan ayaklarına ve bir kayışı da sıkıca beline bağladı. Kendini aşağı bıraktı;
balık yakalamak için alçaktan uçan, ayakları denizi yalayan bir martı gibi patikanın
üzerinden uçtu.
Patikanın dolandığı uçurumdan uçuverdi ve yükseldi gökyüzüne. Kafasını çevirip
arkasına bakamadan güvercinler, onun güvercinleri etrafını sardılar ve hüzünlü ötüşleriyle
ona bu uzun yolculuğunda destek oldular. Kırk gri ve beyaz güvercinin etrafını saran
koruması altında liderleri olan kırmızı dev güvercin süzüldü havada böylece.

Güvercinler yol gösterdiler; şehirlerin üzerinden geçerken sakladılar onu. Kâh kara
bulutların arasından ıslanarak kâh bulutsuz gökyüzünde güneşe ulaşmaya çalışırcasına
ilerlediler. Kanatların iç tarafına asılı matarasından suyunu içiyor; matarada su bittiğinde
aşağı alçalıp en yakın nehir ya da gölden dolduruyordu. Yine iç tarafa asılı torbadan
güvercinlere yem atıyor, on beş yirmi saniye onların yemleri havada yakalarken karmaşa
yaratmalarına izin veriyordu.
Su içerek geçen beş günün ardından nerede olduğunu önemsemeden alçaldı aşağıdaki
bacaları tüten köye. Hızlı ve şaşalı bir giriş yapmak istedi. Yere indiğinde istemsizce bir
süre koçtu. Durduğunda soluk soluğa kalmış, ayaklarının ucunda yeni yağan yağmurun
izlerini taşıyan çamur toplanmıştı. Kafasının üzerindeki tabelaya baktı ve haliyle anlamadı.
Almanca Küçükköy yazıyordu tabelada…

Bileklerine kadar batmış çamurlu yolda ilerledi. Yirmi metre ilerdeki köyde, bacalarda
dumanlar tütüyordu. Köyün üzerine yayılan ağır sis tabakasında bir metre önünü bile
göremiyordu. Kapıların, açık pencerelerin sertçe kapandığını işitti. Bacağına yapışan bir
deri bir kemik kalmış, hırlayan, Nazmi’nin bilmediği bir dilde yardım diler gibi hızlı
cümleler kuran yaşlı adamdan ancak bacağını hızla silkerek kurtulabildi.
Pusun içinde piramit şeklinde küçük taşlarla örülmüş bir bina yükseliyordu önünde.
Matarayı beline takıp Kırmızı Güvercin’i elinde taşıyarak heybetli yapıya ilerledi. Kırmızı
Güvercin’i camsız duvara yaslayıp üçgen kapının kenarları eline batan üçgen kulpuna tüm
gücüyle asıldı.

Burası neresiydi? Sefil durumdaki bir köyde böyle bir yerin ne işi vardı? Yerdeki üçgen
desenli mavi halı tüm üçgen tabanı kaplıyordu. Duvarlara onlarca üçgen kovuk asılıydı.
Karşısındaki sunaktan bembeyaz bir güvercin tasasızca su içiyordu. Minik kafasını ona
çevirip sinsice baktı Nazmi’ye. Gagası hareket ettiğinde ince güzel bir sesle “Hoş geldin,”
kelimesi çıktı o minik ağızdan.

22
Piramit şeklindeki binanın kenarlarının birleştiği nokta olan çatısı açıldı ve onlarca
güvercin kanat çırpışları eşliğinde hızla içeri doluştu. Kovuklarına girip sessiz bir bekleyişe
geçtiler. Konuşan güvercin devam etti konuşmasına. Nazmi’nin etrafında daireler çizerek
sakin bir şekilde konuşuyordu.

— Uzun zaman oldu, çok uzun zaman. Ne aradığını biliyorum her ne kadar sen aradığının
varlığından emin olamasan da.

Nazmi fesini çıkarıp güvercine bir adım daha yaklaştı.

— Öyle şaşkın şaşkın bakma bana! Kuşlar her dili konuşabilirler.


— Sorun her dili konuşmanda değil. Sorun; konuşman.
— Belli ki hiç denememişsin güvercinlerle konuşmayı. Annense bizimle konuşurdu hep.
Güvercin biraz durduktan sonra devam etti.

— Bu bina! Burayı biz güvercinler yaptık ve tepesine son taşı da kralımız koydu. Şaşırtıcı
değil mi?
— Bir güvercinin konuşabildiğini gördükten sonra hiç de şaşırtmadı doğrusu.
— Bir insanın uçması da bize garip gelmişti ilk başta zaten.

Gri kafalı beyaz güvercin Nazmi’nin omzuna konup gagasını Nazmi’nin kulağına
yaklaştırdı. Sessizce “Sana reddedemeyeceğin bir teklifim var,” dedi.

— Yani kralın bir teklifi var. Seni annene götürmemi buyurdu benden.
— Teklifi sadece beni anneme götürüp götürmemen mi yoksa karşılığında bir şey de mi
istiyor?
— Bunu sadece kral bilir.
— Geliyorum ama yanımda güvercinlerimi de isterim.
— Onlarsız olur mu hiç…
— Çıkabileceğim yüksek bir yer mevcut mu burada? Ha-hala inanamıyorum bir güvercinle
konuştuğuma!
— Benim de bir insanla konuşmayı normal karşıladığım söylenemez. Yapının arka
tarafında çatıya çıkan ahşap basamaklar var. Bir süreliğine buradan ayrıldığımızda köylüler
açılabilen çatıyı kapatmak için harekete geçmişlerdi. Akıllarınca binayı bize kapatıp bizi
köyü terk etmeye zorlayacaklardı. Son anda kovaladık o acınası insanları yapımızdan.

Nazmi, piramit binaya ve dolaylı yoldan ona bakan yaşlı adam gibi bir deri bir kemik
kalmış, gözleri göz çukurlarına çekilip karanlık haline gelmiş, elmacık kemikleri ortaya
çıkmış, öksüren insanlara aldırmamaya çalışarak binanın merdiven olan duvarına geçti.
Tahta merdiveni çabucak tırmanıp elinde taşıdığı Kırmızı Güvercin’i üzerine geçirdi.
Kollarını açtı ve ileri doğru zıplayarak bıraktı kendini aşağı. Sisi hızla yararak geçtiğinde
gösteriye Nazmi’nin güvercinleri de katıldılar. Konuşan güvercin yol gösterici olarak
öndeydi. Tiz sesiyle bağırdı Nazmi’nin güvercinlerine.

23
Kanat çırpıyoruz bulutlara,
Rüzgârla gidiyoruz krala,
Kraliçeyi selamlamaya.

Tüm güvercinler bir ağızdan söylediler bu şarkıyı. Ta ki bulutların arasına dalıp


kaybolana dek. Yeryüzünde gerçekleşen karınca insanların savaşına tanık oldular, kocaman
şehirlerin, köylerin, harabelerin, kilometrelerce uzanan ormanların üzerinden uçtular, derin
vadilerin arasından geçtiler.
Nazmi güvercinleriyle konuşmaya başlamıştı. Burnundan bir buz sarkıtı sarktığında ve
vücudu bembeyaz kesildiğinde bile kuşlarla konuşmaya devam etti.

Yol gösterici güvercin aynı yükseklikte uçmayı bırakıp günlerdir ilk defa alçaldığında bu
hedeflerine vardıklarının habercisiydi. Bir kağıt uçak gibi aşağı süzüldü Kırmızı Güvercin.
Önlerinde yükselen, zirvesi bulutlar arasında kaybolan, karlarla kaplı dağın yamaçlarına
doğru alçaldılar. Üzerine beyaz örtü serilmiş ormanın üzerinden geçip dağa açılmış
karanlık geçide dalıverdiler.

Nazmi duyabiliyordu güvercinlerinin kanat çırpışlarını, yol gösterici güvercinin dakika


başı “Az kaldı,” deyişini. Altlarında şiddetle akan nehrin sesini de duyabiliyordu. Işık…
Kamaştı gözleri, körleştiler gördüklerinin korkusuyla, şaşkınlığıyla bir anlığına.
Nazmi’nin çıktığı geçitten aşağı bir şelale akıyordu. O bu yeni diyarda uçmaya devam
ederken güvercinleri cenneti bulmuşçasına dağıldılar etrafa. Aşağısı yeşil, mor, mavi
yapraklı, sarmal gövdeli yüksek ağaçlarla doluydu. Ağaçların arasından damar damar,
kollara ayrılan incecik bir nehir akıyor, çeşit çeşit kuş nehirden su içiyordu.

Nazmi yanından geçen kuşa hayranlıkla baktı. Masmavi gövdesi vardı ve renkli kuyruğu
dalgalanıyordu havada. Bir an kuşun şarkı söylediğini sandı Nazmi.
Yol gösterici güvercin aniden yükseliverdi ve Nazmi’ye bu muhteşem görüntüyü daha
fazla izleme fırsatı tanımadı.

Dik biçimde yükseldi Nazmi. Tüm bölgenin üzerinde yarım çember çizen gökkuşağının
üzerine çıktı. Yol gösterici güvercin gökkuşağının üzerinde duruyordu. Düşmeden öylece…

— Bundan sonrasını yürüyeceksin. Gökkuşağına aldanma ve istediğin yöne yürü. İki yolda
seni aynı yere çıkartacaktır.
Kuş arkasına bile bakmadan uçtu gitti. Artık yalnızdı Nazmi. Kuş diyarında yapayalnız
bir insandı o. Kırmızı Güvercin’i üzerinden çıkarıp oracıkta bıraktı onu. İhtiyacı kalmamıştı
artık ona. Fesini düzeltti ve sağ tarafı seçerek yürümeye başladı. Ayaklarının altındaki yedi
renkli halı sihirli bir şekilde katıydı. Adımlarını seçerek atsa da boşluğa falan düşmeyeceğini
biliyordu. Buraya kadar gelip sonra aşağı çakılmak onun hikâyesine yakışmazdı.
Gökkuşağı, o ilerledikçe eğilip büküldü, daireler çizdi, dimdik yukarı tırmandı ve aşağı
indi ama Nazmi hiç düşmedi ve düz yoldaymışçasına rahatça yürüdü. Ayakları her
adımında yere sıkıca yapışıyor, yer çekimine karşı koymayı göze alarak onu
bırakmıyorlardı. Gökkuşağı yeniden düz bir yol haline geldiğinde düşmesin diye elinde
tuttuğu fesi başına taktı ve içinden geçtikleri o dağın zirvesine vardığını fark etti.

24
Bir kartal yuvası vardı dağın zirvesinde ve yuvanın üzerindeyse onu inceleyen bir kartal.
Başı beyaz, geri kalanı siyah tüylerle kaplıydı kartalın bedeninin. Kanatlarını gövdesinde
toplamıştı. Bilgece ve bir o kadar da korkutucu bir görünümü vardı.

— Hoş geldin küçük efendi! Hoş geldin krallığıma. Annen birazdan burada olur.

Ağzından bir kelime bile çıkmadı Nazmi’nin. Kara oturup bekledi annesini. Hala
inanası gelmiyordu annesinin yaşadığına. Babası onun doğumundan sonra annesinin
öldüğünü söylemişti. Hatta mezarı bile vardı annesinin. O otura dursun kartal onu
yukardan incelemeye devam ediyordu.
Sonra bir kuş, Nazmi’ye tanıdık gelen bir kuş, geldi gökyüzünden. Kartal’ın yanına
kondu. Kartal konuştu.

— Ben Kuş Diyarı’nın Efendisi Gvahira ve yanımda Kuş Diyarı’nın Hanımı Nariyya
olarak selamlıyoruz seni. Kuş Diyarı’nın ileriki efendisi Nazmi.
— Ne demek istiyorsun? Ne ileriki efendisi? Annem nerede?

Mavi Anka kuşu hüzünlü kızıl gözleriyle ona bakıyordu. Gagasını oynatıp
konuştuğunda huzur verici sesi Nazmi’yi sakinleştirmeye yetti.

— Annen benim Nazmi.


— Benim annem Nuriye öldü. Mezarı bile var. Hem… Hem ayrıca o kuş değildi.
— Baban olacak hayalperestin oyunu olmalı bu. Ortadan bir anda kaybolduğumu kimseye
söyleyemeyeceği için böyle yapmış olmalı. Yirmi iki yıl önce Kuş Diyarı hanımı olarak
insan şekline bürünüp insan topraklarını ziyaret ettiğimde babana âşık oluverdim.
— Sen benim annemsen peki sen kimsin? –Suçlayıcı bakışlarla Gvahira’yı gösteriyordu-
— Deden. Annem öldüğünde Kuş Diyarı Hanımı oldum. Ama deden bir gün öldüğünde
başa geçecek kimse yoktu. Ve sonra sen doğdun. Hem insan hem de kuş özellikleri
taşıyorsun. Mükemmel bir kral olacaksın. Belki tamamıyla kuş olman çok daha iyi olurdu
ama…
— Ben doğduğumda neden çekip gittin?
— İşler diyelim. Koca bir diyarın ve babamın bana ihtiyacı vardı. Senin de vardı
biliyorum. Ama şunu da biliyordum ki bir gün gelecektin buraya. Biraz kuşluğunu göster
bakalım… Oğlum! Bir gün kral olacaksan gerçek kanatların da olmalı.

Gvahira kartallara özgü çığlığıyla sessizliğini bozdu ve Nazmi’nin üzerine atıldı. Nazmi
kuştan kaçayım derken fazla geriledi ve kayan karla birlikte aşağı uçtu. Nazmi bulutlara
çarpa çarpa gözden kaybolurken kartal ve Anka kuşu sükûnetini korudular. Gvahira
sessizce sordu.
— Sence yapabilir mi kızım? Buna hazır olduğundan emin misin?
— Eğer hazır değilse aşağıdaki kuşlar tutarlar onu.

Nazmi’nin çığlıkları düşmesini engellemedi ve o da susmaya karar verdi. Ebedi huzura


ulaşmayı beklercesine yatar pozisyon aldı ellerini göğsünde bileştirdi, gözlerini kapadı. O

25
kuş falan değildi. Basbayağı insandı ve insanlar uçamazdı. Ölecekti biraz sonra çığlık
atmanın ya da çırpınmanın bir yararı yoktu. Fesi başından çıktığında da
yakalayamayacağını biliyordu onu artık.
Gözlerinin önünde ona nispet yaparcasına uçan bir güvercin vardı. Kırmızıydı tüyleri.
Kırmızı Güvercini canlanmıştı sanki. Güvercin kısa süren kanat çırpışlarının ardından yok
oluverdi. Çok net seçebiliyordu aşağıdaki ağaç kümesini.

Acı. Bir anda sırtına yayılan acıyla vücudu kasıldı. Çığlığı koyverdi. Giysileri sırt
tarafından parçalanırken kafasını çevirip neler olduğuna bakamıyordu sırtında. Rüzgârın
hızı kesilmişti. Düşmüyordu. Tek duyduğu kanat çırpışlarıydı. Kuş… Kuş yoktu ortada
ama. Bedenini düzeltti ve dikilir pozisyon aldı. Sırtından giysilerini yırtıp fışkıran
kızılkanatlarla muhteşem görünüyordu. İçindeki kuştan olsa gerek kanatlarına çabucak
alışıp kanatlarını sırtında simetrik olacak şekilde birleştirip dalışa geçti.

— Galiba başaramadı Nariyya…

İki kuş da pür dikkat aşağıyı izliyordu havada kanat çırparak. Arkalarına dönüp
baktıklarında karşılarında bir İnsan-kuş duruyordu. Nazmi fesini takıp zafer kazanmışçasına
gülümsedi.

— Galiba başardım… Dede.


11.11.2006

26
Sonsuzluk Hissi

Balkon taşına çıkıp rüzgârın onu geri savurmaya, fikrinden vazgeçirmeye çalışmasına
izin verdi. Aşağıdaki trafiğe bakmamaya özen göstererek şehri son bir kez izledi. Gece
vakti olmasına rağmen hala ışıl ışıldı şehir. Ne acıydı ki son kez izleyişiydi bu.
Üzerine musallat olan laneti düşündü. Önce annesinin sonra babasının ve sonra da
kardeşinin ölümüne denen olan laneti. Annesinin intihar şeklini tercih etmişti o da. Kırkıncı
kattan kendini aşağı bırakmıştı. Günlerce ağladığını hatırlıyordu annesinin ölümünün
ardından. Babasıysa ağlamak yerine susmuştu. Sanki dört gün sonrasına, kendi intiharına
hazırlanıyordu. Babası da dört gün sonra kendi boğazını keserek ölmüştü. Evet, kendi
boğazını! Son olarak da anne ve babasının ölümünden haberi olmayan yurtdışındaki kız
kardeşi arabasını denize sürüp kendini boğmuştu. Bir hafta içinde tüm ailesi ölmüş bu
dünyada yapayalnız kalmıştı.
Kendini aşağı bırakmalıydı. Aşağı bırakmalı ve her şeyden kurtulmalıydı. Anlık bir acı
ve tüm acılardan kurtuluş… Tıpkı ailesindekilerin yaptığı gibi. Lanet bir şekilde kendini
öldürmeyi zorunlu kılıyordu. Neyse ki yaşamına nasıl son vereceğini kendi seçme hakkına
sahipti. Hep uçmayı hayal etmişti. Koca şehrin üzerinde elini yumruk yaparak ileri uzatıp
uçmak. En azından ölmeden önce kendini uçtuğuna inandırabilirdi.

Kendini aşağı nasıl bırakacağını düşündü. Daha aşağı bakamıyordu bile. Aşağı atlamayı
nasıl düşünebildiğine, bu cesareti nereden bulabildiğine şaşırdı. Dalışa geçercesine atlasa
çok daha kahramanca olabilirdi. Dalışa geçen ama en sonunda ayaklarını yere basmayı
bilmeyen bir Süpermen gibi. Ya da geleneğe bağlı kalır kollarını açıp kendini sonsuzluğa
bırakırdı. Fanteziye gerek yoktu kendini aşağı bırakacaktı.
Dengesini bir an kaybeder gibi oldu. Böyle olmamalıydı. Dengesini kaybedip değil
kendi isteğiyle atlamalıydı. İntiharda kazaya yer yoktu. Gözleri aşağıdaki trafiğe karınca
boyutundaki arabalara kaydı. Gözlerini yana çevirdi. Daha aşağı bile bakamıyordu.
Balkonun demirlerine tutunup yeniden dengesini sağladı. Yıldızlara baktı. Bir yıldız… Bir
yıldız kaysa da son bir dilek tutabilse… O yıldızın aslında kaymadığını bilse de kendini
kandırabilse…
Acısız bir ölüm diledi. Ölüm zamanını ve şeklini kendi seçip zaten ölümün keskin
tırpanına kafa tutuyordu şu anda, acısız olup olmayacağını da hayli hayli kendi
belirleyebilirdi.
Göz ucuyla bakmaya yeltendi aşağı. Bu böyle olmayacaktı. Annesinin doğru olmayan
yolundan gitmek hiç de kolay değildi. Belki de babasının yolundan gitmeliydi. Ama
boğazını kesip de tek hamlede ölmezse yerde boğazını tutarak akan kanın sıcaklığını
hissederek ölmeyi beklemek pek de hoş olmazdı. Suda kendini boğmaya çalışmaksa pek de
sıkıcı gelmişti ona. Kız kardeşinin zevkine hayret etti.

Üşüyordu. Beyaz atletiyle çıkarsa olacağı buydu. Kollarını omuzlarına sürterek ısınmaya
çalıştı. Ve bu hareketi ona pahalıya mal oluyordu. Ayağı kaydı dengesini yitirdi birden.
Balkon demirlerine uzanamadan kendini boşlukta buluvermişti. Kendi atlamalıydı böyle
olmamalıydı. Birisi sabredememiş, ittirmişti onu sanki. Bu şekilde düşmesi mümkün değildi
yoksa.

27
Bunları dert etmenin âlemi yoktu. Sonsuzluk gibi gelen düşüşün keyfini sürmeliydi.
Sırtına vuran, saçlarını okşana rüzgâr, kırk katlı binanın tüm katlarını transit geçişle izleme
şansı ve gittikçe yaklaşan korna sesleri. Bir yıldızın ya da meteor her neyse kaydığını gördü
gökyüzünde. Tanrı’dan af dilemek için çok geçti ama hala ilk tuttuğu dileği dileyebilirdi.
Ölümünü, öldükten sonraki ilk halini, etrafında toplanan insanları ve muhtemel anlık
acıyı hayal etti. Ne hastalıklı düşüncelerdi bunlar… Kalkışılan çılgınca, isyankârca bir
hamlenin ardından gelen hastalıklı düşüncelerdi bunlar. Güldü sadece güldü ve kendini
yerçekimine bıraktı. Şimdi annesinin hissettiklerini hissedebiliyordu. Keşke hissetmeseydi
ama hissediyordu. Bir ailenin hazin sonu… Yarınki manşetleri şimdiden görebiliyordu.
04.03.2007

28
A.B.C.

Genç adamın uykusuzluğa dayanamayarak öne düşmüş başı alarm sesini duyduğunda,
az önce kâbus görmüşçesine bir anda kalkıverdi. Önünde uyuyakaldığı bilgisayarı
neredeyse üç saattir beklemedeydi. Dizlerinin üzerindeki klavyeyi yere koydu ve oyunda
kaldığı yeri kaydederek bilgisayarı kapadı. Monitörün hemen altındaki siyah fincanın içini
biraz kahve kalmış olması umuduyla kontrol etti. Kalmamıştı. Bütün bunları yaparken
sanki kendi değildi. Gözleri öyle boş bakıyordu ki dışardan bakan bunları Murat’tan
bağımsız bir gücün yaptırdığına inanırdı.

Kahveyi içtiğimi hatırlamıyorum, diye söylendi Murat kendi kendine. Dışarıdaki seslere
kulak kabarttı. Korna sesleri… Apartmanın ikinci katıyla aynı seviyeden geliyormuş gibi
gelen birçok korna sesi geliyordu kulağına. Neler olduğunu keşfetmek için çekingen
adımlarla balkona ilerledi. Odaya bağlı balkon kapısını açtığında lacivert gökyüzünde kayan
yıldız misali bir düzen içinde ilerleyen arabaları görmesi ağzının şaşkınlıkla açılmasına yetti.
Balkondan aşağı baktığında sadece bir balkon görmesi gerekirdi ama Murat karanlıkta
kaybolan balkonları sayamadı. Yüzlerce metre yüksekte olmalıydı. Ardı ardına çalınan
korna sesleri tehlikeyi haber veriyordu sanki. Aşağıya bakan başını son anda geri çekebildi
ve dümdüz yukarı tırmanan tekerleksiz beyaz araba balkonuna teğet geçerek yoluna devam
etti. Murat korkuyla içeri girerken ardından apartman üç katlı hale gelmiş, gökyüzündeki
arabalar kaybolmuştu. Aslında hiç yoktular ki…

Tüm koridoru kaplayan örümcek ağlarını, soluk soluğa yırtarak ilerledi ve kendini
lavaboya attı. Lavabonun kapısı kapandığında kaybolmuştu hepsi. Yüzüne üçüncü su
çarpışında elleri duyduğu sesle yüzünde kapalı kaldı. Ayna konuşmuştu biraz önce.
Aynanın konuştuğuna yemin edebilirdi. “Bana mı konuşuyorsun?”. Aynaya cevap hakkı
için süre tanıdıktan sonra kendi kendine konuşmasına devam etti. “ Bin yıl geç kaldın da ne
demek? Tam dördü sekiz geçe kalktım işte.” Aynada kendine bakıp konuşmasını sürdürdü.
“Bin yıl demek, şu anda dört ağustos üç bin yedi yılındayız demek…”

Lavabodan çıkmasıyla tekrar beliren örümcek ağlarını hızla kat etti ve dijital saatinin
tarihine baktı. 4.8.3007 yazıyordu işte. Gelecekteydi. Şimdideydi. Saati yerine bıraktığında
tarih 4.8.2007’ye dönüverdi. Beş dakika sonra ona göre yetmiş kat ama aslında iki kat aşağı
inen asansörle aşağı inmiş; gözleri yukarıdaki arabaları takip ederek şehrin en işlek
caddesine koşmuştu. Caddede artık insanlar yürüyor olmalıydı. Arabalar uçuyordu sonuçta.

Caddenin ortasında iki çapraz ayaküstüne kondurulmuş saat kulesine yıllardır hiç
bakmadığı bir hayranlıkla baktı. Gülümseyerek saat kulesinin altında durdu. Yelkovanla
akrep sekiz üzerinde karar kılıncaya kadar da istifini bozmadı. Kulaklarında saatin “gonk”
sesi yankılanırken anca kendine gelebildi. Önündeki arabanın korna sesi ve yatağından yeni
kalkmış sürücüsünün ağzından çıkan pek de iltifat niteliğinde olmayan sözler nedeniyle
kaldırıma çıkmak zorunda kaldı.

29
Gazeteciye gidip gazetelere baktıktan sonra Füturistik adlı gazetede karar kıldı.
Cebinden çıkardığı bir ytl’yi gazeteciye uzatırken tedirgindi. “Bu para geçiyor mu hala?”
Adam Murat’ı hiç duymamışçasına yedi yüz elli lira olan para üstünü Murat’a uzattı.

2007 yılının haberlerini kendine göre değiştirerek hem sesli bir şekilde okuyor hem de
yürüyordu. “TEM Uzay Yolu’nda bir kaza daha… Ters yöne giren Uzay gemisiyle 200
yolcu taşıyan Uzay gemisi çarpıştı. Uzayda bile kuralları ihlal edip kaza yapmayı
becerebiliyorsak. Robot düğününde serseri kurşun… Gerektiğinde havaya ateş açmaya
programlanmış robot programlamada arıza çıkınca aşırı tepki gösterdi ve bütün konukları
halay sırasında mermi yağmuruna tuttu. İnsanlığın eski yaşam merkezi Dünya sular
altında… Küresel Isınma sebebiyle ısınan havalarla yaşanmaz hal alan dünyada en sonunda
karalar tamamıyla sular altında kaldı. Uzayda ne olduğu şu an için tespit edilemeyen bir
cisim bulundu… Bilim adamları cisme Dharma adını koydular.”

Elinde çantasıyla büyük ihtimalle işine gitmekte olan takım elbiseli adama çarparken
hala gazeteyi okumaya çalışıyordu. Kibar giyimli yakışıklı adam yüz ifadesini, soğuktan
sinirliye çevirirken ağzından beklenmeyecek sözler sarfetmeye başlamıştı.

— Önüne baksana be adam!

Murat’ın bir kaşı şaşırdığını belli edercesine kalkmıştı. Çok garip! Adamın dediğini
anlamamıştı. Kulağına sadece homurtular geliyordu.

— Ö-özür dilerim. Benim hatam.


— Elbette senin hatan.

Hala anlamıyordu adamın dediklerini. Anlayamayacaktı da. Sadece şunu anlamıştı


Murat. Aradan geçen bin yılda dil tamamıyla değişmişti. İki bin yedi yılında bile oldukça
yozlaşmış olan dili şimdi anlaması mümkün değildi. Etrafına; mağazalara, dükkânlara baktı.
Eh, dedi. Sonunda Türkçe isim koymaktan tamamen vazgeçmişler.

Dudaklarında İmparatorluk Marşı’nın melodisiyle hızlandırılmış bir şehir turuna çıktı.


Gökdelen. Bir gökdelen daha. Sonra bir gökdelen daha. Ne kadar da ilginç bir turdu.
Güneş ışığının mavi camlarını dalgalanan bir denize çevirdiği bir gökdelenin önünde durdu
ve gözlerini gökdelenin tepesindeki hologramlı reklâma çevirdi. Görüntüde internet hızları
ve fiyatları gösteriliyor en sonunda da alevler arasından “Yaz Alevi Kampanyası”
beliriyordu.

— En düşük hız iki bin kırk sekiz ha? Gerçekten gelecekte olmalıyım.

Murat binadan uzaklaşırken, bina anında iki bin yedideki görüntüsüne bürünmüştü. Üç
katlı mavi bir bina. Hologram da yerini kocaman, “Yaz Alevi Kampanyası” yazan bir afişe
bırakmıştı.

30
Ensesine değen bir şeyle, refleks olarak ensesini omuzları arasına sıkıştırma gereği
duydu. Kâğıttan bir uçak gözleri önünde kelebek misali süzülürken onu takip etme gereği
duydu. Başının hemen biraz üstü seviyede uçan uçakla yan yana gelince üzerinde yazan
A.B.C. yazısını okudu. Uçak kalabalıklar üzerinden, ağaçların yaprakları arasından ustaca
süzülürken onu izlemeye devam etti Murat.
Teknolojik olmayan bir şey görmüştü sonunda ve içinde bir şeyler onu takip etmesini
söylüyordu. Sanki uçak onu iki bin yediye götürecekmiş gibi. Öyle olmadı ama. Götüre
götüre küçük bir çocuğa götürdü. Elinde uçağı yönlendirmeye yarayan bir kumanda tutan
küçük bir çocuğa. Çocuk kâğıt uçağı açtı ve katlayarak cebine tıkıştırdı. Murat’a bakmadı
bile.

İki saat sonra sıkılmıştı dolaşmaktan. Dolaşacak yer de yoktu pek zaten. Zaman
geçirecek ne bir yer ne de kimse vardı. Sinema, dedi beyni. Sinemayı bulması çok zor
olmuştu. Sinemayı sorduğu kimselerin dediklerini anlamıyor; elleriyle gösterdikleri yere
gidiyordu. En sonunda sinemaya ulaştığında değmişti buna.

— Robo-Trek… Yedi Robot... 1453… Görev: Dünyadan Kaçış… Neden bu filmde


oynayan oyuncuların adları yazmıyor? Sadece seslendirenlerin isimleri var.

Sinemanın otomatik kapılarının üzerine asılı afişe göz gezdirdi. Akıl almaz onlarca
silahla donatılmış mavi bir robot elindeki silahı afişe bakan kişiye doğrultmuş; metal
ağzından bir çizgi roman baloncuğu fırlamıştı. Baloncuğun içinde “Gerçeklikte son nokta:
4D sinema keyfiyle yerinizde oturamayacaksınız!” yazıyordu. Murat hevesle sinemaya
girerken afişte değişiverdi. “7 ve 8. salonlarımızla büyüyen salonumuz hizmetinizdedir.”

İki saat sonra sinemadan çıkarken Murat’ın dayak yemiş gibi bir hali vardı. Sol kolu
baştan aşağı kesilmişti.

— Ne kadar da zormuş garip garip canavarlardan kaçmak... Pençeleri kolumda


hissettiğimde bir an öleceğimi hissettim.

Kolundaki yaraya bakmayı kestiğinde yara hızla kapanmış; akan kan yaranın içine
çekilmişti. Koluna yine baktığında yara oradaydı.

Gece... Güneş tepedeyken olduğundan daha yalnızdı şimdi. Nerede olduğunu


bilmiyordu. Öylece saatlerce etrafa baka baka yürümüştü. Bin yıl önce olsa nerede
olduğunu anlayabilirdi. Nereye gittiğini bilebilirdi. Ama şimdi nerede olduğu hakkında
hiçbir fikri yoktu.
Sokağın tek yanan lambasının altına oturdu ve öylece bekledi. On saniye sonra saat on
iki olacaktı. Külkedisi gibi olmaya razıydı. Her şeyin eski haline dönmesini diledi.
Yelkovan on ikinin üzerine geldiğinde rüya bitmişti. Sokak lambasının ışığı söndü ve
Murat’ı karanlığa çekti.
Genç adamın uykusuzluğa dayanamayarak öne düşmüş başı alarm sesini duyduğunda,
az önce kâbus görmüşçesine bir anda kalkıverdi. Önünde uyuyakaldığı bilgisayarı
neredeyse üç saattir beklemedeydi. Monitörün hemen altındaki siyah fincanın içini biraz

31
kahve kalmış olması umuduyla kontrol etti. Kalmamıştı. Bütün bunları yaparken sanki
kendi değildi. Gözleri öyle boş bakıyordu ki dışardan bakan bunları Ali’den bağımsız bir
gücün yaptırdığına inanırdı.
Bilgisayarın ışığına gözlerini alıştırmaya çalışarak bilgisayarda yazmaktan olduğu
hikâyenin en sonuna indi ve son bir kez kontrol etti. Kaşları çatıldı. Böyle bırakmak doğru
olmazdı. Yarım duruyordu hikâye. Sanki beklenmedik bir yerde kesilmişti.

Genç adamın uykusuzluğa dayanamayarak öne düşmüş başı alarm sesini duyduğunda,
az önce kâbus görmüşçesine bir anda kalkıverdi. Önünde uyuyakaldığı bilgisayarı
neredeyse üç saattir beklemedeydi. Dizlerinin üzerindeki klavyeyi yere koydu ve gözlerini
ovuşturarak balkona yöneldi. Her şey rüyaymış, dedi fısıltıyla. “İyi ki de rüyaymış.”
Gökyüzünde sadece yıldızlar vardı artık. Evler yüksek değildi. Rahatlamış bir şekilde
oyunu kapatıp yatmaya giderken kulağına polis sirenlerinin kulak tırmalayıcı melodisi
çalındı. Balkona koştu ve aşağıya, boş sokağa baktı. Görünürde hiçbir polis arabası yoktu.
Siren sesleri daha da yakından gelmeye başlarken tahmin ettiğinin olmamasını umarak
balkondan aşağı baktı. Yüzü yasa bürünürken dizleri üzerine çöktü ve başını balkon taşına
dayadı. Kendini toplayarak aşağı baktı. Dibi göremedi. Aşağıdaki karanlığın içinden
çıkıveren bir arabanın farlarının ışığı gözlerini aldı. Murat kendini geri atarken araba
balkonu parçaladı geçti. Polis arabası da onu takip etti ardından. Saniyeler içinde kaçan da
kovalayan da kaybolmuştu.
Murat aşağı bakmamaya çalışırken bir eliyle de balkonun kalan parçalarına tutunmaya
çalışıyordu. Herhalde karşı apartmandakiler onu bu halde görseler sapasağlam balkondan
kendini sarkıtmasına anlam veremezdiler.
-SON-

Ali balkonda dördüncü kahvesini yudumlarken bir yandan da boş gökyüzüne


bakıyordu. Diğer elindeki kâğıt uçağı fırlattı karanlığa. Uçağı bulan kişinin A.B.C.’nin ne
anlama geldiğini merak edeceğinden emindi. Tek sorun bunu kendi de bilmiyordu.
28.06.2007

32
İnce Belli Üç Şekerli

Merhaba, ben Eşref. Aslına bakarsanız biz Eşref. Yanımdaki otuz dokuz arkadaşın adı
da Eşref çünkü. Eşref kim mi? Eşref bizim sahibimiz. Dost Çayevinin sahibi. Bizleri satın
aldığından bu yana üç yıl geçti. O sürede bizi satın alan kişiye sıkıca bağlandık. Yere düşüp
de kırılan çay bardağı arkadaşlarımıza ağladık; masaya ya da birinin üzerine taşıdığımız çay
döküldüğünde, bizim hatamız ya da değil, içten içe özürler diledik.
Biz kırk çay bardağının ne muhabbeti olur. Elbette çay ve şekerler. Dedikodularımız
hep bunlar üzerine. Taşıdığımız çay içinde en fazla kaç şeker sevdiğimiz; açık ya da koyu
çayın hangisinde daha güzel göründüğümüz; hava atmak isteyen bazı çay bardaklarının
“ben çayı bir saat boyunca sıcak tutabilirim” söylemleri ve karşı çıkanlar; çay kaşıklarının
çayı karıştırırken bizlere çarpmasından hoşlanıp hoşlanmadığımız hakkındaki tartışmalar...
Bazense çay kaşıklarını ve çay tabaklarını özlüyorduk. Çünkü onların muhabbetleri
farklıydı, ilginçti. Çay kaşıkları havalı ve komiktiler; muhabbetleri çayın içinde kaç kere
döndükleri; şekeri ne kadar sürede erittikleri üzerine kuruluydu. Kırmızı ve mavi çizgileri
artık solmuş olan çay tabakları ise eskileri anlatırdı. Eski güzel ve acı günleri. Onlar biz
Eşreflerden önceki nesli, çay taşıma yolunda kırılan bardakları hatırlıyorlardı.
Anlatacaklarını ağır ağır, öksürerek anlatırlardı. Anlattıklarından bir tanesine göre
sahibimizin babasını yani bizden önce nesli görmüş olduklarıydı. Mahir adlı çay bardakları
neslini.
Günde bir tanemiz en azından otuz kere çay ve yüz kadar şeker taşır buradaki insanlara.
Bundan işimizden memnun olmadığımız fikrine kapılmayın. Yaptığımız işle gurur
duyuyoruz. Elbette bu işinde bir ama’sı var. Biz Eşreflerin tek derdi biraz daha
yıkanabilmek...
Havalı çay kaşıklarına bu çok komik gelse de bizlerin tek fantezisi içimizdeki çay
bittiğinde sahibimiz tarafından yıkanmamız ve tekrar çay taşımaya devam etmemiz. Soğuk
suyun dayanılmaz serinliğiyle camlarımız kendine gelirken bizlerin bir süreliğine
parlaklığını geri kazanması ve kendimizi yeni gibi hissetmemiz ne muhteşem bir şey... Bir
de akşamları sahibimiz çayevini kapatmadan önce bizleri ödül olarak köpüklere boğup
yumuşacık parmaklarıyla iç camlarımızı silmiyor mu, işte o zaman değmeyin keyfimize.
İki yıl önce masalardan birinde biriyle tanışmıştım. Camlarım neredeyse çatlıyordu
heyecandan. Dört insan masanın dört yanına kurulmuş; ciddi ifadelerle önlerindeki
tahtalardaki taşları çözemediğim bir sıraya göre diziyorlardı. Taşıdığım çayı içen kişi de
bana en uygun gelen üç adet küp şekeri çaya atmış beni içmek üzereydi. İşte o an tam
bana bakan okey taşına âşık oldum. Beş numaralı kırmızı renkli okey taşına... Pek ses
çıkarmasa da onun da bana baktığından emindim. Çay bardağı yaşamım boyunca ilk defa
kendimi farklı hissediyordum. Çay taşımak zorunda değilmiş gibiydim sanki. İlk önce biri
tahtasındaki taşları döktü sonra diğer üçü de. Taşlar birbirine karıştığında bir daha da onu
göremedim. Hep aradım onu ama bir daha göremedim işte.
Sigaradan nefret ederim. Bana pek zararı yok ama çayevini dumana boğuyorlar; eski
kurtlar olan sigara tablalarına zarar veriyorlar. Şimdi aklıma geldi; bir de çay harici
insanların burada içtiği şeylerden ve o içtiklerini taşıyanlardan nefret ederim. Ama ne yazık
ki doğamız gereği en zayıf içecek taşıma araçları bizleriz. Çay tepsisindeyken her saniye
aşağı düşme korkusu yaşarız; titreriz. Çünkü biliriz ki yere düştüğümüzde hiçbir şey aynı
kalmayacaktır. Geri dönüşü olmayan uçurumdan düştüğümüzde ahşap yer bizler için bir

33
ölüm makinesi halini alır. Kırılırız, paramparça oluruz. Sahibimiz parçalarımızı toplar ve
bizi çöpe atarak ebedi acılarımızla baş başa bırakır. Bizler kırıldığımız zaman yapışmayız;
yapışsak bile sahibimiz bununla uğraşmaz, yerimize yeni birini getirir. Ne yazık! Biz
sahibimize ne kadar da bağlıyız hâlbuki.
Gelelim nefret ettiklerim kısmından kahve bardaklarına. Bodur ama güçlüler onlar.
Camdan yapılmadıklarını uzun süre sonra keşfettim. Ayrıca kendilerine dokunulmasını
sevmiyor olacaklar ki ek tutma kısımları var. Çoğu beyaz renkli, sert mizaçlı tipler. Ne
birbirleriyle konuşuyorlar ne de çay kaşıklarının sataşmalarına karşılık veriyorlar. İşlerinin
ehliler. Ama öyle soğuklar ki onlara karşı nefretim bir kat daha artıyor.
Son olarak sırada en çok bağlı olduğumuz ikinci şey var. Biz ona patron deriz, o böyle
çağrılmayı pek sevmese de. Bize asıl işimizi o sağlar. Önce çayımızı; sonra suyumuzu verir
bize. Çay ocağımız bizim her şeyimizdir. Sahibimizle bizim belki de tek ortak
yönümüzdür. Çünkü o hepimiz için her şeydir.
Şimdi düşünüyorum da ne güzel günlerdi. Fark etmişinizdir, aynı çay tabakları gibi
konuştum. Ama ne güzel günlerdi işte. Camım parlak ve çatlaksız; taşıdığım çaylar
sıcacıktı. Ta ki o güne dek.
Sipariş iki taneyle sınırlı olduğundan sahibimiz bizi ellerinde taşıyordu. Ben ve diğer
eldeki Eşref doğuştan gelen fobiyle tir tir titriyorduk. Düşeceğimi çok fazla hayal etmiş
olacağım ki sahibim benim için özel olarak yerinden ayrılmış olan ahşap parkelerden birine
takılıp yerle yeksan eyledi. Çay tabağımdan ayrılırken aynı anda taşıdığım çay benden önce
yere doğru akarken siyah kızıl karışım camıma yansıdı. Biliyorum, düşüşüm sırasında
olanları bu kadar edebi bir şekilde dillendirmek saçma. Tek amacım bu gösterişsiz düşüşü
biraz daha güzel göstermek. Sahibimin sakarlığı sonucu kırılmama neden olmasını
İnsanların deyimiyle onurlu göstermek...
Sayamadığım kadar fazla parçaya ayrılırken tek tesellim diğer Eşrefin kurtulması oldu.
Sahibim, kırıldığım andan itibaren eski sahibim, onu ve çay tabağını sımsıkı kavramış;
benim düşmeme izin vermişti. Galiba o an anladım her şeyi. Üç yılı aşkın süredir tüm
Eşreflerle sahibimiz arasında çıkar ilişkisinden öte bir şey yoktu. Nasıl da benim düşmeme
izin vermiş; diğer Eşrefi tutmuştu. Eşrefin kurtulması iyiydi; ya ben ne olacaktım?

Çöp kamyonumun içinde bünyemin alışık olmadığı bir pislik içersinde bilmediğim bir
yere doğru gidiyorum. Tüm parçalarımla birlikteyim, kimse onları yapıştırmayacak olsa da.
Biliyordum; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ne bir sorumluluğum vardı ne de
belirli bir şeklim. Kim bilir belki tatile çıkmanın vakti gelmişti. Belki de çay tabaklarının
anlattığı ve bizim saçmalık olarak nitelendirdiğimiz o çay bardağı takımları cennetine
gidiyorumdur. Camlarımda o üç şekerli çayın güzel tadıyla berbat kokuya alışmaya
çalıştım. İçimden bir his bu kokuya alışmam gerektiğini söylüyordu.
27.08.2007

34
Düşmanını Tanımak

Gözlerini tekrar tekrar açtı yattığı yerden. Göz kapakları hızla açılıp kapanıyordu.
Gözlerini açtığından emindi. Her yer niye karanlıktı hala? Yattığı yerden doğrulduğunda
bu kadar çabuk doğrulabildiğine şaşırdı. Bir anda hafiflemiş gibiydi. Hâlbuki üstlerden
basık gibi duran gövdesini kaldırması için epey çaba sarf etmesi gerekiyordu. Göbeği
kaşınmıyor; nasır toplamış ayağı acımıyordu. Beyninin olanları az biraz fark etmesi gurur
duyduğu kısa kızıl sakalının yerinde pürüzsüz bir deri bulmasına denk düşmüştü. “Ne
oluy-“ Cümlesini tamamlayamadan kendini susturmak zorunda kaldı. Ses tanıdık, daha
doğrusu oldukça genel ve nefret edilesi bir sesti. Dedesi yeşil ormanlarında aptalca şarkılar
söyleyen, doğuştan narsis bir ırk derdi Elfler için.

Yattığı yerden elflerin elinden çıkmışa pek benzemeyen tavanı izledi. Bulanıklık hızla
kayboluyordu. Bütün bir yıl tavanı izlemeye razıydı. Vücudu yattığı yerden kalkmadı.
Zorladı ama olmadı. Boğum boğum olmuş ayak parmaklarına baktı. Bir ayak ve beş
parmak vardı. Gerisi nerdeydi? Sahip olduğu o tek ayak neden çok yakın duruyordu ona?
Telaşla kalkmaya çalıştı ve kendini kalın yatak örtüsüne dolanmış halde yerde buldu.
İki katı genişliğindeki parmaklarına, uzun, kirli tırnaklarına baktı. Avuçlarıyla yanaklarını
yokladı. Bir şeyler avuçlarını gıdıklamıştı. Ayna aradı ama bulamadı. Annesinin ve
babasının şu odadan çıkagelip neler olduğunu açıklamasını çok isterdi. Gözlerinden
süzülen yaşla ahşap yuvarlak kapıya dayalı koltuk değneğine ilerledi. Koltuk değneğinin
desteğiyle sol ayağı üzerinde yükselirken kendini tekrar uzun hissediyordu. Bir boy
aynasına baksaydı görecekleri onu üzüntüden öldürebilirdi ama. Kızıl sakallı, iri gözlü ve
yüz kırk santim boylarında genç bir cüce...

Elf karanlığın dağılması umuduyla kafasını ani hareketlerle çeviriyordu. O göremese de


parlak mavi taşlardan örülmüş; tavandan sarkan mor bir kristalle aydınlanan bir odanın
içindeydi. Oda geniş ve boğucuydu. Yatağın karşısında, üzerinde yaprak işlemeleri olan
beyaz bir giysi dolabı; ayna kaplı yerdeyse masmavi ipek bir halı vardı. Pürüzsüz tavanda
okunu bilinmeyen bir düşmana çekmiş zırhlı bir elf savaşçısı resmedilmişti. Elf ayağa
dikildiğinde garip hissetti kendini. Sağ ayağını iki yana salladı alışamazlıkla. Bir elfin
bedenindeydi ve sırıtıyordu. Olacak iş miydi bu? Durumuna sövmeden önce iyice tahlil
etmeliydi durumu. Rüya olmalıydı bunların hepsi. Yoksa ruhunun ne işi vardı bir elfin
bedeninin içinde. Hem de kör bir elfin. Çan sesine benzeyen bir ses kulaklarında
yankılandı. Titreşimler sanki kulağını delip geçtiler. Kulaklarını elleriyle kapatsa da ses
gitmiyordu. Hala çok net duyabiliyordu. Dizleri üzerine çöküp sesin kesilmesini bekledi.
Gri gözleri sesin kaynağını görmek istercesine etrafı tarıyordu.
Ellerini bir yere çarpma ihtimaline karşı ileriye uzatarak kapıyı bulmaya çalıştı. Taş,
daha fazla taş ve sonunda değişen zemin... Kapı kolunu bulup kendine çekti. Kapı
açılmayınca bu sefer ittirdi kapıyı. Başka nasıl açılabilirdi ki bir kapı? Elf gibi düşün diye
telkin etti kendini. Ne kadar saçma o kadar mantıklı... Ne kadar saçma o kadar mantıklı...
Kapıyı sağ yana ittirdi. Başarmıştı. Bir elf kapısının eşiğinde fazla durursa kapının
kapanabileceğini de tecrübe ederek öğrenecekti.

35
Cüce kapıyı kendine doğru çekip açtı ve takılıp düştü. Başka bir cücenin botlarına
bakıyordu yüzüstü uzandığı yerden. Güçlü kollar onu yerden kaldırıp değneğini koltuk
altına yerleştirdi. Kızıl sakalı beline kadar uzanan, kasları kısa kollu giysisinden taşan yaşlı
bir cüce karşısındaydı. Mantığı bu cücenin babası olduğunu söylüyordu.
— Günaydın baba!
— Günaydın mı? Şaka yapmanın sırası mı evlat? Yapacak çok işimiz var bugün. Biraz
atıştır; olağan işlerini halletmen için beş dakikan var.
— Sonra ne yapacağız?
Çekinerek sormuştu bu soruyu. Baba cüce dalga geçtiğini düşünebilirdi.
— Sorun ne evlat? Her zamanki kazacağız. Derinlere, daha derinlere, yerin bittiği yere...

Odaya kabaca göz gezdirdi. Cücelere ne kadar tiksintiyle baksa da sadece fiziksel
güçleriyle muhteşem bir işçilik çıkarmalarına saygı duyuyordu. Oda diğer oda gibi oval
Biçimde kazılmıştı. Pürüzsüz biçim verme ihtiyacı duyulmamıştı duvarlara. Çeşitli
boyutlarda kazmalar duvarların farklı yerlerine asılmıştı. Bir ayı postu yere serilmişti.
Üçayaklı yuvarlak bir masa odanın ortasında duruyordu. Beyninde bir resim belirdi. Bira
dolu bir kupa. Bu hayalini sesli dile getirmeseydi çok daha iyi olurdu.
— Ne birası evlat? Daha zaman var buna. Çabuk yemeğini ye hadi. Diğerlerinden erken
çıktığımızı unutma!

Masada bir testi su ve kuru ekmek vardı. Ekmek ne sıcaktı ne de dilimlenmişti.


Parmağıyla dürtüp ne kadar sert olduğunu test etti ekmeğin. Bu iri ırk böyle bir kahvaltıyla
nasıl doyuyordu ki?

Elf incecik ekmek diliminin hepsini attı ağzına. Sofra öyle zengindi ki ne yiyeceğini
şaşırmıştı. Her şeyin kokusunu ayırt edebiliyordu kolayca. İçini ısıtan garip içecekten içti;
şuana kadar hiç tatmadığı yiyeceklerden tattı. Doyduğuna karar verdiğinde bir Elf için çok
fazla şey yemişti. Mavi entarisinin altındaki olmayan göbeğini tutup geğirmeye çalıştı.
Vücudunun herhangi bir yerinden herhangi bir ses gelmeyince daha da zorlamadı şansını.
Anneyle babanın ona küçümseyerek baktığını görememesi ne kadar kötüydü.
— Neden bu kadar sessizsiniz? Anne? Baba?

Anne ve baba derken bilerek vurgulamıştı. Oğullarının içine cüce kaçtığını öğrenseler
acaba ne yaparlardı? Aile üyelerinden biri sandalyesinden kalkarken sarı saçlarının altına
saklı sivri kulakları seğirdi. Omuzlarını kavrayan eller omuzlarına acıttı. Tepkisiz kalamazdı
buna. Omuzlarını sıkan elleri kavradı ve üzerinden çekti.
— Ne halt etti-
— Benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret edersin?
— Omuzlarımı neden sıkıyorsun peki baba?
— Bana baba demeyi de kes. Diğer elflerin yanında baba demeye de kalkma bana. Biz
sayesinde doğmuş olabilirsin ama bu kadar yakınlık iyi değil. Haydi kalk! Geç kalacaksın
okula!

Bu dağın içinde cücelerin ne yaptıklarını hep merak etmişti. Şimdiyse bir cücenin
bedeninin içinde eline tutuşturulan kazmayla meşalelerle aydınlatılmış koridorda ilerliyordu.

36
Her koridor başka bir koridora başka bir odaya açılıyordu. Babanın bahsettiği arkadaşları
aradı. Belki elfler arasında fıkralara konu olan dişi cüceleri görebilirdi. Gördü de. Takılıp
düştüğünde babanın arkadaşları dediği cücelere yanında bitivermişlerdi. Kaldırılmayı
bekledi. Kimse kaldırmadı onu ama. Kalkmasına yardım etmediler. Bir tanesi elinden
koltuk değneğini alıp kendi kolunun altına sıkıştırdı ve sakatmış gibi davranmaya başladı.
— Neden hala buraya geliyorsun? İstenmiyorsun burada. Sakat bir cüce bizi sadece
yavaşlatır. Bizi yavaşlatmak mı amacın yoksa?

Dört erkek cüce arasında bir cüce kızı gördü. Saçları örgülü, gözleri erkek cücelere göre
daha küçüktü. Sarı yan sakalları yanaklarından aşağı iniyordu. Hayranlıkla gözlerini ona
dikti. Cüce kızı önce kaşlarını çattı ona. Sonra tiksintiyle başını başka yöne çevirdi. Cüce
ırkında işler daha sertti belli ki. Güçlü ve sağlam olan topluma kabul edilir ve yaşar; defolu
olansa kaybederdi. Çıkarımlar yapmanın sırası değildi. Bedenine girdiği cüce her şeye
rağmen mücadele etmişti buraya gelerek. Cüce gibi davranmanın vaktiydi.
— Geri ver onu bana!
En zayıf noktasından vurmalıydı bu cüceyi.
— Kısasakal! Bana ver onu!
Karşısındaki cüce birden ciddileşmişti. Koltuk değneğini ona fırlatıp bağırıp çağırmaya
başladı. Bu hakaretin bir cüceyi kızdırabileceğini; doğruluğu kanıtlanırsa da depresyona
sokabileceğini bilemezdi ki. Ölçümlerin sonucunda haklı çıkmıştı. Haklı çıkmıştı çıkmasına
ama bu sefer bütün cüceler ona hem sakat hem de kaçık gözüyle bakmaya başlamışlardı.
Dağın merkezindeki madene gitmek yerine cücelerin labirente çevirdikleri dağın içinde
gezinmeyi tercih etti. Cüce erkeklerinin hepsi madene gitmişlerdi. Günde yirmi saate yakın
kazarlardı. Cüce hanımlarının küçümseyen, ona canavar gibi bakan bakışları arasında
ilerledi koridorlarda. Dağın çıkış kapısı neredeydi acaba?

Elf babasının yardımıyla ormana getirilmişti. Babası gittiğinde yapayalnızdı. Yirmi Elf
çocuğunun ve bir öğretmenin arasında yapayalnızdı. Kimse onunla birebir konuşmuyordu.
Elf bedeninin içindeki cüce elf çocuklarının yüzlerindeki ifadeyi görmeyi çok istiyordu.
Kim bilir nasıl bakıyorlardı ona. Duygusuzca, belki de tiksinerek. Onun hakkında yaptıkları
dedikoduları çok net duyabiliyordu kulakları sağ olsun. Ne işi vardı kör bir elfin onu
arkasından bıçaklamak için hepsinin gönüllü olacağı bir elf grubunun içinde.
Pembe cüppeli genç yüzlü elf kadını öğrencileri yanına topladı.
— Her zamanki gibi yapıyoruz. Rakibinizi karşınıza alıp bir süre kılıç antrenmanı. Sen
evlat! Sen bizlere zarar vermeyecek uzaklıkta büyünü geliştirebilirsin.

Dışlanmak bu olsa gerekti. Dışlatmayacaktı kendini. Kulakları ne güne duruyordu.


— Ben de kılıç antrenmanına katılmak istiyorum.

Şaşkın bakışları hissedebiliyordu. Hocası verecek cevap bulamamış, kekelemişti. Diğer


elfler birden sessizleşmişti.
— Bu senin için çok tehlikeli. Biliyorsun bunu.
— Sorun gözlerimse takmayın kafanıza. Yaralanır ya da ölürsem bunu kendi irademle
yapmış olurum. Zaten öldüğümde çoğu kişinin yalandan gözyaşı dahi dökmeyeceğini
biliyorum.

37
— Cümlelerin iftiraya dönüşmeye başlıyor elf efendi. Uzaklaş bu alandan. Son sözüm
budur.
— Benim de son sözüm çok aptal bir ırk olduğunuzdur.

Elf grubundan uzaklaşırken elflerden biri kulağına “Kör halde hala nasıl
yaşayabiliyorsun?” diye fısıldadı. Gülüşmeler ve konuşmalar tekrar başladı o uzaklaşırken.
Yıllarca kurtulmak istediği cüce halkından kurtulmuş daha kötüsüne denk gelmişti. Uyum
sağlaması mümkün değildi bu ırka. Kulakları seğirdi ve sağ eli başının arkasına çarpmak
üzere olan taşı yakaladı. Bu elflerle yaşanmazdı. İtiraf etmek istemiyordu... Bir cüce için
inatçılığı bırakıp gerçeği kabullenmek çok zordu ama bir elfin bedeninin içinde olduğuna
göre itiraf edebilirdi. Kendi halkını özlemişti. Özlemişti işte. Ona ne kadar kötü davransalar
da özlemişti. Kendi bedenini istiyordu. Kısa sürelik de olsa karşı ırkı tanıması ona yetmişti.
Böyle düşünen bir tek o değildi. Bu ruh değişimini her kim yaptıysa herkesin kendi ruhuna
dönmesinin vakti gelmişti artık. Elf daha fazla dayanamayarak sinirle ağacı yumrukladı. Elf
kanayan eklemlerini tutup acıyla inledi. Ellerine baktı. Vücuduna, yüzüne. Ruhu ait olduğu
bedene geri dönmüştü.

Cüce, olmayan ayağına baktı. Hâlbuki içinde bir umut ruhunun bedenine geri
döndüğünde ayağının geri gelebileceğini söylemişti. Ders mi çıkarmalıydı bu olanlardan.
Elfleri biraz tanımıştı da ne olmuştu. Kendi ırkı gibi bencildiler, kendilerini üstün
görmekteydiler.
Elf yere çöküp düşüncelere daldı. Hala kördü. Hala ondan nefret ediyorlardı. Belki,
belki... Belki de önyargılarını yok etmenin zamanı gelmişti. Birilerinin ilk hamleyi yapması
gerekiyordu. Ayağa kalktı ve tepesinde cücelerin ocaklarından gelen dumanların tüttüğü
koca dağa baktı. Aynı anda cüce de elfleri koruması altına almış ormana bakıyordu. İkisinin
tek yapması gereken orman ve dağı ayıran nehre ilk adımlarını atmak ve hiç denemedikleri
şeyi yapmaktı. Konuşmak...
06.09.2007

38
Anneler: Arayış ve Bekleyiş

Pazartesi, Saat üç sıraları


Altın sarısı pulları parlıyordu ejderhanın. Siyah boynuzları tüylü kulaklarının
arasından fırlıyordu. Perdeli kanatlarını düz sırtında toplamış, yumruk büyüklüğünde kızıl
gözleriyle uzaklara bakıyordu. Nefret vardı gözlerinde. İğne gibi kirpikleri gözyaşlarıyla
ıslanmıştı. Kemiksiz uzun boynunu arkaya çevirerek yumurtalarına baktı anne ejderha.
Kocaman dört beyaz yumurta dört ayrı kayanın üzerinde sessizce bekliyordu. Ortalama bir
insan çocuğu boyutundaki yumurtalar içten, sarı kıpraşan bir ışık saçarak zamanı
geldiğinde kırılmayı bekliyorlardı. O zamansa çok yakın bir zamandı.
Anne ejderha beş kayanın tam ortasına kıvrılmış, yumurtalarına şefkatle bakıyordu.
Boynunu yılansı bir kıvraklıkla çevirdi sarp uçurumun metrelerce aşağısında kayalıklara
dalgalarıyla işkence eden denizin ötesini görmeye çalıştı.
Gökyüzünde kara bulutlar toplanıyor; denizin ve denizin ötesine kara bir örtü
çekiyorlardı. Fırtına yakındı. Yumurtaları için telaş etmesine gerek yoktu. Bir ejderha
yumurtası ancak içerden kırılabilir ve ejderha yumurtaları en güçlü fırtınada bile yerinden
kıpırdamayacak kadar ağırdırlar.
Başını yumurtalardan birine hilal biçiminde doladı ve yumurtayı kavrayıp üzerinde
bulunduğu derin çukura bıraktı. Diğer yumurtalar için de aynısını yaptı. Yumurtaları
fırtınadan koruyabilirdi ama yumurta avcılarından değil.
Beş kaya parçasına baktı hüzünle. Canından bir parça, yumurtalarından biri kısa süre
önce çalınmıştı ve o sırada o orada değildi. Kanı insanoğlununki gibi aksın ki orada
değildi. Gözbebekleri küçüldü ve baskın gelen nefretiyle göz bebekleri kızıla döndüler. Bir
dişi ejder nadir öfkelenirdi ama öfkeleri her daim saldırgan olan erkek ejderleri bile
korkutmaya yeterdi.
Öfkeli gözleri herkesi, her yeri, her şeyi yakıp yıkmak istercesine alev alev yandılar.
Yumurtasının, evladının, yerini kilometrelerce uzaktan bile hissedebiliyordu. İki yıl önce
eşinin öldürülmesini hala unutmamıştı. Unutmamıştı ama intikam isteyecek kadar kindar –
ya da acımasız- değildi. Bir ejder intikam istediğinde kalabalıkların arasında saklanıp seni
bulamayacağını düşünmek aptallıktır. Çünkü bir ejder seni öldürmek pahasına o kalabalığı
da yakar.
Hala da kindar değildi ama yumurtasını geri alma sürecine eşinin alevini sönük
bırakmamayı da ekledi.
Yağmur çiseledi önce. Uyarı yağışıydı sadece bu. Kaçın diyordu gazabımdan. Ejder
dikenlerle dolu ok biçimli kuyruğunu üzerinde yumurta olması gereken ama olmayan
kayanın üzerine indirdi. Yağmurla ıslanan mat renkli kaya un ufak oldu kuyruğun
darbesiyle. Parçaları uçurumdan aşağı uçtular. Dişi ejderhanın tıpkı kızıla dönen gözleri
gibi öfkesinin ifadesi olan burun deliklerinden çıkan kıvılcımlar bir süre havada kaldıktan
sonra sönüverdiler. Bugün, insanların yağmurla iyi dost olmaları gerekecekti.
Kanatlarını ihtişamla açtı. Perdeli kanatlar birçok saldırıya maruz kalmış; kanatlarda fazla
açılan hamurdaki gibi delikler açılmıştı. Yarım açılmış kanatlarının genişliği bile altı
metreye yakındı. Yumurtalarına son bir kez bakıp arka ayakları destekli hızlandı. Ejderlerin
ön ayakları arka ayaklarından daha güçsüz ve çok az daha kısadır. Hiçbir ejder ön ayakların
işlevini tam olarak çözememiş, sonrasındaysa fazlalık oldukları kanısına varmışlardır.

39
Kendini uçurumdan aşağı tamamen mecazi anlamda bir soğukkanlılıkla aşağı bıraktı.
Aşağıdaki kayalıklara kafa üstü dalışa geçmişken yağmur da uyarısını sonlandırmıştı.
Yağmur bir bardaktan diğerine boşalırcasına hiç kesilmeyecekmiş gibi sağanak halinde
yağıyordu. Ejder kararlı bakışlarla dalgaların çarptığı kayalıklara yaklaşmaya devam
ediyordu. Ya boynuzlarının onu koruyacağına güveniyordu ya da kendini öldürmeye niyeti
vardı.
Dalışını denizle arasında bir adam boyu mesafe kala sonlandırdı. Arka ayakları serin
suya sürterken kanatları V şeklinde sabit bir halde kaldı.
Arka ayakları suyun üzerinde ilerlerken ardında üzerinde buharlar tüten bir iz bırakıyor;
bedenine değen yağmur sularının sonu da buhar olup geldikleri yere geri postalanmak
oluyordu. Havada yay çizerek yükseldi ejder. Yağmur bir ejderi ve alevini güçsüz kılmazdı.
Ancak ejder yaralandığında yarasından içeri sızacak herhangi bir sıvı ejderin iç alevini
söndürebilirdi.
Üzerinde tüten buharlar aheste aheste göğe yükseliyorlardı. Altın sarısı pulları yağan
yağmurla cilalanmıştılar sanki. Troposfere vardığında kapkara bir bulut kümesi onu
karşıladı. Bereket yağdırıyorlardı ama siyah rengi tercih etmişlerdi.
Süratle, bir topaç gibi döne döne ilerledi bulutların içinde. Geçtiği yerde dağılıverdi
kara dumanlar.

Pazartesi, Saat iki sıraları


Gökyüzü masmaviydi, tertemizdi. Deniz durgundu. Sarı renkli dev gemi hiçbir zorlukla
karşılaşmadan meraklı yunusların eskortluğunda denizi yara yara ilerliyordu. Güneyden ese
sıcak rüzgâr yamalarla dolu sekiz parça yelkeni dolduruyordu. Birçok badire atlatmış
geminin gövdesine, top lomboz kapaklarının tam üstüne titreyen ellerle KARA ALEV
yazılmıştı. Gemi, kraliyet donanmasındaki gemilere çok benziyordu. Aslında benzemekle
kalmıyordu, tıpatıp aynısıydı. Kraliyet gemilerinin planları çetrefilli bir çalışmanın ardından
çalınmış, gemi o planlara göre inşa edilmişti. Denizlerde dolaşırken gri yelkenleri açmak,
kraliyet donanmasından sayılmak için yeterli oluyordu. Hâlbuki diğer gemiler dürbünleriyle
yelkenlere ve geminin genel görünüşüne bakmaktan vazgeçseler, gemide gerçekte
olmaması gereken birçok hata bulabilirlerdi.
Ortadaki en yüksek yelken direğinin tepesindeki gözcü bir saatlik soğukkanlılığını
bozarak “Ada göründü!” Diye bağırdı. Soluk maviye çalan sol gözü kördü. Esmer tenli,
geniş omuzlu genç biriydi gözcü. Ayaklarının dizden aşağısı yoktu. Üstüne keten bezinden
kirli bir yelek geçirmişti. Bira kupasını soluklanmadan dikerken aşağıda koşuşturan tayfalara
homurdandı. “Ada göründü!” Diye bağırdı, sonra gözcülük yaptığı küçük alanına kıvrılıp
anında sızıverdi.
On metre aşağıda kırk kişilik tayfa gemiyi demirlemeye hazırlanıyordu. Koca gemiye
yetebildikleri pek sayılmazdı. Hepsi birbirine benziyordu. Esmer tenli, kaslı adamlar.
Çoğunun upuzun sakalları ve sakallarına uyumlu uzun saçları vardı. Sakallar özenle
örülmüş; saçlar arkada toplanmıştı. Gemide sadece birisi farklıydı.

Dümenin başındaki kaptan.

Otuzlu yaşlarında, hırsla doluydu. Kansızlıktan teni beyaza yakındı, çevresindeki


morarıklık daha geçmemişti bir gözünün, morla pek uyumsuz duran yeşil gözleriyle

40
uzaklara dalmıştı. Sarı bıyıklarıyla oynuyordu. “Ada göründü!” sesini işittiğinde kendini
düşüncelerinden alıp sınırları bir baştan diğer başa belli olan küçük adaya baktı. Adanın
yüzeyi uçurumun tepesindeydi. Adayı kaplayan orman aşağıdan zar zor görünüyordu.
Gemi adayı çevreleyen kayalıklardan uzak durmaya dikkat ederek demirlemeye
hazırlandı. Paslı çapa tayfalar tarafından salındı ve kayalıklardan yirmi metre uzaklıkta
demirledi.
Güvertede ortadaki en yüksek direğin tam altına yerleştirilmişti tatar oku. İki insan
boyutundaki dev bir arbalete benziyordu. Atış sırasında hedef sapmasını ve aletin geri
tepmesini önlemek için dönüş mekanizması vidalarla yere sabitlenmişti. Bir buçuk metrelik
çelik bir ok kıç tarafına kalın halatla fırlatılmayı bekliyordu.
Kaptan üzerindeki mavi renkli ipek paltoyu dümene astı. Bol beyaz gömleğini
dirseklerine kadar sıyırmıştı, ilk üç düğmesi açık gömleğinden iskelet kabartmalı altın
kolyesi görünüyordu. Pantolonunun paçalarını deri botlarının içine sokmuştu.
Yere basmaya lüzum görmeyen ve geriden gelen sağ ayağıyla güverteye inip tatar
okunun başına geçti. Bacakları yediği dayaktan olsa gerek onu taşımakta zorlanıyordu.
“Hazırlanın!” Diye bağırdı kısık sesiyle. Zaten sesi herkesin duyacağı şekilde çıksaydı
gemide otorite kurmaya çalıştığı sanılabilir, bu da onun pek hayrına olmazdı. Hazırlanın, o
yumurtalardan birini bugün çalıyoruz!
Elinde olsa dört yumurtayı da çalardı. Ama yumurtasından yeni çıkmış, dünyayla yeni
tanışmış, kontrolsüz dört Altın Pullu ejderle başa çıkmak mümkün değildi. Çalacakları tek
ejder yumurtasıysa, eğer gemide kırılırsa başına büyük bela açabilirdi. Yumurtadan çıkacak
ejder ilk gördüğü canlıyı anne belirleyecekti ve bu anne o ya da tayfalardan biri olabilirdi.
En son istediği şey de bir ejdere bakıcılık yapmaktı.
Ok mekanizmadan ayrılarak kuyruğuna bağlı halatla ileri fırladı. Ok döne döne, geniş
bir açı çizerek uçurumun tepesine ilerledi. Kronoteryumla* sağlamlaştırılmış uç
sürtünmeden dolayı alev aldı, çarpışma anında hiç sorun yaşamadan toprağı deldi,
topraktan fırlayan dalları ve çalıları parçaladı, kayayı un ufak etti. Halat iyicene gerilmişti,
herhangi bir baskı ya da darbede titremiyordu bile.
— Hadi! Hadi!
Kaptanın kalbi heyecandan yerinden çıkacaktı, gür sesi fazla bağırmaktan dolayı havada
kayboluyor, sesini duyuramıyordu. Gırtlağından gelen hırlamalar eşliğinde aşağı kattan, top
güvertesinden, gelen üç fedaiye halata çıkmalarını işaret etti.
Top güvertesinden üç cılız adam çıkıverdi. Açık tenliydiler, yüzlerini siyaha
boyamışlardı. İncecik bacakları önden gidiyordu, iplerle kontrol edilen kuklalar gibiydiler.
Üstleri çıplaktı, parmaklarından bileklerine kadar beyaz kumaş sarmışlardı.
Gemiden uçuruma uzanan halata çıktılar. Onlar bir sıra halinde düz yolda yürür gibi
halatın üstünde yürürlerken kaptan şaşkın şaşkın arkalarından bakıyordu. Nereden
bulmuştu bu manyakları? Kimin nesiydiler? Ah! Dedi. İşlerini yaptıkları sürece kim
olduklarının bir önemi yoktu.

Pazartesi’den üç gün önce


— Efendim, daha fazla içki veremem size.
— İçki getir bana! Emrediyorum.

41
— Han düzenini bozacak derecede sarhoşsunuz ve Han Kurallarının yirminci maddesine
göre “Sarhoşluğu düzen bozucu seviyeye gelenlere daha fazla içki verilemez, zorluk
çıkarmaları durumunda hesap ödetilip dışarı atılırlar.”
— Bık bık bık... Kapa çeneni! Altın kuralları değiştirebilir.
Sarı sakalları birbirine karışmıştı adamın. Gözleri kan çanağına dönmüş, içkinin etkisiyle
yıkıldı yıkılacak hali vardı. Beyaza çalan elini bir altın sikke bulma umuduyla paltosunun
cebine attı. Cebinin içini tutup dışarı çıkarsa da hiç altınla karşılaşmadı. “Bittiğim an,” dedi
içinden. Artık çok geçti. Garson durumu anlamış, yüz ifadesini anında “Müşteriye
hizmet”ten “Beş parasız müşterinin burada işi yok”a çevirmişti.
— Bayım yeter bu kadar! Hesabı ödeyip ayrılın buradan, yoksa...
— Yoksa ne? O aptal ejdere dua et, şuanda seninle tartışacak durumda değilim.
— Çok oldunuz siz ama. Saygı gösterdiğimiz şeylere laf atmaya nasıl cesaret edersiniz?
Hesabı ödeyin ve gidin!
— Hiç param olmadığını gördüğün halde hala neden bana hesabı öde diye baskı
yapıyorsun? Altın kesem çalınmış işte benim ne suçum var?
Garson parmaklarını birbirine kenetleyip çıtırdattı, papyonunu gevşetti ve ciddi yüz
ifadesini koruyarak kaptana cevap verdi.
— Üç garson ve tokalaşmak bile istemeyeceğiniz kadar elinin ayarı olmayan bir hancımız
var. İyi bir dayak sizi kendinize getirecektir.
— Hey bir dakika, bıraksana yakamı! Buna pişman olacaksın.

Dudağından ağır çekimle akan kanla ve daha yere düşmeden yitirdiği bilinciyle az önce
başka bir garson tarafından üzerindeki boş bira kupaları götürülmüş ahşap masaya yığıldı.
Kaptanın düşüşüyle oval masanın yerle desteğinin kopmaması için masanın diğer ucundan
masayı dengeleyecek bir baskı yapıldı başka bir garson tarafından.
Böylece birinin yumruk yiyerek düşmesi, burnunun masanın kenarına şiddetle çarpması,
en sonunda da alnının uzun zamandır temizlenmemiş ziftli tahta zemine vurup bayılması
en az gürültüyle örtbas edilmiş oldu.
Baygın kaptan isteği dışında hanın arkasındaki pis kokulu çöplüğe götürüldü.
Durmaksızın karnına ve ayaklarına atılan tekmeler nefesini kesti, ayaklarında çürükler
oluşturdu. Ne zaman ayılsa yüzüne yediği yumrukla tekrar bayıldı. Garsonlar ancak
yağmur yağdığında kaptanı tekmelemeyi bıraktılar. Yağmurdan korunmak için hana
kaçtılar. Kimse gelmedi onu almaya, ona yardım etmeye. Sırtüstü yattığı tozlu beton zemin
ıslanırken burnundan ve patlayan dudağından akan sıcak kan yağmur damlacıklarıyla
yüzünde dağılıverdi. Derin derin nefes aldı soluk alışverişini düzene sokmak için. Dar alana
yığılı çöplerin mide bulandırıcı kokusuyla yağmurla ıslanan tozun uzun zamandır
keşfedilmemiş kokusu birbirine karışıp kanla tıkalı burun deliklerine hücuma geçtiler.
Yüzünü buruşturdu, yanaklarından kayan kanın da karıştığı gölcüğün içinde rahatlamaya
çalıştı. Bu acıyla yakın zamanda ayağa kalkması mümkün değildi.

Pazartesi’den üç gün önce, güneş batarken


Gözlerini kırpıştırarak açtı, tavana baş aşağı asılmış mumların yaydığı ışığa alışmaya
çalıştı. Dar odanın tavanı baş aşağı asılmış mumlarla doluydu.
Odayı ağır bir koku kaplamıştı. Doğrulup odayı inceleyemeden, üzerine eğilen üç
beden adrenalinini tavan yaptırdı, korkuyla yatağına büzüldü. Korkacak bir şey yoktu belki

42
ama birbirine çok benzeyen, anatomik yapılarında ciddi sorunlar olan üç adam üzerine
eğiliverince korktu haliyle.
Uyandı, dedi bir tanesi. Bir diğeri “Evet uyandı,” diyerek diğerinin dediğini tasdik etti.
En sonuncusuysa diyecek bir şey kalmadığını düşünüp kafasını salladı sadece. “Siz de
kimsiniz?” dedi kaptan. Ve neden iç çamaşırlarımlayım?
Bir tanesi ileri atıldı, sert çehresiyle aptalca sırıtışı tezat oluşturuyordu.
— Aslına bakarsanız kaptan, kardeşlerim tüm ıslak giysilerin çıkarılmasından yanaydı ama
ben dedim ki onlara kaptan yanlış anlayabilir, başımıza iş açmayalım dedim. İyi etmişim
değil mi?
Kaptan muhabbetten sıkılmış olacak ki doğrulup giysilerini aramaya koyuldu. Giysilerini
aradığını belli etmemek için üçüzlere hiç merak etmediği sorular sordu ve daha ilk
sorusunda yüksekçe bir çam devirdi.
— Böyle... Siz nasıl böyle oldunuz?

Üçüzler bakıştılar.

— Boş verin söylemeseniz de olur. Beni nasıl buldunuz? En son o garsonlarla tek başıma
dövüşüyordum. Bayılmış olmalıyım.

Üçüzler gülüştüler. Apaçık ortadaydı kaptanın dövüş sırasında yumruk atmamak için
çaba sarf ettiği.
— Gördüğünüz üzere çöpleri severiz. Her gün yeni bir şeyler keşfederiz çöplüklerde.
Bugünkü keşfimiz de sizsiniz.
— Size çok teşekkür ediyorum yaptıklarınız için lakin şimdi gitmem gerek. Beni bekleyen
bir gemi var.
Giysilerini tek başına bulamayınca pes etti.
— Giysilerimi verir misiniz? Gitmem gerek.
Yan yana koyulmuş üç yataktan ortadakinde duruyordu. Tek odadan ibaret yer üst üste
yığılı çöplerle doluydu.

Kaptan beş dakika sonra kemerini sıkarken kendi kendine söyleniyordu. Giysileri
çöplerin arasından çıkmıştı. Şapkasını düzeltti ve çıkmak üzere kapıya yöneldi. Üç kardeş
aralarında fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. bir şeyi söyleyip söylememek arasında
tereddüt ediyor gibiydiler. Kaptan elleri belinde yüzünü onlara döndü.
— Ne söylecekseniz söyleyin!
İş, dediler hep bir ağızdan.
— Kimsenin çıkamadığı yerlere çıkabiliriz, kimselerin giremediği yerlere girebiliriz.
Karşılığında istediğimiz tek şeyse geminizde yer...
— Dediklerinizden nasıl emin olabilirim? Herhangi bir numaranızı görme şansım var mı?

Üçüzler kaptanın az önce dediklerini küçümser gibi bakıştılar. Küçük odada taklalar
atmaya başladılar, öyle hızlıydılar ki kaptan attıkları taklaları sayamaz olmuştu. Çöplerin
üzerine çıkıp geri takla attılar, mumların aydınlatmadığı yerlere dalıp bir yılan gibi sinsince
kaptanın arkasından çıktılar, hareketleri basitti ama şu günlerde bir şeylere tutunmaya
çalışan kaptan için üçüzlerin yaptıkları umut ışığı oldu.

43
— Umarım gemiye çıktıklarınızda bu hareketleri yapmayı unutmazsınız. Çok çetin bir
görev sizi bekliyor. Eğer o görevi başarırsanız bir daha kimse size farklı gözle
bakmayacaktır. Yanınıza alacak bir şey olmadığını varsayıyorum.
Üçüzlerden bir tanesi “Yarım saat zaman verin bize,” dedi. Hasta annemizi ziyaret edip
ona veda etmek istiyoruz. Buna hakkımız vardır umarım?
Kaptan elbette var dercesine kafasını yavaşça, sükûnetle salladı. Üçüzler ara sokaklardan
birine enlemesine sığdırılmaya çalışılmış barakalarından çıktılar ve atlaya zıplaya, binalara
tırmanarak çatılarda koşarak uzaklaştılar oradan. Ne kötü! Üçüzlerin annesi yıllar önce
ölmüştü.

Pazartesiden dört gün önce


Yaşlı kadın ellerini arkasında kenetlemiş, kamburunu çıkartmış oval odada volta
atıyordu. Yerleri süpüren mor bir bluz giymişti, kollarına takılı bilezikler her adımında
şıkırdıyordu. Ak saçları omuzlarına düşüyordu, kocaman kara gözleri etraftaki hiçbir
ayrıntıyı kaçırmamak için fıldır fıldır dönüyordu. Yanakları sarkmıştı, sağ yanağında
simsiyah bir doğum lekesi vardı.
Kasabanın ortasındaydı kadının bulunduğu kule. Gri taş kule kasabanın en yüksek
yapısıydı. İçersinde zeminden en tepeye sarmal bir merdiven tırmanıyordu. Merdiven sekiz
tane odanın içinden geçiyor kırk metre yükseklikteki dokuzuncu katın zemininde
sonlanıyordu. Zamanında kasabalıların kafasına takılmıştı bu yükseklik. Yaşlı kadın her gün
o kadar yüksekliği nasıl çıkıyordu? Durgundeniz Kasabasının sakinleri meraklarına yenilip
kadını günlerce izlemişler; kadının hiç çıkmadığını ve kulenin tepesindeki ışıkların geceleri
hep yandığını görünce de başlarını büküp kadının gizeminin kuleden hiç çıkmaması
olduğuna kanaat getirip evlerine geri dönmüşlerdi.
Efendimiz dedi biri yılansı sesiyle aşağılardan. Konuşması gönderme doluydu sanki.
Kadına gözükmemek için alt katta kalmayı tercih ediyordu. İş tamam derken sondaki m
harfi mımımımım şeklinde duvarlarda yankılandı.
Kadın “Git!” dedi. Kasabayı boş bırakmaya gelmez, hemen arkandan iş çevirmeye
kalkarlar.
Ayak seslerinin uzaklaştığından emin olduktan sonra odayı çevreleyen kütüphaneye
yöneldi. Raflar parşömenlerle doluydu ve görünen o ki parşömenlerin neye göre
dizildikleri belli değildi. Kadın yerdeki tek basamaklı alçak merdivene çıktı. Rafların
önünde bir tam yay çizen raylar üzerinde ilerleyen merdiven önceden belirlenmiş bir yer
durdu, kadının bir el şıklatmasıyla durduğu basamak yükseldi; o basamak yükselirken başka
basamaklar yerden bittiler. Artık normal bir merdivenden bile çok daha uzun olan
merdiven altıncı rafta durdu. Buruşmuş ellerini karman çorman duran parşömenlerin
arasına daldırdı ve mühürlü bir parşömen aradı. Aradığını bulduğunda gözleri sevinçle
parladı. Parşömeni özenle açtı. Farklı boyutlardaki yirmi adet metalik parça ucu yere değen
parşömen parçasına santim santim hesaplanarak çizilmişti. Parçalar bir yumurtanın
kırıldıktan sonra etrafa saçılan parçalarına benziyordu.
Şeytani gülüşü kadının yüzüne yayıldı. Parmağını şıklattı; merdiven aşağı indi,
parmağını şıklattı; odayı saran kütüphane yere göçtü, parmağını şıklattı; tavandaki mumlar
ani bir rüzgârla tereddütsüz söndüler, son parmağını şıklatışında ortadaki masanın ayakları
yerin içine girerek kayboldu, yerle aynı hizada duran masanın yüzeyi ters döndü ve ortaya
oldukça şık bir yatak çıktı. Yatma zamanı gelmişti, yıllardır uyumuyordu.

44
Pazartesiden üç ay öncesi
Adam salına salına yürüyordu limanda. Denizlere ait bir melodi vardı ağzında. Mavi
renkli bir ceket giymişti üzerine.
Yanından geçtiği limanda demirlemiş gemilere hayran hayran, büyüklüklerine hayretle
baktı. Karanın içine kıvrımlı bir hilal şeklinde giren Şark Dalgası Limanı’nı her gün üç defa
turlardı eski donanma subayı olan merhum babasının giysisiyle. Limandaki gemiler denize
açılacak uygun zamanı bekliyorlardı ama ne zaman çıkacağı kestirilemeyen fırtına gemileri
dört aydır limanda kalmaya zorluyordu. Her kıvrımın iç bölmesine bir gemi demirlemişti.
Argenon, Sükûnet, Ölüm Yelkeni, Rama, Dienal, Turkuaz, Sır’raka-dem ve en sonda
Galapanya’nın eskiden durduğu yere gelmiş asaletten yoksun, gövdesi çürümüş ve boyaları
dökülmüş bir gemi duruyordu. Gövdesine özensizce KARA ALEV yazılmıştı. Korsan
bayrağı çekilse korkutucu bir korsan gemisine, gövdesi sarıya boyansa kraliyet
donanmasından çürüğe çıkarılmış bir gemiye dönüşebilirdi. Kara Alev’in tayfalarından
oluşan bir grup aralarında hararetle tartışıyordu. Görünüşleri buralı olmadıklarını hemen
ele veriyordu. Aslında çoğu gemi bu küçük liman kasabasından değildi ama bu esmer tenli
tayfaların yakın adalardan olmadığı kesindi. Tayfaların kavgaya tutuşmaları an meselesi
gibiydi. Garip bir aksanla, kelimelerin son hecelerini vurgulayarak konuşuyorlardı.
— Kaptan dönmeyecek, biliyorsunuz bunu.
— Yeni birisini bulmalıyız bence. Fazla bekledik.
— Belki de aramalıyız Hyalomma’yı aramalıyız.
— Aramak mı? Ahmak resmen kayboldu ortadan. Belli ki denizdeyken bile tek düşüncesi
bizden kurtulmakmış. Yeni birisini bulacağız. Son sözüm budur. Bakın –Komodor’u
göstermek için tayfanın yaptıkları göz kaş hareketlerinden de öteydi, açık seçik Komodor’u
işaret ediyordu diğer tayfalara-
— Kaptan olabilecekmiş gibi durmuyor, bana sorarsan.
— O kendisi kaptan olmayacak biz onu kaptan yapacağız. Sadece bizim istediğimiz yöne
dümen kırsın arada da yelkenler fora diye bağırsın yeter.
— Hımmphmm... Doğru söylüyorsun.
— Bizden olmayan bir kaptan seçiyoruz ki çenemizi kapayalım. Kimse yandaş toplayıp
dümeni ele geçirmesin diye yapıyoruz bunu. Cevap vermediğine göre hepimiz mutabıkız
demektir. Hey sen, mavi paltolu!
Komodor’un eli ayağı birbirine dolandı. Ne yapmalıydı şimdi? Arkasını dönüp kaçması
bir bela, onlara cevap vermesi başka bir belaydı. Temkinli adımlarla tayfanın yanına
gitmeyi tercih etti. Ebleh ebleh tayfaların yüzlerine baktı. Saçma bir şekilde
gülümsüyorlardı. Çıplak kaslı, terli ve kirli bir bedenin kolları arasında ezildi. Karşı
koyamadı bile. Kollar gevşedi ve bu sefer, esmer tenli adam Komodor’un omuzlarını
kavrayıp yapmacık bir gülümsemeyle onun yüzüne baktı.
— Artık Kara Alev’in kaptanısın. Umarım denizleri iyi biliyorsundur.
— Şey... Kitaplardan oku-
— Yeterli. Al işte şapkan. Şimdi yola çıkıyoruz. Yanına eşya almana gerek yok.
— Siz ciddi misiniz kaptan olmam konusunda?
— Ancak denizde ve hanlarda şaka yapar, ciddiyetimizi bozarız. Haydi, uzun bir yol var
önümüzde!

45
On dakika sonra daha önce hiç dokunmadığı dümenin –hiç!- başına geçmişti. Kafasına
taktıkları tüylü şapka onu bir anda fakir ve kimsesiz kişiden saygıdeğer bir gemi kaptanına
çevirmişti. Kasaba arkada kalırken ayrılışını dramatikleştirmek adına Kara Alev’in kaptanı
olmadan önce hayatının tümünün geçtiği kasabaya bakmadı bile.
Kara Alev çapasını daha yeni toplamış yelkenleri açarken kasabanın ücra köşelerinden
birinde bulunan handa sarhoş olmakla meşguldü Kara Alev’in eski kaptanı Hyalomma.
Tayfaların ortak kararıyla kaptanlıktan kovulmuş; olayın etkisiyle her denizcinin yaptığı gibi
kendini bir hana atıvermişti. Bir haftadır kaldığı handa tüm parasını yemekle meşguldü.
Tayfalar onun kovulması konusunda fikirlerini değiştirmiş olsalar da onun geri dönmeye
niyeti yoktu. Bıkmıştı onlardan. Onu yaşadığı yerden zengin bir kaptan olma vaadiyle
uzaklaştırmışlar, korsan bayrağı çekerek okyanuslarda dost – düşman, güçlü – güçsüz
tanımadan her ticari gemiye saldırmışlar, çoğu saldırıdaysa her yüzen gemiye bir nedenden
dolayı kin duyan esmer tenlilerin karşı gemiyi batırana kadar topa tutmaları nedeniyle
ancak dört gemiyi bordalayabilmişlerdi. Yüzlerce insan ölmüş ve binlerce altın Kara Alev’in
saldırılarıyla okyanusun derinliklerinde kaybolup gitmişti. Kendi kendine kadeh kaldırıp
hıçkırarak rom dolu şişeyi dikiverdi.

Pazartesi, Saat iki sıraları


Üçüzler yuvaya vardıklarında yumurtaların büyüklükleri karşısında şaşkınlığa uğradılar.
Aslında Altın Pullu Ejder yumurtasının bu boyutlarda olduğunu biliyorlardı ama yine de
şaşırmamak elde değildi. Oyalanmadan işe koyuldular. Bir tanesi sırtına astığı çuval
içindekileri çimene boşalttı. Yumurtaların tam şuanda kırılma olasılığı kalp atışlarını ister
istemez hızlandırmıştı.
Biçimsiz demir parçaları çuvaldan yere döküldüler. Bir diğeri sırtındaki çuvaldan üzeri
çoktan solmuş altın renkli pullarla kaplı bir deri parçası çıkardı. Köyden birisi deri
parçasının hangi amaçla kullanıldığını görse sonraları kesin bir hükümle darağacı olurdu.
Deri parçasını çaldığını suçtan saymıyordu bile.
İkisi demir parçalarını ustalıkla birleştirirken biri de deri parçasını yumurtanın bir
bölümünü çevreleyecek şekilde sardı. Derinin de üzerinden kalın bir ip sarıp ip iyicene
sıktı. Ejder yumurtaları ancak anne ya da babalarıyla temas ettiklerinde –dolaylı yoldan da
olabilir- hafiflerler- Yumurtayı zorla kucağına alıp diğerlerine seslendi.
— Bitmedi mi hala? Annenin nefesini ensemde hissediyorum.
— Sence bu yaptığımız doğru mu? Bir anneyi çocuğundan ayırmak. Köy ne olacak hem?
Ejder köye yönelecektir. O masumlara ne olacak?
— Masumlar mı? O taşlar kafamıza atılırken biz de en az onlar kadar masumduk. Bu
yüzden bana masumiyet saçmalıklarından bahsetme.
Yumurtadan tıkırtılar geldi. Yumurtanın tepesi çatladı ve bir parça yere düşüp beş
santim yere battı. İşte o an kardeşlerin aklına aynı anda bir fikir geldi. Başlarının üzerinde
yanan mumlar sönmeden aynı sözcüklerle fikirlerini beyan ettiler.
— Zengin olabiliriz!
Aynı anda zengin olabiliriz demeleri şu anlama geliyordu; yeren düşen kırık yumurta
kabuğunu bir şekilde cadıya götürelim. Yumurtanın içindeki sabırsız ejderha doğmadan da
yumurtayı yüksek bir ücretle elden çıkaralım. Zaten kaptana sahte yumurtayı vereceklerdi.
Yere düşen kabuk parçasını yumurtaya sardığı deriden kestiği bir parçayla alan
üçüzlerden biri “Birimiz gerçek yumurtayı alıp suya atlasın,” dedi. Şu çuvalı kırık yerin

46
üzerine geçirelim, ejderimizin suyun içinde daha doğmadan ölmesini istemeyiz. Sen
kardeşim, yumurtaya iyice sarıl ve yumurtanın üzerine düşmeye bak.
Yumurtayı uçurumun kenarına getirdiler. Bir tanesi sıkıca sarıldı ucuna çuval geçirilmiş
yumurtaya. Bir tanesi de yumurtaya iple bağlı deriyi çözmeye hazırlandı. İpi çözdü ama
deri hala yumurtayla temas halindeydi. Eğer deriyi tam yumurta düşerken çekmezse, erken
çekerse deriyi yumurta tüm ağırlığıyla yere oturur bir daha da en güçlü insan bile
kaldıramazdı yerinden. Yumurtaya sarılan kendini aşağı bırakırken beraberinde hafif olan
yumurtayı da götürdü. Deriyi yumurtadan çekmeye hazırlanansa zamanlamayı doğru yaptı,
kardeşi yumurtanın muazzam ağırlığı ve yerçekimiyle aşağı düşerken o, elinde kumaşa
benzeyen uzun deri parçasını tutuyordu.
Yumurtaya sıkıca, hemen aşağıdaki kaya parçasıyla buluşma anında herhangi bir uzvu
kayayla yumurta arasında kalmayacak şekilde tutundu. Kaptan olanları gemisinden hiç tepki
vermeden izliyordu. O uzaklıktan onun tek gördüğü kayalığa çarpan adamdı. Diğer ikisi
hızla halat üstünde gelirken bir tanesinin yere çakıldığını unutmuştu bile. Kardeşlere hiç
sormadığı bunun nasıl olduğunu. Tek derdi yumurtaydı. Paraydı. Kaptanlıktı. Şöhretti. Ne
de çok şey istiyordu.
Çuvalın içersine baktığında üzerine deri parçası sarılı sağlam bir ejderha yumurtası
gördü. Cadı haklıydı, büyü destekli parçalardan oluşan sahte yumurtayı gerçeğinden ayırt
etmek olanaksızdı, en azından ejderhanın yumurtadan çıkış anına kadar –ki sahte
yumurtadan hiç bir şey çıkmıyordu-. Yumurta ışıldarken kaptan Komodor gözlerini
alamadı yumurtadan.
— Çuvaldan çıkarabilir miyiz?
Üçüzler bu soruyu önceden hazırlanmışlardı.
— Tavsiye etmem. Çuvaldan çıkarırken deri şanssız bir şekilde düşüverirse yumurtanın
ağırlığı gemini onarılamaz bir hasar verebilir. Bize sorarsan risk almaya değmez deriz.
Karada açarsın çuvalı.

Pazartesiden 20 yıl kadar önce


Esmer tenli kadın kahverengi gezi pelerininin altındaki hamile karnını tutarak ilerliyordu.
Siyah saçları kapüşonun altında bile esen hafif rüzgârda dalgalanmak için çabalıyordu.
Gözleri lacivertti şimdi, öfkelendiğinde ya da acı çektiğinde lacivert olurlardı. Neşeli
zamanlarında gök mavisiydiler, normal zamanlardaysa soluk maviydiler. Fiona Şifaevinin
kapısını son bir gayretle çaldı ve üçüncü çalışından sonra kapının önünde bayılıverdi.
Şifacılar onu sedyeye koyup labirent gibi katlardan, bir mağaranın içine oyulmuşa
benzeyen toprak odalardan geçirdiler. Gözlerini tekrar açtığında bedeninin
yumuşaklığından içine çöktüğü bir yatakta, kaz tüyünden bir yastıkta yastığını gördü.
Üzerine mavi renkli ipekten bir örtü örtülmüştü. Yan odada şifacılar üçüz bebeklere
tedirginlikle bakıyorlardı. Yeşil kundaklara sarılmış bebeklerde uzaktan bakıldığında
anlaşılamayan bir sorun mevcuttu. Büyüdükçe gözle görülen bir sorun...
Bebeklerin üçünün de elmacık kemiklerinin olduğu bölgede deri kemiğe yapışıktı, aynı
şekilde kundakların altındaki kollar ve bacaklarda da bazı kemiklere deri yapışıktı. Göğüs
kafeslerinin üzerini kaplayan deriyse şimdiden kemiklere yapışmaya başlamıştı.
Tedirginlikleri bebeklerin anatomik yapılarının anormalliğinden değildi ama. Tek
dertleri bu bebekleri doğurtmaktan ötürü hastanenin üzerine çökecek lanet ve etrafa

47
yayılacak kötü ündü. Bebeklerden ve kadından sessizce kurtulmak zorundaydılar ve
kurtulacaktılar.
Üç şifacı taşıdıkları bebeklerle Fiona’nın odasına girerlerken yüzlerinde az önce birisi
ölmüş de ona üzülüyorlarmış gibi bir ifade vardı. Kadın önce bebeklerine bakıp masumca
gülümsese de şifacıların yüzlerini gördüğünde gözleri hemen laciverde döndü. Neler
olduğunu anlayamamanın verdiği şaşkınlık ve kızgınlıkla sorgularcasına bir şifacıdan
diğerine baktı.
— Ne-neler oluyor? Niye öyle bakıyorsunuz?
— Bunu söylemek bizim için ne kadar zor olsa da en sonunda gerçekleri söylemek
zorundayız. Üçüz erkek bebekleriniz oldu ve...
— Üçüz mü? Ü-üçüz...
— Evet. Üç bebek de Kemik Çıkımı hastalığından muzdarip. Düzeltilmesi mümkün değil,
yıllar geçtikçe bu hastalık ilerleyecektir. Eğer bu bebekleri kucağına alırsan bütün
sorumluluk sana geçecek. Bebeklerin hastalığının toplumsal boyutunu düşünürsek
muhtemelen halk tarafından dışlanacaklardır. Sana gelince, bir kocanın olmadığını ve
uzaklardan geldiğini varsayarsak senin de halk içinde pek iyi karşılanacağın söylenemez.
— Benden bebekleri reddetmemi istiyorsunuz. B-bu asla olmaz. Mümkün değil.
— Üzgünüz hanımefendi ama hastane politikası gereği sizin ve bebeklerinizin dışarı
çıkmasına izin veremeyiz.
Canlı olarak diye eklemeyip eklememek konusunda kararsız kaldı şifacı. Neyse ki yatakta
doğrulmuş vaziyette duran kadın geleceği çoktan görmüştü.
— Bizi öldürecek misiniz yoksa?
— Korkarım evet. Biraz sonra yapacaklarımız için çok üzgün olduğumuzu belirtmek
isterim.

Yenlerinden çıkardıkları hançerleri geciktirmeden havaya kaldırdılar ve indirdiler.


Hançerler küle dönüştüler şifacıların elinde. Şifacılar kurudular, çamaşır gibi çektiler,
buruştular. İçlerindeki sıvı cadı tarafından çekilmişti.
Fiona korkuyla ayağa kalktı. Bunları yapmak istememişti. Kaderini farklı yönde çizmek
için yapmaması gerekiyordu ama yapmıştı. Hem de ikinci defa. Su cadısı olan annesine
benzememek için elinden geleni yapsa da işte oluyordu. Şefkatle eğildi kundaklarının içinde
yerde bekleyen bebeklerinin üzerine. Farklılığı fark etmekte gecikmedi. Şefkat tiksintiye
dönüştü. Dehşet ve nefret kadının bedeninde dalga dalga yayıldı. Öldürmek istiyordu
çocuklarını, aynı annesinin onu bazı zamanlar öldürmeye çalışması gibi. Onun cadı
olduğunu öğrenip ondan ayrılmaya çalışan kocasını öldürdüğü gibi, şifacıları öldürdüğü
gibi çocuklarını da öldürmek üzereydi. Sağ eli huzursuzca kıpırdanan minik bedenin
boğazına giderken sol eli sağ elini bileğinden kavrayıp eline engel olmaya çalıştı.
Bir yarısı bebeklerinin yaşamasını bir yarısını ölmelerini istiyordu. Ya bir gün onların
ölmesini isteyen yarısı baskın çıkarsa? Bu riski göze alamazdı. Koridoru gören kapının
eşiğinde oradan rastlantı eseri geçen iki şifacı duruyordu. Kısa bir an bebeklerine baktıktan
sonra gözlerini şifacılara çevirdi. Lacivert gözlerin bakışları şifacıları ürpertmişti. Bedenleri
Şifaevinde olağan olmayan bir soğukla titredi. Fiona konuşurken sesi odada yankılandı,
rüzgâr olarak şifacıların yüzlerine çarptı ve onları geri adım atmaya zorladı.
— Bebeklerime zarar vermeyeceksiniz! Onlara iyi bakıp bakmamanız umrumda değil ama
onlara zarar verirseniz emin olun bunu anlarım!

48
Kadın kahverengi pelerininin ucunu yakaladığı gibi tüm vücudunu kapatacak şekilde
kafasına kadar çekti ve arkasında mavi bir duman bırakarak kayboldu. Kadın bir köşe
başında ortaya çıktığında güzelliği nefreti tarafından gölgelenmişti. Ruhunun bir parçası
olan karanlık tüm ruhuna yayılıyordu şimdi. Engel olamıyordu buna, ya da engel olmak
istemiyordu. Güç cezbediyordu ama karanlık korkutuyordu.

Çok geç!

Kişiliğinin yarısı tamamen siyaha bürünmüştü. Sesi kalınlaşmıştı, olur olmadık yerde
yankı yapıyordu. Saçları uzuyor, beyazlaşıyordu. Teni buruşuyor, sarkıyordu. Her saniye
bir yıl daha yaşlanıyordu. Yaşlanmanın son seviyesine geldiğinde kamburu çıkmıştı. Bu
haliyle onu kimse büyükannesinden ayırt edemezdi; tabi bu kasabada büyükannesini
tanıyan varsa. Gözlerini şehrin ortasındaki terk edilmiş gözcü kulesine dikti. Kapüşonunu
örtüp çöpler arasında duran süpürgeyi aldı. Suda bile çıkarmamaya özen göstererek kuleye
ilerledi.
Bir hafta sonra bebekler bir çöpçünün kapısının önüne bırakılacak, bir hafta sonra
kasaba cadının hükümranlığını tanıyacaktı.

Pazartesiden üç gün önce


Üçüzler kaptanın etrafında toplanmışlardı. Yüzlerindeki ifadeye ve hareketlerine bakılırsa
kaptanı bir şeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Kaptanın düşünceli yüzüyse üçüzlerin
anlattıklarına belirgin bir ilgi duyduğunu gösteriyordu. Sonra kuşkuları düşünceli yüzüne
yansıdı.
— Ejderhaların yumurtalarına karşı aşırı korumacı olduklarını duymuştum, çalmamız zor
olmayacak mı?
Üçüzlerin diğer ikisinden ayırt edilemeyen sözcüsü yarım ağızla görevmiş, planı bile
yok daha dedi ve kaptana duyabileceği şekilde cevap verdi.
— Çalma işini bize bırak. Bir altın pullu ejderhaya tapma derecesinde hayranlık ve saygı
besleyen bir kasabada yaşayınca az biraz ejderhanın zayıf yönleri hakkında bilgin oluyor.
— Bir altın pullu? Ciddi olamazsınız! Onların soyları tükenmiş olmalıydı.
— Tüketmedik ama sayılarını azalttığımız kesin. Erkek ejderha iki yıl önce öldü. Daha
doğrusu öldürüldü. Halk her gece dişi ejderin kasabaya saldırmaması için dua ediyor.
— Erkek ejderhayı öldürdünüz mü? Nasıl becerdiniz bunu?
— Uzun hikâye. Biz işimize dönelim. Bize bu görevi verirken kendinden emin
görünüyordun ama görünen o ki bütün iş bize düşecek.
— Şey... Üzgünüm ama beni de anlamalısınız. O yumurta tek şansım. Tayfalar değerli bir
şeyler istiyorlar. Hepsi-onların hepsi aptal. Su üstünde Kara Alev’den başka sağlam gemi
görmek istemiyorlar. Düşünebiliyor musunuz, bordalama gereği bile duymuyorlar.
Ganimet falan umurlarında değil ama iş kaptana gelince değişiyor. Para, ganimet bulmanı
istiyorlar, koskoca gemin var ama denizlerdeki yüzen ganimetleri ele geçirmek yerine
benden yumurta falan çalmamı bekliyorlar. Altın pullu demiştiniz değil mi? Kendimize filo
kurabiliriz bunla. Gemilerimizi sarıya boyamamız gerekmez, istersek kraliyet
donanmasından gemileri bile avlayabiliriz!
— Güvertedeki kocaman arbalet benzeri şeyin menzili ne kadar? Oku kayayı delebilir mi?
Kaptan sırıttı. Öyle bir sırıtıştı ki bu üçüzü sorduğuna soracağına pişman etti.

49
—Kronoteryumdan yapılmadır o ok. Herhangi bir gemiye kâğıttanmış muamelesi yapar,
sonra o kâğıdı ıpıslak halde denizin dibine çekiverir.
— Yeterli. İki gün bekleyeceğiz. Bu sürede kasabadan bazı malzemeler alacağız. Sen de bu
arada tayfanı hazırlarsın.
— Neden iki gün?
— Dişi ejderhanın yemek zamanı. Adanın arkasındaki kıyıda kasaba halkının yaktığı ateşi
yemeye gider. İki haftada bir yakarlar, başka ne yer dişi ejder bilmiyorum bilmekte
istemiyorum. Merak etme! Bize yumurtalardan birini çalmak için yeterli zamanı verecektir.
— Birini mi? Ne yani birden çok mu yumurtalar? Hepsini çalamaz mı- Tamam bir tane de
yeterli olur.
— Hepsini çalmak bizi aşar. Bir tanesini bile çalamayabilirdik eğer elimizdekiler olmasa.
— Elinizde ne olduğunu sormayacağım. İşimizi yapalım sadece.
Kaptan Komodor üçüzlere sırayla yıllardır atmadığı o güven dolu, dertsiz bakışlardan
atarak klostrofobik kamaradan çıktı. Ardından üçüzler de çıktı, kaptanın yanından –gölgeler
arasından geçerek gittiler.

Pazartesiden beş gün önce


Adamın gri cüppesi yerleri süpürüyordu. Ellerini yenlerinin içine sokmuştu. Kapüşonun
gölgesinin ardındaki soluk tenli yılansı bir yüz vardı. Yıllar önce sıradan bir yılanken cadı
ona yeni bir biçim yeni bir yaşam vermişti. Aynı insanlar gibi düşünebiliyor,
konuşabiliyordu. Ve o da söz vermişti cadının ona bahşettiklerine karşılık. Ömür boyu cadı
Fiona’ya hizmet edecekti.
Sis çökmüş bomboş sokakta ilerlerken de cadıyı düşünüyordu. O bunu fark edemese de
geçen yıllar boyunca cadıyı, efendisini düşünmüştü. Her hareketinde cadıyı memnun
etmeyi amaçlamıştı. Platonik bir aşktı onunki. Hem aşktı hem saygıydı hem de korkuydu.
Üçüzlerin evinden cadının kulesine gidiyordu. Bir görevi daha başarıyla tamamlamıştı.
Kara Alev’in kaptanı hakkında topladığı bilgileri ve cadının uzak illerde özel olarak
yaptırdığı sahte yumurta kabuğu parçalarını üçüzlere iletmişti. Üçüzleri ikna etmek kolaydı,
cadı onlara normal bir yaşam ve normal vücutlar vaat ediyordu. Handakileri ikna etmekse
çok daha kolay olmuştu. Cadının adı bile korkuturdu onları. Her şey rastlantısal olmalıydı,
olacaktı da.
Kulenin kapısız girişine vardığında dikdörtgen biçimli karanlığa dalıp kuleye girdi.
Yukarı çıkmaya cesaret edemedi, cadının yüzünü görmek bir şekilde acı veriyordu Vian’a.
Platonik aşkı depreşiyordu, en azından o böyle bir hissiyata kapılıyordu. Efendimissss dedi
çatal dilini tıslatarak. İş tamam demeyi de ihmal etmedi ve cadının git demesinin
kulaklarında yankılanmasına izin vermeden cüppesinin eteklerini toplayarak hızla uzaklaştı.

Pazartesi, Saat iki sıraları


— Şimdi bakabilir miyim şu yumurtaya? Merak ediyorum nasıl bir şey olduğunu.
— Açabiliriz şimdi. Ama on dakika içinde geminle buradan ayrılmalısın.
— Ayrılmalısın mı? Siz gelmiyor musunuz?
— Kardeşimizi bulmalıyız. En azından gömülmeyi hak ediyor. Gemini götür buradan,
yumurtayı gördün işte.
Kaptan sahte bir üzüntüyle “Ah! Üzgünüm çocuklar,” dedi. Ben zengin olurken
yanımda olamamanız ne kötü!

50
İki üçüz gerçek amaçlarını ele vermeden içlerinden sırıttı. Yerdeki yumurta çuvaldan
yarı yarıya çıkartılmıştı ve ne ilginçtir ki parlamıyordu. Kaptan Altın pullu ejderha
yumurtalarının parladığını bilseydi kesinkes çıldırırdı ama bilmiyordu. Bu yüzden aklı
yumurtadan kazanacağı parada, üçüzlerin elini içtenlikle sıktı.
— Bu yaptıklarınızı ödeyemem çocuklar, yani ödeyebilirim –yumurtaya bakarak- ama bir
daha buraya gelmeyi düşünmüyorum.
Üçüzler kaptana formaliteden el sallarken oldukça mutluydular. Kaptana sırıtmalarında
Komodor’un bilmediği başka bir neden vardı. İntikam almanın baştan çıkarıcı tadı.
Yelkenler açıldı ve demirleme ücretini ödememiş olan gemi aceleyle limandan ayrıldı. Deri
parçasını gemi limandan ayrılmadan önce yumurtadan çıkarmışlar, kaptana da bir açıklama
yapmaya lüzum görmemişlerdi. İki üçüz zıplayarak taklalar atarak gölgelerde kendilerini
kamufle ederek kuleye ulaştı.
Deri parçasını yumurta kabuğunun üzerine koyup iple sıkıca bağladıktan sonra parmak
uçlarına basarak kulenin rahatsız edici karanlığına dalıverdiler. Helezonlar çizerek yükselen
tahta basamaklarda öyle sessizce ilerlediler ki basamakların gıcırdamalarına bile izin
vermediler.
Başlarını uzatıp cadıyı gözetlemeye koyuldular. Kaşlarını çattılar, kafalarından aynı soru
geçiyordu. Cadı uyuyordu, ordaydı şeffaf tüllerin ardında, üzerine altın pullarla süslü
örtüsünü çekmişti, göğsü bir inip bir kalkıyordu. Uzun süredir uyuyor olmalıydı, ne
zaman uyanacağı belli olmazdı.
Gözleri uyuyan cadıda, temkinle kabuğu yere bıraktılar. Kasabaya zulmeden, diğer
adalarla ticaretin bitmesine neden olan, kasaba halkının saygı duyduğu ejderlerden birini
öldüren diktatör cadıya hiç unutamayacağı bir ders vermenin zamanıydı.
İntikam.

Geri adımlarla uzaklaştılar. Önce kule, sonra köy yanacaktı. Umurlarında değildi. O
insanlar bunları hak ediyordu. Üçüzleri hor görmenin cezasını çekeceklerdi.
İki üçüz bunları yaparken kardeşleri yumurtayla meşguldü. Dev bir halının silkenelişine
benzer kanat çırpış seslerini duyduğunda önce ne yapması gerektiğine karar veremedi.
Başını göğe kaldırıp dalışa geçen ejderi gördüğündeyse kararını hemen verdi, belki de
içgüdüydü yaptığı. Yumurtayla suya dalarken muazzam bir gölge kara bulutların kararttığı
denizin üzerinden titreşerek geçti. Ejderha uzaklaştığında üçüz şişmiş yanakları ve pörtlemiş
gözleriyle su yüzeyine çıktı. Göğsünü yumurtanın yassı yüzeyine bastırıp sıkıca yumurtaya
tutundu. Dalgalar ittirirken o da ayaklarıyla yumurtaya yön verdi. Yumurtanın yan
yüzeyinden fırlayan tüysüz, pembe yapış yapış başı gördüğünde hangi küfrü edeceğini
şaşırdı. Yumurta göz göre çatlıyor; paralar, kurtuluş, her şey elden gidiyordu. Yumurta
avuçta sıkılan tavuk yumurtası gibi kolayca kırılıyordu. Adam su yüzeyinde kalmasını
sağlayan desteğini kaybettiğinde batıverdi. Fazla batmadan tekrar yüzeye çıktı ve son bir
hamleyle minik ejderin bacaklarını yakalayıp gözlerini yumdu. Yükseklik korkusu vardı.

Pazartesi, saat üç sıraları


Ejderha elektrik yüklü kara bulutların arasından geçerken fosforlu mavimsi renkteki
damar damar akımlar ejderin geçişini taçlandırırcasına oynaştılar. Şiddetle esen soğuk
rüzgârı yarması zor olmuyordu, bulutlar gürlüyor; şimşekler aşağıda gittikçe kabaran,
dalgaları delice yükselen denize düşüyordu. İki sarhoş hortum gözüne kasabayı kestirmiş,

51
aheste aheste ilerliyordu. Hortumların en tepeleri bulutlar arasında kaybolurken yere inen
uçları denizle birleşiyor, suya değdikleri noktada suyu yarım metre yarıp yüksek dalgalar
oluşturuyorlardı. Altın pullu ejderha, yumurtasını düşünerek alçaldı. Kasaba aşağılarda
gözüktüğünde kızıl gözleri hiddetle alevlendi. Yumurtasıyla olan bağ onu kasabaya
yönlendirmişti. Yumurtanın burun deliklerini kaşındıran soyut-somut karışımı kokusu
anneyi hiç dolandırmadan, onu ararken uğraştırmadan doğrudan kasabaya yönlendirmişti.
Bunun altında insanoğlu olduğunu tahmin etmeliydi.
Ya yumurta kırıldıysa? Ya çocuğu aşağılık insanoğlunun birçok iğrenç sıfatı hak eden
bir üyesini anne olarak bellediyse? Düşüncesi bile ihtişamlı gövdeye dalga dalga bir
üşümenin yayılmasına yetti. Kanı sönecek gibi oldu. Kaşları her olumsuz düşüncede daha
da çatılıyor, burnundan çıkan kıvılcımların miktarı artıyordu.
Adanın içe doğru geniş bir yay çizen iki kilometrelik kıyısına kurulu liman kasabası tam
aşağıdaydı. Yukardan bakıldığında kasabadaki yapılar dağınık görünüyordu, her gelen
kafasına göre, uygun gördüğü yere evini dikivermişti. Kasaba, geniş yapraklı uzun gövdeli
ağaçlardan oluşan ormanı arkasına almıştı. Çoğu tek katlı ahşap evlerin bacalarından
dumanlar salınıyordu. Şöminelerde beklenmedik fırtınalara karşı hazır bekleyen odunlar
bulunurdu. Evlerin arasından geçen çıkmazlarla dolu karmakarışık sokaklar boşalmıştı.
Ejderha düşüncelerinin daha fazla aklını bulandırmasına izin vermedi. Son hız dalışa
geçti; hedefi, kasabanın ortasında yolların buluşma noktasına dikilmiş kule, yaklaşıyordu.
Ejder bir ok kadar, pullarının üzerine düşmeyi arzulayan yağmur damlalarını hayal
kırıklığına uğratacak kadar hızlıydı.
Sırt bölgesindeki arada sırada çırptığı kanatlarını el çırpan bir insan misali gövdesinin
önüne aldı ve aralıksız çırpmaya başladı. Ejderhaların gövdelerini havada sabit tutmaları
için kanatlarını durmadan çırpmaları gerekir.
Bekledi. Neyi beklediğini bilmeyerek bekledi. Yumurtası on metre ilersindeki kuledeydi.
Neyi bekliyordu? Belki de çalan kişinin cama çıkmasını. Hıh dedi ağzından kükreme olarak
çıkan sesle.
Kuyruk havada yay çizerek kulenin üzerine indi. Onlarca yıldır birbirlerine kenetlenip
arkadaş olmuş taşlar üzerlerine inen kuyrukla parçalara ayrıldılar. Aşağıdaki bahçeye
düşerlerken kulede, kuyruğun indiği yerde kocaman, biçimsiz karanlık bir delik açılmıştı.
İşte cadı bu yıkım anında gözlerini açtı. Odanın duvarındaki delikten içeri yağmur
giriyor, ne olduğunu tahmin etmesinin güç olmadığı bir cüsse hemen deliğin önünde
havada dikiliyordu. Yastığının altındaki süpürgeyi kapıp her şeyi eski haline getirdi, yatak
kaybolurken merdivenler ortaya çıktı.
Bir kükreme daha. Güçlü görünmeye çalışan bir ejderhaya ait hüzünlü, çaresiz bir
kükreme.

Hayvanın artık sabrı taşmıştı. Alevler iki midesinin arasında bulunan Ateş Torbasında
yoktan var oldular, nefes borusunda ilerleyip özgürlüğün sevinciyle ejderin ağzının
derinliklerinden, gölgelerden fırladılar. Oluşan alev topu kulede açılan delikten içeri doldu.
Parşömenler anında yanıp kül oldular. Duvarlar durduramadı alevleri. Sular gibiydi alevler
de. Sınırlandırılmaktan hoşlanmazlardı. Alevlerin birazı camlardan dışarı taşarken geri
kalanı merdivenleri yakarak kulenin zeminine ilerledi. Cadı kulenin kapısından
süpürgesinin üstünde fırlarken alevler de ardından, kapıdan taştılar. Şahlanarak kuleyi
sararlarken cadı çoktan uzaklaşmıştı. Ejderha ne yapacağını bilemedi. Kaçan cadının

52
peşinden mi gitmeliydi yoksa kulede yumurtasını mı aramalıydı? Hala kuledeydi yumurtası.
Yumurtası... Çok daha önemliydi.
Kuyruk darbeleri artarda indi. Taşlar yuvarlandı, etrafa uçtular, binaların çatılarına
düştüler. Yumurtası yoktu, kokusunu alıyordu ama yumurtası yoktu. Öfkesi bir kat daha
arttı. Her kuyruk darbesinde bir kat daha, bir kat daha... Kule gürültüyle çökerken insanları
sıcacık evlerindeki kısa süreli keyiflerinden etti. Birçok yüz olanları izlemek için evlerinin
camlarına yapıştı. Birçok yüz evlerinin camlarına yapışmış kulenin yıkılışını izlerken
bulundukları cama çarpan taş parçasıyla parçalanıverdi. Yoktu hala yoktu yumurtası.
Kulenin yıkıntıları üzerinde dururken her adımda ayakları taşları paramparça ediyordu.
Gövdesi yeri gümbürdeterek dönerken ağzından çıkan alevler hedef ayırt etmeksizin ahşap
evleri tutuşturuyordu.
Anne ejderha çılgına dönmüştü. Yakıyordu, yıkıyordu, taş taş üstünde bırakmamaya
yemin etmiş gibiydi. Havalandı, pençeleri evlerin çatılarına sürterken çatılar parçalandı.
Derin derin nefes alıp ölüm kustu kasabaya. Kokuyu hala alıyordu, o nahoş, dünyevi
olmayan kokuyu. Devam etti yakmaya.
Birçok insan daha evlerinden çıkamadan ölmüştü, evlerinde cayır cayır yanmaktan
kurtulanlarsa arkalarına bakmadan ormana doğru koşuyordu. Akıllı olanlarsa çoktan
kayıklarına atlamışlardı.
Ejderhanın kükremesi gökyüzünü doldururken insanların çığlıklarını bastırdı. Sağanak
yağmur alevleri söndürmek için boşuna bir çaba sarfediyordu. Kasabadan yükselen kara
dumanlar kasabanın umutsuz yardım çığlıklarıydı sanki.
Rüzgâr alevleri ormana üfledi. Kasaba yanıyordu, orman yanıyordu, ada yanıyordu.
Önünden geçen şuursuz kalabalığa aldırmadı, sadece yaktı onları. Yanan insanlar denize
ulaşmaya çalıştılar ama deniz çok uzaktaydı.
Halk hiçbir zaman bir gün ejderha saldırır diye tedbir almamıştı. Hem ona saygı duyup
hem de arkasından iş çevirmek doğru gelmemişti. Zamanı geldiğinde ejderhaya karşı
kullanmak üzere silahlar yapmak yerine evlerinin başköşesine ejderhanın resmini
koymuşlar; turistlere satmak için ejderin biblolarını yapmışlardı. Şimdi de onunla
savaşmaktansa –ki savaşmak boşuna olurdu- kaçmayı tercih ediyorlardı.
Yeni bir kuyruk darbesi şimdilik sapasağlam duran iki katlı ahşap bir evin üzerine
inmek üzereydi. İnemedi. Görünmeyen bir itici güç kuyruğun evin üzerine inmesini
engelliyordu. Cadı tam önünde dikiliyordu, süpürgesini elinde tutuyordu. Cadının
gözlerindeki hiddetin ejderinkilerden aşağı kalır yanı yoktu. Ejder kuyruğunu cadıya salladı.
Engellenmekten hoşlanmamıştı. Fiona zamanında büyüsünü yaptı ve yerde açılan kara
delikten düşüverdi. Delik kayboldu, ejderin hamlesi boşa gitti.
İki hortum kasabayı temizleme ve söndürme göreviyle ada üzerinde ilerledi. Ejderha
kanatlarını açıp havalandı. Hortumları arkasına alıp cadıyı aradı. Nereye kaybolmuştu bu
insan? Hortumlardan birinin içine çekildiğinde cevabını aldı. Cadı aşağıda süpürgesinin
üzerinde hortumla beraber dönüyordu. Ejderha yüzünü kesen görünmez bıçakların acısıyla
alevini hortumun kalbine üfledi. Cadı hortumda açtığı kapıdan çıkıp ejderi hortumun
içinde bıraktı. Anne ejder kolaylıkla hotumun içinden çıktı. Onu böyle şeyler
durduramazdı.
Hortumlar ormanın sınırına ulaştığında etkilerini tamamen kaybetmişlerdi.
Kaybolurlarken üzerinde hala dumanlar tüten darmadağın olmuş bir kasaba bırakmışlardı.
Kara bulutlar dağıldı masmavi gökyüzü ortaya çıktı. Kasabanın üzerinde çıkan gökkuşağına

53
kimse hayranlıkla bakmadı, gülümsemedi. Bakacak kimseler de kalmamıştı. Yanan,
hortumla fırlatılan bedenler etrafa saçılmıştı. Nerdeyse hiç ayakta kalan bina kalmamıştı.
Deniz eşyalar, cesetler ve eskiden bir eve ait olan tahta parçalarıyla doluydu. Gemilerin
çoğu batmış; batmayanlarsa karayı deniz bellemişlerdi. Ejderha yeri sarsarak indi. Pullu
yüzündeki kesiklerden alevler çıkıyordu. Acısını kafasını iki yana sallayarak dindirmeye
çalıştı. Cadı ona zarar vermişti... Zarar vermişti! Kocasını öldüren, öldürebilen insan bu
cadı olmalıydı. Evet, o olmalıydı!
Cadı yerde açılan kara delikten ortaya çıktı. Süpürgesi yine elindeydi. Uyandıktan sonra
yaşlı cadı haline dönmeyi o telaşla unuttuğu için şimdi kırklarında gösteriyordu. Saçları
siyah, gözleri lacivertti. Eliyle ejderin yüzündeki alevli yaraları işaret etti.
— Acıyor değil mi? Yenilmez Altın pullu ejderhalar... Hepsi efsaneden ibaretmiş. Sen
türünün sonuncusuydun ve şimdi sen de ölüyorsun. Yavruların tek başlarına
yaşayamayacaklar. Hatta yaşasan bile sen de tek başına yaşayamazsın. Etrafına bak! Her
yeri yıktın, sana kim ateş sağlayacak şimdi. Yaşayan bile kalmadı! Aynı bizler gibisiniz.
Yavrularınız her şeyiniz. Onlar için her şeyi yapıyorsunuz. Her şeyi! Annelik... Bir
zamanlar ne kadar da çok istemiştim anne olmayı –hıçkırdı, gözyaşları süzülürken
gözlerinden ilk defa saklamaya çalışmadı onları, ejderha sessizce ona bakıyordu,
gözlerindeki alevler sönmüş gibiydi, belki ee devam et, anlat demiyordu ya da ilgiyle
dinliyormuş gibi görünmüyordu ama cadıya istediği sessizliği sağladığı kesindi- Oldum da.
Ama yapamadım, onları bıraktım orada, bu şey –kolunu açıp şişip siyah renk alan
damarlarını gösterdi- onlara sadece ölüm getirirdi. Erkek oldukları için onları kendi
ellerimle boğardım, kız olsalardı onlar da kendi çocuklarını boğacaklardı. Umarım
bulursun çocuğunu.
Cadı sustu ve ejderhanın tepkisini bekledi. Neyi bekliyordu, ejderhanın cevap vermesini
mi?
Bir adam gökten aşağı, ejderhayla cadının arasına düştü. Sırılsıklam olmuştu, gözlerini
yummuştu, yanakları bir inip bir şişiyordu, kalbi yerinden çıkacaktı sanki. Ayaklarıyla yeri
hissettiğinde gözlerini açıp bir süre gözlerini kırpıştırdıktan sonra ejderhayı hemen dibinde
görmenin korkusuyla cadının yanına koştu. Kadın cadıya çok benziyordu ama ondan çok
daha gençti. Bu durumda gözüne ejderhadan daha dost canlısı göründüğü kesindi. Neler
oluyor diye soramadı cadıya. Kadın boynuna sarılmıştı. Sarılışı sıcacıktı, dostça
diyemiyordu çünkü bundan daha fazlasıydı. Kulağına kardeşlerin nerde diye fısıldadı. Ne
cevap vermeliydi ki buna? Kadının onları önemsiyor numarası mı yapıyordu yoksa
gerçekten mi soruyordu? Gerçeği söyledi. Bilmiyorum...
Bir ejderha yavrusu ciyaklayarak, dengesizce kanat çırparak onu almak için göğe
yükselen annesinin göğsüne çarptı. Anne ejderha, yavrusunu ayaklarından tutup yükseldi.
Yavrusunu insanlardan uzaklaştırma çabası içindeydi, yeterince insan yüzü görmüştü yavru
ejderha.

Kapağın üzerindeki dümen yana kaydı ve kapak aşağıdan yapılan basınçla hızla açıldı.
Üçüzlerin ikisi fırtınanın çıktığını görünce kendi canlarının dertlerine düşmüşler, telaşla
evlerine gidip çöplerinin altında kalan kapağa ulaşıp fazla çöpleri koydukları bodruma
girmişlerdi. Her şeyin uçup gittiğini gördüklerinde ne sevindiler ne de üzüldüler.
Kardeşleri oradaydı, kulenin olması gereken yerdeki yıkıntıların üzerinde duran bir kadının

54
yanında. Koştular. Ne zıpladılar, ne de taklalar attılar. Sadece koştular. Kadını bir yerden
tanıyorlardı. Cadıydı bu kadın. Daha genç ve güzel olabilirdi karşılarındaki ama cadıydı bu.
— Efendim, kasaba?
— Efendim demenize gerek yok artık. Bana anne deyin. Çok daha hoşuma gider.
— Anne mi? Ama e-...
— Zamanla alışırsınız. Sağ kalan var mı bir bakalım. Sonra da kendimize başımızı sokacak
bir yer yaparız.
Fiona için belki de en mutlu andı. Üçüz çocuklarını ilk defa kullanıyormuş gibi
görünerek korumak zorunda kalmıyordu. İlerde onları öldürme olasılığı yüksekti, şimdilik
bu olasılığı düşünmemeye çalışarak oğullarıyla yürüdü.

Pazartesi’den bir hafta sonra


Komodor ve Hyalomma tıklım tıklım dolu handa karanlık bir köşedeki masaya
oturmuşlardı. Masanın üzeri boş bira kupaları ve rom şişeleriyle doluydu. Hyalomma
yıkıldı yıkılacak halde bir hafta önce tanıştığı kaptana sordu.
— Paramız kaldı mı? Biraz daha içki iyi olurdu.
Komodor’un aklı başka yerdeydi. Yerdeki çuvalın içinden tepesi görünen yumurtaya
bakıyordu. Hala bir nedenden dolayı kırılmamıştı. Kırılmadığı için sahte muamelesi
görmüş, bir de üstüne üstlük tayfası tarafından bu aptal liman kasabasında bırakılmıştı.
— Şu yumurta bir kırılsa Hyalomma. O zaman bu hanı bile satın alırız.
— Hiç anlamayacaksın değil mi? O yumurta sahte. Seni fena kandırmışlar.
— Hayır, bu doğru değil! Bu yumurta bir gün kırılacak.
Garson yanlarına geldi.
— Patron paranızı ödeyip gitmenizi istiyor. Çünkü aldığınız alkol miktarı...
Komodor lafa atladı.
— Alkol miktarı hanın huzurunu tehdit eder duruma geldi falan filan. Ben de para yok –
cebini dışarı çıkartarak söylediğini kanıtladı- Eğer dövmek istiyorsanız hiç durmayın.
Hyalomma da aynısını yaptı. Cebini dışarı çıkarttı.
— Korkarım sizi dövme zorundayız. Altı garson...
Garson papyonunu sökerken hancının duyamayacağı şekilde “Saçmalık bu! Handa
papyon mu takılırmış,” diye söyleniyordu. Hyalomma ve Komodor kendi istekleriyle hanın
arkasına gittiler. Komodor yüzü gözü dağılmış halde hana döndüğünde yumurtasını
bulamadı. Hanların müdavimi olan hırsızlar yine iş başındaydı. Sevinçle zıpladı ve havada
topukları birbirine vurdu. En büyük saplantısından kurtulmuştu. Şimdi de başkası
beklesindi yumurtanın kırılmasını.
20.09.2007

55
Bengisu

Ben ölümsüz ben, doğduğunda bengisu içirilmiş ben, ben her şeyi gören, her şeye
tanıklık eden ben, acının her türlüsünü tatmış, yüzündeki mutluluk ifadesi her zaman sahte
olan ben, ben ne zaman doğduğunu binlerce yıl önce unutmuş olan ben, ben hayatını bir
ciltlik kitaba sığdırmaya çalışan ben, Ben ölümsüz ben.
Zaman... Benim için zaman olmadı hiçbir zaman. Yanılsamasına kapılmadım
zamanın, her zaman ölmeyeceğimden emin bir şekilde yaşadım. Zaman zaman bir gün ya
ölürsem kaygısıyla karnıma ağrılar girse başım dönse de hemen toparlıyordum kendimi.
Zamanla bu korkularım da geçti. Yaşlanmayarak zamanı, ölmeyerek Azrail’i –ölümü bir
kimliğe büründürme zorunluluğu hissettim nedense- delirten ben, bana bahşedileni lanet
olarak görmek yerine olması gerektiği gibi bunu bir hediye olarak görüp lehimde
kullanmayı tercih ettim. Her şeyi yapacak zamanım vardı ve benim için zaman diye bir şey
yoktu. Hiçbir zaman da olmayacaktı. Ben ölümsüz ben...
Etrafımdaki herkes bir bir göçüp giderken ben sadece yerimde oturup onların
ölümlerini izledim; uzun süre ağladım ama onlar öldükleri için değil, hiç ölmeyeceğim;
onların ölümlerine tanıklık edeceğim için. Uzun süre düşündüm, nasıl olsa vaktim vardı.
Katatonik bekleyişimi sonlandırdığımda yıllar geçmişti, düşünürken kapadığım gözlerimi
açıp kendimi düşünceler denizinin uyku getiren etkisinden kurtardığımda bir şeylerin
değiştiğini hissettim. Tam arkamda dallarından palamutlar sarkan meşe ağaçlarından oluşan
bir koru bitmiş; korunun batı tarafınaysa bir köy kurulmuştu. İnsanoğlunu hipnotize eden
ve bunu yaparken aynalarla işbirliği halinde olan zaman çok hızlı akıyordu.
Sonsuzluk içinde hapsolmuş bedenimde kanımla birlikte akan Bengisu’yu kimsenin ele
geçirmemesi için her şeyi yapacağım, yapacağımdan emin olabilirsiniz! Belki önceden
yaptığım gibi okyanusa açılır ama bu sefer yüzeyde kalıp yüzmek yerine derinlere dalıp
okyanuslar kuruyana kadar Atlantis’i ararım ya da Fuji’nin kraterinin ortasına bağdaş kurup
dağın uzun sessizliğini bozmasını beklerim.
Binlerce kişi tanımıştım, beni seven birçok kişi olmuştu ve ben yine de yalnızdım.
Sevincim sahteydi, heyecanım sahteydi, duygularım sahteydi; gerçek olanlarsa hüznümdü,
öfkemdi, insanın savunmasını indiren her eylemdi. Umutlarım yoktu, hiç olmamıştı. Umut
tembellikti ve bedavacılıktı; hayattan istediğini bulamamış insanlara –ki insanlar derken
bütün insanları kastetmekteyim- has bir şeydi. Şans oyunu oynamaya benziyordu;
kazanırsan sevinir, kazanamazsan bir anlığına üzülüp hiçbir şey olmamış gibi hayatına
devam edersin. Kesin olan bir şey var ki oynamaya devam edeceksindir. Özlemlerim de
özlediğim biri de yoktu aynı umutlarımın olmadığı gibi. Sıfırla bir arasında sıkışıp
kalmıştım, hayatım her şey ve hiçbir şeyden ibaretti.
Her şeye sahip olabilirdim ve her şeyin çoğuna da sahip olmuştum ve yine olabilirdim.
Hiçbir şeye özlem duymuyordum, özlem duymuyordum çünkü uzun hayatımda bir
oyuncağım bile olmamıştı özleyecek – Çok isterdim çocukluğumu, gerçek ailemi
hatırlamak-. Hiç kimseyi özlemiyordum, özlemiyordum çünkü birini özlemek için o birini
sevmem gerek. Ben, durumum nedeniyle kimseyi sevemeyen ben, kimseye bağlanamayan
ben kimseyi de özlemiyordum. Hayatıma giren yüzden fazla kadına âşık olsaydım, halim
nice olurdu hayal edemiyorum. Şimdi o kadınlara ağlak gözlerle özlem duymaya kalksam
sanırım yıllarca melankolik bir yüz ifadesiyle depresyonda dolaşırdım. Ben, içte zaten
hüzünlü olan ben, ömür boyu –sonsuza kadar sürecek bir fenomeni ömür kelimesiyle

56
sınırlandırmak ne kadar doğru bilmem- gözleri parlayan, taşıdığım sırrı aklıma getirmemek
için her şakada mekanik bir şekilde ağzı yırtılırcasına gerilen, binlerce yıllık süreçte deforme
olmamış bir maskeyle dolaşmak zorundayım.
Savaşlara katıldım ama hiçbirinde savaşmadım –Evet! Savaşamadım-. Milletim yoktu
benim, taraf tutmam adil olmazdı. Ben de savaşan taraflardan birini rastgele seçip o
ordunun ön saflarında yer aldım. Karşıdaki kalabalık orduya karşı beklenmedik bir hamle
yapmam fena korkutmuştu hepsini. Kırmızı zırhlara bürünmüş, scutum’unu yolun
yarısında fırlatıp atan, gladius’unu bile çıkarmaya üşenmiş bir genç abartılı bir öfkeyle
üzerlerine koşuyordu. Bir an muhteşem taktiğimi bozduğum için üzülsem de Kartacalının
yüzündeki ödü patlamışlıkla karışık şaşkınlık ifadesini hayal edince gülümsedim. Kazandığı
zaferlerin verdiği sarhoşluğu üzerinden ancak atıp etrafı net görmeye başlamış olan
Kartacalı oturduğu filin üzerinden geç de olsa emri verdi. Düşman ordusuna ulaşmama elli
metre kala duraksadım. Ben, bir şey yapmak istersem kimsenin engelleyemeyeceği ben
duraksamış ve yutkunmuştum.
Kabaca yontulmuş on tane çelik uçlu ok beni bir deri parçasıymışım gibi delik deşik
etti, oklar beni sararıp kurumuş otlara mıhladılar, kündeye getirmişlerdi beni. Nadir yağan
yağmurla ıslanan çatlamış toprağın kokusu burnumu buruşturmama sebep oldu. Tepede
hem sıcağı hem parlaklığıyla iki koldan saldıran güneş gözlerimi açtırtmıyordu. Okların
sivri uçları derimin altında derinlerde her nefes alışımda –Nefes almamdaki amaç nedir? Bu
hep muallâkta kalacak galiba- iç organlarıma da daha batıyorlar, bu da bana dayanılmaz bir
kaşıntı veriyordu. Bir ok boynuma saplanmıştı –nefesim hırıl hırıl çıkıyordu-, bir tanesi tam
kalbime, ikisi mideme, ikisi sol omzuma ve koluma, bir ikisi göğüs kafesime, bir tanesi de
baldırıma saplanmıştı. Son oksa alnımdan girmiş, kafatasımı ceviz gibi kırıp ensemden
çıkarak sık saçla kapla bir deri parçasını da koparıp atmıştı.
İki asker –sımsıkı kapalı gözlerim nedeniyle tek görebildiğim hiçbir şeydi- yerde boylu
boyunca uzanan ölü bedenime yaklaşıp ayaklarıyla sertçe dürterek öldüğümden emin
olmak istediler. Bense yerde öylece yatmış geceleyin algılarının şaşırmasıyla oluşan
görüntüleri öcü sanan küçük çocukların verdiği tepkiyi veriyor, gözlerimi sımsıkı
yumuyordum. Ah Kartacalı! On, tam on okla talim tahtasına dönmüştüm ve adam hala
ölüp ölmediğimi kontrol ettiriyordu! Korkuyordu Kartacalı, sona yaklaştığını pekâlâ
biliyordu. Askerler öldüğümden emin olup gidip ordularına katıldıktan sonra kalkanların
gürültüsünü ve erken atılan savaş çığlıklarını duydum. Heyhat! Sevinmek için çok erkendi.
Ayağa kalktım. Okların hepsi hiç saplanmamışlar gibi döküldüler üzerimden. Alnımdaki
yara da alnımda bir karıncalanmaya sebep olarak kapandığında yeniden doğmuştum sanki.
Yeniden ve yeniden... Ben, ölümsüz ben istersem dünyanın en cesuru olabilir, efsane haline
gelebilir, kitleleri peşimden sürükleyebilirdim. Öyle de yaptım.
Düşman ordusunun önünde zırhımda açılan on delikle mağrurca dikiliyordum.
Gözlerim bir kişiye odaklanmıştı, hem de herkese. Düşmanın üzerinde çöl rüzgârının dalga
dalga yaydığı, arka saflara taşıdığı şiddetli korkuyu sezebiliyordum. Ayağa kalkmamla
birlikte ruhsal olarak yapboz parçaları gibi dağılmışlardı. Eğer komutanları acilen harekete
geçmezse de dağınık kalacaklardı.
Borular ötüşünü, kalkanlara çarpan kılıçların metalik sesini duydum, iki ordu aynı anda
hücuma geçerken gökyüzünde daireler çizen akbabalar sevinçle çığırdılar. Binlerce ayağın
yere düzensizce çarpışı toprağı sarsıyordu. Ve ben de tüm benliğimin sarsıldığını hissettim.
Korktuğumu... Öyle dalmıştım ki daha ısınmamış olan hasmımın kılıcını boynumda

57
hissettiğimde artık çok geçti. Kılıç boynumun sol tarafından enlemesine girip sağ tarafından
çıktığında başımın gövdemden ayrılması gerekirken ayrılmadı. Başımın kopması gereken
yerde boynumu saran kırmızı bir kurdele vardı. O kadar... Yine ölmemiştim. Bedenim bir
çizik bile almamıştı savaş bittiğinde. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ağlamanın yararsız
olacağını düşünerek gülmeyi tercih ettim. O gün ölümü tekrar yenmiştim ben, birisi
başımın boynumdan ayrılmadığını görünce of çekerek boynunu büküp uzaklaşmıştı savaş
alanından. Askerlerime zafer konuşması yaparken aklım gelecekteydi. Doğu Avrupa’ya
gitmek istedim o an. Gizem ve sükûnet bir aradaydı orada. Gittim –İlerde geçici adım
kocaman fakir, dışlanmış, sömürülmüş bir kıtaya layık görülecekti-.
Karpatlara vardığımda ilk işim yanımdaki kendime şato yaptırmak olmuştu. Yüzyılların
birikimi dağın zirvesine şato yaptırırken bitivermişti. Şatoma kavuşmuştum ama yalnızdım
yine yalnızdım. Boş odalarda amaçsızca gezinirken kendimden, ruhumdan bir parçayı o
odada bırakıyor sonra o parçalar holde tekrar birleşiyorlardı. Şato bendim ve o da benim
gibi yalnızdı. Geçen süreyle birlikte iyice sessizleşmiştim, ne köye inip birileriyle konuşma
gereği duyuyor ne de özel odamın kırmızı boyalı duvarlarına geçen günleri
çiziktiriyordum. Köyün cenaze levazımatçısından kendi boyutlarımda biraz daha büyük
meşe bir tabut satın aldım. Uyudum. Binlerce rüya gördüm, saçma sapandı çoğu;
kâbuslarım klişe ani çıkışlar, insanla alakası olmayan mahlûklarla doluydu. Normal
rüyalarımda ise yüzler yoktu, silgiyle silinmişçesine bembeyazdılar. Yüzlerinde ifade
namına bir şey yoktu bu yüzden, duygularını ses tonlarından anlayabiliyordum. Lusid
rüyalarımdaysa yapamadığım tek şeyi yaptım: öldüm. Kendimi keserek, bıçaklayarak,
arabanın önüne atarak, uçurumdan atlayarak, zehirleyerek, baltayla boynumu vurarak,
kendimi asarak, kızartarak, yakarak, çatlayana kadar tıkınarak, kendimi aç bırakarak,
kollarımı kesip kanın oluk oluk akmasını bekleyerek –bari rüyada acı çeksem-, nefesimi
tutarak defalarca öldüm. Uzun süre kalıp gerçeklik olarak gördüğüm rüyamdan
uyandığımda kendimi başka bir rüyada, herkes aynı rüyayı gördüğü için gerçeklik – gerçek
dünya olarak adlandırılan yerde buldum. Tabutumun üzerini kalın bir toz tabakası
kaplamıştı. Gerinip tabutu yerleştirdiğim şatonun derinliklerindeki mahzenden çıktım.
Geçtiğim her köyde bir yıl kaldım, notlar aldım. Kırk yılın ardından çantam not dolu
defterlerden geçilmez olunca hepsini tek seferde okuyup yaktım onları. Niye yaktığımdan
emin değilim, not almak o an anlamsız gelmiş olabilir.
Yolum en sonunda Osmanlı topraklarına düşmüştü. Ben ülkenin hanlarında konaklarken
üç kıtaya tamahkârlıkla yayılmış olan devlet evlilik hazırlığındaydı. Çimpe Kalesi’yle
nişanlanmıştı Avrupa’yla, şimdi de Bizans’ı alarak evleniyordu onunla. Bunu görmem,
mümkünse de katılmam gerekiyordu. Katıldım. Sancak elimde burçları hızla tırmanırken
içimde çocuksu bir sevinç vardı. Türk değildim ama bedenime saplanan oklara aldırmadan
burçlara tırmanmaya devam ederken bir şey devam et diyordu bana. En tepede sancağı
coşkuyla sallarken sırtıma durmaksızın oklar saplanıyordu. Sancağı dikip kendimi surların
ardında tamamen içgüdüyle hareket eden Bizanslı askerlerin üzerine bıraktım. Kılıç
darbelerine aldırmadan oradan uzaklaştım. Muhteşem bir şehri fethetmiştim.
İstanbul’da yaşadığım süre içinde Türkçeyi öğrenmek çok zor olmuştu. Noktalı
harflerde sorun yaşasam da öğrendim. Böylece Yirminci dilim oldu Türkçe. Otuz yıl sonra
akıcı bir Türkçem vardı, Anadolu’nun her köşesini dolaşmış, notlar almaya tekrar
başlamıştım. Biraz abartarak –abartmanın ne zararı olacaktı ki, yazdıklarımı okuyacak olan
insan evladı kısa yaşam öykümün doğum ve ölüm tarihi bölümündeki soru işaretine de

58
gülüp geçecek, inanmayacaktı- yörenin insanlarını, kültürel ve coğrafi özelliklerini yazmaya
koyuldum. Aralara Avrupa’daki yolculuklarımdan ekledim ve yazdıklarımı gerekli yerlere
teslim edip yolculuğumun bitiş noktası olmasını umut ettiğim yere gittim. Çin’e.
Sekiz yılın sonunda yirmi ayakkabı çifti değiştirmek zorunda kalmıştım. Her
değiştirdiğim ayakkabı aşınmış, tabanları erimişti. Giysilerimse bulunduğum bölgeye göre
değişiklik gösteriyordu. Çin’e, Simyanın başkentine vardığımda hiçbir şey hissetmedim –
Çin’e varmanın hayaliyle geçen sekiz yılın ardından bir şeyler hissetmeyi umuyordum, en
azından sessiz bir sevinç, yüzümde anlamsız bir gülümseme; ama hiç biri olmamıştı-.
Doğduğumu tahmin ettiğim, lanetin bedenime enjekte edildiği yerdeydim. Zaman hızla
aktı ölümlüler için ve ben de onlara uyum sağlayıp hipnotize olmuş gibi davrandım. Yirmi
yıl geçti ve ben bu süreçte dört simyacı bulabildim. Sırrımı açık etmeden onların sırlarını
öğrendim. Bengisu’yu ve felsefe taşını ve kurşunu altına çevirmenin yolunu arayan bir avuç
hayalperest şarlatan olarak görülüyorlardı toplumda, ne zamanki deneylerimden birinde
laboratuarımda büyük bir patlamaya neden oldum, her yeri rengârenk ışıklarla aydınlattım,
işte o zaman simyacılar kraliyet sarayına girmeyi başardılar. Parmakla gösterilip alay edilen
kişilerden insanların başlarını eğip sıhhatlerini sordukları kişilere döndüler. Ne yapmayı
istiyordum? Üç yıl boyunca kendi içimde farklı görüşleri savunan benle bu konuyu
tartıştım. Her şeyi tersine döndürmek mümkünse bile ben bunu istiyor muydum?
— Biraz daha yaşa! Biraz daha...
— Milenyumu görmelisin dostum!
— Yeterince açı çekmedin mi? Bu laneti hala taşımak istiyor musun?
— Hayatına giren kimse seni sevmedi; çünkü onlara seni tanımaları için yeterince zaman
vermedin, terk ettin onları. Sen yalnızlığa mahkûmsun ve eğer buna bir dur demezsen
mahkûmiyetinin bitmesi için kıyamet gününe bel bağlamak zorunda kalacaksın!
Çin Seddi’nin bin beş yüz yıllık taşlarının üzerine oturmuş aşağı düşme korkusu
olmaksızın gökyüzünü seyrediyordum. Kara örtüye özenle işlenmiş yıldızlar binlerceydi,
merakıma yenilip normal insanların delirme emaresi olarak göreceği bir şey yaptım:
Yıldızları saymaya başladım. Doğan güneş her gün başımın üstünde yüz seksen derecelik
açıyla yükselip batıyordu. Yirmi üç milyon dokuz yüz on dokuz bin doksan bir. Sıkıldım.
Tanrı işini biliyordu: Merak ve açgözlülük katmıştı eserine. Açgözlülük kemiriyordu
beynimi; merak ışıldıyordu gözlerimde.
Yolculuğumun nerede biteceğini bulmuştum. En sonunda... En sonunda... Son bir kez
batıya yürüdüm. Rus steplerinde boş boş dolanıp kendimi Karadeniz’in vahşi sularına
bırakıp alıştırma yaptım. Konstanza’ya kadar yüzüp Romanya’ya çıktım ve Karpatlara
ilerledim. Yorulmak bilmeyen bedenim ve kasları birazcık olsun ağrımayan bacaklarım beni
Karpatlardaki sarmaşıklarla kaplanmış şatoma –Uyurken birçok efsanenin ağızdan ağza
yayıldığı şatoma- götürdüler. Zaman kaybetmek istemedim şatoda. Koştum. İki yıl sonra
Cebelitarık’tan Akdeniz ve Atlantik’in sessiz kapışmasını izliyordum.
Sarp kayalıklardan aşağı hissizce baktıktan sonra nedenini kestiremediğim bir bocalama
yaşadım. Dudaklarımı büzerek ofladım. F harfini etkisini artırsın diye uzatarak söylemiştim.
Kendimi beceriksizce aşağı bırakıp bedenimin kayalıklara oyuncak bebek gibi çarpmasına
izin verdim.
Okyanus yolculuğum olaysız geçti sayılır. Dalgalar tahminimden de inatçı çıkmıştı,
köpek balıkları bacaklarımı koparmak konusunda kararlı olsalar da bunu başaramadılar.
Yunuslarsa çok dost canlısıydılar. Sırtlarına tutunup onlarla yüzdüğüm günler boyunca

59
konuştuklarımı anladıklarına, aralarında dedikodumu yaptıklarına yemin edebilirim.
Önümden geçen devasa boyutlardaki yolcu gemisine ve geminin gövdesinin boyutlarından
aşağı kalmayan bacalarına hayranlıkla baktım. Geminin acelesi var gibiydi, adı Karpatyaydı.
Buz gibi suda –burnumdan sarkan buz, suyun buz gibi olduğu fikrine kapılmamı
sağlamıştı, başkalarıysa suyun öldürücü soğuğundan çoktan nasibini almıştı; Ne acı!- eğer
ölümlü olsaydım üç kere buz tutup kulaç atmaya çalışırken üç kere parçalanmıştım.
Uzun yıllar şehirlerden uzak durup çoktan boşaltılmış olan hayalet kasabalarda
dolandım durdum. Umutsuz madencilere katılıp onlarla birlikte altın ve gümüş aradım;
ama çoktan bu devir kapanmıştı, madenciler de biliyordu bunu. Büyük Buhran
geldiğindeyse madenciler kazmalarını atıp evlerinin yolunu tuttular. Ben de New York’a
gittim her şeyin başladığı yere. İnsanlar kendilerini gökdelenlerden aşağıya bırakıyorlar, bir
tas çorba için birbirlerini eziyorlardı. Sonra Roosevelt geldi; sonra da yirminci yüzyılın
insan eliyle hazırlanmış en büyük felaketi. Artık savaşlar ilgimi çekmediği için Amerika’da
kalıp işçi sınıfıyla içli dışlı oldum. 1975’te ise kayboldum. Bu ülke bana göre değildi.
Sonsuz sükunet istiyordum.
Geri sayım... Motorların gürültüsü... Yükselmek, yükselmek, yükselmek... Bulutlar... Ne
astronot olmaya ne de astronot giysilerine ihtiyacım vardı. Tek ihtiyacım olan bir mekikti.
Mekik roketten ayrılıp hedefine ilerlerken ben de ısıya ve ateşe aldırmaksızın manzaranın
keyfini çıkarıyordum.
Ve kendimi uzayın dinginliğine bıraktım. Soğuktu, sessizdi, aynıydı; nereye baksam
aynı, gözlerimi kapadığımda da açtığımda da aynı karanlık... Ben, tarihe tanıklık etmiş,
efsanelere konu olmuş ben, şimdi dünya için tarih oluyordum. Ellerimi başımın altına
koyup gökyüzündeki yıldızları seyredercesine uzayın beni alıp götürmesine izin verdim.
Bedenimi ele geçirtmeyeceğimi söylemiştim size. Artık kimsenin bana ulaşamayacağı fikri
de neşeme neşe kattı. İnsanlarla uyum sürecinde aldığım saatimi bileğimden çıkarıp attım.
Vakit, yeni dünyalar keşfetme vaktiydi.
16.11.2007

60
Kırmızı Başlığın Ardındakiler

Yüz seksen dört santim boyunda, seksen beş kilo ağırlığında olan adam ayaklarının
altındaki kalın buz tabakasına yansıyan şekline bakıyordu. Ne kalın giyinmişim diye
düşündü belli belirsiz yansımasına bakarak. Beyaz renkli pantolonu dizlerinden altı santim
aşağı kadar ıslanmıştı. Kuru soğuk dünkü gibi can yakıcı değildi, içi yünlü montuna pek
görev düşmüyordu bunun için. Gök mavisi çizgili lacivert renkli beresinin kulaklarını bir
türlü kapatamamasını berenin acemiliğine veriyordu. Yoksa ne kulakları ne de kafası
büyüktü, bundan çok emindi; çünkü buza yansıyan görüntüde her zaman çehresi bulanık,
bir ressam edasıyla bulanık maviliğe yedirilmiş olurdu. Hep bu saatlerde burada, tabanı
buz tutmuş gölün ortası olduğunu tahmin ettiği yerde olurdu. Bu saatlerde derken neyi
kastettiğini bile bilmiyordu. Saati yoktu, hiç olmamıştı; güneşse altı ay boyunca tepede kıs
kıs gülüyordu ona. Ne kar yağıyor ne de karlar eriyordu. Her cebine bir tane koyduğu
kibrit kutularının üç tanesi tükenmiş; geriye bir tane kalmıştı. O bir tanenin de içinde dört
tane kibrit duruyordu; kükürde sürterek yanmaya hazırdılar, rüzgârla sönmemek için her
saniye motive ediyorlardı kendilerini. Kibritleri şehirden, köhnemiş sokaklarda göstermelik
kibrit satan genç bir kızdan almıştı. Buz gümbürdedi, bir daha, bir daha... Altı kere
gümbürdedikten sonra çatırdadı buz. Başını eğip öfkeli darbelerin sahibine baktı. Upuzun
iki sivri dişiyle gözleri uyuşuk bakan bir morstu darbelerin sahibi. Sağ ayağını beklemekten
sıkılmış biri gibi yere tap tap vurmaya başladı. Yüzündeki gülümseme hiç de tekin değildi.
O buzun kırılmayacağını, o suya düşmeyeceğini ve buzun altından ne halt ettiğini
anlayamadığı morsun ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Biliyordu çünkü kar, buz ve O
bu hikâyeye şimdilik dâhil değildi.

Kırmızı boyalı evin güllerden ve bir elma ağacından oluşan bahçesinde kırmızı pelerinli
bir kız çocuğu gözüne kestirdiği bir güle doğru eğilmiş, koklamaktaydı. Yüzünde bilgiç bir
gülümseme, tanımlaması güç, cezp edici kokuyu burun deliklerine çekmenin hazzı vardı.
Kestane rengi gözleri mutlu yüzüyle tezat olacak şekilde buğuluydu, baktıkları yere hüzün
getiriyorlardı sanki. Pelerininin çenesinde bağladığı kapüşonunun içinden fırlayan kuzguni
saçları ahenkle alnına dökülüyordu. Üzerine bordo renkli uzun kollu bir tunik; ayaklarına
uçları güneşte parlayan pespembe ayakkabılar giymişti. İncecik sesiyle ah dedi gülün dikeni
başparmağına batarken. Parmağını bir süre emdikten sonra ona pusu kuran gülü koparıp
koluna taktığı hasır sepetine attı. Yirminci güldü bu. Evdeki kare vazonun içindeki solmuş
güllerin yerini alacaklardı. Kız elmalı turtanın kokusunu aldığında gözleri buğusundan
arınıp geçici olarak parladı. Turtaya bayılırdı. Annesinin Kırmızı diye seslenişini duydu.
Turta hazır kızım! Vişne suyu da var yanında. Ve ah, en sevdiğin şeyi de kattım turtaya.
Biraz mantar. Gel de ye turtanı, elmaların yanında bir parça da turta götürüverirsin sonra
büyükannene.
Aralık duran pembe kapıdan içeri girerken sinsi sinsi gülüyordu. Mutfağa yayılan koku
bir anda yüzünü somurtmasına yol açtı. Başında bir ağrı... Turtayı unutuverdi.

Otuz dakika on saniye sonra zıplayarak ilerliyordu ormanın tam içinden geçen puslu
yolda. Kara Orman garip, ürkünç, gizemli bir yerdi. Kırmızı başlıklı kız kim bilir kaç kere
ormanda dolaşmış, kim bilir kaç hayvanla arkadaşlık kurmuştu. Son soruya rahatlıkla bir
hayvan hariç tüm hayvanlarla diyebilirdi. Kurt... Üç yıl önce karnını deşip büyükannesini

61
ondan kurtardığından beri Kırmızı’yı yemeyi takıntı haline getirmişti. Aylarca türlü
tuzaklarla kızı yakalamaya çalışmış ama bir türlü başarılı olamamıştı. Şimdilerde ne
yapıyordu acaba Kurt? Uzun zamandır yoktu ortalıklarda.
Kırmızı çam ormanının boğucu karanlığı altında neşeyle ilerledi. Siyahlığın içinde
kuşandığı giysilerin renkleriyle hemen dikkati çekiyordu. Önceleri söylediği şarkı ormanın
sükûnete alışık ağaçlarını huzursuz eder, dallarını kıpırdatıp yapraklarını şöyle bir
silkelemelerine neden olurdu. Şimdiyse şarkı söylemiyor, ormanın dinlenmesine fırsat
veriyordu.
Ne güzel günlerdi
Deşerdim kurdun karnını
Gri tüylerinin altındaki derisini, organlarını
Yalancıktan da olsa
Buldum sonra büyükannemi orada
Mışıl mışıl uyurken kurdun karnında
Kırmızı bundan bin iki gün önce saat dört sıralarında aynı eskiden annesinin,
büyükannesine turta, çörek götürürken ormandaki tehlikelere karşı kol yeninden taşıdığı
gibi o da hançer taşıyordu tuniğinde. Annesinin hançeriydi. Mektup açacağına benzese de
ışıldayan ucu birinin karnına girdi mi kâğıt gibi keserdi deriyi. Kurdun karnını deşip
büyükannesini kurtardığı sırada hançerini korkuyla çıkartmış ve hayvana saplamıştı.
Fışkıran kan yüzüne vururken bıçağı karşısındakinin içini boşaltmak istermişçesine aşağı
kadar indirmiş, deşmişte deşmişti kurdun karnını. Kurt sıradan bir kostüm gibi yere
düşerken cenin şeklinde kıvrılmış büyükannesi ortaya çıkmıştı. Yaşlı kadın her şeyden
habersiz uyuyordu. Her zamanki gibi diye düşünmüştü. Yense bile yenildiğini
anlayamayacak kadar acayip, anlamaya çalışmayacak kadar tembel...
Ormanın en azılısını yendikten sonra işler iyi gitmişti Kırmızı için. Herkesin belalısı
Kurt ölüp gitmişti. Hayvanlar ona iyi davranıyor; Kırmızı yadsınamaz ünü dolayısıyla
dışarıdan, birçok insandan mektuplar, telefonlar ve hediyeler alıyordu. İsviçre’den gelen
altın sarısı peyniri gördüğündeyse önce şaşırmış, kimin gönderdiğini öğrenince daha da
şaşırmıştı. Heidi’dendi bu. Köylü kızı, dedesinden çok çekmiş, Peter’a hiç yüz vermeyip
çoğu insanın nefretini kazanmış, keçi sağan, peynir yapan, ona yapılan her kötülükten
sonra ille de Pollyanna diye tutturup şarkılar söyleyen, dağlara, tepelere çıkan, al yanaklı,
kısa saçlı, şirinlik abidesi Heidi... Küçük kız Kırmızı’yı köyüne çağırıyordu. Kırmızı başlıklı
kız mektubu okumayı bitirdiğinde kalbi gırtlağından yükselip ağzından çıkacaktı sanki.
Annesi işaret parmağını hayır anlamında sallayıp gidemezsin dediğinde bütün hayalleri
duman olup dağılmıştı. Gidemezsin. Ayyaş dedesiyle birlikte kalmanı istemiyorum. Hem...
Hem orası çok uzak! Dilleriniz de farklı. Annesi çoktan karar vermişti. Gitmeyecekti.
Başlığını takıp yüzünü gölgelemesine izin vererek bahçeye çıkmış annesinin gönülsüzce
ona verdiği hançeri parmakları arasında hınçla çevirmeye başlamıştı. Annesine on iki yıllık
hayatında belki de ilk defa öfkelenmişti.
Annesi... Güzeldi annesi. Saçları siyahtı, yeşil gözleri kedilerinki gibi karanlıkta parlardı.
Otuz dört yaşında dul kalmıştı. Ormancı kocası günlerden bir gün ağaç kesmeye gitmiş,
gidiş o gidişti. Anne yalnızdı, kızı olmasa delirmesi işten bile değildi. Kırmızı her yıl
kesinkes babam bu yıl da gelmeyecek mi diye sorar, Anne de ormana sor diye yanıtlardı.
İleriki yıllarda kızın ormana karşı içten içe bir nefret beslemesine neden olacaktı annenin
değişmeyen yanıtı. Kadın büyükanneyle yani kendi annesiyle yıllardan beri küstü.

62
Kırmızı’yı tek başına ormanın derinliklerine göndermesinin yegâne nedeni buydu. Küçük
kız yılın belirli günlerinde –karın ilk düştüğü vakit- annesinin koluna tutuşturduğu hamur
işi ağırlıklı sepetle büyükannesine yollanırdı. Büyükanne de sepeti geri doldurarak –Anne
kızın yemeyi reddettiği türlü böcek ve olmadık hayvanların etlerinden yapılmış yemeklerdi
bunlar- Kırmızı’yı annesine gönderirdi. Yaşı ilerledikçe Kız anneyle büyükanne arasında
kuryelik yaptığının farkına varsa da bu pek umrunda değildi. Yiyecek dolu sepetten bir
şeyler atıştırma olanağı buluyordu böylece, yiyeceklerin birazını da nehirsiz kalan kunduz
arkadaşlarına veriyor, vicdanını rahatlatıyordu.
Kunduzlar... Muazzam akıllı yaratıklardı. Dedikoducuydular, iyi yüzücüydüler, geniş
yassı kuyrukları çarptıkları yerde yumruk etkisi yapıyordu. Kahverengi renkli kalın derileri
en şiddetli soğuğa bile dayanıklıydı. Suda kuyruklarını şap şap yaparak yüzer, nehre
kurdukları iri ufaklı dallardan ve kemirerek devirdikleri ağaç kütüklerinden oluşan barajlarla
akan suyun hızını kesebilirlerdi. Kunduzların karnı yarık halde ormana kaçmayı bir şekilde
başarabilen kurdu haklamakta çok yardımları dokunmuştu. Yedi yüz yirmi sekiz gün önce,
Kırmızı, kunduzlarla eğlenmek için nehir yatağını taşlarla tıkamış, nehir taşmış ve bir daha
oradan akmaz olmuştu. Kunduzlar evsiz kalmışlar, ormana çekilerek evrime razı
olmuşlardı. Kunduz kabilesi sincaplara uzun süre yalvardıktan sonra ağaçları kemirmemek
ve ilerde tüylenip bir sincap haline gelmek koşuluyla kendilerini sincapların ağaç kovuğu
imparatorluğuna kabul ettirebilmişlerdi.
Kırmızı üzerine gölgeler düşmüş yalnız bir köprünün önünde durdu. Tahta köprünün
her yanı yosun tutmuştu; kadim zamanlarda insanlara ve köprüden geçmeyi akıl eden
hayvanlara çok yararı dokunmuştu. Şimdiyse altındaki nehir yatağı yağmurun etkisiyle
toprakla dolmuş, uzaktan görüntüsüyle sürrealist bir ressamın tablosu haline gelmişti.
Parlayan Nehir’in gürüldeyen suları akmaya başlasa ne de sevinirdi yaşlı köprü! Kırmızı
karanlığa açılan köprüye şöyle bir bakıp dosdoğru siyahlığa yürüdü. Kara tuniği hemen
karanlık tarafından kendi saflarına katılırken kırmızı başlıklı pelerin rengi nedeniyle bir süre
teslim olmayıp sonra kayboldu karanlıkta. Çam ağaçlarının tepesinde, az uzakta bir yerlerde
gri dumanlar hazırlıklarını tamamlamak üzere olan bulutlara doğru yükseliyordu.
Karanlık... Uzun süredir annesinin düşüncelerini örten şeydi bu. Anne beklenmedik
anlarda sinirleniyor; kızına bağırıyor, etrafı yıkıp döküyor, sonra da hüzünlü bir ruh haliyle
ben ne yaptım böyle diye dövünüyordu.
Kırmızı’nın başının tepesindeki ateş böcekleri sonbahar geçip gitmiş, kış gelirken ışık
vermeye devam ediyorlardı. Sayıları azımsanmayacak kadar çok, yaydıkları yeşil sarı
karışımı göz alıcıydı. Ormanın sihirli böcekleriydi onlar, güzellikleriyle övünen, ağaçlara
konup onlara ukalalık taslayan böceklerdi onlar... Ama Kırmızı onların büyüsüne
kapılmadı. Çoğunlukla ışıklarını takip edip zıplaya zıplaya onların ardı sıra koşardı ama bu
sefer koşmadı. Ateş böceklerinin yolunu aydınlatmalarına izin verdi. Büyükannenin
konağına üç metreden az kalmıştı.
Beş yıl önce karlı bir gündü. Büyükanne gülleri kesmeye çalışan kızının hemen yanı
başında duruyordu. Endişeli gibiydi. Kızı güllerin arasına ekilmiş pelin otu kümesini
gördüğünde çıldırmıştı. Annesinin sihirli ot dediği bitkiydi bu. Yeşil renkli maydanoz
yaprağına benzeyen, oldukça acı tatlı, kafa yapıcı etkiye sahip bitki... Sarı çiçekleri açmış
hatta birisi tarafından bazıları koparılmıştı bile. Kadın makasını pelin otuna doğru
daldırırken büyükanne az önce çayına katarak içtiği pelin otunun da etkisiyle dengesizce
kızına engel olmaya çalıştı. Cümleleri ağzında yuvarlanıyor, dişlerinin arasından

63
çıktıklarında şifreli bir metnin karman çorman harflerinden oluşan kelimelere dönüyorlardı.
Kadın ona engel olmaya çalışan annesine öfkeyle ve bilmeden elindeki makası sallamış,
makas kadının kaval kemiğine saplanmıştı. Büyükanne kızına küsüp evi terk ederken
makası da beraberinde götürecekti. Kaval kemiğine saplı olarak...
Günler geçmiş, küslük geçmemişti. Ne anne ne de büyükanne barış için hamle yapma
gereği duymamıştı. Belki de zamanıydı.
Kara Ormanın onlarca yaş halkasına sahip çam ağaçları zamanlarının çoğunu uyumak,
ormancılara ve ormanı yarıp geçen patikaya lanetler okumakla geçiriyorlardı. Yaş
ilerledikçe ayaklanmayı bırakın dallarını bile kıpırdatamaz olmuşlardı. Kozalaklarıysa
ormanın uğursuzluğunda yetişmek istemediklerinden toprağa düşmemek konusunda ısrar
ediyorlar; bu da Kara Orman’ın yaş ortalamasının yüksek bir seviyede sabit kalmasına
sebep oluyordu.
Kırmızı ormandan çıkmıştı artık. Gökyüzünün kararmasıyla birlikte bulutlar laciverde
bulanmışlardı. Çıplak arazinin ortasında, patikanın bittiği yerde bir konak vardı. Ay ışığıyla
gökyüzünün laciverdi karışarak yansıyor, soluk beyaz renkli konağı mora boyuyordu.
Ahşaptı konak. İki katlıydı, beş yıl öncesine kadar terk edilmiş ve bir gün avare halde
dolaşan bir yaşlı kadının evi haline gelmişti. Evin çatı katına kadar bütün ışıkları yanıyordu.
Üst kısmı yarım ay biçimli olan cilalı kapının yarasa biçimli tokmağına gitti eli.
Gıcırdayarak açıldı kapı, kendi kendine, arkadan kimse açmaksızın... Konağın içersinden
süzülen ışık Kırmızı’nın yüzünün yarısını aydınlattı. Yeşil gözlerinden biri hala karanlıkta
parlıyordu.

Pembe kapı Kırmızı’nın ardından kapandı. İki göz sadece tamı tamına üç saniyelik
gözlem olanağı buldu. Hemen girişte koltuklar, sağda salonla birleşik haldeki mutfak,
Tezgâhta duran üzerinden dumanlar tüten turta... Burnuysa iki şeyin kokusunu almıştı.
Mantarla karışık elmalı turtanın cezp edici kokusu ve gaz... Kulaklarıysa tek bir şey duydu.
Birisinin arkasına geçmek için attığı tek adım...
Geniş tabanlı tava kafasına şiddetle çarptı. Yere yığıldı Kırmızı. Anında bayılmıştı.
Uyandığında elleri arkasından bağlanmış halde yerde yatıyordu. Ne ağzı ne de ayakları
bağlıydı. Başucunda annesinin yaptığı turta duruyordu. Pek kokusunu alamıyordu turtanın,
açık bırakılan tüpten gelen gazla birbirine karışıyordu çünkü. Biraz debelendikten sonra
masalımsı bir şansla ellerinin bağını çözdükten sonra iki saniye bocaladı. Ocağı mı
kapatmalı yoksa evden mi çıkmalıydı? Kapıya koştu. Küçük kız ya heyecandan ya da
ocaktan ölecekti bu gidişle. Titreyen ellerle kapı kolunu indirip kaldırdı. Kilitliydi. On dört
kere denese de boşunaydı. Ocağa koşmadı, koşamadı. Gözleri yerdeki turtaya kilitlenmişti.
Bir göz açıp kapama anı... Ölümü gerçekten yakınında hissetmek... Alevler kapalı camları
patlatarak dışarı taştılar. Güller sessizce inleyerek yandılar. Ve ağaçlar uykularından erken
uyandılar. Ev patlayadursun Anne eskiden kalma kırmızı başlıklı pelerinini giymiş kendi
annesine yola koyulmuştu. İçinde biriken öfke ve delilik patlama yapmıştı. Öfkesi
gözlerinden, deliliği tanımlanamaz gülümsemesinden anlaşılabiliyordu. Büyükanneye ne
yapmalıydı? Barıştıktan sonra mı, barışmadan önce mi?

Konağa girdi. Tam da Kırmızı’nın anlattığı gibi bir yerdi. Işığın bile karanlığı
dağıtamadığı, korkutucu bir yer... Geniş bir holdeydi. Etrafta eşya namına hiçbir şey yoktu,
önünde ahşap bir merdiven ikinci kata doğru yükseliyordu. Emin adımlarla çıktı

64
merdivenleri. Sola dönüp ilerledi. Tavanı basık bir koridordaydı. Birinci oda, ikinci oda,
üçüncü oda... Bir kıpırtı duydu üçüncü odada. Sol kol yeninin içindeki hançeri aşağı doğru
kaydırdı. Her şeye hazırlıklı olmalıydı. Ağır adımlarla odaya girdi. Sessizlik... Perdeler
kapalıydı, dev bir yatak odanın yarısını kaplıyordu. Dağınık yatak örtüsünde bir kabarıklık
vardı. Kabarıklığın kıpırdadığını gördüğünde hançeri daha da aşağı kaydırdı. Örtünün
altında ne çıkacağını merak ederken kapının hemen yanındaki duvara dayalı kırmızı baltayı
fark etmedi bile. Büyükannenin başı örtünün altından ceee yaparak çıktığında anlık refleksle
bir adım geriledi.
Büyükannenin karşısında Kırmızı’yı bulması ona kısa süreli bir şok yaşatmıştı. Kırmızı
başlığın altındaki anne ise beş yıldır görmediği annesine bakarken bir zayıflık anı, bir
burukluk yaşamıştı içinde. Bakıştılar.
Anne’nin gördüğü büyükanne portresi şuydu: Siyaha boyalı saçlarında bir sürü bigudi,
sürmeli yeşil gözler, kulaklarında ankh biçimli küpeler, yıldız çerçeveli kırmızı gözlükler ve
yüzündeki kırışıklıkları kapatmak için yaptığı siyah ağırlıklı abartılı bir makyaj...
Büyükannenin gördüğü portre ise boyu bir yıl içinde yirmi santim uzamış bir Kırmızıydı.
Yaşlı kadın kıza burada ne işin var demek istese de yataktan çıkarken ağzından çıkan cümle
farklı oldu. Bu yıl ne getirdin bakalım? Büyükanne görünmez bir şeye takılıp düşecekmiş
gibi olduysa dengesini tekrar yakaladı. Yüzünde delice bir gülümsemeyle karışık sarhoşluk
vardı. Göz kapakları şeffaf iplerle açık tutuluyor gibiydi. Üzerine giydiği minik beyaz
yıldızlarla süslü, etekleri işlemeli siyah gecelik dizlerine kadar iniyordu. Büyükanne
gözlüklerinin üzerinden karşısındakine bakıp Senin gözlerin neden yeşil? Dedi. Anne hiç
istifini bozmadan cevap verdi: Seni daha iyi görebileyim diye. Bunun üzerine Büyükanne
beş saniye duraksadı. Peki, neden bu kadar uzunsun güzel kızım? Muhtemel cevaplar
Anne’nin beyninden iki mikro saniye süresinde geçiverdi. Yüzyüze konuşabilelim diye
Büyükanne. Peki sesin... Neden sesin yetişkin sesi gibi? Anne hançerin tamamını eline
almıştı şimdi. İşte buna cevabım yok anne! Başlığını geriye ittirip Büyükanne’nin, yüzünü
görmesine izin verdi. Kızım! Kırmızı’ya ne yaptın? Nerede o? Büyükanne dengesini yitirip
yere düştü. Anne elindeki hançeri Büyükanneye doğrulttu. Hala o otlardan mı içiyorsun?
Büyükanne yerde otururken cevap verdi: Onlar fazla hafiftiler... Uzaklardan getirtiyorum
artık. Sihirli Mantarlar! Bir ısırık on metresin, bir ısırık on santimsin. Halüsinasyonlar
gördürüyor. Anlayacağın uçuyorsun! Kız biraz pahalıya satıyor ama olsun.
Anne elini uzatıp kadının kalkmasına yardım etti. Kırmızı’yı öldürdüm dedi. Ev patladı,
Kırmızı da yandı gitti. Sıra sende sanırım. Seni öldürmeden önce barışmamız gerektiğini
düşünüyorum. Gel el sıkışalım. Büyükanne afallamıştı. Kızının yaptıkları ve yapacakları
karşısında ne söyleyeceğini bilememişti. Tedaviye ihtiyacın var kızım... Yaptıkların hiç de...
Anne Sus! Diye bağırdı. Bana vaaz vermen için burada değilim. Kocam senin yüzünden
gitti. Senin! Öyle çok konuşuyordun, öyle çok karışıyordun ki işlerine, en sonunda gitti. Ve
ben Kırmızı’ya yalan attım. Yalanımla kızımı ormana düşman ettim. Ayağa kalkan
büyükanne Kocanın kaçıp gitmesi benim suçum değildi derken kapı eşiğindeki baltanın
karanlıkta biri tarafından alındığını gördü.
Kapı eşiğinde duran cüsseli bir şekil odaya giriverdi. Karanlık şekil tavandaki mum
asmasından gelen ışıkla aydınlandı. Mavi renkli aşınmış bir tulum giymişti üzerine,
tulumun içinden kollarını nizamlıca kıvırdığı kahverengi kareli oduncu gömleği
görülebiliyordu. Ayaklarında uçları açılmış botlar vardı. Elleri, yüzü ve bilumum açıktaki
yeri gri tüylerle kaplıydı. Uzun tırnakları kirlerle doluydu. Gözleri sarı, ağzından dışarı

65
taşan sivri dişleri sarıydı. Kulakları kocamandı. Nefes alırken sorunlar yaşıyordu; çünkü
tulumunun altındaki boğazından göbeğinin aşağısına kadar bir hat uzanan dikişler acıyordu
göğsü inip kalktığında. Kurttu bu. R’leri söyleyemeyen kurt Vay vay vay Kığmızı gelmiş...
Gözleğime inanamıyoğum. Onu öldüğeyim mi sevgilim? Dedi.
Elindeki baltayı yere dayamış, diğer elindeki diş fırçasıyla Anne’yi hedef gösteriyordu.
Büyükanne hayır anlamında başını salladı. Aynı anda Anne şaşırmakla meşguldü. Sen! Diye
bağırdı. Sen ne arıyorsun burada? Bu kurdun burada ne işi var? İğrençsiniz!
Kırmızı pelerin havalandı, kadın çığlıklar atarak döndü arkasına. Hançer kurdun
boynuna inmeden tüylü eller kadının bileğini yakaladı.

Eli kaplayan tüyler yok oldular, tırnaklar kısaldılar, temizlendiler. Adam Anne’nin tokat
atmak için kalkan elini zorlanmadan yakalamıştı. Sarışındı, yakışıklıydı. Gözleri mavi,
dişleri beyazdı. Üzerine mat renkli bakır bir zırh giymiş; boynuna perdelerden kestiği
beyaz bir pelerin bağlamıştı. Kemerie takılı kında kabzası demir olan tahta bir kılıç vardı.
Elindeki beyaz boyayla kaplı fırçayla boz atını beyaza boyamakla meşguldü. Karısına
aldırmadan boyamaya devam etti. Kadın çileden çıkmıştı bir kere. Bizi bırakamazsın! Beni
düşünmüyorsan kızını düşün! Adam boyamayı bırakıp tekrar karısına döndü.
Soğukkanlılıkla Sen delisin dedi. O kızı öpüp kendime yeni bir hayat kuracağım. Senden
de manyaklıklarından da sıkıldım. Adam atına atlamış, dörtnala sürüp kaybolmuştu. Kadın
dizleri üzerine çökerek ağladı.

Kadının aklına bunlar gelirken bu sefer ağlamadı. Yumruğunu karnına indirdi. Kurt
acıyla inledi kadının bileğini bırakıp baltasını yere düşürdü. Anne özgür kalan bileğine
sevinip hançerini kurdun midesine sapladı. Hançeri saplı bırakıp yerdeki baltaya yönelse de
başarılı olamadı. Sırtına saplanan makas durdurdu onu. Arkasına dönüp sorar gözlerle
Büyükanne’ye baktı. Yaşlı kadının ayağından akan kan gölgesinde bir gölcük oluşturmuştu
bile. Kurdun dikişleri bir bir sökülmüş, iç organları dökülüp tulumunu doldurmuştu.
Doktorlar ikinci bir darbeye dayanamazsın demişlerdi tüm organlarını yerine yerleştirip
karnını diktikten sonra. Yaşlı Kurt düşüp kaldı yerde. Anne sırtındaki makasa ulaşmaya
çalıştı. Çok geç! Büyükanne’nin yaşla dolan gözleri kadının yere düştüğünü gördüler.
Büyükanne yerde sırtüstü yatan kızına yaklaştı. Kadının boynu yerde yan dönmüş, yeşil
gözleri boşluğa bakıyordu. Ölümü hızlı olmuştu.
Kapıda dikilen adamla göz göze geldiler. Adam mavi bir bere takmıştı. Uzaklardan
buralara kadar koşmuştu. Aynı önceden, Kırmızı’yı zalim kurdun elinden kurtardıktan önce
yaptığı gibi. Elinde bir yay, sırtında da okla dolu bir sadak vardı. Oklardan birini kirişe
takıp yayı gerdi. Bunların sorumlusu sen misin? Dedi. Büyükanne başını iki yana salladı.
İyi dedi adam. Uzaklardan geliyorum, içecek sıcak bir şeyler var mı? Yaşlı kadın hiçbir şey
söylemeden ayağa kalkıp seke seke mutfağa yollandı. Sonra adam arkasından seslendi: Pek
mutlu bitmemiş buradaki olaylar ha? Sanırım geç kalmışım, beklenmedik şeyler oldu da. O
mors... Bak aklıma geldikçe sinirleniyorum. Nasıl kırdı buzu? Bir saat kurumayı bekledim.
Büyükanne içine ufalanmış sihirli mantar parçaları katılı çaydan iki bardak koyup yukarı
çıkarken dışarıda kar yağmaya başlamıştı. Kar tanesi süzüldü ve en şanslı güle, yanmaktan
kurtulan tek gülün üzerine soğuk öpücüğünü konduruverdi. Ve masal bitti.

66
— Bu çay bir harika! Ne koydun buna. Tadında... Nasıl desem hem acılık hem de tatlılık
var. Yüce Balina! Şu boyuma bak!
— Ah tatlım! Teklifimi kabul edip burada kalırsan sana her gün özel çayımdan yaparım.
— O zaman bir bardak daha!
15.12.2007

67
Son Gülümseme

Cogito ergo sum


Descartes
I
Yatıyordu. Hayatta bir gün daha! Ne mutlu ona... Parmakları, bütün kasları geçen on
yılda olduğu gibi yine ısrarla hareket etmeyi reddediyorlardı. Aralık ağzından iç gıdıklayıcı
hırlamalar çıkıyor; o hırlamalar bir türlü kelimelere dönüşemiyordu. Hâlbuki ailesi
söyleyeceği en basit kelime için bile kulak kesilirdi.
Gözleri... Gözleri tüm çektiklerini yansıtır gibiydi. Masmavi gözler hüzünlüydü,
çaresizdi; önceden görürdü o gözler, şimdiyse kapkara hiç açılmayacak bir perde misali
bakıyorlardı. Bakıyorlardı beyaz tavana; bakıyorlardı ama gördükleri farklıydı o gözlerin.
Perdeler karanlığa dönüktü; artlarındaysa bambaşka bir şey vardı... Artık... Işıklı, göz alıcı,
geçici, aldatıcı bir dünya.
Üzerine örtülü pamuklu örtü de onunla birlikte yıllar geçtikçe eskimiş; adamın kokusu
örtünün her santimine sinmişti. Adam en içinde, saklı dünyasının kimselerle paylaşamadığı
sakinlik anlarının bazılarında örtü ana konusu olmuştu. Mor örtünün kırışıklıkları altında
bir umut kıpırtısı... Çevresindekilere ben buradayım diyebileceği bir kıpırtı... Sonra da
kederle gülümseyip benden çoktan umutlarını kestiler derdi. İlk üç yıl bir mucize olup
adamın hareket edeceğini, konuşacağını ya da her ikisini birde yapacağına inandılar.
Olmadı. Dördüncü yıldan itibaren aile üyeleri için ihtiyaç halinde bakılan bir duvar
saatinden farkı kalmamıştı adamın. Geçen zamanın bir kere olsun adamın kaderine olumlu
bir etkisi olmamıştı.

II

Gözlerini kırpıştırarak açtı. Tepesinde bir ampulün ışığı titreşiyordu. Gözlerinin ani
ışığa alışması biraz uzun sürse de sonunda bulanık, çift gösteren görüntüyü sabitlemeyi
başarabildi. Beş saniye için düşüncelerden arınmış beynine gözlerden gelen sinyaller
ulaştığında “Neredeyim ben?” sorusu oluştu kafasında. Bir refleksle üzerini silkelemek için
ceketine götürdü ellerini. Beyninde, beyninin cevaplayamadığı bir soru daha oluştu: Ne
ceketi?
Ayna bulma umuduyla etrafına bakındı ama dikkati duvarların biçimsel bozukluğu –ya
da garipliği- nedeniyle hemencecik dağılıverdi. Kuşkuyla başını eğip üzerindeki giysilere
baktı. Biraz önce bembeyaz bir ceketi silkelediğine yemin edebilirdi; şimdiyse üzerindeki
palmiye ağaçlarıyla süslü mavi penyesi ve kırmızı şortuyla, dışardan bakıldığında güneye
tatile gitmeye hazırlanıyor izlenimi uyandırıyordu. Giydiği terliklerin bıraktığı açık alanda
özgürlüklerini doyasıya yaşayan ayak parmaklarına daha yeni varlıklarını keşfettiği uzuvlar
muamelesi yaparak baktı. Çok karışıktı kafası. Tahminlerine göre –öyle umuyordu, ummak
istiyordu- rüyalarından birinin birinci kişisi olmuştu. On dakika öncesini düşünmeye çalıştı.
Asansör boşluğu... Düşüş... Metrelerce... Çığlık... Çeliği titreten, işçilerin kulaklarını yırtan
bir çığlık... İşte buradaydı. O düşüş de mi rüyanın bir parçasıydı yoksa? Anlamsızlıklar
silsilesi... İçinden haykırdı. Haykırışın ağzından çıkıp odayı doldurduğunu fark ettiğinde
çok geçti. Her şey için çok geç...

68
Odayı incelemeye koyuldu. Bir rübik küpünün içindeydi sanki. Dört duvar, tavan ve
taban gökkuşağının farklı renklerine boyanmışlardı. Belirli zaman aralıklarında duvarların
boyaları akmaya başlıyor; nizamla duvarların renkleri yer değiştiriyordu. Ayaklarının
ucunda yeşil zeminden biten ahşap spiral bir merdiven tavandaki mavi kapıya yükseliyordu.
Karşı duvarda sarı renkli basit bir kapı aralık duruyor; sinsi bir ışık aralıktan içeri sızıyordu.
Sol yanında ahşabının boyası gözleri uyuşturucu bir renk cümbüşünden ibaret olan bir
kapı sonuna kadar açıktı; odaya üşüşen şiddetli ışığın karanlığından sakınmak için gözlerini
kapanana dek kısmak zorunda kalmıştı. Arkasında, beyaz bir kapı kapalıydı; diğer kapıya
farkla ne açıktı ne de bir kulpu vardı. Sen açamazsın, ben açılırım diyordu böylece.
Aralık duran mı?
Kapalı olan mı?
Yoksa sonuna kadar açık olan mı?
Duvarların renkleri ve üzerindeki giysiler değişmeye devam ederken o, eşit uzaklıktaki
kapılardan sonuna kadar açık olana yöneldi. Sanki ayakları bedeninin kontrolünü ele
geçirmişti. Açık kapının cezp ediciliğiyle hipnotize olmuşlar; Kamil’in gövdesini
beraberinde sürüklüyorlardı.
Ve Kamil bilinmeyen gücün yadsınamaz etkisiyle en açık kapıdan girdi içeri.

Bilinmeyen, el fenerini kapadı ve doğal ışığa yer açtı. Tepede güneş azametle
yükseliyor; ayaklarının altında çimen boyalı bir tepecik uzanıyordu. Arkasındaki kapı açık
halde duruyordu. Tepeciğin aşağısında türü belirsiz bir ağaç dallarını yükseklere uzatmış,
kendini biçimleri durmadan değişen yapraklarla donatmıştı. Yalnızlığına ortak olmaya hazır
gibiydi ağaç. Kendini bir Bob Ross tablosu içinde hissederek ağaca doğru yol aldı.
Rüzgârla salınan çimenlerin hemen üzerinde, boşlukta asılı duran açık kapı gittikçe
uzaklaşıyordu. Ağaç yaklaşıyor, kapı uzaklaşıyordu.
Ağacın gölgesine ayak bastığında koca bitkinin ilginçliği dikkatini çekti. Ağacın bütün
yaprakları renkten renge bürünüyor, şekil değiştiriyor, her saniye bambaşka bir yaprağa
dönüşüyorlardı. Kamil gülümsedi. Değişime ortak oldu giysileriyle, kendisiyle. Bir kafa
uzandı ağacın geniş gövdesinin ardından. Beyaz bir ten, masmavi iri gözler, omuzlara
dökülen vanilya-limon rengi saçlar, beyaz bir bluz giymiş bir kadın... Hınzırca gülümsüyor
ona.

III

— Öldüm mü?
— Hayır, ölmedin.
— Peki, ölecek miyim?
— Eninde sonunda.
— Neredeyim ben?
— Beyninin aydınlık tarafındasın.
— O ilerdeki karanlık da neyin nesi?
— Beyninin bir daha aydınlanmayacak tarafı.
— Aydınlanması için hiç şans yok mu?
— Mu-ci-ze...

69
— Tanrım! Kıldığım namazlar bir elin parmağını geçmez. İşlediğim günahlarsa... Ohoo!
Bir evi doldurur da taşarlar.
— Dert etme! Kapı açıldığında karşına ne çıkacağını bilemezsin.
— Sen biliyor musun peki?
— Ben senim. Verdiğim cevaplar senin cevapların.
— Anladım. Ben... Biliyor musun hiç mutlu olamadım!
— Biliyorum. Mühendis olmayı da ailenle aranın açılmasını da o kadınla evlenmeyi de
istemedin. Ama oldu.
— Neden bunlar benim başıma geldi?
— Çoğu insanın Tanrı’ya sormak için sabırsızlıkla beklediği soru. Diyelim ki kader zar attı
ve sen denk geldin. Bunda hiçbir kasıt yok. Belki istediklerinin tersini yaparak, yapmak
zorunda kalarak birçok kere hayatının kontrolünü kadere vermiş olabilirsin. Bu da doğal
olarak talihsizlik yaşama olasılığını artırdı. Defalarca yaptıklarının ardından hüzünle kader
deyişini hatırlıyorum. Kontrolü bu kadar elden bırakmamalıydın. Cidden... Yenildin
durdun. Hep başın eğikti –mutsuzdun, kuytu köşelere geçip çeneni ittirerek kaldırdın
başını. Ama o baş yine eğilecekti.
— Sanırım öyle. En başta mühendis olmamalıydım. Dünyayı dolaşmayı istiyordum,
hayatımı şantiyelerde, paramıysa bir kadının bitmek tükenmez isteklerine harcamayı değil.
— Pişmanlık... Çok gereksiz bir his. Ya yap ya da yapma, ama asla pişman olma bana
sorarsan, yani sana sorarsan. Sonuçta bir şeyi öz iradenle yaparsan pişmanlık duymaman
gerekir, pişmanlık duyman iradenin geçiciliğini gösterir. Burada pişmanlık konusunda
endişe duymana gerek yok!
— Peki, ölecek miyim?
— Hıhıhı... Eninde sonunda.
— Bir hafta sonra oğlumun doğum günü. Ondan bir hafta sonra da kızımınki. Pastayı ve
mumları hep ben alırdım, eşim de hediyeleri alırdı. Sonra... Gülerdik. Gözlerimizin içine
baka baka gülerdik. Boş ver diyeceğinden eminim artık ne onlar benim çocuklarım ve eşim
ne de o yataktaki aciz beden benim.
— Evet. Gel, elimi tut! Hayatın boyunca hiç yapamadığın şeyi yapacağız.
— Şey mi? O kadar çok şey var ki yapamadığım. Pekâlâ, pişmanlığa son.
— Koşacağız şimdi. Top oynarken hep kaleci olurdun, her oyunda hemen ebelenir,
ebeleyemezdin, çantan çalındığında hırsızı Allah’a havale etmekle yetinmiştin. Şimdi
sahnedesin. Sahne kapanmadan önce tüm gücümüzle koşacağız. Kalbin yorulmayacak hiç!
Burası hastalıkların sonlandığı yer.
— Eee... Bir şey daha sormama izin ver. Ölecek miyim?
— Yolun sonu burası. Hayat çizgisinin sonundasın, o oda ise hem hayatının devamına
hem de ölüm ve ötesine açılan bekçi kulübesi. Umudunu yüksek tutma!
— Eğer sen bensen... Çok ilginç, sorularıma verdiğin yanıtlar pek benim vereceğim tarzda
değil. Beyninin kıvrımlarında gezintiye çıkarsan neler bildiğine kendin bile şaşırırsın.
— O garip merdiven...
— Merdivenin nereye çıktığını çok iyi biliyorsun ama çıkmaya korkuyorsun.
— Bir ara çıkacağım.
— Bir ara çok geç olmasın ama.
— Koşalım!
— Koşalım!

70
IV

— Bir... İki... Üç... Kaldırın!

Atan bir kalpten ibaret kaskatı beden ilerde belki kefeni olacak yeni yıkanmış kar beyazı
yatak örtüsünün üzerinde yeni hayatta kalma alanına taşındı. Hastaneden ilgi çekici
boyutlardaki görevlilerin kol kasları iki saniyeliğine şişip indiler. İnsan görünümlü yaşam
formu yeni ve daimi bölgesine sorunsuzca iniş yapmıştı. Bir tabuttan diğerine derdi Kamil
eğer konuşabilseydi. Önce hastane odasının anestezik kokudan dolayı burun kıvırtan
yabancı odası; şimdi de yüz elli metre karelik evinin on beş metre karelik karanlık rutubetli
misafir odası.
Belki de bilerek konmuştu odaya. Misafirdi o odada, kalma süresi belliydi; pılını pırtısını
toplayıp gidecekti. Serumlarla, ilaçlarla yaşayacaktı. Sadece kalp atışları olacaktı onun canlı
olduğunu belli edecek. Duvardaki bir saat geçmişte takılı kalmış saatin tiktaklarıyla kalp
atışlarının göğüs kafesini parçalarcasına gümbürdemesi bir ritim tutturacak, ses kapalı
kapının anahtar deliğinden bütün eve yayılacak ve evin erken ölüm sükûnetine soğuk bir
gerilim katacaktı.
Mor örtü açıldı ve havada sertçe hışırdayarak adamın üzerine örtüldü. Ta boynuna
kadar çekildi örtü; kollarını, bacaklarını örttü, bütün gövdesini örttü ama kalp atışlarını
gizleyemedi.
Doksan sekiz baharının en güzel günlerinden birinde eş gözyaşlarını döktü cömertçe.
Adamın elini eline aldı o an ve dört yıl boyunca. Adamın parmaklarından birinin en ufak
bir hareketi için dua edip durdu.
Erkek çocuk on iki yaşındaydı; arkasına bakmadan kapıyı çarpıp çıkmak, babasının
görüntüsünü aklından silmek istiyordu. Erkekliği ağlamaması gerektiğini –insan olmayı es
geçmesi gerektiğini- söylüyordu. Güçlü olmalıydı; bembeyaz olana kadar yumruğunu
sıkmalı, çığlık atmamak için dudaklarını ısırmalıydı.
Kız çocuk on dördündeydi; bedeni zarif, ruhu kırılgandı. Yaşıyla birlikte keşfettiği,
farkına vardığı birçok şeyin yanına kardeşinin aklının ucundan bile geçmeyen bir şeyi fark
etmişti: Babasının ölebileceği olasılığı.
Bu fark ediş sınıftaki sırasında her zaman olduğundan daha sessiz otururken meydana
gelmişti. Sınıftakiler onunla konuşmamak için özen gösteriyor –yanındaki arkadaşı iyi ki
yüzüne bakmıyordu, arkadaş yüzündeki yapmacık üzüntüyü görmeye sonra da çok
üzgünüm diyip yan sıradaki arkadaşıyla kahkahalar eşliğinde muhabbet etmesine, dedikodu
yapmasına tahammül edemezdi-. Öğretmen dersini müthiş bir ciddiyetle, idealist öğretmen
portresi çizerek anlatırken sanki o hariç sınıfın geri kalanına hitap ediyordu. Kurşuni
saçlarının nizamlı kesilmiş kâkülleri gözlerinin önüne düşüyor; gözlerinin önüne perde
çekiyorlardı. Aynı ba...-kiler gibi.
Kulaklarında durmadan fısıldayan bir çınlamayla anlamlı ya da anlamsız düşüncelerin
onu alıp götürmesine izin vermişti. Günler birbirini kovalamış; aylar sezdirmeden geçmişti.
Hem çocuklar hem de –özellikle- eş için.

71
Aynı tavan, aynı boşluk, aynı hissizlik... Her şey değişim içindeydi; hayat, zaman,
dünya, insanlar, moda, arabalar, müzik, sinema. Elbette insan olmadan geri kalan tüm
değişimlerin pek bir önemi yoktu. İnsan değişimin durmadan değişen kamerasıydı. Farklı
açılardan aynı sahneyi tekrar tekrar çekip dururdu. Kamil de bir kameraydı, film makarası
olan ama objektifi kapalı bir kamera. Değişimin farkında değildi, ne yüzünü ısırıp onu fark
etme lütfünü gösteren sivrisineğin ne de saatin durmak bilmeyen tiktaklarının.
Gözkapaklarının ardında durum farklıydı elbette ama bu ailesinin ona acınası bir varlık gibi
bakmasını gerektirmiyordu. Gerektirmiyordu olsa da böyle davrandıkları için insanları
suçlayamazdı Kamil. İnsandılar sonuçta. Etten kemikten, ruhlarının ve bedenlerinin
birleşikliğinden ötürü doğuştan çatışma içindeydiler. İyiyle kötü. Tamamen ruhtan ibaret
olsaydık diye düşündü –ki gözlerini açıp bedeniyle ayaklanınca ona ölene kadar düşünme
cezası verilse yine de bunu düşünmeyeceğinden emindi-. Beden olmasa, aynadan ya da
insanların gözlerinden bize yansıyan o aldatıcı yanılsama olmasa ne olurdu? Başıboş
milyonlarca ruh... Herkes ne yaptığının farkında, tek bir iyi tek bir kötü var. İyiyle kötüyü
toplum belirlemezdi, çünkü tek iyi olurdu. Çatışma yoktu, beden itiraz edemezdi. İtiraz
edecek bir beden yoktu. Sıkıcı duruyor ama çok da adil. Düşüncelerle boğuşurken birden
akan düşüncelerin önüne set çekilir ve öylece kalırdı. Setten delik açılıp düşünceler akmaya
devam ettiğinde o deliği vücudunun herhangi bir uzvuyla kapayıp mevzuya son noktayı
koyardı. Bu durumda düşünmenin bir anlamı yoktu. Düşünmekten de başka çaresi yoktu.
Kamil sırtını dayadığı ağaçta sükûnetin zamanla –hangi zaman- getirdiği sıkıcılığını
düşünerek gidermeye çalışa dursun, salonda kutlama vardı. Gülüşmeler... Sahici ve içten.
İyi ki doğdun nidaları... Dilek tutun diyenler... Çocuklar düşünüyorlar. Somurtuyorlar, aynı
babalarının kendi âleminde yaptığı gibi düşünceye dalıyorlar ama boğulmuyorlar. İki yıl
önce, üç yıl önce dilek tutun dediklerinde düşünmemişlerdi bile. Şimdiyse kişisel –gelecek
odaklı bir dilekle mucize anlamına gelen bir dilek arasında kararsız kalmışlardı. Bencillik...
Tuttuğu dileklerin olacağına çok emindiler, biri hariç. Erkek çocuk iki dilek tuttu, birisi
babaları odaklıydı. Tabi söylemedi bunu, tutulan dilekleri işleme alanla onun arasındaydı;
ilerde hesaplaşırlardı. Kız çocuk kararsız kaldı, babasının görüntüsünü düşündü ama ne
içinde ne de dışında dillendirdi dileğini. Işıklar söndü. On saniye. Beceriksizce üflediler.
Mumlar söndü. Bir kol, örtüsünün kamuflajından kurtulup kendini aşağı salıverdi. Diğer
tarafta Kamil soluk soluğa kalmıştı, düşüncelerini takip etmiş; şansını denemişti.
Çocuklarının doğum günüydü bugün, ikisi de aynı gün –fark yıllarda- doğmuşlardı.
Şansını denemiş elini uzatmıştı. Kapı... Yüzüne kapanmıştı. Arkasını döndüğündeyse tekrar
aralıktı. Üzerindeki yetmişlerden kalma İspanyol paça pantolona ve garip süvetere bakıp
güldü. Niye güldü bilmiyordu. Bilmiyordu... Sövmek istedi, sövecek bir şey bulmadı.
Resmen sırasını bekliyordu. Resmen... Ölecekti. Canı cehenneme hayatın! Ağaca sırtını
dayayıp bekleyecekti. Açık kapıdan girip ağaca ulaştığında orada onu buldu yine.
Konuşacak biri sonunda! Kendisi.

VI

— Onları görmeyi çok istiyorsun.


— Hem de çok. Biri on altı yaşına biri de on sekiz yaşına girdi. İnanabiliyor musun?
Büyüdüler! Ben... Büyüdüklerini göremiyorum. Özlüyorum...
— Onları mı yoksa yaşamı mı?

72
— Her ikisini de. Tek endişem, onların beni çoktan unutmuş olma olasılığı. Şu an beni
değerli kılan tek şey kalp atışlarım. Yoksa...
— Yoksa atıverirler seni. Ölülere yaptıkları da bu değil mi?
— Neden her şey ölümde buluşmak zorunda? Hem o kapının ardını merak ediyorum hem
de yaşamak istiyorum.
— Merak! İnsanlara çok şey kaybettiren ve çok şey kazandıran, aynı pişmanlık gibi yapılan
hatalara bulunan hafif bir kelime.
— Merak değil mi bizi harekete geçiren? Merak etmek için uyuyoruz, merakımızı
gidermek için görüyoruz, duyuyoruz, tadıyoruz. Gözlerimizi kapadığımızda, kulaklarımızı
tıkadığımızda, konuşmamaya zorlandığımızda tek elde ettiğimiz koca bir boşluk –bir
karanlık oluyor. Elde etmek istediğimizse yine merakla ilgili. Merakımızı gidermek isteriz.
Eğer tanrı sırtımıza görünmez piller taktıysa o da meraktır. Geçelim bunları! Garip konular
açıp garip cümleler kuruyorsun. Öleceğim farkında değil misin? Sen, ben olduğuna göre
sen de benle birlikte öleceksin.
— Bırak. Çok geç, çok geç! Ailen seni unuttu. Sen onlar için insansın sadece. Bakılması
gerekensin; özlenilmesi, sevilmesi gereken değil.
— Kendimi düşünmemin zamanı geldi. Zaman... Zaman... Ne olurdu biraz daha yavaş
aksaydı? Yaşarken eziyet çektiğini sanıyorsun ama öldüğünde değerini anlıyorsun hayatın.
Aynı... Örnek bile veremiyorum. Görecek, söyleyecek çok şey vardı. Yaşayacak mıyım?
— Öyle bir ihtimal var.
— Senin kim olduğunu biliyorum. Sen vicdanımsın, duygularımın –nasıl denir başka-
dışavurumusun. Benim diyemediklerimi diyorsun. Keşke hayattayken de –tamamen
umutsuzum artık- insanlara demek istediklerimi deseydim. En azından vicdanım yalanlarla,
azapla dolmazdı. Hem belki insanlar eleştirilmeye alışırlardı.
— Eleştirilmek hiç işimize gelmemiştir. Belki de anlama uygun görülen kelimeden dolayı.
Eleştiri... İnsanı çok da olumlu düşüncelere sevk eden bir kelime değil. Hâlbuki birbirimize
hakaret edeceğimize, öfkemizi kusacağımıza; birbirimize karşı açık olsak dünya daha iyi
hale gelebilirdi. Ya da bırak, dünya bu haliyle daha güzel. Bırak birbirlerini yesinler,
öldürsünler, sataşsınlar birbirlerine, eleştirinin kötü yanını uygulasınlar, aşağılık
davranışlarıyla batırsınlar dünyayı; savaş mı? Küresel ısınma mı? Çevre kirliliği mi? Onlar
ne ki? Beden çoktan ruhu yendi.
— Yaşayacak mıyım?
— Gözle seçilemeyecek kadar düşük bir ihtimal.
— İyi. Kararımı verdim... Sanırım.

VII

Sene altı. Köprünün altından çok sular geçti. Kaçınılmaz bir değişim. Karısı hala ona
bakıyor. Kadın vefakâr sayılabilirdi. Arzularına yenik düşmese. Çocukları yanında değiller.
Oğlu üniversitede mühendislik okuyor –kim bilir belki babasının mesleğini devam ettirmek
istemiştir- Kızı da bambaşka bir üniversitede psikoloji bölümünde. Onlar büyürken
babaları olağandışı bir yaşlanma sürecinde. Yüzü çökmüş, gözleri çukurlaşmış, dökülmeme
direncini göstermiş saçlarının hepsine aklar düşmüş, on yıl daha yaşlı görünüyor. Boş
bakışları rahatsız edici derecede bir yere odaklı. Sağ eli yine bedenine yapışık –iki sene
önce eli o halde görünce umut kelebekleri bir günlüğüne pırpır etmişlerdi-. Tepedeki

73
ampul –kim bilir kaç defa yenilendi- ritmik göz kırpıyor. Mor örtü hala bedeninin üzerine
örtülü. Bir yere çökmüş düşünen bir anıt, elinde silahıyla hücum emri veren bir anıt
değildi ama. Öylece yatan sanattan yoksun bir insan biçimiydi.

— Ne zaman ölecek bu herif?


— Eninde sonunda ölecek.
— İnşallah. Kocanın ölmesini daha fazla bekleyemem. İstersen katil aşık rolüne
bürünebilirim. Bakma öyle, şakaydı sadece.
— Böyle şakalar yapma. Ölü gibi dursa da hala yaşıyor. Gel diğer odaya geçelim, burada
durarak yeterince saygısızlık yaptık.

Kadın adamın elinden tuttuğu gibi onu Kamil’in odasından çekip çıkardı. Gülüşmeler...
Sessizlik... Aceleyle açılan ve umursamazca çarpılıp kapanan kapı...

— Karım beni aldatıyor. Gözlerimi kapadığımda duydum onları. Bu hiç adil...


— Ya da adice. Karın hayatına devam ediyor. Ölene kadar sana bakmasını mı bekliyordun,
evlenirken edilen yemine her çiftin sadık kalacağını mı umuyordun? Yanıldım kuzum! Sen
sadece insansın, onun gözünde kocasıydın, sonra da insandın. Kocalık görevlerini yerine
getiremediğine göre artık kocası da değilsin. İnsan özelliğinden dolayı bakıyor sana. Hiç
suçlama kadını!
— A-ama... Acıyor, biliyor musun? Bedenim değil ama ruhum acıyor. Acıyor. Tanrı neden
hala beni çaresizlikle –sabırla mı demeliydim?- sınıyor. Sıkıldım. Senden de bu ağaçtan da
gökyüzünden de sıkıldım. Tüm bu yapay bekleme salonundan sıkıldım. Sence Tanrı beni
duyuyor mudur?
— Tanrı hepimizin bir parçası. Sen, ben –sen, sen-, çimenler, gökyüzündeki en acayip
biçimli bulut, yere düşen bir yaprak parçası... Elbette seni duyuyordur.
— Bazen milyarlarca insanın yanılma ihtimalinden korkuyorum. Her şey boşu...
— Hiçbir şey boşuna olmazdı. Her şeyin bir nedeni vardır. En olmayacak şeyin bile. Hem
biz buna inanç diyoruz, yanılma ihtimali hep vardır. Güzel olan da bu değil mi? İnancını
beraberinde götür, gerçeği gördüğünde ya çok şey kazanacaksındır ya da hiçbir şey. Ama
kaybetmeyeceksin.
— Ölmek istiyorum, tanrım duy sesimi; bırak bir cümle olsun konuşayım! Öldürün beni
diyebileyim.
— Kader kitabında daha boş sayfalar olduğuna eminim. Sabret! Kitabın yazarı sen
olabilirsin ama bir farkla, kitabın sonunu ve kaç sayfa olacağını belirlemedin,
belirleyemezsin.
— Sona yaklaştım mı peki?
— Benim cevaplarım senin cevapların. Benim cevabım diyor ki –büyük bir üzüntüyle-
Evet, yaklaştın. Yaklaştık.
— Tanrı beni duyuyordur değil mi?
— O hep seni duydu. Tanrı yağmur damlalarında, müzikte, her şeydedir. Tanrı biziz.

VIII

74
Kamil kariyerinin zirvesinde –gözü yükseklerde değildi- bir şantiyenin asansör
boşluğundan on kat aşağı düşüp kariyerinin zirvesinden en aşağılara, var oluş noktasına
inmeye zorlanmıştı. Öldü sanılırken o ölmemiş –Tanrı’dan küçük bir armağan- işçiler
beklenmedik bir hızla yüz on ikiyi tuşlamış, ambulans beklenmedik çabuklukta gelmişti.
Kamil için o gün her şey ters gitmişti. Ölmesi gerekirken ölmemişti. On kat düşüyor;
ölmüyor ve üstüne üstlük ambulans ölmesine fırsat vermeden olay yerine yetişiyordu.
İşçilerin sağlık görevlilerine bilinçsiz yardım çabaları eşliğinde boyunluk ritüeliyle sedyeye
koyuluyor ve bilinci kapalı halde ambulansa bindirilip hastanenin yolunu tutuyordu.
Ambulansın kulak yırtan, kornaları bastıran sirenini duyduğundan emindi o sırada.
SNALUBMA yazısı trafikteki arabaların dikiz aynalarında AMBULANS’a dönüşüyor;
gönülsüzce araca yol veriyorlardı. Üç dakika sonra hastanedeydi. Şansa bak ki hastane de
umulmadık yakınlıktaydı. Ambulansın çift kapısı açılıyor; alelacele sedyeden indirilirken
hastaneden kapısından çıkıveren boyunlarında stetoskop asılı klişe tipli doktorlar yaralıyı –
muhtemel ölüyü- alışılmış bir ruhsuzlukla karşılamışlardı. Sedye ameliyathaneye doğru
hızla sürülürken onlar teşhisi çoktan koymaya başlamışlardı. Dört tekerlek hastanenin yeni
silinmiş karolarında gürültüyle ilerliyor; hastaların, doktorların, hemşirelerin arasından
sorunsuzca geçiyordu. Gözleri tavana, ışıklandırmalara dönüktü; sarı beyaz ışıklar karman
çorman hale geliyorlar, gözlerinin önünde akıp giden tavan halini alıyorlardı. Tabi Kamil
baktığı için gördüğünü sarı beyaz tanımsız bir şey sandı. Sanısı ameliyathanede iyice
kendinden geçirilene kadar sürdü.
Kemik, kafatası ve kan. Yirmi saatlik bir ameliyatın ardından ameliyathanenin kapıları
gıcırdayarak açılıp doktor çıkıp geldiğinde Kamil’in bütün yakınları adamın başına
üşüşüyorlar. Farklı tarzda aynı anlamda birçok soru. Hepsine verilen tek bir yanıt: Şu an
için kesin olan bir şey söyleyemeyeceğiz. Doktor karısıyla özel olarak konuşmayı tercih
ediyor. Kırlaşmış bıyıkları seğiriyor kadına durumu açıklamaya çalışırken. Gözlerinde yalan
yok, his yok. Doktor konuşurken kadın bazı kelimeleri apaçık seçiyor: Beyin kanaması,
beyin ölümü, kırılan kemikler. Etraf kararıyor, doktor solarak kayboluyor, kadın yapayalnız
kalıyor. Ancak doktorun mekanik bir şekilde hanımefendi deyişleri sayesinde kendine
gelebiliyor. Oracığa çöküveriyor; gözlerinden süzülen yaş, yanaklarını okşayarak iniyor
aşağı. Daha o gün kavga etmişlerdi kocasıyla, hep ederlerdi. Nefretle yürüyen ilişkilerinde
şimdi sevgi gerekiyordu. Mümkün müydü? Çocuklarına nasıl söyleyecekti babalarının öl-...
Yoktu babaları. Artık.
Umudunuzu yitirmeyin diyordu doktor kadının arkasından. Kadın başını sallıyor tamam
anlamında. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş, yüzü solmuştu. Oğlu son anda koluna
girip onu tutmasa bayılıyordu. Her şeyin bittiğini hissetti, kocası için çoktan bitmişti; onlar
için de bitmişti. Kız çocuk da annesiyle birlikte ağlarken erkek çocuk sorumluluklarının
bilincine vararak suskun kaldı. Göz kapaklarının ardında bir emrine bakıyordu gözyaşları.
O emirse çok uzun zaman sonra verilecekti.
Ulaşılmaz babaları için bu hayatın çoktan bittiğini, onun yaşamasını umut etmenin
hayat bilincinin getirdiği bir formaliteden ibaret olduğunu kısa süre sonra anlayacaklar;
talihsiz, çaresiz, ruhu bedenine sıkışmış kaskatı kesilmiş duran adamı evlerine
götüreceklerdi.
Kadın adamın üzerine mor örtüyü örterken beyazdan ibaret uçsuz bucaksız bir boşluk
düşünüyordu. Beyaz boşluk bütün diğer düşüncelerinin üzerini örtüyor; kadını geçici
olarak hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıyordu. Bu sefer uzun sürmedi o uzaklaşma. Örtüyü

75
örttükten hemen sonra gerçeğin yansımasını adamın gözlerinde, ona bıçak doğrultmuş
olarak buldu. Bankadaki yüklü miktardaki paraya, hiçbir şeyin eksik olmadığı evlerine
güvenemeyerek yıllar önce bıraktığı işine yeniden başladı kadın. O özel bir firmada halkla
ilişkiler müdürü olarak çalışırken hastaneden gelen hemşire Kamil’e bakıyordu.
Erkek çocuk beşinci sınıfı bitirene kadar kara önlüğüyle uyum içinde yaşamaya karar
vermiş; bütün yılı yüzü asık, arkadaşlarından uzak durmayı tercih ederek geçirmişti. Çünkü
anlamazlardı onun halini, anlayamazlardı sana cevap veremeyen bir babayla yaşamanın ne
demek olduğunu; boşuna, cevap gelmeyeceğini bilerek birine baba demeyi anlayamazlardı.
Yüzüne karşı üzgün pozu takınmayı bilirler ama pek fazla derdine ortak olmayı istemezler.
Elbette on iki yaşındaki çocuğun dert ortaklığı ne kadar olur bilinmez ama yine de içten içe
görünürde arkadaşlarından birinin yanına ısrarla oturup onu anlıyormuş pozu takınmasını
istiyordu. O ne olduğunu tanımlayamasa da hayat daralmaya, olanaklarını azaltmaya
başlamıştı. Sanki gelecek yoktu onun için. Kelime haznesi pek geniş olmayan ortaokula
geçen bir çocuk için bu duruma isim koymak pek güçtü.
Kız çocuk ise bütün gün duvarı oynuyor; bir yere oturup saatlerce düşünmeyi
yeğliyordu. Ölüm geçici üzüntü kaynağı olurdu; tabutunun başında ağlardı, o gün boyunca
ağlardı ve sonra her bayram mezarına gidip ağlardı. Bazen de babasının görüntüsü aklına
düştüğü zaman ağlardı. Babasının kronik heykel durumu ise aile üyelerinin hepsini siyaha
meylettiriyor; onları çalan her şarkıda ölüm marşının ezgilerini yakalamaya itiyordu. Umut,
umut ve başını öne eğip gerçeği kabullenmek...
Dört yıl sonra babası rutin kontrollerinden birine götürülürken kız babasının yanında
yoktu. Arkadaşlarıyla olmayı seçmişti o; babası yokmuş gibi davranmayı seçmişti o.
Kamil! Ah oğlum, sana ne oldu böyle! Kamil’in annesinin yakarışlarıyla sorulursa ne
olmuştu Kamil’e? Neler olmaktaydı?
Kamil kapıdan girdiğinden beri düşünüyordu. Aynı yere sırtını dayamış, aynı
pozisyonda oturuyor, aynı kişiyle konuşuyordu. Düşünceleri çoğunlukla yaptıkları ve
yapamadıklarıyla ve pişmanlıklarıyla alakalıydı. Nasıl bu hale geldiğini de ara sıra
sorgulardı. Özel olarak mı seçilmişti? Metrelerce yüksekten düşüp ölmemek, beyninin
gözle görülür kısmını yitirmek ve kendini hem ölü hem de canlı hissederek yaşamına
devam etmek.
Bekleme salonunda geçirdiği onlarca ayda ne açlık ne de tuvalet ihtiyacı hissetmişti.
Parmağını kanatmış ama acı kavramı yakınına bile uğramamıştı.
Ağacın gölgesinin altında kadınla konuşmak iyi geliyordu. Yıllar geçse de hala kadının
kim olduğunu hatırlayamamıştı. Her zaman çok yakınındaydım demişti kadın. Kadının
verdiği cevap kendi cevabı olduğuna göre kim olduğunu hatırlaması gerekirdi ama
hatırlayamamıştı. Sonrasında, buradan gitmeden önce kadının kim olduğunu, tavandaki
kapıda ne olduğunu öğrenmesi gerektiğini anladı. Anlamak... Ne muhteşem bir eylem!

Zaman... Şimdi, olan şimdi ve olacak olan şimdi. Kısır döngüye saplanmış kalan
canlılar. Kısır döngüye isyan edip en sonunda çaresiz kalan insanoğlu. Zafer bayrağı
memnuniyetle dikilebilirdi şimdi. Çünkü şimdi vardı burada. Hep şimdi; aynı
Hemingway’ın dediği gibi: Şimdi, sonsuza dek şimdi.

Önünde yükselen merdivene saatlerdir gözlerini dikmiş, kararsızlıkla boğuşuyordu.


Acele etmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Bedeni her an bir epilepsi krizi daha geçirebilir;

76
bir avucun içindeki zar gibi sarsılır; oda yana yatar, tavanla taban yer değiştirir, kriz
geçtiğinde her şey eski haline dönerdi. Krizin getireceği kısa süreli keşmekeşin
görüntüsünün üzerinde oluşturduğu baskıyla sol elini helezonlar çizen merdivenin
basamaklarından birine attı. Sonra sağ elini... Kendini yukarı çekerken ayaklarını aşağıda
kalan basamaklardan birine rasgele koydu. Kol eklemleri birbirinden ayrılacakmış gibiydi.
Yüzünde belirgin bir kuşku ve aralık kapıdan gelme ihtimali olan krizden kaynaklı bir
korku vardı.
Tahta merdivenin dönüş noktasına ulaştığında, saçlarının koruması altındaki başının
acıdığını –Şaşkınlık...- Acımadığını hissetti. Duygu anında ortaya çıkmış anında yok
olmuştu. Merdiven mekanik bir ses –dişlilerin dönmesine benzer; benzer sadece- eşliğinde
çevresinde tam dönüşler yaparak basamak basamak yükselmeye başlamıştı. Merdivenin
hortumvari dönüşü durduğunda gen benzeri merdiven açılmış; normal, dünyevi bir el
merdiveni görünümü kazanmıştı. Kafasının yirmi santim üzerinde yeşil tavana
kondurulmuş mavi kapı anlamsızca duruyor, açılmayı bekliyordu. Açıldı da. Onlarca el
uzandı karanlıktan, bedeninin her köşesinden tuttular ve çektiler onu. Aceleleri vardı sanki.
Kamil çaresizce karanlığa çekilirken içinden hiç çığlık atmak gelmedi. Bitse de rahatlasak
tavrı vardı yüzünde.

Gözler ona yukardan bakıp saçma sapan hareketler yapan insana odaklıydı. Hareketini
engelleyen bir şeyi sarındığından emindi. Kurtulmaya çalıştı; fütursuzca ağladı; ağladıkça
sevdiler onu. Kadının kollarında aheste aheste sallanırken kulağına anlamsız melodiler
çalındı. Gözleri yarı yarıya kapanmıştı; uyumaya çok hevesli haldeydi. Başka bir kucağa
geçerken minik ağzı yavaş açıldı ve ağlama gereği duydu. Adam oğlunu kucağına alıp
annenin yaptığının aynısını yapmaya çalışsa da başarılı olamadı ve bebeği anneye iade etti.
Kamil annenin sıcaklığına ve kutsallığına teslim edip uykuya daldı.
Üzgün gözler onu ilk terk eden kızın ardından baktı. Terk etmemişti aslında; Resmiyette
anlaşarak ayrılmışlardı. Lise ilişkisiydi sonuçta. Aşk denemezdi aralarındaki ilişkiye,
karşılıklı hoşlaşmaydı. Çoğu lise ilişkisi gibi tamamen fiziksel özelliklere dayalı bir ilişki.
İlişkilerini üniversiteye kadar taşıyabilen talihlilerden, hoşlaşmalarını aşka dönüştüren
talihlilerden olamayacağını biliyordu ama bu fazla erken olmuştu. Seni seviyorum
dememişti hiç kıza. Çünkü aşk değildi kıza duyduğu. Aşk olmadığını biliyordu çünkü kıza
karşı hissettiklerini tanımlayabiliyordu. Hoşlanma. Karşılıklı Hoşlaşma. Tokat yemediğine
sevinerek –atılan bir tokat kızın onu sevdiğine işaret olurdu- arkasını döndü ve ortamdan
çekip gitti. Lise hayatına dört hoşlaşma sığdırdı. Ve hiçbiri midesindeki kelebekleri
kozalarından çıkartamadı. Ta ki...
Lise bitene kadar. Üniversite’de gördü onu. Başka bir bölümde, başka bir evrende,
başka bir zamandaydı kız. Evreka dedi içinden kızı ilk gördüğünde. Bulmuştu gerçekten,
kelebekleri uyanmıştı; çırpılan kanatların mide duvarına her çarpışı tarifsiz bir
karıncalanmaya sebep oluyordu. Kıza gülümsemişti daha ilk onu gördüğünde. Kız daha o
gülümsemeyi fark edemeden arkasını dönmüştü ama pes etmeye niyeti yoktu.
Kelebeklerine bir günü bir yıl gibi geçirtecekti. Kıza duyduğu hissin tarif edilemez
olduğuna karar kıldıktan sonra –tam bir sevgi ya da hoşlanma olmadığından emindi; belki
bir nebze hoşlanma vardı, ilk görüşte aşk her zaman görüntüye öncelik vermiştir- cesaretini
topladı kızın yanına gitti. Kızın sürüden ayrılmasını beklemedi bile, gitti ve söyledi.

77
Eveeeet! Diye bağırıyordu bir sonraki sahnede. Düğün salonunun dolduran kalabalık
istediklerine almışçasına çılgınca alkışlıyordu. Annesiyle babası kalabalığın başını çekiyordu.
Babası orada gülümsüyordu ona. Gerçek miydi o gülümseme, yoksa zorunda olduğu için
mi gülümsüyordu? Annesinin gülümsemesinden emindi ama babasınınki... Hayatı boyunca
babasının hangi gülümsemesinin gerçek olduğundan emin olamamıştı. İTÜ’yü
kazandığında onun yüzündeki gülümseme sahteydi ama babasınınki gerçekti. Oğlu
mesleğini devam ettiriyordu, nasıl gülmesin!
Koltukta kucağında iki yaşındaki kızıyla uyuya kalmıştı. İki yıl sonra küçük kız çocuğu
onu paçasından çekiştirirken kucağında oğlu olacaktı bu sefer.
Sabah uyan, kravatını bağlamakla uğraş, kahvaltı yap, işe git ve gel, çocuklarla ilgilen,
yat. Hep aynı...
Bu sefer görüntüde dört katlı bir apartman var. İkinci kat alevler içinde. Çantasını atıp
koştu. İtfaiye arabaları, güvenlik şeridinin ardından canlı sinema keyfi yaşayan seyirciler...
Karısı, çocuklar! Gözleri onları arıyor ama bulamıyor. Dizleri üzerine çöküyor, ağlıyor.
Yarım saat sonra ardında tanıdık bir duyuyor. Bab-ba! Oğlunun sesi. Ailesi yaşıyor. Gözleri
yaşarmış, burnunu çekerek onlara sarılıyor. Karısına yangının açık kalan ütüden
kaynaklandığını hiç söylemeyecekti.
Bir gece yarısı hiç bilmediği bir sokakta yürüyordu. Sokağın nereye çıktığı hakkında en
ufak bir fikri yoktu, yolculuğun nerede biteceğini bilmiyordu. Sokak lambalarının soluk
ışığı altında yürümeye devam ediyor; kendi kendini sorguluyordu. Neden diyordu; neden
bu işi yapıyorsun? Cevap veriyordu: Babam istediği için. Neden o kadınla evlendin? Cevap
veriyordu: Sevdiğim için. Peki, neden sorguluyordu cevabı bu kadar net soruları. Yaşamımı
başkaları belirliyor, başkasının yaşamını da yine başkaları.
Sabah uyan, kravatını bağlamakla uğraş, kahvaltı yap, işe git. Şantiye şefi mola zamanı
geldiğinde yine çıkar onuncu kata. Yüksekten bir aşağıya bir gökyüzüne bakar. Sonra
merakı onu asansör boşluğuna doğru çeker. Ne yirmi yedi yaşındadır ne bir rock yıldızıdır
ne de kariyerinin zirvesindedir. Yine de kendini aşağı doğru bırakırken kendini önemli işler
başarmış biri gibi hisseder. Kuş gibi özgürdür üç dört saniyeliğine. Özgürlüğü hisseder
düşerken. Belki de bütün hayatı boyunca aradığı buydu: ÖZGÜRLÜK. Her felsefecinin
üstünde kafa yorduğu, bazılarının hayat demekle yetindiği, cahillerinse öyle bir şey diyerek
geçiştirdiği ütopik bir kelime. Özgürlüğe kavuşması kısa sürer. Bilinci ancak beyninin
bekleme salonunda açılacak, orada geçici özgürlüğüne kavuşacaktı.
Ruhtur artık o. Gözlerini kapadığında bedeniyle görebilecek ama sadece bedeninin
baktığı yeri. Ne gözyaşı dökebilecek ne de göz kırpabilecek.

Kapı açıldı ve Kamil aşağı atıldı. Başı merdivene çarptı, burnu kırıldı ve daha çığlık
atmaya zaman bulamadan kırık burnu eski haline geldi. Sırtı beyaz zemine çarptı. Acı göz
açıp kapayıncaya kadar kayboldu.

IX

Hayat. Bir andan ibaret sadece. Her an aslında bir anın parçası. Doğum anı, yürümeye
başladığın an, konuşmaya başladığın an, büyüdüğünü anladığın an, bir şeyleri fark ettiğin
an, sevdiğin an, üzüldüğün an, güldüğün an, merak ettiğin an, pişmanlık duyduğun an,

78
hissettiğin an... Hepsi tek, bütünün bir parçası. Hepsi kitabın bir bölümü. İlk bölüm
doğum, son bölüm ölüm. Bu kadar.
İnsan. Doğum ve ölüm arasını zorlaştıran bizleriz. Kamil içinse o ara geçmek
bilmemişti. Aynı yatakta, aynı odada onuncu yıla giriyordu.

— Hazırlan.
— Sonunda gidiyorum ha?
— Evet.
— Bana kim olduğunu söylemeyecek misin?
— O yatakta yatan bedenin, sen ruhsun bense senin benliğinim.
— Bedenim erkek, ruhum erkek peki sen niye...
— Görüntüye bakmakla yetinme.

İlerdeki kara bulutlar gürledi, şimşekler çaktı. Gökyüzü kararmaya, çimenler görünmez
bir alevle tutuşmaya başladı. Felaket yayıldıkça yayıldı benin ülkesine. Kamil tepedeki
kapıya doğru koşarken kadın arkasında kalmış; ağacın yüksekteki dallarından birini
oturmuş onu izliyordu. Yüzünde beni merak etme tarzında bir ifade vardı. El salladı
Kamil’e. Ve soldu. Şeffaflaştı ve kayboldu.

Erkek çocuk iki yılı aşkın süredir eve gelmiyordu. Bir kere bile aramamıştı. Kız çocuk
ise İstanbul’da açtığı yerde psikologluk yapıyordu. Çocukların önemli bir şey olmadıkça
gelmeye niyetleri yoktu sanki. Önemli kelimesinin altını çizmek lazımdı burada. Ne kadar
önemli bir şey?
Eş ve koca. Kalmışlardı baş başa yine. Aynı ilk evlendikleri zamanki gibi. Kadın
affedilemez şeyler yaptığını biliyordu. Tanrı (ya da Kamil) onu cezalandırmış; akciğer
kanserine yakalanmıştı. Kadın kısa zamanda eriyip tükenmiş, on yıl yaşlanmıştı. İsteksizce
de olsa sigarayı bırakmak zorunda kalmıştı. Kanla ıslanan dudaklarını silip kocasının yanına
çöktü. Niyeydi bu inat! Herkes ondan umudu kesmişken Kamil neden yaşamakta ısrar
ediyordu? Neler dönüyordu kafasının içinde? On yıldır kocasından cevap alamamak, sesini
duyamamak kadını delirtme noktasına getirtmiş, sigaraya başlatmış ve bıraktırmıştı.
Kanlı öksürüğü mor örtüyü boyarken kadın aldırmadı bile. Kamil’in üzerine bedenini
dayayıp hıçkırarak ağladı. Kamil duymadı bu hıçkırıkları. Duyamayacaktı da. Kadının
ağırlığını verdiği beden titredi, sarsıldı, kasıldı. Kâbus görür gibiydi, tüm gücüyle
korkusuyla mücadele ediyor ama uyanamıyordu. Vücudunun her yerine bağlı görünmez
ipler çekiliyor, adam kukla gibi kollarını bacaklarını görünmez hedeflere savuruyordu.

Kamil neler olduğuna bakmak için yerinden kalktı. Tavandaki kapının ve daha önce
tamamen açık olan kapının yerinde dikdörtgen biçimli kapkara bir is vardı. İsin yayıldığını
odanın renklerini kaçmaya zorladığını gördü. Yayılan isle birlikte odanın duvarları yapboz
parçaları gibi dökülüyordu. İs aralık kapıya ulaştığında anında kapıyı esareti altına alıp
siyaha boyadı. Kapı döküldü. Kaçacak yer kalmamıştı. Merdivenin basamakları parçalandı
ve karanlık boşluğa karıştı. Her fani ölümü tadacaktı, burası kesindi lakin niye böyle olmak
zorundaydı? Tek bir duvar kalmıştı. Beyaz bir duvar, adını bilmediği bir renkte sıradan bir

79
kapı. Bu muydu yani? Ölüyordu sonuçta, daha iyi bir uğurlama beklerdi; kimse boynuna
çiçek asmamıştı ya da eline yelpaze tutuşturmamıştı. Nereye gidiyordu?
Kapı gıcırdayarak açıldı. Gıcırdadı, gıcırdadı ve sustu. Rüzgâr Kamil’in bedenini ıslak,
yapışkan bir dil gibi yaladı ve onu içeri çekti. Sanırım başka seçeneği yok derken ilk
adımını içeri atmıştı bile.
Taş döşeli bir yoldaydı. Yağan kar rüzgârın etkisiyle ona yöneliyordu. Yanında yerde
duran tekerlekli bavula takıldı gözü. Kırmızı renkli bavul Kamil’in kaşmir takımıyla uyum
içindeydi. Üzerindekilere hayranlıkla baktı. Bunu sevdim derken hala gerginliğini
üzerinden atamamıştı.
Bavulunun tutacağından tutup yürümeye koyuldu. Yürürken yolun iki yanında kar
yağışı altında yüzleri seçilemeyen insan siluetleri beliriyor; onu arkasından takibe
koyuluyorlardı. Karlar ceketine düşüp kaderlerine razı olarak erirlerken Kamil de
eriyeceğini bilerek ilerledi. Eriyecek, buharlaşacak ama bir daha yağmayacaktı. Karlar
ölümsüzdürler ama Kamil değil.
Yolun sonuna vardığını fark etmesi pek zaman almadı insanın. Elips biçimli bir geçit
vardı karşısında. Işık saçıyordu etrafa, belki de sadece insana umutsuzluğa kapılma diyen
bir dekordu sadece. Pişmanlık için çok geç! Hüzünlenmek için çok geç! Bütün yolların
kesiştiği nokta. Işığa en son, en değerli adımını atmadan önce arkasını dönüp baktı
kalabalığa. Herkes oradaydı. Ölmüş olamazlardı. Dekorlardı işte! Annesi, babası, eşi,
çocukları, arkadaşları, çocukluktan tanışıklığı olan insanlar... Hepsi onun için
toplanmışlardı. Yüzleri ifadesiz, onu seyre dalmışlardı.
Adam yutkundu, niye konuşmuyorlardı? Niye kimse hoşça kal deme lütfünü
göstermiyordu? En azından yalancıktan da olsa seni özleyeceğiz deselerdi. Arkadaşlar
önden bıçaklarlar. Konuşun! Hiç mi sevmemiştiniz beni?
Hızlı hızlı nefes alırken gözlerinin dolmasına engel olamadı. İnsanların, dostlarının,
yakınlarının yüzündeki o ifadeye ortak oldu. Aynı onlar gibi gülümsedi. Titrek ama içten
bir gülümseme. İnsanlar kar taneleri halinde yok olup dağılırken gökyüzüne ve tekrar
yağarlarken Kamil Şendemir gözlerini kapayıp O’nun son sürprizine bıraktı kendini. Son
adımının ardından ışık yavaş yavaş sönerken arda kalan bavulunun tekerleklerinin taş
zemine sürtüş sesi oldu. Karısının yanına gelmesi biraz daha uzun sürecekti. Biraz daha...
13.01.2008

80
MonAmi
Tıp tıp tıp tıpı tıp tıp tıp…
Geldiler.
Tıp tıpı tıp tıp tıp…
Kalabalıklar.
Rüzgârın uğultusu açık unutulmuş camdan içeri sızıyor; belli belirsiz sesi yatağında
kabus görmekte olan çocuğun kulağına çalınarak gördüklerine müphem bir fon müziği
oluyordu. Yatakta yatanın yüzü ter içinde kalmıştı; elleriyle yatak örtüsünü sımsıkı
kavramış; yaz aylarının değişmez örtünme gereci olan mavi pikesi ayaklarına dolanmıştı.
Göz kapaklarının ardında neler yaşandığı meçhuldü ama ne gördüğü belliydi: Silgi.
Kâbuslarının daimi ziyaretçisi haline gelmişti bu silme araç gereci. Karanlıkta tıp tıp
sesleri çıkartarak ilerliyorlar; rüyasında uyumakta olan bedeninin üzerine tırmanıp esnek
yapılarının verdiği avantajlarla yüzüne doğru eğilerek kahkahalar atıyorlar ve hiçbir zaman
bitiremeyeceksin diye bağırarak vudu danslarıyla ortamı terk ediyorlardı. Okul günlerinin
görünüşte masum ama bir o kadar mistik, parapsikolojinin yıllarca üzerlerinde çalışmalar
yaptığı silgiler rüyalarını işgal etmekten büyük zevk duyuyorlardı. Amaçları Haldun’un ulvi
gayesini gerçekleştirmesini engellemekti. Haldun lise birden beri kullandığı, on beş kez
arkadaşlarına ödünç verip sekiz kez kaybedip bulduğu silgisini son kez ÖSS sınavında
kullanarak bitirmeye niyetliydi. Bu gerçekleşirse silgi aleminin okul araç-gereçleri
ailesindeki şöhretleri yerle bir olurdu. Silgiler bitmemeliydiler; bitemezlerdi. Bu böyle süre
gelmişti ve sürecekti de… Bir çocuğun aptalca hevesi silgilerin gizemlerle dolu şöhretini
baltalayamazdı. Onlar zamanı geldiğinde kaybolmak ve başkası tarafından bulunup tekrar
kaybolarak kısır döngüyü sürdürmek için yapılırlardı. Tabuların yıkılması… Düşüncesi bile
ürperticiydi. Diğer insanlar da, isterlerse silgilerinin kaybolmayabileceğini fark ederlerse
kim bilir neler olurdu? Minicik kalmaya başladıklarında silgiler kalemlere ne derlerdi
yoksa?
Haldun engellenmeli!
İbrahim Müteferrika Anadolu Lisesi’nin liseye başlamış olmanın heyecanını daha
üzerlerinden atamamış; üst sınıflar tarafından çömez yaftasını yemiş dokuzuncu sınıfların B
sınıfında. İsmi Haldun’du çocuğun. Sınıfta belirli bir yeri hiç olmamıştı. O gün kim
gelmemişse onun yerine oturur; kimseyle ilgilenmeden –bu durumda kimse de onunla
ilgilenmiyordu- kafasını karalamalar yaptığı kâğıtların arasına gömer; bazen resimler çizer
bazen de şiirler yazardı. Çevresindekiler güneşin altında oynarken o gölgede kalmayı tercih
eder; onlarla konuşmaktan olabildiğince sakınırdı.
Her şey o gün başladı. Haldun’un varlığını ısrarla reddeden arkadaşları aniden sınıfta
başka birinin daha olduğunu fark ettiler. O biri aynı onlara benziyordu Gözleri, kulakları
vardı. Hatta kızıyor, bağırıyordu da. Saçları kısa kesim çelim, onların yaşlarında çelimsiz
bir erkek çocuk hışımla sırasından kalkmış; elindeki kalın test kitabını tahtaya fırlatmıştı.
Dikkat çekmek gibi bir derdi yoktu; belki de bu yüzden tüm gözler o an için onun üzerine
çevrilmişti. Haldun bakışlara aldırmadan dizleri üzerine çökmüş; arada kâküllerini
düzelterek kaybolan silgisini aramaya koyulmuştu. Kaçıncı defa silgisi kayboluyordu.
Kayboluyor ve o da ısrarla silgisini arayıp eninde sonunda buluyordu.
Nehirde altın bulmuşçasına parladı gözleri. Elinde beyaz renkli az kullanılmış Monami
marka bir silgi tutuyordu. İlkokuldan beri bu markada ısrar ediyordu. Hesaplarına göre bu
silgi öğrenim hayatına başladığından beri kullandığı yirmi sekizinci silgiydi. Silgiyi ona

81
bakan arkadaşlarına gösterip sonradan pişman olacağı bir cümle kurdu. Cümle öyle
iddialıydı ki lise ikiye kadar hiç biri ona inanmayacak; lise üçe geldiğindeyse lise ikiden
kalma kuşkuları önyargıları ve bencil tutumlarıyla birleşerek yerini tamamen inanamazlığa
bırakacaktı. Cümleyi sarf ettiği an ise bazısı güldü; bazısı tepkisiz kaldı. Bazısıysa zaten
bilinen olayı öne sürerek Haldun’a cevap verdi.
Size söylüyorum:
Bu silgiyi ÖSS’yi atlatana kadar kaybetmeyecek ve onun yok olmasına izin vermeyeceğim.
Silgiler kaybolur Haldun!
Kaybolurdu. Artık kaybolmayacaktı. Silgiyi alıp hışımla cebine soktu ve sınıftan dışarı
çıktı. Lise ikiye geldiğinde silgisini üçüncü kez kaybedecek; sınıftakiler onu alaya alsalar da
silgisini bulmak konusunda ona yardım edeceklerdi. Silgi sınıf kapısının eşiğinde gri bir toz
tabakasıyla kaplı halde bulunacaktı. Bu, silginin ilk ciddi kaçış denemesiydi. İlk üç kayboluş
denemesinde Haldun’un ne yapacağını merak etmişti. Diğer öğrenciler gibi kısa sürede
aramaktan vazgeçip başkasının silgisini sahiplenmek ya da başka silgi alırım deyip aylarca
silgi almamayı göze almayı seçmemişti. Her defasında eğilip sıralarında arasında gezinerek
onu aramıştı. Monami marka silgisini…
Bıkmıyordu. Bir soru bir sorudur demesi lazımken o usanmadan silgisini arıyordu.
İfadesiz yüzünde tek hareket eden gözleriydi. Umutla silgisini arayan gözler…
Lise 2. Otuz Nisan Perşembe. Dördüncü deneme. Haldun kendi aldığı doğum günü
pastasını boş derste arkadaşlarıyla birlikte yemekle meşgulken silgi beklenmedik bir
hamleyle yanındaki uçlu kaleme selam ederek sıradan aşağı yuvarlanıvermiş; eylemini mor
karolarda devam ettirerek kapıyla arasındaki mesafeyi yarılamıştı. Plastik bir çatal kauçuğu
delip üzerindeki onanmaz üç delik açarken o an işin ciddiye bindiğini anladı. Silinmekten
karbonla boyanmış tarafında görünmez bir somurtuk ifadeyle uçlu kalemin yanına geri
kondu. Çocuk ciddiydi.
Zaman akıyor; silgi tozları çoğalıyor.
Haldun silginin bitmemesi için soruları düşünerek çözüyor; düşünürken aklı sorulardan
başka yerlere kayıyor; bu da sisteme uyumunu güçleştiriyordu. Sistem daha çok soru; daha
az sorgu istiyordu. Sistem daha çok silgi tozu; daha az düşünce kırıntısı istiyordu. Sistem
silgiydi; beğenmediğini silerdi. Nasıl olsa kalemi için onlarca yedek ucu vardı. Ya o silgi
biterse?
Lise 2. Karne günü. Beşinci deneme. Haldun Sabırlı. Öğretmen istemsizce karnesine
göz gezdirdikten sonra ağzında yarım bir sırıtışla Haldun’un elini sıkıyor. Ayrıntı adamı
Haldun öğretmenin elinden kurtulup sağ ayakkabısına doğru hamle yapıyor; sıska
parmakları çözülmüş bağcıklara ulaşıyor. Silgi çoktan havai gömleğinin cebinden çıkmış,
yerde seke seke öğretmen masasının altına girmişti. On beş dakika sonra tekrar gömleğin
cebine girecekti.
Zaman huzursuzca akarken silginin endişeleri de artıyordu. Yeni bir sahip bulmalı ve
varlığını devam ettirmeliydi. Ama Haldun işi iyice azıtmış; silgiye açtığı delikten zincir
geçirerek onu boynuna asmıştı. Silgi artık tamamen koruması altındaydı. Ancak soru
çözerken ve banyo yaparken silgiyi boynundan çıkarıyordu. Haldun gittikçe küçülen silgiye
erken kazanılan bir zaferle bakarken Monami silgi için durum hiç de öyle değildi.
İçinde açılan derin boşluk silgiyi hüzne boğuyor; o boşluktan geçen zincir her
sallanışında kauçuğunu gıdıklıyordu. Üzerindeki kâğıdın renginin tamamı da yitmişti zaten.
Kala kala barkodun bir kısmı kalmıştı. Silgi yaşlandığını kabul edemese de kalemler bunu

82
ona hatırlatmaktan geri durmuyorlardı. Gerçekten yaşlanıyordu; döktüğü gözyaşları silgi
tozlarından ibaretti ve her silgi tozu ölümsüz ömürlerinin bir parçasıydı. Parçalar ayrılıyor;
bütün dağılıyordu. Hani ölümsüzdü silgiler?
Haldun çığlık çığlığa uyandı ve eli boynuna gitti. Göğsü rahatlamayla inip kalktı.
Oradaydı silgi. Uslu uslu duruyordu. Bir yerlere ışınlanma şansı yoktu, o zincirden
kurtulana kadar yoktu. Mutfağa gidip su dolu bardağı içmeden önce suyun bardaktaki nazlı
salınışına düşünceli gözlerle baktı. İçti sonra onu.
Lise 3. Altıncı deneme. Arkadaşıyla bir nedenden ötürü tartışıyor ve Haldun’un zayıf
noktasını bilen arkadaşı sıranın üzerinde duran yarısı bitmiş silgiyi bağlı olduğu zincirle
beraber ikinci katın penceresinden aşağı fırlatıyor. Haldun şaşkınlığını iki saniye içinde
üzerinden atıp pencereden atlarken o an zaman duruyor ve çılgınlık anının garip açılı
kamerası sınıfta geziniyor. Silgiyi atan kişide korkuyla şaşkınlık bir arada bir ifade. Kız
erkek ayırt etmeksizin yüzlerde tepkisizlik, nasıl bir ifade takınacaklarına dair kararsızlık.
Havanın ayrı bölgelerinde uçan üç sinek. Pencereden dışarı süzülmüş oldukça büyük bir
havuza altı metre yüksekten gözünü kırpmadan atlayan Harun. Ayakkabı numarası kırk üç.
Kırık bir el, hırpalanan bir vücut ve ucu silginin dokunuşuyla kaşınan, kanayan bir burun.
Kırmızı renkli devasa bir kazan Haldun’un önünde yükseliyordu. Etraf karanlık,
Haldun’a inat, bir karınca kadar sessizdi. Genç etrafına bakınma gereği duymadı. Hiçliğin
içinde bir canlı bir cansız varlıktan ibarettiler. Sonra kazan gümbürdemeye; çeliği kumaş
gibi dalgalanmaya başladı. İçinde bir şeyler yukarı, aşağı, yanlara düzensizce baskı
yapıyorlardı. Bir tutam silgi tozu havadan gencin saçları arasına yerleşti; ama o fark etmedi
bile. Hiçliğin içinden beyaz önlüklü iki kişi çıktı. Tabuları yıkma gereği duymadıklarını
göstermek için anlamsızca gaz maskesi takmışlardı. Haldun’u görmezden gelip el ele
vererek kazanın musluğunu açtılar ve musluktan silgilerin dökülmesini izlediler. Aynı
boyutta, dışarıdan bakıldığında kusursuz görünen silgiler… Musluktan dökülen silgilerden
birer adet alıp onları Haldun’un gözleri hizasına kaldırdılar. Maskelerinin ardında baskıya
maruz kalıp boğazlanan sesleriyle konuştular. Repliklerini önceden paylaşmışlardı.
- Silgileri bitiremezsin; ancak…
- Onları bitirdiğini sanırsın.
Musluktan akan silgiler avuç avuç toplanıp Haldun’un yüzüne fırlatılmaya koyuldu.
Bilimsel kılıklı iki şahıs bunu yaparken oldukça eğleniyorlardı. Boğuk kahkahaları hiçlikte
hiç oluyor; silgileri attıkça atıyorlardı. Atılan silgiler Haldun’un vücuduna çarptığı an silgi
tozuna dönüşüyorlardı. Tozlar birbirlerinin üzerlerine dökülerek ta ki Haldun’un bütün
vücudunu kaplayana dek yükseldiler. Bir seksenlik gri-beyaz tepecik kaşla göz arasında
yepyeni bir silgiye dönüştü. Önlüklü şahıslar yaptıklarından memnun, geri adımlarla
karanlığa karıştılar. Musluktan, olmayan yere düştükleri gibi sevinçle zıplamaya başlayan
silgilerin tıp tıp tıp sesleri hiçliği doldururken Haldun’un ağzına çorap tıkılmışçasına çıkan
haykırışları kâbusun teferruatları olarak kaldı.
Uyandı. Odasındaki saatin tiktaklarından, banyodaki musluktan damlayan damlaların
tıptıplarından nefret eder hale gelmişti. Boynunda asılı olan silgiyi aldığı gibi onu plastik
bardağa doldurduğu suyun içine attı ve bardağı buzluğa postaladı.
Günler geçtikçe kâbuslar şiddetlenmiş; tıp tıp sesleri artar olmuştu. Silgiler artık tehdit
ediyordu onu. Haldun ise kendini telkin ediyordu: Silgisini bitirip devrim yapacak; ezber
bozacaktı. Belki… Belki diyordu Harun. İnsanlara isterlerse silgilerini
kaybetmeyebileceklerini ve böylece onları bitirebileceklerini gösterebilirim. Paraları da

83
ceplerinde kalır. Bir kişi aramaya inanmazsa olanı kabullenmiş olur. Geceleyin birisi
karanlıkta bir insan silueti gördüğünde gözlerime inanamıyorum diyip kestirip atarlar ve
yorganın altına sokulup insan siluetinin ona musallat olmaması için başlar duaya. Hâlbuki
bir vantilatör ya da askıya asılı bir palto ne diye peşinden gelsin ki?
… .. .-..
Lise Son. Balkonda oturmuş gizlice sigarasını tüttürüyordu. Uçsuz bucaksız karanlıkta
kırmızı bir nokta bir parıldayıp bir sönmekteydi. Balkon kapısı he zaman olduğu gibi
aniden açıldığında sigarasını eşofmanının cebine tıkıvermişti. Annesi o gece sigarasını
görmezden gelse de cebindeki deliği ve ayağındaki sigara yanığını Haldun’un görmezden
gelmesi mümkün olmayacaktı.
Silgiyi buzluğa tıkalı beş ay olmuştu. O beş ay içinde yedi silgi değiştirmiş; Hiç biri o
silginin yerini dolduramamıştı. Hiç birinin o silgi kadar iyi silemediğinden; hiç birinin o
silgi kadar parmaklarının arasına oturmadığından emindi. Yedi silgiden geriye kalan avuç
avuç silgi tozu ve silinen yazıların ardında bıraktığı silik hayal kırıklığı…
Bir silginin hayalleri olabilir miydi? Bir silgi düşünebilir miydi ki? Silgilerin
ışınlanabildiklerini anlamak yüz elli yıllarını; Bu ışınlanma meselesine alışmak ise bir
asırlarını almıştı. Silgilerin düşünebildiğini hatta konuşabildiğini anlamaya çalışmak ise
insanın gelenekselleşmiş, tabularla örülmüş, gerici ya da ilerici, kuşkucu, kendinden emin,
beyaz, siyah ya da binlerce renkle dolu tüm düşünce balonlarını değişim borusundan çıkan
değiştirici iğnelerle patlatırdı.
Ama silgi buzun içinde kaldığı zaman zarfında düşünmüştü. Dışarıda olduğu zamanlar
Haldun’dan kaçıp durmuştu. Buza girdiğinden beriyse tek düşündüğü, çocuğun üzerinde
baskı kurduğu parmaklarıydı.
… .. .-..
Ahir zamandan kalma yazılarla dolu sıranın üzerinde gri-beyaz bir leke gibi duran
silgiye yüzünde herhangi bir duygu belirtisi olmadan bakıyordu. Silgiye buzdan çıkardığına
pişman olmamıştı. Hatta bardağın içindeki buz erirken o sandalyeye oturup beklemiş;
silginin suyun dibine yol alışını seyretmişti.
Tüm arkadaşları raporlarını alıp bir hafta önce ayrılmışlardı okuldan. Öğretmenler de
gelmiyordu. Sadece silgi ve o. Başparmak tırnağı boyutuna kadar küçülen silgi çoktan pes
etmişti. Hızlı yaşlanma süreci ona pahalıya patlamış; onda kaçacak hal bırakmamıştı. Silgi,
Haldun bakmazken gövdesini ağı ağır sıranın kenarına çekip kendini aşağı bıraktı.
Düşerken tutan; yerdeyken alan olmadı. Silgi kaçmaya devam etmeye; Haldun yerdeki
silgiye uzanmaya üşendi.
Daktilo Sesi…
ÖSS GÜNÜ. Sınava gireceği okulun bahçesinde ilerlerken güvercinler havalanıyor.
Güdümlü bir güvercin pisliği omzuna yerleşip yayılıveriyor. Üst araması. Çok öğrenci,
sayamıyor. Günlerce çalışanlardan yayılan kaygıyla çalışmayanların sakin tavırları havadaki
oksijeni dengeliyor. Kalemler yarışa hazır. Jokeyler dikkatli; tüm gayeleri umutsuzluğa
kapılmadan hızlı bir başlangıç yapmak. Silah patlıyor. Koşu başladı. Son ve en önemli
koşu.
İki saat geçtiğinde silgi serçeparmağı tırnağı boyutuna gelmişti. Silgi tozları kâh
kitapçığın sayfaları arasında sıkıştılar; kâh yere döküldüler. Silgi küçülmeye devam etti. Her
silgi gibi. Daireler çizerek, bir aşağı bir yukarı çekerek, eskinin hepsinin kaybolmasına
özen göstererek siliyorlar; silgiler kağıdın üzerinde ahenkle hışırtılar çıkarıyordu.

84
Silgi görünmez oldu.
Elinde tuttuğu hiçe bakıp öylesine gülümsedi. Öylesine kitapçığını kapattı ve öylesine
sınav bitene kadar bekledi. Her şey o kadar öylesine gelişti ki kaydırma yaptığını bile fark
etmedi. Onunki öylesine bir amaçtı; öylesine başarıldı ve ardından öylesine gülümsendi.
04.05.2008

85
Zeus’un Kitabı

Tau - 1
Görürüm ki nicedir birbirinize haset eder olmuşsunuz. Birbirinize küfreder, birbirinizi
öldürür olmuşsunuz. İki ayak üzerine dikilip beni hatırlayacak düzeye gelmenizi bekledim.
Hatırlandım ama sadece Prophea tarafından hissedildim.

Aynen bunlar dendi bana, Solonnia’lı Prophea’ya. Üşenmiyorum ve size şimdi hikâyeyi
en başından anlatacağım. Çömlekçi Prophea’nın yaptığı çömleklere ve çömleklerin üzerine
işlediği desenlere anlam yüklemeye başlamasının hikâyesi. Biraz da Prophea’nın haklı
yükselişinin hikâyesi.
Otuz dört yıl önce karanlıktan aydınlığa geçiş süreci yaşadım. Dünya ya da her neyse
gözlerimin önünde ivedilikle inşa etti kendini. Bir tane yüz gülümsedi bana. Onu önce
uzaylı sanıp şaşırsam da sonradan o yüze alışacak ve anne demeye başlayacaktım.
Peki, babam neredeydi? Otuz yaşıma kadar yanımdaydı; en azından ortalıktaydı.
Hikâyemin babamın ortalardan bir anda yok oluşuyla ilgili bölümü sonra anlatılacak.
On yaşına geldiğimde ‘Yunan’ savaşlar ve istilalarla sarsılıyordu. Bütün arkadaşlarım
savaşmak için yanıp tutuşurken ben, bir askere alım anında kaçmaya niyetliydim. Başı hayat
sonu belirsiz bir şey için dünyaya gelmiştim. Ölmeye niyetim yoktu. Korku değildi bu.
Kan, kopan uzuvlar, çığlıklar değildi beni kılıç tutmaktan tiksindiren. Sorun sanırım
insandı. Bendim. İnsanın başında algılarını kapatmış biri olmayınca çok daha kolay
oluyordu doğruyu bulmak. Her türlü vahşeti savaş zamanı diyerek yapıyorlar; bu
yaptıklarınıysa akıllarınca Ares’e bağlıyorlardı. Onlar kendilerini böyle eğlendirirken ben ne
yapıyordum? Amacım neydi? Gırtlağıma yığılan cümleler neydi?
On beş yaşına ulaştığımda o cümleler dilimin ucuna kadar gelip alt dişlerimin arkasına
saklanmak zorunda kaldılar. Zeus’a şükürler! Dişlerim kirliydi; beş yıl sonra savaştan dönen
babam tarafından cümleler görülmediler.
Baba diyip iç geçiriyorum. Hatırladığımdan çok farklı bir görüntü var karşımda.
Bedbaht, yarım yamalak bir ruh; yara izleriyle dolu ıskartaya çıkarılmış bir beden.
Başparmak hariç sağ elinin parmakları kopmuş. Üzüldüm. Gözyaşı mıydı bu? Yüzüme su
çarpıp babamın karşısına çıktım. Sarıldım ona. Sevgi gösterisinde bulundum, yalancı bir
gülümsemeyle baktım suratına. Merak dolu sorularımla beş yıldır hep merak içindeymişim
gibi davrandım.
On altı yaşına vardığımda Zeus’a haykırdım: Ben insanların yansımasıyım. Bana
baktıklarında kendilerini görecekler; anlattıklarımda kendilerini işitecekler. Kendilerini
hatırlatacağım onlara.
Solonnia’nın at sineğiyim ben.
On sekiz yaşına erdiğimde ellerimde çamurla kalakalıyorum. Beceriksiz eller görüntüye
değil düşünceye yardım etmek için oluşmuşlar sanki. Belki gelecekte çığır açabilir,
üzerlerinden farklı yorumlar yapılabilir çömleklerimin. Şimdilik hepsi çarpık, işe yaramaz
şeyler. Çömlekçiliğe devam etmeliyim. Babamın mesleğini zorunlu olarak devraldım.
Ailenin geçimini üstlendim. İstediğim bu değildi.
Sinek havalandı…
Merdivenin yirminci basamağı gerçeğin farkına varışıyla çatırdadı ve sonra izin verdi
diğer basamakları tırmanmama. Olimpos Dağı’nın sis şapkalı zirvesine bakıyorum. Eskiler

86
hiçbir insanın en tepeye tırmanamayacağını; tırmanmaya çalışanın Zeus tarafından
cezalandırılacağını söylerler. Aklımdaki yorum Zeus’un tamamen safsata olduğunu
söylüyor. Büyükler için uydurulmuş masalların bir parçası; Ezop’un düşünerek beyin
jimnastiği yaptığı bir anlatı. Sakın insanlara bunları söyleyeceğimi düşünmeyin: Onlar için
mantıklı olan Zeus’un varlığı. Zeus’u bir anda yok edemem ama onu kullanabilirim.
VızzZ… Zzz…
Yaşım yirmi iki. Ne yaşlanmak istiyorum ne de zamanın yerinde saymasını. Yediğim
yemeklerin ve yiyecek olduğum yemeklerin arasında değişim de var. Bilgi ve beraberinde
gelen değişim. Hiç kolay değil. Eşyalarımı hazırlamaya başladım. Tüy kalem.
Enselere dikkat! Kollar, bacaklar… Tek parça giysiler… Kötü kötü!
Yaşım yirmi üç. Hiç akıl sır erdirememişimdir Zeus gibi çapkının, iflah olmazın
insanlar arasında bu itibar görmesine. Belki de gerçek Zeus o değildi; tahtında kucağında
bir sürü faniyle ya da tanrıçayla oturan, parmakları arasında şimşeğini çevirip aşağıda
kötülük yapmaktan olan bir insana o şimşeği fırlatmaya üşenen Zeus değildi. Çapkın olan
Zeus insanların görmek istediği Zeus’tu. Dağa tırmanan dolambaçlı yolun başına
bakıyordum. Zeus ‘un attığı söylenilen kayalarla tıkalıydı. Ben doğa demeyi tercih
ediyorum. Hokka ve mürekkep.
Sen şişko! Kaçamayacaksın iğnemden. Sokulmak zorundasın ya kaba etinden zorla ya da
kolundan isteyerek.
Yirmi beş yaşına bastığımda dağa çıkan yolu tıkayan kayaları tırmanarak aşabileceğimi
fark ettim. Eşyalarımın arasına parşömenler ekledim. Boş, doldurulmayı bekleyen
parşömenler. Ellerimdeki çamuru temizledim ve yanımda Zeus’a kurban edilecek bir
koyunla yola koyuldum. Kafamdaki plan başka insanlar tarafından önceden
düşünülmemiş, uygulanmamış değildi ama bir Yunanlı ilk defa düşünüyordu bunu.
Koyun’u kestim ve yedim daha kayayla tıkalı yola gelmeden.
Prophea adlı at sineği zengine de konar fakire de. Kaçmak yararsız!
Yirmi sekiz yaşındayım. Bu yaşın söylenişini çok sevdim; apayrı bir kutsallığı var. Bunu
kullanabilirim. Kusursuz olmalı, kusursuz… Tartışılmamalı, kanıtlanamamalı. O zaman da
her kafadan farklı yorumlar gelecektir. Bunun çaresine bakmalıyım.
Yirmi dokuz… Arkama bile bakmadan ailemden ayrıldım. Eğer arkama baksaydım
gidemeyeceğimi biliyordum. Çömlekçilik mesleğini yirmi sekiz gün süreyle kardeşime
devretmiştim. Benim kadar iyi çömlek yapamayacağı kesindi ama ailenin geçimini
sağlayabilirdi. Benim mesleğim ta yukarıda bekliyordu beni.
Beni öldürmeye çalıştıkça daha çok ciddiye alıyorsunuz beni. VızzZ…
Hala yirmi dokuz. Dağın zirvesine ulaşmış, içinde fısıltıların ya da herhangi, herhangi
kutsal bir işaretin olmadığı rüzgârın bedenime öpücükler kondurmasına izin veriyordum.
Bahar erken gelmişti dağın iki yüz seksen kişi alabilecek genişlikteki zirvesine. Çimenler
yeşermiş, yoncalar gruplar halinde tüm zirveyi parsellemişlerdi. Dört yapraklı yonca arasam
da bulamadım. Toplumu düşündükçe yazıyordum. Tüm bu yozlaşmayı, haksızlıkları,
ölümleri… İnsanlar ellerinin altında bir kullanma kılavuzu olmadan yaşayamıyorlardı.
Ahlak anlayışları değişmeyecekti bu kitapla; sadece var olan ahlak meydana çıkacaktı. Öyle
olsun!
Yirmi sekiz günün sonunda yazdıklarımı zirvedeki bir kayanın altına saklamış; evime
dönmüştüm. Çömlekçilik cazip gelmiyordu artık; Zeus’a ve diğer tanrılara adaklarını
sunmak isteyenlere yardım ediyordum. Hayvanlarını alıyor ve onları dağın zirvesine çıkarıp

87
bırakıyordum. Hayvanların sahipleri dağa çıkmaya korktukları için beni takip etmeye
yeltenmiyorlar; ben de hayvanları kolayca kayaların arasından açtığım gedikten geçirip
zirveye götürüyordum. Resmen yeni bir meslek bulmuştum kendime Solonnia’da. Adak
Ulaştırıcı. Hayvan başına on dört altın. Hiç fena değil. Laf aramızda kalsın insanlar
hayvanları ne kadar yükseğe çıkarırsam adaklarının o kadar kabul olacaklarına inanıyorlar.
Bir de hayvanlarını zirveye kadar çıkardığımı söylesem, herhalde son anlarını yaşarlarken
Hades’in gülümsemesini suratlarında görebilirdim. Lakin ben onlara belirli bir noktada
durup Zeus’a yakararak sahibi adına hayvanlarını kurban ettiğimi söylüyorum. Yalan!
Otuzuncu yaşın kokusu burnuma geliyor. Burun deliklerimden giriyor ve evet,
diyorum. Otuz yaşındayım. Kaybolmuşum. Neler olacağını kestiremiyorum. On bölüm ve
her bölüm üç yüz otuz altı sayfadan oluşuyor. İnsanlara nasıl verebilirdim yazdıklarımı?
Nasıl ciddiye almalarını sağlardım? Sonra düşünürdüm, önce beni takip edeni
halletmeliydim. Babamı. Üzülerek söylüyorum ki babamı öldürdüm. Aşağıya iterek hem
de. Kemiklerinin çoğu kırılmış; kolları bacakları iki büklüm olmuştu. Yüzü ıslak çimenlerin
arasında kaybolmuştu. Cesedi kimseler yokken oracığa gömüverdim. Çimenlerde kalan
kanı sonraki gün yağan yağmurla temizlendi. Bedeni bulamadılar. Bir yıl boyunca babamın
geri geleceğini uman annem bir yılın sonunda suçu babamın Atinalı erkekleri çok seven
arkadaşlarına atıp Zeus’a kocasını lanetlemesi konusunda şikâyette bulundu. Küçük
kardeşim çıkarları adına babam öldüğüne üç ay içinde kanaat getirmişti bile.
Otuz bir yaşındayım. On beş bölüm oldu kitabım. Zeus’un ağzından yazmak oldukça
zor. Düşünsenize insanlara Zeus’tan sizlere mesaj getirdim diyeceksiniz ve buna onların
inanmalarını bekleyeceksiniz. Hiç sorgulamadan, saçmalama! Git işine! Demeyeceklerinden
emin olarak. İnsanlar bana bakacaklar ve yine kendileri gibi bir insan görecekler. Seni özel
kılan ne peki? Diyecekler ve ben ancak “Eee… Şey…” yanıtını vereceğim. Yanıt bile değil.
İşte kitap burada, hepsi Zeus’un düşünceleri desem, Zeus beni seçti desem inanacaklar mı
acaba? Mümkün mü bu? Laf aramızda bu kadar aptal olamazlar ya… Görünenin ötesini
görmeden inanmayacaklardır.
Otuz birinci yaşın yarısındayım. Şehrin kütüphanesinin girişindeki sütunlardan birine
tırmanmış; orada öylece oturuyordum. Not: Sütunlar hesaplarıma göre on metre
yüksekliğinde. Nasıl tırmandığımı soruyor aklınız. Ben de kalbinize cevap olarak Zeus, her
şeye kadir Zeus diyorum. Oturduğum yerden herkes küçücük… Başlar bana dönüyor
sonra ayakları takip etmeye devam ediyorlar. Kimsenin in oradan dediği yok. İşime gelir!
Sekiz saat oturdum orada. Etrafta kimse kalmayana; çevireceğim dümene ancak kedi ve
köpeklerin sessiz şahit olabileceği zamana dek oturdum. Sonra ne oldu biliyor musunuz?
Kendimi aşağı falan atmadım, hikâyeyi neden burada bitireyim? Aşağı indim. Sekiz saat
kucağımda taşıdığım içi kan dolu çömleği mermer zemine çizdiğim daireye özenle
döküyorum. Testiyi uygun bir yere saklıyorum. Yere uzanıyor; yüzümün sağ yanını kan
gölcüğüne dayıyorum. Ölü gibi uyuyorum. Erkenden uyanıyor ve insanların etrafımda
toplanmaya başlamasını gözlerim kapalı halde bekliyorum. Ne nefes aldığımı fark edecek
kadar kalabalık; ne dikkatlerini çekmeyecek kadar az olmalıydılar. Tam zamanı! Yerimden
kalktım ve açma germe hareketlerine koyuldum. Görünürde boynum, bacaklarım
çatırdıyor, çıtırdıyordu; ama aslında tüm başrol ellerime ait on parmağa aitti. Benim
mucizem buydu; sınırsız parmak çıtırdatma kabiliyeti. İnsanlarından arasından çılgınca
koşarken Yüzümden akan kanlar mermer caddelerde ve sokaklarda nokta nokta iz bıraktılar.
Bu izler bırakılırken başka bir iz insanlar tarafından izlenmekteydi: İnek kanını çembere

88
dökmeden önce çemberin içine yerleştirdiğim tahta oyma yıldırımdan kalan iz… Sıvı, izin
birazını doldursa da akan kan sınırlı olduğu için doldurma konusunda pek başarılı olduğu
söylenemezdi. Tahta oymayı da bir köşeye atıverdim. Bir gün biri bulur da kıymete binerdi
belki.
Yaşım Otuz iki. Yedi ay önce Zeus tarafından kutsandığıma karar verildi. Saygı
görmeye başladım. Sözlerim emirdi. Şahsıma tahsis edilen evde keyif sürüyorum. Üzümleri
mideye indirirken vicdan azabı çekirdeklerini tükürüyorum. Yedi aydır yirminci bölüm
tarafımdan yazılmayı bekliyor. Bir adam giriyor içeri. Ev hınca hınç insan dolu. Hepsi de
benden yardım bekliyor. İtaat adlı edebi değeri yüksek kitabımdan bölümler okuyorlar.
Adam sakince konuşuyor. Atina’dan geldiğini söylüyor. Sözleri ima dolu olsa da bana karşı
hiç yalancı kelimesini kullanmıyor. Sanki benim tüm bunların bir düzmeceden ibaret
olduğunu itiraf etmemi bekler gibi. ‘Zeus’un böyle şeyler söylemeye; insanlarla muhatap
olmaya ihtiyacı yoktur’ diyor, sonra da fısıltıyla ekliyor: ‘Eğer Zeus varsa…’ Ben de
diyorum: ‘İyilikten adaletten bahsetmiş Zeus, bunun neresi suç? İnsanlarının yozlaşmasına
dayanamamış işte.’ Sinirlenmiştim, adamı dışarı atmayı teklif etseler de konumum gereği
buna izin veremezdim. Yaşlı adam gitmeden önce soruyor herkese: ‘ Bunlar yazılmadan
önce düşen bir insana el uzatmıyor muydunuz? Uzatıyordunuz… El kitabına ihtiyacınız
yok. Sizin ahlakınız var.’ İstesem oracıkta öldürtebilirdim onu; ama fazlasıyla haklıydı;
biraz vicdanımın sesini dinleseydim o an her şeyi itiraf edebilirdim. Yaşlı adamı iki yıl
sonra adalet öldürecekti.
Otuz üç… Otuz üç… Yirmi sekizin söylenişi kadar güzelmiş. Atina’ya kadar yayıldı
Zeus’un kitabının ünü. İnanmakta ısrar edenler var. Ah yok mu o filozoflar! Şehrin başına
geçmenin zamanı geldi. Demek istiyorum ki Zeus’un. Yirmi birinci bölüm. Kaşla göz
arasında, kimseler orta yokken yazıveriyorum. Zeus söylediklerinin herkese yayılmasına ve
herkes tarafından benimsenmesini emrediyor. Uzun bir aradan sonra dağa çıkıyor ve
aşağılarda bir yerde insanlar benim için ordu kurarken ben kitabı bitirmeye uğraşıyorum.
Planlandığı gibi yirmi sekiz bölüm. Beş bölüm yazıyorum bir oturuşta. Kütüphanede
okuduklarımdan ve hep aklımda olanlardan bahsediyorum. Biraz masal, biraz bilim, biraz
hurafe. Erzakım bitmiş; uzun zaman önce buraya çıkardığım hayvanlar fosilleşme sürecine
girmişler.
Otuz dört. Doğum günümü Atina’da kutlamalıyım. Buralara tek başıma geldim. Bilgimi
çıkarlarıma alet etmiş olabilirim ama şimdi buradayım. Peşimden Zeus diye böğürerek
gelmeye hazır üç bin kişi var. Ölmekten korkmuyorlar; çünkü daha fazlası olduğuna
inanıyorlar. Gerçeği bilen ben… Ölümden korkuyorum. Benim korunmam gerektiğini
teklif ettiler ve ben de Zeus’tan alıntılar yaparak kabul ettim bunu. Sancaklarda yıldırım
resimleri. Atina surları Zeus’un ordusunun hücumlarıyla sarsılıyor. Neden saldırıyordu peki
bu ordu? Surların arkasındakiler de aynı Tanrı’ya inanıyordu. Hem inanmasalar ne ola-
Evet! İnanmayanlara ölüm! Bu yüzden saldırıyorduk. Elbette savaş anında aynı Tanrıya
inanmak bir şeyi değiştirmiyordu.
Geri püskürtüldük. Zeus mu, o da kim? Kaçın canınızı kurtarın!
Kaçtım. Müritlerimle beraber yazdıklarım da alev alırken ben kaçmayı seçtim. Dağa
tırmandım. Günlerce inek ve koyun kemikleri arasında yonca kokularıyla çepeçevre sarılı
şekilde yattım. Kendimi ölümsüz sanmış olacağım ki yemek arama gereği duymadım.
Kimse ama kimse peşimden gelmemişti. Dağa çıkamıyorlardı işte. Öğretilerimi
mızraklarıyla delik deşik etmek konusunda oldukça cesur davranmışlardı; iş dağa çıkıp beni

89
ele geçirmeye gelince Zeus yine devreye girmişti. İnsanın kendi yarattığı devreye giriyor;
soyut yaratık böylece kendi yarattıklarını durduruyordu. Öylesine büyüktü ki öylesine
korkutucuydu ki… Görülemeyecek kadar büyüktü ki… Askerler daha selam edip gitmek
zorunda hissetmişlerdi kendilerini.
Son üç bölümü yazıyorum. Kısa otobiyografim… Yükselişimin ve yükseldiğim yerde
kalışımın hikâyesi. Öylesine içten ki yazdığım… On dört parşömen tutan yazım rüzgârla
birlikte uçuverdi. Kim bilir nerelere uçtu…
At sineğiydim. İlham perisi oldum. İnsanlara fısıldayan Davudi sesli bir ilham perisiyim
ben. Övgülerin en yücesini hak ederim. Ben sebebim.

- Ne yani bu kadar mı?


- Evlat, bu bir hikâye. Her hikâye tadında bırakılmalı.
09.05.2008

90
Bilinçsiz Seyyahlar

O melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğimden beri
herkesi uyarmaya çalışıyorum. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye
gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Neyse ki ben her şeyin farkındayım ve herkese de
bildiklerimi anlattım.
İlkin hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini hâlâ çözebilmiş değilim. Ben onlar
hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığımda, azametli yürüyüşlerine çoktan
başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek
aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyordu.

Yukarıda sarf ettiğim cümleler size çok heyecanlı gelmiş olabilir, içinizden şimdi neler
olacak diye soruyorsunuz belki de. Üzgünüm. Üzgünüm çünkü siz kıt akıllı ruhsuz
bedenler… Bu ses kaydının dinleyemeyeceksiniz. Kayıt cihazınızı açamayacak; açsanız bile
oynat tuşuna basmaya akıl edemeyeceksiniz. Oynat tuşuna basmayı akıl etseniz;
söylenenleri dinlemeyi unutacaksınız. Söylenenleri dinleseniz ve anlasanız ne dediğimi…
Kahretsin! Bu ölmüş olduğum; sizlerin yüzlerce yıllık sürecin ardından çoktan bozulmuş
olan kayıt cihazını açabilecek kapasiteye geldiğiniz anlamına gelir. Şimdi iki saate çok şey
sığdırma çabasında olan acemi bir yönetmen gibi hayatımı geri sarmalı ve cihaza
konuşmaya devam etmeliyim. Neden mi? Çok yalnızım da ondan.

On gün önce normal bir yaşantım vardı. Hayatım öylesine sıkıcıydı -ki bu da gerçekten
mükemmel demekti. Ben ders anlatırken üniversite amfisinin dolup taştığı söylenemezdi
ama yine de kendi dinleyicilerime sahiptim. O gün felsefe öğretmenliğinden filozofluğa
terfi etmem gerektiğini anlayıp konu dışına çıktım. Descartes’a, Spinoza’ya, Hegel’e
küfürler savurup öğrencilere bırakın bunları dedim; rektörün yüzüne en felsefi küfrü ettim.
Takdir edersiniz ki yarım saat sonra üniversitedeki odamdan çıkan birkaç parça eşyamla
birlikte kendimi dışarıda buldum. Hiç kimse ben giderken ağlamadı, hocam nereye
gidiyorsunuz diye sormadı. O gün kimsenin felsefeye ihtiyacı yoktu. Zaten… Zaten ben
okulun formalite dersinin formaliteden öğretmeniydim. Sonuçta; felsefe düşünen aptallar
içindi.

Yaşamımdaki monoton mükemmellik ani gelişen mutluluğumla bozuluvermişti. Aynaya


baktığımda, yüzümdeki sırıtış öylesine yabancı geldi ki anlatamam size. Münzevi hayatı
süren otuz sekiz yaşındaki bu adam o an kendini tanıyamadı. Ne kendini tanımak ne de
gördüğü yüze alışmak istemedi. Bu nedenledir ki sakallarımı kestim, saçlarımı kızıla
boyayıp onları darmadağın ettim. Göz doktorunu gözlerimin bozuk olduğuna ikna edip
bana dinlendirici gözlük yazmasını sağladım. Sarı çerçeveli oval gözlüklerimi ve
gençliğimin yegâne hatırası olan ve artık kararmaya yüz tutmuş kulak deliği-ihtiyaçsız
gümüş küpemi taktım. Metallica penyemi üzerime geçirdim, bacaklarımı kapri model
pantolonumun içine sokup ipini sıkıca bağladım. Son olarak, Konverslerimi giyerken beni
affetmesi için Marx’a yalandan bir yakarış yolladım. Yemek masasına oturdum ve yeni
yaptığım pilavdan bir kaşık aldım. Şimdi hayal edin: Kulaklarından içeri dolan sessizliğe
anlam veremeyen; ağzının içinde yükü çoktan boşaltılıp mideye gönderilen bir kaşığın

91
durduğu, bekârlığın beyin hücrelerini yiyip bitirdiği bir adam… Yıllardan beri ilk defa
duvardaki saatin huzursuz tiktaklarını duyabiliyorum. Çok garip… Çok!

Alt kattaki öğrencilerin sesi… Yok!


Sokaktaki insan gürültüleri… Yok!
Araç klaksonlarının lanetli melodisi… Yok!

Ne doğa ne de insanlık üste çıkma çabasında. Camdan bakmak yerine yemeğime devam
ediyorum ve kötü sürprizi erteliyorum. Laf aramızda dünyanın sonu gelmiş olmalı!

Bir saat sonra ellerim havada, ben suçsuzum, ben suçsuzum diye bağırarak dışarı
çıkmaya hazırlanıyorum, suçum neydi? Boşa geçirilmiş yılların farkına varmak. Apartmanın
kapısından çıktığımda karşımda somurtkan bir postacı duruyordu. Selam verdim almadı.
Postacıyı yakasından tutup sarstım. Kendini savunmuyordu. Cansız mankenden farkı yoktu
adamın. Kolları, bacakları hareket etmiyor; yüzündeki mimikler değişmiyor; göğüs kafesi
inip kalkmıyordu. Sıkılıp bahçe kapısından çıktım. Emektar Fiat Unoma atlayıp ailemin
evine doğru yola koyuldum. Aileme tatile çıkacağımı söylemek için gidiyordum. Kısa süre
sonra bütün insanlığın tatile çıktığını ve benim dünyanın tek mesai yapan kişisi olduğunu
öğrenecektim.

Şehrin en işlek caddesine vardığımda, ancak anladım işlerin ters gittiğini. Arabanın
kapısını sertçe kapatıp olanı ve olmakta olanı seyre daldım. Araçlar caddenin iki yanındaki
dükkânlara ve apartmanlara çarpmışlardı. Alarmlardan, rüzgârın uğultusundan ve
dükkânlardan gelen pop ağırlıklı şarkılardan oluşan kakofoni kulak zarımı patlatmak
istercesine icra edilmeye devam ediyordu. Ne yani orkestra şefliği yapmak bana mı
düşüyordu? Hiç sanmıyorum! Ancak perdeyi kapatan olabilirim.

Uno’ya atlayıp keşmekeşe doğru sürüyorum. Etrafta sürüyle insan var. Oldukları yerde
dikiliyorlar. Ya yüksek bütçeli bir kamera şakasının parçasıydım ya da bir şeyler gerçekten
ters gidiyordu. Hava yastıkları açılmış araçlar arasından yavaşça geçerken direksiyonu tutan
ellerimin titrediğini görüyorum. Yalnızlığın belki de korkunun sebep olduğu bir soğukluk
tüm bedenime kademe kademe yayılıyor. Neler olduğunu anlayamıyordum.

Türk Hava Yollarına ait bir yolcu uçağı ailemin oturduğu apartmana bir mermi gibi
girip çıkarken nasıl bir şok geçirmem konusunda kararsız kaldım. Şaşkınlık, korku, telaş…
O kadar belirsiz duygulara dönüştüler ki o an, yüzüme yansıtamadım bu duyguların
hiçbirini. Arabamın camından uçağın çarpışını, apartmanı sekizinci kattan kesişini ve
alçaktaki evlerin çatılarını kendine yol belleyip en sonunda stadın açık tribün tarafındaki
duvarına burnunu sokup en sonunda duruşunu izledim. Bütün bu görüntüye bir filmde
denk gelseydim Vay be derdim, nasıl özel efekt ama. Şimdiyse gözlerim istemsizce
kızarmış, gözyaşlarım yerçekimine karşı koyamayıp yanaklarımdan aşağı süzülmeye
başlamışlardı.

Arabayı geri vitese takıp sürdüm. Başım arkaya bakarken güzel unom sessizce süzüldü
arabaların arasından. Üç kilometreye yakın yolu böyle sürdüm işte. Felsefenin çaresiz

92
kaldığı an… Bilimin öldüğü an… Aslına bakarsanız ikisinin de öldüğü an… Acaba dua
etmek için çok mu geç?

Bir gün sonra bu saatlerde, güneş gökyüzünde bilincini kaybetmiş insanlığı ısıtmaya
çalışırken, ben bir camiye sığınmak yerine Romero filmlerinin etkisiyle bir silah dükkânına
sığınıyorum. Ailemi kaybedeli daha bir gün olmuşken ben kendi canımın derdine
düşmüştüm bile. Mahşer günü kapıya dayanmış ve ben resmen dışlanmıştım. Sırf… Sırf
hayatımda bir değişiklik yaptım diye. Aynı filmlerdeki gibiyim. Hani tüm arkadaşlarını
kaybettikten sonra kameraya öfkeli bir poz atan ve pompalı tüfeğini şıkşıklayıp intikam
zamanı diyen tiplerden. Tek sorun onlar gibi doğuştan bilmiyordum silah kullanmasını. Bir
sorun daha var! Düşmanımın kim olduğunu bilmiyorum.

Felsefede yorum getireceğim bir konu doğmuştu bana. Zombisel insan davranışları
üzerine denemeler… Köstekli saatim beşi –öğle vakti- gösterirken kulaklarım dükkânın
dışından gelecek olan seslere odaklanıyor. Çığlıklar, birbirine geçmiş harfler ve kelimeler,
böğürtüler, tezahürat benzeri sesler. Yetmiş milyon zombi arasında yapayalnızdım,
uzaydaki uydular tarafından fark edilmeyecek kadar minik bir noktaydım. Rastgele seçtiğim
bir silahı kapıya doğrultup bekledim. Şimdilik paçalarımdan akan tek şey korkuydu.
İçeri doluştu onlarcası. Görmemek için başımı arkaya çevirip silahı ateşledim. Kurusıkı!
Şansıma lanet ettim, arka kapıya koştum. Her yerdeydiler. Sanki kokumu almışlardı.
Binlerce, binlerce insan. Üzerime çullandılar ve beni görüş alanından çıkardılar.
Taparcasına ellerini kaldırmışlar, yüzüme karşı garip sesler çıkarıyorlardı. Zarar vermediler
bana. Tipik zombi psikolojisi içindeydiler. Gördüğün canlıya saldır. Saldırdılar da. Ama
nedendir bilinmez beni öldürmeye yeltenmediler.
İki saat boyunca öylece üzerime perde çekmiş şekilde bağırıp durdular ve sustular.
Hareketsizleştiler. Beni kaderimle, beni kederimle baş başa bıraktılar.

Dördüncü gün beni evimde buldular. Apartmanın basamaklarını çıkarken zombilerden


birinin ayağı kayıyor ve kendi düşerken ardındaki tüm zombileri de domino taşları gibi
yıkıveriyor. Düşen zombiler kalkamıyorlar; Aslında kalkabilirlerdi, eğer isteseydiler. Onlar
hakkında yazmaya başladığım kitabıma ekliyorum: Zombi üşengeçliği / tembelliği. Çok
yavaşlar; eylemlerini ağır ağır uyguluyorlar. Yere düştüklerinde kalkış süreleri ortalama bir
saat yirmi dakika. Adımları yavaş ve bacakları çarpık. Kafaları kaşındığında kaşınan yere
uzanmaya yönelik belirgin bir isteksizlik var. Belki de bu yavaşlık uzun yaşamlarını (?)
eğlenceli hale getirmeye yönelik. Ölümsüz olunca yapılacaklar: Bir ölümsüz daha bulup
futbol sahası büyüklüğünde bir gobanda yenişene kadar go oynamak.
Deney. Ancak bir konserde kullanılabilecek bir müzik sistemi (ç)alıp kocaman
kolonlarla kapladım apartmanı. Für Elise… Beethoven’in hüzünlü melodisi klasik müziğe
karşı içgüdüsel bir nefreti olan yerel halkı tam yerinden vuruyor. Göz kapaklarından.
Bilinçsiz bedenler oldukları yerde sallanıyorlar. Tepkilerini bağırarak, değiştirin şu müziği
diyerek koymak yerine uyuyarak koyuyorlar. Zombinsanların arasından kolayca geçiyor;
yakındaki beş yıldızlı otelin süitine yerleşiyorum.
O gün iki şey fark ediyorum: Onlar ya klasik müzikle uyuyorlar ya da kendiliğinden.
Kendiliğinden uyudukları saatleri de buldum: Sabah yediyle akşam yedi arası. On iki saat

93
boyunca kendilerini kapatıyorlar, sonrasında yine canlı insan aramaya koyuluyorlardı.
Maalesef o canlı insan ben oluyorum.

Tamam, itiraf ediyorum. Ben kimseye bir şey anlatmadım. Vicdanımı rahatlatma çabası
içinde sarf ettim o cümleleri. Yalnızlığı kendime hissettirmemek için. Hiçbir şeyin farkında
değilim, kimseye de bildiklerimi falan anlatmadım. Belki benim gibi hala aklı başında
insanlar vardır dışarı da; ama nasıl bulacağım bu manyak sürüsü arasında onları? –
Elektrikler kesildi-
Otelin en tepesine çıkmıştım. Ne arıyordum bu yükseklikte? Yüksek dalgalardan
kaçmıyordum; gökyüzünden bir helikopterin belirmesi konusunda bir umudum yoktu.
Kırmızı renkli delta kanadıma tutunup kendimi aşağı bıraktım.
Alçaldıkça alçaldım ve ilerlememe zombilerin kafalarına basarak devam ettim. Acıyla
inleseler de umurumda değildi. Umurumda değilsiniz hortlaklar! Önceki halinizle şimdiki
haliniz arasında hiçbir farkınız yok. Yine ne yaptığınızı bilmeden dolaşıyorsunuz ortalıkta.
Zombi sürüsünün arasına düşüyorum. Üzerime çullanıyorlar ve bir saat sonra da
donakalıyorlar.

Altıncı günün sabahı. Bir markette konaklıyorum. Körkütük sarhoşum. Biraları


zombinin tekinden aldığım paltonun cebine dolduruyorum. Saat yediye on dakika kalmış.
Zombilerin arasından geçerken altını deldiğim bira kutusundan fışkıran sıvıyı doğrudan
mideme indiriyorum. Onlardan bir farkım yok. Yıkılmak üzereyim, sekiyorum. Zaten
yeterince çok olan güruhu çift görmeye başlıyorum. Cep telefonundan Handan’ı
buluyorum ve ilan-aşk yapmaya hazırlanıyorum. Hat yok. Telefonu zombilerden birinin
yüzüne çarpıyorum sonra da rastgele yumruklar savuruyorum. Tekmeler, bildiğim her
hareketi yüzde doksan ıskalama oranıyla üzerlerinde deniyorum. Bu sıkıcı zombilerin
oracıkta beynimi yemelerini beklerdim ama onlar yine üzerlerime çullanıyorlar.
Emekleyerek kurtuluyorum oradan. Eğilemiyorlar –sırıtış-.

Yedinci gün. Dairemin açık kapısından giriyorlar, elimde kahvem. Neden bilmem,
onları öldürmeyi hiç denemedim. Kafalarını mı kesmeliydim? Kazık mı çakmalıydım yoksa
kalplerine? Buldum!

Oturun, diye bağırıyorum zombilere. Üzerime çullanmadan önce duraksıyorlar. Oturun,


diyorum tekrar. Dur, işareti yapıyorum. Altı zombiye de ardı ardına çelme takıyorum ve
onları yere düşürüyorum. Şimdi oldu! Size şimdi Aşil ve kaplumbağa paradoksunu
anlatacağım.
Anlattım.
Sözümü bitirdiğimde dilleri dışarı çıktı; göz bebekleri küçüldü ve başları öne düştü.
Sonsuzluk uykusuna kafa karışıklığıyla gitmişlerdi. Hangisi daha saçma? Bütün Türkiye’nin
zombiye dönüşmesi mi, benim tüm yaşadıklarımı bir ses kaydı cihazına aktarmam mı
yoksa zombilerin bir felsefi paradoksun içinden çıkamayarak ölmeleri mi?

Sekizinci gün. Camdan dışarı baktığımda aşağıda zombileri görüyorum. Sonra havai
fişekler patlıyor; bir uçak kuyruğunda iyi ki doğdun yazısıyla gökyüzünü turluyor.
Zombiler insan olmuşlar; doğum günü şarkısı söylüyorlar.

94
Bir mikro saniye içinde görüntü kararıp değişiyor ve ben çalan kapıya bakmaya
gidiyorum. Zombinin teki kuduz bir köpek gibi üzerime atlıyor. Evin içersinde nerden
çıktığı belli olmayan bir adam kestiiiiiiiiik!, diye bağırıyor. Beni tebrik ediyorlar; tüm film
ekibi elimi sıkmak için sıraya giriyorlar. Az önce üzerime atlayan zombi bile gayet insansı
biçimde gülümsüyor bana.

Dokuzuncu gün. Amaçsız, bilinçsiz, duygusuz, hayatsız çarpık bacaklı hortlaklar


geliyorlar. Ben şehir dışına çıkmış; çimlere basmayın tabelasını unomla ezerek intizamlı
kesilmiş yeşilliğinde üzerinde kenti seyre dalmıştım. Binlercesi, belki de milyonlarcası
lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyordu. Eee…
Lanetli emir falan yok. Lanetli adam var. Bir yerde herkes anormal davranmaya başlayıp da
sen eski düzenini korursa asıl sen anormal olursun. Aynen ahlak kurallarının işleyişi gibi,
iyiyle kötü gibi. Bu durumda lanetli olan benim. Anormal olan benim. Kötü olan benim.
Mahalle baskısına uğrayacak olan benim. Onlar çok olmalarına güvenerek kendilerini
normal hissederken ben beynime güveniyorum. Baskı had safhada. Şunlara da bakın!
Çıldırmışlar, bana doğru yürüyorlar ama yanıma gelince ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Aralarına karışmam mümkün mü? Yoo… Kendimi öldürürüm daha iyi. O anda kafama
dank ediyor. Dank! Dank! Onuncu güne arabada giriyorum. Bir elimde cips bir elimde
bira, arabanın camlarına yüzlerini yapıştırmalarını; bilinçsizce böğürerek tek kalan insana
gövde gösteri yapmalarını keyifle izliyorum.

Onuncu gün. Marinada bir yat buldum kendime. Kimsecikler yok kıyıda. Yılın bu vakti
kimse olmaz zaten. Ama olacak. Biraz sonra… Yatı çalıştırıyor ve beklemeye koyuluyorum.
Elimdeki tabancayı ateşliyorum. İşaret fişeği yükseliyor ve gökyüzünde kırmızı renkli bir
leke bırakıyor. Halatı söküyorum. Zombinsanlar tepelerden, yollardan her yerden akıyorlar.
Gezmeye, değişikliğe öyle meraklılar ki denizin berraklığına kanıveriyorlar. Bacakları beton
dökülü kovalar içindeymişçesine atlıyorlar suya. Ben uzaklaşırken bir şarkı tutturuyorum.
Ta İrlandalardan ithal. What do we do with a drunken sailor? Aşağılarda, balıklar
şaşkınlığa uğruyorlar. Altı saniye sonra bir daha şaşırıyorlar. Aynı kısırdöngü gibi.
İnsanoğlu geldiği yere geri dönüyor. With a drunken sailor… Bense reddediyorum.
Önümdeki yaşamım boyunca altımdaki denize girmeyi reddedeceğim. Deniz dibinde
yürümeye çalışan bir sürü çılgın… Ayaklarımdan tutulup aşağı çekilme olasılığını yok
sayamam. Bu tedirginlikle yaşamaktansa hayatım boyunca kuru kalmayı yeğlerim. What do
we do with a drunken sailor early in the morning?

Yunan kıyılarına vardığımda insanın tüylerini diken diken eden onu yaşamaktan soğutan
bir küfür savuruveriyorum. Herkes delirmiş, herkes… Ne için peşimden atlıyorsunuz
denize? Tek kaldığım için mi yoksa… Gidin kendinize başkasını bulun! Sizin mahşeriniz
olamam. Yanlış kişiye çattınız, yanlış çok yanlış. O’nunla aram bozuk. Gidin! İngiltere
bandıralı Archomoiens adlı yatı güneye sürüyorum. Kuzey Afrika gezisi hem bana hem de
peşimdekilere iyi gelecektir. Hem böy-..

Bu yaptığım çatlakça! Kimsenin bu aleti bulamayacağını bildiğim halde yaşadıklarımı ses


kayıt cihazına aktardığım yetmiyormuş gibi şimdi de dünyada tek kalan –sadece bir his-
insanın dış sesini oynuyorum. Boşluğa konuşuyorum, dahası var mı? Kendi kendime tavla

95
atıyorum, kendi kendimle konuşuyorum ve yatta bulduğum pelüş yunus balığına sarılarak
uyuyorum. Şimdi de kayıt cihazının pili bitti ya da bozuldu. Fırlattım gitti. Suyun altındaki
müritlerim belki cihazı bulup onu kutsal addedebilirler. Çalıştırabilirlerse de büyülü sesim
karşısında dayanamayıp ölebilirler. Ben uyumaya gidiyorum.
05.06.2008

96
Çalışma Odamdaki Başkan

Yıkıldı kuruldu uygarlık


Ah insanoğlu!
Ne inatçı bir varlık
BEN, YAŞAR ZORLU

Başlangıca yazdığım haikulardan birini koymayı uygun gördüm ve şimdi hikâyeme


başlıyorum. Kimsenin bilmediğini gördüm, yüz yıllık söylencelerin gerçek olduğunu
keşfettim. Ya da keşfetmeye zorlandım. Nasıl olduğu önemli değil; sonrasında neler olduğu
önemli. Çektiğim fotoğrafları yaydım. Şehre, ülkeye, dünyaya… Beş ay sonra insan
grupları bir ellerinde spreyler, diğer ellerinde tornavidalarla –sembolik olsa gerek- yollara
dökülmüşlerdi. Bu tabloda en garibi de ne biliyor musunuz? O tornavidaları birbirlerine
saplamaya çoktan hazırlardı. Hele bir tanesi gıcırdamaya kalksın!

Yıl 2200. Ben Yaşar Zorlu on aydan beri işsizim. Aşağılayıcı ücretler karşılığında
çektiğim fotoğrafları gazetelere satıyorum ama… Mutsuzum. İki üç asır öncesinden kalma
bilim kurgu diye tabir edilen kitapları tekrar tekrar okuyor ve bilim kurgunun hala aynı
bilim kurgu olduğunu görüyorum. Asimov ve diğer robot takıntılı yazarların kemikleri
sızlıyor olmalı mezarlarında. Belki Orwell… Evet, onun geleceği gayet tutarlı. Belki de
bilim kurgu değil bu. Üzerlerinden bu kadar zaman geçtiği halde hiç birinde yazılanlar şu
anla benzer değilse o zaman onlar çoktan fantastik kurgu olmuşlardır. Dünya dışı yaşam
yok, robotlar yok, uçan araba yok –Vardı ama yoldan çıkan arabaların motorlarının
altındaki her şeyi tutuşturmasından dolayı toplatıldılar. 2500 ölü-, Mars’ta yaşam yok, yok
da yok…
İki binlerin başlarında boğulmak üzerine kafasına poşet geçirilen din ne yapıp edip o
poşette kendi bir delik buldu şu sıralar. Meydanlar artık sayıları bir elin parmağını
geçmeyen yaşlı Greenpeaceçiler, Reformist Müslümanlar – Radikal Müslümanlar ve orada
ne aradığını bilmeyen öylesine Müslümanlarla ve sadece silahsız ve sessiz eylem hakkına
sahip anarşistlerle dolu. Kimse birbiri aleyhine tezahüratlarda bulunmuyor, kimse birbirine
taş, Molotof kokteyli fırlatmıyor ya da polis copu kimseye keyfi inmiyor. İşin kötü yanı da
bu! Amaçsız rutin ayinlere döndü bütün bu protestolar. Bir işe yaradıkları yok! Ben
görevimi yapıyorum diyorlar sorduğumda, gazete için çektiğim fotoğraflarda hep bir öfke
hâkim; makinenin ardındaysa biraları tokuşturmaktan geri durmuyorlar.
Evimin darmadağın olmuş penceresinden çıkıyor; apartman gökdelenlerin arasında
ilerliyor; beş sokak ötedeki meclis binasına varıyoruz. Ne bina ama! Masmavi camlı bir
gökdelen ve sekseninci katla yüz onuncu kat arasına asılı dalgalanan Türk bayrağı
hologramı. Gökdelenin seksen beşinci katında, cumhurbaşkanı kurşungeçirmez camların
ardından Ankara’yı izliyor, yoo! Göz hapsine alıyor. Yıllar geçtikçe binaları yükselen ama
içinde oturanlarının refahlarının yüz yıldır bir kere olsun sağlanamadığı bu şehirde
kefaretini ödeme zamanı gelmişti. Büyük diktatörün sonu gelmek üzereydi. Ağzının
kenarları seğiriyordu; kel kafasında terden bir parlaklık oluşmuştu. Gür bıyıkları da aynı
terden muzdaripti. Odaya cumhurbaşkanı başyardımcısı girerken dürbünümü kapatıyor ve
üslubumu değiştiriyorum.

97
Kadın beyaz bir bluz ve nefti bir pantolon etek giymişti. Açık çay rengi saçlarını kurşun
kalemlerle tutturarak topuz yapmıştı. Evet! Kadın, cumhurbaşkanının başyardımcısıydı.
Efendim, diye söze başladı.
- Efendim, bir saat sonra İsthanbul’da konuşmanız var.
- Unutmam mümkün mü? Sen de üzerime bahis oynadın mı? Ben konuşmanın ikinci
dakikasında ineceğimden eminim.
- Oynadım efendim. Ölmeyeceğiniz üzerine hem de.
- Aptal! Konuşmam hazır mı?
- Hazır. Bir veda konuşması olmayacak ama.
- Biliyorsun, üsttekiler ölmemi istiyorlar. Halk ölmemi istiyor. Bu işten nasıl sağ çıkarım?
- Ölmeyeceksiniz. Bugün halkınızın saygısını kazanacaksınız. Hatta saygıdan da öte… Size
dokunmak için can atan bir ordu kazanacaksınız.
- Ama onlar ölmemi istiyorlar. Yoksa neden bu konuşmayı yapmam için ısrar etsinler.
- Çünkü planları var efendim.
- Ne planından…

Kadın çalan telefonunu açıyor. Kadının yüzüne bir şok dalgası yayılıyor ve telefonu
kapatıyor.
- Efendim! Öleceksiniz. Öyle istiyorlar.
- Demiştim sana!
- Önceki planda bu yoktu. Sizi şimdi öldürmeliymişim, öyle dediler.

Cumhurbaşkanının yüzünde bir teslimiyet ifadesi beliriyor. Otuz beş yaşındaki adam
bundan beş yıl önce hayatla dövüşe zorlanmış; hayatı kendisiyle birlikte yere yıkıp ayağını
hayatın göğsü üzerine bastırmıştı. O an zirvedeydi, şimdi de dibe çakılmak üzereydi. Deri
kaplama döner koltuğuna oturdu ve hiç bitmemecesine bir soluk aldı. Kadın bulunduğu
yerden adamın bezmiş yüzünü görüyordu. Çoktan ölmüştü. Sanki…
Her şey saniyeler içinde olupbitti. Başkan, koltuğundaki kemeri beline bağlamış,
koltuğun altındaki düğmeye basmış ve saklı gücü uyandırmıştı. Üst seviye güvenlik
programı dâhilindeki koltuğun tekerleri zemine döşeli raylarda gerisingeri gökdelenin
camlarına doğru hareket etmiş; koltuk camları kırıp gökyüzüne fırlarken kadının saçından
kurtardığı kalemlerden birisi gökyüzünü yararak ilerledi ve başkanın sağ omzuna giriverdi.
Koltuk fırlamanın etkisiyle bir süre havada süzüldü; sonra başkanın tam bacaklarının
arasına denk gelen yerde vites benzeri bir kol belirdi.
Geyik derisinden koltuk bir süre havada sallandı, büyülü bir şeymiş gibi. Başkan
kontrolü ele alıp –ne de olsa eski pilottu- ölmemek üzere bir yerlere uçurdu koltuğu.

Çalışma odamın penceresinin camı gürültüyle kırılıyor. Hemen yukarı çıkıyor, garip bir
manzarayla karşılaşıyorum. Yüzü kanlar içinde bir adam bir şeyler arıyor. Boğazımda bir
şeyler düğümleniyor, elimdeki dönüşümlü saldırı aracını –bazen bir beyzbol sopası bazen
üç başlı bir mızrak…- bir kenara bırakarak cumhurbaşkanının yanına gidiyorum. Başkan
diyip genellememizde bir sakınca yok; çünkü başbakan kavramı iktidara gelen onlarca
güvenilmezin ardından kalktı ve Cumhurbaşkanıyla birleşti. Efendim, diyorum. Bana kâğıt
kalem bul, diye bağırıyor. Yüzündeki cam kesiklerinin yol açtığı muhtemel acının farkında
bile değil. Duraksıyorum. Bir şeyler oluyordu ve ben tam ortasındaydım bunun. Ayrıca

98
ben başkandan nefret ediyordum. Yine de başkanın dediğini yapıyorum. Papirüs biçimli
dijital kâğıdımı getiriyor ve üzerindeki yazıları elimle siliyorum. Kalemimi gönülsüzce
başkana uzatıyorum. Başkan çalışma masamda bir şeyler karalamaya başlıyor. Sonra
duraksıyor. Ben söyleyeceğim sen yazacaksın, anlaştık mı? Diyor. Başımı aşağı yukarı
sallıyorum. Anlaşmamıştık ama anlaşmış gibi yapmalıydım.
- Beni sevmediğini biliyorum. Öyle bakma bana, beni kimse sevmiyor zaten. Neyse,
seninle açık olacağım. On beş – yirmi dakika içinde burada olacaklar. Geldiklerinde hemen
saklan, fotoğraf makinen yanında bulunsun. Her şeyi değiştireceksin. Şimdi nereden
başlayalım? Çankaya’ya nasıl geldim?

Ayağa kalktı ve ellerini arkasında bağlayıp konuşmaya başladı. Bir gözü koltuğunun
paramparça ettiği pencerede bir gözü de bendeydi.

- Beş yıl önceydi. Başkan daha yeni seçilmişti. 65AH. Her başkana verildiği gibi ona da
alelacele bu kod isim verilmişti. Avukattı ama her zamanki gibi gerçek ismi muallâktı.
Mecliste çevrilen kirli oyunların hepsini biliyordu, kanıtları vardı. Adamın köstebekleri her
yerdeydi. Ülkeyi düze çıkarmak, siyasete dürüstlük kazandırmak gibi aptalca amaçları; bir
de kalkınan ülke Türkiye gibi bir ütopyası vardı. Bense o sıralar kaldırılan orduyla birlikte
apar topar emekli edilmiş bir subaydım. Otuz yaşındaydım. Sıradan ve uçak kullanabilmem
dışında özelliksiz biriydim.
Emekli edilmemden on gün sonra kapım çalındı. Gelen onlardı. Beraberlerinde bir
çanta dolusu para getirmişlerdi. Dahası da olacak demişlerdi. Tek istedikleri başkan
olmamdı. Parayı görene kadar bütün bunların şaka olduğunu sansam da sonradan her
şeyin gerçek, fazlasıyla gerçek olduğunu anladım. Eşimi ve iki kızımı kaçırıp artık sen
ölüsün dediler. Ağlamama bile fırsat vermediler onlardan ayrılırken. Evimi yakarken
gördüm onları. Mosmor bir alev yanıyordu gözlerinde. Evi yakarken üzerlerine sıçrayan
aleve aldırmadılar bile. Bütün dünyanın kandırıldığını o an anlamıştım. Neye bulaştığımı
tam olarak anlamam ise bir yılımı aldı. Bana başkan olmam karşılığında para teklif eden
‘Onlar’dı. Onlar kim miydi? Gözyaşlarını parayla silen adamlar. Ülkeyi yöneten adamlar.
Meclise, orduya, her yere sızan adamlar. Dünyadaki orduların kalkması adına faaliyet
gösteren adamların Türkiye şubesini oluşturan adamlar.
58AI kod adını uygun gördüler bana. 65AH evimin yakılmasıyla aynı gün kalp
krizinden öldüğünde ben de başkan olmak için hazırdım. Sırtımdan iteleyip beni bir
konferans odasına soktular. Bizim kuklamızsın, dediler ve gülümseyerek beni başkanlık
koltuğuna oturttular.
Sonra bir de ‘Onların onları’ vardı. Konferans salonundaki iyi giyimli kişilerin kirli
işlerini yaptırdıkları insanlar. Evimi yakan, ailemi kaçıran onlardı işte. Hükümet binasının
her yerindeydiler; güvenliğinde, vekiller arasında, yemekhane bölümünde. Hatta çok
güvendiğim yardımcım bile onlardan çıktı. Bu yazıyı size ileten kişiye tüm isimleri
ileteceğim.
Benim adımı kullanarak insanlar öldürdüler. Bana muhalif olma talihsizliğini göstermiş
olan insanları ben odamda kederle otururken taş duvarlar ardına tıktılar, işkence etmediler
öldürdüler onları. Şirketler batırıldı, insanlar işlerinden atıldı. Benim sesimi çıkarmama izin
vermediler. Ailen ve tüm tanıdıkların ölür, dediler. Eğer susmazsan.

99
Ama onlar bile çok daha büyük birilerine hizmet ediyorlardı. Her şey özenle işlenmekte
olan gizli bir planın parçasıydı. Mor gözlü insanlar zenginlere, zenginler de bilinmeyen
başka birilerine hizmet ediyorlardı. Planlanan her neyse sadece Türkiye’yle ilgili değildi.
Neler olduğunu araştırmaya kalktım. İsimlerin peşinden gittim, gizlice dosyalar
okudum. Attığım imzaların nelere sebep olduğunu buldum. Ülkeyi satmıştım onlara.
Meclis binası bile onlarındı, odamın bulunduğu gökdelen onlarındı. Bir ülkenin tapusunu
onlara vermediğim kalmamıştı. Neler döndüğünü öğrendiğimi anlamış olacaklar ki
gazetelere asılsız haberler yolladılar. Halk daha anlamını bilmeden diktatör ilan etti beni.
Yetkiyi keyfi olarak kullanıyormuşum. Nasıl diktatör olabilirdim? Ben buraya seçilerek
gelmiştim. En azından halk seçilerek geldiğimi sanıyordu.
Bütün dünya orduların kaldırılmasına yönelik protokolü imzalarken benden önceki
başkan nereden bilebilirdi çevrilen dolabı. Orduların kaldırılması onların önünü açmaya
yönelikti. Kimse tarafından engellenmemek için. Nasıl olsa polisin içine sızmışlardı. Ordu
da dağıtılınca meydan onlara kaldı. Onların ütopyası bizimse distopyamız gerçek olmak
üzereydi. Sesini çıkarmayan ben yüzünden. Yaz hepsini yaz, ben de suçlular arasındayım.
Diktatör değilim belki, ülkemin anahtarını kendi ellerimle onlara teslim etmiş bir
budalayım…

Başkan sessizliğe büründü. Derin bir nefes alıp gözlerini camdan uzaklara dikti. Benim
görmediğim bir şeyleri görür gibiydi. Cesaretimi toplayıp temkinle başkana sordum:
- Onların onları kim?
- Anlamadın demek. Okuduğun kitaplara bakarsak anlaman gerekirdi.

Şaka ediyor olmalıydı. Bunu nasıl anlamamı beklerdi. Onlar sadece kit… Hayır,
mümkün değildi.
- Bu mümkün değil!
- Biraz sonra bu sözlerini afiyetle yiyeceksin evlat. Buraya gelecekler ve beni öldürecekler.
- Kaçmayı deneseniz?
- Nereye söyler misin nereye? Hayatımın geri kalanını tek başıma, yaptıklarımdan dolayı
vicdan azabı çekerek geçirmek istemiyorum.
- Ama onlardan kaçmazsanız ya da onlarla mücadele etmezseniz bu da bir çeşit intihardır.
Sorumluklarınızdan kaçmış olacaksınız.
- Robotlardan ne kaçabilirsin ne de onlarla mücadele edebilirsin. Tek başına bu iki eylemi
de gerçekleştiremezsin. Varsın intihar olsun.

Sükûneti bozmak adına televizyonu açıyorum. Üç boyutlu görüntüyü elimle çekip


başkanın önüne getiriyorum. Bakın, diyorum. Televizyondasınız. Televizyonda mı?
İsthanbul’dan canlı yayın. Başkan halka konuşma yapıyor. Benim yanımda dikilen başkan
ise tedirgin bir yüz ifadesiyle kendini izliyor. Neler oluyor, diye soruyorum.
- Hiçbir şey olduğu yok. Sadece bana benzeyen bir robot konuşuyor.
- Dublörünüz falan olamaz mı?
- Benim dublörüm yok. Gözlerine bak. İşte tam gözlerinin içine…
- Pek bir şey gördüğüm söylenemez.
- Anlamıyor musun? Başlıyor işte. İzle, iyi izle. Biraz sonra ölümsüz olacağım.

100
Başkanın ne dediğine daha kafa yoramadan görüntüde bir gürültü kopuyor.
Hologramdaki başkan yere yığılıyor. Uzaklarda bir patlama daha ve bir mermi de başkanın
kürsünün ardında yere serili vaziyetteki bacağına giriyor.
- Ö-öldü mü sizce?
- Bu sadece işin teatral yönü. Namussuzlar beni deşmeye amma meraklıymışlar.

Kürsünün ardındaki başkan ağır ağır ayağa kalkarken benim çalışma odamdaki başkan
sırıtıyor.
- Bak gördün mü ölümsüz oldum. Şuraya bak bir de bir şeyim yok ayaklarına yatıyor. Ben
cümleleri bu kadar vurgulamam. Nasıl anlayamıyorlar!
- Şimdi ne olacak?
- Halk benden daha da korkacak; bu sefer korkunun içinde yüksek oranda saygı olacak.
Tetikçiler bile bu tezgâhın içinde olabilirler. Baksana ateş kesildi. Sadece göstermelik iki
mermi.
- Evet, bir tanesi tam kalbinize denk geldi. Ama kürsüdeki siz kanıyorsunuz? Robot değil
miydi o?
- Sentetik kan. Acil kana ihtiyacı olanlar için mi bulundu sanıyordun yoksa? Birlik
beraberlik konuşmam bitti, birazdan burada olurlar.
- Ben ne yapmalıyım? Fotoğraflarını mı çekeceğim?
- Kameran var mı?

Başımı kaldırıp tam karşıdaki göz tablosuna işaret ettim. Göz irisinde bir kamera
yıllardır önemli bir şeyleri görüntülemek için bekliyordu. Önünde ölseniz iyi edersiniz,
dedim.
- Beş yıl önce neden sizi seçtiler? Bilerek mi yoksa rastgele miydi?
- Rastgeleydi sanırım. O zamandan beri şansıma lanet eder dururum. 65AH her şeyi
biliyordu. En azından o protokolü imzaladıktan, imzalamaya zorlandıktan sonra öğrenmek
için çaba sarf etti. Kısa süre sonra da kalp krizi geçirmeye zorlandı. Bilmiyorum, belki
hiçbir şey değişmeyecek bunlar yayınlandıktan sonra… Sadece insanların bir kaşlarının
havaya kalkmasını istiyorum. Hazırlıklı olmalarını… Öldüğümü göster herkese. Halklar ilk
kurşunu sıkan olmadan oturdukları yerden kıçlarını kaldırmazlar. Onları tatlı uykularından
uyandıracak birilerini ararlar hep. Yattıkları yerden…

Ne diyeceğimi bilemedim. Ölümü çoktan kabullenmiş bu adama gel etme eyleme


demek beyhude bir çaba olurdu.
- Ya aileniz? Siz öldükten sonra onları aramamı ister misiniz? En azından onlara bir
mektup ulaştırmamı…
- Sen zahmet etme evlat, onlarla yüz yüze konuşmaya gidiyorum. Evet! Öldüler. Hem de
evin yakıldığı gün. Telefonda onlarla konuşmama izin verildiğinde karşı tarafta konuşan
Onların onlarına ait bir sesti. Beş yıl ailemin küllerini soludum. En sonunda öldürülüp
yakıldıklarına dair resimleri elime geçtiğinde ağlayamadım bile. Saklan çocuk!

Pencerede açılan delikten dışarı çıktım. Aşağı düşmemeye özen göstererek kendimi
gizledim. İki çift mor göz parladı; biri bekledi, biri başkanı boğazladı. Gizlice
fotoğrafladım her şeyi. Gazetelere, dergilere, tv kanallarına gönderdim. Ne mi oldu sizce?

101
Ne yayınlandılar ne de yayımlandılar. Bir şeyler değişir mi sandınız? Evet, değişti.
Kahrolası robotlar evimi yaktığı için evsiz kaldım. Distopya yürürlükte. Şimdi gülümse!
01.07.2008

102
Deus Ex Machina

… zamandan iki yüz yıl önceydi. Genç adam melon şapkasını yağmurun ıslattığı sokağın
bir köşesine fırlattı ve nereden çıkardığı belli olmayan yeşil şapkasını başına geçirdi. Deri
ayakkabılarını çıkardığında sandaletleri meydana çıktı. Bacaklarını gerdi ve zıpladı, havaya
yükselişiyle aynı anda şapkasının ve sandaletlerinin iki yanında minik beyaz kanatlar
peydahlandı. Ve kanatlar adama tüy muamelesi yaptılar. Sonra bir kuzgun stratosferi aşmak
üzere olan adamın ensesini gagaladı; başka bir kuzgun adamın elinde tuttuğu mühürlü
mektubu kaptı. Gökkuşağının yedi rengi semada yay çizerek ortaya çıktı ve göz açıp
kapayıncaya kadar adamla ve kuzgunlarla birlikte kayboluverdi.

Gökyüzünün gökyüzünde, bilinmeyen yükseklikteki saraylarında dört tanrı yaşardı.


Kadim zamanlarda yeryüzünün en ünlüleriyken şimdilerde kendi aralarında okey
çevirmekten başka işleri kalmamıştı. Unutulmuşlardı, yaşlılar evine terk edilmiş gibiydiler.
Egoları uzun zamandır yerlerde sürünüyor; günleri birbirlerine iltifat edip etmemeyi
düşünmekle geçiyordu. Biçimsizdiler aslında ama insan hayal gücünün eseri olan
biçimlerini benimsemişlerdi. Böyle birbirimize daha samimi görünüyoruz diyorlardı. Zeus
istekasındaki taşlarına bakarken aynı anda ak sakalını sıvazlamakla meşguldü. Geç kaldı.
Diğer üç tanrı istekalarını yeşil örtü serili masaya devirirken o hala sakalını sıvazlamakla
meşguldü. Hile yapıyorsunuz, diye homurdanırken arkasında dikilen gözü yaşlı Hermes’ı
yanına çağırdı. Hugin ve Munin adlı kuzgunlar Odin’in iki omzuna konmuşlardı. Odin
elindeki zarfı özenle açtı. Solunda bulunan keçi başlı Enki kollarını göğsünde kavuşturmuş
uyuluyor; sağında bulunan Şahin başlı Horus’un gözleri fıldır fıldır dönüyordu.
Buraya gelin beyler, dedi Odin. Tek gözünde tanrısal olmayan bir endişe vardı. Zeus
beyaz giysisinin eteklerini toplayıp Odin’in yanına giderken diğerleri mektuba kafalarını
uzatmakla yetindiler sadece.

Sevgili tanrılar,
Orada olduğunuzu biliyorum. Eğer biz insanlar gibiyseniz biraz sonra söyleyeceğim
karşısında kuvvetle muhtemel dehşete düşecek, depresyona girecek, hatta ve hatta intihar
etmeye yeltenip kendinizi bir kısır döngünün içine sokacaksınız. Ne yazık ki sizler öldünüz
insanlar için. Dua istediniz, kurban istediniz, saygı istediniz ama karşılığında ne verdiniz.
Hiç! Siz bir hiçsiniz, o zaman yoksunuz. Bir zamanlar vardıysanız bile artık öldünüz.
F.

Tanrıların huyları kurusun! Kahkahalara boğuldular Odin mektubu okumasını


bitirdiğinde. Sonra telaşlandılar. Temkinle yaklaşmaya karar verdiler. İnsanlar isimlerini
anmıyordu çünkü onları öldü mü biliyorlardı? Mektubu gönderen kişiyse onların
varlığından haberdardı ve onlara siz öldünüz diyordu. Olacak iş değildi, onlar yaşıyordu.
Ne yaşaması hep vardılar; yaşamak insanlara özgü bir kavramdı. Gerçekten yaşamıyorlardı
o zaman, insanların yaşamayan bir şeyi ölü olarak algıladığı düşünülürse pekâlâ ölüydü bu
dört tanrı. Odin boynuzlu miğferini masaya koyup buzdan saçlarını kaşıdı. Ne demek
istiyor şimdi bu, ölü müymüşüz biz? Dedi.
Enki ciyaklayarak Tanrı aşkına bu F. de kim, dedi ve soruyu kendine yönelttiğini fark
ederek sustu. Zeus avucundaki elektrik küresini itekliyor, aynı anda sakalını sıvazlıyordu.

103
Dostlar, bu mektubu gönderen her kimse haklı. İnsanlar için bizler çoktan ölmüşüz.
Yüzyıllardır neden adlarımızı yakarmadıklarını merak ediyorduk. Nedeni belli: yeni tanrılar
edinmişler kendilerine.
Horus duvarsız odada yankılanan sesiyle Zeus’un lafını böldü. Ya da hepsi ateist oldu!
Hiçbir işe yaramadığımızı düşünüyorlarsa neden yeni tanrılar edinsinler ki?
Saçmalama Horus, dedi Zeus. Elindeki elektrik küresi yok olmuştu. İnsanoğlu hep
inanır, durmadan inanır. Cebinde para varsa bizleri kullanır; eğer para yoksa bu sefer biz
de avuntu arar, cebinde para olanlara beddua okur. Bize inanmayı ne zaman bırakırlar
biliyor musun? Kendilerini evrenin merkezinde kabul etmekten vazgeçtikleri zaman.
Odin sessizce gülümsedi, Enki alkışladı Zeus’un sözlerini. Zeus utangaç bir
gülümsemeyle karşılık verdi. Sizce bizden ne istiyor olabilirler? Yemek? Sevgili? Yoksa
cennet mi? Cennet tabi ya, bunu vaat ettiğimizi hiç hatırlamıyorum.
Buz saçlı tanrı sitemkârca öksürdü. Zeus Ah! Dedi. Valhalla! Kusuruma bakma,
unutmuşum. Ama sadece savaşçılarını aldığını sanıyordum?
Bir şeyler ayarlayabiliriz, dedi Odin. Uzun süre önce bunun pek adil olmadığını
düşünmüştüm. Bir şeyler yapabiliriz. Salonu genişletip kapıların sayısını arttırırız.

Zeus Olimpos dağındaki sarayında yıldırımlarla yıkanırken,


Odin her gece olduğu gibi Loki biçimli umacılar tarafından ziyaret edilirken,
Enki tezgâhında kile insan şekli verirken,
Horus sol gözünü ovalarken zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmediler. … zaman sonra
tenis topu Hermes’ın alnına çarpıverdi. Odin pardon, diye bağırdı. Seni görmedim.
Hermes homurdandı. Kimse onu görmüyordu ki… Hermes şuraya, Hermes buraya. Ne
elem vericiydi kendisi hakkındaki onlarca efsaneden sadece “haberci” oluşunun gerçek
olması.
Zeus gökyüzünden izlerken insanoğlundan öğrendiği bir hareketi Odin’e yaptı. Odin
pek rencide olmuşa benzemiyordu, o da Zeus’a küfretti, küfür Zeus’un annesi Rheia’ya
gitti. Bengisu’da duş alıp Dionysos’un Zeus’un baldırına hürmeten onlara verdiği şaraptan
içtiler.
Ortam ciddileşti birden.
Onu bunu bırakın da, dedi Zeus. Cidden bu tatili fazla abarttık. Baksanıza insanlar bizi
unutmuşlar. Biliyorsunuz bizim zamanımızda bir sürü efsane vardı; erotik, vahşi bir sürü
efsane… Ama hepsinde başrolde biz vardık, yani o efsanelerin kimselere zararı
dokunmuyordu. Kimse birbirini kesmiyordu bize bağımlılıklarını göstermek adına. Bir
insanoğlunun benim Dio’yu baldırımdan çıkarttığım gibi kendi oğlunu baldırından
çıkartmaya çalıştığını hatırlamıyorum. Ya da seni ele alalım Odin… Kimse sana inanıyorum
diye bir gözünü çıkarmaya, kartal olacağım umuduyla bir uçurumdan atlamaya
kalkmamıştır. Tamam, belki bir kere yapılmış olabilir bu son dediğim.
Demek istiyorum ki bizler zararsızdık, bazımız savaş düşkünü bazımız kadın
düşkünüydü. Bazımız da kendini halka adamıştı tamamen. Gazabımız korkunç sanıldı hep.
Zeus’un gazabı şöyledir böyledir: Gelip görsün aptal insanlar, Zeus tenis oynuyor, sizin
icat ettiğiniz oyunu. Zeus şu kadar kadını yatağa atmıştır, dünya umurumda olmamıştır;
sana ne! O zaman tanrı olmamın ne anlamı var?

104
Yoksa çok mu insansı geldik onlara, çok mu renkli? Çok mu romantik? Onlara hayattan
fazlasını mı bahşetmeliydik? Hiç sanmıyorum. Bir de onlara cennet inşa edip onların
cennetteki eksikliklerden dert yanmalarını çekemem. Ne dersiniz?
Odin Ragnarok, dedi. Yumruğunu masaya vurdu ve masa somut anlamda un ufak oldu.
Horus sessiz kalmayı yeğledi. Enki bağırdı. Hepsini boğalım, yalancı Utnapiştim’i de
aralarına atıp suyla boğalım hepsini.

Zeus gözlerini kıstı ve olabildiğince uzaklara baktı. Güzel bir kadın… Görüntüyü yok
etmek için başını iki yana salladı. Çok haşince yaklaşımlar bunlar. Hele sen Enki! İnsanları
kendinin yarattığını iddia ediyorsun, kendi eserini bu kadar kolay yok etmek kolay mı?
Yapıcı olmalıyız, yıkıcı değil. Dünyaya inip neler olduğuna bakmalı ve ona göre karara
varmalıyız.
İyi, dediler. İyi, iyi, iyi… Dört uzunca halat gökyüzünün gökyüzünün gökyüzünden
iniverdi tanrıların önüne. Tanrılar halatlara tutunup aşağı doğru kaymaya koyuldular.
Geçen üç dakikanın ardından tanrıların orduları dağıtan dinozorları dümdüz eden ayakları
yeryüzüne değdiler. Dünyaya dağıldılar, sırf neler olup bittiğini anlamak için, nelerin
değiştiğini, nelerin aynı kaldığını anlamak için. Tarihe baktıklarında mektubun ellerine
ulaşmasından bu yana yüz yıldan fazla geçtiğini gördüler. Elbette dünya tarihine göre.
Odin bir gözünde korsan bandı, paçavralar içinde Amerika’ya,
Enki çekik gözleri ve kısacık boyu, elinde oltayla Japonya’ya,
Horus Amazon Ormanlarının derinlerine,
Zeus ise yaşlı seyyah kılığında Türkiye’ye gitti.

Odin, İskandinavların kendilerine mal ettiği hiddetin vücut bulmuş hali, savaş ve
bilgelik tanrısı, bir gözünü bilgelik uğruna feda etmiş olan tanrı. New York sokaklarında
ona acıyan bakışlar arasında bir ayağını sekerek dolaşırken Asgard’ı özlediğini fark etti.
Halbuki daha … saat geçmişti.
Kiliseye girdi tanrı. İnsanlar Pazar günleri buralara uğramaya bayılıyorlardı. Hıristiyan
diyorlardı kendilerine. Çarmıha gerilmiş bir adam vardı, saygı duyuyorlar, hatta daha da
ileri gidip ona tapıyorlardı. Baba, oğul ve kutsal ruh. Besbelli baba tanrıydı, kutsal ruh
insanın da bu ilahiyata kendini katma çabasıydı; peki bu İsa kimdi? Odin’in tanımadığı
yüzlerce ismi olan bu tanrının oğlu da kimdi? Kafasına takmadı; sonuçta onun da onlarca
oğlu vardı. Ama bu tanrı kimdi? Nerede yaşıyordu? Neden insanlara kutsal kitap
gönderme gereği duyuyordu? İncil… Tanrısal duruyor, öfke patlamaları, sevgi gösterileri,
öğütler… Ama şu masallar da yok mu? Enki şu kitabı görmeli. Yalancı Utnapiştim’in adı
olmuş Nuh.
Kiliseden çıktı Odin. Kafasında tek bir soru işareti vardı? Bu kitabı kim yazmıştı?
Yabancı bir tanrı, bir insan ya da aralarından biri? İlk seçenek kendileri için tehditti, ikinci
seçenek hiç yoktan kıyamet sebebiydi, üçüncü seçenekse ezele kadar savaş demekti. Katolik
Kilisesini arkasında bırakan Odin New York Halk Kütüphanesi’ne gitti. Ve meşhur
tanrının bütün isimlerini öğrendi. Her dilde, her kitapta başka bir isim.

Allah, God, Yehova, Ahura Mazda…

105
Zeus İstanbul’da bir barın kapısından çıktı. Kollarıyla iki kadını sarmalamıştı, sarhoştu.
Sakallarını kesmiş, lahana saçlarını siyaha boyamıştı. Gaipten gelen bir limuzin Zeus’un
önünde durdu ve tanrı kızları arabaya itekledi. Bu gece müstehcen oyunlar oynamak
istiyordu bu kadınlarla. Belki bu genç kadınları müthiş güçleri çılgına çevirebilir,
pantolonunu indirmesine bile gerek kalmazdı. Yoo! Bu gece oyunu aynı insanlar gibi
oynayacaktı. Zeus kendini limuzine, kadınların kucağına attı ve ardından kapı kendiliğinden
kapanıverdi. Zeus’un isteği dışında, içerde oturmakta olan Odin’in isteğiyle.
Sen Amerika’da değil miydin? Dedi Zeus. Cümleleri toparlaması uzun sürüyordu. …
kadar kısa bir sürede kendini düzeltti. Şimdi tanrı Zeus’tu. Biraz içmişim, kızlar iki tane
istersen… İstemiyorsun tamam. Odin (?) şeklinde bir hamlede bulundu. Limuzinin iki
yanındaki kapılar açıldı ve kızlar kucaklarında yatan Zeus’un altından kayarak kapılardan
dışarı fırladılar. Şoför koltuğundaki Enki gaza bastı. Tavan camından içeri süzülen bir şahin
derin koltuklara konduğunda Horus’a dönüşüverdi. Süper plan, dedi Odin. İç, eğlen, insan
kadınlarla yat! Biz neler olduğunu soruşturalım, planın asıl sahibi eğlensin. İnsanlar yeni
bir tanrı keşfetmişler, ama ne keşif! Zalim ama bağışlayıcı, sabırlı ama aceleci, mutlu ama
öfkeli ve kendini çok iyi gizliyor. Yazdığı kitapları inceledim, üslubu hep değişiyor. İlginç
metaforlar kullanıyor. Ben de şairim ama bu tanrının yazdığı son kitap tam bir şaheser.
Karşıma çıkarsa sırf benden iyi olduğu için ona savaş ilan etmek zorunda kalabilirim. Enki
sen neler öğrendin?
Enki boynuna asılı fotoğraf makinesiyle fotoğrafını çekti Zeus’la Odin’in. Ben, dedi.
Japonya’da gördüm ki insanlar mutlular. Biraz da yorgun. Kültürleri ve tanrıları kendilerine
has. Laf aramızda binlerce tanrıları var. Sürüsüne bereket. Ama nedense hiç kavga çıkmıyor
bu tanrılar arasında. Bizi tanıdıkları söylenemez. Kendi yarattığımın dilini anlamak bile …
dakikamı aldı ve hiç bizim adımıza rastlamadım bu konuşmada.
Sıra Horus’a geldi. Hala bir umut var, dedi gülümseyerek. Amazon’da kabileler
buldum. Tanrıları yok, neden yaşadıklarından bile bihaberler. Güneş’e falan tapıyor olabilir
tıpkı öncekiler gibi. Ama bu halledilir. Dönüşte Mısır’a da uğradım. Ancak turist rehberleri
hatırlıyor beni. Sanırım sizleri de öyle.
Zeus piposunu yakmış tüttürüyordu. Ağzının kenarından fırlayan boğuk sözcüklerle
şimdi ne yapacağız? Dedi. Ya eğlenmemize bakacağız, ya da durumu ciddiye alıp işleri
düzeltmeye çalışacağız, diye yanıtladı Odin.

Bir tanrı için dünyevi bir mekânda eğlenmek bir metafordan ibaretti. Tanrılar dünyaya
ayak bastıklarında şarkı söyleyerek, kriket oynayarak, birilerine küfrederek eğlenmezlerdi.
Onların eğlence yolu dünyayı, tatmin olmazlarsa evreni darmadağın etmekten ibaretti.
Kumdan kaleyi yapan küçük çocuk da onlardı, kum da onlardı, kaleyi yıkan adi kişi de
onlardı.
Durumu ciddiye almak ise görülmüş şey değildi. Kendi yarattığınız size isyan edecek,
hiçbirinizi beğenmeyip şirke koşacak ve siz de şımarık mahlûkatınızı dize getirmek için
uğraşacaktınız. Tanrılar hep bir ağızdan buna “Görülmüş şey değil,” diyorlardı. Kırk iki
kere evreni yok edip tekrar yarattılar ama kıyamet senaryolarının hiçbirinde “Hadi şimdi
şunların beyinlerinin tanrı uydurma kısmını kapatalım,” demediler. Bunun yerine yok
ettiler. Çünkü yok etmek istiyorlardı, mikrokosmostan makrokosmosa efsanevi kıyametler
serisinin her bir bölümü onlar için uzun vadeli bir hayalin parçasıydılar. Güzel bir uyku
çekecek kadar uzun süre bekliyorlar ve güne aynı patikada sabah koşusu yaparken

106
başlarken “Şimdi de evreni yok edelim,” diyorlardı. Alın size Tanrıların hayat felsefesi.
Yarat, yok et.
Oflayıp pufluyor tanrılar. Değişiklik istemedikleri yüzlerinden belli. Geçen seferki gibi
mi yapacağız? Korkutup kaçacak delik mi aratacağız onlara? Dedi Enki. Zeus ilahi bir
bakış attı ortama. Gökten inip sorunlarını kökten halledeceğiz. Aynı Yunan
tragedyalarındaki tanrılar gibi. Ama biz kendi yöntemimizle halledeceğiz. Ve bu sefer
dünyayı kökten kaldırmıyoruz. Sonra dağları falan yaratmak oldukça yorucu oluyor.

Masmavi gök desenli perde ağır ağır açılıyor.

Ayrı bulutların üzerinde insan siluetinde dört tanrı göze çarpıyor. Çırılçıplaktı hepsi de.
İnsanların karşısına kaçınılmaz sondan önce anadan üryan çıkmaya bayılırlardı. Bellerine
bağladıkları halatları kontrol ettikten serbest düşüşe geçtiler. Ancak yüzüstü asfalta çarpınca
durabildiler. Üzerlerini silkelerken tanrılardan biri gökyüzünü kızıla döndürmeyi ihmal
etmemişti. Gökte şimşekler çakıyordu. Durmak bilmeyecekmiş gibi görünen bir yağmur
başlamıştı.
Horus’un bizzat tasarladığı onlarca ufo şehirlerin üzerinde gösteri yaptılar döne döne.
Zeus’un yıldırımlarıyla gökdelenler meşale oldular. Odin’in baltası Özgürlük Heykeli’nin
kafasına indi. Enki’nin suları Afrika’yı kapladı, çorak kıtayı yeşerterek boşuna umutlandırdı.
Bir planör kuyruğunda beyaz puntolarla kıyamete hoş geldiniz yazan İngilizce bir pankartla
tüm dünyayı dolaştı.
Ve dört tanrıyı gören önce Ateistler oldu. Milyonlarca tanrıtanımaz altlarında yeryüzü
alevler içinde çatırdarken göğe yükseldiler, Agnostikler hep bir kuşku vardı içimde diye
homurdansalar da tanrıları ikna edemediler. Hepsi bir topaç oldular gökyüzünde. Her
yerinden kol bacak kafa fırlayan insan derisinden bir tenis topu…
Zeus (?) benzeri bir hareket yaptı ve yeryüzünde kalan inançlılar da yükseliverdiler
göğe. Diğer tenis topundan üç kat daha büyüktü inançlılardan oluşan.
Gökyüzünün derinliklerinden gelen cırtlak bir ses, Enki’nin sesi, Şimdi, dedi. Şimdi iki
top çarpışacak ve… İşte sağ kalanlar ne yapacağını biliyorlar.

Tanrılar insanlarla eğlenirken Hermes yeryüzünde, alevlerin arasında geziniyor;


yanmayan yapıları ve ağaçları tutuşturarak kıyamet atmosferini sağlıyordu. Elindeki lirini
attı yolun bir kenarına fırlatılmış saksafonu eline aldı. Pirinç çalgıya dokunmasıyla
çalmasını öğrenmesini bir oldu. Bariton sesli saksafonuyla kıyametin tema müziğini icra
etmeye koyuldu.

Gökyüzündeki iki topacın gölgesi İstanbul’un üzerine biri büyük biri küçük iki tane
gölge düşürmüştü. Kediler ani gelişen olaylardan tedirgin olup köşe bucak kaçışmışlar;
köpeklerse gökyüzündeki topaçlara havlamaya koyulmuşlardı. Çoğunun sahibi iki bin on
iki metre yukarıdaydı.
Horus gökyüzünden güneşi kaptığı gibi ayla üst üste getirdi, güneşle ay birleşiverdi.
Dünyanın ışığı kesilmişti şimdi. Yer sarsıldı, dünyanın çekirdeğinden gelen lavlar açılan
yarıklardan fışkırdı. Boyadı insanlığın kalelerini.

107
İstanbul’un üzerine musallat olan iki tenis topu tanrılar tarafından aşağı bırakıldılar.
Çarpışmaya on saniye…
Sizce doğru olan bu mu? Dedi Horus.
Çarpışmaya dokuz saniye…
Elbette doğru olan bu, kesinkes bir Âdem ve bir Havva sağ kalacaktır, dedi Zeus.
Çarpışmaya sekiz saniye…
Ya o Âdem gökkuşağı rozetli biri çıkarsa, ya da çocuklarının ensest ilişkiye girmelerine
göz yummak ne kadar doğru? Dedi Enki.
Çarpışmaya altı saniye…
Geriye dönmeliyiz, dedi Odin.
Çarpışmaya beş saniye…
Hem de en geriye, yeterince eğlendik, dedi Zeus.
Sessizlik.
Çarpışmaya iki saniye…
Yarın brunch’a gelin bize. Hera biraz delidir falan ama sizi seviyor. Aynı bizlerin şu
aşağıda kıvranmakta olanları sevdiğimiz gibi. Severiz de döveriz de.

Odin’in yüzü siyah balonu üflemekten acayip bir şekil almıştı. Bu yeterli mi Diye sordu
arkadaşlarına. Yeter, dedi Zeus. Nasıl olsa günün birinde patlayacak, hala bu patlama
olayına bir çözüm bulamadık.
Keşke geçen kıyamette sağ kalan olsaydı! Son kalan kadından umutluydum ama kendi
kendine hamile kalmasını beklemek saçmalık olurdu, bir tanrı için bile saçmalık! Dedi
Horus. Odin balonun ucunu bağlayıp bıraktı ve siyah balon Zeus’un nefesinin rüzgârıyla
uzaklara savruldu.
Bu sefer yıldızlarla gerçek adımızı yazalım evrenin her yerine. Bizi unutmaları
imkânsızlaşır, tabii bu sefer de başları eğik yürümeyi tercih etmezlerse.
20.7.2008

108
Uzağa Yaklaşan Adam

Bir gün uyandım ve hayatımda hiçbir şey değişmedi. Yine uyandım ve yine… Bir
şeylerin değişmesini umut ederek her gözlerimi açışımda her şeyi bıraktığım yerde bularak
sabaha başlıyordum. Özel dikim takım elbiselerimden birini giyiyor, televizyondan gelen
pop müziğin tekrarlı sesi eşliğinde masaya oturuyor, kepekli ekmeğimi yiyor, kahvemi
yudumluyor ve ekonomiyle spor sayfasını inceleyerek gazeteyi bir kenara fırlatıyordum.
Yalnızdım. Spontane espriler yapmaya alışık olmayan monoton bir beyne sahiptim. Çenem
düşüktü, hatta öyle ki müşteri kurduğum üç cümleden ikisinin aynı anlama geldiğini fark
etmez; kelimeler tükürük gibi ağzımdan çıkıp müşterinin ‘ikna olmazlık’ gardını yavaşça
indirirdi. Saygın bir uluslar arası şirkette çalışıyordum. Aylık maaşım yemeğe götürdüğüm
kadına şarabı püskürttürebilirdi. Sanki dünyayı döndüren kuvvettim ben. Estetiğin en yüce
yansıması, her şeyi satın alabilecek adamdım.
Bir gün uyandım ve kendimi Fiat Unomun üzerinde yatarken buldum. Bu en farklı
uyanışımın gerçekleşmesi için birbirinin aynı yaklaşık sekiz bin uyanış gerçekleşmesi
gerekmişti. Issızlığın ortasında çukurlarla dolu yolun kenarına park etmiş bir araba, ışınları
açıkta kalan derime fütursuzca zuhur eden bir güneş ve kırk dereceye yakın sıcaklık,
sineklerin vızıltısı ve insana burnunun işlevini unutturacak hiç kokusu.
Nerede olduğumu bilmiyorum, beş saat boyunca tabelalara bakmadan sürdüm;
arabamın anca beş – altı kilometre daha yetecek kadar benzini kaldı. Saatlerce uyuyabilirim
burada, ne çalar saatin sesi ne de ‘işe gitmeliyim’ şartlanmışlığı rahatsız edebilir beni. Ama
yattığım yer iyicene ısındı, dayanılmaz oldu. Benzin bitene kadar kalacak bir yer bulmalı,
orada yatmaya devam etmeliyim.
Beş dakika içinde bir insan nasıl kariyerini çöpe atar ki? Neden atar? O gökdelenlerde
kendilerine ait ofislerinde gece gidecekleri restoranı düşünen insanlar bu yaptığımı
duysalar… Duysalar kendi eylemime ait bir atasözüm olabilirdi. Kısa ve öz, birçok alana
uygulanabilirliği var: Yumruk elle tokalaşma!
Ceketim mendil satan bir adamı ısıtıyor1. Cep telefonum, yüklü miktarda para, sigara
tablam… Hepsi ceketimin cebindeydi. Kravatımı arabamın dikiz aynasına bağladım.
Pantolonumun, ütülettirmeyi unuttuğumda iş öncesi depresyonuna girdiğim pantolonumun
paçaları dizlerime kadar kıvrık.
Gömleğimle yüzümü örtmüştüm. Sıcaktan eriyip asfalta akmak, buhar olup gökyüzüne
karışarak döngüye ortak olmak istiyordum. “Şimdi ne olacak?” Diye sormadım kendime.
Bunu sorarsam bir dahaki uyanışımda kendimi sıcak yatağımda bulacağımı biliyordum.
Ama bulmak istemiyordum, tüm alışkanlıklarımı bir araya toplayarak onları yakıp küllerini
ibret olsun diye boş sigara paketimin içinde, yanımda taşımak istiyordum.
İş hayatına atılmadan önce tek bir hayalim vardı: En uzağa yakınlaşmak. Belki bir
karavanla ya da Harleyle. Altımdaki aracı yolun nereye vardığını umursamadan sürmek…
Bir yerden uzaklaşırken başka bir yere yakınlaşmak. Ama işin can alıcı noktası ‘başka bir
yer’in belli bir yer olmamasıydı. Aracını sürerken gülümsemeliydin, dertlerini tasalarını
ardında bırakmış olmalıydın; aksi halde yolun bir yerinde aracını durdurur, gerisingeri
dönerdin. Tabelalara bakmayacaktın, şuraya kaç kilometre kalmış falan umurunda
olmayacaktı. Tam anlamıyla yola vuracaktın kendini. Haritasız ve yeni yerler görme

1
Kahramanımız burada geleceği düşünerek ‘ısıtıyor’ diyor. Yoksa o gün yaz mevsiminin en sıcak günlerinden
biriydi.

109
hevesiyle kaybolmayı göze alan biri olmalıydın. Ve en önemlisi yola vurma eylemi bir
anda gerçekleşmeliydi. Kahvaltını bitirmeden elinde ısırılmış bir ekmek dilimiyle ya da
yataktan yeni kalkmış, iç çamaşırlarınla, yatağa uzanmış düşünürken başının tepesinde
beliren afili ünlem işaretinin etkisiyle ya da öyle bir şey işte. Kısacası bir anda olmalıydı;
sanki tek kişi için geçerli olan bir vahiy gelmiş gibi. Benim vahyim aniden gelişen takım
elbiseli adam isyanıydı.

Üç yıl önce yirmi yedi yaşındaydım; beş yıl önce, yani yirmi beş yaşımdaysa daha yeni
işe girmiştim. İzninizle size yirmi yedi ve otuz arasını anlatayım. Kendimi Wall Street’de
bir şirkette çalışıyormuş gibi hissettiğim o zamanlar…
Göğü delercesine yükselen yapıda çalışmaya başladığımda ilk işim deri koltuğumda
ellinci kattan şehrin panoramasın seyretmek oldu. Üniversiteyi kazandığımda kendimi
yaşadığım yerden kurtarmıştım, annem hep öyle derdi hep: “Kurtar kendini buradan, oku
da adam ol.” Dört yıl sonra kep atarken yanımda yoktu, yanımda olamazdı artık. Mezarına
gidip “oğlun adam oldu,” dedim. Kendini kurtaran oğul olarak arayışa girmiştim: İş
arayışı. Küçük bir şirkette çalışmaya başladım. Şirket battı ben de özenle ütülediğim takım
elbiselerimi dolaba kaldırdım. Üç sevgili, giymekten aşınan depresyon hırkası, iki günde
biten sigara paketleri ve her defasında sigarayı bırakmaya karar vermeler, Uzayan sakallar
ve kısalan saçlar, İş görüşmeleri ve Yuppi!
Deri koltuğumda otururken rahatıma diyecek yoktu. Para güzel, ofis güzel ve parama
bakarak söyleyebilirim ki kızlar güzel. Para – Ofis – Kız. Paranın satın alabileceği her şey
gerçeğe dönüşmüştü benim için. Ben dönüşmüştüm.
Lisedeyken medeniyet yuları olarak görürdüm kravatı. Şimdiyse kendime şirkettekilerin
tavsiye ettiği mağazadan kravat seçiyordum. Bu çok renkli, bunun desenlerini sevmedim,
bu da çok mat, şu lacivert olan iyiymiş. Uzaklaşıyorum. Yeni takım elbiseler, koltuklar,
okumadığım ve okumayacağım kitaplar aldıkça, banka hesabımda para birikmeye devam
ettikçe uzaklaşıyorum. Kendimden, babamdan, yirmi kat aşağıda yürüyen insanlardan.
Cebimde eskiden bozuk paralar olurdu, şimdiyse bütünüyle kâğıt. Uzaklaşıyorum halk
otobüslerinden, tartısıyla para kazanmaya çalışan yaşlı amcadan, bir kısa Winston’dan.
Faust’a dönüşmekten korkuyorum.
Üç dil bilen, planlanmış espriler yapan biriyim. Askerlik anısı namına anlatacaklarım
yok denecek kadar az, gündemi takip ederim ama yorumlarım kahvehane siyaseti
seviyesindedir. Evimdeki tavana yükselen kitapların hiçbirini okumadım, ilk dört sıradaki
kitaplar anneme ait. Son iki sıradaki kitapları da özellikle beş yüz sayfa üzeri olan akademik
ağırlıklı kitaplardan seçtim, kocaman bir yatağım var ve zaman bulabilirseniz tavandaki
yapay geceyi izleyebilirseniz, Yirmi altı yaşındayım ve tek gecelik ilişki arıyorum. Para
gerçektir, para gerçektir. Gerçeği yaşıyorum. Bu arada kravatım gittikçe sıkıyor boynumu.
Kravat sıktıkça sıkıyor, bense onu gevşetmeye çalışmıyorum bile.
Şirketten iyi gün dostlarıyla iki tek atıyoruz Serencam Meyhanesinde. Kadınlardan
konuşuyoruz, işten, kazandığımız paradan. Ne hale geldim böyle? Şunların abartılı
kahkahalarına bakar mısınız? Rakı bardağını tutmayı bile bilmiyorlar. Anlattıklarında ancak
parayla yaşanacak yapay olaylar var. Çoğunu yaşadıklarından bile emin değilim. Ben ne
yapıyorum? Yapılan espriyi anlamasam bile şartlanmışlıkla gülüyorum. Terden sırılsıklam

110
oldum, burada babam anılarını anlatırdı eskiden.2 Kahkahalarla gülerdim onlara, eve
gidince genelde beni abuk sabuk nedenlerden azarlasa da burada bambaşka biri oluyordu.
Hayat onu da dönüştürmüştü, evde anneme ve bana bağırırdı, işteyken kalfaya; buraya
geldiğinde dediğim gibi bambaşka biri olur çıkar. Bir hafta bağırır çağırır ve ter kokusuyla
boğulan bu gürültülü mekânda yüzü kızarmış halde bana geçmişten hikâyeler anlatırdı.
Şimdi o da yok. En azından onun gerçek kimliğini gösterdiği bir yeri vardı. Var olduğu
bir mekânı, kendini bulduğu, ‘gerçek kendi’ni ifade edebildiği bir mekânı… Bense her
yerde kariyer peşinde koşan takım elbiseli adam kılığındaydım. Her ortama uyum sağlayan
mekanik yüz ifademden kurtulamamış, takım elbiselerimden sıyrılıp penyenin, kot
pantolonun tadına varamamıştım. Para gerçek değildi, para uyku haliydi. Uyu, türlü
hayaller gör, öyle hayaller olsun ki bunlar, bir daha uyanmak isteme. İşe girdiğimde
istihareye yatmıştım, uyku durumumsa şimdi devam ediyordu. İşim hep şimdilerle. Rahat
adamım ben, ders alacak ya da hatırlanacak bir geçmiş, hatıralarım yok. Dert edecek bir
geleceğim, evlenmek için ya da ilerde olacak çocuklarım için birikimim yok, bankadaki
param tarafımdan her an harcanabilir. Keyfim bilir. Keyfim sen her şeyi bilirsin.
Boğazı gören iki katlı bir evim var. Kiralık. Mavi boyalı. Dış cephe, iç cephe hepsi mavi
boyalı. Ben maviden nefret ederdim hâlbuki. Mavi gerçekleri ustaca örtbas eden bu
dünyaya göre fazla mutlu bir renkti. Kafanı kaldırırsın gökyüzü mavi, uzayın uçsuz
bucaksız korkunçluğuna karşı yeryüzüne branda çekmiştir. Denizlere bakarsın gökyüzü
yansır oraya da, nelerin yaşadığını bilmeden, merak etmeden dalarsın denize. Velhasıl
kelam mavi mutlu bir renktir ve sorunları ve gerçekleri örtbas etmek için kullanılır. Benim
yaptığım neydi? Her yeri maviye boyamak. Kravatımı çıkarıp diğerlerinin yanına asarken
kravat deryasında mavinin ağırlıklı olduğunu fark ediyorum. Yatak örtüm mavi, salondaki
koltuklar mavi, yine salondaki anlamsız uğraşlar dediğim reprodüksiyon tablolar mavi
ağırlıklı. Eriyik saatler akıyorlar tablonun tekinde. Hiçbir özelliğini göremiyorum tablonun.
Güllerin arasından yürüyüp çardağa varıyor, kahvemden yudumlarken dosyaları
inceliyorum. Günlerim hep böyle geçiyor, tekdüze, çoktan ele geçirilmiş. Kazandım
sanırken kaybettiğimi anlıyordum; sıkılıyordum bunlardan, ne projelerim vardı bir bilseniz.
Özgürlük dilediğince hayal kurmaktı; işin içine para girmesiyse annenin bugün okul
olduğunu hatırlatmasına benziyordu. Liseden, mahalleden arkadaşlarım bıraktığım yerde
değiller artık, babam da öyle. Geçmişe manasız bir özlem duyuyorum içimde. Manasız ve
uzun zamandır başıma gelmeyen bir duygu. Kalk ve git oraya, kalk ve git oraya! Uzak çok
uzak diyordum sonra. Hatıralarım çok uzakta, tanıdıklarım çok uzakta.
Yalnızlığın öteki adıydı kariyer. Tek tip bir hayat tarzında sıkışıp kalmak, koca bir dünya
varken hep aynı şehirde tıkılı kalmaktı. Mezarımı kendim kazıyordum, yavaş yavaş. İşten
atıldığımda ya doğrudan içine atlayacaktım ya da üzerinden atlayacaktım.
---
İbre dibe vuruyor, araba öksürerek yavaşlıyor, ıssızlığın ortasına çekilmiş dümdüz giden
siyah-gri bir şeride benzeyen yolda duruyor. Arabadan çıkıp kapıyı çarparak kapatıyorum.
Tekmeliyorum kapıyı, en son Beşiktaş’ın yıllar önceki maçında ettiğim küfürleri

2
Babası anılarını anlatırken hikayemizin kahramanının onunla birlikte rakı içtiğini sanmamanız için bu noktada
bir müdahale şart. Kola içiyordu o.

111
tekrarlıyorum. Cebime doldurduğum fındık – kuru üzümü karışımından3 yiye yiye yakıcı
caydırıcı sıcakta, mesafe konusunda kandırıcı yolda yürümeye başlıyorum.
Yürüdükçe tanıdık gelmeye başlıyor buralar bana. Gömleğimle terimi silerek yoluma
devam ediyorum. Bitkin düşmüş, susuz kalmıştım. Arabamı bırakmış, sonu nereye gider
bilinmez yolda yürümeye karar vermiştim. Öyle hızlı düşünüyordum ki düşündüğüm şeyin
saçmalığını kavramam ancak o düşünceyi eyleme dönüştürdükten sonra mümkün oluyordu.
Şimdi yürü yürüyebilirsen!
Birileriyle konuşmayalı o kadar çok olmuştu ki… Dışarıdan bakıldığında sorunları
olmayan zengin bir gençtim ben, gelip de evimin duvarlarının rengine bakmadılar ki! Gelip
de bir kahvemi bile içmediler. Babamı özledim, bana bağırmasını. Üstlerim yerine onun
bağırmasını istiyordum. “Tarla!” Diye bağırdım. “Ayçiçeği tarlaları.”
Sonra ardımda bir homurtu duydum. Şehirlerde pek duyulmayan, taşraya ait bir
homurtu. Kurtuluş homurtusu. Bir traktör yanıma geldi ve durdu. Benim yaşlarımda bir
adam kullanıyordu traktörü. “Selamun aleyküm,” dedi bana. Selam – merhaba – aleyküm
selam. ‘Aleyküm selam,’ diye yanıt veriyorum. “Nereye yürüyorsun hemşerim, bu sıcakta
ölür gidersin, boşuna ölümünle Allah’ı mutsuz edersin, gel götüreyim seni,” dedi. Hızlı
konuşuyordu, kelimelerin bazı heceleri ağzında yuvarlanıp kayboluyordu ama içtendi.
“Arabamı görmüşsündür yolun kenarında, benzin lazım bana,” diyorum. “Atla,” diyor,
“Köyde benzin buluruz sana.”
Çukurlarla dolu yolda sallana sallana köye varıyoruz. Boynu bükük tabelada beyaz
puntolarla Kirazca Köyü yazıyor. Altmış araçlık köy meydanı bir cami bir kahvehane bir
de muhtarlıkla çevrili. Rüzgâr uğulduyor, tozlar yükseliyor, rüzgâr uğulduyor tozlar
yükseliyor ve uzaktan beyhude bir köpek havlaması duyuluyor. Western filmlerindeki aylak
çalılardan da olsaydı, köyün ıssızlığı sizi depresyona sokabilir, içinizde kimse yok mu –u
harfi uzatılacak- diye bağırma isteği uyandırabilirdi. Neyse ki kahvehaneye uğruyoruz ki bir
iki yaşayanla karşılaşıyoruz. Barmen yerine çaycı, Rus revüsü yerine kral tv, kanatlı kapılar
yerine gıcırdayan çürük ahşap bir kapı, madenciler yerine çiftçiler var. Sessizce
kahvehaneye süzülüp çaycı bana bir viski diye bağırsam gözler merakla mı yoksa hiddetle
mi bana döner acaba? Traktördeki adam beni kahvehanenin önünde bırakmış, içerdekilere
selam verdikten sonra bana benzin bulmaya gitmişti. Çay istiyorum. Paçalarım kıvrık hala,
terli gömleğimi üzerime geçirmişim. Çayın tadına varmaya çalışırken muhtar geçiyor
karşıma. Altmış yaşlarında, su yatağı gibi her adımında sallanan bir göbeği var. Klasik
köstekli saatinin zinciri yeleğinin cebine uzanıyordu. Elleri buruş buruş olmuş, yanakları
sarkmıştı. Selam verdi, aldım; nasılsın, dedi, cevap verdim. Arabamın benzininin bittiğini
söyledim, ağırbaşlılıkla başını aşağı yukarı sallayıp sustu.
Paltosunu koluna asmış bond çantalı bir adam çıkıyor asansörden. Yüz ifademi
asansörden çıkmadan önce ayarlamıştım. Belli belirsiz bir sırıtış, hafif kısık gözler ve her
selama karşılık vermek üzere sallanacak esnek bir baş. Ayağım takılsa… Düşsem, çantam
fırlasa elimden, yüzü düşüş esnasında saçma sapan bir şekil alsa ve bir saniye önce
pekiştirmekle meşgul olduğum saygımı yine bir saniye içinde kaybediversem. Bana
sinirlendiklerinde aralarında alay konusu olsam bu olaydan sonra. Düşmüyorum, kendimi
odama atıp derin bir nefes aldıktan sonra kendime viski dolduruyorum. Altı saatten daha az

3
Kahramanımızın çocukluk tutkusudur. Her pazara gidişlerinde merhum annesine fındık – kuru üzüm alırlardı.
Niye fındık – kuru üzüm diye sormadı bir kere bile; çünkü bu soru alışkanlığı terk etmek için atılacak en önemli
adımdı.

112
bir süre sonra burada, Kirazca’nın tek kahvehanesinde çayımı içiyorum. Çay bardağını
kırsam ya da bir şekilde düşüversem kimsenin bana gülmeyeceğine, gülseler bile
gülüşlerinin ‘bir şey yok merak etme’ havasında olacağından eminim.
Traktör geri geliyor, içi benzin dolu kola şişesiyle kapıda beliriyor adam. Yüzündeki
gülümseme bana gereksiz geliyor ama o gülümsemeye devam ediyor. Ben de gülüyorum,
sonuçta benzin bulmuştu bana. Benzin dolu şişeyi masaya koyduğunda ister istemez elimi
cebime atıyorum. Kolumu yakalıyor, “Lafı olmaz,” diyor. Nasıl lafı olmaz? Para
veriyordum almıyordu, almıyordu ama… Sustum, fesat düşüncelerimi hapsettim. Kendine
çay söylerken, “nereye böyle?” dedi. Ne cevap versem bilemedim. İlk aklıma geleni
söyledim: “Bilmiyorum.” Garip garip baktı bana. İlk defa amaçsız bir insan görüyordu
sanırım. İnsan yola çıkıyorsa hedefi olmalıydı. Benim yoktu. Kahvehaneden ayrılıyoruz
onunla, beni arabama geri bırakacak ve sonra işine geri dönecek.

Odamdan çıkıyorum. Sekreterim müşterilerin geldiğini söylüyor. Araplar. İşin
ayrıntılarına girmiyorum. Yanlarına giderken aklımda kuracağım cümleleri planlıyorum. İş
kesin.
Traktörün gürültüsünde bana köyün kısa tarihini anlatıyor. Kirazca yirmilerde
kurulmuş. Köyün tamamı muhacirlerden oluşuyormuş. Köy ahalisi açılan ilk bakkalı
sevinçle karşılamış; çünkü böylece ekmek için şehre inmelerine gerek kalmayacaktı. Bir
bakkal daha açılmış sonra… Bir bakkal daha. İrili ufaklı bakkallar, bir zaman gelmiş köyün
sokaklarına ortalama üç bakkal düşer olmuş. Ne delilik ama! Köyde ihtilaf çıkmış. Bir
sabah muhtar efendi iki yıl içinde bakkalcı oluveren otuz kadar kişiye ders olsun diye
oğluna köyü ikiye bölen bir çizgi çektirmiş. Bembeyaz bir çizgi… Çizgi çitleri, duvarları,
ahırları hatta hayvanları bile tırmanıp köyü ikiye bölüyormuş. Köyün bir tarafına Yukarı
Kirazca, bir tarafına Aşağı Kirazca tabelası diktirmiş. Eeee… Muhtar demiş ki: “Eviniz ne
taraftaysa ordan alışveriş edeceksiniz, acil meseleler harici çizginin öbür tarafına geçmek
yok. Kimse de bu kuralı bozmayacak.” Sonra ne oldu diye sorduğumda, “Nolcak?” Dedi
bana. “Bir ay geçmeden kuralı bozdular bile. İnsanlar birbirlerini özlüyorlar.”
Uno şaha kalktı, traktör arkada kaldı. Araba tepeyi tırmandı. Babamın fırlattığı
anahtarlar havada yuvarlanıp avucuma konuverdiler. Şoför koltuğuna ben oturuyorum bu
sefer. Oto pazarından alınmış olabilirdi, hasarlı ve yakın çevrelerce kız otomobili
muamelesi görüyor olabilirdi ama bu araba aldığım en güzel doğum günü hediyesiydi. Ve
babam tarafından bana doğum gününde alınan ilk hediye. Çiko koydum ismini. Anahtarı
çevirirken yanımda babam gevrek gevrek gülüyordu. Besbelli eğleniyordu, benle birlikte
gençliğine dönmüştü. Saçları dökülmüş, yüzü çökmüş adam benle birlikte eğleniyordu.
Aracı park ederken başka bir araca çarparken dahi gülüyordu. Anneme araba çarptığını
öğrendiğimizde gülmedik. Zaten babam bir daha hiç gülmedi. İşten eve dönüşlerinde bazı
zamanlar karısına çiçek almak isteyip de bir türlü alamamış adamdı o, şimdi alamadığı
çiçeklerin hepsini haftada bir mezarlığa uğrayarak eşinin mezarına koyuyordu. Sert adam
şimdi neler yapıyordu acaba?
Bomboş yolda rahatça düşüncelere dalmış, gidiyordum. Aklımda geçmişim var.
Hesabını sormaktan korktuğum, yüzleşmeyi erteledim ve muhtemelen ölmeden önceki o
ana –y kişisini yanıma çağırın ve bizi yalnız bırakın anına- kadar ertelemeye devam
edeceğim geçmişimi düşünüyorum. Kaçıyorum. Şimdilik. Radyoyu açmaya çalışıyorum.
Zaman zaman şarkısı çalınıyor kulağıma. Frene abanıyorum, gıcırtı, sarsıntı ve eylemsizlik

113
isteği. Arabanın kaputuna ellerini koymuş, gözleriyle beni kurtar diye yalvaran bir gelin
düşünün. Bir köyün içinden geçmekte olduğumun ayırtına varıyorum. Korkum biraz olsun
geçiyor, karşıma çıkan gelin Sır Kapısı gelinlerinden değil. Capcanlı. O giysi içinde zar zor
arabaya sığıyor. Bas gaza ağabey, diyor. Bas gaza! Saçma sapan bir gün yaşıyorum.
Simsiyah saçları var, dalgalı dalgalı. Gözleri kapkara kızın, çaresizlik tümörü
gözbebeklerini zift gibi kaplamış. Makyajı fazla olmuş. Kız en fazla yirmi yaşında. Titriyor,
ara sıra birilerinin peşlerine takılıp takılmadığını kontrol etmek için arkasına bakıyor. Sür,
diyor. “Beni bekliyor. Gece gelmediğine göre bir işi çıkmıştır, şimdi kesin beni bekliyordur
orada.”
Köyden çıkıyoruz. Koyunların yoldan geçmesini beklerken çoban görüyor bizi, gelini
tanıyor. Devam ediyoruz. Bir çeşmeye varıyoruz. Köyden iki kilometre kadar uzaklaştık.
Kız titriyor, gözleri fıldır fıldır sevdiğinin izini arıyor. Peki, ben ne yapmalıydım? Bak
sevdiğin gelmemiş, vazgeçmiş senden. Git şimdi sevmediğinle evlenip onu sevmeye çalış
mı diyeyim? Kız arabadan dışarı çıkıyor, bir o yana bir yana koşuyor. Sevdiğinin bir anda
orada belirmesini bekliyor belki de. Belirmeyecekti. Sevdiği ondan vazgeçmişti, korkmuştu.
Salt korkunun sonucu tepkisiz kalmayı seçmişti. Kız… Kız hala umutluydu. Hala gelmesini
bekliyordu. Kıza binmesi için kapıyı açıyorum. Onu orada bırakıp gidemezdim. Adını bile
bilmediğim bir kızı dert ediyordum kendime şimdi. Uzun zaman önce gerçekten sevdiğim
bir kızı üniversite uğruna terk eden ben şimdi ağlak bir köylü kızına acıyordum. Atla! Diye
bağırıyorum. Küçük dilim üzerine bin yumruk inen kum torbası gibi titriyor. Atla,
gelmeyecek. Gelseydi dün gece gelirdi seni kaçırmak için. Abuk sabuk bir gün
geçiriyorum.
Kız biniyor. Romeo’n öldü, diyorum. Geceleri pencerenden eksik olmayan Romeo’n
öldü. Başka köyden birini sevmek senin neyine? Amcanın oğluyla evlenmek için doğdun
sen. Sakat çocuklar yetiştirmek, kocana hizmet etmek ve zamanının sonunda gözlerine
nihayet beyaz ışık yansırken artık kurtuluyorum diyerekten kendini teselli etmek için
doğdun. Köylü kızı kaderine isyan senin neyine?
Uno atılıyor. Mıcırlı yollarda sallana sallana ilerliyor. Hikâyeme olmadık şekilde dâhil
olan gelin yanımda oturuyor. Önce elindeki duvağa sonra da dümdüz giden yola bakıyor.
Gözleri koruluğu, tepeleri aşıyor, hayallerine varıyordur kim bilir. Duvağı camdan atıyor.
Bunu yaparak kendi hikayesine metaforik bir derinlik kazandırıyor. Ya da hikâyesinde yeni
bölüme geçiyor. Benim yeni bölüme geçişim: Adamı tarumar eden bir yumruk.4
-.-- .--. .--.
Birleşik Arap Emirliklerinden gelen kahve tenli müşterilerim beni görünce rahatlarını
bozup ayağa kalkıyorlar. Selamun aleyküm diyorum adama. Aklımda o an Selamun
aleykümden başka bir şey yoktu. Nasılsınız? Diyorum göz temasını ihmal etmemeye
çalışarak. Çevirmen hemen çeviriyor söylediğimi. Birden elini uzatıyor adam, dört tane
Arap var odada. Elimi uzatır gibi oluyorum. Kol yükseliyor, yükselirken dört parmak avuç
içine yatıya kalan başparmağın üzerine kapanıyor, başparmağı boğmak istercesine sıkıca
kenetleniyorlar. Zaman yavaşlıyor. Yumruk kafayı bir kukla misali ittiriyor, adamın gözü
yumruk inmeden önce refleksle kapanıyor. Masamın üzerinde bir küstüm çiçeği var.
Boynunu büktüğüne göre bu herifler oynamışlar onunla. Yavaşlatılmış zamanda, kaşlarım
çatılıyor, gözlerim kısılıyor. Ve zaman tekrar hızlanıyor. Adam düşüyor, diğerleri kısa

4
Çılgınca hayaller kurup kıkır kıkır gülmeyiniz. Kahramanımız gelinin yeni Romeosu falan değil. Sonrasında
neler olduğunu anlatmaksa benim haddime değil.

114
süreli bir şaşkınlık anının ardından üzerime çullanmak için atılıyorlar. Ayağımı aniden,
köpek kovarcasına –kovarcasına- yere vuruyorum. Duraksıyorlar ve ben de o arada
sıvışıyorum. Koşuyorum. Aşağıya inerken merdivenleri kullanıyorum.
Otoparkta Unom bekliyor beni. Diğer arabam bakımda olduğu için işe bununla gelmiş;
arabayı gizlice otoparka sokmayı başarabilmiştim. İşe girdiğimden beri Unoyu
küçümsemiş, ona Çika der olmuştum. Nasıl olsa kullanmıyordum ya, Çika desem ne
çıkardı. Çikoydu ama o. Doğum günü hediyem. Otoparktan fırlayarak çıkarken aklımda
bembeyaz bir sayfa vardı. Tarafımdan doldurulmayı bekliyordu. Arabayı uygun bir yerde
durdurup boynumdakini soldaki dikiz aynaya bağlıyorum. Ceketimi mendil satmaya çalışan
benim yaşlarımdaki adama veriyorum.
Ne ırkçıyım ne de şiddet yanlısı bir insanımdır. Tek derdim özgürlüğü iyicene
ütopikleştirmekti. Yumruğunu kaldırmak da güzel ama bazen o yumruğun bir yerlere
inmesi lazım.5 Ben indirdim. Aniden.

5
‘Aniden’ denemeden önce bir kez düşünüp derin nefes alın. Çünkü sonrasında yumruk atmayı bilmeyen biri
olarak eliniz acıyacaktır.

115
Cüceler Ölüyor.

Gerçekleri anlatmaya tekerlemeyle başlanmaz.


Edgar Winnie The Pooh6

Grimm Kardeşlerden nefret ediyorum. Prensese elma ısırttıkları için değil; bizleri
yüzeysel bir şekilde tek duyguya hapsettikleri için değil; prensi beyaz ata bindirdikleri için
değil… Onlardan nefret ediyorum; çünkü ne yapıp edip hikâyeyi mutlu sonla bitirmeyi
başardılar.

Onlar, Yedi Cüceler masalın dekorlarıydılar, onlara ne olduğunu merak etmeyecektiniz.


Pamuk Prenses Dünya’nın en güzeli olarak ipi göğüslerken, Çirkin prens parasıyla Pamuk
Prenses’i satın alıp bir şekilde muradına kavuşurken ve cadı uzaklara sürgün edilirken bizler
hep unutulmaya mahkûm kalacaktık. Zaman yiterken, prensesin daha sonraları ormanda
kaybolacak iki çocuk doğurduğundan, prensin hedonizmin dibine vurduğundan,
Pinokyo’nun yalancılık alışkanlığı nedeniyle tekrar tahtalaşıp periden umudunu keserek
kendini dağlara vurduğundan ya da Mutlu’nun yaşadığı cinnetten kimse bahsetmedi.
Prenses prensin atına binmiş giderken öyle mutluydu ki cüceler gözyaşlarıyla onu rahatsız
etmek istemediler, Prenses öyle mutluydu ki bir daha onları görmeye tenezzül etmedi. Öyle
mutluydular ki aptallaştılar, şaşırdılar, kendilerini bilmez oldular, prensesin yokluğunu
hisseder oldular… Delirdiler. Grimmler onların mutluluk dolu hikâyelerinden iyi para
kaldırdılar, halka umut aşıladılar. Yalanlar vardı ve bir de büyük yalancılar. Wilhelm ve
Jacob büyük yalancılardandılar. Tarihin en büyük yalancılarından, masum bir iş yapayım
derken büyük ihtimalle gelecek nesilleri yalanlar üzerine kurulu uçuk hayal gücüyle
oyalayan insanlardan. Anlatılmayanı anlatmanın zamanı geldi.

Bu öykü cüceler ve prenses gerçeğini anlatıyor. İlginizi çekmediyse, bu paragrafı bitirip


okumayı bırakın. Prens kulenin tepesine çıktığında kendisini istemeyen Rapunzel’e karşı tek
tarafın isteğine dayanan cinsel münasebette bulunuyor ve kızın uzun mu uzun sırma
saçlarını kestikten sonra kuleden inerken aşağı düşüp ölüyor. Şimdi başlayabiliriz.

Önce bir yanlışı düzeltmekle başlayalım. Biraderler dört taneydiler. İki tanesi aniden
patlak veren savaşa madenci kimliklerinden nefret ettiklerinden katılmışlar ve savaş alanında
can vermişlerdi. Bir tanesi ise vebada yaşamını yitirmişti. Kala kala Budala, Huysuz,
Utangaç ve Mutlu kalmıştı. Yorgundular, yaşlıydılar, kardeşlerini kaybetmiştiler ve tek
yumurta yedizi oldukları için birisi üzülünce hepsi üzülüyordu. Utangaç prenses gittikten
sonra odasına kapanıp –Evet odaları da var onların, orada uyurlar, masal figüranlığından
arta kalan zamanlarında sohbet falan, canlıyız biz de canlı- hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başlayınca hepsi ağlamaya başladı. Gözyaşlarını tutamadılar diyelim. Utangaç Pamuk’a âşık
olduğu için ağlıyordu, Diğer üçü ise kızı prense ucuza sattık diye hayıflanıyordu. Birazcık
gözyaşı… Timsah timsah.

6
Kitaplarını balın tek gerçeklik olduğuna inananlara adayan ünlü yazar.
Ayı.

116
Cücelerimizin isimlerini değiştirmek gerektiğini, çünkü bu halde isimlerinin masal
klişelerine hizmet ettiği kanısındayım. İsimlerini masallar diyarı standartlarına uygun olarak
uyduracağım. Mutlu için Mahmut, Utangaç için Utku, Budala için Bumin, Huysuz için
Hüdaverdi.

Aylak peri kızımızın sihirli asasının bir ucu kırık yıldızı Mahmut’un alnına dokunuyor;
kafası karışık cücemizin hatıralarından oluşan örümcek ağında “Nasıl başladı?” yolculuğuna
çıkıyoruz. Nasıl (başladı, bitti)?

CızırcızırHırılhırıl7

Esen rüzgâr havada birbirine çarpa yapışa bebek avucu büyüklüğüne gelen karı batıdaki
çıplak ve üzerinde biten rengârenk çiçeklerle arsızlaşan dağlara savurmakta zorlanıyor;
zorlandıkça iyice asabileşip uğultusunu arttırıyordu. Gri gökyüzünün altında bir köy
sakince uyuyordu. Alçacık kâgir evlerin düz çatıları bir Mahmut8 boyu karla örtülmüştü.
Damlardaki yer çekimine meydan okuyan sarkıtlar hırsızın tekinin soymayı planladığı evi
camdan gözetlemesini bekliyorlardı. Kar altındaki yollar ve köyün gökyüzünden görüntüsü
aynı Mahmut’un anıları gibiydi. Depresyondaki bir örümceğin ördüğü, örümcek nalları
diktiğinde avantgarde olacak bir ağ.

Bir mucize, hiçbir arkadaşına çarpmayıp benliğini koruyabilmiş bir kar tanesi kendini
rüzgârın eksi dört derecelik esintisine bırakıyor, önlüğünde kimliği belirsiz kanlar olan bir
kasap ilkel arabasına kafes içinde üç iri domuz yüklemiş, karı yara yara onları mezbahaya
götürmekle meşguldü. Kar tanemiz kendini kasabın beline asılı satırda izledi ve dallarından
üçünün kopmuş olduğunu fark etti. Ta ilerde, köyün boyun eğip kış uykusuna yatmak
zorunda bırakan karın bile ulaşamadığı evlerin duvarlarına ‘A’ harfleri, Kötülere Zulme
Son! gibi ciddiye alınmayı bekleyen ateşli kinayeli cümleler yazılmıştı. Duvarları böyle
yazılarla dolu ara sokaklardan birinde, çöp bidonlarının dolup taştığı, sokak girişini
kapattığı ve sokağı gölgelediği bir yerde, kibrit çöpleri HG’den9 esinlenilmişçesine
intizamla yere saçılmıştı. Çöp bidonlarının ardından yardım çığlıkları geldi, yakarışlar,
çırpınışlar ve ses kesildi ama iyi yönden bakmalıyız ya her şeye, kızcağız en azından
soğuktan ölmedi. Kişilikli kar tanesi sefaletin, kullanılmışlığın, aşağılanmanın sesinin diğer
bütün sesleri bastırdığı Simörf adlı atıl köyün panoraması üstünde, yer yer arkadaşlarına
çarparak, yer yer boğularak bacalardan üflenen kara dumanlarda, minicik kalmış halde
neon ışıklarının göz kırpıp durduğu hanın tabelasına çarpıp eridi, bir damlacık kaydı ve pıt
diye çamurdaki iyice kıvama gelmiş sekiz bot izinden birinin üzerine düşüverdi.

Kırmızı Han. İnsanlar ve gürültü, biralar ve şangırtı, müzik ve Pembe Fiyonk grubu,
cebi delikler ve dayan yiyenler, karanlık köşeler ve fısıltılar. Siz gerisini hayal ederken biz
fısıltıların sahiplerine dönelim.

7
***
8
1,4 metre civarı.
9
Hansel ve Gratel

117
FALCI: Biriniz elini uzatsın… Hımmmm… Nasırlı ellerde pek kolay olmuyor geleceği
görmesi… Bir bakalım… Şu çizgilerin çokluğuna bak, bu iyiye alamet… Çok
yaşayacaksınız...
BUMİN: Şimdi ben bir şey soracaktım, parmakları birbirine kenetleyince ayalarda ‘Hönk’
yazıyormuş, sizce ne derece doğru?
FALCI: Boş işler müdürü müsün evladım sen? Aptalca sorularını kendine sor, kendin
cevapla. Biz işimize bakalım. On iki vakte kadar birisi çıkacak karşınıza. Takip edin
çizgileri, yaşlanmışlar silikleşmiş artık sizlerde. En uzun olanı, sarmal sarmal olanı izle.
Bakın, bakın! İkiye ayrılıyor, kader iki seçenek sunuyor size. O birisine edeceğiniz
muamele için iki seçenek!
MAHMUT: Kesin bir şey söyleyemez misin bize? İki seçeneğin içeriğini bilmezsek ne
gereği var iki seçeneğimiz olduğunu bilmeye?
FALCI: O kadarını size söyleyebilseydim burada ne işim olurdu? Öngörüler belirsizdir,
yüzeyseldir. “Bir gün öleceksin,” demez öngörüler, “Bir gün çevrendekilerden biri
tarafından öldürüleceksin,” derler. Önlemini almak sana kalmıştır. Şimdi sözümü kesme de
iyi dinle beni, heyecanlı cüce! Kader çizginin yani çizginizin sol sapan kısmı daha uzun,
demek oluyor ki bu işten kârlı çıkabilirsiniz. Ya da kader çizginin sağ kısmına itimat edip
haysiyetle ölebilirsiniz.
HÜDAVERDİ: Haysiyet mi? Yenebilen bir şeyse ne ala, yok eğer yenmiyorsa seçeceğimiz
taraf belli. Bütün birikimimizi sana verdik, bütün! Senin yaptığına bak, birisi çıkacakmış
karşımıza.
MAHMUT: O zaman o birisi bizden misafirperverlik beklemesin.

Mahmut hanın kapısını çarparak çıktı, kapı kapandı tekrar açıldı ve Bumin dışarı
çıkarken o da kapıyı çarparak kapattı. Diğerleri öyle yaptılar. Karlar çatık kaşlarında
birikiyordu, pamuk gibi hafif ve beyaz sakalları rüzgârda salınıyordu. Bir postacı yürüyüşü
tutturup yolda biriken kara aldırmadan, botlarını rap rap yaparak köyün dışındaki evlerine
gittiler.
Karlar eridi, çiçekler açtı neşeyle, dünya döndü iki yüz kere. Gökyüzü bulutlardan
arındı, güneşin görüşü düzeldi. Cüceler kazmalarını yüzlerce kez indirdiler evlerinin
altındaki madenin duvarlarına; bakırın fiyatı düştü ve biraderler aç kaldılar.

Güm güm güm! Evin ahşap kapısı telaşla yumruklanıyordu. “Kapıyı açın, lütfen kapıyı
açın!” Elinde gaz lambasıyla Utku kapının sürgüsünü kaldırdı, kapı gıcırdamayarak ama
bıkkınca açıldı genç kıza.

PAMUK: Ben Pamuk. Uzak diyarlarda bir krallığın prensesiyim. Prensesiydim.


MAHMUT: Bir kere de yakın diyarlarda prenses olun da biz de tanıyalım. Ne işin var
buralarda?
PAMUK: Bedel ödüyorum.
MAHMUT: Bak sen şu işe. Ne bedeliymiş bu?
PAMUK: Güzelliğimin bedeli. Diyarın en güzel yüzüne sahibim. Başka kimseciklerde
böyle al yanaklar göremezsin, tenime bak beyaz mı beyaz, boşuna mı Pamuk koymuş
anam benim adımı. Kara gözlerime iyice bak, hüzün mutluluk; var mı başka gözde bu

118
kadar derinlik? Elleyin saçlarımı, yumuşaklığı hissettiniz mi? Elleriniz kayıp gider
saçlarımın üzerinde.
UTKU: A-aynı sakallarımız gibi saçının yumuşaklığı.
HÜDAVERDİ: Kendini pazarlamaya mı çalışıyorsun, umutsuz bir narsisizm vakası mısın
yoksa kullandığın şampuanın reklamını mı yapıyorsun?
BUMİN: Bu kadar kırıcı olma Hüdo! Hele bir anlat Pamuk Kız, telaşının nedeni nedir?
PAMUK: Neresinden başlasam bilmem ki… Kendini üvey kızına karşı kötülük yapmak
zorunda hisseden üvey anne üvey kızını kıskanır, tüm dehşeti kızın üzerine çöker. Olaylar
gelişir.

Uzun bir sessizlik.

HÜDAVERDİ: Demek prensestin önceden? Baban sana değer verir mi peki?


PAMUK: Kızıyım ben onun!
Hikâyemize biraz ara veriyoruz. Yoruldum, sonuçta ben de bir ins…

Devam edelim.

Prenses kafasına inen kürekle yere yığılıveriyor. Kürek çamurlu, artık prensesin saçları
da çamurlu. Prenses baygın, cüceler acayipliğin doruk noktasında. Kızın ellerini ayaklarını
sıkıca bağlayıp Pamuk’u bodrumun yıllardır azılı düşmanı ışıkla karşılaşmamış karanlığına
yuvarlayıveriyorlar. Prensesin Utku’nun özene bezene parlattığı yeşil bir elma var.
Pamuk’un gözleri fal taşı gibi açık, karanlığı bir şeyler görme umuduyla tarıyorlar.
Karanlıktan fırlayacak bir tehlike, belki de üvey annesinin silueti, ya da aldattığı nişanlısının
öfkeli ama bir o kadar kırgın yüzü, küllerinden doğduğunda her defasında öldürdüğü anka
kuşunun gamlı nağmeleri…
Her günün belirli saatlerinde yemek veriyordu cüceler ona. Cüceler tarafından esir
alınışının ikinci gününde cücelerin işi abartıp göğsüne hatta boynuna kadar sardığı halatla
soluğu kesilmiş, biraderler son anda prensesi kurtarabilmişlerdi. O günden sonra prensesin
herhangi bir yerini bağlamaktan vazgeçmişlerdi. Prenses karanlık bodrumda olabildiğince
özgürdü. Dörtgen mekânın istediği yerine gidebiliyor, karanlığa bakıp hayaller kurabiliyor,
cücelerin verdiği yer patatesi püresini ve bir bardak suyu özgürce yiyebiliyordu. Karanlıkta
volta atarken Pamuk’un kulakları işine yarasa da yaramasa da bir yarasa kadar
keskinleşmişlerdi. Kulağını kapıya dayıyor, cüceleri dinliyordu.

BUMİN: Saçından bir tutam kesip babasına gönderelim. Ciddi olduğumuzu anlasın!
UTKU: Evet, tamam babasına bir ücret karşılığı teslim edelim ama şu anda ona kötü
muamele etmiyor muyuz?
MAHMUT: Ulan, bu kadar duygusal yaklaşma olaylara! Ne etseydik, kendi yataklarımızda
mı yatırsaydık? Kendi yediklerimizden mi verseydik? Eğer birini kaçırıyorsan senden nefret
etmesini sağlamalısın. Bizler kötü cüceleriz anladın mı Utku!
HÜDAVERDİ: Benim kafamda başka bir plan var.

Prenses Pamuk gözlerini yavaş yavaş kaybederken kulaklarını keskinleştiriyor, şınav,


mekik çekiyordu. Güzelliğinden ve eski vücudundan eser kalmamıştı. Kaşları çatıktı, gözleri

119
boş bakıyordu artık. Kasları gün geçtikçe şişiyordu. Duvara attığı yumruklarla ellerin
kurumuş kanla kaplıydı. Neden vücut çalışıyordu, cüceleri dövmek için mi? Sanmıyordu, o
sadece geleneği yerine getiriyordu.
Cüceler ne yapsak ne yapsak diye düşünüyorlardı. Sakallarını sıvazlıyorlar, gözlerini
uzaklara dikiyorlar sonra yine sakallarını sıvazlıyorlardı.
Evreka!
Evreka!
Evreka!
…….Evreka!
Bodrum kapısı hiddetle açılıyor içeri aç sefil halde cüceler dalıyorlar. Ellerinde meşaleler
var. Pamuk Prenses göremiyor, gözleriyle göremiyor. Kulakları seğiriyor, her cücenin
yerini tek tek belirliyor ve gardını alıyor. Dövüşecekti! Savunacaktı kendini! Mahmut kızın
görüp görmediğini test etmek için kızın gözlerine doğru elini sallıyor ve tatmin olmuş bir
şekilde gülümsüyor. “Zorluk çıkarma bize,” diyor. “Elimizde kürekler, vururuz kafana
kafana. Diz çök de bağlayalım seni güzelce.”
Çaresiz çöküyor Prenses dizleri üzerine. Önce verdikleri elmayı yiyor prenses. Karnı aç.
Elmadan aldığı ısırık daha ağzındayken bayıltıveriyorlar. Bağlamadılar prensesi, onun
yerine kendi yaptıkları tabutun içine yatırdılar. Utku’nun camdan yapalım dediği ama
Mahmut’un pahalı olur gerekçesiyle tahtadan yaptırdığı tabutun içinde prenses sessizce
uyuyordu. Her uyandığında bayıltılıyor; tekrar uyuması sağlanıyordu. Böyle böyle cüceler
prensin geleceği günü beklediler. İçinde ‘güzel’ olan her masalda olaya dâhil olan bir prens
kesinkes olurdu çünkü. İşte Hüdaverdi’nin planı da buydu. Prenses için bir prensin
gelmesini beklemek.
Ve bir gün kapı çaldı. Gelen prensti. Kim bilir nerelerden prensesi öpmek için gelmişti.
Bodrumda, kimselerden habersiz tabutunun içinde yatmakta olan prensesi öpmek için.
Belinde demir saplı tahta bir kılıç vardı, boynuna kestiği perdeden beyaz bir pelerin
asmıştı. Kapı eşiğinde prensin getirdiği bir çuval, çuvalın içinde gümüş cevheri işlenmek
üzere duruyordu. “Gümüş,” dedi prens sessizce. Gümüş falan değildi aslında, allanıp
pullanmış halis muhlis kayaydı esasında. Prens prensesi öper, günü kurtarır –prensimiz
ayrıca aptaldır da, kendiliğinden uyanmak üzere olan prensesi fark etmez, yercesine
öpücüğü kondurur, prenses uyanır, ağzındaki elma parçasını tükürür ve prense sarılır.
Tadaaaa! Mutlu son!

…(Zaman Mefhumu)…

Grimm Kardeşler psikolojik sorunlarıyla yüzleşmek yerine her şeyi bembeyaz anlatmayı
tercih etmişlerdi. Bense size tüm gerçeği…. Immm… Cücelere dönelim. Timsah timsah
ağlamayı kesip gümüş cevherlerini satmaya döndüklerinde acı gerçekle, satsan satılmaz
yemeğe kalksın yenilmez o acı gerçekle karşılaştılar. Açlıktan sürüm sürüm süründüler. En
sonunda, Mahmut diğer kardeşlerini madende topladı. İlk defa sessizdi ve sessizce baltasını
madeni ayakta tutan kalaslardan birine indirdi. Kısa süren sistematik cinneti hepsinin
ölümüne sebep oldu.
Prens prensesle işini bitirdiğinde, ben kör prenses istemem diyerek Pamuk’u bir kenara
fırlatıverdi. Prenseslerden harem kuracak hali yoktu ya… Pamuk hamile kaldı, ileride
obezite sorunlarıyla karşılaşacak olan ikiz çocukları doğurdu. Bu masal tekerlemeyle

120
başlamadı ve tekerlemeyle bitmeyecek de. Şimdi gitmeliyim gerçeğin arayışındaki sevgili
okuyucularım. Tahta burnumu biraz kısaltmam gerek, bu hikâyede biraz fazla uzadı
sanırım. Biraz fazla…
23.10.2008

121
Meczubun Halleri

Bugün kendine Can ismini uygun gördü adam. Cigarasını kulak arkası yapmıştı.
Düşünce deryasında bata çıka yüzüyordu … Çok geçmeden uyandı. Elindeki şişeye şöyle
bir bakıp zipposunu çaktığı gibi fukara bombasının bezini tutuşturuverdi. Otuz beş yıllık
hayatında kendini ‘bir dal parçası’ kadar ince ve kırılgan olmaya adamış kolu havada geniş
bir yay çizerek gerildi. Varoluşunun yegâne sıvısı bitince içine benzin gibi aşağılayıcı bir
sıvıyı dolduran adama kırgın olan şarap şişesi hızla yükseldi, rüzgâr koptu kopacak kıytırık
marka şeridini sığadı şişenin, telefon kulübesinin hemen yanından, kulübenin içinde sızmış
evsizin kulaklarında bir ‘vuuu’ sesi yankılatarak zorunlu hedefine atılımına devam etti.
Devam…

Şangırtı.

Gümbürtü.

Tutuşum.

Harlayış.

Bir restoran işte böyle yandı. Bir serkeşin, bir delinin isyanıydı yangının müsebbibi. Ve
delinin buğulu hafızası şuursuzca geri sardı.

Uyanmak… Tutmak, kavramak, yutmak istedi bu eylemi. Eylemin kanına karışmasını,


onu uyandırmasını diledi. Göz kapaklarının ardında gözleri gözkapaklarının duvarlarında
oynatılan sahneyi izleyeme mecbur tutuluyorlardı. Koşuyor, omuzlara çarpıyor, sarsılıyor,
koşmaya devam ediyordu. Bir şarkı vardı çalan, bir pikaptan geliyordu sesi, çellolar, bir
sürü çello, her köşe başından meşum çello sesleri yükseliyordu, notalar kıvrım kıvrım
yayılıyor, kimseler aldırmıyordu çello sesine. Sadece (o duyuyor, o rahatsız oluyor, o
kaçmaya çalışıyordu.) Sola, sağa, omza dikkat, yine sola… Bir asker çıkıyor adamın
karşısına, kulağındaki tüylü pembe kulaklıklar nefti üniformasına ‘bu bir rüya’
ciddiyetsizliği katıyor. Nefesi kesilmek üzere adamın, kendi düşünceleriyle tartışamayacak
kadar bile halsiz, askeri atlatıyor, rüyanın dönüp duran, suçlu takip kamerasında tekrar
insanların arasına karışıyor. Arşe Sol’un üzerinde gidip gelirken mermiler patladı uzaklarda,
insanlar kaçıştılar, kaçıştılar ama binaların duvarlarına çarpıp bayıldılar onar onar. “Eğil,”
diye bağırdı biri, aynı askerdi bu. Elindeki silahı onun ardındaki kukla düşmana
doğrultmuştu. Üç kişilik düşman çetesinin yüzleri birbirinin tıpkısıydı, üçünün de yüzünde
aynı öfke vardı. Asker şişirdi yanaklarını, ‘truk! Truk!’ sesi mermiler olarak zuhur etti
havada, kuklaların yünleri etrafa saçıldı aynı anda. Truk… Trug… Yerde bir kavuk,
insanlarla çepeçevre. Arapça bir dua yükseliyor, abartılı tecvitler, mimler, lamlar, elifler.
Dinleyenler duayı anlamıyorlar ama huzurla karşılıyorlar, amin diyorlar. Amin… Amen…
Ayakkabıları takıldı birbirine, vücudu paltosuna dolandı. Yer göğe, gök hiçe karıştı.
Pikaplar sustu, Amin’ler yoruldu, son mermi kovanının sesi de yere çarptı. Her şey sustu.

122
Paltosunun derinliklerinde görüşünü, duyuşunu yitirmiş halde beklerken açık ağzından
giriverdi…

Uyanış.

Yatağından doğrulup kahvaltısının getirilmesini bekledi. Yorganını üzerinden aldı,


masmavi muazzam tavana baktı, deniz havasını içine çekti. Simitçi gülerek yanaştırdı
arabasını onun yanına. Camın ardında fırından yeni çıkmış simitler üst üste yığılmış,
vakarla bekliyorlardı. Simiytçieyeğğaaa… Simiiiytçiiiğğeea… Topal Musa derlerdi
Simitçiye, doğudan gelmiş, öyle plak şirketlerinin kapılarında sürünmemiş, kendine üçteker
bir simitçi arabası aldığı gibi sokaklara inivermişti onunla. Sıcyaaaak sıcyaaağk simitleriiiim
var! Taze, taze! En üstte duran simidi kâğıtla kavrayıp ona uzattı. Elli kuruş uzattı o da.
Parayı uzatırken bugün adım Edip olsun dedi kendi kendine. Sararmış dişleri sıcak hamura
dalarken susamlar dişlere saldırdılar ama kaybolup gittiler. “Bu bank nasıldı, iyi miydi?”
Diye sordu Musa, Topal falan değildi, mahalle maçlarında keserim topunuzu diyen eli
bıçaklı meşgalesiz emeklilerden topu almakta görevi, topu al Musa, git topu al Musa!
Lakabından kurtulmak için üniversite sınavına çok çalışmış, kazanamayınca Buraya
gelmişti. Simitçilik güzeldi, öyle ayakları yerden kesen hayaller kuramıyordun ama şükür
Allah’a kendini geçindirebiliyordu. “İyi değildi,” dedi Edip. “Belim tutuldu, dalgaların sesi
kulak zarıma vurup durdu, bir de şu ayyaşlar… Anlayacağın başka bir yer bulmak elzem
oldu. Bu banka fazla bağlanmadan başka bir yer bulmalı, belki bir inşaat.” Musa giderken
simitçi arabasının tekerleklerinin takırtısı martıların viyaklamalarına karışıyordu, Musa’nın
gölgesine baktı Edip. Gölgesi topallıyordu, gölgesinin kamburu çıkmış, gölgesi yorgun.

Edip’in gözleri yerdeydi, yolda yürürken. Bir on kuruş buldu kilit taştan fırlamış asi
çimenler arasında, hemen paltosunun cebine dilek kuyusuna para atan çilekeşler gibi attı
onu, umutla. İnsanların bakışları hep aynı, en vicdanlısının, en yardımseverinin bile ilk
bakışında şaşkınlığı görüyordunuz. Hep “Yüzüme bakın,” derdi Edip. “Sizden farkım
olmadığını anlarsınız böylece.” Heyhat! İnsanlar onun giysilerine bakıyordu, marka
arıyorlardı, leke, yama, eski, kullanılmış olduğuna dair bir iz arıyorlardı. Bu noktada
gülerdi Edip. Paltosunun markası yoktu, lekeliydi, yamalıydı, paltosu bir evsizin
üzerindeyse tüm tanımları kapsayacak şekilde klişeydi. Sakallarım uzun, çünkü uzuyorlar,
saçlarım uzun ve dağınık çünkü uzuyorlar, tırnaklarım uzun, çünkü uzuyorlar, kirliyim,
çünkü banyo yapacak bir yerim yok. Ve “Siz,” derdi. “Bana ne tıraş bıçağı ne tarak ne
tırnak makası ne de banyo veriyorsunuz. Vermiyorsunuz, zira aşağılayacak, küçümseyecek
birine ihtiyacınız var. Dilenciye para attığınızda ya da fakir fukara tam yanınızda bir ekmek
parasını denkleştirmeye çalışırken halinize şükredersiniz. Şükrederken kendinize
hatırlatırsınız. Şükürler olsun Allah’ım! Benden daha aşağı seviyede ‘kadere’ sahip birini
yarattığın için şükürler olsun sana! İçten içe aslında o fakirle inandığının katında eşit
olduğunu bilirsin ve daha da korkarsın, korkarsın da dilenciye para atıp içindeki az buçuk
vicdan kırıntısını ben elimden geleni yaptım diyerek rahatlatırsın.” Edip böyle böyle kendi
içinde toplum arasında onu linçe götürecek kelamlar sarf eder, sonra da çok konuştum
deyip yatar uyurdu.

123
“Yaşam katakullilerle doludur,” derdi Mutluç Dayı. Sokakların Sokrates’i. Arayış adamı,
sefaletin felsefesini yapan altmış üçlük genç bir baobap. Edip saatlerce dinleyebilirdi onu,
bıkmadan usanmadan, yeter ki anlatsın ona. Hatırlatsın, şaşırtsın, kelimelerin sesi gurultuyu
bastırsın. Mutluç’un çakıl yutmuş ağzından yuvarlanan kelimeler ak bıyıklarına sürtünüp
dalıverirdiler Edip’in kulaklarının içine. “Yüzyıllar çok uzaklaştırdı onu bizden, üzerine
çuvallar, torbalar, ambalajlar geçirdiler, çelik kasaların içine, servetlerinin yanına koydular
onu, paralarını koklarken aa sen de mi buradaydın dediler içlerinden, sonra seslice tüm
verdiğin nimetlere diye başlayıp akıllarınca pışpışlamaya çalıştılar onu. Üzerine etiketler
yapıştırmayı da ihmal etmediler tabii, bir sürü isim koydular, nazenin bir gezgin misali
dolaştı durdu, her dil farklı tükürükle etiketledi onu. Bıyıklı “Öldü,” derken yanılıyordu.
Onu kaybettik, uzayın derinliklerine saldık ve sırra kadem basmasına izin verdik. O artık
başka gezegenlerin tanrısı.” Mutluç’un dediklerinin çoğundan bir şey anlamazdı Edip, ya
da anlardı da midesinin ajitasyonundan bunlar üzerinde düşünmeye zaman ayıramazdı.
Mutluç kimdi? Doğduğu anda minik ellerine tahta kaşık tutuşturulan bir herifti, yaşlıydı,
güleçti, meşrebi rindaneydi. Edip’in asıl kafasına takılansa, Mutluç ismini kim uygun
görmüştü ona? Öğrenemedi. Mutluç Dayı altmış üçte girdi yere, metro istasyonunda öldü,
bir şekilde. Kalp krizi dediler sonradan, kimsenin umurunda olmadı.

Edip kulaklarını kapatmıştı, parmaklarının arasındaki gediklerden sızan sesler


kulaklarında hortum olup ayrı ayrı bağırıyorlar “yankı! Yankı!” diye. Kornalar, (topuklu,
yeni cilalanmış, az biraz da tabanı eriyik ya da parçalanmış) ayakkabılar, motor sesleri,
ayaküstü diyaloglar, küfürler. Bütün sesler o saatin atmosferini sağlamak için.
Kargaşa, hep kargaşa… Sesiyle, görüntüsüyle her bir şeyiyle yoran, insanın içindeki
mutluluk hissini buharlaştıran, yaşama hakkını gasp eden bir kargaşa. Binaların arasında
kayboluyordun, kendi türündü sana düşman; araçlar, makinelerdi senin felaketin. Son
yüzyılda belki de bin yılda varılan nokta… Karşında doğal hayat! Beton ve mekanikten
ibaret. Kafeslere tıkılıp çekirdek atılan, parmaklara gösterilen, kıçlarına bakıp dalga geçilen
bütün maymunlar insanın hikâyesini anlatıyordu, aynada görmek istenilen görülürdü, bu
kıllı yaratıklar ise aynanın sırına saklanmışlardı.
Edip elindeki karton bardaktan kahvesini içen normal görünümlü bir kadının önüne
atlayıp en abartılı şekliyle maymun taklidi yapmaya başladı. Kadın bir an önce ondan
kurtulmak için sağa adımını atınca Edip de sol çapraza bir adım atıp kadının önüne geçti
tekrar. Kirli elleri kahve bardağına yapıştı, onu kadının elinden söküp aldı. Edip yüzünde
alık bir gülümsemeyle maymun taklidine devam etti. Koltukaltlarını kaşıyor, kafasını,
olmayan göbeğini kaşıyor, zıplıyor, amuda kalkmaya çalışıyor ama beceremiyor,
başarısızlığı gösterisinde daha başarılı kılıyordu onu. “Ağaçlara! Ağaçlara!” diye
bağırıyordu. “Dönelim ağaçlara!”
Bir çanta suratında patladı aniden. Çantanın derisi gönüllü bağışta bulunmuş bir
timsaha aitti. Çantanın içindeki çoğu gereksiz yığınlar yüzünün sol tarafına “timsah
buradaydı” damgası vurdular. Edip kahvenin kalanını kafasına dikip bardağı ayağıyla ezdi,
kadının çantasını kapıp açtı ve cüzdanını içinden alıp geri kalanları yere boşalttı.
Kadın çığlık çığlığa. Bağırıyor çağırıyor lakin ne dediğini kendisi de bilmiyor, cüzdanı
karıştırılırken kaldırıma saçılan eşyalarını toplamaya çalışıyordu. Edip cüzdanı yere attı.
Maymun taklidine devam ederken evrimin uğradığı tek yer gibi görünen ağzından dört
kelime çıktı. “Yardım edin! Kadın ağlıyor.”

124
Rüzgâr paltosunu fosur fosur doldururken delifişek Edip hemen yandaki belediyenin
ağaçlandır ağaçlandırabildiğin kadar politikasından nasibini almış parka dalıverdi ve gözden
kayboldu. Bir avucunun içinde kadından arakladığı bir liralık iki bozukluk vardı. Elini çok
sıkınca paralar saklandığı sağ eli açık etmişlerdi. Deli düzeldi, güneş gökdelen camlarını
ışıldatmayı bitirip baca dumanlarıyla kendini zehirlemeyi göze aldığında, ikinci simidini
aldı Edip. Sonra Buranın en güzel yerinden kendine sahipsiz bir köşk seçti.
***
Simitçinin yürek dağlayan sesi uyandırdı Turgut’u. İsmi Turgut’tu bugün. Kaldığı evin
duvarları anılarla solmuş ölümle kararmıştı yer yer, perdeler yoktu, sadece eriyik kornişler.
Köşk değildi kaldığı yapı, bir apartman dairesiydi. Sekizinci kat, daire on altı. Dört yıl önce
satılığa çıkarılmıştı daire, iki yıl önce de satılık ibaresinin altına kiralık yazısı da eklenmişti.
Sahibinden satılık: iki artı bir oda, kaloriferli, deniz kokulu, deprem anında çevre binaların
yıkımını huşuyla izlemek için ideal. Bir kadın geçiyor önünden, mutfağa gidiyor. Uzun
boylu ve genç ve yorgun. Yüzü solgun ve makyajsız ve çökmüş. Ellerindeki bilezikler her
adımında şıkırdıyorlar, uzun eteğinin durgunluğu onu havada süzülüyormuş gibi
gösteriyorlardı. Herhalde evin eski sahipleridir dedi Turgut. Gerçek olmadıkları besbelliydi.
Bekle bekle dedi dış sesi iç sesine. Mutfaktan bir patlama duyuldu ama televizyondan gelen
ses bastırdı onu. Ayağıyla sinirli bir tempo tutturmuştu şimdi Turgut. Hadi çık be kadın!
Duymuyor musun? Bir şeyler oluyor mutfakta… Turgut koştu, odalardan tekinin kapısını
açtı. Kadın bebeğini emziriyordu, halsiz düşmüştü sanki. Hemen önünde el yapımı tahta
beşiğin içindeyse sarışın bir oğlan çocuğu küçük kız kardeşinin emzirilmesine zıplayarak,
elleriyle annesine ulaşmaya çalışarak tepki gösteriyordu. Kızıl, kırmızı, sarı uçuştu etrafa.
Duvarlara çarptılar, itilip kakıldılar, dolapları kavradılar, yuttular bir güzel, halılar
dayanamadı teslim oldu, televizyon nazını çekemedi onların, infilak ediverdi, küller karıştı
alevlerin sinsiliğine, duman kapladı dairenin dört bir yanını. Gülten miydi ne adı, işte o
kadın hala habersizdi olanlardan. Kapıyı açtığında daire çatırdıyor, çıtırdıyor, mobilyalar
son bir kez esniyor, perdeler carlamalarla havaya karışıyorlardı. Gülten yüz göz oldu
birden alevlerle, çocuklarını düşündü. Giysileri alev alırken, tutuşurken saçları, bebeğinin
ellerini düşündü, çırılçıplak kalmış, yüzü yanarken oğlunun gözleri düştü aklına,
kurtaramamıştı evlatlarından birini bile, yanıyordu, anne koruyandı hemencecik tutuşan
değil. Kaşları yandı, ayak parmaklarını gıdıkladı alevler, oya yapar gibi ısılarını işlediler
Gülten’in bedenine. Gül tenlisi yitmişti. Kamil o kadar çok ağladı ki karısına, çocuklarının
ölümüne akıtacak gözyaşı kalmadı göz kapaklarının ardında.
Alevler çekildiler, güneş ışığı tekrar girdi odaya, daire eski kasvetli haline geri büründü.
Turgut simitçiiii diye bağırdı aşağıya. Beşinci kata kadar simitçiiii olarak ilerledi ses,
dördüncü katta simitçii’ye dönüştü, üçüncü katta simitç ile simitiç arasında bir yerlerde
seyretti aynı ses, ikinci katta radikal değişim tamamlandı ve simit oldu, birinci katı da aşıp
simitçinin kulaklarına vardığında efsunlu bir sözmüş gibi tekinsiz bir etki yaptı simitçide.
Kafasını kaldırıp baktı Musa, gözlerini pörtletip sekizinci kattan ona el eden çılgının
suretini seçmeye çalıştı. Beceremedi, “bari aşağı inmesini bekleyeyim” dedi.
Simidini kemirirken sohbete dalmıştı Musa’yla. Musa Simit tepsisini başının üzerinde
sallantısız tutmaya devam ederken kolayca Edip’in dertlerine ortak olabiliyordu. “Hep
üzgünsün abi.” Edip’in dudakları dalgalandı, biçare kafasını sallamakla yetindi. “Bilhassa
sinirliyim Musa. Günlerini hep aynı şeyi yapmakla geçiren insanlara kızgınım, konforlu
uyuşukluk hali. Evden işe, işte eve. Kendilerini değiştirmek yerine eşyaları değiştiriyorlar.

125
Yiyorlar, harcıyorlar, tüketiyorlar, önlerine sunulan her şeyi izliyorlar. Uyuşmuşlar,
kafalarına vursan acıyı hissetmezler ama salaksın sen imasında bulunduğunu düşünüp
kafalarına vurana kızıp haksız alınganlık ederler. Beklentileri kataloglara gömülmüş, Godot
gelse kurtaramaz onları.” Musa cebinden çıkardığı eciş bücüş olmuş krem peyniri Turgut’a
uzattı. “Godot kim abi ?” diye sordu. “Bilmem.” “Şimdi sen ne diyorsun abi, şu içine
tükürdüğümün dünyasına bir değişim gerek, öyle mi dersin?” “Hayatla atışan herkes içine
tükürüp duruyor zaten dünyanın, bari sen yapma Musa.” “Tamam abi.” Sessizleştiler,
Turgut cebinden yarısı tükenmiş bir sigara çıkardı, geçmiş yaşantısından kalan tek şey olan
zippo çakmakla yaktı sigarasını. Kendini. Ağzının kenarından sarkan sigarasının dengesine
hâkim olmaya özen göstererek “itaat” dedi. “Düşünmeden itaatten vazgeç.”

Turgut Musa’nın yanından ayrıldıktan sonra insanların arasına karıştı. Omuzlara çarptı,
haklı durumda bile azar işitti, önüne baksanalara dikkat etsenelere maruz kaldı. Çantaları
vardı insanların, bazısı çantasıyla caka satıyordu, kafeye oturup arkadaşlarına gösteriyordu
onu, markası çok önemliydi çantanın, desenleriymiş dayanıklıymış umurlarında değildi, şu
şu markaysa çanta, işte o zaman olay bitiyordu! Bazısının da evrak dolu çantaları vardı, bir
yığın kâğıt, gerine gerine değil belki ama güvenle taşıyorlardı siyah çantalarını, önemli
işlerin adamıydılar sonuçta, hele bir de kravatları varsa, kravat iğneleri, pasparlak ceketleri
varsa giriş biletlerini elde etmeleri o kadar kolay oluyordu. Tam enselerinde alacalı bulacalı
harflerle steryotip yazıyordu. Bir tek Turgut mu görüyordu acaba? Sanırım dedi. Bir tek
ben görüyorum.
Koşmaya başladı, gözünü uzağa diktiğinde incelen ama hiç birleşmeyecekmiş gibi
görünen caddede ona dönen gözlere aldırmadan koşuyordu. Enselere vuruyor, gözüne
kestirdiği çantaları çekiştirip yoluna devam ediyordu. Caddenin sonunda bir yerlerde durdu
nefes nefese. Hepiniz aynısınız diye bağırdı. On beş kelle ona dönmüş, sekiz kafa ona
dönüp dönmemek arasında kararsız kalmış, geri kalan suretler Turgut’a bakmadan yoluna
devam etmişti.

Karton kutuyu yırtarak çıktı içinden Can. Buz kesmişti vücudu. Odaları karalar bağlamış
evde kalsaydı bu kadar üşümezdi ama üşütebilirdi. Ne yapmalı, ne yapmalı diye sayıkladı
içinden. Açlıktan midesi kazınıyordu ama meteliksizdi. Yürüyeyim dedi beyninde. Yürüdü
de. Bir restoranın camının ardındakiler ilgisini çekti. Bu halde ancak cama ekmek banabilir,
böylece camın ardındakileri güldürebilirdi. Bir dağdağadır koptu, saçı başı dağılmış bir
adam kaldırıma yüz üstü yapıştı, çamurlu kar ağzına girdi. Adamın düşüşünün ardından
simitler yağdı üzerinden, birazı üzerine, çoğu yola saçıldı.
“Ne halt etmeye girdin ki o restorana? Bir kere, sattığın yiyecek telaffuzunun
kolaylığından kaybediyor.” Musa bir an düşündü. Elindeki boş tepsi de kendi aksine baktı.
“Dibe vurdum.” “Güzel.” “Şimdi ne yapmalı?” “Deli rolü yapmayı kabul eder misin, yok
yok! İnsanların sana deli demelerini kabul eder misin asıl?” “Herkese karşı mı deli gibi
davranacağım?” “Bilmem, beni normal görmeyi uman kimsem yok.” “Bari annem…” “İyi!
Annene normal görün. Bana bir şişe bul, restoranın çöpüne falan bak bulursun orada.”
“Bu yaptığımız do-doğru mu abi? Restoranı yakmak…” “Biz restoranı yakacağız Musa.
Restoranı.” “Yine de ne bileyim, başımıza iş açmayalım?” “Başımıza iş açmayalım mı?
Annem…” “Git Musa! Tereddüdün romanını yazdın burada bana, bas git, git simit
satmaya devam et, hep simit sat, hep simit sat, içerde gördüklerin de böyle yaşamaya

126
devam etsinler. Arkalarından söv sonra, hakkın var mı peki? Tıbben bakarsak hepimiz aynı
yerden çıktık, devlet açısından herkesin eğitim hakkı var, hepimizin beyni olduğuna göre
birbirimizi eze eze, ayın elemanı seçilmeye ya da rutin atraksiyonlarda ilk üçe girmeye
çalışa çalışa yükselebiliriz, nerede problem? Hakkın var mı onlara sövmeye? Kıçın koltuğa
yayılsın, televizyon başından tükürük saç etrafa. Gün ola devran döner demekle olmaz,
olmaz işte! Devran döner mabada girer. Züğürt tesellisi ne zaman yapmış züğürdü zengin.
Bağır biraz, sesin çıksın.” Musa’nın kaşları çatılmış, kara pörtlek gözleri biraz biraz
göçmüştü çukurlarına. Ağzının kenarında bir kelime dışarı çıkmak için çabalıyordu.
“İzleyebilir miyim?” Can gülümsedi.
Cigarasını kulak arkası yapmıştı. Düşünce deryasında bata çıka yüzüyordu. Bir yangın
vardı zihninde kıpraşan, beyninin odalarını tutuşturmaya çalışan. Ona benzeyen bir adam,
gıcır gıcır paltolu, ağlıyordu. Gözleri sisliydi, çocukları geldi aklına, gözyaşı dökemedi,
zorladıysa da dökemedi, dudağının kenarındaki tuzlu damlayı yuttu, çekip gitti duvarları
benek benek evinden. Çok geçmeden uyandı. Gerisi malum. Şangırtı, gümbürtü, tutuşum,
harlayış. Musa’nın gözlerine yansıdı alevler, ağzı gülüyordu. “Hala restoranı neden
yaktığımızı anlamadım.” “Çekip gitmedin ya, helal olsun. Hep öyle yapıyorlar, şunu
yaparız şunu ederiz, bir bakmışın bir kar tanesi kadar yalnız kalmışsın.” Neden? Neden
yaktık?” “Yakmak değil bu aslında. Ya intikam alıyordur, ya eleştiriyordur ya da katıksız
delidir bunu yapan insan. Eee… Ben üç olasılığı da kendimde bulundurduğuma
inanıyorum. Peki sen? Boş ver, annene yazık, bunları kaldıramaz.” Musa yerden bir taş
parçası aldı yanan restorana fırlattı ve ardına bakmadan koştu, gölgesi hafifti şimdi.
04.12.2008

127
Dar Alanda Saykedelik Hayaller

“Hssktr!”

Diyerek cümlesine antrparantez açtı adam. Küfür ederken sesli harf kullanmazdı. Karanlıkta
neyin nesi olduğu gözükmüyordu ama sesinden biraz sonra ona yapılanları ödeteceği
hissediliyordu. Ardı ardına yumruklarını indirdi tahtaya. Adamın hırıltılarıyla yumrukların
cilalı tahtaya çarpışında oluşan yansımalar birbirine karışıyordu. Tekmeler indi sonra
tahtaya, tekme değil de parmak uçlarımı kırmak, kanatmak istiyorum tekmeleriydi bunlar.
“Çıkarın beni buradan! Beni çıkarın buradan! Nasıl okudunuz yazdıklarımı, komik değil
bu, çıkarın beni!”
Siyah daha çok çöktü adamın üzerine.

Avuçları, alnı terlemeye başlamıştı. Kalbinin nefes alışları azalmış, akciğerlerinin atışları
artmıştı. Gözleri fırıldadı, küçük dili tiril tiril titredi cızırtılı çığlığıyla. Hipotalamusu
kanayan parmaklarına işkence ederken beyninin kıvrımlarından birinde rastgele görüntüler
yansıyordu gözlerine.

Bir asansör duruyor “vuu”layıp sessizleşerek.


Dikdörtgen prizmanın aman vermez kapalılığından zaten tedirgin olan adam etraf kararınca
iyice delleniyor, asansör kapısını tekmeliyor,
cılız yumrukları asansörün aynasını darmadağın ediyor.
Bir dakikalık karanlığın ardından ışık adamın feri kaçmış gözleriyle buluşuyor,
ok altıncı katın üzerinde trink ediyor.

Asansör anısından gerçeğe döndü beyni, bedeni. Bulunduğu yeri elleriyle yokluyor, iç
sesi rehberliğinde yattığı yeri ölçüp biçiyordu. “Tahmini iki metre boyunda”, kulaç kulaç
ölçtü yüksekliği, “yarım metre falan”, omuzlarıyla iki yanına dokundu, “belki altmış
santim.” Göğsü stresle inip kalkarken kaburgaları derinin altından fırlamaya can atıyordu.
“Otuz beş yaşındayım, olgunlaşın dedikçe kreşsel davranışlar sergileyen arkadaşlara sahibim
ve besbelli toprağın iki metre altında bir tabutun içerisindeyim, yitiyorum, siliniyorum
zihinlerden, Karun gibi batıyorum ta dünyanın merkezine. Ne mal bir dünya!” iç-tiradını
en sevdiği argo kelamla bitirmişti. Mal! İnsanlar mal, davranışları malca, bakışları malak,
yaşadıkları dünya malvari! İçsesinin prensipleri, korumaya çalıştığı bir mahremi vardı ama
kelimeler ağzından mermi mermi çıkmaya başladıkça cümlelerinin bakirliği bozuluyor,
kirleniyor, mahallileşiyordu. Kurumuş dudakları konuşmak için aralandı ama adam tabutla
konuşmak konusunda kararsız kaldı. Bir iki yumruk daha salladı tabut kapağına, “Çıkarın
beni! Çıkarın!” Topraktan ses geçer miydi acaba? Geçer de mezarcının kulağına gider
miydi? Gider de mezarcı bu sesi bir hayaletin çektiği azaba yorar mıydı? Yormaz da
mezarı kazıp tabutu açar mıydı? –mıydı?.. -mıydı?.. Yumrukladı ve tekmeledi ve bağırdı ve
yumrukladı. Daracık alanda sıkışı kalma, dört taraftan ittirilme hissi adamı gittikçe
küçültüyordu, adam ise üzerine çöken çıldırma fehvasıyla gittikçe büyümekteydi. “Stres,”
dedi bedeni, düşüncesi “sakinleşmeliyim,” diye yanıt verdi. “Kapana kısıldım!” diye bağırdı
talamusu, apayrı bir merkezden yanıt geldi bu hezeyana, “korkarsan daha kötü olur.”

128
Karanlığın genellikle altına işeterek hakkından geldiği adam bir de ölümün ön etkisi
olan “boş ver gitsinlik”le mücadele etmek zorundaydı. Beyni bir taraftan “bırak kapağı
zorlamayı artık,” derken bir taraftan da hep yaptığı gibi “hala umut var,” demekteydi.
Zifiri karanlıkta bir beden sakin sakin uyumak yerine debelenmekteydi. “Başıma gelebilecek
en kötü şey,” diye düşündü. “Ailem, mal sürüsü arkadaşlarım… Öldüğümden emin
olmadan nasıl gömerler beni? Ruhumun muhumun vücuttan çıkması için bekleseydiler ya..
Anne… Çıkarın beni! Çıkarın!”
Yok yere boğulacak gibi oldu. Bir eliyle boynuna sarılırken diğer eliyle de takımlarını
yokladı, her şey yerli yerindeydi. Siyah bileklerinden yakaladı, aynı siyah çığıran ağzından
içeri daldı, beyninin aydınlık odalarını hafakanlarla doldurdu, gerçeği kararttı, yemek
borusundan dalışa geçip kalbine vardı ve kapıverdi onu, ama adam –ve fobik hikâyesinde
hep “adam” olarak kalacak olan- göğsünün sağına götürdü elini, kalbi atmıyordu,
adrenalini uç seviyelerdeydi, gözleri yaşardı, elleri titredi, iki saniye sonra eli sol
göğsündeydi, rahatlamıştı kalbinin öksürüklerini duyduğunda lakin hala ağlıyordu. Kız
kardeşinin ensesine vurunca kızın burun deliklerini genişlete genişlete, menderesler çizen
gözyaşları eşliğinde, ağlıyordu. Anlamsızca kilitlenmiş tabut kapağına çaresiz bir yumruk
salladı. Hığhğhh… Avuçları sırılsıklamdı. Hığğkh…
Çırıl çırıl çıplak bir kadın belirdi adamın üzerinde, göğüslerinin anaç boyutları karşı
dairedeki kadını ele vermişti. Adamın kulağına fısıldadı kadın. “Neden öldürdün beni?”
Gözlerini sımsıkı kapadı adam, göz kapaklarının birbirlerine yapışmalarını umuyordu
sanki. Kadın malumun üzerinde hiç ağırlıksız duruyordu, kaybolmamıştı. “Öldürdün beni!
Öldürdün, parça parça böldün.” Görünmez bir el kadını buğday sarısı saçlarından tutup
boynunu görünür olmaya zorladı. Kadının çenesinden üstü tabutun dışarısında kalmıştı.
Çığlık attı, yalvardı, belki de bunun bir oyun olduğunu sandı, boynunda incecik bir kesik
ortaya çıktı aniden, kanlar boşaldı o incecik kesikten, derinleşti, damarları parçaladı, sıra
kemiğe gelince yavaşladı kesik. Kafa koptu, bovling topu misali adamın göğsünün
üzerinden tabutun karanlığına yuvarlandı, yuvarlanırken halka halka kızıl desenler bıraktı
adamın kıllardan muzdarip göğsünde. “Ben kimseyi öldürmedim, kimseyi öldürmedim
ben,” diye yakardı adam. Ne diye bağırdını bilmiyordu, ne diye buradaydı onu bile
bilmiyordu daha. Okuyucu karanlıkta göremese de gözleri fer fecirdi, acıkmıştı, susamıştı.
Kurtuluş umudunun yavaş yavaş sönmesi onu uykusuzluğa sürüklüyordu, kalbi infilaka
hazırlanırken panik atak gaza asılmış geliyordu. Adamın dar ve karanlık ortamda yapacak
bir şey bulamayan parmaklarında kesikler ortaya çıktı, jilet kesiği gibi acı veriyorlardı, önce
hiçbir şey sonra çok şey… Ama jilet kesiği değildiler, daha kötüsü, delirticisi, kâğıt
kesiğiydi bunlar, adamcağızın korkulu rüyası, en nefret ettiği… Kâğıt kesiklerinden nefret
ederdi, hayatı boyunca iki bilemedin üç parmağını kâğıtla kesmişti lakin nefret ediyordu
işte. O itiraf edemese de ben söyleyeyim size, korkuyordu da.
Parmaklarındaki yatay kesiklerden akan durmak bilmeyen on kan çizgisi hantalca geri
çekilip geldikleri yere geri girdiler, çizgiler söndüler. Kendisini bara kapatmıştı mantığı,
nedenler nasıllar kimler yuvarlanan çalı misali düşünce kasabasında bir oraya bir oraya
uçuşuyorlardı. Düşünebildiği pek söylenemezdi, sarhoş olmuş mantığı kanatlı kapıların
ardından naralar atıyor, neden ve nasıllarla birleşerek dışarıda yeni bir mantık
oluşturuyorlardı. “Üzerimde baksırın ne işi var eğer gömüldüysem…” “Bir aptallık yapıp
bilgisayara yazdığım vasiyetime nasıl ulaşmış olabilirler ki?” Adam bunları kendisine

129
soruyor ama bir türlü çıkarımlarda bulunamıyordu, mantığı demlenmeye devam ediyordu
içeride, ona da yuvarlanan çalılarla oyalanmak kalıyordu.
Bir daha yumrukladı adam tabut kapağını. Tok bir ses “uğraşma artık,” diyordu ona.
“Rastgele yumruklarla beni kıramazsın.”

Gulgule koptu barın içersinde. Rus revüsü dansına devam etti. Kemanların mi teline
koparırcasına asıldı kemancı. Kadının barın camına kırarak dışarı uçtu, umut kavgayı
kaybetmişti.

Hiçbir zaman olay hikâyesinin kahramanı olmamıştı, olamamıştı adam. Durum


hikâyelerine konu olabilecek denli sıkıcıydı, sonuçsuzdu hayatı. Ayağı takılıp düştüğünde
etrafındakilerin yoğun bakışlarına maruz kaldığını görünce hiçbir şey olmamış gibi sırıtırdı
ama bazen düştüğünde dirseği acırdı, bazen dizi, bazen bileği. Biri ona bağırdığı zamansa
somurturdu, sessiz kalır, içten içe karşısındaki ona bağırdığı için kendine kızardı.
Manifaturacılıktan da hiç hazzetmez sırf babasının hatırına –Allah rahmet eylesin- bu işe
devam ederdi. Kısacası onun hayatı devam etmek üzerine kuruluydu. “Status quo” otuz beş
yıllık vasat hayatının mottosuydu. Fluxus quo vardı bir de, bunları okuyup geçen okuyucu
gibi o da duymamıştı bu terimleri.
Yumrukladı, tekmeledi, kafa bile attı tabuta. Ortamı germekte üzerine yoktu adamın.
Aklına birden "Tanrı kendilerine yardım etmeye gönüllü ve kararlı olanlara yardım edermiş
sadece” lafı geldi. Kimindi bu laf? Yuvarlanan çalıların teki bardaki mantığa bağırdı.
“Einstein” yanıtı geldi, etrafında baloncuklar uçuşan mantıktan. Gönüllüyüm. Kararlıyım.
Tanrım çıkar beni buradan, söz veriyorum sigarayı bırakacağım –biraz düşünerek-,
kumaşları eksik ölçmeyeceğim –kararlı-. Kendime yardım edeceğim.

Bardaki kavga kıyasıya devam ediyordu. Yaşlı başlı bir adam kapıdan dışarı fırlayıp toz
toprağı tattı. İsmi sakinlikti. Korku işi bir şişkinlik vardı gözünde.

Karanlık… Basmakalıp fikirlerin içinde şekillendiği basmakalıp bir tema. Siyah, karanlık,
kötülük, canavar, kızıl gözler, kaynağı bilinmez sesler, hep korkutur üç buçuk attırır insana.
Ne var ki işin içinde karanlık oldu mu kendinizi her şeye hazırlıklı hissedersiniz,
bilmediğiniz karanlık bir yolda koşarken hep üzerinize bir şey atlama olasılığı vardır o şeyi
görmediğiniz için bir şekilde mutlu olursunuz, kaçabilirim dersiniz, karanlık olduğu için
kafanızı her saniye geriye çevirmek zorunda kalmazsınız ve canavar üzerinize atladığında
biraz savaşır ve sonra uyursunuz. Aydınlık öyle midir? Işıkta kaçmak acı verir insana,
kaybedeceğinizi bildiğiniz için umudunuzu ilk yüz metrede yitirirsiniz, yorgun ve katilinizi
görerek ölürsünüz. Elbette koca bir paragrafın adamın durumuyla alakası yoktu. Tabutun
içindeki adam otuz beş yaşındaydı, yüzü solgundu, açtı, dört gözle panik atağı bekliyordu
ve klostrofobikti. Hığğğhgh…

Kalbi sıkıştı, nefes alışları daraldı. Midesi bulanıyordu. Hendrix gibi olmamalıydı sonu,
gitar çalmasını bile bilmiyordu. Çok da öğrenmek istemişti aslında. Annesi geldi aklına, iki
önce sırtlamıştı tabutunu, yoksa sırtlamamış mıydı? Erkek kardeşi ensesine yediği şaplakla
düştü yere, otuz yaşında adama yapılacak şaka mıydı bu? –kendi kendine sordu- Babası
arabanın yağmur damlalarıyla durmadan ıslanan-temizlenen camının ardından gülümsedi

130
ona, bir kamyon arabaya çarptı, baba camdan dışarı uçup kamyonun önüne pastırma gibi
yapışırken gülmeye devam ediyordu.

Meraklı çalılar “Annem öldü mü?” diye bağırdılar sarhoş mantığa. Mantık çetin bir
kavgaya tutuşmuştu, “Hayır,” diye bağırabildi. “Ben öl-…” Mantık fırladı kapıdan, sırt üstü
sürüklendi yerde. Üstünü başını temizledi, ellerini beline koyup sorgulayıcı bakışlarla
çalıları süzdü. “Sanırım kaybettik meraklı dostlarım.” Kapıda genç bir çocuk belirdi,
tertemizdi giysileri, beyazlar içindeydi, saçları yana taranmıştı, bıyıkları yeni terlemişti.
Parmağını şıklattı.

Bir saniye, bir sürü görüntü.

Buğday sarısı saçlı kadın oyun olsun diye elindeki bıçağı boğazını kesermiş gibi yaptı,
adam kadını öptü yanağından, şehvet değil rutinlik kokuyordu öpücük. Evli çiftlere ait bir
rutinlik

Yaşlı kadın adamın ellerini tutup başını okşadı.

Beş yaşında, on yaşında, yirmi yaşında, otuz yaşında… Aynı şaplak aynı enseye inmeye
devam etti. Erkek kardeşinin ensesine.

Kâğıt adamın elini kesti.

Babası öldü, bir otobüs kazasında.


O söz Einstein’ın değil, Adolf Hitlerindi.

Sonrası bulanık, panik atak soslu kısacık bir ömür. Panik atak sırasında kalp krizi
geçirildiği sanılır –ki muhtereme de öyle oldu. Pan keçisi tepiği vurdu da vurdu adamın
göğsüne. Titredi, soluğu kesildi, sinirlendi, tekmeledi, yumrukladı ve ne yazık ki kustu.
Serotoninleri vücudunda hüzünle ağlarken o kusmaya devam etti. Gözleri artık tamamen
karanlığı kanıksarken midesinden çıkanlar tekrar midesine dönmeye çalışıyordu, onu
boğmak pahasına da olsa mideye dönmeliydiler.

Adamın tabuta nasıl girdiği ise hala muamma. Ne adam, ne yazar ne de okuyucu
biliyor bu durumu. Merak için üzücü bir durum.
07.01.2009

131
CAN SIKINTISI

En güzel zamanlardı, en kötü zamanlardı…


Dört katlı apartman. Sekiz daire, altısı dolu. Bej rengi. No: 42. Sokağa bakan
cephesi birbirleriyle iç içe geçmiş bir sürü aşk ilanıyla apayrı bir işlev kazanmış.
Apartmanın adı: Merdüm. Girizgâhın ardından, ana meselemize geçersek; 6 yalnız yaşarın
ve teknik olarak, 1 ölünün hikâyesi.
Aylardan Pazardı. Gün belli değil. Sokaklar boştu, yollar boştu, kaldırımlar boştu.
Onlara lütfedilen tek günün keyfini sürüyordu herkes. Evlerinde. Yatakta. Soğuk güz günü
yorgana sarıp sarmalanmış halde. Şehir uykudaydı, ama köpekler ve kediler ve Merdüm
Apartmanı’nın emekli yalnız yaşarları mesaideydi. Emekliler altı kişiydiler, bir de üniversite
öğrencisi yalnız yaşar vardı apartmanda. Sabahın körü. Mabat Osman’ın keli tâ dördüncü
at balkonundan parlıyor, çok şekerli çayını karıştırmakla meşgul, yaş: 64. İkinci katta
Tırmık Hasan vardı, iç çamaşırlarını banyo havlularının ardına asmakla uğraşıyor, yaş: 60.
Pert Mahir birinci katta, camdan başını uzatmış, pür dikkat aşağıdaki kedilerin fotoğrafını
çekiyor, yaş: 58. Üçüncü katta Süleyman, Tıp okuyor, 3. sınıfta, emeklilerin birbirlerine
taktıkları garip sıfatlardan o da nasibini almış, Tıp Süleyman. Kalan üç emeklinin işi
odalarda, ve bu üçünden ikisi evli, mutsuz, umursamaz ve umarsızlar. Kalan diğeri,
günlerini hep aynı fotoğraflara bakarak geçiriyor ve sabahın gözleri yavaş yavaş görmeye
başlarken, kalbinin sıkıştığını hissediyor.
Ve emekli çift yataklarında yıllar önce kaybettikleri mutluluğu yakalamaya çalışır;
balkonlarındaki ve camdaki 4 kişi farklı farklı meşgalelerle uğraşır ve 57 yaşındaki son
kalan da kalp krizine yakalanırken, bir kıyamettir gümbürtüdür koptu. Tam o yılın, o
ayının, o haftasının, o gününün, o saatinin, o dakikasının, o saniyesinin, o mikro
saniyesinin, o anını işgal eden ve kendini o anda tanımlayan eşsiz bir patlamaydı. Zift
karası bir mantar bulut göğe yükselmişti kim bilir ne kadar uzakta. Ama işte, bakanlar
mantar bulutu çok net görebiliyordu. Bulut patladı, darmaduman oldu ve yerini leke gibi
yayılan bembeyazdişışıltılarıyla süslü bir ışığa bıraktı. Deklanşöre o an bastı Pert Mahir, o
an Mabat Osman çay bardağını korkuyla yere düşürdü, Tırmık Hasan ise ağır işiten
kulaklarından dolayı gümbürtüden habersiz çamaşırlarını asmaya devam etti, Tıp Süleyman
üzerine üzerine hızla yol kat eden ışığın onu atomlarına ayıracağını düşünmüş olsa gerek,
zeminde kurtulma şansının daha yüksek olduğuna karar verip kendini üçüncü kattan aşağı
bırakmıştı, ve akim çift o an sırtlarını birbirine dönüp uyumaya koyuldular, ve o andan
birinde kalp krizinden muzdarip adam göğsünü tutarak yere doğru uçmaya başladı. Işıltı
yayıldı dört bir yana, gezegenin dört bir yanında. Mantarlar art arda patladı, kabaran bir
kek misali yükseldiler, patlayınca artlarında gazeteleri uçuşturan ışıltılı bir rüzgâr bıraktılar,
o rüzgâr tüm gizemiyle insanların üzerinden geçti, gazeteleri uçuşturduğu gibi insanların
saçlarını uçuşturdu, o an geçip gitti ve bilmem kaç an sonra kalp krizinden muzdarip adam
gözlerini halının üzerinde sırtüstü yatar halde açtı. Evrenin önemsiz-kazara sakini olarak
yaşamaya devam ediyordu hâlâ.
Eğlenceli zamanlardı, sıkıcı zamanlardı…
Mantarlar patladıktan bu yana 1 gün geçmişti. Haber programlarında sayı ne kadar
uzatılarak söylenirse söylensin, 1 gün, koskoca 1 gün, dünya üzerinde geri dönülmez bir
değişim yaratmaya yetmişti. Koskoca bir günün özeti: Herkes iyi. Herkes turp gibi. Ortada
bir problem vardı, öyle büyük bir problem ki hem de… Felçliler ayaklanmış, körler görür;

132
sağırlar duyar olmuş… Herkes iyi. Herkes turp gibi. Hastaneler bomboştu artık, şok şok
şok. Herkes iyi. Herkes…
Kalp krizinden muzdarip adam mutluydu şimdi. İsmini zikretmemiz elzem oldu:
Berke. Bilinmeyen bir nedenden ona sıfat takılmamıştı, belki de dairesinden pek
çıkmadığındandı. Tıp Süleyman yüzü üstü yere çarpmadan önce 2 saniye önce ağzını
esnemek için açmış, yere çarptığında açılan ağzını kapatmak için hamle yaptığı eli
vücudunun ağırlığı altında ezilmişti. Dudaklarını betona kondurduğunda feryat figan
olmuştu, Latincelerini tek tek ezbere bildiği bir sürü kemiği, kafatası karpuzcasına
kırılmıştı. Sonra ayağa kalktı. Derinin altında, kemiklerinin yerlerine oturmak için uğraş
verdiğini hissedince yutkundu. Acıdı. Apartmanın kapısını açması için Berke’nin zilini
çaldı, ama dairesine giremedi, çilingir çağırmak zorunda kaldı. Diğer emekliler bir saat ya
geçti ya geçmedi, yaşanan olayı unutmaya başlamışlardı bile. Süleyman ve Berke’nin
unutması mümkün değildi, ölmüş ve geri dönmüşlerdi.
1 gün sonra, televizyon kanalları, gazeteler ölmüş ve geri dönmüşleri yazmaya
başlamışlardı. Mutluluk, şaşkınlık, imkânsız… Herkesin kafası karışmaya başlamıştı bile.
“Bugün öğlen saatlerinde 2 çocuk annesi 37 yaşında bir kadın, onu
aldattığı gerekçesiyle kocası tarafından vuruldu. Göğsüne yediği 4
kurşunla ölen kadının hiçbir şey yokmuş gibi ayağa kalkıp kocasını
kovalamaya başlaması 30 saniye bile sürmedi. Polis tarafından kısa
sürede yakalanan öfkeli kocaya cinayete teşebbüsten soruşturma
açıldı ve adliyeye sevk edildi. Kadının vücudunun bir şekilde kabul
etmediği mermiler ise olay mahallinden uzakta, kadının kocasını
kovaladığı güzergâhın ayrı noktalarında bulundu.”
“Kendimi zombi gibi hissediyorum Berke amca. 1 hafta ya… Dile kolay. Hiçbir
şey yemedim, hiç yiyesim de yok. Sen nasıl idare ediyorsun?” “Fotoğraflara bakıyorum
ben.” “Ya bir şeyler olduysa, o ışık, ne bileyim, hücrelerimizi…” “Bana ne.” “Bana ne
olur mu Berke amca. Ölmemekten, ölümsüzlükten falan bahsediyorlar artık. 1 yıl manyak
gibi çalıştım sınava, sonra Tıp’ı kazandım, 3 yılda orada dirsek çürüttüm, şimdi gelmişler,
ben yarı yolu bitirmişken, ölümsüzlükten bahsediyorlar.” “Bak sana, kızımın şu fotoğrafını
göstermiş miydim? Bak bak, burada çok ilginç bir gülüşü var, dudaklarının aldığı şekle
bak.” “Göstermiştin, Berke amca. Tavla atsak mı?” “Olur.” Yemek yemedikleri gibi,
uyumadılar da. 2 gün boyunca tavla attılar.
Pert Mahir fotoğraf makinesinin ekranına, çektiği fotoğraflara bakıyordu. Çöpleri
karıştıran kediler, çöp atan yaşlı bir kadın, çöpleri toplamaya gelen çöp arabası,
gökyüzüne fışkıran mantar bulut. Son fotoğrafı beğenmeyip sildi, gazetesini açtı.
“Gökyüzünden paraşütsüz atlayan 21 macerasever 3 bin metreden
yere çakılmalarına rağmen, olaydan yara almadan kurtuldular.
Kendilerini “Frenezeta” olarak tanıtan grup yere çakıldıkları an
müthiş bir acı hissettiklerini; ama havada onlarca saniye paraşütsüz
yüzmenin buna değdiğini bildirdiler. Frenezeta grubu dünyanın
dört bir yanından gelen gençlerden oluşmakta. Grup ortaklaşa
alınan karar gereği, bir dahaki “çılgın eylem”lerinin Mariana
Çukuru’na dalış yapmak olacağını bildirdi.”
Mahir gazetenin son sayfasında yazan “İmtiyaz Sahibi:” kısmını da bitirdiğinde, iş
üstündeydi. Büyük iş. Doğ, büyü…58. Hani ölüm? Kendini sıktı, düşünce bataklığında

133
debelendikçe debelendi, yıllardır böylesine düşünmediğinden bataklıkta sakinliğini
koruyamıyordu. Hani ölüm, hani ölüm? Ikındı, uğraştı, alnındaki ter damlalarının aşağı
süzülüşünde onlarca apayrı düşüncenin izi vardı. Hep 58’de mi kalacaktı, saçları kırlaşmış,
göbeğinin altına biralar pusuya yatmış. 58’de fiziksel görünümün sabitlenmesi, “korkunç”
dedi fısıltıyla. Ona ölümsüzlüğü bahşeden tanrının memnuniyetsizliğini duymasını
istemiyordu sanki. Ya cennet? “Ya cehennem?” diye sormak işine gelmedi. Şoop.
Gülümsedi, hayatın yeni başladığını hissetti, gezecek – yapacak – düşünecek çok şey vardı.
Oturduğu yerden kalktı. Sifonu çekti. Fotoğraf çekmeye gitti.
Mabat Osman daktilonun tuşlarına dokundukça şenleniyordu. En son otuz yıl önce
bu harflere bastığını hatırladı, doğa böcek temalı bir şiir için, kıkırdadı, koltuğunda dört
dönüp harflere basmaya devam etti. Tık tık… (Ölmeden önce) Tık tık tık… (denemeniz)
Tık tık tıktık tık tıktık (gereken intihar biçimleri) Şenlendikçe şenlendi, çayından uzunca
bir yudum alıp tıktıkladı.
1. Aktif haldeki yanardağın lavlarında yüzmeye yeltenmek.
Gerekenler: Aktif halde yanardağ, Yeltenecek grup ya da kişi.
Gözlerini kısıp cümlelerini tekrar tekrar okudu. Bugünlük yeter. Kalktı. Çayını tazeledi.
Sıcak suya 2 3 damla votka katmayı alışkanlık edinmişti. Yaşı ilerledikten sonra tüm
birikimini dengeli kusacağı bir roman yazmak istemişti hep, şimdiyse, denenlere bakılırsa,
ölümsüz olmuştu herkes, ardında bıraktığı tek kitapla tarihe geçme hayali suya düşse de,
önünde uzun yıllar vardı, beğenmediği roman taslaklarını keyifle yakabilirdi, hatta farklı
türlerde onlarca kitap yazabilirdi. Şimdi yatayım, sabah kalkar yine yazarım, diye düşündü.
2. maddeyi 63 yıl sonra yazdı, yazıyor, yazacaktı.
“İşçiler araba fabrikalarından birinde iş bırakma eylemlerinden
vazgeçip fabrikayı işgal ettiler. Polis yapılan operasyon sonuçsuz
kalınca geri çekilmek zorunda kaldı. Yurdun ve dünyanın dört bir
yanında benzer olaylar gerçekleşirken, devletin işlerini bırakan
binlerce memur konusunda ne yapacağı merak konusu.”
Tırmık Hasan giysilerini ütülüyordu, karısı öleli 2 ay olmuştu, göğüs kanseri. O da
geri gelir miydi acaba? Mezarından kalkan milyonlarca huzursuz ölüyü düşündü. Dünya
tıklım tıklım olurdu, sonra herkes birden zıplasa… Pantolonun diğer tarafını çevirip
ütülemeye devam etti, aşağı inip posta kutusunu kontrol etse iyi olurdu, ölümsüzlük,
sonra da giyinip biraz şehir turu yapardı, ölümsüzlük, kahveye uğrar okey çevirirdi,
ölümsüzlük, son okuduğu kitabı bitirmeye çabalardı, ölümsüzlük, gömleklerini ütülerdi,
ölümsüzlük. Pantolonu askıya astı, kadife, saman sarısı. Posta kutusuna bakmak için aşağı
indi.
Ve günler sakin geçti. Çoğu insan evinden çıkmıyor, işe gitmiyordu. İnsanlar
odalarına çekilmiş, onlara zorla içirtilen ilacın üzerlerinde ne etki yapacağını bekliyorlardı
sanki. Düzenlenmiş düzen temelinden sarsılmıştı bir kere.
“…ilinde bin kişilik bir grup bağımsızlığını ilan etti. Basın
bildirilerinde açtıkları bayrakta Ankh sembolünün olması dikkati
çekti. Baskılar bizi yıldıramaz, diyen grup üyeleri hep beraber
slogan atıp …şirketinin inşa ettiği toplu konutların bundan böyle
işgal ettiklerini söyleyip, bayraklarını balkonlara astılar.”
Tıp Süleyman. Kanla renklendirilmiş küvetin içinde. Sabahtan beri, bileklerini
kesiyor. Her kesişinde, kan on saniye kadar aktıktan sonra kesik kapanıyor. Her kesişinde,

134
kesik ya kapanmazsa diye endişe duyuyor. Annesi babası. Onlar da ölmeyecekti, bazı bazı
ölmeyecek olmaları düşüncesi yutkunduruyordu onu, ebeveynler ölürdü hâlbuki. Annenin
ölümü. Babanın ölümü. Acı bir hatıra olarak kalırdı bunlar, şimdi yok. Ölüm yok. Her
şey o kadar çok hızlı gelişmişti ki, 70 yıllık bir yaşantıda istediğin istemediğin her şey
anlam kazandırabilirken, şimdi her şey anlamsızdı, anlamlandırmak istesen bile. Koşuyor
ama yorulmuyordu, acıkmıyordu, uykusu gelmiyordu, araba alma hayalini upuzun
yaşantısının hangi döneminde gerçekleştirecekti bilmiyordu, okuyor ama daha binlerce
okunmamış kitap olduğunu fark edip morali bozuluyordu, içiyordu, sarhoşluğu bile
kısacık sürüyordu. Yükseklik korkusu hâlâ vardı, ama artık o korkunun yanında düşersem
ölürüm korkusu yoktu. Eksiklik, hep eksiklik. Olanların sorumlusu kimdi, bilim mi, tanrı
mı? Eğer bilimse, kesinlikle çalışılmış bir olaydı, eğer tanrıysa, cennet ve cehennemde yer
kalmamıştı herhalde. “Üzerinde çalışıyorum, çocuklar. Mekânı büyütene kadar böyle idare
edin.” Tamirci tulumu giyen bir tanrı. Patlayan ıvır zıvırlar atom bombası minvalinde
şeyler olsaydı, şimdi herkes ölmüş olurdu. Şimdi herkes yaşıyor.
Yatak odasında yolunda gitmeyen bir şeyler var. Adam sigarasını yapmış, camdan
dışarı bakıyor. Ama sigara başarının göstergesi değil. “Şimdi hep böyle mi olacak?”
“Bilmem.” “Olmuyor işte.” “Napalım…” Sonsuza dek mutlu yaşadılar cümlesi ortalama
insan ömrüyle sınırlı değildi artık, kafalarına takılan da buydu. 40 yıllık bir evlilikte
“Birbirimizi seviyoruz ya, yeter bu,” demek kolaydı, artı sonsuza uzanan bir evlilikte ise…
“Niye hiç bu şehirden uzaklaşmadık?” “Bilmem, kavga etmekten zaman mı kaldı?”
“Güneybatıyı merak ediyordum hâlbuki.” “Bankada birikmiş para olacaktı.” “Duruyor
hâlâ.” “Belki her yeri gezeriz.” “Her yer derken?” “Ülkeyi. Dünyayı!” “Seyyahlık için
yaşımız geçmedi mi?” “Yaşımız geçmiyor ki artık. Evde mi oturacağız hep? Hep!”
“Bakarız.”
Emekliler toplanmıştı yine. Tırmık Hasan’ın evinde. Aralarında lak lak ediyorlardı.
Tıp Süleyman koltuğun tekine yayılmış, çayını yudumluyordu. “Şimdi ben size hep, ama
hep, büyüğümsünüz gibi mi davranacağım? Haksızlık. Hadi eskiden ‘hayatın sınırı’ vardı
falan da…” Gözler ona döndü. Hiç de ölümsüz gibi durmuyorlardı, bezgindiler, bakışları
yumuşaktı, şefkat. “Nasıl yani?” Süleyman oturduğu yerde doğruldu, ihtiyarların yanında
ilk defa bacak bacak üstüne attı. “Diyorum ki, şimdi ben ölümlüyken yaşlılara saygı
gösterirdim. Niye? Çünkü, tecrübe sahibidirler, yaşları geçmiştir, ki geçmiştirle kastın
ölmek üzereler olduğunu düşünüyorum. Şimdiye bakarsak, hepimizin yaşı sonsuza doğru
ilerlediğine göre, tecrübe konusunda sizinle rahatlıkla yarışabilecek zamanım var demektir,
yaş kısmına gelirsek, orası zaten malum, benden 40-50 yaş büyük olmanız uzun vadede
hiçbir anlam ifade etmeyecektir.” Emekliler aralarındaki muhabbete geri döndüler. Tıp
Süleyman onların bu davranışlarına şaşırdı önce, sonra o da susup çayına döndü.
Kulakları emeklilerin konuştuklarına takıldı. Havadan konuşuyorlardı. “Meteoroloji ne
diyor, yağacak mıymış yağmur?” “Yarın pilav yapsam diyorum…” Uzun bir sessizlik.
Çay. Ülkeler çalkalanıyor. Aylaklık. Çay.
Her şey için zaman var. İlk neye ayrılır zaman? Tıp Süleyman bir aydır, oturduğu
yerden ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Belki uzun bir yürüyüş. Sonra. Kütüphane.
Sonra. Kızlar. Sonra. Bir sürü insan böyleydi, neye öncelik vereceklerini şaşırmışlardı.
Emekliler dahi bırakmışlardı günlük işlerini. Oturmak. Yürümek tembellik alametiydi.
Elini kaldırmak, esnemek bile. Bazılarıysa, aylakların aksine, yollara düşmüştü. Dışarısını
merak eden binlerce kişi.

135
“Bilim adamları dünya genelinde gerçekleşen patlamalar
konusunda sessiz kalırken Papa ve farklı dinlerden birçok din
adamı bu olayı “Tanrı’nın insanoğluna bir şans daha vermesi”
olarak yorumlamakta.”
“Sonsuza dek O’na tapmamız için mi insanoğluna şans vermiş.” Süleyman
televizyonu kapayıp meditasyonuna geri döndü. Hiçbir şey yapmak, ölümsüzlüğün en
zevkli yanı.
Sessiz zamanlardı, gürültülü zamanlardı.
Kimse yaşlanmıyordu, kimse gençleşmiyordu da. Herkes bir şeyler yapıyor, kimse
bir şey yapmıyordu. Bazıları günlerce uyuyor, bazıları günlerce tavanı seyrediyordu.
Bazıları günlerce öylece beklerken, bazıları günlerce yürüyordu. Bazıları hiç yemek
yemezken, bazıları terk edilmiş/yağmalanmış marketlerde yemeklerle gününü gün
ediyordu. Evlerin içerisi dingindi, dışarısı uçuşan gazeteler klişesiyle perçinlenen sessizliğe
terk edilmiş bir kaostu. Ve sessiz o kaosa bir amaç kazandırmak için –belki de- bir grup
peydahlandı. Çıplaktılar. Derilerine kadar. Hiç dertleri değildi. Ellerinde farklı farklı müzik
aletleri vardı, “Hayal edin” diye bağıra çağıra sokakları caddeleri arşınladılar. Cıscıbıldak.
Sesler yükseliyor, davullar, gitarlar, bazen gitarlar susuyor, sazlar başlıyor. Cascavlak.
Evlerine kapananları dışarı çağırıyorlardı sanki. Süleyman’ın elleri penyesinin yakasını
boğazlıyor. Anadan üryan. Pencereler açılıyor, kafalar çıkıyor meydane, ayıplamak şöyle
dursun ilgiyle izliyorlar, uzak geçmişi hatırlıyorlar gibi. Penye vücuttan sıyrılıyor.
Süleyman giysilerinden arınmış halde balkona çıkmış, kollarını iki yana açmıştı. Ona
ellerini uzatan çıplak hayranlarının üzerine bıraktı kendini. Emekliler cıkcıkladılar bu
duruma. Cıkcıkcık. Cıkcıkcıklamaktan yorulunca derin bir nefes alıp işlerine devam ettiler.
Son zamanlardı, sonsuz zamanlardı.
Bir yüzyıl geçti diğeri başladı. Kış oldu yaz oldu kış oldu. Felaketler birbirini takip
etti. Depremler yerle bir etti, ama kimse ölmedi, Süleyman göçük altında 3 ay kaldı ve
kurtarılana kadar ara sıra buradayım diye bağırarak bekledi. Devletlerin elinde kalan son
atom bombaları her yerde patladı, çocuklar yine öldürülmeye çalışıldı, ama şeker, şeker
yiyebildiler bu sefer. İnsanlar yandılar ve söndüler, binalar yıkıldı, un ufak oldu. O kadar
basitti ki her şey… Bütün o aylaklık dönemleri, hiçbir şey yapmamalar. Ortam kıyamet
sonrası macera için idealdi ama insanlar, onlar hazır değildi. Karınları guruldamıyordu
çünkü. Pert Mahir yaşadığı apartmandan yüzlerce kilometre uzakta, sırtında çanta,
çırılçıplak dağları aşıyor, giysileri patlama sırasında yanmış/belki de kendisi kurtulmuştu
onlardan, hâlâ cayır cayır yanan terk edilmiş köylerin, amaçsız yürüyen insanların
yanından geçti. Kendi neyi amaçlıyordu, nereye gitmeyi, ne yapmayı… Geride bıraktığı
emekli arkadaşları çıplakların ardına takılmıştı. O ise… İşte buradaydı, Güney Afrika’da.
İnsanlığın soyu tükendi, dedi. Ömrü sonsuza uzayan bir tür. İnsan değiliz artık. Belki
birisini bulup, onunla ölümlü çocuklar yapmalıyım, hâlâ iş görürken. Sonra da
çocuğumun ölüşünü izlerim, geçen yüzyılda ölen çocuklar gibi. Lanet bu, kim reva gördü
bilmem ama bu kadarı fazla.
.
Tıp Süleyman balkon duvarına sırt üstü uzanmış, yüzüne vuran güneş ışığına
aldırmadan kitabını okuyordu. 7 kitap yığını balkon tavanına kadar yükseliyordu, çoğu
bitirilmiş, cümlelerin altları çizilmiş, notlar alınmış. Depremden kurtulan nadir evlerden
biriydi kaldığı ev. Kimseler yoktu yakında, hayvanlar ölmüştü, uçuşan gazete sayfaları

136
ortadan yok olmuşlardı. Canım sıkıldı, dedi Süleyman. Aklına dâhiyane bir fikir geldi. Ev
yapmak. Kendi evini. Malzemeden bol şey yoktu sonuçta. Belki sonra, diğer insanlarla
birlikte köy kurarlardı, belli mi olur?
GÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜNAYDIN DÜNYA! (7 dilde) Her
nereden bulunuyor olursanız olun, bizi her nereden dinliyor
olursanız olun, ayağa kalkın ve güneybatıya yönelin, köyümüze,
dünyanın en büyük köyüne, her gün gittikçe büyüyen köyüne
gelin. Herkese, yardımını esirgemeyecek herkese kapımız açıktır.
Not: Radyasyon yoktur, rahat olunuz.
03.10.2009

137

You might also like