Professional Documents
Culture Documents
GELİŞİM
PSİKOLOJİSİ
Çoğu kez birbiriyle karıştırılan "büyüme" ile "gelişme" sözcükleri, gerçekte birbirinden farklı
kavramlardır.
Yapısal artışı dile getiren "büyüme", bedende gerçekleşen sayısal değişiklikleri içermektedir (kilo,
boy artışı gibi). Çocuk, sadece fiziksel olarak büyümekle kalmaz, aynı zamanda onun beyniyle iç
organlarının yapı ve büyüklüğünde de değişmeler olur. Beynin gelişimi sonucu, çocukta giderek
artan bir öğrenme, anımsama ve muhakeme yeteneği oluşur. Böylelikle fiziksel büyüme ile
birlikte, çocuk, zihinsel olarak da gelişir.
Bir yetişkinin niteliği olan "Olgunluk", yapısal değişikliklerin tamamlanması şeklinde ka-rakterize
olur. Başka bir deyişle, olgunluk, organizmanın temelindeki potansiyel güçlerin göreve hazır bir
duruma ulaştıklarını gösterir.
Gelişimin bazı yüzlerinde yapısal ve işlevsel olgunluğun oldukça erken yaşlarda görülmesine
karşın, gelişimin diğer yüzlerinin daha sonra tamamlandığı dikkatimizi çeker. Örneğin, duyu
organlarının işlevlerini doğumla birlikte yapmalarına karşılık, cinsel organların ergenliğe kadar bu
olgunluğa erişemedikleri görülür.
Tüm davranışlar temelde biyolojik yapı içinde gerçekleşir. Bu nedenle biyolojik yapı hakkında ne
kadar çok bilgi edine bilirsek, davranışı anlamamız da o ölçüde kolay olur. Beden oranlarındaki
değişikliklere bakıldığında, bu büyüme ve değişimlerin kökeninde kalıtım ve çevre faktörlerinin
rolünün büyük olduğu görülür. Gelişim süreci içinde tüm çocuklar aynı gelişim yolunu izlerler.
Çocuk koşmadan önce yürür, yürümeden önce emekler. Ancak çocukların gelişim hızlarının bu
davranışları başarmak üzere geçirdikleri sürenin bireyden bireye değiştiği görülür. Bazı çocuklar,
diğerlerine oranla daha hızlı gelişirler. Bu avantaj, genellikle kalıcı ve süreklidir. Örneğin,
gelişimin ilk yıllarında uzun boylu olan çocuklar, bunu izleyen yıllarda da bu özelliklerini korumayı
sürdürürler. Yine akranlarına oranla becerileri daha fazla gelişmiş olan ve gelişimin bazı yüzleri
açısından daha erken olgunlaşmış olan çocuklar, genellikle gelişimin diğer yüzlerinde de üstün
olan çocuklardır.
Bunlar:
• Fötal hareketlerle ilgili olarak annenin ra-porlan,
• Tıbbi aletlerle fetusun kalp atışları ve hareketlerinin izlenmesi,
• Fetusun anne karnındaki hareketlerinin doğrudan doğruya gözlenmesi,
• Hayvanlarla ilgili çalışmalardır.
İnsan yavrusu, anne ve baba cinsel hücrelerinin (ovum ve spermium) birleşmesiyle oluşmaya
başlar. Bu tek hücreye zigot denir. Döllenmiş yumurta, yarısı anneden, yarısı babadan gelen 46
kromozomla, anne ve babanın bir kısım genetik mirasını almıştır.
Embriyolojik dönemde, gelişmesine bir zigot ile başlayan her canlı, hemen hemen aynı yolu
izleyerek, kendi türünün biçimsel ve işlevsel özelliklerini taşıyan bir bedene sahip oluncaya kadar
çok hızlı bir «başkalaşma» geçirir. Böylece, kendi türünün biyolojik evrim düzeyine de erişmiş olur.
Bir canlının, embriyolojik dönemde bir hücre halinden kendi türünün biyolojik evrim düzeyine çıkışı
ve bu düzeyde bir beden elde edişine ontogenez, adı verilir.
Bir türden başka bir canlı oluşmasıyla ilk canlı türünden başlayarak, bütün diğer türlerin birer birer
dünyaya gelmesine filogenez denir.
Ontogenez yoluyla, bir insan zigotu, 280 günlük bir embriyolojik evrimle, insan yavrusu hâline
dönüşür. Ontogenez aşamalarıyla, embriyo ve fetusun geçtiği basamaklar, insan türünün daha
önceki türlerden oluşurken, geçtiği aşamaları özetleyen bir yoldur. Bu nedenle, «ontogenez,
filogenezin çok kısa bir tekrarı niteliğindedir. sözü çok haklı ve çok anlamlı olmaktadır .
Zigot, 24 saat içinde bir "mitoz" geçirerek, iki hücre haline gelir. İlk mitozu, sonraki günlerde
diğerleri izler.
Böylece oluşan "Morula", kendine özgü bir canlı türüdür. Zigottan türemiştir, fakat artık zigot
değildir. Diğer bir deyimle, morula "tek hücreli" bir canlı değil, "çok hücreli" bir canlıdır. İnsan zigotu
gibi, insan morula-sı da, ömrü kısa bir varlıktır. Çünkü o, 275 gün sonra, bir insan yavrusu (yeni
doğmuş bebek) olmak üzere, hızla değişecektir. Doğum öncesi gelişim , büyüme süreci, baştan
kuyruk sokumuna doğru yönelir.
Ovum döneminde, döllenmiş yumurtada büyüklük açısın dan önemli bir değişme görülmez.Üçüncü
haftadan ikinci ayın sonuna kadar olan embriyo döneminde hızlı gelişim ve büyüme görülür. Bu
dönemin sonunda, embriyo insan organizması için gerekli olan tüm iç ve dış özelliklere sahiptir.
Yüze ait özellikler oluşmuş, parmaklar şeklini bulmuştur. Kalp daha üçüncü haftanın sonunda
görevini yapmaya başlamıştır.
Yaşamın ilk iki ayında embriyo oldukça küçüktür. İkinci ay sonunda boyu ancak 3 cm.'ye çıkmıştır.
Embriyonun aşağı yukarı bir insan görünüşünü alması, sekizinci haftadan itibaren olur. Bedenin
birçok organı bu evrede oluşmaya başlar. Özellikle sinir sisteminin gelişimi hızlanır. Bu nedenle bu
evre, en kritik doğum öncesi evresidir. Bu embri-yonik gelişim evresinde, virüs ya da uyuşturucudan
kaynaklanan, annenin karnındaki kimyasal değişiklikler, özellikle bazı organların şekillenmesini
olumsuz açıdan etkiler ve gelişimde birtakım anormalliklere neden olur .
İkinci aydan sonra insan embriyosu artık "fetus" adını alır. Üçüncü aydan doğuma kadar süren bu
dönemde büyüme ve organ sistemlerinin farklılaşması çok hızlanır. Gelişen organların bazıları,
örneğin, kan yapıcı sistem, dolaşım sistemi, fetusun gereksinmelezigot değildir. Diğer bir deyimle,
morula "tek hücreli" bir canlı değil, "çok hücreli" bir canlıdır. İnsan zigotu gibi, insan morula-sı da,
ömrü kısa bir varlıktır. Çünkü o, 275 gün sonra, bir insan yavrusu (yeni doğmuş bebek) olmak üzere,
hızla değişecektir. Doğum öncesi gelişim , büyüme süreci, baştan kuyruk sokumuna doğru yönelir.
Ovum döneminde, döllenmiş yumurtada büyüklük açısın dan önemli bir değişme görülmez.Üçüncü
haftadan ikinci ayın sonuna kadar olan embriyo döneminde hızlı gelişim ve büyüme görülür. Bu
dönemin sonunda, embriyo insan organizması için gerekli olan tüm iç ve dış özelliklere sahiptir.
Yüze ait özellikler oluşmuş, parmaklar şeklini bulmuştur. Kalp daha üçüncü haftanın sonunda
görevini yapmaya başlamıştır.
Yaşamın ilk iki ayında embriyo oldukça küçüktür. İkinci ay sonunda boyu ancak 3 cm.'ye çıkmıştır.
Embriyonun aşağı yukarı bir insan görünüşünü alması, sekizinci haftadan itibaren olur. Bedenin
birçok organı bu evrede oluşmaya başlar. Özellikle sinir sisteminin gelişimi hızlanır. Bu nedenle bu
evre, en kritik doğum öncesi evresidir. Bu embri-yonik gelişim evresinde, virüs ya da uyuşturucudan
kaynaklanan, annenin karnındaki kimyasal değişiklikler, özellikle bazı organların şekillenmesini
olumsuz açıdan etkiler ve gelişimde birtakım anormalliklere neden olur .
İkinci aydan sonra insan embriyosu artık "fetus" adını alır. Üçüncü aydan doğuma kadar süren bu
dönemde büyüme ve organ sistemlerinin farklılaşması çok hızlanır.
Doğumla birlikte, çocuğun yeni ısı ortamına ve nefes almaya uyum göstermesi beklenir. Onun
yaşaması, bu yeni ortama uyumunu sağlayacak olan solunum sisteminin çalışmaya başlamasıyla
gerçekleşecektir. Bu ilk tehlikeye bebeğin büyük dayanıklılığı da dikkati çeker. Uyarılan solunum
merkezi birkaç dakika içinde bu sistemin çalışmasını başlatacaktır ve bebek ilk nefesini alıp, ilk
çığlığını atarken, bu "doğum ötesi yeni dünya" da yaşamaya başlamış olacaktır. Ağlamayla birlikte
nefes alma işlemi başlar. Başlangıçta nefes alma işlemi, iyi yapılmadığı gibi, düzenli de değildir.
Çocuk hapşırıp ök-sürürken, oksijen alma gereksinimini de karşılar.
Bebekte, sindirim sisteminin asıl çalışması, doğumdan sonraki ilk günlerde "emme refleksf'nin
faaliyetiyle başlar. Normal hallerde bebeğin ilk besini "anne sütü", ilk günlerde özel bir bileşimdir.
Emme ve yakalama gibi refleks mekanizmalarının çok iyi gelişmiş olması nedeniyle, bebekler
beslenmeye kolaylıkla uyum gösterebilirler.
Gelişim psikolojisi doğumdan ölüme kadar, kişinin hayatını biyolojik, bilişsel ve sosyal süreçler
bağlamında inceleyen bilim dalıdır. Gelişimi belirli dönemlere indirgeyerek incelemek, teorik açıdan
bazı açıklamalara kolaylık getirdiği için teşvik edilmektedir. Bu
nedenle ergenliği de içine alarak geniş yetişkinlik dönemine kadarki gelişimi beş aşamada
incelemek mümkündür.
Bu beş aşama:
1) Yeni Doğan Bebek— İlk bir ay (0-4 hafta)
2) Bebeklik - Birinci ayın sonundan, iki yaşına kadarki yaşam dilimi (4 hafta - 2 yaş)
3) İlk çocukluk - İki yaşından altı yaşına kadarki yaşam dilimi (2-6 yaş)
4) Son çocukluk - Kızlarda altı onbir (6-11 yaş); erkeklerde altı, önüç (6-13 yaş) yaşına kadarki
yaşam dilimi.
5) Ergenlik- Kızlarda onbir yirmi (11-20 yaş); erkeklerde onüç yirmi (13-20 yaş) yaşına kadar ki
yaşam dilimidir.
KISACA:
İnsan gelişimi denildiği zaman, döllenmeden başlayarak, yaşamın sonuna kadar yer alan süreç
anlaşılmaktadır. Organizmanın özelliklerinin tümünün ortaya çıkmasında, çevre ve kalıtımın
ortaklaşa etkisinin rol aldığı kabul edilmektedir. Organizmanın gelişmesinde önemi olan başka bir
etken de, kritik zaman dilimleridir. Bu zaman dilimleri içinde, organizma gerekli kalıtsal potansiyele
sahipse, yeterli uyarıcı ile karşılaştığında, bazı davranışlar ya da bazı organlar ve bunların işlevleri
açısından en üst düzeyde gelişimin ortaya çıkması mümkün olmaktadır.
Gelişimi sağlayan çevresel ve kalıtsal etmenler, döllenme anından başlayarak, yaşamın sonuna
kadar etkilerini göstermeye devam ederler. Doğacak bebeğin biyolojik özelliklerini döllenme ile
oluşan ilk hücrede yer alan 46 kromozomun içerdiği genler belirlemektedir. Ancak genetik
özelliklerin organizma üzerinde tam potansiyellerini açığa çıkarabilmeleri, organizmanın geçirdiği
yaşantılarla, yani çevresel koşullarla büyük ölçüde ilişkilidir.
A- BEDENSEL GELİŞİM
Çocuğun gelişimini bir bütün olarak kavrayabilmek için psikolojik olduğu kadar fizyolojik gelişimi de
bilmek gerekir. Çünkü, fiziksel gelişim, çocuğun davranışını hem doğrudan, hem de dolaylı olarak
etkiler.Doğrudan etkiler, çünkü bedensel gelişim, çocuğun sınırlarını belirler. Örneğin, yaşlarına
göre sağlıklı bir gelişme gösteren çocuklar, oyun ve spor faaliyetlerinde akranlarıyla eşit koşullarda
yarışırlar. İyi gelişmemiş çocuksa, bu yarışmalarda elverişsiz durumu nedeniyle geri kalır ve gruptan
atılır.
Fiziksel gelişme, davranışı dolaylı olarak etkiler, çünkü çocuğun kendine ve diğerlerine karşı tutumu
bedensel gelişiminin de etkisi altındadır. Örneğin, şişman bir çocuk kısa sürede kendisinden zayıf
olanlara ayak uyduramadığını fark eder. Bu da çoğunlukla çocuğun kişisel yetersizlik duygusuna
kapılmasına yol açar. Buna ek olarak, eğer akranları kendisiyle yavaş davrandığı için oynamayı
istemezler ve de çeşitli adlar takarak alay ederlerse, çocukta aşağılık duygusu gelişebilir. Bu tür
duygular çocuğun kişilik gelişiminde çok önemli rol oynarlar.
OLGUNLAŞMA
"Olgunlaşma düzeyi",bireyin fizyolojik yönden herhangi bir konuyu öğrenebilecek ya da yapabilecek
duruma yahut yeterliğe erişmesi demektir. Örneğin, çocuğun sinir ve kas sistemi yeteri kadar
gelişmeden (buradaki anlamı ile "olgunlaşma"dan) çocuğa ne kadar yürüme alıştırmaları yaptırırsak
yaptıralım, çocuk yürümeyi öğrenemez.
"Öğrenme", bireyin "olgunlaşma düze-yi"ne bağlıdır. Çevresel koşullar da buna yardım eder.
A.B.D.'de yapılan bir araştırma, bunu açık olarak göstermektedir.
Küçük çocuklardan oluşan bir deney kümesine, 12 hafta süreyle, düğme ilikleme,makasla kâğıt
kesme ve el merdivenin tırmanma etkinliklerinde yoğun bir yetiştirme işlemi yaptırılmıştır.
Araştırmada "denetim" ya da "karşılaştırma'görevi gören çocuk kümesine de, bu konuda hiçbir
öğretim yapılmamıştır. Deneme kümesindeki deneklere, öğretim süresi sonunda test uygulandığı
zaman, bunların, bütün testlerde, denetim kümesindeki çocuklardan üstün oldukları saptanmıştır.
Bununla birlikte, bir haftalık bir araştırma ya da öğretimden sonra,denetim kümesindeki çocukların
da tırmanmada, 12 hafta süreyle özel alıştırma yapan kümenin başarı düzeyine eriştikleri
görülmüştür. Her ne kadar denetim kümesindeki çocukların, düğme ilikleme ve makasla kâğıt
kesmede bir hafta sonunda bu iki etkinlikte elde ettikleri sayı,deney kümesinin sayısına pek
erişememiştir.
Öğrenilecek her nesne ya da konu, her şeyden önce, fizyolojik bir temel olan "olgunlaşmayı"
gerektirir. Kısaca, olgunlaşma olmadan öğrenme olamaz. "Olgunlaşma düzeyi" sözü, öğrenilecek
her konu için bir "olgunlaşma" durumunun söz konusu olduğunu anlatır. Bu düşüncenin sonucu
olarak şöyle diyebiliriz: Herhangi bir organ,bir öğrenme durumu ya da konusu için "olgunlaşmış"
olduğu halde, başka bir durum ya da konu için "olgunlaşmamış'olabilir. Örneğin, küçük bir çocuğun
eli, top tutmayı öğrenecek kadar olgunlaşmış olduğu halde; kalem tutmak için olgunlaşmamış
olabilir. Bu ve benzeri deneylerden anlaşıldığı üzere, olgunlaşma, daha çok görsel ve "fizyolojik" bir
nitelik taşır.
Öğrenmeye hazır bulunuşlukta olgunlaşma, insanın bedensel, devimsel, bilişsel, duygusal gibi tüm
gelişim alanlarında bir öğrenim görevini yapabilecek büyümeye ulaşmasıdır. İnsanın olgunlaşması
bir bütündür. Öğrencinin yalnız bir gelişim alanındaki büyümesine bakarak bir öğrenim görevini
yapmaya hazır olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir.
Araştırmalara göre, eğer bir öğrenci bedensel ve devimsel olgunlaşmada yaşından geride ise, öbür
gelişim alanlarında da geri kalır. Ancak bedensel özürleri olan öğrencilerin, bilgiye dayanan öğrenim
görevlerini öğrenmeye hazır bulunuşlukları, yaşıtlarından biraz daha ileride olabilmektedir. Bu
öğrenciler, bedensel etkinliklere katılma yoksunluklarını, ödünleme ve yüceltme uyum
mekanizmaları yoluyla hafifletebilmekte ve güçlerini daha çok okumaya, yazmaya, araştırmaya
yöneltebilmektedirler.
Bir öğrencinin, zeka testlerinden aldığı düşük puanlara bakarak, öğrenmeye hazır bulunuşluğunun
olmadığını söylemek olanaksızdır. Öğrencinin zeka bölümü, öğrenmeye hazır bulunuşluğunu
kestirmeye yarayan etkenlerden yalnızca biridir.
Çocuk bir gelişim döneminden diğerine bireysel hızıyla, aşamalı olarak ilerler. Meydana gelen bazı
değişmeler öncelikle olgunlaşmaya bağlıdır. Olgunlaşma, öğrenme yaşantılarından bağımsız,
biyolojik olarak kalıtım tarafından kontrol edilen bir değişmedir. Olgunlaşma, vücut organlarının
kendilerinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilecek düzeye inmesi için, öğrenme
yaşantılarından bağımsız olarak, kalıtımın etkisiyle geçirdiği biyolojik bir değişmedir. Olgunlaşma,
fiziksel gelişime büyük ölçüde etki eder. Birçok psiko-motor davranışın yapılması olgunlaşmaya
bağıldır. Örneğin; çocuğun kas ve kemik yapısı yeter olgunluğa gelmeden, ne kadar yürüme
çalıştırması yaptırırsak yaptıralım, çocuk yürümeyi öğrenemez. Ayrıca olgunlaşma, çocukların belirli
bir yaşta gösterebilecekleri özelliklerdeki en fazla artışı sağlayabilir. Henüz el kaslarını tam olarak
kontrol edemeyen beş yaş çocuğu, genellikle dokuz yaş çocuğu kadar düzgün ve kontrollü bir
şekilde çizemeyecektir.
Çocuktaki ilk 18-24 ay içinde görülen temel değişiklikleri açıklayabilmek için olgunlaşma kavramına
değinmek gerekir. Olgunluk tüm bebeklerde görülen biyolojik değişimler sonucu gerçekleşen bir
olgudur. Bu değişimler belirli çevresel koşullar içinde bir takım fizyolojik fonksiyonların
gerçekleşmesini sağlar.
Çocuğun oturması, emeklemesi ve ayakta durabilmesi gelişiminde olgunlaşmanın önemini ortaya
koymaktadır. Bu faaliyetler, yaşamın ilk iki yılında kemik ve kas gelişimine, sinir sistemindeki
gelişime ek olarak bedene tanınan deneyim fırsatları sonucu görülür.
Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir (Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, bir "sürenin" geçmesi sonucunda bireyin ya da bir organın, fiziksel güç
ve kuvvet bakımından, yaşama uyumda belli bir durumu karşılayabilecek (yeni durumlara uyum
sağlayabilecek) bir düzeye erişmesidir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve
bacaklarımız yürüme için yetere derecede olgunlaşmamış ise, yürüme öğrenile-mez. Olgunlaşma,
bireyin bir işi yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile,
zorunlu olarak, çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.
Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir. Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve bacaklarımız yürüme için
yetere derecede "olgunlaşmamış" ise, "yürüme" öğrenilemez. Olgunlaşma, bireyin bir işi
yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile, zorunlu olarak,
çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.
Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir (Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, bir "sürenin" geçmesi sonucunda bireyin ya da bir organın, fiziksel güç
ve kuvvet bakımından, yaşama uyumda belli bir durumu karşılayabilecek (yeni durumlara uyum
sağlayabilecek) bir düzeye erişmesidir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve
bacaklarımız yürüme için yetere derecede olgunlaşmamış ise, yürüme öğrenile-mez. Olgunlaşma,
bireyin bir işi yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile,
zorunlu olarak, çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.
Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir. Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve bacaklarımız yürüme için
yetere derecede "olgunlaşmamış" ise, "yürüme" öğrenilemez. Olgunlaşma, bireyin bir işi
yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile, zorunlu olarak,
çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.
alan oluşturur. Bu alanı oluşturan doku, öğrencinin bilişsel örüntüsüdür. Öğrencinin bilişsel örüntüsü
yeni bir konuyu öğrenmeye yetmediğinde, konunun öğrenilmesi için gereken ön bilgi ve becerilerin,
öğrenince kazanılması gerekir. Öğrenci bu yeterliğe ulaşmaz ise, öğretilecek konunun, bütünlüğünü
bozmadan, öğrencinin hazırbulunuşluk düzeyine indirilmesi zorunludur. Öğrencinin bilişsel
örüntüsünün eşiği, konunun güçlük düzeyine uyamadığı sürece, konunun öğrencide algılanması
sağlanamaz.
Güdüsel Öğrenme Kuramlan'na göre hazır bulunuşluk, öğrencinin gelişiminin sonucudur. Öğrenci,
doğuşundan başlayarak her yaşında, belli gelişim düzeyine ulaşır ve böylece yaşına uygun
düzeydeki konuları öğrenmeye hazır olur. Gelişim kusurları olan öğrenci,yaşının gerektirdiği
tepkileri yapmada da kusurludur. Öğrencinin, öğrendiği konulara karşı hazır bulunuşluğunda
görülen kusurların kökeni, gelişimde çok önemli olan ilk çocukluk evresindeki gelişim
bozukluklarıdır.
Olgunlaşma, bireye yaşla birlikte artan yeterlikler sağladığı gibi, öğrenme fırsatları verildiği taktirde
bireyin yeni ve daha karmaşık davranışları kazanması için gerekli olan hazır bulunuşluğu da
beraberinde getirir. Ancak hazır bulunuşluk, bireyin sadece olgunlaşma düzeyini değil, ayni
zamanda, bireyin önceki öğrenmelerini, ilgilerini, tutumlarını, güdülenmiştik düzeyini, yeteneklerini,
genel sağlık durumunu da kapsar.
Örneğin; bisiklet kullanmak için yeterli hazır bulunuşluk düzeyinde olan bir çocuk; bisiklet
kullanmaya isteklidir, bisikleti kullanmak için gereli olan kaslar ve diğer organları yeterli olgunluğa
erişmiştir, bisikletin nasıl kullanılacağı ile ilgili ön koşul öğrenmelere sahiptir, genel sağlık durumu
bisiklete binmesine uygundur.
Öğrenme için "olgunlaşma" gerekli ise de, "yeterli" değildir. Bireyin, öğrenme için hazır" bulunması
da gerekir. "Hazırlık" olgunlaşmadan daha karmaşık bir terimdir. Hazırlık terimi, kısmen
"olgunlaşma" terimini de kapsar; fakat, hazırlığın "ruhsal" yönü daha ağır basar. Bunun içinde bir
dereceye kadar, bireyin "ilgi ve hevesi" konu ile ilgili olarak yaptığı "araştırma" sonucu, yani bireyin
yaşantılarıyla yeti ve yeteneklerinin bir bireşimi vardır.
Asıl öğrenme, çocuk "öğrenmeye hazır" hale geldikten sonra başlar. Okuma-yazmayı öğrenmek için,
çocuğun bir kısım organlarının olgunlaşması yanında, çocuğu buna heveslendirmek ve okuma-
yazma alıştırmaları yaptırmak gibi hazırlık çalışmaları da gereklidir. Bütün öğrenme durumları için
aynı şey söylenebilir.
Hazır bulunuşluk, bireyin bir işi yapabilmesi için gereken olgunlaşmaya erişmesinin gerekliliği
yanında, bu iş için gerekli ön bilgi, beceri ve tutumu da kazanmış olması demektir. O halde gelişim,
hem nicelik hem de nitelik yönünden belirli bir düzeye erişmeyi anlatır. Çocuklarda gelişim,
süreklilik göstermekte, fakat bu sürekliliğin içinde gelişim ivmesi, dönemler halinde
farklılaşmaktadır. Bu sürecin aşamaları, bireysel farklılıklardan ve özelliklerden dolayı, her dönem
kendinden sonra gelen dönemle birleştiği için, kesin sınırlarla birbirinden ayrılamaz.. Hazır
bulunuşluk, canlı varlığın herhangi bir şeyi öğrenebilecek duruma gelmesini anlatan bir terimdir.
BÜYÜME DÖNEMLERİ
Çocuklarda bedensel gelişim, dönemler halinde gelişen bir süreçtir. Bunun anlamı, fiziksel
gelişmenin düzenli bir hızla değil, belli dönemlerde, yüzlerde ya da farklı hız derecelerine sahip
"dalgalar" halinde gerçekleşmesi, yani bazen hızlı, bazen yavaş olmasıdır.
Büyüme temposunda çocuktan çocuğa farklılık olsa da, yani bazı çocuklar daha düşük, bazıları
normal, bazılarıysa yüksek büyüme hızı gösterseler de, büyüme dönemleri düzenlidir ve önceden
tahmin edilebilir. Bununla birlikte, her çocuk, gelişmenin kritik noktalarında erken ya da geç
ulaşmada az çok de değişmez bir eğilime sahiptir.
Büyüme konusundaki araştırmalar, çocuklarda iki yavaş, iki hızlı olmak üzere dört belirgin büyüme
dönemi olduğunu göstermiştir. Doğum öncesi ve doğum sonrasının ilk 6 ayı büyüme hızı yüksektir.
Yaşamın birinci yılının sonunda büyüme yavaşlar ve bunu ergenliğe ya da cinsel olgunluğa kadar
süre gelen düzenli, fakat yavaş bir gelişim izler. Bu büyüme evresi 8-12 yaşları arasında görülür. Bu
evreden 15-16 yaşlarına kadar olan dönemdeki hızlı gelişim "ergenlik fışkırması" olarak nitelenebilir.
Bu dönemi olgunlaşma zirvesine kadar dikleşerek süregelen büyüme evresi izler. Bu dördüncü
büyüme evresindeki boy uzunluğunun ileri yaşlarda da aynı kalmasına karşılık ağırlık artabilir.
• Enerji düzeyi: Hızlı büyüme, enerji tüketici olduğun dan, bu dönemlerde çocuklar çabuk
yorulurlar. Bu da onları huysuz ve tedirgin yapabilir. Yavaş büyüme dönemlerindeyse, çocuğa oyun
ve diğer faaliyetler için daha çok enerji kalır ve çocuk daha neşeli, birlikte yaşanması daha kolay bir
davranış içine girer.
• Beslenme gereksinmeleri: Yaşamın ilk iki ya da üç ayında ve ergenlik döneminde hızlı büyüme
nedeniyle beslenme gereksinimleri en üst düzeye ulaşır. Büyüme gereksinimlerine göre yeterli
miktarda ve gerekli türde gıdalarla besle nemeyen çocuklar, yorgun ve huysuz olurlar. Oyuna ve
okul ödevlerine az ilgi duyan bu çocukların sosyal uyumları da genellikle bozuktur.
• Isı dengesinin sürdürülmesi: Yavaş büyüme dönemlerinde beden genellikle ısı dengesini korur.
Hızlı büyüme dönemlerindeyse bu denge bozukluğundan, çocuk iştahsızlık, genel olarak bitkinlik,
huysuzluk ve anti-sos-yal davranış göstere bilir.
Hızlı büyüme dönemlerinde çocuk bece riksizce davranır. Daha önce hareketleri düzgün ve iyi olan
çocuk, bu dönemde sakar davranışlar gösterebilir.
• Kalıtım faktörü: Bu etkenin büyüme üzerindeki önemi çok büyüktür. Genetik büyüme planı, bir
bakıma tüm büyüme olgusunun içerdiği fonksiyon ve kavramlar biçiminde formüle edilebilir.
• Irk faktörü: Doğumla birlikte siyahların beyazlara oranla iskelet gelişimi açısından daha üstün
oldukları görülür. Bu farklılık zenci çocuklardaki diş gelişiminin daha önce başla masıyla ortaya
çıkar. Beslenme ve diğer çevresel koşulların yeterli olması halinde, zenci çocuklar bu davranışlarını
2-3 yıl sürdürürler.
• Hastalık: Kısa süreli hastalıklar büyümede kalıcı bir gerilemeye neden olmamakla birlikte,
hastalıkta izlenmesi gereken beslenme rejiminin (diyet) uzun süre aksaması ya da yetersiz olarak
devam etmesi, çocukta birtakım gelişim bozukluklarına yol açabilir. Geçirilen büyük bir hastalık
çocukta büyümenin yavaşlamasına neden olur. Böyle durumlarda çocuğun sağlığına kavuşmasıyla
birlikte akranlarına yetiştiği görülür. Hastalığın çeşidine bağlı olarak yetişemediği durumlar olur.
• Psikolojik bozukluklar: Ruhsal zorlanma (stres) yavaş gelişmeye, ender olarak da bedensel
gelişmede gerilemeye neden olabilir.
• Sosyo-ekonomik statü: Farklı toplumsal katmanlardan gelen çocuklar, her yaş grubunda farklı
beden ölçüsüne sahiptirler. Yapılan araştırmalar, ekonomik açıdan üstün ve sağlıklı koşullarda
büyüyen çocukların, ekonomik açıdan düşük düzeyde yaşayan çocuklara oranla daha gelişmiş
olduklarını göstermiştir. Bu farklılığın oluşumunda beslenme, uyku, egzersiz ve boş zamanların
değerlendirilmesi, uyarıcı fazlalığı gibi etkenlerinin rol oynadığı saptanmıştır.
Hem doğum öncesi , hem de doğum sonrası dönemlerde gelişimde iki temel ilkenin varlığı kabul
edilmektedir. Bu ilkelere göre, bedensel gelişimde şu iki yön izlenmektedir:
Gelişimde büyüme baştan ayağa doğru olur. Başka bir deyişle, yapısal ve işlevsel gelişim, öncelikle
başa yakın bölgede gerçekleşir.
• Gelişimde bedensel gelişim, bedenin iç kısımlarından dışa doğru, merkezi bölgelerden uzaktaki
organlara doğru gerçekleşir.
Örneğin, kolun omuzla dirsek arasındaki kısmı önkoldan önce, önkol da elden önce gelişir.
B- BİLİŞSEL GELİŞİM
Piaget ve arkadaşları, çocuğun doğumdan ergenliğe kadar olan bilişsel gelişmesini ayrıntılı
araştırmalarla incelemişler ve bazı kavramlarla algıların doğuştan itibaren kazanılmış olabileceğini
belirlemişlerdir. Piaget, bebeklik dönemin de çocukların, objelerin devamlı olduklarını,
değişmezliklerini bile düşünemezken, zamanla biçim ve büyüklük kavramlarını tanımaya
başladıklarını söylemektedir.
Biliş sözcüğü, dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir. Biliş
sözcüğü, şu süreçleri kapsar:
Algılama: Gerek iş, gerekse dış dünya dan edinilen bilgilerin yorumlanması, organize edilmesi ve
yeniden bulunmasıdır.
Muhakeme: Bilgiyi belirli bir anlam çıkarma ve sonuca varma amacıyla kullanabilmedir.
Kavrama: Bilginin iki ya da daha fazla kısımları arasındaki yeni ilişkileri tanıyabilirledir.
Bilişsel gelişime ilişkin en önemli görüşü ileri süren İsviçreli psikolog Jean Piaget'ye göre, çocuk,
kendi dünyasına bir anlam kazandırabilmek için çevresindeki insan ve objelerle ilgili bir faaliyet
içine girer. Çocuk, ilkel koordinasyonlardan, daha karmaşık ve yüksek düzeydeki yapılara doğru
belirgin bir çaba içindedir.
Piaget'nin kuramının temel kavramını işlem (operasyon) oluşturur. İşlem, çocuğun zihinsel düzeyde
başladığı yere geri dönebil-mesi anlamını taşır. Operasyonların kazanılması zihinsel gelişimin en
önemli aşamasıdır. Örneğin, bir bardak içindeki suyun farklı biçimdeki bir başka bardağa
boşaltılması halinde miktarının değişmeyeceğini düşünebilmek bir operasyondur.
Piaget'ye göre, gerek basit organizmalarda olsun, gerekse insan organizmasında olsun, birtakım
süreçler öğrenmenin temelini oluşturur. Bu temel süreçlerden biri, çevreye uyum, diğeriyse eylem
(aksiyon), bellek, algı ve öteki zihinsel faaliyet türlerine ilişkin deneyimlerin organizasyonu'dur.
Basit bir organizmada uyum, yaşayabilmek için temel gereksinmelere doyum sağlamakken, gelişim
sürecindeki bir çocukta giderek karma-şıklaşan bir organizasyon içinde çevresine belirli bir yaklaşım
göstermek anlamını taşır.
Gözlem ve deneyleri sonucu Piaget, doğumdan itibaren bebeklerin bazı reflekslere sahip olduklarını
belirlemiştir. Bu temel refleksler emme ve yakalama refleksleridir. Yine bebeklerin doğumdan
itibaren bazı refleksler üzerinde egzersiz yapabilme ve kendi hareketlerini düzenleme eğilimleri
vardır. Başka bir deyişle, bebekler kalıtım yoluyla bazı zihinsel yeteneklere doğuştan sahip olmayıp,
bunun yerine, çevreye yanıt verme biçimlerine sahiptirler. Bu yanıtların başında da çevreye uyum
gelir. Uyum, yaşayan canlının varlığını sürdürebilmesi için gereklidir.
Organize etme yetisi, ilk kez alışkanlığa ilişkin eylemlerin (aksiyonların) gelişiminde görülür.
Doğumdan hemen sonra her bebek, çevresindeki objeleri ağzıyla araştırma eğilimindedir. Bebek
objelere dudaklarıyla temas eder ve eline değen yakınındaki objeleri de avucunun bütünüyle
yakalar. İşte art arda sü-regelme özelliğiyle belirlenebilen bu hareket ya da eylemlere Piaget, şema
adını verir.
Piaget, kaba bir zihinsel tasarım olarak tanımladığı şemayı, algısal-motor koordinasyonları
vurgulamak amacıyla kullanır (objeleri araştırmak, topu tutmak gibi). İster basit, isterse karmaşık
olsunlar, şemaların başlıca karakteristiği, bütün içinde organize edilmiş olmaları, sık sık tekrar
edilebilmeleri, böylelikle de diğer davranışlar arasında kolaylıkla ayırt edilebilmeleridir.
PIAGET'İN BİLİŞSEL GELİŞİM KURAMI İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR
Piaget bilişsel gelişimde, olgunlaşma ile öğrenmenin etkileşiminin önemini vurgular. Çocuklar,
geçirdikleri yaşantıların, biyolojik olgunlaşma düzeyleri ile girdiği karmaşık bir etkileşim
sonucunda, çevrelerinde olup bitenlere anlamlar yüklerler. Başka bir anlatımla, bir çocuğun
olayları ya da durumları açıklama biçimi, içinde bulunduğu bilişsel gelişim dönemine bağlı olarak
değişiklikler göstermektedir.
Bilişsel gelişim dönemlerinin özelliklerine geçmeden önce, Piaget'nin bilişsel gelişimini
açıklamadan önce kullandığı temel kavramlardan bazılarının üzerinde kısaca duralım:
Örnekteki emme eylemini, Piaget şema olarak adlandırmaktadır. Bebeklerin kullandıkları diğer
şemalar görme, işitme, tutma, vurma ve itmedir. Şemalar kendileri de değişerek farklı alanlara
uyarlanabilen biyolojik kökenli eylemler olarak tanımlanabilir. Şemalar öğrenmeyi sağlayan
araçlardır. Olgunlaşma süreci içinde yeni yeni şemalar geliştirilir. Örneğin, bebek başlangıçta küp
blokları emme şeması ile algılarken , büyüdükçe onların birbirine vurulabileceğini vb. kavrayarak
yeni şemalar içinde küp blokları algılamaya başlar.
* Özümleme : Bireyin, yeni karşılaştığı durum, nesne ve olayları kendisinde önceden var olan
zihinsel yapının içine yerleştirmesi işlemidir.
* Uyumsama : Yeni şemalar yaratarak ya da önceden var olan şemaların kapsam ve niteliklerini
değiştirerek yeni edinilen deneyimlerin gerektirdiklerine uygun davranmak olarak tanımlanabilir.
Başka bir anlatımla, yapılan bir özümleme sonucu, o zamana kadar alışılagelmiş davranış
örneğine uymayan yeni ve farklı bir davranış ortaya koymaktır.
* Bilişsel Yapılar: Bilişsel yapılar ile kastedilen, çocuk ya da yetişkinde o anda var olan zihinsel
organizasyon ya da zihinsel yetilerdir. Bir çocuğun bilişsel yapısını, büyük ölçüde biyolojik
olgunluk düzeyi belirlemektedir. Çocuğun bilişsel yapısı da neyi, ne zaman özümleyebileceğini ve
neleri uyumsaya-bileceğini belirler.
Örnekleyecek olursak, üç-dört yaşlarındaki çocuklar "ben nereye gidersem gideyim, güneş beni
izler, ben hızlanınca o da hızlanır, ben durunca o da durur..." türünden düşüncelere sahiptirler.
"Ben merkezci" düşünce olarak adlandırılan bu tür düşünce biçimleri, okulöncesi yaş düzeyi için
doğaldır. O yaştaki çocuklara, güneşin kendisini izlemediğini, nedenleri ile ne kadar açıklamaya
çalışırsanız çalışın, bilişsel yapısı uygun olmadığı için anlattıklarınızı kavrayamayacaktır.
Çocukların kullandığı zihinsel işlemlerin niteliği, bilişsel yapılarına bağlıdır ve içlerinde
bulundukları bilişsel gelişim düzeylerine göre farklılıklar gösterir.
1- DUYUSAL-MOTOR DÖNEM
Doğumdan iki yaşa kadar olan dönem Duyusal-Motor Dönem olarak adlandırılır. Yeni doğmuş bebek
çevreden gelen uyarıcılara sadece reflekslerle tepki verir, ancak iki aylık kadar olduğunda istemli
hareketler göstermeye başlar.
Bu dönem içinde bebek dönem içinde duyuları ve motor faaliyetleri yoluyla dış dünya ile ilişki kurar,
dönem içinde ilerledikçe çevresinde olup bitenleri ve kendisinin çevresinden farklı olduğunu
keşfetmeye başlar.
Dönem içinde nesne devamlılığının kazanılması ile bilişsel gelişimde refleks düzeyinde tepki verilen
dönemden zihinsel işlemlerin kullanılmaya başlanmasına bir geçiş olur. Nesne devamlılığının
kazanılması ile, bebeklerin görüş alanları dışına çıkan nesne ya da kişilerin aslında yok olmadıklarını
kavramaları kastedilmektedir. Nesne devamlılığının kazanılmasından önce, bebekler gözlerinin
önünden yok olan şeylerin kaybolduğunu sanırlar.
Örneğin, gözlerinin önünde oyuncakları bir örtüyle gizlenen bebekler, oyuncaklarının gizlendiğini
görseler bile, örtüyü çekip oyuncaklarını aramayı düşünemezler. Nesne devamlılığının gelişmesi ilk
aydan yirmi dördüncü aya kadar uzanan altı farklı dönem içinde gerçekleşir. 4 - 8. aylara denk
gelen dönemde, bebekler gözleri önünde gizlenmiş nesneleri bulmaya başlarlar. Son dönem olan
18-24. aylarda, bebekler artık çevrelerindeki nesneleri zihinlerinde canlandırabilecek düzeye
ulaşmışlardır. Bunun soncunda da, önceden görmeseler bile nerelerde olabileceğini tahmin etmeye
başlarlar.
Dönemin sonuna geldiğinde bebek, karmaşık olmayan zihinsel işlemleri gerçekleştirmeye
başlayarak, işlem öncesi döneme geçer.
Çocuğun gözünün önünde, içlerinde eşit miktarda sıvı bulunan birbirlerine benzer iki bardaktaki sıvı
biri, daha dar ve uzun bir bardağa boşaltılır. Çocuğa hangi bardakta daha fazla sıvı bulunduğu
sorulur. Korunumu kavramamış çocuk, dar ve uzun bardakta daha fazla sıvı olduğunu söyleyecektir.
İşlem öncesi dönemdeki çocuklar korunumu kavramakta güçlük çekmelerinin yanı sıra, soyut
kavramları da anlayamazlar. Sözgelimi, hareket etmeyen nesneler, onlar için "ölmüş", hareket
ettiklerinde ise "canlan-mış"tır.
Bu dönemdeki düşüncenin bir başka özelliği de, çocukların tek yönlü bir mantık işletmeleridir. Hayal
dünyalarının çok geniş olması, bu yaş çocuklarının bir başka özellikleridir. Oyunları gözlendiğinde,
kurdukları hayal dünyasında saatlerce oynadıkları, hayali arkadaşlarıyla ya da oyuncakları ile
konuştukları gözlenebilir. "Cansız ya da düş ürünü varlıklara, canlıymış gibi anlam yükleme" olarak
tanımlanabilecek bu özellikleri, çoğu kez yetişkinler için eğlenceli sonuçlar doğurur. Çocuğun
oyuncak ayısına "istediklerini yapmadığı için darılması" gibi davranışları, aile içinde espri konusu
olabilir.
Dönem sonuna doğru ilerledikçe, benmerkezci düşünce gitgide azalmaya ve yerini mantıklı
düşünceye bırakmaya başlar. Böylece somut işlemler dönemine geçilir.
Somut işlemler döneminde çocukların bilişsel yapıları, bazı problemleri zihinsel olarak çözebilecek
düzeye gelmiş olmakla birlikte, bu dönemde bir problemin çözülmesi, somut nesnelerle bağlantılı
olmasına bağlıdır. Problemlere, değişik yollardan giderek çözümler bulmakta güçlük çekilir. Soyut
düşünce tam olarak gelişmemiş olduğu için, tümüyle kuramsal olarak verilen bir problem karşısında
başarısızlığa uğranabilir. Bu dönemdeki çocuklar "adalet, eşitlik, özgürlük" gibi soyut kavramları
konuşmaları sırasında kullanabilmelerine karşın, içeriklerini kavramada sorunları vardır.
Ergenlerin sık sık kullandıkları iki cümle, bu ben-merkezci düşünce biçiminin tipik ifadesidir.
Bunlardan birincisi ben her şeyle başa çıkabilirim, bana bir şey olmaz", diğeri ise "yetişkinler beni
anlamıyor" ifadeleridir. Bu yaştaki gençler kendilerinin adeta dokunulmazlığı olduğuna inanır ve
olmadık riskler alabilirler. Örneğin çok hızlı ve tehlikeli bir biçimde araba kullanabilir, çok sevdiği
için incecik bir montu en soğuk havalarda bile giymeye devam ederler vb... Ergenlerin, yetişkinlerin
kendilerini anlamadıklarını düşünmelerinin nedeni de, belli yaşantıların yalnızca kendi başlarına
geldiğine inanmalarıdır.
Örneğin, ilk kez aşık olan bir genç kız annesine "Anne, sen aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu
bilmiyorsun..." dediğinde buna içtenlikle inanır. Yaşadıkları duygular için de bu kural geçerlidir.
Yaşadıkları bir olay karşısında hiç kimse onlar kadar öfkelenmemiş-tir ya da sevinmemiştir.
Sonuç olarak, ergenlerde ben-merkezci düşünce gelişimsel bir özellik olarak ortaya çıkar ve
gözlenmesi doğaldır. Gençlerin bu özelliklerini bilerek onlara yaklaşmak, tartışmaya girmekten çok
onları anlamaya çalışmak, kuşaklar arası çatışmaların şiddetini azaltacaktır. Normal koşullar altında,
ergenlik döneminin sonlarına doğru ben-merkezci düşünce biçimi etkisini kaybetmektedir.
Werner'ın kuramında temel olan kavram 'ortogenez'dir. Bu kavram gelişimin iki temel
karakteristiği olan farklılaşma ve hiye-rarşik entegrasyonu içerir. Farklılaşma prensibine göre,
ilkel ve genelleşmiş hareket sistemleri tekamül ederek farklılaşırken, aynı zaman da da diğer
sistemlerle kaynaşarak daha bütüncü ve genelleşmiş hareketler oluşturur.
a- Hareket Dönemi
Bu dönemde bebeğin dünya hakkında bilgilenmesi aşina olduğu nesnelerle tekrarlayıcı motor
faaliyetleri sayesinde gerçekleşir. Bakma, yönelme, avuçlama, yakalama gibi davranma biçimleri
bilgi kazanmada temel işlemlerdir. Bu işlemler esnasında bebek çevresini nesnelleştirerek
ilişkilendirir.
Bruner'e göre en temel bilgilenme süreci, bebeğin çevresindeki nesnelere yoğunlaşarak bakması
sayesinde gerçekleşir. Bebekler göz hareketleri ve bakışlarını sabitleştirerek çevrelerindeki dünya
hakkında temel bilgileri kazanırlar. Bebek motor yeteneğini gelişmesiyle nesneleri yakalamaya
başlar. Yakalama davranışı algı sürecinde zenginleşmeye neden olur. Bu noktada bebek görsel
algı sayesinde şekil farkını; aynı zamanda yakalama davranışı ile de mesafe farkını bütünleştirir.
Görme ve dokunma yoluyla gelen girdiler eşgüdümle bütünleşir ve bebeğin bilgi kazanmasında
zenginleşme sağlar.
b- İmgeleme Dönemi
Bu dönemde çocuk gittikçe hayal gücünü daha fazla kullanmakta dır. Çocuk dünyasını nesnel
olarak temsil edebilme kapasitesi kazanmış tır. Bu nedenle çevresini değerlendirip, yaşarken
çocuk doğrudan fiziki temasa daha az bağımlı kalır, hayal gücünü kullanabilir duruma gelmiş- tir.
Bu ikinci safha, birincisinden daha gelişmiş bir aşamadır ve bu nok tada çocuk, artık nesneleri
belirli somut özelliklerine göre sınıflandırabilir.
c- Sembolik Dönem
Bu dönem de kişi dünyayı en üst düzeyde temsil edebilme yeteneğini kazanmıştır. Sembolleri
oluşturur veya semboller aracılığı ile düşünce gerçekleşir. Sembolik dönemde çocuğun konuşma
becerisinde önemli değişiklikler olur. Bruner'e göre dil alt dönemlerden bağımsız işlemekle
birlikte, hareket ve imgeleme dönemlerinde oluşmuş olan olaylarla ilişkili sembolik dönemin bir
sistemidir. Bu noktada Bruner ile Piaget'in görüşleri farklıdır. Piaget'ye göre sembolik düşünce dil
gelişiminin ön koşuludur. Dil, bilgi ve soyutlamanın ifadesi için bir vesiledir. Oysa Bruner'e göre
dil bir soyutlama sürecidir. Bu dönem, soyutlama yapabilme yeteneğinin geliştiği dönemdir.
Kişinin nasıl düşündüğü erken dönemlerdeki Hareket ve İmgeleme dönemlerinin deneyimleriyle
belirlenir.
DİL GELİŞİMİ
Dil gelişiminde de, tıpkı öteki gelişim alanlarında olduğu gibi, aynı yaşlardaki çocuklar benzer
özellikler göstermektedirler. Aynı yaşlardaki çocukların kullandıkları sözcüklerin sayısı, kurdukları
cümle yapıları, hatta ses tonları ve vurgulamaları bile birbirlerine benzemektedir. Bu benzerlikleri
dikkate alan gelişim psikologları, dil gelişiminin bilişsel gelişime paralel olarak ortaya çıktığını
kabul ederler.
Anlaşıldığı gibi bir buçuk yaşından sonra, sözcük dağarcığında hızlı bir genişleme ortaya
çıkmaktadır. Bu durum dil gelişiminin diğer alanlardaki gelişim ile yakından ilişkili olduğunu
göstermektedir. Özellikle motor gelişim ile dil gelişimi arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Sonuç
olarak fiziksel gelişim ile birlikte bilişsel gelişim, dil gelişimine zemin hazırlamaktadırlar.
Bebeklerin çıkardığı ilk ses, farklılaşmamış seslerden oluşan ağlama, nasıl oluyor da zengin
dilbilgisi kurallarını içeren bir yetişkin konuşmasına dönüşüyor?
Bu soruyla ilişkili olarak çeşitli araştırmalar ve geliştirilmiş kuramlar bulunmaktadır. Dil
gelişiminin nasıl ortaya çıktığına ilişkin farklı görüşler vardır.
Şimdi bu görüşlerden ikisine ele alırsak:
A. Davranışçı Görüş
Bu görüşe göre çocuklar konuşulan dili, herhangi bir şeyi öğrendikleri gibi öğrenirler. Bebeklerin,
kendilerini istendik sonuçlara götürdüğünü keşfettikleri sesleri tekrar etmeleri ile, konuşulan dil
öğrenilmeye başlanır. Bebekler sesleri tekrar ederken, günlük dildeki sözcüklere benzeyen sesler
çıkardıklarında, çevrelerindeki yakınları tarafından ödüllendirilirler. Böylece bebek, söylediği
zaman pekiştirilen sesleri daha sık kullanmaya başlar. Pekiştirilmeyen seslerin kullanılma sıklığı
ise azalır. Sonuçta da konuşma şekillenir. Pekiştirilmenin yanı sıra, bebeklerin sıklıkla duydukları
sesleri taklit etmeleri de dilin kazanılmasında önemli olmaktadır.
Ancak bazı kuramcılara göre, dil gelişimi
ni yalnız taklit ya da pekiştirmeyle açıklamak mümkün olmamaktadır. Aynı evde yetişen
çocukların farklı zamanlarda konuşmaya başlaması, bunun yanında farklı kültürlerde yetişen
çocukların söyledikleri ilk sözcüklerin benzer sesleri içermesi, hiç işitemeyen çocukların özel
eğitimle konuşmayı öğrenebilmesi gibi nedenler, dil gelişimine yönelik farklı bakış açılarının
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
B. Psikolinguistik Yaklaşım
Chomsky ve Lenneberg gibi dilbilimciler, dil gelişiminin biyolojik temellere dayandığını öne
sürmektedirler. Ancak, çevresel koşulların dil gelişimi üzerindeki etkilerini de göz ardı
etmemektedirler.
Dil Gelişimini biyolojik ve psikolojik temellere bağlı olarak açıklayan kuramlara "psikolinguistik
kuramları" adı verilmektedir. Bunların içinde en önemlisi Chomsky'nin kuramıdır. Bu kurama göre
insanlar doğuştan dil öğrenebilmek için özel bir mekanizmaya sahiptirler. Bu mekanizma,
çocuğun çevresinde konuşulan dili içselleştirmesini, kurallarını anlayarak öğrenmesini ve daha
sonra da uygun dilbilgisi kuralları ile konuşmasını sağlar. Dil kurallarını kavrama ve kullanmayı
mümkün kılan bu mekanizma sayesinde tüm çocuklar aynı aşamalardan geçerek, biyolojik olarak
belli bir olgunluk düzeyine geldiklerinde, tıpkı yürümeyi öğrenir gibi konuşmayı öğrenmektedirler.
Kısaca söylemek gerekirse, psiko-linguis-tik kuramlara ilişkin olarak konuşmayı öğrenmede,
sözcüklerin anlamlarını 'kavrama" ve "anlamlı sesler çıkarma ya da konuşma" olmak üzere iki
farklı süreçten söz edilebilir. Bu süreçler birbirleri ile iç içedir ve bilişsel gelişime paralel olarak
gelişme gösterirler.
KISACA:
Bilişsel gelişime ilişkin olarak "düşünme ve kavrama sisteminde ortaya çıkan gelişmeler"
biçiminde genel bir tanım verilebilir. Je-an Piaget, bilişsel gelişimi açıklamaya yönelik kapsamlı bir
kuram geliştirmiştir. Pi-aget'ye göre bilişsel gelişimde önemli olan biyolojik olgunlaşma ile,
geçirilen öğrenme yaşantılarının etkileşimidir.
Bilişsel gelişim büyük ölçüde biyolojik olgunlaşmadan etkilenmekle birlikte, bireyin yaşını bilmek,
onun hangi dönemde olduğunu bilmek için kesin bir ölçü olmamaktadır. Öte yandan, herhangi bir
yaşta, bilişsel olarak birden fazla dönemin özelliklerini taşımak da olasıdır. Piaget ergenlik
dönemi ve sonrasına denk gelen son gelişim dönemini, "soyut işlemler dönemi" olarak ifade
etmiştir. Ancak, yine Piaget'ye göre, bilişsel gelişim biyolojik olgunlaşma ile birlikte geçirilen
yaşantılardan da etkilendiği için, bazı yetişkinlerin yaşları ne olursa olsun soyut işlemler
dönemine ulaşamamış olması da mümkün olabilir.
Bilişsel gelişim, birbirini izleyen dört dönem içinde ortaya çıkmaktadır. Dönemler ilerledikçe,
çocukların kavrama ve problem çözme yeteneklerinde niteliksel gelişmeler gözlenmektedir.
Bilişsel gelişim dönemlerinden ilki Duyu-sal-Motor Dönemdir. Doğumdan iki yaşa kadar olan bu
dönem içinde bebekler, duyuları ve motor faaliyetleri yoluyla dış dünya ile ilişki kurar, dönem
içinde ilerledikçe çevresinde olup bitenleri ve kendisinin çevresinden farklı olduğunu keşfetmeye
başlarlar. Dönem içinde nesne devamlılığının kazanılması ile bilişsel gelişimde refleks düzeyinde
tepki verilen dönemden zihinsel işlemlerin kullanılmaya başlanmasına bir geçiş olur.
2-7 yaş arasına denk gelen bilişsel gelişim dönemi İşlem Öncesi Dönemidir. Bu dönemdeki
çocuklar ben-merkezci bir düşünce yapısına sahiptirler. Bu dönemde mantıklı düşünme işlemi
henüz gelişmemiş olduğundan, çocuklar nesnelerin görüntülerinin etkisi altında kalırlar. Henüz
bilişsel yapıları korunumu kavrayabilecek düzeye ulaşmamıştır. Tek yönlü bir mantık işletirler.
Hayal dünyaları oldukça geniştir.
7-12 yaş arasında yer alan Somut İşlemler Dönemi'nde, çocuk bilişsel güçlüklerin üstesinden
gelmeye başlar. Korunum problemleri bu dönemde çözülür, çocuk işlemleri tersine çevirebilir.
Sınıflama ve sıralama işlemlerini yapabilir.
Dil gelişimi de, bilişsel gelişime paralel olarak ortaya çıkan bir gelişim alanıdır. Dil gelişiminin
nasıl ortaya çıktığına ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır. Bunlardan davranışçı görüşe göre
çocuklar konuşulan dili, herhangi bir şeyi öğrendikleri gibi öğrenirler. Çıkardıkları seslerin
pekiştirilmesi ve çevredeki seslerin taklidi ile konuşma öğrenilir.
Dil gelişimini biyolojik temellere bağlayan görüşlere göre ise, dil gelişiminde biyolojik ve
psikolojik temeller bir arada işe koyulmaktadır. Dil gelişimini biyolojik ve psikolojik etkenlere bağlı
olarak açıklayan kuramlara psikolinguistik kuramlar adı verilmektedir. Psiko-linguistik
kuramlarda, konuşmanın öğrenilmesinde, sözcüklerin anlamlarını kavrama ve anlamlı sesler
çıkarma ya da konuşma olmak üzere iki farklı süreçten söz edilmektedir. Bu süreçler birbirleri ile
iç içedir ve bilişsel gelişime paralel olarak gelişme gösterirler.
Dil kullanımında da yaşa bağlı olarak değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Bir yaşlarında iki-üç
sözcükle başlayan konuşma, beş yaşlarında 2000'i geçen sözcük sayısı ve gramer yapısı ile, bir
yetişkininkine benzer biçime dönüşür.
Öğretmenlerin bilişsel gelişimle birlikte dil gelişimini de desteklemek için, okulda her gelişim
düzeyinde alabilecekleri önlemler bulunmaktadır.
KİŞİLİK GELİŞİMİ
Kişilik Nedir?
Kişilik teriminin yabancı dillerdeki ortak kökeni "persona" sözcüğüne dayanmaktadır. Persona
sözcüğünün asıl anlamı, Latin dilinde tiyatro oyuncularının kullandığı "maske" anlamına
gelmektedir.
Psikolojide kişilik, bir insanın bütün ilgilerinin, tutumlarının, yeteneklerinin, konuşma tarzının, dış
görünüşünün ve çevresine uyum biçiminin özelliklerini içeren bir terimdir.
Bununla birlikte, kişilik kendine özgü ve ahenkli bir bütündür. Öyle ki, bir insana ilişkin her nitelik
o insanı anlamada bize ipucu verir. Onun belleği, dış görünüşü, direnme süreci, sesi ve konuşma
tarzı, tepki hızı, insanlara, doğaya ya da makinelere karşı ilgi duyması vb. özellikleri o insanın
kişiliğini tanımlamada önemlidir. Anlatılmak istenen, kişiliğin, bireylerin diğer kişiler yanında
gösterdiği davranış özellikleridir. Psikologlara göre kişilik, bireyin özel ve onu diğerlerinden ayıran
davranışlarını içermektedir. Özeldir çünkü bireyin sıklıkla yaptığı ya da en tipik davranışlarını
temsil eder. Ayırt edicidir. Çünkü bu davranışlar bireyi başkalarından ayırır. Bununla birlikte
"kişilik" terimi, bireyi diğer bireylerden ayıran, farklı kılan ve bireyin ilerdeki davranışlarını
ilgilendiren tah-minlerimizin dayanağını oluşturan, göreceli olarak değişmez özelliklerini belirtir.
Kişiliğin ortak ve genel bir tanımına varılamamıştır. Kişilik üretildiği kurama bağlı değerler ve
tanımlamaları kapsamaktadır.
Kurumların hepsinin konusu aynı olup insanı anlamaya çalışmaktadırlar. Hepsinin sonuçta
varmaya çalıştıkları nokta bu bilinmeyenleri çözüp, pratik sonuçlara ulaşabilmektedir.
Bilinç: Algı ve bilgilerin açık seçik izlendiği duygu, düşünce, tutum, heyecan ve davranışa ilişkin
haberdarlığın bulunduğu süreç. Bu görüşe göre bilinç o anda yaşananları
içerir. Tüm dikkatini dersine vermiş öğrenci o anda ödevinin bilincindedir. Dersini bitirdiği an
karnı açsa açlığı, uykusu gelmişse uykusuzluğu bilinçlenir. Düşünceler insanın aklından arka
arkaya bir sel gibi akıp giderler: Bir anda ancak bir düşünce ya da algı bilinçlidir. Oysa bilinç altı
derin bir depo gibidir.
Bilinçaltı: Gerçekliğe ilişkin sorunları çözmeye çalışmak gibi gelişmiş düşünce biçimlerinin yanı
sıra düş kurma gibi ilkel süreçleri de içerir. Bilince yakın olan, hemen bilinçli olacak bilgiler, anılar
ve düşüncelerden oluşur. Sürekli olarak bilinçle bağlantılıdır. Örneğin siz şu anda çevrenizde olan
her şeyin bilincinde değilsiniz. Bunların sözü edilir edilmez bu uyarıların bir resmi, daha doğrusu
anısı bilincinizde canlanacaktır. Bilinçaltı bilinçlenme olanağı olan anıların deposudur. Bilinçdışı,
zorlansa bile bilinçlenmesi yasaklanmış yaşantıların tümünü içerir.
Bilinçdışı: Bilinçdışı, bilinçli algılamanın dışında kalan tüm zihinsel olayları, dolayısıyla bilinç
altını içerir. Bunlar istendiği anda. bilinç alanına çıkarılamaz. Konuşma, tutum ve davranıştaki
çeşitli anlatım yollan ve simgelerle günlük davranışa yansırlar.
Freud'a göre, rüyalarda bilinç dışı istekler doyum bulur. Rüyanın oluşmasında bilinç dışında yatan
bir içgüdü rol oynar. Freud'un görüşünün doğruluğu kişinin rüya görmesi engellendiğinde görülen
bulgular gösterilerek savunulmuştur.
Bilinçdışı neden böylesine güçlü koruma altındadır? Çünkü ruhsal dünyanın düzeyinde 'Freud'un
id dediği yapı bulunur. Kendine özgü 'düzeni, mantığı,' davranış biçimiyle, yaşamının ilk
dönemlerindeki tüm özellikleri koruyarak id bilinçdışında egemenliğini sürdürtür, Her ne kadar
bilinçdışına karşı yığılan enerji akımı güçlüyse de bir kapıyla yine de bilince açılır.
Bu kurama göre insanın kişiliği biyolojik bir temele dayanmaktadır. Kişiliği oluşturan üç yapı yani
id, ego, süperego sürekli etkileşim halindedir.
İd: Kalıtımsal olarak gelen içgüdüleri içeren ve doğuştan varolan psikolojik gizil güçlerin tümüdür.
Ruhsal enerji kaynağı olan id, diğer iki sistemin çalışması için gerekli olan gücü de sağlar.
Enerjisini bedensel süreçlerden alır. İd fazla enerji birikimine katlanamaz. Böyle bir durum
organizmada gerilim yaratır. Bu gerilimi giderebilmek için id biriken enerjiyi boşaltma eğilimi
gösterir. Buna id'in haz ilkesi denir.
Ego: Doğuşta varolan ve zamanla gelişen ego insanın biyolojik yapısına ters olan ya da
gerçeklere uygun düşmeyen eylemleri bilinçaltına bastırır. Ego, kişiliğin gerçekçi yürütme
organıdır. Gücünü id'den alır. Egonun görevi kendi içinde ve dışında uyum sağlamaktır.
Ego aynı zamanda id, süperego ve dış dünya da çatışma halinde olan istekler arasında bir
uzlaşma sağlamakla da yükümlüdür.
Süperego: Kişiliğin üçüncü ve en son gelişen sistemi olan süperego toplum yasalarını kapsar.
Doğuşta varolmayan ancak gelişmeyle beliren süperego içimizdeki yargıçtır.
1- Oral dönem: Doğumla başlar, bir buçuk yaşına kadar sürer. Başlıca haz kaynağı ağızdan
besin almaktadır. Besin alınırken önce dudaklar ve ağız boşluğu uyarılır sonra yutulur, eğer besin
maddesinden hoşlanıl-mazsa dışarıya tükürülür. Daha sonra dişler belirdiğinde ağız, ısırma ve
çiğneme amacıyla da kullanılır. Bu iki rol, etkinlik türü, yani ağza alma ve ısırma, sonraları
gelişecek karakter özelliklerine ilk örnek olur. Ağzın dolmasından ötürü duyulan haz daha
sonraları bilgi ya da eşya edinmeden sağlanan doyumla yer değiştirebilir. Isırma ve oral
saldırganlığın yerini gizli alay ve tartışmaya eğilim alabilir. Erken dönemde id vardır, geç
dönemde ego oluşmaya başlar. Oral dönem bebeğin annesine en bağımlı olduğu ve onun
bakımına en çok gereksinim duyduğu dönemdir. Bebek için beslenmesi sevildiğinin, karnının
doyurulmaması ise istenmediğinin işaretidir. Yeterince beslenemeyen ya da tersine kendi başına
beslenebilecekken bile annesi tarafından uzun süre emzirilmeye devam edilen bebeklerde
güvensiz ve bağımlı bir kişiliğin oluşmasının temelleri atılmış olur. Daha ileri yaşlardaki ego
gelişmesine karşın bağımlılık eğilimi yaşam boyu sürer ve kişinin kaygılı olduğu ya da güvenini
yitirdiği dönemlerde tekrar ön plana geçer.
2- Anal dönem: Bir buçuk ile üç yaş arası sürer. Besin maddesi sindirildikten sonra atıkları
bağırsağın son bölgesinde birikir ve anüs kasları üzerinde belirli güçte basınç yaptığında dışarıya
atılır. Dışkının boşalması rahatsızlığa son verir ve bir ferahlama duy
gusu yaratır. Yaşamın ikinci yılında başlayan dışkılama eğitimi döneminde çocuk, anüs
bölgesindeki gerilimi boşaltmadan duyduğu hazzı ertelemeyi öğrenmek zorunda kalır. Annenin
bu dönemdeki tutumu ve dışkılama işlevine ilişkin kendi duyguları, çocuğun ileride sahip olacağı
karakter özelliklerini önemli oranda etkiler. Eğer anne katı ve baskılı bir yöntem uygularsa çocuk
dışkısını tutar ve kabız olur. Bu tutum diğer davranış alanlarını da etkilerse çocuk tutucu bir
karakter geliştirir, ileriki yaşamında inatçı ve cimri olur. Baskılı yöntem bazen çocuğun kızgınlık
yaşamasına ve dışkısını sıklıkla ve en uygunsuz zamanlarda bırakma alışkanlığı geliştirmesine de
yol açabilir. Böylesi bir tepki biçimi de sonraki yaşamındaki bazı karakter özelliklelerine ilk örnek
olur. Eziyet etme eğilimi, yıkıcılık, kızgınlık nöbetleri, pasaklılık ve dağınıklık bunlar arasında
sayılabilir. Öte yandan, dışkılamayı. özendiren ve onaylayan bir annenin çocuğunda dışkılama
eyleminin çok önemli olduğu kanısı uyanır. İleriki yaşamına egemen olacak yaratıcılık ve
üretkenliğe temel oluşturur. Erken anal dönemde ego geç anal dönemde süpe-rego gelişmeye
başlar.
3- Fallik dönem: Gelişimin bu döneminde cinsel organların işlevlerine ilişkin cinsel ve saldırgan
içerikli duygular önem kazanır. Bu dönemde oluşan ve babasını öldürdükten sonra annesiyle
evlenen Teb Kralından adını alan Oedipus kompleksi, farklı cinsten olan ebeveyne karşı cinsel
duyguların, aynı cinsten olana karşı ise düşmanca duyguların oluşmasıyla belirlenir. Erkek çocuk
annesine sahip olmak ve babasını aradan çıkarmak, kız çocuk annesini uzaklaştırarak babasına
yakınlaşmak ister. Üç ile beş yaş arasındaki çocuğun davranışları Oedipus kompleksi etkisi
altındadır. Beşinci yaştan sonra bu etki ortadan kalkar ya da bastırılarak, yaşam boyu kişiliği
etkileyen bir güç olarak kalır. Karşı cinse ve otoriteye, karşı geliştirilen tutumlar Oedipus
karmaşası tarafından belirlenir. Oedipus kompleksi erkek ve kız çocukta farklılık gösterir.
Başlangıçta her ikisi de gereksinimlerini karşıladığı için anneye bağlıdır ve annenin sevgisini
paylaştığı için babadan hoşlanmazlar. Bu duygular erkek çocukta sürer, kız çocukta ise
değişikliğe uğrar. Her ikisinde de beşinci yıldan sonra çözümlenir ya da bastırılır. Bu dönemde
süperegonun gelişmesini tamamlaması gerekir. Bu dönemde cinsel kimlik gelişmeye başlar.
Çocuk cinsiyet farklılıklarını keşfeder, sorular sorar, merakı yüzünden cezalandırılan, sorduğu
sorular ve davranışları için kınanan çocuklar, yetişkinlik döneminde uygun cinsel kimliği
benimsemede sorunlarla karşılaşabilirler.
4- örtülü dönem: Bu dönemde cinsel gelişimin belli bir aşaması yaşanmamaktadır. Bu dönem
çocuğun ilkokul dönemini kapsar.
5- Genital dönem: Ergen, artık yalnızca kişisel amaçlarla değil, özgeci nedenlerle de diğer
insanlara yaklaşmaya başlar. Cinsel çekicilik, toplumsallaşma, grup etkinlikleri, meslek
planlaması ve yuva kurma isteği bu dönemde belirir. Kendisine dönük olan çocuk, gerçeklere
yönelik toplumsal yetişkine dönüşür
Freud yukarıda tanımlanan dört dönemin birbirinden kesin bir biçimde ayrılmadığını ve kişiliğin
son düzenlemesinde her bir dönemin katkısının bulunduğunu önemle vurgulamıştır.
SAVUNMA MEKANİZMALARI
İki ayrı tür savunmaya yönelik mekanizmadan söz edilebilir. Birinci grup psikolojik onarım
mekanizmaları, ikinci grup davranışlarımızı haklı gösterecek bir neden bulma gibi ego savunma
mekanizmalarıdır. Bir insanın tek bir savunma mekanizmasını değil birçok savunma
mekanizmalarını bir arada kullandığı bilinir. İnsanın içinde bulunduğu koşullara göre bunlar değişir.
Yaşamının bir döneminden diğerine farklılık gösterebilir. Kişi kullandığı savunma mekanizmalarının
farkında değildir. Zira bunlar bilinç dışındadır.
1) Bastırma
Uygun görülmeyen istek ve anılan bilinçten uzaklaştırma mekanizmasıdır. Doktora gitmekten
korkan birisi randevusunu unutabilir. Bu gibi durumlarda kişiler yapmaları gereken şeylerin anılarını
baskı altına alırlar. Genellikle unutmalar, kaçmalar şeklinde davranışlardır.
2) Neden Bulma
Bu mekanizmada iki temel savunma öğesi bulunur.
1. Kişinin davranışını haklı göstermeye çalışılır.
2. Ulaşılmayan amaçlara ilişkin düş kırıldığını örtmeye çalışılır.
Neden bulma günlük yaşamda herkesin oldukça sıklıkla kullanıldığı bir mekanizmadır. Örneğin;
pahalı aldığı eşyanın bir diğer dükkanda daha ucuz fiyatla satılan eşini gören kişi ikisinin de aynı
olduğunu bilmekle birlikte arada mutlaka bir nitelik farkı olduğuna kendisini inandırmaya çalışarak
aklanmış olma olasılığını görmezlikten gelir, ya da diğer birinin parası yoksa yaşamda önemli olan
şeyin dostluk ve sevgi olduğuna kendini inandırır.Sevmediği eşinin bulunmaz niteliklerini sayabilir.
3) Yansıtma
Günlük yaşamda insanların çok kullandıkları bir mekanizmadır. Yansıtma mekanizması kişiyi
anksiyeteden (kaygıdan) iki biçimde koruyabilir:
1. Kişi kendi eksikliklerinin ve yenilgilerinin sorumluluğunu ya da suçunu başkalarına yükler veya
2. Suçluluk duyguları uyandıracak nitelikteki dürtülerini, düşüncelerini ve isteklerini diğer insanlara
yükler.
Sınavlarında başarısız olan bir öğrenci, öğretmenin hakça davranmadığına inanır. Oyuncak atının
üzerinde sallanırken düşen bir çocuk dönüp atını tekmeler. Amirine kızar, hırsını karısından alır. Ben
yapmadım o yaptı der. Suç sürekli kendinde değil başkalarındadır.
4) Ödünleme
Bazen belirli bir amacı olan çabaya yönelik davranışlar biçiminde de kullanılabilir. Örneğin: Bedensel
bir sakatlığı olan bir insan, sürekli çabalar sonucu bu durumun olumsuz etkilerini ödünleyebilir.
Ödünleyici tepkiler daha çok dolaylı bir biçimde geliştirilir. Kör adam iyi bir hatip veya avukat olur.
Sakatlığının ya da yetersizliğinin etkilerini doğrudan gidermek yerine kişi bir diğer yönünü
geliştirerek ya da ilgiyi bir diğer yönüne çekerek bu eksikliğini ödünleyebilir. Ne var ki tüm
ödünleme tepkileri olumlu ve yararlı değildir.
5) Yüceltme
Bu mekanizmada ilkel nitelikteki eğilim ve tepkiler doğal amaçlardan çevrilerek toplumca beğenilen
etkinliklere dönüştürülür. Bu nedenle savunma mekanizmaları içinde en başarılı ve olumlu olan
yüceltme mekanizmasının oluşumu şöyle özetlenebilir:
6) özdeşleşme
Normal gelişim süreci içinde çocuk ya da erginin benliğine örnek olarak, erkekse babasına, kızsa
annesine, ya da diğer kişileri seçip onlara benzemeye çalışması olarak izlenir. Birey model aldığı ve
idealleştirdiği kişi gibi olmak ister onun gibi giyinir konuşur ve davranır
7) Yön Değiştirme
Belirli bir uyarının neden olduğu tepkinin açığa vurulması tehlikeli olduğunda tepkilerinin o
uyarandan bir başkasına yöneltilmesine ya da o tepkinin yerine başka daha uygun bir tepki
gösterilmesine denir. Yönetiminde güçlük çekilen duygu ait olduğu nesne ya da duruma yöneltilir.
Ayrıca tehlikeli varsayılan duygunun yarattığı tepkinin yerine de bir diğer tepki gösterilir. Özellikle
reddedilmeye ve eleştiriye karşı aşırı duyarlı kişiler çevrelerine karşı geliştirdikleri uysal tutumların
altındaki kızgınlık duygularını sürekli bastırır ve sonradan nasıl olsa kendilerine katlanmak
durumunda olan "şamar oğlanlarına" boşaltırlar. Beklemek zorunda kalan askerlerin bazen
sığınaklarından birden fırlayarak gözünü dönmüş bir biçimde düşmana saldırdıklarını ve tepkisel
davranışlarının da karşılığını yaşamları ile ödedikleri görülmüştür.
Erikson klasik psikoanalitik kurama bazı yeni görüşler eklemekle beraber temelde psikoanalitik
kuramdan tam olarak ayrılmamıştır. Erikson insan yaşam döngüsünde sekız evre belirlemiştir.
Dönemler incelendiği zaman özde bir ayrılık olmadığı, ancak deyiş ayrılıkları ve bazı eklentilerin
bulunduğu görülür.
BEBEKLİK DÖNEMİ
1- Güvene karşı güvensizlik: Erikson semasındaki ilk evre, klasik psikoanalitik kuramda
genellikle yaşamın ilk yılını kapsayan oral evrenin karşılığıdır. Erikson'un görüşüne göre bu
dönemde ortaya çıkan sosyal etkileşim boyutu bir uçta güven, diğer uçta ise güvensizliktir.
Çocuğun dünyaya, başka insanlara ve kendine güvenme derecesi büyük ölçüde gördüğü bakımın
niteliğine bağlıdır. Gereksinimleri uyarıldıkları anda karşılanan, rahatsızlıkları çabucak giderilen,
bağ basılan, okşanıp sevilen, kendisiyle oynanan, konuşulan bebek dünyanın yaşam için güvenilir
bir yer olduğu ve insanların yardımcı ve güvenilebilir oldukları yolunda bir duygu geliştirir.
Bakımın tutarsız, yetersiz ve reddedici olduğu zamansa bebekte genel olarak dünyaya, özel
olarak da insanlara karşı daha sonraki gelişim evrelerine taşıyabileceği temel bir güvensizlik,
korku ve kuşku tutumu gelişir. Bu duygu bir yandan çevrenin güvenirliğini yansıttığı gibi bir
yandan da kendi benliğinin süreklilik ve aynılık taşıyan bakılmaya değer bir varlık olduğunu
gösterir. Yani hem çevre hem de kendi varlığı güvenilir niteliktedir.
Çevremdekiler bana bakıyor, veriyor, varlığını tanıyor. Onların sürekli, tutarlı ve aynı kişiler oluşu
güvenilir kesinliktedir. "Bende verilmeye bakılmaya değer, güvenilen bir varlığım" Bu evrede
çocuk kendi varlığını kendisine verilenle eş tutmaktadır. "Ben bana verilenim". Çocuğa çok iyi
bakım veren bakıcılarında süreklilik olması gerekir.Ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en
önemli sorun temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır.
Burada belirtmek gerekir ki, temel güven ya da güvensizlik sorunu yaşamın ilk yılında, bir daha
karşılaşmamak üzere tamamen çözümlenmiş değildir. Birbirini izleyen gelişim evrelerinin her
birinde yeniden ortaya çıkacaktır. Bunun öyle olmasında hem umut hem de tehlike vardır.
Güvensizlik, duygusu ile okula başlayan çocuk, kendini güvenilir yapacak bir öğretmene ihtiyaç
duyar.
Aşırı koruyucu ya da baskıcı bir çocuk yetiştirme tutumu ile çocuğunkiler yerine kendi istekleri ve
kurallarını geçerli kılan, davranışlarının kontrolünü çocuğa bırakmayan anne babalar, çocuğun
özerk olma çabalarını engelleyeceklerdir.
Anne-babanın aşırı kontrolü çocuğun kendi kapasitesine yönelik kuşkulara düşmesine ve utanç
duymasına yol açacaktır. Çocuğun davranışlarını çok sıkı bir biçimde denetleyen, hoşgörüsüz,
"mükemmel" davranışı elde etmek için sık sık cezaya başvuran anne baba tutumu, çocukta "tek
başına hiç bir şeyi beceremem" duygusunu oluşturur kuşku ve utanç duygularını ortaya
çıkmasına yol açar. Eğer çocuk bu evreyi özerklik duygusundan daha 'ağır basan utanç ya da
kuşku duygularıyla geçerse, bu onun daha sonraki ergenlik ve yetişkinlik özerklik girişimlerini
olumsuz yönde etkileyecektir Tersine bu evreyi utanç ve kuşku duygularının çok üstünde özerklik
duygusu ile geçen çocuk yaşamın daha sonraki evreleri için özerklik yönünden iyi hazırlanmış
demektir. Öte yandan, bu dönemde özerkliğin kuşku ve utançla oluşturduğu böyle bir denge
daha sonraki olaylarla olumlu ya da olumsuz yönde değişebilir. Öte yandan "çocuk zarar görür"
kaygısıyla, çocuğun özgürce davranmasına olanak tanımayan aşırı koruyucu ana-baba tutumu da
özerklik duygusunun gelişmesini engelleyecektir. Kuşkusuz her ana babanın çocuklarına
yardımda telaşlı olduğu zamanlar vardır. Çocuklar bu gibi masum yanlışları bağışlayacak kadar
cesurdur.
İLKOKUL DÖNEMİ
Bu dönemde çocuklarda çalışma isteği yaratmak ve onlara başarı duygusunu tattırmak büyük
önem taşımaktadır. Erıkson, çocukları "ben başarılıyım" duygusunu yaşamaların ana-baba
tutumlarının yanı sıra, okul ortamına da sorumluluk yüklemekte. Çocukların yaptıkları işleri takdir
eden, başarılı olabileceği alanlarda çocuğun kendini sınamasına olanak veren anne-baba ve
öğretmenler, bu gelişim döneminde yer alan başarılı olmaya karşı aşağılık duygularına kapılma
karmaşasının üstesinden gelinmesinde çocuğa yardımcı olurlar "Ben başarılıyım" inancı ile kişilik
gelişimi olumlu olarak etkilenmiş çocuk bir sonraki gelişim dönemine güvenle girer Aksi halde
kendisi, yeterince başarılı olarak algılamayan, yaptığı işler ve çalışmalar çoğunlukla akranları ve
yetişkinler tarafından onaylanmayan çocuklarda aşağılık duygusunun tohumları kişilik yapısına
eklenmiş olmaktadır.
Düşünce sistemindeki değişiklikler: Ergenlik çağıyla birlikte, ergende fiziksel açıdan olduğu kadar
bilişsel açıdan ortaya çıkan değişiklikler de dikkati çekmeye başlar. Pi-aget'nin görüşüne göre
bilişsel gelişim birbirlerinden niteliksel farklılıklar gösteren dönemlerle hiyerarşik bir sıra izleyen
bir süreç içinde kendini gösterir. Bilişsel gelişimde en son ulaşıma dönem "soyut işlemler"
dönemidir ve bireylerin bu döneme erişme yaşları,ergenlik çağına girdiği dönemle çakışır. Bu
döneme kadar olaylar arası ilişkiler ve neden sonuç bağlantılarını, ancak somut işlemler
çerçevesinde kavrayan ve düz bir mantıkla bilişsel işlemler yapan çocuklar, bir olaya bakış
açılarının farklı olabileceğini anlık problemlerin değişik biçimlerde çözümlenebileceğini görmeye,
analiz, sentez, transfer, tümevarım, genelleme gibi üst düzeydeki bilişsel işlemleri yapabilmeye
başlarlar.
Ancak soyut işlemler dönemine ergenlerin hepsinin aynı anda girmedikleri gibi, bir bilişsel gelişim
döneminden ötekine geçiş de aniden değil, belirli bir süreç içinde gerçekleşir. Bu geçiş süreci
içerisindeki ergenler ise, çevrelerinde olup bitenlere ilişkin fikir yürütülürken, "ergenlik dönemi
tarzı" denilebilecek bir mantık işletmektedirler. Bu mantık işletme tarzının bir özelliği "işlem
öncesi" bilişsel gelişim düzeyinin, bir özelliği olan "ben-merkezci" düşüncenin yeniden ortaya
çıkmasıdır. Ergen için önemli olanın kendi düşünceleri ve kendisinin dünyayı algılayış biçimi
olması da, bu düşünce tarzının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Ergen bu dönemde kendi kendisini
çok eleştirir, kendisini çok eleştirdiği, için de, herkes tarafından eleştirildiğini sanır. Sanki,
herkesin dikkati onun üzerindedir, herkes onun dış görünüşüne çok önem vermektedir.
Ergenin ben-merkezci düşünce biçiminin diğer bir özelliği de, kendi düşüncesinin, kendi
inançlarının en doğru, en orijinal olduğunu sanmasıdır. Anlaşılabileceği gibi ergen bir çelişkiler
dünyasında yaşamaktadır. Bir yandan, çevresindekilerin kendisine ilişkin düşüncelerine çok önem
verirken, bir yandan da kendisini "herkesten daha akıllı" olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı,
ergen yetişkinliğe doğru ilerleyip, kendine uygun bir kimlik geliştirdikçe azalmaya başlar.
Kimliğini kazanması, bir yetişkin olabilmesi için ergenin başlangıçta bir yetişkin modele
gereksinimi vardır. Çevresinde,güvendiği, sevdiği, kendisini yargılamadığına, olduğu gibi kabul
ettiğine inandığı bir yetişkin bulunduğunda, önceleri ona benzemek, onun gibi olmak ister.
Ancak, anne baba, öğretmen gibi yakın çevresindeki 'yetişkinler tarafından sürekli eleştiriliyor,
davranışları yargılanıyorsa, büyüklerin "kendisini anlamadıklarına" olan inancı pekişerek onlardan
uzaklaşır. Kendisini aralarında rahat edebileceği, anlayış ve hoşgörü bulabileceği en yakın gruba
yöneltir. Çevremizde gözleyerek ya da kitle iletişim araçları yoluyla olduğumuz gibi çetelerin
içine giren, tarikatlara katılan gençler, kimlik bulma krizinde başarılı olmayanlara örnek olarak
verilebilir. Ergen, eğer kendisine yakınlık gösteren hiç kin bulamazsa, bu defa tek başına kalıp
içine kapanarak patolojik davranış örüntüleri geliştirmeye başlayabilir.
Anlaşıldığı gibi ergenler, kendilerini olduğu gibi kabul eden, sevgi, saygı gösteren, güven ve
destek veren modelleri ile karşılaşma şansına sahip olurlarsa, sağlıklıklı bir kimlik geliştirebilirler
Aksi halde kimlik arayışı ya da kimlik karmaşası uzun yıllar boyu devam eder.
Cinsel rollerdeki değişmeler: Ergenlik dönemine gelindiğinde, fiziksel olarak bedende erkek
ve dişi özelliklerinin belirginleşmesi ile birlikte, kadın ya da erkek cinsel rollerinin benimsenerek
kimliğe katma işlemi hızlanır.
Hızla değişen sosyo-ekonomik koşullar, geleneksel cinsel rollerdeki değişiklikleri de beraberinde
getirmişlerdir. Elli yıl geriye gittiğinizde toplumumuzda kadın ve erkek rollerinin 'çok daha
belirgin olduğunu görebilirsiniz, o dönemlerde kız çocukları genellikle okullarını bitirince
evlenirler, anne ve ev kadını olurlardı. Meslek sahibi kadın sayısı gü
nümüze oranla çok daha sınırlı idi. Erkek çocukları ise okurlar evlerinin ekonomik sorumluluğunu
yüklenirlerdi.
Günümüzde cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargılar oldukça değişmiş durumdadır. Kadınlar iş ve
meslek yaşamında yüklendikleri sorumluluklarla geleneksel olarak erkeklere has olduğu
düşünülen rolleri de üslen-meye, erkekler ise ev işlerinde ve çocuk bakımından sorumlulukları
eşleriyle paylaşmaya başladılar. Dolayısıyla kadın ve erkek rolleri arasındaki farklılıklar
günümüzde gitgide azalıyor gibi görünmektedir.
Bireyin geliştireceği cinsiyet rolleri içinde yaşadığı toplum ve ailesi tarafından
benimsenmektedir.Yapılan araştırmalar kadın ya da erkek cinsiyetine ait olarak kabul edilen ve
çoğunluk tarafından benimsenen cinsiyet rolleri ile ilgili kalıp yargıların bulunduğunu
göstermektedir.
Bu kalıp yargılar cinsiyet rolünün kazanılmasında da etkili olmakta, bireyler kendi cinsiyetlerine
ilişkin kalıp yargılara uygun davranma eğilimi göstermektedirler. Günümüzde gençler arasında
cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargıların yaygın olduğu görülmektedir. Bu duruma bağlı olarak
ergenler, cinsiyetler arasında bir farklılık olmadığını düşünmelerine karşın, kendi cinsiyetlerine
has olan özelliklerden sıyrılamamışlardır. Bu ikilem de ergenleri, eskiye oranla cinsiyet rollerine
uygun davranışları benimsemede güçlüğe, dolayısıyla kimlik kazanmada daha çok bocalamaya
itmiş görünmektedir
Ergenlere, kimlik bocalamasının üstesinden gelebilmeleri için, önyargılardan etkilenmeden kendi
yetenek ve ilgilerini uygun davranış özelliklerini benimsemelerinde yardımcı olunabilir. Kadın ve
erkek cinsiyet rollerine ilişkin görüşler iki grupta toplanabilir. Bu görüşlerden birisi, kadın ve
erkek cinsiyet rollerinin tek boyutlu olduğunu, yani bireyin sadece kadın ve sadece erkek cinsiyet
rollerine sahip olabileceğini savunmaktadır. Diğer görüş ise kadın ve erkek cinsiyet rollerinin iki
ayrı boyutta olduğunu ve bir bireyin değişik ölçülerde kadınsı ve erkeksi özelliklere ayni anda
sahip olabileceğini savunmaktadır. Kadın ya da erkek kendi cinsiyetini reddetmeden, her iki
cinsiyetin kimliğine ilişkin bir rol karmaşasına düşmeden her iki cinse ait işleri de
yapabilir.Örneğin bir kadın taksi şoförü olabilirken bir erkek ev işlerinde de sorumluluklar
yüklenir.
YETİŞKİNLİK DÖNEMİ
Rogers'in eğitim üzerine görüşlerini okudukça, bazı noktalara ilişkin sorularımız oluşmuş olabilir.
Bunlardan bir tanesi öğrenciyi hiç kısıtlamadan tümüyle özgür bırakmanın sakıncalı olup olmadığı
olabilir. Rogers da öğrenciyi başlangıçta tümüyle özgür bırakmanın sakıncalarını kabul eder.
Bunun yerine derece derece, öğrencilerin uyum sağlayabilme düzeyleri ile orantılı bir artış içinde
özgürlük tanınmasını önerir.
1. Kendilerini ve doğayı olduğu gibi kabul ederler. Sağlığı yerinde olan kimseler kendilerini
kuvvetli ve zayıf yönleri ile olduğu gibi kabul ederler, kendilerinden hoşnutturlar. Ancak
kendinden hoşnut olma, kendini beğenmişlikle aynı anlamda değildir. Psikolojik sağlığı yerinde
olan insanların kendilerine olduğu kadar başka insanlara da saygıları vardır, Diğer insanların
farklı duygu ve düşüncelerini hoşgörü ile karşılayarak, onları da oldukları gibi kabul ederler.
2. Gerçeği olduğu gibi algılayıp içinde bulunduktan ortama, içinde bulundukları koşulları
önyargısız, olduklan gibi algılarlar. Bu nedenle geleceğe yönelik, uygun tahminlerde
bulunabilirler. Çevresel koşullan çevrelerinde bulunan kişi özellikler, ile birlikte olduğu gibi kabul
edebilirler, eksikliklerinden ve hatalarından aşırı düzeyde rahatsız olmazlar.
3. Daha derin kişiler arası ilişkiler kurabilirler. Kendini gerçekleştiren kişi herkese karşı sevgi ve
sempati duyabilirler. Kendilerine güvenli oldukları için başka insanlarla derin ve seveceni ilişkiler
kurmakta zorlanmazlar.
8. Demokratik bir kişilik yapısına sahiptirler. Bilgilerinin sınırlı olduğuna, her zaman herkesten bir
şeyler öğrenebileceklerine inanırlar Koşulları ne olursa olsun her insana saygılıdırlar, onların
görüş ve isteklerini dikkate almaya açıktırlar.
10. Kendileri dışında sorunlarla da ilgilenirler. Kendileri dışında, diğer insanlara da katkıda
bulunabilecek bir amaçları vardır. Düşünceleri kişisel olmaktan çok evrenseldir.
11- Amaçlar ve araçlar arasındaki uygun ayınmlan yapabilirler. Davranışları amaca yöneliktir.
Varmak istedikleri amaçlar da "insanlığın özgürlüğü" gibi daha soyut ve üs düzey kavramlardır.
Araçları amaca ulaşmak için kullanırlar. Örneğin "para" onlar için, sadece amaca ulaşmalarına
yardım edebilecek bir araçtır.
12. Yalnız kalabilme gücüne sahiptirler. Zaman zaman tek başına kalmaktan hoşlanırlar. Kendi
kendilerine yetebilen insanlardır.
13. İnsanlarla birlikte olmaktan hoşlanırlar, ancak toplumsal kalıplara karşı çıkarlar.
İnsanlara yardımcı olmaktan, onlarla birlikte olmaktan da zevk alırlar. Ancak kendi davranışlarının
toplumsal etkiler tarafından biçim-lendirilmesinden hoşnut olmazlar.
14. Düşmanca olmayan bir mizah anlayışına sahiptirler. En sıkıntılı anlarda bile gülünebilecek bir
şeyler bulabilirler. Olayların gülünecek yanlarına hemen bulup çıkarabilirler. Ancak yaptıkları
espriler başkalarını küçültücü değildir. Yukarıda değinilen özellikler Maslovv'a göre psikolojik
sağlığı yerinde, kendini gerçekleştirmiş insanların 'özellikleridir. Ancak hemen eklemek gerekir ki,
çok az sayıda insan, bu özelliklerin tümünü kişiliğinde toplamaktadır.
KISACA:
Bireyi diğer kişilerden ayıran, bireye özgü ve tutarlı olarak gösterilen davranış özelliklerinin
kişiliği oluşturduğu kabul edilmektedir. Bazı psikologlara göre kişilik gelişimi farklı dönemler
içinde ortaya çıkmakta ve bireyin belli bir dönemdeki kişilik özellikleri, onun diğer gelişim
özellikleriyle ilişkili bir biçimde oluşmaktadır.
Kişilik gelişimini açıklayan kuramlar içinde adı en çok duyulanlardan biri, Sigmund Fre-ud'un
psikoanalitik temele dayanan kişilik kuramıdır. Freud'a göre yeni doğmuş bebekler farklı
aşamalardan geçerek kişiliklerini geliştirirler. Oral, Anal, Fallik, Latans ve Genital dönem olmak
üzere beş aşamada ortaya çıkan kişilik gelişimi dönemlerine, psikoseksüel gelişim dönemleri adı
verilmektedir. Psikoanalitik kuramda, yaşamın ilk altı yılına denk gelen oral, anal ve fallik gelişim
dönemlerinde geçirilen yaşantıların önemleri vurgulanarak, o dönemlerde geçirilen yaşantıların
izlerinin hiçbir zaman tümüyle yok olmadığı ve yetişkinlik yıllarında da davranışları etkilemeye
devam ettiği öne sürülmektedir.
Kişilik gelişimini dönemler içinde ele alan bir başka kuramcı Erikson'a göre de kişilik gelişimi
dönemleri, temellerinin biyolojik olarak belirlendiği hiyerarşik bir sıra içinde ortaya çıkmaktadır.
Kişiliğin oluşmasında olgunlaşma ile birlikte geçirilen yaşantıların etkisi de büyük olmaktadır.
Yaşamı boyunca birey, gelişim dönemlerinin her birinde, o gelişim dönemine has bir karmaşa ile
yüz yüze gelir. Birey bu karmaşanın üstesinden gelecek olursa, benliğine yeni bir özellik
kazandırarak, bir sonraki döneme daha da güçlenmiş olarak geçer. Erikson'un Psiko-Sos-yal
Gelişim Dönemleri olarak adlandırılan kişilik gelişimi dönemleri içinde yaşanılan karmaşalar şöyle
sıralanabilir:
AHLAK GELİŞİMİ
Hepimiz zaman zaman çevremizdeki insanların davranışlarını eleştiririz. Eleştirdiğimiz kişi hiç
karşılaşmadığımız bir politikacı olabileceği gibi, çok yakın bir arkadaşımız da olabilir. Aynı
biçimde, bazı davranışlarımız çevremizdekiler tarafından hoş karşılanırken, bazıları da
onaylanmayabilir. Hatta zaman zaman kendi kendimize bile "Acaba doğru mu davranıyorum?"
diye sorabiliriz.
Her insanda "doğru .ya da yanlış", "iyi ya da kötü", "yapılması hoş karşılanabilen ya da hiçbir
şekilde kabul edilemeyen" davranışların neler olduğuna ilişkin yargılar bulunmaktadır. Bu
yargılar; bireyin kendi davranış ve eylemlerini de belirleyen, neleri yapıp, neleri yapmaması
gerektiği konusundaki, bireye özgü inançlar ve değerler sisteminden kaynaklanmaktadırlar .
Bireyde varolan değerler sistemi, gelişimsel bir süreç içinde, ortaya çıkmaktadır. Ahlak gelişimi
de denilebilecek bu süreç, birçok psikologun ilgi alanı içine girmiştir.
Ahlak gelişimine yönelik olarak ilk açıklamalardan biri, süperegonun psikoanalitik kuram
çerçevesindeki oluşumudur. Süperego ilk başta, ana baba tarafından konulan kuralların ve
yasakların içselleştirilmesi ile oluşmaya başlar. Kurallara uyan davranışlar doğru, uymayanlar ise
yanlış olarak kabul edilir. Zaman içinde ana babanın koyduğu kural ve yasakların yanı sıra
toplumun onayladığı davranışlar doğru, onaylanmayan davranışlar da yanlış olarak
içselleştirilerek süperegonun oluşumu tamamlanır. Süperego bireyde var olan değerler sisteminin
kaynağı olur.
Davranışçı görüşe sahip psikologlar da ahlaki yargıların nasıl oluştuğu üzerinde durmuşlardır.
Onlara göre ahlaki yargılar, bireyin dışındaki etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadırlar. Ahlak
uygulaması ve kaçınılması gereken bir seri davranışlardır. Bu davranışlar çoğunlukla çevrenin
kabul ve reddi olarak ortaya çıkan ödül ve cezalarla elde edilir. Davranışçı yaklaşıma göre
genelde onay gören ve pekiştirilen davranışlar "doğru", hoş görülmeyen davranışlar ise "yanlış"
olarak kabul edilmektedir.
Psikoanalitik görüş ile davranışçı görüş doğru ya da yanlışa ilişkin yargıların nasıl ortaya çıktığını
açıklamaya çalışmakla birlikte, ahlaki gelişim üzerinde fazla durmamışlardır.Bilişsel gelişim ile
ilgilenen bazı kuramcılar ahlak gelişimi üzerinde de durarak bilişsel gelişim gibi ahlak gelişimini
de birbirinden niteliksel farklılıklar taşıyan belirli dönemler içinde ortaya çıktığını öne
sürmektedirler Bu yaklaşım ahlak gelişimini zihinsel bir işlev olarak kabul eder.
10-11 yaşlarından sonra ise çocuklar kurallarını niçin konulması gerektiğini anlamaya
başlamaktadırlar. Ancak bu yaşlarda zaman zaman, önceki dönemden farklı bir nitelikte,
başkaları tarafından konulan kurallara uymama davranışı gözlenmektedir. On yaşlarından sonra
çocuk daha önceleri hakim olan "Kuralı koyan kişi yoksa, kurala uy-masam da olur" anlayışından
çok kendi özerk düzenlemelerini yaparak, kendi kurallarını uygulamak istediklerinden,
yetişkinlerin kurallarına aykırı davranabilmektedirler.
- "Sinan isminde küçük bir çocuk, babasının masanın üzerinde unuttuğu dolmakalemi ile
oynamaya başlamış. O sırada da masa örtüsünü, küçük bir damla mürekkeple lekelemiş".
- "Ayhan isminde başka bir çocuk da, babasının masanın üzerinde bıraktığı dolmakalemin
mürekkebinin bittiğini görmüş. Babasına yardımcı olmak için kaleme mürekkep doldurmak
isterken, mürekkep şişesine eli çarpmış, masa örtüsü üzerinde kocaman bir leke oluşmuş".
Çocuklara yukarıda öyküler anlatıldıktan sonra. "Bu çocuklardan hangisi daha suçlu.?", "Niye
öyle' düşünüyorsun?" soruları yöneltilmiştir. Çocukların değerlendirmelerinin analizleri sonucu,,
ahlak gelişimi ile ilgili olarak "dışa bağlı dönem" ve "özerk dönem" olarak iki dönem
belirlenmiştir.
Dışa Bağlı Dönem: Ahlak gelişiminde on yaşına kadar olan dönem, dışa bağlı dönem olarak
kabul edilmektedir. Bu dönemde çocuklar ahlaki yargıları açısından başkalarına bağımlıdırlar
sorgulamadan kabul ederler. Dönemin sonuna kadar çocuklar için, işlenen bir suçun önem
derecesini, suça bağlı olarak ortaya çıkan fiziksel sonuçlar belirler. Sonuçta daha fazla, zarara yol
açan suçlar, daha az fiziksel zarar yol açan suçlara göre daha kötüdür.
özerk Dönem: Onbir yaş ve üstüne doğru çıkıldıkça çocukların yaptıkları değerlendirmeler
"görelilik" kazanmaya başlamaktadır. İçinde bulunulan koşulları dikkate alarak değerlendirmeler
yapan çocukların, ahlaki yargıları ve kuralları uygulayışları esneklik göstermektedir . Bir
davranışın iyi ya da kötü olduğuna karar verirken davranışın altın yatan niyet de dikkate alınır.
Sonuç olarak Piaget, ahlaki gelişimle bilişsel gelişim arasında bir paralellik kurarak, soyut işlemler
dönemine doğru ilerledikçe, çocukların dışa bağlı dönemden, özerk döneme doğru geçtiklerini
ifade etmiştir; Piaget özerk döneme geçiş için kesin bir yaş sınırı vermemekle birlikte, ilkokul son
sınıfa doğru (10-11 yaş ) çocukların ahlaki değerlendirmelerinde özerk döneme has özellikler
ortaya çıkmaya başlamaktadır. Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar da Piaget'nin
görüşlerini desteklemektedir. Lickona yaptığı bir çalışmada özellikle 6 ve 12 yaşlarındaki ilkokul
öğrencilerinin ahlaki düşünceleri arasında belirgin farklar olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu
fark 3, 4 ve 5. sınıflar arasında azalmaktadır. Bu gruptaki öğrenciler önceki yaşantılara ve
içlerinde bulundukları koşullara bağlı olarak kimi zaman dışa bağlı, kimi zaman ise özerk dönem
düşünce özellikleri ile değerlendirmeler yapmaktadırlar
1. Ali'ye babası, okuldan arta kalan zamanlarından çalışarak 500 YTL biriktirebilirse, onu yazın
kampa göndereceğine söz verdi. Ali hafta sonlarına evlerinin yakının-
daki pastanede çalışarak 500 YTL biriktirebildi. Ancak babası yaz gelince, fikir değiştirerek, parayı
kendisine vermesini istedi. Ali'de babasına ancak 100 YTL biriktirebildiğini söyleyip, kalan para ile
kampa gitmeye karar verdi. Kararını da kardeşi Aydın'a anlattı. Aydın gerçeği babalarına
söylemelimi?
2. Ege bölgesindeki bir ilçede bir kadın kanserden ölmek üzeredir. O ilçedeki bir doktor da bitki
özlerinden yaptığı bir ilacın kanseri tedavi ettiğini söylemektedir. Gerçekten ilacı kullanan bazı
hastalar iyileşmiş görünmektedir. Ancak doktor ilacı kendisine mal oluşunun 10 katı fazla fiyata
satmakta, bir doz ilaç için 500 YTL istemektedir: Hasta kadının kocası ilacı satın alabilmek için her
türlü çareye başvurmuş, gerekli paranın ancak yarısını toplayabilmiştir. Bunun üzerine doktora
giderek karısının ölmek üzere olduğunu anlatmış ya kendisine ilacı daha ucuz vermesini ya da
ilacın kalan parasının daha sonra ödemesini istemiştir. Ancak doktor bunu kabul etmemiş "Bu
ilacın isteklisi çok fazla parası olana satarım" demiştir. Çaresiz kalan koca sonuçta bir gece gizlice
ilacı çalmıştır. Sizce de ilacı çalmalı mıydı?
Örneklerde de görülebileceği gibi anlatılan durumlarla ilgili bir yorum yapmak oldukça güç
'görünmekte öykünün sonu sorular cevaplandırılırken, pek çok bileşen dikkate alınarak bir
değerlendirme yapmak gerekmektedir. Sonuçta verilen kararın dayanakları, bireyin içinde
bulunduğu ahlaki gelişim düzeyine göre ipuçları vermektedir.
Kohlberk ahlak gelişimini gelenek öncesi, geleneksel ve gelenek sonrası olmak üzere üç düzey
içinde gerçekleştiğini öne sürmektedir. Her düzey de ayrıca kendi içinde iki aşama da
geçmektedir. Ancak gelişim aşa-. maları hiyerarşik bir düzende oluşmaktadır. Aşamaların her biri
kendisinden önce ve sonra gelenlerden izler taşımaktadır. Aşamalardan herhangi birini atlayarak
daha üstteki basamaklara ulaşmak söz konusu değildir.
Kohlberg'in kişinin içinde bulunduğu düzeyi saptamak için sorunla karşılaşıldığında bulunan
çözüm ile değil, çözüme ulaşma yoluyla ilgilenir.
Bir öğrencinin kopya çekmesinden çok, kopya çekmesine ilişkin gösterdiği neden, ya da bir
çocuğun yalan söylemeyi neden kötü bir davranış olarak kabul ettiği, onun hangi ahlak gelişimi
döneminde bulunduğunu göstermektedir.
Şimdi ahlaki gelişim düzeylerinin özellikleri üzerinde biraz daha, ayrıntılı olarak duralım.
2- Geleneksel Düzey
Bu düzeydeki kişi beklentiler ve kurallar doğrultusunda davranır.
Otoriteye sadık, otoriteyi destekleyici ve özdeşim halinde bulunduğu otorite figürü ile uyum
anlayışı doğruyu belirler.
Üçüncü aşamada, "iyi çocuk" olma anlayışı hakimdir. İyi ve kötü otoriteyi hoşnut eden çerçeve
doğrultusunda tanımlanır. Doğru davranışlar, çocuğun yakınlarının beklentileri doğrultusunda
şekillenir. "Sosyal uyuma yönelim vardır. İkinci aşamadan daha karmaşık bir düşünce vardır. Bu
aşamada insanlar diğer kişilerin ikilemi, hikayeleri nasıl değerlendirdikleri düşünülmeye
başlanmıştır. İkinci aşamanın egoizmi yerine empatik bir anlayışla, diğer kişilerin de nasıl
hissettikleri şeklinde bir değerlendirmenin söz konusu olduğu, "sosyal rol" almada bir artış söz
konusudur.
Bu noktada "çalma yanlış bir şeydir, çünkü toplumda, hemen hemen herkes çalmanın yanlış
olduğunu kabul etmektedir" şeklinde oluşmaktadır. "Ben de çoğunluğun görüşüne uyarak
değerlendireceğim. Çoğunluğun görüşleri dışında kalmak, beni rahatsız eder." Bu anlamda ahlak
davranışı başkalarınca yönetilmektedir. Çocuk kendi dünyasına bakarak, bağımsız karar alma
durumunda değildir.
ZİHİNSEL GELİŞİM
Zekâ Nedir?
Genel olarak zekâ yeni durumlara ve çevreye uyum sağlayabilme soyutlama ve problem
çözebilme gücü olarak tanımlanır. Tüm kararlar zekânın genel, sözel, görsel ve mekanik gibi
farklı yeteneklerden oluştuğunu savunurlar. Bu nedenle zekâ testlerinde sayısal ve sözel yetenek
performans gibi bölümler bulunmaktadır.
0-24 Z.B. (idiot): Sürekli bakıma gereksinim duyan özürlüler, 2 yaşındaki bir çocuğun zekâ
düzeyini geçemezler. Çoğunlukla bakım yurtlarında kalırlar.
50 - 69 Z.B. (moron): Öğretilebilir zekâ özürlülerde tüm zekâ özürlü olanların % 85'ini
oluştururlar. Normal insanlardan daha yavaş öğrenirler. Zekâ düzeyleri 9-10 yaş çocuğun ki
düzeyine ulaşabilir. Bazı okullarda bu tip çocuklar için özel sınıflar açılmaktadır.
70 - 85 Z.B.: Bu gruba tutuk zekâlılar denir. Okullardaki normal programı ağır da olsa
öğrenebilirler.
130 - 200 Z.B. (dehalar): Yaşıtlarına göre çok kolay öğrenirler. Öğrenmeye çok isteklidirler.
Soyut düşünceleri çok gelişmiştir. Özel üstün yetenekleri olabilir (resim, müzik, fen gibi).
Zeka testlerinde bireylerin gösterdikleri performans kalıtımsal mı yoksa çevresel kaynaklı mıdır?
Kalıtımsal özelliklerle belirlenen bir faaliyet olduğu taktirde ZB'nün (zeka bölümü) sabit ve
çevresel faktörlerden etkilenmemesi gerekir. Bu konuyu takip çalışmaları yöntemiyle inceleyen
biri önemli araştırmanım sonuçlarını incelemek yararlı olur. Bu çalışmada, çalışma kapsamındaki
çocuklar bebekliklerinden 18 yaşına kadar incelenmiştir.
Kalıtım ve Çevre
Olumlu çevre koşulları zekanın gelişimi için önemli bir değişdir. Ancak olumlu çevre koşullarının
zekayı hangi ölçüde belirlediği kalıtımsal kodlamanın sınırları içerisinde kalmaktadır. Çevre
genlerle yüklenmiş olan potansiyel yeteneği ortaya çıkarabilir, ancak onun sınırlarını aşamaz.
Kalıtımla gelen özelliklerimiz zeka konusunda olduğu boy uzunluğu için de geçerlidir. Beslenme
boy artışını hızlandırıcı faktör olmakla birlikte ancak genetik kodlamanın belirlediği oranda
ilerleyebilir.
İkiz eşleri üzerinde yapılan çalışmalarda da görüldüğü gibi genetik kodlamaya sahip tek yumurta
ikizleri ayrı çevrelerde yetiştiği durumlarda zeka bölümleri, 79 ilişki katsayısı göstermiştir.
İkizlerin ayrı koşullarına rağmen yakın zeka bölümüne sahip oldukları saptanmıştır. Aynı ortamda
büyüyen tek yumurta ikizlerinin zeka bölümü ilişki katsayısı ise 87 bulunmuştur. İkiz olmayan
kardeşler aynı sosyal ortamda yetiştikleri zaman ilişki katsayısı 55; ayrı ortamlarda yetiştikleri
zaman sıfıra yakın (-.01) ilişki görülmüştür. Bu veriler benzer çevre koşulunun zekayı
belirlemedeki rolünü somut olarak yansıtmaktadır.
c- Yaratıcı Çocuklar
Yaratıcılık, düşüncenin esnek, akıcı, çağrışımların yoğun olması gibi özellikleri sonucu yeni,
orijinal, alışılmışın dışında düşünce, davranış veya ürün geliştirme durumudur. Çağımızda
atılımların temel yapısı yaratıcılığın eseridir, İnsanlarda doğuştan belli bir düzeyde potansiyel
olarak var olduğu sanılan bu özellik mümkün olduğunca ortaya çıkması, üzerinde işlenmesi
gereken bir yetenektir.
Zeka ile yaratıcılık arasında ilişki olup olmadığı psikologların henüz tam anlaşamadıkları ve
tartışmanın süre geldiği bir konudur. Yaratıcı ürünlerin ortaya çıkması için muhakkak normalin
üstü zeka düzeyi gereklidir görüşü geçerli değildir. Bazen sınırda zeka düzeyi olan bir çocuk veya
kişi normalin üst sınırındaki kişiden daha orijinal, yeni ve yaratıcı ürünler sergileyebilir. Zeka
yaratıcılığı zorunlu kılar şeklinde bir iddiada bulunmak rağbet görmeyen bir görüştür. Algılama,
dikkat, hafıza, problem çözmeanaliz, sentez yapma gibi zihinsel işlevleri birbirinden ayrı kabul
etmek mümkün değildir. Aynı şekilde birbirlerini hangi ölçüde belirliyor olurlarsa olsun zeka ile
yaratıcı kişiliği de birbirinden bağımsız zihin özellikleri olarak değerlendirmek mümkün değildir.
Çocuğun içinde yaşadığı ortam yaratıcılık özelliğini ortaya çıkarma ve gelişmesinde oldukça
etkilidir, Çocuğun en yakın çevresi aile ortamın da çocuğun koşulsuz sevgi, kabul, onay görmesi;
elverişli bir psikolojik ortamda yetişmesi en temel özelliktir. Bu ortam çocuğun benlik algısını
olumlu yönde geliştirmesine olanak verir. Olumlu benlik kavramı çocukta "ben değerliyim,
önemliyim" görüşünü, bu görüş de "düşüncelerim de önemli' yüklemesini temin edecektir.
Böylece çocukta düşünce ve davranışlarında ketlenme durumu gerçekleşmeden, daha çok
düşünce üretmesi söz konusu olacaktır.
Daha çok düşünce üretebilme durumu, bu imkanın temin edilmesi sadece çocuklarda değil, ileri
yaşlardaki bireylerin yaratıcılığını ortaya çıkarma yöntemlerinde, esas alınan bir yaklaşımdır.
Beyin fırtınası yöntemi yaratıcılığı ve problem çözme becerisini geliştirmede esas alınan bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşımın esası daha çok düşünce üretmek, eleştirmemek esasına dayanır.