You are on page 1of 33

EĞİTİM BİLİMLERİ

GELİŞİM
PSİKOLOJİSİ
Çoğu kez birbiriyle karıştırılan "büyüme" ile "gelişme" sözcükleri, gerçekte birbirinden farklı
kavramlardır.
Yapısal artışı dile getiren "büyüme", bedende gerçekleşen sayısal değişiklikleri içermektedir (kilo,
boy artışı gibi). Çocuk, sadece fiziksel olarak büyümekle kalmaz, aynı zamanda onun beyniyle iç
organlarının yapı ve büyüklüğünde de değişmeler olur. Beynin gelişimi sonucu, çocukta giderek
artan bir öğrenme, anımsama ve muhakeme yeteneği oluşur. Böylelikle fiziksel büyüme ile
birlikte, çocuk, zihinsel olarak da gelişir.

Bununla birlikte, gelişim değişikliklerin niceliği yanında, niteliğini de içermektedir. Gelişim


kavramı, düzenli, uyumlu ve sürekli bir ilerlemeyi dile getirmektedir.İleriye dönük belirgin bir
ilişkiyi de kapsar. Başka bir deyişle, gelişim yüzleri arasında bir bütünleşme söz konusudur.
Kısaca gelişim, sadece sayısal ölçümlerle açıklanamayan, birçok yapı ve işlevi bütünleştiren
karmaşık bir olgudur. Bu bütünleşme nedeniyle, gelişimin her evresi kendinden bir sonraki evreyi
de doğrudan etkiler. Böylelikle hiyerarşi, bütünleşme ve yapısal bağıntı, gelişim evrelerinin temel
özellikleri arasındadır. Yapılan gözlem ve çalışmalar, belli gelişim dönemlerinde çocuklarda ortak
bir takım davranış kalıplarının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu ortak yanların bilinmesinin
çocuk eğitiminde izlenecek yöntemi belirleme açısından yararı büyüktür. Yakın zamana kadar
çocuk gelişimine ilişkin çalışmalar, çocuğun doğumuyla birlikte başlarken, son zamanlarda,
doğumdan sonraki gelişim biçimini etkilemesi nedeniyle, doğum öncesi dönemine de önem
verildiği görülmektedir.

Bir yetişkinin niteliği olan "Olgunluk", yapısal değişikliklerin tamamlanması şeklinde ka-rakterize
olur. Başka bir deyişle, olgunluk, organizmanın temelindeki potansiyel güçlerin göreve hazır bir
duruma ulaştıklarını gösterir.

Gelişimin bazı yüzlerinde yapısal ve işlevsel olgunluğun oldukça erken yaşlarda görülmesine
karşın, gelişimin diğer yüzlerinin daha sonra tamamlandığı dikkatimizi çeker. Örneğin, duyu
organlarının işlevlerini doğumla birlikte yapmalarına karşılık, cinsel organların ergenliğe kadar bu
olgunluğa erişemedikleri görülür.
Tüm davranışlar temelde biyolojik yapı içinde gerçekleşir. Bu nedenle biyolojik yapı hakkında ne
kadar çok bilgi edine bilirsek, davranışı anlamamız da o ölçüde kolay olur. Beden oranlarındaki
değişikliklere bakıldığında, bu büyüme ve değişimlerin kökeninde kalıtım ve çevre faktörlerinin
rolünün büyük olduğu görülür. Gelişim süreci içinde tüm çocuklar aynı gelişim yolunu izlerler.
Çocuk koşmadan önce yürür, yürümeden önce emekler. Ancak çocukların gelişim hızlarının bu
davranışları başarmak üzere geçirdikleri sürenin bireyden bireye değiştiği görülür. Bazı çocuklar,
diğerlerine oranla daha hızlı gelişirler. Bu avantaj, genellikle kalıcı ve süreklidir. Örneğin,
gelişimin ilk yıllarında uzun boylu olan çocuklar, bunu izleyen yıllarda da bu özelliklerini korumayı
sürdürürler. Yine akranlarına oranla becerileri daha fazla gelişmiş olan ve gelişimin bazı yüzleri
açısından daha erken olgunlaşmış olan çocuklar, genellikle gelişimin diğer yüzlerinde de üstün
olan çocuklardır.

GELİŞİMİN TEMEL İLKELERİ


Gelişimdeki 5 temel kavram şöyle özetlenebilir:
1. Gelişim, dinamik bir olgudur.
2. Gelişimde, genetik yapının bir sonucudur.
3. Gelişim, giderek artan bir özelleşme sürecidir.
4. Gelişimde denge vardır.
5. Gelişim, zamanla değişen .düzenli bir süreçtir.

Gelişimi farklı evrelere ayırarak incelemek, pratik nedenlerden dolayı gereklidir.

Doğum Öncesi Dönem


1) Ovum Evresi: Döllenme anından ikinci haftanın sonuna kadar.
2) Embriyo Evresi: Üçüncü haftadan sekizinci haftanın sonuna kadar.
3) Fetus Evresi: Üçüncü aydan doğuma kadar olan dönem.

Doğum Sonrası Dönem


1) Yeni Doğan Bebek: 0-4 hafta
2) Bebeklik: - 4 hafta - 2 yıl
3) İlk Çocukluk: 2-6 yıl.
4) Son Çocukluk: 6-11 yıl (Kızlarda); 6-
13 yıl (Erkeklerde)
5) Ergenlik: 11-20 yıl (Kızlarda); 6-13 yıl (Erkeklerde)

1. Doğum Öncesi Dönemde Gelişim


Çocuk, doğum öncesi dönemin bir oluşum evresi olması nedeniyle, bu dönendeki uyarımlardan
büyük ölçüde etkilenir.Bu evrede özellikle kalıtsal etkenlerin rolü büyüktür. Ayrıca, çocuğun doğum
öncesi yaşamını bilmemiz, onun gelişim biçimini anlamamız açısından önem taşır. Büyüme ve
gelişimin başlangıç noktasını oluşturması, bu evrenin önemini daha da artırmaktadır.
Doğum öncesi dönemle ilgili çalışmalar çok güç, bazen de olanaksızdır. Yaşayan "Fetus"la ilgili
bilgiler dört kaynaktan elde edilebilir.

Bunlar:
• Fötal hareketlerle ilgili olarak annenin ra-porlan,
• Tıbbi aletlerle fetusun kalp atışları ve hareketlerinin izlenmesi,
• Fetusun anne karnındaki hareketlerinin doğrudan doğruya gözlenmesi,
• Hayvanlarla ilgili çalışmalardır.

İnsan yavrusu, anne ve baba cinsel hücrelerinin (ovum ve spermium) birleşmesiyle oluşmaya
başlar. Bu tek hücreye zigot denir. Döllenmiş yumurta, yarısı anneden, yarısı babadan gelen 46
kromozomla, anne ve babanın bir kısım genetik mirasını almıştır.
Embriyolojik dönemde, gelişmesine bir zigot ile başlayan her canlı, hemen hemen aynı yolu
izleyerek, kendi türünün biçimsel ve işlevsel özelliklerini taşıyan bir bedene sahip oluncaya kadar
çok hızlı bir «başkalaşma» geçirir. Böylece, kendi türünün biyolojik evrim düzeyine de erişmiş olur.
Bir canlının, embriyolojik dönemde bir hücre halinden kendi türünün biyolojik evrim düzeyine çıkışı
ve bu düzeyde bir beden elde edişine ontogenez, adı verilir.
Bir türden başka bir canlı oluşmasıyla ilk canlı türünden başlayarak, bütün diğer türlerin birer birer
dünyaya gelmesine filogenez denir.

Ontogenez yoluyla, bir insan zigotu, 280 günlük bir embriyolojik evrimle, insan yavrusu hâline
dönüşür. Ontogenez aşamalarıyla, embriyo ve fetusun geçtiği basamaklar, insan türünün daha
önceki türlerden oluşurken, geçtiği aşamaları özetleyen bir yoldur. Bu nedenle, «ontogenez,
filogenezin çok kısa bir tekrarı niteliğindedir. sözü çok haklı ve çok anlamlı olmaktadır .

Çocuğun kalıtsal özelliklerini taşıyan, kro-mozomlardaki «gen»lerdir. Her birey, bu kalıtım


özelliklerini taşıyan genlere sahiptir. Anneden ve babadan, bir yumurta ve bir spermatozoit yoluyla
zigota gelmiş olan genler, yeni bir bireyin «kalıtsal yazgı»sını oluştururlar. Her insanın somatik
hücrelerinin her biri, çekirdeğinde 46 çift kromozom ve bunların içinde bir milyondan fazla gen taşır.

Zigot, 24 saat içinde bir "mitoz" geçirerek, iki hücre haline gelir. İlk mitozu, sonraki günlerde
diğerleri izler.
Böylece oluşan "Morula", kendine özgü bir canlı türüdür. Zigottan türemiştir, fakat artık zigot
değildir. Diğer bir deyimle, morula "tek hücreli" bir canlı değil, "çok hücreli" bir canlıdır. İnsan zigotu
gibi, insan morula-sı da, ömrü kısa bir varlıktır. Çünkü o, 275 gün sonra, bir insan yavrusu (yeni
doğmuş bebek) olmak üzere, hızla değişecektir. Doğum öncesi gelişim , büyüme süreci, baştan
kuyruk sokumuna doğru yönelir.

Ovum döneminde, döllenmiş yumurtada büyüklük açısın dan önemli bir değişme görülmez.Üçüncü
haftadan ikinci ayın sonuna kadar olan embriyo döneminde hızlı gelişim ve büyüme görülür. Bu
dönemin sonunda, embriyo insan organizması için gerekli olan tüm iç ve dış özelliklere sahiptir.
Yüze ait özellikler oluşmuş, parmaklar şeklini bulmuştur. Kalp daha üçüncü haftanın sonunda
görevini yapmaya başlamıştır.

Yaşamın ilk iki ayında embriyo oldukça küçüktür. İkinci ay sonunda boyu ancak 3 cm.'ye çıkmıştır.
Embriyonun aşağı yukarı bir insan görünüşünü alması, sekizinci haftadan itibaren olur. Bedenin
birçok organı bu evrede oluşmaya başlar. Özellikle sinir sisteminin gelişimi hızlanır. Bu nedenle bu
evre, en kritik doğum öncesi evresidir. Bu embri-yonik gelişim evresinde, virüs ya da uyuşturucudan
kaynaklanan, annenin karnındaki kimyasal değişiklikler, özellikle bazı organların şekillenmesini
olumsuz açıdan etkiler ve gelişimde birtakım anormalliklere neden olur .
İkinci aydan sonra insan embriyosu artık "fetus" adını alır. Üçüncü aydan doğuma kadar süren bu
dönemde büyüme ve organ sistemlerinin farklılaşması çok hızlanır. Gelişen organların bazıları,
örneğin, kan yapıcı sistem, dolaşım sistemi, fetusun gereksinmelezigot değildir. Diğer bir deyimle,
morula "tek hücreli" bir canlı değil, "çok hücreli" bir canlıdır. İnsan zigotu gibi, insan morula-sı da,
ömrü kısa bir varlıktır. Çünkü o, 275 gün sonra, bir insan yavrusu (yeni doğmuş bebek) olmak üzere,
hızla değişecektir. Doğum öncesi gelişim , büyüme süreci, baştan kuyruk sokumuna doğru yönelir.

Ovum döneminde, döllenmiş yumurtada büyüklük açısın dan önemli bir değişme görülmez.Üçüncü
haftadan ikinci ayın sonuna kadar olan embriyo döneminde hızlı gelişim ve büyüme görülür. Bu
dönemin sonunda, embriyo insan organizması için gerekli olan tüm iç ve dış özelliklere sahiptir.
Yüze ait özellikler oluşmuş, parmaklar şeklini bulmuştur. Kalp daha üçüncü haftanın sonunda
görevini yapmaya başlamıştır.

Yaşamın ilk iki ayında embriyo oldukça küçüktür. İkinci ay sonunda boyu ancak 3 cm.'ye çıkmıştır.
Embriyonun aşağı yukarı bir insan görünüşünü alması, sekizinci haftadan itibaren olur. Bedenin
birçok organı bu evrede oluşmaya başlar. Özellikle sinir sisteminin gelişimi hızlanır. Bu nedenle bu
evre, en kritik doğum öncesi evresidir. Bu embri-yonik gelişim evresinde, virüs ya da uyuşturucudan
kaynaklanan, annenin karnındaki kimyasal değişiklikler, özellikle bazı organların şekillenmesini
olumsuz açıdan etkiler ve gelişimde birtakım anormalliklere neden olur .

İkinci aydan sonra insan embriyosu artık "fetus" adını alır. Üçüncü aydan doğuma kadar süren bu
dönemde büyüme ve organ sistemlerinin farklılaşması çok hızlanır.

Doğumla birlikte, çocuğun yeni ısı ortamına ve nefes almaya uyum göstermesi beklenir. Onun
yaşaması, bu yeni ortama uyumunu sağlayacak olan solunum sisteminin çalışmaya başlamasıyla
gerçekleşecektir. Bu ilk tehlikeye bebeğin büyük dayanıklılığı da dikkati çeker. Uyarılan solunum
merkezi birkaç dakika içinde bu sistemin çalışmasını başlatacaktır ve bebek ilk nefesini alıp, ilk
çığlığını atarken, bu "doğum ötesi yeni dünya" da yaşamaya başlamış olacaktır. Ağlamayla birlikte
nefes alma işlemi başlar. Başlangıçta nefes alma işlemi, iyi yapılmadığı gibi, düzenli de değildir.
Çocuk hapşırıp ök-sürürken, oksijen alma gereksinimini de karşılar.

Bebekte, sindirim sisteminin asıl çalışması, doğumdan sonraki ilk günlerde "emme refleksf'nin
faaliyetiyle başlar. Normal hallerde bebeğin ilk besini "anne sütü", ilk günlerde özel bir bileşimdir.
Emme ve yakalama gibi refleks mekanizmalarının çok iyi gelişmiş olması nedeniyle, bebekler
beslenmeye kolaylıkla uyum gösterebilirler.

2.Doğum Sonrası Dönemde Gelişim


Çocuk psikolojisi kapsamında doğum sonrası dönem, doğumdan ergenliğin sonuna kadarki süreyi
kapsamaktadır. Gelişim psikolojisi ise doğumdan ölüme kadarki zaman zarfında kişinin psikolojik
özelliklerini ve gelişimini incelemektedir.

Gelişim psikolojisi doğumdan ölüme kadar, kişinin hayatını biyolojik, bilişsel ve sosyal süreçler
bağlamında inceleyen bilim dalıdır. Gelişimi belirli dönemlere indirgeyerek incelemek, teorik açıdan
bazı açıklamalara kolaylık getirdiği için teşvik edilmektedir. Bu
nedenle ergenliği de içine alarak geniş yetişkinlik dönemine kadarki gelişimi beş aşamada
incelemek mümkündür.

Bu beş aşama:
1) Yeni Doğan Bebek— İlk bir ay (0-4 hafta)
2) Bebeklik - Birinci ayın sonundan, iki yaşına kadarki yaşam dilimi (4 hafta - 2 yaş)
3) İlk çocukluk - İki yaşından altı yaşına kadarki yaşam dilimi (2-6 yaş)
4) Son çocukluk - Kızlarda altı onbir (6-11 yaş); erkeklerde altı, önüç (6-13 yaş) yaşına kadarki
yaşam dilimi.
5) Ergenlik- Kızlarda onbir yirmi (11-20 yaş); erkeklerde onüç yirmi (13-20 yaş) yaşına kadar ki
yaşam dilimidir.

KISACA:
İnsan gelişimi denildiği zaman, döllenmeden başlayarak, yaşamın sonuna kadar yer alan süreç
anlaşılmaktadır. Organizmanın özelliklerinin tümünün ortaya çıkmasında, çevre ve kalıtımın
ortaklaşa etkisinin rol aldığı kabul edilmektedir. Organizmanın gelişmesinde önemi olan başka bir
etken de, kritik zaman dilimleridir. Bu zaman dilimleri içinde, organizma gerekli kalıtsal potansiyele
sahipse, yeterli uyarıcı ile karşılaştığında, bazı davranışlar ya da bazı organlar ve bunların işlevleri
açısından en üst düzeyde gelişimin ortaya çıkması mümkün olmaktadır.
Gelişimi sağlayan çevresel ve kalıtsal etmenler, döllenme anından başlayarak, yaşamın sonuna
kadar etkilerini göstermeye devam ederler. Doğacak bebeğin biyolojik özelliklerini döllenme ile
oluşan ilk hücrede yer alan 46 kromozomun içerdiği genler belirlemektedir. Ancak genetik
özelliklerin organizma üzerinde tam potansiyellerini açığa çıkarabilmeleri, organizmanın geçirdiği
yaşantılarla, yani çevresel koşullarla büyük ölçüde ilişkilidir.

A- BEDENSEL GELİŞİM
Çocuğun gelişimini bir bütün olarak kavrayabilmek için psikolojik olduğu kadar fizyolojik gelişimi de
bilmek gerekir. Çünkü, fiziksel gelişim, çocuğun davranışını hem doğrudan, hem de dolaylı olarak
etkiler.Doğrudan etkiler, çünkü bedensel gelişim, çocuğun sınırlarını belirler. Örneğin, yaşlarına
göre sağlıklı bir gelişme gösteren çocuklar, oyun ve spor faaliyetlerinde akranlarıyla eşit koşullarda
yarışırlar. İyi gelişmemiş çocuksa, bu yarışmalarda elverişsiz durumu nedeniyle geri kalır ve gruptan
atılır.

Fiziksel gelişme, davranışı dolaylı olarak etkiler, çünkü çocuğun kendine ve diğerlerine karşı tutumu
bedensel gelişiminin de etkisi altındadır. Örneğin, şişman bir çocuk kısa sürede kendisinden zayıf
olanlara ayak uyduramadığını fark eder. Bu da çoğunlukla çocuğun kişisel yetersizlik duygusuna
kapılmasına yol açar. Buna ek olarak, eğer akranları kendisiyle yavaş davrandığı için oynamayı
istemezler ve de çeşitli adlar takarak alay ederlerse, çocukta aşağılık duygusu gelişebilir. Bu tür
duygular çocuğun kişilik gelişiminde çok önemli rol oynarlar.

OLGUNLAŞMA
"Olgunlaşma düzeyi",bireyin fizyolojik yönden herhangi bir konuyu öğrenebilecek ya da yapabilecek
duruma yahut yeterliğe erişmesi demektir. Örneğin, çocuğun sinir ve kas sistemi yeteri kadar
gelişmeden (buradaki anlamı ile "olgunlaşma"dan) çocuğa ne kadar yürüme alıştırmaları yaptırırsak
yaptıralım, çocuk yürümeyi öğrenemez.

"Öğrenme", bireyin "olgunlaşma düze-yi"ne bağlıdır. Çevresel koşullar da buna yardım eder.
A.B.D.'de yapılan bir araştırma, bunu açık olarak göstermektedir.

Küçük çocuklardan oluşan bir deney kümesine, 12 hafta süreyle, düğme ilikleme,makasla kâğıt
kesme ve el merdivenin tırmanma etkinliklerinde yoğun bir yetiştirme işlemi yaptırılmıştır.
Araştırmada "denetim" ya da "karşılaştırma'görevi gören çocuk kümesine de, bu konuda hiçbir
öğretim yapılmamıştır. Deneme kümesindeki deneklere, öğretim süresi sonunda test uygulandığı
zaman, bunların, bütün testlerde, denetim kümesindeki çocuklardan üstün oldukları saptanmıştır.
Bununla birlikte, bir haftalık bir araştırma ya da öğretimden sonra,denetim kümesindeki çocukların
da tırmanmada, 12 hafta süreyle özel alıştırma yapan kümenin başarı düzeyine eriştikleri
görülmüştür. Her ne kadar denetim kümesindeki çocukların, düğme ilikleme ve makasla kâğıt
kesmede bir hafta sonunda bu iki etkinlikte elde ettikleri sayı,deney kümesinin sayısına pek
erişememiştir.
Öğrenilecek her nesne ya da konu, her şeyden önce, fizyolojik bir temel olan "olgunlaşmayı"
gerektirir. Kısaca, olgunlaşma olmadan öğrenme olamaz. "Olgunlaşma düzeyi" sözü, öğrenilecek
her konu için bir "olgunlaşma" durumunun söz konusu olduğunu anlatır. Bu düşüncenin sonucu
olarak şöyle diyebiliriz: Herhangi bir organ,bir öğrenme durumu ya da konusu için "olgunlaşmış"
olduğu halde, başka bir durum ya da konu için "olgunlaşmamış'olabilir. Örneğin, küçük bir çocuğun
eli, top tutmayı öğrenecek kadar olgunlaşmış olduğu halde; kalem tutmak için olgunlaşmamış
olabilir. Bu ve benzeri deneylerden anlaşıldığı üzere, olgunlaşma, daha çok görsel ve "fizyolojik" bir
nitelik taşır.

Öğrenmeye hazır bulunuşlukta olgunlaşma, insanın bedensel, devimsel, bilişsel, duygusal gibi tüm
gelişim alanlarında bir öğrenim görevini yapabilecek büyümeye ulaşmasıdır. İnsanın olgunlaşması
bir bütündür. Öğrencinin yalnız bir gelişim alanındaki büyümesine bakarak bir öğrenim görevini
yapmaya hazır olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir.

Araştırmalara göre, eğer bir öğrenci bedensel ve devimsel olgunlaşmada yaşından geride ise, öbür
gelişim alanlarında da geri kalır. Ancak bedensel özürleri olan öğrencilerin, bilgiye dayanan öğrenim
görevlerini öğrenmeye hazır bulunuşlukları, yaşıtlarından biraz daha ileride olabilmektedir. Bu
öğrenciler, bedensel etkinliklere katılma yoksunluklarını, ödünleme ve yüceltme uyum
mekanizmaları yoluyla hafifletebilmekte ve güçlerini daha çok okumaya, yazmaya, araştırmaya
yöneltebilmektedirler.

Bir öğrencinin, zeka testlerinden aldığı düşük puanlara bakarak, öğrenmeye hazır bulunuşluğunun
olmadığını söylemek olanaksızdır. Öğrencinin zeka bölümü, öğrenmeye hazır bulunuşluğunu
kestirmeye yarayan etkenlerden yalnızca biridir.

Çocuk bir gelişim döneminden diğerine bireysel hızıyla, aşamalı olarak ilerler. Meydana gelen bazı
değişmeler öncelikle olgunlaşmaya bağlıdır. Olgunlaşma, öğrenme yaşantılarından bağımsız,
biyolojik olarak kalıtım tarafından kontrol edilen bir değişmedir. Olgunlaşma, vücut organlarının
kendilerinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilecek düzeye inmesi için, öğrenme
yaşantılarından bağımsız olarak, kalıtımın etkisiyle geçirdiği biyolojik bir değişmedir. Olgunlaşma,
fiziksel gelişime büyük ölçüde etki eder. Birçok psiko-motor davranışın yapılması olgunlaşmaya
bağıldır. Örneğin; çocuğun kas ve kemik yapısı yeter olgunluğa gelmeden, ne kadar yürüme
çalıştırması yaptırırsak yaptıralım, çocuk yürümeyi öğrenemez. Ayrıca olgunlaşma, çocukların belirli
bir yaşta gösterebilecekleri özelliklerdeki en fazla artışı sağlayabilir. Henüz el kaslarını tam olarak
kontrol edemeyen beş yaş çocuğu, genellikle dokuz yaş çocuğu kadar düzgün ve kontrollü bir
şekilde çizemeyecektir.

Çocuktaki ilk 18-24 ay içinde görülen temel değişiklikleri açıklayabilmek için olgunlaşma kavramına
değinmek gerekir. Olgunluk tüm bebeklerde görülen biyolojik değişimler sonucu gerçekleşen bir
olgudur. Bu değişimler belirli çevresel koşullar içinde bir takım fizyolojik fonksiyonların
gerçekleşmesini sağlar.
Çocuğun oturması, emeklemesi ve ayakta durabilmesi gelişiminde olgunlaşmanın önemini ortaya
koymaktadır. Bu faaliyetler, yaşamın ilk iki yılında kemik ve kas gelişimine, sinir sistemindeki
gelişime ek olarak bedene tanınan deneyim fırsatları sonucu görülür.

Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir (Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, bir "sürenin" geçmesi sonucunda bireyin ya da bir organın, fiziksel güç
ve kuvvet bakımından, yaşama uyumda belli bir durumu karşılayabilecek (yeni durumlara uyum
sağlayabilecek) bir düzeye erişmesidir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve
bacaklarımız yürüme için yetere derecede olgunlaşmamış ise, yürüme öğrenile-mez. Olgunlaşma,
bireyin bir işi yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile,
zorunlu olarak, çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.

Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir. Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve bacaklarımız yürüme için
yetere derecede "olgunlaşmamış" ise, "yürüme" öğrenilemez. Olgunlaşma, bireyin bir işi
yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile, zorunlu olarak,
çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.

Çocuğun oturması, emeklemesi ve ayakta durabilmesi gelişiminde olgunlaşmanın önemini ortaya


koymaktadır. Bu faaliyetler, yaşamın ilk iki yılında kemik ve kas gelişimine, sinir sistemindeki
gelişime ek olarak bedene tanınan deneyim fırsatları sonucu görülür.

Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir (Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, bir "sürenin" geçmesi sonucunda bireyin ya da bir organın, fiziksel güç
ve kuvvet bakımından, yaşama uyumda belli bir durumu karşılayabilecek (yeni durumlara uyum
sağlayabilecek) bir düzeye erişmesidir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve
bacaklarımız yürüme için yetere derecede olgunlaşmamış ise, yürüme öğrenile-mez. Olgunlaşma,
bireyin bir işi yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile,
zorunlu olarak, çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.

Genetik yapı ve çevre etkileşimi sonucu bireylerde görülen biyolojik değişikliklere olgunlaşma
denilir. Organizma, fizyolojik olarak bir davranışı, bir iş yapabilecek hale geldiğinde, olgunlaşma
gerçekleşmiştir. Olgunlaşma, öğrenme için şarttır. Örneğin, ayak ve bacaklarımız yürüme için
yetere derecede "olgunlaşmamış" ise, "yürüme" öğrenilemez. Olgunlaşma, bireyin bir işi
yapabilecek düzeye ulaşmasıdır. Canlı varlığın daha çok kalıtımdan getirdikleri ile, zorunlu olarak,
çevreden kazandıklarının etkileşimi sonucu ortaya çıkar.

alan oluşturur. Bu alanı oluşturan doku, öğrencinin bilişsel örüntüsüdür. Öğrencinin bilişsel örüntüsü
yeni bir konuyu öğrenmeye yetmediğinde, konunun öğrenilmesi için gereken ön bilgi ve becerilerin,
öğrenince kazanılması gerekir. Öğrenci bu yeterliğe ulaşmaz ise, öğretilecek konunun, bütünlüğünü
bozmadan, öğrencinin hazırbulunuşluk düzeyine indirilmesi zorunludur. Öğrencinin bilişsel
örüntüsünün eşiği, konunun güçlük düzeyine uyamadığı sürece, konunun öğrencide algılanması
sağlanamaz.

Güdüsel Öğrenme Kuramlan'na göre hazır bulunuşluk, öğrencinin gelişiminin sonucudur. Öğrenci,
doğuşundan başlayarak her yaşında, belli gelişim düzeyine ulaşır ve böylece yaşına uygun
düzeydeki konuları öğrenmeye hazır olur. Gelişim kusurları olan öğrenci,yaşının gerektirdiği
tepkileri yapmada da kusurludur. Öğrencinin, öğrendiği konulara karşı hazır bulunuşluğunda
görülen kusurların kökeni, gelişimde çok önemli olan ilk çocukluk evresindeki gelişim
bozukluklarıdır.
Olgunlaşma, bireye yaşla birlikte artan yeterlikler sağladığı gibi, öğrenme fırsatları verildiği taktirde
bireyin yeni ve daha karmaşık davranışları kazanması için gerekli olan hazır bulunuşluğu da
beraberinde getirir. Ancak hazır bulunuşluk, bireyin sadece olgunlaşma düzeyini değil, ayni
zamanda, bireyin önceki öğrenmelerini, ilgilerini, tutumlarını, güdülenmiştik düzeyini, yeteneklerini,
genel sağlık durumunu da kapsar.
Örneğin; bisiklet kullanmak için yeterli hazır bulunuşluk düzeyinde olan bir çocuk; bisiklet
kullanmaya isteklidir, bisikleti kullanmak için gereli olan kaslar ve diğer organları yeterli olgunluğa
erişmiştir, bisikletin nasıl kullanılacağı ile ilgili ön koşul öğrenmelere sahiptir, genel sağlık durumu
bisiklete binmesine uygundur.

Öğrenme için "olgunlaşma" gerekli ise de, "yeterli" değildir. Bireyin, öğrenme için hazır" bulunması
da gerekir. "Hazırlık" olgunlaşmadan daha karmaşık bir terimdir. Hazırlık terimi, kısmen
"olgunlaşma" terimini de kapsar; fakat, hazırlığın "ruhsal" yönü daha ağır basar. Bunun içinde bir
dereceye kadar, bireyin "ilgi ve hevesi" konu ile ilgili olarak yaptığı "araştırma" sonucu, yani bireyin
yaşantılarıyla yeti ve yeteneklerinin bir bireşimi vardır.
Asıl öğrenme, çocuk "öğrenmeye hazır" hale geldikten sonra başlar. Okuma-yazmayı öğrenmek için,
çocuğun bir kısım organlarının olgunlaşması yanında, çocuğu buna heveslendirmek ve okuma-
yazma alıştırmaları yaptırmak gibi hazırlık çalışmaları da gereklidir. Bütün öğrenme durumları için
aynı şey söylenebilir.

Hazır bulunuşluk, bireyin bir işi yapabilmesi için gereken olgunlaşmaya erişmesinin gerekliliği
yanında, bu iş için gerekli ön bilgi, beceri ve tutumu da kazanmış olması demektir. O halde gelişim,
hem nicelik hem de nitelik yönünden belirli bir düzeye erişmeyi anlatır. Çocuklarda gelişim,
süreklilik göstermekte, fakat bu sürekliliğin içinde gelişim ivmesi, dönemler halinde
farklılaşmaktadır. Bu sürecin aşamaları, bireysel farklılıklardan ve özelliklerden dolayı, her dönem
kendinden sonra gelen dönemle birleştiği için, kesin sınırlarla birbirinden ayrılamaz.. Hazır
bulunuşluk, canlı varlığın herhangi bir şeyi öğrenebilecek duruma gelmesini anlatan bir terimdir.

BÜYÜME DÖNEMLERİ
Çocuklarda bedensel gelişim, dönemler halinde gelişen bir süreçtir. Bunun anlamı, fiziksel
gelişmenin düzenli bir hızla değil, belli dönemlerde, yüzlerde ya da farklı hız derecelerine sahip
"dalgalar" halinde gerçekleşmesi, yani bazen hızlı, bazen yavaş olmasıdır.

Büyüme temposunda çocuktan çocuğa farklılık olsa da, yani bazı çocuklar daha düşük, bazıları
normal, bazılarıysa yüksek büyüme hızı gösterseler de, büyüme dönemleri düzenlidir ve önceden
tahmin edilebilir. Bununla birlikte, her çocuk, gelişmenin kritik noktalarında erken ya da geç
ulaşmada az çok de değişmez bir eğilime sahiptir.

Büyüme konusundaki araştırmalar, çocuklarda iki yavaş, iki hızlı olmak üzere dört belirgin büyüme
dönemi olduğunu göstermiştir. Doğum öncesi ve doğum sonrasının ilk 6 ayı büyüme hızı yüksektir.
Yaşamın birinci yılının sonunda büyüme yavaşlar ve bunu ergenliğe ya da cinsel olgunluğa kadar
süre gelen düzenli, fakat yavaş bir gelişim izler. Bu büyüme evresi 8-12 yaşları arasında görülür. Bu
evreden 15-16 yaşlarına kadar olan dönemdeki hızlı gelişim "ergenlik fışkırması" olarak nitelenebilir.
Bu dönemi olgunlaşma zirvesine kadar dikleşerek süregelen büyüme evresi izler. Bu dördüncü
büyüme evresindeki boy uzunluğunun ileri yaşlarda da aynı kalmasına karşılık ağırlık artabilir.

Büyüme dönemlerini şu ortak faktörler etkiler:


• Uyum zorluklan: Hızlı büyüme dönemlerinin sürekli değişkenliğine uyum sağlayabilmek,
duygusal yönden rahatsız edicidir. Yavaş büyüme dönemlerindeyse, uyum sağlamak çok daha
kolaydır.

• Enerji düzeyi: Hızlı büyüme, enerji tüketici olduğun dan, bu dönemlerde çocuklar çabuk
yorulurlar. Bu da onları huysuz ve tedirgin yapabilir. Yavaş büyüme dönemlerindeyse, çocuğa oyun
ve diğer faaliyetler için daha çok enerji kalır ve çocuk daha neşeli, birlikte yaşanması daha kolay bir
davranış içine girer.

• Beslenme gereksinmeleri: Yaşamın ilk iki ya da üç ayında ve ergenlik döneminde hızlı büyüme
nedeniyle beslenme gereksinimleri en üst düzeye ulaşır. Büyüme gereksinimlerine göre yeterli
miktarda ve gerekli türde gıdalarla besle nemeyen çocuklar, yorgun ve huysuz olurlar. Oyuna ve
okul ödevlerine az ilgi duyan bu çocukların sosyal uyumları da genellikle bozuktur.

• Isı dengesinin sürdürülmesi: Yavaş büyüme dönemlerinde beden genellikle ısı dengesini korur.
Hızlı büyüme dönemlerindeyse bu denge bozukluğundan, çocuk iştahsızlık, genel olarak bitkinlik,
huysuzluk ve anti-sos-yal davranış göstere bilir.
Hızlı büyüme dönemlerinde çocuk bece riksizce davranır. Daha önce hareketleri düzgün ve iyi olan
çocuk, bu dönemde sakar davranışlar gösterebilir.

Bedensel Gelişmeyi Etkileyen Temel Faktörler:


Bedensel gelişim için yeterli beslenmeye, ısı ve nem ortamı na gereksinim vardır. Ancak, bu
koşullarda genetik elemanlar ve hor-monal büyüme uyarılır ve gelişme sağlanır.

• Kalıtım faktörü: Bu etkenin büyüme üzerindeki önemi çok büyüktür. Genetik büyüme planı, bir
bakıma tüm büyüme olgusunun içerdiği fonksiyon ve kavramlar biçiminde formüle edilebilir.

• Irk faktörü: Doğumla birlikte siyahların beyazlara oranla iskelet gelişimi açısından daha üstün
oldukları görülür. Bu farklılık zenci çocuklardaki diş gelişiminin daha önce başla masıyla ortaya
çıkar. Beslenme ve diğer çevresel koşulların yeterli olması halinde, zenci çocuklar bu davranışlarını
2-3 yıl sürdürürler.

• Beslenme: Yetersiz beslenme, büyümeyi geciktirir. Yetersiz beslenmenin sürekliliği büyük


bedensel zararlara neden olur. 1920-1940 yıllarında yapılan bir araştırmada, savaş sonrası yıllarda
besinin azalmasıyla boy gelişiminde belirgin bir düşme saptanmıştır.

• Hastalık: Kısa süreli hastalıklar büyümede kalıcı bir gerilemeye neden olmamakla birlikte,
hastalıkta izlenmesi gereken beslenme rejiminin (diyet) uzun süre aksaması ya da yetersiz olarak
devam etmesi, çocukta birtakım gelişim bozukluklarına yol açabilir. Geçirilen büyük bir hastalık
çocukta büyümenin yavaşlamasına neden olur. Böyle durumlarda çocuğun sağlığına kavuşmasıyla
birlikte akranlarına yetiştiği görülür. Hastalığın çeşidine bağlı olarak yetişemediği durumlar olur.

• Psikolojik bozukluklar: Ruhsal zorlanma (stres) yavaş gelişmeye, ender olarak da bedensel
gelişmede gerilemeye neden olabilir.

• Sosyo-ekonomik statü: Farklı toplumsal katmanlardan gelen çocuklar, her yaş grubunda farklı
beden ölçüsüne sahiptirler. Yapılan araştırmalar, ekonomik açıdan üstün ve sağlıklı koşullarda
büyüyen çocukların, ekonomik açıdan düşük düzeyde yaşayan çocuklara oranla daha gelişmiş
olduklarını göstermiştir. Bu farklılığın oluşumunda beslenme, uyku, egzersiz ve boş zamanların
değerlendirilmesi, uyarıcı fazlalığı gibi etkenlerinin rol oynadığı saptanmıştır.

İLK BEŞ YILDA KRİTİK YAŞLAR


Bu kritik ay ve yaşlar şöyle özetlenebilir:
• Birinci yılın ilk üç ayında, bebekler göz kürelerinin hareketini sağlayan kasların kontrolünü
kazanırlar. Dört haftalık yeni doğan, başının üstünde asılı duran bir objeyi hemen fark etmez, ama
obje, çocuğun görme çizgisinin üzerinde hareket ettirilirse, çocuk onu sınırlı bir alan içinde baş ve
göz hareketleriyle izler.
• İlk yılın ikinci çeyreğini oluşturan 4. ay ve 6.aylarda, başı ve bedenin üst kısmını destekleyen
kaslarla, el ve kolların hareketini sağlayan kasların kontrolü kazanılır. Bebek, yastıklarla
desteklenmiş olarak oturmaktan hoşlanır ve başını destek olmadan dik tutabilir, bazen bir kolunu bir
objeye uzatabilir.
• İlk yılın üçüncü çeyreği olan 28. ve 40. haftalar arasın da, gövde ve parmaklardaki kontrolün
geliştiği görülür. Çocuğun bu evrede başparmağını kullanabilmesi yakalama becerisini geliştirir.
• 40. ve 52. haftalar arasında, çocukların bacaklarıyla ayaklarını kontrol edebildikleri ve bu evrede
destekle ayakta durup yürüyebildikleri görülür. Bacaklar gövdeyi taşıyacak kadar kuvvetlidir, ama
vücuttaki denge zayıftır. Çocuk rahatça oturabilir, vücudunu döndürebilir ve düşmeden bir yana
eğilebilir. Yüzükoyun yatarken oturabilir, yerde sürünerek ilerleyebilir ya da emekleyebilir.
• İkinci yılda yürüme ve koşma gelişir, çocuklar küçük ve büyük tuvaletlerini kontrol etmeyi
başarırlar. Konuşmaya başlarlar ve kişisel kimliğe sahip olmak isterler.
• İki ve üç yaşlannda çocuklar, dili bir düşünce aracı olarak kullanabilirler.
• Dördüncü yılda çocuklar gerek kişisel yaşamlarında, gerekse ev ortamlarında daha bağımsız
olmaya başlarlar. Dört yaş çocuğunun motor davranışı daha mükemmelleşmiş, her hareket tek
başına yapılabilir hale gelmiştir.
• Bşinci yılda motor kontrol olgunlaşmış, dil oldukça yeterli bir biçimde ifade edilebilir hale gelmiş
ve sosyal uyum görülmeye başlamıştır. Çocuğun hareketleri gelişmiş, dengesi kusursuz hale
gelmiştir .

Bedensel Gelişmenin Yönü


Bedensel gelişimi gösteren diyagramlar incelendiğinde, gelişim olgusunun düzenli bir biçimde
gerçekleştiği dikkatimizi çeker. Bebeklik ve ergenlik dönemindeki iki hızlı büyüme evresi dışında,
uygun koşullar içindeki kız ve erkek çocukların gelişimleri önceden tahmin edilebilecek bir düzen
içinde olmaktadır. Ağırlık ve boy gelişiminin yanı sıra, gerek kas, gerekse iskelete ve iç organlara
ilişkin gelişimde de benzeri düzenli ölçümler birbirini izler. Büyük ölçüde ergenliğe bağlı olan
hormonal değişiklikler davranışı etkilediği gibi, daha fötal dönem de hızlı bir biçimde gelişmiş olan
beynin faaliyeti de, çocuğun öğrenme kapasitesini arttırır, çevreyi taklit etmesini ve uyumunu
sağlar.

Hem doğum öncesi , hem de doğum sonrası dönemlerde gelişimde iki temel ilkenin varlığı kabul
edilmektedir. Bu ilkelere göre, bedensel gelişimde şu iki yön izlenmektedir:
Gelişimde büyüme baştan ayağa doğru olur. Başka bir deyişle, yapısal ve işlevsel gelişim, öncelikle
başa yakın bölgede gerçekleşir.
• Gelişimde bedensel gelişim, bedenin iç kısımlarından dışa doğru, merkezi bölgelerden uzaktaki
organlara doğru gerçekleşir.
Örneğin, kolun omuzla dirsek arasındaki kısmı önkoldan önce, önkol da elden önce gelişir.

B- BİLİŞSEL GELİŞİM
Piaget ve arkadaşları, çocuğun doğumdan ergenliğe kadar olan bilişsel gelişmesini ayrıntılı
araştırmalarla incelemişler ve bazı kavramlarla algıların doğuştan itibaren kazanılmış olabileceğini
belirlemişlerdir. Piaget, bebeklik dönemin de çocukların, objelerin devamlı olduklarını,
değişmezliklerini bile düşünemezken, zamanla biçim ve büyüklük kavramlarını tanımaya
başladıklarını söylemektedir.

Biliş sözcüğü, dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir. Biliş
sözcüğü, şu süreçleri kapsar:

Algılama: Gerek iş, gerekse dış dünya dan edinilen bilgilerin yorumlanması, organize edilmesi ve
yeniden bulunmasıdır.

Bellek: Algılanan bilginin geri getirilmesi ve depo edilmesidir.

Muhakeme: Bilgiyi belirli bir anlam çıkarma ve sonuca varma amacıyla kullanabilmedir.

Düşünme: Bilginin ve çözümlerin nitelikçe değerlendirilmesidir.

Kavrama: Bilginin iki ya da daha fazla kısımları arasındaki yeni ilişkileri tanıyabilirledir.

Bilişsel gelişime ilişkin en önemli görüşü ileri süren İsviçreli psikolog Jean Piaget'ye göre, çocuk,
kendi dünyasına bir anlam kazandırabilmek için çevresindeki insan ve objelerle ilgili bir faaliyet
içine girer. Çocuk, ilkel koordinasyonlardan, daha karmaşık ve yüksek düzeydeki yapılara doğru
belirgin bir çaba içindedir.
Piaget'nin kuramının temel kavramını işlem (operasyon) oluşturur. İşlem, çocuğun zihinsel düzeyde
başladığı yere geri dönebil-mesi anlamını taşır. Operasyonların kazanılması zihinsel gelişimin en
önemli aşamasıdır. Örneğin, bir bardak içindeki suyun farklı biçimdeki bir başka bardağa
boşaltılması halinde miktarının değişmeyeceğini düşünebilmek bir operasyondur.

Piaget'ye göre, gerek basit organizmalarda olsun, gerekse insan organizmasında olsun, birtakım
süreçler öğrenmenin temelini oluşturur. Bu temel süreçlerden biri, çevreye uyum, diğeriyse eylem
(aksiyon), bellek, algı ve öteki zihinsel faaliyet türlerine ilişkin deneyimlerin organizasyonu'dur.
Basit bir organizmada uyum, yaşayabilmek için temel gereksinmelere doyum sağlamakken, gelişim
sürecindeki bir çocukta giderek karma-şıklaşan bir organizasyon içinde çevresine belirli bir yaklaşım
göstermek anlamını taşır.

Gözlem ve deneyleri sonucu Piaget, doğumdan itibaren bebeklerin bazı reflekslere sahip olduklarını
belirlemiştir. Bu temel refleksler emme ve yakalama refleksleridir. Yine bebeklerin doğumdan
itibaren bazı refleksler üzerinde egzersiz yapabilme ve kendi hareketlerini düzenleme eğilimleri
vardır. Başka bir deyişle, bebekler kalıtım yoluyla bazı zihinsel yeteneklere doğuştan sahip olmayıp,
bunun yerine, çevreye yanıt verme biçimlerine sahiptirler. Bu yanıtların başında da çevreye uyum
gelir. Uyum, yaşayan canlının varlığını sürdürebilmesi için gereklidir.

Organize etme yetisi, ilk kez alışkanlığa ilişkin eylemlerin (aksiyonların) gelişiminde görülür.
Doğumdan hemen sonra her bebek, çevresindeki objeleri ağzıyla araştırma eğilimindedir. Bebek
objelere dudaklarıyla temas eder ve eline değen yakınındaki objeleri de avucunun bütünüyle
yakalar. İşte art arda sü-regelme özelliğiyle belirlenebilen bu hareket ya da eylemlere Piaget, şema
adını verir.

Piaget, kaba bir zihinsel tasarım olarak tanımladığı şemayı, algısal-motor koordinasyonları
vurgulamak amacıyla kullanır (objeleri araştırmak, topu tutmak gibi). İster basit, isterse karmaşık
olsunlar, şemaların başlıca karakteristiği, bütün içinde organize edilmiş olmaları, sık sık tekrar
edilebilmeleri, böylelikle de diğer davranışlar arasında kolaylıkla ayırt edilebilmeleridir.
PIAGET'İN BİLİŞSEL GELİŞİM KURAMI İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

Piaget bilişsel gelişimde, olgunlaşma ile öğrenmenin etkileşiminin önemini vurgular. Çocuklar,
geçirdikleri yaşantıların, biyolojik olgunlaşma düzeyleri ile girdiği karmaşık bir etkileşim
sonucunda, çevrelerinde olup bitenlere anlamlar yüklerler. Başka bir anlatımla, bir çocuğun
olayları ya da durumları açıklama biçimi, içinde bulunduğu bilişsel gelişim dönemine bağlı olarak
değişiklikler göstermektedir.
Bilişsel gelişim dönemlerinin özelliklerine geçmeden önce, Piaget'nin bilişsel gelişimini
açıklamadan önce kullandığı temel kavramlardan bazılarının üzerinde kısaca duralım:

* Şemalar: "Organize olmuş davranış kalıplan" anlamında kullandığı şemalar, Piaget'nin


anlaşılması daha kolay, ancak tanımlanması daha zor kavramlarından biridir.

Bu kavramı bir örnekle açıklamaya çalışalım:


Uç yaşındaki bir çocuğa oyuncak küpler verildiğinde, onları üst üste koyarak ya da yan yana
dizerek değişik düzenlemeler yapabilir. Küçük bebeklerin ise ellerine ne verilirse verilsin
ağızlarına götürdüklerini gözle-mişsinizdir. Dolayısıyla aynı küp bloklar bir bebeğin önünü
koyulacak olursa, bebeğin yapacağı hareket, onlardan birini alıp ağzına götürmek olacaktır.
Bunun nedeni, bebeklerin dünyayı keşfetme biçimlerinin emme yoluyla olmasıdır.

Örnekteki emme eylemini, Piaget şema olarak adlandırmaktadır. Bebeklerin kullandıkları diğer
şemalar görme, işitme, tutma, vurma ve itmedir. Şemalar kendileri de değişerek farklı alanlara
uyarlanabilen biyolojik kökenli eylemler olarak tanımlanabilir. Şemalar öğrenmeyi sağlayan
araçlardır. Olgunlaşma süreci içinde yeni yeni şemalar geliştirilir. Örneğin, bebek başlangıçta küp
blokları emme şeması ile algılarken , büyüdükçe onların birbirine vurulabileceğini vb. kavrayarak
yeni şemalar içinde küp blokları algılamaya başlar.

* Adaptasyon: Bu kavramla, bireyin çevresiyle etkileşerek, çevreye ve çevresindeki


değişikliklere uyum sağlayabilmesi kastedilmektedir, insanlarda var olan uyum yeteneği
birbirinin tamamlayıcısı olan iki süreci özümleme ve uyumsama süreçlerini içermektedir.

* Özümleme : Bireyin, yeni karşılaştığı durum, nesne ve olayları kendisinde önceden var olan
zihinsel yapının içine yerleştirmesi işlemidir.

* Uyumsama : Yeni şemalar yaratarak ya da önceden var olan şemaların kapsam ve niteliklerini
değiştirerek yeni edinilen deneyimlerin gerektirdiklerine uygun davranmak olarak tanımlanabilir.
Başka bir anlatımla, yapılan bir özümleme sonucu, o zamana kadar alışılagelmiş davranış
örneğine uymayan yeni ve farklı bir davranış ortaya koymaktır.

Özümleme ve uyumsama mekanizmaları kullanılırken, yeni öğrenilen bilgiler tıpkı besin


maddelerinin sindirilmesi gibi, mevcut zihinsel yapının içinde eritilir ve uygun eylemler ortaya
konur. Örneğin küçük bir çocuğun eline aldığı küçük nesneleri ağzına götürerek yemek istemesi,
o görünüşteki nesnelerin yiyecek olduğu bilgisinin ya da deneyiminin özümlenmiş olmasının
sonucudur. Ancak ağza götürülen nesne, sert bir cisimse, sözgelimi küçük bir taş parçası ise,
çocuğun tepkisi o nesneyi tükürerek ağzından atmak olacaktır. Burada özümlenecek yeni bir
deneyim, birbirine benzer nesnelerin hepsinin yiyecek olmadığıdır. Küçük çocuk bundan sonra
eline yiyeceğe benzer bir şey geçince, önce dilinin ucuyla yiyecek olup olmadığını yoklayacaktır.
Bu davranış ise, küçük nesnelerin bazılarının yiyecek olmadığı deneyiminin özümlenmesine bağlı
olarak ortaya çıkan uyumsama davranışıdır. Piaget'e göre çocuk, özümleme ve uyumsama
süreçlerini, bilişsel gelişiminin ilk basamaklarından başlayarak kullanır. Sürekli kullanılan bu iki
süreç sayesinde çocuk, dış gerçeğe uyum sağlayarak, bilişsel gelişim dönemlerinde ilerler.

* Dengeleme: Özümleme ve uyumsama süreçlerinin birbirleriyle etkileşmesi sonucu dengeleme


süreci ortaya çıkar. Dengeleme ile bireyin yeni karşılaştığı bir durumla, kendisinde önceden var
olan bilgi ve deneyimleri arasında denge kurmak için yaptığı zihinsel işlemler kastedilmektedir.
Eğer karşılaşılan herhangi bir durum, bireyde var olan şemalar ile özümlenemeyecek ise denge
bozulur.Piaget'e göre, kişiler sürekli dengede kalmayı yeğlediklerinden, bir dengesizlik
durumunda tedirginlik hissederler. Bu tedirginliği kaldırmak için çaba göstermek, yani değişiklikle
baş edebilecek yeni bilgiler edinmeye çalışmak, yeni duruma uyum yapmak gerekmektedir; bu
da bilişsel gelişimi hızlandırmaktadır. Sonuç olarak, bilişsel gelişim, dengenin bozularak yeniden
kurulmasının sağlanmasıyla ortaya çıkar

* Bilişsel Yapılar: Bilişsel yapılar ile kastedilen, çocuk ya da yetişkinde o anda var olan zihinsel
organizasyon ya da zihinsel yetilerdir. Bir çocuğun bilişsel yapısını, büyük ölçüde biyolojik
olgunluk düzeyi belirlemektedir. Çocuğun bilişsel yapısı da neyi, ne zaman özümleyebileceğini ve
neleri uyumsaya-bileceğini belirler.
Örnekleyecek olursak, üç-dört yaşlarındaki çocuklar "ben nereye gidersem gideyim, güneş beni
izler, ben hızlanınca o da hızlanır, ben durunca o da durur..." türünden düşüncelere sahiptirler.
"Ben merkezci" düşünce olarak adlandırılan bu tür düşünce biçimleri, okulöncesi yaş düzeyi için
doğaldır. O yaştaki çocuklara, güneşin kendisini izlemediğini, nedenleri ile ne kadar açıklamaya
çalışırsanız çalışın, bilişsel yapısı uygun olmadığı için anlattıklarınızı kavrayamayacaktır.
Çocukların kullandığı zihinsel işlemlerin niteliği, bilişsel yapılarına bağlıdır ve içlerinde
bulundukları bilişsel gelişim düzeylerine göre farklılıklar gösterir.

PİAGET BİLİŞSEL GELİŞİM DÖNEMLERİ


Piaget' e göre bilişsel gelişim, birbirini izleyen dört dönem içinde ortaya çıkmaktadır. Dönemler
ilerledikçe, çocukların kavrama ve problem çözme yeteneklerinde niteliksel gelişmeler
gözlenmektedir.
Bilişsel gelişim büyük ölçüde biyolojik olgunlaşmadan etkilenmekle birlikte, bireyin yaşını bilmek,
onun hangi dönemde olduğunu bilmek için kesin bir ölçü olmamaktadır. Öte yandan, herhangi bir
yaşta, bilişsel olarak birden fazla dönemin özelliklerini taşımak da olasıdır. Piaget ergenlik dönemi
ve sonrasına denk gelen son gelişim dönemini, "soyut işlemler dönemi" olarak ifade etmektedir.
Ancak, yine Piaget'e göre, bilişsel gelişim biyolojik olgunlaşma ile birlikte geçirilen yaşantılardan da
etkilendiği için, bazı yetişkinlerin yaşları ne olursa olsun soyut işlemler dönemine ulaşamamış
olması da mümkün olabilir.
Bilişsel gelişim dönemlerinin özelliklerinden bir başkası da, her bir dönemin kendisinden önce gelen
dönemlerin özelliklerini de içermesidir. Başka bir anlatımla, bir önceki dönemin özellikleri, yeniden
düzenlenip formüle edilerek bir sonraki döneme aktarılır.
Piaget bilişsel gelişim dönemlerini Duyu-sal-Motor, işlem Öncesi, Somut İşlemler ve Soyut işlemler
olmak üzere dört dönem içinde incelemektedir.

1- DUYUSAL-MOTOR DÖNEM
Doğumdan iki yaşa kadar olan dönem Duyusal-Motor Dönem olarak adlandırılır. Yeni doğmuş bebek
çevreden gelen uyarıcılara sadece reflekslerle tepki verir, ancak iki aylık kadar olduğunda istemli
hareketler göstermeye başlar.

Bu dönem içinde bebek dönem içinde duyuları ve motor faaliyetleri yoluyla dış dünya ile ilişki kurar,
dönem içinde ilerledikçe çevresinde olup bitenleri ve kendisinin çevresinden farklı olduğunu
keşfetmeye başlar.
Dönem içinde nesne devamlılığının kazanılması ile bilişsel gelişimde refleks düzeyinde tepki verilen
dönemden zihinsel işlemlerin kullanılmaya başlanmasına bir geçiş olur. Nesne devamlılığının
kazanılması ile, bebeklerin görüş alanları dışına çıkan nesne ya da kişilerin aslında yok olmadıklarını
kavramaları kastedilmektedir. Nesne devamlılığının kazanılmasından önce, bebekler gözlerinin
önünden yok olan şeylerin kaybolduğunu sanırlar.
Örneğin, gözlerinin önünde oyuncakları bir örtüyle gizlenen bebekler, oyuncaklarının gizlendiğini
görseler bile, örtüyü çekip oyuncaklarını aramayı düşünemezler. Nesne devamlılığının gelişmesi ilk
aydan yirmi dördüncü aya kadar uzanan altı farklı dönem içinde gerçekleşir. 4 - 8. aylara denk
gelen dönemde, bebekler gözleri önünde gizlenmiş nesneleri bulmaya başlarlar. Son dönem olan
18-24. aylarda, bebekler artık çevrelerindeki nesneleri zihinlerinde canlandırabilecek düzeye
ulaşmışlardır. Bunun soncunda da, önceden görmeseler bile nerelerde olabileceğini tahmin etmeye
başlarlar.
Dönemin sonuna geldiğinde bebek, karmaşık olmayan zihinsel işlemleri gerçekleştirmeye
başlayarak, işlem öncesi döneme geçer.

2- İŞLEM ÖNCESİ DÖNEM


Anaokulunda geçirilen yıllara da denk gelen bu dönem 2-7 yaş arasını kapsar, işlem öncesi dönemin
önemli bir özelliği, çocuğun tümüyle ben-merkezci bir düşünce yapısına sahip olmasıdır. Bu
yaşlardaki çocuklar, kendi görüşlerinin olabilecek tek görüş olduğuna inanırlar; çevrelerindekilerin
kendile-rinkinden daha farklı bakış açılarına sahip olabileceklerini anlayamazlar. Örneğin beş
yaşlarında ki bir çocuk hırkasının rengini herkesin bildiğini sanır; süt içmeyi sevmiyorsa, ona göre
hiç kimse süt içmekten hoşlan-mıyordur vb. Ben-merkezci görüş, çocuğun adalet anlayışına da
(vicdan gelişimine) yansır. Çocuk koşullara değil, olayların sonuçlarına bakarak karar verir; haklılığı
ve haksızlığı sonuca bakarak değerlendirir.
Bu çağdaki çocukta, konuşma da ben-merkezlidir. Konuşmaya başladığı ilk dönemlerde, adeta
monolog yapar gibi kendi kendine durmadan konuşur. Birkaç çocuk bir arada olunca, hepsi aynı
anda konuşurlar, ancak aralarında bir iletişim kurulmaz. 2-3 yaşlar arasında yer alan monolog tarzı
konuşma, 4 yaştan başlayarak yerini ben-merkezli konuşmaya bırakır.

Bu dönemde mantıklı düşünme işlemi henüz gelişmemiş olduğundan çocuklar nesnelerin


görüntülerinin etkisi altında kalırlar. Henüz bilişsel yapıt korunumu kavrayabilecek düzeye
ulaşmamıştır.
Korunum, herhangi bir nesnenin biçimi ya da mekandaki konumu değiştiğinde, miktar, ağırlık ve
hacminde değişiklik olmayacağı ilkesidir. Piaget' göre işlem öncesi dönemdeki çocuklar, bir
nesnenin görünüşündeki herhangi bir değişikliğe karşın aynı kalabileceğini kavrayamazlar.
Korunumun çocuklar tarafından anlaşılması, bilişsel gelişimle ilgili olarak üzerinde en çok araştırma
yapılan konulardan biridir.
Korunumun kavranmasıyla ilgili olarak miktar ve hacim korunumuna ilişkin deneylerden ikisine birer
örnek verelim:
Eşit aralıklarla dizilmiş eşit sayıda iki sıra boncuk çocuğa gösterildikten sonra, sıralardan birindeki
boncukların arası açılır ve hangi sırada daha çok boncuk olduğu sorulur. Miktar korunumunu henüz
kazanmamış çocuklar, geniş aralıklı sıradaki boncukların daha çok olduğunu söylerler.

Çocuğun gözünün önünde, içlerinde eşit miktarda sıvı bulunan birbirlerine benzer iki bardaktaki sıvı
biri, daha dar ve uzun bir bardağa boşaltılır. Çocuğa hangi bardakta daha fazla sıvı bulunduğu
sorulur. Korunumu kavramamış çocuk, dar ve uzun bardakta daha fazla sıvı olduğunu söyleyecektir.
İşlem öncesi dönemdeki çocuklar korunumu kavramakta güçlük çekmelerinin yanı sıra, soyut
kavramları da anlayamazlar. Sözgelimi, hareket etmeyen nesneler, onlar için "ölmüş", hareket
ettiklerinde ise "canlan-mış"tır.
Bu dönemdeki düşüncenin bir başka özelliği de, çocukların tek yönlü bir mantık işletmeleridir. Hayal
dünyalarının çok geniş olması, bu yaş çocuklarının bir başka özellikleridir. Oyunları gözlendiğinde,
kurdukları hayal dünyasında saatlerce oynadıkları, hayali arkadaşlarıyla ya da oyuncakları ile
konuştukları gözlenebilir. "Cansız ya da düş ürünü varlıklara, canlıymış gibi anlam yükleme" olarak
tanımlanabilecek bu özellikleri, çoğu kez yetişkinler için eğlenceli sonuçlar doğurur. Çocuğun
oyuncak ayısına "istediklerini yapmadığı için darılması" gibi davranışları, aile içinde espri konusu
olabilir.
Dönem sonuna doğru ilerledikçe, benmerkezci düşünce gitgide azalmaya ve yerini mantıklı
düşünceye bırakmaya başlar. Böylece somut işlemler dönemine geçilir.

3-SOMUT İŞLEMLER DÖNEMİ


7-12 yaş arasında yer alan ve ilköğretimin ilk beş yılına denk gelen bu dönemde, benmerkezci
konuşma ve düşünce önemli ölçüde azalır, çocuk bilişsel güçlüklerin üstesinden gelmeye başlar.
Somut işlemler döneminde çocuğun işlemleri muhakeme edişi mantıklı bir hale gelir. İşlem öncesi
dönemde çözülemeyen korunum problemleri, bu dönemde çözülür; çocuk işlemleri tersine çe-
virebilme kapasitesine erişir.
Çocuklar bu dönemde sıralama, sınıflandırma ve karşılaştırma işlemleri için şemalar geliştirirler.
Nesneleri renk, uzunluk, yapıldığı madde gibi farklı özelliklerine bağlı olarak sınıflandırabilirler.
Belirli nesneler arasındaki değişmeyen ilişkileri, nesneleri görmeden mantık yürütme yoluyla
kavrayabilirler. Örneğin "Hasan, Ayşe'den uzun, Ayşe de Di-lek'ten uzun ise, Hasan'nın Dilek'ten de
uzun olması gerektiğini" gözleriyle görmeden de bilebilirler. İlköğretim 3. sınıfın sonlarına doğru,
çocuklar toplama ve çıkarmanın bir arada kullanıldığı basit matematiksel işlemleri zihinsel olarak
yapabilir duruma gelirler.

Somut işlemler döneminde çocukların bilişsel yapıları, bazı problemleri zihinsel olarak çözebilecek
düzeye gelmiş olmakla birlikte, bu dönemde bir problemin çözülmesi, somut nesnelerle bağlantılı
olmasına bağlıdır. Problemlere, değişik yollardan giderek çözümler bulmakta güçlük çekilir. Soyut
düşünce tam olarak gelişmemiş olduğu için, tümüyle kuramsal olarak verilen bir problem karşısında
başarısızlığa uğranabilir. Bu dönemdeki çocuklar "adalet, eşitlik, özgürlük" gibi soyut kavramları
konuşmaları sırasında kullanabilmelerine karşın, içeriklerini kavramada sorunları vardır.

4- SOYUT İŞLEMLER DÖNEMİ


En üst bilişsel gelişim dönemi olan soyut işlemler dönemi, 12 yaş sonrasında ergenlikle birlikte yer
almaya başlayarak, yetişkinlik yıllarına uzanır. Somut işlemler dönemi bir soruna değişik yollardan
yaklaşmada güçlük çekilirken, soyut işlemler döneminde içinde göreceli düşünce gelişerek, bir
sorun değişik biçimlerde ele alınabilir. Genelleme, tümdengelim, tümevarım gibi zihinsel işlemler
yapılır. Hipotezler kurularak, doğrulukları kontrol edilir. Soyut düşünce geliştiği için, soyut kavramlar
kullanılarak, üzerlerinde fikir yürütülür. Bu döneme ulaşan çocuklar tartışmalara katılmayı severler.
Öte yandan resim, müzik, şiir, dans duygu ve düşüncelerin sembollerle aktarıldığı etkinliklere ilgi
artarak sadece izleyici olmakla yetinilmez, uğraşı alanı olarak da seçilir.
Son dönem olan soyut işlemler döneminden sonra, bilişsel yapıda niteliksel bir gelişme ortaya
çıkmaz. Ancak geçirilen yaşantılara bağlı olarak niceliksel gelişmeler her zaman mümkündür.

ERGENLİK DÖNEMİNDE DÜŞÜNCE BİÇİMİ NASILDIR?


Soyut işlemler dönemi, düşünmenin yetişkinler düzeyine ulaştığı dönemdir. Dönemin başlangıcı
ergenlik yıllarına denk gelir. Böylece ergenlik döneminde hızlı bedensel gelişmeye paralel olarak
zihinsel gelişme de hızlanır. Soyut işlemler dönemi içinde çocukluk çağına has düşünce biçimi,
yetişkinlik dönemindeki düşünce biçimine dönüşmekle birlikte, bu dönüşüm birdenbire olmaz.
Ergenlik dönemi içinde, yetişkin düşüncesinin özelliklerini tümüyle içermeyen, ergenlik dönemine
has olarak kabul edilebilecek bir düşünce biçimi kendini gösterir.
Ortaöğretim yıllarına denk gelen ergenlik çağı içinde ergen ben-merkezciliği diye adlandırılan bir
düşünce biçimi ortaya çıkar. Bu durum, soyut işlemler dönemi ile ergenlik dönemine girişin, aşağı
yukarı aynı zamanlara rastlaması ile açıklanabilir. Düşünceyle oynamaktan hoşlanan genç, değişik
alanlarda adeta kendine has kuramlar geliştirerek, bunların abartılı bir savunucusu olur. Kendi
düşünce biçiminin en doğrusu olduğuna inanarak, çevresiyle gereksiz tartışmalara girebilir.

Ergenlerin sık sık kullandıkları iki cümle, bu ben-merkezci düşünce biçiminin tipik ifadesidir.
Bunlardan birincisi ben her şeyle başa çıkabilirim, bana bir şey olmaz", diğeri ise "yetişkinler beni
anlamıyor" ifadeleridir. Bu yaştaki gençler kendilerinin adeta dokunulmazlığı olduğuna inanır ve
olmadık riskler alabilirler. Örneğin çok hızlı ve tehlikeli bir biçimde araba kullanabilir, çok sevdiği
için incecik bir montu en soğuk havalarda bile giymeye devam ederler vb... Ergenlerin, yetişkinlerin
kendilerini anlamadıklarını düşünmelerinin nedeni de, belli yaşantıların yalnızca kendi başlarına
geldiğine inanmalarıdır.

Örneğin, ilk kez aşık olan bir genç kız annesine "Anne, sen aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu
bilmiyorsun..." dediğinde buna içtenlikle inanır. Yaşadıkları duygular için de bu kural geçerlidir.
Yaşadıkları bir olay karşısında hiç kimse onlar kadar öfkelenmemiş-tir ya da sevinmemiştir.

Sonuç olarak, ergenlerde ben-merkezci düşünce gelişimsel bir özellik olarak ortaya çıkar ve
gözlenmesi doğaldır. Gençlerin bu özelliklerini bilerek onlara yaklaşmak, tartışmaya girmekten çok
onları anlamaya çalışmak, kuşaklar arası çatışmaların şiddetini azaltacaktır. Normal koşullar altında,
ergenlik döneminin sonlarına doğru ben-merkezci düşünce biçimi etkisini kaybetmektedir.

HEİNZ WERNER KURAMI

Werner'ın kuramında temel olan kavram 'ortogenez'dir. Bu kavram gelişimin iki temel
karakteristiği olan farklılaşma ve hiye-rarşik entegrasyonu içerir. Farklılaşma prensibine göre,
ilkel ve genelleşmiş hareket sistemleri tekamül ederek farklılaşırken, aynı zaman da da diğer
sistemlerle kaynaşarak daha bütüncü ve genelleşmiş hareketler oluşturur.

Hiyerarşik entegrasyon prensibine göre, entegrasyonda gelişmeler oldukça, bu gelişmiş sistemler


kendisine göre daha az gelişmiş olan sistemlerin yerini alır. Her bir gelişim safhası bir önceki
aşamaya bağımlı olmakla birlikte, nitelik olarak farklıdır ve önceki aşamaların davranışların
yönetimini üstlenir.
Hiyerarşik entegrasyona paralel olan prensip, genetik spiral prensibidir. Bu prensibin ana
hatlarına göre, çocuk olgunluğa ulaşırken kendi gelişiminin son aşamasına doğru ilerleme
durumundayken, zaman zaman bir önceki gelişim aşamasına geçici bir gerilemede bulunacaktır.
Werner büyümeyi üç safhada değerlendirir. Bunlar duyusal motor gelişim, algı gelişimi ve
düşünme gelişimidir.
JEROME BRUNER KURAMI
Bruner'in çalışmaları bebeklik, okul öncesi, okul çağı ve erişkinlik üzerinde yoğunlaşmıştır.
Bruner'in teorik yaklaşımı Piaget'nin teorisin den farklılıklar göstermekle beraber gelişimin
formulasyonunda farklı bakış açısı getirmesi itibariyle incelenmeye değer bir yaklaşımdır. Her iki
bilim adamının bildirdiği, hem fikir olduğu temel, ortak yaklaşım insan gelişiminin bir seri
ilerleyici ve her biri nitelik itibariyle diğerinden farklı safhalardan oluştuğu prensibidir.
Bruner insan gelişimini incelerken üç aşamadan söz eder. Bunlar Hareket Dönemi, İmgeleme
Dönemi ve Sembolik Dönem'dir.

a- Hareket Dönemi
Bu dönemde bebeğin dünya hakkında bilgilenmesi aşina olduğu nesnelerle tekrarlayıcı motor
faaliyetleri sayesinde gerçekleşir. Bakma, yönelme, avuçlama, yakalama gibi davranma biçimleri
bilgi kazanmada temel işlemlerdir. Bu işlemler esnasında bebek çevresini nesnelleştirerek
ilişkilendirir.

Bruner'e göre en temel bilgilenme süreci, bebeğin çevresindeki nesnelere yoğunlaşarak bakması
sayesinde gerçekleşir. Bebekler göz hareketleri ve bakışlarını sabitleştirerek çevrelerindeki dünya
hakkında temel bilgileri kazanırlar. Bebek motor yeteneğini gelişmesiyle nesneleri yakalamaya
başlar. Yakalama davranışı algı sürecinde zenginleşmeye neden olur. Bu noktada bebek görsel
algı sayesinde şekil farkını; aynı zamanda yakalama davranışı ile de mesafe farkını bütünleştirir.
Görme ve dokunma yoluyla gelen girdiler eşgüdümle bütünleşir ve bebeğin bilgi kazanmasında
zenginleşme sağlar.

b- İmgeleme Dönemi
Bu dönemde çocuk gittikçe hayal gücünü daha fazla kullanmakta dır. Çocuk dünyasını nesnel
olarak temsil edebilme kapasitesi kazanmış tır. Bu nedenle çevresini değerlendirip, yaşarken
çocuk doğrudan fiziki temasa daha az bağımlı kalır, hayal gücünü kullanabilir duruma gelmiş- tir.
Bu ikinci safha, birincisinden daha gelişmiş bir aşamadır ve bu nok tada çocuk, artık nesneleri
belirli somut özelliklerine göre sınıflandırabilir.

c- Sembolik Dönem
Bu dönem de kişi dünyayı en üst düzeyde temsil edebilme yeteneğini kazanmıştır. Sembolleri
oluşturur veya semboller aracılığı ile düşünce gerçekleşir. Sembolik dönemde çocuğun konuşma
becerisinde önemli değişiklikler olur. Bruner'e göre dil alt dönemlerden bağımsız işlemekle
birlikte, hareket ve imgeleme dönemlerinde oluşmuş olan olaylarla ilişkili sembolik dönemin bir
sistemidir. Bu noktada Bruner ile Piaget'in görüşleri farklıdır. Piaget'ye göre sembolik düşünce dil
gelişiminin ön koşuludur. Dil, bilgi ve soyutlamanın ifadesi için bir vesiledir. Oysa Bruner'e göre
dil bir soyutlama sürecidir. Bu dönem, soyutlama yapabilme yeteneğinin geliştiği dönemdir.
Kişinin nasıl düşündüğü erken dönemlerdeki Hareket ve İmgeleme dönemlerinin deneyimleriyle
belirlenir.

DİL GELİŞİMİ

Dil gelişiminde de, tıpkı öteki gelişim alanlarında olduğu gibi, aynı yaşlardaki çocuklar benzer
özellikler göstermektedirler. Aynı yaşlardaki çocukların kullandıkları sözcüklerin sayısı, kurdukları
cümle yapıları, hatta ses tonları ve vurgulamaları bile birbirlerine benzemektedir. Bu benzerlikleri
dikkate alan gelişim psikologları, dil gelişiminin bilişsel gelişime paralel olarak ortaya çıktığını
kabul ederler.

Birey, bilişsel gelişim dönemlerinde ilerledikçe dil kullanımındaki beceri ve yetenekleri de


artmaktadır. Bilindiği gibi yeni doğmuş bebeklerin çıkardıkları sesler, farklı tonlardaki ağlamalar
ile sınırlı kalmaktadır. 3 aylık olduklarında bebeklerin, keyiflerinin yerinde olduğunu gösteren
sesler de çıkardıklarına tanık oluruz. 6 aylık bebekler, daha uzun süreli sesler çıkarmaya
başlarlar. Bir yaşa doğru ilerledikçe, bebeklerin çıkardığı seslerin tonlamalarında, vurgularında
belirgin farklılaşmalar bekler. Öyle ki; anneler henüz hiçbir anlamlı sözcük çıkarmamış olsa da,
bebeklerinin ne istediklerini çıkardıkları seslerden anlarlar, adeta bebeklerinin kendileri ile
sözcüksüz bir iletişim kurduklarını hissederler. Bebekler 12 aylık kadarken ilk anlamlı sözcüklerini
söylerler. 12. ayın sonunda bebeklerin sözcük dağarcığında ortalama 3, 18. ayın sonunda 20
kadar sözcük bulunmaktadır. 2 yaş sonunda sözcük sayısı 200 civarını, 5 yaş sonunda ise 2000'ı
bulur.

Anlaşıldığı gibi bir buçuk yaşından sonra, sözcük dağarcığında hızlı bir genişleme ortaya
çıkmaktadır. Bu durum dil gelişiminin diğer alanlardaki gelişim ile yakından ilişkili olduğunu
göstermektedir. Özellikle motor gelişim ile dil gelişimi arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Sonuç
olarak fiziksel gelişim ile birlikte bilişsel gelişim, dil gelişimine zemin hazırlamaktadırlar.
Bebeklerin çıkardığı ilk ses, farklılaşmamış seslerden oluşan ağlama, nasıl oluyor da zengin
dilbilgisi kurallarını içeren bir yetişkin konuşmasına dönüşüyor?
Bu soruyla ilişkili olarak çeşitli araştırmalar ve geliştirilmiş kuramlar bulunmaktadır. Dil
gelişiminin nasıl ortaya çıktığına ilişkin farklı görüşler vardır.
Şimdi bu görüşlerden ikisine ele alırsak:

A. Davranışçı Görüş
Bu görüşe göre çocuklar konuşulan dili, herhangi bir şeyi öğrendikleri gibi öğrenirler. Bebeklerin,
kendilerini istendik sonuçlara götürdüğünü keşfettikleri sesleri tekrar etmeleri ile, konuşulan dil
öğrenilmeye başlanır. Bebekler sesleri tekrar ederken, günlük dildeki sözcüklere benzeyen sesler
çıkardıklarında, çevrelerindeki yakınları tarafından ödüllendirilirler. Böylece bebek, söylediği
zaman pekiştirilen sesleri daha sık kullanmaya başlar. Pekiştirilmeyen seslerin kullanılma sıklığı
ise azalır. Sonuçta da konuşma şekillenir. Pekiştirilmenin yanı sıra, bebeklerin sıklıkla duydukları
sesleri taklit etmeleri de dilin kazanılmasında önemli olmaktadır.
Ancak bazı kuramcılara göre, dil gelişimi
ni yalnız taklit ya da pekiştirmeyle açıklamak mümkün olmamaktadır. Aynı evde yetişen
çocukların farklı zamanlarda konuşmaya başlaması, bunun yanında farklı kültürlerde yetişen
çocukların söyledikleri ilk sözcüklerin benzer sesleri içermesi, hiç işitemeyen çocukların özel
eğitimle konuşmayı öğrenebilmesi gibi nedenler, dil gelişimine yönelik farklı bakış açılarının
ortaya çıkmasına yol açmıştır.

B. Psikolinguistik Yaklaşım
Chomsky ve Lenneberg gibi dilbilimciler, dil gelişiminin biyolojik temellere dayandığını öne
sürmektedirler. Ancak, çevresel koşulların dil gelişimi üzerindeki etkilerini de göz ardı
etmemektedirler.
Dil Gelişimini biyolojik ve psikolojik temellere bağlı olarak açıklayan kuramlara "psikolinguistik
kuramları" adı verilmektedir. Bunların içinde en önemlisi Chomsky'nin kuramıdır. Bu kurama göre
insanlar doğuştan dil öğrenebilmek için özel bir mekanizmaya sahiptirler. Bu mekanizma,
çocuğun çevresinde konuşulan dili içselleştirmesini, kurallarını anlayarak öğrenmesini ve daha
sonra da uygun dilbilgisi kuralları ile konuşmasını sağlar. Dil kurallarını kavrama ve kullanmayı
mümkün kılan bu mekanizma sayesinde tüm çocuklar aynı aşamalardan geçerek, biyolojik olarak
belli bir olgunluk düzeyine geldiklerinde, tıpkı yürümeyi öğrenir gibi konuşmayı öğrenmektedirler.
Kısaca söylemek gerekirse, psiko-linguis-tik kuramlara ilişkin olarak konuşmayı öğrenmede,
sözcüklerin anlamlarını 'kavrama" ve "anlamlı sesler çıkarma ya da konuşma" olmak üzere iki
farklı süreçten söz edilebilir. Bu süreçler birbirleri ile iç içedir ve bilişsel gelişime paralel olarak
gelişme gösterirler.

KISACA:
Bilişsel gelişime ilişkin olarak "düşünme ve kavrama sisteminde ortaya çıkan gelişmeler"
biçiminde genel bir tanım verilebilir. Je-an Piaget, bilişsel gelişimi açıklamaya yönelik kapsamlı bir
kuram geliştirmiştir. Pi-aget'ye göre bilişsel gelişimde önemli olan biyolojik olgunlaşma ile,
geçirilen öğrenme yaşantılarının etkileşimidir.
Bilişsel gelişim büyük ölçüde biyolojik olgunlaşmadan etkilenmekle birlikte, bireyin yaşını bilmek,
onun hangi dönemde olduğunu bilmek için kesin bir ölçü olmamaktadır. Öte yandan, herhangi bir
yaşta, bilişsel olarak birden fazla dönemin özelliklerini taşımak da olasıdır. Piaget ergenlik
dönemi ve sonrasına denk gelen son gelişim dönemini, "soyut işlemler dönemi" olarak ifade
etmiştir. Ancak, yine Piaget'ye göre, bilişsel gelişim biyolojik olgunlaşma ile birlikte geçirilen
yaşantılardan da etkilendiği için, bazı yetişkinlerin yaşları ne olursa olsun soyut işlemler
dönemine ulaşamamış olması da mümkün olabilir.
Bilişsel gelişim, birbirini izleyen dört dönem içinde ortaya çıkmaktadır. Dönemler ilerledikçe,
çocukların kavrama ve problem çözme yeteneklerinde niteliksel gelişmeler gözlenmektedir.
Bilişsel gelişim dönemlerinden ilki Duyu-sal-Motor Dönemdir. Doğumdan iki yaşa kadar olan bu
dönem içinde bebekler, duyuları ve motor faaliyetleri yoluyla dış dünya ile ilişki kurar, dönem
içinde ilerledikçe çevresinde olup bitenleri ve kendisinin çevresinden farklı olduğunu keşfetmeye
başlarlar. Dönem içinde nesne devamlılığının kazanılması ile bilişsel gelişimde refleks düzeyinde
tepki verilen dönemden zihinsel işlemlerin kullanılmaya başlanmasına bir geçiş olur.

2-7 yaş arasına denk gelen bilişsel gelişim dönemi İşlem Öncesi Dönemidir. Bu dönemdeki
çocuklar ben-merkezci bir düşünce yapısına sahiptirler. Bu dönemde mantıklı düşünme işlemi
henüz gelişmemiş olduğundan, çocuklar nesnelerin görüntülerinin etkisi altında kalırlar. Henüz
bilişsel yapıları korunumu kavrayabilecek düzeye ulaşmamıştır. Tek yönlü bir mantık işletirler.
Hayal dünyaları oldukça geniştir.

7-12 yaş arasında yer alan Somut İşlemler Dönemi'nde, çocuk bilişsel güçlüklerin üstesinden
gelmeye başlar. Korunum problemleri bu dönemde çözülür, çocuk işlemleri tersine çevirebilir.
Sınıflama ve sıralama işlemlerini yapabilir.

Bilişsel gelişim dönemlerinden sonuncusu Soyut İşlemler Dönemi'dir. Ergenlik döneminden


başlayarak, yetişkinlik yıllarına doğru uzanır. Ergenlik dönemi içinde, işlem öncesi dönemdekine
benzer ben-merkezci düşünce biçimi yeniden gözlenir. Bu dönemde soyut düşünce yetisi geliştiği
için, soyut kavramlar kullanılarak, üzerlerinde fikir yürütülür. Genelleme, tümdengelim,
tümevarım gibi zihinsel işlemler yapılır.
Son dönem olan soyut işlemler döneminden sonra, bilişsel yapıda niteliksel bir gelişme ortaya
çıkmaz. Ancak geçirilen yaşantılara bağlı olarak niceliksel gelişmeler olabilir Öğrencilerin
okullarda gösterdikleri başarı, zihinsel yeteneklerinin dışında birçok farklı değişkenle de ilgilidir.
Okullarda rehber öğretmenleri katkısı ile, başarı düzeyi arttırılabilir.

Dil gelişimi de, bilişsel gelişime paralel olarak ortaya çıkan bir gelişim alanıdır. Dil gelişiminin
nasıl ortaya çıktığına ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır. Bunlardan davranışçı görüşe göre
çocuklar konuşulan dili, herhangi bir şeyi öğrendikleri gibi öğrenirler. Çıkardıkları seslerin
pekiştirilmesi ve çevredeki seslerin taklidi ile konuşma öğrenilir.

Dil gelişimini biyolojik temellere bağlayan görüşlere göre ise, dil gelişiminde biyolojik ve
psikolojik temeller bir arada işe koyulmaktadır. Dil gelişimini biyolojik ve psikolojik etkenlere bağlı
olarak açıklayan kuramlara psikolinguistik kuramlar adı verilmektedir. Psiko-linguistik
kuramlarda, konuşmanın öğrenilmesinde, sözcüklerin anlamlarını kavrama ve anlamlı sesler
çıkarma ya da konuşma olmak üzere iki farklı süreçten söz edilmektedir. Bu süreçler birbirleri ile
iç içedir ve bilişsel gelişime paralel olarak gelişme gösterirler.

Dil kullanımında da yaşa bağlı olarak değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Bir yaşlarında iki-üç
sözcükle başlayan konuşma, beş yaşlarında 2000'i geçen sözcük sayısı ve gramer yapısı ile, bir
yetişkininkine benzer biçime dönüşür.

Öğretmenlerin bilişsel gelişimle birlikte dil gelişimini de desteklemek için, okulda her gelişim
düzeyinde alabilecekleri önlemler bulunmaktadır.

KİŞİLİK GELİŞİMİ

Kişilik Nedir?

Kişilik teriminin yabancı dillerdeki ortak kökeni "persona" sözcüğüne dayanmaktadır. Persona
sözcüğünün asıl anlamı, Latin dilinde tiyatro oyuncularının kullandığı "maske" anlamına
gelmektedir.
Psikolojide kişilik, bir insanın bütün ilgilerinin, tutumlarının, yeteneklerinin, konuşma tarzının, dış
görünüşünün ve çevresine uyum biçiminin özelliklerini içeren bir terimdir.
Bununla birlikte, kişilik kendine özgü ve ahenkli bir bütündür. Öyle ki, bir insana ilişkin her nitelik
o insanı anlamada bize ipucu verir. Onun belleği, dış görünüşü, direnme süreci, sesi ve konuşma
tarzı, tepki hızı, insanlara, doğaya ya da makinelere karşı ilgi duyması vb. özellikleri o insanın
kişiliğini tanımlamada önemlidir. Anlatılmak istenen, kişiliğin, bireylerin diğer kişiler yanında
gösterdiği davranış özellikleridir. Psikologlara göre kişilik, bireyin özel ve onu diğerlerinden ayıran
davranışlarını içermektedir. Özeldir çünkü bireyin sıklıkla yaptığı ya da en tipik davranışlarını
temsil eder. Ayırt edicidir. Çünkü bu davranışlar bireyi başkalarından ayırır. Bununla birlikte
"kişilik" terimi, bireyi diğer bireylerden ayıran, farklı kılan ve bireyin ilerdeki davranışlarını
ilgilendiren tah-minlerimizin dayanağını oluşturan, göreceli olarak değişmez özelliklerini belirtir.
Kişiliğin ortak ve genel bir tanımına varılamamıştır. Kişilik üretildiği kurama bağlı değerler ve
tanımlamaları kapsamaktadır.
Kurumların hepsinin konusu aynı olup insanı anlamaya çalışmaktadırlar. Hepsinin sonuçta
varmaya çalıştıkları nokta bu bilinmeyenleri çözüp, pratik sonuçlara ulaşabilmektedir.

SİGMUND FREUD VE PSİKANALİTİK KURAM


İnsanlık tarihinde ruh hastalıklarının tedavisi bazen insancıl yollarla, bazen de insanlık dışı yollarla
yapılmıştır. Akıl hastalarının kafataslarına kötü ruhları dışarı çıkartmak için delikler delinmiş,
kimisi de yakılmıştır. Zamanla bu tutum değişmiş akıl hastalığına karşı daha insancıl bir tutum
söz konusu olmaya başlamıştır.
Psikoanalitik görüşe göre, kişiliğin gelişmesi ve davranışların oluşmasıyla determinizm
(gerekircilik) arasında bir bağlantı vardır Doğada nedeni olmayan hiçbir sonuç yoktur. Aynı
biçimde insan kişiliğindeki süreçler de kendiliğinden oluşmaz. Değişik nedenler değişik duygu,
tutum davranış ve kişilik yapılarına yol açar. Kısaca insanın kişiliğinden kaynaklanan her
davranışın bir nedeni vardır. Bu nedenin kökeni bebeklik, çocukluk, gençlik çağlarına dayanır. Bu
görüş Freud ile başlamıştır.
Bazı davranışlarımızı kolaylıkla açıklarken bazılarını zorlukla açıklarız, hatta bazen hiç
açıklayamayız. Freud insan davranışının nedenlerinin bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı olmak üzere üç
ayrı bölümden oluştuğunu ileri sürer.

Bilinç: Algı ve bilgilerin açık seçik izlendiği duygu, düşünce, tutum, heyecan ve davranışa ilişkin
haberdarlığın bulunduğu süreç. Bu görüşe göre bilinç o anda yaşananları
içerir. Tüm dikkatini dersine vermiş öğrenci o anda ödevinin bilincindedir. Dersini bitirdiği an
karnı açsa açlığı, uykusu gelmişse uykusuzluğu bilinçlenir. Düşünceler insanın aklından arka
arkaya bir sel gibi akıp giderler: Bir anda ancak bir düşünce ya da algı bilinçlidir. Oysa bilinç altı
derin bir depo gibidir.

Bilinçaltı: Gerçekliğe ilişkin sorunları çözmeye çalışmak gibi gelişmiş düşünce biçimlerinin yanı
sıra düş kurma gibi ilkel süreçleri de içerir. Bilince yakın olan, hemen bilinçli olacak bilgiler, anılar
ve düşüncelerden oluşur. Sürekli olarak bilinçle bağlantılıdır. Örneğin siz şu anda çevrenizde olan
her şeyin bilincinde değilsiniz. Bunların sözü edilir edilmez bu uyarıların bir resmi, daha doğrusu
anısı bilincinizde canlanacaktır. Bilinçaltı bilinçlenme olanağı olan anıların deposudur. Bilinçdışı,
zorlansa bile bilinçlenmesi yasaklanmış yaşantıların tümünü içerir.

Bilinçdışı: Bilinçdışı, bilinçli algılamanın dışında kalan tüm zihinsel olayları, dolayısıyla bilinç
altını içerir. Bunlar istendiği anda. bilinç alanına çıkarılamaz. Konuşma, tutum ve davranıştaki
çeşitli anlatım yollan ve simgelerle günlük davranışa yansırlar.

Freud'a göre, rüyalarda bilinç dışı istekler doyum bulur. Rüyanın oluşmasında bilinç dışında yatan
bir içgüdü rol oynar. Freud'un görüşünün doğruluğu kişinin rüya görmesi engellendiğinde görülen
bulgular gösterilerek savunulmuştur.
Bilinçdışı neden böylesine güçlü koruma altındadır? Çünkü ruhsal dünyanın düzeyinde 'Freud'un
id dediği yapı bulunur. Kendine özgü 'düzeni, mantığı,' davranış biçimiyle, yaşamının ilk
dönemlerindeki tüm özellikleri koruyarak id bilinçdışında egemenliğini sürdürtür, Her ne kadar
bilinçdışına karşı yığılan enerji akımı güçlüyse de bir kapıyla yine de bilince açılır.
Bu kurama göre insanın kişiliği biyolojik bir temele dayanmaktadır. Kişiliği oluşturan üç yapı yani
id, ego, süperego sürekli etkileşim halindedir.

İd: Kalıtımsal olarak gelen içgüdüleri içeren ve doğuştan varolan psikolojik gizil güçlerin tümüdür.
Ruhsal enerji kaynağı olan id, diğer iki sistemin çalışması için gerekli olan gücü de sağlar.
Enerjisini bedensel süreçlerden alır. İd fazla enerji birikimine katlanamaz. Böyle bir durum
organizmada gerilim yaratır. Bu gerilimi giderebilmek için id biriken enerjiyi boşaltma eğilimi
gösterir. Buna id'in haz ilkesi denir.
Ego: Doğuşta varolan ve zamanla gelişen ego insanın biyolojik yapısına ters olan ya da
gerçeklere uygun düşmeyen eylemleri bilinçaltına bastırır. Ego, kişiliğin gerçekçi yürütme
organıdır. Gücünü id'den alır. Egonun görevi kendi içinde ve dışında uyum sağlamaktır.
Ego aynı zamanda id, süperego ve dış dünya da çatışma halinde olan istekler arasında bir
uzlaşma sağlamakla da yükümlüdür.
Süperego: Kişiliğin üçüncü ve en son gelişen sistemi olan süperego toplum yasalarını kapsar.
Doğuşta varolmayan ancak gelişmeyle beliren süperego içimizdeki yargıçtır.

Süperegonun başlıca işlevleri;


1. id'den gelen içgüdüsel dürtüleri bastırmak ve yönlendirmek. Bunlar özellikle açıklanması
toplumun hoş karşılamadığı nitelikte cinsel ve saldırgan dürtülerdir.
2. Egoyu gerçekçi amaçlar yerine törelerin amaçlarına yönlendirmeye ikna etmek.
3. Kusursuz olmaya çabalamaktır.

İd kişiliğin biyolojik bölümünü, ego psikolojik ye süperego toplumsal bölümlerini oluşturur.


Böylece kişilik, bir bütün olarak işler.
Freud'a göre doğuştan varolan genel içgüdüler gelişmeyle ayrışır. İçgüdülerin yaşamın ilk beş,
altı yılına kadar gelişmesi söz konusu olduğundan, psikanalitik görüş kişiliğin temelinin
çocuklukta yattığını savunur.
Çocuk dünyaya geldiği anda libidonun (doğuştan gelen, yaşam için gerekli olan cinsel içgüdü)
gücüyle davranışta bulunmaya başlar. Tüm bedeni libidoya doyum sağlayabilecek niteliktedir. Bu
ilkel doyum, bir çok dönem geçirerek toplumsal bir nitelik kazanır. Libidonun gelişme
dönemlerine "Psiko-seksüel gelişme" denir. Her dönem bir öncekinden etkilenir ve bir sonraki
dönemi etkiler.

FREUD'UN PSİKOSEKSÜEL GELİŞİM DÖNEMLERİ

1- Oral dönem: Doğumla başlar, bir buçuk yaşına kadar sürer. Başlıca haz kaynağı ağızdan
besin almaktadır. Besin alınırken önce dudaklar ve ağız boşluğu uyarılır sonra yutulur, eğer besin
maddesinden hoşlanıl-mazsa dışarıya tükürülür. Daha sonra dişler belirdiğinde ağız, ısırma ve
çiğneme amacıyla da kullanılır. Bu iki rol, etkinlik türü, yani ağza alma ve ısırma, sonraları
gelişecek karakter özelliklerine ilk örnek olur. Ağzın dolmasından ötürü duyulan haz daha
sonraları bilgi ya da eşya edinmeden sağlanan doyumla yer değiştirebilir. Isırma ve oral
saldırganlığın yerini gizli alay ve tartışmaya eğilim alabilir. Erken dönemde id vardır, geç
dönemde ego oluşmaya başlar. Oral dönem bebeğin annesine en bağımlı olduğu ve onun
bakımına en çok gereksinim duyduğu dönemdir. Bebek için beslenmesi sevildiğinin, karnının
doyurulmaması ise istenmediğinin işaretidir. Yeterince beslenemeyen ya da tersine kendi başına
beslenebilecekken bile annesi tarafından uzun süre emzirilmeye devam edilen bebeklerde
güvensiz ve bağımlı bir kişiliğin oluşmasının temelleri atılmış olur. Daha ileri yaşlardaki ego
gelişmesine karşın bağımlılık eğilimi yaşam boyu sürer ve kişinin kaygılı olduğu ya da güvenini
yitirdiği dönemlerde tekrar ön plana geçer.

2- Anal dönem: Bir buçuk ile üç yaş arası sürer. Besin maddesi sindirildikten sonra atıkları
bağırsağın son bölgesinde birikir ve anüs kasları üzerinde belirli güçte basınç yaptığında dışarıya
atılır. Dışkının boşalması rahatsızlığa son verir ve bir ferahlama duy
gusu yaratır. Yaşamın ikinci yılında başlayan dışkılama eğitimi döneminde çocuk, anüs
bölgesindeki gerilimi boşaltmadan duyduğu hazzı ertelemeyi öğrenmek zorunda kalır. Annenin
bu dönemdeki tutumu ve dışkılama işlevine ilişkin kendi duyguları, çocuğun ileride sahip olacağı
karakter özelliklerini önemli oranda etkiler. Eğer anne katı ve baskılı bir yöntem uygularsa çocuk
dışkısını tutar ve kabız olur. Bu tutum diğer davranış alanlarını da etkilerse çocuk tutucu bir
karakter geliştirir, ileriki yaşamında inatçı ve cimri olur. Baskılı yöntem bazen çocuğun kızgınlık
yaşamasına ve dışkısını sıklıkla ve en uygunsuz zamanlarda bırakma alışkanlığı geliştirmesine de
yol açabilir. Böylesi bir tepki biçimi de sonraki yaşamındaki bazı karakter özelliklelerine ilk örnek
olur. Eziyet etme eğilimi, yıkıcılık, kızgınlık nöbetleri, pasaklılık ve dağınıklık bunlar arasında
sayılabilir. Öte yandan, dışkılamayı. özendiren ve onaylayan bir annenin çocuğunda dışkılama
eyleminin çok önemli olduğu kanısı uyanır. İleriki yaşamına egemen olacak yaratıcılık ve
üretkenliğe temel oluşturur. Erken anal dönemde ego geç anal dönemde süpe-rego gelişmeye
başlar.

3- Fallik dönem: Gelişimin bu döneminde cinsel organların işlevlerine ilişkin cinsel ve saldırgan
içerikli duygular önem kazanır. Bu dönemde oluşan ve babasını öldürdükten sonra annesiyle
evlenen Teb Kralından adını alan Oedipus kompleksi, farklı cinsten olan ebeveyne karşı cinsel
duyguların, aynı cinsten olana karşı ise düşmanca duyguların oluşmasıyla belirlenir. Erkek çocuk
annesine sahip olmak ve babasını aradan çıkarmak, kız çocuk annesini uzaklaştırarak babasına
yakınlaşmak ister. Üç ile beş yaş arasındaki çocuğun davranışları Oedipus kompleksi etkisi
altındadır. Beşinci yaştan sonra bu etki ortadan kalkar ya da bastırılarak, yaşam boyu kişiliği
etkileyen bir güç olarak kalır. Karşı cinse ve otoriteye, karşı geliştirilen tutumlar Oedipus
karmaşası tarafından belirlenir. Oedipus kompleksi erkek ve kız çocukta farklılık gösterir.
Başlangıçta her ikisi de gereksinimlerini karşıladığı için anneye bağlıdır ve annenin sevgisini
paylaştığı için babadan hoşlanmazlar. Bu duygular erkek çocukta sürer, kız çocukta ise
değişikliğe uğrar. Her ikisinde de beşinci yıldan sonra çözümlenir ya da bastırılır. Bu dönemde
süperegonun gelişmesini tamamlaması gerekir. Bu dönemde cinsel kimlik gelişmeye başlar.
Çocuk cinsiyet farklılıklarını keşfeder, sorular sorar, merakı yüzünden cezalandırılan, sorduğu
sorular ve davranışları için kınanan çocuklar, yetişkinlik döneminde uygun cinsel kimliği
benimsemede sorunlarla karşılaşabilirler.

4- örtülü dönem: Bu dönemde cinsel gelişimin belli bir aşaması yaşanmamaktadır. Bu dönem
çocuğun ilkokul dönemini kapsar.

5- Genital dönem: Ergen, artık yalnızca kişisel amaçlarla değil, özgeci nedenlerle de diğer
insanlara yaklaşmaya başlar. Cinsel çekicilik, toplumsallaşma, grup etkinlikleri, meslek
planlaması ve yuva kurma isteği bu dönemde belirir. Kendisine dönük olan çocuk, gerçeklere
yönelik toplumsal yetişkine dönüşür
Freud yukarıda tanımlanan dört dönemin birbirinden kesin bir biçimde ayrılmadığını ve kişiliğin
son düzenlemesinde her bir dönemin katkısının bulunduğunu önemle vurgulamıştır.

SAVUNMA MEKANİZMALARI
İki ayrı tür savunmaya yönelik mekanizmadan söz edilebilir. Birinci grup psikolojik onarım
mekanizmaları, ikinci grup davranışlarımızı haklı gösterecek bir neden bulma gibi ego savunma
mekanizmalarıdır. Bir insanın tek bir savunma mekanizmasını değil birçok savunma
mekanizmalarını bir arada kullandığı bilinir. İnsanın içinde bulunduğu koşullara göre bunlar değişir.
Yaşamının bir döneminden diğerine farklılık gösterebilir. Kişi kullandığı savunma mekanizmalarının
farkında değildir. Zira bunlar bilinç dışındadır.

SAVUNMA MEKANİZMALARININ ÇEŞİTLERİ

1) Bastırma
Uygun görülmeyen istek ve anılan bilinçten uzaklaştırma mekanizmasıdır. Doktora gitmekten
korkan birisi randevusunu unutabilir. Bu gibi durumlarda kişiler yapmaları gereken şeylerin anılarını
baskı altına alırlar. Genellikle unutmalar, kaçmalar şeklinde davranışlardır.

2) Neden Bulma
Bu mekanizmada iki temel savunma öğesi bulunur.
1. Kişinin davranışını haklı göstermeye çalışılır.
2. Ulaşılmayan amaçlara ilişkin düş kırıldığını örtmeye çalışılır.
Neden bulma günlük yaşamda herkesin oldukça sıklıkla kullanıldığı bir mekanizmadır. Örneğin;
pahalı aldığı eşyanın bir diğer dükkanda daha ucuz fiyatla satılan eşini gören kişi ikisinin de aynı
olduğunu bilmekle birlikte arada mutlaka bir nitelik farkı olduğuna kendisini inandırmaya çalışarak
aklanmış olma olasılığını görmezlikten gelir, ya da diğer birinin parası yoksa yaşamda önemli olan
şeyin dostluk ve sevgi olduğuna kendini inandırır.Sevmediği eşinin bulunmaz niteliklerini sayabilir.

3) Yansıtma
Günlük yaşamda insanların çok kullandıkları bir mekanizmadır. Yansıtma mekanizması kişiyi
anksiyeteden (kaygıdan) iki biçimde koruyabilir:
1. Kişi kendi eksikliklerinin ve yenilgilerinin sorumluluğunu ya da suçunu başkalarına yükler veya
2. Suçluluk duyguları uyandıracak nitelikteki dürtülerini, düşüncelerini ve isteklerini diğer insanlara
yükler.
Sınavlarında başarısız olan bir öğrenci, öğretmenin hakça davranmadığına inanır. Oyuncak atının
üzerinde sallanırken düşen bir çocuk dönüp atını tekmeler. Amirine kızar, hırsını karısından alır. Ben
yapmadım o yaptı der. Suç sürekli kendinde değil başkalarındadır.
4) Ödünleme
Bazen belirli bir amacı olan çabaya yönelik davranışlar biçiminde de kullanılabilir. Örneğin: Bedensel
bir sakatlığı olan bir insan, sürekli çabalar sonucu bu durumun olumsuz etkilerini ödünleyebilir.
Ödünleyici tepkiler daha çok dolaylı bir biçimde geliştirilir. Kör adam iyi bir hatip veya avukat olur.
Sakatlığının ya da yetersizliğinin etkilerini doğrudan gidermek yerine kişi bir diğer yönünü
geliştirerek ya da ilgiyi bir diğer yönüne çekerek bu eksikliğini ödünleyebilir. Ne var ki tüm
ödünleme tepkileri olumlu ve yararlı değildir.

5) Yüceltme
Bu mekanizmada ilkel nitelikteki eğilim ve tepkiler doğal amaçlardan çevrilerek toplumca beğenilen
etkinliklere dönüştürülür. Bu nedenle savunma mekanizmaları içinde en başarılı ve olumlu olan
yüceltme mekanizmasının oluşumu şöyle özetlenebilir:

1. Cinsel ya da saldırgan niteliklerin etkisiz duruma getirilmesi,


2. Gerçek amacın ketlenmesi,
3. Ego tarafından enerjiye biçim verilmesi.
Yüceltme mekanizması sürekli olarak pi-sişik enerji ile beslenmeyi gerektirir.bundan ötürü yüceltme
mekanizması enerjinin engellenmediği durumlarda kullanılabilir. Örneğin çocuğu olmayan kadın
yuva açabilir. Saldırgan adam cerrah veya kasap olabilir, okumayan öğrenciler için vakıf kurabilir.

6) özdeşleşme
Normal gelişim süreci içinde çocuk ya da erginin benliğine örnek olarak, erkekse babasına, kızsa
annesine, ya da diğer kişileri seçip onlara benzemeye çalışması olarak izlenir. Birey model aldığı ve
idealleştirdiği kişi gibi olmak ister onun gibi giyinir konuşur ve davranır

7) Yön Değiştirme
Belirli bir uyarının neden olduğu tepkinin açığa vurulması tehlikeli olduğunda tepkilerinin o
uyarandan bir başkasına yöneltilmesine ya da o tepkinin yerine başka daha uygun bir tepki
gösterilmesine denir. Yönetiminde güçlük çekilen duygu ait olduğu nesne ya da duruma yöneltilir.
Ayrıca tehlikeli varsayılan duygunun yarattığı tepkinin yerine de bir diğer tepki gösterilir. Özellikle
reddedilmeye ve eleştiriye karşı aşırı duyarlı kişiler çevrelerine karşı geliştirdikleri uysal tutumların
altındaki kızgınlık duygularını sürekli bastırır ve sonradan nasıl olsa kendilerine katlanmak
durumunda olan "şamar oğlanlarına" boşaltırlar. Beklemek zorunda kalan askerlerin bazen
sığınaklarından birden fırlayarak gözünü dönmüş bir biçimde düşmana saldırdıklarını ve tepkisel
davranışlarının da karşılığını yaşamları ile ödedikleri görülmüştür.

ERİK ERİKSON'UN PSİKOSOSYAL GELİŞİM DÖNEMLERİ

Erikson klasik psikoanalitik kurama bazı yeni görüşler eklemekle beraber temelde psikoanalitik
kuramdan tam olarak ayrılmamıştır. Erikson insan yaşam döngüsünde sekız evre belirlemiştir.
Dönemler incelendiği zaman özde bir ayrılık olmadığı, ancak deyiş ayrılıkları ve bazı eklentilerin
bulunduğu görülür.

BEBEKLİK DÖNEMİ

1- Güvene karşı güvensizlik: Erikson semasındaki ilk evre, klasik psikoanalitik kuramda
genellikle yaşamın ilk yılını kapsayan oral evrenin karşılığıdır. Erikson'un görüşüne göre bu
dönemde ortaya çıkan sosyal etkileşim boyutu bir uçta güven, diğer uçta ise güvensizliktir.
Çocuğun dünyaya, başka insanlara ve kendine güvenme derecesi büyük ölçüde gördüğü bakımın
niteliğine bağlıdır. Gereksinimleri uyarıldıkları anda karşılanan, rahatsızlıkları çabucak giderilen,
bağ basılan, okşanıp sevilen, kendisiyle oynanan, konuşulan bebek dünyanın yaşam için güvenilir
bir yer olduğu ve insanların yardımcı ve güvenilebilir oldukları yolunda bir duygu geliştirir.
Bakımın tutarsız, yetersiz ve reddedici olduğu zamansa bebekte genel olarak dünyaya, özel
olarak da insanlara karşı daha sonraki gelişim evrelerine taşıyabileceği temel bir güvensizlik,
korku ve kuşku tutumu gelişir. Bu duygu bir yandan çevrenin güvenirliğini yansıttığı gibi bir
yandan da kendi benliğinin süreklilik ve aynılık taşıyan bakılmaya değer bir varlık olduğunu
gösterir. Yani hem çevre hem de kendi varlığı güvenilir niteliktedir.
Çevremdekiler bana bakıyor, veriyor, varlığını tanıyor. Onların sürekli, tutarlı ve aynı kişiler oluşu
güvenilir kesinliktedir. "Bende verilmeye bakılmaya değer, güvenilen bir varlığım" Bu evrede
çocuk kendi varlığını kendisine verilenle eş tutmaktadır. "Ben bana verilenim". Çocuğa çok iyi
bakım veren bakıcılarında süreklilik olması gerekir.Ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en
önemli sorun temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır.
Burada belirtmek gerekir ki, temel güven ya da güvensizlik sorunu yaşamın ilk yılında, bir daha
karşılaşmamak üzere tamamen çözümlenmiş değildir. Birbirini izleyen gelişim evrelerinin her
birinde yeniden ortaya çıkacaktır. Bunun öyle olmasında hem umut hem de tehlike vardır.
Güvensizlik, duygusu ile okula başlayan çocuk, kendini güvenilir yapacak bir öğretmene ihtiyaç
duyar.

OKUL ÖNCESİ DÖNEMİ

2- Özerkliğe Karşı Kuşku ve Utanç


Bu ikinci gelişim döneminde, çocuğun yürümeye ve konuşmaya başlaması ile annesine olan
bağımlılığında azalma başlamıştır. Yürüme, koşma, istediği nesneleri eline alma, istediklerini
bırakma tuvalet kontrolünün ortaya çıkmasını da beraberinde getirir. Böylece çocuk özerk bir
biçimde davranmaya ve bu bağımsız eylemlerinden zevk almaya başlar. Çocuğa eylemlerini
kontrol etme olanağını vermek, özerklik duygusunun gelişmeye başlamasını sağlayacaktır.
Eğer ana-baba küçük çocuğun yapabildiklerini yapabildiği kadar istediği zamanda ve hızda
yapmaya olan gereksinimini bilir ona göre davranırsa çocuk kaslarını ve çevresini kontrol
edebileceğine ilişkin bir duygu özerklik duygusu, geliştirir.
kendisine verilenle eş tutmaktadır. "Ben bana verilenim". Çocuğa çok iyi bakım veren
bakıcılarında süreklilik olması gerekir.Ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en önemli sorun
temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır.
Burada belirtmek gerekir ki, temel güven ya da güvensizlik sorunu yaşamın ilk yılında, bir daha
karşılaşmamak üzere tamamen çözümlenmiş değildir. Birbirini izleyen gelişim evrelerinin her
birinde yeniden ortaya çıkacaktır. Bunun öyle olmasında hem umut hem de tehlike vardır.
Güvensizlik, duygusu ile okula başlayan çocuk, kendini güvenilir yapacak bir öğretmene ihtiyaç
duyar.

Aşırı koruyucu ya da baskıcı bir çocuk yetiştirme tutumu ile çocuğunkiler yerine kendi istekleri ve
kurallarını geçerli kılan, davranışlarının kontrolünü çocuğa bırakmayan anne babalar, çocuğun
özerk olma çabalarını engelleyeceklerdir.
Anne-babanın aşırı kontrolü çocuğun kendi kapasitesine yönelik kuşkulara düşmesine ve utanç
duymasına yol açacaktır. Çocuğun davranışlarını çok sıkı bir biçimde denetleyen, hoşgörüsüz,
"mükemmel" davranışı elde etmek için sık sık cezaya başvuran anne baba tutumu, çocukta "tek
başına hiç bir şeyi beceremem" duygusunu oluşturur kuşku ve utanç duygularını ortaya
çıkmasına yol açar. Eğer çocuk bu evreyi özerklik duygusundan daha 'ağır basan utanç ya da
kuşku duygularıyla geçerse, bu onun daha sonraki ergenlik ve yetişkinlik özerklik girişimlerini
olumsuz yönde etkileyecektir Tersine bu evreyi utanç ve kuşku duygularının çok üstünde özerklik
duygusu ile geçen çocuk yaşamın daha sonraki evreleri için özerklik yönünden iyi hazırlanmış
demektir. Öte yandan, bu dönemde özerkliğin kuşku ve utançla oluşturduğu böyle bir denge
daha sonraki olaylarla olumlu ya da olumsuz yönde değişebilir. Öte yandan "çocuk zarar görür"
kaygısıyla, çocuğun özgürce davranmasına olanak tanımayan aşırı koruyucu ana-baba tutumu da
özerklik duygusunun gelişmesini engelleyecektir. Kuşkusuz her ana babanın çocuklarına
yardımda telaşlı olduğu zamanlar vardır. Çocuklar bu gibi masum yanlışları bağışlayacak kadar
cesurdur.

3- Girişimciliğe Karşı Suçluluk


Bu dönemde artık yürüme ve konuşmaya ilişkin bir sorunu kalmayan çocuk, özerk yani bağımsız
bir biçimde hareket edip, isteklerini, dile getirebilme dil gelişimine ve rahatlıkla hareket edip,
çevresini araştırabil-mesine bağlı olarak, çocuğun etrafında olup bitenlere yönelik merakı da
artar. Çevresinde olayları anlayabilmek için sürekli sorular sorar, girişimlerde bulunur.
Cinsiyet farklılıkları da bu yaşta keşfedilerek bu konuda da sorular sorulur. Çocuğun sorduğu
sorular yüzünden azarlamak, araştırma ve girişimlerine engel olmak, çocukta suçluluk
duygularının gelişmesine neden olacaktır.
Bu dönemde yetişkinlerin dünyasını da merak etmeye başlayan çocuk, çevresindeki büyükleri de
izlemeye başlar. Ancak kendi fiziksel yapısının ufaklığı, yetişkini adeta birer "dev" gibi
algılamasına neden olur. Çocukların bu dönemde hayal dünyaları da oldukça geniştir. Bazı
çocuklar hayallerinde asla anne-babaları gibi olmayacaklarından, büyüdüklerinde de hep böyle
küçük kalacaklarından korkabilirler. Çocuğu sürekli eleştiren, soruları ve eylemleri için suçlayan
bir yetişkin tutumu, çocuğun suçlanmasına, kendi davranışlarını daima hatalı bulmasına yol açar
ve "Asla büyükler gibi olamayacağım" türden korkular geliştirmesine neden olabilir. Suçlanmanın
bir başka yanı ise girişimciliğin engellenmesidir. Suçlanan çocuk araştırmadan vazgeçerek kendi
kabuğuna çekilebilir.
Çocuğun araştırma girişimlerini destekleyerek, sorduğu sorulara anlayabileceği biçimde uygun
cevaplar veren, sevecen ve ilgili yetişkin modeller olan anne-babalar, çocuğun bu dönemi
başarıyla atlatarak bir sonraki döneme ilerlemelerine yardımcı olurlar.
Anaokullarının Psiko-Sosyal Gelişime Etkisi
3-6 yaşları arasına denk gelen anaokulu yılları ile, psiko-sosyal gelişim dönemlerinden
girişimciliğe karşı suçluluk karmaşasının yaşandığı dönem, birbirleriyle çakışmaktadır.
Erikson'a göre okul öncesi dönemde sağlanan uygun çevresel koşullar kendine güven,
bağımsızlık, özerklik, girişimcilik gibi kişilik gelişimini olumlu yönde etkileyen duyguların
kazanılmasında büyük önem taşımaktadır.

İLKOKUL DÖNEMİ

4- Çalışma ve Başarılı Olmaya Karşılık Aşağılık Duygusu


Bu dönemde ilkokula başlayan çocuk için artık oyun oynamak eski çekiciliğini kaybetmiş yerini
bir şeyler üretmek, yaptığı işlerle başarılı olmak isteği almıştır Yaptığı işler için beğeni toplamak,
arkadaşları ve yetişkinler tarafından takdir edilmek, bu dönemdeki çocukların fiziksel ve zihinsel
kapasiteleri açısından da artık yeni şeyler öğrenmeye ve üretmeye hazırdırlar.

Bu dönemde çocuklarda çalışma isteği yaratmak ve onlara başarı duygusunu tattırmak büyük
önem taşımaktadır. Erıkson, çocukları "ben başarılıyım" duygusunu yaşamaların ana-baba
tutumlarının yanı sıra, okul ortamına da sorumluluk yüklemekte. Çocukların yaptıkları işleri takdir
eden, başarılı olabileceği alanlarda çocuğun kendini sınamasına olanak veren anne-baba ve
öğretmenler, bu gelişim döneminde yer alan başarılı olmaya karşı aşağılık duygularına kapılma
karmaşasının üstesinden gelinmesinde çocuğa yardımcı olurlar "Ben başarılıyım" inancı ile kişilik
gelişimi olumlu olarak etkilenmiş çocuk bir sonraki gelişim dönemine güvenle girer Aksi halde
kendisi, yeterince başarılı olarak algılamayan, yaptığı işler ve çalışmalar çoğunlukla akranları ve
yetişkinler tarafından onaylanmayan çocuklarda aşağılık duygusunun tohumları kişilik yapısına
eklenmiş olmaktadır.

İlkokullar ve Psiko-Sosyal Gelişim


Okul çağına giren çocuklar günlerinin büyük bir kısmını okulda öğretmenleri, ve arkadaşlarıyla
geçirmeye başlarlar. Okul yaşamında, derslerinde başarılı olma, çocuğun kendine güvenmesi
açısından önemli olmaktadır.
Doğal olarak kişiler yetenekli oldukları alanlarda daha kolay başarılı olurlar. Okulda, çocuğun
kendisini tanımasına, yeteneklerinin farkına varmasına rehberlik yapmak gerekir. Yetenekli
olduğu alanda çalışma olanaklar, sağlanarak çocuğa başarıyı tattırmak çocuğun kişilik gelişimine
olumlu katkılarda bulunacaktır.
İlkokulda başarılı olmanın sadece türkçe, matematik gibi temel derslerdeki başarıya bağlı
olmadığını unutmamak gerekir. Öğrencilerin bazıları matematikte, bazıları beden eğitiminde
daha iyidir. Bazı çocuklar da sosyal ilişkilerde çok başarılıdırlar. Kısaca, eğer araştırılacak olursa,
her çocuğun başarılı olabileceği bir alan mutlaka bulunabilir. Ancak, öğretmenlerin, öğrencilerinin
başarılı olabilecekleri alanları keşfedebilmeleri için,
iyi birer gözlemci olmaları, gelişim dönemlerine uygun olarak hazırlanmış farklı ortamlarda,
öğrencilerini izlemeleri gerekir.
Öte yandan öğrencinin başarılı olması kadar başarılarının farkında olması da önem taşımaktadır.
Ayırım yapmadan her öğrenciyi desteklemek, özellikle güvensiz öğrencilerin küçük ilerlemelerinin
bile farkına varıp, bunu öğrenciye iletmek, psiko-sosyal gelişimi olumlu yönde etkileyecektir.

ERGENLİK DÖNEMİ - ORTAOKUL LİSE YILLARI

5- Kimliğe Karşı Kimlik Bocalaması


Ergenlik dönemi çocukluktan yetişkinliğe doğru bir geçiş dönemi olarak kabul edilmektedir.
Ortaokul-lise yılları arasında denk gelen ergenlik dönemi sırasında, organizmada gerçekleşen
fizyolojik ve biyolojik değişiklikler, bu çağa bir olarak giren bireyi, dönemin sonunda genç bir
yetişkin biçimine dönüştürür. Kuşkusuz küçük çocuğu, genç bir yetişkin yapan değişiklikler
sadece fizyolojik ya da biyolojik etkenlere bağlı değildir. Bilişsel yapıdaki gelişme, zihinsel
yetilerin olgunlaşması, dış dünyayı algılama ve kavramada değişikliklere yol açar.
Kısaca bu dönemde hem çocuğun kendisini ve dünyayı algılayışı hem de diğer insanların çocuğu
algılayışı eskisi gibi değildir. Eskiden hep çocuk olarak algılanırken, şimdi kimi zaman çocuk kimi
zaman da yetişkin olarak nitelendirilmektedir. Tüm bu etkenler çocuğu, bir kimlik aramaya doğru
itmekte ve sonuçta çocuk ergenlik dönemini ya "kimliğini kazanmış" olarak ya da "kimlik
karmaşası" ile atlatacaktır.
Ergenlik döneminde kimlik arayışı başlamasına karşın, dönemin sonunda mutlaka kimlik
duygusunun kazanılmış olması da gerekmez. Bazı durumlarda kimliğin kazanılması sonraki
gelişim dönemlerine ertelenmiş olabilir. Her ergen bu dönemde belirli ölçülerde kimlik
oluşturmakta, ancak bazı ergenlerde bocalamanın şiddeti daha fazla olmaktadır.

Kimlik bocalamasına yol açan etkenler üç grupta toplanabilir:


1. Düşünce sistemindeki değişiklikler
2. Cinsel rollerdeki değişmeler
3. Meslek seçimine yönelme.

Düşünce sistemindeki değişiklikler: Ergenlik çağıyla birlikte, ergende fiziksel açıdan olduğu kadar
bilişsel açıdan ortaya çıkan değişiklikler de dikkati çekmeye başlar. Pi-aget'nin görüşüne göre
bilişsel gelişim birbirlerinden niteliksel farklılıklar gösteren dönemlerle hiyerarşik bir sıra izleyen
bir süreç içinde kendini gösterir. Bilişsel gelişimde en son ulaşıma dönem "soyut işlemler"
dönemidir ve bireylerin bu döneme erişme yaşları,ergenlik çağına girdiği dönemle çakışır. Bu
döneme kadar olaylar arası ilişkiler ve neden sonuç bağlantılarını, ancak somut işlemler
çerçevesinde kavrayan ve düz bir mantıkla bilişsel işlemler yapan çocuklar, bir olaya bakış
açılarının farklı olabileceğini anlık problemlerin değişik biçimlerde çözümlenebileceğini görmeye,
analiz, sentez, transfer, tümevarım, genelleme gibi üst düzeydeki bilişsel işlemleri yapabilmeye
başlarlar.

Ancak soyut işlemler dönemine ergenlerin hepsinin aynı anda girmedikleri gibi, bir bilişsel gelişim
döneminden ötekine geçiş de aniden değil, belirli bir süreç içinde gerçekleşir. Bu geçiş süreci
içerisindeki ergenler ise, çevrelerinde olup bitenlere ilişkin fikir yürütülürken, "ergenlik dönemi
tarzı" denilebilecek bir mantık işletmektedirler. Bu mantık işletme tarzının bir özelliği "işlem
öncesi" bilişsel gelişim düzeyinin, bir özelliği olan "ben-merkezci" düşüncenin yeniden ortaya
çıkmasıdır. Ergen için önemli olanın kendi düşünceleri ve kendisinin dünyayı algılayış biçimi
olması da, bu düşünce tarzının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Ergen bu dönemde kendi kendisini
çok eleştirir, kendisini çok eleştirdiği, için de, herkes tarafından eleştirildiğini sanır. Sanki,
herkesin dikkati onun üzerindedir, herkes onun dış görünüşüne çok önem vermektedir.

Ergenin ben-merkezci düşünce biçiminin diğer bir özelliği de, kendi düşüncesinin, kendi
inançlarının en doğru, en orijinal olduğunu sanmasıdır. Anlaşılabileceği gibi ergen bir çelişkiler
dünyasında yaşamaktadır. Bir yandan, çevresindekilerin kendisine ilişkin düşüncelerine çok önem
verirken, bir yandan da kendisini "herkesten daha akıllı" olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı,
ergen yetişkinliğe doğru ilerleyip, kendine uygun bir kimlik geliştirdikçe azalmaya başlar.
Kimliğini kazanması, bir yetişkin olabilmesi için ergenin başlangıçta bir yetişkin modele
gereksinimi vardır. Çevresinde,güvendiği, sevdiği, kendisini yargılamadığına, olduğu gibi kabul
ettiğine inandığı bir yetişkin bulunduğunda, önceleri ona benzemek, onun gibi olmak ister.
Ancak, anne baba, öğretmen gibi yakın çevresindeki 'yetişkinler tarafından sürekli eleştiriliyor,
davranışları yargılanıyorsa, büyüklerin "kendisini anlamadıklarına" olan inancı pekişerek onlardan
uzaklaşır. Kendisini aralarında rahat edebileceği, anlayış ve hoşgörü bulabileceği en yakın gruba
yöneltir. Çevremizde gözleyerek ya da kitle iletişim araçları yoluyla olduğumuz gibi çetelerin
içine giren, tarikatlara katılan gençler, kimlik bulma krizinde başarılı olmayanlara örnek olarak
verilebilir. Ergen, eğer kendisine yakınlık gösteren hiç kin bulamazsa, bu defa tek başına kalıp
içine kapanarak patolojik davranış örüntüleri geliştirmeye başlayabilir.
Anlaşıldığı gibi ergenler, kendilerini olduğu gibi kabul eden, sevgi, saygı gösteren, güven ve
destek veren modelleri ile karşılaşma şansına sahip olurlarsa, sağlıklıklı bir kimlik geliştirebilirler
Aksi halde kimlik arayışı ya da kimlik karmaşası uzun yıllar boyu devam eder.

Cinsel rollerdeki değişmeler: Ergenlik dönemine gelindiğinde, fiziksel olarak bedende erkek
ve dişi özelliklerinin belirginleşmesi ile birlikte, kadın ya da erkek cinsel rollerinin benimsenerek
kimliğe katma işlemi hızlanır.
Hızla değişen sosyo-ekonomik koşullar, geleneksel cinsel rollerdeki değişiklikleri de beraberinde
getirmişlerdir. Elli yıl geriye gittiğinizde toplumumuzda kadın ve erkek rollerinin 'çok daha
belirgin olduğunu görebilirsiniz, o dönemlerde kız çocukları genellikle okullarını bitirince
evlenirler, anne ve ev kadını olurlardı. Meslek sahibi kadın sayısı gü
nümüze oranla çok daha sınırlı idi. Erkek çocukları ise okurlar evlerinin ekonomik sorumluluğunu
yüklenirlerdi.
Günümüzde cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargılar oldukça değişmiş durumdadır. Kadınlar iş ve
meslek yaşamında yüklendikleri sorumluluklarla geleneksel olarak erkeklere has olduğu
düşünülen rolleri de üslen-meye, erkekler ise ev işlerinde ve çocuk bakımından sorumlulukları
eşleriyle paylaşmaya başladılar. Dolayısıyla kadın ve erkek rolleri arasındaki farklılıklar
günümüzde gitgide azalıyor gibi görünmektedir.
Bireyin geliştireceği cinsiyet rolleri içinde yaşadığı toplum ve ailesi tarafından
benimsenmektedir.Yapılan araştırmalar kadın ya da erkek cinsiyetine ait olarak kabul edilen ve
çoğunluk tarafından benimsenen cinsiyet rolleri ile ilgili kalıp yargıların bulunduğunu
göstermektedir.
Bu kalıp yargılar cinsiyet rolünün kazanılmasında da etkili olmakta, bireyler kendi cinsiyetlerine
ilişkin kalıp yargılara uygun davranma eğilimi göstermektedirler. Günümüzde gençler arasında
cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargıların yaygın olduğu görülmektedir. Bu duruma bağlı olarak
ergenler, cinsiyetler arasında bir farklılık olmadığını düşünmelerine karşın, kendi cinsiyetlerine
has olan özelliklerden sıyrılamamışlardır. Bu ikilem de ergenleri, eskiye oranla cinsiyet rollerine
uygun davranışları benimsemede güçlüğe, dolayısıyla kimlik kazanmada daha çok bocalamaya
itmiş görünmektedir
Ergenlere, kimlik bocalamasının üstesinden gelebilmeleri için, önyargılardan etkilenmeden kendi
yetenek ve ilgilerini uygun davranış özelliklerini benimsemelerinde yardımcı olunabilir. Kadın ve
erkek cinsiyet rollerine ilişkin görüşler iki grupta toplanabilir. Bu görüşlerden birisi, kadın ve
erkek cinsiyet rollerinin tek boyutlu olduğunu, yani bireyin sadece kadın ve sadece erkek cinsiyet
rollerine sahip olabileceğini savunmaktadır. Diğer görüş ise kadın ve erkek cinsiyet rollerinin iki
ayrı boyutta olduğunu ve bir bireyin değişik ölçülerde kadınsı ve erkeksi özelliklere ayni anda
sahip olabileceğini savunmaktadır. Kadın ya da erkek kendi cinsiyetini reddetmeden, her iki
cinsiyetin kimliğine ilişkin bir rol karmaşasına düşmeden her iki cinse ait işleri de
yapabilir.Örneğin bir kadın taksi şoförü olabilirken bir erkek ev işlerinde de sorumluluklar
yüklenir.

Androjen davranışlar ana-babalar ve öğretmenler tarafından teşvik edilecek olursa, ergenlerin


nasıl bir cinsiyet rolü edineceklerine ilişkin bocalama azalacaktır. Böylece de kız öğrencilerin
eğitim ve mesleklerinde ilerleme için daha güdülenmiş, erkek öğrencilerin ise kendilerine
başkalarının duygularına karşı daha açık, insanlara karşı daha yumuşak ve sevecen olmalarına da
yardımcı olunabilir.
Erikson'un özdeşim kurma ve kimlik karmaşası üzerine görüşleri, ergen davranışını anlamamızı
kolaylaştırmaktadır. Özellikle lise öğrencilerinin bir bölümü karar vermenin bunaltısı, cinsel
rollere yönelik karmaşa, hatta psiko-sosyal bir erteleme süreci yüzünden derslere ilgilerini
kaybedebilirler. Öğrenciye yakın anlayışlı bir öğretmen tutumu ve okul aile işbirliği ile gence
verilen psikolojik destek ve rehberlik, bu dönemde olumsuz bir kimliğe yönelmeyi önleyecektir

YETİŞKİNLİK DÖNEMİ

6- Yakınlığa Karşı Uzaklık (Yalıtılmışlık):


Eğer birey ergenlik başarıyla geçirebilmesi için gerekli yapı taşlarına sahip demektir. Bu
dönemde, başkaları ile yakın ilişkiler kurabilme yeteneğinin kazanılmış olması gerekir. Genç bu
yeteneği kazanmış ise, karşı cinsle ilişkiler kurup bir aile olmaya doğru yönelir.
Erikson yakınlığı kimliklerin kaynaşması olarak tanımlar.
Ona göre yakınlık, süreç içinde kendini yitirme korkusu olmaksızın bir başkasıyla paylaşabilme ve
bir başkasını sevebilme yetişidir. Burada da, kimlikte olduğu gibi, toplumsal koşullar yakınlık
duygusunun gelişimine yardım edebilir ya da bu gelişmeye ket vurabilir. Yakınlık cinselliği
içermek zorunda değildir, arkadaşlar arasındaki ilişkiyi içerir En tehlikeli koşullar altında birlikte
dövüşmüş askerler birbirlerine karşı, yakınlığı en geniş anlamıyla örnekleyen, bir bağlılık duygusu
geliştirirler. Yakın bireyler derin ve uzun süreli sevgi ilişkileri kurar ve sürdürürler. Sevgiyi
zorunluluklar ve bağlar olmaksızın sunarlar. Eğer, arkadaşlarla ya da evlilikte eşle bir yakınlık
duygusu kurulup geliştiril-memişse, Erikson'a göre, sonuç, bir yalıtılmışlık, paylaşmak ya da bakıp
sevmek için kimsesi olmamak yani yalnızlık duygusudur.
Birey eğer bu dönemde, diğer insanlarla yakın ilişkiler kurmayı başaramaz ise insanlardan uzak
kalmayı görev ve zorunluluk gerektirecek işlerden kaçınmayı tercih eder. Bu durum yalnızlık
duygusunun benliğe hakim olmasına yol açar.

7- özgeciliğe Karşı Kendine Dönüklük:


Yedinci evre orta yaş ya da aşağı yukarı, ailedeki çocukların ergenliğe ulaştığı ve ana-babanın iş
ve mesleklerinde yerleştikleri dönemin bir ucunda özgecilik, öbür ucunda da kendine dönüklük ve
durgunluk duyguları bulunan yeni bir boyutu birlikte getirir.
Özgecilikte, Erikson, kişinin dar anlamda, ailesinin ve ötesindeki gelecek ara bu kuşakların içinde
yaşayacağı toplumla ilgilenmeye başlamasını anlatmak ister.

8- Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk:


Erikson'un evreler şemasında sekizinci ve son evre aşağı yukarı bireyin temel çabalarının
tamamlanmak üzere olduğu, ciddi düşüncelere zaman bulunduğu varsa torunlarla hoş zaman
geçirildiği döneme rastlar. Bu dönemde öncelik kazanan boyut bir ucunda benlik bütünlüğü öteki
ucunda ise umutsuzluk duygusu yer alır Benlik bütünlüğü duygusu, geçmişe yüksek bir
doygunlukla bakabilme yetisinden doğar. Kişiliğe en uygun yaşam biçimini bulabilen bireyler
bütünlük duygusuna sahip olurlar. Böylece yaşlandıklarında, geçmişlerini tümüyle gözden
geçirerek, geride bıraktıkları yaşantıdan o güne değin ürettiklerinden hoşnut olurlar.
ROGERS VE BENLİK KURAMI
Cari Rogers, insan doğasını temelde olumlu ve yapıcı olarak kabul eden, insanın tek başına
değerliliğini ve gücünü esas alan insancı (hürna-nistik) yaklaşımın başlatıcısı ve
temsilcilerindendir. Rogers ve Maslow gibi insancı yaklaşımı benimsemiş psikologlar kişilik
gelişimini açıklarken, benlik yapısı üzerinde durmaktadırlar.

Benlik Yapısını Etkileyen Etmenler


İnsancı görüşe sahip psikologlara göre özben ve benlik tasarımı içsel yaşantılar kaynaklarını
özbenden almaktadırlar İnsanların tümü özbenleri açısından bazı yönleri ile birbirlerine
benzerlerken bazı yönleri ile de birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Yeme, içme cinsel gereksinmeler
gibi fizyolojik özellikler, sevilme, güven duyma, başarılı olma gibi psikolojik özellikler açısından
tüm insanlar birbirlerine benzerlerken, müzik, resim, sözel yetenekleri gibi kişisel güçler
açısından da birbirlerinden farklılık göstermektedirler. Özben, yapı olarak "kötü" değil "iyi"ye
yöneliktir. Kötü olarak nitelendirilen tutum düşünce ve davranışlar temel gereksinimlerin
doyurulmaması sonucu oluşur.
Benlik tasarımı ile kastedilen ise, çok genel olarak kişinin kendisini algılayış biçimidir. Kişinin
kendi görüşüne göre özelliklerinin, yeteneklerinin, duygu, düşünce, inanç ve tutumlarının dinamik
bir görüntüsü olarak tanımlanabilecek benlik tasarımı, doğuştan başlayan bir süreç içinde yavaş
yavaş biçimlenmektedir. Benlik tasarımının dinamik bir yapıya sahip olması geçirilen yaşantılara
bağlı olarak kişinin benlik tasarımında değişmeler olabileceğini ifade etmektedir.

Rogers'in Eğitim Üzerine Görüşleri


Psikolojik danışmanın, danışma süreci sırasında sağladığı ortama benzer bir ortam öğretmen
tarafından da sağlanabilir. Rogers belirli koşulların sağlandığı bir sınıf ortamının, öğrencinin bir
bütün olarak gelişmesini kolaylaştıracağını ifade etmektedir.
Öğrenciler en kendilerini rahat hissettikleri bir sınıf ortamında öğrenmeye açık olurlar. Yaratıcı ve
araştırıcı yönleri harekete geçer. Sınıf ortamının öğrenmeye açık bir hale getirilmesinde anahtar
kişi öğretmendir. Öğretmenin kabul edici, empatik ve yargılayıcı olmayan tutumu önem
taşımaktadır. Öğretmen her öğrenciye değerli ve yetenekli olduğunu hissettirmeli, kendi
sorumluluğunu üstlenmesi için, öğrenciyi teşvik etmelidir Bütün bunların yerine getirilebilmesi
için, kuşkusuz öğretmenin alanına bir biçimde öğrencilerine bilgi aktarması ve onları sadece
yüzeysel bir biçimde tanıması yeterli olmamaktadır. Öğrencilerin tutumları, değerleri, duyguları,
dünyayı algılayış biçimleri ile tanınabilmesi için çaba göstermelidir.
Öğrenciyi tanıdıkça ve onu anladıkça anlaşıldığı ve koşulsuz olarak kabul edildiği öğrenciye
hissettirildikçe, öğrencinin de içgörü kazanarak kendini keşfetmesi kolaylaşacaktır.

Rogers'in eğitim üzerine görüşlerini okudukça, bazı noktalara ilişkin sorularımız oluşmuş olabilir.
Bunlardan bir tanesi öğrenciyi hiç kısıtlamadan tümüyle özgür bırakmanın sakıncalı olup olmadığı
olabilir. Rogers da öğrenciyi başlangıçta tümüyle özgür bırakmanın sakıncalarını kabul eder.
Bunun yerine derece derece, öğrencilerin uyum sağlayabilme düzeyleri ile orantılı bir artış içinde
özgürlük tanınmasını önerir.

MASLOW VE KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME TEORİSİ


İnsancı görüşün (hümanistik) önemli temsilcilerinden biri de Maslovv'dur. "Kendini
Gerçekleştirme" kavramını ilk kez kullanan
Maslovv her insanın değerli kendine özgü duyarlı ve iyiye yönelik bir özbene sahip olduğu
görüşünde Rogers ile birleşmektedir. Maslovv' un inancına göre olanak sağlandığında, her insan
eninde sonunda kendini gerçekleştirerek, gizil güçlerinin farkına varacaktır. Maslovv'un
çalışmaları sağlıklı kişiliğin nasıl oluştuğu üzerinde odaklaşmıştır Sağlıklı bir kişiliğin gelişebilmesi
için gerekli olan gereksinmelerden oluşan piramit biçiminde bir gereksinmeler hiyerarşisi ortaya
koymuştur. Bu gereksinmelerin en tepesinde kendini gerçekleştirme gereksinmesi bulunmaktadır
Ancak kişinin kendini gerçekleştirmek için güdülenebilmesi, daha alt basamaklarda yer alan
fizyolojik güvenlik ait olma ve saygınlık sağlama ile ilgili temel gereksinmelerin yeterince
sağlamasına bağlıdır Temel gereksinmelerine doyum sağlayan insan kendini gitgide daha özgür
ve iyi hissedecek sonuçta kendisinde varolan tüm potansiyelleri açığa çıkaracaktır Yanı gerçek
anlamda 'kendisi olacak Maslovv'un deyimiyle "neyi olabilirlerse onu olmalılar", sözünü yerine
getirecektir. Psikopatoloji insanın temel, doğal kendini gerçekleştirici yapısı engellendiğinde
ortaya çıkar İyi ve doğru olan bu gerçekleşme eğiliminin desteklenmesi kötü olana ise ket
vurulmasıdır.

Maslovv'un piramidiyle ilgili önemli noktalar:


1. Üst düzeydeki bir gidebilmek için alt düzeydeki bütün güdülerin doyuma ulaşması gerekliliği
yoktur. Belirli bir derecedeki doyumluluk insanı öbür düzeye hazır hale getirebilir
2. Düzeyler arasında bireyden bireye farklılıklar olabilir, bazı kimseler için sosyal ilişkiler kurarak
insanlarla yakınlaşma güdüsü emniyet ve korunmadan daha önce gelebilir
3. İnsanların içinde bulunduğu aile ortamı ve kültürün değerleri hangi düzeydeki güdülerin daha
belirgin ve baskın rol oynayacağını saptar.

Kendini Gerçekleştiren İnsanların Özellikleri


Maslovv, kendini gerçekleştirme ve büyüme gereksinmesine üzerine yaptığı çalışmalarda,
kendini gerçekleştirme sürecine giren insanların, ortalama insanlardan daha farklı özellikler
taşıdığını ifade etmektedir Bu insanlar psikolojik açıdan sağlıklıdırlar. Psikolojik açıdan sağlıklı
olmanın ne anlama geldiğinin tam ve kesin bir tanımı yoktur Ancak psikolojik sağlığın ne
olduğunu bir parça so-mutlaştırabilmek için, Maslovv'un kendini gerçekleştiren insanların
özelliklerine ilişkin belirlediği aşağıda kısaca özetlenmiştir.

1. Kendilerini ve doğayı olduğu gibi kabul ederler. Sağlığı yerinde olan kimseler kendilerini
kuvvetli ve zayıf yönleri ile olduğu gibi kabul ederler, kendilerinden hoşnutturlar. Ancak
kendinden hoşnut olma, kendini beğenmişlikle aynı anlamda değildir. Psikolojik sağlığı yerinde
olan insanların kendilerine olduğu kadar başka insanlara da saygıları vardır, Diğer insanların
farklı duygu ve düşüncelerini hoşgörü ile karşılayarak, onları da oldukları gibi kabul ederler.

2. Gerçeği olduğu gibi algılayıp içinde bulunduktan ortama, içinde bulundukları koşulları
önyargısız, olduklan gibi algılarlar. Bu nedenle geleceğe yönelik, uygun tahminlerde
bulunabilirler. Çevresel koşullan çevrelerinde bulunan kişi özellikler, ile birlikte olduğu gibi kabul
edebilirler, eksikliklerinden ve hatalarından aşırı düzeyde rahatsız olmazlar.

3. Daha derin kişiler arası ilişkiler kurabilirler. Kendini gerçekleştiren kişi herkese karşı sevgi ve
sempati duyabilirler. Kendilerine güvenli oldukları için başka insanlarla derin ve seveceni ilişkiler
kurmakta zorlanmazlar.

4. Yaşamdan gerçekten doyum alırlar. Buinsanlar yeni güne keyifle başlayabilirler.

5. Özerk bir yapıları vardır. Çevrelerinden bağımsızdırlar. Temel gereksinmelerini gidermiş


oldukları için kişisel psikolojik büyümelerine yönelik güdülerine uygun davranırlar Düşünce ve
davranışlarında bağımsızdırlar neyin doğru neyin yanlış olduğuna kendi özerk değerler sistemine
uygun olarak karar verirler Yaşamlarında kendi ayakları üzerinde dururlar.

6. Yaratıcıdırlar. Kendilerine güvenleri tam olduğu için hemen düşünüp, üretebilirler.

7. Sıklıkla doruk yaşantılar geçirebilirler.


Doruk yaşantısı ile yaşantısının anlamı kavradığı coşku dolu anlardır Derin estetik yaşantılar
yaratıcılık anları sevginin en yoğun hissedildiği anlar doruk yaşantılara örnekler olarak verilebilir.
Geçirilen böyle doruk yaşantılar kendini gerçekleştirmenin geçici anları olarak kabul edilmektedir.

8. Demokratik bir kişilik yapısına sahiptirler. Bilgilerinin sınırlı olduğuna, her zaman herkesten bir
şeyler öğrenebileceklerine inanırlar Koşulları ne olursa olsun her insana saygılıdırlar, onların
görüş ve isteklerini dikkate almaya açıktırlar.

9. Kendiliğinden, doğal davranırlar. Yapmacık davranışlara bürünmek gereğini hissetmezler,


içlerinden geldiği gibi doğal ve saydamdırlar.

10. Kendileri dışında sorunlarla da ilgilenirler. Kendileri dışında, diğer insanlara da katkıda
bulunabilecek bir amaçları vardır. Düşünceleri kişisel olmaktan çok evrenseldir.

11- Amaçlar ve araçlar arasındaki uygun ayınmlan yapabilirler. Davranışları amaca yöneliktir.
Varmak istedikleri amaçlar da "insanlığın özgürlüğü" gibi daha soyut ve üs düzey kavramlardır.
Araçları amaca ulaşmak için kullanırlar. Örneğin "para" onlar için, sadece amaca ulaşmalarına
yardım edebilecek bir araçtır.

12. Yalnız kalabilme gücüne sahiptirler. Zaman zaman tek başına kalmaktan hoşlanırlar. Kendi
kendilerine yetebilen insanlardır.

13. İnsanlarla birlikte olmaktan hoşlanırlar, ancak toplumsal kalıplara karşı çıkarlar.
İnsanlara yardımcı olmaktan, onlarla birlikte olmaktan da zevk alırlar. Ancak kendi davranışlarının
toplumsal etkiler tarafından biçim-lendirilmesinden hoşnut olmazlar.

14. Düşmanca olmayan bir mizah anlayışına sahiptirler. En sıkıntılı anlarda bile gülünebilecek bir
şeyler bulabilirler. Olayların gülünecek yanlarına hemen bulup çıkarabilirler. Ancak yaptıkları
espriler başkalarını küçültücü değildir. Yukarıda değinilen özellikler Maslovv'a göre psikolojik
sağlığı yerinde, kendini gerçekleştirmiş insanların 'özellikleridir. Ancak hemen eklemek gerekir ki,
çok az sayıda insan, bu özelliklerin tümünü kişiliğinde toplamaktadır.

KISACA:
Bireyi diğer kişilerden ayıran, bireye özgü ve tutarlı olarak gösterilen davranış özelliklerinin
kişiliği oluşturduğu kabul edilmektedir. Bazı psikologlara göre kişilik gelişimi farklı dönemler
içinde ortaya çıkmakta ve bireyin belli bir dönemdeki kişilik özellikleri, onun diğer gelişim
özellikleriyle ilişkili bir biçimde oluşmaktadır.
Kişilik gelişimini açıklayan kuramlar içinde adı en çok duyulanlardan biri, Sigmund Fre-ud'un
psikoanalitik temele dayanan kişilik kuramıdır. Freud'a göre yeni doğmuş bebekler farklı
aşamalardan geçerek kişiliklerini geliştirirler. Oral, Anal, Fallik, Latans ve Genital dönem olmak
üzere beş aşamada ortaya çıkan kişilik gelişimi dönemlerine, psikoseksüel gelişim dönemleri adı
verilmektedir. Psikoanalitik kuramda, yaşamın ilk altı yılına denk gelen oral, anal ve fallik gelişim
dönemlerinde geçirilen yaşantıların önemleri vurgulanarak, o dönemlerde geçirilen yaşantıların
izlerinin hiçbir zaman tümüyle yok olmadığı ve yetişkinlik yıllarında da davranışları etkilemeye
devam ettiği öne sürülmektedir.
Kişilik gelişimini dönemler içinde ele alan bir başka kuramcı Erikson'a göre de kişilik gelişimi
dönemleri, temellerinin biyolojik olarak belirlendiği hiyerarşik bir sıra içinde ortaya çıkmaktadır.
Kişiliğin oluşmasında olgunlaşma ile birlikte geçirilen yaşantıların etkisi de büyük olmaktadır.
Yaşamı boyunca birey, gelişim dönemlerinin her birinde, o gelişim dönemine has bir karmaşa ile
yüz yüze gelir. Birey bu karmaşanın üstesinden gelecek olursa, benliğine yeni bir özellik
kazandırarak, bir sonraki döneme daha da güçlenmiş olarak geçer. Erikson'un Psiko-Sos-yal
Gelişim Dönemleri olarak adlandırılan kişilik gelişimi dönemleri içinde yaşanılan karmaşalar şöyle
sıralanabilir:

Temel güvene karşı güvensizlik (0-1 yaş),


Özerkliğe karşı kuşku ve utanç (2-6 yaş),
Girişimciliğe karşı suçluluk (4-6 yaş),
Çalışma ve başarılı olmaya karşı aşağılık duygusu (7-11 yaş),
Kimliğe karşı kimlik bocalaması (12-17 yaş),
Yakınlığa karşı uzaklık (ilk yetişkinlik dönemi),
Üreticiliğe karşı durgunluk (yetişkinlik dönemi),
Benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk (olgunluk dönemi).
Rogers ve Maslovv gibi insancı yaklaşımın temsilcileri olan kuramcılar ise, kişilik gelişimini
açıklarken, benlik yapısı üzerinde durmaktadırlar. Benlik yapısını özben ve benlik tasarımı bir
arada oluşturmaktadırlar. İnsancı yaklaşıma göre her insanın benlik yapısının temelinde doğuştan
getirdiği olumlu, iyi, yaratıcı,özellikler bulunmaktadır.Geçirilen yaşantılar uygun olduğunda ,bu
özellikler açığa çıkarak bireyin kendini gerçekleştirmesi söz konusu olabilir.

AHLAK GELİŞİMİ

Hepimiz zaman zaman çevremizdeki insanların davranışlarını eleştiririz. Eleştirdiğimiz kişi hiç
karşılaşmadığımız bir politikacı olabileceği gibi, çok yakın bir arkadaşımız da olabilir. Aynı
biçimde, bazı davranışlarımız çevremizdekiler tarafından hoş karşılanırken, bazıları da
onaylanmayabilir. Hatta zaman zaman kendi kendimize bile "Acaba doğru mu davranıyorum?"
diye sorabiliriz.
Her insanda "doğru .ya da yanlış", "iyi ya da kötü", "yapılması hoş karşılanabilen ya da hiçbir
şekilde kabul edilemeyen" davranışların neler olduğuna ilişkin yargılar bulunmaktadır. Bu
yargılar; bireyin kendi davranış ve eylemlerini de belirleyen, neleri yapıp, neleri yapmaması
gerektiği konusundaki, bireye özgü inançlar ve değerler sisteminden kaynaklanmaktadırlar .

Bireyde varolan değerler sistemi, gelişimsel bir süreç içinde, ortaya çıkmaktadır. Ahlak gelişimi
de denilebilecek bu süreç, birçok psikologun ilgi alanı içine girmiştir.
Ahlak gelişimine yönelik olarak ilk açıklamalardan biri, süperegonun psikoanalitik kuram
çerçevesindeki oluşumudur. Süperego ilk başta, ana baba tarafından konulan kuralların ve
yasakların içselleştirilmesi ile oluşmaya başlar. Kurallara uyan davranışlar doğru, uymayanlar ise
yanlış olarak kabul edilir. Zaman içinde ana babanın koyduğu kural ve yasakların yanı sıra
toplumun onayladığı davranışlar doğru, onaylanmayan davranışlar da yanlış olarak
içselleştirilerek süperegonun oluşumu tamamlanır. Süperego bireyde var olan değerler sisteminin
kaynağı olur.
Davranışçı görüşe sahip psikologlar da ahlaki yargıların nasıl oluştuğu üzerinde durmuşlardır.
Onlara göre ahlaki yargılar, bireyin dışındaki etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadırlar. Ahlak
uygulaması ve kaçınılması gereken bir seri davranışlardır. Bu davranışlar çoğunlukla çevrenin
kabul ve reddi olarak ortaya çıkan ödül ve cezalarla elde edilir. Davranışçı yaklaşıma göre
genelde onay gören ve pekiştirilen davranışlar "doğru", hoş görülmeyen davranışlar ise "yanlış"
olarak kabul edilmektedir.

Psikoanalitik görüş ile davranışçı görüş doğru ya da yanlışa ilişkin yargıların nasıl ortaya çıktığını
açıklamaya çalışmakla birlikte, ahlaki gelişim üzerinde fazla durmamışlardır.Bilişsel gelişim ile
ilgilenen bazı kuramcılar ahlak gelişimi üzerinde de durarak bilişsel gelişim gibi ahlak gelişimini
de birbirinden niteliksel farklılıklar taşıyan belirli dönemler içinde ortaya çıktığını öne
sürmektedirler Bu yaklaşım ahlak gelişimini zihinsel bir işlev olarak kabul eder.

JEAN PÎAGET VE AHLAK GELİŞİMİ


Piaget'ye göre ahlak gelişimi bilişsel gelişime paralel göstererek, birbirlerinden farklı nitelikler
taşıyan ve hiyerarşik bir sıra izleyen dönemler içinde ortaya çıkmakta Yaşı ne olursa olsun her
bireyin bilişsel gelişiminin en son basamaklarına kadar ulaşabilmesi beklenmemektedir Biyolojik
olgunlaşma ile öğrenme yaşantıları birlikte bilişsel gelişimde ulaşılabilecek düzey üzerinde
belirleyici olmaktadır.
Çocukların düşünce biçimlerini her yönüyle inceleyen Piaget, çocukların doğru ve yanlışa ilişkin
yargılarını yaşlarına bağlı olarak değiştiğini gözlemlemiştir Ayni şekilde kuralların yorumlanış
biçimleri de yaşlara göre değişiklikler göstermektedir.
Çocuklar 7 yaşlarına 'kadar, başka çocukları izleyerek öğrendiği oyunları oynamakta bu arada ne
anlama geldiğinin farkına varmadan kurallara uygun davranışları da taklit etmektedirler. 7-10 yaş
arasındakiler ise oyunlarda kuralların ne anlama geldiğini kavramaya başlamaktadırlar. Bu yaş
grubundaki çocuklar çoğunlukla oyunun kurallarına, 'kural" olduğu için hiç sorgulamadan uygun
davranmaktadırlar. 10 yaşlarından sonra ise çocuklar, kuralların 'durumsal gereksinmelere uygun
olarak konulduğunu ve koşullar değişirse kuralların da değişebileceğini anlamaya
başlamaktadırlar. Bu de çocukların çok sık oynadıkları saklambaç oyunu ile bir örnek verelim: 10-
11 yaşlarına kadar çocukların saklambaç oynarken, başka çocuklardan öğrendikleri kuralları aynı
biçimde uyguladıkları gözlenebilir. On yaşlarından sonra ise çocuklarda, oyundan önce bir araya
gelerek oyunun kurallarını kararlaştırma davranışı gözlenmeye başlar. Örneğin ebenin nasıl
seçileceği, nerelere saklanılabilece-ği. sürenin ne kadar olacağı vb. her oyundan önce yeniden
tartışılarak kararlaştırılabilir.
Piaget'ye göre on yaşlarına kadar çocuklar, oyunların dışındaki gerçek yaşamda karşı karşıya
kaldıkları kurallara da sorgulamadan uygun davranabilir. Ancak kural koyan kişiler çevrede
olmadığında, kuralları çiğneyebilirler. Örneğin annesi tarafından misafirler için ayrılan şekerleri
yemesi yasaklanmış bir çocuk, annesinin yokluğunda bütün şekerleri bitirebilir.

10-11 yaşlarından sonra ise çocuklar kurallarını niçin konulması gerektiğini anlamaya
başlamaktadırlar. Ancak bu yaşlarda zaman zaman, önceki dönemden farklı bir nitelikte,
başkaları tarafından konulan kurallara uymama davranışı gözlenmektedir. On yaşlarından sonra
çocuk daha önceleri hakim olan "Kuralı koyan kişi yoksa, kurala uy-masam da olur" anlayışından
çok kendi özerk düzenlemelerini yaparak, kendi kurallarını uygulamak istediklerinden,
yetişkinlerin kurallarına aykırı davranabilmektedirler.

Davranışların 'iyi' ya da 'kötü', 'doğru' ya da 'yanlış' olarak nitelendirilebilmesi için davranışın


altında yatan niyetin önemli olduğunu da çocuklar on yaşları civarında kavrayabiliyorlar. Daha
önceleri ise bir davranışın iyi ya da kötü olduğuna karar verirken davranışı yapan kimsenin ne
düşündüğüne dikkat etmiyorlar. O yaşlarda davranışın kurallara uygun olup olmaması, ya da
yarattığı sonuçlar bir davranışın doğru ya da yanlış olarak nitelendirilmesi için yeterli olmaktadır.
Piaget'nin, çocukların yaşlarına bağlı olarak, yargılama sistemlerinde ortaya çıkan değişmelere
ilişkin gözlemleri, onu daha sistemli bir araştırma yaparak, ahlak gelişimi dönemlerini
belirlemeye yöneltmiştir. Araştırma, yöntemi olarak, değişik yaş gruplarındaki çocuklara,
değerlendirme yapmaları gereken öyküler anlatılmaktadır. Daha sonra, çocukların öyküyle ilgili
olarak bir değerlendirme yaparken, akıl yürütme biçimlerini incelemiştir.
Bu araştırma sırasında kullanılan öykülere, benzer öyküler ile örnek verelim:

- "Sinan isminde küçük bir çocuk, babasının masanın üzerinde unuttuğu dolmakalemi ile
oynamaya başlamış. O sırada da masa örtüsünü, küçük bir damla mürekkeple lekelemiş".
- "Ayhan isminde başka bir çocuk da, babasının masanın üzerinde bıraktığı dolmakalemin
mürekkebinin bittiğini görmüş. Babasına yardımcı olmak için kaleme mürekkep doldurmak
isterken, mürekkep şişesine eli çarpmış, masa örtüsü üzerinde kocaman bir leke oluşmuş".

Çocuklara yukarıda öyküler anlatıldıktan sonra. "Bu çocuklardan hangisi daha suçlu.?", "Niye
öyle' düşünüyorsun?" soruları yöneltilmiştir. Çocukların değerlendirmelerinin analizleri sonucu,,
ahlak gelişimi ile ilgili olarak "dışa bağlı dönem" ve "özerk dönem" olarak iki dönem
belirlenmiştir.

Dışa Bağlı Dönem: Ahlak gelişiminde on yaşına kadar olan dönem, dışa bağlı dönem olarak
kabul edilmektedir. Bu dönemde çocuklar ahlaki yargıları açısından başkalarına bağımlıdırlar
sorgulamadan kabul ederler. Dönemin sonuna kadar çocuklar için, işlenen bir suçun önem
derecesini, suça bağlı olarak ortaya çıkan fiziksel sonuçlar belirler. Sonuçta daha fazla, zarara yol
açan suçlar, daha az fiziksel zarar yol açan suçlara göre daha kötüdür.

özerk Dönem: Onbir yaş ve üstüne doğru çıkıldıkça çocukların yaptıkları değerlendirmeler
"görelilik" kazanmaya başlamaktadır. İçinde bulunulan koşulları dikkate alarak değerlendirmeler
yapan çocukların, ahlaki yargıları ve kuralları uygulayışları esneklik göstermektedir . Bir
davranışın iyi ya da kötü olduğuna karar verirken davranışın altın yatan niyet de dikkate alınır.

Sonuç olarak Piaget, ahlaki gelişimle bilişsel gelişim arasında bir paralellik kurarak, soyut işlemler
dönemine doğru ilerledikçe, çocukların dışa bağlı dönemden, özerk döneme doğru geçtiklerini
ifade etmiştir; Piaget özerk döneme geçiş için kesin bir yaş sınırı vermemekle birlikte, ilkokul son
sınıfa doğru (10-11 yaş ) çocukların ahlaki değerlendirmelerinde özerk döneme has özellikler
ortaya çıkmaya başlamaktadır. Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar da Piaget'nin
görüşlerini desteklemektedir. Lickona yaptığı bir çalışmada özellikle 6 ve 12 yaşlarındaki ilkokul
öğrencilerinin ahlaki düşünceleri arasında belirgin farklar olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu
fark 3, 4 ve 5. sınıflar arasında azalmaktadır. Bu gruptaki öğrenciler önceki yaşantılara ve
içlerinde bulundukları koşullara bağlı olarak kimi zaman dışa bağlı, kimi zaman ise özerk dönem
düşünce özellikleri ile değerlendirmeler yapmaktadırlar

Garrod ve arkadaşları Ezop öykülerinden esinlenerek hazırladıkları, kahramanları konuşturarak


içinde hayvanlar olan öyküleri ilkokul öğrencilerine anlatmışlardır. Daha. sonra öykü ile ilgili
sorular sorularak, havyan davranışlarının değerlendirilmesi istenmiştir. Daha sonra öykü ile ilgili
sorular sorularak, hayvan davranışlarının değerlendirilmesi istenmiştir. Sonuçta yapılan analizler,
ilkokul öğrencilerinin verdikleri cevapların genellikle birbirlerine benzediğini göstermektedir.
Ancak soyut işlemler dönemine geçtiği saptanan öğrencilerin, öykülerin ana fikirlerini daha iyi
kavradıkları ve ana fikre daha uygun cevaplar verdikleri gözlenmiştir.
Yapılan araştırmalar ahlaki gelişim düzeyi ile bilişsel gelişim düzeyi arasındaki paralelliği
destekler niteliktedir. Ahlak gelişiminde, zihin gelişimi evrelerinin kazanılması ön koşulu
oluşturmaktadır. Mantık ve matematik işlemlerinin kazanılmasıyla birlikte toplumsal bakış
açısının kazanılmasını da gerekli kılmaktadır. Burada bir daha hatırlayalım ki, bireyin takvim
yaşının ilerlemesi, bilişsel gelişim basamaklarında ilerlemesi için yeterli olmamaktadır. Aynı
durum ahlaki gelişim, için de söz konusudur. İçinde bulunulan koşullar, deneyim, 'öğrenme
yaşantıları vb. gelişimin her boyutunda önemli olmaktadır.

KOHLBERG VE AHLAK GELİŞİM DÖNEMLERİ


Kohlberg de Piaget gibi 'ahlak gelişiminin dönemler için ortaya, çıktığını ve bilişsel gelişime
paralel olduğunu ifade etmektedir. Piaget'nin iki dönemde incelemesine karşılık Kohlberg ahlak
gelişimini üç büyük düzey içinde ele almıştır. Düzeyler içinde yer alan ve hiyerarşik bir sıra
izleyen dönemler çıkmaktadır. Dönemler içinde ilerleme, takvim yaşı ile birlikte bilişsel gelişim
düzeyindeki ilerlemeye bağlı olmaktadır.
Kohlberg de Piaget gibi ahlaki gelişim düzeylerini belirlerken, ahlaki değerlendirmeler yapılması
gereken öykülerden yararlanmıştır. Değişik yaş grupları ve sosyo-ekonomik düzeylerdeki
bireylere öyküler verildikten sonra, öyküde anlatılan duruma ilişkin bir karar vermeleri
istenmiştir. Kararın doğru ya da yanlış olması üzerinde durulmamıştır. Önemli olan, bireyin
öyküde anlatılan soruna çözüm bulurken kullandığı dayanak noktaları ve yaptığı
değerlendirmedir.
Kohlberg'in öykülerinden uyarlanmış iki öykü ile, bireylerin karşı karşıya bırakıldığı sorunlara
örnekler verelim.

1. Ali'ye babası, okuldan arta kalan zamanlarından çalışarak 500 YTL biriktirebilirse, onu yazın
kampa göndereceğine söz verdi. Ali hafta sonlarına evlerinin yakının-
daki pastanede çalışarak 500 YTL biriktirebildi. Ancak babası yaz gelince, fikir değiştirerek, parayı
kendisine vermesini istedi. Ali'de babasına ancak 100 YTL biriktirebildiğini söyleyip, kalan para ile
kampa gitmeye karar verdi. Kararını da kardeşi Aydın'a anlattı. Aydın gerçeği babalarına
söylemelimi?

2. Ege bölgesindeki bir ilçede bir kadın kanserden ölmek üzeredir. O ilçedeki bir doktor da bitki
özlerinden yaptığı bir ilacın kanseri tedavi ettiğini söylemektedir. Gerçekten ilacı kullanan bazı
hastalar iyileşmiş görünmektedir. Ancak doktor ilacı kendisine mal oluşunun 10 katı fazla fiyata
satmakta, bir doz ilaç için 500 YTL istemektedir: Hasta kadının kocası ilacı satın alabilmek için her
türlü çareye başvurmuş, gerekli paranın ancak yarısını toplayabilmiştir. Bunun üzerine doktora
giderek karısının ölmek üzere olduğunu anlatmış ya kendisine ilacı daha ucuz vermesini ya da
ilacın kalan parasının daha sonra ödemesini istemiştir. Ancak doktor bunu kabul etmemiş "Bu
ilacın isteklisi çok fazla parası olana satarım" demiştir. Çaresiz kalan koca sonuçta bir gece gizlice
ilacı çalmıştır. Sizce de ilacı çalmalı mıydı?

Örneklerde de görülebileceği gibi anlatılan durumlarla ilgili bir yorum yapmak oldukça güç
'görünmekte öykünün sonu sorular cevaplandırılırken, pek çok bileşen dikkate alınarak bir
değerlendirme yapmak gerekmektedir. Sonuçta verilen kararın dayanakları, bireyin içinde
bulunduğu ahlaki gelişim düzeyine göre ipuçları vermektedir.

Kohlberk ahlak gelişimini gelenek öncesi, geleneksel ve gelenek sonrası olmak üzere üç düzey
içinde gerçekleştiğini öne sürmektedir. Her düzey de ayrıca kendi içinde iki aşama da
geçmektedir. Ancak gelişim aşa-. maları hiyerarşik bir düzende oluşmaktadır. Aşamaların her biri
kendisinden önce ve sonra gelenlerden izler taşımaktadır. Aşamalardan herhangi birini atlayarak
daha üstteki basamaklara ulaşmak söz konusu değildir.
Kohlberg'in kişinin içinde bulunduğu düzeyi saptamak için sorunla karşılaşıldığında bulunan
çözüm ile değil, çözüme ulaşma yoluyla ilgilenir.
Bir öğrencinin kopya çekmesinden çok, kopya çekmesine ilişkin gösterdiği neden, ya da bir
çocuğun yalan söylemeyi neden kötü bir davranış olarak kabul ettiği, onun hangi ahlak gelişimi
döneminde bulunduğunu göstermektedir.
Şimdi ahlaki gelişim düzeylerinin özellikleri üzerinde biraz daha, ayrıntılı olarak duralım.

KOHLBERG'e GÖRE AHLAK GELİŞİM DÜZEYLERİ VE ÖZELLİKLERİ

1- Gelenek Öncesi Düzey


Gelenek öncesi düzeyde temel olan, bireyin kendi gereksinmelerini doyurma yönünde
davranmasıdır Bu dönemdekiler kendi çıkarlarını ön plana alırlar ve "kuvvetli olan kazanır"
düşüncesine sahiptir.Çevrede trafik polisi yoksa kırmızı ışıkta geçmekte hiç tereddüt etmez ya da
öğretmenlerin fark etmeyeceğini düşündüğünde sınavda kopya çekmeyi doğal kabul eder.
Bu dönemde işlenen suçun önemine yönelik algı da verilen zararın fiziksel sonuçlan ile doğrudan
orantılıdır. Gelenek öncesi düzeydeki bir kişi için kazancı fazla olan dükkandan parası ödenmeden
bir paket çikolata gizlice alınabilir ancak bedeli fazla olan bir mal alınacak olursa o zaman suç
işlenmiş olur
Gelenek öncesi düzeyde bulunan kişiler ikinci öyküye şöyle cevaplar verebilirler:
- Evet, ilacı çalmalı zaten eczacı o ilaçtan dünyanın parasını kazanmıştır...
- Hayır; ilacı çalmamalı eğer yakalanacak olursa, hapse girecek, ilaç belki de karısını
iyileştirmeyecek, o da boş yere bir sürü sıkıntı çekecek.
Geleneksel düzeye geçildiğinde, gelenek öncesi düzeydeki ben merkezci düşünce, yerini empatik
düşünceye bırakır. Yani birey onların gözünden dünyaya bakmaya çalışır.
Üçüncü dönemdeki kişilerin, karar vermeleri gerektiğinde grubuna uygun davranmak gerekir.
Grubu davranma eğilimi yaygındır gruptan bağımsız davranma ve kararlar verme pek
gözlenmez. "İyi çocuk olma", grubun hoşuna gitme isteği ön plandadır.
Dördüncü döneme geçen bireylerin, üçüncü dönemdekilerden farklı olarak içinde bulundukları
beklentilere göre, davranmaktan çok, geçerli olan kurallara ve yasalara göre davranır.
Geleneksel düzeydeki kişilerin öykü ile ilgili cevapları aşağıdakiler benzer biçimde olabilir:
"Hayır, çalmamalı; hırsızlık nedeni ne olursa olsun yasalara aykırıdır. İlacın parasını bulmak için
daha başka yollar bulmaya çalışmalıdır.

2- Geleneksel Düzey
Bu düzeydeki kişi beklentiler ve kurallar doğrultusunda davranır.
Otoriteye sadık, otoriteyi destekleyici ve özdeşim halinde bulunduğu otorite figürü ile uyum
anlayışı doğruyu belirler.
Üçüncü aşamada, "iyi çocuk" olma anlayışı hakimdir. İyi ve kötü otoriteyi hoşnut eden çerçeve
doğrultusunda tanımlanır. Doğru davranışlar, çocuğun yakınlarının beklentileri doğrultusunda
şekillenir. "Sosyal uyuma yönelim vardır. İkinci aşamadan daha karmaşık bir düşünce vardır. Bu
aşamada insanlar diğer kişilerin ikilemi, hikayeleri nasıl değerlendirdikleri düşünülmeye
başlanmıştır. İkinci aşamanın egoizmi yerine empatik bir anlayışla, diğer kişilerin de nasıl
hissettikleri şeklinde bir değerlendirmenin söz konusu olduğu, "sosyal rol" almada bir artış söz
konusudur.
Bu noktada "çalma yanlış bir şeydir, çünkü toplumda, hemen hemen herkes çalmanın yanlış
olduğunu kabul etmektedir" şeklinde oluşmaktadır. "Ben de çoğunluğun görüşüne uyarak
değerlendireceğim. Çoğunluğun görüşleri dışında kalmak, beni rahatsız eder." Bu anlamda ahlak
davranışı başkalarınca yönetilmektedir. Çocuk kendi dünyasına bakarak, bağımsız karar alma
durumunda değildir.

3- Gelenek Sonrası Düzey


Bu düzeye geçildiğinde ahlaki sorunlara yönelik değerlendirmeler yapılırken " göreceli" olmak
önem kazanır
Bu dönemde tüm insan özgürlük gibi soyut kavramlar önem kazanır ve bireyin değerler
sisteminde önemli bir yer tutar.
Varılabilecek en üst dönem olan beşinci dönemde ise birey, yazılı kural ve yasalardan
tamamen bağımsız kendi özerk ahlak ilkelerine uygun olarak davranır. Ancak kişinin benimsediği
ahlak ilkeleri insana saygı, tüm insanların eşitliği gibi soyut evrensel değerler demokratik
toplumlarca konan, yasa ve kurallarla uyum gösterir ve birey genel yasalara uygun davranır.
Öyküde yöneltilen soruya gelenek sonrası düzeyde yer alan bireyler şöyle cevap verebilirler.
-"Evet, çalmalı. Bu durum bir insanı, yasalara karşı gelmekle insan yaşamını kurtarma arasında
bir seçim yapma durumunda bırakmaktadır. Böyle bir koşulda insan yaşamının devam etmesi için
çaba göstermek, her şeyin üzerinde olmalıdır".
"Hayır, çalmamalı. Böyle bir durumda, bir insanın yaşamı ile o ilaca gereksinmesi olan başka
insanların yaşam hakları arasında bir tercih yapma söz konusudur. Yaşam hakları söz konusu
olduğunda kişi duygularını bir tarafa bırakıp, tüm insanların yaşam haklarını dikkate almalıdır".
Ahlak gelişimi dönemleri gözden geçirildiğinde, Kohlberg'in yaklaşımında kişinin içinde
bulunduğu düzeyi saptamak için bir sorunla karşılaşıldığında bulunan çözüm ile değil çözüme
varıhrkenki akıl yürütme süreciyle ilgilenildiği görülmektedir

ZİHİNSEL GELİŞİM

Zekâ Nedir?
Genel olarak zekâ yeni durumlara ve çevreye uyum sağlayabilme soyutlama ve problem
çözebilme gücü olarak tanımlanır. Tüm kararlar zekânın genel, sözel, görsel ve mekanik gibi
farklı yeteneklerden oluştuğunu savunurlar. Bu nedenle zekâ testlerinde sayısal ve sözel yetenek
performans gibi bölümler bulunmaktadır.

Zekâ Gelişimi Açısından Bireysel Farklılıklar


Aşağıda zekâ bölümlerinde sınıflandırılması yapılmıştır:

0-24 Z.B. (idiot): Sürekli bakıma gereksinim duyan özürlüler, 2 yaşındaki bir çocuğun zekâ
düzeyini geçemezler. Çoğunlukla bakım yurtlarında kalırlar.

25 - 49 Z.B. (embesil): Eğitilebilir zekâ özürlülerdir. Basit işler yapabilirler, sorumluluk


duygusundan uzaktırlar. Ülkemizde bazı il merkezlerinde özel okullarda eğitimi verilmektedir.

50 - 69 Z.B. (moron): Öğretilebilir zekâ özürlülerde tüm zekâ özürlü olanların % 85'ini
oluştururlar. Normal insanlardan daha yavaş öğrenirler. Zekâ düzeyleri 9-10 yaş çocuğun ki
düzeyine ulaşabilir. Bazı okullarda bu tip çocuklar için özel sınıflar açılmaktadır.
70 - 85 Z.B.: Bu gruba tutuk zekâlılar denir. Okullardaki normal programı ağır da olsa
öğrenebilirler.

85 - 110 Z.B.: İlk ve orta öğretimdeki


öğrencilerin üçte ikisini oluştururlar. Ders programları bu gruba göre hazırlanır.

110 - 130 Z.B.: Üstün zekâlıdırlar. Üniversite eğitimini rahatlıkla tamamlayabilirler.

130 - 200 Z.B. (dehalar): Yaşıtlarına göre çok kolay öğrenirler. Öğrenmeye çok isteklidirler.
Soyut düşünceleri çok gelişmiştir. Özel üstün yetenekleri olabilir (resim, müzik, fen gibi).

Gardner'in Sekiz Zekâ Alanı


Gardner'e göre sekiz zekâ alanı bulunmaktadır.
1. Sözel zekâ; konuşarak, işiterek en iyi şekilde öğrenirler.
2. Mantıksal - matematiksel zekâ; soyut ilişkiler üzerinde çalışarak öğrenirler.
3. Görsel zekâ; görselleştirerek renkler ve resimlerle çalışarak öğrenirler.
4. Müziksel - ritmik zekâ; ritm ve müzik ile en iyi şekilde öğrenirler.
5. Dokunsal - kinetiksel zekâ; dokunarak, hareket ederek öğrenirler.
6. Kişiler arası zekâ; paylaşarak, iş birliği hâlinde öğrenirler.
7. İçsel zekâ; yalnız çalışarak öğrenirler.
8. Doğa zekâsı; doğal ortamlarda çalışarak öğrenirler.

Zeka Bölümü Değişebilir mi?


Çocukların zeka bölümlerini değerlendirmek için yaklaşık olarak onların 2 veya 3 yaşına gelmesi
gerekmektedir. Stanford-Binet testinin en küçük yaş itemleri iki yaşından başlarken, WISC
testinin en küçük yaş dilimi de üç yaşından başlamaktadır. Bu yaşlarda değerlendirilen zeka
bölümü, yaşamın sonuna kadar sabit midir? Bu soruyu cevaplamada yardımcı olacak bazı
çalışmalar yapılmıştır. Ancak yaşam boyu güvenilir t sonuçları elde etmenin bazı psikometrik
güçlükleri vardır. Ölçümden kaynaklanan psikometrik hatalardan dolayı gerçek devamlılık
değerini elde etmemiz pek mümkün değildir. Ancak genede bu konu irdelenmeye değer bir
yaklaşım olarak ele alınmıştır.

Zeka testlerinde bireylerin gösterdikleri performans kalıtımsal mı yoksa çevresel kaynaklı mıdır?
Kalıtımsal özelliklerle belirlenen bir faaliyet olduğu taktirde ZB'nün (zeka bölümü) sabit ve
çevresel faktörlerden etkilenmemesi gerekir. Bu konuyu takip çalışmaları yöntemiyle inceleyen
biri önemli araştırmanım sonuçlarını incelemek yararlı olur. Bu çalışmada, çalışma kapsamındaki
çocuklar bebekliklerinden 18 yaşına kadar incelenmiştir.

Kağan ve arkadaşlarının (1958) gerçekleştirdiği çalışmada, örneklemi oluşturan çocuklar 18 sene


süresince her sene teste tabi tutulmuşlardır. Bu çocuklar içerisinde ZB puanı itibariyle sürekli
dalgalanmalar gösteren çocuklar seçilmiştir. Araştırmacılar, bu çocukların 6 ile 10 yaş lan
arasındaki ZB puanlarını incelemişlerdir. ZB puanlarında sürekli artış seyri gösteren çocuklar ile
ZB puanlarında sürekli azalma saptanan çocuklar ayrıştırılmıştır. ZB'lerinde istikrarlı artış
gösteren grubun ortalama artış puanı 17 olarak bulunmuş; ZB puanlarında düşüş kaydedilenlerin
puanları da 5 puan iniş göstermiştir. Araştırmacılar, bu iki gruba projektif testler aracılığı ile
incelemişlerdir. Ayrıca, çocukların ebeveynle olan ilişkileri de doğrudan gözlem yapılarak veriler
toplanmıştır. Genellikle orta sınıf ailelerden oluşan bu gruptaki anne babaların önemli bir
çoğunluğu üniversite eğitimi görmüş kişilerdir. Çalışmanın en çarpıcı sonuçlarından biri, ZB
puanlarında azalma kaydedilen çocukların duygusal olarak ailelerine daha fazla bağımlılık
göstermeleridir. ZB puanlarında yükselme kaydedilen çocuklar ise daha fazla başarılı olma
arzusu olan ve projektif testlerde daha fazla saldırganlık içeren tepkilerde bulunanlardır.
Araştırmacılar bu sonuçları şöyle yorumlamışlardır:
Duygusal bağımlılığı yüksek olmayıp, çevreyle daha çok etkileşime giren çocuklarda, zihinsel
yetenekler zaman içerisinde gelişme göstermektedir. Şöyle ki araştırmalar da çevresel faktörlerin
çocukları zihinsel başarıya güdülemede belirleyici rolü olduğunu göstermiştir.

Kalıtım ve Çevre
Olumlu çevre koşulları zekanın gelişimi için önemli bir değişdir. Ancak olumlu çevre koşullarının
zekayı hangi ölçüde belirlediği kalıtımsal kodlamanın sınırları içerisinde kalmaktadır. Çevre
genlerle yüklenmiş olan potansiyel yeteneği ortaya çıkarabilir, ancak onun sınırlarını aşamaz.
Kalıtımla gelen özelliklerimiz zeka konusunda olduğu boy uzunluğu için de geçerlidir. Beslenme
boy artışını hızlandırıcı faktör olmakla birlikte ancak genetik kodlamanın belirlediği oranda
ilerleyebilir.
İkiz eşleri üzerinde yapılan çalışmalarda da görüldüğü gibi genetik kodlamaya sahip tek yumurta
ikizleri ayrı çevrelerde yetiştiği durumlarda zeka bölümleri, 79 ilişki katsayısı göstermiştir.
İkizlerin ayrı koşullarına rağmen yakın zeka bölümüne sahip oldukları saptanmıştır. Aynı ortamda
büyüyen tek yumurta ikizlerinin zeka bölümü ilişki katsayısı ise 87 bulunmuştur. İkiz olmayan
kardeşler aynı sosyal ortamda yetiştikleri zaman ilişki katsayısı 55; ayrı ortamlarda yetiştikleri
zaman sıfıra yakın (-.01) ilişki görülmüştür. Bu veriler benzer çevre koşulunun zekayı
belirlemedeki rolünü somut olarak yansıtmaktadır.

Ev ortamının nitelik yönündeki şu özellikleri bilhassa önemlidir:


- Evdeki kitap sayısı ve diğer öğrenme malzemeleri
- Akademik başarının ödüllendirilmesi
- Akademik başarı konusunda ailenin beklentileri
- Zekanın gelişimi konusunda gerek çevrenin gerekse kalıtımın rolü inkar edilemez. Zihinsel
gelişim, çevre ile verimli yeterli uyarılma sonucu yaklaşık olarak 16 yaşında maksimum seviyeye
ulaştığı kabul edilmektedir. Şüphesiz, öğrenme durumu zihinsel gelişimin tamamlanmasından
sonra da devam eden bir süreçtir.

Zeka Bölümü Uçlara Yaklaşan Çocuklar


Yaşıtlarına göre farklı gelişim ve davranış özelliği gösteren çocuklar psikologların ilgisini çekmiş
ve üzerinde çalışmaya değer bir konu olarak görülmüştür. Bu çocuklar akranla-
rıyla karşılaştırıldıklarında zihinsel becerileri itibariyle daha ileri veya daha alt performans
seviyelerinde olmaları söz konusudur. Toplum genelinde bilişsel süreçler normal dağılım eğrisine
göre yayılmaktadır. Eğrinin iki ucuna doğru yayılan çocuklar özel eğitim gerektiren çocuklar
kapsamında değerlendirilir. Bu durum psikologların yavaş öğrenen geri çocuklar ile üstün ve
yaratıcı çocukları incelemelerine sebep olmuştur.

a- Zeka Geriliği Olan Çocuklar


Zeka geriliğin en belirgin özelliği, çocuğun zihinsel fonksiyon itibariyle akranlarından daha az
avantajlı bir durumda bulunmasıdır. Çocuğun yaşına uygun öğrenme becerilerinden yoksun
olması ve kendi bakımını gerçekleştirememesi durumudur. Bir zeka testinden (bireyin yaşadığı
topluma adaptasyonu yapılmış) 70m altında zeka bölümü puanı almış olan, ve günlük yaşantıya
uyum güçlüğü gösteren kişiler zeka geriliği gösteren kişiler olarak tanımlanır.
Zeka bölümü 70m altında olan bireylerin % 80'i hafif derecede zeka problemi olan kişilerdir.
Bunların zeka bölümü 50 ile 70 arasındadır. Problemli grubun % 12'si orta derecededir ve zeka
bölümleri 35 ile 49 arasındadır. Problemli grubun sadece % 7'si ileri derecede zeka özrü olan ve
zeka bölümleri 20 ile 34 arasında olan çocuklardır. Geriye kalan % 1 ise daha ileri derecede zeka
özrüne sahip ve zeka bölümü 20'nin al tında olan bireylerdir.
Zeka geriliğine sebep olan etmenler genel olarak iki grupta toplanmıştır. Organik nedene bağlı
gerilik durumu, sinir sisteminin doku veya organlarında fiziksel hasar nedeniyle oluşan zeka
geriliğidirKromozom anomalisi gibi fiziksel hasar ile oluşan (organik kökenli) zeka geriliği
durumunda, zeka bölümü çoğunlukla 0 ile 50 arasındadır. Zihinsel özürlü çocukların
çoğunluğunda organik temelde bir gerilik veya beyin disfonk-siyonu görülmez. Bunlar zeka
bölümü 50 ile 70 arasında olan çocuklardır. Bu grupta geriliğin temeli kültür-aile geriliği olarak
değerlendirilir. Psikologların özellikle üzerinde çalışıp nedenlerini araştırdığı konu bu tür geriliği
olan çocuklardır. Genlerle çevrenin müşterek etkileşimi organik kökenli zeka geriliğinde de
üzerinde durulan, incelenen bir konudur. Düşük zeka bölümü olan ebeveyn çocukları iki yönden
avantajsızdırlar. Birincisi kalıtımsal olarak muhtemel düşük zeka genlerini alırlar. İkinci olarak da
düşük zekalı ebeveyn çocuğuna yeterince zengin uyarı imkanı tanıyan bir çevreyi oluşturamaz.

b- Üstün Zekalı Çocuklar


Üstün çocuklar ortalamanın üstünde (zeka bölümü 120 veya üstü olan) zeka bölümüne veya her
hangi bir şeyde üstün yeteneği olan çocuklardır. Uzmanlar üstün çocuk kavramını tanımlamada
farklılık göstermektedirler. Bazılarına göre üstünlük zekanın ileri uçtaki konumunda kalıtımsal
olarak aktarılan bir özelliktir. Diğer grup araştırmacıya göre üstünlük belirli yeteneklerin üst
düzeyde ser-gilenmesidir. Mevcut eğitim kurumlarının çoğu zihinsel açıdan üstün olan ve
akademik yeterliliği de üst düzeyde olan öğrencileri seçme eğilimindedir. Oysa mevcut eğitim
kurumları sanat alanında veya psikomotor becerisi üst düzeyde olan öğrencileri dikkate
değer üstünlük yeteneği olan öğrenciler olarak değerlendirmemektedir.
Üstün kişiler, kişisel sorunları olan, duygu ve davranış uyumsuzluğu gösteren kişilerdir şeklinde
bir kanaat vardır. Bu durum bazı (V.Gogh gibi) üstünler için geçerli bir saptama olabilir. Ancak bu
kişiler üstünlerden oluşan populasyonda istisnaları oluşturur. Üstün olan kişiler çevredekiler
arasından başarı, yetenek, performans gibi faaliyetlerle farklılaşırlar. Bu durum beraberinde bazı
olumlu kişilik özelliklerini de önemli kılar. Bireyin üstün olma özelliği beraberinde olgun ve daha
az duygusal problemli olmayı da kapsar.

c- Yaratıcı Çocuklar
Yaratıcılık, düşüncenin esnek, akıcı, çağrışımların yoğun olması gibi özellikleri sonucu yeni,
orijinal, alışılmışın dışında düşünce, davranış veya ürün geliştirme durumudur. Çağımızda
atılımların temel yapısı yaratıcılığın eseridir, İnsanlarda doğuştan belli bir düzeyde potansiyel
olarak var olduğu sanılan bu özellik mümkün olduğunca ortaya çıkması, üzerinde işlenmesi
gereken bir yetenektir.
Zeka ile yaratıcılık arasında ilişki olup olmadığı psikologların henüz tam anlaşamadıkları ve
tartışmanın süre geldiği bir konudur. Yaratıcı ürünlerin ortaya çıkması için muhakkak normalin
üstü zeka düzeyi gereklidir görüşü geçerli değildir. Bazen sınırda zeka düzeyi olan bir çocuk veya
kişi normalin üst sınırındaki kişiden daha orijinal, yeni ve yaratıcı ürünler sergileyebilir. Zeka
yaratıcılığı zorunlu kılar şeklinde bir iddiada bulunmak rağbet görmeyen bir görüştür. Algılama,
dikkat, hafıza, problem çözmeanaliz, sentez yapma gibi zihinsel işlevleri birbirinden ayrı kabul
etmek mümkün değildir. Aynı şekilde birbirlerini hangi ölçüde belirliyor olurlarsa olsun zeka ile
yaratıcı kişiliği de birbirinden bağımsız zihin özellikleri olarak değerlendirmek mümkün değildir.
Çocuğun içinde yaşadığı ortam yaratıcılık özelliğini ortaya çıkarma ve gelişmesinde oldukça
etkilidir, Çocuğun en yakın çevresi aile ortamın da çocuğun koşulsuz sevgi, kabul, onay görmesi;
elverişli bir psikolojik ortamda yetişmesi en temel özelliktir. Bu ortam çocuğun benlik algısını
olumlu yönde geliştirmesine olanak verir. Olumlu benlik kavramı çocukta "ben değerliyim,
önemliyim" görüşünü, bu görüş de "düşüncelerim de önemli' yüklemesini temin edecektir.
Böylece çocukta düşünce ve davranışlarında ketlenme durumu gerçekleşmeden, daha çok
düşünce üretmesi söz konusu olacaktır.
Daha çok düşünce üretebilme durumu, bu imkanın temin edilmesi sadece çocuklarda değil, ileri
yaşlardaki bireylerin yaratıcılığını ortaya çıkarma yöntemlerinde, esas alınan bir yaklaşımdır.
Beyin fırtınası yöntemi yaratıcılığı ve problem çözme becerisini geliştirmede esas alınan bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşımın esası daha çok düşünce üretmek, eleştirmemek esasına dayanır.

Beyin Fırtınası yönteminin temel prensipleri şunlardır:

- Grupta güven ortamını ve psikolojik rahatlığı sağlamak,


- Problemi oluşturmak
- Grup üyelerinin problemle ilgili çağrışımlarını, düşüncelerini teşvik etmek.
- Grup içerisinde eleştiri veya değerlendirme yapmamak
- Mümkün olduğu kadar çok fikir oluşturmasını teşvik etmek ve fikirleri olduğu gibi kaydetmek.
- Grup oturumu (hızlı düşünme ve çağrışım zenginliğinin oluşumundan) sonunda fikirleri tekrar
değerlendirmeye almak.
Çocuklarda yaratıcılığın gelişimi okul öncesi dönemden itibaren eğitimle
desteklenebilir.Yaratıcılığın gelişiminde "Yaratıcı Problem Çözme' , 'Yaratıcı Drama' ve 'Pan-
domim' yararlanılan faaliyetlerdir.

You might also like