Professional Documents
Culture Documents
Ismail Yurdakok
ismailyurdakok@yahoo.com
Üç Çöküşün Üç Şâhidi
Tarih yazıcılığı konusunda devrim yapan Analas okulu, geçmişin edebiyat eserlerini, tarihin
Safahat’ta Siyasal İktisat
Bu Öğrenci Veremli! Bir Hafta Ancak Yaşar
“San‘atkâr olmadığım gibi, sanat diyerek bir takım yapmacık sözler de söylememem” diyen Meh
Osmanlı’nın son dönemini anlatan gerçek hayattan sahneler, Âkif’in dizelerinde gayet tabîî
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa;
diyerek başlar, Safahat’ın ilk sayfası. Safahat’ın Birinci Kitabı da; bir gece, babasıyla
Bizim mahalle de, İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir göl dalgalanır,
Hele sular karardı mı...
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak!
(Gökteki) Ayın da olmadığı, bir kapkaranlık gecede, elindeki fener de sönünce, “yürüyen kö
Ancak, kulağımı iyice açmak ve elle dokunmanın sevki ile
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak hem de eldi..
Ne yalan söyleyeyim kalbime korku geldi
İşte o sırada
Hele ya Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener
Geçiyor... Sapmayarak şayet bana doğru gelirlerse eğer
Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten
Başkent İstanbul’da (bile), (fakir) mahallelerinin tek katlı küçük evlerinin saçaklarının y
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen eski kaldırımın, hortlayarak,
“Gel” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine
...
Sormayın derdimi, sonunda o bir-iki taş da biterek
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Çifte sandal, yüzüyorduk; fenerim yüzer, ben yüzerim
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.
Âkif’in doğduğu 1873 yılının son ayları (Hicrî 1290 Şevval ayı) sessiz geçiyordu, ama felak
Mehmet Âkif, İstanbul doğumlu bir Osmanlı vatandaşı olarak, hem çocukluğunda hem de gençliğ
Âkif’in okuduğu Baytar Mektebi esasen Halkalı Ziraat Mektebi’nin bir bölümüydü ve o yıllard
“Sözünüz doğru, Müdür Bey; fakat ne yapıp yapmalı, mutlaka
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, yaşamaz pek fazla
En fazla bir hafta yaşar, sonra bulaşma da olur;
Böyle bir hastayı gönderse de, ne yapalım; okul ma‘zur ”
SA‘DÎ VE ÂKİF
Yan yana oturdukları Meclis sırasında, Balıkesir milletvekili Hasan Basri Çantay’a Sa‘dî’ni
“Yazın yeme, kışın giyim derdiyle
Sarf olunup, erdi ömür nihâyete”
demesi, Âkif’i son derece şaşırtır: Sa‘dî bile geçim derdinden bahsediyorsa... “İnsanın ist
Başlar insan, cılız kolları ile harbe!
Kaynar bazen güneşin âteşi beyninin tepesinde
Karlar buz olur bâzen da, sipersiz bedeninde
Âkif, insanın yaşama hırsını normal kabul eder:
“Dağlar o nihayetsiz olan silsileleriyle
Ormanlar o dünyayı tutan velveleleriyle
Ayrıca çöller vahşi hayvanları ve serap dalgalarıyla; insanı (bazen) attığı azimli ve giriş
İnsan doğuştan yaşama hırsına tutkun.
Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın
Râzısı değildir yine bir türlü vefâtın
Düşünse de derdini sürekli binlerce tasanın
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun
Bu arada bu dünyada ayakta kalabilmesi için ne lâzımsa kendi âciz kuvvetlerini o işe yönelt
Durmaz boğuşur bunca sıkıntıya rağmen,
Düşmez, o mesâî (çalışma) denilen kılıcı elinden
Çıplaktır insan, ister ki soğuklarda ısınsın;
Bir dam çatarak, geceleri altında barınsın.
Bunların yanında yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha “bin türlü havayic (ihtiyaç).. Âvâre
Maksat, bu kadar koşuşturmadan (sadece) yaşamaktır..
Lâkin bunun altında maksat ne olacaktır?
İnsanın insanlığı, ruhu ile ayakta durduğu halde(ruh çıkınca, ölüm meydana geldiği halde);
Gelseydi nöbet sırası, rûhunu yükseltmeye,
Anlardı belki nedir yaşamdaki gâye
Âkif ilginç bir son bölüm ile bu şiirini bitirir. Ona göre; insan, kavrayamayacağı “yaratıl
Sa‘dî: Doğunun Yüksek Ruhu
Azim isimli şiirine, “Sa‘dî: o bizim Şarkımızın (Doğunun) rûh-u kemâli” diye başlayan Âkif,
Vaktiyle beş on kafile çöle yöneldik;
Gündüz yürüyüp hep, gece bir menzile geldik.
Çok geçmedi, baktım, bir adam hayret içinde
Koşup durmakta oraya buraya, dehşet içinde
Koşmakta...Meğer kaybetmiş evlâdını
Çaresizce dolaşmış kâfilenin bütün çadırlarını
Sonunda gördüm, bulmuş çocuğunu
Sevinçle tutmuş şimdi yavrusunun kolunu.
Adam, devecibaşına gelmiş ve “evladımı buldum ama, nasıl bulabildim bilir misin?” demiş. “H
Kilitlendiği hedefine doğru koşan adam,
Tutmuşsa başlangıçta eğer azmini sağlam,
Er geç bulacak, çalışma sonucu, gönlündekini, elbet
Zîrâ şu âlem-i dünyada, ‘değişmez gerçek’:
Başarı araştırmaya; araştırmada başarıya âşık;
Azim ve ‘şiddetli arzu’ yan yana pek şık.
Evet; azimle, ümit ve araştırma yan yanadır;
Böyle olursa başarı gelmesin, ne mümkün,
Gerçi başlangıçta, iki üç başarısızlık ta mümkün
İşte o zaman insan azmini şiddetlendirilmelidir
Olumsuzluklardan hiç etkilenmemelidir.
Ümitsizliğin sonu yoktur; ona bir kere düşersen
Kaybedersin, çıkamazsın ebediyyen
Mahkum olsaydı ümitsizliğe şu zavallı peder de,
Evlâdını şayet o karanlık gecelerde,
Vazgeçmiş olsaydı aramaktan, nereden bulurdu?
Sonunda elbet biri candan, biri cânandan olurdu.
Tavakkuf (Durmak) Yok (Non-stop Working)
Safahat’ın her yerinde çok çalışmaya teşvîk eden Âkif İnsan başlıklı şiirine önce Hz. Ali
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Ben hakîr bir varlığım” dersin ey insan, fakat bir bilsen
Esîrindir tabîat, emrine verilmiştir bütün eşyâ;
Senin emrinin bağlısıdır, mahkûmudur dünya
************
Temmuz 1913’te yazdığı güzel ahlâkla ilgili bir şiirinde, Âkif, Osmanlı’nın çöküşünde iş ah
Hâlimiz, çözüntüye uğramış bir vücûdun hâli gibidir
Ahlakın çöküşü, çöküşümüzün asıl sebebidir.
Sâde bir sözdür fakat, hikmetlerin en özlüsü
Tek kurtuluş imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli
Yoksa pek korkunç olur katmerlenip kaybımız...
Çünkü hem dünyâ gider, hem de dîn; eğer uymazsanız
Berlin’de 1915 yılının Mart ayında yazdığı Berlin Hâtıraları’ nda ise, İstanbul’daki otel
Bizdeki oteller: Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın (bile) belinde çamur;
Duvarlarından inerken kabuk tutar yağmur!
O nemli yorganı sallandırıp da pencereden
Yatak takımları ! ise merhamet edilesi cidden:
Sanki kalın bir kadife olmuş, beyaz yastık..
Değişikliği hesap et artık
Benek benek yayılıp bitlerin pislikleri
Dönmüş çarşafın suratı, sanki esastan benekli
Odadaki kırık sürahide bekler yosunlu bir sıvı
Belki aç olana üç kap yemek kadar ! faydalı.
Berlin’deki oteller ise:
Meğer oteller olurmuş, saray kadar bakımlı.
Adam girer de yaşarmış içinde rahattan mest olarak
Beş altı yüz odanın her birinde kuş tüylü yatak
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak.
Sokakta kar yağa dursun, odanda ilkbahar, neşeyle
Dışarıda uzun gece, içeride sanki henüz vakit, öğle
Bol ışıklarını uzatıp yüzlerce âvîze,
Apaydınlık sütunlar, sanki selam durmuş bize
Havayı ısıtarak gözle görülmeyen bir ocak;
Ilık ılık esiyor her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki yerde olmamış hiç gezinen.
Ne bit var o güzel döşekte hiç ne de pire;
Yok olmuş kaşınma duygusu bu hâle göre!.
Unuttum ismini burada...İstanbul’da bir sırnaşık böcek vardı
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı
Ezince bir koku ortaya çıkardı çokça, biraz da su
Bilirsiniz â canım...Neydi? Neydi? Tahtakurusu!
O hemşerim, sanırım, çoktan gelmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!
İstanbul sokaklarından çektiklerini sık sık anlatan Âkif, herhalde, bu şehrin sokaklarını e
İstanbul’da, birinci adım güvenli, ikinci adım tamâm...
Üçüncü adımı fakat düşünmeden atamam...
Ne var mı? Sanki ağzını açmış bir yaman uçurum,
Dalarsa “cup!” diye insan, çıkar mı bilmiyorum!
Uzaktan dolaşayım. İyi ama, yine al sana bir tümsek,
Ne atlayanda kalır diz, ne tırmanan da bilek!
Kenardan gitmeli desek, bir başka tehlike var
Sağında: sanki ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar.
Solunda: ayakkabıya sahip çıkan sakızlı çamur!
Durun çareyi buldum...Evet olur mu olur:
Şu yosunlu küçük türbenin üzerinden beş altı taş sökerim,
Bataksa, al, bu da batmaz ya deyip yere sererim
Demek sonunda kurduk, Vakıflar’a ait sağlam bir köprü !
Haydi, uzatma yürü !
Vasiyetim size: Ey bu köprünün üstünden zıplayıp geçecekler,
Korusunlar bu küçük türbeyi, yanından geçecekler
Günün birinde, bataklık yine bir gün aşarsa köprümden,
Emîn olun, bu yosunlu türbe, size yeterli bir mâden.
Biletçinin Umurunda Değil
İstanbul’un banliyö trenleri de berbattır, 1915’te; gişedeki biletçi de, yıkılışı haber ver
“Bilet gişesi” midir, ismi pek de bilmiyorum,
Basık tavanlı, rutûbetli, isli bir bodrum,
Ayakta esneyen başıboş yolcularla dolu
Biletçi nerede mi? İşletmenin o nazlı kulu
Perdenin arkasından halka doğru bir defâcık bakmaz,
Ne var telâş edecek! Beklesin herkes çok veya az
Açıldı perde sonunda, şu var ki iyice
Sıkışmak istemiyorsan sokulma gişeye
İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba
“Biletçi, tren kaçta kalkacak acaba?”
“Ayağımı ezdin adam...Patlıyor musun ne zorun?”
“Vurursam ağzına!..”
“Yâhu ! Gürültünüz ne? Durun!”
“Yavaş be”, “Çüş be, gözün kör mü?”
“Pardon”
“O adam basınca, çıktı ihtiyarın ayağından mest”
“Nasıl ki çıktı şu “pardon” eşeklik oldu serbest !
Tren deyiniz.. Buldum işte benzerini:
Üşenmeden çevirip nazlı tekerliğini,
Şimdi esas başlıyor derdin büyüğü,
Parayı bozdurmak isterken, tren çalar düdüğü
Berlin’deki trenler ise altyapının yüz yıl önce tamamlandığını göstermektedir:
Tren de meğer başka türlü bir şeymiş:
Hemen binip uçuyormuş...Aman bayıldığım iş !
Ne uzaklık ne de oturacak yer kaygısı taşımıyor insan:
Dakikada bir saatlik mesâfe, nasıl da kısalmış zaman !
Evet, kucaklıyor uzaklıkları şimşek olup ansızın,
Haritanın üzerinden nasıl geçerse bakışın !
Şehirleşme tamamlanmış, megakentler kurulmuştur, Almanya’da:
Şehirlerin yapışık sanki hepsi biri birine:
Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne,
Düşer, ya “tık” diye bir istasyonun damına,
Ya da şehrin adı yazılı bir tabelânın camına
Burada düdük sesine hasret kalır işitmezsin..
İstanbul’da ise, durduğu yerde öter durur, miskin miskin!
Yıkasak Gömleği Yine Kirlenmeyecek Mi ?
Berlin sokakları ise: bakın nasıl da parlatılmış, pırıl pırıl tabanı
Yeryüzüne indiriyor, gökyüzünün ışıklarını
Caddeler o kadar geniş ki, geçerken yorulursun
Yolun öbür kenarına geçerken ayakların olur yorgun
Şu var ki: Düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz..
Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende bir hayli kar yağdı Berlin’in içine;
Vıcık vıcık olacakken takır takırdı yine!
Merak edip soruverdim, “karı yerde bırakmayız” dediler!
“Bırakmayın, güzel ama yağar durursa eğer?”
“Kesinlikle bırakmayız” sözü aynen tekrarlanmaz mı?
Evet, bu sözde açıkça görülüyor, Almanların azmi
İstanbul’a kar düşünce zor kalkar,
Mahalle halkı çok zora düşerse eğer,
Sonunda “Lodos duâsına çıkmak gerek” denir, çıkılır,
Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat yine bıkılır:
Bu defa çamur yığınları ortaya çıkar ki tehlikelidir..
Bu defa “Aman don olsa.” deriz.. “Şüphe yok, temizliktir”
Canım fazla da düşünme, boş ver karı, donu,
Yağar, erir, buz olur...Neyse yaz değil mi sonu?
Âkif: “bizim bu durumumuz (kardan hiç temizlenmeyen sokaklar), bana, gömleğini, “nasıl olsa
Bir kalenderin simsiyah olmuş su görmedik yakası..
Bakıp da bir titiz insan demiş ki: “Kahrolası !
Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak?”
-“Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!”
“Su kıtlığında değilsin ya...Hey üşengeç adam,
İkinci defa yıkarsın..”
“Yok ka‘iyyen yapamam, yıkayamam çünkü:
Yaratan bizi dünyaya devamlı gömlek
Sabunlayın diye göndermemiş olsa gerek!”
Almanlar’ın 45 Yılda Kalkınması
Berlin’de, bizzat Almanya’nın kalkınmasını (1870-1915) gördükten sonra, Âkif şunları söyler
Dünyaya karşı mücadelede, gâlip gelme gerçeğini
Bu güvenle, elde ettiler bütün istediklerini
Bugün değilse yarın mutlaka elde edecek
İşte çalışkanlık ve tevekkül...Ne yiğitçe bir meslek
Siz elli yıl oluyor, belki savaşa girmediniz
Fransız’ı yendiğiniz, 1870’teki savaştan şanlı bir zaferle
Çıkınca verdiniz bütün memleket evlâdı el ele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o denli,
Ki hedefiniz, savaşa benzetti kalkınma mücâdelenizi
Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen teknolojiye taktınız kanat
Yeri ezici kuvvetiniz sardı, göğü sanâyiiniz;
Yarında emrinize boyun eğecektir deniz.
Kalkınma hamleniz öyle bir noktaya vardı ki
Halkın ortak gıdası, oldu bilim ve teknoloji
Aydınlarınız yazıyorken, halkınız okudu,
Yazanların da okutmaktı, çünkü amacı
“Beyin”le “kalb”i uyum içinde çalıştıralı beri
Atıldı milli birlik binasının temeli.
İhtişamınızın bütün sırrı, işte o birliktir,
Bugün dünyayı titreten sesiniz onun sesidir
Osmanlı’da ise ‘hayata dönük ilim, kalkınmayı sağlayacak bilim’in hiç olmadığını
Eğer bir yerde eğitim, sadece tüketime dönük olursa,
Bunun cahillik kadar yıkıcı olduğu anlaşılır, dikkatle bakılırsa.
Günümüzde ilimden beklenen pratik hayattaki faydasıdır
Zaten ‘en önemli ilim hayatta yararlı olandır’
Bizde ise bu çeşit ilim bulunmamaktadır.
Ne kaldı geriye: edebiyâtımız mı? o da ne kadar acı!
Zâten karşılamıyor, hiçbir ihtiyâcı;
Ya milletin ruhunu efsunluyor, uyuşturuyor;
Ya yüreklerdeki duygularla çarpışıp duruyor!
Şarap kokar önceki şairlerin en temiz gazeli
Beş-altı yüz sene “içki sunan güzeller” peşinde koşan şiir,
Bırakmadı Osmanlılar’da gevşemedik sinir!
Hayatımızın üstüne meyhâneler kusan bir deliktir,
Tam kapanmak üzere iken başka çatlaklar çıktı,
Bu defa da, ahlâksız romanlar, ayakta kalan her şeyi yıktı
Sonunda oldu millet
Kefenli gezen bir ölü misâli
Bağırmak istedi, lâkin artık duyulmuyordu sesi.
Bunaldı çünkü tıkanmıştı bütün nefesi
Uyandı sonunda, ama elinde ne yâr var ne diyâr
Çatırdamakta bütün yurdunun temeli;
Alev saçaklara sarmış, yerinde yok Rumeli
İngiliz, ırkçılık tohumunu saçıp da her yere,
Arap’la Türk’ü ayırdı şöyle bir kere,
Ne çırpınır kolu artık, ne de çırpınır kanadı
Hâlife’nin de kaldı sadece sevimli adı (Berlin: 18 Mart 1915)
Dayak ve İktisâdî Kalkınma: Dayak Cennetten Çıkma mı?
Son yüzyıl içerisinde, iktisâdî gelişmenin psikolojik faktörleri üzerinde duran iktisatçı v
Âkif, Safahat’ın Altıncı Kitab’ı Âsım’da babasının öğrencilerinden olan Köse İmam’ın, 1. Dü
Barıştık, yüzün gülsün artık, imam
“Hele dur, daha bitmedi, öfkemi tamamlayayım”
“Tamamla madem tamam,
Zâten eksik bir o kalmıştı: Cennetten çıkma tokat”
“Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz döveriz
Gül biter aşk ile vurduk mu..”
“Tamam, inandım, câiz”
“Pek cılız çıktı bu “câiz=sakıncasız”, sözün, demek buna imânın yok?”
“Ee, hocam, sen dayağı “Âmentü” ye soktuysan, o kadarına da karnım tok.
Benim bildiğim, gül değil, kıl bile bitmez, sopa altında!
Öyle olsaydı, şu gördüğün benim yalçın kelle,
Fark olunmazdı Rumeli Kızanlık’taki gül bahçelerinden !”
“Hz. Peygamber, sun‘î (yapay) ve şekilselciliğe ağırlık vererek değil, insanların gönülleri
Toprakta Sürünmeyi Öğretmek Kartal Yavrusuna
Âkif’in çağdaşı, Pakistanlı Muhammed İkbal de (1877-1938) aynı eğitim sisteminden yakınmakt
Ya Rabbi, sana şikayetçiyim, şu mektep hocalarından,
Kartal yavrusuna toprakta sürünme dersi veriyorlar, saçma sapan. (Kozak, 227)
Yetiştirilecek öğrenciler: İdealist, eleştirel düşünce sahibi, gerçekleri ne olursa olsun s
Âkif bu konuyu şöyle vurgular:
(Bu öğretmenler, hocalar)
Kellesinden geçecek bir öğrenci yetiştirmiş mi?
Yoksa, oturup sadece, okulları eleştirmek iş mi?
Okul bu düşünceye muhtaçsa eğer, medrese ondan daha muhtaç
Şeker Yok Savaş Dönemi Çayı Üzümle İçiyorlar
O günlerde doğal gaz, tüplü ocak yahut elektrikli ısıtıcı olmadığından; çay, maşıngada yahu
Hele ya Rabbi şükür, çay da geldi sonunda
Ama illâ şeker istersen
Gönderelim birini bulduralım çarşıda
“Kilosu dört yüz olmuş değil mi?”
Aldığım yok İzmir’in üzümü, hem ucuz hem lezzetli
Üstelik çekirdeksiz de
Hocam buyurun, “yok sen buyur, tören yok bizde”
Hocam, evvelâ üzüm çiğnenecek, üstüne çay
“Hemen başlayalım, hay hay”
Ticaret Yapamayacak Olanlar
Köse İmam’la başka bir konuyu konuşurken Âkif, bu arada İslâm Hukuku’ndaki ‘sefih’ kavramın
(O adamı) Sefihlerden sayabilsek? (Mümkün mü?)
Sonuca bu yolla ulaşabilsek
Çünkü bir adam malını savurganlıkla yok etmişse,
Ona İslam hukukçuları “sefih” demekte
Saf yahut ahmak olan ve kâr ederim düşüncesiyle
Alım-satım işine kalkışıp sürekli aldananları bile,
“Sefih” olarak nitelemekte, evet, yüce şerîat
Gelelim problemin çözümüne: Mâdem bu adam
Besleyip bakmakla yükümlü olduğu çocuklarının,
Hepsini terk ederek, derdine o pis kadının,
Boşa harcamakta bütün malını.. Elbet ya bunak;
Veya aldanmaya çok yatkın bir avanak.
Hâkim her iki halde de, malını kullanmayı yasaklamak istese,
Elbet yasaklar,
Şimdi sizin için gerekli olan sadece bir ilmühaber;
İhtiyar heyeti, muhtar, hepiniz toplanınız;
Yazınız çabuk... Oldukça ayrıntılı yazılsın yalnız;
Sonra hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye,
İş önemli... Korkarım ayrıntılı yazılmazsa diye
“Gaflet de; İslam hukuk bilginlerinin çoğunluğuna göre, kısıtlamanın uygulanabilmesi için,
Aşağıda başka örneklerini de göreceğimiz, böyle zayıf bir insan gücü ve zayıf bir ekonomi i
Hani kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani, ancak mızraklarla, ufukları deşilen vâdîler?
Hani ay parçası gibi küçük kızlar koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla yiğit vardı?
Bugün artık hiçbiri yok... Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
Öksürüklü Hasta Keçi, Baş Ödül
Düğünde nihayet, güreşlere sıra gelir:
Pehlivanlar hani? Derken, görünüvermez mi, Hocam,
Biri birinden daha zavallı sekiz çıplak adam?
Onların o soyunuk halini rûyada gören korkardı:
Çünkü sanki gömleklerini değil etlerini de çıkarmışlardı,
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak,
Hele bir gölge bulup, gireyim altına çabucak,
Tam demiştim: Azıcık şöyle yaslanıp dinleneyim
Biri aksırdı tâ enseme..Acâip bu da kim?
Bir de baktım, kelebek hastalığı olmuş da ciğeri
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi
“Yoksa ey keçi benden saygı mı bekliyorsun!
O kadar samimiyeti sevmem; biliyorsun!
Sakalından çekerim hâ, karışmam sonra haydi git
Nerde aldırmadı bile, sordum; baş ödülmüş bu yiğit!
(Halbuki 1875-1880’lerde)
Neydi, ya Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?
Dağlar bütün orman, tepeler tamamen bağ, ovalar hep tarla;
Koca otlak, dolu baştan başa sığırlarla.
İğne atsan yere düşmez: o ekin bir tûfân:
Atla girsen bile gömülürdü, buğdayın altında kafan.
Dolaşır sal gibi, göllerde, sayısız manda,
Fil sanırsın, hani bir çıksa da, görsen karada.
Geniş alnıyla yarar, otları binlerce öküz,
Besiden her birinin sırtı, etli ve dümdüz
Namazı Bırakmış Osmanlı Köylüsü
1875’den sonra, dînî duygular hızla zayıflamış, sadece sağlık değil ahlâkî durum da bozulmu
(Kırk sene evvel, 1875-1880’lerde:)
Gündüzün kimse görünmez: kadın erkek çalışır;
Varsa meydanda gezen, küçük topaç gibi oğlanlardır.
Akşam olmaz mı, fakat halkı toplar ezân,
Son cemâat yeri, hatta, adam almaz bazan.
Güneş ufuklara henüz vedâ etmişken,
Yükselir Kâ‘be’ye doğrulmuş alınlar yerden.
Şimdi ise, köylünün bir şeyi yok; sağlığı, ahlâkı bitik;
Bak o sırtındaki gömlek bile delik delik.
Bir kemik bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerede evvelki refâhın acaba onda biri?
İcrada Satılan Bağlar, Fâizin Altında İnleyen Çiftçi
Kağıt Oynar Sürekli, Tembelleşmiş Çiftçi (1915 yılı)
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icrâ ister;
Bir kalem borca karşılık, fâiz defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohumu da inkâr ederek, böyle çorak,
Bire dört alsa köylü sevincinden kudurur:
Har vurur, bitmeyecekmiş gibi harman savurur.
Uğramaz, gün batar, çiftine veya evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine
Çok az, o da faydası olmayan bir dînî bilgi;
Ne Allah’ın emirleri ne de yasakları; seçemez hiçbirini.
Namazın semtine bayramları uğrar sadece;
Hiç su görmez yüzü, düşmanıdır seccâde.
Hani üç beş kişiden fazla namaz kılan arama;
Mescidi ambar yapmış sonunda; sorsan imama!
Sıtma, fuhuş, içki, kumar türlü feci şeyler salgın,
Sonra söylenmeyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır pisliğe sayısız nâmûs;
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfûs.
Gençlere, evlenip âile kurmak bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor.
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır..” (Kur’an, Tâ
Ancak “Ekonomik Düşünce” , Kalkınmayı Sağlar
Düşünce akımları ve fikrî dalgalanmalar elbette önemlidir,
Ama asıl önemli olan ekonomik fikirlerdir
Bu yolda bir gelişim sağlayamazsa hocalar,
Skolastik (eski) zihniyetle sanâyi, gelişemez bocalar
Kalkınma İçin Sosyal Sermaye
Ekonomik kalkınmada insan unsuruna dikkat çeken Âkif: “Yirminci yüzyılın en belirgin ve övü
Bir yığın mekteb-i âlî (yüksek okul) denilen yerler var;
Soralım kendimize: millet(hazine) her yıl ne verir: milyonlar.
Şu: Siyasal. Bu:Tıp. Bu: Deniz Harp Okulu, beri yanda Ziraat. Ötekisi:
Veterinerlik. Mühendishâne ise yetiştirdi yüzlerce mühendisi.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!
İşimiz düştü mü tersaneye, veya denize,
Bir gemi almak için yine mecburen koşarız, İngiliz’e.
Bir yıkık köprü yıkıldı mı, hâlâ Belçika’dan kalfa gelir;
Lâzım oldu mu uzman doktor; bilmem hangi ülkeden getirilir.
Meselâ, bütçe hesaplarını yoktur düzgün çıkaran,
Hadi maliyeye gelsin bakalım Mösyö Lôran.
Hani îmâl ettiğiniz tezgahlar? Sanâyi nerde?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, veya Mançester’de !
Kalkınma İçin Vizyon Yokluğu
Ben ki atalarımıza söven soytarılardan değilim,
Anarım hepsini rahmetle...Fakat kırgınım
“Niye?” “Çünkü aşılamadılar kalbime bir damla ümit
Zaten bu dünyada yaşanmaz, kesilmişse yaşamaktan ümit
Daha okulda çocuktuk, korkuttu bizi hocalar,
Oysa hiç korku nedir, bilmeyecekti çocuklar
Neslim ürkekmiş evet, yoktu ki ürkütmeyeni;
“Yürü evlâdım” diye yüreklendirecek yerde beni.
Bir ışık gösteren olsaydı, eğer tek bir ışık,
Biz o karanlıkları, bin parça edip çıkmıştık.
İki üç yüz senedir, bizde gençlik gelişememiş,
Çünkü zavallıların, geleceği inancı, yok olmuş
Duygusu yok, düşüncesi bozuk, azmini dersen: Felç olmuş
Bütün Âlem-i İslâm; fakat hepsi de korkak, dört yüz milyon insan,
Sağa git, sola git fark etmez; göremezsin hiç hareket ve heyecan
Yaşamak apaçık hakkım mı? Evet. Hiçbir mantık,
Çevirip Yastığı Tekrar Uyumak
Bunu inkâr etmiyor, çünkü meydanda artık.
Öyleyse şu da apaçık bir gerçek: “Çalışmak borcum”
Fakat bunun için hiç iradem yok; felç olmuşum
Âh, o dîn nerde, o azmin, o direnmenin dîni
O yerin gökten inen dîni, yaşamın dîni
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
“Bu halimiz Müslümanlık mı”, lazım bu söze “tevbe” demek
Nerede Kur’an’daki rûhun, şu hayatımızdaki izi,
Nasıl İslam ile özdeşleştiririz, kendimizi
Ümitsizliği yavaş yavaş aşılamış aşılayanlar bize
O lânetli aşı, hiç benzemiyor başka dertlere
Dikkat et; üç yüz seneden beri morâlsiz
Yatıyor koskoca İslam âlemi, takatsiz
Pıhtı halinde yürekler, hareketsiz kanlar;
Çevirip yastığı tekrar uyuyor, kalkanlar !
Gözünün gördüğü yok, beynine çarpan güneşi !
İyi ama nasıl uyaracaksın bu leşi?
“Leş değil”, “Leş mi değil?” Dipdiri, dalgın biraz yalnız,
Hemen kurtarmak için azmedelim, kurtarırız
Çiş Kokan Öğretmen
İrşad heyeti üyesi olarak 1914 yılı yazında Konya’ya giden Âkif, köy camilerinde vaazlar ve
Konya’yı az çok bilir, çevresini pek bilmezdim;
Hiç değilse bir köyleri gezsem, diye çıktım gezdim.
Yolda duydum ki: Bir beldenin ileri gelenleri,
Üç gün evvel kovuvermiş bir öğretmeni.
Herkes çocuklarını almış, kapatılmış mektep
Çok kötü bir şey! Hele bir anlayalım neymiş sebep
İndik akşama köye; yatsıdan sonra “bize biraz vaaz et” dedi köylüler
Çektiler altıma eski püskü bir minder.
İstedim önümde olsun bir kürsü hele
Getirdiler, tâ göğsüme yaslandı, sakat bir rahle
Önce Allah’a hamd ve Peygamber’e selâmdan başlayarak
Sonra kızmıştım zaten besbelli
Öyle bir maskara ettim ki o hâin cemâati
Tam zamanıydı, çevirdim onlara yüzümü:
Açtım artık iyice ağzımı, yumdum gözümü
Hiç öğretmen kovulur muymuş, ayol söyleyiniz?
O sizin için büyük nimet, her şeyiniz.
Hoca hakkıyla bir tutulacak hak var mı?
Sizi âhirette hesaba çekerken bunu sormazlar mı?
Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar bu ne iş?
En büyük şans olarak, Allah size öğretmen göndermiş
Öğreteni kovmak, felâket getirir bilmez misiniz?
Köylerin yüzde sekseni bugün, hâlâ öğretmensiz
En sonunda yaptım bir dua, sandım ki mescid inler..
Umduğum çıkmadı hiç: çok yavaş “âmîn” dediler.
Çekiverdim o zaman ben de Fâtihâ’yı,
Fakat evine götürünce beni, anlattı gerçeği Mestanlı Dayı.
Manda Nasıl Bakarsa Nalbanta, Öğretmen de Bize Öyle Bakmakta
Mestanlı Dayı, Âkif’e: “köylü olarak, kalkınma işinin okul ve yol ile olacağını, senelerden
Mestanlı Dayı dedi ki: “Ey, İstanbul’dan gelen Hoca Efendi:
Senin bu şekilde hükmü veren mahkemen, yanlış gerçek,
Köylüyü neden dinlemedin? Halbuki Kadı !, iki tarafı da dinleyecek.
O zaman ancak, kestiği parmak acımaz Şerîat’ın,
Ne kötüdür: sadece ağzına bakmak, tek bir tarafın.
Köylü câhilse de, anlayışsız değil ya, ne demek?
Kim teper nimeti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir belde, titreştik geçen kış, odunsuz yattık;
O büyük okulu gördün ya. Kışın ortasında biz yaptık.
Kimse evlâdını câhil yetiştirmek ister mi ayol?
Bize gerekli iki şey var: Biri okul, biri yol.
Niye halkın canı yangın, niye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükümetten umup durdukça,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, öğretmen sizden deyiverdik... O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, hocam, ezbere çaldın, demin bize karayı
Görmeliydin o öğretmen denilen soytarıyı
Geberir, camiye girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir ama tanımaz.
Yelde izler bırakır, gezdi mi bir çiş kokusu
Ebenin teknesi ömründe gördüğü tek su !
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be adam ! Ağzın aşınmaz ya.. Hayır,
Ne bilir vermeyi selâm, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; tuvalet yapar, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Tertemiz yerlere kip kirli botlarla dalar;
Kaldırımdan daha berbat olur, artık odalar.
Geçenlerde, Müslüman olmayan yabancı su mühendislerinin köye geldiklerini ve çalışmalarını
“Tatlı yüz, bal gibi söz... Zaten başka ne ister köylü?” diyerek, Osmanlı (ve daha sonrası
Halk Kedi Gibi
Harb-i Umûmî (1. Dünya Savaşı) devam ederken, İstanbul’da bile halkın durumu son derece fec
Dolar-Sever Memleket
Osmanlı’nın son Mekke Emîr’i Şerif Haydar Paşa’nın oğlu Şerif Muhittin Targan (1892 İstanbu
Âkif, Şerif Muhittin’in anlattığı Amerika’nın ekonomik durumunu nakleder:
Aman ne zümrüt ağaçlar !.. Ne dalga dalga ekin...
Çiçek mi, ev mi?...Ne köyler: Şehir kadar zengin.
Yolun güzelliği fakat!...Aman ne manzaralar...
“Ne çok da fabrika”
Derken, içim yavaşça dalar
Âkif’in Safahat’ında, Şerif Muhittin’in Amerika hatıralarına son derece ayrıntılı on sayfa
“Sever(mi?) fakiri de
Yok, yok, değişmediği sürece buradaki âdet,
Fakiri hiç seven olmaz: “Dolar sever bu memleket”
-----
Gövsa, İbrahim Allaettin(t.y.) Türk Meşhurları Ansiklopedisi. (y.y.): Yedigün Neşriyatı
Öz, Asım(2009). www.haksozhaber.com/news_detail.php?id=9290 (Behçet Necatigil, Edebiyatımız
Tanpınar, Ahmet Hamdi(2004). Beş Şehir. (18. Baskı) İstanbul: Dergah Yayınları.