You are on page 1of 21

SAFAHAT’TA SİYÂSAL İKTİSAT

Ismail Yurdakok
ismailyurdakok@yahoo.com

Üç Çöküşün Üç Şâhidi
Tarih yazıcılığı konusunda devrim yapan Analas okulu, geçmişin edebiyat eserlerini, tarihin
Safahat’ta Siyasal İktisat
Bu Öğrenci Veremli! Bir Hafta Ancak Yaşar

“San‘atkâr olmadığım gibi, sanat diyerek bir takım yapmacık sözler de söylememem” diyen Meh
Osmanlı’nın son dönemini anlatan gerçek hayattan sahneler, Âkif’in dizelerinde gayet tabîî
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa;
diyerek başlar, Safahat’ın ilk sayfası. Safahat’ın Birinci Kitabı da; bir gece, babasıyla
Bizim mahalle de, İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir göl dalgalanır,
Hele sular karardı mı...
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak!
(Gökteki) Ayın da olmadığı, bir kapkaranlık gecede, elindeki fener de sönünce, “yürüyen kö
Ancak, kulağımı iyice açmak ve elle dokunmanın sevki ile
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak hem de eldi..
Ne yalan söyleyeyim kalbime korku geldi
İşte o sırada
Hele ya Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener
Geçiyor... Sapmayarak şayet bana doğru gelirlerse eğer
Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten
Başkent İstanbul’da (bile), (fakir) mahallelerinin tek katlı küçük evlerinin saçaklarının y
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen eski kaldırımın, hortlayarak,
“Gel” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine
...
Sormayın derdimi, sonunda o bir-iki taş da biterek
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Çifte sandal, yüzüyorduk; fenerim yüzer, ben yüzerim
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.
Âkif’in doğduğu 1873 yılının son ayları (Hicrî 1290 Şevval ayı) sessiz geçiyordu, ama felak
Mehmet Âkif, İstanbul doğumlu bir Osmanlı vatandaşı olarak, hem çocukluğunda hem de gençliğ
Âkif’in okuduğu Baytar Mektebi esasen Halkalı Ziraat Mektebi’nin bir bölümüydü ve o yıllard
“Sözünüz doğru, Müdür Bey; fakat ne yapıp yapmalı, mutlaka
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, yaşamaz pek fazla
En fazla bir hafta yaşar, sonra bulaşma da olur;
Böyle bir hastayı gönderse de, ne yapalım; okul ma‘zur ”

“Hiç hava değişimi istediğim oldu mu benim


Bırakın mâdem kendi hâlime artık beni, burada rahat öleyim
Üç buçuk yıl katlandı bana bu okul, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden,
“Öleceksin” diye kovmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum, nerede gider yer bulurum?
Etmeyin, sonra sokaklarda perîşan olurum!
Anam zaten ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü”
Sonunda bir araba çağırılır ve veremli öğrenci, iki vicdanlı arkadaşının omuzlarında payton
Âkif, kendisi de on dört yaşında yetim kaldığından, Osmanlı’nın bu son döneminde sosyal yar
Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîmân,
Sığınak arıyor âileler, yuvalar perîşân
Hamal Yetim Hasan Okuyamadı
Hamalın Oğlu, Hamal Olarak mı Kalsın? Veya Hamalsın Sen Hamal Kal
Prizrenli Hoca Mustafa Efendi gibi merhametli insanlar da, vardır elbette o günkü toplumda.
Yerde, genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş...Acep kimin? derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Teker-meker küfe düştü tâ öteye.
“Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Gururla yat sokağın ortasında böyle daha!”
O anda karşı evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
“Ah, benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden yavrum?Ağzı yok, dili yok,
(Rahmetli) Baban sekiz sene kullandı...Hem de derdi ki: “Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım ben hiç yüksüz..”
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?”
Ben de lâfa karıştım:
“Dinle oğlum annenin sözünü!”
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
“Sakallı ! yok mu işin? Git; defol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: dağ gibi babam gitti..”
Yetîm Hasan’ın annesi “baban yerinde adamdan ne istedin şimdi” diyerek, müdâhale eder, faka
“Benim de yandı içim anlayınca, derdinizi..
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini
Yetîm bırakmayıp büyütmelisin” diye Hasan’a nasihat etmek isterse de, çocuk, bu sefer de:
“Bu küfeyle öyle mi?” der. Âkif bir nasihat daha verir:
“Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp olan: dilencilik tir ki; işlerken el, yürürken ayak.”
Bu sefer de küçük Hasan -ne yapsın, on üç yaşında sırtına küfeyi alıp yük taşımak elbette
“Unuttun mu? bayramda komşunun gelini:
“Hasan! Dayım yatı(lı) mekteplerinde subaydır;
Senin de zihnin açık...Söylemiş olsaydık bir...
Koyardı mektebe...Dur söyleyeyim” demişti hani?
Okutma hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Âkif derki: “baktım ki tartışma uzayacak, benimse o gün görecek pek çok işlerim var, mecbur
Yanında koskocaman bir küfeyle küçücük bir çocuk,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetîm..
Şu var ki yavrucağızın hali eskisinden elîm..
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...
Bir ince gömleğin altında titriyor donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü; alnının üstünde sâde bir çember.
Yetîmin alıp-verdiği soluk, sanki kesik kesik bir feryât
Normal değil o bakışlar, sanki gözü yaşlı bir imdât
Bu besbelli bir sefâlet ki yalınayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş, tertemiz alnı, yazık. O sırada, sahne değişir: elliden fazla ç
Ölü İçin Hasır Dokuz Kuruş
Kendisini her zaman dükkanına davet eden baharatçıya, mecburen bir ziyaret yapar Âkif. Bira
Küçük kız, sakızla balmumunu alıp gittikten sonra, Âkif’le attar epey bir süre sohbet ederl
Epeyce fâsıladan sonra, geldi başka biri:
“Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri,
Cenaze sarmak içindir, eziyet etme sakın!
Mahallemizde beş aydır yatan o hasta kadın
Bugün sabahleyin artık cihandan el çekmiş...
Ne çâre! Kısmeti böyle günde ölmekmiş.
Yanında kimse de yokmuş”.. “Aman bırak neyse...
Ecel gelince ha olmuş, ha olmamış kimse!”
“Dokuz kuruş bu hasır, siz, sekiz verin haydi...
Pazarlık etmeyelim bir kuruş için şimdi !
Sosyal güvenlik yoktur ama, sosyal dayanışmanın az-çok olduğu anlaşılıyor. Kimsesiz kadına
Kiremit Aktarıyor Seksen Yaşında Seyfi Baba
Fakat genel olarak, sosyal güvenlik olmadığı gibi, toplumsal dayanışma ruhu da gerilemiş du
Evsiz barksız binlerce yoksul kişiler
Sesi dinmiş yuvalar, yere serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü çaresiz kadınlar;
O kopan bağdan, darmadağın yavrular
Karanlığın yer yer içinden kabaran çöplükler:
Evi sırtında; sokaklarda gezen âileler
Bir yandan da İstanbul sokaklarını mekân tutmuş, serseriler de doludur: geceleri gelen geçe
Gece yol kesen eşkıyâ, sabah olmaz mı bakarsın, dilenci
Serseri, derbeder, âvâre, kâtil, harâmî...
Âkif bir akşam da, işten dönmüştür ama; hastalanıp, “bir geliversin” diye haber gönderen, s
Sonunda ulaştık evine, işte bizim eski dostun yurdu!
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem...ooo, kapı zaten aralık..
Galiba bir çıkan olmuş...Neme lâzım artık,
“Girerim ben” diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği, geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Tahta merdiven geldi ki, zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski kalın yün perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakirin sesini:
“Nerde kaldın? Beni epeydir yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabahat ki, haber yollamadım
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun..
Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu, demin komşu kadın
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın”
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
“Ihlamur verdi demin komşu...Bulaydık şunu, bir..”
“Sen otur, ben ararım...”
“Olsa içerdik, iyidir..”
“Dur buldum, aramak istemez oğlum, gitme..”
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime.
Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
Dedim: “Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?”
-“Nezle oldum sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
Mehmet Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak içün
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
“Ne işin var kiremitlerde a sersem!” desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum, bu sene,
Hadi aktarmayayım. O zaman kim getirir ekmeğimi?
Oturup körler gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası ; düşmanının maskarası!
Yoksa yaşı yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Hastalandım, bakacak kimsem de yok; Osman
Gece gündüz koşuyor, “iş” diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de on
Görüyorsun daha gelmez...Yalnızlığa sen dayan.
Bazen bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!”
-“Neyse, Seyfi Baba, ben seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice”
Mahallebim Ne De Kaymak, Şifâlıdır Mâcun
Yılda iki defa gelen bayram günleri, on gün öncesinden başlayarak, Müslüman toplumlarda har
Gelin de bayramı Fatih’te seyredin, zîra
Hayale hatıra sığmaz o herc-ü merc-i safa,
Kucakta taşınan bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz zamanlarından arta kalan,
Asırlar ölçüsü boy boy bastonlu nesle kadar,
Büyük küçük bütün şehrin sâkini, hepsi de var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,
İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar.
Biraz gidin: kocaman bir çadır... Önünde bütün,
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek içün
Nöbetle bekleşiyorlar. Acep içinde ne var?
“Caponya’dan gelen, insan suratlı bir canavar!”
Geçin: sırayla çadırlar. Önünde her birinin
Diyor: “Kuzum, girecek varsa, durmasın, girsin.”
Bağırmaktan sesi gitmiş, ayaklı bir ilân.
“Alın gözüm buna derler..” sesi her yandan.
Elektrikçilerin keyfi pek yolunda hele:
Gelen yapışmada bir mutlaka saplı tele.
Terâzîlerden adam eksik olmuyor; birisi
İnince binmede artık onun da hemşerisi:
“Hak okka çünkü bu kantar...Frenk îcâdı gram
Değil! Dirhemleri dört yüz, hesapta şaşmaz adam”
“Mahallebim ne de kaymak!”
“Şifalıdır mâcun!
Şimdi mi istedin Ağa”
“Yokmuş onluğum, dursun”
O başta: kuskunu kopmuş eyerli eşekler,
Bu başta: paldımı düşmüş semerli bülbüller!
Baloncular, hacıyatmazlar, fırıldaklar,
Horozşekerleri, civciv öten oyuncaklar;
Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan,
Önünde bir sürü çekçek, tepende çifte kolan.
Öbek öbek yere çökmüş, kömür çeken develer...
Kemâl-i âfiyetle geviş getirmedeler.
Koşan, gezen, oturanlar, mâniler düzüp çağıran,
Davullu zurnalı “dans” eyleyen, coşup bağıran,
Bu neşe dünyasının içinde gezdikçe
Çocukların tarafındaydı en çok eğlence.
Sevap olur, bu yetim kızı da bindiriver
Bu arada, salıncakçı da onar para veren çocukları, bir müddet sallamaktadır, salıncaklarda.
Fakat bu neşeli tabloya karşı, pek yaşlı,
Bir ihtiyar kadının koltuğunda , gür kaşlı,
Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.
Gelen geçen, “Bu niçin ağlıyor?” deyip soruyor.
“Yetîm ayol...Bana evlâd belâsıdır bu acı.
Çocuk değil mi? “Salıncak!” diyor...
Sonunda, salıncakçıya ricâ edilir; o da, dayanışmaya karınca kararınca katılır; yetîmi beda
Kuzum, biraz da bu binsin... Ne var sevabına say..
Yetim sevindirenin ömrü çok olur...
“Hay hay!”
Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine,
Katıldı ağlamayan kızların şenliğine

SA‘DÎ VE ÂKİF
Yan yana oturdukları Meclis sırasında, Balıkesir milletvekili Hasan Basri Çantay’a Sa‘dî’ni
“Yazın yeme, kışın giyim derdiyle
Sarf olunup, erdi ömür nihâyete”
demesi, Âkif’i son derece şaşırtır: Sa‘dî bile geçim derdinden bahsediyorsa... “İnsanın ist
Başlar insan, cılız kolları ile harbe!
Kaynar bazen güneşin âteşi beyninin tepesinde
Karlar buz olur bâzen da, sipersiz bedeninde
Âkif, insanın yaşama hırsını normal kabul eder:
“Dağlar o nihayetsiz olan silsileleriyle
Ormanlar o dünyayı tutan velveleleriyle
Ayrıca çöller vahşi hayvanları ve serap dalgalarıyla; insanı (bazen) attığı azimli ve giriş
İnsan doğuştan yaşama hırsına tutkun.
Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın
Râzısı değildir yine bir türlü vefâtın
Düşünse de derdini sürekli binlerce tasanın
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun
Bu arada bu dünyada ayakta kalabilmesi için ne lâzımsa kendi âciz kuvvetlerini o işe yönelt
Durmaz boğuşur bunca sıkıntıya rağmen,
Düşmez, o mesâî (çalışma) denilen kılıcı elinden
Çıplaktır insan, ister ki soğuklarda ısınsın;
Bir dam çatarak, geceleri altında barınsın.
Bunların yanında yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha “bin türlü havayic (ihtiyaç).. Âvâre
Maksat, bu kadar koşuşturmadan (sadece) yaşamaktır..
Lâkin bunun altında maksat ne olacaktır?
İnsanın insanlığı, ruhu ile ayakta durduğu halde(ruh çıkınca, ölüm meydana geldiği halde);
Gelseydi nöbet sırası, rûhunu yükseltmeye,
Anlardı belki nedir yaşamdaki gâye
Âkif ilginç bir son bölüm ile bu şiirini bitirir. Ona göre; insan, kavrayamayacağı “yaratıl
Sa‘dî: Doğunun Yüksek Ruhu
Azim isimli şiirine, “Sa‘dî: o bizim Şarkımızın (Doğunun) rûh-u kemâli” diye başlayan Âkif,
Vaktiyle beş on kafile çöle yöneldik;
Gündüz yürüyüp hep, gece bir menzile geldik.
Çok geçmedi, baktım, bir adam hayret içinde
Koşup durmakta oraya buraya, dehşet içinde
Koşmakta...Meğer kaybetmiş evlâdını
Çaresizce dolaşmış kâfilenin bütün çadırlarını
Sonunda gördüm, bulmuş çocuğunu
Sevinçle tutmuş şimdi yavrusunun kolunu.
Adam, devecibaşına gelmiş ve “evladımı buldum ama, nasıl bulabildim bilir misin?” demiş. “H
Kilitlendiği hedefine doğru koşan adam,
Tutmuşsa başlangıçta eğer azmini sağlam,
Er geç bulacak, çalışma sonucu, gönlündekini, elbet
Zîrâ şu âlem-i dünyada, ‘değişmez gerçek’:
Başarı araştırmaya; araştırmada başarıya âşık;
Azim ve ‘şiddetli arzu’ yan yana pek şık.
Evet; azimle, ümit ve araştırma yan yanadır;
Böyle olursa başarı gelmesin, ne mümkün,
Gerçi başlangıçta, iki üç başarısızlık ta mümkün
İşte o zaman insan azmini şiddetlendirilmelidir
Olumsuzluklardan hiç etkilenmemelidir.
Ümitsizliğin sonu yoktur; ona bir kere düşersen
Kaybedersin, çıkamazsın ebediyyen
Mahkum olsaydı ümitsizliğe şu zavallı peder de,
Evlâdını şayet o karanlık gecelerde,
Vazgeçmiş olsaydı aramaktan, nereden bulurdu?
Sonunda elbet biri candan, biri cânandan olurdu.
Tavakkuf (Durmak) Yok (Non-stop Working)
Safahat’ın her yerinde çok çalışmaya teşvîk eden Âkif İnsan başlıklı şiirine önce Hz. Ali
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Ben hakîr bir varlığım” dersin ey insan, fakat bir bilsen
Esîrindir tabîat, emrine verilmiştir bütün eşyâ;
Senin emrinin bağlısıdır, mahkûmudur dünya
************
Temmuz 1913’te yazdığı güzel ahlâkla ilgili bir şiirinde, Âkif, Osmanlı’nın çöküşünde iş ah
Hâlimiz, çözüntüye uğramış bir vücûdun hâli gibidir
Ahlakın çöküşü, çöküşümüzün asıl sebebidir.
Sâde bir sözdür fakat, hikmetlerin en özlüsü
Tek kurtuluş imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli
Yoksa pek korkunç olur katmerlenip kaybımız...
Çünkü hem dünyâ gider, hem de dîn; eğer uymazsanız
Berlin’de 1915 yılının Mart ayında yazdığı Berlin Hâtıraları’ nda ise, İstanbul’daki otel
Bizdeki oteller: Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın (bile) belinde çamur;
Duvarlarından inerken kabuk tutar yağmur!
O nemli yorganı sallandırıp da pencereden
Yatak takımları ! ise merhamet edilesi cidden:
Sanki kalın bir kadife olmuş, beyaz yastık..
Değişikliği hesap et artık
Benek benek yayılıp bitlerin pislikleri
Dönmüş çarşafın suratı, sanki esastan benekli
Odadaki kırık sürahide bekler yosunlu bir sıvı
Belki aç olana üç kap yemek kadar ! faydalı.
Berlin’deki oteller ise:
Meğer oteller olurmuş, saray kadar bakımlı.
Adam girer de yaşarmış içinde rahattan mest olarak
Beş altı yüz odanın her birinde kuş tüylü yatak
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak.
Sokakta kar yağa dursun, odanda ilkbahar, neşeyle
Dışarıda uzun gece, içeride sanki henüz vakit, öğle
Bol ışıklarını uzatıp yüzlerce âvîze,
Apaydınlık sütunlar, sanki selam durmuş bize
Havayı ısıtarak gözle görülmeyen bir ocak;
Ilık ılık esiyor her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki yerde olmamış hiç gezinen.
Ne bit var o güzel döşekte hiç ne de pire;
Yok olmuş kaşınma duygusu bu hâle göre!.
Unuttum ismini burada...İstanbul’da bir sırnaşık böcek vardı
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı
Ezince bir koku ortaya çıkardı çokça, biraz da su
Bilirsiniz â canım...Neydi? Neydi? Tahtakurusu!
O hemşerim, sanırım, çoktan gelmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!
İstanbul sokaklarından çektiklerini sık sık anlatan Âkif, herhalde, bu şehrin sokaklarını e
İstanbul’da, birinci adım güvenli, ikinci adım tamâm...
Üçüncü adımı fakat düşünmeden atamam...
Ne var mı? Sanki ağzını açmış bir yaman uçurum,
Dalarsa “cup!” diye insan, çıkar mı bilmiyorum!
Uzaktan dolaşayım. İyi ama, yine al sana bir tümsek,
Ne atlayanda kalır diz, ne tırmanan da bilek!
Kenardan gitmeli desek, bir başka tehlike var
Sağında: sanki ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar.
Solunda: ayakkabıya sahip çıkan sakızlı çamur!
Durun çareyi buldum...Evet olur mu olur:
Şu yosunlu küçük türbenin üzerinden beş altı taş sökerim,
Bataksa, al, bu da batmaz ya deyip yere sererim
Demek sonunda kurduk, Vakıflar’a ait sağlam bir köprü !
Haydi, uzatma yürü !
Vasiyetim size: Ey bu köprünün üstünden zıplayıp geçecekler,
Korusunlar bu küçük türbeyi, yanından geçecekler
Günün birinde, bataklık yine bir gün aşarsa köprümden,
Emîn olun, bu yosunlu türbe, size yeterli bir mâden.
Biletçinin Umurunda Değil
İstanbul’un banliyö trenleri de berbattır, 1915’te; gişedeki biletçi de, yıkılışı haber ver
“Bilet gişesi” midir, ismi pek de bilmiyorum,
Basık tavanlı, rutûbetli, isli bir bodrum,
Ayakta esneyen başıboş yolcularla dolu
Biletçi nerede mi? İşletmenin o nazlı kulu
Perdenin arkasından halka doğru bir defâcık bakmaz,
Ne var telâş edecek! Beklesin herkes çok veya az
Açıldı perde sonunda, şu var ki iyice
Sıkışmak istemiyorsan sokulma gişeye
İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba
“Biletçi, tren kaçta kalkacak acaba?”
“Ayağımı ezdin adam...Patlıyor musun ne zorun?”
“Vurursam ağzına!..”
“Yâhu ! Gürültünüz ne? Durun!”
“Yavaş be”, “Çüş be, gözün kör mü?”
“Pardon”
“O adam basınca, çıktı ihtiyarın ayağından mest”
“Nasıl ki çıktı şu “pardon” eşeklik oldu serbest !
Tren deyiniz.. Buldum işte benzerini:
Üşenmeden çevirip nazlı tekerliğini,
Şimdi esas başlıyor derdin büyüğü,
Parayı bozdurmak isterken, tren çalar düdüğü
Berlin’deki trenler ise altyapının yüz yıl önce tamamlandığını göstermektedir:
Tren de meğer başka türlü bir şeymiş:
Hemen binip uçuyormuş...Aman bayıldığım iş !
Ne uzaklık ne de oturacak yer kaygısı taşımıyor insan:
Dakikada bir saatlik mesâfe, nasıl da kısalmış zaman !
Evet, kucaklıyor uzaklıkları şimşek olup ansızın,
Haritanın üzerinden nasıl geçerse bakışın !
Şehirleşme tamamlanmış, megakentler kurulmuştur, Almanya’da:
Şehirlerin yapışık sanki hepsi biri birine:
Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne,
Düşer, ya “tık” diye bir istasyonun damına,
Ya da şehrin adı yazılı bir tabelânın camına
Burada düdük sesine hasret kalır işitmezsin..
İstanbul’da ise, durduğu yerde öter durur, miskin miskin!
Yıkasak Gömleği Yine Kirlenmeyecek Mi ?
Berlin sokakları ise: bakın nasıl da parlatılmış, pırıl pırıl tabanı
Yeryüzüne indiriyor, gökyüzünün ışıklarını
Caddeler o kadar geniş ki, geçerken yorulursun
Yolun öbür kenarına geçerken ayakların olur yorgun
Şu var ki: Düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz..
Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende bir hayli kar yağdı Berlin’in içine;
Vıcık vıcık olacakken takır takırdı yine!
Merak edip soruverdim, “karı yerde bırakmayız” dediler!
“Bırakmayın, güzel ama yağar durursa eğer?”
“Kesinlikle bırakmayız” sözü aynen tekrarlanmaz mı?
Evet, bu sözde açıkça görülüyor, Almanların azmi
İstanbul’a kar düşünce zor kalkar,
Mahalle halkı çok zora düşerse eğer,
Sonunda “Lodos duâsına çıkmak gerek” denir, çıkılır,
Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat yine bıkılır:
Bu defa çamur yığınları ortaya çıkar ki tehlikelidir..
Bu defa “Aman don olsa.” deriz.. “Şüphe yok, temizliktir”
Canım fazla da düşünme, boş ver karı, donu,
Yağar, erir, buz olur...Neyse yaz değil mi sonu?
Âkif: “bizim bu durumumuz (kardan hiç temizlenmeyen sokaklar), bana, gömleğini, “nasıl olsa
Bir kalenderin simsiyah olmuş su görmedik yakası..
Bakıp da bir titiz insan demiş ki: “Kahrolası !
Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak?”
-“Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!”
“Su kıtlığında değilsin ya...Hey üşengeç adam,
İkinci defa yıkarsın..”
“Yok ka‘iyyen yapamam, yıkayamam çünkü:
Yaratan bizi dünyaya devamlı gömlek
Sabunlayın diye göndermemiş olsa gerek!”
Almanlar’ın 45 Yılda Kalkınması
Berlin’de, bizzat Almanya’nın kalkınmasını (1870-1915) gördükten sonra, Âkif şunları söyler
Dünyaya karşı mücadelede, gâlip gelme gerçeğini
Bu güvenle, elde ettiler bütün istediklerini
Bugün değilse yarın mutlaka elde edecek
İşte çalışkanlık ve tevekkül...Ne yiğitçe bir meslek
Siz elli yıl oluyor, belki savaşa girmediniz
Fransız’ı yendiğiniz, 1870’teki savaştan şanlı bir zaferle
Çıkınca verdiniz bütün memleket evlâdı el ele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o denli,
Ki hedefiniz, savaşa benzetti kalkınma mücâdelenizi
Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen teknolojiye taktınız kanat
Yeri ezici kuvvetiniz sardı, göğü sanâyiiniz;
Yarında emrinize boyun eğecektir deniz.
Kalkınma hamleniz öyle bir noktaya vardı ki
Halkın ortak gıdası, oldu bilim ve teknoloji
Aydınlarınız yazıyorken, halkınız okudu,
Yazanların da okutmaktı, çünkü amacı
“Beyin”le “kalb”i uyum içinde çalıştıralı beri
Atıldı milli birlik binasının temeli.
İhtişamınızın bütün sırrı, işte o birliktir,
Bugün dünyayı titreten sesiniz onun sesidir
Osmanlı’da ise ‘hayata dönük ilim, kalkınmayı sağlayacak bilim’in hiç olmadığını
Eğer bir yerde eğitim, sadece tüketime dönük olursa,
Bunun cahillik kadar yıkıcı olduğu anlaşılır, dikkatle bakılırsa.
Günümüzde ilimden beklenen pratik hayattaki faydasıdır
Zaten ‘en önemli ilim hayatta yararlı olandır’
Bizde ise bu çeşit ilim bulunmamaktadır.
Ne kaldı geriye: edebiyâtımız mı? o da ne kadar acı!
Zâten karşılamıyor, hiçbir ihtiyâcı;
Ya milletin ruhunu efsunluyor, uyuşturuyor;
Ya yüreklerdeki duygularla çarpışıp duruyor!
Şarap kokar önceki şairlerin en temiz gazeli
Beş-altı yüz sene “içki sunan güzeller” peşinde koşan şiir,
Bırakmadı Osmanlılar’da gevşemedik sinir!
Hayatımızın üstüne meyhâneler kusan bir deliktir,
Tam kapanmak üzere iken başka çatlaklar çıktı,
Bu defa da, ahlâksız romanlar, ayakta kalan her şeyi yıktı
Sonunda oldu millet
Kefenli gezen bir ölü misâli
Bağırmak istedi, lâkin artık duyulmuyordu sesi.
Bunaldı çünkü tıkanmıştı bütün nefesi
Uyandı sonunda, ama elinde ne yâr var ne diyâr
Çatırdamakta bütün yurdunun temeli;
Alev saçaklara sarmış, yerinde yok Rumeli
İngiliz, ırkçılık tohumunu saçıp da her yere,
Arap’la Türk’ü ayırdı şöyle bir kere,
Ne çırpınır kolu artık, ne de çırpınır kanadı
Hâlife’nin de kaldı sadece sevimli adı (Berlin: 18 Mart 1915)
Dayak ve İktisâdî Kalkınma: Dayak Cennetten Çıkma mı?
Son yüzyıl içerisinde, iktisâdî gelişmenin psikolojik faktörleri üzerinde duran iktisatçı v
Âkif, Safahat’ın Altıncı Kitab’ı Âsım’da babasının öğrencilerinden olan Köse İmam’ın, 1. Dü
Barıştık, yüzün gülsün artık, imam
“Hele dur, daha bitmedi, öfkemi tamamlayayım”
“Tamamla madem tamam,
Zâten eksik bir o kalmıştı: Cennetten çıkma tokat”
“Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz döveriz
Gül biter aşk ile vurduk mu..”
“Tamam, inandım, câiz”
“Pek cılız çıktı bu “câiz=sakıncasız”, sözün, demek buna imânın yok?”
“Ee, hocam, sen dayağı “Âmentü” ye soktuysan, o kadarına da karnım tok.
Benim bildiğim, gül değil, kıl bile bitmez, sopa altında!
Öyle olsaydı, şu gördüğün benim yalçın kelle,
Fark olunmazdı Rumeli Kızanlık’taki gül bahçelerinden !”
“Hz. Peygamber, sun‘î (yapay) ve şekilselciliğe ağırlık vererek değil, insanların gönülleri
Toprakta Sürünmeyi Öğretmek Kartal Yavrusuna
Âkif’in çağdaşı, Pakistanlı Muhammed İkbal de (1877-1938) aynı eğitim sisteminden yakınmakt
Ya Rabbi, sana şikayetçiyim, şu mektep hocalarından,
Kartal yavrusuna toprakta sürünme dersi veriyorlar, saçma sapan. (Kozak, 227)
Yetiştirilecek öğrenciler: İdealist, eleştirel düşünce sahibi, gerçekleri ne olursa olsun s
Âkif bu konuyu şöyle vurgular:
(Bu öğretmenler, hocalar)
Kellesinden geçecek bir öğrenci yetiştirmiş mi?
Yoksa, oturup sadece, okulları eleştirmek iş mi?
Okul bu düşünceye muhtaçsa eğer, medrese ondan daha muhtaç
Şeker Yok Savaş Dönemi Çayı Üzümle İçiyorlar
O günlerde doğal gaz, tüplü ocak yahut elektrikli ısıtıcı olmadığından; çay, maşıngada yahu
Hele ya Rabbi şükür, çay da geldi sonunda
Ama illâ şeker istersen
Gönderelim birini bulduralım çarşıda
“Kilosu dört yüz olmuş değil mi?”
Aldığım yok İzmir’in üzümü, hem ucuz hem lezzetli
Üstelik çekirdeksiz de
Hocam buyurun, “yok sen buyur, tören yok bizde”
Hocam, evvelâ üzüm çiğnenecek, üstüne çay
“Hemen başlayalım, hay hay”
Ticaret Yapamayacak Olanlar
Köse İmam’la başka bir konuyu konuşurken Âkif, bu arada İslâm Hukuku’ndaki ‘sefih’ kavramın
(O adamı) Sefihlerden sayabilsek? (Mümkün mü?)
Sonuca bu yolla ulaşabilsek
Çünkü bir adam malını savurganlıkla yok etmişse,
Ona İslam hukukçuları “sefih” demekte
Saf yahut ahmak olan ve kâr ederim düşüncesiyle
Alım-satım işine kalkışıp sürekli aldananları bile,
“Sefih” olarak nitelemekte, evet, yüce şerîat
Gelelim problemin çözümüne: Mâdem bu adam
Besleyip bakmakla yükümlü olduğu çocuklarının,
Hepsini terk ederek, derdine o pis kadının,
Boşa harcamakta bütün malını.. Elbet ya bunak;
Veya aldanmaya çok yatkın bir avanak.
Hâkim her iki halde de, malını kullanmayı yasaklamak istese,
Elbet yasaklar,
Şimdi sizin için gerekli olan sadece bir ilmühaber;
İhtiyar heyeti, muhtar, hepiniz toplanınız;
Yazınız çabuk... Oldukça ayrıntılı yazılsın yalnız;
Sonra hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye,
İş önemli... Korkarım ayrıntılı yazılmazsa diye
“Gaflet de; İslam hukuk bilginlerinin çoğunluğuna göre, kısıtlamanın uygulanabilmesi için,

Kırk Yıl Önce ve Kırk Yıl Sonra (1875-1915)


Âkif, bir İstanbullu olarak, İstanbul’un çevresini, yakın köylerini, mer‘alarını, ovalarını
Kartal’a bağlı Kurna köyündeki düğüne gitmiştir. Köylülerin yüzleri sapsarıdır; sıtma (Abdu
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra,
Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.
Bet beniz sapsarı zavallıların hepsinde;
Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde
Şiş karın sıksa çocuklar gibi, kollar sarkık;
Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık
Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün,
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.
Gövde kadavraya dönmüş, o bacaklar değnek;
Daha yaş yirmi iken, eller ayaklar titrek.
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;
Kırk, onun ömrüne son durak olmuş kalmış.
Değişmiş sanki o aslan gibi ırkın torunu!
Bense İslam’ın o gürbüz, o genç unsurunu,
Kocamaz derdim yüzyıllarca, sorulsaydı eğer,
Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş meğer!
Âkif’in tarihe eleştirel bakışı, satır aralarında açık bir şekilde izlenmektedir; meselâ ya
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim?

Aşağıda başka örneklerini de göreceğimiz, böyle zayıf bir insan gücü ve zayıf bir ekonomi i
Hani kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani, ancak mızraklarla, ufukları deşilen vâdîler?
Hani ay parçası gibi küçük kızlar koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla yiğit vardı?
Bugün artık hiçbiri yok... Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
Öksürüklü Hasta Keçi, Baş Ödül
Düğünde nihayet, güreşlere sıra gelir:
Pehlivanlar hani? Derken, görünüvermez mi, Hocam,
Biri birinden daha zavallı sekiz çıplak adam?
Onların o soyunuk halini rûyada gören korkardı:
Çünkü sanki gömleklerini değil etlerini de çıkarmışlardı,
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak,
Hele bir gölge bulup, gireyim altına çabucak,
Tam demiştim: Azıcık şöyle yaslanıp dinleneyim
Biri aksırdı tâ enseme..Acâip bu da kim?
Bir de baktım, kelebek hastalığı olmuş da ciğeri
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi
“Yoksa ey keçi benden saygı mı bekliyorsun!
O kadar samimiyeti sevmem; biliyorsun!
Sakalından çekerim hâ, karışmam sonra haydi git
Nerde aldırmadı bile, sordum; baş ödülmüş bu yiğit!
(Halbuki 1875-1880’lerde)
Neydi, ya Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?
Dağlar bütün orman, tepeler tamamen bağ, ovalar hep tarla;
Koca otlak, dolu baştan başa sığırlarla.
İğne atsan yere düşmez: o ekin bir tûfân:
Atla girsen bile gömülürdü, buğdayın altında kafan.
Dolaşır sal gibi, göllerde, sayısız manda,
Fil sanırsın, hani bir çıksa da, görsen karada.
Geniş alnıyla yarar, otları binlerce öküz,
Besiden her birinin sırtı, etli ve dümdüz
Namazı Bırakmış Osmanlı Köylüsü
1875’den sonra, dînî duygular hızla zayıflamış, sadece sağlık değil ahlâkî durum da bozulmu
(Kırk sene evvel, 1875-1880’lerde:)
Gündüzün kimse görünmez: kadın erkek çalışır;
Varsa meydanda gezen, küçük topaç gibi oğlanlardır.
Akşam olmaz mı, fakat halkı toplar ezân,
Son cemâat yeri, hatta, adam almaz bazan.
Güneş ufuklara henüz vedâ etmişken,
Yükselir Kâ‘be’ye doğrulmuş alınlar yerden.
Şimdi ise, köylünün bir şeyi yok; sağlığı, ahlâkı bitik;
Bak o sırtındaki gömlek bile delik delik.
Bir kemik bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerede evvelki refâhın acaba onda biri?
İcrada Satılan Bağlar, Fâizin Altında İnleyen Çiftçi
Kağıt Oynar Sürekli, Tembelleşmiş Çiftçi (1915 yılı)
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icrâ ister;
Bir kalem borca karşılık, fâiz defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohumu da inkâr ederek, böyle çorak,
Bire dört alsa köylü sevincinden kudurur:
Har vurur, bitmeyecekmiş gibi harman savurur.
Uğramaz, gün batar, çiftine veya evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine
Çok az, o da faydası olmayan bir dînî bilgi;
Ne Allah’ın emirleri ne de yasakları; seçemez hiçbirini.
Namazın semtine bayramları uğrar sadece;
Hiç su görmez yüzü, düşmanıdır seccâde.
Hani üç beş kişiden fazla namaz kılan arama;
Mescidi ambar yapmış sonunda; sorsan imama!
Sıtma, fuhuş, içki, kumar türlü feci şeyler salgın,
Sonra söylenmeyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır pisliğe sayısız nâmûs;
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfûs.
Gençlere, evlenip âile kurmak bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor.
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır..” (Kur’an, Tâ
Ancak “Ekonomik Düşünce” , Kalkınmayı Sağlar
Düşünce akımları ve fikrî dalgalanmalar elbette önemlidir,
Ama asıl önemli olan ekonomik fikirlerdir
Bu yolda bir gelişim sağlayamazsa hocalar,
Skolastik (eski) zihniyetle sanâyi, gelişemez bocalar
Kalkınma İçin Sosyal Sermaye
Ekonomik kalkınmada insan unsuruna dikkat çeken Âkif: “Yirminci yüzyılın en belirgin ve övü
Bir yığın mekteb-i âlî (yüksek okul) denilen yerler var;
Soralım kendimize: millet(hazine) her yıl ne verir: milyonlar.
Şu: Siyasal. Bu:Tıp. Bu: Deniz Harp Okulu, beri yanda Ziraat. Ötekisi:
Veterinerlik. Mühendishâne ise yetiştirdi yüzlerce mühendisi.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!
İşimiz düştü mü tersaneye, veya denize,
Bir gemi almak için yine mecburen koşarız, İngiliz’e.
Bir yıkık köprü yıkıldı mı, hâlâ Belçika’dan kalfa gelir;
Lâzım oldu mu uzman doktor; bilmem hangi ülkeden getirilir.
Meselâ, bütçe hesaplarını yoktur düzgün çıkaran,
Hadi maliyeye gelsin bakalım Mösyö Lôran.
Hani îmâl ettiğiniz tezgahlar? Sanâyi nerde?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, veya Mançester’de !
Kalkınma İçin Vizyon Yokluğu
Ben ki atalarımıza söven soytarılardan değilim,
Anarım hepsini rahmetle...Fakat kırgınım
“Niye?” “Çünkü aşılamadılar kalbime bir damla ümit
Zaten bu dünyada yaşanmaz, kesilmişse yaşamaktan ümit
Daha okulda çocuktuk, korkuttu bizi hocalar,
Oysa hiç korku nedir, bilmeyecekti çocuklar
Neslim ürkekmiş evet, yoktu ki ürkütmeyeni;
“Yürü evlâdım” diye yüreklendirecek yerde beni.
Bir ışık gösteren olsaydı, eğer tek bir ışık,
Biz o karanlıkları, bin parça edip çıkmıştık.
İki üç yüz senedir, bizde gençlik gelişememiş,
Çünkü zavallıların, geleceği inancı, yok olmuş
Duygusu yok, düşüncesi bozuk, azmini dersen: Felç olmuş
Bütün Âlem-i İslâm; fakat hepsi de korkak, dört yüz milyon insan,
Sağa git, sola git fark etmez; göremezsin hiç hareket ve heyecan
Yaşamak apaçık hakkım mı? Evet. Hiçbir mantık,
Çevirip Yastığı Tekrar Uyumak
Bunu inkâr etmiyor, çünkü meydanda artık.
Öyleyse şu da apaçık bir gerçek: “Çalışmak borcum”
Fakat bunun için hiç iradem yok; felç olmuşum
Âh, o dîn nerde, o azmin, o direnmenin dîni
O yerin gökten inen dîni, yaşamın dîni
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
“Bu halimiz Müslümanlık mı”, lazım bu söze “tevbe” demek
Nerede Kur’an’daki rûhun, şu hayatımızdaki izi,
Nasıl İslam ile özdeşleştiririz, kendimizi
Ümitsizliği yavaş yavaş aşılamış aşılayanlar bize
O lânetli aşı, hiç benzemiyor başka dertlere
Dikkat et; üç yüz seneden beri morâlsiz
Yatıyor koskoca İslam âlemi, takatsiz
Pıhtı halinde yürekler, hareketsiz kanlar;
Çevirip yastığı tekrar uyuyor, kalkanlar !
Gözünün gördüğü yok, beynine çarpan güneşi !
İyi ama nasıl uyaracaksın bu leşi?
“Leş değil”, “Leş mi değil?” Dipdiri, dalgın biraz yalnız,
Hemen kurtarmak için azmedelim, kurtarırız
Çiş Kokan Öğretmen
İrşad heyeti üyesi olarak 1914 yılı yazında Konya’ya giden Âkif, köy camilerinde vaazlar ve
Konya’yı az çok bilir, çevresini pek bilmezdim;
Hiç değilse bir köyleri gezsem, diye çıktım gezdim.
Yolda duydum ki: Bir beldenin ileri gelenleri,
Üç gün evvel kovuvermiş bir öğretmeni.
Herkes çocuklarını almış, kapatılmış mektep
Çok kötü bir şey! Hele bir anlayalım neymiş sebep
İndik akşama köye; yatsıdan sonra “bize biraz vaaz et” dedi köylüler
Çektiler altıma eski püskü bir minder.
İstedim önümde olsun bir kürsü hele
Getirdiler, tâ göğsüme yaslandı, sakat bir rahle
Önce Allah’a hamd ve Peygamber’e selâmdan başlayarak
Sonra kızmıştım zaten besbelli
Öyle bir maskara ettim ki o hâin cemâati
Tam zamanıydı, çevirdim onlara yüzümü:
Açtım artık iyice ağzımı, yumdum gözümü
Hiç öğretmen kovulur muymuş, ayol söyleyiniz?
O sizin için büyük nimet, her şeyiniz.
Hoca hakkıyla bir tutulacak hak var mı?
Sizi âhirette hesaba çekerken bunu sormazlar mı?
Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar bu ne iş?
En büyük şans olarak, Allah size öğretmen göndermiş
Öğreteni kovmak, felâket getirir bilmez misiniz?
Köylerin yüzde sekseni bugün, hâlâ öğretmensiz
En sonunda yaptım bir dua, sandım ki mescid inler..
Umduğum çıkmadı hiç: çok yavaş “âmîn” dediler.
Çekiverdim o zaman ben de Fâtihâ’yı,
Fakat evine götürünce beni, anlattı gerçeği Mestanlı Dayı.
Manda Nasıl Bakarsa Nalbanta, Öğretmen de Bize Öyle Bakmakta
Mestanlı Dayı, Âkif’e: “köylü olarak, kalkınma işinin okul ve yol ile olacağını, senelerden
Mestanlı Dayı dedi ki: “Ey, İstanbul’dan gelen Hoca Efendi:
Senin bu şekilde hükmü veren mahkemen, yanlış gerçek,
Köylüyü neden dinlemedin? Halbuki Kadı !, iki tarafı da dinleyecek.
O zaman ancak, kestiği parmak acımaz Şerîat’ın,
Ne kötüdür: sadece ağzına bakmak, tek bir tarafın.
Köylü câhilse de, anlayışsız değil ya, ne demek?
Kim teper nimeti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir belde, titreştik geçen kış, odunsuz yattık;
O büyük okulu gördün ya. Kışın ortasında biz yaptık.
Kimse evlâdını câhil yetiştirmek ister mi ayol?
Bize gerekli iki şey var: Biri okul, biri yol.
Niye halkın canı yangın, niye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükümetten umup durdukça,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, öğretmen sizden deyiverdik... O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, hocam, ezbere çaldın, demin bize karayı
Görmeliydin o öğretmen denilen soytarıyı
Geberir, camiye girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir ama tanımaz.
Yelde izler bırakır, gezdi mi bir çiş kokusu
Ebenin teknesi ömründe gördüğü tek su !
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be adam ! Ağzın aşınmaz ya.. Hayır,
Ne bilir vermeyi selâm, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; tuvalet yapar, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Tertemiz yerlere kip kirli botlarla dalar;
Kaldırımdan daha berbat olur, artık odalar.
Geçenlerde, Müslüman olmayan yabancı su mühendislerinin köye geldiklerini ve çalışmalarını
“Tatlı yüz, bal gibi söz... Zaten başka ne ister köylü?” diyerek, Osmanlı (ve daha sonrası
Halk Kedi Gibi
Harb-i Umûmî (1. Dünya Savaşı) devam ederken, İstanbul’da bile halkın durumu son derece fec

Milletin emin ol ki, beş parasız, onda yedisi,


Gündüzün aç dolaşır, akşamleyin sanki bir arsız kedi gibi.
Çavdar karıştırmışlar bol miktarda ekmeğe ve süpürge tohumu,
“İşte ekmek” diye yapılan büyük propaganda, ama ekmek bu mu?
Hastalık, bit, sefâlet her tarafta kol kol,
Halk sesini çıkarmasın, tek; “Dünya Savaşı ya bu; ayol!”
Önceki devirde ölmezdi, insanlar böyle zillet içinde,
Ölü bir yanda uzanmış, diri öbür yanda sefillik içinde
Büyük Sosyolog, Büyük Siyasetçi, Büyük Maliyeci,
Üç Büyük Dâhinin Yönetiminde, Memleket Ne Cici !
Âkif, halkın perişan durumunu anlatırken, üç-dört yıl geriye gider, ve İttihat ve Terakkî’n
(Kuzguncuk’ta görmüştüm evvelki sene, Rıza’nın sahneye çıktığını)
Her türlü rol yapar, istersen Karabaş rolüne de çıksın mı sana?
Hem nasıl, taş çıkartır, belki hatta meşhur Burunsuz Hasan’a
Öyle bir yaptı ki taklitleri, gerçekten bittim..
Arap, Lâz, Çerkez, Pomak, her türlü role girdi
“Bak sen; Çok köpek oğluymuş” “Evet, pek de utanmaz şeydi”
“Bahşiş çok muydu?”, “Bırak, toplasın oğlum, gerçekten değdi”
Altına kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük
İşte, o adam, şu anda omuzlarda gezdirilen büyük ! siyasetçi, bu dilli düdük !
Ben bunları anlatırken yanımdaki arkadaşa,
Meğer, bir beyefendi !, bizi dinlemiyormuş mu?
Hemen bana kızdı ve bağırdı: “Neyse, kes artık gırgırı, halt etme sofu !
Gördüğün fesli: Senin milletinin filozofu.
Bu ve bunun gibi dehâlar tutuyor memleketi
Sen bu şenlikleri gördünse kimin eseri?”
Dedim, “bilelim madem beyim, saysana bir bir,
Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?”
“Biri büyük sosyolog, büyük siyasetçi öbürü;
Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin pîri”
(Beyefendi’nin, “büyük sosyolog” dediği Ziya Gökalp; “büyük siyasetçi” dediği Talat Paşa, “
Karaborsacı takımıymış, ne terbiye var, ne utanma
Aç, yoksul inleyerek, can vere dursun dünya,
Yine siz dinlemeyin, anlamayın yoksulun mâtemini,
Sürün keyfinizi bakalım, tarih yazarken devletin son vaktini
(İttihatçılarca ‘büyük sosyolog’ ! denilen Rıza Tevfîk’in komedyenliğini Ahmet Hamdi Tanpın
Eleştirel Düşünce
Eleştirel düşünce ve yöneticilerin sürekli hesaba çekilmesi, bir topluma yerleşmezse; o top
“Hangi ümmette ki alınması zordur, zayıfın hakkı kuvvetliden;

Polis devleti anlayışıyla, memleket idare edenin


Sıralaması, altındadır; üstünde değildir, kürenin
Bir adam kalkıp da, bir zâlim idarecinin yüzüne
Adaleti istese; bu zâlim de onun doğru sözüne,
“Tamam” diyecek yerde, tutup onu öldürse
Yazılır o cesur adam, şehitler listesine
Bence, Hamza gibi şanlı şehit, ancak odur,
Bir zâlime hakkı ihtar, ne büyük cihaddır,
En büyük hizmet budur diyen Rasululah’dır
Hak çiğnendi mi, millet de, hükümet de alçalır,
“Hangi ümmette ki alınması imkansızdır
Âcizin hakkı kuvvetliden... O ümmet kuvvetlenemez”
Hem kapsamlı, hem de kısa, ama ne güzel söz
Bu arada, Köse İmam’ın oğlu Âsım, savaş yıllarında, yoksullara yardım eden (gizli) bir teşk
Devrim istiyorum ben de, fakat Muhammed Abduh gibi
Yoksa, teşkilat kurup efeler gibi
Bâb’ı-Âlî’ler’i (Başbakanlık) basmak, adam asmakla değil,
Âsım, çek bu işten bütün arkadaşlarını, kendin de çekil
Öncelikle çökmüş durumdaki (iş ahlakı dahil) genel ahlak ve bilime önem verilmelidir:
(Şu anda İslâm dünyası)
Batı’nın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkum,
Çünkü üstünlük sağlayan teknoloji gücünden mahrum
Evet, şu anda mahrumuz, düşmanın bilim gücünden
Sebebidir: bu onur kırıcı durumumuzun, işte budur neden
Asırlardır süren hayal kırıklığını çekerken bugün
O yüksek ahlakımız bile bugün hareketsiz, ölgün.
Şimdi, Âsım, bana sen ister radikalsin de, ne istersen de,
Fakat, doğrusu: İslâm âlemi, ahlâktan da uzak bugün, bilimden de
Nükleer Enerjide Âkif’in İleri Görüşlülüğü
Sonunda Âkif, hem Âsım’ı, hem de arkadaşlarını, Avrupa’da öğrenim görmeye ikna eder:
Çünkü oğlum, milletleri kalkındırmak,
İki şeyle olur; bilim ve yüksek ahlâk
Bilim kuvvetli olmazsa bir millette eğer
Sadece ahlâkla yükselemez, zayıf düşer
Bilim olsa fakat yüksek ahlâk yoksa
Sonu yıkımdır, o milletin çok çalışsa da
Bu bakımdan, hani hiç yılmasın oğlum, gözünüz;
Sadece Batı’nın sırf bilimine, dönsün yüzünüz
Arkadaşlarınla beraber, gece gündüz didinin
Kaybettiğimiz, üç asırlık bilimi, tekrar edinin
Teknoloji diyârında sızan sayısız pınarı
Hem için, hem getirin yurda, o faydalı suları
Âkif’in, dünyadaki iktisâdî, sosyal, siyasal gelişmelerin yanında, fen bilimlerindeki ilerl
(Şunu da söyleyeyim ki)
Bir yığın doğal kuvvet var da henüz,
Biz o kuvvetlere Batılılar gibi hâkim değiliz
Yarının bilimi nedir? Halbuki belli, gayet müthiş
“Atom enerjisi” uğraştığı iş
O yaman güce hâkim olabilsem diyerek,
Harcayıp durmada bir çok kafa binlerce emek
Onu bir buldu mu, artık dünya başka şekle bürünecek,
Bir damla kömürden, çok büyük güç temin edilecek
Öyle milyonla değil, hakikat sonsuz denecek bir güç
Devrimin yolu işte bu yoldur yalnız
“Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız
Birkaç sene çalışma, size eğlence demek
Siz ki yıllarca neler çekmediniz hem gülerek
Hani bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün önce gidiniz, bir saat önce dönünüz.
Doğu’nun kucağı açıktır, o zaman işte size;
O zaman varmak mümkün olur hedefinize;
O zaman dinlerim artık seni Âsım, bol bol
“ Tamam söz, yarın akşam hareket”
“Öyle mi? Dilerim, mutlu ol”
Safahat’ın Altıncı Kitab’ı Âsım Birinci Dünya Savaşı yıllarında yayımlanmıştı. İkinci defa,
Evet, üzerimizde, Batı’nın göz açtırmayan kanlı, zalim kâbusu,
Fakat, İslam’ın da asırlardır, durmuş, hem beyni, hem pazusu.
(İslam Dünyası’nda gezip gördüğüm)
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar.
Tam bir yıl önce de, 3 Ekim 1918’de, bu “ter dökme” konusunu Âkif yazdığı ayrı bir şiirle A
Cihan altüst olurken, seyre baktın, öylece durdun da,
Bugün bir serseri, bir âvâresin öz yurdunda.
Sadece üç-dört kişinin ter dökmesi yetmez, top yekûn kalkınma seferberliğinin başlatılması
İnsanlığımızın izzeti, bizden bugün düzenli çalışma ister;
Değil üç-dört alın, top yekun milletin alnından boşanmalı ter
Üç hafta sonra, 24 Ekim 1918’de yazdığı Umar Mıydın? başlıklı şiirinde de, o günlerde “ter
Toplumun uyanması şart, uyanmaz dökülen gizli yaşlarla,
Çalışmak...Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, bak, derhal iner Allah’ın vâ‘dettiği rahmet,
Nasıl mahrum kalır, “başarıyı hak ettim” diyen millet ?

Şark’ın bugünkü durumunu tespite ise şöyle devam eder:


Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Zorbalıklar, iki yüzlülükler, türlü iğrenç alışkanlıklar
Örümcek bağlamış tütmez ocaklar; yanmış ormanlar
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
“Gazâ” diyerek dindaş öldüren zavallı dindaşlar
Ipıssız yuvalar;kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emeksiz geçen günler, ‘yarın fikri olmayan’ akşamlar
“Secdesiz başlar”, ifadesiyle, Osmanlı toplumunda namaz kılanların çok azaldığını, burada d
“Sonra, arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular:
‘Yarın Fikri Olmayan’ akşamlar ise, kalkınma için bir hedef tesbîtinin olmadığını ve viz
İş Ahlakı Yok Olmuş
1918 yılının Ekim ayı, Osmanlı devleti (ve tarihi) için, en hüzünlü aylardan biridir. Ekim’

Yüzünden utanç perdesi sıyrılıp inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde


Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde
Vefâ yok, verilen sözde durma hiç yok; emaneti koruma sözde kalmış;
Her yerde yalan geçer akçe; nankörce davranan itibarlı; hak ise bilinmez olmuş
Yürekler kaskatı, duygular aşağılık, arzular bayağı
Bakışlarıyla küçümserler Allah’ın kullarını
Beyinler ürperir, yâ Râb, ne korkunç devrim olmuş;
Ne dîn kalmış, ne iman, dîn harâb, iman toprak olmuş
O iyi hasletler kaybolup gitmiş, kesilmiş sesi vicdanların
Bu ahlâkî çöküş sürerken, nasıl kalır bağımsızlığın
Yak Geçmişi Gitsin
Geçmişi inkâra dayalı bir kalkınma stratejisi olamayacağını, kabahatin İslâmî kültürümüzde
Pozitivistler şunları söylüyorlardı:
“Allah’a dayanmak mı? Yüzyıllarca dayandık
Yandıksa bugün, bu inanç yüzünden yandık
İstiyorsak ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Geçmişi ateşe vermeli ki, baştan başa yansın
Köhne düşünceleri diriltmek bizi götürür şaşkınlığa,
İlerlemek için çılgınca koşmakta baksana dünya”
Âkif’in pozitivistlere cevabı:
Allah’a değil, taptığın kuruntulara dayandın;
Yandınsa eğer, hak ettiğin için yandın
Bilerek isteyerek felç ettin de azmini,
Yattın sürekli felçliler gibi
Madem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
Ölümsüzlük şerbeti içsen, emîn ol yaşayamazsın
Atalarını, zannetme, yüzyıllarca uyurdu;
Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Dünya Koşuyorken Yolun Üstünde Yatılmaz
Azimden Sonra Tevekkül (yani insan olarak bütün gayretini ortaya koyduktan sonra, Allah’a g
“(Ne yapalım) Dünya koşuyor” söz mü ? Beraber koşacaktın;
Ne yazık ki, bütün azmi sen arkanda bıraktın !
(Ama) Mâdem ki uyandın o uzun uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.
Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra:
Dirilmen de kalır tâ gelecek nefha-i Sûr’a
Çiğner ya, tabiî, ne düşünsün de bıraksın?
Bir parça kımıldan diyorum, mahvolacaksın !
Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;
Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.
Hedefini işaretle, sen de koşanlarla bir ol da;
Geçmişi fakat yıkmaya kalkışma bu yolda
Bekleyemeyiz
Eski Bağdat Valisi Süleyman Nazîf, işgalci Batılı askerlerin Beyoğlu’na çıkmaları üzerine 9
Rûhum benim oldukça bu imanla beraber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler
diye yazınca, Âkif çok sevdiği bu dostuna şu cevabı vermişti ki, mektubun gönderildiği 15 N
Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?
Rûhun da seninle asırlarca bu acıyı mı çeksin?
İslam ülkelerinin nasibi yalnızca esirlik mi?
Sen yoksa, unutun mu o şanlı geçmişi?
Mâdem ki Allah’ın bize vâ‘dettiği haktır,
Doğu’nun fecri yakındır, doğacaktır
Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı;
Fakat, işte şimdi, silkindi birden uyandı
Gör şimdi bak, can da onun, kan da onundur;
Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.
İşte Çırılçıplak: Firavun
Kendi özel hayatında da, isrâfın her türlüsüne karşı olan Âkif, üç buçuk yıl sonra, 29 Aral
Bu Firavun, bu insanlık için görünmez kaza, bu şimdi piramitte saklı belâ,
Ki vaktiyle tapılıp, “Sen yüce tanrımızsın” denildi ona. (Nâziât Suresi, 79: 24’e işaret ed
Ne ilâhî intikam şimdi çektiği; ne devamlı yoksunluk:
Şimdi camekânın içinde çırılçıplak yatmakta, ibret olarak
Soyulmadık bir eti kalmış, bilinmiyor kefeni,
Açıkta, karşımda zâlimin bütün bedeni.
Zehirli ot gibi yer yer fışkırdı heykellerin
Sulandı, şu vâdi, insan kanıyla beşerin.
Yeryüzüne sığmadı bir türlü sanki cesedin,
Kokmuş bedenine üç kürek toprak bulup da örtemedin !
Değer mi dağları tırnakla, dişle oydurarak,
İçinde bir leş için görkemli saray kurmak?
Nedir bu kokmuş cesede dünyada görülmedik saygı?
Ama rûhun şimdi yanıyor, görmüyor hiç saygı.
Ne ocakları yıktın, girmeden şuraya,
Ne yuvaları ezmişti, kim bilir şu kaya?

Dolar-Sever Memleket
Osmanlı’nın son Mekke Emîr’i Şerif Haydar Paşa’nın oğlu Şerif Muhittin Targan (1892 İstanbu
Âkif, Şerif Muhittin’in anlattığı Amerika’nın ekonomik durumunu nakleder:
Aman ne zümrüt ağaçlar !.. Ne dalga dalga ekin...
Çiçek mi, ev mi?...Ne köyler: Şehir kadar zengin.
Yolun güzelliği fakat!...Aman ne manzaralar...
“Ne çok da fabrika”
Derken, içim yavaşça dalar

Âkif’in Safahat’ında, Şerif Muhittin’in Amerika hatıralarına son derece ayrıntılı on sayfa
“Sever(mi?) fakiri de
Yok, yok, değişmediği sürece buradaki âdet,
Fakiri hiç seven olmaz: “Dolar sever bu memleket”
-----
Gövsa, İbrahim Allaettin(t.y.) Türk Meşhurları Ansiklopedisi. (y.y.): Yedigün Neşriyatı
Öz, Asım(2009). www.haksozhaber.com/news_detail.php?id=9290 (Behçet Necatigil, Edebiyatımız
Tanpınar, Ahmet Hamdi(2004). Beş Şehir. (18. Baskı) İstanbul: Dergah Yayınları.

You might also like