You are on page 1of 457

‫ن‬

ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ه الّر‬ِ ‫سم ِ الل‬


ْ ِ‫ب‬
ِ ‫حيم‬ ِ ‫الّر‬
ÖNSÖZ
Sözlükte zırh, göğüs, orta1 ma’nalarına gelen cevşen
lafzı Farsça’dan Arapça’ya geçme bir kelime olup; kebîr
sıfatıyla birlikte kullanıldığında “büyük zırh” ma’nasını
ifade eder.
Rivayete göre Peygamber Efendimiz’e : “Zırhı çıkar,
bu duayı oku” diye tavsiyede bulunulduğu için, bu duaya
büyük zırh ma’nasında El-Cevşenü’l-Kebîr denmiştir.
Cevşen-i Kebîr adıyla meşhur olan bu münacat;
Sünnî kaynaklardan daha ziyade Şîî kaynaklarda yer
almış olup, ehl-i beyt imamlarının silsilesiyle Hz.
Peygamber’e (s.a.v.) isnad edilmekle büyük bir kudsiyet
kazanmıştır.
Hemen şu hususu başta hatırlatalım ki; maalesef
nice metni, hatta hem metni hem isnadı sahih olan bir
çok hadîsler ve rivayetler, ehl-i beyt silsilesiyle
nakledilmesi sebebiyle merdud ve gayr-i mu’temed
sayılmıştır. Böylelikle ehl-i sünnetin de makbulu olacak

1
Bakınız : İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, cild : 7, sayfa : 462;
Yeni Ansiklopedi, Heyet, cild : 1, sayfa : 300; Ahter-i Kebir, Karahisarlı
Mustafa, cild : 1, sayfa : 215; Büyük Türkçe Sözlük, Mehmet Doğan,
sayfa: 118; Mevarid, Mevlud Sarı, sayfa : 222; Türkçe Lügat, M. Bahaeddin,
sayfa : 161; Ferheng-i Farisî, Arif Etik, sayfa : 139; Mu’cem-i Vasît, Hey’et,
sayfa : 147; Yeni Lügat, Abdullah Yeğin, sayfa : 84.

1
pek çok rivayetler hadd-i zatında sahih iken, -ehl-i beyt
zinciri ile çokça hadîs uydurulması yüzünden-2 i’tibardan
düşmüşler, gizlenmişler ve tarihin derinliklerinde
kalmışlardır. Ne yazık ki, ehl-i sünnet mensubu bir kısım
âlimler ve muhaddisler; hadîs tenkidinde taassub
derecesinde bir aşırılığa kaçmalarıyla, bu Cevşen-i Kebîr
gibi nice kıymetli ve kudsî hakikatlerin bütün
Müslümanlarca tanınmasına ve rağbet gösterilmesine
mani olmuşlar; bu yüzden bu yüksek hakikatler pek az
zümreler tarafından benimsenmiş ve sadece o
zümrelerde revaç bulup istifade edilegelmiştir. Fakat bu
anlattığımız olumsuzluklarla birlikte, bunda da bir hikmet
var deyip, bu mevzuda daha fazla eşiştirme yapmaktan
uzak kalmayı uygun görüyor ve sadede geliyoruz.
Bizim tesbitimize göre Cevşen’de Cenab-ı Hakk’ın
1001 ismi zikredilmiştir. 24. ukdede 11 fıkra, 73. ukdede
9 fıkra, 99. ukdede ise 11 fıkra bulunmaktadır. Gerçi bazı
isimler ve fıkralar tekrar edilmiştir. Fakat her biri kendi
mevkiinde ayrı ayrı ma’nalara gelebileceği nazara
alınırsa, mükerrer olmaktan çıkarlar ve başka başka
letafet gösterdikleri anlaşılır.
Sahîh hadîslerle sabit olan 99 esma-i hüsna’nın
mevcud olmasıyla bu duadaki 1001 ismin esma-i hüsna
olarak zikredilmesi bir çelişki ifade etmez. Hatta
diyebiliriz ki, Cevşen sanki 99 ismin bir nevi açıklaması
ve îzahıdır. Hem şurası da gerçektir ki, bu 99 ismin
tamamı Kur’an’da bulunmadığı gibi, Kur’an’da bahsi
geçen bir kısım esma-i hüsna da bu bahsedilen 99
esmanın içinde yer almamışlardır. Bu durum da
gösteriyor ki, Allahü Zül-Celal Hazretlerini -şanına layık
2
Sakın yanlış anlaşılmasın?!.. Ehl-i beyt silsilesi ile hadîs uydurma işini
yapanlar, ehl-i beytin imamları ve yüksek şahsiyetleri değil; bir takım
garaz ve menfaatlerden dolayı bu kıymetli silsileyi kendi düşük ve hasis
çıkarlarına âlet etmekten çekinmeyen bazı alçak ve âdî kimselerdir.
2
olmak kaydı ile- hasra gelmez isimlerle yad edip sena
etmemiz mümkündür.
Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri sahih hadîste
şöyle buyurulmuştur:
ّ ‫ة إ ٍل‬ً َ ‫مائ‬ِ ً ‫سما‬ ْ ‫نا‬َ ‫عي‬ ِ ‫س‬ْ ِ‫و ت‬ َ ‫ة‬ً ‫ع‬
َ ‫س‬ْ ِ‫ه ت‬
ِ ‫ن لل‬
ّ ‫إ‬
َ
‫ة‬
َ ّ ‫جن‬َ ْ ‫ل ال‬ َ ‫خ‬ َ َ‫ها د‬َ ‫صا‬َ ‫ح‬ْ ‫نأ‬ ْ ‫م‬ َ ً ‫حدا‬ِ ‫وا‬َ
yani: ”Allah’ın, yüzden bir hariç 99 ismi vardır. Kim
bunları sayarsa cennete girer.”
Müslim’in bir rivayetinde:
‫ه وِْتتتٌر‬
ُ ‫ة وَ اللتت‬ َ ْ ‫ل ال‬
َ ّ ‫جن‬ َ َ ‫ح َِفظ ََها د‬
َ ‫خ‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
‫ب ال ْوِت َْر‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ‫ي‬
yani: ”Kim bu isimleri hıfz edip ezber ederse cennete
girer. Allah (c.c.) tektir, teki sever.” buyurulmuştur.
(Muhtasar Sahih-i Müslim, Hafız Münzirî, sayfa : 253,
cild : 2, hadis no : 1864)
Tirmizî, Neseî ve İbni Mace de bu hadîsi tahric
etmişlerdir.3 İbni Hibban, Hâkim, Tirmizî bu hadîsi
-Beyhakî’nin Kitabu’l-Esma ve’s-Sıfât’ta kayd ettiği
vecihle- tafsilen rivayet etmişlerdir. Şöyle ki :

‫و‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫ه إل‬ َ ‫ذي ل إ ٰل‬ ِ ّ ‫ه ال‬ُ ‫و الل‬ َ ‫ه‬
ُ
‫س‬ُ ‫دو‬ ّ ‫ققق‬ ُ ْ ‫ك ال‬ُ ِ ‫مل‬ َ ْ ‫م ال‬ُ ‫حي‬ ِ ‫ن الّر‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫الّر‬
‫زيققُز‬
ِ ‫ع‬َ ْ ‫ن ال‬ ُ ‫م‬
ِ ْ ‫هي‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫ن ال‬ُ ‫م‬
ِ ‫ؤ‬ ْ ‫م‬ ُ ْ ‫م ال‬ُ َ ‫سل‬
ّ ‫ال‬
ُ ‫ر‬
‫ئ‬ ِ ‫ق ال َْبققا‬ُ ِ ‫خققال‬ َ ْ ‫مت َك َّبققُر ال‬
ُ ْ ‫جّبققاُر ال‬ َ ْ ‫ال‬
3
Tafsilatlı bilgi için bakınız : Tecrid-i Sarih Tercümesi, mütercim ve şarihi :
Kamil Miras, müellifi : Ahmed Zebidî, cild : 8, sayfa : 191…195; Sahih-i
Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, cild : 8, sayfa : 164-166; Hak
Dini Kur’an Dili, Hamdi Yazır, cild : 7, sayfa : 4879.
3
‫ب‬ ‫هققا ُ‬ ‫و ّ‬ ‫هققاُر ال ْ َ‬ ‫ق ّ‬ ‫فققاُر ال ْ َ‬ ‫غ ّ‬ ‫وُر ال ْ َ‬ ‫ص ّ‬ ‫م َ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫ض‬ ‫قققاب ِ ُ‬ ‫م ال ْ َ‬ ‫عِلي ق ُ‬ ‫ح ال ْ َ‬ ‫فّتققا ُ‬ ‫الققّرّزاقُ ال ْ َ‬
‫عققّز‬ ‫م ِ‬ ‫ع ال ْ ُ‬ ‫فق ُ‬ ‫ض الّرا ِ‬ ‫ف ُ‬ ‫خققا ِ‬ ‫ط ال ْ َ‬ ‫س ُ‬ ‫ال َْبا ِ‬
‫م‬ ‫حك َق ُ‬ ‫صققيُر ال ْ َ‬ ‫ع ال ْب َ ِ‬ ‫مي ُ‬ ‫سق ِ‬ ‫ل ال ّ‬ ‫ذ ّ‬ ‫مق ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫م‬ ‫حِليقق ُ‬ ‫خِبيققُر ال ْ َ‬ ‫ف ال ْ َ‬ ‫طيقق ُ‬ ‫ل الل ّ ِ‬ ‫عققدْ ُ‬ ‫ال ْ َ‬
‫ي‬ ‫عل ِق ّ‬ ‫كوُر ال ْ َ‬ ‫شق ُ‬ ‫فققوُر ال ّ‬ ‫غ ُ‬ ‫م ال ْ َ‬ ‫ظيق ُ‬ ‫ع ِ‬ ‫ال ْ َ‬
‫ب‬ ‫سققي ُ‬ ‫ح ِ‬ ‫ت ال ْ َ‬ ‫قي ُ‬ ‫م ِ‬ ‫ظ ال ْ ُ‬ ‫في ُ‬ ‫ح ِ‬ ‫ال ْك َِبيُر ال ْ َ‬
‫ب‬ ‫جيق ُ‬ ‫م ِ‬ ‫ب ال ْ ُ‬ ‫قيق ُ‬ ‫م الّر ِ‬ ‫ريق ُ‬ ‫ل ال ْك َ ِ‬ ‫جِلي ُ‬ ‫ال ْ َ‬
‫د‬
‫جي ق ُ‬ ‫م ِ‬ ‫دودُ ال ْ َ‬ ‫و ُ‬ ‫م ال ْق َ‬ ‫كي ق ُ‬ ‫ح ِ‬ ‫ع ال ْ َ‬ ‫سق ُ‬ ‫وا ِ‬ ‫ال ْ َ‬
‫ل‬ ‫كيقق ُ‬ ‫و ِ‬ ‫ق ال ْ َ‬ ‫حقق ّ‬ ‫هيدُ ال ْ َ‬ ‫شقق ِ‬ ‫ث ال ّ‬ ‫ع ُ‬ ‫ال ََْبققا ِ‬
‫د‬
‫ميقق ُ‬ ‫ح ِ‬ ‫ي ال ْ َ‬ ‫ول ِ ّ‬ ‫ن اْلقق َ‬ ‫مِتيقق ُ‬ ‫ي ال ْ َ‬ ‫و ّ‬ ‫ققق ِ‬ ‫ال ْ َ‬
‫حِيققي‬ ‫م ْ‬ ‫عيدُ ال ْ ُ‬ ‫م ِ‬ ‫ئ ال ْ ُ‬ ‫د ُ‬ ‫مب ْ ِ‬ ‫صي ال ْ ُ‬ ‫ح ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫د‬
‫جقق ُ‬ ‫وا ِ‬ ‫م ال ْ َ‬ ‫قّيققو ُ‬ ‫ي ال ْ َ‬ ‫حقق ّ‬ ‫ت ال ْ َ‬ ‫ميقق ُ‬ ‫م ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫د‬
‫م ُ‬ ‫صقق َ‬ ‫د( ال ّ‬ ‫حقق ُ‬ ‫حققدُ )ال َ َ‬ ‫وا ِ‬ ‫جققدُ ال ْ َ‬ ‫ما ِ‬ ‫ال ْ َ‬
‫خُر‬ ‫ؤ ّ‬ ‫مقق َ‬ ‫م ال ْ ُ‬ ‫قققدّ ُ‬ ‫م َ‬ ‫دُر ال ْ ُ‬ ‫قت َ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫قاِدُر ال ْ ُ‬ ‫ال ْ َ‬
‫ال َ‬
‫ن‬ ‫هُر ال َْبقققاطِ ُ‬ ‫ظقققا ِ‬ ‫خقققُر ال ّ‬ ‫ل ا ٰل ِ‬ ‫و ُ‬ ‫ّ‬
‫ب‬ ‫وا ُ‬ ‫عققاِلي ال َْبققّر الّتقق ّ‬ ‫مت َ َ‬ ‫واِلي ال ْ ُ‬ ‫اْلقق َ‬
‫ك‬ ‫ماِلقق ُ‬ ‫ف َ‬ ‫ؤو ُ‬ ‫و الققّر ُ‬ ‫فقق ّ‬ ‫ع ُ‬ ‫م ال ْ َ‬ ‫ققق ُ‬ ‫من ْت َ ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫كقققققَرام ِ‬ ‫و ال ِ ْ‬ ‫ل َ‬ ‫جل َ ِ‬ ‫ذو ال ْ َ‬ ‫ك ُ‬ ‫مْلققققق ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫غِنققي‬ ‫م ْ‬ ‫ي ال ْ ُ‬ ‫غِنقق ّ‬ ‫ع ال ْ َ‬ ‫م ُ‬ ‫جققا ِ‬ ‫ط ال ْ َ‬ ‫س ُ‬ ‫ق ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫‪4‬‬
‫هاِدي‬ َ ْ ‫ع الّنوُر ال‬ُ ‫ف‬ِ ‫ضآّر الّنا‬
ّ ‫ع ال‬ ُ ِ ‫مان‬َ ْ ‫ال‬
‫د‬
ُ ‫شققي‬
ِ ‫ث الّر‬ ُ ‫ر‬ِ ‫وا‬َ ‫قي ال ْق‬ ِ ‫ع ال َْبا‬ُ ‫دي‬ِ َ ‫ال ْب‬
‫صُبوُر‬ّ ‫ال‬
Ebu Hureyre’den menkuldür ki, şöyle söylemiştir:
Resulullah buyurdu: “Muhakkak ki Allah’ın 99 ismi -1
hariç 100- vardır. Kim bunları sayarsa, cennete girer. O
tektir, teki sever. O, kendisinden başka ilahın olmadığı
Allah…”
İsimleri saymak ve sıralamaktan maksad, her halde
papağan gibi ezbere okumak olmasa gerektir. Asıl
maksad ve gaye, o isimlerin muktezasınca amel etmek
َ ُ ّ ‫خل‬
ve: ‫ه‬ِ ‫ق الل‬ِ َ ‫ل‬4 ‫خ‬
ْ ‫قوا ب ِأ‬ َ َ ‫ ت‬yani: “Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanınız.” düsturunun sırrınca Cenab-ı Allah’ın
rızası doğrultusunda hareket edip O’nun razı olduğu
şeyleri yaparak,hoşnut olmadığı şeylerden kaçınmak
suretiyle nihayet O’nun tecellî-i zatına mazhar olmaktır.
Zat-ı Akdes’in tecellîsine misal olmak üzere şu noktayı
aşağıya derc ediyoruz:
“İ k i n c i N o k t a: Ehl-i tarikat ve hakikatca
müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hakta süluk
eden bir insan nefs-i emmaresinin enaniyetini ve
serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki: Nazarını nefsinden
kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede ta fena fişşeyh
hükmüne gelir. Ben dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla
konuşur ve hakeza…ta fena firresul, fena fillaha kadar
gider. Mesela nasıl ki gayet fedakâr ve sadık bir
hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi
kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. Ben
böyle istiyorum,der; yani: Benim seyyidim, üstadım,
4
Bak : Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı, sayfa : 429.
Ayrıca bak : Mu’cem-i Garib-i Kur’an, Muhammed Fuad, sayfa : 50.
5
sultanım böyle istiyor.. Çünki kendini unutmuş, yalnız
O’nu düşünüyor. Böyle emrediyor, der. Öyle de : Gavs-ı
Geylani, o harika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı
fevkalade, Hazreti Şeyh’in sırr-ı azim-i Ehl-i beytin
irsiyetiyle Âl-i beytin şahs-ı ma’nevîsinin makamı
noktasında ve zat-ı Ahmediye aleyhissalatu vesselam’ın
verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyesinde (a.s.m) kendini
gördüğü gibi, fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecellî-i
zatîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri
söylemiş. O’nun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen
onu söyleyemez, söylese mes’uldür.
Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-ü
Ekrem’in (a.s.m) kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü
için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan
bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen temedduh ve iftihar
değil, belki tahdis-i ni’met ve âlî bir şükürdür. Yalnız bu
kadar var ki, mahviyet makamı olan makam-ı niyazdan
mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış;
yani tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka
girmiş.. ve kendine olan niam-ı azîme-i İlahiyeyi yadedip
bihakkın müftehirane şükretmiştir.” 5
Hasıl-ı kelam: Şu beytin kasd ettiği ma’nayı anlamak
ve yaşamakla bu sırra mazhar olunur:

“Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfâtı


Verdim de arındım O’na hem zat ve hayatı” 6
5
Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, Bediuzzaman Said Nursi, sayfa : 249 (Sekizinci
Lem’anın fıkralarından bir fıkrasıdır.)

6
Emirdağ Lahikası, cild : 1, sayfa : 123. Daha teferruatlı ma’lumat için şu
kaynaklara bakılabilir : Büyük Şafii İlmihali, Halil Gönenç, sayfa : 12…15;
Nimetü’l İslam, Mehmet Zihni Efendi, cild : 1, sayfa : 3-4 ve Huccetüllahi’l-
Baliğa, Şah Veliyullah Dehlevî (mütercim Prof.Dr. Mehmet Erdoğan), cild :
1, sayfa : 237…242.
6
Kur’an-ı Kerim’de Esma-i Hüsna’dan bahseden dört
âyet vardır: A’raf /180, İsra/110, Taha/8, Haşir/24. A’raf
suresindeki âyet-i kerîmede onlarla Allah’a dua
edilmesi yahut O’nun o isimlerle isimlendirilip nidâda
bulunulması emredilmekte ve O’nun isimleri
hususunda ilhadda (eğri yola sapmada) bulunanlardan
uzak durulması emr olunmaktadır. İsra suresindeki
ayette ise, Cenabı Allah’ı en güzel isimlerden herhangi
birisiyle çağırmakta, yani O’nu adlandırmakta ve O’na
duada bulunmakta hiçbir sakıncanın olmadığı açıkça
belirtilmiştir. 7
Cevşen dua ve münacatına güzel bir şerh yapabilmek
için herhalde her bir ukdesi, hatta her bir fıkrası için
Münacat Risalesi 8 kadar bir açıklama yapmak gerekir.
ُ ّ ‫ك ك ُل‬
Fakat biz; ‫ه‬ ُ ّ ‫ك ك ُل‬
ُ ‫ه ل َ ي ُت َْر‬ ُ ‫ما ل َ ي ُدَْر‬
َ yani: “Bir
şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün terk edilmez”
kaidesine binaen kabiliyet ve kapasitemize göre şimdilik
bu şerhi yapmakla iktifa edip ileride daha mufassal
şerhlerin yapılmasını arzu ve temenni ederek,bu duanın
nice hasiyetlerinin, sırlarının, faydalarının, hakikatlerinin
ortaya çıkarılmasını ve Müslümanların istifadelerine
sunulmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz. Tevfik
Allah’tandır.

7
Tefsiri Celaleyn, cild : 1, sayfa : 148 ile 238; Le Saint Coran, Prof.Dr.
Muhammed Hamidullah, sayfa : 174 ile 293; İslam Fıkhı, Aburrahman
Cezirî, cild : 3, sayfa : 1159…1168; El- İhtiyar Abdullah İbni Mahmud
Musulî, cild : 4, sayfa : 49…54; Tenviru’l-Havalik (Muvatta Şerhi), Suyutî,
cild : 1, sayfa : 318-319; Şerh-i Emali, Aliyyü’l-Kari, sayfa : 4…16.

8
Bak : Zehretü’n-Nur, sayfa : 43…76 (Üçüncü Şua olan sekizinci huccet-i
îmaniyedir.)

7
Esma-i Hüsna’nın şerhi, hasiyetleri, ma’naları, sırları
hakkında en geniş bilgi ve malumata sahip olmak
isteyenler, pek çok kitaplarda ve bu hususa dair yazılmış
birçok eserlerde tatmin edici açıklamaları bulabilirler. Biz;
okuyucularımıza nümune olarak, İmam-ı Ahmed El-
Bunî’nin Şemsü’l-Mearif adındaki eserine müracaat edip, o
kitabdan bu mevzuu öğrenmelerini tavsiye ediyoruz.9
Okunan zikirlerin,virdlerin,tesbih ve tehlillerin sevap ve
faziletlerine dair aşağıda açıklama yapıp bu önsöze
nihayet vereceğiz.
“Usul-ü Şeriattandir ki: Kur’an kelimatı ve harfleri
Kur’an’dan olmak cihetiyle her birinin on sevaptan tut, ta
binler sevabına kadar uhrevî meyveler verir. Gafletle
okunsa dahi sevap verir. Fakat sair zikir ve tesbihler
hurufatının hususî sevapları, Kur’an’ın hurufatına
benzemiyor. Gafletle okunsa çokları nazarında semere
vermiyor.
İşte bu kaide-i şer’iyeye binaen, ikibinsekizyüz (2800)
defa ‫ه‬ ُ ‫ه َالل‬ ُ ‫ه َالل‬
ُ ‫ َالل‬Kur’an kelimatı olmak cihetiyle
söyleyen ve zikreden insan ne kadar feyizli sevaba
mazhar olacağı kıyas edilsin.
Evet insan; bir virdi olsa, Kur’an’dan olmalı. Bir zikr
etse, Kur’an’ın tayin ettiği adedi ile ders almalı. Mesela
ِ ّ ‫ن الل‬
‫ه‬ َ ‫حا‬ َ ْ ‫سب‬ُ dediği vakit, Kur’an’ın kelamı olarak
dese; hem sevab-ı Kur’anî, hem fazilet-i zikrîyi alır. ‫ل‬
ُُ ‫ه إل ّ الل ق‬
‫ه‬ َ ‫إ ٰل‬Kur’an’ın âyeti cihetiyle dese; hem
kıraettir, hem zikirdir. Gaflet gelse zarar vermez. O niyet

9
Bakınız : cild : 1, sayfa : 78… 346, mütercim : Salahaddin Alpay.. Ayrıca
bakınız : Kenzü’l-Havas, Seyyid Süleyman Hüseynî, -hazırlayan : Mustafa
Varlı - , cild : 1, sayfa : 27…225 ile cild : 3, sayfa : 224…308; Menba-ı Usul-
ü Hikmet, İmam-ı Ahmed El-Bunî, sayfa : 198…218.
8
olmazsa zarar vardır…” 10
“Sure-i ihlas’ta ِ ‫حيم‬ ِ ‫ن الّر‬ ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ه الّر‬
ِ ‫سم ِ الل‬ْ ِ‫ب‬
makam-ı ebcedîsi bin yüzseksen üçtür. Eğer şeddeli iki ‫ر‬
her biri iki ‫ ر‬sayılsa ve sakin hemzeler sayılmazsa, eğer bir
‫ ل‬bir ‫ ر‬olsa, yediyüz seksenüç olur. Birinci hesabda sure-i
İhlasın adedine binüçte muvafıktır. Bu iki muvafık bin
Besmele ism-i A’zam hükmünü verdiğine îma ve sure-i
İhlas’ın hatme-i hassası olan bin adedine işaret ve bin
Esma-i İlahiyeye telvih ve bin İhlas-ı Şerîf’te İsm-i A’zam
hasiyetini verdiğine remz eder. Hatta çoklar aynı İsm-i
A’zam demişler. Yani İsmi-i A’zam’ın mufassal bir suretidir.
Üç aded ise; hadisin rivayetiyle üç ihlas bir hatme-i
Kur’aniye hükmünde olduğuna binaen ekser umur-u
mübarekede Sûre-i İhlas’ın üç defa tekrar edilmesini ima
etmekten hâlî değildir. Şu Sûre-i İhlas’ın binüç adedi üç
defa tekerrür sırriyle üçbin dokuz olmakla,muhakkikînce
Kur’an’ın esrarına cami olan Sûre-i Kevser’in üçbin
adedine tevafuk etmesiyle mühim sırları ihtar eder.
Sûre-i İhlas’ın en latîf bir nükte-i tevafukiyesi şudur ki:
Kur’an ‘ın üç esasından en mühim esası olan tevhidi ilan
hususunda en cami bir tarzda olduğuna îmâen besmele ile
Sûre-i İhlas’ın aded-i hurufu olan altmışyedi, lafzullahın
altmışyedi adedi ebcedîsine tevafuk etmekle beraber
lafzullahta sakin elif, ً ‫فوا‬ُ ُ ‫’ ك‬de tenvin sayılmazsa; her biri
altmışaltı olup âyât-ı Kur’aniyenin dört mertebe altı
adedlerine iki mertebe ile tevafuk etmekle Sûre-i İhlas’ın
camiiyyeti ve lafzullahın ism-i cami ve ism-i a’zam
olduğunu îmâdan halî değildir.
Sûre-i İhlas altı cümle olup üçü müsbet, üçü menfîdir.
Lemeat’ta beyan edildiği gibi, altı mertebe-i tevhidi isbat
ve altı enva-ı şirki nefy etmekle beraber; İ’caz-ı Kur’an

10
Rumuzat-ı Semaniye Risalesi, Bediuzzaman Said Nursi, sayfa : 136.

9
Risalesi’nin Birinci Şu’lesinin Birinci Şua’-ında beyan
edildiği üzere, bu altı cümle her biri umumuna hem delil,
hem netice olduğundan, Sûre-i İhlas tevhide dair berahin
silsilesi ile müdellel otuz Sûre-i İhlas kadar içinde otuz
emsali münderiç olduğuna binaen, Sûre-i İhlas ne kadar
safi ve halis bir bahr-i tevhid olduğunu ima eder.” 11
“…Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihâta
ve kalb ile görmeye manidir.. Ve tam ma’rifete sed çeker
ve ma’rifette ve îmanın inkişafında hadsiz mertebelerin
bulunmasına sebebdir.. Ve ma’rifetullahta terakki ettirmeye
cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa hiçbir cihetle inkar
ve nefye sebep olamaz. Evet, azamet bir vesile-i ihticab
olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi
unvanı ve diğer bir sureti olan şiddet-i zuhur dahi, bir
vesile-i ihtifa ve ihticabdır ki: ‫خت َ ٰفى‬
ْ ‫ن ا‬
ِ ‫م‬َ ‫ن‬ َ ‫حا‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ ُ ّ‫ة الظ‬
ِ ‫هو‬ ِ ّ ‫شد‬
ِ ِ‫ب‬
demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru zatını setr eder.
Hastalıklı gözler görmez .
İ k i n c i M e s ’ e l e : Îmanî mes’elelerin fevkalhad
azametini çok kolay kabul ettirip, hatta avamın kalblerine
güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok
kesretli bürhanları ve delilleri vardır. Mesela: Bu Yedinci
Şua’da göreceksin ki, bu kainat bütün erkân ve tabakât
ve enva’ ve efrad ve müştemilatıyla Vacib’ül-Vücud’un
vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i
zikir teşkil ederek beraberce ُُ ‫ه إل ّ الل‬
‫ه‬ َ ‫ل إ ٰل‬derler.
Mesela : Nasıl ki küçücük ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ’lardan
mürekkeb büyükçe:
َ‫هو‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ yazılır. Sonra bu ‫و‬َ ‫ه‬ ُ ’lardan mürekkeb çok
büyük bir ‫و‬
َ ‫هقق‬
ُ olur. Hem, nasıl ki bir taburun

11
Rumuzat-ı Semaniye Risalesi, Bediuzzaman Said Nursi, sayfa : 170.
10
hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde ُ ‫َالل‬
‫ه‬
ُ ‫ه َالل‬
‫ه‬ ُ ‫ َالل‬derler ve onların seslerinden terekküb eden
büyük ve cemaat sadasıyla büyük bir tarzda ‫ه‬ ُ ‫ه َالل‬
ُ ‫َالل‬
kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküb eden
taburun sadası dahi büyük ve geniş bir telaffuzla ُ ‫َالل‬
‫ه‬
ُ ‫ه َاللقققققق‬
‫ه‬ ُ ‫ َاللقققققق‬dediğini işittirebilir.
Aynen öyle de; bu kainatın herbir nev’i ve o nev’in
ferdleri, ve o ferdlerin a’zaları lisan-ı hal ile ّ ‫ه إل‬
َ ‫ل إ ٰل‬
ُُ ‫الل‬
‫ه‬ derler. Birbiri içindeki bu büyük zikir daireleri
misalimizdeki yalnız üç-dört mertebe değil, belki üçyüz
mertebeden geçer. Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız
küçük ferdlerin zikirlerinden neş’et etmiyor. Belki herbir
büyük ve küllî mevcud büyüklüğü nisbetinde bizzat
ُ ‫ه إل ّ الل‬
zikreder. Büyük bir şahıs gibi ‫ه‬ َ ‫ل إ ٰل‬der.
Hatta bu Yedinci Şua’ın İkinci Makamında ondokuz
daireden altıncı bir daire olan eşçar ve nebatatın
şehadetlerini ramazanda dinlerken hayal gözüyle
gördüm ki: Ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve
çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla ‫ل‬
ُُ ‫ه إل ّ اللق‬
‫ه‬ َ ‫ ٰلق‬dedikleri
‫إ‬ gibi, ağaçların dahi kendi
lisanıyla onları şahid göstererek daha yüksek bir ‫ه‬
َ ‫ل إ ٰل‬
ُ ‫إل ّ الل‬
‫ه‬ söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi
kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle
gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o
derece parlak bir hakikattır ki, hayali dahi kendine
meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.
Ben kendi kendime namazın arkasında her bir :
ُ ‫ه إل ّ الل‬
‫ه‬ َ ‫ ل إ ٰل‬dedikçe, fikrim o dairelerden her

11
birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği
şehadet kelimesini ve ‫ه‬ ُُ ‫ه إل ّ الل ق‬ َ ‫ل إ لٰ ق‬ tevhidini
dinler, belki müşahede eder. Güya herbir dairenin,
mesela: Arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve
zahir bir surette hayale görünür. Onun için bu Yedinci
Şua’da ‫ة‬ ِ ‫م‬َ َ‫عظ‬ َ ‫ة‬ِ َ‫هاد‬ َ ِ ‫ ب‬ilââhir... ve ‫ة‬
َ ‫ش‬ ِ َ ‫هد‬ َ ‫م‬
َ ‫شققا‬ ُ ِ‫ب‬
ِ َ‫حاط‬
‫ة‬ َ ِ‫ة إ‬ِ ‫م‬َ َ‫عظ‬َ ilââhirihî… fıkraları çok tekrar edilir.
Bu Şua’ gerçi Risale-i Münacaat’a benziyor.. ve aynı
tarzda gitmiş. Fakat benim için bu Şua’ müşahedât
suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden daha
kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur.
Bu Şua’ın Birinci ve İkinci Makamları, bu gelen ayet-i
muazzama ve muhteşeme olan:
‫ن‬ّ ‫ه‬ ِ ‫في‬ِ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫و‬ َ ‫ض‬ ُ ‫و الْر‬ َ ‫ع‬ُ ْ ‫سب‬ّ ‫ت ال‬ُ ‫س ٰم ٰوا‬ ُ َ‫ح ل‬
ّ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫سب‬
َ ُ‫ت‬
‫ه‬
ِ ‫د‬ِ ‫مققق‬
ْ ‫ح‬َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ء إ ِل ّ ي‬
ُ ّ ‫سقققب‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫شققق‬ َ ‫ن‬ ْ ‫مققق‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ‫و إ‬
َ hazinesinin
haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve ramazan-ı
şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i
Münacaat’ın ve o münacaatın menbaı olan Münacât-ı
Aleviye ve onun menbaı olan Münacât-ı Cevşeniye-i
Ahmediye ( a.s.m. ) ve onun menbaı olan:
…‫ض‬ ْ َ ‫فقققققي‬
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سققققق ٰم ٰوا‬ّ ‫ق ال‬ِ ‫خلققققق‬ ِ ‫ن‬ّ ِ‫إ‬
ilââhirihînin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak
hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı
arabiyeyi ramazanın şerefi ve bir hatırası için aynı
mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse mükerrer
kelimelerine …ve hakeza deyip okuya ve yazabilir.
Bu hediye-i ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir
ma’nası fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı
kelime tekrar ediliyor. Hem umumun neticeleri bir tek
bürhan olduğundan ve bürhanların vecihleri birbirine
benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş ve bu
tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü herbir mertebede
12
başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus
mertebe-i bürhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde
bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı
hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet
ulvi bir zevk-i îmanî veriyordu. Kur’an-ı Mu’cizü’l-
Beyan’da zikir ma’nası ve tilavet ciheti dahi
bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belağatına belağat
katmış, noksaniyet vermemiş. Her ne ise...
Ondokuz nurdan ve otuzüç mukaddime ve
mertebeden terekküb eden birtek bürhan olan bu Yedinci
Şua’ kadar vücud-u Vacibü’l-Vücud ve vahdaniyetin
isbatından daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir bürhan
tasavvur edilmez. Ve hiçbir hükmü ve hiçbir cümlesi ve
hatta hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da isbat
olunmamış olsun. Hususan Münacaat ve İkinci Şua’
risalelerinde… Ve onun kat’iyeti ve kıymeti ve lezzeti için
ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya
yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane
okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.
Ma’nidar bir tevafuktur ki, namazın tesbihatında ve
tesbihat gibi otuzüç defa tekrar ettiğim ّ ‫ه إل‬
َ ‫ل إ ٰل‬
‫ه‬
ُ ‫الل‬ ’ın zikrinde otuzüç mertebe ayrı ayrı nurları
gördüm. Sonra o mertebelerdeki isbat-ı vucud ile isbat-ı
vahdaniyete baktım. Gördüm ki, isbat-ı vücud
bürhanlarının adedi Risale-i Nur’da gayet ehemmiyetli bir
aded olan ondokuz aded, hem ondokuz harfli ve
ondokuz defa okunan İsm-i A’zam’ın tılsımlı rakamı olan
ondokuz adedine tevafuk sırrıyla ondokuz âlemde
tezahür etmiş. Ve İsm-i A’zam’ın mazharı olduğuna bir
emare göstermiş. Ve isbat-ı vahdaniyet ise, bir defa
Risale-i Nur’da gayet sırlı ve mübarek bir rakam olan
onüç ve bir defa da ondört ve bir defa da ondokuz
adediyle zahir oldu. Kasdım olmadan uzunlaşmış olan
13
mukaddime nihayet buldu.” 12
Bu duanın birçok şerh ve açıklamaları yapılmıştır.
Hâdî Sebzevârî’nin meşhur Şerhu’l-Esma adlı eserinin
dışında daha pek çok şerhleri vardır.13

Mahmud ÇANGA
1 1429

ِ ‫حيم‬
ِ ‫ن الّر‬
ِ ‫ح ٰم‬
ْ ‫ه الّر‬
ِ ‫سم ِ الل‬
ْ ِ‫ب‬

-۱-

َ َ ُ ‫ٓ أ َسئ َل‬
ُ ‫ك ٰيآ َالل‬
‫ه‬ َ ِ ‫مآئ‬
َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ ‫م إ ِّني‬ّ ‫ه‬ُ ‫َال ّٰل‬
‫م ٰيا‬ ُ ‫عِلي‬
َ ‫م ٰيا‬ ُ ‫حي‬ ِ ‫ن ٰيا َر‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ٰيا َر‬
‫م‬
ُ ‫دي‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ق‬ ‫م‬
ُ ‫كي‬
ِ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬
ُ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬
ُ ‫حِلي‬
َ
‫م‬ ِ َ ‫ٰيا ك‬
ُ ‫ري‬ ‫م‬
ُ ‫قي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

Rahman, Rahim olan Allah’ın adıyla


12
Osmanlıca Şua’lar, Said Nursi, sayfa : 194…196.
13
Geniş bilgi için bkz. : İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, sayfa : 463.
14
Allah’ım! Şüphesiz ben senden senin isimlerinle
istemekteyim : 1- Ey Allah, 2- Ey Rahman, 3- Ey
Rahîm, 4- Ey Alîm, 5- Ey Halîm, 6- Ey Azîm, 7- Ey
Hakîm, 8- Ey Kadîm, 9- Ey Mukîm, 10- Ey Kerîm!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
Başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh

“ ‫ه‬ ُ ‫ َال ّٰل‬lafza-i celâli, bütün sıfât-ı kemaliyeyi


tazammun eden bir sadeftir. Çünki lafza-i celâl,
Zât-ı Akdese delalet eder. Zat-ı Akdes de bütün
sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse o lafza-i
mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfât-ı
kemâliyeye delâlet eder.
İ h t a r : Başka ism-i haslarda bu delâlet
yoktur. Çünki başka zâtlarda sıfât-ı kemâliyeyi
istilzam etmek yoktur.
‫م‬
ُ ‫حيق‬ِ ‫ن الّر‬ ُ ‫ح ٰمق‬ ْ ‫الّر‬
Bu iki sıfatın lafza-i celâlden
sonra zikirlerini icab eden münasebetlerden birisi
şudur ki:
Lafza-i celâl’den celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu
iki sıfattan dahi cemâl silsilesi tecelli ediyor. Evet
her bir âlemde emir ve nehiy, sevap ve azap,
tergib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca
gibi çok furuât, celâl ve cemâlin tecellisi ile
teselsül edegelmektedir.
İkincisi : Cenâb-ı Hakk’ın ismi zat-ı akdesine
ayn olduğu cihetle; lafza-i celal, sıfât-ı ayniyeye
işarettir. ‫م‬ ُ ‫حيقق‬ ِ ‫ الّر‬de, fiilî olan sıfât-i gayriyeye
îmâdır. ‫ن‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫الّر‬dahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı
seb’aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak
15
manasınadır. Rızk, bekaya sebeptir. Beka,
tekerrur-u vücuddan ibarettir. Vücud ise; birincisi
mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü
mürecciha olmak üzere ilim, irade, kudret
sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi semere-i rızk
mahsulü olduğu için; basar, sem’, kelâm
sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman
ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin; aralarında
vasıta bulunduğu takdirde, o vasıta ile konuşsun.
Bu altı sıfat, şüphesiz birinci sıfatı olan hayatı
istilzam ederler.” 14
“ ‫م‬ ُ ‫حيقق‬ ِ ‫ن الّر‬
ُ ‫ح ٰمقق‬ْ ‫ّر‬Mâkabliyle
‫ال‬ bu iki sıfatın
nazmını icab eden şöyle bir münasebet vardır ki;
biri menfaatleri celb, diğeri mazarratları def’
etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak
manasına olan ‫ن‬ ُ ‫ح مٰققق‬ ْ ‫ّر‬birinci
‫ال‬ esasa, Gaffar
manasını ifade eden ‫م‬ ُ ‫حيقق‬ ِ ‫ َالّر‬de ikinci esasa
işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.” 15
Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı üzere;
‫ن‬
ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫َالّر‬bütün kâinatı ve bilhassa canlıları kuşatan
umumî rahmete delâlet etmektedir. ‫م‬ ِ ‫ َالّر‬ise,
ُ ‫حي‬
mü’minlerin günahlarını bağışlayarak, saadet-i
ebediyeyi onlara bahş etmesi cihetiyle, hususî bir
rahmeti gösterir.
‫م‬
ُ ‫عِلي‬ َ ْ ‫ ا َل‬İyi bilen, ilmi geniş olan.
‫م‬ُ ‫حِليق‬ َ ْ ‫ ا َل‬Hilm sahibi, yumuşaklıkla muamelede
bulunan.
‫م‬ ُ ‫ظي‬ ِ ‫ع‬ َ ْ ‫ ا َل‬Büyüklük ve azamete sahip olan.
‫م‬ ُ ‫كي‬
ِ ‫ح‬َ ْ ‫ ا َل‬Hikmetle iş gören.

14
İşarâtü’l-İ’caz, Bediuzzaman Said Nursî, s. : 14-15.

15
İşarâtü’l-İ’caz, s. : 19.

16
‫م‬ ُ ‫دي‬ ِ ‫ق‬ َ ْ ‫ ا َل‬Kıdem sahibi, öncesi olmayan, ezelî.
‫م‬ ُ ‫قي‬ ِ ‫م‬ ُ ْ ‫ ا َل‬İkame eden, yerine getiren, dosdoğru
yapan, ayakta tutan, iktidar ve tasarruf sahibi,
idare etmekte kaim olan.
‫م‬ ُ ‫ري‬ ِ َ ‫ ا َل ْك‬Kerem sahibi, ikramı seven.
َ
‫ن‬ُ ‫ما‬ َ ‫ ا َل‬Eman sahibi, emniyet verici, eman ve
bağışlamada bulunan.
َ َ
‫ن‬ ُ ‫ما‬ َ ‫ن ال‬ َ ‫ ا َل‬Eman, Eman, bizi bağışla!
ُ ‫ما‬
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ِ ‫صَنا‬ْ ّ ‫خل‬
َ Bizi cehennemden halas eyle,
kurtar.

-۲-
‫ب‬َ ‫جي‬ ِ ‫م‬
ُ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫دا‬ َ ‫سا‬ّ ‫سي ّدَ ال‬
َ ‫ٰيا‬
‫ت ٰيا‬ ِ ‫سَنا‬ َ ‫ح‬َ ْ ‫ي ال‬ّ ِ ‫ول‬َ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫وا‬َ ‫ع‬
َ ّ‫الد‬
‫ت‬ َ ‫م ال ْب ََر‬
ِ ‫كا‬ َ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬ َ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫جا‬
َ ‫ع الدَّر‬َ ‫في‬
ِ ‫َر‬
‫ع‬
َ ‫ف‬
ِ ‫دا‬
َ ‫ٰيا‬ ِ ‫ٓيَئا‬
‫ت‬ َ ْ ‫فَر ال‬
ِ‫خط‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫غا‬
‫ٰيا‬ ‫ت‬
ِ ‫وا‬ َ ِ ‫ال ْب َل ِّيا‬
َ ‫ص‬ْ ‫ع ال‬َ ‫م‬ِ ‫سا‬ َ ‫ت ٰيا‬
‫سّر‬
ّ ‫م ال‬َ ِ ‫عال‬َ ‫ت ٰيا‬ ِ َ ‫سُئول‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ي ال‬
َ ِ‫عط‬ ْ ‫م‬
ُ
‫ت‬
ِ ‫فّيا‬ ِ ‫خ‬َ ْ ‫و ال‬َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

17
1- Ey Seyyidlerin seyyidi, 2- Ey dualara cevap
veren, 3- Ey iyilikler sahibi, 4- Ey dereceleri
yüksek olan, 5- Ey bereketleri büyük olan, 6- Ey
günahları bağışlayan, 7- Ey beliyyeleri def’ eden,
8- Ey sesleri işiten, 9- Ey istenenleri veren, 10- Ey
sır ve gizli olanları bilen!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh

‫ت‬
ِ ‫دا‬
َ ‫سا‬
ّ ‫سي ّدُ ال‬
َ
Seyyidler seyyidi, efendilerin
efendisi, hazretlerin hazreti.
‫ت‬
ِ ‫جا‬
َ ‫ع الدَّر‬
ُ ‫في‬
ِ ‫َر‬
Dereceleri yüksek olan, şanı
yüce olan, yüksek makamlara sahip olan.
Dereceleri yükselten manası da verilmiştir.
“Dereceleri yükselten” tabiri; gökleri birbiri
üstüne kurup yükselten, dünyada kullarına yüce
mertebeler veren, cennetteki yerlerini yükselten,
meleklerin Arş’a veya göklere yükselmelerini
te’min eden, müminlerin sevap derecelerini
yükselten şeklinde açıklanmıştır.16
‫ت‬ُ ‫ ا َل ْب َل ِّيا‬Musîbetler, başa gelen sıkıntılar.
َ َ ‫حان‬
‫ك‬ َ ْ ‫سقققب‬ ُ Seni tesbih ederiz. Noksan
sıfatlardan, kusurlardan, düşük vasıflardan,
çirkinliklerden seni tenzih ederiz.
-۳-
‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫خي َْر الّنا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ‫ف‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ِ ‫غا‬ َ ‫ٰيا‬

16
Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, hey’et
hazırlamıştır, s. : 467.

18
‫خي َْر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫مي‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ِ ِ ‫حاك‬ َ ‫ٰيا‬
‫خي َْر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬ِ ِ ‫ذاك‬ّ ‫خي َْر ال‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫حي‬ِ ِ ‫فات‬َ ْ ‫ال‬
‫خي َْر‬َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫دي‬ِ ‫م‬ِ ‫حا‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫رِثي‬ِ ‫وا‬َ ْ ‫ال‬
‫خي َْر‬َ ‫ن ٰيا‬َ ‫صِلي‬ ِ ‫فا‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫قي‬ِ ‫ز‬ ِ ‫الّرا‬
‫ن‬
َ ‫سِني‬ ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey bağışlayanların en hayırlısı, 2- Ey yardım
edenlerin en hayırlısı, 3- Ey hükmedenlerin en
hayırlısı, 4- Ey açanların en hayırlısı, 5- Ey
zikredenlerin en hayırlısı, 6- Ey varislerin en
hayırlısı, 7- Ey hamdedenlerin en hayırlısı, 8- Ey
rızık verenlerin en hayırlısı, 9- Ey ayırd edenlerin
en hayırlısı, 10- Ey ihsan edenlerin en hayırlısı!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, eman! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
‫ن‬
َ ‫حي‬ َ ْ ‫خي ْقققققُر ال‬
ِ ِ ‫فقققققات‬ َ Açanların, alanların,
fethedenlerin en hayırlısı.
‫ن‬
َ ‫ري‬ ّ ‫خي ُْر ال‬
ِ ِ ‫ذاك‬ َ
Zikredenlerin, yad edenlerin,
zikrini yapanların en hayırlısı. (Allah Teâlâ:
Kullarının kendisine yaptıkları hamdleri, şükürleri,
kullukları unutmayıp, âhirette onları birer birer
zikrederek, sıralayarak karşılıklarını verecektir...
19
Başka türlü izahlar da yapılmıştır.)
‫ن‬َ ‫رِثي‬ َ ْ ‫خي ُْر ال‬
ِ ‫وا‬ َ Vârislerin en hayırlısı.
‫ض‬ َ ٰ ّ
ِ ‫لْر‬17‫و ا‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سقققق ٰم ٰوا‬ ّ ‫ث ال‬ُ ‫ميقققق ٰرا‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫لقققق‬
âyetinde “Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.”
buyurulmakla Allah Teâlâ’nın Vâris oluşu ne
suretledir, bildirilmiştir. Âyette geçen miras
kelimesi hakkında tefsirlerde umumiyetle şu
açıklamalar yapılmıştır: Göklerde ve yerde ne
varsa, hepsi Allah’ın mülküdür. Ondan
yararlananlar, hep O’nun mülkünü birbirinden
devr almaktadırlar. O hâlde Allah’ın mülkünde
cimrilik etmeleri ne kadar yanlıştır! Bir gün herkes
ölecek ve malik olduğu şeyler üzerindeki
mülkiyetini kaybedecektir. Hâlbuki Allah bakidir,
mülk yine O’nundur.18
‫ن‬َ ‫دي‬ ِ ‫مققق‬ ِ ‫حا‬َ ْ ‫خْيقققُر ال‬
َ Hamdedenlerin en hayırlısı,
kendisini en iyi senâ eden yahut kullarının
kendisini hamdetmelerine mukabil, onlara en
güzel bir kabul ve mükâfât ile karşılık veren...
‫ن‬ َ ‫صقِلي‬ ِ ‫فا‬ َ ْ ‫خي ْقُر ال‬
َ Fasleden, hüküm koyan, ayırd
eden, halledenlerin en hayırlısı. Bir nüshada ‫خي ُْر‬ َ
‫ن‬
َ ‫زِلي‬ ِ ْ ‫من‬ ْ
ُ ‫“ ال‬indirenlerin en hayırlısı” şeklindedir.
- -
ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬َ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫ما‬ َ ْ ‫عّز و ال‬
َ ‫ج‬ ِ ْ ‫ه ال‬
ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
ُ ْ ‫ه ال‬
‫قدَْرةُ و‬ ُ َ‫ن ل‬ َ ‫ل ٰيا‬
ْ ‫م‬ ُ ‫ج ٰل‬ َ ْ ‫ول‬
َ‫ك ا‬ُ ْ ‫مل‬
ُ ْ ‫ال‬

17
Âl-i İmrân, 3/180; Hadid, 57/10.

18
Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, heyet hazırlamıştır, s. :
72.

20
‫ل‬ِ ‫عا‬ ُ ْ ‫و ال ْك َِبيُر ال‬
َ َ ‫مت‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫ما‬ َ َ ‫َال ْك‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ل ٰيا‬ ِ ‫حا‬ َ ‫م‬ِ ْ ‫د ال‬
ُ ‫دي‬ ِ ‫ش‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ع‬
ُ ‫ري‬ ِ ‫س‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫قا‬ َ ‫ع‬ِ ْ ‫د ال‬ُ ‫دي‬ ِ ‫ش‬ َ
‫ن‬
ُ ‫س‬ْ ‫ح‬ ُ ُ‫عن ْدَه‬ِ ‫و‬َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫سا‬َ ‫ح‬ ِ ْ ‫ال‬
ُ ‫عن ْده‬
ِ ‫م ال ْك َِتا‬
‫ب‬ ّ ‫ٓأ‬ ُ َ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫وا‬َ ّ ‫الث‬
‫ل‬َ ‫قا‬َ ّ ‫ب الث‬َ ‫حا‬ َ ‫س‬ّ ‫ئ ال‬ُ ‫ش‬ ِ ْ ‫و ي ُن‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

1- Ey izzet ve cemâl kendisinin olan, 2- Ey


mülk ve celal kendisinin olan, 3- Ey kudret ve
kemal kendisinin olan, 4- Ey büyük ve yüksek
olan, 5- Ey yakalaması şiddetli olan, 6- Ey cezası
şiddetli olan, 7- Ey hesaba çekmesi sür’atli olan,
8- Ey sevabın iyisi yanında olan, 9- Ey ana kitab
yanında olan, 10- Ey ağır bulutları inşa eden!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
ِ ْ ‫ا َل‬Mukavemet edilemeyen güç, kuvvetli
ُ ‫م ٰحا‬
‫ل‬
nizam, karşı konulamaz yakalayış, azap verme.
21
‫ب‬
ُ ‫ققق ا‬
ٰ ‫ع‬ ْ ‫ا َل‬
ِ Ceza, suçun karşılığı, cürmün ve
günahın âkıbetinde çekilecek olan azab.
‫ب‬ ِ ‫ن الّثق ٰوا‬ ُ ‫سق‬ ْ ‫ح‬Sevabın
ُ iyisi, en güzel karşılık,
karşılığını güzelce almak.
‫ب‬ ٰ ِ ‫م ال ْك‬ ُ‫أ‬
ِ ‫تقق ا‬ ّ Kitabın anası, esas kitap, Levh-i
Mahfuz veya kader.
‫ل‬ ُ ‫قققققا‬ َ ّ ‫ب الث‬ ُ ‫سقققق ٰحا‬ ّ ‫ال‬Ağır bulutlar. Bulutları
içlerindeki bol sudan dolayı ağırlıkla tavsiftir.19
İ h t a r : Cevşenü’l-Kebîr’deki münâcât-ı
nebeviye, Kur’ân-ı Kerim’den mülhemdir. Zira
zikredilen esmâ-i ilâhiye ve şuûnât-ı rabbaniye’nin
ekserisi Kur’ân’da geçmektedir. Bu cihetle
diyebiliriz ki; Kur’ân, Cevşen’i içerisine almış,
içerisinde ona ehemmiyetli yer vermiştir. Bu
hususu gösterebilmek için biz de yer yer âyetleri
ta’dad ederek, münacât-ı Ahmedî’nin menbaı ve
me’hazını nazara arz etmeye çalışacağız, Mesela:
‫ت‬ ِ ‫ع القدَّر ٰجا‬ ُ ‫فيق‬ِ ‫“َر‬Dereceleri yüksek olan -veya
yükselten-.” (Mü’min, 40/15) Cevşen’in ikinci
ukdesinin dördüncü nidâsında variddir.
‫ن‬
َ ‫ري‬ ِ ِ‫خي ُْر ال ْ ٰغاف‬ َ “Bağışlayanların en hayırlısı” (A’raf,
7/155). Cevşen’in üçüncü ukdesinin birinci nidâsı.
‫ن‬َ ‫ري‬ ِ ‫ص‬ ِ ‫خي ُْر ال ّٰنا‬ َ “Yardım edenlerin en hayırlısı” (Âl-i
İmrân, 3/150). Cevşen’in üçüncü ukdesinin ikinci
nidâsı.
‫ن‬ َ ‫مي‬ ِ ِ ‫“قققُر ال ْ حقٰققق اك‬Hükmedenlerin,
‫خي ْق‬ َ hüküm
verenlerin en hayırlısı” (A’raf, 7/87; Yunus,
10/109; Yusuf, 12/80), Üçüncü ukdenin üçüncü
nidâsı.
‫ن‬ َ ‫حي‬ ِ ِ ‫ات‬ ‫ققققق‬ ٰ ‫قققققُر ال ْ فق‬
“Fethedenlerin,
‫خي ْق‬َ açıklığa
kavuşturanların en hayırlısı” (A’raf, 7/89). Üçüncü
19
Mu’cem-i Elfaz-ı Kur’ân-ı Kerim, hey’et hazırlamıştır, s. :
177.
22
ukdenin dördüncü nidâsı.
‫ن‬ َ ‫رِثي‬ ِ ‫خي ُْر ال ْ ٰوا‬ َ “Vârislerin en hayırlısı.” (Enbiyâ,
21/89). Üçüncü ukdenin altıncı nidâsı.
‫ن‬ َ ‫قيق‬ ِ ‫ز‬ِ ‫خي ُْر الّرا‬ َ “Rızık verenlerin en hayırlısı.”
(Maide, 5/114; Hac, 22/58; Mü’minun, 23/72;
Sebe’, 34/39; Cum’a, 62/11). Üçüncü ukdenin
sekizinci nidâsı.
‫ن‬ َ ‫صِلي‬ ِ ‫خي ُْر ال ْ ٰفا‬ َ “Fasleden, kat’î hüküm veren ve
ayırt edenlerin en hayırlısı.” (En’am, 6/57).
Üçüncü ukdenin dokuzuncu nidâsı.
‫ن‬
َ ‫من ْزِِليتتت‬ ُ ْ ‫خْيتتتُر ال‬ َ “İndirenlerin, ağırlayanların en
hayırlısı” (Mü’minun, 23/29). Üçüncü ukdenin -bir
nüshada- dokuzuncu nidâsı.
‫ل‬ِ ‫مت َعَتتتا‬ ُ ْ ‫“ ال ْك َِبيتتتُر ال‬...büyüktür, yüksektir.” (Ra’d,
13/9). Dördüncü ukdenin dördüncü nidâsı. ‫ل‬ ُ ْ ‫ال‬
ِ ‫مت ََعا‬
ِlafzının aslı ‫مت َ ٰعاِلي‬ ُ ْ ‫’ال‬dir.
‫ل‬ ِ ‫حققق ا‬ ٰ ‫م‬ ِ ْ ‫ديدُ ال‬ َ
ِ ‫“ققق‬Azabı
‫ش‬ şiddetli, yakalayışı
kuvvetli.” (Ra’d, 13/13). Dördüncü ukdenin
beşinci nidâsı.
‫ب‬ ِ ‫ع ققٰققق ا‬ ِ ْ ‫ديدُ ال‬ ِ ‫شقققق‬ َ
"Cezalandırması şiddetli
olan,ağır ceza veren"(Bakara, 2/196-211; Âl-i
İmran, 3/11; Maide, 5/2-98; Enfal, 8/13-25-48-52;
Ra'd, 13/6; Mü'min, 40/3-22; Haşr, 59/4-7).
Dördüncü ukdenin altıncı nidâsı.
‫ب‬ ِ ‫ح ٰستتا‬ ِ ْ ‫ريعُ ال‬ ِ ‫ستت‬ “Hesaba
َ çekmesi süratli olan.”
(Bakara, 2/202; Âl-i İmrân, 3/19-199; Maide, 5/4;
Ra’d, 13/41; İbrâhim, 14/51; Nur, 24/39; Mü’min,
40/17). Dördüncü ukdenin yedinci nidâsı.
‫ب‬ ِ ‫ن الث ّتتت ٰوا‬ ُ ‫ستت‬ ْ ‫ح‬ ُ ُ‫“ن ْتتتد َه‬Mükâfatın
‫ع‬ ِ güzeli yanında
olan.” (Âl-i İmrân, 3/195). Dördüncü ukdenin
sekizinci nidâsı.
ُ
‫ب‬ ِ ‫م ال ْك َِتتتتا‬ ّ ‫عْنتتتد َهُ ٓ أ‬ ِ "Ana kitab -Levh-i Mahfuz-
23
yanında olan.” (Ra’d, 13/39) Dördüncü ukdenin
dokuzuncu nidâsı.
‫ل‬ َ ّ ‫ب الث‬
َ ‫قققا‬ َ ‫حا‬
َ ‫س‬
ّ ‫ئ ال‬
ُ ‫ش‬
ِ ْ ‫“ ي ُن‬Ağır bulutları meydana
getiren.” (Ra’d, 13/12).

- -

‫ن‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬


ُ ‫مّنا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ‫حّنا‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ‫ها‬
َ ‫ن ٰيا ب ُْر‬ ُ ‫فَرا‬ ُ ‫ن ٰيا‬
ْ ‫غ‬ ُ ‫ٰيا دَّيا‬
‫ن‬
ُ ‫عا‬
َ َ ‫ست‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬‫ن‬ُ ‫حا‬َ ْ ‫سب‬ُ ‫ن ٰيا‬ ُ ‫طا‬ َ ْ ‫سل‬
ُ
‫ن‬
ِ ‫ما‬ َ ‫ن ٰيا‬
َ ‫ذا ال‬ ِ ‫و ال ْب ََيا‬
َ ‫ن‬ َ ْ ‫ذا ال‬
ّ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey


Hannan, 2- Ey Mennan, 3- Ey Deyyan, 4- Ey
Gufran, 5- Ey Burhan, 6- Ey Sultan, 7- Ey Sübhan,
8- Ey Müsteân, 9- Ey minnet (nimet, ihsan) ve
beyan (açıklama) sahibi, 10- Ey eman (bağışlama,
serbest bırakma, kurtarma) sahibi!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman Eman! Bizi ateşten halas eyle.
24
Şerh

‫ك‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫ أ َسقققئ َل‬Senin isimlerini şefaatçı


َ ‫سققق‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ
yaparak, onlardan medet umarak istiyorum,
demektir.
‫ن‬ ُ ‫حّنا‬ َ ْ ‫ ا َل‬Çok merhametli, rahmeti ve re'feti bol
olan.
‫ن‬ ُ ‫مّنا‬ َ ْ ‫ ا َل‬Nimet ve ihsan sahibi, çok ihsan eden.
‫ن‬ ُ ‫ َالدّّيا‬Çokça hesaba çeken, kahhar, ceza ve
mükâfatı bol olan.
‫ن‬ُ ‫فَرا‬ ْ ُ‫ ا َل ْغ‬Bağışlama sıfatına sahip olan, afvedici.
Bir nüshada ‫فاُر‬ ّ َ‫( َيا غ‬Ey bağışlaması bol olan!) diye
variddir.
‫ن‬
ُ ‫ها‬ َ ‫ ا َل ْب ُْر‬Bürhan, kat’i delil, âşikâr huccet. Allah
Teâlâ’nın bürhan olması, varlığının ve birliğinin
açıkça bilinir olması ve kendisinin sâir imanın
rükünlerine kat’î delil olması demektir.
‫ن‬ ُ ‫طا‬ َ ْ ‫سل‬ ّ ‫ َال‬Saltanat ve hâkimiyet sahibi.
‫ن‬ ُ ‫حا‬ َ ْ ‫سب‬ ّ ‫ َال‬Noksan sıfatlardan, düşük vasıflardan
uzak ve münezzeh olan.
‫ن‬
ُ ‫عا‬
َ َ ‫سقققت‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Kendisinden
ْ ‫م‬ yardım istenen,
inayet sahibi.

- -

‫ن‬
ِ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬ َ َ‫عظ‬
ِ ِ ‫مت‬ َ ِ‫ء ل‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ع ك‬
َ ‫ض‬
َ ‫وا‬ َ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬
ّ ُ‫ل ك‬
‫ل‬ ّ َ‫ن ذ‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫قدَْرت‬ُ ِ‫ء ل‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫م ك‬ َ َ ‫سل‬ْ َ ‫ست‬
ْ ‫ا‬
‫ه‬
ِ ِ ‫هي ْب َت‬
َ ِ‫ء ل‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ع ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ض‬
َ ‫خ‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫عّزت‬
ِ ِ‫ء ل‬
ٍ ‫ي‬ َ
ْ ‫ش‬
25
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ِ ِ ‫مل ْك َت‬
‫ه‬ ُ ِ‫ء ل‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ ‫قادَ ك‬
َ ‫ل‬ َ ْ ‫ن ان‬
ِ ‫م‬
َ ‫َيا‬
‫ت‬ ّ ‫ش‬
ِ ‫ق‬ َ ْ ‫ن ان‬
ِ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬ َ ‫خا‬
ِ ِ ‫فت‬ َ ‫م‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ ‫دا‬ َ
‫ت‬ ِ ‫م‬ َ ‫ن‬
َ ‫قا‬ ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫شي َت‬ ْ ‫خ‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ُ ‫جَبا‬ِ ْ ‫ال‬
‫ض‬ َ َ َ ‫ست‬ َ
ُ ‫ت الْر‬ ِ ‫قّر‬ ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬ِ ‫ر‬ِ ‫م‬ْ ‫ت ب ِأ‬ ُ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ال‬
ِ ِ ‫مل َك َت‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ل‬ ْ َ‫ٓ أ‬
ِ ‫ه‬ ‫ع ٰلى‬ َ ‫دي‬ ِ َ ‫عت‬ْ َ‫ن ل َ ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه َيا‬ ِ ِ ‫ب ِإ ِذْن‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Ey her şey azametine karşı alçalmış olan,
2- Ey her şey kudretine karşı bağlılık göstermiş
olan, 3- Ey her şey izzetine karşı zelil düşmüş
olan, 4- Ey her şey heybetine karşı huzu’da
(saygıda) bulunmuş olan, 5- Ey her şey
malikiyetine (hâkimiyetine) karşı bağlanmış olan,
6- Ey her şey korkusundan dolayı boyun eğmiş
olan, 7- Ey dağlar kendisinden sakındıkları için
parçalanmış olan, 8- Ey gökler kendisinin emriyle
ayakta durmuş olan, 9- Ey arz (yer küresi)
kendisinin izniyle yerine yerleşmiş olan, 10- Ey
memleketinin halkına haksızlıkta bulunmayan!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

26
Şerh

‫ة‬ َ َ ‫ ا َل ْعَظ‬Büyüklük, ‫ة‬


ُ ‫متتتت‬ ُ َ ‫شتتتتي‬ َ ْ ‫ ا َل‬Saygıyla birlikte
ْ ‫خ‬
korkmak, çekinmek, sakınmak. ‫ه‬ ِ ّ ‫ة ال ٰل‬ ْ ‫خ‬
ُ َ ‫شي‬ َ Allah’ın
azabından ve ikabından korkmak, sakınmak.
Şu şekilde de ma'nalandırılabilir: Ey O Zât ki,
azametine karşı her şey alçalmış.. kudretine karşı
her şey bağlılık göstermiş.. izzetine karşı her şey
zelil olmuştur... Heybetine karşı her şey saygıyla
eğilmiştir... Hâkimiyetine her şey bağlılıkta
bulunmuştur... O’nun korkusundan her şey boyun
eğmiştir... O’nun haşyetinden dağlar yarılmıştır...
O’nun emriyle gökler kaim olmuştur... O’nun
izniyle arz yerine yerleşmiştir... Memleketinin
halkına haksızlıkta ve zulümde bulunmamaktadır.
-۷-

‫ف ال ْب َل ََيا‬َ ‫ش‬ ِ ‫كا‬َ ‫طاَيا ٰيا‬ َ ‫خ‬ َ ْ ‫فَر ال‬ ِ ‫غا‬ َ ‫ٰيا‬
َ ‫ع‬
‫طاَيا‬ َ ْ ‫ل ال‬َ ‫ز‬ ِ ‫ج‬ْ ‫م‬
ُ ‫جاَيا ٰيا‬ َ ‫هى الّر‬ َ َ ‫من ْت‬ُ ‫ٰيا‬
‫زقَ ال ْب ََراَيا‬ ِ ‫داَيا ٰيا َرا‬َ ‫ه‬َ ْ ‫ع ال‬َ ‫س‬ ِ ‫وا‬ َ ‫ٰيا‬
‫ع‬
َ ‫م‬
ِ ‫سا‬َ ‫مَناَيا ٰيا‬ َ ْ ‫ي ال‬َ ‫ض‬ ِ ‫قا‬ َ ‫ٰيا‬

َ ِ ‫مطْل‬
‫ق‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫سَراَيا‬
ّ ‫ث ال‬
َ ‫ع‬
ِ ‫ٰيا َبا‬ َ ‫ش‬
‫كاَيا‬ ّ ‫ال‬
‫سا ٰرى‬ ُ
َ ‫ال‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
27
Meal

1- Ey günahları bağışlayan, 2- Ey beliyyeleri


(musibetleri) gideren, 3- Ey ümitlerin son bulduğu
merci, 4- Ey atiyyeleri (ihsanları) bol veren, 5- Ey
hediyeleri bol olan, 6- Ey mahlûkatı rızıklandıran,
7- Ey ölümleri infaz eden, 8- Ey şikâyetleri işiten,
9- Ey birlikleri gönderen (sevk eden), 10- Ey
esirleri serbest bırakan (salıveren)!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ف‬
ٌ ‫ش‬ َ
ِ ‫ كا‬Açan, keşfeden, gideren, kaldıran.
‫من ْت َ ٰهى‬ ُ Son, nihayet, son yer, son zaman, son
bulma, sona erme.
‫ ا َل ْب ََراَيا‬Mahlukat, yaratılanlar.
‫مَناَيا‬َ ْ ‫ ا َل‬Ölümler, vefatlar. ‫ة‬ َ ْ ‫’ا َل‬nün cemisidir.
ُ ّ ‫من ِي‬
‫سَراَيا‬ ّ ‫ َال‬Seriyyeler, birlikler. ‫ة‬ ّ ‫ َال‬Seriyye: beş
ُ ّ ‫سترِي‬
ile yüz arasında veya dörtyüz kişilik askeri grup.20

-۸-

‫و‬َ ‫د‬
ِ ‫ج‬ َ ْ ‫ذا ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫ء ٰيا‬ ِ ‫و الث َّنآ‬َ ‫د‬ِ ‫م‬ َ ْ ‫ذا ال‬
ْ ‫ح‬ َ ‫ٰيا‬
َ ‫ء ٰيا‬
‫ذا‬ ِ ‫هآ‬ َ َ ‫و ال ْب‬
َ ‫ر‬
ِ ‫خ‬ ْ ‫ف‬َ ْ ‫ذا ال‬
َ ‫ء ٰيا‬ ِ ‫سَنآ‬ّ ‫ال‬

20
Mevarid, Mevlûd Sarı, sayfa : 753.

28
‫و‬
َ ‫و‬ِ ‫ف‬ْ ‫ع‬َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ء ٰيا‬ ِ ‫فآ‬ َ ‫و‬ َ ْ ‫و ال‬َ ‫د‬ ِ ‫ه‬ َ ْ ‫ال‬
ْ ‫ع‬
َ ‫ء ٰيا‬
‫ذا‬ ِ ‫طآ‬ َ ‫ع‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ن‬ّ ‫م‬ َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ء ٰيا‬ ِ ‫ضآ‬َ ‫الّر‬
‫و‬
َ ‫ة‬
ِ ‫عّز‬ِ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ء ٰيا‬ ِ ‫ضآ‬ َ ‫ق‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ل‬ ِ ‫ص‬ ْ ‫ف‬ َ ْ ‫ال‬
َ ‫ٰيا‬
‫ذا‬ ‫ء‬
ِ ‫مآ‬
َ ‫ع‬
ْ ّ ‫و الن‬
َ ‫جوِد‬ُ ْ ‫ذا ال‬
َ ‫ء ٰيا‬ َ َ ‫ال ْب‬
ِ ‫قآ‬
‫ء‬
ِ ‫و ا ٰلل‬َ ‫ل‬ ِ ‫ض‬
ْ ‫ف‬َ ْ ‫ال‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey hamd ü senâ sahibi, 2- Ey mecd ve
yücelik sahibi, 3- Ey iftihar ve behâ (parlaklık,
güzellik) sahibi, 4- Ey ahd ve vefa sahibi, 5- Ey afv
ve rıza sahibi, 6- Ey nimet ve atâ (ihsan) sahibi, 7-
Ey fasl (hükmetme, ayırd etme) ve kaza (hüküm
koyma, icra etme) sahibi, 8- Ey izzet ve beka
(ebedilik) sahibi, 9- Ey cömertlik ve iyilik sahibi,
10- Ey fazl (üstünlük) ve nimetler sahibi!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
ُ ‫مد‬ َ ْ ‫ ا َل‬Hamd, medihten farklı bir kelimedir. Zira
ْ ‫ح‬
hamd, övülmeye lâyık olanlar için yapılır. Medih
ise, lâyık olsun olmasın mutlak övmedir. İçerisine
riya, tebasbus gibi kötü duygular girebilir. Allah
Teâlâ medhe ve övülmeye lâyık olması sebebiyle
O’nu överiz, O’na hamd ü senâda bulunuruz.

29
ُ‫ الث َّنآء‬Övme, övülme, güzel vasıflarla yad ediliş.
ُ ‫جد‬
ْ ‫م‬ َ ْ ‫ ا َل‬Mecd, şeref, kerem, lütuf, yükseklik.
ُ‫سَنآء‬ ّ ‫ ال‬Yücelik, ulvîlik.
ُ ‫ ا َل ْعَهْد‬Andlaşma, sözleşme.
ُ‫ ا َل ْوَفَتتتتتآء‬Sözünde durmak, sözünü yerine
getirmek, vefakâr olmak.
‫ضآِء‬ َ ‫ الّر‬Rıza, kabul, hoşnutluk.
‫مآُء‬ َ ْ‫ َالن ّع‬Servet, ihsan, mal, iyilik, ma’ruf.
‫ ا َ ٰللُء‬Ni’metler.
Birinci ukdede varid olan esma-i ilahiyeden
ُ ّ ‫ َال ٰل‬lafza-i celâli, Kur’ân-ı Kerim’de 2698 defa
‫ه‬
zikredilmiştir. ‫م‬ّ ‫هققققق‬ ُ ّ ‫َال ٰل‬nidâsı beş yerde
zikredilmiştir.21 Yine esma-i ilâhiyeden ‫ن‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫َالّر‬
elli yedi defa mezkur; ‫م‬ ُ ‫حي‬ ِ ‫ َالّر‬yüz on dört defa;
‫م‬ُ ‫عِلي ق‬ َ ْ ‫ ا َل‬yüz elli üç defa; ‫م‬ ُ ‫حِلي ق‬ َ ْ ‫ ا َل‬on bir defa;
‫م‬ ُ ‫ظي‬ِ ‫ع‬ َ ْ ‫ ال‬altı defa ‫م‬ ُ ‫كي‬ ِ ‫ح‬ َ ْ ‫ ا َل‬doksan bir defa; ‫م‬ ُ ‫ري‬
ِ َ ‫ا َل ْك‬
iki defa22 zikredilmiştir.
Hem Kur’ân’da ‫ه‬ ُ ّ ‫ه إ ِل ّ ال ٰل‬ َ ‫ل إ ِ ٰل‬gibi tehlil ifade
eden kelâmlar, 53 defa zikredilmiş olup; bu
tehlilât-ı Kur’âniye’yi Mecmûâtü’l-Ahzab adlı eser
kaydetmiştir.23
Beşinci ukdede ‫فاُر‬ ّ ‫غ‬ َ ْ ‫ ا َل‬ismi Kur’ân’da 5 defa;24

21
Âl-i İmrân, 3/26; Maide, 5/114; Enfal, 8/32; Yunus, 10/10;
Zümer, 39/46.
22
Neml, 27/40; İnfitar, 82/6.
23

Cild : 1, Sahife : 290. Ayrıca şerhini de yapmıştır. (Cild : 1,


Sahife : 500.
24
Hâşiyesinde kaydedilmiştir.)

Tâhâ, 20/82; Sâd, 38/66; Zümer, 39/5; Mü’min, 40/42;


Mearic, 70/10.

30
‫ن‬
ُ ‫ست َ ٰعا‬ ُ ْ ‫ا َل‬ismi iki defa zikredilmiştir.
ْ ‫م‬ 25

Sekizinci ukdenin onuncu nidâsındaki ‫ذو‬ ُ


‫ل‬ِ ‫ض‬
ْ ‫ف‬َ ْ ‫ ال‬izafesi Kur’ân’da 13 defa mezkurdur.
‫ت‬ َ ّ ‫لقق ه إل‬
Kur’ân-ı Kerim’de َ ‫ٓ أْنقق‬ ِ َ ٰ ِ ‫ل إ‬tehlili
26
sadece bir yerde zikredilmiştir.
(Yukarıda gösterilen rakamlar, besmele dahil
edilmeksizin ve esma-i ilâhiyeden olmayan lafızlar
çıkarılarak serdedilmiştir. Tafsilâtlı malumat
isteyenler, Muhammed Fuad Abdulbaki’nin El-
Mu’cemü’l-Müfehres’ine müracaat edebilirler.)
َ َ ‫حان‬
‫ك‬ َ ْ ‫سققب‬
ُ Seni tesbih ederiz, sözü Kur’ân-ı
Kerim’de 9 yerde mezkurdur.

-۹-

َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬


‫ع‬
ُ ‫ف‬
ِ ‫دا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ع‬ َ ‫ك ٰيا‬
ُ ِ ‫مان‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيا‬ ‫ع‬
ُ ‫ف‬
ِ ‫َيا َرا‬ ‫ع‬
ُ ‫م‬
ِ ‫سا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ع‬
ُ ‫ف‬
ِ ‫ٰيا َنا‬
‫َيا‬ ‫ع‬
ُ ‫م‬
ِ ‫جا‬
َ ‫َيا‬ ‫ع‬
ُ ‫فق‬ َ ‫َيا‬
ِ ‫شا‬ ‫ع‬
ُ ِ ‫صان‬
َ
‫ع‬
ُ ‫س‬
ِ ‫مو‬
ُ ‫َيا‬ ‫ع‬
ُ ‫س‬
ِ ‫وا‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

25
Yunus, 10/18; Enbiyâ, 21/112.

26
Enbiyâ, 21/87.
31
Meal

Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey


Mani’, 2- Ey Dafi’, 3- Ey Nafi’, 4- Ey işiten, 5- Ey
yükselten, 6- Ey san'at sahibi, 7- Ey şefaat sahibi,
8- Ey toplayıcı, 9- Ey (rahmeti, mağfireti, ilmi v.s.)
geniş olan, 10- Ey genişleten!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh

ُ‫ماِنتتع‬ َ ْ ‫ ا َل‬Men edici, engel olan, alıkoyan, (şerleri


vs.) bertaraf eden.
‫ع‬
ُ ‫داِفتتتتت‬ ّ ‫ َال‬Def edici, kaldıran, kovan, gideren,
veren.
ُ ‫ َالّناِفتت ت‬Menfaat veren, faydalandıran, istifade
‫ع‬
ettiren.
ُ ‫ َالّراِفتتتتتتتتت‬Yükselten,
‫ع‬ kaldıran. Kur’ân’da
27
zikredilmiştir. (Yükseltici ve çıkaran manasında).
‫ع‬
ُ ‫صاِنتت‬ ّ ‫ َال‬Sanatkâr, usta, yapan.
‫ع‬ ِ ‫ا َل ْ ٰجا‬Cem eden, toplayan, biraraya getiren.
ُ ‫متت‬
Kur’ân-ı Kerîm’de mezkurdur.28
‫ع‬
ُ ‫ستت‬ ِ ‫ا َل ْ ٰوا‬Rahmeti vs.’si geniş olan, bolluk sahibi.
Kur’ân’da mezkûrdur. 29
27
Âl-i İmrân, 3/55.

28
Âl-i İmrân, 3/9; Nisâ, 4/140.

29
Bakara, 2/115, 247, 261, 268; Âl-i İmrân, 3/73; Maide,
5/54; Nur, 24/32;
Necm, 53/32 (=Bu âyette, ‫ة‬ِ ‫فَر‬
ِ ‫غ‬ َ ْ ‫ع ال‬
ْ ‫م‬ ُ ‫سقق‬
ِ ‫“ ٰوا‬bağışlaması
bol olan” zikredilmiştir.)
32
ُ ْ ‫ ا َل‬Genişleten. ‫ن‬
َ ‫ستُعو‬
ِ ‫مو‬ُ َ ‫وَ إ ِّٰنا ل‬âyeti “ve
30
‫ع‬
ُ ‫ستت ت‬
ِ ‫مو‬
elbette biz hakikaten genişleticiyiz (veya
genişletmekteyiz)” meâlinde olup, göğün
genişlemekte olduğuna -îmâen- delâlet
etmektedir.

-۱۰-
‫ل‬ّ ُ‫ق ك‬
َ ِ ‫خال‬
َ ‫ع ٰيا‬ ٍ ‫صُنو‬ْ ‫م‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬ ‫ع‬
َ ِ ‫صان‬
َ ‫ٰيا‬
‫ق ٰيا‬ ٍ ‫مْرُزو‬ ّ ُ ‫زق َ ك‬
َ ‫ل‬ ِ ‫ٰيا َرا‬ ٍ ‫خُلو‬
‫ق‬ ْ ‫م‬
َ
ّ ُ‫ف ك‬
‫ل‬ َ ‫ش‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬ ٍ ‫مُلو‬
‫ك‬ ْ ‫م‬ ّ ُ‫ك ك‬
َ ‫ل‬ َ ِ ‫مال‬
َ
‫ٰيا‬ ٍ ‫موم‬
ُ ‫غ‬
ْ ‫م‬ ّ ُ‫ج ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ر‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫فا‬ ٍ ‫مك ُْرو‬
‫ب‬ َ
ّ ُ ‫صَر ك‬
‫ل‬ ِ ‫ٰيا َنا‬ ٍ ‫حوم‬ ُ ‫مْر‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫م ك‬َ ‫ح‬
ِ ‫َرا‬
‫ٰيا‬ ‫ب‬
ٍ ‫عُيو‬
ْ ‫م‬
َ ‫ل‬ ّ ُ ‫سات َِر ك‬ َ ‫ل ٰيا‬ ٍ ‫ذو‬ ُ ‫خ‬
ْ ‫م‬
َ
‫م‬ ‫لو‬ُ ْ‫مظ‬ ‫ل‬ّ ُ ‫ك‬ َ ‫مل ْجأ‬
ٍ َ َ َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Ey bütün masnuâtın Sanii (yapıcısı), 2- Ey
bütün mahlukatın Yaratıcısı, 3- Ey bütün
rızıklananların rızık vericisi, 4- Ey bütün
memluklerin maliki (sahibi), 5- Ey bütün
30

30
Zâriyât, 51/47.
33
sıkıntılıların (sıkıntısını) gidereni, 6- Ey bütün
gamlıların (gamlarını) kaldıranı (açanı), 7- Ey
bütün merhamete muhtaç olanlara merhamet
eden, 8- Ey bütün perişanlara yardım eden, 9- Ey
bütün ayıplı olanları örten, 10- Ey bütün zulme
uğrayanların sığınağı!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ع‬ُ ‫صُنو‬ ْ ‫م‬ ْ َ
َ ‫ ال‬Masnu’, yapılmış, sanatlı.
‫ك‬ ُ ‫مُلتتو‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ ا َل‬Memlûk, mülk edinilen, köle, sahip
olunan.
‫ب‬ ُ ‫كتتتتُرو‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ ا َل‬Kederli, sıkıntıda olan, kaygusu
bulunan.
‫م‬ ُ ‫مو‬ َ ْ ‫ ا َل‬Kapalı, bulutlu, gamlı, bunalımda olan.
ُ ْ ‫مغ‬
‫ب‬ ُ ‫عُيو‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ ا َل‬Ayıplı, kusurlu, arızalı, görüntüsü hoş
olmayan, uygunsuz.
ُ ‫ ا َل ْمل ْجأ‬Melce’, iltica edilen yer, sığınak.
َ ُ
-۱۱-

َ‫عن ْد‬
ِ ‫جآِئي‬
َ ‫ٰيا َر‬ ‫شدِّتي‬
ِ َ‫عن ْد‬
ِ ‫عدِّتي‬
ِ ‫ٰيا‬
َ ‫ح‬
‫شِتي‬ ْ ‫و‬
َ َ‫عن ْد‬
ِ ‫سي‬
ِ ِ ‫مون‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫صيب َِتي‬
ِ ‫م‬
ُ
‫د‬ ِ ‫يي‬
َ ْ ‫عن‬ ّ ِ ‫ول‬
َ ‫غْرب َِتي ٰيا‬ُ َ‫عن ْد‬
ِ ‫حِبي‬
ِ ‫صا‬
َ ‫ٰيا‬
‫عن ْدَ ك ُْرب َِتي ٰيا‬
ِ ‫في‬
ِ ‫ش‬ َ ‫مِتي ٰيا‬
ِ ‫كا‬ َ ‫ع‬
ْ ِ‫ن‬
‫د‬
َ ْ ‫عن‬ َ ْ ‫مل‬
ِ ‫جِئي‬ َ ‫ٰيا‬ ‫ري‬ َ ِ ‫فت‬
ِ ‫قا‬ ْ ‫عن ْدَ ا‬
ِ ‫غَياِثي‬
ِ
34
‫عي‬ َ َ‫عن ْد‬
ِ ‫فَز‬ ِ ‫عيِني‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ري‬
ِ ‫ضطَِرا‬
ْ ‫ا‬
‫حي َْرِتي‬ ِ ‫لي‬
َ َ‫عن ْد‬ ِ ‫ٰيا دَِلي‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

1- Ey şiddetim ânında bildiğim (tanıdığım Zât),


2- Ey musibetim ânında ümidim olan, 3- Ey
vahşetim ânında mûnisim olan, 4- Ey gurbetimde
bana arkadaşlık eden, 5- Ey nimete nailiyetimde
bana velilik eden (veliyy-i ni’metim olan), 6- Ey
sıkıntım esnasında gidericim olan (kederimi
gideren), 7- Ey fakir ve muhtaç olduğumda
mededim olan, 8- Ey zorda kaldığımda melceim
olan, 9- Ey dehşete kapıldığımda bana yardım
eden, 10- Ey şaşırdığımda bana yol gösteren!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh

ِ ْ ‫ ا َل‬: İddet, sayı, rakam, belirli müddet,


ُ‫عققدّة‬
muayyen olan, bilinen, ma’dud. ‫عدِّتي‬ ِ : Bildiğim,
tanıdığım, hemen aklıma gelen, müracaatta
bulunduğum Zât vb. ma'nalarla
ma'nalandırılabilir. Bir nüshada ‫ع قدِّتي‬
ُ şeklinde
35
variddir. ‫ة‬ ُ ْ ‫ ال‬hazırlık, levazımat, mühimmat,
ُ ّ‫عققد‬
malzeme demektir. O hâlde ‫عدِّتي‬ ُ ’ye; yanımda
hazır olan, hemen yardım gönderen gibi ma'nalar
verilebilir.
‫ة‬
ُ ‫شتتتت‬ َ ‫ح‬ ْ َ‫ ا َل ْو‬Tenha ve korkulu hâl, ürkeklik,
yabanîlik, çekingenlik, topluluktan uzak kalma
hali.
‫س‬ ُ ِ ‫متتتون‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Aslı: ‫س‬ ُ ْ ‫’ ا َل‬dür. Ünsiyet veren,
ُ ِ ‫متتتؤْن‬
arkadaşlık eden, vahşeti gideren, cana yakın olan
demektir.
‫ة‬ُ ‫ ا َل ْغُْرب َت‬Gurbet, kimsesizlik, yalnızlık, vatandan
uzak kalma durumu.
‫ث‬ ُ ‫ ا َل ْغِ ٰيا‬Meded, yardım, imdada koşmak, feryada
yetişmek.
‫ع‬ ُ ‫فَز‬ َ ْ ‫ ا َل‬Dehşete kapılma, yardım arama, telaşa
düşme, şiddetli korku.

-۱۲-
ِ ‫فاَر الذُّنو‬
‫ب‬ َ ‫ب ٰيا‬
ّ ‫غ‬ ُ ْ ‫م ال‬
ِ ‫غُيو‬ َ ّ ‫عل‬
َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ف ال ْك ُُرو‬
‫ب‬ ّ َ ‫َيا ك‬
َ ‫شا‬ ‫ب‬
ِ ‫عُيو‬ ُ ْ ‫سّتاَر ال‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬َ ّ ‫مَزي‬ُ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫قُلو‬ُ ْ ‫ب ال‬
َ ّ ‫قل‬ َ ‫م‬ُ ‫ٰيا‬
َ ‫َيا طَِبي‬
‫ب‬ ‫ب‬ِ ‫قُلو‬ ُ ْ ‫وَر ال‬ ّ َ ‫من‬
ُ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫قُلو‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ٰيآ‬ ِ ‫قُلو‬
‫ب‬ ُ ْ ‫ب ال‬َ ‫حِبي‬ َ ‫َيا‬ ِ ‫قُلو‬
‫ب‬ ُ ْ ‫ال‬
َ
‫ب‬ِ ‫قُلو‬ ُ ْ ‫س ال‬َ ‫أِني‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
36
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Ey gaybları çok iyi bilen, 2- Ey günahları
çokça bağışlayan, 3- Ey ayıpları çokça örten, 4- Ey
sıkıntıları iyice gideren, 5- Ey kalbleri çeviren, 6-
Ey kalbleri süsleyen, 7- Ey kalbleri nurlandıran, 8-
Ey kalblerin tabibi, 9- Ey kalblerin sevgilisi, 10- Ey
kalblerin enîsi!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ب‬ َ ْ ‫ ا َل‬Görünmeyen, gizli olan. ‫ب‬
ُ ‫غْيقق‬ ِ ‫م ال ْغُي ُتتتو‬
ُ ّ ‫عَل‬
“Gaybları çok iyi bilen izafesi Kur’ân’da dört yerde
geçmektedir: Maide, 5/109-116; Tevbe, 9/78;
Sebe', 34/48.
Allah Teâlâ’nın kalblerin tabibi olması; kalblere
şifa vermesi, kalbleri kötü duygulardan
kurtarmasıdır. Kalblerin süsleyicisi olması ise;
iman, ihlas, hüsn-ü zan, hüsn-ü niyet, samimiyet
gibi güzel duyguları kalblere yerleştirmesidir.
Kalbleri çevirmesi de; iman-küfür, saadet-
şekavet, hidayet-dalâlet, iyilik-kötülük, hayır-şer
gibi güzel ve çirkin hasletlere kalbleri mazhar ve
makes kılmasıdır.
‫س‬ َ
ٌ ‫ أِني‬Mûnis, enis, dost, cana yakın, ünsiyet
edilen.
- ۱۳ -

37
‫ل ٰيا‬ُ ‫جِلي‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ل ٰيا‬ ِ َ ‫ل ٰيا ك‬
ُ ‫في‬ ُ ‫كي‬ ِ ‫و‬ َ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫مي‬ ِ ‫ج‬
َ
‫خِبيُر ٰيا‬ َ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫قي‬ ِ ‫م‬ ُ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫دَِلي‬
ُ ‫مِلي‬
‫ك‬ َ ‫زيُز ٰيا‬
ِ ‫ع‬
َ ‫ف ٰيا‬ ِ َ‫ل‬
ُ ‫طي‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
Hem Senden Senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
celâl sahibi, 2- Ey cemâl sahibi, 3- Ey vekâlet
eden, 4- Ey kefil olan, 5- Ey delâlet eden (yol
gösterici), 6- Ey afvedici (müsamaha gösteren), 7-
Ey (her şeyden) haberdar olan, 8- Ey lütufla
muamele eden, 9- Ey izzet sahibi, 10- Ey mülk
(saltanat, hâkimiyet ve mülkiyet) sahibi!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ل‬ ُ ‫جِلي‬ َ ْ ‫ ا َل‬Celil: Celal sahibi, yüce.
‫ل‬ُ ‫مي‬ ِ ‫ج‬ َ ْ ‫ ا َل‬Cemil: Cemal sahibi, güzel.
‫ل‬ ُ ‫كي‬
ِ ‫و‬ َ ْ ‫ ا َل‬Vekil: Koruyucu, yardımcı, gözetleyici.
Kur’ân’da esma-i ilahiyeden olarak 14 defa

38
zikredilmiştir.31
‫ل‬ُ ‫فيقق‬ ِ َ ‫ ا َل ْك‬Kefil: Koruyucu, gözetici ma'nasında
Kur’ân’da geçmektedir.32
‫ل‬ ُ ‫ َالقققدِّلي‬Delil: Delâlet eden, yol gösteren,
kılavuz, rehber.
‫خِبيُر‬َ ْ ‫ ا َل‬Habir: Haberdar olan, işin iç yüzünü bilen.
Kur’ân’da esma-i ilahiyeden olarak 44 defa
zikredilmiştir.
‫ف‬ ُ ‫طيقققق‬ ِ ّ ‫ َالل‬Latîf: İdrak edilemeyen, ilmi
mükemmel ve iradesi şumullü olan, rıfk ile ve
bütün incelikleriyle yerine getiren (infaz eden),
lütufla muamele eden, (her şeyi) bütün
incelikleriyle bilen. Kur’ân’da geçmektedir.33
‫زيقققُز‬ َ ْ ‫ ا َل‬Azîz: İzzet sahibi, üstün. Esmâ-i
ِ ‫ع‬
ilâhiyeden olarak, Kur’ân’da 89 yerde mezkurdur.
‫ك‬ ُ ‫مِليقق‬ َ ْ ‫ ا َل‬Melik: Saltanat sahibi, hükümdar.
Kur’ân’da sadece bir yerde geçmiştir.34

- -
‫ث‬َ ‫غَيا‬ ِ ‫ن ٰيا‬ َ ‫ري‬
ِ ّ ‫حي‬ ُ ْ ‫ل ال‬
َ َ ‫مت‬ َ ‫ٰيا دَِلي‬
‫ن‬
َ ‫خي‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫ص‬ْ َ ‫ست‬ ُ ْ ‫خ ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫ري‬
ِ ‫ص‬َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫غيِثي‬ ِ َ ‫ست‬ ُ ْ ‫ال‬
ْ ‫م‬

31
Bakınız : Kur’ân-ı Kerim Lugatı, Mahmud Çanga, sahife :
559-560.

32
Nahl, 16/91.

33
En’am, 6/103; Yusuf, 12/100; Hac, 22/63; Lokman, 31/16;
Ahzab, 33/34; Şûrâ, 42/19; Mülk, 67/14.

34
Kamer, 54/55.

39
َ ‫ٰيا مل ْجأ‬
َ َ ‫ن‬َ ‫ري‬ ِ ‫جي‬
ِ َ ‫ست‬ ُ ْ ‫جاَر ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ٰيآ‬ ‫ن‬ ُ ْ ‫فَر ال‬
َ ‫مذْن ِِبي‬ ِ ‫غا‬َ ‫َيا‬ ‫ن‬َ ‫صي‬ِ ‫عا‬َ ْ ‫ال‬
َ
‫ن‬
ِ ‫كي‬
ِ ‫سا‬ َ ْ ‫م ال‬
َ ‫م‬ َ ‫ح‬
ِ ‫ٰيا َرا‬ ‫ن‬
َ ‫في‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ِ ‫خآئ‬ َ ‫ما‬
َ ‫أ‬
َ
‫ب‬
َ ‫جي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫شي‬
ِ ‫ح‬
ِ ‫و‬
ْ َ ‫ست‬
ْ ‫م‬ُ ْ ‫س ال‬ َ ‫ٰيآ أِني‬
َ ‫ضطَّري‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ة ال‬
ْ ‫م‬ ِ ‫و‬
َ ‫ع‬
ْ َ‫د‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

1- Ey şaşıranların delili (yol göstericisi), 2- Ey


imdad isteyenlerin mededi, 3- Ey yardıma
çağıranlara yardıma yetişen, 4- Ey korunmak
isteyenlere koruyuculuk eden, 5- Ey âsîlerin
sığınağı, 6- Ey günahkârların bağışlayıcısı, 7- Ey
korkanların emanı (emniyete kavuştuğu merci’),
8- Ey yoksullara merhamet eden, 9- Ey ürkeklik
(çekingenlik, yalnızlık, kimsesizlik) hissedenlerin
enîsi (en yakın dostu, ünsiyet vericisi), 10- Ey
zorda kalmışların duasına cevap veren!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh

40
‫ن‬ ‫غيُثو َ‬ ‫ست َ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫‪ İmdad dileyen, yardım talep eden,‬ا َل ْ ُ‬
‫‪kurtarıcı arayan kimseler.‬‬
‫ن‬ ‫خو َ‬
‫ر ُ‬‫ص ِ‬ ‫ست َ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫‪ Yardıma çağıranlar, kurtarılmak‬ا َل ْ ُ‬
‫‪isteyenler.‬‬
‫‪َ Komşu,‬ل ْ ٰجاُر‬
‫ا‬ ‫‪koruyucu, kurtarıcı, yardımcı.‬‬
‫ن‬ ‫جيُرو َ‬‫ستتت َ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ْ‬ ‫َ‬
‫‪ Korunmak isteyenler, kurtarılmak‬ال ُ‬
‫‪talep edenler, himayeci arayanlar.‬‬
‫ن‬‫شتتتتو َ‬ ‫ح ُ‬ ‫ست َوْ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫‪ Yalnızlık hissedenler, vahşette‬ا َل ْ ُ‬
‫‪kalanlar, alışamayanlar, özleyenler.‬‬

‫‪- -‬‬
‫ذا‬‫ن ٰيا َ‬ ‫سا ِ‬‫ح َ‬‫و ال ِ ْ‬‫جوِد َ‬ ‫ذا ال ْ ُ‬‫ٰيا َ‬
‫َ‬ ‫ال ْ َ‬
‫و‬
‫ذا ال ْ ِ َ‬
‫ن‬ ‫م‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫مت َِنا ِ‬‫و ال ِ ْ‬‫ل َ‬ ‫ض ِ‬ ‫ف ْ‬
‫ن ٰيا‬ ‫ذا ال ْ ُ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫َ‬
‫حا ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫و ال ّ‬ ‫س َ‬‫قد ْ ِ‬ ‫ما ِ‬ ‫ال َ‬
‫و‬
‫ة َ‬‫م ِ‬‫ح َ‬ ‫ذا الّر ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫و ال ْب ََيا ِ‬
‫ة َ‬ ‫م ِ‬‫حك ْ َ‬‫ذا ال ْ ِ‬ ‫َ‬
‫ن‬‫ها ِ‬‫و الب ُْر َ‬
‫ة َ‬ ‫ج ِ‬ ‫ذا ال ْ ُ‬
‫ح ّ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫وا ِ‬‫ض َ‬ ‫الّر ْ‬
‫ن ٰيا َ‬
‫ذا‬ ‫طا ِ‬ ‫سل ْ َ‬‫و ال ّ‬ ‫ة َ‬ ‫م ِ‬ ‫عظَ َ‬ ‫ذا ال ْ َ‬ ‫ٰيا َ‬
‫و‬
‫ة َ‬ ‫ذا الّرأ ْ َ‬
‫ف ِ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫فَرا ِ‬ ‫غ ْ‬ ‫و ال ْ ُ‬‫و َ‬ ‫ف ِ‬‫ع ْ‬ ‫ال ْ َ‬
‫ن‬
‫عا ِ‬ ‫ست َ َ‬‫م ْ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ل إ ٰله إل ّ َ‬‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬ ‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬
‫ن الّنا ِ‬ ‫م َ‬ ‫خل ّ ْ‬
‫صَنا ِ‬ ‫َ‬

‫‪Meal‬‬
‫‪41‬‬
1- Ey cömertlik ve ihsan sahibi, 2- Ey fazl
(üstünlük) ve minnet (nimetlendirme) sahibi, 3-
Ey emniyet ve eman (bağışlama) sahibi, 4- Ey
kudsiyet (temizlik, münezzehiyet) ve sübhan
(tenzih, noksan sıfatlardan uzaklık) sahibi, 5- Ey
hikmet ve beyan sahibi, 6- Ey rahmet ve rıza
(hoşnutluk, kabul) sahibi, 7- Ey huccet ve bürhan
sahibi, 8- Ey azamet (büyüklük) ve saltanat
sahibi, 9- Ey afvetme ve bağışlama sahibi, 10- Ey
re’fet (merhamet, acıma) ve yardım sahibi!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ن‬ ْ ِ ‫ ا َل‬Minnet
ُ ‫مت ِن َققققا‬ etmek, ni’metlendirme,
taltifte bulunmak.
‫س‬ ُ ْ‫قققد‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Kudsiyet, temizlik, düşük sıfatlardan
arınmış olmak.
‫ة‬ُ ‫م‬ َ ْ ‫حك‬ ِ ْ ‫ ا َل‬Hikmet, yerli yerince iş yapma vasfı,
iyiyi ve kötüyü (hak ile batılı) ayırd edebilme
şe’ni.
‫ن‬ ُ ‫ا َل ْب َ ٰيا‬Beyan, açıklama, îzah.
‫ة‬ ُ ‫م‬ َ ‫ح‬ْ ‫ ا َل ّْر‬Rahmet, merhamet, acıma. ‫ة‬ ِ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ذو الّر‬ ُ
35
“Rahmet sahibi” izafesi Kur’ân’da geçmektedir.
‫ة‬ ُ ‫ج‬ ّ ‫ح‬ُ ْ ‫ ا َل‬Huccet: Kat’î olsun olmasın mutlak delil.
‫ن‬ ُ ‫هقق ا‬ ْ ‫ا َل‬
ٰ ‫ب ُْر‬Bürhan: Kat’î olan delil demektir.
Mukaddimat-ı yakîniyeden müteşekkil şartlarını
câmi’ olan bir kıyas-ı mantıkîdir ki, netice

35
En’am, 6/133, 147; Kehf, 18/58.

42
‫‪hakkında ilm-i yakîn ifade eder.36‬‬
‫ن‬
‫سقققت َ ٰعا ُ‬
‫م ْ‬‫‪Yardım, yardım isteyiş, yardım‬ا َل ْ ُ‬
‫‪istenilen, inayet etme zamanı, inayet etme yeri.‬‬
‫ن ‪Bir nüshada‬‬ ‫حا ِ‬
‫س تب ْ َ‬
‫س وَ ال ّ‬ ‫ذا ال ْ ُ‬
‫ق تد ْ ِ‬ ‫ذا ‪ yerine‬ي َتتا َ‬
‫ي َتتا َ‬
‫ن‬ ‫َ‬
‫سلطا ِ‬‫ْ‬ ‫س وَ ال ّ‬ ‫ْ‬
‫قد ْ ِ‬‫‪ nidâsı geçmektedir.‬ال ُ‬

‫‪-‬‬ ‫‪-‬‬

‫و‬
‫ه َ‬‫ن ُ‬‫م ْ‬‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬
‫ش ْ‬ ‫ل َ‬ ‫ب كُ ّ‬‫و َر ّ‬ ‫ه َ‬
‫ن ُ‬‫م ْ‬ ‫ٰيا َ‬
‫ق كُ ّ‬
‫ل‬ ‫خال ِ ُ‬
‫و َ‬‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬ ‫ه كُ ّ‬ ‫إ ِ ٰل ُ‬
‫ء ٰيا‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬‫وق َ ك ُ ّ‬‫ف ْ‬ ‫و َ‬‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫َ‬
‫و‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬‫م ْ‬ ‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬‫ل كُ ّ‬‫قب ْ َ‬‫و َ‬
‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫َ‬
‫م كُ ّ‬
‫ل‬ ‫عال ِ ُ‬‫و َ‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬ ‫عد َ ك ُ ّ‬
‫بَ ْ‬
‫َيا‬ ‫ء‬
‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬ ‫قاِدُر ك ُ ّ‬ ‫و َ‬‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫ء ٰيا َ‬ ‫ي ٍ‬ ‫ش ْ‬ ‫َ‬
‫و‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫َيا َ‬ ‫ء‬
‫ي ٍ‬‫ش ْ‬ ‫ل َ‬‫ع كُ ّ‬ ‫صان ِ ُ‬ ‫و َ‬‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫َ‬
‫ء‬
‫ي ٍ‬
‫ش ْ‬‫ل َ‬ ‫ف ٰنى ك ُ ّ‬ ‫و يَ ْ‬ ‫ي َب ْ ٰقى َ‬
‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ل إ ٰله إل ّ َ‬‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬ ‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬
‫ن الّنا ِ‬ ‫م َ‬ ‫خل ّ ْ‬
‫صَنا ِ‬ ‫َ‬

‫‪Meal‬‬

‫‪36‬‬
‫‪Istılahât-ı Fıkhiye Kamusu, Ömer Nasuhî, c. : 1, s. : 15.‬‬

‫‪43‬‬
1- Ey her şeyin Rabbi (sahibi, terbiyecisi,
idarecisi) olan, 2- Ey her şeyin ilâhı olan, 3- Ey her
şeyin yaratıcısı olan, 4- Ey her şeyin üstünde olan,
5- Ey her şeyden önce olan, 6- Ey her şeyden
sonra olan, 7- Ey her şeyi bilmekte olan, 8- Ey her
şeye gücü yeter (muktedir) olan, 9- Ey her şeyin
sânii (ustası, yapıcısı) olan, 10- Ey her şey fâni
olurken kendisi bâki kalan!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh

Allah Teâlâ’nın her şeyin üstünde olması:


‫ه‬
ِ ‫عَبققاِد‬ِ َ‫وق‬ْ ‫فقق‬َ ‫هُر‬ َ ْ ‫و ال‬
ِ ‫قققا‬ َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬
َ “Hem O, kullarının
üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir.”
âyetinde37 beyan edildiği gibi, herkesin ve her
şeyin üstünde büyük bir hâkimiyete sahip olması
demektir.
Yine Allah’ın (c.c.) her şeyden önce ve sonra
olması ise; ezelî ve ebedî olup, kıdem ve bekaya
sahip olmasıdır.
َ
“‫و‬ َ ‫ه‬ُ َ‫نو‬ ُ ِ‫و ال َْباط‬َ ‫هُر‬ ِ ‫ظا‬ّ ‫و ال‬
َ ‫خُر‬
ِ ‫و ا ٰل‬ ُ ‫و‬
َ ‫ل‬ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬
ُ
‫م‬
ٌ ‫عِليقق‬َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫شقق‬ َ ‫ل‬ ّ ‫كقق‬ُ ِ ‫ ب‬O ilktir, sondur, zahirdir,
batındır. O her şeyi iyice bilicidir.” 38 âyeti bu
hususu beyan etmiştir. Evet; Allah Teâlâ hem
ezelî, hem ebedîdir. Bütün mahlûkatın hem dış
yapılarını, hem de iç durumlarını bilir. Zahirî ve
batınî her şeye muttali’dir. O’nun ilminden hiçbir
37
En’âm, 6/18, 61. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, hey’et,
s. : 134.

38
Hadîd, 57/3.

44
şey gizlenemez, hariçte kalamaz.
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شققق‬ ُ ‫ف نقٰقق ى‬
ّ ‫كققق‬ ْ َ‫ى ي‬
َ ‫قتتت‬
‫و‬ ٰ ‫و‬َ ْ ‫قق َب‬
‫هق ي‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫مققق‬
َ ‫َيقققا‬
ibaresindeki ‫=و‬vâv; atıf vâvı olmayıp, vâv-ı
hâliyedir. “Her şey fâni olduğu hâlde...” demektir.

-۱۷-
‫ٰيا‬ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫م‬ِ ‫ؤ‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫ك‬ َ ‫س‬ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ‫ق‬ّ َ ‫مل‬ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬ُ ‫و‬ّ َ ‫مك‬ُ ‫ن ٰيا‬ ُ ‫م‬ ِ ْ ‫هي‬
َ ‫م‬
ُ
‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ّ ‫مَزي‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ‫و‬
ّ ‫ه‬
َ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ّ ‫مب َي‬
ُ
‫ن‬ ّ َ ‫مل‬
ُ ‫و‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
ُ ‫و‬
ّ ‫ع‬
َ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ُ ّ‫عظ‬
‫م‬ َ ‫م‬
ُ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal

Hem Senden Senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey


Mü’min, 2- Ey Müheymin, 3- Ey Mükevvin, 4- Ey
Mülakkin, 5- Ey beyan eden, 6- Ey kolaylaştıran,
7- Ey süsleyen, 8- Ey Muazzım, 9- Ey yardım edici,
6- Ey Mülevvin!
Seni tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur.
Eman, Eman! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫ن‬
ُ ‫م‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Mü’min: Emniyet veren, emin kılan,
ْ ‫مق‬
45
(resûllerini) tasdik eden. Kur’ân’da zikredilmiştir.39
‫ن‬ ُ ‫مقققق‬ ِ ْ ‫هي‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Müheymin: Koruyup gözeten,
َ ‫م‬
kollayan, titizlikle üzerinde duran.40
ُ ّ‫مك َتتتتو‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Mükevvin: Tekvin eden, meydana
getiren, oluşturan, icad eden.
‫ن‬ ُ ‫ققق‬ ّ َ ‫مل‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Mülakkin: Telkin eden, (iyiyi, hayrı,
doğruyu) öğreten, hatırlatan.
‫ن‬ ُ ‫مَزي ّققق‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Müzeyyin: Süsleyen, eşyaya güzel
suretler ve süslü biçimler veren. Allah Teâlâ’nın
süsleyici olması şu âyetlerde inzal buyurulmuştur:
Hicr, 15/16; Sâffât, 37/6; Fussilet, 41/12; Hucurat,
49/7; Kaf, 50/6; Mülk, 67/5.
‫م‬ُ ‫ظتت‬ ّ َ ‫مع‬ ُ ْ ‫ ا َل‬Muazzım: Kendi şanını ve esmâsını
ta’zim eden. Mü’min kullarının derecelerinin
büyüklüğünü gösteren. Kendi büyüklüğünü
(büyük oluşunu, azametini) izhar eden.
‫ن‬ ُ ّ‫مل َو‬ُ ْ ‫ ا َل‬Mülevvin: Renklendiren, eşyaya ayrı ayrı
renkler veren, sınıflandıran, çeşit çeşit halk eden,
nevi’lere ayıran.
Bir nüshada ‫ن‬ ُ ّ‫كتتتتو‬ ُ ْ ‫ ا َل‬yerine ‫كتتتتوُّر‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫ ا َل‬lafzı
َ ‫م‬
geçmektedir. Mükevvir; saran, dolayan, katlayan
ma’nalarına gelir.

-۱۸-
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬ٌ ‫قي‬
ِ ‫م‬ ِ ِ ‫مل ْك‬
ُ ‫ه‬ ُ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫في‬
ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫ظي‬ ِ ‫ع‬ ِ ِ ‫جل َل‬
َ ‫ه‬ َ ‫في‬ ِ

39
Haşr, 59/23.

40
Haşr, 59/23.

46
‫ه‬
ِ ‫د‬
ِ ْ ‫عب‬
َ ‫ع ٰلى‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫دي‬ِ ‫ق‬ ِ ِ ‫سْلطا َن‬
َ ‫ه‬ ُ
‫م ٰيا‬ ٌ ‫عِلي‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫و ب ِك‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫حي‬ ِ ‫َر‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬ٌ ‫حِلي‬َ ُ‫فاه‬َ ‫ج‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ِ‫و ل‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ
‫في‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫م‬ٌ ‫ري‬ِ َ ‫جاهُ ك‬ ّ ‫ن ت ََر‬ ْ ‫م‬
َ ِ‫ل‬
‫ه‬ ِ ْ ‫حك‬
ِ ‫م‬ ُ ‫في‬ ِ ‫و‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫م‬
ٌ ‫كي‬
ِ ‫ح‬ َ ‫ه‬ِ ‫ر‬ِ ‫قا َِدي‬َ ‫م‬ َ
‫ديٌر‬ َ ‫ه‬
ِ ‫ق‬ ِ ْ‫في ل ُط‬
ِ ‫ف‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ف‬ ِ َ‫ل‬
ٌ ‫طي‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey mülkünde mukîm olan, 2- Ey celâlinde
(yüceliği hususunda) büyük olan, 3- Ey
saltanatında kıdem sahibi olan, 4- Ey kuluna çok
merhamet edici olan, 5- Ey her şeyi güzelce bilici
olan, 6- Ey kendisine karşı kaba davranana
(vefasızlık edene) hâlim (yumuşaklık gösterici )
olan, 7- Ey kendisinden (birşeyler) ümit edene
karşı kerim (lutfedici, ümidini boşa çıkarmaz)
olan, 8- Ey ölçülerinde hikmetle iş görücü olan, 9-
Ey hükmünde lütufkâr (rıfk ve yumuşaklıkla
muamele edici) olan, 10- Ey lütfunda (ihsanını ifa
hususunda) muktedir olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
47
Mülkte mukîm olmak; mülkü başkalarına
kaptırmamak, saltanat ve malikiyet hususunda
berdevam olmak, malında ve idaresinde söz
sahibi olmak, tasarrufu daimî olmak demektir.
Saltanatında kıdem sahibi olması ise; ezelî ve
ebedî bir hâkimiyete malik olup, zahirî saltanat
sahibi olanlara ve sonradan ârizî bir malikiyet
edinenlere benzememesidir.
Ölçülerinde hikmetle iş görmek; her şeyde
hikmeti gözetmek, her şeyin plânını ve
programını bilerek yerli yerince yapmaktır.
Bir nüshada ‫ه‬ ُ ‫جا‬
ّ ‫ ت ََر‬yerine ‫ه‬ ُ ‫َر ٰجا‬lafzı, ‫ه‬
ُ ‫ج ٰفا‬
َ yerine
ُ‫=( ٰصقاه‬isyan
‫ع‬
َ etmek) ibaresi, ‫ديٌر‬ َ
ِ ‫ قق‬yerine ‫م‬ ٌ ‫دي‬ َ
ِ ‫قق‬
kelimesi geçmektedir. Allah Teâlâ’nın lütfunda
kıdem sahibi olması; devamlı lütufta bulunması,
O’nun lütufkârlığına hiç kimsenin yetişememesi,
ihsanda ve keremde herkesi sebkat etmesidir.
‫م‬
ٌ ‫عِليقق‬َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شقق‬َ ‫ل‬ ّ ‫كقق‬ ُ ِ‫و ب‬
َ ‫هقق‬
ُ “O her şeyi iyice
bilicidir” cümlesi şu âyetlerde mezkurdur: Bakara,
2/29; En’am, 6/101; Hadîd, 57/3.
-۱۹ -
‫ن ٰل‬ َ ‫ضُلهُ ٰيا‬
ْ ‫م‬ ْ ‫ف‬ ٓ ‫ن ٰل ي ُْر ٰ۪ج‬
َ ّ ‫ى إ ِل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
ّ ‫ن ٰل ي ُن ْت َظَُر إ ِل‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫عدْل‬
َ ّ ‫ف إ ِل‬
ُ ‫خا‬َ ُ‫ي‬
‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ‫و‬
ُ ‫ف‬ْ ‫ع‬َ ّ ‫ل إ ِل‬ ُ َ ‫سئ‬
ْ ُ ‫ن ٰل ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬
ُ ‫ب ِّر‬
‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫مل ْك‬
ُ ّ ‫م إ ِل‬
ُ ‫دو‬
ُ َ ‫ن ٰل ي‬ ْ ‫م‬
َ
‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ُ ُ ‫سْلطا َن‬
ُ ّ ‫ن إ ِل‬ َ َ ‫سْلطا‬ ُ
ّ ُ‫ت ك‬
‫ل‬ ْ ‫ع‬
َ ‫س‬ِ ‫و‬َ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫ه‬ َ ‫ن إ ِل ّ ب ُْر‬
ُ ُ ‫هان‬ َ ‫ها‬َ ‫ب ُْر‬
48
‫ه‬
ُ ُ ‫مت‬
َ ‫ح‬ ْ ‫ت َر‬ ْ ‫ق‬ َ َ ‫سب‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ُ ُ ‫مت‬َ ‫ح‬ ْ ‫ء َر‬
ٍ ‫ي‬ َ
ْ ‫ش‬
ُ َ َ َ ‫ع ٰلى‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ّ
‫ل‬ ‫ك‬ِ ‫ب‬ ‫ط‬ ‫حا‬
َ ‫نأ‬ ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫ضب‬َ ‫غ‬ َ
‫ه‬
ُ ‫م‬ ُ ْ ‫عل‬
ِ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ه إ ِل‬ َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫أن‬ ٓ َ ‫ك ٰيا ل إ ِ ٰل‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫الّنا‬ ‫ن‬
َ ‫م‬ ِ ‫صَنا‬ ْ ّ ‫خل‬َ

Meal

1- Ey ancak fazlı (ihsanı, lutfu) umulan, 2- Ey


ancak adaletinden korkulan, 3- Ey yalnız iyiliğine
intizar edilen (iyiliği beklenen), 4- Ey sadece
afvetmesi istenen, 5- Ey yalnız mülkü (hâkimiyeti)
devam eden, 6- Ey saltanatından başka saltanat
olmayan, 7- Ey bürhanından başka bürhan (kat’î
delil) olmayan, 8- Ey rahmeti her şeyi kaplamış
olan, 9- Ey rahmeti gazabını geçmiş olan, 10- Ey
ilmi her şeyi kuşatmış olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh

Allah Teâlâ’dan ancak fazlının umulup da


adlinden korkulması mes’elesi şu şekilde
açıklanmıştır:
“İşte ey gafil insan! Bak Cenâb-ı Hakk’ın fazlına
ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak,

49
haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet
olduğu hâlde; bir seyyieyi bir yazar; bir hasaneyi
on, bazen yetmiş, bazen yediyüz, bazen yedi bin
yazar. Hem şu nükteden anla ki, o müdhiş
cehenneme girmek ceza-yı ameldir, aynı adildir.
Fakat cennete girmek mahz-ı fazldır.” 41
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin her şeyi kaplamış
olduğunu şu âyeti kerime bize bildirmektedir:
‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ت ك‬
ْ ‫ع‬َ ‫س‬ِ ‫و‬ َ ‫مِتي‬ َ ‫ح‬
ْ ‫و َر‬ َ “Rahmetim her şeyi
kaplamıştır.” (A’raf, 7/156)
Talâk Sûresi’nin 12. âyetinde Allah’ın (c.c.)
ilminin her şeyi kuşatmış olduğu bildirilmiştir:
“ ‫متتا‬ً ْ ‫عل‬
ِ ‫يٍء‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شت‬ َ ‫ه قَد ْ أ َ ٰحا‬
ّ ‫ط ب ِك ُت‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
َ
ّ ‫ أ‬...ve
َ‫و‬ şüphesiz
Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. ”
-۲۰-
‫ٰيا‬ ‫م‬ َ ْ ‫ف ال‬
ّ ‫غ‬ َ ‫ش‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬ ‫م‬ّ ‫ه‬ َ ْ ‫ج ال‬ َ ‫ر‬ِ ‫فا‬ َ ‫ٰيا‬
‫ب ٰيا‬ ِ ‫و‬ ْ ّ ‫ل الت‬ َ ِ ‫قاب‬ َ ‫ب ٰيا‬ ِ ْ ‫فَر ال ْذّن‬ ِ ‫غا‬ َ

‫د ٰيا‬ ِ ‫ع‬ ْ ‫و‬ َ ْ ‫صاِدقَ ال‬ َ ‫ق ٰيا‬ ِ ‫خل‬


ْ َ ْ ‫ق ال‬ َ ِ ‫خال‬ َ
‫د ٰيا‬ ِ ‫ه‬ْ ‫ع‬ َ ْ ‫ي ال‬ َ ‫ف‬ ِ ‫مو‬ ُ ‫ل ٰيا‬ ِ ‫ف‬ ْ ّ‫زقَ الط‬ ِ ‫َرا‬
‫ب‬ ّ ‫ح‬ َ ْ ‫ق ال‬َ ِ ‫فال‬َ ‫ر ٰيا‬ ّ ‫س‬ ّ ‫م ال‬ َ ِ ‫عال‬ َ
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

41
Said Nursî, Osmanlıca Sözler, s. : 465.

50
Meal

1- Ey kaygıyı açan (gideren), 2- Ey gammı


(tasayı) kaldıran, 3- Ey günahı bağışlayan, 4- Ey
tevbeyi kabul eden, 5- Ey mahlukatı yaratan, 6-
Ey vaadinde doğru sözlü olan, 7- Ey çocuğun
rızkını veren, 8- Ey ahde vefa gösteren
(andlaşmayı yerine getiren), 9- Ey sırrı bilen, 10-
Ey taneleri yaran!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh

Bir nüshada ‫خْلتتق‬ َ ْ ‫ ٰختت ال ِقُ ال‬yerine ِ ‫ق ال َ ٰن ق ام‬


ُ ِ ‫ٰخال‬
varid olmuştur. ‫م‬ َ
ُ ‫ال ٰنا‬mahlukat demektir.
“Ey çocuğu rızıklandıran!” diye nidâda
bulunulması; nazar-ı dikkati hakikî rızıklandırana,
besleyip büyütene çekmek içindir. Zira anne
karnındaki ceninden tut, tâ kabre varıncaya kadar
rızkla besleyen O’dur. Fakat bazan gafletle ve
yanlışlıkla çocuğu annesi besler ve büyütür
zannedilir. Hâlbuki bu besleme ve terbiye
zahirendir. Aslında, yavrular dünyaya gelir
gelmez, annelerini onların etrafında koşturmak,
göğüslerine âb-ı hayat fışkırtan memeler
musluğunu koymak, sînelerine şefkat ve
merhameti yerleştirmek ve o âciz yavrulara onları
musahhar etmek, doğrudan doğruya Hâlik-ı
Zülcelâl’e ve Rezzâk-ı Kerim’e mahsustur...
Mü’min Sûresi’nin 3. âyetinde “…günahı
bağışlayan, tevbeyi kabul eden” diye tavsifat
51
vardır:
“ ‫ب ِذي‬ ِ ‫ع ٰقق ا‬ ِ ْ ‫د ال‬
ِ ‫دي‬ َ ‫ب‬
ِ ‫شق‬ ِ ‫و‬ْ ‫ل الت ّق‬ ِ ‫و ٰقاب ِق‬
َ ‫ب‬
ِ ْ ‫ر الدّن‬
ِ ‫ف‬ِ ‫ٰغا‬
‫ل‬ ْ ّ‫ الط‬...günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden,
ِ ‫و‬
cezası şiddetli, tavl (iyilik, lütuf, zenginlik, varlık,
nimet) sahibi...”
Tevbe Sûresi’nin 111. âyetinde “‫و ٰف ق ى‬ َ
ْ ‫نأ‬ ْ ‫م‬َ ‫و‬ َ
‫ه‬ ّ
ِ ‫ن ال ٰلق‬ َ ‫مق‬
ِ ‫ه‬ِ ‫د‬
ِ ‫هق‬ْ ‫ع‬
َ ِHem.
‫ب‬ Allah’tan daha çok ahdini
yerine getiren kimdir?” buyurulmuştur.
En’am sûresinin 95. âyetinde de:
“‫ب الّنقق ٰوى‬ ّ‫و‬
َ ‫حقق‬َ ْ ‫ق ال‬ ُ ِ ‫فقق ال‬ٰ ‫ه‬ َ ‫لقق‬ ّٰ ‫ال‬Şüphesiz
‫ن‬
ّ ِ‫إ‬ Allah,
taneleri (tohumları) ve çekirdekleri yarandır (neşv
ü nema veren, filizlendirendir.)” buyurulmuştur.

-۲۱-
َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫فأ َسئ َل‬
‫ي‬
ّ ‫ف‬ِ ‫و‬
َ ‫ي ٰيا‬ ّ ِ ‫عل‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ي ٰيا‬ّ ِ ‫مل‬
َ ‫ي ٰيا‬ ّ ِ ‫غن‬َ ‫ي ٰيا‬ ّ ِ ‫ول‬
َ ‫ٰيا‬
‫ي‬
ّ ‫ف‬
ِ ‫خ‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ي‬
ّ ‫د‬
ِ َ ‫ٰيا ب‬ ‫ي‬
ّ ‫ض‬
ِ ‫ٰيا َر‬ ‫ي‬
ّ ِ ‫َزك‬
‫ي‬
ّ ‫و‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ق‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Yine Senden Senin isimlerinle istiyorum: Ey
yüce (yüksek, ulu Zât-ı Akdes), 2- Ey vefa sahibi,
3- Ey velî (dost, sahip, işleri yürüten), 4- Ey
zengin (varlık sahibi, tükenmez hazineleri
bulunan), 5- Ey melî (kudretli, varlık sahibi, malik
52
veya yardım edip destek olan), 6- Ey zekî (temiz,
noksan sıfatlardan arınmış, münezzeh,
mukaddes), 7- Ey razı olan, 8- Ey bedî (yaratıcı,
icad eden, yoktan var eden veya açık ve âşikâr
olan), 9- Ey gizli olan, 10- Ey kuvvetli olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
ّ ‫ ا َل ْعَِلتتت‬Yüksek,
‫ي‬ ulu. Kur’ân’da sekiz yerde
zikredilmiştir.
‫ي‬ّ ِ ‫ ا َْلتتتوَل‬Dost, sahip, idareci, ehil. Kur’ân’da
-esma-i ilâhiyeden olarak- 12 yerde zikri
geçmektedir.
‫ي‬ ّ ‫ ا َل ْغَِنتتتت‬Varlıklı, zengin, müstağni. Esma-i
ilâhiyeden olmak üzere Kur’ân’da 18 yerde
mezkûrdur.
‫ي‬ َ ْ ‫ ا َل‬Aslı: ‫ئ‬
ّ ‫مِلقق‬ َ ْ ‫’ ال‬dür. Kudretli, varlıklı,
ُ ‫مِليقق‬
malik ma’nasına gelir. Yardımda bulunan, destek
olan ma’nasına gelmesi de muhtemeldir.
‫ي‬ ّ ‫ َالّزك ِ ق‬Temiz, pak, arınmış, zengin, doğru,
dürüst ma’nalarına gelir.
‫ي‬ ّ ‫ض‬ ِ ‫ َالّر‬Razı olan, hoşnut. Bu kelime ‫ي‬ ّ ‫ض‬ ِ ‫مْر‬َ ْ ‫ا َل‬
razı olunan, kabul edilen ma’nasına da gelir. Bu
ikinci ma’naya Meryem Sûresi’nin 6. âyetindeki
ِ ‫ َر‬lafzı delâlet etmektedir : “ ً ‫ضي ّا‬
ً‫ضّيا‬ ِ ‫ب َر‬ّ ‫ه َر‬ُ ْ ‫عل‬َ ‫ج‬
ْ ‫و ا‬ َ
... ve Rabbim onu rızana lâyık kıl (kendisinden
razı ol)”. Allah Teâlâ, salih amellerden ve salih
kullarından razı olup; kendisi de mü’min kulları
tarafından sevilip, kabul ve rıza ile kendisine
ubudiyet edilir olması; O’nun hem razı, hem de
marzi olduğunu gösterir.
53
ّ ِ‫ ا َل ْب َد‬Açık ve âşikar olan, bilinen. Bu kelimenin
‫ي‬
aslı ‫ئ‬ ُ ‫ٓي‬ ِ ‫ ا َل ْب َق‬olduğu takdirde “evvel olan, icad
‫د‬
eden, yoktan var eden” ma’nalarına gelir.
Kur’ân-ı Kerim’de 10 yerde Allah Teâlâ’nın bed’
ve ihtira’ suretinde eşyayı yoktan var etmesi
mes’elesi َ ‫ ب َدَأ‬fiili ile zikredilerek bildirilmiştir.
‫ي‬
ّ ِ‫قتتتتو‬ َ ْ ‫ ا َل‬Kuvvetli, güçlü. Kur’ân’da, esma-i
ilâhiyeden olmak üzere 9 yerde bahsi geçmiştir.

-۲۲-
َ
‫عَلى‬
َ ‫ست ََر‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ل ٰيا‬ َ ‫مي‬ َ ْ ‫هَر ال‬
ِ ‫ج‬ َ ْ ‫ن أظ‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ة ٰيا‬ِ ‫م‬ َ ‫ري‬ َ ْ ‫خذُ ِبال‬
ِ ‫ج‬ ِ َ ‫ن ل َ ُيؤا‬ْ ‫م‬ َ ‫ح ٰيا‬ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫قِبي‬
‫و‬
ِ ‫ف‬ ْ ‫ع‬َ ْ ‫م ال‬ َ ‫ظي‬ِ ‫ع‬ َ ‫ست َْر ٰيا‬ ّ ‫ك ال‬ ُ ِ ‫هت‬
ْ َ ‫ن ٰل ي‬ ْ ‫م‬
َ
‫ة‬ِ ‫فَر‬ِ ‫غ‬ َ ْ ‫ع ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫س‬ ِ ‫وا‬ َ ‫ز ٰيا‬ ِ ‫و‬ ُ ‫جا‬ َ ّ ‫ن الت‬ َ ‫س‬ َ ‫ح‬َ ‫ٰيا‬
‫ب‬
َ ‫ح‬ ِ ‫صا‬ َ ‫ة ٰيا‬ ِ ‫م‬ َ ‫ح‬
ْ ‫ن ِبالّر‬ ْ َ ِ ‫ٰيا َبا‬
ِ ْ ‫سط الي َدَي‬
‫شك ْ ٰوى‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫من ْت َ ٰهى ك‬ ُ ‫ج ٰوىٰيا‬ ْ َ‫ل ن‬ّ ُ‫ك‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ه إ ِل‬ َ َ ‫حان‬


ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫أن‬ ٓ َ ‫ك ٰيا ل إ ِ ٰل‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫الّنا‬ ‫ن‬
َ ‫م‬ ِ ‫صَنا‬ ْ ّ ‫خل‬َ
Meal
1- Ey güzeli izhar eden (açığa çıkaran), 2- Ey
çirkinin üzerini örten, 3- Ey cürmün cezasını
(hemen) vermeyen, 4- Ey perdeyi yırtmayan, 5-
Ey afvı büyük, 6- Ey müsamahası (cezadan
vazgeçmesi, bağışlaması) güzel olan, 7- Ey
mağfireti (bağışlaması) bol olan, 8- Ey rahmetle
54
ellerini açan, 9- Ey her fısıltının yanında bulunan,
10- Ey her şikâyetin son bulduğu merci!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Allah Teâlâ, güzeli ve güzelliği izhar eder,
çirkini ve çirkin suretleri örtmeyi âdet edinir
olması, meşietinin iktizasıdır. Zira Allah’ın esmâsı
güzeldir, esmâsının tecellisi de elbette güzel
olacaktır. Bu hususta şöyle bir açıklama
yapılmıştır:
“Fenlerin casus gibi tedkîkatıyla ve hadsiz
tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında
galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sani’-i
Zülcelâl’in hakiki maksadları, hayır ve hüsün ve
güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait
fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği
nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet
gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl
bulamıyor. Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i
insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi’ manzume-i
şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta aid fenler
gibi bütün fenlerin herbirisi, küllî kaideleriyle o
bahsettiği kısımda Sani’-i Zülcelal’in o nev’deki
nizamında mucizât-ı kudretini ve hikmetini ve
‫ه‬ َ َ ‫خل‬ ّ ُ‫ن ك‬
َ ‫ل‬ َ
ُ ‫ق‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫س‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ أ‬hakikatını gösteriyor.
Hem istikrâ-i tamme ve tecrübe-i umumî
gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik,
bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud
değil, tebeîdir ve dolayısıyledir. Yani meselâ;
çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş. Belki
güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab
etmek için çirkinlik bir vahid-i kıyasî olarak hilkata
55
girmiş. Şer, hatta şeytan dahi beşerin hadsiz
terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için
beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi; cüz’î şerler,
çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile
olmak için kâinatta halk edilmiş.” 42
Cürmün (suçun) cezasını vermemek, muâhaze
etmemekten murad; afvının bol ve rahmetinin
geniş olmasıdır. Yoksa şirk gibi afva kabil
olmayan cürm ve cinayetlere ceza vermemek,
afvetmek manasında değildir. Zira o takdirde
izzet ve celâline ilişilmiş olur ki, mağfirete istihkak
liyakatini kaybetmiş olur. Hem bazen yersiz bir
merhametle zalim canileri ve gaddar facirleri
bağışlamak, binler mazlumların ve masumların
hukukunu nazar-ı itibara almamaktır ki; Allah
(c.c.) bu gibi düşük vasıflardan münezzehtir... Bir
nüshada ‫ة‬ ِ ‫م‬
َ ‫ري‬ َ ْ ‫ ِبال‬yerine ‫ة‬
ِ ‫ج‬ ِ ‫ريَر‬
ِ ‫ج‬َ ْ ‫ ٍبال‬geçmektedir.
‫ة‬
ُ ‫ريَر‬ َ ْ ‫ ال‬suç, günah, cinayet demektir.
ِ ‫ج‬
Allah Teâlâ’nın perdeyi yırtmaması, şanına
yakışmayacak işlerden münezzeh ve müberra
olmasıdır. “ ‫ر ٰدآِئي‬ ِ ْ ‫و ال ْك ِب‬
ِ ُ‫ر ٰيآء‬ َ ‫ري‬ ِ ‫ة إ َِزا‬ َ َ‫عظ‬
ُ ‫م‬ َ ْ ‫ل‬Azamet
َ‫ا‬
izârımdır ve kibriya (büyüklük) ridâmdır.” hadîs-i
kudsîsi bu sırra bakar. Bu sırrın pek çok
hikmetlerinden bir hikmeti şöyle izah edilmiştir:
“...Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl
ile ihata ve kalble görmeye manidir.. Ve tam
ma’rifete sed çeker.. Ve ma’rifette ve imanın
inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına
sebeptir.. Ve ma’rifetullahta terakki ettirmeye
cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa hiçbir
cihetle inkâra ve nefye sebep olamaz... Evet,

42
Hutbe-i Şamiye, Bediuzzaman, s. : 33-34.

56
azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten
neş’et eden ve azametin bir nevi unvanı ve diğer
bir sureti olan şiddet-i zuhur dahi bir vesile-i ihtifa
ve ihticabdır ki:
‫شتتد ّةِ الظ ُّهتتوِر‬ ِ ِ ‫خت َ ٰفتت ى ب‬ ْ ‫نا‬ ِ ‫متت‬َ ‫ن‬ َ ‫ستتب ْ ٰحا‬
demişler...
ُ Evet,
güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder. Hastalıklı
gözler görmez.” 43
En’am sûresi, 147. âyette :
“‫ة‬ ٍ ‫ع‬
َ ‫س‬ِ ‫وا‬ َ ‫ة‬ ٍ ‫م‬َ ‫ح‬ْ ‫ذو َر‬ ُ ‫م‬ ْ ُ ‫ل َرب ّك‬ ْ ‫ق‬ ُ ‫ف‬َ ‫ك‬ َ ‫ن ك َذُّبو‬ ْ ِ ‫فإ‬َ Eğer seni
yalanlarsa, de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet
sahibidir.” buyurulmuştur. Necm Sûresi’nin 32.
âyetinde de : “‫ة‬ ِ ‫فَر‬ ِ ‫غ‬ ْ ‫م‬َ ْ ‫ع ال‬ ُ ‫س‬ ِ ‫وا‬ َ ‫ك‬ َ ّ ‫ن َرب‬ ّ ِ ‫ إ‬Hakikaten
Rabbin, bağışlaması bol olandır.”
buyurulmaktadır. Mâide Sûresi’nin 64. âyetinde :
“ ُ‫شققآء‬ َ َ‫ف ي‬ َ ‫ق ك َي ْ ق‬ُ ‫فق‬ ِ ْ ‫ن ي ُن‬ ِ ‫سققوطََتا‬ ُ ْ ‫مب‬
َ ُ‫داه‬ َ ‫ل يَق‬ ْ ‫ ب َ ق‬Bilakis,
O’nun elleri açıktır (cimri değildir), dilediği
şekilde infak eder (harcama yapar).”
buyuruluyor.
‫ج ٰوى‬ ْ ّ ‫الن‬Fısıltı, fısıldaşma, sır, fısıldaşanlar,
sırdaşlar. Cenâb-ı Hak; gizli ve açık her şeyi
bilmesi hasebiyle, her fısıltının ve bütün
fısıldaşanların yanında hazır olup, hepsinden
haberdar olmakla tavsif edilmiştir. O’nun ilmi her
şeyi ihata etmiş olduğundan; bütün münacâtları,
duaları, niyazları, gizlilikleri bilir, haberdar olur;
O’ndan hiçbir şey saklanıp gizlenemez. Mücadele
Sûresi’nin 7. âyetinde:
َ‫و ل‬َ ‫م‬ ْ ‫هق‬ ُ ‫ع‬ ُ ِ ‫و َراب‬
َ ‫هق‬ُ ّ ‫إ ِل‬ ٍ َ ‫ج ٰوى ث َل َث‬
‫ة‬ ْ َ‫ن ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬ ُ َ ‫ما ي‬
ُ ‫كو‬ َ
‫و‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫ة إ ِل‬ٍ ‫س‬َ ‫م‬ ْ ‫خ‬ َ
‫و‬ َ
ُ ّ ‫و ل أك ْث ََر إ ِل‬ َ ِ ‫ٰذل‬ َ
َ ‫ه‬ َ ‫ك‬ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫و ل أد ٰنى‬
َ ‫م‬
ْ ‫ه‬
ُ ‫س‬
ُ ‫ساِد‬
َ

43
Osmanlıca Âyetü’l-Kübrâ, Bediuzzaman, s. : 16.

57
َ ‫ما‬
‫كاُنوا‬ َ
َ َ ‫م أي ْن‬
ْ ‫ه‬
ُ ‫ع‬
َ ‫م‬
َ
Üç kişinin gizli konuşmasında dördüncüsü
mutlaka O’dur; beş kişinin (gizlice
konuşmalarında) altıncısı mutlaka O’dur; bundan
az veya çok olsalar, -her nerede bulunurlarsa
bulunsunlar-, mutlaka O, onlarla beraberdir..
buyurulmuştur.
-۲۳-
‫ة‬
ِ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ذا الّر‬ َ ‫ة ٰيا‬ ِ ‫غ‬َ ِ ‫ساب‬ّ ‫ة ال‬
ِ ‫م‬
َ ‫ع‬ َ ‫ٰيا‬
ْ ّ ‫ذا الن‬
َ ‫ة ٰيا‬
‫ذا‬ َ ِ ‫ة ال َْبال‬
ِ ‫غ‬ َ ْ ‫حك‬
ِ ‫م‬ ِ ْ ‫ذا ال‬
َ ‫ة ٰيا‬ ِ ‫ع‬
َ ‫س‬ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫وا‬
‫ة‬
ِ ‫ج‬ ُ ْ ‫ذا ال‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ٰيا‬ ِ َ ‫مل‬
‫ة‬ ِ ‫كا‬ َ ْ ‫ة ال‬ ِ ‫قدَْر‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ة ٰيا‬ ِ ‫هَر‬
ِ ‫ظا‬ّ ‫ة ال‬ ِ ‫م‬ َ ‫ذا ال ْك ََرا‬ َ ‫ة ٰيا‬ ِ ‫ع‬ َ ِ‫قاط‬ َ ْ ‫ال‬
‫ة‬
ِ ‫م‬
َ ِ ‫دآئ‬ّ ‫ة ال‬ِ ‫عّز‬ِ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ة ٰيا‬ ِ َ ‫عال ِي‬َ ْ ‫ة ال‬ِ ‫ف‬ َ ‫ص‬ ّ ‫ذا ال‬ َ
‫ة‬ ِ ْ ‫ذا ال‬
ِ ّ ‫من‬ َ ‫ة ٰيا‬ ِ َ ‫مِتين‬َ ْ ‫ة ال‬ ِ ‫و‬ّ ‫ق‬ُ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ٰيا‬
‫ة‬ َ ِ ‫ساب‬
ِ ‫ق‬ ّ ‫ال‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ِ ٰلَه إ ِل‬
ٓ َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫أن‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫الّنا‬ ‫ن‬
َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal

1- Ey bol ni’met sahibi, 2- Ey geniş rahmet


sahibi, 3- Ey tam hikmet sahibi, 4- Ey kâmil
kudret sahibi, 5- Ey kat’î huccet sahibi, 6- Ey açık
keramet (kerem, üstünlük, ikram) sahibi, 7- Ey

58
yüksek sıfat sahibi, 8- Ey daimî izzet sahibi, 9- Ey
metin (sağlam) kuvvet sahibi, 10- Ey üstün (ileri
derecede, sebkat etmiş) nimet sahibi!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
En’am Sûresi’nin 147. âyetinde Cenâb-ı
Hakk’ın geniş bir rahmete sahip olduğundan
bahsedilmiştir.
Zariyat Sûresi’nin 58. âyetinde:
“ ‫ن‬ َ ْ ‫ة ال‬
ُ ‫مِتيقق‬ ِ ‫و‬
ّ ‫ققق‬ُ ْ ‫ذو ال‬
ُ ُ‫و الققّرّزاق‬
َ ‫هقق‬
ُ ‫ه‬َ ‫ن ال ّٰلقق‬
ّ ِ‫إ‬
Şüphesiz Allah; hakikî rızık veren, kuvvet sahibi,
metindir.” buyurulmuştur.
Hikmet-i baliğa=tam hikmet ise, kusursuz ve
pürüzsüz bir şekilde her işi mükemmel ve yerli
yerince yapmak demektir.
Kâmil kudret, nihayetsiz bir kudretin alâmetidir
ki, o kudrete âcizlik ârız olamaz; az-çok, büyük-
küçük, cüz’î- küllî, cüz-küll, zerre-küre, atom-şems
o kudrete nisbeten müsavidir. Her şeyi bir şey
kolaylığında ve sühuletle yapar, icad eder. Bu
hususa Kur’ân’da bir çok âyetler sarâhaten
delâlet etmektedir. Meselâ: Bakara, 2/117; Âl-i
İmrân, 3/47, Nahl, 16/40-77; Meryem, 19/35;
Lokman, 31/28; Yâsîn, 36/82; Mü’min, 40/68;
Kamer, 54/50. Ayrıca Kur’ân’da 36 yerde Cenâb-ı
Hakk’ın her şeye kadir olduğundan bahsedilmiştir.
Minnet-i sabıka, sebkat etmiş (öne geçmiş,
üstün) ni’met demektir. Cenab-ı Hakk’ın
minneti,ni’meti, ihsanı bütün lezzetlerin
fevkindedir ve kimse O’nun kadar in’amda,
ikramda bulunamaz. Yahut ni’met-i sabıka,

59
önceden beri ni’metlendirmek ma’nasınadır ki;
Allah Teâlâ, mahlûkatını en başta yoktan
yaratmakla en büyük minnette bulunarak, onlara
vücud ni’metini vermiş; sonra da onlara devam
ve beka vermekle, ihsanını devamlı tecdid edip,
yeni yeni lütuflarda bulunmuştur.
“Ey nefis! Ubûdiyet; mukaddime-i mükâfât-ı
lâhika değil, belki netice-i ni’met-i sabıkadır. Evet,
biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve
ubûdiyetle muvazzafız. Çünkü ey nefis! Hayr-ı
mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl,
sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle
bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin
önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir
hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık
ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller
gibidir ki; ruy-u zemin kadar geniş bir sofra-i
ni’meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra ma’nevî
çok rızık ve ni’metler isteyen insaniyeti sana
verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir
sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın
eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra
nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin
meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübra
olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i
mümkinat ile beraber esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı
mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i ni’met
ve saâdet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra
imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle,
gayr-i mütenahi bir sofra-i nimet ve saadet ve
lezzet sana ihsan etmiştir...” 44

44
Osmanlıca Sözler, Bediuzzaman, s. : 528-529.

60
Bir nüshada ‫ة‬ َ ْ ‫ة ال‬
ِ ‫عال ِي َ ق‬ َ ‫صق‬
ِ ‫ف‬ َ ‫يٰ ق ا‬yerine ‫ذا‬
ّ ‫ذا ال‬ َ ‫يٰ ق ا‬
‫ة‬
ِ ‫ع‬
َ ‫مِني‬ ْ
َ ‫ة ال‬
ِ ‫م‬ َ
َ ‫عظ‬ ْ
َ ‫“ ال‬Ey güçlü azamet sahibi (aziz ve
kahhar bir büyüklüğe sahib olan)!” nidâsı variddir.
- -
َ َ
‫ن‬َ ‫عاِدِلي‬ َ ْ ‫ل ال‬ َ َ‫عد‬ ْ ‫َيآ أ‬ ‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ِ ‫حاك‬ َ ْ ‫م ال‬ َ َ ‫حك‬ ْ ‫َيآ أ‬
ّ ْ َ َ
‫ن‬َ ‫ري‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫ظا‬ ‫ال‬ ‫ر‬َ ‫ه‬َ ‫ظ‬ ‫أ‬ ‫يآ‬َ ‫ن‬ َ ‫قي‬
ِ ‫د‬
ِ ‫صا‬ ّ ‫ال‬ َ ‫ق‬ َ ‫د‬ ‫ص‬
ْ ‫َيآ أ‬
َ ّ ْ َ
‫ن‬
َ ‫س‬ َ ‫ح‬ ْ ‫َيآ أ‬ ‫ن‬ َ ‫ري‬ ِ ‫ه‬
ِ ‫طا‬ ‫ال‬ ‫ر‬
َ ‫ه‬
َ ‫ط‬ ‫َيآ أ‬
َ
‫َيآ‬ ‫ن‬َ ‫سِبي‬ ِ ‫حا‬ َ ْ ‫ع ال‬ َ ‫سَر‬ ْ ‫َيآ أ‬ ‫ن‬
َ ‫قي‬ ِ ِ ‫خال‬ َ ْ ‫ال‬
َ َ
‫ن ٰيآ‬ َ ‫مي‬ ِ ‫م ال َك َْر‬ َ ‫َيآ أك َْر‬ ‫ن‬ َ ‫عي‬ ِ ‫م‬ ِ ‫سا‬ ّ ‫ع ال‬ َ ‫م‬ َ ‫س‬ ْ ‫أ‬
َ ‫ش‬ َ َ
‫ن‬َ ‫عي‬ ِ ‫ف‬ ِ ‫شا‬ ّ ‫ع ال‬ َ ‫ف‬ ْ ‫ن ٰيآ أ‬ َ ‫مي‬ ِ ‫ح‬ ِ ‫م الّرا‬ َ ‫ح‬ َ ‫أْر‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey hâkimlerin en (yüksek) hâkimi, 2- Ey
âdillerin (adaletle davrananların) ed âdili, 3- Ey
sadıkların (doğru sözlülerin) en sadıkı, 4- Ey zahir
(âşikâr, açıkta) olanların en zahiri, 5- Ey
temizlerin en temizi, 6- Ey yaratanların en iyisi
(en güzel yaratıcı), 7- Ey hesaba çekenlerin en
sür’atlisi, 8- Ey işitenlerin en iyi işiticisi, 9- Ey en
kerim olanlardan daha kerim olan, 10- Ey
merhamet edenlerden daha merhametli, 11- Ey
şefaat edenlerden daha çok şefaatte bulunan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
61
Şerh
“Cenâb-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen”
gibi esmâ ve sıfât ve ef’âlinde kullanılan ism-i
tafdil, tevhide naks değildir. Çünkü maksad;
bizzat ve hakikî bir mevsufu, gayr-i hakikî veya
aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufa tafdil
etmektir.
Ve keza izzet-i ilâhiyeye de münafi değildir.
Çünkü maksad, sıfât ve ahvâl-i ilâhiye ile
mahlûkatın sıfât ve ef’âli arasında bir müvazene
yapmak değildir. Yani ikisini bir seviyede
tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki,
sıfât-ı ilahiyeye bir naks olsun.
Evet; masnûattaki kemâlât, Cenâb-ı Hakk’ın
kemâlinden in’ikas eden bir gölge olduğuna
nazaran; masnûat, sıfât-ı ilâhiye ile müvazene
hakkına malik değildir.” 45
Hâlıkların en iyisi, merhametlilerin en
merhametlisi gibi tabirlerin ne ma’nâda
olduklarını daha iyi anlayabilmek için Sözler
Mecmuası’na bakınız.46
َ
‫ن‬َ ‫مي‬ِ ِ ‫حققاك‬ َ ْ ‫م ال‬ُ َ ‫حك‬ْ ‫“ أ‬Hâkimlerin en üstün hâkimi”
izafesi: (Hûd, 11/45, Tîn, 95/8).
‫ق‬
ُ َ‫صققد‬ َ
ْ ‫“ أ‬Daha doğru sözlü, en sadık.” lafzı:
(Nisâ, 4/87-122).
ََ
‫ن‬َ ‫قي‬ ِ ِ ‫خققال‬ َ ْ ‫ن ال‬ ُ ‫سقق‬ َ ‫ح‬ ْ ‫“ أ‬Yaratıcıların en iyisi, en
güzel yaratıcı.” (Mü’minûn, 23/14; Sâffât,
37/125). Ayrıca bakınız:
َ َ ‫خل‬ َ
‫ه‬
ُ ‫ق‬ َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ ‫س‬ َ ‫ح‬ْ ‫ٓأ‬ ِ ّ ‫“ ا َل‬O ki, yarattığı her şeyi
‫ذي‬
güzel yapmıştır.” (Secde, 32/7).
45
Mesnevî-i Nuriye, Said Nursî, s. : 214.

46
Said Nursî, Sözler Mecmuası, s. : 909-913.
62
َ
‫ن‬
َ ‫سقققِبي‬ َ ْ ‫ع ال‬
ِ ‫حا‬ ُ ‫سقققَر‬
ْ ‫“ أ‬Hesaba çekenlerin en
sür’atlisi.” (En’am, 6/62).
َ ْ ْ ‫إ‬
‫م‬ُ َ ‫ ا َلك َْر‬En kerim, en cömert, en üstün. “ ‫و‬ َ ‫قَرأ‬ِ
ُ ‫ك الك َْر‬
‫م‬ َ ّ ‫ َرب‬Oku. Hem senin Rabbin en üstündür.”
âyeti: (Alak, 96/3).
َ
‫ن‬
َ ‫ميتتتتتت‬ ِ ‫ح‬ِ ‫م الّرا‬
ُ ‫حتتتتتت‬
َ ‫“ أْر‬Rahmet edenlerin en
merhametlisi.” (A’raf, 7/151; Yusuf, 12/64-92;
Enbiyâ, 21/83).
- -
‫ت‬ َ ُ ‫ل الظّل‬
ِ ‫ما‬ َ ‫ع‬ِ ‫جا‬
َ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ع ال‬
َ ‫دي‬
ِ َ ‫ٰيا ب‬
‫م‬َ ‫ح‬ِ ‫ت ٰيا َرا‬ ِ ‫فّيا‬ َ ْ ‫م ال‬
ِ ‫خ‬ َ ِ ‫عال‬
َ ‫ٰيا‬
‫َيا‬ ‫ت‬
ِ ‫وَرا‬
ْ ‫ع‬َ ْ ‫سات َِر ال‬َ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫عب ََرا‬َ ْ ‫ال‬
‫ت‬
ِ ‫وا‬ َ ِ ‫ف ال ْب َل ِّيا‬ َ
َ ‫م‬ْ ‫ي ال‬ َ ِ ‫حي‬ ْ ‫م‬ُ ‫ت ٰيا‬ َ ‫ش‬ ِ ‫كا‬
َ ‫ز‬
‫ل‬ ِ ْ ‫من‬ُ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫سَنا‬َ ‫ح‬َ ْ ‫ف ال‬َ ‫ع‬ ِ ‫ضا‬ َ ‫ٰيا‬
‫ت‬
ِ ‫ما‬ َ ّ ‫ديدَ الن‬
َ ‫ق‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ش‬ ‫ت‬ َ ‫ال ْب ََر‬
ِ ‫كا‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey göklerin eşsiz yaratıcısı, 2- Ey karanlıkları
koyan, 3- Ey gizlileri bilen, 4- Ey gözyaşlarına
(üzüntülere) merhamet eden, 5- Ey çirkinlikleri
(kusurları, ayıbları) örten, 6- Ey beliyyeleri (bela
ve musibetleri) açan (gideren), 7- Ey ölüleri
dirilten, 8- Ey iyilikleri artıran, 9- Ey bereketleri
indiren, 10- Ey intikamları (cezalandırmaları)
63
şiddetli olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
‫ت‬ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ع ال‬ ُ ‫دي‬ ِ َ‫ب‬
Semâların eşsiz yaratıcısı.47
‫ت‬ ِ ‫فّيققا‬ ِ ‫خ‬َ ْ ‫م ال‬ ُ ِ ‫عققال‬ َ Gizli olanları bilen. Cenâb-ı
Hakk’ın; gizli ve açık, gaybda ve şehadette olan
her şeyi bildiği Kur’ân’da birçok yerde
zikredilmiştir. İşte, gaybı (gizli olanları) bilen
olarak şu âyetlerde tavsifat yapılmıştır.48
Allah Teâlâ’nın, (belliyâtı, musibetleri, şerleri,
zararları) def’ edip, giderici olduğu En’am
Sûresi’nin 17. âyetinde ve Yunus Sûresi’nin 107.
âyetinde bildirilmiştir.
Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın, ölüleri diriltici
olduğu ‫و ٰتى‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ي ال‬ ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ ُ َ ‫ل‬vasfıyla bildirilmiştir.
49

Hâlık Teâlâ’nın, haseneleri (sevabları, iyilikleri)


katlayıp artırmasına şu âyet delâlet etmektedir:
“ ‫ة‬ ً َ ‫سققن‬َ ‫ح‬ َ ‫ك‬ ُ ‫ن َتقق‬ ْ ِ‫و إ‬َ ‫ة‬ ٍ ‫ل ذَّر‬ َ َ ‫مْثق قا‬ِ ‫م‬ ُ ‫ه ل َ ي َظِْلقق‬ َ ‫ن ال ّٰلقق‬ ّ ِ‫إ‬
‫ما‬ َ َ ْ ُ‫و ي‬ ْ ‫ع‬
ً ‫ظي‬
ِ ‫ع‬ َ ‫جًرا‬ ْ ‫هأ‬ ُ ْ ‫ن لدُ ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ت‬ ِ ‫ؤ‬ َ ‫ها‬ َ ‫ف‬ ِ ‫ضا‬َ ُ‫ي‬
Hakikaten Allah, zerre kadar haksızlık etmez.
Eğer iyilik ise, onu kat kat artırır ve kendi
katından büyük bir mükâfât verir.” (Nisâ, 4/40)
Bir nüshada ‫ت‬ ِ ‫م ال ْعَب ََرا‬َ ‫ح‬
ِ ‫ ٰيا َرا‬yerine ‫ت‬ ِ ‫م ال ْعَث َتَرا‬
َ ‫ح‬ ِ ‫ٰيا َرا‬
“Ey zellelere (sürçmelere, kusurlara) merhamet
47
Bakara, 2/117; En’am, 6/101.

48
En’am, 6/73; Tevbe, 9/94-105; Ra’d, 13/9; Mü’minûn, 23/92;
Secde, 32/6; Sebe’, 34/3; Fâtır, 35/38; Zümer, 39/46; Haşr,
59/22; Cum’a, 62/8; Tegâbun, 64/18; Cin, 72/26.
49

Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.

64
eden (rahmetle muamele edip kusurları
bağışlayan!” nidâsı vâriddir. Hem ‫ف‬ َ ‫شقق‬ ِ ‫يقق ا ٰكا‬
ٰ
‫ت‬ِ ‫ ال ْب َل ِّيا‬yerine ‫ت‬ ِ ‫سي ّ ٰئا‬
ّ ‫ي ال‬
َ ‫ح‬ ِ ‫يا ٰما‬ ٰ kötülükleri
“Ey
(seyyieleri, günahları) silen!” nidâsı vârid
olmuştur. Ra’d Sûresi’nin 39. âyetinde geçen:
“ ‫ت‬ ُ ‫و ي ُث ْب ِق‬
َ ُ‫ه ٰما ي َ ٰشققآء‬ ُ ّ ‫حوا ال ٰل‬ ُ ‫م‬ْ َ ‫ ي‬dilediği
Allah,
şeyi siler ve (dilediğini de) sabit bırakır.” cümlesi,
bu hususda kâfi bir îzahtır.
- -
‫وُر ٰيا‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ّ ‫ص‬ َ ‫م‬ ُ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫وُر ٰيا‬ّ َ ‫من‬
ُ ‫هُر ٰيا‬ ّ َ ‫مط‬ُ ‫قدُّر ٰيا‬ َ ‫م‬
ُ
‫ٰيا‬ ‫سُر‬
ّ َ ‫مي‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫خُر‬
ّ ‫ؤ‬ َ ‫م‬
ُ ‫م ٰيا‬ُ ّ‫قد‬ َ ‫م‬
ُ
‫مدَب ُّر‬
ُ ‫شُر ٰيا‬ّ َ ‫مب‬ُ ‫ذُر ٰيا‬ِ ْ ‫من‬
ُ
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Musavvir (suret veren, şekillendiren), 2- Ey Mukaddir
(takdir eden, programlayan, mikdarlarını tayin eden),
3- Ey temizleyen, 4- Ey nurlandıran (aydınlatan), 5-
Ey takdim eden (öne alan), 6- Ey te’hir edici (arkada
bırakan, geriye koyan), 7- Ey kolaylaştıran, 8- Ey
uyaran, 9- Ey müjdeleyen, 10- Ey tedbir eden
(düzenleyen)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

65
Şerh
ُ ْ ‫ ال‬Tasvir eden, suret veren, şekillendiren.
50
‫وُر‬ّ ‫ص‬ َ ‫م‬
‫قدُّر‬ َ ‫م‬ ُ ْ ‫ ال‬Ölçüp biçen, takdir eden, tayin edici, plan
ve programa alan.51
ّ َ ‫مط‬ ُ ْ ‫ ال‬Temizleyici, arındıran.
52
‫هُر‬
‫م‬ُ ّ ‫قد‬ َ ‫م‬ ُ ْ ‫ ال‬Takdim eden, öne alan, önceden yapan.
Kaf Sûresi’nin 28. âyetinde Allah’ın mukaddim olarak
önceden vaîdde bulunduğundan bahsedilmiştir.
َ ‫م‬ُ ْ ‫ ال‬Te’hir eden, geriye bırakan.
53
‫خُر‬ّ ‫ؤ‬
ُ ْ ‫ ال‬Kolaylaştıran, kolaylık veren.
54
‫سُر‬ ّ َ ‫مي‬
‫ذُر‬
ِ ‫مْنقق‬ ُ ْ ‫ ال‬İnzar eden, korkutan, uyaran. Duhan
Sûresi’nin 3. âyetinde “ ‫ن‬ َ ‫ري‬ ِ ‫ذ‬ ُ ‫ إ ِّنا ك ُّنا‬Doğrusu biz
ِ ْ ‫من‬
uyarıcılarız.” buyurulmakla; Allah’ın (c.c.) münzir
oluşu tasrih edilmiştir.
Bir nüshada ‫ذُر‬ ِ ‫مْنقق‬ ُ ‫يقق ا‬ٰ yerine ‫شققُر‬ ِ ْ ‫من‬
ُ ‫يقق ا‬
ٰ nidâsı
ُ ْ ‫ ال‬Dirilten, canlandıran, yeşerten.
55
variddir. ‫ش قُر‬ ِ ْ ‫من‬
Yahut bu nidânın ‫شُر‬ ّ َ ‫من‬ُ ‫ ٰيا‬şeklinde varid olması da
muhtemeldir ki; ‫شُر‬ ّ َ ‫من‬ ْ
ُ ‫ ال‬lafzı, neşreden (çokça etrafa
50
Haşr, 59/24; Âl-i İmrân, 3/6; A’raf, 7/11; Mü’min, 40/64; Tegabun,
64/3.

51
Cenab-ı Mevlâ’nın mukaddir olduğunu şu âyetler bildirmektedir:
Yunus, 10/5; Hicr, 15/60; Furkan, 25/2; Neml, 27/57; Sebe’, 34/18;
Yâsîn, 36/39; Fussilet, 41/10; Vakıa, 56/60; Müzzemmil, 73/20;
Abese, 80/19; A’lâ, 87/3.

52
Kur’ân’da, Mevlâ-yı Kerîm’in mutahhir olduğuna şu âyetler delâlet
etmektedir: Âl-i İmrân, 3/42-55; Maide, 5/6-41; Enfal, 8/11; Ahzab,
33/33.

53
Allah’ın (c.c.) muahhir (te’hir edici) olmasına delâlet eden âyetler:
Nisâ, 4/77; Hûd, 11/8-104; İbrâhim, 14/10-42-44; Nahl, 16/61; İsrâ,
17/62; Fâtır, 35/45; Münafıkûn, 63/10-11; Nuh, 71/4.

54
Şu âyetlerde Hakk Teâlâ’nın, kolaylaştırıcı olduğu
bildirilmektedir : Meryem, 19/39; Tâhâ, 20/26; Duhan, 44/58;
Kamer, 54/17-22-32-40; Abese, 80/20; A’lâ, 87/8; Leyl, 92/7-10.

55
Bakınız: Zuhruf, 43/11; Abese, 80/22.
66
yayan, dağıtan) ma’nasına gelir.
ّ َ ‫مب‬ُ ْ ‫ ال‬Müjdeleyici.
56
‫شُر‬
ُ ْ ‫ ال‬Tedbir eden, düzenleyici.
57
‫مدَب ُّر‬

-۲۷-
‫ر‬ِ ‫ه‬ ّ ‫ب ال‬
ْ ‫ش‬ ّ ‫حَرام ِ ٰيا َر‬ َ ْ ‫ت ال‬
ِ ْ ‫ب ال ْب َي‬
ّ ‫ٰيا َر‬
‫حَرام ِ ٰيا‬َ ْ ‫د ال‬
ِ ‫ج‬
ِ ‫س‬ َ ْ ‫ب ال‬
ْ ‫م‬ ّ ‫حَرام ِ ٰيا َر‬ َ ْ ‫ال‬
‫و‬
َ ‫ن‬ ِ ْ ‫ب الّرك‬ ّ ‫حَرام ِ ٰيا َر‬ َ ْ ‫د ال‬ ِ َ ‫ب ال ْب َل‬ ّ ‫َر‬
‫حَرام ِ ٰيا‬ َ ْ ‫ر ال‬ِ ‫ع‬َ ‫ش‬ْ ‫م‬ َ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫قام ِ ٰيا َر‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫ال‬
‫و‬
َ ‫ر‬ِ ‫ب الّنو‬ ّ ‫حَرام ِ ٰيا َر‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ل‬ ّ ‫ح‬ ِ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫َر‬
‫س ٰلم ِ ٰيا‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ة‬ِ ّ ‫حي‬ِ ّ ‫ب الت‬ ّ ‫الظّ ٰلم ِ ٰيا َر‬
ِ ‫و ال ِك َْرام‬ َ ‫ل‬ ِ ‫ج ٰل‬ َ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫َر‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey yasak evin (Kâ’be’nin) sahibi, 2- Ey yasak
ayın sahibi,3- Ey Mescid-i Haram’ın sahibi, 4- Ey
yasak beldenin (Mekke’nin) sahibi, 5- Ey Rükn ve
Makam’ın sahibi, 6- Ey Meş’ar-i Haram’ın
(Müzdelife’nin) sahibi, 7- Ey helal ve haramın

56
Bakınız: Âl-i İmrân, 3/39-45; Tevbe, 9/21; Hûd, 11/71;
Meryem, 19/7; Sâffât, 37/101-112; Şûra, 42/23.

57
Yunus, 10/3-31; Ra’d, 13/2; Secde, 32/5.
67
sahibi (helal ve haramı koyan, vaz’ eden), 8- Ey
nur (aydınlık) ve karanlığın sahibi, 9- Ey tahiyye
ve selam sahibi, 10- Ey celal ve ikram sahibi!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Kâ’be’ye yasak ev denmesinin sebebi, hürmet
gösterilen mubarek bir mekan olması ve orada
birtakım hususların yapılmasının yasak olmasıdır.
Fıkıh kitablarında hacc bahsinde bu yasakların
neler olduğu genişçe açıklanmıştır. ‫م‬ ُ ‫حَرا‬َ ْ ‫ت ال‬
ُ ْ ‫ال ْب َي‬
terkibi, Maide Sûresi’nin 2. ve 97. âyetlerinde
geçmektedir.
‫م‬ ُ ‫حققَرا‬َ ْ ‫هُر ال‬ ْ ‫شقق‬ ّ ‫ ال‬Haram (yasak) ay. “Dört ay
vardır ki, bu aylara ‫م‬ ُ ْ ‫ة ال‬
ُ ‫حقُر‬ َ َ ‫هُر ال َْرب‬
ُ ‫عق‬ ْ َ ‫ ال‬denir.
ُ ‫ش‬
Bunlar zilkade, zilhicce, muharrem ve receb ayları
olup; eski devirlerden beri Allah’ın bunları haram
kılması ve Arabların da bunların ihtiramını
kabullenmiş olmaları sebebiyle böyle tavsif
edilmişlerdir.” 58
‫م‬ ُ ‫حقققَرا‬ َ ْ ‫جدُ ال‬ِ ‫سققق‬ْ ‫م‬َ ْ ‫ ال‬Mescid-i Haram: Mekke-i
Mükerreme’de bulunan ve Kâ’be-i Muzzama’yı
içerisine alan büyük mescid.59
‫م‬ َ ْ ‫ ال ْب َل َدُ ال‬Yasak belde (Mekke).60
ُ ‫حَرا‬
‫ن‬ُ ْ ‫ الّرك‬Rükün, destek, dayanak, direk, kuvvetli
taraf, yan, köşe, Kâ’be’nin köşelerinden her biri.
58
Kur’ân-ı Kerim Lugatı, Mahmud Çanga, s. : 141.. Haram ay
ta’biri için bakınız: Bakara, 2/194, 217; Maide, 5/5-97.

59
Bakınız: Bakara, 2/144, 149, 150, 191, 196, 217; Maide, 5/2;
Enfal, 8/34; Tevbe, 9/7, 19, 28; İsrâ, 17/1; Hac, 22/25; Fetih,
48/25, 27.
60
Neml, 27/91.

68
Doğru köşesine “Rüknü Hacer-i Esved” veya
“Rükn-ü Şarkî”, güney köşesine “Rükn-ü Yemanî”,
batı köşesine “Rükn-ü Şamî” kuzey köşesine de
“Rükn-ü Irakî” denir.61
‫م‬
ُ ‫قتتا‬
َ ‫م‬َ ْ ‫ ال‬Makam, ayakta durulan veya oturulan
yer, vatan, ikamet etme, mertebe, mekan ‫م‬ ُ ‫م ٰقا‬ َ
‫م‬َ ‫هيققق‬ ِ ‫إ ِب ْ ٰر‬İbrahim (a.s.)’ın makamı: Mecsid-i
Haram’da hususi bir mekan olup; İbrahim
(aleyhisselâm)’ın burada durup, namaz ve
ibadetini de edâ ettiği söylenilmiştir.62
‫م‬ُ ‫حققَرا‬ َ ْ ‫عُر ال‬ َ ‫شقق‬ْ ‫م‬ َ ْ ‫ ال‬Meş’ar-i Haram: Müzdelife’de
Kuzeh Dağı üzerinde bir tepedir. Zirvesinde silindir
biçiminde “Mikade” denilen ışıkla aydınlatılmış bir
taş vardır. Müzdelife’de yapılan vakfe’nin Meş’ar-i
Haram yakınında yapılması sünnettir.63 Bakara
Sûresi’nin 198. âyetinde:
َ
“ ِ ‫حَرام‬ َ ْ ‫شعَرِ ال‬ْ ‫م‬َ ْ ‫عن ْد َ ال‬ َ ّ ‫ت َفاذ ْك ُُروا ال ٰل‬
ِ ‫ه‬ ٍ ‫ن عََرَفا‬
ْ ‫م‬
ِ ‫م‬ ْ َ‫فَإ ِ ٰذآ أف‬
ْ ُ ‫ضت‬
Arafât’tan (ayrılıp, Müzdelife’ye doğru) akın
ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikrediniz ”
buyurulmuştur.
‫ت‬ ُ ‫حّيا‬ ِ ّ ‫ الت‬Tahiyye: Selamlama, ta’zim ve hürmette
bulunma. “...Birincisi: ‫ه‬ ِ ّ ‫ت ل ِ ٰل‬
ُ ‫حّيا‬ ِ ّ ‫ الت‬dır. Kısacık meali
şudur: Nasıl bir usta, pek harika bir makinayı derin
ilmi ve mu’cizekâr zekasıyla yapsa; o acib makinayı
gören herkes, o ustayı takdirkârâne tebrik edip
alkışlar ve tahsinkârâne medihlerle ve ihsanlarla
o’na maddî-ma’nevî hediyeler, tahiyyeler verir. O
makine dahi, o ustanın istediği tarzda tam tamına,
gayet mükemmel olarak, arzularını ve harika ince
61
Hacc Rehberi, İrfan Yücel, s. : 16.
62

Bakınız: Bakara, 2/125; Âl-i İmrân, 3/97.

63
Hacc Rehberi, İrfan Yücel, s. : 26.
69
san’atını ve maharet-i ilmiyesini göstermesiyle,
kendi ustasını lisan-ı hal ile alkışlar, tebrik eder,
ma’nevî tahiyyeler, hediyeler verir. Aynen öyle de:
Kâinatta bütün zihayat taifeleri, herbiri ve herbir
ferdi, her tarafı mu’cizeli birer harika makinadır ki;
ustasının her şeyin her şey ile münasebetini gören
ve her şeyin hayatına lazım bütün şeyleri görüp
tam yerinde ona yetiştiren ihâtalı ilminin derin ve
ince cilveleriyle kendini tanıttıran Sani-i Zülcelâl’ini
hayatlarının lisan-ı halleriyle, ins ve cin ve melek
olan zîşuurların kal dilleri gibi tahiyyelerle alkışlar
ve tebriklerle, ‫ه‬ ِ ‫ت ل ِ ّٰلتت‬
ُ ‫حّيتتا‬
ِ ّ ‫الت‬derler. Ve hayatlarının
fiyatını doğrudan doğruya bütün mahlukatı, bütün
ahvaliyle bilen Hâlık’larına ubudiyetkârâne takdim
ediyorlar ki; mi’rac gecesinde bütün zîhayat namına
Muhammed (aleyhissalâtû vesselâm), Vacibü’l-
Vücud’un huzurunda selam yerinde ‫ه‬ ِ ّ ‫ت ل ِ ٰل‬
ُ ‫حّيا‬
ِ ّ ‫الت‬deyip,
bütün zihayat taifelerinin tahiyye ve hediye ve
ma’nevî selamlarını takdim etmiş. Evet, âdî bir
muntazam makina, intizam ve mizanlı hey’etiyle
şeksiz bir mahir ve dikkatli ustayı gösterdiği gibi;
kâinatı dolduran hadsiz zihayat makineler de,
herbirisi binbir mu’cizât-ı ilmiyeyi gösteriyorlar.
Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin
ziyası derecesinde ilmin cilveleri ile o zîhayatlar,
usta ve sermedî san’atkârlarının vücub-u vücuduna
ve ma’budiyetine pek parlak şehadet ederler.” 64
‫م‬ُ ‫سققق ٰل‬
ّ ‫ال‬Selam, selamet, kurtuluş, şenlik,
serinlik. “...Hem Resul-ü Ekrem; hem abd, hem
rasul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister,
risalet cihetiyle selam ister ki; ubudiyet halktan
Hakk’a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar
64
Şuâ’lar, Said Nursî, s. : 642-643. Ayrıca bakınız: Yunus,
10/10; İbrâhim, 14/23; Nur, 24/61; Furkan, 25/75; Ahzab,
33/44.
70
olur. Bunu ‫ة‬ ُ ‫صق ٰل‬ َ
ّ ‫ال‬ifade eder. Risalet, Hakk’tan
halka bir elçiliktir ki, selamet ve teslim ve
me’muriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına
65
muvaffakiyet ister ki, ‫م‬ ُ ‫س ٰل‬
ّ ‫ال‬onu ifade ediyor.”
Ayrıca tahiyye ma’nasında ta’zim, hürmet ve
saygıyı da ifade eden bir kelimedir. Bu cihetle
“selam sahibi” denildiğinde; hem selamet veren,
kurtuluşa erdiren; hem de ta’zim edilen, hürmet
gösterilen ma’naları kasdedilmiş olur. Kur’ân-ı
Kerim’de 42 yerde “selam” lafzı zikredilmiş olup;
bu lafızların herbirisi yukarıdaki ma’nalardan biri
ile veya birkaçı ile tefsir ve izah edilebilir.

-۲۸-
‫ن ٰل‬
ْ ‫م‬
َ َ‫سن َد‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫مادَ ل‬
َ ‫ع‬ِ ‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬َ َ‫ماد‬
َ ‫ع‬
ِ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬ ْ ُ‫ه ٰيا ذ‬
َ ‫خَر‬ ُ َ ‫سن َدَ ل‬َ
ُ َ‫ث ل‬
‫ه‬ َ ‫غَيا‬
ِ ‫ن ٰل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ث‬
َ ‫غَيا‬
ِ ‫ٰيا‬ ُ َ ‫خَر ل‬
‫ه‬ ْ ُ‫ٰل ذ‬
‫ن ٰل‬
ْ ‫م‬
َ ‫خَر‬ َ ‫ٰيا‬
ْ ‫ف‬ ُ َ ‫حْرَز ل‬
‫ه‬ ِ ‫ن ٰل‬
ْ ‫م‬
َ ‫حْرَز‬
ِ ‫ٰيا‬
‫ن‬
َ ‫عي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫عّز ل‬ ِ ‫ن ٰل‬ْ ‫م‬َ ‫عّز‬ ِ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫خَر ل‬
ْ ‫ف‬ َ
َ َ
‫س‬
َ ‫ن ل أِني‬ ْ ‫م‬ َ ‫س‬ َ ‫ه ٰيآ أِني‬ ُ َ‫ن ل‬ َ ‫عي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬َ
ُ َ‫ة ل‬
‫ه‬ َ َ ‫غن ْي‬ُ ‫ن ٰل‬ْ ‫م‬َ ‫ة‬َ َ ‫غن ْي‬ُ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫ل‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬ َ ْ ‫ٓ أن‬
َ ‫ت ال‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ

65
Barla Lahikası, Said Nursî, s. : 282.

71
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey desteği olmayana destek olan, 2- Ey
senedi (dayanağı) olmayanın senedi, 3- Ey
zahiresi olmayanın zahiresi (veliyy-i ni’meti, rızık
veren), 4- Ey meded vericisi olmayanın imdadına
yetişen, 5- Ey koruyucusu olmayana koruyuculuk
eden, 6- Ey iftiharı olmayanın iftiharı (fahr
vericisi), 7- Ey izzeti olmayanın izzeti (izzet
vericisi), 8- Ey yardımcısı olmayana yardımda
bulunan, 9- Ey candan dostu (enîsi) olmayanın
enîsi, 10- Ey zenginliği olmayana zenginlik veren
(müstağni kılan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Cenâb-ı Hakk; desteği ve dayanağı olmayanlar
için elbette ki, dayanacak ve güvenip tevekkül
edecekleri yegane melce’dir. Aslında desteği,
dayanağı olanlar için de melce’ ve merci’ O’dur.
Zira her şey O’na bağlıdır. Menfaat ve zarar O’nun
elindedir. Hayır ve fayda elde etmiş ne kadar
mahlukat var ise, hepsi O’nun izni ve
müsaadesiyle hayırlara nail olmuşlardır. Yoksa
O’nun izni ve rızası olmazsa; hiçbir şey ve hiçbir
kimse, ne bir destek, ne bir dayanak, ne de
herhangi bir menfaat bulamaz. Öyle ise,
yukarıdaki münacât-ı Nebeviye’den maksad
şudur: İnsanlar; bolluk ve saadet içerisinde iken,
ekseriyetle ne büyük ni’metlere ve yardımlara
nâil olduklarını düşünmezler, hesaba katmazlar.

72
Fakat sıkıntıya düştüklerinde, kurtuluş
aradıklarında, meded taharri ederlerken ve
çaresiz kaldıkları sırada destek ve sened olacak
birisini aramaya başlarlar; çoğu kez de iltica
edecekleri, sığınıp dertlerini arz edecekleri birisini
bulamazlar. İşte tam bu esnada âcizliklerini,
fakirliklerini ve güçsüz olduklarını idrak edip,
dergâh-ı uluhiyete münacât ve niyazda, iltica ve
sığınmada bulunsalar; elbette ki, her dertlinin
âhını ve her muhtacın niyazını işiten ve isteklerini
yerine getirmeye kadir olan Zat-ı Akdesi bulup,
O’na sığınanın istekleri boşa gitmez, arzuları
cevab görür, meded istemesine imdad edilir ve
her türlü dayanak ve tahassungâhı elde etmiş
olur. Bu mevzuda şu izah pek ma’nîdârdır:
َ
“ ‫ز‬ُ ‫زيق‬ َ ْ ‫هققا ال‬
ِ ‫ع‬ ْ ‫عل َق‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬Allah’a tevekkül edene
Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduğundan
lizatihi mahbubdur. Allah; Mûcid, Vacibü’l-Vücud
olduğundan, kurbiyetinde vücud nurları,
bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce’
ve mencâdır. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden
iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce’ ve
mencâ O’dur. Allah bâkîdir; âlemin bekası ancak
O’nun bekasıyledir. Allah maliktir; sendeki
mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah
Ganiyy-i Muğnî’dir; her şeyin anahtarı O’ndadır.
Bir insan Allah’a halis bir abd olursa; Allah’ın
mülkü olan kâinat, o’nun mülkü gibi olur.” 66

-۲۹-

66
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, s. : 118-119.

73
‫م‬ َ ‫ك ٰيا‬َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ِ ‫دآئ‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬
ُ ِ ‫قآئ‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيا‬ ‫م‬
ُ ِ ‫عال‬
َ ‫َيا‬ ‫م‬
ُ ِ ‫حاك‬َ ‫م ٰيا‬ ُ ‫ح‬ِ ‫ٰيا َرا‬
‫َيا‬ ‫م‬
ُ ِ ‫سال‬
َ ‫َيا‬ ‫م‬ُ ‫س‬ َ ‫َيا‬
ِ ‫قا‬ ‫م‬
ُ ‫ص‬
ِ ‫عا‬
َ
ُ ‫س‬
‫ط‬ ِ ‫َيا َبا‬ ‫ض‬ َ
ُ ِ ‫قاب‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Kaim (iş başında duran, hükmünü sürdüren,
geçici olmayan), 2- Ey Daim, 3- Ey merhametli, 4-
Ey Hâkim (hüküm sahibi, hükmeden), 5- Ey bilen,
6- Ey koruyan, 7- Ey bölen (taksim eden), 8- Ey
(düşük sıfatlardan) salim olan, 9- Ey kabzeden
(daraltan, sıkıştıran), 10- Ey bast eden (yayan,
genişleten, genişlik veren)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Kur’ân’da Cenab-ı Mevlâ’ya atfen iki yerde
‫م‬ُ ِ ‫قآئ‬ َ ْ ‫ ال‬sıfatı zikredilmiştir: Birisi (adaleti) ikame
eden ma’nasında: Âl-i İmrân, 3/18; diğeri de
(ecelleri, rızıkları v.b.) tayin edip gözeten
ma’nasında: Ra’d, 13/33.
ُ ِ ‫ ال َْعال‬Bilen: Kur’ân’da 13 yerde mezkurdur.
‫م‬
‫م‬ ِ ‫ ال َْعا‬Koruyucu, kurtarıcı: “ ‫ك‬
ُ ‫صتت‬ َ ‫م‬
ُ ‫صق‬
ِ ‫ع‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
ْ َ‫ه ي‬ َ
‫س‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬
ِ Allah seni insanlardan koruyacaktır.”
74
(Maide, 5/67)
‫م‬ ُ ‫س‬ِ ‫قا‬ َ ْ ‫ ال‬Taksim eden, paylaştıran:
“ ‫حي َتتاةِ التد ّن َْيا‬ َ ْ ‫م فِتتي ال‬ ْ ُ‫ش تت َه‬ َ ‫مِعي‬َ ‫م‬
ْ ُ‫مَنا ب َي ْن َه‬ ْ ‫س‬َ َ‫ن ق‬ ُ ‫ح‬ْ َ ‫ ن‬Dünya
hayatında onların maişetlerini (geçimliklerini)
aralarında biz taksim ettik.” (Zuhruf, 43/32)
‫ض‬
ُ ِ ‫قققاب‬ َ ْ ‫ ال‬Kabzedici, tutucu, darlaştırıcı, sıkan,
kısan:
“‫ن‬ َ ‫عو‬ ُ ‫ج‬َ ‫ه ت ُْر‬ِ ْ ‫و إ ِل َي‬
َ ‫ط‬ ُ ‫س‬ ُ ْ ‫و ي َب‬ َ ‫ض‬ ُ ِ ‫قب‬ْ َ‫ه ي‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬ َ Fakat Allah
darlaştırır ve genişletir (dilediğinden kısar,
dilediğine de bolluk verir). Hem de O’na
döndürüleceksiniz.” (Bakara, 2/245)67
‫ط‬ُ ‫س‬ ِ ‫ ال َْبا‬Bollaştıran, genişlik veren, yayan:
“ ‫دُر‬ ِ ‫ققق‬ ْ َ‫و ي‬
َ ُ‫شققآء‬ َ َ‫ن ي‬
ْ ‫مقق‬ َ ِ ‫ط الققّرْزقَ ل‬ ُ ‫سقق‬ ُ ْ ‫ه ي َب‬ُ ‫ال ّٰلقق‬
َ
Allah,
dilediğine rızkı bollaştırır ve daraltır.” (Ra’d,
13/26)68
“...Emn ve ye’sin vartasına düşmemek
hikmetiyle havf ve reca müvazenesinde sabr ve
şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celal
ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-
i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u
meşhurdur.” 69

-۳۰-
‫ن‬
ِ ‫م‬
َ ‫م‬
َ ‫ح‬
ِ ‫ٰيا َرا‬ ‫ه‬
ُ ‫م‬
َ ‫ص‬
َ ‫ع‬
ْ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫م‬
َ ‫ص‬
ِ ‫عا‬
َ ‫ٰيا‬

67
Ayrıca bakınız: Furkan, 25/46; Zümer, 39/67.

68
Ayrıca bakınız: Bakara, 2/245; İsrâ, 17/30; Kasas, 28/82;
Ankebut, 29/62; Rum, 30/37, 48: Sebe’, 34/36, 39; Zümer,
39/52; Şûrâ, 42/12-27.

69
Kastamonu Lahikası, Said Nursî, s. : 7.

75
‫صَر‬ِ ‫ه ٰيا َنا‬ ُ ‫م‬َ ‫ح‬
َ ‫ست َْر‬ ْ ‫ا‬
ُ َ ‫فظ‬
‫ه‬ َ ‫ح‬
ْ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬َ ‫ظ‬ َ ‫ف‬ ِ ‫حا‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫صَر‬َ ْ ‫ست َن‬
ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬
َ
‫ن‬ِ ‫م‬َ َ‫شد‬ِ ‫مْر‬ ُ ‫ه ٰيا‬ َ ‫ست َك َْر‬
ُ ‫م‬ ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬ َ ‫م‬ ِ ْ ‫مك‬
َ ‫ر‬ ُ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ َ ‫عان‬
َ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ن‬
َ ‫عي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ َ ‫ست َْر‬
ُ‫شدَه‬ ْ ‫ا‬
‫ن‬
ِ ‫م‬ َ ‫ري‬
َ ‫خ‬ ِ ‫ص‬
َ ‫ٰيا‬ ُ َ ‫غاث‬
‫ه‬ َ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ث‬
َ ‫غي‬
ِ ‫م‬
ُ
‫ه‬ َ ‫غ‬
ُ ‫فَر‬ ْ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫فَر‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫غا‬ ‫ه‬
ُ ‫خ‬
َ ‫صَر‬
ْ َ ‫ست‬
ْ ‫ا‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey kendisinden korunmasını isteyeni
koruyan, 2- Ey rahmetine sığınana merhamet
eden, 3- Ey kendisinden yardım taleb edene
yardım eden, 4- Ey muhafaza etmesini isteyene
muhafazada bulunan, 5- Ey kendisinden ikram
bekleyene ikram eden, 6- Ey kendisinden rüşd
(doğruyu görme ve dürüstlüğü elde etme)
talebinde bulunana mürşid olan (doğruyu
gösteren, dürüstlüğe eriştiren), 7- Ey kendisinden
avn (yardım, inayet) isteyene muîn (yardım edici)
olan, 8- Ey kendisinden meded dileyene imdadda
bulunan, 9- Ey kendisini yardıma çağıranın
yardımına yetişen, 10- Ey kendisine istiğfar
edene (afv dileyene) bağışlayıcı olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
76
Şerh
Allah Teâlâ; herkesin koruyucusu, yardımcısı,
ikram edicisi, mürşidi, muîni, imdad edeni,
merhamette bulunup bağışlayanı olmakla birlikte;
kendisine yapılan ilticaları, istianeleri, istiğaseleri,
münacatları, duaları ve niyazları boş
çevirmediğini, daha ziyade cevab, kabul ve
yardımda bulunduğunu bildirmek maksadıyla
şöyle buyurmuştur:
ُ َ َ ‫سأ َل‬
“ ‫ة‬ َ ‫و‬َ ‫ع‬ ْ َ‫ب د‬ ُ ‫جي‬ ِ ‫ب أ‬ٌ ‫قر۪ي‬ َ ‫فإ ِّني‬
َ ‫عّني‬َ ‫عَباِدي‬ ِ ‫ك‬ َ ِ‫و إ‬
َ ‫ذا‬ َ
‫ن‬ِ ‫عقا‬ َ َ ‫د‬ ‫ذا‬ َ ‫إ‬ ‫ع‬
ِ ِ ّ ‫دا‬ ‫ق‬ ‫ال‬ Kullarım da sana beni sordukları
vakit, şüphesiz ben çok yakınım. Dua edenin
duasına -bana dua ettiği vakitte- cevab veririm.”
(Bakara, 2/186)
‫ظ‬ُ ِ‫حاف‬ َ ْ ‫ ال‬Koruyucu, muhafaza eden:
َ ‫ه‬ ً ‫ف‬
“ ‫ن‬ َ ‫مي ق‬ ِ ‫ح‬
ِ ‫م الّرا‬ ُ ‫حق‬
َ ‫و أْر‬
َ ُ ‫و‬َ ‫ظا‬ ِ ‫حا‬
َ ‫خي ٌْر‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫فال ٰل‬َ Öyle
ki, Allah en hayırlı koruyucu ve O, acıyanların en
merhametlisidir.” (Yusuf, 12/64).
ُ ِ‫مك ْر‬ ُ ْ ‫ ال‬İkram eden, lütufta bulunan.
70
‫م‬

-۳۱-
‫ٰيا‬ ‫ن‬
ّ ‫م‬َ ْ ‫م ال‬َ ‫ظي‬ِ ‫ع‬َ ‫ح ٰيا‬ ْ ‫ص‬
ِ ‫ف‬ ّ ‫م ال‬ ِ َ ‫ٰيا ك‬
َ ‫ري‬
‫ل ٰيا‬ِ ‫ض‬ ْ ‫ف‬َ ْ ‫م ال‬
َ ‫دي‬ َ ‫ر ٰيا‬
ِ ‫ق‬ َ ْ ‫ك َِثيَر ال‬
ِ ْ ‫خي‬
‫ٰيا‬ ِ ْ‫م الل ّط‬
‫ف‬ َ ِ ‫دآئ‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ع‬
ِ ْ ‫صن‬
ّ ‫ف ال‬ ِ َ‫ل‬
َ ‫طي‬
‫ٰيا‬ ‫ضّر‬
ّ ‫ف ال‬
َ ‫ش‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬ ‫ب‬ِ ‫س ال ْك َْر‬َ ‫ف‬ِ ‫َنا‬
70
Bakınız: Fecr, 89/15.

77
‫ق‬ َ ْ ‫ضًيا ِبال‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫قا‬ ِ ْ ‫مل‬
‫ك‬ ُ ْ ‫ك ال‬
َ ِ ‫مال‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey müsamahası kerîm olan (güzelce
müsamahada bulunan), 2- Ey minneti (ni’meti,
ihsanı) büyük olan, 3- Ey hayrı (iyiliği) çok olan, 4-
Ey fazlı (üstünlüğü veya lütfu) kadîm (önceden beri
var) olan, 5- Ey san’atı (ustalığı) çok maharetli olan,
6- Ey lütfu devamlı olan, 7- Ey sıkıntıyı açan
(gideren, teneffüs ettiren), 8- Ey zararı kaldıran
(bertaraf eden), 9- Ey mülk sahibi, 10- Ey hakla
hükmeden!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten koru, himaye eyle.
Şerh
Hakk Teâlâ afv ve safh (müsamaha) ile
muamele etmeyi sever, ister ve emreder. Kur’ân-ı
Kerim’de 7 yerde safh ile muameleden
bahsedilmiştir. Zuhruf Sûresi’nin 5. âyeti hariç,
diğer âyetlerde safhın en güzel muamele tarzı
olduğu işlenmiştir.71
Allah Teâlâ’nın fazlı, üstünlüğü, lutfü, keremi
kadim olması; kâinatın hâdis (sonradan
yaratılmış) olup, her şeyin tâ bidayetten beri
O’nun lutfuna ve fazlına nail olması ve kendisinin
de ezelî olup, önceden beri hiç kimsenin ve hiçbir
71
Bakara, 2/109; Maide, 5/13; Hicr, 15/85; Nur, 24/22; Zuhruf,
43/89; Teğâbun, 64/14.

78
şeyin ne zatında, ne sıfâtında ve ne de fillerinde
O’na yetişememesi ve üstünlük hususunda
O’nunla kıyas edilemeyecek derecede geri
kalması demektir.
‫ع‬
ِ ْ ‫صن‬
ّ ‫ف ال‬ ُ ‫طي‬ ِ َ ‫ ل‬San’atı incelikli,sağlam.72
“ ‫و‬ َ ‫هق‬ ُ ّ ‫هٓإ ِل‬ ُ ‫ف ل َق‬ َ ‫شق‬ ِ ‫كا‬ َ َ ‫فل‬ َ ‫ضّر‬ ُ ِ‫ه ب‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬ َ ‫س‬ ْ ‫س‬ َ ‫م‬ ْ َ‫ن ي‬ْ ِ‫و إ‬ َ
Hem eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu
yine O’ndan başka giderici yoktur.” (En’am, 6/17;
Yunus, 10/107).
‫و‬
َ ُ‫شآء‬ َ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ َ ‫ك‬ َ ْ ‫مل‬ ُ ْ ‫ؤِتي ال‬ ْ ُ‫ك ت‬ ِ ْ ‫مل‬ ُ ْ ‫ك ال‬ َ ِ ‫مال‬َ ‫م‬ ّ ‫ه‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ ِ ‫ق‬ ُ”
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫ل‬ ّ ‫ذ‬ ِ ُ‫و ت‬ َ ُ‫شآء‬ َ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ َ ‫عّز‬ ِ ُ‫و ت‬ َ ُ‫شآء‬ َ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ ّ ‫م‬ِ ‫ك‬ َ ْ ‫مل‬ ُ ْ ‫ع ال‬ ُ ‫ز‬
ِ ْ ‫ت َن‬
‫ديٌر‬ ِ ‫ءق‬َ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ُ
ّ ‫ع ٰلى ك‬ َ
َ ‫خي ُْر إ ِن ّك‬ ْ
َ ‫دك ال‬ َ ِ َ ‫شآءُ ب ِي‬ َ َ‫ت‬
De ki: Allah’ım! Ey mülk sahibi! Dilediğine
mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çeker
alırsın. Hem dilediğini aziz eder (izzet verir),
dilediğini de zelil edersin (alçaltırsın). Her hayır
senin elindedir. Şüphesiz senin her şeye gücün
yeter.” (Âl-i İmrân, 3/26)

-۳۲-
ُ ‫طيفا ً ٰل ي َُرا‬
‫م‬ ِ َ ‫م ٰيا ل‬ َ ُ ‫زيزا ً ٰل ي‬
ُ ‫ضا‬ ِ ‫ع‬
َ ‫ٰيا‬
‫قآِئما ً ٰل‬َ ‫م ٰيا‬ ُ ‫قيبا ً ٰل ي ََنا‬
ِ ‫ٰيا َر‬
‫ت ٰيا َمِلكا ً ٰل‬ ُ َ ‫حي ّا ً ٰل ي‬
ُ ‫مو‬ َ ‫ت ٰيا‬ ُ َ‫ي‬
ُ ‫فو‬
ً ‫عاِلما‬
َ ‫ٰيا‬ ْ َ ‫قيا ً ٰل ي‬
‫ف ٰنى‬ ِ ‫ٰيا َبا‬ ُ ‫ي َُزو‬
‫ل‬
‫ٰيا‬ ‫م‬ َ ْ‫مدا ً ٰل ي ُط‬
ُ ‫ع‬ َ ‫ص‬
َ ‫ٰيا‬ ُ ‫ه‬
‫ل‬ ْ َ ‫ٰل ي‬
َ ‫ج‬
72
San’atının latîf (incelikli, sağlam) olması hususuna, şu
âyetler delâlet etmektedir: Bakara, 2/100; Lokman, 31/16.

79
‫ف‬
ُ ‫ع‬ ْ ُ ‫وي ّا ً ٰل ي‬
َ ‫ض‬ َ
ِ ‫ق‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal

1- Ey zillete düşürülemeyecek derecede azîz


olan, 2- Ey (ilminden haric kalıp) uzaklaşılamayacak
(veya kendisine yetişilemeyecek) derecede latîf
olan (idrak edilmesi mümkün olmayan), 3- Ey
uyumaz olup (daimî) gözetleyici olan, 4- Ey fevt
(geçici, yok olucu) olmayıp kâim olan (dâima iş
başında olan, tedbir ve tasarrufta bulunan), 5- Ey
ölmez olup (dâimî) hayat sahibi olan, 6- Ey zeval
bulmayan bir saltanata sâhib olan (melikliği geçici
olmayan), 7- Ey fâni, olmayıp bâki olan, 8- Ey
cehaletten (bilmemezlikten) uzak olup (her şeyi)
bilen, 9- Ey doyurulmayacak derecede Samed olan
(gıdaya, yemeğe, v.s. hiçbir şeye muhtaç olmadığı
gibi, her şey kendisine muhtaç olan), 10- Ey
zayıflatılamayacak derecede kuvvetli olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh
‫زيققُز‬
ِ ‫ع‬ ْ
َ ‫ ال‬Azîz, izzetli, yüce. Esma-i ilahiyeden
olmak üzere Kur’ân’da 89 yerde bahsi geçmiştir.
Allah Teâlâ mutlak izzet sahibi olduğundan, O’nun
izzetine zillet (alçaklık, düşüklük) ârız olamaz ve
hiç kimse ve hiçbir şey O’nun izzetine noksanlık
80
veremez.
‫ف‬ ُ ‫طيقققق‬ ِ ّ ‫ الل‬kelimesinin bir ma’nası, ihata
edilemeyecek derecede idrâk edilmesi mümkün
olmayan, gözlerden uzak olan, anlaşılması ve
erişilmesi güç olandır. Bu ma’nada şu âyet nâzil
olmuştur:
َ َ
“ ‫و‬ َ ‫هقق‬ ُ ‫و‬ َ ‫صققاَر‬ َ ْ ‫ك الب‬ ُ ‫ر‬ِ ْ‫و ُيققد‬ َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬ َ ‫صققاُر‬
َ ْ ‫ه الب‬ُ ُ ‫رك‬ِ ْ‫ل َ ُتققد‬
َ ْ ‫ف ال‬
‫خِبيُر‬ ُ ‫طي‬ ِ ّ ‫ الل‬Gözler O’nu idrak edemez. O ise,
gözleri görür. Hem O latîftir (idrak edilemeyecek
derecede gözlerden uzaktır), habîrdir (her şeyden
haberdardır).” (En’am, 6/103)
‫ب‬ ُ ‫قيقق‬ ِ ‫ الّر‬Gözetleyici, kontrolde tutan.73 Allah
Teâlâ’nın uykudan, dalgınlıktan, uyuklamadan
münezzeh olduğunu âyetü’l-kürsîdeki şu cümle
sarahaten bildirmektedir:
“ ‫م‬ ٌ ‫و‬ ْ َ‫و ل َ ن‬ َ ‫ة‬ ِ ُ‫خذُه‬
ٌ َ ‫سن‬ ُ ْ ‫ ل َ ت َأ‬O’nu ne bir uyuklama,
ne de bir uyku yakalar.” (Bakara, 2/255)
‫ي‬ّ ‫ح‬ َ ْ ‫ ال‬Hayat sahibi, diri, canlı.74
“ ‫ه‬ ِ ‫د‬ ِ ‫مقق‬ ْ ‫ح‬ َ ِ‫ح ب‬
ْ ّ ‫سب‬َ ‫و‬ َ ‫ت‬
ُ ‫مو‬ ُ َ ‫ذي ل َ ي‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬َ ْ ‫عَلى ال‬
َ ‫ل‬ ْ ّ ‫وك‬َ َ‫و ت‬َ
Sen de, ölmez olan daimî hayat sahibine tevekkül
et ve O’na hamd ile tesbihte bulun.” (Mü’min,
40/65)
‫ك‬ ُ ‫مِلققققق‬ َ ْ ‫ ال‬Melik, padişah, sahib, hakim,
75
hükümdar.
‫ ال ْ ٰباِقي‬Bakî, beka (devam, kalıcılık) sahibi.

73
Kur’ân’da esma-i ilahiyeden olmak üzere şu âyetlerde zikri
geçmiştir : Nisâ, 4/1; Maide, 5/117; Ahzab, 33/52.

74
Esma-i ilahiyeden olarak : Bakara, 2/225; Âl-i İmrân, 3/2;
Furkan, 25/58.

75
Esma-i ilahiyeden olmak üzere : Tâhâ, 20/114; Mü’minûn,
23/116; Haşr, 59/23; Cum’a, 62/1; Nas, 114/2.

81
“ ِ ‫كققَرام‬ ْ ِ ‫و ال‬ َ ‫ل‬ ِ َ ‫جل‬َ ْ ‫ذو ال‬ُ ‫ك‬َ ّ ‫ه َرب‬ ُ ‫ج‬ َ ‫وَب ْ ٰقى‬
ْ ‫و‬ ‫ َي‬Yalnız
celal ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bakî kalır.”
(Rahmân, 55/27)
‫د‬
ُ ‫م‬
َ ‫ص‬ّ ‫ ال‬Samed: Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye
muhtaç olmadığı halde, her şey ve herkes
kendisine muhtaç olan. “ ‫د‬ ُ ‫م‬َ ‫صققق‬ّ ‫ه ال‬ ُ ‫ ل ّ ٰققق‬Allah,
‫َال‬
Samed’dir.” (İhlâs, 112/2) Ayrıca En’am Sûresi’nin
14. âyetinde Allah’ın doyurulmaya muhtaç
olmadığından bahsedilmiştir:
‫ض‬ َ
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ّ ‫ر ال‬ ِ ِ‫فققاط‬ َ ‫ول ِّيا‬ ِ ّ ‫ه أ َت‬
َ ُ ‫خذ‬ َ َ‫ل أ‬
ِ ّ ‫غي َْر ال ٰل‬ ُ
ْ ‫ق‬
‫م‬
ُ ‫ع‬َ ْ‫و ل َ ي ُط‬ َ ‫م‬ ُ ‫ع‬ ِ ْ‫و ي ُط‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ
“De ki: Allah’tan başkasını mı dost edineyim? O;
göklerin ve yerin yoktan var edicisi olup, fakat
kendisi yedirilmez iken?!...”
‫ف‬
ُ ‫ع‬ َ ‫ضقق‬ْ ُ ‫( ٰل ي‬zayıflatılamaz) kaydı yerine ‫ٰل‬
‫ف‬ُ ‫ع‬ ّ ‫ض‬ َ ُ ‫( ي‬zayıflatılamaz) ibâresi de konulabilir.

-۳۳-
‫د‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫ج‬
ِ ‫وا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫د‬
ُ ‫ح‬
ِ ‫وا‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫د‬
ُ ‫ش‬
ِ ‫د ٰيا َرا‬ ُ ‫ج‬
ِ ‫ما‬
َ ‫د ٰيا‬ ُ ‫ه‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫شا‬
‫ع‬
ُ ‫ف‬
ِ ‫ٰيا َنا‬ ‫ضآّر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ث‬
ُ ‫ر‬
ِ ‫وا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ث‬
ُ ‫ع‬
ِ ‫َبا‬
‫هاِدي‬
َ ‫ٰيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
82
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1-
Ey Vâhid (bir olan), 2- Ey Vacid (varlık sahibi),
3- Ey Şâhid (her şeyi gören, bilen), 4- Ey Mâcid
(mecd, üstünlük sahibi), 5- Ey Râşid (rüşd,
doğruluk sahibi), 6- Ey Bâis (dirilten,
gönderen), 7- Ey varis (mülkün hakîkî sahibi),
8- Ey zarar verici (zararları halk eden), 9- Ey
menfaat veren, 10- Ey hidayete erdiren!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh

‫د‬ ِ ‫ال ْ ٰوا‬Vahid: Bir; zatında, sıfatlarında ve


ُ ‫حقق‬
fiillerinde tek ve eşsiz olan Allah. Kur’ân’da esma-
i ilahiyeden olarak 22 defa zikredilmiştir.
‫د‬
ُ ‫ه‬ ّ ‫ ال‬Şahidlik eden, gören, bilen.
ِ ‫شا‬
‫و ُأوُلوا‬ َ ‫ة‬ُ َ ‫ملئ ِك‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫و‬َ ‫ه‬ َ َ ‫ه ل إ ِل‬
ُ ّ ‫ه إ ِل‬ َ ّ ‫شهد ال ٰل‬
ُ ّ ‫ه أن‬
ُ َ ِ َ
‫ط‬
ِ ‫س‬
ْ ‫ق‬ِ ْ ‫ما ِبال‬ً ِ ‫قآئ‬ َ ِ ‫عل ْم‬ِ ْ ‫“ ال‬Allah -kendisinden başka
ilâh olmadığına- ve melekler ve ilim sahipleri
-adaleti gözeterek- şahidlik etmişlerdir.” (Âl-i
İmrân, 3/18)
‫ث‬ ِ ‫ ال َْبا‬Dirilten, gönderen.76
ُ ‫ع‬
‫ ْ ٰهق اِدي‬Hidayet
‫ال‬ veren, yol gösteren, (doğru
yola) ileten. Hac Sûresi’nin 54. âyetinde:

76
Şu âyetler Allah’ın (c.c.) bâis olduğunu bildirmektedirler:
Bakara, 2/56; 129, 213, 247, 259; Âl-i İmrân, 3/164; Maide,
5/12-31; En’am, 6/36, 60, 65; A’raf, 7/103, 167; Yunus,
10/74-75; Nahl, 16/36, 38,84, 89; İsrâ, 17/5, 15,79, 94;
Kehf, 18/12, 19; Hac, 22/7; Furkan, 25/41, 51; Kasas, 28/59;
Yâsîn, 36/52; Mü’min, 40/34; Mücadele; 58/6, 18; Cum’a,
62/2; Cin, 72/7.
83
“ ٍ ‫قيم‬ ِ َ ‫ستتت‬ْ ‫م‬ ُ ‫ط‬
ٍ ‫صتتَرا‬
ِ ‫نتتوٓإ ِ ٰلتت ى‬
‫م ُا‬َ ‫ن ٰا‬ ِ ‫ه ل ََهتتادِ اّلتت‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ن ال ّٰلتت‬
ّ ِ ‫وَ إ‬
Şüphesiz ki Allah, iman etmiş olanları elbette
dosdoğru yola ileticidir.” buyurulmuştur. Âyette
geçen ‫د‬ ِ ‫هققا‬ َ َ ‫ ل‬lafzının aslı ‫هققاِدي‬ َ َ ‫’ ل‬dir. Fûrkan
Sûresi’nin 31. âyetinde de: “ ‫دًيا‬ ِ ‫ها‬َ ‫ك‬ َ ّ ‫و ك َ ٰفى ب َِرب‬ َ
‫صققيًرا‬
ِ َ‫و ن‬َ Rabbin ise, hidayet verici ve yardım
edici olarak kâfidir.” buyurulmuştur.

- -
َ ْ َ ‫ٰيآ أ‬
‫م‬ ُ ‫ظيم ٍ ٰيآ أك َْر‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ُ َ ‫عظ‬
‫ريم ٍ ٰيآ‬ ِ َ‫ل ك‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ
َ َ
‫ن‬
ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ُ َ ‫حك‬ ْ ‫حيم ٍ ٰيآ أ‬ ِ ‫ل َر‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ِ ‫م‬ ُ ‫ح‬ َ ‫أْر‬
ٍ ‫عِليم‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ُ َ ‫عل‬ ْ َ ‫كيم ٍ ٰيآ أ‬ ِ ‫ح‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫ديم ٍ ٰيآ أ َك ْب َُر‬ ِ ‫ق‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ُ َ‫قد‬ ْ َ ‫ٰيآ أ‬
ّ ُ‫ن ك‬ َ
‫ل‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ّ ‫ج‬ َ ‫ر ٰيآ أ‬ ٍ ‫ل ك َِبي‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ
‫ز ٰيآ‬ ‫زي‬ ‫ع‬
َ ‫ل‬ّ ُ ‫ك‬ ‫ن‬ ‫م‬ ‫ز‬ ‫ع‬
َ َ ‫جِليل ٰيآ أ‬
ٍ ِ ْ ِ ّ ٍ َ
‫ف‬ ٍ ‫طي‬ ِ َ‫ل ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ف‬ ُ َ‫أ َل ْط‬
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey her büyükten daha büyük (yüce) olan, 2-
Ey her kerimden daha kerim olan, 3- Ey her
merhametliden daha merhametli olan, 4- Ey her
84
hakîmden (hikmetle iş görenden) daha hakîm
olan, 5- Ey her iyi bilenden daha çok bilen, 6- Ey
bütün öncekilerden daha önce olan, 7- Ey her
büyükten daha büyük olan, 8- Ey her celilden
(kadri yüce, üstün olandan) daha celil olan, 9- Ey
her azizden (izzet sahibinden) daha aziz olan, 10-
Ey her lütuf sahibinden daha çok lütufta bulunan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh
Bu münacattaki tafdilin ne mahiyette olduğu
24. ukdede bir nebze beyan edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de 48 yerde Cenâb-ı Hakk’ın
ْ َ ‫“ أ‬daha iyi bilen, en iyi bilen” olduğu
ُ ‫عَلقق‬
‫م‬
gösterilmiştir.
Cenâb-ı Mevlâ’nın en önce olmasından murad;
kıdem sıfatına sahip olup, mahlukatı yaratmadan
önce de var olmasıdır. Bu cihetle “her kadîmden
daha kadîm” denilebilir. Yoksa hiçbir mahlukun
ezelî olamayacağı ve Zat-ı Akdes’le kıyas edilecek
herhangi bir vasfı olmadığı âşikârdır.
‫ف‬ُ ‫طي ق‬ ِ ّ ‫ الل‬lafzına şu ma’nalar verilebilir: İdrak
edilemeyen; rıfk ile ve sağlamca yapmak
suretiyle bütün inceliklerine varıncaya kadar
yerine getiren; güzelce tedbir ve idare edip
düzenleyen; ihsan ve lütufla muamele eden... Bu
durumda ‫ف‬ َ ْ ‫“ أ َل‬daha latîf” kelimesi bu
ُ ‫طققق‬
ma’nalarla ma’nalandırılabilir.

- -
85
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ي‬ّ ‫ف‬ ِ ‫و‬ َ ‫دِه‬ ِ ‫ه‬ْ ‫ع‬ َ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫و‬ ِ ‫ق‬ َ ‫ه‬ِ ِ ‫فآئ‬ َ ‫و‬ َ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ
‫ه‬ِ ‫و‬ّ ُ ‫عل‬ُ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ِ ‫عل‬ َ ‫ه‬ِ ِ ‫وت‬ ّ ‫ق‬ُ
‫ف‬
ٌ ‫طي‬ ِ َ‫ه ل‬ ِ ِ ‫قْرب‬ ُ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ٌ ‫ري‬ ِ ‫ق‬ َ
‫ٰيا‬ ‫ف‬
ٌ ‫ري‬ َ ‫ه‬
ِ ‫ش‬ ِ ْ‫في ل ُط‬
ِ ‫ف‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫زيٌز‬ِ ‫ع‬َ ‫ه‬ِ ‫ف‬
ِ ‫شَر‬ َ ‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ
‫في‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫م‬
ٌ ‫ظي‬ِ ‫ع‬ َ ‫ه‬ِ ِ ‫عّزت‬ ِ ‫في‬ ِ
‫ه‬
ِ ‫د‬
ِ ‫ج‬
ْ ‫م‬
َ ‫في‬ ِ ‫و‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫د‬
ٌ ‫جي‬ ِ ‫م‬َ ‫ه‬ ِ ِ ‫مت‬َ َ ‫عظ‬ َ
‫د‬
ٌ ‫مي‬
ِ ‫ح‬
َ
َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
‫ن‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal

1- Ey ahdinde (sözünde, andlaşmasında)


vefakâr olan, 2- Ey vefasında (sözünü ve fiilini
yerine getirmede, icrâsı hususunda) kuvvetli olan,
3- Ey kuvveti hususunda yüceliğe (ulviyete) sâhib
olan, 4- Ey ulviyetiyle birlikte yakın olan, 5- Ey
yakınlığıyla beraber latîf olan (erişilemez olan
veya lütufta bulunan), 6- Ey lutfunda şerif
(üstünlük sahibi) olan, 7- Ey üstünlüğüyle birlikte
aziz (izzet sahibi) olan, 8- Ey izzeti hususunda
86
büyüklüğe sahib olan (azim izzeti bulunan), 9- Ey
azametinde (büyüklüğü yanı sıra) mecd
(üstünlük, ihsan, kerem, şeref) sahibi olan, 10- Ey
mecdi hususunda övülmüş olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh

َ
“ ‫ه‬ ِ ّ ‫ن ال ٰل‬ َ ‫م‬ِ ‫ه‬
ِ ‫د‬ِ ‫ه‬ ْ ‫ع‬
َ ِ ‫و ٰفى ب‬ ْ‫ن‬
ْ‫م أ‬
َ ‫و‬ َ Allah’tan daha
ileri sözünü yerine getirir kim vardır?” (Tevbe,
9/111).
‫ب‬ ُ ‫ري ق‬ ِ ‫ق‬ َ ْ ‫( ال‬İlim noktasından ve isteklere cevap
verme cihetiyle) yakın olan (Allah Teâlâ). (Bakara,
2/186; Hûd, 11/61; Sebe’, 34/50).
‫د‬
ُ ‫جيققق‬ ِ ‫م‬ َ ْ ‫ ال‬Üstünlük (şeref) ve ihsan sahibi,
padişahlar padişahı. “ ‫د‬ ٌ ‫جي‬
ِ ‫م‬
َ ٌ‫ميد‬ ِ ‫ح‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫ إ ِن‬Şübhesiz O,
övülmeye lâyık ve üstünlük sahibi, ihsanı bol
olandır.” (Hûd, 11/73).
‫د‬
ُ ‫مي‬ِ ‫ح‬َ ْ ‫ ال‬Övülmeye lâyık olan, kendisine hamd
edilen. Kur’ân’da 17 yerde Allah Teâlâ bu sıfatla
tavsif edilmiştir. Şu âyette ise, ‫د‬ ُ ‫جيقق‬ َ ْ ‫ ال‬lafzına
ِ ‫م‬
“padişahlar padişahı” ma’nasını verebiliriz: “ ‫ذو‬ ُ
‫د‬
ُ ‫جيققققق‬ ِ ‫م‬ ْ
َ ‫ش ال‬ ْ
ِ ‫عقققققْر‬َ ‫ ال‬Arş’ın sahibi, padişahlar
padişahıdır. ” (Buruc/15)

- -
‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ُ َ‫ع ل‬
‫ه‬ ٌ ‫ض‬ِ ‫خا‬َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫و ك‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ٌ ِ ‫كآئ‬َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬

87
ُ َ‫ب ل‬
‫ه‬ ٌ ‫مِني‬
ُ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ُ َ ‫جودٌ ل‬
‫ه‬ ُ ‫مو‬
َ
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ُ ْ ‫من‬
ِ ‫ف‬
ٌ ِ ‫خآئ‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬
ّ ُ‫و ك‬
‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ُ َ‫ح ل‬
‫ه‬ ٌ ّ ‫سب‬
َ ‫م‬
ُ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ
‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ‫م ب‬ َ ‫ء‬
ٌ ِ ‫قآئ‬ ٍ ‫ي‬ َ
ْ ‫ش‬
ِ ْ ‫صآئ ٌِر إ ِل َي‬
‫ه‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ُ َ‫ع ل‬
‫ه‬ ٌ ‫ش‬
ِ ‫خا‬
َ
‫ه‬
ُ ‫ه‬
َ ‫ج‬ َ ّ ‫ك إ ِل‬
ْ ‫و‬ ٌ ِ ‫هال‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey her şey kendisine huzu’da (itaatte)
bulunan, 2- Ey her şey kendisinin olan, 3- Ey her
şey kendisi için var olan, 4- Ey her şey kendisine
dönmüş (bağlanmış) olan, 5- Ey her şey
kendisinden korkmakta olan, 6- Ey her şey
kendisini tesbih edici olan, 7- Ey her şey
kendisiyle kâim (ayakta, berdevam) olan, 8- Ey
her şey kendisine huşu’da (saygıda, ihtiramda)
bulunan, 9- Ey her şey kendisine dönmüş (rucu’
etmiş) olan, 10- Ey zatından başka her şey helak
olucu (fâni, zâil) olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Allah Teâlâ’nın kâinatta koyduğu kanunlara
herkesin itaat etmekte olduğu açıkça sabittir.
88
Herkes ve her şey fıtrat kanunlarını aşıp ta, kendi
kabiliyet ve vüs’atinin dışında herhangi bir
icraatta bulunamaz.
Her şeyin Allah’a aid olması ve Allah’ın mülkü
olması ise, birçok âyetlerle sarâhaten
bildirilmiştir. Meselâ Âyetü’l-Kürsî’de “ ‫في‬ ِ ‫ما‬ َ ‫ه‬ ُ َ‫ل‬
‫ض‬ َ
ِ ‫فققي الْر‬ ِ ‫مققا‬ َ ‫و‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ Göklerde
‫ال‬ ve yerde ne
varsa, hepsi O’nundur ” cümlesi bu hususa
delâlet eder. Bu meâlde Kur’ân’da 47 yerde her
şeyin Allah’a aid olduğu beyan edilmiştir.
Her şeyin Allah adına var olması ise;
mevcudatın ma’na-yı ismiyle var olmayıp, ma’na-
yı harfiyle Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerine
mazhariyet noktasında mevcud olduklarına
işarettir.
َ
‫و‬
َ ‫ن‬
ّ ‫ه‬ ِ ‫في‬ِ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫و‬ َ ‫ض‬ُ ‫و الْر‬ َ ‫ع‬ ُ ْ ‫سب‬ ّ ‫ت ال‬ ُ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ه ال‬ُ َ‫ح ل‬
ُ ّ ‫سب‬َ ُ‫ت‬
‫ن‬
َ ‫هو‬ َ ‫ف‬
ُ ‫ق‬ ْ َ‫ن ل َ ت‬ ْ ِ ‫و ٰلك‬ َ ‫ه‬ ِ ‫د‬ِ ‫م‬ْ ‫ح‬َ ِ‫ح ب‬ ُ ّ ‫سب‬ َ ُ ‫ء إ ِل ّ ي‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬ِ ‫ن‬ ْ ِ‫إ‬
‫فوًرا‬ ُ ‫غ‬ َ ‫ما‬ ً ‫حِلي‬ َ ‫ن‬ َ ‫كا‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫م إ ِن‬ْ ‫ه‬ُ ‫ح‬َ ‫سِبي‬ ْ َ‫ت‬
“Yedi gök, arz ve bunların içindekiler O’nu
tesbih etmektedirler. Hiçbir şey yoktur ki, O’na
hamd ederek tesbih etmesin. Fakat onların
tesbihini siz anlamazsınız. O; Halîm’dir (yumuşak
davranır), çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44) .77
Her şeyin Allah ile kâim olması sırr-ı
kayyumiyete bakar ki, bu hususu en güzel bir
tarzda Bediuzzaman Said Nursî (r.a.) Lem’alar adlı
eserinde (30. Lem’a, kayyumiyet bahsinde)
tafsilen beyan etmiştir. Arzu edenler o kısma
bakabilirler.
Her şeyin Allah’a dönmesi hususuna birçok
77
Yerde ve gökte ne varsa, hepsinin Allah’ı tesbih ettiğini şu
âyetler de bize bildirmektedir: Hadîd, 57/1; Haşr, 59/1-24;
Saff, 61/1; Cum’a, 62/1, Teğâbun, 64/1.

89
âyetler delâlet etmektedir. Ezcümle: (Bakara,
2/285; Âl-i İmrân, 3/28; Maide, 5/18; Hac, 22/48;
Nur, 24/42; Lokman, 31/14; Fâtır, 35/18; Mü’min,
40/3; Şûrâ, 42/15; Kâf, 50/43; Mümtehine, 60/4;
Teğâbun, 64/3).
Şu âyet:
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫و ك‬ ُ ّ ‫ه إ ِل‬
َ ‫ه‬ َ َ ‫ٓ إ ِل‬
‫خَر ل‬ َ ‫ها ٰا‬ ِ ّ ‫ع ال ٰل‬
ً ‫ه إ ِ ٰل‬ َ ‫م‬
َ ‫ع‬ ُ ْ‫و ل َ ت َد‬
َ
‫ن‬
َ ‫عو‬ ُ ‫ج‬ ِ ْ ‫و إ ِل َي‬
َ ‫ه ت ُْر‬ ‫م‬
َ ُ ْ ‫ك‬‫ح‬ُ ْ ‫ل‬ ‫ا‬ ‫ه‬ َ ‫ل‬ ‫ه‬
ُ ُ َ َ ‫ه‬ ‫ج‬
ْ ‫و‬ ّ ‫ل‬ِ ‫إ‬ ‫ك‬ٌ ِ ‫ل‬ ‫ها‬
َ
“Allah’la birlikte başka bir ilâha ibadet etme.
O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zatından başka
her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve O’na
dönderileceksiniz.” (Kasas, 28/88), her şeyin hâlik
(yok olucu) olduğunu tasrih etmiştir.
-۳۷-
‫ٰيا‬ ‫في‬ ِ ‫كا‬َ ‫ك ٰيا‬
َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫س‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫في‬ِ ‫عا‬َ ‫م‬ُ ‫في ٰيا‬ ِ ‫وا‬َ ‫في ٰيا‬ ِ ‫شا‬ َ
‫ٰيا‬ ‫ضي‬
ِ ‫ٰيا َرا‬ ‫عي‬
ِ ‫دا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫عاِلي‬
َ
‫هاِدي‬
َ ‫ٰيا‬ ‫قي‬
ِ ‫ٰيا َبا‬ ‫ضي‬ َ
ِ ‫قا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰلق ه إل‬ َ َ ‫حان‬


ُ ‫مققا‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫مققا‬
َ ‫ت ال‬
َ ‫ٓ أن ْق‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬
ِ ‫جْرَنا‬ِ ‫أ‬

Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Kâfi (yeter, yetişir olan), 2- Ey Şafî (şifa veren), 3-
Ey Vafî (kâfî, yeterli olan), 4- Ey Muâfî (âfiyet
veren), 5- Ey Âlî (yüksek, yüce, ulvî olan), 6- Ey

90
Dâî (çağıran, davet eden), 7- Ey Râzî (rıza
gösteren, hoşnudluk izhar eden) 8- Ey Kâdî
(yerine getiren, hüküm veren, hükmünü icra
eden), 9- Ey Bâkî (devam eden, zail olmayan,
ebedi olan), 10- Ey Hâdî (hidayet veren, hidayete
eriştiren)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Bir nüshada sıralama ‫في‬ ِ ‫ٰشققا‬ ‫قا‬
*‫فيي َق‬ ِ ‫ٰيا ٰوا‬
yerine:
َ
‫في‬ ِ ‫في *ٰيا ٰوا‬ ِ ‫يا ٰشا‬ َ
şeklindedir. ‫ف‬
ٍ ‫كا‬ َ ِ‫ه ب‬ ُ ّ ‫س ال ٰل‬ َ ْ ‫أل َي‬
‫ه‬
ُ َ‫عب ْقد‬ َ “Allah, kuluna kâfi değil midir?” (Zümer,
39/36). Ayrıca Allah Teâlâ’nın kâfî olmasına dair
Kur’ân’da 27 yerde tasrihat vardır.
‫ن‬ ِ ‫في‬ِ ‫شق‬ ْ َ‫و ي‬ َ ‫هق‬ َ ‫ت‬
ُ ‫ف‬ ُ ‫ض‬ ْ ‫ر‬ِ ‫م‬َ ‫و إ ِ ٰذا‬ َ “Hem hastalandığım
zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuârâ, 26/80)78
ً‫و ٰفقق اء‬ َ - ‫فققي‬ ِ َ ‫ ي‬- ‫فقق ى‬ ٰ ‫و‬
fiili, َ ‫ ب‬harf-i cerri ile
kullanıldığında, yerine getirmek, îfa etmek
ma’nasına gelir. Bu ma’nada şu âyeti
َ
zikredebiliriz: ‫ه‬ ِ ‫ن ال ٰل ّت‬ ِ ِ‫ن أوْفَتتى ب ِعَهْتدِه‬
َ ‫مت‬ ْ ‫م‬
َ َ‫“و‬Allah’tan
daha çok sözünü îfa eden kim vardır?” (Tevbe,
9/111)
Kâfi,kötülükleri def’ edip giderme hususunda
yeterli olan; vafi ise iyilikleri celb edip verme
hususunda yeterli olandır.
‫م عٰتتت اِفي‬ ْ ‫ال‬
ُ Âfiyet veren. Âfiyet ise; sıhhat ve
selamette olmak, her türlü maddî ve ma’nevî
ârızalardan sâlim kalmaktır. Öyleyse biz dâima
Allah’ın “mûafî” ismine iltica ederek: ‫ك‬ َ ُ ‫سئ َل‬ ّ ُ‫َال ٰل ّه‬
ْ َ ‫م إ ِّٰنا ن‬
‫ة‬ِ ‫خ قَر‬ ِ ‫ن وَ ال تد ّن ْٰيا اوَ ٰل‬ ِ ‫دي‬ ّ ‫ة ِفي ال‬ َ َ ‫“ل ْ ٰعافِي‬Allah’ım!
‫ا‬ Şüphesiz
78
Ayrıca bakınız: Tevbe, 9/14.
91
biz senden dinde, dünyada ve âhirette (dinî,
dünyevî ve uhrevî hayatımız hakkında) âfiyet
istiyoruz” diye dua etmeliyiz.
ّ ‫ن عُل ُت‬
‫وا ك َِبيتًرا‬ َ ‫قوُلو‬
ُ َ ‫ما ي‬
ّ َ‫ه وَ ت ََعا ٰلى ع‬
ُ َ ‫حان‬َ ْ ‫سب‬
ُ “O, (onların)
söyledikleri şeylerden nihayet derecede büyük bir
ulviyetle münezzeh ve âlî (yüce, ulu) olmuştur.”
(İsrâ, 17/43)
Kur’ân’da 8 yerde Allah’ın çağırıcı, davet edici
olduğu bildirilmiştir.
Yine Kur’ân’da 9 yerde Cenâb-ı Hakk’ın rıza
gösterip seçmesinden ve razı olmasından
bahsedilmiştir.
Rahman Sûresi’nin 27. âyetinde (yeryüzündeki
herkesin fanî olup) ancak Allah’ın Zâtının bakî
kalacağından bahsedilmiştir.
Hacc Sûresi’nin 54. âyeti ile Furkan Sûresi’nin
31. âyetinde Zat-ı Akdes’in ‫ =ال ْ ٰهاِدي‬hidayet verici
olduğu bildirilmiştir.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de 19 yerde Allah’ın;
hükmedici, tamamlayıcı takdir edici, vacib kılan
ma’nalarına gelen ‫ضقققققي‬ ِ ‫قا‬ َ ْ ‫ ال‬oluşundan
bahsedilmiştir.

-۳۸-
َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫ٓ إ ِل َي‬ ّ ‫فّر إ ِل‬ َ ‫م‬ َ َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
ّٓ ‫جأ َ إ ِل‬َ ْ ‫مل‬ َ َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫ٓ إ ِل َي‬ّ ‫ع إ ِل‬
َ ‫فَز‬ْ ‫م‬ َ
‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ّ ‫ل إ ِل‬ ُ ّ ‫وك‬ َ َ ‫ن ل َ ي ُت‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫إ ِل َي‬
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬ ِ ْ ‫ٓ إ ِل َي‬
َ ‫ه ٰيا‬ ّ ‫صدَ إ ِل‬
َ ‫ق‬ َ َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬ ْ ‫م‬
َ
92
‫ب‬
ُ ‫غ‬َ ‫ن ل َ ي ُْر‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬ ِ ْ ‫ٓإ ِل َي‬
‫ه‬ ّ ‫ٓ إ ِل‬
‫من ْ ٰجى‬ َ
‫ه‬
ُ ‫ٓ إ ِّيا‬ّ ‫عب َدُ إ ِل‬
ْ ُ‫ل َ ي‬ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫ٓإ ِل َي‬
ّ ‫إ ِل‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ ْ ‫من‬ِ ّ ‫ن إ ِل‬ُ ‫عا‬ ْ ُ‫ن ل َ ي‬
َ َ ‫ست‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
ِ ِ ‫وةَ إ ِل ّ ب‬
‫ه‬ ّ ‫ق‬ُ َ‫و ل‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬
ْ ‫ح‬َ َ‫ل‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰلق ه إل‬ َ َ ‫حان‬
ُ ‫مققا‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫مققا‬
َ ‫ت ال‬
َ ‫ٓ أن ْق‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬
ِ ‫جْرَنا‬ِ ‫أ‬
Meal

1- Ey kendisinden başka kaçış yeri olmayan, 2-


Ey kendisinden başka sığınılacak yer olmayan, 3-
Ey kendisinden başka iltica yeri olmayan, 4- Ey
ancak kendisine tevekkül edilen, 5- Ey maksad
ancak kendisi olan, 6- Ey kendisinden başka
kurtuluş yeri olmayan, 7- Ey ancak kendisine
rağbet edilen, 8- Ey yalnız kendisine ibadet
edilen, 9- Ey ancak kendisinden yardım istenen,
10- Ey güç ve kuvvet ancak kendisiyle (hâsıl)
olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh

İnsanın, Kıyamet Sûresi’nin 10. Âyetindeki:


َ
“ ‫فّر‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ َ ْ ‫مئ ِذٍ أي‬
َ ْ‫ن ي َو‬
ُ ‫سا‬ ُ ‫قو‬
َ ْ ‫ل ال ِن‬ ُ َ ‫ ي‬O gün insan der:
Kaçacak yer neresi? ” sualine karşı en güzel

93
cevabı şu âyet vermiştir: “ ‫ه‬ ِ ّ ‫رو إ َِلى ال ٰل‬ ِ َ‫ ف‬Madem
ٓ‫ف ّ ا‬
öyle, Allah’a kaçınız.” (Zâriyât, 51/50)
َ ْ ‫نوٓن ٰل مل‬ َ ‫ و ا‬Allah’tan yine
“ ‫ه‬ ِ ‫ن ال ٰل ّت هِ إ ِل ّ ٓإ ِل َي ْت‬
َ ‫مت‬ِ ‫ج تأ‬
َ َ ْ ‫ظ َ ّأ‬ َ
ancak O’na (Allah’a) iltica edip sığınılacağını
sonunda anladılar.” (Tevbe, 9/118) âyeti, melce’
ve mencânın ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendisi
olduğunu beyan ediyor.
‫ه‬ُ ُ ‫ستتتب‬
ْ ‫ح‬َ َ‫ل عَل َتتتى ال ل ّٰتتت هِ فَهُتتتو‬ ْ ‫ن ي َت َوَك ّتتت‬ْ ‫متتت‬
َ “Kim
َ‫و‬ Allah’a
tevekkül ederse; O, kendisine kâfidir.” (Talâk,
65/3) Ayrıca tevekkülün ehemmiyet ve lüzumuna
dair ve yalnız Allah’a tevekkül edilmesi gerektiği
hususunda Kur’ân’da 34 yerde tevekkülden
bahsedilmiş ve teşvikte bulunulmuştur.
“Îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî
îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir
ve îmanının kuvvetine göre hadisatın
tazyikatından kurtulabilir..
‫ه‬
ِ ‫لتت‬ ّٰ ‫ت عََلتتى ال‬ ُ ْ ‫تتتوَك ّل‬
der;
َ sefine-i hayatta kemal-i
emniyetle hadisatın dağlarvârî dalgaları içinde
seyeran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın
yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan
geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i
ebediyeye girmek için cennete uçabilir. Yoksa
tevekkül etmezse; dünyanın ağırlıkları, uçmasına
değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek; îman
tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül
saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama;
tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.
Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet
ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî
telakki ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı
Hakk’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve

94
O’na minnettar olmaktan ibarettir.” 79
‫ل‬
ِ ‫ستِبي‬ ّ ‫صتد ُ ال‬ ْ َ‫“وَ عََلتى ال ٰل ّت هِ ق‬Yolun doğrusu Allah’a
varır” (Nahl, 16/9). Bu âyetten de anlaşılacağı
üzere asıl maksad Allah’ı bulmakla ve en doğru
yol da, O’na götürücü olmakla husule gelir. Eğer
hedefte ve gayede Allah’ın rızası esas alınmazsa,
gayeye erişmek mümkün olmaz. O’nun rızası
hâricinde ta’kib edilen bütün yollar akîm kalır.
Yatarken okunacak olan me’sur dualardan
birisi şudur:
َ ‫ٓ إ ِل َي ْ ق‬ َ ْ ‫ٓ إ ِل َي‬ َ
‫و‬
َ ‫ك‬ ‫هي‬ ِ ‫ج‬
ْ ‫و‬َ ‫ت‬ ُ ‫ه‬ ْ ‫ج‬ ّ ‫و‬ َ ‫و‬َ ‫ك‬ ‫سي‬ ِ ‫ف‬ْ َ‫ت ن‬ ُ ‫م‬ ْ َ ‫سل‬ْ ‫مأ‬ ّ ‫ه‬ُ ّ ‫َال ٰل‬
‫و‬ َ ْ ‫ٓي إ ِل َي‬ َ َ
َ ‫ك‬ ‫ر‬
ِ ‫م‬
ْ ‫تأ‬ ُ ‫ض‬ ْ ‫و‬ّ ‫ف‬
َ ْ ْ ‫أ َل‬
‫و ٰل‬ َ ‫ج قأ‬ َ ْ ‫مل‬َ ‫ك ٰل‬ َ ‫ة إ ِل َي ْ ق‬
ً َ ‫هب‬ْ ‫و َر‬ َ ‫ة‬ ْ ‫ك َر‬
ً َ ‫غب‬ َ ْ ‫ٓإ ِل َي‬
‫ر‬
ِ ‫ي‬‫ه‬ ْ َ‫ت ظ‬ ُ ‫جأ‬ َ
‫ك‬ َ
َ ْ ‫ٓإ ِلي‬ ّ ‫ك إ ِل‬ َ ْ ‫من‬ ِ ‫من ْ ٰجي‬ َ
“Allahım! Nefsimi sana teslim ettim. Yüzümü
sana çevirdim. İşimi sana bıraktım. Sırtımı sana
dayadım. Ümidim ve korkum senden. Senden
sığınılıp necat istenilecek yer, yine ancak sana
sığınıp necat istemektedir...” 80
“ ‫ب‬ ْ َ‫ك َفتتاْرغ‬ َ ‫وَ إ ِ ٰلتت ى َرّبتت‬Yalnız Rabbine rağbet et
(teveccüh et, tazarru’ ve niyazda bulun, ümid
bağla).” (İnşirah, 94/8)81
Yalnız Allah’a ibadet edilmesi gerektiğini
bildiren bahisler Kur’ân’da 31 yerde mevcuddur.
Meselâ birisi şudur: “ ُ‫دوٓا إ ِل ّ ٓ إ ِّيتتتاه‬ َ َ
ُ ‫متتتَر أل ّ ت َعُْبتتت‬ َ ‫أ‬
Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi
emretmiştir.” (Yusuf, 12/40)
“ ‫ن‬ ُ ‫ستتت َِعي‬ ْ َ‫ك ن‬ َ ‫ك ن َعُْبتتد ُ وَ إ ِّيتتا‬ َ ‫ إ ِّيتتا‬Yalnız Sana ibadet
79
Sözler, Bediuzzaman, s. : 314 – 315.

80
Riyaz’us-Salihîn, İmam-ı Nevevî, hadis no: 1459.

81
Ayrıca bakınız : Tevbe, 9/59; Enbiyâ, 21/90; Kalem, 68/32.

95
ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.” (Fatiha,
1/5)
“‫ه‬ ِ ّ ‫ل َ قُوّةَ إ ِل ّ ِبال ٰل‬Kuvvet ancak Allah’tandır. (O’nun
güç ve kuvveti dışında bir güç ve kuvvet yoktur.
Mahlukattaki güç ve kuvvet de O’ndandır. O’nun
vermesiyledir. ) (Kehf, 18/39)
Lem’alar adlı kitabın 29. Lem’a-yı Arabiye olan
Tefekkürname kısmının 7. Bâb’ında َ‫ل وَ ٰل قُوّة‬ َ ْ‫حو‬
َ ‫ٰل‬
ّ‫ه‬
ِ ‫ إ ِل ّ ِبال ٰل‬cümle-i zikriyenin tafsilatlı îzahı yapılmıştır.
Arapça bilenler o bâba mürâcaat edebilirler.

-۳۹-
‫خي َْر‬
َ ‫َيا‬ ‫ن‬ َ ‫هوِبي‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ُ ‫مْر‬ َ ‫َيا‬
‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫غوِبي‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ُ ‫مْر‬ َ ‫َيا‬ َ ‫مطُْلوِبي‬
‫ن‬ َ ْ ‫ال‬
‫ن‬
َ ‫صوِدي‬
ُ ‫ق‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ َ ‫سُئوِلي‬
‫ن‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ْ ‫م‬ َ
‫خي َْر‬
َ ‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ‫كو‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ُ ْ ‫مذ‬ َ ‫َيا‬
‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫حُبوِبي‬ َ ْ ‫خي َْر ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬ ُ ‫ش‬
ِ ‫كو‬ َ ْ ‫ال‬
ْ ‫م‬
‫خي َْر‬
َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫زِلي‬ ُ ْ ‫خي َْر ال‬
ِ ْ ‫من‬ َ
ْ
‫ن‬
َ ‫سي‬
ِ َ ‫ست َأن‬ ُ ْ ‫ال‬
ْ ‫م‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal

96
1- Ey korkulanların en hayırlısı, 2- Ey taleb
edilenlerin en hayırlısı, 3- Ey rağbet edilenlerin en
hayırlısı, 4- Ey istenenlerin en hayırlısı, 5- Ey
kasdedilenlerin en hayırlısı, 6- Ey zikredilenlerin
en hayırlısı, 7- Ey şükredilenlerin en hayırlısı, 8-
Ey sevilenlerin en hayırlısı, 9- Ey indirenlerin en
hayırlısı, 10- Ey samimî dostluk kurulanların en
hayırlısı!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh

‫ن‬
ِ ‫هُبو‬ َ ‫ي‬
َ ‫فاْر‬ َ ‫و إ ِّيا‬َ “Ve yalnızca benden
82
korkun.” (Bakara, 2/40)
“Evet, ârif-i billah aczden, mehafetullahdan
telezzüz eder. Evet, havfda lezzet vardır. Eğer bir
yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve o’ndan sual
edilse: En leziz ve en tatlı hâletin nedir? Belki
diyecek: Aczimi, za’fımı anlayıp, validemin tatlı
tokatından korkarak, yine vâlidemin şefkatli sînesine
sığındığım hâlettir. Halbuki bütün vâlidelerin
şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir. Onun
içindir ki; kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir
lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden
şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi
ve havfı kendilerine şefaatçı yapmışlar.” 83 Yine Sözler
mecmuasında 24. Söz’ün beşinci dalının birinci
meyvesinde Allah’dan korkma hususu genişçe izah
edilmiştir. Müracaat edilebilir.
82
Ayrıca bakınız : A’raf, 7/154; Nahl, 16/51.

83
Sözler, Bediuzzaman, s. : 42.

97
ّ ْ
“ ِ‫ة ال ٰل ّه‬
ُ َ‫م ٰخاف‬
َ ِ‫مة‬ ِ ْ ‫س ال‬
َ ْ ‫حك‬ ُ ‫َرأ‬Hikmetin başı Allah
korkusudur ” rivayeti84 de bu mevzu’yu tenvir
etmektedir.
َ
ُ ‫قل ُتتو‬
“ ‫ب‬ ُ ْ ‫ن ال‬ َ ْ ‫أل َ ب ِذِك ْرِ ال ٰل ّهِ ت َط‬Dikkat ediniz, kalbler
ّ ِ ‫مئ‬
ancak Allah’ın zikri ile yatışır” (Ra’d, 13/28). Kur’ân-ı
Kerim’de 30 yerde Allah Teâlâ’yı zikretmenin
ehemmiyeti nazara verilmiştir. Yine zikredilmeye en
lâyık ve müstahikk olduğu birçok âyetlerle isbat
edilmiştir.
َ
“ ‫م‬ ْ ُ ‫م لِزيتتتتد َن ّك‬
ْ ُ ‫شتتتتك َْرت‬
َ ‫ن‬ْ ِ ‫ ل َئ‬And olsun; eğer
şükrederseniz, elbette size (ni’metlerimi) artırırım”
(İbrâhim, 14/7) Furkan-ı Hakim’de 63 yerde şükrün
lüzumu ve değerli bir haslet oluşundan
bahsedilmiştir. Böylece şükre en lâyık ancak Cenâb-ı
Hakk olduğu da gösterilmiştir.
(Mektubat mecmuasında 28. Mektub’un beşinci
mes’elesi olan Şükür Risalesi, şükrün ehemmiyetini
ve şükredilmeye en müstahikk ancak Allah olduğunu
müdellel bir şekilde beyan etmiştir. Bakılabilir.)
En’am Sûresi’nin 74. âyetinden 81. âyetine kadar
-Kur’ân-ı Kerîm’in 136. Sahifesinde- İbrahim (a.s.)’ın
kıssasından bahsedilmekte ve O’nun Mahbub-u
Hakikî’ye nasıl yüzünü çevirdiği bildirilmektedir. Bu
sûrenin 76. âyetindeki “ ‫ن‬ َ ‫فِلي‬ِ ‫ب ا ٰل‬ ّ ‫ح‬ِ ُ ‫ل أ‬Batanları
sevmem” cümlesinin tefsiri sadedinde Sözler
mecmuasında 17. Söz’ün ikinci makamında farisî bir
münacât zikredilerek, tercemesi ile birlikte kayd
edilmiştir. Yine bu mecmuada muhabbetullah hususu
ve Allah’ın sevilmeye en lâyık mahbub olduğu 24.
Söz’ün beşinci dalının birinci meyvesinde tafsilatlıca
açıklanmıştır. Arzu edenler, o iki yere bakıp istifade
edebilirler.

84
Beyhakî, Şuab-ı Îman’ında Abdullah İbni Mes’ud’dan tahric
etmiştir.

98
Şu âyet: “ ‫و‬ َ ‫كا‬ ً ‫مَباَر‬ ُ ً ‫من َْزل‬ ُ ‫زل ِْني‬
ِ ْ ‫ب أ َن‬ ْ ‫ق‬
ّ ‫ل َر‬ ُ ‫و‬َ
‫ن‬ ْ َ
َ ‫زِليق‬ِ ْ ‫من‬
ُ ‫خي ْقُر ال‬
َ ‫ت‬ َ ‫ أن ْق‬Hem de ki: Rabbim! Beni
mübarek (bereketli) bir yere (ağırlama yerine)
indir (beni ağırla). Sen ki, indirenlerin
(ağırlayanların) en hayırlısısın.” (Mü’minûn,
23/29), Mevlâ-yı Zülecelal vel-İkram’ın en hayırlı
indiren ve konaklatan olduğunu i’lam ediyor.
Bir nüshada ‫ن‬ َ ‫زِلي‬ ِ ْ ‫من‬ُ ْ ‫خي َْر ال‬
َ ‫ ٰيا‬yerine ‫خي ْقَر‬ َ ‫يٰ ق ا‬
‫ن‬ َ ‫وي‬
ّ ‫ع‬
ُ ْ‫مد‬ َ ْ ‫“ ال‬Ey çağırılanların en hayırlısı” ibaresi
geçmektedir.

- -
َ ‫و‬
‫قدَّر‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫وى ٰيا‬ ّ ٰ ‫س‬ َ ‫ف‬َ ‫ق‬َ َ ‫خل‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ف ال ْب َل ْ ٰوى ٰيا‬ ِ ْ ‫و ي َك‬
ُ ‫ش‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ه ٰدى ٰيا‬ َ
َ ‫ف‬
ُ ‫ق‬
‫ذ‬ ِ ْ ‫و ي ُن‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ج ٰوى‬
ْ ّ ‫ع الن‬
ُ ‫م‬
َ ‫س‬
ْ َ‫و ي‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
‫هل ْ ٰكى‬ َ ْ ‫جي ال‬ ِ ْ ‫و ي ُن‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ر ٰقى ٰيا‬ ْ ‫غ‬َ ْ ‫ال‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫مْر ٰضى ٰيا‬ َ ْ ‫فيل‬
‫ش ِا‬ ْ َ‫و ي‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫و أ َب ْ ٰكى‬
َ ‫ك‬َ ‫ح‬ َ ‫ض‬ْ َ‫و أ‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫حَيا ٰيا‬
َ
ْ ‫وأ‬ َ ‫ت‬َ ‫ما‬ َ ‫أ‬
َ

‫ه ٰدى‬ ْ َ‫و أ‬
َ ‫ل‬ ّ ‫ض‬ َ َ‫و أ‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal

99
1- Ey yaratıp tesviye etmiş (düzene koymuş)
olan, 2- Ey takdir edip (programa, icraate)
koymuş olan, 3- Ey belayı (musibeti) giderici olan,
4- Ey fısıltıyı (sırları, gizlice yapılan konuşmaları)
işitiyor olan, 5- Ey batanları (boğulanları) kurtarıcı
olan, 6- Ey helak (olmakta) olanlara necat
(kurtuluş) verici olan, 7- Ey hastalara şifa verici
olan, 8- Ey öldüren ve dirilten, 9- Ey güldüren ve
ağlatan, 10- Ey dalâlet ve hidayet verici olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh
“ ‫وى‬ ّ ٰ ‫س‬ َ ‫ف‬َ ‫ق‬ َ َ ‫خل‬َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫ا َل‬...yaratıp düzene koymuş
olan...” (A’lâ, 87/2).85 Cenâb-ı Hakk, bütün
mahlukatı yarattıktan sonra, onları muallakta ve
muattal (vazifesiz) bırakmayıp, hepsini bir nizam
ve intizam altına alarak gaye ve hedeflerine
tevcih etmiş, her şey yerli yerince yerleştirmiştir.
“ ‫ن‬َ ‫حو‬ُ َ ‫س قب‬ْ َ‫ك ي‬ ٍ ‫فل َق‬
َ ‫فققي‬ ِ ‫ل‬ ّ ‫ ك ُق‬Hepsi bir medarda
cereyan etmektedirler (düzene girmiş
durumdadırlar).” (Enbiyâ, 21/33; Yâsîn, 36/40)
âyetlerinin ifade ettiği gibi; her şey muntazam
hareket eder, hiçbir şey intizamı ihlal edici bir
vaziyette bulunmaz.
“‫ه ٰدى‬ َ ‫ف‬ َ ‫قدَّر‬َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ...ve planlayıp (takdir edip)
programa (tatbike) koymuş olan...” (A’lâ, 87/3).
Hakk Teâlâ, her şeyi kader kalemiyle kayd edip
tesbit ettikten sonra, eşyayı zamanın şeridine
takarak, herbir mevcudu vakti gelince vücud
85
Yine bakınız : Kıyamet, 75/38.

100
sahasına çıkarır, ona vazifeler takar, tesbihatını
yaptırır; vazifesi bitince de, vücud sahnesinden
alır, terhis eder, istirahata çeker…
“‫هق ٰدى‬ َ ‫م‬ّ ‫ه ث ُق‬ َ ْ ‫خل‬
ُ ‫قق‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬ ّ ‫ٓ ٰطققى ك ُق‬
َ ‫ل‬ ْ ِ َ ‫ل َرب ّن َققا ال ّقأ‬
‫ذي‬
‫ع‬ َ
َ ‫قققا‬
(Musa) dedi: Rabbimiz, her şeye hılkatini verip
sonra hidayete (çalışmaya, tatbike) sevkedendir ”
(Tâhâ, 20/50) âyetinin delâletiyle, her şey hilkat
ve fıtrat düsturlarının gereğince iş görürler ve yol
alırlar; sevkedildikleri yöne doğru O’nun izni ve
tevfiki ile ilerlerler.
“Cenâb-ı Hakk’ın atâ, kaza ve kader namında üç
kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu; kaza da, kaderi
bozar. Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader
demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın
ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.
Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi;
atâ da kaza kanununun kat’iyetini deler. Kaza da ok
gibi kader kararlarını deler. Demek, atânın kazâya
nisbeti, kazânın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kazâ
kanununun şumulünden ihraçtır. Kaza da, kader
kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikata vakıf
olan ârif:
– Yâ İlahî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım
da senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı, helak
olurdum, der.” 86
‫س تل َُنا‬ َ ‫أ َم يحس تبو‬
ُ ‫م ب َ لٰ ت ى وَ ُر‬ ْ ُ‫واه‬َ ‫جت‬ ْ َ ‫م وَ ن‬ْ ُ‫س تّره‬
ِ ُ ‫مع‬َ ‫ست‬ْ َ ‫ن أن ّتتا ل َ ن‬
َ ُ َ ْ َ ْ
‫ن‬ ْ
َ ‫م ي َكت ُُبتتتتتو‬ َ
ْ ِ‫“ لتتتتتد َي ْه‬Yoksa sırlarını ve gizlice
konuşmalarını hiç işitmeyeceğimizi mi sanıyorlar?
Aksine (işitiriz); hem yanlarındaki elçilerimiz
(yazıcı melekler, yaptıklarını) yazmaktadırlar.”
(Zuhruf, 43/80)
ْ َ ‫ و إن ن‬Eğer
“‫ن‬ َ ‫ذو‬ ُ ‫ق‬
َ ْ ‫م ي ُن‬ْ ُ‫م وَ ل َ ه‬ ْ ُ‫خ ل َه‬ َ ‫ري‬
ِ ‫ص‬َ َ ‫م فَل‬ْ ُ‫شأ ن ُغْرِقْه‬ َ ْ ِ َ
86
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, sahife: 188.

101
dileseydik, onları batırırdık (suda boğardık) da,
onların imdadına yetişen olmaz, üstelik
kurtarılamazlardı. (Onları kurtaracak da
çıkmazdı)” (Yâsîn, 36/43) âyeti, mefhumu
muhalifiyle yegane kurtarıcının Allah Teâlâ
olduğunu tefhim ediyor.
‫ن‬ِ ‫في‬ ْ َ ‫ت فَُهتتوَ ي‬
ِ ‫شتت‬ ُ ‫ضتت‬
ْ ِ‫مر‬ َ ِ ‫“ وَ إ‬Ben hastalanınca da,
َ ‫ذا‬
bana şifayı veren O’dur.” (Şuârâ, 26/80). Şâfî-i
Hakikî Allah’tır. Tabibler ve ilaçlar birer sebeptir.
Te’sir-i hakikî ise, yalnızca Allah’ın takdir ve
tedbiriyledir.
Allah (c.c.); helakete düşmüş, tehlikeye girmiş
olanların tek kurtarıcısıdır. Necat, kurtuluş ancak
O’nun dilemesiyle husule gelir. Zira en büyük cirmden
en küçük cisme kadar her şey O’nun kabza-i
tasarrufundadır. Mahlukatı harekete geçirecek de,
durduracak da yalnız O’dur. Öyleyse O’ndan necat
beklemeli ve O’na yalvarmalıyız.
‫حَيا‬ َ َ َ
ْ ‫ت وَ أ‬
َ ‫ما‬
َ ‫ه هُوَ أ‬
ُ ّ ‫“ وَ أن‬Ve doğrusu öldüren de,
dirilten de O’dur.” (Necm, 53/44). Ölümü ve
hayatı verenin sadece Hakk Teâlâ olduğu
muhakkaktır. (Bu hususun îzah ve isbatını
isteyen, Mektubat Mecmuasındaki 20.
Mektub’un ‫حِيي‬ ْ ُ ‫ ي‬ve ‫ت‬ ُ ‫مي ق‬ِ ُ ‫ ي‬bahislerine baksın.
İkna’ edici cevab alacaktır.)
‫ك وَ أ َب ْ ٰكى‬َ ‫ح‬َ ‫ض‬
َ
ْ ‫ه هُوَ أ‬
َ
ُ ّ ‫“ وَ أن‬Ve gerçekten güldüren
de, ağlatan da O’dur.” (Necm, 53/43). Gülme ve
ağlama gibi iki şe’ni insana veren, elbette ki
O’dur. Zira insanın yaratıcısı Allah olduğuna göre,
insana takılmış ve bağlanmış olan bütün cihazlar,
âletler, şe’nler ve sıfatlar da, Allah’ın ca’li ve icadı
iledir; başka surette olamaz.
ُ ‫ل ال ٰل ّق‬
‫ه‬ ّ ‫ضق‬َ َ‫ن أ‬ ْ ‫م‬َ ‫دي‬ ِ ‫ه‬ْ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ “Allah’ın dalalette
َ ‫ف‬
102
(sapıklıkta) bıraktığı kimseyi hidayete eriştirecek
kim var?” (Rum, 30/29)87
‫أ َهْ ٰدى‬fiili; hidayet vermek, hâdî (hidayete sevk
edici) kılmak, hediye vermek ma’nalarına gelir.
Yahut 10. nidâdaki ‫أ َهْ ٰدى‬lafzı yerine ‫هَ ٰدى‬hidayet
vermek, fiili konulabilir. ‫هقق اٍد‬ ٰ ٍ ‫وم‬ ْ ‫ققق‬َ ‫ل‬ّ ‫كقق‬ُ ِ ‫“ ل‬Her
‫و‬
َ
kavmin de bir hâdîsî (hidayete sevk edeni, yol
göstericisi) vardır.” (Ra’d, 13/7) âyetindeki ‫ٰهاٍد‬
kelimesi; hidayet verici ma’nasında olmayıp, yol
gösterici ma’nasına gelir. Zira hidayet veren
ancak Allah’tır. Çünkü şu âyet, hidayetin ancak
Allah tarafından verileceğini tasrih etmektedir:
َ ‫ك ل َ تهتتدي متت‬
َ َ‫ن ي‬
‫شتتآُء‬ ْ ‫متت‬
َ ‫دي‬ َ ‫ن ال ّٰلتت‬
ِ ‫ه ي َْهتت‬ ّ ‫كتت‬
ِ ‫ت و َ ٰل‬
َ ‫حب َْبتت‬
ْ ‫نأ‬ ْ َ ِ َْ َ ‫إ ِّنتت‬
“Doğrusu sen istediğini hidayete getiremezsin.
Ama Allah, dilediğine hidayet verir.” (Kasas,
28/56)
Bir nüshada ‫ه ٰدى‬ ْ َ‫و أ‬ َ ‫ل‬ ّ ‫ض‬ َ َ‫و أ‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬yerine :
ُ
‫و الن ْ ٰث ق ي‬ َ ‫ن ال قذّك ََر‬ ِ ‫جي ْق‬َ ‫و‬ْ ‫ق الّز‬ َ ‫خل َق‬ َ ‫ن‬ْ ‫مق‬ َ ‫“ ا‬Ey ‫يٰ ق‬
erkek ve dişi iki eşi yaratmış olan!” ibaresi
vâriddir.
- -
‫سات ُِر‬ َ ‫ك ٰيا‬َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫ٰيا‬ ‫فُر‬
ِ ‫غا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيا‬ ‫َيا َناظُِر‬ ‫قاِدُر‬َ ‫هُر ٰيا‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫قا‬
‫صُر‬
ِ ‫َيا َنا‬ َ ‫َيا‬
‫ذاك ُِر‬ َ ‫َيا‬
‫شاك ُِر‬ َ
‫فاطُِر‬
‫جاب ُِر‬
َ ‫َيا‬

87
Ayrıca bakınız : Ra’d, 13/33; Zümer, 39/23; 36; Mü’min,
40/33; A’raf, 7/186.

103
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
bağışlayan, 2- Ey (ayıbları, kusurları) örten, 3- Ey
hükümran olan, 4- Ey kudret sahibi, 5- Ey bakan
(kontrolde tutan, haberdar olan), 6- Ey yoktan var
eden, 7- Ey karşılığını veren, 8- Ey zikreden
(mükâfatlandıran, öven, hatırlatan), 9- Ey yardım
eden, 10- Ey (kırıkları, eksikleri, kusurları)
düzelten (doğrultan, tedavi eden)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
‫فُر‬ ِ ‫ال ْ ٰغا‬Bağışlayıcı, mağfiret eden.88
‫هُر‬ ِ ‫قققا‬ َ ْ ‫ ال‬Hükümran olan, kahreden. ‫و‬ َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬
َ
‫ه‬ ‫د‬ ‫با‬ ‫ع‬
ِ ِ َ ِ َ ْ ‫ق‬ ‫و‬ َ
‫ف‬ ‫ر‬ ‫ه‬
ُ ِ َ
‫قا‬ ْ ‫ل‬ ‫ا‬ “Hem de O, kulları üstünde
hükümran olandır (kudret ve tasarruf sahibidir.)”
(En’am, 6/18, 61)
‫قادُِر‬ َ ْ ‫ ال‬Kudretli olan, gücü yeten, kâdir. Kitab-ı
Mübîn’de 12 yerde mezkurdur. (Esma-i ilahiyeden
olmak üzere zikredilmişlerdir.)
‫ الّناظ ُِر‬Bakan, gözeten, kontrol eden.89
‫فاط ُِر‬ َ ْ ‫ ال‬Yoktan var eden, yaratan, icad eden:
‫ض‬ َ
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬
90
ّ ‫ر ال‬
ِ َ ِ‫فاط‬ ٰ
“…gökleri ve yeri
yoktan var eden...”
88
A’raf, 7/155; Mü’min, 40/3.

89
Bakınız: A’raf, 7/77, 129; Yunus, 10/14.

90
En’am, 6/14; Yusuf, 12/101; İbrâhim, 14/10; Fâtır, 35/1;
104
‫شققاك ُِر‬ّ ‫( ال‬İbadetlerin, hizmetlerin, çalışmaların,
şükürlerin hayır ve hasenatlarının v.s.) karşılığını
veren, değerlendiren.91
ّ ‫ التتتتتت‬Mükafatlandıran,
‫ذاك ُِر‬ öven, zikreden,
hatırlatan.
َ‫و ل‬َ ‫شقققك ُُروا ِلقققي‬
ْ ‫وا‬
َ ‫م‬ ُ ‫ٓ أ َذْك ُْر‬
ْ ‫كققق‬ ‫فقققاذْك ُُروِني‬
َ
‫ن‬ ُ ْ ‫“ ت َك‬O halde beni zikredin (bana hamd ü
ِ ‫فُرو‬
senâda bulunun, ibadet edin) ki, ben de sizi
zikredeyim (tâat ve ibadetinizi
mükâfatlandırayım, sizi mele-i a’lâda öveyim).
Hem, bana şükredin ve bana nankörlük
yapmayın.” (Bakara, 2/152)
‫صُر‬ ِ ‫ الّنا‬Yardım eden. ‫ر‬ ُ ْ ‫خي‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫و‬ َ ‫م‬ْ ُ ‫ول َك‬
ْ ‫م‬َ ‫ه‬ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
ِ َ‫ب‬
‫ن‬َ ‫ري‬ِ ‫ص‬ ِ ‫“ الّنا‬Bilakis Allah, mevlânızdır (sahibinizdir)
ve O, yardım edenlerin en hayırlısıdır (en iyi
yardım edendir).” (Âl-i İmrân, 3/150)
‫جققاب ُِر‬َ ْ ‫( ال‬Kırıkları, kırılmış gönülleri) düzelten,
iyileştiren, (ihtiyaçları) gideren, ihsan eden,
(tembelleri, âsîleri itaate) zorlayan, zor kullanan.
‫دِني‬ ِ ‫هق‬ْ ‫وا‬ َ ‫جب ُْرن ِققي‬
ْ ‫ما‬ ّ ‫هق‬ُ ّ ‫َال ٰل‬duası: “Allahım! Beni
(hastalıklardan) iyileştir, (kırılmış gönlümü)
düzelt, (fakirliğimi) giderici ol ve beni hidayete
eriştir” ma’nasına gelir.
Bir nüshada ‫يا ٰجاب ُِر‬yerine ٰ ‫سُر‬ِ ‫يا ٰكا‬vâriddir
ٰ ki; “ey
kıran, mahveden, hezimete uğratan!” demektir.
- -
‫ٰيا‬ ُ ُ ‫سِبيل‬
‫ه‬ َ ‫ر‬ ْ َ ‫و ال ْب‬
ِ ‫ح‬ َ ‫في ال ْب َّر‬
ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬

Zümer, 39/46; Şûrâ, 42/11.

91
Bakara, 2/158; Nisâ, 4/147.

105
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫ق ٰاَيات‬ِ ‫فا‬ َ ‫في ا ٰل‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ
‫في‬ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ُ ُ ‫هان‬ َ ‫ت ب ُْر‬ِ ‫في ا ٰلَيا‬ ِ
‫في‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫قدَْرت‬ ُ ‫ت‬ ِ ‫ما‬
َ ‫م‬َ ْ ‫ال‬
‫ة‬
ِ ‫م‬ َ ‫قَيا‬ ِ ْ ‫في ال‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫عّزت‬
ِ ‫ر‬ِ ‫قُبو‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ه‬
ُ ُ ‫هي ْب َت‬
َ ‫ب‬ ِ ‫سا‬َ ‫ح‬ِ ْ ‫في ال‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬ُ ُ ‫مل ْك َت‬ِ
‫ه ٰيا‬ ُ ‫ؤ‬ُ ‫ضآ‬ َ ‫ق‬َ ‫ن‬ ِ ‫ميَزا‬ِ ْ ‫في ال‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ُ ‫مت‬َ ‫ح‬ْ ‫ة َر‬ َ ْ ‫في ال‬
ِ ّ ‫جن‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
‫ه‬ َ ‫ع‬
ُ ُ ‫ذاب‬ َ ‫ر‬ ِ ‫في الّنا‬ ِ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey karada ve denizde yolu olan, 2- Ey âfâkta
(haricî âlemlerde) âyetleri (alâmetleri, delilleri)
olan, 3- Ey âyetlerde bürhanı bulunan, 4- Ey
ölümde kudreti bulunan (kudretinin eseri
gözüken), 5- Ey kabirlerde izzeti (tecelli etmiş)
olan, 6- Ey kıyamette mâlikiyeti (hâkimiyeti,
saltanatı tezahür etmiş) olan, 7- Ey hesabda
(hesaba çekiliş gününde) heybeti (haşmeti,
herkesi korkutup ürperten celali zuhur edecek)
olan, 8- Ey mizanda (amellerin tartıldığı günde)
kazası (hükmü, fermanı tahakkuk edici) olan, 9-
Ey cennette rahmeti (tebarüz edecek) olan, 10-
Ey cehennemde azabı bulunan!
106
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
“ِ‫حر‬ ْ َ ‫و ال ْب‬ َ ‫في ال ْب َّر‬ ِ ‫م‬ ْ ُ ‫سي ُِّرك‬َ ُ ‫ذي ي‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬
ُ O, sizi
karada ve denizde yürütendir” (Yunus, 10/22)
âyeti; karada ve denizde gezip dolaşılabilecek
yolların ve yerlerin bulunduğunu ihsas ediyor ve
insanları bu ni’metler mukabilinde şükre da’vet
ederek, nankörlükten uzak durmalarını emr
ediyor.
Şu âyet: “ ‫قي‬ ٓ ‫فق‬ ِ ‫و‬ َ ‫ق‬ ِ ‫فا‬َ ‫في ا ٰل‬ ِ ‫م ٰاَيات َِنا‬
ْ ‫ه‬ِ ‫ري‬ِ ُ ‫سن‬
َ
َ َ
‫ق‬
ّ ‫ح‬َ ْ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫م أن‬ ْ ‫ه‬ ُ َ‫ن ل‬ َ ّ ‫حّتى ي َت َب َي‬ َ ‫م‬ ْ ‫ه‬ ِ ‫س‬ِ ‫ف‬ُ ْ ‫ أن‬Onlara âfâkta
(dış âlemlerde) ve nefislerindeki (iç âlemlerindeki)
âyetlerimizi (alâmetlerimizi, delillerimizi)
göstereceğiz. Tâ ki, onlar için bunun (Kur’ân’ın)
hak olduğu açığa çıksın” (Fussılet, 41/53); Allah’ın
(c.c.) âfâkî âlemlerde birçok alâmetleri olduğunu
tasrih ediyor. Bu hususun genişçe izahını
isteyenler, Sözler Mecmuasındaki 33. Söz’e
baksınlar; tatmin edici açıklamaları orada
bulabilirler.
َ
ْ ‫ن َرب ّك ُت‬
‫م‬ ْ ‫مت‬ ِ ‫ن‬ ٌ ‫ها‬ ْ ُ ‫جآَءك‬
َ ‫م ب ُْر‬ َ ْ ‫س قَد‬ ُ ‫“ َيآ أي َّها الّنا‬Ey insanlar!
Size, Rabbinizden bir bürhan gelmiştir.” (Nisâ,
4/174). Âyette geçen bürhandan maksadın,
Rasûlullah (s.a.v.) olduğu söylenmiştir. “ ‫ن‬ ُ ‫ح‬ ْ َ‫ن‬
‫ت‬َ ‫و‬ْ ‫م‬َ ْ ‫م ال‬ ُ ُ ‫قدّْرَنا ب َي ْن َك‬ َ Aranızda ölümü biz takdir
ettik ” (Vakıa, 56/60) âyeti; ölümün tesadüfî
olmayıp, bir takdir ve planlama neticesinde
olduğunu gösteriyor.92
“...Ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve
92
Ayrıca bakınız: En’am, 6/162; Mülk, 67/2.

107
maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz
eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahîm-i
Mutlak’a gitmemek hikmetiyle, Azrail Aleyhisselâm
perde olmuş. Aynen bunun gibi; bütün meleklerin,
belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i
rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen
ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i ilahiyenin
izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihâtası muhafaza
edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve
ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin
mübaşereti -nazar-ı zâhirîde- görünmesin. Yoksa,
hiçbir sebebin hakikî te’siri ve icada hiç kabiliyeti
olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat’î
gösterdiğini Risale-i Nur, hadsiz delilleriyle isbat
etmiş. Halketmek, îcad etmek O’na mahsustur. Esbab
yalnız bir perdedir...” 93
‫ر‬
ِ ‫هققا‬ َ ْ ‫د ال‬
ّ ‫ق‬ ِ ‫ح‬ َ ْ ‫ه ال‬
ِ ‫وا‬ ِ ّ ‫م ل ِل‬ ْ َ ‫ك ال ْي‬
َ ‫و‬ ُ ْ ‫مل‬
ُ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫م‬
َ ِ ‫“ ل‬Bugün
mülk (saltanat, malikiyet, hükümranlık) kimindir?
Kahhar olan tek Allah’ındır.” (Mü’min, 40/16)94
Kur’ân’da, muhasebe gününün vukua gelip
herkesin hesaba çekileceğine dâir birçok âyet
vardır. Hesaba çekmeyi bildirir mâhiyette
Kur’ân’da 28 yerde beyanat vardır.
“ ‫ق‬ّ ‫ح‬َ ْ ‫ذ ال‬ٍ ِ ‫مئ‬
َ ‫و‬ْ َ‫ن ي‬ ُ ‫وْز‬ َ ْ ‫و ال‬
َ O gün tartı haktır.”
(A’raf, 7/8) âyeti, mizanın gerçek olduğuna
delâlet eder.
“ ‫ة‬ِ ‫مق‬َ ‫قيا‬ِ ْ ‫وم ِ ال‬ َ ‫سق‬
ْ ‫ط ل ِي َق‬ ْ ‫ق‬ِ ْ ‫ن ال‬
َ ‫زي‬
ِ ‫وا‬ َ ْ ‫ع ال‬
َ ‫مق‬ ُ ‫ض‬
َ َ‫و ن‬
َ
Öyle ki, kıyamet günü için adalet terazilerini
kuracağız.” (Enbiyâ, 21/47) âyeti de, sarâhaten
terazilerin kurulacağı bir günün geleceğini bildirir.

93
Şuâ’lar, Said Nursî, sahife: 256.

94
Bakınız: Hac, 22/56; Furkan, 25/26.

108
‫‪İşte o gün hüküm Allah’ındır. Adaletini tecelli‬‬
‫‪ettirecek; zâlimleri cezalandırıp, ma’sum ve‬‬
‫‪mazlumlara da mükâfatlarını verecektir.‬‬
‫‪Cenab-ı‬‬ ‫‪Mevlâ’nın,‬‬ ‫‪Cennet’te‬‬ ‫‪rahmeti,‬‬
‫‪Cehennem’de âzabı bulunması ise, apaçık bir‬‬
‫‪mes’ele olup, lütuf ve kahrın tecellileri olarak‬‬
‫‪zuhur edeceklerdir.‬‬

‫‪-‬‬ ‫‪-‬‬
‫َيا‬ ‫ن‬
‫فو َ‬ ‫خآئ ِ ُ‬‫ب ال ْ َ‬ ‫هَر ُ‬ ‫ه يَ ْ‬ ‫و إ ِل َي ْ ِ‬ ‫ه َ‬ ‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫ٰيا َ‬
‫ن‬
‫م ْ‬ ‫َيا َ‬ ‫مذْن ُِبو َ‬
‫ن‬ ‫ع ال ْ ُ‬ ‫فَز ُ‬ ‫ه يَ ْ‬ ‫و إ ِل َي ْ ِ‬ ‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫َ‬
‫و‬
‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫َيا َ‬ ‫ن‬
‫مِنيُبو َ‬ ‫صدُ ال ْ ُ‬ ‫ق ِ‬ ‫ه يَ ْ‬ ‫و إ ِل َي ْ ِ‬
‫ه َ‬ ‫ُ‬
‫إل َيه يل ْ ُ‬
‫و إ ِل َي ْ ِ‬
‫ه‬ ‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫َيا َ‬ ‫ن‬‫صو َ‬ ‫عا ُ‬ ‫جأ ال ْ َ‬ ‫ِ ْ ِ َ َ‬
‫ه‬
‫في ِ‬
‫و ِ‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬
‫م ْ‬
‫َيا َ‬ ‫ن‬‫دو َ‬‫ه ُ‬
‫ب الّزا ِ‬ ‫ي َْر َ‬
‫غ ُ‬
‫و‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬
‫م ْ‬
‫َيا َ‬ ‫خاطُِئو َ‬
‫ن‬ ‫ع ال ْ َ‬ ‫ي َطْ َ‬
‫م ُ‬
‫ْ‬
‫و‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬
‫م ْ‬
‫َيا َ‬ ‫ن‬
‫دو َ‬‫ري ُ‬ ‫ه ال ْ ُ‬
‫م ِ‬ ‫س بِ ِ‬ ‫ست َأن ِ ُ‬‫يَ ْ‬
‫و‬
‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫َيا َ‬ ‫ن‬
‫سُنو َ‬
‫ح ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ه ال ْ ُ‬ ‫خُر ب ِ ِ‬ ‫يَ ْ‬
‫فت َ ِ‬
‫و‬
‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫َيا َ‬ ‫ن‬‫وك ُّلو َ‬ ‫مت َ َ‬‫ل ال ْ ُ‬‫وك ّ ُ‬ ‫عل َي ْ ِ‬
‫ه ي َت َ َ‬ ‫َ‬
‫ن‬
‫قُنو َ‬‫مو ِ‬‫ه ال ْ ُ‬ ‫ن بِ ِ‬ ‫سك ُ ُ‬ ‫يَ ْ‬
‫َ‬ ‫َ‬ ‫َ‬
‫ن‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬‫ه إ ِل ّ ٓ أن ْ َ‬ ‫حان َ َ‬
‫ك ٰيا ل إ ِ ٰل َ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬ ‫َ‬
‫ن الّنا ِ‬ ‫م َ‬ ‫جْرَنا ِ‬ ‫أ ِ‬
‫‪Meal‬‬
‫‪109‬‬
1- Ey korkanlar yalnız kendisine kaçıyor olan, 2- Ey
suçlular (günah işleyenler) ancak kendisine sığınıyor
olan, 3- Ey dönenler (tevbekâr olanlar) yalnız
kendisine yöneliyor olan, 4- Ey âsîler yalnız kendisine
iltica ediyor olan, 5- Ey zahidler (takva sahibleri,
dünyadan el-etek çekenler) ancak kendisine rağbet
ediyor olan, 6- Ey günahkârlar ancak kendisine tama’
(arzu, ümid) besliyor olan, 7- Ey müridler (isteyenler,
dileyenler, talibler) kendisiyle ünsiyet buluyor olan, 8-
Ey ihsan edenler kendisiyle iftihar ediyor olan, 9- Ey
tevekkül edenler ancak kendisine tevekkül ediyor
(bağlanıyor, dayanıyor) olan, 10- Ey yakînen
inananlar kendisiyle sükunet (huzur) buluyor olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Bir nüshada ‫ب‬ ُ ‫ ي َهْتتتَر‬yerine ‫ب‬ ُ ‫ ي َْرهَتتت‬vâriddir. O
takdirde ilk nidânın ma’nası şudur: “Ey korkanlar
sadece kendisine korkarak sığınıyor olan!”
Bazı nüshada ‫ن‬ ُ ‫ما‬ َ َ
َ ‫ن ال‬ ُ ‫ما‬ َ ‫“ ال‬Ey Eman, Eman!”
yerine ‫ث‬ ُ ْ‫ث ال ْغَو‬ ُ ْ‫“ ال ْغَو‬Ey Gavs, Gavs (imdad, imdad),
ey imdada yetişen, ey meded veren!” nidâsı vârid
olmuştur.
Dördüncü nidâdaki ‫ن‬ َ ‫صتتتو‬ ُ ‫ ال َْعا‬âsîler kelimesi
yerine bir nüshada ‫ن‬ َ ‫حّيقققُرو‬ ُ ْ ‫ ال‬şaşırmışlar,
َ َ ‫مت‬
şaşkınlar lafzı vâriddir.
‫عون ََنا َرغَب ًتتا وَ َرهَب ًتتا‬
ُ ْ ‫ت وَ ي َتد‬ ِ ‫خي ْتَرا‬ َ ْ ‫ن فِتتي ال‬ َ ‫عو‬ ُ ِ‫ستتار‬ َ ‫م‬
َ ُ ‫كاُنوا ي‬ ْ ُ‫إ ِن ّه‬
“Şüphesiz Onlar, hayırlı işlere koşuşurlar ve
korkarak ve rağbet gösterip umarak bize dua
ederlerdi.” (Enbiyâ, 21/90)
“ ‫م‬ ْ ‫ٓإ ِ لٰ ق ى َرب ّك ُق‬ ‫و أ َِنيب ُقا‬
‫قو‬ َ Rabbinize dönün. ”
(Zümer, 39/54) âyeti, inabeyi (dönmeyi, tevbekâr
olmayı, teslimde bulunmayı) emr edip teşvikte

110
bulunmaktadır. Bu babda Kur’ân’da 18 yerde
inâbenin ehemmiyetine temas edilmiştir.
Âsilerin, hayrette kalanların, şaşıranların
Allah’a sığınıp ilticada bulunmaları ise, yegane
melce’ ve mencânın Cenâb-ı Hakk olması
hasebiyledir. O’ndan başka hakikî iltica edilip
sığınılacak merci’ yoktur. Bu hususta şu âyet nâzil
َ َ ٓ‫و ظَ ّ ا‬
olmuştur: “‫ه‬ ِ ‫ٓإ ِل َْيقق‬ّ ‫ه إ ِل‬ ِ ‫لقق‬ ّٰ ‫ن ال‬ َ ‫مقق‬ ِ ‫جققأ‬ َ ْ ‫مل‬
َ َ‫ن ل‬ْ ‫نققوأ‬ َ
Nihayet Allah’dan yine Allah’a sığınmaktan başka
(kurtuluş yolu) olmadığını anladılar.” (Tevbe,
9/118)
‫ب‬ْ َ‫ك فَتتاْرغ‬ َ ‫“وَ إ ِٰلى َرب ّت‬Ve yalnız Rabbine rağbet et
(ümidini O’na bağla, O’ndan meded bekle,
tazarru’ ve niyazla teveccüh et).” (İnşirah, 94/8)95
َ َ ‫ ط‬- ‫متتتع‬
‫مًعتتتا‬ َ ْ ‫ ي َط‬- َ‫متتتع‬ ِ َ ‫ ط‬Ümit etmek, düşkünlük
göstermek, tama’ etmek, çok istekli olmak. ‫إ ِن ّتتا‬
َ ‫خ‬ َ ‫فتتتتَر ل ََنتتتتا َرب َّنتتتتا‬ َ
‫طاَياَنتتتتا‬ ِ ْ‫ن ي َغ‬ ْ ‫متتتتعُ أ‬ َ ْ ‫“ ن َط‬...Elbette ki
biz,Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını
96
umuyoruz.” (Şuarâ, 26/51)
َ ‫مت َوَك ّل ُتتو‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ل ال‬ُ ‫ه عَل َي ْتهِ ي َت َوَك ّت‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬ َ ِ ‫سب‬
ْ ‫ح‬
َ ‫ل‬ ْ ُ‫“ ق‬De ki: Allah
bana kâfidir. Tevekkül edenler, O’na tevekkül
ederler.” ( Zümer, 39/38 ). Kur’ân’da 44 yerde
tevekküle teşvik sadedinde bahs vardır.
Tevekkül etmek, Allah’a dayanmak en güzel
hasletlerden birisidir. “ ‫سب ُُه‬ ْ ‫ح‬ َ َ‫ل عََلى ال ٰل ّهِ فَهُو‬ ْ ّ ‫ن ي َت َوَك‬
ْ ‫م‬
َ َ‫و‬
Kim de Allah’a tevekkül ederse, Allah O’na
kâfidir.” (Talak, 65/3) âyeti, tevekkülün en
büyük güç ve en zengin hazine olduğunu
göstermektedir.
95
Ayrıca bakınız: Tevbe, 9/59; Enbiyâ, 21/90; Kalem, 68/32.

96
Ayrıca bakınız: Maide, 5/84; A’raf, 7/56; Şuarâ, 26/82;
Secde, 32/16.

111
- -
‫ن‬ َ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ َ ‫ٰيآ أ‬
ْ ‫م‬ ِ ‫ب‬ ّ ‫ح‬َ ‫ب ٰيآ أ‬ ٍ ‫ري‬ ِ ‫ق‬ ْ ‫م‬ِ ‫ب‬ُ ‫قَر‬
ُ َ‫عظ‬ َ ‫ل حبيب ٰيآ أ‬
ٍ ‫م‬ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬
َ ّ
‫ل‬ ‫ك‬ ‫ن‬ْ ‫م‬
ِ ‫م‬ُ ْ ٍ ِ َ ّ ُ‫ك‬
‫ن‬
ْ ‫م‬ ِ ‫ق ٰوى‬ ْ َ ‫ز ٰيآ أ‬ ٍ ‫زي‬ ِ ‫ع‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ِ ‫عّز‬َ َ ‫ٰيآ أ‬
‫ي ٰيآ‬ ّ ِ ‫غن‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ ِ ‫غ ٰنى‬ ْ َ ‫ي ٰيآ أ‬ ّ ‫و‬ِ ‫ق‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
ّ ُ‫ن ك‬
‫ل‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ف‬ُ َ ‫واٍد ٰيآ أ َْرأ‬ َ ‫ج‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬
ِ ُ‫ود‬
َ ‫ج‬
َ
ْ ‫أ‬
‫حيم ٍ ٰيآ‬
ِ ‫ل َر‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ ُ ‫َر‬
ْ ‫م‬
ِ ‫م‬ ُ ‫ح‬ َ ‫ف ٰيآ أْر‬ ٍ ‫ؤو‬
‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ ّ ‫ج‬ َ
ٍ ‫جِلي‬َ ‫ل‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ل‬ َ ‫أ‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
1- Ey her yakından daha yakın, 2- Ey her
sevilenden daha sevgili, 3- Ey her büyükten daha
büyük, 4- Ey her izzetliden daha aziz, 5- Ey her
kuvvetliden daha kuvvetli, 6- Ey her zenginden
daha zengin, 7- Ey her cömertten daha cömert, 8-
Ey her şefkatliden daha şefkatli, 9- Ey her
merhametliden daha merhametli, 10- Ey her
celilden daha celil (yüce)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

112
Şerh
َ َ
Bir nüshada ٍ ‫ظيم‬ ِ َ‫ل ع‬ ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ِ ‫م‬ ُ َ ‫ ٰيآ أعْظ‬yerine ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫صُر‬ َ ْ ‫َيآ أب‬
‫ر‬
ٍ ‫صي‬ ِ َ‫ل ب‬ّ ُ ‫“ ك‬Ey her görenden daha iyi gören!”, ‫ٰيآ أ َعَّز‬
‫ز‬
ٍ ‫زيتت‬ِ َ‫ل ع‬ ّ ‫كتت‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫متت‬ ِ yerine ‫ر‬ ٍ ‫خِبيتت‬ َ ‫ل‬ ّ ‫كتت‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫متت‬
ِ ‫خَبتتُر‬ ْ َ ‫“ َيتتآ أ‬Ey her
haberdar olandan daha çok haberdar olan!”, ‫ٰيآ‬
ّ ُ‫ن ك‬ َ َ ‫ل‬ ّ ‫ن ك ُت‬ ْ َ ‫“ ي َتتآ أ‬Ey
ٍ ‫حيم‬ ِ ‫ل َر‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ُ ‫ح‬ َ ‫ أْر‬yerine ‫ف‬ ٍ ‫ري‬ ِ ‫شت‬ ْ ‫مت‬ ِ ‫ف‬ ُ ‫شتَر‬
her şerefliden daha şerif (üstün, yüksek) olan!”
َ
ibâreleri mevcuddur. “‫د‬ ِ ‫ل ال ْوَِري‬ ِ ْ ‫حب‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ ِ‫ب إ ِل َي ْه‬ُ ‫ن أقَْر‬ ُ ‫ح‬ ْ َ ‫وَ ن‬
Hem biz o’na şah damarından daha yakınız.” (Kaf,
50/16) âyeti, Cenâb-ı Hakk’ın her şeye her şeyden
daha yakın olduğunu tasrih ediyor.97
“ ‫ه‬ ِ ‫حّبا ل ِل ّت‬ ُ ّ ‫شد‬ َ َ ‫مُنوٓا أ‬ َ ‫ن ٰا‬ َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫ وَ ال‬...İnananlar ise, Allah’ı
daha çok severler.” (Bakara, 2/165)
“‫قتتوِيّ ال َْعز۪ي تُز‬ َ ْ ‫ك هُ توَ ال‬ َ ‫ن َرب ّت‬ ّ ِ ‫ إ‬Şüphesiz Rabbin en
kuvvetli ve en azizdir.” (Hûd, 11/66) âyeti; hasrı
ifade etmekle, en güçlü ve en izzetlinin yalnız
Allah Teâlâ olduğunu bildiriyor.98
“ ‫حِميييُد‬ َ ‫ي اْل‬ ّ ‫ن ال ّٰليي َه َلُهييَو اْلغَِنيي‬ ّ ‫ض َو ِإ‬ ِ ‫لْر‬ َ ‫ت َو َمييا ِفييي ا‬ِ ‫سيي ٰمَوا‬ ّ ‫َلييُه َمييا ِفييي ال‬
Göklerdekiler ve yerdekiler O’nundur ve
muhakkak Allah, elbette ki zengindir,
hamdedilendir.” (Hac, 22/64) âyeti, asıl zenginin
Allah olduğunu anlatmaktadır.
ُ ْ ‫م ال‬ َ
“ ‫قَرآُء‬ َ ‫ف‬ ُ ُ ‫ي وَ أن ْت‬ ّ ِ ‫ه ال ْغَن‬ ُ ‫ وَ الل‬Hem Allah zengin, siz
ise fakirsiniz.” (Muhammed, 47/38) âyeti de, yine
en zenginin Allah olduğunu gösterir. Kur’ân’da 18
yerde Allah Teâlâ zenginlik sıfatıyla tavsif
edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de 10 yerde Cenab-ı Mevlâ’nın
Raûf=çok şefkatli ve merhametli olduğu
97
Hem bakınız: Vakıa, 56/85.

98
Diğer âyetler : Enfal, 8/52; Hac, 22/40-74; Ahzab, 33/25;
Mü’min, 40/22; Şûrâ, 42/19; Hadîd, 57/25; Mücadele, 58/21.

113
zikredilmiştir. 4 yerde de en merhametli olduğu
bildirilmiştir. Birisi şudur: ‫ن‬ َ
َ ‫مي ت‬
ِ ‫ح‬
ِ ‫م الّرا‬
ُ ‫حت‬
َ ‫“ وَ هُ توَ أْر‬O,
merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf,
12/64, 92)99

- -
‫ٰيا‬ ‫ب‬ َ ‫ك ٰيا‬َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫ري‬
ِ ‫ق‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫ب‬
ُ ‫جي‬ ِ ‫م‬ُ ‫ب ٰيا‬ ُ ‫حِبي‬ َ ‫ب ٰيا‬ ُ ‫قي‬ ِ ‫َر‬
‫ٰيا‬ ‫صيُر‬
ِ َ ‫ٰيا ب‬ ُ ‫ٰيا طَِبي‬
‫ب‬ ‫ب‬
ُ ‫سي‬
ِ ‫ح‬
َ
‫ن‬
ُ ‫مِبي‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫مِنيُر‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫خِبيُر‬
َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
Hem de, senden senin isimlerinle istiyorum: 1-
Ey yakın olan, 2- Ey gözetleyici, 3- Ey sevgili, 4-
Ey cevab veren, 5- Ey hesaba çeken, 6- Ey tabib
(şifa veren), 7- Ey görücü, 8- Ey haberdar olan, 9-
Ey nur veren, 10- Ey beyan eden (açıklayan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
‫ب‬
ٌ ‫ريقق‬ َ ‫فققإ ِّني‬
ِ ‫ق‬ َ ‫عّنققي‬
َ ‫عَبققاِدي‬ َ َ ‫سققأ َل‬
ِ ‫ك‬ َ ِ‫و إ‬
َ ‫ذا‬ َ “
Kullarım Beni sana sorduklarında da, şüphesiz ki
99
Diğer ayetler : A’raf, 7/151; Enbiyâ, 21/83.

114
Ben çok yakınım.” (Bakara, 2/186)100
‫قيب ًققا‬
ِ ‫ء َر‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬ ّ ‫ع ٰل ق ى ك ُق‬
َ ‫ل‬ ُ ّ ‫ن ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ “‫و‬
َ ‫كا‬ َ Böylece
101
Allah her şeyi gözetlemektedir.” (Ahzâb, 33/52)
‫ه‬
ِ ‫حّبا للق‬ َ َ ‫وا أ‬
ُ ّ‫شد‬ ٓ ُ ‫من‬
َ ‫ن ٰا‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ “ İnanmış olanlar
ise, Allah’ı daha çok severler.” (Bakara, 2/165) Bu
âyet, Allah Teâlâ’nın her şeyden daha çok
sevilmeye lâyık olduğuna işaret etmektedir.
‫ب‬ٌ ‫جيققق‬ ِ ‫م‬ُ ‫ب‬ ٌ ‫ريققق‬ ِ ‫ق‬ َ ‫ن َرب ّقققي‬ ّ ِ ‫“ إ‬Şüphesiz Rabbim
yakındır, cevab vericidir.” (Hûd, 11/61)
‫ستتيًبا‬ ِ ‫ح‬ َ ‫يٍء‬ ْ ‫شت‬ َ ‫ل‬ّ ُ ‫ن ع َ ٰلى ك‬ َ ‫ه‬
َ ‫كا‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ‫إ‬
ّ ِ“Doğrusu Allah,
102
her şeyin hesabını yapmıştır.” (Nisâ, 4/86)
Kur’ân’da 43 yerde Cenâb-ı Hakk’ın ‫ر‬ ٌ ‫صققي‬ِ َ‫ب‬
görücü olduğu zikredilmiştir. Meselâ bakınız: ‫ن‬ ّ ِ‫إ‬
‫صققيُر‬ ِ َ ‫ع ال ْب‬ ُ ‫مي‬ِ ‫س‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ه‬ َ ّ ‫“ال ٰل‬Şüphesiz Allah; işitici,
görücüdür.” (Mü’min, 40/20)
‫خِبيُر‬ َ ْ ‫“ ال‬Haberdar olan” lafzı, Furkan-ı Mübîn’de
esma-i ilahiyeden olmak üzere 44 yerde
geçmektedir.
‫مِنيُر‬ ُ ْ ‫“ ال‬Nur veren, aydınlatan” lafzı Furkan-ı
Hakîm’de, Kitab’ın vasfı olarak zikredilmiştir.
‫مِنيُر‬ ُ ْ ‫ب ال‬ ُ ‫ال ْك ِ ٰتا‬Aydınlatıcı kitab.
َ
“ ‫ن‬ ُ ‫مِبيق‬ ُ ْ ‫ق ال‬
ّ ‫حق‬ َ ْ ‫و ال‬َ ‫هق‬ ُ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ‫نأ‬ ُ َ ‫عل‬
َ ‫مو‬ ْ َ‫و ي‬َ ...ve
gerçekten Allah’ın apaçık (bir) hak olduğunu
(vücudu ve vahdeti bulunduğunu) bilecekler.”
(Nur, 24/25) âyetindeki ‫ن‬ ُ ‫مِبي‬ ُ ْ ‫ ال‬vasfına “apaçık,
âşikâr” ma’nası verilmiştir. Bu duruma göre bu
100
Diğer yerler: Hûd, 11/61; Sebe’, 34/50.

101
Bakınız: Maide, 5/117; Nisâ, 4/1.

102
Sair yerler: Nisâ, 4/6; Ahzab, 33/33.

115
lafız; hem açıklayan, hem de açık ve âşikâr
ma’nalarına gelmektedir.
- -
َ ً ‫صاِنعا‬
‫غي َْر‬ َ ‫ب ٰيا‬ ٍ ‫غُلو‬ْ ‫م‬ َ ‫غال ًِبا‬
َ ‫غي َْر‬ َ ‫ٰيا‬
‫ق ٰيا‬ ٍ ‫خُلو‬ْ ‫م‬ َ ً ‫خاِلقا‬
َ ‫غي َْر‬ َ ‫ع ٰيا‬ ٍ ‫صُنو‬ْ ‫م‬َ
َ ً ‫هرا‬
‫غي َْر‬ ِ ‫قا‬َ ‫ك ٰيا‬ ٍ ‫مُلو‬ْ ‫م‬ َ ً ‫ماِلكا‬
َ ‫غي َْر‬ َ
‫ٰيا‬ ‫ع‬
ٍ ‫فو‬ُ ‫مْر‬ َ ً ‫فعا‬
َ ‫غي َْر‬ ِ ‫ر ٰيا َرا‬ ٍ ‫هو‬ُ ‫ق‬ْ ‫م‬
َ
َ ً ‫صرا‬
‫غي َْر‬ ِ ‫ظ ٰيا َنا‬ ٍ ‫فو‬ ُ ‫ح‬ْ ‫م‬ َ ً ‫فظا‬
َ ‫غي َْر‬ ِ ‫حا‬ َ
‫ٰيا‬ ‫ب‬
ٍ ِ ‫غآئ‬ َ ً ‫هدا‬
َ ‫غي َْر‬ ِ ‫شا‬َ ‫ر ٰيا‬ ٍ ‫صو‬
ُ ْ ‫من‬
َ
‫د‬
ٍ ‫عي‬ ِ َ ‫غي َْر ب‬َ ً ‫ريبا‬ َ
ِ ‫ق‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey mağlub olmayan gâlib (üstün gelen), 2-
Ey yapılmış olmayan yapıcı (san’âtkâr, usta), 3-
Ey yaratılmış olmayan yaratıcı, 4- Ey mülk
edinilemeyen mülk sahibi, 5- Ey yenilgiye
uğratılamayan kahir (hükümranlık sahibi, yenen,
üstün gelen, emri altına alan), 6- Ey
yükseltilemeyen yükseltici, 7- Ey hıfzedilmeye
ihtiyacı olmayan hıfz edici (koruyan), 8- Ey
yardım görmeksizin yardım eden, 9- Ey gaybda
olmaksızın şahid olan (gören, bilen), 10- Ey uzak
olmayıp yakın olan!

116
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
َ َ
َ‫س ل‬ ِ ‫ن أك ْث ََر الن ّققا‬
ّ ِ ‫و ٰلك‬
َ ‫ه‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫م‬
ْ ‫ىأ‬ٓ ‫ع ٰل‬
َ ‫ب‬
ٌ ِ ‫غال‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ
‫ن‬
َ ‫مو‬ َ
ُ ‫عل‬ ْ َ ‫“ ي‬Allah, işine galibdir (üstesinden gelir)
de, fakat çoğu kimseler (bunu) bilmezler.” (Yusuf,
12/21)
‫مققا‬ َ ِ ‫خِبي قٌر ب‬
َ ‫ه‬
ُ ّ ‫ء إ ِن‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ ْ ‫ي أ َت‬
َ ‫ق‬ ِ ّ ‫ه ال‬
ٓ ‫ذ‬ ِ ّ ‫ع ال ٰل‬
َ ْ ‫صن‬
ُ
‫ن‬
َ ‫لققو‬ُ ‫ع‬
َ َْ
‫ف‬ ‫ت‬ “Her şeyi sağlamca yapan Allah’ın
san’atını (seyret, bak).” (Neml, 27/88)
‫ء‬ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬َ ‫ل‬ّ ‫ع ٰل ق ى ك ُق‬
َ ‫و‬
َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬ ّ ُ‫ق ك‬
َ ‫ل‬ ُ ِ ‫خال‬ ُ ّ ‫َال ٰل‬
َ ‫ه‬
ٌ ‫كي‬
‫ل‬ ِ ‫و‬ َ “Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şeye vekil
de O’dur.” (Zümer, 39/62)103
...‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ك‬ َ ْ ‫مل‬ ُ ْ ‫ؤِتي ال‬ ْ ُ‫ك ت‬ ِ ْ ‫مل‬ُ ْ ‫ك ال‬َ ِ ‫مال‬
َ ‫م‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
ّ ‫ه‬ ُ
ِ ‫ق‬
َ َ‫ن ت‬
ُ‫شآء‬ ْ ‫م‬ ّ ‫م‬ َ ْ ‫مل‬
ِ ‫ك‬ ُ ْ ‫ع ال‬ُ ‫ز‬
ِ ْ ‫و ت َن‬
َ ُ‫شآء‬ َ َ ‫“ ت‬De ki: Allah’ım !
Ey mülk sahibi ! Dilediğine mülkü verirsin,
dilediğinden de mülkü çeker alırsın…”(Âl-i İmrân,
3/25)104
‫ه‬
ِ ‫عب َققاِد‬ِ َ‫وق‬ ْ ‫فق‬َ ‫هُر‬ ِ ‫قققا‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫هق‬ ُ ‫و‬ َ “Hem O, kulları
üzerinde hükümrandır.” (En’am, 6/18, 61)
‫هققا‬
َ َ ‫ون‬
ْ ‫د ت ََر‬
ٍ ‫مق‬
َ ‫ع‬
َ ‫ر‬
ِ ‫غي ْق‬
َ ِ‫ت ب‬
ِ ‫وا‬
َ ‫س ق ٰم‬
ّ ‫ع ال‬
َ ‫ف‬ ِ ّ ‫ه ال‬
َ ‫ذي َر‬ ُ ‫َالل‬
“Allah, gördüğünüz gibi gökleri direksiz
yükseltendir. (Boşlukta durdurur.)” (Ra’d, 13/2)
Kitab-ı Mübîn’de 18 yerde Hakk Teâlâ’nın
yükseltici olarak iş görmesinden bahsedilir.
Meselâ birisi şudur: “…‫ى إ ِّني‬ ٓ ‫س‬
َ ‫عي‬
ِ ‫ه ٰيا‬ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ َ ْ‫إ ِذ‬
َ ‫قا‬
ّ ‫ك إ َِلقق‬
‫ي‬ َ ‫عقق‬
ُ ‫ف‬
ِ ‫و َرا‬ َ ‫فيقق‬
َ ‫ك‬ ّ ‫و‬
َ َ ‫مت‬
ُ Allah Teâlâ: Ey İsa!
103
Ayrıca bak: En’am, 6/102; Ra’d, 13/16; Hicr, 15/28; Fâtır,
35/3; Sâd, 38/71; Mü’min, 40/62; Haşr, 59/24.

104
Yine bakınız: Fatiha, 1/4.

117
Doğrusu ben seni vefat ettireceğim ve nezdime
yükselteceğim..., diye buyurmuştu.” (Âl-i İmrân,
3/55)
َ ً ِ‫حاف‬
‫ن‬َ ‫ميت‬ ِ ‫ح‬ ِ ‫م الّرا‬ ُ ‫حت‬ َ ‫هتوَ أْر‬ُ َ‫ظتا و‬ َ ‫خْيتٌر‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫“َفتال ٰل‬Allah en iyi
koruyucudur ve O, merhametlilerin en
105
merhametlisidir.” (Yusuf, 12/64) Şu âyet,
Mevlâ-yı Zülcelâl’in korunmaya muhtaç
olmadığına delâlet eder:
‫ن‬ ْ ِ ‫جاُر عَل َْيتتهِ إ‬ َ ُ ‫جيُر وَ ل َ ي‬
ِ ُ ‫يٍء وَ هُوَ ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ّ ُ‫ت ك‬ ُ ‫كو‬ُ َ ‫مل‬
َ ِ‫ن ب ِي َدِه‬
ْ ‫م‬ ْ ُ‫ق‬
َ ‫ل‬
‫ن‬
َ ‫مو‬ َ
ُ ‫م ت َعْل‬ ُ
ْ ُ ‫كن ْت‬
“De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyiniz) Her şeyin
iç yüzü (dizgini, tabiatı) kimin elindedir ki; O;
korur, fakat korunmaya muhtaç değildir?”
(Mü’minûn, 23/88)
‫ن‬ َ ‫ري‬ ِ ‫صق‬ ِ ‫خي ْقُر الّنا‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫و‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫ول َك‬ْ ‫م‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ ِ َ ‫“ب‬Bilakis
Allah sizin mevlânız (dostunuz, sahibiniz) olup; O,
yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân,
3/150)
‫د‬
ُ ‫م‬ َ ‫ص‬ ّ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫“َال ٰل‬Allah, Samed’dir. (Hiçbir kimseye
ve hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herkes ve her şey
O’na muhtaçtır).” (İhlâs, 112/2)
‫و ُأوُلققو‬ َ ‫ة‬ُ َ ‫ملئ ِك‬َ ْ ‫و ال‬
َ ‫و‬َ ‫ه‬ َ َ ‫ه ل َ ٓإ ِل‬
ُ ّ ‫ه إ ِل‬ َ ّ ‫شهد ال ٰل‬
ُ ّ ‫ه أن‬
ُ َ ِ َ
‫ط‬
ِ ‫سق‬
ْ ‫ق‬ِ ْ ‫مققا ِبال‬ َ ‫عل ْم‬
ً ِ ‫قآئ‬ ْ
ِ ِ ‫“ ال‬Allah, melekler ve ilim
ehli, -adaleti gözeterek- O’ndan başka ilâh
olmadığına şahidlik etmişlerdir” (Âl-i İmrân,
3/18)106 Bu âyetler Allah Teâlâ’nın şâhid olduğunu
bildirdiği gibi; şu âyet de O’nun gâib (gizlide)
olmadığını bildiriyor:
‫ن‬
َ ‫غتآئ ِِبي‬ َ َ‫م ب ِعِْلتم ٍ و‬
َ ‫متا ك ُّنتا‬ ْ ‫ن عَل َي ِْهت‬
ّ ‫ص‬ ُ َ ‫“ فَل َن‬Onlara bilerek
ّ ‫ق‬
105
Bakınız: Hicr, 15/9; Enbiyâ, 21/82.

106
Şu âyete de bakınız: Enbiyâ, 21/78...

118
anlatacağız. Zira biz gâib (gizlide, görünürden
uzak) değildik.” (A’raf, 7/7)
Hakk Teâlâ’nın uzak olmayıp yakın olduğunu
şu âyetten anlamamız mümkündür:
‫د‬
ِ ‫ري ق‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ ‫و‬ ِ ‫حب ْق‬
َ ‫ن‬
ْ ‫مق‬ ِ ْ ‫ب إ ِل َي‬
ِ ‫ه‬ ْ َ‫ن أ‬
ُ ‫قَر‬ ُ ‫ح‬
ْ َ‫و ن‬
َ “Biz ise
o’na şah damarından daha yakınız.” (Kaf,
50/16)107

- -
‫وَر‬
ّ ‫ص‬
َ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ر‬
ِ ‫وَر الّنو‬
ّ َ ‫من‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ر‬
ِ ‫ٰيا ُنوَر الّنو‬
‫ر‬
ِ ‫مقدَّر الّنو‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ر‬
ِ ‫ق الّنو‬ َ ‫ٰيا‬
َ ِ ‫خال‬ ‫ر‬
ِ ‫الّنو‬
‫ر‬ ّ ُ‫ل ك‬
ٍ ‫ل ُنو‬ َ ً ‫ٰيا ُنورا‬
َ ‫قب‬ ‫ر‬
ِ ‫مدَب َّر الّنو‬
ُ ‫ٰيا‬
‫ق‬
َ ‫و‬ َ ً ‫ٰيا ُنورا‬
ْ ‫ف‬ ‫ر‬
ٍ ‫ل ُنو‬ ْ َ ‫ٰيا ُنورا ً ب‬
ّ ُ ‫عدَ ك‬

ُ َ ‫مث ْل‬
‫ه ُنوٌر‬ َ ْ ‫ر ٰيا ُنورا ً ل َي‬
ِ ‫س‬ ّ ُ‫ك‬
ٍ ‫ل ُنو‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey nurun nuru, 2- Ey nuru nurlandıran, 3- Ey
nuru tasvir eden (şekillendiren), 4- Ey nurun
yaratıcısı, 5- Ey nuru takdir eden, 6- Ey nuru
tedbir (idare) eden, 7- Ey her nurdan önceki nur,
8- Ey her nurdan sonraki nur, 9- Ey her nurun
üstündeki nur, 10- Ey hiçbir nurun kendisine

107
Şu âyete de bakınız: Vakıa, 56/85.

119
benzer olmadığı nur!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
َ
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫وا‬
َ ‫س ق ٰم‬ ُ ّ ‫“ ٰل‬Allah,
ّ ‫ه ن ُققوُر ال‬ ‫ال‬ göklerin
ve yerin nurudur.” (Nur, 24/35)
Allah Teâlâ’nın nuru tedbir ve takdir ettiğine
dair âyetler:
َ
‫ت َو‬ ِ ‫ما‬ َ ُ ‫ل الظ ّل‬ َ َ‫جع‬ َ َ‫ض و‬ َ ‫ت وَ الْر‬ ِ ‫وا‬َ ‫س ٰم‬ ّ ‫خل َقَ ال‬َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫مد ُ ل ِل ّهِ ال‬ َ ْ ‫ال‬
ْ ‫ح‬
‫“ الّنوَر‬Hamd; gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları
ve nuru (aydınlığı) ta’yin eden Allah’a
mahsustur.” (En’am, 6/1)
‫شتتآُء‬ َ َ‫ن ي‬ ْ ‫مت‬ َ ِ‫ه ل ِن ُتتورِه‬ ُ ‫دي ال ٰل ّت‬ ِ ْ‫“ َه‬Allah,
‫ي‬ dilediği kimseyi
nuruna eriştirir.” (Nur, 24/35)
‫ن ن ُتتوٍر‬ْ ‫مت‬ ِ ‫ه‬ُ ‫متتا ل َت‬ َ َ‫ه ن ُتتوًرا ف‬ُ ‫ه ل َت‬ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ِ َ ‫جع‬ ْ َ‫ن ل‬
ْ َ‫م ي‬ ْ ‫م‬َ َ‫“و‬Kime de
Allah, nur vermemişse; o’na herhangi bir nur
yoktur.” (Nur, 24/40)108
‫ض ب ِن ُتتورِ َرب َّهتا‬ ُ ‫ت الْر‬
َ ِ َ‫شتَرق‬ ْ َ ‫“ وَ أ‬Ve yer (mahşer yeri),
Rabbinin nuru ile aydınlanmıştır.” (Zümer,
39/69)109
“Acaba maddeden mücerred ve mualla ve
tahdîd-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve
müberra ve umum envar ve bütün nuraniyat,
O’nun envar-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali
ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah
ve âlem-i misal, nim şeffaf bir ayna-i cemali ve
sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir zat-ı
108
Hem bakınız: Zümer, 39/22; Saff, 61/8; Tahrim, 66/8.

109
Ayrıca bakınız: Bakara, 2/17; Nisâ, 4/174; En’am, 6/122;
Tevbe, 9/32; Yunus, 10/5; Şûrâ, 42/52; Hadîd, 57/28; Nuh,
71/16.

120
akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i
muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki
teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir?
Hangi iş ağır gelebilir? Hangi şey gizlenebilir?
Hangi ferd uzak kalabilir? Hangi şahsiyet, külliyet
kesb etmeden O’na yanaşabilir?” 110
“Güneş, ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve
parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların
zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve
timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları
müteessir ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler
sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir
edemezler. Kurbiyet da’va edemezler. Hem o
güneş; her şeffaf zerreye, hatta ziyası nereye
girmişse orada hâzır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin
kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi
timsali görünmesiyle anlaşılır. Hem güneşin
azamet-i nuraniyeti derecesinde ihâtası, nüfuzu
ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük
ufak şeyler ondan gizlenip kaçamazlar. Demek
azamet-i kibriyası, cüz’î ve ufak şeyleri nuraniyet
sırrıyla harice atmak değil, bilakis daire-i ihâtasına
alıyor. Hem güneşi mazhar olduğu cilvelerde ve
vazifelerde farz-ı muhal olarak fail-i muhtar farz
etsek, o derece sühulet ve sür’at ve vüs’at içinde;
zerreden, katreden, deniz yüzünden seyyarâta
kadar izn-i ilahi ile öyle işliyor ki, şu tasarrufât-ı
azîmeyi yalnız mahz-ı emr ile yapar tahayyül
edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı
müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye
kabiliyetine göre kemal-i intizamla verir. İşte sema
denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i
Mutlak’ın nur isminin cilvesine kesif bir aynacık olan

110
Osmanlıca Sözler, s. : 281.
121
şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatın üç esasının
nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette
güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten
toprak gibi kesif hükmünde; nur’un-nur,
münevvir’un-nur, mukaddir’un-nur olan Zat-ı
Zülcelal; her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz
yakın ve hâzır ve nâzır.. ve eşya, O’ndan gayet
uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, mualacesiz,
sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at
ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem
hiçbirşey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i
kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihâta
ettiğine şühud derecesinde bir yakîn-i imanî ile
iman ederiz ve iman etmek gerektir.” 111
ِ َ ‫ع ال ْب‬
‫صققيُر‬ ُ ‫مي‬
ِ ‫سق‬
ّ ‫و ال‬
َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ٌ ‫يء‬
ْ ‫شق‬ ِ ‫مث ْل ِق‬
َ ‫ه‬ َ ْ ‫“ ل َي‬Onun
ِ َ‫س ك‬
benzeri gibi hiçbir şey yoktur ve O, işitici ve
görücüdür.” (Şûrâ, 42/11)

- -
ُ ُ ‫عل‬
‫ه‬ ْ ‫ف‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ف ٰيا‬ ٌ ‫ري‬ِ ‫ش‬َ ُ‫ؤه‬ َ ‫ع‬
ُ ‫طآ‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫قي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ه‬
ُ ‫ف‬ُ ‫ن ُلط‬ْ ‫م‬
َ ‫ف ٰيا‬ ٌ ‫طي‬ ِ َ‫ل‬
‫ٰيا‬ ‫ق‬
ّ ‫ح‬ ُ ُ ‫ول‬
َ ‫ه‬ َ ‫ن‬
ْ ‫ق‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬
ٌ ‫دي‬ َ ‫ه‬
ِ ‫ق‬ ُ ُ ‫سان‬
َ ‫ح‬
ْ ِ‫إ‬
ٌ ‫ض‬
‫ل‬ ْ ‫ف‬ َ ُ‫وه‬ُ ‫ف‬ ْ ‫ع‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫صدْقٌ ٰيا‬ ِ ُ‫عدُه‬ ْ ‫و‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
ُ ‫ن ِذك ُْر‬
‫ه‬ ْ ‫م‬ َ ‫ل ٰيا‬ ٌ ْ ‫عد‬َ ‫ه‬ َ ‫ع‬
ُ ُ ‫ذاب‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
ُ
ٌ ‫ذي‬
‫ذ‬ ِ َ ‫سُه ل‬ُ ْ ‫ن أن‬ْ ‫م‬
َ ‫و ٰيا‬ ٌ ْ ‫حل‬ُ

111
Osmanlıca Sözler, s. : 238.

122
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey atâsı (bağışı, ihsanı) şerefli (yüksek) olan,
2- Ey fiili lütuflu olan, 3- Ey lutfu daimî olan, 4- Ey
ihsanı kadîm (önceden beri) olan, 5- Ey sözü hak
olan, 6- Ey va’di doğru olan, 7- Ey afvı fazl olan, 8-
Ey azabı adalet olan, 9- Ey zikri tatlı olan, 10- Ey
ünsiyeti (dostluğu) lezzetli olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
ُ
Bir nüshada ٌ‫ذيذ‬ ِ َ‫ه ل‬ُ ‫ست‬ ُ ْ ‫ن أن‬ ْ ‫م‬َ ‫ ٰيا‬yerine ‫ن‬ ْ ‫مق‬ َ ‫ٰيق ا‬
‫م‬
ٌ ‫ميقق‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ه‬ ُ ُ ‫ضققل‬ ْ ‫ف‬ َ “Ey fazlı umumî olan!” ibâresi
variddir.
‫ب‬ ْ ‫ستتتت‬ َ َ ‫“ عَ ٰطآؤُنتتتتا فَتتتتامن‬Bu َ
ٍ ‫ٰستتتتا‬ ‫ح‬
ِ ِ‫ك ب ِغَي ْتتتتر‬ ِ ‫م‬ ْ ‫ن أو ْ أ‬
ْ ُ ْ َ ‫ذا‬ ‫هتٰتتت‬
bağışımızdır. İster lütufta bulun, ister tut;
hesabsızdır.” (Sâd, 33/39)112
َ ْ ‫ل ال‬ َ
ِ ‫صتل َةِ وَ ِإيت َتتآَء الّزك َتتا‬
‫ة‬ ّ ‫م ال‬ َ ‫ت وَ إ ِقَتتا‬ ِ ‫خي ْتَرا‬ َ ْ‫م فِع‬ ْ ِ‫حي َْنآ إ ِل َي ْه‬َ ْ‫وَ أو‬
“…ve Onlara, hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı
ve zekat vermeyi de vahyettik.” (Enbiyâ, 21/73)
‫و‬
َ ‫هق‬ ُ ‫و‬ َ ُ‫شققآء‬َ َ‫ن ي‬ْ ‫مق‬
َ ُ‫ه ي َقْرُزق‬
ِ ‫عب َققاِد‬
ِ ِ‫ف ب‬ ِ َ‫ه ل‬
ٌ ‫طي ق‬ ُ ‫ال ٰل ّق‬
‫زيقُز‬ َ ْ ‫ي ال‬
ِ ‫ع‬ ّ ‫و‬ َ ْ ‫“ ال‬Allah, kullarına çok lütufkârdır;
ِ ‫ق‬
dilediği kimseyi rızıklandırır. Hem O,kuvvetli ve
izzet sahibidir.” (Şûrâ, 42/19)
‫ت‬ٍ ‫جن ّققا‬َ ‫و‬ َ ‫ن‬
ٍ ‫وا‬َ ‫ض‬ْ ‫ر‬
ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ْ ‫من‬
ِ ‫ة‬
ٍ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫م ب َِر‬
ْ ‫ه‬
ُ ّ ‫م َرب‬
ْ ‫ه‬ ّ َ ‫ي ُب‬
ُ ‫شُر‬
‫م‬
ٌ ‫قي‬
ِ ‫م‬ُ ‫م‬ ٌ ‫عي‬ِ َ‫ن‬ ‫ها‬َ ‫في‬ِ ‫م‬ ُ َ ‫“ ل‬Rableri onlara kendinden
ْ ‫ه‬
112
Atâ hakkında bakınız: Hûd, 11/108; İsrâ, 17/20(=iki defa);
Nebe’, 78/36; Duhâ, 93/5.

123
bir rahmet ve bir rıza ve onlar için, içlerinde daimî
refah yaşayış (bolluk, çok nimet) olan cennetleri
müjdelemektedir.” (Tevbe, 9/21)
Allah’ın (c.c.) ihsanının kadim olması şöylece izah
edilmiştir:
“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vacibü’l-Vücud’a
karşı hakları yoktur ve hak da’va edemezler. Belki
hakları daima şükür ve hamdle verdiği vücud
mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünkü verilen
bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.
Fakat verilmeyen mertebeler imkânâttır. İmkânât ise
ademdir. Hem nihayetsizdir. Ademler ise illet
istemezler, nihayetsize illet olamaz. Mesela:
Ma’denler diyemezler: Ne için nebatî olmadık?..
Şekva edemezler. Belki vücud-u ma’denîye mazhar
oldukları için, hakları Fatır’ına şükrandır. Nebatat: Ne
için hayvanat olmadım deyip şekva edemez. Belki
vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı
şükrandır. Hayvan ise, ne için insan olmadım diye
şikayet edemez. Belki hayat ve vücud ile beraber,
kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun
üstündeki hakkı şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.
Ey insan-ı müştekî! Sen ma’dum kalmadın. Vücud
ni’metini giydin. Hayatı tattın. Camid kalmadın.
Hayvan olmadın. İslamiyet ni’metini buldun. Dalalette
kalmadın. Sıhhat ve selamet nimetini gördün. Ve
hâkeza... Ey nankör! Daha sen nerede hak
kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı
ni’met olan vücud mertebelerine mukabil şükür
etmeyerek, imkânât ve ademiyât nev’inde ve senin
eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek
ni’metlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla
Cenâb-ı Hakk’tan şekva ediyorsun ve küfran-ı ni’met
ediyorsun...” 113
113
Osmanlıca Mektubât, s. : 448-449.

124
‫ر‬ِ ‫صققو‬
ّ ‫فققي ال‬ ِ ‫خ‬ َ ْ ‫م ي ُن‬
ُ ‫ف‬ َ ‫و‬ ُ ْ ‫مل‬
ْ َ‫ك ي‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ َ‫و ل‬
َ ‫ق‬ َ ْ ‫ه ال‬
ّ ‫ح‬ ُ ُ ‫ول‬ َ
ْ ‫ق‬
‫ة‬
ِ َ‫هاد‬ ّ ‫و ال‬
َ ‫ش‬ َ ‫ب‬ َ ْ ‫م ال‬
ِ ْ ‫غي‬ ُ ِ ‫عال‬َ “Sözü haktır (gerçektir).
Sûra üfürüldüğü gün de mülk O’nundur. Gaybı ve
şehadeti (gizlidekileri ve görünürdekileri) bilendir.
(En’am, 6/73)
‫ق‬
ٌ ‫صقققاِد‬َ َ‫ن ل‬
َ ‫دو‬
ُ ‫عققق‬
َ ‫مقققا ُتو‬
َ ّ ‫“ إ ِن‬Size va’d edilen
şüphesiz doğrudur.” (Zariyât, 51/5)114
Zat-ı Zülcelal’in afvetmesi, fazl.. ve azab
vermesi, adalet olması hususu Osmanlıca Sözler
mecmuasında şöyle açıklanmıştır: “Nefs-i
emmare, tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet
işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır
ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harab eder;
yüz günde yapamaz. Lakin eğer enaniyeti bıraksa,
hayrı ve vücudu tevfik-ı ilahîden istese, şer ve
tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar
ederek tam abd olsa o vakit, ‫م‬ ْ ‫ه‬
ِ ِ ‫سي ّ ٰئات‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ُ ّ‫ي ُب َد‬
‫ت‬ٍ ‫سق ٰنا‬
َ ‫ح‬َ sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz
kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab
eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, a’lâ-yı illiyyîne
çıkar.
İşte ey gafil insan! Bak Cenâb-ı Hakk’ın fazlına
ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak,
haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet
olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar; bir haseneyi
on, bazen yetmiş, bazen yediyüz, bazan yedi bin
yazar. Hem şu nükteden anla ki; o müdhiş
cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adldir.
Fakat cennete girmek, mahz-ı fazldır.” 115
114
Şu âyetlere de bakınız: Nisâ, 4/122; Enbiyâ, 21/9; Zümer,
39/74; Ahkâf, 46/16.
115
Sözler, s. : 320-321.

125
ُ ‫قُلققو‬
‫ب‬ ُ ْ ‫ن ال‬ َ ْ‫ه ت َط‬
ّ ِ ‫مئ‬ ِ ‫ر ال ل ّٰ ق‬
ِ ْ ‫ذك‬ ٰ َ‫أ‬
ِ ‫“ل ِبقق‬Dikkat edin!
Ancak Allah’ın zikri ile kalbler yatışır.” (Ra’d,
13/28)116
- -
‫ٰيا‬ ُ ‫و‬
‫ل‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ّ َ ‫من‬
ُ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ُ ‫ه‬
‫ل‬ ّ ‫س‬َ ‫م‬ ُ ‫ل ٰيا‬ ُ ّ‫مب َد‬ُ ‫ل ٰيا‬ ُ ‫ص‬ َ ‫م‬
ّ ‫ف‬ ُ
‫ٰيا‬ ُ ‫و‬
‫ل‬ ّ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ُ ‫من َّز‬
‫ل‬ ُ ‫ٰيا‬ ُ ّ ‫مذَل‬
‫ل‬ ُ
ُ ‫ض‬
‫ل‬ َ ‫م‬
ّ ‫ف‬ ُ ‫ل ٰيا‬ ّ َ ‫مك‬
ُ ‫م‬ ُ ‫م‬
ُ ‫ل ٰيا‬ ّ ‫ج‬
َ ‫م‬
ُ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
Hem senin isimlerinle senden istiyorum: 1- Ey
n’imete nâil kılan, 2- Ey tafsil eden (açıklayan,
ayırd eden), 3- Ey tebdil eden (değiştiren), 4- Ey
kolaylaştıran, 5- Ey zelil kılan (musahhar eden), 6-
Ey (parça parça) indiren, 7- Ey tahvil eden
(nakleden, değiştiren), 8- Ey güzelleştiren, 9- Ey
mükemmelleştiren (tekmil eden), 10- Ey üstün
kılan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
116
Ayrıca bakınız: Nur, 24/37; Ankebût, 29/45; Zümer, 39/23;
Hadîd, 57/16.

126
Bir nüshada ‫ل‬ ُ ّ‫حو‬ َ ‫م‬ُ ‫ ٰيا‬yerine ‫ل‬ ُ ّ ‫مه‬ َ ‫م‬
ُ ‫“ ٰيا‬Ey mühlet
ْ َ َ ْ ‫ل ال‬
veren!” nidâsı vâriddir. “ ‫دا‬ ً ْ ‫م ُروَي‬ ْ ُ‫مهِله‬ ْ ‫ن أ‬َ ‫ري‬ِ ِ‫كاف‬ َ َ‫ف‬
ِ ّ ‫مه‬
Kâfirlere mühlet ver. Birazcık onlara mühlet tanı.”
(Târık, 86/17) âyeti, Cenâb-ı Hakk’ın mühletle
muamelede bulunduğuna delâlet eder. Allah’ın
mühlet vermesi, hemen cezalandırmayıp ileriye
bırakmasıdır.117
“ ً ‫صيل‬
ِ ‫ف‬ ْ َ ‫صل َْناهُ ت‬ّ َ‫يٍء ف‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ وَ ك‬Ve her şeyi tafsilatlıca
açıkladık. ” (İsrâ, 17/12) âyeti, Cenâb-ı Mevlâ’nın
tafsil edici olduğunu gösteriyor.118
ُ َ … “…İşte
‫ت‬ٍ ‫سق ٰنا‬ َ ‫ح‬ َ ‫م‬ ْ ‫ه‬ ِ ِ ‫سقي ّ ٰئات‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ ُ ّ‫كد‬ َ ‫فأو ٰۤلئ ِ ي ُ َب‬
onların kötülüklerine bedel, Allah onlara
iyilikler (haseneler) nasib eder.” (Furkan,
119
25/70)
‫سًرا‬ ْ ُ‫ر ي‬ ٍ ‫س‬ ْ ‫ع‬ ُ َ‫عد‬ ْ َ‫ه ب‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ ُ ‫ع‬ َ ‫ج‬ ْ َ ‫سي‬ َ “Allah, zorluktan
sonra kolaylık verecektir.” (Talâk, 65/7)120
ْ
َ ‫ها َيققأك ُُلو‬
‫ن‬ َ ْ ‫من‬
ِ ‫و‬
َ ‫م‬
ْ ‫ه‬ ُ ‫ها َر‬
ُ ُ ‫كوب‬ َ ْ ‫من‬ َ ‫م‬
ِ ‫ف‬ ُ َ ‫ها ل‬
ْ ‫ه‬ َ ‫و ذَل ّل َْنا‬
َ
“Bunları (ehlî hayvanları) onların emirlerine
verdik. Bir kısmını binek edinirler, bazısını da
yerler.” (Yâsîn, 36/72)121
Allah’ın (c.c.) indirici olduğuna dair Furkan-ı
117
Şu âyete de bak: Müzzemmil, 73/11.

118
Şu âyetlere de müracaat ediniz: En’am, 6/55, 97, 98, 119,
126; A’raf, 7/32-52-174; Tevbe, 9/11; Yunus, 10/5-24; Ra’d,
13/2; Rum, 30/28.

119
Ayrıca bakınız: Nisâ, 4/56; A’raf, 7/95; Nahl, 16/101; Nur,
24/55; Sebe’, 34/16; Vakıa, 56/61; Mearic/41; İnsan, 76/28.

120
Şu âyetler de Hak Teâlâ’nın kolaylaştırıcı olduğunu
bildirirler: Kehf, 18/88; Meryem, 19/97; Tâhâ, 20/26; Duhan,
44/58; Kamer, 54/17, 22,32, 40; Talâk, 65/4; A’lâ, 87/8;
Abese, 80/20; Leyl, 92/7-10.

121
Şu âyete de bak: Mülk, 67/15.
127
Hakîm’de birçok âyette beyanat mevcuddur. Biz
sadece misal olarak bir tek âyet zikredeceğiz: “ ‫ل‬ َ ‫َقا‬
َ ُ
ْ ‫من َّزلَها ع َلي ْك ُت‬
‫م‬ ُ ‫ه إ ِّني‬ ّ
ُ ‫ال ٰل‬Allah buyurdu: Şüphesiz ben onu
size indireceğim.” (Maide, 5/115) Bu âyette gökten
sofra indirileceğinden bahsedilmektedir.
Evrad-ı Kudsiye’de şu dua mezkurdur:
َ ‫ل ٰحال َ ٰنآ ا ِٰ أ‬
ِ ‫ن ال ْ ٰحا‬
‫ل‬ ِ ‫س‬ َ ‫ح‬ ْ ٓ‫لى‬ ْ ّ‫حو‬ َ ‫ل‬ ِ ‫ح ٰوا‬ْ َ ‫ل و َ ال‬ِ ْ‫حو‬َ ْ ‫ل ال‬
َ ّ‫حو‬َ ‫م‬ُEy‫ٰيا‬
gücü ve halleri tahvil eden (çeviren)! Hâlimizi en
iyi hâle çevir. Âmîn...
َ َ
“‫م‬ْ ‫عل َي ْك ُق‬
َ ‫ت‬ ُ ‫م‬ ْ ‫م‬
َ ْ ‫و أت‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫م ِدين َك‬ْ ُ ‫ت ل َك‬ ُ ْ ‫مل‬َ ْ ‫م أك‬ ْ َ ‫ا َل ْي‬
َ ‫و‬
‫مِتققي‬ َ ‫ع‬
ْ ِ ‫ ن‬Bugün size dininizi ikmal ettim ve
üzerinize ni’metimi tamamladım.” (Maide, 5/3)
âyeti, Allah Teâlâ’nın ikmal edici olduğunu tasrih
etmiştir.
‫ق‬
ِ ‫فققي القّرْز‬
ِ ‫ض‬
ٍ ‫عق‬
ْ َ ‫ع ٰل ق ى ب‬ْ ُ ‫ضك‬
َ‫م‬ َ ‫ع‬ َ ‫ض‬
ْ َ‫ل ب‬ ّ ‫ف‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ
“Allah, rızık hususunda bazınızı bazınızdan üstün
tutmuş.” (Nahl, 16/71)122

- -
‫ٰل‬ ‫و‬ ُ ُ ‫خل‬
َ ‫ق‬ ْ َ‫ن ي‬ َ ‫ٰل ي ُ ٰرى ٰيا‬
ْ ‫م‬ َ ‫ن ي َ ٰرى‬
‫و‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه ٰدى‬
ْ ُ ‫ٰل ي‬ ‫و‬
َ ‫دي‬
ِ ‫ه‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬َ ‫ق ٰيا‬
ُ َ ‫خل‬
ْ ُ‫ي‬

‫و ٰل‬
َ ‫م‬ ِ ْ‫ن ي ُط‬
ُ ‫ع‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ح ٰيى‬
ْ ُ ‫ٰل ي‬ ‫و‬
َ ‫حِيى‬
ْ ُ‫ي‬

‫ٰيا‬ ِ ْ ‫عل َي‬


‫ه‬ َ ُ ‫ٰل ي‬
َ ‫جاُر‬ ‫و‬
َ ‫جيُر‬
ِ ُ‫ن ي‬ َ ‫م ٰيا‬
ْ ‫م‬ َ ْ‫ي ُط‬
ُ ‫ع‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ َ ‫ق ٰضى‬
ِ ْ ‫عل َي‬ ْ ُ ‫ٰل ي‬ ‫و‬
َ ‫ضي‬ ْ َ‫ن ي‬
ِ ‫ق‬ ْ ‫م‬
َ

122
Diğer âyetler: Bakara, 2/47,122,253; Nisâ, 4/32-34-95;
En’am, 6/86; A’raf, 7/140; Ra’d, 13/4; İsrâ, 17/21,55,70;
Neml, 27/15; Casiye, 45/16.
128
َ ْ‫ن َلم ي َل ِد‬
‫و‬ ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫م‬ُ َ ‫حك‬ ْ ُ ‫و ٰل ي‬ َ ‫م‬ ُ ُ ‫حك‬ْ َ‫ي‬
َ
َ ‫فوا ً أ‬
ٌ‫حد‬ ُ َ‫ن ل‬
ُ ُ‫ه ك‬ ْ َ‫و ل‬
ْ ُ ‫م ي َك‬ َ ْ َ ‫م ُيول‬
‫د‬ ْ َ‫ل‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey gören, fakat görülmeyen! 2- Ey yaratan,
fakat yaratılmayan! 3- Ey hidayet veren, fakat
kendisine hidayet verilmeyen (hidayet vermek
kendisine mahsus olup, başkalarından hidayet
almaya ihtiyacı olmayan)! 4- Ey hayat veren,
fakat kendisine hayat verilmeyen! 5- Ey doyuran,
fakat doyurulmayan! 6- Ey himaye eden, fakat
himaye edilmeyen! 7- Ey hükmünü icra eden,
fakat kendisi hakkında hüküm icra edilmeyen! 8-
Ey hükmeden, fakat kendisi hüküm altına
alınamayan! 9- Ey doğurmamış ve doğmamış
(doğurulmamış) olan! 10- Hem de hiçbir şey
kendisine denk olmayan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Allah Teâlâ; Samed olduğundan, hiçbir şeye ve
hiçbir kimseye muhtaç değildir. Hem ezelî ve
ebedî olması cihetiyle yaratılmamıştır, hayatı ve
bekası başkasına bağlı değildir. Bizzat hayydır,
daimî ve bâkidir; bizatihî kaimdir. Halk, icad, ihyâ
ve hidayet doğrudan doğruya kendisi tarafından
icrâ edilir. Başkalarında yaratma, hayat verme ve
hidayet etme gibi hususiyetler yoktur. Şimdi bu
129
husustaki âyet-i kerîmeleri zikredelim:
َ َ ‫أ َل‬
‫ه ي َت ٰرى‬ َ ‫ن ال ٰل ّت‬ ّ ‫م ب ِتأ‬ ْ َ ‫م ي َعْل‬
ْ “Şüphesiz Allah’ın görüyor
olduğunu bilmedi mi?” (Alak, 96/14)
‫ن ت ََراِنتتي‬ ْ ‫ل َلتت‬ َ ‫ك َقتتا‬ َ ‫ظتتْر إ ِل َْيتت‬ ُ ْ ‫ب أ َرِِنتتيٓ أ َن‬ َ ‫(“ َقتتا‬Musa:)
ّ ‫ل َر‬
Rabbim! (Kendini) bana göster, sana bakayım,
dedi. (Allah:) Sen beni asla göremezsin, buyurdu”
(A’raf, 7/143)
‫شآُء‬ َ َ ‫ما ي‬ َ ُ‫خل ُق‬ ْ َ ‫(“ ي‬Allah) dilediği şeyi yaratır.” (Âl-i
İmrân, 3/47; Maide, 5/17; Nur, 24/45; Kasas,
28/68; Rum, 30/54; Zümer, 39/4; Şûrâ, 42/49)
‫و‬َ ‫ء‬ ِ ‫مآ‬َ ‫سق‬ ّ ‫ن ال‬ َ ‫مق‬ ِ ‫م‬ ْ ‫قك ُق‬ ُ ‫ه ي َْرُز‬ ِ ‫غي ْقُر ال ٰل ّق‬ َ ‫ق‬ ٍ ِ ‫خققال‬
َ ‫ن‬
ْ ‫مق‬ ْ ‫هق‬
ِ ‫ل‬ َ
‫ض‬ َ
ِ ‫“ الْر‬Allah’dan başka Hâlık (yaratıcı) var mı ki,
size gökten ve yerden rızık versin.” (Fâtır, 35/3)
‫شآُء‬ َ َ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫دي‬ ِ ْ‫(“ ي َه‬Allah) dilediği kimseyi hidayete
eriştirir.” (Bakara, 2/142, 213, 272; En’am, 6/88;
Yunus, 10/25; İbrâhim, 14/4; Nahl, 16/93; Nur,
24/35-46; Kasas, 28/56; Fâtır, 35/8; Zümer,
39/23; Müddessir, 74/31).
ُ ‫ي ل َق‬
‫ه‬ َ ‫هققاِد‬ َ َ ‫فل‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ل ال ٰل ّق‬ ِ ِ ‫ض قل‬ ْ ُ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫و‬ َ “Kimi de Allah
saptırırsa, artık o’na hidayet verecek yoktur.”
(Araf, 7/186)
‫ت‬ ُ ‫مي‬ ِ ُ‫و ي‬َ ‫حِيي‬ ْ ُ ‫(“ ي‬Allah) diriltir ve öldürür (hayatı
ve ölümü veren O’dur).” (Bakara, 2/258; Âl-i
İmrân, 3/156; A’raf, 7/158; Tevbe, 9/116; Yunus,
10/56; Mü’minûn, 23/80; Mü’min, 40/68; Duhan,
44/8; Hadid, 57/2)
‫ت‬
ُ ‫مققققو‬ ِ ‫ي ال ّقققق‬
ُ َ ‫ذي ل َ ي‬ َ ْ ‫عل َققققى ال‬
ّ ‫حقققق‬ ْ ‫وك ّقققق‬
َ ‫ل‬ َ َ‫و ت‬
َ
“Hem,ölmez olan hayat sahibine (Allah’a)
tevekkül et.” (Furkan, 25/58)
‫و‬
َ ‫ض‬
َ
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬
ّ ‫ر ال‬ َ ‫ول ِّيا‬
ِ ِ‫فاط‬ ِ ّ ‫ه أ َت‬
َ ُ ‫خذ‬ َ َ‫ل أ‬
ِ ‫غي َْر الل‬ ُ
ْ ‫ق‬
‫م‬ َ ْ‫و ل َ ي ُط‬
ُ ‫ع‬ َ ‫م‬
ُ ‫ع‬ِ ْ‫و ي ُط‬
َ ‫ه‬
ُ “De ki: Gökleri ve yeri yoktan
var eden, (doyurup) yedirdiği halde yedirilmeyen
(yedirilmeye muhtaç olmayan) Allah’tan başkasını
130
mı dost edineyim?” (En’am, 6/14)
ْ ِ ‫جاُر عَل َْيتتهِ إ‬
‫ن‬ َ ُ ‫جيُر وَ ل َ ي‬
ِ ُ ‫يٍء وَ هُوَ ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ت ك‬
َ ‫ل‬ ُ َ ‫مل‬
ُ ‫كو‬ َ ِ‫ن ب ِي َدِه‬
ْ ‫م‬ ْ ُ‫ق‬
َ ‫ل‬
‫ن‬ ُ َ ‫م ت َعْل‬
َ ‫متتو‬ ْ ‫“ ك ُن ْت ُت‬De ki: Her şeyin melekûtu kimin
elinde; kendisi (her şeyi) koruyorken, kendi
korunmayan (korunmaya ihtiyacı olmayan
kimdir)? Eğer biliyorsanız (söyleyiniz).”
(Mü’minûn, 23/88)
‫ن‬
ْ ‫مق‬ِ ‫ن‬َ ‫عو‬ُ ْ‫ن ي َقد‬َ ‫ذي‬ ِ ‫و ال ّق‬َ ‫ق‬ ّ ‫ح‬َ ْ ‫ضققي ب ِققال‬ ْ َ‫ه ي‬
ِ ‫ق‬ ُ ‫و الل ق‬
َ
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ِ‫ن ب‬
ْ ‫شققق‬ َ ‫ضقققو‬
ُ ‫ق‬ ْ َ‫ه ل َ ي‬ ِ ‫دون ِققق‬ُ “Hem Allah, hakkı
gözeterek hükmünü icra eder. Ondan başkasına
ibadet ettikleri (ma’budlar) ise, hiçbirşeyle hüküm
icra edemezler.” (Mü’min, 40/20)
‫د‬
ُ ‫ريق‬
ِ ُ ‫ما ي‬ ُ ُ ‫حك‬
َ ‫م‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ْ َ‫ه ي‬ ّ ِ ‫“إ‬Muhakkak Allah, istediği
şekilde hükmeder.” (Maide, 5/1)
‫ع‬
ُ ‫ري‬
ِ ‫سق‬ َ ‫و‬
َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬ ِ ْ ‫حك‬
ِ ‫مق‬ ُ ِ‫ب ل‬ ّ ‫ع‬
َ ‫قق‬ َ ‫م‬ ُ ‫حك ُق‬
ُ َ‫م ل‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
ْ َ‫ه ي‬ َ
‫ب‬
ِ ‫سا‬َ ‫ح‬ ْ
ِ ‫“ ال‬Allah, hükmeder de, hükmünü kontrol
edecek (bozacak biri) bulunmaz. Ve O, hesabı
çabuk görür.” (Ra’d, 13/41)
‫فققي‬ ِ ‫ك‬ ُ ‫ر‬ِ ْ ُ‫و ل َ ي‬
‫شق‬ َ ‫ي‬
ّ ‫ول ِق‬
َ ‫ن‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫دون ِق‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫م‬ ُ َ ‫ما ل‬
ْ ‫ه‬ َ
َ
‫دا‬
ً ‫ح‬
َ ‫ه أ‬
ِٓ ‫م‬ِ ْ ‫حك‬
ُ “Onların O’ndan başka herhangi bir
dostu (yardımcıları) yoktur. Hem O, hükmüne
hiçbirini ortak etmez.” (Kehf, 18/26)
ٍ ‫ن إ ِ ٰل‬
َ“ ‫ه‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ه‬
ُ ‫ع‬
َ ‫م‬
َ ‫ن‬ َ ‫ما‬
َ ‫كا‬ َ ‫و‬ ٍ َ ‫ول‬
َ ‫د‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ُ ّ ‫خذَ ال ٰل‬
ِ ‫ه‬ َ ّ ‫ما ات‬
َ
Allah, herhangi bir çocuk edinmemiştir ve
beraberinde hiçbir ilâh yoktur.” (Mü’minûn,
23/91)
َ
‫د‬
ٌ ‫حق‬
َ ‫وا أ‬
ً ‫فق‬ ُ ‫ن ل َق‬
ُ ُ‫ه ك‬ ْ ‫و ل َق‬
ْ ‫م ي َك ُق‬ َ ْ‫م ُيول َد‬
ْ َ‫و ل‬ ْ َ‫ل‬
َ ْ‫م ي َل ِد‬
“Doğurmadı, doğmadı (doğurulmadı) ve hiçbir şey
kendisine denk olmadı (olamaz).” (İhlâs, 112/3-4)
َ
Onuncu nidâdaki ‫د‬ ٌ ‫حق‬
َ ‫وا أ‬
ً ‫فق‬ ُ ‫ن ل َق‬
ُ ُ‫ه ك‬ ْ َ‫و ل‬
ْ ‫م ي َك ُق‬ َ
ibaresi:

131
َ
‫د‬
ٌ ‫حق‬
َ ‫وا أ‬
ً ‫فق‬ ُ ‫ن ل َق‬
ُ ُ‫ه ك‬ ْ ‫ن ل َق‬
ْ ‫م ي َك ُق‬ َ ‫“يٰ ق ا‬Ey hiçbir şey
ْ ‫مق‬
kendisine denk olmayan!” şeklinde okunsa,
tertibe uyum sağlanmış olur.

- -
‫ٰيا‬ ُ ‫م الطِّبي‬
‫ب‬ َ ‫ع‬ ْ ِ ‫ب ٰيا ن‬ ُ ‫حِبي‬َ ْ ‫م ال‬ َ ‫ع‬
ْ ِ ‫ٰيا ن‬
‫ب ٰيا‬ُ ‫ري‬ِ ‫ق‬ َ ْ ‫م ال‬ َ ‫ع‬ ْ ِ ‫ب ٰيا ن‬ ُ ‫سي‬ِ ‫ح‬ َ ْ ‫م ال‬ َ ‫ع‬ْ ِ‫ن‬
‫ب ٰيا‬ ُ ‫جي‬ ِ ‫م‬ ُ ْ ‫م ال‬ َ ‫ع‬ ْ ِ ‫ب ٰيا ن‬ ُ ‫قي‬ ِ ‫م الّر‬ َ ‫ع‬ْ ِ‫ن‬
َ
‫ٰيا‬ ُ ‫كي‬
‫ل‬ َ ْ ‫م ال‬
ِ ‫و‬ َ ‫ع‬
ْ ِ ‫ٰيا ن‬ ‫س‬
ُ ‫م الِني‬ َ ‫ع‬ ْ ِ‫ن‬
‫صيُر‬
ِ ّ ‫م الن‬
َ ‫ع‬
ْ ِ ‫ٰيا ن‬ ‫و ٰلى‬ َ ْ ‫مال‬
ْ ‫م‬ َ ‫ع‬ ْ ِ‫ن‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey güzel sevgili, 2- Ey güzel tabib, 3- Ey
güzel hasib (hesaba çeken), 4- Ey güzel karib
(yakın olan), 5- Ey güzel gözetleyici, 6- Ey güzel
cevab verici, 7- Ey güzel enîs (cana yakın dost), 8-
Ey güzel vekil, 9- Ey güzel mevlâ (sahib, dost),
10- Ey güzel yardımcı!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Aslında ‫م‬
َ ‫ع‬
ْ ِ ‫ ن‬fiili; medh fiili olup, “ne güzel!”
ma’nasına gelir. Fakat biz “Ey ne güzel sevgili!...”

132
yerine “ey güzel sevgili!..” tercümesini tercih
ettik... Şimdi âyet-i kerîmelerde geçen medh
cümlelerine bakalım:
‫ل‬ُ ‫كي ق‬ِ ‫و‬َ ْ ‫م ال‬ َ ‫عق‬ْ ِ‫و ن‬ َ ‫ه‬ ُ ‫س قب َُنا ال لٰ ّق‬ ْ ‫ح‬ َ ‫قاُلوا‬ َ ‫و‬َ “... ve:
Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir.” dediler.
(Âl-i İmrân, 3/173)
‫صققيُر‬ِ ّ ‫م الن‬ َ ‫عقق‬
ْ ِ‫و ن‬ َ ‫و ٰلى‬ َ ْ ‫م ال‬
ْ ‫مقق‬ َ ‫عقق‬ ْ ِ ‫(“ن‬O) ne güzel
mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!” (Enfal, 8/40; Hac,
22/78)
‫ن‬ َ ‫جيب ُققو‬ِ ‫م‬ ُ ْ ‫م ال‬ َ ‫ع‬ْ ِ ‫فل َن‬
َ ‫ح‬ٌ ‫داَنا ُنو‬ َ ‫قدْ َنا‬ َ َ‫و ل‬
َ “Andolsun,
Nuh bize niyazda bulunmuştur. (Buna mukabil
biz) elbette ne de güzel cevab vericileriz!” (Sâffât,
37/75)
“Hem meselâ: Müdhiş bir hastalıktan şifa
bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden
zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan
bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i
ekberden ilaçları ve dermanlarıyle şifa ihsan
etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i şefkati
ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şa’şaalı bir
surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla
bakılmazsa; o cüz’î fakat alîmâne, basîrâne,
şuurkârâne olan şifa vermek dahi, câmid ilaçların
hâssiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata
verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve
kıymetini kaybeder.” 123

- -
َ ‫فين ٰيآ أ‬
‫س‬
َ ‫ني‬
ِ َ ِ ‫ر‬ َ ْ ‫سُروَر ال‬
ِ ‫عا‬ ُ ‫ٰيا‬
123
Şua’lar, Said Nursî, sahife: 7.

133
‫ن‬
َ ‫قي‬
ِ ‫شَتا‬ ُ ْ ‫ث ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫غي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ن ٰيا‬
َ ‫دي‬
ِ ‫ري‬ ُ ْ ‫ال‬
ِ ‫م‬
‫ق‬
َ ‫ز‬ِ ‫ن ٰيا َرا‬ َ ‫واِبي‬ّ ّ ‫ب الت‬
َ ‫حِبي‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن ٰيا‬ ُ ْ ‫جآءَ ال‬
َ ‫مذْن ِِبي‬ َ ‫ن ٰيا َر‬ َ ‫قّلي‬ ُ ْ ‫ال‬
ِ ‫م‬
ً ‫فسا‬ ّ َ ‫من‬
ُ ‫ن ٰيا‬ َ ‫مك ُْروِبي‬ َ ْ ‫ف ال‬ َ ‫ش‬ ِ ‫كا‬
‫ن‬
ِ ‫ع‬ َ ً ‫فّرجا‬ َ ‫م‬
ُ ‫ن ٰيا‬ َ ‫مي‬ِ ‫مو‬ ُ ‫غ‬ َ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫م‬ ِ ‫ع‬ َ
َ
‫و‬
َ ‫ن‬َ ‫وِلي‬ ّ ‫ه ال‬ َ ‫ن ٰيآ إ ِ ٰل‬ َ ‫حُزوِني‬ ْ ‫م‬َ ْ ‫ال‬
‫ن‬
َ ‫ري‬ ِ ‫خ‬ِ ‫ا ٰل‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
1- Ey âriflerin sevinci, 2- Ey müridlern enîsi
(cana yakın dostu), 3- Ey müştakların mededcisi,
4- Ey tevbekârların sevgilisi, 5- Ey fakirlerin rızkını
veren, 6- Ey günahkârların ümidi, 7- Ey tasalıların
sıkıntısını gideren, 8- Ey gamlılardan (gammı)
kaldıran (ferahlandıran), 9- Ey mahzunlardan
(üzüntüyü) açan (genişlik veren), 10- Ey
öncekilerin ve sonrakilerin ilâhı!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
‫ف‬
ُ ‫ر‬ َ ْ ‫ ال‬Ârif:
ِ ‫عقققا‬ İrfan sahibi, ma’rifet ehli,
134
tanıyan..
“ ‫فوا‬ُ ‫عَر‬
َ ‫ما‬ّ ‫م‬
ِ ‫ع‬ ِ ‫م‬
ْ ّ‫ن الد‬
َ ‫م‬
ِ ‫ض‬ُ ‫في‬
ِ َ‫م ت‬
ْ ‫ه‬ ْ َ‫ى أ‬
ُ َ ‫عي ُن‬ ٓ ‫ت َ ٰر‬
‫ق‬
ّ ‫حق‬ ْ
َ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ِ ...(bilip) tanıdıkları hakikattan dolayı
gözlerinden yaş boşandığını görürsün.” (Maide,
5/83) âyeti, âriflerin bir vasfını nazara
vermektedir. Âriflerin ma’rifet, feyz ve sürurlarına
dâir serd edilen şu izahata dikkat edelim:
“...herbir taifesi icma’ ve tevatür kuvvetini
taşıyan bütün âriflerin hakikatlı ma’rifetleri, bütün
şakirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün
zakirlerin feyzli zikirleri ve bütün hâmidlerin
ni’met artıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin
bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün
muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün
müridlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün
münîblerin ciddî taleb ve inabeleri yine ma’ruf,
mezkur, meşkur, mahmud, vahid, mahbub,
merğub, maksud olan o ma’bud-u ezelînin vücub-
u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini
gösterdiği gibi; kâmil insanlardaki bütün makbul
ibadatın ve o makbul ibadatın neticesinden hasıl
olan füyûzât ve münacât, müşahedat ve keşfiyat,
yine o mevcud-u lem-yezel ve o ma’bud-u lâ-
yezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i
rububiyetini gösterir.” 124
ً‫ض قَرة‬
ْ َ‫م ن‬
ْ ‫ه‬ ّ َ‫و ل‬
ُ ‫قققا‬ َ ِ ‫وم‬ َ ِ ‫شّر ٰذل‬
ْ َ ‫ك ال ْي‬ ُ ّ ‫م ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ُ ‫ه‬ َ ‫و‬
ُ ‫قا‬ َ
َ ‫ف‬
‫سُروًرا‬ ُ ‫و‬ َ “Bundan dolayı Allah, onları o günün
şerrinden korumuştur ve onları parlaklık ve
sevince kavuşturmuştur.” (İnsan, 76/11)
‫د‬
ُ ‫ري ق‬ ُ ْ ‫ ال‬Mürid: İrade eden, isteyen, hak ve
ِ ‫م‬
hakikata kavuşmak isteyen seyr ü sülûk sahibi.
124
Osmanlıca Sözler, s. : 974.
135
‫ق‬
ُ ‫شَتا‬ ُ ْ ‫ ال‬Müştak: Arzulayan, özleyen, iştiyaklı,
ْ ‫م‬
kavuşmaya can atan.
‫ن‬
َ ‫ريق‬ ّ َ‫مت َط‬
ِ ‫ه‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫حق‬
ِ ُ‫و ي‬
َ ‫ن‬
َ ‫واِبي‬
ّ ‫ب الت ّق‬
ّ ‫حق‬ َ ‫ن ال ٰل ّق‬
ِ ُ‫ه ي‬ ّ ِ‫إ‬
“Muhakkak Allah, sağlam tevbe edenleri sever,
çok temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222)
ّ ‫ق‬
‫ل‬ ُ ْ ‫ ال‬Mukill: Mal ve servetçe gayet fakir olan,
ِ ‫م‬
az mala sahib olan, muhtaç durumda bulunan.
‫فققُر‬ِ ‫غ‬ْ َ‫ه ي‬
َ ‫لقق‬ٰ ّ ‫ن ال‬
ّ ِ‫ه إ‬ ٰ ّ ‫ة ال‬
ِ ‫لقق‬ ِ ‫مقق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬
ْ ‫مقق‬ ُ َ ‫قن‬
ِ ‫طققوا‬ ْ َ‫ل َ ت‬
‫عقققا‬
ً ‫مي‬ِ ‫ج‬َ ‫ب‬ َ ‫“ القققذُّنو‬Allah’ın rahmetinden ümid
kesmeyiniz. Şübhesiz Allah bütün günahları
bağışlar.” (Zümer, 39/53)
ِ ‫ة ال ل ّ ٰققق‬
‫ه‬ َ ‫مققق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬
َ ‫جقققو‬
ُ ‫ك ي َْر‬ ‫ُأو‬
َ ِ ‫“ ٰۤلئ‬Onlar, Allah’ın
rahmetini umarlar.” (Bakara, 2/218)
ٍ ‫ل ك َقْر‬
ّ ‫ب ث ُق‬
‫م‬ ّ ‫ن ك ُق‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫و‬
َ ‫هققا‬
َ ْ ‫من‬ ْ ُ ‫جيك‬
ِ ‫م‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
ّ َ ‫ه ي ُن‬ ُ
ِ ‫ق‬
‫ن‬ ُ ‫ر‬ ْ ُ‫م ت‬ َ
َ ‫كو‬ ِ ‫ش‬ ْ ُ ‫“ أن ْت‬De ki: Allah, sizi bunlardan ve her
sıkıntıdan kurtarır. Sonra da siz O’na ortak
koşarsınız.” (En’am, 6/64)
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ َ‫ف ل‬
ُ ّ ‫ٓ إ ِل‬
‫ه‬ َ ‫ش‬ َ َ ‫فل‬
ِ ‫كا‬ َ ‫ضّر‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬
ُ ِ‫ه ب‬ َ ‫س‬
ْ ‫س‬
َ ‫م‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
“Eğer Allah tarafından sana bir zarar dokunsa,
yine onu O’ndan başka giderici yoktur.” (En’am,
6/17; Yunus, 10/107)
‫ك‬َ ِ ‫و ك َق ٰذل‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬
ّ ‫غق‬ َ ‫مق‬
ِ ُ‫جي ْن َققاه‬
ّ َ‫و ن‬ ُ َ ‫جب َْنا ل‬
َ ‫ه‬ َ َ ‫ست‬ َ
ْ ‫فا‬
‫ن‬
َ ‫مِني‬ ْ ‫مق‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫جي ال‬ ِ ْ ‫“ ن ُن‬Biz de O’nun duasına cevab
verdik ve O’nu gamdan kurtardık. İşte biz aynı
şekilde mü’minleri de kurtarırız.” (Enbiyâ, 21/88)
‫ن‬ َ ْ ‫عن ّققا ال‬
َ ‫حقَز‬ َ ‫ب‬ َ ْ‫ذي أ َذ‬
َ ‫هق‬ ِٓ ‫ه ال ّق‬
ِ ‫مقدُ للق‬ َ ْ ‫قاُلوا ال‬
ْ ‫ح‬ َ ‫و‬
َ
“Bizden, hüzünü gideren (üzüntü ve telaşımızı ber
taraf eden) Allah’a hamd olsun, derler.” (Fâtır,
35/34)
َ ّ ‫لإ‬
“ ٍ ‫ت ي َتوْم‬
ِ ‫قتتا‬
َ ‫مي‬
ِ ‫ن إ ِ لٰت ى‬
َ ‫عو‬
ُ ‫مو‬
ُ ‫ج‬ َ َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬ َ ‫ري‬
ِ ‫خ‬
ِ ‫ن وَ ا ٰل‬
َ ‫ن الوِّلي‬ِ ْ ُ‫ق‬
ُ َ De ki: Hakikaten öncekiler ve sonrakiler
ٍ ‫معْلتتوم‬
136
‫‪elbette bilinen bir günün muayyen vaktinde‬‬
‫‪toplanacaklardır.” (Vakıa, 56/49-50) âyeti, zımnen‬‬
‫‪herkesin‬‬ ‫‪yalnızca‬‬ ‫‪birtek‬‬ ‫‪ilâh,‬‬ ‫‪sahib‬‬ ‫‪ve‬‬
‫‪mutasarrıfları olduğunu bildiriyor.‬‬
‫َ‬
‫ن‬‫م الوِّلي ت َ‬‫ب ٰاب َتتآئ ِك ُ ُ‬‫م وَ َر ّ‬ ‫‪َ “Rabbiniz ve önceki‬رب ّك ُت ْ‬
‫‪babalarınızın (ecdadınızın) Rabbi O’dur.” (Duhan,‬‬
‫)‪44/8‬‬
‫حم تد ُ فِتتي ا ُ‬
‫ة‬
‫خ تَر ِ‬
‫لو لٰت ى وَ ا ٰل ِ‬ ‫ه ال ْ َ ْ‬
‫ه إ ِل ّ هُوَ ل َت ُ‬ ‫‪“O‬وَ هُوَ ال ٰل ّ ُ‬
‫هإ ِٰلل َٓ َ‬
‫‪Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Önde ve sonda‬‬
‫)‪hamd O’na mahsustur.” (Kasas, 28/70‬‬
‫ن ‪Bir nüshada‬‬ ‫ف ال ْ َ‬
‫مك ُْروِبيتت َ‬ ‫شتت َ‬ ‫‪yerine‬يا ٰكا ِ‬
‫ٰ‬ ‫ى‬
‫من ْ َ‬‫ٰيا َ‬
‫ن‬
‫حّبيقققق َ‬ ‫م ِ‬ ‫‪ “Ey‬ال ْ ُ‬ ‫‪sevenlerin‬‬ ‫”!‪hedefi‬‬ ‫‪nidâsı‬‬
‫‪mevcuddur.‬‬

‫‪-‬‬ ‫‪-‬‬
‫و‬
‫ن َ‬
‫ب الن ّب ِّيي َ‬
‫ٰيا َر ّ‬ ‫ر‬ ‫و الّنا ِ‬ ‫ة َ‬ ‫جن ّ ِ‬‫ب ال ْ َ‬ ‫ٰيا َر ّ‬
‫ر ٰيا‬ ‫َ‬ ‫ال َ ْ‬
‫و الب َْرا ِ‬ ‫ن َ‬‫قي َ‬ ‫صدّي ِ ِ‬ ‫ب ال ّ‬ ‫خَياِر ٰيا َر ّ‬
‫و‬‫ب َ‬ ‫حُبو ِ‬ ‫ب ال ْ ُ‬ ‫ر ٰيا َر ّ‬ ‫و ال ْك َِبا ِ‬‫ر َ‬ ‫غا ِ‬ ‫ص َ‬‫ب ال ّ‬ ‫َر ّ‬
‫ر ٰيا‬ ‫جا ِ‬‫ش َ‬ ‫و ال َ ْ‬ ‫ر َ‬‫ها ِ‬
‫َ‬
‫ب ال ن ْ َ‬ ‫ر ٰيا َر ّ‬ ‫ما ِ‬‫الث ْ َ‬
‫َ‬

‫د‬ ‫ب ال ْ َ‬
‫عِبي ِ‬ ‫ر ٰيا َر ّ‬ ‫فا ِ‬ ‫ق َ‬ ‫و ال ْ ِ‬‫حا ٰرى َ‬ ‫ص َ‬‫ب ال ّ‬ ‫َر ّ‬
‫ر‬
‫سَرا ِ‬
‫و ال ِ ْ‬‫ن َ‬ ‫عل َ ِ‬
‫ب ال ِ ْ‬ ‫ر ٰيا َر ّ‬ ‫و ال َ ْ‬
‫حَرا ِ‬ ‫َ‬
‫ر‬
‫ها ِ‬‫و الن ّ َ‬
‫ل َ‬ ‫ب الل ّي ْ ِ‬
‫ٰيا َر ّ‬
‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل ّ َ‬
‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬ ‫َ‬
‫ن الّنا ِ‬ ‫م َ‬‫جْرَنا ِ‬
‫أ ِ‬
‫‪137‬‬
Meal
1- Ey cennet ve cehennemin Rabbi, 2- Ey
peygamberler ve hayırlıların Rabbi, 3- Ey sıddîklar
(sadıklar, doğru sözlüler, sağlam bağlananlar) ve
iyilerin Rabbi, 4- Ey küçükler ve büyüklerin Rabbi,
5- Ey taneler ve meyvelerin Rabbi, 6- Ey nehirler
ve ağaçların Rabbi, 7- Ey sahraların ve çöllerin
Rabbi, 8- Ey kölelerin ve hürlerin Rabbi, 9- Ey i’lan
(açıklama) ve gizleme sahibi, 10- Ey gece ve
gündüzün Rabbi!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Bir nüshada ‫س ٰراِر‬ ْ ِ ‫ن وَ ال‬ ِ ‫ب ال ِعْ ٰل‬ ّ ‫ َر‬yerine:
‫ٰيا‬
َ َ
‫س ٰراِر‬ ْ ‫ن و َ ال‬ ِ َ ‫ب العْل‬ ّ ‫“يا َر‬Ey ٰ alenîlerin(açıktakilerin)
ve sırların sahibi!” ibaresi bulunmaktadır.
َ َ َ
‫متتا وَعَتد ََنا‬ َ ‫ج تد َْنا‬ َ َ‫ن قَتد ْ و‬ ْ ‫ب الّنارِ أ‬ َ ‫حا‬ َ ‫ص‬ ْ ‫جن ّةِ أ‬َ ْ ‫ب ال‬
ُ ‫حا‬
َ ‫ص‬ ْ ‫وَ َنا ٰدىٓ أ‬
‫قتتتا‬
ّ ‫ح‬َ ‫“ َرب َّنتتتا‬Cennetlikler, cehennemliklere şöyle
seslenirler: Biz, Rabbimizin bize va’d ettiğini hakk
olarak bulmuşuz...” (A’raf, 7/44)
“ ‫ن أ َْرَباب ًتتا‬ َ ُ ‫( و ل َ يأ ْمرك‬Hiçbir
َ َ ‫ملئ ِك‬
َ ‫ة وَ الن ّب ِّيي‬ َ ْ ‫ذوا ال‬
ُ ‫خ‬ِ ّ ‫ن ت َت‬
ْ ‫مأ‬ ْ َ ُ َ َ
beşer) size: Melekleri ve peygamberleri Rabb’ler
edinin, diye de emretmez. ” (Âl-i İmrân, 3/80)
âyeti; peygamberlerin de birer kul olduklarını,
hepsinin Rabbi ancak Allah Teâlâ olduğunu beyan
etmiştir.
‫م‬ُ ‫هق‬ َ ِ ‫ُٓأو ٰۤلئ‬
ُ ‫ك‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫سقل‬
ُ ‫و ُر‬ ِ ّ ‫من ُققوا ب ِققال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ن ٰا‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ
‫ن‬ ُ
َ ‫ديقو‬
ّ ‫ص‬
ّ ‫“ ال‬Allah’a ve elçilerine inananlar, işte
onlar sıddıkların ta kendileridir.” (Hadîd, 57/19)
ِ َ ‫ن ال َب َْراَر ل‬
ٍ ‫في ن َِعيم‬ ّ ِ ‫“ إ‬Muhakkak iyiler naîmdedirler
(rahat yaşayış ve bolluk içerisinde yahut naîm
cennetindedirler).” (İnfitar, 82/13; Mutaffifin,
138
83/22)125
‫غيًرا‬
ِ ‫ص‬ َ َ ‫ما ك‬
َ ‫ما َرب َّياِني‬ َ ‫ه‬
ُ ‫م‬
ْ ‫ح‬
َ ‫ب اْر‬
ّ ‫ل َر‬ ُ ‫و‬
ْ ‫ق‬ َ “... ve:
Rabbim! Onlar (anne-babam) beni küçükken
terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de onlara
merhamet et, de.” (İsrâ, 17/24)
“Hem peder ve valideyi şefkat ile techiz eden
ve seni onların merhametli elleriyle terbiye
ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara
merhamet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın
muhabbetine âiddir. O muhabbet ve hürmet,
şefkat; lillah için olduğuna alâmeti şudur ki, onlar
ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı
ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman,
daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat
etmektir...” 126
‫ب وَ الن ّ ٰوى‬ ّ ‫ح‬َ ْ ‫ه َفال ِقُ ال‬َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ّ ِ ‫“إ‬Şüphesiz Allah, taneleri
ve çekirdekleri yarıcıdır. (filizlendirir)” (En’am,
6/95)127
ْ ‫ت رِْزقًتتا ل َك ُت‬
‫م‬ ِ ‫م تَرا‬ َ ّ ‫ن الث‬
َ ‫مت‬ ِ ِ‫ج ب ِته‬ ْ َ ‫مآًء فَأ‬
َ ‫خَر‬ َ ‫مآِء‬
َ ‫س‬
ّ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ َ ‫وَ أ َن َْز‬
ِ ‫ل‬
“...ve gökten su indirip, onunla meyveleri size
rızık olarak çıkartan...” (Bakara, 2/22; İbrâhim,
14/32)128
‫و‬ َ ‫ع‬ َ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ي‬
َ ‫س‬
ِ ‫وا‬
َ ‫ها َر‬
َ ‫في‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬
َ ‫ض‬
َ ‫مدّ الْر‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
125
Diğer âyetler: Âl-i İmrân, 3/193-198; İnsan, 76/5; Mutaffifîn,
83/18.
126

Osmanlıca Sözler, s. 944. Ayrıca geniş bilgi için şu âyetlere


bakılabilir: Nahl, 16/70; Hac, 22/5.

127
Diğer âyetler: En’am, 6/99; Yâsîn, 36/33; Kaf, 50/9; Nebe’,
78/15; Abese, 80/27.

128
Sair âyetler: A’raf, 7/57; Nahl, 16/11; Fâtır, 35/27; Fussılet,
41/47.

139
‫هققاًرا‬ َ
َ ْ ‫“ أن‬Hem O; yeri yayıp, sabit dağlar ve
129
ırmaklar meydana getirendir.” (Ra’d, 13/3)
‫ر َناًرا‬
ِ ‫ض‬ ْ َ ‫ر ال‬
َ ‫خ‬ ِ ‫ج‬ ّ ‫ن ال‬
َ ‫ش‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫ل ل َك‬
ِ ‫م‬ َ ‫ع‬
َ ‫ج‬ ِ ّ ‫“ ال‬Yeşil
َ ‫ذي‬
ağaçtan size ateşi çıkaran zat O’dur.” (Yasîn,
36/80)130
‫ض إ ِل ّ ٓ ٰاِتققي‬ َ ّ ُ‫ن ك‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫وا‬
َ ‫سقق ٰم‬
ّ ‫في ال‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ل‬ ْ ِ‫إ‬
‫دا‬
ً ْ ‫عب‬
َ ‫ن‬
ِ ‫م‬ َ ‫ح‬
ْ ‫“ الّر‬Göklerde ve yerdeki herkes ancak
Rahman’a kul olarak gelecektir.” (Meryem,
19/93)131
‫مققا‬َ ‫و‬ َ ‫ن‬ َ ‫س قّرو‬
ِ ُ ‫مققا ي‬ ُ َ ‫عل‬
َ ‫م‬ ْ َ ‫م إ ِّنا ن‬ ُ ُ ‫ول‬
ْ ‫ه‬ ْ ‫ق‬ َ ْ ‫حُزن‬
َ ‫ك‬ ْ َ ‫فل َ ي‬
َ
‫ن‬
َ ‫عل ِن ُققو‬
ْ ُ ‫“ ي‬Onların sözü seni üzmesin. Zira biz,
gizlediklerini de, açığa verdiklerini de biliriz.”
(Yâsîn, 36/76)132
‫م‬ْ ‫ه‬
ُ ‫سَراَر‬ ُ َ ‫عل‬
ْ ِ‫م إ‬ ُ ّ ‫و الل‬
ْ َ‫ه ي‬ َ “Halbuki Allah, onların
133
gizlemelerini bilir.” (Muhammed, 47/26)
‫فققي‬ ِ ‫هققاَر‬
َ ّ ‫ج الن‬
ُ ‫و ُتول ِق‬
َ ‫ر‬
ِ ‫هققا‬
َ ّ ‫فققي الن‬ َ ‫ج الل ّي ْق‬
ِ ‫ل‬ ُ ِ ‫ُتول‬
ِ ْ ‫“ الل ّي‬Geceyi gündüze girdirir ve gündüzü geceye
‫ل‬
girdirirsin.” (Âl-i İmrân, 3/27)134
129
Ayrıca bak: İbrâhim, 14/32; Nahl, 16/15; Neml, 27/61; Nuh,
71/12.
130

Diğer âyetler: Hac, 22/18; Rahmân, 55/6; Vakıa, 56/71-72.

131
Sair yerler: En’am, 6/18-61; A’raf, 7/194; Enbiyâ, 21/26;
Zuhruf, 43/19.

132
Diğer yerler: Bakara, 2/77; Hûd, 11/5; İbrâhim, 14/38; Nahl,
16/19-23; Neml, 27/25-74; Kasas, 28/69; Mümtehıne, 60/1;
Teğâbun, 64/4.

133
Şu âyetlere de bakabilirsiniz: En’am, 6/3; Tevbe, 9/78;
Tâhâ, 20/7; Furkan, 25/6; Zuhruf, 43/80; Mülk, 67/13.

134
Sair yerler: En’am, 6/96; A’raf, 7/54; Yunus, 10/67; Ra’d,
13/3; İbrâhim, 14/33; Nahl, 16/12; İsrâ, 17/12; Enbiyâ,
21/33; Hac, 22/61; Mü’minûn, 23/80; Nur, 24/44; Furkan,
140
- -
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ‫م‬ ُ ْ ‫عل‬
ِ ‫ء‬ ٍ ‫ى‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ ‫في ك‬ ِ ‫ق‬َ ‫ح‬ ِ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ت إ ِ ٰلى‬ َ َ ‫ن ب َل‬
ْ ‫غ‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫صُر‬َ َ‫ء ب‬ٍ ‫ى‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫فذَ ب ِك‬َ َ‫ن‬
‫د‬ ِ ْ ‫صي ال‬
ُ ‫عَبا‬ ِ ‫ح‬ ْ ُ‫ن ل َ ي‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ء‬
ُ ُ ‫قدَْرت‬ ٍ ‫ى‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫ٰيا‬ ُ ‫شك َْر‬
‫ه‬ ُ ‫ق‬ َ ْ ‫غ ال‬
ُ ِ ‫خلئ‬ ُ ِ ‫ن ل َ ت ُب ْل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ُ‫مآءَه‬
َ ‫ع‬
ْ َ‫ن‬
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ُ َ ‫جل َل‬
َ ‫م‬
ُ ‫ها‬َ ‫ف‬ ْ َ ‫ك ال‬ ُ ‫ر‬ِ ْ‫ن ل َ ت ُد‬ْ ‫م‬َ
َ
‫و‬
َ ‫ة‬ َ َ ‫عظ‬
ُ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ُ ‫ه‬ َ ْ ‫م ك ُن‬
ُ ‫ها‬َ ‫و‬ْ ‫ل ال‬ ُ ‫ت ََنا‬

‫ن‬ َ ْ ‫سل‬
ُ ‫طا‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ة‬ ُ َ ‫هي ْب‬ َ ْ ‫ن ال‬ ُ ‫دآ‬ ِ ُ‫ال ْك ِْبرَيآء‬
ِ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ؤ‬ َ ‫ر‬
‫ه‬
ُ ‫ؤ‬ َ َ ‫عّز ب‬
ُ ‫قآ‬ ِ ْ ‫عّزَز ِبال‬َ َ‫ن ت‬
ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫هآ‬
ُ ‫ؤ‬ َ َ‫ب‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey ilmi her şeye yetişip ulaşan, 2- Ey gözü
her şeye nüfuz eden, 3- Ey kudreti her şeye
ulaşan, 4- Ey kulların, lutfunu (ihsanını, ikramını)
sayamayacağı (Zât-ı Akdes), 5- Ey mahlukatın,
şükrünü tamamlayamayacağı (eda
edemeyecekleri derecede ikramı bol olan), 6- Ey
fehimlerin (anlayışların), celalini (büyüklüğünü,

25/47, 62; Neml, 27/86; Kasas, 28/71-72-73; Lokman, 31/29;


Fâtır, 35/13; Yâsîn, 36/37; Zümer, 39/5; Mü’min, 40/61;
Hadîd, 57/6; Müzzemmil, 73/2; Nebe’, 78/10-11; Naziât,
79/29.

141
yüceliğini) anlayamayacağı (derecede yüksek
olan), 7- Ey vehimlerin (zihne gelen şeylerin),
künhüne (Zâtının bütün şuunatına)
erişemeyeceği (deredece yüce olan), 8- Ey
azamet (büyüklük) ve kibriyası (yücelik ve
büyüklüğü) elbisesi olan, 9- Ey heybet ve
saltanatı behâsı (güzellik ve parlaklığı) olan, 10-
Ey izzetle bekası izzetlenmiş olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilah yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
‫م‬
ٌ ‫عِلي‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫و ب ِك‬ ‫ه‬ُ ‫و‬
َ 135 َ “Hem O (Allah), her şeyi
bilir.” (Bakara, 2/29)
ً ْ ‫عل‬
‫متتا‬ ِ ‫يٍء‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫سعَ َرّبي ك‬ ِ َ‫“ و‬Rabbim her şeyi ilmiyle
zabt etmiştir.” (En’am, 6/80)136
‫صيٌر‬ ِ َ‫ء ب‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ه ب ِك‬ ُ ّ ‫“ إ ِن‬Muhakkak O (Allah), her
şeyi görmektedir.” (Mülk, 67/19)
‫ديٌر‬ ِ ‫ققق‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ ْ ‫شقق‬ َ ‫ل‬ ّ ‫كقق‬ ُ ‫لقق ى‬ ٰ ‫ع‬
َ ‫ه‬ ّٰ ‫“ال‬Şüphesiz
َ ‫لقق‬ ‫ن‬ّ ِ‫إ‬
Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Bakara, 2/20)137

135
Sâir yerler: Bakara, 2/231, 282; Nisâ, 4/32, 176; Maide,
5/97; En’am, 6/101; Enfal, 8/75; Tevbe, 9/115; Nur, 24/35-
64; Ankebut, 29/62; Ahzab, 33/40, 54; Şûrâ, 42/12; Fetih,
48/26; Hucurat, 49/16; Hadîd, 57/3; Mücadele, 58/7;
Teğâbun, 64/11.

136
Diğer yerler: A’raf, 7/19; Tâhâ, 20/98; Mü’min, 40/7; Talâk,
65/12.

137
Diğer âyetler: Bakara, 2/106, 109, 148, 259, 284; Âl-i İmrân,
3/26, 29, 165, 189; Maide, 5/17, 19, 40, 120; En’am, 6/17;
Enfal, 8/41; Tevbe, 9/39; Hûd, 11/4; Nahl, 16/77; Hac, 22/6;
Nûr, 24/45; Ankebût, 29/20; Rum, 30/50; Ahzab, 33/27;
Fâtır, 35/1; Fussilet, 41/39; Şûrâ, 42/9; Ahkaf, 46/33; Fetih,
48/21; Hadîd, 57/2; Haşr, 59/6; Teğâbun, 64/1; Talâk, 65/12;
Tahrim, 66/8; Mülk, 67/1.
142
Cenab-ı Akdes’in ilminin nihayetsizliğini ve
kudretinin sonsuzluğunu, Şua’lar Mecmuasının
15. Şua’ının II. makamı güzelce izah ve isbat
etmiştir. Bakılabilir.
‫صققو ٰها‬ ُ ‫ح‬ ْ ُ ‫ه ٰل ت‬ ِ ‫لقق‬ ّٰ ‫ة ال‬ َ ‫مقق‬ َ ‫ع‬ْ ِ ‫دوا ن‬ ّ ‫عقق‬ ُ َ‫ن ت‬ ْ ِ‫و إ‬
“Allah’ın َ
ni’metini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.”
(İbrâhim, 14/34; Nahl, 16/18)
‫ن‬َ ‫شك ُُرو‬ ْ َ ‫ما ت‬ َ ً ‫قِليل‬ َ “Ne az şükrediyorsunuz!..”
(A’raf, 7/10, Mü’minûn, 23/78; Secde, 32/9; Mülk,
67/23)
Mesnevî-i Nuriye’de (Nokta Risâlesinde) arabca
şu ibare yazılıdır. Metni yazıp, tercemesini
aşağısına derc edeceğiz:
“ ‫ه‬ ِ ِ ‫في ٰذات‬ ِ ‫فك ُّروا‬ َ َ ‫و ٰل ت‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ء ال ٰل‬ ِ ‫ي ٰا ٰۤٓل‬ ٓ ‫ف‬ ِ ‫فك ُّروا‬
َ
‫دُروا‬ ِ ‫ق‬ ْ َ‫ن ت‬ ْ َ‫م ل‬ ْ ُ ‫فإ ِن ّك‬
َ Allah’ın ni’metlerinde tefekkür
yapınız. Zatını tefekkür etmeyiniz. Zira siz (O’nun
zatını) anlayamazsınız.
‫ة‬ ِ ْ ‫ف ك َي‬
ُ ّ ‫في‬ َ ْ ‫فك َي‬ َ َ ُ ‫رك‬
‫ها‬ َ ْ ‫س ال‬
ِ ْ‫مْرءُ ي ُد‬ َ ْ ‫ء ل َي‬ ِ ‫مْر‬ َ ْ ‫ة ال‬ُ ‫ق‬َ ‫قي‬ ِ ‫ح‬ َ
ْ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫قدَم‬ ِ ‫ر ِذي ال‬ ِ ‫جّبا‬
ُ ُ ‫رك‬
‫ه‬ ِ ْ‫ف ي ُقد‬ َ ‫فك َي ْق‬ َ ‫شقأ َ ٰها‬ َ ْ ‫و أ َن‬َ َ‫ش ٰيآء‬ ْ َ ‫ع ال‬ َ َ‫ْٓد‬‫و ال ّ ِ أ َب‬
‫ذي‬ َ ‫ه‬ُ
‫م‬
ِ َ ّ ‫س‬ ‫ن‬ ‫ال‬ ‫ث‬ُ ‫د‬ ‫ح‬ ‫ت‬
َ ْ َ ْ ُ‫س‬ ‫م‬
Kişi, kendi hakikatını idrak edememektedir.
Nasıl olur da kıdem sahibi Cebbar’ın keyfiyetini
anlar? O ki, eşyayı mükemmel bir şekilde
yaratmış ve inşa etmiştir. Canı, ruhu ve nefesleri
sonradan yaratılan, nasıl olur ki O’nu idrak etsin?”
138

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî


oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub
tarikiyle yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır.

138
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, sahife: 234.

143
Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti
nisbetindedir. Himmetin derecesi ise, maksad ve
iştigal etiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan,
teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya fenâ fil-maksad
oluyor. İşte şu noktaya binaen, hasis bir emir veya
pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz.
Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye
sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif
olduğundan, güya müvazenet bozulur. Hem de insan
hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayîsini ve
esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa,
etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hatta hiçbir
cihetten mümkinata benzemeyen Vacibü’l-Vücud’a
tefekkür etse; yine kuvve-i vahimesi, şu vehm-i seyyii
düstur ve dürbün yapmak istiyor. Halbuki Sani-i
Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez.
Kudretine inhisar yoktur. Ziya-i şems gibi, kudret ve
ilim ve iradesi şamile ve âmmedir, münhasır olmaz,
muvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği
gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder.
Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır.
Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vacibü’l-Vücud’u
mümkünita kıyas etmek, kıyas-ı maal-fârıktır. Mezbur
vehm-i batıl ile muhakeme etmek, hata-yı mahzdır.
işte bu hata-yı bîedebâne ve şu vehm-i bâtılın netice-i
seyyiesidir ki: Tabiiyyûn, esbabı müessir-i hakikî
olduklarına; ve Mu’tezile, hayvanları ef’al-i
ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve Mecûsîler, halk-ı
şerr başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya
onlarca Sani’, o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle
umûr-u hasîseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştgal
etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın
hükmüne esir oldular.
Ey birader! Şu vehim, itikad tarikiyle olmazsa da,
vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.”

144
139

“ ‫ر ٰدآِئي‬ ِ ْ ‫و ال ْك ِب‬
ِ ُ‫ر يٰ ق آء‬ َ ‫ري‬
ِ ‫ة إ ِ ٰزا‬ َ َ‫ظ‬Azamet
ُ ‫مق‬ َ ْ ‫ا َل‬
‫ع‬
izârım, kibriya da ridâmdır ” hadîs-i kudsîsi azamet ve
kibriyanın lüzumlu bir perde olduğunu bildiriyor.
İzârın lugat ma’nası; peştemal, eteklik gibi belden
aşağısını örten libastır. Ridâ ise, aba ve cübbe gibi
üstten giyilen elbisedir. Hadîste ifade edilen ma’na
şudur:
“Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile
ihâta ve kalble görmeye manidir ve tam ma’rifete sed
çeker. Ve ma’rifette ve imanın inkişafında hadsiz
mertebelerin bulunmasına sebebdir. Ve
ma’rifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir
ihticab-ı kudsîdir.” 140
“Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab
perdedâr-ı dest-i kudret ola, aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab ellerini
çeksinler, te’sir-i hakîkîden.” 141

- -
‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ع ٰلى ٰيا‬ ْ َ ‫ل ال‬ َ ْ ‫ه ال‬
ُ َ ‫مث‬ ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬َ ‫ع ٰلى ٰيا‬ ُ ْ ‫ت ال‬ ُ ‫فا‬ َ ‫ص‬ ّ ‫ه ال‬ُ َ‫ل‬
َ ْ ‫ه ال‬ ُ
‫ة‬
ُ ّ ‫جن‬ ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬َ ‫و الو ٰلى ٰيا‬ َ ُ‫خَرة‬ ِ ‫ا ٰل‬
‫و الل ّ ٰظى‬ ّ ‫ه ْال‬
َ ‫ناُر‬ ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬ َ ‫ما ْ ٰوى ٰيا‬ َ ْ ‫ال‬

139
Muhakemât, Bediuzzaman, sahife: 127-128.

140
Âyetü’l-Kübrâ, Said Nursî, sahife: 16.

141
Şua’lar, sahife: 261.

145
‫ٰيا‬ ‫ت ال ْك ُب ْ ٰرى‬ ُ ‫ه ا ٰلَيا‬ ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
ُ ْ ‫مآءُ ال‬ َ
‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫س ٰنى ٰيا‬ ْ ‫ح‬ َ ‫س‬
ْ ‫ه ال‬ ُ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬َ
ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ضآءُ ٰيا‬ َ ‫ق‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫حك‬ُ ْ ‫ه ال‬ُ َ‫ل‬
ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ع ٰلى ٰيا‬ ُ ْ ‫ت ال‬
ُ ‫وا‬َ ‫س ٰم‬ّ ‫ال‬
‫و الث ّ ٰرى‬
َ ‫ش‬ ُ ‫عْر‬َ ْ ‫ال‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey en yüksek misal(ler) kendisinin olan, 2- Ey en
yüksek sıfatlara sahib olan, 3- Ey son ve ilk (âhiret ve
dünya) kendisinin olan, 4- Ey Cennet-i Me’vâ’ya sahib
olan, 5- Ey cehennem ve lezâ (şiddetli alev)
kendisinin olan, 6- Ey en büyük âyetler (alâmetler,
deliller) kendisinin olan, 7- Ey en güzel isimlere sahib
olan, 8- Ey hüküm ve kazâ (icraat) kendisine mahsus
olan, 9- Ey en yüksek göklere sahib olan, 10- Ey arş
ve yer kendisinin olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
َ ْ َ ‫ل ال‬
‫و‬
َ ‫ض‬ ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ِ ‫وا‬َ ‫س ٰم‬
ّ ‫في ال‬
ِ ‫ع ٰلى‬ َ ْ ‫ه ال‬
ُ َ ‫مث‬ ُ َ‫و ل‬
َ
‫م‬
ُ ‫كي‬
ِ ‫ح‬ ْ
َ ‫زيُز ال‬ِ ‫ع‬ ْ
َ ‫و ال‬َ ‫ه‬
ُ “Hem göklerde ve yerdeki en
yüksek misal (temsiller) O’nundur. Ve O; Azîzdir,
Hakîmdir.” (Rum, 30/27)142
142
Yine bakınız: Nahl, 16/60.

146
‫ن‬ ُ ‫صقق‬
َ ‫فو‬ ِ َ ‫مققا ي‬
ّ ‫ع‬
َ ‫عققا ٰلى‬
َ َ‫و ت‬
َ ‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سققب‬
ُ “O, onların
yaptıkları tavsiften münezzeh ve yüksektir.”
(En’am, 6/100)143
ُ ‫خرةُ و ا‬
‫لو لٰ ق ى‬ ِ ّ ‫“ل‬Âhiret
َ
َ َ ِ ‫ه ا ٰل‬ ٰ ِ ‫فل‬
144
de, dünya da
Allah’ındır.” (Necm, 53/25)
‫مأ ْ ٰوى‬َ ْ ‫ ال‬Cennet-i Me’vâ: Cennet tabakalarından
birinin adı olup, barınma cenneti ma’nasına gelir.
‫مقأ ْ ٰوى‬ َ ْ ‫ة ال‬ ُ ّ ‫جن‬ َ ‫“ن ْدَ ٰها‬Onun
‫ع‬
ِ yanında da Cennet-i
Me’vâ vardır.” (Necm, 53/15)145
‫ّ ٰظتت ى‬Lezâ: ‫الل‬ Cehennem’in bir tabakası olup,
şiddetli alev ma’nasındadır. Mearic Sûresi’nin 15.
âyetinde:
“ ‫هاَ ٰظى‬ ‫ٓإ ِن ّ ٰ ل‬ ّ ‫ ك َل‬Hayır, asla! Çünki o (cehennem),
kavurucu bir alevdir.” diye bahsi geçmektedir.
‫ه ال ْك ُب ْق ٰرى‬ ِ ‫ت َرب ّق‬
ِ ‫ن ٰاَيا‬ْ ‫م‬
ِ ‫قدْ َر ٰاى‬ َ‫ل‬
َ“Rabbinin en
146
büyük âyetlerini görmüştür.” (Necm, 53/18)
‫سققق ٰنى‬ ُ ْ ‫سققق ٰمآءُ ال‬ َ ‫َلق‬
ْ ‫ح‬ ْ ‫ه ال‬ ُ ‫“قق‬En güzel isimler
O’nundur.” (Tâhâ, 20/8; Haşr, 59/24)147
“Biliniz ki: Zat-ı Vacibü’l-Vücud’un binbir
esmasından bir kısmına <esmâ-i zatiye> denilir ki,
her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. O’nun adı ve
O’nun unvanıdır. Allah, Ehad, Samed, Vacibü’l-
Vücud gibi çok esmâ var. Bir kısmına da <esmâ-i
fiiliye> ta’bir edilir ki; çok nevileri var. Mesela:
143
Ayrıca bak: Enbiyâ, 21/22; Mü’minûn, 23/91; Sâffât, 37/159,
180; Zuhruf, 43/82.
144

Hem bak: Leyl, 92/13.

145
Hem bakınız: Secde, 32/19.
146
Diğer yerler: Tâhâ, 20/23; Nâziât, 79/20.

147
Sair yerler: A’raf, 7/180; İsrâ, 17/110.

147
Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mun’im, Muhsin.” 148
َ ‫هق‬ َ
‫ن‬
َ ‫س قِبي‬ َ ْ ‫ع ال‬
ِ ‫حا‬ ُ ‫س قَر‬
ْ ‫وأ‬َ ُ ‫و‬
َ ‫م‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ ْ ‫حك‬ ُ َ ‫“ أل َ ل‬Dikkat
edin! Hüküm O’nundur ve O, hesaba çekenlerin
en sür’atlisidir.” (En’am, 6/62)149
‫ن‬
ْ ‫م‬ِ ‫ن‬َ ‫عو‬ ُ ْ‫ن ي َد‬ َ ‫ذي‬ِ ّ ‫و ال‬َ ‫ق‬ّ ‫ح‬ َ ْ ‫ضي ِبال‬ِ ‫ق‬ ْ َ‫ه ي‬ ُ ّ ‫و الل‬ َ
‫ع‬ ‫مي‬
ُ ِ ّ‫س‬ ‫ال‬ ‫و‬ ‫ه‬
َ ُ َ ‫ه‬ ّ ‫ل‬ٰ ‫ال‬ ‫ن‬ ‫إ‬
ّ ِ ْ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ
‫ش‬ ‫ب‬ ‫ن‬
ِ َ ُ ‫ضو‬ ْ
‫ق‬ َ ‫ي‬ َ ‫ل‬ ‫ه‬ ‫ن‬
ِ ِ ُ‫دو‬
‫صيُر‬ ْ
ِ َ ‫الب‬
“Hem Allah, hak ile hükmeder. O’ndan başka
ibadet ettikleri ma’budlar ise, hiçbir şeyle
hükmedemezler.” (Mü’min, 40/20)
َ ُ ‫مل ْق‬
‫ت‬
ُ ‫ميق‬
ِ ُ‫و ي‬
َ ‫حي ِققي‬
ْ ُ‫ض ي‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫وا‬
َ ‫سق ٰم‬
ّ ‫ك ال‬ ُ ‫ل َق‬
ُ ‫ه‬
“Göklerin ve yerin mülkü (idaresi, mülkiyeti)
O’nundur. Diriltir ve öldürür.” (Hadîd, 57/2)
Kur’ân’da 48 yerde göklerin ve yerin mülkiyet ve
tasarrufunun Allah Teala’ya aid olduğu bildirilmiştir.
َ
‫تل ْعُ ٰلتت ى‬
‫وا ِا‬
َ ‫س ق ٰم‬
ّ ‫و ال‬
َ ‫ض‬ َ ‫خل َق‬
َ ‫ق الْر‬ َ ‫ن‬
ْ ‫مق‬ ِ ً ‫زيل‬
ّ ‫م‬ ِ ‫ت َن ْق‬
“Yeri ve en yüksek gökleri yaratan tarafından (bu
kitab) parça parça indirilmiştir.” (Tâhâ, 20/4)
ِ ‫ظيققم‬ َ ْ ‫ش ال‬
ِ ‫ع‬ َ ْ ‫ب ال‬
ِ ‫عققْر‬ ّ ‫و َر‬
َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬ ُ ْ ‫وك ّل‬
َ ‫ت‬ ِ ‫عل َْيقق‬
َ ‫ه َتقق‬ َ
“Yalnız O’na tevekkül ettim. Zira O, büyük arşın
sahibidir.” (Tevbe, 9/129)150
َ
‫ت‬
َ ‫حت‬
ْ َ ‫متتا ت‬
َ َ‫متتا و‬
َ ُ‫ما ب َي ْن َه‬
َ َ‫ض و‬
ِ ‫ما ِفي الْر‬
َ َ‫ت و‬
ِ ‫وا‬
َ ‫س ٰم‬
ّ ‫ما ِفي ال‬ ُ َ‫ل‬
َ ‫ه‬
‫“ّثتت ٰرى‬Göklerde,
‫ال‬ yerde, ikisi arasında ve yerin
altındaki (her şey) O’nundur.” (Tâhâ, 20/6)

148
Emirdağ Lahikası, Said Nursî, s. 97.

149
Başka yerler: En’am, 6/57; Yusuf, 12/40, 67; Kasas, 28/70,
88; Mü’min, 40/12.

150
Ayrıca bak: İsrâ, 17/42; Enbiyâ, 21/22; Mü’minûn, 23/86,
116; Neml, 27/26; Mü’min, 40/15; Zuhruf, 43/82; Hâkka,
69/17; Tekvîr, 81/20; Burûc, 85/15.

148
- -
‫فوُر‬ َ ‫و ٰيا‬
ُ ‫غ‬ ُ ‫ع‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ّ ‫ف‬ َ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫صُبوُر ٰيا‬َ ‫كوُر ٰيا‬ ُ ‫ش‬َ ‫د ٰيا‬ ُ ‫دو‬ُ ‫و‬
َ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫س‬
ُ ‫دو‬ ُ ‫ٰيا‬
ّ ‫ق‬ ‫ف‬ ُ ‫ع‬
ُ ‫طو‬ َ ‫ٰيا‬ ‫ف‬ ُ ‫َر‬
ُ ‫ؤو‬
‫م‬ َ ‫ٰيا‬
ُ ‫قّيو‬ ‫ي‬
ّ ‫ح‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
çok afvedici, 2- Ey çok bağışlayan, 3- Ey çok
seven ve çok sevilen, 4- Ey (yapılan hayırlı işlerin)
karşılığını veren, 5- Ey çok sabreden, 6- Ey çok
merhametli, 7- Ey çok lütufkâr, 8- Ey (bütün
noksan sıfatlardan) münezzeh ve arınmış olan, 9-
Ey hayat sahibi, 10- Ey bizatihî kaim olup
(mahlukatı da) ayakta tutan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.

Şerh

Bir nüshada ‫ي‬ َ ‫م * ٰيقق ا‬


ّ ‫حقق‬ َ ‫ ٰيقق ا‬yerine ‫ٰيقق ا‬
ُ ‫قّيققو‬
‫ح‬ ُ ‫ل * ٰيق ا‬
ُ ‫سقّبو‬ ُ ‫سق‬
ُ ‫ؤو‬ ْ ‫م‬َ “Ey (bütün kusurlardan)
tamamen münezzeh olan, ey (bütün istekler
kendisinden) istenen!” lafızları mevcuddur.
Kur’ân’da esma-i ilahiyeden olmak üzere 5
149
‫‪yerde‬‬ ‫و‬
‫فق ّ‬ ‫فققوُر ‪ ,X91 yerde‬ال ْ َ‬
‫غ ُ‬ ‫غ ُ‬‫‪ ,X2 yerde‬ال ْ َ‬
‫د‬
‫دو ُ‬ ‫كوُر ‪ ,X4 yerde‬ال ْ َ‬
‫و ُ‬ ‫ش ُ‬
‫ف ‪ ,X10 yerde‬ال ّ‬ ‫الّر ُ‬
‫ؤو ُ‬
‫س ‪,X6 yerde‬‬ ‫دو ُ‬ ‫ي ‪ ,X5 yerde‬ال ْ ُ‬
‫ق ّ‬ ‫‪ ve 3 yerde‬ال ْ َ‬
‫ح ّ‬
‫م‬‫قّيو ُ‬‫‪ esmâ-i hüsnâsı mezkurdur.151‬ال ْ َ‬

‫‪-‬‬ ‫‪-‬‬
‫ن‬
‫م ْ‬
‫ٰيا َ‬ ‫ه‬‫مت ُ ُ‬ ‫عظ َ َ‬
‫ء َ‬ ‫مآ ِ‬ ‫س َ‬‫في ال ّ‬ ‫و ِ‬ ‫ه َ‬‫ن ُ‬‫م ْ‬ ‫ٰيا َ‬
‫في‬ ‫و ِ‬ ‫َ‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬ ‫ه ٰيا َ‬ ‫ض ٰاَيات ُ ُ‬‫في الْر ِ‬ ‫و ِ‬ ‫ه َ‬‫ُ‬
‫ر‬ ‫في ال ْب ِ َ‬
‫حا ِ‬ ‫و ِ‬ ‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫م ْ‬
‫ه ٰيا َ‬ ‫دلئ ِل ُ ُ‬‫ء َ‬ ‫ي ٍ‬‫ش ْ‬‫ل َ‬ ‫كُ ّ‬
‫م‬ ‫خل ْ َ‬
‫ق ثُ ّ‬ ‫ؤ ال ْ َ‬
‫و ي َب ْدَ ُ‬
‫ه َ‬
‫ن ُ‬
‫م ْ‬
‫ٰيا َ‬ ‫ه‬
‫جآئ ِب ُ ُ‬
‫ع َ‬
‫َ‬
‫ه‬‫خَزآئ ِن ُ ُ‬ ‫ل َ‬ ‫جَبا ِ‬ ‫في ال ْ ِ‬ ‫و ِ‬ ‫ه َ‬
‫ن ُ‬ ‫م ْ‬‫ه ٰيا َ‬ ‫عيدُ ُ‬ ‫يُ ِ‬
‫ن‬ ‫خل َ َ‬ ‫ل َ‬ ‫ن كُ ّ‬ ‫َ‬
‫م ْ‬‫ه ٰيا َ‬ ‫ق ُ‬ ‫ء َ‬ ‫ي ٍ‬
‫ش ْ‬ ‫س َ‬‫ح َ‬ ‫نأ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ٰيا َ‬
‫َ‬
‫في‬ ‫هَر ِ‬ ‫ن ظَ َ‬ ‫م ْ‬ ‫ه ٰيا َ‬ ‫مُر ك ُل ّ ُ‬ ‫ع ال ْ‬ ‫ج ُ‬ ‫ه ي ُْر َ‬ ‫إ َِلي ِ‬
‫ق‬
‫خلئ ِ َ‬ ‫ف ال ْ َ‬ ‫عّر ُ‬ ‫ن يُ َ‬‫م ْ‬ ‫ه ٰيا َ‬ ‫ف ُ‬‫ء ل ُطْ ُ‬ ‫ي ٍ‬ ‫ش ْ‬‫ل َ‬ ‫كُ ّ‬
‫ه‬ ‫ُ‬
‫قدَْرت َ ُ‬

‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل ّ َ‬


‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬ ‫َ‬
‫ن الّنا ِ‬ ‫م َ‬‫جْرَنا ِ‬
‫أ ِ‬

‫‪151‬‬
‫‪Risale-i Nur’da bu isimlerin genişçe izahları yapılmıştır.‬‬
‫‪Ezcümle: Vedud ismi, 32. Sözde; Raûf ismi, 14. Lem’a’nın II.‬‬
‫‪makamında; Kuddûs, Hayy ve Kayyûm isimleri de, 30.‬‬
‫‪Lem’a’da tefsilatlıca açıklanmıştır. Müracaat edilebilir.‬‬

‫‪150‬‬
Meal
1- Ey gökte azameti olan (tecellî eden), 2- Ey
yerde âyetleri bulunan, 3- Ey her şeyde delilleri
bulunan, 4- Ey denizlerde acîb eserleri olan, 5- Ey
mahlukatı başta yaratıp, sonra da iade eden
(tekrar meydana getiren), 6- Ey dağlarda
hazineleri bulunan, 7- Ey yarattığı her şeyi güzel
yapan, 8- Ey her iş kendisine dönen, 9- Ey her
şeyde lutfu açığa çıkan, 10- Ey mahlukata
kudretini tanıtan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Kur’ân’da, 88 yerde Cenâb-ı Hakk’ın gökteki
azametli icraatından bahsedilmiştir. Biz burada
birkaçını zikredeceğiz.
‫ت‬ٍ ‫وا‬
َ ‫س ت ٰم‬
َ َ‫ستب ْع‬
َ ‫ن‬
ّ ُ‫واه‬ َ َ‫مآ ف‬
ّ ‫ست‬ ّ ‫ستت َ ٰوىٓ إ ِل َتتى ال‬
‫ست َِء‬ ّ ‫“ث ُت‬Sonra
ْ ‫ما‬
semâya yöneldi ve onları yedi gök olarak tesviye
etti.” (Bakara, 2/29)
‫عي‬ ْ َ ‫ٓء ُ أ‬
ِ ِ ‫قل‬ ‫ما‬
َ ‫س‬
َ ‫و ٰيا‬
َ ‫ك‬
ِ َ‫ٓء‬
‫ما‬ ِ َ ‫ض اب ْل‬
َ ‫عي‬
َ ‫ل يا‬
ُ ‫ٓ أْر‬َ َ ‫قي‬
ِ ‫و‬
َ
“Ve: Ey yer! Suyunu yut. Ve ey semâ! (Suyunu)
tut, denildi”. (Hûd, 11/44)
“İşte şu âyetin bahr-i belağatından bir katreye
işaret için bir üslubunu bir temsil aynasında
göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan;
zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna: Ateş kes!, ve
hücum eden diğer bir ordusuna: Dur!, der, emreder.
O anda eteş kesilir, hücum durur. İş bitti, istila ettik.
Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek
kalelerinin başında dikildi. Esfel-i safilîne giden o
edebsiz zalimler, cezalarını buldular, der.
Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un
mahvı için, semavat ve arza emir vermiş. Vazifelerini

151
yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey arz! Suyunu yut.
Ey Semâ! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında
me’mur-u ilahînin çadır vazifesini gören gemisi
kuruldu. Zalimler, cezalarını buldular.
İşte şu üslubun ulviyetine bak: Zemin ve gök, iki
muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler, diyor. İşte
şu üslub işaret eder ki; insanın isyanından, kâinat
kızıyor.. Semavat ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu
işaretle der ki: Yer ve gök, iki muti’ asker gibi,
emirlerine bakan bir zata isyan edilmez, edilmemeli...
Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-
i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikıyle birkaç
cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda
beyan eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye
kıyas et.” 152
‫م‬ْ ُ ‫ت رِْزًقا ل َك‬ َ ّ ‫ن الث‬
ِ ‫مَرا‬ َ ‫م‬
ِ ِ‫ج ب ِه‬
َ ‫خَر‬ْ َ ‫مآًء فَأ‬
َ ‫مآِء‬
َ ‫س‬
ّ ‫ن ال‬ َ ‫م‬
ِ ‫ل‬ َ ‫“ وَ أ َن َْز‬... ve
gökten bir su indirip, onunla size rızık olarak
meyveler çıkaran...” (Bakara, 2/22; İbrâhim,
14/32)153
‫ن‬
َ ‫ري‬ ِ ِ ‫جتتا وَ َزي ّّناهَتتا ِللن ّتتاظ‬ً ‫مآِء ب ُُرو‬ َ ‫س‬ّ ‫جعَل َْنا ِفي ال‬ َ َ ‫“ وَ ل‬Gökte
َ ْ ‫قد‬
burclar ta’yin edip, onu seyredenler için
süslemişizdir.” (Hicr, 15/16)
َ َ ‫قح‬ َ
ً‫مآء‬
َ ‫ء‬
ِ ‫مآ‬
َ ‫س‬ ّ ‫ن ال‬َ ‫م‬ ِ ‫فأن َْزل َْنا‬ َ َ‫ح ل‬
َ ِ ‫وا‬ َ ‫سل َْنا الّرَيا‬
َ ‫و أْر‬
َ
‫ن‬ َ َ ُ َ َ َ
َ ‫زِني‬
ِ ‫خا‬
َ ِ‫ه ب‬
ُ ‫مل‬ ْ ُ ‫مآ أن ْت‬ َ ‫و‬
َ ُ‫موه‬ ُ ‫سقي َْناك‬ ْ ‫فأ‬
“Ve rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik. Gökten
de bir su indirip, -siz onu saklayamazken- onunla sizi
suladık.” (Hicr, 15/22)
“Şimdi rüzgârlara bak ki; sâir hakîmâne, kerîmâne
faydalarının ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet
mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o
dalgalanmak, bir Sani-i Hakîm tarafından bir tavziftir,
bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i
152
Osmanlıca Sözler, sahife: 552.

153
Bakınız: İşârâtü’l-İ’caz, Bediuzzaman, s. : 99...103.
152
rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle
çalışmaktır...
Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları ma’nasız
bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi, boş
bir gürültü olmadığına kat’î delil ise: Hâlî bir boşlukta
o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat
hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki
muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor
ki; o şırıltı, o gürültü, gayet ma’nidar ve hikmetdardır
ki, bir Rabb-ı Kerîm’in emriyle, müştaklara o yağmur
bağırıyor ki: Sizlere müjde, geliyoruz!, ma’nasını ifade
ederler...
Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara! Yerden,
dağlardan kaynamaları, tesadüfî değildir. Çünki,
onlara terettüb eden, âsâr-ı rahmet olan faydaların ve
semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mîzan-ı
hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mîzan-ı
hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki;
bir Rabb-i Hakîm’in teshiriyle ve iddihariyledir. Ve
kaynamaları ise, O’nun emrine heyecanla imtisal
etmeleridir.” 154
‫ب‬ِ ‫ل ل ِل ْك ُُتتت‬
ّ ‫ج‬
ِ ‫ستت‬
ّ ‫ي ال‬ َ َ ‫مآَء ك‬
ّ ‫طتت‬ َ ‫ستت‬
ّ ‫وي ال‬ ْ َ‫م ن‬
ِ ‫طتت‬ َ ْ‫“ َيتتو‬O gün,
kitabların sicilini (kütük defterlerini) dürer gibi
semâyı düreceğiz.” (Enbiyâ, 21/104)
َ َ َ ‫ع‬ َ
ّ ‫ض إ ِل‬ِ ‫علققى الْر‬ َ ‫ققق‬ ْ ‫ما ٓءَ أ‬
َ َ‫ن ت‬ َ ‫سقق‬ ُ ‫سقق‬
ّ ‫ك ال‬ ِ ‫م‬
ْ ُ‫و ي‬
َ
ِ ِ ‫“ ب ِقإ ِذْن‬Göğü de -izni dışında- yere düşmekten
‫ه‬
alıkoyar (yıldızları dağılmaktan ve etrafa
saçılmaktan korur, düzeni ayakta tutar).” (Hac,
22/65)
‫ض‬ َ َ ِ ٓ ‫ما‬ َ
ِ ‫ء إ ِلقى الْر‬ َ ‫سق‬
ّ ‫ن ال‬
َ ‫مق‬
ِ ‫مقَر‬
ْ ‫“ ي ُدَب ُّر ال‬Gökten
yere kadar (her) işi tedbir eder” (Secde, 32/5)
‫ء‬
ِ ٓ‫ما‬
َ ‫س‬
ّ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ ْ ُ ‫ل ل َك‬
ِ ‫م‬ ُ ‫و ي ُن َّز‬
َ ‫ه‬ ْ ُ ‫ريك‬
ِ ِ ‫م ٰاَيات‬ ِ ّ ‫و ال‬
ِ ُ ‫ذي ي‬ َ ‫ه‬
ُ
ً ‫رْز‬
‫قا‬ ِ “Size âyetlerini (delillerini) gösteren ve size
154
Osmanlıca Sözler, s. : 988-990.
153
gökten rızık indiren O’dur.” (Mü’min, 40/13)
“Bu en’am denilen hayvanatın bekaları rızık iledir.
Ve rızıkları ottur. Onların rızkı da yağmurdur. Yağmur
ki, âb-ı hayattır ve rahmettir. Ve rızık da semavattan
ْ ُ ‫مآِء رِْزقُك‬
gelir. ‫م‬ َ ‫س‬
ّ ‫ وَ ِفي ال‬âyeti buna da işaret eder.”
155

َ
‫ن‬
َ ‫عو‬
ُ ‫سق‬ ُ َ ‫و إ ِن ّققا ل‬
ِ ‫مو‬ َ ‫د‬
ٍ ْ ‫ها ب ِأي‬
َ ‫مآءَ ب َن َي َْنا‬
َ ‫س‬
ّ ‫و ال‬
َ “Göğü
de te’yid ile (sağlamca) kurduk ve biz (onu)
genişletmekteyiz.” (Zariyât, 51/47)
“Yâ ilahî ve yâ Rabbî! Ben, imanın gözüyle ve
Kur’ân’ın ta’limiyle ve nuruyla ve Resul-ü Ekrem
(aleyhissalatü vesselam)’ın dersiyle ve ism-i Hakîm’in
göstermesiyle görüyorum ki, semavatta hiçbir
deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin
mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin. Ve hiçbir
ecram-ı semaviye yoktur ki; sükutuyla gürültüsüz
vazife görerek direksiz durmalarıyla senin
rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti
olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatiyle,
muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve
bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle
senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve
şehadette bulunmasın. Ve on iki seyyareden hiçbir
seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli
müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve
ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna
şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin!..” 156
Yine Kur’ân’da bir çok yerde, Allah’ın yerdeki
âyetlerinden (delillerinden) bahsedilmiştir. Biz burada
birkaçını göstermekle iktifa edeceğiz:
َ
‫ن‬
ْ ‫مق‬
َ ‫و‬
َ ‫ض‬
ُ ‫و الْر‬
َ ‫ع‬
ُ ْ ‫س قب‬
ّ ‫ت ال‬
ُ ‫وا‬
َ ‫س ق ٰم‬ ُ ‫ح ل َق‬
ّ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫س قب‬
َ ُ‫ت‬
155
Osmanlıca Lem’alar, Said Nursî, s. : 671.

156
Münacât Risalesi, Said Nursî, sahife: 1-2. Ayrıca bakınız: Şua’lar
Mecmuası, 7. Şua’, sahife : 106...109.

154
‫ن‬
ّ ‫ه‬
ِ ‫في‬
ِ “Yedi gök ve arz ve içlerindekiler O’nu tesbih
ederler.” (İsrâ, 17/44). 7. Şuâ’ (Âyetü’l-Kübrâ
Risalesi), bu âyetin tefsiri olup, o risalenin tamamını
buraya derc etmek uzun çekeceğinden, bazı yerlerini
kayd etmekle iktifa ederiz:
“...Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle;
günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan
bir daireyi, haşr-i a’zamın meydanı etrafında çiziyor. Ve
zîhayatın yüzbin envaını bütün erzak ve levazımatlarıyla
içine alıp feza denizinde kemal-i müvazene ve nizamla
gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem
ve musahhar bir sefine-i rabbaniyedir.
Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki her
bir sahifesi, binler âyâtiyle arzın Rabbını tanıttırıyor.
Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız
birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve
idaresine bakar, müşahede eder ki: Yüzbin envaın
hadsiz efradlarının suretleri basit bir maddeden gayet
muntazam açılıyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor
ve gayet mu’cizane bir kısmının tohumlarına kanatçıklar
verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor. Ve gayet
müdebbirane idare olunuyor ve gayet müşfikane iaşe
ve it’am ediliyor ve gayet rahîmane ve rezzakane
hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten
ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az
ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su
katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara bir vagon gibi,
hazine-i gaybdan yüzbin nevi et’ime ve levazımat
kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve
bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen
süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sînelerinde
asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar
şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki,
bilbedahe bir Rahman-ı Rahîm’in gayet müşfikane ve
mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu
isbat eder.” 157
157
Şua’lar, sahife: 110-111.
155
َ َ َ ِ ‫و من ٰايات‬
‫ه‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫م‬
ْ ‫ض ِبققأ‬ َ ُ‫ما ٓء‬
ُ ‫و الْر‬ َ ‫س‬
ّ ‫م ال‬ ُ َ‫ن ت‬
َ ‫قو‬ ْ ‫هأ‬ِٓ َ ْ ِ َ
“Hem göğün ve yerin, O’nun emriyle ayakta
durmaları, O’nun (varlığının ve birliğinin)
alâmetlerindendir.” (Rum, 30/25)
‫ة‬
ِ ‫مق‬ ِ ْ ‫م ال‬ َ ‫عا‬ َ
َ ‫قَيا‬ َ ‫و‬
ْ ‫ه ي َق‬
ُ ُ ‫ضت‬
َ ْ ‫قب‬ ً ‫مي‬
ِ ‫ج‬
َ ‫ض‬
ُ ‫و الْر‬
َ “Arz da
bütünüyle kıyamet günü O’nun kabzasındadır”
(Zümer, 39/67).
‫ي‬
َ ‫س‬ َ ْ ‫ها وَ أ َل‬
ِ ‫قي َْنا ِفيَها َرَوا‬ َ ‫مد َد َْنا‬
َ ‫ض‬
َ
َ ‫“ وَ الْر‬Arzı da yaydık ve
içerisine sabit dağlar yerleştirdik.” (Hicr, 15/19 ve
Kaf, 50/7)
َ َ َ
‫ض‬
َ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫وا‬
َ ‫سقق ٰم‬ ّ ‫ن ال‬ ّ ‫وا أ‬ َ َ‫ن ك‬
ٓ ‫فُر‬ ِ ّ ‫م ي ََر ال‬
َ ‫ذي‬ ْ َ ‫ول‬
َ ‫أ‬
‫مققققا‬
َ ‫ه‬ ْ َ ‫فت‬
ُ ‫قَنا‬ َ ‫ف‬
َ ‫قققققا‬
ً ْ ‫كان َت َققققا َرت‬َ “Küfretmiş olanlar
görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idiler de, onları
ayırdık.” (Enbiyâ, 21/30)158
‫حِيققي‬
ْ ُ‫ف ي‬ ِ ‫ة ال ّٰلقق‬
َ ‫ه ك َْيقق‬ ِ ‫مقق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ر َر‬
ِ ٓ ‫فققان ْظُْر إ ِ ٰلقق‬
‫ى ٰاَثققا‬ َ
‫ها‬ َ
َ ِ ‫وت‬
ْ ‫م‬
َ َ‫عد‬ْ َ‫ض ب‬
َ ‫“ الْر‬Allah’ın rahmet eserlerine bak
ki, yeri öldükten sonra nasıl diriltiyor?!..” (Rum,
30/50)159
ً ‫ض ذَل ُققول‬ َ
ُ ‫ل ل َك ُق‬
َ ‫م الْر‬ َ ‫عق‬
َ ‫ج‬ ِ ‫و ال ّق‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ “Arzı size
musahhar kılmış olan O’dur.” (Mülk, 67/15)
َ
‫عققا‬
ً ‫مي‬
ِ ‫ج‬
َ ‫ض‬
ِ ‫فققي الْر‬
ِ ‫مققا‬ ْ ‫ق ل َك ُق‬
َ ‫م‬ َ ‫خل َق‬ ِ ‫و ال ّق‬
َ ‫ذي‬ َ ‫هق‬
ُ
“Arzdaki her şeyi sizin için yaratmış olan O’dur.”
(Bakara, 2/29)
(İhtar: Dikkat edilirse, bu 57. ukdenin birinci ve
ikinci nidâlarında gayet mücmel ve muhtasar olarak,
birkaç misalle şerhte bulunduk. Çok uzaması
endişesiyle tafsilata girişmedik. Eğer herbir nidâyı
tafsilen açıklayacak olsak, 1001 nidâ için en az bin

158
Bu âyetin tefsir ve îzahı için bakınız: İşarâtü’l-İ’caz, Bediuzzaman,
sahife: 187-188.
159
10. Söz, bu âyeti parlak bir tarzda tefsir etmiştir.
Bakılabilir.

156
sahife şerh yazmamız lazım geleceği düşünülsün ve
anlaşılsın ki, bu münacat-ı Nebevî ne kadar derin
ma’naları ve geniş hakaikı muhtevidir. Bârekallah ve
Mâşâallah! denilsin.)
‫ن‬
َ ‫مِني‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ت ل ِل‬
ْ ‫مقق‬ ٍ ‫ض ٰلَيققا‬
ِ ‫و ا ٰلْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫س ٰم ٰوا‬
ّ ‫في ال‬
ِ ‫ن‬
ّ
“Hakikaten göklerde ve yerde mü’minler için bir
çok âyetler (alâmetler) vardır.” (Casiye, 45/3)160
َ
‫ن‬َ ‫قِني‬ ُ ْ ‫ت ل ِل‬
ِ ‫مو‬ ٌ ‫ض ٰاَيا‬
ِ ‫في الْر‬
ِ ‫و‬
َ “Arzda da yakîn
sahibleri için âyetler vardır.” (Zariyât, 51/20)
َ
‫ض‬ِ ‫ن الْر‬ َ ‫مق‬
ِ ‫و‬
َ ‫ت‬
ٍ ‫وا‬
َ ‫س ق ٰم‬
َ ‫ع‬
َ ْ ‫س قب‬ َ ‫خل َق‬
َ ‫ق‬ ِ ّ ‫ه ال‬
َ ‫ذي‬ ُ ّ ‫َال ٰل‬
‫ن‬ ُ َ ‫مث ْل‬
ّ ‫ه‬ ِ “Allah, yedi göğü ve yerden de onların
benzerlerini yaratandır.” (Talâk, 65/12)161
َ
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫وا‬
َ ‫س ٰم‬ ُ ْ ‫خل‬
ّ ‫ق ال‬ َ ‫ه‬
ِ ِ ‫ن ٰاَيات‬
ْ ‫م‬
ِ ‫و‬
َ “Göklerin
ve yerin yaratılması O’nun âyetlerindendir.” (Rum,
30/22; Şûrâ, 42/29)
“...İşte Kur’ân-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir
ki, kâinatın daire-i a’zamında, meselâ semavat ve
arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir
daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder. Ta ki,
zahir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ
hilkat-i semavat ve arzdan bahsi içinde hilkat-i
insandan ve insanın sesinden ve sîmasındaki dekaik-ı
ni’met ve hikmetten bahs açar. Ta ki, fikir dağılmasın,
kalb boğulmasın; ruh, ma’budunu doğrudan doğruya
bulsun. Meselâ:
‫ف‬ ُ ‫خت ِ ٰل‬
ْ ‫وا‬
َ ‫ض‬ ِ ‫و ال َْر‬ َ ‫ت‬ِ ‫سق ٰم ٰوا‬ ُ ْ ‫خل‬
ّ ‫ق ال‬ َ ‫ه‬ِ ِ ‫ن ٰا ٰيات‬
ْ ‫م‬
ِ ‫و‬
َ
ْ َ ْ َ
ْ ُ ‫و ألققق ٰوان ِك‬
‫م‬ َ ‫م‬ْ ُ ‫سقققن َت ِك‬ ‫أل‬
ِ âyeti, mezkur hakikati
mu’cizane bir surette gösteriyor.” 162

160
33. Söz’ün 17. Pencere’si bu âyeti vazıhan tefsir etmiştir.

161
Tefsiri için bakınız: Lem’alar, 12. Lem’a’nın 2. nüktesi.

162
Sözler, s. : 12.

157
‫ذآ‬ َ ‫ة‬
َ ِ ‫ف قإ‬ ً ‫ع‬
َ ‫شق‬ ِ ‫خا‬َ ‫ض‬ َ
َ ‫ك ت َقَرى الْر‬ َ ‫ه أ َن ّق‬
ِٓ ِ ‫ن ٰاي َققات‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫و‬
َ
‫ت‬ ٓ ْ َ ْ َ
ْ َ ‫و َرب‬ َ ‫ت‬ ْ ‫هت َّز‬
ْ ‫ماءَ ا‬َ ‫ها ال‬ َ ْ ‫علي‬َ ‫أن َْزلَنا‬
“O’nun âyetlerindendir ki: Sen yeri kupkuru (nebatsız)
görürsün. Üzerine suyu indirdiğimizde ise, harekete
geçerek kabarıverir.” (Fussılet, 41/39)
“Nev’-i beşer ile sâir hayvanatın medâr-ı maişetleri
olan semeratın tevlidi için, arz ile sema arasındaki
muavenet ve münasebetleri ve âsâr-ı âlemin birbiriyle
kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını
te’min etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevab verip
yardımına koşmaları ve tamamiyle bir nokta-i
vâhideye bakmaları ve bir nazzam-ı vahidin mihveri
üstünde hareket etmeleri gibi halleri hâvi olan böyle
garip bir makine, sahib ve saniinin bir olduğuna kat’î
bir şehadetle ilan etmekle; <Herbir şeyde Sani’in
vahdetine delâlet eden bir âyet ve bir alâmet vardır.>
ma’nasında olan şu beytle tanîn-endaz oluyorlar: ‫و‬
َ
َ
‫د‬
ٌ ‫ح‬
ِ ‫ه ٰوا‬ ُ ّ ‫ى أن‬ ٓ ‫ع ٰل‬ ّ ُ‫ة ت َد‬
َ ‫ل‬ ٌ َ ‫ه ٰاي‬ُٓ َ ‫ء ل‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫في ك‬
”ِ 163
‫ر‬ ْ َ ‫و ال ْب‬
ِ ‫ح‬ َ ‫في ال ْب َّر‬ ِ ‫م‬ ْ ُ ‫سي ُّرك‬
َ ُ ‫ذي ي‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬ُ “O ki, sizi
karada ve denizde gezdirmektedir.” (Yunus,
10/22)
ْ
‫و‬
َ ‫رّيا‬ِ َ‫ما ط‬ ً ‫ح‬ ْ َ‫ه ل‬ ِ ‫حَر ل ِت َأك ُُلوا‬
ُ ْ ‫من‬ ْ َ ‫خَر ال ْب‬
ّ ‫س‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫ها‬
َ َ ‫ن‬ ‫سو‬
ُ َ ‫ب‬ ْ ‫ل‬َ ‫ت‬ ‫ة‬
ً َ ‫ي‬ ْ ‫ل‬‫ح‬ِ ‫ه‬ ْ
ُ ِ ‫ن‬‫م‬ ‫جوا‬
ُ ِ‫ر‬ ‫خ‬ ْ َ ‫ت‬‫س‬ْ َ ‫ت‬
“O ki; denizi, içerisinden taze et (balık çıkarıp)
yemeniz ve takacağınız süs (eşyası) çıkarmanız
için emrinize verendir.” (Nahl, 16/14)
‫خ ٰل‬ ٌ ‫مقق ا َبققْرَز‬
ٰ ‫ه‬*ُ َ ‫نن‬
ِْ ‫يقق اب َي‬
ٰ ‫ق‬ِ َ ‫ن ي َل ْت‬ ْ َ ‫ج ال ْب‬
ِ ‫حَرْيقق‬ َ ‫مققَر‬
َ
‫ن‬ِ ‫يقق ا‬
ٰ ‫غ‬
ِ ْ ‫“ب‬İki
َ‫ي‬ denizi karşı karşıya salıvermiştir.
Aralarında perde vardır, (birbirine) karışmazlar.”
(Rahmân, 55/19-20)
“Meselâ: Ehl-i velayetin ehemmiyetle virdlerinde
163
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 91.

158
zikir ve tekrar ettikleri: * ‫ن‬ ِ َ ‫ن ي َل ْت‬
ِ ‫ق ٰيق ا‬ ْ َ ‫ج ال ْب‬
ِ ْ ‫حَري‬ َ ‫مَر‬
َ
‫ن‬ِ ‫غ ٰيا‬ ٌ ‫ه ٰما ب َْرَز‬
ِ ْ ‫خ ٰل ي َب‬ َ ‫ب َي ْن‬
ُ cümlesinde, dâire-i vücub ile
daire-i imkandaki bahr-i rububiyet ve bahr-i
ubudiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ
âlem-i gayb ve şehadet bahirlerine, tâ şark ve garb,
şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine, tâ bahr-i Rum
ve Faris bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve
Boğaz’ına (ki mercan denilen balık, ondan çıkıyor), tâ
Akdeniz ve Bahr-i Ahmer ve Süveyş kanalına, tâ tatlı
ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki
tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve
muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük
ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile, onların
karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar ma’nasındaki
cüz’iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud
olabilir. Ve onun hakikî ve mecazî ma’nalarıdır.” 164
“Ey Rabbü’l-Berr ve’l-Bahr! Nasıl gökler ve feza ve
zemin, senin birliğine ve varlığına şehadet ederler..
Öyle de, bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar,
senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet
derecesinde şehadet ederler. Evet, bu dünyamızın
menba-ı acaib buhar kazanları hükmünde olan
denizlerde hiçbir mevcud, hatta hiçbir katre su yoktur
ki; vücuduyle, intizamıyle, menfaatiyle ve vaz’iyetiyle
Hâlikını bildirmesin. Ve basit bir kumda ve basit bir
suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib
mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam
hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi bir milyon
yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan
hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve
iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle Yaratanına işaret
ve Rezzakına şehadet etmesin.
Hem denizde; kıymetdar, hâssiyetli, zînetli
cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve

164
Osmanlıca Mektubat, Said Nursî, sahife: 516.
159
cazibedar fıtratıyle ve menfaatlı hâssiyetiyle seni
tanımasın, bildirmesin. Evet, onlar birer birer şehadet
ettikleri gibi, hey’et-i mecmuasıyle, beraberlik ve
birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve
îcaden gayet kolay ve efradça gayet çokluk
noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi
arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit
denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden ve
dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı
istila ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan,
mütenevvi’ ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini
halketmek ve erzak ve sâir umurlarını küllî ve tam bir
surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve
yüzünde bulunmak lazım gelen hadsiz cenazelerinden
hiçbirisi bulunmamak noktalarından, Senin varlığına
ve Vacibü’l-Vücud olduğuna mevcudatı adedince
işaretler ederek şehadet eder. Ve Senin saltanat-ı
rububiyetinin haşmetine ve her şeye muhit olan
kudretinin azametine pek zahir delâlet ettikleri gibi,
göklerin fevkındeki gayet büyük ve muntazam
yıldızlardan tâ denizlerin dibinde bulunan gayet
küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her
şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve
hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve
intizamatiyle ve faydalarıyla ve hikmetleriyle ve
mîzan ve mevzuniyetleriyle, Senin her şeye muhit
ilmine ve her şeye şamil hikmetine işaret ederler. Ve
Senin, bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle
rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü
seyahatına ve gemisine ve istifadesine musahhar
olması işaret eder ki; yolda yapılmış bir handa, bir
gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram
eden zat, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde
öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar
onların fâni ve küçük nümuneleridirler. İşte denizlerin
böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i

160
acîbesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi,
gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe
gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve
senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin
emrine musahhardırlar ve lisan-ı halleriyle Hâlikını
takdis edip ‫ر‬ُ َ ‫ه ا َك ْب‬
ُ ّ ‫َال ٰل‬derler.” 165
‫ه‬
ُ ُ‫عيققد‬
ِ ُ‫م ي‬ َ ْ ‫“ ي َْبققدَأ ُ ال‬Mahlukatı baştan
َ ‫خْلقق‬
ّ ‫ق ُثقق‬
yaratır, sonra da iâde eder (tekrar meydana
getirir, inşa eder).” (Yunus, 10/4, 34; Neml, 27/64;
Rum, 30/11, 27)
“Hem der ki: ‫و‬
َ ُ‫عيدُه‬ ّ ُ‫ق ث‬
ِ ُ‫م ي‬ َ ْ ‫ذي ي َب ْدَأ ُ ال‬
َ ْ ‫خل‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫ه‬ َ َ
ِ ‫علْيقق‬َ ‫ن‬
ُ ‫و‬
َ ‫هقق‬
ْ ‫وأ‬َ ‫هقق‬
ُ Yani: <Sizin haşirde iâdeniz,
dirilmeniz; dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha
rahattır.> Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için
dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa; kolay bir surette
tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur
teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de: Bir
bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet
peyda eden zerrat-ı esasiye, Hazret-i İsrafil’in (a.s.)
sûru ile Hâlik-ı Zülcelâl’in emrine <lebbeyk> demeleri
ve toplanmaları, aklen birinci îcaddan daha kolay,
daha mümkindir. Hem bütün zerrelerin toplanmaları
belki lazım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan
ve hadîste ‫ب‬ ِ َ ‫ب الذّن‬
ُ ‫ج‬
ْ ‫ع‬
َ ta’bir edilen ecza-i esasiye
ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır,
temeldir. Sani-i Hakîm, beden-i insanîyi onların
üstünde bina eder.” 166
Dağlar hakkında ma’lumat elde etmek için şu
âyetlere bakabilirsiniz: Nahl, 16/81; Enbiyâ, 21/79;
Hicr, 15/19; Hacc, 22/18; Neml, 27/88; Sebe’, 34/10;
Fâtır, 35/27; Sâd, 38/18; Nebe’, 78/7; Nâziât, 79/32;
165
Şua’lar, sahife: 48 - 49.

166
Sözler, s. : 555.

161
Ğaşiye, 88/19.
“ ‫ر‬
ّ ‫م‬
ُ َ‫ي ت‬
َ ‫ه‬
ِ ‫و‬
َ ً‫مدَة‬
ِ ‫جا‬
َ ‫سب ُ ٰها‬
َ ‫ح‬
ْ َ‫ل ت‬ ِ ْ ‫و ت ََرى ال‬
َ ‫ج ٰبا‬ َ
‫ب‬
ِ ‫سققق ٰحا‬
ّ ‫مقققّر ال‬
َ Dağları
görür de, onları sabit
zannedersin. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi
geçer giderler.” (Neml, 27/88) âyeti, dünyanın
dönmekte olduğunu -remzî ma’na ile- haber
vermiştir.
‫ف‬ٌ ‫خت َِلقق‬
ْ ‫م‬
ُ ‫مققٌر‬ ْ ‫ح‬
ُ ‫و‬َ ‫ض‬ٌ ‫جققدَدٌ ِبيقق‬ُ ‫ل‬ ِ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫جَبققا‬ َ ‫مقق‬
ِ ‫و‬
َ
‫د‬ َ ْ َ
ٌ ‫سققو‬
ُ ‫ب‬ ُ ‫و غَراِبيقق‬ َ ‫هققا‬َ ُ ‫وان‬
َ ‫“ أل‬Dağlarda da beyaz,
kırmızı, muhtelif renklerde ve simsiyah yollar
(tabakalar v.s.) mevcuddur.” (Fâtır, 35/27)
“Hem mesela: Hz. Davud’un (a.s.) mu’cizelerine
dâir: ‫و‬
َ ‫ي‬
ِّ ‫ش‬ َ ْ ‫ن ِبال‬
ِ ‫ع‬ َ ‫ح‬
ْ ّ ‫سب‬
َ ُ‫ه ي‬
ُ ‫ع‬
َ ‫م‬
َ ‫ل‬ ِ ْ ‫خْرَنا ال‬
َ ‫ج ٰبا‬ ّ ‫س‬
َ ‫إ ِ ّٰنا‬
َ َ ُ ‫ش ٰراق ٰ*يا ج ٰبا‬
ُ َ ‫و أل َّنا ل‬
‫ه‬ َ ‫و الطّي َْر‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ع‬
َ ‫م‬ َ ‫وِبي‬ ّ ‫لأ‬ ِ ِ ْ ِ ‫ال‬
‫د‬
َ ‫دي‬ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫ح‬
ve ‫ر‬ ِ ْ ‫ق الطّي‬ َ ِ‫من ْط‬
َ ‫م ٰنا‬ْ ّ ‫عل‬
ُ .. âyetler delâlet ediyor ki:
Cenâb-ı Hakk, Hz. Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına
öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda
vermiştir ki, dağları vecde getirip birer muazzam
fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzakirin
etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat
ediyorlardı. Acaba bu mümkin midir? Hakikat midir?
Evet hakikattır... Mağaralı her dağ, her insanla ve
insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i
sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen ‫ه‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬ َ ْ ‫ا َل‬de. Dağ
ْ ‫ح‬
da aynen senin gibi ‫ه‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬ َ ْ ‫ ا َل‬diyecek. Madem bu
ْ ‫ح‬
kabiliyeti, Cenâb-ı Hakk dağlara ihsan etmiştir. Elbette
o kabiliyet inkişaf ettirilebilir. Ve o çekirdek de
sünbüllenir.
İşte Hz. Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber
hilafet-i rûy-u zemini, müstesna bir surette O’na
verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık
bir mu’cize olarak, o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf
ettirmiş ki; çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird,
162
birer mürid gibi Hz. Davud’a iktida edip, O’nun lisanıyla,
O’nun emriyle Hâlik-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hz.
Davud Aleyhisselâm ne söylerse, onlar da tekrar
ediyorlardı. Nasıl ki şimdi vesait-ı muhabere ve vesail-i
irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir
kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda:
‫ه أ َك ْب َقُر‬
ُ ‫َال لٰ ّق‬dedirir. Ve o koca dağları konuşturur,
velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları
sekenelerinin lisanı ile mecazî olarak konuşturur.
Elbette Cenâb-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakikî
olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber
her cebelin bir şahs-ı ma’nevîsi bulunduğunu ve ona
münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski
Sözler’de beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların
lisanı ile aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi
elsine-i mahsusalarıyle dahi Halik-ı Zülcelal’e
tesbihatları vardır.” 167

“Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler


yapan Kadir-i Zülcelal! Rasul-ü Ekrem Aleyhisselatü
Vesselam’ın ta’limiyle ve Kur’an-ı Hakim’inin dersiyle
anladım ki; nasıl denizler acaibleriyle seni tanıyorlar
ve tanıttırıyorlar; öyle de, dağlar dahi zelzele
te’siratından zeminin sükunetine ve içindeki dahilî
inkılabat fırtınalarından sükutuna ve denizlerin
istîlâsından kurtulmasına ve havanın gazât-ı
muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve
iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan ma’denlerin
hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle
seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet, dağlardaki
taşların envaından ve muhtelif hastalıklara ilaç olan
maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan
insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi’ olan
ma’deniyatın ecnasından ve dağları, sahraları
çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren
nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki; tesadüfe

167
Osmanlıca Sözler, s. : 367-368.
163
havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle,
intizamıyle, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyle, hususan
ma’deniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi
sûreten birbirlerine benzemekle beraber, tadlarının
şiddet-i muhalefetiyle ve bilhassa nebetatın basit bir
topraktan çeşit çeşit enva’larıyle, ayrı ayrı çiçek ve
meyveleriyle, nihayetsiz Kadir, nihayetsiz Hakîm,
niyayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâniin vücub-u
vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi; hey’et-i
mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve
menşe’ ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik
ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve
yapılmakta çabukluk noktalarından, Saniin vahdetine
ve ehadiyetine şehadet ederler.
Hem nasıl ki, dağların yüzünde ve karnındaki
masnu’lar; zeminin her tarafında, herbir nev’ aynı
zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve
çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sâir
neviler ile beraber karışık iken karıştırmaksızın
îcadları, Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey
ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.
Öyle de; zeminin yüzündeki bütün zÎhayat
mahlukların hadsiz hâcetlerini, hatta mütenevvi’
hastalıklarını, hatta muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı
iştihalarını tatmin edecek bir surette dağların
yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve
ma’deniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek
cihetiyle, Senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve
hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve toprak
tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu
halde; bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla
hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle Senin her şeye
tealluk eden ilminin ihâtasına ve herbir şeyi tanzim
eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilaçların
ihzaratı ve ma’denî maddelerin iddiharatıyla
rububiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedabîrinin

164
mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zahir
bir surette işaret ve delâlet ederler.
Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca
dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına
muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata
lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni
olmak cihetinde; işaret, belki delâlet, belki şehadet
eder ki, bu kadar Kerîm ve misafir-perver ve bu kadar
Hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar Kadîr ve
rububiyet-perver bir Saniin, elbette ve herhalde çok
sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde ebedî
ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara
bedel orada yıldızlar o vazifeyi görürler...” 168
‫ه‬ َ َ ‫خل‬ ّ ُ‫ن ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫“ ا َل ّذي‬...yarattığı her
ُ ‫ق‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫س‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ٓ أ‬ ِ
169
şeyi güzel yapan...” (Secde, 32/7)
“On beşinci Pencere: ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ ‫ا َل ّذي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫س‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ٓأ‬ ِ
‫ه‬
ُ ‫ققق‬ َ
َ ‫خل‬َ sırrınca: Her şeye, o şeyin kabiliyet-i
mahiyetine göre kemal-i mîzan ve intizam ile
biçilip, hüsn-ü san’at ile tertib edilip, en kısa
yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda,
isti’malce en kolay bir şekilde -mesela- kuşların
elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca
oynatmalarına ve isti’mal etmelerine bak. Hem
israfsız, hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret
giydirmek; eşya adedince diller ile bir Sani-i
Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i
Alîm-i Mutlak’a işaret ederler.” 170
َ
ُ ‫مققُر ك ُّلقق‬
‫ه‬ ْ ‫ع ال‬
ُ ‫جقق‬ ِ ‫و إ ِل َْيقق‬
َ ‫ه ي ُْر‬ َ “Her iş de O’na
dönderilir.” (Hûd, 11/123)
168
Şua’lar, sahife: 50-51.

169
Bu âyetin tefsiri için bakınız: 18. Söz’ün birinci makamının
ikinci noktası.
170
Osmanlıca Sözler, 33. Söz, s. : 979.

165
“Hem nasıl ki müsebbebdeki harika san’at ve
tezyinat, esbabı azl edip müsebbibü’l-esbab olan
Vacibü’l-Vücud’a işaret ederek: ‫ر‬ َ ِ ْ ‫و إ ِل َي‬
ُ ‫م‬
ْ ‫ع ال‬ُ ‫ج‬
َ ‫ه ي ُْر‬ َ
‫ه‬
ُ ّ
‫لقق‬ ُ ‫ك‬ sırrınca O’na teslim-i umûr eder. Öyle de
müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faydalar;
bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-i
Kerîm’in, bir Hakîm-i Rahîm’in işleri olduğunu
gösterir. Çünkü şuursuz esbab elbette bir gayeyi
düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz: Vücuda gelen
her mahluk; bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok
faydaları, çok hikmetleri ta’kib ederek vücuda geliyor.
Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp
gönderiyor. O faydaları onlara gaye-i vücud yapıyor.
Meselâ: Yağmur geliyor. Yağmuru zahiren intac eden
esbab, hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet
etmekten ne kadar uzak olduğu ma’lumdur. Demek
hayvanatı halk eden ve rızıklarını teahhüd eden bir
Hâlik-ı Rahîm’in hikmetiyle imdada gönderiliyor.
Hatta yağmura rahmet deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı
rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güya
yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur
etmiş, katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın
yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve
hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe
perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile
kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen
bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine
delâlet ederler. Demek; eşyadaki süslü vaz’iyetler,
gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek
sıfatlarına kat’iyen delâlet eder. Sevdirmek,
tanıttırmak sıfatları ise, bilbedahe vedûd, ma’ruf bir
Sani-i Kadîr’in vücub-u vucuduna ve vahdetine
şehadet eder.
Elhasıl: Sebeb gayet âdî, âciz; ve ona isnad edilen
müsebbeb ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan,
sebebi azl eder. Hem müsebbebin gayesi, faydası
166
dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar; bir
Sani-i Hakîm’in eline teslim eder. Hem müsebbebin
yüzündeki tezyinat ve meharetler, kendi kudretini
zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek
arzu eden bir Sani-i Hakîm’e işaret eder.” 171
Bir nüshada ‫ه‬ ُ ‫ق‬
ُ َ ‫قققدَْرت‬ َ ِ ‫خلئ‬ َ ْ ‫ف ال‬
ُ ‫عققّر‬
َ ُ‫ن ي‬
ْ ‫مقق‬
َ ‫يقق ا‬
ٰ
yerinde:
‫ه‬ ُ ‫ق‬
ُ َ ‫قدَْرت‬ َ ْ ‫في ال‬
ِ ِ ‫خلئ‬ ِ ‫ف‬ َ ‫صّر‬
َ َ‫ن ت‬ ْ ‫م‬ َ ‫“ ٰيا‬Ey mahlukatta
kudretini gösterip, tasarrufta bulunan!” ibaresi
mevcuddur.
- -
‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ب‬ َ ‫ه ٰيا طَِبي‬ ُ َ‫ب ل‬ َ َ‫ل‬
َ ‫حِبي‬ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ب‬َ ‫حِبي‬
َ ‫ٰيا‬
ُ َ‫ب ل‬
‫ه‬ َ ‫جي‬ِ ‫م‬ُ َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ب‬ َ ‫جي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ُ َ‫ب ل‬
‫ه‬ َ ‫ل َ طَِبي‬
‫ق‬
َ ‫في‬
ِ ‫ٰيا َر‬ ُ َ‫ق ل‬
‫ه‬ َ ‫في‬ َ َ‫ن ل‬
ِ ‫ش‬ ْ ‫م‬
َ ‫ق‬
َ ‫في‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ش‬
‫ع‬
َ ‫في‬ َ َ‫ن ل‬
ِ ‫ش‬ ْ ‫م‬
َ ‫ع‬
َ ‫في‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ش‬ ُ َ‫ق ل‬
‫ه‬ ِ ‫ن ل َ َر‬
َ ‫في‬ ْ ‫م‬
َ
َ ‫ٰيا دَِلي‬
‫ل‬ ُ َ‫ث ل‬
‫ه‬ َ ‫غي‬ ُ َ‫ن ل‬
ِ ‫م‬ ْ ‫م‬َ ‫ث‬ َ ‫غي‬ِ ‫م‬
ُ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫ل‬
‫ه‬ َ َ‫ن ل‬
ُ َ ‫قآئ ِدَ ل‬ ْ ‫م‬ َ َ‫قآئ ِد‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫ل ل‬َ ‫ن ل َ دَِلي‬
ْ ‫م‬َ
ُ َ‫م ل‬
‫ه‬ ِ ‫ن ل َ َرا‬
َ ‫ح‬ ْ ‫م‬
َ ‫م‬َ ‫ح‬ ِ ‫ٰيا َرا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬
Meal
1- Ey sevgilisi olmayanın sevgilisi, 2- Ey
171
Osmanlıca Sözler, s. : 1002-1003.

167
tabibi olmayanın tabibi, 3- Ey (isteklerine) cevab
vereni bulunmayana cevab veren, 4- Ey şefkat
edeni bulunmayana şefkat eden, 5- Ey arkadaşı
olmayanın arkadaşı, 6- Ey şefaatçisi olmayana
şefaat eden, 7- Ey imdadcısı olmayana imdad
eden, 8- Ey delili (rehberi, yol göstericisi)
olmayanın delili, 9- Ey idarecisi (komutanı, reisi)
olmayanın idarecisi, 10- Ey merhamet edeni
(acıyıp şefkat edeni) bulunmayana merhamet
eden!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
‫دا‬ َ ّ ‫خذُ من دون ال ٰل‬
ً ‫دا‬
َ ْ ‫ه أن‬ِ ِ ُ ْ ِ ِ ّ ‫ن ي َت‬ْ ‫م‬
َ ‫س‬ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ ِ ‫و‬َ
‫ه‬ ّ َ
َ ‫ٓا أ‬ ّ ّ َ
ِ ‫حّبا ل ِل‬
ُ ّ‫شد‬ ‫مُنو‬َ ‫ن ٰا‬
َ ‫ذي‬
ِ ‫و ال‬َ ‫ه‬ ِ ‫ب ال ٰل‬ّ ‫ح‬ُ ‫مك‬ْ ‫ه‬ُ َ ‫حّبون‬ ِ ُ‫ي‬
“İnsanlardan bir kısmı da, Allah’dan başka
(Allah’a denk tuttukları) bir takım eşler edinirler
de, onları Allah’ı sever gibi severler. İman etmiş
olanlar ise, en çok Allah’ı severler.” (Bakara,
2/165)172
‫ب‬ٌ ‫جيقق‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ب‬ٌ ‫ريقق‬ َ ‫ن َرّبققي‬
ِ ‫ق‬ ّ ِ ‫“ إ‬Şüphesiz Rabbim,
(bizlere çok) yakın (ve dualarımıza) cevab
vericidir.” (Hûd, 11/61)
“Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul
olmuyor. Halbuki âyet umumîdir. Her duaya
cevab var, ifade ediyor.
Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek
ayrıdır. Her dua için cevab vermek var. Fakat
172
Muhabbetullah bahsi için şu yerlere bakınız: 24. Söz’ün
beşinci dalının birinci meyvesi, 32. Söz’ün üçüncü
mevkıfının ikinci mebhası...

168
kabul etmek, hem aynı matlubu vermek Cenâb-ı
Hakk’ın hikmetine tâbidir. Meselâ hasta bir çocuk
çağırır: Yâ Hekim! Bana bak... Hekim: Lebbeyk,
der. Ne istersin?.. cevab verir. Çocuk: Şu ilacı ver
bana, der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir,
yahut o’nun maslahatına binaen ondan daha
iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir,
hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hakk, Hakîm-i Mutlak;
hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla
ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın
hevaperestane ve heveskârane tahakkümü ile
değil, belki hikmet-i rabbaniyenin iktizasıyla ya
matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç
vermez.” 173
َ ‫فل‬َ َ‫ع أ‬ ٍ ‫في‬ َ َ‫و ل‬
ِ ‫شق‬ َ ‫ي‬
ّ ‫وِلق‬
َ ‫ن‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫دوِنق‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫م‬ ُ َ ‫مقا ل‬
ْ ‫كق‬ َ
َ ‫“ ت َت َذَك ُّرو‬Sizin için O’ndan başka ne bir dost, ne
‫ن‬
de bir şefaatçi vardır. Hâlâ tezekkür etmez
misiniz (düşünmez misiniz)?” (Secde’, 34/4)174
‫م‬
ْ ‫كقق‬ ُ َ‫ب ل‬َ ‫سققت َ ٰجا‬ ْ ‫فا‬ َ ‫م‬ ْ ‫كقق‬ُ ّ ‫ن َرب‬َ ‫غيُثو‬ ْ َ ‫“ ِذْ ت‬Hani
ِ َ ‫سققت‬ ‫إ‬
Rabbinizden yardım istediğinizde (meded
beklerken) size cevab vermişti (imdadını
gönderdi)...” (Enfal, 8/9)
َ ْ ‫ه‬ َ
“ ‫ة‬ ٍ ‫جققاَر‬َ ِ ‫ع لٰ ق ى ت‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫ل أدُل ّك‬ َ ‫مُنوا‬ َ ‫ن ٰا‬ َ ‫ذي‬ِ ّ ‫ها ال‬
َ ّ ‫َيآ أي‬
َ
ٍ ‫ب أِليقم‬ َ ‫ع‬
ٍ ‫ذا‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ْ ُ ‫جيك‬
ِ ‫م‬ ِ ْ ‫ ت ُن‬Ey iman etmiş olanlar!
Sizi acıklı bir azabdan kurtaracak bir ticareti size
göstereyim mi?” (Saff, 38/10) âyeti, Cenâb-ı
Hakk’ın delil (yol gösterici) olduğunu
bildirmektedir.

173
Osmanlıca Sözler, s. 458-459.

174
Ayrıca bakınız: En’am, 6/51, 70; Yunus, 10/3.
169
- -
‫ن‬
ِ ‫م‬َ ‫ي‬
َ ‫هاِد‬ َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ‫فا‬َ ْ ‫ست َك‬
ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬
َ ‫ي‬ َ ‫ف‬ ِ ‫كا‬ َ ‫ٰيا‬
‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫ست َك ْل‬
ْ ‫ا‬ ‫ن‬
ِ ‫م‬ َ ‫ي‬ َ ِ ‫كال‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫دا‬َ ‫ه‬ْ َ ‫ست‬
ْ ‫ا‬
‫ن‬
ِ ‫م‬
َ ‫ي‬
َ ‫ف‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫شا‬ ‫ه‬
ُ ‫عا‬
َ ْ‫ست َد‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ي‬
َ ‫ع‬
ِ ‫دا‬
َ
‫ه‬
ُ ‫ضا‬ ْ َ ‫ست‬
َ ‫ق‬ ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ي‬
َ ‫ض‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫قا‬ ‫ه‬ َ ‫ش‬
ُ ‫فا‬ ْ َ ‫ست‬
ْ ‫ا‬
‫ي‬
َ ‫ف‬ِ ‫مو‬ ُ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫سَتغَنا‬ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬
َ ‫ي‬ َ ِ ‫غن‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬
‫ه‬
ُ ‫وا‬
َ ‫ق‬ْ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬
َ ‫ي‬ َ ‫و‬ َ ‫م‬
ّ ‫ق‬ ُ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫فا‬َ ‫سَتو‬ْ ‫نا‬ ِ ‫م‬
َ
ُ َ ‫ول‬
‫ه‬ ْ َ ‫ست‬
ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ي‬
ّ ِ ‫ول‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
1- Ey kendisinden kâfi olmasını isteyene kâfi
olan, 2- Ey kendisinden hidayet isteyene hidayet
veren, 3- Ey kendisinden korumasını isteyeni
koruyan, 4- Ey kendisinden da’vet etmesini
isteyene da’vette bulunan, 5- Ey kendisinden şifa
taleb edene şifa veren, 6- Ey kendisinden hükmü
icra etmesini isteyene hüküm icra eden, 7- Ey
kendisinden zenginlik taleb edene zenginlik
veren, 8- Ey kendisinden îfâ etmesini (yerine
getirmesini) isteyene îfâda bulunan, 9- Ey
kendisinden kuvvet isteyene kuvvet verip
takviyede bulunan, 10- Ey kendisinden dostluk
170
taleb edene dost olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Allah Teâlâ’nın kâfi ve vâfi (yeterli) olduğuna
َ
dair 28 âyette beyanat vardır. Birisi şudur: ‫س‬ َ ْ ‫أل َي‬
‫ه‬
ُ َ‫عب ْد‬َ ‫ف‬ ٍ ‫ه ب ِ ٰكا‬ ُ ّ ‫ال ٰل‬“Allah, kuluna kâfi değil midir?”
(Zümer, 39/36)
َ
“ ‫ز‬ ُ ‫زي‬ َ ْ ‫ها ال‬
ِ ‫ع‬ َ ّ ‫م أي‬ ْ َ ‫عل‬
ْ ِ ‫ ا‬Allah’a tevekkül edene
Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduğundan
lizatihî mahbubdur. Allah; mûcid, vacibü’l-vücud
olduğundan kurbiyetinde vücud nurları,
bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah,
melce’ ve mencâdır. Kâinattan küsmüş, dünya
zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara
melce’ ve mencâ O’dur. Allah, bakidir. Âlemin
bekası ancak O’nun bekasıyladır. Allah, maliktir.
Sendeki mülkünü senin için saklamak üzere
alıyor. Allah ganiyy-i muğnîdir. Her şeyin
anahtarı O’ndadır. Bir insan Allah’a halis bir abd
olursa; Allah’ın mülkü olan kâinat, O’nun mülkü
gibi olur.” 175
ُ ‫ست َك ْ ٰل‬
‫ه‬ ْ ‫ن ا‬ ِ ‫م‬ َ ‫ي‬ َ ِ ‫ ٰكال‬ibaresinin
‫ٰيا‬ aslı: ‫ن‬
ِ ‫م‬
َ ‫ئ‬
َ ِ ‫ٰيا ٰكال‬
َ ْ َ ‫ست‬ ٰ ْ lafzı,
ُ‫كـتتتتله‬ ْ ‫ ا‬şeklindedir. ‫ئ‬ ُ ِ ‫كققق ال‬ ‫ال‬ koruyucu
ma’nasına gelir:
‫ن‬
ِ ‫ح ٰم‬
ْ ‫ن الّر‬
َ ‫م‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫ها‬
َ ّ ‫و الن‬ ِ ْ ‫م ِبالل ّي‬
َ ‫ل‬ ُ َ ‫ن ي َك ْل‬
ْ ُ ‫ؤك‬ ْ ‫م‬
َ ‫ل‬ ُ
ْ ‫ق‬
“De ki: Gece ve gündüz sizi Rahman’dan
koruyacak kimdir?” (Enbiyâ, 21/42)
َ َ ‫عققوةً مققن ال َرض إ‬
‫م‬
ْ ‫ذآ أن ُْتقق‬ِ ِ ْ َ ِ ْ ُ ‫عققاك‬
َ ْ َ‫م د‬ َ َ‫ذا د‬ ّ ‫ُثقق‬
َ ِ‫م إ‬
175
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, s. : 130.

171
‫ن‬
َ ‫جقو‬
ُ ‫خُر‬
ْ َ ‫“ ت‬Sonra sizi Arz’dan (huzuruna) davet
edip çağırdığında, hemen siz (huzuruna)
çıkıverirsiniz.” (Rum, 30/25)
‫م‬ ُ ّ ُ ‫عوا ك‬
ْ ‫ه‬
ِ ‫م‬
ِ ‫مققا‬
َ ِ ‫س ب ِإ‬
ٍ ‫ل أَنا‬ ُ ْ‫م ن َد‬
َ ‫و‬
ْ َ ‫“ ي‬O gün bütün
insanları liderleriyle (veya peygamberleriyle
yahut amel defterleriyle yahut ta semavî
kitablarıyla) birlikte çağıracağız (huzurumuza
da’vet edeceğiz).” (İsrâ, 17/71)
ّ ‫و ال ل‬
ِ ‫سققققل َم‬
ّ ‫ر ال‬
ِ ‫دا‬
َ ‫ققق ى‬
ٰ ‫وا إ ِ لق‬
ٓ ‫ع‬
ُ ْ‫ه ي َققققد‬
ُ ‫ققق‬
ٰ ‫“ق‬Allah,َ
(kullarını) Selamet Yurdu’na da’vet ediyor.”
(Yunus, 10/25) Selamet Yurdu, cennet
tabakalarından birinin adıdır.
‫مققا‬َ ‫في‬ ِ ‫ة‬ ِ ‫مق‬ ِ ْ ‫م ال‬
َ ‫ق ٰيا‬ َ ‫و‬
ْ ‫م يَق‬
ْ ‫هق‬
ُ َ ‫ضققي ب َي ْن‬
ِ ‫ق‬ َ ‫ن َرّبقق‬
ْ َ‫ك ي‬ ّ ِ‫إ‬
‫ن‬
َ ‫فققو‬ُ ِ ‫خت َل‬
ْ َ‫ه ي‬
ِ ‫في‬ِ ‫كاُنوا‬ َ “Şüphesiz Rabbin, kıyamet
günü onların aralarında ihtilafa düştükleri hususta
hükmünü icra edecektir.” (Yunus, 10/93; Casiye,
45/17)
‫ق ٰنى‬ ْ َ‫و أ‬َ ‫غ ٰنى‬ ْ َ‫و أ‬َ ‫ه‬
ُ ‫ه‬ َ “Hem O, zengin eder
ُ ّ ‫و أن‬
َ
ve varlıklı kılar.” (Necm, 53/48)
‫ه‬
ِ ِ ‫ضل‬
ْ ‫ف‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ُ ّ ‫م ال ٰل‬
ِ ‫ه‬ ُ ‫ه‬ ِ ِ ‫غن‬ َ ‫ف‬
ْ ُ ‫قَرآءَ ي‬ ُ َ‫ن ي‬
ُ ‫كوُنوا‬ ْ ِ ‫“إ‬Fakir
iseler; Allah, fazlı ile onları zengin eder.” (Nur,
24/32)
‫ن‬
ْ ‫مق‬ِ ‫ه‬ُ ‫م ال ٰل ّق‬ُ ‫غِنيك ُق‬
ْ ُ‫ف ي‬
َ ‫و‬
ْ ‫سق‬
َ ‫ف‬ ً ‫عي ْل َق‬
َ ‫ة‬ َ ‫م‬ ْ ‫خ‬
ْ ُ ‫فت‬ ِ ‫ن‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
َٓ‫شاء‬
َ ‫ن‬ ْ ِ‫ه إ‬ِٓ ِ ‫ضل‬ َ
ْ ‫“ ف‬Eğer yoksulluktan korktuysanız;
Allah, dilerse fazlı ile sizi zengin edecektir.”
(Tevbe, 9/28)
‫ه‬ ّٰ ‫ن ال‬ َ
ِ ‫لقق‬ َ ‫م‬ ِ ‫ه‬ ِ ‫د‬
ِ ‫ه‬
ْ ‫ع‬
َ ِ ‫و ٰفى ب‬
ْ ‫نأ‬ْ ‫م‬ ‫و‬
َ “Allah’dan
َ daha
çok sözünde duran (ahdini îfâ eden) kim var?”
(Tevbe, 9/111)
ِ ّ ‫“ ل َ قُوّةَ إ ِل ّ ِبال ٰل‬Kuvvet ancak Allah’tandır.” (Kehf,
‫ه‬
18/39)

172
‫ب‬َ ‫ع ٰذا‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫و‬ْ ‫وا إ ِذْ ي ََر‬ٓ ‫م‬ُ َ ‫ن ظَل‬ َ ‫ذي‬ِ ّ ‫و ي ََرى ال‬ ْ َ‫و ل‬
َ
َ َ
‫ب‬ َ ْ ‫ديدُ ال‬
ِ ‫ع ٰذا‬ ِ ‫ش‬َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ‫وأ‬ َ ‫عا‬ ً ‫مي‬ِ ‫ج‬
َ ‫ه‬ ِ ّ ‫وةَ ل ِل‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ّ ‫ق‬ ّ ‫أ‬
“Keşke zulmetmiş olanlar, azabı görürlerken,
bütün kuvvetin Allah’a aid olduğunu ve Allah’ın
azabının çok şiddetli olduğunu (önceden) görüp
anlasalardı.” (Bakara, 2/165)
‫ن‬َ ‫مِني‬ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ي ال‬
ْ ‫م‬ ّ ِ ‫ول‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬َ “Hem Allah, mü’minlerin
dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/68)
Bir nüshada ‫ه‬ ُ ‫ست َدْ ٰعا‬ ْ ‫نا‬
ِ ‫م‬
َ ‫ي‬
َ ‫ع‬
ِ ‫ ٰدا‬yerine
‫ٰيا‬ ‫ٰيق ا‬
‫ه‬
ُ ‫س قت َْر ٰعا‬
ْ ‫نا‬ ِ ‫مق‬َ ‫ي‬ َ ‫عق‬ ِ ‫“را‬Ey
ٰ kendisinden (işlerini)
yürütmesini isteyene idarecilik eden (işlerini
yürüten)!” nidâsı kaydedilmiştir.

- -
‫خُر‬ َ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ِ ‫ل ٰيآ ٰا‬
ُ ‫و‬
ّ ‫ك ٰيآ أ‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيا‬ ‫ق‬
ُ ِ ‫خال‬
َ ‫َيا‬ ‫ن‬
ُ ِ‫ٰيا َباط‬ ‫هُر‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ظا‬
‫َيا‬ ‫ق‬
ُ ِ ‫ساب‬
َ ‫َيا‬ ‫ق‬
ُ ‫صاِد‬
َ ‫َيا‬ ‫ق‬
ُ ‫ز‬
ِ ‫َرا‬
‫ق‬ َ ‫َيا‬
ُ ِ ‫فال‬ ‫ق‬
ُ ِ ‫سآئ‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

Meal
Hem Senden Senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Evvel, 2- Ey Âhir, 3- Ey Zâhir, 4- Ey Bâtın, 5- Ey
yaratıcı, 6- Ey rızıklandıran, 7- Ey doğru sözlü
173
(sâdık), 8- Ey Sâbık, 9- Ey sevk edici, 10- Ey yarıp
çıkaran!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten himaye eyle.
Şerh
Evvel: Her şeyden önce var olan. Âhir: Her
şeyden sonra yine var olan. (Mahlukat
yaratılmazdan önce de, mahlukat fâni olup helak
olduktan sonra da var olan ma’nasındadır.) Zâhir:
Açıkta olan (varlığı açıkça bilinen). Bâtın: Gizli
olan (görünürde olmayan, her şeyin iç yüzünü
tedbiri altına alan). Sâbık: Öncesi olan (önceden
beri hâkimiyeti devam eden, hükmü ve tecellîsi
her şeye sebkat eden.)
َ ْ ‫و ال‬
ُ ِ ‫بققا‬
‫طن‬ ِ ‫و الظّققا‬ ُ ‫و‬ َ
َ ‫هُر‬ َ ‫خ قُر‬
ِ ‫و ا ٰل‬
َ ‫ل‬ ّ ‫و ال‬
َ ‫هقق‬
ُ “O;
evvel, âhir, zâhir ve bâtındır.” (Hadîd, 57/3)
“E l h a s ı l : Her bir ağacın evveli, öyle bir
sandukça ve program.. ve âhiri, öyle bir tarifename
ve nümune.. ve zâhiri, öyle bir musanna hulle ve bir
münakkaş libas.. ve bâtını, öyle bir fabrika ve
tezgahtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar
ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i a’zam,
belki bir ism-i a’zam tezahür eder ki, bilbedahe
bütün kâinatı idare eden bir Sani-i Vahid-i Ehad’den
başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın
evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer
hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i
vahdaniyet taşıyor.
İşte bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi
çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline
emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i
Evvel’in sikkesini.. ve yaz mevsiminin kucağına
dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve
174
sebzevatlar, ism-i Âhir’in hâtemini.. ve bahar
mevsimi, hûru’l-în misillü birbiri üstüne giydiği
sündüs-misal hulleler ve yüzbin nakışlar ile
süslenmiş fıtrî libaslar, ism-i Zâhir’in mührünü.. ve
baharın içinde ve zeminin batnında işleyen
Samedanî fabrikalar ve kaynayan Rahmanî kazanlar
ve yemekleri pişirttiren Rabbanî matbahlar, ism-i
Bâtın’ın turrasını taşıyorlar.
Hatta herbir nev’ -meselâ nev’-i beşer- dahi bir
ağaçtır. Kökü ve çekirdeği mâzide ve semereleri,
neticeleri müstakbelde olarak, hayat-ı cinsiye ve
beka-yı nev’î içinde gayet muntazam kanunların
bulunması gibi; hâl-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı
şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü
altında bir sikke-i tevhîd ve zâhirî karışıklıklar
altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve
müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderât-ı
hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının
hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor.” 176
Kur’ân’da 8 yerde Allah’ın, yaratıcı olduğu tasrih
edilmiştir. Meselâ biri şudur:
‫ء‬ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬َ ‫ل‬ّ ‫ع ٰل ق ى ك ُق‬
َ ‫و‬
َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شق‬ ّ ُ‫ق ك‬
ُ ِ ‫خال‬ ُ ّ ‫ال ٰل‬
َ ‫ه‬
ٌ ‫كي‬
‫ل‬ ِ ‫و‬ َ “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Hem de O, her
şeye vekildir.” (Zümer, 39/62)
“Kâinatta, esbab ve müsebbebat görünen
eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En a’lâ bir
sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor.
Demek, esbab bir perdedir. Müsebbebleri yapan
başkadır. Meselâ, hadsiz masnuattan yalnız cüz’î
bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal
küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i
hâfızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki: Öyle bir cami’
176
Şua’lar, sahife: 34- 35.

175
kitab, belki kütübhane hükmündedir ki: Bütün
sergüzeşte-i hayatı içinde karıştırılmaksızın
yazılıyor. Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebeb
gösterilebilir? Telafîf-i dimağiye mi? Basit, şuursuz
huceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı?
Halbuki o mu’cize-i san’at, öyle bir zatın san’atı
olabilir ki; beşerin haşirde neşredilecek büyük
defter-i a’mâlinden -muhasebe vaktinde hatıra
getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını
bildirmek için- bir küçük sened istinsah edip, yazıp,
aklının eline verecek bir Sani-i Hakîm’in san’atı
olabilir. İşte beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak
bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et
ve bu cami’ küçücük mu’cizelere sâir müsebbebatı
da kıyas et. Çünkü: Hangi müsebbebe ve masnu’a
baksan; o derece harika bir san’at var ki; değil
onun âdî, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa,
ona karşı izhar-ı acz edecekler. Meselâ: büyük bir
sebeb zannedilen güneşi; ihtiyarlı, şuurlu farz
ederek, ona denilse: Bir sineğin vücudunu yapabilir
misin? Elbette diyecek ki: Hâlikımın ihsanı ile
dükkanımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat
sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle
şeyler var ki, ne benim dükkanımda bulunur ve ne
de benim iktidarım dahilindedir.” 177
Furkan-ı Hakîm’de 5 yerde Allah Teâlâ, ‫ر‬ ُ ْ ‫خي‬
َ
‫ن‬
َ ‫قي‬ِ ‫ز‬
ِ ‫“ الّرا‬Rızıklandıranların en hayırlısı” vasfı ile
tavsif edilmiştir.
َ
‫ديًثا‬ِ ‫حق‬ ِ ‫ن ال ٰل ّق‬
َ ‫ه‬ َ ‫م‬
ِ ُ‫صدَق‬ْ ‫نأ‬ْ ‫م‬
َ ‫و‬
َ “Allah’dan daha
doğru sözlü kim var?” (Nisâ, 4/87)
‫ن‬
ُ ‫حققق‬ْ َ ‫مقققا ن‬ َ ‫و‬
َ ‫ت‬َ ‫و‬ َ ْ ‫م ال‬
ْ ‫مققق‬ ُ َ ‫ققققدّْرَنا ب َي ْن‬
ُ ‫كققق‬ َ ‫ن‬
ُ ‫حققق‬
ْ َ‫ن‬
‫ن‬
َ ‫قي‬ِ ‫سُبو‬ْ ‫م‬ َ ِ ‫“ ب‬Biz, aranızda ölümü takdir etmişizdir
177
Osmanlıca Sözler, sahife: 1001-1002.

176
ve biz, kendisine sebkat edilenler (önüne
geçilenler, öncelik hakkını başkalarına bırakanlar)
değiliz.” (Vakıa, 56/60)178
‫دا‬
ً ‫م وِْر‬
َ ‫جهَّنتت‬َ ‫ن إ ِ ٰلتت ى‬َ ‫ميتت‬
ِ ِ‫جر‬
ْ ‫م‬ُ ْ ‫ستتوقُ ال‬ ُ َ ‫“وَ ن‬Mücrimleri de
susuz olarak cehenneme süreriz.” (Meryem,
19/86)179
‫سَباًنا‬
ْ ‫ح‬ُ ‫مَر‬ َ ‫ق‬َ ْ ‫س وَ ال‬
َ ‫م‬
ْ ‫ش‬ّ ‫سك ًَنا وَ ال‬َ ‫ل‬ َ ْ ‫ل الل ّي‬ َ َ‫جع‬ ْ ِ ‫َفال ِقُ ال‬
َ َ‫صَباِح و‬
“(Karanlığı yarıp) sabahı çıkarandır.. ve geceyi
istirahat vakti, güneş ve ayı da hesablama
(âletleri) yapar.” (En’am, 6/96)

- -
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫هاَر‬َ ّ ‫و الن‬ َ ْ ‫ب الل ّي‬
َ ‫ل‬ ُ ّ ‫قل‬ َ ُ‫ن ي‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫ل‬َ ‫ع‬َ ‫ج‬
َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫و الّنوَر ٰيا‬ َ ‫ت‬ ِ ‫ما‬َ ُ ‫ق الظّل‬ َ َ ‫خل‬
َ
‫س‬
َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ّ ‫خَر ال‬ّ ‫س‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬
َ ‫حُروَر ٰيا‬ َ ْ ‫و ال‬َ ‫ل‬ ّ ّ‫الظ‬
‫ة‬
َ ‫ح ٰيو‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ت‬
َ ‫و‬
ْ ‫م‬َ ْ ‫ق ال‬
َ َ ‫خل‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫مَر ٰيا‬ َ ‫و ال‬
َ ‫ق‬ َ
َ
ْ َ‫ن ل‬
‫م‬ ْ ‫م‬ َ ‫مُر ٰيا‬ ْ ‫و ال‬ َ ‫ق‬ ُ ْ ‫خل‬َ ْ ‫ال‬ ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬ ْ َ‫ن ل‬
ْ ُ ‫م ي َك‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ً ‫وَلدا‬َ َ‫و ل‬ َ ‫ة‬
ً َ ‫حب‬ِ ‫صا‬ َ ْ‫خذ‬ ِ ّ ‫ي َت‬

ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ُ ‫م ي َك‬ْ َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬َ ‫ك ٰيا‬ ِ ْ ‫مل‬
ُ ْ ‫في ال‬ ِ ‫ك‬ ٌ ‫ري‬ِ ‫ش‬َ ‫ه‬ ُ َ‫ل‬
‫و‬
َ ‫ل‬ ُ ‫و‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫ه ال‬
ُ َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ل ٰيا‬ ّ ّ‫ن الذ‬ َ ‫م‬ِ ‫ي‬ ّ ِ ‫ول‬
َ
‫ة‬
ُ ‫و‬
ّ ‫ق‬ُ ْ ‫ال‬
178
Yine bakınız: Mearic, 70/41.

179
Ayrıca bakınız: A’raf, 7/57; Secde, 32/27; Fâtır, 35/9.

177
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey gece ve gündüzü çeviren (değiştiren), 2-
Ey karanlıkları ve aydınlığı yaratan, 3- Ey gölgeyi
ve harareti takdir eden, 4- Ey güneş ve ayı
musahhar kılan (emir altına alan), 5- Ey ölümü ve
hayatı yaratan, 6- Ey yaratma ve emretme
kendisine mahsus olan, 7- Ey eş (hanım) ve
çocuk edinmemiş olan, 8- Ey mülkünde ortağı
olmayan, 9- Ey zillet olması sebebiyle dostu
olmayan, 10- Ey güç ve kuvvet kendisinden olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Biraz mücmel olarak buraya kadar şerh ve
izahta bulunmaya çalıştık. Buradan sonraki ukde
ve kısımlarda, âyât ve hadislerin ışığı altında,
öncekilere nisbeten tafsilatlı açıklamalar yapmaya
çalışacağız. İnşallah, faydalı olur ümidiyle
yapacağımız îzahlar; sadra şifa olur da, okunan
virdlerden alınacak feyzin artmasına vesile olur.
Bir nüshada ‫ر‬ َ ‫مق‬ َ ‫و ال‬
َ ‫ق‬ َ ‫س‬َ ‫م‬ ّ ‫خَر ال‬
ْ ‫شق‬ ّ ‫سق‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
yerine:
ّ ‫و ال‬
‫شّر‬ َ ْ ‫قدَّر ال‬
َ ‫خي َْر‬ َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫“ ٰيا‬Ey hayrı ve şerri
takdir eden!” nidâsı zikredilmiştir.
ً‫عب ْقَرة‬ ِ َ‫ك ل‬
َ ‫في ٰذل ِق‬ِ ‫ن‬
ّ ِ ‫هاَر إ‬
َ ّ ‫و الن‬ َ ْ ‫ه الل ّي‬
َ ‫ل‬ ُ ّ ‫ب ال ٰل‬
ُ ّ ‫قل‬
َ ُ‫ي‬
‫ر‬ َ ُ
ِ ‫“لوِلي الب ْ ٰصا‬Allah, ِ gece ve gündüzü çevirir.
Muhakkak onda (gerçeği gören) gözlere sahib
olanlar için ibret vardır.” (Nur, 24/44)
178
َ
‫و‬
َ ‫ض‬َ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫وا‬
َ ‫سق ٰم‬ َ ‫خل َق‬
ّ ‫ق ال‬ ِ ‫ه ال ّق‬
َ ‫ذي‬ ِ ‫مدُ ل ِ ٰل ّق‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬
‫و الّنوَر‬
َ ‫ت‬ َ ُ ‫ل الظّل‬
ِ ‫ما‬ َ ‫ع‬
َ ‫ج‬
َ “Hamd; gökleri ve yeri
yaratıp, karanlıkları ve aydınlığı takdir ve ta’yin
eden Allah’a mahsustur.” (En’am, 6/1)
ّ ‫م قدّ الظّق‬ َ‫أ‬
‫ل‬ َ ‫ف‬َ ‫ك ك َي ْق‬ ْ ‫“ل َق‬Rabbine
َ ‫م ت َقَر إ ِ لٰ ق ى َرب ّق‬
bakmadın mı ki, gölgeyi nasıl yaydı?” (Furkan, 25/45).
Yine bakınız: Fâtır, 35/21.
‫مققَر‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ق‬ َ ‫س‬َ ‫م‬ ْ ‫شقق‬ ّ ‫خَر ال‬ ّ ‫سقق‬
َ ‫و‬َ “Güneşi ve ayı
musahhar (emre âmâde) kılmıştır.” (Ra’d, 13/2;
Ankebût, 29/61; Lokman, 31/29; Fâtır, 35/13;
Zümer, 39/5)180
“Şu kâinattaki mevcudatın birbirine teavünü,
tecavübü, tesanüdü gösterir ki; umum mahlukat bir
tek mürebbînin terbiyesindedirler. Bir tek
müdebbirin idaresindedirler. Bir tek mutasarrıfın
taht-ı tasarrufundadırlar. Bir tek seyyidin
hizmetkârlarıdırlar... Çünkü: Zemindeki zîhayatlara
levazımat-ı hayatiyeyi emr-i rabbanî ile pişiren
güneşten ve takvimcilik eden kamerden tut; tâ
ziya, hava, mâ’, gıdanın zîhayatların imdadına
koşmalarına ve nebatatın dahi hayvanatın imdadına
koşmalarına ve hayvanat dahi insanların imdadına
koşmalarına; hatta a’zâ-yı bedenin birbirinin
muavenetine koşmalarına ve hatta gıda zerratının
huceyrât-ı bedeniyenin imdadına koşmalarına kadar
câri olan bir düstur-u teavün ile, câmid ve şuursuz
olan o mevcudat-ı müteavine; bir kanun-u kerem,
bir namus-u şefkat, bir düstur-u rahmet altında
gayet hakîmâne, kerîmâne birbirine yardım etmek,
birbirinin sadâ-yı hacetine cevap vermek, birbirini
takviye etmek, elbette bil-bedahe bir tek, yektâ,
vahid, ehad, ferd, samed, kadîr-i mutlak, alîm-i
180
Hem bak: A’raf, 7/54; İbrâhim, 14/33; Nahl, 16/12.

179
mutlak, rahîm-i mutlak, kerîm-i mutlak bir Zât-ı
Vacibü’l-vücudun hizmetkârları ve me’murları ve
masnu’ları olduklarını gösterir.” 181
َ ُ ‫خل َقق ال ْم قوت و ال ْحيققاةَ ل ِيبل ُقوك‬
ْ ‫م أي ّك ُق‬
‫م‬ ْ َ ْ َ َ َ َ َ ْ َ َ ِ ‫ا َل ّق‬
َ ‫ذي‬
ً ‫مل‬ َ
َ ‫ع‬َ ‫ن‬ ُ ‫س‬ َ ‫ح‬ْ ‫“ أ‬O, hanginizin ameli daha güzel diye
sizi imtihan etmek için, ölümü ve hayatı yaratmıştır.”
(Mülk, 67/2)
:‫م‬ َ ّ ‫سل‬
َ ‫و‬َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬
ُ ‫سو‬ َ ‫قا‬
ُ ‫ل َر‬ َ
َ
ّ ‫" أك ْث ِقُروا ِذك ْقَر ٰه ق اِذم ِ الل ّق‬
‫ت‬
َ ‫و‬ َ ْ ‫عن ِققي ال‬
ْ ‫مق‬ ْ َ‫ت " ي‬ ِ ‫ذا‬
‫ن أ َب ِققي‬ ْ ‫عق‬َ ‫ن؛‬ ٌ ‫سق‬َ ‫ح‬
َ ‫ث‬ ٌ ‫دي‬ ِ ‫حق‬ َ ‫و قققا‬
َ ‫ل‬ َ ‫ي‬
ّ ‫ذ‬
ِ ‫مق‬ َ ‫)َر‬
ِ ‫واهُ الت ّْر‬
‫ه‬
ُ ْ ‫عن‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬
َ ‫ض‬
ِ ‫هَري َْرةَ َر‬ُ)
Ebu Hüreyre’den (r.a.): Resûlullah: “Lezzetleri
tahrib edip acılaştıranı (ölümü) çok zikrediniz”
buyurmuştur.182
“İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en
müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlası
zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-u
emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası
kazandıran, rabıta-ı mevttir. Yani ölümünü düşünüp,
dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin
desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i
hakikat, Kur’ân-ı Hakîm’in:
‫م‬
ْ ‫هق‬
ُ ّ ‫و إ ِن‬
َ ‫ت‬
ٌ ‫مّيق‬ َ ‫ت * إ ِّنق‬
َ ‫ك‬ ِ ‫و‬ َ ْ ‫ة ال‬
ْ ‫مق‬ َ ِ ‫ذآئ‬
ُ ‫قق‬ َ ‫س‬
ٍ ‫فق‬ ّ ُ‫ك‬
ْ َ‫ل ن‬
‫ن‬
َ ‫مي ُّتو‬
َ gibi âyetlerinden aldığı ders ile, rabıta-i mevti
süluklarında esas tutmuşlar. Tûl-u emelin menşei olan
tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar
farzî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur
ve tahayyül edip, ve yıkanıyor.. kabre konuyor farz
edip, düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve
181
Osmanlıca Sözler, s. : 974-975.

182
Hadîsi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hadîs-i hasendir, demiştir.
Bakınız: Riyazu’s - Salihîn, İmam-ı Nevevî, hadis no: 581.
180
tasavvurdan müteessir olup; uzun emellerinden bir
derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur.
Hadîste: ‫ أو كما قال‬- ‫ت‬ ّ ّ ‫أ َك ْث ُِروا ِذك َْر ٰهاِدم ِ الل‬
ِ ‫ذا‬
- yani: Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok
zikrediniz, diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat
mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için;
bu rabıtayı ehl-i tarikat gibi farzi ve hayalî suretinde
yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate
uygun gelmiyor. Belki âkıbeti düşünmek suretinde
müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil; belki
hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren
gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale, farza
lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek
meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla
yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça
öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür. Daha bir
parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de
müşahede eder. İhlas-ı etemme yol açar.” 183
َ َ
‫ن‬ ِ َ ‫عال‬
َ ‫مي‬ َ ْ ‫ب ال‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬
ّ ‫ه َر‬ َ ‫مُر ت ََباَر‬
ْ ‫و ال‬ ُ ْ ‫خل‬
َ ‫ق‬ َ ْ ‫ه ال‬
ُ َ ‫أل َ ل‬
“Dikkat edin! Yaratmak ve emretmek O’na
mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah’ın şanı çok yüce
olmuştur.” (A’raf, 7/54)
‫دا‬ً ‫ة وَ ل َ وََلتت‬
ً َ ‫حب‬ َ َ ‫ختتذ‬
ِ ‫صتتا‬ َ ّ ‫متتا ات‬
َ “Ne eş, ne de çocuk
edinmemiştir.” (Cin, 72/3)
‫ك‬ِ ْ ‫مل‬ ُ ْ ‫في ال‬ ِ ‫ك‬ ٌ ‫ري‬
ِ ‫ش‬ َ ‫ه‬ ُ َ‫ن ل‬ ْ َ‫و ل‬
ْ ُ ‫م ي َك‬ “Mülkde ortağı
َ 184
da yoktur.” (İsrâ, 17/111; Furkan, 25/2)

183
Osmanlıca Lem’alar, Said Nursî, sahife: 357-358.. Hem
bakınız: Lem’alar Mecmuası, 26. Lem’a, 8. Rica; İşârâtü’l-
İ’caz, sahife: 201..206; Sözler Mecmuası, 33. Söz, 23. ve 24.
Pencereler; Mektubat, Said Nursî, 1. Mektub’un ikinci sual
ve cevabı.
184

Sözler Mecmuasında 32. Söz’ün 1. ve 2. mevkıflerinde,


kâinatta şirkin yeri olmadığı ve Hâlik-ı kâinatın şeriki
olamayacağı tafsilatlıca beyan edilmiştir. Bakılabilir.

181
ّ ّ‫ن القذ‬
‫ل‬ َ ‫مق‬
ِ ‫ى‬
ّ ‫ول ِق‬ ُ ‫ن ل َق‬
َ ‫ه‬ ْ ‫و ل َق‬
ْ ‫م ي َك ُق‬ َ “Zillet olması
sebebiyle herhangi bir dostu da yoktur.” (İsrâ,
17/111)185
“ İ’lem eyyühe’l-azîz! ‫ه‬ِ ّ ‫وةَ إ ِل ّ ِبال ٰل‬ ُ ‫و ٰل‬
ّ ‫ق‬ َ ‫و‬
َ ‫ل‬ ْ ‫ح‬
َ ‫ٰل‬
cümle-i mukaddesesi; insanın, zerre vaziyetinden
insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar, câmidiyet,
nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar
ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek
çok elem ve emellere ma’ruzdur. Maahâzâ havl ve
kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak
bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup,
şümulu dahilinde olan makamlara göre tefsir edilir.
Meselâ:
1. ‫د‬ ِ ‫جو‬ ُ ‫و‬ ُ ْ ‫عَلى ال‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ق‬ُ ‫و ٰل‬ َ ِ ‫عدَم‬ َ ْ ‫ن ال‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ل‬/ٰ
Ademden çıkıp, vücuda gelmek.
2. ‫ء‬ِ ‫قآ‬ َ َ ‫عَلى ال ْب‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ق‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫ل‬ ِ ‫وا‬ َ ‫ن الّز‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ٰل‬/
Zevale gitmeyip, bekada kalmak.
3. ‫ع‬ ِ ‫ف‬ ْ ّ ‫عَلى الن‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ق‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫ة‬ ِ ‫ضّر‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ل‬/ ٰ
Mazarratı def’, menfaati celb.
4. ‫لققى‬ َ ‫ع‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ققق‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫ب‬
ِ ِ ‫صققآئ‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬ َ ‫و‬
ِ ‫عقق‬ َ ‫ل‬ ْ ‫حقق‬ َ ‫ٰل‬
‫ب‬ِ ِ ‫م ٰطال‬ َ ْ ‫ ال‬/ Musibetten uzak olup, matluba nail
olmak.
5. ‫لققى‬ َ ‫ع‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ققق‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫صققي‬ ِ ‫م ٰعا‬ َ ْ ‫ن ال‬ َ ‫و‬
ِ ‫عقق‬ َ ‫ل‬ ْ ‫حقق‬َ ‫ٰل‬
‫ة‬
ِ َ‫ع ٰبق اد‬ ِ ْ ‫ال‬/ Measîye düşmemek, ibadete devam
etmek.
6. ‫ة‬ ِ ‫مق‬ َ ‫ع‬ ْ ّ ‫عَلى الن‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ق‬ُ ‫و ٰل‬ َ ِ ‫قم‬ َ ّ ‫ن الن‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ل‬/ ٰ
Azaba ma’ruz kalmamak, ni’mete mazhar olmak.
7. ‫ر‬ ِ ‫عَلى الّنو‬ َ َ‫وة‬ ّ ‫ق‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫ة‬ ِ ‫م‬ َ ْ ‫ن الظّل‬ ِ ‫ع‬ َ ‫ل‬ َ ‫و‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ٰل‬/
Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

185
Şua’lar Mecmuasında 2. Şua’, bu bahsi genişçe açıklamıştır.
Müracaat edilebilir.

182
‫‪Ve hâkezâ, herbir makamda insanın letaifine‬‬
‫‪göre takyid ve tefsir edilebilir.” 186‬‬
‫‪- -‬‬
‫ن ٰيا‬ ‫دي َ‬ ‫ري ِ‬‫م ِ‬ ‫مَرادَ ال ْ ُ‬ ‫م ُ‬ ‫عل َ ُ‬‫ن يَ ْ‬ ‫م ْ‬‫ٰيا َ‬
‫ن ٰيا‬ ‫سآئ ِِلي َ‬‫ج ال ّ‬ ‫وآئ ِ َ‬ ‫ح َ‬‫ك َ‬ ‫مل ِ ُ‬‫ن يَ ْ‬ ‫م ْ‬
‫َ‬
‫من يسم َ‬
‫ن‬
‫م ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫هي َ‬ ‫وال ِ ِ‬‫ن ال ْ َ‬ ‫ع أِني َ‬ ‫َ ْ َ ْ َ ُ‬
‫عل َ ُ‬
‫م‬ ‫ن يَ ْ‬ ‫م ْ‬
‫ن ٰيا َ‬ ‫في َ‬ ‫خآئ ِ ِ‬ ‫كآءَ ال ْ َ‬ ‫ي َ ٰرى ب ُ َ‬
‫م‬
‫ن ي َ ٰرى ن َدَ َ‬ ‫م ْ‬‫ن ٰيا َ‬ ‫مِتي َ‬
‫صا ِ‬ ‫ميَر ال ّ‬ ‫ض ِ‬ ‫َ‬
‫عذَْر‬ ‫ل ُ‬ ‫قب َ ُ‬ ‫ن يَ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫مي َ‬ ‫الّناِد ِ‬
‫م َ‬
‫ل‬ ‫ع َ‬
‫ح َ‬ ‫صل ِ ُ‬ ‫ن ل َ يُ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫الّتآئ ِِبي َ‬
‫فسدين ٰيا من ل َ يضي َ‬
‫جَر‬ ‫عأ ْ‬ ‫ُ ِ ُ‬ ‫َ ْ‬ ‫م ْ ِ ِ َ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫ن‬‫ع ْ‬ ‫عد ُ َ‬ ‫ن ل َ ي َب ْ ُ‬ ‫م ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫سِني َ‬ ‫ح ِ‬‫م ْ‬‫ال ْ ُ‬
‫ن‬
‫في َ‬ ‫ر ِ‬ ‫عا ِ‬ ‫ب ال ْ َ‬‫قُلو ِ‬ ‫ُ‬
‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل ّ َ‬
‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬
‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬
‫ن الّنا ِ‬‫م َ‬‫جَنا ِ‬
‫نَ ّ‬
‫‪Meal‬‬
‫)‪1- Ey müridlerin muradını (dileyenlerin dileğini‬‬
‫‪bilen,‬‬ ‫‪2-‬‬ ‫‪Ey‬‬ ‫‪isteyenlerin‬‬ ‫)‪(dilenenlerin‬‬
‫‪ihtiyaçlarına (hâcetlerini karşılamaya) malik olan,‬‬

‫‪186‬‬
‫‪Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, sahife: 141-142.‬‬

‫‪183‬‬
3- Ey âh-vâh edenlerin iniltisini işiten, 4- Ey
korkanların ağlamasını gören, 5- Ey susanların
içini (iç durumlarını, vicdanlarını) bilen, 6- Ey
pişman olanların nedametini gören, 7- Ey tevbe
edenlerin özrünü kabul eden, 8- Ey bozguncuların
amelini düzeltmeyen, 9- Ey ihsan edenlerin
mükâfâtını zayi’ etmeyen, 10- Ey âriflerin (O’nu
tanıyanların) kalblerinden uzak durmayan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada ‫ن‬ َ ْ ‫ ال‬yerine ‫ن‬
َ ‫وال ِِهي‬ َ ْ ‫= ال‬zayıf, güçsüz
َ ‫واهِِني‬
olanlar lafzı varid olmuştur. O halde ma’na şudur: Ey
güçsüzlerin iniltisini duyan!
“Madem kâinatın en müntehab neticesi hayattır ve
hayatın en müntehab hulâsası ruhtur ve zîruhun en
müntehab kısmı zîşuurdur ve zîşuurun en camii
insandır ve bütün kâinat ise, hayata musahhardır ve
onun için çalışıyor ve zîhayatlar, zîruhlara
musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar ve
zîruhlar, insanlara musahhardır, onlara yardım
ediyorlar ve insanlar fıtraten Hâlikını pek ciddî
severler ve Hâlik’ları onları hem sever, hem kendini
onlara her vesile ile sevdirir ve insanın isti’dadı ve
cihazat-ı ma’neviyesi, başka bir baki âleme ve ebedî
bir hayata bakıyor ve insanın kalbi ve şuuru, bütün
kuvvetiyle beka istiyor ve lisanı, hadsiz dualarıyla
beka için Hâlikı’ına yalvarıyor.... Elbette ve herhalde,
o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhibb olan
insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir
muhabbet için yaratmışken, ebedî bir adavetle
gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir
ebedî âlemde mes’udane yaşaması hikmetiyle bu
dünyada çalışmak ve onu kazanmak için

184
gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu
fani ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada
onların aynası olan insanların, ebedî cilvelerine
mazhar olacaklarına işaret ederler.
Evet, ebedînin sadık dostu ebedî olacak. Ve
bâkinin ayna-i zîşuuru bâki olmak lazım gelir.” 187
‫و‬
َ ‫ة‬ِ ‫دا‬ َ ْ ‫م ِبال‬
َ ‫غقق‬ ْ ‫هقق‬ُ ّ ‫ن َرب‬
َ ‫عو‬ ُ ْ‫ن َيققد‬ ِ ‫طققُرِد اّلقق‬
َ ‫ذي‬ ْ َ‫و ل َ ت‬
َ
‫ه‬
ُ ‫هققق‬ ‫ج‬ ‫و‬ ‫ن‬
َ ْ َ َ ُ ‫دو‬ ‫ريققق‬ ‫ي‬
ِ ُ ِّ ‫ي‬ ‫شققق‬
ِ َ ‫ع‬ْ ‫ل‬ ‫ا‬ “Rablerine -rızasını
isteyerek- sabah akşam ibadet edenleri de kovma!”
(En’am, 6/52)188
َ
‫ه‬ ُ ُ ‫سأل ْت‬
ُ ‫مو‬ َ ‫ما‬ ّ ُ‫ن ك‬
َ ‫ل‬ ْ ‫م‬ ْ ُ ‫و ٰاَتاك‬
ِ ‫م‬ َ “Size, istediğiniz
her şeyi vermiştir.” (İbrâhim, 14/34)
َ َ “Göklerde
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫وا‬
َ ‫سقق ٰم‬
ّ ‫في ال‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ُ ُ ‫سأل‬
َ ‫ه‬ ْ َ‫ي‬
ve yerdeki herkes O’ndan ister.” (Rahmân, 55/29)
“İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve
alâkadardır. İhtiyacâtı âlemin her tarafına dağılmış,
arzuları ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediği
gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği
gibi, ebedî cenneti de arzu eder. Bir dostunu
görmeğe müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelal’i de
görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir
sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını
açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş
yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve
firak-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın
kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaib olan âhiret
kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine
kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergahına
ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana
hakikî ma’bud olacak; yalnız, her şeyin dizgini

187
Şua’lar, sahife: 54-55.. Yine bakınız: Âyetü’l-Kübra
Risalesi, İkinci Makam’ın İkinci Babı’nın onuncu mertebesi.
188

Şu âyetlere de atf-ı nazar ediniz: Kehf, 18/28; Rum, 30/38.


185
elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin
yanında nâzır, her mekanda hâzır, mekandan
münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes,
naksdan muallâ bir Kadîr-i Zülcelal, bir Rahîm-i
Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir. Çünki,
nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ihsan edecek, ancak
nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir.
Öyle ise ma’budiyete lâyık yalnız O’dur.” 189
“Kur’ân-ı Hakîm, kâh olur cüz’î bazı maksadları
zikreder. Sonra o cüz’îyyat vasıtasıyla küllî
makamlara zihinleri sevk etmek için, o cüz’î
maksadı bir kaide-i külliye hükmünde olan esmâ-i
hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat
eder. Mesela:
‫ج ٰها‬ ِ ‫و‬ ْ ‫في َز‬ ِ ‫ك‬ َ ُ ‫ل ال ِّتي ت ُ ٰجاِدل‬ َ ‫و‬ْ ‫ق‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫ع ال ٰل‬َ ‫م‬
ِ ‫س‬ َ ْ‫قد‬َ
ّ ِ ‫وَرك ُ ٰما ٓ إ‬
‫ن‬ ُ ‫ع ت َ ٰحا‬ُ ‫م‬َ ‫س‬
ْ َ‫ه ي‬ُ ‫و ال ّٰل‬ َ ‫ه‬ِ ‫ي إ َِلى ال ّٰل‬ ْ َ‫و ت‬
ٓ ِ ‫شت َك‬ َ
‫صيٌر‬ ِ َ‫ع ب‬
ٌ ‫مي‬ِ ‫س‬َ ‫ه‬ ّ
َ ‫ال ٰل‬
İşte Kur’ân der: Cenâb-ı Hakk, semî’-i mutlaktır, her
şeyi işitir. Hatta en cüz’î bir macera olan ve
zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı
mücadelesini Hakk ismiyle işitir. Hem rahmetin en
latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir
hakikatına ma’den olan bir kadının haklı olarak
zevcinden da’vasını ve Cenâb-ı Hakk’a şekvasını,
umûr-u azîme suretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle
işitir ve Hakk ismiyle ciddiyetle bakar... İşte bu cüz’î
maksadı küllîleştirmek için, mahlukatın en cüz’î bir
hadisesini işiten, gören, kâinatın daire-i imkanîsinden
hariç bir zat; elbette her şeyi işitir, her şeyi görür bir
Zât olmak lazım gelir. Ve kâinata Rabb olan, kâinat
içinde mazlum küçük mahlukların derdlerini görmek,
feryadlarını işitmek gerektir. Derdlerini görmeyen,
189
Osmanlıca Sözler, s. : 462-463. Yine Sözler mecmuasında
23. Sözün 4. Nokta ve 4. Nükte’sinde bu husus etraflıca
anlatılmıştır. Müracaat edilsin.
186
feryadlarını işitmeyen, Rabb olamaz. Öyle ise: ‫ن‬ ّ ِ‫إ‬
‫صققيٌر‬ِ َ‫ع ب‬
ٌ ‫مي‬
ِ ‫س‬َ ‫ه‬ َ ّ ‫ال ٰل‬cümlesiyle iki hakikat-ı azîmeyi
tesbit eder.” 190
‫ة‬ َ ‫خي‬
ً ‫فق‬ ِ ‫و‬َ ‫عا‬ً ‫ضّر‬ َ َ‫ك ت‬َ ‫س‬ ْ َ ‫في ن‬
ِ ‫ف‬ َ ّ ‫و اذْك ُْر َرب‬
ِ ‫ك‬ َ “Hem
Rabbini; içinden, yalvararak ve korkarak zikret.”
(A’raf, 7/205)
Resûlullah (s.a.v.):
“ (‫و‬َ ً ‫قِليل‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫حك ْت‬
ِ ‫ضقق‬ َ َ‫م ل‬ ْ َ ‫مققآ أ‬
ُ ‫عَلقق‬ َ ‫ن‬ ُ َ ‫عل‬
َ ‫مققو‬ ْ ‫َلقق‬
ْ َ‫و ت‬
ِ ْ ‫عل َي‬
‫ه‬ َ ‫ق‬
ٌ ‫ف‬ َ ّ ‫مت‬
ُ ) ‫را‬ً ‫م ك َِثي‬ ْ ُ ‫ ل َب َك َي ْت‬Eğer bildiklerimi bilseniz,
az güler ve çok ağlardınız” buyurmuştur.191
‫ه‬
ُ ْ ‫عن‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬ َِ ‫ض‬ ِ ‫ر َر‬ ِ ‫خي‬ ّ ‫ن ال‬
ّ ‫ش‬ ِ ْ‫ه ب‬ ِ ّ ‫د ال ٰل‬ ِ ْ ‫عب‬ َ ‫ن‬ْ ‫ع‬ َ
َ
‫و‬
َ ‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬َ ‫سو‬ ُ ‫ت َر‬ ُ ْ ‫ أت َي‬: ‫ل‬ َ ‫قا‬َ
َ َ
‫ز‬
ِ ‫زي‬ ِ ‫زيٌز ك َأ‬ ِ ‫هأ‬ ِ ‫ف‬
ِ ‫و‬ْ ‫ج‬ َ ِ‫و ل‬ َ ‫صّلي‬ َ ُ‫و ي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ ‫م‬ َ ّ ‫سل‬ َ
‫ء‬ ْ
ِ ‫ن الب ُ ٰكآ‬ َ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ِ ‫ج‬َ ‫مْر‬ ْ
ِ ‫ال‬
(‫فقققي‬
ِ ‫ي‬ َ
ّ ‫ذ‬ِ ‫مققق‬ ِ ‫و الت ّْر‬
َ َ ‫ود‬
ُ ‫ح َر ٰواهُ أب ُقققو ٰدا‬
ٌ ‫حي‬
ِ ‫صققق‬
َ ‫ث‬
ٌ ‫دي‬
ِ ‫حققق‬
َ
‫ح‬
ٍ ‫حي‬
ِ ‫ص‬
َ ‫س ٰناٍد‬
ْ ِ ‫ل ب ِإ‬ِ ِ ‫ش ٰمآئ‬ ّ )‫ال‬
Abdullah ibni Şıhhîr’den (r.a.) rivayete göre, şöyle
söylemiştir: Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına geldim.
Namaz kılıyor; ağlamaktan dolayı içi, kazanın
kaynaması gibi kaynıyordu.192
“Ârif-i billah; aczden, mehafetullahtan telezzüz
eder. Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir
çocuğun aklı bulunsa ve o’ndan sual edilse: En leziz
ve en tatlı hâletin nedir? Belki diyecek: Aczimi, za’fımı
anlayıp, validemin tatlı tokatından korkarak, yine
validemin şefkatli sînesine sığındığım hâlettir...
Halbuki bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i
190
0smanlıca Sözler, s. : 627-628.

191
Hadîsi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. Riyazu’s-Salihîn,
450. hadis.
192
Sahih hadîs. Ebu Davud Sünen’inde, Tirmizî de Şemail’de
sahih isnad
ile rivayet etmiştir. Riyazu’s-Salihîn, 453. hadîs.
187
tecellî-i rahmettir. Onun içindir ki, kâmil insanlar,
aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki;
kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip,
Allah’a acz ile sığınmışlar, aczi ve havfi kendilerine
şefaatçi yapmışlar.” 193 Bu husus ayrıca 24. Söz’ün
beşinci dalının birinci meyvesinde de güzelce îzah
edilmiştir.
“Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rabb lazım ki, en
küçük hatırât-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek.. ve
en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi; bana
saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete
tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine
kuracak.. hem sineği halkettiği gibi, semavatı da îcad
edecek.. hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak
çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğinde yerleştirecek
bir kudrete malik olsun. Yoksa sineği halkedemeyen,
hatırât-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu
işitemez. Semavatı halketmeyen, saadet-i ebediyeyi
bana veremez. Öyle ise benim Rabbim O’dur ki; hem
hatırât-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı
bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi, dünyayı
âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar,
haydi gir, der.” 194
“Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe
düşkün, hodbinlikte bihemtâ sersem nefsim! Eğer
binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir
çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah
kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları
kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler, o
çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lazım
olduğu hak bir da’va ise; senin dahi sana yüklenen

193

0smanlıca Sözler, s. : 34-35.

194
Lem’alar, sahife: 242.. Nedamet mes’elesi için şu âyetlere
müracaat edilebilir: Yunus, 10/54; Sebe’, 34/33.
188
ni’metler için fahre, gurura belki bir hakkın var.
Halbuki sen, daim zemme müstahıksın. Zira o
çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’î
ihtiyarın bulunmakla, o ni’metlerin kıymetlerini fahrin
ile tenkıs ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve
küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasb
ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana
lâyık olan şöhret değil, tevazu’dur, hacalettir. Senin
hakkın medh değil, istiğfardır, nedamettir. Senin
kemalin hodbinlik değil, hudabinliktedir. Evet sen
benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz,
hayrı kabul etmek, şerre merci’ olmak için
yaratılmışsınız. Yani fail ve masdar değilsiniz. Belki
münfail ve mahallsiniz. Yalnız bir te’siriniz var. O da,
hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul
etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer
perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî
çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı mukaddese-i
ilahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün
bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz.
Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb etiğiniz halde,
Halikınızla gûya iştirak edersiniz. Demek, nefis-
perest, tabiat-perest gayet ahmak, gayet zalimdir.”
195

َ َ
‫ه‬
ِ ‫عَباِد‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ع‬
َ ‫ة‬
َ َ ‫وب‬
ْ ّ ‫ل الت‬ ْ َ‫و ي‬
ُ َ ‫قب‬ َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ُ ‫ه‬ ّ ‫وا أ‬ ُ َ ‫عل‬
ٓ ‫م‬ ْ َ ‫أل‬
ْ َ‫م ي‬
“Allah’ın, kullarının tevbesini kabul eder olduğunu
bilmediler mi?” (Tevbe, 9/104)196
‫ت‬ُ ‫ع‬
ْ ‫م‬ِ ‫سق‬ َ :‫ل‬ َ ‫قققا‬ َ ‫ه‬ ُ ْ ‫عن‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬ َ ‫ض‬ ِ ‫هَري َْرةَ َر‬ُ ‫ن أ َِبي‬ ْ ‫ع‬َ
‫و‬
َ :‫ل‬ ُ ‫قققو‬ ُ َ‫م ي‬ َ ّ ‫س قل‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ِ ّ ‫ل ال ٰل‬
َ ‫سو‬ ُ ‫َر‬
َ َ
‫فققي‬ ِ ‫ه‬ ِ ‫ب إ ِل َي ْق‬ُ ‫و أت ُققو‬ َ ‫ه‬ َ ‫فُر ال ٰل ّق‬ ِ ‫غ‬ ْ ‫هإ ِن ّققي ل‬
ْ َ ‫سقت‬ ِ ‫الل‬
195
Osmanlıca Sözler, s. : 324-325.

196
Şu âyetlere de bakınız: Bakara, 2/222; Tevbe, 9/112;
Mü’min, 40/3; Şûrâ, 42/25; Tahrîm, 66/5-8.

189
َ
‫ة‬
ً ‫مّر‬
َ ‫ن‬
َ ‫عي‬
ِ ْ ‫سب‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ْ َ ‫ال ْي‬
ِ ‫وم ِ أك ْث ََر‬
(‫ي‬
ّ ‫ر‬
ِ ‫َر) ٰواهُ الب ُ ٰخا‬
Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayete göre, O:
Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim,
demiştir: “Vallahi! Ben, günde yetmiş defadan daha
fazla Allah’a istiğfar ve tevbe ediyorum.” 197
‫ ٰيآ‬: ‫م‬ َ ّ ‫سل‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ ُ ‫سو‬ُ ‫ل َر‬َ ‫قا‬َ
َ
‫ي‬
ٓ ّ ‫فققإ ِن‬َ ُ‫فُروه‬ ِ ‫غ‬ ْ َ ‫ست‬ ْ ‫وا‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫وا إ َِلى ال ٰل‬ ٓ ُ ‫س ُتوب‬ ُ ‫ها الّنا‬َ ّ ‫أي‬
َ
( ‫م‬ٌ ِ ‫سل‬ْ ‫م‬ ُ ُ‫ة )َر ٰواه‬ ٍ ‫مّر‬ َ ‫ة‬َ َ ‫مائ‬
ِ ِ ‫وم‬ ْ َ ‫في ال ْي‬ ِ ‫ب‬ُ ‫أُتو‬
Resûlullah: “Ey insanlar! Allah’a tevbe ve istiğfar
ediniz. Muhakkak ben, günde yüz defa tevbe
ediyorum” diye buyurmuştur.198
“Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta
ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet
kısa, cüz’-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin
bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi
olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i
ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki;
onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’ûnenin
bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin.
Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir
kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı
şerri keser, tecavüzatını kırar.” 199
‫ن‬َ ‫دي‬
ِ ‫سقق‬
ِ ‫ف‬ ُ ْ ‫ل ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫مقق‬
َ ‫ع‬
َ ‫ح‬
ُ ِ ‫صل‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ْ ُ‫ه ل َ ي‬ ّ ِ ‫“إ‬Hakikaten
Allah, fesad çıkaranların amelini düzeltmez.” (Yunus,
10/81)
197
Buharî rivayet etmiştir. Riyazu’s-Salihin, 13. hadîs.

198
Ayrıca Riyazu’s-Salihin’deki 1901 no’lu hadîse de bakınız.
(Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 14. hadîs).
199
Osmanlıca Sözler, s. : 686-687…Şu mevzulara da müracaat
olunabilir: 26. Söz’ün zeyli; 26. Mektub’un 4. Mebhasi’nin
birinci meselesinin “sâlisen” kısmı; 2. Lem’a’nın birinci
nüktesi; 13. Lem’a’nın 13. İşaret’inin ikinci noktası; 11.
Şua’nın birinci, ikinci ve üçüncü mes’eleleri; 17. Lem’a’nın
12. Nota’sı.
190
“...Ama, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise:
Hadd-i büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit,
bütün vahdaniyetin delillerine karşı küfür ile
mukabele edip ve bütün ni’metlere karşı küfran ile
mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle
kâfirâne bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esmâ-i
ilahiyenin tecelliyatına karşı red ve inkar ile mukabele
ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet
işlediler. Nihayetsiz bir azaba müstahık oldular.” 200
َ ‫لقق ه ل َ يضققي‬
‫ن‬َ ‫سققِني‬
ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ُ ْ ‫جققَر ال‬
ْ ‫عأ‬ ُ ِ ُ َ ّٰ ‫ن ال‬ ِ‫إ‬
ّ “Şübhesiz
Allah, ihsan edenlerin ecrini zayi’ etmez.” (Tevbe,
9/120; Hûd, 11/115; Yusuf, 12/90)
‫ن‬
ُ ‫سقققا‬َ ‫ح‬ْ ِ ‫ن إ ِل ّ ال‬ِ ‫سقققا‬ َ ‫ح‬
ْ ِ ‫جققَزآءُ ال‬ ْ ‫هقق‬
َ ‫ل‬ َ “İhsanın
karşılığı ancak ihsan değil midir?” (Rahmân, 55/60.)201
Muhsinler hakkında bakınız: 11. Söz, 17. Söz’ün
ikinci makamı, 23. Söz, 24. Söz’ün ikinci dalı, 32.
Söz’ün İkinci Mevkıf’ının üçüncü maksadının remizleri
ile Üçüncü Mevkıf’ın ikinci noktası, 20. Mektub, 29.
Mektub’un dokuzuncu kısmı, 17. Lem’a’nın sekizinci
notası, 20. ve 21. Lem’alar, 4. Şua’, İşarâtü’l-İ’caz
(müttakîler bahsi).
“Cenâb-ı Hakk bize ekrabdır ve her şeyden daha
ziyade yakındır. Biz ise, O’ndan nihayetsiz uzağız.

200

Osmanlıca Sözler, s. : 178. Ayrıca bakınız: Küçük Sözler


(müellifi: Said Nursî), 12. ve 13. Söz; 28. Söz’ün birinci
makamının zeyli; 30. Söz’ün birinci maksadı; 32. Söz’ün
Üçüncü Mevkıf’inin ikinci mebhası; 12. Mektub; 29.
Mektub’un altıncı kısmının zeyli; 13. Lem’a; 17. Lem’a’nın
ُ ّ ‫م ال ٰل‬
5. ve 6. Notaları; 5. Şua’; İşarâtü’l-İ’caz, ‫ إ ٓلخ‬... ‫ه‬ َ َ ‫خت‬
َ
âyetinin tefsiri; münafıklar bahsi, ‫ض‬ َ ْ ُ‫و ي‬
ِ ‫في الْر‬
ِ ‫ن‬َ ‫دو‬
ُ ‫س‬
ِ ‫ف‬ َ
âyetinin tefsiri.
201
Hem bakınız: Bakara, 2/58-195; Âl-i İmrân, 3/134, 148;
Maide, 5/13, 85, 93; En’am, 6/84; A’raf, 7/56, 161; Yusuf,
12/22, 56; Nahl, 16/128; Kasas, 28/14; Ankebût, 29/69;
Ahzab, 33/29; Sâffât, 37/80, 105, 110, 121, 131; Zümer,
39/34; Murselat, 77/44.
191
O’nun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi:
Ekrabiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet
ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle
sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret:
Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip, bir
derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü
süluk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfûsî ve seyr-i
âfâkî bu suretle cereyan ediyor... İşte birinci suret sırf
vehbîdir, kesbî değil. İncizabdır, cezb-i rahmanîdir ve
mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metîn ve çok
yüksektir ve çok halistir ve gölgesizdir. Diğeri
kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib harikaları çok ise
de; kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.” 202
“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve
fıtratın en yüce neticesi îman-ı billahtır. Ve insaniyetin
en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı
îman-ı billah içindeki ma’rifetullahtır. Cinn ve insin en
parlak saadeti ve en tatlı ni’meti, o ma’rifetullah
içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis
sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o
muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet,
bütün hakîkî saadet ve halis sürur ve şirin ni’met ve
safi lezzet, elbette marifetullah ve
muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı
Hakk’ı tanıyan ve seven; nihayetsiz saadete, ni’mete,
envara, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır.
O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz
şekavete, âlâma ve evhama ma’nen ve maddeten
mübtela olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev’’-i
beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahibsiz, hamîsiz
bir surette, âciz, miskin bir insan bütün dünyanın
sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev’-i
beşer içinde, bu perişan fanî dünyada, insan; sahibini

202

Osmanlıca Sözler, s. : 719-720.. Bu sır, 15. Mektub’da


birinci sual ve cevabın birinci makamında da îzah edilmiştir.
192
tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar bîçare
sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa,
malikini tanısa; o vakit rahmetine iltica eder,
kudretine istinad eder, o vahşetgâh dünya bir
tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” 203
- -
‫ٰيا‬ ‫ء‬ َ ‫خ‬
ِ ‫طآ‬ َ ْ ‫فَر ال‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫غا‬ ‫ء‬ َ َ ‫م ال ْب‬
ِ ‫قآ‬ َ ِ ‫دآئ‬
َ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫ء‬ َ ‫ع‬
ِ ‫طآ‬ َ ْ ‫ع ال‬
َ ‫س‬
ِ ‫وا‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ء‬
ِ ‫عآ‬
َ ّ‫ع الد‬
َ ‫م‬
ِ ‫سا‬
َ
‫ٰيا‬ ِ ‫ف ال َْبل‬
‫ء‬ َ ‫ش‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬ ‫ء‬
ِ ‫مآ‬
َ ‫س‬
ّ ‫ع ال‬
َ ‫ف‬
ِ ‫َرا‬
‫ٰيا ك َِثيَر‬ ‫ء‬
ِ ‫سَنآ‬ ّ ‫م ال‬ َ ‫دي‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ق‬ ِ ‫م الث َّنآ‬
‫ء‬ َ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬
َ
‫ء‬
ِ ‫جَزآ‬ َ ْ ‫ف ال‬
َ ‫ري‬ ِ ‫ش‬ َ ‫ٰيا‬ ‫ء‬ َ ‫و‬
ِ ‫فآ‬ َ ‫ال‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey bekası devam eden, 2- Ey hatayı bağışlayan,
3- Ey duayı işiten, 4- Ey atâsı (ihsanı, bağışı) bol olan,
5- Ey göğü kaldıran (yükselten), 6- Ey belayı def’
eden, 7- Ey senâsı (övgüsü, hamdi) büyük olan, 8- Ey
yüceliği kadîm (ezelî) olan, 9- Ey vefâsı çok olan, 10-
Ey cezası (mükâfât ve mücazatı) üstün ve yüksek
olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
203
Osmanlıca Mektubat, sahife: 354.

193
Bir nüshada ‫مآِء‬ َ ‫س‬ّ ‫ ٰيا َرافِعَ ال‬yerine ‫مآِء‬ َ ‫س‬ّ ‫ديعَ ال‬ِ َ ‫ٰيا ب‬
“Ey göğü yoktan (eşsiz bir surette) var eden!”
nidâsı; ‫ف ال َْبلِء‬ َ ‫شتتت‬
ِ ‫كا‬َ ‫تٰتت ا‬yerine
‫ي‬ ‫ن ال َْبلِء‬
َ ‫ستتت‬َ ‫ح‬َ ‫“تٰتت ا‬Ey
‫ي‬
imtihanı güzel olan!” nidâsı;
‫م الث َّنآِء‬ ِ َ‫ ٰيا ع‬yerine de ‫ل الّثنتتآِء‬
َ ‫ظي‬ َ ‫ميت‬ِ ‫ج‬
َ ‫“يٰت ا‬Ey senâsı
cemil (güzel) olan!” nidâsı mezkurdur.
‫ذو‬ ُ ‫ك‬ َ ‫ه َرب ّق‬ُ ‫جق‬ْ ‫و‬َ ‫قققى‬ َ *‫ن‬
َ ْ ‫و ي َب‬ ٍ ‫فققا‬ َ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ها‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ّ ُ‫ك‬
َ ‫ل‬
ِ ‫و ال ِك َْرام‬ َ ‫ل‬ ِ َ ‫جل‬ َ ْ ‫“ ال‬Yeryüzündeki herkes fanîdir.
Fakat, celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı bâki
kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27). Yine bak: Tâhâ,
20/72.
“ ‫ب‬ ْ ‫حب ُققو‬ ْ ‫م‬َ ‫ن‬ ْ َ‫شقد‬ ُ ‫م‬ ْ ‫ده ك َق‬ َ ‫فول ْق‬ُ ُ‫ت ا‬ ْ ‫سق‬ْ ‫زي ٰبا‬
ِ ‫مي‬ ِ َ‫ن‬
Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub!
Çünki: Zevale mahkum, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı
ebedî için yaratılan ve ayna-yı Samed olan kalb
ile sevilmez ve sevilmemeli.
‫ب‬ ْ ‫مطْل ُققو‬ َ ‫ن‬ ْ َ‫ش قد‬ُ ‫ب‬ ْ ‫غي ْق‬َ ‫ده‬ َ ‫غُروب ْق‬ ُ ْ‫مققي أْرَزد‬ ِ َ ‫ ن‬Bir
matlub ki, gurubda gaybubet etmeğe
mahkumdur. Kalbin alâkasına, fikrin merakına
değmiyor. Âmâle merci’ olamıyor. Arkasında
gamm ve kederle teessüf etmeğe lâyık değildir.
Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona
bağlansın kalsın.
‫د‬
ْ ‫صققو‬ُ ‫ق‬ ْ ‫م‬
َ ‫ن‬ ْ َ‫ش قد‬ُ ‫و‬ ْ ‫حق‬ ْ ‫م‬
َ ‫ده‬ َ ‫ف ٰن ق ا‬ َ ‫م‬ ْ ‫ه‬َ ‫خققوا‬
َ ‫مي‬ َ‫ن‬
ِ Bir
maksud ki, fenâda mahvoluyor. O maksudu
istemem. Çünki fanîyim. Fanî olanı istemem.
Neyleyeyim?
‫د‬
ْ ‫عب ُققو‬
ْ ‫م‬َ ‫ن‬ ْ َ‫ش قد‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫فق‬ ْ َ‫ده د‬ َ ‫وال ْق‬َ ‫م َز‬ ْ َ ‫خققوان‬ َ ‫مققي‬ ِ َ ‫ ن‬Bir
ma’bud ki, zevalde defnoluyor. Onu çağırmam.
Ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve
âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime
deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem
194
süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl
ma’bud olur?” 204
‫خطَأ َْنققققا‬
ْ َ‫و أ‬ َ
ْ ‫سققققيَنآ أ‬ ْ ِ ‫خققققذَْنآ إ‬
ِ َ‫ن ن‬ َ ُ ‫َرب َّنققققا ل َ ت‬
ِ ‫ؤا‬
“Rabbimiz! Unutur yahut hata işlersek, bizi
hesaba çekip cezalandırma.” (Bakara, 2/286)
َ
‫ن‬َ ‫دو‬ ُ ‫مققا‬َ ‫فُر‬ِ ‫غ‬ْ َ‫و ي‬
َ ‫ه‬ َ ‫شَر‬
ِ ِ‫ك ب‬ ْ ُ‫ن ي‬
ْ ‫فُر أ‬
ِ ‫غ‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ْ َ‫ه ل َ ي‬ ّ ِ‫إ‬
ُٓ‫ش قاء‬َ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬
َ ِ‫ل‬ ‫ك‬َ ِ ‫“ ٰذل‬Şübhesiz Allah, kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz. Fakat, dilediği kimse için
bunun dışındakileri bağışlar. (Nisâ, 4/48, 116)
‫و‬
َ :‫م‬ َ ّ ‫سل‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ ُ ‫سو‬ ُ ‫ل َر‬ َ ‫قا‬ َ
ُ ّ ‫ب ال ٰل‬
‫ه‬ َ ‫ه‬َ َ‫م ت ُذْن ُِبوا ل َذ‬ ْ َ‫و ل‬ْ َ‫ه ل‬ِ ‫د‬ِ َ ‫سي ب ِي‬ ِ ‫ف‬ ْ َ ‫ذي ن‬ ِ ّ ‫ال‬
َ ‫وم ٍ ي ُذْن ُِبو‬
‫ن‬ َ ِ ‫جآءَ ب‬
ْ ‫ق‬ َ َ‫و ل‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫ت َ ٰعا ٰلي ب ِك‬
‫م‬ْ ‫ه‬ُ َ ‫فُر ل‬ ِ ‫غ‬ ْ َ ‫في‬َ ‫ه ت َ ٰعا ٰلي‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ َ ‫فُرو‬ ِ ‫غ‬ْ َ ‫ست‬ َ
ْ َ ‫في‬
)‫م‬ ٌ ِ ‫سل‬ ْ ‫م‬ ُ ُ‫(َر ٰواه‬
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Canım
elinde olana (Allah’a) yemin ederim ki, eğer siz günah
işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi götürür ve günah
işleyip de (hemen) Allah Teâlâ’ya istiğfar eden bir
kavim getirir ve onları bağışlardı.” 205

“Seherlerde eser bâd-ı tecellî


İnayet hâh zi-dergâh-ı ilahî

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde


Uyan ey gözlerim vakt-i seherde

204
Osmanlıca Sözler, s. : 306-307…Tafsilatlı ma’lumat isteyen
şu yerlere baksın: 10. Söz’ün 6. Hakikat’ı, 32. Söz’ün ikinci
mevkıfının remizleri ve üçüncü mevkıf, 15. Mektub’un
altıncı sual ve cevabı, 20. Mektub’un birinci ve ikinci
makamındaki sekizinci kelimeler, 24. Mektub, 3. Lem’a, 30.
Lem’a’daki kayyumiyet bahsi, 3. Şua’, 15. Şua’ın birinci
makamının birinci kısmının sekizinci kelimesi...
205
Müslim rivayet etmiştir. Riyaz’us-Salihin, 1903. hadis.

195
Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı
Bekün tevbe, becû gufran zi-dergâh-ı ilahî.” 206

‫ء‬
ِ ‫عآ‬
َ ّ‫ع الققد‬
ُ ‫مي‬ َ َ ‫ن َرّبققي ل‬
ِ ‫سقق‬ ّ ِ ‫“ إ‬Şüphesiz Rabbim,
elbette duayı işiticidir.” (İbrâhim, 14/39) 207

“Duanın en güzel, en latîf, en lezîz, en hazır


meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki,
birisi var ki, onun sesini dinler, derdine derman
yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli her
şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o, yalnız değil.
Bir kerim zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun
hadsiz ihtiyacını yerine getirebilir ve onun hadsiz
düşmanlarını def’ edebilir bir zatın huzurunda kendini
tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya
kadar ağır bir yükü üzerinden atıp:
‫ن‬ ِ َ ‫عال‬
َ ‫مي‬ َ ْ ‫ب ال‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬
ّ ‫ه َر‬ َ ْ ‫ ا َل‬der.” 208
ْ ‫ح‬
َ َ ‫طآؤُنا َفامن‬
‫ب‬ ٍ ‫ح ٰستتا‬ ْ ‫س‬
ِ ِ‫ك ب ِغَي ْتر‬ ِ ‫م‬ْ ‫ن أو ْ أ‬ْ ُ ْ َ َ َ‫ذا ع‬
َ “İşte
‫ٰه‬ atâmız!
Bağışta bulun yahut tut, hesabsızdır.” (Sâd,
38/39)209
Kur’ân-ı Kerîm’de 9 yerde Cenab-ı Mevlâ’nın
“Vasi’=Bolluk sahibi” ism-i şerîfi mezkurdur.
‫ن‬ ِ ْ ‫ضع َ ال‬
َ ‫مي ٰزا‬ َ َ‫مآ َرفَعََها وَ و‬
‫س ََء‬
ّ ‫“ وَ ال‬Göğü de yükseltti ve

206
Osmanlıca Sözler, s. : 330.. (Mağfiret bahsi için: 1. Lem’a,
17. Lem’anın 12. Notası)

207
Aynı ma’nada: Âl-i İmrân, 3/38.

208
Osmanlıca Mektubat, Said Nursî, sahife: 475… Sair yerler:
10. Söz’ün beşinci hakikatı, 24. Mektub’un birinci zeyli, 2.
Lem’a, 3. ve 4. Şua’lar, 11. Şua’ın 7. mes’elesi...

209
Diğer âyetler: Hûd, 11/108; İsrâ, 17/20; Tâhâ, 20/50; Nebe’,
78/36; Duhâ, 93/5; Kevser, 108/1.

196
mizanı koydu.” (Rahmân, 55/7)210
“Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan
bakınız ki: Bütün mevcudatı ademden çıkarıp,
herbirisini bu nihayetsiz fezada ‫ع‬ َ ‫فق‬ َ ‫ذي َر‬ ِ ّ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫َال ٰل‬
‫ون َ ٰه قا‬
ْ ‫د ت ََر‬
ٍ ‫مق‬
َ ‫ع‬
َ ‫ر‬ِ ‫غي ْق‬
َ ِ‫ت ب‬
ِ ‫س ق ٰم ٰوا‬
ّ ‫ال‬
sırrıyla durdurup,
kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı
kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu
nokta-i istinad olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla
durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp, ademe
sukut edecek... Hem nasıl ki bütün mevcudat,
vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde
Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar, kıyamları
O’nunladır. Öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve
ahvalinde binler silsilelerin, -temsilde hata olmasın-
telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği
hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette, ‫ع‬ ُ ‫ج‬ َ ‫ه ي ُْر‬ِ ْ ‫و إ ِل َي‬ َ
‫ه‬ ّ ُ َ
ُ ‫مقُر كلق‬ ْ ‫ ال‬sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nurani
nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akla muhal ve
bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lazım gelecek.
Belki mevcudat adedince bâtıl olan devirler,
teselsüller lazım gelir...” 211
َ ِ ‫ضققطَّر إ‬ َ
‫ف‬ ِ ْ ‫و ي َك‬
ُ ‫شقق‬ َ ُ‫عققاه‬
َ َ‫ذا د‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ْ ‫م‬ ُ ‫جيقق‬
ِ ُ‫ن ي‬
ْ ‫مقق‬
ّ ‫أ‬
َ ‫ٓء‬
‫سو‬
ّ ‫“ ال‬Yahut, kendisine dua ettiği zaman darda
kalana karşılık verip, kötülüğü gideren...” (Neml,
27/62)212
‫سًنا‬
َ ‫ح‬
َ ‫ه َبلًء‬
ُ ْ ‫من‬
ِ ‫ن‬
َ ‫مِني‬ ُ ْ ‫ي ال‬
ِ ْ‫مؤ‬ َ ِ ‫“ وَ ل ِي ُب ْل‬Hem, onunla güzel bir
imtihan suretinde mü’minleri denemek için…” (Enfal,
8/17)
“Hadîs-i sahihte vardır ki:

210
Sair âyetler: Ra’d, 13/2; Naziât, 79/28.
211
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 860-861.

212
Diğer âyetler: En’am, 6/17; Yunus, 10/107.

197
- ‫م‬ ‫ن ال َن ْب ِ ٰيق ا‬
ّ ‫ٓءُ ث ُق‬ ِ ً‫س َبلء‬ ِ َ -َ‫قال‬
‫شقدّ الن ّققا‬ ‫أو كمققا قق أ‬
ُ َ ‫مث‬
‫ل‬ َ َ ‫ل‬ ُ َ ‫مث‬ َ َ
ْ ‫فال‬ ْ ‫ٓءُ ال‬ ‫ول ِ ٰيا‬
ْ ‫ ال‬Yani: En ziyade musîbet
ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en
kâmilleridirler... Başta Hazreti Eyyub (a.s.), enbiyalar,
sonra evliyalar ve sonra ehl-i salâhat; çektikleri
hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i
rahmaniye nazarıyla bakmışlar. Sabır içinde
şükretmişler. Hâlik-ı Rahîm’in rahmetinden gelen
birer ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” 213
‫ن‬
ْ ‫مق‬ِ ‫ري‬ ِ ‫جق‬
ْ َ‫ن ت‬ ٍ ْ‫عقد‬ َ ‫ت‬
ُ ‫جن ّققا‬
َ ‫م‬
ْ ‫هق‬
ِ ّ ‫عن ْقدَ َرب‬
ِ ‫م‬
ْ ‫ه‬ ُ ‫جَزآ‬
ُ ‫ؤ‬ َ
‫هقققاُر‬ َ
َ ْ ‫هقققا الن‬َ ِ ‫حت‬ْ َ ‫“ ت‬Onların, Rabb’leri yanındaki
mükâfâtları; altlarından ırmaklar akan Adn
cennetleridir.” (Beyyine, 98/8). Kur’ân’da 37 yerde
Allah Teâlâ’nın, adaletli ve yüksek (üstün, muvafık)
mükâfât ve mücazat vermesine dâir beyanat vardır.
- -
‫سّتاُر‬ َ ‫ك ٰيا‬
ّ ‫غ‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫فاُر ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫صّباُر ٰيا‬
َ ‫جّباُر ٰيا‬
َ ‫هاُر ٰيا‬ َ ‫ٰيا‬
ّ ‫ق‬
‫ب‬
ُ ‫ها‬
ّ ‫و‬
َ ‫ٰيا‬ ُ ّ ‫عل‬
‫م‬ َ ‫ٰيا‬ ‫ح‬ َ ‫ٰيا‬
ُ ‫فّتا‬ ‫ق‬
ُ ‫َرّزا‬
‫ب‬
ُ ‫وا‬
ّ َ ‫ٰيا ت‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal
213
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 443…Geniş îzah isteyenler şu
mevzu’lara bakabilirler: 17. Söz, 26. Söz’ün dördüncü
mebhası, 17. Mektub, 29. Mektub’un beşinci kısmı, 2.
Lem’a, 25. ve 26. Lem’alar, 4. Şua’...
198
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1-
Ey çok bağışlayan, 2- Ey çok setreden
(günahları, ayıbları v.s. örten), 3- Ey çok
kahredici, 4- Ey çok cebr edici (zorla yaptıran),
5- Ey çok sabırlı olan, 6- Ey bol rızık veren, 7- Ey
çokça açan, 8- Ey iyi bilen, 9- Ey çokça hibe
eden (bağışta bulunan), 10- Ey çokça (bütün)
tevbeleri kabul eden!.
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
12. Ukde’de Allâm, Gaffar ve Settar isimleri
bir nebze açıklanmıştır. Diğer isimlere de
aşağıda kısaca temas edilecektir.
Bir nüshada ‫ق‬ ُ ‫ ٰيا َرّزا‬yerine ‫“ ٰيا بققآّر‬Ey iyilik
eden!”; ‫ح‬ َ ‫ ٰيا‬yerine de ‫خت َققاُر‬
ُ ‫فّتا‬ ْ ‫م‬
ُ ‫“يٰ ق ا‬Ey irade
sahibi (dileyen, seçen)!” nidâları mevcuddur.
Furkan-ı Hakîm’de Gaffar isminin geçtiği
yerler: Tâhâ, 20/82; Sâd, 38/66; Zümer, 39/5;
Mü’min, 40/42; Nuh, 71/10.
َ ْ ‫حدُ ال‬ َ َ َ
‫هاُر‬
ّ ‫ق‬ َ ْ ‫ه ال‬
ِ ‫وا‬ ُ ّ ‫خي ٌْر أم ِ ال ٰل‬
َ ‫ن‬ ُ ‫فّر‬
َ ‫قو‬ َ َ ‫مت‬
ُ ‫ب‬
ٌ ‫أ أْرَبا‬
“Ayrı ayrı Rabb’ler mi, yoksa bir tek kahredici
(hükümranlık sahibi) Allah mı daha hayırlıdır?”
(Yusuf, 12/39)214
Haşr Sûresi’nin 23. âyetinde Cenab-ı
Mevlâ’nın Cebbar olduğu bildirilmiştir.
‫ن‬ َ ْ ‫ة ال‬
ُ ‫مِتيققق‬ ِ ‫و‬ ُ ْ ‫ذو ال‬
ّ ‫قققق‬ ُ ُ‫و القققّرّزاق‬
َ ‫هققق‬
ُ ‫ه‬ ٰ ّ ‫ن ال‬
َ ‫لققق‬ ّ ِ‫إ‬
“Şüphesiz Allah; çok merhametli, kuvvetli

214
Diğer âyetler: Ra’d, 13/16; İbrâhim, 14/48; Sâd, 38/65;
Zümer, 39/4; Mü’min, 40/16.

199
rezzaktır (bol rızık vericidir.)” (Zariyât, 51/58)
‫و‬
َ ‫ق‬ ّ ‫ح‬ َ ْ ‫ح ب َي ْن َن َققا ب ِققال‬ ْ َ‫م ي‬
ُ ‫فت َق‬ ّ ‫ع ب َي ْن ََنا َرب َّنا ث ُق‬
ُ ‫م‬
َ ‫ج‬
ْ َ‫ل ي‬ ُ
ْ ‫ق‬
‫م‬ َ ْ ‫ح ال‬
ُ ‫عِلي ق‬ ُ ‫فّتا‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ه‬ ُ “De ki: Rabbimiz bizleri bir
araya getirir. Sonra aramızda hakla açar
(hüküm verir). Zira O; güzelce açıcı (hüküm
verici), iyi bilendir.” (Sebe’, 34/26)
Şu âyetlerde Allâm (çok iyi bilen) ismi
geçmektedir: Maide, 5/109-116; Tevbe, 9/78;
Sebe’, 34/48)
َ َ ‫“ إن ّق‬Şüphesiz sen çok hibe
‫ب‬ُ ‫هققا‬ َ ْ ‫ت ال‬
ّ ‫و‬ َ ‫ك أن ْق‬ ِ
edicisin.” (Âl-i İmrân, 3/8; Sâd, 38/35)215
Kur’ân’da 11 yerde “Tevvâb=tevbeleri kabul
eden” ismi zikredilmiştir. Meselâ birisi şu
âyettedir:
‫م‬ َ
ُ ‫حي ق‬ِ ‫ب الّر‬ ُ ‫وا‬
ّ ‫و أَنا الت ّق‬ َ “Çünkü ben, tevbeleri
kabul edip merhamet ediciyim.” (Bakara,
2/160)216
215
Ayrıca bakınız: Sâd, 38/9.

216
Esmâ-i ilahiye hakkında teferruatlıca bilgi edinmek isteyenler, şu
mevzulara müracaat edebilirler: 10. Söz (Rabb, Kerîm, Rahîm,
Hakim, Âdil, Cevvad, Cemîl, Mücîb, Celîl, Bâkî, Hafîz, Rakîb, Hayy,
Kayyum, Muhyî, Mümît, Hakk, Rahman, Allah isimleri), 20. Söz’ün
ikinci makamındaki nükte-i mühimme, 24. Söz’ün birinci dalı, 30.
Söz’ün ikinci maksadının üçüncü noktası, 32. Söz’ün İkinci
Mevkıf’ının üçüncü maksadı ile Üçüncü Mevkıf’ın birinci mebhası
ve ikinci mebhastaki üçüncü nükte, 8. Mektub, 18. Mektub’un
ikinci mes’elesi, 20. Mektub, 26. Mektub’un dördüncü mebhasının
birinci mes’elesi, 29. Mektub’un dördüncü kısmının üçüncü
nüktesi ile beşinci kısmı, 3. Lem’a (Bâkî ismi), 14. Lem’a’nın ikinci
makamı (besmelenin sırları), 17. Lem’a’nın 15. Nota’sının birinci
mes’elesi, 30. Lem’a (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs
isimleri), 2. Şua’ (Ehad ismi), 3. Şua’, 7. Şua’ın İkinci Makamı’nın
ikinci bâbı (İlah, Rabb, Hakîm, Kebîr, Azîm, Fettah, Rahman,
Müdebbir, Müdîr, Rahîm, Rezzak isimleri), 11. Şua’ın yedinci
mes’elesi (Rabbü’l-Âlemîn, Sultan, Deyyan, Rahîm, Kerîm, Hakîm,
Hakem, Adl, Âdil, Mücîb, Semî’, Muhyî, Mümît, Hayy, Kayyum,
Alîm, Kadir, Rahman, Hâkim, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, Hakk, Hafîz,
Cemîl isimleri), 15. Şua’ın Birinci Makam’ının birinci kısmı ve ikinci
200
Şu hadîs, Allah Teâlâ’nın, setredici (örten)
olduğunu göstermektedir:
‫ي‬ّ ‫ن الن ّب ِ ق‬ِ ‫عق‬ َ ‫ه‬ ُ ْ ‫عن‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬َ ‫ض‬ ِ ‫هَري َْرةَ َر‬ ُ ‫ن أ َِبي‬ ْ ‫ع‬َ
‫د‬
ٌ ‫عب ْق‬
َ ‫سقت ُُر‬ ْ َ‫ ل َ ي‬: ‫ل‬ َ ‫قققا‬ َ ‫م‬َ ّ ‫سقل‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ
) ‫ة‬ِ ‫مقق‬ َ ‫ق ٰيا‬ ْ
ِ ‫م ال‬ َ ‫و‬ْ ‫ه َيقق‬ ّ
ُ ‫ست ََرهُ ال ٰل‬ ّ
َ ‫فى الدّن َْيا إ ِل‬ ً
ِ ‫عْبدا‬ َ
( ‫م‬ٌ ِ ‫سل‬
ْ ‫م‬
ُ ُ‫َر ٰواه‬
Ebu Hüreyre’den (r.a.), O da Nebî’den (s.a.v.)
rivayete göre, Nebî Aleyhisselâm şöyle
buyurmuştur: “Bir kul, dünyada diğer bir kulun
(ayıbını) örterse; Allah da, kıyamet gününde
o’nun (ayıbını) örter.” 217
َ ّ ‫سقل‬
:‫م‬ َ ‫و‬ ِ ‫عل َي ْق‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ه‬ِ ّ ‫ل ال ٰل‬
ُ ‫سو‬ ُ ‫ل َر‬ َ
َ ‫قا‬
(‫م‬ ٌ ِ ‫سل‬ ُ ُ‫يآءٌ )َر ٰواه‬
ْ ‫م‬ َ ‫ض‬
ِ ‫صب ُْر‬
ّ ‫و ال‬َ
Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur: “... Sabır,
ışıktır...” 218
: ‫ل‬ َ ‫قا‬ َ ‫م‬ َ ّ ‫سل‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ي‬ ّ ِ ‫ن الن ّب‬ ِ ‫ع‬َ
‫و ٰل‬ َ ‫ب‬ ٍ ‫صقق‬ َ ‫و‬َ ‫و ٰل‬ َ ‫ب‬ ٍ ‫صقق‬ َ َ‫ن ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬َ ِ ‫سل‬ ْ ‫م‬ ُ ْ ‫ب ال‬ُ ‫صي‬ ِ ُ ‫ٰما ي‬
َ
‫ة‬ِ َ ‫وك‬ْ ‫ش‬ ّ ‫حّتى ال‬ َ ‫م‬ ّ ‫غ‬َ ‫و ٰل‬ َ ‫ذى‬ ً ‫ولأ‬ َ ‫ن‬ ٍ ‫خَز‬َ ‫و ٰل‬ َ ‫م‬ ّ ‫ه‬
َ
‫ق‬
ٌ ‫فقق‬ َ ّ ‫مت‬
ُ ( ُ‫طاَياه‬ َ ‫خ‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ها‬ ُ ّ ‫فَر ال ٰل‬
َ ِ‫ه ب‬ ّ َ ‫هآ إ ِ ٰل ّ ك‬ َ ُ ‫ي ُ ٰشاك‬
ِ ْ ‫عل َي‬
)‫ه‬ َ
Nebî (s.a.v.)’den, şöyle buyurmuştur: “Müslümana;
yorgunluk, hastalık, düşünce, hüzün, ezâ ve gammdan,
diken batmasına varıncaya kadar, ne isabet ederse;
Allah, bunları o’nun günahlarına keffaret kılar.” 219

kısmının yarısı ile İkinci Makam’ının ilim, irade ve kudret bahsi,


İşarâtü’l-İ’caz (Allah, Rahman, Rahîm, Rabb, Malik, Muhît, Kadîr,
Alîm, Hakîm isimleri)...

217
Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 238. hadîs.

218
Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 25. hadîs.

219
Şeyhayn-Buharî ve Müslim- rivayet etmiştir: Riyazu’s-
201
َ ّ ‫سل‬
: ‫م‬ َ ‫و‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ ُ ‫سو‬ ُ ‫ل َر‬ َ ‫قا‬َ
ُُ ْ ‫من‬
‫ه‬ ِ ‫ب‬ ْ ‫ص‬
ِ ُ ‫خي ًْرا ي‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫رِد ال ٰل‬
ِ ِ‫ه ب‬ ِ ُ‫ن ي‬ ْ ‫م‬
َ
)‫ي‬ ِ ‫َر( ٰواهُ ال ْب ُ ٰخا‬
ّ ‫ر‬
Resûlullah: “Allah, bir kimseye hayır dilerse;
(o’nun günahlarını bağışlamak ve derecesini
yükseltmek için) o’nu musibete uğratır.”
buyurmuştur. 220

“Cenâb-ı Hakk, Hakîm ismi muktezası olarak,


vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir
tertib vaz’ etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket
etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan
bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs,
mahrumiyete sebebdir. Sabır ise, müşkilatın
anahtarıdır ki:
‫ج‬ َ ْ ‫ح ال‬
ِ ‫فققَر‬ ْ ‫م‬
ُ ‫فَتا‬ ِ ‫صب ُْر‬
ّ ‫و ال‬
َ * ‫سٌر‬
ِ ‫ب ٰخا‬
ٌ ِ ‫خآئ‬
َ ‫ص‬
ُ ‫ري‬ َ ْ ‫ا َل‬
ِ ‫ح‬
durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı
Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir.
Çünki sabır üçtür:
Biri: Ma’siyetten kendini çekip sabretmektir. Şu
sabır takvadır, ‫ن‬ َ ‫قي‬ ُ ْ ‫ع ال‬
ِ ّ ‫مت‬ َ ‫م‬
َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ِ ‫إ‬sırrına mazhar
eder.
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve
teslimdir. ‫ب‬ ّ ‫حقق‬ ِ ُ‫ه ي‬ُ ‫و ال ّٰل‬ َ *‫ن‬ َ ‫وك ِّلي‬ ُ ْ ‫ب ال‬
َ َ ‫مت‬ ّ ‫ح‬ِ ُ‫ه ي‬َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ِ‫إ‬
‫ن‬َ ‫ري‬ِ ِ ‫صاب‬
ّ ‫ ال‬şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise,
Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve
rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.
Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette
âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekva O’na olmalı.
O’ndan olmamalı. Hazreti Yakub’un (a.s.): ‫كوا‬ ُ ‫ش‬ْ َ ‫مآ أ‬ َ ّ ‫إ ِن‬
ِ ‫ي إ ِل َققى ال ٰل ّق‬
‫ه‬ ٓ ‫حْزن ِق‬ ُ ‫و‬ َ ‫ث ّققي‬demesi
َ‫ب‬ gibi olmalı. Yani
Salihîn, 37. hadîs.

220
Buharî rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihin, 39. hadîs.

202
musibeti Allah’a şekva etmeli. Yoksa Allah’ı insanlara
şekva eder gibi: Eyvah! of! deyip.. Ben ne ettim ki bu
başıma geldi, diyerek âciz insanların rikkatini tahrik
etmek zarardır, ma’nasızdır.
Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır
o’nu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük
makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevkediyor.” 221
“Nasıl ki, mi’de bir rızık ister. Öyle de; kalb ve ruh ve
akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve
duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve
müteşekkirane alırlar. Herbirisine ayrı ayrı ve onlara
lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları,
hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm,
onlara daha geniş rızık vermek için; göz ve kulak, kalb
ve hayal ve akıl gibi, o latîfelerin herbirisini, hazine-i
rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ
göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar
cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü..
ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; îman
ile istifade eder.” 222
“...Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle
ve tedkîkat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir
ihâta ve şümul ve san’at var ki; bir tek vahid-i
ehadden ve her şeyde her şeyi görebilecek ve
yapabilecek bir kadîr-i mutlaktan başka hiçbir şey bu
cem’iyetli ve ihâtalı fiile sahib olamaz. Çünkü bu feth-
i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan
nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir
hikmet, bir dikkat, bir ihâta ister. Ve böyle bir kudret
ise, ancak bütün kâinatı idare eden bir tek zatta

221
Mektubat, Said Nursî, s. : 280-281.

222
Şua’lar, s. : 174.. Tafsilatlı îzahat için şu yerlere bakılabilir: 22.
Mektub’un ikinci mebhası, 12. Lem’a’nın birinci nüktesi, 19.
Lem’a’nın dördüncü nüktesi, 28. Lem’a’da ikinci nükte (s. : 268-
269), 7. Şua’ın 33. mertebesi, Mesnevî-i Nuriye (müellifi:
Bediuzzaman, Katre Risalesi, s. : 73-74), Sünuhat (müellifi:
Bediuzzaman, s. : 125, -Âsâr-ı Bedîiye’den-).
203
bulunabilir.
Evet, meselâ: Mezkur âyetlerin ferman ettikleri
gibi, üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında,
insanların suretlerini ayrı ayrı, mîzanlı, imtiyazlı,
zînetli ve intizamlı olarak; hem şaşırmadan, yanlış
etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak
ve yaratmak olan fettahiyet, ve umum rûy-u zeminde
aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum
insanları ve hayvanları ve nebatları ihâta eden bu
feth-i suver hakikatı; vahdaniyetin en kuvvetli bir
bürhanıdır. Çünkü, ihâta etmek bir vahdettir, şirke yer
bırakmaz.” 223
“Bütün kâinattaki hallakıyet ve faaliyette ve
tebeddülat ve ihya ve tavzifat ve terhisatta bütün
masnuâtın herbiri ve herbir taifenin tesadüf imkanı
olmayan öyle kasdî ve bilerek takılan hikmetleri ve
faydaları ve vazifeleri var ve görüyoruz ki: İhâtalı bir
ilmi bulunmayan, hiçbir cihette hiçbirisine îcad
noktasında sahib çıkamaz. Meselâ: Hadsiz zîhayattan,
bir insanın yüz cihazatından bir tek cihazı olan lisanı
bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer
hikmetlere, neticelere, meyvelere, faydalara âlet
oluyor.. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün
tatları bilerek; cesede, mi’deye haber vermek ve
rahmet-i ilahiyenin mutfaklarına dikkatli bir müfettiş
olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve
dimağa tam bir tercüman ve santral olmak, elbette
gayet parlak ve kat’î bir surette ihâtalı ilme delâlet ve
şehadet eder... Bir tek dil, hikmetleri ve meyveleriyle
böyle delâlet etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz
zîhayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve
gündüz kat’iyetinde nihayetsiz bir ilme delâlet ve
şehadet ve Allamü’l-Guyûb’un dâire-i ilminden ve
hikmetinden ve meşîetinden hariç hiçbir şey yoktur
223
Şua’lar, sahife: 168.

204
diye i’lan ederler.” 224

- -
‫و‬ َ ‫ن َرَز‬
َ ‫قِني‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫واِني‬ ّ ‫س‬
َ ‫و‬ َ ‫قِني‬ َ َ ‫خل‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
َ
‫قاِني ٰيا‬َ ‫س‬
َ ‫و‬ َ ‫مِني‬ َ ْ‫ن أط‬
َ ‫ع‬ ْ ‫م‬ َ ‫َرّباِني ٰيا‬
‫و‬ َ َ ‫ن‬
َ ‫مِني‬
َ ‫ص‬
َ ‫ع‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬
َ ‫و أدَْناِني ٰيا‬ َ ‫قّرَبني‬ ْ ‫م‬َ
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫و ك َل َِني‬ َ ‫فظَِني‬ ِ ‫ح‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫فاِني ٰيا‬ َ َ‫ك‬

ْ َ‫أ‬
‫غَناِني‬ ‫عّزِني و‬ َ َ‫ن أ‬ْ ‫م‬ َ ‫داِني ٰيا‬ َ ‫ه‬َ ‫و‬ ّ ‫و‬
َ ‫فقِني‬ َ
‫ن‬ َ َ
ْ ‫م‬
َ ‫حَياِني ٰيا‬ ْ ‫وأ‬ َ ‫مات َِني‬َ ‫نأ‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫واِني‬
َ ‫و ٰا‬
َ ‫سِني‬
َ َ ‫ٰان‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey beni yaratıp düzene koymuş olan, 2- Ey
beni rızıklandırıp terbiye etmiş (yetiştirmiş) olan,
3- Ey beni yedirip içirmiş olan, 4- Ey beni
yakınlaştırıp yakın kılmış olan, 5- Ey beni koruyup
kifayetini (bana kâfi olduğunu) göstermiş olan, 6-
Ey beni muhafaza edip gizlemiş (koruma altına
almış) olan, 7- Ey bana tevfik ve hidayet vermiş
olan, 8- Ey beni aziz ve zengin kılmış olan, 9- Ey
bana ölümü ve hayatı vermiş (öldürüp diriltici)

224
Şua’lar, sahife: 647.

205
olan, 10- Ey bana ünsiyet verip beni barındıran!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
‫وى‬ّ ٰ ‫س‬ َ ‫ق‬
َ ‫ف‬ َ َ ‫خل‬ ِ ّ ‫…“ا َل‬yaratıp düzene koymuş
َ ‫ذي‬
olan...” (A’lâ, 87/2). Halk ve tesviye hususu için şu
âyetlere de bakınız: (Hicr, 15/29; Kehf, 18/37;
Secde, 32/9; Sâd, 38/72; Kıyamet, 75/38; İnfitar,
82/7).
“Umum eşyada, hususan zîhayat masnu’larda
hikmetli bir kalıbdan çıkmış gibi her şeye bir
mikdar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği
ve o suret ve o mikdarda maslahatlar ve faydalar
için eğri-büğrü hududlar bulunması, hem müddet-
i hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları ve
mikdarları, yine hikmetlere, maslahatlara muvafık
bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen
ma’nevî ve muntazam birer suret, birer mikdar
bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i
Zülcelal ve bir Hakîm-i Zülkemal’in, kader
dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve
kudretin destgâhında vücudları verilen o hadsiz
masnuat, o zatın vücub-u vücuduna delâlet ve
vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile
şehadet ederler. Sen, kendi cismine ve a’zalarına
ve onlardaki eğri-büğrü yerlerin meyvelerine ve
faydalarına bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i
kudreti gör.” 225
“... Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır
ki, Rahman’a Rezzak ma’nası verilir. Rızık ise, o
derece zahir bir tarzda bir Rezzak-ı Rahîm’i gösterir
225
Osmanlıca Sözler, s. : 577.

206
ki; zerre kadar şuuru bulunan tasdike mecbur olur.
Meselâ: Bütün zîhayatın, hususan âcizlerin ve
bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada
ihtiyar ve iktidarlarının haricinde, gayet harika bir
tarzda hiçten ve mütemasil çekirdeklerden ve su
katrelerinden ve toprak habbeciklerinden
yetiştiriyor. Hatta ağacın başındaki yuvada
kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber nefer
gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı
yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti
yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sâir hayvanatın ve
insanın yavrularına memeler musluğundan âb-ı
kevser gibi hoş, mugaddî, sâfî, hâlis, beyaz sütleri,
kırmızı kan ve mülevves fışkı içinden bulaşmadan,
bulandırmadan imdadlarına gönderir, validelerinin
şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen
umum ağaçlara, münasib rızıklarını onlara pek
harika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî ve
ma’nevî rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb,
ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara
ihsan ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları
ve mısır sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde
sarılı, yüzbinler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o
sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve ni’metler
mikdarınca diller ile ve ayrı ayrı, küllî ve cüz’î
lisanlar ile bir Rahman-ı Rezzak’ı, bir Rahîm-i
Kerîm’i, bütün bütün kör olmayana gösterir.226
Kur’ân’da 105 yerde Cenâb-ı Hakk’ın rızık
vermesinden bahsedilmiştir.
‫ن‬
ِ ‫قي‬ِ ‫سق‬
ْ َ‫و ي‬
َ ‫من ِققي‬ ِ ْ‫و ي ُط‬
ُ ‫ع‬ َ ‫هق‬
ُ ‫ذي‬ِ ّ ‫و ال‬
َ “Ve O, beni
yediren, içirendir.” (Şuarâ, 26/79) 227

226
Şua’lar, s. : 609 - 610.
227
Şu âyetlere de müracaat: En’am, 6/14; Hicr, 15/22; Nahl,
16/66; Mü’minûn, 23/21; Furkan, 25/49; Mürselat, 77/27.

207
َ ْ ‫عن‬ َ ‫ن أ َن‬
ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬
‫ه‬ َ ‫ي‬ّ ِ ‫ن الن ّب‬ ّ ‫هأ‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬
ُ َ ‫ه‬ َ ‫ض‬
ِ ‫س َر‬ ٍ ْ ‫ع‬ َ
َ
:‫ل‬ َ ‫قققا‬ َ ‫ه‬ ِ ‫شق‬ِ ‫ف ٰرا‬ ِ ‫ن إ ِ ٰذا أ ٰوى إ ِ لٰ ق ى‬ َ ‫م ٰك ق ا‬ َ ّ ‫س قل‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ِ ْ‫ي‬
َ
‫و ٰا ٰوا ٰنا‬ َ ‫و ك َ ٰفا ٰنا‬ َ ‫س ٰقا ٰنا‬ َ ‫و‬ َ ‫نا‬ٓ‫ذي‬ َ ّ ‫عل‬
ِٰ‫م‬ َ ‫طْ ا‬ ِ ‫مدُ ل ِ ّٰ أل‬
‫ه‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫ال‬
)‫م‬ ٌ ِ ‫سل‬ ُ ُ‫ي )َر ٰواه‬
ْ ‫م‬ َ ‫و‬ِ ‫مؤ‬ ُ ‫و ٰل‬ َ ‫ه‬ ُ َ‫ي ل‬
َ ‫ف‬ ِ ‫ن ٰل ٰكا‬ ْ ‫م‬ ّ ‫م‬ ِ ‫م‬ ْ َ ‫فك‬َ
Enes’den (r.a.) nakledildiğine göre, Nebi (s.a.v.)
yatağına gelince şöyle derdi: “Bizi yediren, içiren,
(hâcetlerimizi) bitiren, barındıran (barınacağımız
meskenler ihsan buyuran) Allah’a (hadsiz) hamd
olsun. Zira nice kimseler var ki, onların (işlerini) bitiren
ve barındıran yoktur.” 228
“Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara! Yerden,
dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü onlara
terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve
semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mîzan-ı
hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mîzan-ı hikmetle
gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-ı
Hakîm’in teshîriyle ve iddihariyledir. Ve kaynamaları
ise, O’nun emrine heyecanla imtisal
etmeleridir........................
Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları ma’nasız
bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir
gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâlî bir boşlukta o
acaibi îcad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki
damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve
müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki; o şırıltı, o
gürültü gayet ma’nidar ve hikmetdardır ki; bir Rabb-i
Kerîm’in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki:
Sizlere müjde, geliyoruz! ma’nasını ifade ederler.” 229
َ
‫جي ّققا‬ َ ‫و‬
ِ َ ‫قّرب ْن َققاهُ ن‬ َ ‫ن‬
ِ ‫مق‬ ِ ‫ب الطّققو‬
َ ْ ‫ر الي‬ ِ ِ ‫جققان‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ُ‫و َنادَي َْناه‬
َ
“Ve O’na (Musa’ya), Tur’un sağ yamacından seslenip,
O’nu sırdaş olarak yaklaştırdık (yakınımıza aldık).
228
Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 1492. hadîs.

229
Osmanlıca Sözler, s. : 988-990.

208
(Meryem, 19/52)
Mukarrebler (Allah’a yakın olanlar) hakkındaki
âyetler: Âl-i İmrân, 3/45; Nisâ, 4/172; Vakıa, 56/11, 88;
Mutaffifîn, 83/21-28.
ٰ ْ‫و أ َد‬
‫نقق ى‬ َ
ْ ‫نأ‬ِ ْ ‫سققي‬
َ ‫و‬ َ ‫ب‬
ْ ‫ق‬ َ ‫ن‬
َ ‫قققا‬ َ ‫كققا‬ َ * ‫فَتققدَ ّٰلى‬
َ ‫ف‬ َ ‫م دََنققا‬
ّ ‫ُثقق‬
“Sonra yaklaşıp sarktı (iyice yakınlaştı). Öyle ki,
yayın, kabzası ile ucu arası kadar (bir mesafe ile,
yahut bir arşın mikdarı) veya daha yakın oldu.”
(Necm, 53/8-9)
“... Bütün kâinattaki makasıd-ı ulya ve netaic-i
uzmayı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-
i ubudiyetlerini görmekle; Zat-ı Kibriya’nın saltanat-ı
rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek,
O zatın marziyatı ne olduğunu anlamak ve O’nun
saltanatına dellal olmak için, -alâ külli hâl- o tabakat
ve dairelere bir seyr ü süluk olacaktır. Tâ daire-i
a’zamiyesinin unvanı olan arş-ı a’zamına girecek; tâ
kab-ı kavseyne, yani imkan ve vücub ortasında kab-ı
kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zat-ı
Celîl-i Zülcemal ile görüşecektir ki; şu seyr ü süluk
ise, mi’racın hakikatıdır...” 230
‫ه‬
ِ ‫وي‬ ِ ‫في ٰما ي ََر‬ ِ ‫م‬ َ ّ ‫سل‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ي‬ ّ ِ ‫ن الن ّب‬ ْ ‫ع‬َ
ّ َ ‫د إ ِل‬
‫ي‬ ُ ْ ‫عب‬َ ْ ‫ب ال‬ َ ‫قّر‬ َ َ ‫ إ ِ ٰذا ت‬: ‫ل‬ َ ‫قا‬ َ ‫ل‬ّ ‫ج‬ َ ‫و‬ َ ‫عّز‬َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ن َرب‬ ْ ‫ع‬َ
‫عا‬ً ‫ي ِذ ٰرا‬ َ
ّ ‫ب َإ ِل‬ َ ‫قّر‬ َ َ ‫و إ ِ ٰذا ت‬ َ ‫عا‬ ً ‫ه ِذ ٰرا‬ َ
ِ ْ ‫ت إ ِلي‬ ُ ْ ‫قّرب‬ َ َ ‫شب ًْرا ت‬ ِ
ً َ ‫هْرَرل‬
‫ة‬ َ ‫ه‬ َ َ َ‫ت‬
ُ ُ ‫شي أت َي ْت‬ ِ ‫م‬ ْ َ ‫و إ ِ ٰذا أ ٰتاِني ي‬ َ ‫عا‬ ً ‫ه ٰبا‬ ُ ْ ‫من‬ِ ‫ت‬ ُ ْ ‫قّرب‬
)‫ي‬ ِ ‫َر ٰ(واهُ ال ْب ُ ٰخا‬
ّ ‫ر‬
Nebî’den (s.a.v.) naklen ki; O’nun Rabb’inden
yaptığı rivayete göre, Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Kul bana bir karış yaklaşırsa, ben o’na bir arşın
yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa, ben o’na bir
kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, ben o’na
koşarak gelirim.” 231
230
Osmanlıca Sözler, s. : 832-833.

231
Buharî rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 96. hadîs.
209
‫س‬
ِ ‫ن الّنقققا‬
َ ‫مققق‬ َ ‫م‬
ِ ‫ك‬ ُ ‫صققق‬
ِ ‫ع‬
ْ َ‫ه ي‬
ُ ٰ ّ ‫“ال‬Allah
‫لققق‬ ‫و‬
َ seni
insanlardan koruyacaktır.” (Maide, 5/67)
“Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve eimme-
i hadîs, Hazreti Âişe’den naklediyorlar ki:
‫س‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫ك‬َ ‫م‬
ُ ‫ص‬
ِ ‫ع‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
ْ َ‫ه ي‬ َ âyeti nazil olduktan
sonra, arasıra Resul-ü Ekrem Aleyhisssalâtü
Vesselam’ı muhafaza eden zatlara ferman etti: ‫َيآ‬
ّ ‫ج‬
‫ل‬ َ ‫ف‬
َ ‫فوا‬
ُ ‫ر‬ َ
َ ‫و‬
َ ‫عّز‬
َ ‫مِني َرّبي‬
َ ‫ص‬
َ ‫ع‬
َ ْ‫قد‬ ِ ‫ص‬
َ ْ ‫س ان‬
ُ ‫ها الّنا‬
َ ّ ‫أي‬
Yani: Nöbetdarlığa lüzum yok. Benim Rabbim, beni
hıfz ediyor.” 232
Allah Teâlâ’nın kâfî (yeterli) olduğuna dair 27 âyet
nazil olmuştur. Birisi şudur:
‫ن‬
َ ‫زِئي‬ِ ‫ه‬ْ َ ‫ست‬ ُ ْ ‫ك ال‬
ْ ‫م‬ َ َ ‫“ إ ِّنا ك‬Alay edenlere karşı biz
َ ‫في َْنا‬
sana elbette ki kâfîyiz.” (Hicr, 15/95)
Hakk Teâlâ’nın koruyup muhafaza ettiğine dair de
9 âyet nüzul etmiştir. Birisi:
َ ‫ه‬ ً ‫ف‬
‫ن‬َ ‫مي‬
ِ ‫ح‬ ِ ‫م الّرا‬ ُ ‫ح‬ َ ‫و أْر‬َ ُ ‫و‬ َ ‫ظا‬ ِ ‫حا‬
َ ‫خي ٌْر‬ ُ ّ ‫فال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ “Allah,
en hayırlı koruyucu ve O, merhametlilerin en
merhametlisidir.” (Yusuf, 12/64)
“İsm-i Hafîz”ın tecellî-i etemmine işaret eden:
‫و‬
َ ُ‫خي ًْرا ي ََره‬ ٍ ‫ل ذَّر‬
َ ‫ة‬ َ َ ‫مْثقا‬
ِ ‫ل‬ ْ ‫م‬َ ‫ع‬ْ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬ َ
َ ‫ف‬
‫ه‬
ُ ‫شّرا ي ََر‬َ ‫ة‬ٍ ‫ل ذَّر‬َ َ ‫مْثقا‬
ِ ‫ل‬ ْ ‫م‬َ ‫ع‬
ْ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ
âyetidir. Kur’ân-ı Hakîm’in bu hakikatine delil
istersen; Kitab-ı Mübîn’in mistarı üstünde yazılan şu
kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz’ın

232
Mektubat, Said Nursî, sahife: 147.. [Bu hadîsin me’hazları:
Şifa-i Şerif, Kadı İyaz, cild: 1, sahife: 346; Tirmizî, 3049.
hadîs (Ahmed Şakir’in tahkiki ile); İbni Cerir, hadis
no:12276; Hâkim, cild:2, sahife: 213 (İsnadı sahihtir,
demiştir. Zehebî de muvafakat etmiş; Hafız ibni Hacer ise,
Feth’de tahsin etmiştir.); Camiu’l-Usûl, İbni Esîr, 599.
hadîs. -Me’hazları tesbit eden, Fellah Abdurrahman
Abdullah’tır.-] Ayrıca bakınız: 19. Mektub’un Onbeşinci
İşaret’inin üçüncü şu’besi.
210
cilve-i a’zamını ve bu âyet-i kerîmenin bir hakikat-i
kübrasının nazîresini çok cihetlerle görebilirsin.
Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif
tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine
muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nev’leri
birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların
sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve
karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defn et,
serp. Sonra mîzansız ve eşyayı fark etmeyen ve
nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.
Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde
gel, bak! İsrafil-vârî melek-i ra’d; baharda, nefh-i sûr
nev’inden yağmura bağırması, yer altında defn edilen
çekirdeklere nefh-i ruh ile müjdelemesi zamanına
dikkat et ki; o nihayet derecede karışık ve karışmış ve
birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’ın
tecellîsi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-
ı Hakîm’den gelen evamir-i tekvîniyeyi imtisal
ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların
o hareketlerinde bir şuur, bir basîret, bir kasd, bir
irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı
görünüyor.
Çünkü görüyorsun ki; o birbirine benzeyen
tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.
Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fatır-ı
Hakîm’in ni’metlerini başlarımız üstünde neşre
başladı, serpiyor. Dallarının elleriyle bizlere uzatıyor.
İşte bu ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise; gün
âşığı namındaki çiçekle, hercâî menekşe gibi çiçekleri
verdi, bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar,
kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir
kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi ve sünbül
ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleriyle
iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi
da’vet ediyorlar ve kendilerini müşterilerine feda
ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî

211
hayat mertebesine terakkî etsinler.. ve hâkeza, kıyas
et.
Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki; o
tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi’ çiçeklerle
dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat,
kusur yok..
‫ر‬
ٍ ‫طو‬ُ ‫ف‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ ْ ‫ه‬
ِ ‫ل ت َ ٰرى‬ َ َ ‫ع ال ْب‬
َ ‫صَر‬ َ sırrını gösterir.
ِ ‫ج‬
ِ ‫فاْر‬
Her bir tohum, ism-i Hafîz’ın cilvesi ile ve ihsanı ile
ona, pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti;
iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu
hadsiz hârika muhafazayı yapan Zat-ı Hafîz, kıyamet
ve haşirde hafîzıyetin tecellî-i ekberini göstereceğine
kat’î bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zail, fani
tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîzıyet cilvesi
bir huccet-i katıadır ki; ebedî te’sîri ve azim
ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın
halifesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve
hasenat ve seyyiatları kemal-i dikkatla muhafaza edilir
ve muhasebesi görülecek. Aya! Bu insan zanneder mi
ki, başı boş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede
meb’ustur. Ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i
dâimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her
amelinden muhasebe görecek. Ya taltîf veya tokat
yiyecek...” 233
‫ه‬ِ ‫و إ ِل َي ْق‬ ُ ْ ‫وك ّل‬
َ ‫ت‬ ِ ‫عل َي ْق‬
َ ‫ه ت َق‬ ِ ّ ‫ي إ ِل ّ ب ِققال ٰل‬
َ ‫ه‬ ٓ ‫ق‬
ِ ‫في‬
ِ ‫و‬
ْ ‫مققا ت َق‬
َ ‫و‬
َ
‫ب‬ ُ
ُ ‫“ أِني‬Fakat benim muvaffak olmam ancak Allah’a
bağlıdır. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na
dönüyorum.” (Hûd, 11/88)
ٍ ‫قيم‬
ِ َ ‫س قت‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ط‬
ٍ ‫ص قَرا‬
ِ ‫ي إ ِ لٰق ى‬
ٓ ‫داِني َرب ّق‬
َ ‫ه‬
َ ‫ل إ ِن ِّني‬ ُ
ْ ‫ق‬
“De ki: Şübhesiz Rabbim beni dosdoğru yola
iletmiştir.” (En’am, 6/161)
“Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir
katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış,
233
Osmanlıca Lem’a’lar, sahife: 303-304-305.

212
kulağımı açıp gözümü takmış; kafama öyle bir
dimağ, sîneme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil
koymuş ki; o dimağ ve kalb ve dilde, rahmetin umum
hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî
hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer
mîzancıkları, ölçücükleri ve esmâ-i hüsnânın
nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak
binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların,
tatların, renklerin adedince ta’rifeleri o âletlere
yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizamla bu kadar hassas duyguları
ve hissiyatları ve gayet muntazam bu ma’nevî
latîfeleri ve batınî hâsseleri bu cismimde derc
etmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve
cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve
mükemmel bu kadar a’za ve âletleri bu vücudumda
kemal-i hikmetle yaratmış.
Tâ ki, ni’metlerinin bütün nevilerini ve umum
çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz
tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular
ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk
ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakîr ve fakîr
vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir
güzel takvim ve ruznâme ve âlem-i ekbere muhtasar
bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar
ve masnuatına bir mu’cize-i azher ve ni’metlerinin
her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve
rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral
gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyelerine ve
çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste
ve hitabat-ı sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab
yaratmış olmakla beraber; en büyük bir ni’met olan
vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için
hayatı verdi. Ve o hayat ile o ni’met-i vücudum âlem-
i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi. O insaniyet ile o ni’met-i
213
vücud, ma’nevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek,
insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade
yolunu açtı. Hem islamiyeti bana ihsan etti. O
islamiyet ile o ni’met-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet
kadar genişlendi. Hem îman-ı tahkikîyi in’am etti. O
îman ile o ni’met-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı.
Hem o îmanda ma’rifet ve muhabbetini verdi. O
ma’rifet ve muhabbetle o ni’met-i vücud içinde daire-i
mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i
ilahiyeye kadar hamd ü senâ ile istifade için ellerini
uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak
bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i îmaniye verdi. Ve o ihsanı
ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi. Ve sabık
noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş
ki; ehadiyetine ve samediyetine tam bir ayna ve küllî
ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile
mukabele edebilen bir isti’dad vermiş. Ve enbiyalarla
insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve
suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve
evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan
emaneti ve hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve
hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’âniye’nin nassı ile-
benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faydasız zâyi
olmasın. Ve iade etmek üzere muhafaza edip, satmak
pahasına saadet-i ebediyeyi ve cenneti vereceğini
kat’î bir surette çok tekrar ile va’d ve ahdettiğini
ilmelyakîn ve tam îman ile anladım.” 234
َ َ‫ن ت‬
ُ‫شققآء‬ ْ ‫مقق‬ ّ ‫ذ‬
َ ‫ل‬ ِ ‫و ُتقق‬ َ َ‫ن ت‬
َ ُ‫شققآء‬ ْ ‫مقق‬
َ ‫عققّز‬
ِ ُ‫و ت‬
َ “Hem
dilediğine izzet verir, dilediğine de zillet verirsin.”
(Âl-i İmrân, 3/26)
‫غ ٰنى‬ْ َ ‫فقأ‬
َ ً ‫عققآئ ِل‬ َ َ‫جقد‬
َ ‫ك‬ َ ‫و‬
َ ‫و‬
َ “... Yine seni yoksul
235
buldu da, zengin etti.” (Duhâ, 93/8)
234
Şua’lar, sahife: 67- 68.

235
Ayrıca şu âyetlere de bakınız: Nisâ, 4/130; Tevbe, 9/28, 74;
Nur, 24/33; Necm, 53/48.
214
Kur’ân-ı Mübîn’de 21 yerde imate=öldürme fiili
ve 42 yerde de ihya=diriltme fiili Allah’a isnad
edilmek suretiyle zikredilmiştir. Meselâ birisi şu
âyettir:
‫ن‬
ِ ‫حِيي‬ ّ ُ ‫ميت ُِني ث‬
ْ ُ‫م ي‬ ِ ّ ‫و ال‬
ِ ُ ‫ذي ي‬ َ “...ve beni öldürüp,
sonra beni diriltecek olan...” (Şuarâ, 26/81)
“Altıncı Kelime: ‫حِيي‬ ْ ُ ‫ ي‬Yani: Hayatı veren
O’dur. Ve hayatı rızık ile idame eden de O’dur. Ve
levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine O’dur. Ve
hayatın âlî gayeleri O’na aiddir. Ve mühim neticeleri
O’na bakar. Yüzde doksan dokuz meyvesi O’nundur.
İşte şu kelime şöyle fânî ve âciz beşere nida eder,
müjde verir ve der:
Ey insan! Hayatın ağır tekalîfini omuzuna alıp
zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp hüzne
düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini
görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki
o sefine-i vücudundaki hayat makinesi Hayy-ı
Kayyum’a aiddir. Masarif ve levazımatını O tedarik
eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri
var ve O’na aiddir. Sen o gemide bir dümenci
neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.
O hayat sefinesi ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne
kadar güzel faydalar verdiğini ve o sefine sahibi zatın
ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol
ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın
vakit, o sefinenin verdiği bütün netaic, bir cihetle
senin defter-i a’mâline geçer. Sana bir hayat-ı
bakiyeyi te’min eder. Seni ebedî ihya eder.
Yedinci Kelime: ‫ت‬ ُ ‫مي ق‬
ِ ُ‫و ي‬
َ Yani: Mevti veren
O’dur. Yani hayat vazifesinden terhis eder. Fani
dünyadan yerini tebdil eder. Külfet-i hizmetten âzâd
eder. Yani hayat-ı faniyeden seni hayat-ı bakiyeye
alır. İşte şu kelime şöylece fani cinn ve inse bağırır,

215
der ki:
Sizlere müjde! Mevt; i’dam değil, hiçlik değil, fena
değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil,
adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil.
Belki bir Fâil-i Hakîm, Rahîm tarafından bir terhistir,
bir tebdil-i mekandır. Saadet-i ebediye tarafına,
vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz
ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal
kapısıdır.” 236
“...Sen, memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir
Malik-i Kerîm’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin
ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı
yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında
yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyîn
eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin
günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve
rahmet taamlarına birer kab ve bir Rezzak-ı Rahîm’in
küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler.
İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine
şuurun varsa, senin elîm fakrın lezîz bir iştiha olur.” 237
‫ف ق ٰا ٰوى‬َ ‫مققا‬ َ ْ‫جد‬
ً ‫ك ي َِتي‬ ِ َ‫م ي‬ َ ‫أ َل‬
ْ “Seni yetim bulup ta,
barındırmadı mı?” (Duhâ, 93/6). Yine bakınız: Enfal,

236
Osmanlıca Mektubat, Said Nursî, sahife: 358-359...Bu
hususta isbatlı ve tafsilli açıklama isteyenler, şu yerlere
müracaat etsinler: 10. Söz, 28. Söz, 29. Söz’ün İkinci
Maksad’ı, 32. Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ı, 33. Söz’ün Yirmiüç
ve Yirmidördüncü Pencereleri, 1. Mektub’un baştaki üç sual
ve cevabı, 10. Mektub’un ikinci sual ve cevabı, 17. Mektub,
20. Mektub’un İkinci Makam’ının altıncı ve yedinci
kelimeleri, 24. Mektub, 9. Şua’, 11. Şua’ın yedinci ve
sekizinci mes’eleleri, 15. Şua’ın Birinci Makam’ının birinci
kısmının altıncı ve yedinci kelimeleri, Mesnevî-i Nuriye
(müellifi: Bediuzzaman, Lasiyyemâlar bahsi), İşarâtü’l-İ’caz
(âhirete îman, sahife: 56-64; cennet bahsi, sahife: 158-175;
ihya ve imate hususu, sahife: 201-211), Nokta Risalesi
(müellifi: Bediuzzaman, haşir bahsi, sahife: 28-43),
Muhakemat (müellifi: Bediuzzaman, sahife: 153 -156).
237
Şua’lar, sahife: 65-66.

216
8/26; Mü’minûn, 23/50.
“ Mesela, nasılki: Sehavetli, âlîcenab, müşfik bir
Zâtın güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç
olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine
serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın
minnetdarane tena’umları ve o aç olanların
müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların
şâkirane memnuniyetleri, ne derece o kerîm zatı
mesrur ve müferrah eder, ne kadar O’nun hoşuna
gider, anlarsın.
İşte, küçücük bir sofranın hakikî maliki olmayan ve
bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın
mesruriyeti böyle ise; cinn ve insi ve hayvanatı, feza-
yı âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir
sefine-i rabbaniye olan koca zeminin üstüne bindirip,
yüzünde hadsiz enva-ı mat’ûmatı cami’ bir sofrayı
serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev’inde o
ziyafete da’vet etmekle beraber, gayet mükemmel ve
bütün enva-ı lezaizi cami’, sermedî, ebedî bir dâr-ı
bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i ni’met
ederek hadsiz lezaizi ve letaifi cami’ bir tarzda,
nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç,
nihayetsiz müştak, nihayetsiz ıbadına hakikî yemek
için ziyafet açan bir Rahmanü’r-Rahîm’e aid ve
ta’birinde âciz olduğumuz meanî-i mukaddese-i
muhabbeti ve netaic-i rahmeti kıyas edebilirsin.” 238
- -
َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ َ ِ ‫ق ب ِك َل‬
ِ ِ ‫مات‬ َ ْ ‫ق ال‬
ّ ‫ح‬ ّ ‫ح‬ ِ ُ‫ن ي‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ه‬
ِ ِ ‫ضآئ‬
َ ‫ق‬ َ ِ ‫ن ل َ َرآدّ ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ‫م‬ ِ ْ ‫حك‬
ُ ِ‫ب ل‬َ ‫ق‬ ّ ‫ع‬
َ ‫م‬
ُ
‫ٰيا‬ ِ ِ ‫قل ْب‬
‫ه‬ َ ‫و‬
َ ‫ء‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫مْر‬ ُ ‫حو‬
َ ‫ل َبي‬ ُ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬

238
Osmanlıca Sözler, s. : 919, 920.
217
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ِ ‫عَباِد‬ ِ ‫ن‬ ْ ‫ع‬َ ‫ة‬ َ َ ‫وب‬
ْ ّ ‫ل الت‬ ْ َ‫ن ي‬
ُ َ ‫قب‬ ْ ‫م‬
َ
‫ن‬
ِ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ِ ِ ‫ة إ ِل ّ ب ِإ ِذْن‬
ُ ‫ع‬َ ‫فا‬ َ ‫ش‬ ّ ‫ع ال‬ ُ ‫ف‬َ ْ ‫ت َن‬
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ِ ِ ‫ت ب َِيمين‬ ٌ ‫وّيا‬ ِ ْ‫مط‬ َ ‫ت‬ ُ ‫وا‬َ ‫س ٰم‬ ّ ‫ال‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ِ ِ ‫سِبيل‬ َ ‫ن‬ ْ ‫ع‬َ ‫ل‬ ّ ‫ض‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ُ َ ‫عل‬
َ ِ‫م ب‬ ْ َ‫و أ‬ َ ‫ه‬
ُ
‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ة‬ ُ ‫ملِئك‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ده‬ ِ ‫م‬
ْ ‫ح‬ َ ِ ‫عد ُ ب‬ْ ‫ح الّر‬ ُ ّ ‫سب‬َ ُ‫ي‬
ً ‫شرا‬ْ ُ‫ح ب‬
َ ‫ل الّرَيا‬ ُ ‫س‬ ِ ‫ن ي ُْر‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ِ ِ ‫فت‬َ ‫خي‬ِ
‫ه‬
ِ ِ ‫مت‬
َ ‫ح‬ ْ ‫ي َر‬ ْ َ‫ن ي َد‬ َ ‫َبي‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey kelimeleriyle hakkı gerçekleştiren, 2- Ey
hükmünü kontrol edici bulunmayan, 3- Ey
kazâsını (icraatını) reddedici bulunmayan, 4- Ey
kişiyle kalbi arasına giren, 5- Ey kullarının
tevbesini kabul eden, 6- Ey izni olmadan şefaat
faydasız olan, 7- Ey gökler elinde dürülmüş olan,
8- Ey yolundan sapanı çok iyi bilen, 9- Ey gök
gürültüsünün hamdederek ve meleklerin
korkusuyla tesbih ettiği (Zât-ı Celîl), 10- Ey
rahmeti önünde rüzgârları müjdeci gönderen!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
ّ ‫قتتاد َ ك ُت‬
Bir nüshada dokuzuncu nidâda ‫ل‬ َ ْ ‫ن ان‬
ِ ‫مت‬
َ ‫ٰيا‬
218
َ َ “Ey her şey kendisinin emrine inkıyad
ِ‫مرِه‬
ْ ‫يٍء ب ِأ‬
ْ ‫ش‬
etmiş olan!” ibaresi mevcuddur.
ِ ِ ‫ق ب ِك َل ِ ٰم ق ات‬
‫ه‬ َ ْ ‫ق ال‬
ّ ‫حق‬ ّ ‫حق‬
ِ ُ‫و ي‬ َ ‫ه ال َْباطِ ق‬
َ ‫ل‬ ُ ‫ح ال لّٰ ق‬
ُ ‫مق‬
ْ َ‫و ي‬
َ
“Hem Allah, bâtılı yok eder de hakkı ortaya
çıkarır.” (Şûrâ, 42/24)239
“Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir.
Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım
adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihâtası
vardır. Çünkü, üçüncü hakikatta isbat edildiği gibi;
her şeyin isti’dad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve
ıztırar lisanıyla Fatır-ı Zülcelal’den istediği bütün
matlubatını ve vücud ve hayatına lazım olan bütün
hukukunu, mahsus nizamlarla, muayyen ölçülerle
bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücud
ve hayat derecesinde kat’î vardır.
İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir.
Yani haksızların hakkını ta’zîb ve tecziye ile veriyor.
Şu şıkk ise, çendan tamamiyle şu dünyada tezahür
etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir
surette hadsiz işarat ve emarât vardır. Ezcümle:
Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın
mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dîb ve
tâziyâne-i ta’zîb, gayet âlî bir adaletin hükümran
olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.” 240
“...Hem meselâ: Adaletperver, ihkak-ı hakkı sever
ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını
vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve
zâlimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını
almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte
Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhakk ve Kahhar-ı Zülcelal;
değil yalnız cinn ve inste, belki bütün mevcudatta

239
Şu âyetlere de müracaat: Enfal, 8/7- 8; Yunus, 10/82.

240
Osmanlıca Sözler, s. : 120.

219
ihkak-ı haktan, yani her şeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı
hayatı vermekten ve vücud ve hayatını
mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli
mevcudları tecavüzlerden tevkîf ve durdurmaktan,
hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cinn ve insin
muhakemesinden başka, bütün zîhayata karşı tecellî-i
kübra-yı adl ve hikmetten gelen meanî-i mukaddeseyi
kıyas edebilirsin” 241
“ ‫ه‬ِ ِ ‫حقّ ب ِك َل ِ ٰمات‬ َ ْ ‫حقّ ال‬ ِ ُ ‫وَ ي‬Şu âyet-i meşhurenin küllî
ma’nasının bu zamanda zâhir bir mâsadakı
Risaletü’n-Nur olduğu gibi; lafzullahtaki şeddeli lâm,
bir lâm ve ‫ه‬ ِ ِ ‫ب ِك َل ِ ٰمات‬deki melfuz yâ sayılmak şartıyla,
dokuzyüz doksansekiz adediyle Risaletü’n-Nur’un
dokuzyüz doksan sekiz adedine tam tamına tevafukla
münasebet-i ma’neviyeye binaen remzen ona bakar.
Ve bu remzi latîfleştiren ve kuvvet veren
münasebetlerin birisi şudur ki: Risaletü’n-Nur’un
eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise,
arabca kelimâttır ve o kelimat ile Kur’ân’ın hakaikını o
derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu isbat
etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam
susturuyor.” 242
“Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u
ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur.
Burada yalnız dört-beş tanesini nümune için beyan
edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir
kısmı huzur-u Peygamberî’de sûrelerin başlarındaki
* ‫ٓك ٰه ٰي ٓع ٓص آل ٓم‬
gibi mukattaât-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı
cifrî ile dediler:
— Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti
241
Osmanlıca Sözler, s. : 921.
242

Şua’lar, s. : 699.
220
azdır... Onlara mukabil dedi:
— Az değil... Sair sûrelerin başlarındaki mukattaâtı
okudu ve ferman etti:
— Daha var... Onlar sustular.
İkincisi: Hazreti Ali radıyallahu anh’ın en meşhur
Kasîde-i Celcelutiye’si baştan nihayete kadar bir nevi
hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de
matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Ca’fer-i Sâdık radıyallahu anh ve
Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi, esrar-ı gaybiye ile
uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu
hesab-ı ebcedîyi, gaybî bir düstur ve bir anahtar
kabul etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edîbler; bu hesabı, edebî bir
kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu
isti’mal etmişler. Hatta letafetin hatırı için; iradî ve
sun’î ve taklidî olmamak lazım gelirken, sun’î ve kasdî
bir surette o anahtarların taklidinı yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının, münasebet-i
adediye içinde en latîf düsturları ve avamca harika
görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin
cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fatır-u Hakîm, bu
tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u
vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve
bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ: Nasıl ki
iki elin ve iki ayağın parmakları, a’sâbları, kemikleri,
hatta huceyratları, mesammatları hesabca birbirine
tevafuk ederler. Öyle de; bu ağaç, bu baharda ve
geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk
ettiği gibi; bu baharda dahi az bir farkla, geçen
bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi
baharlarına, ihtiyar ve irade-i ilahiyeyi gösteren sırlı
ve az farkla muvafakatları, Sani-i Hakîm-i Zülcemal’in
vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir
kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî
221
ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor.
Elbette menba’-ı ulûm ve ma’den-i esrar ve fıtratın
tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu’cize-i
kübrası ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan;
o kanun-u tevafukîyi işarâtında istihdam, isti’mal
etmesi i’cazının muktezasıdır.” 243
‫ع‬
ُ ‫ري‬
ِ ‫سق‬َ ‫و‬َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬ ِ ْ ‫حك‬
ِ ‫مق‬ ُ ِ‫ب ل‬ ّ ‫ع‬
َ ‫قق‬ َ ‫م‬ ُ ‫حك ُق‬
ُ َ‫م ل‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
ْ َ‫ه ي‬ َ
‫ب‬
ِ ‫سققا‬
َ ‫ح‬ ْ
ِ ‫“ ال‬Allah, hükmeder de, O’nun hükmünü
kontrolde tutacak bulunmaz. Hem O, hesabı çabucak
görendir.” (Ra’d, 13/41)
‫ه‬
ِ ِ ‫ضقل‬ َ ِ ‫فل َ َرآدّ ل‬
ْ ‫ف‬ َ ‫ر‬
ٍ ‫خي ْق‬ َ ْ‫رد‬
َ ِ‫ك ب‬ ِ ‫ن ي ُق‬
ْ ِ‫و إ‬
َ “Eğer senin
için hayır murad etse, fazlını geri çevirecek de
yoktur.” (Yunus, 10/107)244
َ
ِ ‫قل ْب ِق‬
‫ه‬ َ ‫و‬
َ ‫ء‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫م قْر‬ ُ ‫حققو‬
َ ‫ل ب َي ْق‬ َ ‫ن ال ٰل ّق‬
ُ َ‫ه ي‬ ّ ‫وا أ‬ ُ َ ‫عل‬
ٓ ‫م‬ ْ ‫وا‬
َ
“Biliniz ki: Allah, kişiyle kalbi arasına girer (kalbinden
geçenleri bilir).” (Enfal, 8/24)
َ َ
‫ه‬
ِ ‫عَباِد‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫ع‬
َ ‫ة‬
َ َ ‫وب‬
ْ ّ ‫ل الت‬ ْ َ‫و ي‬
ُ َ ‫قب‬ َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ُ ‫ه‬ ّ ‫وا أ‬ ُ َ ‫عل‬
ٓ ‫م‬ ْ َ ‫أل‬
ْ َ‫م ي‬
“Allah’ın, kullarının tevbesini kabul ettiğini bilmediler
mi?” (Tevbe, 9/104)245
َ
ُ ‫َلقق‬
‫ه‬ ‫ن‬َ ‫أِذ‬ ‫ن‬ َ ّ ‫ة إ ِل‬
ْ ‫مقق‬ ُ ‫ع‬ َ ‫شقق‬
َ ‫فا‬ ّ ‫ع ال‬ُ ‫فقق‬َ ْ ‫ذ ل َ ت َن‬
ٍ ِ ‫مئ‬
َ ‫و‬
ْ ‫َيقق‬
ً ‫ول‬ َ
ْ ‫قققق‬ ُ ‫ل َققق‬
‫ه‬ ‫ي‬
َ ‫ضققق‬ِ ‫و َر‬ َ ‫ن‬ ُ ‫ح مٰققق‬ْ ‫ال“ّر‬O gün yalnız,
Rahman’ın izin verip, sözünden razı olduğu kimse
dışında şefaat fayda vermez.” (Tâhâ, 20/109)246
“...Evet, rivayet-i sahihle, mahşerin dehşetinden
herkes, hatta enbiya dahi: Nefsî, nefsî! dedikleri

243
Şua’lar, sahife: 712-713.

244
Şu âyetlere de bakınız: En’am, 6/147; Yusuf, 12/110; Ra’d,
13/11; Enbiyâ, 21/40; Rum, 30/43; Şûrâ, 42/47.

245
Şu âyete de bak: Şûrâ, 42/25.
246

Hem de bak: Bakara, 2/123, 255; Yunus, 10/3; Meryem,


19/87; Enbiyâ, 21/28; Sebe’, 34/23; Yasîn, 36/23; Zümer,
39/44; Necm, 53/26; Müddessir, 74/48.
222
zaman; Rasul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam):
Ümmetî, ümmetî! diye re’fet ve şefkatini göstereceği
gibi; yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikı
ile, validesi O’nun münacâtından: Ümmetî, ümmetî!
işitmiş…” 247
‫ه‬
ِ ِ ‫مين‬
ِ َ ‫ت ب ِي‬ ِ ْ ‫مط‬
ٌ ‫وّيا‬ َ ‫ت‬
ُ ‫وا‬
َ ‫س ٰم‬
ّ ‫و ال‬
َ “ Gökler de O’nun
eliyle dürülmüştür. (Zümer, 39/67)248
“ Esma ve sıfât-ı ilahiyeyi, şuun ve ef’al-i
rabbaniyeyi, bir şecere-i tûba-i nur hükmünde temsil
edelim ki: O şecere-i nuraniyenin daire-i azameti,
ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası,
gayr-i mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihâta ediyor.
Hudud-u icraatı:
‫و‬
َ ‫ب‬ َ ْ ‫ق ال‬
ّ ‫ح‬ ُ ِ ‫ه * ٰفال‬ ِ ِ ‫قل ْب‬
َ ‫و‬ َ ‫ء‬ِ ‫مْر‬ َ ْ ‫ن ال‬ ُ ‫حو‬
َ ْ ‫ل ب َي‬ ُ َ‫ي‬
َ ِ ّ ‫و ال‬
ِ ‫في الْر ٰحام‬ ِ ‫م‬ ْ ُ ‫وُرك‬ ّ ‫ص‬ َ ُ ‫ذي ي‬ َ ‫ه‬ُ * ‫الن ّ ٰوى‬
ُ‫ف ي َ ٰشا ٓء‬ َ ْ ‫ك َي‬
hududundan tut, tâ:
َ َ ‫خل‬
‫ق‬ َ *‫ه‬ ِ ِ ‫مين‬ ِ َ ‫ت ب ِي‬ٌ ‫وّيا‬
ِ ْ ‫مط‬َ ‫ت‬ ُ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ال‬ ‫و‬
َ
‫و‬ َ
* ٍ ‫ة أّيام‬ َ
َ ِ ّ ‫ست‬ ِ ‫في‬ ِ ‫ض‬ َ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫ٰم ٰوا‬ ‫س‬ ّ ‫ال‬
‫مَر‬ َ ‫ق‬َ ْ ‫و ال‬ َ ‫س‬َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ّ ‫خَر ال‬ّ ‫س‬َ
hududuna kadar uzanmış o hakikat-ı nuraniyeyi;
bütün dal ve budaklarıyla, gayât ve meyveleriyle o
kadar tenasüble ve birbirine uygun, birbirine layık,
birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak,
birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı
esma ve sıfâtı ve şuun ve ef’ali beyan etmiştir ki,
bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta
cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o

247
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 31.. Ayrıca 26. Lem’a’nın
üçüncü ricasının âhirine, 6. Şua’ın ikinci sualinin
cevabındaki üçüncü cihete bakınız.

248
Yine bak: Enbiyâ, 21/104.

223
beyanat-ı Furkaniye’ye karşı: Sübhanallah! deyip: Ne
kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne
kadar layık, diyerek tasdik ediyorlar.” 249
‫ه‬ِ ِ ‫س قِبيل‬َ ‫ن‬ْ ‫عق‬َ ‫ل‬ ّ ‫ضق‬َ ‫ن‬ ْ ‫مق‬َ ِ‫م ب‬ُ ‫عل َق‬ْ َ‫و أ‬َ ‫هق‬
ُ ‫ك‬َ ‫ن َرب ّق‬ّ ِ‫“ إ‬
Şübhesiz Rabb’in, yolundan sapmış olanı daha iyi
bilir.” (Nahl, 16/125; Necm, 53/30; Kalem, 68/7)250
Hidayet ve delâlet mukayesesi için, İman ve Küfür
Muvazeneleri adlı kitaba (müellifi: Said Nursî)
müracaat edilmesini tavsiye ederiz. Zira o kitabda
tatmin edici açıklamalar mevcuddur. Çok istifade
edilecek bir eserdir.
‫ه‬
ِ ِ ‫فت‬َ ‫خي‬ ِ ‫ن‬ْ ‫م‬ِ ‫ة‬ُ َ ‫ملئ ِك‬َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ه‬ ِ ‫د‬
ِ ‫م‬ْ ‫ح‬
َ ِ ‫عدُ ب‬ْ ‫ح الّر‬ُ ّ ‫سب‬
َ ُ‫و ي‬َ “
Gök gürültüsü O’na hamd ederek, melekler de
O’ndan korkarak tesbihatta bulunurlar.” (Ra’d, 13/13)
“ Sonra ra’dı dinler ve berka (şimşeğe) bakar,
görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tam tamına:
‫ه‬ِ ‫د‬
ِ ‫م‬ْ ‫ح‬َ ِ ‫عدُ ب‬
ْ ‫ح الّر‬
ُ ّ ‫سب‬
َ ُ‫و ي‬
َ ve ‫ب‬ َ ْ‫ه ي َقذ‬
ُ ‫ه‬ ِ ‫قق‬
ِ ‫س ٰنا ب َْر‬
َ ُ‫ي َ ٰكاد‬
‫ر‬ َ
ِ ‫صا‬ َ ْ ‫ ِبالب‬âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber,
yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde
ediyorlar.
Evet, hiçten, birden harika bir gürültü ile cevvi
konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli
cevvi ışık ile doldurmak ve dağvarî, pamuk-misal ve
dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları
ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş
aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: Başını
kaldır! Kendini tanıttırmak isteyen fa’âl ve kudretli bir
Zâtın harika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu

249
Osmanlıca Sözler, s. :197-198.. Şu yerler de gözden
geçirilse, çok faydalı olur: 14. Söz’ün beşinci mes’elesi, 25.
Söz’ün Birinci Şu’le’sinin İkinci Şua’ının üçüncü lem’ası ile
Üçüncü Şu’le’nin birinci ziyâsının âhiri ve üçüncü ziyânın
sonu, 29. Mektub’un birinci kısmının dördüncü nüktesi.
250

Aynı ma’nada: En’am, 6/117; Kasas, 28/85.

224
hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli
vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm
tarafından istihdam olunuyorlar, diye ihtar ediyorlar.”
251

‫ه‬
ِ ‫مت ِ ق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ي َر‬
ْ َ‫ن ي َ قد‬ ْ ُ‫ح ب‬
َ ‫ش قًرا ب َي ْ ق‬ ُ ‫س‬
َ ‫ل الّرَيا‬ ِ ‫ن ي ُْر‬
ْ ‫م‬
َ ‫و‬
َ
“...ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak
gönderen mi?” (Neml, 27/63)252
“Sonra o yolcu cevvdeki rüzgâra bakar görür ki:
Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve
kerîmane istihdam olunur ki, güya o camid havanın
şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu kâniat
sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri
bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve
intizamla yerine getirir bir vaziyette, zeminin bütün
nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu
bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve
sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak
gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i
gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve
hayat-perverane istihdam olunuyor.” 253
“...Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın,
kendi başına hiçbir hareketi yok. Belki gayet kadîr ve
alîm ve gayet hakîm ve kerîm bir âmirin emriyle
hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o
âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi,
hava içinde cereyan eden herbir emr-i rabbanîyi
dinler, itaat eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve
yaşamasına ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve
hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve
bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr

251
Şua’lar, s. : 109.
252
Aynı ma’nada: A’raf, 7/57; Furkan, 25/48; Rum, 30/46; yine
rüzgârlardaki tasarrufa dair: Bakara, 2/164; Hicr, 15/22;
Rum, 30/48; Fâtır, 35/9; Casiye, 45/5.
253
Şua’lar, sahife: 107.

225
ü seyahatına ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz,
telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsâline ve
bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka;
azot ve müvellidü’l-humûza (oksijen) gibi iki basit
maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin
misli iken, zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan
rabbanî san’atlarda kemal-i intizam ile bir dest-i
hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum..” 254
- -
َ
‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫هادا ً ٰيا‬ َ ‫م‬ِ ‫ض‬
َ ‫ل الْر‬ َ ‫ع‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
َ َ ‫ل ال ْجبا‬
َ ‫ع‬
‫ل‬ َ ‫ج‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫وَتادا ً ٰيا‬
ْ ‫ل أ‬ َ ِ َ ‫ع‬ َ ‫ج‬
َ
‫مَر‬
َ ‫ق‬َ ْ ‫ل ال‬َ ‫ع‬َ ‫ج‬َ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫سَراجا ً ٰيا‬ ِ ‫س‬ َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ّ ‫ال‬
‫ٰيا‬ ً ‫سا‬
َ ‫ل ل َِبا‬َ ْ ‫ل الل ّي‬
َ ‫ع‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ُنورا ً ٰيا‬
َ ‫ع‬
‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫عاشا ً ٰيا‬ َ ‫م‬
َ ‫هاَر‬ َ ‫ع‬
َ ّ ‫ل الن‬ َ ‫ج‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ
َ‫مآء‬َ ‫س‬
ّ ‫ل ال‬ َ ‫ع‬ َ ‫ج‬َ ‫ن‬ َ ‫سَباتا ً ٰيا‬
ْ ‫م‬ ُ ‫م‬ َ ‫و‬ْ ّ ‫الن‬
‫ٰيا‬ ً ‫واجا‬ َ ْ َ ‫ل ال‬َ ‫ع‬
َ ‫شَيآءَ أْز‬ َ ‫ج‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬ ً‫ب َِنآء‬
ً ‫صادا‬
َ ‫مْر‬ِ ‫ل الّناَر‬َ ‫ع‬َ ‫ج‬َ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey arzı yatak yapan, 2- Ey dağları kazıklar

254
Şua’lar, sahife: 108.. Geniş açıklaması için bakınız: 33.
Söz’ün altıncı ve yirminci pencereleri; 3. Şua’ (Münacât
Risalesi), sahife: 45-46.
226
yapan, 3- Ey güneşi lamba yapan, 4- Ey ayı nur
(aydınlanmış) yapan, 5- Ey geceyi örtü yapan, 6-
Ey gündüzü maaş (geçimi sağlama vakti) yapan,
7- Ey uykuyu istirahat (yahut ölüm gibi) yapan, 8-
Ey göğü bina (dam) yapan, 9- Eyeşyayı çift çift
yapan, 10- Ey ateşi rasadhane (cehennemi
gözetleme yeri) yapan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.

Şerh
َ َ
‫دا‬
ً ‫هققا‬
َ ‫م‬
ِ ‫ض‬
َ ‫ل الْر‬
ِ ‫ع‬
َ ‫ج‬ ْ َ ‫“ أل‬Yeri bir döşek (gibi)
ْ َ‫م ن‬
yapmadık mı?” (Nebe’, 78/6) 255

“Küre-i arz bir kafadır ki, yüzbin ağzı vardır. Herbir


ağzında yüzbin lisanı vardır. Her lisanında yüzbin
bürhanı var ki; her biri çok cihetle Vacibü’l-Vücud,
Vahid-i Ehad, her şeye kâdir, her şeye alîm bir Zât-ı
Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı
kudsiyesine ve esma-i hüsnâsına şehadet ederler.
Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki: Mayi’ haline
gelen bir madde-i seyyaleden taş, ve taştan toprak
halk edilmiş. Mayi’ kalsaydı, kabil-i sükna olmazdı. O
mayi’ taş olduktan sonra, demir gibi sert olsaydı,
kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti
veren; yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sani-i
Hakîm’in hikmetidir. Sonra tabaka-i türabiye, dağlar
direği üzerine atılmış. Tâ içindeki dahilî inkılablardan
gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip zemini
hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın. Hem
denizin istîlasından toprağı kurtarsın. Hem
zîhayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine
255
Aynı ma’nada veya benzer ma’nadaki âyetler: Tâhâ, 20/53;
Zuhruf, 43/10; Zariyât, 51/48.

227
olsun. Hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye
etsin, tâ teneffüse kabil olsun. Hem suları biriktirip
iddihar etsin, hem zîhayata lâzım olan sâir
ma’denlere menşe’ ve medâr olsun...” 256 Şu bahisleri
de tefekkürle okumak gerekir: 30. Lem’a’nın 1.
Nükte’si (Kuddüs İsmi), İ’şarâtü’l-İ’caz, ‫ل‬ َ ‫ع‬
َ ‫ج‬
َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫ا َل‬
َ
‫شا‬ً ‫ف ٰرا‬ ِ ‫ض‬ َ ‫م الْر‬ ْ ُ ‫ل َك‬âyetinin tefsiri).
‫دا‬ َ َ ‫“ و ال ْجبتتتتا‬Dağları da kazıklar (halinde
ً ‫ل أوْت َتتتتا‬ َ ِ َ
yapmadık mı)?” (Nebe’, 78/7)
“Ve keza, ‫دا‬ َ َ ‫ و ) جعل ْنتتا ( ال ْجبتتا‬cümlesiyle, en
ً ‫ل أوَْتتتا‬ َ ِ َ َ َ َ
okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin
arkasında: Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza
edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen
herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden
korumak için dağlar ile kazıklanmıştır, sahifesi de
vardır. Fakat bu sahife, âvamm-ı nâsca o kadar
okunaklı olmadığından terkedilmiştir. Ve bu sahifenin
altında da şöyle bir haşiye vardır:
Hayatı besleyip sağlamak üzere, dağlar arza direk
yapılmıştır. Çünkü dağlar, suların mahzenidir.
Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmîsidir,
denizin istîlasından vikaye ediyor. Zaten hayatın
direkleri bu unsurlardır.” 257
‫جا‬ً ‫ستتَرا‬ ِ ‫س‬ َ ‫م‬ْ ‫شتت‬ ّ ‫ل ال‬ َ ‫جَعتت‬ َ َ‫“ و‬Güneşi de lamba yaptı.”
(Nuh, 71/16) Aynı ma’nada: Furkan, 25/61; Nebe’,
78/13.
“ ‫جا‬ ً ‫سَرا‬ ِ ‫س‬ َ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ّ ‫ل ال‬ َ َ‫جع‬َ َ‫ و‬yani, lamba ta’biriyle şöyle
bir üsluba pencere açar ki: Şu âlem, bir saray ve
içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
müzeyyenat ve mât’ûmat ve levazımat olduğunu ve
256
Osmanlıca Sözler, 22. Pencere, s. : 993.

257
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, s. : 195.. Teferruatlı beyan
için: 25. Söz’ün 1. Şu’le’sinin 2. Şua’ının 1. Lem’a’sının
başı, Şua’lar (3. Şua’, s. : 49-50-51; 7. Şua’, s. : 113-114),
Muhakemat (müellifi: Bediuzzaman, sahife: 66-67).
228
güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile,
Saniin haşmetini ve Hâlikın ihsanını ifham ederek,
tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en
parlak ma’bud zannettikleri güneş; musahhar bir
lamba, câmid bir mahluktur. Demek, ‫ج‬ ْ ‫س ٰرا‬
ِ ta’birinde,
Hâlikın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder.
Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o
ifhamda saltanatın haşmetindeki keremini ihsas eder.
Ve bu ihsasta, vahdaniyeti i’lam eder. Ve ma’nen der:
Câmid bir sirac-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete
lâyık olamaz...” 258
‫مققَر ُنققوًرا‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ق‬ َ ً‫ض قَيآء‬
ِ ‫س‬
َ ‫م‬ ّ ‫ل ال‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ع‬
َ ‫ج‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ
“O ki; güneşi ışık, ayı da nur (aydınlık) yaptı.” (Yunus,
10/5)259
ً ‫عا‬
‫شققا‬ َ ‫م‬ َ ّ ‫عل ْن َققا الن‬
َ ‫هققاَر‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬
َ ‫سققا‬ َ ْ ‫عل َْنا الل ّي‬
ً ‫ل ل َِبا‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬
َ
“Hem geceyi örtü yaptık, gündüzü de maîşet vakti
yaptık.” (Nebe’, 78/10-11)260
‫م‬َ ‫و‬
ْ ‫و الن ّق‬
َ ‫سققا‬ َ ‫م الل ّي ْق‬
ً ‫ل ل َِبا‬ ُ ‫ل ل َك ُق‬
َ ‫عق‬
َ ‫ج‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫سَباًتا‬ُ “Sizin için geceyi örtü ve uykuyu istirahat
yapan O’dur.” (Furkan, 25/47)261
“ Sûre-i Yusuf’un mühim bir esası, rüya-yı Yusufiye
olduğu gibi; ‫تا‬
ً ‫سبا‬
ُ ‫م‬ْ ُ ‫مك‬ ْ َ ‫عل َْنا ن‬
َ ‫و‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬
َ âyeti misillü çok
âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak

258
Osmanlıca Sözler, s. : 554.. Şu mevzu’lara da bakılabilir:
19. Söz’ün 14.
259
Reşha’sının sonu, Mesnevî-i Nuriye (10. risale’nin âhiri,
s. : 228-229; 14.
Reşha’nın 4. Katre’sinin ikinci nüktesi, s. : 233-234).

Aynı ma’nada: Nuh, 71/16; aydınlatıcı ma’nasında: Furkan,


25/61.

260
Aynı ma’nada: Furkan, 25/47.

261
Aynı ma’nada: Nebe’, 78/9.

229
ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir...” 262

َ
َ‫مآء‬َ ‫سق‬
ّ ‫و ال‬ َ ‫ض‬
َ ‫ققَراًرا‬ ُ ‫ل ل َك ُق‬
َ ‫م الْر‬ َ ‫ع‬
َ ‫ج‬ ِ ّ ‫ه ال‬
َ ‫ذي‬ ُ ّ ‫ال ٰل‬
ً‫ “ ب َِنآء‬Allah; arzı size yerleşme (mekanı), göğü de
263
bina (dam) yapan...” (Mü’min, 40/64)
َ
“ َ‫مآء‬
َ ‫سق‬
ّ ‫و ال‬ ً ‫ف ٰرا‬
َ ‫شققا‬ ِ ‫ض‬ ُ ‫ل ل َك ُق‬
َ ‫م الْر‬ َ ‫عق‬
َ ‫ج‬ ِ ّ ‫ا َل‬
َ ‫ذي‬
ً‫ ب َِنآء‬Kur’ân-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i
ilahiyenin azametiyle, insanları ibadete teşvik edip
heyecana getiriyor. Şöyle ki:
Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti’ ve
hizmetkâr yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete
müstehıktır, ibadetini ediniz... Ve keza, insanların
faziletine ve yüksek bir kıymete mâlik olduğuna ve
indallah mükerrem bulunduğuna îmâdır. Sanki beşere
emrediyor: Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı
sizin istifadenize tahsis etmekle, sizlere bu kadar i’zaz
ve ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hakk’a ibadet ediniz.
Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar
ediniz... Ve keza, esbab ve tabiata te’sirin verilmesini
reddediyor. Şöyle ki:
Ey insan! Şu gördüğünüz yerler, gökler; sıfatlarıyla
beraber, bir Hâlik’ın halkıyla, kasdıyla, tahsisiyle ve
bir Nâzım’ın nazmıyla husule gelip, bu intizamını
bulmuşlardır. Kör tabiatın, bu kadar büyük şeylerde
yeri olmadığı gibi, en küçük şeylerde de yeri yoktur.
Ve keza, sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle,
Sani’a delâlet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil
eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik
gibi gayr-i mütenahî ahval ve keyfiyetleri kabul
etmekte müsavîdirler. Yani bir zerrenin bin keyfiyeti
kabul etmeye kabiliyeti vardır. Ve bir hâlet, binlerce
zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir
sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat
262
Osmanlıca Mektubat, Said Nursî, sahife: 545.
263
Aynı mealde: Bakara, 2/22.

230
olabildiği halde, o kadar imkânât ve ihtimaller içinde
muayyen bir cisme ta’yin edildiği zaman; herhalde bir
kasd ile, bir hikmet altında, bir Zâtın irade ve
tahsîsiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata
mevsuf kılınmıştır.
ْ ‫ ل َك ُققق‬Bu
‫م‬ ‫ ل‬, ihtisas için değildir. Ancak
sebebiyeti ifade ediyor. Yani: Arzın tefrişine sebeb
-yani vesile- insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet
O’nun namına verildi. Fakat istifade, insanlara
mahsus ve münhasır değildir. Öyle ise, insanların
ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes
denilemez.
ً ‫فِ ٰرا‬Bu ta’bir, garîb bir nükte-i belağata
‫شتتا‬
işarettir. Çünki; arzın sıkletinden dolayı suya batıp
kaybolması tabiatının îcabatından olduğu halde,
Cenâb-ı Hakk, merhametiyle bir kısmını dışarıda
bırakarak, insanlar için bir mesken ve ni’metlerine
bir mâide, yani bir sofra olmak üzere tefriş
etmiştir. Ve keza ‫شا‬ ً ‫فِ ٰرا‬ta’birinden anlaşılıyor ki,
arzı bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir. Ve keza
ً ‫فِ ٰرا‬ta’birinden anlaşılıyor ki; arz, bir hanenin
‫شتتا‬
tabanı gibi, insan ve hayvanlara ferş ve bast
edilmiştir. Öyle ise, arzdaki nebatat ve hayvanat,
hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi
levazım-ı beytiye hükmündedir. Ve keza ‫شتتا‬ ً ‫فِ ٰرا‬
ta’birinden anlaşılıyor ki: Arz, taş gibi katı ve sert
değildir ki, kabil-i sükna olmasın. Ve su gibi mayi’
de değildir ki, ziraat ve istifadeye kabil olmasın.
Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki; hem
mesken, hem mezraa olsun. Bu iki faydanın taht-ı
te’mine alınması, elbette ve elbette bir maksad,
bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.
ً‫س ٰما ٓءَ ب ِ ٰنآء‬
ّ ‫ ال‬Semanın,
‫و‬
َ insanlara bir sakf, bir

231
dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı
kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki, teşbih
tamam olsun. Öyle ise, gayr-i mütenahî şu
boşlukta, dağınık bir şekilde yıldızların bulunması,
akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı
vaziyetleri, kör tesadüfe isnad edilemez. ” 264
Furkân-ı Mübîn’de 25 yerde insanların, eşyanın
ve mahlukatın çift çift olarak yaratıldıklarından
bahsedilmektedir. O âyetlerden birisi:
‫ن‬ ْ ُ ‫عل ّك‬
َ ‫م ت َذَك ُّرو‬ َ َ‫ن ل‬
ِ ْ ‫جي‬
َ ‫و‬ ْ َ ‫خل‬
ْ ‫قَنا َز‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ن ك‬
َ ‫ل‬ ْ ‫م‬
ِ ‫و‬
َ
“Belki düşünür de ibret alırsınız diye her şeyden
de çift çift yarattık.” (Zariyât, 51/49)
“Evet, bu kâinatta hayır-şerr, lezzet-elem, ziya-
zulmet, hararet-burudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-
dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi pek
büyük bir hikmet içindir. Çünki şerr olmazsa, hayır
bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz
ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri
tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı,
bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud
bulur. Cehennemsiz cennetin pek çok lezzetleri gizli
kalır. Bunlara kıyasen, her şey, bir cihette zıddıyla
bilinebilir. Ve bir tek hakikatı, sünbül verip çok
hakikatler olur. Madem bu karışık mevcudat, dâr-ı
fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor. Elbette nasıl ki
hayır, lezzet, ışık, güzellik, îman gibi şeyler cennete
akar. Öyle de; şerr, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi
maddeler cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen
çalkalanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur.”
265

“Nasıl ki cennet, bütün vücud âlemlerinin


264
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 99-100.

265
Şua’lar, sahife: 232-233.

232
mahsulatını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları
bâkıyâne sünbüllendiriyor. Öyle de; cehennem dahi,
hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm
neticelerini göstermek için, o adem mahsulatlarını
kavuruyor ve o dehşetli cehennem fabrikası, -sair
vazifeleri içinde- âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem
pisliklerinden temizlettiriyor.” 266
“‫ن‬ ِ ْ ‫جي‬
َ ‫و‬
ْ ‫ق ٰنا َز‬ ْ َ ‫خل‬
َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ّ ُ‫ن ك‬ ْ ‫م‬ِ ‫و‬َ Her şeyden de
iki çift halk ettik... İbni Zeyd gibi bazı zatlar bunu her
cins hayvandan erkek ve dişi nev’lerine haml
etmişlerdir ki: ‫ج‬ ٍ ‫هي ق‬ ِ َ‫ج ب‬ ٍ ‫و‬
ْ ‫ل َز‬ّ ‫ن ك ُق‬ْ ‫مق‬
ِ ‫في ٰه ق ا‬
ِ ‫نٰ ق ا‬ ْ ‫أ َن ْب َت‬
mucibince nebatatı da buna idhal edebiliriz. Mücahid;
hareket ve sükun, leyl ve nehar, sema ve arz, siyah
ve beyaz, sıhhat ve maraz, lezzet ve elem, sevab ve
ikab, alel-umum ezdad ve mütekabilâta işaret
olduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da, eşyanın
nev’lere tenevvuu ile tefsir etmişlerdir ki, en azı iki
nev’ olur. Bu tenevvu’, zaman zaman muhtelif
mekûlelerle ve tasniflerle tezekkür edilmek
istenilmiştir. Beyzavî yalnız bu ma’nayı göstererek:
‫ن‬ِ ْ ‫عي‬
َ ‫و‬
ْ َ‫س ن‬ ِ ‫ج ٰنا‬ْ َ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ِ diye tefsir etmiştir. Bu ma’na,
evvelkilerini de tazammun edebilmek itibariyle
şümullüdür. Ancak bundan küllî şeyden murad, sade
cins olmuş oluyor. Lafzın zâhiri ise, her ferde
istiğraktır. Onun için biz bundan, her şeyin âfâkî ve
enfüsî yahut haricî ve zihnî olmak üzere iki
haysiyetini ifade eden ve hariç ile nefis beyninde
müzdevic bir intıbak ile tecelli eyleyen idrak
mes’elesine de bir işaret anlıyoruz. Filvaki’ her şey
bize nefis haricindeki suretini hikaye eden bir intıba’
ile tecelli eder ve hakikat, bu iki suretin yekdiğerine
mutabakatıyla bilinir ki, bunun birine aslî, birine zıllî
dahi ta’bir olunur. Herhangi bir şeyden hasıl olan her

266
Şua’lar, sahife: 259.

233
şuur hadisesinde bu ikilik lâbüddür. Bu ikilik içinde
birleştirilmeden hiçbir şey tasdik olunamaz. Ve
tefekkür ve tezekkür yapılamaz. ‫ن‬ ْ ُ ‫عل ّك‬
َ ‫م ت َقذَك ُّرو‬ َ َ‫ل‬
buyurulması da bunu te’yid eyler.” 267

‫دا‬
ً ‫صا‬
َ ‫مْر‬
ِ ‫ت‬ َ ‫م‬
ْ َ ‫كان‬ َ ّ ‫هن‬
َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ّ ِ ‫“ إ‬Şüphesiz cehennem,
gözetleme yeri olmuştur.” (Nebe’, 78/21)
“...İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün
kemalatına ve ulvî hukuklarına ve kudsî
hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i
şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve
arz hiddet ediyor ve onların mahvına anasır ittifak
edip, Kavm-i Nuh (a.s.) ve Âd ve Semud ve
Fir’avn gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor.. ‫د‬ ُ ‫َتكا‬
‫ظ‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ْ ‫غي‬ َ ‫م‬
ِ ‫مي ُّز‬
َ َ ‫ ت‬âyetinin sırrıyla cehennem dahi
ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki,
parçalanmak derecesine geliyor. Evet şirk,
kâinata karşı büyük bir tahkir ve azim bir
tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve
hilkatin hikmetlerini inkar etmekle şerefini
kırıyor.” 268
- -
‫ٰيا‬ ‫ع‬ َ ‫ك ٰيا‬َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫في‬
ِ ‫ش‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ع‬
ُ ‫دي‬
ِ َ ‫ع ٰيا ب‬ ُ ‫مِني‬
َ ‫ع ٰيا‬ ُ ‫في‬ِ ‫ع ٰيا َر‬ ُ ‫مي‬
ِ ‫س‬ َ
‫ٰيا‬ ‫ذيُر‬
ِ َ ‫ٰيا ن‬ ‫شيُر‬
ِ َ ‫ٰيا ب‬ ‫ع‬
ُ ‫ري‬
ِ ‫س‬
َ ‫ٰيا‬
‫دُر‬ ْ ‫م‬
ِ َ ‫قت‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫ديُر‬ َ
ِ ‫ق‬

267
Hak Dini Kur’ân Dili, Hamdi Yazır, cild: 6, s. : 4543- 4544.

268
Şua’lar, s. : 12.
234
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
şefaatçı, 2- Ey işiten, 3- Ey yükselten (yahut yüksek
olan), 4- Ey güçlü (metanet sahibi, dayanılmaz bir
güce sahib olan), 5- Ey yoktan var eden, 6- Ey sür’atli
(çabucak yapan), 7- Ey müjdeleyici, 8- Ey uyarıcı
(inzar eden), 9- Ey kudret sahibi (kudreti sonsuz olan),
10- Ey iktidar sahibi (gücü her şeye yeten)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Allah Teala’nın şefaat edici olup, şefaate izin
verdiğine dair âyetler:269
‫و‬
َ ‫ت‬ ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ُ ْ ‫مل‬
ّ ‫ك ال‬ ُ َ ‫عا ل‬
ُ ‫ه‬ ً ‫مي‬
ِ ‫ج‬
َ ‫ة‬
ُ ‫ع‬ َ ‫ش‬
َ ‫فا‬ ِ ّ ‫ل ل ِ ٰل‬
ّ ‫ه ال‬ ُ
ْ ‫ق‬
‫ض‬ َ
ِ ‫ “ الْر‬Bütün şefaat (hakkı) Allah’ındır. Göklerin
ve yerin mülkü (hükümranlığı, mülkiyeti)
O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz, de.”
(Zümer, 39/44)
Kur’ân’da esma-i ilahiyeden olmak üzere 45
yerde ‫ع‬ ُ ‫مي‬
ِ ‫سق‬ّ ‫“ ال‬işitici” ismi zikredilmiştir. Yine
esma-i ilahiyeden olmak üzere 10 yerde ‫ع‬ ُ ‫ري‬ِ ‫س‬
ّ ‫ال‬
“çabuk yapan” ismi, 45 yerde de ‫ديُر‬ َ ْ ‫“ ال‬kudret
ِ ‫ق‬
sahibi” ismi mezkurdur.
Bir nüshada ‫ديُر‬
ِ ‫قق‬ َ ‫ذيُر *يٰ ق ا‬
ِ ‫شيُر * ٰيا ن َق‬ ِ َ ‫ٰيا ب‬
nidâları yerine:
‫جيققُر‬
ِ ‫م‬ ٰ * ‫يقق ا ك َِبيققُر‬
ُ ‫يقق ا‬ ٰ * ‫خِبيققُر‬
َ ‫يقق ا‬ ٰ nidâları varid
269
Bakara, 2/255; En’am, 6/51, 70; Yunus, 10/3; Meryem,
19/87; Tâhâ, 20/109; Enbiyâ, 21/28; Secde, 32/4; Sebe’,
34/23; Zümer, 39/43.
235
olmuştur ki; “ey haberdar olan, ey büyük olan,
ey koruyan!” ma’nalarına gelirler.
‫ش‬ َ ْ ‫ذو ال‬
ِ ‫ع قْر‬ ُ ‫ت‬
ِ ‫جا‬
َ ‫ع الدَّر‬
ُ ‫في‬
ِ ‫(“ َر‬Allah) dereceleri
yükseltici, Arş’ın sahibidir.” (Mü’min, 40/15)
‫ض‬ َ
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ّ ‫ع ال‬ُ ‫دي‬ِ ‫بقق‬
َ
“Gökleri ve yeri
yoktan (eşsiz surette) yaratan (O’dur).” (Bakara,
2/117; En’am, 6/101)
Cenâb-ı Hakk’ın, müjdeci olduğuna dair
Kur’ân’da 9 yerde tasrihat vardır. Birisi şu âyettir:
‫ت‬
ٍ ‫جن ّققا‬
َ ‫و‬َ ‫ن‬ٍ ‫وا‬َ ‫ض‬
ْ ‫ر‬ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ْ ‫من‬
ِ ‫ة‬
ٍ ‫م‬
َ ‫ح‬
ْ ‫م ب َِر‬
ْ ‫ه‬
ُ ّ ‫م َرب‬
ْ ‫ه‬ ّ َ ‫ي ُب‬
ُ ‫شُر‬
‫م‬
ٌ ِ ُ ٌ ِ َ‫ن‬
‫قي‬ ‫م‬ ‫م‬ ‫عي‬ ‫ها‬َ ‫في‬ِ ‫م‬ْ ‫ه‬ُ َ ‫“ ل‬Rableri, onlara kendinden
bir rahmet ve rıza ile ve onlar için içlerinde daimî
ferahlık ve refah bulunan cennetleri müjdeler.”
(Tevbe, 9/21)
Mevla-yı Zülcemal’in, inzar edici (uyarıcı)
olduğuna dair 4 âyet nâzil olmuştur. Birisi şudur:
َ
‫ريًبا‬
ِ ‫ق‬َ ‫ذاًبا‬ َ ‫ع‬َ ‫م‬ ْ ُ ‫“ إ ِّنآ أن ْذَْرَناك‬Şüphesiz biz, sizi yakın
bir azabla uyarmışız.” (Nebe’, 78/40)
‫دًرا‬ ْ ‫م‬
ِ ‫قت َق‬ ُ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫شق‬ َ ‫ل‬ ّ ‫ع لٰ ق ى ك ُق‬ ُ ‫ن ال لٰ ّق‬
َ ‫ه‬ َ ‫“ك َققا‬Hem
‫و‬َ
Allah, her şeye muktedirdir (gücü yeter).” (Kehf,
18/45)270

- -
ّ ُ ‫عد َ ك‬
‫ل‬ ْ َ‫ي ب‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫ح‬
َ ‫ل‬ ّ ُ‫ل ك‬ َ ‫ي‬
َ ْ ‫قب‬ ّ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬
ٌ ‫يء‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ه‬ ْ ُ ‫ذي ل َ ي‬
ُ ِ ‫شب‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫ح‬
َ
‫ي‬
ّ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ي‬
ّ ‫ح‬ ِ ِ ‫مث ْل‬
َ ‫ه‬ َ ْ ‫ذي ل َي‬
ِ َ‫س ك‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬

270
Şu âyetlere de bak: Zuhruf, 43/42; Kamer, 54/42, 55.

236
َ ‫ذي ل‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫ح‬ َ ‫ه‬ُ ُ ‫رك‬ َ ُ ‫ذي ل َ ي‬
ِ ‫شا‬ ِ ّ ‫ال‬
‫ت‬
ُ ‫مي‬ِ ُ ‫ذي ي‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬
َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫ح‬ َ ‫ج إ ِ ٰلى‬ ُ ‫حَتا‬ ْ َ‫ي‬
‫ي‬ّ ‫ح‬َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ذي ي َْرُزقُ ك‬ِ ّ ‫ي ال‬
ّ ‫ح‬ َ ‫ي ٰيا‬ ّ ‫ح‬ َ ‫ل‬ّ ُ‫ك‬
‫ي‬
ّ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬ ‫و ٰتى‬ َ ْ ‫ييال‬
ْ ‫م‬ ِ ‫ح‬ ِ ّ ‫ي ال‬
ْ ُ ‫ذي ي‬ ّ ‫ح‬
َ ‫ٰيا‬
‫ت‬
ُ ‫مو‬ ِ ّ ‫ال‬
ُ َ ‫ذي ل َ ي‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal

1- Ey her canlıdan önce (var olan) hayat sahibi,


2- Ey her canlıdan sonra (var olacak olan) hayat
sahibi, 3- Ey hiçbir şey kendisine benzemez (olan)
hayat sahibi, 4- Ey hiçbir canlı kendisi gibi
olmayan hayat sahibi, 5- Ey hiçbir canlı kendisine
ortak olamaz (olan) hayat sahibi, 6- Ey herhangi
bir canlıya muhtaç olmaz (olan) hayat sahibi, 7-
Ey her canlıyı öldüren hayat sahibi, 8- Ey her
canlıyı rızıklandıran hayat sahibi, 9- Ey ölüleri
dirilten hayat sahibi, 10- Ey ölmez (olan) hayat
sahibi!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.

Şerh
237
Furkan-ı Kerîm’de 5 yerde Mevlâ Teâlâ’nın ‫ي‬ َ ْ ‫ال‬
ّ ‫ح‬
“hayat sahibi” ismi mezkurdur.
“İsm-i Hayy ve Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından
olan hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?
sualine karşı fihriste-varî cevap şudur ki:
Hayat; şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem
en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latîf
mayası.. hem gayet süzülmüş bir hulâsası.. hem en
mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem
en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı
vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalatının
menşei.. hem san’at ve mahiyetçe en harika bir
zîruhu.. hem en küçük bir mahluku, bir kâinat
hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı.. hem gûya
kâinatın, küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile
oluyor gibi, koca kâinatın bir nevi fihristesini o
zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser
mevcudatla münasebetdar ve bir küçük kâinat
hükmüne getiren en harika bir mu’cize-i kudrettir.
Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir
cüz’ü büyülten, ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem
hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde, kâinatı
tecezzî ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve
bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde harika bir
san’at-ı ilahiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde
Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve
vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların
en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli.. hem
masnuat-ı ilahiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en
kıymetdarı ve en ucuzu, en nezîhi ve en parlak ve en
ma’nidar bir nakş-ı san’at-ı rabbaniyedir. Hem sâir
mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenîn, nazdar,
nazik bir cilve-i rahmet-i rahmaniyedir. Hem şuunat-ı
ilahiyenin gayet cami’ bir aynasıdır. Hem Rahman,
Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esma-i
238
hüsnânın cilvelerini cami’ ve rızk, hikmet, inayet,
rahmet gibi çok hakikatları kendine tabi’ eden, ve
görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum
duyguların menşei, ma’deni bir u’cube-i hilkat-ı
rabbaniyedir. Hem hayat; bu kâinatın tezgah-ı
a’zamında öyle bir istihale makinasıdır ki;
mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor,
temizlettiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve
zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan cesedi, o
zerrelere vazife görmek, nurlanmak, ta’limat yapmak
için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta
Zat-ı Hayy ve Muhyî, bu makina-i hayat vasıtasıyla,
bu karanlıklı ve fanî ve süflî olan âlem-i dünyayı
latîfleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor,
bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın
iki yüzü -yani mülk, melekût vecihleri- parlaktır,
kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için; perdesiz,
vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i
rabbaniyeden çıktığını âşikâre göstermek için, sâir
eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete
perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. Hem
hayatın hakikatı, altı erkân-ı îmaniyeye bakıp,
ma’nen ve remzen isbat eder. Yani hem Vacibü’l-
Vücud’un vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem
dâr-ı âhireti ve hayat-ı bakıyesini, hem vücud-u
melâike, hem sâir erkan-ı îmaniyeye pek kuvvetli
bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. Hem
hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hulâsası
olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı ilahî
ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve
ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı
a’zamdır...” 271
271
Osmanlıca Lem’alar, sahife : 832-833-834.. Şu yerlere de
bakılsa, bu mes’ele etraflıca incelenmiş olur: 10. Söz’ün 9.
Hakikatı; 11. Söz’ün âhiri; 20. Mektub’un her iki
makamındaki altıncı, yedinci ve sekizinci kelimeler; 3.
Lem’a; 30. Lem’a’nın beşinci nüktesi (ism-i Hayy bahsi) ile
239
ٌ ‫يء‬ َ ‫ه‬
ْ ‫ش‬ َ ْ ‫ “ ل َي‬O’na benzer hiç bir şey
ِ َ‫س ك‬
ِ ِ ‫مث ْل‬
yoktur.” (Şûrâ, 42/11)
İleride şirk bahsinde tafsilatlı îzahat gelecektir.
Kur’ân-ı Mu’ciz-i Beyan’da 20 yerde Allah’ın
(c.c.), mümît (öldürücü) olduğu mezkur olup,
meselâ birisi şu âyette geçmektedir:
‫ن‬َ ‫عققو‬
ُ ‫ج‬ ِ ْ ‫و إ ِل َي‬
َ ‫ه ت ُْر‬ َ ‫ت‬
ُ ‫مي‬
ِ ُ‫و ي‬
َ ‫حِيي‬
ْ ُ‫و ي‬
َ ‫ه‬
ُ “O, diriltir
ve öldürür. Neticede O’na dönderileceksiniz.”
(Yunus, 10/56)
“Evet, görüyoruz ki: Güz mevsiminde üç yüz bin
nev’ zîhayat vefat namıyla terhîs edilirken, her bir
nev’ ve ferdin sahife-i amellerinin kutucukları ve
işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda
işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları
olan tohumlarını onların yerlerinde, Hafîz-ı Zülcelal’ın
yed-i hikmetine emanet edildiğini ve incirin tohum ve
çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer
ruh-u bâki gibi, incir ağacının bütün kavanîn-i
hayatiyesini taşıyan ve bir kitab kadar kuvve-i
hafızada yazı misillü, ağacın tarihçe-i hayatını onda
kader kalemiyle yazan, büyük bir kitab hükmüne
getiren bir Hallak-ı Hakîm, bir Hayy-ı Lâyemût’u
tanımayan; elbette değil ahmak bir insan ve dîvane
bir hayvan, belki cehennem ateşini karıştıran bir
serseri şeytandan daha bedbaht ve ebedî ölüme
mahkum olur...” 272
Rızık bahsi için, 64. Ukde’nin şerhine müracaat
edebilirsiniz.

altıncı nüktesinin beşinci şua’ının ikinci mes’elesi; 15.


Şua’ın Birinci Makam’ının birinci kısmındaki altıncı, yedinci,
sekizinci kelimeler ile İkinci Makam’ındaki ‫ه‬ ِ ‫ت ل ِ ٰل ّق‬ ِ ّ ‫َالت‬
ُ ‫حي ّققا‬
bahsi(sahife: 642-643); Emirdağ Lahikası (sahife: 114-115);
33. Söz’ün 23. ve 24. Pencereleri...
272
Şua’lar, sahife: 601-602.

240
Kur’ân’da 48 yerde Cenâb-ı Hakk’ın, Muhyî: hayat
verici, dirilten, canlandırıcı olduğu bildirilmiştir.
Meselâ: ‫و‬ َ ‫و ٰتى‬ ْ ‫مق‬َ ْ ‫حي ِققي ال‬
ْ ُ‫و ي‬
َ ‫ه‬ ُ ‫و‬
َ ‫ي‬ َ ْ ‫و ال‬
ّ ِ ‫ول‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫فالل‬
ُ ‫ه‬ َ
‫ديٌر‬ َ ‫ء‬
ِ ‫قق‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬ َ ‫ل‬ّ ‫ع ٰل ق ى ك ُق‬ َ ‫و‬ َ ‫هق‬ُ “Halbuki dost yalnız
Allah’tır Ve O ölüleri, diriltir. Hem O’nun her şeye
gücü yeter.” (Şûrâ, 42/9)
“Her baharda zîhayattan üç yüz bin nev’ ve çeşit
çeşit tarzlarda ve hadsiz efradı bulunan bir ordu-yu
sübhanî, rûy-u zeminde ihya ediliyor. Onlara hayat ve
levazımat-ı hayatiye kemal-i intizamla veriliyor. Haşr-i
a’zamın yüzbin nümunelerini, belki emarelerini
gösterip, o ayrı ayrı hadsiz mahlukatı, beraber birbiri
içinde, sehivsiz, yanlışsız, noksansız, hiç
şaşırmayarak, karışık iken hiç karıştırmayarak,
unutmayarak, kemal-i mîzan ve nizamla dirilten ve
hayat veren, ve nutfe denilen mütemasil su
katrelerinden ve toprak, müteşabih tohumlarından ve
az farklı habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin aynı
olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan,
birbirinin aynı nutfelerinden, hem birbirinin misli veya
az farklı yumurtalarından o hadsiz efradı bulunan ve
birbirinden suretçe, san’atça ve maîşetçe ayrı ayrı
yüzbinler zîhayatları dirilten ve zemin ve bahar
sahifesinde yüzbin başka başka kitabları beraber,
birbiri içinde, hatasız, mükemmel yazan, hadsiz bir
dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf
eden bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Muhyî bir Hallâk-ı
Alîm olduğuna kânaat getirmeyen, elbette hem
kendini, hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan
bütün geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza
yüzlerinde bulunmuş bütün zîhayatları inkar etmeğe
ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat olmağa
mecburdur.” 273

273
Şua’lar, sahife: 601.

241
‫ح‬
ْ ّ ‫س قب‬َ ‫و‬َ ‫ت‬ُ ‫مققو‬ ِ ‫ي ال ّق‬
ُ َ ‫ذي ل َ ي‬ َ ْ ‫عل َققى ال‬
ِّ ‫ح ق‬ ْ ّ ‫وك‬
َ ‫ل‬ َ َ‫و ت‬
َ
‫ه‬
ِ ‫د‬
ِ ‫م‬
ْ ‫ح‬ َ ِ ‫ “ ب‬Ölmeyecek olan hayat sahibine de tevekkül
et ve O’na hamdle tesbihte bulun.” (Furkan, 25/58)
“ ‫ت‬ ُ ‫مققو‬
ُ َ ‫ي ٰل ي‬
ّ ‫حقق‬
َ ‫و‬
َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬
َ Yani: Bütün kâinatın
mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan
kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkınde
bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi.. ve bütün
mahbublara bedel bir tek cilve-i kemali kâfi gelen bir
ma’bud-u lemyezel, bir mahbub-u lâyezâlin ezelî ve
ebedî bir hayat-ı daimesi var ki; şâibe-i zeval ve
fenadan münezzeh ve âvarız-ı naks ve kusurdan
müberrâdır. İşte şu kelime cinn ve inse ve bütün
zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka i’lan eder ki:
Sizlere müjde! Mahbublarınızdan nihayetsiz
firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir
Mahbub-u bâkiniz var. Madem o var ve bakidir,
başkaları ne olursa olsun merak çekmeyiniz. Belki o
mahbublarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve
ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkinin cilve-i
cemal-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf
bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri
incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların
değişmesi, şa’şaa-i cemalin cilvesini tazeleştirir,
güzelleştirir. Madem O var, her şey var.” 274
“...Bu beşinci nükte, ism-i Hayy hakkında olduğu
münasebetle; hem teberrük, hem şahid, hem delil,
hem kudsî bir huccet, hem kendimize bir dua, hem bu
risaleye bir hüsn-ü hatime olarak; Rasul-ü Ekrem
(aleyhissalatü vesselam), Cevşenü’l-Kebîr namındaki
münacât-ı a’zamında ma’rifetullahta gayet yüksek ve
gayet cami’ derecede ma’rifetini göstererek böyle
demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip, Rasul-ü
Ekrem’in (aleyhissalatü vesselam) dediğine: Âmîn!
274
Osmanlıca Mektubat, sahife: 359-360.

242
diyerek, aynı münacâtı kendimiz de söylüyor gibi,
sadâ-yı Muhammedî (aleyhissalatü vesselam) ile
deriz:
... ‫ي‬
ّ ‫ح‬ ّ ُ‫ل ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ي‬
َ ْ ‫قب‬ ّ ‫ح‬
َ ‫ ”ٰيا‬275
-۷۰-
ُ َ‫ن ل‬
‫ه ُنوٌر‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ُ َ‫ن ل‬
‫ه ِذك ٌْر ل َ ي ُن ْ ٰسى‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫ح ٰصى‬ ُ َ‫ن ل‬
ْ ُ ‫ه ث ََنآءٌ ل َ ي‬ َ ‫ل َ ي ُطْ ٰفى ٰيا‬
ْ ‫م‬
َ‫م ل‬
ٌ ‫ع‬ ُ َ‫ن ل‬
َ ِ‫ه ن‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ َ ُ‫ت ل َ ت‬
‫غي ُّر‬ ٌ ‫عو‬ ُ َ‫ن ل‬
ُ ُ‫ه ن‬ ْ ‫م‬
َ

ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ل‬ ٌ ْ ‫مل‬
ُ ‫ك ل َ ي َُزو‬ ُ َ‫ن ل‬
ُ ‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫د‬
ّ ‫ع‬
َ ُ‫ت‬
ّ ‫ضآءٌ ل َ ي َُر‬
‫د‬ َ ‫ق‬ ُ َ‫ن ل‬
َ ‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ُ ّ ‫ل ل َ ي ُك َي‬
‫ف‬ ٌ َ ‫جل‬
َ
ُ َ‫ن ل‬
‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ُ ّ‫ت ل َ ت ُب َد‬
‫ل‬ َ ‫ص‬
ٌ ‫فا‬ ُ َ‫ن ل‬
ِ ‫ه‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ُ ‫ل ل َ ي ُدَْر‬
‫ك‬ َ َ‫ك‬
ٌ ‫ما‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey unutulmaz (veya unutturulamaz) zikre sahib
olan, 2- Ey söndürülemez nura sahib olan, 3- Ey
sayısız senâya sahib olan, 4- Ey değiştirelemez
vasıflara sahib olan, 5- Ey sayısız ni’metlere sahib
olan, 6- Ey zâil olmayan mülke (saltanata) sahib olan,
7- Ey keyfiyetsiz (şekillendirilemez) celale sahib olan,
8- Ey red edilemez hüküm (icraat) sahibi, 9- Ey
değiştirilemez sıfatlara sahib olan, 10- Ey
275
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 849.

243
yetişilemeyecek (derecede) kemali olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
َ
ُ ‫قُلو‬
‫ب‬ ُ ْ ‫ن ال‬ َ ْ‫ه ت َط‬
ّ ِ ‫مئ‬ ِ ّ ‫ر ال ٰل‬
ِ ْ ‫ذك‬
ِ ِ ‫ “ أل َ ب‬Dikkat edin!
Ancak Allah’ın zikri ile kalbler yatışır.” (Ra’d,
13/28)
‫ت‬َ ‫سي‬ ِ َ ‫ذا ن‬ َ ِ‫ك إ‬ َ ّ ‫و اذْك ُْر َرب‬ َ “ Unuttuğun zaman da
Rabb’ini an (hatırla).” (Kehf, 18/24).
“Evet, o Mün’ım-i Hakîkî, bizden o kıymetdar
ni’metlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir:
Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başda ‫ه‬ ِ ‫س تم ِ ال لٰ ّت‬
ْ ِ‫ب‬
zikirdir. Âhirde ‫ه‬ ّٰ ِ ‫متتد ُ ل‬
ِ ‫لتت‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫ا َل‬şükürdür. Ortada bu
kıymetdar hârika-ı san’at olan ni’metler, Ehad-ı
Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti
olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Bir
padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir
miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini
tanımamak ne derece belahet ise; öyle de, zâhirî
mün’ımleri medih ve muhabbet edip, Mün’ım-i
Hakîkî’yi unutmak, ondan bin derece daha
belahettir.” 276
‫ذي ي َذْك ُُر‬ ِ ّ ‫ل ال‬
ُ َ ‫مث‬
َ :‫م‬ ْ ّ ‫سل‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ه‬ ُ ‫صّلى ال ّٰل‬ َ ‫ي‬ّ ِ ‫ن الن ّب‬ ِ ‫ع‬َ
‫ي‬
ّ ِ‫خار‬ َ ُ ‫ت ( َرَواهُ ال ْب‬ َ ْ ‫و ال‬
ِ ّ ‫مي‬ َ ‫ي‬ ّ ‫ح‬ َ ْ ‫ل ال‬ ُ َ ‫مث‬ َ ُ‫ذي ٰل ي َذْك ُُره‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫َرب‬
)
Rasul-ü Ekrem’in (s.a.v.) şöyle buyurduğu
:rivayet edilmektedir
“Rabbini zikreden ile O’nu zikretmeyenin
misali, diri ile ölünün misalidir.” 277
276
Osmanlıca Sözler, s. : 9.

277
Hadîsi Buharî rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, hadîs no:
1463… Zikir hakkında ayrıca bakınız: 33. Söz’ün 11.
Pencere’si, 17. Lem’a’nın 13. Nota’sının dördüncü
244
ُ ‫و الل ّ ق‬
‫ه‬ َ ‫م‬ْ ‫ه‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫وا‬ ْ َ ‫ه ب ِ قأ‬
َ ‫ف‬ ِ ‫فُئوا ُنوَر ال لّٰ ق‬
ِ ْ‫ن ل ِي ُط‬
َ ‫دو‬
ُ ‫ري‬
ِ ُ‫ي‬
‫ه‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫م ُنو‬ ّ ِ ‫مت‬ُ “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek
isterler. Halbuki Allah, –kâfirler hoşlanmasa da–
nurunu tamamlayacaktır.” (Saf, 61/8)278
“‫ه‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫ا َل‬bir cümle-i Kur’âniye’dir. Bunun en
kısa ma’nası, ilm-i nahv ve beyan kaidelerinin
iktiza ettiği şudur:
َ َ ‫ل فَرد من أ َفْراد ال ْحمد م‬
‫ي‬
ّ ‫صد ََر وَ عَ ٰلي أ‬ َ ٍ‫مد‬ ِ ‫ن أيّ ٰحا‬ ْ ِ ِ ْ َ ِ َ ْ ِ ٍ ْ ّ ُ‫ك‬
ّّ ‫حقّ ِلل‬ َ َ
‫ب‬ ِ ‫ت ال ْ ٰوا‬
ِ ‫ج‬ ِ ‫ذا‬ ِ َ ‫ست‬ ْ ‫م‬ُ َ‫ص و‬ّ ‫ل إ َِلى الب َدِ ٰخا‬ ِ ‫ن الَز‬
َ ‫م‬ِ َ‫مودٍ وَقَع‬
ُ ‫ح‬
ْ ‫م‬
َ
ِ ّ ‫مىِبال ٰل‬
‫ه‬ ّ ٰ ‫س‬
َ ‫م‬ُ ْ ‫جوادِل‬
ُ ُ‫ال ْو‬
Yani: Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden
gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar
hastır ve layıktır o Zat-ı Vacibü’l-Vücud’a ki, Allah
denilir. ” 279
“...Ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i
mutlakta ve istiğna-i mutlakta, maddeden
mücerred, mekandan.. kayddan.. imkandan
münezzeh, müberra, mualla olan bir Zat-ı Akdes’in
teğayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın
tagayyürü, O’nun tagayyürüne değil, belki adem-i
tagayyürüne ve gayr-i mütehavvil olduğuna delildir.
Çünkü müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve
tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve
hareket etmemek lazım gelir. Meselâ: Sen çok
iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve
daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit;
senin, yerinde durup tağayyür ve hareket
mes’elesi, 7. Şua’ın İkinci Makam’ının onuncu mertebesi...
278
Yine bak: Tevbe, 9/32.. Bu iki âyetin tefsiri için bakınız: 29.
Mektub’un beşinci kısmı; 15. Şua’ın ikinci makamının baş
tarafı; 1. Şua’daki birinci, beşinci, altıncı, onbeşinci,
ondokuzuncu, yirmiyedinci, yirmisekizinci, yirmidokuzuncu ve
otuzikinci âyetler...
279
Osmanlıca Mektubat, sahife: 627.

245
etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.
Meşhurdur ki: İntizamla tahrik eden, hareket
etmemek; ve devam ile tağyir eden, mütağayyir
olmamak gerektir. Tâ ki o işi intizamla devam etsin.
Saniyen: Tegayyür ve tebeddül, hudustan ve
tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan
ve maddîlikten ve imkandan ileri geliyor. Zât-ı
Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i
mutlakta, hem istiğna-i mutlakta, hem maddeden
mücerred, hem Vacibü’l-Vücud olduğundan, elbette
teğayyürü ve tebeddülü muhaldir, mümkün
değildir.” 280
‫ها‬
َ ‫صقققو‬ُ ‫ح‬ ِ ‫ة ال ّلقٰقق‬
ْ ُ‫ه ل َ ت‬ َ ‫مققق‬
َ ‫ع‬
ْ ِ ‫دوا ن‬
ّ ‫عققق‬
ُ َ‫ن ت‬
ْ ِ ‫“ إ‬Hem
‫و‬
َ
Allah’ın ni’metini saymaya kalksanız, sayıp
bitiremezsiniz.” (İbrâhim, 14/34; Nahl, 16/18).
“...İşte şu âyetler; evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın insana
karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde
halkedip, semadan zemine âb-ı hayatı gönderip,
insanlara rızkı yetiştirmek için, zemini ve semayı iki
hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sâir aktarında
bulunan herbir nevi meyvelerinden herbir adama
istifade imkanı vermek; hem insanlara semere-i
sa’ylerini mübadele edip, her nevi medâr-ı
maîşetini te’min etmek için gemiyi insana
musahhar etmiştir. Yani: Denize, rüzgâra, ağaca
öyle bir vaziyet vermiş ki; rüzgâr bir kamçı, gemi bir
at, deniz O’nun ayağı altında bir çöl gibi durur.
İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine
münasebetdar etmekle beraber; ırmakları, büyük
nehirleri, insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi
hükmünde teshir; hem güneş ile ayı seyrettirip
mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’ım-i

280
Osmanlıca Lem’alar, s. : 868.

246
Hakîkî’nin renk renk ni’metlerini insanlara takdim
etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük
dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk
etmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar;
yani hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü
maîşetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir.
İşte bu niam-ı ilahiyeyi ta’dad ettikten sonra, insana
verilen ni’metlerin ne kadar geniş bir dairesi
olduğunu gösterip, o dairede de ne derece hadsiz
ni’metler dolu olduğunu şu:
َ
‫ة‬
َ ‫مقق‬
َ ‫ع‬
ْ ِ ‫دوا ن‬ّ ‫عقق‬
ُ َ‫ن ت‬
ْ ِ‫و إ‬ ُ ُ ‫س قأل ْت‬
َ ُ‫موه‬ َ ‫ل ٰما‬ ّ ُ‫ن ك‬ْ ‫م‬ِ ‫م‬ْ ُ ‫و ٰاَتاك‬
َ
‫صو ٰها‬ ‫ح‬
ُ ْ ُ ‫ت‬ ‫ل‬ ٰ ‫ه‬
ِ ّ ‫ل‬ٰ ‫ال‬
fezleke ile gösterir. Yani isti’dad ve
ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün
verilmiş. İnsana olan ni’met-i ilahiye ta’dad ile
bitmez, tükenmez. Evet, insanın madem bir sofra-i
ni’meti semavat ve arz ise ve o sofradaki
ni’metlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz
gibi şeyler ise; elbette insana müteveccih olan
ni’metler had ve hesaba gelmez.” 281
Kur’ân’da 28 âyette mülkün Allah’a âid olduğu
bildirilmiştir. Mesela:
ُ ‫مل ْق‬
‫ك‬ ُ ْ ‫ه ال‬
ُ ‫“ ل َق‬Mülk (saltanat, mâlikiyet umumen)
O’nundur.” (En’am, 6/73; Fâtır, 35/13; Zümer, 39/6;
Teğâbun, 64/1)
“ Mecmû-u kâinatın yüzüne, envaın birbirine karşı
gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahulden
mürekkeb geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi,
281
Osmanlıca Sözler, s. : 620-621.. Şu mevzu’ları da mütefekkirâne
okuyunuz: 20. Söz’ün ikinci makamı, 23. Söz’ün İkinci Mebhas’ının
dördüncü nüktesi, 24. Söz’ün 5. Dal’ının ikinci meyvesi, 32. Söz’ün
3. Mevkıf’ının 2. Mebhas’ındaki dört nükte ile dokuz işaret, 28.
Söz, 33. Söz’ün Onuncu Pencere’si, Lemeât (müellifi:
Bediuzzaman, sahife: 1060-1061. Osmanlıca Sözler’de
mündericdir), 29. Mektub’un Birinci Kısmının ikinci nüktesi, 26.
Lem’a’nın 13. Rica’sı, 28. Lem’a’nın 3. Nükte’si (sinek bahsi) ile 4.
ve 26. nükteler, 29. Lem’a’nın 2. Bab’ı ile 5. ve 6. Babları, 4. Şua’ın
üçüncü mertebesi, İşaratü’l-İ’caz (sahife: 112-116 ile 164-175)…
247
zeminin yüzüne de, dört yüzbin hayvanî ve nebatî
taifelerden mürekkeb bir ordu-yu sübhanî’nin ayrı
ayrı erzak, esliha, elbise, ta’limat, terhisat cihetinde
gayet intizam ile hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine
verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid misillü, insanın
yüzüne de, herbir yüzün umum yüzlere karşı birer
alâmet-i fârika bulunmasıyla koyduğu sikke-i
vahdaniyet gibi, herbir masnu’un yüzünde -cüz’î
olsun, küllî olsun- birer sikke-i tevhid ve herbir
mahlukun başında -büyük olsun, küçük olsun.. az ve
çok olsun- birer hâtem-i ehadiyet müşahede edilir. Ve
bilhassa zîhayat mahlukların sikkeleri çok
parlaktırlar.Belki her bir zîhayat kendisi dahi birer
sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü
ehadiyet, birer turra-i samediyettirler...” 282
ِ ‫و ال ِك ْقققَرام‬
َ ‫ل‬ َ ْ ‫ذو ال‬
ِ َ ‫جل‬ َ ‫ه َرب ّققق‬
ُ ‫ك‬ ُ ‫جققق‬
ْ ‫و‬
َ ‫قققق ى‬
ٰ ْ ‫و ي َب‬
َ
“Yalnız celal ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâki
kalacaktır.” (Rahmân, 55/27)283
َ
“ ‫ز‬ ُ ‫زيقق‬ َ ْ ‫هققا ال‬
ِ ‫ع‬ ْ ‫عَلقق‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬İsm-i celal; alel-ekser
nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i cemal ise,
mevcudatın cüz’iyatına tecellî eder. Bu i’tibarla
nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir.
Cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemâlin
tecelliyatındandır.
Ve keza celâl, vahidiyetin tecellîsinden; cemâl
dahi ehadiyetin tecellîsinden zâhir olur. Bazan de
cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemalin
gözünde celâl ne kadar cemildir. Celalin gözünde
282
Şua’lar, sahife: 32.. Şu kısımlar da okunabilir: 20.
Mektub’un her iki
makamında dördüncü kelimeler, 15. Şua’ın Birinci
Makam’ının Birinci
283
Kısmındaki dördüncü kelime...

Bakınız: Rahmân, 55/78.

248
284
dahi cemâl o kadar celildir. ”
ْ
‫ن‬
َ ‫مي‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫ج‬ ُ ْ ‫وم ِ ال‬
ْ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫ق‬ ِ ‫ع‬
َ ‫ه‬ ُ ‫و ل َ ي َُردّ ب َأ‬
ُ ‫س‬ َ “Hem de
O’nun azabı, mücrim (günahkâr, suçlu) kavimden
geri çevirilemez.” (En’am, 6/147)285
“...İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden
rububiyet hakikatı; ilim ve hikmetle halk ve îcad ve
sun’ ve ibda’, nizam ve mîzan ile takdir ve tasvir ve
tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve
tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve
ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla
kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet
hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan
uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi, esma-i hüsnânın
rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi Sıfât-ı
Sübutiye olan hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar
ve kelam sıfatlarının celalli ve cemalli tecellîleriyle
kendini tanıttırır,bildirir.” 286
“Allah Teâlâ’nın; Rahman, Rahîm, Hâlık, Rezzak,
Hakîm, Rabb, Mübdi’, Azîz, Gaffar, Cebbar, Tevvab,
Hakk gibi daha birçok mukaddes isimleri ve pek
muazzam sıfatları vardır. Bilhassa “Vücud” sıfatıyla
muttasıftır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma
ayrılır. Bir kısmı Sıfât-ı Selbiye’dir ki: Kıdem, beka,
havadise muhalefet, kıyam-ı bizzat, vahdaniyetten
ibaret olmak üzere beştir.
Diğer kısmı da, Sıfât-ı Zatiye ve Sıfât-ı Sübutiyedir
ki: Hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam,
284
Mesnevî-i Nuriye, Bediuzzaman, sahife: 192.. (24. Söz’ün
Birinci Dal’ı ile 14. Lem’a’nın 2. Makam’ına ve İşarâtü’l-
İ’caz’daki lafza-i celalin îzahına da bakılabilir.)
285

Şu âyetlere de müracaat: Yunus, 12/107; Hûd, 11/76; Yusuf,


12/110; Ra’d, 13/11; Enbiyâ, 21/40; Rum, 30/43; Şûrâ,
42/47.
286
Şua’lar, sahife: 146 (7. Şua’ın 19. Mertebesinin birinci
hakikatı).

249
tekvînden ibaret olmak üzere sekizdir. Bu kudsî
sıfatların hepsine birden Sıfât-ı Kelamiye de denir.” 287
“Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri, harika
güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri,
hakikat-ı kemalatın vücuduna bedahetle delâlet.. ve
bilhassa bu kâinatı hiçten îcad edip, her cihetle
mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlik’ın
kemâlâtına ve o Hâlik’ın ayna-i zîşuuru olan insanın
kemalatına şehadeti pek zahirdir.
Madem kemâlât hakikatı vardır. Ve madem kâinatı
kemâlât içinde îcad eden Hâlik’ın kemâlâtı
muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi
ve arzın halifesi ve Hâlik’ın en ehemmiyetli masnu’u
ve sevgilisi olan insanın kemalatı haktır ve
hakikatlıdır. Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz
kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde
yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı,
tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zâlimane mezbahası,
zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı
ile kemalatı görünen insanı, en bîçare ve en perişan
ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın
ayna-i kemalatı olan bütün mevcudatın şehadetiyle
nihayetsiz kemalat-ı kudsiyesi bulunan o Hâlik’ın
kemalatını setredip perde çekerek, netice-i faaliyetini
ve hallakıyetini iptal eden şirk elbette olamaz ve
hakikatsızdır.” 288
-۷۱-
‫ن‬
َ ‫دي‬
ّ ‫وم ِ ال‬ َ ِ ‫مال‬
ْ َ‫ك ي‬ ِ َ ‫عال‬
َ ‫مين َ ٰيا‬ َ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫ٰيا َر‬
‫ب‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ِ ‫صاب‬
ّ ‫ب ال‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
287
Büyük İslam İlmihali, Ömer Nasuhî Bilmen, sahife: 9..
Tafsilatlı bilgi isteyen, aynı eserin 10. ve 16. sahifelerine
baksın.
288
Şua’lar, sahife: 151-152.

250
‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬ ّ َ‫مت َط‬
ِ ‫ه‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫ح‬
ِ ُ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫واِبي‬
ّ ّ ‫الت‬
‫خي ُْر‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫سِني‬ ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ُ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫ح‬ ِ ُ‫ن ي‬ ْ ‫م‬
َ
‫ن‬َ ‫صِلي‬ ِ ‫فا‬َ ْ ‫خي ُْر ال‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫ري‬ ِ ‫ص‬
ِ ‫الّنا‬
‫و‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫ري‬ ِ ِ ‫شاك‬ ّ ‫خي ُْر ال‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
َ ‫دي‬ ِ ‫س‬ِ ‫ف‬ ْ ‫م‬ُ ْ ‫م ِبال‬ ُ َ ‫عل‬ْ َ‫أ‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey âlemlerin Rabbi, 2- Ey ceza gününün
sahibi, 3- Ey sabredenleri seven, 4- Ey tevbe
edenleri seven, 5- Ey temizlenenleri seven, 6- Ey
ihsan edenleri seven, 7- Ey yardım edenlerin en
hayırlısı olan, 8- Ey fasl edenlerin (ayırdeden,
hükmünü koyanların) en hayırlısı, 9- Ey şükürlerin
(teşekkürlerin, senaların) karşılığını verenlerin en
hayırlısı, 10- Ey müfsidleri (bozguncuları) en iyi
bilici olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.

Şerh
‫ن‬
َ ‫مي‬ِ َ ‫عققققال‬
َ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫“ َر‬Âlemlerin Rabbı” unvanı,
Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’da 42 yerde zikredilir.
“...Semavatta binler âlem var. Yıldızların bir
kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de her bir

251
cins mahlukat birer âlemdir. Hatta herbir insan
dahi küçük bir âlemdir. ‫ن‬ َ ‫مي‬ ِ َ ‫عال‬
َ ْ ‫ب ال‬
ّ ‫ َر‬ta’biri ise;
doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakk’ın
rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir
demektir...” 289
“ ‫ن‬ َ ‫مي‬ ِ َ ‫عققال‬َ ْ ‫ب ال‬ َ ‫’ َرب ّق‬de, ‫ك‬
ّ ‫ َر‬ve ‫ك‬ َ ‫ َرب ّق‬ta’biriyle
ehadiyeti ve:
‫ن‬ ِ َ ‫عققال‬
َ ‫مي‬ َ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫ َر‬ile vahidiyeti bildirir. Ehadiyet
içinde vahidiyeti ifade eder...” 290
“Evet biz gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta
binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar,
ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve tedbirinin
şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel
terbiye, tedbir, idare ediliyor ki; bütün kâinat bir
sahife gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer
satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir,
değişir bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir
ilim ve hikmet ve ihâtalı hadsiz bir rahmet ve dikkat
ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare
eden bir Rabbü’l-Âlemîn’in vücub-u vücuduna ve
vahdetine küllî ve cüz’î şehadetler.. zerreler ve
zerrelerden terekküb eden mevcudlar adedince
hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman
geliyorlar. Zerrat tarlasından tâ manzume-i
şemsiyeye, tâ samanyolu denilen kehkeşan dairesine
ve bir huceyre-i bedenden tâ zemin mahzenine, tâ
kâinat hey’et-i mecmuasına kadar aynı kanun, aynı
rububiyet, aynı hikmet ile beraber idare ve terbiye
eden bir rububiyeti tasdik ve hiss etmeyen, bilmeyen,
görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini
müstahik eder ve merhamete liyakatını selbeder.” 291
289
Osmanlıca Mektubat, sahife: 517.

290
Şua’lar, sahife: 248.
291
Şua’lar, sahife: 609.
252
“ ‫ب‬ ّ ‫ َر‬Yani herbir cüz’ü bir âlem mesabesinde
bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve
yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını kemal-i
intizamla tahrik eder. Evet Cenâb-ı Hakk, her şey
için bir nokta-i kemal ta’yin etmiştir. Ve o noktayı
elde etmek için o şeye bir meyl vermiştir. Her şey o
nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki
ma’nevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya
müteveccihen hareket etmektedir. Esna-i harekette
onlara yardım eden ve mâni’lerini def’eden,
şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesidir. Evet, kâinata
dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve
kabileleri gibi, kâinatın zerratı münferiden ve
müctemian Hâlık’larının kanununa imtisalen,
muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları
hissedilir. Yalnız bedbaht insanlar müstesna!
‫ن‬
َ ‫مي‬ِ َ ‫ ال َْعال‬Bu kelimenin sonundaki ‫ يتتن‬yalnız i’rab
alâmetidir. ‫ن‬ َ ‫ن * ث َ ٰلِثي‬
َ ‫ري‬ ْ ‫ع‬
ِ ‫ش‬ ِ gibi. Veya cem’ alâmetidir.
Çünkü âlemin ihtiva ettiği cüz’lerin herbirisi bir
âlemdir. Veyahut yalnız manzume-i şemsiyeye
münhasır değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu gayr-ı mütenahî
fezada çok âlemleri vardır. Evet:
‫ري‬ ِ ‫ج‬
ْ َ‫ت‬ ٍ َ ‫فل‬
‫ك‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ه‬ِ ّ ‫م ل ِ ٰل‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬
ْ َ‫ه ك‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬
‫مُر‬ َ ْ ‫و ال‬
َ ‫ق‬ َ ‫س‬ُ ‫م‬ ْ ‫ش‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ه‬ ِ ِ‫م ب‬ُ ‫جو‬ُ ّ ‫الن‬
‫ن‬ َ
َ ‫دي‬
ِ ‫ج‬
ِ ‫م ِلي ٰسا‬ ْ ‫ه‬ُ ُ ‫’أي ْت‬de‫ َر‬olduğu gibi, burada da
ukalâya mahsus cem’ sîgasıyla gayr-ı ukalâ
cem’lendirilmiştir. Bu ise kavaide muhaliftir?
Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer
mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belağatın en
makbul bir prensibidir. Zira kâinatın âlem ile
tesmiyesi, kâinatın Saniine, olan delâleti, şehadeti,
işareti içindir. Binaenaleyh kâinatın uzuvları da Sania
olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları

253
îcab eder. Öyle ise, Saniin o uzuvları terbiyesinden ve
o uzuvların da Sanii i’lam etmelerinden anlaşılır ki, o
uzuvlar birer hayy, birer âkıl, birer mütekellim
suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh bu cem’de
kavaide muhalefet yoktur.” 292
‫ن‬
ِ ‫دي‬ّ ‫ك ي َوْم ِ ال‬ ِ ِ ‫…“ ٰمال‬ceza gününün sahibi...” (Fatiha,
1/4)
“‫ن‬ِ ‫دي‬ ّ ‫ك ي َوْم ِ ال‬ِ ِ ‫ ٰمال‬mâkabliyle şu sıfatın nazmını iktiza
eden sebeb şudur ki: Şu sıfat, rahmeti ifade eden
mâkabline neticedir. Zira kıyametle saadet-i
ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet
rahmetin rahmet olması ve ni’metin ni’met olması
ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır.
Evet saadet-i ebediye olmasa, en büyük ni’metlerden
sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini
görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, en latîf
ni’metlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir
ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına
geçerler.
S- Cenâb-ı Hakk’ın, her şeye mâlik olduğu bir
hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsîsi
neye binaendir?
C- Şu âlemin, insanlarca hakir ve hasis sayılan bazı
şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzat mübaşereti,
azamet-i ilahiyeye münasib görülmediğinden, vaz’
edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref’iyle, her şeyin,
şeffaf, parlak iç yüzüyle tecellî edip; Sani’ini, Hâlik’ını
vasıtasız göreceğine işarettir.
ِ ‫ َيتتتوْم‬ta’biri ise; haşrin vukuunu gösteren
emarelerden birine işarettir. Şöyle ki:
Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık
bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği
zaman, behemehal ötekiler de devirlerini ikmal

292
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 18-19.

254
edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik yevm, sene,
ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde ta’yin edilen
ma’nevî millerden birisi devrini tamam etiğinde,
ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun)
devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza bir
gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük
kıyametleri, haşirleri gören bir adam; saadet-i
ebediyenin (haşrin tulû-u fecriyle, şahsı bir nev’
hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine şüphe
edemez.
ْ ‫ ِدي‬kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o
‫ن‬
gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür..
veya hakaik-ı diniyedir, çünkü hakaik-ı diniye o gün
tam ma’nasıyla meydana çıkar. Ve daire-i i’tikadın,
daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet
Cenâb-ı Hakk; müsebbebatı esbaba bağlamakla,
intizamı te’min eden bir nizamı kâinatta vaz’ etmiş..
ve her şeyi o nizama muraat etmeğe ve o nizamla
kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o
daire-i esbaba muraat ve merbutiyet etmeğe
mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i
esbab, daire-i i’tikada galib ise de; âhirette hakaik-ı
i’tikadiye tamamen tecellî etmekle daire-i esbaba
galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin
herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler
vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre
hareket lazımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda
iken; tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i i’tikada
bakan, Mu’tezile olur ki, te’siri esbaba verir. Ve
keza, daire-i i’tikadda iken; ruhuyla, îmanıyla daire-i
esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek,
Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkül ile
nizam-ı âleme muhalefet eder.” 293

293
İşarâtü’l-İ’caz, s. : 20.. Şu’alar adlı eserin 611. ve 612.
sahifelerine de müracaat.
255
Sabır hakkında 64. Ukde’nin şerhine bakabilirsiniz.
‫ن‬َ ‫ري‬ ِ ِ ‫صاب‬ّ ‫ب ال‬ ّ ‫ح‬ ِ ُ‫ه ي‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬ َ “ Zira Allah, sabredenleri
sever.” (Âl-i İmrân, 3/146)
‫ن‬
َ ‫ريتت‬ ِ ّ‫مت َط َه‬ُ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫ح‬ِ ُ ‫ن وَ ي‬ َ ‫واِبي‬ّ ّ ‫ب الت‬ ّ ‫ح‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ِ ُ‫ه ي‬ ّ ِ ‫“إ‬Şübhesiz
Allah, tevbe edenleri sever. Temizlenenleri de sever.”
(Bakara, 2/222)294
“...Evet, kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî,
umumî tanzif, elbette ism-i Kuddûs’ün cilvesi ve
muktezasıdır. Evet, nasıl ki bütün mahlukatın
tesbihatları ism-i Kuddûs’e bakar. Öyle de, bütün
nezafetlerini de Kuddûs ismi Haşiye ister. Nezafetin bu
kudsî intisabındandır ki: ‫ن‬ ِ ‫لي ٰمقق ا‬ ِ ‫نا‬ َ ‫مقق‬ ِ ‫ة‬
ُ ‫فقق‬ َ ‫ٰظا‬ ّ ‫َالن‬
hadîsi, nezafeti îmanın nurundan saymış..
‫ن‬َ ‫ريق‬ ّ َ‫مت َط‬
ِ ‫ه‬ ُ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫حق‬ ِ ُ‫و ي‬ َ ‫ن‬ َ ‫واِبي‬ ّ ّ ‫ب الت‬ ّ ‫ح‬ ِ ُ‫ه ي‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ّ ِ ‫إ‬âyeti
dahi, tahareti muhabbet-i ilahiyenin bir medârı
göstermiş.” 295
‫ن‬ َ ‫سِني‬ ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ُ ْ ‫ب ال‬ ّ ‫ح‬ ِ ُ‫ه ي‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ِ ‫“إ‬Şübhesiz Allah, ihsan
edenleri sever.” (Bakara, 2/195; Maide, 5/13)296
“...Başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs
müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek, -yani
Hazreti Cebrail- beyaz libaslı bir insan suretinde
gelmiş. Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam),
sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş:
‫ن‬ ُ ‫ح ٰسققا‬ ْ ‫مققا ال‬ َ ‫و‬ َ ‫م‬ ُ ‫س ٰل‬ ْ ِ ‫ما ال‬ َ ‫و‬ َ ‫ن‬ ُ ‫لي ٰما‬ ِ ‫ما ا‬
Yani: َ
Îman, İslam, İhsan nedir? Ta’rif et. Rasul-ü Ekrem

294
Yine bak: Tevbe, 9/108.

Haşiye:
295
Kötü hasletler, batıl i’tikatlar, günahlar, bid’alar
ma’nevî kirlerden
olduklarını unutmamalıyız.

Osmanlıca Lem’alar, s. : 796-797.

296
Aynı ma’nada: Âl-i İmrân, 3/134-148; Maide, 5/93.

256
(aleyhissalatü vesselam) ta’rif etmiş. Oradaki
cemaat-i sahabe, hem ders almış, hem de o zatı iyi
görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde
alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu.
O vakit Rasul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam)
ferman etmiş ki: Size ders vermek için Cebrail böyle
yaptı.” 297
“Elhasıl: Hadîste vardır ki:
‫ن‬
َ ‫مو‬ ُ ِ ‫ك ال ْ ٰعال‬ َ َ ‫هل‬
َ ‫و‬ َ ‫ن‬
َ ‫مو‬ ُ ِ ‫س إ ِل ّ ال ٰعال‬ ُ ‫ك ال ّٰنا‬ َ َ ‫هل‬َ
‫ن‬
َ ‫صو‬ُ ِ ‫خل‬ ُ ْ ‫ن إ ِل ّ ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫مُلو‬ ِ ‫ك ال ْ ٰعا‬ َ َ ‫هل‬
َ ‫و‬ َ ‫ن‬َ ‫مُلو‬ ِ ‫إ ِل ّ ال ْ ٰعا‬
ٍ ‫ظيم‬ِ ‫ع‬ َ ‫ر‬ ٍ َ‫خط‬ َ ‫ع ٰلى‬ َ ‫ن‬ َ ‫صو‬ ُ ِ ‫خل‬
ْ ‫م‬ُ ْ ‫و ال‬
َ
Yani: Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası
kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel,
batmanlarla halis olmayana müreccahtır. İhlası
kazandıran harekatındaki sebebi, sırf bir emr-i ilahî ve
neticesi rıza-yı ilahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i
ilahiyeye karışmamalı. Her şeyde bir ihlas var. Hatta
muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî
ve ücretli muhabbete tereccuh eder.” 298
‫ن‬َ ‫ري‬ِ ‫صقق‬
ِ ‫خْيققُر الّنا‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬َ ‫م‬ ْ ُ ‫و ٰليك‬
ْ ‫م‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ‫ب‬
ِ “Bilakis
Allah, mevlânızdır ve O, yardım edenlerin en
hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/150)
“...Evet şimdiki cumhuriyet perdesi altında bu
dehşetli istibdadı yapan mason komitesi, üç yüz on
dörtteki Yunan harbinde fırsat bekleyip; eğer Yunan
galebe etseydi, meydana atılmak emelinde iken:
‫ن‬َ ‫ري‬
ِ ‫صق‬ِ ‫خي ُْر الّنا‬
َ (‫ه‬ ُ ّ ‫و )ال ٰل‬
َ ‫ه‬ُ ‫و‬ َ âyet-i celîlesinin hem
ma’nasıyla, hem bin üç yüz on dört aded-i tevafukla,
Yunan’ın mağlubiyetini i’lan edip, mason komitesini
susturdu. Üç yüz on dörtten tâ üç yüz yirmi dört ile

297
Mektubat, Said Nursî, s. : 170-171; Buharî, cild: 1, s. : 19-
20; Müslim, îman bahsi, -Fellah Abdurrahman Abdullah’ın
tahrici ile- .
298
Osmanlıca Lem’alar, s. : 294.
257
kırk ikiye ve kırk dörde kadar susturdu.” 299

‫خْيققُر‬
َ ‫و‬ َ ‫هقق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ق‬ َ ْ ‫ص ال‬
ّ ‫حقق‬ ُ َ‫ه ي‬
ّ ‫ققق‬ ّٰ ِ ‫م إ ِل ّ ل‬
ِ ‫لقق‬ ُ ‫كقق‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫ح‬ ِ ِ‫إ‬
‫ن‬
َ ‫صِلي‬
ِ ‫فا‬ َ ْ ‫“ ال‬Hüküm ancak Allah’ındır. Gerçeği söyler
(anlatır). Hem fasl edenlerin (ayırd edip hüküm
koyanların) en hayırlısıdır.” (En’am, 6/57)
Mevlâ Teâlâ ve Tekaddes’in, yapılan kullukların
ve şükürlerin karşılığını verici olduğunu bildiren
âyetler: (Bakara, 2/158; Nisâ, 4/147; Fatır, 35/30;
34; Şûrâ, 42/23; Tegabün, 64/17).
Şükre dair hadîsler:
‫صّلى‬ َ
َ ‫ي‬ ّ ِ ‫ن الن ّب‬ ّ ‫عن ْ ٰها أ‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬ َ ‫ض‬ ِ ‫ة َر‬ َ ‫ش‬ َ ِ ‫ن ٰعائ‬ ْ ‫ع‬ َ
‫ح ّٰتى‬ َ ‫ل‬ ِ ْ ‫ن الل ّي‬ َ ‫م‬ ِ ‫م‬ُ ‫قو‬ ُ َ‫ن ي‬ َ ‫م ٰكا‬ َ ّ ‫سل‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ال ٰل‬
‫ه ٰذا ٰيا‬ َ ‫ع‬ ُ َ ‫صن‬ْ َ‫م ت‬ َ ِ‫ ل‬: ‫ه‬ ُ َ‫ت ل‬ ُ ْ ‫قل‬ ُ ‫ف‬ َ ُ‫قدَ ٰماه‬ َ ‫فطَّر‬ َ َ ‫ي َت‬
‫ن‬ْ ‫م‬
ِ ‫م‬ َ ّ‫قد‬ َ َ ‫ك ٰما ت‬ َ َ‫ه ل‬ُ ّ ‫فَر ال ٰل‬ َ ‫غ‬َ ْ‫قد‬ َ ‫و‬ َ !‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ َ ‫سو‬ ُ ‫َر‬
‫دا‬ ُ ‫نأ‬َ َ ُ َ
َ ‫أ‬:‫ل‬ َ ‫قا‬ َ ‫خَر؟‬ َ َ ِ ‫ذَن ْب‬
ً ْ ‫عب‬
َ ‫ن‬ َ ‫كو‬ ْ ‫بأ‬ ّ ‫ح‬ ِ ‫ف ٰل ا‬ ّ ‫و ٰما ت َا‬ َ ‫ك‬
(‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬َ ‫ق‬ ٌ ‫ف‬ َ ّ ‫مت‬ ُ )‫كوًرا ؟‬ ُ ‫ش‬ َ
Âişe (r.a.)’dan: Resûlullah (s.a.s.) geceleyin
ayakları şişinceye kadar kıyamda kalırdı.
— Yâ Rasûlallah! Niçin böyle yapıyorsunuz?
Halbuki Allah (c.c.) senin geçmişteki ve
gelecekteki (bütün) günahlarını bağışlamıştır,
dedim. (O, şöyle) buyurdu:
— Şükreden bir kul olmak istemez miyim?300
َ ‫قا‬
:‫ل‬ َ ‫م‬َ ّ ‫سل‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬َ ‫ه‬ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ ِ ‫سو‬ُ ‫ن َر‬ ْ ‫ع‬َ
‫و‬ َ ‫ه‬ ّ ْ ُ َ ّ ُ‫ك‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ف‬ ِ ‫د ل ِ ٰل‬ ِ ‫م‬ْ ‫ح‬َ ‫ه ِبال‬ ِ ‫في‬ ِ ‫ل ٰل ي ُب ْدَأ‬ ٍ ‫ر ِذي ٰبا‬ ٍ ‫م‬ْ ‫لأ‬
َ َ
) ُ‫غي ُْره‬َ ‫و‬ َ َ ‫ود‬
ُ ‫دا‬ َ ‫واهُ أُبو‬ َ ‫ع ( َر‬ ُ َ ‫قط‬ْ ‫أ‬

299

29. Mektub’un Sekizinci Kısmının dördüncü remzi, s. : 5.

300
Hadîsi, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn,
98.

258
Rasul-ü Ekrem (s.a.s.) kendisinden yapılan
rivayete göre şöyle buyurmuştur:
“Allah’a hamd ile başlamayan her mühim iş,
kesiktir (bereketsiz, feyizsizdir).301
‫ن‬
َ ‫دي‬
ِ ‫سق‬
ِ ‫ف‬ ُ ْ ‫م ِبال‬
ْ ‫م‬ ْ َ‫ك أ‬
ُ ‫عَلق‬ َ ‫و َرّبق‬
َ “Rabbin ise, ifsad
edenleri (bozguncuları) en iyi bilendir.” (Yunus,
10/40)
“...Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî; o
milletin, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle
çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun
eder ki; hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y
ve ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarayı
zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp, bankaları
te’sîse sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem’-i mal
eden, o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima
zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden
intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine
karışan ve her nevi’ ihtilale parmak karıştıran, yine o
millet olduğunu ifade ediyor.” 302
“Onbeşinci Mes’ele: Ye’cûc ve Me’cûc
hadisatının icmali Kur’ân’da olduğu gibi, rivayette bir
kısım tafsilat var. Ve o tafsilat ise, Kur’ân’ın
muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki
bir derece müteşabih sayılır. Onlar te’vil isterler.
Belki râvilerin ictihadları karışmasıyla, ta’bir isterler.
Evet, ‫ه‬ ُ ّ ‫ب إ ِل ّ ال ٰل‬ َ ْ ‫م ال‬
َ ْ ‫غي‬ ُ َ ‫عل‬
ْ َ ‫ل ي‬bunun
ٰ bir te’vili şudur
ki:
Kur’ân’ın lisan-ı semavîsinde Ye’cüc ve Me’cüc namı
301
Hadîs-i hasendir. Ebu Davud ve diğerleri rivayet etmiştir:
Riyazu’s-Salihîn, 1423. hadîs.

302
Osmanlıca Sözler, s. : 590-591.. İfsad hususunda bakınız:
Riyazu’s-Salihîn, İmam-ı Nevevî, cild: 3, hadis no: 1840. ile
1852. hadîslerin arasında zikredilmiş olan bütün hadîsler;
Tefekkürname’nin (müellifi: Said Nursî) âhirinde kayd
edilmiş olan 9, 10, 14, 26, 27. hadîsler..
259
verilen Mançur ve Moğol kabîleleri eski zamanda Çin-i
Maçin’den bir kısım başka kabîleleri beraber alarak,
kaç def’a Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi;
gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber
edeceklerine işaret ve kinayedir. Hatta şimdi de
komunistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı
onlardandır. Evet, ihtilal-i Fransevî’de hurriyet-
perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi,
tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise, bir kısım mukaddesatı
tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilahare bolşevikliğe
inkılab etti. Ve bolşeviklik dahi, çok mukaddesat-ı
ahlakiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan,
elbette ektikleri tohumlar, hiçbir kayd ve hürmet
tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünki: Kalb-
i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve
zekavet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar
canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare
edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise, hem
mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette
geri kalan çapulcu kabîleler olacak. Ve o şeraite
muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin’de kırk günlük bir
mesafede yapılan ve acaib-i seb’a-i âlemden birisi
bulunan Sedd-i Çin’in binasına sebebiyet veren Mançur
ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabîleleridir ki; Kur’ân’ın
mücmel haberini tefsir eden Zat-ı Ahmediye (s.a.v.),
mu’cizane ve muhakkikane haber vermiş.” 303
“‫ض‬ َ ْ ُ‫و ي‬
ِ ‫في الْر‬
ِ ‫ن‬
َ ‫دو‬
ُ ‫س‬
ِ ‫ف‬ َ Evet, fıskla bozulan bir
adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi,
çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, ma’ruz
kaldığı o dehşetli hâlet bir parça hafif olsun. Çünki
musîbet umumî olursa, hafif olur. Ve keza bir şahsın
kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek
hissiyatı, kemalatı sukut etmeye başlar. Kalbinde
tahribata, fenalığa bir meyl, bir zevk peyda olur.
Yavaş yavaş o meyl kalbinde büyür. Sonra o şahıs,
303
Şua’lar, s. : 588.

260
bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur.
İşte o vakit o şahıs tam ma’nasıyla, arzda yırtıcı bir
hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir bela, fesadı
durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.” 304
َ
‫ت‬
ِ ‫و ٰسا‬ َ ‫ه‬ َ ْ ‫ف ٰها ٓءُ ِبال‬َ ‫س‬
ّ ‫ل ال‬ ُ ‫ثٰجا‬ َ ‫ر‬ّ ّ ‫إ ِ” ٰذا ت َالأن‬
‫ت‬
ِ ‫قا ٰحا‬ َ ْ ‫ت ِبال‬
َ ‫و‬ ُ ‫ش ٰزا‬ ِ ‫سآالّنا‬
ُ‫ل الن ّ ٰ ء‬َ ‫ج‬ ّ ‫ذا ت ََر‬ ً ِ‫إ‬
Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan
uçurmuş.
Hurmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i
İslam onları
Rahmeten da’vet eder eski yuvalarına, hürmetleri
orada.
Rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri.
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lutf-u cemali ismet, hüsn-
ü kemali şefkat.
Eğlencesi evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir sebat
kararı
Lazımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel
karı girdikçe,
Riya ile rekabet, hased ile hodkâmlık depretir
damarları
Yatmış olan hevesat birdenbire uyanır. Taife-i
nisâda serbestî
İnkişafı sebeb olmuş beşerde ahlak-ı seyyienin
birdenbire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda şu
suretler denilen
Küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri
pek azîmdir, hem müdhiştir te’siri. Haşiye
Memnu’ heykel, suretler ya zulm-ü mütehaccir, ya
mütecessid riya,
304
İşarâtü’l-İ’caz, s. : 174. Yine bkz. : Aynı eser, s. : 166.

261
Ya müncemid hevestir, ya tılsımdır. Celb eder o
habîs ervahları. ” 305
Bir nüshada son üç nidâ yerine:
‫ك‬ َ ‫ر‬
ِ ْ‫مقد‬ُ ‫ن * ٰيق ا‬
َ ‫جيق‬ ْ َ‫ن ٰ*يا ظ‬
ِ ّ ‫هقَر ال ٰل‬ ّ ‫ة ال‬
َ ‫طال ِِبي‬ َ َ ‫ٰيا ٰغاي‬
‫ن‬َ ‫رِبي‬ ْ
ِ ‫“ال ٰها‬Ey taliblerin (isteyenlerin) gayesi, ey
iltica edenlere arka çıkan (himaye eden), ey
kaçanlara yetişen!” nidâları vâriddir.

-۷۲-
‫عيد‬
ِ ‫م‬ ُ ‫د‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫َيا‬ ‫ئ‬ ِ ْ ‫مب‬
ُ ‫ك َيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيا‬ ‫د‬
ُ ‫مي‬
ِ ‫ح‬
َ ‫َيا‬ ُ ‫حي‬
‫ط‬ ِ ‫م‬ُ ‫َيا‬ ُ ‫في‬
‫ظ‬ ِ ‫ح‬
َ ‫َُيا‬
‫عّز‬
ِ ‫م‬
ُ ‫َيا‬ ‫ث‬
ُ ‫غي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫َيا‬ ‫ت‬
ُ ‫قي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫َيا‬ ‫د‬
ُ ‫جي‬
ِ ‫م‬
َ
ّ ‫ذ‬
‫ل‬ ِ ‫م‬
ُ ‫َيا‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
(mahlukatı) yoktan var eden, 2- Ey tekrar iade eden
(yeniden dirilten, meydana getiren), 3- Ey koruyan, 4-
Haşiye:
305
Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak, nefsin
dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de; rahmete muhtaç bir
bîçare meyyitenin güzel tasvîrine müştehiyane bir nazarla
bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.

Âsâr-ı Bediiye, Bediuzzaman, sahife: 566.. Ayrıca şu


mevzu’lar da okunsa, iyidir: 5. Şua’, İşarâtü’l-İ’caz
(münafıklar bahsi), Muhakemat (sahife: 60.. 63), Âsar-ı
Bediiye (sahife: 596).

262
Ey kuşatıcı, 5- Ey hamd edilen (övülmeye lâyık olan),
6- Ey mecd (şeref, üstünlük, yücelik) sahibi, 7- Ey kût
veren (gıdalandıran, maîşetini te’min eden), 8- Ey
imdada yetişen, 9- Ey izzet veren (azîz yapan,
yükselten), 10- Ey zelîl kılan (zillet veren, alçaltıcı)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada, beşinci ve altıncı nidâların yerinde
‫ق‬
ُ ‫في‬ ِ ‫شق‬ َ ‫“ ٰيا‬Ey şefkatli!” , ‫ق‬ ُ ‫فيق‬
ِ ‫“ ٰيق ا َر‬Ey refîk
(refakat eden, arkadaş olan, yardımda bulunan)!”
nidâları mukayyeddir.
ُ ‫ه هُ توَ ي ُب ْتد ِئُ وَ ي ُِعي تد‬
ُ ‫“ إ ِن ّت‬Muhakkak ki O, baştan
yaratır ve sonra iade eder (tekrar meydana
getirir).” (Burûc, 85/13)306
“Evet, Kadîr-i Zülcelal’in iki tarzda icadı var:
Biri: İhtira ve ibda’ iledir. Yani hiçten, yoktan
vücud veriyor ve ona lazım her şeyi de, hiçten îcad
edip eline veriyor.
Diğeri: İnşâ ile, san’at iledir. Yani kemal-i hikmetini
ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakîk
hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım
mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tabi’ olan
zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunu ile onlara
gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kâdir-i Mutlak’ın iki
tarzda, hem ibda’, hem inşa suretinde îcadı var. Varı
yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en sühûletli,
belki daimî ve umumî bir kanunudur. Bir baharda üç
yüz bin enva-ı zîhayat mahlukatın şekillerini,
sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat

306
Aynı mealde: Ankebût, 29/19.. Şu âyetlere de müracaat:
Yunus, 10/4-34; İsrâ, 17/51; Tâhâ, 20/55; Enbiyâ, 21/104;
Neml, 27/64; Rum, 30/11- 27; Nuh, 71/18.

263
ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, yoku
var edemez diyen adam yok olmalı!” 307
“ ‫و‬ َ ‫هق‬ ُ ‫و‬ َ ُ‫عيقدُه‬ ِ ُ‫م ي‬ّ ‫ق ث ُق‬ َ ‫خل ْق‬ َ ْ ‫ؤ ال‬ ِ ّ ‫و ال‬
ُ َ‫ذي ي َب ْقد‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫ه‬ َ َ
ِ ْ ‫علي‬ َ ‫ن‬ ُ ‫و‬ َ ‫ه‬ْ ‫ أ‬Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz,
dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.
Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa,
sonra bir boru ile çağrılsa; kolay bir suretle tabur
bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur
teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle
de; bir bedende birbiriyle imtizaç ile ünsiyet ve
münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hazreti
İsrafil Aleyhisselâm’ın Sûr’u ile, Hâlik-ı Zülcelal’in
emrine: Lebbeyk!, demeleri ve toplanmaları aklen
birinci îcaddan daha kolay, daha mümkündür.
Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lazım
değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve
hadîste ‫ب‬ ِ َ ‫ب الذّن‬ ُ ‫ج‬ ْ ‫ع‬ َ ta’bir edilen ecza-yı esasiye
ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır,
temeldir. Sani-i Hakîm, beden-i insanîyi onların
üstünde bina eder. ” 308
Hafîz=muhafaza eden, koruyan ism-i şerîfi şu
âyetlerde geçmektedir: Hûd, 11/57; Sebe’, 34/21;
Şûrâ, 42/6.
‫ن‬َ ‫ري‬ِ ‫ف‬ ِ ‫ط ِبال ْك َققا‬
ٌ ‫حي‬ ِ ‫م‬ُ ‫ه‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬ َ “Zira Allah, kâfirleri
309
kuşatıcıdır.” (Bakara, 2/19)
َ ‫مو‬
‫د‬
ٌ ‫مي ق‬ ِ ‫ح‬ َ ‫ي‬ َ ‫ه‬
ّ ِ ‫غن‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ‫ٓأ‬ ‫عل َ ُ ا‬ْ ‫وا‬ َ “Biliniz ki Allah
307
Lem’alar, s. : 407- 408.

308
Osmanlıca Sözler, sahife: 768-769.. Nokta Risalesi’nin
(müellifi: Bediuzzaman) haşre dair birinci makamının
onuncu menbaında aynı ma’nada îzahat vardır, mutalaa
edilebilir.
309

Cenâb-ı Hakk’ın kuşatıcı olduğu şu âyetlerde de tasrih


edilmiştir: Âl-i
264
zengindir, övülmüştür (övülmeye lâyık olandır).”
(Bakara, 2/267)310
‫د‬
ٌ ‫جي ق‬
ِ ‫م‬ َ ٌ‫ميد‬ ِ ‫ح‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫“ إ ِن‬Hakikaten O; hamde layık,
mecd (şeref) sahibidir.” (Hûd, 11/73)311
‫قيًتققا‬ِ ‫م‬ُ ‫ء‬ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ ُ ّ ‫ن ال ٰل‬
َ ‫ه‬ َ ‫و‬
َ ‫كا‬ َ “Allah, her
şeye kûtunu (vücudu ve yaşaması için gerekli
olan şeyleri) vermiştir.” Bu âyete şu ma’nâlar da
verilmiştir: “Allah, her şeye muktedirdir.. her şeyi
gözeticidir.. her şeye şahiddir.” (Nisâ, 4/85)312
“...Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, bir
ta’limgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat
fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin
ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin
rububiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye
yetişmesine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün
zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine kuru ve basit
bir topraktan rahîmane, kerîmane verilmesi ve hadsiz
o efradın, kemal-i musahhariyetle evamir-i
rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümulünü
ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösteriyor. Hem,
zeminde değişmekte bulunan mahlukat kafilelerinin
sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve
hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi, her şeye
tealluk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden
nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihâta-i ilmine
ve hikmetine delâlet eder. Hem, zeminde kısa bir

310
İmrân, 3/120; Nisâ, 4/108-126; Enfal, 8/47; Hûd, 11/92;
Fussılet, 41/54; Burûc, 85/20.

Esma-i ilahiyeden olan Hamîd ismi, Kur’ân’da 17 yerde


mezkurdur.

311
Mecîd ism-i ilahîsini zikreden diğer âyet: Burûc, 85/15.
312
Bakınız: Kur’ân-ı Kerim Lugatı, s. : 402.. Şu âyete de
bakınız: Fussılet, 41/10.

265
zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman
yaşayacak gibi isti’dad ve ma’nevî cihazat ile techiz
edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan
için, bu ta’limgâh-ı dünyada ve bu muvakkat
ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde, bu
kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz
tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı sübhaniye
ve bu gayetsiz ihsanat-ı ilahiye, elbette ve herhalde
bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık, kederli
hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki,
ancak başka ve ebedî bir ömür ve baki bir dâr-ı
saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada
bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet
eder...” 313
Muğîs (meded verici, yardıma yetişen) ismi
hususunda gerekli açıklama için, 29. Mektub’un
beşinci kısmına müracaat ediniz.
ُ ‫ٓء‬ َ َ‫ن ت‬
‫شققا‬ ْ ‫مق‬ ّ ‫ذ‬
َ ‫ل‬ ِ ‫و ت ُق‬
َ ُ‫قاء‬
ٓ‫شق‬َ َ‫ن ت‬
ْ ‫مق‬
َ ‫ع قّز‬
ِ ُ‫و ت‬
َ “ Hem,
dilediğini azîz edersin; dilediğine de zillet
verirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)
“Yâ ilahenâ! Rabbimiz Sensin. Çünki biz abdiz.
Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye
eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünki biz
mahlukuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak Sensin. Çünki
biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi
yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin
Malik. Çünki biz memlûküz, bizden başkası bizde
tasarruf ediyor. Demek malikimiz Sensin. Hem Sen
Azîz’sin, izzet ve azamet sahibisin. Biz zilletimize
bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var.
Demek Senin izzetinin aynasıyız. Hem Sensin
Ganiyy-i Mutlak. Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline,

313
Şua’lar, Münacât Risalesi, sahife: 47.

266
yetişmediği bir gına veriliyor. Demek Ganiyy
Sensin, veren Sensin. Hem Sen Hayy-ı Bâkî’sin.
Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde bir
daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen
Bâkî’sin. Çünki biz fena ve zevalimizde, Senin
devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren,
atiyye veren Sensin. Çünki biz umum mevcudat,
kâlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz,
niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine
geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize
cevab veren Sensin...” 314
-۷۳-
َ ‫ه‬
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫د ٰيا‬ ِ َ ‫حدٌ ب ِل‬
ّ ‫ض‬ َ ‫وأ‬َ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
َ ‫مدٌ ب ِل‬َ ‫ص‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫فْردٌ ب ِل َ ن ِدّ ٰيا‬
َ
‫ع ٰيا‬ ٍ ‫ف‬ ْ ‫ش‬َ َ ‫وت ٌْر ب ِل‬ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ٍ ْ ‫عي‬ َ
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ر ٰيا‬ ٍ ‫زي‬ ِ ‫و‬َ َ ‫ب ب ِل‬ ّ ‫و َر‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ
‫ن‬
ٌ ‫طا‬َ ْ ‫سل‬ ُ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ر ٰيا‬ ٍ ‫ق‬ ْ ‫ف‬َ َ ‫ي ب ِل‬
ّ ِ ‫غن‬ َ
َ ‫ك ب ِل‬
ٌ ‫مِلي‬َ ‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ل ٰيا‬ َ َ ‫ب ِل‬
ٍ ‫عْز‬
ِ َ ‫جودٌ ب ِل‬
ٍ ْ ‫مث‬
‫ل‬ ُ ‫و‬ْ ‫م‬
َ ‫و‬َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ز ٰيا‬ ٍ ‫ج‬ْ ‫ع‬َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

314
Osmanlıca Mektubat, sahife: 383 - 384.
267
Meal
1- Ey zıddı olmayan Ehad (tek olan Zat-ı
Akdes), 2- Ey dengi olmayan Ferd, 3- Ey kusursuz
Samed (ihtiyaçsız) olan, 4- Ey çifti (eşi) olmayan
tek (olan Zat-ı Akdes), 5- Ey vezirsiz olan Rabb, 6-
Ey fakirliği olmayan zengin, 7- Ey azl edilemeyen
Sultan, 8- Ey aczden münezzeh Melîk (Padişah-ı
Bîmisal), 9- Ey misilsiz (benzeri olmayan)
mevcud!..
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada ‫ف‬ ٍ ‫وْتققٌر ب ِل َ ك َْيقق‬
ِ ‫و‬
َ ‫هقق‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫مقق‬
َ ‫“ ٰيقق ا‬Ey
keyfiyetsiz (eşsiz, kıyas edilemeyecek derecede)
tek olan!” nidâsı mevcuddur.
‫د‬ َ ‫هو اللق‬ ْ ‫ق‬ُ “De ki: O Allah, tektir.”
ٌ ‫حق‬َ ‫هأ‬ُ َ ُ ‫ل‬
(İhlâs, 112/1)
“...Vahidiyet ise; bütün o mevcudat birinindir
ve birine bakar ve birinin îcadıdır demektir.
Ehadiyet ise; her bir şeyde Hâlik-ı küll-ü şeyin
ekser esması tecellî ediyor demektir. Meselâ:
Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihâta ettiği
haysiyetiyle vahidiyet misalini gösterir. Ve her
bir şeffaf cüz’de ve su katrelerinde güneşin
ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir
nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini
gösterir. Ve her bir şeyde, hususan zîhayatta ve
bilhassa her bir insanda o Saniin ekser esması
onda tecelli ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir...
...İşte celal ve haşmet noktasında vahidiyet

268
göründüğü gibi; cemal ve rahmet noktasında
dahi ni’met ve ihsan, ehadiyet-i ilahiyeyi i’lan
eder. Çünki zîhayatta ve bilhassa insanda, o
derece san’at-ı camia içinde hadsiz enva-ı
ni’meti anlayacak, kabul edecek, isteyecek
cihazat ve âletler vardır ki; bütün kâinatta
tecellî eden bütün esmasının cilvesine
mazhardır. Âdeta bir nokta-i mihrakiye
hükmünde bütün esmâ-i hüsnâyı birden,
mahiyetinin aynasıyla gösterir. Ve onunla o
ehadiyet-i ilahiyeyi i’lan eder.” 315
“‫و‬
َ ‫هق‬ُ ‫ل‬ ُ Itlak ile ta’yini, tevhid-i şuhuda
ْ ‫قق‬
işarettir:
َ
‫و‬
َ ‫ه‬ُ ّ ‫ة إ ِل‬ ِ ‫ق‬َ ‫قي‬ ِ ‫ح‬َ ْ ‫ر ال‬ِ َ‫هودَ ب ِن َظ‬ ُ ‫ش‬ ْ ‫م‬ َ ‫ ٰل‬: ‫ي‬ ْ ‫أ‬
‫د‬ َ ‫ الل‬tevhid-i ülûhiyete tasrihtir:
ٌ ‫ح‬َ ‫هأ‬ ُ
‫و‬ ُ ّ ‫عُبودَ إ ِل‬ َ
َ ‫ه‬ ْ ‫م‬َ ‫ ٰل‬: ‫ي‬ ْ ”‫ أ‬316
َ َ
‫ن‬
َ ‫مققو‬ ُ َ ‫عل‬
ْ َ‫م ت‬ْ ‫و أن ْت ُق‬ َ ‫دا‬ ً ‫دا‬ ِ ‫عل ُققوا ل ِ ٰل ّق‬
َ ‫ه أن ْق‬ ْ َ ‫فل َ ت‬
َ ‫ج‬ َ “O
halde, bile bile Allah’a eşler (denkler) koşmayınız.”
(Bakara, 2/22)317

315
Osmanlıca Mektubat, s. : 372, 373, 374.

316
Hutbe-i Şamiye, sahife: 133.. Mevzu’ ile alakalı diğer yerler:
16. Söz’ün birinci şua’ı, 22. Söz’ün ikinci makamının birinci
lem’ası, 25. Söz’ün Birinci Şu’le’sinin Birinci Şua’ının İkinci
Sureti’nin Birinci Nokta’sı, 32. Söz’ün İkinci Mevkıf’ı,
Gençlik Rehberi’ndeki (müellifi: Said Nursî) Hüve Nüktesi,
20. Mektub’un 2. Makam’ının Onuncu Kelime’sinin 3.
Nükte’sindeki üçüncü menba’, 14. Lem’a’nın 2. Makam’ının
ikinci ve dördüncü sırları, 4. Şua’ın birinci mertebesi, 2.
Şua’, 15. Şua’ın İkinci Makam’ındaki kudret bahsinin
üçüncü ve yedinci basamakları...

317
Diğer âyetler: Bakara, 2/165; İbrâhim, 14/30; Sebe’, 34/33;
Zümer, 39/8; Fussılet, 41/9.

269
‫د‬
ُ ‫م‬
َ ‫ص‬ ُ ّ ‫“ َال ٰل‬Allah,
ّ ‫ه ال‬ Samed’dir (hiç kimseye ve
hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, herkes ve herşey
O’na muhtaçtır.” (İhlâs, 112/2)
“...Şimdi, hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Tecellî-i
ehadiyete, cilve-i samediyete aynalıktır. Yani bütün
âleme tecellî eden esmanın nokta-i mihrakiyesi
hükmünde bir camiiyetle, Zat-ı Ehad-i Samed’e
aynalıktır.” 318
‫كي‬
ِ َ‫ي‬ 3 ‫ي‬
ْ ‫جو‬
ُ ‫كي‬ ِ ‫ ي‬2‫ن‬ْ ‫خوا‬َ ‫كي‬ ِ َ ‫ ي‬1 ْ‫خواه‬َ ‫كي‬ ِ َ‫ي‬
6 ‫ي‬
ْ ‫گو‬ُ ‫كي‬
ِ َ‫ ي‬5 ‫ن‬ْ ‫دا‬
َ ‫كي‬ ِ َ‫ ي‬4 ‫ن‬ْ ‫” ِبي‬
1.Yani: Yalnız biri iste. Başkaları istenmeye
değmiyor.
2. Biri çağır. Başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri taleb et. Başkalar lâyık değiller.
4. Biri gör. Başkalar her vakit görünmüyorlar,
zeval perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil. Ma’rifetine yardım etmeyen başka
bilmekler faydasızdır.
6. Biri söyle. O’na aid olmayan sözler,
mâlâya’nî sayılabilir. ” 319
“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı
istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr
istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender
hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” 320
“...Rabbinize ibadet yaptığınızda, şerik
yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah’tır. Sizi nev’iniz
ile beraber halk eden O’dur. Ve arzı size mesken

318
Osmanlıca Sözler, s. : 183.

319
Îman ve Küfür Muvazeneleri, s. : 89-90.. Ferd isminin
genişçe açıklaması için 30. Lem’a’nın 4. Nükte’sine bakınız.

320
Îman ve Küfür Muvazeneleri, sahife: 92.

270
olarak hazırlayan O’dur. Semayı sizin binanıza dam
olarak yaratan O’dur. Ve sizin rızık maîşetinizi tedarik
için, suları gönderen O’dur. Hulâsa bütün ni’metler
O’nundur. Öyle ise, bütün şükürler ve ibadetler de
ancak O’nadır.321
“ ‫دا‬ َ
ً ‫نتت ٰدا‬Endad,
ْ‫أ‬ niddin cem’idir. Nidd ise, misil
ma’nasındadır. Halbuki Cenâb-ı Hakk’a yapılan misil,
O’nun zıddı olur. Bir şey hem zıd, hem misil olamaz ve
bir şeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyle ise mislin
bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder. Endadın,
sîga-i cem’ ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir.
Yani: Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenâb-ı
Hakk’a nasıl bir sürü misil ve zıd yapıyorsunuz?.. Ve
keza bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani: Ne
zatında ve ne sıfâtında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi
yoktur.. Ve keza Vesenî, Sâbiî, ehl-i teslis, ehl-i tabiat
gibi fırak-ı dâllenin tevehhüm ettikleri şeriklerin
tabakalarına işarettir.
İ h t a r : Vesenî mezhebinin menşei; yıldızları ilâh
i’tikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti
tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.” 322
“...Üçüncü cümle: ‫د‬ُ ‫م‬
َ ‫ص‬
ّ ‫ه ال‬ُ ّ ‫’ َال ٰل‬dir. İki cevher-i
tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i rububiyet.
Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: ّ ‫ق إ ِل‬
َ ِ ‫ٰل ٰخال‬
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ
İkinci dürrü: Tevhid-i kayyumiyet. Evet, seraser
kâinatta vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç
lisanı der ki: ‫و‬ ُ ّ ‫م إ ِل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ ” ٰل‬323
َ ‫قّيو‬
ِ ْ ‫فِع وَ ال ْتوَت‬
‫ر‬ ّ ‫“ وَ ال‬Çift ve teke and olsun.” (Fecr,
ْ ‫شت‬

321
İşarâtü’l-İ’caz, s. : 95.

322
İşarâtü’l-İ’caz, s. : 103.

323
Osmanlıca Sözler, s. : 1024.

271
89/3)
“ ‫فِع‬ ّ ‫ ال‬Bunun; mahlukat olduğu, mahlukatın
ْ ‫شتت‬
mürekkebata terkib edilmiş mevcudlar olması
cihetiyle böyle dendiği; âyette geçen - ‫ر‬ ِ ْ ‫ال ْوَت‬-’in de,
Allah Teala olduğu söylenmiştir. Ayrıca, bu ikisinin
namaz olduğu, namazda çift ve tek olan hususlar
bulunduğu söylendiği gibi; bu ikisinden murad,
sayıların küllî ma’nası olup, sayılar bu ikisinden hariç
kalamayacağı da denmiştir. Bir kavle göre de, tek ve
çift olan gecelerdir…
ِ ْ ‫ ال ْوَت‬Tek ve çift olan eşyalar yahut 324
‫ر‬ tekli ve çiftli
geceler, tek sayılı ve çift sayılı on gece.”
“İbni Abbas’dan (r. anhüma) bir rivayete göre:
‫فِع‬
ْ ‫شتتت‬ ّ ‫ ال‬onuncu gün olan nahr günüdür (kurban
bayramının birinci günü). ‫ر‬ ِ ْ ‫ ال ْوَت‬ise, dokuzuncu gün
olan arefe günüdür.” 325
Kur’ân-ı Azîm’üş-Şan’da 845 yerde, Cenab-ı
Mevlâ’nın Rabb ismi zikredilmiştir. 5 yerde seyyid
(efendi) ma’nasında, 119 yerde de ilâh ma’nasında
mezkurdur. Mecmuu 970 eder.
Yine Kur’ân’da 18 yerde Ganiyy = zengin ismi,
Mevlâ Teâlâ’ya atfen zikredilmiştir.
َ َ
ُ ‫و ال لّٰ ق‬
‫ه‬ َ ‫ه‬ِ ‫قَرآءُ إ ِل َققى ال لّٰ ق‬ ُ ْ ‫م ال‬
َ ‫ف‬ ُ ُ ‫س أن ْت‬
ُ ‫ها الّنا‬
َ ّ ‫َيآ أي‬
‫د‬
ُ ‫ميققق‬ َ ْ ‫ي ال‬
ِ ‫ح‬ َ ْ ‫و ال‬
ّ ‫غن ِققق‬ َ ‫هققق‬
ُ “Ey insanlar! Siz Allah’a
muhtaçsınız. Allah ise; zengin, övülmeye lâyık
olandır.” (Fâtır, 35/15)
َ
“ ‫ز‬
ُ ‫زيقق‬ َ ْ ‫هققا ال‬
ِ ‫ع‬ ْ ‫عَلقق‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬İnsandaki kusur sonsuz
olduğu gibi; acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur.
İnsana tevdi’ edilen açlık ile ni’metlerin lezzetleri
tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı
sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr,
324
Kur’ân-ı Kerim Lugatı, s. : 266 ile 540.

325
Safvetü’t-Tefasîr, Muhammed Ali Sabunî, cild: 3, s. : 556.

272
gına-yı rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki
acz, kudret ve kibriyasına bir mîzandır. İnsandaki
tenevvu-u hacet, enva-ı niam ve ihsanatına bir
merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir.
Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını ‫ر‬
َ
ُ ‫ف‬
ِ ‫غ‬
ْ َ ‫ست‬
ْ ‫أ‬
َ ّ ‫ ال ٰل‬ve ‫ن ال َٰلِه‬
‫ه‬ َ ‫سب ْ ٰ اح‬
ُ ile ilan etmektir.” 326
“Birinci Hakikat: Bab-ı Rububiyet ve Saltanattır
ki, ism-i Rabb’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Şe’n-i rububuyet ve
saltanat-ı uluhiyet, bahusus böyle bir kâinatı,
kemâlatını göstermek için, gayet âlî gayeler ve
yüksek maksadlar ile îcad etsin. Onun gayât ve
makasıdına karşı îman ve ubudiyetle mukabele eden
mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red
ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat
etmesin.” 327
“Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki: O
saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere
mücazatı bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka
derecesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata
îman ile intisab ve taat ile fermanlarına teslim
olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve
isyanla inkar edenlere de mücazatı, o rahmet ve
cemale ve izzet ve celale lâyık bir tarzda olacak diye,
Rabbü’l-Âlemin ve Sultan’üd-Deyyan isimleri cevab
veriyorlar.” 328
‫ن ِفي‬
َ ‫قي‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ِ ّ ‫مت‬ ّ ِ‫إ‬ * ٍ‫قت َدِر‬
ْ ‫م‬ُ ‫ك‬ٍ ‫مِلي‬
َ َ ‫عن ْد‬
ِ ‫ق‬
ٍ ْ ‫صد‬
ِ ِ‫قعَد‬
ْ ‫م‬
َ ‫ِفي‬
‫ر‬
ٍ َ‫ت وَ ن َه‬ ٍ ‫جّنا‬َ
“Şüphesiz takva sahipleri, cennetlerde ve ırmaklarda
(ırmak kenarlarında yahut rahatlık içerisinde veya
aydınlıkta), güçlü bir Melîkin (padişahlar padihaşı olan
326
Mesnevî-i Nuriye, s. : 222.

327
Zülfikar, Said Nursî, sahife: 267.
328
Osmanlıca Asâ-yı Musa, Said Nursî, s. : 39.
273
Allah’ın) yanında ciddî bir meclistedirler (veya güzel
bir yerde ikamet ederler).” (Kamer, 54/54-55)
‫ت وَ ل َ فِتتي‬
ِ ‫س ت ٰم ٰوا‬
ّ ‫يٍء فِتتي ال‬ َ ‫ن‬
ْ ‫شت‬ ْ ‫مت‬
ِ ُ‫ج تَزه‬ ُ ‫ن ال لٰ ّت‬
ِ ْ‫ه ل ِي ُع‬ َ ‫ما‬
َ ‫كا‬ َ َ‫و‬
‫ض‬ َ
ِ ‫“ الْر‬Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak
hiçbir şey yoktur.” (Fâtır, 35/44)329
“Birinci Sır: Bir şey zatî olsa, onun zıddı o Zâta
ârız olamaz. Çünki içtimau’z-zıddeyn olur, o da
muhaldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i ilahiye
zâtiyedir ve Zat-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o
kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadîr’e ârız olması
mümkin olmaz. Ve madem bir şeyde mertebelerin
bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahulü iledir.
Meselâ ziyânın -kavî ve zayıf gibi- mertebeleri,
zulmetin müdahalesi ile ve hararetin -ziyade ve
aşağı- dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin
-şiddet ve noksan- mikdarları, mukavemetin
karşılaması ve mümanaatıyladır. Elbette o kudret-i
zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı bir tek
şey gibi îcad eder. Ve madem o kudret-i zatiyede
mertebeler bulunmaz ve za’f ve noksan olamaz.
Elbette hiçbir mani’ onu karşılayamaz ve hiçbir îcad
ona ağır gelmez. Ve madem hiçbir şey ona ağır
gelmez, elbette haşr-i a’zamı bir bahar kadar kolay ve
bir baharı bir ağaç kadar sühûletli ve bir ağacı bir
çiçek kadar zahmetsiz îcad ettiği gibi; bir çiçeği bir
ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar
mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cem’iyetli ve
harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk
ediyor...” 330

329
Bakınız: En’am, 6/134; Enfal, 8/59; Tevbe, 9/2-3; Yunus,
10/53; Hûd, 11/20- 33; Nahl, 16/46; Nur, 24/57; Ankebût,
29/22; Zümer, 39/51; Şûrâ, 42/31; Ahkaf, 46/32; Cinn,
72/12..

330
Şua’lar, s. : 158-159.. Kudret-i ilahiyeye âcizlik müdahele
edemeyeceğine dair ma’lumat elde etmek isteyenler, şu
mevzu’lara baksınlar: Zülfikar Mecmuası (sahife: 318-319-
274
َ
“ ‫زي قُز‬ َ ْ ‫هققا ال‬
ِ ‫ع‬ ْ ‫عل َ ق‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬Cenâb-ı Hakk’a ma’lum ve
ma’ruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkur
olur. Çünki bu ma’lumiyet; örfî bir ülfet, taklîdî bir
sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir.
Maahâzâ, o unvan ile fehme gelen ma’na, sıfât-ı
mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak
Zat-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi unvandır. Ama
Cenâb-ı Hakk’a mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa,
ma’rufiyet şua’ları bir derece tebarüz eder. Ve
kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu
mevsufun o unvandan tulu’ etmesi ağır gelmez. ” 331
(Bu fıkranın îzahı, ileride şirk bahsinde
yapılacaktır. İnşâallah.)

- -
‫ٰيا‬ ‫ن‬َ ‫ري‬
ِ ِ ‫ذاك‬ّ ‫ف ِلل‬ٌ ‫شَر‬ َ ُ‫و ِذك ُْره‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫ري‬ِ ِ ‫شاك‬ّ ِ ‫وٌز لل‬ ْ ‫ف‬ َ ُ‫شك ُْره‬ ُ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ
‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫دي‬ ِ ‫م‬ َ ْ ‫خٌر ل ِل‬
ِ ‫حا‬ َ ُ‫مدُه‬
ْ ‫ف‬ ْ ‫ح‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ
‫ه‬
ُ ُ ‫و َباب‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫عي‬
ِ ‫طي‬ ُ ْ ‫جاةٌ ل ِل‬
ِ ‫م‬ َ َ‫ه ن‬
ُ ُ ‫عت‬ َ
َ ‫طا‬

ُ ُ ‫سِبيل‬
‫ه‬ َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬ ّ ِ ‫ح لل‬
َ ‫طال ِِبي‬ ْ ‫م‬
ٌ ‫فُتو‬ َ
‫ه‬
ُ ُ ‫و ٰاَيات‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ن ٰيا‬
َ ‫مِني‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ح ل ِل‬
ْ ‫م‬ ٌ ‫ض‬
ِ ‫وا‬
َ

320..Onuncu Söz’ün hâtimesi), Tılsımlar Mecmuası (müellifi: Said


Nursî, sahife 124-129 -Yirmidokuzuncu Söz’ün İkinci Maksad‘ının
Üçüncü Esas’ı-), Yirminci Mektub’un İkinci Makam’ının onuncu
kelimesi, 15. Şua’ın İkinci Makam’ındaki kudret bahsi, Âsâr-ı
Bediiye (sahife: 34...37 -Nokta Risalesi’nin haşir hakkındaki
makamlarından ikinci makamı- ile sahife: 129...132 -Sünuhat
Risalesinden-), 29. Lem’a’nın Üçüncü Bab’ının beşinci mertebesi.
331
Mesnevî-i Nuriye, sahife: 131.
275
‫ه‬
ُ ُ ‫و ك َِتاب‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ِ‫ن ِللّناظ‬
ٌ ‫ها‬
َ ‫ب ُْر‬
‫ه‬
ُ ‫و‬ ْ ‫ع‬
ُ ‫ف‬ َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ‫ن‬
َ ‫قِني‬ ِ ‫مو‬ ُ ْ ‫ت َذْك َِرةٌ ل ِل‬
ٌ ْ ‫مل‬
‫ه‬
ُ ُ ‫مت‬
َ ‫ح‬
ْ ‫و َر‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫ن‬َ ‫مذْن ِِبي‬ ُ ْ ‫جأ ل ِل‬
َ َ
‫ن‬َ ‫سِني‬ِ ‫ح‬ ُ ْ ‫ب ل ِل‬
ْ ‫م‬ ٌ ‫ري‬ ِ ‫ق‬ َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey zikri, zikredenler için şeref (vesilesi) olan,
2- Ey şükrü, şükredenler için kurtuluş olan, 3- Ey
hamdi (övülmesi), hamd edenler için iftihar
(vesilesi) olan, 4- Ey tâati, itaat edenler için necat
(kurtuluş) olan, 5- Ey kapısı, arayanlar için açık
olan, 6- Ey yolu, mü’minler için vazıh (âşikâr,
açık) olan, 7- Ey âyetleri, bakanlar için bürhan
(kat’î delil) olan, 8- Ey kitabı, yakîn sahibleri (iyice
araştırıp bilenler) için nasihat (hatırlatıcı, îkaz
edici) olan, 9- Ey afvı, günahkârlar için melce’
(sığınak) olan, 10- Ey rahmeti, ihsan edenler için
yakın olan!
Seni tesbih ederiz. Ey eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
َ
‫فتَرةً َو‬
ِ ْ‫مغ‬ ْ ‫ه ل َهُت‬
َ ‫م‬ ُ ‫ت أعَتد ّ ال ٰل ّت‬
ِ ‫ذاك َِرا‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ّ ‫ه ك َِثيتًرا وَ الت‬ َ ‫ري‬ ّ ‫وَ ال‬
ِ ِ ‫ذاك‬
‫ما‬ َ
ً ‫ظي‬
ِ َ‫جًرا ع‬ ْ ‫أ‬... “... ve Allah’ı çok zikreden erkekler ve
zikreden kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük bir
mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35) Kur’ân’da,
zikrin ehemmiyetine dâir, bu âyetten başka daha
276
birçok âyetler mevcuddur. Bu hususta bir çok
hadîs-i şerîfler de vârid olmuştur. Meselâ birisi
şudur:
‫مقق ا‬ ٰ :‫م‬ َ ّ ‫سل‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل َي‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫صّلى ال ٰل‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ُ ‫سو‬ ُ ‫ل َر‬ َ ‫قا‬ َ
َ ‫ن ال ٰل ّق‬
‫ه‬ َ ‫س ٰل ي َقذْك ُُرو‬ ٍ ‫جل ِق‬ ْ ‫م‬ َ ‫ن‬ ْ ‫مق‬ ِ ‫ن‬ َ ‫مو‬ ُ ‫قو‬ ُ َ ‫وم ٍ ي‬ْ ‫ق‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ
‫ن‬َ ‫و ٰكا‬ َ ‫ر‬ ٍ ‫ما‬ َ ‫ح‬ِ ‫ة‬
ِ ‫ف‬ َ ‫جي‬ ِ ‫ل‬ ِ ْ ‫مث‬ِ ‫ن‬ ْ ‫ع‬ َ ‫موا‬ ُ ‫قا‬ َ ّ ‫ه إ ِل‬ ِ ‫في‬ ِ ‫ت َ ٰعا ٰلى‬
)‫حيٍح‬ ِ ‫ص‬ َ ٍ ‫س ٰناد‬
َ
ْ ِ ‫رةًَر)ٰواه ُ أُبو ٰداوُد َ ب ِإ‬ َ ‫س‬ ْ ‫ح‬ َ ‫م‬ْ ‫ه‬ ُ َ‫ل‬
Resûlullah (s.a.v.) : “Allah Teâlâ’yı
zikretmeksizin meclisten kalkan her kavim, ancak
eşek leşi yanından kalkmış gibidir. (Bu oturma)
onlar için bir hasret (üzüntüye sebeb) olur.”
buyurmuştur.332
“...Namazdan sonraki tesbîhatlar, tarikat-ı
Muhammediye’dir (s.a.v.) ve velayet-i
Ahmediye’nin bir evradıdır. O noktadan
ehemmiyeti büyüktür. Sonra bu kelimenin
hakikatı böyle inkişaf etti: Nasıl ki risalete inkılab
eden velayet-i Ahmediye, bütün velayetlerin
fevkındedir. Öyle de; o velayetin tarikatı ve o
velayet-i kübrânın evrad-ı mahsûsası olan
namazın akabindeki tesbîhat, o derece sâir
tarikatların ve evradların fevkındedir. Bu sır dahi
şöyle inkişaf etti:
Nasıl, zikir dairesinde bir mecliste veyahut
hatme-i nakşiyede bir mescidde birbiriyle
alâkadar hey’et-i mecmuada nuranî bir vaziyet
hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat, namazdan sonra:
ِ ‫ن الّلقق‬
‫ه‬ َ ‫حا‬
َ ْ ‫سققب‬
ُ *‫ه‬ ِ ‫ن الّلقق‬َ ‫حا‬َ ْ ‫سققب‬
ُ deyip tesbihi
çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zat-ı
Ahmediye’nin muvacehesinde yüz milyon tesbih
332
Riyazu’s-Salihîn, 838. hadîs. (Hadîsi Ebu Davud sahih bir
isnadla rivayet etmiştir.) Aynı eserdeki 839 ve 840
numaralı hadîslere de bakılabilir.
277
elinde çektiklerini ma’nen hisseder. O azamet ve
ulviyetle:
‫ه‬ِ ‫ن الل ّ ق‬َ ‫حا‬ َ ْ ‫س قب‬
ُ *‫ه‬ِ ‫ن الل ّ ق‬
َ ‫حا‬
َ ْ ‫س قب‬
ُ der. Sonra o
serzakirin emr-i ma’nevîsiyle *‫ه‬
ِ ‫مققدُ للقق‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬
‫ه‬
ِ ‫مدُ قلل‬ ْ ‫ح‬َ ْ ‫ا َل‬dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok
geniş bulunan hatme-i Ahmediye’nin dairesinde
yüzmilyon müridlerin ‫ه‬
ِ ‫مدُ لل ق‬ َ ْ ‫ه * ا َل‬
ْ ‫ح‬ ِ ‫مدُ لل‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬
’larından tezahür eden azametli bir hamdi
düşünüp, ‫ه‬
ِ ‫مدُ لل‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬ ile iştirak eder ve hâkezâ:
‫ه أ َك ْب َُر‬ َ ‫ َالل‬ve duadan sonra: ‫ل إ ٰله‬
ُ ‫ه أك ْب َُر * َالل‬
ُ َ
ُ ‫ه إل ّ الل ق‬
‫ه‬ َ ‫ه *ل إ لٰ ق‬ ُ ‫ه إل ّ الل ق‬ ُ ‫إل ّ الل ق‬
َ ‫ه *ل إ لٰ ق‬
otuzüç def’a o tarikat-ı Ahmediyenin (s.a.v.)
halka-i zikrinde ve hatme-i kübrâsında, sabık
ma’na ile o ihvan-ı tarikatı nazara alıp, o halkanın
serzakiri olan Zat-ı Ahmediye Aleyhisselâtü
َ ُ ْ ‫أ َل‬
Vesselem’a müteveccih olup: ‫ة‬ ٍ ‫ص ٰل‬َ ‫ف‬ ِ ْ ‫ف أل‬
َ ُ ْ ‫أ َل‬der,
ِ ّ ‫ل ال ٰل‬
‫ه‬ َ ‫سو‬ َ ْ ‫عل َي‬
ُ ‫ك ٰيا َر‬ َ ٍ ‫س ٰلم‬َ ‫ف‬ِ ْ ‫ف أل‬ ‫و‬
َ
diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.
Demek, tesbîhat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti
var.” 333
“...Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır
tekalüfünden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek
için herhalde bir tesellî ister, bir zevki arar. Ve vahşeti
izale edecek bir ünsiyeti taharrî eder. Medeniyet-i
insaniye neticesindeki içtimaât-ı ünsiyetkârane, on
insanda bir-ikisine muvakkat olarak, belki
gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet
ve bir tesellî verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda,
derelerde münferid yaşıyor. Ya derd-i maîşet onu ücra
köşelere sevk ediyor. Ya musibetler ve ihtiyarlık gibi

333
Namaz Tesbîhatı, mürettibi: Said Nursî, sahife: 2...5.
278
âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle, insanların
cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O
hal onlara ünsiyet verip tesellî etmez. İşte
böylelerinin hakikî tesellîsi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı
zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek; o ücra
köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine
müteveccih olup, Allah! diyerek kalbi ile ünsiyet edip,
o ünsiyet ile etrafında vahşetle ona bakan eşyayı
ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp:
Zikrettiğim Halik’ımın hadsiz ibâdı her tarafta
bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben,
yalnız değilim. Tevahhuş ma’nasızdır, diyerek îmanlı
bir hayattan, ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye
ma’nasını anlar. Allah’a şükreder.” 334
Şükür ve hamdin ehemmiyeti ve lüzumu
hususunda da bir çok âyet nazil olmuştur. Bir iki âyeti
-misal olarak- aşağıda zikredeceğiz:
‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ِ ‫شاك‬ ُ ّ ‫زي ال ٰل‬
ّ ‫ه ال‬ ِ ‫ج‬
ْ َ ‫سي‬
َ ‫و‬
َ “Allah, şükredenleri
335
mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144)
َ‫ن ل‬ ْ ‫و ٰلك ِق‬َ ‫ه‬
ِ ‫د‬ِ ‫مق‬ْ ‫ح‬َ ِ‫ح ب‬ َ ُ ‫ء إ ِل ّ ي‬
ُ ّ ‫س قب‬ ٍ ‫ي‬ َ ‫ن‬
ْ ‫شق‬ ْ ‫مق‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
‫م‬
ْ ‫ه‬
ُ ‫ح‬َ ‫سِبي‬ْ َ‫ن ت‬َ ‫هو‬ ُ ‫ق‬َ ‫ف‬
ْ َ ‫“ ت‬Hiçbir şey yoktur ki, O’na
hamdederek tesbih etmesin. Lâkin siz, onların
tesbihini anlamazsınız.” (İsrâ, 17/44)336
“...Cenâb-ı Hakk; insanı, kâinata cami’ bir nüsha
ve onsekiz bin âlemi hâvî şu büyük âlemin kitabına
bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esmâ-i hüsnâdan
herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek,
334
Osmanlıca Mektubat, sahife: 713-714.. Şu yerlere de
mutalaa cihetiyle
335
müracaat edilebilir: Mesnevî-i Nuriye (sahife: 173), 11.
mektub’un ikinci
mes’elesi, Tılsımlar Mecmuası (sahife: 195-196).

Aynı ma’nada: Âl-i İmrân, 3/145.

336
Hamd edenlere dair: Tevbe, 9/112.
279
bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.
Eğer insan, maddî ve ma’nevî herbir uzvunu Allah’ın
emrettiği yere sarfetmekle, hamdin şubelerinden olan
şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse; insanın
cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi kendi
âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o
âleme bakar. Ve o âleme tecellî eden sıfatla, o
âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna
olur. O vakit insan; ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet
ve âlem-i gayba bir hulâsa olur. Ve her iki âleme
tecellî eden, insana da tecellî eder. İşte bu cihetle
insan, sıfât-ı kemaliye-i ilahiyeye hem mazhar olur,
hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî, ‫ت‬ ُ ْ ‫ك ُن‬
‫فققوِني‬ُ ‫ر‬
ِ ‫ع‬ َ ‫خل ْق‬
ْ َ ‫ق ل ِي‬ َ ْ ‫ت ال‬ ْ َ ‫خل‬
ُ ‫قق‬ َ ‫في ّققا‬
َ ‫ف‬ ِ ‫خ‬ َ ‫ ك َن ْقًزا‬hadîs-i
ْ ‫م‬
şerîfinin beyanında: Mahlukatı yarattım ki, bana bir
ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim, demiştir.”
337

İtaat mes’elesinde Kur’ân-ı Kerîm teferruatlıca


beyanatta bulunmuştur. Ana-babaya itaat, devlet
reisine itaat, komutana itaat, Allah ve resulüne itaat
gibi, tâatin kısımlarını birer birer açıklamıştır. Eğer biz
bu mevzu’yu teferruatı ve kısımları ile îzah edecek
olsak, bir cild kitab yazmamız gerekir. Uzun îzahlara
girişmeksizin, muhtasar açıklamalar yapacağız:
َ ّ ‫ع ال ٰل‬
‫ه‬ َ َ ‫قدْ أ‬
َ ‫طا‬ َ ‫ف‬
َ ‫ل‬
َ ‫سو‬
ُ ‫ع الّر‬
ِ ِ‫ن ي ُط‬
ْ ‫م‬
َ “Kim Resul’e
itaat ederse, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur.”
(Nisâ, 4/80)338
َ َ ‫قو‬ َ
‫عققوا‬
ُ ‫طي‬
ِ ‫وأ‬ َ ‫عققوا ال ٰل ّق‬
َ ‫ه‬ ُ ‫طي‬
ِ ‫ٓأ‬ ‫من ُقا‬
َ ‫ن ٰا‬ ِ ‫هققا ال ّق‬
َ ‫ذي‬ َ ّ ‫َيآ أي‬
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 17.. Şükür ve hamde dair tafsîlatlı beyanât:
337

Gençlik Rehberi (sahife: 9), 20. Mektub’unun her iki makamındaki


beşinci kelimeler, 28. Mektub’un beşinci mes’elesi, Tefekkürname (3.
Bab, sahife: 36-52), 15. Şua’ın Birinci Makam’ının Birinci Kısmındaki
beşinci kelime ile İkinci Kısmın birinci kelimesi, 7. Şua’ın İkinci
Makam’ının İkinci Bab’ının İkinci Menzil’inin dördüncü hakikatı...
18. Söz’ün üçüncü noktası ile 11. lem’a’ya ve 24. Söz’ün
338

beşinci dalı’nın
3. meyvesine müracaat.
280
َ ُ
ْ ‫من ْك ُق‬
‫م‬ ِ ‫ر‬
ِ ‫مق‬
ْ ‫و أول ِققي ال‬ َ ‫سققو‬
َ ‫ل‬ ُ ‫“ الّر‬Ey îman etmiş
olanlar! Allah’a itaat edin. Rasul’e ve sizden olan emir
sahiblerine (idarecilere) de itaat edin.” (Nisâ, 4/59)
“...Evet, Kur’ân-ı Hakîm’de, Yahudî ve Narsanîlere
başta benzememek için ona dâir âyet olduğu gibi:
َ َ ‫نققو‬ َ
‫عققوا‬ ُ ‫طي‬ِ ‫وأ‬ َ ‫ه‬ َ ‫عققوا ال ّٰلقق‬
ُ ‫طي‬ِ ‫ٓأ‬ ‫م ُا‬
َ ‫ن ٰا‬ ِ ‫هققا اّلقق‬
َ ‫ذي‬ َ ّ ‫َيققآ أي‬
َ ُ
ْ ‫من ْك ُق‬
‫م‬ ِ ‫ر‬ِ ‫مق‬ْ ‫و أول ِققي ال‬ َ ‫ل‬ َ ‫سققو‬ ُ ‫ الّر‬âyeti, ulü’l-emre
itaati emreder. Allah ve Rasulü’nün itaatına zıd
olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye
hareket edebilir...” 339
‫قال َت َققآ‬ ً ‫و ك َْر‬
َ ‫ها‬ َ ً ‫ل ل َها و ل ِل َرض ائ ْت ِيا طَو‬ َ ‫ف‬
َ
ْ ‫عا أ‬ ْ َ ِ ْ َ َ َ ‫قا‬
‫ن‬
َ ‫عي‬
ِ ِ ‫طآئ‬ َ ‫“ أ َت َي َْنا‬Ona (semaya) ve arza, ister istemez
gelin, dedi. (İkisi de): İsteyerek geldik, dediler.”
(Fussılet, 41/11)340
İtaat hakkında, mutalaa edilmesi çok faydalı olacak
mevzu’lar: Nurun İlk Kapısı (müellifi: Said Nursî, 6., 8.
ve 14. ders hariç diğer derslerin tamamı), Küçük Sözler
(müellifi: Said Nursî), Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi
(müellifi: Said Nursî), Asâ-yı Musa’nın Birinci Kısmı
(müellifi: Said Nursi, 1.-2.-3.-5.-8. Mes’eleleri), Tarihçe-i
Hayat (Bediuzzaman’ın hayatı, sahife: 55-56), Hutbe-i
Şamiye (sahife: 103-107), Siracunnur (sahife: 291).
َ
‫ب‬ُ ‫وا‬
َ ‫م الْبقق‬ ُ َ‫ة ل‬
ُ ‫ه‬ ً ‫ح‬ َ ‫م‬
َ ّ ‫فت‬ ُ ‫ن‬
ٍ ْ‫عد‬
َ ‫ت‬
ِ ‫جّنا‬
َ “...(Müttakîler
için), kapıları kendilerine açılan Adn cennetleri
vardır.” (Sâd, 38/50)341
“Ey Hâlik-ı Kerîm’im ve ey Rabb-i Rahîm’im! Senin
Said ismindeki mahlûkun ve masnû’un ve abdin; hem
âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl,
hem müsî’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden
kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet

Emirdağ Lahikası, -II- , sahife: 166.


339

Bakınız: Zülfikar (sahife: 447), Mesnevî-i Nuriye (sahife:


340

234)..
341

Yine bak: Zümer, 39/73.


281
edip, Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin
rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını
i’tiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela
olmuş, Sana tazarru’ ve niyaz ediyor. Eğer kemal-i
rahmetinle O’nu kabul etsen, mağfiret edip rahmet
etsen; zaten o, senin şânındır. Çünki Erhamü’r-
Rahımîn’sin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından
başka hangi kapıya gideyim?.. Hangi kapı var? Senden
başka Rabb yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka
hak ma’bud yoktur ki, O’na iltica edilsin.” 342
‫ب‬ِ ‫قّرا ِبالذُّنو‬ ِ ‫م‬
ُ *‫ك‬ َ ‫صي أ ََتا‬ ِ ‫ك ال ْ ٰعا‬ َ ُ‫عب ْد‬
َ ‫إ ِ ٰلِهي‬
َ ‫قدْ دَ ٰعا‬
‫ك‬ َ ‫و‬ َ
ْ ‫ن ت َطُْر‬
‫د‬ ْ ِ‫و إ‬
َ *‫ل‬ ْ َ‫ك أ‬
ٌ ‫ه‬ َ ‫ذا‬ َ ِ‫ت ل‬ َ َ ‫فإن ت َرحم‬
َ ْ ‫فأن‬ ْ َ ْ ْ ِ َ
343 َ
‫س ٰواك‬ ِ ‫م‬ ُ ‫ح‬َ ‫ن ي َْر‬ ْ ‫م‬
َ ‫ف‬َ
Ma’nası: İlâhî! Âsî kulun; günahları ikrar edip, Sana
dua ederek yanına geldi. Eğer merhamet edersen,
zaten Sen bunun (yani merhametin) sahibisin. Eğer
kovarsan, Senden başka kim merhamet edecek?
‫ن‬ َ ‫سقب ُل ََنا‬
ّ ِ‫و إ‬ ُ ‫م‬ ْ ‫ه‬ ُ ّ ‫دي َن‬
ِ ‫هق‬ ْ َ ‫فيَنقا ل َن‬
ِ ‫دوا‬
ُ ‫هق‬
َ ‫جا‬
َ ‫ن‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ
‫ن‬
َ ‫سققِني‬ِ ‫ح‬ْ ‫م‬ ْ
ُ ‫ع ال‬ َ ‫مقق‬ َ
َ ‫هل‬ َ ‫لقق‬ ّ
ٰ ‫ال‬ “Bizim uğrumuzda cihad
edenleri de, elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki
Allah, gerçekten ihsan edenlerle birliktedir.”
(Ankebût, 29/69) 344

“...Îmam-ı tahkîkî, ilmel-yakînden hakkal-yakîne


yakınlaştıkça daha selb edilemeyeceğine, ehl-i keşf
ve tahkîk hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat
342
Siracü’n-Nur, Said Nursî, s. : 287-288.
343

Arabca Mesnevî-i Nuriye, sahife: 238.

344
Şu âyetleri tefekkürle okuyunuz: Nisâ, 4/115, 141, 143;
Maide, 5/16; En’am, 6/153; İbrâhim, 14/12; Nahl, 16/9;
Furkan, 25/27, 44; Ahzab, 33/4; Şûrâ, 42/46; İnsan, 76/3;
Abese, 80/20.
282
vaktinde şeytan, vesvesesiyle ancak akla şübheler
verip, tereddüde düşürebilir... Bu nevi îman-ı tahkîkî
ise, yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem
ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor,
kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor.
Öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu îman-ı
tahkîkînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i
kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu
yol ehass-ı havâssa mahsustur, îman-ı şuhudîdir.
İkinci yol: Îman-ı bil-gayb cihetinde, sırr-ı vahyin
feyziyle, bürhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin
imtizacıyla, hakkal-yakîn derecesinde bir kuvvet ile
zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmel-yakîn
ile hakaik-ı îmaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol,
Risaletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı
olduğunu hâs talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi
insafla baksa; Risaletü’n-Nur, hakaik-ı îmaniyeye
muhalif olan yolları, gayr-ı mümkin ve muhal ve
mümteni’ derecesinde gösterdiğini görecekler.” 345
Bir nüshada ‫ن‬
َ ‫دي‬ ِ ‫خٌر ل ِل ْ ٰحا‬
ِ ‫م‬ َ ُ‫مدُه‬
ْ ‫ف‬ ْ ‫ح‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
yerine:
‫ن‬
َ ‫دي‬ ِ ‫مق‬ِ ‫ع قّز ل ِل ْ ٰحا‬
ِ ُ‫م قدُه‬
ْ ‫ح‬َ ‫و‬َ ‫هق‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫مق‬
َ ‫“ق ا‬Ey
ٰ‫ ي‬hamdi,
hamdedenler için izzet (vesilesi) olan!” nidâsı; ‫ٰيا‬
ٌ ْ ‫فوه مل‬
َ ‫مذْن ِِبي‬
‫ن‬ ُ ْ ‫جأ ل ِل‬
َ َ ُ ُ ْ ‫ع‬ َ ‫و‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ yerine de:
345
Kastamonu Lahikası, Said Nursî, sahife: 18-19.. Şu
mevzu’lar da, bu hususu beyan mes’elesinde takdire
şâyândırlar: 2.- 3.- 4. ve 8. Sözler, 23. söz’ün Birinci
Mebhas’ının ikinci noktası ile İkinci Mebhas’ının üçüncü
nüktesi, 26. Söz’ün Zeyli, Tılsımlar Mecmuası (sahife: 109-
110), 30. Söz’ün birinci maksadının sonu, 29. Mektub’un 9.
Kısmı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (müellifi: Said Nursî, sahife:
249-251, -29. Mektub’un 5. Kısmı- ), 1. Şua’ın 3. Âyeti, 7.
Şua’, 15. Şua’ın İkinci Makam’ının baş tarafı, 32. Söz’ün
Üçüncü Mevkıf’ının ikinci noktası, Mesnevî-i Nuriye (sahife:
151-158, -Zehre Risalesi’nin Beşinci Nota’sı- ile sahife:
207-208, -Onuncu Risale’den- ), Lemeât (sahife: 1080-1082,
-Osmanlıca Sözler’den- )...
283
‫ن‬ ِ ‫و ال ْ ٰعا‬
َ ‫صققي‬ َ ‫ن‬ ِ ِ ‫م ِللطّققآئ‬
َ ‫عي‬ ٌ ‫مققو‬
ُ ‫ع‬
ُ ‫ه‬ ُ ‫رْز‬
ُ ‫ق‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
“Ey rızkı, itaatkârlara ve âsîlere şâmil olan!”
nidâsı variddir.
Furkan-ı Mubîn’de Allah’ın âyetleri (varlığının
ve birliğinin alâmetleri, nişaneleri) bir çok yerde
zikredilmiştir. Biz, -nümune için- birkaç
adedinden bahsedeceğiz:
َ
‫و‬
َ ‫ض‬ ِ َ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سققق ٰم ٰوا‬ ّ ‫ق ال‬ُ ‫خْلققق‬
َ ‫ه‬
ِ ِ ‫ن ٰاَيقققات‬
ْ ‫مققق‬
ِ ‫و‬
َ
‫م‬ ُ ْ ُ ْ َ َ
ْ ‫وان ِك‬
َ ‫و أل‬َ ‫م‬ْ ‫سن َت ِك‬ِ ‫ف أل‬ُ ‫خت ِل‬ْ ‫“ ا‬O’nun âyetlerinden
(delillerinden) biri de, gökleri ve yeri yaratması ve
dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı olmasıdır.”
(Rum, 30/22)
َ
“ ‫و‬ َ ‫ض‬ َِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ُ ‫خْلقق‬
ّ ‫ق ال‬ َ ‫ه‬
ِ ِ ‫ن ٰاَيققات‬
ْ ‫مقق‬
ِ ‫و‬
َ
‫م‬ ُ ْ ُ ْ َ َ
ْ ‫وان ِك‬
َ ‫و أل ق‬ َ ‫م‬ ْ ‫سن َت ِك‬ِ ‫ف أل‬ ُ ‫خت ِل‬
ْ ‫’ ا‬de âyât ve delail-i
vahdaniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-ı
kâinatın mebde’ ve müntehasını zikir ile o ikinci
silsileyi gösterir. Birinci silsileyi okutturuyor.. Evet,
bir Sani-i Hakîm’e şehadet eden sahaif-i âlemin
birinci derecesi, semavat ve arzın asl-ı hilkatleridir.
Sonra gökleri yıldızlarla tezyîn ile zemînin
zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın
teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve
gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i
şuunattır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade
intişar ettiği mahalli olan sîmaların ve seslerin
hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına
kadar... Madem ki en ziyade intizamdan uzak ve
tesadüfün karışmasına ma’ruz olan, ferdlerin
sîmalarındaki teşahhusatta hayret verici bir
intizam-ı hakîmane bulunsa, üzerinde gayet
san’atkâr bir hakîmin kalemi işlediği gösterilse;
elbette intizamları zahir olan sâir sahifeler kendi
kendine anlaşılır, nakkaşını gösterir. Hem madem

284
koca semavat ve arzın asl-ı hilkatinde, eser-i san’at
ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının
binasında temel taşı olarak gökleri ve zemîni
hikmetle koyan bir Saniin, sâir eczalarında eser-i
san’atı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu
âyet; hafîyi izhar, zâhiri ihfa ederek gayet güzel bir
îcaz yapmış...” 346
‫ف‬ ِ َ ‫خت ِل‬ ْ ‫وا‬ َ ْ َ ‫في‬
َ ‫ض‬ ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ق ال‬ ِ ‫خل‬ ِ ‫ن‬ ّ "ِ ‫إ‬
‫ر‬
ِ ‫حق‬ ْ َ ‫فققي ال ْب‬ ِ ‫ري‬ ِ ‫جق‬ْ َ ‫ك ال ِّتي ت‬ ِ ْ ‫فل‬ ُ ْ ‫و ال‬َ ‫ر‬ ِ ‫و الن ّ ٰها‬ َ ‫ل‬ ِ ْ ‫الل ّي‬
‫ن‬ ْ ‫مقق‬ ِ ‫ء‬ ِ ٓ ‫س ٰما‬ ّ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ِ ‫ه‬ ُ ‫ل ال ّٰل‬ َ ‫و ٰمآ أ َن َْز‬ َ ‫س‬ َ ‫ع الّنا‬ ُ ‫ف‬ َ ْ ‫ب ِ ٰما ي َن‬
‫ن‬ َ َ َٓ
ْ ‫مق‬ ِ ‫ها‬ َ ‫في‬ ِ ‫ث‬ ّ َ‫و ب‬ َ ‫وت ِ ٰها‬ ْ ‫م‬َ َ‫عد‬ ْ َ‫ض ب‬ َ ‫ه الْر‬ ِ ِ ‫ح ٰيا ب‬ ْ ‫فأ‬ ‫ما‬ َ‫ء‬ٍ
‫ر‬ِ ‫خ‬ ّ ‫سق‬ َ ‫م‬ ُ ْ ‫ب ال‬ ِ ‫س ق ٰحا‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ح‬ ِ ‫ف الّر ٰيا‬ ِ ‫ري‬ ِ ‫ص‬ ْ َ‫و ت‬ َ ٓ ‫دا‬
‫ة‬
ٍ ّ ‫ل ٰب‬ ّ ُ‫ك‬
‫ت‬ ٍ ‫يقق ا‬ ٰ ‫ض ٰل‬ َ ‫ما‬
ِ ‫ٓ الْر‬ ‫و‬
َ ٰ‫ء‬ِ ‫س‬ ّ ‫ال‬ ‫ن‬َ ْ ‫ب َي‬
‫ن‬ َ ‫قُلو‬ ِ ‫ع‬ْ َ ‫وم ٍ ي‬ ْ ‫ق‬ َ ِ‫ل‬
İşte Cenâb-ı Hakk’ın kemal-i kudretini ve azamet-i
rububiyetini gösteren ve vahdaniyete şehadet eden,
semavat ve arzın hilkatindeki tecellî-i saltanat-ı
uluhiyet, ve gece-gündüzün ihtilafındaki tecellî-i
rububiyet, ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir
vasıta olan gemiyi denizde teşhir ile tecellî-i rahmet, ve
semadan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip, zemini
yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahşer-i acaib suretine
getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret, ve zeminde
hadsiz muhtelif hayvanatı basit bir topraktan halk
etmekteki tecellî-i rahmet ve kudret, ve rüzgârları
nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkıhlerine hizmet
gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip, tedbir ve teneffüse
salih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki
346
Zülfikar, sahife: 425-426, -25. Söz’ün 1. Şu’le’sinin 2.
Şua’ının Beşinci Lem’a’sının üçüncü ışığı-).. Yine bakınız:
32. Söz’ün 2. Mevkıf’ının 1. Maksad’ının baş tarafı,
Siracunnur (sahife: 263-264, -28. Pencere-), 29. Mektub’un
1. Kısmının Dördüncü Nükte’si, 14. Lem’a’nın İkinci
Makamı’nın dördüncü sırrı, Mesnevî-i Nuriye (sahife: 194-
195, -Şemme’den- ).

285
tecellî-i rahmet ve hikmet, ve zemin ve âsuman
ortasında vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i
acaib gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi
istirahat ettirip vazife başına da’vet etmek gibi
teshirindeki tecellî-i rububiyet gibi mensucat-ı san’atı
ta’dad ettikten sonra aklı, onların hakaikına ve tafsiline
َ ‫قُلو‬
sevk edip tefekkür ettirmek için: َ‫ن‬ ِ ‫ع‬
ْ َ ‫وم ٍ ي‬ َ ِ‫ت ل‬
ْ ‫ق‬ ٍ ‫ل ٰيا‬der.
ٰ
Onunla ukûlü îkaz için akla havale eder. ” 347

َ َ
“ ‫ن‬ َ ‫مق‬ ِ ‫ذي‬ ِ ‫خق‬ ِ ّ ‫ن ات‬
ِ ‫لأ‬ِ ‫حق‬ْ ّ ‫ك إ ِل َققى الن‬
َ ‫و ٰحى َرب ّق‬ ْ ‫وأ‬َ
‫ة‬
ِ َ ‫ي‬‫ل‬ ٰ ‫ا‬ ‫ر‬ ‫خ‬
ِ ِ ‫ا‬ ٰ ‫ى‬
ٓ ...‫تا‬
‫ل‬ ٰ ‫إ‬ ‫يو‬
ِ ً ُ ُ ِ ‫ب‬ ‫ل‬ ‫با‬ ٰ ‫ج‬ِ ْ ‫ل‬ ‫ا‬Evet bal arısı, fıtratça
ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki: Koca Sûre-i
Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünki o küçücük
bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli
vazifesinin mükemmel programını yazmak ve
küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve
pişirmek ve süngücüğünde zîhayat a’zaları tahrib
etmek ve öldürmek hâssiyetinde bulunan zehiri o
uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek,
nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile
ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan;
şuursuz, intizamsız, mîzansız olan tabiat ve tesadüf
gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve
karışamazlar. İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu san’at-ı
ilahiyenin ve bu fiil-i rabbaniyenin, bütün zemin
yüzünde hadsiz arılarda aynı hikmetle, aynı dikkatle,
aynı mîzanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve
ihâtası, bedahetle vahdeti isbat eder.” 348

347
Zülfikar, sahife: 456-457, -İkinci Nükte-i Belağat’tan- ..
Ayrıca şu mevzu’lara da bakılabilir: Zülfikar, (sahife: 436-
437 -İkinci Şavk- , sahife: 472-473 -Dokuzuncu Nükte-i
Belagat’tan- ), 14. ve 31. Sözler, Siracunnur (33. Söz,
hususan 6. , 17. ve 31. Pencereler), 3. Şua’, 11. Şua’ın 7.
Mes’ele’si (sahife: 214), 9. Şua’, 1. Şua’daki 21. ve 22.
âyetler.
348

Şua’lar, sahife: 155-156.

286
“ ٍ ‫وم‬ َ ِ‫ة ل‬
ْ ‫قق‬ ً َ ‫ٰلي‬ َ ِ ‫في ٰذل‬
‫ك‬ ِ ‫ن‬
ّ ِ‫س إ‬
ِ ‫ِٓللّنا‬
‫ش ٰءٌفا‬
ِ ‫ه‬
ِ ‫في‬
ِ
َ ‫فك ُّرو‬
‫ن‬ َ َ ‫ ي َت‬İşte şu âyetler; Cenâb-ı Hakk’ın koyun,
keçi, inek, deve gibi mahluklarını insanlara halis, sâfi,
lezîz bir süt çeşmesi.. üzüm ve hurma gibi masnu’ları
da, insanlara latîf, lezîz, tatlı birer ni’met tablaları ve
kazanları.. ve arı gibi küçük mu’cizat-ı kudretini şifalı
ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece
gösterdikten sonra; tefekküre, ibrete başka şeyleri de
kıyas etmeğe teşvik için: ٍ ‫وم‬ َ ِ‫ة ل‬
ْ ‫قق‬ َ ‫فققي ٰذل ِق‬
ً ‫ك ٰلي َق‬ ِ ‫ن‬
ّ ِ‫إ‬
‫ن‬ ّ
َ ‫فكُرو‬َ َ ‫ ي َت‬der, hatime verir. ” 349

"‫ه‬
ُ ْ ‫من‬
ِ ‫ن‬ ُ ‫خ‬
َ ‫ذو‬ ِ ّ ‫ب ت َت‬ ْ َ ‫و ال‬
ِ ‫ع ٰنا‬ َ ‫ل‬
ِ ‫خي‬
ِ ّ ‫ت الن‬ َ َ‫ن ث‬
ِ ‫م ٰرا‬ ْ ‫م‬
ِ ‫و‬
َ
ٍ ‫وم‬ َ ِ‫ة ل‬
ْ ‫ق‬ َ ِ ‫في ٰذل‬
ً َ ‫ك ٰلي‬ ِ ‫ن‬ ّ ِ ‫سًنا إ‬
َ ‫ح‬ ً ‫رْز‬
َ ‫قا‬ َ ‫سك ًَرا‬
ِ ‫و‬ َ
‫ن‬ ُ
َ ‫قلو‬ ِ ‫ع‬ْ َ‫ي‬
Bu âyet, nazar-ı dikkatı hurma ve üzüme celb edip
der ki: Aklı bulunanlara bu iki meyvede tevhid için
büyük bir âyet, bir delil ve bir huccet vardır.. Evet bu
iki meyve, hem gıda ve kût, hem fakihe ve yemiş,
hem çok lezzetli taamların menşe’leri olmakla
beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran
bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir
harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve
ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mîzan
ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir
san’attırlar ki: Zerre kadar aklı bulanan bir adam:
Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zât
olabilir, demeğe mecburdur. Çünkü meselâ bu
gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm
çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda, şekerli
şurub tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her
tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latîf ve renkli bir
mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde
kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı
hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri
349
Zülfikar, sahife: 461- 462, -Beşinci Meziyet-i Cezalet’ten- .

287
koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve
âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin
yüzünde hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet,
aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda
yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki: Bu işi yapan,
bütün kâinatın Hâlik’ıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve
hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak O’nun
fiilidir.
Evet bu çok hassas mizana ve çok maharetli
san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve
intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istîlâcı ve
karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebebler
karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız mef’uliyyete
ve kabulde ve perdedarlıkta emr-i rabbanî ile
istihdam olunuyorlar...” 350
ٍ ‫وم‬ ْ ‫قق‬َ ِ‫ة ل‬
ٌ ‫مق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫و َر‬
َ ‫دى‬
ً ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫س‬
ِ ‫صققآئ ُِر ِللن ّققا‬ َ ‫ٰه ق‬
َ َ ‫ذا ب‬
‫ن‬
َ ‫قن ُققو‬ِ ‫“ ُيو‬Bu (Kur’ân), insanlara beyanat ve açık
huccetler, yakînen inanan topluluğa da hidayet ve
rahmettir.” (Casiye, 45/20)351
‫ن‬
َ ‫قي‬ ُ ْ ‫ه ل َت َذْك َِرةٌ ل ِل‬
ِ ّ ‫مت‬ ُ ّ ‫و إ ِن‬
َ “Muhakkak ki O (Kur’ân),
takva sahibleri için elbette bir hatırlatma (ibret verici
va’z u nasihat)dır.” (Hâkka, 69/48)352
Allah Teala’nın, günahları bağışlayıcı olduğuna dair
âyetler: Âl-i İmrân, 3/16, 31, 135, 147, 193; İbrâhim;
14/10; Ahzab, 33/71; Zümer, 39/53; Mü’min, 40/3;
Ahkaf, 46/31; Fetih, 48/2; Saff, 61/12; Nuh, 71/4.
‫ن‬
َ ‫سقققِني‬
ِ ‫ح‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫مققق‬
ِ ‫ب‬
ٌ ‫ريققق‬ َ ‫ه‬
ِ ‫ق‬ ٰ ّ ‫ة ال‬
ِ ‫لققق‬ َ ‫مققق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬
ّ ِ‫إ‬
“Şüphesiz, Allah’ın rahmeti ihsan edenlere yakındır.”
(A’raf, 7/56)

350
Şua’lar, s. : 156-157.
351

Yine bakınız: Bakara, 2/118.


352

Diğer âyetler: Tâhâ, 20/3; Müddessir, 74/49-54.

288
“... ‫ن‬
َ ‫سققِني‬
ِ ‫ح‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫مقق‬
ِ ‫ب‬
ٌ ‫ريقق‬
ِ ‫ق‬ ِ ‫ة ال ّٰلقق‬
َ ‫ه‬ َ ‫مقق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬
ّ ِ‫إ‬
âyetinin dahi; rahmet müennes iken, ‫ة‬ ٌ ‫ريَبقق‬ ِ ‫ق‬ َ
denmeyip, ‫ب‬ ٌ ‫ريققق‬ َ denmesinin nüktesi: Güneş
ِ ‫ق‬
hükmündeki âlî, küllî rahmetin yakınlığını ifade
etmekten ziyade, o güneşin şua’ları olan hususî
ihsanlar murad edildiğinden, herbir muhsine yakın bir
ihsan görülür. İhsan lafzı ise müzekkerdir. Onun hakkı
‫ب‬ٌ ‫ريقق‬ َ ’dür. Hem Cenâb-ı Hakk’ın, muhsinlere
ِ ‫ق‬
rahmetiyle karîb olduğunu ifade içindir ki , ‫ة‬ ٌ َ ‫ريب‬
ِ ‫ق‬َ
denilmedi. ” 353

- -
‫ه‬
ُ ّ‫جد‬
َ ‫عا ٰلى‬
َ َ‫ن ت‬
ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬
ُ ‫م‬
ُ ‫س‬ َ ‫ن ت ََباَر‬
ْ ‫كا‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫ه‬ َ ‫ه‬
ُ ‫غي ُْر‬ َ ‫ن ل إ ِ ٰل‬ْ ‫م‬
َ ‫ؤهُ ٰيا‬ ُ ٓ ‫ل ث ََنا‬
ّ ‫ج‬َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫ه‬ َ َ‫م ب‬
ُ ‫قآ‬ ُ ٓ َ َ َ‫ن ت‬
ُ ‫ؤ‬ ُ ‫دو‬ ُ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ؤ‬ ‫ما‬
َ ‫س‬
ْ ‫تأ‬ ْ ‫س‬َ ّ‫قد‬ ْ ‫م‬
َ
ُ‫ياء‬ ِ ْ ‫ن ال ْك ِب‬
َٓ ‫ر‬ ِ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ ُ ‫هآ‬
ُ ‫ؤ‬ َ َ‫ة ب‬ َ َ ‫عظ‬
ُ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن ٰل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫صى ٰال‬
ُ ‫ؤ‬ ٓ ٰ ‫ح‬
ْ ُ ‫ن ٰل ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫هيا‬ ُ ٓ‫دا‬
ُ ٰ‫ؤ‬ َ ‫ر‬
ِ
‫ه‬ ُ ٓ‫ما‬
ُ ‫ؤ‬ َ ‫ع‬
ْ َ ‫عدّ ن‬
َ ُ‫ي‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey ismi mübarek (yüce) olan, 2- Ey şanı yüksek
olan, 3- Ey senâsı (övgüsü) celil (büyük) olan, 4- Ey
kendisinden başka ilâh olmayan, 5- Ey isimleri
353
Tefekkürname, s. : 101.

289
mukaddes olan, 6- Ey bekası devam eden, 7- Ey
azamet, behâsı (güzelliği, parlaklığı) olan, 8- Ey
büyüklük, ridâsı (örtüsü) olan, 9- Ey ni’metleri
sayılamayan, 10- Ey ihsanı ve serveti had ve hesaba
gelmeyen!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
ِ ‫ل وَ ال ِك ْتَرام‬ َ ْ ‫ك ِذي ال‬
ِ َ ‫جل‬ َ ّ ‫م َرب‬
ُ ‫س‬ َ ‫“ ت ََباَر‬Celal ve ikram
ْ ‫كا‬
sahibi Rabbinin ismi mübarek (yüce) olmuştur.”
(Rahmân, 55/78)
ً ‫ول َق‬
‫دا‬ َ َ‫و ل‬
َ ‫ة‬
ً َ ‫حب‬ َ َ‫خ قذ‬
ِ ‫صققا‬ َ ّ ‫ما ات‬ َ ‫و أ َن ُّه ت ََعا ٰلى‬
َ ‫جدّ َرب َّنا‬ َ
“Öyle ki, Rabbimizin şanı yüksektir. Ne bir eş, ne
de çocuk edinmiştir.” (Cinn, 72/3)
Cenaze namazında, iftitah tekbirinden sonra şu
dua okunur:
َ ‫و ت َ ٰباَر‬
‫ك‬ َ ‫ك‬ َ ‫د‬ِ ‫م‬ْ ‫ح‬
َ ِ‫و ب‬َ ‫م‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬
ّ ‫ه‬ َ َ ‫سب ْ ٰحان‬
ُ
‫ه‬
َ ‫و ل ا ِ ٰل‬
َ ‫ك‬ َ ‫ؤ‬
ُ ‫ل ث ََنآ‬ّ ‫ج‬َ ‫و‬ َ ‫ك‬ َ ّ‫جد‬َ ‫و ت َ ٰعا ٰلى‬ َ ‫م‬
َ ‫ك‬ ُ ‫س‬ ْ ‫ا‬
َ ‫غي ُْر‬
‫ك‬ َ
Meali: Allahım! Sana hamd ile birlikte seni
tesbih ederiz. İsmin mübarek (yüce), şanın
yüksek, senân (övgün) celil (büyük) olup, senden
başka da ilâh yoktur.354
Kelime-i tevhid ve tehlilin beyanı ileride
gelecektir.
‫ه‬
ُ ‫غي ُْر‬ ٍ َ ‫ن إ ِل‬
َ ‫ه‬ ْ ‫م‬ ْ ُ ‫ما ل َك‬
ِ ‫م‬ َ “Sizin, O’ndan başka bir
ilahınız yoktur.” (A’raf, 7/59, 65, 73, 85; Hûd,
11/50, 61, 84; Mü’minûn, 23/23, 32)
‫و ذَُروا‬ َ ‫سقق ٰنى‬ ُ ْ ‫مآءُ ال‬ َ ِ ّ ‫و ل ِل‬
َ ‫هققا‬َ ِ ‫عوهُ ب‬
ُ ْ‫فققاد‬ ْ ‫ح‬ َ ‫س‬
ْ ‫ه ال‬ َ
‫ه‬ ‫ئ‬ ‫مآ‬ ‫ق‬
‫سق‬ َ ‫أ‬ ‫قي‬
ٓ ‫فق‬ ‫ن‬ ‫دو‬ ‫ق‬‫حق‬ ْ ‫ل‬ ‫ي‬ ‫ن‬ ‫ذي‬‫ق‬ ّ
‫لق‬ ‫ا‬
ِ ِ َ ْ ِ َ ُ ِ ُ َ ِ “Hem, en güzel
354
Bakınız: Büyük İslam İlmihali, sahife: 252.

290
isimler Allah’ındır. O halde, onlarla O’na dua edin
de, isimleri hakkında (ileri geri konuşup) eğriliğe
sapanları bırakın.” (A’raf, 7/180)
‫خي ٌْر وَ أ َب ْ ٰقى‬ ُ ّ ‫“وَ ال ٰل‬Zira Allah (O’nun mükâfatı),
َ ‫ه‬
daha hayırlı ve daha bâkidir.” (Tâhâ, 20/73)
َ
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫سققق ٰم ٰوا‬
ّ ‫فقققي ال‬ ِ ْ ‫ه ال ْك ِب‬
ِ ُ‫رَيقققآء‬ ُ ‫و َلققق‬
َ
“Göklerde ve yerde büyüklük de O’nundur.”
(Casiye, 45/37)
‫ها‬َ ‫صققو‬
ُ ‫ح‬ ِ ‫ة ال ّٰلقق‬
ْ ُ‫ه ل َ ت‬ َ ‫مقق‬ َ ‫ع‬ْ ِ ‫دوا ن‬ّ ‫عقق‬
ُ َ‫ن ت‬
ْ ِ‫و إ‬
َ“Allah’ın
ni’metini saymak isteseniz de, saymakla
355
bitiremezsiniz.” (İbrâhim, 14/34)
َ َ (Ey insanlar
Şu âyet: “ ‫ن‬ ِ ‫ما ت ُك َذَّبا‬
َ ُ ‫ء َرب ّك‬ ِ ‫ي ٰال‬ ّ ‫فب ِأ‬
ve cinler!) Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz (inkar ve nankörlük ediyorsunuz)?”,
Rahman Sûresinde 31 defa tekrar edilmiştir. Diğer
âyetler: A’raf, 7/69, 74; Necm, 53/55.
“...Hem meselâ: Sûre-i Rahman’da tekrar
edilen:
َ َ âyeti ile Sûre-i Murselât’ta:
‫ن‬ِ ‫ما ت ُك َذَّبا‬ َ ُ ‫ء َرب ّك‬ ِ ‫ي ٰال‬ ّ ‫فب ِأ‬
َ ‫مك َقذِّبي‬
‫ن‬ ُ ْ ‫ذ ل ِل‬ ٍ ِ ‫مئ‬
َ ‫و‬ ٌ ‫وي ْق‬
ْ ‫ل ي َق‬ َ âyeti, cinn ve nev’-i beşere
kâinatı kızdıran.. ve arz ve semavatı hiddete getiren
ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan.. ve haşmet-i
saltanat-ı ilahiyeye karşı inkar ve istihfafla mukabele
eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün
mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza
ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, öyle
binler hakikatlerle alâkadar ve binler mes’ele
kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar
edilse yine lüzum var. Ve celalli bir îcaz ve cemalli bir
i’caz-ı belagattır.” 356
355
Aynı ma’nada: Nahl, 16/18.

356
Zülfikar, sahife: 621, -Asâ-yı Musa’nın Birinci Kısmının 2.
Mes’ele’sinden- .. Mesnevî-i Nuriye’deki Habab
291
َ
‫ة‬
ً ‫و َباطَِنقق‬ ِ ‫ه ظَققا‬
َ ً‫هَرة‬ ُ ‫مقق‬
َ ‫ع‬ ْ ُ ‫عل َي ْك‬
َ ِ‫م ن‬ َ ‫غ‬
َ َ ‫سب‬
ْ ‫وأ‬َ “…ve
size, zâhirî ve bâtınî (açıkta ve gizlideki)
ni’metlerini bolca vermiştir.” (Lokman, 31/20)
Allah Teâlâ’nın, sayılamayacak kadar ni’metleri
bulunduğunun îzahı 70. Ukde’de beyan edilmiştir.

:‫م‬َ ّ ‫س قل‬
َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ‫عل َي ْق‬َ ‫ه‬ُ ‫ص قّلى ال ٰل ّق‬
َ ‫ه‬ ِ ‫ل ال ٰل ّق‬ ُ ‫سو‬ ُ ‫ل َر‬َ ‫قا‬ َ
‫و ٰل‬ َ ‫ن‬َ ‫شقققَرُبو‬ ْ َ‫و ي‬
َ ‫في هٰققق ا‬ ِ ‫ة‬ ِ ‫جن ّققق‬َ ْ ‫ل ال‬ ْ َ‫ل أ‬
ُ ‫هققق‬ ُ ‫كققق‬ُ ْ ‫ي َا‬
‫ن‬
ْ ‫كقق‬
ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ن‬ َ ‫و ٰل ي َُبوُلو‬ َ ‫ن‬ ُ ‫خ‬
َ ‫طو‬ ِ َ ‫مت‬ْ َ ‫و ٰل ي‬ َ ‫ن‬
َ ‫طو‬ ُ ‫و‬ ّ ‫غ‬
َ َ ‫ي َت‬
‫ن‬َ ‫مققو‬ َ ْ ‫ك ي ُل‬
ُ ‫ه‬ ِ ‫سقق‬ ْ ‫م‬ِ ْ ‫ح ال‬ِ ‫ش‬ ْ ‫شآءٌ ك ََر‬ َ ‫ج‬ُ ‫ك‬ َ ِ ‫م ٰذل‬ْ ‫ه‬ ُ ‫طَ ٰعا‬
ُ ‫م‬
ُ‫س )َر ٰواه‬َ ‫فقق‬ َ ّ ‫ن الن‬َ ‫مو‬ ُ ‫ه‬ َ ْ ‫و الت ّك ِْبيَر ك َ ٰما ي ُل‬
َ ‫ح‬ َ ‫سِبي‬ْ ّ ‫الت‬
(‫م‬ٌ ِ ‫سل‬
ْ ‫م‬
ُ
Resûlullah (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:
Cennet ehli, cennette yerler ve içerler. Fakat
büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler, bevl
(idrar) yapmazlar. Lâkin onların yiyecekleri, –misk
kokusunun serpintisi gibi– bir terdir (ter halinde
vücuddan çıkar). Nefes almaktan hoşlandıkları
gibi, tesbih ve tekbir getirmekten hoşlanırlar.357
‫ن‬َ ‫حي‬ِ ِ ‫صال‬
ّ ‫ي ال‬
َ ‫عَباِد‬ ِ ِ‫ت ل‬ ُ ْ‫عدَد‬ْ َ ‫ أ‬: ‫ه ت َ ٰعا ٰلى‬ُ ّ ‫ل ال ٰل‬ َ
َ ‫قا‬
َ ‫خطََر‬ َ
‫ع ٰلى‬ َ ‫ول‬ َ ‫ت‬ْ ‫ع‬ َ ‫م‬ ِ ‫س‬َ ‫ن‬ ٌ ُ‫و ل ا ُذ‬َ ‫ت‬
ْ ‫ن َرأ‬ ٌ ْ ‫عي‬َ ‫ٰما ٰل‬
‫ر‬
ٍ ‫ش‬ َ َ‫ب ب‬ِ ْ ‫قل‬َ
Allah Teâlâ: Salih kullarım için, (cennette)
gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir
insanın kalbine hutur etmeyen (gönlünden
geçirmediği ni’metler) hazırladım, buyurmuştur.358

Risalesi’ne (sahife: 95-96) de bakabilirsiniz.


357
Hadîsi Müslim rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 1912.
hadîs.
358

292
- -
‫ن ٰيا‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ‫عي‬ِ ‫م‬ُ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ن ٰيا‬ َ ٓ ‫مبين‬
ُ ‫كي‬ِ ‫م‬
َ ‫ن ٰيا‬ ُ ‫مي‬ ِ ‫ٰيا أ‬ ُ ِ ُ
‫ٰيا‬ ‫د‬
ُ ‫هي‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫ش‬ ‫د‬
ُ ‫دي‬ َ ‫ن ٰيا‬
ِ ‫ش‬ ُ ‫مِتي‬
َ
‫د‬
ُ ‫جي‬
ِ ‫م‬
َ ‫د ٰيا‬
ُ ‫مي‬
ِ ‫ح‬
َ ‫د ٰيا‬
ُ ‫شي‬
ِ ‫َر‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Muîn (yardımcı), 2- Ey Mübîn (âşikar, apaçık,
beyan eden, açıklayan), 3- Ey Emîn (emniyet
edilen, güvenilen), 4- Ey kadri yüce (makamı
yüksek olan), 5- Ey metanet sahibi, 6- Ey şiddet
(güç) sahibi, 7- Ey şahid olan, 8- Ey Reşîd (doğru
söz ve fiil sahibi), 9- Ey övülen, 10- Ey mecd (şan
ve şeref) sahibi!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh

Hadîsi Şeyhayn rivayet etmiştir: Riyazu’s-Salihîn, 1913.


hadîs. Daha geniş bilgi isteyenler, aynı eserdeki 1914.
hadîsten 1928. hadîse kadar okuyabilirler. Şerh için de şu
mevzu’lara baksalar, faydalı olur: 10. Söz ve 28. Söz, 32.
Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ı, İşarâtü’l-İ’caz (cennet bahsi).
293
َ
‫ن‬ ُ ْ ‫ق ال‬
ُ ‫مِبيقق‬ َ ْ ‫و ال‬
ّ ‫حقق‬ َ ‫هقق‬
ُ ‫ه‬ ّٰ ‫ن ال‬
َ ‫لقق‬ ّ ‫نأ‬ ُ َ ‫عل‬
َ ‫مققو‬ ْ َ ‫“ ي‬Ve
‫و‬
َ
Allah’ın, ancak apaçık Hakk olduğunu bilecekler.”
(Nur, 24/25)
‫ن‬ َ ْ ‫ة ال‬
ُ ‫مِتيققق‬ ِ ‫و‬ ُ ْ ‫ذو ال‬
ّ ‫قققق‬ ُ ُ‫و القققّرّزاق‬
َ ‫هققق‬
ُ ‫ه‬ ٰ ّ ‫ن ال‬
َ ‫لققق‬ ّ ِ‫إ‬
“Muhakkak Allah; bol rızık sahibi, güçlü,
metîndir.” (Zariyât, 51/58)
Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın “şiddetli” ismi,
muzaf olarak zikredilmiştir. Azabı şiddetli, şiddetli
ceza sahibi gibi…359
‫ن‬ َ ‫مل ُققو‬
َ ‫ع‬
ْ َ ‫ما ت‬ َ ‫ع ٰلى‬ َ ٌ‫هيد‬ِ ‫ش‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
َ “Halbuki Allah,
yaptıklarınıza şâhid olmuştur.” (Âl-i İmrân,
3/98)360
Cenâb-ı Mevlâ’nın, kendisinin reşîd (doğru söz
ve fiil sahibi) olup, başkalarına da rüşdü lutf etme
vasfına sahip olduğu şu âyetlerden
anlaşılmaktadır: Bakara, 2/186; Kehf, 18/10-24;
Hucurat, 47/7; Cinn, 72/2.
َ ‫مو‬
‫د‬
ٌ ‫مي‬
ِ ‫ح‬َ ‫ي‬ ّ ِ ‫غن‬َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ‫ٓأ‬ ‫عل َ ُ ا‬
ْ ‫و ا‬ َ “Biliniz ki Allah;
zengindir, övülmeye layıktır.” (Bakara, 2/267)361
‫د‬
ٌ ‫جي‬ ِ ‫م‬َ ٌ‫ميد‬ ِ ‫ح‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫“ إ ِن‬Şüphesiz O; övülmeye layık,
şan ve şeref sahibidir.” (Hûd, 11/73)362
359
Bakınız: Bakara, 2/165, 196, 211; Âl-i İmrân, 3/11; Maide,
5/2, 98; Enfal, 8/13, 25, 48, 52; Ra’d, 13/6, 13; Mü’min,
40/3, 22; Haşr, 59/4, 7.
360
Diğer âyetler: Maide, 5/117; En’am, 6/19; Yunus, 10/46;
Hac, 22/17; Sebe’, 34/47; Fussılet, 41/53; Mücadele, 58/6;
Burûc, 85/9.. Şu âyetlere de bakınız: Nisâ, 4/33, 79, 166;
Yunus, 10/29; Ra’d, 13/43; İsrâ, 17/96; Ankebût, 29/52;
Ahzab, 33/55; Ahkaf, 46/8; Fetih, 48/28.

361
Sair âyetler: Nisâ, 4/131; Hûd, 11/73; İbrâhim, 14/1, 8; Hac,
22/24, 64; Lokman, 31/12, 26; Sebe’, 34/6; Fâtır, 35/15;
Fussılet, 41/42; Şûrâ, 42/28; Hadîd, 57/24; Mümtehıne,
60/6; Teğâbun, 64/6; Burûc, 85/8.

362
Diğer âyet: Burûc, 85/15.
294
-۷۷-
‫ل‬
ِ ‫و‬ َ ْ ‫ذا ال‬
ْ ‫ق‬ َ ‫د ٰيا‬ ِ ‫جي‬ ِ ‫م‬ َ ْ ‫ش ال‬ ِ ‫عْر‬ َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫ٰيا‬
َ ‫د ٰيا‬
‫ذا‬ ِ ‫شي‬ ِ ‫ل الّر‬ ِ ‫ض‬ ْ ‫ف‬ َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫د ٰيا‬ ِ ‫دي‬ ِ ‫س‬ّ ‫ال‬
‫و‬َ ‫د‬ ِ ‫ع‬ْ ‫و‬َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫د ٰيا‬ ِ ‫دي‬ ِ ‫ش‬ ّ ‫ش ال‬ ْ ْ
ِ ‫الب َط‬
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫د ٰيا‬ ٍ ‫عي‬ َ ‫ريًبا‬
ِ َ ‫غي َْر ب‬ ِ ‫ق‬َ ‫د ٰيا‬ ِ ‫عي‬ِ ‫و‬ َ ْ ‫ال‬
‫ع ٰلى‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫د َيا‬ ُ ‫مي‬ ِ ‫ح‬َ ْ ‫ي ال‬ ّ ‫ول‬ َ ْ ‫و ال‬َ ‫ه‬
ُ
‫س‬َ ْ ‫و ل َي‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫د ٰيا‬ ٌ ‫هي‬ ِ ‫ش‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
ِ ْ ‫ب إ ِل َي‬
‫ه‬ ُ ‫قَر‬ ْ َ‫و أ‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫د ٰيا‬ ِ ‫عِبي‬ َ ْ ‫ب ِظَل ّم ٍ ل ِل‬
‫د‬
ِ ‫ري‬ ِ ‫و‬َ ْ ‫ل ال‬ ِ ْ ‫حب‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey Arş’ın sahibi Mecîd (şanlı ve şerefli olan),
2- Ey doğru söz sahibi, 3- Ey doğru fazl (üstünlük)
sahibi (veya: üstünlük ve doğruluk sahibi), 4- Ey
şiddetli tutuş (yakalama, kavrama) sahibi, 5- Ey
va’d ve tehdid sahibi, 6- Ey uzak olmayıp yakın
olan, 7- Ey övülmeye lâyık dost olan, 8- Ey her
şeye şahid olan (her şeyi gören, bilen), 9- Ey
kullarına aslâ zulmedici olmayan, 10- Ey O’na
(kuluna) şah damarından daha yakın olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
295
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada 10. nidâda ‫ل ل ِ ٰما‬ ٌ ‫عا‬ َ ‫هو‬
ّ ‫ف‬ ُ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫د‬
ُ ‫ري‬
ِ ُ ‫“ ي‬Ey dilediğini güzelce yapıcı olan!” ibaresi
mevcuddur.
‫د‬
ُ ‫جي‬ َ ْ ‫ش ال‬
ِ ‫م‬ َ ْ ‫ذو ال‬
ِ ‫عْر‬ ُ “O; Arş’ın sahibi, mecd (şan
ve şeref) sahibidir.” (Burûc, 85/15)363
“…Ama ifham ve ta’limdeki beyanat-ı Kur’âniye o
kadar harikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en
basit bir âmmî, en derin bir hakikatı onun beyanından
kolayca tefehhüm eder. Evet Kur’ân-ı Mu’cizü’l-
Beyan, çok hakaik-ı gamızayı, nazar-ı umumîyi
okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i
avâmmı ta’ciz edip yormayacak bir surette basitâne
ve zâhirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla
konuşulsa, çocukça ta’birat istimal edilir. Öyle de:
‫ر‬ َ َ ‫ل ال ْب‬
ِ ‫شققق‬ ُ ‫ع‬
ِ ‫ققققو‬ ُ ‫لققق ى‬ ٰ ‫ة‬ ٌ ِ ‫هّيقققا‬
ِ ‫ت إ ِ ٰل‬
ٌ ‫َنقققّز ٰل‬denilen,
َ‫ت‬
mütekellim üslubunda, muhatabın derecesine sözüyle
nüzul edip öyle konuşan esalîb-i Kur’âniye, en
mütebahhir hukemânın fikirleriyle yetişemediği
hakaik-ı gamıza-i ilahiye ve esrar-ı rabbaniyeyi
müteşebihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilat
ile en ümmî bir âmmîye ifham eder. Meselâ ‫ن‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫َالّر‬
‫سققت َ ٰوى‬ ْ ‫شا‬ِ ‫عققْر‬َ ْ ‫عَلققى ال‬
َ bir temsil ile rububiyet-i
ilahiyeyi saltanat misalinde ve âlemin tedbirinde
mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında
durup, icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde
gösteriyor…” 364
363
Diğer âyetler: A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; Hûd,
11/7; Ra’d, 13/2; İsrâ, 17/42; Tâhâ, 20/5; Enbiyâ, 21/22;
Mü’minûn, 23/86, 116; Furkan, 25/59; Neml, 27/26; Secde,
32/4; Zümer, 39/75; Mü’min, 40/7-15; Zuhruf, 43/82; Hadîd,
57/4; Hâkka, 69/17; Tekvîr, 81/20.
Zülfikar, sahife: 409-410,
364
-Yirmibeşinci Söz’den- .. Aynı
mevzu’ hakkında:
296
“… Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita
ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan ism-i Zâhir
i’tibarıyla; arş, mülk .. kevn, melekût olur. İsm-i Bâtın
itibarıyla; arş, melekût.. kevn, mülk olur. Demek arşa
ism-i Zâhir nazarıyla bakılırsa; kendisi zarf, kevn de
mazruf olur. İsm-i Bâtın gözüyle bakılırsa; kendisi
mazruf, kevn zarf olur. Ve keza ism-i Evvel i’tibarıyla
‫ء‬ ‫عل َققى ال ْ ٰم ق ا‬
ِ ٓ َ ‫ه‬
ُ ‫شق‬ُ ‫عْر‬ َ ‫ن‬ َ ‫ ٰك ق ا‬âyetinin
‫و‬
َ işaret ettiği
kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir i’tibarıyla
‫ن‬
ِ ‫ح ٰمق‬ ْ ‫ش الّر‬
ُ ‫عْر‬ َ ‫ة‬ َ ْ ‫ف ال‬
ِ ّ ‫جن‬ ُ ‫ق‬ْ ‫س‬ َ hadîs-i şerîfinin îma
ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.
Demek arş, öyle bir halitadır ki; şu dört isimden
aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını-solunu,
üstünü ve altını ihata etmiş olur.” 365
“…İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik,
ma’nasında olan ‫ه ٰمق ا‬ ُ ‫ق ٰنا‬ْ َ ‫فت‬ َ ‫ف‬
َ ‫قا‬ً ْ ‫…تا َرت‬ٰ َ ‫كان‬ ٰ
’nın
ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i
kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir
hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata
nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz
etmiş bir maddedir.. ‫ء‬ ِ ٓ‫عَلى ال ْ ٰم ق ا‬ َ ‫ه‬ُ ‫ش‬ ُ ‫عْر‬َ ‫ن‬ َ ‫ٰكا‬ ‫و‬
َ
âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki; Cenâb-ı
Hakk’ın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi
üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra,
Saniin ilk îcadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani
esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferde(ye)
kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır. Ve bu
kesif kısımdan, meskun olmak üzere yedi küre
yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın, -hepsinden
evvel tekasüf ve tesallub etmekle acele kabuk

365
Âsâr-ı Bediiye (sahife: 67, -Şuaât’tan- ), İşarâtü’l-İ’caz
(sahife: 116).

Mesnevî-i Nuriye, sahife: 106.

297
bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat
olması i’tibarıyla- hilkat-ı teşekkülü semavattan
evveldir. Fakat arzın bast edilmesiyle nev’-i beşerin
taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın
tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle hilkatı,
semavattan sonra başlarsa da; bidayette, mebde’de
ikisi beraber imişler. Binaen alâ hâzâ o üç âyetin
aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle
mutabakata inkılab eder.” 366
“...Zat-ı Zülcelal olan Sahib-i Arş-ı A’zam’ın
ma’nevî bir merkezi, âlem ve kalb ve kıble-i
kâinat hükmündeki olan küre-i arzdaki mahlukatın
tedbirine medar dört arş-ı ilahîsi var:
Birisi: Hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i
Hafîz ve Muhyî’nin mazharıdır.
İkincisi: Fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.
Üçüncüsü: İlim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u
nurdur.
Dördüncüsü: Emir ve iradenin arşıdır ki, unsur-
u havadır…” 367
Allahu Zülcelal, kendisi doğru sözlü olduğu
gibi, insanlara da doğru sözlü olmalarını
emredicidir:
‫قول ُققوا‬ َ
ُ ‫و‬ َ ‫ه‬َ ‫قققوا ال ٰل ّق‬
ُ ّ ‫من ُققوا ات‬
َ ‫ن ٰا‬ ِ ‫هققا ال ّق‬
َ ‫ذي‬ َ ّ ‫َيآ أي‬
‫دا‬
ً ‫دي‬ َ ً ‫ول‬
ِ ‫س‬ ْ ‫ق‬َ “Ey iman etmiş olanlar! Allah’tan
sakınınız ve doğru söz söyleyiniz.” (Ahzâb,
33/70)368
ِ ‫ظيققم‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ ‫ع‬ ِ ‫ضقق‬ َ ْ ‫ذو ال‬
ْ ‫ف‬ ُ ‫ه‬ ٰ ّ ‫“ ال‬Hem
ُ ‫لقق‬ ‫و‬َ Allah,
büyük fazl (lütuf, ihsan) sahibidir.” (Bakara,
366
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 188.

367
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 658.

368
Aynı ma’nada: Nisâ, 4/9.
298
2/105; Âl-i İmrân, 3/74; Enfal, 8/29; Hadîd, 57/21,
29; Cum’a, 62/4)369
Üçüncü nidâda geçen ‫د‬
ُ ‫شققي‬ِ ‫ الّر‬kelimesini
merfu’ (ötreli) okuduğumuz takdirde, ‫ذو‬ ُ lafzının
sıfatı olur ki, nidânın ma’nası şöyledir: Ey Reşîd
(doğru söz ve fiil sahibi) olan fazl (lütuf ve ihsan)
sahibi!.. ‫د‬ ِ ‫شقققي‬
ِ ‫ الّر‬şeklinde meksur (esreli)
okuduğumuz takdirde ise, ‫ل‬ ِ ‫ض‬ْ ‫ف‬ َ ْ ‫ ال‬lafzının sıfatı
olur ki; nidâ: Ey olgun (üstün) fazl (fazilet ve
ihsan) sahibi! ma’nasına gelir.
‫د‬
ٌ ‫دي‬ َ َ‫ك ل‬
ِ ‫شقق‬ َ ‫ش َرّبقق‬ ْ َ‫ن ب‬
َ ‫طقق‬ ّ ِ ‫“ إ‬Şübhesiz
Rabbinin
tutuşu (yakalaması) şiddetlidir.” (Burûc, 85/12)
“...Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu
zamanın mütemerrid kavmlerine kadar, gelen sille-i
te’dib ve taziyane-i ta’zib, gayet âlî bir adaletin
hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.” 370
“...Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in feyzine ve işarâtına
istinaden, sizi titretmek için, size kat’î haber
veriyorum ki: Beni öldürdükten sonra
yaşayamayacaksınız. Kahhar bir el ile, cennetiniz
ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip, ebedî
zulümâta çabuk atılacaksınız. Arkamdan pek
çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek,
yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u ilahîde
yakalarını tutacağım. Adalet-i ilahiye onları esfel-i
safilîne atmakla intikamımı alacağım.
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar!

369

Diğer âyetler: Bakara, 2/243, 251; Âl-i İmrân, 3/152, 174;


Yunus, 10/60;
Neml, 27/73; Mü’min, 40/61.
370
Osmanlıca Sözler, s. : 120, -Haşir Risale’sinden- .

299
Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz. İlişseniz,
intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını
biliniz, titreyiniz. Ben, rahmet-i ilahîden ümid
ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dîne
hizmet edecek. Ve ölümüm, başınızda bomba gibi
patlayıp, başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa,
ilişiniz. Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var?!..”
371

Furkan-ı Hakîm’de va’d ve tehdîd ifadeleri


birçok yerde makam münasebetiyle zikredilmiştir.
Biz sadece bir-ikisinden bahsedeceğiz:
‫ق‬
ّ ‫حق‬ َ ‫ه‬ ِ ‫ع قدَ ال لّٰ ق‬ْ ‫و‬
َ ‫ن‬ ِ‫إ‬
ّ “Şübhesiz Allah’ın va’di
gerçektir.” (Yunus, 10/55; Lokman, 31/33; Fâtır,
35/5; Mü’min, 40/55, 77; Casiye, 45/32; Ahkaf,
46/17).
‫د‬
ِ ‫عي ق‬ِ ‫و‬
َ ‫ف‬َ ‫خققا‬ َ ‫و‬ َ ‫مي‬ ِ ‫قققا‬َ ‫م‬
َ ‫ف‬
َ ‫خققا‬
َ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ ِ‫ك ل‬َ ِ ‫“ ٰذل‬O
ise; makamımdan korkan, tehdîdimden de korkan
(sakınan) kimselere aiddir” (İbrâhim, 14/14).
Âyette geçen ‫د‬ ِ ‫عي‬ِ ‫و‬َ kelimesinin aslı: ‫دي‬ ِ ‫عي‬ِ ‫و‬َ ’dir.
Sair tehdîd bildiren âyetlerden: Tâhâ, 20/113; Kaf,
50/14, 20, 28, 45.
“Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i
Mutlak olan şu masnuatın Sanii, bütün enbiyanın
tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddîkîn ve
evliyanın icma’ ile şehadet ettikleri mükerrer va’d ve
vaîd-i ilahîsini yerine getirmeyip, -hâşâ!- acz ve
371
Osmanlıca Mektubat, s. : 692-693.. Ayrıca 10. Lem’a ile
Siracunnur’a (sahife: 357...367) bakınız ve şu yerleri de
mutalaa ediniz: 14. Söz’ün Zeyli, 15. Söz, 25. Söz’ün Birinci
Şu’le’sinin Birinci Şua’ının İkinci Suret’inin ikinci noktası,
28. Lem’a’nın 28. Nükte’si, İşarâtü’l-İ’caz (münafıklar
bahsinin âhirindeki temsiller), Osmanlıca Lem’alar (sahife:
416-417, -Mes’ele-i Mühimme-), Şua’lar (sahife: 333-334),
Kastamonu Lahikası (sahife: 80-82 ve 224-227), Nur
Âleminin Bir Anahtarı (müellifi: Said Nursî, sahife: 24...31).
300
cehlini göstersin? Halbuki va’d ve vaîdinde bulunduğu
emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek
kolay.. geçmiş baharın hesabsız mevcudatını gelecek
baharda kısmen aynen, kısmen mislen iadesi kadar
kolaydır. Îfa-yı va’d ise; hem bize, hem her şeye, hem
kendisine, hem saltanat-ı rububiyetine pek çok
lazımdır. Hulfu’l-va’d ise; hem izzet-i iktidarına zıddır,
hem ihâta-i ilmiyesine münafidir. Zira hulfu’l-va’d; ya
cehlden, ya aczden gelir...
…Hulfü’l-va’d ise; hem zillet, hem tezellüldür.
Hiçbir cihetle celal-i kudsiyetine yanaşamaz. Hulful-
vaîd ise, ya afvden, ya aczden gelir. Halbuki küfür,
cinayet-i mutlakadır. Afva kabil değil. Kadîr-i Mutlak
ise, aczden münezzeh ve mukaddestir. Şahidler,
muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde,
mezheblerinde muhtelif oldukları halde, kemal-i
ittifak ile şu mes’elenin esasında müttehıddirler.
Kesretçe tevatür derecesindedirler. Keyfiyetçe icma’
kuvvetindedirler. Mevkice her biri nev’-i beşerin bir
yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azîzidirler.
Ehemmiyetçe şu mes’elede hem ehl-i ihtisas, hem
ehl-i isbattırlar…” 372
“…Hem yüzer mu’cizat-ı bahiresine ve âyât-ı
kâtıasına istinaden başta Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselam ve Kur’ân-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı
neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye
aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan
asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede,
senin çok tekrar ile ettiğin va’dlerine ve tehdîdlerine
istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve
hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve
şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine
i’timaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn
i’tikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse
müjdeliyorlar ve ehl-i dalalet için cehennem
372
Osmanlıca Sözler, s. : 111 ile 116-117.
301
bulunduğunu haber verip i’lan ediyorlar ve îman edip
şehadet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-
Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi
Kahhar-ı Zülcelal! Bu kadar sadık dostlarını ve bu
kadar va’d-lerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzib
edip, saltanat-ı rububiyetinin kat’î muktaziyatını ve
sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle
kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının
hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve
isyan ile ve seni va’dinde tekzib etmekle senin
azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline
dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve
şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve
ehl-i küfrü, haşrin inkarında tasdik etmekten yüzbin
derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve
âlîsin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten
senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini
takdis ediyorum…” 373
Va’d ve tehdîd bahisleri: 28. Söz, 29. Söz’ün ikinci
maksadı, 20. Mektub’un her iki makamındaki
onbirinci kelimeler, 15. Şua’ın Birinci Makamı’nın
ikinci kısmının dördüncü kelimesi, Asâ-yı Musa’nın
Birinci Kısmının 2.-4.-7. ve 8. Mes’eleleri, Hanımlar
Rehberi (müellifi: Said Nursi, sahife: 96-105 -32.
Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ından- ), Miftahu’l-Îman
(müellifi: Said Nursî, sahife: 20-30), Mesnevî-i Nuriye
(Lasiyyemalar kısmı), Âsâr-ı Bediiye (sahife: 28…43
-Haşir bahsi- ), İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 19-20 -ceza
günü- , 53…59 -âhiret bahsi- , 126 …129
-Cehenneme dair- , 139…154 -Cennet hakkında- ).
‫ب‬
ٌ ‫ري‬ َ ‫ع‬
ِ ‫ق‬ ٌ ‫مي‬
ِ ‫س‬
َ ‫ه‬
ُ ّ ‫إ ِن‬
“Şübhesiz O (Allah), işiticidir..
yakındır.” (Sebe’, 34/50)374
373
Şua’lar, sahife: 57- 58 ..
374
Diğer âyetler: Bakara, 2/186; Hûd, 11/61.

302
‫د‬
ُ ‫مي‬ َ ْ ‫ي ال‬
ِ ‫ح‬ َ ْ ‫و ال‬
ّ ِ ‫ول‬ َ ‫ه‬
ُ “Hem O, övülmeye lâyık olan
dosttur.” (Şûrâ, 42/28)
‫د‬
ٌ ‫هي‬ِ ‫ش‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫و‬َ 375
“Zira O, her şeye
şahiddir (görücüdür).” (Sebe’, 34/47)
َ َ
‫س‬َ ‫ه ل َي ْق‬ َ ‫ن ال ٰل ّق‬ّ ‫وأ‬ ْ ُ ‫ديك‬
َ ‫م‬ ِ ‫ت أي ْق‬ ْ ‫م‬ َ ‫مققا‬
َ ّ‫ققد‬ َ ‫ٰذل ِق‬
َ ِ‫ك ب‬
‫د‬
ِ ‫عِبيققق‬َ ْ ‫“ ب ِظَل ّم ٍ ل ِل‬İşte o, önceden yaptığınızın
karşılığıdır. Çünki Allah, kullarına zulmedici değildir.”
(Âl-i İmrân, 3/182; Enfal, 8/51)376
“Âlemde çok görüyoruz ki: Zalim, facir, gaddar
insanlar, gayet refah ve rahatla ve mazlum ve
mütedeyyin adamlar, gayet zahmet ve zillet ile ömür
geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer
şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm
görünür. Halbuki zulümden tenezzühü, kâinatın
şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i ilahiye, bu
zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedahe bir
mecma-ı âhari iktiza ederler ki; birinci, cezasını; ikinci,
mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer,
istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp, adalet-i
mahzaya medar ve hikmet-i rabbaniyeye mazhar ve
hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.
Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemic olan
hadsiz isti’dadların sünbüllenmesine müsaid değildir.
Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın
cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti
âliyedir. Öyle ise, cinayeti dahi azîmdir. Sair
mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir.
İntizamsız olamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile
mahkum olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. O’na
cehennem ağzını açmış bekliyor; cennet ise, âğuş-u

375
Sair âyetler: Nisâ, 4/33; Maide, 5/117; Hacc, 22/17; Ahzab,
33/55; Fussılet, 41/53; Mücadele, 58/6; Burûc, 85/9.

376
Sair âyetler: Hacc, 22/10; Fussılet, 41/46; Kaf, 50/29.

303
nazdarânesini açmış gözlüyor.” 377

‫د‬
ِ ‫ري‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ ‫و‬ ِ ْ ‫حب‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ِ ْ ‫ب إ ِل َي‬
ِ ‫ه‬ ْ َ‫ن أ‬
ُ ‫قَر‬ ُ ‫ح‬
ْ َ‫و ن‬
َ “Zira biz
o’na şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) 378

-۷۸-
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫زيَر‬ِ ‫و‬َ َ‫و ل‬ ُ َ‫ك ل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ري‬ ِ ‫ش‬َ َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫س‬
ِ ‫م‬ ّ ‫ق ال‬
ْ ‫ش‬ َ ِ ‫خال‬َ ‫ظيَر ٰيا‬ ِ َ‫و ل َ ن‬َ ‫ه‬ُ َ‫ه ل‬
َ ‫شِبي‬َ
‫س‬ ْ َ ِ ‫غن‬ ُ ْ ‫ر ال‬ َ ْ ‫و ال‬
ِ ِ ‫ي الَبآئ‬ ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ر‬
ِ ‫مِني‬ ِ ‫م‬
َ ‫ق‬ َ
‫ر ٰيا‬ِ ‫غي‬ ِ ‫ص‬ّ ‫ل ال‬ِ ‫ف‬ ْ ّ‫الط‬ َ ‫زق‬ِ ‫ر ٰيا َرا‬ ِ ‫قي‬ ِ ‫ف‬ َ ْ ‫ال‬

‫ف‬ َ ْ ‫ة ال‬
ِ ِ ‫خآئ‬ َ ‫م‬
َ ‫ص‬
ْ ‫ع‬
ِ ‫ٰيا‬ ِ ‫خ ال ْك َِبي‬
‫ر‬ ِ ْ ‫شي‬ ّ ‫م ال‬ َ ‫ح‬ِ ‫َرا‬
‫َيا‬ ‫صيٌر‬
ِ َ ‫عَباِده ب‬
ِ ِ‫و ب‬َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ر ٰيا‬ ِ ‫جي‬ ِ َ ‫ست‬ْ ‫م‬ ُ ْ ‫ال‬
‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ‫خِبيٌر‬َ ‫عَباِد‬ ِ ْ ‫ج ال‬ ِ ِ ‫حوآئ‬ َ ِ‫و ب‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ
‫ديٌر‬ِ ‫ق‬َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

377
Tılsımlar Mecmuası, sahife: 123-124, -Yirmidokuzuncu
Söz’ün ikinci maksadından- .. Aynı izah tarzı ile: İşarâtü’l-
İ’caz (sahife: 58), Âsâr-ı Bediiye (sahife: 33).

378
Bu âyeti şu bahisler tefsir etmiştir: 14. Söz’ün Dördüncü
Mes’ele’si, 16. Söz’ün Üçüncü Şua’ı, 31. Söz’ün Birinci
Esas’ı, Zülfikar (sahife: 490...495, -Yirmibeşinci söz’den-),
Tılsımlar Mecmuası (sahife: 106-107, -Yirmiyedinci Söz’ün
Zeyli’nden-), 15. Mektub’da birinci sualin cevabındaki
Birinci Makam.

304
Meal
1- Ey ortağı ve veziri olmayan, 2- Ey benzeri ve
dengi olmayan, 3- Ey güneşi ve aydınlatan ayı
yaratan, 4- Ey fakir ve çok muhtaç olanı zengin
eden, 5- Ey küçük çocuğun rızkını veren, 6- Ey
büyük (yaşlı) ihtiyara merhamet eden, 7- Ey
korkup korunmak isteyene koruyucu (olan), 8- Ey
kullarını görücü olan, 9- Ey kulların ihtiyaçlarından
haberdar olan, 10- Ey her şeye gücü yeter olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada ‫خِبيقٌر‬ ِ ْ ‫ج ال‬
َ ‫عب َققاِد‬ ِ ِ ‫حوآئ‬
َ ِ‫و ب‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬
yerine:
‫ر‬ ِ َ ‫عظْم ِ ال ْك‬
ِ ‫سي‬ َ ْ ‫“يا ٰجاب َِر ال‬Ey
ٰ kırık kemiği düzelten,
iyileştiren!” nidâsı mezburdur.
ُ ‫ك َلقق‬
‫ه‬ َ ‫ري‬ َ ‫“ ٰل‬O’nun hiçbir ortağı yoktur.”
ِ ‫شقق‬
(En’am, 6/163)379
“...Evet ene; ince bir elif, bir tel, farzî bir hat
iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında
neşv ü nema bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u
insanın her tarafına yayılır; koca bir ejderha gibi,
vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün
letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti
de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o
enaniyete kuvvet verip; o ene, o enaniyet-i
nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sani-i
Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra
kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta her şeyi
kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünü
onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir
379
Diğer âyetler: İsrâ, 17/111; Furkan, 25/2.
305
şirke düşer. ‫م‬ ٌ ‫ظي ق‬
ِ ‫ع‬ ٌ ‫ك ل َظُل ْ ق‬
َ ‫م‬ َ ‫ش قْر‬
ّ ‫ن ال‬
ّ ِ ‫ إ‬mealini
380
gösterir…”
“...Hem şerikler, müstağnen anhâ ve mümteniâtün
bizzat, -yani- hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi,
vücudları muhal oldukları halde onları da’va etmek
sırf tahakkümîdir. Yani aklen, mantıkan, fikren o
da’vayı ettirecek bir sebeb olmadığı için, ma’nasız
sözler hükmündedir. İlm-i usûlce “tahakkümî” ta’bir
edilir. Yani ma’nasız da’va-yı mücerreddir. İlm-i kelam
ve ilm-i usûlün düsturlarındandır ki, denilir:
‫ل‬
ٍ ‫ن دَِلي‬ ْ ‫ع‬َ ‫ئ‬ ِ ‫ش‬ ِ ‫ر الّنا‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ ْ ‫غي‬ ِ ‫حت ِ ٰما‬
ْ ِ ‫عب َْرةَ ل ِل‬
ِ ‫ٰل‬
‫ي‬
ّ ‫م‬ِ ْ ‫عل‬
ِ ْ ‫ن ال‬
َ ‫قي‬ِ َ ‫ي ال ْي‬ ّ ‫ن ال‬
ّ ِ ‫ذات‬ ُ ‫م ٰكا‬
ْ ِ ‫في ال‬ ِ ‫و ٰل ي ُ ٰنا‬ َ
Yani: Bir delilden, bir emareden neş’et etmeyen bir
ihtimalin ehemmiyeti yok.. kat’î ilme şek katmaz..
yakîn-i hükmîyi sarsmaz. Meselâ: Zatında Barla denizi
(yani Eğirdir Gölü), imkan ve ihtimal var ki pekmez
olsun, yağa inkılab etmiş olsun. Fakat madem bir
emareden o imkan ve ihtimal neş’et etmiyor. Onun
vücuduna ve su olduğuna kat’î ilmimize te’sir etmez,
şek ve vesvese vermez…” 381
“Ü ç ü n c ü K e l i m e : ‫ه‬ ُ َ‫ك ل‬
َ ‫ري‬ِ ‫ش‬َ ‫ ٰل‬Yani:
Nasılki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur.
Allah bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de,
rububiyetinde ve icraatında ve îcadatında dahi şeriki
yoktur. Bazan olur ki, sultan bir olur, saltanatında
şeriki olmaz. Fakat icraatında O’nun me’murları,
O’nun şeriki sayılırlar. Ve O’nun huzuruna herkesin
girmesine mani’ olurlar. Bize de müracaat et, derler.
Fakat ezel-ebed sultanı olan Cenâb-ı Hakk,
saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı
380

Osmanlıca Sözler, s. : 789.

381
Osmanlıca Sözler, sahife: 896.

306
rububiyetinde dahi muînlere, şeriklere muhtaç
değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa;
hiçbir şey hiçbir şeye müdahele edemez. Doğrudan
doğruya herkes O’na müracaat edebilir. Şeriki ve
muîni olmadığından, o müracaatçı adama: Yasaktır,
O’nun huzuruna giremezsin!, denilmez…” 382
“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-
i kibriyasından istitar etmiş olan Zat-ı Akdes!
Zeminin bütün takdîsat ve tesbîhatıyla Seni;
kusurdan, aczden, şerikten takdîs ve bütün
tahmîdat ve senâlarıyla Sana hamd ve şükrederim.”
383

“...Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar îcada ve


rububiyete karışsaydılar, intizam-ı kâinat bozulacaktı.
Halbuki, küçücük sineğin kanadından ve
gözbebeğindeki huceyrecikten tut, tâ tayyare-i
cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye
kadar her şeyde -cüz’î-küllî, küçük ve büyük- en
mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’î bir
surette şeriklerin muhaliyetine ve ma’dumiyetine
delâlet ettiği gibi, Vacibü’l-Vücud’un mevcudiyetine
ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.” 384
“....Arz ve semâda Allah’tan başka ilahlar olmuş
olsaydılar, şu görünen intizam fesada uğrardı,
ma’nasında olan ‫ه‬ ُ ‫ة ا ِل ّ ال لّٰ ق‬
ٌ ‫هق‬
َ ِ ‫همققآ ٰال‬
ِ ‫في‬
ِ ‫ن‬
َ ‫ٰك ق ا‬ ْ ‫لَق‬
‫و‬
‫سقققدََتا‬ َ َ ‫ ل‬âyetinin tazammun ettiği bürhanü’t-
َ ‫ف‬
temanu’, Saniin vahid ve müstakil olduğuna kâfi bir
delildir. Ve istiklaliyet, ulûhiyetin zatî bir hâssası ve
zarurî bir lazımı olduğuna nurlu bir bürhandır.” 385
382
Osmanlıca Mektubat, sahife: 356.
383

Şua’lar, sahife: 48.


384
Şua’lar, sahife: 600.

385
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 91.. Bu babda vüs’atli açıklamalar
isteyen, şu mevzu’ları okusun: 32. Söz’ün Birinci ve İkinci
307
‫و‬
َ ‫س‬ َ ‫م‬ ّ ‫و ال‬
ْ ‫شقق‬ َ ‫هاَر‬
َ ّ ‫و الن‬ َ ْ ‫ق الل ّي‬
َ ‫ل‬ َ َ ‫خل‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫مَر‬
َ ‫ق‬ ْ
َ ‫“ ال‬Hem O; gece ve gündüzü, güneş ve ayı
yaratandır.” (Enbiyâ, 21/33)
‫مِني قًرا‬
ُ ‫م قًرا‬ َ ‫و‬
َ ‫ق‬ َ ‫جا‬
ً ‫س قَرا‬
ِ ‫هققا‬
َ ‫في‬ َ ‫عق‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬
َ “... ve
orada bir lamba (güneş) ve aydınlatıcı bir ay îcad
etti.” (Furkan, 25/61)386
‫قيققَر‬ َ ْ ‫س ال‬
ِ ‫ف‬ َ ِ ‫مققوا ال َْبققآئ‬ ِ ْ‫و أ َط‬
ُ ‫ع‬ َ ‫هققا‬ ِ ‫فك ُُلققوا‬
َ ْ ‫من‬ َ “O
halde, onlardan yeyiniz ve fakir ve çok muhtaç olana
da yediriniz” (Hacc, 22/28) âyeti; rahmet-i ilahiyenin,
fakir ve muhtaçları gözettiğini ve onların bakımına,
sıkıntıdan kurtarılmalarına ehemmiyet verdiğini
göstermektedir.
Allah Teala’nın muğnî=zenginleştirici olduğunun
îzah ve beyanı, 59. Ukde’de sebkat etmiştir.
َ ٓ ٰ ‫شآءُ إ‬
‫ل‬
ٍ ‫ج‬َ ‫لى أ‬ ِ َ َ ‫ما ن‬
َ ِ ‫حام‬َ ‫في ال َْر‬
ِ ‫قّر‬
ِ ُ‫و ن‬
َ
ً ‫فل‬
ْ ِ‫م ط‬ ُ
ْ ‫جكققق‬ ُ ‫ر‬ِ ‫خ‬ ّ ‫مى ُثققق‬
ْ ُ‫م ن‬ ّ ‫سققق‬َ ‫م‬ّ “Dilediğimizi de,
rahimlerde (annelerin karnında) belirli bir müddete
kadar durdururuz. Sonra sizi çocuk (bebek, yavru)
olarak dışarıya çıkarırız.” (Hacc, 22/5)387
ً ‫غيرا‬
ِ ‫صق‬ َ َ ‫هما َ ك‬
َ ‫ما َرب َّياِني‬ ُ ‫م‬
ْ ‫ح‬
َ ‫ب اْر‬
ّ ‫ل َر‬ ُ ‫و‬
ْ ‫ق‬ َ “…ve:
Rabbim! Onlar beni küçükken yetiştirip (besleyip)
büyüttükleri gibi, (Sen de) onlara merhamet eyle,
de.” (İsrâ, 17/24)
“...Evladına muhabbet ise; -Cenâb-ı Hakk’ın, senin

Mevkıf’ı, 2. Şua’, 7. Şua’ın İkinci Makam’ının İkinci Bab’ının


birinci menzilindeki dördüncü hakikat, Asâ-yı Musa’nın
Birinci kısmının Sekizinci Mes’ele’sindeki ikinci nükte,
Zülfikar (sahife: 305-306, -Dokuzuncu Hakikat’ın haşiyesi-),
Siracunnur (sahife: 266…271, -Otuzuncu Pencere)…
386

Sair âyetler: Yunus, 10/5; Fussılet, 41/37; Nuh, 71/16.. 3.


Mektub’da, 3. Şua’ın baş tarafında ve 7. Şua’ın birinci
mertebesinde güneş ve ayın yaratılması ve vazifeleri
hakkında ma’lumat verilmiştir. Müracaat edilebilir.
387
Yine bak: Mü’min, 40/67.

308
nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli
o mahluklara muhabbet ise- saadetli bir muhabbet, bir
ni’mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de
ölümleriyle me’yusane feryad edersin. Sabıkan geçtiği
gibi, onların Hâlık’ları; hem Hakîm, hem Rahîm
olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir,
dersin. Senin hakkında da, onları sana veren zatın
rahmetini düşünürsün, firak eleminden kurtulursun.” 388
“...Evet, kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî
in’amlar ve ni’metler, hususan kan ve fışkı içinden sâfî,
temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî
ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve
ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş…
...Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak,
süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı
içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün
bütün muhalif olarak, halis, temiz, sâfî, mugaddî, hoş,
beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha
ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati
kalblerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir
hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki,
fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör
kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte böyle gayet
mu’cizeli ve hikmetli bu san’at-ı rabbaniyenin ve bu fiil-i
ilahînin, umum ruy-u zeminde yüz binlerle nevilerin
hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı
anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellîsi
ve tasarrufu ve yapması ve ihâtası, bedahetle vahdeti
isbat eder.” 389

388
Osmanlıca Sözler, sahife: 952.

389
Şua’lar, sahife: 608 ile 156.. Şu mevzu’lar da okunabilir: 32.
Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ının İkinci Mebhas’ının dördüncü
işareti (sahife: 958-959), 17. Mektub, 7. Şua’ın Otuzüçüncü
Mertebe’si (sahife: 172-173), 15. Şua’ın Birinci Makam’ının
ikinci kısmının üçüncü kelimesi, Hanımlar Rehberi (sahife:
113-114).

309
“...Hem bir hadîs-i şerîf ferman ediyor ki: ‫بو‬
َ
ُ ‫أ‬
‫ق‬
ٌ ‫مققْرُزو‬
َ ‫ت‬ ِ ‫ ال ْب ََنققا‬Yani: Kızların babasının rızkına
bereket düşer…
...Nev’-i beşerde yavrular, sâir hayvanlar gibi
çabuk kendi kendine malik olmadığından, yaşamakta
hayvanın iki-üç ay yerine, on sene, belki daha ziyade
şefkatli bir himayete muhtaç olduklarından, bu sır için
cins-i hayvana muhalif olarak insandaki veledlerine
karşı şefkat, bir seciye-i fıtrî olarak devam etmek
lazım gelmiş. Hem iktidarsız yavrulara ve zayıf
validelerine tam yardım ve himaye etmek hikmetiyle,
erkeklerde de haysiyet, namus seciyesi fıtratında
dercedilmiş. Bu namusta halis ve ücretsiz,
mukabelesiz, samimî bir kahramanlık derc edilmiş…”
390

‫خا‬ ُ َ ‫م ل ِت‬
ُ ‫كوُنوا‬
ً ‫شُيو‬ ُ َ ‫ٓا أ‬
ْ ُ ‫شدّك‬
ّ ُ‫م ث‬ ُ ُ ‫م ل ِت َب ْل‬
‫غو‬ ّ ُ ‫“ ث‬...sonra
kemal çağınıza erişesiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız
diye…” (Mü’min, 40/67)391
َ ‫ع‬
‫ل‬ ْ ‫وا‬
َ َ ‫شقت‬ َ ‫مّنقي‬ ُ ‫عظْق‬
ِ ‫م‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫هق‬
َ ‫و‬
َ ‫ب إ ِن ّققي‬
ّ ‫ل َر‬ َ
َ ‫قققا‬
‫شي ًْبا‬َ ‫س‬ ْ
ُ ‫“ الّرأ‬Rabbim! Kemiğim gevşedi (yıprandım,
yaşlandım) ve başı(mı) beyaz saçlar kapladı (saçlarım
ağardı), dedi.” (Meryem, 19/4)
“…Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki
ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belalardan
muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş ma’sum
ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu hadîs-i şerîfin392 bir
parçası olan: ‫م‬ ُ ‫عل َي ْك ُق‬
َ ‫ب‬ ُ َ‫ع ل‬
ّ ‫ص‬ ُ ّ ‫خ الّرك‬
ُ ‫شُيو‬ ْ َ‫و ل‬
ّ ‫ول َ ال‬ َ
‫صقققّبا‬ ْ
َ ُ‫ الَبلء‬Yani: Beli bükülmüş ihtiyarlarınız
olmasaydı, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti, diye
390
Hanımlar Rehberi, sahife: 21- 22.
391
Şu âyetlere de bakılabilir: Kasas, 28/23; Yusuf, 12/78.
392

Hadîsin tamamı: ‫ن‬


ُ ‫صقب َْيا‬
ّ ‫و ال‬
َ ‫ع‬
ُ ّ ‫م الّرت‬ َ َ ‫ول َ ال ْب‬
ُ ِ ‫هآئ‬ ْ َ‫و ل‬
َ
َ
‫قال‬ َ َ‫و ك‬
َ ‫ما‬ ْ ‫ أ‬- .‫ إ ٓلخ‬...‫ع‬
ُ ‫ض‬
ّ ‫ الّر‬-
310
ferman etmekle bu hakikatı isbat ediyor…” 393
“İkinci Rica: İhtiyarlığa girdiğim zaman, bir gün
güz mevsiminde, ikindi vaktinde yüksek bir dağda
dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazin, bir
cihette karanlıklı bir hâlet bana geldi. Gördüm ki: Ben,
ihtiyarlandım.. Gündüz de ihtiyarlanmış.. Sene de
ihtiyarlanmış.. Dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar
içinde dünyadan bir firak ve sevdiklerimden iftirak
zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı.
Birden, rahmet-i ilahiye öyle bir surette inkişaf etti ki,
o rikkatlı hüzün ve firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir
tesellî nuruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlar!
Kur’ân-ı Hakîm’de yüz yerde Er-Rahmanu’r-Rahîm
sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima
zemin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların
imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene,
baharı hadsiz ni’met ve hediyeleriyle doldurup, rızka
muhtaç bizlere yetiştiren ve za’f ve acz derecesi
nisbetinde rahmetin cilvesini ziyade gösteren bir
Hâlik-ı Rahîm’imizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en
büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti
bulmak, îmanla o Rahman’a intisab etmek ve feraizi
kılmakla O’na itaat etmektir.” 394
“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said’den

393

Osmanlıca Lem’alar, sahife: 483-484. Bu hadîsi, -hasen


hadîs olarak- Taberanî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Suyutî’nin Cami-i Sağîr’ine Münavî’nin yaptığı şerhe
bakınız.
394
Siracu’n-Nur, s. : 68.. İhtiyarlık ve ihtiyarlara dair bahisler:
32. Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ındaki ikinci nükte, 6. ve 21.
Mektublar, 29. Mektub’un Altıncı Kısmının dördüncü
desisesindeki üçüncü taife, Siracu’n-Nur (sahife: 66…137
-ihtiyarlar hakkında- , 285-288 -Onikinci Nota-), 4. Şua’, 9.
Şua’ın mukaddimesindeki Birinci Nokta’nın ikinci delili, 11.
Şua’ın 8. Mes’ele’sindeki dördüncü fayda, Tefekkürname
(sahife: 273-276 -Hizb-i Mesnevî-i Arabî’den-), Hanımlar
Rehberi (sahife: 20- 21)…
311
altmış dokuz emvat bâ-âsâm âlâma
Yetmişinci olmuştur o mezara bir mezartaş;
beraber ağlıyor husran-ı İslâm’a
Ümidim var ki, istikbal semavatı zemin-i Asya,
bâhem olur teslim yed-i beyza-i İslâm’a
Zira yemin-i yümn-ü imandır; verir emn-i eman ü
emniyeti enâma.” 395
“...Ben, bu anda seksen Said’den telhîs ile tezahür
etmişim. Onlar, müselsel şahsî kıyametler ve
müteselsil istinsahlar ile çalkalanıp, şu zamana beni
fırlatmışlar.
Şu (Said), yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın
fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa,
mütemessil olan o Saidler birbirlerini görseler, şiddet-
i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben,
onların üstünde yuvarlandım.. hasenât, lezzât dağıldı
kaldı. Seyyiât, âlâm toplandı, yüklendi. Nasılki şimdi o
merhalelerde daima ben benim. Öyle de; mevtimle,
gelecek menzillerde de yine ben benim. Lakin her
senede şu menzilhanelerdeki zerrât, iki mühaceret-i
umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir,
yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer.” 396
َ
“ ‫زيقُز‬ َ ْ ‫ها ال‬
ِ ‫ع‬ ْ َ ‫عل‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬Aklı başında olan insan, ne
dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de
kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor,
gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.
Bak: İhtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulu’
etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene
sarılmış. Vücudunda tevattun etmeye niyet eden
hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâzâ, ebedî
395

Müdafaalar Risalesi, -müellifi: Said Nursî-, son sahifesi;


Âsâr-ı Bediiye, s. : 515-516; Şua’lar, s. : 320.

396
Sunuhat, s. : 104.

312
ömrün önündedir. O ömr-ü bakîde göreceğin rahat ve
lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına
bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkîden hiç haberin yok. Ölüm
sekerâtı uyandırmadan evvel uyan!” 397
Allahu Azîmü’ş-Şân’ın, korkanları ve kendisinden
korumasını isteyenleri koruduğuna dair birçok âyet
nazil olmuştur.398
َ َ ‫ك‬ َ
“ ‫ه‬
ُ ‫جْر‬
ِ ‫فأ‬ َ ‫جاَر‬
َ َ ‫ست‬
ْ ‫ن ا‬
َ ‫كي‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫ش‬ ُ ْ ‫ن ال‬
ْ ‫م‬ َ ‫م‬
ِ ٌ‫حد‬
َ ‫ن أ‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
‫ه‬ ّٰ ‫م ال‬
ِ ‫لقق‬ َ َ ‫ع ك َل‬
َ ‫م‬
َ ‫سقق‬
ْ َ ‫تقق ى ي‬ ‫ح‬
ّٰEğer
َ müşriklerden biri,
senden eman dilerse; Allah’ın kelamını işitinceye
kadar o’na eman ver.” (Tevbe, 9/6) âyeti, Cenâb-ı
Hakk’ın geniş rahmetinin tecellîlerinden birisini
bildirmektedir.399
“…O zatın (s.a.v.), evvel ve âhir bütün ahval ve
harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse; herbir hareketi,
herbir hali hârikulâde değilse de, O’nun sıdkına
delâlet eder. Ezcümle: Gâr mes’elesinde, Ebubekir Es-
Sıddîk ile beraber, halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla
kesildiği bir anda: ‫ع ٰنا‬
َ ‫م‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ّ ِ‫ف إ‬
ْ ‫خ‬
َ َ ‫ل ت‬Korkma,
ٰ
Allah bizimle beraberdir, diye Ebubekir Es-
Sıddik’a verdiği tesellî ve tavk-ı beşerin fevkında
bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız,
tereddüdsüz gösterdiği vaziyet; elbette sıdkına ve
nokta-i istinadı olan Hâlik’ına itimad ettiğine
güneş gibi bir bürhandır…” 400 Bu mağara

397
Mesnevî-i Nuriye, s. : 130.
398

Bazılarını zikr edelim : Bakara, 2/38, 62, 112, 262, 274,


277; Âl-i İmrân, 3/170; Maide, 5/69; En’am, 6/48; A’raf,
7/35, 49; Yunus, 10/62; Zuhruf, 43/8; Ahkaf, 46/13; Kureyş,
106/4…

399
Ayrıca şu âyetler de bu hususu tasrihe kâfîdirler:
Mü’minûn, 23/88; Ahkaf, 46/31.

400
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 119.
313
hadisesi, Tevbe Sûresi’nin 40. âyetinde
bahsedilmiştir.401
Cenab-ı Mevlâ’nın, koruyucu olduğuna dair
açıklamalardan bazısı: Âsâr-ı Bediiye (sahife: 335-
340), Hutbe-i Şamiye (sahife: 64…74), 28. Lem’a’nın
Birinci Nükte’si, Fihriste Risalesi (müellifi: Said Nursî,
sahife: 228…234)…
‫صققيٌر‬
ِ َ ‫خِبيٌر ب‬
َ ‫ه‬
ِ ‫عَباِد‬
ِ ِ‫ه ب‬
ُ ّ ‫ إ ِن‬Şübhesiz O, kullarından
haberdardır, (yaptıklarını) görür.” (Şûrâ, 42/27)402
“…Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri
olan zîhayatta bir şahsiyet-i ilahiye ve bir ehadiyet-i
rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca ma’nevî bir sîma-i
Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve: ‫و‬ َ ُ‫عب ُقد‬ َ ‫إ ِّيا‬
ْ َ‫ك ن‬
‫ن‬
ُ ‫عي‬
ِ َ ‫ست‬ َ ‫إ ِّيا‬
ْ َ‫ك ن‬ ’deki hitaba muhatab olan Zat’ın bir
cilve-i teayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o
şahsiyet, o ehadiyet, o sîma, o teayyünün cilvesi
inbisat ederek, kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır,
gizlenir. Ancak çok büyük ve ihâtalı, kalbî gözlere
görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin
kalbi göremez. Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir
surette anlaşılır ki; onun Sanii, onu görür, bilir, dinler,
istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti
arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir
zatın ma’nevî bir teşahhusu, bir teayyünü îmana
görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukiyeti
arkasında gayet âşikâr bir tarzda o ma’nevî teşahhus,
o kudsî teayyün; sırr-ı tevhidle, îmanla müşahede
olunur. Çünki o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan
ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi

401
Bu mevzu’da tafsilat isteyenler, şu yerleri okusunlar: Âsâr-ı
Bediiye (sahife: 53), Zülfikar (sahife: 118 ile 130-131,-
Mu’cizat-ı Ahmediye’den-), Emirdağ Lahikası (cild: 2,
sahife: 185-186, -örümcek bahsi-).
402
Diğer âyetler: Âl-i İmrân, 3/15, 20; İsrâ, 17/30, 96; Fâtır,
35/31, 45; Mü’min, 40/44.
314
ma’naların hem nümuneleri insanda var; o nümuneler
ile onlara işaret eder. Çünki meselâ, gözü veren zat,
hem gözü görür, hem -ince bir ma’na olan- gözün
gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir
gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün
yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zat,
elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir.
Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.. Hem esmanın
nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî
ma’nalara şehadet eder…” 403
‫صققيٌر‬ َ َ‫ه ل‬
ِ َ ‫خِبي قٌر ب‬ ِ ‫عَباِد‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ِ ِ‫ه ب‬ ّ ِ ‫“إ‬Şübhesiz Allah,
kullarını elbette görüp haberdar olur.” (Fâtır,
35/31)404
ُ‫شقا ٓء‬ َ َ‫ن ي‬ ْ ‫مق‬ َ ُ‫ه َيقْرُزق‬ ِ ‫ع ٰبق اِد‬ِ ِ‫ف ب‬ٌ ‫طيق‬ِ َ‫ه ل‬
ُ ‫“ ّٰلق‬Allah,
‫َال‬
kullarına lütufla muamele edicidir. Dilediğini
rızıklandırır.” (Şûrâ, 42/19)405
(Rızık bahsinde genişçe îzahat verildiğinden,
burada muhtasaran temas edildi).
‫ديٌر‬ ِ ‫ق‬َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ “Zira O, her şeye
Kâdirdir (gücü yeter).” (Maide, 5/120, Hûd, 11/4;
Rum, 30/50; Şûrâ, 42/9; Hadîd, 57/2; Teğâbun,
64/1; Mülk, 67/1) Kur’ân’da 35 yerde Cenâb-ı
Hakk’ın, her şeye gücü yeter olduğu tasrih
edilmiştir.
“ ‫ر‬ ٌ ‫دي‬ َ ‫ء‬
ِ ‫ق‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ Yani O; Vahiddir,
Ehaddir. Her şeye kadîrdir. Hiçbir şey O’na ağır
gelmez. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar O’na
403
Şua’lar, sahife: 9-10.. Ayrıca 7. Şua’ın ondokuzuncu
mertebesinin birinci hakikatı ile İşarâtü’l-İ’caz’a da (sahife:
15-16) atf-ı nazar ediniz.
404
Diğer âyetler: İsrâ, 17/30-96; Şûrâ, 42/27.

405
Sair âyetler: A’raf, 7/32; Meryem, 19/61; Nûr, 24/32; Kaf,
50/11; İnsan, 76/6.

315
kolaydır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar O’na
rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden
yeniye îcad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz
kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler. İşte
şu kelime dahi, şöyle müjde eder, der ki:
Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boş
boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet,
senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fani dünyana
bedel, bâki bir cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve
tanıdığın Hâlik-ı Zülcelal’in va’dine îman ve i’timad et.
O’na va’dinde hulf etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir
cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz, müdahale
edemez. Senin küçük bahçeni halkettiği gibi, cenneti
dahi senin için halkedebilir ve halketmiş ve sana va’d
etmiş ve va’d ettiği için, elbette seni onun içine
alacak. Madem bilmüşahede görüyoruz: Her senede
yeryüzünde hayvanat ve nebatatın üç yüz binden
ziyade enva’larını ve milletlerini kemal-i intizam ve
mîzan ile, kemal-i sür’at ve sühuletle haşredip
neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, va’dini
yerine getirmeğe muktedirdir. Hem madem her
senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve cennetin
nümunelerini binler tarzda îcad ediyor. Hem madem
bütün semavî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi va’d
edip, cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün
icraatı ve şuunatı hak ve hakikattır.. ve sıdk ve
ciddiyetledir. Hem madem âsârının şehadetiyle,
bütün kemalat O’nun nihayetsiz kemaline delâlet ve
şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur O’nda
yoktur. Hem madem hulfü’l-va’d ve hilaf ve kizb ve
aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur.
Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelal, o Hakîm-i
Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal, va’dini yerine
getirecek.. saadet-i ebediye kapısını açacak.. Âdem
babanızın vatan-ı aslîsi olan cennete sizleri -ey ehl-i

316
îman!- idhal edecektir.” 406

***
-۷۹-
‫و‬
َ ‫ل‬ِ ‫ض‬
ْ ‫ف‬َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫عم ِ ٰيا‬ َ ّ ‫و الن‬ ُ ْ ‫ذا ال‬
َ ‫جوِد‬ َ ‫ٰيا‬
‫قم ِ ٰيا‬ َ ّ ‫و الن‬ ْ ْ َ ‫ال ْك َرم ٰيا‬
َ ‫س‬ِ ‫ذا الب َأ‬ ِ َ
َ ‫ئ الذّّر‬
‫و‬ َ ‫ر‬ ِ ‫قل َم ِ ٰيا َبا‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ح‬ ِ ‫و‬ْ ّ ‫ق الل‬ َ ِ ‫خال‬ َ
‫جم ِ ٰيا‬ َ ‫ع‬َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ب‬ ِ ‫عَر‬ َ ْ ‫م ال‬ َ ‫ه‬ ْ ُ ‫سم ٰيا‬
ِ ‫مل‬ ِ َ ّ ‫الن‬
‫سّر‬
ّ ‫م ال‬ َ ِ ‫عال‬ َ ‫و ال َل َم ِ ٰيا‬ َ ‫ضّر‬ ّ ‫ف ال‬ َ ‫ش‬ ِ ‫كا‬َ
‫م‬
ُ ‫حَر‬َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ت‬ ُ ْ ‫ه ال ْب َي‬ُ َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫مم ِ ٰيا‬ َ ‫ه‬ ْ َ
ِ ‫و ال‬
ِ ‫عدَم‬ َ ْ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ِ َ‫شَياء‬ ْ َ ‫ق ال‬ ُ ُ ‫خل‬ْ َ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey cömertlik ve ni’metler sahibi, 2- Ey fazl
406
Osmanlıca Mektubat, s. : 361-362.. Kudret-i ilahiye bahsini,
en derin şekliyle öğrenmek arzu edenler, şu mevzu’ları
mutalaa etmelidirler: Tılsımlar (sahife: 124…129
-Yirmidokuzuncu Söz’den- ve 33…49 -Yirminci
Mektub’dan-), Tefekkürname (sahife: 74…82), Arabca
İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 65-66), 7. Şua’ın İkinci Makam’ının
İkinci Bab’ının ikinci menzilinin üçüncü hakikatı, 15.
Şua’daki kudret bahsi, Sünuhat (sahife: 15…20), Âsâr-ı
Bediiye (sahife: 34…37 -Nokta Risalesi’nden-), Miftahu’l-
Îman (sahife: 18-20).
317
(ihsan) ve kerem sahibi, 3- Ey güç ve cezalar
sahibi, 4- Ey Levh ve kalemi yaratan, 5- Ey
zerreleri (yahut nesili) ve canlı mahlukatı yaratan,
6- Ey Arab ve Acem’e (Arablara ve Arab
olmayanlara -yani herkese-) ilham eden, 7- Ey
sıkıntıyı (hastalıkları, zorlukları) ve elemi gideren,
8- Ey sırrı (gizlilikleri) ve himmetleri (arzu,
düşünce ve kararları) bilen, 9- Ey Beyt ve
Harem’in sahibi, 10- Ey eşyayı yoktan (var edip)
yaratan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
“Hiç mümkin midir ki: nihayetsiz cûd ve
sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler,
misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal,
bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî
bulunacak olan muhtaç şakirleri, müştak
aynadarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?
Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen
masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lamba
yapmak, yeryüzünü bir sofra-i ni’met ederek,
mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak,
meyveli ağaçları birer kab yapmak, her
mevsimde birçok def’alar tecdîd etmek, hadsiz
bir cûd ve sehaveti gösterir. Böyle nihayetsiz
cûd ve sehavet, öyle tükenmez hazineler.. ve
rahmet; hem daimî, hem arzu edilen her şey
içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i
saadet ister...” 407
407
Zülfikar, sahife: 275-276.. Diğer yerler: 24. Söz’ün Beşinci
Dal’ının ikinci meyvesi, Zülfikar (sahife: 290-292 -Onuncu
Söz’ün altıncı hakikatındaki dördüncü esasın haşiyesi-), 32.
318
ِ ‫ظيم‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ ‫ع‬ ِ ‫ض‬ َ ْ ‫ذو ال‬
ْ ‫ف‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
ُ ‫ه‬ َ “Zira Allah, büyük
fazl sahibidir.” (Bakara, 2/105; Âl-i İmrân, 3/74;
Enfal, 8/29; Hadîd, 57/21; Cum’a, 62/4). Kur’ân-ı
Mübîn’de 13 yerde Allah’ın, fazl sahibi olduğu
bildirilmiştir. İki yerde de, kerem sahibi olduğu
i’lam edilmiştir: (Neml, 27/40; İnfitar, 82/6).
“Evet, şu dünya gidişatına bakılsa, görülüyor ki:
En âciz, en zayıftan tut, tâ en kavîye kadar her
canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en
iyi rızık veriliyor. Her derdliye ummadığı yerden
derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle
ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir
kerem eli, içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.
Meselâ: Bahar mevsiminde, cennet hurîleri
tarzında, bütün ağaçları sündüs misal libaslarla
giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla
süslendirip hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan
dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musanna’
meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir
sineğin eliyle, şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem
en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin
eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir
hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için
saklamak; ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf
bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır...” 408
Kur’ân’da 13 yerde Allah’ın, be’s sahibi
Söz’ün İkinci Mevkıf’ının üçüncü maksadındaki dördüncü
remiz…
408
Zülfikar, sahife: 268-269, -Onuncu Sözün ikinci hakikatı- ..
Fazl ve kerem bahisleri: 23. Söz’ün İkinci Mebhas’ının
Birinci Nükte’sinin âhiri, 32. Söz’ün İkinci Mevkıf’ının
üçüncü maksadındaki dördüncü remiz ile Üçüncü Mevkıf’ın
Birinci Mebhas’ı, 20. Mektub’un İkinci Makam’ının beşinci
kelimesi, 4. Şua’, Asâ-yı Musa’nın Birinci Kısmının Yedinci
Mes’ele’sinin baş tarafı, Miftah-ı Îman (sahife: 9, -Beşinci
Kelime- )…
319
olduğuna işaret edilmiş olup; bu be’s lafızlarından
biri, güç ve kuvvet ma’nasında, diğerleri de azab
ma’nasındadır..
ً ‫كيل‬ِ ْ ‫شققدّ ت َن‬ َ َ‫و أ‬
َ ‫سققا‬
ْ
ً ‫شققدّ ب َأ‬ َ َ‫ه أ‬ ُ ‫لقق‬ّٰ ‫“ ال‬Çünki
‫و‬
َ
Allah’ın gücü daha şiddetli ve cezası daha
çetindir.” (Nisâ, 4/84)
Allah’ın, intikam ve cezalandırma sahibi
olduğuna dair âyetler: ٍ ‫قققام‬ َ ِ ‫ذو ان ْت‬ ُ ‫زيٌز‬ ِ ‫ع‬َ ‫ه‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
َ
“Zira Allah; azîzdir, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân,
3/4; Maide, 5/95)409
‫ظ‬ٍ ‫فققو‬ ُ ‫ح‬ْ ‫م‬ َ ‫ح‬ ْ ‫في َلقق‬
ٍ ‫و‬ ِ ٌ‫جيد‬ ِ ‫م‬َ ‫ن‬ ٌ ‫وقُْر ٰا‬ َ ‫ه‬ُ ‫ل‬ ْ َ ‫“ ب‬Bilakis
O, mecîd (kıymetdâr) bir Kur’ân’dır. Levh-i
Mahfuz’dadır (oraya kayd edilmiştir).” (Burûc,
85/21-22).
‫ن‬ َ ‫سقطُُرو‬ ْ َ ‫و ٰما ي‬ َ ِ ‫قل َم‬
َ ْ ‫و ال‬َ * ‫“ ٓن‬Nûn. 410 Kaleme ve
yazdıklarına and olsun!” (Kalem, 68/1)
“Kur’ân-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübîn” ve “Kitab-ı
Mübîn” mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir:
İkisi birdir.. bir kısmı: Ayrı ayrıdır, demişler.
Hakikatlarına dâir beyanatları muhteliftir. Hulâsa: İlm-i
ilahînin unvanlarıdır, demişler. Fakat Kur’ân’ın feyziyle
şöyle kanaatım gelmiş ki: İmam-ı Mübîn, ilim ve emr-i
ilahînin bir nev’ine bir unvandır ki, âlem-i şehadetten
ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden
ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani her şeyin
vücud-u zahirîsinden ziyade, aslına, nesline ve
köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i ilahînin bir
defteridir. Şu defterin vücudu Yirmialtıncı Söz’de, hem
Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet şu
İmam-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i ilahînin bir
409

Diğer âyetler: İbrâhim, 14/47; Zümer, 39/37.

410
Yine bak: Alak, 96/4.
320
unvanıdır. Yani eşyanın mebadîleri ve kökleri ve
asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet
san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatîr-i
ilm-i ilahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor..
ve eşyanın neticeleri, tohumları; ileride gelecek
mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun
ettiklerinden, elbette evamir-i ilahiyenin bir küçük
mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek,
bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan
programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları
ta’yin eden o evamir-i tekvîniyenin küçücük bir
mücessemi hükmünde denilebilir.
Elhasıl: İmam-ı Mübîn; mâzi ve müstakbelin ve
âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i
hilkatın bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu
ma’nadaki İmam-ı Mübîn, kader-i ilahînin bir defteri,
bir mecmua-i desatîridir. O desatîrin imlâsı ile ve
hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hıdematına ve
harekâtına sevk edilir. Ama Kitab-ı Mübîn ise, âlem-i
gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani mazi ve
müstakbelden ziyade zaman-ı hâzıra nazar eder.. ve
ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i ilahiyenin bir
unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübîn, kader
defteri ise; Kitab-ı Mübîn, kudret defteridir. Yani her
şey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında
kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i
kâmilenin desatîriyle ve bir irade-i nafizenin
kavanîniyle vücud giydiriliyor. Suretleri ta’yin, teşhis
edilip, birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus
veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî
bir mecmua-i kavanîni, bir defter-i ekberi vardır ki;
herbir şeyin hususî vücudları ve mahsus suretleri ona
göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu,
İmam-ı Mübîn gibi, kader ve cüz-i ihtiyarî mesailinde
isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin
ahmaklığına bak ki: Kudret-i fâtıranın o levh-i

321
mahfuzunu ve hikmet ve irade-i rabbaniyenin o
basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini
hissetmişler.. -hâşâ- tabiat namıyla tesmiye etmişler,
köreltmişler. İşte İmam-ı Mübîn’in imlâsı ile, yani
kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i ilahiye, îcad-
ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı,
Levh-i Mahv-İsbat denilen zamanın sahife-i
misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik
ediyor.
Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan;
mevcudat, âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden
kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.
Ama Levh-i Mahv-İsbat ise; sabit ve daim olan Levh-i
Mahfuz-u A’zam’ın, daire-i mümkinatta, yani mevt ve
hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada
mütebeddil bir defteri ve yazar-bozar bir tahtasıdır ki,
hakikat-ı zaman odur. Evet her şeyin bir hakikatı
olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden
bir nehr-i azîmin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat’daki
kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.
ُ ‫ب ا ِل ّ ال ّٰل‬
‫ه‬ َ ْ ‫م ال‬
َ ْ ‫غي‬ ُ َ ‫عل‬
ْ َ ‫ ٰ”ل ي‬411
“Hadîs-i şerîfte varid olmuştur ki: Bazan bela nazil
oluyor. Gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir..
Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı
şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin
muttali’ olduğu mukadderat, mutlak olmadığını, belki
bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin
vuku’ bulmamasıyla, o hadise de vukua gelmiyor.
Fakat o hadise, ecel-i muallak gibi, levh-i ezelînin bir
nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat’ta
mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-
i Ezelîye kadar keşif çıkar, ekseri oraya çıkamıyor.
İşte bu sırra binaen, geçen ramazan-ı şerifte ve bu
kurban bayramında ve daha başka vakitlerde
411
Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksadı’nın ilk haşiyesi ile Onuncu
Mektub’un
322
istihraca binaen veya keşfiyat nev’inden verilen
haberler, muallak oldukları şeraiti bulamadıkları için,
vukua gelmemişler. Ve haber verenleri tekzib
etmiyorlar. Çünki mukadder imiş, fakat şartı
gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet ramazan-ı
şerifte bid’aların ref’ine ehl-i sünnet ve cemaatın
ekseriyetle halis duası, bir şart ve bir sebeb-i mühim
idi. Maalesef camilere ramazan-ı şerifte bid’alar
girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip, ferec
gelmedi. Nasılki sabık hadîsin sırrıyla, sadaka belayı
ref’ eder. Ekseriyetin halis duası dahi ferec-i umumîyi
cezbeder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden
fütuhat da verilmedi.” 412
“Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine!
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Huda, nur ile tahrir eylemiş.

Hem bil ki:


Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud,
Sütûr-u hadisat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatta
Mücessem lafz-ı ma’nidardır, âlemde her
mevcud.” 413
412
birinci sualinin cevabı.

Osmanlıca Lem’alar, sahife: 242.. Levh ile alakalı diğer


mevzular: Zülfikar (sahife: 248-249 -Onuncu Söz’ün Yedinci
Suret’inin haşiyesi- ), Tılsımlar (sahife: 94-98 -Yirmialtıncı
Söz’ün Üçüncü Mebhas’ı- , 121-123 -Yirmidokuzuncu Söz’ün
İkinci Maksad’ının İkinci Esas’ının Onuncu Medar’ındaki
kıyas-ı temsilî- ), 24. Mektub’un Beşinci İşaret’i,
Tefekkürname (sahife: 82…87 -Dördüncü Bab’ın altıncı
mertebesi- ).
413
Şua’lar, sahife: 164.. Ayrıca kalem hakkında tafsilen
ma’lumat almak
isteyenler, şu tefsire baksınlar: Hak Dîni Kur’ân Dili, Hamdi
Yazır, cild: 8, sahife: 5262…5265.
323
‫ َالذّّر‬Nesil, zerreler, ٌ‫’ ذَّرة‬nün cemisi, moleküller,
tozlar… 414

‫ة‬
ُ ‫م‬َ ‫س‬َ ّ ‫ َالن‬Canlı mahluk, nefes, rüzgârın esmesi…
Cemisi ‫م‬ ٌ ‫س‬ َ َ ‫’ ن‬dür.415
‫وُر‬
ّ ‫ص‬َ ‫م‬ ُ ْ ‫ئ ال‬ ِ ‫ق ال َْبا‬
ُ ‫ر‬ َ ْ ‫ه ال‬
ُ ِ ‫خال‬ ُ ّ ‫و ال ٰل‬
َ ‫ه‬
ُ “O; halk eden,
yaratan, şekil veren Allah’tır.” (Haşr, 59/24) 416

َ ‫ف‬
‫وا ٰهقق ا‬ ْ َ‫و ت‬
َ ‫ق‬ َ ‫هققا‬
َ ‫جوَر‬ ُ ‫هققا‬
ُ ‫ف‬ َ ‫م‬ َ ْ ‫“أل‬Öyle
َ ‫ه‬ َki, ona
(nefse), fücurunu (kötü yolları, günahları) ve takvasını
(iyi yolu, salih ameli, günahlardan kaçınmayı) ilham
etti.” (Şems, 91/8)
“...Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve
terakkiyat-ı beşeriye ve kemalat-ı medeniyet; celb ile
değil, galebe ile değil, cidal ile değil. Belki o’na, o’nun
za’fı için teshir edilmiş.. O’nun aczi için o’na muavenet
edilmiş.. O’nun fakrı için o’na ihsan edilmiş.. O’nun cehli
için o’na ilham edilmiş.. O’nun ihtiyacı için o’na ikram
edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî
değil, belki şefkat ve re’fet-i rabbaniye ve rahmet ve

414

Zerrelerin yaratılış gayesi hakkında bakınız: Tılsımlar (30.


Söz’ün İkinci Maksad’ı), 22. Söz’ün İkinci Makamı’nın
dördüncü lem’ası, 32. Söz’ün Birinci Mevkıf’ı, 30. Lem’a’nın
Altıncı Nükte’si (Kayyumiyet bahsi), Nur Âleminin Bir
Anahtarı (Hüve Nüktesi), İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 187-188,
-Arz ve semânın yaratılışı-), 8. Şua’ın Birinci Remz’i…

415
Canlı mahluklara dair: 10. Söz’ün Dokuzuncu Hakikat’ı, 24.
Söz’ün Dördüncü Dal’ı, 28. Söz’ün ilk haşiyesi, 29. ve 30.
Sözlerin Birinci Maksad’ı, 33. Mektub’un Yirmiüçüncü
Pencere’si, 20. Mektub’un her iki makamının altıncı
kelimeleri, 24. Mektub, 30. Lem’a’nın Beşinci Nükte’si (İsm-
i Hayy bahsi), 15. Şua’ın Birinci Makam’ının Birinci Kısmının
altıncı kelimesi, Mesnevî-i Nuriye (sahife: 161-165
-Sekizinci Nota- ), 15. Şua’ın İkinci Makam’ındaki birinci ve
ikinci kelime (tahiyyât ve mübarekât bahsi), Nur Âleminin
Bir Anahtarı (tahiyyât ve mübarekât bahsi).
416
Diğer âyet: Bakara, 2/54 (=iki defa mezkurdur).

324
hikmet-i ilahiyedir ki, eşyayı o’na teshir etmiştir…” 417
“Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahy gibi
zanneder. Ve ilhamı, vahy nev’inden telakkî eder,
vartaya düşer.. Bu nev’ içindeki en tehlikeli bir hatâ
şudur ki: Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î
ma’naları kelamullah tehayyül edip, âyet ta’bir
etmeleridir. Ve onunla vahyin mertebe-i ulyâ-yı
akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve
hayvanatın ilhamatından tut, tâ avâmm-ı nâsın ve
havâss-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avâmm-ı
melaikenin ilhamatından, tâ havâss-ı kerrubiyyûnun
ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı
rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların
kabiliyetine göre kelam-ı rabbanî, yetmişbin perdede
telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı rabbaniyedir.
Ama vahy ve kelamullahın ism-i hâss ve onun en
bahir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına
ism-i hâss olan âyet namı, öyle ilhamata verilmesi
hata-yı mahzdır. Onikinci ve Yirmibeşinci ve
Otuzbirinci Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi;
elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve
perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti
varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi,
doğrudan doğruya kelam-ı ilahî olan Kur’ân güneşinin
âyetlerine nisbeti o derecededir. Evet, herbir aynada
görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla
münasebetdar denilse haktır. Fakat o güneşciklerin
aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle
bağlanmaz.” 418
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ َ‫ف ل‬
ُ ّ ‫ٓ إ ِل‬
‫ه‬ َ ‫ش‬ َ َ ‫فل‬
ِ ‫كا‬ َ ‫ضّر‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬
ُ ِ‫ه ب‬ َ ‫س‬
ْ ‫س‬
َ ‫م‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
417
Osmanlıca Sözler, s. : 476.

418
Osmanlıca Mektubat, sahife: 721 ile 733.. Sair yerler: 11.
Söz, Şua’lar (sahife: 56 -Münacât Risalesi’nden- , 123…127
-Yedinci Şua’ın Ondördüncü ve Onbeşinci Mertebeleri- ), 17.
Lem’a’nın 8. Nota’sı…
325
“Eğer Allah sana bir zarar dokundursa, onu yine
O’ndan başka giderici yoktur.” (En’am, 6/17; Yunus,
10/107)419
“İnsan; binler çeşit elemler ile müteellim ve binler
nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makina
ve gayet derece acziyle beraber, hadsiz maddî-
ma’nevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber,
hadsiz zahirî ve batınî ihtiyaçları bulunan ve
mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir
bîçare mahluk iken; birden îman ve ubudiyetle böyle
bir Padişah-ı Zülcelal’e intisab edip, bütün
düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün
hacâtına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes
mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla
iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz kadîr ve rahîm
bir padişaha îman ile intisab etse ve ubudiyetle
hizmetine girse ve ecelin i’dam i’lanını kendi
hakkında terhis tezkeresine çevirse; ne kadar
memnun ve minnetdar ve ne kadar müteşekkirâne
iftihar edebilir, kıyas ediniz.” 420
‫فقق ى‬ ْ َ‫و أ‬
ٰ ‫خ‬ َ ‫سّر‬ ُ َ ‫عل‬
ّ ‫م ال‬ ْ َ‫ه ي‬ َ ‫ل‬
ُ ّ ‫فإ ِن‬ ِ ‫و‬ َ ْ ‫هْر ِبال‬
ْ ‫ق‬ َ ‫ج‬
ْ َ‫ن ت‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
“Eğer sözü açıktan söylesen bile; muhakkak O, sırrı
(gizliyi de), daha gizlisini de bilir.” (Tâhâ, 20/7)421
“...Şu kâinatta görünen ef’al ile tasarruf edip îcad
eden Saniin bir muhît ilmi var. Ve o ilim O’nun Zâtının
hâssa-i lazime-i zaruriyesidir, infikâki muhaldir. Nasılki
güneşin zatı bulunup, ziyası bulunmamak kabil değil.
419

Diğer âyetler: Yunus, 10/12; Nahl, 16/54; Enbiyâ, 21/84;


Mü’minûn,
23/75.
420
Asâ-yı Musa’nın Birinci Kısmının Altıncı Mes’ele’sinin âhiri..
Tafsilatlı îzahat: 7. Söz, 32. Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ının ikinci
mebhası, 29. Mektub’un Beşinci Kısmı, 2. Lem’a, 17. Lem’a’nın
Beşinci Nota’sı, 25. ve 26. Lem’alar, 4. Şua’, Nurun İlk Kapısı
(sahife: 89…102 -Onbirinci Ders- ).

421
Diğer âyetler: En’am, 6/3; Tevbe, 9/78; Furkan, 25/6.
326
Öyle de, binler derece ondan ziyade kabil değildir ki:
Şu muntazam mevcudatı îcad eden Zâtın ilmi O’ndan
infikâk etsin. Şu ilm-i muhît o Zâta lazım olduğu gibi,
tealluk cihetiyle her şeye dahi lazımdır. Yani hiçbir şey
O’ndan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz güneşe
karşı zemin yüzündeki eşya güneşi görmemesi kabil
olmadığı gibi, o Alîm-i Zülcelal’in nur-u ilmine karşı
eşyanın gizlenmesi bin derece daha gayr-i kabildir,
muhaldir. Çünki huzur var. Yani her şey daire-i
nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve
her şeye nüfuzu var…” 422
‫ت‬ِ ‫ذا ال ْب َْيقق‬
َ ‫ب ٰهقق‬
ّ ‫دوا َر‬ ْ َ ‫“ل ْي‬O
ُ ‫عُبقق‬ َ halde bu evin
‫ف‬
(Kâ’be’nin) sahibine ibadet etsinler.” (Kureyş,
106/3)423
Beytullah (Allah’ın evi=Kâ’be): Allah’a ibadet
olunmak üzere yeryüzünde ilk yapılan binadır. Kâ’be;
Mescid-i Haram’ın ortasında, duvar uzunlukları 11-12
m. arasında değişen, 13 m. yüksekliğinde, taştan
yapılmış dört köşe bir binadır. Üzeri, her sene hacc
mevsiminde yenilenen siyah bir örtü ile örtülüdür…424
“Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâ’be’yi hayalen
nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine
giren daireler gibi, Beyt’in etrafında teşekkül eden
safları görmekle yakın saflar Beyt’i ihâta ettikleri gibi;
en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihâta etmiş
olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle o
cemaat-ı uzmaya dahil olsun ki, o cemaatin icma’ ve
tevatürü, o’nun namazda söylediği her da’vaya ve
herbir sözüne bir huccet ve bir bürhan olsun.
422

Osmanlıca Mektubat, sahife: 385.. 15. Şua’ın İkinci Makam’ındaki


ilim
bahsine de müracaat ediniz.
423

Diğer âyetler: Bakara, 2/125, 127, 158; Âl-i İmrân, 3/96-97; Maide,
5/2, 97; Enfal, 8/35; İbrâhim, 14/37; Hac, 22/26, 29, 33; Tur, 52/54.
424
Hacc Rehberi, İrfan Yücel, sahife: 15.
327
Meselâ: Namaz kılan ‫ه‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِ ٰل‬
ْ ‫ح‬َ ْ ‫ ا َل‬dediği zaman;
sanki o cemaat-ı uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler:
Evet, doğru söyledin, diye o’nun o sözünü tasdik
ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve
vesveselere karşı ma’nevî bir kalkan vazifesini görür.
Ve aynı zamanda bütün hasseleri, latîfeleri, duyguları
o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız,
musallînin Kâ’be’ye olan şu hayalî nazarı kasdî değil,
tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.” 425
“...Kıbleyi gösteren kıblenamedeki camid, sert
demirden zerrecik gibi bir iğnecik, her yerde
parmakçığı ile Kâ’be’deki Haceru’l-Esved’e delâletiyle
işaret ederek, seferde namazını kılan her mütehayyir
adamın namazını fesaddan kurtarması; çok Eflatunlar
kadar zekavet ve beşeriyete Kolonp gibi çok
zîfununlar kadar menfaatlar verip, o ibadetinde bir
nevi namaz kılıyor. Demek her şey ve her zerre gibi
bu iğnecik dahi, bir Kadîr-i Hakîm’in emriyle,
kuvvetiyle, iradesiyle bu nevi namazını kılıyor,
ibadetini yapıyor. ‫ح‬
ُ ّ ‫سققب‬َ ُ ‫ء إ ِل ّ ي‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫شقق‬ َ ‫ن‬ْ ‫مقق‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
‫ه‬
ِ ‫د‬
ِ ‫م‬
ْ ‫ح‬
َ ِ ‫ ب‬âyetini lisan-ı hâliyle okuyor.” 426

َ
‫ت‬
ُ ‫مققَرا‬ ِ ْ ‫ٓ إ ِل َي‬
َ َ‫ه ث‬ ‫ج ٰبى‬
ْ ُ ‫مًنا ي‬
ِ ‫ما ٰا‬
ً ‫حَر‬
َ ‫م‬ ُ َ‫ن ل‬
ْ ‫ه‬ ْ ّ ‫مك‬ ْ َ ‫ول‬
َ ُ‫م ن‬ َ ‫أ‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬َ ‫ل‬ ّ ُ ‫“ ك‬Onları; her şeyin mahsullerinin oraya
toplandığı emniyetli haram (yasak, dokunulmaz) bir
beldeye (Harem’e) yerleştirmedik mi?” (Kasas,
28/57)427

425

Mesnevî-i Nuriye, sahife: 76.. Bu husus ile alakalı


mevzu’lar: 16. Söz’ün Dördüncü Şua’ı, 19. Mektub’un
Onaltıncı İşaret’inin Üçüncü Kısmının beşinci hadisesi, 17.
Lem’a’nın Dokuzuncu Nota’sı, Muhakemât (sahife: 52,
-Kıble mes’elesi- ).
426
Tiryak, Said Nursî, sahife: 116.

427
Yine bak: Ankebut, 29/67.

328
“Mekke ve etrafında, bitkileri koparılmamak ve
hayvanları avlanmamak üzere sınırları belirlenmiş
beldeye Harem denir. Bu sınırların dışında kalan
yerlere ise, Hıll denir. Harem beldesinin sınırları, Cibril
(a.s.)’ın göstermesiyle Hz. İbrahim tarafından
belirlenmiş, bu sınırları gösteren işaretler Rasûlullah
(s.a.v.) tarafından yenilenmiştir. Harem beldesinin
Mekke’ye en uzak sınırı, Cidde istikametindeki
Hudeybiye; en yakın sınırı ise, Medine istikametindeki
Ten’îm’dir. Harem beldesinde ikamet edenler, umre
için ihrama girmek üzere umumiyetle Ten’îm’e
gittiklerinden, buraya Umre de denilmektedir.428
“Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak
lazım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir
ciheti hak olmak lazım değildir. Buna binaen,
sâdâttan olan şerîf-i Mekke, ehl-i sünnet ve
cemaattan iken; za’f gösterip, İngiliz siyasetinin
Haremeyn-i Şerîfeyn’e müstebiddâne girmesine
meydan verdi. Nass-ı âyetle küffarın girmesini kabul
etmeyen Haremeyn-i Şerîfeyn’i, İngiliz siyasetinin
âlem-i İslâm’ı aldatacak bir surette merkez-i siyasîsi
hükmüne getirmesine yol verdiğinden; ehl-i bid’attan
olan Vehhabîler, hariçten medar-ı istinad aramayarak,
filcümle nim-müstakil bir siyaset-i islamiye ta’kib
ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi ehl-i
sünnete galebe ettiler, denilebilir.” 429
Allah Teâlâ’nın, eşyayı yoktan var edip yaratması
hususu:
“Cenâb-ı Hakk, hususî eserlerine menşe’ ve
kendisine lâyık kemalatına me’haz olmak üzere her
ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücud
vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden
428
Hacc Rehberi, İrfan Yücel, sahife: 23.

429
Osmanlıca Mektubat, sahife: 584…

329
hiçbir nev’ yoktur. Çünki bütün enva’, imkandan
vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl
olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür
ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudûsu, yani yeni
vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da
hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir
şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
Ve keza ilmü’l-hayvanât ve ilmü’n-nebatâtta isbat
edildiği gibi, enva’ın sayısı ikiyüzbinden ziyadedir. Bu
nev’ler için birer âdem ve birer evvel-baba lazımdır.
Bu evvel-baba ve âdemlerin, daire-i vücubda olmayıp,
ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal
vasıtasız, kudret-i ilahiyeden vücuda geldikleri
zarurîdir. Çünki bu nev’lerin teselsülü, yani sonsuz
uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev’lerin başka
nev’lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır.
Çünki iki nev’den doğan nev’, alel-ekser ya akîmdir
veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin başı
olamaz…” 430

-۸۰-

ُ ‫عاِد‬
‫ل ٰيا‬ َ ِ ‫مآئ‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ل ٰيا‬ُ ‫ع‬ َ ‫ل ٰيا‬
ِ ‫فا‬ ُ ‫ض‬ ِ ‫فا‬ َ ‫ل ٰيا‬ َ
ُ ِ ‫قاب‬
‫ٰيا‬ ُ ‫م‬
‫ل‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬ ُ ‫ع‬
‫ل‬ ِ ‫جا‬ ُ ‫ف‬
َ ‫ل ٰيا‬ َ
ِ ‫كا‬
430
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 88, -ihtira’ delili- .. Bu mevzu’ ile
ilgili hususlar: 23. Lem’a’nın Hatime’sindeki üçüncü sual ve
cevabı, 7. Şua’ın Onsekizinci Mertebe’sinin Birinci Hakikatı,
Muhakemat (sahife: 112…120), Âsâr-ı Bediiye (sahife: 15-16,
-Nokta Risale’sinden- ), Tefekkürname (sahife: 59, -Dördüncü Bab’ın
birinci mertebesi- ), Siracunnur (sahife: 268 -hudûs bahsi- , 100…105
-Onbirinci Rica- )...
330
ُ ‫مطُْلو‬
‫ب‬ َ ‫ب ٰيا‬ َ ‫فاطُِر ٰيا‬
ُ ِ ‫طال‬ َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal

Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey


adaletli (zat), 2- Ey kabul eden, 3- Ey üstün olan,
4- Ey yapan, 5- Ey kefil olan, 6- Ey kılan (ta’yin
eden, yaratan, takdir eden), 7- Ey kâmil
(noksanlıklardan, kusurlardan münezzeh olup,
kemalâta sahib olan), 8- Ey yoktan var eden, 9-
Ey isteyen, 10- Ey istenilen!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh

“ َ َ ‫عققدَل‬
‫ك‬ َ ‫ف‬َ ‫ك‬َ ‫وا‬
ّ ‫سقق‬ َ ‫ف‬َ ‫ك‬ َ َ ‫خل‬
َ ‫ققق‬ ِ ‫ اّلقق‬...seni
َ ‫ذي‬
yaratıp, sana düzgün bir biçim vererek, seni
dengeli vaziyette kılan...” (İnfitar, 82/7) âyeti;
Cenab-ı Mevlâ’nın, adaletle ve yerli yerince iş
gördüğünü bildirmektedir.
“‫ب‬ ِ ‫و‬ْ ّ ‫ل الت‬ َ ‫و‬
ِ ِ ‫قاب‬ َ ... ve tevbeyi kabul eden...”
(Mü’min, 40/3) âyeti de; Hakk Teâlâ’nın, kabul
edici olduğunu tasrih etmiştir.
‫ن‬
َ ‫عِلي‬
ِ ‫فققا‬ َ ‫“ إ ِّنققا ك ُّنققا‬Şübhesiz biz yaparız.”
(Enbiyâ, 21/104)431
431
Bak: Enbiyâ, 21/79.
331
‫فققي‬ِ ‫ل‬ ٌ ‫عق‬
ِ ‫جا‬
َ ‫ة إ ِّنقي‬
ِ ‫كق‬ َ ْ ‫ك ل ِل‬
َ ِ ‫ملئ‬ َ ‫ل َرّبق‬ َ ْ‫و إ ِذ‬
َ ‫ققا‬ َ
‫ة‬ َ ‫خِلي‬
ً ‫فقققق‬ َ ‫ض‬ َ
ِ ‫“ الْر‬Hani Rabb’in, meleklere:
Doğrusu ben arzda bir halife ta’yin edeceğim,
demişti.” (Bakara, 2/30)432
Yukarıdaki âyette geçen ‫ل‬ٌ ‫عقق‬
ِ ‫جا‬ َ lafzının
açıklaması:
“ ‫ل‬ ٌ ‫عققق‬
ِ ‫جا‬
َ kelimesinin ‫ق‬ ٌ ِ ‫خققق ال‬ ٰ kelimesine
tercihan zikri: melaikenin medar-ı şübhe ve
mûcib-i istifsarları, halk ve îcad fiili değildir. Zira
vücud, hayr-ı mahzdır; halk, Allah’ın fiilidir.
Allah’ın fiili lâ-yüs’eldir. Ancak melaikeyi
şübheye da’vet eden ve istifsarlarına mûcib
olan, ca’ldir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın, beşeri arzın
ta’mirine tahsis etmesidir. ” 433
‫ر‬
ِ ِ‫ط‬ َ ‫ك‬
‫فققا‬ ّ ‫شقق‬
َ ‫ه‬ ّٰ ‫فققي ال‬
ِ ‫لقق‬ ِ َ‫م أ‬ ُ ُ ‫سققل‬
ْ ‫ه‬ ْ َ ‫قققال‬
ُ ‫ت ُر‬ َ
‫ض‬ َ
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ِ ‫س ٰم ٰوا‬
ّ ‫“ال‬Elçileri dediler: Gökleri ve
yeri yoktan yaratan Allah hakkında şübhe mi
var?” (İbrâhim, 14/10)434
-۸۱-
َ َ
‫ه‬ ْ َ‫م ب ِط‬
ِ ِ ‫ول‬ َ ‫ن أك َْر‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫ول‬
ْ ‫ح‬
َ ِ‫م ب‬
َ ‫ع‬
َ ْ ‫ن أن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫عّزَز‬
َ َ‫ن ت‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ ِ ْ‫عادَ ب ِل ُط‬
ِ ‫ف‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬

432
Sair âyetler: Bakara, 2/124; Âl-i İmrân, 3/55; Kehf, 18/8;
Kasas, 28/7; Fâtır, 35/1.

433
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 200-201.

434
Diğer âyetler: En’am, 6/14; Yusuf, 12/101; Fâtır, 35/1;
Zümer, 39/46; Şûrâ, 42/11.

332
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ َ ْ ‫حك‬
ِ ِ ‫مت‬ َ ‫ن‬
ِ ِ ‫قدَّر ب‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ ُ ِ‫ب‬
ِ ِ ‫قدَْرت‬
‫ٰيا‬ ‫ه‬ ِ ْ ‫عل‬
ِ ‫م‬ ِ ِ ‫ن دَب َّر ب‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ِ ‫ر‬ َ َ ‫حك‬
ِ ‫م ب ِت َدِْبي‬ َ
‫ه‬ ّ ُ ‫عل‬
ِ ‫و‬ ُ ‫في‬
ِ ‫ن دََنا‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ ِ ْ ‫حل‬
ِ ‫م‬ ِ ِ ‫وَز ب‬
َ ‫جا‬
َ َ‫ن ت‬
ْ ‫م‬
َ
‫ه‬
ِ ‫و‬ ِ َ ‫عل‬
ّ ُ ‫في دُن‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey gücüyle ni’metlendiren, 2- Ey kuvvetiyle
ikramda bulunan, 3- Ey lutfuyla muamelede
bulunan (işe başlayan), 4- Ey kudretiyle azîz olan,
5- Ey hikmetiyle takdir eden, 6- Ey tedbiriyle
hükmeden, 7- Ey ilmiyle tedbir eden, 8- Ey
hilmiyle (yumuşak davranmasıyla günahları) afv
eden, 9- Ey yüksekliğiyle birlikte yakın olan, 10-
Ey yakınlığıyla birlikte yüksek olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Cenâb-ı Hakk’ın, in’am edici olduğunu gösteren
âyetler: Fatiha, 1/7; Bakara, 2/40, 47, 122; Nisâ,
4/69, 72; Maide, 5/23; Enfal, 8/53; İsrâ, 17/83;
Meryem, 19/58; Neml, 27/19; Kasas, 28/17;
Ahzab, 33/37; Fussılet, 41/51; Zuhruf, 43/59;
Ahkaf, 46/15.
Güç ve kuvvetin ancak Allah’tan olduğunu, 29.
Lem’a’nın 6. Bab’ı güzelce îzah etmiştir,
bakılabilir.
333
َ َ ‫ذا مققا ابت َل َه ربققه‬ َ َ
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ ‫م‬َ ‫فققأك َْر‬ ُ ّ َ ُ ْ َ َ ِ‫ن إ‬
ُ ‫سققا‬
َ ْ ‫مققا ال ِن‬
ّ ‫فأ‬
َ ‫ل ربققي‬
‫ن‬
ِ ‫مق‬َ ‫ٓ أك َْر‬ ّ َ ُ ‫قققو‬ُ َ ‫في‬
َ ‫ه‬
ُ ‫مق‬
َ ‫ع‬
ّ َ ‫“ ن‬Şu var ki, insan;
Rabb’i o’nu deneyip, o’na ikram ettiği ve o’nu
ni’metlendirdiği zaman, der ki: Rabbim bana
ikram etti.” (Fecr, 89/15)
Hakk Teâlâ’nın, ‫ل‬ ْ ّ‫ذو الط‬
ِ ‫و‬ ُ = Güç, kuvvet,
üstünlük, varlık sahibi olduğunu şu âyet bildiriyor:
(Mü’min, 40/3).
“…Kerametin izharı zaruret olmadan zarardır.
İkramın izharı ise, bir tahdîs-i ni’mettir. Eğer keramet
ile müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre
mazhar olursa; o halde eğer nefs-i emmaresi baki
ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine i’timad
etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.
Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa..
meselâ birisinin kalbinde bir sual var; intak-ı bilhak
nev’inden ona muvafık bir cevab verir, sonra onlar.
Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi
Rabb’isine i’timadı ziyadeleşir ve: Beni benden
ziyade terbiye eden bir hâfızım var, der..
tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım hatarsız bir
keramettir. İhfâsına mükellef değil. Fakat fahr için
kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren
insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine
nisbet edebilir.
Ama ikram ise: o, kerametin selametli olan ikinci
nev’inden daha selametli, bence daha âlîdir. İzharı
tahdîs-i ni’mettir. Kesbin medhali yoktur. Nefsi onu
kendine isnad etmez…” 435
Mevla-yı Zülcemal’in, takdir edici olduğunu
bildiren âyetlerin adedi 14 olup, birisi şudur:
‫هققق ٰدى‬ َ ‫ققققدَّر‬
َ ‫ف‬ ِ ‫“ اّلققق‬...ve
َ ‫ذي‬ ‫و‬
َ takdir edip
(programa alıp, eşyayı vazifelerine ve gayelerine)
435
Osmanlıca Mektubat, sahife: 41-42.
334
sevk eden (eriştiren, ileten)...” (A’lâ, 87/3)436
‫ة‬
َ ‫مق‬ ِ ْ ‫ت ال‬
َ ْ ‫حك‬ َ ‫ؤ‬ْ ‫ن ي ُق‬
ْ ‫م‬َ ‫و‬ َ َ‫ن ي‬
َ ُ‫شآء‬ ْ ‫م‬
َ ‫ة‬
َ ‫م‬ ِ ْ ‫ؤِتي ال‬
َ ْ ‫حك‬ ْ ُ‫ي‬
‫خي ًْرا ك َِثيًرا‬َ ‫ي‬ ُ َ ‫ف‬َ “Dilediğine hikmeti verir.
َ ِ ‫قدْ أوت‬
Kime de hikmet verilirse, (o’na) çok hayır verilmiş
demektir.” (Bakara, 2/269)
“Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi
gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat
mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak
suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya
malik olur. Vasat mertebesi ise, hikmettir ki;
hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir,
ُ ِ ْ ‫ت ال‬
içtinab eder. ‫ي‬ َ ‫ف‬
َ ِ ‫قدْ أوت‬ َ ‫ة‬ َ ْ ‫حك‬
َ ‫م‬ ْ ُ‫ن ي‬
َ ‫ؤ‬ ْ ‫م‬
َ ‫و‬
َ
‫خي ًْرا ك َِثيًرا‬
َ
İ h t a r : Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı
gibi; füruatı da o üç mertebeyi hâvîdir. Meselâ:
Halk-ı ef’al mes’elesinde Cebr mezhebi ifrattır ki,
bütün bütün insanı mahrum eder. İ’tizal mezhebi
de tefrittir ki, te’siri insana verir. Ehl-i sünnet
mezhebi vasattır. Çünkü bu mezheb, beyne-
beynedir ki; o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye,
nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza
i’tikadda da ta’til, ifrattır; teşbih, tefrittir; tevhid,
vasattır.” 437
“...Evet görünüyor ki: Şu âlemde tasarruf eden zat,
nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı
istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riayet
etmesidir. Görmüyor musun ki; insanda bütün a’zâ,
kemikler ve damarlarda, hatta bedenin huceyrâtında,
her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin
436

33. Mektub’un Onikinci Pencere’sinde bu âyetin tefsiri


yapılmıştır, müracaat edilebilir.

437
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 23- 24.
335
gözetilmesi; hatta bazı a’zâsı, bir ağacın ne kadar
meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve
faydalar takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet
eliyle iş görülüyor. Hem her şeyin san’atında nihayet
derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir
hikmet ile iş görülüyor.
Evet, güzel bir çiçeğin dakik programını küçücük
bir tohumunda dercetmek.. büyük bir ağacın sahife-i
a’malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını,
küçücük bir çekirdekte ma’nevî kader kalemiyle
yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini
gösterir.
Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü
san’at bulunması, nihayet derecede hakîm bir saniin
nakşı olduğunu gösterir. Evet şu küçücük insan
bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün
hâzain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının
aynalarını derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü
san’at içinde bir hikmeti gösterir.” 438
Cenâb-ı Hakk’ın, hükmedici olduğunu gösteren
fiiller, Kur’ân’da 17 yerde mezkurdur. Birisi budur:
ِ ْ ‫ن ال‬
‫عب َققاِد‬ َ َ ‫حك‬
َ ‫م ب َي ْق‬ َ ‫ه‬
َ ْ‫قد‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ّ ِ ‫“إ‬Gerçekten Allah,
kullar arasında hüküm koymuştur.” (Mü’min, 40/48)
“Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan;
kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir
memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti
gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür; her şeyi ve
her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur.
‫ض‬ َ ِ ّ ‫ ل ِ ٰل‬âyetinin,
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫وا‬َ ‫س ٰم‬ ّ ‫في ال‬ ِ ‫ما‬ َ ‫ه‬ ‫و‬
َ askerlik
ma’nasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat

438
Zülfikar, sahife: 273.. Hikmet bahisleri: 12. Söz, Zülfikar
(sahife: 525-526 ve 458-üçüncü meziyet-i cezalet- , 461-
beşinci meziyet-i cezalet- ), 26. Söz’ün 3. Mebhas’ı, 3. Şua’,
İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 205), Asa-yı Musa’nın Birinci
Kısmının Yedinci Mes’ele’si ile İkinci Kısmın Beşinci
Huccet’i...
336
ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat
taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-
u rabbaniyeden, o küçücük me’murlarda ve bu pek
büyük askerlerde, hâkimane tekvînî emirlerin,
âmirane hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları,
bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i
külliyenin vücuduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır..
elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki:
َ ‫دتا‬
َ ‫سق‬
َ ‫ف‬َ َ‫ه ل‬ ُ ‫ة ا ِل ّ ال لٰ ّق‬
ٌ ‫هق‬
َ ِ ‫مققآ ٰال‬
َ ‫ه‬ ْ ‫ل َق‬
ِ ‫في‬
ِ ‫ن‬
َ ‫ ٰك ق ا‬âyetinin
‫و‬
hakikat-ı katıasıyla; müteaddid eller müstebiddâne
bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki
padişah, hatta bir nahiyede iki müdür bulunsa,
intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki
sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve
huceyrât-ı bedeniyeden tâ seyyarâtın burclarına
kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin
müdahalesi olamaz. Hem hâkimiyet bir makam-ı
izzettir. Rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini
kırar. Evet aczi için çok yardımcılara muhtaç olan
insanın, cüz’î ve zahirî ve muvakkat bir hâkimiyeti
için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi
gösteriyor ki: Hâkimiyet rakib kabul etmez. Böyle
bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle
yaparsa, elbette bütün kâinatın maliki olan bir
Kadir-i Mutlak’ın hakikî ve küllî rububiyetine ve
uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i
kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike
müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkin olamaz.” 439
َ
“ ‫مقَر‬ْ ‫ر ال‬ ُ ّ ‫ ي ُدَب‬İşi tedbir eder (yoluna koyar). ”
(Yunus, 10/3, 31; Ra’d, 13/2; Secde, 32/5) âyetleri;
Allah Teâlâ’nın, müdebbir (tedbir edici) olduğunu irae
etmektedirler.
439
Şua’lar, sahife: 152-153.

337
“...Meselâ ve farzâ: Harika ve cihangir bir zat;
dörtyüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu
teşkil etse; her milletin ve her taifenin neferlerine aid
elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem
ta’limat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını,
birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o
muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız,
hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan,
kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o
mu’cizatlı kumandan verse; elbette o gayet geniş ve
karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli
idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden
başka hiçbir sebeb elini uzatamaz. Eğer uzatsa,
muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki: Bir dest-i
gaybî her baharda dörtyüz bin muhtelif nevilerden
mürekkeb bir muhteşem orduyu îcad edip idare
ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, dört
yüz binden üç yüz bin hayvanî ve nebatî nevilerini
vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip
vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşire
nümune olan baharda haşr-i a’zamın üç yüz bin
misalini -birkaç hafta zarfında- kemal-i intizamla inşa
edip, hatta birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani
kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini,
gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze
gösterdikten sonra; o dört yüz bin enva’a baliğ olan
ordu-yu sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve
münasib ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa
silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı
ta’limlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat
ve levazımatlarını kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız,
karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık
yerlerden vakti-vaktine vermekle kemal-i rububiyet
ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve
ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve

338
hadsiz rahmetini isbat ederek, bu tevhid fermanını
zemin yüzünde, her bahar sahifesinde kalem-i kader
ile yazar…” 440
ُ
‫ه‬ ِ ْ ‫عل‬
ِ ‫مق‬ ِ ِ ‫ع إ ِل ّ ب‬ َ َ‫و ل َ ت‬
ُ ‫ضق‬ َ ‫ن أن ْ ثٰ ق ى‬
ْ ‫مقق‬ ُ ‫مق‬
ِ ‫ل‬ ِ ‫ح‬
ْ َ ‫مققا ت‬
َ ‫و‬
َ
“Hiçbir dişi, O’nun ilminin dışında gebe kalmaz ve
doğurmaz. (Her şey; O’nun ilmi, iradesi ve kudretiyle
vücuda gelir, faaliyete geçer.)” (Fâtır, 35/11; Fussılet,
41/47)441
“...Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler
vermek, her şeyin mesalih-ı hayatiyesine ve
vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i
muhît ile olur.. başka surette olamaz. Hem bütün
zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasib vakitte
ummadığı yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhît ile
olur. Çünki rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları
bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak
edecek, sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.
Hem umum zîhayatın ibham unvanı altında bir
kanun-u teayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i
muhîti gösteriyor. Çünki her taifenin, -gerçi ferdlerin
zahiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor-, fakat o
taifenin iki had ortasında mahdud bir zamanda
ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında o şeyin
arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin,
meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze
hayata inkılab ettirmesi, yine o ilm-i muhîti
gösteriyor. Hem bütün mevcudata şâmil, herbir
mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifatı, bir
rahmet-i vasia içinde bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki
meselâ: Zîhayatın etfallerini süt ile iaşe eden ve
zeminin suya muhtaç nebatatına yağmur ile yardım
440
Şua’lar, sahife: 171.. Zülfikar Mecmuası, sahife: 455 -
456’ya da (ikinci nükte-i belağata) atf-ı nazar ediniz.

441
Diğer bir âyet: Nisâ, 4/166.

339
eden, elbette etfali tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o
nebatatı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk
eder, sonra gönderir.. ve hâkeza: Bütün hikmetli,
inayetli rahmetin hadsiz cilveleri bir ilm-i muhîti
gösteriyor.
Hem bütün eşyanın san’atındaki ihtimamat ve
san’atkârane tasvirat ve mahirane tezyinat, bir ilm-i
muhîti gösteriyor. Çünki binler vaz’iyet-i muhtemele
içinde muntazam ve müzeyyen, san’atlı ve hikmetli
bir vaz’iyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur.
Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir ilm-i muhîti
gösteriyor.
Hem îcad ve ibda-ı eşyada kemal-i sühulet, bir ilm-
i ekmele delâlet eder. Çünki bir işte kolaylık ve bir
vaz’iyette sühulet, derece-i ilim ve meharetle
mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay
yapar…” 442
‫مُلوا‬ َ َ ِ ‫ُأو ٰۤلئ‬
ِ ‫ع‬
َ ‫ما‬َ ‫ن‬َ ‫س‬ َ ‫ح‬
ْ ‫مأ‬ ْ ‫ه‬ُ ْ ‫عن‬
َ ‫ل‬ َ َ ‫ن ن َت‬
ُ ّ ‫قب‬ ِ ّ ‫ك ال‬
َ ‫ذي‬
َ ‫في‬
‫ة‬ َ ْ ‫ب ال‬
ِ ّ ‫جن‬ ِ ‫حا‬
َ ‫ص‬ْ ‫ٓأ‬ ِ ‫م‬ ْ ‫ه‬ِ ِ ‫سي َّئات‬
َ ‫ن‬ ْ ‫ع‬ َ ‫وُز‬َ ‫و ن ََتجا‬َ
“Kendilerinden, yaptıklarının en iyisini kabul
edeceğimiz ve günahlarını afv edeceğimiz şu
kimseler, cennetliklerin içerisindedirler.” (Ahkâf,
46/16)
ّ ‫عل ُ ق‬
‫وا ك َِبيققًرا‬ َ ‫قول ُققو‬
ُ ‫ن‬ ُ َ ‫ما ي‬ َ ‫عا ٰلى‬
ّ ‫ع‬ َ َ‫و ت‬
َ ‫ه‬
ُ َ ‫حان‬
َ ْ ‫سب‬
ُ
“O’nu tesbih ediniz. Zira O, onların söyledikleri
şeylerden çok yüksek (derecede) ulu ve yücedir.”
(İsrâ, 17/43)443
442
Osmanlıca Mektubat, sahife: 386-387.. Ayrıca 3. Şua’ ile 15.
Şua’ın İkinci Makam’ındaki ilm-i ilahî bahsine de bakılsa,
çok istifadeli olur.
443
16. Söz’ün Birinci ve Üçüncü Şua’ları ; Zat-ı Ehad-i
Samed’in ,
yüceliğiyle birlikte yakınlığını ve yakınlığı ile birlikte
yüksek ve ulvî oluşunu mükemmel bir surette beyan
ettiğinden; o kısım dikkatlice okunsa, bu husus anlaşılmış
olur.
340
-۸۲-
‫ما‬ ُ ‫ع‬
َ ‫ل‬ ْ َ‫ن ي‬
َ ‫ف‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ٓ َ َ ‫ما ي‬
ُ‫شاء‬ ُ ُ ‫خل‬
َ ‫ق‬ ْ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ٓ َ َ‫ن ي‬
ُ‫شاء‬ ْ ‫م‬
َ ‫دي‬
ِ ‫ن َيه‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ َ َ‫ي‬
ُ‫شآء‬
َ َ‫ن ي‬
ُ‫شآء‬ ْ ‫م‬
َ ِ ‫فُر ل‬
ِ ‫غ‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ َ َ‫ن ي‬
ُ‫شآء‬ ْ ‫م‬ ّ ‫ض‬
َ ‫ل‬ ِ ُ‫ي‬
‫ب‬
ُ ‫و‬
ُ ‫ن َيت‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ٓ َ َ‫ن ي‬
ُ‫شاء‬ ْ ‫م‬ ُ ّ‫عذ‬
َ ‫ب‬ َ ُ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫في‬
ِ ‫وُر‬
ّ ‫ص‬
َ ُ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ُ‫شآء‬ َ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ ‫ع ٰلى‬ َ
‫في‬ ِ ُ‫زيد‬ ِ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬َ ‫َيا‬ ٓ َ َ‫ف ي‬
ُ‫شاء‬ َ ‫ال َْر‬
َ ْ ‫حام ِ ك َي‬
‫ه‬
ِ ِ ‫مت‬
َ ‫ح‬ْ ‫ص ب َِر‬ّ َ ‫خت‬
ْ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ُ‫شاء‬ ٓ َ َ ‫ما ي‬َ ‫ق‬ ْ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫خل‬
ُ‫شآء‬َ َ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal
1- Ey dilediğini yaratan, 2- Ey dilediğini yapan,
3- Ey dilediği kimseye hidayet veren, 4- Ey
dilediği kimseyi saptıran, 5- Ey dilediği kimseyi
bağışlayan, 6- Ey dilediği kimseye azab veren, 7-
Ey dilediği kimsenin tevbesini kabul eden, 8- Ey
rahimlerde (anne karınlarındaki ceninleri) dilediği
şekilde suretlendiren (biçimlendirip şekillendiren),
9- Ey mahlukat içerisinde dilediğini artıran, 10- Ey
rahmetini dilediği kimseye hâs kılan (dilediğine
341
hususî rahmetiyle muamelede bulunan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada 9. nidâ yerinde ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫عّز‬
ِ ُ‫ي‬ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ُ ‫ٓء‬َ َ ‫ ي‬Ey dilediği kimseyi yücelten (azîz
‫شا‬ kılan)!
ibaresi mukayyeddir.
ُ‫شا ٓء‬َ َ ‫ما ي‬
َ ‫ق‬ُ ُ ‫خل‬ْ َ ‫“ ي‬Dilediğini yaratır.” (Âl-i İmrân,
3/47; Maide, 5/17; Kasas, 28/68; Rum, 30/54;
Zümer, 39/4; Şûrâ, 42/49)444
ُ‫شا ٓء‬َ َ ‫ما ي‬ َ ‫ل‬ُ ‫ع‬َ ‫ف‬ْ َ ‫“ ي‬Dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân,
3/40; Hacc, 22/18)445
“…Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkin
olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir
san’at dahi mümkin değildir. İşte bu hakikat ve
kaideye binaen, bu kâinat; bütün mevcudatıyla
beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin
çekiciyle yapılmış ma’nidar hadsiz kitablar,
mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde
-herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile-
rabbanî ve rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin
menşe’leri olan binbir esmâ-i ilahiyenin hadsiz
cilveleriyle ve o güzel isimlerin menba’ları olan yedi
sıfât-ı sübhaniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, o yedi
muhît ve kudsî sıfatların ma’deni ve mevsufu olan
ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna
ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler
ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün

444
Aynı mealde: Nur, 24/45.. 23. Lem’a olan Tabiat Risalesi,
halk ve icadın yalnız Allah’a mahsus olduğunu müdellel bir
şekilde isbat etmiştir. Okumakta fayda vardır.
445

Aynı mealde: Bakara, 2/253; İbrâhim, 14/27; Hacc, 22/14.

342
hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’al-i
rabbaniyenin ve esmâ-i ilahiyenin ve sıfât-ı
samedaniyenin ve şuunat-ı sübhaniyenin, kendilerine
lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve
hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsî cemaline ve
kemaline bedahetle şehadet ederler.” 446
ُ ‫ٓء‬ َ َ‫ن ي‬
‫شققا‬ ْ ‫مق‬
َ ‫دي‬
ِ ‫هق‬
ْ َ ‫“ ي‬Dilediği kimseyi hidayete
eriştirir.” (Bakara, 2/142, 213, 272; Yunus, 10/25;
İbrâhim, 14/4; Nahl, 16/93; Nur, 24/46; Kasas,
28/56; Fâtır, 35/8; Müddessir, 74/31)447
ُ ‫ٓء‬ ‫شققا‬ َ َ‫ن ي‬ْ ‫مقق‬َ ‫ل‬ ّ ‫ضقق‬ ِ ُ ‫“ ي‬Dilediği kimseyi saptırır.”
(Ra’d, 13/27; Nahl, 16/93; Fâtır, 35/8; Müddessir,
74/31)448
ُ‫ش قا ٓء‬َ َ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ ِ ‫فُر ل‬ِ ‫غ‬ْ َ ‫“ ي‬Dilediği kimseyi bağışlar.”
(Bakara, 2/284; Âl-i İmrân, 3/129; Maide, 5/18, 40;
Fetih, 48/14)449
ُ ‫ٓء‬‫شا‬َ َ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب‬ ُ ّ‫عذ‬َ ُ ‫“ ي‬Dilediği kimseye azab verir.”
446
Şua’lar, sahife: 145-146.. 24. Mektub; fiil-i ilahînin, irade ve
meşîet dairesinde nasıl cereyan ettiğini gayet güzel açıklamıştır,
mutalaa edilebilir.
447

Aynı mealde: En’am, 6/88; Hacc, 22/16; Nur, 24/35; Zümer,


39/23…

448
Aynı mealde: İbrâhim, 14/4.. Hidayet ve dalalet hakkında
en geniş ma’lumat elde etmek isteyen, Îman ve Küfür
Muvazeneleri (Hidayet ve Dalalet Mukayeseleri) adlı esere
müracaat etsin; tatmin edici açıklamalara rastlayacaktır.
Ayrıca şu mevzu’lar da okunabilir: 17. Söz’ün İkinci
Makam’ındaki ve 23. Söz’ün âhirindeki iki levha, 30. Söz’ün
Birinci Maksad’ının âhiri, 29. Mektub’un Birinci Kısmının
Yedinci Nükte’si, 17. Lem’a’nın 13. Nota’sının birinci
mes’elesi, 15. Şua’ın Birinci Makamı’nın İkinci Kısmının
Altıncı ve Sekizinci Kelimeleri, İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 22,
27…29, 163…165, 171…173), Kastamonu Lahikası (sahife:
163…171, -Lemeât’tan- )…
449

Aynı mealde: Nisâ, 4/48-116.


343
(Bakara, 2/284; Âl-i İmrân, 3/129; Maide, 5/18-40;
Ankebût, 29/21)
ُ ‫ٓء‬
‫شققا‬َ َ‫ن ي‬
ْ ‫مقق‬
َ ‫ع ٰلقق ى‬ َ ‫ه‬ ُ ‫ب اللقق‬
ُ ‫و‬ُ ‫و َيتقق‬َ “Hem Allah,
dilediği kimsenin tevbesini kabul eder.” (Tevbe,
9/15)450
ُ‫قاء‬
ٓ‫شق‬َ َ‫ف ي‬ َ ‫في ال َْر‬
َ ْ ‫حام ِ ك َي‬ ِ ‫م‬ْ ُ ‫وُرك‬
ّ ‫ص‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ُ ‫ذي ي‬ َ ‫ه‬
ُ “
O, rahimlerde dilediği şekilde sizlere suret
verendir.” (Âl-i İmrân, 3/6)
“...Evet meselâ, mezkur âyetlerin ferman
ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün validelerin
erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mîzanlı,
imtiyazlı, zînetli ve intizamlı olarak; hem
şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit
bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahıyet
ve umum ruy-u zeminde aynı kudret, aynı hikmet,
aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve
nebatları ihâta eden bu feth-ı suver hakikatı,
vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünki
ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz…”
451

ُ ‫ٓء‬َ َ ‫ما ي‬
‫شا‬ َ ‫ق‬ ْ َ ْ ‫في ال‬
ِ ‫خل‬ ِ ُ‫زيد‬
ِ َ ‫“ ي‬Mahlukat içerisinde
dilediğini artırır.” (Fâtır, 35/1)
“…halkta dilediği kadar ziyade eder. Binaenaleyh,
melaikenin kanatlarını daha ziyade yapabileceği gibi,
diğer mahluklarında da dilediği ziyadeyi yapabilir.
Mesela güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel
hatlar, gözlerde melâhat, kamette letafet, surette
tenasüb, a’zada tamamlık, kuvvette şiddet, akılda

450
Aynı mealde: Tevbe, 9/27.. Tevbenin kabulü hususu: 23.
Söz’ün İkinci Mebhas’ının Üçüncü Nükte’si, 1. Lem’a,
Siracunnur (sahife: 280…288).
451

Şua’lar, sahife: 168.

344
keskinlik, re’yde cezalet, kalbte şecaat, nefiste
semahat, lisanda talâkat, tekellümde liyakat, işte
beceriklilik ilh… neler, ne kemaller, ne ziyadelikler
yaratır! Binaenaleyh Allah’ın yaratışını mahdud
suretlerle tahdîde kalkışmamalıdır.” 452
ُ‫شقا ٓء‬
َ َ‫ن ي‬
ْ ‫مق‬
َ ‫ه‬
ِ ‫مت ِق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ص ب َِر‬
ّ ‫خت َق‬
ْ َ ‫“ ي‬Rahmetini dilediği
kimseye tahsîs eder.” (Bakara, 2/105; Âl-i İmrân,
3/74)
“...Evet her şey ya hakikaten güzeldir veya bizzat
güzeldir veya neticeleri i’tibariyle güzeldir. Ve bu
güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve
tecellî-i âmmeye bakar. Dediğin gibi, bu
muvaffakiyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünki
bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve
tecellî-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil
ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile
merhamet-i şahanesi, umum efrad-ı millete teşmil
edilebilir. Her ferd doğrudan doğruya o padişahın
lutfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede
efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.
İkinci cihet: Padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve
evamir-i hâssasıdır ki, umumî kanunun fevkında, bir
ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
İşte bu temsil gibi, Zat-ı Vacibü’l-Vücud ve Hâlik-ı
Hakîm ve Rahîm’in umumî rububiyet ve şümul-ü
rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin
hissesine isabet eden cihette hususî onunla
münasebetdardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhiti
ile her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz’î işlerine
müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe’ninde
O’na muhtaçtır. O’nun ilim ve hikmetiyle işleri
görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o

452
Hak Dini Kur’ân Dili, cild: 6, sahife: 3973.

345
daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve te’sir
sahibi olup müdahale etsin. Ve ne de tesadüfün hakkı
var ki, o hassas mîzan-ı hikmet dairesindeki işlerine
karışsın...
İkincisi: Hususî rububiyetidir ve hâs iltifat ve
imdad-ı rahmanîsidir ki; umumî kanunların tazyikatı
altında tahammül edemeyen ferdlerin imdadına
Rahmanü’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususî
bir surette muavenet ederler, o tazyikattan
kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan her
anda O’ndan istimdad eder ve meded alabilir.
İşte bu hususî rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i
gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata
havale edilmez…” 453
Meşîet ve irade-i ilahiye ile tasarrufat yapıldığına
dair Kur’ân’da yüzden fazla âyet vardır. Biz burada
meşîete aid kısa bir açıklama yaparak, asıl sözü
Kur’ân’a bırakıp; bu mevzu’da teferruatlı bilgi
edinmek isteyenler, Kur’ân’dan meşiet hakkındaki
âyetleri ve tefsirlerini okusunlar, deriz.
“İnsan, her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat :
ّ َ ّ‫ؤن إلأ‬
‫ه‬
ُ ‫ٓءَ ال ٰل‬
‫ن ي َ ٰشا‬
ْ ٓ ِ َ ُ ٓ
‫ ٰما ت َ ٰشا‬sırrınca
‫و‬
َ meşîet-i ilahiye
asıldır. Kader hâkimdir. Meşîet-i ilahiye, meşîet-i
insaniyeyi geri verir. ‫صققُر‬ َ َ ‫ى ال ْب‬
َ ‫مقق‬
ِ ‫ع‬ ّ ْ ‫جقق ٓاءَ ال‬
َ ‫قققدَُر‬ َ ِ‫ا‬
ٰ ‫ذا‬
hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer
konuşmaz; ihtiyar-ı cüz’î susar.” 454
“...Herbir şeye, hususan herbir zîhayata pek çok
müşevveş ihtimalat içinde muayyen bir ihtimal ile ve
pek çok akîm yollar içinde neticeli bir yol ile ve pek
çok imkanat içinde mütereddid iken, gayet
muntazam bir teşahhus verilmesi, hadsiz cihetlerle
bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki: Her şeyin
453
Osmanlıca Mektubat, sahife: 606- 607.

454
Osmanlıca Mektubat, sahife: 83.

346
vücudunu ihâta eden hadsiz imkanat ve ihtimalat
içinde ve semeresiz akîm yollarda ve karışık ve
yeknesak sel gibi mîzansız akan camid unsurlardan
gayet hassas bir ölçü ile, nâzik bir tartı ile ve gayet
ince bir intizam ile, nazenin bir nizam ile verilen
mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure ve
bilbedahe, belki bilmüşahede bir irade-i külliyenin
eseri olduğunu gösterir. Çünki: Hadsiz vaz’iyetler
içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih,
bir kasd ve irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis
edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih,
bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise,
iradedir. Meselâ insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve
âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre
sudan.. ve yüzer muhtelif a’zâsı bulunan bir kuşun,
basit bir yumurtadan.. ve yüzer muhtelif kısımlara
ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten îcadları,
kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi; gayet kat’î ve
zarurî bir tarzda, onların saniinde bir irade-i külliyeye
delâlet ederler ki; o irade ile o şeyin her şeyini tahsis
eder ve o irade ile her cüz’üne, her uzvuna, her
kısmına ayrı has bir şekil verir, bir vaz’iyet giydirir…”
455

-۸۳-
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫َيا‬ ً ‫وَلدا‬
َ َ‫و ل‬ َ ‫ة‬ ً َ ‫حب‬ َ ْ‫خذ‬
ِ ‫صا‬ ِ ّ ‫م ي َت‬ ْ َ‫ن ل‬ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬
َ ‫في حك ْمه‬
َ ‫ع‬
‫ل‬ َ ‫ج‬َ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫حدا ً ٰيا‬ َ ‫ٓأ‬ ِ ِ ُ ِ ‫ك‬ ُ ‫ر‬ ِ ‫ش‬ ْ ُ‫ل َ ي‬
ً ‫حيما‬ِ ‫ل َر‬ْ ‫م ي ََز‬ْ َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬َ ‫قدًْرا ٰيا‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ل ِك‬
َ ‫ع‬
‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ً ‫سل‬
ُ ‫ة ُر‬ َ ْ ‫ل ال‬
ِ َ ‫ملئ ِك‬ َ ‫ع‬
ِ ‫جا‬
َ ‫ٰيا‬
455
Osmanlıca Mektubat, sahife: 388-389.. Bu mevzu’ ile
münasebetdar yerler: 26. Söz, 24. Mektub, 15. Şua’ın İkinci
Makam’ındaki irade bahsi, İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 72…76).

347
َ
‫ض‬
َ ‫ل الْر‬ َ ‫ع‬َ ‫ج‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ء ب ُُروجا ً ٰيا‬ ِ ‫مآ‬َ ‫س‬ ّ ‫في ال‬ ِ
ً ‫شرا‬
َ َ‫ء ب‬ِ ‫مآ‬ َ ْ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ِ ‫ل‬ َ ‫ع‬َ ‫ج‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫قَرارا ً ٰيا‬ َ
َ
‫ن‬ َ ‫ددا ً ٰيا‬
ْ ‫م‬ َ ‫ع‬ َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ح ٰصى ك‬ ْ ‫نأ‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ً ‫عْلما‬ ِ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ط ب ِك‬َ ‫حا‬ َ
ْ ‫ش‬ َ ‫أ‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey eş ve çocuk edinmemiş olan, 2- Ey
hükmünde hiçbir kimseyi ortak tutmayan, 3- Ey her
şeye bir ölçü takdir eden, 4- Ey daima merhametli
olan, 5- Ey melekleri elçiler yapan, 6- Ey gökte
burçlar ta’yin eden, 7- Ey arzı yerleşme muhiti
(mesken) yapan, 8- Ey beşeri (insanları) sudan
meydana getiren, 9- Ey her şeyi aded olarak sayan
(kayd ve tesbit eden), 10- Ey her şeyi ilmiyle ihâta
eden (kuşatan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada 3. Ukde yerinde ‫ل‬ ّ ُ ‫ل ل ِك‬
َ ‫ع‬
َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫دا‬ َ َ “Ey her şeye bir nihayet (son, hedef,
ً ‫م‬
َ ‫ء أ‬ ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬
gaye) ta’yin eden!” nidâsı kayda alınmıştır.
‫دا‬ ً َ ‫ول‬َ َ‫و ل‬ َ ‫ة‬
ً َ ‫حب‬ َ َ‫خذ‬
ِ ‫صا‬ َ ّ ‫ما ات‬َ “Ne bir eş, ne de bir
çocuk edinmemiştir.” (Cinn, 72/3)456
‫دا‬ َ ٓ‫فققي حك ْمق‬ ُ ‫ر‬ ْ ُ‫و ل َ ي‬
ً ‫حق‬ َ ‫هأ‬ ِ ِ ُ ِ ‫ك‬ ِ ‫شق‬ َ “Hükmünde de
456
Yine bak: En’am, 6/101.

348
hiçbirini ortak etmez.” (Kehf, 18/26)
َ ُ ِ ‫إن ال ٰل ّه بال‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شق‬ ُ ‫ل ال ٰل ّق‬
ّ ‫ه ل ِك ُق‬ َ ‫عق‬
َ ‫ج‬ َ ‫ه‬
َ ْ‫ق قد‬ ِ ‫ر‬
ِ ‫م‬
ْ ‫غأ‬ َ َ ّ ِ
‫قدًْرا‬ َ “Hakikaten Allah, işine hâkimdir. Allah, her şeye
bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 65/3)457
“…O Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhîtinde her şeyin
suret-i mahsusası bir mikdar-ı muayyen ile teayyün
ediyor. O Kadir-i Mutlak, emr-i ‫ن‬ ُ َ ‫في‬
ُ ‫كقو‬ ْ ُ ‫ ك‬ile o
َ ‫ن‬
hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle -o yazıya sürülen
ecza gibi gayet kolay ve suhulet ile- kudretin bir
cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer.. O
şeye vücud-u haricî verir, göze gösterir.. nukûş-u
hikmetini okutturur…” 458
‫ل‬ ِ ‫ع‬ ِ ‫جا‬
َ ‫ض‬ِ ‫و ال َْر‬
َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ر ال‬
ِ ِ‫فاط‬ ِ ّ ‫مدُ ل ِل‬
َ ‫ه‬ َ ْ ‫ا َل‬
ْ ‫ح‬
‫ة‬ َ ‫ال ْم ٰۤلئ ِك َة رسل ً ُأوِلي‬
ٍ ‫ح‬
َ ِ ‫جن‬ْ ‫ٓأ‬ ُ ُ ِ َ
“Hamd; gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer üçer
dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur.”
(Fâtır, 35/1)
“…İşte şu sûrede, semavat ve arzın Fatır-ı Zülcelal’i;
semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyîn edip âsâr-ı
kemalini göstermekle, hadsiz seyircilerinden, Fatır’ına
hadsiz medih ve senâlar ettiriyor ve öyle de hadsiz
ni’metleriyle süslendirmiş ki; sema ve zemin, bütün
ni’metlerin ve ni’met-dîdelerin lisanlarıyla o Fatır-ı
Rahman’ına nihayetsiz hamd ve sitayiş ederler,
dedikten sonra; yerin şehirleri ve memleketleri içinde
Fatır’ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ve seyahat
eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi, semavî saraylar
olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burclarda
gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri
olan meleklerine kanat veren Zat-ı Zülcelal, elbette her

457
26. Söz, kader bahsini güzelce hall ve îzah etmiştir.
Müracaat olunsa, istifadeye medardır.

458
Siracu’n-Nur, s. : 101-102 -Onbirinci Rica’dan- .

349
şeye kâdir olmak lazım gelir. Bir sineğe, bir meyveden
bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak
kanadını veren; Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den
Zühal’e uçacak kanatları o veriyor. Hem melaikeler,
sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller, bir
mekan-ı muayyen onları kayd edemiyor. Bir vakitte dört
veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret: ‫مث ْ ٰنى‬ َ
‫ع‬
َ ‫و ُر ٰبا‬
َ ‫ث‬ ُ
َ ‫و ث ٰل‬
َ kelimeleriyle tafsil verir…”
459

“...Bir melaike var. Kırk bin başı var. Her başında


kırkbin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.
Altmışdört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor.. Demek
küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin
tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe hava
sahifesinde yazıyor. Küre-i hava diyor ki: Bu hadîs,
benden veya bana nezarete me’mur melekten haber
veriyor. Çünki insandaki bütün konuşmalar ve sâir
bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan
tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şîveleriyle, mümtaz
sesleriyle söylenmek gösterir ki; küllî bir şuurla yapılan
bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi, ne bana -yani
küre-i havaya- ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir
cihet-i imkanı yok. Demek her yerde hâzır, nâzır
ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihâtalı bir irade, muhît bir
ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna
milyonlar şahidlerden birisi radyodur…” 460
459
Osmanlıca Sözler, s. : 629-630.

460
Nur Âleminin Bir Anahtarı, sahife: 40.. Meleklerin
varlıklarının isbatı, vazifeleri ve sâir ahvallerine dair
bahisler: 14. Söz’ün Üçüncü ve Dördüncü Mes’eleleri, 15.
Söz, 16. Söz’ün Üçüncü Şua’ı, 20. Söz’ün Birinci Makamı’nın
Birinci Nükte’si ile İkinci Makam’ında Hz. Âdem’in (a.s.)
mu’cizesi, 22. Söz’ün İkinci Makam’ının Birinci Lem’a’sı, 24.
Söz’ün 3. Dal’ının Yedinci Asl’ı ile 4. Dal’ının birinci kısmı,
29. Söz’ün Birinci Maksad’ı, 4. Mektub’un âhiri, 19.
Mektub’un 15. İşaret’inin İkinci Şu’be’si, 28. Mektub’un
İkinci Mes’ele’si, 14. Lem’a’nın Birinci Makam’ının birinci
sual ve cevabı, 28. Lem’a’nın 28. Nükte’si, 30. Lem’a’nın
Beşinci Nükte’sinin Dördüncü Remz’i, 7. Şua’ın Onbirinci
Mertebe’si, 11. Şua’ın 9. ve 11. Mes’eleleri, Mesnevî-i
350
‫جققا‬
ً ‫ء ب ُُرو‬
ِ ٓ
‫سقق ٰما‬
ّ ‫في ال‬ َ ‫ع‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ج‬ ِ ّ ‫ك ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫“ت ََباَر‬Gökte
burçlar teşkil eden (Allah), yücedir.” (Furkan,
25/61)461
“...Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer.
Güneşin her otuz derecesini bir burc ta’bir etmişler. O
burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabt edecek
farzî hatlar çekilse, bir tek vaz’iyet hasıl olduğu vakit;
bazı esed (yani aslan) suretini, bazı terazi ma’nasına
olarak mîzan suretini, bazı öküz ma’nasına sevr
suretini, bazı balık ma’nasına hût suretini
göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o
isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında
ise, güneş gezmiyor; o burçlar boş ve muattal ve işsiz
kalmışlar. Güneşin bedeline küre-i arz geziyor. Öyle
ise o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler
yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde küçük
mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir. Şu halde
burûc-u semaviye, arzın medar-ı senevîsinden
temessül edecek. Ve o halde küre-i arz, her ayda
buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve
misalindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi bir ayna
hükmünde olarak, semavî burçlar onda temessül
ediyor…” 462
َ َ َ
‫هققاًرا‬ َ َ ‫خل َل‬
َ ْ ‫ها أن‬ َ ‫ع‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫و‬ َ ‫ض‬
َ ‫قَراًرا‬ َ ‫ع‬
َ ‫ل الْر‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ّ ‫أ‬
“Yoksa arzı, yerleşme mekânı (mesken,
ikametgah) yapan ve aralarında nehirler
463
meydana getiren...” (Neml, 27/61)

Nuriye (sahife: 11), İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 196-198), Âsâr-ı


Bediiye (sahife: 22…27 -Nokta’dan- , 111-112 -Tuluât’tan- ,
569-570 -Lemeât’tan- )…
461
Aynı mealde: Hicr, 15/16.

462
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 225-226.. Diğer yerler: 15. Söz,
28. Lem’a’nın 28. Nükte’si, Muhakemat (sahife: 56)…
463

Diğer âyet: Mü’min, 40/64.


351
‫سققًبا‬
َ َ‫ن‬ ُ َ ‫عل‬
‫ه‬ َ ‫ج‬ َ ‫شًرا‬
َ ‫ف‬ َ َ‫ء ب‬ َ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫مآ‬ َ ‫م‬ َ َ ‫خل‬
ِ ‫ق‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ ‫و‬
َ
‫هًرا‬
ْ ‫ص‬ِ ‫و‬ “Hem O; sudan beşer (insan) yaratıp,
َ
o’nu neseb ve hısım (sahibi) yapandır.” (Furkan,
25/54)464
“Vücud-u insan; tavırdan tavıra geçtikçe, acib ve
muntazam inkılablar geçiriyor. Nutfeden alakaya,
alakadan mudğaya, mudğadan azm ve lahme, azm
ve lahmden halk-ı cedîde -yani insan suretine- inkılabı
gayet dakik düsturlara tabi’dir. O tavırların
herbirisinin öyle kavanîn-i mahsusa ve öyle nizamat-ı
muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki;
cam gibi, altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir
hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda o vücudu
yapan Sani-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu
değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekası için,
inhilal eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak
yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte
o beden huceyreleri, muntazam bir kanun-u ilahî ile
yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u rabbanî ile
ta’mir etmek için rızık namıyla bir madde-i latîfeyi
ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri
nisbetinde Rezzak-ı Hakîkî, bir kanun-u mahsus ile
taksim ve tevzi’ ediyor. Şimdi o Rezzak-ı Hakîm’in
gönderdiği o madde-i latîfenin etvarına bak!
Göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi, küre-
i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden
hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi
işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya
onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen
mekana gitmek için me’murdur gibi gayet muntazam
toplanıyorlar. Hem gidişatından görünüyor ki, bir fail-i
muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip,
cemadat âleminden mevalîde -yani zîhayat âlemine-

464
Sair âyetler: Secde, 32/8; Murselat, 77/20; Târık, 86/6.

352
girerler. Sonra nizamat-ı muayyene ve harekât-ı
muttarıda ile ve desatîr-i mahsusa ile rızık olarak bir
bedene girip, o beden içinde dört matbahta
pişirildikten sonra ve dört inkılab-ı acîbeyi geçirdikten
sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin
aktarına yayılarak, bütün muhtaç olan a’zâların
muhtelif ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzak-ı
Hakîkî’nin inayetiyle ve muntazam kanunlarıyla
inkısam ederler. İşte o zerrattan hangi zerreye bir
nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki: Basîrâne,
muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o
zerreye; kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat,
şuursuz esbab hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi
unsur-u muhîtten tut, tâ beden huceyresine kadar
hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanîn-i muayyenesi
ile güya ihtiyaren amel ediyor.. muntazaman giriyor.
Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım
atıyor ki; bilbedahe bir sâik-ı hakîmin emri ile gidiyor
gibi görünüyor. İşte böyle muntazam tavırdan tavıra,
tabakadan tabakaya git gide hedef-i maksadından
ayrılmayarak tâ makam-ı layıkına, -meselâ Tevfik’ın
gözbebeğine- emr-i rabbanî ile girer, oturur, çalışır.
İşte bu hal de -yani erzaktaki tecellî-i rububiyet-
gösteriyor ki; ibtida o zerreler muayyen idiler,
muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya
herbirisinin alnında ve cebhesinde: Filan huceyrenin
rızkı olacak, yazılı gibi bir intizamın vücudu her
adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna
ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.”
465

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i


kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes! Bütün
zîruhların tesbihatıyla seni takdîs etmek niyet edip:

465
Osmanlıca Sözler, s. : 766-768.. Aynı izah ile: Âsâr-ı
Bedilye (sahife: 32). Başka bir izah tarzı ile: 25. Söz’ün 2.
Şu’le’sinin 2. Nur’unun Dördüncü Nükte-i belağat’ı.
353
‫ي‬
ّ ‫حق‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ ‫ش‬َ ‫ل‬
ْ ‫ق‬466 ّ ‫ء ك ُق‬ ‫ن ال ْ ٰم ق ا‬
ِ ٓ َ ‫م‬ َ ‫ع‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ َ ‫حان‬
َ ‫ك ٰيا‬ َ ْ ‫سب‬
ُ
diyorum.”
“Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla
anlıyoruz ki: İnsan; şu kâinat ağacının en son ve en
cem’iyetli meyvesi ve hakikat-ı Muhammediye (s.a.v.)
cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur’ân’ının âyet-i
kübrâsı ve ism-i a’zamı taşıyan âyetü’l-kürsîsi ve
kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki
sâir sekenelerde tasarrufa me’zun en fa’al me’muru
ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve
tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine
nezarete me’mur ve yüzer fenler ve binler san’atlarla
techiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı ve
kâinat ülkesinin arz memleketinde Padişah-ı Ezel ve
Ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi
halife-i arzı ve cüz’î ve küllî harekâtı kayd edilen bir
mutasarrıfı ve semâ ve arz ve cibalin kaldırmasından
çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan ve önüne
iki acîb yol açılan; bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve
diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle
mükellef bir abd-i küllî ve kâinat sultanının ism-i
a’zamına mazhar ve bütün esmasına en cami’ bir
aynası ve hitabat-ı sübhaniyesine ve konuşmalarına
en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı ve kâinat zîhayatları
içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve acziyle
beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz
düşmanları ve o’nu inciten zararlı şeyleri bulunan bir
bîçare zîhayatı ve istidadca en zengini ve lezzet-i
hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli
elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve
muhtaç ve en çok lâyık ve müstahık ve devamı ve
saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran
ve bütün dünya lezzetleri o’na verilse, o’nun bekaya
466

Şua’lar, s. : 55.. Îzahı için bak: Mesnevî-i Nuriye, s. : 120-


121.
354
karşı arzusunu tatmin etmeyen ve o’na ihsanlar eden
Zat’ı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve
sevilen çok harika bir mu’cize-i kudret-i samedaniye
ve bir u’cûbe-i hilkat ve kâinatı içine alan ve ebede
gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi
şehadet eden.. böyle yirmi küllî hakikatlar ile Cenâb-ı
Hakk’ın Hakk ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın
en cüz’î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen
cevab veren Hafîz-ı Zülcelal’in Hafîz ismiyle
mütemadiyen amelleri kayd edilen ve kâinatı alâkadar
edecek ef’alleri o ismin katibîn-i kiramlarıyla yazılan ve
her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar
bulunan bu insanlar; elbette ve elbette ve herhalde ve
hiçbir şübhe getirmez ki: Bu yirmi hakikatın hükmüyle,
insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hakk ismiyle
evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının
mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî kayd
altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya
çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye
ziyafetgâhının ve şekavet-i daime hapishanesinin
kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere
kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir
zabit, toprağa girip, her amelinden sual olunmamak ve
uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.” 467
‫دا‬ َ ‫ل‬ ُ ‫ٰصققى‬
ّ ‫كقق‬ َ ‫ و‬her şeyi
ً َ‫عققد‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫شقق‬ ‫ح‬
ْ ‫“أ‬Ve
َ
adediyle saymıştır” (Cinn, 72/28).. Kaderle alâkalı
bahislerde açıklaması kayda alındığından, burada
tafsilata geçilmeyerek, mealle iktifa edilmiştir.
َ َ “Ve
ً ْ ‫عل‬
‫مققا‬ ِ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شقق‬ َ ‫حققا‬
ُ ِ‫ط ب‬
ّ ‫كقق‬ َ ‫قققدْ أ‬ َ ‫ن ال ّٰلقق‬
َ ‫ه‬ ّ ‫وأ‬َ
Allah, ilmen (ilmiyle) her şeyi kuşatmıştır.” (Talâk,
65/12)468
467
Şua’lar, s. : 218-219.. İnsaniyetle alâkalı mes’eleler: 23.
Söz, 14. Lem’a’nın İkinci Makam’ının beşinci sırrı, Emirdağ
Lahikası (cild: 1, s. : 145-147), Hizb-i Envar-ı Hakaik-ı
Nuriye (mürettibi: Said Nursî, s. : 217-218)…
468

355
- -

‫َيآ‬ ‫وت ُْر‬ َ ‫ك ٰيا‬َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬


ِ ‫د ٰيا‬ ُ ‫فْر‬ َ ‫س‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫َيآ‬ ‫عّز‬َ َ ‫َيآ أ‬ ‫د‬
ُ ‫ج‬ َ ‫م‬
َ
ْ ‫َيآ أ‬ ‫د‬
ُ ‫م‬ َ ‫ص‬
َ ‫حدُ ٰيا‬
َ
َ ‫أ‬
‫د‬ َ ‫َيآ أ َب َّر‬ َ ّ ‫ج‬ َ
ُ َ ‫َيآ أب‬ ‫ق‬
ّ ‫ح‬َ ‫َيآ أ‬ ‫ل‬ َ ‫أ‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal

Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey Ferd


(tek olan), 2- Ey Vitr (birlik sahibi), 3- Ey Ehad (bir
olan), 4- Ey Samed (hiçbir şeye ve hiçbir kimseye
muhtaç olmayan), 5- Ey şerefli, 6- Ey en izzetli, 7- Ey
en celîl (celal sahibi, büyük, yüce), 8- Ey en (ileri
derecede) hak sahibi, 9- Ey en iyi (iyilik ve ihsan
sahibi), 10- Ey ebedî (daimî, sonsuz)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.

Şerh

Sair âyetler: En’am, 6/80; A’raf, 7/19; Tâhâ, 20/98; Mü’min,


40/7.. 81. Ukde’nin 7. nidâsında ilm-i ilahîden bir nebze
bahsedilmiştir, bakmakta fayda vardır.
356
ّ ‫جق‬
Bir nüshada ‫ل * ي َققآ‬ َ َ َ ‫جدُ * َيآ أ‬ َ
َ ‫عقّز * َيقآ أ‬ َ ‫م‬ْ ‫َيآ أ‬
‫ق‬ َ ُ ‫و‬ َ
ّ ‫ح‬ َ ‫ أ‬nidâları yerine * ‫هُر‬
ِ ‫يا ٰظا‬ *ٰ‫ر‬ُ ‫خ‬ِ ‫ل * َيآ ٰا‬ ّ ‫َيآ أ‬
‫ن‬ُ ِ‫“ ٰيا ٰباط‬Ey Evvel, Ey Âhir, Ey Zâhir, Ey Bâtın!”
nidâları vâriddir.
“İsm-i Ferd’in tecellî-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde
hadsiz mektubat-ı samedaniye hükmüne getirip, her
mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok
mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, bir mektubun kelimatı
adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin
adedince katibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir
meyve, herbir ot, hatta herbir hayvan, herbir ağaç
birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i samediyet
olduklarını ve bulundukları mekan ise, bir mektub
suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır. O
mekanın katibini gösteriyor. Meselâ bir bahçede bir
sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir.
O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o
nevi çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna
ve o bahçe dahi O’nun yazısı olduğuna açık bir surette
delâlet ediyor. Demek oluyor ki: Herbir şey, umum
eşyayı Hâlik’ına isnad edip, a’zamî bir tevhide işaret
ediyor.” 469
“ İkinci cümle: ‫د‬ ٌ ‫حقق‬َ َ‫ه ا‬
ُ ‫لقق‬ ّٰ ‫ال‬َ
dür ki, tevhid-i
ulûhiyete tasrihtir.
Hakikat, hak lisanı der ki: ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫عُبودَ إ ِل‬ْ ‫م‬َ ‫ٰل‬
Üçüncü cümle: ‫د‬ ُ ‫م‬
َ ‫صق‬ ّ ‫ه ال‬ ُ ّ ‫َال ٰل‬dür. İki cevher-i
tevhide sadeftir.
Birinci dürrü tevhid-i rububiyet. Evet nizam-ı
kevn lisanı der ki: ‫و‬ ُ ّ ‫ق إ ِل‬
َ ‫ه‬ َ ِ ‫ٰل ٰخال‬
İkinci dürrü tevhid-i kayyumiyet. Evet seraser
kâinatta,
469
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 816-817.. Ferd isminin
mahiyetini daha iyi anlayabilmek için, 30. Lem’a’nın
Dördüncü Nükte’sini mütefekkirâne okumak gerektir.
357
Vücud ve hem bekada müessire ihtiyaç lisanı
der ki:
َ ُ ّ ‫م إ ِل‬
‫هو‬ َ ‫ ” ٰل‬470
َ ‫قّيو‬
َ ُ * ُ‫مد‬
‫د‬
ٌ ‫حق‬
َ ‫هأ‬ُ ‫و ال ٰل ّق‬
َ ‫هق‬ ْ ‫قق‬
ُ ‫ل‬ َ ‫ص‬ ُ ّ ‫“َال ٰل‬De ki: O
ّ ‫ه ال‬
Allah, birdir.. Allah, Samed’dir.” (İhlâs, 112/1-2)
‫ه‬ َ ‫خ‬ َ َ ‫“ و الل ّققق‬Halbuki Allah,
ُ ‫شقققا‬ ْ َ‫ن ت‬
ْ ‫قأ‬ّ ‫حققق‬
َ ‫هأ‬ُ َ
korkmana (kendisinden korkulma ve çekinme
hususunda) daha layıktır.” (Ahzâb, 33/37)471
“...Hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve
fena, adem ve zeval O’na ârız olamaz. Çünki
hayat O’na zatîdir. Zatî olan zâil olamaz. Evet
ezelî olan, elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette
bakîdir. Vacibü’l-Vücud olan, elbette sermedîdir.
Evet bir hayat ki, bütün vücud, bütün envarıyla
O’nun gölgesidir. Nasıl adem O’na ârız olabilir?
Evet bir hayat ki, vacib bir vücud, O’nun lazımı ve
unvanıdır. Elbette adem ve fena hiçbir cihetle
O’na ârız olamaz. Evet bir hayat ki, bütün
hayatlar mütemadiyen O’nun cilvesiyle zuhura
gelir ve bütün hakaik-ı sabite-i kâinat O’na istinad
eder, O’nunla kâimdir. Elbette hiçbir cihetle fena
ve zeval O’na ârız olamaz. Evet bir hayat ki,
O’nun bir lem’a-i cilvesi, ma’ruz-u fena ve zeval
olan eşya-yı kesîreye bir vahdet verip bekaya
mazhar eder ve dağılmaktan kurtarır ve
vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya
mazhar eder. Yani hayat kesrete bir vahdet verir,

470

Âsâr-ı Bediiye, sahife: 603, -Lemeât’tan- . Yakın bir izah


tarzı ile: Hutbe-i Şamiye, sahife: 133-134.

471
Başka âyetler: Tevbe, 9/13-62; Yunus, 10/35.

358
ibka eder. Hayat gitse; dağılır, fenaya gider.
Elbette öyle hadsiz lemeât-ı hayatiye bir cilvesi
olan hayat-ı vâcibeye zeval ve fena
472
yanaşamaz…”
- -
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ َ‫عُبود‬
ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ف‬َ ‫عَر‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ف‬ َ ‫عُرو‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ُ ‫ش‬
‫كوَر‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫عب َد‬
َ
‫ٰيا‬ ُ ‫ن ذَك ََر‬
‫ه‬ ْ ‫م‬ ُ ْ ‫مذ‬
َ ‫كوَر‬ َ ‫ٰيا‬ ُ ‫شك ََر‬
‫ه‬ َ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ َ‫جود‬
ُ ‫مو‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ َ ‫مد‬ ِ ‫ح‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ َ‫مود‬ ُ ‫ح‬ْ ‫م‬ َ
‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫حد‬ ّ ‫و‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ف‬َ ‫صو‬ ُ ‫و‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫طَل َب‬
‫ن‬ ُ ‫مْر‬ َ
ْ ‫م‬
َ ‫ب‬ َ ‫غو‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ّ ‫حب‬ َ ‫نأ‬ ْ ‫م‬ َ ‫ب‬ َ ‫حُبو‬ ْ ‫م‬ َ
َ َ
ِ ْ ‫ب إ ِل َي‬
‫ه‬ َ ‫ن أَنا‬ ْ ‫م‬َ َ‫صود‬ ُ ‫ق‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫أَراد‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey kendisini tanıyanın tanıdığı (ma’ruf,
tanınıp bilinen), 2- Ey kendisine ibadet edenin
Ma’budu (ibadet edilen zat), 3- Ey kendisine
şükredenin meşkûru (şükredilen zat), 4- Ey
kendisini zikredenin mezkuru (zikredilen, anılan),
5- Ey kendisini övenin övdüğü (mahmud,
övülmeye lâyık olan), 6- Ey kendisini taleb edene

472
Miftahu’l-Îman, s. : 48-49.

359
mevcud (hâzır ve nâzır) olan, 7- Ey kendisini bir
olarak bilenin tavsif ettiği (mevsuf, güzel sıfatlarla
vasıflandırılan), 8- Ey kendisini sevence sevilen,
9- Ey kendisini isteyenin merğubu (rağbet ettiği,
arzuladığı zat), 10- Ey kendisine dönenin
maksudu (yöneldiği, kasdettiği zat)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
َ
“ ‫ز‬
ُ ‫زي‬ َ ْ ‫ها ال‬
ِ ‫ع‬ ْ َ ‫عل‬
َ ّ ‫م أي‬ ْ ِ ‫ ا‬Cenab-ı Hakk’a ma’lum ve
ma’ruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve
menkur olur. Çünki bu ma’lumiyet; örfî bir ülfet,
taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir
ifade de değildir. Maahâzâ o unvan ile fehme
gelen ma’na, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp
zihne ilka edemez. Ancak Zat-ı Akdes’i mülahaza
için bir nevi unvandır. Ama Cenâb-ı Hakk’a
mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa, ma’rufiyet
şua’ları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta
tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu
mevsufun o unvandan tulu’ etmesi ağır gelmez. ”
473

“…Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne


muamele-i ubudiyetle mezkur makamatta mezkur
vezaifi eda ettikten sonra, Sani-i Hakîm’in dahi
muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine
çıktılar ki; hâzırâne bir muamele suretinde, evvelâ
Hâlik-ı Zülcelalîn kendi san’atının mu’cizeleriyle
kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde
473
Mesnevî-i Nuriye, s. : 131.. Allah Teâlâ’nın merğub
olduğuna delâlet eden âyetler: Tevbe, 9/59; Enbiyâ, 21/90;
Kalem, 68/32; İnşirah, 94/8.

360
bir ma’rifet ile mukabele ederek: ‫ك ٰم ق ا‬ َ َ ‫سب ْ ٰحان‬
ُ
َ‫فِتققك‬
َ ‫ر‬
ِ ‫ع‬
ْ ‫م‬
َ ‫ق‬
ّ ‫حقق‬ َ
َ ‫نقق اك‬
ٰ ‫ف‬ْ ‫عَر‬
َdediler..: Senin ta’rif
edicilerin, bütün masnuatındaki mu’cizelerindir…”
474

“S u a l : Mütekellimîn ulemâsı; âlemi, imkan ve


hudûsun unvan-ı icmalîsi içinde sarıp, zihnen üstüne
çıkar, sonra vahdaniyeti isbat ederler. Ehl-i
tasavvufun bir kısmı tevhid içinde tam huzuru
kazanmak için:
‫و‬َ ‫هقق‬ ُ ّ ‫هودَ إل‬ُ ‫شقق‬ْ ‫م‬ َ ‫ ٰل‬deyip, kâinatı unutur.. nisyan
perdesini üstüne çeker. Sonra tam huzuru bulur. Ve
diğer bir kısmı, hakîkî tevhidi ve tam huzuru bulmak
için:
‫و‬َ ‫هق‬ ُ ّ ‫جققودَ إل‬ُ ‫و‬ ْ ‫م‬َ ‫ ٰل‬diyerek kâinatı hayale sarar..
ademe atar. Sonra huzuru tam bulur. Halbuki sen, bu
üç meşrebden hariç bir cadde-i kübrâyı, Kur’ân’da
gösteriyorsun. Ve onun şiarı olarak ّ ‫عب ُققودَ إل‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰل‬
‫و‬
َ ‫هق‬ ُ ّ ‫صققودَ إل‬ُ ‫ق‬ ْ ‫م‬َ ‫ ٰل‬... ‫و‬ َ ‫هق‬
ُ diyorsun. Bu caddenin
tevhide dair bir bürhanını ve bir muhtasar yolunu
icmalen göster.
E l c e v a b : Bütün sözler ve bütün mektublar, o
caddeyi gösterir. Şimdilik, istediğiniz gibi azîm bir
huccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına
muhtasaran işaret ederiz. Şöyle ki: Âlemde herbir
şey, bütün eşyayı kendi Hâlik’ına verir. Ve dünyada
herbir eser, bütün âsârı kendi müessirinin eserleri
olduğunu gösterir. Ve kâinatta herbir fiil-i îcadî,
474
Osmanlıca Sözler, sahife: 176.. Yakın bir îzah tarzı ile:
Nurun İlk Kapısı, sahife: 80.. 7. Şua’ın Birinci Bab’ındaki
19 mertebe, Cenâb-ı Hakk’ın mevcud olduğunu ve Vacibü’l-
Vücud olduğunu isbat ettiği gibi; İkinci Bab’ındaki 14
mertebe de, O’nun vahdaniyet sahibi olduğunu -birliğine
delâlet eden tevhid bürhanlarıyla- îzah ve isbat etmiştir.
Arzu eden, 7. Şua’ı baştan nihayete kadar mutalaa ile
okuyabilir. Îmanda çok mertebe terakkî ve inkişafa medar
bir risaledir.
361
bütün ef’al-i îcadiyeyi kendi failinin fiilleri olduğunu
isbat eder. Ve mevcudata tecellî eden herbir isim,
bütün esmâyı kendi müsemmasının isimleri ve
unvanları olduğuna işaret eder. Demek herbir şey,
doğrudan doğruya bir bürhan-ı vahdaniyettir. Ve
ma’rifet-i ilahiyenin bir penceresidir. Evet herbir
eser, -hususan zîhayat olsa- kâinatın küçük bir misal-
i musağğarıdır.. ve âlemin bir çekirdeğidir.. ve küre-i
arzın bir meyvesidir. Öyle ise, o misal-i musağğarı, o
çekirdeği ve o meyveyi îcad eden, herhalde bütün
kâinatı îcad eden yine O’dur. Çünki meyvenin
mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olamaz. Öyle
ise, herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi;
herbir fiil dahi, bütün ef’ali failine isnad eder. Çünki
görüyoruz ki: Herbir fiil-i îcadî, ekser mevcudatı ihâta
edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar
uzun birer kanun-u hallakıyetin ucu olarak
görünüyor. Demek o cüz’î fiil-i îcadî sahibi kim ise, o
mevcudatı ihâta eden ve zerreden şümusa kadar
uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’alin faili
olmak gerektir. Evet bir sineği ihya eden, bütün
hevammı ve küçük hayvanatı îcad eden ve arzı ihya
eden Zât olacaktır. Hem mevlevî gibi zerreyi
döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik
edip, tâ şemsi seyyarâtıyla gezdiren aynı Zât olmak
gerektir. Çünki kanun bir silsiledir.. ef’al onun ile
bağlıdır. Demek nasıl herbir eser, bütün âsârı
müessirine verir. Ve herbir fiil-i îcadî, bütün ef’ali
failine mâl eder. Aynen öyle de: Kâinattaki tecellî
eden herbir isim, bütün isimleri kendi müsemmasına
isnad eder ve O’nun unvanları olduğunu isbat eder.
Çünki kâinatta tecellî eden isimler, devair-i
mütedahile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri
içine giriyor.. birbirine yardım ediyor.. birbirinin
eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor. Meselâ Muhyî
ismi bir şeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği

362
dakikada, Hakîm ismi dahi tecellî ediyor. O zîhayatın
yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı
halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor.. yuvasını tezyin
eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi
görünüyor. O cesedin şefkatle havaicini ihzar eder.
Aynı zamanda Rezzak ismi tecellîsi görünüyor. O
zîhayatın bekasına lazım maddi ve ma’nevî rızkını
ummadığı tarzda veriyor.. ve hâkezâ… Demek Muhyî
kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhît olan Hakîm
ismi de O’nundur. Ve bütün zîhayatları keremi ile
iaşe eden Rezzak ismi dahi O’nun ismidir, unvanıdır..
ve hâkezâ… Demek herbir isim, herbir fiil, herbir
eser öyle bir bürhan-ı vahdaniyettir ki, kâinatın
sahifelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve
mevcudat denilen bütün kelimatı, kâtibinin nakş-ı
kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-ü
vahdaniyet, birer hâtem-i ehadiyettir.” 475
- -
‫صي‬ ِ ‫ح‬ ْ ُ‫ن ي‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫مل ْك‬ُ ّ ‫ك إ ِل‬َ ‫مل‬ ُ ‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ق‬
ُ ِ ‫خلئ‬ َ ْ ‫ف ال‬ ُ ‫ص‬ ِ َ ‫ن ٰل ت‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫عَبادُ ث ََنآء‬ ِ ْ ‫ال‬
َ
‫ه ٰيا‬ ُ ‫ه‬ َ ْ ‫م ك ُن‬ ُ ‫ها‬ َ ‫و‬َ ‫ل ال‬ ُ ‫ن ٰل ي ََنا‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ُ َ ‫جل َل‬ َ
َ
‫ن ٰل‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫مال‬ َ َ ‫صاُر ك‬ َ ْ ‫ك الب‬ ُ ‫ر‬ ِ ْ‫ن ٰل ي ُد‬ ْ ‫م‬ َ
ُ ‫ن ٰل ي ََنا‬
‫ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫َيا‬ ‫ه‬
ِ ِ ‫فات‬ َ ‫ص‬ِ ‫م‬ ُ ‫ها‬ َ ‫ف‬ ْ َ ‫غ ال‬
ُ ُ ‫ي َب ْل‬
‫ن‬ َ ‫ا‬
َ ‫لف‬
ُ ‫س‬
ِ ‫ح‬
ْ ُ ‫ن ٰل ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ُ‫رَيآءَه‬
ِ ْ ‫كاُر ك ِب‬
‫د‬ ِ ْ ‫ن ٰل ي َُردّ ال‬
ُ ‫عَبا‬ ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ ‫عوت‬
ُ ُ‫ن ن‬
ُ ‫سا‬ َ ْ ‫ال ِن‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫في ك‬ ِ ‫هَر‬َ َ‫ن ظ‬
ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫ضآء‬
َ ‫ق‬ َ
475
Osmanlıca Mektubat, sahife: 523- 525.
363
‫ه‬
ُ ُ ‫ٰاَيات‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey mülkünden başka mülk (malikiyet,
hükümranlık) olmayan; 2- Ey kullar, senâsını sayıp
bitiremeyen; 3- Ey mahluklar, celalini tavsif
edemeyen; 4- Ey vehimler, künhüne erişemeyen; 5-
Ey gözler, kemalini idrak edemeyen; 6- Ey fehimler
(anlayışlar), sıfatlarına yetişemeyen (sıfatları künhü
ile anlaşılamayan); 7- Ey fikirler (düşünceler),
kibriyasına (büyüklüğünü idrake) erişemeyen; 8- Ey
insanın, vasıflarını güzelce tavsîf edemediği (zat-ı
akdes); 9- Ey kullar, kazâsını red edemez olan; 10- Ey
her şeyde âyetleri (alâmetleri) zahir (açık) olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Kur’ân-ı Kerim, 29 yerde mülkü (hükümranlığı)
Cenab-ı Allah’a tahsis edip beyanda bulunmuştur.
Meselâ: ‫ك‬ ِ ‫مْلقق‬
ُ ْ ‫فققي ال‬ ٌ ‫ري‬
ِ ‫ك‬ ُ ‫ن َلقق‬
َ ‫ه‬
ِ ‫شقق‬ ْ ‫كقق‬ ْ ‫و َلقق‬
ُ َ‫م ي‬ َ
“Mülkünde de ortağı yoktur.” (İsrâ, 17/111;
Furkan, 25/2)
“Evet gözümüzle görüyoruz ki: Zemin yüzünü
bir tarla yapıp, içinde herbir baharda yüzbin nevi
nebatatın tohumlarını beraber, karışık olarak o
pek geniş tarlada ekiyor. Ve mahsulatlarını ayrı
ayrı, hiç karıştırmayarak, şaşırmayarak kemal-i
intizamla kaldırıp, ikiyüzbin nevi hayvanatına
ondan erzak ve ta’yinatı, -rahmet ve hikmet

364
eliyle- ihtiyaçlarına göre tevzi’ eden hadsiz kudret
ve ilim sahibi bir mutasarrıf perde arkasında var
ki; bu geniş ve zengin mülkünde, hususan zemin
tarlasında bu tasarrufatı yapıyor. Bu Mutasarrıf-ı
Hakîm’i ve Malik-i Rahîm’i tanımayan; bu zemini,
ahmak sofestaîler gibi mahsulatıyla inkar etmeğe
mecbur olur.” 476
Dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci
nidâlardaki fiiller şu şekilde de okunabilir: …‫ٰل‬
‫ل‬ ُ ُ ‫ ٰل ت َب ْل‬...‫ك‬
ُ ‫ ٰل ت َ ٰنا‬...‫غ‬ ُ ‫ر‬ ُ ‫ت َ ٰنا‬
ِ ْ‫ ٰل ت ُد‬...‫ل‬
Vehimlerin, Cenab-ı Allah’ın künhüne
erişememesi hususu, 54. Ukde’nin 7. nidâsının
şerhinde izah edilmiştir.
َ َ
‫صققاَر‬َ ْ ‫ك الب‬ ُ ‫ر‬ِ ْ‫و ي ُد‬
َ ‫ه‬ُ ‫و‬
َ ‫صاُر‬َ ْ ‫ه الب‬ ُ ُ ‫رك‬
ِ ْ‫“ ٰل ت ُد‬Gözler
O’nu göremez (bakmakla 0’nun kemalini idrak
edip anlayamazlar). O ise, gözleri görür.” (En’am,
6/103)
َ ‫ذا‬
ُ ‫م قَردّ ل َق‬
‫ه‬ َ َ ‫فل‬َ ‫ءا‬ ‫سو‬
ً ٓ ُ ٍ ‫وم‬ َ ِ‫ه ب‬
ْ ‫ق‬ ُ ّ ‫ٓأَرادَ ال ٰل‬ َ ِ‫و إ‬
َ “Hem
Allah, bir kavme kötülük (isabet ettirmeyi) murad
ettiğinde, artık onun geri çevirilişi yoktur.” (Ra’d,
13/11) gibi âyetler, Cenâb-ı Hakk’ın hükmünün ve
kazâsının red edilemeyeceğini bildirmektedirler.
“…Bütün kâinatı teftiş eden hukemâlar ve
ulemâlar, büyük ve geniş deliller ile Zat-ı Vacibü’l-
Vucud’un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için
bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra ma’rifetullahı
tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı
vakit, bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi
güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle
de, bu bir avuç havadaki herbir zerre de, -mezkur
hakikata binaen- aynen kâinat denizindeki cilve-i
476
Şua’lar, sahife: 600..

365
tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde
gösteriyorlar.
İşte Kur’ân-ı Hakîm’in ma’nevî mu’cizesinin bir
lem’ası olan Risale-i Nur, bu hakikatı -îzahatı ile-
isbat etmesi içindir ki; müdakkik bir Nurcu, huzur-
u daimî kazanmak ve ma’rifetullahı her vakit
tahattur etmek için ve huzur-u dâimî hatırı için, ‫ٰل‬
‫و‬
َ ‫هق‬ُ ّ ‫جودَ ا إل‬ُ ‫و‬ْ ‫م‬َ demeğe mecbur olmuyor. Yine
bir kısım ehl-i hakikatın dâimî huzuru bulmak için,
‫و‬َ ‫هق‬ُ ّ ‫هودَ إل‬
ُ ‫ش‬ْ ‫م‬ َ ‫ ٰل‬dedikleri gibi, o Nurcu böyle
demeğe muhtaç olmuyor. Belki:
َ ‫ع ٰلق ى‬
‫د‬
ٌ ‫حق‬
ِ ‫ه ٰوا‬
ُ ‫ٓأن ّق‬ ّ ُ‫ة ت َقد‬
َ ‫ل‬ ُ‫ء ل َقٰا‬
ٌ ‫ٓي َق‬
‫ه‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫شق‬ ّ ‫في ك ُق‬
َ ‫ل‬ ِ ‫و‬
َ
parlak hakikatının kudsî penceresi O’na kâfi
geliyor.
Bu kudsî arabî fıkranın kısacık bir îzahı şudur
ki: Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer
kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde
hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî
âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi
hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir aynası bulunsa
ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi
saraya, aynası içinde sahib olur. Öyle de herkesin
hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat, bu
hususî dünyasını ‫و‬ ُ ّ ‫جققودَ ا إل‬
َ ‫هق‬ ُ ‫و‬
ْ ‫م‬
َ ‫ ٰل‬diye inkar
etmekle, terk-i masiva sırrı ile Cenâb-ı Hakk’a
karşı huzur-u daimî ve ma’rifet-i ilahiyeyi bulur.
Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine daimî ma’rifet
ve huzuru bulmak için, ‫و‬ ُ ّ ‫هودَ إل‬
َ ‫ه‬ ْ ‫م‬
ُ ‫ش‬ َ ‫ ٰل‬deyip,
kendi hususî dünyasını nisyan habsine sokar.
Fânilik perdesini üstüne çeker. Huzuru bulmakla
bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi bu zamanda Kur’ân’ın i’caz-ı ma’nevîsiyle

366
tezahür eden ٓ ‫ع ٰل ق ى‬ ّ ُ‫ة ت َد‬
َ ‫ل‬ ُ ‫ء ل َٰا‬
ٌ َ ‫ٓي‬
‫ه‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ ‫في ك‬
َ ‫ل‬ ِ ‫و‬
َ
‫د‬ َ
ٌ ‫ح‬
ِ ‫ه ٰوا‬ُ ّ ‫أن‬sırrı ile, yani zerrelerden yıldızlara kadar
her şeyde bir pencere-i tevhid var. Ve doğrudan
doğruya Zat-ı Vahid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren
âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var. İşte Hüve
Nüktesi’yle bu mezkur hakikat-ı kudsiyeye ve
îmaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır.
Risale-i Nur, bu hakikatı îzahatı ile isbat etmiş. Eski
zamandaki ehl-i hakikat, bir derece mücmelen ve
muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli
zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki;
Kur’ân-ı Hakîm’in i’caziyle bu hakikat tafsilatı ile
ihsan edilmiş. Nur risaleleri de bu hakikate bir
naşir olmuşlar.” 477
-۸۷-
َ ‫وك ِّلي‬
‫ن‬ َ َ ‫مت‬ُ ْ ‫سن َدَ ال‬
َ ‫ن ٰيا‬ ّ َ ‫ب ال ْب‬
َ ‫كآِئي‬ َ ‫حِبي‬
َ ‫ٰيا‬
‫ي‬
ّ ِ ‫ول‬ َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫ضّلي‬ ُ ْ ‫ي ال‬
َ ‫م‬ َ ‫هاِد‬ َ ‫ٰيا‬
َ
‫َيآ‬ ‫ن‬
َ ‫ري‬ ّ ‫س ال‬
ِ ِ ‫ذاك‬ َ ‫َيآ أِني‬ ‫ن‬َ ‫مِني‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ال‬
‫ن‬ َ َ ْ ‫قدََر ال‬ ْ َ‫أ‬
َ ‫ري‬
ِ ِ‫صَر الّناظ‬ َ ْ ‫َيآ أب‬ ‫ن‬َ ‫ري‬ِ ‫قاِد‬
‫ع‬
َ ‫مفَز‬َ ‫ن ٰيا‬ َ ‫مي‬ ِ ِ ‫عال‬ َ ْ ‫م ال‬ ْ َ ‫َيآ أ‬
َ َ ‫عل‬
َ
‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫صَر الّنا‬
َ ْ ‫َيآ أن‬ ‫ن‬
َ ‫في‬ ُ ْ ‫مل‬
ِ ‫هو‬ َ ْ ‫ال‬

477
Nur Âleminin Bir Anahtarı, sahife: 21-23.. Sair yerler: Nur
Âleminin Bir Anahtarı (sahife: 39…43), Miftahu’l-Îman
(sahife: 87-88), Mesnevî-i Nuriye (sahife: 81- 82), 26.
Mektub’un 4. Mebhas’ının İkinci Mes’ele’si, Emirdağ
Lahikası (sahife: 67-70 ile 124-126), Şua’lar (sahife: 154…
165).
367
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey çok ağlayanların sevgilisi, 2- Ey tevekkül
edenlerin senedi (dayandıkları zat), 3- Ey
saptırılanlara hidayet veren, 4- Ey inananların dostu,
5- Ey zikredenlerin enîsi (yakınlık gösterip ünsiyet
vereni), 6- Ey gücü yetenlerden daha çok güce sahib
olan (kadirlerin en kadiri), 7- Ey bakanların en ileri
(derecede) göreni, 8- Ey bilenlerden daha çok bilen,
9- Ey feryad edenlerin sığınağı, 10- Ey yardım
edenlerden daha çok yardım eden!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
Bir nüshada ‫ن‬ ّ َ ‫ ال ْب‬yerine ‫ن‬
َ ‫كقققآِئي‬ َ ‫كي‬ ٰ ْ ‫ال‬
ِ ‫بققق ا‬
“ağlayanlar” lafzı; 7. nidâ yerine ‫ي‬ َ ‫جقق‬
ِ ْ ‫من‬
ُ ‫يقق ا‬
ٰ
‫ن‬
َ ‫قي‬
ِ ‫صاِد‬
ّ ‫“ ال‬Ey sâdıkları kurtaran!” nidâsı ve 8.
nidâ yerine de ‫ن‬ َ ْ َ ْ ‫ه ال‬
َ ‫عي‬
ِ ‫م‬َ ‫ج‬
ْ ‫ق أ‬ِ ‫خل‬ َ ‫“ َيآ إ ِ ٰل‬Ey bütün
mahlukatın ilâhı!” nidâsı mukayyeddir.
‫عا‬ ُ ‫خ‬
ً ‫شققو‬ ُ ‫م‬
ْ ‫ه‬
ُ ُ‫زيقد‬
ِ َ‫و ي‬ َ ‫ن ي َب ْك ُققو‬
َ ‫ن‬ َ ْ‫ن ل ِل َذ‬
ِ ‫قا‬ َ ‫خّرو‬
ِ َ‫و ي‬
َ
“Hem ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar da,
(Kur’ân’ın okunması) onların saygısını artırır”
(İsrâ, 17/109). Diğer bir âyet: Meryem, 19/58. Bu
âyetler, ağlamaya zımnen teşvik edip, katı kalbli
olmayı takbih eder mahiyettedirler.
“…Harb-i umumîde Rus’un esaretinden
kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki-üç sene Daru’l-
Hikmet’te hizmet-i dîniye beni orada durdurdu. Sonra
Kur’ân-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın
himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki

368
hayat-ı medeniyeden usanç ve şa’şaalı hayat-ı
içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâü’s-sıla tabir edilen
iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem
öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim. Her
şeyden evvel Van’da Horhor denilen medresemin
ziyaretine gittim. Baktım ki: Sair Van haneleri gibi,
onu da Rus istîlasında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın
meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir.
Benim medresem onun tam altında ve ona tam
bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi-sekiz sene evvel o
medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs
talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O
fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakîkî şehid, diğer
bir kısmı da o musîbet yüzünden ma’nevî şehid olarak
vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım.
Ve kalenin tâ medresenin üstündeki iki minare
yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım,
oturdum. Yedi-sekiz sene evvelki zamana hayalen
gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için beni o
zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki beni o
hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnız
idim. Yedi-sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça bir
asır zaman geçmiş kadar bir tehavvülat görüyordum.
Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi
kale dibi mevkii bütün baştan aşağıya kadar
yandırılmış, tahrib edilmiş. Evvelki gördüğümden
şimdiki gördüğüme güya ikiyüz sene sonra dünyaya
gelip öyle hazin nazarla baktım. O hanelerdeki
adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a’zamı
-Allah rahmet etsin- mühaceretle vefat etmişler,
gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni
mahallesinden başka Van’ın bütün müslümanlarının
haneleri tahrib edilmiş gördüm. Benim kalbim en
derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler
gözüm olsaydı, beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten
vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum

369
zannediyordum. Vâesefâ gurbetin en dehşetlisini
vatanımda gördüm. Onikinci Rica’da bahsi geçen
Abdurrahman gibi, ruhum ile pek alâkadar yüzer
talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbabların
yerlerini harabezar gördüm. Eskiden beri hatırımda
olan bir zatın bir fıkrası vardı. Tam ma’nasını
göremiyordum. O hazin levha karşısında tam
ma’nasını gördüm. Fıkra budur:
ٓ َ ْ ‫ها ال‬
‫م ٰنا ٰيا‬ َ َ‫ت ل‬ ْ َ‫جد‬
َ ‫و‬
َ ‫ب ٰما‬ ِ ‫ح ٰبا‬ ْ َ ‫ة ال‬ َ ‫فاَر‬
ُ ‫ق‬ َ ‫م‬ ْ َ‫ل‬
ُ ‫و ٰل‬
ً ‫سب ُل‬ ِ ‫ٓ أ َْر ٰوا‬
ُ ‫ح ٰنا‬ ‫إ ِ ٰلى‬
Yani: Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm
ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın… Demek en
ziyade insanı öldüren, ahbabtan müfarakattır. Evet
hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış,
ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, îmandan meded
gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu
uçuracak gibi te’sirat yapacaktı. Eskiden beri şairler,
şiirlerinde ahbablarıyla görüştükleri menzillerin
mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun
en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İkiyüz
sene sonra gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine
uğrayan bir adamın hüznüyle hem ruhum, hem
kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit
gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin, gayet
ma’mur ve şenlikli ve neş’eli ve sürurlu bir surette
bulunduğu zaman; yirmi seneye yakın en tatlı bir
hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle geçirdiğim
hayatımın o şirin safahâtı birer birer sinema levhaları
gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider
tarzında hayali gözümün önünde epey zaman devam
etti. O vakit ehl-i dünyanın haline çok teaccüb ettim.
Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünki o vaz’iyet
dünyanın tam fani olduğunu ve insanlar da içinde
misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i
hakikatın mütemadiyen: Dünya gaddardır, mekkârdır,
370
fenadır, aldanmayınız, demeleri ne kadar doğru
olduğunu gözümle gördüm. Hem insan; nasıl
cismiyle, hanesiyle alâkadardır. Öyle de; kasabasıyla,
memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu
kendim de gördüm. Çünki ben, vücudum i’tibarıyla,
ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken;
medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından
dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin
vatanımın yarı ölmesiyle yüz gözle ağlamaya
ihtiyacım vardı. Rivayet-i hadîste vardır ki: Her sabah
bir melaike çağırıyor:
‫ب‬ َ ْ ‫و اب ُْنوا ل ِل‬
ِ ‫خ ٰرا‬ َ ‫ت‬
ِ ‫و‬
ْ ‫م‬َ ْ ‫دوا ل ِل‬
ُ ِ ‫ل‬Yani : Ölmek için
tevellüd edip dünyaya gelirsiniz. Harab olmak için
binalar yapıyorsunuz!, diyor.
İşte bu hakikatı kulağım ile değil, gözümle
işitiyordum. Evet o vaz’iyetim o vakit beni nasıl
ağlattırmış.. On senedir hayalim o vaz’iyete uğradıkça
yine ağlıyor. Evet binler sene yaşamış o ihtiyar
kalenin başındaki menzillerin harab olması ve onun
altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene
kadar ihtiyarlanması ve kalenin altındaki gayet
hayatdar ve mecma’-ı ahbab olan medresemin vefatı,
umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin
vefatını gösteren cenazesinin ma’nevî azametine
işareten koca Van kalesinin yekpare taşı ona bir
mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz sene
evvel benim ile beraber bulunan merhum talebelerim,
kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o
kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle
beraber ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm. Ben,
o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete
dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına
gitmeliyim. Veyahut dağda bir mağaraya çekilip,
ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim:
Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-
şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var. Elbette
371
mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaz’iyeti çekilir
dertlerden değildir.
O vakit cihât-ı sitte denilen altı cihete nazar
gezdirdim.. karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden
gelen gaflet; bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, başıma
yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman
vaz’iyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad
ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları
tatmin edecek bir nokta-i istimdad teharrî ederken ve
o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen
hüzün ve gama karşı teselli beklerken; birden, Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyan’ın:
‫و‬ َ ِ ّ ‫ح ل ِ ٰل‬
َ ‫ه‬ُ ‫و‬ َ ‫ض‬ ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫في ال‬ ِ ‫ه ٰما‬ َ ّ ‫سب‬
َ
‫و‬
َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫ك ال‬ ُ ْ ‫مل‬ُ ‫ه‬ ُ َ‫م * ل‬ ُ ‫كي‬
ِ ‫ح‬َ ْ ‫زيُز ال‬ِ ‫ع‬ َ ْ ‫ال‬
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ
ْ ‫ش‬ َ ‫و‬َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ ‫ت‬ ُ ‫مي‬ ِ ُ‫و ي‬َ ‫ي‬ ِ ‫ح‬ْ ُ‫ض ي‬ِ ‫الْر‬
‫ديٌر‬ِ ‫ق‬َ
âyetinin hakikatı tecellî etti. O rikkatli, firkatli,
dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü
açtırdı. Baktım ki: Meyvedar ağaçların başlarındaki
meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar.
Bize de dikkat et, yalnız harabezara bakıp durma,
diyorlardı. Bu âyet-i kerîmenin hakikatı böyle ihtar
ediyordu ki: Van sahrasının sahifesinde misafir olan
insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î
bir mektubun, Rus’un istîlası denilen dehşetli bir sel
belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar
müteessir ediyor? Asıl Malik-i Hakîkî ve her şeyin
sahibi ve rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî’ye bak ki; bu Van
sahifesinde mektubatı, kemal-i şa’şaa ile, eski
zamanda gördüğün vaz’iyeti yine devam edip
yazılıyorlar. O yerler boş, harab, hâlî kalmış diye
ağlamaların; malik-i hakîkîsinden gaflet ve insanları
misafir tasavvur etmemekten ve malik tevehhüm

372
etmek yanlışından ileri geliyor. Fakat o yanlışlıktan
ve o yakıcı vaz’iyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o
hakikatı tam kabul etmeğe nefis hazırlandı. Evet
nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel
ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de; o hüzün-
engiz hâlet ve o dehşetli vaz’iyet ateş oldu, nefsimi
yumuşattı. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mezkur âyetin
hakikatıyla, hakaik-ı îmaniyenin feyzini tam ona
gösterdi, kabul ettirdi.
Evet lillahil-hamd, şu âyetin hakikatı, îman feyziyle
-Yirminci Mektub gibi risalelerde kat’î isbat ettiğimiz
gibi- herkesin kuvvet-i îmaniyesi nisbetinde inkişaf
eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki; o
vaz’iyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç,
zararlı musîbetlere karşı gelebilir bir kuvveti îman-ı
billahtan verdi. Ve şöyle ihtar etti ki: Senin Hâlik’ın
olan şu memleketin malik-i hakîkîsinin emrine her şey
musahhardır. Her şeyin dizgini O’nun elindedir. O’na
intisabın yeter. O Hâlik’ıma dayanıp tanıdıktan sonra,
düşman suretini alan bütün şeyler, düşmanlıklarını
terk ettiler. Ağlattıran hazin haller, beni
neş’elendirmeğe başladılar...” 478
Tevekkülün ehemmiyetine dair birçok âyet-i
kerîmeler mevcuddur. Meselâ birisi şudur:
‫ه‬
ُ ُ ‫سققب‬
ْ ‫ح‬
َ ‫و‬
َ ‫هقق‬
ُ ‫ف‬ ِ ّ ‫عَلى ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ْ ّ ‫وك‬
َ ‫ل‬ َ َ ‫ن ي َت‬
ْ ‫م‬
َ ‫و‬
َ “Kim de
Allah’a tevekkül ederse; O (Allah), o’na kâfîdir.”
(Talâk, 65/3)
‫ل‬ّ ‫ضق‬
ِ ‫م‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ُ َ ‫ما ل‬
ِ ‫ه‬ َ ‫ف‬ ُ ّ ‫د ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ِ ‫ه‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫و‬
َ “Allah kime
de hidayet verirse, artık onu saptırıcı yoktur.”
(Zümer, 39/37)
“Eğer hakîkî âşık yolunda fena gitse, ya ta’birde
hata etse,
478
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 503…508.. Mevzu’ ile alâkalı
başka yerler: 18. Söz’ün âhiri, 19. Mektub’un Onuncu
İşaret’i, 26. Lem’a, 4. Şua’, Îman ve Küfür Muvazeneleri
(sahife: 85- 90, -Farisî fıkralar- )…
373
Ya tavsifte yanılsa, yine ma’şuka gider.. ma’şuktur
o’nu çeker.. yolunu da şaşırtmaz.
Zira aşk, cazibedar bir cemale müncezib cenanî bir
cezbedir.
Bazan netice haktır, hem de mütehakkıktır. Lâkin
delil batıldır.
Vesile de hatadır, ona zarar veremez.
Eğer veliyy-i ârif yolunda fena gitse, ya suret hata
görse,
Ya sözde yanlış etse; matlubuna yetişmez,
maksuduna ulaşmaz.
Zira bir yol bozuksa, hiç maksada götürmez. Eğer
şartı olmazsa,
Meşrut hasıl olamaz. O âşıka benzemez.
Mukayyeddir, hür olmaz.
Zira ârif kendisi yukarıya çıkıyor.. basamaklara
basar.
Lazım dikkat-i nazar. Fakat âşık, birisi o’nu yukarı
çeker.. hür kalır, mukayyed kalmaz.
Demek veliyy-i âşık, muhtîyse; yine binefsihî
hâdîdir.
Ligayrihî mudıldır. Fakat ârif muhtîyse; mudıll, hem
dâll olur, iktida da edilmez…” 479
‫ن‬َ ‫مِني‬
ِ ‫ؤ‬ ُ ْ ‫ي ال‬
ْ ‫مق‬ ّ ‫ول ِ ق‬ ُ ‫و ال لٰ ّق‬
َ ‫ه‬ َ“Allah da, inananların
dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/68) 480

479
Âsâr-ı Bediiye, sahife: 608-609, -Lemeât’tan- .. Şu
mevzu’ya da atf-ı nazar edebilirsiniz: 26. Mektub’un 4.
Mebhas’ının Dokuzuncu Mes’ele’si.. Yine bakınız: 28.
Mektub’un Altıncı Mes’ele’sinin Üçüncü Nükte’si ile 29.
Mektub’un Dokuzuncu Kısmının Yedinci Telvih’inin
Dördüncü Nüktesi…
480

Allah Teâlâ’nın, mü’minlerin dostu olduğuna delâlet eden


hakikatlı bir vakıa-i hayaliye: 23. Söz’ün 1. Mebhas’ının
İkinci Nokta’sı… Ayrıca bakınız: 11. Şua’ın 11. Mes’ele’sinin
haşiyesinin lahikası.

374
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da 48 yerde Allah
Teâlâ’nın “en iyi bilen, daha çok bilen” olduğu tasrih
edilmiştir. Meselâ:
‫ن‬ ِ َ ‫عققال‬
َ ‫مي‬ َ ْ ‫ر ال‬
ِ ‫دو‬
ُ ‫صق‬
ُ ‫فقي‬
ِ ‫مققا‬
َ ِ‫م ب‬ ْ َ ‫ه ب ِأ‬
َ َ ‫عل‬ ُ ّ ‫س ال ٰل‬
َ ْ ‫ول َي‬
َ
َ ‫أ‬
“Halbuki Allah, âlemlerin içlerindekini (herkesin
kalblerinden geçenleri) en iyi bilen değil mi?”
(Ankebût, 29/10).
-۸۸-
َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
‫ٰيا‬ ‫م‬ُ ‫ر‬ِ ْ ‫مك‬ َ ِ ‫مآئ‬
ُ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ‫طي‬ ِ ‫ع‬ ْ ‫م‬ُ ‫م ٰيا‬ ُ ‫ع‬
ّ َ ‫من‬ُ ‫م ٰيا‬ ُ ّ‫عظ‬ َ ‫م‬ ُ
‫ٰيا‬ ُ ‫د‬
‫ئ‬ ِ ْ ‫مب‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫حِيي‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫غِني‬
ْ ‫م‬
ُ
‫ن‬
ُ ‫س‬
ِ ‫ح‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫جي‬
ِ ْ ‫من‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ضي‬
ِ ‫مْر‬
ُ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
ikram edici, 2- Ey ta’zîm edilen (büyük tutulan, büyük
bilinen, yüceltilen), 3- Ey ni’met ve refaha
kavuşturan, 4- Ey veren (atâ sahibi), 5- Ey zengin
kılan, 6- Ey hayat veren, 7- Ey baştan (yoktan)
yaratan, 8- Ey razı eden, 9- Ey necat veren
(kurtaran), 10- Ey ihsan eden (iyilikte bulunan, güzel
yapan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
375
Bir nüshada ikinci nidâda ‫م‬ ِ ْ ‫مط‬
ُ ‫ع‬ ُ ‫ = ٰيا‬Ey
yediren! nidâsı mevcuddur.
َ َ ‫ذا مققا ابت َل َه ربققه‬ َ َ
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ ‫م‬ َ ‫فققأك َْر‬ ُ ّ َ ُ ْ َ َ ِ‫ن إ‬
ُ ‫سققا‬
َ ْ ‫مققا ال ِن‬
ّ ‫فأ‬
َ ‫ل ربققي‬
‫ن‬
ِ ‫مق‬َ ‫ٓ أك َْر‬ ّ َ ُ ‫قققو‬ُ َ ‫في‬
َ ‫ه‬ ُ ‫مق‬
َ ‫ع‬
ّ َ ‫“ ن‬Şu kadar var ki,
insan; Rabb’i kendisini imtihana tabi’ tutup da,
kendisine ikramda ve in’amda (ni’metlendirip
refaha kavuşturmada) bulunduğu zaman: Rabbim
bana ikram etti, der.” (Fecr, 89/15)
َ ْ ‫خل‬ ّ ‫ع ْ ٰط ت ى ك ُق‬ َ ‫ل ربن َققا ال ّق أ‬ َ
ّ ‫ه ث ُق‬
‫م‬ ُ ‫قق‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شق‬ ٓ‫ذي‬ ِ ّ َ َ ‫قا‬
‫ه ٰدى‬
َ “Rabbimiz; her şeye hilkatını verip, sonra
(vazifesine) sevkedendir, dedi.” (Tâhâ, 20/50)481
Cenâb-ı Hakk’ın, zenginlik verici olduğuna dair
âyetler: Nisâ, 4/130; Tevbe, 9/28, 74; Nur, 24/32,
33; Necm, 53/48; Duhâ, 93/8.
“Nakl-i sahih ile Hz. Abdullah ibni Ömer’den
haber veriyorlar ki, demiş: Resul-ü Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselam, minberde hutbe okurken:
َ
‫عا‬
ً ‫مي‬
ِ ‫ج‬
َ ‫ض‬ُ ‫و الْر‬ َ ‫ه‬ِ ‫ر‬ِ ْ‫قد‬ َ ‫ق‬ ّ ‫ح‬ َ ‫ه‬ َ ّ ‫قدَُروا ل ٰل‬
َ ‫و ٰما‬
َ
‫ة‬
ِ ‫م‬ َ ‫ق ٰيا‬ ْ
ِ ‫م ال‬ َ ‫و‬ْ َ‫ه ي‬ُ ُ ‫ضت‬
َ ْ ‫قب‬َ
‫ه‬
ِ ِ ‫مين‬ِ َ ‫ت ب ِي‬
ٌ ‫وّيا‬ ِ ْ ‫مط‬ َ ‫ت‬ ُ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫و ال‬َ
âyetini okudu ve dedi:
‫جب ّققاُر أ َن َققا‬ َ ُ ‫قققو‬
َ ْ ‫ل أن َققا ال‬ ُ َ‫و ي‬
َ ‫ه‬ُ ‫س‬ َ ‫ف‬ ُ ّ ‫عظ‬
ْ َ‫م ن‬ َ ْ ‫ن ال‬
َ ُ ‫جّباَر ي‬ ّ ِ‫إ‬
َ
‫ل‬
ِ ‫مت َ ٰع ق ا‬ ُ ْ ‫جّباُر أَنا ال ْك َِبي قُر ال‬َ ْ ‫ل‬dediği
‫ا‬ vakit, minber
öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi!
Korktuk ki: Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselam’ı düşürecek bir derecede sallandı.” 482
481
Diğer âyetler: Hûd, 11/108; İsrâ, 17/20; Sâd, 38/39; Nebe’,
78/36; Duhâ, 93/5.

482
Osmanlıca Mektubat, sahife: 213-214.. Me’hazler: Müslim,
cild: 6, sahife: 132-133; Hafacî, cild: 3, sahife: 75; Şifa, cild:
1, sahife: 38; Nesaî ve Ahmed ibni Hanbel -Müsned’inde-
rivayet etmiştir. Me’hazlerdeki hadîsleri Fellah
376
“...Binlerle sene birbirlerinden uzak bir
mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı
tarzda îcad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve
garb ve cenub ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin
hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk
edip tasvir eden.. hem:
َ ّ ‫في ست‬ َ
ٍ ‫ة أّيام‬
ِ ِ ِ ‫ض‬
َ ‫و الْر‬
َ ‫ت‬
ِ ‫س ٰم ٰوا‬ َ َ ‫خل‬
ّ ‫ق ال‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ذي‬ َ ‫ه‬
ُ
yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi
geçmiş ve gaybî ve çok acîb bir hadiseyi, hâzır ve
göz önünde bir hadise ile isbat etmek ve onun
gibi acîb bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar
mevsiminde haşr-i a’zamın yüzbinden ziyade
misallerini gösterir gibi, ikiyüz binden ziyade
nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-
altı haftada inşa edip, kemal-i intizam ve mîzan
ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri
içinde idare, terbiye, iaşe, temyîz ve tezyîn eden..
hem:
ِ ‫في الل ّْيقق‬
‫ل‬ ِ ‫ج الن ّ ٰهاَر‬
ُ ِ ‫و ُيول‬
َ ‫ر‬
ِ ‫في الن ّ ٰها‬ َ ْ ‫ج الل ّي‬
ِ ‫ل‬ ُ ‫ُيوِلق‬
âyetinin sarâhatiyle, zemini döndürüp, gece-
gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye
hadisatıyla yazan, değiştiren aynı zat; aynı anda
en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi
bilir ve iradesiyle idare eder. Ve mezkur fiillerin
herbiri birtek fiil olduğundan; zarurî olarak,
onların faili dahi birtek, vahid ve kâdir olan Fail-i
Zülcelal’lerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve
azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir
cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkanını, hiçbir
ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor…” 483

Abdurrahman Abdullah tesbit ve tahriç etmiştir.


483
Şua’lar, sahife: 154-155.

377
‫و ٰتى‬ َ ْ ‫ي ال‬
ْ ‫مق‬ ِ ‫حق‬ ُ َ‫ك ل‬
ْ ‫م‬ َ ِ ‫ن ٰذل‬ ِ‫إ‬
ّ “Şübhesiz O, ölüleri
484
elbette diriltecektir.” (Rum, 30/50)
َ ّ ‫ك َرب‬
َ ‫ك‬
‫فت َْر ٰضى‬ َ ‫طي‬
ِ ‫ع‬
ْ ُ‫ف ي‬
َ ‫و‬ َ َ ‫“ ل‬Hem
ْ ‫س‬ ‫و‬
َ Rabbin,
elbette ileride sana verecek (ihsanda bulunacak);
sen de razı olacaksın.” (Duhâ, 93/5)
“...Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer o razı
olsa; bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok. Eğer O
kabul etse; bütün halk reddetse te’siri yok. O razı
olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve
hikmeti iktiza ederse; sizler istemek talebinde
olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir.. Onları
da razı eder. O’nun için bu hizmette doğrudan
doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas
maksad yapmak gerektir.” 485
“ ‫ن‬ َ ‫مِني‬ِ ‫ؤ‬ ْ ‫مقق‬ ُ ْ ‫جققي ال‬ ِ ْ ‫ك ن ُن‬ َ ِ ‫كقق ٰذل‬ َ Onun
‫و‬
َ gibi,
mü’minleri de kurtarırız. ” (Enbiyâ, 21/88) âyeti
gibi, Kur’ân’da birçok âyet; Cenâb-ı Hakk’ın,
müncî (kurtarıcı) olduğunu bildirmiştir.
َ َ ‫خل‬ َ
‫ه‬ُ ‫قق‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫شق‬ َ ‫ل‬ ّ ‫ن ك ُق‬ َ ‫س‬ َ ‫ح‬ ْ ‫يأ‬ ٓ ‫ذ‬ ِ ّ ‫“ ال‬Yarattığı her
şeyi güzel yapan…” (Secde, 32/7)486
‫د‬
ُ ‫عي‬ِ ُ‫و ي‬ َ ‫ئ‬ ُ ‫د‬ ِ ْ ‫و ي ُب‬َ ‫ه‬ُ ‫ه‬ ُ ّ ‫“ إ ِن‬Gerçek şu ki O, baştan
(yoktan) yaratır ve tekrar iade eder (yeniden
meydana getirir).” (Burûc, 85/13)487
-۸۹-
َ ً ‫قآِئما‬
‫ع ٰلى‬ َ ‫ء ٰيا‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ي ك‬
َ ‫ل‬ َ ‫ف‬ َ ‫ٰيا‬
ِ ‫كا‬
484
Yine bak: Fussılet, 41/39.

485
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 352- 353.

486
Sair âyetler: Yusuf, 12/100; Mü’min, 40/64; Teğâbun, 64/3;
Talâk, 65/11.

487
Diğer bir âyet: Ankebût, 29/19.
378
ٌ ‫يء‬ َ ‫ه‬
ْ ‫ش‬ ُ ‫ه‬ُ ِ ‫شب‬ْ ُ‫ن ل َ ي‬ ْ ‫م‬
َ ‫ء ٰيا‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫يءٌ ٰيا‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ه‬ ِ ِ ‫مل ْك‬
ُ ‫في‬ ِ َ‫ن ل َ ي‬
ِ ُ‫زيد‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ٌ ‫يء‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ه‬ ِ ِ ‫خَزآئ ِن‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ص‬
ُ ‫ق‬ ُ ‫ل َ َين‬

َ ْ ‫ن ل َي‬
‫س‬ ْ ‫م‬َ ‫يءٌ ٰيا‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ه‬ِ ْ ‫عل َي‬
َ ‫خ ٰفى‬ ْ َ‫ي‬
ّ ُ ‫قاِليدُ ك‬
‫ل‬ َ ‫م‬َ ‫ه‬ ِ ‫د‬ِ َ ‫ن ب ِي‬
ْ ‫م‬ َ ‫يءٌ ٰيا‬ ْ ‫ش‬ ِ ِ ‫مث ْل‬
َ ‫ه‬ ِ َ‫ك‬
ّ ُ‫ه ك‬
‫ل‬ ُ ُ ‫مت‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ت َر‬ ْ ‫ع‬
َ ‫س‬
ِ ‫و‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ء ٰيا‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ
ّ ُ ‫ف ٰنى ك‬
‫ل‬ َ ‫ني َب ْ ٰقى‬
ْ َ‫و ي‬ ْ ‫م‬َ ‫ء ٰيا‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ
ْ ‫ش‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬

Meal

1- Ey her şeye kâfî olan, 2- Ey her şeye kaim


(bakıcı, idareci) olan, 3- Ey hiçbir şey kendisine
benzemez olan, 4- Ey mülkünde (saltanatında,
hükümranlığında ortak olma cihetinde) hiçbir şey
artmaz olan, 5- Ey hazinelerinden hiçbir şey
eksilmez olan, 6- Ey kendisine hiçbir şey gizli
kalmaz olan, 7- Ey kendisine benzer hiçbir şey
olmayan, 8- Ey her şeyin anahtarları (kilitleri)
elinde (tasarrufunda) bulunan, 9- Ey rahmeti her
şeyi kaplamış olan, 10- Ey her şey fani olup

379
(kendisi) bâki olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh

َ
ُ‫عب ْدَه‬
َ ‫ف‬
ٍ ‫كا‬ ُ ّ ‫س ال ٰل‬
َ ِ‫ه ب‬ َ ْ ‫“أل َي‬Allah, kuluna kâfî değil
488
midir?” (Zümer, 39/36)
‫ت‬ َ َ ‫مققا ك‬
ْ َ ‫سقب‬ َ ِ‫س ب‬ ْ َ‫ل ن‬
ٍ ‫فق‬ ُ ‫ع ٰلق ى‬
ّ ‫كق‬ َ ‫م‬ َ ‫و‬
ٌ ِ ‫قآئ‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ َ‫أ‬
َ ‫ف‬
“Her nefsin yaptığını gözetleyen zat (Allah) mı
(bilmeyecek, haberdar olmayacak)?” (Ra’d,
13/33)489
Hiçbir şey, kendi kendine artma ve eksilme
yapamaz. Ancak artıran ve eksilten yalnız ve
yalnız Allah’tır. Cenab-ı Mevlâ’nın, dilediği şeyi
artırdığını şu âyet tasrih etmiştir:
ُ‫شا ٓء‬
َ َ ‫ما ي‬
َ ‫ق‬ ْ َ ْ ‫في ال‬
ِ ‫خل‬ ِ ُ‫زيد‬
ِ َ ‫“ ي‬Mahlukat içerisinde
dilediğini artırır (veya yaratmada dilediği kadar
ziyade eder).” (Fâtır, 35/1)
Kendiliğinden, Allah’ın hazinelerinden hiçbir
şey eksilmez. Hazinelerinde tasarruf hakkı
yalnızca kendisine aiddir. Bu hususa şu âyet
işaret etmiştir:
ُ ‫مققا ن ُن َّزل ُ ق‬
‫ه‬
ٓ َ ‫و‬َ ‫ه‬ ُ ‫خَزآئ ِن ُ ق‬ ِ ّ ‫ء إ ِل‬
َ ‫عن ْدََنا‬ ٍ ‫ي‬ َ ‫ن‬
ْ ‫ش‬ ْ ‫م‬
ِ ‫ن‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
ُ َ ّ ‫“ إ ِل‬Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri
ٍ ‫علوم‬ ْ ‫م‬ َ ‫ر‬ ٍ َ‫ب ِقد‬
yanımızda olmasın. Ve biz onu ancak belli bir

488
Allah’ın (c.c.), her şeye kâfi olduğunun beyanı; 26.
Lem’a’nın 14. Rica’sında, 29. Lem’a’nın 5. Bab’ında ve 4.
Şua’da en vazıh bir şekilde yapılmıştır. O risalelerin
dikkatlice okunmasını tavsiye ederiz.
489
30. Lem’a’nın Altıncı Nükte’si olan kayyumiyet bahsine
müracaat ediniz.

380
mikdarla indiririz.” (Hicr, 15/21)490
َ ِ ْ ‫عل َي‬
َ‫و ل‬
َ ‫ض‬ِ ‫فققي الْر‬
ِ ٌ ‫يء‬ َ ‫ه‬
ْ ‫ش‬ َ ‫خ ٰفى‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬
ْ َ‫ه ل َ ي‬ ّ ِ‫إ‬
‫ء‬
ِ ٓ
‫ما‬
َ ‫س‬ّ ‫في ال‬ِ “Şübhesiz Allah’a ne yerde ve ne de
gökte hiçbir şey gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân, 3/5)491
ٌ ‫يء‬ْ ‫شق‬ َ ‫ه‬ ِ َ‫س ك‬
ِ ‫مث ِْلق‬ َ ‫“ ل َْيق‬Hiçbir şey O’na benzer
değildir.” (Şûrâ, 42/11)
‫ض‬ َ َ ‫م‬ ‫ل َق‬
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ق ٰم ٰوا‬ ّ ‫قاِلي قدُ ال‬ َ ‫ه‬ُ “Göklerin ve
yerin anahtarları O’nundur.” (Zümer, 39/63, Şûrâ,
42/12)492
‫ء‬
ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ت ك‬ ْ ‫ع‬
َ ‫س‬
ِ ‫و‬َ ‫مِتي‬ َ ‫ح‬
ْ ‫و َر‬ َ “Fakat rahmetim
493
her şeyi kaplamıştır.” (A’raf, 7/156)
َ ّ ‫ه َرب‬
ُ ‫ك‬
‫ذو‬ ُ ‫ج‬
ْ ‫و‬ َ ‫وي َب ْ ٰقى‬َ *‫ن‬ ٍ ‫فا‬َ ‫ها‬ َ ْ ‫عل َي‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ ّ ُ‫ك‬
َ ‫ل‬
ِ ‫و ال ِك َْرام‬
َ ‫ل‬ِ َ ‫جل‬َ ْ ‫ال‬
“Yeryüzündeki herkes fânidir. Yalnız, celal ve
ikram sahibi Rabbinin zatı bâkidir.” (Rahmân,
55/26-27)
Bir nüshada 10. nidâ yerinde ‫ب‬ ُ ‫عُز‬
ْ َ ‫ن ٰل ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
ٌ ‫يء‬ َ ‫ه‬
ْ ‫شققق‬ ِ ‫مققق‬ ْ
ِ ‫عل‬ِ ‫ن‬
ْ ‫عققق‬
َ “Ey ilminden hiçbir şey
gizlenemez olan!” ibaresi vardır.

490
Risale-i Nur’dan 22. ve 26. Sözler, 33. Söz’ün 14. ve 20.
Pencereleri, 30. Lem’a’nın 2. ve 6. Nükteleri ve Mesnevî-i
Nuriye’nin Lem’alar kısmı, bu âyeti gayet mufassal tefsir
etmişlerdir. Bakılması tavsiye olunur.

491
Diğer âyetler: İbrâhim, 14/38; Mü’min, 40/16.. Ayrıca
Şua’lar adlı eserin 167. ve 168. sahifelerine de im’an-ı
nazar ediniz.
492
22. Söz, 30. Lem’a’nın 6. Nükte’si, Mesnevî-i Nuriye’nin
Lem’alar kısmı,
bu âyeti gayet geniş olarak açıklamıştır.
493

Diğer bir âyet: Mü’min, 40/7.. Birinci âyetin esrarından bir


sırrını, 17. Lem’a’nın 8. Nota’sı beyan etmiş olup; dikkat ve
teemmül ile okunursa, o sır anlaşılmış olur.
381
-۹۰-
َ‫ن ل‬ ْ ‫م‬ َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ب إ ِل‬ َ ْ ‫م ال‬
َ ْ ‫غي‬ ُ َ ‫عل‬ْ َ‫ن ل َ ي‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫ن ل َ ي ُدَب ُّر‬
ْ ‫م‬ َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫ٓءَ إ ِل‬ ‫سو‬ ّ ‫ف ال‬ ُ ‫ر‬ ِ ‫ص‬ ْ َ‫ي‬
َ ‫ر الذُّنو‬ ْ َ‫ن ل َ ي‬ ُ ّ ‫مَر إ ِل‬ َ
‫ب‬ ُ ‫ف‬ِ ‫غ‬ ْ ‫م‬ َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ ْ ‫ال‬
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ ّ ‫ب إ ِل‬ َ ْ ‫قل‬ َ ْ ‫ب ال‬ ُ ّ ‫قل‬َ ُ‫ن ل َ ي‬ ْ ‫م‬َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫إ ِل‬
‫ٰيا‬ ‫و‬
َ ‫ه‬ َ ْ ‫خل‬
ُ ّ ‫ق إ ِل‬ َ ْ ‫ق ال‬
ُ ُ ‫خل‬
ْ َ‫ن ل َ ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
َ‫ن ل‬
ْ ‫م‬ َ ‫و ٰيا‬ ُ ّ ‫ة إ ِل‬
َ ‫ه‬ َ ‫م‬َ ‫ع‬ ّ ِ ‫ن ل َ ي ُت‬
ْ ّ ‫م الن‬ ْ ‫م‬ َ
‫حِيي‬ْ ُ‫ن ل َ ي‬
ْ ‫م‬
َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫ث إ ِل‬ َ ْ ‫ل ال‬
َ ْ ‫غي‬ ُ ‫ي ُن َّز‬
‫عَلى‬ ْ ُ‫ن ل َ ي‬
َ ‫فِني‬ ْ ‫م‬َ ‫و ٰيا‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫ٓ إ ِل‬
‫و ٰتى‬ َ ْ ‫ال‬
ْ ‫م‬
‫و‬ ُ ّ ‫ق إ ِل‬
َ ‫ه‬ ِ ‫قي‬
ِ ‫ح‬ْ ّ ‫الت‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬
َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬
َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫ن‬
Meal
1- Ey gaybı ancak kendisi bilen, 2- Ey kötülüğü
ancak kendisi kaldıran, 3- Ey işi (icraatı) yalnız
kendisi tedbir eden (düzene koyan), 4- Ey
günahları sadece kendisi bağışlayan, 5- Ey kalbi
kendisinden başka (hiçbiri) çeviremez olan, 6- Ey
mahlukatı ancak kendisi yaratan, 7- Ey ni’meti
yalnız kendisi tamamlayan, 8- Ey yağmuru
sadece kendisi indiren (yağdıran), 9- Ey ölüleri
ancak kendisi dirilten, 10- Ey -tahkik üzere- ancak
kendisi fâni kılan (yok eden, zeval veren)!
382
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten kurtar.
Şerh
‫و‬ ُ ّ ‫هقا ٓ إ ِل‬
َ ‫هق‬ ُ َ ‫عل‬
َ ‫م‬ ْ َ‫ب ل َ ي‬ َ ْ ‫ح ال‬
ِ ْ ‫غي‬ َ ‫م‬
ُ ِ ‫فات‬ َ ُ‫عن ْدَه‬
ِ ‫و‬
َ “Hem
de, gaybın anahtarları ancak O’nun yanındadır.
Onları O’ndan başkası bilemez.” (En’am, 6/59)
َ
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫وا‬ َ ‫سقق ٰم‬
ّ ‫فققي ال‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫مقق‬ ُ ‫عَلقق‬
َ ‫م‬ ْ َ‫ل ل َ ي‬ ُ
ْ ‫ققق‬
ُ ‫ب إ ِل ّ الل‬
‫ه‬ َ ْ ‫“ ال‬De ki: Allah’tan başka, göklerde
َ ْ ‫غي‬
ve yerde hiç kimse gaybı bilmez.” (Neml, 27/65)
َ ‫غيب قه‬ ْ َ ْ ‫م ال‬
‫دا‬
ً ‫حق‬
َ ‫ٓأ‬ِ ِ ْ َ ‫ع ٰل ق ى‬
َ ‫هُر‬ ِ ‫فل َ ي ُظ‬َ ‫ب‬
ِ ْ ‫غي‬ ُ ِ ‫عال‬ َ “(O),
gaybı bilendir. Gaybına (sırlarına) da hiçbir
kimseyi muttali’ kılmaz.” (Cinn, 72/26)
“S u a l : Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı
evkatta mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede
ederler. Neden mâziye aid cihette sarâhat
suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî
remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
E l c e v a b : ‫ه‬ ُ ّ ‫ ا ِل ّ ال ٰل‬... ‫ب‬َ ْ ‫غي‬ َ ْ ‫م ال‬ ُ َ ‫عل‬ ْ َ ‫ٰل ي‬
âyetiyle:
َ ‫غيبه‬ ْ َ ْ ‫م ال‬
‫ن‬ َ ّ ‫دا * ا ِل‬
ِ ‫مق‬ ً ‫حق‬َ ‫ٓأ‬ِ ِ ْ َ ‫ع ٰلى‬َ ‫هُر‬ِ ‫فل َ ي ُظ‬
َ ‫ب‬
ِ ْ ‫غي‬ ُ ِ ‫عال‬
َ
‫ل‬
ٍ ‫سققو‬ُ ‫ن َر‬ ْ ‫مق‬ِ ‫ت َ ٰضققى‬âyeti
‫اْر‬ ifade ettikleri kudsî
yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb
takınmak için, tasrihten işaret mesleğine
girmişler. Ta ki işaret ile, remz ile anlaşılsın ki;
ihtiyarsız, niyetsiz bir surette ta’lim-i ilahî ile
olmuştur. Çünki istikbalî olan gaybiyat, niyet ve
ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale
etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam
ediyor.” 494

494
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, sahife: 159.. Ayrıca bu ma’nada
Şua’lar kitabının 580-581. sahifelerinde de beyanat vardır.
383
َ ‫ح‬
َ‫شققآء‬ َ ْ ‫و ال‬
ْ ‫ف‬ َ َ ‫ٓء‬
‫سققو‬
ّ ‫ه ال‬
ُ ‫عْنقق‬
َ ‫ف‬
َ ‫ر‬
ِ ‫صقق‬
ْ َ ‫ك ل ِن‬ َ
َ ِ ‫كقق ٰذل‬
“Öylelikle O’ndan, kötülüğü ve fuhuşu def’ etmek için
(böyle yaptık).” (Yusuf, 12/24) âyeti; Allah Teâlâ’nın,
kötülüğü def’ edici olduğunu beyan etmektedir.
َ
ُ ّ ‫ن ال ٰل‬
‫ه‬ َ ‫قوُلو‬ ُ َ ‫سي‬َ ‫ف‬ َ ‫مَر‬ ْ ‫ن ي ُدَب ُّر ال‬ ْ ‫م‬َ ‫و‬َ “İşi (icraatı)
kim düzene koyuyor (tedbir ve idare ediyor)? Hemen:
Allah, diyecekler.” (Yunus, 10/31)
‫ه‬ُ ٰ ّ ‫ب إ ِل ّ ال‬
‫لققق‬ َ ‫فقققُر القققذُّنو‬ ِ ‫غ‬ْ َ‫ن ي‬ْ ‫مققق‬ ‫و‬
َ “Günahları
َ
Allah’tan başka kim bağışlayabilir?” (Âl-i İmrân,
3/135)
َ ْ َ‫ب أ‬
‫م‬ ْ ‫ه‬
ُ ‫صاَر‬ َ ْ ‫و أب‬
َ ‫م‬ ْ ‫ه‬ ُ َ ‫فئ ِدَت‬ ُ ّ ‫قل‬
َ ُ‫و ن‬َ “Oysa ki (onların)
gönüllerini ve gözlerini (tersine) çeviririz.” (En’am,
6/110)
“İ h t a r : Kalbden maksad, sanevberî (çam
kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latîfe-i
rabbaniyedir ki; mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i
efkârı dimağdır. Binaenaleyh o latîfe-i rabbaniyeyi
tazammun eden o et parçasına kalb ta’birinden şöyle
bir letafet çıkıyor ki; o latîfe-i rabbaniyenin, insanın
ma’neviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin
cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasılki bütün
aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i
sanevberî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun
işlemesiyle kaimdir. Sekteye uğradığı zaman, cesed
de sukuta uğrar. Kezalik o latîfe-i rabbaniye, âmâl ve
ahval ve ma’neviyatın hey’et-i mecmuasını hakîkî bir
nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır. Nur-u îmanın
sönmesiyle, mahiyeti meyyit-i gayr-i müteharrik gibi
bir heykelden ibaret kalır.” 495
“...Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise:
Senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i
Ezelî’nin envarını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak
O’na şevk göstermektir.. O’nun muhabbetiyle
495
İşarâtü’l-İ’caz, sahife: 77- 78.

384
kendinden geçmektir.. kalbin göz bebeğinde aks-i
nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki; seni a’lâ-
yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi
olan:
َ
‫ب‬ْ ‫جق‬ َ ‫ع‬
َ ‫ن * أْز‬ ْ ‫مي ق‬ ِ ‫َز‬ ‫و‬
ُ ‫ت‬
ْ ‫س ق ٰم ٰوا‬
َ ‫م دَْر‬ َ ْ ‫ن ن َك ُن‬
ْ ‫جق‬ ْ ‫مق‬
َ
‫ن‬
ْ ‫مِني‬
ِ ‫ؤ‬ ْ ‫م‬ُ ‫ب‬ ِ ْ ‫قل‬َ َ‫م ب‬ ْ ‫ج‬َ ْ ‫ك ُن‬ denilmiştir.” 496

‫مُر‬ َ
ْ ‫و ال‬ َ ‫ق‬ ُ ْ ‫خل‬
َ ْ ‫ه ال‬ ُ َ‫ل‬ َ ‫“ أ َل‬Dikkat edin! Yaratma ve
emretme yalnız O’na aiddir.” (A’raf, 7/54)497
Cenâb-ı Hakk’ın, ni'metini tamamlayıcı olduğuna
dair âyetler: Bakara, 2/150; Maide, 5/6; Yusuf, 12/6;
Nahl, 16/81; Fetih, 48/2.. (Yirmibeşinci Söz’deki
Üçüncü Meziyet-i Cezalet’in mebdeinde bu mevzu’ ile
ilgili bir îzah mevcuddur.)
‫ث‬ َ ْ ‫ل ال‬
َ ‫غي ْق‬ ُ ‫و ي ُن َقّز‬
َ ‫ة‬
ِ ‫ع‬
َ ‫سققا‬ ُ ‫عل ْق‬
ّ ‫م ال‬ ِ ُ‫عن ْقدَه‬ َ ‫ن ال ٰل ّق‬
ِ ‫ه‬ ّ ِ‫إ‬
“Kıyamet vaktinin bilinmesi yalnız Allah’a aiddir.
Yağmuru da O yağdırır.” (Lokman, 31/34)
“...Evet, minnetdarlık ve teşekkürü da’vet eden ve
muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra
rızık ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi
doğrudan doğruya Zat-ı Rezzak-ı Şafi’ye aid
olduğunu, esbab ve vesait bir perde olduğunu:
‫ت‬
ُ ‫ض‬ْ ‫ر‬ِ ‫م‬َ ‫وإ ِ ٰذا‬َ *‫ن‬ ُ ‫مِتي‬ َ ْ ‫ة ال‬ِ ‫و‬ّ ‫ق‬ُ ْ ‫ذو ال‬
ُ ُ‫و الّرّزاق‬َ ‫ه‬ُ
‫د‬
ِ ‫ع‬
ْ َ‫ن ب‬
ْ ‫م‬ِ ‫ث‬ َ ْ ‫ل ال‬
َ ْ ‫غي‬ ُ ‫ذي ي ُن َّز‬ ِ ّ ‫و ال‬َ ‫ه‬ُ ‫و‬ َ *‫ن‬ِ ‫في‬ ْ َ‫و ي‬
ِ ‫ش‬ َ ‫ه‬ُ ‫ف‬ َ
‫طوا‬ ُ َ ‫قن‬ َ ‫ٰما‬
gibi âyetler ile rızık, şifa ve yağmur münhasıran Zat-ı
Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır. Perdesiz O’ndan
geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alamet-i hasr ve

496
Osmanlıca Sözler, sahife: 183.. Kalb bahsi ile alâkalı
mevzu’lar: Nurun İlk Kapısı (sahife: 87), Hutbe-i Şamiye
(sahife: 136), Mesnevî-i Nuriye (sahife: 254-256, -Nokta
Risalesi’nden- ), Tefekkürname (sahife: 129), Muhakemat
(sahife: 109-110, -Unsur-u Akide’den- )…
497

Diğer âyetler: Yunus, 10/34, Ra’d, 13/16; Lokman, 31/11…


385
tahsis olan ‫ق‬ ُ ‫و ال قّرّزا‬ َ ‫ه‬ُ * ‫ذي‬ ِ ّ ‫و ال‬َ ‫ه‬ُ ifade etmiştir.
İlaçlara hâssiyetleri veren ve te’siri halk eden ancak
Şafî-i Hakîkî’dir.” 498
“Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun
taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince
rahmanî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler
içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latîf ve mübarek
katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki,
hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mîzan
ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki; fırtınalar ile
çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli
rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını
bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı
kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane
işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve
camid ve şuursuz müvellidü’l-ma ve müvellidü’l-
humûza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden
terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu
ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam
ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan
yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i
gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle:
‫طوا‬ُ َ ‫قن‬
َ ‫د ٰما‬ ِ ‫ع‬
ْ َ‫ن ب‬ْ ‫م‬ِ ‫ث‬ َ ْ ‫غي‬َ ْ ‫ل ال‬
ُ ‫ذي ي ُن َّز‬ ِ ّ ‫و ال‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬َ âyetini
maddeten tefsir ediyor.” 499

‫و ٰتى‬ َ ْ ‫ال‬500‫حِيى‬
ْ ‫م‬ ْ ُ‫و ي‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ َ “Ölüleri dirilten de O’dur.”
(Şûrâ, 42/9)
“...Haşr-i baharîde görüyoruz ki: Beş-altı gün
498
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 838.

499
Şua’lar, sahife: 108-109.. Yine Osmanlıca Lem’alar’ın 253-
255. sahifelerinde bu mevzu’ ile alâkalı bir nebze açıklama
vardır.
500

Sair âyetler: Bakara, 2/73, 260; Hacc, 22/6; Rum, 30/50;


Yâsîn, 36/12;
Fussılet, 41/39; Ahkaf, 46/33; Kıyame, 75/40.
386
zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç
yüz binden ziyade envaı haşr edip neşr ediyor. Bütün
ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları
aynen ihya edip iade ediyor. Başkalarını ayniyet
derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor.
Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar; o
kadar karışmışken, kemal-i imtiyaz ve teşhis ile, o
kadar sür’at ve vüs’at ve suhulet içinde kemal-i
intizam ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında
ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki, bu işleri yapan zata
bir şey ağır gelebilsin? Semavat ve arzı altı günde
halk edemesin? İnsanı bir sayha ile haşr edemesin?
Hâşâ!..
Hem bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her
devrinde, her asrında, hatta gece-gündüzün
tebdilinde, hatta cevv-i havada bulutların îcad ve
ifnasında haşre nümune ve misal ve emare olacak ne
kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hatta
eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen..
sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli
birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-
i haşr ve kıyametin nümunelerini göreceksin. Sonra
bu kadar nümune ve misalleri müşahede ettiğin
halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad
etmekle inkar etsen, ne kadar dîvanelik olduğunu sen
de anlarsın. Bak: Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz
hakikata dair ne diyor:
‫حِيى‬ ْ ُ‫ف ي‬ َ ْ ‫ه ك َي‬ِ ‫ت ال ّٰل‬ ِ ‫م‬َ ‫ح‬ْ ‫ر َر‬ ِ ‫ى ٰا ٰثا‬ٓ ‫فان ْظُْر إ ِ ٰل‬
َ
َ
‫ي‬
ِ ‫ح‬ ْ ‫م‬ُ َ‫ك ل‬ َ ِ ‫ن ٰذل‬ ّ ِ ‫وت ِ ٰها ٓ إ‬
ْ ‫م‬َ َ‫عد‬ْ َ‫ض ب‬ َ ‫الْر‬
501

‫ديٌر‬ َ ‫ء‬
ِ ‫ق‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫ع ٰلى ك‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ُ ‫و‬ َ ‫و ٰتى‬ ْ ‫م‬َ ْ ‫ال‬
Mevlâ-yı Akdes’in, yoktan var etmesi ve var
olanı yok etmesi hususu Osmanlıca Lem’alar’ın
501
Osmanlıca Sözler, sahife: 113 ile 115.. Ayrıca bakınız:
Zülfikar, sahife:
397, 33. Mektub’un 22. Pencere’si, 11. Şua’ın 7. Mes’elesi.
387
406-408. sahifelerinde (Tabiat Risalesi’nde) kat’î
delillerle isbat edilmiştir. Tahkik için müracaat
olunsa, faydalı olur.
Bir nüshada 10. nidâ yerinde ‫ط‬ ُ ‫س‬ ُ ْ ‫ن ٰل ي َب‬ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫و‬
َ ‫هقق‬ُ ّ ‫“ الققّرْزقَ إ ِل‬Ey kendisinden başkası rızkı
genişletmeyen (bollaştıramayan)!” ibaresi vardır.
Diğer bir nüshada ise: ‫عل َققى‬ َ ‫غن ِققي‬
ْ ُ ‫ن ٰل ي‬ْ ‫مق‬َ ‫يٰ ق ا‬
‫و‬ ُ ّ ‫ق إ ِل‬
َ ‫ه‬ ِ ‫قي‬ِ ‫ح‬
ْ َ ‫“ الت‬Ey -tahkik üzere- ancak kendisi
zengin eden (varlıklı kılan)!” ibaresi mevcuddur.

-۹۱-
‫ٰيا‬ ‫ف‬
ُ ‫ش‬ َ ‫ك ٰيا‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ِ ‫كا‬ َ ‫س‬ ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ن‬
ُ ‫م‬
ِ ‫ضا‬
َ ‫صُر ٰيا‬ ِ ‫ح ٰيا َنا‬ َ ‫ج ٰيا‬
ُ ِ ‫فات‬ ُ ‫ر‬
ِ ‫فا‬َ

‫ٰيا‬ ‫جا‬
َ ‫ٰيا َر‬ ‫هي‬
ِ ‫ٰيا َنا‬ ‫مُر‬
ِ ‫َيآ ٰا‬
‫جا‬
َ ‫م الّر‬
َ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬
َ ‫ٰيا‬ ‫جا‬
َ َ ‫مْرت‬
ُ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
Hem Senden Senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
(dertleri, gamları giderip) açan, 2- Ey kurtuluşa
erdiren, 3- Ey feth eden (açan), 4- Ey yardım
eden, 5- Ey tekeffül eden (ödeyen, üzerine alan),
6- Ey emr eden, 7- Ey yasaklayan, 8- Ey ümid
(verici), 9- Ey (kendisinden) ümid edilen, 10- Ey
ümidi büyük (kendisinden büyük şeyler ümid
388
edilen)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
ُٓ ‫ف َلقق‬
ّ ‫ه إ ِل‬ َ ‫ش‬ َ َ ‫فل‬
ِ ‫كا‬ َ ‫ضّر‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬
ُ ِ‫ه ب‬ َ ‫س‬
ْ ‫س‬
َ ‫م‬
ْ َ‫ن ي‬
ْ ِ‫و إ‬
َ
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ “Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, onu
yine O’ndan başka giderecek yoktur.” (En’am,
6/17; Yunus, 10/107)
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın; feth edici,
yardım edici, tekeffül edici, emr edici ve
yasaklayıcı olduğunu bildiren birçok âyet-i kerîme
vardır. Birer birer bütün âyetleri burada sıralamak
uzun süreceğinden, kısa kesiyoruz.
‫ه‬ ّٰ ‫ة ال‬
ِ ‫لقق‬ َ ‫مقق‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ن َر‬
َ ‫جققو‬
ُ ‫ك ي َْر‬ ‫ُأو‬
َ ِ ‫…“ ٰۤلئ‬işte şunlar,
Allah’ın rahmetini umarlar.” (Bakara, 2/218) âyeti
gibi birçok âyetler, Allah’tan ve rahmetinden
ümid kesmeyip, aksine daima ümidvar olmak ve
O’na ümid bağlamak lazım geldiğini beyan
etmektedirler. Bu hususu açıklığa kavuşturucu bir
hadîs-i şerîfi, makam münasebetiyle zikrediyoruz:
ً ْ ‫خل‬ َ
‫قا‬ َ ‫ه‬ُ ‫ق ال ّٰل‬َ َ ‫خل‬
َ َ‫ن ل‬َ ‫م ت ُذْن ُِبو‬ْ ُ ‫ول أن ّك‬ْ َ‫ل‬
‫م‬ْ ‫ه‬ُ َ ‫فُر ل‬ِ ‫غ‬ َ ‫ن‬
ْ َ ‫في‬ َ ‫فُرو‬ ِ ‫غ‬ْ َ ‫ست‬
ْ َ ‫في‬َ ‫ن‬ َ ‫ي ُذْن ُِبو‬
(‫م‬
ٌ ِ ‫سل‬
ْ ‫م‬ َ ‫) َر‬
ُ ُ‫واه‬
Eğer siz günah işlemeseniz; Allah, günah
işleyen bir halk yaratır, onlar istiğfar ederler,
(Allah da) onlara mağfiret eder.502

502
Hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Riyazu’s-Salihîn, cild: 1,
hadis no: 426.. Ayrıca 425 numaralı hadise de
bakabilirsiniz.

389
-۹۲-
‫ء‬
ِ ‫قَرآ‬ َ ‫ف‬ ُ ْ ‫ء ٰيا ك َن َْز ال‬ ِ ‫فآ‬ َ ‫ع‬
َ ‫ض‬ ّ ‫ن ال‬ َ ‫عي‬ ِ ‫م‬ُ ‫ٰيا‬
‫ء‬
ِ ‫ول َِيآ‬ َ ُ ْ ‫ب ال‬
ْ ‫صَر ال‬ ِ ‫ء ٰيا َنا‬ ِ ‫غَرَبآ‬ َ ‫ح‬ ِ ‫صا‬ َ ‫ٰيا‬
‫ء ٰيا‬ ِ ‫مآ‬ َ ‫س‬ ّ ‫ع ال‬ َ ‫ف‬ ِ ‫ء ٰيا َرا‬ ِ ‫دآ‬ َ ‫ع‬ْ َ ‫هَر ال‬ ِ ‫قا‬ َ ‫ٰيا‬

‫ء ٰيا‬ ِ ‫ول َِيآ‬ َ َ ِ ‫ف ال َْبل‬ َ


ْ ‫س ال‬ َ ‫َيآ أِني‬ ‫ء‬ َ ‫ش‬ ِ ‫كا‬
‫ء‬ ْ َ ‫ه ال‬
ِ ‫غن َِيآ‬ َ ‫ء َيآ إ ِ ٰل‬ ِ ْ ‫ب ال َت‬
ِ ‫قَيآ‬ َ ‫حِبي‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Ey zayıfların yardımcısı, 2- Ey fakirlerin hazinesi,
3- Ey gariblerin sahibi (arkadaşı, dostu), 4- Ey velilere
(dostlara) yardım eden, 5- Ey düşmanları kahreden
(hezimete uğratan), 6- Ey göğü yükselten, 7- Ey
belayı kaldıran, 8- Ey velilerin samîmî dostu, 9- Ey
takva sahiblerinin sevgilisi, 10- Ey zenginlerin ilahı!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.

Şerh
‫د‬
ِ ‫ع‬ْ َ‫ن ب‬
ْ ‫م‬
ِ ‫ل‬ َ ‫ع‬َ ‫ج‬
َ ‫م‬ ّ ُ‫ف ث‬ٍ ‫ع‬ ْ ‫ض‬
َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ ‫م‬ َ َ ‫خل‬
ْ ُ ‫قك‬ َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫ه ال‬
ُ ّ ‫َال ٰل‬
‫ة‬
ً َ ‫شي ْب‬َ ‫و‬ َ ‫فا‬ً ‫ع‬
ْ ‫ض‬َ ‫ة‬ ٍ ‫و‬
ّ ‫ق‬ُ ‫د‬ِ ‫ع‬
ْ َ‫ن ب‬ْ ‫م‬
ِ ‫ل‬َ ‫ع‬َ ‫ج‬َ ‫م‬ ّ ُ ‫وةً ث‬ ُ ‫ف‬
ّ ‫ق‬ ٍ ‫ع‬ ْ ‫ض‬َ
“Allah; sizi zayıflıktan (bir damla su gibi güçsüz
390
bir nesneden) yaratan, sonra zayıflığın akabinde
kuvvet veren, sonra kuvvetin akabinde (yine)
zayıflık ve ihtiyarlık verendir.” (Rum, 30/54)503
Cenâb-ı Hakk’ın fakirleri gözettiğine dair
âyetler: (Bakara, 2/271-273; Tevbe, 9/60; Nur,
24/32; Fâtır, 35/15; Haşr, 59/8).
“…Meşhur hikem-i Ataiye’nin şu fıkrası:
‫ٰما ٰذا‬ * ُ‫جدَه‬َ ‫و‬
َ ‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ف‬
َ ْ‫قد‬ َ ‫و ٰما ٰذا‬
َ
‫ه‬
ُ َ ‫د‬‫ق‬َ َ
‫ف‬ ‫ن‬ ‫م‬ ‫د‬ ‫ج‬
ْ َ َ َ َ‫و‬
Yani: Cenâb-ı Hakk’ı bulan neyi kaybeder? Ve
O’nu kaybeden neyi kazanır?.. Yani: O’nu bulan
her şeyi bulur. Ve O’nu bulmayan hiçbir şeyi
bulmaz. Bulsa da başına bela bulur.. ne derece
âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve ‫طققو ٰبى‬ ُ
ِ ٓ ‫غَر ٰبا‬
‫ء‬ ُ ْ ‫ل ِل‬hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.” 504
َ َ ‫ف‬ َ َ
‫م‬
ْ ‫هق‬ ُ َ‫و ل‬ َ ‫م‬
ْ ‫هق‬
ِ ْ ‫علي‬ ٌ ‫و‬
ْ ‫خق‬ ِ ‫ٓ ال ٰل ّق‬
َ َ‫ه ل‬ ‫ول ِي َقءَقا‬
ْ ‫نأ‬ّ ِ ‫أل إ‬
‫ن‬
َ ‫حَزن ُققو‬ْ َ ‫“ ي‬Âgâh olun ki, şübhesiz Allah’ın veli
kulları (dostları) için ne bir korku vardır, ne de
onlar üzülürler.” (Yunus, 10/62)505
‫م‬
ْ ‫هقق‬ َ ‫ر‬
ُ ‫ف‬ ِ ‫ه إ َِلققى الّنققا‬
ِ ‫دآءُ ال ّٰلقق‬ ْ َ ‫شققُر أ‬
َ ‫عقق‬ َ ‫ح‬
ْ ُ‫م ي‬
َ ‫و‬
ْ ‫و َيقق‬
َ
‫ن‬
َ ‫عقققو‬
ُ ‫“ ُيوَز‬O gün Allah’ın düşmanları ateşe
(atılmak için) toplanır, hep biraraya getirilirler.”
(Fussılet, 41/19)506
Mevla-yı Müteâl’in, göğü kaldırıcı (yükselten)

503
Diğer bir âyet: Tevbe, 9/91.

504
Osmanlıca Mektubat, s. : 33.. Tafsilatlı ma’lumat 6.
Mektub’dadır.

505
Diğer bir âyet: Şûrâ, 42/46.

506
Başka bir âyet: Fussılet, 41/28.

391
ve belayı giderici olduğu 63. Ukde’de genişçe
açıklandığı için, burada îzahat verilmedi.
‫ن‬َ ‫ن ك َققا‬
ْ ‫مق‬
َ ‫عَباِدن َققا‬
ِ ‫ن‬
ْ ‫مق‬
ِ ‫ث‬ ِ ‫ة ال ِّتي ن ُققو‬
ُ ‫ر‬ َ ْ ‫ك ال‬
ُ ّ ‫جن‬ َ ْ ‫ت ِل‬
‫قّيققا‬
ِ َ ‫“ ت‬O, kullarımızdan takva sahiblerini varis
kıldığımız cennettir.” (Meryem, 19/63)
‫ن‬َ ‫قيققق‬ ُ ْ ‫ي ال‬
ِ ّ ‫مت‬ ّ ‫وِلققق‬ ُ ‫و الّلققق‬
َ ‫ه‬ َ “Allah ise, takva
sahiblerinin dostudur.” (Casiye, 45/19)
“Bu günlerde, Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında
îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-
i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyyattan ve
günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir
dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman
def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu
tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında
bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-
esas olup, büyük bir ruchaniyet kesb etmiş. Bu
zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği
için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.
Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle
kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla
muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu
ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki
bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok
sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle
zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek
içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde yüzer
vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle,
takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfî
ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır…” 507
Allah’a zenginlerin ilahı unvanının verilmesinin sırrı
şudur ki: Zenginler dahi O’nun tasarrufu altındadır,
O’ndan müstağnî kalamazlar, ma’budları ve ilahları
507
Kastamonu Lahikası, s. : 148.

392
Allah’tır. Allah’a kul olmazlarsa, servetleri ve varlıkları
kendilerine fayda vermez.. demektir.

-۹۳-
ّ ُ‫ك‬ ّ ُ‫ل ك‬ َ
‫ل‬ ‫ه‬
َ ‫َيآإ ِٰل‬ ‫ه‬
ُ ‫خَر‬
ِ ‫و ٰا‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫ش‬ َ ‫و‬
ّ ‫َيآ أ‬
‫و‬
َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ ‫زق َ ك‬
ِ ‫ه ٰيا َرا‬ ُ ‫ع‬َ ِ ‫صان‬
َ ‫و‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬ َ
ُ َ ‫مِليك‬
‫ه‬ َ ‫و‬َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫فاطَِر ك‬َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ‫ق‬َ ِ ‫خال‬
َ
‫ٰيا‬ ُ َ‫سط‬
‫ه‬ ِ ‫و َبا‬ َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ض ك‬ َ ‫ٰيا‬
َ ِ ‫قاب‬
‫ب‬
َ ّ ‫سب‬
َ ‫م‬ ُ ‫ه ٰيا‬ ُ َ‫عيد‬ِ ‫م‬ُ ‫و‬َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ّ ُ‫ئ ك‬َ ‫د‬
ِ ْ ‫مب‬
ُ
ّ ُ‫ي ك‬
‫ل‬ َ ّ ‫مَرب‬
ُ ‫ه ٰيا‬ َ ‫م‬
ُ ‫قدَّر‬ ُ ‫و‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫و‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ ‫وَر ك‬
ّ َ ‫مك‬
ُ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫مدَب َّر‬ُ ‫و‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ
‫ه‬
ُ َ ‫ميت‬
ِ ‫م‬
ُ ‫و‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ‫ي ك‬
َ ‫ل‬ َ ِ ‫حي‬
ْ ‫م‬
ُ ‫ٰيا‬ ُ َ ‫ول‬
‫ه‬ ّ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey her şeyin evveli ve âhiri (sonu), 2- Ey her
şeyin ilahı ve sânii (ustası, yapıcısı), 3- Ey her
şeyin rızkını veren ve yaratanı, 4- Ey her şeyin
yoktan yaratanı ve sultanı, 5- Ey her şeyin
kabzedicisi (daraltanı) ve bast edicisi (genişletip
açanı), 6- Ey her şeyin baştan (yoktan) yaratanı
ve tekrar iade edeni (yeniden meydana getiricisi),
393
7- Ey her şeyin müsebbibi (sebeblerini halk edip,
neticelerini îcad edeni) ve takdir edeni, 8- Ey her
şeyin mürebbîsi (terbiye eden Rabb’i) ve tedbir
edicisi (düzenleyeni), 9- Ey her şeyin sarıcısı
(dürüp toplayanı) ve tahvil edicisi (çevireni,
halden hale geçireni), 10- Ey her şeyin muhyîsi
(hayat vereni) ve öldüreni!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur. Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Bir nüshada ‫ق‬ َ ‫ز‬ ِ ‫ ٰرا‬lafzı yerine ‫ئ‬ َ ‫ر‬ ِ ‫بققق ا‬ ٰ“
düzgünce yaratan” kelimesi; ‫ب‬ َ ّ ‫سب‬
َ ‫م‬ُ lafzı yerine
‫ئ‬
َ ‫ش‬ ِ ْ ‫من‬
ُ “inşa eden, bir araya getirip vücud veren”
kelimesi vârid olmuştur.
Bu ukdenin fıkraları; 29., 40., 46., 60., 64., 65.,
72., 79., 80. ve 81. ukdelerin fıkralarında da yer
aldıklarından ve şerhlerinde uzun uzadıya
açıklamaları geçtiği için, burada kısaca beyanat
yapacağız.
“…Evet her baharda müşahede ediyoruz ki:
Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz
nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök,
herbir çekirdek, herbir tohum; ‫ف‬ ُ ‫ح‬ُ ‫صقق‬
ّ ‫ذا ال‬ َ ِ‫و ا‬َ
‫ت‬ ْ ‫شَر‬
ِ ُ ‫ ن‬âyetini okuyup, bir ma’nasını, bir ferdini
kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü
vazifelerin misalleriyle tefsir ederek, o azametli
hafîzıyete şehadet eder. ‫و‬ ُ ‫و‬ َ
َ ‫خ قُر‬
ِ ‫و ا ٰل‬ َ ‫ل‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫هقق‬
ُ
‫ن‬ُ ِ‫بقق اط‬ ٰ ْ ‫و ال‬
َ ‫هُر‬ ّ ٰâyetindeki
ِ ‫ظقق ا‬ ‫ال‬ dört muazzam
hakikatları her şeyde gösterip, hafîzıyeti a’zamî
derecede ve haşri bahar kolaylığında ve
kat’iyetinde bizlere ders verir.
Evet bu dört ismin cilveleri en cüz’îden en
394
küllîye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasılki bu
َ
ağacın menşei olan bir çekirdek, ‫ل‬ ّ ‫ ا َل‬ismine
ُ ‫و‬
mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel
programını ve îcadının noksansız cihazatını ve
teşekkülünün bütün şeraitını cami’ bir kutucuktur
ki; hafîzıyetin azametini isbat eder. ‫ر‬ ُ ‫خ‬
ِ ‫و ا ٰل‬ َ ismine
mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın
işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini ve
amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin
düsturlarını ihtiva eden bir sandukçadır ki, a’zamî
derecede hafîzıyete şehadet eder. ‫ر‬ ُ ‫ه‬ ِ ‫ظقق ا‬ّ ٰ ‫و ال‬
َ
ismine mazhar olan o ağacın suret-i cismaniyesi
ise, öyle tenasüblü ve san’atlı ve süslü bir hulle,
bir libas ve ayrı ayrı nakışlar ve zînetler ve yaldızlı
nişanlar ile tezyîn edilmiş; güya yetmiş renkli bir
huri elbisesidir ki, hafîzıyet içinde azamet-i kudret
ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmeti gözlere
gösterir. ‫ن‬ ُ ِ‫و ال ْ ٰب ق اط‬
َ ismine ayna olan o ağacın
içindeki makinası ise, öyle muntazam ve
mükemmel ve mu’cizatlı bir fabrika, bir tezgâh, bir
kimyahane ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı
gıdasız bırakmayan mîzanlı bir kazan-ı erzaktır ki;
hafîzıyet içinde kemal-i kudret ve adalet ve cemal-
i rahmet ve hikmeti güneş gibi isbat eder.
Aynen öyle de: Küre-i arz, senevî mevsimler
cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz
mevsiminde hafîzıyete emanet edilen bütün
tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen
zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren
ve çiçek açan ağacının teşkilatına dâir ilahî
emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen
düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği
vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i
395
hıdematıdır ki; bilbedahe bir Hafîz-ı Zülcelal ve’l-
İkram’ın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile
iş gördüğünü gösteriyor.
Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde
o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esma-i
ilahiyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve
gelecek bahar haşrinde neşr olabilen bütün
sahaif-i a’mallerini, zerrecik ve küçücük
kutucukların içine koyup, Hafîz-ı Zülcelal’in dest-i
hikmetine teslim eder. ‫ر‬ ُ ‫خق‬
ِ ‫و ا ٰل‬
َ ‫ه‬
ُ ismini hadsiz
dillerle kâinat yüzünde okur. Ve bu ağacın zahiri
ise, haşrin üç yüz bin misallerini ve emarelerini
gösteren üç yüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler
açıp, hadsiz rahmaniyet ve rezzakıyet ve
rahîmiyet ve kerîmiyet sofralarını sererek,
zîhayatlara ziyafetler vermekle, ‫ر‬ ُ ‫ه‬ ّ ٰ ‫و ال‬
ِ ‫ظقق ا‬ َ ‫هقق‬
ُ
ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca
lisanlarıyla zikredip medh ü sena eder. Gündüz
gibi, ‫ت‬ْ ‫شَر‬ ِ ُ‫ف ن‬
ُ ‫ح‬
ُ ‫ص‬ َ ِ‫و ا‬
ّ ‫ذا ال‬ َ hakikatını gösterir. Bu
haşmetli ağacın batını ise, hadsiz ve hesaba
gelmez muntazam makineleri ve mîzanlı
fabrikaları kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren
öyle bir kazan ve tezgâhtır ki; bir dirhemden bin
batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle
bir mîzan ve dikkatle işler ki, zerre kadar
tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor.. ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ
‫ن‬ُ ِ‫ ال ْ ٰباط‬ismini zeminin iç yüzüyle yüzbin dil ile
tesbih eden bazı melaike gibi yüzbin tarzlarda
i’lan edip isbat eder.
Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç
olduğu ve o dört isim içinde hafîzıyeti ve onunla
haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi; aynen öyle
de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri
396
âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır.
Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir ayna ve
âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihâtaya ve
ta’bire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar
deriz: Nasılki bir saatin saniyeleri ve dakikaları ve
saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri
birbirine benzer, birbirini isbat eder. Saniyelerin
hareketini gören, sâir çarkların hareketlerini
tasdik etmeğe mecbur olur. Aynen öyle de:
Semavat ve arzın Hâlik-ı Zülcelal’inin bir saat-i
ekberi olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler
ve dakikalarını hesab eden seneler ve saatlerini
gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler
birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu
gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat’iyetinde,
fani dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve
sermedî bir sabahı geleceğini hadsiz emarelerle
haber verir diye, Hafîz ismi ile
َ isimleri,
ُ ِ‫و ال ْ ٰبقق اط‬
‫ن‬ َ ‫هُر‬ ّ ٰ ‫و ال‬
ِ ‫ظقق ا‬ َ ‫خُر‬
ِ ‫و ا ٰل‬ ُ ‫و‬
َ ‫ل‬ ّ ‫ل‬ ‫وا‬َ ‫ه‬
ُ
biz Hâlik’ımızdan sorduğumuz haşir mes’elesine
mezkur hakikatle cevab veriyorlar…” 508
“Kâinatta esbab ve müsebbebat görünen eşyaya
bakıyoruz ve görüyoruz ki: En a’lâ bir sebeb, en adî
bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir
perdedir. Müsebbebleri yapan başkadır. Mesela:
Hadsiz masnuattan yalnız cüz’î bir misal olarak insan
başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde
yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz, görüyoruz ki:
Öyle bir cami’ kitab, belki kütübhane hükmündedir ki,
bütün sergüzeşte-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın
yazılıyor.
Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebeb
508
Şua’lar, s. : 215- 217.

397
gösterilebilir? Telafîf-i dimağiye mi? Basit, şuursuz
huceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki
o mu’cize-i san’at, öyle bir Zâtın san’atı olabilir ki,
beşerin haşirde neşr edilecek büyük defter-i
a’malinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve
işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük
sened istinsah edip, yazıp aklının eline verecek bir
Sani-i Hakîm’in san’atı olabilir. İşte beşerin kuvve-i
hafızasına misal olarak bütün yumurtaları,
çekirdekleri, tohumları kıyas et ve bu cami’ küçücük
mu’cizelere sâir müsebbebatı da kıyas et. Çünki
hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece
harika bir san’at var ki; değil onun âdî, basit sebebi,
belki bütün esbab toplansa, O’na karşı izhar-ı acz
edecekler. Mesela: Büyük bir sebeb zannedilen
güneşi; ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse: Bir
sineğin vücudunu yapabilir misin? Elbette diyecek ki:
Hâlik’ımın ihsanı ile dükkanımda ziya, renkler, hararet
çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi
öyle şeyler var ki; ne benim dükkanımda bulunur ve
ne de benim iktidarım dâhilindedir.” 509
‫عَلى‬َ ‫هاَر‬ ّ َ ‫و ي ُك‬
َ ّ ‫وُر الن‬ َ ‫ر‬ َ ّ ‫عَلى الن‬
ِ ‫ها‬ َ ْ ‫وُر الل ّي‬
َ ‫ل‬ ّ َ ‫ي ُك‬
ِ ْ ‫“ الل ّي‬Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de
‫ل‬
geceye sarar.” (Zümer, 39/5)
“…İşte ‫ت‬ ْ ‫وَر‬ ُ ‫س‬
ّ ‫كقق‬ ُ ‫م‬ ّ ‫ذا ال‬
ْ ‫شقق‬ َ ِ ‫ إ‬Şu kelam; tekvir
lafzıyla -yani sarmak ve toplamak ma’nasıyla- parlak
bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îmâ eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hakk tarafından adem ve esir
ve sema perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı
ışıklandıran pırlanta misal bir lambayı hazine-i
rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya
kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp
kaldıracak.
509
Osmanlıca Sözler, s. : 1001- 1002.

398
İkinci: Veya ziya metaını neşretmek ve zeminin
kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla
muvazzaf bir me’mur olduğunu ve her akşam o
me’mura metaını dahi toplattırıp gizlendiği gibi; kâh
olur bir bulut perdesiyle alış-verişini az yapar, kâh
olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir
derece çeker.. metaını ve muamelat defterlerini
topladığı gibi, elbette o me’mur bir vakit o
me’muriyetten infisal edecektir. Hatta hiçbir sebeb-i
azl bulunmazsa; şimdilik küçük, fakat büyümeğe yüz
tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin
başına izn-i ilahî ile sardığı ziyayı emr-i rabbanî ile
geriye alıp, güneşin başına sarıp: Haydi yerde işin
kalmadı, der. Cehenneme git; sana ibadet edip, senin
gibi bir me’mur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir
edenleri yak, der. ‫ت‬ ّ ‫س ك ُق‬
ْ ‫وَر‬ ُ ‫م‬ ّ ‫ذا ال‬
ْ ‫شق‬ َ ِ ‫ إ‬fermanını
lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.” 510

- -
‫ر‬
ٍ ِ ‫شاك‬َ ‫خي َْر‬َ ‫ر ٰيا‬ ُ ْ ‫مذ‬
ٍ ‫كو‬ َ ‫و‬
َ ‫ر‬
ٍ ِ ‫ذاك‬َ ‫خي َْر‬َ ‫ٰيا‬
‫موٍد‬ُ ‫ح‬ْ ‫م‬
َ ‫و‬َ ‫د‬ٍ ‫م‬
ِ ‫حا‬
َ ‫خي َْر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ر‬
ٍ ‫كو‬ُ ‫ش‬ْ ‫م‬ َ ‫و‬َ
‫خي َْر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫هوٍد‬ ْ ‫م‬
ُ ‫ش‬ َ ‫و‬
َ ‫د‬
ٍ ‫ه‬ َ ‫خي َْر‬
ِ ‫شا‬ َ ‫ٰيا‬
‫و‬
َ ‫ب‬
ٍ ‫جي‬
ِ ‫م‬
ُ ‫خي َْر‬
َ ‫ٰيا‬ ‫و‬
ّ ‫ع‬ ُ ْ ‫مد‬
َ ‫و‬
َ ‫ع‬
ٍ ‫دا‬
َ
‫ٰيا‬ ‫س‬
ٍ ‫و أِني‬
َ ‫س‬
ٍ ِ ‫مون‬
ُ ‫خي َْر‬َ ‫ب ٰيا‬ ٍ ‫جا‬َ ‫م‬
ُ
‫خي َْر‬
َ ‫س ٰيا‬ ٍ ‫جِلي‬
َ ‫و‬َ ‫ب‬ٍ ‫ح‬
ِ ‫صا‬
َ ‫خي َْر‬َ
‫و‬
َ ‫ب‬
ٍ ‫حِبي‬ َ ‫خي َْر‬
َ ‫ب ٰيا‬ٍ ‫مطُْلو‬َ ‫و‬َ ‫صوٍد‬ُ ‫ق‬ْ ‫م‬
َ
510
Zülfikar, s. : 364-365.

399
‫ب‬
ٍ ‫حُبو‬
ْ ‫م‬
َ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
1- Ey zikreden ve zikredilenin en hayırlısı, 2- Ey
şükreden (şükrün karşılığını veren) ve şükredilenin en
hayırlısı, 3- Ey en hayırlı hamd eden (zatını öven,
senâ eden) ve hamd edilen, 4- Ey en hayırlı şahid ve
meşhud (müşahede edilen, görülen, hakkında
şehadet getirilen), 5- Ey en hayırlı çağırıcı ve çağırılan
(dua edilen), 6- Ey en hayırlı icabet eden (cevab
veren) ve icabet edilen (emirlerine itaat gösterilen,
istekleri yerine getirilen), 7- Ey en hayırlı ünsiyet
verici (dostluk gösteren) ve cana yakın dost, 8- Ey
dostun ve arkadaşın en hayırlısı, 9- Ey en hayırlı
maksud (kasdedilen, gaye edinilen) ve matlub
(istenilen, taleb edilen), 10- Ey en hayırlı seven ve
sevilen!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Herbir fıkra, daha önceki ukdelerin şerhlerinde
tafsilen açıklandığı için, burada sadece muhabbete
dair bir bahs açacağız:
“Madem kâinatta hüsn-ü san’at bilmüşahede
vardır ve kat’îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (s.a.v.),
şuhud derecesinde bir kat’iyetle sübutu lazım gelir.
Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san’at ve zînet-i
suret gösteriyor ki: Onların san’atkârında ehemmiyetli
bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır.
400
Ve şu irade ve taleb ise; o Sani’de, ulvî bir muhabbet
ve masnu’larında izhar ettiği kemalat-ı san’atına karşı
kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu
muhabbet ve rağbet ise; masnuat içinde en
münevver ve mükemmel ferd olan insana daha
ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan
ise, şecere-i hilkatın zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en
cem’iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve
şuuru küllî bir cüz’îdir. Nazarı âmm ve şuuru küllî zat
ise, o San’atkâr-ı Zülcemale muhatab olup görüşen
ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Saniinin
perestişliğine ve san’atının istihsanına ve nimetinin
şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir ferd
olabilir.
Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gayet
muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet
musanna’, murassa’ bir levha-i san’at. Diğeri: Gayet
münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet
vasi’, cami’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve
teşekkür ve îman vardır ki; ikinci daire bütün
kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.
İşte o Saniin bütün makasıd-ı san’atperverânesine
hizmet eden o daire reisinin, ne derece o Sani’ ile
münasebetdar ve O’nun nazarında ne kadar mahbub
ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır. Acaba hiç akıl
kabul eder mi ki: Şu güzel musnuatın bu derece
san’atperver, hatta ağzın her çeşit tadını nazara alan
in’amperver san’atkârı; arş ve ferşi çınlattıracak bir
velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri
cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile
perestişkârane O’na müteveccih olan en güzel
masnuuna karşı lakayd kalsın ve O’nunla konuşmasın
ve alâkadarâne O’nu rasul yapıp, güzel vaz’iyetinin
başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kella!
Konuşmamak ve O’nu rasul yapmamak mümkin

401
değil…” 511

- -
‫ن‬
ْ ‫م‬ َ ‫ب ٰيا‬ ٌ ‫جي‬ ِ ‫م‬ُ ُ‫عاه‬ َ َ‫ن د‬ْ ‫م‬ َ ِ‫و ل‬َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ٰيا‬
‫و‬
َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ب ٰيا‬ ٌ ‫حِبي‬
َ ‫ه‬ ُ ‫ع‬
َ ‫طا‬ َ َ‫ن أ‬ ْ ‫م‬ َ ِ‫و ل‬َ ‫ه‬ُ
‫ن‬ َ ‫ه‬ َ
ْ ‫م‬ َ ِ‫و ب‬َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ب ٰيا‬ ٌ ‫ري‬ ِ ‫ق‬ ُ ّ ‫حب‬ َ ‫نأ‬ ْ ‫م‬ َ ِ‫ل‬
ُ‫جاه‬ َ ‫ن َر‬ ْ ‫م‬َ ِ‫و ل‬
َ ‫ه‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫عِلي‬ َ ُ‫أ ََرادَه‬
‫م‬
ٌ ‫حِلي‬
َ ُ‫صاه‬َ ‫ع‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ِ‫و ب‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫م ٰيا‬ ِ َ‫ك‬
ٌ ‫ري‬
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫كي‬
ِ ‫ح‬َ ‫ه‬ِ ‫م‬ِ ْ ‫حل‬
ِ ‫في‬ ِ ‫و‬َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫في‬
ِ ‫و‬َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫ظي‬
ِ ‫ع‬ َ ‫ه‬ ِ ‫م‬ ِ ْ ‫حك‬ ُ ‫في‬ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ
‫في‬
ٓ ِ ‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬َ ‫م ٰيا‬ ٌ ‫حي‬ ِ ‫ه َر‬ َ َ‫عظ‬
ِ ِ ‫مت‬ َ
‫م‬
ٌ ‫دي‬
ِ ‫ق‬َ ‫ه‬ِ ِ ‫سان‬َ ‫ح‬ ْ ِ‫إ‬
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey kendisine dua edene cevab veren, 2- Ey
kendisine itaat edeni seven, 3- Ey kendisini
sevene yakın olan, 4- Ey kendisini arzulayanı çok
iyi bilen, 5- Ey kendisinden ümidvar olana
ikramda bulunan, 6- Ey kendisine isyan edene
hilm ile (yumuşaklıkla) muamele eden, 7- Ey
hilminde hakîm olan (hikmetle iş gören), 8- Ey
511
Osmanlıca Sözler, s. : 327- 329.

402
hükmünde azamet sahibi olan, 9- Ey azametinde
(büyüklüğüyle birlikte) merhametli olan, 10- Ey
ihsanında kadîm olan (önceden beri ihsanda
bulunan)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
َ ِ ‫ضققطَّر إ‬ َ
‫ف‬ ِ ْ ‫و ي َك‬
ُ ‫شقق‬ َ ُ‫عققاه‬
َ َ‫ذا د‬ ُ ْ ‫ب ال‬
ْ ‫م‬ ُ ‫جيقق‬
ِ ُ‫ن ي‬
ْ ‫مقق‬
ّ ‫أ‬
َ ‫ٓء‬
‫سو‬
ّ ‫“ ال‬Yahut darda kalmışa -dua ettiği zaman-
cevab veren ve kötülüğü gideren mi (daha hayırlı
yoksa…)” (Neml, 27/62)
Bir nüshada 7. fıkra yerinde ‫ن‬ ْ ‫م‬
َ ِ‫و ل‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ب‬ٌ ‫قيقق‬ ُ َ ‫فظ‬
ِ ‫ه َر‬ َ ‫ح‬
ْ َ ‫س قت‬
ْ ‫“ ا‬Ey kendisinden korumasını
isteyeni gözeten!” nidâsı vâriddir.
Cenâb-ı Hakk; elbette kendisine itaat edenleri
sever ve onları ni’metlerle taltif eder. Hem
kendisini sevenlere yakınlık göstererek, varlığını
ve birliğini ihsas eder. Kimlerin kendisini
arzuladığını iyice bilir ve kendisinden birşeyler
bekleyip ümid edenlere karşı da ikramı, lutfu
boldur. Kendisine isyan edip, ma’siyete dalanlara
karşı da çok halîmdir, afv edicidir. Fakat küfür ve
şirk ve inkar gibi afvı kabil olmayan günahları
işleyenlere karşı da cezası ve ikabı çok şiddetlidir.
Bu vecihle, hilminde de hikmeti gözettiğini tasrih
için, 7. fıkrada O’nun, afv edilebilecek günahlara
karşı hilimle muamele yaptığı; fakat hikmeti de
nazar-ı itibara alarak, her şeyi yerli yerince
yaptığı beyan edilmiştir.
Ayrıca, verdiği hükümlerde azametini ortaya
koyarak, ne kadar büyük bir hâkimiyet ve
saltanata sahib olduğunu gösteren Hakk Teâlâ;
403
büyüklüğü ile birlikte, gayet derecede merhamet
ve şefkate de sahib olup, birer birer bütün
kullarının hallerinden haberdar olarak, onların
ihtiyaçlarına cevab verir, dertlerini dinler,
isteklerini yerine getirir; nihayet azamet
içerisinde nihayet re’fet ve rahmetini gösterir.
Kadîm bir ihsana sahib olmanın ma’nası ise;
Hâlık Teâlâ’nın, sadece şu anda ihsan ediyor
değil; ezel canibinden, mevcudatı yokluktan
varlığa çıkarmakla ve vücud ni’metinin yanı sıra
daha birçok sayısız ni’metler ve ihsanlarda
bulunmakla, önceden beri ihsanperver olduğunu
izhar ediyor olmasıdır.512

- -
‫ٰيا‬ ‫ب‬ َ ِ ‫مآئ‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
ُ ّ ‫سب‬َ ‫م‬ ُ ‫ك ٰيا‬ َ ‫س‬ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ُ ّ ‫قل‬
‫ب‬ َ ‫م‬ُ ‫ب ٰيا‬ ُ ‫ق‬ ّ ‫ع‬َ ‫م‬
ُ ‫ب ٰيا‬ ُ ‫قّر‬َ ‫م‬ ُ
‫ٰيا‬ ‫ب‬ ّ ‫مَر‬
ُ ‫غ‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫ب‬
ُ ّ ‫مَرت‬
ُ ‫ٰيا‬ َ ‫م‬
‫قدُّر‬ ُ
‫مت َك َب ُّر‬
ُ ‫ٰيا‬ ‫ن‬ ّ َ ‫مك‬
ُ ‫و‬ ُ ‫ٰيا‬ ‫مذَك ُّر‬
ُ
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬
َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
Hem Senden Senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey

512
Tafsilatlı îzahat isteyenler, 10. Söz’ü okuyarak mutalaa
etsinler.

404
sebeblendiren (sebebleri ve neticeleri yaratan), 2-
Ey yaklaştıran, 3- Ey ta’kib eden, 4- Ey tersine
çeviren, 5- Ey takdir eden, 6- Ey tertibleyen, 7- Ey
terğîb (teşvik) eden, 8- Ey hatırlatan, 9- Ey tekvin
eden (oluşturan, yoktan var eden), 10- Ey
büyüklük gösteren (büyüklüğünü izhar eden)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Bir nüshada 2. nidâ yerinde ‫ل‬ ُ ‫و‬ ّ ‫ح‬
َ ‫م‬
ُ ‫ = َيا‬Ey
tahvil eden (çeviren)!, nidâsı mezkurdur.
‫جّيقققا‬
ِ َ ‫نققق اهُ ن‬ ٰ ْ ‫قّرب‬ َ “Ve
‫و‬
َ O’nu sırdaş olarak
(yanımıza) yaklaştırdık.” (Meryem, 19/52) âyeti;
Allah’ın (c.c.), yaklaştırıcı olduğuna delâlet
etmektedir.
‫ب‬ُ ‫ق‬ّ ‫ع‬َ ‫م‬ُ ْ ‫ ا َل‬Ta’kib edici, kontrolde tutan. Cenab-ı
Mevla; bütün kullarının yaptıklarından haberdar
olmakla birlikte, aynı zamanda herkesin yaptığı
işleri kontrol edip ta’kib etmektedir. O’nun
nazarından hiçbirşey kaçmaz ve saklanamaz.
‫و الن ّ ٰه ق اَر‬ َ ‫ل‬َ ‫ه الل ّي ْق‬ ُ ‫ب ال لٰ ّق‬ ّ ‫قل‬َ ُ‫ي‬
ُ ‫“ق‬Allah, gece ve
gündüzü çevirir (geceden sonra gündüzü,
gündüzden sonra da geceyi getirir).” (Nur,
24/44)513
‫هاَر‬
َ ّ ‫و الن‬ َ ْ ‫قدُّر الل ّي‬
َ ‫ل‬ َ ُ‫ه ي‬
ُ ‫و الل‬
َ “Zira Allah, gece
ve gündüzü (gecede ve gündüzde vukua gelecek
hadiseleri) takdir eder.” (Müzzemmil, 73/20)514
513
Diğer âyetler: En’am, 6/110; Kehf, 18/18.

514
Sair âyetler: En’am, 6/96; Yunus, 10/5; Hicr, 15/60; Furkan,
25/2; Neml, 27/57; Sebe’, 34/18; Yâsîn, 36/38-39; Fussılet,
41/10-12; Vakıa, 56/60; Abese, 80/19; A’lâ, 87/3.

405
Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın, müzekkir (hatırlatıcı,
öğüt verici) olarak birçok hitabı mevcuddur. Bu
hitablar, beşeri îkaz ve irşad için inzal
buyurulmuştur.
“…Hem mesela:
‫ن‬
ّ ِ‫و إ‬
َ *‫م‬َ ‫هّنققق‬
َ ‫ح‬َ ‫ر‬ ِ ‫نققق ا‬ٰ ‫فقققي‬ ِ ... ‫ن‬
َ ‫ري‬
ِ ‫ف‬ ٰ ْ ‫ن ال‬
ِ ‫كققق ا‬ ّ
َ
‫م‬
ٌ ‫ب أِلي‬ٌ ‫ع ٰذا‬
َ ‫م‬ ْ ‫ه‬ُ َ‫ن ل‬
َ ‫مي‬ ّ ‫ ال‬gibi tehdid âyetlerini
ِ ِ ‫ظال‬
Kur’ân, gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet
kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise,
-Risale-i Nur’da kat’î isbat edildiği gibi-: Beşerin
küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukuklarına
öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor
ve anâsırı hiddete getirip, tûfanlarla o zalimleri
tokatlıyor..
‫ي‬َ ‫ه‬ ِ ‫و‬َ ‫قا‬ً ‫هي‬ َ ‫ٰها‬ َ ‫عوا ل‬ ُْٓ ‫إ ِا ُ َل‬
ِ ‫ش‬ ُ ‫م‬ِ ‫س‬َ ‫في ٰها‬
ِ ‫قوا‬‫ذا‬
‫ظ‬
ِ ْ ‫غي‬َ ْ ‫ن ال‬
َ ‫م‬ِ ‫مي ُّز‬َ َ ‫ٰكادُ ت‬ َ ‫فوُر *ت‬ُ َ‫ت‬
âyetinin sarahatiyle, o zalim münkirlere
cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden
parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir
cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı,
beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında
değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve
kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı sultan-ı
kâinat, kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini
ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz
çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında
gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını
değil bin def’a, belki milyonlar ve milyarlar ile
tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki; bin
seneden beri yüzer milyon insanlar hergün
usanmadan kemal-i iştiyakla ve ihtiyaçla

406
‫‪okurlar…” 515‬‬
‫;‪Tekvinden bahseden âyetler: Bakara, 2/117‬‬
‫;‪Âl-i İmran, 3/47, 59; En’am, 6/73; Nahl, 16/40‬‬
‫…‪Meryem, 19/35; Yâsîn, 36/82; Mü’min, 40/68‬‬
‫‪Mütekebbir ismi şu âyette geçer: Haşr,‬‬
‫‪.59/23‬‬

‫‪-۹۷-‬‬
‫ن‬
‫م ْ‬
‫ٰيا َ‬ ‫ع‬‫م ٍ‬
‫س ْ‬‫ن َ‬‫ع ْ‬
‫ع َ‬‫م ٌ‬‫س ْ‬‫ه َ‬ ‫غل ُ ُ‬
‫ش ِ‬‫ن ل َ يُ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ٰيا َ‬
‫ْ‬
‫ه‬
‫هي ِ‬‫ل َ ي ُل ِ‬ ‫ن‬
‫م ْ‬ ‫ل ٰيا َ‬ ‫ع ٍ‬‫ف ْ‬‫ن ِ‬‫ع ْ‬
‫ل َ‬ ‫ع ٌ‬‫ف ْ‬
‫ه ِ‬ ‫ع ُ‬ ‫ل َ يَ ْ‬
‫من َ ُ‬
‫ل‬ ‫س َ‬
‫ؤا ٌ‬ ‫ه ُ‬ ‫غل ّطُ ُ‬‫ن ل َ يُ َ‬ ‫م ْ‬‫ل ٰيا َ‬ ‫و ٍ‬ ‫ن َ‬
‫ق ْ‬ ‫ع ْ‬
‫ل َ‬‫و ٌ‬ ‫َ‬
‫ق ْ‬
‫ح‬ ‫ه إ ِل ْ َ‬
‫حا ُ‬ ‫م ُ‬
‫ر ُ‬‫ن ل َ ي ُب ْ ِ‬‫م ْ‬‫ل ٰيا َ‬ ‫ؤا ٍ‬‫س َ‬
‫ن ُ‬ ‫ع ْ‬‫َ‬
‫دوَر‬ ‫سل َم ِ ُ‬
‫ص ُ‬ ‫ح ِبال ِ ْ‬ ‫شَر َ‬‫ن َ‬ ‫م ْ‬‫ن ٰيا َ‬ ‫حي َ‬ ‫مل ِ ّ‬‫ال ْ ُ‬
‫ب‬‫قُلو َ‬ ‫ه ُ‬ ‫ر ِ‬ ‫ذك ْ ِ‬‫ب بِ ِ‬ ‫طا َ‬ ‫ن أَ َ‬‫م ْ‬ ‫ن ٰيا َ‬ ‫مِني َ‬‫ؤ ِ‬ ‫م ْ‬‫ال ْ ُ‬
‫قُلو ِ‬
‫ب‬ ‫ن ُ‬ ‫ع ْ‬ ‫ب َ‬ ‫غي ُ‬ ‫ن ل َ يَ ِ‬
‫م ْ‬‫ن ٰيا َ‬ ‫خب ِِتي َ‬ ‫م ْ‬‫ال ْ ُ‬
‫مَراِد‬‫ة ُ‬ ‫و َ‬
‫غاي َ ُ‬ ‫ه َ‬‫ن ُ‬ ‫ن ٰيا م ْ‬ ‫قي َ‬
‫شَتا ِ‬ ‫م ْ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫يء ٌ‬ ‫عل َي ْ ِ‬
‫ه َ‬
‫ش ْ‬ ‫ن ل َ يَ ْ‬
‫خ ٰفى َ‬ ‫م ْ‬
‫ن ٰيا َ‬
‫دي َ‬
‫ري ِ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫م ِ‬
‫ن‬
‫مي َ‬‫عال َ ِ‬
‫في ال ْ َ‬ ‫ِ‬

‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل ّ َ‬


‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬
‫ن ال َ‬
‫ما ُ‬
‫ت ال َ‬‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ِ َ ِ‬ ‫سب ْ َ‬
‫ُ‬
‫ر‬
‫ن الّنا ِ‬‫م َ‬ ‫خل ّ ْ‬
‫صَنا ِ‬ ‫َ‬
‫‪515‬‬
‫‪Şua’lar, s. : 250- 251..‬‬
‫‪407‬‬
Meal
1- Ey bir işitme kendisini başka bir işitmeden
(alıkoyup) meşgul etmeyen (her şeyi aynı anda
işiten), 2- Ey bir fiil kendisini başka bir fiilden men’
etmeyen (bütün fiilleri bir anda yapabilen), 3- Ey bir
söz kendisini başka bir sözden alıkoymayan, 4- Ey bir
istek kendisini başka bir istekten (alıkoyup) tağlît
etmeyen (kendisine karışıklık vermeyen), 5- Ey ısrar
edenlerin ısrarı kendisini bağlamayan (ısrarla yapılan
dualara ve isteklere zorlanmaksızın cevab veren), 6-
Ey mü’minlerin göğüslerini İslâmla açan (yaran,
ferahlık veren), 7- Ey zikredilmesiyle itaatkârların
kalblerini tatyîb eden (hoşnud kılan), 8- Ey
müştakların kalblerinden gaib (uzakta, gizli) olmayan,
9- Ey arzulayanların arzusunun gayesi (tek
düşünceleri) olan, 10- Ey âlemlerde hiçbir şey
kendisine gizli kalmayan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
“…İ k i n c i S ı r : Mübayenet-i mahiyet ve
adem-i tekayyüdün kolaylığa sebebiyeti ise şudur
ki: Sani-i kâinat elbette kâinat cinsinden değildir.
Mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise kâinat
dairesindeki manialar, kaydlar, O’nun önüne
geçemez. O’nun icraatını takyîd edemez. Bütün
kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat
yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’al kâinata
havale edilse, o kadar müşkilat ve karışıklığa
sebebiyet verir ki; hiçbir intizam kalmadığı gibi,
hiçbir şey dahi vücudda kalmaz. Belki vücuda
gelmez. Meselâ nasılki kemerli kubbelerdeki ustalık
san’atı o kubbedeki taşlara havale edilse ve bir
taburun zabite aid idaresi neferata bırakılsa; ya hiç
mevcuda gelmez veyahut çok müşkilat ve karışıklık
408
içinde intizamsız bir vaz’iyet alacak. Halbuki o
kubbelerdeki taşlara vaz’iyet vermek için, taş
nev’inden olmayan bir ustaya verilse.. ve taburdaki
neferatın idaresi, mertebe i’tibarıyla zabitlik
mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem
san’at kolay olur, hem tedbir ve idare sühuletli olur.
Çünki taşlar ve neferler birbirine mani’ olurlar. Usta
ve zabit ise; mani’siz her noktaya bakar, idare eder.
ْ َ ‫ل ال‬
İşte - ‫ع ٰلى‬ َ ْ ‫ه ال‬
ُ َ ‫مث‬ ِ ّ ‫و ل ِ ٰل‬
َ - Vacibü’l-Vücud’un
mahiyet-i kudsiyesi, mahiyât-ı mümkinat cinsinden
değildir. Belki bütün hakaik-ı kâinat, o mahiyetin
esmâ-i hüsnâsından olan Hakk isminin şua’larıdır.
Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vacibü’l-
Vücud’dur, hem maddeden mücerreddir, hem
bütün mahiyata muhaliftir. Misli, misali, mesîli
yoktur. Elbette o Zat-ı Zülcelal’in o kudret-i
ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın idaresi ve
terbiyesi, bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır.
Haşr-i a’zam ve dâr-ı âhiret, cennet ve cehennemin
îcadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden
bir baharda ihyaları kadar kolaydır.
Ü ç ü n c ü S ı r : Adem-i tehayyüz ve adem-i
tecezzînin nihayet derecede olan kolaylığa
sebebiyet vermelerinin sırrı ise şudur ki: Madem
Sani-i Kadîr, mekandan münezzehtir. Elbette
kudretiyle her mekanda hazır sayılır. Ve madem
tecezzî ve inkısam yoktur. Elbette her şeye karşı
bütün esmasıyla müteveccih olabilir. Ve madem her
yerde hazır ve her şeye müteveccih olur. Öyle ise
mevcudat ve vesait ve ecram, O’nun ef’aline
mümanaat etmez, ta’vik etmez. Belki -hiç lüzum
yok-, farza lüzum olsa; elektriğin telleri gibi ve
ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi, eşya
vesile-i teshilat ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i
sür’at-i ef’al hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men’
409
ve müdahale şöyle dursun; belki teshil ve tesri’ ve
îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i
Zülcelal’in tasarrufat-ı kudretine her şey itaat ve
inkıyad cihetinde -ihtiyaç yok-, eğer ihtiyaç olsa
kolaylığa vesile olur…” 516
َ ّ ‫فمن يرد ال ٰل‬
ِ ‫سل َم‬
ْ ِ ‫صدَْرهُ ل ِل‬
َ ‫ح‬ ْ َ‫ه ي‬
ْ ‫شَر‬ ُ َ ‫دي‬
ِ ‫ن َيه‬
ْ ‫هأ‬ُ ِ ِ ُ ْ َ َ
“Kime de Allah, hidayet vermek isterse, O’nun
göğsünü (kalbini) İslâm’a açar.” (En’am, 6/125)517
ّ ُ‫م ث‬
‫م‬ ْ ‫ه‬
ُ ّ ‫ن َرب‬َ ‫و‬ َ ‫خ‬
ْ ‫ش‬ ْ َ‫ن ي‬َ ‫ذي‬ ِ ّ ‫جُلودُ ال‬ُ ‫ه‬ ُ ْ ‫من‬
ِ ‫عّر‬ َ ‫ق‬
ِ ‫ش‬ ْ َ‫ت‬
ِ ّ ‫ر ال ٰل‬
‫ه‬ ِ ْ ‫م إ ِ ٰلى ِذك‬ ُ ُ ‫قُلوب‬
ْ ‫ه‬ ُ ‫و‬َ ‫م‬ْ ‫ه‬ُ ُ‫جُلود‬ ُ ‫ن‬ُ ‫ت َِلي‬
“Ondan (Kur’ân’dan) dolayı, Rablerinden
korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalbleri
Allah’ın zikrine (meyl edip yatışarak) yumuşar.”
(Zümer, 39/23)
‫فققي‬
ِ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ َ ‫ن‬
ْ ‫شقق‬ ْ ‫مقق‬
ِ ‫ه‬ِ ‫عَلققى ال ّٰلقق‬
َ ‫خ ٰفقق ى‬
ْ َ ‫مققا ي‬
َ ‫و‬
َ
‫ء‬
ِ ٓ
‫ما‬ َ
َ ‫س‬
ّ ‫في ال‬ ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ض‬ِ ‫“الْر‬Zira ne yerde, ne de
gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (İbrâhim,
14/38)518
Bir nüshada 8. nidânın yerinde:
َ ‫ب الطّققال ِِبي‬
‫ن‬ ِ ‫من ْت َ ٰه ق ى طَل َق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫“ م‬Ey
‫ ٰيا‬taleb
edenlerin taleblerinin müntehası (hedefleri,
merci’leri)!” nidâsı variddir.

516
Osmanlıca Mektubat, sahife: 398-399.. Teferruatlı bilgi için
bakınız: 29. Söz’ün İkinci Maksad’ının Üçüncü Esas’ı, 2.
Şua’, 15. Şua’ın ilim ve irade ve kudret bahisleri, 20.
Mektub’un İkinci Makam’ındaki Dokuzuncu ve Onuncu
Kelimeler, Âsâr-ı Bediiye (sahife: 34-37, -Nokta’dan- ; 129-
132, -Sünuhat’tan- )…
517

Diğer bir âyet: Zümer, 39/22.. Ayrıca Kastamonu


Lahıkası’nın 185 -189. sahifelerine müracaat edilse, faydalı
olur.
518

Sair âyetler: Âl-i İmrân, 3/5; Mü’min, 40/16.

410
-۹۸-
‫ه‬
ُ ُ‫عد‬ْ ‫و‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫ق ٰيا‬ ٌ ِ ‫ساب‬َ ‫ه‬ُ ‫م‬ُ ْ ‫عل‬
ِ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ن‬
ْ ‫م‬َ ‫هٌر ٰيا‬ َ ‫ه‬
ِ ‫ظا‬ ُ ْ‫و ل ُط‬
ُ ‫ف‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ق ٰيا‬ ٌ ‫صاِد‬
َ
َ ‫ه‬
ٌ َ ‫حك‬
‫م‬ ْ ‫م‬
ُ ‫ه‬
ُ ُ ‫و ك َِتاب‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ب‬ َ ُ‫مُره‬
ٌ ِ ‫غال‬ ْ ‫وأ‬َ ُ
‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ن‬ َ ُ‫ؤه‬
ٌ ِ ‫كآئ‬ ُ ‫ضآ‬ َ ‫و‬
َ ‫ق‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫ٰيا‬ ‫م‬
ٌ ‫دي‬
ِ ‫ق‬ ُ ُ ‫مل ْك‬
َ ‫ه‬ ُ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫د‬
ٌ ‫جي‬
ِ ‫م‬ ُ
َ ‫قْر ٰان ُُه‬
‫ه‬ ُ ‫عْر‬
ُ ‫ش‬ َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫م‬
ٌ ‫قي‬ِ ‫م‬ ُ ُ ‫ضل‬
ُ ‫ه‬ َ ‫و‬
ْ ‫ف‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ
‫م‬
ٌ ‫ظي‬ِ ‫ع‬َ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey ilmi sabık (ezelî) olan, 2- Ey va’di sadık
(doğru) olan, 3- Ey lutfu zahir (açık, âşikâr) olan, 4- Ey
emri galib olan (üstün gelen, işini üstün kılan), 5- Ey
kitabı muhkem (sağlam, doğru) olan, 6- Ey kazâsı
(hükmü, icraatı) vaki’ olan, 7- Ey Kur’ân’ı mecîd
(şerefli, kıymetli) olan, 8- Ey mülkü (saltanatı) kadîm
(ezelî) olan, 9- Ey fazlı daimî olan, 10- Ey arşı büyük
olan!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
َ َ “…ve
ً ْ ‫عل‬
‫مققا‬ ِ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫شق‬ َ ‫حققا‬
ُ ِ‫ط ب‬
ّ ‫كق‬ َ ‫ققدْ أ‬ َ ‫ن ال ٰل ّق‬
َ ‫ه‬ ّ ‫وأ‬َ
Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.” (Talâk, 65/12)

411
“…Kader, ilim nev’indendir. İlim, ma’luma tâbi’dir.
Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa ma’lum,
ilme tâbi’ değil. Yani ilim desatîri, ma’lumu haricî
vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki
ma’lumun zatı ve vücud-u haricîsi iradeye bakar ve
kudrete istinad eder. Hem ezel, mâzi silsilesinin bir
ucu değil ki; eşyanın vücudunda esas tutulup, ona
göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi
ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir
ayna misaldir. Öyle ise daire-i mümkinat içinde
uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tehayyül
edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine eşyanın tertib ile
girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm
etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir
ayna bulunsa; sağ tarafındaki mesafe mazi, sol
tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna
yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile
tutar, çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o
kadar az görür. Fakat o ayna ile yükseğe çıktıkça, o
aynanın mukabil dairesi genişlenir. Git gide bütün iki
taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu ayna şu
vaz’iyette onun irtisamında o mesafelerde cereyan
eden hâlât birbirine mukaddem - muahhar , muvafık -
muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu
için, ilm-i ezelî; -hadîsin ta’biriyle- manzar-ı a’lâdan,
ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden
tutar, ihâta eder bir makam-ı a’lâdadır.. Biz ve
muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi
mesafesinde bir ayna tarzında olsun.” 519
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın va’dinin doğru
olduğuna dâir birçok âyet ferman buyurulmuştur.
Bütün âyetleri birer birer sıralamak uzun
süreceğinden, sadece bir âyeti zikretmekle iktifa
519
Osmanlıca Sözler, s. : 683-684.

412
ediyoruz:
‫ق‬ َ َ‫ن ل‬
ٌ ‫صاِد‬ َ ‫دو‬
ُ ‫ع‬
َ ‫ما ُتو‬
َ ّ ‫“ إ ِن‬Elbette va’dolunduğunuz
(hususlar) doğrudur.” (Zariyât, 51/5)
Cenâb-ı Hakk’ın lutufkâr olduğunu gösteren
âyetler: (Yusuf, 12/100; Şûrâ, 42/19).
َ ‫ع ٰلق ى‬
‫ه‬
ِ ‫ر‬
ِ ‫مق‬
ْ ‫ٓأ‬ َ ‫ب‬
ٌ ِ ‫غققال‬ ُ ‫“ال ٰل ّق‬Allah
َ ‫ه‬ ‫و‬
َ ise, emrine
galibdir (emrini yerine getirmeye gücü yeter,
işine hâkimdir).” (Yusuf, 12/21)
ُ
‫ن‬ْ ُ‫ن ل َد‬
ْ ‫م‬ِ ‫ت‬ ْ َ ‫صل‬ ُ ‫م‬
ّ ‫ف‬ ّ ُ‫ه ث‬
ُ ُ ‫ت ٰاَيات‬
ْ ‫م‬
َ ِ ‫حك‬
ْ ‫ب أ‬
ٌ ‫ك َِتا‬
‫رٓللل ٰر‬
ٍ ‫خِبيا‬َ ٍ ‫كيم‬
ِ ‫ح‬
َ “Elif. Lâm. Râ. Bu, Hakîm ve
Habîr (olan Allah) tarafından âyetleri muhkem
kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitabdır.” (Hûd,
11/1)520
Cenab-ı Mevla’nın kaderinin kazâ olduğunu,
yani vuku’ bulduğunu ve hükmünün icra edildiğini
26. Söz ile 30. Lem’a’nın 3. Nükte’si uzun uzadıya
açıklamış olduğundan, bu mevzu’ların okunmasını
kari’lere tavsiye ederiz.
‫د‬
ٌ ‫جيقق‬
ِ ‫م‬
َ ‫ن‬ ُ ‫و‬
ٌ ‫قققْر ٰا‬ َ ‫هقق‬ ْ ‫“ َبقق‬Bilakis O, kıymetli
ُ ‫ل‬
Kur’ân’dır.” (Burûc, 85/21)521
Cenab-ı Allah’ın fazlının daimî olduğuna delâlet
eden âyetlerden birisi:
‫ت‬
ٍ ‫جّنا‬
َ ‫و‬
َ ‫ن‬
ٍ ‫وا‬َ ‫ض‬
ْ ‫ر‬ِ ‫و‬َ ‫ه‬ُ ْ ‫من‬ِ ‫ة‬ٍ ‫م‬َ ‫ح‬ْ ‫م ب َِر‬ْ ‫ه‬ُ ّ ‫م َرب‬
ْ ‫ه‬ ّ َ ‫ي ُب‬
ُ ‫شُر‬
‫م‬ٌ ‫قي‬ِ ‫م‬ُ ‫م‬ٌ ‫عي‬ِ َ ‫ها ن‬َ ‫في‬ِ ‫م‬ ْ ‫ه‬ ُ َ‫ل‬
“Rableri, onlara kendinden bir rahmet ve rıza ile
ve kendileri için içlerinde daimî bir ni’met ve
rahat bulunan cennetleri müjdeler.” (Tevbe, 9/21)

520
Şu âyetler de yukarıdaki bahisle alâkalıdır: Âl-i İmrân, 3/7;
Muhammed, 47/20.. Ayrıca 14. Söz’e de müracaat edilsin.
521
Diğer bir âyet: Kaf, 50/1.

413
ِ ‫ظيققم‬ َ ْ ‫ش ال‬
ِ ‫ع‬ َ ْ ‫ب ال‬
ِ ‫عْر‬ ّ ‫و َر‬
َ ‫ه‬ َ َ ‫ه ل إ ِل‬
ُ ّ ‫ه إ ِل‬ ُ ّ ‫“َال ٰل‬Allah;
kendisinden başka ilâh olmayıp, büyük arşın
sahibidir.” (Neml, 27/26)522
Bir nüshada 9. nidâ yerinde ‫ه‬ُ ُ ‫ضل‬ َ ‫و‬
ْ ‫ف‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬
‫م‬
ٌ ‫مي ق‬
ِ ‫ع‬
َ “Ey fazlı (keremi, ihsanı) umumî (şamil,
geniş) olan!” nidâsı vardır.

-۹۹-
‫ٰيا‬ ‫ب‬ َ َ ‫م‬ َ
ِ ‫وا‬ َ ْ ‫ح الب‬ َ ّ ‫فت‬ ُ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫ب الْرَبا‬ ّ ‫َيا َر‬
َ
‫ب‬
ِ ‫وا‬َ ّ ‫ي الث‬ َ ِ‫عط‬ ْ ‫م‬ُ ‫ب ٰيا‬ ِ ِ ‫سب َا‬ْ ‫ب ال‬ َ ّ ‫سب‬
َ ‫م‬ُ
‫ئ‬
َ ‫ش‬ ِ ْ ‫من‬ُ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫وا‬ َ ‫ص‬ّ ‫م ال‬ َ ‫ه‬ ْ ُ ‫ٰيا‬
ِ ‫مل‬
‫ب ٰيا‬ ِ ‫قا‬ ِ ْ ‫ديدَ ال‬
َ ‫ع‬ ِ ‫ش‬َ ‫ب ٰيا‬ ِ ‫حا‬َ ‫س‬ ّ ‫ال‬
‫ٰيا‬ ‫ب‬ ُ َ‫ن ل‬
ُ ‫ه ال َِيا‬ ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ب‬ِ ‫سا‬َ ‫ح‬ِ ْ ‫ع ال‬
َ ‫ري‬
ِ ‫س‬
َ
‫ب‬
ُ ‫وا‬
ّ َ ‫ٰيا ت‬ ‫فوُر‬ َ
ُ ‫غ‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ
Meal
1- Ey Rablerin Rabbi, 2- Ey kapıları açan, 3- Ey
sebebleri ortaya koyan, 4- Ey sevab veren, 5- Ey
doğruyu ilham eden, 6- Ey bulutu inşa eden (ortaya
çıkaran), 7- Ey cezası şiddetli olan, 8- Ey hesabı
çabuk olan, 9- Ey dönüş kendisine olan, 10- Ey çok

522
Başka âyetler: Tevbe, 9/129; Mü’minûn, 23/86.

414
bağışlayıcı, 11- Ey çokça tevbeleri kabul eden!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden başka
ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
Allah’tan başka Rab yoktur. Fakat yanlışlıkla ve
hata bir i’tikadla Rab zannedilen ve ilâh
tevehhüm edilenlere gelince; onlar da sâir
mahlukat gibi yaratılmışlardır, rububiyetleri
vehmîdir.523
Bir de terbiye edici ma’nasında rab vardır ki,
onların da Rabbi yalnız Allah’tır. Bu ma’nadaki rab
lafzı şu âyetlerde geçer: 12/23 (racih kavle göre) -
41- 42 - 50.
“…İslamiyetin, hristiyanlık ve sâir dinlere
cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslamiyetin
esası mahz-ı tevhiddir. Vesait ve esbaba te’sir-i
hakîkî vermiyor. Îcad ve makam cihetiyle kıymet
vermiyor. Hristiyanlık ise, <velediyet> fikrini
kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet
verir. Enaniyeti kırmaz. Adetâ rububiyet-i
ilahiyenin bir cilvesini azîzlerine, büyüklerine
verir..
َ َ ‫خا ُ أ‬
ِ ّ ‫ن ال ٰل‬
‫ه‬ ِ ‫دو‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
ِ ‫م أْر ٰباًبا‬
ْ ‫ه‬
ُ َ ‫ه ٰبان‬
ْ ‫و ُر‬
َ ‫م‬
ْ ‫ه‬
ُ ‫حَباَر‬ ‫ذو‬
ْ ٓ َ ّ ‫ا ِت‬
âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki,
hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede
olanları gurur ve enaniyetlerini muhafaza
etmekle beraber, sabık Amerika reisi Wilson gibi
mutaassıb bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan
İslâmiyet içinde dünyaca yüksek mertebede
olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya
523
Bu hususun beyanını şu âyetlerde görmemiz mümkindir: Âl-
i İmrân, 3/64-80; Tevbe, 9/31; Yusuf, 12/39.

415
dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir
kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.” 524
“… İmandan gelen hurriyet-i şer’iye iki esası
emreder:
‫ه ٰل‬ ِ ّ ‫دا ل ِ ٰل‬ً ْ ‫عب‬َ ‫ن‬َ ‫ن ٰكا‬ ْ ‫م‬ َ ..‫ل‬ َ ّ ‫و ٰل ي َت َذَل‬ َ ‫ل‬ َ ّ ‫ن ٰل ي ُذَل‬
ْ
َ
‫ضا أْر ٰباًبا‬ ً ‫ع‬ ُ ْ ‫ع‬ ْ ُ
ْ َ‫م ب‬ ْ ‫ضك‬ ُ ‫ع‬ ْ َ‫ل ب‬ َ ‫ج‬ ْ َ ‫ ٰل ي‬..‫عباِد‬ ِ ‫دا ل ِل‬ً ْ ‫عب‬َ ‫ن‬ ُ ‫ي َكو‬
‫ة‬
ُ ّ ‫عطِي‬ َ ‫ة‬ ُ ّ ‫عي‬ ِ ‫شْر‬ ّ ‫ة ال‬ ُ ّ ‫حّري‬ ُ ْ ‫ ا َل‬: ‫م‬ ْ ‫ع‬
َ َ ‫ ن‬..‫ه‬ ِ ّ ‫ن ال ٰل‬ ِ ‫دو‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ
‫ن‬ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫الّر‬
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve
istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete
düşürmemek.. ve zâlimlere tezellül etmemek.
Allah’a hakîkî abd olan, başkalara abd olamaz.
Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rabb
yapmayınız. Yani Allah’ı tanımayan; her şeye,
herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm
eder, başına musallat eder. Evet hurriyet-i şer’iye,
Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir
ihsanıdır ve îmanın bir hâssasıdır…” 525
‫ر‬ َ َ ‫ف‬
َ “Hemen
ٍ ‫مق‬
ِ ‫ه‬
َ ْ ‫من‬
ُ ‫ء‬
ٍ ٓ
‫مققا‬
َ ِ‫ء ب‬
ِ ٓ
‫ما‬
َ ‫سق‬
ّ ‫ب ال‬
َ ‫وا‬
َ ْ ‫حَنآ أب‬
ْ َ ‫فت‬
ardından göğün kapılarını sağnak bir su (yağmur)
ile açıverdik.” (Kamer, 54/11)526
“…Esbab içinde bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en
geniş ve tasarrufatı en vasi’, insandır. İnsanın dahi en
zahir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zahiri, ekl ve kelam
524
Osmanlıca Mektubat, sahife: 512.

525
Hutbe-i Şamiye, sahife: 61 - 62.. Sair alâkalı yerler: 30.
Söz’ün 1. Maksad’ı, 32. Söz’ün 2. Mevkıf’ının 3.
Maksad’ındaki beş işaret, 20. Mektub’un Onuncu
Kelimesi’nin zeyli, 29. Mektub’un 7. Kısmının İkinci İşareti,
23. Lem’a, 2. Şua’…

526
Kapıların açılışı ile ilgili diğer âyetler: En’am, 6/44;
A’raf, 7/40; Hicr,
15/14; Mü’minûn, 23/77; Sâd, 38/50; Zümer, 39/71, 73.
416
ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu
yemek, söylemek, düşünmek ise; gayet muntazam,
acîb, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz
cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir
cüz’üdür. Mesela yemekten; bedenin tegaddî-i
huceyratından tut, tâ semeratın teşekkülüne kadar
olan silsile-i ef’al içinde insanın dest-i ihtiyarına
verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik
edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden,
yalnız meharic-i huruf kalıplarına havayı sokup
çıkarmaktır. Halbuki ağzındaki bir tek kelime, bir
çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde
milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla
dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle,
insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın
kısacık eli nasıl yetişir?!…
Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar
sahibi olan insan, böyle hakîkî îcaddan eli bağlansa;
sâir cemadat ve behîmat ve anâsır ve tabiat nasıl
hakîkî mutasarrıf olabilirler?!… Yalnız, o esbab birer
zarftır ve masnuat-ı rabbaniyeye birer kılıftırlar ve
hedayayı rahmaniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir
padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan
mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o
padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik
tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de:
Esbab-ı zahiriye ve vesait- sûriyenin, rububiyet-i
ilahiyeden hiçbir cihette hıssaları olamaz. Hizmet-i
ubudiyetten başka nasibleri yoktur.” 527
‫ب‬ َ ‫ن َثقق‬
ِ ‫وا‬ َ ‫سقق‬
ْ ‫ح‬
ُ ‫و‬َ ‫ب الققدّن َْيا‬ َ ‫ه َثقق‬
َ ‫وا‬ ّٰ ‫م ال‬
ُ ‫لقق‬ ُ ‫ه‬ َ
ُ ‫ف ٰاَتققا‬
‫ة‬
ِ ‫خققَر‬
ِ ‫“ ٰل‬Allah,
‫ا‬ onlara dünya sevabını (yaptıkları
güzel amellere karşılık dünya ni’metini) ve âhiret
527
Osmanlıca Sözler, s. : 896-897.. İlgili bahisler: 22. Söz’ün
2. Makam’ının birinci lem’ası, 11. Şua’ın 11. Mes’ele’si, 23.
Lem’a’nın birinci kelimesi, 17. Lem’a’nın 13. Nota’sının
dördüncü mes’elesi, Mesnevî-i Nuriye (sahife: 10 -11)…
417
sevabının güzelini (cenneti) vermiştir.” (Âl-i İmrân,
3/148)528
َ َ “O’na kötülüğünü
‫هققا‬ َ ‫وا‬ َ ‫ق‬ ْ َ‫و ت‬ َ ‫هققا‬ َ ‫جوَر‬ ُ ‫ف‬ ُ ‫ها‬ َ ‫م‬ َ ‫ه‬َ ْ ‫فأل‬
de, takvasını da ilham etmiştir.” (Şems, 91/8)
İlham bahsi, 79. Ukde’de geçtiği için, burada
tekrar açıklama yapılmamıştır.
‫ل‬َ ‫قققا‬ َ ّ ‫ب الث‬ َ ‫حا‬َ ‫سق‬ ّ ‫ئ ال‬ ُ ‫ش‬ِ ْ ‫و ي ُن‬ َ “…ve ağır (yağmur
yüklü) bulutları ortaya çıkarandır.” (Ra’d, 13/12)
‫ب‬ِ ‫قا‬ َ ‫ع‬ ِ ْ ‫ديدُ ال‬ ِ ‫ش‬ َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ِ ‫“ إ‬Şübhesiz Allah, cezası
şiddetli olandır.” (Bakara, 2/211; Maide, 5/2; Enfal,
8/13; Haşr, 59/4 -7)529
‫ب‬ ِ ‫سا‬ َ ‫ح‬ ِ ْ ‫ع ال‬ ُ ‫ري‬ِ ‫س‬ َ ‫ه‬ َ ّ ‫ن ال ٰل‬ ّ ِ ‫“إ‬Şübhesiz Allah, hesabı
çabuk olandır.” (Âl-i İmrân, 3/19, 199; Maide, 5/4;
İbrâhim, 14/51; Mü’min, 40/17)530
‫م‬ ْ ‫ه‬ ُ َ ‫ن إ ِل َي َْنقققآ إ َِيقققاب‬
ّ ِ ‫“ إ‬Şübhesiz onların dönüşü
bizedir.” (Gaşiye, 88/25)531
Furkan-ı Hakîm’de 91 yerde Gafûr ismi ve 11
yerde de Tevvab ismi mezkurdur.
-۱۰۰-
‫َيآإ ِٰلهََنا‬ َ ِ ‫مآئ‬
‫ك ٰيا َرب َّنا‬ َ َ ُ ‫و أ َسئ َل‬
َ ‫س‬
ْ ‫ك ب ِأ‬ ْ َ
‫ٰيا‬ ِ ‫ٰيا َنا‬
‫صَرَنا‬ ‫و ٰليَنا‬ َ ‫ٰيا‬
ْ ‫م‬ ‫سي ّدََنا‬
َ ‫ٰيا‬

528

Yine bak: Âl-i İmrân, 3/145.

529
Aynı izafenin geçtiği âyetler: Bakara, 2/196; Âl-i İmrân,
3/11; Maide, 5/98; Enfal, 8/25, 48, 52; Ra’d, 13/6; Mü’min,
40/3, 22.

530
Aynı izafe ile: Bakara, 2/202; Ra’d, 13/41; Nur, 24/39.

531
Diğer bir âyet: Ra’d, 13/36.

418
‫ٰيا‬ َ ‫ز‬
‫قَنا‬ ِ ‫ٰيا َرا‬ َ ‫فظََنا ٰيا‬
‫قاِدَرَنا‬ ِ ‫حا‬
َ
‫غيث ََنا‬ ُ ‫دَِليل ََنا ٰيا‬
ِ ‫م‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

Meal
Hem senden senin isimlerinle istiyorum: 1- Ey
Rabbimiz, 2- Ey İlahımız, 3- Ey seyyidimiz
(hazretimiz), 4- Ey mevlâmız (sahibimiz), 5- Ey
yardımcımız, 6- Ey koruyucumuz, 7- Ey gücü
yetenimiz (kudretlimiz), 8- Ey razıkımız (bizi
rızıklandıran), 9- Ey yol göstericimiz, 10- Ey
imdadcımız (imdadımıza yetişen)!
Seni tesbih ederiz. Ey Eman, Eman! Senden
başka ilâh yoktur! Bizi ateşten halas eyle.
Şerh
َ َ ‫ٓ إن ّققق‬
‫م‬ َ ْ ‫ع ال‬
ُ ‫عِليقق‬ ُ ‫مي‬
ِ ‫سققق‬
ّ ‫ت ال‬
َ ‫ك أن ْققق‬ ِ ‫من ّقققا‬
ِ ‫ل‬ َ َ ‫َرب ّ ن ٰققق ا ت‬
ْ ‫قب ّققق‬
“Rabbimiz! Bizden (yaptığımız hayırlı işleri) kabul
eyle. Şübhesiz sen en iyi işitici ve bilensin” (Bakara,
2/127). Kitab-ı Mübîn’de 70 yerde dua veya nidâ
şeklinde ‫رب ّ ٰنا‬
َ “Rabbimiz!” izafesi variddir.
‫ن‬ ِ ‫وم ِ ال ْك َققا‬ َ ْ ‫عل َققى ال‬ َ ‫ول ََنا‬ َ
َ ‫ري‬
ِ ‫ف‬ ْ ‫قق‬ َ ‫ص قْرَنا‬
ُ ْ ‫فان‬ ْ ‫م‬
َ ‫ت‬
َ ْ ‫أن‬
“Sen mevlâmızsın. Kâfir topluluğa karşı bize
nusret ver.” (Bakara, 2/286)532
‫ن‬َ ‫ري‬
ِ ‫صق‬
ِ ‫خي ْقُر الّنا‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬
ُ ‫و‬ ْ ُ ‫ول َك‬
َ ‫م‬ ْ ‫م‬ ُ ّ ‫ل ال ٰل‬
َ ‫ه‬ ِ َ ‫“ب‬Bilakis
Allah, mevlânızdır. Hem de O, yardım edenlerin
532
Diğer bir âyet: Tevbe, 9/51.

419
en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/150)
‫ظققا‬ً ‫ف‬ ِ ‫خْيققٌر ٰحا‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫فققال ٰل‬ َ
“Allah ise, en hayırlı
koruyucudur.” (Yusuf, 12/64)
‫د‬
ٌ ‫حقق‬ِ ‫“َو ِإ ٰلُهَنلللا َو ِإ ٰلُهُكلللْم ٰوا‬Bizim ilahımız da, sizin
ilahınız da birdir (aynı zat-ı akdestir)” (Ankebut,
29/46).
‫قققاِدٌر‬ َ َ‫ه ل‬ِ ‫عقق‬
ِ ‫ج‬ ْ ‫ع ٰلقق ى َر‬ َ‫ه‬ ُ ‫“ إ ِّنقق‬Şübhesiz O, onu
iadeye (tekrar yaratıp diriltmeye elbette kadirdir.”
(Tarık, 86/8)533
‫ن‬
َ ‫قيقققق‬ ِ ‫ز‬
ِ ‫خْيققققُر الّرا‬ َ ‫ه‬ ُ ٰ ّ ‫“ال‬Zira
‫لقققق‬ ‫و‬
َ Allah,
rızıklandıranların en hayırlısıdır.” (Cum’a, 62/11).
َ ْ ‫ه‬ َ
“‫ة‬ ٍ ‫ع ٰلىت ِ ٰجاَر‬ َ ‫م‬ ْ ُ ‫ل أدُل ّك‬ َ ‫مُنوا‬ َ ‫ن ٰا‬ ِ ّ ‫ها ال‬
َ ‫ذي‬ َ ّ ‫َيآ أي‬
َ
ٍ ‫ب أِليم‬ ٍ ‫ع ٰذا‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫م‬ ْ ُ ‫جيك‬ ِ ْ ‫ت ُن‬Ey inanmış olanlar! Size,
acıklı bir azabdan sizi kurtaracak bir ticaret
göstereyim mi?…” (Saff, 61/10) âyeti; Cenab-ı
Allah’ın, delâlet edici (yol gösterici) olduğunu
bildirmektedir.
َ
‫ن‬ َ ‫مق‬ ِ ‫جَنقا‬ ّ َ‫و ن‬ َ ‫جْرَنا‬ ِ ‫وأ‬ َ ‫صَنا‬ ْ ّ ‫خل‬ َ ‫م َرب َّنا‬ َ ‫ه‬ُ ّ ‫َال ٰل‬
‫خلَنققا‬ ِ ْ‫و أ َد‬ َ ‫عّنققا‬ َ ‫ف‬ ُ ‫عقق‬ ْ ‫وا‬ َ ‫فَنققا‬ ِ ‫عا‬ َ ‫و‬ َ ‫ر‬ ِ ‫الّنققا‬
‫ك ي َققا‬ َ ‫و‬ ْ ‫ع‬ َ َ ‫س‬ ُ ‫داَر‬ َ ْ ‫ال‬
ِ ‫فق‬ َ ِ‫ر ب‬ ِ ‫ع الب َْرا‬ َ ‫م‬ َ ‫ك‬ ِ ْ‫قد‬ َ ‫ة‬ َ ّ ‫جن‬
‫ق‬
ّ ‫حق‬ َ ِ‫ك ب‬ َ ُ ‫س قأ َل‬ َ
ْ ‫وأ‬ َ ‫فققاُر‬ ّ ‫غ‬َ ‫ك َيا‬ َ ِ ‫ضل‬ ْ ‫ف‬ َ ِ ‫جيُر ب‬ ِ ‫م‬ُ
َ
‫و‬ َ ‫ة‬ ِ ‫ف‬ َ ‫ري‬ ِ ‫شققق‬ ّ ‫ة ال‬ ِ ‫مققق‬ َ ‫ري‬ ِ َ ‫ء ال ْك‬ ِ ‫ما‬ َٓ ‫سققق‬ ْ ‫ه ال‬ ِ ‫ذ‬ ِ ‫هققق‬ ٰ
َ ‫فقق‬
‫ي‬ َ ّ ‫صققل‬ َ ُ‫ن ت‬ ْ ‫ةأ‬ ِ َ ‫طي‬ ِ ّ ‫ة الل‬ ِ ‫جِليَلقق‬ َ ْ ‫ت ال‬ ِ ‫فا‬ َ ‫صقق‬ ّ ‫ال‬
‫ه‬ِ ِ ‫حب‬ ْ ‫صق‬ َ ‫و‬ َ ‫ه‬ ِ ‫ٓ ٰال ِق‬ ‫ع لٰ ق ى‬ َ ‫و‬ َ ‫د‬ ٍ ‫م‬ ّ ‫ح‬ َ ‫م‬ُ ‫دَنا‬ ِ ّ ‫سي‬ َ ‫ع ٰلى‬ َ
‫ي‬ َ ِ ‫س قب‬ ْ ‫ح‬ َ ‫ه‬ ِ ‫سم ِ ال ٰل ّق‬ ْ ِ‫د ب‬ ٍ ‫م‬ ّ ‫ح‬ َ ‫م‬ ُ ‫ت‬ ِ ‫سَنا‬ َ ‫ح‬ َ ‫عدَِد‬ َ ِ‫ب‬

533
Sair âyetler: En’am, 6/37, 65; İsrâ, 17/99; Yâsîn, 36/81;
Ahkaf, 46/33; Kıyame, 75/40.

420
‫و‬ ‫هق َ‬ ‫ل ُ‬ ‫قق ْ‬ ‫ه ُ‬ ‫هدَ ال ٰل ّ ُ‬ ‫ش ِ‬ ‫ه َ‬ ‫ه إ ِل ّ ال ٰل ّ ُ‬ ‫لل َ‬ ‫ه اِ ٰ‬
‫ٓ‬ ‫ال ٰل ّ ُ‬
‫ه‬ ‫لقق ُ‬ ‫ك ال ّٰ‬ ‫ه ت ََباَر َ‬ ‫ي ال ٰل ّ ُ‬ ‫ه َرب ّ َ‬ ‫ٓ ٰل ّ ُ‬ ‫شا‬ ‫ماءَ َال‬ ‫ه َ‬ ‫ال ٰل ّ ُ‬
‫ه‬
‫ِ‬ ‫ققق‬ ‫عَلققققى ال ّلق ٰ‬ ‫ت َ‬ ‫وك ّل ْ ُ‬ ‫ه َتقققق َ‬ ‫ُ‬ ‫ققق‬ ‫عققققاَلى ال ّلق ٰ‬ ‫تَ َ‬
‫م‬ ‫عِليقق ُ‬ ‫ع ال ْ َ‬ ‫مي ُ‬ ‫س ِ‬ ‫و ال ّ‬ ‫ه َ‬ ‫و ُ‬ ‫ه َ‬ ‫م ال ٰل ّ ُ‬ ‫ه ُ‬ ‫فيك َ ُ‬ ‫سي َك ْ ِ‬ ‫ف َ‬ ‫َ‬
‫ن‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫لإ ٰله ا ِل ّ َ‬ ‫حان َ َ‬
‫ما ُ‬ ‫ن ال َ‬ ‫ما ُ‬ ‫ت ال َ‬ ‫ٓ أن ْ َ‬ ‫ك َيا ٓ ِ َ‬ ‫سب ْ َ‬ ‫ُ‬
‫ك أ َن ْقت ك َمققا َ‬ ‫عل َي ْق َ‬ ‫ٓ ُ‬
‫ت‬ ‫ٓ أث ْن َي ْق َ‬ ‫َ‬ ‫َ‬ ‫ٓء ً َ‬ ‫صققي ث َن َققا‬ ‫ح ِ‬ ‫لأ ْ‬
‫م‬ ‫حيقق ُ‬ ‫ن َيا َر ِ‬ ‫ح ٰم ُ‬ ‫ه َيا َر ْ‬ ‫يا ٰل ّ ُ‬ ‫ك ََال‬
‫ٓ‬ ‫س َ‬ ‫ف ِ‬ ‫ع ٰلى ن َ ْ‬ ‫َ‬
‫ك بمققا َ‬ ‫كور أ َ َ‬
‫ه‬ ‫صققي ْت ُ ُ‬ ‫ح َ‬ ‫ٓأ ْ‬ ‫سأل ُ َ ِ َ‬ ‫ْ‬ ‫ش ُ ُ‬ ‫فوُر َيا َ‬ ‫غ ُ‬ ‫َيا َ‬
‫َ‬
‫ك‬ ‫فات ِ َ‬ ‫صق َ‬ ‫و ِ‬ ‫س ق ٰنى َ‬ ‫ح ْ‬ ‫ك ال ْ ُ‬ ‫ماِ َ‬ ‫س ق َئ‬
‫ٓ‬ ‫نأ ْ‬ ‫م ْ‬ ‫ك ِ‬ ‫عل َي ْ َ‬ ‫َ‬
‫ٓمقق َ‬
‫و‬ ‫فققَر ِلققي َ‬ ‫غ ِ‬ ‫ن تَ ْ‬ ‫ةأ ْ‬ ‫ك الّتا ّ ِ‬ ‫مات ِ َ‬ ‫و ك َل ِ َ‬ ‫عل َْيا َ‬ ‫ال ْ ُ‬
‫و‬ ‫ُ‬
‫سققي َ‬ ‫دِن الّنوْر ِ‬ ‫عي ٍ‬ ‫س ِ‬ ‫سَتاِذي َ‬ ‫و ل ْ‬ ‫ي َ‬ ‫وال ِدَ ّ‬ ‫لِ َ‬
‫ن‬ ‫مِني َ‬ ‫ؤ ِ‬ ‫مقق ْ‬ ‫ع ال ْ ُ‬ ‫مي ِ‬ ‫ج ِ‬ ‫و لِ َ‬ ‫ر َ‬ ‫ل الّنو ِ‬ ‫سائ ِ ِ‬ ‫ة َر َٓ‬ ‫ل ِطَل َب َ ِ‬
‫ت‬ ‫ما ِ‬ ‫س قل ِ َ‬ ‫م ْ‬ ‫و ال ْ ُ‬ ‫ن َ‬ ‫مي َ‬ ‫س قل ِ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫و ال ْ ُ‬ ‫ت َ‬ ‫مَنا ِ‬ ‫ؤ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫و ال ْ ُ‬ ‫َ‬
‫مَنققا‬ ‫َ‬ ‫ال َ ْ‬
‫ح َ‬ ‫و ت َْر َ‬ ‫ت َ‬ ‫وا ِ‬ ‫مقق َ‬ ‫و ال ْ‬ ‫م َ‬ ‫هقق ْ‬ ‫من ْ ُ‬ ‫ء ِ‬ ‫يققا ِ‬‫ح َٓ‬
‫ك‬ ‫وا َ‬ ‫سق َ‬ ‫ن ِ‬ ‫مق ْ‬ ‫ة َ‬ ‫مق ِ‬ ‫ح َ‬ ‫ن َر ْ‬ ‫ع ْ‬ ‫ها َ‬ ‫غِنيَنا ب ِ َ‬ ‫ة تُ ْ‬ ‫م ً‬ ‫ح َ‬ ‫َر ْ‬
‫و‬ ‫ن تَ ْ‬ ‫َ‬ ‫قققق َ‬ ‫خل ْ ِ‬
‫جن َقققا َ‬ ‫وآئ ِ َ‬ ‫ح َ‬ ‫ي َ‬ ‫ضققق َ‬ ‫ق ِ‬ ‫وأ ْ‬ ‫ك َ‬ ‫ن َ‬ ‫مققق ْ‬ ‫ِ‬
‫و‬ ‫ة َ‬ ‫خقَر ِ‬ ‫و ا ٰل ِ‬ ‫دنَيا َ‬ ‫فققي الق ّ‬ ‫ؤال ََنا ِ‬ ‫سق َ‬ ‫عطِي َن َققا ُ‬ ‫تُ ْ‬
‫ة‬ ‫م ِ‬ ‫و ال ْك ََرا َ‬ ‫ة َ‬ ‫هادَ ِ‬ ‫ش َ‬ ‫و ال ّ‬ ‫ة َ‬ ‫عادَ ِ‬ ‫س َ‬ ‫م ل ََنا ِبال ّ‬ ‫خت ِ َ‬ ‫تَ ْ‬
‫ي‬ ‫ز َ‬ ‫جق ِ‬ ‫و تَ ْ‬ ‫ق ال قدّن َْيا َ‬ ‫ف قَرا ِ‬ ‫عن ْ قدَ ِ‬ ‫ش ق ٰرى ِ‬ ‫و ال ْب ُ ْ‬ ‫َ‬
‫مققا‬ ‫عن ّققا َ‬ ‫م َ‬ ‫س قل ّ َ‬ ‫و َ‬ ‫ه َ‬ ‫عل َي ْق ِ‬ ‫ه َ‬ ‫صّلى الل ُ‬ ‫مدا ً َ‬ ‫ح ّ‬ ‫م َ‬ ‫ُ‬
‫ن ل َ ت َك ِل ََنا َ‬ ‫َ‬ ‫و أَ ْ‬
‫ع لٰ ق ى‬ ‫وأ ْ‬ ‫ه َ‬ ‫ق ُ‬ ‫ح ّ‬ ‫ست َ ِ‬ ‫م ْ‬ ‫و ُ‬ ‫ه َ‬ ‫هل ُ ُ‬ ‫ه َ‬ ‫ُ‬
‫ن‬ ‫ل لٰ ق ى َ‬ ‫سَنا طَْر َ‬ ‫أ َن ْ ُ‬
‫مق ْ‬ ‫د ِ‬ ‫حق ٍ‬ ‫ٓأ َ‬ ‫ٓ‬‫و إِ‬ ‫ن َ‬ ‫عي ْ ق ٍ‬ ‫ة َ‬ ‫ف َ‬ ‫ف ِ‬
‫َ‬ ‫ك و ت ُصل ِح ل ََنا َ ْ‬ ‫خل ْ ِ‬
‫س قَنا‬ ‫حُر َ‬ ‫ن تَ ْ‬ ‫وأ ْ‬ ‫ش قأن ََنا َ‬ ‫ْ َ‬ ‫ق َ َ‬ ‫َ‬
‫‪421‬‬
‫ك‬ َ ‫فظَن َققا ب ُِرك ْن ِق‬ َ ‫ح‬ ْ َ‫و ت‬ َ ‫م‬ ُ ‫ك ال ِّتي ل َ ت َن َققا‬ َ ِ ‫عي ْن‬ َ ِ‫ب‬
‫و‬ َ ِ ‫كققَرام‬ ْ ِ ‫و ال‬ َ ‫ل‬ ِ َ ‫جل‬ َ ْ ‫ذا ال‬ َ ‫م َيققا‬ ُ ‫ذي ل َ ُيققَرا‬ ِ ّ ‫ال‬
َ
‫ه‬
ِ ‫ذ‬ ِ ‫ه ٰهق‬ ِ ‫عل َْيق‬ َ ‫ق‬ َ ‫عّلق‬ ُ ‫ن‬ ْ ‫مق‬ ّ ‫ع‬ َ ‫و‬ َ ‫عّنا‬ َ ‫ف‬ َ ‫ر‬ ِ ‫ص‬ْ َ‫ن ت‬ ْ ‫أ‬
َ
‫و‬ َ ‫س‬ ِ ‫و ال ِْنقققق‬ َ ‫ن‬ ّ ‫جقققق‬ ِ ْ ‫ة ال‬ َ ‫فقققق‬ َ ‫ٓءُ ٰا‬ ‫ما‬ َ ‫سقققق‬ ْ ‫ال‬
‫ة‬َ ‫كقق‬ َ َ‫و دَك ْد‬ َ َ ‫و َزل َْزَلقق‬ ّ ‫ال‬
َ ‫ض‬ ِ ‫ة الْر‬ َ ‫ن‬ ِ ‫طي‬ ِ ‫شققَيا‬
‫و‬ َ ‫ن‬ ِ ‫عو‬ ُ ‫ة الطّققا‬ َ ‫فق‬ َ ‫و ٰا‬ َ ‫ه‬ ِ ِ ‫ش قي َت‬ ْ ‫خ‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ل‬ ِ ‫جَبا‬ ِ ْ ‫ال‬
‫و‬ َ ‫ح‬ ِ ‫ر‬ ِ ‫وا‬ َ ‫جقق‬ َ ْ ‫ع ال‬ َ ‫جقق‬ َ ‫و‬ َ ‫و‬ َ ‫ء‬ ِ ٓ‫سو‬ ّ ‫ن ال‬ َ ْ ‫عي‬ َ ‫و‬ َ ‫ء‬ ِ ‫با‬َٓ ‫و‬َ ْ ‫ال‬
‫و‬ َ ‫ش قّر‬ َ ‫ل‬ ّ ‫ن ك ُق‬ ْ ‫م‬ ِ ‫فظََنا‬ َ ‫ح‬ ْ َ‫و ت‬ َ ‫ت‬ ِ ‫فا‬ َ ‫َٓر ا ٰل‬ ‫سا‬ ِ ‫َئ‬
‫و‬ َ ‫ة‬ َ ‫فَيقق‬ ِ ‫عا‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ة‬ َ ‫م‬ َ َ ‫سققل‬ ّ ‫قَنققا ال‬ َ ‫و ت َْرُز‬ َ ‫ء‬ ٍ ٓ ‫سققو‬ ُ
‫ك ي َققا‬ َ ‫مت ِق‬ َ ‫ح‬ ْ ‫ة ب َِر‬ ِ ‫خ قَر‬ ِ ‫و ا ٰل‬ َ ‫في ال قدّن َْيا‬ ِ ‫خي َْر‬ َ ْ ‫ال‬
‫لقق ى‬ ٰ ‫ع‬ َ ‫ه‬ ّٰ ‫صققّلى ال‬ َ
ُ ‫لقق‬ َ ‫و‬ َ ‫ن‬ َ ‫ميقق‬ ِ ‫ح‬ ِ ‫م الّرا‬ َ ‫حقق‬ َ ‫أْر‬
‫و‬
َ ‫ه‬ ِ ِ ‫و ٰال‬ َ ‫د‬ ٍ ‫م‬ ّ ‫ح‬ َ ‫م‬ ُ ‫دَنا‬ ِ ّ ‫سي‬ َ
َ ‫صحبه‬
‫ب‬ّ ‫ه َر‬ ِ ‫مدُ لل‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫و ال‬ َ ‫ن‬ َ ‫عي‬ ِ ‫م‬َ ‫ج‬ ْ ‫ٓأ‬ ِ ِ ْ َ
‫ن‬َ ‫مي‬ ِ َ ‫عال‬ َ ْ ‫ال‬
Meal
Allahım! Rabbimiz! Bizi ateşten
(cehennemden) halas eyle, koru ve kurtar. Bize
âfiyet ver. Bizi afv et. İyi kimselerle birlikte, Senin
kudsî yurdun olan cennete bizi dahil kıl. Ey
koruyucu! Afvınla (günahlarımızı afv ederek).. Ve
ey bağışlaması bol olan! Fazlınla (bizleri
cennetine idhal eyle).
Hem Senden; bu kerîm ve şerîf isimlerin ve
celîl (yüce) ve latîf sıfatların hakkı için, Efendimiz
Muhammed (s.a.v.)’e ve O’nun âl ve ashabına
-Muhammed (s.a.v.)’in hasenatı sayısınca- salât

422
(rahmet) etmeni istiyorum.
Allah’ın adıyla.. Allah bana kâfîdir.. Allah’tan
başka ilâh yoktur. Allah şahid olmuştur.. De ki: O,
Allah’tır.. Allah’ın dilediği (olur).. Rabbim Allah’tır..
Allah’ın şanı yücedir.. Allah, ulvî ve âlîdir.. Allah’a
tevekkül ettim.. (Merak etme), Allah, onlara karşı
sana kâfî olduğunu gösterecektir. Zira O, çok iyi
işiten ve bilendir.. Seni tesbih ederiz. Ey Eman,
Eman! Senden başka ilâh yoktur! Senin kendin
için getirdiğin senâ gibi, (ben) sana herhangi bir
senâ (övgü) sıralayamam. (Senin senânı layıkıyla
yapamam, yapmaktan âcizim).
Ey Allah! Ey Rahman! Ey Rahîm! Ey Gafûr (çok
bağışlayıcı)! Ey Şekûr (şükrün karşılığını veren)!
Senin için sıralayıp saydığım en güzel isimlerin,
en yüksek sıfatların ve tam (bütün) kelimelerin ile
Senden; beni, Üstadım Said Nursî’yi, Resail-i Nur
(Nur Risaleleri) talebelerini ve bütün (erkek ve
kadın) mü’min ve mü’mineleri ve müslim ve
müslimeleri, onlardan hayatta olanları ve
ölmüşleri bağışlamanı.. Senden başka herhangi
bir mahlukunun merhametine muhtaç etmeyecek
bir rahmetle bize merhamet etmeni..
ihtiyaçlarımızı karşılamanı.. dünyada ve âhirette
isteğimizi vermeni.. dünyadan ayrılırken bize
saadet, şehadet (şehidlik), keramet ve müjde ile
(hüsn-ü) hâtime vermeni.. bizim bedelimize
Muhammed’e, -Allah, O’na salât ü selam eylesin-
ehil (layık) ve müstahık olduğu mükâfatı
vermeni.. göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa),
bizi nefsimize (kendimize) i’timad ettirmemeni ve
herhangi bir mahlukuna bırakmamanı.. bizim
durumumuzu düzeltmeni.. uyumayan gözünle bizi

423
korumanı.. (erişilmez derecede yüce olmakla
birlikte) uzak kalınamayan desteğinle bizi -ey
celal ve ikram sahibi!- muhafaza etmeni.. bizden
ve bu isimler üzerinde takılmış olanlardan (bu
isimleri, yani Cevşen’i yanında taşıyanlardan),
cinlerin ve insanların ve şeytanların âfetini, yerin
zelzelesini, O’nun (Allah’ın) korkusundan dolayı
dağların paramparça olmasını, tâun ve veba
(kolera) âfetini, kötü gözü (nazar değmesini),
uzuvların sızısını ve sâir âfetleri def’ etmeni.. bizi
bütün şer ve kötülükten korumanı ve bize
dünyada ve âhirette selamet, âfiyet ve hayır
vermeni rahmetinden -ey merhametlilerin en
merhametlisi!- istiyorum.
Allah (c.c.), Efendimiz Hazret-i Muhammed’e
ve O’nun bütün âl ve sahâbesine salât eylesin.
Hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’a mahsustur.
Şerh
َ َ
Bir nüshada: ‫ن‬ ُ ‫ما‬َ ‫ن ال‬ ُ ‫ما‬َ ‫ ا َل‬yerine ‫ث‬ ُ ‫و‬ْ ‫غ‬َ ْ ‫ث ال‬
ُ ‫و‬ َ ْ ‫ال‬
ْ ‫غ‬
“Gavs, Gavs! (İmdad eyle, meded ver! Ey imdada
yetişen, yardımını gönderen!)” ibaresi varid
olmuştur. Yine bir nüshada:
‫عل ْ ٰيا‬ َ “…ve en
ُ ْ ‫ك ال‬
َ ِ ‫ص ٰفات‬ ‫و‬
ِ yerine
َ ‫عل ْ ٰيا‬
ُ ْ ‫ك ال‬ َ ِ ‫م ٰثال‬ ْ ‫و أ‬ َ
yüksek misallerin (temsillerin)…” metni
ُ َ ‫مثققا‬ َ
mevcuddur. ‫ل‬ ْ ‫ ال‬lafzı, ‫ل‬ ُ ‫مَثقق‬ َ ْ ‫ ا َل‬kelimesinin
cemisidir.
‫ع لقٰقق ى‬ ْ َ ‫ل ال‬
ُ ‫مَثققق‬ َ ْ ‫ه ال‬
ِ ‫“ّلقٰقق‬En ِ‫و ل‬َ yüksek misal
534
(temsiller) ise, Allah’ındır.” (Nahl, 16/60)
Furkan-ı Hakîm’de birçok yerde mesel ve
temsillerle beyanat ve açıklamalar ferman
buyurulmuştur. En derin hakikatlar, teşbih ve temsil
534
Yine bakınız: Rum, 30/27.

424
yoluyla akla yatkın olarak îzah edilmiştir. Bu sır,
Kur’ân’ın ma’nevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’a da
aksetmiş olmalı ki, onda da böyle bir hâssa vardır:
“…Çünki yazılan Sözler; tasavvur değil, tasdiktir..
teslim değil, îmandır.. ma’rifet değil, şehadettir,
şuhuddur.. taklid değil, tahkiktir.. iltizam değil,
iz’andır.. tasavvuf değil, hakikattır.. da’va değil, da’va
içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski
zamanda esasat-ı îmaniye mahfuzdu. Teslim kavî idi.
Teferruatta âriflerin ma’rifetleri delilsiz de olsa,
beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda
dalalet-i fenniye elini esasata ve erkana uzatmış
olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden
Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal; Kur’ân-ı Kerîm’in
en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir
şu’lesini acz ve za’fıma, fakr ve ihtiyacıma
merhameten, hizmet-i Kur’ân’a âid yazılarıma ihsan
etti. ُ‫مد‬ ْ ‫ح‬ َ ْ ‫ه ال‬
ِ ّ ‫فل ِ ٰل‬
َ , sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak
hakikatlar, gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil
cihetü’l-vahdetiyle en dağınık mes’eleler toplattırıldı.
Hem sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakaika
kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle
hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın
bir yakîn-i îmaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm
ve hayal, hatta nefis ve heva teslime mecbur olduğu
gibi, şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu…” 535
Yukarıdaki metinde geçen ‫ه‬
َ
ُ ُ ‫صقققي ْت‬
َ ‫ح‬
ْ ‫ أ‬ibaresi,
‫ه‬ َ
ُ َ ‫صققي ْت‬
َ ‫ح‬ْ ‫ أ‬şeklinde fetha olarak da okunabilir. O
takdirde ma’na: …sıralayıp saydığın… diye ifade edilir
ki; sayan, Allah Teâlâ olmuş olur.
…‫ه‬ ِ ‫س قم ِ ال لٰ ّق‬ ِ‫ب‬
ْ “…Allah’ın adıyla…” (Fatiha, 1/1;
Hûd, 11/41; Neml, 27/30) âyetleri, besmeleye nazar-ı
dikkati çektikleri gibi; ayrıca Kur’ân’da 112 yerde
535
Osmanlıca Mektubat, sahife: 602- 603.

425
besmelenin mezkur olması gösteriyor ki, besmele
ehemmiyetli sırları taşıyor.
“‫ه‬ ِ ّ ‫سم ِ ال ٰل‬ ْ ِ ‫ب‬her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona
başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime, İslâm
nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâliyle
vird-i zebanıdır…” 536
“Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan
sîmasında birbiri içinde, birbirinin nümunesini
gösteren üç sikke-i rububiyet var. Biri: Kâinatın
hey’et-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk,
tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-yı ülûhiyettir
ki, ‫ه‬ ِ ‫لقق‬ ّٰ ‫سققم ِ ال‬ ِ‫ب‬
ْ ona bakıyor. İkincisi: Küre-i Arz
sîmasında, nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye
ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam,
lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-yı
rahmaniyettir ki, ‫ن‬ ِ ‫ح ٰمق‬ ْ ‫ه الّر‬ ِ ّ ‫سم ِ ال ٰل‬ ِ ‫ ب‬bakıyor.
ْ ona
Sonra insanın mahiyet-i camiasının sîmasındaki letaif-
i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i
ilahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-yı rahîmiyettir ki,
ِ ‫حيقم‬ِ ‫ن الّر‬ ِ ‫ح ٰمق‬ ْ ‫ه الّر‬ ِ ‫’م ِ ال ٰل ّق‬deki
‫س‬ْ ِ‫ب‬ ِ ‫حيقم‬ِ ‫ الّر‬ona
bakıyor. Demek ِ ‫حيم‬ ِ ‫ن الّر‬ ّ
ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ه الّر‬ ِ ‫سم ِ ال ٰل‬ ِ‫ب‬
ْ sahife-
i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i
ehadiyetin kudsî unvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve
parlak bir hattıdır. Yani: ِ ‫حيم‬ ِ ‫ن الّر‬ ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ه الّر‬ ِ ّ ‫سم ِ ال ٰل‬
ْ ِ‫ب‬
yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-
i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa
bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.” 537
ُ ّ ‫ى ال ٰل‬
‫ه‬ َ ِ ‫سب‬
ْ ‫ح‬َ ‫ل‬ ْ ‫ق‬ ُ “Allah, bana kâfidir, de.” (Tevbe,

536
Osmanlıca Sözler, s. : 5.

537
Osmanlıca Lem’alar, s. : 230.. Besmele ile ilgili bahisler: 1.
Söz, 14. Lem’a’nın İkinci Makam’ı, 17. Lem’a’nın 13.
Nota’sının Dördüncü Mes’ele’si, İşarâtü’l-İ’caz (sahife: 13-
14), Emirdağ Lahikası (II. cild, sahife: 94-96)…
426
9/129; Zümer, 39/38)538
‫ه‬
ُ ‫لقق‬ ّٰ ‫ه إ ِل ّ ال‬َ ‫لقق‬ ِ‫ل إ‬
ٰ “Allah’tan başka ilâh yoktur.”
(Sâffât, 37/35; Muhammed, 47/19)539
“‫ه‬ُ ّ ‫ه إ ِل ّ ال ٰل‬
َ ‫’ل إ ِ ٰل‬da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz
hacâta mübtela, nihayetsiz a’dânın hücumuna hedef
olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i
istimdad bulur ki, bütün hacâtını te’min edecek bir
hazine-i rahmet kapısını o’na açar. Ve öyle bir nokta-i
istinad bulur ki; bütün a’dâsının şerrinden emin
edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi
ma’budunu ve hâlikını bildirir ve tanıttırır, sahibini
gösterir. Maliki kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile
kalbi, vahşet-i mutlakadan ve ruhu, hüzn-ü elîmden
kurtarıp; ebedî bir ferahı, daimî bir süruru te’min
eder.” 540
“Kim (Kur’ân’daki) bu tehlilleri sağlam bir i’tikadla
okursa; Allah, o’na rahmet gözüyle bakar.. zenginlik
kapısını açar.. fakirlik kapısını kapatır.. O’nu kabir
azabından ve kıyametin dehşetli hadiselerinden emin
kılar ve hesabını kolaylaştırır. Okumanın şartı (ölçü ve
Bu hususla alâkalı mevzu’lar için bakınız: 26. Lem’a’nın 14.
538

Rica’sı, 29.
Lem’a’nın 5. Bab’ı, 4. Şua’, 11. Lem’a’nın Dördüncü
Nükte’si…
539

Kur’ân’da ‫و‬ ُ ّ ‫ه إ ِل‬


َ ‫هقق‬ َ ‫ل إ ِ ٰلقق‬
“O’ndan başka ilâh yoktur.”
şeklinde ve sâir suretlerde 65 defa tehlil getirilmiştir. Tehlil
ve tevhid ile ilgili ma’lumat isteyenler, şu yerleri okusunlar:
22. Söz, 20. Mektub’un İkinci Makam’ının birinci kelimesi,
26. Mektub’un Dördüncü Mebhası’nın dördüncü mes’elesi,
23. Lem’a, 29. Lem’a’nın Dördüncü Bab’ı, 30. Lem’a’nın
Dördüncü Nükte’si, 7. Şua’ın İkinci Bab’ı, 2. Şua’ın Birinci
ve İkinci Makam’ı, 15. Şua’ın Birinci Makam’ının Birinci
Kısmının birinci kelimesi, Mesnevî-i Nuriye (sahife: 48…57,
-Katre Risalesi’nin birinci babı- ), Hizb-i Envar-ı Hakaik-ı
Nuriye (sahife: 211…227, -Hulâsatü’l-Hulâsa’dan- )…
540

Osmanlıca Mektubat, s. : 355.

427
kaidesi), önce iki rek’at namaz kılıp, sonra
okumasıdır.” 541
“Kim ‫ه‬ ُ ‫ه ا ِل ّ ال ّٰلقق‬
َ ‫’ ا ِ ٰلقق‬yü
‫ ٰۤل‬yazıp boynuna asar veya
zemzem suyu yahut yağmur suyu ile siler, sonra onu
içerse; Allah, o’nun cesedinden, etinden, damarlarından,
bütün mafsallarındaki sinirlerinden her derdi çıkarır..
O’na, bütün uzuvlarındaki belalardan âfiyet verir. Eğer
büyülenmiş ise, sihir ve büyüden o’na âfiyet verip
kurtarır. O’ndan sızıyı, illetleri, hastalıkları, göz ağrısını
ve her (türlü) üzüntü ve gammı giderir…
...Bir kul, Kur’ân’daki tehlilat ile tehlil getirirse; Allah,
o’na rahmet gözüyle bakar.. O’na ateş azabı vermez..
zenginlik kapılarını o’na açar.. fakirlik kapısını kapar..
kabir azabını ve kıyametteki korkunç halleri o’na
kolaylaştırır.. kolay bir hesabla muhasebe eder. Borçlu
ise; Allah, (o’nun) borcunu öder (borcunu ödeyecek
servete sahib kılar).” 542
‫و ُأوُلققوا‬ َ ‫ة‬ُ َ ‫م ٰۤلئ ِك‬
َ ْ ‫و ال‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ َ َ ‫ه ل إ ِل‬
ُ ّ ‫ه إ ِل‬ َ ّ ‫شهد ال ٰل‬
ُ ّ ‫ه أن‬
ُ َ ِ َ
‫ط‬
ِ ‫سقق‬ ِ ْ ‫مققا ِبال‬
ْ ‫ق‬ َٓ ِ ‫عْلققم‬
ً ِ ‫قائ‬ ِ ْ ‫“ ال‬Allah, melekler ve ilim
erbabı; adaletle hükmederek, O’ndan başka ilâh
olmadığına şahidlik etmişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/18)
‫د‬ َ ّ ‫هو ال ٰل‬ ْ ‫ق‬ُ “De ki: O Allah, tektir.” (İhlâs,
ٌ ‫ح‬ َ ‫ه أ‬ُ َ ُ ‫ل‬
112/1)
‫ه‬ُ ّ ‫ٓءَ ال ٰل‬ ‫“ما ٰشا‬Allah’ınٰ dilediği…” (En’am, 6/128;
A’raf, 7/188; Yunus, 10/49; Kehf, 18/39; A’lâ, 87/7)
َ ْ َ ‫“ أ َت‬Bir adamı:
‫ه‬ ُ ّ ‫ي ال ٰل‬َ ّ ‫ل َرب‬َ ‫قو‬ ُ َ‫ن ي‬ْ ‫جل ً أ‬ َ ‫قت ُُلو‬
ُ ‫ن َر‬
Rabbim, Allah’tır, dediği için (hemen) öldürecek
misiniz?” (Mü’min, 40/28)
‫ه‬ ُ ّ ‫ك ال ٰل‬ َ ‫“ت َ ٰباَر‬Allah’ın şanı yüce olmuştur.” (A’raf,
7/54; Mü’minûn, 23/14; Mü’min, 40/64)
‫ه‬ ُ ‫“ق اَلى ال ّٰلقق‬Allah,
‫ت َ ٰع‬ ulvî ve yüksektir.” (A’raf,
541
Mecmuatü’l-Ahzab, Ahmed Ziyaüddin, 1. cild, s. : 321.
542

Mecmuatü’l-Ahzab, 1. cild, s. : 503-504.

428
7/190; Tâhâ, 20/114; Mü’minûn, 23/116, Neml, 27/63)
‫م‬ْ ‫و َرب ّك ُق‬ َ ‫ه َرّبي‬ ِ ّ ‫عَلى ال ٰل‬
َ ‫ت‬ ُ ْ ‫وك ّل‬
َ َ ‫“إ ِّني ت‬Hakikaten
ben, Rabbim ve Rabbiniz (olan) Allah’a tevekkül
ettim.” (Hûd, 11/56)
‫م‬ ُ ‫عِلي ق‬َ ْ ‫ع ال‬
ُ ‫مي‬
ِ ‫سق‬
ّ ‫و ال‬ َ ‫هق‬
ُ ‫و‬
َ ‫ه‬ُ ‫م ال ٰل ّق‬ ُ َ ‫فيك‬
ُ ‫ه‬ ِ ْ ‫س قي َك‬ َ “O
َ ‫ف‬
halde, onlara karşı Allah sana kâfi gelecektir. Zira O,
(her şeyi) en iyi işitip bilendir.” (Bakara, 2/137)
Hüsn-ü hâtimenin ehemmiyetine dair:
“…Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise
ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme da’vasından
daha ehemmiyetli bir da’va, herkesin ve bilhassa
müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir da’va
açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar
kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da’vayı
kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İşte o da’va
ise; yüzbin meşahîr-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i
beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan kâinat
sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d ve ahdlerine
istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle
gördükleri şu ki: Herkesin îman mukabilinde bu zemin
yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve baki ve
daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek
da’vası başına açılmış. Eğer îman vesikasını sağlam
elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda maddiyyunluk
taunuyla çoklar o da’vasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i
keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefeyattan yalnız birkaç
tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler
kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği da’vanın yerini,
bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”
543

Keramet hususu ise:


“‫ز‬ ُ ‫ع ۪زي‬
َ ْ ‫ها ال‬
َ ّ ‫م ا َي‬
ْ َ ‫عل‬
ْ ِ ‫ا‬Keramet ile istidrac ma’nen
birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi
Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi, kerametin

543
İman ve Küfür Muvazeneleri, s. : 226.
429
Allah’tan olduğunu bilir. Ve Allah’ın kendisine
hâmi ve rakîb olduğunu da bilir. Tevekkül ve
yakîni de fazlalaşır. Lakin bazan Allah’ın izniyle
kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evla ve
eslemi de bu kısımdır.
İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı
gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar
etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi,
nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle
enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki:
ْ ِ ‫ع ٰلى‬ ُ ُ ‫ ٰما ٓ أوِتيت‬okumaya
ٍ ‫عل قم‬ َ ‫ه‬ ّ ‫إ ِن‬ başlar. Lakin o
inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi
olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet
arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam
ma’nasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da
Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve
onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla
görürler. Bunun istidractan farkı pek zahirdir. Zira
zâhire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin
zulümatıyla iltibas olmaz.” 544
Cinler ve şeytanlar hakkında bakınız: 29. Söz’ün
Birinci Maksad’ı, 15. Söz, 20. Söz’ün İkinci Makam’ı
(Osmanlıca Sözler, s. : 363…367), 12. Mektub’un
ikinci sual ve cevabı, 19. Mektub’un 15. İşaret’inin
ikinci şu’besi, 13. Lem’a, 28. Lem’a’nın 28. Nükte’si,
11. Şua’ın 11. Mes’ele’si, Emirdağ Lahikası (cild: 2,
sahife: 155-157), Şua’lar (sahife: 337-338)…
Şimdi Cevşen ve sâir duaların ve âyetlerin
okunmasının ve yazılmasının ve yanımızda
taşınmasının faydalarını ve maddî hâssıyetlerini îzah
eden bir açıklamayı aşağıya derc edeceğiz:
“…Biz nasıl ağzımızdaki hava ile hurufat ve
544
Mesnevî-i Nuriye, s. : 227- 228.

430
kelimatı ekiyoruz. Birden sünbülleniyorlar. Yani
havada âdeta zamansız bir anda bir kelime, bir habbe
olup, haric-i havada sünbüllenir. Küçük-büyük hadsiz
aynı kelimeyi cami’ bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u
havaiyeye bakıyoruz ki: o derece emr-i : ‫ن‬ ُ َ ‫في‬
ْ ‫كو‬ ْ ُ‫ك‬
َ ‫ن‬
’e muti’ ve musahhar ve emirberdir ki; güya herbir
zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her
dakika emrini bekler. Zamansız en uzak zerreden
emr-i ‫ن‬ ْ ُ ‫’ ك‬den cilveger olan bir iradenin imtisalini,
itaatını gösterir. Mesela: Âhize ve nakıle, radyo
makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa
olsun, bir nutk-u beşerî, bütün küre-i arzın her
tarafında radyo âhizeleri bulunmak şartıyla zamansız
aynı nutuk aynı anda her yerde işittirilmesi emr-i ‫ن‬ ْ ُ‫ك‬
‫ن‬ْ ‫كو‬ُ َ ‫في‬
َ ’un cilvesine ne derece kemal-i imtisal ile
herbir zerre-i havaiye de itaat ettiğini gösterdiği gibi;
havada sebatsız vücudları bulunan hurufatın
-kudsiyet keyfiyetiyle bu sırr-ı imtisale göre- çok
te’sirat-ı hariciyeye ve hâssıyat-ı maddiyeye mazhar
olabilirler. Âdeta ma’neviyatı maddiyata inkılab ve
gaybı şehadete tehavvül ettirir bir hâssıyet onlarda
görünüyor. İşte bunun gibi hadsiz emarelerle
gösteriyor ki: Mevcudat-ı havaiye olan hurufun,
hususan huruf-u kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususan
evail-i suredeki şifre-i ilahiyenin hurufatı, muntazam
ve nihayetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve
yapar gibi göründüğünden; elbette zerrat-ı hevaiyede
kudsiyet noktasında emr-i ‫ن‬ ْ ‫كو‬ُ َ ‫في‬ ْ ُ ‫’ ك‬un cilvesine
َ ‫ن‬
ve irade-i ezeliyenin tecellisine mazhar hurufatın
maddî hâssaları ve harika ve mervî faziletlerini teslim
ettirir.
İşte bu sırra binaendir ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-
Beyan’da bazan kudret eserini sıfat-ı irade ve sıfat-ı
kelamdan gelir gibi ta’biratı gayet derecede sür’at-i
îcad ve gayet derecede inkıyad-ı eşya ve
431
musahhariyet-i mevcudattan başka, aynı emir, kudret
gibi hükmediyor demektir. Yani emr-i tekvînîden
gelen hurufat, maddî kuvvet hükmünde vücud-u
eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvînî âdeta aynı kudret,
aynı irade olarak tezahür eder. Evet emir ve iradenin
bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve
havaî, âdeta nim-ma’nevî, nim-maddî nev’indeki
mevcudatta emr-i tekvînî ayn-ı kudret gibi âsârı
görünüyor. Belki aynı kudret olur. Âdeta ma’neviyatla
maddiyatın mabeyninde berzahî olan mevcudata
nazar-ı dikkati celb etmek için Kur’ân-ı Mu’cizü’l-
Beyan:
َ َ َ‫ذا أ ََراد‬ َ
‫ن‬ ُ َ ‫في‬
ُ ‫كققو‬ َ ‫ن‬ ُ َ‫ل ل‬
ْ ُ‫ه ك‬ ُ َ‫ن ي‬
َ ‫قو‬ ْ ‫شي ًْئا أ‬ َٓ ِ ‫ٓ إ‬
‫ه‬
ُ ‫مُر‬
ْ ‫مآ أ‬
َ ّ ‫إ ِن‬
ferman ediyor.
‫ المٓٓ ٰطسٓ ٰحم‬gibi huruf-u
İşte evail-i suredeki ٓ
kudsiye-i şifriye-i ilahiye, hava zerratı içinde
zamansız, münasebat-ı dakika-i hafiye tellerini
ihtizaza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi
olduklarını ve ferşten arşa ma’nevî telsiz telefon
muhaberat-ı kudsiyeyi ifa etmeleri, o şifre-i kudsiye-i
ilahiyenin şe’nindendir ve vazifesidir ve gayet
ma’kuldur. Evet havanın herbir zerresi ve bütün
zerratı; telsiz telefon, telgraflar gibi aktar-ı âlemde
münteşir zerreler imtisal ettiklerini ve elektrik ve
seyyalat-ı latîfeye âhize ve nâkılelik vazifesi gibi sâir
vezaif-i havaiyeden başka bir vazifesini, bir hads-i
kat’î ile, belki müşahede ile ben kendim badem
çiçeklerinde gördüm. Ağaçların ruy-u zeminde
muntazam bir ordu hükmünde hava-yı nesîmînin
dokunmasıyla bir anda aynı emri o âhizeler
hükmündeki zerrelerden aldığı vaz’iyet-i meşhudesi,
bana iki kere iki dört eder derecesinde kat’î bir
kanaat vermiş. Demek, havanın ruy-u zeminde çevik
ve çalak bir hizmetkâr olması ve ruy-u zemindeki
Rahmanu’r-Rahîm’in misafirlerine hizmet ettiği gibi, o
Rahman’ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerratı
432
telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer
hükmünde evamir-i kudsiyeyi nebatata ve hayvanata
tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes yani âb-ı
hayat olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatî olan hararet-i
garîziyeyi iş’al vazifesini yaptıktan sonra çıkıp, ağızda
hurufatın teşekkülüne medâr olduğu gibi, pekçok
muntazam vazifeleri emr-i ‫ن‬ ْ ‫كو‬ُ َ ‫في‬ ْ ُ ‫ ك‬ile icra eder.
َ ‫ن‬
İşte havanın bu hâssıyetine binaendir ki: Mevcudat-ı
havaiye olan hurufat; kudsiyet kesbettikçe, yani
âhizelik vaz’iyetini aldıkça; yani Kur’ân hurufatı
olduğundan, âhizelik vaz’iyeti aldığı ve düğmeler
hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurufat
daha ziyade o münasebat-ı hafiyenin uçlarının
merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri
hükmünde olduğundan, vücud-u havaîleri bu
hâssıyete malik olduğu gibi, vücud-u zihniyeleri dahi,
hatta vücud-u nakşiyeleri de, bu hâssıyetten hâssaları
ve hıssaları var. Demek o harflerin okunmasıyla ve
yazılmasıyla, maddî ilac gibi şifa ve başka maksadlar
hasıl olabilir.” 545
Zelzele bahsi: Ondördüncü Söz’ün Hatime’si ve
Zeyli, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (sahife: 211-215), Nur
Âleminin Bir Anahtarı (sahife: 24-26)…
Dağların haşyeti, yani korkup titremeleri, şu âyette
mezkurdur:
َ َ ‫و أ َن َْزل َْنا ٰه‬
‫عا‬ً ‫ش‬
ِ ‫خا‬ َ ‫ه‬ُ َ ‫ل ل ََرأي ْت‬
ٍ َ ‫جب‬
َ ‫ع ٰلى‬ َ ‫ن‬ ُ ْ ‫ذا ال‬
َ ‫قْر ٰا‬ ْ َ‫ل‬
ِ ّ ‫ة ال ٰل‬
‫ه‬ ِ َ ‫شي‬ْ ‫خ‬َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ِ ‫عا‬ ً ّ‫صد‬َ َ ‫مت‬
ُ “Eğer bu Kur’ân’ı bir dağa
indirseydik; onun, Allah’tan korkarak, huşu’ içerisinde
parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr, 59/21)
Tâun hakkında bir hadîs:
ُ
ُ ‫ص قّلى ال لّٰ ق‬
‫ه‬ َ ‫ي‬ ّ ‫ن الن ّب ِ ق‬
ِ ‫ع‬َ .‫ة رض‬ َ ‫م‬
َ ‫ن أ ٰسا‬ ْ ‫ع‬
َ
‫م‬ُ ُ ‫عت‬
ْ ‫م‬
ِ ‫سقققق‬
َ ‫ذا‬ َ ‫قققققا‬
َ ِ‫ إ‬: ‫ل‬ َ ‫م‬َ ّ ‫سققققل‬
َ ‫و‬
َ ‫ه‬ ِ ‫عل َْيقققق‬
َ
545
Osmanlıca Lem’alar, s. : 659-661.

433
َ
‫ع‬ َ ‫و‬
َ ‫ققق‬ َ ‫ذا‬ َ ‫خُلو ٰها‬
َ ِ‫و إ‬ ُ ْ‫فل َ ت َد‬
َ ‫ض‬
ٍ ‫ن ب ِأْر‬َ ‫عو‬ ُ ‫طا‬ّ ‫ال‬
) ‫من ْ ٰهق ا‬ ْ َ ‫فل َ ت‬ َ ‫في ٰهق ا‬ َ َ
ِ ‫جقوا‬
ُ ‫خُر‬ ِ ‫م‬ ْ ‫و أن ْت ُق‬ َ ‫ض‬ٍ ‫ب ِأْر‬
ِ ْ ‫عل َي‬
(‫ه‬ َ ‫ق‬ َ ّ ‫مت‬
ٌ ‫ف‬ ُ
Üsame İbni Zeyd’den (radıyallahu anhüma), O da
Nebiyy-i Muhterem’den (s.a.v.) rivayet edilmiştir ki:
Peygamberimiz:
– Bir yerde tâun olduğunu duyduğunuz zaman,
oraya girmeyiniz. Bir yerde de taun vaki’ olur da, siz
içerisinde bulunursanız, oradan (dışarıya) çıkmayınız,
buyurmuştur.546
Göz değmesi ve nazar mes’elesi hakkında kısaca
bir açıklama:
“Kardeşlerim!
Benim kat’î kanaatım geldi ki; nazar, beni şiddetle
müteessir ve hasta eder. Çok defa tecrübe ettim.
Ben, ruh u canla size her vaz’iyette arkadaş olmak
istiyorum. Fakat ‫و‬ ِ ْ ‫ل ال‬
َ ‫ق قدَْر‬ َ ‫مق‬ َ ْ ‫ل ال‬
َ ‫ج‬ ِ ْ‫َالن ّظَقُر ي ُقد‬
ُ ‫خ‬
َ ْ ‫ل ال‬
‫قب َْر‬ َ ‫ج‬
ُ ‫ الّر‬meşhur kaide ile nazar beni vurur.
Çünki bana bakan, ya şiddetli adavetle veya takdir ile
nazar eder. Bu iki nazar dahi, bazı insanların bir
hâssıyet-i isabet sırrıyla bakmasında bulunur…” 547
“…Büyük Deccal’ın, ispirtizma nev’inden teshir
edici hâssaları bulunur. İslam Deccal’ının dahi bir
gözünde teshir edici manyatizma bulunur. Hatta
rivayetlerde: Deccal’ın bir gözü kördür, diye nazar-ı
dikkati gözüne çevirerek; Büyük Deccal’ın bir gözü
kör ve ötekinin bir gözü, öteki göze nisbeten kör
hükmünde olduğunu hadîste kayd etmekle; onlar,
kâfir-i mutlak bulunduğundan, yalnız münhasıran bu
546
Riyazu’s-Salihîn, cild : 3, s. : 301.

547
Şua’lar, sahife: 323.

434
dünyayı görecek birtek gözü var ve âkıbeti ve âhireti
görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.” 548
25. Lem’a olan Hastalar Risalesi; en müzmin
dertlere, sızılara ve hastalıklara mukabil, gayet
faydalı reçeteleri ve ilaçları takdim eden kıymetdar
bir ders-i Kur’ânîdir. Okunmasını tavsiye ederiz.
Salevâta dair hadîsler:
.‫ص رض‬ ِ ‫عقق ا‬ ٰ ْ ‫ن ال‬ ِ ْ ‫رو ب‬ ِ ‫م‬
ْ ‫ع‬ َ ‫ن‬ ِ ْ‫ه ب‬ِ ّ ‫د ال ٰل‬ ِ ْ ‫عب‬
َ ‫ن‬ ْ ‫ع‬َ
َ
‫و‬ ِ ‫عل َي ْق‬
َ ‫ه‬ ُ ‫صّلى ال ّٰل‬
َ ‫ه‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ل ال ٰل‬ َ ‫سو‬ ُ ‫ع َر‬ َ ‫مق‬ ِ ‫س‬ َ ‫ه‬ ُ ّ ‫أن‬
‫صّلى‬َ ً‫صلة‬ َ ‫ي‬ ّ َ ‫عل‬
َ ‫ص ّٰلى‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ :‫ل‬ ُ ‫قو‬ ُ َ‫م ي‬ َ ّ ‫سل‬َ
(‫م‬ٌ ِ ‫سل‬
ْ ‫م‬ َ ‫را ) َر‬
ُ ُ‫واه‬ ً ‫ش‬ ْ ‫ع‬ َ ‫ه ب ِ ٰها‬ ِ ْ ‫عل َي‬َ ‫ه‬ ُ ‫ال ّٰل‬
Abdullah İbni Amr’dan (radıyallahu anhüma):
Abdullah, Rasûlullah’ın şöyle söylediğini işitmiştir:
“Her kim, benim üzerime bir salevât getirse; Allah
Teala, buna karşılık o kimseye on misli mağfiret
eder.” 549
‫ل‬ُ ‫سقو‬ ُ ‫ه ققال َر‬ ُ ‫عن ْق‬َ ‫ه‬ُ ‫ي الل ّق‬ َ ‫ضق‬ ِ ‫ي َر‬ ّ ِ ‫عل‬
َ ‫ن‬ ْ ‫ع‬ َ
‫ل‬ ُ ‫خي ق‬ِ َ ‫ ال ْب‬: ‫م‬ َ ّ ‫س قل‬َ ‫و‬ َ ‫ه‬ِ ‫عل َي ْ ق‬َ ‫ه‬ُ ‫صّلى ال ٰلّ ق‬ َ ‫ه‬ ِ ّ ‫ال ٰل‬
‫ه‬
ُ ‫وا‬َ ‫ى ) َر‬ ّ ‫عَلق‬
َ ‫ل‬ ّ ‫صق‬ َ ُ‫م ي‬ ْ ‫فَلق‬ َ ُ‫عن ْدَه‬
ِ ‫ت‬ ُ ‫ن ذُك ِْر‬ ْ ‫م‬ َ
(‫ح‬
ٌ ‫حي‬
ِ ‫ص‬
َ ‫ن‬
ٌ ‫س‬
َ ‫ح‬
َ ‫ث‬
ٌ ‫دي‬
ِ ‫ح‬ َ ‫و قا‬
َ :‫ل‬ َ ‫ى‬
ّ ‫ذ‬
ِ ‫م‬
ِ ‫الت ّْر‬
Hz. Ali’den (r.a.) rivayete göre, Rasûlullah
(s.a.v.)
– Cimri, yanında anıldığım halde bana salevât
getirmeyendir, buyurmuştur.550
548
Şua’lar, sahife: 595.

549
Riyazu’s-Salihîn, cild: 3, sahife: 13, -Müslim rivayet
etmiştir- .

550
Riyazu’s-Salihîn, cild: 3, sahife: 16. Ayrıca bkz: Riyazu’s-
Salihîn (cild: 3, sahife: 13...19).
435
Risale-i Nur’da bahsi geçen salevât, âl ve ashab
hakkındaki mevzu’lar: 10. Söz’ün Beşinci Hakikat’i,
26. Söz’ün hatimesinin hatimesindeki birinci ve
beşinci mes’eleler, 27. Söz’ün Zeyl’i, 7. ve 19.
Mektublar, 23. Mektub’daki birinci sual ve cevab, 4.
ve 7. Lem’alar, 14. Lem’a’nın Birinci Makam’ının ikinci
sual ve cevabı, 28. Lem’a’nın 8. Nükte’si, 6. Şua’, 7.
Şua’ın 16. Mertebe’si, Barla Lahıkası (sahife: 344),
Hizb-i Envar’ın Delail-i Nur kısmı…
‫ن‬
َ ‫مي‬ِ َ ‫ب ال ْ ٰعق ال‬ ِ ‫مدُ ل ِ ٰل ّق‬
ّ ‫ه َر‬ ْ ‫ح‬ ْ ‫ا َل‬
َ“Hamd, âlemlerin
Rabb’i Allah’a mahsustur.” (Fatiha, 1/2; En’am, 6/45;
Yunus, 10/10; Sâffât, 37/182; Zümer, 39/75; Mü’min,
40/65).
Şimdi Cevşenü’l-Kebîr’in mahiyeti ve hâssıyeti
hakkında biraz ma’lumat verelim:
“Cevşenin teksiri gayet büyük sevabdır. Ruh u
canımla sizleri tebrik ederim. Fakat sizin tercüme
ettiğiniz sevabına dair olan parçanın aynını
yazmayınız. Çünki böyle sevablar hakkındaki
rivayetler, müteşabih nev’indendir. Hakîkî mahiyetleri
bilinmez. Dinsizler veya mu’teriz feylesoflar, ya
mubalağadır derler veyahut - ‫ه‬ ِ ّ ‫عوذُ ِبال ٰل‬ ُ َ ‫ن‬- hurafedir
diye tevehhüme düşerler. Onun için, 24. Söz’ün
Üçüncü Dal’ının üçüncü aslını dikkatle okuyunuz. Ben
sizin tercüme ettiğinizin bir kısmına çizgiler çektim.
Oraları yazılmasın.551 Tâ o büyük hayrınıza bir zarar
gelmesin. Ve onunla şakirdlerin mu’tedilâne olan
demir gibi mes’elelerine ve mesleklerine tenkid
parmağı uzatılmasın.

551
Çünki oraları Peygamber (aleyhissalatü vesselam)’ın
makamına aid esrardır. Ve Cevşen’in en yüksek hakikatına
bakan harika feyizleridir. Bu makama mazhar olmak için
pek çok şerait var. Pek çok derecat var. Hem Cevşen’in
kıraatinde böyle harika fazilet mümkindir, bulunabilir.
Fakat küllî ve daimî değildir.

436
Evet kardeşlerim! Cevşenü’l-Kebîr’in sevabına dair
olan o rivayat, müteşabihattandır. Hakikat-ı
Muhammediye (aleyhissalatü vesselam)’ın binbir
esma-i ilahiyenin yüksek hakikatlarına mazhariyeti
noktasında harika feyzlerin tecellîsine dairdir.
Güneşin deniz yüzündeki ve katrenin göz bebeğindeki
temsili gibi, o acîb sevabın her ferde imkanı var.
Fakat derecesine göre ve isti’dadına nisbeten olur. Bu
külliyet, kaziye-i mümkinedir. İmkan i’tibarıyladır. Bu
acîb ma’naya, tam ihlas ile ve o binbir esmanın
hakikatlarına îmanla âşina olanlar, Peygamber-i
Zîşan’ın (s.a.v.) arkasında mazhar olabilirler. Fakat çok
mühim şartları var. Esbabı ve derecatı var. Onun için
herbir ders, herkese verilmez. Birisine nisbeten
hakikat olur. Diğeri ise, o şeraitı göremediği ve
makamatı bulunmadığı için, ya hurafe telakkî eder
veya inkara düşer.
Hatta kendim, otuzbeş seneden beri Cevşen’i
hergün okuduğum halde ve tavsiyemle de çok
şakirdler vird gibi okudukları halde, sevabına dair
olan o parçayı üç-dört defa okumamışım. Çünki sevab
noktasında o mümkin ferde mazhar olmayı kendim
gayet yüksek gördüğümden, o haddimden hadsiz
derece yüksek makama elimi uzatamadım. Zaten
Nur’un mesleğinde bu nevi netaic-i uhreviyeyi amel
vaktinde ille-i gaye ve maksad-ı aslî yapmamak
gerektir. Belki ihsan-ı ilahî olarak bir kayd-ı intizarla
bakılır. Yoksa niyet nazarıyla bakılsa, ihlas-ı hakîkî
zedelenir.” 552
“Ubudiyet, emr-i ilahîye ve rıza-yı ilahîye bakar.
Ubudiyetin daîsi, emr-i ilahî ve neticesi, rıza-yı
Hakk’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i
gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla
dünyaya aid faydalar ve kendi kendine terettüb eden
552
Hizb-i Envar, sahife: 39-42.

437
ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete
münafi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve
müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya aid
faydalar ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o
zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti
kısmen ibtal eder. Belki o hâssıyetli virdi akîm bırakır,
netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar; meselâ yüz
hâssıyeti ve faydası bulunan Evrad-i Kudsiye-i Şah-ı
Nakşbendî’yi veya bin hassıyeti bulunan Cevşenü’l-
Kebîr’i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet
ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve
göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki
o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar
kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar, fazlî bir
surette o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları
niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten
çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki; böyle hâssıyetli evradı
okumak için zayıf insanlar, bir müşevvik ve
mürecciha muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke
gelip, evradı sırf rıza-yı ilahî için, âhiret için okusa,
zarar vermez. Hem de makbuldur. Bu hikmet
anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i
salihînden mervî olan faydaları görmediklerinden,
şübheye düşer, inkar da eder.” 553
“…Kur’ân’dan ve münacât-ı Nebeviye olan
Cevşenü’l-Kebîr’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i
tefekküriye olarak, Rabb-ı Rahîm’imin dergâhına
arzetmekte kusur etmiş isem; kusurumun afvı için,
Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîr’i şefaatçı ederek,
rahmetinden afvımı niyaz ediyorum. ” 554
Hizb-i Envar-ı Hakaik-ı Nuriye adlı matbu’ eserin
içerisinde yer alan Cevşenü’l-Kebîr’in 24. Ukde’sinde
553
Osmanlıca Lem’alar, sahife: 292- 293.

554
Nur Çeşmesi, Said Nursî, sahife: 63 - 64..
438
11 fıkra, 73. Ukde’sinde 9 fıkra ve 86. Ukde’sinde 10
fıkra ve 99. Ukde’sinde 11 fıkra mevcuddur. Bu
takdirde mecmu’ fıkralar, 1001 eder.
“...Hem Muhammed (aleyhissalatü vesselam),
binler dua ve münacâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile,
öyle bir ma’rifet-i rabbaniye ile, öyle bir derecede
Rabb’ini tavsif ediyor ki: O zamandan beri gelen ehl-i
ma’rifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber,
ne o mertebe-i ma’rifete ve ne de o derece-i tavsife
yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi O’nun misli
yoktur. Risale-i Münacât’ın başında, Cevşenü’l-
Kebîr’in 99 fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir
mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in
dahi misli yoktur diyecek…” 555
“…Hem mesela: Kur’ân’ın hakîkî ve tam bir nevi’
münacâtı ve Kur’ân’dan çıkan bir çeşit hulâsası olan
Cevşenü’l-Kebîr namındaki münacât-ı Peygamberîde
(s.a.s.) yüz defa:
‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ل إ ٰله إل‬َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬ ُ ‫ما‬َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
َ
‫ر‬
ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ِ ‫جَنا‬
ّ َ‫و ن‬َ ‫جْرَنا‬ِ ‫وأ‬ ْ ّ ‫خل‬
َ ‫صَنا‬ َ
cümlesinin tekrarında tevhid gibi kâinatça en büyük
hakikat ve mahlukatın, rububiyete karşı tesbih ve
tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en
ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden
kurtulmak gibi nev’-i insanın en dehşetli mes’elesi ve
ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi
bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse, yine
azdır. ” 556
“…Muhammed (aleyhissalatü vesselam), Hâlik’ına
karşı öyle daavât ve münacât ve ricalar yapmış ki, bu
zamana kadar telahuk-u efkârla beraber o mertebeye

555
Şua’lar, sahife: 129.

556
Osmanlıca Asâ-yı Musa, sahife: 94.

439
yetişilmemiş. Meselâ: Cevşenü’l-Kebîr münacâtında
binbir esma-i ilahiyeyi şefaatçı ederek, Hâlik’ını öyle
bir tarzda tavsif ve ta’rif eder ki, emsali yok…” 557
“…Binbir esma-i ilahiyeye sarîhan ve işareten
bakan ve bir cihette Kur’ân’dan çıkan bir harika
münacât olan ve ma’rifetullahta terakki eden bütün
âriflerin münacâtlarının fevkında bulunan ve bir
gazvede: Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku,
diye Cabrail vahy getiren Cevşenü’l-Kebîr münacâtı
içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabb’ine karşı
tavsifler, Muhammed’in (s.a.v.) risaletine ve
hakkaniyetine şehadet ettiği gibi; Kur’ân’dan
tereşşuh eden ve bir cihette Cevşen’den feyz alan ve
tevellüd eden Resailü’n-Nuriye, yüzotuz parçasıyla
risalet-i Muhammediyeye (s.a.v.) bir tek huccet
olarak, risaletinin bütün hakikatlerini aklen ve
mantıkan isbatıyla, hatta felsefenin nazarında akıldan
pek uzak mes’elelerini göz önünde gibi gayet kolay
ve ma’kul bir tarzda ders vermesiyle, Muhammed’in
(s.a.v.) sâdıkıyetine ve risaletine küllî bir surette
şehadet eder.” 558
“…Hazreti Hasan (r.a.)’ın altı aylık hılafeti ile
beraber; Risale-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebîr’den ve
Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyz ile, vazife-i
hılafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı îmaniye
noktasında Hz. Hasan (r.a.)’ın kısacık müddetini uzun
bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla
bakabiliriz. Çünki: Adalet-i hakikiye ile bu asırda
insanları mes’ud edebilir bir isti’dadda bulunan, Risale-i
Nur’dur ve onun şahs-ı ma’nevîsi, Hazreti Hasan (r.a.)’ın
bir muavini, bir mütemmimi, bir ma’nevî veledi
hükmündedir…” 559
557
Şua’lar, sahife: 622.

558
Şua’lar, s. : 625.. Yine bakınız: Şua’lar, s. : 632.

559
Emirdağ Lahıkası, c. : 1, s. : 72-73.
440
Bu îzahlardan anlaşıldığı üzere, Risale-i Nur;
Kur’ân’ın ma’nevî bir tefsiri olduğu gibi, aynı
zamanda Cevşenü’l-Kebîr’in hakîkî ve mükemmel
bir şerhidir. Cevşen’in hiçbir fıkrası yoktur ki, Risale-
i Nur’da vazıhan açıklanmış olmasın.. ve hiçbir
kaydı yoktur ki, Risaleler, ona temas etmesin.. ya
bir risale ile veya risalesi içerisinde bir bahs
açmakla şerh etmiş olmasın. Bizim gösterdiğimiz
kısımlar ise, o denizden bir katredir.
“Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle
görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan
Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl haricindeki sevab
ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şübheye
düşmüş. Demiş: Ravi, ehl-i beytin imamlarındandır.
Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ
içinde der: Bu duaya Kur’ân kadar sevab verilir.
Hem göklerdeki büyük melaikeler; o dua sahibini
gördükçe, kürsülerinden inip, o’na pek büyük bir
tevazu’ ile hürmet ederler. Bu ise aklın ve mantığın
mîzanlarına gelmez, diye Risale-i Nur’dan imdad
istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşen’den ve
Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete
mutabık bir cevab verdim. Size gayet kısa bir
icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki: O’na dedim:
Evvela: 24. Söz’ün Üçüncü Dal’ında on aded usûl
var. Böyle şübheleri esasıyla keser, izale eder. Ona
bak, cevabını al.
Saniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat
O’na işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine
yardım eden ve ism-i a’zamın mazharı ve kâinatın
çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami’
meyvesi olan Zat-ı Ahmediye (s.a.v.), o duanın
kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş; O’na
haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş,
başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş.
441
Demek o pek fevkalâde ve acîb sevab, Zat-ı
Ahmediye’nin (s.a.v.) velayet-i kübrâsından O’na
gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın
mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i
a’zam mazharı olan Zat’ın tebaiyetiyle başkalara
dahi o sevab mümkindir. Fakat gayet ehemmiyetli
şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa
muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Salisen: O dua, nasılki Zat-ı Ahmediye’ye baktığı
vakit, mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat
oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer esmâ-i hüsnânın
hakikatlarına baktığı zaman; değil mübalağa, belki
onların nihayetsiz tecellîlerinden gelmesi mümkin
ve gelebilen feyzlerin nihayetsizliğini göstermek
için, pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (s.a.v.) haber
vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış.
Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve
mutlaka, bilfiil vaki’ ve külliye telakki edilmiş.
Rabian: 20. Lem’a-i İhlas’ta bir adama beş yüz
senelik bir genişlikte bir cennet verilmesine dâir
olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki: O koca
cennetin verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir
mâlikiyet değil; belki insan nasıl hususî hanesine
çok cihetlerle mâliktir, sahibdir. Öyle de: Zemin
yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi
maliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem koca
dünyayı benim hanemdir, bana vermiş ve güneş
lambamdır, diyebilir. Demek bazı fevkalhad, harika
ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkur
hakikate bakar.
Hem İslamiyet’te her sevabın, her fazilet-i
a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir
zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve
feyzi kazanan Zat-ı Ahmediye (s.a.v.), hususî virdler
ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil; belki
442
velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan
derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi
beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has
varislerini o noktalara teşvik eder.. ‫د‬ َ ْ ‫عن‬ ُ ْ ‫عل‬
ِ ‫م‬ ِ ْ ‫و ال‬
َ
‫ه‬ ّ ّ
ُ ‫ب إ ِل ال لٰ ق‬
َ ‫غي ْق‬ ْ
َ ‫م ال‬ َ
ُ ‫عل‬ْ َ‫ل ي‬
* ٰ‫ه‬ ّ
ِ ‫ال ٰل‬dedim. O vesvese
edip şübhelere düşen adam, ِ‫د‬ ُ ‫م‬ َ ْ ‫ه ال‬
ْ ‫ح‬ ِ ‫ لل‬kurtuldu,
560
tam kanaatı geldi…”

Cevşen duasının isnadı:


Babam bana Ümame’den, o Ca’fer İbni
Muhammed Es-Sâdık’tan, o babasından, o dedesi
Hüseyin İbni Ali İbni Ebi Talib’den nakletmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu:
“Bir ara ben, zırhla birlikte şiddetli sıcak bir günde
Uhud’a doğru yürürken, göğe doğru baktım ve Allah
Teâlâ’ya dua ettim. Gördüm ki: Göğün kapıları
açılmış. Cibril (a.s.), nurla kuşatılmış bir vaziyette
indi. Bana: Allah, sana selam söylüyor ve tahiyye ve
ikramda bulunuyor ve buyuruyor ki: Bu zırhı çıkar da,
bu duayı oku. Bunu okuduğun ve (yanında) taşıdığın
zaman, bu zırhtan daha büyüktür (daha te’sirli ve
daha faydalıdır), dedi. Ben: Ey kardeşim Cibril! Bu
sadece bana mı; yoksa hem bana, hem de ümmetime
midir?, dedim. Dedi ki: Ey Allah’ın rasulü! Bu dua,
Allah Teâlâ’dan sana ve ümmetine bir hediyedir…” 561
“Bil ki: Nasıl padişahın; hükûmetinin
dairelerinde, raiyetinin tabakalarında, saltanatının
mertebelerinde ve emirliğinin vazifelerinde

560
Emirdağ Lahıkası, cild: : 1, s. : 162-163.

561
Mecmuatü’l-Ahzab, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, cild: 3,
s. : 231-232.. Yine Mecmuatü’l-Ahzab’ın 3. cildinin 231.
sahifesinden 240. sahifesine kadar olan kısımda, Cevşen’in
bin hâssıyet ve faziletinden kısaca bahseden bir rivayet
mevcuddur. Merak edenler, bakabilirler.
443
hâkimiyetinin çeşitli unvanları bulunur. Âdeta o
padişah; mümessiliyle ve nizamının kanunuyla
her dairede ve her perde arkasında hazır bulunur,
görünüp bakar. Aynı şekilde meselâ:
ْ َ ‫ل ال‬
‫ع ٰلى‬ َ ْ ‫ال‬
ُ َ ‫مث‬ ‫ه‬
ِ ‫َو قلل‬
Esmâ-i hüsnâ sahibi olan
Allah’ın (c.c.) da, herbir âlemde esmâ-i
hüsnâsından bir ismin unvanının tecellîsi
mevcuddur. O isim, saltanatının dairesindeki sâir
isimleri kendisine tâbi’ kılar, belki tazammun
eder. Hem de, herbir tabakada -küll ve cüz’, küllî
ve cüz’î olarak- has bir ismin cilveleriyle, has bir
rububiyet içerisinde, has bir tecellî ile tasarruf
eder. Yani ona öyle bir hususiyetle tecellî eder ki,
bütününe şamil ve muhît olmakla birlikte, sanki
ona hastır.
Yine Cenâb-ı Hakk’ın; rububiyetinin
mertebelerinde birbirine bakan şe’nleri,
ülûhiyetinin dairelerinde birbirine akseden
isimleri, haşmetinin aynalarında ayrı ayrı
temsilleri, kudretinin tasarruflarında çeşitli
unvanları, sıfatlarının tecellîlerinde parlak
zuhurları, fiillerinin cilvelerinde tezahür eden
tasarrufları ve masnuatının nevi’lendirilmesinde
daire daire rububiyetleri vardır ki; (bunlar)
vahıdiyetin ihâta ettiği cüz’iyata ehadiyetin
tecellî etmesiyle olur. Bu büyük, geniş hakikata,
ezeliyet lisanının tercümanı (s.a.v.), Cevşenü’l-
Kebîr adlı münacatında işaret etmiştir. Bu
münacât, 99 ukdeyi müştemil olup; herbir
ukdenin sadefi, açıkça veya zımnen 12 tevhid
cevherini içerisine almıştır. Öyle ki; birisi, ta’yin
makamında mutlak bir vasıfla çağırıldığı zaman,

444
o vasfın onda munhasır olduğunu gösterir.
Meselâ: ‫م‬
ُ ِ ‫قق ا ٰدآئ‬
‫ ي ٰق‬Daim! Ey âlemde
Ey
kendisinden başka daim (devam edici)
olmayan!, demektir. Allah Teâlâ’nın -rivayete
göre- yetmişbine yakın nuranî perdeleri vardır.
Perdelerde menfezler, şuunatta birbirine bakış,
isimlerde birbirine aksetme, temessülatta iç-içe
girme, unvanlarda birbirine mezc olma,
zuhurlarda birbirine benzeyiş, taarruflarda
tesanüd, rububiyetlerde birbirine kuvvet verme
ve vahıdiyetin ihâtası içerisinde ehadiyetin
tecellîsi bulunması sebebiyle, Cenâb-ı Hakk’ı
geçen hususlardan birisiyle tanıyan, elbette
onun dışındakilerde O’nu inkar etmemesi
gerekir. Bilakis apaçık yine O, aynı zattır, diye
anlamalıdır.” 562

‫م إ ِل َقققى‬
ْ ُ ‫و إ ِي ّقققاك‬ ُُ ‫هققق ٰداَنا اللققق‬
َ ‫ه‬ َ
ِ ‫قيم‬
ِ َ ‫ست‬ ُ ْ ‫ط ال‬
ْ ‫م‬ ِ ‫ص ٰرا‬
ّ ‫ال‬

‫ه‬
ِ ‫ن الل‬
ِ ‫و‬
ْ ‫ع‬
َ ِ‫ت ب‬
ْ ‫م‬
ّ َ‫ت‬

‫ن‬
ِ ‫ح ٰم‬ ْ ‫ه الّر‬ِ ‫سم ِ الل‬
ْ ِ‫ب‬
ِ ‫حيم‬ ِ ‫الّر‬
562
Arabca Mesnevî-i Nuriye, s. : 261 - 262.

445
SONSÖZ
Bu münacât-ı Peygamberînin ne kadar feyzli,
nurlu, sevablı, hâssıyetli ve faziletli olduğu, herhalde
şerhindeki açıklamalar neticesinde bir derece
anlaşılmıştır. O halde, hem maddî-ma’nevî
musîbetlerin ve belaların def’ edilmesi, hem bütün
ihtiyaçlarımızın ve sıkıntılarımızın giderilmesi, hem de
bütün hastalıklarımızdan şifa bulup sıhhat ve âfiyete
kavuşmamız için; binbir esma-i ilahiyeyi tazammun
eden bu münacât-ı Ahmediye’ye (s.a.v.) sarılıp, onu
kendimize vird edinerek, her türlü düşmanlarımıza
karşı bir zırh ve kale ve cephane.. yaralarımıza ve
hastalıklarımıza karşı bir eczahane hükmünde bilip,
mümkünse her gün okumakla yahut sık sık okuma
gayreti göstererek istifade etmeliyiz.
Bu virdin ehemmiyetini gösteren bir ifadeyi
aşağıya kayd ediyoruz:
“… Hem madem Hazret-i Ali’nin, kudsî Üstadından
(s.a.v.) aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders,
bu iki kaside-i gaybiyesinin mevzu’ ve esası ve ruhu
olan Sekîne’yi ve ism-i a’zamı bu zamanda herkesten
ziyade kendine vird eden ve on üç seneden beri ism-i
a’zamla beraber binbir esma-i ilahiye içinde bulunan
Cevşenü’l-Kebîr’i ile ve o esma ile ulûm-u
Kur’âniye’nin hazinesini açan yüz yirmi risaleyi, o
esmanın feyzi ile Kur’ân’a tefsir yapan ve yirmi dört
saatte yüz yetmiş bir defa, Sekîne ve ism-i a’zam
denilen esma-i sitte-i meşhureyi bin üçyüz mükerrer
âyâtla okuyan.. ve Âl-i Beyt’in ma’nevî gayet mühim
bir mîrası ve bir ma’den-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebîr’i
kendine üstad eden.. ve bidayette her günde bir defa
ve bazan iki-üç defa tamamını okuyan ve talebelerine
tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir…” 563
563
Osmanlıca Lem’alar, s. : 651.
446
Osmanlıca Şua’lar Mecmuası’ndaki Münacât
Risalesi’nin başında şu bahis vardır:

‫و‬ َ * ِ ‫حيققم‬ ِ ‫ن الّر‬ ِ ‫ح ٰمقق‬ ْ ‫ه الّر‬ ِ ّ ‫سقققققققققققم ِ ال ٰل‬ ْ ِ‫ب‬


‫ه‬َ ‫حقدٌ ل ا ِ ٰلق‬ ِ ‫ه ٰوا‬ ٌ ‫م إ ِ ٰلق‬ ْ ُ ‫هك‬ ُ ‫و إ ِ ٰلي‬ َ *‫ن‬ ُ ‫عي‬ ِ َ ‫ست‬ ْ َ‫ه ن‬ِ ِ‫ب‬
‫ق‬ ْ َ ‫فققي‬ ُ ّ ‫إ ِل‬
ِ ‫خل ق‬ ِ ‫ن‬ ّ ِ‫م * إ‬ ُ ‫حي ق‬ ِ ‫ن الّر‬ ُ ‫ح ٰم‬ ْ ‫و الّر‬ َ ‫ه‬
َ
‫و‬ َ ‫ل‬ ِ ‫ف الل ّْيقق‬ ِ َ ‫خت ِل‬ ْ ‫وا‬ َ ‫ض‬ ِ ‫و الْر‬ َ ‫ت‬ ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ّ ‫ال‬
‫ر‬ ِ ‫حق‬ ْ َ ‫فققي ال ْب‬ ِ ‫ري‬ ِ ‫جق‬ ْ َ ‫ك ال ِّتي ت‬ ِ ْ ‫فل‬ ُ ْ ‫و ال‬ َ ‫ر‬ ِ ‫ها‬ َ ّ ‫الن‬
‫ن‬ َ ‫مق‬ ِ ‫ه‬ ُ ‫ل ال ٰل ّق‬ َ ‫َٓن ْقَز‬‫قا‬
‫مقأ‬ َ ‫و‬ َ ‫س‬ َ ‫ع الن ّققا‬ ُ ‫فق‬ َ ْ ‫مققا ي َن‬ َ ِ‫ب‬
َ َ َ ‫ء‬
َ‫ع قد‬ ْ َ‫ض ب‬ َ ‫ه الْر‬ ِ ‫حي َققا ب ِق‬ ْ ‫فأ‬ ٍ ‫مققآ‬ َ ‫ن‬ ْ ‫م‬ ِ ‫ء‬ ِ ٓ
‫ما‬ َ ‫س‬ ّ ‫ال‬
‫و‬ َ ‫ة‬ ٍ ‫ٓب ّ ق‬‫دا‬
َ ‫ل‬ ّ ‫ن ك ُق‬ ْ ‫مق‬ ِ ‫هققا‬ َ ‫في‬ ِ ‫ث‬ ّ ‫و ب َق‬ َ ‫ها‬ َ ِ ‫وت‬ ْ ‫م‬ َ
‫و‬
َ ‫ح‬ ِ ‫ف الّرَيا‬ ِ ‫ري‬ ِ ‫ص‬ ْ َ‫ت‬
َ ِ ٓ ‫ما‬
‫ض‬
ِ ‫و الْر‬ َ ‫ء‬ َ ‫س‬ ّ ‫ن ال‬ َ ْ ‫ر ب َي‬ ِ ‫خ‬ ّ ‫س‬ َ ‫م‬ ُ ْ ‫ب ال‬ ِ ‫حا‬ َ ‫س‬ ّ ‫ال‬
َ ‫قُلو‬
‫ن‬ ِ ‫ع‬ ْ َ ‫وم ٍ ي‬ ْ ‫ق‬ َ ِ‫ت ل‬ ٍ ‫َ ٰلَيا‬
Bu iki âyet-i azîmenin müteaddid nuranî
perdelerinden bir perde-i tevhîdiyeyi, Müfessir-i
A’zam ve Tercüman-ı Ekmel olan Resul-u Ekrem
(aleyhissalatü vesselam); emsalsiz bir münacât-ı
ekber olan El-Cevşenü’l-Kebîr namındaki
doksandokuz ukdede binbir esma ile binbir bürhana
işaret ederek, bu âyeti tefsir ve Rabbini ta’rif etmiştir.
O Ukdelerden birisi şudur:

ّ ُ‫ك‬ ّ ُ‫ل ك‬ َ
‫ل‬ ‫ه‬
َ ‫َيآإ ِٰل‬ ‫ه‬
ُ ‫خَر‬
ِ ‫و ٰا‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ ‫ل‬
ْ ‫ش‬ َ ‫و‬
ّ ‫َيآ أ‬
‫و‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ ّ ُ ‫زق َ ك‬
َ ‫ل‬ ِ ‫ٰيا َرا‬ ‫ه‬
ُ ‫ع‬
َ ِ ‫صان‬
َ ‫و‬
َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬ َ
ْ ‫ش‬

447
ُ َ ‫مِليك‬
‫ه‬ َ ‫و‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ ‫فاطَِر ك‬َ ‫ه ٰيا‬ َ ِ ‫خال‬
ُ ‫ق‬ َ
‫ه ٰيا‬ ُ َ‫سط‬ِ ‫و َبا‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ض ك‬ َ ‫ٰيا‬
َ ِ ‫قاب‬
‫ب‬
َ ّ ‫سب‬
َ ‫م‬ُ ‫عيدَهُ ٰيا‬ِ ‫م‬ُ ‫و‬ َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ئ ك‬
َ ‫د‬ ِ ْ ‫مب‬
ُ
‫ل‬ّ ُ‫ي ك‬
َ ّ ‫مَرب‬
ُ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫قدَّر‬َ ‫م‬ُ ‫و‬َ ‫ء‬
ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫و‬
َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫ل‬ّ ُ ‫وَر ك‬
ّ َ ‫مك‬ُ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫مدَب َّر‬
ُ ‫و‬
َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬ َ
‫ه‬
ُ َ ‫ميت‬ ِ ‫م‬
ُ ‫و‬
َ ‫ء‬ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ي ك‬
َ ِ ‫حي‬
ْ ‫م‬ُ ‫ٰيا‬ ُ َ ‫ول‬
‫ه‬ ّ ‫ح‬َ ‫م‬ ُ

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ِ ‫ن الّنا‬َ ‫م‬ ْ ّ ‫خل‬
ِ ‫صَنا‬ َ

İşte bu nümune gösteriyor ki: Peygamber


Aleyhisselâm; ma’rifetullahta ve vahdaniyetin
isbatında öyle bir mertebededir ki, hiçkimse
yetişemez.. ve o vadide -evradda da- imam-ı mutlak
O’dur. Herkes O’nun arkasında o hazineye gidebilir.
Ma’lumdur ki: Mükemmel ma’rifetler, ilimler, san’atlar;
efkârın telahukıyla ve fikirlerin terakümüyle birbirine
iltihak ederek, birbirinin eserini tekmil ede ede tâ
mükemmel bir suret alınır. Bunun içindir ki; şeşhane
tüfenkini icad eden usta, şimdi bir mitralyozun
ustasından daha ziyade hünerlidir. Halbuki, dikkatle
Cevşenü’l-Kebîr münacâtını kalbin kulağıyla hayalen
huzur-u saadette bulunmasıyla, Rasul-ü Ümmî’den
dinleyen adam anlar ve görür ki: Binbir bürhanı ve
ta’rifi tazammun eden ve herbirisi bir mes’ele-i efkârın
neticesi ve tevhidin bir penceresi olan o binbir kudsî
hakikatler; bir ümmî zatta ve ümmî bir kavimde ve
448
ümmî bir muhitte ve ehl-i fetret kitabsız bir millette,
mûcidâne, muhteriâne, kimseyi taklid etmeyerek,
muamma-yı hilkatı ve tılsım-ı kâinatı keşf suretinde
tek başıyla o münacâtta beyan ediyor. Bu zaman gibi,
binler keşşafın muaveneti ve münacâtları gibi
taklidkârane değil.. belki kubbe-i sema altında ehl-i
semavata işittiren ve kâinat mescidinde ve o mescid-i
ekberin cemaat-i kübrâsına dinlettiren hadsiz rikkatten
ve nihayetsiz şefkatten, insanlara imdad ve meded ve
merhamet ve necat istiyor ve diyor:
‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬ُ ُ ‫مت‬ َ َ ‫عظ‬
َ ‫ء‬ ِ ‫مآ‬ َ ‫س‬ّ ‫في ال‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
‫في‬ ِ ‫و‬ َ
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫ض ٰاَيات‬ِ ‫في الْر‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ
‫ر‬ َ ِ ‫في ال ْب‬
ِ ‫حا‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬
َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ ‫دلئ ِل‬َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫م‬ َ ْ ‫خل‬
ّ ُ‫ق ث‬ َ ْ ‫ؤ ال‬
ُ َ‫و ي َب ْد‬
َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬
ْ ‫م‬
َ ‫ٰيا‬ ‫ه‬
ُ ُ ‫جآئ ِب‬
َ ‫ع‬
َ
‫ه‬ُ ُ ‫خَزآئ ِن‬ َ ‫ل‬ ِ ‫جَبا‬ ِ ْ ‫في ال‬ ِ ‫و‬ َ ‫ه‬
ُ ‫ن‬ ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ُ‫عيد‬ ِ ُ‫ي‬
‫ن‬ َ َ ‫خل‬ َ ‫ل‬ ّ ُ‫ن ك‬ َ
ْ ‫م‬َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ق‬ َ ‫ء‬ ٍ ‫ي‬
ْ ‫ش‬ َ ‫س‬َ ‫ح‬ ْ ‫نأ‬ ْ ‫م‬ َ ‫ٰيا‬
َ
‫في‬ ِ ‫هَر‬ َ َ‫ن ظ‬ ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ّ ‫مُر ك ُل‬ ْ ‫ع ال‬ ُ ‫ج‬ َ ‫ه ي ُْر‬ ِ ‫إ َِلي‬
‫ق‬
َ ِ ‫خلئ‬ َ ْ ‫ف ال‬ ُ ‫عّر‬ َ ُ‫ن ي‬ْ ‫م‬ َ ‫ه ٰيا‬ ُ ‫ف‬ُ ْ‫ء ل ُط‬ ٍ ‫ي‬ ْ ‫ش‬َ ‫ل‬ ّ ُ‫ك‬
‫ه‬ ُ
ُ َ ‫قدَْرت‬

‫ن‬ َ َ َ ّ ‫ك ٰيا ل إ ٰله إل‬


َ َ ‫حان‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ن ال‬
ُ ‫ما‬
َ ‫ت ال‬َ ْ ‫ٓ أن‬ ِ َ ِ َ ْ ‫سب‬
ُ
‫ر‬ َ
ِ ‫ن الّنا‬ َ ‫م‬ِ ‫جْرَنا‬
ِ ‫أ‬

İşte Müfessir-i A’zam, bu münacâtıyla o âyet-i


azîmenin bir vechini tefsir ediyor. Bir kısa meali ve

449
tercümesi budur:
Diyor ki:
Ey göklerde ve ecram-ı ulviyede azameti görünen
kudretli Zat-ı Zülcelal!
Ey zeminde ve zeminin herbir mevcudunda
vahdaniyetinin delilleri, âyetleri müşahede edilen Zat-
ı Zülcemal!
Ey herbir şeyde ve mahlukta vücub-u vücuduna
delâlet eden bürhanlar bulunan Zat-ı Vacibü’l-Vücud!
Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zat-ı Celîl-
i Zülkemal!
Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar
edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Hakîm!
Ey herbir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel
gören, ona levazımatını güzel bir tarzda veren Zat-ı
Cemîl-i Zül-İkram!
Ey herşey, her hâcetinde, herbir emrinde O’na
müracaat eden ve herbir mevcud, herbir keyfiyetinde
O’na dayanan ve herbir hak ve hakikat ve hüküm ve
hâkimiyet O’na raci’ olan Zat-ı Kadîr ve Rabb-ı Küll-ü
Şey!
Ey her şeyde zahirî bir surette lutfunun eserleri ve
inayetinin cilveleri ve güzel san’atının latîf nakışları
ve rahmetinin letafetli hediyeleri müşahede edilen
Zat-ı Latîf-i Habîr!
Ey zîşuur mahlukatına kudretini göstermek için,
kâinatı bir meşher-i acaib yapan ve umum masnuâtını
kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemalatını teşhir
etmek için birer dellal, birer i’lanname hükmüne
getiren Zat-ı Kadîr-i Hakîm!
Sen aczden, şerikten, kusurdan münezzeh ve
mukaddessin. Senden başka ilâh yoktur ki, bize
imdad etsin. El-Eman! El-Eman! Bizi azab ateşinden
ve cehennemden kurtar.
İşte Müfessir-i A’zam Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü
450
vesselam), baştaki âyet-i azîmenin bir perdesini bu
münacâtla tefsir etmiş. Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü
vesselam)’ın gayet büyük ve müdakkik bir tilmizi ve
gayet zeki ve muhakkik bir şakirdi olan Hazret-i
İmam-ı Ali (radıyallahü anh) dahi, üstadının münacât-
vârî tefsirine münacâtlı bir tefsir yapıp, o münacâtın
bir yüzünü keşfederek, o âyetin vücuhundan bir
vechini açmış ve Üstad-ı Ekrem’inin münacâtına
bakarak, arkasından âyetin bir yüzünü ta’rif edip
demiş:

‫و‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫و ٰرا‬ َ َ‫ت د‬ ِ ‫سقق ٰم ٰوا‬ ّ ‫في ال‬ ِ ‫س‬ َ ْ ‫ه ل َي‬ ُ ّ ‫م إ ِن‬ ّ ‫ه‬ ُ ‫َال ّٰل‬
َ
‫ر‬ِ ‫فققي ال ْب ِ ٰحق ا‬ ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫مق ٰرا‬ َ ‫غ‬ َ ‫ض‬ ِ ‫فققي الْر‬ ِ ‫ٰل‬
‫و ٰل‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫مققدَ ٰرا‬ َ ‫ل‬ ِ ‫ج ٰبقق ا‬ ِ ْ ‫فققي ال‬ ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫طقق ٰرا‬ َ
‫ر‬ ِ ‫شق ٰجا‬ ْ َ ‫فققي ال‬ ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫خطَق ٰرا‬ َ ‫ب‬ ِ ‫قُلو‬ ُ ْ ‫في ل‬ ِ
‫و‬ َ ّ ‫ت إ ِل‬ ٌ ‫حَر ٰك ق ا‬ َ ِ ‫ج ٰسققام‬ ْ َ ‫في ال‬ ِ ‫و ٰل‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫قا‬ َ ‫وَر‬ َ
‫و‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫ه ٰدا‬ ِ ‫ك ٰشا‬ َ ْ ‫و إ ِل َي‬ َ ‫ت‬ ٌ ‫ر ٰفا‬ ِ ‫ك ٰعا‬ َ َ ‫ي ك ُل ّ ٰها ل‬ َ ‫ه‬ ِ
‫ت‬ ٌ ‫خ ٰرا‬ ّ ‫سقق‬ َ ‫م‬ ُ ‫ك‬ َ ‫كقق‬ ِ ْ ‫مل‬ ُ ‫فققي‬ ِ ‫و‬ َ ‫ت‬ ٌ ّ ‫دآل‬ َ ‫ك‬ َ ‫عل َْيقق‬ َ
‫ض‬ ِ ‫ل الْر‬
َ َ ‫هقق‬ ْ َ‫ٓ أ‬ ‫ها‬ َ ِ‫ت ب‬ َ ‫خْر‬ ّ ‫س‬ َ ‫ة ال ِّتي‬ ِ ‫قدَْر‬ ُ ‫فِبال‬ َ
‫خْر‬ ّ ‫سقق‬ َ ‫و‬ َ ‫مطُْلوِبي‬ َ ‫خْر ِلي‬ ّ ‫س‬ َ ‫ت‬ ِ ‫س ٰم ٰوا‬ ّ ‫و ال‬ َ
‫ة‬
ِ ‫ت الّرو ٰحان ِي ّ ق‬ ِ ‫قققا‬ َ ‫خُلو‬ ْ ‫م‬ َ ْ ‫ع ال‬ ِ ‫مي‬ ِ ‫ج‬ َ ‫ب‬ َ ‫قُلو‬ ُ ‫ِلي‬
‫ع ٰيقق ا‬ ُ ‫ري‬ ِ ‫سقق‬ َ ‫ت ٰيا‬ ِ ‫فل ِّيا‬ ْ ‫س‬ ّ ‫و ال‬ َ ‫ت‬ ِ ‫وّيا‬ ِ ْ ‫عل‬ ُ ْ ‫ن ال‬ َ ‫م‬ ِ
‫ب‬ ّ ‫ت ٰيا َر‬ ِ ‫ع ٰوا‬ َ َ‫ب الد‬ َ ‫جي‬ ِ ‫م‬ ُ ‫ب ٰيا‬ ُ ‫ري‬ ِ ‫ق‬ َ
َ
‫م‬
َ ‫حق‬ َ ‫ك َيقآ أْر‬ َ ِ ‫مت‬ َ ‫ح‬ ْ ‫ن ب َِر‬ َ ‫مي‬ ِ َ ‫ال ْ ٰعال‬
‫ن‬
َ ‫مي‬ ِ ‫ح‬ِ ‫الّرا‬
Bu münacâtın, evvelki münacât gibi yalnız kısa
bir meali ve tercümesi şudur:
451
Yâ ilahî! Göklerde hiçbir deveran ve hareket
yoktur ki, intizamıyla ve hikmetleriyle Senin
vücuduna şehadet etmesin.. ve Seni
tanıttırmasın. Hem zeminde hiçbir tehavvülat ve
tebeddülat ve keyfiyet ve san’at yoktur ki, mîzan
ve nizamı ile Senin vahdaniyetini ve rububiyetini
bildirmesin.. ve Seni tanımasın. Hem denizlerde
hiçbir mahluk, hatta hiçbir katre su yoktur ki,
hikmetleriyle Senin vücuduna delâlet etmesin.. ve
Senin rububiyetine şehadet etmesin. Hem
dağlarda zîhayatlar için iddihar edilen hiçbir
ma’deniyat ve ilaçlar ve taşlar yoktur ki,
faydalarıyla Senin rububiyetini tanımasın.. ve
Senin mevcudiyetine işaret ve vahdetine şehadet
etmesin. Hem kulûbda hiçbir hâtırât-ı gaybiye ve
ilhamat yoktur ki, Senin mevcudiyetine işaret ve
vahdetine şehadet etmesin. Hem ağaçlarda hiçbir
yaprak yoktur ki, intizamatıyla ve hikmetleriyle
Seni tanımasın. Yani Senin san’atının eseri
olduğunu bildirmesin. Hem cisimlerde hiçbir
hareket yoktur ki, Senin rububiyetine şehadet
etmesin.
Ey Hâlikım! Arz ve semavâtı teshir eden
kudretinin hakkı için, matlubumu bana musahhar
eyle…
İşte İmam-ı Ali’nin -Radıyallahü Anh- bir âciz
şakirdi ve Kur’ân’ın bir fakir hâdimi dahi,
Üstadının bu münacâtını bir münacâtla tefsir
ederek, Üstadının Üstadı olan Müfessir-i A’zam’ın
Cevşenü’l-Kebir münacatında yüz fıkrasından tek
bir fıkra olan buradaki münacatın bir vechini tefsir
ile, o âyet-i azimenin bir yüzünü ism-i a’zam ışığı

452
ile açmak istiyor.. diyor ki: ..................................”
564

***
Cenab-ı Allah; Cevşenü’l-Kebir hürmetine ve
ondaki binbir ism-i ilahî ve ism-i a’zam hürmetine,
bu şerhi hazırlayan âciz-i pür-kusûru ve bütün
mü’minleri ve mü’mineleri, müslimleri ve
müslimeleri sırat-ı müstakîme eriştirsin..
cehennem ateşinden kurtarsın.. âhir zaman
fitnesinden, nefis ve şeytanın şerlerinden, bid’at
ve dalaletler ve ilhad ve tuğyanın şerlerinden
muhafaza eylesin.. hepimizi cennet-i firdevsine
dahil eyleyip, saadet-i ebediyeye nâil kılsın. Âmîn.
Âmîn. Âmîn…

ْ ّ ‫عل‬
‫مت ََنآ‬ ‫م ل ََنا‬
َ ‫ٓإ ِل ّ ٰما‬ َ ْ ‫عل‬
ِ َ‫ك ل‬ َ َ ‫سب ْ ٰحان‬
ُ
َ َ ّ ‫إن‬
‫م‬ُ ‫كي‬ َ ْ ‫م ال‬
ِ ‫ح‬ ُ ‫عِلي‬ َ ْ ‫ت ال‬ َ ْ ‫ك أن‬ ِ

***

KAYNAKLAR

564
Osmanlıca Şua’lar, s. : 98...102.

453
Abdulkadir Badıllı Risale-i Nur’un
Kudsî Kaynakları
Abdullah İbn-i Muhammed Musulî El-İhtiyar
Abdullah Yeğin Yeni Lugat
Arif Etik Ferheng-i Farisî
Bediuzzaman Said Nursi Âsâr-ı Bediiyye
“ Asâ-yı Musa
“ Âyetü’l - Kübra
“ Barla Lahikası
“ Emirdağ Lahikası
“ Fihriste Risalesi
“ Gençlik Rehberi
“ Hanımlar Rehberi
“ Hizbü’l - Hakaik
(mürettibidir)
“ Hutbe-i Şamiye
“ Îman ve Küfür
Muvazeneleri
“ İşaratü’l-İ’caz
“ Kastamonu
Lahikası
“ Küçük Sözler
“ Lem’alar
“ Lemeât
“ Mektubat
“ Mesnevî-i Nuriye
“ Miftahu’l - İman
“ Muhakemat
“ Müdafaalar
Risalesi
“ Namaz Tesbihatı
(mürettibidir)

454
“ Nokta
“ Nur Âleminin Bir
Anahtarı
“ Nur Çeşmesi
“ Nurun İlk Kapısı
“ Rumuzat-ı
Semaniye
“ Sikke-i Tasdik-i
Gaybî
“ Sıracunnur
“ Sözler
“ Sünuhat
“ Şua’lar
“ Tefekkürname
“ Tılsımlar
Mecmuası
“ Tiryak
“ Zehretünnur
“ Zülfikar
Celalüddîn Mahallî Tefsir-i Celaleyn
ve Celalüddîn Suyûtî
Celalüddîn Suyûtî Tenviru’l - Havalik
(Muvatta’ Şerhi)
Hafız Münzirî Muhtasar-ı Sahîh-i
Müslim
Halil Gönenç Büyük Şafiî İlmihali
Hamdi Yazır Hak Dîni Kur’an Dili
Hey’et Hazırlamıştır Kur’an-ı Kerîm ve
Açıklamalı
Meali
“ Mu’cem-i Elfaz-ı
Kur’an-ı Kerîm
“ Mu’cem-i Vasît
“ Yeni Ansiklopedi
İmam-ı Ahmed El - Bûnî Menba-ı Usul-ü

455
Hikmet
“ Şemsu’l - Maarif
İrfan Yücel Hac Rehberi
M. Bahaeddin Türkçe Lugat
Mahmud Çanga Kur’an-ı Kerîm
Lugatı
Mehmed Doğan Büyük Türkçe
Sözlük
Mehmed Zihni Efendi Ni’met-i İslam
Mehmed Sofuoğlu Sahîh-i Müslim
Tercemesi
Mevlûd Sarı Mevarid
Muhammed Ali Sabunî Safvetü’t - Tefasîr
Muhammed Fuad Abdulbaki Mu’cem-i Garîb-i
Kur’an
“ Mu’cemü’l -
Müfehres
Mustafa Karahisarî Ahter-i Kebîr

Ömer Nasûhî Bilmen Büyük İslam


İlmihali
“ Istılahât-ı
Fıkhiyye Kamusu
Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah Le Saint Coran
Seyyid Süleyman Hüseynî Kenzü’l - Havâss
(Mütercim: Mustafa Varlı)
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Zeynüddîn Zebîdî Tecrîd-i Sarîh
Tercemesi
(Şarihi: Kâmil Miras) ve Şerhi
Ziyaüddîn Gümüşhanevî Mecmuâtü’l – Ahzab

456
***

457

You might also like