You are on page 1of 19

Müslüm Baba MARX’ın KAPİTAL’İNİ öğretiyor-I

“hakiki eylem ancak hem…

geriye hem ileriye dönük olarak tamamlanmamış sürecin bütünlüğü içinde vuku bulur;

diyalektik de bu sürece hakimiyetin bir aygıtı olur”

(E.Bloch, Umut İlkesi, çev:T.Bora)

K.Marx’ın Kapital’i yazışının üzerinden 140 yıl geçmiş. Üzerinden 140 yıl geçtiği halde bu
eserin genel olarak dünyayı ama özelde ise Türkiye’yi düne, geçmişe nazaran daha iyi
açıkladığını düşünüyorum. Bu düşünceden hareketle bu yıl birçok kongre ya da konferansa,
Kapital’in 140 yılında falanca ya da filanca konu başlıklı sunuşlar yaptım. Tüm bu sunuşlarda
marksizmle çok alakalı ama Kapital’le mesafeli muhalif-sol dünyaya, ya da Marx’ı kendi egemen
alanlarında görmek istemeyen akademik dünyaya elimden geldiğince Marx’ın eserinin yaşanan
dünyayı anlamamıza ne kadar çok kaynaklık edeceği ve dahası geliştirilecek alternatif
politikalara ne kadar çok kaynaklık edeceğini anlatmaya çalıştım. Çok başarılı olduğumu
zannetmiyorum. Ama Müslüm Baba “ihtiyacım var” diye televizyon ekranlarında karşımıza
çıktığı andan itibaren o reklama, Müslüm babanın itirazdan ihtiyaca dönüşen çığlığına ne kadar
çok ihtiyacım olduğunu anladım. Sağolsun bu reklam, Karl Marx’ın Kapital’ini ama bundan
hareketle de güncel olarak yaşadığımız kapitalizmi anlatmamı oldukça kolaylaştırdı. Reklam bir
yandan kapitalizmin temel bileşenleri (ikinci bölümde anlatacağım gibi emek dışında) olan meta
ile parayı Marx’ın fetişizm olarak tanımladığı bir şekilde gözler önüne seriyor. Yani ilerleyen
bölümlerde işaret edeceğim gibi KAPİTAL’in oldukça önemli bir kavramlaştırması olan fetişizm (bu kavram günümüz
gerçekliği içinde genelleşmiş fetişizm olarak tanımlanabilir) ve daha da önemlisi -yine dergimizin ilerleyen sayılarında
değineceğimiz, Marx’ın KAPİTAL’in yedinci bölümü olarak tasarladığı ama sonra koymadığı- Üretimin Dolaysız
Sonuçları'nın da işaret ettiği gerçek anlamda 'içerilmeyi' (Marx bu kavramı emek için kullanır ama ben kavramı
kapitalizmin artan egemenliğine bağlı olarak tüm toplumun kapitalizmin yapısal özelliklerine tabi olması anlamında
bütünsel içerilme anlamında kullanacağım) oldukça yetkin bir şekilde açıklıyor. Kısaca Müslüm Baba’nın “ihtiyaç listesi”ni
kullanarak, ondan hareket ederek Marx’ın KAPİTAL’ini ve ama esas olarak Türkiye gerçeğini sizlere elimden geldiğince
aktarmaya çalışıcam.

Reklamla ilgili açılması gereken bir diğer nokta ise reklama konu olan cıngılın, Müslüm Gürses’in daha önce “İtirazım
var” şarkısının dönüştürülerek kullanılmış hali olmasıdır. İtirazdan ihtiyaca dönüşüm de bana Türkiye’deki dönüşümü
tartışmaya açma fırsatı veriyor. Bu değişimde Müslüm Baba'nın itirazdan ihtiyaca geçişi, kendi tarihi açısından bir
kopuşu mu ifade ediyor? Yorumlar genellikle bu yönde ama erken dönem 'İtirazım var'ında da sanki yoksulluğun
yarattığı koşullara itiraz ederken bile, bir ihtiyaç listesinin olduğunu ve fakat ona ulaşamama hali olduğunu söyleyebiliriz.
Kopuş değil, süreklilik hali. Fakat ister kopuş isterse süreklilik diyelim, her ikisi de sadece Müslüm Gürses’e ait durumlar
değil, aslında içinden geçilen değişim halindeki sosyal gerçekliğa ait durumlar. Evet kapitalizm ve kapitalizmin işlerliği
olan sermaye birikimi gerçekleştiği ölçüde “kitlelerin bir şeyleri tüketme ihtiyacı da artıyor.” İleride kısaca değineceğimiz
gibi “itirazın” yükseldiği dönemde itiraz en temel ihtiyaçlara ulaşamamaya ilişkin bir itiraz: Ama şimdi Müslüm Baba’nın
ihtiyaç dediği şeyler aslında itiraz olan döneme göre daha çok “istek.” Bu eleştirel olmayan iktisat kitaplarında anlatılan
şeyin nasıl toplumsal olana içselleştirildiğinin de bir ifadesidir. Hemen hemen tüm iktisat ders kitapları iktisadın nesnesi
olarak şu fukara tanıma başvurur: ”kıt kaynaklar sonsuz ihtiyaç.” Şimdi Müslüm Baba da bizlere detaylı bir istek listesi
sunuyor.

"İhtiyacım var şu uzun tatile / İhtiyacım var bir güzel perdeye /


Dünyanın bilgisine / Yeni bir elbiseye / Mutlu günler görmeye
İhtiyacım var." "Yatak yorgan setine / LCD TV’ye /
Home theater sisteme / ihtiyacım var."

Müslüm Baba söylüyorsa doğru değildir ama 'İtirazım var' diyen Müslüm Baba’ya bu “söyletiliyorsa” o zaman bu
önemli. Tırnak içine aldığımız “söyletiliyorsa” ifadesi hem doğru hem de yanlış bir ifade. Doğru çünkü reklamın
gerçekleştirilme süreci, bu süreçte AKBANK’ın temsil ettiği sermaye grubu olarak SABANCI grubu ve AKBANK için
reklamı hazırlayan ŞİRKET ile MÜSLÜM BABA arasında parasal bir ilişki yaşanmıştır. Bu ilişkide sermayenin şimdi, şu
andaki gücü ile Müslüm Baba’nın bu güç karşısındaki kendi sanatçı donanımı/gücü bir araya gelmiş demektir. Diğer
yandan “söyletiliyorsa” ifadesi aynı zamanda geçmişten günümüze sirayet eden bir süreci işaret ediyor. Bu süreç o kadar
çok şeyi içeriyor ki... İlk elden itirazdan ihtiyaca geçen Müslüm Baba’yı, ama daha toplumsal olana ait bir şey ise
istek/ihtiyaç listesi kabaran bir toplumu işaret ediyor. Hatırladığım kadarıyla bu süreç “hala annenizin kolonyasını mı
kullanıyorsunuz”dan başlamıştı. Ama zaman içinde gerçekleştiğine kuşku götürmeyen bir şey varsa o da ihtiyacımız ya da
isteklerimize konu olanların listesi oldukça çoğaldı. Reklamda bu o kadar açık bir şekilde ifade ediliyor ki, Müslüm Baba
ihtiyacım var dedikçe evde, sokakta, işyerindeki insanların kafalarının üzerinde “hep aynı olan” ihtiyaç listesine konu olan
nesneler ucuşuyor. Burada bir belirleme yapabiliriz; biz Marksistler bu nesnelere meta diyoruz. Meta kavramı sıkça
kullanılan mal ifadesinden farklılığı işaret etmek için kullanılıyor. Aslında meta ve mal iki farklı toplumsal ihtiyaç üretme
tarzına ait kavramlardır. İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek için gerçekleştirdikleri üretim faaliyeti, tarihsel süreç içinde kendi
içinde farklı içsel bütünlüğü olan dönemlerden geçmiştir. Bugün kapitalist toplum bize her kadar “böyle gelmiş böyle
gidecek” mantığı dolayında bir gerçeklik kurgusu sunuyorsa da bu böyle değildir. Horkheimer bu eğilimi “verili toplum
biçimini kendini yineleyen hep aynı süreçlerden oluşan bir mekanizma olarak görme” egilimi olarak açıklar. İhtiyaçları
gidermek için gerçekleşen üretim faaliyetinde hele bu hiç böyle değildir. İnsanlık tarihinin uzun zaman dilimlerinde
insanlar doğrudan kendi ihtiyaçlarını gidermek için üretim faaliyetinde bulunuyorlardı. Üretim sonucunda hiç kuşkusuz
az da olsa bir değiş-tokuş oluyordu, ama değiş-tokuş büyük oranda ihtiyaç karşılamaya yönelikti. Oysa kapitalist
toplumda toplumsal ihtiyaçları karşılamak için gerçekleştirilen üretim faaliyetinin temel amacı, insanların ihtiyaçlarını
karşılamak değildir. Üretim faaliyetinin temel amacı kar etmektir. Üretim süreci/organizasyonu bu amaca uygun bir
şekilde tepeden tırnağa değişmiştir. Üretim sonucu elde edilen ürün değişime konu olması için üretilmiştir. İşte değişime
ve dolayısıyla parasal ilişkilere konu olmayan ürünlere mal diyoruz, ama değişime konu olan ve değişim amacı ile üretilen
ürünlere meta diyoruz. Bu belirlemeden sonra bir adım daha atarak “her malın meta olmadığını ama her metanın mal”
olduğunu söyleyebiliriz. Bu ifadeyi açmak için yeni bir kavramsal çifte ihtiyacımız var o da değişim değeri ve kullanım
değeridir. Aristo’dan beri biliyoruz ki her mal kendi içinde iki değeri barındırır: kullanım değeri ve değişim değeri.
Aristo bu ayrımı hane halkı ekonomisinden hareketle gerçekleştirir. İnsanların ürettikleri ürünün kendi ihtiyaçlarını
karşılayan kısmını tükettiklerini ve geri kalan kısmı ise değiş-tokuşa konu ettiklerini belirtir. Mallarda insanların
ihtiyaçlarını giderme özelliğine biz kullanım değeri diyoruz, malların başka mallarla değiştirilme özelliğine de değişim
değeri diyoruz. Bu kavramsal ayrım basit gibi görünse de, aslında insanlık tarihinde iki farklı ihtiyaç giderme tarzını
göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu kavramsal çiftten hareketle Horkheimer kapitalist toplumu “değişim değerinin
egemen olduğu toplum” olarak tanımlayacaktır. Burada egemen ifadesi önemli, önemli çünkü kapitalist toplumda
kullanım değeri ortadan kalkmaz ama kullanım değerleri ancak değişim dolayında gerçekleşir.

Müslüm Baba’nın itirazı aslında Türkiye’nin kullanım değerinden değişim değerine geçişin başlarında, kırdan kente gelen
ya da kentte olup da artık verili üretme biçiminde ayakta kalamayanın ruh halini bize veriyordu.

“itirazım var bu zalim kadere


itirazim var bu sonsuz kedere
feleğin cilvesine, hayatın sillesine
dertlerin cümlesine
itirazım var.”

Gerçekten de aslında kullanım değerinin egemen olduğu tarım toplumlarının binlerce yıl içinde oluşmuş kendine özgü
sosyal güvence sistemleri vardı ve her şeyden önce her şey yüzyüze ilişkiler dolayında gerçekleşirdi. Oysa 1960’larla
birlikte hızlanan ve 1970’lerde belirleyici olan toplumsal değişim süreci aslında bir yersiz yurtsuz edilme sürecidir. Yani
değişim değerinin egemen olmaya başladığı süreçtir. Müslüm Baba 'itirazım var' derken bu itirazın “bana cehennemi
aratmıyor” diye tanımladığı bir dünyaya karşı olduğunu belirtir. Bu dönüşüm bir toplumsal ilişkiler sisteminden diğerine
dönüşüm sürecidir. Bu yüzden daha dertlidir, daha isyankardır. Aslında insanlık tarihinin belki de en acımasız
dönüşümüdür. Çünkü bir yanda insanların ihtiyaçlarını kat kat artan üretim yapılırken, bu zenginliğin yanı sıra insanlar
bu metalara ulaşamayarak yoksulluk ve sefalete mahkum edilmiştir. Diğer yandan binlerce yıl süren tarım ve zanaatkarlık
çözülürken, bu süreçte kendini başka ilişki ve mekanda bulan insanlar emeklerini satmak zorunda kalmışlardır. İnsanların
enerjileri artık değişim değeri olarak piyasaya sunulabilir hale gelmiştir. Bugün çok rahat kullandığımız “emek piyasası”
kavramı tam da bu değişimin sonucudur. Ama zorlu ama gayri insani bir dönüşümdür. İşin daha da kötü yanı ise emek
pazarına düşen/düşürülen insanların bu pazarda da kendilerini değerli kılamamaları yani iş bulamamaları ya da daha kötü
işleri kabul etmek zorunda kalışlarıdır ki bu işler kirli, tehlikeli ve az getirisi olan işlerdir. Diğer yandan aynı değişim
süreci yine tarım toplumlarda görülmeyen bir kentsel dünyada dışlanmış kesimlerin de varlığına neden olmuştur. Müslüm
Baba’nın ihtiyaç listesine itirazı olan Can Dündar Milliyet’teki yazısında aslında bu durumu oldukça iyi açıklıyor.
Müslüm Gürses’in “Tutunamayanların Sesi” olduğunu söylüyor ve devamla “Bir araştırmaya göre çalışan nüfusun 5’te 1’i
'Müslümcü' olduğunu söylüyor. Ve devamla 'Müslümcüler' bir tür tarikat gibi dinliyorlardı kendi şarkılarını
söyleyenleri...Özellikle Müslümcüler, şehirden nasiplenmek şöyle dursun, şehrin en çok çilesini çekenlerdi:Tinerciler,
fahişeler, sahipsizler, hapishanedeki kader mahkumları, kapkaççılar, 'bütün duyguları ağır yaralı' olanlar, dibe vuranlar,
tutunamayanlar...”

Ama Müslüm Baba’nın “İhtiyacım var” çağrısı sistem içi bir dönüşümle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Artık
değişim değerinin egemen olduğu bir toplumdayız ve değişime konu olan oldukça çok şey vardır. Buraya kadar anlatılan
ama en çok da reklamda görsel olarak gözler önüne serilen manzara bize Karl Marx’ın Kapital-I’deki o anlamlı ve önemli
vurgusunu çağrıştırmıyor mu?

“Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, "muazzam bir meta birikimi" olarak kendini gösterir,
bunun birimi tek bir metadır. Araştırmalarımızın, bu nedenle, metaın tahlili ile başlaması gerekir.” (Marx, KAPİTAL I)

Müslüm babanın ihtiyaç listesi Türkiye’de muazam bir meta birikimi olduğunu bizlere gösteriyor. Ama meta birikimi
diyoruz, çünkü bu metalar aman insanların ihtiyaçları var diye üretilmemiş, insanlar onları satın alsın diye üretilmiş.
Zaten reklamın bir banka reklamı olduğunu da unutmayalım.

Neyse, sonuç olarak Müslüm Baba’nın reklamdaki sözleri bize Kapital I’in girişindeki ilk cümleyi hatırlatıyor. İsteği
dışında da olsa Türkiye'nin Marx’ın ilk cümlesinde işaret ettiği bir gerçeklik düzeyine ulaştığının ipuçlarını bize veriyor.
Müslüm Baba'nın ihtiyaç listesi aynı zamanda "muazzam bir meta birikimi”ni işaret ediyorsa o zaman K.Marx’ın yine
Kapital I’de işaret ettiği “anlatılan senin hikayendir” ifadesi Türkiye için de geçerlidir. Gelecek sayıda Müslüm Baba,
reklamında dünyaya gökyüzünden fırlatılmış gibi gösterilen metaların aslında yeryüzüne ait olduğunu bizlere anlatacak.
Yani fetişizm ile emek arasındaki ilişkilere reklam dolayında bakmaya çalışacağız.
Müslüm Baba MARX’ın KAPİTAL’İNİ öğretiyor-II
Emek-emek gücü, şeyleşme ve yabancılaşma-I

Ve elbette ki,
sevgilim, elbet,
dolaşacaktır
elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi
tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet...

Nazım Hikmet
Piraye İçin

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Ama Sonra Yeniden Katılaşıyor

160 yıl önce Komünist Manifesto’da K.Marx ve F.Engels yaşadıkları dönemi “katı olan her şey
buharlaşıyor” ifadeleri ile açıklamışlardı. Bu ifade kapitalist topluma geçerken bir önceki toplumsal
ilişkiler sisteminin nasıl tepeden tırnağa dönüştüğünü /dönüştürüldüğünü açıkladığı gibi,
kapitalizmin bugün de hızı artarak devam eden dönüştürücü gücüne ait ipuçları da veriyor. Daha
otuz yaşlarına girmeden F.Engels ile birlikte kaleme aldıkları Manifesto’nun yayınlanmasının
üzerinden yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra, Marx, kapitalizmin yapısal özelliklerini serimleyecek
çalışmasını yani KAPITAL’in ilk cildini yayımlayacaktır. Karl Marx, KAPİTAL’de katı olan her
şeyin buharlaştıktan sonra nasıl yeniden katılaştığını açıklayacaktır. Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı adlı alt başlıkta
kapitalizmin yapısal özellikleri ile onun işleyişine monte edilen insanların öyküsü anlatılır. Buharlaşan her şeyin nasıl
yeniden meta biçimine dönüştürüldüğü yani katılaştığına dair teorik çerçeve, yazıldığı dönemden çok daha fazla bu
günleri açıklayacak nitelikte. Önümüzdeki birkaç yazıda, KAPİTAL’den hareketle fetişizm, yabancılaşma ve şeyleşme
kavram/olgularını güncel açılımları ile birlikte ele alıp incelemeye çalışacağız. Genelleşmiş meta üretimi aynı zamanda
fetişizmin genelleşmesine yol açtığı ölçüde, gerçeği analiz edip anlama daha bir zorlaşacaktır. Bu zorluğun farkında olan
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da katı olan her şeyin buharlaştığı bir dünyayı anlamak için daha bir özen
göstermenin gerekliliğini vurgularlar. Bu yüzden Marx, kapitalizmi anlama çabasına “meta” kavramıyla başlar. Kapitalizm
değdiği her şeyin önce verili konumunu bozuyor, daha sonra ise meta biçiminde katılaştırıyor. Metalaşma ve metalaştırma
zaman içinde yaşamın akla gelmeyecek her alanına girecek bir özelliğe sahip. Son zamanlarda üzerinde tartıştığımız
konuları düşünmek bile metalaşmanın ulaştığı boyutları açığa çıkaracak nitelikte. Eğitimin aslında bir meta olduğuna
ilişkin düşünceler mi dersiniz, kentsel dönüşüm adı altında barınma hakkının metalaşma süreci içinde erozyona uğraması
mı dersiniz, kamu açıkları ileri sürülerek sağlık ve ortak kamusal alanlar olarak ormanların metalaşma sürecine çekilmesi
mi diyelim. Sistemin yapısal mantığını görmeyen bazı sol-sosyal demokratlar, sorunu devletin yeterli kaynağının
olmaması, tam anlamıyla liberal bir metedoloji ile devletin bu alanlardan çekilmesi gibi ampirisist bir dil üzerinden
doğrusu biz marksistleri epeyce üzüyorlar. Yani şimdi sermaye ve sermayedarlorın artan egemenliklerine karşı bir şeyler
yapmaya çalışırken, bir de enerjimizi size haracamasak ne olur yani (Bakınız son günlerdeki eğitimin neden paralı olması
gerektiğine ilişkin “ezber bozma” yazılarına, kaynak tabili Radikal İki pazar ekleri).

Daha önceki konuşma ve yazılarımda işaret ettiğim gibi aslında neo-liberalizm diye ifade edilen
gerçeklik/sürece neo takısının konmasının temel nedeni, sermaye ilişkilerinin iktisat politikaları kanalı ile yaşamın farklı
alanlarını da içine alması ya da o alanlara da nüfus etmesidir. Burada ise sol ya da marksist analizlerin neo-
liberalizmi sadece iktisat politikalarına indirgemesi varsa yoksa neo liberalizmin ne kadar kötü olduğu ama gerçekten ne
kadar kötü olduğu üzerinden kolaycı ve ezberci bir dil üzerinden açıklaması amaçlanan amaçlara ne yazık ki hizmet
etmiyor. Daha da kötüsü verili kurgunun yeniden üretilmesine neden oluyor. Oysa neoliberal iktisat politikaları eğer
sistemin yapısal mantığına dokunmadan işliyorsa, bu sistemin mantığını besleyen bir özellik de kazanabilir. Sadece bir
uyarı.. Aynı şekilde küreselleşme denilen olgunun yeni ve farklı olan özelliği bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerde
sermayenin sosyal evreninin zamanla tüm ilişkiler ve varoluş üzerinde egemenliğini kurması ve bunun öznesi olan bir
sermayedar grubunun oluşmasıdır. Müslüm Baba’nın ihtiyaç listesinin kabarıklığı meta ilişkilerinin geldiği noktayı
göstermesi açısından önemli. Tabiki başka açılardan da önemli. Elimizden geldiğince bu yazı dizisince bu başka açıları da
göz önüne almaya çalışacağız. Geç kapitalistleşen bizim gibi ülkelerde genelleşmiş meta ilişkilerinin egemenliğini kurması,
aynı zamanda kapitalizmin dünya ölçeğinde hız ve yoğunluğunun daha belirleyici olmasına neden olmuştur. Bu ise yeni
ve farklı olanı işaret eder.

Nerden çıktı bu “bırrrr”lamak?

Müslüm Baba bırrrlıyor

Varılan, ulaşılan aşamayı isterseniz Marx’ın Kapital’ini anlamamızı kolaylaştıran Müslüm Baba
üzerinden düşünmeye devam edelim. Beyaz’ın Güven Kıraç’la birlikte sunduğu Nası Yani
Adlı programın birinde 'Arabesk” üzerine tartışılırken/konuşulurken şarkı sözü yazarı Ahmet
Selçuk bir dörtlükle Müslüm Baba’ya seslendi:

“Ne güzeldi seninle bir sevdayı yaşamak


O sevdayı yürekte jiletle parçalamak
Küstürdün rakıları, küstürdün şarapları
Nerden çıktı be baba kola içip "bırrr"lamak”

Nerden çıktı bu "bırrr"lamak? Bu sorunun cevabının, Müslüm Baba’nın oynadığı Akbank


reklamında işaret ettiği ihtiyaç listesi ile ilişkisi olsa gerek. Daha önce Kadir İnanır ‘a da
bırrrrlama teklifi götürülmüş ve Kadir İnanır 'Racona ters' diyerek teklifi reddetmiş. Tabii bir de Müslüm Baba’nın kendi
ihtiyaç listesini bilmemiz gerekiyor, babamız kendi ihtiyaç listesi için bırrrrlamış ve itirazlarını ihtiyaca çevirmiş olabilir!
Müslüm Baba’nın oldukça da zor olan o bırrrrlama hali, ihtiyaç listesinin epey yüklü olduğuna ait ipucu veriyor.
Amacımız kesinlikle Müslüm Gürses üzerine bir şeyler söylemek değil, amacımız bu reklamlar dolayında yaşanan süreci
kavramsal düzeye taşımak. Ama genelleşmiş meta ilişkileri açısından bırrrr diyenin kim olduğu da önemli, söyleyen/işaret
edenin kendisinin de bir değer taşıması gerekli. Yani Hülya Avşar’ın sıkça işaret ettiği gibi bir marka olması gerekir. Her
ne kadar Müjdat Gezen "Ben markayım" diyen Hülya Avşar'a, "Hülya Avşar kendisine 'Markayım'diyor. Ben otomobil
miyim, diş macunuyum mu da marka olacağım? Ben insanım" diyerek espirili bir dille Avşar kızını eleştirse de, bence bu
konuda da Avşar kızı haklı.

“Pepsi’nin Aysun Kayacı’lı reklamlarına, Coca


Cola Müslüm Gürses’li reklamla karşılık verdi,
Müslüm Baba, bir yudum kola içtikten sonra
“Bırrr” diye titrediği reklam için tam 400 bin
YTL aldı. Helal olsun. Aysun uzun süredir Çünkü bir bırlama yapılacaksa bunu herhangi biri değil de Müslüm
Pepsi Max reklamlarıyla ekranlara konuk Baba gibi birinin yapması gerekir. Yazmanın sıradüzenine uymadan
oluyordu. Aysun’un 250 bin dolar (yaklaşık daha sonra girmek istediğimiz bir konuya burada girelim. Bunu da
300 bin YTL) aldığı reklam filmi uzun süre
Müslüm Gürses’le kişisel bir sorunumuz olmadığını ve hatta yaşama sesi
konuşuldu. Coca Cola da reklam filmlerinde,
müzik dünyasının “Baba” lakaplı ünlü sanatçısı ile katkı sağlayan birisi ile hiç mi hiç sorunumuz olmadığını söylemek
Müslüm Gürses’i oynattı.” için yapalım. Şunu demeye çalışacağız, bütün toplumsal yapılar
bireylerin etkinlikleri/eylemliliklerince oluşturulsa ve üretilse de yapıları
doğrudan bireylerden hareketle açıklayamayız. Tam tersine, temel derdimiz bireylerin eylem ve etkinliklerini yapısal olan
üzerinden açıklamaktır. Marka olan meta ile normal meta arasında ne gibi farklılıklar vardır. Aslında insanların ihtiyacını
giderme açısından marka olan ile olmayan arasında bir farklılık yok. Ama değişim değerinin egemen olduğu toplumlarda
metalar arasında bir farklılık yaratılması gerekir. Böylece değişim sürecine giren her türlü metanın, kendini daha farklı
göstererek diğer metaların önüne geçmesi gerekir. Kullanım değeri olarak hemen hemen diğerleriyle aynı olan bir
metanın diğerlerinden farklılaşması nasıl gerçekleşir? Bu metalar bir anlamda insanların/tüketicilerin zihinlerine hitap
eder, ayrıca orada bir yer edinmesinin de sağlanması gerekir. Yani metalar paketlenme servisine sokularak allanıp
pullanmması gerekiyor. Bu paketleme kapitalist anlamda üretimin zorunlu sonuçlarından biridir. Çünkü kapitalist anlamda
üretilen metaların mutlaka ama mutlaka para biçimine dönüşmesi gerekiyor. Metaların ölüm parendesi yani paraya
dönüşme zorunluluğu, tüm bu paketleme servislerini gerekli kılıyor. Ama bu paketleme servisi son zamanlarda iyice
fetişistik bir biçim aldı. Artık paketleme, doğrudan pazarlanacak metayla bile ilgilenmeden, o metanın birilerince işaret
edilmesi önemli hale geldi. İşte bu birilerinin 'herhangi birisi' değil de, piyasada kendi değeri olan birisi/birileri olması
gerekiyor. Yani metayı işaret edenlerin metalaşma süreci ile karşı karşıyayız. Müslüm Baba’nın yıllarca severek
dinlediğimİtirazım var adlı parçasının “ihtiyacım”a dönüşmesi, dönüştürülmesi kendi başına Müslüm Baba’nın bir marka,
bir simge olarak metalaşması anlamına gelmiyor mu?

Aslında Müslüm Akbaş olarak başlayan bir yaşamın Müslüm Gürses ve sonra ise Müslüm Baba olması ve nihayetinde
bırrrrlayarak ihtiyaç listesini açıklaması, katı olan her şeyin buharlaşması ve sonra yeniden katılaşmasının anlamlı ve özel
bir örneğini teşkil etmiyor mu? Burada Müslüm Babanın paketlediği ya da işaret ettiği “meta” ise ihtiyaç listesindeki
metalara hiç mi hiç benzemediğini belirtmemiz gerekiyor. Bu metaların tüketilmesi için gerekli olan, kendine özgü olan
bir meta, yani metalaşan paradır. Kapitalizm, reklam ve para kavramlarını daha sonra, daha detaylı ele alacağımız için
şimdilik sadece önemli olduklarını belirtmekle yetinelim.

Nedenini Yitirmiş Sonuçlar Toplumu mu?


Reklamımıza geri dönecek olursak, Müslüm Baba ihtiyaç listesini sıralamaya
başladığında evde, işyerinde, daracık sokaklarda, parklarda insanların tepesi üzerinde
kırmızı gülen metalar dolaşmaya başlıyor. Bankta oturan sevgililerin “mutlu günlere”
ihtiyaçları olduğu Müslüm Baba tarafından belirtilmesi ile sevgililerin birbirlerine
yönelmeleri, eş zamanlı bir biçimde kırmızı yüzlü şeylerle bütünleşir. Tabi sevgili ve
gelecek bu metalar dolayında ancak gerçekleşebilir. Ya da çalışmadan bahsederken bu
şey belirir, bilgisayar olmadan önce çalışma diye bir şey mi vardı ki? Tatil derken, bu
devam eder ve her şey ihtiyaç listesini dolduran nesnelerden hareketle yeniden yeni bir
tarih ile yaşamaya devam ederler. Herşey yeniden metalar dolayında tanımlanıyor. Tarih
sanki onlarla birlikte yeniden yazılıyor. İnsanların üzerinde, beyinlerinde ve hatta geleceklerinde metalar ve nesneler
belirgin bir yer tutarlar. Reklam bize ihtiyaç listesinin her yere girmiş ve her yere sinmiş olduğunu o kadar açık bir
biçimde veriyor ki? Bu reklamın pedagojik değeri gerçekten çok fazla valllahi... Evlere, sokaklara, işyerlerine dahası
duygulara, düşüncelere egemen olan nesneler dünyası.

Bir soru ama önemli bir soru, ihtiyaç listesine giren tüm bu nesneler/metalar gökyüzünden tanrısal bir el tarafından mı
yeryüzüne fırlatıldı? Bu yazının temel derdi bu soru ve bu soruya -başta kendimi ama özellikle sizleri- yormadan cevap
vermek. Aman yorulmayalım. Takılalım abi ya da ucundan tutuverelim. Derinleşmek ve yoğunlaşmak hızın arttığı bu
çağa bu günlere uymaz. Neyse sorumuza dönecek olursak keşke böyle bir tanrı olsaydı. İnsanların ihtiyaç duyduğu
gerekli ve gereksiz ne varsa tanrısal bir iradeyle insanlara sunulsa. Ve tüm bu ihtiyaçlar aslında gökyüzünde yüzer gezer
biçimde dolaşsalar. İnsanlar da ihtiyaçlarını alıp, bir güzel mutlu mesut yaşamlarını sürdürseler. Ama tanrıya da haksızlık
etmememiz gerekiyor, bizlere o kadar güzel bir dünya ve o kadar çok güzellik sunmuş ki, ama sunduğu şeyler arasında
bir tanesi defolu çıkmış ve verili düzenekleri tamamen tersine çevirmiş. Bakın J.J. Rousseau
gelişmeleri nasıl açıklıyor;“ İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur.” Neyse sözün özü; “Biz
büyüdük, kirlendi dünya.”

Eğer tüm bu nesneler, ilahi güçler tarafından dünyaya insanlar için fırlatılmadıysalar, bu güler yüzlü nesneler/şeyler
nereden gelir ve nereye giderler? Amerika’yı ziyaret eden Baudrillard, Amerika için nedenlerini yitirmiş sonuçlar
ülkesi der. Aslında Amerika için kullanlan bu ifadeyi kapitalizmin meta egemenliğindeki dünyasını anlatmak için
kullanmak daha uygun olacaktır. Sağım solum sobe. Herkes meta. Her şey meta... Tekrar edelim sorumuzu,
bu nesne/metalar nereden geldi ve dahası tüm çevremizi kuşatacak kadar çoğaldılar?

Toplumun Nedenlerini Yitirme Çabaları

İşte şimdi bu olmadı. Sistemin, sermayenin organik aydınları bunca emek ve çabayı nedenleri ve niçinleri gizlemek için
bu kadar çok çabalerken. Bu emeğe yazık değil mi? Post-endüstri toplumu, yeni-kapitalizm ya da bilgi toplumu
kavramları niçin üretildi? Akademik dünya olanca emeğini bu yönde kullanmıyor mu? Artık bildik anlamda üretimde
çalışanların sayısı azalıyor, servis sektörü muazzam gelişti. İşçi çalışmayan fabrikalar devrine girmedik mi? Zaten
üretimdeki esas değeri yaratan artık bilgi değil mi? Türkiye’de en son çıkartılan İş Yasası’nın gerekçesine allah aşkına bir
zaman ayırarak da bakın. Orada yirmi birinci yüzyıla girerken işçilerin artık eskisi gibi önemi kalmadığı belirtiliyor. İş
Yasası'na, yani işçiler için çıkartılan yasaya, bilirkişiler, bilmişliğini göstererek işçilerin artık önemlerinin kalmadığını
yazarlar. Neyse bakmak için zamanız olmayabilir. Ben aktarayayım: ”.. Üretimde bilginin öneminin sermayenin önüne
geçmesi, çalışanların vasıf derecelerinin beden işçiliğinden fikir işçiliğine kayması, küresel rekabetin, esnekleşme olgusunu
zorunlu olarak gündeme getirmesi çalışma hayatını yakından etkilemektedir" (İş Kanunu Ön Tasarısı’ndan) O zaman
neden bir iş yasasına ihtiyaç duyulur ki? Ama gene de olsun, bir iş yasası çıkartılmalı!

Saklayamazsınız! Saklayamazsınız! Haydi söyleyin tüm bu metalar nereden geldi?

Ama bu sefer o sert ve sert olduğu kadarıyla gayri insani iktisat disiplini olanca gücüyle sahneye çıkar. Yok yok baştan
beri sahnede. İktisat disiplini özellikle işçi sınıfının (aaa valllahi ağzımızdan kaçtı) sayısal olarak arttığı ve politik özne
olmaya başladığı bir zamanda müdahale eder. Sistemin yeniden üretimi için, sistemin bilgisinin de üretilmesi gerekiyor.
İktidar için ve iktidar adına bilgi üretilir. Yani bu günlerde projecilik diye kızıp sinirlendiğimiz olgunun büyük babası
olur tüm bu tarz bilgi üretimi. İktisat disiplini ekonomi politikten uzaklaşır ve bu konuda iktisadın temel konusu olan
değer ve değerin ölçümü üzerine yeni şeyler söylenmeye başlanır. Çünkü kapitalist öncesi toplumsal ilişkilere karşı yine
sistem dili üzerinden yorum yapan A. Smith ve D. Ricardo gibi öncüler, bir metaın değerini o metanın üretilmesi için
harcanan emek miktarına bağlar. Ve dahası bir toplumun zenginliğini de, o toplumun sahip olduğu emek miktarı
üzerinden açıklar. Ve D. Ricardo işi daha da ileri götürür. Bir toplumun gelecekteki zenginliğinin, var olan zenginliğin
üç sınıf arasında nasıl paylaşıldığına bağlayacaktır. Bu densizliğe dur demek gerekirdi. Ve dendi de. Ekonomi politik bile
kötü çağrışımlara neden olduğu için ekonomi olarak devreye girer. Ve ekonomi sorunu çözer metaların değeri, o metaları
tüketenlerin metalara duydukları ihtiyacın şiddetine bağlanır. Yani değer özne ile tüketilen nesne arasındaki ilişki
üzerinden tanımlanır. Aman yarabbim kurtulduk. Sen sağ, ben salim. Peki iktisat disiplini işçi kavramını analizlerine hiç
sokmaz mı? Olur mu öyle şey! Meta ve para piyasası gibi iki önemli piyasa gibi bir de analizlerine emek piyasasını
eklerler. Marx ve Engels, burjuvazi kendi imajlarına uygun bir dünya yaratır derler. İktisat tam da bu işlevi yerine getirir.
Yaa... bunu da bir başka yazıda ele alalım. Bizim solcu millet iktisat ideolojidir diyerek kestirip atıyor ve bir güzelce onu
yanliş bilgi üreten bir konumda ele alırlar, yok yok ele almaz bırakırlar. Nasıl olsa yanlış bilinci temsil eder diye. Oysa
iktisadın 1800’lerin ortasından itibaren işaret ettiği şeyler, bu günlerde yaşanan şeyler haline geldi. Bu gün işaret edilenler
de toplumsal bir karşı çıkış olmazsa yarınlarda yaşanacaklar. Yani, yani iktisat sadece bir ideoloji değil, tam tersine
burjuvazinin hayalindeki dünyayı biçimlendiren, ona şekil veren ve hatta tökezlediğinde elinden tutup kaldıracak yaşama
dokunan bir dizi işlevi var. Neyse bu emek piyasası mantığına göre işçi de bir meta sahibi olarak emek piyasasına gider
ve sahip olduğu metayı piyasaya, emek piyasasına sunar ya da arz eder. Birileri de emek piyasasına sunulan bu metaya
hani ihtiyaç duyar da alır. Elma, domates, ayakkabı piyasası gibi, bir de emek piyasası vardır. Evet, bugün işçi dediğimiz
bu insanlar tıpkı elma, domates ve patates gibi emek piyasasında emek-güçlerini satmaya çalışır. Yani olay çok kolay. Bir
satan var, bir de satın alan. İktisat disiplinine göre aynı zamanda alan memnun satan memnun, size yani bize ne oluyor.
Dikkat ederseniz iktisat disiplinin emek piyasası dediği şeye biz ısrarla emek-gücü piyasası diyoruz, diyeceğiz. Konu
konuyu açıyor, ama toplumsal ilişkileri bu tarzda ani toplumsal ilişkiler dolayında ne kadar ele alırsak alalım. Bir
muhalif ve Türkiye’de Karl Polanyici kolaycı var olma hali, hemen kaba marksizm diye bu tarz analizleri ellerinin tersi ile
iterler, istemezler. Onlar için Marx ve marksizmin adı geçtiği her yer, her şey kaba, indirgemecidir. Bu kadar tarihsel
geçmişi ve farklılıkları olan ve kendi içinde kaba indirgemecilik konusunda bu kadar eleştirel farklılıklar taşıyan bir
düşünsel/pratik oluşu bir kalemle nasıl indirgemeci diye silersiniz. Bunu anlamak hem zor hem kolay.

Neyse biz yine emek piyasasına dönelim. Eeee... bu piyasada emekçinin emek-gücü bir alıcı bulursa karşılığında ücretini
alır ve bir güzel Müslüm Babanın saydığı ihtiyaçları/ihtiyaçlarını karşılar. Ya emek-gücüne piyasada alıcı bulamazsa, bu
insanlara da işsiz diyoruz. Bizde çokca bulunur bu işsiz denen insanlardan (bir hesaba göre 2 milyon dört yüz bin, başka
bir hesaba göre ise 4 milyonun üzerinde). Bu insanlar yani işsizler de ihtiyaç listesine pek ihtiyaç duymazlar. Bu öyküde
inandırıcı olmayan, gerçeklere uymayan ne kadar çok şey var.

Nedenleri ve Sonuçları ile Kapitalizm

Öykünün en sorunlu yanı, işçi-emekçi denen varoluş sanki tarihin her döneminde var olan bir gerçeklikmiş gibi
açıklanmasıdır. Hemen söyleyelim, bu doğru değil. İnsanların işçileşmesi, binlerce yıl süren tarım toplumlarından sonra
gerçekleşiyor. Müslüm Baba’nın ihtiyaç listesine giren malların/metaların üretilmesi için öncelikle bu malları üretecek
içilerin üretilmesi gerekir. Evet evet yanlış duymadınız, işçiler süreç içinde ve genellikle de zor üzerinden üretilmiş bir
gerçekliktir. Komünist Manifesto’nun öncülü olan Komünizmin İlkeleri’nde F.Engels basit bir dille bunun böyle
olmadığını açıklıyor. Hem de en basit bir dille.

“Soru : Proletarya nedir?

Yanıt: Proletarya, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca
kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin
iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara
dayanan sınıfıdır. Proletarya, yani proleterler sınıfı, tek sözcükle, 19. yüzyılın çalışan sınıfıdır.

Soru: Şu halde proleterler her zaman varolmamışlardır?

Yanıt: Hayır. Yoksul halk ve çalışan sınıflar her zaman varolmuştur,[45] ve bu çalışan sınıflar çoğunlukla yoksuldular. Ama
demin sözü edilen koşullar altında yaşayan bu tür yoksullar, bu tür işçiler, yani proleterler her zaman varolmamışlardır,
nasıl ki rekabet her zaman serbest ve sınırsız olmamışsa.

Soru : Proletarya nasıl doğdu?

Yanıt: Proletarya, geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de ortaya çıkan ve o zamandan bu yana dünyanın bütün uygar
ülkelerinde kendini yinelemiş olan sanayi devriminin bir sonucu olarak doğdu. Bu sanayi devrimine, buhar makinesinin,
çeşitli dokuma makinelelerinin, buharlı tezgahın ve daha birçok başka mekanik aygıtların icadı neden oldu. çok pahalı
olan ve, bunun sonucu, ancak büyük kapitalistler tarafından satın alınabilen bu makineler, o güne dek varolan tüm üretim
biçimini değiştirdi ve makineler işçilerin derme çatma çıkrıklarıyla ve el tezgahlarıyla ürettiklerinden daha ucuz ve daha iyi
metalar ürettiği için, eski işçileri safdışı bıraktı.” (Engels, Komünist Manifesto)

Tabi ki işçi üretimi hiç de kolay olmadı. İşçi üretiminin ilk uğrağı olan İngiltere tarihinde, işçileşme sürecine paralel
olarak bir çok işçileşmeme hareketi olduğunu da biliyoruz. Bu gün artık normalleştirilmiş ve sıradan bir olgu olan
işçileşmeye karşı neden mücadele verilsin ki dendiğini duyar gibiyim.
Ayrımlar Çağı: Emek ile emek-gücünün birbirinden ayrılması

Komünist Manifesto’da K. Marx ve F. Engels 160 yıl önce “katı olan her şey buharlaşıyor” diye süreci açıklarken, Peter
Kropotkin olup bitenler karşısında tepkisini dile getirmek için yaşananları“ayrımlar çağı” olarak tanımlayacaktır. Ayrımlar
çağı ifadesi oldukça anlamlıdır. Ve katı olan her şey buharlaşıyor, ama buharlaşması için ayrışması gerekiyor. Belki de
buharlaşma yerine ayrışması demek daha uygun. İşçileşme diye tanımladığımız olay tam da burada açığa çıkıyor. Çünkü
işçileşecek insanların binlerce yıl sürdürdükleri üretken faaliyetleri ve dahası üretim araçlarından kopartılması yani
ayrıştırılması gerekiyor. Marx, KAPİTAL’de bu mekanizmayı ilkel birikimin önemli bileşenlerinden biri olarak
adlandırır. Marx’tan daha güzel anlatamayacağım için, yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı olan emek ve emek-gücünün
oluşumunu direkt Marx’tan aktarmayı uygun buldum:

“Kapitalist sistem, emekçilerin, emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen
ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim, ayakları üzerinde doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı
sürdürmekle kalmaz, bu ayrılığı zamanla artan oranlarda yeniden-üretir de. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan
süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal
geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim
denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir.” (Marx, KAPİTAL).
Sevimli kırmızı güler yüzlü nenselerin üretilmesi için öncelikle emek-gücünün üretilmesi gerekmiştir. Türkiye için bu
sürecin kısmi olarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Tarımsal alandaki dönüşüm ile geleneksel zanaatkarlığı sürdüremeyenler
emek-güçlerini piyasaya sunuyorlar. Artık alıcı bulursalar çalışan, bulamazsalar işsizler ordusuna katılıyorlar.

Bu da Geçer
Ama her durumda yaşanan süreç ilginç, ilginç olduğu kadar da acımasız bir süreçtir. Çünkü
Böyle kalmaz zamanla toplumun oldukça büyük bir bölümü sahip oldukları tek şey olan kendi enerjilerini,
Düzelir elbet
eylemliliklerini, kendi hareketlerini bir ücret karşılığında satmak zorunda bırakılmışlardır.
Bu da geçer arkadaþ
Yaptığının genellikle bilincinde olmayan ama daha da tehlikeli bilinçli vulgar iktisatçı, emek
Bu da üzülme
……… piyasası üzerinden konuştuğu anda, aslında insanlık tarihinde oldukça yeni ama bir o kadar da
Bir Fırtına Kopacak) gayri insani bir şeyi normalleştiriyor ve zorunlu kılıyor. Ve kapitalist toplumun diğer
toplumlardan farklı olarak insanlara çalışıp-çalışmama özgürlüğü verdiği de hemen ilave ediliyor.
Yarina az zaman var Yani bizde zor yok abiler ablalar! İsteyen çalışır isteyen çalışmaz. Nedense bu ifadeleri
Bugunlerde bitecek
kullanırken belleğimde birden 2006 İstanbul 1 Mayıs'ı canlandı. İşçiler üretim araçları ve işimizi
Seninle hesabim var
Yakinda gorulecek isteriz ifadeleri ile pankartlar açıp yürümüşlerdi. Özgür olduğu söylenen ve emek-güçlerinden
başka bir şeyi olmayan insanlar, hayır ben emek-gücümü satmak istemiyorum kararını özgür
Bir firtina kopacak iradesi ile verse ve ardından da Müslüm Baba’nın ihtiyaç listesine ulaşma yol ve yöntemlerini
Yer yerinden oynayacak denese ne olur? Tabi ki yasalar devreye girecek. Hemen hemen herkesin ihtiyaç listesini
karşılayacak kadar ürün etrafımızı sarmışken, bu yasalar sayesinde ihtiyacını gideremeyen
insanlar kaderlerine razı oluyorlar. Buduruma da yoksulluk deniyor. Onların neden yoksul oldukları
sorgulanacağına, bu kadar çok nesne/meta orta yerde dolaşırken, bu insanlar neden yoksul diye
sorgulanmaz ki? Müslüm Baba’nın değişimi de tam burada belirginleşiyor. Bırrrlamadan önce
Müslüm Baba yüzünü bu nesnelere ulaşamayan insanlara dönmüştü, onlar için söylüyordu. Örnek
olarak 'Hayat Berbat' adlı şarkısında bu insanlara şöyle seslenir:

“Ah felek söyle bana ne yapmam gerek

Hayat berbat gel bu eli saymayalım

Ah felek söyle bana ölmem mi gerek

Hayat berbat al sırtımdan kamburunu


Biz yeniden başlayalım”

Ama gerçekten belki de “Aşk tesadüfleri sever” ve "Yıllar geçmeyi sever ve İnsan aramayı.” Sistemin ezdiği, dışladığı
insanlardan sistemi ayakta tutan nesnelere yönelme de bir tesadüf. Sistemin mantığı olarak fetişizm burada da kendini
gösteriyor. Belki de Müslüm Baba ihtiyaç listesini yeniden düşünür. Gerçekten de reklamda olduğu gibi boğazımıza kadar
mal/meta varken nasıl olur da aynı zamanda bu kadar yoksulluk, sefalet olur diye bir yol kendine sorar. Baba belki
yeniden itirazım var der belli mi olur.

Yabancılaşmanın İlk Durağı:Yaratıcı Enerjinin Öznesinden Ayrılması

Bu temennilerden sonra kapitalist toplumda yabancılaşmanın ilk uğrağının, emekçinin kendi enerjisinden ayrılması ve
hayatı dönüştürme enerjisini meta biçiminde kapitaliste sunması olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayrışma için ilk
başlarda zor kullanılmıştır. Kapitalist meta üretiminin egemenliği bir yabancılaşma ile gerçekleşir hale gelmiştir.
Sermayedarın ihtiyaç duyduğu emekçi değildir, emekçinin sahip olduğu enerji ve dönüştürme gücüdür. K. Marx, 1844 El
Yazmaları’nda bunu acı bir şekilde dile getirmiştir:

“Ekonomi politiğin, proleteri, yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emekle ve tek yanlı ve soyut emekle
yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak gözönünde tuttuğu kendiliğinden anlaşılır. Öyleyse ekonomi politik, ilke olarak, onun
tıpkı herhangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda,
insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler
çavuşuna bırakır.”(Marx, 1844 El Yazmaları)

Burada bir parantez açarak endüstri/sanayi devriminin insanların ihtiyaçlarını doğadan elde edilen ürünler üzerinde işlem
yaparak dönüştürme ile karşıladıkları bir düzeneği işaret ettiğini belirtelim. Yani Aşık Veysel’in söylediği gibi toplumsal
zenginliğin kaynağı “bir verdim bin verdi” anlamında geleneksel tarımsal üretim değil (ki burada da yani tarım
toplumunda da üretim toplumsaldır, bin vermess için vir dizi düzenek gerekir) doğadan elde edilen ürünler üzerinde
işlem yaparak toplumsal zenginliğin/ihtiyaçların yaratıldığı bir toplumsal düzeneğe geçişten bahsediyoruz. Yani kullanım
değerlerinden kullanım değerleri yaratılmaktadır. Emekçinin emek-gücü dönüştürmenin gerçekleşmesi için gereklidir. O
yüzden A. Smith bir toplumun zenginliğini o toplumun sahip olduğu emek miktarına bağlar. Ama bu ne pahasına:
emekçinin kendi eylemi üzerinde söz sahibi olmaması pahasına.

Şeyleşmenin ilk durağı:

Emekçi emek-gücünü bir meta olarak kendinden ayırdığı an, yani


emek-gücüne piyasanın belirlediği koşullarda bir değer biçilmesi
gerçekleştiği an, sadece emekçinin emek-gücüne yabancılaşması
gerçekleşmez, ama çok daha önemlisi sermayedar ile emekçi
arasındaki ilişki metalar arasındaki bir ilişkiye dönüşür. Sermaye,
emekçinin emek-gücüne kullanım değeri olarak ihtiyaç duyarken,
emekçi için ise kendi emek-gücü bir değişim değeri olarak görünür.
Sanki onun eylemliliği ona dışsal bir gerçeklikmiş gibi. Bir baltaya
sap olamadım ifadesi biraz da abi bu enerji ve eylemliliğimi bir
türlü kendimden ayırıp piyasaya süremedim anlamına gelir.
(Nitelikli emek yani değişim değeri olarak emek-gücünün değerlenme süreci ona yatırım yapılması, kişilerin kendi emek-
güçlerine bir baltaya sap olmak için yatırım yapmasını daha sonra ele alıp işleyeceğiz.)
Sermaye ve emekçi arasındaki bu ilişki artık bir meta biçimine dönüşen/dönüştürülen emek-gücü üzerinden biçimlenir.
Meta dolayında kurulan bu ilişkinin en belirgin görünümü ise ücret formudur. Yani bir meta olarak emek-gücü, ücret
üzerinden kendini ifade eder hale gelir. Böylece ilişki metalar arasında gerçekleşen bir ilişkiye dönüşmüştür. Şeyleşmenin
ilk durağı, metalaşan emek-gücü dolayında biçimlenmiş olur. Yakın bir tarihte Müslüm Baba ya da başka önemli bir
simaya, en uygun emek-gücünün kendilerinde olduğuna dair reklamlarla karşılaşabiliriz. 19 Şubat 2004 tarihli Resmi
Gazete’de 'Özel İstihdam Büroları’na Dair Yönetmelik' yayınlandı. Bu yönetmeliğin 2. maddesi aynen şöyle: “Bu
Yönetmelik, yurt içi ve yurt dışında iş ve işçi bulma faaliyetinde bulunacak olan özel istihdam bürolarının seçimi, izin
verilmesi, izinlerin yenilenmesi, iptali ile çalışma ve denetimine ilişkin usul ve esaslar ile özel istihdam bürolarına ilişkin
diğer esasları kapsar.” Bu Yönetmeliği heyecanla karşılayan TİSK, İşveren dergisinde İstihdam Büroları’na olan ihtiyacı
şöyle dile getirmiş: “Günümüzde artık işverenlerin dönemsel ve geçici işgücüne bakış açıları büyük ölçüde değişmiştir.
Dönemsel ve geçici pozisyonlar için 'burada birisi bulunsun' geleneksel yaklaşımından, işgücü 'gerçekten olması gereken
zamanda, olması gereken pozisyonda bulunmalı' yaklaşımına geçilmiştir. Bu nedenle geçici işçi seçimi, eğitimi ve bu
işgücünü kalıcı kılmak üzere kurulan İstihdam Büroları, yeni ekonominin çok önemli bir parçası ve iş dünyasının
vazgeçilmez tedarikçileri haline gelmişlerdir. Geçici Özel İstihdam Büroları işletmelere gerektiği sürece işgücü temin
ederek insan kaynakları konusunda esneklik sağlamakta, böylelikle işletmelerde personel şişkinliğinin önüne geçilerek
personel giderlerinde tasarrufa gidilebilmektedir.”

Evet çok yakın bir zamanda emek-gücü tüketicisi olan sermayedarlar için ve onlara uygun emek-gücünün elinde
olduğunu söyleyen ve emek-gücü ihtiyaç listesini açıklayan reklamlarla karşılaşacağız. Reklamda gülen kahverengi
nesneler olarak emek-güçlerinin, bürolarda, atölyelerde, fabrikalarda ayaklar altında dolaştığını göreceğiz. Emek-
güçlerinen başka bir şeyi olmayan insanlarda bu gülen ve ayaklar altında dolaşan kahverengi nesneler/metalar olabilmek
için kendilerine yatırım yapacaklar (beşeri sermaye) ve bu da yetmeyecek bu yatırımı yaşam boyu yeniden yeniden
yapacaklar. Öyle ya bir defa emek-gücünü satınca iş bitmiyor, onu sürekli parlatmak zamana ve zemine uygun hale
getirmek gerekiyor (Yaşam boyu eğitim diyorlar ya.) Köle ile işçi arasındaki farkı bir yerlerde Marx nasıl açıklamıştı,
köle bir defa sahibine satılır. Emekçi ise emek-gücünğ sürekli yeniden satmak zorundadır . Böyle ise bu emek-gücü
listeslerini açıklayan reklamlar neden olmasın ki. Zaten geçenlerde yeni sanayi bakanımız ama 26 yıllık sanayicimiz TV-2
programında ne demişti aslında Türkiye’de işsizlik yok. Kendisi bir kaynakçı aramışta bulamamıştı. Yani emek arzı ile
talebi birbirine uymuyor. Yokk yaaa bizim emek güçlerimiz talebe uygun değil. Ne yapmak lazım. Uygun hale
getirmemiz gerekir. Öncelikle meslek liselerini memleket meselesi olarak yeniden ele alınmalı. Mühendisler ve avukatlar,
doktorlar gerçekten talebe uygun olduklarını belge ile belgelendirmeleri gerekiyor. Şeyleşmenin belki de bu yöndeki en
önemli Türkiye gerçeğindeki durağı geçen yıllar çıkan Mesleki Yeterlilik Kurumu Yasası olmuştur. İş dünyasının alkış ve
heyecanla karşıladığı bu yasayı anlamadığımız bir şekilde işçi sendikasının yöneticileri de olumlu karşılamıştır. Oysa yasa
ile ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak, teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını
belirlemek, denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için
Mesleki Yeterlilik Kurumu oluşturumuştur. Standartlaşma, denetim, ölçme, değerlendirme, belgelendirme,
sertifikalandırma kavramlarını yan yana yazdığımızda emek-gücünün metalaşmsına ait başka bir şey söyleme ihtiyacı
duyarmıyız. Duyarız, duyarız. Çünkü içselleştirilmiş normalleştirme ve şeyleştirme öyl ebir noktaya ulaşmış ki, bu
konuda da en yakın arkadaş ve dostlarımız başta olmak üzere tartışırız, hem de bu tartışmalardan de yoruluruz,

Şeyleşmenin ve Yabancılaşmanın İkinci Durağı:

Emek-gücünü emek piyasasında satın alan sermayedar, emek-gücünü emekçiden ayırıp üretim yerine götüremeyeceği
için, emek-gücünün emekçiden ayrılması, yani sermayedar için kullanım değeri olan emek-gücünün işe yaraması
için belirli üretim mekanlarına taşınmaları gerekir. Emek-gücünün üretim için gerekli diğer bileşenlerle belirli bir yerde
birleştirilmesi gerekiyor. İşte bu yer ve yerlerin adı önceleri ev, sonraları atölye ve daha sonra fabrika, bürolar oldu.
Günümüzde ise hemen hemen yaşamın her alanı üretim mekanlarına dönüşmüştür. Korunmasız ve farklılaşmış emek
güçlerine ulaşmak için erkek egemen yapılanmanın sağladığı olanaklarla kadın emeği, geçim derdine düşen ailelerin
çocuklarının emekleri izlenir bu bulundukları mekanlarda bulunur ve tüketilir. Tabii açıklanan ihtiyaç listeleri ne uyum
sağlama çabaları da bunu emekçiler kanalıyla destekler. Satın alınan emek-gücünün belirli bir yerde kullanılması,
emekçinin de bu yerlere belirlenen zaman dahilinde bağlanması anlamına gelecektir. Fabrika ve atölyeler, bürolar emek-
gücü üzerinde kontrol kurma mekanlarıdır. İşletme, işletme mühendisliği ve burada sayamadığım birçok disiplin,
fabrikalarda emek-gücünün nasıl kontrol edileceğinin bilgisini sermayedarlara sunarlar. Emekçinin belirli zamanlarda
belirli yerlere bağlanması, emekçinin sahip olduğu zaman üzerinde de sermayenin egemenliğini kurması anlamına gelir.
Meta üretiminin genelleşmesi için eş zamanlı olarak, hem emek-gücü için emek üzerinde kontrol kurulması ve hem de
emekçinin kendi emek-gücünü bir meta olarak algılayacak biçimde kendi eylemliliğine/enerjisine yabancılaşmasını
gerekiyor. Bu gereklilik de oldukça bilinçli bir şekilde yerine getiriliyor. Yabancılaşma + kontrol olmazsa kırmızı gülen
nesne/metalar da olmayacak. Ne kadar yabancılaşma ve kontrol, o kadar çok gülen kırmızı nesne. Ne kadar gülen kırmızı
nesne, o kadar çok kontrol altına alınmış, ayaklar altında dolaşan kahverengi emek-gücü. Sakallı amca ne güzel
özetlemiş:” Sermaye ölü emektir, vampir gibi sadece canlı emeğin enerjisini çekip aldığında yaşıyor, ne kadar çok canlı
emeğin enerjisini çekip alıyorsa o kadar güçleniyor ve daha fazla yaşıyor(Marx).

Meta biçimine dönüşen emek-gücü, esas işlevini yararlı enerjisini üretim araçları dolayında üretim sürecine aktardığında
yerine getirir. Üretim sürecine aktarılan, emekçinin eylemliliği/enerjisidir. Her el-kol hareketi, her alınteri, harcanan her
kalori üretim sürecinde yaratılacak yeni metayı var eder, biçimlendirir. Böylece meta harcanan enerjide hayat bulur. Yani
gökyüzünde dolaşan Müslüm Baba’nın kırmızı ve gülen metaları tam da bu enerjilerin ürünüdür. Emekçinin üretim
sürecinde açığa çıkardığı yararlı enerji, sonuçta nesneleşmiş, metada biçimlenmiştir. Çalışma zamanı bittiğinde çalışanın
enerjisi de bitmiştir. Evrensel Gazetesi’nin işçi mektupları köşesinde bir işçinin sözleri ne çok şeyi anlatıyor: “Sekiz saat
çalışıyorum, 16 saat çalışmış gibi yorgun hissediyorum.” Neyse, çalışma zamanı ve çalışma yoğunluğunu daha sonraki bir
yazımızın konusu. Tüm bu yorulma ve enerjinin harcanması sonucunda yaratılan yeni kullanım değeri yani meta
üzerinde çalışanın hakkı var mıdır? Tabi ki yok. Diğer yandan çalışanlardan çekilip alınan enerji, yaşamını meta formunda
ve daha sonra ise para formunda dönüşerek sürdürür. Genelleşmiş meta üretiminin egemenliği birçok dönüşüm ve
farklılaşmayı ve birçok yabancılaşmayı içinde taşır. Böylece üretim süreci sonucunda açığa çıkan metalar, bir yandan
birilerinin (tüketici) ihtiyacını karşılayacak özelliğe sahipken, diğer yandan ürün üzerinde söz sahibi olan sermayedar için
ise metaın değişim değeri özel bir önem kazanır. Müslüm Baba'nın eline ihtiyaç listesini veren, anlaşılacağı gibi ne
tüketici ne de işçilerdir. İhtiyaç listesi metalara içkin olan ve emek-gücünün yarattığı değere ulaşmak isteyen
sermayedardır. Bu anlamda da kapitalist toplumda meta biçimi yabancılaşma, nesneleşme ve dolayısıyla fetişizmin farklı
uğraklarından geçer. Burada daha sonra ücret ve sınıflar konusunu ele alacağımız için kısaca meta formunun tüm bu
fetişistik özelliklerinin sömürü ve dolayısıyla sermaye-emek çelişki ve ilişkisini de içerdiğini kısaca belirtelim. O sevimli
nesnelerin üretimden sonra hayatlarını sürdürmelerinin bir bütün olarak yaşam tarzları ve gündelik zaman ve mekan
kullanımlarını da belirlediklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda tüketim toplumu kavraması ve nitelemesi veya nedenini
kaybetmiş sonuçlar toplamı varoluş hali de yine meta biçiminin ulaştığı aşama ile ilişkilidir. Ama Marx ve Engels bizi
daha 1848 yılında yani Komünist Manifesto’da bu yeni toplumsal ilişkilere daha dikkatli ve uyanık bir kafa ile bakmamız
gerektiği konusnda uyarmışlardı. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Marx, fetişizme sadece özel bir bölüm ayırmamıştır.
Aslında tüm Kapital’i meta fetişizmi üzerinden kurgulamıştır. Konunun önemini de şöyle dile getirmiştir: Bu “İlk bakışta
bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi gelir.” Ama metaın tahlili diye açıklamaya devam eder. “Aslında
onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir. Kullanım-değeri olduğu
sürece, o ister insan gereksinmelerini karşılayabilen özellikleri açısından, ister bu özelliklerin insan emeğinin ürünü olması
yönünden ele alınsın, gizemli bir yanı yoktur. İnsan,
çalışmasıyla, Doğanın sağladığı maddelerin biçimini,
kendisine yararlı olacak şekilde değiştirdiği gün gibi açıktır.
Sözgelişi ağacın biçimi, masa yapılarak değiştirilir. Ama
gene de masa, o alelâde günlük şey olmakta, ağaç olmakta
devam eder. Ne var ki, meta olarak ilk adımını atar atmaz,
tamamen başka bir şey olur. Yalnız ayakları üzerinde yerde
durmakla kalmaz, tüm öteki metalarla ilişki içerisinde
amuda kalkar ve o ağaç beyninden, 'masa yürütmek'ten çok
daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.” (Marx,Kapital-I).

Metaların bu garip varoluşları tamamen kapitalizme


özgüdür ve toplumsal-sınıfsal koşullarca biçimlenmiştir.
Marx’ın Kapital’ini fetişizm kavramı üzerinden okuyan I.
Rubin’in haklı olarak göstermeye çalıştığı gibi kapitalizmde
üretim ilişkileri metalar arasında gerçekleşen ilişkiler olarak
görülmez, ilişkiler metalar dolayında kendini açıklar. Bu toplumsal-sınıfsal koşullar, metaların bizlere hep dolaşım
alanında yani o gülen kırmızı sevimli halleri ile görülmelerine neden olur. Paketlenmiş o sevimli şeyler, çeşitlenip
çoğalarak hayatımıza girdikçe, metalar dolayında sınıf ilişkileri derinleşir. Üretim süreci sonucunda metalar, kendini
yaratan güce değil kendini kontrol eden güce güç katar. Sonunda işçiler ve işçilerin hayatları olabildiğince bir rutin
içinde görünmez kılınır, işçilerin enerjileri ile renk bulan ve gülücükler saçan metalar sokaklarda, evlerde dolaşmaya
başlar.

Şairimiz Nazım bu yabancılaşmayı gündemine almaz mı? Alır, hem de çok güzel ele alır. İşçilerin görünür olduğu
zaman, yani en şanlı tulumlarıyla ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştıkları zaman, sadece onların değil bütün dünyanın
özgürleşeceğini muştular.
Müslüm Baba MARX’ın KAPİTAL’ini öğretiyor III
Şeyleşme ve yabancılaşma II
ÜCRET-I

“Toplumsalcılık ilkelerine dayalı bir mülkiyet sistemini


benimsemiş bir toplumun
ücretli emeğin her biçimini reddetmesi de kaçınılmazdır.”
(P. Kropotkin'in Ekmeğin Fethi)

Bir acayip iş vesselam

Bir çelişkidir gidiyor. Müslüm Baba “ihtiyacım var” reklamında tüketilmesi gereken metaların listesini çarşafı da katarak
çarşaf gibi veriyor. Bu ve benzeri reklamlar insanları tüketime davet ediyor, tüketime zorluyor. Ama diğer yandan tüketim
yapacak kesimleri sınıfsal olarak sıraladığımızda bir yandan kapitalistleri diğer yanda ise ücretli ve bir de dönüşüm
sürecinde olan kırsal alan yani köylüleri görüyoruz. Kapitalistler üretimde yaratılan veya daha önce yaratılmış olan artı-
değeri kendi aralarında paylaşıyorlar. Yani üretim karı, para kapitalistinin elde ettiği faiz ve bir de ticaret ile uğraşanın
ticari karı. Bu sınıfların sayısal dökümünü yapacak olursak özellikle Türkiye’de kapitalistlerin az sayıda olduğunu buna
karşılık ücretli kesimin sayısal olarak oldukça önemli bir payı olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu gün ücretler sermaye
örgütleri ama özellikle de işverenlerin çatı örgütü olan TİSK için önemli bir değişken.

TİSK ısrarla işçilik maliyetlerinin yerli ve yabancı girişimcinin yatırım tercihinde stratejik rol oynadığını yani son
zamanlarda rekabet, rekabet diye çıldıranlar için önemli olduğunu belirttikten sonra Türkiye’de ücretlerin yüksek
olduğundan yakınırlar. Sermayenin rekabet için sürekli gündeminde tuttuğu yapısal reformlar, bu günlerde ağızlardan
düşmeyen mikro reform taleplerine dönüşmüştür. İster makro ister mikro olsun tüm düzenlemelerin nihai amaçlarından
biri “elveda denen proleteryanın” denetim altına alınması yani çalışanların istek ve taleplerini kendi çıkarlarına uygun hale
getirmek. Ücretli ve ücret üretim sürecinde maliyet unsuru olarak görüldüğü için ücretler ve ücretlilere ilişkin tüm
koşullar yeniden tanımlanıyor. Sermayenin talepleri üzerinden meşruluğunu kuran siyasi iktidar bu alanda boş durur mu
harekete geçiyor.

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek 5. Uluslararası Finans Zirvesi’nde yaptığı


konuşmada, Türkiye’deki ücretlerin mevcut koşullarda “çok iyi” olduğunu
savundu.” Ücretlerin yüksek olduğunu söyleyen bakana ait bilgiye baktığımızda
çelişkili bir durumla karşılaşıyoruz. Bir haberden alıntı: “Arıca İlköğretim
Okulu'nun açılışında söz alan Gaziantep Büyükşehir belediye Başkanı Dr. Asım
Güzelbey, Bakan Mehmet Şimşek'in hayat hikayesinden etkilendikleri için
doğduğu köye hizmet getirmeye karar verdiklerini söyledi. Bakan Şimşek'in
elektriksiz ve çok zor şartlarda eğitimini sürdürdüğünü kaydeden başkan
Güzelbey, "Bakan Şimşek'in hayatının tüm öğrencilere örnek olmasını diliyorum" dedi.” Belediye Başkanı’nın dileğine
insanlar ne kadar katıldı bilmiyorum. Ama ben katılmıyorum. Devlet Bakanı’nın yukarıdaki açıklamalarını okuduktan
sonra zor koşullardan çıkıp önce uluslararası elit döngüsüne katılan ve daha sonra tıpkı Babacan gibi AKP’nin siyasal
iktidarında ekonomiden sorumlu olan Şimşek’e diğer yoksul çocuklar umarım benzemezler. Toplumun geniş kesiminin
yaşam kalitesini bir tarafa bırakalım yaşama hakkını her geçen gün daha bir zorlayan koşulları görmemezlikten gelmeği
nasıl anlayışla karşılayabiliriz. Toplumun geniş kesiminin yaşama koşullarını daha bir zorlaştıracak uygulamalara önayak
olması ne kadar kabul edilir sorusu önemli. Ama belki de yabancılaşma kendisini başka bir biçimde açığa çıkarıyor.
İnsanı meraklandıran konu nasıl olurda zorluklar içinden gelen insanlar, geldikleri yere bu kadar yabancılaşabiliyorlar.
Müslüm Baba’nın listesinin bu konuda önemli bir değişken olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu listeye sahip olunca yaşam
tarzı değişiyor ve daha da kötüsü sahip olunanlar için yaşananlara yabancılaşıyor. Yabancılaşmanın da bir ücreti var
herhalde. (Konumuz yabancılaşmaydı dimi.) Neyse yine esas ele alacağım konudan uzaklaştım. Ben yine bu yazıda
üzerinde duracağım ücret konusuna döneyim.

Ücret ve Sermaye Malları ve Olası Sonuçları

Müslüm Baba’nın Akbank reklamında sıraladığı “ihtiyaç listesine” baktığımızda,


listede bulunan ürünler daha önce ifade ettiğimiz gibi metaların daha çok tüketim
metaları olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir yazımızda göstereceğimiz gibi üretim
ama özellikle kapitalist üretim iki farklı meta biçimi üretir. Bu metaların bir kısmı
başka bir üretimin girdisi olarak kullanılır. Bu nedenden dolayı bu üretime üretim
için üretim deriz. K.Marx bu tarz metaları işaret etmek için kesim-I ifadesini
kullanacaktır. Ama Müslüm Baba’nın ihtiyaç listesine giren mallar ise tüketim
metalarını içerir. K. Marx bu metaları işaret etmek için ise kesim-II ifadesini
kullanmıştır. Kesim-I’e giren metaları diğer kapitalistler tarafından üretime girdi
olarak kullanılır. Ama tüketim için üretilen mallar doğrudan ihtiyaçlarını gidermek
için kullanılır. Burada bir parantez daha açarak ihtiyaç kavramı ile Müslüm
Baba’nın sıraladığı listedeki metalar arasında sorunlu bir ilişki olduğunu da
söyleyelim. Sorun bu listede işaret edilen metaların birçoğu temel ihtiyaç
kavramına uymayan metalardır. Ama kapitalist toplum bazen ve genellikle ihtiyacın ne olduğunu reklam ve diğer kanalla
beyinlere kazırlar. Müslüm Baba’nın birrrrladığı Coca-Cola reklam müdürü bir zamanlar biz reklamlarla şunu başardık
diyordu: “İnsanlar susadıklarında akıllarına su değil de artık Coca-Cola geliyor.” Evet, bir Coca-Cola kuşağı yetişmiş
durumda. Neyse temel ihtiyaç metaları ile bizlere ihtiyaç diye sunulan metalar arasında da bir dizi fark olduğunu ve
bunun da bir başka yazımızın konusu olduğunu belirtmekle yetinelim.

Metalar ama özellikle tüketim için tüketim mallarının bizim konumuz yani yabancılaşma ve şeyleşme açısından önemli
olan bir yeri var. Etrafımıza bir bakalım ev yapımında çalışanın evi, araba üretiminde çalışanların arabası yoktur. Ama
diğer yandan işçinin emek-gücü kendine özgü bir metadır. Burjuva ekonomi düşünün önde gelen isimleri de bu gerçeği
kabul eder.. Bu alanda en yetkin isim olan P.A.Samuelson utangaç bir şekilde farklılığı anlatır: “İnsan maldan çok farklı
varlıktır, fakat insanların hizmetlerinin belli bir fiyattan kiralandığı da bir gerçektir.” Burada ne yapalım ki gerçeklik bu
denip yola devam edilemez. Kendine özgü bir meta olan emek-gücünün ertesi gün işe gelebilmesi için gerekli ihtiyacını
karşılayacak metaların sağlanması gerekiyor. Metaları işçiye doğrudan verme yerine metaları alabilecek bir miktar para
verilir, bu paraya ücret diyoruz. Marx ücretle ilgili çalışmasında “işçi, işgücünü sattığı kapitalistten aldığı aynı para tutarı
ile, örneğin 2 markla, isterse iki kilo şeker ya da herhangi bir başka bir metadan belirli bir miktar satın alabilecektir.
Demek ki, işgücü bir metadır, şekerden ne eksik ne fazla. Birincisi, saatle ölçülür, ikincisi ise, teraziyle.” (Ücret, Fiyat ve
Kar). Bu açıklama bize ilk elden kapitalist toplumda ücretlilerin kendilerini yeniden üretmek için yöneldiği mallar
olduğunu ve ama bu malların ancak tüketime yönelik mallar olduğunu söyleyebiliriz. Ama kapitalist toplumu diğer
toplumlardan ayıran en önemli özelliğin tüketim malları üretimi için bazı üretim mallarının üretilmesi olduğunu biliyoruz.
O zaman metaların bir kısmı ücretliler ve kapitalistlerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için üretilirler. Fakat kapitalistlerin
harcamalarının önemli bir kısmını ücret malları için değil, üretimi gerçekleştirmek için tükettikleri mallar oluşturur.
Ücretliler kazandıklarını harcarlar, kapitalistler harcamalarının önemli bir kısmından kazanırlar. Kapitalistler üretim
faaliyeti için yaptıkları harcamalardan kazanç elde ederler. Bu onların daha fazla tüketim malları tüketmelerinin de temel
belirleyenidir.

Kesim-I mallarının üretimi ve dahası mülkiyeti kapitalist toplumsal ilişkilerin önemli belirleyenlerinden biridir. Üretken
kapitalistin emek üzerindeki denetiminin temelinde üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurması olduğunu
hemencecik söyleyebiliriz. Ama diğer yandan kesim-I malları aynı zamanda kısa sürede daha fazla tüketim mallı ürettiği
ölçüde emeğin ücreti ile alacağı ücret mallarının zaman içinde ucuzlamasına neden olur. Bunun etkilerini gelecek sayıda
ele alacağız. Ama bu etkiler kapitalist toplumun dinamik bir hal almasının temel belirleyenlerinden biridir. Üretim ve
tüketim mallarının üretiminin zamanla daha çok makine ile yapılması beraberinde emekten tassaruf eden bir
mekanizmanın açığa çıkmasına neden olacaktır. Bu mekanizma işsizliğin yaratılmasının yanı sıra artı-değerin daha
fazlalaşmasına yani verimliliğinin de artmasına neden olur. Türkiye ve benzeri ülkelerdeki üçüncü dünyacı, bağımlılık
okulu temelli analizler, gelişmiş kapitalist toplumlardaki zenginliğin biricik kaynağı olarak azgelişmiş/geri bırakılmış
toplumların sömürüsü olduğu varsayımından hareket ederler. Hiç kuşkusuz bir sömürü vardır, ama gelişmiş kapitalist
toplumlardaki refahın temel nedeni bu ülkelerde işleyen kapitalist sermaye birikimidir. Bu refahta kesim-I mallarının
belirleyici etkisi, emeğin verimliliğini arttırması ve dahası üretilen metaların fiyatının düşürülmesi ile ilgilidir.

Kapitalistleşme sürecine farklı giren toplumlar arasındaki eşitsiz ilişkilerin temelinde de tam da bu sermaye malları üretim
miktarı yatmaktadır. İngiltere gibi ülkelerde tüketim mallarının üretimi ile üretim mallarının üretimi kısa zaman aralıkları
olsa bile eşzamanlı gerçekleşmiştir. Oysa Türkiye gibi geç-kapitalistleşen toplumların üretim sürecine öncellikle ücret
malları üretimi ile başlamaları ve sürekli olarak ücret mallarının üretimi için sanayi malı girdi kullanımını ithalat yolu ile
yani dışarıdan karşılamaları gerekmiştir. Neyse kapitalist gelişmenin farklı biçimleri arasındaki bu ilişki yani eşitsiz ve fakat
bileşik gelişme olgusu başka bir yazımızın konusu olsun diyelim.

Müslüm Babanın İhtiyaç Listesi ve Ücretler

Neyse Müslüm Baba’nın listesine giren metalara yönelik esas talebin ücretli kesimlerden geldiğini belirtmekti temel
amacım. Hiç kuşkusuz bu metalar içinde lüks tüketim malları da yer almakta. Ama kapitalizm tüketim metalarının
üretimini yoğunlaşarak arttırdığı ölçüde, bu metaların dolaşıma girmesi yani tüketiciye ulaşması gerekiyor. Bu zorunluluk
üretim ve tüketim açısından ücret olgusunu öne çıkardığı gibi bu metaların ücret farklılıkları dolayında tüketilmesine de
neden olur. P.A. Kropotkin Ekmeğin Fethi adlı çalışmasında çağdaş kapitalizmin “en ayırt edici özelliğinin ona damgasını
vuran ücretli emek” olduğunu söyleyecektir. Müslüm Baba’da bu anlamda bir ücretlidir. Müslüm Baba bir yudum kola
içtikten sonra “Bırrr” diye titrediği reklam için 400 bin YTL aldı. Bir ay çalışıp karşılığında asgari ücret olan oldukça dar
gelirli birisi ile Müslüm Baba arasında bu anlamda nitelik farkı yoktur. Lokantada çalışan işçi de, reklamda oynayan
Müslüm Baba’da harcadıkları emek-gücü karşısında ücret alırlar. Hiç kuşkusuz nitelik farkı yok ama önemli bir nicelik
farkı olduğu da açık.

Kapitalizmin yapısal belirleyeni olan “ücret formu” birçok şeyi gizleyen-örten bir işlevi vardır. Burada bizim soracağımız
soruyu K.Marx 1847'de, Brüksel'de, Alman İşçileri Birliğinde verdiği konferanslarda ve sonra bu konferanslardan oluşan
broşür de bizim sormak istediğimiz soruyu yüzyıl öncesinden sorar: “Ücret nedir? Nasıl belirlenir?” Ve sorusuna cevabı
verirken temel tespiti:

“Eğer işçilere, "ücretiniz ne kadar?" diye bir soru sorulsaydı, kimi, "işverenimden günde bir mark alıyorum", kimi de, "iki
mark alıyorum" vb. diyeceklerdi. Hepsi de, bağlı bulundukları çeşitli işkollarına göre, belirli bir işin yapılması, örneğin
bir yardalık bezin dokunması, ya da bir sayfalık bir yazının dizilmesi karşılığında kendi patronlarından aldıkları farklı para
tutarları sıralayacaklardı. Bu işçilerin hepsi, bildirdikleri tutarların çeşitliliğine karşın, bir noktada birleşeceklerdir: ücret,
kapitalistin belirli bir işzamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır.”.

Kapitalist toplumun egemen düşünce mantığı burada işlemeye başlar. Özellikle neo-
klasik iktisat tüm üretim faktörlerinin toplam üretime yaptığı marjinal katkı dolayında
gelir elde ettiklerini belirtirler. Bu açıklamaya göre ortada bir artık-fazla da kalmaz.
Herkes katkısı kadar alıyorsa.Ücret bu mantık dolayında toplam üretimde bireysel
emekçinin meydana getireceği marjinal katkı olarak açıklanır. İşin özü iktisatçılar dur-
durak bilmeden işçilerin çalışmalarının karşılığını aldıklarını söylemek için uğraşırlar.
İşin ilginç yanı ise ücretin genellikle onların çalışmalarının karşılığı olduğu fikrinin
işçilerde de öne çıkmasıdır. Ya da öyle düşünmeleri sağlanır. Kapitalist ekonomi
aslında bir anlamda metaların metalarla üretimdir. Ama bir meta olarak işçinin aldığı
ücret, yukarıda işaret ettiğimiz gibi diğer metalardan hem farklıdır ve hem de epey
sorunludur. Bu sorunu anlamamızı Marx kolaylaştırır: “Ücret, genellikle emeğin fiyatı
denilen işgücü fiyatına, ancak insanın etinde, kanında saklı bulunan bu özgün metaın fiyatına verilen addan başka bir şey
değildir.” Marx açıklamalarına devam eder: “Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür.
Onlar da, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa gerçekte onların
para karşılığında kapitaliste sattıkları işgücüdür. Kapitalist bu işgücünü bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır.
Ve satın aldıktan sonra da, işçileri baştan şart koşulan süre boyunca çalıştırarak, bu işgücünü kullanır.”(Ücret, Fiyat ve
Kar)

Kapitalizm ayrımlar çağıdır ve işçi ile onun işgücü birbirinden ayrılmıştır. Ve kapitalizm ve kapitalistler için işçi değil
onun işgücü önemlidir. Bu yüzden olsa gerek iktisat yazınında geçimlik ücret diye bir açıklama olagelmiştir. Yani ücret
bir meta olan emek-gücünün üretim sürecinin gereklerini yerine getirecek miktarda tüketim malları alabilecek düzeyde
olması gerekiyor. Bu gereklilik asgari ücret denen bir olgunun/yasanın gelişmesine neden olmuştur. Gerçi Türkiye’de bazı
liberaller hızlarını alamayarak asgari ücretin neden gerek duyulduğunu işaret etmiş, şimdiki Sanayi Bakan’ı Zafer
Çağlayan ise Ankara Sanayi Odası Başkan’ı olarak “bölgesel asgari ücret”i savunacak raporlar hazırlatmış ve bu konuda
da epey destek almıştı. Burada Türkiye’de kapitalizmin eşitsiz gelişiminin yükünü çeken Güneydoğu Anadolu insanı için
Türkiye genelinde belirlenen asgari ücretin yüksek olduğu belirtiliyordu. Tabi bunu iyi niyetle yapıyorlardı. Orada
işsizlere istihdam yaratılmak isteniyorsa, yani sermayenin paşa gönlü yatırım yapması için bölge insanın daha az bir ücret
ile ayakta kalmaları öneriliyordu.

İhracattan sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen hükümet olarak Ankara Sanayi
Odası'nın önerisini desteklediklerini açıkladı. Bakan Tüzmen aslında kapitalizmin ücreti
nasıl gördüğünü ve daha da önemlisi burjuva iktisatçıların neden geçimlik ücret
üzerinde ısrar ettiğini gayet iyi açıklayacak bir örnek üzerinden düşüncelerini
geliştiriyor: “Türkiye sanayisinin özellikle Çinli üreticilerle dünya pazarlarında rekabet
edebilmesi için ücretlerin aşağı çekilmesi gerekiyordu. Çin sanayisinin yaşadığı
gelişmenin ve sahip olduğu rekabet imkanlarının gerisinde “günde bir tabak pirinçle
mutlu olan' yani çok ucuza ölesiye çalışan Çinli işçiler vardı. Bakan Tüzmen
azgelişmiş/geri bırakılmış bölge insanına Çinli işçilerden daha az yemelerini ve daha
azla mutlu olmayı başarmalarını istiyordu.” Bu yüzden olsa gerek erken dönem
yazınında bölüşüm sorunu ele alındığında ücret sabit kabul edilir ve bölüşüme ilişkin
uzlaşmaz çelişki özellikle Ricardo’nun açıklamalarında daha çok toprak sahiplerinin ranat gelirleri ile kapitalistin karı
arasında gerçekleşir. Fakat kapitalizmin yapısal gerekleri sadece bu günkü işçinin yeniden üretimi ile ilgilenmez,
gelecekteki iş-gücü ihtiyacını da göz önüne alması gerekir. Emek piyasasında kapitalistin ihtiyaçlarını karşılayacak
miktarda iş-gücü sürekli olması gerekir. P.Brizon’un işaret ettiği gibi “İşçinin çocuğu da fabrikaya girecektir: eskisi
aşındığı zaman onun yerini alan yeni bir makinedir bu; sanayide malzemenin amortismana uğradığını da biliyoruz.
Bunun için, emeğin fiyatına iki bileştirici öğe girmektedir: 1-Çalışma durumundaki emekçinin bakım giderlerinin fiyatı, 2-
işçinin geleceğin emekçisi olan çocuğuyla hazırlanan bir çeşit amortisman primi”(Emeğin ve Emekçilerin Tarihi).
Günümüzde eğitimle ilgili tartışmalar bu işaret edilen değişkenler açısından oldukça önem taşımaktadır. Eğitim paralı
olsun ifadesi, ücretlilerin çocuklarının eğitim almaması anlamına geliyor. Burs verelim. Kime ücretli ailelerin zeki
çocuklarına, yani her şeyi piyasada değerlendiren sistem ücretli aile çocuklarını da zeka ve çalışmasına göre sınıflandıracak
ve içlerinden çok azı bir çeşit devşirme usulü ile eğitilecek. Diğer çocuklar ne olacak? “İşçisin sen işçi kal.” Ne yazık ki
bu ifade bile artık geçersiz TİSK’in İşveren adlı dergide “işçi neden işçi kalsın ki diye sorar ve hemen arkasından “işçi
usta” olsun denir. Usta olması için sertifika ve diğer donanım yine kapitalistlerden satın alınsın ama hiç mi gelirleri yok,
devlet devreye girerek işçinin emek-gücünü eğiterek, nitelik kazandırsın. Slogan ne ka dar anlamlı. Meslek Liseleri
“Memleket Meselesi”. Bu tür ortak iyi çağrıştıran sloganlarda memleket kelimesini çıkarıp, yerine sermaye kelimesini
koyabilirsiniz.

Diğer yandan yukarıda işaret ettiğimiz kapitalizmin yapısal gerekliliği çalışanları yaşlanırken destekleyen bir sosyal
güvenlik sistemi vardı. Ama bu gereklilikte hızla ortadan kaldırılıyor. Çalışmayan bir ücretli neden desteklensin ki? Bu
alan da piyasa mekanizmasına çekilerek, performansın ve ödemelere göre sosyal güvenlik mekanizması oluşturuluyor.
Gündemimizde uzun zamandır olan bu sosyal güvenlik sistemine ilişkin değişimin kısa sürede sermayenin talepleri
doğrultusunda biçimleneceğe benziyor.
Çalışmak çalışanın yaşamının bir bölümü olmaktan çıkıyor

Ücretin yabancılaşma ve şeyleşme ile bağlantılarında belirleyici olan nokta ücret olmakla birlikte,
ücretli işçiliğin tarihte ilk defa üretimin dönüşmesine neden olduğu gibi üretim sürecinde
çalışmanın da önemli ölçüde değişmesine neden olmuştur. Paul Lafargue kadar açık ifade etmemiz
gerekiyor: “Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel
bozukluğun nedenidir.”(Tembellik Hakkı) Kapitalizmle birlikte iş, işi yapan için yaratıcı bir
etkinlik olmaktan çıkmıştır. Bu iki anlamda böyle olmuştur, bir yanda daha hızlı ve daha çok
üretim beraberinde işbölümü ve uzmanlaşmaya yol açmıştır. İşbölümü ve uzmanlaşma insanın
yaşam ortamını dönüştürmesi açısından önemli ve gereklidir. Ama kapitalist üretim sürecinde
üretimin organizasyonun üretim araçları sahiplerince yani kapitalistlerce gerçekleştirilmesi yaratıcı
emeğin yapılan işin bütünlüğünden uzaklaşmasına neden olmuştur. Yabancılaşma tartışmaları
genellikle bu konu üzerinde durmuştur. Oysa kapitalist farklılaşma ve uzmanlaşma süreci işi,
üretim sürecinin sınırlı bir alana indirgeyerek çalışanı işin bütünselliğinden uzaklaştırmasının yanı sıra üretim faaliyetinde
bulunan işçilerin işi kendileri için yapmamaları çok daha önemli bir değişimdir. Anlatmak istediğimi Marx o kadar iyi
anlatmış ki. Uzun bir alıntı:“İşgücü, demek ki, onu elinde bulunduranın, yani ücretli işçinin kapitaliste sattığı bir metadır.
Ücretli işçi bunu neden satar? Yaşamak için. Ama işgücünün uygulanması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyetidir, kendi
yaşamının tezahürüdür. …Böylece, yaşam faaliyeti, kendisi için bir var olabilme aracından başka bir şey değildir. O,
yaşamak için çalışır. Hatta kendisine göre çalışmak, kendi yaşamının bir bölümü değil, daha çok, yaşamından yapılan bir
özveridir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan ötürü, kendi faaliyetinin ürünü de, bu faaliyetinin amacı değildir.
Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek, madenden çıkardığı altın, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey,
ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki de pamuklu bir fanilaya, bir miktar
bakır paraya ve bir bodrum katına indirgenir. Peki ya bu oniki saat boyunca dokuyan, iplik eğiren, yol açan, tornaya
çeken, ev yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan vb. işçi, bu oniki saatlik dokumacılığa, iplik eğirmeye, yol açmaya,
tornacılığa, duvarcılığa, kürek sallamaya, taş kırmaya kendi yaşamının bir belirtisi gibi, kendi yaşamı gibi mi bakar? Tam
tersine, onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu oniki saatlik emek,
kendisi için dokuma, eğirme, yol açma vb. olarak değil, kendisini masaya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam
taşır. Eğer ipekböceği, varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için koza örseydi, tam bir ücretli işçi olurdu.”( Ücretli Emek
ve Sermaye)

Eğer ücretliler için yaşam, işin bittiğe zaman ve bu zaman dışında kalan mekanlar ise, kapitalistler
için yaşam ise yaşamın tüm mekanlarını ve zamanı işgücünün yaşam mekanlarına çevirmektir. En
çetin mücadele ve en çok yabancılaşma tam da bu farklı çıkarlar dolayında gerçekleşiyor.
Kapitalist birikim sürecinin zamanla hızlanarak dünya ölçeğinde belirginleştiği günümüz
koşullarında tüm mekan ve zaman kullanımının sermayenin egemenlik altına girmesi, ücretlinin
yaşam ortamını ortadan kaldırması ile eş zamanlı gerçekleşiyor. Üretimin dünya ölçeğinde
şebekeler biçimlendiği günümüz koşullarında üretim faaliyeti, fabrikalardan sokaklara ve evlere
taşınmıştır. Biz bir aileyiz mantığı ile başlatılan toplam kalite uygulamaları iş zamanının evlere
taşınmasına neden olmuştur. Kendi yaşamlarından çalınan zaman için, kendilerine ait zamanı kullanmak ilginç bir buluş
olsa gerek. Buna kaizen yani sürekli iyileştirme deniyor. Acaba iş için en uygun olan şey nedir sorusu ile baş başa
bırakılan çalışanlar, işsizliğin arttığı ama çok daha önemlisi Müslüm Baba’nın kabarık listesine ulaşabilmek için her geçen
gün daha çok yaşamaktan vazgeçmeğe başladılar. Kapitalist anlamda üretim yaşanmayan zaman ve mekanlar anlamına
geldiği ölçüde, Müslüm Baba’nın reklamları ile yaratılan yanılsama ve yabancılaşma çalışanların daha fazla yaşamlarından
vazgeçmelerine neden oluyor. Ne için vazgeçme, tüketim için.

Yaşamanın/yaşamların sermayeye/sermayedarlara aktarılmasının temel belirleyenlerinden biri de tüketim malları olmuştur.


Burada artık ücret malları kavramı yerine tüketim malları kullanmamız yabancılaşmanın ulaştığı aşamayı ele verir nitelikte.
Çünkü işçileşmenin ilk aşamalarında insanlar yaşamaları için zorunlu olan ihtiyaçlarını karşılamak adına yaşamlarından
vazgeçiyorlardı. Vazgeçmek zorunda kalıyorlardı. Günümüzde ise insanlar zorunlu olmayan ama nedense tüketmekten de
geri kalınmayacak home theatre gibi metalar için yaşamaktan vazgeçmeye başladılar/ başladık.
Evet, çokça da dağıtmadan yabancılaşma ve fetişizm ile ücret ilişkisi arasında iki çok önemli değişken olduğunu
belirtelim. Ücretin iş-gücünün üretim sürecinde yarattığı değere karşılık gelen bir fiyatı olduğu yönündeki egemen
düşüncesi ve ücret formunun/ ilişkilerinin köle ve serf-reayadan farklı olarak emekçilere iş-güçlerini emek piyasaya sunup-
sunmama konusunda bir özgürlük tanıdığı düşüncesi. Önümüzdeki yazımızda ücretin sömürü ile ilişkisi ve sömürünün
birikim sürecine bağlı olarak farklılaşan biçimleri üzerinde duracağız.

You might also like