You are on page 1of 2

Demokrasi Üzerine Aldatmacalar

Bu demokrasiyi yayma kampanyası, başarılı olamayacak. 20. yüzyıl, bize, devletlerin dünyayı öyle kolayca
yeniden şekillendiremeyeceğini veya tarihi dönüşümleri kestirme yoldan gerçekleştiremeyeceğini
göstermiştir.
Eric HOBSBAWM

Londra – Counterpunch 01 Şubat 2005, Salı

Her ne kadar ikinci dönemine başlangıç konuşmasında Irak, Afganistan ve terörle savaş gibi sözcükler
pek yer almasa da, Başkan Bush'la destekçileri dünyayı planlı bir şekilde yeniden düzenleme işini
sürdürüyorlar. Irak'taki, Afganistan'daki savaşlar, "demokrasiyi yayarak" dünya düzenini sağlamak gibi, evrensel
olduğu söylenen bir çabanın parçaları. Bu düşünce yalnızca hayalperest değil, aynı zamanda tehlikeli de. Bu
retorik, demokrasinin, düzensizlik tohumları ekmekten çok, standartlaştırılmış (Batılı) biçimde uygulanabileceğini,
her yerde başarılı olabileceğini, bugünün ulus ötesi ikilemlerine deva olabileceğini ve barış getirebileceğini ima
ediyor.

Demokrasi popülerliği boşuna değil. 1647'de, İngiliz Eşitlikçileri, o etkileyici düşünceyi, "bütün yönetimin
insanların özgür rızalarında yattığı" düşüncesini yayıyorlardı. Kasıtları, herkese oy hakkıydı. Evrensel oy verme
hakkı, tabii ki herhangi bir politik sonucu garanti etmez, hatta seçimler kendi varlıklarının devamını bile sağlama
alamazlar - Weimar Cumhuriyeti'ni bir düşünün. Seçimlere dayanan demokrasinin, hegemonik ya da
emperyal güçlerin işine gelen, uygun sonuçlar üretmesi de pek muhtemel değildir (Eğer, "dünya
toplumunun" özgürce ifade edebildiği rızasına bağlı olsaydı, Irak savaşı diye bir şey olmazdı). Fakat yine
de, bütün bu belirsizlikler, demokrasinin haklı cazibesini ortadan kaldırmıyor.

Demokrasinin ordu yoluyla aktarılmasının, yayılmasının mantıklı olması gibi tehlikeli bir inanış,
popülerliğinin yanında, başkaca etkenlerle de açıklanabilir. Küreselleşme, insan ilişkilerinin evrensel bir örüntüye
doğru evrildiğini öne sürüyor. Eğer benzin istasyonları, iPod'lar ve bilgisayar delileri dünyanın her yerinde
aynıysa, siyasi kurumlar niye olmasın ki? Bu görüş dünyanın karmaşıklığını hafife alıyor. Dünyanın birçok
yerinde, kan dökmeye ve anarşiye doğru gidişin aşikarlığı, aynı zamanda yeni bir düzeni yaymak fikrini de cazip
hale getirdi. Balkanlar, kargaşa içindeki bölgelerin, güçlü ve sağlam devletlerin - gerekirse askeri - müdahalesine
ihtiyacı varmış gibi görünmesine neden oldu. Etkili bir uluslararası denetimin yokluğunda, bazı iyilik severler, ABD
iktidarının dayattığı bir dünya düzenini desteklemeye hâlâ hazırlar. Ama askeri güçler ne zaman zayıf, güçsüz
ülkelere onları işgal ederek yardım ettiklerini öne sürse, insan bundan kuşku duymalı.

Etkenlerin en önemlisiyse şu olabilir: ABD, devrimci kökenlerinden gelen megalomanisi ve mesihçiliğinin


gerekli bileşimiyle, zaten hazır durumdaydı. Bugünün ABD'si, teknolojik-askeri üstünlüğüyle boy ölçüşülemez
halde, toplumsal sisteminin üstünlüğüne inanmış durumda. Üstelik 1989'dan bu yana da, - tıpkı en büyük
imparatorluklarda bile olduğu gibi -maddi gücünün bir sınırı olduğunu aklına getirmiyor. Bugünün ideologları da,
tıpkı Başkan Wilson gibi, ABD'yi, örnek bir toplum, işleyen bir toplum olarak görüyorlar: Hukukun, liberal
özgürlüklerin, rekabetçi özel teşebbüsün ve düzenli, içinde yarışanların olduğu, herkesin oy verebildiği seçimlerin
bir bileşimi. Geriye kalan tek şey, dünyayı bu "özgür toplum" imgesine göre yeniden şekillendirmek oluyor.
Bu düşünce, mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi tehlikeli bir şey. Şiddetli bir iktidar eyleminin ahlaken ya da
siyaseten arzu edilebilir sonuçları olsa da, kendini bu eyleme göre tanımlamak risklidir, zira devlet eyleminin
mantığının ve yöntemlerinin evrensel haklarla ilgisi yoktur. Kendi çıkarlarını her şeyin önünde tutmayan devlet
yoktur. Güçleri varsa, işin sonuçları da yeterince yaşamsalsa, devletler bu sonuca ulaşmanın yollarını haklı
gösterirler - hele bir de Tanrı'nın da kendi yanlarında olduğunu düşünüyorlarsa. İyisiyle, kötüsüyle, bütün
imparatorluklar çağımızın barbarlaştırılmasına yol açmışlardır, bugünün "teröre karşı savaş"ı da buna
katkıda bulunuyor.

Evrensel değerlerin bütünlüğünü, sağlamlığını tehdit eden bu demokrasiyi yayma kampanyası, başarılı
olamayacak. 20. yüzyıl, bize, devletlerin dünyayı öyle kolayca yeniden şekillendiremeyeceğini veya tarihi
dönüşümleri kestirmeden gerçekleştiremeyeceklerini göstermiştir. Toplumsal değişikliklerin, kurumların sınır
ötesine taşınmasıyla kolayca etkilenemeyeceğini de göstermiştir. Etkili bir demokratik yönetimin koşulları öyle
çok değildir: Meşruiyeti olan, kendisine rıza gösterilen ve yurtiçindeki grupların ihtilaflarının arasını bulma
yetisi olan bir devlet. Böylesi bir oydaşma olmaksızın, ne egemen bir halk olur, ne de - bu nedenle - sayısal
çoğunluğun meşruiyeti mümkündür. Bu oydaşmanın yokluğunda, demokrasi kesintiye uğramış (Kuzey İrlanda
örneğinde olduğu gibi), devlet parçalanmış (Çekoslovakya'daki gibi) ya da toplum daimi bir iç savaşa
sürüklenmiştir (Sri Lanka'daki gibi). "Demokrasiyi yaymak", hem 1918'den, hem 1989'dan sonra etnik çatışmaları
şiddetlendirmiş ve devletlerin çokuluslu, çok topluluklu bölgelere bölünmesine yol açmıştır.

Standartlaştırılmış Batılı demokrasiyi yayma işi, aynı zamanda temel bir paradoksla maluldür. İnsan
yaşamının giderek büyüyen bir bölümü, seçmenlerin etki alanının ötesinde gerçekleşiyor: Seçim sistemi
falan olmayan ulusötesi kamu ve özel tüzelliklerin alanında. Seçime dayalı demokrasiyse, ulus devletler gibi
siyasi birimlerin dışında işlevsel olamaz. Güçlü devletler, işte bu yüzden, bugünün zorluklarını aşmakta
kendilerinin bile yeterli bulmadığı bir sistemi yaymaya çalışıyor.

Avrupa bunun kanıtıdır. Avrupa Birliği gibi bir tüzel kişilik, tam da az sayıdaki üye devletlerden başka bir
seçmeni bulunmadığı için, güçlü ve etkili bir yapı geliştirebilir. AB, bu "demokratik açık" olmaksızın bir yere
varamazdı; öte yandan, "Avrupa halkı" diye bir şey olmadığı için de parlamentosunun bir meşruiyeti
olamazdı. AB'nin hükümetler arası görüşmelerin ötesine geçip de üye ülkelerdeki demokratik kampanyaların
konusu haline gelir gelmez sorunların baş göstermesi hiç şaşırtıcı değil.

Demokrasiyi yayma çabasının, daha dolaylı bir tehlikesi de var: Bu biçimde bir yönetimi
beğenmeyenleri, aslında bu yönetimi beğenenleri yönettiği gibi bir yanılsamaya inandırması. Peki ama
durum gerçekten öyle midir? Artık Irak'a savaş açma kararının nasıl alındığına dair bir şeyler biliyoruz, en azından
iki ülkede nasıl alındığını: ABD ve Britanya'da. Düzenbazlık ve gizlilik gibi karmaşık sorunlar yaratmasının yanı
sıra, seçime dayalı demokrasilerin ve temsile dayalı meclislerin bu süreçle pek bir ilgisi yoktur. Kararlar, küçük
gruplar arasında gizlice alınır; tıpkı demokratik olmayan bir ülkede olduğu gibi.

Neyse ki, Britanya'da medya bağımsızlığı o kadar kolay tuzağa düşürülebilecek bir şey değil. Ancak,
basının özgürlüğünü sağlayan şey, seçime dayalı demokrasi değil, yurttaş hakları ve bağımsız
yargıdır. (TK/YS)

* 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden Eric Hobsbawm'ın önce Foreign Policy'de, ardından gözden geçirilerek
Counterpunch'ta yayınlanan bu yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.

You might also like