You are on page 1of 16

Medine Müslümanlarından Salebe, mala ve mülke karşı aşırı derecede hırslıydı.

Zengin olmak istiyordu. Nihayet bir gün Sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkarak şöyle
dedi:
- Ya Rasulallah! Allah’a dua et de zengin olayım.
Allah’ın Rasulü, Salebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi:
- Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.
Salebe, bir süre bu hadisin anlamı üzerinde düşünerek benliğini saran aşırı hırstan
birazcık olsun kurtuldu. Fakat bu duygu, onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Tekrar
Peygamberimize müracaat etti:
- Ya Rasulallah! Dua et de zengin olayım.
Bu sefer biraz daha açık konuşan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
- Be senin için kafi bir örnek değil miyim? Allah’a yemin ederim ki isteseydim şu dağlar
altın ve gümüş olarak arkamdan akıp geleceklerdi, fakat ben kabul etmedim.
Rasulullah'ın sözlerine rağmen Salebe israr etti:
- Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki eğer beni zengin ederse fakir
fukarayı koruyacak, her hak sahibine hakkını vereceğim.
Salebe'nin bu kadar ısrarına dayanamayan Rasulullah (sav):
- Rabbim Salebe’yi istediği mala kavuştur, diye dua etti.
Salebe bundan sonra koyun alarak otlatmaya başladı. Koyunları sürüler tutacak kadar
çoğaldı. Daha evvel bütün namazlarını cemaatle kıldığı için “ Cami Kuşu ” diye anılan
Salebe, artık sadece öğle ve ikindiyi cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini koyunlarının
ardında, bazen de kaza olarak kılıyordu.
Salebe’nin kısa zamanda bereketlenip çoğalan koyunları Medine yakınlarına
sığmaz oldu. Uzak çöllere, sulak yaylalara gitme gereği ile karşılaşan Salebe, artık öğle ve
ikindi namazlarına da gelmiyor, sadece cumaları mescitte görülüyordu. Nihayet koyunları,
ona Cuma namazlarını da unutturdu.
Kaynak: islami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
[Linkleri Görmek İçin Lütfen Üye Olunuz... ]
Bir gün Rasulullah (sav): “Salebe görülmüyor, nerededir? diye sordu. Sahabeler:
- Koyun aldı. Koyunları buralara sığmaz olduğundan şimdi çöllerde, sürüsünün
ardında dolaşıyor, dediler.
Rasulullah (sav):
- Yazık oldu Salebe’ye! .. buyurdu.
İşte bu sırada zekat ayeti nazil olarak, mali durumu iyi olan Müslümanların, geçim
sıkıntısı içinde bulunan kardeşlerine yardım etmeleri emredildi. Bu emre büyük bir istekle
uyan Müslümanlar, mallarının bir kısmını, geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve
seve verdiler. Salebe ise mallarının zekatını istemek üzere gelen görevlilere: “ Bu sizin
yaptığımız, düpedüz haraççılıktır.” diyerek onları eli boş çevirdi.
Haberi duyan Rasulullah (sav) üzülerek : “Yazık oldu Salebe’ye” sözünü tekrarladı.
Salebe, önceden; “Zengin olursam zekatımı vereceğim.” diye yemin etmişti. Fakat
sonra bu yemininden dönüp zekatını vermeyince Tevbe Suresinin 75 ve 76. ayetleri nazil
oldu. Bu ayetlerde, zengin oldukları takdirde fakirleri gözeteceklerini söyleyen kimselerin
bu sözlerini unuttukları belirtiliyor ve onlar münafık olarak nitelendiriliyordu.
Ayetlerin kendisini münafıklar sınıfına dahil ettiğini anlayan Salebe, Rasulullâh’a
müracaat ederek yoksulların hakkını getirdiğini söylediyse de Rasulullah (sav) kabul
etmedi. Üzüntülü bir şekilde:
- Senin yardımını alamam artık Salebe; Allah beni bundan men etti. Haydi git! diye
karşılık verdi.
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir'e başvuran Salebe, sırasıyla Hz.
Ömer ve H. Osman’a da müracaat etti. Ancak onlar da ; “Rasulullah'ın almadığı yardımı
biz kabul edemeyiz” dediler.
Salebe Hz. Osman zamanında ölürken kulaklarında şu sözler çınlıyordu:
- Ya Salebe! Şükrünü yerine getirdiğin az mal, şükrünü yerine getiremediğin çok
maldan hayırlıdır.

Para, madde, eşya insanı yöneten efendi olmuş, insana hizmet etmesi gereken
bunlar, insanı kendisine kul köle yapmış.

İnfak ; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek
demektir. Allah yolunda harcamaya infak denir. "İnfak"; malın elden çıkarılması,
harcanması ve sarfedilmesi demektir.

Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve


muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak onların geçimini sağlamak,
Allah için her çeşit hayır yapmak demektir.

İnfakın farz, vâcip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları içerdiği
gibi, gerekli yerlere ve uygun tarzda Allah için yapılmış her türlü bağış, yardım ve
hayırları, kendi ailesine ve yakınlarına yardım gibi bütün mal ile yapılan ibâdetleri
de içine alır. İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim
öğretme ve benzeri mânevî şeyleri, davranış biçimlerini de kapsar.
Kaynak: islami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
[Linkleri Görmek İçin Lütfen Üye Olunuz... ]
Genelde infak; mü'minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması,
başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir.
İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güler yüzden de olur.
Ayrıca sağlığın, saâdetin, gençliğin de infakı vardır.

İnfak, Allah'a ibâdetin öyle bir parçasıdır ki, onsuz din olmaz. Bir insanın
gönlünde yaktığı iman ışığının devamı, ancak namaz-infak ikilisiyle yürür.
Cömertliğin göstergesi olan "infak" kavramı, Kur'anda türevleriyle birlikte 73
yerde geçmektedir. Muaz bin Cebel ile Sa'lebe, Hz. Peygamber'e "kölelerimiz ve
hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?"
diye sorduklarında, şu âyet inmişti:
"Sana hangi şeyi infak edeceklerini, nafaka vereceklerini sorarlar. De ki:
İhtiyacınızdan artanı verin." (2/Bakara, 219).

Verilen maddî bir varlığın infak olabilmesi için her şeyden önce onun Allah rızâsı
için verilmesi gerekmektedir. Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın
gönüllü olarak yapılması (59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 1118; 5/Mâide, 13); karşılığında
hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (76/İnsan, 8l0); yardım edileni rencide
edebilecek davranışlardan kaçınılması (2/Bakara, 263264); yapılan yardımın
sahibi katında üstün bir değeri olması (3/Âl-i İmrân, 92) şarttır.

Kur'ân-ı Kerîm'de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara
verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (2/Bakara, 254).

Cömertliğin, kıyâmet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden


kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (2/Bakara, 222).

Cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil
edilmektedir (2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11).

Kalpler Allah yolunda infak ile, cömertçe davranış sâyesinde temizlenir (bk.
92/Leyl,1720).

İnfakın Faydaları, Hikmetleri

Mü'min, malını (kendisine emânet ve sınav olarak verilen nimetleri) dilediği


şekilde özgürce harcayamaz.
İnfak, paranın, mal ve mülkün gerçek sahibini hatırlatır ve kişinin emânet ve
imtihan bilincini güçlendirir. Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını
verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Mülk
Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en
makul bir olay olarak değerlendirilir.

Allah için infak, malı ebedîleştirir; yok olmayacak cennet nimetlerine dönüştürür.
Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak, en kârlı ticarettir. Kur'ân-ı
Kerim, "ticâret" kavramını, bildiğimiz alışveriş anlamında kullandığı gibi, aynı
zamanda Allah'la yapılacak mânevî ticâret için de kullanır.

Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği
emâneti olan mal ve mülkü (3/Âl-i İmrân, 26), nefsi/canı Cennet karşılığında
mü'min kullarından satın almak ister. Bu ticâret, hem insanın Allah'la ilişkisi
yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticârettir.
İnfak malı çoğaltır, bereketini arttırır.
İnfak, malı âfetlerden, kişiyi belâlardan korur. Fakirin kıskançlık duygusunu
körletir. İnfak, zenginin şahsiyetini geliştirir, müslümanı mal fitnesinden korur,
ruh ile beden arasında bir denge sağlar. Müslümanı mâlî disipline sokar.
Cömertlik, toplumun ruhî değerlerini takviye eder.

İnfakın Sosyal Hayattaki Yeri ve Toplumsal Hikmetleri

İnfak, fakirzengin uçurumunu önler, orta sınıf oluşturur. Dilencilik ve başa kakma
gibi onur kırıcı davranışlardan insanları korur. Kapkaççılık, hırsızlık, soygun, terör
gibi olaylara giden yolu tıkar. Toplumu etkileyen ahlâksızlıkların bir kısmı açlık
belâsı yüzündendir. Karnı aç olan bir insan, hele imanı da sağlam değilse, her
suçu işleyebilir. Günümüzdeki suçların artışında ekonomik problemlerin yeri hayli
önemlidir.

İnfakla, fakirlik ve işsizlik problemi en aza indirilecek, günümüzde olduğu gibi


geçim derdi problemlerin ilk sırasını almayacaktır. İnfakla, iktisâdî hayat
canlanacak, aynı şekilde toplumun rûhî, mânevî değerleri de yeniden ihyâ
edilecektir.

Ne mutlu tüm mülkün ve malın Allah'a ait olduğunu, kendisinin emânetçi


olduğunu unutmayıp, parayla imtihanı kazanıp Allah'la alışveriş yapanlara!
Yazıklar olsun paranın kulu olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara!
"Param, param!" diye param parça olanlara!

Al- i Imran, 92
"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.
Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir. "
Enes radıyallahu anh anlatıyor:

Ebû Talha radıyallahu anh, Medine'de Ensârın en zenginlerinden birisi idi. En


çok sevdiği malı da Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki bulunan Beyraha
ismindeki hurma bahçesiydi. Peygamber aleyhisselâm, bu bahçeyi
şereflendirir, onun çok lezzetli suyundan içerdi.
Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sadaka olarak vermedikçe iyiliğe asla nail
olamazsınız» (Âl-i îmran Sûresi) mealindeki Âyet-i Celîle nazil olunca, Ebû
Talha radıyallâhu anh kalkıp Allah'ın Resulünün huzuruna geldi ve şöyle dedi:
"-Ya Rasulullah! Benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olan,
işte şu şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan itibaren Allah
rızası için onu Allah'ın Rasulü'ne bırakıyorum. İstediğiniz gibi tasarruf eder,
dilediğiniz fakire verebilirsiniz."

Bu sözlerin ardından da bu güzel kararını derhal tatbik etmek için bahçeye


gitti. Ebu Talha, bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken
buldu. Ebu Talha bahçeye girmedi.

Hanımı Rumeysa sordu:


"-Ya Eba Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!"

Ebu Talha:
"Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver." dedi.

Beklemediği bu cevap üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:


"-Neden ya Eba Talha! Bu bahçe bizim değil mi?"
Kaynak: islami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami
bilgiler [Linkleri Görmek İçin Lütfen Üye Olunuz... ]

Ebu Talha:
"-Hayır, artık bu bahçe medine fukarasınındır." diyerek ayet-i kerimenin
müjdesini ve yaptığı faziletli infakı sevinç ve neş'e içinde anlattı.

Hanımının "İkimiz namına mı yoksa şahsın için mi bağışladın?" sualine de


"İkimiz namına" diye cevap veren Ebu Talha, bu sefer hanımından huzur
içinde şu sözleri dinledi:
"-Allah senden razı olsun, Ebu Talha! Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı
şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim; Allah
hayrımızı kabul buyursun, işte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!"

" Yine Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki: "Bir adam boş bir arazide giderken bulut içinden gelen bir ses işitti:
"Falancanın bahçesini sula!" diyordu. O bulut uzaklaşarak suyunu bir ketire (kayalığa)
boşalttı. Derken oradaki sel yollarından biri bu suların tamamını akıtmaya başladı. Adam
da suyun istikametini takiben yürüdü. Bir müddet sonra, suyu bahçesine çevirmek üzere
elinde bir kürek, çalışan bir adam gördü. Ona:
"Ey Allah'ın kulu ismin ne?" diye sordu.
"Falan!" dedi. Bu isim, adamın buluttan işittiği isimdi. Bu sefer o sordu:
"Ey Allah'ın kulu, peki sen benim adımı niye sordun?"
"Ben sana şu suyu getiren buluttan bir ses işitmiştim, senin ismini söyleyerek "Falanın
bahçesini sula!" diyordu. Sen bahçede ne yapıyorsun?"
"Madem ki sordun söyleyeyim. Ben bu bahçeden çıkan mahsule nezaret ederim. Ondan
çıkan mahsulün üçte birini tasadduk ederim. Üçte birini ben ve ailem yeriz, üçte birini de
bahçeye iade ederim" dedi."
Müslim, Zühd 45, (2984).

" Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçmiştir."
"Bu nasıl olur, ey Allah'ın Resulü?" diye sordular. Şu cevabı verdi.
"Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının
yanına varıp, malından yüzbin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti."

Nesai, Zekat 49, (5, 59).

" İbnu Abbas radıyallahu anhüma'nın anlattığına göre, kendisine bir dilenci gelmiş o da
dilenciye sormuştur:
"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhissalatu vesselam'ın O'nun elçisi
olduğuna şehadet ediyor musun?" Adam, "Evet!" deyince tekrar sormuştur: "Oruç
tutuyor musun?" Adam tekrar "Evet!" demiştir. Bunun üzerine İbnu Abbas:
Kaynak: islami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
[Linkleri Görmek İçin Lütfen Üye Olunuz... ]
"Sen istedin. İsteyenin bir hakkı vardır. Bizim de isteyene vermek, üzerimize vazifedir"
der ve ona bir elbise verir. Sonra ilaveten der ki:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı işittim şöyle demişti: "Bir müslümana elbise giydiren
her müslüman mutlaka Allah'ın hıfzı altındadır, ta o giydirdiğinden bir parça onun
üzerinde bulundukça."

Tirmizi, Kıyamet 42, (2485).

"Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatıyor: "Bir bedevi gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Bana
hicretten haber ver!" dedi. Aleyhissalatu vesselam:
"Vah sana! O ağır bir iştir. Senin develerin var mı?" dedi. adam, "Evet!" deyince:
"Zekatlarını veriyor musun?" diye sordu. Adam yine "Evet!" deyince:
"öyleyse sen o uzaklarda kal ve çalış, zira Allah senin amelinden hiçbir şeyi
eksiltmeyecektir" buyurdu."

Buhari, Zekat 36, Edeb 95; Müslim, İmaret 87, (1865); Ebu Davud, Cihad 1, (2477); Nesai, Bey'a
11, (7, 144).
"Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:ç "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: "Sadaka Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder."

O topluluk, kendi menfaat ve kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir topluluktu.
Başkasına yardımcı olma, onun elinden tutma, onların rüyalarına dahi misafir olmamıştı. Hele
başkasını kendi nefsine tercih etme -ki buna "Îsar" diyoruz-, onların arasında hiç bilinmeyen
ve hiç duyulmamış bir meseleydi. Ancak, Allah Resûlü'nün risaleti, onlar arasında çok şeyi
değiştirdiği gibi, cimriliği de alıp götürmüş, sahâvet ve îsar duygusunu onların ruhlarına âdeta
tespit etmişti.
Bir gün huzur-u risalet penâhi'ye birisi geldi. Bu gelen zat Ebu Hureyre idi. Devs'in Aslanı,
Allah Resûlü'ne yaklaştı ve şöyle dedi: "Ya Resûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey
bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim." Allah Resûlü etrafına nazarını gezdirdi.
Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Resûlü'nün çok
sevdiklerinden Ebu Talha ayağa kalktı ve: "Ya Resûlallah onu ben misafir edeyim." dedi.
Sonra da alıp evine götürdü.
Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey
kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı
Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti. Ve onu çocuklara içirecekti. Misafir
eve gelince karı koca aralarında konuştular: "Bu gece çorbayı Allah Resûlü'nün misafirine
yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocuklar, ikna edilip yatırılmalı...
Sabah onların da çaresine bakarız." Siyer yazarları naklediyorlar. Yapacakları şey şu idi:
Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip
götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını
doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah
Resûlü'nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Resûlü (sav) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü
onlara döndü, sonra da Ebu Talha'yı ve Ebu Hureyre'yi arayarak onlara sordu. "Bu gece ne
yaptınız ki, hakkınızda şu âyet nazil oldu:
ٌ‫صة‬
َ ‫صا‬
َ ‫خ‬
َ ‫ن ِبِهْم‬
َ ‫سِهْم َوَلْو َكا‬
ِ ‫عَلى َأنُف‬
َ ‫ن‬
َ ‫" َوُيْؤِثُرو‬Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi
nefislerine tercih ederler." (Haşr 59/9).[1]
Cahiliye insanının kitaplarında "Îsar" yani başkasını nefsine tercih etme, açı doyurma,
çıplakları giydirme, yaşatma ve yaşamama, zevk ettirme ama zevk etmeme gibi hususlar
yoktu. Yoktu ama Allah Resûlü irşat buyurdu.. sesini duyurdu. İlhamlarını mermere kazır gibi
onlara nakşetti ve onları bu duygularla bütünleştirdi. Siz, bu diğergamlık rûhuna ister sabır
deyin, ister tahammül deyin, ister teslimiyet deyin; ne derseniz deyin netice değişmeyecektir.
"İman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül dünya ve ahiret saadetini gerektirir." ölümsüz
sözünü bir kere daha tekrar edelim. Evet, inanmış iseniz Allah'a teslim olacaksınız. Allah'a
teslim olduğunuzda O'na tevekkül edecek ve O'na güvenip dayanacaksınız... İşte o zaman,
dünya ve ukba saadetine ereceksiniz.
İSÂR

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı Bahçenin
hizmetçisi siyahî bir köle idi Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi Bu sırada bir köpek geldi Köle,
ekmeklerden birini ona attı Köpek ekmeği yedi Öbürünü attı Onu da yedi Üçüncüyü de attı Onu
da yedi

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:
" Senin ücretin nedir"
Siyahî köle:
" İşte gördüğünüz üç ekmek "
" Niçin hepsini köpeğe verdin"
Köle:
" Buralarda hiç köpek yoktu Bu köpek uzak yerden gelmiştir Aç durmasına gönlüm râzı olmadı ? dedi

Abdullah -radıyallâhu anh-:


"Peki bugün sen ne yiyeceksin"
Köle:
" Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim " dedi
Abdullah -radıyallâhu anh-:
" Sübhânallâh! Benim çok cömert olduğumu söylerler Bu köle benden daha cömertmiş! " buyurdu
Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi azad edip, hurmalığı ona bağışladı
(Kimya-yı Seâdet)
Böyle müşfik, merhametli ve derin duygulu şahsiyetler yetiştiren İslâm, ictimâî nizamda fakir ve
zengin arasındaki husûmet ve hasedi izâle etmek, dengeyi muhâfaza ve muhabbeti temin etmek için
zekâtı farz kılmıştır İslâm kardeşliğini daha ileri bir seviyede gerçekleştirmek ve her mü'mini "ganî
bir gönle sâhib kılmak" için vicdânî bir mecbûriyet olan infâkı teşvîk etmiş ve onu da "îsâr" ile
zirveleştirmiştir Zîrâ dînin asıl gâyesi, Allâh'ın birliğini tasdikten sonra güzel insan, zarif insan ve
derin insan yetiştirebilmek sûretiyle cemiyete huzûru hâkim kılabilmektir
Bu olgunlaşma, ancak gönülde tezâhür eden şefkat ve merhamet hissi ve onun en güzel bir tezâhürü
olarak da kendi imkânını paylaşabilmek, hattâ bunun da ötesinde îsâr tâbir olunan ve kendi
ihtiyâcına rağmen sâhib olunan nîmetlerden vazgeçerek onları verebilmenin fazîlet ve seviyesine
ulaşabilmektir
Merhamet, bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateştir Merhamet, insanlığımızın bu âlemdeki
en mûtenâ cevheridir ki kalb yoluyla bizi Hakk'ın vuslatına istikâmetlendirir Merhametli mü'min,
cömert, mütevâzî, hizmet ehli ve aynı zamanda rûhlara nizâm ve hayat aşısı yapan bir gönül
doktorudur Yine merhametli mü'min her sahadaki hizmetini sevgi ve şefkat ile yapmasını bilen ümit
ve îmân kaynağı bir varlıktır O, rûhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında bulunur Yine o,
sözü ile, yazısı ile, hâli ile her sefâlet, çile ve ızdırabın civârında yerini alır O, dertlinin, muzdaribin
yanında, sâhipsizlerin ve ümitsizlerin baş ucundadır Zîrâ bir mü'minde îmânın ilk meyvesi rahmet ve
merhamettir İnsanlığın ahlâkı da Kur'ân ile tamamlanmıştır Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'i açtığımızda
karşımıza çıkan ilk sıfât-ı ilâhiyye Rahmân ve Rahîm?dir Rabbimiz, yüce zâtını, "merhametlilerin en
merhametlisi" olarak müjdeler ve kuluna kendisinin ahlâkıyla ahlâklanmasını emir buyurur
Dolayısıyla Hakk'a muhabbetle dolu bir mü'min yüreğinin, Rabb?in bütün mahlukâtını şefkat ve
merhametle kuşatması îcâb eder Rabb'i sevmenin netîcesi O'nun mahlûkâtına muhabbet ve
merhametle yönelmektir Seven, sevilene karşı sevdiği ölçüde fedâkârlık yapmayı bir zevk ve vazîfe
olarak telakkî eder Allâh'ın mahlûkâtına infak, Allâh'a muhabbet demektir
Gerçekten Allâh için vermenin umûmî ismi olan sadaka ve infâkın nev'i çoktur Bunların zirvesi ise
ifade ettiğimiz gibi îsârdır Bu, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih etme fazîletidir
Bu ise her olgun mü'minin vicdânen mükellef bulunduğu diğergâmlık ve hassâsiyetin en yüksek
noktadaki bir tezâhürüdür Îsârın feyizli iklîmine girebilmek, ancak rakîk kalblerin ve ince rûhların
kârıdır Zîrâ asıl îsâr, fakirlikten korkmaksızın verebilmektir Bu hâl, en güzel ve mükemmel sûrette
peygamberler ve ehlullâhın hayatlarında sergilenmiştir Elbette böyle bir zirveye çıkabilmek ve o
yüce yıldızlara ulaşbilmek herkesin harcı değildir Ancak o ufuklara ne kadar yaklaşabilirsek o kadar
değerli nasîbler elde edeceğimiz hakîkatine binâen îsâr hususunda en ufak bir adım dahî bizler için
vazgeçilmez bir ebedî kârdır
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'ın rivâyetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz, -sallallâhu aleyhi
ve sellem-'e gelerek:
" Ey Allâh?ın Rasûlü! Ben açım " dedi
Rasûlullâh Efendimiz, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi
Fakat mü'minlerin annesi:
" Seni peygamber olarak gönderen Allâh'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok " dedi
Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
ashabına dönerek:
" Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister" diye sordu
Ensardan biri:
" Ben misafir ederim, yâ Rasûlallâh! " diyerek o yoksulu alıp evine götürdü Eve varınca hanımına:
" Evde yiyecek bir şey var mı" diye sordu Hanımı:
" Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var " dedi Sahabî:
" Öyleyse çocukları oyala Sofraya gelmek isterlerse onları uyut Misafir içeri girince de lambayı
söndür Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım " dedi
Sofraya oturdular Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar
Sabahleyin o sahabî Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in yanına gitti Onu gören Rasûl-i Ekrem
-sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
" Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ ziyâdesiyle memnun oldu " (Buharî, Menâkıbu?1-
ensar, 10; Tefsîru sûre (59), 6; Müslim, Eşribe, 172)
Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmî Hazretleri, Hukuk tahsili yapmış olmalarına rağmen,
bir kul hakkına girmek korku ve endişesiyle bu meslekle iştigâl etmeyip, Tahtakale'de bir işyerinin
muhasebe defterini tutmayı tercih etmişlerdi Hazret, işe gitmek için vapurla Karaköy'e geçerdi
Karaköy'den Tahtakale'ye kadar ise, dolmuşa binmek yerine, bu ihtiyâcından fedâkârlık yaparak
yürüyerek gider, o dolmuş parasını da infâk ederdi Büyüklerin bu yüksek ahlâk ve hâlleri bizler için
ne güzel bir nümûnedir
Hakîkaten, şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan, günlük harcamalardan yapılacak küçük
fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâktan herkes nasîbince hisse almaya çalışmalıdır
Îsâr, cömertliğin de zirvesidir Zira cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir
Îsâr ise, muhtâc olduğu bir şeyi kendisinden koparıp vermesidir Îsârın mânevî mükâfâtı da kulun
fedâkârlığı nisbetindedir Cenâb-ı Hak, Mekkeli muhâcirlere imkânlarını devreden ve onların
ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercihan gideren Ensâr-ı kirâmı şöylece methediyor:
" Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler (îsâr ederler) Kim
nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir " (el-Haşr, 9)
Yermuk Seferi?nde şehîd olmak üzere bulunan üç yaralı mücâhide ayrı ayrı verilmek istenen suyu her
biri diğerine havâle etmiş, neticede hiçbirine vefât etmeden yetişilip su verilememiş ve hepsi de son
nefeslerinde bir yudum suya hasret kalarak şehîd olmuşlardır
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-'ın Şam'a gidişinde deveye binme sırası kölesine geldiğinde
şehrin kapısına varmış olmalarına rağmen deveye ısrarla kölesini bindirmesi ve kendisi yaya, kölesi
ise devenin üzerinde olduğu hâlde Şam'a girmesi, kâ'bına varılmaz bir infâk tezâhürüdür Buna göre
infak her zaman mâlen olmaz Böyle tavırlar da bir çeşit infak demektir
İnfâkın en yüksek derecesi olan îsâr, kendinden koparıp verme, kendi hakkını din kardeşine
devretme hâdisesidir Peygamber, sahâbî, evliyâullâh ve sâlih kullara âid yüksek seviyede bir infak
keyfiyetidir
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- ile Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-'nın şu hâlleri îsârın
hakîkatini ne güzel ifâde eder
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-?ın bildirdiğine göre Hazret-i Ali ve zevce-i tâhireleri Hazret-i Fâtıma
-radıyallâhu anhümâ-, evladları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin?in hastalıktan selâmet bulmaları
üzerine üç gün adak orucu tutuyorlardı İlk gün iftarlık olarak arpa unundan bir yemek yapmışlardı
Tam iftar edecekleri sırada kapıları vuruldu Gelen, aç ve yoksul biriydi Mübârek âile, ellerindeki
yemeği cân u gönülden Allâh için fakire ikram edip kendileri su ile iftar ettiler İkinci gün olup iftar
vakti geldiğinde bu sefer kapıya bir yetim gelmişti O günkü yiyeceğini de yetime verip yine su ile
iftar ettiler Üçüncü gün ise iftar vakti bir esir yardım istemek için kendilerine mürâcaat edince
büyük bir sabır ve diğergâmlık örneği göstererek iftarlıklarını esire bağışladılar

İnfaktaki bu ka'bına varılmaz cömertlik, başkalarını nefsine tercih ediş ve bu yüce ahlâk, gelen âyet-
i kerîme ile ilâhî te'yîd ve tebrîke mazhar olmuştu
Allâh Teâlâ buyurur:
"Kendileri istekli oldukları hâlde yemeklerini yoksula, öksüze ve esire verirler ve onlara: derler
Allâh da onları o günün fenâlığından korur Yüzlerine parlaklık gönüllerine sevinç verir " (el-İnsan, 8-
11)
Yaratılmışların hiçbiri, sehâvet, infak ve îsârda, Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile
kıyaslanamaz O, cömertliğin her çeşidinin en üst seviyesinde idi
Allâh yolunda, O'nun dinini açıklamak, kulları doğru yola istikâmetlendirmek, açları doyurmak,
cahillere öğüt vermek, ihtiyaç sahiblerinin hacetlerini görmek ve ağırlıklarına tahammül etmek gibi
ilim, mal ve nefs cömertliğinin hepsi kendisinde mevcud idi (Altınoluk Sohbetleri, c 3, s 56)
Kureyş müşriklerinin ekâbirinden Safvan bin Ümeyye müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Taif
gazalarında, Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanında bulunmuştu
Cîrâne?de toplanan ganimet mallarını gezerken Safvan?ın bunlara büyük bir hayret içinde baktığını
görmüş ve Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
" Pek mi hoşuna gitti" diye sormuş
" Evet " cevabını alınca:
" Al hepsi senin olsun! " buyurmuştur
Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak:
" Peygamber kalbinden başka hiçbir kalb bu derece cömert olamaz " diyerek îman etmiş ve şehadet
getirmiştir (İslam Tarihi, sh 474)
Gerçekten îsâr, ikrâmın en ihtişamlısıdır Düşünmelidir ki Rasûlullâh, sahâbe ve sâlih kulların böyle
ikramları vesîlesiyle nice küfründe inad eden insan insafa gelmiş, nice düşman dost olup hidâyet
bulmuş ve nice mü'minin mü'min kardeşine muhabbeti artmıştır
Allâh Rasûlü hiçbir zaman, kendisinden istenen yapabileceği bir talebi geri çevirmezdi Bir defa
kendisine doksan bin dirhem isâbet etmişti Bunu hasırın üzerine döktü Her gelen muhtaca infâk
ederek onu tamamen bitirdi
Birr
Kur?ân-ı Kerîm?de "birr" diye tâbir olunan, "sevdiklerinden infâk edebilmek" fazîleti de tıpkı îsâr gibi
yüksek seviyedeki bir infâk keyfiyetidir
Ahlâkî fazîletlerin hepsinde ideal bir nümûne olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç
şüphesiz bu hususta da kâbına varılmaz bir zirve şahsiyettir O'nun küçücük bir şeyde bile mü'min
kardeşini kendi nefsine tercih etmek husûsundaki hassasiyetinden bir misal şöyledir
Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir misvak dalından iki misvak yaptı Misvakların
birisi eğri, diğeri düz ve güzel idi Rasûl-i Ekrem, misvakların güzel olanını yanındaki sahabisine verdi
ve eğri olanını kendisine ayırdı Sahabî: deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Bir saat de olsa, bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riâyet edip etmediği sorulur "
buyurdu ve bu hakkın îsâr ve birr anlayışı ile, yani mü'min kardeşini kendi nefsine tercih edip
sevdiğinden infâk etmekle ödeneceğini anlatmış oldu (İhyau Ulûmiddîn, c 2, s 435)
Aşağıdaki şu kıssa da, bu keyfiyetteki bir infâkın fazîletine ne güzel bir misâldir:
Bir gün ashâb-ı kirâm, Mescid-i Nebî?de toplanmış, Rasûlullâh?ın feyizli sohbetini dinlemekteydiler
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:
"Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ "birr"e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne
infak ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir " (Âl-i İmrân, 92)
Derin bir vecd hâlinde Rasûlullâh'ı dinleyen ashâb-ı kirâm, bu âyet-i kerîmeyi de kendi iç
dünyalarının derinliklerinde hissedebilmenin ve bu nebevî dâvetin muhtevâsında ne varsa hepsini
infak edebilmenin muhâsebesine dalmışlardı Birden bir sahâbenin ayağa kalktığı görüldü Yüzünde
nûr-i ilâhî parlayan bu sahâbe Ebû Talha -radıyallâhu anh- idi Ebû Talha?nın Mescid-i Seâdet'e yakın,
içinde altı yüz hurma ağacı bulunan kıymetli bir bahçesi vardı ve burayı pek severdi Sık sık davet
ettiği Rasûlullâh'a ikramla da bahçesini bereketlendirirdi
Ebû Talha şöyle dedi:
"Yâ Rasûlallâh! Benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olan, işte şu şehrin içindeki
sizin de bildiğiniz bahçemdir Bu andan itibâren Allâh rızâsı için onu Allâh?ın Rasûlü?ne bırakıyorum
İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakîre verebilirsiniz "
Sözlerinin ardından bu güzel kararını derhal tatbik etmek için bahçeye gitti Ebû Talha, bahçeye
vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu Ebû Talha bahçeye girmedi Hanımı
sordu:
"Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsen ya! "
Ebû Talha:
" Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver " dedi
Beklemediği bu cevâb üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:
"Neden yâ Ebâ Talha! Bu bahçe bizim değil mi"
Ebû Talha:
"Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır " diyerek âyet-i kerîmenin müjdesini ve yaptığı fazîletli
infâkı sevinç ve neş'e içinde anlattı
Hanımının "İkimiz nâmına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın" suâline de "İkimiz nâmına" diye cevap
veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzur içinde şu sözleri dinledi:
"Allâh senden râzı olsun Ebâ Talha Etrâfımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana
söylemeye bir türlü cesâret edemezdim; Allâh hayrımızı kabul buyursun, işte ben de bahçeyi terk
edip geliyorum! "
Ebû Talha'ya bu fedâkârlığı yaptıran ahlâk-ı hamîdenin ruhlarda kökleşmesi hâlinde ortaya çıkacak
güzelliğin insanlık sathında revaç bulmasıyla yeryüzünde nasıl bir asr-ı seâdet iklîminin oluşacağını
tahmin etmek hiç de zor değildir
Allâh Rasûlü, hiçbir şeyi olmayanı dahi infâk seferberliğine teşvik ederdi Meselâ Ebû Zer
-radıyallâhu anh- ashâbın en fakirlerinden olduğu hâlde onu bile infaka dâvet eder ve şöyle
buyururdu:
"Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet! " (Müslim, Birr, 142)
Mü'min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nûrlu, derin, hassas, rakîk, diğergâm, cömert, merhamet
ve şefkat sâhibi ve infak heyecânı içinde olmalıdır
İktisâdî bunalıma girdiğimiz günümüzde ciddî bir infâk ve îsâr seferberliğine ihtiyaç vardır
Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik Bu sebeple hasta,
muzdarip, garip, kimsesiz, muhtaç ve aç kimselere infâk ve îsârımız Rabbimize karşı bir şükür
borcudur Elimizdeki nîmetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnûn ve mesrûr ettiğimiz gönüller,
dünyâda rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette seâdetimiz olsun
Yâ Rabbî! Merhametin bütün tezâhürleri, gönül hayâtımızın tükenmez hazînesi olsun! Rabbimiz!
Âlemlerin Efendisi?nin ve onun izinden yürüyen İslâm büyüklerinin îsârla dolu hayatlarından bizlere
de hisseler nasîb eyle!
Âmîn!

İSÂR

:: 1 ::
Cenâb-ı Hak, Mekkeli muhâcirlere imkânlarını devreden ve onların ihtiyaçlarını kendi
ihtiyaçlarına tercihan gideren Ensâr-ı kirâmı şöylece methediyor:
" Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler (îsâr ederler)
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir " (el-Haşr, 9)
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-'ın Şam'a gidişinde deveye binme sırası kölesine
geldiğinde şehrin kapısına varmış olmalarına rağmen deveye ısrarla kölesini bindirmesi ve
kendisi yaya, kölesi ise devenin üzerinde olduğu hâlde Şam'a girmesi, kâ'bına varılmaz
bir infâk tezâhürüdür Buna göre infak her zaman mâlen olmaz Böyle tavırlar da bir çeşit
infak demektir
İnfâkın en yüksek derecesi olan îsâr, kendinden koparıp verme, kendi hakkını din
kardeşine devretme hâdisesidir Peygamber, sahâbî, evliyâullâh ve sâlih kullara âid
yüksek seviyede bir infak keyfiyetidir
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- ile Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-'nın şu hâlleri
îsârın hakîkatini ne güzel ifâde eder
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-?ın bildirdiğine göre Hazret-i Ali ve zevce-i tâhireleri Hazret-
i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-, evladları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin?in
hastalıktan selâmet bulmaları üzerine üç gün adak orucu tutuyorlardı İlk gün iftarlık
olarak arpa unundan bir yemek yapmışlardı Tam iftar edecekleri sırada kapıları vuruldu
Gelen, aç ve yoksul biriydi Mübârek âile, ellerindeki yemeği cân u gönülden Allâh için
fakire ikram edip kendileri su ile iftar ettiler İkinci gün olup iftar vakti geldiğinde bu sefer
kapıya bir yetim gelmişti O günkü yiyeceğini de yetime verip yine su ile iftar ettiler
Üçüncü gün ise iftar vakti bir esir yardım istemek için kendilerine mürâcaat edince büyük
bir sabır ve diğergâmlık örneği göstererek iftarlıklarını esire bağışladılar

Osman Nûri Topbaş

Sadâkat Duygusunun Emaresi: Sadaka (I)

Genel anlamıyla sadaka, bir kimseye göstermiş olduğumuz “tebessüm”den tutun da farz olan

yardımlara kadar Allah rızası için yapılan tüm maddî-mânevî fedâkârlıkları kapsayacak kadar

kapsamlı bir kavramdır. Ancak sadakayı bu kadar geniş bir perspektifte inceleme

ansiklopedilerin veya bu konudaki müstakil eserlerin işidir. Bizim değineceğimiz husus, daha

hususi anlamda; yani, “halk arasında bilinen anlamıyla sadaka” üzerinde olacaktır. Daha

doğrusu böyle bir sadakanın hadis-i şerif’lerden öğrendiğimiz neticelerini ele alacağız. Ancak

bâzen rivâyetlerde sadaka ile zekât aynı anlamlarda da kullanılmaktadır. Nihâyetinde hepsi

Allah yolunda yapılan bir kısım ibâdetlerdir. Bazı hadislere baktığımızda bu anlamda bir

sadakanın birçok faydasını ve neticesini görmekteyiz. Bunları sıralayacak olursak:

1. Sadaka, Rabbin Gazabını Söndürür:

Allah Resûlü (Aleyhisselâm); “İnne’s-sadakate le-tütfiu gadabe’r-Rabb” (Mecmeu’z-Zevâid,

III/110) “Sadaka Rabbin gadabını söndürür” buyurmaktadır. Bu, gazabın sönme hâdisesinin

dünya ve âhireti kapsadığı da belirtilmektedir, (Feyzü’l-Kadîr, IV/193). Benzer rivâyetler

çoktur. Meselâ: “Sadakatü’s-sirri tütfiu gadabe’r-Rabb!” (Keşfü’l-hafâ, II/28) “Gizli verilen

sadaka Rabbin gadabını söndürür” sözü de bunlardan bir başkasıdır. Bunların bir kısmının
senetlerinde bazı problemler olsa da her birerleri değişik eserlerde birbirine yakın şekillerde

geçmesinden ve aynı anlamı pekiştirmesinden dolayı “sadakanın önemi” gibi bir hakikatı ifâde

etmektedirler. Bu ve benzeri delillerden ötürü cumhûr-u ulemâ, “vâcibât” denilen farz

mâhiyetindeki ibâdetlerin dışında kalan “tatavvu/nâfile” babındaki ibâdetlerin riyâ

tehlikesinden dolayı gizlenmesinin daha uygun olduğu kanaatindedirler. Mümkünse ve başka

daha önemli maksatlar yoksa farzların açıkça yapılması, nâfilelerin gizlenmesi daha uygundur.

Bu konuda âyetler de vardır. Ancak ulemâ bunların istisnasının olabileceğini de belirtir. Riyâ

tehlikesini aşan yiğitler ve bu konuda örneklik ve rehberlik yapılması gereken yerlerde bulunan

kimseler açıkça da verebilirler. Öyle bir zamanda belki bu daha faziletli de olabilir. Yani

durum, verenin ve verilenin hâlet-i ruhiyesine göre değişebilir. Yukarıda bildirilen hüküm

“genellikle bu böyledir” tâbiriyle kayıtlıdır, (Kurtubî, III/332).

Gazab, Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır. İrâde gibi o da sıfât-ı zâtiyye’dendir. İsyan

edenlere karşı Allah’ın suhtu, onlardan yüz çevirmesi, cezalarını vermesi.. gibi anlamlara gelir,

(Feyzü’l-Kadîr, II/362). “Ve bâû bi-gadabin minallah” (Âl-i İmrân, 112); “Ve gadiballahü

aleyhim” (Fetih, 6) şeklinde Kur’an-ı Kerim’de de birçok yerde geçer. Allah Resûlü de şöyle

buyurur: “İnne a’mâle ümmetî tü’radu aleyye fî külli cüm’atin merrateyn, fe’ş-tedde

gadabullahi ale’z-zünât” “Ümmetimin amelleri bana Cuma günleri iki kez arz olunur.

Görüyorum ki Allah’ın gazabı zinâkarlara daha şiddetli oluyor.” (Kurtubî, XII/167) ve “el-Veylü

li-men yağdab ve yensâ gadaballah!” (Keşfü’l-hafâ, II/464) sözü de vardır ki “Öfkelenen ve bu

arada Allah’ın gazabını unutan kimseye yazıklar olsun!” demektir. Süfyân b. Uyeyne,

“Gadabullahi dâün lâ devâe leh” (Siyer-u A’lâm, XII/344) diyerek Allah’ın gazabına dûçâr

olmanın onulmaz bir dert/belâ olduğuna işâret etmektedir. Ancak hemen arkasından reçete de

verilmektedir: “Devâühü el

-istiğfâr bi’l-eshâr ve’t-tevbetü’nnasûh!” “Bunun devası, seherlerde istiğfar ve gerçek bir tevbe

olan tevbe-i nasûh’tur!”. Abdullah b. Amr: “Ya Resûlallah! Allah’ın gazabına dûçâr olmaktan

beni hangi şey korur?” deyince Allah Resûlü çok defa buyurduğu gibi: “Kızmamak” buyurmuştur,

(Feyzü’l-Kadîr, VI/414). Demek ki öfkelenmemek -orta yol olarak işâret edilen durumlar elbette

ki bahis dışı- de bu tür belâya uğramamak için bir sebep. “Eğer Allah’ın rahmetinin enginliğini
bilseydiniz ona güvenir tembellik yapardınız. Siz bundan çok azını biliyorsunuz. Allah’ın

gazabının şiddetini bilseydiniz zannederdiniz ki bundan asla kurtuluş yok!” (Feyzü’l-Kadîr,

V/315; Mecmeu’z-Zevâid, X/213) sözleri de bize Allah’ın gazabının dehşetini ve rahmetinin

enginliğini anlatmaktadır. İşte bütün bunlardan kurtulabilmenin çarelerinden birisi de sadakayı

alışkanlık hâline getirmektir.

2. Günün Başında Verilen Sadaka Belâları Defeder:

“es-Sadakâtü bi’l-gadavât tüzhibu bi’l-âhât” (Keşfü’l-Hafâ, I/329; Deylemî, II/414)

buyrulmaktadır; yani, günün evvelinde/başlangıcında/kuşlukta verilen sadaka kazâ ve âfetleri

giderir. Hâfız Münâvî yorum babında şunları ekler: buradaki ‘âhât’ dinî ve mânevî âfetleri de

içerir. Akşam sadakası geceki belâlara engel olur anlamı da çıkarılabilir. Sadakanın verilmesinde

fitneden kurtuluş ve selâmet vardır. Mallar ve çoluk çocuklar bile fitne ve imtihan unsurudur.

Cenâb-ı Hak: “İnnemâ emvâlüküm ve evlâdüküm fitnetün” (Teğâbün, 15) buyurmaktadır. İman

edip sadaka veren, ruhunu ve mâlını Allah’a teslim etmektedir. Mal ki canın yongasıdır. Bu

sayede gerçekten Allah’ın tam bir kulu olur, (Feyzü’l-Kadîr, IV/237).

3. Sadaka Vermede Acele Edin, Çünkü Belâ Sadakanın Önüne Geçemez:

“Bâkirû bi’s-Sadakâti fe-inne’l-belâe lâ yetehattâhâ” (Mecmeu’z-Zevâid, III/110; Mu’cemu’l-

Evsat, VI/9) buyrulmaktadır ki “Sadaka vermede acele edin. Çünkü belâ sadakanın önüne

geçemez.” anlamına gelir. Dua gibi sadaka da kazâ’nın oluşmasını engeller ve sanki onu rededip

geri çevirir, (Feyzü’l-Kadîr, II/333).

4. Sadaka’yı Kesinlikle Şahsî Mala Karıştırmamalıdır:

Sadakayı kesinlikle kendi şahsî malımıza karıştırmamalıyız. Bu konuda gelen rivâyetler

gerçekten ürperticidir: Hz. Âişe’den (ra) gelen zayıf bir rivâyette: “Mâ Hâletat es-Sadakatü

Mâlen İllâ ehlekethü” (Sünenü’l-Kübrâ, IV/159; Keşfü’l-Hafâ, II/245-398) meselenin önemi

vurgulanmaktadır. Bunun yorumunda şunlar söylenmiştir: Sadaka karıştığı malı telef eder, yok

eder, kökünü kazır, siler süpürür... Çünkü bu mânâda bir infak, malı koruyucu bir kalkandır. Bu

artık başkasının hakkıdır ve haramdır. Haram da bir helâle karışırsa onu helâk eder, derler.
İmâm-ı Şâfii: “Şüphesiz sadaka hiyâneti, karışmış olduğu malı telef eder!” demiştir, (Feyzü’l-

Kadîr, V/443).

5. Sadaka Malı Eksiltmez, Aksine Bereketlendirir:

“Tesaddekû mimmâ razakakümüllahü! Fe-inne’s-sadakate lâ tünkisu velâkin tüzîd!” (Keşfü’l-

Hafâ, I/363). “Mâ nakasat Sadakatün min mâlin!” (Deylemî, IV/87; Keşfü’l-Hafâ, II/232)

“Sadaka (zekat), maldan hiçbir şey noksanlaştırmaz.” Sadaka, zâhiren malı eksiltiyor gibi

görülse de, Allah’ın bereketine mazhariyetle devamlı artmaktadır. Zira herşey elinde olan

Allah, sadakasını veren insana malını artırma yollarını ilham etmektedir ki, bunu aydınlatan pek

çok müşahhas misal bulmak mümkündür. Kalpler Allah’ın elindedir. O, istediği ve hikmeti iktiza

ettiği zaman, kalpleri, emrini yerine getirip sadakasını veren kimselere doğru yöneltir ve o

insanın ticaretinde ciddi canlanmalar görülür. Bu Allah’ın, bahşettiği bir berekettir. Aynı

zamanda bu mesele, sadece tecrübelerin ürünü olarak ortaya çıkmış bir hüküm de değil,

Allah’ın vaadi, Rasûlü’nün müjdesi ve meleklerin de duâsının neticesidir. Allah (cc): “İnsanların

malları içinde, artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın rızasını

isteyerek verdiğiniz zekata gelince işte onu verenler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır”

buyurmaktadır. Demek ki mallarını artırma düşüncesiyle faize yatıranlar gerçekte,

maksatlarının aksiyle tokat yemektedirler; Allah’ın rızası istikametinde tasaddukta bulunanlar

ise, daha fazlasıyla berekete kavuşmaktadırlar. Bununla ilgili olarak: “Allah, faizi mahveder.

Sadakaları ise artırır.” “Allah için infak ettiğiniz her şeyin (mutlaka Allah) arkasını getirir.

(Çünkü) O, rızık verenlerin en hayırlısıdır” âyetleri de vardır.

Sadaka ve zekat vermede, şeytan ve nefsin menfî baskısı vardır. Herbiri, insana, zekat ve

sadakanın malda eksikliğe sebep olacağını ve neticede fakirlikle karşı karşıya kalınacağını telkin

ederler. Bu konuda Kur’an, onların telkinlerine karşılık bizlere şu uyarıda bulunur: “Şeytan sizi

fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder.”

6. Sadaka Kötü Ölümü Engeller:

“İnne’s-Sadakâte le-tedfeu mîytete’s-sûi” Sadaka, kötü ölüm çeşitlerini engeller, (Mecmeu’z-

Zevâid, III/110; Tirmizî, III/52). “Açıktan verilen sadaka kötü ölümleri engeller” rivâyeti de

vardır ki, demek ki bâzı zamanlarda sadaka vermenin açıktan verilmesi bile daha hayırlı
olabilir, (Keşfü’l-Hafâ, II/29). Bu konuda şu tür yorumlar da yapılmaktadır ki “kötü ölüm”

ibâresini açıklar mâhiyettedirler: Israr ederek günah işleyenlerin o günah üzerinde ölmemeleri,

Allah’ın rahmetinden ümit kestirmemesi, kötü amellerle kalbinin mühürlenerek ölmemesi..

veya zehirli yaratıkların sokmaması, boğulmaması, yanmaması.. vb. Efendimiz Aleyhisselâm’ın

Allah’a sığındığı türden kötü ölümlerden koruması da bu mânâya dahildir. Özetle, âkıbeti iyi

olmayan ölümler kastedilmektedir. Çok fakir bir sûrette ölmek, acıtıcı bir musibetle ölmek, fecî

şekilde ölmek, sû-i hâtime ile ölmek... (Allah muhahaza buyursun) hepsi bunlardandır, (Feyzü’l-

Kadîr, II/193, 362).

7. Güzel Koku ve Sadaka:

“Sadaka, bunu isteyenin eline düşmeden önce Rahman olan Allah’ın yed-i kudretine düşer.”

(Mu’cemu’l-Kebîr, 9/109). “Allah tevbeleri kabûl buyurur ve Sadakaları da alır!” anlamında bir

âyet de vardır. Bir başka hadiste: “En temizinden -ki Allah en temizini kabul eder- veren

birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu bir hurma bile olsa, Rahman’ın elinde öyle

bereketlenir ki, Uhud’dan daha büyük olur. Aynen sizden biriniz, tayını veya deve yavrusunu

besleyip büyüttüğü gibi, Allah da (cc) sizin sadakalarınızı öyle geliştirir. Allah, fâizi mahveder

ancak sadakaları bereketlendirir, âyeti de bunun şâhididir.” (Mecmeu’z-Zevâid, III/111). Hz.

Âişe validemiz, tasadduk edeceği paralara güzel kokular sürermiş, sebebini sorduklarında da

şöyle cevap verirmiş: “Ben Efendimiz’den, sadakanın fakirin eline geçmeden evvel Allah’ın

eline geçtiğini işittim. Bu paraların güzel kokularla Allah’ın eline varmasını istediğim için onlara

koku sürüyorum.”

Bu yüzden zarurî ihtiyaçlarımızdan arta kalan mal, para, neyimiz varsa Allah için din, ülke ve

insanlık hizmetinde sadaka olarak harcanmalıdır.

You might also like