You are on page 1of 234

DEVLET

I-II

Bu kitabýn hazýrlanmasýnda DEVLET I ve II'nin MEB Yunan Klasikleri dizisindeki 2.


baskýlarý temel alýnmýþ ve çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanmýþtýr.

PLATON

DEVLET

I-II

Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi Klasik Filoloji

Baþkaný Prof. Dr. Georg Rohde'nin yönetiminde,

doktora öðrencileri Azra Erhat, Samim Sinanoðlu ve Suat Sinanoðlu tarafýndan aslýndan
çevrilmiþtir.

Eski Yunanca özel adlarýn yazýlýþý hakkýnda not


Yunan eserlerinin çevirisinde tanrý, insan ve ülke adlarýný, asýllarýndaki gibi yazmayý
uygun bulduk; bunun için de bugün Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde kullanýlan
çevriyazý yöntemini aldýk. Yunancanýn her harfi, aþaðýdaki cetvelde gösterildiði gibi,
tek veya çift harfle karþýlanmýþtýr. "Th" ve "kh" gibi çift harfleri kullanmaya gerek
vardý; çünkü Yunancanýn Q'sýný da, T 'ýný da "t" ile gösteremezdik, ikisini ayýrmak
zorunluydu. "X" için de yalnýzca "h" harfini alsaydýk Yunancada bazan sesli harflerin
önüne gelen ( ' ) iþareti ile karýþabilecekti.

"Ph" çift harfine gelince, Yunanca'nýn F harfini Avrupalýlar öteden beri böyle
gösterirler; eski Romalýlar da öyle göstermiþler; demek ki o harfin söyleniþi
Romalýlarýn "ƒ" harfinin söyleniþine tümüyle uymuyormuþ.

Romalýlar ve bugünkü Avrupa ülkeleri, Yunanca'nýn X harfini de "x" ile gösterirler;


ancak "x" harfi bizim alfabemizde yok; bu yüzden "x" yerine "ks" çift harfini kullanmayý
daha uygun bulduk.

Yunancada "y" harfi sessiz deðil, sesli harftir ve "ü" okunmasý gerekir. Ancak bu
söyleyiþ kesin de deðil. Bugünkü Yunanlýlar onu "i" diye okuyorlar.

Çift sesli harfleri de gene çift olarak gösterdik. Ancak (ou) yerine tek bir "u" koyduk; bu
þimdiki uluslararasý çevriyazýda da böyledir.

Yunan Alfabesi:

A A H E N N T T

B B Q Th X Ks Y Y

G G I Ý O O F Ph
D D K K P P X Kh

E E ? L P R Y Ps

Z Z M M S SW O

DEVLET

"DEVLET"ÝN I. KÝTABI HAKKINDA

Çevirisine baþladýðýmýz eser, Symposion ve Phaidon'la birlikte Platon'un bütün


eserlerinin en yüksek noktasýný oluþturur. Platon'un hemen hemen hiçbir gençlik dönemi
diyaloðu yoktur ki, herhangi bir yönüyle "Devlet"i hazýrlamýþ olmasýn; son diyaloglar
arasýnda hemen hemen hiçbiri yoktur ki kökleri Devlet'te bulunmasýn, ya da hiç olmazsa
onunla ilgili olmasýn. V'inci kitabýn sonlarýna doðru, yani bütün eserin tam ortasýnda
okunan ana cümle þunu ileri sürmektedir: "Ya hükümdarlar filozof, yahut da filozoflar
hükümdar olmalýdýrlar; böyle olmazsa, devlet ve insanlýk için mutluluk beklenemez.
"Bu söz, felsefe tarihinin son derece önemli olaylarýndan biri olan Sokrates'in ölümüne
Platon'un verdiði son yanýttan baþka bir þey deðildir.

Devlet, elimizde bulunan el yazmalarýnda 10 kitaba ayrýlmýþtýr. Fakat bu ayýrma


Platon'un kendisinden deðil, Ýmparator Tiberius zamanýnda yaþamýþ olan astrolog ve
filozof Trasyllos'tan kalmadýr. Platon'un, eseri nasýl böldüðünü bilmiyoruz. Eserin 10
kitaba ayrýlmýþ olmasý, onun kuruluþuna iyi uymuyor. Yalnýzca I'inci ve X'uncu
kitaplar, fikir bakýmýndan, bir bütün meydana getirmektedir.

I'inci kitap, örneðin Lakhes ve Lysis gibi, aporetik yani çýkmazlý denen diyaloglara pek
benzer. Bu gibi diyaloglarý ötekilerden ayýran taraf, bunlarda bazý kavramlara,
-Lakhes'te cesarete, Lysis'te dostluða- ait birtakým tanýmlarýn arka arkaya gözden
geçirilmesi, fakat ele alýnan sorunun özünün bununla ortaya çýkarýlamamasýdýr. Bu
diyaloglarýn sonucu olumsuzdur; bir aporia'ya, bir çýkmaza varýlýr. Bunun gibi, devletin
1'inci kitabýnda da doðruluðun bazý tanýmlarý arka arkaya ele alýnmaktadýr. Hepsi için
þu anlaþýlmaktadýr ki, bunlar, doðruluðun özünü tam olarak kavramýyorlar. Böylece
1'inci kitap, doðruluðun özünün ortaya çýkarýlamadýðý gibi olumsuz bir saptamayla
sona ermektedir. Devletin 1'inci kitabýyla çýkmazlý diyaloglar arasýndaki bu benzerlik
hiç de rasgele deðildir. 1'inci kitabýn öteki kitaplardan epey zaman önce, yani ona benzer
diyaloglar yazýldýðý sýralarda tasarlanmýþ olduðuna þüphe yoktur. Platon'un, bu
diyaloða "Thrasymakhos yahut doðruluk" adýný vermiþ olmasý pekâlâ düþünülebilir.
Sonralarý Platon bu diyaloðu, Devlet'e giriþ olarak kullanmýþtýr.

Hem yalnýzca bütününün kuruluþunda deðil, sanat bakýmýndan iþleniþinde de,


çýkmazlý diyaloglarla devletin 1'inci kitabý arasýnda büyük bir benzerlik vardýr.
Konuþmanýn içinde geçtiði çevre, konuþmada payý olan kiþiler büyük bir zarafetle ve
göze çarpacak biçimde canlandýrýlmýþlardýr.

Platon, doðruluk hakkýndaki konuþmayý Pire'ye koyuyor; bunun ne demek olduðunu


araþtýrmalýyýz. Bir kere konuþmanýn çýkýþ noktasý, doðruluðun tüccarca
kavranmasýdýr. Ýþte ticaret limanýnýn havasý bu kavrama tümüyle uymaktadýr. Ama
bununla kalmýyor: Platon'un kendi siyasal geliþmesi için pek önemli olan 404-3 yýllarý
olaylarýnda, oligarkhlýðýn (oligarþinin) yerleþmesiyle demokratlýðýn yeniden
kabulünde, bu kent önemli bir rol oynamýþtýr. Bu bakýmdan burasý Platon'a doðruluk ve
Devlet üzerine yürütülen bir konuþma için ayrýca anlamlý bir yer olarak görünmüþ
olabilir. Fakat Platon'u buna karar verdiren baþka bir neden, özel bir neden olsa gerek.
Konuþma, Polemarkhos'un evinde oluyor. Bununla Platon, bu kiþiye adeta bir anýt
dikmek istemiþtir. Çünkü Polemarkhos, bir eðrilik ( haksýzlýk) kurbaný olmuþtur:
Büyük servetini ellerine geçirmek için, oligarkhlar, yani Otuzlar, onu öldürtmüþlerdir.
Böylece, Polemarkhos'un ölümü ile, haksýzlýk bakýmýndan oligarkhlardan farký
olmayan demokrasinin kurbaný Sokrates'in ölümü arasýnda bir benzerlik beliriyor. Onun
içindir ki Platon, Polemarkhos'u Sokrates'le hep yan yana gösteriyor ve ona, ancak her
ikisinin alýn yazýsý göz önünde tutulunca anlaþýlabilen þu sözleri söyletiyor: Ben
seninle birlikte savaþmaya hazýrým.

Birinci kitaptaki konuþmayý iyice anlamak için, konuþan kiþileri gözümüzde


canlandýrmalýyýz. Burada, birbiriyle iliþkiye giren üç grup insan vardýr; birinci grubu
Sokrates'le iki öðrencisi:Glaukon ve Adeimantos; ikinci grubu, ihtiyar Kephalos'la oðlu
Polemarkhos; üçüncüsünü ise sofist Thrasymakhos'la onun peþinden gelen öðrenciler
meydana getirmektedir.

Glaukon'la Adeimantos, Ariston'un oðullarý ve Platon'un kardeþleridir. Bunlar, II'nci


kitabýn baþýndan hemen sonra konuþmanýn baþlýca kiþileri oluyorlar; durmadan
Sokrates'in, konuyu daha etraflýca ele almasýný istiyor ve kanýtýn güçlükleri karþýsýnda
kaçamak yollara sapmasýna göz yummuyorlar; doðruluðun özünü kesin olarak meydana
çýkarmak için Sokrates'in görüþünün tam karþýtýný, büyük bir kararlýlýkla
savunuyorlar. Sokrates'le düþüp kalkma sayesinde diyalektikte elde ettikleri ustalýk,
onlara, bu görüþü asýl benimseyenlerden daha keskin düþünce ile, fikirlerinde daha
büyük tutarlýlýkla ilerlemek imkânýný veriyor. II'nci kitabýn baþýnda Glaukon'la
Adeimantos'un konuþmalarý, adeta heybetli birer kapýdýr; Okuyucu bu kapýlardan
girince, Sokrates-Platon felsefesinin iç yapýsýna girmiþ oluyor. Acaba Platon haklarýnda
hemen hemen hiçbir þey bilmediðimiz bu iki kardeþine Devlet'te neden bu kadar önemli
bir rol vermiþtir? Onlarý, unutulmaktan kurtarmak istemiþtir, dendi. Fakat bu iki kiþi
aracýlýðýyla kendi öz varlýðýnýn baþka baþka yönlerini gösterdiðini söylemek daha
doðru olur. O, kendi adýný ileri sürmemek için böyle davranýyor. Þu da belli ki, II'nci
kitapla konu, Platon'a özgü bir biçimde ele alýnmaktadýr; burada artýk Platon'un kendisi
Sokrates'e sorular soruyor, Sokrates de Platon'un sanýsýna göre, yaþasaydý nasýl cevap
verirse öyle cevaplar veriyor.

Ýkinci grubu, dediðimiz gibi, Sokrates'ten pek büyük bir saygý gören ihtiyar Kephalos'la
oðlu Polemarkhos oluþturuyor. Polemarkhos'un kardeþi ünlü hatip Lysias konuþmada
hazýr, ama söze karýþmýyor. Kephalos, doðuþtan Atinalý deðil, Siracusalý zengin bir
silah tüccarýdýr. Perikles onu Atina'ya çaðýrmýþtý: Attika'nýn o zamanki yüksek
kültürünün çekiciliðine dayanamayan bu adam, daveti kabul etmiþ, Pire'ye yerleþmiþti.
Çocuklarýna býraktýðý büyük servet, onlarýn felaketlerine sebep olmuþtur:
Polemarkhos'a Otuzlar zehir içirmiþler, Lysias ise kaçabilmiþtir. Platon, Polemarkhos'a
1'inci kitabýn baþýnda Kephalos'un varisi olma konusunda þakalar yaptýrarak, bu
konuya, yanlýþ anlaþýlmayacak kadar açýk bir þekilde deðinmektedir.

Sokrates'in bu grupla olan baðlarý dostçadýr. Bu gruptakiler filozofça düþünmeyen


kimselerdir. Ama felsefeye henüz ihtiyacý olmayan, bilmeden doðru davranan, doðru
duyan, hayatýn bütün temellerinin sofistler tarafýndan çürütülmesini henüz yaþamamýþ
olan bir kuþaktandýrlar. Onun için bu adamlarla tartýþýlamýyor. Kephalos, konuþma
filozofça olmaya baþlar baþlamaz kurbanlarýna gidiyor. Polemarkhos ise konuþmada bir
parça rol alýyor; ama Sokrates'in asýl hasýmlarý ortaya çýkýnca çekiliyor. Miras
sözcüðü, ayný zamanda Polemarkhos'un, babasýnýn namusunun mirasýna da konmuþ
olmasýyla ilgilidir. Fakat Platon'un açýkça göstermek istediði þudur ki: dünün
insanlarýnýn anladýðý gibi namuslu olmak, yani neden iyilik ettiðini bilmeden iyilik
etmek, artýk yetmez; Sokrates'in döneminde gerçek hayattan pay almak isteyen,
Glaukon'la Adeimantos gibi filozofça düþünmelidir.

Üçüncü ve sonuncu grubu sofist Tharsymakhos'la öðrencileri oluþturmaktadýr.


Öðrencilerden Kleitophon tek bir defa söze karýþýyor; Kharmantides baþtan sona kadar
sessiz duruyor. Khalkedon'lu (þimdiki Kadýköy) Thrasymakhos en önemli sofistlerden
biridir. 430'da Atina'ya gelmiþ ve 5'inci yüzyýl sonuna kadar orada çalýþmýþtýr. Bu
adamýn önemi, retorik sanatý ile bu sanat üzerindeki derslerinden ileri gelmektedir;
"period"lu cümleler yazýþý ve onlarý ritimli sonlarla bitiriþinin Hellen sanat düzyazýný
üzerinde büyük etkisi olmuþtur. Bu zatýn ahlak alanýndaki görüþlerini, hemen hemen
sadece Platon'dan aktarýldýðý kadarýyla biliyoruz. Onun için, Platon'un onun
hakkýndaki betimlemesinin nesnel olup olmadýðýný bilmiyoruz. Doðruluðu güçlünün
hakký olarak tanýmlayan, doðruluk hakkýndaki en ileri görüþ, Gorgias'ta Kallikles
tarafýndan savunulmaktadýr. Zaten Devlet'te de Thrasymakhos'un kiþiliði ve görevi,
Kallikles'in Gorgias'taki kiþiliðine ve görevine pek benzemektedir. Bununla beraber, her
ikisinin savunduðu görüþlerin incelikleri arasýnda önemli farklar vardýr: Böylece,
Platon'un, Devlet'in 1'inci kitabýnda, tarihteki Thrasymakhos'un gerçek görüþlerini
bildirmiþ olmasý olasýdýr. Þu var ki, bunlarda, Kallikles'in görüþlerinin keskinliði ve
bütünlüðü hiç yoktur. Bunlar, Sokrates'in diyalektik sanatý ile ortaya çýkarýlmasý güç
olmayan çeliþkilerle doludur. Bu durum, kitabýn ana fikrine çok iyi uymaktadýr;
biliyoruz ki, kitapta doðruluk hakkýnda bilinen görüþlerin birer birer gözden geçirilmesi
isteniyor. Bu görüþler arasýnda sofistlerinki de vardýr. Thrasymakhos'un düþünceleri, iç
bütünlük bakýmýndan kusurlarý dolayýsýyla bu iþe pek elveriþlidir. Onun içindir ki
Thrasymakhos'la yürütülen tartýþma, Kallikles'le olan tartýþma kadar ciddi deðildir ve
hep "þundan bundan konuþma" olarak sürüp gider. Bu alanda sofistler, sonuna kadar
mücadeleyi beceremezler; bunu ancak Akademia'da yetiþmiþ genç filozoflarýn kendileri
yapabilir.

Platon, Kephalos'un evindeki konuþmayý belli bir yýla koymuþ ve o yýlý diyaloðun
baþýnda tam olarak bildirmiþtir. Bu yýl, Pire'de Tanrýça Bendis þerefine ilk kez büyük
bir alayla, atlý ve fenerli bir koþuyla geceleyin kutlanan büyük bayramýn yapýldýðý
yýldýr. Bayramýn hangi yýl Atina'ya alýndýðýný, ne yazýk ki bilmiyoruz. Bununla
birlikte, Alkibiades'in zaferleriyle Atina ticaretinin ve Pire Limaný'nýn yeni bir geliþme
yaþadýklarý 410 ve 409 yýllarýný düþünebiliriz. Yeni bir bayramýn kabulü, umutla dolu
bir zamana iyi uyuyor. 408 yýlýnda Olympia oyunlarýnda kazanan atlet Pulydamas'ýn
adýnýn geçmesi de bu zamana iþarettir.
Devlet'in ne zaman kaleme alýndýðý kesin olarak söylenemez; zaten Platon'un
diyaloglarýnýn yazýlma tarihleri için elimizde birtakým çýkarsamalardan baþka araç
bulunmuyor. Bununla birlikte, eserin 372'de bitmiþ olduðunu kabul edebiliriz. O yýl
Platon 56 yaþýndaydý. Tabii, Devlet gibi bir eser kýsa zamanda yazýlmýþ deðildir.
Platon'un eseri ne zaman tasarladýðýný, ne zaman iþe baþladýðýný da bilmiyoruz.
Çalýþmalarý on yýla, yahut daha uzun bir zamana yayýlmýþtýr diyelim; o zaman,
Devlet'teki baþka diyaloglarla olan birçok kesiþme noktasý kolayca anlaþýlabilir.

Profesör Dr. GEORG ROHDE

SOKRATES anlatýyor:

Dün Ariston'un oðlu Glaukon'la Pire'ye indim. Niyetim tanrýçaya (1) dua etmek hem de
ilk defa kutlanan bayramýnýn nasýl olacaðýný görmekti. Yerlilerin düzenledikleri alayý
pek güzel buldum, ama Thrak'larýnki de parlaklýktan yana onlarýnkinden aþaðý
kalmadý. Dualarýmýzý bitirmiþ, alayý seyretmiþ, þehre dönüyorduk. O anda
Kephalos'un oðlu Polemarkhos eve dönmek üzere yola çýktýðýmýzý uzaktan görmüþ,
bizi durdurmak için çocuðu önden koþturdu. Çocuk arkamdan elbisemi yakalayarak
"Polemarkhos kendisini beklemenizi diliyor" dedi. Döndüm. "Efendin nerede?" diye
sordum. "Ýþte, arkadan size doðru geliyor, lütfen bekleyiniz" dedi.Glaukon da "Peki,
bekleriz" dedi.

Biraz sonra Polemarkhos bize yetiþti; yanýnda Glaukon'un kardeþi Adeimantos,


Nikias'ýn (2) oðlu Nikeratos ve alaydan dönen daha birkaç kiþi vardý.

Polemarkhos "Sokrates, yanýlmýyorsam, þehre dönmek üzere yola çýktýnýz" dedi.

"Hayýr, hiç yanýlmýyorsun" dedim.

"Bizi görüyor musun kaç kiþiyiz?" diye sordu.

"Görmez olur muyum?"

"Öyleyse ya bizimle baþa çýkarsýnýz, ya burada kalýrsýnýz" dedi.

"Peki, bunun baþka bir yolu daha yok mu? Ya biz sizi ikna eder de, siz bizi serbest
býrakýrsanýz?..." dedim.

"Dinlemesek de, gene ikna edebilir misiniz?" diye sordu.

Glaukon "Edemeyiz" dedi.

"Öyleyse sizi dinlemeyeceðimizi aklýnýza koyun!"

Adeimantos da "Akþama tanrýçanýn þerefine atlý bir meþale koþusu olacaðýndan da mý


haberiniz yok?" diye sordu.

"Atlý mý?" dedim, "Bu da yeni birþey; yani koþucular meþaleleri elden ele geçirerek at
üzerinde yarýþacak; bunu mu demek istiyorsun?"
Polemarkhos "Evet" dedi, "Bundan baþka görülmeye deðer gece þenlikleri de olacak.
Zaten biz yemekten sonra çýkacak, þenlikleri seyredeceðiz; orada birçok gençle
buluþacak, konuþacaðýz. Haydi vazgeçin de kalýn."

Glaukon da "Anlaþýlan, kalmak gerekiyor" dedi.

"Öyle istersen, öyle olsun" dedim.

Bunun üzerine Polemarkhos'un evine gittik; Polemarkhos'un kardeþleri Lysias'la


Euthydemos'tan baþka Kalkhedon'lu Thrasymakhos, Paiania'lý Kharmantides,
Aristonymos'un oðlu Kleitophon da oradaydý. Polemarkhos'un babasý Kephalos da
evdeydi. Onu pek ihtiyarlamýþ buldum; kendisini görmeyeli çok olmuþtu. Sandalye
üzerinde bir minderde oturuyordu; az önce avluda kurban kestiði için baþýnda hâlâ bir
çelenk vardý. Yanýna oturduk; orada çepeçevre sandalyeler diziliydi.

Kephalos beni görür görmez selamladý, "Sokrates, Pire'ye inip bize uðradýðýn yok" dedi,
"Halbuki gelmeliydin; çünkü ben þehre kolayca gidebilseydim, buna gücüm yetseydi, sen
buraya gelmesen de olurdu; biz sana gelirdik. Ama þimdi bize daha sýk gelmelisin. Belki
bende bedenin hazlarý azaldýkça, konuþma isteði ve ondan aldýðým zevk o ölçüde
artýyor: Beni dinle: Sen gene þu gençlerle buluþ, ama biz de senin candan dostlarýnýz,
bize de sýk sýk uðra."

"Doðrusu Kephalos, yaþý çok ilerlemiþ insanlarla sohbet etmeyi severim" dedim. "Bence
onlar, belki bizim de yürüyeceðimiz bir yolda epeyce ilerlemiþlerdir, onun için, onlardan
bu yolun nasýl olduðunu öðrenmeliyiz. Acaba çetin ve yorucu mu, yoksa rahat ve düz
mü? Ýþte senden de bu konuda ne düþündüðünü öðrenmek isterim; çünkü þairlerin
'ihtiyarlýðýn eþiði (3)' dedikleri bir çað vardýr; senin ömrün de bu noktaya vardý. Bana
söyler misin, bu çað sence ömrün sýkýntýlý, güç bir dönemi midir, deðil midir, ne
dersin?"
"Zeus hakký için! Ben sana ne düþündüðümü söyleyeyim, Sokrates" dedi. "Bazen biz,
aþaðý yukarý yaþýt ihtiyarlar, eski ata sözünün (4) doðruluðuna örnek olarak bir araya
geliyoruz. Toplandýðýmýz zaman arkadaþlarýmýzýn çoðu aðlaþýr durur, gençliðin
zevklerini, aþký, þarabý, cümbüþleri, o çaðýn buna benzer daha baþka hazlarýný
hatýrlar, özlerler. Sanki büyük nimetlerden mahrum kalmýþlar, vaktiyle pek iyi
yaþadýklarý halde, þimdi hiç yaþamýyorlarmýþ gibi kederlenirler. Kimi, yaþlý olduðu
için yakýnlarýndan kötü muamele gördüðüne üzülür, bunca acýlara neden olan
yaþlýlýktan ötürü sýzlanýp durur. Ama bana öyle geliyor ki gösterdikleri neden asýl
neden deðildir, Sokrates; çünkü bütün bunlar yaþlýlýk yüzünden olsaydý, ben de, ben
yaþta olan herkes de, yaþlandýðýmýz için ayný acýlarý çekerdik. Oysa ayný acýlarý
çekmeyen baþka yaþlýlar da gördüm. Bir gün þair Sophokles'le beraberdim, biri gelip
ona 'Aþkla aran nasýl? Hâlâ kadýnlarla iliþkide bulunabiliyor musun?' diye sordu. O da
'Sus, arkadaþ! Ondan kurtulduðuma bilsen ne kadar seviniyorum!' dedi, 'Sanki deli ve
zalim bir efendiden yakamý sýyýrmýþým.' Sophokles'in bu sözünü o gün doðru
bulduðum gibi, bugün de doðru buluyorum. Gerçekten, yaþlýlýk bu þeylerde büyük bir
rahatlýk ve erkinlik verir; çünkü hýrslar, istekler gerginliklerini kaybedip gevþeyince,
tam Sophokles'in dediði olur. Ýnsan kendini birçok deli zorbadan kurtarýr. Ama bu
dertlerin, hiç deðilse yakýnlardan çekilen dertlerin bir tek nedeni var Sokrates, o da
yaþlýlýk deðil, insanlarýn kendi huyudur. Ölçülü, uysal olsalar, yaþlýlýk da o kadar
zorlarýna gitmez. Halbuki öyle olmayanlara yaþlýlýk da gençlik de aðýr gelir."

Ben de, Kephalos'un bu sözleri çok hoþuma gittiði için, devam etmesini istiyor, onu
kýþkýrtýyordum "Kephalos, dedim, bence seni dinleyenlerin çoðu bu sözlerini doðru
bulmayacak; huyundan dolayý deðil, büyük bir servet sahibi olduðun için yaþlýlýk
yükünü kolayca taþýyorsun, diyecekler; çünkü zenginler kendilerine birçok avuntu
bulurlarmýþ."

"Haklýsýn, dedi, sözlerimi doðru bulmayacaklar. Onlar da haklý, ama sandýklarý kadar
deðil. Bak, Themistokles'in þu sözü ne kadar yerindedir! Themistokles'e hakaret etmek
için, 'Þan ve þerefini kendine deðil, yurduna borçlusun' diyen Seriphos'luya, o þu cevabý
verdi: 'Evet, ben Seriphos'lu olsaydým, ünlü olamazdým; ama sen Atinalý olsaydýn, ne
olurdun?' (5) Ýþte bu söz, gerçekten, zengin olmayan, yaþlýlýðýn yüküne de zor dayanan
kimselere çok uygundur; çünkü uslu akýllý bir adam, yoksullukla birlikte yaþlýlýk
yükünü pek kolay taþýyamayacaðý gibi, uslu akýllý olmayan biri de, zenginleþse bile,
gönlünde huzur bulamayacaktýr."

Ben de "Kephalos, dedim, þimdiki servetinin çoðu miras yoluyla mý eline geçti, yoksa
onu sen kendin mi kazandýn?"

"Ne kazandým ki?... dedi. Ben Sokrates, para iþlerinde büyük babamla babam arasýnda
bir yerdeyim; çünkü adýný taþýdýðým büyük babam, tutarý benim bugünkü servetim
kadar olan bir mirasý birkaç katýna çýkarmýþken, babam Lysanias servetini þimdi
elimde bulunandan da aþaðý düþürmüþtü. Ben ise kalan mirasý þu oðullarýma daha
küçülmüþ deðil, biraz daha büyümüþ býraksam memnun olurum."

"Bak bunu sana niye sormuþtum: Sen paraya hiç düþkün görünmüyorsun da ondan"
dedim, "Halbuki parayý kendileri kazanmayanlar çoðu zaman böyle olurlar; kazananlara
gelince, onlar parayý iki katý severler; çünkü þairler þiirlerini, babalar oðullarýný nasýl
severlerse, kendi emekleriyle servet edinmiþ olan kimseler de paraya kendi eserleri imiþ
gibi düþkündürler; bir de, herkes gibi iþlerine yaradýðý için severler parayý. Bu yüzden
onlarla bir araya gelmek bile hoþa gitmez; çünkü zenginliði övmekten baþka bir þey
bilmezler."

"Hakkýn var" dedi.

"Öyledir; dedim, ama sen bana bir de þunu söyle: Zengin olmakla elde ettiðin en büyük
nimet sence nedir?"

"Bunu söylersem, birçoklarý inanmayacaktýr; sen þunu bil ki Sokrates, öleceðini aklýna
getiren insanýn içine, önceleri hiç aklýndan geçmeyen þeylerin korkusu, kaygýsý girer.
Çünkü o zamana kadar 'Bu dünyada kötülük edenler Hades'te cezalarýný çekecekler' gibi,
Hades'te olup bitenler hakkýnda söylenen sözlere gülerlerken, zaman gelir, ya bu sözler
doðruysa diye onlarý bir korku alýr, ruhlarýnda azap duyarlar. Ýnsanlar ya yaþlýlýðýn
verdiði dermansýzlýk yüzünden, yahut kendilerini öteki dünyaya daha yakýn
gördüklerinden, orada olup bitenler üzerinde daha fazla kafa yorarlar. Böylece içleri
kuþku ve korkuyla dolar, artýk birine haksýzlýk edip etmediklerini hesaplar, araþtýrýrlar.
Hayatlarýný gözden geçirip birçok haksýzlýk ettiklerini gören kimseler çocuklar gibi sýk
sýk uykudan uyanýr, ürker, kötü bir bekleyiþ içinde yaþarlar. Halbuki hiçbir zaman
haksýzlýk etmediklerini bilenlerde daima tatlý bir umut, Pindaros'un (6) dediði gibi,
'yaþlýlýðý besleyen' iyi bir umut vardýr. Gerçekten, Sokrates, bu þair ne güzel söylemiþ;
ömrünün sonuna kadar doðru, dinli bir insan olarak yaþamýþ olana, 'Gönül hoþlandýran,
yaþlýlýðý besleyen umut yoldaþlýk eder. O umut ki, insanlarýn hiç durmadan saða sola
sapan aklýnýn dümenini tutmakta her þeyden önce gelir' der. Ne doðru, ne hayran
olunacak bir söz! Ýþte bunun içindir ki ben servet edinmenin çok önemli bir þey
olduðunu iddia ediyorum; ama herhangi bir kimse için deðil, ancak uslu akýllý ve dengeli
bir insan için. Çünkü, istemeyerek de olsa, hiç kimseyi aldatmamak veya kimseye
yalancý çýkmamak, tanrýya kurban, insana para borçlu olup Hades'e korka korka
gitmemek... Ýþte elde bulunan para buna çok yardým eder. Sonra daha baþka yararlarý
da vardýr. Ama Sokrates, her þeyi tarttýktan sonra ben þunu diyebilirim ki, aklý baþýnda
bir insan için zenginlik en çok bu iþe yarar."

"Çok güzel söylüyorsun, Kephalos! dedim; "Ama, þu senin dediðin þeyi, doðruluðu (7-
8), nasýl anlatacaðýz? Sadece, gerçeði söylemek ve bir kimseden alýnan bir þeyi geri
vermek diye mi? Yoksa böyle davranmak bazan doðru, bazan eðri sayýlabilir mi?
Örneðin biri, aklý baþýnda bir arkadaþýnýn silahlarýný emanet alsa, sonra arkadaþý
çýldýrýp emanetini geri istese, bu gibi emanetlerin geri verilmemesi gerektiðini, geri
verenin de doðru adam olmadýðýný herkes söyler; bir çýlgýna gerçeði tam olarak
söylemek isteyen de doðru adam deðildir."

"Haklýsýn" dedi.

"Demek oluyor ki doðruluk 'gerçeði söylemek, emaneti geri vermek' le sýnýrlý deðildir"
dedim.
Polemarkhos söze atýlarak, "Hayýr, bununla sýnýrlýdýr Simonides'e (9) inanmak
gerekirse, tam bu sýnýrlara girer, Sokrates!" dedi.

Kephalos da "Evet, evet" dedi. "Ben sözü size býrakýyorum. Þimdi kurbanlarla (10)
uðraþmam lazým."

Polemarkhos, "Öyleyse senin varisin benim, deðil mi?" diye sordu.

O da gülerek,

"Evet" dedi ve kurbanlarýna gitti.

"Madem ki sözün varisi sensin, söyle bakalým" dedim. "Simonides doðruluk üzerine ne
diyor da, sen onu haklý buluyorsun?"

"Herkese borç olaný vermek doðrudur, diyor ve bence böyle söylemekle iyi söylemiþ
oluyor" dedi.

"Evet, Simonides'e inanmamak kolay deðil", dedim; "çünkü o tanrý gibi akýllý uslu bir
insandýr. Ama onun sözlerini belki sen Polemarkhos anlýyabilirsin; ben anlayamýyorum.
Demin, biri birine bir þey emanet eder de, öteki artýk aklý baþýnda deðilken emanetinin
geri verilmesini isterse, o þeyi vermeli mi vermemeli mi diye konuþmuþtuk; belli ki
Simonides bunu kastetmiþtir. Bununla birlikte bu emanet bir borçtur, deðil mi?"

"Evet."

"Emanetini aklý baþýnda olmayan biri geri isteyecek olursa, o zaman asla vermemeli,
deðil mi?"

"Evet" dedi.
"O halde, borcun geri verilmesi doðrudur, demekle; anlaþýlan Simonides baþka bir þey
söylemek istiyor."

"Zeus hakký için! Gerçekten, baþka bir þey söylemek istiyor" dedi. "Çünkü onun fikri
þudur: Doðrularýn borcu dostlara iyilik etmektir, kötülük etmek deðil?"

"Anlýyorum" dedim. "Alanla veren dostsa, vermekle almak da zararlý olursa, altýnýný
emanet etmiþ olana geri veren, borçlu olduðu þeyi geri vermiþ olmaz. Sence
Simonides'in demek istediði bu deðil mi?"

"Tam da bu."

"Peki, düþmana bir þey borçluysak, geri vermeli miyiz?"

"Þüphesiz, ne borçluysak, onu vermeliyiz" dedi. "Düþman düþmana, bence ancak


kötülük borçludur; ona düþen de budur."

"Görülüyor ki Simonides doðruluðun ne olduðunu bir bilmece þeklinde þairce söyledi;


çünkü besbelli ki o, doðruluk herkese hakkýný vermektir demek istiyor; buna da 'borç'
diyor" dedim.

"Peki, buna bir diyeceðin var mý?" diye sordu.

"Ey Zeus!" dedim, "biri þöyle sorsaydý: 'Simonides, bir sanat, hekimlik adýný almak
için, neye neyi borç ve hak olarak vermelidir?' Simonides ne cevap verirdi sanýrsýn?"

"Þüphesiz, 'bedenlere ilaç ve yiyecek, içecek vermelidir' derdi."

"Bir sanat, aþçýlýk adýný almak için, neye neyi borç ve hak olarak vermelidir?"
"Katýklara tuz, biber vermelidir."

"Peki, öyleyse, kimlere ne veren sanata doðruluk denebilir?"

"Önce dediklerimize uymak gerekirse Sokrates, dosta fayda, düþmana zarar veren
sanata."

"O halde Simonides, 'doðruluk dosta iyilik, düþmana kötülük etmektir' demek istiyor
deðil mi?"

"Öyle sanýrým."

"Peki, hastalýk saðlýk konularýnda, hastalýklarýnda dosta iyilik düþmana kötülük etmek
en çok kimin elinden gelir?"

"Hekimin."

"Ya deniz yolculuklarýnda, tehlike baþgösterince, dosta iyilik, düþmana kötülük en çok
kimin elinden gelir?"

"Dümencinin."

"Doðru adama gelince, onun hangi iþte, hangi baþarýlarda dosta faydasý, düþmana
zararý dokunabilir?"

"Savaþta, düþmana saldýrmak, dosta yardým etmekte, sanýrým."

"Peki ama, azizim Polemarkhos, hasta olmayanlara hekim faydasýzdýr, deðil mi?"

"Doðru."
"Deniz yolculuðuna çýkmayanlara da dümenci faydasýzdýr, deðil mi?"

"Evet."

"Savaþmayanlara da doðru adam faydasýzdýr, deðil mi?"

"Hiç de bu fikirde deðilim."

"O halde doðruluk barýþta da faydalýdýr, deðil mi?"

"Evet, barýþta da faydalýdýr."

"Çiftçilik de faydalýdýr, deðil mi?"

"Evet."

"Ürün elde etmek bakýmýndan, deðil mi?"

"Evet."

"Ya ayakkabýcýlýk, o da faydalýdýr, deðil mi?"

"Evet."

"Bize ayakkabý saðladýðý için mi dersin?"

"Þüphesiz."

"Doðruluða gelince, sence o, barýþ zamanýnda neyin kullanýlmasýnda veya


saðlanmasýnda faydalýdýr?"
"Ticaret sözleþmelerinde Sokrates."

"Ticaret sözleþmelerinden ortaklýðý mý anlýyorsun, yoksa baþka bir þeyi mi?"

"Þüphesiz, ortaklýðý."

"Peki, tavla oyununda hangisi daha iyi, daha faydalý ortaktýr? Doðru adam mý, yoksa iyi
oyuncu mu?"

"Ýyi oyuncu."

"Ya tuðlalarý ve taþlarý yerine koymakta doðru adam duvarcýdan daha faydalý, daha iyi
iþ ortaðý mýdýr dersin?"

"Þüphesiz hayýr."

"Kitharacý mýzrabý iyi kullanmakta doðru adamdan üstün olduðuna göre, doðru adam
bir ortakla yapýlan hangi iþte kitharacýdan daha iyi bir ortaktýr?"

"Para iþleri ortaklýðýnda, sanýrým."

"Yalnýz, Polemarkhos, parayý harcamakta, mesela parayla ortaklaþa bir at almak veya
satmak gerektiði zaman, doðru adam iyi bir ortak deðildir; o zaman, bence iyi ortak attan
anlayandýr. Öyle deðil mi?"

"Söylediklerimizden bu çýkýyor."

"Bir gemi almak veya satmak gerekirse, en iyi ortak gemi yapýcýsý veya dümencisidir,
deðil mi?"

"Öyle."
"Gümüþün veya altýnýn ortaklaþa iþlerde kullanýlmasý gerekirse, bu iþlerin hangilerinde
doðru adam baþkalarýndan daha faydalý olacaktýr?"

"Paranýn bir yana konup emniyette bulunmasý gerektiði zaman Sokrates."

"Yani para hiç kullanýlmayýnca, iþlemeyince demek istiyorsun, öyle mi?"

"Þüphesiz öyle."

"Demek ki doðruluk, paranýn bir iþe yaramadýðý zaman faydalýdýr."

"Öyle olacak."

"O halde bir bað býçaðýný saklamak gerekirse, doðruluk hem ortaklýða, hem de bireye
faydalýdýr, ama býçaðý kullanmak gerekirse baðcýlýk faydalýdýr, deðil mi?"

"Söylediklerimizden bu çýkýyor."

"Bir kalkan veya bir lyrayý saklamak, hiç kullanmamak gerektiðinde, doðruluk
faydalýdýr diyeceksin; ama onlarý kullanmak gerekirse hoplit sanatý (11) veya müzik
faydalýdýr, deðil mi?"

"Öyle olmak gerek."

"Diðer bütün iþlerde de doðruluk bir þey kullanýldýðý zaman faydasýz, o þey
kullanýlmadýðý zaman faydalýdýr, deðil mi?"

"Öyle olacak."
"Demek ki dostum, doðruluk, kullanýlmayan þeylerde faydalýysa, onun bir deðeri
olmasa gerek. Þimdi þunu araþtýralým: Yumruk döðüþünde veya baþka bir döðüþte
vurmasýný çok iyi bilen, kendini korumasýný da çok iyi bilir, deðil mi?" (12)

"Þüphesiz."

"Ya hastalýktan korunmasýný bilen, onu baþkalarýna gizlice aþýlamasýný herkesten iyi
bilmez mi?"

"Bilir sanýrým."

"Sonra, düþmanýn niyetlerini gizlice öðrenen, bütün sýrlarýný çalan kimse, ayný
zamanda ordunun iyi bir koruyucusudur, deðil mi?"

"Þüphesiz öyledir."

"O halde bir þeyin usta koruyucusu, bekçisi, ayný zamanda o þeyin usta hýrsýzýdýr."

"Evet."

"Öyleyse, doðru adam, paraya bekçilik etmesini biliyorsa, çalmasýný da bilir."

"Ne diyeyim? Söylediklerimizden bu çýkýyor" dedi.

"O halde, sonunda doðru adamýn bir hýrsýz olduðu ortaya çýkýyor. Bunu Homeros'tan
öðrenmiþe benziyorsun; çünkü o da Odysseus'un ana tarafýndan dedesi Autolykos'u (13)
över, hýrsýzlýkta, yalan yere yemin etmekte bütün insanlardan üstün olduðunu söyler.
Anlaþýlýyor ki hem sana, hem Homeros'a, hem Simonides'e göre doðruluk bir tür
hýrsýzlýk sanatýdýr, tabii dosta faydalý, düþmana zararlý olmak þartýyla... Öyle demek
istiyordun, deðil mi?"
"Hayýr, Zeus hakký için! Ne dediðimi artýk bilmiyorum. Bir bildiðim varsa o da,
doðruluðun dosta yaradýðý, düþmana zarar verdiðidir."

"Peki, sen kime dost dersin? Sana iyi adam görünenlere mi, yoksa öyle görünmeseler de
gerçekten iyi olanlara mý? Bunun gibi, kime düþman dersin?"

"Tabii, insan iyi sandýðý adamlarý sever, kötü sandýðý kimselerden nefret eder" dedi.

"Peki, birçok kimseyi iyi olmadýklarý halde iyi sanmakla; birçoklarýný da aksine, kötü
olmadýklarý halde kötü bilmekle insanlar yanýlmýyorlar mý?"

"Yanýlýyorlar."

"Demek ki, onlar iyiyi düþman, kötüyü dost sanýyorlar, deðil mi?"

"Evet."

"Ýþ tersine döndü; demek ki þimdi doðruluk kötüye iyilik, iyiye kötülük etmek oluyor."

"Öyle anlaþýlýyor."

"Ama iyiler doðrudurlar, haksýzlýk edemeyecek yaratýlýþtadýrlar, deðil mi?"

"Evet"

"Hah! Senin sözlerine göre, doðruluk hiç haksýzlýk etmeyenlere kötülük etmektir."

"Hiç de deðil, Sokrates! Çünkü bu sözler besbelli ki yanlýþtýr."

"O halde, dedim, doðru olmayanlara zarar vermek, doðru olanlara faydalý olmak
doðrudur."
"Bu söz bence deminkinden daha güzel."

"Demek ki, Polemarkhos, birçoklarý için, insanlar hakkýnda yanýlan herkes için,
doðruluk dosta zararlý, düþmana faydalý olmaktýr; çünkü birçoklarý gerçek dostlarýný
kötü, düþmanlarýný ise iyi adam sanýrlar. Böylece Simonides'in demin söylediðimiz
sözünün tam tersini ileri sürmüþ oluyoruz."

"Evet, þüphesiz öyle oluyor" dedi.

"O halde deðiþtirelim. Anlaþýlan, dostu düþmaný iyi anlatamadýk."

"Nasýl anlatmýþtýk, Polemarkhos?"

"Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandýr; iyi görünen ama iyi olmayan insan ise
dost görünür, ama dost deðildir diyelim. Düþmaný da týpký böyle anlatabiliriz."

"Bu sözümüzden iyi adamýn dost, kötü adamýn düþman olduðu çýkýyor."

"Evet."

"Demek doðruluk üzerine demin söylediklerimize bir þey katmamýzý istiyorsun.


Önceden 'doðruluk dosta iyilik, düþmana kötülük etmektir' demiþtik; þimdi þunu, yani
'dosta, iyiyse iyilik etmek; düþmana, kötüyse kötülük etmek doðrudur' dememizi
istiyorsun."

"Bana kalýrsa, böyle söylenince, pek güzel söylenmiþ olur."

"Peki, herhangi bir insana kötülük etmek doðru adama yakýþýr mý?"

"Evet, hem kötü, hem düþman olanlara tabii kötülük edilmelidir."


"Ama atlara kötülük edersek, daha iyi mi olurlar, daha kötü mü?"

"Daha kötü"

"Köpeðin iyiliði (14) bakýmýndan mý, yoksa atýn iyiliði bakýmýndan mý?"

"Atýn iyiliði bakýmýndan daha kötü olurlar."

"O halde, kötülük görürlerse, köpekler atýn iyiliði bakýmýndan deðil, köpeðin iyiliði
bakýmýndan daha kötü olurlar, deðil mi"

"Diyecek yok."

"Ýnsanlara gelince, dostum, ayný þeyi söyleyemez miyiz? Kötülük görürlerse, onlar da
insanýn iyiliði bakýmýndan daha kötü olurlar."

"Þüphesiz."

"Peki, doðruluk insanýn iyiliði deðil midir."

"Buna da bir diyecek yok."

"O halde, dostum insanlardan kötülük görenlerin doðruluklarýndan bir þey kaybetmeleri
kaçýnýlmaz."

"Öyle görünüyor."

"Peki, müzikle uðraþanlar, sanatlarýný kullanarak birini müzikten anlayamaz hale


getirebilirler mi?"
"Getiremezler."

"Ya biniciler, binicilikte, birini ata binemez kýlabilirler mi?"

"Olamaz."

"Peki, doðrulukta doðru insanlar birini doðruluktan ayýrabilir mi? Yahut, sözün kýsasý,
herhangi bir iyilikle iyiler birini kötü edebilirler mi?"

"Yoo... edemezler."

"Çünkü bence soðutmak sýcaklýðýn deðil, karþýtýnýn iþidir."

"Evet."

"Islatmak kuruluðun deðil, karþýtýnýn iþidir."

"Þüphesiz."

"Kötülük etmek iyinin deðil, karþýtýnýn iþidir."

"Öyle."

"Ama doðru adam iyidir, deðil mi?"

"Þüphesiz."

"Demek ki, Polemarkhos, dostuna ve baþka birine kötülük etmek doðru adamýn deðil,
karþýtýnýn, yani doðru olmayan adamýn iþidir" dedim.

"Sözlerini her bakýmdan doðru buluyorum, Sokrates!" dedi.


"O halde biri, doðruluk herkese verilmesi gerekeni, yani borç olaný vermektir, der de,
bundan doðru adamýn düþmana kötülük, dosta iyilik borçlu olduðunu anlarsa, bu sözü
söyleyen uslu deðildir, çünkü gerçeði söylemiþ olmaz; nitekim bir kimseye kötülük
etmenin hiçbir durumda doðru olmadýðýný gördük."

"Bu konuda sana hak veriyorum" dedi.

"Demek ki biri Simonides'in, Bias'ýn, Pittakos'un (15) veya uslu, mutlu adamlardan
birinin böyle bir þey söylediðini iddia ederse, seninle ben yanyana ona karþý savaþýrýz,
deðil mi?"

"Ben, kendi hesabýma, seninle birlikte savaþmaya hazýrým" dedi.

"Fakat bu söz, yani 'doðruluk dostlara faydalý olmak, düþmanlara kötülük etmektir' diyen
söz kimindir, biliyor musun?" dedim.

"Kimin?"

"Bence ya Periandros'un, ya Perdikkas'ýn, ya Kserkses'in, ya Thebaili Ismenias'ýn (16)


ya da kendini çok güçlü sanan zengin adamlardan birinindir."

"Çok doðru" dedi.

"Peki, dedim, madem ki doðruluðun da doðrunun da, bu son dediðimiz olmadýðý ortaya
çýktý, o halde doðruluk baþka ne olabilir?"

Biz daha konuþurken Thrasymakhos (17) birkaç defa atýlýp söze karýþmak istemiþ,
yanýnda oturanlar sözü sonuna kadar dinlemek istedikleri için buna engel olmuþlardý.
Benim sözlerimden sonra, biz konuþmamýza ara verince, kendini artýk tutamadý, vahþi
bir hayvan gibi toparlanýp bizi parçalayacakmýþ gibi üzerimize saldýrdý.
Polemarkhos'la ben korkudan irkildik. O, herkese dönerek "Ey Sokrates!" dedi, "nedir bu
sizin deminden beri içine daldýðýnýz boþ sözler? Hem birbirinizin karþýsýna geçip
gösterdiðiniz bu saflýklar, bu karþýlýklý eðilmeler de ne oluyor? Doðruluðun ne
olduðunu gerçekten öðrenmek istiyorsan, yalnýzca sormakla kalma; biri bir cevap
verirse, alkýþ toplamak için onun sözünü çürütme. Bilirsin ki sormak, cevap vermekten
kolaydýr; sen de cevap ver bakalým! Söyle: Doðruluk sence nedir? Bak ama bana,
doðruluk yok görevmiþ, yok faydaymýþ, yok iþe yarayan þeymiþ, yok kazançmýþ, yok
insanýn iþine gelenmiþ falan demeyeceksin. Bir söyleyeceðin varsa, açýkça ve tam söyle;
çünkü böyle saçma sözler söylersen, ben kabul etmem."

Bunlarý duyunca þaþakaldým, yüzüne korka korka baktým; hem sanýyorum ki benim
bakýþým o bana bakmadan önce üzerine düþmeseydi, dilim tutulacaktý (18). Ýyi ki
sözlerimiz onu çileden çýkarmaya baþladýðý zaman, ilk olarak ben ona baktým da cevap
verebildim. Hafifçe titreyerek, "Thrasymakhos", dedim, "bize kýzma; bu meseleyi
araþtýrýrken biz ikimiz yanýlýyorsak, bil ki istemeyerek yanýlýyoruz. Altýn arasaydýk,
araþtýrmamýzda birbirimizin karþýsýnda eðilmeye, böylece onu bulmak fýrsatýný elden
kaçýrmaya razý olur muyduk? Aradýðýmýz doðruluk -deðeri birçok altýn külçesinden
yüksek olan doðruluk- olunca, ezilip büzülerek birbirimize böylesine aptalca yol
verdiðimizi, doðruluðu elimizden geldiði kadar ortaya çýkarmaya uðraþmadýðýmýzý
sanma. Uðraþtýðýmýzdan emin ol dostum! uðraþýyoruz, ama anlaþýlan elimizden
gelmiyor. Onun için sizin gibi yaman adamlarýn bize darýlmasý deðil, acýmasý çok daha
doðru olur."

Bu sözlerim üzerine alaylý bir kahkaha attý, dedi ki: "Aman Herakles! Ýþte Sokrates'in o
her zamanki ironisi! (19) Ama ben bunu biliyordum ve buradakilere önceden
söylemiþtim ki sen cevap vermek istemeyeceksin, iþi ironiye dökeceksin. Bir soru
karþýsýnda cevap vermektense her þeyi yapacaksýn."

Ben de "Sen çok kurnazsýn da ondan, Thrasymakhos!" dedim. "Birine on iki nedir, diye
sorsaydýn, sorduktan sonra da 'Ama bak, arkadaþ, on iki iki kere altýdýr, yok üç kere
dörttür, yok altý kere ikidir, yok dört kere üçtür demeyeceksin; çünkü böyle boþ sözler
söylersen, ben kabul etmem' diye ona önceden ihtar etseydin, böyle bir soruya kimsenin
cevap veremeyeceðini herhalde bilirdin!Ama ya sana 'Ey Thrasymakhos, ne demek
istiyorsun? Önce yasak ettiðin cevaplardan hiçbirini vermeyeyim mi? Ya doðru cevap
onlardan biriyse ne yapayým, ey acayip adam? Doðruyu deðil de baþka bir þeyi mi
söyleyeyim? Yoksa ne buyuruyorsun?' diye sorsaydý, sen onun bu sözlerine ne derdin?"

"Býrakalým bunu, bu dediklerinle benimkiler arasýnda bir benzerlik var mý ki" dedi.

"Niçin olmasýn? dedim, ama bir benzerlik olmasa da soruya cevap verecek adam varsa,
yasak etsek de etmesek de bildiðini söylemekten çekinecek mi sanýrsýn?"

"Demek ki sen de böyle yapacaksýn", dedi. "Sana yasak ettiðim cevaplardan birini
vereceksin, deðil mi?"

"Olur a!" dedim, "Düþünüp taþýnýr, doðru olduðunu görürsem."

"Peki, ya ben doðruluk hakkýnda bütün bunlardan baþka bir cevap, bunlardan üstün bir
cevap çýkarýrsam, kendine hangi cezayý layýk görürsün?" (20)

"Bilmeyene yaraþan cezadan baþka bir cezayý deðil herhalde!" dedim. "Ona yaraþan
ceza da bilen birinden öðrenmektir; iþte ben kendime bunu layýk görüyorum."

"Ne ömür adamsýn!" dedi, "Bil ki öðrenmekten baþka bir de para cezasý vermelisin."

"Yeter ki param olsun" dedim.

Glaukon "Para var, para var!" dedi, "Haydi Thrasymakhos, iþ paradaysa konuþ! Hepimiz
payýmýza düþeni Sokrates'e vereceðiz."
"Tabii, tabii...Siz bunu, Sokrates adetine baðlý kalsýn, kendi cevap vermesin, ama biri
cevap verince, ortaya atýlan sözü eline alsýn, çürütsün diye istiyorsunuz."

"A dostum!" dedim,"insan sana nasýl cevap versin? Bir kere bildiði bir þey yoksa,
bilmediðini de itiraf ediyorsa; sonra bir fikri varsa, deðersiz olmayan bir adam da ona
düþündüklerini söylemeyi yasaklýyorsa, nasýl cevap versin? Doðrusu söz sana düþer;
çünkü sen bildiðini, söyleyecek sözlerin olduðunu iddia ediyorsun. Haydi buyur!
Hatýrým için cevap ver! Glaukon'un da, ötekilerin de öðrenmesini çok görme!"

Bu sözlerim üzerine Glaukon ve ötekiler razý olmasýný dilediler. Zaten


Thrasymakhos'un alkýþ toplamak için konuþmaya can attýðý besbelliydi. Elinde çok
güzel bir cevap bulunduðunu düþünüyor; sadece cevaplarý bana verdirmek için inat eder
gibi tavýrlar takýnýyordu. Sonunda razý oldu ve "Ýþte Sokrates'in hüneri!" dedi, "kendisi
öðretmek istemez, ona buna gider, öðrenir, kimseye minnettarlýk göstermez."

"Baþkalarýndan öðrendiðimi söylüyorsun, Thrasymakhos! Haklýsýn. Ama minnettarlýk


göstermediðime gelince bunda yanýlýyorsun; ben elimden geldiði kadar minnet borcumu
ödüyorum. Elimden de sadece övmek gelir.. Param yok ki! Ama bunu candan
yaptýðýmý, birinin iyi konuþtuðunu görürsem, onu candan övdüðümü, sen hele bir konuþ
hemen görürsün; çünkü eminim, iyi konuþacaksýn" dedim.

"Dinle öyleyse!" dedi. "Ýþte benim fikrim: Doðruluk güçlünün iþine gelen þeydir, baþka
bir þey deðil. Ee, niçin övmüyorsun! Tabii övmek istemezsin!"

"Ne demek istediðini bir anlayayým da öyle", dedim. "Þimdilik daha anlamadým. Sen,
doðruluk güçlünün iþine gelen þeydir diyorsun? Peki Thrasymakhos, bunu söylerken
acaba ne demek istiyorsun? Örneðin pankration pehlivaný Pulydamas (21) bizden güçlü
olduðuna ve sýðýr eti gücünü korumak için ona yaradýðýna göre, bu besin onun kadar
güçlü olmayan bizler için de hem yararlý, hem de doðrudur; bunu mu demek istiyorsun?"
"Sen insaný iðrendiriyorsun, Sokrates!" dedi. "Sözümü ne kadar yanlýþ anlamak
mümkünse, o kadar yanlýþ anlýyorsun."

"Hiç de öyle deðil, dostum"; dedim. "Yalnýz ne demek istediðini daha açýk söyle!"

"Sokrates, sen kentlerde tiranlýk, demokrasi, aristokrasi gibi deðiþik hükümet þekilleri
olduðunu gerçekten bilmiyor musun?"

"Bilmez olur muyum?"

"Her kentte iktidar, hüküm süren unsurun elindedir; öyle deðil mi?"

"Þüphesiz."

"Her hükümet yasalarýný kendi iþine geldiði gibi yapar: Demokrasi demokratlýða uygun
yasalar, tiranlýk tiranlýða uygun yasalar koyar, diðerleri de týpký böyledir. Bu yasalarý
koyarak, kendi iþlerine gelenin yönetilenler için de doðru olduðunu söylerler; kendi
iþlerine gelenden ayrýlaný da, yasaya, hakka karþý geliyor diye cezalandýrýrlar. Ýþte
dostum, benim dediðim þudur: Doðruluk her yerde birdir, yani oradaki hükümetin iþine
gelen þeydir; güç onun elindedir. Doðru dürüst akýl yürütmesini bilen bir adam, bundan
þunu çýkarýr: Doðru olan hep aynýdýr, yani güçlünün iþine gelen neyse, odur."

"Ne demek istediðini þimdi anladým. Ama iþin gerçekten böyle olup olmadýðýný
öðrenmeye çalýþacaðým. Demek Thrasymakhos, sen de 'doðruluk iþe gelen þeydir'
cevabýný verdin; halbuki bana böyle bir cevap vermeyi yasaklamýþtýn; ama doðrusu,
sözüne bir de 'güçlünün' sözcüðünü kattýn."

"Anlaþýlan önemsiz bir sözcük katmýþým!" dedi.

"Önemli mi, önemsiz mi bu henüz belli deðil; fakat belli olan bir þey varsa, o da
söylediðinin gerçeðe uygun olup olmadýðýný araþtýrmak gerektiðidir. Madem ki sen
doðrunun iþe gelen bir þey olduðunu söylüyorsun, ben de bu fikirdeyim; ama sen bir þey
daha katýyor, güçlünün iþine gelen þeydir, diyorsun. Ben bunu bilmiyorum; onun için
araþtýrmak gerekiyor."

"Araþtýr" dedi.

"Hepsi olacak", dedim. "Sen yalnýz þuna cevap ver: Tabii, yönetenleri dinlemenin de
doðru olduðu fikrindesin, deðil mi?"

"Evet."

"Peki, acaba kentlerin baþýnda bulunanlar hiç yanýlmazlar mý? Yoksa onlarýn da
yanýldýðý olur mu?"

"Onlar da bazen yanýlabilirler" dedi.

"Demek ki, yasa koymaya giriþtiler mi, bazýlarýný doðru, bazýlarýný yanlýþ
koyabilirler, deðil mi?"

"Öyle sanýrým?"

"Tabii, doðru yasa koymak kendi iþlerine geleni, yanlýþ yasa koymak da kendi iþlerine
gelmeyen yasalarý koymaktýr diyeceksin; deðil mi?"

"Öyle."

"Ama nasýl bir yasa koyarlarsa koysunlar, yönetilenler ona uymalýdýr, doðru olan
budur."

"Kuþku yok."
"Demek ki, sözlerine bakýlýrsa, doðru olan þey yalnýzca güçlünün iþine geleni yapmak
deðil, karþýtýný da, yani iþine gelmeyeni de yapmaktýr."

"Ne? Ne diyorsun sen?"

"Senin söylediklerini sanýrým. Ama konuyu daha iyi araþtýralým. Söyle, anlaþmamýþ
mýydýk? Yönetenlerin yönetilenlere, þunu bunu yapmayý buyururken, bazan kendi
gerçek çýkarlarýnýn ne olduðunda yanýldýklarý, fakat yönetilenlerin baþtakilerin emrini
yerine getirmelerinin doðru olduðu üzerinde anlaþmamýþ mýydýk."

"Anlaþmýþtýk sanýyorum" dedi.

"Öyleyse þunu da bil ki, yönetenler kendilerine zararlý olan þeyler buyururlarsa, sen de
bu buyruklarýn yerine getirilmesini doðru buluyorsan, demek ki yönetenlerin ve
güçlülerin iþine gelmeyeni de yapmanýn doðru olduðunu kabul etmiþ oluyorsun. Ýþte o
zaman bundan þöyle bir sonucun çýkmasý gerekmez mi? Senin söylediklerinin karþýtýný
yapmak doðru olmaz mý? Çünkü görüyorsun ki güçsüzlerin zararýna olan bir þey
emrediliyor."

Polemarkhos "Zeus hakký için doðru! Ýþ meydanda Sokrates" dedi.

Kleitophon da, "Tabii, sen ona tanýklýk edersen" diye söze atýldý.

Polemarkhos "Tanýða neden ihtiyacý olsun?" dedi. "Yönetenlerin bazan kendilerine


zararlý olan þeyler buyurduklarýný, yönetilenlerinse bu buyruklarý yerine getirmelerinin
doðru olduðunu Thrasymakhos kendisi kabul etmedi mi?" diye sordu.

"Evet, Polemarkhos, doðrudur; ama Thrasymakhos yalnýzca 'yönetenlerin buyruklarýnýn


yerine getirilmesi doðrudur' demiþti."
"Ýyi ama, Kleitophon; o, þunu da, yani güçlünün iþine gelenin doðru olduðunu da
söylemiþti. Bu iki sözle, güçlülerin bazan kendileri için zararlý olan þeyleri güçsüzlere,
yönetim altýnda olanlara buyurduklarýný da kabul etmiþti. Bunlarý kabul ettiðine göre,
güçlünün iþine gelmeyen þey de güçlünün iþine gelen þey kadar doðrudur."

Kleitophon "Ýyi ama, Thrasymakhos 'güçlünün iþine gelen þey' demekle güçlünün iþine
gelir sandýðý þey demek istiyordu; güçsüzler bunu yapmalýdýr, doðruluk da budur, diye
iddia etmiþti" dedi.

Polemarkhos da "Peki ama, daha önce böyle bir þey söylenmedi" dedi.

"Zararý yok, Polemarkhos! Thrasymakhos bunu böyle söylüyorsa, böyle kabul edelim"
dedim.

"Söyle bakalým, Thrasymakhos! Senin demek istediðin bu mudur? Yani doðruluk,


güçlünün iþine gelsin gelmesin, iþine geldiðini sandýðý þey midir? Fikrin budur,
diyebilir miyiz?"

"Yok, yok! dedi. Ben yanýlana, tam yanýldýðý anda güçlü der miyim?"

"Doðrusu, yönetenlerin yanýlmaz kimseler olmadýklarýný, bazan yanýldýklarýný kabul


ettiðin zaman, ben bunu demek istediðini sanmýþtým."

"Sen, Sokrates, insanýn sözlerini çarpýtýyorsun. Bak, örneðin sen, hastalarý hakkýnda
yanýlan bir hekime, yanýldýðý için mi hekim dersin? Yahut da hesabýnda yanýlan bir
muhasebeciye, yanýldýðý zaman, böyle yanýldýðý için mi muhasebeci dersin? Bence
'hekim yanýldý, muhasebeci yanýldý, öðretmen yanýldý' birer deyiþ tarzýdýr. Bence
onlarýn hiçbiri, eðer verdiðimiz ada layýksa yanýlmaz. Düþüncemi daha tam söylemem
gerekirse -sen de zaten tam sözlerden hoþlanýyorsun- þöyle diyeceðim: Sanat
sahiplerinin hiçbiri yanýlmaz; yanýlan, bilgisi yetmeyince yanýlýr, ama o zaman zaten
sanat sahibi deðildir. Sonunda hiçbir sanat sahibi, hiçbir bilgin, hiçbir yönetici -yönetici
oldukça- yanýlmaz; ama âlem 'hekim yanýldý, yönetici yanýldý' diyebilir. Ýþte þimdi
verdiðim cevabý sen böyle anlamalýsýn; en tam þekliyle düþüncem þudur: Yönetici,
yönetici oldukça yanýlmaz, yanýlmadýðý için de kendine en faydalý olaný buyurur;
yönetilene de bunu yapmak düþer. Görüyorsun ya, daha baþtan söylediðim gibi,
doðruluk, güçlünün iþine geleni yapmaktýr."

"Öyle mi, Thrasymakhos? Sözlerini çevirdiðimi mi düþünüyorsun?" dedim.

"Elbette" dedi.

"Demek ki sen, sorularýmý, sana tartýþmada bir oyun oynamak için kötü niyetle sordum
sanýyorsun, öyle mi?"

"Eminim, öyledir"; dedi, "ama bir þey elde edemeyeceksin; çünkü ne oyununu benden
gizleyebiliyorsun, ne de -gizleyemediðin için- beni sözünün gücüyle yenebiliyorsun."

"Ey mutlu Thrasymakhos!" dedim, "ben buna giriþmem bile. Ama, böyle bir þey bir daha
baþýmýza gelmesin diye þunu söyle: Hem yönetici, hem güçlü olan insaný ne anlamda
anlýyorsun? Herkesin anladýðý gibi mi, yoksa tam anlamýyla mý? Tam anlamýyla
anlýyorsan, o, demin dediðin gibi, öyle bir adamdýr ki, güçlü olduðu için, güçsüzün onun
iþine geleni yapmasý doðrudur."

"Tam anlamýnda, tam anlamýyla bir yönetici demek istiyorum", dedi. "Bunun üzerinde
oyna, sözlerimi çevir. Senden aman dilemiyorum; ama bir þey yapamayacaksýn?"

"Sen beni o kadar deli mi sanýyorsun? Ben hiç aslaný kýrkmaya (22), Thrasymakhos'a
oyun oynamaya kalkýþýr mýyým?"

"Demin kalkýþtýydýn ya! Ama bunu yine baþaramadýn!"


"Yeter", dedim, "bu konuyu kapatalým. Þimdi sen söyle bana: O senin daha önce sözünü
ettiðin 'tam anlamýyla hekim nedir? Para toplayan biri mi, yoksa hastalara bakan biri mi?
Ama gerçekten hekim olan hekimi anlat!"

"Hekim hastalara bakan biridir."

"Ya kaptan nedir? Gerçek anlamda bir kaptan, gemicilerin baþý mýdýr, yoksa bir gemici
midir?"

"Gemicilerin baþýdýr."

"Demek gemide seyahat ettiði hesaba katýlmamalý, ona 'bir gemici' dememeli; çünkü
ona, denizde seyrettiðinden deðil, sanatýndan ve gemicilerin baþýnda olduðundan ötürü
kaptan denir."

"Doðru."

"Bunlarýn her birinin iþine yarayan bir þey yok mudur dersin?"

"Var tabii."

"Hatta sanat da herkesin iþine yarayaný arayýp onu saðlamak için doðmuþ deðil midir?"

"Evet, bunun için doðmuþtur."

"Peki, her sanatýn, mükemmel olmanýn dýþýnda, iþine yarayan baþka bir þey var
mýdýr?"

"Bu soruyla ne demek istiyorsun?"


"Þunu: Örneðin bana, 'bedene beden olmak yeter mi, yoksa baþka þeye ihtiyacý var mý?'
diye sorsan, þöyle bir cevap veririm: 'Herhalde baþka þeye ihtiyacý var ki hekimlik
sanatý bulunmuþ; çünkü beden aciz bir þeydir ve ona yalnýzca beden olmak yetmez.
Ýþte bu sanat onun iþine gelenleri, yani ona yarayan þeyleri saðlamak için meydana
getirilmiþtir.' Böyle söylemekle sence doðru mu söylüyorum, yoksa yanlýþ mý?"

"Doðru" dedi.

"Peki sonra, hekimliðin kendisi de aciz midir? Yahut baþka herhangi bir sanatýn ayrýca
bir güce ihtiyacý olabilir mi? Örneðin göze görme, kulaða iþitme gücü gereklidir; bu
yüzden de gözün ve kulaðýn, kendilerine yararlý olaný araþtýracak ve saðlayacak bir
sanata ihtiyaçlarý vardýr. Peki sanatlarda da öyle midir? Sanatýn kendisinde bir eksiklik
var mý? Her sanatýn kendi iþine geleni araþtýracak baþka bir sanata, bu araþtýranýn da
bir ötekine ihtiyacý var mýdýr? Bunun sonu gelmez mi? Yoksa kendine yararlý olaný
kendi mi saðlar? Yetersizliðini gidermek için kendine de, baþka bir sanata da ihtiyacý
yoktur, çünkü sanatta hiçbir yetersizlik, hiçbir kusur yoktur, deðil mi? Sanatýn da, kendi
alanýndaki þeyden baþka bir þeyin yararýna olaný araþtýrmasý gerekmez mi? Bir sanat,
saðlam oldukça, yani bütün olarak özünü korudukça, kusursuz ve saf deðil midir? Sorunu
demin konuþtuðumuz 'tam anlama' göre araþtýr da söyle: Böyle midir, yoksa deðil
midir?" (23)

"Böyledir sanýyorum."

"O halde hekimlik hekimliðin yararýna olaný deðil, bedenin yararýna olaný gözetir"
dedim.

"Evet" dedi.

"Binicilik biniciliðin yararýna olaný deðil, atlarýn yararýna olaný gözetir. Bir sanat da,
kendi hiçbir ihtiyacý olmadýðýndan, kendinin deðil, sanatý olduðu þeyin yararýna olaný
gözetir."
"Öyle olacak" dedi.

"Fakat, Thrasymakhos, sanatlar, sanatý olduklarý alanda egemen ve üstündürler..."


dedim.

Bunun üzerine istemeye istemeye "evet" dedi.

"... O halde hiçbir bilgi üstün olanýn iþine geleni deðil, kendi yönetimi altýnda
bulunanýn, yani güçsüzün yararýna olaný gözetir ve emreder" dedim.

Sonunda dediðime geldi, ama önce karþý gelmek istemiþti. Razý olunca, "O halde hiçbir
hekim, hekim oldukça, hekimin yararýný gözetmez, hastanýn yararýný gözetir, emreder;
deðil mi? Nitekim gerçek anlamda hekim olanýn, bir tüccar olmayýp bedenlere bakan
bir insan olduðunda anlaþmýþtýk; yoksa anlaþmamýþ mýydýk?" dedim.

"Anlaþmýþtýk."

"Gerçek kaptan tayfa deðil, tayfalarýn baþýdýr demiþtik, deðil mi?"

"Evet."

"O halde böyle bir kaptan, yani yöneten biri, kaptanýn yararýný deðil, tayfanýn, yani
yönetilenin yararýný gözetecek, emredecektir."

Bu fikre güçlükle yanaþtý.

"Demek ki, Thrasymakhos, hiçbir kimse, yönetici oldukça hiçbir yönetimde kendi
yararýný gözetmez. Uðrunda çalýþtýðý, yönetilen kiþilerin yararýný gözetir ve emreder.
Ve bu adam ne söylerse, ne yaparsa, bu hedefle -yani yönetilenin yararýna uygun olaný
gözeterek- söyler ve yapar."
Tartýþmamýz bu noktaya gelince ve herkes doðrunun ne olduðunda da tam ters bir
sonuca varýldýðýný görünce, Thrasymakhos cevap vermek yerine, "Sokrates söyle bana,
senin bir sütninen var mý?" diye sordu.

"Bu da ne!" dedim. "Bunlarý soracaðýna, cevap vermen daha iyi olmaz mýydý?"

"Olmazdý, çünkü sütninen senin sümüðünü göremiyor, çok ihtiyacýn olduðu halde,
burnunu silmiyor. Beðendin mi, iþte koyunlarla çobaný ayýrt edemiyorsun."

"Ne demek istiyorsun?" dedim.

"Þunu demek istiyorum: Sana göre, çobanlarla sýðýrtmaçlar koyunlarla öküzlerini


efendilerinin ve kendilerinin yararý için deðil, sadece koyunlarla öküzlerin yararý için
besler, onlarýn yararýný göz önünde tutarak bakarlar. Týpký bunun gibi, sen öyle
sanýyorsun ki, kentlerde gerçekten egemen olan yöneticilerin yönetilenler hakkýnda gece
gündüz düþündükleri, sürünün baþýndaki çobanýn düþündüðü gibi, nelerinden
yararlanacaklarý deðildir. Sence onlar baþka türlü düþünürler. Sen doðru ile doðruluðu,
eðri ile eðriliði tanýmaktan o kadar uzaksýn ki, þunu bilmiyorsun: Doðrulukla doðru
gerçekten bir baþkasý için yararlý olan, yani güçlünün, egemen olanýn iþine gelen
þeydir; itaat edenin, hizmet görenin zararýnadýr. Eðrilikse tam tersinedir; gerçekten saf
ve doðru olanlara hükmeder. Güçlü üstün olduðu için, yönetilenler de güçlünün yararýna
olaný yaparlar; hizmetleriyle kendi mutluluklarýný deðil, ancak onun mutluluðunu
saðlarlar. Ey Sokrates, saf adam, þuna dikkat etmelisin ki, doðru adam her iþte, doðru
olmayanýn karþýsýnda zararlý çýkar. Ýnsanlarýn, aralarýnda yaptýklarý anlaþmalarý ele
alalým: Ortaklar böyle iki insan oldukça, ortaklýk daðýldýðý zaman, doðrunun doðru
olmayandan daha çok kazandýðýný hiç göremezsin; zarar ettiðini görürsün. Devletle olan
iþlerinde, vergi vermek gerekirse, ikisinin malý eþit olduðu halde, doðru adam çok, öteki
az verir; ama almaya gelince, biri hiç kazanmaz, öteki çok kazanýr. Çünkü yönetime
gelince, doðru, baþka bir zarar görmese de, en azýndan ihmali yüzünden evi, ailesi kötü
bir duruma düþer; doðruluðu, onun devlet malýndan faydalanmasýna engel olur; üstelik
doðruluða aykýrý bir iþ yapmak istemediði zaman, hýsýmlarýnýn, akrabalarýnýn
nefretini kazanýr. Doðru olmayan insan için durum tam tersinedir. Biraz önce de
söylediðim gibi, ben eðri insan demekle pek büyük kazançlar elde edebilen kimseyi
anlýyorum. Ýþte sen, doðru olmaktansa doðru olmamanýn insanýn kendisi için ne kadar
kazançlý olduðunu anlamak istiyorsan, böyle bir adamý göz önünde tutmalýsýn. Bunu
öðrenmek için de en kolay yol eðriliðin sonuna kadar gitmektir; o eðrilik ki, yapaný son
derecede mutlu, haksýzlýk görüp eðrilik etmek istemeyeni son derecede sefil eder.
Eðriliðin son aþamasý tiranlýktýr. O, baþkalarýnýn mallarýný azar azar deðil,
düzenbazlýk ve þiddet yollarýya birden zapteder; bu mallarýn tanrýlara veya insanlara,
devlete veya bireye ait olup olmadýklarýna bakmaz. Oysa herhangi bir kiþi bu türden
eðrilikler yaparken yakalanacak olursa, cezasýný görür, pek çok da ayýplanýr; çünkü
çeþitli yolsuzluklarda bulunanlar, tapýnak soyan, insan tüccarlýðý yapan, duvar delen,
soygunculuk, hýrsýzlýk edenler, iþledikleri suçlara göre ad alýrlar. Ama yurttaþlarýnýn
mallarýna el sürmekle kalmayýp onlarý köleliðe de sürükleyenlere bu çirkin adlar
verilmez. Yalnýzca kendi vatandaþlarý deðil, eðrilik yaptýðýný bilenlerin hepsi ona
mutlu derler; çünkü eðriliði ayýplayanlar eðrilik etmekten deðil, ona uðramaktan
korktuklarý için eðriliði ayýplarlar. Böylece, Sokrates, oldukça ileri giden bir eðrilik hür
adama doðruluktan daha çok yakýþýr; böylece daha güçlü, daha efendi olur; ve
baþlangýçta söylediðim gibi, doðruluk güçlünün iþine gelendir, eðrilikse kendine yararlý
olan, kendi iþine gelendir."

Thrasymakhos bunlarý söyleyerek, bir yýðýn sözü bir natýr gibi kulaklarýmýza bol bol
döktükten sonra, çekilip gitmek niyetindeydi; ama orada bulunanlar onu býrakmadýlar,
kalmaya ve söylediklerinin incelenmesini kabule zorladýlar. Ben de çok rica ettim ve
"Ulu Thrasymakhos," dedim, ortaya böyle bir sorun attýktan sonra, bu sorunun senin
iddia ettiðin gibi mi, yoksa baþka türlü mü olduðunu yeterince öðretmeden veya
öðrenmeden mi gitmek istiyorsun? Yaþadýkça izlememiz gereken, izlediðimizde bize iyi
bir yaþam saðlayacak olanýn ne olduðunu anlatmaya giriþmekle basit bir iþ mi ele aldýn
sanýyorsun?"

Thrasymakhos "Ben basit mi diyorum?" dedi.


"Öyle dermiþ gibi görünüyorsun," dedim. "Ya da bize aldýrmýyorsun ve o senin bilirim
dediðin þeyleri biz bilmediðimiz için, iyi mi yaþayacaðýz, kötü mü yaþayacaðýz, bu seni
ilgilendirmiyor. Haydi, dostum, razý ol, bizi de aydýnlat! Biz o kadar çoðuz ki, bize
edeceðin iyilik senin için hiç de kazançsýz bir iþ olmayacak. Ben sana kendi fikrimi
söyliyeyim: Eðriliðe engel olmayýp onun her istediðini yapmasýna izin versek bile,
eðriliðin doðruluktan daha kazançlý olduðuna ben akýl erdiremem, inanamam. Bak
dostum, biri haksýz olsun, gizliden gizliye yahut açýkça ve zorla eðrilik yapabilsin, yine
beni eðriliðin doðruluktan daha kazançlý olduðuna inandýramaz. Zaten, belki de yalnýz
deðilim, içimizde böyle düþünen bir baþkasý da var; onun için, mutlu adam, doðruluðu
eðrilikten üstün tutmakla yanlýþ düþündüðümüzü yeterince ispat et, bizi inandýr."

"Peki, seni nasýl inandýrayým?" dedi. "Madem ki deminden beri söylediklerime


inanmýyorsun, artýk ne yapabilirim? Yoksa sözlerimi kafana zorla mý sokayým?"

"Zeus hakký için! Bunu yapma. Ama her þeyden önce sözlerini deðiþtirme,
deðiþtireceksen de, bunu açýkça yap ve bizi aldatma. Þimdi, biraz önceki sözler üzerinde
duralým: Görüyorsun ki ilkin gerçekten hekim olaný anlattýðýn halde, Thrasymakhos,
sonradan gerçek çoban hakkýnda verdiðin tanýma baðlý kalmaya gerek görmedin. Çoban
olmak sýfatýyla çobanýn, koyunlarýnýn iyiliðini düþünen bir çoban gibi deðil de,
boðazýna düþkün bir adam gibi ziyafette iyi yiyebilmek için, yahut da bir ticaret adamý
gibi koyunlarýný satabilmek için onlarý gözettiðini sanýyorsun. Oysa çoban, baþýnda
bulunduðu sürüye en büyük iyiliði nasýl saðlayacaðýný düþünür, baþka tasasý da yoktur;
çünkü çobanlýk sanatý, özünden bir þey kaybetmedikçe kendi ihtiyaçlarýný kusursuz
olacak kadar, yeterince saðlamýþtýr. Bunun gibi þu nokta üzerinde de anlaþmamýz
gerektiðini sanýyordum: Her yönetim, yönetim olarak ister devlet yaþamýnda olsun, ister
tek insanýn yaþamýnda olsun, bir baþkasýnýn iyiliðini deðil, ancak yönettiði ve
bakýmýný üzerine aldýðý þeyin iyiliðini gözetir. Sen kentleri yönetenlerin, gerçekten
yönetenlerin bu iþi seve seve yaptýklarýný mý sanýyorsun?"

"Zeus hakký için! Sanmakla kalmýyorum, eminim."


"Ne söylüyorsun, Thrasymakhos," dedim. "Kimsenin yönetim görevlerini isteyerek
üzerine almadýðýný, aksine, onlarýn bu yönetim görevlerinden kendilerine deðil,
yönetilenlere bir fayda çýkacaðý için ücret istediklerini görmüyor musun? Sen yalnýz
þuna cevap ver: Biz daima 'her sanatý diðerinden farklý kýlan þey, her birinin diðerinden
farklý bir baþarma gücü olmasýdýr' demedik mi? Hem düþündüðüne aykýrý cevap verme
de biraz ilerleyelim, olmaz mý mutlu Thrasymakhos?"

"Evet, fark budur" dedi.

"Öyleyse, her bir sanatýn bize saðladýðý yarar ayný deðil, baþka baþkadýr. Örneðin
hekimlik saðlýðýmýzý korur, kaptanlýk denizlerde güvenliðimizi saðlar; ötekiler için de
böyle deðil midir?"

"Evet."

"Öyleyse ücret alma sanatý (24) da ücret saðlar, deðil mi? çünkü onun baþarýsý
bundadýr; yoksa sence hekimlikle kaptanlýk bir midir? Ya da, demin önerdiðin gibi, biri
kaptanlýk yapar da, denizlerde sefere çýkmak ona yaradýðý için saðlýðý yerine gelirse,
sen bu yüzden onun sanatýna hekimlik demeyi daha doðru mu bulacaksýn?"

"Hayýr."

"Biri ücret alýrken saðlýðý düzelirse, gene de ücret alma sanatýna hekimlik diyemezsin,
sanýrým."

"Tabii diyemem."

"Ya sonra? Biri hastaya bakar da ücret alýrsa, hekimliðe ücret alma sanatý mý dersin?"

"Hayýr."
"Demek her sanat kendine göre ayrý bir yarar saðlar. Bunda anlaþtýk mý?"

"Öyle olsun" dedi.

"O halde bütün sanat sahiplerinin ortak bir yararý varsa, kuþkusuz bunu ayrýca ortak bir
þeyi kullanmakla edinirler."

"Öyle görünüyor."

"Ýþte biz de diyoruz ki, sanat sahiplerinin ücret alarak yarar saðlamalarý, kendilerinin
ayrýca ücret sanatýyla uðraþmalarýndan ileri geliyor."

Bunu güçlükle kabul etti.

"Demek oluyor ki, her sanat sahibi o yararý, yani ücret almayý, kendi sanatýndan
çýkarmaz. Noktasý noktasýna araþtýracak olursak hekimlik saðlýk, ücret alma sanatý ise
ücret saðlar. Ev kurma sanatý, ev; ücret alma sanatý ise ona eþ olarak ücret saðlar;
ötekiler de böylece kendi iþini görür ve baþýnda bulunduðu þeye yararlý olur. Ama sanat
sahibine ayrýca bir ücret verilmeyecek olursa, o sanatýndan faydalanabilir mi?"

"Sanmam" dedi.

"Ama o parasýz iþ gördüðü zaman da faydalý olmaz mý?"

"Bence olur."

"Þimdi, Thrasymakhos, þu belli oluyor ki hiçbir sanat, hiçbir yönetim kendine yarayaný
saðlamaz. Deminden beri söylediðimiz gibi, güçlünün yararýný deðil, güçsüz olduðu
için, küçüðün yararýný gözeterek, yönetilenin yararýna olaný saðlar ve buyurur. Ýþte
dostum Thrasymakhos bunun içindir ki ben demin, kimsenin yönetmeyi gönülden
istemediðini, baþkalarýnýn kötü durumlarýný düzeltmek için uðraþmaya razý
olmadýðýný, ücret isteyeceðini ileri sürüyordum. Çünkü sanatýyla baþarýlar elde etmek
isteyen kimse sanatýna uygun þekilde davrandýkça, kendine en iyi olaný deðil, daima
yönetilene en iyi olaný yapar ve buyurur. Ýþte, bu þekilde yönetmeyi göze alacak
olanlara bir ücret verilmelidir: Para veya þeref; yönetimden kaçýnýrlarsa, ceza."

Glaukon, "Sokrates ne demek istiyorsun," dedi. "Saydýðýn ücretlerin ikisini tanýyorum,


ama bu ceza nedir? Hem nasýl oluyor da onu ücretten sayýyorsun, anlayamadým."

"Sen en iyi insanlarýn ücreti nedir bilmiyorsun," dedim. "En deðerli kimseler yöneticiliðe
razý olduklarý zaman, iþte o ücret için yönetirler. Yoksa þerefe, paraya düþkün olmanýn
ayýp sayýldýðýný, gerçekten de öyle olduðunu bilmiyor musun?"

"Tabii biliyorum" dedi.

"Ýþte bu yüzden iyiler, ne para için yönetmeye razý olurlar, ne de þeref için; çünkü
yönetmelerine karþýlýk ücret isteyecek olurlarsa, kendilerine ' ücret kölesi' derler diye
korkarlar. Yönetim mevkiinden faydalanarak gizlice para çekecek olurlarsa, 'hýrsýz'
derler diye korkarlar. Þeref için de razý olmazlar; çünkü þerefe düþkün deðildirler. Bu
yüzden yönetimi üzerlerine almak için karþýlarýnda bir zor, bir ceza bulunmasý gerekir.
Belki bu yüzden, bir insanýn yöneticilik iþine kendiliðinden, zorlanmayý beklemeden
atýlmasý ayýp sayýlmýþtýr. Cezanýn en büyüðü de, kendimiz yönetmek istemediðimiz
zaman, daha kötü biri tarafýndan yönetilmemizdir. Bence deðerli insanlar yönettikleri
zaman, içlerinde bu korkuyla yönetirler. Ýþte o zaman bir nimete konmak, rahatlarýný
saðlamak için deðil, yönetimi emanet edecek kendilerinden daha iyi veya kendilerine eþ
kimseler bulamadýklarýndan ister istemez yönetimi üzerlerine alýrlar; çünkü sadece iyi
insanlarla dolu bir kent kurulabilseydi, insanlar herhalde þimdiki gibi yönetmek için
deðil, yönetmemek için uðraþýrlardý. Hem o zaman gerçek yöneticinin gerçekte kendi
iþine geleni deðil, yönetilenin iþine geleni gözeten bir adam olduðu belli olurdu. Öyle ki,
akýllý bir adam baþkasýna yararlý olmak için zahmete katlanmaktansa, baþkasýndan
yarar görmeyi yeðlerdi. Kýsaca, Thrasymakhos, 'doðru güçlünün iþine gelendir' sözünü
hiç de kabul etmem. Fakat bunu bir dahaki sefere de inceleyebiliriz. Hem
Thrasymakhos'un az önce söylediði söz bana çok daha önemli görünüyor: Doðru
olmayanýn hayatý doðrununkinden daha iyiymiþ. Sen, Glaukon, iki fikirden hangisini
seçiyorsun? Hangisini gerçeðe daha uygun buluyorsun?"

"Ben, doðru kiþinin yaþamý daha iyidir, diyorum" dedi.

"Az önce Thrasymakhos'un, doðru olmayan kiþinin yaþamýnda nice nimetler sayýp
sýraladýðýný iþittin mi?"

"Evet, iþittim, ama inanmýyorum."

"Elimizden gelirse, bir yolunu bulalým da, söylediðinin doðru olmadýðýna onu
inandýralým, ister misin?"

"Ýstemez olur muyum."

"Þimdi bak," dedim. "Onun sözüne karþýlýk olarak, doðru olmanýn bütün nimetlerini
sayýp uzun sözler söylersek, o da bir daha söz alýr; biz de gene uzun sözlere giriþirsek, o
zaman nimetleri saymak ve her birimizin ne kadar saydýðýný ölçmek gerekecek; hem de
karar verecek hakemlere ihtiyacýmýz olacak. Ama konuyu deminki gibi, birbirimizle
uyuþarak araþtýrýrsak, ayný zamanda hem hakem, hem avukat oluruz."

"Doðrudur" dedi.

"Öyleyse bu araþtýrmalarýn hangisini beðeniyorsun" diye sordum.

"Ýkincisini" dedi.

"Haydi öyleyse, Thrasymakhos," dedim. "Baþtan baþlayalým, sen de cevap ver. Gerçek
eðrilik, gerçek doðruluktan daha elveriþli midir dersin?"
"Tabii, dedi; sebebini de söyledim."

"Peki, doðrulukla eðrilik konusunda ne dersin? Birine iyilik, ötekine kötülük mü dersin?"

"Elbette."

"Doðruluða iyilik, eðriliðe kötülük, öyle deðil mi?"

"A iki gözüm, öyle olsaydý, eðrilik elveriþlidir, doðruluk elveriþli deðildir der miydim?"

"Peki, öyleyse ne diyorsun?"

"Tam tersini" dedi.

"Doðruluk kötülük müdür?"

"Hayýr, ama doðru insana çok saf ve iyi yürekli derim."

"O halde eðri insana kötü yürekli mi dersin?"

"Hayýr, iþini bilen bir insan derim."

"Sence, Thrasymakhos, doðru olmayanlar uslu ve iyi insan mýdýrlar?"

"Evet, tam anlamýyla eðrilik edebilenler; kentleri de, uluslarý da altetmeye gücü yetenler
uslu ve iyidirler; halbuki sen belki yankesicilerden söz ettiðimi sanýyorsun. Elbette bu
gibi iþler de gizli kaldýkça yarar saðlar. Ama demin söylediklerimin yanýnda onlardan
söz etmeye deðmez" dedi.
"Evet, evet," dedim. "Ne demek istediðini anlamýyor deðilim, ama bir þeye þaþýyorum:
Eðriliðe iyiliðin, usluluðun; doðruluða da karþýtlarýnýn yanýnda yer vermene."

"Þaþsan da þaþmasan da, benim verdiðim yer budur."

"Ýþ çetinleþiyor dostum" dedim. "Buna verilecek cevap artýk kolay bulunamaz; çünkü
eðriliðin elveriþli olduðunu ileri sürmekle beraber baþka bazý kimseler gibi sen de onun
kötü ve ayýp olduðunu kabul etseydin, söyleyecek söz bulur, diðerlerinin kanýsýna
baþvururdum. Ama þimdi madem ki eðriliði iyiliðin, usluluðun sýrasýna koymaktan bile
çekinmedin, besbelli ki onun hem güzel, hem güçlü olduðunu söyleyeceksin ve bizim
doðruluða yüklediðimiz özelliklerin hepsini ona yükleyeceksin."

"Senin de her þey içine doðuyor" dedi.

"Bununla birlikte, asýl düþünceni söylediðine inanabildikçe konuyu sonuna kadar


araþtýrmaktan kaçýnmamalý; çünkü görüyorum ki, Thrasymakhos, sen bu anda
gerçekten þaka etmiyor, asýl düþünceni söylüyorsun."

"Asýl düþüncem olsun olmasýn, sana ne," dedi. "Sen yalnýz sözü çürütmeye bak."

"Evet, bana ne, dedim. Ama sen bir de þuna cevap vermeye çalýþ; doðru adam sence
herhangi bir iþte doðru adamý aþmak ister mi?"

"Ýstemez, yoksa þimdi olduðu gibi kibar ve iyi yürekli olmazdý."

"Ya doðru bir iþte doðruluðu aþmak ister mi?"

"Onu da istemez" dedi.

"Doðru olmayaný aþmak isteyebilir mi, onu aþmayý doðru bulur mu, yoksa bulmaz mý?"
"Bulur, dedi, ister; ama elinden gelmez."

"Ben bunu sormuyorum ki... dedim. Doðruyu deðil, doðru olmayaný aþmak ister mi, onu
aþmayý doðru bulur mu diye soruyorum."

"Evet, doðru bulur" dedi.

"Ya doðru olmayan adam, doðruyu ve doðru iþte doðruluðu aþmak ister mi?

"Hiç istemez olur mu! O herkesi aþmak ister!"

"Demek ki doðru olmayan, hem doðru olmayan adamý, hem de doðru olmayan iþte
eðriliði aþacak ve kendisi herkesten fazla þey elde etsin diye uðraþacak, öyle mi?"

"Öyledir" dedi.

"O halde þöyle diyelim," dedim. "Doðru olan kendine benzeyeni deðil, benzemeyeni
aþmak ister; doðru olmayan ise, hem kendine benzeyeni, hem de benzemeyeni aþmaya
çalýþýr."

"Çok iyi söyledin" dedi.

"Doðru olmayan iyi ve ustadýr, doðru olan deðildir."

"Bu da iyi" dedi.

"Doðru olmayan iyiye, ustaya benzer; doðru olan benzemez, deðil mi?"

"Kuþkusuz, öyle olan kendisi gibi olanlara benzer; öyle olmayan benzemez."

"Güzel; demek her birinin benzediði kimseler ne ise, kendisi de odur. (25)"
"Baþka ne olacak" dedi.

"Neyse, Thrasymakhos, sen bazý kimselere müzikten anlar, bazýlarýna anlamaz der
misin?"

"Derim."

"Hangisine usta, hangisine acemi dersin?"

"Tabii, müzikten anlayan ustadýr, anlamayan acemidir."

"Biri usta olduðu iþlerde iyidir, öteki acemi olduðu iþlerde kötüdür, deðil mi?"

"Evet."

"Peki, sence dostum, müzikten anlayan adam lyrasýnýn sesini düzeltirken müzikten
anlayan baþka birini tellerin gerilmesi veya gevþetilmesinde aþmak ister mi? Daha çok
þey elde ederim der mi?"

"Hayýr, sanmam."

"Ya müzikten anlamayaný aþmak ister mi?"

"Evet, herhalde."

"Peki, hekim hastanýn yiyeceðini, içeceðini seçerken hekimi veya hekimliði bir þeyde
aþmak ister mi?"

"Ýstemez."
"Ya hekim olmayaný?"

"Onu aþmak ister."

"Bak bakalým, her bilgi ve her bilgisizlik alanýnda bir bilgili yaptýðýnda veya
söylediðinde baþka bir bilgiliyi aþmak ister mi, yoksa ayný iþte benzerinin elde ettiðini
elde etmekten memnun olur mu?"

"Evet, belki öyle olmasý gerekiyor."

"Ya bilgisiz adam, bilgiliyi de bilgisizi de aþmak istemez mi?"

"Belki ister."

"Ama bilgili uslu deðil midir?"

"Usludur."

"Uslu olan iyi deðil midir?"

"Ýyidir."

"O halde iyi ve uslu olan, kendine benzeri deðil, benzemeyeni, karþýt olaný aþmak
isteyecek."

"Öyle görünüyor" dedi.

"Ama kötü ve bilgisiz olan, hem benzerini, hem de karþýtýný aþmak isteyecek."

"Besbelli" dedi.
"Doðru olmayan adam bizce kendine benzeyeni de, benzemeyeni de aþmak ister, deðil
mi, Thrasymakhos? Yoksa öyle demedin mi?"

"Öyle söyledim" dedi.

"Ama doðru adam kendine benzeyeni deðil, kendine benzemeyeni aþmak isteyecek deðil
mi?"

"Evet."

"Öyleyse doðru adam usluya, iyiye; eðri adam kötüye, bilgisizliðe benzer."

"Olabilir."

"Peki ama her ikisinin de benzerleri ne ise, kendilerinin de o olduðu sözünde


uyuþmuþtuk."

"Evet."

"En sonda doðrunun iyi ve uslu, eðrinin bilgisiz ve kötü olduðu meydana çýktý."

Thrasymakhos bütün bunlarý kabul etti, ama öyle benim þimdi anlattýðým gibi kolayca
deðil; ancak onu sürüklediðim için, güçlükle kabul etti. Koca koca ter damlalarý
döküyordu; zaten hava da pek sýcaktý. Hem o gün ben, önce hiç görmediðim bir þeyi,
Thrasymakhos'un kýpkýrmýzý kesildiðini gördüm. Biz böylece, doðruluk, iyilik ve
usluluktur; eðrilikse kötülük ve bilgisizliktir diye anlaþtýktan sonra:

"Peki," dedim, "biz bunu böyle baðlamýþ olalým; ama eðriliðin güçlü olduðunu
söylemiþtik, hatýrlýyorsun ya, Thrasymakhos?"
"Hatýrlýyorum," dedi, "ama þimdi söylediklerin de hoþuma gitmiyor: Bu konuda
söyleyeceðim var. Fakat konuþsam, iyi biliyorum ki nutuk atýyor diyeceksin. Onun için,
býrak da istediðim gibi konuþayým, ya da sormak istiyorsan, sor: Ben de sana, masal
anlatan yaþlý kadýnlara cevap verir gibi 'öyle olsun' derim, baþýmla da, 'evet' 'hayýr' diye
iþaret ederim."

"Yalnýz, vereceðin cevap asýl düþüncene aykýrý olmasýn" dedim.

"Nasýl olsa beni konuþturmuyorsun, hiç olmazsa cevabým hoþuna gitsin. Daha ne
istiyorsun?"

"Hiç, hiç," dedim. "Haydi, cevap vereceksen ver; ben de sorayým."

"Sor."

"Ýþte ben sözü sýrasýyla incelememiz için, demin sorduðumu gene soruyorum: Eðriliðin
karþýsýnda doðruluk nasýl bir þeydir? Gerçi bir aralýk, eðriliðin doðruluktan daha
becerikli, daha güçlü olduðu söylenmiþti, ama þimdi doðruluðun usluluk ve iyilik
olduðunu kabul ediyorsak, þu bellidir ki doðruluk, bilgisizlik olduðunu söylediðimiz
eðrilikten daha güçlüdür; bunu herkes bilir. Ama ben, Thrasymakhos, araþtýrmamý bu
sade þekilde deðil, þöyle yapmak istiyorum: eðri olan, baþka kentleri haksýzca esir
etmeye kalkýþan, esir etmiþ olan, hatta birçoðunu boyunduruk altýnda tutan bir kent yok
mudur, ne dersin?"

"Var derim, hem de bunu en iyi, yani eðriliði tam olan kent yapar" dedi.

"Anlýyorum; demin de söylediðim buydu," dedim. "Ama dikkatimi çeken bir þey var:
Baþka bir kente hâkim olan kent, acaba bu gücünü eðrilikle mi koruyacaktýr, yoksa
doðrulukla mý korumak zorunda kalacaktýr."
"Eðer daha önce senin dediðin gibi, doðruluk usluluksa, doðrulukla," dedi; "yok benim
dediðim gibiyse, eðrilikle."

"Baþýnla 'evet', 'hayýr' demekle kalmadýðýna, güzel güzel cevap verdiðine çok memnun
oluyorum, Thrasymakhos."

"Sana yaranmak istiyorum!" dedi.

"'Ýyi ediyorsun. Ama, haydi biraz daha yaran da söyle: Bir kent, bir ordu, haydutlar,
hýrsýzlar ve doðru olmayan bir hedefe birlikte yürüyen baþka neler varsa, bunlar
biribirlerine eðrilik edecek olurlarsa, bir iþ görebilirler mi, dersin?"

"Hayýr" dedi.

"Ya haksýzlýk etmezlerse, daha iyi çalýþmazlar mý?"

"Çalýþýrlar, tabii."

"Anlaþýlan, Thrasymakhos, eðrilik aralarýnda geçimsizlik, kin ve kavga çýkarýyor;


doðruluk ise iyi geçimi, dostluðu saðlýyor; öyle deðil mi?"

"Öyle olsun; aramýz açýlmasýn."

"Çok iyi davranýyorsun, dostum. Þunu da bana söyle: eðriliðin iþi, bulunduðu herhangi
bir yerde kin yaratmaksa; hür insan olsun, köle olsun, onlarý birbirlerinden nefret
ettirmez mi, aralarýna geçimsizlik sokmaz mý, onlarý birlikte çalýþamayacak hale
getirmez mi?"

"Getirir elbette."
"Ya eðrilik iki kiþide olursa? Aralarý açýlmayacak mý, birbirlerinden nefret
etmeyecekler mi, doðru insanlara olduðu kadar birbirlerine de düþman kesilmeyecekler
mi?"

"Elbette" dedi.

"Peki, yaman dostum, eðrilik bir tek insandaysa, kendi gücünü yok eder mi dersin?
Yoksa olduðu gibi kalýr mý?"

"Peki, olduðu gibi kalýr diyelim" dedi.

"Demek eðriliðin öyle bir gücü olduðu görülüyor ki, nerede bulunursa bulunsun, bir
kentte, bir soyda, bir orduda veya baþka herhangi bir toplulukta, onun etkisiyle bu
topluluk önce iþ göremez hale gelir, sonra kendine de, kendine karþýt olan her þeye ve
doðruya da düþman kesilir."

"Evet."

"Tek bir kiþide de bulunsa, etkisi aynýdýr, çünkü bu onun doðasýdýr sanýrým. Önce
etkisi altýnda kalan insan kendi kendisiyle uyumsuzluða düþtüðünden iþ göremez hale
gelir. Sonra kendi kendine de, doðru insanlara da düþman olur; deðil mi?"

"Öyledir."

"Ama tanrýlar doðru deðiller midir, dostum?"

"Öyledirler diyelim."

"Demek ki eðri insan tanrýlarýn da düþmaný olur, Thrasymakhos; ama doðru insan
onlarýn dostudur."
"Bu sözlerin tadýný doya doya çýkar!" dedi. "Çekinme! Nasýl olsa ben karþý
gelmeyeceðim: Bu arkadaþlarýn düþmanlýðýný kazanmak istemiyorum."

"Haydi öyleyse," dedim, "ziyafetin sonlarýnda da beni memnun et, önceki gibi cevap ver;
çünkü doðru insanlarýn daha uslu, daha iyi, iþ görmekte daha becerikli olduklarýndan
kuþku duymuyoruz. Eðri insanlarýn ise, birlikte iþ görmek hiç ellerinden gelmez. Ama
bunlar da bazen, çalýþýp çabalayarak, hep birlikte bir iþ görebilirler diyoruz, ama
bununla pek de doðru bir þey söylemiþ olmuyoruz; çünkü onlar büsbütün eðri olsalardý,
birbirlerini esirgemezlerdi; onlarda, düþman olduklarý kimselere kötülük ederken, ayný
zamanda birbirlerine de kötülük etmelerinin önüne geçen, onlarý hedeflerine eriþtiren
doðruluk gibi bir þey bulunduðu meydandadýr. Onlar eðri iþlere atýldýklarýnda
kendilerini eðriliðe yarý kaptýrmýþlardýr; çünkü büsbütün kötü ve aþýrý derecede eðri
insanlar, iþ görmekten de acizdirler -bunun böyle olduðunu görüyorum: Sen demin
yanýlmýþsýn- .Doðrularýn, -bunu sonradan araþtýrýrýz demiþtik ya- eðrilerden mutlu
olup olmadýklarýný, daha iyi bir ömür sürüp sürmediklerini araþtýrmak gerekir. Bu
sözlerimiz mutlu olduklarýný bence zaten ortaya çýkarmýþtýr; ama ne de olsa, konuyu
daha iyi araþtýrmalýyýz: biz rasgele bir konudan deðil, nasýl yaþamak gerektiðinden söz
ediyoruz."

"Araþtýr bakalým."

"Araþtýrýyorum. Söyle bana; sence atýn gördüðü bir iþ var mýdýr?"

"Var."

"Peki, bir atýn veya herhangi bir hayvanýn iþini, yalnýzca onunla görülen veya onunla en
iyi görülen bir iþ diye kabul edebilir misin?

"Anlamýyorum."

"Haydi, þöyle anlatayým: Gözlerinden baþka bir þeyle görebilir misin?"


"Tabii göremem."

"Ya kulaklarýndan baþka bir þeyle iþitebilir misin?"

"Olamaz."

"Bu iþler onlarýn iþidir demek doðru olmaz mý?"

"Þüphesiz doðru olur."

"Güzel; bir üzüm kütüðünü bir kamayla, bir býçakla ve daha birçok aletle kesebilirsin,
deðil mi?"

"Keserim."

"Ama kütük her halde en iyi, bu iþ için yapýlmýþ bað býçaðýyla kesilir."

"Öyledir."

"Ýþte biz, bu iþ bað býçaðýnýn iþidir demez miyiz?"

"Elbette deriz."

"Demin 'herhangi bir þeyin iþi, yalnýzca kendinin baþarabileceði veya ötekilerin
hepsinden daha iyi baþarabileceði iþ deðil midir?' diye sorduðum soruyu þimdi daha iyi
anlamýþsýndýr."

"Evet," dedi, "anladým: bence de her þeyin iþi, dediðin gibidir."


"Peki," dedim, "kendine bir iþ düþen herhangi bir þeyin bir de iyiliði olduðuna
inanmýyor musun? Önce söylediklerimize dönelim: Gözler bir iþ görür diyebilir miyiz?"

"Deriz."

"Peki, gözlerin bir de iyiliði yok mudur?"

"O da vardýr."

"Ya kulaklarýn da bir iþi yok muydu?"

"Vardý."

"Öyleyse onlarýn bir de iyiliði yok mu?"

"Ýyiliði de var."

"Diðer þeylerin hepsinde de böyle deðil mi?"

"Böyle."

"Dur bakalým, ya gözlerde kendilerine has olan iyilik yerine kötülük varsa, onlar iþlerini
baþarabilirler mi?"

"Nasýl olabilir? Anlaþýlan sen görmeyi deðil, körlüðü demek istiyorsun?"

"Býrak, onlarýn iyiliði ne ise o olsun... Ben daha bunu sormuyorum ki! Ben sana iþ gören
ne varsa, iþini kendine has olan iyilikle iyi, kötülükle kötü mü görür diye soruyorum."

"Þüphesiz söylediðin doðrudur" dedi.


"Kendilerine has olan iyilikten yoksun kulaklar iþlerini hiç baþarabilirler mi?

"Baþaramazlar."

"Baþka konularda da ayný þeyi söyleyebilir miyiz?"

"Bence söyleyebiliriz" dedi.

"Haydi öyleyse, þimdi de þunu incele: Ruhun dünyada baþka hiçbir þeyin yapamayacaðý
bir yetisi vardýr: ilgilenmek, yönetmek, karar vermek ve buna benzer þeyler.. Bütün bu
iþleri ruhtan baþka bir þeye yüklemeye hakkýmýz olabilir mi? Bu yetiler ruhtan baþka
bir þeye hastýr diyebilir miyiz?"

"Diyemeyiz."

"Peki, yaþamaya gelince, bu, ruhun bir iþidir diyemez miyiz."

"Elbette deriz."

"O halde, Thrasymakhos, ruh kendine has gücünden yoksun olunca iþlerini iyi görebilir
mi, göremez mi?"

"Göremez."

"Öyleyse, kötü bir ruhun yönetimi de, ilgisi de kötü olur; oysa iyi bir ruh bütün bu iþleri
iyi yapar."

"Bu kesin."

"Ama doðruluk ruhun iyiliði, eðrilik ruhun kötülüðüdür dememiþ miydik?"


"Evet, demiþtik."

"O halde doðru ruh ve doðru insan iyi, eðri insan kötü yaþar."

"Sözlerine göre öyle olmalý" dedi.

"Ama, kuþkusuz iyi yaþayan mutlu, bahtlýdýr; iyi yaþamayan deðildir."

"Tabii."

"O halde doðru adam bahtlý, eðri adam bahtsýzdýr."

"Öyle olsun."

"Fakat bahtsýz olmak uygun deðildir, bahtlý olmak uygundur."

"Elbette."

"O halde, mutlu Thrasymakhos, eðrilik hiçbir zaman doðruluktan daha elveriþli olamaz."

"Bu sözler, Bendis þenliklerinde sana bir þölen olsun Sokrates" dedi.

"Bu þöleni bana sen verdin Thrasymakhos," dedim. "Çünkü yumuþadýn ve öfken
yatýþtý. Ama bu þölen senin yüzünden deðil, benim yüzümden pek de güzel olmadý.
Önlerine çýkarýlan yemekleri kapayým derken, hiçbirinin tadýný alamayan oburlar gibi,
ben de galiba asýl araþtýrdýðýmýzý, yani doðruluðun ne olduðunu öðrenmeden, iþi
yarýda býrakýp doðruluðun kötülük mü, bilgisizlik mi, yahut da bilgi ve iyilik mi
olduðunu araþtýrmaya kalkýþtým. Sonra söz, doðruluk eðrilikten daha yararlýdýr fikrine
dönünce, öteki fikri býrakmaktan kendimi alamadým. Ve sonunda konuþmamýzdan
hiçbir þey öðrenemedim; çünkü doðrunun ne olduðunu bilmedikçe, doðruluðun bir iyilik
olup olmadýðýný; kendisinde doðruluk bulunanýn bahtsýz veya bahtlý olup olmadýðýný
nasýl kestirebilirim!"

DEVLET

II

SOKRATES (anlatmayý sürdürüyor):

Ben bunlarý söyledikten sonra konuþmaktan kurtulduðumu sanýyordum. Ama bu ancak


bir önsözmüþ; çünkü Glaukon her þeye her zaman cesaretle atýldýðý gibi, bu sefer de
Thrasymakhos'un geri çekilmesine razý olmayarak, "Sokrates, senin istediðin nedir?"
dedi, "bizi inandýrmýþ gibi görünmek mi, yoksa doðru olmanýn eðri olmaktan her
bakýmdan daha iyi olduðuna inandýrmak mý?"
"Elimden gelseydi sizi gerçekten inandýrmayý daha çok isterdim" dedim.

"O halde istediðini yapmýyorsun. Söylesene bana; sence, verdiði sonuçlara hiç
bakmadan, kendi için sevdiðimiz, elimizde bulunmasýný istediðimiz bir 'iyi þey' var
mýdýr? Örneðin sevinmek gibi, ya da zararsýz olan ve sonrasý için de sevinçten baþka
bir þey vermeyen hazlar gibi..."

"Evet, bence böyle bir þey vardýr."

"Peki, hem kendi için, hem verdiði sonuçlar için sevdiðimiz þeyler de var mýdýr?
Örneðin akýllý olmak, görmek, saðlýklý olmak...Bu gibi þeyler, sanýrým, her iki
bakýmdan hoþumuza gider."

"Evet" dedim.

"Ýdmaný, hastalýk tedavisini, hekimliði ve öbür ücretli meslekleri içine alan üçüncü bir
'iyi þey' türü var mýdýr dersin? Bunlarýn zahmetli, ama yararlý olduðunu söyleyebiliriz;
bunlarý kendileri için deðil de, kazandýrdýklarý ücret, verdikleri sonuçlar için elde etmek
isteriz."

"Evet, bu üçüncü tür de vardýr," dedim, "ama nereye varmak istiyorsun?"

"Sen doðruluðu hangisinden sayarsýn?"

"Bana kalýrsa, en güzelinden; mutlu olmak isteyen kimselerin, hem kendi için, hem
verdiði sonuçlar için sevmesi gereken þeylerden sayarým."

"Ama çoðu böyle düþünmez, doðruluðu zahmetli iþlerden sayar. Derler ki doðruluða
doðruluk olduðu için deðil, -çünkü o zordur, zor olduðu için de ondan kaçýnmalýdýr-
gelir saðladýðý için, insanlar arasýnda ün kazandýrdýðý için heves etmeli."
"Öyle düþündüklerini biliyorum," dedim. "Zaten öyledir diye Thrasymakhos deminden
beri doðruluðu kötüleyip eðriliði övüyor; ama, anlaþýlan ben kalýn kafalýyým."

"Haydi, öyleyse, beni de bir dinle, belki fikrini deðiþtirirsin; çünkü bence,
Thrasymakhos'u vaktinden önce yýlan gibi büyüledin, ama doðrulukla eðrilik hakkýnda
ileri sürülen fikirler beni henüz doyurmadý. Mesleklerin getirilerini, verdikleri sonuçlarý
bir yana býrakalým; her biri nedir, ruhun içinde kendi baþýna bulunurken her birinin
gücü nedir? Senden bunlarý öðrenmeye can atýyorum. Bir diyeceðin yoksa iþe þöyle
baþlayacaðým: Thrasymakhos'un sözünü bir daha ele alýp, ilk olarak doðruluðun
herkesçe ne olduðunu, nereden doðduðunu söyleyeceðim; ikinci olarak doðruluðu
uygulayan herkesin onu, 'iyi þey'dir diye deðil, kaçýnýlmaz bir þey diye, istemeyerek
uyguladýðýný; üçüncü olarak böyle yapmakla haklý olduklarýný söyleyeceðim. Çünkü
sonunda eðri adamýn hayatý doðrununkinden çok daha iyidir derler. Ben bu fikirde
deðilim Sokrates, ama ne yoldan gideceðimi þaþýrdým. Thrasymakhos'un, ondan baþka
binlerce kiþinin sözlerini duya duya kafam þiþti; halbuki kimsenin doðruluktan istediðim
gibi söz ettiðini, doðruluk eðrilikten daha iyidir dediðini duymadým. Doðruluðun
kendisinin, kendi için övüldüðünü duymak isterim. Bunu senden duyabileceðimi
umarým. Bunun için var gücümle eðri adamýn hayatýný öveceðim; böylece eðriliði ne
þekilde kötülemeni, doðruluðu da ne þekilde övmeni istediðimi göreceksin. Ama bak
bakalým bu söylediklerim hoþuna gidiyor mu?"

"Elbette gidiyor," dedim, "aklý baþýnda bir adamýn sýksýk söylemekten, dinlemekten
daha çok hoþlandýðý baþka bir konu var mýdýr?"

"Çok iyi söylüyorsun," dedi. "Söylediðim gibi bu konuda en baþta anlatacaðýmý dinle:
Doðruluk nedir, nereden doðmuþtur?

"Doðallýkla, haksýzlýk etmek iyi, haksýzlýða uðramak kötüdür derler; ama haksýzlýða
uðramanýn kötülüðü haksýzlýk etmedeki iyilikten çok daha büyüktür. Böylece insanlar
birbirlerine haksýzlýk edip haksýzlýða uðrayýnca, her ikisinin de tadýný alýnca, birinden
sakýnamayan, ötekini beceremeyenler, hem haksýzlýk etmemek, hem de haksýzlýk
görmemek üzere bir anlaþmaya varmanýn uygun olacaðýný düþünmüþler; yasa
koymaya, birbirleriyle anlaþmaya ve yasanýn buyurduðuna 'yasaya uygun' ve doðru
demeye baþlamýþlar. Doðruluðun doðuþu, özü iþte budur. Doðruluk, en iyi þeyle, yani
haksýzlýk edip ceza görmemekle en kötü þeyin, yani haksýzlýða uðrayýp öç
alamamanýn arasýndadýr. Bu ikisinin arasýnda bulunan doðruluk, bir 'iyi þey' gibi
sevilmez; haksýzlýk etmek yasak olduðu için saygý görür. Fakat gerçek bir erkek,
haksýzlýk ederse, haksýzlýk edilmesin ve haksýzlýða uðramasýn diye kimseyle
anlaþmaz; öyle yapsa, ona deli derler. Demek ki Sokrates, denildiðine göre, doðruluðun
doðasý budur ve böyledir, doðuþu da anlattýðým gibidir."

"Doðruluðu uygulayanlarýn da, haksýzlýk edemediklerinden istemeye istemeye


uyguladýklarýný iyice anlayabilmek için, þöyle bir örnek düþünelim: Ýkisine de, doðru
adama da eðri adama da, her istediðini yapma olanaðýný verelim, sonra da arkalarýndan
gidelim ve hýrs onlarý nereye götürecek bakalým. Kuþkusuz, baþkalarýndan daha çok
elde etmek istediði için, doðruyu eðriyle ayný hedefe doðru giderken, suç üstü yakalarýz;
çünkü doðasý gereði her insan, bu hedefi iyi bir þey bilerek ona eriþmeye çalýþýr.
Yalnýz yasa onu zorla hedefinden ayýrýr, eþitliðe saygý gösterme yoluna sokar. Onlara,
bir zamanlar Lydialýnýn atasý Gyges'e (1) nasip olduðu söylenen erki vermek, aþaðý
yukarý, söylemek istediðim olanaðý vermek olur. Bu adam, o zamanki Lydia
hükümdarýnýn hizmetinde bir çobanmýþ; günün birinde þiddetli bir saðnak ve bir yer
sarsýntýsýyla toprak çatlamýþ ve hayvanlarýn otladýðý yerde bir yarýk açýlmýþ; çoban
bunu görünce þaþa kalmýþ, sonra yarýðýn içine inmiþ. Birçok þaþýlacak þey arasýnda;
içi oyuk, çok pencereli, tunçtan bir at gözüne çarpmýþ. Eðilip içeriye bakýnca, insan
boyundan büyük gözüken bir ölü görmüþ; parmaðýndaki altýn yüzükten baþka üzerinde
deðerli bir þey yokmuþ. Gyges yüzüðü alýp çýkmýþ. Çobanlar adet olduðu üzere, ayda
bir krala sürüler hakkýnda bilgi vermek için toplandýklarý zaman, Gyges de toplantýya
yüzüðü parmaðýnda gelmiþ. Öbür çobanlarla otururken, yüzüðün taþýný, tesadüfen
kendine doðru, avcunun içine çevirmiþ. Bunu yapar yapmaz, etrafýnda oturanlara
görünmez olmuþ. Çobanlar da ondan, o orada deðilmiþ gibi söz ediyorlarmýþ. Gyges
þaþa kalmýþ, yüzüðü bir daha tutup taþýný dýþarýya çevirmiþ; çevirir çevirmez gene
gözlere görünür olmuþ. Ýþin farkýna varýnca, yüzükte böyle bir erk olup olmadýðýný
denemiþ. Görmüþ ki yüzüðün taþýný içeriye çevirince görünmez, dýþarýya çevirince
görünür oluyor. Bunu anlayýnca, hemen krala giden habercilerden biri olmanýn çaresini
bulmuþ. Sarayda kralýn karýsýný baþtan çýkarmýþ, onun yardýmýyla kralýn üstüne
yürüyüp öldürmüþ, egemenliði ele geçirmiþ. Þimdi bunun gibi iki yüzük olsa da, birini
doðru adam, ötekini eðri adam taksa; ihtimal hiçbiri, pazardan her istediðini hiç
korkmadan almak, evlere girip gönlünün hoþlandýðý kimseyle düþüp kalkmak, keyfine
göre kimini öldürmek, kimini hapisten kurtarmak ve insanlar arasýnda týpký bir tanrý
gibi dolaþmak elinde olduðu halde, doðruluða baðlý kalacak, baþkalarýnýn malýndan
uzak durup el sürmeyecek kadar çelikten bir istenç gösteremez. Bu iþte biri ötekinden
farklý davranmaz, ikisi de ayný hedefe doðru gider. Her halde bu örnek bir insanýn kendi
isteðiyle deðil, ancak zorlanarak doðru olduðuna güçlü bir belirti sayýlabilir; çünkü,
haksýzlýk edebileceðini düþünen her insanýn haksýzlýk ettiðine bakýlýrsa, doðruluk
doðru kiþinin kendisine hiçbir iyi þey saðlamaz. Gerçekten her adam kendisi için
eðriliðin doðruluktan çok daha elveriþli olduðuna inanýr. Bu fikri savunanlarýn
iddiasýna göre, inanmakta da haklýdýr; çünkü biri, demin sözünü ettiðim olanaðý elde
eder de, hiç haksýzlýk etmek istemezse, baþkalarýnýn malýna dokunmazsa, bunun
farkýna varanlar ona çok zavallý, çok akýlsýz bir insan diye bakarlar; ama haksýzlýk
görmekten korktuklarý için, birbirlerini aldatarak, birbirlerinin yüzüne karþý onu överler.
Bu nokta üzerinde söyleyeceðim iþte bu kadardýr."

"Sözünü ettiðimiz bu iki adamýn hayatlarý hakkýnda hüküm vermeye gelince, doðrular
arasýnda en doðruyu, eðriler arasýnda en eðriden ayýrýp ikisini karþýlaþtýrýrsak, tam bir
hüküm verebiliriz; yoksa veremeyiz. Ama bu ayrým nasýl olmalý? Þöyle: Eðrinin
eðriliðine, doðrunun doðruluðuna dokunmayalým; birini tam eðri, ötekini tam doðru bir
insan olarak alalým, kendi alanýna koyalým. Önce eðri adam becerikli sanat sahipleri
nasýl davranýrsa öyle davransýn. Nasýl ki usta bir kaptan veya bir hekim, sanatýnda
yapamayacaðý þeyleri yapabileceði þeylerden ayýrt edip yapabileceklerini ele alýr,
ötekileri býrakýr -hatta bir iþte yanýlsa bile, yanlýþýný düzeltmeye gücü yeter- ayný
þekilde eðri adam da, tam eðri bir adam olmak istiyorsa, ustaca haksýzlýk edip kendini
ele vermemeli; ama yakalanýrsa, beceriksizin biridir deyip geçmeli; çünkü eðriliðin en
yüksek derecesi, doðru olmayýp doðru görünmektir. Tam eðri olana tam geliþmiþ bir
eðrilik vermeli, hatta o en büyük haksýzlýklarý iþlerken en büyük doðruluðun verdiði
üne bürünebilmeli; bir yanlýþ yaparsa, düzeltmeye gücü yetmeli; iþlediði
haksýzlýklardan bir þey dýþarýya sýzarsa, herkesi kandýracak kadar güzel söz
söylemesini bilmeli; zor kullanmak gerektikçe, cesaretine, gücüne, edindiði dostlara ve
servete dayanarak, zor kullanabilmelidir. Eðriyi böyle niteledikten sonra, onun yanýna
sade ve asil, Aiskhylos'un dediði gibi iyi görünmek deðil, iyi olmak isteyen doðru adamý
koyalým. O, olduðu gibi görünmemeli, çünkü doðru görünürse, böyle görünmesi ona
onur ve kazanç getirir; doðru olmanýn aþkýna mý, yoksa onur ve kazanç aþkýna mý
doðrudur belli olmaz. Onda doðruluktan baþka bir þey býrakmamalý. O, demin
anlattýðým insanýn tam karþýtý olmalýdýr; hiç eðrilik etmediði halde son derecede eðri
görünsün ki kötü ününden, bundan doðan sonuçlardan sarsýlmamakla doðru olduðu
denenmiþ ve ispat edilmiþ olsun; tuttuðu yoldan ölünceye kadar ayrýlmasýn, doðru
olduðu halde ömrünce eðri görünsün ki böylece ikisi de, biri doðruluðun, öteki eðriliðin
son derecesine varmýþ bulunduklarý zaman, hangisinin daha bahtlý olduðuna dair bir
hüküm verebilelim."

"Aman, aziz Glaukon!" dedim, "bu iki adamý, hakkýnda hüküm verilecek birer heykel
gibi temizleyip önümüze dikmek için ne kadar uðraþýyorsun!"

"Elimden geleni yapýyorum," dedi. "Ýkisini de böyle temizleyip önümüze dikersek,


sanýrým ki hayatlarýnýn nasýl olabileceði konusuna geçebiliriz; bu artýk güç olmaz.
Ýþte söyleyeyim: Biraz kaba bir dil kullanýrsam unutma ki bu sözleri ben deðil, doðruluk
yerine eðriliði övenler söylüyorlar. Onlar derler ki doðru adam benim anlattýðým
adamsa; dayak yiyecek, iþkence çekecek, zincire vurulacak, gözlerine mil çekilecek,
sonunda bütün bu eziyetleri çektikten sonra çarmýha gerilince, doðru olmak deðil, doðru
görünmek gerektiðini anlayacaktýr. Aiskhylos'un sözünü de eðri için kullanmak çok daha
yerinde olur; çünkü sahiden diyebilirler ki eðri gerçeðe baðlý kalýp görünüþ için
yaþamadýðýndan, eðri görünmek deðil, eðri olmak ister,

'zihninde deðerli düþünceler doðuran derin fikir tarlalarýnýn meyvelerini toplar'. (2)
Öncelikle, doðru görünerek devlet görevlerine atanýr, sonra istediði aileden kýz alýr,
kýzlarýný da seçtiði kocalara verir. Kimi gözüne kestirirse, onunla dost, ortak olur ve
bütün bunlardan faydalanýr; haksýzlýk etmekten çekinmediði için kazançlý çýkar; kendi
iþlerinde ya da devlet iþlerinde biriyle kavgaya tutuþtu mu, üstün gelir; düþmanlarýndan
fazla kazanýr; kazanýnca da zengin olur, dostlarýna iyilik, düþmanlarýna kötülük eder;
tanrýlara bol bol kurban keser, görkemli adaklar adar. Tanrýlara ve istediði insanlara,
doðru adamdan çok daha iyi saygý gösterebilir; her halde tanrýlarýn da doðrudan çok onu
sevmeleri doðaldýr. Böylece Sokrates, tanrýlarýn da, insanlarýn da doðruya verdikleri
hayattan daha iyisini eðriye verdiklerini söylerler."

Glaukon'un bu sözleri üzerine ben cevap vermeye hazýrlanýrken, kardeþi Adeimantos


atýldý: "Sokrates, umarým bu sorun hakkýndaki tartýþmalarý yeterli bulup kesmezsin"
dedi.

"Neden yeter demiyeyim?" dedim.

"Söylenmesi en çok gereken þey söylenmedi de, ondan."

"Bak, kardeþ kardeþe yardým etsin diyen bir söz var; Glaukon'un sözlerinde bir eksik
varsa, sen ona yardým et. Ama bana gelince, söyledikleri beni yere sermeye yetti,
doðruluðu savunacak halim kalmadý."

"Ne anlamsýz söz!" dedi. "Ama bir de þunu dinle: Glaukon'un düþündüðünü sezer
gibiyim, ama fikrinin daha iyi anlaþýlmasý için sözlerinin karþýtýný da, yani doðruluðu
övüp eðriliði kötüleyenlerin fikrini de gözden geçirmemiz gerekiyor. Babalar oðullarýna
doðru adam olacaksýn derler, doðruluk yolunu gösterirler; veliler de hep öyle yaparlar;
fakat doðruluðu doðruluktur diye deðil, insana ün kazandýrdýðý için överler, doðru
görünüp böylece yüksek mevkiler, evlilikler ve Glaukon'un demin sayýp döktüðü, yani
doðruya ününden dolayý nasip olan þeyleri elde etmelerini isterler. Onlar ünlü olmaya
daha da önem verirler; çünkü, tanrýlar tarafýndan beðenilmeyi de hesaba katarak, dini
bütünlere nasip olan nimetleri saymakla bitiremezler. Bunlarý insanlara tanrýlar
baðýþlarmýþ; bizim koca Hesiodos da, Homeros da ayný þeyi söylerler. Biri der ki
tanrýlar doðru adamlar için 'meþe aðaçlarýnýn tepelerinde palamut, gövdelerinde arý
taþýmasýný, yünlü kuzularýn postlarýnýn yüküyle aðýrlaþmasýný' (3) saðlar ve buna
benzer birçok nimetler verirler. Homeros'un (4) dediði de buna yakýndýr: 'Doðru adamýn
ünü, tanrýlardan korkan, doðruluðu yüksek tutan, kusursuz bir kralýnki gibi göklere
yükselir; esmer toprak onun için buðday ve arpa yetiþtirir, dallar meyvalarýn
aðýrlýðýyla eðilir, koyunlar sýk sýk doðurur, deniz balýk verir.'

Musaios (5) da, oðlu da, doðru adamlara tanrýlar adýna bunlardan da gösteriþli nimetler
baðýþlarlar. Onlarý sözde Hades'e götürürler, dinibütünler için hazýrladýklarý þölen
sofrasýnda onlara yer verirler, baþlarýna çelenkler takar, þarap içirirler. Bütün vakitleri
böyle geçer: sanki iyiliðin ödülü hep sarhoþ olmakmýþ gibi... Bazýlarý, tanrýlar adýna
bunlardan da büyük ödüller daðýtýrlar. Dinibütün olan ve yeminini tutan insan,
arkasýnda çocuklarýnýn çocuklarýný ve soyunu býrakýr. Doðruluðu bu gibi ve buna
benzer nedenlerden dolayý överler. Dinibütün olmayanlara ve eðrilere gelince, onlarý
Hades'te çamura gömer, kalburla su taþýmaya zorlar, daha hayattayken onlarý
þerefsizliðe mahkûm ederler. Glaukon'un, eðri görünen doðru adamlar için saydýðý
bütün cezalarýn, eðrilerin baþýna geleceðini söylerler; baþka ceza da bilmezler. Ýþte
doðruluðu böyle överler, eðriliði de böyle kötülerler.

Ayrýca Sokrates, doðruluk ve eðrilik hakkýnda hem þunun bunun, hem þairlerin ortaya
attýðý baþka bir görüþ daha vardýr; onun da üzerinde dur. Hepsi, ölçülülükle doðruluðu
hep bir aðýzdan överler, ama zor olduklarýný da söylerler; halbuki ölçüsüzlük, eðrilik,
tatlýdýr; kolayca elde edilir, yalnýzca sanýya ve âdetlere göre çirkin sayýlýr derler.
Eðriliðin çoðu zaman doðruluktan daha yararlý olduðunu söylerler; kötüler, zenginliðe ve
baþka güçlere sahiplerse, onlarýn mutluluðunu halkýn önünde, dostlarý arasýnda
övmeye, onlara saygý göstermeye hazýrdýrlar. Ýyilere gelince, eðer bunlar, aciz ve
yoksulsa, ötekilerden daha iyi olduklarý kabul edilmekle birlikte, hiçe sayýlýr, hor
görülürler. Ama bütün bu sözlerin en tuhafý, tanrýlar ve iyilik hakkýnda söylenendir.
Tanrýlar bile çok defa iyilere felaketlerle dolu kötü bir ömür, kötülere ise tam karþýtýný
baðýþlarlarmýþ. Dilenci rahipler, falcýlar zenginlerin kapýsýna gidip onlarý; kendilerinin
veya atalarýnýn yaptýðý bir haksýzlýk varsa, bu haksýzlýðý tanrýlarýn armaðaný olan
bir erk sayesinde, þenliklerde, bayramlarda kurbanlarla, büyülerle affettirebileceklerine
inandýrýrlar. Bir zengin, düþmanýna kötülük etmek isterse; rahiplerle falcýlar, tanrýlarý
birtakým sözde sihirli yakarmalar ve bez baðlamalarla kendilerine hizmet etmeye
kandýrdýklarý için, küçük bir masrafa karþýlýk, doðruya da eðriye de ayný þekilde
kötülük edebileceklerini söylerler. Bütün bu iddialara þairleri tanýk gösterirler. Bunlarýn
bir bölümü kötülük etmenin kolay olduðunu þu dizelere dayanarak dile getirir:

'Ýnsanlar kötülüðe yýðýnla akýn eder, ona kolayca ulaþýrlar; yolu düz, yeri yakýndýr;
ama iyiliðin önüne tanrýlar alýn terini koymuþlardýr, (6) ona varan yol uzun ve diktir'
derler. Diðerleri ise insanlarýn tanrýlarý yumuþatabildiklerine Homeros'u tanýk
gösterirler; çünkü Homeros'a göre:

'Yalvarýp yakarmakla tanrýlar bile kandýrýlýr; insanlar bir kabahat, bir günah iþlemiþ
olurlarsa, kurbanlarla, yatýþtýrýcý adaklarla, þarap armaðanlarýyla, kurbanlarýn yaðýyla
ve yalvararak onlarýn öfkesini giderirler. ' (7) Selene'den, Musa'lardan doðduklarý
söylenen Musaios'la Orpheus'un bir yýðýn kitabýný (8) gösterirler, din törenlerini onlara
göre yaparlar ve yalnýzca bireyleri deðil, devletleri de, yapýlan haksýzlýklardan
kurtulmanýn, temizlenmenin bu yaþamda, hatta öldükten sonra bile mümkün olduðuna
kandýrýrlar. Bunlara doðru yolu gösterme töreni denir. Bu törenler bizi öbür dünyada
acýlardan kurtarýrmýþ; ihmal edilecek olursa, bizi korkunç cezalar beklermiþ.

Dostum Sokrates, iyilik ve kötülük hakkýnda, insanlarla tanrýlarýn onlara ne deðer


biçtikleri hakkýnda neler ve nice þeyler söyleniyor! Bir gencin -doðuþtan iyi ve her
iþittiðinden kendine pay çýkaran ve elden geldiði kadar iyi bir ömür sürebilmek için
nasýl bir yol tutmak, nasýl bir insan olmak gerektiðine kafa yoran bir gencin- ruhuna bu
sözlerin nasýl iþlediðini bir düþünelim. O herhalde kendine, Pindaros'un þu sorusunu
sorar: ' Kendimi güvenceye alarak yaþamak için, yüksek bir kaleye doðruluk yoluyla mý,
yoksa dolambaçlý düzenlerle mi týrmanmalýyým?'(9) Söylenen sözlere bakýlýrsa, doðru
olup doðru görünmezsem, hiçbir kazancým olmaz, hatta baþýma mutlaka bela gelir,
cezalara çarpýlýrým; oysa doðru görünmesini bilen eðri adama, tanrýsal bir yaþam vaat
ediliyor. Madem ki, uslu þairlerin bana öðrettiði gibi, görünüþ gerçekten üstündür ve
mutluluðu elinde tutar (10), o halde, bütün benliðimle ona dönmeliyim. Etrafýma yalancý
bir iyilik çemberi ve cephesi kurmalýyým. Fakat, o pek uslu þair Arkhilokhos'un (11)
kurnaz, binbir yüzlü tilkisini hep ardýmdan götürmeliyim. Ama biri 'kötülük edip de
günün birinde yakalanmamak kolay deðildir' derse, biz de 'evet ama büyük iþler hiçbir
zaman kolay baþarýlamaz' diye cevap veririz. Bununla birlikte, eðer mutlu olmak istersek
bu sözlerin izinden yürümeliyiz. Gizli kalabilmek için antlaþýr, kendimize ortaklar
buluruz. Bize halk önünde, mahkemede konuþmak sanatýný, kandýrma sanatýný
öðretenler de vardýr; bunlar sayesinde kâh kandýrmaya, kâh zora baþvururuz, böylece
hep üstün gelir, ceza görmeyiz. 'Peki ama, tanrýlarýn gözünden bir þey kaçmaz, onlar
zorlanamaz', diyeceksin. Doðru fakat, tanrýlar yoksa, yahut da insanlarýn iþleriyle
uðraþmýyorlarsa, biz niçin onlardan saklanmaya çalýþalým? Eðer onlar varsa ve bizimle
uðraþýyorlarsa, haklarýnda ne duymuþsak, ne biliyorsak hepsini efsanelerden, tanrýlarýn
soy aðaçlarýný anlatan þairlerden biliyoruz. Ama gene o þairler, tanrýlar kurbanlarla,
yatýþtýrýcý adaklarla, armaðanlarla kandýrýlýr; iradeleri deðiþtirilir, derler. Bu
iddialarýn ya her ikisine de inanmalý, ya hiçbirine inanmamalý. Ýnanmalýysak,
haksýzlýk edip haksýzlýklarýmýzýn geliriyle kurban kesmeliyiz; çünkü, doðruysak
tanrýlardan ceza görmeyiz, ama eðriliðin verdiði bütün kazançlardan da vazgeçmiþ
oluruz; oysa eðriysek kazançlý çýkarýz ve dualarla tanrýlarýn gönlünü edip
günahlarýmýzý, kabahatlerimizi affettirir, cezadan kurtuluruz. Ama, bu dünyada
iþlediðimiz haksýzlýklarýn cezasýný Hades'te ya biz çekeceðiz, ya torunlarýmýz,
diyeceksiniz. O genç de düþünüp diyecek ki 'A dostum, bu iþte gene doðru yolu
göstermenin ve günahlarýmýzý baðýþlatan tanrýlarýn (12) büyük bir gücü var; bunun
böyle olduðuna en büyük kentler inanýr, þair ve tanrýlarýn habercisi olarak dünyaya
gelen tanrý oðullarý da bunu müjdelerler. (13)

Demek hem çokluðun hem de aydýn insanlarýn fikrince doðruluðun göz alýcý bir
görünüþünü elde ettik mi; yaþadýkça da, öldükten sonra da hem tanrýlarýn, hem
insanlarýn yanýnda istediðimiz iþi baþarabiliyoruz. Öyleyse en büyük eðriliðin yerine ne
diye doðruluðu seçelim? Bütün bu sözlerimden sonra Sokrates, ruh, para, beden veya
soyca üstün olan bir adam hiç doðruluða deðer vermek ister mi, doðruluðun övüldüðünü
duyduðunda nasýl gülmez! Çünkü biri söylediklerimizin yanlýþ olduðunu ispat
edebiliyorsa ve doðruluðun en iyi þey olduðunu yeterince kavramýþsa, çok anlayýþlý bir
adamdýr, eðrilere öfkelenmez; çünkü bilir ki tanrý gibi yaratýlmýþ olduklarýndan dolayý
eðrilikten tiksinen veya bilgiye erdikleri için eðrilikten uzaklaþan insanlardan baþka
kimse doðru olmak istemez. Böyleleri ancak korkaklýk, yaþlýlýk veya baþka herhangi
bir acizlik yüzünden eðrilik edemedikleri için eðriliði kötülerler. Bunun böyle olduðu
apaçýktýr: Bu gibilerden, haksýzlýk etme olanaðýný ilk ele geçiren, onu hemen elinden
geldiði kadar kullanýr. Bütün bu söylediklerimizin bir tek nedeni var; kardeþimle benim
baþlattýðýmýz tartýþma da bundan doðmuþtur. Biz, Sokrates; sana þunu demek istedik:
'Ey yaman dostumuz, dünyanýn, sözleri bize kadar gelen ilk kahramanlarýndan bugünün
insanlarýna kadar, siz hepiniz kendinize doðruluðun övgücüleri diyorsunuz; ama eðriliði
kötülerken, doðruluðu överken, yalnýzca onlarýn verdiði ün, þeref ve ödülü
gözetiyorsunuz. Doðrulukla eðriliðin, insanlar ve tanrýlardan gizli iken, insanýn ruhunda
kendi baþýnayken ne olduðuna gelince, hiçbiriniz þiirlerinizde de, günlük
konuþmalarýnýzda da, birinin, ruhu rahat býrakmayan felaketlerin en büyüðü, ötekinin
ise ruhun en büyük nimeti olduðunu yeterince göstermediniz. Sizler hepiniz, bunu bize
baþtan söyleseydiniz, bizi buna genç yaþýmýzda inandýrsaydýnýz, haksýzlýk edilmesin
diye birbirimize bekçilik etmezdik. Her insan felaketlerin en büyüðüyle ayný çatý altýnda
yaþamaktan korkar, kendi kendisinin bekçisi olurdu!

Ýþte Sokrates, Thrasymakhos da baþkalarý da doðrulukla eðrilik hakkýnda bütün bu


sözleri, belki de bundan daha çoðunu söyleyebilirler; ama bence bu sözlerle, doðrulukla
eðriliðin özünü kabaca ters yüz etmiþ olurlar. Ama, -bunu senden niçin gizleyeyim?- ben
senin aðzýndan karþýtýný duymaya can attýðým için var gücümle onlarýn tarafýný
tuttum. Doðruluðun eðrilikten güçlü olduðunu ispat etmekle kalma; doðrulukla eðrilik
ruhlara nasýl iþlerler de, biri kendiliðinden iyi þey, öteki de kendiliðinden kötü þey olur,
bize bunu da göster. Glaukon'u dinle de doðrulukla eðriliðin görünüþlerini bir yana
býrak; çünkü her ikisinin de gerçek görünüþünü kaldýrýp, yerine yalancýsýný
koymazsan, sen de doðruluðu deðil, doðru görünmeyi övüyor, eðri olmayý deðil, eðri
görünmeyi kötülüyorsun; insanlarý, haksýzlýk edip saklanmaya özendiriyorsun deriz.
Sen de Thrasymakhos'la ayný fikirde olup doðruluðun baþkasýnýn yararýna olduðunu,
güçlünün iþine yarayan bir nimet olduðunu, eðriliðin ise kendine yararlý ve kazançlý
olmakla beraber, güçsüze yaramadýðýný kabul etmiþ olursun. Madem ki doðruluðun en
büyük nimetlerden -yani hem doðurduðu sonuçlar için, hem (görmek, iþitmek,
düþünmek, saðlam olmak gibi, görünüþte deðil, özden verimli olan baþka iyi þeyler gibi)
daha çok kendileri için elde edilmeye deðer nimetlerden- olduðunu kabul ettin, o halde
doðruluðun, kendiliðinden ruha faydalý olduðunu, eðriliðin de zarar verdiðini göster;
ödülleri, ünleri býrak baþkasý övsün; çünkü herkesin doðruluðu böyle övüp eðriliði böyle
kötülemesini, yani her birinin saðladýðý ün ve ödüllerin deðerini veya deðersizliðini
sayýp dökmesini kabul edebilirim, ama, sen beni buna zorlamadýkça bu sözlerin senin
tarafýndan söylenmesini kabul edemem; çünkü sen bütün ömrünü bunu araþtýrmakla
geçirdin. O halde yalnýzca doðruluk eðrilikten güçlüdür deme; tanrýlara, insanlara gizli
kalsýn kalmasýn, doðrulukla eðrilik ruhlara nasýl iþler de biri kendiliðinden iyi þey, öteki
kendiliðinden kötü þey olur, bize bunu göster."

Ben Glaukon'un ve Adeimantos'un yaratýlýþýna eskiden beri hayrandým; ama iþte bunu
duyunca çok sevindim ve þöyle dedim: "Ey þu adamýn(14) çocuklarý! Glaukon'un
dostu(15) Megara þavaþýnda(16) þeref kazandýðýnýz için sizin hakkýnýzda 'Ey
Ariston'un çocuklarý, ünlü bir kahramanýn tanrýsal soyu' demekle, aðýtýna hiç de fena
baþlamamýþ! Bu övme, dostlarým, tam yerindedir sanýrým; eðriliðin doðruluktan iyi
olduðunu bu kadar güçlü iddia ettikten sonra, buna inanmýyorsanýz, ruhunuzda
gerçekten de tanrýsal bir þey vardýr. Öyle sanýyorum ki buna gerçekten inanmýþ
deðilsiniz; ben, sözlerinizden deðil davranýþlarýnýzdan bu sonucu çýkarýyorum; çünkü
yalnýz sözlerinize baksaydým, sizden þüphe ederdim. Ama size ne kadar güveniyorsam,
hangi yoldan gideceðimde de bir o kadar ikircikliyim. Bir yandan doðruluða nasýl
yardým edeceðimi bilmiyorum, çünkü elimden gelmeyeceðini sanýyorum; bak neden:
Thrasymakhos'a söylediðim sözlerle, doðruluðun eðrilikten daha iyi olduðunu ispat
ettiðimi sanmýþtým; halbuki siz kabul etmediniz. Öte yandan, onun yardýmýna
koþmamak da olmaz; çünkü, doðruluk benim önümde kötülenir de ben nefes aldýðým
halde, sesim çýktýðý halde, onun için bir þey yapmaz, yardýmýna koþmazsam, korkarým
ki günah iþlemiþ olurum. Öyleyse, en iyisi elimden geldiði kadar doðruluðu tutmaktýr".
Bunun üzerine Glaukon'la ötekiler, benim her çareye baþvurarak doðruluðun yardýmýna
koþmamý, araþtýrmaktan vazgeçmememi dilediler. Eðrilikle doðruluðun ne olduðuna,
her ikisinin ne gibi faydalar verdiðine gelince, gerçeðin hangi tarafta olduðunu
araþtýrmamý istediler. Ben de fikrimi söyledim: "Giriþtiðimiz iþ bence basit deðildir,
keskin bir göz ister," dedim. "Madem ki bizde bu güç yok, araþtýrmayý þu yoldan
yürütmeyi doðru buluyorum: Gözü pek keskin olmayan kimselere uzaktan küçük küçük
harfler okutulmak istenseydi, sonra bunlardan biri ayný harflerin baþka bir yerde de daha
büyük olarak, daha büyük alanda bulunduðunun farkýna varsaydý, onun önceden
büyükleri okumasý, sonra da küçük harflere bakarak ayný olup olmadýklarýný
kestirebilmesi, sanýrým, büyük bir þans olurdu".

Adeimantos "Bu pek güzel bir þey olurdu," dedi. "Ama Sokrates, doðruluðun
araþtýrýlmasýyla bunun arasýnda nasýl bir benzerlik görüyorsun?"

"Ben sana söyleyeyim" dedim. "Doðruluk hem tek tek bireylerde, hem de bütün bir
devlette bulunabilir deriz, deðil mi?"

"Evet, deriz" dedi.

"Peki, devlet bireyden daha büyük deðil midir?"

"Daha büyüktür."

"Ýþte, büyük alanda, daha büyük ve sezilmesi daha kolay olan bir doðruluk vardýr.
Bunun için, isterseniz önce doðruluðun devletlerde nasýl bir þey olduðunu araþtýralým.
Sonra da, büyüðün küçükle olan benzerliðini küçükte araþtýrarak, böylece inceleyelim".
(17)

"Güzel bir öneri" dedi.


"Öyleyse doðuþ halinde bir devlet tasarlayalým. Orada doðruluðu da eðriliði de doðarken
görmez miyiz?"

"Belki" dedi.

"Böyle olunca, aradýðýmýz þeyi daha kolay görebileceðimizi ummaz mýyýz?"

"Elbette..."

"O halde bu iþi sonuna kadar götürmeye kalkýþalým mý acaba, ne dersiniz? Çünkü
bence bu, küçük bir iþ deðildir. Bir düþünün bakalým".

Adeimantos "Biz düþündük" dedi, "sen dediðin gibi yap".

"Peki. Bence bir devlet; insan, tek baþýna kendine yetmediði, birçok þeye ihtiyaç
duyduðu anda doðar. Yoksa devlet kurmanýn baþka bir baþlangýcý var mýdýr? Ne
dersin?"

"Bence yoktur" dedi.

"O halde, kimi þu, kimi bu ihtiyacý karþýlasýn diye insanlar birbirini yardýma
çaðýrýrlar; birçok ihtiyaçlarý olduðu için, birçok eþiti ve yardýmcýyý bir mekânda
toplarlar. Bu topluluða da kent, devlet adýný veririz, deðil mi?"

"Çok doðru".

"Biri, birine bir þey veriyorsa, birinden bir þey alýyorsa; bunu, kendisi için yararlý
olduðunu düþünerek yapmýyor mu?"

"Kuþkusuz".
"Haydi öyleyse bir kentin nasýl kurulduðunu gözümüzün önüne getirelim. Tabii bu kent
ihtiyaçlarýmýzdan doðacaktýr".

"Elbette".

"Ama ihtiyaçlarýmýzýn baþta geleni ve en büyüðü yiyeceðimizi, içeceðimizi


saðlayabilmektir; var olmamýz ve yaþamamýz buna baðlýdýr".

"Çok doðru".

"Ýkincisi, oturacak yer; üçüncüsü de giyecek ve bu gibi þeyler saðlayabilmektir".

"Öyle".

"Dur bakalým," dedim. "Bu kent bütün bu ihtiyaçlarý nasýl karþýlayacak? Biri çiftçi, biri
duvarcý, bir diðeri dokumacý olacak, deðil mi? Yoksa bunlarýn yanýna bir de
ayakkabýcý veya bedenimizin ihtiyaçlarý için baþka biri de katýlmalý mý?"

"Elbette".

"Bir kent hiç deðilse dört veya beþ kiþiden ibaret olmalýdýr".

"Besbelli".

"Devam edelim. Bunlarýn her biri kendi sanatýný herkesin hizmetine koymalý mýdýr?
Örneðin çiftçi tek baþýna dört kiþi için mi yiyecek saðlamalý ve yiyecek saðlamak için
dört katý zaman ve güç harcayarak ötekilerin de faydalanmasý için çalýþmalý mýdýr?
Yoksa onlarý düþünmeksizin, yalnýzca kendisi için zamanýn dörtte birinde bu
yiyeceklerin dörtte birini mi elde etmeli ve geri kalan dörtte üçün birini kendine bir ev,
öbürünü bir elbise, üçüncüsünü ayakkabý için mi harcamalýdýr? Ötekilerin faydalanmasý
için çalýþarak baþýna iþ açmayýp kendisi kendi baþýna kendi iþlerini mi görmelidir?"
Adeimantos "Sokrates, dedi, belki ilk gösterdiðin yol daha kolaydýr".

"Zeus hakký için! Þaþýlacak bir þey deðil," dedim. "Senin cevabýn beni de
düþündürüyor: Her halde biz birbirimize benzer yaratýlmýþ deðiliz, aramýzda yaratýlýþ
farký vardýr. Kimimiz þu, kimimiz bu iþ için yaratýlmýþýzdýr; öyle deðil mi?"(18)

"Öyle".

"Ne dersin? Bir kimse tek baþýna birçok sanatla uðraþarak mý daha iyi iþ görür, yoksa
tek baþýna bir sanatla mý?"

"Bir sanatla uðraþarak" dedi.

"Ama aldanmýyorsam þu da bellidir ki, bir iþte fýrsat kaçýrýlýrsa, o iþ bozulur".

"Belli".

"Öyle sanýyorum ki iþ, iþçinin boþ vaktini bekleyecek deðildir. Ýþçi, bu iþi ana görev
bilerek arkasýný býrakmamalýdýr".

"Evet, öyle olmalýdýr".

"Böylece, bir adam baþka iþlerle uðraþmaksýzýn doðasýna uygun olan iþi zamanýnda
görürse, iþ geliþir; hem daha güzel, hem daha kolay olur".

"Çok doðru".

"Öyleyse, Adeimantos, demin saydýðýmýz ihtiyaçlarý karþýlamak için bir kentte dört
kiþiden fazla insana gerek vardýr; çünkü pek doðal olarak çiftçi, aletlerinin iyi olmasýný
istiyorsa, ne kendi sapanýný, ne belini, ne çiftçilikte kullanýlan öbür aletleri kendi
yapacak deðildir... Mimar da öyle; ona da birçok alet gerekir. Dokumacý, ayakkabýcý
için de böyledir, deðil mi?"

"Doðru".

"Ýþte böyle dülgerler, çilingirler ve daha bu gibi birçok iþçi bize katýlarak küçük
kentimizi kalabalýklaþtýracaklardýr".

"Kuþkusuz."

"Çiftçilere, çift sürmek için öküz; çiftçilerle mimarlara, taþýtlarý için yük hayvaný;
dokumacýlarla ayakkabýcýlara deri ve yün saðlamak için sýðýrtmaçlar, çobanlar, bir de
öbür hayvanlarý güden kimseler katarsak kentimiz gene pek büyümüþ olmayacak".

"Ama, bütün bu kalabalýk bir araya gelirse, kent pek o kadar küçük de olmayacak" dedi.

"Ama kenti dýþarýdan getirilecek hiçbir þeye ihtiyacý olmayan bir yer bulup orada
kurmak hemen hemen olanaksýzdýr dedim.

"Evet, olanaksýzdýr."

"O halde ihtiyaç maddelerini baþka kentlerden getirecek baþka kimselere de ihtiyacý
olacaktýr".

"Evet, olacaktýr".

"Ama bir aracý, eli boþ olarak, yani kentin ihtiyaçlarýný karþýlayacak olanlarýn yanýna,
eksiklerini tamamlayacak bir þey götürmeden giderse, onlardan eli boþ olarak ayrýlacak;
öyle deðil mi?"

"Sanýrým".
"O halde kent yalnýz kendine yetecek kadar mal üretmemeli; bu mal, gerek çeþitlilik,
gerekse miktar bakýmýndan, ihtiyaçlarý karþýlanacak kimselere de yetmelidir".

"Evet, öyle olmalýdýr".

"Öyleyse kentimizdeki çiftçilerle öteki iþçilerin sayýsýný artýrmamýz gerekiyor".

"Evet, gerekiyor".

"Sonra, dýþarýdan mal getirmek ve dýþarýya mal göndermek için daha baþka aracýlara
da ihtiyaç vardýr: Bunlar tüccarlardýr, deðil mi?"

"Evet".

"O halde tüccarlara da ihtiyacýmýz vardýr".

"Pek doðal".

"Ve tabii, ticaret deniz yoluyla yapýlýrsa, denizcilik iþlerini bilen baþka birçok kimseye
de ihtiyacýmýz olur".

"Evet, birçok kimseye."

"Dur bakalým; bunlar kentte emeklerinin verimini aralarýnda nasýl paylaþacaklar? Zaten
biz birleþip kenti bunun için kurduk".

"Tabii, alým satýmla paylaþacaklar" dedi.

"Bundan da, bir pazar yeri ve deðiþtokuþ aracý olan para doðacak kuþkusuz."
"Çok doðru".

"Peki ama bir çiftçi veya herhangi bir iþçi, yaptýðý bir þeyi satmak için pazara,
kendisinden bir þey almak isteyenlerle ayný zamanda gelemezse, iþini býrakýp da
pazarda mý oturacak?"

"Asla, dedi. Durumu görüp bu iþi üzerlerine alan kimseler vardýr. Bunlar, iyi
düzenlenmiþ kentlerde hemen her zaman saðlýkça zayýf ve baþka iþe yaramayan
kimselerdir; çünkü onlarýn iþi pazarda bekleyip bir þey satmak isteyenlerden para
karþýlýðýnda satýn almak, bir þey satýn almak isteyenlere de gene para karþýlýðýnda
satmaktýr."

"Demek ki, bu ihtiyaç kentimizde satýcýlarýn doðmasýna neden oluyor. Pazarlarda


yerleþerek alým satým iþleriyle uðraþanlara satýcý, kent kent dolaþanlara da tüccar
demez miyiz?"

"Evet, deriz".

"Ve gene, sanýrým ki, zekâ bakýmýndan kentimizin pek de deðerli unsurlarý olmayan,
fakat bedenleri aðýr iþlere uygun daha baþka çalýþan adamlar da vardýr. Ýþte bunlar iþ
güçlerini satarlar, karþýlýk olarak aldýklarý paraya da gündelik denir; onlara gündelikçi
adý da bu yüzden verilmiþtir sanýrým; öyle deðil mi?"

"Çok doðru".

"Demek oluyor ki kentimizi dolduranlar arasýnda gündelikçiler de olacak".

"Öyle".

"O halde, Adeimantos, kent artýk yeterli ölçüde büyümüþtür, deðil mi?"
"Belki."

"Öyleyse, doðrulukla eðrilik onun neresindedir? Ve kente gözden geçirdiðimiz insanlarýn


hangisiyle birlikte girmiþtir?"

"Doðrusu çýkaramýyorum Sokrates," dedi. "Olsa olsa bu insanlarýn birbirleriyle olan


iliþkilerindedir."

"Evet, belki doðru söylüyorsun," dedim. "Ama hiç yýlmadan konuyu inceleyelim!

Önce, bu þekilde düzene sokulmuþ insanlarýn nasýl yaþayacaklarý üzerinde durmalýyýz.


Onlar herhalde ekmek, þarap, yiyecek, ayakkabý yapacaklar; evlerini kurduktan sonra da,
yazýn çoðu zaman çýplak ve yalýnayak, kýþýn da gerektiðince elbise, ayakkabý giyerek
çalýþacaklar. Beslenmek için arpadan buðdaydan un yapacaklar, bunun bir kýsmýný
piþirip bir kýsmýný yoðurup hazýrladýklarý nefis çörekleri, ekmekleri, yanlarýna
serilmiþ hasýrlarýn, temiz yapraklarýn üzerine koyacaklar. Porsuk ve mersin aðacý
yapraklarýndan yapýlmýþ döþeklere uzanýp kendileri de, çocuklarý da keyifle
yiyecekler, üstüne þarap içecekler; baþlarýnda çelenkler, tanrýlarý övecek, birbirleriyle
sevinçle birleþecekler. Açlýktan, savaþtan çekindikleri için ancak servetleri ölçüsünde
çocuk yetiþtirecekler; öyle deðil mi?"

Glaukon söze atýlarak; "Öyle görüyorum ki sen bu adamlarý yavan ekmekle


doyuruyorsun" dedi. (19)

"Haklýsýn;" dedim, "unutmuþtum. Tabii onlarýn, tuz, zeytin, peynir gibi katýklarý da
olacak; soðan ve lahana gibi köy yemekleri de piþirecekler. Önlerine incir, nohut, bakla
gibi çerezler de koyacaðýz; onlar da bir yandan azar azar içecek, öte yandan küle, mersin
yemiþiyle palamut gömecekler. Barýþ ve saðlýk içinde, doðal olarak böyle ömür sürecek,
yaþlanacak ve ölecekler; ölünce de ayný yaþayýþý çocuklarýna devretmiþ olacaklar."
O da: "Sokrates, bu senin kurduðun kent, domuzlarýn kenti olsaydý, onlarý baþka türlü
beslemezdin" dedi.

Ben de: "Peki, ama ne yapmalýyýz?" diye sordum.

"Adet ne ise, onu," dedi. "Bence onlar, darlýk içinde yaþamayacaklarsa, yatakta yatmak,
masada yemek yemek isteyecekler; katýklarý, çerezleri bugünkü katýklar, bugünkü
çerezler olacak."

"Peki, öyle olsun," dedim. "Anlýyorum. Demek biz bir kentin deðil, refah içinde bir
kentin nasýl doðduðunu araþtýrýyoruz. Böyle yapmak, belki de fena olmaz; çünkü bu
gibi bir kenti de incelersek, belki doðrulukla eðriliðin kentlerde nasýl kök saldýklarýný
görebiliriz. Doðrusu, betimlediðimiz bu kent, bana gerçek ve saðlýklý bir kent olarak
görünüyor; ama hasta, çürümüþ bir kenti de inceleyelim diyorsanýz, buna bir engel yok;
onu da inceleyelim. Çünkü bazýlarý senin saydýklarýndan da memnun olmayacaklar,
bizim bu yaþayýþýmýzdan da... Yataklar, masalar, her türlü eþya, katýklar, kokular,
buhur, kadýnlar, tatlýlar da isteyecekler; bunlarýn bir çeþidini deðil, binbir çeþidini.
Böyle olunca, biraz önce en gerekli þeyler arasýnda saydýðýmýz o evlerle, giyeceklerle,
ayakkaplarla yetinmeyip, resim ve nakýþ sanatlarýný da harekete geçirmeli; altýn, fildiþi
ve bunlara benzer her þeyi saðlamalýyýz; öyle deðil mi?"

"Evet" dedi.

"Demek ki kenti daha da büyütmeliyiz. Saðlýklý kentimiz artýk yetersiz kaldýðýndan


onu þiþirmeli, kent için zorunlu gereksinimleri aþan þeylerle, yani türlü türlü avcýlarla
ve, kimi çizgiler ve renklerle, -þairler ve yardýmcýlarý rhapsodlar, oyuncular, korocular,
oyun düzenleyiciler gibi -müzikle uðraþan taklitçilerle ve her türden iþçiyle, her þeyden
önce kadýn süsüne yarayan þeyleri yapan iþçi kalabalýðýyla doldurmalýyýz. Ýþte bu
yüzden, daha birçok hizmet görene ihtiyacýmýz olacak. Ne? Yoksa lalalara, sütninelere,
dadýlara, süsleyici kadýnlara, berberlere, sonra aþçýlara, aþçýbaþýlara ihtiyacýmýz
olmayacak mý sanýyorsun? Dahasý var; domuz çobanlarýna da ihtiyacýmýz olacak.
Bunlar ilk kurduðumuz kentte yoktu, çünkü gereksizdiler. Ama bu kentte onlara da
ihtiyaç olacak, hatta bütün öteki sürü hayvanlarýnýn bulunmasý, hem de bol bol
bulunmasý gerekecek; çünkü etlerinden yemek isteyenler olabilir; öyle deðil mi?"

"Elbette öyle."

"Demek, biraz önce anlattýðýmýz gibi yaþamayýp bu þekilde yaþayacak olursak,


hekimlere olan ihtiyacýmýz çok artacak."

"Evet, çok artacak."

"Sonra, topraða gelince... Önceki nüfusu beslemeye yeten toprak acaba þimdi artýk dar
gelmeyecek mi? Ne dersin?"

"Haklýsýn" dedi.

"O halde, sürüleri otlatmaya, sapan sürmeye yetecek topraðýmýz olmasýný istiyorsak,
komþularýmýzýn topraklarýnýn bir parçasýný ele geçirmeliyiz. Bunun gibi, onlar da,
baþlýca ihtiyaçlarýn sýnýrýný aþýp sonsuz bir mal edinme hýrsýna kapýlýrlarsa, bizim
topraðýmýzdan bir parça isteyecekler; deðil mi?"

"Ne diyeyim, Sokrates? öyledir" dedi.

"Bu durumda savaþa giriþmeyiz de ne yaparýz, Glaukon? Yoksa baþka bir çare var mý?"

"Ne çare olabilir ki?"

"Peki, savaþ zarar mý, yoksa yarar mý saðlar, bunu þimdilik bir yana býrakalým da;
ancak þu kadarýný savaþýn nasýl doðduðunu bulduðumuzu söyleyelim. Savaþ, her
baþgösterdiðinde, hem birey, hem de halkýn bütünü için, kentlere pek çok zararý
dokunan isteklerden doðar."
"Evet, öyledir."

"Demek ki dostum, kenti daha da büyütmeliyiz; ona öyle az buz deðil, bütün bir ordu
katmalýyýz ki, bu ordu kentin servetini korumak ve demin sözünü ettiðimiz þeyleri
saðlamak uðruna sefere çýksýn, saldýranlarla savaþsýn."

"Ne? Bu iþe kentliler yetmiyor mu?"

"Yetmiyor. Sen de, biz de kente þekil verirken, doðru bir yol üzerinde uyuþmuþsak,
yetemezler. Üzerinde uyuþtuðumuz þey de, hatýrlýyorsan, tek kiþinin birçok sanatý iyi
beceremeyeceði idi." (20)

"Doðru söylüyorsun" dedi.

"Peki; dedim, savaþta dövüþmek sence bir sanat deðil midir?"

"Þüphesiz, bir sanattýr" dedi.

"Peki; ayakkabýcýlýðý savaþ sanatýndan daha çok mu önemsemeliyiz?"

"Asla."

"Bak; demin ayakkabýcýya, ayakkabý iþlerimiz güzel olsun diye, ayný zamanda çiftçi,
dokumacý, mimar olmaya kalkýþmasýný yasaklamýþtýk, onun yalnýz ayakkabýcý
kalmasýný istemiþtik. Ayný þekilde ötekilere, her türlü baþka iþten serbest kalýp
ömürleri boyunca sürekli uðraþarak baþarabilecekleri bir iþ, yaratýlýþlarýna uygun bir iþ
aramýþtýk. Savaþ iþlerinin baþarýlmasý son derece önemli deðil midir? Yoksa bu iþ bir
çiftçinin, bir ayakkabýcýnýn herhangi bir iþle uðraþan birinin ayný zamanda savaþçýlýk
da yapmasýna olanak tanýyacak kadar kolay mýdýr? Düþün ki bir insan, pul veya zar
oyununu asýl iþi saymamýþ, onunla çocukluktan beri uðraþmamýþsa, iyi bir oyuncu bile
olamaz. Sonra biri, bir kalkan ya da savaþta kullanýlan bir silahý veya bir aleti kapýnca,
aðýr silahlarla veya baþka bir þekilde yapýlan savaþta hemen hünerli bir asker oluveriyor
da; baþka bir alet ele alýnýnca, niçin kimseyi iþçi veya atlet kýlmýyor? Niçin o sanatýn
bilgisini edinmiþ, sanatla yeterince uðraþmýþ olmayana bir yarar getirmiyor?"

"Öyle olsaydý, aletlerin deðeri çok yüksek olurdu" dedi.

"Demek ki, iþleri çok önemli olduðuna göre, savaþçýlar diðer bütün iþlerden serbest
kalmalýdýrlar; çünkü onlarýn iþi büyük ustalýk ve büyük dikkat ister."

"Ben de öyle düþünüyorum."

"Peki; bu iþ için uygun bir yaratýlýþ da istemez mi?"

"Ýstemez olur mu?"

"Öyleyse, kentin bekçiliði için hangi yaratýlýþlarýn uygun olduðunu seçip bulmak,
anlaþýlan bize düþüyor; yeter ki elimizden gelsin."

"Evet, bize düþüyor."

"Zeus hakký için!" dedim. "Bu üzerimize aldýðýmýz, öyle küçük bir iþ deðil; ama
gücümüz yettikçe bu iþten yýlmamalýyýz."

"Yýlmamalýyýz" dedi.

"Peki, sence, bekçilik açýsýndan bakýlýrsa, cins bir köpek yavrusunun yaradýlýþý, soylu
bir gencinkinden farklý mýdýr?"

"Ne demek istiyorsun?"


"Þunu: Her ikisi de, düþmaný sezebilmek için keskin duygulu; sezer sezmez
kovalayabilmek için çevik; yakalayýnca boðuþmak için de güçlü olmalýdýr."

"Evet dedi, tam böyle olmalýdýr."

"Üstelik, iyi dövüþmesini istiyorsak cesur da olmalý."

"Kuþkusuz."

"Ýyi ama, bir at, bir köpek, herhangi bir canlý varlýk, coþkun yürekli deðilse, cesur
olabilir mi? Yoksa sen coþkunluðun yatýþtýrýlmaz, yenilmez olduðunu; içinde
coþkunluk olan bir ruhun bir þeyden korkmadýðýný, bir þeye boyun eðmediðini
görmedin mi?"

"Gördüm."

"Ýþte, bir savaþçý da bedence nasýl olmalýdýr, bunu artýk biliyoruz."

"Evet."

"Ruhça da nasýl olacaðýný, yani coþkun olmasý gerektiðini de gördük, deðil mi?"

"Evet, onu da gördük."

"Peki, ama, Glaukon, yaratýlýþý böyle olanlar, birbirlerine ve diðer yurttaþlara vahþice
davranmayacaklar mý?"

"Zeus hakký için! Böyle davranmamalarý biraz güç olur."

"Demek oluyor ki yurttaþlarýna yumuþak, düþmana sert olmalarý gerekiyor. Yoksa


yurttaþlarýný baþkalarýndan önce kendileri yok edecekler."
"Doðru" dedi.

"Öyleyse ne yapalým? Hem yumuþak huylu, hem yiðit olan birini nerede bulabiliriz?
Yumuþak bir yaradýlýþ, sanýrým ki, coþkun yaratýlýþýn tam karþýtýdýr."

"Doðru."

"Ýyi ama, kendinde bu iki huydan biri bulunmayan insan korkarým iyi bir savaþçý
olamaz. Halbuki her iki huyu bir arada bulmak olanaksýzdýr. Ýþte bu yüzden iyi bir
savaþçý bulamýyoruz."

"Öyle görünüyor"

Bir çýkmaza girdiðimi görerek, önce söylediðimiz sözleri düþündüm ve "tabii, çýkar yol
bulamayýz dostum," dedim, "önümüze koyduðumuz örnekten ayrýlmýþýz."

"Ne dedin?"

"Demin düþünmediðimiz yaratýlýþlar vardýr; ancak, bunlarýn farkýna varmamýþýz; bu


yaratýlýþlarda bu iki karþýt huy birlikte bulunur."

"Nerede görülür bunlar?"

"Her canlýda, ama en çok, savaþçýya benzettiðimiz canlýda. Herhalde bilirsin; cins
köpeklerin huyu yaratýlýþtan, alýþtýklarý ve tanýdýklarý kimselere pek yumuþak
davranmak, tanýmadýklarýna sert olmaktýr."

"Evet, biliyorum."
"Demek ki bu olabiliyor," dedim. "Biz böyle bir savaþçý ararken doðaya aykýrý
davranmýyoruz."

"Hayýr" dedi.

"Peki; bekçilik edecek olan birine sence bir þey daha lazým deðil midir? Coþkun
olmaktan baþka, bir de yaratýlýþtan filozof olmamalý mý?"

"Ne?" dedi, "anlamýyorum."

"Sen bunu köpeklerde de göreceksin," dedim. "Bu özelliðin bir hayvanda bulunmasý
gerçekten þaþýlacak þey!"

"Nasýl þey?"

"Tanýmadýðý birini görünce, ondan kötülük görmediði halde, hýrlar; gördüðü kimse
tanýdýksa, ondan hiçbir iyilik görmediði halde sevinç gösterir. Sen buna þimdiye kadar
hiç þaþmadýn mý?"

"Doðrusu, þimdiye kadar pek dikkat etmemiþtim. Ama köpeðin böyle davrandýðý
biliniyor."

"Kuþkusuz köpeðin yaratýlýþýndan gelen bu hal, bize hoþ ve gerçekten filozofça bir hal
gibi görünüyor."

"Nasýl olur?" diye sordu.

"Nasýl mý? Köpek gördüðünün dost veya düþman olduðunu, ancak tanýdýk olup
olmadýðýna göre kestirir. Demek ki öðrenme yetisi vardýr; çünkü evdeki insanla
yabancýyý, onu tanýmasýna veya tanýmamasýna göre ayýrt eder."
"Kuþkusuz öyledir" dedi.

"Ama öðrenmeye meraklý olmakla filozof olmak hep birlikte gider, deðil mi?"

"Doðru, hep birlikte gider."

"Peki, ayný þeyin insanda da olduðunu güvenle kabul edemez miyiz? Herhalde,
evdekilere ve tanýdýðýna yumuþak davranacaksa, insan da yaratýlýþtan filozof ve
öðrenmeye meraklý olmalýdýr, deðil mi?"

"Evet," dedi, "bunu kabul edebiliriz."

"Demek oluyor ki kente iyi bekçilik edecek olan adam, yaratýlýþý bakýmýndan filozof,
coþkun ruhlu, çevik, güçlü olmalý."

"Kuþkusuz öyle olmalý" dedi.

"Savaþçýnýn böyle olmasý gerekiyor... Peki, bunlar nasýl yetiþmeli, nasýl eðitilmeli?
Ama dur! Konuþmamýzýn asýl hedefine varmamýz için, yani doðrulukla eðriliðin kentte
nasýl olduðunu görebilmemiz için, bu araþtýrma bize yardým edebilecek mi? Önemli bir
konuyu býrakýp, boþuna konuþmuþ olmayalým."

Bu sýrada Glaukon'un kardeþi: "Evet, evet" dedi, "ben de bu araþtýrmanýn bize çok
faydasý dokunacaðý fikrindeyim."

"Zeus hakký için! Adeimantos, dostum! Uzunca da olsa, bu iþin arkasýný býrakmamalý"
dedim.

"Hayýr, býrakmamalý."
"Haydi öyleyse," dedim, "bir masal anlatýyormuþ, vakit geçiriyormuþ gibi, bu adamlarý
nasýl yetiþtirdiðimizi tasarlayalým. (21)

"Böyle yapmalýyýz."

"Peki, bu eðitim nasýl olmalý? Yýllardan beri bilinen, uygulanmakta olan eðitimden daha
iyisini bulmak zordur, deðil mi? Bu da, tabii, beden için idman, ruh için müziktir." (22)

"Evet."

"Peki, iþe idmanla deðil, müzikle baþlayacaðýz, deðil mi?"

"Tabii."

"Söyle, sözü de müzikten sayar mýsýn?"

"Evet."

"Söz de iki çeþittir: Biri doðru, öteki yalan; öyle deðil mi?"

"Evet."

"Eðitimde her ikisini de kullanmalýyýz, ama önce yalan olaný, (23) deðil mi?"

"Neler söylüyorsun? Anlamýyorum" dedi.

"Çocuklara önce masal anlatýrýz, bilmiyor musun? Ýçinde doðru þeyler varsa da,
masallar çoðu zaman yalandýr diyebiliriz. Küçükleri yetiþtirirken idmandan önce
masallarý kullanýrýz."

"Öyledir" dedi.
"Ýþte ben de bunu söylüyordum. Ýdmandan önce müzikle uðraþmalý."

"Doðru" dedi.

"Peki, her þeyin en önemli noktasý baþlangýcýdýr: Bunu biliyorsun, deðil mi? Bu, en
çok genç ve körpe kimseler için geçerlidir; çünkü insan tam o çaðlarda biçimlenir, hangi
kalýbýn damgasýný taþýmasýný istersen o kalýba girer."

"Þüphesiz, öyledir" dedi.

"O halde çocuklar, rastgele kimselerin uydurduðu masallarý dinlemeli mi? Ruhlarýna,
büyüyünce edineceklerini umduðumuz fikirlere çoðu zaman karþýt fikirler mi girsin?
Buna göz yumacak mýyýz?"

"Asla."

"Demek, anlaþýldýðýna göre, biz önce masal yaratanlarýn baþýnda durmalýyýz; güzel
masallarý kabul, güzel olmayanlarý yasak etmeliyiz. Dadýlarý, analarý ikna etmeliyiz;
çocuklara bizim kabul ettiðimiz masallarý anlatmalarýný, çocuklarýn bedenlerine
elleriyle biçim vermekten çok, ruhlarýna bu masallarla biçim vermelerini saðlamalýyýz.
Bugün anlatýlan masallara gelince, onlarýn çoðunu atmalý."

"Acaba hangilerini?" diye sordu.

"Büyük masallara, yani efsanelere bir bakarsak, küçükleri de gözden geçirmiþ oluruz;
dedim. Çünkü büyükleri de, küçükleri de bir kalýpta olsa gerek; yoksa sen böyle
düþünmüyor musun?"

"Yoo, böyle düþünüyorum. Ama hangilerine büyük diyorsun, anlamýyorum."


"Hesiodos'un, Homeros'un, diðer þairlerin bize anlattýklarýna büyük diyorum. Onlar
yalancý masallar yaratýyor, insanlara anlatýyorlardý; hâlâ da anlatýyorlar."

"Bu masallar hangileri? Bunlarýn nesini eleþtiriyorsun?"

"Öncelikle ve en çok eleþtirilmesi gereken þeyi...Hele de uydurulan masallar çirkin


olursa..."

"Ne demek istiyorsun?"

"Þunu: Resimlerini, benzetmek istedikleri þeylere hiç de benzetemeyen ressamlar vardýr.


Bazý kimseler de bu ressamlar gibi tanrýlarla kahramanlarýn nasýl olduklarýný kötü
betimlerler."

"Evet, böyle betimlemeleri herkes haklý olarak eleþtirir, dedi; ama ne diyeceðiz, hangi
kusurlardan söz edeceðiz?"

"Önce en büyüðünden ve en büyükler hakkýnda anlatýlan yalandan: 'Uranos,


Hesiodos'un onun hakkýnda anlattýðý þeyleri yapmýþtýr, Kronos da öcünü almýþtýr'
(24) diyen adam çirkin bir yalan uydurmuþtur. Bence, gerçek bile olsa, Kronos'un
yaptýklarýný, oðlundan çektiklerini, aklý ermeyen küçüklere anlatývermek þöyle dursun,
böyle þeylerin sözünü bile açmak doðru olmaz. Ama bunlardan konuþmak zorunluðu
varsa, gizli konuþmalý ki mümkün olduðu kadar az kimse iþitsin. Önce de bir domuz
yavrusu deðil, (25) büyücek bir kurban kesmeli ki, bu sözleri iþitmek mümkün olduðu
kadar az kimseye nasip olsun."

"Evet, dedi, bu masallar herhalde insaný sýkar."

"Bunlarý, bizim kentimizde anlatmamalý, Adeimantos, dedim. Bir gencin yanýnda


eðriliklerin en büyüðünü iþlersen, hatta eðrilik yapmýþ olan babaný bile amansýzca
cezalandýrýrsan, görülmedik bir þey deðil, ilk tanrýlar, en büyük tanrýlar gibi
davranmýþ olursun." (26)

"Zeus hakký için"! dedi. "Bana da böyle þeylerin bir gence söylenmesi yerinde olmaz
gibi geliyor."

"Ýnsanlarýn birbirinden öyle kolayca nefret etmelerinin ayýp olduðuna kentimizi


bekleyenlerin inanmalarý gerekiyorsa, tanrýlarýn tanrýlarla savaþtýklarýný, birbirlerine
tuzak kurup karþý karþýya gelip boðuþtuklarýný hiç söylememeli: Zaten bunlar
gerçekten olmuþ þeyler deðil; nerede kaldý devler savaþýnýn (27) söylenmesi, tanrýlarla
kahramanlarýn hýsýmlarýna, dostlarýna karþý saygýsýzlýklarýnýn ve türlü türlü
düþmanlýklarýnýn anlatýlmasý... Ama onlarý, bir kentlinin bir kentliye hiç nefret
beslemediðine, böyle bir nefretin günah olduðuna herhangi bir þekilde inandýrmak
istiyorsak, erkek kadýn her yaþlý kiþi, çocuklara henüz küçükken bambaþka þeyler
anlatmalýdýr. Çocuklar büyüdükleri zaman, þairler de, verilen öðütlere uygun masallar
yaratmaya zorlanmalýdýr. Hera'nýn, oðlu tarafýndan zincire vurulduðunu, (28)
Hephaistos'un, dayak yiyen annesini korumak istemesi üzerine babasý tarafýndan gökten
aþaðýya fýrlatýldýðýný, (29) Homeros'un tanrýlar savaþý (30) diye anlattýklarýný
kentimize sokmamalý. Ýster benzetmeli (31) olsunlar, ister olmasýnlar, bütün bu
masallarý uzak tutmalý. Çünkü çocuk, ikisini birbirinden ayýramaz: Ama bu yaþta
iþittiðimiz þeyler hemen hemen hiç akýldan silinmez ve deðiþmez, öylece kalýr. Ýþte
bunun içindir ki çocuklarýn ilk iþittikleri sözlerin iyilik yolunu gösterecek güzel masallar
olmasýna çok önem verilmeli."

"Mantýklý sözler söylüyorsun; dedi, ama gene biri kalkýp 'bunlar nedir? Hangi
masallardýr?' diye sorsa, hangilerini sayarýz?"

Ben þöyle cevap verdim: "Þimdilik ben de sen de þair deðil kent kurucusuyuz.
Kuruculara ise, þairlerin masallarýný hangi kalýba göre yaratmalarý gerektiðini bilmek, o
kalýplardan ayrýlmalarýna izin vermemek düþer. Kurucular, kendileri masal yaratacak
deðildirler."
"Doðru", dedi; "ama þu da var: Tanrýlar hakkýnda anlatýlacak masallarýn kalýplarý
acaba hangileridir?"

"Þöyle söyleyim", dedim. "Tanrý, ister sözlerde, ister þarkýlarda, ister sahnede olsun,
gerçekten nasýlsa hep öyle anlatýlmalýdýr."

"Tabii, öyle olmalýdýr."

"Þimdi bana söyle: Tanrý aslýnda iyidir, onu öyle göstermeli, deðil mi?"

"Elbette."

"Ama iyi þeylerin hiçbiri zararlý olamaz, deðil mi?"

"Öyle sanýrým."

"Tabii, bir þey zararlý olmazsa zarar vermez, deðil mi?"

"Vermez."

"Zarar vermeyen, kötülük eder mi?"

"Hayýr, etmez."

"Kötülük etmeyen, kötülüðe sebep de olmaz, deðil mi?"

"Tabii, olmaz."

"Peki; iyi þey faydalýdýr, deðil mi?"


"Evet."

"Öyleyse, refaha neden olur."

"Evet."

"Demek ki, iyi, her þeyin nedeni deðil, ancak iyi olanýn nedenidir; kötü olan þeylerle
ilgili deðildir."

"Evet, tam öyledir."

"Demek oluyor ki, tanrý, iyi olduðu için, çoðunun dediði gibi insanlarýn baþýna gelen
her þeye deðil, ancak birkaçýna neden olur; baþýmýza gelenlerin çoðunun nedeni o
deðildir. Çünkü iyilikler kötülüklerden çok daha azdýr. Ýyi þeylere tanrý neden olur;
kötü þeyler için ise, baþka nedenler aranmalý; neden olarak tanrý gösterilmemelidir."

"Bence çok doðru söylüyorsun" dedi.

"Tanrýlar hakkýnda böyle akla sýðmaz bir yanýlgýyý, ne Homeros'tan, ne de baþka bir
þairden kabul etmeli.

'Zeus'un kapýsý eþiðinde biri ak öteki kara bahtlarla dolu iki küp vardýr.(32)'

Zeus kime her ikisinden karýþtýrýp verirse, ona bazen bahtýn kötüsü, bazen iyisi nasip
olur. Kime yalnýz kötüsünden verirse, onu 'kemirici bir açlýk, kutlu yeryüzünde kovalar'
diyenleri dinlememeli; 'Gerçekten, iyiliði de, kötülüðü de bize Zeus daðýtýr' diyenlere de
bakmamalý.

Verilen söz ve yeminleri Pandaros'un bozmasýna gelince(33), biri bunun Athena ile
Zeus'un yardýmýyla olduðunu söylerse, onu hoþ görmeyeceðiz; 'Tanrýçalarýn o
kavgasýna, o hükmün verilmesine Themis'le Zeus sebep olmuþlardýr'(34), sonra da,
Aiskhylos'un dediði gibi, 'Tanrý bir evi temelinden yýkmak istedi mi, insaný suça
sürükler'(35) gibi sözleri gençlere duyurmamalý. Ama biri Niobe'nin çektiklerini
(deminki iamb'lar(36) Niobe masalýndan alýnmýþtýr), ya Pelopid'leri ya da Troia
efsanelerini veya buna benzer baþka þeyleri anlatýrsa, bunlarý tanrýnýn iþleri diye
göstermemeli, yahut, 'bir tanrý yapmýþtýr' derse, þimdi hemen hemen bizim yaptýðýmýz
gibi, bir nedenini bulmalý ve 'tanrý haklýdýr, iyi etmiþtir; ceza görenler de bundan
faydalanmýþlardýr' demeli. Þaire 'ceza görenler haksýzdýrlar, buna neden olan da
Tanrýdýr' dedirtmemeli. Ama 'Kötüler kara bahtlýdýrlar, ceza görmeye muhtaçtýrlar,
tanrýdan gördükleri cezadan da yararlanmýþlardýr (37) derlerse, varsýn desinler. Oysa
birinin baþýna gelen felaketlerin nedeni olarak iyi olan tanrý gösterilirse, ne yapýp yapýp
bunun önüne geçmeli; þehrimizde de iyi âdetlerle yaþanmasýný istiyorsak, genç yaþlý
kim varsa, bu gibi sözleri -ister vezinli, ister vezinsiz olsun- ne söylemeli, ne iþitmeli;
çünkü ne söyleseler, dine uygun, bize faydalý, uyumlu bir þey söylemiþ olmazlar."

"Bu yasaya oyumu seninle birlikte ben de veriyorum, dedi, benim de hoþuma gidiyor".

"Demek ki bu, tanrýlar hakkýndaki yasa ve kalýplardan biridir. Düzyazýcýlar


yazýlarýný, þairler þiirlerini buna göre yaratacaklar.Yasa þöyledir: Tanrý her þeyin
nedeni deðil, ancak iyi þeylerin nedenidir" dedim.

"O kadarý da yeter" dedi.

"Ya þu ikinci yasa ne der?.. Sence tanrý bir sihirbaz mýdýr? Bazan birçok þekillere girip
karþýmýza çýkarak, bazan kendi yerine hayaller gösterip bizi aldatarak, tuzak kurup
zamanýna göre baþka baþka kýlýklara girerek görünebilir mi?(38) Yoksa o kendi
þeklinden hiç çýkmayan, sade bir varlýk mýdýr?"

"Sana öyle çabucak cevap veremem" dedi.

"Peki, þuna cevap ver: Bir þey kendi þeklinden çýkarsa, ya kendi kendini deðiþtirmiþtir,
ya da onu baþka bir þey deðiþtirmiþtir; öyle olmayacak mý?"
"Evet".

"Ama doðalarý en saðlam olan þeyler, baþka birinin en az dokunabileceði, en az


deðiþtirebileceði þeylerdir, deðil mi? Diyelim bir beden, yiyeceðin içeceðin, yorgunluðun
etkisi altýnda; bütün bitkiler de güneþin sýcaklýðý, rüzgârlarýn ve buna benzer güçlerin
etkisi altýnda ne kadar saðlýklý ve kuvvetliyseler o kadar az deðiþirler; öyle deðil mi?"

"Tabii öyledir".

"Ruh da ne kadar cesur ve uslu akýllýysa, onu dýþtan gelen bir etki o kadar az deðiþtirir,
deðil mi?"

"Evet".

"Ev eþyasý, bina, giyecek gibi yapým ürünleri, iyi iþlenmiþlerse ve iyi durumdalarsa, bu
nedenle baþka güçlerin etkisiyle pek az deðiþirler diyebiliriz."

"Öyledir".

"Demek ki, doða ya da sanat, veya doða ve sanat bakýmýndan güzel olan þeyler, bir
baþkasýnýn etkisi altýnda ancak pek küçük bir deðiþiklik kabul ederler".

"Öyle görünüyor".

"Ýþte tanrý da, dýþtan gelen etkiler altýnda, baþka baþka þekillere girmekten pek
uzaktýr".

"Evet, öyledir".

"Acaba kendi kendisine baþka bir þekil vererek mi deðiþir?"


"Eðer deðiþiyorsa, belli ki böyle deðiþiyor".

"Kendini daha iyiye, daha güzele mi, yoksa daha kötüye, daha çirkine mi çevirir?"

"Kendini deðiþtiriyorsa, bu mutlaka daha kötüye doðrudur; çünkü tanrýnýn güzelden ve


iyiden yana bir eksiði vardýr diyemeyiz".

"Çok doðru söylüyorsun", dedim. "Bu böyle olduktan sonra Adeimantos, tanrý olsun
insan olsun, kim, herhangi bir bakýmdan kendini isteyerek daha kötü kýlar?"

"Kimse" dedi.

"Demek ki, bir tanrýnýn kendini deðiþtirmek istemesi de olanaksýz bir þey", dedim.
"Aksine, öyle anlaþýlýyor ki tanrýlar en güzel ve en iyi varlýklar olduklarýndan hep
kendi þekillerinde kalýrlar".

"Bence böyledir, baþka türlü de olamaz".

"Demek, azizim", dedim, "hiçbir þair gelip bize:'Tanrýlar uzaktan gelen yabancýlara
benzeyerek türlü türlü þekillerde belirir, kentleri dolaþýrlar.'(39) demesin, Proteus'la(40)
Thetis(41) hakkýnda yalanlar uydurmasýn, tragedialarda, baþka manzumelerde Hera'yý
'Argos'un ýrmaðý Inakhos'un hayat veren çocuklarý için' dilenen bir rahibe kýlýðýna
sokmasýn(42). Buna benzer birçok yalan uydurmasýn. Analar, bunlarýn sözlerine kanýp
'Bazý tanrýlar geceleyin çeþitli yabancý kýlýklara girer, þurada burada dolaþýrlar'
diyerek yavrularýný korkutmasýnlar; yoksa tanrýlara küfretmiþ, çocuklarýnýn
korkaklýðýný artýrmýþ olurlar".

"Aman, bundan kaçýnsýnlar!" dedi.


"Öyleyse tanrýlar þekil deðiþtirmezler; ama bizi aldatarak, sihirbazlýk ederek, kendilerini
türlü türlü þekillerde göstererek, kandýrýrlar, öyle mi?"

"Belki öyledir" dedi.

"Peki, bir tanrý, önümüze bir hayalet koyup, bir þeyler söyleyip bir þeyler yaparak
sahtekârlýk etmek ister mi?"

"Bilmiyorum" dedi.

"Gerçek yanlýþtan -gerçekle yanlýþ bir araya gelebilirse!- insanlar da tanrýlar da hep
nefret ederler, bunu bilmiyor musun?"

"Ne demek istiyorsun?" dedi.

"Þunu": dedim. "Kimse özünün en önemli bölümü ve en önemli þeyler konusunda,


gerçekten uzaklaþmaya razý olmaz; her þeyden önce özünün gerçekten uzak
kalmasýndan çekinir".

"Gene anlamýyorum" dedi.

"Anlamýyorsun, çünkü kim bilir ne yüce þeyler söylüyorum sanýyorsun", dedim. "Ben
ise þunu diyorum: Kendi ruhuyla gerçek üzerinde aldanmayý, aldanmýþ olarak kalmayý,
yani bilgisiz olmayý ve yanlýþý ruhta tutmayý, ona orada yer vermeyi kimse kabul
etmez; herkes ondan, onun ruhta olmasýndan pek büyük bir nefret duyar".

"Evet".

"Ama aldanmýþ insanýn ruhundaki bilgisizliðe -demin dediðim gibi- gerçek yanlýþ
deseler çok doðru olur; çünkü sözlerle aldatma, yani yalan, ruhtaki durumun ancak bir
gölgesidir; sonradan meydana gelen bir hayaldir, gerçekten büsbütün uzak olmak
deðildir. Yoksa öyle deðil mi?"

"Tam öyle".

"Demek gerçekten büsbütün uzak olmaktan yalnýz tanrýlar deðil, insanlar da nefret
ederler".

"Öyle sanýrým".

"Öyleyse, sözlerde gerçekten uzaklaþmak hakkýnda, yani yalan hakkýnda ne diyeceðiz?


Yalan ne zaman, kime faydalý olur da nefrete hak kazanmaz? Acaba düþmanlara karþý
kullanýlýrsa veya dost dediklerimiz, bir çýlgýnlýk veya akýlsýzlýk yüzünden kötü bir
þeye kalkýþýnca, onlarý caydýrmakta ilaç gibi faydalý olmaz mý? Demin sözünü
ettiðimiz masallara gelince, madem ki gerçeðin geçmiþte ne olduðunu bilmiyoruz, yalaný
mümkün olduðu kadar gerçeðe benzetmekle onu yararlý kýlmýþ olmaz mýyýz?(43)

"Evet, evet, öyledir" dedi.

"Peki ama, gerçekten ayrýlmak, saydýðýmýz hedeflerin hangisi için tanrýya faydalý
olabilir? Yoksa tanrý geçmiþi bilmez de yerine ona benzer bir þey koymak istediði için
mi gerçekten ayrýlýr?"

"Böyle düþünmek gülünç olur".

"Demek tanrýda yalancý bir þairlik yoktur."

"Hayýr, yoktur."

"Yoksa düþmanlarýndan korktuðu için mi gerçekten ayrýlýr?"


"Buna imkân mý var?"

"Yoksa dostlarýnýn akýlsýzlýðý veya çýlgýnlýðý yüzünden mi?"

"Akýlsýz veya çýlgýnlarýn hiçbiri tanrýnýn dostu deðildir ki..."

"Öyleyse tanrýnýn gerçekten ayrýlmasýna hiçbir neden yoktur".

"Yoktur" dedi.

"Demek tanrýlar dünyasýnda ve tanrýlardan gelen þeylerde gerçekten ayrýlmak yoktur".

"Tam öyledir".

"Demek oluyor ki tanrý iþinde de, sözünde de sade ve doðru bir varlýktýr; þekil
deðiþtirmez. Ne uyanýk olana alametler gösterir, ne de rüya görene; kimseyi hayallerle
veya sözlerle aldatmaz".

"Senin sözlerin üzerine bunun böyle olduðuna ben de inanýyorum".

"Öyleyse kabul edersin ki ikinci kalýp da þudur: Bu kalýba göre, tanrýlardan söz
ederken, onlarý betimlerken, unutmamalý ki, onlar þekil deðiþtiren sihirbazlar
deðildirler. Bir þey söyleyerek veya yaparak sahtekârlýk edip bizi yoldan çýkarmazlar."

"Evet, sana hak veriyorum".

"O halde, Homeros'un birçok sözünü beðenmekle birlikte, Zeus'un Agamemnon'a o


rüyayý göndermesini(44) beðenmeyeceðiz; Aiskhylos'un þu dizelerini (45) de: 'Thetis der
ki, Apollon, düðününde mutlu analýðýný överek, çocuklarýnýn hastalýk nedir
bilmeyeceklerini, uzun ömürlü olacaklarýný vaat etti; bütün bunlarý söyledikten sonra,
benim tanrýlarýn gözettiði kaderimi uðurlu bir paian'la(46) övmeye baþladý, beni
sevindirdi. Ben de Phoibos'un kehanet sanatýyla taþýp kaynayan aðzýnýn yalansýz
olduðunu sanýyordum. Ama, o þarkýyý söyleyen, o sofrada oturan, bu sözleri söyleyen
Phoibos, benim oðlumu öldürdü'.

Biri tanrýlar hakkýnda böyle þeyler söylerse, öfkeleneceðiz, ona katýlmayacaðýz;


savaþçýlarýmýzýn tanrýlara saygýlý olmalarýný istiyorsak, onlarýn insana nasip olduðu
ölçüde tanrýlara benzemelerini istiyorsak, öðretmenlerin, gençleri yetiþtirirken böyle
þeyler kullanmalarýný yasak edeceðiz".

"Evet, dedi, ben bu kalýplarý candan kabul ediyorum; onlara yasa gözüyle bakmak
isterim".

AÇIKLAMALAR

DEVLET I

(1) Burada sözü geçen tanrýça kültü, Pire'de oturan Thrak tüccarlarý tarafýndan Hellas'a
getirilen Thraklar tanrýçasý Bendis'tir. Bayramý, her yýl haziran ayý baþlangýcýnda
kutlanýrdý.

(2) 421 barýþýna ad veren ve Sicilya seferinin yarýda kalmasý üzerine esir düþüp
Siracusa kentinde öldürülen ünlü Atina komutaný.
(3) Yaþlýlýkla öteki dünya arasýnda bulunan eþik.

(4) "Yaþýt yaþýtýndan,yaþlý yaþlýdan hoþlanýr."

(5) Herodotos (8. 125) ayný masalý biraz deðiþik biçimde anlatmýþtýr.

(6) Pindaros'un kaybolmuþ bir þiirinden.

(7-8) Hellence "Dikaiosyne" sözcüðünün anlamýný, hiçbir dil tek sözcükle çeviremez.
Biz bu sözcüðe karþýlýk olarak genellikle "doðruluk", bazan da "adalet" sözcüðünü
kullandýk. "Dikaios"a karþýlýk olarak genellikle "doðru" sözcüðünü kullandýk; bazý
yerlerde "adaletli" veya "haksever" sözcükleri de uygun olurdu. "Dikaiosyne" ve
"Dikaios"un karþýtý olan "Adikia" ve "Adikos" sözcükleri için "doðru" kökünden gelme
bir karþýlýk olmadýðýndan, Platon çevirilerinde kullanýlagelen "eðrilik" ve "eðri"
sözcüklerini biz de kullandýk. Fakat yerine göre "haksýzlýk" "adaletsizlik" "adaletsiz"
sözcüklerini de kullanmayý uygun bulduk.

(9) Keos'lu Simonides (Ý.Ö. 556-468). Hellen koro liriðinin en büyük þairlerinden
biridir. Þiirlerinde düþüncelere büyük bir yer ayýrdýðýndan, ahlâk sorunlarýnda sözü
geçen bir þair sayýlýrdý.

(10) "Kurban" sözcüðünü geniþ bir anlamda, yalnýzca "kesilen hayvan"ý deðil, kurban
törenlerini ve bu törenlerde tanrýlara armaðan edilen baþka þeyleri de göstermek için
kullandýk.

(11) Hoplit: aðýr silahlý asker.

(12) Sokrates sonraki satýrlarda doðru adamýn bir hýrsýz olduðunu göstermek için
sofistlerin kanýtlama yöntemlerinden birini alayla kullanmaktadýr. Fakat bu sözlerin
arkasýnda, karþýt olan iki þeyin birbirleriyle baðlý olduðunu kabul eden ciddi bir görüþ
gizlenmektedir.
(13) Homeros, Odysseia, 19.395 vs. Homeros'un bu sözlerinde ahlâk bakýmýndan bir
hüküm aranmamalýdýr: Autolykos yarý gülünç bir kiþidir; ustalýkla yaptýðý
hýrsýzlýklar insaný güldürür. Onun koruyucusu olan tanrý Hermes'in hýrsýzlýklarýna
Apollon bile gülmüþtü.

(14) Hiçbir dilde tam karþýlýðý bulunmayan Hellence "arete" sözcüðünü, "iyilik"
sözcüðüyle karþýladýk; ancak, yerine göre "erdem" "yetenek", "yetkinlik", "yararlýlýk"
anlamlarýna geldiðinin anlaþýlacaðýný umarýz.

(15) Prieneli Bias'la Mityleneli Pittakos "Yedi Uslular"dandýr. (Yedi akiller)

(16) Periandros (627-568/5) Korinthos tiranýydý. Makedonya kralý II. Perdikkas 545'ten
413'e kadar hüküm sürmüþtür; Atinalýlar onu kötü adam bilirlerdi, çünkü Peloponnes
savaþýnda müttefikleri olduðu halde, onlara hainlik etmiþti. Kserkses, herkesçe
tanýnmýþ Pers kralýdýr. Thebaili Ismenias kötülüðü ile ün almýþ bir devlet adamýdýr;
Pers kralýndan rüþvet alarak, Thebai'yi Isparta'ya karþý savaþmaya yöneltmiþtir; fakat
sonradan Ispartalýlar, Thebai þehrini alýnca, Ismenias'ý öldürmekle ondan öc
almýþlardýr.

(17) Thrasymakhos, tartýþma siyasal konulara gelince, söze karýþýyor. O, kaba bir adam
olarak gösterilmektedir. Thrasymakhos, Gorgias diyaloðunda söz alan ve nezaketten,
kibarlýktan hiç ayrýlmayan Kallikles'ten çok farklýdýr.

(18) Bu sözlerle Sokrates Thrasymakhos'u bir kurda benzetmiþ oluyor; çünkü Hellenler
bir insanla bir kurt karþý karþýya geldiði zaman, insan kurdu daha önce görürse, ona bir
zarar gelmeyeceðine; kurt insaný daha önce görürse, insanýn dilinin tutulacaðýna
inanýrlardý.

(19) Sokrates'in ünlü "eironeia"sý, ilk baskýda "bilmezlikten gelme" diye çevrilmiþti.
(20) Attika mahkemelerinde suçlu, suçu tespit edildikten sonra, bazý hallerde, kendine
layýk gördüðü cezayý kendi isteyebilirdi.

(21) Pulydamas 408 yýlýnda Olympia'da "pankration" karþýlaþmasýný kazanmýþtýr.


"Pankration" güreþ ve boks karýþýmý bir dövüþtür.

(22) Olanaksýz, baþarýlý olmayacaðý önceden bilinen bir iþe giriþmek demektir.

(23) Sokrates'in, burada Thrasymakhos'un görüþlerini benimsemesi, Thrasymakhos'un


gene alt edilmesine neden olacak.

(24) Sokrates ücret alma sanatýndan söz ederken, tabii bu iþe, bir mesleðe sarýlýr gibi
sarýlan bir insan sýnýfýnýn bulunduðunu düþünmüyor; bir sanattan elde edilen ücreti, o
sanatýn asýl hedefinden ayýrýp böylece, bu yapma ayrýmla, Thrasymakhos'un sözlerinde
göze çarpan karýþýklýða dayanarak, onun iddiasýný çürütmek istiyor.

(25) Besbelli ki Sokrates bu sonuca gene kuþkulu bir tanýmlama yoluyla varmýþtýr.
"Olmak"tan "benzemek"e varýlabilir, ama bu mantýk baðlantýsý tersine çevrilemez.
Bununla birlikte Sokrates Thrasymakhos'a karþý sofistlerin tanýmlama yöntemlerinden
birini kullanmaktan çekinmiyor.

DEVLET II

(1) Lydialý, Lydia Kralý Karun'dur; atasý olan, Mermnad soyunun kurucusudur ve aþaðý
yukarý 685 yýlýnda Lydia tahtýný zorla ele geçirmiþtir. Hellas'ta Gyges hakkýnda birçok
efsane doðmuþtur. Herodotos'un (I, 1-8-13) Gyges hakkýnda anlattýðý masal da
efsanelere dayalýdýr; Herodotos'ta rastlamadýðýmýz, Platon'un anlattýðý masal, belki
tarihçinin çaðýyla Platon'un yaþadýðý zaman arasýnda doðmuþ ve Hellenlerin hayal
güçlerini hep kurcalamýþ olan Gyges'in kiþiliðine yakýþtýrýlmýþtýr.

(2) Aiskhylos'un 'Thebai'ye karþý Yedileri' (592-595). Bu sözler tragedianýn görkemli bir
kiþiliði olan tanrý sözcüsü Amphiaraos hakkýnda söylenmiþtir.

(3) Hesiodos, 'Ýþler ve Günler' (232-34).

(4) Homeros, 'Odysseia XIX, 119-113.

(5) Orphiklerin inancýna göre Homeros'tan önceki çaðlarda yaþamýþ olan mitolojik
rahip ve þair; oðlu Eumolpos'tur.

(6) Hesiodos, 'Ýþler ve Günler', m. 287-289.

(7) Homeros, Ilyada, XI. 497-501,

(8) Orphikler kitaba büyük bir deðer verirlerdi; mezhebin geniþ bir edebiyatý vardý. Bu
satýrlardan, Platon'un Orphik mezhebini ne kadar hor gördüðü anlaþýlmaktadýr:
Adeimantos'un sözleri, Orphik öðretinin etkisine inancýn doðrudan doðruya
ahlâksýzlýða neden olduðunu gösteriyor.

(9) Pindaros'un kaybolmuþ bir þiirinden.

(10) Bu sözler Simonides'indir.

(11) Paroslu Arkhilokhos, þiirlerinde birçok defa tilkiyi kurnazlýða örnek olarak
göstermiþti.
(12) Doðru yolu bulmuþ kimseleri ahret cezalarýndan kurtaran tanrýlar.

(13) Orpheus ve Musaios'tan söz edilmektedir.

(14) Sokrates, alay ederek, Glaukon'la Adeimantos'a Thrasymakhos'un oðullarý diyor;


çünkü onlar, Thrasymakhos'un tezini savunmayý üzerlerine almýþlardýr.

(15) Burada belki Kritias'tan söz ediliyor. Kritias, Platon'un hasmý olan oligarþi taraftarý
bir siyaset adamýydý. Oligarhlarýn 404 yýlýnda yaptýklarý hükümet darbesinde Kritias
vicdansýzca davranmýþtý. Sofistlerin görüþleriyle yetiþmiþ olan, çok okumuþ bir
adamdý; yazdýðý bazý dizeler elimize geçmiþtir.

(16) Burada Megara savaþlarýnýn hangisinden söz edildiði tam bilinmiyor.

(17) Devlet ve insan ruhu arasýndaki benzerlik bu satýrlardan itibaren büyük bir rol
oynayacaktýr (Örneðin IV. kitapta verilen doðruluk tanýmýnda).

(18) Ýnsanlarda yaratýlýþlarýndan farklý yetenekler olduðu ve bu yüzden onlarýn baþka


baþka iþlerde kullanýlmalarý gerektiði fikri, Platon'un ana fikirlerinden biridir. O bu fikre
dayanarak, 'Devlet'te, birden fazla iþi birlikte yapmayý (polypragmosyne) kötüleyip,
doðruluk 'herkesin kendine düþen iþi görmesidir' der.

(19) Glaukon'un bu ve bundan hemen sonraki itirazý, savaþçý sýnýfýna ihtiyacý olan bir
devletin doðmasý için gereken þartlarýn sayýlmasýna yol açýyor. Bu parçadan,
Platon'un, savaþçý kesiminin ve bu kesimin eðitilmesinin betimine varmak istediði
anlaþýlýyor.

(20) Bak: not 18.

(21) Savaþçýlarýn eðitimi konusu bu kitabýn sonunu ve üçüncü kitabýn hemen hemen
bütününü kaplamaktadýr.
(22) Klasik çaðda Hellen eðitiminin, beden eðitimiyle ruh eðitimi arasýndaki denklik
üzerine kurulmuþ olduðu bilinir. Böyle bir denklik tarihin baþka hiçbir çaðýnda, hiçbir
ülkede elde edilememiþtir. Müzik sözcüðüyle Platon, bütün ruh eðitimini anlýyor.

(23) Bu sözlerde eleþtiri yoktur: Platon bazý durumlarda yalan söylenebileceði, hatta
bunun gerekli olduðu fikrindedir.

(24) Uranos (Gök) ve Gaia (Yer), tanrýlarýn en eskileridir. Uranos, Gaia ile
birleþmesinden doðan çocuklarýnýn yeryüzüne çýkmalarýna, güneþ ýþýðýný
görmelerine izin vermez, onlarý topraðýn derinliklerinde oturmaya zorlarmýþ. Gaia,
oðullarýný babalarýndan öc almaya teþvik edince, yalnýzca Kronos cesaret edip Uranos'u
bir orakla yaralayarak erkekliðinden yoksun býrakmýþ ve böylece dünya egemenliðini
ele geçirmiþ. Hesiodos Theogonia adlý eserinde (m. 154-181) efsaneyi bu þekilde
anlatmýþtýr. Bu korkunç efsanelerin, Hellenlerin hayal gücünden doðmadýðýna iþaret
etmeliyiz. Tanrýlarýn soyaðaçlarýný Hellenler büyük olasýlýkla Fenikelilerden
almýþlardýr. Nitekim XIV. yüzyýldan kalma Ras Þamra metinlerinde bunlara
raslanmaktadýr.

(25) Platon bu satýrlarda myster'lere deðinmektedir; myster'lerde domuz kurban etmek


âdeti vardý.

(26) Burada Euthyphron diyaloðunu hatýrlamak gerekir: Bu diyalogda Euthyphron


babasýný, sözde iþlediði bir günah için, mahkemeye vermek ister.

(27) Burada devlerden söz edilmektedir. Devler, Uranos'un yarasýndan yere akan kandan
doðmuþlardý. Gaia onlarý göðü fethetmeye teþvik edince, en yüksek daðlarý birbiri
üstüne yýðýp, göðü ele geçirmeye çalýþmýþlar, ama Zeus'a yenilmiþlerdi. Tanrýlarla
devler arasýndaki cenk, Yunan sanatýnda çok kullanýlan bir konudur. Bu cenk Bergama
sunaðýnda da betimlenmiþtir.
(28) Hephaistos, Zeus'la Hera'nýn oðludur. Hera, onu doðar doðmaz, gökten aþaðý
atmýþ; bu becerikli tanrý da, annesinden öc almak için, içinde görünmez zincirler saklý
bir taht yapýp Hera'ya armaðan etmiþ. Hera tahta oturunca zincirler onu birdenbire
sarmýþ. Tanrýlarýn hiçbiri baðlarý çözüp tanrýçayý kurtaramamýþ. Sonunda Dionysos
Hephaistos'u sarhoþ etmeyi, onu Olympos'a götürüp, Hera'yý çözdürmeyi baþarmýþ.

(29) Homeros, Ýlyada I, 590-594

(30) Ýlyada'nýn XX. ve XXI. kitaplarýnda tanrýlar bir Akhalarýn tarafýnda, bir
Troialýlarýn tarafýnda savaþýrlar.

(31) Þiirleri benzetme (kinaye) yoluyla anlatmak Platon'dan önce de çok yayýlmýþ bir
yöntemdi. Ýlk olarak XVI. yüzyýlda Rhegion'lu Theagenes tarafýndan kullanýlmýþtý.
Theagenes'e göre Ýlyada'nýn XX. ve XXI. kitaplarýndaki tanrýlar savaþý doða
güçlerinin birbiriyle çarpýþmasýdýr.

(32) Homeros, Ýlyada XXIV, 527-532.

(33) Homeros, Ýlyada IV, 69 v.s.

(34) 'Kypria' destanýnda Troia savaþýnýn doðuþu anlatýlmýþtý.

(35) 'Niobe' tragediasýndan alýnmýþtýr.

(36) Ýamb, tragedianýn en önemli vezinlerindendir.

(37) Ceza hakkýnda ayný fikre Gorgias diyaloðunda da rastlanýr.

(38) Platon iki olanak görüyor: 1) Tanrý, gerçekten deðiþir, 2) Tanrý insanlarý aldatmak
için deðiþmiþ gibi görünür; her ikisinin de gerçeðe aykýrý olduðu gösteriliyor.
(39) Homeros, Odysseia, XVII, 485/6.

(40) Odysseia IV, 456/57'de, sýrasýyla ejderha, pars, domuz, su ve aðaç þeklini aldýðý
anlatýlmýþtýr.

(41) Pindaros'un anlattýðýna göre (Nem. V, 6 vs.), Thetis, Peleus'la evlenmemek için
çeþitli þekillere girmiþtir.

(42) Aiskhylos, kaybolan tragedialarýndan birinde, Hera'yý öyle betimlemiþ.

(43) Eseri okumakta ilerledikçe, Platon'un, devletin kurulmasý için izin verilen, gerekli
bir yalana baþvurmakta olduðunu görürüz; üç toplumsal kesimin kesin olarak ayrýlmasý
bu yalana dayanýr.

(44) Homeros, Ýlya'da II, 1-34.

(45) Aiskhylos'un tanýmadýðýmýz bir tragediasýndan.

(46) Apollon'un kendisine ve kültüne baðlý bir þarký.


PLATON

DEVLET

III-IV

Dil ve Tarih-Coðrafya Fakültesi Klasik Filoloji Profesörü Dr. George Rohde'nin


yönetiminde, DEVLET III Klasik Filoloji Doçenti Azra Erhat, DEVLET IV Klasik
Filoloji Asistaný Türkan Tunga tarafýndan Yunanca asýllarýndan çevrilmiþtir.

Eski Yunanca özel adlarýn yazýlýþý hakkýnda not

Yunan eserlerinin çevirisinde tanrý, insan ve ülke adlarýný, asýllarýndaki gibi yazmayý
uygun bulduk; bunun için de bugün Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde kullanýlan
çevriyazý yöntemini aldýk. Yunancanýn her harfi, aþaðýdaki cetvelde gösterildiði gibi,
tek veya çift harfle karþýlanmýþtýr. "Th" ve "kh" gibi çift harfleri kullanmaya gerek
vardý; çünkü Yunancanýn Q'sýný da, T 'ýný da "t" ile gösteremezdik, ikisini ayýrmak
zorunluydu. "X" için de yalnýzca "h" harfini alsaydýk Yunancada bazan sesli harflerin
önüne gelen ( ' ) iþareti ile karýþabilecekti.
"Ph" çift harfine gelince, Yunanca'nýn F harfini Avrupalýlar öteden beri böyle
gösterirler; eski Romalýlar da öyle göstermiþler; demek ki o harfin söyleniþi
Romalýlarýn "ƒ" harfinin söyleniþine tümüyle uymuyormuþ.

Romalýlar ve bugünkü Avrupa ülkeleri, Yunanca'nýn X harfini de "x" ile gösterirler;


ancak "x" harfi bizim alfabemizde yok; bu yüzden "x" yerine "ks" çift harfini kullanmayý
daha uygun bulduk.

Yunancada "y" harfi sessiz deðil, sesli harftir ve "ü" okunmasý gerekir. Ancak bu
söyleyiþ kesin de deðil. Bugünkü Yunanlýlar onu "i" diye okuyorlar.

Çift sesli harfleri de gene çift olarak gösterdik. Ancak (ou) yerine tek bir "u" koyduk; bu
þimdiki uluslararasý çevriyazýda da böyledir.

Yunan Alfabesi:

A A H E N N T T

B B Q Th X Ks Y Y

G G I Ý O O F Ph

D D K K P P X Kh

E E ? L P R Y Ps

Z Z M M S SW O
DEVLET

III

SOKRATES (anlatmayý sürdürüyor) :

"Ýþte tanrýlar hakkýnda söylediðimiz sözler arasýnda, insanlarýn tanrýlara ve ana


babalarýna saygý göstermeleri, birbirleriyle dost olmayý hiçe saymamalarý için,
çocukluktan beri duymalarý ve duymamalarý gereken þeyler aþaðý yukarý bunlardýr."
(1)

"Bence bu görüþlerin doðrudur" dedi.

"Peki, bu adamlarýn gözüpek olmalarý gerekiyorsa, onlara bu sözleri, bir de ölümden


olabildiðince az korkmalarýný saðlayacak sözleri söylemeli deðil mi? Yoksa içinde ölüm
korkusu olan bir adamýn gözüpek olabileceðini mi sanýyorsun?"

"Zeus hakký için, hayýr" dedi.

"Peki, Hades için söylenenlerin gerçekliðine inanan ve korkunç olduðunu düþünen


birinin ölümden korkmayacaðýný, savaþlarda yenilmekten, esir düþmektense ölmeyi
seçeceðini sanýr mýsýn?"

"Hiç de sanmam."
"Demek ki, bu masallarý anlatmaya kalkýþanlarý gözaltýnda tutmalýyýz ; Hades'te olup
bitenleri böyle geliþigüzel kötülememelerini, aksine, övmelerini rica etmeliyiz; çünkü
söyledikleri gerçek olmadýðý gibi, savaþa katýlacak olanlara yararlý da deðil."

"Evet, öyle yapmalý" dedi.

"Öyleyse, þu sözden baþlayýp bütün benzerlerini silip atmalý," dedim: 'El kapýsýnda
ýrgat olup, yoksul, yiyeceði kýt bir adama hizmet etmeyi, gelmiþ geçmiþ bütün ölülere
kýral olmaktan daha çok isterim.'(2) Bir de þunu: 'Tanrýlarýn bile nefret ettiði korkunç,
küflü konutlar ölümlülere de ölümsüzlere de görünmesin.'(3) `Heyhat! Hades
konutlarýnda da bir ruh, bir tayf var, ama içinde can yoktur.'(4)

"Yalnýzca o kendini bilir, ötekiler uçuþan gölgelerdir'.(5)

ve:

'Ruh, gücünü, gençliðini býrakýp yazgýsýna aðlayýp sýzlayarak vücuttan uçtu, Hades'e
gitti.(6)

ve:

`Ruh yeraltýnda bir duman gibi cýrlayarak gidiyordu.(7)

ya þu:

`Dehþet verici bir maðaranýn dibinde yarasalar, aralarýndan biri kayadan sýyrýlýp aþaðý
düþünce nasýl baðrýþarak uçuþur, birbirlerine asýlýrlarsa, onlar (ruhlar) da hep birlikte
^baðrýþarak gidiyorlardý.'(8)
Bunlarý ve buna benzer bütün sözleri silmemize, Homeros'un ve öbür þairlerin
kýzmamasýný dileriz ; bu sözler þiirsiz ve çoðu insanýn duyup da hoþlanmayacaðý
þeyler midir? Hayýr; ama þiirli olduklarý ölçüde, özgür yaþamalarý, ölümden çok
tutsaklýktan korkmalarý gereken çocuklarýn, insanlarýn kulaklarý için uygunsuzdur da."

"Çok doðru."

"Öyleyse Hades dünyasýna verilen o korkunç, o ürpertici adlarý, Kokyos, inilti ýrmaðý,
Styks dehþet ýrmaðý,(9)hortlaklar, kansýzlar ve bu gibi daha bir sürü, duyanlarýn
tüylerini diken diken eden adlarý da atmalý. Bunlarýn baþka bakýmdan bir deðeri
olabilir.(10) Ama biz, bekçilerimiz böyle bir ürpermeden sonra gereðinden fazla
heyecanlý ve gevþek olur diye korkarýz."

"Korkmakta da haklýyýz" dedi.

"Öyleyse kaldýrmalý mý bu adlarý?"

"Evet."

"Konuþmada da, þiirde de bunun tam tersini söylemeli."

"Tabii."

"Ünlü adamlara söyletilen þikâyetleri, iniltileri de kaldýrmalý."

"Önce söylediklerimize bakýlýrsa, öyle olmalý."

"Bak bakalým kaldýrmakta haklý mýyýz, deðil miyiz. Akýllý uslu bir adam, dostu olan
akýllý uslu baþka bir adam için ölümü korkulu birþey saymaz deriz."

"Öyle deriz."
"O halde dostunun baþýna feci birþey gelmiþ gibi ona aðlayýp durmayacak."

"Hayýr."

"Ama þunu da söyleriz : akýllý uslu adam, iyi yaþamak için kendi kendine yeter. O öbür
insanlardan farklý olarak baþkalarýna pek az muhtaçtýr."

"Sahi" dedi.

"Demek ki oðlundan, kardeþinden, servetinden ya da bunun gibi baþka bir þeyden


yoksun býrakýlmak onu pek az etkileyecektir."'

"Þüphesiz pek az."

"Demek oluyor ki baþýna böyle bir felaket geldiði zaman, pek az aðlayýp sýzlayacak,
ona herkesten kolay katlanacak."

"Evet, öyle."

"Öyleyse bu aðlamalarý ünlü adamlara deðil kadýnlara, hem de sýradan kadýnlara ve en


bayaðý erkeklere býrakmakta haklýyýz. Böylece memleketin bekçiliðine yetiþtirmeye
kalkýþtýðýmýz kimseler bu gibi zayýflýklara düþmekten iðreneceklerdir."

"Doðru" dedi.

"Gene Homeros'tan ve öbür þairlerden, bir tanrýçanýn oðlu Akhilleus'un

`kâh yana dönüp, kâh sýrt üstü, kâh yüz üstü yatarak'
sonra da ayaða kalkýp, durmadan dalgalanan denizin kýyýsýnda kendinden geçmiþ bir
halde yürüdüðünü,

`iki eliyle kurumlu topraklarý yerden kaldýrýp baþýna döktüðünü' (11)

söylememesini dileyeceðiz. Þairin onu aðlar ve inler gösterdiði baþka daha ne kadar yer
varsa atmasýný isteyeceðiz; soyu tanrýlara yakýn olan Priamos'un da,`Yalvardýðýný ve
gübre üzerinde yuvarlanarak, askerlerin her birini adýyla çaðýrdýðýný'(12)
söylemesinler. Daha da ýsrarla rica edelim de, þiirlerinde tanrýlarý: `Eyvah, zavallý ben,
felaketli kahraman anasý!' (13) gibi sözlerle aðlaþýr göstermesinler. Öbür tanrýlarý böyle
anlatacaklarsa da, hiç olmazsa tanrýlarýn en büyüðünü yalan yanlýþ taklit edip, ona þu
sözleri söyletmeye dilleri varmasýn:

`Eyvah! sevdiðim bir insanýn kent çevresinde kovalandýðýný gözlerimle görüyorum,


yüreðim sýzlýyor' (14) ve 'Vah, vah bana! Yazgý, insanlar arasýnda en çok sevdiðim
Sarpedon'un, Menoitios'un oðlu Patroklos tarafýndan alt edileceðini belirledi.'(15).

Öyleyse, sevgili Adeimantos, gençlerimiz bu gibi sözleri ciddi ciddi dinler, yakýþýk
almadýðýný görüp, gülüp geçmezlerse, Tanrý deðil de insan olan kendilerine bu hallerin
yakýþmadýðýný anlamalarý ve böyle bir þey söyleyecek ya da yapacak olurlarsa, kendi
kendilerini ayýplamalarý zor olacaktýr. Tersine, hiç utanmaksýzýn, kendini
toparlamaksýzýn, en ufak dertler karþýsýnda uzun uzadýya aðlayacak, inleyecekler."

"Tam gerçeði söylüyorsun" dedi.

"Ama, deminki düþüncelerimize göre böyle olmamalýdýr; biri bizi daha güzel bir
düþünceye inandýrmadýkça, buna baðlý kalmalýyýz.

"Evet, olmamalýdýr."
"Ama bekçilerimiz gülmeye düþkün de olmamalý. Çünkü insan güçlü bir gülmeye
kapýldý mý, ruhunda da güçlü bir deðiþim olur."

"Bence öyle" dedi.

"Öyleyse saygýn adamlarýn kahkahaya kapýlmýþ gibi gösterilmeleri kabul edilemez,


hele Tanrý iseler, o zaman hiç olmaz."'

' "Olmaz, tabii" dedi.

"Homeros'un Tanrýlar hakkýndaki þu sözlerini de kabul etmeyeceðiz, d•eðil mi?


`Hephaistos'u sarayda bir baþtan bir baþa koþar görünce, mutlu tanrýlar arasýnda bitmez
tükenmez bir kahkaha koptu'(16)."

"Senin sözüne göre kabul edilmesi olanaksýz."

"Peki, istersen benim sözüm olsun, ama herhalde kabul edilemez."

"Fakat gerçeðe de deðer vermeli. Demin yanýlmadýksa ve gerçekten ayrýlmak tanrýlar


için yararsýz da,(17) ancak insanlara bir ilaç gibi(18) yararlýysa, belli ki böyle bir ilacý
hekimlere teslim etmeli, fakat sýradan kiþiler ona dokunmamalýdýr."

"Öyle" dedi.

"O halde gerçekten ayrýlmanýn yakýþtýðý kimseler varsa, bunlar devleti yönetenlerdir;
devletin iyiliði için, ya düþmanlar ya da yurttaþlarý yüzünden gerçekten ayrýlabilirler.
Ama öbür insanlarýn hiçbiri böyle bir yola baþ vuramaz. Fakat, sýradan bir adamýn
yönetenlere yalan söylemesi, hastanýn hekime, beden eðitimi öðrencisinin öðretmene
vücudunun durumu hakkýnda doðruyu söylememesi kadar (19); ya da kaptanýn
dümenciye gemi ve tayfa hakkýndaki gerçeði söylememesi yani kendisinin ve
yoldaþlarýnýn ne durumda olduklarýný gizlemesi kadar büyük, hatta bundan daha da
büyük bir suçtur."

"Çok doðru" dedi.

"Öyleyse, yönetici, kentte bir baþkasýný yalan söylerken yakalarsa; `Sanatçýlarýn


sýnýfýndan, falcý olsun, hekim olsun, doðramacý olsun' (20) devleti, fýrtýnaya
kapýlmýþ bir gemi gibi devirecek, yok edecek bir yol gösterdiði için onu
cezalandýracaktýr."

"Evet, eðer bu sözleri eylemle de tamamlarsa" dedi .

"Peki, gençlerimizin ölçülü, akýllý uslu olmalarý gerekmeyecek mi?"'

"Gerekecek kuþkusuz."

"Ýnsanlarýn çoðuna göre ölçülü, akýllý uslu olmanýn özü þu deðil midir? Egemenlere
baþeðmek; içki, aþk ve yemek gibi hazlarda da kendi nefsine hâkim olmak." (21)

"Bence öyle" dedi.

"Homeros'ta Diomedes'in söylediði þu sözleri ve benzerlerini beðeneceðiz: `Babacýðým,


sessizce otur, benim sözümü dinle', (22) ve buna baðlý olan þu dizeleri: `Savaþ hýrsý
saçan Akhai'ler önderlerinden çekinerek sessizce ilerliyorlardý' (23) ve buna benzer daha
ne varsa beðeneceðiz."

"Güzel."

"Ama þuna ne dersin:`Seni köpek gözlü, geyik yürekli þarap tulumu! (24) Ya sonra gelen
mýsralar güzel mi? Düzyazýda, þiirde halktan herhangi birinin yönetenlere karþý
söylediði bütün küstahça sözler güzel midir?"
"Hiç deðil."

"Bunlar, bence, gençlere ölçülülüðü öðretmeye uygun deðildir.Baþka bakýmdan hoþa


gitmelerine hiç þaþmam. Sen ne düþünüyorsun?"

"Senin gibi" dedi.

"Ya þiirde; `ekmekle, etlerle dolu bir masadan, sakinin Krater'den aldýðý þarabý getirip
kadehlere doldurmasý'(25) dünyada en güzel þeydir, gibi sözlerin en ölçülü, en uslu bir
adamýn aðzýna konmasýna ne dersin? Bunlar, sence, gencin kendine egemen olmasýna
yarayacak sözler mi? bir de þu:`En feci ölüm açlýktan yok olup gitmektir',(26) ya
þunlar:`Zeus öbür tanrýlarýn da, insanlarýn da uyuduðu bir saatte, yalnýz baþýna uyanýk
kalarak verdiði bütün kararlarý aþk arzusu yüzünden hemen unutmuþ; Hera'yý görünce
de o kadar ateþlenmiþ ki, yatak odasýna gitmeye bile katlanmaksýzýn, oracýkta yerde
onunla birleþmek istemiþ ve onu hiçbir zaman o anda olduðu kadar þiddetle
arzulamadýðýný, hatta ilk defa ana babalarýndan gizli buluþtuklarý zaman bile bu kadar
arzuyla yanýp tutuþmadýðýný söylemiþ'(27). Ya buna benzer nedenlerle Ares ile
Aphrodite'nin Hephaistos tarafýndan zincire vurulmasýna (28) ne dersin?"

"Evet, Zeus hakký için," dedi, "bunlar bence yakýþýk alýr þeyler deðil."

"Ama ünlü adamlarýn hem sözlerinde, hem davranýþlarýnda her bakýmdan gözüpeklik
ve dayanma gücü görülürse, onlarý seyretmeli, dinlemeli, örneðin þunu:`Göðsüne
vurarak, kendi kendine þu sözlerle çýkýþtý:'Dayan kalbim, bir zamanlar daha da
kötüsüne dayanmýþtýn'(29)."

"Herhalde" dedi.

"Adamlarýmýzýn rüþvet ve para düþkünü olmalarýna da izin vermeyeceðiz. "


"Asla."

"Armaðanlarla tanrýlar da, saygýdeðer krallar da kandýrýlýr'(30) gibi teraneler


duymamalýdýrlar. Akhilleus'un eðitmeni Phoiniks, öðrencisine, 'Armaðan alacak olursa,
Akhalara yardým etsin, yoksa öfkesinden dönmesin' diye öðüt vermekle(31) akýllýca söz
söyledi dememeli, onu övmemeliyiz. Akhilleus'un da Agamemnon'dan armaðan alacak,
(32) bir ölüyü ancak kurtulmalýðý ödendikten sonra teslim edecek, baþka türlü onu
býrakmak istemeyecek kadar kazanç düþkünü olduðunu(33) kabul etmeyeceðiz, bu
davranýþlarý ona layýk görmeyeceðiz."

"Evet, bunlarý övmek doðru deðil" dedi.

"Homeros'a olan saygýmdan dolayý," dedim, "Akhilleus için bu sözleri söylemenin ve


söyleyenlere inanmanýn günah olduðunu ileri sürmekten çekiniyorum. Hem de onu
Apollon'a þöyle söyletmek:`Bana kötülük ettin, ey güçlü okçu, tanrýlarýn en zalimi olan
sen! Öc alýrdým senden kuþkusuz, elimde güç olsaydý',(34)

Bir tanrý olan ýrmaða karþý itaatsýz davrandýðýný, onunla savaþmaya hazýr
olduðunu(35) öbür ýrmaða, yeni Sperkheios'a adanmýþ olan saçlarýna gelince, öldüðü
için 'Yiðit Patroklos'a saçlarýmý baðýþlamak istiyorum.'(36) dediðini söylemek günah
deðil de nedir? Bunlarý yaptýðýna inanmamalý. Hektor'u Patroklos'un anýtý etrafýnda
sürüklemesi, (37) esirleri odun yýðýnýnýn önünde boðazlamasý, (38) bütün bunlarýn
gerçeðe uygun olduðunu kabul etmeyeceðiz; bekçilerimizin, bir tanrýçanýn ve Zeus'un
bir torunu olan (39) uslu akýllý Peleus'un oðlu ve bilge Kheiron'un yetiþtirdiði
Akhilleus'un, içinde birbirine karþýt iki hastalýk, yani alçaklýk ile para düþkünlüðü,
üstelik de tanrýlara, insanlara karþý yaman bir gurur taþýyacak kadar karma karýþýk bir
ruhu olduðuna inanmalarýna müsaade etmeyeceðiz.''

"Doðru söylüyorsun" dedi.


" O halde," dedim, "ne Poseidon'un oðlu Theseus'un ve Zeus'un oðlu Perithous'un
ahlaksýzca kýz kaçýrmaya kalkýþtýklarýna (40) inanacaðýz, ne de baþka bir tanrý
oðlunun ya da yiðitin, onlara þimdi yalan yere yüklenen ahlaksýzca, dinsizce iþleri
gördüklerinin anlatýlmasýna izin vereceðiz. Tersine þairleri, yiðitlerin ya bu iþleri
görmediðini ya da Tanrý oðullarý olmadýðýný itiraf etmeye zorlayacaðýz. Ýkisini birden
ileri sürüp de gençlerimizi tanrýlardan kötü þeyler doðduðuna, yiðitlerin insanlardan hiç
de iyi olmadýklarýna kandýrmaya kalkýþmasýnlar. Çünkü demin de dediðimiz gibi,(41)
bu sözler ne dine uygundur, ne de gerçektir, tanrýlardan kötülük gelmesine de olanak
yoktur, bunu da gösterdik."

"Yoktur, tabii."

"Üstelik dinleyenlere zararlýdýr bu sözler; çünkü insan kötü olur da, eðer: `Rüzgarlý Ýda
tepelerinde babalarý Zeus'a adanmýþ bir sunaklarý olan ve damarlarýnda tanrýlarýn kaný
durmadan akan, tanrýlarýn Zeus soyundan yakýn akrabalarýnýn' (42) ayný þeyleri
yaptýklarýna ve yapmýþ olduklarýna inanýrsa, bunda kendisinin suçu olmadýðýný
düþünmez mi ? Bu nedenle, bu gibi masallarý susturmalý ki, gençlerimizde, kötülüðe
büyük bir kolaylýkla atýlmak hevesini doðurmasýnlar."

"Þüphesiz susturmalý."

"Peki, dedim, madem ki söylenecek ve söylenmeyecek sözleri sýnýrlamaktayýz, acaba


ele alýnacak baþka bir tür kaldý mý? Tanrýlardan, daimonlardan, yiðitlerden ve Hades'te
olup bitenlerden nasýl söz etmek gerektiðini saydýk."

"Saydýk."

"Ýnsanlar hakkýnda nasýl söz söylemeli, bu kaldý, deðil mi?"

"Besbelli."
"Ama konuyu þu anda ele alýp irdelememize olanak yok dostum."

"Neden?"

"Çünkü ele alýrsak, þairler de yazarlar da insanlardan söz ederken, birçok eðri adamýn
talihli, doðrularýn ise talihsiz olduklarýný; haksýzlýðýn gizli kalýrsa, yararlý birþey
olduðunu, doðruluðun da baþkasýna yarar, kendine zarar verdiðini (43) söylemekle,
bence en önemli noktalar üzerinde yanýlýyorlar demeliyiz. Böyle þeyler söylemelerini
yasak etmeli, þiirlerinde, masallarýnda bunlarýn tersini anlatmalarýný buyurmalýyýz. Bu
düþüncede deðil misin?"

"Evet, evet, bu düþüncedeyim."

"Haklý olduðumu kabul ediyorsan, öteden beri incelediðimiz konular üzerinde de


benimle ayný düþüncede olduðunu kabul edebilirim, deðil mi?"

"Haklý olarak, kabul edebilirsin" dedi.

"Ýnsanlardan demin dediðimiz gibi söz etmek gerektiði sorunu üzerinde, doðruluðun ne
olduðunu, onun, doðru kiþiye, doðru görünsün görünmesin, yarar getirdiðini araþtýrýp
bulduðumuz zaman uyuþuruz." (44)

"Çok doðru" dedi.

"O halde söylenen sözler hakkýndaki konuþmamýz burada bitsin. Bundan sonra söyleme
biçimini incelemeli. Sanýrým böylece, ne söylemeli ve nasýl söylemeli konusunu
tümüyle gözden geçirmiþ oluruz."

Bunun üzerine Adeimantos "Ne demek istediðini anlayamýyorum" dedi.


"Oysa anlaman gerek," dedim; "belki þöyle daha iyi anlarsýn: Masalcýlarýn, þairlerin
bütün söyledikleri geçmiþte, günümüzde ya da gelecekteki olaylarýn anlatýlmasýndan
ibaret deðil midir?"

"Tabii, baþka ne olabilir?" dedi.

"Peki, bunlarý ya basit anlatma, ya taklit yöntemiyle ya da her iki yönteme de baþ
vurarak anlatabilir, deðil mi?"(45)

"Bunu daha açýk söylemeni dilerim" dedi.

"Amma da gülünç bir hocaymýþým, meramýmý anlatamýyorum. Öyleyse sorunun


bütününü deðil de konuþmasýný bilmeyenler gibi, bir parçasýný ele alarak ne istediðimi
bir örnekle göstermeye çalýþacaðým. Söyle bana: Ýlyada'nýn baþlangýcýný (46) bilirsin;
þair orada, Khryses'in Agamemnon'a, kýzýný serbest býraksýn diye yalvardýðýný
anlatýr, Agamemnon'un kýzdýðýný, Khryses'in de istediðini elde edemeyince, tanrýdan,
Akhalarýn baþýna felaket getirmesini dilediðini. Öyle deðil mi?"

"Evet."

"O halde þunu da bilirsin ki, `bütün Akhalara, en çok da ordu önderleri iki
Atreusoðullarýna yalvarýyordu' sözlerine kadar olan parçayý þair kendi söyler ve bizde,
bunlarý bir baþkasý söylüyormuþ gibi bir izlenim uyandýrmaya çalýþmaz bile. Ama
sonrasý için, kendisi Khryses imiþ gibi konuþur ve bize konuþanýn Homeros deðil de,
yaþlý rahip olduðu duygusunu vermeye uðraþýr. Ilion'da, Ýthaka'da, bütün Odysseus
destanýnda olup bitenlerin hepsini aþaðý yukarý bu biçimde anlatýr."

"Evet" dedi.

"Kiþilerin her fýrsatta söyledikleri sözler ve bu sözler arasýndaki olup bitenlerin


aktarýlmasý birer anlatma deðil midir?'
"Öyledir tabii."

"Bir baþkasý imiþ gibi söz söylediði zaman, konuþmasýný, söz alacaðýný önceden
bildirdiði kimseninkine mümkün olduðu kadar benzetir diyemez miyiz?"(47)

"Deriz, elbette."

"Kendini, sesiyle, davranýþlarýyla bir baþkasýna benzetmek, kendisine benzemek


istediði kiþiye öykünmek deðil midir?"

"Þüphesiz."

"Öyleyse, görülüyor ki, Homeros da, öbür þairler de anlatmalarýnda öykünmeye


baþvururlar."

"Öyle."

"Ama þair kendini hiç gizlemeseydi, þiirlerinde, hikâyelerinde öykünme olmazdý. Ama
gene `nasýl olur, anlamýyorum' dememen için, ben anlatayým. Homeros, Khryses'in
kýzý için kurtulmalýk getirerek, Akhalarýn, en baþta da krallarýn ayaklarýna kapanmaya
geldiðini söyledikten sonra, kendisi Khryses olmuþ gibi deðil de, Homeros olarak
konuþmayý sürdürseydi, bil ki öykünme olmaz, basit anlatým olurdu. Þöyle bir þey
olurdu. Ama vezinsiz söyleyeceðim, þair deðilim ki. 'Rahip geldi ve tanrýlardan
Akhalarýn sað salim kalarak Troia'yý almalarýný diledi, kurtulmalýðý kabul ederek,
tanrýya saygý gereði kýzýný serbest býrakmalarýný istedi. Bunlarý söyleyince,
Akhalarýn hepsi razý olduklarýný saygýyla bildirdiler, yalnýzca Agamemnon
öfkelenerek derhal çekilmesini ve bir daha oralara ayak basmamasýný buyurdu, yoksa
asasýyla tanrýnýn yünden çelenkleri bir daha kendisini kurtarmaya yaramayacakmýþ,
kýzýný býrakmak þöyle dursun, Argos'ta kendisiyle birlikte yaþlanacakmýþ. Evine sað
salim dönmek isterse, onu kýzdýrmadan çekilip gitmesini buyurdu. Yaþlý adam da bunu
duyunca korktu, sessizce gitti. Karargâhtan uzaklaþtýktan sonra, Apollon'a, onu bütün ek
adlarýyla çaðýrarak ve rahibinin yaptýðý tapýnaklardan ya da sunduðu kurbanlardan bir
gün zevk almýþsa, anýmsamasýný ve bu hizmetlerine karþýlýk, Akhalarý ona
döktürdükleri göz yaþlarý için oklarýyla cezalandýrmasýný yalvardý. Ýþte, dostum,
dedim, öykünmesiz, basit anlatma böyle olur."

"Anladým" dedi.

"Öyleyse þunu da anla ki, þairin konuþmalar arasýndaki sözleri kaldýrýlýr da yalnýzca
kiþilerin karþýlýklý konuþmasý kalýrsa, yukarda saydýðýmýz türün karþýtý olur."

"Bunu da anlýyorum," dedi, "bu biçim tragedyada görülür."

"Çok doðru düþünüyorsun," dedim, "demin (48) anlayamadýðýný, þimdi sanýrým açýkça
kavrayabiliyorsun, görüyorsun ki, þiirin ve masalýn bir türü baþtan aþaðý öykünmedir,
örneðin dediðin gibi tragedya ile komedya; baþka biri ise þairin anlatmasýndan ibarettir:
bunu en çok dithyramboslarda (49) görebilirsin. Ýki türün karýþmasýndan oluþan üçüncü
türe destan þiirinde ve daha birçok anlatým biçimlerinde raslarýz. Anlatabildim mi?"

"Demin ne demek istediðini þimdi anlýyorum" dedi.

"Bundan önce de, neler söylemek gerektiðini saydýk, þimdiyse nasýl söylemek
gerektiðini incelemek 'kaldý demiþtik, anýmsýyor musun?" (50).

"Evet."

"Ýþte dediðim de þuydu: Þairlerin, anlatýrken öykünmeye baþvurmalarýna izin verecek


miyiz? Yoksa anlatmalarýnýn bazýlarýnda öykünme olsun, bazýlarýnda olmasýn mý
diyeceðiz, ve ne zaman ve hangilerinde? Yoksa öykünmeyi toptan yasak mý edeceðiz?"
"Devletimize tragedyayý, komedyayý kabul edip etmeyeceðimizi incelemek niyetinde
olduðunu þimdiden seziyorum."

"Belki," dedim, "ama belki de daha baþka þeyleri; þimdilik daha bilmiyorum; sözün
gidiþi bizi bir rüzgâr gibi nereye atarsa, oraya gitmeli."

"Ýyi söylüyorsun" dedi.

"Bir bak bakalým, Adeimantos (51), bekçilerimiz öykünmeci olmalý mý, olmamalý
mýdýrlar? Yoksa demin söylediklerimizden, bir adamýn bir tek iþi iyi baþarabileceði,
ama birçok iþe birden giriþirse, hiç birini ün kazanacak kadar baþaramayacaðý sonucu
çýkmýyor mu?"

"Çaresiz, öyle."

"Öykünme için ayný þey söylenemez mi? Bir insan her þeye, bir tek þeye öykündüðü
kadar iyi öykünemez."

"Yapamaz, elbette."

"O halde önemli bir görevi olan bir adamýn birden birçok þeye öykünmesi zordur,
nitekim birbirine yakýn görünen iki öykünme türünde, yani tragedya ile komedyada da
ayný kiþiler baþarýlý olamazlar (52). Yoksa, demin bunlarýn birer öykünme türü
olduðunu söylememiþ miydin?"

"Söyledim, ayný kiþiler ikisini birden baþaramaz demekte haklýsýn."

"Demek hem rhapsod, hem oyuncu olunamaz."

"Hayýr."
"Ama ayný oyuncular hem tragedya, hem komedya da oynamaz; oysa her ikisi de
öykünme türündendir, deðil mi?"

"Öyle."

"Hatta bence, Adeimantos, insan doðasý daha da çok bölümlüdür öyle ki, bir insanýn
birçok þeylere iyi öykünmesine yahut öykünmeyle bir benzeri verilen þeyleri yapmasýna
olanak yoktur."

"Çok doðru" dedi.

"Öyleyse ilk düþüncemizi koruyup, bekçilerimiz öbür bütün iþlerle uðraþmayarak ancak
devlet özgürlüðünü kuran çok dikkatli iþçiler olmalý ve bu sonuca varmayan baþka hiç
bir iþe bakmamalýdýrlar, demiþtik; demek oluyor ki onlar baþka hiçbir þey
yapmayacaklar, hiçbir þeye öykünmeyecekler. Yok eðer öykünürlerse, kendilerine
yakýþacak üstün özellikleri olan, gözüpek, uslu akýllý, dini bütün, özgür kiþilere ve
bütün bu gibi güzel örneklere ta çocukluktan öykünmelidirler; ama alçakça iþlere
giriþmeyecekleri gibi, alçaklýða da, baþka herhangi bir kusura da öykünmekte hünerli
olmamalýdýrlar, ki öyküne öyküne sonunda gerçekten öyle olmasýnlar (53). Yoksa
farkýna varmadýn mý ki, gençken baþlanan ve bir hayli sürdürülen öykünmeler insanda
bir alýþkanlýk, vücudu, sesi görüþleri deðiþtiren ikinci bir doða olur?"

"Evet, öyle" dedi.

"Kendileriyle uðraþtýðýmýz, iyi insan olmalarýný istediðimiz kiþilerin, erkek olduklarý


halde, kadýn gibi giyinip, kocasýna çýkýþan, yok gururlanarak mutlu olduðunu sanýp da
tanrýlarla boy ölçüþen (54), yahut felaket içinde yas tutan, gözyaþý döken genç ya da
yaþlý kadýnlara öykünmelerine izin vermeyeceðiz; kaldý ki hasta, âþýk veya doðum
sancýlarý çeken bir kadýný temsil etmelerini büsbütün yasak edeceðiz(55)."

"Elbette" dedi.
"Köle iþleri gören kadýn ya da erkeklere(56) de öykünmeyecekler."

"Öykünmeyecekler."

"Doðal olarak, kötü insanlara da öykünmemeleri gerek: Korkaklara, demin söylediðimiz


þeylerin aksini yapanlara, birbirine hakaret eden, birbirleriyle alay eden, sarhoþken (57),
ayýkken aðýzlarýný bozanlara; bu gibilerinin kendilerine karþý da, öbür insanlara karþý
da sözleriyle, davranýþlarýyla iþledikleri kabahatlerin hiç birine öykünmemelidirler.
Ayrýca sanýrým, sözleriyle de, davranýþlarýyla da delilere benzemeye alýþmamalýdýrlar
(58). Çünkü kadýn erkek deli ve kötü insanlarý tanýmalý, fakat yaptýklarýnýn hiç birini
yapmamalý, onlara öykünmemeli."

"Çok doðru" dedi.

"Peki, demircilere ve öbür sanatçýlara, trierleri ilerleten ya da onlarý yönetenlere ve bu


alanda daha baþka þeylere öykünmeleri doðru mudur?"

"Nasýl doðru olur," dedi, "bu iþlerle ilgilenmelerine bile izin verilmeyecek (59)." "Ya
atýn kiþnemesine, boðalarýn böðürmesine, akan sularýn mýrýltýsýna, denizin
uðultusuna, gök gürlemesine ve bütün bu gibi gürültülere öykünecekler mi (60)?"

"Hayýr," dedi, "onlarýn deli olmaya, deli olanlara öykünmelerini yasakladýk ya!"

"Dediklerini iyi anlýyorsam," dedim, "gerçekten iyi ve güzel insanýn söyleyecek bir þeyi
olduðu zaman, kullandýðý bir söyleme, bir anlatma biçimi vardýr; öte yandan da doðasý,
eðitimi tam tersi olan insanýn anlattýklarýnda daima görülen, birinciden çok farklý baþka
bir biçim vardýr."(61).

"Nedir bu ?" diye sordu.


"Bence," dedim, "akýllý bir adam, iyi bir adamýn söylediklerini veya yaptýklarýný
anlatmak zorunda kalýnca, kendisi o adammýþ gibi onu temsil etmeye razý olacak ve bu
öykünmeden utanmayacak, hele o adamýn metin, akýllýca bir davranýþýna
öykünmekteyse. Yok hastalýk, aþk, sarhoþluk ya da baþka bir zayýflýk yüzünden
sendelediðini görürse, ona daha az öykünecek. Ama kendine layýk olmayan bir adama
öykünmesi gerekirse, kendini, kendinden kötü olan bir adama ciddiyetle benzetmek
istemeyecek, yoksa ancak kýsa bir zaman için, öyküneceði kimse iyi bir þey yaparsa
buna razý olacak; gene de utanacak, çünkü bu gibilerine öykünmeye alýþýk deðildir, hem
de kendinden kötü insanlarýn kýlýðýna kýyafetine girmekten hoþlanmaz; ruhunda da
bunlarý küçük görür, yalnýzca þaka olsun diye öykünür."

"Tabii" dedi.

"Az önce Homeros'un destanlarýndan konuþurken sözünü ettiðim anlatýþ biçimine


baþvuracak, deðil mi, yani sözlerinde her ikisi hem öykünme, hem basit anlatýþ
olacaktýr, fakat uzun anlatýþ parçalarý arasýnda küçük bir parça öykünme bulunacak.
Yoksa yanýlýyor muyum?"

"Hayýr," dedi, "istediðimiz anlatýþýn böyle olmasý gerektir."

"O halde böyle olmayan hikâyeci ne kadar kötüyse, o kadar her þeye öykünecek, kendine
layýk görmediði bir þey olmayacak; öyle ki büyük bir kalabalýðýn karþýsýnda bile
ciddiyetle her þeye öykünmeye kalkýþacak, söz geliþi, demin saydýðýmýz gök
gürültülerine, rüzgârlarýn, dolunun, dingillerin, makaralarýn, borularýn, zurnalarýn,
çoban flavtalarýnýn ve bütün sazlarýn sesine; üstelik köpeklerin havlamasýna, kuzularýn
melemesine, kuþlarýn ötmesine de. Sözü ya baþtan baþa ses ve jest öykünmelerinden
ibaret olacak, yahut da anlatma pek az yer alacak. Öyle deðil mi?"

"Öyle olsa gerek" dedi.

"Ýþte," dedim, "saydýðýmýz iki söyleyiþ biçimi bunlardýr."


"Evet, bunlar" dedi.

"Ýkisinden birinde biraz deðiþiklik olur; insan söyleyiþine uygun makam ve ritm de
katarsa, iyi söyleyenin hemen hemen hep ayný makama göre ve deðiþiklikler ufak olduðu
için hep bir tek makamda ve ona uygun bir ritmde söylemesi mümkündür."

"Þüphesiz, öyledir" dedi.

"Peki, ama ötekinin söyleyiþ biçimi tam tersine; kendine has anlatýmý bulmak için
makamlarýn, ritmlerin hepsine gereksinimi vardýr çünkü onda her türlü deðiþiklik
bulunur."

"Çok doðru."

"O halde, þairlerin, söz söyleyen insanlarýn hepsi, bu anlatma biçimlerinin ya birini, ya
ötekini, yahut da ikisinden karma bir biçimi kullanýrlar, deðil mi?"

"Öyle olsa gerek" dedi.

"Peki, ne yapacaðýz," dedim, "bütün bu biçimleri devletimize alacak mýyýz? Yoksa basit
biçimlerin yalnýzca birini mi, veya karma biçimi mi, hangisini alacaðýz?"

"Benim düþüncem üstün gelirse," dedi, "uslu akýllý adama öykünen ve karma olmayan
anlatma biçimini alýrýz."

"Ama karma biçim de tatlýdýr, Adeimantos, çocuklarýn, lalalarýn ve çoðu insanlarýn en


çok hoþuna giden biçim, senin seçtiðinin karþýtýdýr."

"Hoþtur da ondan."
"Ama belki bizim devlete uymaz, diyeceksin, çünkü bizde her insan bir iþ gördüðü için
iki veya bir çok yönlü olamaz."

"Evet, uymaz devletimize."

"Bunun için deðil midir ki, yalnýzca böyle bir kentte kunduracý kunduracýdýr,
kunduracýlýðýndan baþka bir de kaptanlýk yapmaz, çiftçi çiftçidir, çiftçilikten baþka bir
de yargýçlýk yapmaz, asker askerdir, askerlikten baþka ticaretle uðraþmaz, hepsi de
aynen öyledir."

"Doðru" dedi.

"Öyleyse, belli ki her kýlýða girmesini, her þeye öykünmesini ustalýkla bilen bir adam
kentimize gelip de þiirlerini temsil etmek isteseydi, þaþýlacak, hoþ, kutsal bir varlýk gibi
önünde secde ederdik, fakat kentimizde onun gibi adam bulunmadýðýný, bulunmasýnýn
da yasak olduðunu söyler, baþýna kokular sürdükten, yün þeritlerden bir taç koyduktan
sonra,(62) onu baþka bir kente gönderirdik. Biz ise selametimiz için daha sert, daha az
hoþ bir þairi, bir hikâyeciyi dinleriz. O bizim için yalnýzca aklý baþýnda adamýn
söyleyiþine öykünsün, sözlerini, askerlerimizin eðitimini ele aldýðýmýz zaman yasa
olarak koyduðumuz biçimlere uydursun."

"Evet," dedi, "elimizde olsaydý, öyle yapardýk."

"Þimdi, dostum," dedim, "musikinin sözler ve masallar hakkýndaki kýsmýný sona


erdirdik sanýyorum. Çünkü ne söylemeli ve nasýl söylemeli sorununu inceledik."

"Ben de öyle sanýyorum" dedi.

"Bundan sonra þarký söyleme biçimi ve þarkýlar kaldý, deðil mi?" dedim.
"Peki, önce koyduðumuz kurallara uymamýz için, bunlarýn nasýl olmasý gerektiði
hakkýnda neler söyleyeceðimizi herkes þimdiden bulabilir, deðil mi?"

Ama Glaukon (63)~ gülerek: "Ben, Sokrates," dedi, "bu herkesin içinde olmasam gerek.
Herhalde þu anda, neler söyleyeceðimizi bulacak durumda deðilim ama aklýmdan bir
þeyler geçmiyor deðil."

"Herhalde," dedim, "en baþta þunu diyebilecek durumdasýn ya: Þarký üç þeyden oluþur:
Söz, makam, ritim.(64).

"Evet, bu kadarýný ben de biliyorum" dedi.

"Þarkýnýn sözlerine gelince, onlar da demin saydýðýmýz söyleyiþ biçimlerine


girdiklerine göre, þarkýsýz sözlerden hiç farklý deðildir."

"Doðru" dedi.

"Makam ve ritme gelince, sözlere uymalýdýr."

"Elbette."

"Fakat sözlerden konuþurken, aðlaþmalara, inlemelere hiç gereksinimimiz yoktur,


dedik."

"Hiç yok tabii."

"Hüzünlü makamlar hangileridir? (65) söyle bakalým, madem ki müzikten anlarsýn."

"Karýþýk Lydia, tiz perdeden Lydia makamlarý ve bunlar gibi birkaçý daha."
"Onlarý ortadan kaldýrmamalý mý?" dedim; "erkeklere þöyle dursun, aklý baþýnda
olmasý gereken kadýnlara bile yararsýzlar."

"Çok doðru."

"Ama bekçilerimize sarhoþluk, gevþeklik, tembellik özellikle yakýþmaz."

"Hiç þüphesiz."°

"Makamlar arasýnda gevþek olanlar, içki sofrasýna yakýþanlar hangileridir?"

"Çözük denilen Ýonia ve Lydia makamlarý da vardýr."

"Bunlar, dostum, savaþçý adamlarýn aðzýna uygun mudur sence?"

"Asla deðil," dedi. "Demek ki senin için yalnýzca Dor ve Phrygia makamlarý kaldý."

"Makamlarý bilmem," dedim, "ama öyle bir makam kalsýn ki, savaþa veya zorlu bir
harekete giriþmiþ olan bir adamýn sesine, anlatýmýna uygun bir biçimde öykünebilsin;
bu adama talihi yardým etmez de yaralanacak, ölecek ya da baþka bir felaketle
karþýlaþacak olursa, bütün bu durumlarda gerilemeden dayanacak, kaderin darbelerine
karþý koyacak. Bir makam daha gerekir ki, kendi isteðiyle sakin ve zor olmayan bir iþe
giriþmiþ, hedefine ulaþmak için ya bir tanrýyý yalvarýþlarla kendine kazanmak, ya bir
insaný, ona akýl öðretmek, öðüt vermekle, ikna etmeye uðraþan, yahut da baþkasýnýn
ricalarýný, azarlarýný dinleyen ve bu sayede istediðini elde ettikten sonra gurura
kapýlmayan, aksine her iþte akýlla, ölçüyle hareket eden ve olaylarý hoþ karþýlayan bir
adama öykünmeye uysun. Bu ikisini, yani felaketle karþýlaþanlarýn, mutluluða erenlerin,
uslu akýllý, gözüpek adamlarýn sesine en iyi öykünecek bu zorlu ile zorluksuz makamlar
býrak kalsýn."

"Býrakmak istediklerin de zaten demin saydýðým iki makamdýr" dedi.


"Bundan böyle," dedim, "þarkýlarýmýz, havalarýmýz için çok telli ve her türden
makamlý sazlara gereksinimimiz olmayacak."

"Belli ki olmayacak" dedi.

"O halde devletimizde üçgen, mýzrap ve öbür çok telli, çok makamlý bütün sazlarý
yapan sanatçýlarý beslemeyeceðiz."

"Dediðimizden bu çýkar."

"Ya flâvta yapanlarý, flâvta çalanlarý kente kabul edecek misin? Flâvta en çok sesi olan
saz deðil mi, öbür bütün telli sazlar flâvtanýn bir taklidinden ibaret deðil mi?(66)"

"Öyle besbelli" dedi.

"O halde lyra ile kithara kalýyor, (67) onlar kentimiz için yararlýdýr; bir de kýrlarda
çobanlar için kaval."

"Düþüncemiz bunu gösteriyor."

"A dostum," dedim, "Apollon ve Apollon¨'un sazlarýyla Marsyas ve Marsyasýnkiler


arasýnda karar verip ilkini seçmekle bir yenilik yapmýþ olmayýz. (68)"

"Evet, Zeus hakký için, bence de pek yeni deðil."

"Köpek hakký için" dedim, "baksana hiç farkýna varmadan, demin (70) zevke, eðlenceye
düþmüþ olduðunu söylediðimiz kenti temizledik.

"Akýllýca iþ gördük" dedi.


"Haydi öyleyse," dedim, "temizliði sürdürelim. Makamlardan söz ettikten sonra, ritmleri
ele alalým: Ne çok çeþitli ritimler, ne de türlü türlü vezinler olmalý, fakat düzenli, cesur
bir adamýn yaþamýný anlatacak ritmler hangileridir diye bakmalý. Bunlarý bulduktan
sonra da böyle bir adamýn sözlerini vezinle melodiye deðil, vezinle melodiyi sözlerine
uydurmalý. Makamlarý saydýðýn gibi, bu ritmlerin de hangileri olduðunu söylemek sana
düþer."

"Zeus hakký için," dedi, "söyleyecek sözüm yok! Uðraþtýðým için biliyorum ki,
vezinlerin meydana geldiði üç türlü ritm (71) vardýr, þarkýlarda ise, bütün makamlarýn
çýktýðý dört türlü (72). Ama hangisinin þu veya bu yaþama öykünmeye uygun olduðunu
söyleyemem."

"Bu sorunu Damon'la (73) görüþürüz," dedim, "hangi vezinlerin alçaklýða, taþkýnlýða,
deliliðe ve daha baþka kötülüklere uyduðunu, hangi ritmlerin de karþýtlarýna kaldýðýný
ondan sorarýz. Onun, karma bir enhopoliostan, bir daktylos ile bir heroostan söz ettiðini
þöyle bir duydum; bu vezinleri iyice anlamadýðým bir biçimde bölüp arsis ile thesiste bir
eþitlik oluþturuyordu; bunlar ya kýsa ya uzun bir heceyle bitiyordu; bir de sanýrým ki,
baþka bir vezne iambos, bir baþkasýna da trokhaios diyordu; bunlar da uzun ile kýsalarý
bir düzene sokuyordu ve yanýlmýyorsam, bunlarýn bazýlarýnda vezinlerin temposunu
ritm kadar doðru veya yanlýþ buluyordu veya ritmle tempodan katýþýk bir þeyi... iyice
bilmiyorum; fakat dediðim gibi bu konuyu Damon'a býrakalým (74). Çünkü bizim bir
karara varmamýz için uzun uzadýya tartýþmamýz gerekecek. Öyle deðil mi?"

"Zeus hakký için öyle."

"Ama hiç olmazsa þu nokta hakkýnda karar verebilirsin: uygunluk veya uygunsuzluk
(75) ritimlilik veya ritimsizliðe baðlýdýr."

"Þüphesiz."
"Ama ritimlilik güzel söyleme biçimine baðlýdýr ve ona benzer, ritimsizlik ise karþýtýna,
uyumluluk ve uyumsuzluk için de böyledir; tabii ancak demin dediðimiz gibi söz ritim ve
makama deðil de, makamla ritim söze uyarsa."

"Doðru tabii," dedi, "onlarýn söze uymasý gerekir."

"Ya söyleme biçimi ve söylenen söz," dedim, "insanýn huyuna baðlý deðil midir?"

"Þüphesiz."

"Daha da ne varsa söyleme biçimine baðlý deðil mi?"

"Evet."

"Demek ki güzel söz söyleme, uyumluluk, uygunluk, ritimlilik iyi huyluluða baðlýdýr,
ama iyi huylulukla, kendisine hiç layýk olmadýðý halde bu adý verdiðimiz saflýðý deðil,
insan doðasýný gerçekten iyilik ve güzellikle süsleyen bir anlayýþý söylemek istiyorum."
(76).

"Çok doðru söylüyorsun" dedi.

"Öyleyse kendine düþen görevi yapmak isteyen bir gençlik her zaman bu ülkülere
ulaþmaya çaba göstermelidir, deðil mi?"

"Elbette."

"Bunlar resim ve ona benzer bütün sanatlarda görülür, dokumacýlýkta, nakýþçýlýkta,


mimarlýkta ve her türlü eþya yapan bütün sanatlarda, hatta canlýlarýn ve öbür bitkilerin
doðasýnda da görülür; çünkü hepsinde uygunluk veya uygunsuzluk vardýr ve
uygunsuzluk, ritimsizlik, uyumsuzluk söz ve huy çirkinliðiyle kardeþtir; karþýtlarý da
uslu akýllý ve iyi bir huyun kardeþleri, öykünmeleridir."
"Aynen böyledir" dedi.

"Peki yalnýzca, þairleri gözaltýnda tutup þiirlerinde iyi huylarý betimlemeye mi, yoksa
hiç þiir yazmamaya mý zorlamalýyýz? Öbür sanatçýlarý da gözaltýnda tutup onlarýn,
kötü huylarý, dizginsizliði, alçaklýðý, uygunsuzluðu ya canlýlarýn betimlenmesinde, ya
yapýlarda yahut da baþka bir sanat yapýtýnda göstermelerine engel olmamalý mýyýz?
Yok bu ellerinden gelmezse, bizde iþ görmelerini yasak etmeliyiz ki, bekçilerimiz
kötülük betimlemeleri içinde, týpký bir kötü besinle beslenirmiþ gibi yetiþmesinler, her
gün bir çok zehirli bitkiyi koparýp azar azar fakat durmadan yiyip zehirlenerek, farkýna
varmaksýzýn ruhlarýnda büyük bir kötülük oluþmasýn. Tersine güzelin, uygunun özünü
sezmeye doðasý gereði yetenekli olan sanatçýlarý (77) aramalýyýz ki, gençler bir saðlýk
ülkesinde yaþýyormuþ gibi her þeyden yarar görsünler, güzel yapýtlardan gözlerine veya
kulaklarýna deðen her þey, dünyanýn en güzel ülkelerinden saðlýk getiren bir rüzgâr gibi,
onlarý diriltsin, ta çocukluktan güzeli sevmeye, güzele benzemeye, güzelle uyum içinde
yaþamaya doðru onlarý usulca götürsün." (78).

"O halde Glaukon," dedim "bu nedenlerden dolayý müzikle eðitim en üstün eðitimdir,
çünkü ritim ve uyum, ruhun ta içine girer ve ona uyum kazandýrarak her þeyden çok
kavrar. Böylece ruhu uyumlu kýlar, yeter ki insan doðru dürüst eðitim görmüþ
olsun.Yoksa bunun tam tersi olur, deðil mi? Öte yandan da doðada ya da insan eliyle
yapýlanlardaki eksikler, gereðince eðitilmiþ bir adamýn derhal gözüne iliþir; o haklý
olarak çirkinliklere, eksiklere kýzar, güzeli över, çünkü güzelden hoþlanýr ve onu
ruhunda sindirip, onunla beslenir. Böylece güzel ve iyi bir insan olur, çirkini de haklý
olarak ayýplar. Gençken daha henüz akýl yürütecek çaðda olmadýðý halde güzel
olmayandan nefret eder. Ardýndan akýl yürütmeye de baþladý mý (79), müzikle eðitim
gördüðünden, düþünmeye yatkýnlýðýný farkeder ve bu yetisini sevinçle karþýlar."

"Bu nedenlerle eðitim bence müziðe dayanmalýdýr."


"Okumaya gelince, ancak harflerin, bütün durumlarda belirli sayýda olup daima
yinelendiðini bildiðimiz zaman, okuma yazma biliyoruz, diyebildik. O zamandan beri
ister küçük, ister büyük yazýlmýþ olsun hiçbir harfi dikkate deðmez diye yabana
atmadýk; tersine nerede olursa olsun ayýrmaya çalýþtýk, çünkü bu düzeye gelmeden
okuma yazmada bilgi sahibi olamayacaðýmýzý biliyorduk, öyle deðil mi?" (80)

"Doðru."

"Suda olsun, aynada olsun harflerin terslerini görsek, harflerin kendilerini bilmeden
yansýlarýný tanýyamayýz; bilmeliyiz ki bunlarýn ikisi de ayný sanatýn (81), ayný
çalýþmanýn konusudur."

"Þüphesiz öyle."

"O halde tanrýlar hakký için, ben de diyorum ki, kendimiz de, yetiþtirmek istediðimiz
bekçiler de usluluðu, yararlýlýðý, ruh yüksekliðini, soyluluðu ve bunlara kardeþ olan iyi
huylarý , ayný zamanda bunlarýn karþýtlarý olan kötü huylarýn biçimlerini bütün
durumlarda tanýmadýkça, nerede olursa olsun onlarý veya terslerini fark etmedikçe,
tuttuðu yer küçük olsun, büyük olsun birini yabana attýkça, müzik eðitimi gördük
diyemeyiz, çünkü bunlarýn hepsi ayný sanatýn, ayný çalýþmanýn konusudur."

"Böyle olmasý þarttýr" dedi.

"O halde," dedim, "birinin ruhunda güzel huylar, görünüþünde de ayný örnekten ve bu
huylara uyan ve yakýþan nitelikler birleþmiþse, bu insan, görmesini bilen için, dünyada
görülecek en güzel þey deðil midir?" (82)

"En güzel þeydir doðrusu."

"Peki en güzel þey de en çok sevilir deðil mi?"


"Þüphesiz."

"Müzik eðitimi görmüþ adam en çok böyle uyumlu insanlarý sevecek. Yok uyumlu
deðilseler sevmeyecek."

"Ruhlarýnda bir eksiklik varsa, tabii sevmeyecek; yok vücutlarýnda bir eksiklik varsa,
buna katlanacak, sevmeye razý olacak."

"Anlýyorum," dedim. "Senin böyle bir sevgin var veya oldu da ondan böyle söylüyorsun;
bir diyeceðim yok. Yalnýz þuna yanýt ver: Sýnýrýný aþmýþ bir zevkin akýlla alýp
vereceði var mýdýr?"

"Olur mu hiç," dedi, "acý kadar zevk de insaný çýlgýna çevirir."

"Ya öteki iyiliklerle alýp vereceði var mýdýr?"

"Asla yoktur."

"Peki taþkýnlýkla, aþýrýlýkla?"

"Onlarla hiç yoktur."

"Ama aþkýn verdiði zevkten daha büyük bir zevk bilir misin?"

"Bilmem," dedi, "ondan delicesi de zaten yoktur."

"Gerçek aþk ise düzenliyi ve güzeli akla ve musiki eðitimine uygun bir biçimde
sevmektir."

"Tam öyledir" dedi.


"O halde ne delice bir þeyi, ne de aþýrýlýða yakýn olaný gerçek aþkýn yanýna
yaklaþtýrmalý."

"Yaklaþtýrmamalý."

"Öyleyse, zevkin de yanýna yaklaþtýrmamalý; gerçek bir aþkla birbirine baðlanmýþ olan
sevenle sevilen ondan uzak kalmalý."

"Zeus hakký için, evet Sokrates," dedi, "yanlarýna ¬yaklaþtýrmamalý onu."

"O halde anlaþýlýyor ki, kurmakta olduðumuz kentte konacak yasaya göre, seven
sevdiðine kendini sevdirebilirse, güzellik uðruna onu kendi oðlu gibi öpebilir, onunla
görüþebilir, ona dokunabilir. Gönlünü kazanmaya çabaladýðý gençle iliþkileri öyle
olmalýdýr ki, hiçbir zaman daha ileri gittiði duygusunu uyandýrmasýn. Yoksa müzikten
ve güzellikten anlamaz bir adam diye eleþtirilir(83).

"Öyle" dedi."

"Öyleyse," dedim, "benim gibi sen de müzik hakkýndaki konuþmamýzýn hedefine


vardýðý fikrinde misin?"

"Herhalde nereye varmasý gerekiyor idiyse, oraya vardý: Müzik, güzellik sevgisiyle
sonuçlanmalýdýr galiba."

"Ben de bu fikirdeyim" dedi.

"Gençlerin yetiþmesinde müzikten sonra beden eðitimi gelir."

"Tabii."
"Bu iþte de çocukluktan baþlayýp bütün yaþamlarý boyunca ciddi bir eðitim görmeleri
gerek. Kanýmca þu yoldan gitmeli ve sorunu sen de incele. Bence her ne kadar iyi bir
durumda olsa da beden kendi iyiliðiyle ruhu iyi etmenin üstesinden gelemez. Tersine iyi
bir ruh, kendi iyiliðiyle bedeni olabildiði kadar iyileþtirir (84). Sen bunu nasýl
görüyorsun?

"Ben de senin gibi" dedi.

"Kafalarý yeterince eðittikten sonra, beden hakkýndaki sorunlarý inceden inceye


saptamayý onlara býrakýp, uzun uzadýya söz etmemek için yalnýzca temelleri
öðretmekle iyi etmiþ olmaz mýyýz."

"Oluruz, þüphesiz."

"Bekçiler sarhoþluktan sakýnmalýdýrlar, dedik (85), sarhoþ olup da nerede olduðunu


bilmemek, kendinden geçmek herkesten az bekçiye yakýþýr."

"Evet, bekçi olanýn bir bekçiye gereksinimi olmasý gülünçtür."

"Peki, beslenmelerine gelelim: Bekçilerimiz en büyük yarýþýn atletleridir, öyle deðil


mi?"

"Evet."

"Peki þu atletlerin yaþayýþý bekçilerimize uyar mý?"

"Belki de uyar."

"Ama bu yaþayýþ uyuþturucu ve saðlýk için tehlikelidir. Görmüyor musun ki


hayatlarýný uykuda geçiriyorlar. Kendileri için düzenlenen perhizi biraz bozacak
olurlarsa, bu atletler büyük ve þiddetli hastalýklara tutulurlar."
"Görüyorum."

"Savaþçý atletlere daha iyi düþünülmüþ bir spor ve yaþayýþ gerek; onlarýn uyanýk
köpekler gibi iyi görmeleri ve iþitmeleri, seferde sýk sýk suyu, yemeði deðiþtirdikleri,
bazen güneþ çarptýðý, bazen de kýþ fýrtýnalarýna tutulduklarýnda saðlýklarýnýn hiç
sarsýlmamasý gerektir."

"Bence de öyle."

"O halde en iyi beden eðitimi, biraz önce gözden geçirdiðimiz müzik eðitiminin bir
kardeþi gibi olmayacak mý?"

"Bundan ne anlýyorsun?"

"Her þeyden önce savaþa bir hazýrlýk olacak sade, akýllýca bir beden eðitimi."

"Bu eðitimi nasýl saðlamalý?"

"Bu gibi þeyler Homeros'tan bile öðrenilir. Bilirsin ki Hellespontos, savaþta askerleri,
deniz kýyýsýnda olduklarý halde ne balýkla besler, ne haþlanmýþ etle. Askerlere, daha
kolay olduðundan yalnýzca kýzarmýþ et yedirir; çünkü hemen hemen her yerde doðrudan
doðruya ateþi kullanmak, yanýnda tencere getirmekten kolaydýr."

"Þüphesiz."

"Sanýrým Homeros baharattan da hiç söz etmez. Atletler de bilmez mi ki bedenlerinin iyi
durumda olmasý için, bunlarýn hiçbirini aðýzlarýna koymamalýdýrlar."

"Haklý olarak bilirler, aðýzlarýna da koymazlar."


"Söylediklerimizi doðru buluyorsan, Siracusa yemeklerini, Sicilya'nýn çeþitli katýklarýný
(86) herhalde beðenmeyeceksin, dostum."

"Hayýr, sanýrým."

"Bedenlerinin iyi bir durumda olmasýný isteyen erkeklerin Korinthoslu bir sevgili (87)
edinmelerini de doðru bulmayacaksýn."

"Asla."

"Ne de Attika'nýn ün salmýþ tatlýlarýna düþkün olmalarýný."

"Þüphesiz."

"Bence böyle bir yeme içme biçimini, var olan bütün makamlarý, bütün ritimleri içine
alan bir havaya, bir þarkýya benzetmekle, doðru benzetmiþ oluruz."

"Elbette."

"Çeþitlilik ruhta aþýrýlýk doðurur, bedende ise hastalýk; oysa müzikte sadelik, ruhlara
aðýrbaþlýlýk, beden eðitiminde ise vücutlara saðlýk verir."

"Çok doðru" dedi.

"Ama, kentte aþýrýlýklar, hastalýklar artýyorsa, birçok mahkeme, hastane açýlacak, hatta
birçok kiþi, bu iþlere hevesle atýlacaklarý için, avukatlýk ve hekimlik önemsenecektir,
deðil mi?"

"Tabii, baþka türlü olamaz."


"Devlette eðitimin kötü ve kusurlu olduðuna dair, yalnýzca halk kesiminin ve
zanaatkarlarýn deðil, özgür yaþayan ve iyi eðitim görmüþ gibi tavýrlar takýnan
kimselerin de usta hekim ve yargýçlara gereksinimleri olmalarýndan daha güçlü kanýt
olabilir mi? Kiþinin haklarý çok sýnýrlý olduðundan, hakem ve yargýç saydýðý
baþkalarýndan hak istemek zorunda kalmalarý sence ayýp ve kötü eðitime büyük bir
kanýt deðil mi?"

"Dünyanýn en ayýp þeyi, doðrusu" dedi.

"Peki ya þu, deminkinden de daha ayýp deðil mi: Ýnsanlar, yaþamlarýnýn büyük bir
bölümünü, mahkemelerde sanýk ya da davacý olarak geçirmekle kalmayýp, güzellikten
anlamadýðý için, 'haksýzlýk etmekte ustayým, her türlü dolaba aklým erer, ceza
giymemek için kaçamaklarýn hepsine baþvurup bir yýlan gibi sýyrýlarak savuþmasýný
bilirim' diye böbürlenirler. Hem de bütün bunlar ufacýk, deðersiz sorunlar için olur;
böyle bir adam, hayatýný uyuklayan bir yargýca muhtaç etmemek üzere düzenlemenin ne
kadar daha güzel, ne kadar daha iyi olduðunu bilmez."

"Evet bu dediðin deminkinden de ayýp" dedi.

"Hekime, yaralarý yahut þu veya bu mevsimlik hastalýklar için baþvurmakla kalmayýp,


tembellik ya da az önce gözden geçirdiðimiz yaþayýþ yüzünden vücudumuzu akýntýlar
ve yellerle doldurup da sivri akýllý Asklepios oðullarýný (88), bu hastalýklara þiþkinlik
veya kathar gibi adlar vermeye zorlarsak, sence ayýp olmaz mý?"

"Çok ayýp olur, dedi, gerçekten de bunlar yepyeni ve tuhaf hastalýk adlarýdýr."

"Böyleleri Asklepios zamanýnda yoktu, sanýrým; bence kanýtý da þu: Troia önünde
yaralanan Eurypylos'a bir kadýn, bol un ve öðülmüþ peynirle karýþmýþ Pramnos þarabý
içirmiþ (89). Bize bu ilaç, peklik söktürücü gibi göründüðü halde, Asklepiosoðullarý (90)
içireni ayýplamamýþlar ve hastayý tedavi eden Patroklos'a (91) da itiraz etmemiþler."
"Bu durumda bir adam için tuhaf bir ilaç doðrusu!"

"Hiç de tuhaf deðil, düþün ki dendiðine göre Asklepiosoðullarý þimdiki hekimliði, yani
hastalýklarla uðraþma yöntemlerini, Herodikos'tan (92) önce uygulamazlardý. Herodikos
ise önce beden eðitimi öðretmeniydi; hastalýklý bir adam olunca, sporla hekimliði
birbirine katmak istemiþ, derken ilkin ve herkesten çok kendisine, sonra da daha birçok
kimseye eziyet etmiþtir."

"Nasýl?" diye sordu.

"Ölümünü uzatarak," dedim. "Ölüme yol açan hastalýðýnýn seyrini adým adým izledi,
ama kendini iyileþtirmek elinden gelmedi; her iþten elini çekip yaþamý boyunca kendine
bakarak, alýþýk olduðu perhizi biraz bozdu mu, içini yiyerek yaþadý. Bilgisi sayesinde
de can çekiþe çekiþe yaþlandý."

"Sanatýndan amma da güzel kazanç çýkarmýþ!"

"Hak ettiði kazancý," dedim, "çünkü anlamamýþ ki, Asklepios'un, oðullarýna hekimliðin
bu biçimini göstermemiþ olmasý, bilgisizliðinden, görgüsüzlüðünden deðil, tersine iyi
yönetilen devletlerin hepsinde her adama bir iþ verildiði, onun bu iþi görmek zorunda
olduðu, hiç kimsenin iþsiz kalarak yaþamýný, hastalýðýný tedavi ettirmekle
geçiremediðini anlamýþ olmasýndandýr. Ne tuhaf ki biz bu gerçeðin, ancak
zanaatkârlardan söz edildiði zaman farkýna varýrýz, zenginler ve mutlu görünenler
sözkonusu olunca hiç farkýna varmayýz."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu.

"Bir doðramacý hastalandýðý zaman," dedim, "hekimden, onu kusturarak hastalýðýndan


kurtaracak bir ilaç ister, ya içini temizleyecek bir müshille yahut da yakmakla, kesmekle
tedavi edilerek kurtulmak ister. ma hekim, ona uzun bir tedavi uygulamaya kalktýðýnda ,
baþýna yün takkeler sarýlýr ve daha bir sürü þey yapýlýrsa, hemen 'Hasta olmaya vaktim
yok, elimdeki iþi býrakýp da hastalýkla uðraþarak yaþamak hiçbir kazanç getirmiyor'
diyecek. Hekime, 'Haydi, güle güle!' deyip alýþýk olduðu yaþayýþa dönecek, iyileþirse
iþine gücüne bakarak yaþayacak, yok vücudu hastalýða karþý koyacak kadar güçlü
deðilse ölecek, dertlerinden de kurtulmuþ olacak."

"Evet, onun gibi bir adama böyle bir tedavi yakýþýr" dedi.

"Neden? Çünkü iþi gücü var ve iþine bakmazsa, yaþamasý mümkün olmaz."

"Öyle besbelli."

"Ama zengine gelince, onun, yarým býrakmak zorunda kalýrsa yaþamasýný önleyecek
hiç bir iþi yoktur, diyebiliriz."

"Yoktur herhalde."

"Duymadýn mý, Phokylides'in þu sözünü (93) anlatýrlar: 'Ýnsan geçimini saðladý mý,
erdemle uðraþmalýdýr.'

"Bana kalýrsa, daha önce de uðraþmalý" dedi.

"Bu hususta Phokylides ile tartýþmaya giriþmeyelim, dedim. Ama biz, zenginin erdemle
uðraþmasý gerekli mi, uðraþmazsa yaþayamaz mý, yoksa doðramacýyý ve öbür sanat
sahiplerini iþlerine bakmaktan alýkoyan bu hastalýk illeti, zengini de Phokylides'in
kuralýna uymaktan alýkoyar mý, koymaz mý? Bu sorun üstüne kendimizi aydýnlatalým."

"Zeus hakký için, evet," dedi, "beden eðitimini de geçen bu aþýrý bakým, erdemli
olmaya en büyük engeldir, denebilir. Çünkü ev yönetiminde, seferde, kentte, önemli
devlet görevlerinde de insana engel olur."
"Ama en kötü yaný, öðrenme, düþünme ve kendi kendine çalýþmaya engel olmasýdýr:
Çünkü insanlar, felsefeyle uðraþýrlarsa baþlarý aðrýyacak, baþlarý dönecek diye hep
korktuklarý için, felsefe bu dertlere neden oluyor, felsefeden uzak durmalý, der. Böylece
bu aþýrý bakým, nerede olursa olsun erdemle uðraþmaya, erdemi araþtýrmaya her
bakýmdan engel olur. Çünkü insana daima hastaymýþ duygusu verir, vücutta durmadan
aðrýlar sýzýlar duyurur."

"Tabii öyle," dedi.

"Diyebiliriz ki, Asklepios da bunlarý bildiði için hekimliði, vücutlarý yaradýlýþtan ve


yaþayýþlarýndan saðlam olan, ancak geçici bir hastalýða tutulmuþ olan insanlar ve
onlarýn bünyeleri için öðretmiþtir; onlarýn hastalýklarýný ilaçlarla, ameliyatlarla iyi etti,
ama devlet iþlerinin zarar görmemesi için, insanlarýn alýþýk olduklarý yaþayýþý
deðiþtirmedi; içi her bakýmdan hasta olan vücutlara uzun süreli tedaviler uygulayýp
yaþamlarýný uzatýp kötüleþtirmeye giriþmedi. Doðallýkla kendileri gibi hastalýklý
olacak çocuklar meydana getirmelerini doðru bulmadý. Doðanýn saptadýðý süre kadar
yaþamaya gücü yetmeyen kiþileri tedavi etmenin gerekmediðini düþündü. Çünkü bu
tedaviden ne adamýn kendisi, ne devlet yarar görebilirdi."

"Asklepios'u devletin yararýný düþünen bir adam yaptýn gitti" dedi.

"Besbelli ki öyleydi," dedim, "görmüyor musun, çocuklarý Troia önünde savaþýrken ne


büyük yararlýlýk gösterdiler ve ayný zamanda da hekimliði anlattýðým gibi uyguladýlar.
Anýmsamýyor musun ki Pandaros, Menelaos'u vurup yaralayýnca 'yaradan kaný emdiler,
üzerine yatýþtýrýcý ilaçlar döktüler' (94) Eurypylos'un bundan sonra ne yiyip ne
içeceðini saptamaya gerek duymadýklarý gibi, Menelaos için de buna gerek görmediler.
Çünkü yaralanmadan önce saðlýklý ve yaþayýþý düzenli olan adamlara ilaçlar þifa
vermeye yeter, o anda karmakarýþýk bir içki (95) bile içseler gene yeter, diye
düþünüyorlardý. Ama yaradýlýþtan hasta ve kötü þeylere baðýmlý olmaya yatkýn bir
adamýn yaþamasýnýn kendine de, öbür insanlara da yarar saðlamadýðýný, hekimlik
sanatýnýn onlar için yaratýlmadýðýný ve Midas'tan (96) daha zengin olsalar bile, onlara
bakmak gerekmediðini düþünüyorlardý."

"Asklepiosoðullarýný pek de zeki buluyorsun" dedi.

"Bu onlara yakýþýr," dedim. "Fakat gerek tragedya þairleri (97), gerekse Pindaros (98)
bizi dinlemeyerek 'Asklepios, Apollon'un oðluymuþ' derler. Paraya tamah etmiþ, artýk
ölmek üzere olan zengin bir adamý iyi etmek istemiþ de o anda yýldýrýmla vurulmuþ.
Ama biz az önce söylediklerimize (99) uyarak bu iki sava da inanmayacaðýz; diyeceðiz
ki, tanrýoðlu olsaydý, paraya düþkün olmazdý, paraya düþkün idiyse, tanrýoðlu deðildi."

"Bu dediklerin gerçi çok doðrudur," dedi, "ama þuna ne dersin, Sokrates: Devletimizde
iyi hekim bulundurmamalý mýyýz? Herhalde en iyi hekimler, en çok hasta görmüþ
hekimlerdir; nitekim en iyi yargýçlar da her türlü insanla iþi olmuþ adamlardýr."

"Elbette iyilerini isteriz, ama hangilerini iyi sayýyorum biliyor musun?"

"Söyle de öðreneyim" dedi.

"Haydi deneyeyim" dedim. "Ama sen bir soruda iki ayrý þeyi sordun (100)."

"Nasýl?"

"Hekimleri ele alalým," dedim, "çok güçlü hekim olabilmeleri için, sanatý ta çocukluktan
öðrenmeye baþlamýþ, olabildiði kadar çok aðýr hasta görmüþ, hatta kendileri de bütün
hastalýklarý çekmiþ olmalarý ve yaradýlýþtan çok saðlýklý olmamalarý gerekir. Çünkü
hasta bir bedeni kendi bedenleriyle tedavi etmezler. Yoksa saðlýksýz olmalarý, bir
hastalýða tutulmalarý olanaksýz olurdu. Hayýr, onlar hasta bir bedeni, ruhlarýyla
iyileþtirirler, ruh kötüyse iyileþtirmesi de olanaksýzdýr ."

"Doðru" dedi.
"Yargýç da, dostum, ruha ruhuyla hükmeder; ruhun, genç yaþýndan beri kötü ruhlar
arasýnda büyümesi, onlarla birlikte yaþamasý ve her türlü haksýzlýðý kendi denemiþ
olmasý; böylelikle hekim kendi hastalýklarýndan hastalarýnkileri anladýðý gibi,
yargýcýn da ötekilerin iþlediði kötülükleri kendinden pay biçerek çabucak ortaya
koyabilmesi doðru deðildir. Yok, güzel ve iyi bir ruh olarak, doðru olup olmayana iliþkin
saðlýklý kararlar verecekse, gençken kötü huylardan uzak ve temiz kalmýþ olmasý
gerekir. Bu yüzden de soylu kiþiler gençken saf görünürler(101). Kötü yollara sapmýþ
kiþiler tarafýndan kolayca aldatýlýrlar; çünkü ruhlarýnda kötüleri anlamalarýna olanak
saðlayacak örnek yoktur."

"Evet," dedi, "soylularýn baþýna gelen þey iþte budur."

"Demek ki iyi yargýcýn genç deðil, yaþlý olmasý, eðriliðin doðruluðun ne olduðunu geç
öðrenmesi gerek, dedim, eðriliði, ruhunda bulunan kendine özgü bir nitelik olarak
tanýmamýþ olmasý, uzun uzun deneylerden sonra onu tanýyýp ne büyük bir kötülük
olduðunu anlamasý, bunu da kendi yaþam deneyimleriyle deðil, bilgisiyle öðrenmesi
gerektir."

"Hiç kuþkusuz," dedim, "böyle bir yargýç, gerçekten yargýçtýr."

"Üstelik de iyidir, zaten sorduðun da buydu. Ýyidir, çünkü ruhu iyi olan iyidir. Ama o
güçlü, o her þeyden kuþkulanan, eskiden birçok haksýzlýk iþlediði için kendini kurnaz,
becerikli sanan yargýcýn kendine benzer insanlarla iþi oldu mu, kendi ruhundaki
örneklerle baktýðý için, sakýnmasýný bilir, güçlü görünür. Yaþý ilerlemiþ (102) iyi
insanlarla iþi olduðu zaman, budala görünür, çünkü yersiz kuþkulara kapýlýr, saðlam bir
karakter nedir bilmez. Çünkü ruhunda böyle örnekler yoktur. Ama iyi insanlardan çok
kötülere rasladýðý içindir ki, kendi kendine de, öbür insanlara da bilgisiz deðil, bilgili
görünür."

"Evet söylediðin her bakýmdan gerçektir" dedi.


"Öyleyse," dedim, "aradýðýmýz iyi ve bilgili yargýç bu deðil, daha önce sözünü ettiðimiz
adamdýr; çünkü kötülük hiçbir zaman hem iyiliði, hem kendini tanýyamaz; iyilikse,
eðitildikçe zamanla hem kendine hem de kötülüðe iliþkin bilgilerle donanýr . Bu yüzden
benim anlayýþýma göre bilgili olmak, kötü adama deðil, bu iyi adama vergidir."

"Bence de öyledir" dedi.

"Devletimizde böyle yargýçlar ve onlarýn yaný sýra, az önce konuþtuðumuz gibi


hekimler bulunduracaksýn; bunlar yurttaþlar arasýnda bedenleri ve ruhlarý yaradýlýþtan
iyi olanlara bakacaktýr, iyi olmayanlara gelince, bedenleri saðlýksýz olanlarý ölüme terk
edecekler (103), ruhlarý yaradýlýþtan kötü ve düzelmez olanlarýysa kendileri
öldürecekler, deðil mi?"

"Evet, bu durumdakiler için de, devlet için de bu en iyi çare gibi görünüyor."

"Gençlere gelince," dedim, "besbelli ki, onlar saðduyu doðurduðunu söylediðimiz o sade
müzikle eðitilmiþlerse, yargýyla bir iliþkide bulunmaktan sakýnacaklar."

"Þüphesiz" dedi.

"Müzik eðitimi görmüþ kiþi, beden eðitimi de alýrsa , zorunlu durumlar dýþýnda ,
hekimlere muhtaç olmamak isterse, bunu saðlayamaz mý?"

"Saðlar, bence."

"O halde beden eðitiminde, sporda da beden gücünden çok ruhun gücünü geliþtirmeye
bakacak, öbür atletler gibi besinlerini, sporlarýný yalnýzca bedeninin gücünü göz
önünde tutarak düzenlemeyecek."

"Çok doðru" dedi.


"Peki öyleyse, Glaukon," dedim, "eðitimi müzik ve spor üzerine kuranlar kimilerinin
sandýðý gibi (104), biriyle bedeni, ötekiyle ruhu geliþtirmeyi amaçlamadýlar deðil mi?

"Ya ne için?"

"Her ikisini de ruhu geliþtirmek için ortaya koydular ."

"Nasýl olur?"

"Farkýna varmadýn mý," dedim. "Yaþamlarý boyunca sporla uðraþýp da müziðe uzak
duranlar hangi karakterdeki insanlardýr? Ya bunun tersini yapanlarý bilmez misin?"

"Neden söz ediyorsun?" diye sordu.

"Bir yandan haþinlik ve sertlikten, öte yandan gevþeklik ve yumuþaklýktan" dedim.


(105)

"Ben de görüyorum ki, sadece sporla uðraþanlar fazlasýyla haþin, sadece müzikle
uðraþanlar ise kendilerine yakýþmayacak derecede gevþek oluyorlar."

"Halbuki," dedim, "haþinlik ruhun gücünden gelir, ama bu ruh gücü doðru geliþtirilirse
cesaret doðurur, yok bir yay gibi gereðinden çok gerilirse, doðal olarak katlanýlmaz bir
sertlik çýkar ortaya."

"Ýnanýrým" dedi.

"Peki yumuþaklýk filozofca bir yaradýlýþa özgü deðil midir? Gereðinden çok
gevþetilirse, gereksiz bir gevþeklik doðurur, yok güzelce geliþtirilirse, ölçülü bir
yumuþaklýk yaratýr."
"Öyledir."

"Ama bekçilerimiz bu huylarýn ikisine de sahip olmalý diyoruz (106)."

"Evet, olmalý."

"Bunlarýn birbiriyle uyumlu olmasý gerekmez mi?Ú"

"Gerekir elbette."

"Uyumlu olanýn ruhu uslu ve yiðit olur."

"Þüphesiz."

"Uyumsuz olanýnsa korkak ve kaba."

"Tabii."

"Biri müziðin, onu flüt sesleriyle mest etmesine, demin saydýðýmýz tatlý, yumuþak,
hüzünlü ezgileri kulaklarýndan bir huni gibi ruhuna akýtmasýna izin verir de, bütün
yaþamýný türkü mýrýldanmakla, türkülerin tadýný almakla geçirirse, en önce, içindeki
ruh gücü, demirin ateþte yumuþadýðý gibi yumuþar, iþe yaramaz kaba bir þeyken,
kullanýlýr bir hale gelir. Ama býkmaz sürdürür, tersine mest olursa, ruhunun gücü
büsbütün yumuþar, erir, sonunda da cesareti eriyip yiter; bir sinir gibi ruhundan kopar, o
artýk 'yumuþak bir asker' (107) olur."

"Tam öyle olur" dedi.

"Ve doða ona doðuþundan korkak bir ruh vermiþse, çabucak etki altýnda kalýr, ama
güçlü bir ruha sahipse, cesareti kýrýlýr, ruh fazla hassas olur, küçücük nedenlerle
çabucak ateþlenir ama gene söner. Cesaret kaybolur, alýngan, öfkeli, hýrçýn olur."
"Tabii öyle."

"Peki, tersine bütün çabasýný spora ve iyi yemeye içmeye verir de, müzik ve felsefeye
hiç iliþmezse, ne olur? Ýlkin bedeni güçlü olduðundan, kendine güven duyup cesareti
artmayacak mý?"

"Herhalde."

"Peki ama spordan baþka þey yapmaz da, hiç bir zaman Musa (108) ile iliþkiye
geçmezse? Ruhunda, bir öðrenme isteði olsa da, öðrenmenin tadýný almadýðý, hiç bir
araþtýrmaya dalmadýðý için, ne düþünceden, ne de müzikten pay aldýðý için, bu istek
gitgide zayýflar, körleþir, susar; çünkü uyandýrýlmýyor, beslenmiyor, duyumlarý da
aydýnlanmýyor."

"Öyle" dedi.

"Böylece bu adam söze düþman, müziðe yabancý biri olur; sözle inandýrma yoluna artýk
hiç baþ vurmaz, bir hayvan gibi her þeyi zorla, kaba güçle elde eder ve yaþamýný
bilgisizlik ve sapkýnlýk içinde uyum ve inceliklerden yoksun olarak geçirir."

"Tam böyle olur" dedi.

"O halde anlaþýlýyor ki tanrý insanlara bu iki sanatý, müzik ve beden eðitimini iki
hedefle, yani ruh gücü ve bilim sevgisi için verdi denebilir; ruh ile vücut için deðil, ruh
gücüyle bilim sevgisi için verdi ki, iki saz teli gibi gerilip gevþetilerek bir uyum
oluþturacak kadar denkleþsinler."

"Böyle anlaþýlýyor, doðrusu" dedi.


"Demek ki, bir sazýn tellerini akort eden adama deðil de, sporla müziði güzel bir þekilde
birbirine katýp ruhuna en mükemmel ölçülerle sindiren kiþiye müzik ve uyum ustasý
adýný haklý olarak verebiliriz."

"Tabii verebiliriz, Sokrates" dedi.

"Öyleyse, Glaukon, kurduðumuz devletin korunmasý gerekliyse kentimizde, böyle bir


adamý her zaman gözetmen olarak bulundurmalýyýz (109), deðil mi?"

"Bulundurmalý, tabii, son derece gerekli bu ."

"Eðitimimizin, yetiþtirme yöntemimizin temelleri iþte bunlardýr. Ama yetiþtirdiðimiz


gençlerin danslarýndan, avlarýndan, sürek avlarýndan, spor yarýþmalarýndan, at
yarýþlarýndan söz etmek gerekir mi? Aþaðý yukarý belli ki bu etkinlikler de
koyduðumuz ilkelere uymalý. Bunun nasýl olacaðýný bulmak da artýk zor deðildir. (110)

"Belki zor deðil" dedi.

"Peki," dedim, "bundan sonra inceleyecek daha ne kalýyor? Herhalde bunlar arasýnda
kimlerin yöneteceðini, kimlerin yönetileceðini saptamak, deðil mi?"

"Kuþkusuz evet."

"Yaþlýlarýn yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi gerek besbelli."

"Tabii."

"Yaþlýlar arasýnda da en iyilerinin."

"Öyle."
"Çiftçiler arasýnda en iyiler, çiftçilikte en üstün olanlar deðil midir?"

'Evet."

"Peki, madem ki yöneticilerimiz bekçilerin en iyileri olmalýdýr. Bunlar ayný zamanda


kentin bekçileri olarak da en üstün olanlardýr, deðil mi?"

"Evet."

"Bu iþ için akýllý, yetenekli , üstelik de kentle ilgili olmalarý gerek, deðil mi?"

"Öyle gerekir."

"Ama insan en çok sevdiði þeylerle ilgilenir."

"Þüphesiz."

"Peki ama insan en çok kimi sever? Biriyle kendi arasýnda çýkar birliði var diye
düþünüyorsa, onun gönencini kendi gönenci, yoksunluðunu kendi yoksunluðu sayýyorsa,
en çok onu sever (111)."

"Bekçiler arasýndan, yaþamlarý boyunca devletin çýkarýna olacaðýný bildikleri iþlere


sarýlan, zararýna olacaklarý asla yapmak istemeyecekleri sýnanarak kesinleþenleri
seçmeliyiz."

"Ýþte en uygun adamlar bunlardýr" dedi.

"Öyleyse onlarý her yaþlarýnda denemeli, bu kuralý ruhlarýnda tutabiliyorlar mý, bir
büyü ya da bir zor onlara, devlete en yararlý olaný yapmak gerektiði düþüncesini
unutturup býraktýrýyor mu diye bakmalý bence."
"Býrakmadan ne anlýyorsun?"

"Sana söyliyeyim," dedim. "Görüyorum ki, bir düþünce ya isteyerek ya istemeyerek


zihnimizden çýkar; yanlýþ düþünceden, yanlýþ olduðu bize gösterilince isteyerek
vazgeçeriz, bütün doðru düþüncelerden de istemeyerek."

"Ýsteðimizle olaný anlýyorum," dedi, "istemeyerek olaný çýkaramýyorum."

"Ne," dedim, "benim gibi sen de insanlarýn iyi þeylerden istemeyerek, kötü þeylerden
isteyerek ayrýldýklarýný düþünmüyor musun? Gerçek üzerinde yanýlmak kötü bir þey,
gerçeði tanýmak iyi bir þey deðil midir? Gerçeðe uygun düþünmek sence gerçeði
tanýmak deðil mi?"

"Evet , hakkýn var," dedi, "bence de insanlar doðru düþünceden istemeyerek yoksun
kýlýnýrlar (112)."

"Ýnsanlar ya aldatýldýklarýnda, ya gözleri kamaþtýðý zaman ya da zorlandýklarý zaman


buna uðrarlar, deðil mi? (113)."

"Gene anlamýyorum" dedi.

"Anlaþýlan tragedya þairleri gibi konuþuyorum," (114) dedim. "Düþüncesini deðiþtiren


ve unutan adama aldatýlmýþ diyorum, çünkü birinde zaman, ötekinde akýl yürütmesi,
onu hiç farkýna varmadan düþüncesinden döndürür. Anlýyor musun þimdi?"

"Evet."

"Bir aðrý ya da bir acý onlara düþünce deðiþtirtirse, bir zorun etkisi altýnda kalmýþlardýr
diyorum."

"Bunu da anladým," dedi, "doðru söylüyorsun."


"Gözleri kamaþmýþ olanlara gelince, kanýmca, bir zevkin sihri ya da bir korkunun etkisi
altýnda düþünce deðiþtirenlere sen de öyle dersin."

"Gerçekten," dedi, "aldatan her þey insanýn gözlerini kamaþtýrýr."

"O halde demin de dediðim gibi ruhlarýndaki kurallarýn, yani daima devlete en yararlý
olaný yapmak gerektiði kuralýnýn en iyi bekçileri hangileridir diye araþtýrmalý (115).

Demek ki onlarý daha çocukken denemeli, bu kuralý unutturmaya, gençleri aldatmaya en


elveriþli sorunlarla karþý karþýya býrakmalý ve aralarýndan unutmayaný,
aldatýlamayaný seçmeli, unutaný, aldananý da seçmemeli, deðil mi?"

"Evet."

"Onlarý zorluklarla, acýlarla, savaþýmlarla karþý karþýya býrakmalý ve bu koþullarda da


gene ayný denemeleri yapmalý."

"Doðru" dedi.

"Üçüncü türden, yani onlarý birbiriyle karþýlaþtýrarak gözlerini kamaþtýrýcý þeyler


karþýsýnda býrakma denemesi de yapmalý ve korkak olup olmadýklarýný denemek için,
onlarý da daha gençken korkunç þeylerle karþýlaþtýrmalý, sonra da zevke daldýrmalý,
böylelikle altýnýn ateþle sýnanmasýnda gösterilen dikkatten daha büyük bir dikkatle, her
türlü baþtan çýkarýcýlýða dayanabiliyor mu, uygun davranýyor mu, kendi kendine ve
gördüðü müzik eðitimine baðlý kalýyor, kente bekçilik ediyor mu, bütün bu denemelerde
ritim ve uyum kurallarýna baðlýlýðýný koruyor mu, kýsacasý hem kendilerine, hem
devlete en yararlý olabilecekler mi, diye bakmalý. Çocukken, delikanlýyken, olgun
adamken denenmiþ ve bu sýnavlarý sarsýlmadan baþarmýþ olaný devletin önderliðine,
koruyuculuðuna getirmeliyiz. Onu yaþarken de onurlandýrmalý, ölümünden sonra da
onun için gömütler, anýtlar diktirerek en büyük armaðanlarý sunmalýyýz. Ama sýnavý
baþaramayanlarý atmalýyýz. Ýþte, Glaukon," dedim, "ayrýntýya giriþmeden ilke olarak
önderlerin ve devletin koruyucularýnýn seçimi ve saptanmasý böyle olacaktýr."

"Bence de böyle olmalýdýr" dedi.

"Peki, devleti dýþarda düþmanlara karþý, içerde dostlara karþý tam anlamýyla
korumasýný bilen, böylece dostlarda kötülük etmek isteðini uyandýrmayan, düþmanlara
kötülük etmek olanaðýný vermeyen kimselere, örneðin demin koruyucu adýný
verdiðimiz gençlere, önderlerin koyduðu kurallarýn korunmasýnda yardýmcý demek
gerçekten doðru deðil midir? (116)"

"Bence doðrudur" dedi.

"Demin sözünü ettiðimiz gerekli yalanlar (117) arasýnda bir güzel yalan bulup, bu yalana
bizzat önderleri ya da salt öteki yurttaþlarý inandýrmak için bir çare var mýdýr acaba?"

"Nasýl bir yalan olacak bu?" dedi.

"Hiç yeni bir þey deðil," dedim, "bir Fenike masalý (118). Þairlerin dediðine göre
aslýnda çok yerde olmuþ, ama bizde olmamýþ ve belki de hiç olmayacak; zaten insanlarý
buna inandýrmak için de büyük bir hüner gerek ."

"Anlaþýlan bunu açýkça söylemekten çekiniyorsun," dedi.

"Söyledikten sonra, çekinmekte haklý olduðumu göreceksin" dedim.

"Korkmadan söyle" dedi.

"Ýþte söylüyorum; söylemeye nasýl cüret edeceðimi, hangi sözlerle anlatacaðýmý


bilmediðim halde söylemeye baþlýyorum: En önce önderleri ve askerleri, sonra da geri
kalan yurttaþlarý; bizim onlara okuttuklarýmýzýn, öðrettiklerimizin etkisi altýnda
olduklarýna, aslýnda içinde yaþadýklarý her þeyin bir düþ olduðuna, gerçekte bir
zamanlar, daha çocukken silahlarýyla ve bütün kiþisel eþyalarýyla birlikte kendilerinin
de yerin altýnda biçimlendirildiklerini, sonra baþtan aþaðý iþlendikten sonra, toprak
ananýn onlarý yeryüzüne çýkardýðýna, þimdi de içinde yaþadýklarý ülkeyi analarý ve
sütnineleri saymalarý ve ona saldýran olursa, onu savunmalarý, yurttaþlarýna da ayný
anadan, yani topraktan doðma kardeþler gibi bakmalarý gerektiðine inandýrmaya
giriþeceðim."

"Bu yalaný söylemeye öteden beri çekinmen boþuna deðilmiþ," dedi.

"Pek tabii," dedim. "Ama ne olursa olsun masalýn sonunu da dinle. Anlatmayý
sürdüreceðiz ve kentteki bütün insanlar kardeþtir, diyeceðiz, Ama tanrý sizi yaratýrken
önder olmak için yarattýklarýna, doðduklarý zaman altýn katmýþtýr; bu yüzden en
deðerlileridir; yardýmcýlara gümüþ, çiftçilere ve öbür zanaatkârlara da demir ve tunç
karýþtýrmýþtýr. Hepiniz ayný soydan olduðunuz için, çoðu zaman kendinize benzer
çocuklar yapacaksýnýz. Ama ola ki altýndan gümüþ, gümüþten altýn doðar, öbür
madenler arasýnda da böyle deðiþmeler olabilir. Bu yüzden tanrý, önderlere her þeyden
önce ve büyük bir ýsrarla, doðan çocuklara iyice bekçilik etmelerini, ruhlarýna bu
madenlerden hangisinin katýlmýþ olduðunu büyük bir dikkatle araþtýrmalarýný buyurur;
kendi çocuklarý tunçla veya demirle karýþmýþ olarak doðarlarsa, onlara asla acýmayýp
bedenlerine uyan görevler seçerek, onlarý ya zanaatkârlar ya çiftçiler arasýna
atmalarýný, yok iþçi ya da çiftçi çocuklarýndan altýn veya gümüþle karýþmýþ olarak
doðan olursa, onlara deðer vermelerini ve kimini bekçiliðe, kimini de yardýmcýlýða
çýkarmalarýný söyler. Çünkü demirden ya da tunçtan yapýlmýþ olmasýna karþýn biri
devlete koruyuculuk ettiði gün, kentin yok olacaðýný haber veren bir tanrý sözü varmýþ.
Þimdi, yurttaþlarý bu masala inandýrmak için bir çare biliyor musun?"

"Bunlarýn kendilerini nasýl inandýracaðýz, hiç bilmiyorum" dedi. "Ama oðullarý,


gelecek kuþaklar ve daha sonraki insanlar için bir çare bulunabilir."
"Ama bu bile onlarýn devletle ve birbirleriyle daha yakýndan ilgilenmelerine yarar,"
dedim. "Çünkü ne düþündüðünü aþaðý yukarý anladým.

Fakat býrakalým masalýmýzý, talih nereye götürürse, oraya gitsin (120). Biz, topraktan
doðmuþ bu gençleri silahlandýrarak, önderlerinin yönetimi altýnda ileri sürelim. Gelip
kentte ordugâh kurmak için en güzel yeri seçsinler, oradan içerdekileri, yurttaþlardan
yasalara uymayanlarý kolayca önleyebilsinler, dýþardakiler yani düþman, sürüye dalan
bir kurt gibi saldýracak olursa, karþý koyabilsinler. Orada konakladýktan, gereken
tanrýlara kurban kestikten sonra, yatacak yerlerini hazýrlasýnlar, öyle deðil mi?"

"Öyle olmalý, dedi."

"Konakladýklarý bu yerlerin, onlarý kýþýn soðuktan, yazýn sýcaktan korumasý da


gerekir, deðil mi?"

"Tabii öyle" dedi, "konutlardan söz ediyorsun herhalde."

"Evet," dedim, "ama bunlar askerlere uygun olacak, tüccarlara deðil."

"Aralarýnda ne fark var, sence?"

"Sana söylemeye çalýþacaðým," dedim. "Çobanlar için en feci, en çirkin þey sürüleri
beklemekte kendilerine yardýmcý olarak yetiþtirdikleri köpeklerin küstahlýk, açlýk veya
baþka bir kötü huy yüzünden kuzulara kötülük etmeye kalkýþmalarý ve köpekten çok
kurda benzemeleridir."

"Feci bir þey olurdu." dedi.


"Yardýmcýlarýmýzýn yurttaþlara böyle bir þey yapmalarýný, onlardan üstündürler diye
iyi niyetli dostlara deðil de, zalim hükümdarlara benzemelerini önlemek için her çareye
baþvurmalý deðil mi?"

"Baþvurmalý" dedi.

"Gerçekten iyi eðitim görmüþlerse, bu duruma düþmemek için en etkili silahý edinmiþ
olurlar, deðil mi?"

"Eðitim gördüler ya" dedi.

Ben de dedim ki: "Bunu ileri sürmek doðru deðil, (121) sevgili Glaukon. Ancak, kendi
kendilerine ve koruyuculuklarýný üstlendikleri kiþilere iyi davranmaya en büyük deðeri
biçmeleri gerekiyorsa, onlara az önce dediðin gibi, hangisi olursa olsun doðru bir eðitim
verilmesi gerekir demek yanlýþ olmaz."

"Hakkýn var" dedi.

"Aklý baþýnda bir adam der ki, bu eðitimin yaný sýra , onlarýn bir de konutlarý ve
olabildiðince iyi bekçilik etmelerine engel olmayacak, onlarý öbür yurttaþlara kötü
davranmaya yöneltmeyecek baþka varlýklarý da olmalý."

"Doðru söylemiþ olur" dedi.

"Bak bakalým," dedim, "böyle olmalarý için, onlara þu yaþama ve oturma yöntemini
benimsetmemeli mi: Önce zorunlu gereksinimlerinden baþka, hiç kimsenin tek baþýna
sahiplendiði bir þeyi olmayacak; kimsenin, herkese açýk olmayan evi veya kileri
olmayacak; yiyecekleri de aklý baþýnda ve gözüpek savaþçýlara yaraþan besinler
olacak; miktarý saptandýktan sonra, bekçilik ücreti olarak öbür yurttaþlarýn bir yýllýk
gelirlerinden ne fazla, ne eksik alacaklar; ortak yemeklere gidip gelerek, savaþ
sýrasýndaki askerler gibi hep birlikte yaþayacaklar. Gümüþ ve altýna gelince, onlara
diyeceðiz ki, ruhlarýnda tanrýlarýn koyduðu tanrýsal gümüþ, tanrýsal altýn her zaman
vardýr, insanlarýnkine gereksinimleri olamaz; kendi altýn varlýklarýný insanlarýn
altýnýyla karýþtýrarak kirletmek haramdýr, çünkü herkesin kullandýðý para yüzünden
cinayetler iþlenmiþtir, halbuki ruhlarýndaki altýn tertemizdir; kenttekiler arasýnda
yalnýzca onlara altýnla gümüþe dokunmak, onlarý kullanmak, onlarla ayný çatý altýnda
oturmak, süslenmek ve altýn veya gümüþ bardaktan içmek yasaktýr; böylece kendileri
korunacak ve kenti koruyacaklar. Ama topraða, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken
ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaþlarýn dostlarýyken düþmanlarýna ve zalim efendilere
dönüþürler ; bütün yaþamlarýný nefret ederek ve nefret edilerek, tuzak kurmak ve tuzaða
düþmek, dýþardaki düþmanlardan çok içerdeki düþmanlarýndan korkarak geçirecekler
ve kendileri de, devlet de yok olmaya doðru gidecektir. Ýþte bütün bu nedenlerden,"
dedim, "koruyuculara, konutlarý ve sahip olduklarý öbür þeyler hakkýnda bu ilkeleri
koymalarý gerektiðini söyleyelim; bunlarý bir yasayla da saptayalým mý ? (122)"

Glaukon da, "Kesinlikle yasalaþtýrmalýyýz" dedi.

YUNAN SES SÝSTEMÝ (*)

Systema teleion (ametabolon):

a' g' f' e' d' c' h a g f e d c H II A.


1. e' d' c' h II a g f e dorios

2. a g f e d c H II A hypodorios (aiolios)

3. h' II a' g' f' e' d' c'h hyperdorios (miksolydios)

4. d' c' h a II g f e d phrygios

5. g f e d c H A II G hypophrygios (ionios)

6. a' II g' f' e' d' c' h a hyperphrygios (lokrios) = hypodorios

7. c' h a g II f e d c lydios

8. f e d c H A G II F hypolydios

9. g' II f' e' d' c' h a g hyperlydios (syntonolydios) = hypophrygios.

Yunan ses sistemi dört tetrakorttan (kvart) oluþuyordu. Bunlarýn iki üst ile iki alt
tetrakordu aralarýnda ortak bir sesle (synaphe) baðlýydý, oysa iki orta tetrakort bir tam
sesle (diazeuksis) birbirinden ayrýlmýþtý. Ýki oktavýn tamamlanmasý için en alta A sesi
(proslambanomenos) eklenirdi. Asýl tetrakort iki tam, bir yarým sesten oluþan ve
yukardan aþaðý inen dor tetrakorduydu. Birbirine baðlý olmaksýzýn yanyana getirilen bu
tetrakortlardan ikisi dorios makamýný oluþturur.(1) Üst tetrakordun alt oktava
getirilmesiyle hypodorios makamý (2), alt tetrakordun üst oktava getirilmesiyle
hyperdorios makamý (3) ortaya çýkar.
Phrygios makamý d' -d-ye (4) kadar uzanýr; hypophrygios (5) ile hyperphrygios (6)
makamlarý da hypodorios ve hyperdorios makamlarý gibi oluþur. Ayný biçimde Iydios
makamýndan (7) da hypolydios (8) ile hyperlydios (9) makamlarý yapýlabilir.

Platon'un reddettiði hüzünlü makamlar þunlardýr: Miksolydios (3) ile hyperlydios (9) ve
bunlara yakýn olan 2, 6 ve 8 numaralý makamlar. Ionios (5) ile Iydios (7) makamlarý
gevþek olduklarý için reddediliyorlar. Yalnýzca dorios (1) ve phrygios (4) makamlarý
kabul ediliyor.

Bu iki makam birden yalnýz 9 ses (e' - d-ye) üzerine uzandýðýna göre, bu makamlarla
bestelenmiþ þarkýlara eþlik etmek için 9 telli Lyra (Lir) ya da Kithara (Gitar / mandolin)
yeterliydi. Bu nedenle Platon "arp"lara benzer çok telli sazlarý safdýþý býrakabiliyor.
Platon ayný biçimde aulos'u da reddeder. Aulos deðiþik büyüklükte ve deðiþik akortlarla
yapýldýðý için Platon'un reddettiði makamlarý da vermeye elveriþliydi. Çobanlar içinse
birkaç düdüðün bir araya getirilmesinden oluþan syrinks (çoban flâvtasý) yeter
sayýlýyor.

DEVLET

IV

SOKRATES (anlatmayý sürdürüyor) :


Sonra Adeimantos söz alarak: "Peki, Sokrates;" dedi. "Ama biri çýkar da senin bu
adamlarý pek de mutlu kýlmadýðýný söylerse (1), kendini nasýl savunacaksýn? Hem de
kendi yanlýþlarý yüzünden mutlu olmayacaklarmýþ. Çünkü aslýnda kente (2) egemen
olduklarý halde kentten hiçbir nimet elde edemeyecekler (3); baþka hükümdarlar gibi
toprak sahibi olmayacaklar; güzel, büyük evler kurdurup bu evlere yakýþýr biçimde
dayayýp döþeyemeyecekler; tanrýlara kendi adlarýna kurban kesemeyecekler, kimseyi
evlerinde konuk edemeyecekler; demin saydýðýn nimetleri, altýn ve gümüþü, bahtý açýk
sayýlanlarýn kullandýklarý þeyleri ellerinde bulunduramayacaklarmýþ. Bu durumda,
demek ki koruyucular, kentte oturan ve kenti korumaktan baþka hiçbir iþi olmayan
ücretli askerler gibi olacaklar, denebilir."

"Evet'' dedim. "Üstelik bunlar boðazý tokluðuna çalýþan, ötekiler gibi besinden baþka
ücret bile almayan kimselerdir. Öyle ki, kendi keyifleri için yolculuk etmek, yosmalara
para yedirmek veya bahtlý sayýlanlarýn harcadýklarý gibi, her hangi bir yere para
harcamak isterlerse, onlara izin verilmeyecektir. Ýþte bunlarý ve bunun gibi birçok
þeyleri iddianamenin dýþýnda býraktýn.''

"Peki'' dedi, "Bunlar da iddianameye katýlsýn bakalým.''

"Nasýl savunacaðýz mý diyorsun?''

"Evet.''

"Benim düþünceme göre'' dedim, "neler söylememiz gerektiðini ayný yoldan yürüyerek
bulacaðýz. Onlar bu durumlarýnda çok mutluysalar, bunda þaþýlacak bir þey yok,
diyeceðiz. Ama biz kentimizi, bütün kente olabildiðince büyük bir mutluluk saðlamak
için kuruyoruz (4), bir sýnýf diðerlerinden daha mutlu olsun diye deðil. Çünkü, böyle
kurulmuþ bir kentte adaleti (5), en kötü biçimde yönetilen bir kentte ise adaletsizliði
kolayca belirleyebileceðimizi ve bunlarý gördükten sonra, uzun zamandan beri üzerinde
durduðumuz konu hakkýnda bir yargýya varabileceðimizi sandýk. Ama þimdi, sanýrým,
düþlemimizde mutlu bir kent kuruyoruz; istemimiz, birkaç kiþiyi ayýrýp mutlu etmek
deðil, tüm kenti mutlu etmektir. Biraz sonra tam karþýt bir durumu gözden geçireceðiz
(6). Nasýl ki bir yontuyu boyarken (7), biri gelip vücudun en güzel yerlerine en güzel
renkleri koymadýðýmýzý, örneðin yüzün en güzel yeri göz olduðuna göre, gözü erguvan
rengine boyayacak yerde siyaha boyadýðýmýzý söyleyerek kusur bulursa, ona: 'Ey garip
insan (8), sakýn gözleri °ya da baþka bir uzvu, göz biçiminden çýkaracak, kendine
benzemeyecek kadar güzel boyamak gerektiðini sanma! Sen asýl, her organa yakýþan
renkleri koyarak, yontunun bütününü güzel yapýp yapmadýðýmýza dikkat et' derdik.
Bunun gibi, þimdi de koruyuculara (9), onlarý koruyucudan baþka her þey yapacak bir
mutluluk saðlamamýz için bizi zorlama. Örneðin çiftçilere de bayramlýklar giydirip
altýnlar takar, topraðý diledikleri kadar iþlemelerine; öte yandan çömlekçilerimizin de
yan gelip ateþ çevresinde kadeh tokuþturarak yiyip içerken, tornalarýný yanlarýna alýp
istedikleri kadar çömlek yapmalarýna izin verebilirdik. Yine tüm kent mutlu olsun diye,
diðer bütün yurttaþlarý da bu biçimde mutlu kýlabilirdik. Ama sakýn böyle bir þeyi
aklýmýza koyma. Çünkü seni dinledik mi, ne çiftçi çiftçi olur, ne çömlekçi çömlekçi; ne
de devletin varlýðý için gereken bu mesleði yapacak bir kimse bulunur. Ama
koruyuculardan baþkasý için bu o kadar önemli deðildir; çünkü eskiciler kötü olurlarsa,
eskici olmadýklarý halde eskici geçinirlerse, bunda kent için korkulacak bir þey yoktur.
Ama yasalarýn ve kentin koruyucularý olan kiþiler aslýnda koruyuculuk yapmadýklarý
halde koruyucu yerine geçerlerse, kuþkusuz, bütün kenti baþtan aþaðý mahvederler. Öte
yandan kentin iyi durumda ve mutlu olmasý da yalnýzca onlarýn elinde olur(10). Ancak,
biz gerçek koruyucular, yani kente hiç kötülüðü dokunmayan koruyucular yaratýyoruz;
ama bizi eleþtiren kiþi, kente her kötülüðü yapabilecek olan (11), sanki bir devlet iþinde
deðil de bir halk eðlencesinde bulunuyormuþcasýna þölenler veren mutlu kimseler
düþlüyorsa, büyük bir olasýlýkla kentten deðil de, baþka bir þeyden söz etmektedir.
Öyleyse þu nokta üzerinde durmalýyýz: Acaba kente koruyucular koymaktaki amaç,
onlarý olabileceði kadar mutlu etmek midir? Yoksa kentin tümünü göz önünde tutup,
tümünde mutluluk olup olmadýðýna mý dikkat etmeli; bu yardýmcý ve koruyucularý da
onlar için koyduðumuz düzeni uygulamaya mý zorlamalý? Hem onlarý, hem diðerlerini,
üstlerine düþen görevleri en iyi biçimde yapmaya ikna ederek, bütün kent geliþip iyi
yönetilmeye baþlayýnca, her sýnýfýn doðanýn nasip ettiði mutluluk payýný almasýna
izin mi vermeli, iþte üzerinde durulacak nokta budur.''
"Ýþte, sanýrým iyi konuþtun''dedi.

"Peki'' dedim, "bakalým, buna benzeyen þu konuda da gereði gibi konuþtuðumu kabul
edecek misin?"

"Hangi konuda?''

"Ýki þeyin, tüm çalýþanlarý iþlerini yapamaz duruma getirecek kadar bozup
bozmadýðýný gözden geçir.''

"Hangi iki þey?''

"Zenginlik ve yoksulluk.''

"Nasýl?''

"Þöyle: Çömlekçi zengin olunca zanaatýyla uðraþmak ister mi?''

"Hiçbir biçimde.''

"Gittikçe daha tembel ve ahlâksýz olmayacak mý?''

"Evet, olacak.''

"Öyleyse çömlekçi kötüleþmez mi?''

"Hem de çok'' dedi.


"Öte yandan, yoksulluðu yüzünden deðiþik araç veya zanaatý için gerekli baþka þeyleri
saðlayamadýðýndan, hem çýkaracaðý iþ kötü olacak, hem de, örneðin zanaatýný
çocuklarýna ya da baþkalarýna öðretirse, onlar da kötü zanaatçý olacak.''

"Baþka türlü olabilir mi?''

"Öyleyse her iki durumda da, hem yoksulluk hem zenginlikte, o zanaatýn durumu
kötüleþecek, bu zanaatlarla uðraþanlarýn durumu da.''

"Apaçýk.''

"Demek ki, koruyucularýn ne yapýp yapýp kente gizlice sokulmasýný kesinlikle


önleyecekleri ikinci bir þey bulduk.''

"Hangisi bu?''

"Zenginlik ve yoksulluk'' dedim. "Çünkü biri sefahat, tembellik, deðiþiklik sevdasýný


doðurur; öteki, deðiþiklik sevdasý doðurduðu gibi insaný küçültür, kötü iþ çýkarmasýna
neden olur.''

"Çok doðru'' dedi. "Ama, Sokrates, þu noktayý da düþün: Kentimiz, parasý olmazsa nasýl
savaþacak? Hele güçlü ve zengin bir kentle savaþmak zorunda kalýrsa?''

"Gayet açýk ki'' dedim "tek bir kente karþý savaþ biraz güç olurdu, ama böyle iki kente
karþý daha kolaydýr.''

"Bu nasýl olur?'' dedi.

"Önce'' dedim "olur da savaþa tutuþmak gerekirse, savaþ için yetiþmiþ birer atlet olan bu
kiþiler zengin insanlarla savaþmayacaklar mý?''
"Orasý öyle'' dedi.

"Öyleyse ne istersin, Adeimantos?'' dedim. "Yalnýzca bu iþ için hazýrlanmýþ bir yumruk


dövüþçüsü, yumruk dövüþçüsü olmayan iki kiþiyle, hem de zengin ve yaðlý iki kiþiyle,
kolayca baþa çýkamaz mý sanýrsýn?''

"Ýkisiyle birden, belki güç olur'' dedi.

"Kaçar gibi yapýp birden geri dönerek hep kendini en yakýndan izleyene vuran ve bunu
çoðunlukla güneþin alnýnda ve boðucu sýcaklarda yineleyebilen bir sporcu, bunun gibi
birkaç adamla baþa çýkamaz mý dersin?''

"Kesinkes baþarabilir", dedi, "bunda þaþýlacak bir þey yok.''

"Peki, sence zenginlerin savaþ bilgisi, savaþ deneyimleri de yumruk dövüþçülüklerinden


daha üstün deðildir, deðil mi?''

"Evet, deðildir'' dedi.

"O halde bizim atletlerimiz, sayýsý iki üç kat fazla olan insanlarla kolayca
savaþabilecekler.''

"Bunu teslim ederim'' dedi, "bana haklýsýn gibi geliyor.''

"Ne dersin? Öteki kente bir kurul gönderip gerçeði söyletseler: Biz ne altýn, ne de gümüþ
kullanýrýz; zaten bunlar bizim için önemli deðil, ama sizin için önemli; o halde bizimle
birlikte savaþýp karþý tarafýn zenginliklerini siz alýn'' dedirtseler, bu sözleri iþitenlerin
semiz ve gevþek koyunlara karþý köpeklerle birleþmek yerine, dinç ve kaslý köpeklere
karþý savaþmayý yeðleyeceklerini sanýr mýsýn?''
"Sanmam'' dedi, "ama bir kent, ötekilerin bütün zenginliklerini kendinde toplarsa, sakýn
bu zenginlik zengin olmayan için tehlikeli olmasýn, dikkat et.''

"Þimdi kurmakta olduðumuz kentten baþka türlüsünün kent denmeye layýk olduðunu
sandýðýn için ne mutlu sana'' dedim.

"Peki, ama ne diyelim?" dedi.

"Kentimizden baþka kentlere daha büyük adlar vermeli'' dedim. "Çünkü her biri,
oyuncularýn dediði gibi (12), bir kent deðil, birçok kenttir; hiç deðilse birbirine düþman
iki kent, yoksullarýn ve zenginlerin kenti. Bunlarýn her birinde de birçok kent vardýr.
Þimdi bunlara bir kent diye saldýrýrsan, belki kaybedersin; ama birçok kent diye
saldýrýrsan, bir bölümünün servetini, gücünü, hatta kendilerini öteki bölüme vermekle,
birçok yandaþ kazanacaksýn, düþmanýn da az olacak. Senin kentin de, demin konulan
düzene göreï usluca yönetildiði sürece, büyük olacak, hatta binden fazla savaþçýsý
olmasa bile. Çünkü ne Yunanlýlarda, ne barbarlarda bu anlamda büyük olan tek bir kente
kolay kolay raslayamayacaksýn. Ama görünüþte büyük, hatta kentimizden çok daha
büyük çapta olan kentlere çok sýk raslayacaksýn. Böyle düþünmüyor musun yoksa?''

"Zeus hakký için'' dedi, "hiç böyle düþünmez olur muyum?''

"O halde'' dedim, "yönetenlerimiz kenti ne büyüklükte tutmalý, baþka topraklardan


vazgeçmek koþuluyla, kentin büyüklüðüne oranla ne büyüklükte bir toprak ayýrmalýlar,
bu konuda, yöneticiler için en güzel sýnýr þu sýnýr olacak, deðil mi?''

"Hangi sýnýr ?'' dedi.

"Bence þöyle bir sýnýr'' dedim. "Kent geniþlerken bir tek kent olarak kaldýkça, büyüsün;
ama daha fazla deðil."

"Çok güzel'' dedi.


"O halde koruyuculara þu buyruðu da verelim: her çareye baþvurarak, kentin ne çok
küçük, ne de görünürde büyük bir kent olmamasýna, kendine yeter ve tek kalmasýna
dikkat etsinler.''

"Demek ki onlara basit bir ödev vereceðiz'' dedi.

"Yukarýda (13) sözünü ettiðimiz buyruk bundan da basitti'' dedim. "Koruyucularýn iþe
yaramaz çocuklarý doðarsa, onlarý öteki sýnýflara; baþka sýnýflardan yetenekli bir
çocuk doðarsa, onu koruyuculara göndermek gerektiðini söylemiþtik. Bununla,
yurttaþlardan kim, hangi iþ için yaratýlmýþsa yalnýzca o iþi, herkesin yalnýzca kendi
iþini yapmasý gerektiði gösterilmek isteniyordu. Öyle ki, herkes kendi göreviyle uðraþýp
birçok deðil, bir tek insan olur ve böylece kent de birçok kent deðil, doðal olarak tek bir
bütün olur.''

"Gerçekten bu, ilk söylediðimizden de basit bir iþ'' dedi.

"Benim iyi Adeimantosum'' dedim, "gerçi birileri, onlara verdiðimiz görevlerin aðýr ve
güç olduðunu düþünebilir, ama aslýnda bu görevler basittir; yeter ki koruyucular Büyük,
büyük yerine uygun diyeyim, bir tek þeyi (14) korusunlar.''

"Hangisi bu ?'' dedi.

"Öðretim ve eðitim" dedim; "çünkü onlar iyi bir eðitim sayesinde aklý baþýnda kimseler
olurlarsa, bütün bunlarý kolayca anlayacaklar. Þimdi bir yana býraktýðýmýz baþka
iþlerin de, kadýn almak, evlenmek, çocuk yapmak iþlerinin de olabildiði kadar 'dostlar
arasýnda ayrý gayrý olmasýn' diyen ata sözüne göre yapýlmasý gerektiðini kavrayacaklar
(15).''

"Çok doðru olur'' dedi.


"Kuþkusuz," dedim, "devletin edimi bir kez iyi bir yola yöneldi mi, bir daire gibi
geniþleye geniþleye ilerler. Çünkü yetkin bir öðretim ve eðitim iyi varlýklar yaratýr. Bu
yetkin varlýklar da o eðitimle yoðrularak hem her bakýmdan, hem doðurma yeteneði
bakýmýndan birincilerden daha iyi olurlar. Týpký diðer yaratýklarda olduðu gibi.''

"Öyle olmalý'' dedi.

"Yani iki sözcükle söylersem: Kentle ilgili olanlar, bir ilkeyi her þeyden önce korusunlar,
farkýna varýlmadan bozulmamasýna dikkat etsinler, yani idman ve müzik alanýnda usule
aykýrý hiçbir yenilik yapýlmasýn. Olur da 'Ýnsanlar en çok þarkýcýlarýn söylediði en
yeni þarkýlardan hoþlanýyorlar' (16) denirse, belki biri þairin yeni bir þarký söyleme
usulünü kastettiðini düþünür ve bunu över korkusuyla, bu ikisi olabildiði kadar iyi
korunsun. Bu düþünceyi ne övmeli, ne de þairin bunu söylemek istediðini sanmalý.
Çünkü yeni bir müzik yöntemi benimsemekten, her þeyi tehlikeye düþürmek korkusuyla
kaçýnmalý. Çünkü Damon'un sözüne (17) ve benim kanýma göre, müzik usulü, hiçbir
yerde devletin en temel yasalarýna dokunmadan deðiþtirilemez.''

"Haydi beni de buna inananlarýn arasýna koy.''

"Anlaþýldýðýna göre'' dedim, "koruyucularýn kalesi burada, müzik alanýnda kurulmalý.''

"Herhalde'' dedi, "bu alanda yasalardan sapma, kolayca, sinsi sinsi olur.''

"Evet'' dedim, "sanki oyun oynanýyormuþ ve bu sapmadan hiçbir kötülük gelmezmiþ


gibi.''

"Gerçekten de'' dedi, "müzik yasalarýndan sapma, azar azar yerleþip sinsi sinsi
göreneklerimize ve çalýþma biçimlerimize sokulur; buradan, daha da güçlenerek insanlar
arasýndaki iliþkilere iner. Bu iliþkilerden de büyük bir küstahlýkla, Sokrates, yasalara ve
devlet iþlerine yayýlýr, sonunda da özel ve genel yaþamda ne varsa, hepsini alt üst eder
(18).''
"Peki'' dedim, "gerçekten bu böyle midir?''

"Sanýrým'' dedi.

"O halde, baþtan söylediðimiz gibi, çocuklarýmýz küçük yaþtan yasalara daha uygun
(19) oyunlar oynamalýlar, deðil mi? Çünkü oyunlar ve çocuklar yasalardan ayrýlýrsa, bu
çocuklar, yasalara baðlý, ciddi insanlar olarak yetiþebilirler mi ?''

"Hiç olabilir mi?'' dedi.

"O halde çocuklar daha küçükken güzel oyunlar oynamaya baþlayýp yasalara baðlýlýðý
müzik aracýlýðýyla içlerine yerleþtirirlerse, demin sözünü ettiðimiz çocuklarýn aksine,
yasalara baðlýlýk her iþte bunlara eþlik eder, güç kazanýr, kentte bir yana atýlmýþ bir
þey varsa, onu yeniden kalkýndýrýr.''

"Çok doðru'' dedi.

"O halde'' dedim, "bunlar kendilerinden öncekilerin büsbütün önemsiz sayýp býraktýðý
kurallarý bulacaklar.''

"Hangilerini?''

"Örneðin þuna benzer kurallarý: Gençlerin, yaþlýlarýn yanýnda yakýþýk aldýðý gibi,
susmalarýný, onlara yer verip ayaða kalkmalarýný, ana babalarýna saygý göstermelerini;
saç kesmede, giyim kuþamda, tavýr ve davranýþlarýnda ve bunun gibi her iþteki
kurallarý. Böyle sanmaz mýsýn?''

"Sanýrým.''
"Ama bunu yasalaþtýrmak safdillik olur, sanýrým; çünkü bu iþler hakkýnda sözle,
yazýyla konulan yasalar ne uygulanabilir, ne de uzun ömürlü olabilir.''

"Hiç olabilir mi?''

"Bir insan, Adeimantos'' dedim, "gördüðü eðitimin etkisiyle hangi yola götürülürse,
büyük olasýlýkla bu yolda yürümeyi sürdürür. Yoksa benzer benzerini daima kendine
çekmez mi?

"Tabii çeker.''

"Sonunda da, bence her yönden tam, belirgin damgasý olan bir birliðe eriþilir diyebiliriz.
Ýyi ya da kötü bir birlik.''

"Gayet tabii'' dedi.

"Ýþte bunun için'' dedim, "bu gibi þeyleri yasalaþtýrmaya giriþmek istemezdim.''

"Hakkýn da olurdu'' dedi.

"Ama tanrýlarýn hakký için'' dedim, "pazarda olup biten iþlerle ilgili, örneðin
vatandaþlarýn pazarda birbirleriyle yaptýklarý sözleþmelerle; hatta istersen,
zanaatçýlarýn sözleþmeleriyle, aþaðýlamalar ve kötü davranýþlarla, mahkemeye
çaðýrmayla, yargýç atamayla, pazarda, limanda alýnmasý ya da verilmesi gereken
vergilerle; pazardaki, kentteki, limandaki birtakým iþlerle ya da buna benzer baþka
iþlerle ilgili kurallar varsa, bunlardan birini yasa haline getirmeye kalkýþacak mýyýz?''

"Yok, hayýr'' dedi "ruhu soylu olan insanlara emretmek yakýþýk almaz; çünkü bunlar
yasa haline getirilmesi gereken þeylerin birçoðunu zaten kolayca bulacaklar.''
"Evet, dostum'' dedim, "eðer tanrý yukarýda gözden geçirdiðimiz yasalarýn korunmasýný
onlara verirse.''

"Yoksa'' dedi, "onlar en iyisini bulacaklarýný sanarak birçok yasa koyup sonra
düzeltmekle ömür tüketecekler.''

"Bunlarýn,'' dedim, "hasta, ama kendilerini tutamadýklarý için kötü bir yaþayýþý
býrakmak istemeyen hastalar gibi yaþayacaklarýný söylüyorsun.''

"Tam öyle.''

"Doðrusu çok hoþ bir ömür sürerler; çünkü hekimlere baþvururlar, ama türlü türlü dert
edinip dertlerini arttýrmaktan baþka bir þey elde edemezler ve biri kendilerine bir ilaç
verirse, hep bu ilaç onlarý iyi edecek diye umarlar.''

"Evet'' dedi, "bu gibi hastalarýn hali iþte budur.''

"Peki, bu da hoþ deðil mi'' dedim, "gerçeði söyleyeni: Sarhoþluktan, týka basa yemekten,
çapkýnlýktan, aylaklýktan vazgeçmezlerse, ne ilaç, ne daðlama, ne ameliyat, ne büyü, ne
muska ve bunun gibi bir þeyin kâr etmeyeceðini söyleyeni en büyük düþman saymalarý
da hoþ deðil mi?''

"Bu o kadar hoþ deðil'' dedi, "çünkü doðruyu söyleyene kýzmak hoþ olmaz.''

"Anlaþýlan'' dedim, "bu gibi adamlarý övmeye hiç gönlün yok.''

"Zeus hakký için yok'' dedi.

"O halde bütün kent demin söylediðimiz gibi yapsa, bunu da övmeyeceksin. Sence, kötü
yönetildiði halde yurttaþlarýna kentin genel düzenine dokunmayý yasaklayan ve eðer biri
böyle bir iþe giriþirse, öldürüleceðini ilan eden kentler de týpký bu hastalar gibi
davranmýþ olmazlar mý? Oysa böyle bir yönetim altýnda yaþayanlarýn hoþuna gitmek
için çalýþýp dalkavukluk eden; onlarýn yüzüne gülüp arzularýný önceden sezmeye
çalýþan, bu arzularý yerine getirmekte büyük bir ustalýðý olan kiþi, iyi, çok bilge bir
adam sayýlmayacak mý, onlardan çok saygý görmeyecek mi? (20)''

"Evet'' dedi, "ben de tam böyle yaptýklarýný sanýyorum. Bunu hiç de övmem.''

"Peki, öte yandan bu gibi kentler için çalýþmak isteyenlere, bu iþe hazýr olanlara ne
dersin? Bunlarýn gözüpekliðine, yumuþak baþlýlýðýna hayran olmaz mýsýn?''

"Olurum'' dedi, "yalnýzca bu kentler tarafýndan aldatýlan ve halk övdüðü için kendilerini
gerçekten politikacý sananlarý deðil.''

"Ne diyorsun? Bu adamlarý mazur görmez misin? Yoksa...'' dedim. "Ölçmesini bilmeyen
bir adama, birçok kimse boyunun dört arþýn olduðunu söylese, o kendinin böyle
olduðuna inanmayacak mý sence?

"Ýnanmamasý mümkün deðil'' dedi.

"Öyleyse kýzma, bu gibi kimseler pek hoþturlar: Yukarýda gözden geçirdiðimiz türden
yasalar koyarlar ve yeni düzenlemeler yapmaya giriþirler. Sözleþmelerdeki, az önce
sözünü ettiðim iþlerdeki hilelere bir son vereceklerini sanýrlar, ama gerçekten Hydranýn
baþlarýný keser gibi (21) davrandýklarýný bilmezler.''

"Gerçekten'' dedi, "tam böyle davranýrlar.''

"Öyleyse, benim düþünceme göre'' dedim, "gerçek bir yasa koyucu, ne kötü, ne iyi
yönetilen bir kentte, bu türden yasalarýn yazýlmasý ve bu türden devlet yönetimiyle
uðraþmamalý. Birinde, hiçbir iþe yaramayacaðý için; ötekinde, herhangi bir kimse
bunlarýn bir kýsmýný kendiliðinden bulabileceði, geri kalan kýsýmlarý da,
kendiliðinden, var olan yaþama biçiminden çýkacaðý için.''
"O halde'' dedi "yasa koyma konusunda bize daha ne kaldý?''

"Bize hiçbir þey kalmadý'' dedim "Delphoi'daki Apollon'a yasalarýn en temel ve en


güzellerini yapmak düþer.'' (22)

"Hangilerini?'' dedi.''

"Tapýnaklarýnÿ kuruluþu, kurbanlar, tanrýlara, daimonlara (23), kahramanlara (24)


kesilen kurbanlar, törenler, ölülerin mezarlarý, öteki dünyadakilerin yardýmýnýn
saðlanmasý için yapýlmasý gereken iþlerle ilgili yasalar. Çünkü bu türlü iþleri biz
bilmeyiz ve bir kent kurarken, eðer aklýmýz varsa, bunlar hakkýnda atalarýmýza akýl
verenden baþka hiç kimseye danýþmayacaðýz. Çünkü bu tanrý, kuþkusuz, dünyanýn
ortasýnda, göbeðinde (25) oturup bu konularda atalarýna akýl verdiði gibi bütün insanlara
da akýl verir.''

"Güzel söylüyorsun'' dedi "böyle yapmalý.''

"Öyleyse," dedim "ey Ariston'un oðlu, iþte sana kenti kurduk. Bundan sonra bir yerden
yeterli bir ýþýk saðlayýp bu kentte inceleme yap. Kardeþini, Polemarkhos'u ve ötekileri
çaðýr. Nerede adalet, nerede adaletsizlik vardýr, hangi noktada bu ikisi birbirinden
farklýdýr, tanrýlardan ve insanlardan gizli olsun veya olmasýn (26), mutlu olmak isteyen
kimse bunlardan hangisini elde etmeye çalýþmalý, bunlarý görebilir miyiz, bir bakalým.''

Glaukon: "Boþuna konuþuyorsun'' dedi., "Çünkü sen elindeki bütün olanaklarý kullanýp
her çareye baþvurarak adaletin yardýmýna koþmamanýn, senin için bir günah olduðunu
söyleyip (27) bu iþi incelemeyi üzerine aldýn.''

"Bana anýmsattýðýn doðru'' dedim. "Sözümde durmalýyým, ama bana siz de yardým
etmelisiniz.''
"Peki'' dedi "ederiz.''

"Þimdi'' dedim "aradýðýmýzý þöyle bulacaðýmý umuyorum: Bence, eðer iyi kurulduysa,
kent her yönden iyidir.''

" Böyle olmasý zorunlu" dedi.

"O halde, kentin bilge, gözüpek, ölçülü ve adaletli olduðu apaçýk.'' (28).

"Apaçýk.''

"O halde, kentte bu dördünden hangisini bulursak, geri kalanlar bulamadýklarýmýz


olmayacak mý?'' (29)

"Þüphesiz.''

"Bu, bir yerde bulunan dört þeye benziyor. Bu dört þeyden bir tanesini arasak, önce
aradýðýmýzý bulunca onunla yetiniriz; ama öteki üçünü önce bulursak, böylelikle
aradýðýmýzý da bulmuþ oluruz. Gayet açýktýr ki o, geri kalandan baþka bir þey
deðildir.''

"Sözlerin doðru'' dedi.

"O halde, madem ki bunlar da dört tane, ayný þekilde araþtýrmalýyýz, deðil mi?''

"Gayet tabii."

"Sanýrým ilk görünen bilgeliktir; onun da göze çarpan bir garipliði var.''

"Ne gibi bir gariplik?'' dedi.


"Gözden geçirdiðimiz kentin gerçekten bilge olduðunu sanýyorum; çünkü doðru kararlar
veren (30) bir kenttir.''

"Evet.''

"Peki, doðru kararlar vermek de baþlý baþýna bir tür bilgi deðil midir? Çünkü insanlar
bilgisizlikleriyle deðil bilgileriyle doðru kararlar verirler.''

"Apaçýk.''

"Ama kentte her türden birçok bilgi var.''

"Elbette.''

"Öyleyse kente, örneðin dülgerlerin bilgisi yüzünden mi bilge, doðru kararlar veren
demeli?"

"Hiçbir þekilde"dedi. "Bu bilgi yüzünden kente olsa olsa dülgerlikte usta denebilir.''

"Demek ki, tahtadan yapýlmýþ iþlerdeki bilgisi yüzünden ve bu iþlerin en iyi biçimde
nasýl yapýlacaðýna karar verdiði için kente bilge denemez.''

"Denemez.''

"Peki, tunçtan ya da bunun gibi bir madenden yapýlmýþ eþyalar konusundaki bilgisi
yüzünden mi kente bilge demeli'?''

"Hayýr, bunlarýn hiçbiri yüzünden deðil'' dedi.

"Ürünün topraktan yetiþmesi hakkýndaki bilgi yüzünden de deðil; bununla tarýmda usta
adýný alýrdý.''
"Sanýrým.''

"Peki'' dedim "kurduðumuz kentteki bir kýsým yurttaþýn bildiði; kentteki iþlerin bir
kýsmýný deðil, kentin bütününü düþünen, yani nasýl olup da kent kendisiyle ve baþka
kentlerle en iyi iliþkileri kurabilir, bunu saðlayan bir bilgi var mýdýr?''

"Kesinlikle vardýr.''

"Hangi bilgi?'' dedim "ve kimlerdedir bu bilgi?''

"Bu bilgi koruyuculuk bilgisidir'' dedi. "Demin tam anlamýyla koruyucular adýný
verdiðimiz (31) önderlerdeki bilgidir.''

"O halde, bu bilgiye göre kenti nasýl adlandýrýyorsun?''

"Doðru kararlar veren ve gerçekten bilge olarak.''

"Peki'' dedim "kentte bu gerçek koruyucular mý çok olacak, yoksa demirciler mi?''

"Demirciler daha çok'' dedi.

"O halde'' dedim, "edindikleri bilgiye göre adlar alan baþkalarýnýn yanýnda, koruyucular
azýnlýkta kalmazlar mý?''

"Hem de çok azýnlýkta kalýrlar.''

"O halde, doðaya uyarak kurulan kent, bir bütün olarak, bilge adýný, kendinin en küçük
kýsmýna, baþýnda bulunan ve onu yöneten en dar sýnýfýna ve bu kýsýmdaki bilgiye
borçludur. Bu da, anlaþýldýðýna göre, doða gereði sayýsý en az olan sýnýftýr. Bütün
öteki bilgiler arasýnda, bilgelik adýna hak kazanan tek bilgiden pay almak küçük bir
sýnýfa düþer.'' (32)

"Çok doðru söylüyorsun'' dedi.

"Ýþte, dört taneden birini-bilmem nasýl oldu? - bulduk: Kendisini ve kentte bulunduðu
yeri.''

"Bence'' dedi, "bulduðumuz sonuç doyurucu.''

"Gözüpekliðe gelince, kendisini ve kentin neresinde (kente, bu yere göre, gözüpek de


denir) bulunduðunu görmek o kadar güç deðildir.''

"Nasýl?''

"Kente korkak ya da gözüpek diyen kimse'' dedim, "kent uðrunda çarpýþan, savaþan
kýsmý mý, yoksa baþka bir kýsmý mý göz önüne alýr?''

"Kimse'' dedi "baþka bir kýsmý göz önüne almaz.''

"Çünkü'' dedim "bence kentte baþkalarý korkak ya da gözüpek olsalar da, kente gözüpek
ya da korkak dedirtemezler.''

"Evet, dedirtemezler.''

"Demek ki kent, bir bölümü yüzünden gözüpek de oluyor. Çünkü o bölümünde öyle bir
güç vardýr ki, bu güç korkulacak þeyler hakkýndaki yargýsýný her zaman korur; yani
korkulacak þeylerin yasa koyucunun eðitim sisteminde gösterdiði þeyler olduðu
yargýsýný. Yoksa sen buna gözüpeklik demez misin?''

"Dediðini çok iyi anlamadým, bir daha söyle'' dedi.


"Ben'' dedim "gözüpekliðin bir koruma olduðunu söylüyorum.''

"Ne gibi bir koruma?''

"Korkulacak þeyler nelerdir, ne gibi þeylerdir, bu hususta yasanýn eðitim yoluyla


aþýldýðý kanýsýnýn korunmasý. Gözüpeklik bu kanýyý her zaman korur demekle, onu
keder, sevinç, arzu ve korku içinde daima koruduðunu ve bir yana atmadýðýný söylemek
istedim. Ýstersen, bunu benzediðini sandýðým bir þeyle karþýlaþtýrayým.''

"Ýsterim tabii.''

"Kuþkusuz biliyorsun'' dedim. "Boyacýlar yünü erguvan rengine boyamak istedikleri


zaman, önce o kadar rengin içinden yalnýzca birini seçerler: Beyazý. Yün, boyanýn
bütün parlaklýðýný alabilsin diye, hazýrlarken çok özen gösterirler, ancak bundan ˜sonra
boyaya batýrýrlar. Bu biçimde boyanýrsa, kumaþýn boyasý hiç çýkmaz. Ýster sabunla
yýkansýn, parlaklýk akýp geçmez. Beyazdan baþka bir renkteki kumaþ boyanýrsa ya da
beyaz kumaþa bu ilk özen gösterilmezse, ne olur bilirsin.''

"Bilirim'' dedi "aðarýp gülünç bir þey olur.''

"Öyleyse,'' dedim "bizim de, askerleri seçip müzik ve idmanla eðittimiz zaman, elimizden
geldiði kadar buna benzer bir þey yaptýðýmýzý varsay; inan, tek amacýmýz, kumaþýn
boyayý çekiþi gibi, askerlerin de yasalarý derin bir inançla benimsemelerini saðlamaktan
baþka bir þey deðildir, ta ki korkulacak þeyler ve baþka þeyler hakkýndaki kanýlarý iyi
tutmuþ olsun; renkleri bozacak nitelikte olan çamaþýr tozu (33), küllü sulardan daha
soldurucu olan zevk ve her temizleyici maddeden daha güçlü olan acý, korku, tutku,
renklerini almasýn. Ýþte böyle bir güce: Korkulacak ve korkulmayacak þeyler
hakkýndaki yasaya uygun kanýnýn her zaman korunmasýna gözüpeklik diyorum ve
böyle nitelendiriyorum. Eðer buna eklenecek bir sözün yoksa?''
"Hiçbir sözüm yok'' dedi. "Çünkü sanýrým, bu sorunlar hakkýndaki kaný eðitimden
gelmiyorsa, örneðin bir hayvanýn ya da bir kölenin kanýsý gibiyse, sen ona yasaya uygun
(34) demezsin, hem de gözüpeklikten baþka bir ad verirsin.'' (35)

"Çok doðru söylüyorsun'' dedim.

"Öyleyse bunun gözüpeklik olduðunu teslim ederim.''

"Teslim et'' dedim "hiç olmazsa, uygarca gözüpekliðin (36) bu olduðunu teslim et,
yanýlmýþ olmazsýn. Bu sorunu, istersen, baþka zaman daha iyi gözden geçiririz (37).
Çünkü þimdilik gözüpekliði deðil, adaleti arýyoruz. O halde gözüpeklik için
araþtýrmalarýmýz, sanýrým yeter.''

"Doðru'' dedi.

"O halde kentte keþfedilecek iki þey daha kaldý'' dedim: "Ölçülülük (38) ve bütün
araþtýrmalarýmýzýn amacý, adalet."

"Evet, öyle.''

"Artýk ölçülülükle uðraþýp durmayalým, adaleti nasýl bulacaðýz, onu düþünelim.''

"Ben'' dedi "ne bunu bilirim, ne de, artýk ölçülülüðü araþtýrmayacaksak, adaletin
ölçülülükten daha önce görünmesini dilerim. Ama gönlümü hoþ etmek istersen, adaletten
önce ölçülülüðü gözden geçir.''

"Kuþkusuz gönlünü hoþ etmek isterim'' dedim, "yoksa haksýzlýk etmiþ olurum.''

"Haydi bak bakalým'' dedi.


"Bakmalýyým'' dedim. "Ölçülülük, ilk bakýþta, baþtakilerden çok, bir uyuma, bir ses
birliðine benzer.'' (39).

"Nasýl?''

"O garip 'kendine egemen olmak' deyimini (40) kullanýp dediklerine bakýlýrsa, ölçülülük
bir tür düzen, zevk ve tutkuya egemen olmakmýþ; bundan baþka bu kavramýn dilde
býraktýðý baþka izler de vardýr. Yoksa öyle deðil mi?''

"Tamamen öyledir'' dedi.

"Kendi kendine egemen olmak da gülünç bir þey deðil mi? Kendine egemen olan, ayný
zamanda, kendi baþýna buyruk olacak, deðil mi? Kendi baþýna buyruk olan da ayný
zamanda kendine egemen. Çünkü bütün bu sözlerle ayný adam kastedilir.''

"Tabii.''

"Fakat'' dedim " sanýrým bu sözle þu denmek isteniyor: Bir insanýn ruhunda iyi olan bir
yanla kötü olan bir yan var. Doðasý gereði iyi olan yan, kötü olana egemen olduðu
zaman, buna 'kendi kendine egemen olmak' diyorlar. Bu da bir övmedir; ama kötü bir
eðitim ya da kötü bir çevre yüzünden iyi olan yan azýnlýkta kalarak, çoðunluktaki kötü
yana yenilirse, bu bir ayýp gibi, eksiklik gibi görülür. Buna 'kendi baþýna buyruk olmak',
bu durumdaki insana da gemsiz denir.''

"Böyle olduðu açýk'' dedi.

"Öyleyse'' dedim "gözlerini yeni kentimize çevir, orada da bu iki þeyden birini
göreceksin. Çünkü iyi kötüye nerede egemense, oraya ölçülü ve kendine egemen denmesi
gerektiðine göre, ona haklý olarak kendine egemen dendiðini kabul edeceksin.''

"Kentimize bakýyorum'' dedi "doðru söylüyorsun.''


"Gerçekten de birçok ve türlü türlü arzu, zevk, acý, özellikle çocuklarda, kadýnlarda,
hizmetçilerde ve özgür denen kitlede, deðersiz kimselerde bulunur.''

"Doðru'' dedi.

"Buna karþýlýk, aklýn, akýl yürütme ve doðru bir yargýyla yönettiði basit ve ölçülü
arzulara gelince, bu arzularý az kiþide bulacaksýn. Bunlar da çok iyi yaradýlýþý olan,
çok iyi eð¨itim görmüþ kimselerdir.''

"Doðru'' dedi.

"O halde, görüyor musun? Senin kentinde bunlar da var; öte yandan kentteki kitlenin,
deðersiz insanlarýn arzularýna, soylu azýnlýktaki arzular ve akýl egemendir.''

"Görüyorum'' dedi.

"Eðer bir kente, 'zevk ve arzularýna, kendine egemen' denebilirse, bu bizim kentimizdir.''

"Kuþkusuz" dedi.

"Bütün bunlara göre, ona ölçülü de demeli, deðil mi?''

"Kesinlikle demeli'' dedi.

"Bir kentte, yönetenlerle yönetilenler, kenti kimlerin yönetmesi gerektiði konusunda ayný
düþüncede olabilirlerse, bu durum bizim kentte de vardýr. Yoksa böyle sanmaz mýsýn?''

"Tamamiyle o düþüncedeyim'' dedi.


"Bu konuda anlaþan yurttaþlarýn hangi bölümünde ölçülülük vardýr dersin, yönetenlerde
mi, yönetilenlerde mi?''

"Olasýlýkla her ikisinde de'' dedi.

"O halde,'' dedim "görmüyor musun, ölçülülüðün bir uyuma benzediðini söylerken iyi
sezmiþiz.''

"Nasýl?''

"Ölçülülük, gözüpeklik ve bilgelik gibi deðildir; bu ikisi kentin yalnýzca bir kýsmýnda
bulunduðu halde, kenti, biri bilge, öteki gözüpek yapar. Ölçülülük böyle deðildir, bütün
kente tümüyle yayýlýr. Ýster bilgelik, ister güç, ister çokluk, zenginlik bakýmýndan ya
da bunun gibi baþka bir bakýmdan zayýf, güçlü ve orta durumda yurttaþlarýn ayný
besteyi tam bir uyum içinde söylemelerini saðlar. Öyle ki, bu uyuma; doðasý gereði iyi
olanla kötü olandan hangisinin egemen olmasý gerektiði konusundaki iyiyle kötünün bu
uyuþmasýna pek haklý olarak ölçülülük diyebiliriz.''

"Tamamýyla senin düþüncendeyim'' dedi.

"Peki'' dedim "Ýþte kentteki üç nitelik ortaya çýktý, eðer yanýlmýyorsam. Geri kalan
nitelik, yani kentin erdemini tamamlayan nitelik, hangisi olabilir? Gayet açýk ki bu,
adalettir.''

"Apaçýk.''

"O halde, Glaukon, þimdi de avcýlar gibi, adaletin kaçýp gözden kaybolmamasýna dikkat
ederek, çalýlýðýn çevresini sarmalýyýz; çünkü besbelli, adalet, burada bir yerdedir.
Öyleyse, bak ve bulmaya çalýþ, belki benden önce görüp bana gösterirsin.''
"Keþke gösterebilsem'' dedi "ama ben yalnýzca peþinden gelip gösterdiklerini
görebilirim; yapabileceðim bir bu var.''

"Benimle birlikte, hayýr dile de peþimden gel.'' dedim.

"Peki, öyle yapalým'' dedi "ama sen önden yürü.''

"Gerçekten,'' dedim "burasý sapa, karanlýk görünüyor, herhalde gölgeli, geçilmesi güç bir
yer. Ama ne olursa olsun yürümeli.''

"Evet, yürümeli'' dedi.

Ben de bir þey görerek: "Aa! Glaukon,'' dedim "Galiba bir iz bulduk; bana kalýrsa, adalet
hiç elimizden kurtulamayacak.''

"Müjde'' dedi.

"Gerçekten'' dedim "pek aptalca davrandýk.''

"Niçin?''

"Apaçýk ki, sevgili dostum, çoktan, daha baþlangýçtan beri, adalet ayaðýmýzýn altýnda
dolaþýyormuþ da, biz görmüyormuþuz. Pek gülünç olduk. Týpký, bazen avuçlarýnda
bulunan þeyi arayan insanlar gibi, biz de ona bakmamýþýz da uzaklara bakmýþýz;
olasýlýkla, bunun için gözümüzden kaçtý.''

"Ne demek istiyorsun?'' dedi.

"Þunu demek istiyorum'' dedim. "Bence çoktan beri onu söyleyip onu dinlediðimiz halde
bir bakýma ondan söz ettiðimizi anlamamýþýz.''
"Dinlemek isteyen insan için uzun bir baþlangýç'' dedi.

"Peki,'' dedim "dinle bakalým, doðru mu söylüyorum. Baþlangýçta, kenti kurduðumuz


zaman ilke olarak koyduðumuz, her zaman yapýlmasý gereken þey ya da bunun bir
türü... Yanýlmýyorsam, iþte adalet budur. Anýmsarsan, bir insanýn kentteki iþlerden
yalnýzca biriyle; hangi iþ için elveriþli yaratýlmýþsa o iþle uðraþmasý gerektiði ilkesini
koymuþtuk, bunu sýk sýk da yinelemiþtik." (41).

"Evet, yineledikti''

"Bir de herkesin kendi iþini kendi görmesine, baþka iþlere karýþmamasýna da adalet
demiþtik. Bunu baþka birçoklarýndan duyduk, kendimiz de birçok kez söyledik.''

"Evet, söyledik.''

"Sanýrým'' dedim "herkesin kendi iþiyle uðraþmasý, süreklilik kazanýrsa, iþte adalet
budur. Bunu nereden kestiriyorum, biliyor musun?''

"Bilmem, ama söyle'' dedi.

"Sanýrým'' dedim "kentte gözden geçirdiklerimizden, yani ölçülülük, gözüpeklik ve


bilgelikten geri kalan þeydir ki, bütün diðerlerine kentte var olabilme gücünü verir. Bir
kez var olduktan sonra da, kentte bulunduðu sürece onlarýn sürekliliðini saðlar. Üçünü
bulursak, geri kalan adalettir, demiþtik.''

"Evet, zorunlu olarak böyle"dedi.

"Ama kuþkusuz" dedim, "bunlardan hangisinin var olmasýnýn kent için en büyük nimet
olacaðý hakkýnda karar vermek gerekseydi, bunu kestirmek çok güç olurdu. Bu, acaba,
yönetenlerle yönetilenler arasýndaki düþünce birliði mi yada askerlerde bulunan
korkulacak ve korkulmayacak þeylerin hangileri olduðuna iliþkin yasalarla uyumlu
inancýn korunmasý mý? Yoksa yönetenlerdeki akýl, uyanýklýk ya da çocuk, kadýn, köle,
özgür insan, zanaatçý, yöneten ve yönetilende var olan þey, yani her birey bir tek insan
olduðuna göre, her kiþinin kendi iþini yaparak baþka iþe karýþmamasý mý kent için en
büyük nimet"tir?''

"Bu konuda bir karar vermek gerçekten güç olur'' dedi.

"Demek, kentte herkesi kendi iþiyle uðraþtýran güç, kentin erdemi uðrunda, kentin
bilgeliði, ölçülülüðü ve gözüpekliðiyle yarýþýr."

"Kesinlikle" dedi.

"O halde kentin erdemi için diðer niteliklerle yarýþan niteliðin adalet olduðunu kabul
etmez misin?''

"Kesinlikle ederim.''

"Bunu þu noktadan da incele, bakalým ayný düþüncede olacak mýsýn? Kentte davalara
bakma iþini, yönetenlere vermeyecek misin?''

"Hiç kuþkusuz.''

"Bunlar karar verirken, yalnýzca, her yurttaþýn baþkasýnýn malýný ele geçirmemesi ve
kendininkinden yoksun olmamasý için çalýþmayacaklar mý?''

"Evet, yalnýzca bunun için çalýþacaklar.''

"Bu adalete uygundur diye, deðil mi?''

"Evet.''
"Öyleyse, bununla da adaletin, mallarýna sahip olmak, kendine düþen iþi görmek olduðu
teslim edilebilir.''

"Doðru.''

"Bak bakalým, benimle ayný düþüncede misin? Örneðin dülgerle kunduracý, araçlarýný,
iþlerinin adýný deðiþtirip birbirlerinin iþini ya da biri her iki iþi birden yapmaya
kalkýþýrsa, bütün bu deðiþmelerden kente büyük zarar geleceðini sanýr mýsýn?''

"Hiç zarar gelmez'' dedi.

"Buna karþýlýk, doðuþtan zanaatçý olan ya da baþka bir iþle para kazanan kimse,
sonradan zenginliði, yandaþlarýnýn çokluðu, gücü veya bunun gibi baþka bir þeyle
gururlanarak askerlik rütbesine yükselmeye kalkýþýrsa ya da askerin biri, kentte öðütçü
ve koruyucu rütbesine, layýk olmadýðý halde çýkmak isterse, bunlar da araçlarýný,
iþlerini deðiþtirirlerse veya bir adam bütün bunlarý bir arada yapmaya kalkýþýrsa, o
zaman bu deðiþimin ve baþka baþka iþlerle uðraþmanýn kent için yýkýcý olduðunu,
sanýrým, benim gibi sen de düþünürsün.''

"Tümüyle.''

"O halde kent için en büyük yýkým, bu üç sýnýfýn birbirinin iþine karýþmasý, iþlerini
deðiþtirmesidir. Buna da gayet haklý olarak en büyük suç denilebilir.''

"Kesinlikle."

"Kendi kentine karþý en büyük suçu iþlemeye de adaletsizlik demez misin?''

"Nasýl denmez?''

"Demek, adaletsizlik iþte budur.''


" Þimdi düþüncemizi tersine çevirip þunu söyleyelim: Para kazanan yardýmcý, koruyucu
sýnýflarýnýn, deminkinin aksine, meslekte kalýþýna, yani her sýnýfýn kentte yalnýzca
kendi iþiyle uðraþmasýna adalet denilebilir. Kenti adaletli yapan da budur.''

"Sanýrým'' dedi "bundan baþka türlü olamaz.''

"Bunu henüz kesin olarak söylemeyelim" dedim. "Bu düþünce, ayrý ayrý herkese
uygulanýp da, her insanda bunun adalet olduðu kabul edilirse, ancak o zaman bunun
adalet olduðunu teslim edebiliriz; çünkü artýk diyecek söz kalmaz. Aksi halde
düþüncemizi baþka yöne çevireceðiz. Þimdilik, baþladýðýmýz incelemeyi sonuna kadar
getirelim. Önce (42), adaleti, adaletin büyük oranlarda bulunduðu daha geniþ bir alanda
incelemeye giriþirsek, birey ölçüsünde adaletin nasýl olduðunu görmek daha kolay olur
sanmýþtýk. Bu alan bizce kentti ve böylece adaletin iyi kurulmuþ bir kentte
bulunacaðýný gayet iyi bildiðimiz için, kentimizi olabildiði kadar iyi kurduk. Kentte
bulduðumuz þeyi bireye uygulayalým, ona da uyarsa, ne âlâ! Ama bireyde baþka türlü
görülürse, yine kente dönüp deneme yapalým. Belki bu ikisini yanyana koyarak gözden
geçirirken, birbirine sürterek, sürtülen iki odun parçasýndan çýkar gibi adalet
kývýlcýmýný çýkartabiliriz. Adalet ortaya çýkýnca, onu saðlamca kendimize mal
edeceðiz.''

"Ýþte'' dedi "yerinde konuþmak buna denir, böyle de yapmalý.''

"Peki'' dedim "biri küçük, biri büyük olan iki þeyin benzer olduðu söylense, onlarý
benzer kýlan nokta bakýmýndan ikisi birbirine benzemez mi? Yoksa benzer mi?''

"Benzer'' dedi.

"O halde adaletli insan da, adaletin niteliði bakýmýndan, adaletli bir kentten farklý
olmayacak, ona benzer olacak.''
"Evet'' dedi "benzer olacak.''

"Ýmdi, bizce þehirdeki üç ayrý yaradýlýþtan her biri kendi iþini gördüðü için, kent
adaletliydi. Ayný yapýdaki bazý durum ve nitelikler yüzünden de kente ölçülü, gözüpek
ve bilge demiþtik.''

"Doðru " dedi.

"O halde, sevgili dostum, birey için de ayný biçimde yargýya varacaðýz: Onun ruhunda
da ayný kýsýmlar varsa, ayný haller yüzünden birey de kente verdiðimiz adlara hak
kazanacak.''

"Zorunlu" dedi.

"Ýþte, " dedim "deðerli dostum, þimdi sýra yine, ruh hakkýndaki basit bir soruya geldi:
acaba ruhta bu üç kýsým var mý, yok mu?''

"Bence bu soru hiç de basit deðil'' dedi. "Çünkü kim bilir, Sokrates, güzel iþ güçtür diyen
atasözü belki doðrudur.''

"Besbelli'' dedim "ama iyi bilmelisin ki, Glaukon, benim düþünceme göre
konuþmalarýmýz için kullandýðýmýz yöntemle kesin bir sonuca eriþemeyeceðiz; çünkü
bizi oraya götürecek yol, daha uzun ve dolambaçlýdýr (43). Ama yöntemimiz belki de
baþtaki sözlerimize ve araþtýrmalarýmýza uygundu.''

"O halde, bu kadar yetmez mi?'' dedi. "Bana þimdilik bu kadarý yeter.''

"Bana kalýrsa da,'' dedim "bol bol yeter.''

"Sakýn yorulayým deme'' dedi "araþtýr bakalým.''


"Peki'' dedim "her birimizde, kentte bulunan ayný kýsýmlarýn, ayný ruh durumlarýnýn
olduðunu kabul etmek zorunda deðil miyiz? Bunlar kente baþka bir yerden gelmiþ
olamazlar. Taþkýn yapýnýn (44) kentlere, taþkýn yapýlarýyla tanýnmýþ bireylerden,
örneðin Trak, Ýskit ve kuzeyde yaþayan halklardan geçmediðini ileri sürmek gülünç
olur. Öte yandan en çok bizim bölgemizde bulunduðunu söyleyebileceðimiz öðrenme
tutkusu için ve Finikelilerle Mýsýrlýlarda görülen hiç de az sayýlmayacak para tutkusu
için de ayný þey söylenebilir.'' (45).

"Çok doðru'' dedi.

"Bu iþ böyledir,'' dedim "bunu anlamak da güç deðildir.''

"Hiç de güç deðil.''

"Ama anlaþýlmasý güç olan þudur: Acaba bu üç eylemden her birini ayný yeti sayesinde
mi yaparýz, yoksa her birinin ayrý eylem alaný olan üç yetiyle mi? Yani, ya biriyle
öðrenip, ötekiyle taþar, öfkelenir; ruhumuzda bulunan üçüncüsüyle yemek, içmek,
kadýnla birleþmek ve buna benzer birçok zevkleri yaþarýz ya da giriþtiðimiz eylemlerin
her birini bütün ruhumuzla yaparýz. Ýþte bunu hakkýyla belirleyebilmek güç olacak.''

"Ben de öyle sanýyorum'' dedi.

"Bu üç yeti birbirinin ayný mýdýr, yoksa farklý mýdýr? Bunu þu biçimde
sýnýrlandýrmaya çalýþalým.''

"Ne biçimde?''

"Gayet açýk ki, ayný varlýk, ayný yönde ve ayný cisme oranla, birbirine karþýt iki
harekette ayný zamanda etkin ya da edilgin olmaz. Öyle ki, eðer böyle bir duruma
raslarsak, bu varlýðýn tek bir þey deðil, birkaç þeyden oluþtuðunu anlayacaðýz.''(46)
"Öyle.''

"O halde sözüme dikkat et.''

"Söyle'' dedi.

"Ayný varlýðýn'' dedim "ayný zamanda, ayný yönde, hem hareketsiz kalýp hem hareket
etmesi olanaklý mýdýr?"

"Hiçbir biçimde.''

"Daha ileride kuþkuya düþmemek için þimdiden iyice anlaþalým: Ayakta duran, ellerini,
baþýný kýmýldatan bir adamýn hem devinimsiz durduðu, hem devindiði söylense,
sanýyorum, bunu doðru bulmayýz; bir kýsmý devinimsiz kalýr, bir kýsmý devinir, deriz,
öyle deðil mi?''

"Öyle.''

"O halde, bunu söyleyen adam þaka ederek, bir zekâ oyunu yapmak için, topaçlarýn,
uçlarý bir yerde sabit kaldýðý halde, kendi çevrelerinde döndükleri zaman, bir bütün
olarak, ayný zamanda hem devinimsiz, hem devingen olduklarýný ya da kendi çevresinde
daire hareketi yapan baþka cisimlerin ayný yerde dönerek topaç gibi devindiklerini
söylerse, bunu kabul etmezdik; tersine, derdik ki, onlarda düz ve yuvarlak iki kýsým
vardýr; topaç dik kýsmýyla devinimsizdir, çünkü hiçbir yana eðilmez, halbuki yuvarlak
kýsým bir daire devinimi yapar; ama bu daire devinimiyle birlikte dik kýsým saða, sola,
öne, arkaya eðilirse, o zaman hiçbir yerde duraðanlýk yoktur.''

"Gayet tabii'' dedi.


"O halde bu gibi sözler bizi þaþýrtmayacak. Bir varlýðýn ayný yöne, ayný cisme oranla
birbirine karþýt iki þeye, ayný zamanda edilgin ve etkin olacaðýna kimse bizi
inandýramayacak.''(47)

"Benim inanmayacaðým kesin" dedi.

"Bununla birlikte'', dedim "bütün bu tartýþmalara yeniden dönüp, doðru olmadýklarýný


uzun uzun belirlemek zorunda kalmamak için, bunun böyle olduðunu varsayýp
araþtýrmalarýmýzda ilerleyelim. Ama baþtan kabul edelim ki, bunun varsaydýðýmýzdan
baþka türlü olduðu ortaya çýkarsa, bundan çýkacak hiçbir sonucun deðeri olmayacak.''

"Evet'' dedi "böyle yapmalý.''

"Peki'' dedim "evet demek, hayýr demenin; bir þeyi elde etmeyi istemek, bir þeyi
reddetmenin; bir þeyi kendine çekmek, bir þeyi kendinden uzaklaþtýrmanýn; bunun gibi
her þey, etkin olmak ya da edilgin olmak, birbirinin karþýtý deðil midir. Bu konuda, etkin
ya da edilgin olma sorunu o kadar önemli deðildir.''

"Evet'' dedi "bunlar birbirinin karþýtýdýr.''

"Peki'', dedim "içmek ve yemek arzusunu, her türlü arzuyu, öte yandan azmetmek ve
istemeyi, biraz önce sözünü ettiðimiz türe koymaz mýsýn? Örneðin bir þey isteyen
kimsenin ruhu, her zaman istediði þeye uzanýyor ya da kendini kendisinin olmasýný
istediði þeye yöneltiyor ya da sonunda, bir þeyin kendisine saðlanmasýný istedikçe,
arzusunun gerçekleþmesi için sabýrsýzlanarak bir soruya yanýt verir gibi, kendi kendine
evet diyor, demez misin?''

"Derim.''

"Peki, istememeyi, azmetmemeyi, arzu etmemeyi; kendinden uzaklaþtýrmak, geri itmek


ve yukarda söylediklerimize karþýt olan bir türe koymaz mýsýn?''
"Nasýl konmaz?''

"Durum böyle olunca, bir arzular türünün var olduðunu ve bu türün en göze batanlarýnýn
içmek arzusu ve yemek arzusu denilen arzular olduðunu söylemeyecek miyiz?''

"Evet, söyleyeceðiz'' dedi.

"Biri içmeye duyulan arzu, öteki yemeye duyulan arzu deðil midir?''(48)

"Evet.''

"O halde içmek arzusu, salt içmek arzusu olma niteliðiyle, ruhtaki sözünü ettiðimiz
þeyden baþka bir þeyin arzusu mudur? Þunu demek istiyorum: içmek arzusu, sýcak veya
soðuk, az veya çok ya da tek sözcükle, belli niteliði olan bir içkiyi içmek arzusu mudur?
Yoksa içmek arzusuna sýcaklýk eklense, ayrýca soðuk içki arzusunu mu yaratýr, soðuk
da sýcak içki arzusunu? Bunun gibi, çokluk kavramýnýn içmek arzusuna eklenmesi
yüzünden bu arzu þiddetliyse, çok içmek; az ise, az içmek arzusunu mu doðurur? Oysa
içmek arzusunun kendisi (49), baþka bir þeye duyulan arzu deðil de, salt niteliði gereði
yöneldiði þeyin arzusu, yani içkiye duyulan arzudur, ayný biçimde yemek arzusu,
yalnýzca yemeðin kendisine duyulan arzudur, deðil mi?''

"Doðru'' dedi, "her arzu, niteliði gereði yalnýzca yöneldiði þeyin arzusudur. Þu ya da bu
nitelikte bir þeye arzu duyulmasý geçici nedenlerden ileri gelir.''

"Biri'' dedim "hiç kimsenin içki deðil, iyi bir içki; yiyecek deðil, iyi bir yiyecek arzu
ettiðini söyleyerek bizi gafil avlamasýn: Çünkü güya, herkes iyi þeyler arzu edermiþ;
öyleyse içmek arzusu bir arzuysa, ya iyi bir içki arzusuymuþ ya da iliþkili olduðu baþka
bir þeyin arzusu. Öteki arzular için de durum böyleymiþ.''

"Bunu söyleyen belki tamamen haksýz deðildir'' dedi.


"Herhalde'' dedim "nitelikleri gereði, herhangi bir þeyle iliþkisi olan þeyler arasýnda belli
niteliði olanlar, benim düþünceme göre, belli niteliði olan bir þeyle iliþkilidirler, ama o
þeylerin kendisi, yöneldikleri o þeylerle iliþkilidir.''

"Anlamadým'' dedi.

"Anlamadýn mý?'' dedim, "Daha büyük olan bir þey, niteliði gereði, herhangi bir þeye
oranla daha büyüktür.''

"Tabii.''

"Yani, daha küçük bir þeye oranla büyüktür, deðil mi?''

"Evet.''

"Çok büyük olan da çok küçük olana oranla, deðil mi?''

"Evet''.

"Geçmiþte daha büyük olan geçmiþte daha küçük olana, daha büyük olacak da daha
küçük olacaða oranla da böyle midir?''

"Hiç kuþkusuz" dedi.

"Bunun gibi, daha çok daha aza oranla, iki katý yarýya oranla büyüktür, bu gibi her þey
böyle deðil midir? Yine daha aðýr daha hafife, daha hýzlý daha yavaþa, nihayet sýcak
soðuða oranla ve buna benzer her þey için böyle deðil midir?''

"Tümüyle böyledir'' dedi.


"Peki, ya bilgiler için de durum ayný deðil mi? Bilginin kendisi, öðrenilebilen þeylerin
bilgisi ya da bilginin oranlanacaðý alanýn bilgisidir, ama belirli ve belli bir niteliði olan
bir bilgi, belirli ve belli bir niteliði olan öðrenilebilen þeylerin bilgisidir. Demek istediðim
þu: Ev kurma bilgisi ortaya çýktýðý zaman, bu bilgi, öteki bilimlerden mimarlýk adýný
alacak kadar ayrýlmadý mý?''

"Tabii, öyle''.

"Ötekilerin hiçbirinde olmayan belli bir niteliði olduðu için, deðil mi?''

"Evet''.

"Belli bir niteliði olan bir þeyle iliþkisi olduðu için, kendi de belli bir niteliði olan bir
bilgi olmadý mý? Öteki sanatlar ve bilimler için de böyle deðil midir?''

"Böyledir.''

"Þimdi söylediðimi anladýnsa'' dedim "demin þunu söylemek istediðimi kabul et:
Nitelikleri gereði baþka bir þeyle iliþkili olan her þey, baþlý baþýna, baþlý baþýna olan
þeylerle iliþkilidir; ama niteliði olan þeyler niteliði olan þeylerle iliþkilidir, demiþtim.
Ýliþkilidir diye, iliþkili olduðu þeylerle ayný niteliktedir demek istemiyorum: Örneðin
saðlýk bilimi saðlýklý, hastalýk bilimi hastalýklý; bunun gibi iyi þeylerin bilimi iyi, kötü
þeylerin bilimi kötüdür demek istemiyorum. Ama madem ki iliþkili olduðu alanýn
kendisinin bilimi deðildir de, belli bir niteliði olan bir þeyin bilimidir (saðlýk bilimi ve
hastalýk gibi), bu yüzden o da belli niteliði olan bir bilim olmak zorunda kalmýþtýr; bu
durum, ona yalnýzca bilim deðil, belli bir niteliði olan bir þeyin buna eklenmesi
yüzünden, týp bilimi denmesine neden olmuþtur.''

"Anladým'' dedi "sanýrým, böyledir.''


"Peki, ya içmek arzusu?'' dedim "onu da bir þeyle iliþkili olan þeyler arasýna koymaz
mýsýn? Yani içmek arzusu.''

"Ha, ha, anladým" dedi, "içkiyle iliþkilidir.''

"O halde, içkinin belli niteliði varsa, onunla iliþkili olan içme arzusunun de belli niteliði
vardýr, ama içme arzusunun kendisi, ne çok, ne az, ne iyi, ne kötü, ne de tek sözcükle
belli niteliði olan bir içkiyle iliþkilidir. Ama içmek arzusu, niteliði gereði, baþlý baþýna
içkiyle iliþkilidir.''

.'Kesinlikle."

"O halde susayan bir insanýn ruhu, susamýþ olmak niteliðiyle, içkiden baþka bir þey
istemez, uzandýðý budur, eriþmek istediði budur.''

"Apaçýk''.

"Ama içmek arzusundaki ruhu bir þey engellerse, ruhta, bir hayvaný suya götürür gibi
ruhu içmeye götüren içmek arzusundan baþka bir güç yok mudur? Çünkü kabul
ettiðimize göre, ayný varlýk ayný kýsmýnda, hem ayný yönde, hem de karþýt
devinimleri yapamaz.''

"Evet, yapamaz.''

"Ayný biçimde, bence, bir okçu için de, 'elleri yayý hem uzaklaþtýrýr, hem kendine
yaklaþtýrýr' demek doðru olmaz. 'Uzaklaþtýran bir eldir, yaklaþtýran öteki eldir' demeli.''

"Tabii böyledir'' dedi.

"Öyleyse, bazen, susadýðý halde içmek istemeyen kimseler vardýr, diyelim mi?''
'Böyle birçok insana, hem de sýk raslanýr'' dedi.

"Peki, bunlar için ne denebilir? Ruhlarýnda bir yandan içmeyi buyuran bir kýsým, öte
yandan engelleyen bir kýsým vardýr. Ýçmeye engel olan kýsým, içmeyi buyuran
kýsýmdan ayrýdýr, ona egemendir denemez mi?''

"Sanýrým, öyle demeli'' dedi.

"O halde bu gibi arzulara engel olan devinimin ruhta belirmesi, akýldan ileri gelmez mi?
Buna karþýlýk ruhu sürükleyip götüren devinimler tutku ve hastalýklardan ileri gelmez
mi?''

"Besbelli.''

"O halde, bunlarý birbirinden ayrý iki kýsým olarak kabul etmek yerinde olur. Birine
akýl kýsmý diyoruz (ruh bununla akýl yürütür), ötekine akla uygun olmayan, arzulayan
kýsým, bazý zevklerin, doyumlarýn arkadaþý diyoruz: Ruh bununla sever, acýkýr, susar,
baþka arzulara kapýlýr.''

"Evet'' dedi "bunu kabul etmek çok yerinde olacak.''

"O halde bunlarý ruhumuzun iki belirli kýsmý olarak ayýralým: ama taþkýnlýk, bizi
taþýrýp öfkelendiren kýsým ruhun bir üçüncü kýsmý mýdýr? Öyle deðilse bunlardan
hangisiyle ayný doðadadýr?''

"Ýhtimal ikincisiyle, arzulayan kýsýmla'' dedi.

"Ama ben'' dedim, "bir zamanlar iþittiðim þu öykünün doðruluðuna inanýyorum.


Aglaigon'un oðlu Leontios, Pire'den kente doðru çýkarken, kuzey surunun dýþýnda
yürüdüðü sýrada, bakmýþ, celladýn yanýnda ölüler yatýyor. Ölüleri hem görmek
istiyormuþ, hem de kendi kendine kýzarak gözlerini çeviriyormuþ. Bir zaman kendisiyle
savaþmýþ, yüzünü kapamýþ, ama sonunda arzularýna yenilerek, gözlerini dört açýp
ölülere doðru gitmiþ; 'Haydi, alýn bakalým, aç gözlerim, bu görünümü doya doya
seyredin' demiþ.''

"Bu öyküyü ben de dinlemiþtim'' dedi.

"Bu öykü gösteriyor ki'', dedim "bazen öfke arzularla, iki ayrý kýsým birbiriyle mücadele
eder gibi mücadele ediyor.''

"Evet, öykü bunu gösteriyor'' dedi.

"Baþka birçok kez de,'' dedim "akla karþýn arzularýnýn baskýsý altýnda kalan insanýn
kendi kendini azarlayýp kendindeki zorlayan kýsma karþý öfkelendiðini, sanki iki yan
varmýþ gibi mücadele edilirken, böyle bir adamýn öfkesinin aklýn baðdaþýðý olduðunu
fark etmedik mi? Ama akýl yasak ettiði halde, öfke arzularla birleþip akla karþý korsa.
Sanýrým, bu durumu sen ne kendinde gördün, ne de bir baþkasýnda.''

"Zeus hakký için, hayýr'' dedi.

"Peki'', dedim "ya insan haksýz olduðunu sanýrsa? Ne derece soyluysa, o derece az
kýzmaz mý? Sana göre, kendini haklý olarak cezaya çarptýran kimse kendini susuz,
soðukta býraksa veya bunun gibi acýlar çektirse bile, söylediðim gibi kendine karþý
öfkeye kapýlmak istemez, deðil mi?''

"Doðru'' dedi.

"Peki, ya haksýzlýk gördüðünü sanýrsa? Bu duruma köpürüp kýzmaz mý? Adaletli


sandýðý þeye baðlanýp o uðurda mücadele etmez mi? Açlýk çekse, soðukta býrakýlsa ya
da bu türden baþka iþlemler karþýsýnda býrakýlsa, dirençle göðüs gerip kazanmaz mý?
Ya istediðini elde edinceye ya da ölünceye kadar veya çobanýn köpeðini çaðýrdýðý gibi,
kendinden akýl tarafýndan çaðrýlýp sakinleþtirilinceye kadar, soyluluðunu elden býrakýr
mý?''

"Evet'' dedi " tümüyle dediðin gibidir, nitekim kentimize de, köpeklerin çobanlara baþ
eðmesi gibi, yöneticilere baþ eðen yardýmcýlar koyduk.''

"Ne demek istediðimi çok iyi anlýyorsun'' dedim. "Ama bir de fark ettin mi?''

"Neyi?''

"Þunu: Öfkelenen kýsým hakkýndaki görüþümüz tam tersi çýktý. Çünkü demin onu bir
çeþit arzulayan kýsým sanmýþtýk, ama þimdi öyle olmak þöyle dursun, ruhtaki bir
anlaþmazlýkta aklýn yanýnda bizzat silaha sarýlýr diyoruz.''

"Çok doðru'' dedi.

"Peki, akýl kýsmýndan ayrý mýdýr, yoksa onun bir türü müdür? Bu þekilde ruhta üç
deðil, iki kýsým olacak, akýl ve arzulayan kýsým. Ya da kentte, kenti oluþturan üç sýnýf:
Para kazanan, yardýmcý olan ve öðüt veren sýnýflar olduðu gibi, ruhta da bu üçüncü
kýsým, yani, kötü bir eðitimle bozulmazsa, yaratýlýþý gereði akla yardýmcý olan,
öfkelenen bir kýsým var mýdýr?''

"Mutlaka üçüncü bir kýsým olmalý'' dedi.

"Evet'', dedim "ama öfkelenen kýsmýn, arzulayan kýsýmdan ayrý olduðu gibi, akýl
kýsmýndan da ayrý olduðu ortaya çýkmalý.''

"Bunu ortaya çýkarmak güç deðildir"dedi. "Çocuklarda bile görülebilir; daha doðar
doðmaz öfkeyle dolup taþarlar; ama hiç olmazsa benim düþünceme göre, bazýlarýnýn
akýldan hiçbir zaman nasipleri olmaz, halk kitlesinin de pek geç 'olur.''
"Evet'' dedim "Zeus hakký için güzel söyledin. Dediðin gibi olduðu hayvanlarda bile
görülebilir; üstelik yukarda bir yerde söylediðim (50) Homeros'un bir dizesi de buna
tanýktýr: 'Göðsünü döðerek, kalbini þu sözlerle azarladý.' Çünkü burada Homeros, ruhun
bir kýsmýnýn baþka bir kýsmýný; yani iyiyi kötüyü ayýrt eden kýsmýn, hiç düþünmeden
öfkelenen kýsmý azarladýðýný apaçýk betimlemiþtir.'' (51)

"Kesinlikle doðru söylüyorsun'' dedi.

"kýyýya güçlükle eriþebildik'' dedim "her bireyin ruhunda, kentteki kýsýmlarýn aynýnýn
bulunduðunda ve bunlarýn ayný miktarda olduðunda, haklý olarak anlaþtýk.''

"Evet, öyle.''

"O halde, kent nasýl ve hangi kýsmý yüzünden bilgeyse, her bireyin de ayný biçimde ve
ayný kýsmý yüzünden bilge olmasý zorunlu deðil midir?''

.''Kuþkusuz."

"Birey, hangi kýsmý yüzünden ve ne biçimde gözüpekse, kentin de, ayný kýsmý
yüzünden ve ayný biçimde gözüpek olmasý gerekmez mi? Erdeme iliþkin baþka her
konuda da kent ve birey için durum böyle deðil midir?''

"Zorunlu.''

"O halde bir insanýn da, kentin adaletli olduðu biçimde adaletli olduðunu söyleyebiliriz,
sanýrým.''

"Bu da zorunlu.''

"Ama þu nokta da hep aklýmýzda: Kenti oluþturan her üç sýnýf kendi iþini gördüðü için
kent adaletliydi.''(52)
"Evet, hep aklýmýzda, sanýrým'' dedi.

"O halde, belleðimizde olsun, her birimizdeki her kýsým kendi iþini gördüðü zaman, biz
de adaletli ve kendi iþini gören insanlar oluruz.''

"Evet, bunu unutmamalýyýz.''

"Bilge olduðu ve tüm ruha özen göstermeyi üzerine aldýðý için, akýllý kýsma egemen
olmak düþmez mi? Öfkelenen kýsma da, söz dinlemek ve ötekinin baðdaþýðý olmak?''

"Kesinlikle.''

"Peki, konuþtuðumuz gibi (53) müzik ve idmanýn birleþmesi bu iki kýsmý


uyumlulaþtýrmaz mý? Akýllý kýsmý gerginleþtirip güzel sözler, bilgilerle besler;
öfkelenen kýsmý gevþetip yatýþtýrýr, uyum ve ölçü aracýlýðýyla yumuþatýr.''

"Kesinlikle," dedi.

"Böyle büyütülen ve gerçekten kendi iþini öðrenip eðitim gören iki kýsým, her insanýn
ruhunda en büyük kýsmý oluþturan ve doðasý gereði hiç doymak bilmeden arzulayan
kýsmý yönetecekler. Bu ikisi, arzulayan kýsmýn, beden zevkleri dediðimiz zevklere
gereðinden fazla dalýp güç kazanmasýna; kendi iþini görmeyip baþkasýný kul ederek
doðasýna uymadýðý halde egemen olmaya kalkýþmamasýna ve böylece kamu yaþamýný
baþtan aþaðý altüst etmemesine dikkat etsinler.''

"Çok doðru'' dedi.

"Peki'' dedim "dýþardaki düþmanlara karþý bu ikisi tüm ruhu ve vücudu çok iyi
korumazlar mý? Biri öðüt vererek, öteki savaþarak, egemen olanýn sözünü dinleyip,
gözüpekliðiyle verilen öðütleri yerine getirerek?''
"Evet, öyledir.''

"Öfkelenen kýsým, korkulacak ve korkulmayacak þeyler hakkýnda aklýn öðütlerini, acý


ve zevk durumlarýnde tutarsa, bu kýsmýna göre, insana gözüpek denir, öyle deðil mi?''

"Doðru'' dedi.

"Ýnsanda egemen olan ve bu öðütleri bildiren küçük kýsmýna göre de insana bilge denir;
yine bu kýsýmda, her kýsma ve bu üç kýsmýn oluþturduðu birliðe yararlý olan þeylerin
bilgisi vardýr.''

"Çok doðru.''

"Peki, yöneten ve yönetilen iki kýsým, akýllý kýsmýn yönetmesi gerektiðinde anlaþýrsa
ve ona karþý ayaklanmazlarsa, bu kýsýmlar arasýndaki dostluk ve uyum yüzünden,
insana ölçülü denmez mi?''

"Zaten ölçülülük bundan baþka bir þey deðildir" dedi, "Ýster kentin, ister bireyin
ölçülülüðü olsun.''

"Nihayet sýk sýk sözünü ettiðimiz kýsým yüzünden de adaletli, hem de ayný biçimde
adaletli olacak.''

"Zorunlu."

"O halde?'' dedim "Adaletin kentte ortaya çýktýðýndan baþka türlü olduðunu sanacak
kadar gözümüz kör mü oldu?''

"Sanmam,'' dedi.
"Ýçimizde hâlâ bir kuþku varsa, adaletli insaný her gün olup biten olaylarla karþý
karþýya getirerek yargýmýzýn doðruluðunu araþtýrabiliriz.''

"Hangi olaylarla?''

"Örneðin kentimiz hakkýnda ve doðuþu, gördüðü eðitim bakýmýndan ona benzeyen bir
insan hakkýnda bir yargýya varmamýz gerektiðini varsayalým: Acaba bu insan,
kendisine emanet edilen altýn ya da gümüþleri aldýktan sonra iç eder mi? Böyle bir
davranýþý o insana benzemeyenlere yükleyeceði yerde, o insana yükleyecek bir insan
bulunur mu dersin?''

"Hayýr, bulunmaz'' dedi.

"Tapýnak soygunculuðundan, hýrsýzlýktan, özel yaþamda arkadaþlarýna, siyasal


yaþamda devlete ihanetten uzak olmayacak mý?''

"Evet, uzak olacak.''

"Ne yeminlerinde, ne de verdiði baþka sözlerde hiçbir biçimde sadakatsýz olmayacak.''

"Nasýl olabilir?''

"Zamparalýk etmek, ana babaya bakmamak, tanrýlara saygýsýzlýk etmek, bütün bunlar,
ondan baþka herkese yaraþýr.''

"Kuþkusuz ona yaraþmaz'' dedi.

"Bütün bunlarýn nedeni, ondaki her kýsmýn kendi iþini yapmasý deðil midir? Ýster
yönetici, ister yönetilen olsun..."

"Evet, neden budur.''


"Adalet, senin düþüncene göre, böyle insanlar ve kentler oluþturan güçten baþka bir þey
midir?''

"Zeus hakký için'' dedi "bence bu güçtür.''

"Ýþte düþümüz tümüyle çýktý. Daha kenti kurmaya baþlarken, belki de bir tanrýnýn bizi
adaletin bir temel ilkesine, bir örneðine götüreceðini hayal ettiren düþümüz.''

"Çok doðru''.

"Demek,? Glaukon, ayakkabýcý olarak doðan insanýn yalnýzca ayakkabý yapýp baþka
bir þey yapmamasýnýn, dülger doðanýn yalnýzca ev kurmasýnýn doðru olduðunu
düþünmek bize adaletin bir düþlemini verdi ve bu yüzden bize yararlý oldu.''

"Apaçýk.''

"Gerçekten adaletin bunun gibi bir þey olduðu anlaþýldý; ama bu, insanýn dýþ
edimlerine deðil, iç edimlerine, yani gerçek benliðine ve kendinin olan þeylere
uygulanýr. Adaletli insan kendindeki her kýsmýn kendine yabancý iþler görmesine,
ruhundaki kýsýmlarýn birbirinin iþini yüklenmesine izin vermez; tersine, sözcüðün
gerçek anlamýyla kendi evini pek güzel düzene kor, kendi kendine egemen olur, bir
düzen kurar, kendi kendine dost olur, týpký müzikteki pes, tiz, orta ve aradaki bütün öteki
perdelerin uyumu gibi, kendindeki üç kýsmý uyumlaþtýrýr. Bunlarý birbirine baðlar,
birçok öðeden oluþmuþken bir birlik haline gelir, ölçülü, uyumlu olur. Ancak bu duruma
geldikten sonra, ister para kazanmakta, ister vücut bakýmýnda, ister bir devlet iþinde ya
da özel iþlerinde eyleme geçer. Bütün bu iþlerde bu durumu koruyan, bu durumun
saðlanmasýna yardým eden eylemleri adaletli ve iyi eylemler sayar, bunlarý bu biçimde
niteler, bu eylemleri yöneten bilgiye bilgelik, bu durumu çözüp bozan eyleme de
adaletsizlik, bu eylemi yöneten yargýya bilgisizlik der.''
"Sözlerin, Sokrates, baþtan aþaðý doðrudur'' dedi.

"Güzel'' dedim. "Adaletli insaný, adaletli kenti ve bunlardaki adaletin ne olduðunu


bulduðumuzu ileri sürersek, sanýrým tümüyle yalan söylemiþ sayýlmayýz.''

"Zeus hakký için, kesinlikle sayýlmayýz'' dedi.

"O halde, bulduk diyelim mi?''

"Diyelim.''

"Peki, öyle olsun'' dedim "bundan sonra da, sanýrým, artýk adaletsizliði gözden
geçirmeliyiz.''(54)

"Tabii.''

"Adaletsizlik, bu üç kýsmýn arasýndaki bir anlaþmazlýk, birçok iþi üzerine alma,


baþkasýnýn iþine karýþma; ruha egemen olabilmek için, hiç yakýþýk almadýðý, tersine,
ruhun bir kýsmýnýn, egemen olan kýsma yaradýlýþ gereði baþ eðmesi gerektiði halde,
ruhun bütününe karþý çýkmasý deðil midir? Bu gibi eylemler, yani ruhtaki kýsýmlarýn
kargaþasý ve karýþýklýðý adaletsizliktir, gemsizlik, korkaklýk, bilgisizlik, nihayet bir
sözcükle her türlü kötülüktür diyeceðiz, sanýrým.''

"Evet, bu o demek'' dedi.

"Mademki'' dedim "adaletsizlik ve adalet belli ve apaçýk ortadadýr, adaletsizce


davranmak ve haksýzlýk etmek ya da bunun gibi, adaletli hareket etmek de belli ve
apaçýk olmaz mý?''

"Ne biçimde?''
"Çünkü'' dedim "adalet ve adaletsizlik, saðlýklý ve hastalýklý þeylere benzer; yalnýzca
biri vücuttadýr, öteki ruhta.''

"Ne gibi?'' dedi.

"Herhalde, saðlýklý olan saðlýðý yaratýr, hastalýklý olan da hastalýðý.''

"Evet.''

"Ayný biçimde adaletli davranmak adaleti, adaletsizce davranmak adaletsizliði yaratýr,


deðil mi?''

"Zorunlu."

"Saðlýðý yaratmak da, vücuttaki kýsýmlar arasýnda, yaratýlýþlarýna göre yönetmek ve


yönetilmeyi saðlayacak bir düzen kurmak demektir. Hastalýk yaratmaksa, bu kýsýmlar
arasýnda yaratýlýþlarýna aykýrý yönetmeyi ve yönetilmeyi saðlayacak bir düzen
kurmaktýr.''(55)

"Öyledir.''

"Peki, adaleti yaratmak da, bu ruhta, ruhun kýsýmlarý arasýnda, yaratýlýþlarýna göre
yönetmek ve yönetilmeyi saðlayacak bir düzen kurmak deðil midir? Adaletsizlik de bu
kýsýmlar arasýnda, yaratýlýþlarýna aykýrý olarak yönetmeyi ve yönetilmeyi saðlayacak
bir düzen kurmak?''

"Tümüyle öyle'' dedi.

"Erdeme gelince, anlaþýlýyor ki, erdem ruhun bir çeþit saðlýðý, güzelliði, saðlam bir
durumudur. Kötülükse, ruhun hastalýðý, çirkinliði, zayýflýðýdýr.''
"Öyledir.''

"Öyleyse, iyi çabalar insaný erdem sahibi, kötü çabalar ise kötülük sahibi eder, deðil mi?''

"Zorunlu.''

"Artýk, anlaþýlan, gözden geçirilecek bir þu kaldý: Adaletli olduðu kabul edilsin ya da
edilmesin, adaletli davranmak, iyi çabalarda bulunmak, adaletli olmak mý yararlýdýr;
yoksa hiç ceza görmeden ve gördüðü cezayla düzelmeksizin, haksýzlýk edip adaletsiz
olmak mý?''

"Ama Sokrates'' dedi "bana öyle geliyor ki, artýk bunu incelemek gülünç bir þey olacak:
çünkü vücudun saðlýðý bozulduðu zaman, her türlü yemeði yiyip içkiyi içmek, her türlü
zenginlikten, erkten yararlanmak mümkün olsa bile yaþanamadýðýna göre, bizi yaþatan
þeyin yapýsý bozulup alt üst olunca, yaþanabilir mi? Hatta insaný haksýzlýk ve
kötülükten kurtaracak adalet ve adaletsizliðin yukarýda incelediðimiz gibi olduðu ortaya
çýktýðýna göre, insan, adalet ve erdeme kavuþturacak þeyden baþka, her istediðini
yapabilecek olsa bile!''

"Evet, bu gülünç bir þey olacak'' dedim "ama madem ki bunlarýn gerçekten böyle
olduðunu gayet açýk görebilecek duruma geldik, artýk yorulmamalýyýz.''

"Hiçbir zaman, Zeus hakký için, hiç yorulmamalýyýz.''

"Gel bakalým'' dedim "bence kötülüðün görülmeye deðer kaç biçimi var, bak.''

"Peþinden geliyorum'' dedi "yalnýzca sen söyle.''

"Gerçekten'' dedim "bir gözetleme kulesinden bakar gibi, sözlerimizin öyle bir noktasýna
geldik ki, buradan erdemin bir biçimi, kötülüðün ise binlercesi görülebilir, ama bunlarýn
içinden yalnýzca dört biçimin anýmsanmaya deðdiðini görebiliriz.''
"Ne demek istiyorsun?'' dedi.

"Kaç türlü devlet varsa, herhalde o kadar da ayrý ruh biçimi vardýr.''

"Ne kadar?''

"Beþ devlet biçimi'' dedim "beþ de ruh biçimi.''

"Söyle'' dedi "hangileri bunlar?''

"Bunlardan biri, bence gözden geçirdiðimiz devlet biçimidir'' dedim "ama ona iki ad
verilebilir: Yönetenler arasýndan bir tek adam sivrilirse, buna krallýk; birçoklarý
sivrilirse, soyluluk yönetimi, yani en iyilerin yönetimi, denir.''

"Doðru'' dedi.

"Bence bu ikisi bir türdür," dedim "çünkü ister birçok kimse, ister bir tek kimse olsun,
gözden geçirdiðimiz eðitim ve öðretimle yetiþtirilmiþlerse, kentin temel yasalarýnda bir
þey deðiþtirmezler.''

"Deðiþtirmeleri olasýlýðý yok'' dedi.


AÇIKLAMALAR

DEVLET III

(1) Bu sözlerle Sokrates, II. kitapta konuþulan sorunlarý özetler. Konu gene þiir
çevresinde dönüyor.Görülüyor ki II. ile III. kitaplar arasýnda önemli bir konu deðiþikliði
yoktur.

(2) Homeros, Odysseia 489-491. Bu sözleri Akhilleus, yeraltýnda Odysseus'a söyler.


Platon burada, gerçekten de eleþtirilecek bir noktaya deðinir. Þüphesiz bu sözler
Ýlyada'daki yiðit Akhilleus'un aðzýna hiç uymamaktadýr. Bunlar ancak, Ýlyada
dünyasýnýn yiðitlik ülküsüne çok yabancý olan bir þairin düþündüðü sözler olabilir.

(3) Homeros, Ýlyada XX 64-65. Bu sözleri Ýlyada'nýn XX. kitabýnda anlatýlan tanrýlar
savaþýnda, yeraltý dünyasýnýn hakaný Aidoneus söyler.

(4) Homeros, Ýlyada XXIII 103-104. Akhilleus bu sözleri, Patroklos'un ruhu ona
görünüp, Hades'in kapýlarýndan geçebilmesi için sonunda gömülmesini istedikten sonra
söyler.

(5) Homeros, Odysseia X 495. Kirke Odysseus'a yeraltýna iniþi için öðüt verirken bu
sözleri söyler. Bilici Teiresias kastedilmektedir.

(6) Homeros, Ýlyada XVI 856-857. Hektor tarafýndan öldürülen Patroklos


kastedilmektedir.
(7) Homeros, Ýlyada XXIII 100-101. Akhilleus'a düþünde görünen Patroklos'un ruhu
kastedilmektedir. (Bak not 4).

(8) Homeros, Odysseia XXIV 6-9. Burada, Hermes'in, Odysseus ve adamlarý tarafýndan
öldürülenleri yeraltý dünyasýna götürmesi anlatýlýr.

(9) Kokytos ile Styks yeraltý ýrmaklarýdýr.

(10) Fena adamlarý korkutmak için.

(11) Homeros, Ýlyada XXIV 10-12. XVIII 23-24 dizeleri eklenmiþtir. Her iki parçada da
Patroklos'un ölümüne aðlayan Akhilleus'un yasý anlatýlýr.

(12) Homeros, Ýlyada XXII 414-415. Akhilleus tarafýndan öldürülen Hektor'a aðlayan
Priamos'un yasý anlatýlýr.

(13) Homeros, Ýlyada XVIII 54. Thetis denizin dibinde, Patroklos öldüðü için
Akhilleus'un aðladýðýný duyunca bu sözleri söyler. Ölümü artýk yakýn olan Akhilleus'a
aðlar.

(14) Homeros, Ýlyada XXII 168-169. Zeus, Akhilleus'un Troia surlarý çevresinde
kovaladýðý Hektor'a acýr.

(15) Homeros, Ýlyada XVI 433-434. Zeus, Sarpedon'u yazgýnýn belirlediði sondan
kurtarmayý düþünür, ama Hera'nýn öðütlerini dinleyerek vazgeçer.

(16) Homeros, Ýlyada I, 599-600. Bu dizeler Ýlyada'nýn birinci kitabýnýn sonundan


alýnmýþtýr. Burada tanrýlarýn mutluluðuyla,insanlarýn, kitabýn baþlangýcýnda
gösterilen acýlarý ve hýrslarý arasýndaki çeliþki büyük bir ustalýkla canlandýrýlmýþtýr.
(17) Platon burada II. kitabýn sonunda yer alan yalan konusundaki konuþmalara iþaret
etmektedir.

(18) Önderlerin, yalaný bir ilaç gibi kullanmalarý hakkýnda V. kitap'a bak.

(19) Devlet yöneticiliðiyle beden eðitimi ve hekimlik arasýndaki benzerlik Gorgias'da da


söz konusudur.

(20) Homeros, Odysseia XVII 383 - 384.

(21) Platon burada "sophrosyne" kavramý üzerine halk görüþlerini aktarýr. Hellenlerin
dünya görüþlerinde çok büyük bir yer tutan bu kavram, IV. kitap'da felsefe yoluyla
açýklanmaktadýr.

(22) Homeros, Ýlyada IV 412. Karþý çýkmadan baþ eðmeye bir örnek: Diomedes bu
sözlerle Sthenelos'un, Agamemnon'un eleþtiren, kýþkýrtýcý sözlerine karþýlýk vermesini
yasaklar.

(23) Gene Ýlyada'dan alýnma (III 8 ve IV 43) ses çýkarmadan baþ eðme üzerine
örnekler.

(24) Homeros, Ýlyada I 225. Bu sözlerle Akhilleus Agamemnon'a çýkýþmaktadýr.

(25) Homeros, Odysseia IX 8-10. Odysseus'un, Phaiaklarýn kralý Alkinoos'a söylediði


sözler. Alkinoos Odysseus'tan adýný ve acýklý maceralarýný anlatmasýný ister.
Odysseus da öyküsüne baþlamadan bu sözleri söyler. Bu dizeleri olayýn nasýl geliþtiðini
düþünerek anlamak gerekir. Odysseus, ozan Demodokos'un anlattýðý öyküyü dinlerken
aðlayarak þölenin keyfini kaçýrdýðý için özür diler. Bu sözlerinden, anlatacaðý öykünün
o neþeli havaya ters düþeceði anlaþýlýr.
(26) Homeros, Odysseia XII 342. Eurylokhos, bu sözlerle arkadaþlarýný, Odysseus
yokken açlýklarýný dindirmek için Helios'un kutsal sýðýrlarýný yakalamaya ve kesmeye
kandýrýr.

(27) Homeros, Ýlyada XIV 294 v. d. Akhalar büyük bir tehlike içindedirler: Troialýlar
Akhalarýn donanma ordugâhýna girmeyi baþarmýþlardýr. Poseidon Akhalarýn
yardýmýna koþar, bizzat savaþa katýlmaya hazýrdýr. Fakat Troialýlarý destekleyen
Zeus'un bunun farkýna varmamasý gerekmektedir. Bu nedenle, Hera Zeus'un dikkatini
Troia savaþýndan çekmek iþini üzerine alýr. Aphrodite'nin aþk duygularý uyandýran
sihirli kuþaðýný beline takarak Ýda daðýnda Zeus'u bulmaya gider. Bu parça Ýlyada'nýn
harikulade güzel sahnelerinden biridir. Ýlyada'nýn þairi, çok eski bir dini motif olan gök
tanrýsý çiftinin evlenmesine destanýnda burada yer ayýrmýþtýr,

(28) Homeros, Odysseia VIII 266 v. d. Ozan Demodokos'un Phaiaklarýn kralý


Alkinoos'un sarayýnda söylediði þarký. Bu öykü yukarýda aktardýðýmýz Ýlyada
parçasýna karþýt olarak tanrýlar hakkýndaki eski inançlarý hafif bir mizah gibi kullanan
görece yeni bir þiir parçasýdýr. Bu þarký, Odysseia'da olayýn akýþýný bozan sonradan
eklenmiþ bir parça olmalýdýr.

(29) Homeros, Odysseia XX 17-18. Odysseus, kendi evinin avlusunda kötü bir yatakta
yatýp da kendi hizmetçilerinin rezilce davranýþlarýný seyretmek zorundayken, bu
sözlerle kendini yatýþtýrmaya çalýþýr.

(30) Bizans döneminden kalma Sada adlý sözlüðe göre, birçok kimse bu dizeyi
Hesiodos'un sayar. Fakat Hesiodos'un elimize kadar gelen yapýtýnda yoktur.

(31) Homeros, Ýlyada IX 515 v. d.

(32) Homeros, Ýlyada XIX 278 v. d.


(33) Homeros, Ýlyada XXIV 139. Platon'un eleþtirisi haksýzdýr. Akhilleus Hektor'un
ölüsünü Priamos'a teslim ederken para hýrsýna kapýlmýþ deðildir, Zeus'un buyruðuna
uymaktadýr. Kurtulmalýk olarak bir armaðan almak da âdetti. Üstelik Patroklos'a,
Hektor'un ölüsünü köpeklere atmaya söz verdiði halde bu sözü yerine getiremediðinden,
Patroklos'un ruhunu yatýþtýrmak için de almak zorundadýr.

(34) Homeros, Ýlyada XXII 15 ile 20. Apollon Akhilleus'u aldatmýþtýr: Troialýlarýn
kente dönebilmesi için Tanrý Agenor'un kýlýðýna girmiþ ve Akhilleus'u kendisini
izlemeye kýþkýrtmýþtýr.

(35) Troia ovasýnda akan Skamandros ýrmaðý. Homeros, Ýlyada XXI 130-132, 233 v. d.

(36) Homeros, Ýlyada XXIII 151. Sperkheios Akhilleus'un yurdunda akan en büyük
ýrmaktýr. Peleus Sperkhelos'a Akhilleus Troia savaþýndan geri dönerse, Akhilleus'un
saçlarýný adamaya söz vermiþti. Fakat Akhilleus öleceðini artýk biliyordu. Bu yüzden
Peleus'un adaðý boþa çýkmýþtýr ve saçýný ölen arkadaþýna armaðan olarak adayabilir.
Platon'un burada neyi eleþtirdiði pek anlaþýlmýyor. Homeros'u ezberinden alýntýladýðý
için, bazen yanýlýyor.

(37) Homeros, Ýlyada XXIV 14 v. d.

(38) Homeros, Ýlyada XXIII 175.

(39) Akhilleus Peleus'un oðludur. Peleus'un babasý Aiakos ise Zeus'un oðullarýndandýr.

(40) Peirithoos Theseus'a Helena'yý kaçýrmak için, buna karþýlýk olarak da Theseus
dostuna Persephone'yi yeraltýndan kaçýrma giriþiminde yardým etmiþtir.

(41) II. kitap.


(42) Yukarýda adý geçen Aiskhylos'un Niobe adlý kaybolmuþ tragedyasýndan. Tantalos
ile ailesi kastediliyor.

(43) Platon burada Thrasymakhos'un I. kitap'ta kullandýðý deyime iþaret etmektedir.

(44) Doðruluðun özü ve yararlý olup olmadýðý sorunu, IV. kitapta iþlenir. Fakat IV.
kitapta þiir konusuna dokunulmaz. Platon zaten burada ele alacaðýný söylediði soruna
Devlet'te bir daha dönmez, X. kitabýn baþýnda, yeni devlette þiir konusunu, idealar
kuramý orada incelendiði ve þiire de uygulanabileceði için daha yüksek bir düzeyde ele
aldýðý halde, gene dönmez. Platon burada verdiði sözü yerine getirmeyi unuttu mu?
Bunu kabul etmek zordur. Aksine, Platon Devlet'in sonunda anlattýðý Mavera
efsanesinde "insanlardan nasýl söz etmek gerektiðine'' dair kendisi bir örnek vermiþtir.

(45) Sokrates'in burada deðiþik þiir türleri arasýndaki farklarý -lirik þiirde yalýn
anlatma, dramada yalýn öykünme, destanda anlatma ve öykünme karýþýk¸- belirtmek
istediði anlaþýlýr.

(46) Homeros, Ýlyada I 12 v. d.

(47) Bu parçanýn özünü oluþturan öykünme (mimesis) kavramý ilkçað sanat


anlayýþýnda çok büyük bir yer tutmaktadýr: Güzel sanatlarla ilgili olsun, þiir olsun her
yapýt, ilkçaðýn anlayýþýna göre, bir mimesis, yani doðaya bir öykünmedir. Fakat
yapýtýn konusunu göz önünde tutan ve estetiðe dayanan bu mimesisi yukardaki sözlerde
aramak yanlýþ olur. Platon mimesisten, örneðin ilkçað okullarýnda söz konusu edilen
þiirin kuruluþ biçimini kastetmektedir. Khryses'in sözlerini okuyacak öðrenciye,
yalnýzca sözlerin içeriðini canlandýrmak görevi düþmezdi, sözlerin duygu içeriðini,
ethos ve pathosunu bütün benliðiyle canlandýrmak zorundaydý; fakat bu iþi
baþarabilmek için kendini unutmasý, Khryses'in ruhuna, kiþiliðine girmesi gerekliydi.
Platon da mimesis derken estetik deðil, ahlaki ve pedagojik bir kavram anlar. X. kitabýn
baþýnda, þiir hakkýndaki sözün yeniden ele alýnmasýnda bu kavram varlýkbilimsel bir
anlam kazanýr.
(48) s. 22.

(49) Dithyrambos, koronun aulos katýlýmýyla söylediði bir þarkýdýr. Konusu mythostan
alýnmadýr. Dithyrambos tanrýlarýn þerefine, Atina'da da Dionysos'un þerefine
söylenirdi. Önceleri yalnýzca bir anlatmadan ibaretti, sonra tragedyanýn etkisiyle
dithyrambosa dramatik öðeler de katýlmýþtýr.

(50) s. 22.

(51) Bak: II. Kitap.

(52) Platon burada genel Hellen görüþünü temsil eder. Sokrates'in Symposion'un
sonunda tragedya þairi Agathon'la komedya þairi Aristophanes'i, bir þairin hem tragedya,
hem de komedya yazabilmesi gerektiðine kandýrmaya çalýþmasýyla yukardaki sözler
arasýnda yalnýzca görünüþte bir çeliþki var: Symposion'da amacý, bu iki þiir türünü
incelemek deðil; Sokrates'i, trajik ile komik unsurlarý daha yüksek bir bütün halinde
ruhunda birleþtiren Sokrates'i canlandýrmaktýr. Ayný biçimde Platon kendisi de,
diyaloglarýnda Sokrates'in yaþamýnýn mimesisini yapmakla, tragedya ile komedyayý
daha yüksek bir düzeyde birleþtiren bu iki türü içine alan bir tür yaratmýþ olmak
savýndadýr.

(53) Plutarkhos'un Solon'da anlattýðý öykü, Attika anlayýþýnýn ciddiliðine örnek olan bu
görüþün yalnýzca Platon'a has olmadýðýný kanýtlar: Thespis oyunlarýndan birini temsil
ettikten sonra, Solon ona dönerek, herkesin önünde yalancý oyunlar oynamaktan
utanmýyor mu diye sormuþ. Thespis de, þaka olsun diye böyle þeyler söylemekte, temsil
etmekte bir kötülük olmadýðý yanýtýný verince, Solon öfkeyle sopasýný yere vurarak
demiþ ki: "Bu þakayý översek, ona deðer verirsek, onu yakýnda ekonomik yaþamýmýzda
da göreceðiz.''
(54) Platon,ihtimal, önceden de bir kaç kez dizelerini alýntýladýðý Aiskylos'un Niobe
adlý tragedyasýný düþünmektedir.

(55) Kuþkusuz Platon burada Euripides'in kadýn kiþiliklerini düþünüyor. Euripides'in


kaybolan Aiolos adlý dramýnda kardeþi Makareus'tan gebe kalan Kanake sahnede
doðum sancýlarý çekmektedir; bu durumda söylediði arya herhalde ünlenmiþ olsa gerek
ki Ýmparator Neron onu temsil etmekten pek hoþlanýrmýþ.

(56) Köleler özellikle de komedyada önemli rol oynarlar. Fakat Euripides hukukun,
toplumun baskýsýna, haksýzlýðýna uðramýþ insan tiplerinden hepsine tragedyada yer
vermiþtir.

(57) Tragedyada sarhoþluða örnek olarak yalnýzca Euripides'in Alkestis dramýndaki


Herakles vardýr. Fakat þunu da unutmamalý ki Alkestis tragedya deðil de bir satyr
oyununun yerini tutmaktadýr.

(58) Tragedyada insanlarýn çýldýrdýðý bazan görülür. Fakat Aiskhylos ile Sophokles
çýldýranlarý sahneye çýkarmaz, ancak çýldýrdýklarýný baþkalarýna anlattýrýrlar
(Orestes, Aias). Tek istisna Aiskhylos'un Prometheas'unda Io'dur. Yalnýzca Euripides,
Herakles ile Bakkhalar adlý tragedyalarýnda çýldýrmýþ kiþileri sahneye çýkarýr
(Herakles'te Herakles'in kendisi, Bakkhalar'da Pentheus ile Agaue).

(59) Ýlkçað boyunca el iþçiliðinin özgür adama yakýþmadýðý düþüncesi vardý. Platon
da VI. kitapta el iþlerinin insanda düþünce edimini körleþtirdiðine iþaret

eder. Düzenli, günlük bir iþe baðlý olan adam felsefe için uygun deðildir. Çünkü
felsefeyle uðraþabilmesi için insanýn boþ vakti olmalýdýr.

(60) Daha eski zamanlarda, örneðin Aiskhylos'un döneminde, müzik þairin sözlerine
uyduðu, sözlerin yanýnda ikincil bir öðe olarak kaldýðý halde, Euripides'in dramlarýnda
ve çaðdaþý olan dithyrambosta baðýmsýz geliþmiþ, bu kez de sözler ona uymuþtur.
Ýlkçað müziði hemen hemen büsbütün kaybolduðundan, bu geliþmeyi izlemek bizim
için zordur. Fakat Euripides'in korolarýnda sözlerin müziðe uydurulduðunu hâlâ
sezebiliriz. Bu esaslý yenilikle birlikte müzikte virtuozluk da önem kazanmýþ, Platon'un
burada sözünü ettiði doða seslerine müzikle öykünmeye giriþilmiþ, ayný zamanda da
sazlarla müzik Platon'un abartýlý bulduðu bir biçimde ön plana geçmiþtir. Platon
müziðin sözden ayrýlmasýný eleþtirir, hele insan sesinden uzaklaþarak doða seslerine
öykünmeye giriþilmesini ahlak düþüklüðünün bir kanýtý sayar. Yasalar adlý yapýtýnda
da bu konuyu birçok kez ele alýr (mes. II. kitap 669 c'de).

(61) Davranýþlarda ve konuþmada sakinliði ve aðýrbaþlýlýðý Aristo da (Eth. Nic. IV 8,


1125 a 12 v.d.) yüksek ruhluluða (megalopsykhia) iþaret olarak kabul eder.

(62) Baþa merhem sürme, yün þeritlerden çelenk takma, tapýnmada görülen
davranýþlardýr. Platon bununla þairin tanrý etkisi altýnda bulunan tanrýsal bir varlýk
olduðunu göstermek ister. Platon'u, devletinden çýkardýðý þiirden ve müzikten zevk
duymayan bir insan sanmamalýyýz. Þairi reddetmek zorunda kalýyorsa da, onu, tanrý
gibi tapýnýlmaya deðer, yüksek bir varlýk sayar. Diogenes Laertios'un anlattýðýna
bakýlýrsa, Herakleitos þairlere karþý çok daha sert davranmýþ, demiþ ki: Homeros
yarýþmalardan atýlmaya, bastonla dövülmeye layýktýr, Arkhilokhos da. (63) Þiir
hakkýndaki konuþmada Sokrates'i Adeimantos yanýtladýðý halde, söz müziðe gelince,
müzik bilgisi olduðundan Glaukon söze karýþýr.

(64) Belli ki Platon sözden ayrýlmýþ bir müziði tanýmýyor bile.

(65) Yunan ses sistemi için kitabýn sonunda bulunan eke bak.

((66) Yunanlýlarýn aulos dedikleri saz, flâvtaya yakýn olduðundan aulos sözcüðünü
flâvta diye çevirdik.
Aristo da (Politika VIII 6, 1341 a 17 v.d.) eðitim alanýnda aulosa bir yer verilmesini iki
nedenden kabul etmez: Birincisi, aulos ahlaki (ethikon) deðildir, dini cümbüþlere
yakýþýr; ikincisi, aulos çalarken insan þarký söyleyemez.

(67) Lyra ile kithara ilke bakýmýndan birdir. Yalnýz lyranýn telleri eðri, kitharanýnkiler
ise düz bir göðüs tahtasý üzerine gerilmiþti. Lyra evde ve gençlerin müzik eðitiminde
kullanýlan küçük bir sazdý; halbuki kithara daha büyük ve daha sanatlý bir biçimde
yapýlmýþ olduðundan sanatçýlarýn konserlerde, yarýþmalarda kullandýklarý sazdý.

(68) Aulos müziði, kamýþý bol olan Phrygia'da meydana gelmiþ ve aulos bestecisi
Olypos'la 8'inci yüzyýlda en yüksek geliþme noktasýna varmýþtýr. Phrygia'dan
Yunanistan'a gelmiþ ve Dionysos ile Phrygialuý Ana Tanrý'nýn kültünde saðlam bir yer
edinmiþtir. Aulos'un Yunanistan'da büyük bir direniþle karþýlaþtýðý Marsyas
mythosundan anlaþýlýr: Athene aulosu icat etmiþ, fakat aulos çalarken yüzünün
buruþtuðunu, çirkinleþtiðini görünce, onu atmýþ. Phrygia çobaný Marsyas aulosu
bulmuþ ve bu yeni sazýna güvenerek kithara çalan Apollon ile bir müzik yarýþmasýna
giriþmiþ. Yarýþma Phrygia'da Kelainai yakýnlarýnda olmuþ. Marsyas kaybetmiþ, tanrý
da küstahlýðýnýn cezasý olarak Marsyas'ýn diri diri derisini yüzmüþ. Bu efsanede
Platon'da da görülen bir anlayýþ yansýmaktadýr: Pedagoji ve ahlaka önem veren akla
dayanan Apolloncu eðilimlerin cümbüþlü dionysosçu eðilimlere direnci.

(69) Sokrates, tanrýlarýn adýný kirletmemek için köpek üzerine yemin ediyor.
Söylendiðine göre Rhadamanthys bile insanlara, yeminlerinde sýradan eþya ve hayvan
adlarý kullanmayý öðütlemiþti: Örneðin "kaz hakký için'' gibi. (Bu deyim Yunanca'da
"Zeus hakký için'' deyimine benzer).

(70) II. kitap.

(71) Ritimlerin üçe ayrýlmasý kýsa heceleri bir, uzun heceleri de iki saymak ilkesine
dayanýr. Böylece þu ritim türleri ortaya çýkar: 1) Genos ison, 2:2 oranýna dayanýr.
Daktylos (¯)- spondeios (??) ve anapaistos(-) bu genostandýr. 2) Genos hemiolion, 3:2
veya 2:3 oranýna dayanýr. Paion (¯), kretikos (¯), bakkheios (¯) bu türdendir. 3) Genos
diplosion, 2:1 oranýna dayanýr. Bu türde trokhaios ile iambos'tan baþka bir de ionikos
vezinleri vardýr (¯ veya ¯).

(72) Platon'un bu dört türden ne amaçladýðý belli deðildir.

(73) Perikles döneminde yaþamýþ, Perikles'in dostu ünlü müzikçi. Damon ritim ve
melodinin akýþýnýn insanýn ruhsal durumuyla ilintili olduðuna inanýrdý. Yani o da
Platon gibi müziðin ahlak üzerindeki etkisine önem verirdi. Platon ondan büyük bir
saygýyla sözeder. Az önce sona eren deðiþik müzik makamlarýnýn insan ruhu üstündeki
etkisine iliþkin bölüm büyük olasýlýkla Damon' dan esinlenmiþtir.

(74) Platon bu sözleri kasten bir az karýþýk söyler. Platon'un yapýtlarýndaki Sokrates
çok kez teknik sorunlarý ele almaktan çekinir. (Örneðin, ileride beden eðitimini ele alan
bölümünde olduðu gibi.) Platon, müzik kuramýna ilgi duymakla yetinmemiþ bu alanda
derin bilgiye sahip olmuþtu. Atinalý Drakon, Akragaslý Megyllas gibi dönemin en ünlü
müzikçilerinin derslerini dinlemiþti (ayrýca Platon'un, Pitagorasçýlarla iliþki içinde
olduðu da anlaþýlýyor).

Platon'un bu bölümde Damon'dan aktardýðý bilgilerden þunu anlamak gerekiyor.


Enhoplios'un þemasý eþit olmayan müzik öðelerinden oluþuyor (Damon ona katýþýk
synthetos diyor). Damon, Daktylostan büyük olasýlýkla 71 numaralý açýklamada
deðindiðimiz "genos ison" denen vezinleri anlýyor. Bu türde heroos denilen vezin, bizim
"daktylos" veya "sponde os" dediðimiz± vezindir; heroos, geniþ isonda en görkemli, en
soylu sayýlan vezindir; Platon bu nedenle salt ondan sözediyor. Daktylos ile spondeios
vezinleri iki eþit ve ölçü bakýmýndan katýþýk vezinlerdir. Yani "arsis'' ile "thesis''te eþit
zaman ölçüleri vardýr. Arsis ile thesis, ritim tutulurken elin veya ayaðýn kalkýp inmesine
denir. Yunan metriðinde kullanýlan bu deyimlere çevirimizde biz de yer verdik; çünkü
Platon'un burada kullandýðý "yukarý'' ve "aþaðý'' terimlerinin olduðu gibi aktarýlmasý
anlamsýz olacaktý.
(75) Türkçeye tam olarak çevrilmesi olanaksýz, Yunanca euskhemosyne ve askhemosyne
sözcüklerini, "uygunluk'' ve "uygunsuzluk'' sözcükleri ile karþýlamaya çalýþtýk..

(76) Bu tümceyi iyi anlamak için Platon'un kullandýðý euetheiu sözcüðünün Yunanca
hem "iyi huyluluk'' hem de "saflýk'' anlamýna geldiðini bilmek gerekiyor.

(77) Platon burada heykeltýraþ Polykleitos'un oranlardan söz eden "Kanon'' adlý
yapýtýný düþünmektedir.

(78) Arkaik ve klasik çaðýn sanatý, Platon'un burada söz ettiði eðitici etkiyi gerçekten
göstermiþtir. Olympia'ya gelip te zafer kazanmýþ Yunanlýlarýn heykellerini gören her
gençte Hellen insanlýðýna örnek olan bu kahramanlara benzemek arzusu her halde
uyanýrdý. Sanatýn bu eðitici etkisini yurdunun her köþesinde örnek olacak deðerde sanat
yapýtlarýna raslayan Atinalý herkesten çok duymuþtur. Thukydides bile Perikles'e
Atina'nýn paideusis tes Hellados, yani "Hellas'ýn eðitildiði yer'' dedirtiyor; bu deyiþe
sanatla eðitim de dahildir. Platon'da çok rasladýðýmýz bir düþünce, güzelin iyiyle akraba
olduðu düþüncesi burada da görülüyor. Büyük Hippias'ta güzele "iyinin babasý'' deniyor.

(79) Anlam zenginliði ve yalýnlýðý bakýmýndan dünyanýn hiçbir dilinde tam karþýlýðý
olmayan logos sözünü "akýl yürütme'' diye çevirdik. "Logos gelince''sözleriyle Platon
belli bir düþünceyi anlatýr: VI. ve VII. kitaplardaki, matematik yoluyla olanýn
tanýnmasýyla, idealarýn seyredilmesiyle sonuçlanan fels•efe eðitimini kasteder. II. ve III.
kitaplarda söz konusu edilen müzik eðitimi daha logos sayýlamaz, ancak felsefe eðitimi
için gerekli bir basamaktýr.

(80) II. kitapta olduðu gibi burada da Platon karýþýk bir düþünce yürütmeyi bir
benzetmeyle açýklýyor, harflerin öðrenilmesine benzetiyor.

(81) Þimdiye kadar hep yaptýðýmýz gibi burada da Yunanca tekhne kelimesini "sanat''
diye çeviriyoruz.
(82) Yalnýzca ruh güzelliðiyle vücut güzelliðinin birleþmesi doyurucu olabilir. Bu görüþ
yalnýzca Platon'a deðil, bütün Hellen dünyasýna hastýr. Gerçi Platon bir kaç satýr sonra
bu iki güzellik arasýnda seçmek zorunda kalýnýrsa vücut güzelliðinden
vazgeçilebileceðine karar verir. Fakat bu seçmeyi nasýl anlattýðýna dikkat etmeli: vücut
güzelliðinden yoksun olmak herhalde bir eksikliktir, zor baðýþlanabilir. Sokrates'in çirkin
oluþu herhalde Platon'u düþündüren ve üzen bir sorundu; fakat Symposion'da
Alkibiades'in söylediði sözlerle bu sorunu dahice çözümlemiþtir.

(83) Platon Yasalar'da oðlancýlýk üzerine görüþlerini daha açýk bir biçimde belirtmiþtir.
Kadýn-erkek arasýnda aþk doða yasalarýna uygundur; çünkü soyu sürdürmek amacýný
güder. Fakat erkeklerin veya kadýnlarýn aralarýnda seviþmeleri doða yasalarýna
aykýrýdýr. Ýnsaný bu doða dýþý aþka sürükleyen etken þehvet düþkünlüðü olmuþtur.
Demek Platon oðlancýlýðý kati bir anlatýmla reddetmiþtir. Fakat öte yandan erkeklerin
aralarýnda seviþmesi Hellen yaþamýnda önemli bir etken olmuþtur, hatta bazý
devletlerde ona izin vermekle kalýnmaz, askerlik ve devlet iþleri için ondan yararlanýlýr,
ahlak ve eðitimde önemli bir etken sayýlýrdý; yaþça büyük olan, küçüðün eðitiminden,
yetiþmesinden sorumluydu. Platon bu bakýmdan yani felsefeye dayanan, güzeli ve iyiyi
amaçlayan bir iliþki olarak, þehveti ve duyumculuðu dýþta býrakmak koþuluyla, erkekler
arasýnda sevgiye izin verir. Ýçtenliklerinin bir anlatýmý olarak öpüþmelerine izin verir.
Eros'un felsefi önemi Symposion'da Diotima'nýn sözleriyle açýklanmýþtýr.

(84) Sonradan ayrýntýlý biçimde ele alýnan bir soruna yani genellikle düþünüldüðü gibi
sporun bedene deðil, ruha yaradýðý düþüncesine burada da deðinilir. Platon bu konuda
Demokritos ile ayný düþüncededir. Demokritos der ki: "Ýnsanlara bedenden çok ruha
önem vermek yakýþýr. Çünkü ruhun üstünlüðü bedenin zayýflýklarýný etkisiz kýlar,
oysa us gücü olmaksýzýn bedenin güçlü olmasý ruha hiçbir bakýmdan üstünlük vermez.''

(85) 398 e.

(86) Siracusa en iyi yemek yenen kent sayýlýrdý, Platon bunu 7'inci mektubunda þöyle
anlatýr: "Ýtalya ve Sicilya'ya (geldiðim zaman) bu ülkelerde "bahtlý'' denen yaþamý
-Ýtalya ve Siracusa usullerine göre ardý arkasý kesilmeyen þölenlerle dolu o yaþamý- hiç
beðenmedim. Herkes karnýný günde iki kez týka basa dolduruyordu; gece kimse yalnýz
yatmýyor; herkes böyle bir yaþayýþýn açmýþ olduðu yolda yürüyüp gidiyordu.''

(87) Korinthos kentinde Aphrodite Melainis Tapýnaðý vardý. Bu tanrýçanýn hizmetçileri


ilk çað dünyasýnda hetaira olarak ün kazanmýþlardý.

(88) Tapýndýklarý tanrý, Apollon'un oðlu, hekimliðin yaratýcýsý Asklepios olduðu için
hekimlere Asklepiad, yani Asklepios oðullarý denirdi.

(89) Platon burada ya bizim metinlerimizden ayrýlan bir Ýlyada metni kullanmýþ veya
daha büyük bir olasýlýkla Ýlyada'nýn bu parçasýný yanlýþ anýmsýyor. Homeros'un
metnine göre Ýlyada XI 624 ve 638'de Nestor'un hizmetçisi Hekamede bu güçlü içkiyi
Eurypylos için deðil, Makhaon için hazýrlar. Platon'un burada yanýlmasý mümkündü,
çünkü az önce (575 v.d.) Eurypylos'un bir okla yaralandýðý anlatýlýr.

(90) Asklepios'un oðullarý Makhaon ve Podaleirios kardeþler Troia'da Yunanlýlarýn


hekimleridir; her ikisinin adý Ýlyada XI 833'te geçer.

(91) Homeros, Ýlyada XI 844 v.d'da hekimlikten anlayan iki kahramanýn biri, Makhaon
yaralý olduðu, öteki de savaþtan daha geri dönmediði için, Patroklos'un, Eurypylos'un
baldýrýndan oku çýkardýðý anlatýlýr.

(92) Platon'un 1. kitapta da sözünü ettiði Selymbria'lý Herodikos 420 yýllarýnda, insanýn
saðlýksýz olsa da ilaç kullanmadan yaþayabilmesini saðlayan bir tedavi yöntemi
bulmuþtur. Herodikos gezmeleri, güreþmeleri, hamamda terlemeyi ve vücudunu
ovdurmayý özellikle öðütlerdi. Fakat bu tedaviye uymak için o kadar kendine bakmak
gerekiyordu ki hasta bütün vaktini buna ayýrmalý, baþka her iþten elini eteðini
çekmeliydi. Platon baþka birçok kimse gibi tedaviyi bu yüzden eleþtirir..
(93) Miletli Phokylides Ý.Ö. 6. yüzyýlýn ortalarýnda yaþamýþtýr. Platon'un burada
andýðý dizeler gibi vezinli biçimlere bürünmüþ ve halka seslenen daha birçok özdeyiþ,
yaþama kuralý yazmýþtýr. Ýnsanýn, ahlâkýný, huylarýný düzeltmeye koyulmadan önce
geçimini saðlamasý gerektiði düþüncesi filozoflarýn daima savaþtýklarý bir düþüncedir.
Horatius'un ünlü bir dizesinde de bu düþünce yer alýr. (Mektuplar 1, 1, 53): o cives,
cives, quaerenda pecunia primum, virtus post nummos, "ey yurttaþlar, önce parayý
saðlamalý, erdem paradan sonra gelir'' ( bu sözleri Roma Forumundaki sarraflara
söyletir). Platon bu sorun üzerinde tartýþmaya giriþmekten kaçýndýðýný kendi söyler,
çünkü tümcenin olumlu yanýný, yani erdeme ulaþmak gerektiði düþüncesini ön planda
görür. Bu parçadaki alayý sezmemek mümkün deðildir; Platon felsefe düþmanlarýnýn
elinden silahlarýný alýp kendilerine karþý kullanýyor. Az önce eleþtirilen Homeros'un
þimdi doðru dürüst hekimliðe tanýk olarak gösterilmesi de alaycýdýr.

(94) Homeros, Ýlyada IV 218. Makhaon'un Menelaos'un yarasýný nasýl tedavi ettiðini
anlatýr.

(95) Yani Hekamede'nin Makhaon'a içirdiði güçlü içki, Yunanca kykeôn. Bak. not 89.

(96) Phrygia kralý Midas'ýn zenginliði dillere destan olmuþtu.

(97) Aiskhylos, Agamemnon 1022. Euripides, Alkestis 3 v, d.

(98) Pythia 3, 55 v.d.

(99) s. 21-22.

(100) Hekimlerle yargýçlar arasýnda Sokrates'in ilerde göstereceði temel bir fark vardýr.
Fark þurada da görülür ki ideal devlette yargýçlara bekçilerin gereksinimi yoktur, oysa
hekimler bir bakýmdan gereklidir. - Platon yargýçlýk mesleðine deðer vermemekle
özellikle Atina'daki mahkemelerin durumunu eleþtirir. Atina'da kurayla yargýç seçilmek
yurttaþlarýn hem siyasal, hem de parasal durumlarýnda önemli bir etkendi.
(101) Soylu adamýn neden böyle göründüðünü Platon VII. kitapta idealar kuramýyla
açýklar.

(102) Platon þüphesiz burada Sokrates'in dâvasýný hatýrlýyor. Sokrates'i yargýlayan


yargýçlarýn soylu bir adamý anlamakta ne kadar becerisiz olduklarýný o zaman ortaya
çýkarmýþtý.

(103) Platon'un kurduðu ideal devletin bir çok bakýmdan Sparta devletini anýmsattýðý
bilinir. Burada da benzerlik vardýr. Sparta'da bir çocuk doðduðu zaman devlet görevlileri
vücudunu, saðlýðýný inceler, büyütülmesine ya da atýlmasýna karar verirlerdi.
Pausanieas'ýn bir sözü Platon'un buradaki düþüncelerini anýmsatýr: "En iyi hekimler
hastalarýn çürümesine olanak vermeyen, onlarý olabildiði kadar çabuk gömen
hekimlerdir.''

(104) Bu görüþ Platon'un II. kitaptaki sözleriyle çeliþkilidir: Yýllardan beri bulunmuþ
olan yetiþtirmeden daha iyisini bulmak zordur, deðil mi? Bu da, tabii, beden için spor,
ruh için müziktir. Fakat çeliþki yalnýzca görünüþtedir. Eðitim üzerine tüm akýl
yürütmenin temelinde geleneðe uygun görüþ vardýr. Ama sorun felsefe yoluyla akýl
yürütülürken çok kez olduðu gibi burada da halk görüþlerinin düzeltilmeye gereksinimi
olduðu anlaþýlýr. Halk görüþlerine ve geleneðe uygun olarak oluþturulmuþ olan kurum,
yani müzikle spora dayanan eðitim iyidir ve duraksamaksýzýn kabul olunabilir; yalnýzca
doðru ve iyi olduðunun yeniden kanýtlanmasý gerekir. Bazý bilginlerin kabul ettiði gibi,
Platon'un burada Sokrates'le bir tartýþmaya girdiðini düþünmek hoþtur.

(105) Ýki karþýt eðilim, yani haþinlikle yumuþaklýk arasýnda denge kurmak, Platon'a
göre eðitimin ana görevidir. Bu iki niteliðin doðal bir biçimde bir canlýda nasýl bir araya
gelebildiði II. kitapta köpek örneðiyle gösterilmiþtir. Platon eðitimin bu amacýndan çok
söz eder. Hatta Platon'a göre devlet adamýnýn görevi de bu iki karþýt doða eðilimlerinin
uyumlu bir biçimde birleþmesini saðlamaktýr. Bu iþ için devlet adamý eðitimden, bir de
bu amacý güden evlenme yasalarýndan yararlanabilir. Politikos'da Platon devlet
adamýnýn bu etkinliðini bir dokumacý ustasýnýn iþine benzetir: doðanýn iki karþýt
eðilimini, gözüpeklikle usu birleþtirerek ikisini de kapsayan saðlam bir kumaþ gibi
birbirine dokur.

(106) II. kitap.

(107) Homeros, Ýlyada XVIII 588, Apollon, Hektor'u Menelaos'tan kaçtýðý için
ayýplarken Menelaos için yumuþak bir asker der.

(108) Önceleri þiir ve þarký tanrýlarý sayýlan Musalar sonradan bütün düþünce
etkinliklerinin koruyucularý olarak tanýnmýþtýr. Bu yüzden þiirle uðraþmak kadar
felsefe ve bilimle uðraþmak da Musa ile iliþkide olmak sayýlýr.

(109) Platon'un bu sözcükle ne demek istediði kolayca anlaþýlamaz. Yasalar'da sözü


geçen genç kýz ve erkeklerin eðitimini gözeten yüksek bir devlet orunu oluþturmak
istediðini düþünenler olmuþtur. Fakat kurduðumuz devletin korunmasý gerekiyorsa
sözlerinden, devletin iyiliði için çok önemli bir rol oynayan yüksek bir orun
oluþturulmasý gerektiði anlaþýlýr. Gerçekten de Politikos 308 v. d'de türlü doða
eðilimleri arasýnda dengeyi saðlamak görevi krallýk ya da siyaset sanatýna düþen bir
görev olarak gösterilir. Üstelik Platon VI. kitapta da buradaki sözlerine gönderme yapar;
fakat VI. kitapta görevi anayasayý gözetmek, anayasayý yasacýlarýn (yani Sokrates ile
konuþtuklarýnýn) kararlaþtýrdýðý biçimde korumak olan bir orundan söz edilir. Bütün
bunlardan çýkarýlacak sonuç þudur: burada Platon asýl devlet yöneticisi olan filozofu
kastetmektedir. Fakat bu ilk kitaplar ancak bir giriþ niteliðinde olduðu için burada onun
görevlerini, konumunu ve niteliðini incelemesine olanak yoktur. Bu sorunlarý ancak
bütün devlet yapýsýný kurduktan sonra ele alabilir.

(110) Platon asýl konu için ikincil önemde tektük sorunlarýn sözünü etmeye giriþmiyor.
Not. 74'e de bak.

(111) Bu düþünce Thukydides'in Perikles'e söylettiði düþünceye benzer.


(112) Hiç kimsenin gerçek yalana yani gerçek üzerinde yanýlmaya razý olmayacaðý
düþüncesi Platon'a özgü bir görüþtür. II. kitabýn sonundaki gerçekten ayrýlma
hakkýndaki sözlere bak.

(113) Bekçilere uygulanan denemeler de üçe ayrýlmýþtýr. Bunlar besbelli ki bekçilerin


yalnýzca askerlik ve devlet iþlerinde yararlýk gösterip göstermemelerini deðil, baþka
niteliklerini de sýnayan denemelerdir. Belki Platon burada da bazý Sparta göreneklerini
göz önüne getirmektedir. Yasalar'da da bu gibi denemelerin sözü geçer, örneðin insanýn
þarap içtiði zaman nasýl davrandýðýna dikkat edilmesi.

(114) Yani görkemli, karanlýk, zor anlaþýlýr bir dille.

(115) Bu denemeleri kim yapacak, baþaranlarý kim seçecek, söylenmiyor; söylenemez


de; çünkü asýl devlet henüz kurulmuþ deðildir. Ancak yeni kuruluþunda ilke olan
düþünce, yani önderlerin filozof ya da filozoflarýn önder olmasý gerektiði ilkesi açýða
vurulduktan sonradýr ki bu sorun ele alýnabilir. VI. kitaba bak.

(116) Bundan sonra Platon asker sýnýfýndan olan kimselere yardýmcýlar (epikuroi ve
boethoi) diyor. Fakat bekçi (phylaks) deyimi önderlerle (arkhontes) yardýmcýlarýn
topluluðu için kullandýðý genel bir addýr.

(117) s. 17.

(118) Platon burada Kadmos efsanesine iliþkin, ekilen ejder diþlerinden doðan insanlar
motifini ele alýp kendi hedefleri için kullanmaktadýr. Yunanlýlar Kadmos'u Fenikeli
saydýklarý için, Platon bu masala Fenike masalý diyor.

(119) Örneðin Atinalýlarýn efsanevi atalarý Erekhtheus da topraðýn bir oðlu sayýlýrdý.
(120) Platon, bu efsane de ötekiler gibi belki bir gün insanlarýn inandýðý bir efsane
olacak demek istiyor.

(121) Glaukon bekçilerin eðitimi bitti sanýyor, oysa, Sokrates müzikle idmanýn gerçek
eðitime, yani felsefe eðitimine, ancak bir hazýrlýk olduðunu, bu zor iþin, anlatýlmasý da
en güç olan sorunun daha ele alýnmadýðýný bilir. Platon bu sözlerle, VI. ve VII.
kitaptaki önder-filozoflarýn eðitimi konusuna göndermede bulunmaktadýr.

(122) Devletin iyiliðini saðlayan bu mal mülk ortaklýðý sorunu da ancak bir giriþ
niteliðindedir. Ancak V. kitapta kadýn ve çocuk ortaklýðý söz konusu olduðunda, gerçek
anlamý ortaya çýkar.

DEVLET IV

(1) III. kitabýn sonunda, koruyucularýn hiçbir özel malý olmamasý gerektiðinden söz
açýldýðýný anýmsayalým.

(2) Yunanca polis (devlet-kent, medine) sözcüðünü, Türkçe bir tek karþýlýðý olmadýðý
için, çok kez "kent'', bazan da "devlet'' sözcüðüyle karþýladýk.

(3) Adeimantos'un karþý çýkýþý, Thrasymakhos'un 1. kitapta ileri sürdüðü "bir


hükümdar kendi çýkarýný göz önünde tutarak hüküm sürer'' düþüncesine dayanýyor.

(4) Aristoteles, Platon'un devletine karþý yaptýðý sert eleþtiride, bu yer için þunlarý
söyler: "Bundan baþka, koruyucularý mutluluktan yoksun býrakýr, ama yasa yazar bütün
kenti mutlu etmeli der. Fakat, büyük çoðunluk ya da bütün yurttaþlar, hatta birkaçý mutlu
deðilse, þehrin mutlu olmasý mümkün deðildir. Çünkü mutlu olmak çift sayýlarla ayný
türe girmez; bir bütün, onu oluþturan kýsýmlarý çift olmasa bile, çift olabilir, ama mutlu
olmakta durum böyle deðildir. Ama koruyucular mutlu olmaz da kim olur? Kesinlikle,
zanaatçýlarla iþçi kitlesi deðil.'' Bu eleþtiri, Aristoteles'in Platon'dan temelde ayrýlan
ahlaki ve siyasi görüþlerine dayanýr. Platon sonradan koruyucularýn îkiþisel
mutluluklarý sorununu ele alýr ve yalnýzca kendi yarattýðý kentin her yönden eksiksiz
bir mutluluk sayýlacaðý sonucuna varýr. Burada bu konuya giriþmekten çekiniyor. Bir
tek sýnýfý deðil, bütün kentin mutluluðunu göz önünde tuttuðunu VII. kitapta da yineler.
- Bu tümce, Perikles'in Thukydides tarafýndan bildirilen düþüncesine þaþýlacak derecede
yakýndýr: "Ama, kent bir bütün olarak saðlam bir durumda bulunursa, ayrý ayrý her bir
bireyiyle mutlu olduðu, ama bir bütün olarak mahvolduðu zamankinden daha çok
bireylere yararlý olur.''

(5) Ýlk üç kitapta Yunanca dikaiosyne karþýlýðý olarak kullanýlan "doðruluk,


hakseverlik'' yerine bu kitapta her zaman "adalet'' sözcüðünü kullandýk.

(6) Bu derhal yapýlmaz, ancak VIII. kitapta yapýlacak. Çünkü konuþmaya katýlanlar, V.
kitabýn baþýnda Sokrates'i baþladýðý düþünce dizisini býrakmaya ve eðitim, ortak
mülkiyet sorunlarýna dönmeye zorlayacaklardýr. V., VI., VII. kitaplardaki konudan
görünüþte sapýþ aslýnda bütün yapýtýn en yüksek noktasýna, yani filozoflarýn eðitimleri
üzerine düþüncelere götürür. IV. kitabýn sonunda yarýda býrakýlan sorunlar ancak VIII.
kitabýn baþýnda ele alýnýr.

(7) Yunanlýlarda, heykellerin saçlarýný, gözlerini, dudaklarýný, giysilerini boyamak


âdeti vardý.

(8) Bu sesleniþle baþlayan sözlerin sonu "onlarýn elinde olur''dur. Demek, heykelin
boyanmasýný eleþtiren kiþi devlet düzenini eleþtiren kiþiyle ayný oluyor.

(9) Ýlk üç kitapta Yunanca Phylaks sözcüðünü "bekçi'' ile karþýlamýþtýk. Bundan böyle
bu sözcük için "koruyucu'' karþýlýðýný daha uygun bulduk.
(10) Yunanca metinde biraz belirsiz kalan bu tümceyi hemen hemen mütercimler gibi
çevirmeyi uygun bulduk. Fakat bu tümceye baþka bir anlam da verilebilir: "öte yandan
kendi baþlarýna iyi durumda olmak ve mutlu olmak fýrsatý da onlarýn elinde olur'' ya da:
"Öte yandan kent iyi bir durumda ve mutlu olursa, bundan yalnýzca onlar
yararlanacaklar.''

(11) Metinde bulunan georgus sözcüðünde, metne uygun bir anlam bulamadýk, bunun
için Platon'la derinden uðraþan olan bazý bilginlerin önerisine uyarak, bu sözcüðü
leorgus kabul edip çeviriyi ona göre yaptýk.

(12) Platon, kent ya da kentler oyunu denen bir tür tavla oyununu söylemek istiyor. Bu
oyun hakkýnda kesin bir þey bilmediðimiz için Platon'un deyiþinden çok bir þey
anlamýyoruz.

(13) III. kitap s. 55.

(14) Platon burada çok kez kullanýlan bir deyime iþaret ediyor.

(15) (16) Odysseia I 351/2, elimizdeki Odysseia metninden biraz ayrýdýr.

(17) Damon için III. kitap s. 35, açýklama 73'e bak.

(18) Platon burada hiç kuþkusuz Atina'daki ahlaki, sosyal ve siyasal durumun
geliþmesini kastediyor.

(19) Yani þimdi oynadýklarý oyunlardan yasaya daha uygun.

(20) Platon burada ve bütün bu parçada çok nefret ettiði ve zamanýnda tamamýyla
gerileme durumunda olan Atina demokrasisini kastediyor. Gerçekten Atina'da devletin
genel düzenini deðiþtirmek isteyenlere karþý yasalÍar vardý. Öte yandan özel kiþileri
yüceltmek için yasalar yapýlýrdý. Demagoglar bu alanda halka dalkavukluk etmek
fýrsatýný bulurlardý.

(21) Platon burada Herakles'in on iki baþarýsýný söylemek istiyor. Hydra, büyük bir
bataklýk canavarýymýþ. Argos'un güneyinde bulunan Lerna bataklýðýnda yaþarmýþ,
sayýsýz baþý varmýþ, bu baþlardan biri ölümsüzmüþ. Herakles bütün baþlarý kesiyor,
ama kesilen bir baþýn yerine iki baþ çýkýyor. Canavarýn yeniden baþ oluþturan
gövdelerini kýzgýn aðaçlarla yakýyor, ölümsüz baþýn üzerine de büyük bir kaya parçasý
atýyor. Hydra'nýn zehirine oklarýný daldýrýyor; bu yüzden oklarýyla açtýðý yaralar
iyileþmezmiþ.

(22) Delphoi, Yunanistan'ýn dini merkezi idi. Apollonsa, dinle ilgili her iþte yol
gösterirdi.

(23) Bütün Avrupa dillerine girmiþ olan Yunanca daimon sözcüðünü, Türkçe karþýlýðý
olmadýðý için aynen aldýk. Bu sözcük, tanrý (Yunanca theos) sözcüðünün yanýnda
bulunduðu zaman, ikinci derecede gelen tanrýsal varlýk anlamýndadýr.

(24) Yunanca heros. Yararlýklarý yüzünden ölümden sonra tanrýlaþtýrýlmýþ ve tanrý


gibi saygý gören kimselere denir.

(25) Burada Delphoi'daki Apollon'un kutsal konik taþý (omyhalos) kastediliyor.


Omphalos beyaz mermerden ya da taþtan bir koniydi ve dünyanýn merkezi sayýlýrdý.
Ýki yanýna konmuþ olan iki altýn kartal, efsaneye göre, Zeus tarafýndan dünyanýn doðu
ve batý uçlarýndan atýlýp bu yerde birleþen iki kartalý hatýrlatýrdý. Omphalos genellikle
sikkeler üzerinde ve özellikle Apollon'un oturduðu yer olarak gösterilirdi.

(26) Thrasymakhos'un, Glaukon'un ve Adeimantos'un adaletli ve adaletsiz insan


hakkýndaki tartýþmalarda oynadýklarý rolleri anýmsayalým.

(27) II. kitap.


(28) Bunlar Ana erdemler denilen dört erdemdir, yani bütün öteki erdemler bu dört
erdemden çýkar. Bundan sonraki tartýþmalar, bu dörtlü erdem dizgesinin, Platon'un
devlet düzeniyle çok sýký iliiþkide olduðunu gösterecektir.

(29) Burada kullanýlan yöntem, matematikte kullanýlan kanýtlama yöntemine benzer.

(30) "Doðru kararlar veren'' deyiþiyle Yunanca eubulos sözcüðünü çevirmekten çok
tanýmladýk. Eubulia özellikle siyasal bir erdemdir. Bu yüzden Thrasymakhos da, tam
anlamýyla adaletsizliðin ne olduðunu anlatýrken bu sözcüðü kullanýyor. Oradaki çeviri
(iþini bilen) metnin çevirdiðimiz kýsmýna uymadýðý için baþtaki çevirimizden ayrýldýk.

(31) III. kitap, 414 b.

(32) Burada, Sokrates'in yukarýda "gariplik'' sözüyle neyi kastettiði sonunda anlaþýlýyor.
"Gariplik'' þundan ileri geliyor: Kentin yalnýzca en küçük parçasý bilge olduðu halde,
bütün kente bilge deniyor. Bilgelik (sophia), Platon'un burada anlattýðý biçimde,
phronesis ile ayný anlamdadýr. Bilgelik terimi burada metafizikle (yani idea kuramýyla)
deðil, sýrf siyasetle ilgilidir, kentin bütününün iyiliði için düþünce yürüten erdemden
baþka bir þey deðildir.

(33) Yunanca khalestraioin Makedonya'da Khalastra gölünün kýyýsýnda bulunan ve


sabun yerine kullanýlan doðal bir sodadan söz ediliyor.

(34) Biz, "sürekli'' anlamýna gelen, Stobaios'un kabul ettiði momimon sözcüðünü kabul
edip ona göre çevirdik.

(35) Buna benzer bir düþünce gözüpeklik hakkýndaki Lakhes dialoðunda vardýr (196
vd). Lakhes'e göre "gözüpeklikten baþka ad'' "atýlganlýk'' (Yunanca thrasytes) olurdu.
(36) Yani bireysel gözüpekliðe ve filozofun, eðitimle aþýlanmýþ kanýya deðil, bilgiye
(epistemeye) dayanan gözüpekliðine karþýt gözüpeklik.

(37) Bu sözlerle ne kastedildiði belli olmuyor. Belki VI. kitapta gözüpeklik üzerine
konuþmalara göndermede bulunuyor. Herhalde burada Lakhes diyaloðu kastedilmiyor
olmalý; çünkü bu diyalog hem "devlet''ten çok önce yazýlmýþtýr, hem de orada
gözüpeklik üzerine konuþmalar "devlet''in düzeyinde deðildir.

(38) Sophrosyne: Yunancaya has olan bu kavram baþka hiçbir dile çevrilemez "Ýtidal''
(çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanýrken "itidal"in yerine aþaðý yukarý tam
karþýlýðý olan "ölçülülük" sözcüðü kullanýldý) biçimindeki çeviri, kavramýn bütün
zenginliðini vermemekle birlikte, ilk üç kitapta kullandýðýmýz "temkin'' sözcüðünden
sophrosyne kavramýna daha yakýndýr.

(39) Yalnýzca bu sözler bile gösteriyor ki, "devlet''teki sophrosyne üzerine inceleme,
Kharmides dialoðundaki bu kavramý tanýmlama denemesinden daha ileri bir adýmdýr.

(40) Yunanca kreitton heautu gerçekten garip bir deyiþtir. Sözcüðü sözcüðüne çevirirsek:
"kendi kendini yenen'' demektir.

(41) Ýlk olarak II. kitap ve daha sonra birçok yerlerde.

(42) II. kitap.

(43) Bu sözler, VI. kitaptaki incelemeleri hazýrlýyor.

(44) Burada "taþkýn doða'' biçiminde çevirdiðimiz Yunanca "thymoeides"e, ilerde üç


ayrý kýsýmdan söz edilirken, "öfkelenen kýsým'' diyeceðiz. Öteki iki kýsmaysa, "akla
uygun kýsým'' (logistikon) ve "arzulayan kýsým'' (epithymetikon) diyeceðiz.
(45) Platon burada iklimin insanlar üzerindeki etkilerine iliþkin bir kurama göndermede
bulunuyor. Bu kuram özellikle Hippokrates'in yapýtlarý arasýndaki "Havalar, sular,
yerler üzerine'' adlý önemli kitapta anlatýlýr.

(46) Yunan edebiyatýnda çeliþki ilkesini anlatmak için ilk giriþim.

(47) Buradaki güç metin sorununu çözümlediðimizi ileri sürmemekle birlikte, bazý
filologlarýn önerisine uyarak e kai eie sözcüklerini göz önünde tutmadýk.

(48) Yunanca dipsa ve peina sözcüklerini "susuzluk'' ve "açlýk''la karþýlamak mümkün


deðildir; çünkü susuzluk ve açlýk, Yunanca sözcükler gibi bir arzuyu deðil, bir durumu
gösterir. Bunun için bu sözcükleri "içmek arzusu'' ve "yemek arzusu'' ile karþýladýk. Bu
yüzden bu tümcenin Türkçe çevirisinde bir yineleme kaçýnýlmaz oluyor.

(49) Yunanca autos sözcüðünün karþýlýðý olarak "bizatihi'' ( çevirinin günümüz


Türkçesine uyarlanmasý sýrasýnda bu sözcüðün yerine "kendisi" sözcüðü kullanýldý )
sözcüðünü kullanmak zorunda kaldýk. Çünkü "tek baþýna'' ya da "baþlý baþýna''
biçimindeki çeviriyi ileride monos sözcüðünün karþýlýðý olarak kullanacaðýz.

(50) III. kitap, s. 20'deki dize Odysseia'dan (XX 7) alýnmýþtýr.

(51) Burada "öfkelenen kýsým'' (thymoeides) deyiþindeki belirsizlik ortaya çýkýyor.


Yukarýda, Platon'a göre öfkelenen kýsým gözüpekliðin ilkesi ve akla uygun kýsmýn
baðdaþýðýydý. Buradaysa birdenbire akýlsýz bir öfke olarak ortaya çýkýyor. Bu ikilik
Yunanca thymos sözcüðünün geniþ anlamýndan ileri geliyor: thymos yüreðin her
hareketi ve özellikle öfke demektir.

(52) Bu ilkeye Sokrates s. 94'te deðinmiþtir.

(53) III. kitap, s. 54.


(54) Adaletsizlik asýl sonradan VIII. ve IX. kitaplarda incelenecektir. Platon burada
ancak ruhtaki adaletsizliðin kýsa bir taslaðýný veriyor.

(55) Platon burada Hippokrates'in bir kuramýndan esinleniyor. Hippokrates'e göre


vücudun saðlýðý, vücudu oluþturan dört öðenin (kan, safra, balgam, lenfa) uyumuna
dayanýr. Bu uyum bozulursa, vücut hastalanýr.

You might also like