Professional Documents
Culture Documents
YEMENİCİOĞLU
Hazırlayan
MUSTAFA DURAK
ÖZDEMİR
YEMENİCİOĞLU
by
MUSTAFA DURAK
İÇİNDEKİLER:
"Her şeyden önce şunu söylemeliyim. Ben atölyemi hep bir laboratuar gibi
görmüşümdür. İlk dönem resimlerimde sokak fotoğrafçıları, hani üç ayaklı
sehpalar, fotoğraf çektirenler, at arabaları, odun depoları, işçiler, çalışan,
yaratan insanlar üzerine çalışmalar dizisi söz konusuydu. Daha sonra Anadolu
dönemi geliyor. Anadolu’nun geçmiş kültürlerinden aktarılan insan, Anadolu
insanı. Yaşatan, doğurgan insan. Anadolu’da gördüğüm şişman, kanlı canlı
insanlar ya da tersine kavruk ama üreten insanlar beni çok etkiledi. Bozkır;
insanıyla, uzamıyla, uçuşuveren tülleriyle, yemenileriyle, başörtüleriyle çekti
beni. Azra Erhat, Sebahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, İsmet
Zeki Eyüboğlu gibi Anadolucu yazarları okudum. Yalnız 1071’den değil de 8-
10 bin yıl önceden gelen bir Anadoluyu ve buradaki kültürel birikimin büyük
bir patlama noktası olması gerektiğini duymağa başladım. İçimde bir alev, bir
pırıltı oluştu; Gezilerim sırasında gördüklerim (kaba, yumak yumak giysiler
içinde, göğüsleriyle, göbeğiyle, bohçasıyla kadın(lar)) gözümde Ana Tanrıçaya
dönüşüyordu hemen. Kısaca başlangıçtaki toplumsal gerçeklere yönelik
çalışmalarım Anadolu kültür ve kültünü parlatmaya yöneldi bu kez."
Yurt içi ve yurt dışında çeşitli sergiler açmış olan sanatçının bir çok ödülü
bulunmaktadır: üst üste iki yıl 1987, 1988 Tekel Resim Yarışmasında
birincilik, Zonguldak İli Resim Yarışmasında 2.lik, Kazlıçeşme Resim
Yarışmasında 3.lük, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının düzenlediği 8.
Geleneksel Atatürk Resim Yarışmasında "Mor Bir Aydınlık, ve Ana Tanrıça"
adlı yapıtıyla bir ödül.
1972 den bu yana Balıkesir Devlet Güzel Sanatlar Galerisinde görev yapmış
daha sonra kendi atölyesini kurarak Balıkesir çapında okullaşmıştır.
2. ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU
Expositions:
Awards:
Mentioned in :
Dating from 1985, KYBELE becomes an utopic person and a lost country for
artist. He is found of her. She is not only a mythologic identity, but also is
vitality for him. She symbolise whatever is present and noble, whatever is
catchable and uncatchable. She is adored, painted and painted. He is
concentrated in his unique theme. He has made his paintings her country, her
temple. He devoted his life to paint the goddess Kybele.
But we need to say, in this passion, he never became a naive, a romantic painter
of the goddess. He tryed all sort of forms, colors, techniques and combinations
concerning the tools and concepts of modern art. He carried her to our time
with his new artistic interpretations.
You can see her within rocks, in the transparent tulles, in the volatile clouds,
with cheer and decorative secondary, colorfull forms. Sometimes she is
charmfull with her naked body, sometimes she is deitic existence with her
symbolic animals. Sometimes he has combined in her satanic and deictic
beings. Sometimes she is two sisters. He painted her on the pseudo archeologic
coins. And finally he invented the conception of amorph canvas and he
created big pebble formed canvas. Kybele is going on to be the basic ground of
his life. She is the source of infinite problems and infinite solutions.
Mustafa Durak
Ö. Yemenicioğlu Anadolu’nun on bin yıllık kültür tortusuna yaslanan bir
sanatçıdır. O, bu kültürü belirli bir ırk, belirli bir ülke için değil, insanlık adına
sahiplenir. Resimlerinde tanrıça figürlerini öne çıkarması dişilliğe, üreticiliğe,
insanca yaşama verdiği önemden ileri gelir.
Onun resimleri, üretime doymayan bir beynin, aşkın ve taşkın bir ruhsalın
ürünleridir. Her türlü kavramsal engelin ötesine geçmeye her an hazırdır.
4. ÖZDEMİRYEMENİCİOĞLU:
A PAINTER WHO HAS PICTURED THE EPİC OF WOMEN
IN ANTIQUE ERA
Mustafa Durak
He is an artist being inspired by Anatolian culture. Its history goes as far as ten
thousand years.
He claims this culture not for a certain race, nor for a certain country but in the
name of humanity.
The divinity figures presented in his paintings signals the importance given by
him for femininity, productivity, and humane values.
When his women are epic, mythic and have rocky forms they are in fact the
most actual and the most alive.
In his artistic universe, Kybele and Three Beauties (Athena, Hera, Aphrodite)
symbolise generally the woman.
You will find the specifics of divinities and their stories untold by other tellers,
poets.
Anymore these divinities are delivered to the brush and to the language of
another Homeros.
You must look carefully at his paintings to see the history and the philosophy.
The products that he has pictured come from an unsatiable mind to create, from
a transcendent and overflowing psychology.
He is ready to pass over all sorts of notions.
In his last works we can see Kybele and/or the other feminin divinities in the
form of amorph circle.
Mustafa Durak
Resmin tarihinden ya da gerçek yaşama gönderimlerden söz etmeksizin
resimden, ya da yaşamöyküsüne yaslanmadan ressamdan söz etmek ne denli
zordur. Zira resmi konuşmak, onun anlamının, işlevinin, sorunsalının
yakalanmasını gerektirir. Resmin sorunlarını, sanatçının kaygılarını bilmek, en
azından bunlara ulaşmanın, bunları yakalayabilmenin, izleyende tasalaşması,
hiç değilse bu sürece girilmiş olunması bir zorunluluktur. Bu gereklilik ve
zorunluluklar resmi izleyenin ağzını mühürlemektedir.
Bir tek resim üzerine konuşmak, tek bir şiir üzerine konuşmak gibidir. Bir sergi
toplamı üzerine konuşmak da bir şiir kitabı üzerine konuşmak gibidir. Ama bir
ressamın tüm sanatı üzerine konuşmak, tüm geçici ve zamansal düzenlemeleri
alt üst edip yeniden sınıflandırmalar yapmayı gerekli kılar. Artık sanatçı en
azından bir dönemiyle ilgili sanatsal sözünü söylemiş, sıra algılamaya, yoruma,
üst dile gelmiştir. Ne var ki bu sınıflandırma aşamasının kendi açmazları ilk
adımda çelmesini takar. Neye göre öbeklendireceksin? Ölçüt ne olacak? İzlek
mi? Kullanılan teknik mi? Konu mu? Anlam mı? İşte Özdemir
Yemenicioğlu’nun resimlerine bakarken kafamda dolanan sorunsallar. Önümde
bitmez tükenmez gibi görünen bir üretim kaynağından çıkmış ürünler.
Son yapıtlarından her birinde Kibele idolü diyebileceğimiz, genelde koyu bir
biçim yerleştirilmiş tuvale, öne getirilmiş, bir bakıma resmin konusunu
oluşturan bu biçim, renklerin koyularını giderek tonlarını dolaşarak bir iki
resimde, tam olmasa da, tensele yaklaşma gösteriyor. Bu bölümde tanrıça geniş
kalçasıyla genellikte ayakta, çekintisiz, sakıntısız, tüm varlığından hoşnut
yukarılara uzanıyor. Bu uzanma, bazen kolların yan yukarı açılması, bazen
birinin aşağıda birinin yukarıda verilmesi, bazen başın tuvalin en üst çizgisine
yakın çizilmesi, dimdik oturuşla yukarıya zıpkın gibi gönderilmesi, yatık
biçimde çizdiğinde bile kadının yan olarak yukarıya ağdırılması ve tüm
bedeniyle, -baş dimdik-, yukarıya açık olması onu dinamik kılıyor. Bu
yukarılara uzanma, öteye, hem resmin ötesine, hem bugünün ötesine, hem de
öte dünyaya iletmektedir (en azından ruhbilimsel ve kültürel özümleme
düzeyinde). Ama her halükârda bu tanrısal heyula, Özdemir Yemencioğlu’nun
putu, kendinden, şimdisinden ve geleceğinden güvenli. Genellikle koyu renkte
sunulmuş olması da kesinlikle karamsarlığı değil, sağlamlığı tenselden
madensele geçişi çağların ötesinden bugüne ulaşmış olmayı simgelemektedir.
Zira gerek oturmuş biçimlerde kalçanın alt sınıra yakın yayılmışlığı, gerekse
ayaktaki biçimlerde ayağın yerden havalandırılmışlığıyla geçmişten geldiğini,
sağlam bir tabanı olduğunu çıkarabiliyoruz. Göğüslerin yere yönelik ve iri
olması, el sürülmemişliği, bakireliği değil de sevilmişliği, öpülmüşlüğü,
beslemişliği aktarmakta. Kalçanın genişliği ise her zaman kendini vermeye,
kendinden vermeye, her zaman üretmeye hazır olduğunu simgeliyor.
Toparlarsak, Özdemir Yemenicioğlu’nun putu, bir ayağı geçmişte, bir kolu
gelecekte, bedeniyle şimdinin içinde, sürekli üretimin, kendinden vermenin
bıkkınlığa, yılgınlığa düşürmediği, insansal olanın tanrısalla buluştuğu bir
varlık.
Kuşak:
Bu sergisindeki resimlerden pek azında görülen ana tanrıçanın belden aşağı
kısmından geçirilmiş kuşak da yine zamansal akışı simgeleyen bir anlatım. Bu
kuşak, uzamlar arası bağlayıcı işleviyle de kullanılmış.
Tül:
Özdemir Yemenicioğlu’nun uzamsal zamansallaştırmada kullandığı başka bir
öge de tüldür. Tülün yukarıda uç noktalara tutturulmuş gibi gösterilmesi de
konusunu yukarılara bağladığının göstergesidir. Bu sergi resimlerinden ikisinde
önde belirgin Ana Tanrıça, mavi üzerine düşürülmüş yeşil sarı, mor tonlarda
bir tülün ardında belirginleşmiş ve arka planda Ana Tanrıçanın gölgesinin
yansıları ya da arka planda bırakılmış tanrıçalar olarak algılayabileceğimiz
biçimler görülüyor. Böylece tül bizi kesinlemekten alıkoyuyor. Ama anlamsal
ve yorumsal çağrışımlarımızı artırıyor. Bu resimlerde yer alan yuvarlak
biçimler tül gibi uçuculuğu aktarıyor. Resimle birlikte izleyeni de
havalandırıyor. İçimizi ağırlıklarımızdan kurtarıyor. Bir hafiflik, bir arınma, bir
yükselme, özgürlük duygusu veriyor izleyene.
Yangın:
Önceki resimlerde izlediğimiz yan çizgiler resmin alt kısmından başlayıp yan
olarak yukarıya yükseliyor ve bu yangının kan rengine yakın boyanmış olması
da dikkat edilmesi gereken ayrı bir nokta. Tanrıçanın dışından, alt uzamdan
gelen bu yangın zamansal boyutla birlikte sanatçının yükselme, öteleşme
tutkusunu, som olarak (cinsel) tutkuyu dışa vuruyor. Başka bir resimde bu
yangın rengi bir imza, bir karalama biçimiyle resmin bir ucundan (alt uç) girip
yükseliyor ve ikinci tanrıçanın başından başlayarak yuvarlak zigzaklarla düşme
gösteriyor.
Kimi çalışmalarda ise tanrıça, güçlü bir el ya da gizil güçle açılmış bez, meşin,
ya da metalin arkasından, önündeki engeli iterek parçalayarak öne geliyor. Bu
resimlere topluca baktığımızda bir şerit tamamlanır gibi. İlk üçünde baş henüz
belirmemişken, ikisinde bütün olarak görülüyor. Daha önce zamanı tanrıçanın
dışında algılayan ve öyle anlatan sanatçı bu resimlerinde zamanı tanrıçanın
eylemiyle anlatıyor. Sanatçı yine kendini de devreye sokarak bakır levha ve
bantla, dayanamayıp kendi şimdisini kullanmakla taşkınlığını dile getiriveriyor.
Ve bu çalışmalar bizi “Işığın Aşkı”na iletiyor.
“Işığın Aşkı”
Uzamsallıkla renk ve derinlik olarak uzun süre hesaplaşmış olan sanatçı
sonunda dış çevreyi nesne ve tarih olarak algılayıp bu açıdan bir hesaplaşmaya
girişiyor. “Işığın Aşkı”nda tuvale yapıştırılmış iki ayrı biçim var. İlki resmin
sağ kısmında kadın bacakları olarak değerlendirilebilecek biçim, üstte yere
koşut uzanmış, göbeği, göğüsleri sarkan kadın biçimi ve kolundan itibaren
aşağı sarkıtılmış, buruşturulmuş bir biçim. Bunu dev bir yırtıcı kuş gibi
algılamak olası. Zaten düzgün çizilmiş bacak, göbek, göğüs ile buruşuk biçim
çelişkiyi veriyor. Böylece kendi uzantısı kendisine saldırıyor. Bu biçim yer yer
mor ve kahverengiyle karıştırılmış, yukarılarda eskitilmiş (zaman) ten
renginde. İkincideyse iri, yuvarlak göbeği ve kalçasıyla dizleri üzerinde geriye
yanal olarak ve giderek incelerek yukarıya uzanan tanrıça biçimi. Kadını,
karnının altından (apışarasından) ya da kendisinin dışından ama o hizada gelen
güçlü bir ışık demeti aydınlatmakta. O da bu ışıkta yıkanıyor, bu ışıktan
besleniyor gibidir. Böylece insanın tanrıyı yaratması – bedenin içinde kendi
düşmanını barındırması- yüce olanın ışıkla, aydınlıkla beslenmesi evrenselleri
işlenmiş. Somut soyut iç içe geçmiş, resimle grafik elele vermiş.
Özdemir Yemenicioğlu, yalnız sanatına değil konusuna bağlı bir sanatçıdır. Bir
sanatçının ömrü boyunca ayni konuyu işlemesinin en büyük açmazı tekrara
düşme tehlikesidir. Ve bu tehlike sanatçının tüm uzamını kaplar. Ona sırat gibi
ince ve keskin bir yol bırakır. Tekrar kavramını da iyi değerlendirmek gerek.
Tekrar başkasının, kendinin kopyası olduğunda değersizleşir. Sanatçının
işlediği konuyu bitmez tükenmez bir kaynak haline getirebilmesi onun iç
zenginliğinin, evreninin zenginliğidir. Bu edilgen bir zihin değil, aksine yaşam
dolu dinamik, sürekli kendini aşma çabasında bir zihin ister.
Genellikle resmin içinde var olan ikinci kesip yapıştırılmış resim parçası,
renklerin ilişkisi gözetilerek seçilmiş, her resimde farklı tek bir renkle
çerçevelenmiş. Bu kolaj resim sanki resmin içinde çerçevelenmiş ayrı tablo
olarak, resmin beyni olarak değerlendirilebilir –kimi resimlerinde bu ikincil
resim zaten beyin kıvrımlarına, eski yazı formlarına benzer. Genelde yuvarlak
biçimin simgesel değeri mükemmelliktir. Güneş simgesi, mezar simgesi, öte
evren simgesi olarak kullanılmıştır. Özdemir Yemenicioğlu’nun soyut
çalışmalarında tam bir dairesellik yoktur ama yine de böyle bir seçimin
altındaki itkinin bu mükemmellik olduğu söylenebilir. Zira bu form, aslında
Kybele’nin, söylencesel tanrıçaların yerini almıştır. Yani bana göre bu form
Ö.Yemenicioğlıu resim paradigması içinde yere göğe konulamayan Kybele’nin
farklı görünümüdür. Tam dairesel olmayan bu yuvarlağa yakın hattın düzgün
olmayışı ile Kybele’nin günümüz estetiğine ters düşen bedeni arasında da bir
ilişki kurulabilir.
Bir resminde antik grek vazosunu çağrıştıran bir form görüyoruz. Bu vazoyu
andıran formda figürler belirsiz. Bir başka resminde taş çağı mezar dikitlerini
andıran anıt taşıl formlar görüyoruz. Resimlerin kiminde karamsarlık, kiminde
neşe, kiminde huzur egemen. Sanatçı soyutlamalarında dört mevsimi yaşar
gibi.
6. BİR KİBELE BABASI* YA DA KADINLARI ŞİİRLEYEN BİR
RESSAM: ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU
Mustafa Durak
İnsan ömrü bir karşıtlık içinde gidip gelmedir. Bu iki karşıtlıkla oynaya oynaya,
tıpkı oyunbaz bir kedinin arapsaçına dönüştürdüğü bir yumak gibi içinden
çıkılmaz, çözümlenmez biçimde dolaşıklaştırmayı beceriyoruz. Galiba bizi
insan yapan da bu becerimiz.
Afrodit ve Kibele
Anadolu geçmişinde iki önemli tanrıçadır Afrodit ve Kibele. Afrodit, Kıbrıs
sularında, sularından doğar. Kibele ise neredeyse Anadolu’nun ta kendisidir.
Bu iki tanrıça değişik yönlerden karşıt kabul edilebilir. Afrodit uyumdur,
güzelliktir. Kibele ise kaba, tam biçimlendirilemeyecek, yaygın bir formdur.
Yani Afrodit’e göre estetik olmayandır Kibele. Afrodit idealdir, Kibele gerçek.
Afrodit denizin kızı, Kibele karaların kadını. Afrodit suyun ve su ürünlerinin
özelliklerini alır. Kibele de karada olan ne varsa toprak, taş kaya vb.nin
özelliğini. Yani biri bakireliği çağrıştırır, diğeri doğurmuşluğu. Biri kız, diğeri
kadın. Ve nasıl oluyor da, her ikisi de insanlarca önemli büyük tanrıçalar
olarak kabul, ilgi ve sevgi görüyorlar? Bunun tek açıklaması olabilir: ikisi
birlikte, insan gerçeğinin iki yanını, iki karşıt görünen yanını simgeliyorlar. Ne
Afrodit’siz ne de Kibele’siz olabilir insan. Yani ne ideal olandan geçebiliriz, ne
de gerçek olandan. Biri öncesi, diğeri de sonrası, birbirinin. Ya da şöyle de
denebilir. Afrodit, içinde Kibele’yi, Kibele de içinde Afrodit’i barındırıyor.
İsayı doğurmuş ama yine de nasıl olabiliyorsa bakire kalmış Meryem. İnsan
zihinselinin açmazı.
Konu ve resim:
Bu gerçekliklerden resim sanatına sıçrarsak, konu, resmin yalnızca bir ögesidir,
sanatın kendisi değil. Konu, sanat için bir araçtır. Elbette konu, sanatçının
zihinseliyle, düşünseliyle de ilgilidir. Sanatçının nasıl anlattığına değil de ne
anlattığına bakmak isteyenler, bir bakıma kolaycı bir yaklaşımla sanatın
konusuna takılıp kalırlar. Konu, özellikle yansıtmacı yaklaşımlarda, birebir
nesnenin aynısını yapabilme anlayışında daha bir önde gibi görünür. Ama yine
de resim tarihi resimlerdeki konuların tarihi değildir, olmamalıdır.
Sanatsallığın ölçütleri:
Her yeniden üretim bir taklit değildir. Sanat, herhangi bir malzemeyle üretilmiş
olanda, genel kullanımı dışında, estetik bir amacın hedeflenmiş olmasıdır. Bu
da sanatçının yaptığı şeyde, kendini gösterebilmesi, yansıtabilmesi demektir.
Demek ki sanatın en temel özelliği üretilende sanatçının kendini varedebilmiş
olmasıdır. Yani eserinde kendini ayrı bir kimlik olarak bulmasıdır.
20.yyda pek çok Türk ressam eski uygarlıkları konu edinmiş. Bunlardan Cemal
Tollu; ürünü, bereketi, analığı kısmen pikassovari bir parçalamaya uğratarak
resmetmiş. Mustafa Plevneli; analığı, doğurganlığı dev bir kadın formunda
kendine özgü anlatım biçimleriyle, bazen bir coşkuyu, şenliği bazen sıkıntıyı,
acıyı biçimin dışında siyah, sarı ve kırmızı renklerle ifade etmiş. İbrahim
Balaban; Tollu gibi aynı konuyu, ama işin içine çileyi de katarak kendi sanat
diliyle anlatmıştır. Can Göknil’de aynı kavramlar oyuna, evciliğe uyarlanmış
gibidir. Nevra Bozok’ta ise kutsallık işareti daire, döngüsel ile buluşturularak,
zaman ve tanrı-insan formatında renklendirilmiştir.
Sikkeler:
Sikkeler bir yandan para kavramına bağlı olarak bir değeri dolaşıma sokarken
bir yandan resim, baskı, rölyef, maden ve dökme kavramlarıyla da ilgilidir. Bu
yüzden Özdemir Yemenicioğlu’nun sikkelerine bakarken sanatçının sikkeyi
kendini anlatmada bir çıkış noktası olarak kullandığını düşünüyorum. Bir
sikkeyi resim boyutlarına taşırken bize göstermek istediği kültürel özellikler
var. Bunlar sikkenin zamanla, metalin oksitlenmesinden dolayı ortaya çıkan
biçim değiştirmeleri ki bu, hem o sikkenin aynı kalmayışını, hem de değer
olarak farklılığını hissettiriyor izleyene. Ve sikkelerde insan (tanrıça) ve
hayvan resimleri bizi başka bir noktaya taşıyor. Her resmedilmiş kutsaldır.
Hele hele bir paranın üzerine resmedilmiş olan, kendisiyle aramıza değer
kavramını mesafe olarak sıkıştırıverir. Kutsallık kavramı bir mesafe yaratmayla
vardır. Burada kutsala giden yolda yaratılan mesafe değer kavramıdır. Ancak
sanatçı bir zamanlar kutsal sayılmış varlıkları resmine taşırken, bir yandan
sikkelerin kullanıldığı zamanın gerçekliğine, bir yandan da onları kendi
yaratımına sokarak, kendince sikkeler basarak sanatın kendiliğine, yaratıcı
ufkuna çekiyor bizi. Geçicilik ile süreklilik, yaratılmış ile yeniden yaratılmışı iç
içe geçiriyor. Sikke biçimli tuvallerdeki fonun renklendirilmesi, sikkelerin ilkel
kesim biçimlerinin kullanılması, sikkeyi çevreleyen küçük küçük kabartmaların
bolluğu kişilik çözümlemesi olarak, sanatçının ayrıntıcı yanına – sanat
ayrıntılarda gizlidir, ve bollukçu, bereketçi yanına işaret ediyor. Tam da bu
noktada bu sergideki resimlerde sarının baskın renk oluşu altın para kavramıyla
değerlendirilmeli. Yani tablolara altın para gözüyle bakılmalı.
Not:
*Burada “baba” sözcüğü hem doğurtan, Kybele varlığını çoğaltan, hem de
antik inanışlarda bir tanrı ya da tanrıçaya bağlı, onun emrinde, hizmetinde olan
”kahin” anlamında kullanılmıştır.
ÖZDEMİR YEMENİCİOĞLU
RESİMLERİNDEN
BİR KAÇ ÖRNEK
Sanatçının ilk tasarımı, toplumsal yaşamdan konularını edinmiş, çelişkileri
irdeleyen, 1968-70 kuşağının hem ideolojik hem de sanatsal kavramlarıyla
bezenmiş eserlerdir. Bu eserler 1980’li yıllarda çeşitli sergiler ve yarışmalar
yoluyla halka tanıtılmış ve devrini kapatmıştır.
Sanatçı 1985-86-87 yılarında araştırmalarını Anadolu’nun kültürel tortusu ve
ana tanrıça Kybele üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu süreç, 10.000 yıllık ana
tanrıça kültü ile resimsel değerlerin çakışması; ana tanrıçanın, hayvanlarının,
mühürlerinin, dolgun vücudunun, doğurganlığının ve anaerkilliğin resim
tasarımlarına yansıması ile devam etmiştir. Sanatçının 80’li yılların ortasında
edindiği Anadolu kültürüne dayalı kavrayış ve pozisyon ile sanatsal kimliği
yön bulmuştur.
SİKKELER VE AMORF TUALLER
Anadolu temelli, erken kültüre olan yaklaşımı sanatçının yeni tasarımlarına yön
vermiş ve Lydia’lıların keşfi olan parayı, kendi keşfi olan amorf tuvaller
üzerinde yorumlamıştır.
Sanatçının Anadolu’yu sanatsal anlamda sahiplenmesi ve konu olarak seçmesi
en son tasarımı olan yazılı kayalar/taşlara da yorum katmasını sağlamıştır.
Amorf tuvalleri, üzerindeki çatlaklara varıncaya dek betimlemiş ve yazılı
kayalarını: mühürler, ana tanrıça betimleri, kutsal hayvanlar, antik yazılarla
tasarlamış ve yorumlamıştır. Sanatçı küçük boyutlu taşları da Anadolu’nun
kültürel motifleriyle süslemiş ve sanat tarihine kazandırmıştır.