Professional Documents
Culture Documents
com Sayfa 1
Âlî'nin en mühim eseri Künhü’ul-Ahbâr'dır. Kendisinin devlet adamı olması, imparatorluğun birçok
yerlerinde görevle bulunması ve yaşadığı zamanın olaylarını da kaleme alması bakımından bu eser
faydalı bir kaynaktır. Duygularına kapılan garezkâr bir adam olduğu için Alî'nin hükümlerine inanmak
doğru değilse de görüp tanık olduğu yılların tarihi bakımından Künhü'l-Ahbâr'ın değeri de inkâr
olunamaz.
Bunu göz önünde bulundurarak bibliyografyanın sonuna tarihinin orijinal bölümünü eklemeyi uygun
gördüm. Ancak eseri fazla uzatmamak için yalnız III. Mehmed zamanına ait parçayı almakla yetindim.
III. Mehmed Hicri 1003-1012 (= 1595-1603) arasında padişahlık etmişse de Âlî bunun yalnız 1003-
1005 (= Ocak 1595-Ekim 1596) arasını yazmıştır.
Âlî'nin dili, özellikle Osmanlı Tarihi bölümlerinde çok ağdalı olduğundan bunu sadeleştirerek bugünkü
Türkçeye çevirdim. Sadeleştirirken kelimeleri değil, mânâyı göz önünde bulundurdum.
Eldeki nüshalardan hiçbirinin, esas nüsha olmak bakımından, ötekilerine üstünlüğü yoktu. Esad Efendi
Kütüphanesindeki 2162 numaralı nüshayı temel nüsha sayarak, sadeleştirmede bu nüshanın yaprak
numaralarını köşeli parantez içinde gösterdim. Fatih (4225), Hamidiye (914) Hâlet Efendi (598)
nüshalarını da yardımcı olarak kontrol için kullandım.
III. Mehmed çağının en son bölümleri, yerinde de işaret edildiği gibi, yalnız Hâlet Efendi nüshasından
alınarak sadeleştirilmiştir. Çünkü diğer nüshalarda bu parça yoktur.
Atsız
10 Haziran 1967
www.atsizcilar.com Sayfa 2
Mustafa Âlî (948-1008)
2 Muharrem 948 Pazartesi (= 25 Nisan 1541) gecesi saat 1 de Gelibolu'da doğdu. Babası Ahmed
adında bir tüccardır. Abdullah veya Abdülmevlâ diye söylenen dedesinin bir Devşirme olduğu
anlaşılıyor. Bu devşirmenin Boşnak-Hırvat soyundan olması kuvvetli bir ihtimal dahilindedir. Çünkü
Alî, Künhü'I'Ahbâr’ın dördüncü rüknünün başında (basma V. cilt, s. 9—18) türlü milletlerden
bahsettiği sırada Arnavutları yerin dibine batırdığı(1), Çerkes'lerin aleyhinde bulunduğu, Firenk'lerle
Macar'lar ve Almanlar hakkında mutedil davrandığı halde Hırvat ve Boşnaklar'ı çok övmektedir.
Âlî, 6 yaşında okula başladı. İlk zamanlarda dersleri çabuk kavrayamadığı için öğretmenden çok dayak
yedi.
960 (= 1553) ta, 12 yaşında iken Arap sentaksına başlayıp Habib-i Hamidi'den Kâfiye'yi okudu.
964 (= 1557) te, 16 yaşında iken Çeşmî mahlesiyle ilk şiirlerini yazdı ve 760 (= 1359) ta ölmüş olan
Hüsameddin Hasan el-Kâti'nin mantıka ait İsaguci şerhine bir haşiye yazdı.
(1) 1001 (—1593—1594) yılındaki seferi anlattığı sırada da büyük vezir olan Arnavut Sinan Paşa'yı.
Kırım Hanı karşısındaki terbiyesizliğinden dolayı hicvederken Arnavutluğunu da başına kakmaktadır
(Künhü'l-Ahbâr, Esad Efendi, 2162 numaralı nüsha, yaprak: 596):
Aynı nüshanın biraz daha aşağısında (613) ise Arnavut'lar hakkında şu hükmü vermektedir:
Hafi olmaya ki tâyife-i Arnavudda muhanneşlık mukarrerdür ve mahall-i iktizâsına göre anlardan
şeca'at ve cür'et gayr-i müyesserdür. Zira ki bu zümre-i zemimede istihyâ nâdirdür amma buhl ile
meşhur ihtivası vâfirdür. Amma laklaka-i lisânda her biri güya Rüstem-i şânidür.
www.atsizcilar.com Sayfa 3
965 ( = 24 Ekim 1557— 13 Ekim 1558) te. 17 yaşında iken Gelibolulu Sürûrî (ölümü: 969 = 11 Eylül
1561 - 30 Ağustos 1562) den tefsir ve fıkıh dersleri aldı. <Vücüd-i Zihni> ( = Zihnî Varlık) risalesini
okudu. Bu sıralarda Çesmî mahlesini değiştirerek Alî adını aldı.
968 (= 22 Eylül 1560- 10 Eylül 1561) de, 20 yaşında iken kâtip olarak Şehzade Selim’in maiyetine
verildi.
969 ( = 11 Eylül 1561-30 Ağustos 1562) da 21 yaşında iken Mıhr ü Mäh adlı ilk eserini şehzadeye
takdim etti.
Bunu vermekten maksadı müderrislik veya kadılık koparmaktı. O sırada 38 yaşlarında olan şehzade,
bu 21 yaşındaki muhteris kâtibin dileğini nükteli sözlerle reddetti. Alî aynı yılda Tuhfetü’l- Uşşâk'ın ilk
şeklini yazdı.
Yine aynı yılda ve belki de müderrislik, kadılık gibi aşırı isteklerinin reddedilmesine karşılık taviz olmak
üzere kendisine başkâtiplik verildi.
Şehzadenin yanındaki hizmeti 970 (= 31 Ağustos 1562—20 Ağustos 1563) yılı içine kadar sürmüş, telif
yılları kesin olarak belli olmayan Eni sü'l-Kulûb ve Mihr ü Vefa adlı eserlerini bu süre İçinde yazmış,
970 te yazmaya başladığı Riyäzä's-Sälikin'i bitirememiştir.
Kâtipliği sırasında bir kış günü şehzadenin maiyetinde ava çıkarken şehzade, atını ve kolundaki
doğanını göstererek duruma uygun bir matla' söylemesini emretti. Alî hemen:
matla'ını yazarak vasıta ile takdim edince bu dalkavukça beyitten memnun olan şehzade kendisine
100 altın sikke ihsan etti.
21 yaşında iken müderrislik veya kadılık istemesinden yükselme ihtirası içinde kıvrandığı anlaşılan Alî,
bir aralık İstanbul'a gelerek Kanunî Sultan Süleyman'a kendi erdemlerinden ve eserlerinden bahs ile
mağdur olduğunu bildiren yazılar yazdıysa da yüz bulamadı, İstanbul'da durmayarak maiyetinde
bulunduğu şehzadenin yanına gitmesi emrolundu.
970 te, 22 yaşında iken Şehzade Selim'in lalası Tütünsüz Hüseyin Beğ adındaki sancak beği ile arası
açıldığından, evvelce tanıştığı Şam Beğlerbeği Mustafa Paşa'nın daveti üzerine Şam'a gitti. Mustafa
Paşa'nın divan kâtibi olarak 6 yıl Şam'da kaldı.
976 (=26 Haziran 1568 — 15 Haziran 1569) da, 28 yaşında iken Mustafa Paşa'nın Yemen fethi
serdarlığına tayini üzerine onunla birlikte
www.atsizcilar.com Sayfa 4
Mısır'a gitti. Mısır'a varışlarının ertesi günü, padişahın kendisine verilen emirlerini Mısır ileri
gelenlerine okudu.
Mısır Beğlerbeği Sinan Paşa, Mustafa Paşa'nın Yemen'e gitmek istemediğine dair maruzatta
bulununca Mustafa Paşa azlolundu ve işi incelemek için müfettişler gönderildi. İdamdan korkan
Mustafa Paşa, devlete gizlice gönderilmek üzere Alî'ye bir mektup yazdırdı. Sonra İstanbul'a geldi.
Bazı kimselerin yardımıyla kendisine vezirlik verildi.
Âlî ise Manisa'ya giderek Veliahd Şehzade Murad (= Üçüncü Murad) a sığındı. Çünkü Mustafa Paşa'nın
teftişe uğraması Alî yüzündendi. Bunun nasıl olduğu bilinmiyorsa da Alî'nin kalemiyle yazılan
yazılardan ötürü olabilir.
Âlî, veliahde, 970 (= 31 Ağustos 1562— 20 Ağustos 1563) te kaleme almış olduğu Mihr ü Vefâ'yı
sundu.
977 (= 16 Haziran 1569 — 4 Haziran 1570) de şehzadenin emriyle Rucû’u'ş-Şeyh ilâ Şabâh'ı Râhatu'n-
Nufûs adıyla tercüme etti.
978 (= 5 Haziran 1570 -25 Mayıs 1571) de Nâdirü’l-Mahârib adlı eserini yazarak şehzadeye takdim
etti. 969 (= 11 Eylül 1561 — 30 Ağustos 1562) da ilk şeklini yazmış olduğu Tuhfetü’l ‘Uşşâk'ı aynı yılda
kesin şekle ulaştırdı.
980 (= 14 Mayıs 1572 - 2 Mayıs 1573) de, belki de veliahdin şefaati ve korumasıyla İstanbul'a gelerek
aynı yılda yazmış olduğu Heft Meclis'i Şeyh Muslihiddin aracılığı ile Büyükvezir Sokullu Mehmed
Paşa'ya takdim etti. Bununla 30 — 40 bin akçalık bir zeamet umuyordu. Halbuki Bosna'ya
gönderilerek Bosna Beğlerbeğisi Ferhad Paşa'nın divan kâtibi oldu. Yıllarca bu görevde kaldı.
Bu sırada, 982 (=23 Nisan 1574 — 11 Nisan 1575) de şair Yahya (ölümü: 990= 1582) ile tanıştı.
Veliahdliği sırasında tanışmış olduğu III. Murad'ın 22 Aralık 1574 te padişah olmasından sonra Türkçe
ve Farsça kasidelerle halinden yanıp yakılan gazeller yolladıysa da umduğunu bulamadı.
Bu sefer Musâhib Şemsi Paşa'ya <şems> redifli bir kaside takdim etti. Bundan da bir şey çıkmadı.
983 (= 12 Nisan 1575 — 30 Mart 1576) te Macaristan'daki Pojega kasabasına uğradı. Aynı yılda
Riyâzü’s-Sâlik’in ilk şeklini yazdı.
984 (=31 Mart 1576 — 20 Mart 1577) te Bosna'daki Kilis'te ocakları olan Malkoçoğulları'na (İbrahim,
Ömer, Ali, Osman) konuk oldu.
www.atsizcilar.com Sayfa 5
986 Saferi başında (= Nisan 1578) Lala Mustafa Paşa. Gürcistan ile Azerbaycan ve Şirvan taraflarına
serdar tayin olununca Alî'nin münşîliğe, yani divan kâtipliğine tayinini Hoca Sa’deddin aracılığı ile
padişahtan istedi. Padişah da bir hatt-ı hümayunla Âli'yi bu göreve tayin etti.
İki yıl bu hizmette kaldıktan sonra defterdarlıklardan birini istedi. Onun bu isteğini Lala Mustafa Paşa
da destekleyerek İstanbul'a yazdıysa da bir şey çıkmadı. Bu sefer kendisi padişaha bir gazel yazarak
nişancılık istedi. Buna da cevap gelmedi.
Nihayet Şirvan fethinde, münşîlikte yaptığı hizmetlere karşılık kendisine Haleb tımar defterdarlığı
verildi. Fakat Haleb'e gidemedi. Serdar Mustafa Paşa'nın buyruğu ile Erzurum'da görevli bulunduğu
sırada, 19 Zilkade 987 (=7 Ocak 1580) de, Lala Mustafa Paşa'nın yerine Doğu Serdarlığına tayin olunan
Sinan Paşa'nın selâm çavuşu Erzurum'a gelip emirler gelirdi. Alî de bu emirlere uyarak Trabzona gidip
mavnalarla gelen zahirenin ambarlara yerleştirilmesi işiyle uğraştı.
Kışın Erzuruma dönüp kışlamak istiyordu. Fakat yeni serdar gelinceye kadar serdar kaymakamı (=
kumandan vekili) tayin olunan Van Beğlerbeğisi Hüsrev Paşa'nın buyruğu ile kâtiplik hizmetinden
başka gemilerle gönderilen un, arpa ve başka levazım ve mühimmatın Trabzon'da mahzenlere konup
saklanması, bunların taşınması için hayvan bulunması ve yolların temizlenmesi için vazifeye devam
etti.
Eski serdara mensup olması dolayısıyla bu sıralarda pek de gözde olmayan Alî, Haleb tımar
defterdarlığının kendisinden alınmasından korktu. Fakat korktuğuna uğramadan Trabzondaki görevini
bitirerek Haleb'e gitti.
988 (= 17 Şubat 1580 —4 Şubat 1581) de Menşe’ü’l-İnşa'yı yazdı. 977 (—16 Haziran 1569 — 4 Haziran
1570) de yazmış olduğu Râhatü’n-Nufûsu yeniden düzenledi. Aynı yılda Tuhfetü’ş-Şulehâ, Zübdetüt-
Tevârih, Hilyetü’r-Ricâl ve Nuşretrtâme'yi yazdı.
Haleb defterdarlığında bulunduğu sırada, 989 yazında (= 1581) Haleb ve Arap askerleriyle birlikte Van
sınırı savunma kuvvetine katılmak üzere oraya gitti.
Defterdarlığı sırasında da daima halinden yanıp yakılarak başka ve üstün görevler istediği, bu yüzden
bazı büyüklere mektuplar yazıp sonuç alamadığı için İstanbul'a geldi. Yanında Üveys Paşa'nın
padişaha
www.atsizcilar.com Sayfa 6
ve Veliahd Şehzade Mehmed'e yazdığı tavsiyenameler vardı. Âlî'yi öven bu tavsiyeler onun kendi
kaleminden çıkmıştı.
Âlî, doğu seferlerine dair yazdığı Nuşretnâme ile Şehzade Mehmed'in 990 (= 1582) deki sünnet
düğününe dair vazdığı Cami’ü’l-Hubûr der Mecâlis-i Sûr adlı eserlerinin takdiminden bir şeyler
umuyordu.
Padişah Nusretnâme'yi beğenmişti. Buna rağmen kendisine yine istediği ve umduğu bir görev
verilmedi. Bilâkis Haleb defterdarlığından da azledildi (991 = 1583).
İki yıl açıkta kaldı. Öteye beriye yoksul düştüğünden bahseden ve liyakatlerini sayan manzum
mektuplar göndermekte devam etti.
993 (= 1585) te Erzurum Mal Defterdarlığına tayin edildi. Altı ay burada kaldıktan sonra aynı yılın
sonlarında (= Mart 1576) Bağdad Mal Defterdarlığına naklolundu. Az bir süre sonra buradan da
azledilerek İstanbul'a geldi.
997 (= 20 Kasım 1588 - 9 Kasım 1589) de Sivas Defterdarlığına tayin olundu. Bu yıl içinde Nevadirü’l
Hikem'i yazdı.
998 (=10 Kasım 1589 — 29 Ekim 1590) de, 970 (= 31 Ağustos 1562 — 20 Ağustos 1563) te başlayıp
983 (= 12 Nisan 1575 — 30 Mart 1576) te bitirmiş olduğu Riyâzü’s-Salikin’i düzelterek kesin şekilde
bitirdi.
1001 Muharremi başında (= Ekim 1592) Fatih civarından geçen 111. Murad'ın, yapılmakta olan bir
evde 300 kadar Yeniçeri ve Acemi Oğlanı görerek evin kime ait olduğunu sorması ve Âli'ye ait
olduğunu öğrenmesi üzerine azlolundu.
Bir süre sonra Defteremini olduysa da bilinmeyen bir sebeple buradan da azledildi.
Bundan sonra ikinci defa Yeniçeri Kâtibi oldu. Bunun tarihi belli değildir. Ancak 16 Cümâzelevvel 1003
(= 28 Ocak 1595) te, III. Mehmed'in tahta çıkışında bu görevde idi. Padişahın tahta çıkışında kanun
gereğince kendisine verilen bir hil'at ile 1000 akçayı az olduğu için almadı. Bu, padişaha arzolununca
ertesi günü kendisine bir hil’at ile 50.000 akça verildi.
www.atsizcilar.com Sayfa 7
Padişah, büyük şairlerden Bakî ve Nev’i’ye ihsanlarda bulunduğu gibi Âlî'ye de isterse Yeniçeri
Kâtipliğinden tekaüdle 200.000 akçalık has tayin edilsin diye teklifte bulundu. Alî, Künhü’l-Ahbâr'ı
yazmakta olduğu için daha kolay çalışacağını umduğu Mısır Defterdarlığını istedi ve dilekçe
mahiyetinde altı beyitlik bir manzume gönderdi. Padişah, Mısır Defterdarlığını verecekti. Fakat bazı
nüfuzlu kimseler engel oldular.
Bunun üzerine 1004 Muharreminde (= Eylül 1595) Sivas Defterdarlığına, aynı zamanda Amasya
Sancak Beğliğine tayin olundu.
Aynı yıl içinde iki defa Kayseri Sancak Beği oldu. Bu görevler çok kısa sürdü. Birincisinde 28, ikincisinde
42 gün görevde kalarak azlolundu. Kayseri Beği iken bir ayda Mahasin’ül-Âdâb'ı yazdı.
1006 Cemaziyelâhırında ( = Ocak 1598) padişaha verdiği bir manzume ile kendisine biraz tekaüdiyye
bağlanmasını, bununla Mekke'ye yerleşeceğini söyledi.
1007 sonu veya 1008 başında (= Ağustos 1599) kendisine Cidde Sancak Beğliği verildi. Bu görevine
giderken Kavâ’id'ül-Mecâlis'in genişletilmiş şekli olan Mevâ’idü’n-Nefa’is fi Kavâ’idi’l-Mecâlis'i yazdı.
1008 Rebiülevvelinin sonunda (= 1599 Eylülü ortası) Hâlâtü’l-Kahire min el-Âdâti’z-Zahire'yi yazdı.
1008 Rebiülâhırından (= 18 Kasım 1599 dan) sonra Cidde'de öldü. Nereye gömüldüğü belli değildir.
FazluIIah adında bir oğlu olduğu biliniyor. Fazlullah'ın 976 (= 26 Haziran 1568 — 15 Haziran 1569)
veya 984(= 31 Mart 1576—20 Mart 1577) doğumlu olduğu anlaşılıyor.
Alî, kendi çağının bilginlerinden ve oldukça iyi şairlerinden olmakla beraber özellikle tarihçi olarak ün
yapmıştır. Hattâ, resmî görevi bakımından maliyeci olmasına rağmen bu alanda hiç tanınmamıştır.
Fakat Âlî’nin tarihçiliğine de tamamiyle güvenilemez. Duygularına mağlûp, kendi sözlerini çelen bir
adamdır. Meselâ Çengiz ve Temir hakkında, başka İslâm müverrihlerinde görülmeyen bir şekilde,
düşmanlıktan uzak bir muhakeme yürütmeye çalışması, tarafsızlığına tanık olur.
www.atsizcilar.com Sayfa 8
gibi gözükmekte ise de(1)eserinin başka bir yerinde Temir'i bütün müteassıp İslam müverrihleri gibi
batırması(2)Âlî'nin gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır.
Türkler hakkındaki düşüncesi olumsuzdur (3)Türkçeyi kaba, Arapça ve Farsça ile karışık Türkçeyi güzel
saymakta, âdet olduğu üzere Arapça ve Farsçayı üstün görmektedir (4).
(1) Çengiz Han ve Aksak Temir hakkındaki saygılı dili, Osmanlıları boşlamadan önce hükümdar
unvanlarını anlatırken şöylece göstermektedir: Târih-i hicretden sonra zuhûr eden havâkinûñ bir
şâhib-kırânı Cengiz-î ruşen-tebar ve birisi dahi Timûr-i büzürgvârdur (Künhü’l-Ahbâr, V, 17), Ayrıca
Temir hakkındaki şu satırlarıyla da kendisinin ne kadar tarafsız olduğunu ortaya koymak istemektedir:
Egerçi müverrih 'Arab-şâh ahval-i Timûrı ta’n u kadh ile yazmışdur ve Mirhônd müverrih. Timur
neslinden olan Hüseyin Mirza ki Sultân Baykara’dur. anuñ 'asrında te'lif etmekle Timur meda’yihinde
mübalağa etmişdür. Amma müverrihan-i Rûmt Timûr’a gadr-i kabih ve Sultan Bayezid Han'a vaşf-i
şarih ile yazmışlardur. Bu hakir izhâr-i hakk edüp her ne yazdumsa eşahh ve rast yazdum ve nakl
eyledümse bi-kem ü kast takrir eylemedüm. Zira ki müellife bundan ziyade 'ayb olmaz ki hakkını ketm
eyleye. Kimine gadr ve kimine vaşf ihtiyar eyleye ve garez ile söz söyleye. Mütalaa edenlere malum
olur ki aşla garez ve ta'aşşub semtine gitmedüm ve hakşinasana mefhûm olur ki kizb ü iftiraya cüret
etmedüm (Künhü’l-Ahbâr, V, 103).
(2) Temir'le Yıldırımın mektuplafmalarını anlatırken yazdığı bîr manzumede Temir tahkir
olunmaktadır:
(3) Kudretli Türk hanlarını çapulcu olarak kabul etmektedir- <......ol zümreden (yani Türk'lerden) zuhûr
eyleyen mülûk ve hânan-i şâhib-kırân-i ğâret-sülûk kemâyenbagi yazılmışdur (Künhü'l-Ahbár, l, 15).
(4)<Çerkes> adının sözde <Serakeysu> dan gelmiş olduğu hakkında uydurma bîr iştikak yaparken
Türkçenin kabalığını şu şekilde ileri sürmektedir: "Sonra lisán-i ğaliz-i Etrâk’e düşüp Çerkeş itlâk
olundı, (Künhü’l -Ahbár, V. 10). Biraz aşağıda yine Türkçenin kabalığından bahsetmekte ve Türkiye'de
kendi zamanında kullanılan dört
www.atsizcilar.com Sayfa 9
Âlî hattattır, İstanbul'un tanınmış hattatlarından olan Şükrullah oğlu Pir Mehmed Dede'den sülüs ve
nesih dersi almıştır.
Eserlerinden anlaşıldığına göre kendisini çok erdemli ve bilgili saymaktadır(1). Fakat Osmanlı
imparatorluğunun seçkin ve muhtarîyetli bir parçası olan Kırım'ı şehir sanacak kadar cahildir(2).
Daha ilk eserlerinden başlayarak durumundan şikâyet etmiş, 21 yaşında iken müderrislik veya kadılık
isteyecek kadar küstahlık göstermiştir. En ciddî eserlerinde bile kendi şahsına, değerinin bilinmediğine
yahut haksızlığa uğradığına dair bölümler, satırlar vardır.
dilden mürekkep acayip dilin edipler orasında bekalarından tatlı sayıldığını söylemektedir. Dört dilden
maksadı Türkçe, Arapça ve Farsçadan başka olarak Doğu Türkçesi yani Çağatayca olmalıdır:
Fi’l-vaki fi zamaninâ vilayet-i Rûm'da câri olan lisân-i bu’l-aceb elsine-i çardan mürekkeb bir nutk-i
pâk-mezhebdür kî ehl-i diller tekellüminde güya ki sa’irinden a'zebdür. Faraza lisân-i ‘Arabi tekellümi
farz veya vâcib olsa ve zebân-i Fârsi isti’mali sünnet-i seniyye makamında kıyam bulsa beyan olınan
halâvetden mürekkeb lisân-i Türki telaffuzı müstehab ve basitinde Türki fuşahâ kavlince nehy-i
vâcibdur (Künhü'l Ahbâr. I, 11).
(1)Âli gibi ferid-i cihanun reva mıdur 'Azl ile kapu kapu gezüp mübtezelligi beyti ile <bu fazılumuzla ki
biz ser-bülend-i afâkız> veya <Bir gevherüm ki kıymet ü kadrim bilinmedi> mısraları övünmekte ne
kadar ileri gittiğini gösterir, Âli'nin bunun gibi övünme mısraları çoktur. Bunların bazıları gülünçtür,
İbnülemin Mahmud Kemal'in özel kütüphanesindeki bir dergide bulunan bîr manzumesinde şu
beyitler vardır (Bak: İbnülemin Mahmud Kemal, Mustafa Âlî, s. 114):
(3) Trabzon Beği Ömer Beğ hakkındaki gayet iğrenç ve bayağı manzum hicviyesi bunu gösteriyor (Bak:
Naşihatü’s-Selâtin, Hüsrev Paşa 311, 85a — 85b).
www.atsizcilar.com Sayfa 10
daima kendisinden tiksinilmiş, bu kadar hırs ve gururu olduğu halde de dalkavukluk ve dilencilik
etmekten; beğlerbeğilik, reîsülküttablık ve nişancılık istemekten asla vazgeçmemiştir.
Tanınmış bir tarihçi olduğu halde sağlam bir tarih muhakemesi yoktur. Bunun en iyi tanığı, Kâtib
Çelebi taralından bilgisizlik ve akılsızlıktan doğan kuruntu ve safsatalar mahsulü olarak vasıflandırılan
(Keşfü'z-Zunûn, II, 1649) Mir'atü’l-‘Avâlim adlı eseri, dalkavukluğunun en kesin tanığı da III. Murad
hakkındaki makaleleridir.
Ali hakkında en güzel etüdü yapmış olan İbnülemin Mahmud Kemal'in de işaret ettiği gibi, şiirlerindeki
istiğna sahibi olduğunu bildiren mısralara rağmen, davranışlarında hiç istiğna göstermemiş, aksine, bir
bilim adamına asla yakışmayan bir açgözlülük göstermiştir.
Şairliği hakkındaki övünmeleri için de aynı şeyler söylenebilir. Nazını tekniği bakımından oldukça
kusursuz, ikinci sınıf bir şair olduğu halde, kendisini Nev'î'den ve hele Bâkî'den üstün görmesi ve en
üstün şair sayması da eski edebiyatta usulden olan <şairce övünme>nin çok ilerisinde bir haddini
bilmemezliktir.
Bunların dışında bir de sosyal kusuru vardır ki o da Türk milleti hakkındaki çirkin ve kötü
düşünceleridir. Türkler aleyhindeki sözlerinin «Türk» kelimesiyle «köylü» kasdediliyor diye teviline
imkân yoktur. Bunun sebeplerinden birisi kendisinin bir Devşirme torunu olması ise biri de âdeti üzre
kıskançlık ve ihtiras yüzünden her yükselene karşı duyduğu kindir.
989 (= 5 Şubat 1581 — 25 Ocak 1582) da yazdığı Naşihatü’s-Selâtin'de Türkler'in huyunu <şirret> ( =
kötülük) ve <fesâd> ( = bozgunculuk, karıştırıcılık) kelimeleriyle anlattıktan sonra eski padişahlar
zamanında Türkler'e beğlerbeğilik verilmezdi diyerek de bir yalan söylemektedir.
Bütün bunlar Alî'nin huysuz ve ahlâksız <bir fâsık-ı mahrum> olduğunu gösteriyor. O zamanda
birçoklarının da haksızlığa uğramış olduğu bilinmekte ise de Âlî gibi her görevinden atılan
görülmemiştir. Bunların hepsinin 'Alî'ye karşı yapılmış haksızlıklar olduğu, tabiî söylenemez. Nitekim
meslekdaşları arasındaki ünlü tarihçi Peçevî İbrahim Efendi (— 1061) onun için <’ Âlî hôd bir
küfrânü’n-ni'me âdem idi> diyerek ahlâksızlığını belirtmektedir(1).
İbnülemin Mahmud Kemal'in de yazdığı gibi insanlara yararlı olmak gibi yüce bir düşünceyle yazılan
eserlerinin çoğunda ilk bolüm zamanın
www.atsizcilar.com Sayfa 11
büyüklerine, ikinci bölüm ise talihinin kötülüğüne ayrılmıştır. Eserlerinin bir kısmını bilim ve erdemine
rağmen rağbet görmediğini anlatmak, bir kısmını lütuf istemek, bir kısmını marifet göstermek, bir
kısmını da ilme hizmet için yazmıştı(1).
Aynı adam hakkında birbirinin tamamen aksi mütalealar yürütmesi, yani önce övdükten sonra
yermesi, yahut yerdikten sonra övmesi de Alî'nin özelliklerindendir (Sinan Paşa, Sokullu Mehmed
Paşa ve Lala Mustafa Paşa hakkında böyle davranmıştır).
Bu kadar huysuzluğuna rağmen III. Mehmed'e verdiği bir gazelde kendisini <melek huylu> olarak
vasıflandırması da huysuzluğun orijinal bir şeklidir.
Âlî, başka kusurlarına ek olarak müsrifti. Bunu Peçevî alaylı bir dille söylediği gibi(2) III. Murad
tarafından Yeniçeri kâtipliğinden azlolunmasına sebep olan olay da yine gösteriş merakı ve israftır.
Âlînin Eserleri
Âlî, son eserlerinden olan Künhü'l-Ahbâr'ın başlangıcında 50 tane eseri olduğunu söylüyorsa da
bunların bazıları ortada yoktur. Elde bulunan eserlerine göre Alî'yi her şeyden önce bir müverrih
saymak gerekmektedir. Çünkü en ciddî ve değerli eserleri tarih ve biyografyaya ait olanlardır. Bunlar
arasında Mır’atü'l-'Avâlim gibi hurafelerden mürekkep bir risale bulanmasına ve Âlî'nin şahsî kin ve
garezlerine çok yenilmiş bir adam olmasına rağmen Osmanlı tarihçileri arasında mühim bir yeri
olduğu muhakkaktır. Fakat Süssheim'ın iddia ettiği gibi (İslâm Ansiklopedisi, I, 304—306)
Müneccİmbaşı ile asla ölçüştürülemez.
1 — Tarihî eserler.
2 —Edebî eserler.
1 — Tarihi Eserleri
Tarih ve onun bir dalı olan biyografyaya ait eserleri 13 tanedir. Kâtip Çelebi (Keşfü’z-Zunûn, II. 1512)
ve ondan alarak İbnülemin Mahmud Kemal (Mustafa Âlî, s. 62) tarafından Kenzü’l -Ahbár ve Lâkıhi’l-
www.atsizcilar.com Sayfa 12
1591-7 Ekim 1592) yılında bitirilmiş Türkçe bir genel tarihi olduğu, sonra bunu kısaltarak Fuşûlüyl-Halli
ve’l-‘Akd'i meydana getirdiği ileri sürülüyorsa da kendini övmekte pek aceleci olan Alî böyle bir
eserinden bahsetmediğine göre bunun Künhü’l-Ahbar'dan galât olduğu anlaşılmaktadır.
Bu 13 eserin hepsi Türkçe olup Nâdirü’l-Maharib ile Câmi’ü’l – Hubûr der Mecalis-i Sûr manzumdur.
Furşatnme ile Müşkât bugün ortada yoktur.
2 — Edebî Eserler:
www.atsizcilar.com Sayfa 13
7) Şadef-i Şad-gûher……….. 1001 (= 8 Ekim 1592 — 26 Eylül 1593)
8) Subhatü'l-Abdâl………….. 1002 (=27 Eylül 1593 — 15 Eylül 1594)
9) Bedi'ü’r-Rukûm …………… 1003 (=16 Eylül 1594 — 5 Eylül 1595)
10) [Manzum kırk hadîs
tercümesi] ............... 1005 ( = 25 Ağustos 1596 — 13 Ağustos 1597)
11) Gül-i Şad-berk..............?
12) Hulâşatü’l-Ahval der
Letafet - i Mevâ’iz – i
Sahihü l-Me'âl............ ?
13) Ravza-i ‘İrfan............... ?
14) Ravzatü l-Leta'if.......... ?
15) Subhatü'l-lnâbe.......... ?
16) Nikâtü’l-Kâl fi Taz-
mini’l-Makâl.............. ?
17) [Dakâ’ikü’t- Tevhid] .. ?
18) Ma’âlimü't-Tevhid ….?
19) Bedâyi’ü’l-Matâli’ ...?
20) [Cami'nin bir beyti-
nin şerhi] ...............?
Farsça divan ve Bedi'ü’r-Rukûm 'dan başka hepsi Türkçe olup <Mihrü Vefâ>, <Ravza-i ‘İrfan> ve
<Ravzatü l-Leta'if > ortada yoktur. 11 — 20 numaralı son 10 eserin telif yılları belli değildir.
Âlî'nin diğer konularda 22 eseri vardır. Bazıları değersiz makaleler olan bu eserler, yazılış tarihi belli
olanlar başta bulunmak üzere şunlardır:
www.atsizcilar.com Sayfa 14
9) Nevâdırü’l-Hikem…………… 997 { — 20 Kasım 1588 — 10 Kasım 1589)
10) [Risale-i Zırgâmiyye]…….. 999 ( = 30 Ekim 1590 — 78 Ekim 1591)
11) Mahâsinü’l-Âdâb…………. 1004 (= 6 Eylül 1595 — 24 Ağustos 1596)
12) Mevâ’idü’n-Nefâ’is fi
Kavâ’idi'l-Mecâlis…………. 1007 veya 1008 ( = 4 Ağustos 1598 — 23 Temmuz veya
24 Temmuz 1599— 12 Temmuz 1600)
13) Tuhfetü'ş-Şulehâ..............?
14) [III. Murad'ın 120 yıl
yaşayacağına dair risale] ?
15) Dürer-i Menşûre ?
16) Zübdetü'l-Evrâd …………... ?, .
17) Hakâyikü’l-Ekâlim………… ?
18) Menşe’ü’l- İnşa .............. ?
19) Münşe’ât........................?
20) Ma’âyibü'l-Erzal ………….?
21) Nüzhet veya Nüzheü’l-
Mecalis........................ ?
22) Şad Kışşa ve Şad Hişşe ..?
www.atsizcilar.com Sayfa 15
Nâdirü'l-Mahârib:
Kanunî Sultan Süleyman'ın şehzadeleri olan Selim'le Bayazıd'ın Konya savaşını anlatan manzum ve
mensur bir eserdir. II. Selim'in tahta çıkmasıyla biter. Manzumelerin çoğu Farsçadır. 976 Recebinde
(=20 Aralık 1568—19 Ocak 1569) yazılmıştır.
Tumturaklı ve ağdalı bir dille yazılan bu eserde Â|î dışardan hiçbir manzuma almadığını iddia
etmektedir. Başlangıç:
Yazma
Heft Meclis:
Kanunî Sultan Süleyman'ın son seferi olan Sigetvar seferinin tariidir. Padişahın 9 Şevval 973 (=2 Mayıs
1566) perşembe günü sefere çıkışını, ordunun yürüyüşünü, savaşı, Kanunî'nin ölümünü ve II. Selim'in
9 Rebiülevvel 974 ( 23 Eylül 1566) Pazartesi günü tahta çıkışını anlatır. <Meclis> adını verdiği 7
bölümden ibarettir. 980 ( = 14 Mayıs 1572-2 Mayıs 1573) de yazılmış ve Sadırazam Sokullu Mehmed
Paşa'ya sunulmuştur. Alî bu eserini tarih yazmaktan çok inşadaki ustalığını göstermek için kaleme
almıştır. Başlangıç:
Basma
Yazmalar
Zübdetü't-Tevârih:
756 da ölen Kazi ‘Azud'un İşraku't-Tevârih adlı din tarihi kitabının genişletilmiş tercümesidir. Bosna
Sancağı Begi Ferhad Paşa'nın is-
www.atsizcilar.com Sayfa 16
teği üzerine tercüme edilmiştir. Bosna'nın Banaluka kasabasında 982 Şevvalinde (=Ocak 1575)
tercümeye başlayıp 983 Muharreminde (Nisan 1575) bitirmiştir. Bunu Alî, kitabının sonunda
söylemektedir (Bak; Hamidiye 943, yaprak: 214b; Reşid Efendi 663, yaprak: 202b; Hazine 1330, yaprak:
134b—135a). Fakat Âlî, kendi biyografisi hakkında geniş bilgi verdiği Nasihatti's-Selâtin adlı eserinde
Zübdetüt-Tevarih'i 40 yaşında iken yazdığını bildiriyor (Bak: Yeni Cami 1014, yaprak: 132b — 133b). Âlî
948 de doğduğuna göre 40 yaşında iken 988 yılında bulunuyor demektir. İkisi de Âlî'nin kaleminden
çıkan ve 983 ile 988 gibi beş yıllık fark gösteren bu rakkamlardan ikincisini, Zübdetü't-Tevârih'-in
yeniden gözden geçirilerek kesin şeklini almasının tarihi olarak kabul etmek doğru olur sanırım.
Başlangıç:
Yazmalar
2) Hamidiye 948
216 yaprak.
3) Hazine 7330
137 yaprak.
4) Müze 433
192 yaprak.
[Sonu eksik].
5) Müze 434
161 yaprak.
[Sonu eksik].
www.atsizcilar.com Sayfa 17
6) Reşid Efendi 663
204 yaprak.
Nuşretnâme:
Lala Mustafa Paşa'nın 986— 987 yıllan içinde milâdî 5 Nisan 1578 e 7 Ocak 1580 arasında devam
eden Azerbaycan ve Şirvan seferlerinin tarihidir. 988 ( = 17 Şubat 1580 - 4 Şubat 1581) de yazılmıştır.
Başlangıç:
Yazmalar
2) Hazine 1365
264 yaprak.
[Baştan bir yaprak eksik. Bu yaprakta 12 satır olması gerektiğinden 12 satır eksik demektir. Güzel
ciltli, tezhipli bir nüshadır. 992 Recebi ortasında (=1584 Temmuzu ortası) istinsah olunmuştur.
Birçok minyatürleri vardır. Fakat arada da bazı yaprakların eksik olduğu, eseri daha Önce inceleyen
biri tarafından tesbit olunmuştur. Bununla beraber, galiba en iyi nüsha budur].
3) Nuruosmaniye 4350
263 yaprak.
4) Revan 7298
229 yaprak.
Furşatnâme:
Nuşretnâme'de anlatılan olayların yani 986 — 987 yılları içinde milâdî 5 Nisan 1578 ile 7 Ocak 1580
arasında vuku bulan Azerbaycan ve Gürcistan savaşları tarihinin tamamlayıcısıdır. Lala Mustafa
Paşa'dan sonra serdarlığa tayin olunan Sinan Paşa'nın emriyle yazıldığına göre 989 (=5 Şubat 1581 -
25 Ocak 1582) de telif edilmiş olmalıdır.
Şimdiye kadar nüshası bulunmamıştır. Revan Kütüphanesinin 1290 numaralı cildindeki son eserin
(41b— 87b) Furşatnâme olmasından şüphelenilmiştir. Çünkü o cildin başında Alî'nin diğer iki eseri
bulunmaktadır: 1b — 25a yapraklarında da Nâdirü’'l-Mahârib ve 26b — 40a yapraklarında da Heft
Meclis vardır. Fakat bu üçüncü eserin Furşatnâme olmasına imkân yoktur. Çünkü eser 1012 olaylarıyla
başlamaktadır. Âlî ise 1008 de ölmüştür.
www.atsizcilar.com Sayfa 18
Cami’ü’l-Hubûr der Mecâlis-i Sûr;
III. Murad'ın, oğlu Mehmed (=III. Mehmed) için 1 Haziran 1582 ile 31 Temmuz 1582 arasında
yaptırdığı büyük ve eşsiz sünnet düğününü anlatan eser. O sırada Haleb Tımar Defterdarı bulunan Alî
de düğüne davet olunmuş, türlü vezinlerde manzum, küçük bir bölümü de mensur olan bu eserini
sünnetin yapıldığı 990 yılı içinde ( = 26 Ocak 1582 — 25 Ocak 1583) altı ayda bitirmiştir. Başlangıç:
Yazmalar
1) Bağdat Köşkü 203
109 yaprak.
2) Nuruosmaniye 4318
107 yaprak.
[Son yapraklarından bazıları yanlış ciltlenmiştir]
Menâkıb-i Hünerveân:
Âli'nin 995 Rebiülâhırının sonunda (=1587 Nisanı başları) yazdığı bu mühim eser hat tarihinden; Ünlü
hattatlar, nakkaşlar, mücellitler ve-sair sanatkârlardan bahseder. Bir mukaddeme, beş fasıl, bir
hatimeden mürekkeptir. Iraklı Kutbeddin Muhammed Yezdî nin 50 hattat hakkında yazdığı eserle
divan kâtiplerinden ünlü Hattat Kırımlı Abdullah'ın özel olarak verdiği bilgiye dayanılarak yazılmıştır.
Başlangıç:
Basma
1) İstanbul 1926, Matbaa-i Âmire, 92 sayfa (Türk Tarih Encümeni Külliyatı: 9). Eserin başında ayrıca
İbnülemin Mahmud Kemal tarafından Âlî'nin hayatı ve eserleri hakkında yazılmış 135 sayfalık bir
inceleme vardır.
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 19
2) Emanet Hazinesi 1231
74 yaprak.
10 Cemaziyelâhır 1010 istinsahlı.
6) Hazine 1291
64 yaprak.
7) Müze 1302
32 yaprak.
1009 istinsahlı.
9) Revan 1504
67 yaprak
Mir'âtü'I- ‘Avalim:
Dünyanın yaratılmasına ve Adem'den önceki yaratıklara dair hurafelerden ibaret bir eser olup Kâtib
Çelebi'nin şiddetli tenkidlerine uğramıştır (Keşfü’z-Zunûn, II, 1649). 995 ( =12 Aralık 1586 — 2 Aralık
1587) de yazılmış olup iki fasıldan ibarettir. Başlangıç:
Basma
1) İstanbul 1287, Çemberlitaş'ta Ahmed Efendi Basmahanesi, 40 sayfa [Bu basmanın bir nüshası:
Hüdâî 1118]. Bu basmada eserin başlangıcı ile hatimenin bir bölümü yoktur.
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 20
4) Ayasofya 3100 (154a — 171b)
1048 istinsahlı.
www.atsizcilar.com Sayfa 21
24) Hasan Hüsnü Paşa 340 (65b —73a)
Mir'kâtü'l-Cihad:
Danişmend Gazi'nin savaşlarından bahseden yarı destanî bir tarihtir. Bu eser ilkönce Selçuklu padişahı
II. İzzeddin Keykâvûs'un buyruğu ile 642 (=9 Haziran 1244—28 Mayıs 1245) de İbn-i ‘Alâ tarafından
münşiyâne bir Türkçe ile yazılmış, 762 (=11 Kasım 1360 — 30 Ekim 1361) de Osmanlı I. Murad Beğ'in
buyruğu ile Tokat Dizdarı Ali Arif tarafından açık Türkçeye çevrilmiş ve eklentiler yapılmıştır.
Ali 997 (=20 Kasım 1588 — 9 Kasım 1589) de Niksar'da azledilmiş olarak bulunduğu sırada bazı tarihî
eklentilerle bu nüshayı meydana getirmiştir. İfade oldukça münşiyânedir. Kâtib Çelebi'ye göre eser
Çorum otlağında (herhalde yayla kasdolunmuştur) 40 günde yazılmıştır (Keşfü’z-Zunûn, II, 1656).
www.atsizcilar.com Sayfa 22
Yazmalar
2) Revan 364
139 yaprak.
[Başından belki bir yaprak, sonundan hayli eksik],
Künhü’l-Ahbar:
Alî'nin en büyük ve değerli eseri olan Künhü’l-Ahbar. Türkçe bir genel tarihtir. Yirmi yıldan beri
yazmayı düşündüğü bu esere İstanbul' da 1000 yılında (=19 Ekim 1591-7 Ekim 1592) başladı. 1007 (=4
Ağustos 1598 — 23 Temmuz 1599) de bitirdi. Âdet olduğu üzere münşiyâne bir dille yazılan başlangıç
bir tarafa bırakılırsa, dil oldukça sadedir.
Başlangıçta kaynak olarak gösterdiği 130 eser arasında Osmanlı Tarihi'ni ilgilendiren tek kitap
Şakâyiku’n-Nu'mâniyye'dir. Birde Ebussuud'un kitabından bahsediyorsa da bunun ne olduğu belli
değildir. Ancak, adını söylememekle beraber birçok Osmanlı kaynaklarına başvurduğu muhakkaktır.
Netekim Ankara Savaşı'ndan sonra Temir'le Yıldırım'ın konuşmasını anlatırken «.... Cami’ü’l-
Meknûnât nâm kitabda ve Ahmedi karındaşı Molla Hamza’nuñ tarihinde yazılmışdur ki... >diyerek bir
veya iki kaynağını daha söyler (Künhü'l-Ahbâr, V, 94).
Künhü’l-Ahbâr'ın Osmanlılar bölümü, özellikle bu bölümün Alî ile çağdaş son yılları anakaynak
niteliğindedir. Alî burada da, yaratılışı iktizası, garezkârlıktan kurtulamamışsa da, bazen de
kendisinden umulmayacak kadar doğrulukla tenkid ve açıklamalar yapmaktan geri kalmamıştır.
Osmanlılar bölümü 1005 Saferi başlarında ( = Ekim 1596) biter.
Künhü'l-Ahbar bir başlangıçla müellifin <rükn> dediği dört bölümden ibarettir. Rüknler şöyledir:
Dördüncü Rükn: Başlangıçtan 1005 Saferine kadar (=Ekim 1596) Osmanlı tarihi.
www.atsizcilar.com Sayfa 23
Basma
1) Künhü’l-Ahbâr’ın İstanbul'da yapılmış eksik bir basımı vardır. 5 cilt halideki bu basımın yalnız ilk
cildinde 1277 tarihi bulunmaktadır. Basım iyi değildir ve eserin başlangıcında tasnifi yapılan dört
rükne pek uyamamaktadır.
I. Cilt) Matbaa-i Âmire, 1277 Zilkade ortası (=1861 Mayıs sonu), 5 + 328 sayfa [Kâinatın, meleklerin,
cinlerin, şeytanların yaratılışı. Denizler, adalar ve karalar. Âdem'den önceki Can kavmi. Âdem]. Bu cilt
Birinci Rüknü almaktadır.
II. Cilt) Tarihsiz. 4 + 245 sayfa [Şît, İdris, Nuh, efsanevî Mısır kıralları. Nuh'un çocuklarından türeyen
milletler, Hûd, Salih, Iskender-i Zülkarneyn, Ye'cüc Me'cüc, İbrahim, Nemrud, Lût, İshak, İsmail,
Mekkenin yapılması, Yakub, Yusuf'un Yakub'dan ayrılması). Bu cilt İkinci Rüknün bir bölümüdür.
III. Cilt) Tarihsiz. 2 + 440 sayfa [Başında Üçüncü Cilt olduğu halde, 104. sayfanın başında 4. Cildin 1.
Cüzü olduğu, 250 sayfanın başında İse 2. Rüknün 2. Cüzü olduğu yazılıdır. Eserin başlangıcında ikinci
Rüknün peygamberlerden ve Arap tarihinden bahsedeceği bildirildiğine göre bu kayıtlar doğrudur.
Yani bu cilt İkinci Rüknün devamıdır, içinde şunlar vardır: Yusuf'un macerası, Eyüb, Şuayb, Musa,
Yunus, Davud, Süleyman, Zekeriya, Yahya, Isa, Muhammed. Muhammed'in mucizeleri, miraç
Muhammed'in yakınları ve silâhları, Dört Halife, On Müjdeliler, Eshab, büyük imamlar ve
muhaddisler. On İki İmam, Mehdi'nin çıkacağının belirtileri].
IV. Cilt) Tarihsiz. 8+218 + 58 78 sayfa [Baştaki 8 sayfalık fihristin 1. 4. ve 7. sayfalarının başında
Üçüncü Rüknün birinci, ikinci, üçüncü cüzülerinİn fihristi olduğu yazılı ise de bu tamamiyle doğru
değildir. Çünkü eserin başlangıcındaki tasnife göre Üçüncü Rükn, Türk Tarihidir. Bu ciltteki 218
sayfalık ilk bölüm Emevî ve Abbasî'leri anlattığı için İkinci Rüknün devamı ve sonu, 58 ve 78 sayfalık
İkinci ve Üçüncü Cüzüler İse Türk Tarihini anlattığı için Üçüncü Rüknün bütünüdür.
İkinci Cüz (58 sayfa): Tolunlular, Ahşıdlılar, Fatimîler, Eyyubîler, Türk Kölemenler, Çerkes Kölemenler.
Üçüncü Cüz (78 sayfa): Baykara ve halefleri, Safevîler, Buhara ve Semerkand hanları, Akkoyunlular,
Karakoyunlular, Dulkadırlılar, Hind
www.atsizcilar.com Sayfa 24
hükümdarları, Geylân ve Mazenderan hâkimleri, Ramazanoğulları, Şirvan hâkimleri, Hind Türk
Kölemenleri],
V. Cilt) Tarihsiz. 2 + 280 sayfa [Cildin başında Dördüncü Rüknün Birinci Cüzü olduğu yazılı ki doğrudur,
ilk sayfalarda Arap, Çerkes, Arnavut, Hırvat-Boşnak, Frenk, Macar ve Almanlar hakkında bilgi
verildikten ve türlü hükümdarların unvanları zikredildikten sonra (s. 2—18) Osmanlı Tarihine
geçilmektedir. Bu cilt İstanbul'un fethiyle bilmektedir. Sonunda İstanbul'un kuruluşu hakkındaki
efsanevî bilgi tekrarlanmaktadır].
Yazmalar
2) Bayazıd 14.024
304 yaprak.
1065 istinsahlı.
[Osmanlılar bolümü].
[Eski numarası: Hasan Fehmi Paşa 354].
6) Fatih 4225
501 yaprak.
1029 istinsahlı.
[Osmanlılar bölümü].
7) Fatih 4465
277 yaprak.
1093 istinsahlı.
[926 da Yavuz'un ölümüne kadar Osmanlılar bölümü].
www.atsizcilar.com Sayfa 25
8) Hacı Selim Ağa 765
585 yaprak.
[Osmanlılar bölümü].
www.atsizcilar.com Sayfa 26
[Sahabeler, İmamlar, Iran padişahları, Batlamyuslar, Tolunlular, Ahşıdlılar, Fatımîler. Eyyubîler, Türk
Kölemenler, Çerkes Kölemenler, Emevîler, Abbasîler, Baykara ve halefleri, Safevîler, Buhara ve Semer-
kand hanları, Akkoyunlular, Karakoyunlular. Dulkadırlılar, Hind hükümdarları, Samanlılar, Tahirîler,
Gazneliler, Selçuklular, Danişmendlıler, Atabeğler, Harzemşahlar, Muzafferîler, İlhanlılar, Gorlular,
Batınîler. Çengizliler, Kırım hanları, Temirlıler, Anadolu Selçukluları].
www.atsizcilar.com Sayfa 27
26) Nuruosmaniye 3408
456 yaprak.
[Başlangıçtan Abbasîler'in sonuna kadar].
www.atsizcilar.com Sayfa 28
35) Revan 1124
300 yaprak.
1097 istinsahlı.
[Kanuni'nin tahta çıkışından eserin sonuna kadar]
Bir mukaddeme. 32 fasıl, tezyîl ve hatimeden mürekkep bir tarih özetidir. Mukaddemede Âdem'den
başlayarak Zahhâk'in ölümüne kadar olan olaylar, 32 fasılda hicrî 1000 yılına (19 Ekim 1591 — 7 Ekim
1592) kadar gelen İslâm ve Türk devletleri, tezyîlde Osmanlılar, hatimede de Anadolu belliklerinden
bahseder. İstanbulda 1007 Saferinde (= Temmuz 1598) yazdığı bu eserinde Alî, İslâm devletlerinin
yükseliş ve batış sebeplerini anlatmak istemişse de avâmîlikten kurtulamamış, ancak Osmanlı
Devletinden bahsettiği tezyîlde cesur tenkidlerden de geri kalmamıştır. Başlangıç:
Basma
1) İbnülemin Mahmud Kemal, Âlî hakkındaki eserinde (s. 62) Fuşûlü Hall ü ‘Akd’ın 30 küçük sayfadan
ibaret, basım yılı ve matbaası belirsiz, eksik bir basımının bulunduğunu söylüyor.
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 29
3) Ali Emîrî Efendi (Tarih) 245
195 sayfa.
1157 istinsahlı.
[Sonunda kayıt:
4) Bayazıd 5027
141 yaprak.
1055 istinsahlı.
5) Bayazıd 5028
123 yaprak.
1160 istinsahlı.
www.atsizcilar.com Sayfa 30
18) Hekimoğlu Ali Paşa 788 (124b — 189b)
Mısır'ın eski ve yeni tarihinden, Mısırlıların âdetlerinden, Mısır'daki Türk'lerin ikinci, üçüncü kuşakta
bozulduğundan bahseden bir eserdir. Mısır'daki Osmanlı beğlerbeğilerini de sırayla anlattığı için
Osmanlılar çağının da bakılması gereken kaynaklarındandır. Ali'nin en ciddî eserlerinden biridir. 1008
Rebiülevvelinin sonunda (= 1599 Eylülünün ortası) yazılmış ve Dârussaâde Ağası Gazanfar Ağa'ya ithaf
olunmuştur.
www.atsizcilar.com Sayfa 31
Hatime: Tolunlular, Ahşıdlılar, Fatımîler, Eyyubîler, Türk Kölemenler, Çerkeş Kölemenler hakkında çok
kısa bilgiden sonra Osmanlı valileri üzerinde biraz daha etraflı bir özet.
923 Recebinde (= 20 Temmuz - 18 Ağustos 1517) nasbolunan Hayırbay ile 1 Rebiülevvel 1008 (= 21
Eylül 1599) de vali olan Hızır Paşa arasındaki bütün valiler. Başlangıç:
Yazmalar
Müşkat:
Bunun adı Şadef-i Şad-Güher’de geçiyor. Mirkâtü'l-Cihâd ile ilgisi bulunan bir eserdir. Belki onun bir
özetidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 32
2 — Edebi Eserler
www.atsizcilar.com Sayfa 33
Mihr ü Mâh:
Âlî'nin ilk eseridir. 969 ( = 11 Eylül 1561 — 30 Ağustos 1562) da yazılmıştır. Nailler ve kasidelerden
mürekkeptir. O sırada Şehzade Selim'in maiyetinde divan kâtibi olan Alî bu eserini şehzadeye sunarak
müderrislik veya kadılık istedi ise de şehzade henüz 21 yaşında olan Âlî'nin bu isteğini nükteli
cevaplarla reddetti. Başlangıç:
Yazma
Mihr ü Vefa
Âlî'nin ilk eserlerindendir. 970 (=31 Ağustos 1562—20 Ağustos 1563) te yazılmıştır. Mefâîlün mefâîlün
feûlün vezninde 7000 beyitlik bir mesnevi, konu bakımından da klâsik tarzda bir aşk romanıdır. Âlî,
tercümei haline dair geniş bilgi verdiği Naşihatü's-Selâtin adlı eserinde (Hüsrev Paşa 311, yaprak:
111b) Mihr ü Vefa için Yusuf ve Zelîhâ'nın ikincisi, Leylâ ve Mecnûn'un üçüncüsüdür diyip örnek olarak
da 9 beyit zikrediyor.
Tuhfetü’l- ‘Uşşak:
Türk ırkından Iran şairi olan Hüsrev-i Dehlevî (651 — 725 = 1253 — 1325) nin Farsça manzum
Matla’ü’l-Envar adlı eserine naziredir. <Feilâtün feilâtün feilün> vezninde 3006 beyitlik Türkçe
mesnevidir, içinde terciler de bulunan ahlâkî bir eserdir, iki ayda yazılmıştır. Son beyti olan:
Beytindeki kelimelerinin telif tarihi olduğu anlaşılıyor. Bunun ebcedle karşılığı 969 dur.
Halbuki Âlî, kendi biyografisi hakkında mühim bilgiler verdiği Naşihatü's-Selâtin 'de (Yeni Cami 1014,
129b) Tuhfetü’l-‘Uşşak’ı 30 yaşında iken yazdığını söylüyor. Âlî 948 de doğduğuna göre 30 yaşında iken
içinde bulunduğu yıl 978 dir. Eserin 969 da
www.atsizcilar.com Sayfa 34
yazıldığı, fakat 978 de düzeltme ve eklemelerle kesin şeklini aldığı anlaşılıyor. Başlangıç:
Yazma
Farsça Divan:
Âlî bazı eserlerinde (Künhü’l-Ahbar, Şadef-i Şad-Güher, Manzum Kırk Hadîs Tercümesi) Farsça bir
divanı olduğunu söylüyorsa da bu divan şimdiye kadar ele geçmemiştir. Farsça Divan 988 (=17 Şubat
1580 — 4 Şubat 1581) de tertip olunmuştur. İbnülemin Mahmud Kemal, özel kütüphanesindeki
dergilerde Alî'nin 105 ve 42 beyitli iki Farsça kasidesine rastladığını söylüyor (Mustafa Âlî, s. 73).
Türkçe Divan:
Âlî, 1001 (=8 Ekim 1592 -26 Eylül 1593) de yazdığı Şadef-i Şad-güher’de ikisi Türkçe, biri Farsça olmak
üzere üç divanı, 1005 ( = 25 Ağustos 1596 — 13 Ağustos 1597) te yazdığı Manzun Kırk Hadîs
Tercumesi'nde ve 1007 (=4 Ağustos 1598 — 23 Temmuz 1599) de bitirdiği Künhü’l-Ahbâr'da da üçü
Türkçe, biri Farsça olmak üzere dört divanı olduğunu söylüyor.
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 35
2) Bayazıd 5665.
178 yaprak.
9) Hamidiye 1107
212 yaprak.
1055 istinsahlı.
[982 Şevvalinde tertib edildiği kayıtlı].
İkinci sınıf bir şair olan Âlî'nin nazım tekniği bakımından başarılı bir manzumesi aşağıdadır:
www.atsizcilar.com Sayfa 36
Metin
Transkripsiyon
Riyâzü’s-Sâlikin:
Dinî, tasavvufî, ahlâkî bir mesnevidir. Arada küçük bir bölüm de mensurdur. <Müfteilün müfteilün
fâilün> veznindedir. Eser 3 <ravza> dan, Her ravza da 10 <devha> dan mürekkeptir.
Âlî'nin birçok eserlerinde olduğu gibi bunun da telif yılım kesinlikle anlamak mümkün değildir. Eserin
başlangıcında bunu 22 yaşında iken (yani 970 yılında=31 Ağustos 1562 — 20 Ağustos 1563) Şam'da
yazmaya başladığını, fakat yoksulluk ve üzüntü yüzünden bitiremediğini söyler. Naşihatü's-Selâtin 'de
ise (Yeni Cami 1014, 131a) Riyâzü’s-Sâlikin 'i 35 yaşında iken (yani 983 yılında=12 Nisan 1575— 30
Mart 1576)
www.atsizcilar.com Sayfa 37
yazdığını kaydeder. Halbuki yine Riyâzü’s-Sâlikin başlangıcında eseri 998 (=10 Kasım 1589 — 29 Ekim
1590) de bitirdiğini yazar. Buna göre esere 970 te başlayıp bitirememiş, 983 te bitirmiş, 998 de ise
gözden geçirip kesin şeklini vermiş olmalıdır. Başlangıç:
Yazma
Şadef-i Şad-güher :
Yazmalar
Subhatü’l-Abdâl:
Alî'nin türlü tarihlerde yazdığı mersiyelerden mürekkeptir. 1002 (=27 Eylül 1593- 15 Eylül 1594) de
tertib olunmuştur. Başlangıç:
Yazmalar
Bed’ü’r-Rukûm:
1003 (=16 Eylül 1594—5 Eylül 1595) te telif olunmuş Farsça eser. Edebiyata dairdir. Mensur olmakla
beraber arada Türk ve Fars şairle-
www.atsizcilar.com Sayfa 38
rinden parçalar ve Âlî'nin bunlara nazireleri vardır. Âlî, bu eseriyle Farsça ve Arapça şiir yazmaktaki
kabiliyetini ortaya koymak istemiştir. Bu arada İstanbul'un ilk kadısı olan Hızır Beğ Çelebi'nin çok
tanınmış Arapça müstezadına bir nazire yazmıştır (Kadızâde Mehmed 429 yaprak: 115b —116b).
Âlî'nin başka yerlerde de Arapça manzumeleri vardır. Sinan Paşa'nın köşkü için yazdığı tarih şiiri
bunlardan biridir. 999 (=30 Ekim 1590-18 Ekim 1591) da yazdığı bu 15 beyitlik manzume ile Âlî.
karaktersizliğini bir kere daha göstermiştir. Aynı Sinan Paşa hakkında daha önce hicivler yazmıştı. 15
beyitlik tarih manzumesi için bak: Esad Efendi 3436, yaprak: 20).
Bedi'ü'r-Rukûm’un başlangıcı:
Yazma
1005 (=25 Ağustos 1596—13 Ağustos 1597) te telif olunmuştur. Müellif tarafından ad konmamıştır.
Osmanlı Müellifleri'nde (III, 90) Subhatü’ ‘Uşşak adı ile gösterilmesi yanlıştır. Subhatü’l ‘Uşşak,
Latîfî'nin manzum yüz hadîs tercümesinin adıdır. Kırk Hadis tercümesi'nin başlangıcı:
Yazmalar
Gül-i Şad-Berk:
Yüz gazelinin matlalarından mürekkep bir derleme eser. Âlî'nin kendi kendisine büyük değer
biçmesinin tanıklarından biridir.
Yazmalar
2) Müze 274
[Yalnız son sayfası].
(1) Metinde:
www.atsizcilar.com Sayfa 39
Hulâşatü’l-Ahval der Letâfet-i Mevâ’iz-i Sahihi’l-Hâl:
<Feilâtün mefâilün feilün> vezninde 12 bendli bir tercî-i benddir. Her bend 21 beyitlidir. Padişah,
vezir, şeyhülislâm, beğlerbeği, defterdar, şeyh, şair, tımarlı asker, imam, hatip, müezzin, kâtip,
mütevelli öğretmen ve tüccar gibi sosyal sınıfların durumu hakkında iğneleyici bir manzumedir. Her
mesleğin güçlüğünü, uğrayacağı haksızlıkları ve haksız tenkidleri anlatmaktadır. Başlangıç:
Yazma
Ravza-i ‘İrfân:
Âlî'nin kendisi tarafından hem Ravza-i ‘İrfân, hem de Riyâz'ü'l-İrfan şekillerinde kaydedilen (Bak:
İbnülemin Mahmud Kemal, Mustafa Alî, 81) bu manzum eserin nüshası bulunamamıştır.
Ravzatü’l-Letâ’if:
Tasavvufî olan bu 3000 beyitlik eserin de nüshası bulunamamıştır (Bak: İbnülemin Mahmud Kemal,
Mustafa Âlî, 82).
Subhatü’l-İnâbe:
Yazmalar
Nikatü'I-Kâl fi Tazmini’l-Makâl:
III. Murad'ın:
www.atsizcilar.com Sayfa 40
<Hudâvendâ baña lutfuñ erişdürgil ‘inâyetden> mısraı ile başlayan güzel bir gazelinin şerhidir. Âlî bu
şerhle kendisinin bir vazifeye tayini için âdeta bir dilekçe vermiştir. Başlangıç:
Yazmalar
1) Reşid Efendi 1146(113b— 116b)
[Müellif yazısı].
[Dakâyikü’t-Tevhid]:
III. Murad'ın:
diye başlayan gazelinin şerhidir. Dakâyikü’t-Tevhid adı müellif tarafından verilmiş olmayıp
yakıştırmadır. Başlangıç:
Yazma
1) Üniversite (Türkçe) 3543 (41b —48a)
Ma’alimü’t Tevhid;
III. Murad'ın
Yazma
1) Üniversite (Türkçe) 3543(109b— 120a)
Bedâyi’ü’l-Matâli’:
Bu da III. Murad'ın bir şiirinin şerhidir. Nüshası bulunmamıştır. Şadef-i Şad-Güher ile Ni kâtü'l-Kal fi
Tazmini'l-Makâl'de adı geçmektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 41
3-Diğer Konulardaki Eserler:
www.atsizcilar.com Sayfa 42
Enisü'l-Kulûb:
Âlî'nin inşâya ait bir eseridir. 971 ( = 21 Ağustos 1563—8 Ağustos 1564) de Şam'da yazılmıştır.
Şimdiye kadar bir nüshası bulunamamıştır.
Râhatü’n-Nufûs:
Tifaşi'nin eserinin değişik ve ilaveli tercümesidir. 977 ( = 16 Haziran 1569 — 4 Haziran 1570) de
Şehzade Mehmed (=111. Mehmed) için yazılmıştır. İki cüzden ibaret olup her cüz dört babdır. Eserin
mukaddemesinden Âlî'nin 977 yılında Aydın'daki Boz Dağ'da bulunduğu anlaşılıyor. Râhatü’n-Nufûs
tıbbî çeşnisi olan bir bahnamedir. Âlî, Arap kadınlarını övüp Türk kadınlarını yermekte, ancak
<Rûmiyye> dediği Osmanlı şehir kadınlarının temiz olduğunu söylemektedir. Başlangıç:
Yazmalar
Hilyetü'r-Ricâl:
822 (=28 Ocak 1419- 16 Ocak 1420) de ölen Hace Muhammed Parsa'nın Faşlü'l-Hıtâb adlı kitabından
alınmış ve 3 bab üzerine tertib olunmuştur:
Eser, III. Murad'ın buyruğu ile 985 Ramazanında (=12 Kasım —11 Aralık 1577) İstanbul'da telif
olunmuştur. Müellif yazısıyla olan nüshada (Reşid Efendi 1146) böyledir. Fakat, Âlî kendi biyografisi
hakkında bilgi verdiği Naşihatü's-Selâtin adlı eserinde (Yani Cami 1014, yaprak: 132b — 133b)
Hilyetü'r-Ricâl 40 yaşında iken, yani 988 ( = 17 Şubat 1580—4 Şubat 1581) de yazdığını söyler. Ancak
Naşihatü's-Selâtin eserlerini toparlak hesapla 30, 35, 40 yaşında iken yazdığını söylemesi bu yaşların
kesin değil de <aşağı yukarı> olarak zikredildiğini gösterse gerektir. Bu sebeple Hilyetü'r-Ricâl telif
tarihini 985 Ramazanı ( = 12
www.atsizcilar.com Sayfa 43
Kasım — 11 Aralık 1577) olarak kabul ediyorum. Başlangıç
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 44
Naşihatü’s-Selatin:
Padişahlara yol gösterici ahlâk ve siyaset kitabı olup 3 Zilkade 989 Perşembe günü ( = 8 Aralık 1580)
Haleb tımar defterdarı iken yazmıştır. Çağının siyasî ve sosyal durumunu gösteren mühim bir eserdir.
Fakat bunda da yine haksızlıklara uğradığını ve değerinin bilinmediğini yazmaktan geri kalmamıştır. 1
mukaddeme, 4 bab, bir hatimeden mürekkeptir. Salâhaddin Eyyubî'nin bilginlerinden Şirazlı
Abdurrahman'ın aynı konudaki eserinden çok faydalanmış, fakat eserinin sonunda, bunun tercüme
olmadığını iddia etmiştir.
Mukaddeme: Padişahların devlet işlerini yapmaları, gerekli şeyleri elde etmeleri ve siyasetleri.
Başlangıç:
Yazmalar
1) Fatih 3522
206 yaprak.
3) Nuruosmaniye 4347
134 yaprak.
4) Nuruosmaniye 4348
163 yaprak.
5) Revan 406
182 yaprak.
[Minyatürlü nüsha. Bozulmaya yüz tutmuş].
www.atsizcilar.com Sayfa 45
Metin
Transkripsiyon
Tavâyif-i muhtelifeden ba'zı milel-i mütenevvi'a vardur ki mutlaka hükümete lâyık olmazlar ve melâz-i
nâs olacaklayın devlete liyâkat ve istihlâk bulmazlar. Anlar gibilere zi'âmet mertebesiyile ri’âyet
kâfidür. Ziyâdesi ‘işyân ve tuğyanlarına sâzkâr-i vâfidür. Ol zümreden biri Ekrâd-i bed-nihâddur ki
cibilletleri mahz-i lecc-ü ‘inâddur. ikinci Etrâk-i kalilü'l-İttihâddur ki hilkatleri mahz-i şirret ü fesâddur.
Bâ’is budur ki selâtin-i sabıka zamanlarında Ekrâd ve Etrâke beglerbegilikler verilmezdi ve ebâ 'an
cedd begzâdelerinden gayrısına beglik bile lâyık görülmezdi. Ammâ fi zamâninâ ol güne tabakât
ri’âyeti meslûbdur. Etrâk ve Ekrâd mâlik-i sîm-ü dinâr olduğı takdirce dilirân-i Hâşimiden bile
merğûbdur...
(Hüsrev Paşa 311, yaprak: 49b — 50a; Nuruosmaniye 4347, yaprak: 46; Yeni Cami 1014, yaprak: 54b —
55a).
Cami’ü’I-Kemâlât:
III. Murad'ı övmek için yazılmış, manzumeler serpili mensur bir eserdir. Ciddî veya ilmî bir tarafı
olmayıp III. Murad'ın büyüklüğünü ebced hesaplarından, rakkam tesadüflerinden çıkaran dalkavukça
bir eserdir. III. Murad on ikinci padişah sayıldığı için eser on iki bölüme ayrılmış ve her bölümde
padişahın bir erdemi anlatılmıştır.
Yazma
www.atsizcilar.com Sayfa 46
Vakfnâme:
Âlî, Bağdat mal defterdarlığından azledildiği 994 (= 23 Aralık 1585— 11 Aralık 1586) te Kerbelâ'da
İmam Hüseyn'in ve öteki Kerbelâ şehidlerinin türbelerini ziyaret ettikten sonra burada bir sebil
yaptırdı. Sebilin idaresi hakkında bir vakfnâme yazdı ki tarihi 994 Cemazielevveli başlarıdır (=1586
Yazma
Kava’idü’l-Mecâlis:
Görgüye dair. 995 Recebinin başlarında (=1587 Haziran başları) İstanbul'da yazılmıştır. Başlangıç:
Yazmalar
1) Esad Efendi 2086 (24b—38b)
1087 istinsahlı.
Fera’idü’l-Vilâde:
III. Murad'ın oğullarından Osman'ın 15 Rebiülevvel 995 pazartesi (=23 Şubat 1587) deki doğumunun
eşref saate tesadif ettiğine ve yıldızlar bilgisi bakımından mânâsına dair dalkavukça bir eserdir,
aceleyle yazılmış kısa bir makaledir. Zaman, Âlî'nin dalkavukluğunu yüzüne çarpmış. Şehzade Osman
1003 ( = 16 Eylül 1594—Eylül 1595) te ölmüştür (Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, I, 56). Âlî, bu
makalesinin sonunda da mutad dilenciliğini yapmış ve padişahın, bunu okuyunca kendisini
Yazma
1) Üniversite (Türkçe) 3543 (28b—32a).
www.atsizcilar.com Sayfa 47
Nevâdirü’I-Hikem:
1 mukaddeme, < nâdire> adı verilen 7 bölüm ve 1 sonuçlan ibarettir. Her asırda yetişmiş olan bazı
ünlü bilgin ve mutasavvıflardan, halifeler ve hilâfet meselesinden, hadîsin inceliklerinden, kendince
aklî ve İlmî bazı meselelerden bahseder.
997 ( = 20 Kasım 1588— 10 Kasım 1589) de Tokat'ta telif ettiği bu eseri III. Murad'a sunarak son
görevi olan Cidde beğliğine tayin olunmuştur. Başlangıç:
Yazmalar
[Risâle-i Zırgâmiyye] :
III. Murad'ın sarayında harem kethüdası olup büyük nüfuz kazanan Canfedâ Hatun'un kardeşi Deli
İbrahim Paşa hakkında yazılmış bir eserdir. Canfedâ Hatun'un iltiması ile beğlerbeğiliklere kadar
yükselen Deli İbrahim Paşa'nın Rakka beğlerbeği bulunduğu bir sırada, Arap'ların hayvanlarını öldüren
bir arslanı öldürmesi hakkındadır. <Zırgam> arslan demektir. Müellif, eserine ad vermemiş, tek nüsha
fihristine böyle kaydolunduğu için Risale-i Zırgâmiyye denmiştir. Alî, bu eserinde de dalkavukluk edip
İbrahim Paşa'yı bu cesaretiyle padişahın namusunu kurtarmış bir kahraman diye övmüş ve padişahın
da bunu dikkate alması gerektiğini ileri sürmüştür. Halbuki Deli İbrahim Paşa kötü bir adam olup
kıyıcılığından dolayı 1003 (=16 Eylül 1594 — 5 Eylül 1595) le idam olunmuştur.
www.atsizcilar.com Sayfa 48
Yazma
Mahasinü’l Âdâb:
Bir nevi siyasetnâme ve görgü kitabıdır. 1004 (=6 Eylül 1595 — 24 Ağustos 1596) te Kayseri Sancak
Beği iken bu eseri yazarak III. Mehmed'in sadırazamlarından Damad İbrahim Paşa'ya sundu. 250 (=13
Şubat 864 — 1 Şubat 865) veya 255 (=20 Aralık 868-9 Aralık 869) te ölmüş olan ünlü Arap edibi
Câhiz'in Minhâcü’s'Sülûk ilâ Âdâbi Şohbeti'l-Mülûk adlı eserinin bazı yerleri çıkarılmak, bazı eklentiler
yapılmak suretiyle tercümesidir.
1136 (=1 Ekim 1723 — 19 Eylül 1724) da ölen Osmanzâde Tâib bu eseri özetlemiş ve Alî'den iğneli bir
dille bahsetmiştir. Bu özetin bir nüshası Esad Efendi 1895 (57b —96a) tedir.
Yazma
1) Nuruosmaniye 4225
142 yaprak.
Meva’idü’n-Nefa’is fi Kava’idi’l-Mecâlis:
Kavâ’idü'l-Mecalis’in genişletilmiş şeklidir. Başta Hoca Sadeddin olmak üzere bazı kimselerin teşvikiyle
Kavâ’idü'l-Mecalis 'i genişleterek bu eseri vücuda getirmiştir. Bunu, son görevi olan Cidde Beğliğine
giderken yazdığına göre telifi ya 1007 sonları (= Haziran - Temmuz 1599), ya da 1008 başları
(=Temmuz - Ağustos 1599) alacaktır.
Basma
1) İstanbul 1956, Osman Yalçın Matbaası, XVll + 304 sayfa (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, Numara: 679; Yayınlayan: Yeniçağ Tarihi Kürsüsü; tıpkıbasım).
Yazmalar
1) Raif Yelkencinin özet nüshası (Yeniçağ Tarihi Kürsüsü tarafından yayınlanan nüsha).
2) Bursa, Orhan Gazi Kütüphanesi 1214 (basma nüshada Prof Cavid Baysun tarafından bildirilmiştir).
www.atsizcilar.com Sayfa 49
Tuhfetü’ş-Şulehâ:
Gazâlî (450 —505 = 28 Şubat 1058—21 Ağustos 1107) nin Eyyühel-Veled risalesinin tercümesi.
Başlangıç:
Yazmalar
Cami’ü’l-Kemâlât'ta III. Murad'ın 120 yıl yaşayacağını yazması üzerine padişah bunun neye dayanarak
söylendiğini sormuş, Alî de padişahın sorusuna bu risale ile cevap vermiştir. Saçma ve dalkavukça bir
eserdir. Alî'nin 120 yıl ömür biçtiği Murad, hicrî hesapla 50 yaşında ölmüştür. Başlangıç:
Yazma
1) Reşid Efendi 1746 (102b — 108a).
[Müellif yazısı].
Dürer-i Menşûre:
Zübdetü’l-Evrad:
Yazma
[Hakâyikü’l-Ekâlim]:
III. Murad'ın geniş ülkesinde kullanılacak memurların hangi vasıflarda olması gerektiğine dair
makaledir. Hakâyikü’l-Ekâlim, müellitin
www.atsizcilar.com Sayfa 50
verdiği ad olmayıp yakıştırmadır. Başlangıç:
Yazma
Menşe’ü’l -İnşâ :
Bazı büyükler ve kendisi için yazdığı mektuplardır. <Fasıl> dediği 5 bölümden ibarettir. Kendi
biyografisinin de kaynaklarındandır. Elli yaşlarına doğru yani 998 (=10 Kasım 1589—29 Ekim 1590)
den bir iki yıl önce tertip olunmuştur. Beş bölüm dostluk mektupları, durum bildiren mektuplar, iş
isteme mektupları, tebrik mektupları ve taziyet mektuplarından ibarettir. Başlangıç:
Yazmalar
Münşe’ât:
Türkçe ve Farsça mektup ve tasvir örnekleri. Ayrıca tarih belgesi olan mektuplar.
Yazmalar
www.atsizcilar.com Sayfa 51
[Yine <Yanık > fethi hakkında bir paşaya yazılan mektup. Yoksulluktan şikâyet ediyor. Geçim istemek
için yazılmıştır Bu mektupta Künhü’l-Ahbâr adlı bir eser yazdığından bahsetmesine göre 1007 yılında
(=4 Ağustos 1598 — 23 Temmuz 1599) veya 1008 başında (=Temmuz — Ağustos 1599) yazılmış
olmalıdır].
kayıtları bulunmaktadır].
4) Müze 323
16 yaprak.
[Tarihî mektuplar dergisi].
Ma’âyibü’l-Erzâl:
Böyle bir eseri olduğunu Şadef-i Şad-Güher mukaddemesinde söylüyor. Adına göre sosyal bîr hiciv
olduğuna ve Ali'nin yine herkesin aleyhinde bulunduğuna hükmolunabilır.
www.atsizcilar.com Sayfa 52
EK
Künhü’l-Ahbar’ın Osmanlı Tarihi bölümünden III. Mehmed çağına ait parçanın sadeleştirilmiş şekli.
www.atsizcilar.com Sayfa 53
Sultan Mehmed Han'ın Tahta Oturması
Dokumları Manisa'da 964(1) tarihindedir. 990 da İstanbul'daki At Meydanı Sarayı'nda sünnet olunup
60 gün halk türlü eğlencelerle eğlendi. Başlıca ileri gelenler düğün şölenlerinin güzelliklerini
tamamlamaya kalkıştılar ki tafsili Câm’ü'l-Buhûr adlı manzum kitabımızda yazılmıştır. Düğün bittikten
sonra, doğum yeri olan Manisa Sancağı kendisine mülk tayin olundu. Sahn-i Semân müderrislerinden
Nevâlî, hoca olarak verildi. Lalası ve öteki [608b] maiyet erkânı mükemmel tertip edilmiş olarak ve
bütün vezirlerle devlet ileri gelenleri atlanarak kendisini kadırga ile Üsküdar'a geçirdiler. Bir iki gün
orada çadırlarda kaldılar. O sırada ben de şu matla'ı söyledim:
Görünüşleri: Çatık kara kaşlı, düzgün dişli, değirmi yüzlü, semiz, orta boylu, kadınlara düşkün, temiz
yürekli, nazik, yaratılışının zenginliği yaygın ve aklının erdiği maddelerde hakkı teslim edici padişahtır.
1003 Cemaziyelevvelinin 16 ncı Cuma günü (=27 Ocak 1595) İstanbul'da, akşam ve yatsı namazları
arasındaki zamanda tahta oturdu. Bütün ülemâ ile askerlere bahşiş verip gönüllerini hoş etti. Zamanın
şairleri nice tarihler söylediler.
Önce, âdet olduğu üzere Yeniçeri askerine sayısız bahşiş verip altı kere yüz bin ve altmış bin dinar
ihsan ettiler. Bu kitabın müellifi o tarihte Yeniçeriler Kâtibi idi. Ne dağıtıldı ise kendi kalemi ile oldu.
Önce Yeniçeri Ağası'na bir hil’at ile 100.000 akça, Sekbanbaşı'ya bir hil'at ile 30.000 akça, Zağarcılar'a
üçer bin yüz altmış akça, Kâtiplere kanun üzre bir hil'at ile 9000 akça verildi. Yaşlı olmakla bu hakîre
dahi o mikdar teklif olundu. Lâkin ondan önce kaç kere Bağdat ve Erzurum hazinelerine Defterdar
olmuş bulunduğum için bu parayı az olması dolayısıyla almadım. Ertesi günü padişaha arzolundu. Bir
hil'at ile 50.000 akça ihsan buyuruldu. Bostancıbaşılar'ın ve Kethüdaları'nın bahşişleri Ocak halkı ile
birlikte çıkıp İstanbul'daki Bostancıbaşı'ya 6000 akça ihsan edildi ve 2000 akça da hil'at karşılığı verildi.
Edirne Bostancıbaşısı'na toplam 7000 akça verildi. Has Bahçe Bostancısı'na 2000 akça,
www.atsizcilar.com Sayfa 54
Edirne Bahçesi Kethüdası'na 1500 akça verildi. Yeniçeri Kethüdası'na 7000 akça ile bir hil'at, İstanbul
ve Gelibolu Acemiler Ağaları'na altışar bin akça ile birer hil'at, Rumeli ve Anadolu Ağaları'na beşer bin
akça ile birer hil'at ve yahut hil'at karşılığı ikişer bin ve 101 Yayabaşılar'a hil'at karşılığına mahsuben
üçer bin dörder yüz akça ve 61 Bölükbaşılar'a hil'at karşılığı(1) Zağarcılar'a üçer bin yüz altmışar akça,
Atlı Sekbanları'na üçer bin yüz kırkar akça, Solaklar'a ve her bir Yeniçeri'ye üçer bin akça ki yirmi beşer
dinar olmuştur. Gerek istanbul, gerek Gelibolu Acemileri ve Bostancılaradır, her Acemiye üçer
hasene(2) ki üçer yüz altmış akça hesap edilmiştir.
Bundan önce tahta çıkan bunca Osmanlı Padişahları 1000 kişi olan foduladaki Yeniçeri yetimlerine(3)
bahşiş vermemişlerdi. Bu riyasız kul, Yeniçeri Ağası'na söyledim: <Dünyada ihsan ve sadaka ile
sevinmeye lâyık olanlar herkesten önce yetimlerdir. Onlar şimdiki halde bu bağış yağmasından pay
almıyorlar. Bari onlara da ikişer filöri verilsin. Saadetli [609a] Padişaha sayısız ahret mükâfatı hasıl
olsun> diye arzettirdim. Bunun üzerine onlara dahi ihsan buyuruldu. Bu kulun akılsızca olmayan
düşüncesi uygun görüldü. Kıyamete kadar, o güzel ihsanlar eserimiz oldu.
Bundan sonra, Padişahın tahta çıktığı o sevinçli günü kutlamak için bu hakîr müellif, sonsuz ve
zahmetli hizmetlerimin arasında yeni icad ve büyüklerin beğeneceği güzel bir kaside nazmettim. Yeni
tarzdaki güzelliğini hakkı ile anlayanlar ve bilhassa o tarihte Şeyhülislâm olan mollalar mollası: <İlk
padişah olan Keyûmers'in tahta çıkışından bu âna gelinceye kadar büyük sultanların cüluslarına gerçi
bilgili ve zarif ediplerden ve Acem edebiyatçılarından Hâkâni, Zahir ve Selmân(4) nice güzel kasideler
söyleyip değerli caizeler almışlarsa da bu tarzda bütün şartlarıyla cülûsiyye denmeye lâyık ve bütün
ediplerin kasidelerine üstün böyle güzel bir kaside söylenmemiştir > dediler. Lâyık olduğu üzere onun
güzel mazmununu incelediler. O parlak kaside şu ruh verici nazımdır ki buraya yazıldı:
www.atsizcilar.com Sayfa 55
O asrın eski şairlerinden olup Rumeli Kazaskerliğinden azledilmiş olan Bakî ve mollalar zümresinden
olup şehzadelerin hocalığında bulunan Molla Nev'î de cülûsiyye kasideleri yazmış olan şairlerdendir.
Bu ikisi seçme ve parlak şiirler yazan kimseler olup bu hakirin yaşına göre onlar aksakallı ve
güngörmüş kocalardır. Bu duacı onlara nisbetle iki defa ağlayıp sızlayarak kendiliğinden köşeye
çekilmiştir. Onlar yalnız divan ve birer tane kitap telifi ile ün kazanmışlardır. Bu değersiz, Farsça ve
Türkçe beğenilmiş dört divan, kitap ve risalelerden elli taneye yakın eser ile yüksek şöhret sahibi
oldum. Ulemâ zümresinden Mevlânâ Tab'f <her aksakallıya marifet yolunda uymak diye bir şey
yoktur> diyerek onların kasidelerini ehemmiyetsiz bulmakta, ancak cülusa ait beşer, onar beyitleri
olup benim kasideyi baştan sona cülusa müteallik beyitler ve saltanat tebrikine ait kelimelerden
ibaret görmekle tarafımdan aşağıdaki kıt'anın yazılması uygun görüldü:
Kasideler padişaha vardı. Yüksek caizeleri ve riayetleri kasideyi tertip edenin himmetine göre olup
yani cihan padişahı, sözün güzel mânâsını başkalarından ayırmak için bir saatlik düşünce tutsaklığına
düşmeyi lâyık görmediler(2). Her ne kadar kaside gönderdilerse o suretle itibar ettiler. Rumeli
Kazaskerliğinden azledilmiş olan Mevlânâ Bâkî'ye mansıbı yine verildi. Molla Nev'î'ye de, Osmanlı
kanunu ile tekaüd iken şehzadelerin öğretmenliğindeki gündelik maaş, irsâliyye ve sâlyânelerini
(2) Metinde şöyle: Ya'ni ki sultâñ-i cihândâr temyiz-i mazmûn-i güftâr içün bir sâ'atlik tâb’iat-i fikriyye
intibâsına giriftârligi revâ görmediler.
www.atsizcilar.com Sayfa 56
tamamlamak suretiyle tayin ederek inayetlerinin çokluğundan dolayı değer vermiş oldular. Şanlı
babalarının birkaç hazineye defterdar kıldığı bu duacıya ki, sonradan buyruğa uyarak iki kere Yeniçeri
Kâtipliğini bir defa Defter Eminliğini kabul edip cülus sırasında da yine kâtiplikte bulunmuştum,
<isterse o kâtiplikle mütekaid olsun ve 200.000 akçalık haslar tayini ile değeri yükselsin > diye
buyurdular. Fakat bu iş Künhü’l-Ahbar'ın telifine engel olacağı ve çok meşguliyeti bulunacağı için ister
istemez vazgeçip Mısır Defterdarlığını istedim ve saygıdeğer Haremlerine şu manzumeyi gönderdim:
Bu manzumeyi görünce hemen ihsan buyurup tereddütsüz verdiler. Lâkin Harem hizmetinde
bazılarının bendeliğini kazanmış olan kuvvetli ve azgın devletliler razı olmadıkları için ondan vazgeçip
Rumeli Vilâyeti Defterdarlığı ve Amasya Sancağı ile kanaat ettim ki o sancak Osmanlı sultanlarından
çoğuna şehzadelikleri sırasında payitaht olmuştur ve nicesinin saltanat doruğuna o sancaktan
yükseldiği bilinmektedir.
Bundan sonra bazı kadılar ve müderrisler Mevlânâ Bâkî'den şikâyetle durumlarını bildirdiler. Hatta
padişaha birkaç defa yazılar sundular. Bundan dolayı azlolundu. Kuvvetlen düşmüş bir ihtiyar olduğu
için kanunları üzere 150 akça gündelikle tekaüd buyuruldu. Bununla beraber <insanoğlu yaşlandıkça
hırsı ve isteği gençleşir> hadîsi(2) gereğince azlinden dolayı huzursuz oldu. O sırada saltanat
makamına tariz ile şöyle bir gazel söyleyip edepten dışarı çıktı diye vezirler arasında kınandı.
www.atsizcilar.com Sayfa 57
Bâkî'nin Gazeli
Padişahın Tabta Çıkışında Osmanlıların Lütuf Kanunu Gereğince Devlet İlerigelenlerinin Hakanın
İhsanlarından Payları
Önce sadırazam cenabına üç kere yüz bin akça, hil'at ve öteki [610a] vezirlere ikişer kere yüz bin ile
hil'at ihsan edildi. Şeyhülislâma 30.000 akça, 2 ak sof; iki kazaskere yirmişer binle birer tane sof ve
mollalık ile payitaht kadısı olup sonradan azlolunmuş olanlara 15.000 akça ile birer sof ve ülyâ
payesindeki müderrislere onar bin akça ile birer sof; <Miftâh> ve <Tecrîd Hâşiyesi> müderrislerine
üçer bin akça ile birer sof verildi. Bu hediyelerle her feylesofun meramı hâsıl olduktan sonra(1)
şeyhler ve vaizler dahi üst, orta, aşağı itibar olunarak üstlere üçer bin, ortalara ikişer bin ve aşağılara
biner akça gönderildi. Bundan sonra öteki Divan mensupları ihsana boğulup defterdarlar ile
tuğrakeşler 40.000 akça, başçavuşlarla kapıcılar kethüdaları 15.000 akça ile birer serâser hil'at, rikâb-i
hümayun ağalan on biner akça, Defter-i hakanî emini 5000 akça, Divan kâtipleri reisi 7000 akça,
başruznâmeci ve iki muhasebeci beş biner akça ile birer mîr-i âhûrî câme(2). Küçük ruznâmeci 2000
akça, Anadolu muhasebecisine, evkaf haracı muhasebecilerine, bütün mukataacılara, kaleler(3)
tezkereci teriyle teşrifatçılara üç biner akça ile birer orta derecede câme verildi. Bütün ahkâm
kâtipleri, sadırazam ruznâmecisi de mukataacılarla bir tutuldu ve nihayet vezir-i azam mu-
(1) Metinde şöyledir: Bu yüzden ‘atâyâ ile huşûli merama her feylesof mukarrer oldukdan sonra...
www.atsizcilar.com Sayfa 58
kataacısına ve ruznâmecisine birer elbiselik kemha hil'atin bedeli verildi. Ondan sonra mevkufatçılar,
varidatçılar, teslîmatçılar ve mevcûdatçılar iki biner akça aldılar. Ahkâm-i mâliyye ve ulufeye
mutasarrıf olan hazîne şâkirdânı biner akça ile memnun edilmek emrolunduysa da hazîne şâkirdânı
biner, ahkâm-İ dîvânî kâtipleri bin beş yüzer, ahkâm-i mâliyye şâkirdânı ve maaşsız hizmet eden
hazîne şâkirdleri yüzer akça bahşişle hissedar kılınmak emrolundu.
Müellifin Manzumesi
Saltanat veraseti müjdesiyle Manisa'ya gitmiş olan Bostancıbaşı Ferhad Ağa, kışın şiddetli günleri
olduğu için yolda karlar ve buzlar üstünde rikâb-i hümayunlarında bulunup çok hizmet etmiştir. Gerçi
kaba yaratılışına göre ona liyakati yoktu; faraza yüksek bir kalenin dizdarlığı, halinin alçaklığına göre
onun için pek fazlaydı; lâkin Osmanlı kanununda bostancıbaşılara sancak beğliği verilmek padişahların
inayetleri çokluğundan olup böylelerine bir iki defa da beğlerbeğilik verilmiş olmakla Ferhad Ağa'ya
da yolda gelirken Mısır beğlerbeğiligini verdi. Mısır gibi zengin bir yer onun gibi bir iblise lâyık görüldü
ama kabul etmedi. Daimî olarak bostancıbaşı olmayı istedi. Dileğine müsaade olundu. Mansıbını
Ömrü boyunca kabul ettikten sonra [610b] fazla olarak yolda ve tahta oturdukları sırada 20.000 filöri
para ihsan ettiler. Mudanya yöresinden girip İstanbul yakasına geldikleri kadırganın deniz
ümerâsından olan sahibine Kıbrıs beğlerbeğliği verildi. O kadırganın küreğini çeken kadanalı(1) 100
Kâfirin hepsi azad olundu. O gemilerdeki gemicilere gerektiği gibi itibar edildi. Mudanya iskelesinde
yaya askerlerden(2) bazıları cülus sezinledikleri için kondukları haremsaraya gelip küstah bir şekilde
inayet dileyip onlara da koruculuklar verildi.
www.atsizcilar.com Sayfa 59
Ayın 23 ncü cuma gününün gecesi (=3 Şubat 1595) çavuşbaşı gönderilerek merhum padişahın
Diyarıbekir eyaletinden azlederek Yedikule'de hapsetmiş olduğu Deli İbrahim Paşa, ki Harem
Kethüdası Çantada Hatun'un kardeşiydi, yukarda anlatılan(1)küstahlık ve kıyıcılıkları dolayısıyla o gece
boğdurulup siyaset kılındı ve kıyıcının cezası budur diye boynuna taş bağlanıp ölüsü Yedikule
civarında denize atıldı.
Ertesi günü (24 Cemaziyelevvel 1003=4 Şubat 1595), merhum padişah zamanından kalıp onun
huzurunda yüz bulmuş ve her biri nice mansıblara sahib olup memleket işlerine karışmış bulunan bazı
ağalar, cüceler, dilsizler ve maskaraları topyekûn Haremden dışarı sürdü. Bunlara birer mikdar ulufe
tayin buyurdu ve oturdukları odaların bile yakılıp yıkılması ve yerle bir edilmesi reva görüldü. Doğrusu
bu ki bu tedbirler pek yerinde idi ve işe başlarken kutluluk alâmetleri ile itibar kazanmıştı.
6 Cemaziyelâhır Perşembe günü (=16 Şubat 1595) mühr-i hümayun, merhum padişah zamanında
büyükvezir iken azlolunup sonra ikinci vezirliğe tayin buyurulan Ferhad Paşa'ya verildi. Serdar Sinan
Paşa kışlaktan İstanbul'a gelirken mühür alınıp kendisi Mağalgara'ya gönderildi.
20 Cemaziyelâhır Perşembe günü (=2 Mart 1595) merhum padişahın kırkı olduğu için Ayasofya
Camisinde bütün devlet erkânı toplanıp mevlût okundu. O gün yoksullar doyuruldu.
12 Şaban Cumartesi günü (=22 Nisan 1595) Büyükvezir Ferhad Paşa, padişah divanından kendi
sarayına gelirken, seferde ulufelerinin serdar yanında verilmesi buyurulmuş olan Bölük halkı,
kanunsuz olarak devlet kapısına gelip emir dışı davranışlarından başka: <Bize burada ulufe verin> diye
direnip vezirin atının yularını tutarak sövüp saydılarsa da o gün kargaşalıkları yatıştırıldı.
Fakat ertesi günü (=23 Nisan 1595 Pazar) yine toplu olarak Ayasofya Önüne geldiler. <Bize sövdü.
Ferhad Paşa'nın başını isteriz> diye vükelâya haber gönderdiler. Her ne kadar vezirlerden [611a] Halil
Paşa İle Mehmed Paşa bu büyük karışıklığın yatıştırılması için o serkeşler güruhuna karşı çıkıp öğüde
başladılarsa da fayda etmedi. Onların da haysiyetini kıracak nice şeyler oldu. Daha sonra Yeniçeri
Ağası Ahmed
www.atsizcilar.com Sayfa 60
Ağa'ya haber gönderildi. Atlanıp geldi. Eli değnekli Yeniçerilerle o alanı çevirdi. Fakat Sipahiler takımı
ona da karşı koyup el uzatmak ve kötü sözler söylemekten başka taşlamaya dahi kalkıp: <Yıkıl git; bize
karışma> dediler. Ağa hemen Yeniçeriler'e: <Bre, şu uğursuzlara vurun> diye buyurdu. O anda değnek
şaklamaları dört bir yana yayıldı ve serkeş takımı cezalarını bulup ümitsizliğe düşerek dağıldı.
Ertesi günü (=24 Nisan 1595 Pazartesi) Yeniçeriler'e 120.000 akça ihsan olundu. Ağalarından 10 kişiye
de yarar hil'atler giydirilerek itibarları yükseltildi.
Bölük halkı dedikleri kınanmış güruh ve Sipahi Oğlanları, Silâhdarlar, Ulûfeciler ve Garibler denilen
alçak zümre. Altı Bölük Ağalarının buyruğunda bulunan neferlerdir ki zamanımızda çoğu âsi, yol kesici,
saldırıcı bir bölük edepsizlerdir. Onların bir kısmı padişah Hareminden çıkanlardır. İkincisi Yeniçeri
ocağında hâsıl olup onlara eklenenlerdir. Üçüncüsü kendilerinin oğulları olup başlangıçta onar akça İle
Bölüğe kaydedilenlerdir. Dördüncüsü topçuluktan ve cebecîlikten gelenler ve büyüklerin kullarından;
Mısır, Şam ve Bağdat kullarından bir yolla Bölüğe geçenlerdir. Karışıklıkların ve isyanların çoğu
dördüncü kısımdan olan edepsizlerin ve nimettepenlerin işidir ki aslında çoğu reziller sınıfındandır(1).
Uğursuzlukları ve belâları işaret edilmiş olan azgın Sipahiler çoğunlukla bu aşağılıklardandır.
Müellifin
www.atsizcilar.com Sayfa 61
İkisi bir ‘azîm şehre belâ.
Bir güruh olduğunda dehre belâ.
Pâdişâheyne eldiler 'işyân.
Cümlesi oldı lâyik-i nirân.
İki şâhenşeh-i veli-ni’met
Bed-du’â etdi anlara kat kat.
Ba’d ezin oldı ol gürûha muhâl
İntizâm-i ma’îşet ü ahvâl.
Ol sebebdendür anlara nekbet
Fakr ü iflâs ü fısk ile şöhret(1)
Gerçekten üç dört akça ile bir Yeniçerinin durumu düzgün olur. Başında zerrin üsküfü ve gümüş
yünlüğü, belinde gümüşlü kılıcı, hayatında düzeni bulunur. Ama kırk elli akça ulufe yiyen Sipahiler
nimeti tepen ve kötü yürekli kişiler olduğu için nerde bir başı dertli(2) kimse görsen onlarda bulunur.
Nerde bir elbisesi bozuk(3) ve sarığı kirli bir sefil(4) görülüp kim olduğu sorulsa mutlaka Bölük
halkından olduğu ortaya çıkar.
Sultan Murad Han zamanında Rumeli Beğlerbeğisinın öldürülmesi sırasında bir defa Divan-i
Hümayunu bastılar. Vezirleri taşlayıp ister istemez Beğlerbeğinin ölümüne sebep oldular, ikinci
defasında yine yakışmaz işler yaptılar. Yani yine önceki gibi Divanı basıp Başdefterdar olan Seyid
Mehmed'in başını istediler. Şimdiki halde cezalarını bulup çoğu öldürüldü. Kefenlenmeyip ve cenaze
namazları kılınmayıp hayvan leşi sayılır diye [611b] denize atıldılar. Sultan Mehmed Han'ın padişahlığı
zamanında olan üçüncüsünde Ferhad Paşa'yı istemeye gelip Divan civarında iki gün derece derece
edepsizlikler ettiler. Bu kınanmış zümrenin çoğu, karışıklık ve alçaklık vadisinde birer uğursuzluk
yıldızıdır.
Bunlar önce Şirvan vilâyetini savunmak sonra Tebriz ve Revan'ı korumak için yazılan rezil ve
aşağılıklardır ki o sınırı korumak için yazıp birer ikişer yıl orada alıkoydular. O baskıdan kurtulunca
hemen Müslümanların azık ve mallarını vurmaya koyuldular. Hep birden sefere gittikleri zaman
yollarda bedava geçindiklerinden başka rast geldikleri namuslu insanların malını mülkünü yağma
ederek giderler ve vardıkları seferlerde başarı ve zafer umarlar. Paşalardan ve Ağalardan kimse
bunların disiplinine dikkat etmez. Sanki İslâm padişahının kılıç ve hüküm kuvveti yoktur da her
ettikleri yanlarına kalır.
(1) Bu mısra bir nüshada şöyledir: Fakr ü fâke ve fısk ile şöhret.
(2) Metinde başı dertli yerine: «Nekbeti».
(3) Metinde: «Deli».
(4) Metinde : «Oñmaduk».
www.atsizcilar.com Sayfa 62
Onun için bunların karıştırıcılık ve bozgunculuk aleşleri alevlenir oldu.
Yeryüzünün ilkbahar ile yeşillenmiş olduğu 17 Şaban Perşembe günü (=27 Nisan 1595) şehirde bütün
devlet erkânı atlandı. Ferhad Paşa ve öteki vezirlerle diğerleri Bâb-i Hümâyûna vardı. Büyük ikram ve
aşırı ululama ile paşaya kıymetli hil'atler ve sarık giydirilerek saygı gösterildi. Serdarlığı müjdelendi.
Yüzüne karşı söylenecek din ve devlet işleri orada konuşuldu. Ondan sonra davul, zurna ve boru
takımı ile; tuğ ve sancak ile gönderilip Edirne Kapısı'ndan çıkıldı. Konulması âdet olan o yöredeki
konağa konuldu. Askerin o günkü bezenmişliği, özellikle Yeniçeri alayının türlü türlü değerleriyle
niteliğini göstermesi değme zamanda görülmüş değilmiş.
Nazım
Fakat paşanın şöhretle çıktığı gün garip bir gizli işaret oldu: Otağının yanına vardığı sırada daha önce
götürülen iki tuğdan biri yıkılıp altın yaldızlı topu kırıldı. Hattâ tuğ taşıyıcı olan Kapıcı, bindiği atı ile
yıkılıp yere düştü ve tuğun tozlanmış durumunu gören kimse bunu hayra yormadı. <Bu, serdarın
uğursuzluğuna sebeptir> diye iyi görmedi. Gerçekten de uğursuz saydıkları fal, olaya uygun düştü.
Paşanın son seferi olup azil ve hapisle, kellesini yitirmekle sonuçlandı.
Ertesi günü İslâm askeri ile kalkıldıkta, askerin gönlünü serdara çekmek için bir mektup gönderildi.
Sınıra varıldığı zaman askeri toplayarak yüzlerine karşı okunması emrolundu.
Sözün kısası: Sefer işi için kalkıp yavaş yavaş Hezargrad yakınına dek vardı ve İslâm askerinden kimse
gelmedi diye yakınmaktan geri kalmadı. Sanki Buğdan'a varmayı ve savaşmayı istemiyordu. Gece gün-
www.atsizcilar.com Sayfa 63
düz durmaksızın <yanımda asker yok> diye boşuna vakit öldürmekten vazgeçmedi.
Bu sırada Sinan Paşa [612a] taraftarları fırsat buldular. <Hem Buğdan karışıklığına sebep kendisidir;
hem de yok etmek için gitmek istemez> diye gizli gizli suç bulmaya ve aleyhinde söylemeye
koyuldular.
Serdar sınıra vardığı ve köprü yapmak için adamlar tayin edip bitmesini beklediği sırada zaman zaman
Devlet Kapısına arzlar gönderip <yazılan askerin daha yüzde biri gelmedi> diye bildiriyordu.
<Girmeden önce nasıl çıkacağını düşün> nassına uyuyordu.
Kötü yürekli garez sahiplerinin sözleri padişahın kulağına varınca hemen Kerhad Paşanın azli ve Sinan
Paşa'nın nasbi işi oldu. Ne dedilerse dediler; padişahı kandırdılar.
Nazım
Hep birden padişahı yine doğru yoldan çıkardılar. <Elbette Sinan Paşa serdar olmak ve Ferhad'ın kara
talihli başı yüksek huzurunuza gelmek gerek> diye öfkelendirdiler. Sonra, Şaban ayının son günü ki
pazartesi (=8 Mayıs 1595) idi(1) vezirlik mühürü yine uğursuz Sinan Paşa'ya verildi. Beş aydan beş gün
eksik olarak mazûl durup yine vezirlik sandalyasına yükseldi. Buyruğa uyarak Devlet kapısına geldi. On
gün kalıp aceleyle 9 Zilkade Pazartesi günü (=17 Temmuz 1595) alayla dışarıya çıktı. Buğdan Kâfirleri
karışıklığını gidermeye memur edildi.
(1) Fatih nüshasında (Nu. 4225) gün olarak düşenbih (=pazartesi) yazılmaktadır (yaprak: 494a). Esad
Efendi (Nu, 2162. yaprak: 612a) ve (Hamidiye Nu. 914, yaprak: 534b) nüshalarında şenbih ( =
cumartesi), (Halet Efendi nushasındu (Nu. 598, yaprak: 425a) sebt (=cumartesi) günü
kaydedilmektedir. 1003 Şabanının 29. son günü 9 Mayıs salıya rasladığından, bu da hilâli görme
gecikmesinden olacağından, karşılığını 8 Mayıs olarak aldım. Hafta günlerinin kaydedilmesi bazen 3
güne çıkan takvim yanlıklarını önlemektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 64
Lâkin Ferhad Paşa ile eski düşmanlığı vardı. Bu fırsatta onun başını almayı murad edindi. <O hayatta
oldukça ben hizmet yapamam> diye mızıklanmaya başladı. Kendi ayıplarını hüner diye salarken onun
doğudaki fütuhatını sırf kusur diye gösterdi. Ne dediyse dedi. Kapıcılar Kethüdası Ahmed Ağa'yı
ondaki mühürü almak ve fırsat bulursa başını alıp kanını toprağa dökmek için emirlerle gönderdi.
1000 kişiden çok olan Şam vilâyeti Yeniçerileri ki çoğunun yiğitlik ile ün salmış savaşçılar, çöl süvarileri
ve yarar kişiler olduğu o ülkenin sakinleri tarafından bilinmektedir, Peygamberdin sancağı ile 500
güçlü er, 1002 tarihinde (=27 Eylül 1593—15 Eylül 1594) Yanık kalesi fethine gelmişler ve umulandan
çok yiğitlikler etmişlerdi ki yerinde anlatılmıştır. Bundan dolayı 1003 tarihinde ( = 16 Eylül 1594—5
Eylül 1595) onlardan tamam 1000 yiğitin yine Rumeli'ye gazaya gelmesi ve özellikle Peygamber'in
sancağı ile getirilmesi, fakat geçen yılki gibi Gelibolu geçidinden geçilmeyip Üsküdar'dan Devlet
Kapısına gelmeleri emrolunmuştu. Çünkü evvelce Gelibolu'dan geçirildikleri için hepsi incinip: <Bize
rağbet olunmadıysa Muhammed'in sancağına saygı farzdı. Bizim Devlet Kapısına varmamız neden
uygun görülmesin? Bin yere israfları varken kutlu Peygamber sancağına saygı göstermeyi her şeyden
üstün tutmalıydılar > diye söylenmişlerdi. Bu defa hatırlarını hoş tutmak uygun görüldü. Devlet
Kapısına geldikleri gibi 6000 filöri ihsan olundu, özellikle Mehmed Ağa adlı subaylarına ve başka
ilerigelenlerİne 30 tane altınlı hil'at ile İkramda bulunuldu. Atları için de bir gemi yükü arpa verildi.
Peygamber [612b] sancağı Harem'e alınıp ziyaret olundu.
Hikâye olunur ki Ulu Peygamber'in sancağı İzingimid kasabasından geçerken erkekler, kadınlar, kızlar
ve bütün büyüklerle küçükler görmek isteyip ve bir gören bir daha görmek dileyip içlerinden bir kadın
görmek bahtiyarlığına kanaat edip: <Yeter, gördük, yeter. Kendimizi bu merama eriştirdik > diye geri
döndüğü gibi havadan bir taş peyda olup kadının yüzüne değer. Kan içinde bırakıp yaralar. O taşı
kimin attığı bilinmez.
Nazım
www.atsizcilar.com Sayfa 65
Ferhad Paşa'nın Hazırlığı
Her ne kadar Kapıcılar Kethüdası hızlı gittiyse de Ferhad Paşa'nın adamları ondan daha önce gittiler.
Vezirlik mühiirünün alınacağını ve kendisinin öldürülmesi için emirler verildiğini bildirdiler. Devlet
Kapısında konuşulanları, tutuklanma ve hapsedilme kararını birer birer anlattılar. Paşa da hemen
adamlarını toplayıp Ordu-yi Hümâyundan ayrıldı. <Ben mazûl olmuşum > diye Devlet Kapısına gitti.
Ondan sonra Kapıcılar Kethüdası geldi. Ancak iki adam ile buluşturulup mühür ona teslim edildi.
Ferhad Paşa, adamları ile, yakıcı ateş, azgın yılan, sel ve fırtına gibi gelen uğursuz kaatil Sinan Paşa'nın
korkusundan, doğru yola yönelmişken Karapınar adlı konaktan atını ters yöne döndürdü. 3000 kadar
adam ile geriye dönüp Uzun Mehmed Paşa'nın oğlu ibrahim Paşa adlı yüce ağanın çiftliğine varıp
kondu. Sinan Paşa, Kapıcılar Kethüdasının idama kıyışamadığını işitince tersine basmış ayı gibi
homurdandı. Aceleyle Şam Yeniçerileri'ni Süleyman adlı ağalarıyla, Ferhad Paşa'nın mallarını yağma
ve kendisini öldürmek üzere emirler verip gönderdi.
Nazım
Şam kulları bir bölük kan içici meteliksizlerdi. Bir serdarın mülkünün yağma edileceğini duyunca hızla
yürüdüler. Bir sabah vezirin ağırlığı katar olup düzeniyle giderken yağmaya koyuldular. Ferhad Paşa
yüksek bîr tepeden bakıyordu. Askerlerin yaptığını gördükçe pişmanlıkla göğsünü dövüyordu. İç
Oğlanlarını soyulmuş, sarıkları dağılmış gördükçe içi yanıyordu. Fütuhat hizmetlerinin karşılığında
kendisine yapılan ihaneti düşündükçe ah ateşinin dumanı göğe çıkıyordu. Gerçe, adamlarını yanına
toplasa, her birini vuruşa kandırıp öğütler verse, <öldürülmeme buyruk veren padişah değil, düşman
olan hain vezirdir>
www.atsizcilar.com Sayfa 66
[613a] dese, <göreyim sizi, dem bu demdir> diye söylese yağma emri alan asker böyle ileri gidemezdi.
<Bizim bir vezirin malını yağma etmek neyimize yarar > diye dönüp giderlerdi. Gizli kalmaya ki
Arnavut kavminde alçaklık yer etmiştir. Gerektiği yerde onlardan yiğitlik ve atılganlık çıkmaz. Bu
aşağılık takımın utanması az, takat pintiliği çoktur. Laf ebeliğine gelince her biri sözde ikinci
Rüstem'dir.
Ferhad Paşa. Şamlılar'ın yağmasından kaçarak 30 atlı ile kurtuldu. Istıranca adlı sarp dağın ormanına
düşüp kendisini kurtardı. Sonra Devlet Kapısına yönelip Valide Sultan cenabına başvurdu. Hattâ Valide
Sultan kendisine arka olup yardım etsin diye para ve mücevher olarak nesi varsa hepsini verdi. Valide
Sultan ona çiftliğinde oturması için izin aldı. Lehinde bir hatt-ı hümayun alıp gönderdi. Paşada melûl
mahzun, başkente yakın olan çiftliğine gizlice gelip durdu ve dünyanın savulması imkânsız kazasına
göğsünü siper ederek oturdu.
Fakat Sinan Paşa gece gündüz çalışıp çabalayarak ve verilecek yerlere bol bol mal vererek padişahın
huzurunda söz söyleyebilecek olanları birer yolla kandırdı. O tarihte şeyhülislâm olan Bostanoğlu
Mevlânâ Muhiddin ki, Ferhad Paşa ile düşmanlığı ve Sinan Paşa ile eskiden beri dostlukları akıl
sahiplerince biliniyordu, bu fırsatta hem ulemânın başkanı, hem de yüce padişahın sır ortağı
bulunmakla onun eteğine yapıştı. Hattâ ilerigelenlerden ve erkândan çoğunun inancına göre 30.000
dinar ve bazı hediyeleri rişvet yolu ile gönderip fetva makamını rişvet kabul etmekle mülevves kıldı.
Nazım
Fetva şu sebeple yazdırıldı: Bir vezir Kâfirler tarafına yardım ettikten sonra Ulemâ, imamlar, hatipler
ve mücahidlerle gaza ehlinden bazı Müslümanlar şikâyetle kendisine gelseler. Buğdan kâfirleri kadın
www.atsizcilar.com Sayfa 67
ve kızlarımızı tutsak eyleyip günah ve zina meclislerinde sâkîlik ettirip namusumuzu lekeledi diye
ağlaşsalar, bilgisiz ve akılsız vezir yani Ferhad Paşa öfke halindeki sertlikle doğru olmayan bir cevap
vermiş olsa yani <siz Kâfirin çoluk çocuğunu tutsak edip kullandığınız zaman hoş muydu ? Onların dahi
sizin kız ve kadınlarınızı kullanması garip midir> diye söylemiş olsa...
Gerçi Ferhad Paşa'nın yaratılışındaki kabalık doğrudur ve öfkelendiği zaman bunun gibi yakışıksız söz
söyleyeceği ve bunun küfre sebep olacağını anlayamayacağı aşikârdır. Fakat bunun gareze [613b]
hamlolunacağı anlaşılıyor, llerigelen adamlarından çoğunun cevaplarından paşanın böyle bir şey
söylemesinin imkânsız olduğu beliriyor.
Zamanın müftüsünün böyle bir felvası ve Sinan Paşa taraftarlarının her günkü telkinleri, özellikle
Sinan Paşa'nın türlü türlü iftiralarla öldürülmesinin gerektiğini bildirmesi saf yürekli olan saadetti
Padişahı razı etti, öldürülmesi kararlaştırılarak Ferhad Paşa'yı çiftliğinden kaldırıp Yedikule'nin
hapishanesine getirdiler. Ve hiç beklenmediği halde. Dördüncü Vezir Sinan Paşa ki Cağalaoğlu diye
tanınmıştır, ona sefere çıkması ve Ferhad Paşa'nın bütün deve, at ve katırları ile hademelerinin ona
teslim olunması emrolundu.
Ferhad Paşa, akıl sahiplerince bilinen inadı, pervasız huyu ve Cağalaoğlu ile aralarındaki düşmanlık
dolayısıyla Padişahın buyruğuna uymadı. Bu buyruğu kaldırmak için Valide Sultan cenaplarına durumu
bildiren bir yazı gönderdi. Valide Sultan da Cağalaoğlu Sinan Paşa'ya onun canını sıkacak bir emir
yollayıp Ferhad Paşa'nın hayvanlarına asla dokunmamasını buyurdu. Cağalaoğlu şaşırıp bu iki
buyruktan hangisine uyacağını bilmeyerek Valide Sultan'ın tezkeresini Padişaha gönderdi; Ferhad
Paşa'yı koruduğunu olduğu gibi bildirdi.
Müellif tarafından
www.atsizcilar.com Sayfa 68
Kötü Tedbîr
Bütün aklı başında olanlar müttefiktir ki Ferhad Paşa'nın bu türlü ızdıraba uğratılarak öldürülmesi
doğru değildi. Tek dururken 5000 kişilik kapısını dağıtmaları ve Acem ülkesinde bunca hizmetleri
geçmişken iyiliğe kötülükle karşılık vermeleri cidden uygun değildi. Merhum Sultan Murad Han bu
türlü hilelere rağbet etmezdi. Ne denli kışkırtsalar böyle kötü tedbire izin vermezdi. Zira paşa hiçbir
işe yaramasa bile doğu seferlerinin uzmanı ve muzaffer serdar olarak Kızılbaşlar karşısındaki hizmeti,
korunmasına sebep olmak gerekti. Doğu taraflarında bir karışıklık çıkarsa yine onu kullanırız diye elde
hazır bulundurulması lâzımdı. Bundan başka fetih ve zafer hizmetleri karşılığında hapis, işkence ve
idam eski padişahlar zamanında insanlığa aykırı görülür ve kuvvetli bir düşmanın azdırmasıyla yüce bir
vezirin malını yağmalamak ve adamlarını hapsetmek makbul tedbir sayılmazdı.
Devlet Kapısı'ndan çıkan Sinan Paşa, konakları hızla geçerek Buğdan sınırına erdi. Ferhad Paşa'nın
yaptığı [614a] köprü yakınına vardı. Ona olan düşmanlığını ortaya dökerek ve yaratılışmdaki inadı ve
zıt gitmeği meydana koyarak onun yöneldiği yola gitmedi. Düşman ülkesine başka bir yolla girmeye
karar verdi. Rusçuk adlı kasaba yakınına gelince, papazları ile diri tutulan Horyatlar'ının davul çaldığı
3000 kadar tutsak Kâfir'le karşılaştı. Herkes: <Uğurumuz hayrı ile zafer kazanıldı diye serdarın talihine
verdi. Meğer o talih Hasan Paşa'nın talihi imiş: 8000 Buğdanlı, paşayı vurmak için geldiği zaman
Haydar Paşa oğlu Ali Beğ ki Dergovişte'de şişe çevirdikleri Ali Paşa'dır, Hasan Paşa' nın yanında
bulunuyormuş, iki üç yüz atlısı ile öncü olarak yetişip Kâfir'in yüzünü döndürmüş. Hemen Hasan Paşa
da 1000 kadar Sipahi ile yetişip nicesini kılıçtan geçirmiş, çoğunu da tutsak edip getirmişti.
Cehennemlik Kâfirler'den az kimse kurtulmuştu.
Köprüden geçilince Sultan Mehmet Han'ın büyük adaşı olan dedesinin eserlerinden Yergöğü kalesi
altına konuldu ve ordunun ileri gelenleriyle konuşulup danışıldı. Üç konak gidildikten sonra bir bataklı
konağa gelindi. Kimi konmuş, kimi de konmak üzere iken Buğdan Kâfirlerinden gösterişsiz bir yığın,
domuz sürüsü gibi o batağın çevresinde savaşa başladılar. Mücahitler takımı da dövüş ve kırışa
koyuldular.
www.atsizcilar.com Sayfa 69
Kocakuşluk zamanında akşamla yatsı arasındaki zamana kadar iyice savaşıldı. 3000 mikdarı Kâfir'e 300
bahadır karşı olup zafer buldu. Nicesi gazi ve nicesi şehit olduktan sonra Kâfirler bozulup zafer
mücahitlerde kaldı. 12 tane topları alındı.
Sonra orada iki köprü daha geçildi. Üçüncü köprüye varıldıkta, meğer Kâfir'in orman içinde birkaç yüz
tüfekliden mürekkep pususu varmış, birdenbire askerin önüne çıktılar, İslâm askerinin arasına girip
birbirinden ayırdılar. Burası Bükreş karşısında bir küçürek bataklı azmak(1) idi.
1004 Muharreminin başlarında ( 6 — 10 Eylül 1595) o konağa varılıp askerin ağırlığından bir mikdarı
konup, bir mikdarı da arkadan gelirken Kâfir'in bazı fedaî tüfekçileri domuzlar gibi ormandan çıkıp
yağma ve savaşa başladı. <Kâfir çıktı; bir mikdar at oğlanını tutsak aldı> diye asker arasına söz
düşünce mücahitlere şaşkınlık geldi. Basiretleri bağlandı. Öldürücü arslanlar iken bir sürü yolunu
azmış domuzdan yüz çevirip serdarın da şaşkınlığını görünce büsbütün âciz ve kuvvetsiz kaldılar. Bu
halde kimi önde, kimi artta savaşmak suretiyle üçüncü köprü de geçildi. Gâh ormandan, gâh harman
yeri kadar yerlerden geçildi. Ne zaman öyle bir meydancığa gelinse Kâfirden bir güruh savaşa
girişiyordu. Günlerin en uzun olduğu bu günlerde büyük kuşluktan ikindiye dek [614b] bu türlü
vuruşmalarla yürünüldü. Kâfirler'in karargâhı ve yığınağı(2) olan yere yakın gelinip konuldu. Tanrı'nın
lütfü ile o yörede birçok zahire kuyuları bulundu. Asker, istenildiği gibi azıktandı.
O gece Mihail tutsak alıp konuşturdu. <Sayısız askerle geldik> dediği için boynunu vurdurdu. Bir başka
tutsak daha getirtip sordu. <Asker pek çok değil ama Hasan Paşa burada beraberdir. Hattâ sizin
arkanızı çevirmeye gitmiştir> dediği için korktu. O gece mel'unlar takımı tersine dönüp gitti. Ertesi gün
yerinde yeller estiği görüldü. Fakat cehennemlik Kâfirler iyice gayret gösterip karargâhları(3) üzerine
çıkmaya yol vermedi. Türlü türlü saldırışlarla gazilerin yüzlerini döndürdü.
Bu sırada mücahitler takımının veziri ile Mehmed Paşa oğlu Hasan Paşa düşman askerinin arkasını
çevirmiş diye bir haber yayıldı ve mücahitlerin atılganlıklarının çoğalmasına sebep oldu. Hattâ Kâfir'in
www.atsizcilar.com Sayfa 70
asker arasındaki casusu bu haberi işitip hemen giderek din düşmanlarının başına bildirdi, O da doğru
sanıp içine ürküntü düşerek savaştan biraz sakınır oldu. Meğer o yayılan haberin aslı yokmuş. Hasan
Paşa'ya serdar tarafından asla iltifat olunmayıp her doğıu işi yanlış sayılmakla o da vazifesine karşı
biraz kayıtsız imiş. O haber, Müslümanları boşu boşuna tehlikeye atarak gazilerden birçoğunun
ölümüne sebep oldu. İslâm ordusu serdarının ise nâmı, nişanı yoktu. Mücahitlerin ne belâlara
katlandığından habersiz olarak aklı şaşmış bir halde dururken Perviz Çavuş adlı tanınmış bir çavuş
gidip kendisini kaldırdı, İslâm askeri toplandı. Onları Kâfir'in yol vermediği bataklı boğaza götürdü.
Rumeli Beglerbeğisi Haydar Paşa herkeslen önce şehitliğe doğru giderek kalkanı kolunda olduğu halde
düşman alayına at sürdü ve hemen şehitlik bahtiyarlığına erişti. Hemen vezirlikle Eflak Beğlerbeğliği
verilen Mehmed Paşa, Kâfir'in hücumunu görünce içindeki dönekliği iktizasınca derhal düşmandan
yüz döndürdü. Bir fedaî Kâfir yetişip arkasından birkaç ejderser(1) vurup paraladı.
Müellif tarafından
Bu sırada Kâfirler 5 tane top hazırlayıp o boğaza koydular ve hep birden serdara doğru ateş ettiler,
önce serdarın, sonra namlı gazilerin yüzleri döndü. Her biri kaçmaya yöneldi. Fakat kalabalıktan
kaçmak imkânsız ve kurtulmak güç olmakla bu da mümkün olmadı.
Bu arada serdarın kardeşi oğlu olup...(2) beglerbeğisi olan Mustafa Paşa [615a] b. Ayas Paşa ve
evvelce Trabzon beğlerbeğisi iken
www.atsizcilar.com Sayfa 71
Kızılbaşlar'a tutsak düşen ve sonra Musul beğlerbeğiliğine getirilen ve daha sonra nice zaman mazûl
kalıp en sonra Niğebolu Sancağına tayin edilen Hüseyin Paşa ki Harem'den çıkma, Macar asıllı,
marifetlice bir kimse idi, bu iki beğlerbeğiyi askere çiğnetti. Fakat mağrur serdar atından ve
hademelerinin çoğundan uzak düşüp bir batağa batarak bitkin bir halde dururken Rumeli
yiğitlerinden biri yetişip o uğursuz baykuşu at çekip kurtardı. Askerin serdarı bu zillete düşerse
onlardan çoğunun toprağa düşüp şehit gövdelerinden tepeler peyda olmasına, o balaklarda ne yarar
kişilerin helâk olup can vermesine şaşılır mı? Hele o savaşta düşman tarafından bir de bayrak alındı ve
Kâtirler'e müjde haberleri salındı. Göze göstermedikleri Milhal(1) bu türlü imkânsız marifetler
gösterdi. Adam yerine koymayıp hor baktıkları o kötü kişi öyle ağır bir orduyu bozdu. Daha sonra,
sapık Kâfirler, çok doyumluk aldıkları için bu ağır yükü taşıyamayarak bırakıp gittiler. Serdar da o
bozgunlukla o aralıkta iki gün oturdu. Sonra kalkıp Bükreş adlı kale yakınına vardıkta şaşkınlıktan on
beş gün çalışıp orada bir palanga yani bir küçürek kale yaptı.
Müellif tarafından
1000 (=19 Ekim 1591-7 Ekim 1592) tarihinde Deşt-i Kıpçak ve herkesçe bilinen Maveraünnehir'in son
ucu ve İran sınırı taraflarında bir inek, bir buzağı ile bir oğlan doğurmuş. O ülkenin, bilginleri bunun
gizli hikmetine şaşıp kalmışlar. Kimi. <o ineğe nefsine yenilen bir adam sataşmıştır da onun
menisinden bu oğlan doğmuştur> demiş. Kimi de <dünya var olalı böyle bir doğum olmadı. Şimdi de
nice sığır çobanları bu suçu işlemektedir. 1000 yılının başında olması tanıktır ki Ulu
www.atsizcilar.com Sayfa 72
Tanrı, kullarına şiddet şeklinde ibret göstermiştir. Ola ki ibret alıp günahlarından pişmanlık duysunlar
diye böyle görülüp işitilmemiş bir olay meydana getirmiştir. Bazı hikmet kitaplarında da tufandan
önce böyle bir hal olduğu yazılıdır. Mutlaka birinin boğazlanması lâzımdır diye Yunan filozofunun sözü
üzerine o zamanda oğlan boğazlanmış. Şimdiki halde koskoca dünyadaki insanoğullarının üçte biri
helak olmuştur. Bu takdirde insan öldürmekten sığır kırgını yeğdir> diye düşünmüşler(1). İnekten
oğlanla birlikte doğan buzağıyı boğazlamışlar. Herhalde o vadilerdeki öküz, koyun ve sığır cinsi
baştanbaşa kırılıp leşleri kara toprağa karışmaktadır.
Gerçekten başkent İstanbul'a 1001 (=8 Ekim 1592 — 26 Eylül 1593) ve 1002 ( = 27 Eylül 1593— 15
Eylül 1594) tarihlerinde sade yağı gelmez oldu. Kıtlığın sebebi sorulduğu zaman o ülkelerde inek ve
sığır kalmayıp kırgın olduğu ortaya çıktı. Sonra o yörelerden Acem ülkesine gelmiş [615b] ve dolaşak
dördüncü yılda İrak-ı Araptan beri zuhur eylemiş olacak, önce Diyarıbekir'e, sonra Dulkadır Eline ve
Rûm'a(2) ulaşıp 1004 Muharreminin içinde (=6 Eylül 1595 — 5 Ekim 1595) bu yoksul yanı kusurlu
müellif Amasya(3) hazinesine defterdar ve Amasya sancak beği olup o iki hizmete memur iken o
bulaşıcı âfetin bu yörelere geldiğine üzülüyordum. Hattâ haksızlıkları teftiş için memleketi dolaşmaya
çıktığım sırada uğradığım köy ve kasabalarda taze kemiklerden yapılmış sur izlerini buldum. Öyle
köyler vardı ki bir tane danası kalmamıştı. Bazı köyler ise dört beş yüz inekten bir iki tanesi kaldığı için
keyifliydiler.
Müellif tarafından
(1) Metin bîraz karanlıktır. Hâlâ ki âdem kirgunı basit-i arzdaki beni âdemüñ sülüsi helak olmış. Bu
takdirce beni âdem helakinden şığır kırğunı yegdür deyü re’y etmişler.
(2) Buradaki Rûm kelimesinden maksat, sözün gelişinden anlaşıldığı üzere bütün Anadolu olmayıp
Sivas ve Amasya yöreleridir.
www.atsizcilar.com Sayfa 73
Bu genel belâ; zengin, yoksul herkese bulaşınca sığır kırgını halkın yoksulluktan müteessir olmasına,
tımar sahiplerinin gelirlerine zarar erişip yoksullaşmalarına, memleketin Öteki halkının ve tüccarların
geçinmede zorluk çekmelerine sebep oldu. Gerçi halk bunu yukarıdan beri bulaşıp gelir, sanki
kendilerine inmiş bir belâ değildir, sanırsa da böyle değildir. Bulaştığı yerin reayası, Sipahileri, Zaîmleri
ve muhteris tüccarları birer sebeple günahkârdır. Bu yüzden kıtlığa lâyıktırlar. Zira reâyâ kısmında
iyilik, diyanet ve ve insaf kalmadı. Sipahiler, Zaîmler ve emîrler merhamet ve adalet İle insaf tarafına
bakmaz oldu. Tüccarlar ve pazar halkı ise nerhe riayet etmeyip bir akçalık nesneyi beşe satmaya
başladı. Özellikle ihtisâb(1) siyaseti büsbütün yok oldu. Sipahi ve Yeniçeriler çarşı adamı olup istediği
gibi alıp satmaya başladı. Şüphesiz bu yüzden Tanrı, itaatsiz kullarının erzakını kıtlaştırdı. Sığır kırgını
ile yoğurt, peynir ve yağ azaldıktan başka vücudun asıl besini olan arpa ve buğday da ortalıkla
kalmadı. Rûm vilâyetinde(2) bazı reâyânın çifte koşulup çift süraüğünü, bazısının da el çapacığı ile
yerleri kazıp buğday ve arpa tohumu ektiklerini gördüm.
Müellif tarafından
Bükreş'e varılınca askerin 100.000 kişi olduğu anlaşıldı. Hemen gayrete gelerek kaybedileni yerine
koymak hazırlığına giriştiler. Takım takım akınlar ve bölük bölük çapullar(4) etmekle yüz bine yakın
tutsak aldılar ve nice Horyad'ın kanını kara toprağa kardılar. Gerek onlardan, gerekse azık bulmaya
giden bizimkilerden çok kimse öldüyse de Kâfirler'in varlığı iyice alçaltılmış oldu.
Erdel ülkesi sınırından içeri girilmedi. Savaşçıları hazır olduğu için onların yağması mümkün olmadı.
(1) İnzibat ve âsâyiş anlamında kullanılmıştır. İhtisap siyaseti demekle muhtekirlerin idamını kastettiği
düşünülebilir.
(2) Rûm vilâyeti ile bütün Anadolu değil, Amasya bölgesi kastedilmiştir.
(3) Bu şekliyle vezin bozuktur. Andan ‘ibret alup da bak gibi bir ibare olması gerekmektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 74
Sonra [616a] altıncı günde Dergovişte(1) adlı kalenin yakınına varıldı.Tamam bir ay orada dinlenilip
oturuldu. Haydar Paşa oğlu Ali Beğ ki Çorum Sancağı Beği idi, Trabzon eyaleti ile orada muhafazaya
alıkonuldu. Amasya Sancağı Beği Rum Ali Beğ(2) ile Dergovişte Sancağı Beği Koçı Beğ orada kaldılar.
Sonra o konaktan göçülüp kuşlaklık(3) olan yere konuldu. O yöredeki ormanda meğer alçak Mihail(4)
hazırmış. Ali Paşa dahi 100 atlı ile çıktı. Biraz elleştiler Mücahitler birkaçını attan yıktı. Fakat onlar çok,
gaziler az olduğu için yine kaleye girdiler. Kaleye tayin olunmuş olan 300 Yeniçeri yoklandı. Ancak 30
tanesi vardı.
O kalenin korunmasına Köstendil, Avlunya ve Delvina sancak beğleri memur edildi. Sonra o iki sancak
Arnavutluk'ta olduğu için onları karavula tayin edip kaleye Köstendil Sancağı askeri girsin denildi.
Onlar ise <biz göz göre göre kanımıza susamadık > diye girmediler ve hiçbirisi kalmaya razı olmadılar.
Bunun üzerine Köstendil Sipahiieri'ne kılıç atmak için Bölük Halkı'na izin verildi. Fakat hepsi iyice hazır
olup gece gündüz atları eyerli ve silâhları korkutucu <her kim gelirse savaşırız> diye beklediklerinden
bu istek de yerine gelmedi.
Nihayet Kâfirler gelip Dergovişte'yi aldı. Ali Paşa'yı ve içinde olan beğleri şişe geçirip ateşte çevirdi ve
çekilip gitti.
(3) Hamidiye Nushasındaki (Nu 914) imlâsına göre (538b) Kuşluklak diye de okunabilir.
Kuşun çok olduğu yer demek olsa gerek.
www.atsizcilar.com Sayfa 75
Nazım
Nazım
Anlayışsız başkumandan yani bilgisiz Sinan Paşa Dergovişte'ye dönmek niyetiyle Bükreş kalesine
kondu. Henüz orada iken alçak Mihail gelip Dergovişte’ye ateşe verdi, içindeki ilerigelenleri şişe
geçirip sair neferleri de kılıçtan geçirdi.
Bu haber üzerine serdarın ve askerin yüreğine öyle bir korku düştü ki hiçbir hazırlık yapamadılar.
Kendi yapmış oldukları Bükreş kalesini ateşe yakıp kaçmaktan [616b] başka çare bulamadılar. Utanç
verici bir saldırışla o kaleye ateş vurdular. Çadırlarını bozup <ateşe düşmek suç işlemekten iyidir >
mefhumunu bilmeyerek kaçtılar.
O memleketlere beğlerbeği nasbettikteri mendebur(2) ki pis soyu Arnavut olan inatçı bir kimse idi,
kaleyi ateşe vurmada ve çadırını bozup kaçmada sanki herkes o şuursuzca işi kendisinden öğrensin
diye başkalarından önce davrandı. Hattâ öyle kaçmışlardı ki hazineler ve ağırlıklar yerde kalmıştı.
Serdar ve defterdar kendi adamları ile yüklemeye uğraşmıştı. Serdar bütün hazine ve topları
yüklettikten sonra askerin ardına düşüp ağırlıklarını almaksızın kaçtı. Bozgun yeri olan ba-
www.atsizcilar.com Sayfa 76
tağa geldikleri sırada çok değerli bir topu, gecikmeye sebep olur diye bırakıp gitti.
Sözü geçer bir kişi olan Hasan Paşa artçı idi. Öyle bir topun din düşmanına kalmasına acıyıp kendi
adamları ve Şam kulları ile çalışıp çabaladı, o topu bataktan çıkarıp geceleyin orduya iletti.
Bu sıralarda Tatar Hanı Ilgar ile Buğdan Ellerine girmişti. Han tarafından serdara Buğdan reayasının
itaat arzettikleri ve karışıklığa sebep olan Mihal ile mürted Rıdvan'ı teslim etmeye söz verdikleri,
ancak <bize sancak beği Talar beğlerinden verilsin, Türk beğlerinden kimseye verilmesin> diye şart
koştukları hakkında haber geldi. Fakat sancak beğinin Kırımlılar tarafından nasbedilmesi devletin
şerefine lâyık olmadığı için bu şartla başeğmeleri bilmemezlikten gelindi.
O tarihe kadar tabiiyette kusur etmemiş olan Erdel kâfirleri ülkesine alçak Mihail ile mürted Rıdvan
adlı aşağılığın girdiği serdar tarafından duyulunca emir ile bir çavuş gönderdi: <Buyruğumuza
başeğiyorsa o iki kötü bozguncuyu bize versin> diye bildirdi. Fakat alçak Erdel isyan ederek giden
çavuşa ihanet eyledi. <Bundan sonra aramızı keskin kılıç ayırır> diye açıkça başkaldırıp içinde saklı
olan şeyi bildirdi.
Hattâ yakınındaki Tımışvar'a askerini gönderip kuşatmaya uğraşarak beğlerbeğisi Üveys Paşa oğlu
Mehmed Paşa'yı baskıya aldı.
Serdar her yönden üzüntülü ve gamlı olarak konak konak kışlağa geçmek isteğinde iken oğlu Mehmed
Paşa ve damadı Ramazanoğlu diğer Mehmed Paşa'dan mektup ve adamlar gelip Estergon'un
kuşatıldığı haberini bildirdiler ve Müslüman askerlerini canlarından bezdirip kederlendirdiler.
1004 tarihinde ( = 6 Eylül 1595 — 24 Ağustos 1596) Kâfirler savaş niyetiyle 50.000 mikdarı tüfekçi
Macar savaşçısı, 10.000 den çok zırhlı süvari ve Frengistan'dan yardıma gelen 20.000 e yakın silâhlı
yiğitle birleşip gelerek Estergon kalesini kuşattılar. <Nice yerden Estergon kalesini ve bir iki tarafından
Ciğerdelen adlı kaleyi dövmek üzeredirler. Estergon Sancağı Beği Kara Ali Beğ buyruğundaki askerle
kuşatılmıştır> diye Budun tarafına yardım isteyiciler yetişip Budun Beğlerbeğisi Sofu Sinan Paşa ve
Anadolu Beğlerbeğisi Bosna asıllı Mehmed Paşa'ya haber göndererek yardım ve destek istediler.
[617a] Onlar da gelip Eski Budun'da çadırlarını kurdular. Tımışvar Beğlerbeğisi olan Mıhaliçlı
www.atsizcilar.com Sayfa 77
Ahmed Paşa dahi 2000 kişiyle yardıma geldi. Budun'a tâbi beğlerden Hatvan(1), Sonluk(2), Mohaç ve
Çorum(3) beğleri ve öteki beğler o kuşatmada bulundular. Serdar yerinde olan Sinan Paşa oğlu Vezir
Mehmed Paşa hemen Sipahi Oğlanları ve Silâhdarlar ağaları ile aşağı yukarı 3000 kadar Kapıkulu ile
gelip kondu. Daha sonra 3000 kadar yarar askerle Yanık Beğlerbeğisi Osman Paşa yetişti. Toplamı
20.000 kadar asker olup toplar âdet özere, Tanrı'nın yardım ettiği askerin önüne geçirilip türlü
süslerle kalktı.
Önce Kızılhisar adlı yere konuldu. Kâfirler'in durumunu öğrenmek için Yanık Beğlerbeğisi Osman Paşa
çarhacı olarak ileri gönderildi.
Müellif tarafından
Osman Paşa, Estergon yakınına varınca Kâfir ıstaburuna yakın bir yerde pusuya girdi. Birkaç atlısı ileri
gidip din düşmanı ordusunun karavulu İle buluştu. Bir iki yüz Kâfiri yok edip bir yığınını da elleri bağlı
tutsak edip birçok başlar ve tutsaklarla geri döndü. Sorguya çekilen her tutsak: <Dokuz kıralın askeri
toplanmıştır. Bu kaleyi almadan gitmeleri imkânsızdır> diye cevap verdi.
Din düşmanının kötü niyeti bilinince ertesi günü alaylar bağlanıp vezir ile öteki beğlerbeğîler ve beğler
hep birden yürüdüler. Kötü Kâfirlerin ıstaburu üstüne gittiler. Kâfir askeri bu gayreti görünce
Ciğerdelen fethi için çabasını arttırdı. Lâkin İçindeki gaziler, mücahitler ordusunun geldiğini öğrenince
kaleyi elleriyle ateşe vurup gemilerle Estergon kalesine yardıma gittiler. Bütün bu sayılan asker,
Estergon karşı-
(1) İmlâsı:
(2) İmlâsı :
www.atsizcilar.com Sayfa 78
sında görünmeden önce alçak günahkârlar(1) kaleyi almak için çok uğraşıp bir günde 1800 top atmış,
duvarlarını kalbura döndürüp dış kalesini almışlardı. Ancak narin kale yani iç kale dedikleri yüksek
burç kalmıştı. Hele sancağı beğine top dokunup şehit olmakla kaledeki gaziler kumandansız
kalmışlardı. Bundan başka bu defa, bizim asker varmadan Estergon kalesi karşısında beş tane gözcü
kulesi yapıp içine top ve adam koymuşlardı. İslâm askeri gelirse toplardan faydalanıp onları
püskürtmeyi düşünmüşlerdi.
Fakat o kulelerden atılacak topun ereceği yere konulmadı. Başka taraftan işe başlamak uygun
görüldü.
Aşağılık Kâfirler o günlerde taburdan asla baş çıkarmadı. O tilki gibi kurnaz çakallar bizim orduya
vurup savaşa girişmedi. Orada bulunan Tatar atlılarından birkaç yüz yarar okçu gazi, tabur yakınına
vardı. Buldukları atlardan [617b] ve adamlardan tutsak alıp döndüler. Kâfir serdarı bunu öğrenince
10.000 silâhlı askeri onların püskürtülmesine memur etti. Elleştiler, vuruştular. Tatar askeri az olmakla
kovarak orduya kadar getirdiler. Hemen, serdar vekili(2) Serdarzâde Mehmed Paşa, öteki beğler ve
beğlerbeğiler, bunca Sipahiler ve Zaîmler, ağalarıyla Bölük Halkındaki savaş kurtları atlanıp Kâfir
askerine karşı oldular. Deli İbrahim Paşa'nın kardeşi olmakla dünyaya ün salmış olan Halep
Beğlerbeğisi Çerkeş Mahmud Paşa herkesten önce Kâfir askerine dokundu. Adamlarını savaşa kışkırtıp
çok yiğitlik gösterdi. Fakat Kâfir askeri kalabalık olduğu için püskürtüldü. Biraz bozgunluk görüldü.
Derhal, Yanık Beğlerbeğisi Osman Paşa 4000 kadar namlı, denenmiş savaşçı ile yanbeğiden(3) geldi ve
sazlık tarafından vuruşa başladı. Davul ve boru gürültüsüyle, İsrafil'in düdüğü gibi tesir eden zurna
feryatlarıyla savaşıp nice erlikler gösterdi. Hatta Halep Beğlerbeğisi dahi tekrar gayrete gelip at saldı.
Kılıç, balta(4) ve kargı(5) ile Kâfirler'i ele aldı. Akşam oluncaya kadar savaş pazarı kızıştı. Böylece
akşam namazı vaktinde Kâfirlerin yüzü döndü. Mücahitler onları taburlarına kadar kovarak gitti.
(3) Metinde: nin bir yer adı mı, yoksa bir taktik mi olduğu kesinlikle
anlaşılamıyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 79
Eğer o gün Tımışvar Beğlerbeğisi ile sair yiğit askerler ve Sigetvar Beğlerbeğisi düşmanı bozguna
uğratmak maksadı ile atlanmış olsaydılar, aklı erenlerden çoğunun sözüne göre Kâfirlerin atlısı, belki
taburundaki iyisi ve kötüsü de tamamen bozulup ortadan kaldırılırdı. Kılıç arslanının pençesinden
kurtulsa da az kimse kurtulurdu.
Ertesi günü İslâm askeri yine atlandı. Taburun karşısına varıp Kâfir’in çıkmasını beklediler. Kimse
belirmediği için dönüp geldiler. Üç gün bu şekilde boş yere davranıp yürüdüler.
Dördüncü günü Serdar Vekili(1) Mehmed Paşa atlanıp gaza meydanına ün saldı. Kuşatılmış olan
Müslümanların karşı koyma yükünü kaldırmak ve fırsat bulursa içlerine çok sayıda asker koyup onlar
içerden, kendisi dışardan savaşmak üzere sağ ve sol alaylarını bağlayıp Kâfirlerin metrisleri üzerine
yürüdü. Kahramanlıkla ünlü olan Yanık Beğlerbeğisi Osman Paşa, Serdar Mehmed Paşa'ya kılavuz
oldu. Ne hal ise iyice gayret gösterip metrislerini basmaya doğruldu. Osman Paşa ilerden ayrılmayıp
yerinde kaldı. Ardından giden Mehmed Paşa ise ona uymakta beceriklilik gösteremeyip onun yaptığını
yapamadı. Onun gittiği vuruş yerine, özellikle top ve tüfek menziline gidemedi. Zavallı Osman Paşa üç
dört bin kişiyle vuruşa vuruşa şehit oldu. Onunla birlikte giden 4000 ünlü kişiden 1000 kişi güçlükle
kurtuldu.
Gerçi yanar ateşe girmek akla uygun değildir. Onun gibi bahadırın kendisini top ve tüfeğe kalkan
etmesi geniş düşünceyle bağdaşmaz. Yararlıkla şehit oldu diye ün kazanmasından namdarlıkla şu
denli gaza etti diye söylenmesi daha iyiydi. Kendisini tehlikeli yere altı diye sonunu anlatmaktansa,
<savaş hilyedir> sözüyle iş kılıp hem düşmanı ezdi, hem kendisi kurtuldu denmesi tercih olunurdu.
<Kahramanlık deliliğin bir türlüsüdür> sözü bu yaratılıştaki [618a] bahadırlara yaraşan bir hikmettir.
Oğuzlar dilinde <erin korkağı, atın ürkeği> sözünden anlaşılan mâna buna tıpatıp uygundur(2). Sözün
kısası: Osman Paşa'nın şehitlik rütbesine ermesi şu sonucu verdi ki Anadolu Beğlerbeğisi Mehmed
Paşa ve mazûl beğlerbeğilerden Bolu Sancağı Beği Şemsi Paşa Oğlu Mahmud Paşa birlikte Estergon
kalesine kapandılar. İçindeki çaresizleri kurtarmak ümidiyle sanki yanar ateşe yandılar. Şu şartla ki
Sinan Paşa Oğlu Mehmed Paşa dışardan, bunlar içerden savaşsın. Halbuki böyle olmadı. Bunlar
kapandığı gibi Budun'u korumak için çekilip gitti dedirtip gitmeyi aklına koydu. Fakat kader bırakmadı.
Sözünden döndüğü için Bu-
(2) Metinde şöyle: Oğuzlar lisanında erüñ korkağı, atuñ ürkeği fetvâsı buña muvâfık meşhûndur.
www.atsizcilar.com Sayfa 80
dun yöresine yol vermedi. Alçak Kâfirler, Osman Paşa'nın şehit olduğunu ve Anadolu Beğlerbeğisi
Mehmed Paşa ile Mahmud Paşa gibi yararların kaleye girdiğini işitti. <Sinan Paşa Oğlu her zaman
bizim yaralı avımızdır. Döneklik kime sanat ise ona mirastır> diye atlanıp üstüne yürüdü. Sinan Paşa
Oğlu bir saat bile dayanamayıp yüz döndürdü. Hatta otağına bile gitmeyip nerdesin Budun diyip
kaçmaya başladı. O döneğin kaçmasıyla 15.000 kadar asker perişan olup çoğu alçak Kâfirler elinde
şehit oldu. Bazısı kurtulup kaçarak Budun'a erişti. Kâfirlerin serdarı bunca ağırlığı ele geçirip Sinanoğlu
kaçağının otağına girdi. O kadar eşyalar ile güzel köleleri hizmetinde kullandı. Üç gün yiyip içerek
dünyanın tadını çıkardıktan sonra yine Estergon ile uğraşmaya başladı. 30 gün daha devamlı kuşatma
oldu. Kalenin suları kesildiği için İslâm askeri arasında bir içim su beş kırmızı altına satılır oldu. Gün
oldu ki kaleye 1500 top vuruldu. Şart ile kaleye kapanmış olan Mehmed Paşa gâh Serdar Sinan
Paşa'ya mektup ve adam saldı, gâh o bölgenin kumandanı olan oğluna(1) mektuplar gönderdi. <Bir iki
yıldan beri kuşatılıp her gün binden çok top yiyen kalenin hali ve içindeki çaresizlerin ümitsizliği
bellidir. Din gayretine bir çareniz varsa yetişin. Yoksa vire ile kaleyi verip bunca Müslümanın kanına
girmemek için bize bir temessük(2) gönderin> diye bildirdi.
Oğlu tarafından serdara Bostancı Ali Paşa(3) gelince serdar: <Yardım istiyorlar; gidip kaleye kapan>
buyruğunu verdi. Ali Paşa eskiden beri sevmediği adam olduğu için maksadı onun da kaleye girip yok
olmasıydı; kaledeki müslümanları kurtarmak değildi.
Sonra Mehmed Paşa, serdarın oğlunun mektubunu senet edinip Estergon kalesini teslim etti. İçindeki
yaralıları koçulara bindirip karınlarını doyurarak Budun'a gönderdi.
Kâfir askerleri hemen mescitlerin ve camilerin minarelerini yıktılar. Yerine çanlıklar yapmaya başlayıp
her birini kilise haline getirdiler. Kalesini onarıp 10.000 yarar asker ile korunması tedbirini alarak
yiyeceğini umulan mertebede çoğalttılar. Tann'nın laneti üzerlerine olsun. [618b] Kuşatmada bulunan
gazilerden biri şunu anlatmıştır: Kalenin teslimine
(3) Bu isim bir nüshada (Esad Efendi 2162) Bostancı ‘Ali Paşa seklindedir. Başka bir nüshada (Hâlet
Efendi 598) Bosnancı 'Ali Paşa diye yazılmışsa da bunun Bostancı olduğu bellidir. Başka bir nüshada
(Hamidiye 914) Buzhâneci Ali Paşadır. Başka bir nüshada (Fatih 4225) hepsinden farklı olarak Bosna
Sancağı Beglerbegisi 'Ali Paşa şeklindedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 81
karar verilince Kâfir serdarı, Anadolu Beğlerbeğisi'ni yanına çağırmak için adam gönderir. Fakat o
<ben öyle bir Kâfirin ayağına mı gideyim> diye büyüklenir. Aracı olan Kâfir yerinde bir söz söyleyip:
<Şimdi siz onların yenik ve boynu bağlı kulları gibi mahbussunuz. Hâlâ kendinizi eski durumda mı
sanıyorsunuz? Gitmezsiniz ama zorla götürürler. Sonra utanırsınız> der. Bu direnme ve ululanmaya
Şemsipaşaoğlu doğru bir hükümle son vererek: <O gitmezse ben giderim> diye Kâfir serdarına gider.
Kâfir serdarı, Şemsipaşaoğlu'na çok iltifat edip bağışlarda bulunur. Soyunu sopunu öğrenerek: <Siz asil
olduğunuzu ispat edip geldiniz. O, soylu olmadığını ispat edip gelmedi > der. Yine onu da yoksun
bırakmayıp bir miktar dünya leşi mal gönderir.
Akıl sahipleri mültefiktir ki disipline alınmayan askerin kumandanı muzaffer olmaz. Disiplinsiz olan
kalabalığın kumandanı hiçbir zaman zafer bulmaz. Osmanlı Devleti'nin başlangıçlarında Yeniçeri
zümresinden biri azıcık bir suç işlese beratını verir, tımar eri, kale eri yaparlardı. Bozgunculuk edenleri
ise aman vermeyip geceleyin denize atarlardı. Bölük Halkı da çok disiplinli idi. En küçük suçla beğlerin
ve beğlerbeğilerin hapsine girerlerdi. O derece sıkı idiler. Şimdi Yeniçeri zabitleri bile zaptedemez
oldu. Hattâ zaptetmesi gerekenlerin kendileri <biz bunu istemeyiz> diye azlettirir oldular. Bölük Halkı
ise âlemi zulümle doldurdu. <Bizi hâkimler hapsedemez, tutuklayamaz> diye mamur memleketleri
harap ettiler.
Geçen yılki düşman serdarı, Sinan Paşa'ya kınayıcı ve öğüt verici bir mektup gönderip <askerini
zaptedemeyen serdar nasıl serdarlık eder ve askerini kullanmaya gücü yetmeyen başkumandan nasıl
yüz aklığı kazanır> demişti.
Zaîmlerden biri anlatır ki: Yağma ve çapula hazır elli altmış bin süvari ve piyade Kâfir, Estergon
yöresinde gözüktükleri bunca gün, bütün bağlar ve bahçeler mamur ve yemişli binlerce ağaç türlü
türlü meyvelerle dolu iken Kâfirlerin serdarı <kale bizim olmayınca kimse bağlardan içeri girmesin;
kale içindeki halkın mallarının kendilerine haram olduğunu bilip el uzatmasın; yoksa hakaret eder ve
her birini bir türlü ölümle öldürürüm > diye yasak eyledi. Bunca askerinden bir fert bağlara el
uzatmadı. Ağzının suyu akarak gezdi. Fakat hiçbir yemişi yemedi. Kaleyi aldıktan sonra bağların
yemişlerini doyumluk etmek için saldırdılar.
www.atsizcilar.com Sayfa 82
Müellif tarafından
Alçak Mihail'in Yergöğü Kalesini Alması ve Köprü Başında Pek Çok Müslüman'ı Öldürmesi. Serdarın
Şaşkınlık İçinde Sabır Göstermesi(1) ve Müslüman Askerinin Kaçması
[619a] Güvenilmez serdar Bükreş kalesini ateşe yaktıktan sonra kışlamak niyetiyle iç Ellere gitti. Konak
konak, evvelce anlatılmış olan Yergöğü kalesine vardı. Şaşkınlığından gâh onu genişletip
sağlamlaştırarak onaracak, gâh daha asker yazıp akına gönderecek oldu. Yergöğü yakınındaki
köprünün iki tarafı tutulup <pençik yılman alınsın, sonra geçilsin> diye emrolundu. Bu sırada casuslar
gelip <Erdel Kâfirlerinin yardımı ile Mıhail gelip askeri burada basmaya ve Yergöğü kalesini almaya
karar vermiştir> haberini verince pençik sevdasından vazgeçti. Perşembe günü idi. Akşam ve yatsı
namazları arasındaki vakitte Rusçuğ'a gitti. Ne sancak açıldı, ne nöbet vuruldu. Otakları ve
başkalarının çadırları öte yakada döküldü, kaldı.
Ertesi günü çadırları geçirdiler. Müslüman askerleri can korkusundan çabuk geçmek tedarikinde
oldular. Fakat at ve insan kalabalığı o derecede idi ki üç gün, üç gece yük atları yüklü, atları eyerli
olarak köprü başında sıra bekleyip durdular. Her ne hal ise perşembe ve cumartesi günlerinde gece
gündüz uğraşılarak geçildi. Korkusundan ve hamiyetsizliğinden malını verdi. Beri yakaya, kale altındaki
adaya can attı. Bozgun yüzünden, denizler gibi asker, bir köprü sıkıntısından damla gibi görünmez
oldu. Bir avuç Káfir'in korkusu 100.000 den ziyade insanı gölgeye çevirdi.
www.atsizcilar.com Sayfa 83
Osmanlı Devletinde böyle bîr bozgun daha olmuş değildi. Aklı erenlerin çoğu bunu serdarın
uğursuzluğu ile utanmazlığına, askerlerimizin kıyıcılığına, ulemâmızın cahiller olarak çoğaltılmaya
çalışılmasına, esnafın narh gözetmeyen insafsızlığına verdiler. Yoksa din gayreti varken
Müslümanlarda böyle yüreksizlik görülmüş değildir diye söylediler.
Bütün Kâfirler ‘in geleceği haberi yayıldı. Hattâ Hasan Paşa'ya da haberler vardı. O da geldi. Pençik
bid'atini kaldırdı. Askerin geçmesine engel olup para isteyen ve hiçbir şeyle kanmayan Bölük Halkı'nı
ve Yeniçeriler'i bundan alıkoydu. Askeri dikkat ve emekle geçirdi. O cumartesi günü, ikindiden önce
düşmanın öncüsü(1) İslâm askeri öncüsü(1) ile buluştu. Sert bir savaş olup yaralı, bereli Sipahiler
haber getirdi.
Bu tarafta Hasan Paşa köprüden asker geçirmek işiyle uğraşırken Kâfirler'in serdarı geldi; onun otağını
alıp yerine oturdu. Bu sırada Macar atlısından 300 kadar kisi köprüyü basıp Hasan Paşa'ya hücum
ettiler. Anlayışlı vezir, suda boğulmaktansa ovada şehid olmak yeğdir diye yanındaki 70-80 tüfekli ile
hayli çarpıştı. İster istemez sapık Kâfirler'in yüzünü tersine döndürdü. Fakat Kâfir'in gittikçe arkası
geldi. Kalenin altı, atlı ve yayası ile dopdolu oldu. Velhasıl Hasan Paşa, yanında duran iki genç adamı
düşünceye ve 70-80 kişiden ancak 15 kadar yaralı kalıncaya kadar savaş ve vuruştan el çekmedi. İslam
askerinin maneviyatını kuvvetlendirmek için dayandı [619b], durdu. Daha sonra alay beğlerinden
birisi, atının yularını tutarak: <Sen yalnız başına bunca Kâlir'e karşı ne yapabilirsin > diye çekip beri
yakaya geçirdi. Her ne kadar Hasan Paşa düştü diye haber yayılıp islâm askeri cansız kalmış cesede
döndüyse de olup biten derhal öğrenildi. Şehid olanın iki genç adamı olduğu ve kendisinin sağ salim
beriye geçtiği bilinip sevince sebep oldu.
Sözün kısası: Kötü adlı Mihail ve Erdel banının kardeşi olan alçaklar başkanı kalenin altına girdiler.
Çabucak beş yerden metris kurup top getirdiler ve Müslümanlar'ın gözlerine karşı dövmeye
başladılar. Sanki o toplarla mücâhitlerin namus ve arları şişesini taşladılar. Köprüden ötede buldukları
Müslümanların kimini kılıçla öldürüp kimini suya döktüler; kimini de tutsak ettiler. Fakat acayiplik
şunda ki Kâfirlerdin elinden cankurtaran zavallıları kendi askerlerimiz dinsizleri soyup varını yoğunu
yağma ediyorlardı.
Beriden Müslümanların askerleri, öteden Kâfirler takımı karşılıklı top atıyorlar ve zafer yellerinden bir
eser belirmediğine şaşıyorlardı.
www.atsizcilar.com Sayfa 84
Bu hal ile üçüncü günü Yergögü kalesini Kâfir aldı. İçindeki Müslümanlar'ı kılıçtan geçirip eşya ve
silâhını aldıktan sonra kaleyi yıkıp yerle bir etti.
Hasan Paşa üzgün ve bezgin, bugünlerde bir lokma yemek bile yemeyerek üzüntü ve şaşkınlık İçinde
duruyordu.
En sonunda, Kâfirler'in kalkıp gitmediğini, serdarın ise rey ve tedbir ile bir iş yapmadığını görünce Han
Hazretlerinin ağzından: <İşte biz de geldik; hemen Kâfirler'in durumunu ögrenin> diye bir mektup
uydurdu. Bu mektubu bir tertiple Mihail'in eline geçirdi. Mihail, Han'ın mektubunu görünce korktu.
Dergovişte'den aldığı lopları derhal suya atıp Yergöğü kalesinden aldığı 40 tane topu yanına aldı.
Köprüden ötede bulduğu Müslümanların kılıç artıklarından kendisi ve Erdelli kardeşleri, Tanrı yolunda
şehid olanlardan başka, sayısız tutsak alıp 5000 seçme Müslüman'ı Ongürüs kalesine, kirala peşkeş
gönderdi ve Han Gazi Girey'in korkusundan çekilip gitti. Bu fırsatta serdar dahi Ruscuğ'a çekildi. Fakat
henüz Kâfirler kaleyi döverken Kapıcıbaşı olan İbrahim Ağa ılgarla geldi. Serdara asla iltifat etmeyip
doğru Hasan Paşa'nın çadırına indi. O saat iki kapıcıyı döndürüp saltanat makamına durumu bildirdi.
İki gün sonra kendisi dahi çekilip gitti.
Asker darmadağınık, yürekler korku içinde, erler kaçmakta, düşmanlar aceleci... Subhânallah!
Serdarın gafleti, tedbirsizliği ve cihaleti ne derecede idi ki Han adına yazılan bir düzme mektupla
bozulan aşağılık Kâfirler'i, rüzgâr gidişli Tatar askeri ile, özellikle düşman avlayan Han'ın
davranmasıyla yok etmek mümkün iken, sırf şeref onun olmasın diye gelmesine engel olsun ve işin
sonunda bu türlü rezillikler ortaya çıksın…
Müellif Tarafından
www.atsizcilar.com Sayfa 85
Bu uğursuz seferinde toplam olarak 4 beğlerbeği ve 3 sancak beği şehid oldu. Netekim Yanık
yöresindeki dolaşmada da 1 beğlerbeği ile 10 sancak beği şehidlik bahtiyarlığına erişmişti.
Bundan sonra askeri kışlağa gönderdi. Kimse bu buyruğa uymayıp çekildi gitti. Vezir Cafer Paşa'nın
Rumeli'ye geçtiğini işitti. Her ne kadar bu tarafa gelip serdar olsun diye istekte bulunduysa da o dahi
anlamsız sözlerine kulak asmadı.
Bu hal ile çekilip devlet kapısına gitti. Bozuk düzen yalanlarla saadetti padişahı ve mal sarfı ile
mahrem olarak sarayı aldatmayı kurdu.
Müellif tarafından
Serdarın Devlet Kapısına Varması. Sedaret Mührünün Kendisinden Alınması. Lala Mehmed Paşa'nın
İsteğinin Yerine Gelmesi ve Hemen O Haftada Ölmesi ve Yerine O Uğursuzun Sedaretle Mevkiinin
Yükselmesi.
Nazım
Yüksek payitahta can atan Serdar Sinan Paşa, saf yürekli padişah hazretlerini düzme haberlerle
inandırmaya kasdetti. Lâkin, kethüdasının çiftliğine konduğu gibi kaldırdılar. Vezirlik mühürünü
elinden alıp geriye Mağalgara(1) ya gönderdiler. O uğurlu gün 16 Rebiülevvel 3004 Pazar (=19 Kasım
1595) günü idi ki o şeytan suratlı gulyabani, padişah kapısından sürüldü. Vezirlik mühürü yine, o gün
en aşağıda vezir olan Lala Mehmed Paşa'ya gönderildi. O gece saraya getirilip serdarlığın da
verilmesiyle değeri daha üstün edildi. Padişahın nice ihsan ve nimetleriyle bu iltifatlara lâyik kılındı.
www.atsizcilar.com Sayfa 86
Kendisinde hastalık belirtileri vardı. Hatta iki katlı zayıflığı, kuvvetsizliği açıkça gözüküyordu. Öteki
vezirler o gün gelerek tebrik ettiler. Ertesi günü divana gelip göreve başladı. Kanun üzre padişahın
elini öpüp çekildi. Hemen o gece şirpençe hastalığı belli oldu. Bir daha divana gelmeye gücü yetmeyip
İkinci Vezir ibrahim Paşa dokuz gün vekâletle divanı yaptı. Dokuzuncu günü ki salı (25 Rebiülevvel = 28
Kasım 1595) idi, o öldürücü hastalıktan öldü. Ölüsü çarşamba günü çıkarılıp Şeyh Vefa'da gömüldü.
Anlayışlı padişah üzüntüsünü açığa vurup nice günler onun matemini tuttu. On yıldan beri
hizmetlerinde olup yıldızları barışık olduğu için ondan ayrılıkla epey elem duydu.
Sinan Paşa'nın kafadarları olan harem ağaları, özellikle Bâbüssaâde Ağası olan Gazenfer Alem yine
padişaha telkinlerde bulundular; "iş bilir, tecrübeli vezirdir" diye överek mühürü yine ona [620b]
gönderttiler. Büyük, küçük herkes doğru olmayan bu hale hayret etti. İlerigelenler "bu nasıl iş" diye
şaşıp kaldı. Sözün kısası: Acele İle devlet kapısına geldi ve Müslümanlar'dan öç almak için bu sefer çok
gayret gösterdi. Garez sahiplerini musallat edip ırz ehli olan akıllıları kötülere çiğnetti. Kendi yüz
karalıklarını türlü başarı ve zafer gibi bildirip doğru olmayan sözlerle kendisini sattı, özellikle bu sefer
yüksekten alarak her işe karışır oldu.
Müellif tarafından
Yukarda anlatılan Lala Mehmed Paşa ancak bir gün büyükvezir olmuş ve kendisinden yukarı beş vezir
daha varken sedarete yükselmişti. Aslında Saruhan vilâyetinde bir zaîmin oğlu idi. Bilgisi ve güzel
konuşması yoktu. Cesur da değildi. Merhum Sultan Murad Han şehzade iken onun kapısına çavuş
olmuştu. Tahta çıkışından sonra o zümreye katılıp çavuşlukla askerin talihlisi olmuştu. 990 yılında
Sultan Mehmed, Mağnisa sancağına verilince o dahi "vatan sevgisi imandan gelir" sözüne göre ve
sancak beğliği rütbesiyle sancağa beraberce vardı. Onunla bir ilişki kurup ikbal sahibi şehzadenin
emikdeşi yani sütkardeşi olan yüce kızı evdeş edindi. Yani dışarıdan iken o marifetle evden oldu.
Aralarına karışması dolayısı ile sonunda beğlikle lalalık rütbesine yükseldi. Tahta çıkış sırasında da
padişahın lalası olmakla vezirlik mertebesi
www.atsizcilar.com Sayfa 87
lâyık görüldü Sinan Paşa'dan mühür alınınca, hiçbir tarihte olmamış olduğu ve <daha eski olan öne
geçirilir> sözüyle iş görüldüğü halde büyükvezirlik mühürü ona verildi. Gerçi niyeti büyükmüş. Kasdı
damad olan vezirleri ve Bâbüssaâde Ağası'nı, hattâ padişahın yüce annesini birer köşeye sürdürmek,
ondan sonra âlemi düzeltmeye başlamak İken zaman bu düzene rıza göstermedi. "Dünyanın bozduğu
şeyi attardaki ilaçlar düzeltebilir mi" mazmununa göre yokluk yoluna gönderdi.
Nazım
Lala Mehmed Paşa'nın çavuşlar arasında şöhreti <Tekeli Mehmed Paşa> değil, <Tekeli Mehmed
Çavuş> idi. Evvelce, Kâbe'ye gelen su yolunun hizmetinde, ondan sonra Cidde Emaneti Kâtipliğinde
kullanılmış olmakla o suretle tanınmıştı. On iki yılda çavuşluk gibi aşağı bir dereceden büyükvezirlik
gibi yüksek bir rütbeye çıkması herhalde Mekke hizmetinde iken duasının kabul olunmasından ve
hırsının çokluğu dolayısıyla <bir güncük büzükvezir olayım da ölürsem ondan sonra öleyim> demiş
olmasındandır. Yoksa bu mertebelere cidden liyakati yoktu. Lalalıktan yukarıya yükselmesi halkın
tasavvurunun üstünde idi. Yattığı yer nur olsun.
Müellif tarafından
Beş kere sadırazam olan Sinan Paşanın sonraki vekâletleri öncekilerden kötü idi. Gittikçe huysuz, ağzı
bozuk olup bir iş için yanına
(1) Hâlet Efendi nüshasında: Sinan Paşa'nın Beşinci Vezareti ve Altı ay sonra ölümü.
www.atsizcilar.com Sayfa 88
gidenlere karşı ağzından çıkan söz <toprak başına> sözü idi. Bilgi ve hünerini arzeden filozoflara
kelime sorarak aşağı görmek lüzumsuz bir maşgelesiydi.
Nazım
Garabet şunda ki evvelki sadırazamlığında divanhanesinin takına <Tanrı rişvet alana da, verene de
lanet etsin> hadîsini yazdırdı. Rişvet almakla şöhret bulduğu zaman yazdığına pişman olup onu
kazıyarak büsbütün yoldan çıktı. Bu sefer sarayının kitabesini <açgözlü zelil olur> sözüyle taşlaşmış
yüreğine kazdırdı. Sözün kısası: Beş aydan fazlaca sadırazamlık edip 5 Şaban Çarşamba (=3 Nisan
1596) günü öldü. Fakat ölümü, uzun ömründe hastalık belirtisi göstermeden yaşayan sapık Firavun'un
ölümü gibi başka bir ölüm oldu.
Müellif tarafından
Velhasıl o vezir ölerek dağılmış toz gibi oldu. Yüce devletin başkentinde, İstanbul'da Parmak
Kapısı'ndaki türbesine gömüldü. Hatta akıllı şairler orada gömülmesine şöyle bir kıt'a söyleyip evvelce
esas kubbesi kazılırken bir Kâfir mezarının yanında olduğuna işaret ettiler.
www.atsizcilar.com Sayfa 89
Nazım
Bazı tanınmış edebiyatçılar ve tatlı sözlü şairler o nâmerdin gazi sultanlar gibi tahtta oturmasını ve
ünlü hakanlar gibi türbede yatmasını lâyık ve yakışır görmeyip şöyle bir manzume yazmışlar ve
doğrusu gerçeği yazıp isabet etmişlerdir.
Nazım
www.atsizcilar.com Sayfa 90
Özellikle evvelce Ferhad Paşa'nın öldürülmesine bunun sayısız hiylesi ve parayı bol bol saçması sebep
olmakla, namertliğine ve çok yaşlı kocakarı gibi yüzü buruşup salyalarının akmasıyla pisliğine bakarak
Ferhad öldüren devin Ölümüne tarih düşürdüler. Yasını tutmakla(1) yani hasr ile on bir sayıyı
indirdiler ki o tarih budur:
Nazım
Sonra, ölümü herkesçe öğrenilince, karanlık gövdesinden ruhunun kara karga gibi uçtuğu haberi
yayıldı. Dilinden incinmiş, muamelesinden korkmuş olan irfan sahiplen <sen yapabileceğini yaptın.
Ondan sonra yıkıldın, gittin. Şimdi nöbet bize geldi> diye türlü türlü tarihler, güzel kıtalar ve kasideler
söylemeye başladılar. Onlardan biri, söyleyeni bilinmeyen, sanki Cebrail'in dilinden alınmış bir kaside
idi:
Nazım
(1) <Yasını tutmakla> ( ) <ya> ( ) harflerini tutmakla yani ebced hesabından çıkarmakla
demektir. <Ye> ( ) harfi ebced hesabında 10, <elif> ( ) harfi de ettiğinden, bulunan sayıdan 11
çıkarmak suretiyle Sinan Paşa'nın ölüm tarihi bulunacak demek istiyor Son mısraın tarih bölümü olan
gitdi Ferhad öldüren eski harflerle şeklinde yazılmakta ve bunun ebcedle
karşılığı 1015 tutmaktadır. Bundan 11 çıkarılınca geriye kalan 10 4 Sinan Paşa’nın Ölüm tarihini
göstermektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 91
Sultan Murad Han'ın Damadı Tecrübeli İbrahim Paşa'nın Büyükvezir Olması
Yeryüzünün, yukarlardaki cennet gibi yemyeşil olup suya kandığı ve göklerle yerlerin güneşle
arkadaşlık saadetine erdiği, parlak yıldızların ve ışık saçan güneşle ayın doğuyu ve batıyı ışıkla
doldurduğu güzel bir günde, 5 Şaban Çarşamba günü ( — 3 Nisan 1596) Sinan Paşa öldü. Vezirler ve
öteki büyükler, namazını kılmak için Ayasofya Camisi'nde hazır iken vezirlik mühürü İbrahim Paşa'ya
orada erişti. Bütün müneccimler ve uzağı göre akıllılar mühürün camide varmasını dirlik düzenlikle
sadırazamlık etmesine, bütün vezirler bir yerde iken gelmesini de hepsinin kendisine yardımcı
olmasına yordular. Büyük, küçük herkes <Tanrı uğurlu etsin> sedalarını yükselttiler. Bu kitabın müellifi
başkentte bulunmamakla bir kutlama yazısı ile hizmeti yerine getirdi ki sureti şudur:
Tehniyetnâme
Südde-i seniyye-i ’uzmâ ki mânend-i Mekke-i mükerreme-i [622a] ‘ülya kıblegâh-i sükkân-i ‘âlem-i
ğabrâ ve matâf-i tavâ’if-i nufûs-i zü'nnühâ olup her seng-i ruhâmesi Hacerül-Esved gibi añen fe-ânen
lutf u keremde izhâr-i yed-i beyzâ kılan yed-i beyzalar ki dibâpüş olduğı hâlde Altun Oluk gibi hüveydâ
oldukdan mâ’adâ murâdât-i ‘âmme-i berâyâ ol’atebe-i kerem-güsterde haşıl ve kâffe-i derdmendân-i
re’âyâ şifâ-i derde ol derde vâşıl idügi mukarrerdür(1)
Müellif tarafından
Tanrı'ya hamd olsun, < işi yapabilecek olana ver> sözünce Ulu Tanrı dilek okunu nişana eriştirdi.
Padişah vekilliğinin kanunları binlerce cildin sayfalarına yazılmış gibi onun makbul çalışmalarının
yapraklarında göze çarpmaktadır. <Sayfayı okuyana ver> sözü gereğince büyükvezirlik mühürü
kudretli eline sunuldu.
www.atsizcilar.com Sayfa 92
Müellif tarafından
Doğrusu kifayetli elleri halkın rızkının üleştiricisi ve insanların iyiliğine uzanmış parmakları işlerdeki
güçlüklerin anahtarı olduğu için, âlemlerin övüncünün o adaşı, Muhammed ümmetine iyilik edicidir.
Değer tanıyan asil karakteri de millet kıymetinin ölçüsüdür ki bu riyasız kulları gibi marifet denizi
denmeye lâyık temiz yüreklilerin tozlu çirkeflere bulaştırılmamasını ve saf duacıları gibi bilgi ve erdem
denizi olan parlak mücevherlerin taş parçası gibi kenara atılmamasını gerektirmektedir.
Nazım
Gerçekte Osmanlı Saltanatı kudret denizinde sağlam yelkenli bir gemi gibidir ki ülkeler alıcı padişah
hazretleri onun başkanlığında Nuh neslinden şanlı bir kaptan olup sadırazam o geminin reisi; yüce
şeriatin ehli olan ve denizden en iyi anlayan hâkim, yelkencisi; Başdefterdar, zahireyi saklayan güzel
ahlâklı odabaşısı; Reîsülküttâb, dümen kullanan lengercisi; Yeniçeri Ağası, gemiyi kullanan gemicisi;
öteki devlet ilerigelenleri de gök mertebesindeki o gemi içinde âletleri kullanan himmet sahibi
kimseler gibidir ki rüzgâr ne kadar aykırı olsa reis ve yelkenci ile dümenci usta oldukları takdirde
dalgalardan korku
www.atsizcilar.com Sayfa 93
gemidekiler için azdır ve zahireyi [622b] saklayan odabaşı, işinin ehli oldukça kumanya tedariki
kolaydır.
Müellif tarafından
Yüksek bilgilen kavramıştır ki ilmimiz ve yüksek derecemiz babında 12 yıl önce merhum Çivioğlu
şeyhülislâm iken <Rûm ülkesi peyda olalı nesirde ve Farsça, Arapça, Türkçe nazımda Alî herkesten
üstündür> diye bütün mollalar imza etmişlerdir. Bundan sonra, iyilik edici yüce şanınıza lâyık olan ne
ise ona riayet buyurulsun. Daha fazla uzatmak yüce şerefli zata baş ağrısı vereceğinden tafsilden
çekinilerek devlet ve ululukları duasıyla sözü özetlemek, yapılacak ilk iştir.
Müellif tarafından
Aslı Bosnalıdır. Terbiyeli bir soydan, şanı yüce, cömert, himmet eli inci saçan, övülen bir zattır ki
merhum Sultan Murad Han saltanat tahtına oturduğu sırada onun rikâbdarı idiler. Daha sonra
Silâhdar olup Yeniçeri Ağalığı ile saraydan dışarı çıktılar. 990 yılındaki sûr-i hümayun sırasında Rumeli
Beğlerbeğiliği ile, sonra vezirlikle Mısır eyaletini birleştirip bir süre saltanat civarından uzakta kaldı.
Mehmed Paşa adındaki maktul beğlerbeği de yine kendilerinin iyi yetiştirmesiyle ortaya çıkmıştır.
Nihayet büyükvezirlerin azlolunduğu, onun öldürülmesi hususundaki vartada paşa da birlikte
bulundu. Onun öldürülmesi
www.atsizcilar.com Sayfa 94
çok defa ibrahim Paşa'dan bilindi. Padişahın damadı iken beş yıl kadar azledilmiş olarak durdu. Sinan
Paşa büyükvezir olduğu zaman üçüncü vezir olmaları emrolundu. Her ne kadar Lala Paşa'ya sedaret
verildikte hak İbrahim Paşa'nın idiyse de, birkaç gün gecikti, saati şimdi imiş ki yine usulünce vezirlik
mühürü gönderildi.
Cömert, ihsanı bol, herkese karşı iyi ve eli açık, saygıya lâyık bir kimsedir ki kendisinde gurur ve
kendini beğenmişliğin zerresi yoktur. Belki nefsini kırması ve dervişliği, hiçbir şeyi bulunmayan bir
yoksuldan daha çoktur. Merhum padişahın sayısız iltifatını görüp yüce hanedanına iyilik edici bir
damad oldu. Yeniçeri Ağası iken kendilerine olan itibarları büyükvezirlerinden hiçbirisi hakkında
gösterilmiş değildi. Böyle olduğu halde durumunda ve davranışında asla bir değişiklik görülmemiştir.
Daha önceleri hanedana damad olanlar gibi kendini büyük görme şeklindeki yakışıksız halleri
olmadı(1). Sadırazam olunca dervişliğini arttırdı. Bu tarzda, adaletle din ve devlet hizmetinde çalışıp
ve divana zinet verip herkesin hatırını almak üzere iken sınırlardaki ünlü gazilerden ürkütücü haberler
geldi: Yedi kıral yani Leh, Buğdan, Eflak, Erdel, Nemçe, Macar ve França kıralları ittifakla Budun
üzerine yürümeye karar verdiler diye ardı ardına haberler erişti. İbrahim Paşa bu haberleri alınca
devlet ilerigelenleri ve kazaskerlerle toplanıp konuşarak bunu padişaha arzettiler. Padişah, İbrahim
Paşa'yı serdar yapıp göndermeye karar verdi. Fakat bütün devlet ilerigelenlerinin. padişahın bizzat
gitmesini uygun bulup arzetmeleriyle saadetli padişah. Sultan Mehmed Han Hazretleri kendi gitmeyi
kararlaştırdı. Bütün memlekete haberler gönderip padişahın bu sefere katılacağı dellâllarla bildirildi.
Sefere çıkacaklar hazırlığa başladı.
Zafer müjdecileri <Tanrı savaşanları savaşa gitmeyenlerden üstün kılmıştır> âyetini yüce bir müjde ile
belli etti ki kudretli kalem, ülkeyi süsleyen sağlam düşünce demek olan kılıcın kınından çıkıp Kâfir
askerlerinin kara kanı ile yeryüzünü en güzel nakışlarla süslediğini yazmıştır(2).
(1) Sadeleştirmeye esas alınan Esad Efendi nüshası burada bitiyor. Bundan sonrası Hâlet Efendi
nüshasından alınmıştır,
www.atsizcilar.com Sayfa 95
Müellif tarafından
Ve üstün değerli eserlerin müverrihleri <yeryüzünde geziniz de suçluların sonunun nice olduğunu
görünüz> âyetini benzersiz bir hediye olarak beyan eyledi ki savaşçıların can alıcı kargılarının
üstünlüğü en güzel ifadeyi gösterip küfür ve sapıklık üzerine kahramanları ölümsüz ve sağlam kılmakla
din sahiplerinin durumlarındaki düzeni ve inanmışların gönüllerini dünyayı parlatan güneş gibi güzel
kokulu otlarla dolu bahçelere benzetmiştir(1).
Müellif tarafından
Sevindirici mânânın özeti <inanmışlar bununla sevinir> âyetine uygundur. Olaylar şu şekilde kendini
gösterdi ki Üngürüs ülkesinde duran ve yolsuz inançlarına göre Bahrâm-i Gûr zamanından beri
hükümeti yaşamakta olan ve rezil silsilesi Kâfirler üzerine buyruk bulunan, Beç adıyla anılan sapıtmış
kıral ile civarındaki kötü mezhepli Eflak, Buğdan ve Erdel Kâfirleri, padişah hazretlerinin kapısına
atalarından beri haraç veren ve her yıl cizye göndererek rahat yaşayanlar zümresinden iken bir iki
yıldan beri inat ve bozgunculukta birleştiler. İtaat etmek ve bağdaşmak vadilerinde koşarken düzene
karşı koyma ve düşmanlık yollarına gittiler. Hattâ yüce padişahın ülkelerinden Budun, Bosna ve
Tımışvar sınırlarında bazı kale ve köylere el uzattılar. Bundan dolayıdır ki ulu padişah <sefer, zafere
yol açar> sözüne uygun düşen 1004 yılı Şevvalinin başlarında (=29 —31 Mayıs 1596) yüce
başkentlerinden Kâfir ülkesi sınırına yürüdü. Müslüman askerleri ve zafere erİştirici mücâhitler sapık
kıralın uğursuz karargâhı olan Beç kalesinin fethi niyetiyle ilerledi. Birçok konak ve durakları aşarak
1005 yılı Muharreminin sonlarında ( = 20— 23 Eylül 1591) doğru yoldan sapmış olanların kalelerinden
Eğri adlı sağlam kale yöresine kondular. Doğrusu yüksek ve enli kale imiş. Dayanıklılığı Kaf Dağı
gibiydi. Sağlamlığı ve yapısı
www.atsizcilar.com Sayfa 96
çelik kaleler gibi, kapısı sert yapılı burçlardan numune, hendeğinin derinliği Havarnak Köşkü(1) nün
ayakları gibi toprağın altında kuleleriyle burçları dokuz katlı gök kubbe gibi Ülker yıldızının tepesinde
yani yüksek gökle aynı hizada ve ince kalesi de güneşten daha yüce ve üstündü.
Müellif tarafından
Silâhları kara sevda gibi çok, toplarına ve bacaluşka(3)larına son yoktu. İçindeki karganmışların bayrak
ve silâhı hazırlanmış bir deliğe benziyordu ki içi yılan, çıyan ve akreple dopdolu idi. Yükseklik ve
metanette benzeri azdı ama padişahın nazarında düz bir toprak gibi olduğu belli idi. Çünkü kasabalar
alan askerleri Nuh tufanının dalgaları gibiydi. Atalardan kalan büyük şan ve yüksek mekân göklerin
gökleri derecesinde görünüyordu.
Ulu vezirler ve büyük vekillerden Sadırazam İbrahim Paşa, ikinci Vezir Cerrah Mehmed Paşa,
Dördüncü Vezir Cağalaoğlu Sinan Paşa, Altıncı Vezir Cafer Paşa, Yedinci Vezir olan vezir oğlu vezir
Hasan Paşa, bunlardan başka eyaletleri başında bulundukları zaman vezir denilmelerine izin verilen
Sinan Paşa oğlu Mehmed Paşa, Satırcı Mehmed Paşa, Anadolu Beğlerbeğiliği ile vezir denilmesi caiz
olan Bosna asıllı Mehmed Paşa, Beğlerbeğilerden Diyarıbekir Beğlerbeğisi Murad Paşa, Sivas
Beğlerbeğisi Mahmud Paşa, Karaman Beğlerbeğisi Hızır Paşa, Zülkadriye Beğlerbeğisi Ferhad Paşa
oğlu Mehmed Paşa, Halep Valisi Mahmud Paşa, Rakka Beğlerbeğisi Bostancı Ali Paşa ve bu sayılan
eyaletlerdeki beğlerin çoğu, bütün zaîmler ve tımar erleri, özellikle eski askerlerin en tanınmışı
Yeniçeriler, Sipahi Oğlanları, Silâhdarlar, Sağ ve
(1) <Havarnak> Irak'ta Necef civarında bir kasabadır. Orada Sâsânlılar için yıktırılıp sonra Abbâsîler
taralından genişletilen Köşk Câhibiye şairlerine konu olmuştur. İlk mimarı Sinmar (veya Sinimmar)
imiş.
(2) Efsânevî ünlü mimar (Z. Th. Zenker, Dictionnaire Turc-Arabe-Persan, S. 521; Leipzig 1866).
(3) Bîr nevi top. Zeki Pakalın< Becaleşka, <Bedoluşka>, <Becelûşka> şekillerinden babsediyor (Tarih
Deyimleri ve Tarihleri Sözlüğü, I. 184).
www.atsizcilar.com Sayfa 97
Sol Ulûfeciler, Sol ve Sağ Garibleri beğlerinin mevâciblileri, bütün ulufe ve tımar müteferrikaları,
çavuşlar ve divan kâtipleri, bütün Cebeciler, bütün Topçularla Arabacılar ve sair Padişah Kapıcıları,
padişah ahırlarının Saraçları padişah hizmetindeki yerlerine geçtikten başka Cengiz Hanedanından
olup Tatar askerine buyuran Gazi Girey Han kardeşi İslâm Girey Sultan hazırdılar.
Müellif tarafından
Şüphesiz, Eğri adındaki berkitilmiş hisar Kâfirler'e göre Beç kalesinin anahtarı ve Üngürüs ülkelerine
girmenin açılması gerekli kapısı sayılmakla, savaş kitabının fasıl ve bablarına <evlere kapılarından
giriniz> sözünce oradan girildi; fetih ve zafer sarayına o kapıdan girilmek uygun görüldü. Safer ayının
ilk gününde ( = 24 Eylül 1596) fetih işlerine başlandı, önce kendi kulları ve Dergâh-i Âlî Çavuşları,
Divan Kâtipleri ve Müteferrika Kulları ile Sadırazam İbrahim Paşa, ikinci olarak Cerrah Mehmed Paşa
kendi adamları ile, üçüncü olarak Cafer Paşa kendi Levendleriyle, dördüncü olarak Hasan Paşa Rumeli
eyaletinin Sipahi ve Zaîmleriyle, beşinci olarak Anadolu Beğlerbeğisi Mehmed Paşa o vilâyetin
tükenmez Türkleriyle, altıncı olarak Yeniçeri Ağası Veli Ağa yayalar grupunun yiğit askerleriyle
hendekler kazıp metrisler yapmaya başladılar. Kaleyi altı cihetin her birinden günde kırkar, ellişer kere
taşladılar.
Ünlü yiğit arslan, düşmana yürüyen kahraman savaşçı asker, işi gücü zafer olan Cağalaoğlu Sinan
Paşa, yola çıkıldığı gibi padişah buyruklarını baş üstünde tutan o bahadır, Çarhacılar grupuna ve Şam
askerinden kılıç gibi yarar, çoğu Kirmâni kılıç gibi namlı ve gayretli, kavgacı ve tüfek atıcı atlılar
takımına kumandan kılınmıştı. Sınıra varıncaya kadar savaş kılığında olarak silâhşorluk fenninde
heybet gösterip padişahın rikâbında koşmuş, gâh padişahın yanında yürümüş, gâh tarihlerden savaşa
dair konuşmalar yaparak her gün hakanın iltifatı ile şanı yükselmiş, her saat padişaha yaklaştığı için
akranı tarafından
www.atsizcilar.com Sayfa 98
kıskanılmıştı. Gün olmazdı ki müjde eriştirici sesler talih güneşini şeref burcuna yaklaştırmasın. Yer
olmazdı ki belâgatli ilham alıcı o yüce değerli, eşsiz devlet adamının övgüsünde şu beyitleri
söylemesin:
Müellif tarafından
Bundan dolayı padişah ona metris hizmetini lâyık görmedi. İslâm askeri kaleyi almakla uğraşırken
düşman, padişahın ordusuna ( = karargâhına) saldırmasın yahut azıkla dinç atlı asker gelip ansızın
kaleye girmesin diye ihtiyat olarak o cesur veziri ve buyruğundaki gözüpek Şam askerini padişahın
otağı çevresinde tutmak uygun görüldü.
Safer ayının ilk gününden ( = 24 Eylül 1596) kalenin dövülmesine başlandı. 18 inci günü (=11 Ekim
1596) kale tamamen fetholundu. Dört beş gün içinde de kale onarılması, beğlerbeğiliğinin eski serhad
beğlerinden Sofu Sinan Paşa'ya verilmesi, kale muhafazasında kalacak asker ve mühimmat işleri,
kalede bulunan âletlerin ve levazımın, erzakın ve hesapsız hazinelerin nakil işi tamamlandı.
Bu sırada Kâfir diyarının durumunu iyi bilen, doğru sözlü bazı tutsaklar alınmıştı. Bunlar, Kâfirlerin
topyekûn silâhlanarak yaya ve atlı 300.000 kişinin Tokay adlı geniş ovada savaş düzeni aldığını, İslâm
askerine karşı gelip vuruşmalarının hesaplandığını, hep birden saldırmalarının tahmin olunabileceğini
haber vermişlerdi. Böylece toplanıp hep birden saldırmalarına sebep şu imiş:
<Onların cehennemde yatağı vardır > âyetince, sapık kıratlarının bâtıl kanununu ileri süren
hâkimlerinin inancına göre 1500 yıldan beri kesilmeden devam eden bir sülâlenin hükümdarı olarak
anılan, o yok edilmesi gerekli kuduz it ve kan dökücü domuz, padişahın ileri atıldığını ve âdetleri zafer
kazanmak olan sonsuz askerle geldiğini iştince, korkusu, onu gururundan uyandırmış ve kırallıktan
çekilmiş.
www.atsizcilar.com Sayfa 99
Müellif tarafından
Yani kendisi hastalıklı olup yaratılışındaki zayıflık yenileceğine delil bir korkak Gayrimüslim olduğunu
anlayıp mevrus tacını kardeşi Maksimyanoş'a giydirmiş ve kalabalık askerinin idaresini o kahrolasıya
verip işi hastalığa vurmuş.
Maksimyanoş mağrur, kendini beğenmiş bir kıral olduğu için, savaş isteyen bir bölük akılsız, sarhoş
değersiz ve beyinsiz Kâfir'in toplanmasına gururlanarak Tokay kalesi karşısında savaş düzenini kurdu.
Her ne kadar <Kâfirler'in beldelerde başkalaşmalarına aldanma> âyeti kulağına değdi, arkadan da
<dünyadaki azıcık kazançlarından sonra cehenneme gideceklerdir> âyeti gelip yaptığı işten
vazgeçmesine çalışıldı ise de fayda sağlamadı. Böylelikle <Tanrının yanlış yolda bıraktığına kimse
doğru yolu bulduramaz> âyeti anlaşılmış oldu.
Casusların haberlerinin doğruluğu anlaşılınca padişahın yüce buyruğu gereğince Vezir Cafer Paşa ve o
sıralarda Rumeli Beğlerbeğiliğinden mazûl olan Veli Paşa, beşer günlük azıkları hazır olan otuz kırk bin
yiğitle düşman tarafına gitti. Ovayı geçmeleri buyurulmuştu. Düşmanın ıstaburlarına temas etmek
gerekirse alay bağlayıp savaşa girmesi emrolunmuştu. Adı geçen kumandan eskiden o serhadların
beğlerinden olduğu için, oraları bilen kişidir diye padişah ve bütün vükelâ tarafından seçilmişti. Her ne
kadar her zümrenin fedailerinden otuz binden çok adamla gitmiş idiyse de geceleri dönenler ve
Kâfirler'in çokluğunu işitip <çıkılan yere dönmek daha iyidir» sözüne rağbet eden kötü yürekliler
tekrar orduya geldikleri için adı geçen vezirin yanında
Bunun üzerine adı geçen vezir, yakınlarından bazı doğruluktan çıkmış Türkler'in(1) telkinleri tesiriyle o
konaktan göçüp dönerek yolun gerisine geçti ve çadırlar kuruldu. İğrenç Kâfir güruhuna ihtiyatla
gidilmek uygun görüldü. Fakat bu aksi durum, uğursuz kalabalığın gürültüsüne sebep oldu. Hattâ
kendi askerindeki döneklerin korkusu evvelkinden daha çok oldu. Aklı erenlerin çoğu bu durumu
beğenmeyip <giderken durmak bozgunluktur> sözü bilinirken, göz göre geri dönmek, korkunun
neticesi ve bozgunun belirtisidir dediler.
Sözün kısası: O gün ikindi zamanında din düşmanının alayları geldi. Casusların haberlerindeki
tahminden daha çok olarak ovaya indi. Fakat meydanda az bir asker görünce <bu bir tuzaktır; yakın
yerde sayısız askerleriyle pusu kurmuş olmaları muhtemeldir; ihtiyatlı davranılmazsa bozguna sebep
olur> diyerek derhal savaşmayı doğru buldular. Üç dört bin vurucu Macar savaş için yürüdüler.
Müslümanlar kendi tarafından, karganmış Kâfirler o batağın ötesinden bazen kılıç, balta ve tüfekle;
bazen zenberek, süngü ve taş atıcı sapanlarla vuruştular. Zaman zaman bu veya o taraf üstünlük
gösterdi. Bu suretle çarpışıp savaştılar. Yiğitçe davranışlar oldu.
Müellif tarafından
Özellikle merd, savaşçı ve güçlükleri yenen serdarları Cafer Paşa, Zâl gibi erlikler ve kahramanlıklar
ederek güneş batıncaya kadar da-
Ertesi günü, Rebiülevvelin ilk günü idi ( = 23 Ekim 1596) Dünyayı parlatan güneş doğduğu sırada
saadetli padişah atlandılar. Sayısız askerle düşmana doğru yürüdüler. Her halde din ve devlet
düşmanını böylece karşılamak zaferi sağlar diye ıstaburlarına yöneldiler.
Müellif tarafından
Sözün kısası: Adı kötü Kâfir alçakları ıstabur kurup çadır diktikleri Tokay kalesi yöresinde Karşaşub(1)
adıyla tanınan ovada İslâm arslanları giyimi, kuşamı, silahıyla yürüyüp ikindi zamanı konak başına
geldi. Boyunlarında murdarlık asılı olanların alayları görüldü. Yani yedi kalabalık iğrenç güruh gözüktü
ki birincileri silâhlı ve kargılı olarak kaplan postları ile süslü, aç kurt gibi nice bin itten mürekkepti.
Sekizer tüfekleri ve ellişer akçaları tayin edilmiş, boş inançlarına göre Behrâm-i Gûr zamanından beri
oklarının nişanları kararlaştırılmış <Kayures>(2) unvanı ile tanınmış, kötü yaratılışlı ve dev suratlılardı.
Bir takımı da dörder tüfekle süvari olarak ve ellerinde büyük bayrakları bulunarak otuzar akça
maaşları olan, bölüklerinin adı <Katına>(3) olan suratsızlardı.
Bunlardan başka bir kısım dahi genellikle sarı renkli çuhalardan kaplan resmi basmalı giyimleri olan
kılıç ve tüfekle mükemmel silâhlı büyük bir bölük ki Erdeloğlu unvanını taşıyordu ve 60.000 neferden
fazla idi. Öteki bölükleri de Eflak ve Buğdan Kâfirleriyle iç(2) Frengistan'dan isteyerek ve itibar görerek
gelen iyiyi, kötüyü ayıramaz kimselerden mürekkepti.
Padişah Hazretleri, düşman alayları gözüktüğü gibi alay alaya ve Müslümanlarda Müşrikler
birbirlerine karşı olsunlar diye niyet ettiler, özellikle <Müşrikler'in hepsini öldürünüz> buyruğuna
uyarak düşmanlığın hemen o gün güneş balıncaya kadar savaşla bitmesini istediler. Fakat aradaki
bataklık girdabı muzaffer bir saldırışa imkân vermedi. Çarhacılardan bazı fedailerin güçlükle
geçmelerinden önce genel bir saldırışın mümkün olmadığını herkes anladı. Ancak iki tarafın yiğitleri
yani Müslümanlar'la kötü mezheplilerin fedaileri o dar yerde ölesiye savaşa giriştiler. Temiz yürekle
savaş bahtiyarlığı ve şehitlik rütbesi kutluluğuna ermeye çabalayıp uğraştılar. Hatta örnek vâız
Sübaşıoğlu Hızır Efendi ve müridlerinden kırk elli Yeniçeri yiğiti o vartada şehit oldular.
Müellif tarafından
Başka vezinde
(3) Türkçesi: Oturdukları yer Padişah yanı olsun; mezarlarını Tanrı nurlandırsın.
(4)
Sözün kısası: Doğru sözlü ulu padişah, himmet yayı güçlü kollarında ve sadakları bellerinde olduğu
halde top menzili içinde, iki su arasındaki bir ok atımı yerde durup savaşı gozlüyorlardı.
Müellif tarafından
Fakat asker saflarını düzene sokmak asla mümkün olmadı ve kimse intizama girmedi. Sözün özeti:
Sinan Paşa, kendi kulları ve ağaları ile herkesten çok direndi, Şam Yeniçerileri yiğitleri, o kan içici
arslanlar türlü savaş ve vuruşla Sinan Paşa arslanına uydular. Her zümrenin yiğitlerinden bazı
kahramanlar akşama kadar gaza meydanında direndiler. Toplar yıldırım gibi gürler, tüfek fındıkları
yağmur gibi yağar, askerin silâhları şimşek gibi ışık verirken gökle yer arasında Müslüman ve Müşrik
savaşçılarının çarpışma gürültüsü <gökten belli bir dumanın geldiği günü bekleyiniz > âyetine uygun
düşüp tozların yükselmesi ve ateşlerin birbiri ardınca gelmesiyle gözsüz kötü yürekliler birbirlerini
görmediler, <Görebilenler için bunda mutlaka bir ibret vardır> âyetinin doğruluğu gözüküp nice nice
iyiyi, kötüyü görmüş bahadırlar dumanın arkasındaki Kâfirlerdi iki veçhile göze göstermediler.
Özellikle topların gürültüsünden insanlar söz işitmez oldular. O kargaşalık <hiçbir gözün görmediği ve
hiçbir kulağın işitmedîği> âyetine uygun olarak kıyamet belirtilerinin aynı olmakla kendileri de hayret
ve dehşet içinde kaldılar. Sonunda tek Tann'ya inananların şanlı takımı ve adı geçen kahraman
kumandan, evliyalar(1) ın yardımı ile <yardım ettiklerimiz üstün gelir> âyetine uygun düştüler.
Netekim Müşrikler'in
Müellif tarafından
Bu hal ile geceye kadar vuruşuldu. Şanlı kumandanları olan ululanması gerekli paşa <inanmışları
savaşa kışkırt> âyetine uygun davranmakla yiğitler can ve gönülden çalıştılar ve savaşçılar gaza
meydanında uğraştılar; Tanrı'nın hikmetidir: O gün öteki vezirler ve bazı beğlerbeğiler, özellikle Vezir
Cafer Paşa ve vezir oğlu vezir olan Hasan Paşa bellibaşlı bir hizmet göremediler. Savaşanlardan
çoğunun tahminleri üzere zafer kazanmak bahtiyarlığına eremediler. Şu sebepten ki: Hasan Paşa sol
kolda alayını bağlayıp durdu. O taraftan bir ürküntüye sebep olmasın diye Nemçe Kâfirleri'ne karşı
Rumeli eyaleti alayı ile durup beklemeyi daha doğru buldu.
Yeni manzume
Gece olunca sessizliğin kösü çalındı. Alçak Kâfirler ıstaburlarına, İslâm gazileri ordularına çekildiler.
Ertesi gün, güneş doğmadan önce.
Müslüman saflarının ilerisinde, onların bayrakları gibi gözüken Sinan Paşa'yı ve onun buyruğu
altındaki kan içici Şamlılar alayını geçitten geçmiş görünce onları büyük bir saldırışla karşıladılar.
Topuz ve kılıçla bir hamlede yok edilmeleri için bin türlü hazırlıkla düzene sokulmuş olan İslâm alayları
bozuldu. Hep birden kaçmaya başladılar. Önce Anadolu kolundaki korkmuş Türkler kaçtı. Onların
ardınca yağmacı Tatarlar'la Kapıkulu ve Yeniçeri adındaki yüreksiz korkaklar ve o kaçanlara uyanlar
orduya doğru çekildi. Yiğitlik gösteren Sinan Paşa her ne kadar <askerimiz onları mutlaka yenecektir>
âyeti ile öğüt verdiyse de dinlemediler. Ne kadar feryad edip: <Bire dönekler! Kaçmayın!
Namusunuzun yüz suyunu kara toprağa saçmayın> diye ve <Tanrı dilerse mutlaka doğru yolda oluruz>
âyeti ile kendine çekmek istediyse de kulak asmadılar. Böylece bütün Müşrikler mal yağmalayıp adam
öldürerek karargâha(2) daldılar. Çadıra sığınanların bozgununu ve dışarı gidenlerin kaçışını görerek
kovalamaya çalıştılar. Hatta dünyanın kutbu olan ulu padişah, otağında dururken karşısına tuğ ve
bayrak dikip alaylarını bağladılar.
İlkönce <başını kurtaran kazanır> fehvasınca kaçanların ardından bazıları, işin sonunu düşünerek
<ateşte yanmak kepaze olmaktan iyidir> diye tereddüt ettiler. Gördüler ki ulu padişah,
otağlarındadırlar ve seccadeleri üzerinde dua etmektedirler. Sırtlarında peygamberin hırkası vardır.
Karşılarında peygamberin sancağı bulunmaktadır. Önlerinde rahle ile Kur'an, dizlerinin üstünde de
peygamberin kılıçlarından <Kadîb> adındaki keskin kılıç durmaktadır. Kendileri kılıçlı ve kemerli bir
dağ gibi gösterişliydiler, İslâm askerinin kazanması için yakarıp <Yârabbi!
(1) Yazılışı:
Müellif tarafından
Her ne kadar bazı bozguna uğramış beğlerbeğiler <dayanılmayan şeylerden kaçmak peygamberlerin
sünnetlerindendir> hadisini padişaha telkin ettilerse de padişah dönen feleğin mihveri ve pergelin
merkez noktası gibi zafer durağında durup direndi.
İkindi zamanı geçince İslâm askeri içinde zafer belirtileri görüldü. Yüce padişah atına binip içoğlanları
takımına savaşa gir buyruğunu verdi ve vuruşulmak üzere Cebehâne-i Amire karşısında tuğ ve sancak
diken Kâfirler'i işaret buyurdu. Gaza sevaplarının bu seferde onlara mukadder olduğu gaibden gelen
sesin sezdirmesiyle sultanın dilinden o zümreye duyuruldu. Hemen o an padişah buyruğu dolayısıyla
padişah kapısındaki ağa ki Odabaşılık hizmetiyle de rütbesi yükseltilmişti, Harem'deki kölelere
padişahın yüce müsaadesini bildirdi. Dört beş yüz kadar yiğit ile Hadımlar zümresindeki ağalar türlü
silâhlarla Harem'den dışarı fırladılar. Baltacılar'la yarışarak gürültüyle ortada göründüier. Bir başka
gösterişle savaşa koyuldular.
Sözün kısası: Harem dairesinin sadık adamları olup Osmanlı kanunu üzere Baltacılar diye anılan
yiğitler kılıç ve baltalarla ortaya atılarak öyle bir savaştılar ki dünya bir eşini görmemişti. Öyle bir
sevap kazandılar ki ömrünü cihada sarfedenler onların payesine erememişti.
Müellif tarafından
Böylece günahkâr Kafirler'in durumu <zulümlerine göre cezalandırdık> âyetine, Harem’e mensup
şanlı yiğitlerin durumu da <bu, doğruların faydalandığı gündür > âyetine uygun düştü. Sözün kısası:
Baltacılar o cehennem kütüklerini ateş saçan kazmalarla yarmakta ve cehenneme lâyık olan odunlara
balta çalmakta iken ansızın <Yusuf mutlaka size gelmıştir> âyetındeki müjdeyi duydular. Yani Yusuf-i
Sıddîk'in adaşı olan Sinan Paşa cesur bir grupla dünyaların kutbu ve cihan ülkesinin padişahı ne
haldedir diye araştırarak o savaşa girdi. Gerektiği üzre gaza tebriki ile padişahın elini öptükten sonra
padişah otağının sağında mal çapıp adam öldürmekle uğraşan dinsiz Müşrik askerlerinin üzerine
saldırdı. Bir anda 20.000 Kâfir'i kılıçtan geçirip padişahın gözü önünde erlik ve yiğitlik gösterdi. Ondan
sonra Kâfirler'deki bozgun ve mücahitlerdeki zafer belirtilerini bir bir arzedip <birbirimize yardım
eden topluluğuz> ve <biz onları galibiyet ve kudret azabı ile yendik> âyetleriyle müjdeler verdi.
Düşmanın güçsüzlüğünü anlatıp <onlar için ne bir kuvvet, ne de yardımcı vardır> âyetiyle benzetme
yaptıktan sonra o yöredeki savaş ateşinin kılıç suyu ile söndürülmesine gitti. Yolunu şaşırmış kötü
düşünceliler ne zaman top ve tüfekle İslâm askerini bozmaya kasdettilerse <savaş ateşini her
yaktıkları zaman Tanrı onu söndürmüştür> âyetinin doğruluğu tasdik olundu. Böylelikle Kâfirler
bozuldu. Güneş batmadan önce zafer kesinleştikçe Cağalaoğlu Sinan Paşa
Müellif tarafından
Bu tafsilâttan maksat budur ki Eğri kalesi sağlam, büyük, rüzgârdan başka kimsenin giremediği ve
alınması ancak Tanrı'nın yardımına bağlı bir yerdi. Tanrı'ya hamd olsun, alınması ve içindeki
uğursuzlarla aletlerin ve yöresindeki bölgelerle kalelerin padişah eline geçmesi mümkün oldu.
Yüzlerce top, tüfek ve şakalos(5), biriktirilmiş olan sayısız yiyecek ve hayvan yemi ile dolu olan Kâfir
ıstaburu İslâm askerinin eline geçti.
Birer yolla yakınlık ve kulluk iddia eden ve padişahın yüksek huzurunda can ve baş vermek, varını
yoğunu feda etmek davasıyla nice sözler söyleyen vekiller ve vezirlerin yukarda anlatılan savaştaki
yüksek hizmetleri malûmdu. Bu büyük kimselerin <işte, yüksek dereceler onlarındır> âyetine uygun
düştükleri belliydi. Korku ile ağlamaları sanki <ağlarlar ve alçak gönülle edepli durumları artar> âyetini
onlar için inmişe benzetmişti. Savaş meydanında, kılıç ve kalem hususundaki güzel tedbir ve
düşünceleri görünmüştü.
Savaş meydanında direnen, düşmanları yok etmede can alıcı kargı ve yaralıyıcı ok gibi herkesten önde
bulunan, hele tecrübesi sağlam olan ve savaş idaresinde her işi sonuna erdiren, Yusuf'un adaşı
muzaffer Sinan Paşa vezirlerin çoğundan kıdemliydi. Merhum Gazi Sultan Süleyman'ın yetiştirmesi
soylu bir kişiyken zamanın iktizası ile kendisine saygı gösterilmez olmuştu. Öne geçirilmesi ve
sayılması dünya düzeni için gerekli iken olayların öyle istemesiyle kaç kere hiçbir mazeret adan
mağdur kılınmıştı. Şimdi, âdil padişah, işleri düzeltmekte ve rekenleri yüceltmekte eşsiz, hak
sahiplerinin hakkını vermekte geniş davranışlı olmakla onu büyükvezirlik rütbesine lâyık gördüler.
Hizmet ve sadakat alâmeti olan vekâlet mühürünü ona, o gazalardaki oku gibi kanlı ve savaş
bahçesinde bitmiş kızıl gül koncası gibi renkli olan yaralı parmağına verip vezirler arasında onu bu
yüceltme ve imtiyazla ünlü kıldılar. Sanki iş buyurucu ulu padişah <eyvah, keşke onu dost
edinmeseydim> âyeti ile sabık sadırazamı ima ettiler ve Sinan Paşa'yı <onu vekil et> âyetine
yakıştırdılar.
İnsanlar ve melekler tebrik vazifesini yapıp haşmetini bu belâgatli kıt'a ile söylediler ve savaş
meydanında eline tapşırılan(1) yüksek vekâlet mühürünü böyle nazma çekmeyi himmet borcu
bildiler:
Müellif tarafından
Ulu Tanrı bu sadırazamlık bahtiyarlığının başlangıcını uğurlu ve sonunu <daha fazlası var mı> âyeti ile
türlü fütuhata yakın edip din ve devlet düşmanlarını daima perişan ve kederli, saltanat vekillerinin
sadık dostlarını nimet mertebelerinin artmasıyla muzaffer edip berkitsin ve gününü aydın etsin.
Bu ruh verici nesir ki mânâsı belagat ile karışık, incileri eda ediliş bakımından emsaline üstün, her
satırı taze fikirlerin gerdanlığı ve tıpkı inci gibi olan mücevher değerindeki meali akıl ve itibar kulağına
küpedir. Özellikle sayfalarının, altın işlemeli nefîs levhaların zihinde doğan suretleri olduğu bellidir.
Zaman zaman padişahın o yüce ve essiz vekilinin yüksek hatırına getirip münşîsinin aşağı mansıplarda
unutulmuş olmasının büyük bir kıyıcılık ve haksızlık olduğunu, eskiler arasında az raslanan,
sonrakilerin ediplerinin en büyüklerinden olan; Firdevsî, Hafız ve
Müellif tarafından
Gizli değildir ki dünya düzeninin sebebi ve insanoğullarının intizamla idare edicisi olmak ancak divan
hizmetlerine alınıp yüceltilmekle olur. O yüksek mertebelerde bulunan cahilleri, muhasiplerin sayfa
kenarına yazdığı müsvedde rakkamları gibi kenar mansıplarına atmak lâzımdır. Destekleyicilerin
doğruluğu ile tekrar girenleri derhal kabul etmelidir. Zira İster iyi, ister kötü herkesin her türlü işinden
ve sözünden sorumlu olacağı, hükmü yürüyen hâkimlerin adalet ve zulmünün sorulacağı bir mahşer
divanı vardır. Madem ki İnsanların durumu, olayların aynasında adalet yönünden değerlenecektir, o
halde bütün işler <hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu> âyeti gereğince sona erdirilmelidir.
(1) Bu Farsça manzumenin 7. 10, 15, mısraları vezin ve mânâ bakımından yanlıştır. Yanlışlar şüphesiz
müstensihe aittir.