You are on page 1of 58

21NCİ YÜZYILDA DEVLETİN İZLERİ

(15 ARALIK 2009 İTİBARİYLE)

ÖZET

Devlet; küresel politikaların oluşturulması sürecinin vazgeçilmez aktörlerinden


birisi olmaya devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz 21nci yüzyılda siyasi
gündemi küreselleşme tarafları ile küreselleşme karşıtlarının mücadelesinin veya
suç ve terör örgütleri ile devletlerin çatışmasının belirlediği gibi yanıltıcı bir tablo
karşımıza çıkarılmaktadır. Hâlbuki görünen tablonun gerisinde çatışan tarafların
amaç ve eylem birliktelikleri bulunmakta; bireyler, kurumlar ve hatta devletler
sözkonusu yanıltıcı tablodaki uygunsuz pozisyonlarından dolayı ağır bedeller
ödeyebilmektedirler.

Küreselleşme ile birlikte yerel gereksinimlerin hızla karşılanmasına yönelik yerel


karar mekanizmalarının güçlendirilmesine yönelik “yerelleşme” olgusu da önem
kazanmaya başlamıştır. Bu kapsamda günümüzün devlet yapısını
“küyerelleşme” kavramı ile birlikte incelemek ve değerlendirmek de bazı
sonuçlara ulaşmaya yardımcı olabilmektedir. Küyerelleşme olgusunu “merkez –
çevre” ilişkileri ile birlikte incelemek siyasal sistemin yapılanma gereksinimlerini
ortaya koymak açısından faydalı olabileceği değerlendirilmektedir. Zira küresel
aktörlerin yerel etkileri giderek artmakta, bir anlamda gelişmiş ülkelerden oluşan
“küresel merkez” ile gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerden meydana gelen
“çevre” arasındaki çok boyutlu sorunlar yeni çözümlerin üretilmesini gerekli
kılmaktadır.

Çoğulcu demokratik yapının bir sonucu olarak küresel merkezin akışkan sermaye
yapısı ile ulus – devletlerin hareketsiz işgücünün gereksinimleri arasında yaşanan
gerilimlerde giderek artan bir çeşitlilik sözkonusudur. Küreselleşmenin özellikle
askeri, suç ve terörle mücadele, çevre ve sağlık sorunları, ekonomi ve finansman
konularında mevcut ulus – devlet sınırlarının eski önemini aşındıracak ölçüde
gelişmeler kaydettiği görülmektedir. Komünist veya liberal ideolojilerin temelinde
bulunan “devlet karşıtlığı” veya “ulus- devletin sınırlandırılması”
konusundaki gerekçeler küreselleşme süreci ile birlikte ortak bir zemin
oluşturmuştur. Bu kapsamda ulus – devletler ve onun kurumları çok yönlü
saldırılara maruz kalmaktadır. Çünkü teknoloji tekeli ve rakipsiz bir askeri güce
sahip olan ABD ve müttefiklerinin çok boyutlu organizasyonları tarafından alınan
kararların tek amacının “çıkar ve kar maksimizasyonu” olduğu ve ABD merkezli
kararların dünyanın geri kalan çoğunluğunu yönlendiren normlar halinde hayata
geçirildiği gözlemlenmektedir. Bir başka deyişle küresel merkezde yer alan
devletler çevre ülkelere “neo – liberal ideolojinin yaygınlaşabilmesi için ya
halkı ya da demokrasiyi kontrol altına almalısınız…” anlamında pek de
demokratik olmayan oligarşik bir yapılanmayı dikte ettirmektedirler.

İçinde bulunduğumuz bilgi çağının özneleri sanayi çağının özneleri ile


örtüşmemektedir. Örneğin işçi hareketleri toplumu dönüştürücü kimliğini
kaybetmiş, dini, etnik veya cinsiyete dayalı diğer öznelerin içinde kaybolmuştur.
Bilgi çağının olası siyasi özneleri; gücünü sınıf yapılarından daha çok
çevrecilerden, feministlerden, dinsel radikalizmden, etnik milliyetçilikten alan
küreselleşme karşıtlığı, kontrolsüz bilgi toplumuna muhalefet, ataerkil
yapılanmaya direniş gibi örgütlenmeler olarak karşımıza çıkabilecektir. Zira
böylesi bir örgütlenme yapısı bilgi çağının aşırı birey merkezli istemleri ile bire bir
örtüşmektedir.

-1-
Küresel rekabet ortamında siyasal bir aktör olarak devletin rolü;

- Küresel ortak iktidarın bir parçası olabilmek için ulus – devlet yapıları
içerisinde faaliyet gösteren tepkici kimlikler ve cemaatleşmeye karşı duyarsız
kalabilmek1,

- Bilgi üretimi, iletişim ve medya operasyonlarında rekabet edebilecek


küresel anlamda yeni yapılanmaları desteklemek,
- Postmodern bir yapılanma ve merkezi temsil eden sermaye ile yerel
veya çevreyi temsil eden emeğin gereksinimlerini optimum ölçülerde karşılamak,
- Küresel sermayenin yanıltıcı operasyonlarına karşı ulusun haklarını
daha özgün yapılanmalarla korumak,
- Küresel güçlerin teknoloji tekelini kırmak maksadıyla kurumsal olarak
daha fazla çaba sarfetmek,
- Küresel güçlerin yerel bazda destekledikleri ve toplumu ayrıştırmayı
amaçladıkları cemaat yapılanmalarına karşı özgürlükçü ve demokratik bir kamu
gücünün daha da etkin hale getirilmesini sağlamak,
- Yerel, bölgesel ve ulus – devlet yapıları arasında denge sağlayabilen
esnek iletim ağları oluşturarak toplumun dinamiklerini yönlendirebilmek,
- Ulus – devlet kurumları veya özel sektör aracılığıyla diğer devlet veya
özel sektör girişimci ve temsilcileriyle irtibata geçildiğinde hâkimiyet, meşruiyet,
kalkınma ve yeniden dağılım süreçleri arasındaki aracı rolünü kaybetmemek,

olarak belirginleşmektedir.

Ulus – devletlerin küresel eğilimlerin etkisiyle demokrasi ile yönetilebilirlikleri


giderek zayıfladığından yönetimlerin meşruiyetlerini sağlayacak yeni tedbirler
almaları gerekmektedir. Bu kapsamda ulus – devletin meşruiyet krizini aşabilmesi
için üç eğilimi birleştiren yeniden yapılanmaya gereksinim duyacağı
değerlendirilmektedir. Bu eğilimlerden ilki yerel demokrasinin güçlendirilmesi ve
vatandaşların yönetime katılımlarının özendirilmesidir. İkinci önlem bütün
vatandaşların erişme olanağı bulabileceği katılım ortamını sağlayabilmek
koşuluyla elektronik iletişim yöntemiyle sıklıkla referandumlar yapabilmek ve
doğrudan demokrasi yöntemlerinin geliştirilip, yaygınlaştırılmasıdır. Üçüncü
önlem ise oligarşiye izin vermeyen sivil toplum örgütleri yasalarının sağladığı
ortamda vatandaşların insani konularda faaliyet gösterebilmesine olanak
sağlamaktır.

1. KÜRESEL MERKEZİN YAPISI

Küresel merkezin ABD olduğuna dair yeterli kanıt bulunmaktadır2. Bunlardan en


önemlisi ABD’nin özellikle silah teknolojisinde dışa bağımlı olmayan tek ülke
olmasıdır3. ABD’nin bu konumu küresel bürokrasinin Washington’da konuşlanması
ile de güçlendirilmiştir. Bununla birlikte 2000’li yılların başında Irak, Afganistan ve
Hint Okyanusu gibi coğrafyalarda edinilen deneyimler sonrasında ABD’nin dünya
kamuoyunun desteğini sağlamadan ulusal çıkarlarını gerçekleştiremeyeceği
inancı pekişmiş ve BM şemsiyesine her zamankinden daha fazla gereksinim
duyulacağı anlaşılmıştır. Çünkü uluslar arası kurumlar, birden fazla ulus – devlet

1
CASTELLS, M; Enformasyon Çağı, Ekonomi, Toplum ve Kültür, IInci Cilt, Çeviren Ebru KILIÇ, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı, 2007, s.463
2
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.412-413
3
RF; 1970’lerden itibaren iletişim ve bilgisayar teknolojisi olarak ABD’ye bağımlıdır. ÇHC ve diğer ülkelerin
askeri teknolojilerinde ABD’nin gerisinde kaldıkları bilinmektedir.

-2-
arasındaki veya müşterek konuları koordine edebilmek, olası kilitlenmeleri
önlemek maksadıyla her büyük organizasyonun mantığı gereği kendi başına
yeterli olma eğilimindedir. Böylelikle hâkimiyet alanlarını üye devletlerin
iktidarlarını aşacak şekilde tanımlarlar4 ve fiilen küresel bir bürokrasi oluşturarak
perde arkasındaki büyük güçler için meşruiyet zemini oluştururlar.

BM içerisindeki yapılanmada en etkili kurumlaşmanın BM Güvenlik Konseyi ve


onun beş daimi üyesinden teşekkül ettiği bilinmektedir. Sözkonusu beş ülke
İkinci Dünya Savaşından galip çıkan ve nükleer silahlara sahip olan bölgesel
güçlerden oluşmaktadır. Halen bu beş ülke Soğuk Savaş döneminin sona erdiği
1990’lı yıllarda kontrolden çıkan ve yaygınlaşan “nükleer teknoloji” nin
kontrolünü tekrar sınırlama çabası içerisindedirler.

Küresel merkezi askeri, ekonomik, teknolojik ve siyasi konularda küresel düzeyde


etkili olabilen BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin dışında OECD veya G-7 yapısı
içerisinde de bölümlemek mümkündür. Bununla beraber BM Güvenlik Konseyinin
ABD dışındaki üyelerinin “veto” gücünü kullanma ortamının 1990’lı yıllardan
itibaren sona erdiği, Almanya ve Japonya gibi ekonomik devlerin siyasal anlamda
“cüce” olarak tanımlandıkları gözden ırak tutulmamaktadır. Bu kapsamda Soğuk
Savaş döneminin sona ermesi ile birlikte ABD’nin tek hegemon güç ve lider ülke
olmasının yaratabileceği olumsuzluklardan dolayı bölgesel güçlerin ortaya
çıkması ile birlikte “çok kutuplu dünya düzeni” beklentilerinin yakın gelecekte
küresel siyasette etkin bir uygulama zemini bulamayacağı değerlendirilmektedir.

Sonuç olarak, ABD merkezli küresel kurumlaşma ve bürokrasinin temelini


oluşturan sözde hükümet dışı 750 kurum ve kuruluşun küresel siyasal kamplar
arasındaki sorunları çözmede öncü rolleri devam etmektedir. Bu kapsamda
küresel ticaretin temel parametrelerini oluşturan Bretton Woods kurumları ve
Dünya Ticaret örgütü ile askeri bir organizasyon olan NATO gibi kuruluşlar sıklıkla
karşımıza çıkmakta, diğer kuruluşların faaliyetlerinin ise askeri ve ekonomik
çıkarları maksimize etmek için ikincil durumda bırakıldığı değerlendirilmektedir.

1.1 Siyasal Yapı ve Küresel Bürokrasi:

Küresel anlamda ulus – devletlerin yasama, yürütme ve yargı haklarını bölgesel


organizasyonlara devrettiği “küresel federasyon” dan bahsetmek için vakit
henüz erken olabilir. Bununla beraber AB’nin konfederal bir yapıdan hızla federal
bir siyasi yapıya dönüştüğü ifade edilebilir. Yani ulus – devlet yapısının
aşındırılarak federalizmin yüceltildiği bir süreci yaşamakta olduğumuzu ileri
sürmek pek de yanlış olmayacaktır.

Bütün bu federatif yapılanmaları daha sade bir açıklamaya kavuşturmak istersek


biraz indirgemeci davranmak durumunda kalabiliriz. Ancak ABD’nin Hegemonik
gücünün daha da fazla hissedildiği günümüzde böylesi bir indirgemecilik pek de
akıldışı görünmemektedir. Bu kapsamda dünya kamuoyuna yönelik olarak pek
de fazla seslendirilmeyen görünmeyen küresel bürokrasi hâlihazırda ABD ve
başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere diğer ülkeler arasında varolan ve
giderek de gelişen karmaşık ekonomik, politik, sosyal, akademik, kültürel ve
askeri ilişkiler içerisindedir. ABD State Departmanı, CIA, Dünya Bankası, IMF, ABD
Yardım Ajansı, ÇUŞ’ler ve onların uluslar arası bayilikleri ve uluslar üstü
organizasyonlar böylesi bir bürokrasiyi oluşturmaktadır. Üniversite ve kolejler,
kardeş kentler, devletlerin hükümetleri ve diğer kuruluşlar birer birer bu

4
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.419

-3-
organizasyona dahil olmaktadırlar. Bütün bu kurum ve kuruluşların faaliyetleri
genellikle ABD ve onun müttefiki olan batılı ülkeler tarafından karmaşık iletişim
sistemleri, kural, yasa ve düzenlemelerle koordine ve kontrol edilmektedir5.

Küresel bürokrasinin görünen ve meşruiyeti sağlayan merkezi BM çatısıdır. Ancak


bu çatının dışında da ad – hoc örgütlenmeler mevcuttur ve BM’i yönlendirme
gücünü elinde bulundurmaktadırlar. Bunların en çok bilineni G-7 dediğimiz yedi
gelişmiş ülkenin (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya, İtalya, Kanada)
oluşturduğu yatay örgütlenmedir. G-7 içerisinde ABD, Almanya ve Kanada federal
devletlerin en iyi temsilcileri olarak görülürken, İngiltere ve İtalya’nın bölgesel
birimlerine en geniş yetkiyi tanıdıkları göze çarpmaktadır6.

G-7 ve OECD coğrafyası içerisinde ulus – devlete karşı bir seçenek olarak görülen
sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi neo – liberal politikaların bir ağ yapısı
içerisinde etkin olarak uygulanmasında aracı bir rol oynamaktadır. Bir anlamda
sivil toplum örgütleri ulus – devletin ham ortağı hem de muhalifi bir siyasal aktör
olarak karşımıza çıkmaktadır7. Sivil Toplum Örgütleri “yönetişim” kavramı
çerçevesinde özel sektörle birlikte ulus – devletlerin bürokrasisini kontrol
edebilecek etkinlikler gösterebilmektedir. Daha çok farklı kimliklerin temsilcileri
olarak ortaya çıkan Sivil Toplum Örgütlerinin din ve etnisiteye dayalı destekleri
kullanmaları halinde genel olarak daha güçlü ve yaygın bir örgütlenme yapısına
kavuştukları ifade edilebilir.

Sivil Toplum Örgütleri ile ilgili faaliyetlerde daha çok etnik ve dinsel motiflerin ön
plana çıkması ve “yönetişim” kapsamında bürokrasi ile eşit statüde bulunmaları
AB-D’nin karşı – paradigma yaratma sivil toplumu yönlendirme gayretleri ile
kesişmektedir. Bu kapsamda ABD’de faaliyet gösteren “Vatanseverler
Hareketi”, Meksika’da “Zapatista Hareketi” ve benzeri yapılanmalar ABD’nin
daha güçlü küresel muhalefetin oluşmasını engellemektedir.

1.1.1 ABD’de Karşı Paradigmalar: Milisler ve Vatanseverler

Ülkelerini, dinlerini ve özgürlüklerini savunmak adına kendi başlarına örgütlenmiş


yurttaşların oluşturduğu milisler ABD’nin ilk kuruluş yıllarından bu yana eyalet ve
merkezi hükümetin kurumları tarafından değişik amaçlarla desteklenmiş veya
yasadışı bazı faaliyetleri görmezden gelinmiştir. Bu örgütlenmelerin olası yasadışı
faaliyetlerini izlemek üzere Alabama eyaleti Montgomery kentinde Southern
Poverty Law Center tarafından Klanwatch / Militia Task Force (KMTF) kurulmuştur.
ABD yönetimi, Oklahama City’de bir bombalama olayı ile 169 kişinin ölümüne
sebep olan, banka soygunu, katliam ve cinayetlerin sorumlusu olduklarına
inanılan daha da önemlisi ellerinde Stinger füzeleri dahil birçok ateşli silahı
bulunduran bu örgütleri terörist olarak kabul etmemektedir.

Milisler içerisinde vatanseverler hareketinin örgütlenme biçimine bakılınca bazı


ipuçlarına ulaşmak mümkündür. Örgütlenmenin çerçevesi aşırı muhafazakar
örgütler, Ku Klux Klan ve Posse Comitatus dahil geleneksel, beyaz üstünlüğüne
inanan, Neo - Nazi ve Anti – Semitist birçok grubu, Viktorya dönemi
İngiltere’sindeki İngiliz İsrailciliğinden doğan anti – Semitist bir tarikat olan
Christian Identity (Hıristiyan Kimliği) gibi fanatik dini grupları, Counties’ Rights
5
FARAZMAND, Ali; The New World Order and Global Pulic Administration, a critical essay, konulu makale,
Public Admnistration in the Global Village adlı kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994, s. 78
6
UYGUN, O.; Federal Devlet, Temel İlkeleri, Başlıca Kurumları ve Türkiye’de Uygulanabilirliği, On İki
Levha Yayıncılık A.Ş., İstanbul, Genişletilmiş 3ncü Baskı, 2007, s.3
7
CASTELLS, M; age, s.XVI

-4-
Movement (Küçük yerleşim birimlerinin hakları hareketi), Çevre karşıtı Wise Use
(akıllı kullanım) koalisyonu, Ulusal Vergi Mükellefleri Derneği (National Taxpayer’s
Union) ve “Ortak Hukuk Mahkemelerinin (Common Law Courts) Savunucuları gibi
grupları bir araya getirmektedir. Vatanseverler gevşek bir ilişki ile güçlü bir
Hıristiyan Koalisyonu’nun yanısıra birkaç militan grubu da içinde barındırır.
Vatanseverler National Rifle Association (Ulusal Silah Derneği) ile sıkı işbirliği
içerisinde, Senato ve Temsilciler Meclisinin üçte ikisinin desteğine sahiptir. ABD’li
vatanseverler kayıtlı üyeleri ile 5 milyon kişi olup sempatizanlarının sayısı Senato
ve Temsilciler Meclisinin tutumu ile orantılı olarak değerlendirilebilir. Yani ABD
derin devletinin görünen eli Vatanseverler ve Milis güçleridir.

Vatanseverler ve milislerin genel ideolojik yapıları8;

- ABD vatandaşlarının vergileri ve egemenliğinin BM aracılığıyla ele geçirildiği


iddiasını,
- Küreselleşmeci yaklaşımların ABD’yi tehdit ettiği tezine uygun önlem olarak
Kitab-ı Mukaddes ve eklerinden arındırılmış ABD Anayasasını savunmayı,
- Banknotlar üzerindeki işaretler, barkodlar ve bilgisayar çiplerinin “Deccal’ın
işaretleri” olduğu, bu nedenle İncil’in 13 ncü bölümündeki zamanın sonunun
yaklaştığı,
- Aşırı liberteryen bir sistemi savunmaları,
- Feminist, eşcinsel ve azınlıklara tepki,
- Beyazların üstünlüğünü savunma,

Şeklinde özetlenebilir. Bütün bunlar hareketin ideolojisinin anti – kapitalist değil,


daha ziyade sosyalizm olarak değerlendirilen devlet kapitalizminin korporatist
ifadesine karşı serbest kapitalizmi savunan bir ideoloji olduğu ifade edilebilir.

ABD’deki vatansever ve milis teşkilatının yayınlarının ABD dışında da çok ilgi


gördüğü ifade edilebilir. Nitekim ABD ile ilgili kötümser senaryoların Türkiye’deki
muhalif ve ulusalcı gruplar tarafından sahiplenilmesi bunun görünen bir kanıtıdır.
Dahası Michel CHOSSUDOVSKY gibi dünyaca ünlü ve ABD ve BM politikalarına
karşı argümanlar üreten bir ekonomistin ABD’li vatansever teşkilatının
iddialarından bazılarını makale ve kitaplarında kullanması oldukça dikkat
çekicidir. Yoksulluğun Küreselleşmesi, IMF ve Dünya Bankası Reformlarının İçyüzü
isimli eserinde iddia dikkat çekici bulunmaktadır9:

“Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (resmi olarak hükümetler
arası bir şemsiyenin altında) güçlü bir uluslar arası bürokrasi oluşturmasına
karşın, siyasal iktidar uluslar arası mali kuruluşlara ve bunun büyük hissedarlarına
(yani zengin ülkelerin hükümetlerine) dayanmıyor. IMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü (WTO), idari yapılar, yani kapitalist sistem içinde işleyen ve
egemen ekonomik ve mali çıkarlara tekabül eden düzenleyici kurumlardır…

Tehlikede olan, söz konusu uluslar arası bürokrasinin uluslar arası ekonomileri
piyasa güçlerin planlı şekilde manipüle edilmesi aracılığıyla denetleme
yeteneğidir...”

8
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 116-132
9
CHOSSUDOVSKY, M.; Yoksulluğun Küreselleşmesi, IMF ve Dünya Bankası Reformlarının İçyüzü,
Çeviren: Neşenur DOMANİÇ, Çiviyazıları / Kamera, İSTANBUL,1999, s.16

-5-
Chossudovsky bu iddiası ile ABD devlet kurumları ve BM örgütünün ABD siyasi
kurumlarından menkul olduğu izlenimi vermekte ve ABD’li vatanseverlerle
paradoksal bir benzerlik göstermektedir.

1.2 Kültürel Yapı:

Günümüzün önde gelen sosyologlarından Manuel CASTELLS; içinde


bulunduğumuz çağı enformasyon yani bilgi çağı olarak nitelemekte, toplumsal
yapıyı da “ağ toplumu” olarak tanımlamaktadır. Bu tanıma göre ağ toplumu,
stratejik olarak belirleyici ekonomik etkinliklerin küreselleşmesine damgasını
vurmakta, sınaî kapitalizm ile onun düşman kardeşi sınaî devletçiliğin 20nci
yüzyılda yarattığı kurumları sarsmakta, kültürleri dönüştürmekte, zenginlik
yaratmakta, yoksulluğa neden olmakta, açgözlülük, yenilik ve umut saçmakta,
zorluklar dayatırken bir taraftan da umutlar vermektedir10. Bu tanımlamaları bir
başka bakış açısı ile ideoloji, rasyonalite ve sistemik yargıları çağdışı olarak gören
ve yeni ve esnek yargıları “postmodernizm” olarak adlandıran araştırmalar da
mevcuttur. Bütün bu yaklaşımların merkezinde çağımızda giderek artan “kimlik
zenginliği” göze çarpmaktadır. Kimlik zenginliği doğal olarak ulus –devletlerin
“meşrulaştırıcı” kimlik inşasına karşı, “direniş” veya “proje” kimliklerinin
çatışması olarak yüzeye çıkmaktadır11. Ancak bu türlü felsefi yaklaşımların reel
görünümü zenginlik ve kültür arasındaki bağlantılarda ortaya çıkmaktadır.
Merkez ülkelerinin ürettiği ve çevre ülke halklarına enjekte ettiği yeni kültürel
kavramlar merkez ülkelerin kendi iç dinamiklerini güçlendirirken çevre ülkelerinin
halkında oluşan tepkilerini doğrudan kendi ulus – devletlerine odaklamaya
yaramaktadır. Örneğin ulus – devletin “devlet” kavramını ikincilleştiren modern
milliyetçilik kavramı ABD’de hiçbir zaman kabul görmezken Meksika, İspanya
veya gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde bayraklaştırılabilmektedir. Şimdi
üretilen bu kavramları inceleyelim:

1.2.1 Çağdaş (Post –Modern) Milliyetçilik12:

Merkez devletlerin sivil toplum örgütleri vasıtasıyla küresel olarak savunduğu


başlıca tez “ulus – Devlet yapısının ideolojisinde genellikle devlet birincil, ulus
veya kültür ikincil görünümdedir. Bu durum kültürleri, bireylerin gelişimini
engelleyen bir yapıyı yansıtmaktadır…” tarzındadır. Böylesi bir yaklaşım dünya
kamuoyunda yürütülen operasyonel faaliyetlerde dört düzeyde kullanılmaktadır.

Birinci düzey: Çağdaş milliyetçilik egemen bir ulus – devletin inşasına yönelik
olabilir veya olmayabilir. Uluslar devletlerden bağımsız olgulardır. Amerika
kıtasındaki yerliler, İspanya’daki Katalanlar, Türkiye’deki Kürtler bu kapsamda
gösterilmektedir.

İkinci düzey: Ulus ile halk arasındaki farkın belirsiz hale getirildiği Fransız
Milliyetçiliği halkların kültürel haklarını gasp etmiştir. Yani halklar ulusların etnik
birimleri olarak kendileri ile ilgili kararların alınmasında bazı farklı haklara da
sahip olabilmelidir.

Üçüncü düzey: Bugünün milliyetçiliği aslında etnik elitlerin küresel elitlere karşı
bir tepkisi ile anlamlandırılmaktadır. Hâlbuki halkların, etnisitenin tarihsel

10
CASTELLS, M; age, s.3-4
11
CASTELLS, M; age İkinci cilt, s. 14-18
12
CASTELLS, M. age 44-48

-6-
olgularla zenginleşen ortak belleği daha güçlü bir milliyetçilik ortaya çıkarabilir.
Bu milliyetçilik ancak dinsel bir inanış ile karşılaştırılabilir.

Dördüncü düzey: Çağdaş milliyetçilik etkin eylemci olmaktan çok tepkisel


olduğundan, siyasi olmaktan çok kültürel olma eğilimindedir ve bu yüzden de bir
devletin kurulması veya savunulmasından çok, kurumsallaşmış, yerleşik bir
kültürün savunulmasına odaklıdır.

Böylesi bir yaklaşımda ulus – devlet kurumları “insan hakları, asimilasyona


karşıtlık, özgürlük” gibi kavramlarla etkisizleştirilmektedir. Halbuki ABD ve
Anglosakson kültürü küresel bir asimilasyonu öngörmekte ve bunu başarı ile
uygularken kendi ulus – devletlerinde “tek dil, tek devlet, tek vatan, tek bayrak”
gibi sloganlardan taviz vermemektedirler.

Ulusal kimliğin ortaya çıkışı da dört ayrı grupta toplanan etkenlerle şöyle formüle
edilmektedir.

Asal etkenler: Etnisite, ülke, dil ve din gibi değiştirilebilmesi zor ve bir inanç
gücü taşıma özelliği gösteren etkenlerdir.

Üretken etkenler: İletişim ve teknolojinin gelişimi, kentlerin oluşumu, modern


orduların ve merkezi monarşilerin oluşumu gibi bölgesel yapının güçlenmesini
sağlayan etkenlerdir.

Sebep olunmuş etkenler: Dilin resmi gramerle yasallaştırılması (1970’de


Irak’ta Kürtçenin resmi dil olarak anayasaya girmesi gibi), bürokrasilerin
büyümeleri (belediyeler), ulusal bir eğitim sisteminin inşası gibi adımlardır.

Tepkisel etkenler: Halkın baskın toplumsal grup ya da kurumsal aygıtlar (ulus –


devlet kurumları) tarafından bastırılan kimliklerin ya da boyun eğdirilen çıkarların
savunulmasına dayanan (etnik dillerde eğitim verilmesine devlet desteği
istenmesi, kamusal alanda dinsel ayrımcılığı tetikleyecek türban, İmam Hatip
Liseleri gibi oluşumlara devletin özgürlük adına kayıtsız kalmasının istenmesi)
halkın kolektif hafızasında alternatif kimlik arayışlarını tetikleyen etkenlerdir.

Böylesi bir ulusal yapının gelişmiş ülkelerdeki yansımaları cemaatleşmiş bir


toplum olarak algılanabilmekte ve genellikle güçlü bir üst kimlik ideolojisi ile
sistemleştirilmiş ulus – devlet yapısında ayrışmaya neden olmamaktadır. Ancak
aynı cemaatleşmeler az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler kendi ulus – devlet
yapısına tepki koyarken genellikle daha üst bir kimliğe ( AB veya ABD kimlikleri )
özendirilerek veya yöneltilerek ayrışmaya neden olmaktadır. Nitekim eski
SSCB’de alt kimlik – üst kimlik olgusu farklı uluslara ait kişilerin yaygın
evliliklerine (Türkiye’de Türk – Kürt evliliklerine benzer bir yaygınlıkta) rağmen
ayrışmayı engelleyememiştir13.

1.2.2 Marjinal hareket ve ideolojilerin güç kazanması:

Sosyo – ekonomik koşullar aile kurumunu daha da parçalamakta, yalnız


yaşayanların üçte ikisi kadın olmak üzere ailenin toplumsal düzen içindeki
geleneksel etkisini azaltmaktadır. Bununla bağlantılı olarak boşanmalarla
birlikte evlilikten kaçınma ve kadın aile reisinin bulunduğu çekirdek
ailelerin sayısında artışlar gözlenmiştir. Söz konusu gelişmeler paradoksal
13
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 56-60

-7-
olarak görece artan refah düzeyi ile birlikte feminist hareketlerin manevra
sahasını daraltmıştır. Nitekim CASTELLS bu gözlemi “eğer feminizm, kadın
hareketlerine dahil olup da kendini feminist olarak nitelemeyen kadınları, hatta
bu terime itiraz eden kadınları dahi kapsayacak bir çeşitlilik gösteriyorsa, bu
sözcüğü (Charles Fourier’in icadı olan bu terimi) kullanmayı sürdürmek, hatta
feminist bir hareketin varlığından söz etmek anlamlı mıdır?..14” tarzında dile
getirmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında donanmadan atılan askerlerin oluşturduğu gay ve


lezbiyen cemaatinin ABD’de San Francisco’da hareketlerinin güç kazanması
(nüfusun yüzde 17’si15) polis ve emniyet güçlerinin asgari %10’unun gay ve
lezbiyen olmasını gerektiren yasal düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir. Aynı
süreci California gibi diğer eyaletlerin yanı sıra AB içerisindeki birçok ülkenin de
yaşayacağı tahmin edilmektedir.

1.2.3 Kentliliğin yüceltilmesi ve Ulus – Devlete karşı kent hareketlerinin


desteklenmesi:

Kent hareketleri ulus – devletlerin 1970 ve 1980’li yıllardan itibaren kapitalizm,


devletçilik ve bilgi toplumu girişimlerinde başarısızlığa uğrayan ulus - devletlere
karşı önemli bir direniş olgusunu da üretmiştir. Bunun temel nedeni kırsaldan
kentlere yaşanan yoğun göçlerle kalabalıklaşan kentlerde küresel ekonomik
sömürüye direnememe (örneğin ithalatçı firmalara, hipermarketlere karşı bakkal
ve yerel esnafın direnememesi), küresel baskın kültüre karşı (AB-D
özgürlükçülüğü söylemlerine karşı) yeni değerler üretememeden dolayı ulus –
devletlerin uyguladığı çeşitli baskılara kitlelerin yerel örgütlenmelerle tepki
göstermeleridir. Dolayısıyla giderek küreselleşen süreçlerin yapılandırdığı bir
dünyada, siyasetin giderek yerelleşmesi paradoksu ortaya çıkmıştır. Bundan
hareketle yerel kimlikler; “ benim semtim, benim cemaatim, benim okulum,
benim ağacım, benim nehrim, benim sahilim, benim kilisem, benim barışım,
benim ortamım…” Şeklinde yapılandırılmıştır. Bu yapılandırılmada “yönetişim” ,
“kent konseyi” ve yerel yönetimlerin merkezi otorite karşısında
bağımsızlaştırılması ya da özerkleştirilmesi yasal bir altyapının temel taşları
olarak ortaya çıkmıştır.

Kent hareketleri genelde dört başlıkta incelenebilir.

İlk olarak; kent hareketleri, bu hareketlerin söylemleri, aktörleri ve


örgütlenmeleri, doğrudan ya da dolaylı olarak farklılıklar gösteren bir yurttaş
katılımı ve cemaat gelişimi sistemiyle yerel hükümetin yapısı ve uygulamalarıyla
bütünleşmiştir. Bu da yeni bir devlet oluşumunun temel taşları olarak kabul
edilebilecek bir gelişme olarak görülmektedir16.

İkinci olarak yerel cemaatler ve örgütlenmeler; özellikle orta sınıf semtlerde,


banliyölerde, uzak şehir yerleşimlerinde ve kentleşmiş kırsal kesimde yaygın,
etkili bir çevre hareketi ile kendisini besleme olanağı bulmuştur.

Üçüncü olarak dünya çapında çok sayıda yoksul cemaat, 1980’lerde Şili’de
Santiago’da ya da Lima’da ortaya çıkan aşevleri örneğinde olduğu gibi kolektif

14
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 331
15
Gay ve lezbiyenlerin çoğunluğunu muhafazakarlığı ile tanınan Ohio eyaleti (Fethullah GÜLEN’in mekanı)
vatandaşlarından oluşması dikkat çekicidir.
16
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 87

-8-
ayakta kalma çabası içerisindedir. Türkiye’deki cemaat dayanışmasının tarihi
daha gerilere götürebilmek mümkündür ancak burada söz konusu olan içeriği
siyasal muhafazakârlıkla doldurulmuş cemaatçiliktir. Latin Amerika, Türkiye dâhil
bütün Asya’da kentlerin varoşlarında cemaatler dayanışma ve karşılıklılık ağlarına
dayanarak (farklı din veya mezhebe mensup olan cemaatlerin dayanışması,
örneğin Fethullah Gülen cemaati ile Katolik kilisesinin işbirliği gibi), genelde cami
ve kiliseler etrafında ya da uluslar arası finansmana sahip hükümet dışı örgülerin
(NGOs) desteğiyle, kimi zaman da solcu entelektüellerin yardımıyla kendi “refah
devlet”lerini (sorumlu kamusal politikaların eksikliğinden dolayı) kurmuşlardır.
Yani bugün cemaatler mensuplarına devletin sağladığı kamu desteğinden daha
yaygın ve etkin hizmet sunabilmektedirler. Bu tablo gelişmiş ülkelerin cemaat
amaçları açısından “özgürlükçü ulusal çimentonun sıkışması” etkisi yaratırken az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde “bölücü” etki yapabilmektedir.

Kent hareketlerinin bir başka boyutu da çete ve mafya yapılaşmasıdır. Çeteleşme


ve mafya yapısının küresel örnekleri genellikle cemaat bağlantılarını sıklıkla
kullandığını göstermektedir. Magali Sanchez ve Yves Pedrazzi’nin Caracas’ta
malandros (kötü çocuklar)’a ilişkin çalışmaları buna bir örnektir17. Türkiye’de de
Hizbullah İBDA-C gibi dinsel motifi kullanana terörist cemaat yapılar resmi
literatüre geçmiş cemaatçi faaliyetlere örnek gösterilebilir.

1.2.4 Küresel merkezin kendi ulus – devlet etkinliğini asimilasyona


dönüştürme stratejisi:

Küresel merkezin medya kontrolü, yasama organlarının dünya olaylarını


yönlendirme istek ve ilgisi çevre ülkelerin işbirlikçi kesimlerini daha etkili hale
getirmektedir. Böylesi bir sürecin sonunda küresel anlamda “kültürel ve siyasal
bir asimilasyon” için asgari koşullar oluşturulmaktadır. Ancak son yıllarda
yabancıların AB-D’ye girişlerinin kısıtlanması, yabancı işçi ve öğrencilere daha dar
olanaklar sağlanması AB-D’nin kültürel asimilasyon çabalarının etkisizleşmesine
neden olabilmektedir.

ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin en azından iç kamuoyunu şekillendirmekteki


başarısı giderek artmaktadır. Artık Vietnam Savaşının kirli sahneleri batılı
sinemaların perdelerinden bile silinmiş, güncel olarak Irak ve Afganistan’da
yaşanan her türlü insanlık dışı olay gündemin arka planına itilerek yok
sayılabilmektedir. Batılı ülkelerin ana vatanları dışında verdiği askeri kayıplar
gündeme taşınmazken Türkiye’nin kendi öz vatanı için verdiği savaşta “analar
ağlamasın!” sloganları geniş bir taraftar kitlesi toplayabilmektedir.

Küresel bürokrasinin merkezi haline gelen ABD’nin lobicilik faaliyetlerini


düzenleyen yasal yapılanması, siyasal partilerde senatör ve milletvekillerinin parti
disiplinine tabi olmadan faaliyet gösterebilmesi ABD yönetiminin küresel düzeyde
bütün ulus – devletlerin iç ve dış politikalarına müdahil olmasına olanak
sağlamaktadır. ABD yönetimi esnek yasama yapısı ile küresel anlamda kendi
karşı paradigmalarını da bünyesinde toplamakta, küresel anlamda oluşacak ABD
karşıtı güçlü muhalefet odaklarını da ikincilleştirmektedir. Çünkü güçlü küresel
muhalefet odakları ABD’de kendilerini temsil eden benzeş bir yapılanmayı
bulmakta güçlük çekmemekte, sonuçta daima ABD yönetimi ile işbirliği yapabilen
odaklar kendi ulus – devletleri içerisinde daha güçlü bir konuma

17
Sanchez, Magaly ve Pedrazzini, Yves, Los Malandros: la culture de l’urgence chez les jeunes de quartiers
populaires de Caracas. Fondation Humanisme et Développement, Paris, 1996

-9-
yükselebilmektedir. Aynı yapılanma ABD dışında kalan AB ve NATO gibi merkezi
bürokrasiler için de geçerli olmaktadır.

İstatistiksel veriler sermayenin merkezileştiği ekonomik yapıyı G-7, OECD olarak


göstermektedir. Söz konusu yapıda yer alan devletlerin sosyolojik yapısında
öncelikle Hıristiyan kültürünün egemen olduğu görülmektedir. Zenginliğin
egemen ideolojisi olan demokrasi ve liberalizmin daha çok Protestan toplumlarda
geliştiği yönünde tarihsel tespitler de bulunmaktadır. Diğer taraftan küresel
sermayenin kontrolünün daha çok Yahudi kimlikli kişilerde bulunduğu yönünde
iddialar bulunsa da bu tezi doğrulayacak deneysel verileri gösteren herhangi bir
tarafsız yayın tespit edilememiştir. Bununla beraber, İsrail’in milliyetçi FKÖ
karşıtı HAMAS’ı kurması18 ve Hıristiyan fundemantalizminin İsa
(Mesih)’in dünyaya geri dönüşü ile Yahudilere vaat edilen topraklar
arasında kurulan inanç bağlantısı bu türlü iddiaları
kuvvetlendirmektedir. Bir araştırma kuruluşu olan GALLUP’un 1979’da yapmış
olduğu bir anket sonucuna göre ABD’de insanların %80’i İsa’nın Tanrı ve İncil’in
yanılmaz olduğuna inandığını, 1988 itibariyle de Fundamentalist Hıristiyanların
oranının yüzde 27’dir19.

Simpson Hıristiyan Fundamentalizmini şu şekilde özetlemektedir20:

“Fundamentalizm, orijinal adıyla 1) Kitab-ı Mukaddes ve onun


yanılmazlığını sözel, mutlak telkine tabi olmayı, 2) İsa’nın ölümü ve
dirilişiyle günahın kefaretini vekâleten ödediği anlatısı üzerine İsa’nın
kişisel bir Kurtarıcı (yeniden doğmuş) olarak kabul edilmesiyle kişisel
kurtuluşu, 3) İsa’nın binyıl öncesinde cennetten dünyaya döneceği
beklentisini 4) Bakire’nin doğurması ve teslis gibi Protestan Ortodoks
Hıristiyan doktrinlerin kabulünü içeren bir Hıristiyan inancı ve
deneyimidir.”

CASTELLS; Hıristiyan inancının güncel dışavurumunu şu şekilde yorumlamaktadır:

“Mücadelenin yoğunlaştırılması, kurumsal siyaset çerçevesindeki


gerekli siyasi uzlaşmaların sağlanması gerekir, çünkü zaman giderek
kısalmaktadır. “ Zamanların sonu” yaklaşmaktadır, tövbe etmemiz,
toplumumuzu temizlememiz, İsa Mesih’in yeni bir çağ açacak,
görülmemiş bir barış ve huzurun yaşanacağı ikinci gelişine hazırlıklı
olmamız gerekir. Fakat tehlikeli bir geçit vardır; Ortadoğu’da başlayıp
bütün dünyaya yayılan kanlı Armageddon Savaşı’nı aşmamız gerekir.
İsrail ve Yeni İsrail (ABD) sonunda düşmanları karşısında zafer
kazanacaktır, ancak bunun korkunç bir bedeli olacaktır ve kazanmaları
da ancak toplumumuzu yeniden yaratma yetimize bağlıdır. Toplumun
dönüşümü (tabana yönelen Hıristiyan siyasetiyle birlikte) ve benliğin
yeniden yaratılması (dindar bir aile hayatı sayesinde) hem gerekli, hem
de birbirini tamamlayıcıdır…”

Günümüzde yukarıdaki inancın ABD Ordusu tarafından paylaşıldığı ve ABD


Ordusu mensuplarının kendisini “Roma Savaşçıları” veya “Hıristiyan Haçlı
Orduları” gibi gördüğüne dair birçok bulgu mevcuttur. Yahudilerin üstün ırk
olduğu düşüncesini benimseyen inancın doğal sonucu olarak “Hıristiyan
18
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 30
19
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 34-39
20
SIMPSON, John, H. Fundamentalism in America revisited: The Fading of Modernity as a source of symbolic
capital, s. 27’den aktaran CASTELLS M, ikinci cilt s. 35

-10-
olmayanları, ‘insanı insan olarak görmeme21’ inancından kaynaklanan katliamlar”
her ne kadar “insanlık değerleri, eşitlik ve özgürlük gibi yaygın ve saygıdeğer
sloganların” arkasına gizlenilse de Fundamentalist inancın çirkin yüzünü Irak ve
Afganistan gibi coğrafyalarda su yüzüne vurmaktadır.

Eski Varşova Paktının yıkılması sürecinde ağırlık kazanan, 1990’lı yıllardan


itibaren Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde başlatılan “din siyasi
faaliyetlerden yadsınamaz” prensibi yaygınlaşarak devam etmektedir. Dinsel
olguların ötesinde sosyolojik örgütlenme başarısı gösteren Anglo-Sakson
kültürünün küresel egemenliği devam etmektedir. Protestan değerlerle Yahudi
kültürünün örtüştüğü Ortadoğu ve Kuzey Amerika gibi coğrafyalarda Hegemonik
ilişkiler daha da belirginleşmektedir. Hıristiyan kültürü içerisindeki Katolik
değerlerin yükselişi kısmen de Ortodoks dünyasının içselleştirilmesi AB-D’nin
diğer kültürler üzerindeki ağırlığını daha da artırmakta, kültürler arası çatışma
olasılığını dışlayarak küresel bir dönüşüm yaratma gücünü artırmaktadır. AB-
D’nin sıcak anlamda çatıştığı kültürlerin ilk sırasında İslam Kültürü (Irak ve
Afganistan gibi coğrafyalara bakarak) yer almaktadır.

Toplam 57 İslam ülkesinin üretim toplamlarının parasal değerinin sadece İtalya,


İspanya veya Fransa’nın üretiminin altında kalması İslam Dini hakkındaki
tartışmaları ağırlaştırmıştır. Bütün dünyada İslam Dini hakkında yoğun bir
düşmanlık beslenmektedir. İslam Ülkeleri arasında da uyduruk hadislerle
bölünmüşlük, Kuran-ı Kerimin çağdaş yorumuna yaklaşımların sürekli
engellenerek İslam Dininin akıl dışı kabul edilmesi İslam coğrafyasındaki
egemenlik haklarını doğrudan veya dolaylı olarak küresel güçlerin çıkarlarına
teslim etmektedir.

1.3 Ekonomi – Politika:

BM içerisinde uluslar arası ticaretin kurallarını belirleyen ve denetleyen


kurumlaşmalarda GATT, IMF ve Dünya Bankasının sadece ekonomik kuralları
belirlemekle yetinmediği, bu kurumlarda ağırlıklı olarak yer alan liberal ideolojiye
sahip ülkelerin siyasal isteklerine de aracılık ettiği ifade edilebilir. Nitekim OECD
ülkelerinin IMF ve Dünya Bankası içindeki payları %70’lerin üzerinde olması
böylesi bir sonucu da meşru kılmaktadır.

Sermayenin akışkanlığına rağmen küresel zenginliğin Kuzey Amerika, Batı Avrupa


ve Uzakdoğu (Japonya) gibi belirli coğrafyalarda merkezileştiği bilinmektedir.
Sermayenin küresel bir ağ içerisinde teknolojik olanaklarla sürekli yer
değiştirmesine paralel olarak bölgesel yatırımlara veya spekülatif faaliyetlere
aracılık eden bölgesel borsa merkezleri enformasyon çağının kapitalist yapısına
fiziksel bir şekil vermektedir. Küresel kapitalin yönlendirildiği Londra, Paris,
Dubai, Tokyo, Pekin, Singapur, Sidney gibi bölgesel borsa merkezlerinin aynı
zamanda iletişim, komuta – kontrol merkezleri olarak bir hiyerarşi içerisinde
Washington’a bağlanması küresel örgütlenme mantığı ile uyuşmaktadır22.

AB-D; kendi ülkeleri dışındaki bütün borsaların asgari yüzde 70 (Türkiye’de


IMKB’nin yüzde 72)’ine sahiptir. Ayrıca dünya ticaretini değer ve ilkeler bazında
yönlendiren ABD tek başına IMF ve Dünya Bankasının yüzde 17.6’sına 23 sahiptir
21
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 76
22
FARAZMAND, Ali; The New World Order and Global Pulic Administration, a critical essay, konulu makale,
Public Admnistration in the Global Village adlı kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994, s. 77
23
Wade, Robert "U.S. hegemony and the World Bank: the fight over people and ideas". Review of
International Political Economy 9 (2) , 2002, s. 215–243.

-11-
ve veto etme hakkını elinde tutmaktadır. Daha geniş bir perspektiften
bakıldığında AB-D’nin toplam kontrolü yüzde 85’düzeyindedir24. IMF ve Dünya
Bankasının Ekim 2009 İstanbul toplantıları esnasında yaptıkları toplantılar
esnasında IMF ve Dünya Bankasının yüzde 3’lük bir kısmının gelişmekte olan G-20
ülkelerine bırakılması tamamen küresel meşruiyeti sağlamaya yönelik bir
dezinformasyon faaliyeti olarak kabul edilmektedir. Bununla beraber diğer
ülkelerin Bretton Woods kurumlarına alternatif kurumsal bir dayanışma
yaratamamaları küresel ekonomi ve ticaretin açmazı olarak görülmektedir. Genel
tabloya bakıldığında en azından 10 – 15 yıllık bir süreçte küresel ekonominin
patronları AB-D ve Bretton Woods kurum ve kuruluşları olmaya devam edeceği
değerlendirilmektedir.

IMF ve Dünya Bankası liderliğindeki küresel mali oligarşisinin olaylı İstanbul


toplantıları küresel finansman kuruluşlarının meşruiyetlerini G-20 düzlemine
yayma arayışlarına sahne olmuştur. Bu kapsamda temelde daha rahat
sömürebilmek için G-20 içerisindeki işbirlikçi hükümetlere sadece yüzde 3
düzeyinde temsil yetkisi verilmiş, küresel finans merkezlerinin önemli bir
bölümünün Hongkong, Singapur, Pekin gibi küresel finansın emirlerine amade
coğrafyalara taşındığı konusu ön plana çıkarılmıştır25.

Doların küresel ticarette hegemonyasının değiştirilmesine dair talepler bazen


ciddi yankılar bulabilmektedir. Örneğin İran’ın 2009’un ilk yarısında yaklaşık 80-
90 Milyar dolarlık döviz rezervini Euro’ya çevirme spekülasyonları ardından
IMF’nin 400 ton altın satma kararı almıştır. Böylesi dedikoduların geçmişte
özellikle Japonya için gündeme geldiği düşünülürse gelecekte de ÇHC ve benzeri
ülkeler bazında spekülasyonlar üretilebileceği, bu spekülasyonlar aracılığıyla
döviz bazında manipülasyonlar yapılabileceği doğal karşılanmalıdır. ABD’nin bu
türlü spekülasyonlar karşısında altın stoklarını harekete geçirmesi AB-D’nin
Bretton Woods kurumlarına ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

OECD coğrafyasında vergi oranları yüzde 40-50 civarında seyrederken, kamu


müdahaleleri için bütçeden ayrılan ödenekler bütçelerin yüzde 60’ına ulaşmıştır.
AB-D dışındaki ülkelerde uygulamaya sokulan neo – liberal politikalarla devletlerin
ellerindeki ekonomiye müdahale olanakları neredeyse sıfıra yaklaştırılırken, kamu
harcamalarının çok uluslu şirketleri (ÇUŞ) doğrudan veya dolaylı olarak
desteklediği bir dönemece işaret etmektedir. Böylelikle AB-D küresel anlamda
“vergilendirme” gücüne kavuşmuştur. Dahası, AB-D’nin ekonomi ve güvenlikle
ilgili istekleri diğer uluslar tarafından neredeyse harfiyen uygulanmak suretiyle
batı dünyası bütün kirli işlerde doğu medeniyetlerini istihdam ettiği görüntüsü
netleşmektedir. Hıristiyan Dünyasının dışında kalan düşük gelirli devletlerde
giderek yaygınlaşan ve yoksul insanlarla ilgilenen dinsel ve geleneksel cemaat ve
yapıların gelirlerinde de düşüşler gözlemlenmektedir. Böylesi bir tabloda, yeni
önlemler alınmadığı takdirde (örneğin, medeniyetler çatışmasının bölgesel
savaşlarla desteklenmesi) “yeni sağın yükselişi” yerini OECD içinden yükselecek
Yeni Marksist çözümleme tartışmalarına bırakabilecektir.

24
Monbiot, G. (2004) The Age of Consent. London: Harper Perennial.
25
Küresel finans merkezilerinin bu ülkelere geçiş nedenini ülkemizden bir örnekle açıklayalım: AB-D’de
mortgage kredilerinin karşılığında sadece sözkonusu konut ipotek altına alınabilmektedir. Oysa Türkiye’de
sözkonusu konutun dışındaki ev, araba ve hatta yakınlarınızın mal varlıkları dahi faiz farklarının geri ödemesi
için ipotek altına alınabilmektedir. Kısacası ÇHC, Hindistan, Singapur, Hongkong gibi ülkelerde bankacılık
yapmak riskli değildir, aksine kar marjı yüksek yatırımlardır. Türkiye’de halkımızın bilinçlenerek küresel finans
kuruluşları ve bankaların bu türlü hukuksuz işlemlerine karşı direnmesini teşvik etmek gerekmektedir.

-12-
ABD; Yeni Dünya Düzeninde küresel sermaye hareketleri için işbirlikçi devletlerin
iç istikrarını en azından şimdilik “insan hak ve özgürlüklerine” tercih etmektedir.
Bu kapsamda başta ÇHC ve Hindistan gibi ülkelerdeki insan hakları ihlallerini
gündeme taşımaktan titizlikle kaçınmaktadır. Diğer taraftan Burma, İran ve Kuzey
Kore gibi ülkelerin yanısıra küresel istikrarın temini için değişim geçirmesine
inanılan Türkiye’deki gelişmeler operasyonel amaçlar için devamlı mercek altında
tutulmaktadır.

Teknoloji tekelinin yarattığı işsizlik küresel kast sistemini zorunlu kılmaktadır. Bu


nedenle, çoğunlukla AB-D’nin kontrolündeki üretim araçlarının ve üretimin
pazarlanması kendi içinde krizlere neden olmaya devam ederken AB-D dışındaki
coğrafyalarda halkların yerel baskı rejimleri ile idare edilmesi gerekmektedir.
Ancak, böylesi bir baskı düzenine karşı “nükleer ve diğer kitle imha silahlarının
kontrolü” gibi reel konuların yanında AB-D karşıtı terörist eylemlerin
yaygınlaşması gibi oluşumlar ciddi bir asimetrik tehdit olarak devam etmektedir.

1.3.1 Devlet ve Ekonomi:

Neo – liberal ekonomilerin kuralsızlaştırma (deregulation) ve özelleştirme


politikalarının doğal sonucu devletin küçülmesidir. Devletin ekonomideki
varlığının küçülmesi kamu finansmanı açıklarının özel finansman kuruluşları
aracılığıyla karşılanması gibi bir süreci tetiklemektedir. Yani ekonomik döngünün
sonunda devletler giderek küresel finansman sağlayan özel girişimciler karşısında
küçülmekte ve bağımlılaşmaktadır. Ancak bu tablonun görünen tarafıdır ve
“etkinlik, etkililik ve verimlilik” gibi gerekçelerle akılcı olarak da nitelenebilir.
Diğer taraftan 2008-2009 küresel krizi esnasında da kolayca tespit edilebileceği
üzere, ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkenin eski sosyalist ekonomileri
pek de aratmayacak ölçülerde ekonomiye çeşitli düzeylerde müdahale ettikleri
gözlemlenmektedir. ABD son küresel kriz esnasında yaklaşık 390 milyar dolarlık
askeri projeyi hayata geçirirken, sağlık ve gelişmiş teknolojileri destekleyen
sanayi yatırımlarında özel sektöre yurt içi ve yurtdışı kaynaklar tahsis etmeyi
ihmal etmemiştir.

OECD ve G-7 ülkelerinde devletin çeşitli yöntemlerle ekonomiye yön verdiği


bilinmektedir. Liberal ekonominin en iyi örneği olarak gösterilen ABD’de devletin
çeşitli düzeylerde korumacılık sağlayarak ABD ulusal ekonomisinin rekabetçi gücü
artırılmaktadır.

ABD’de Milli Savunma Bakanlığı gereksinimlerine göre geliştirilen ARPANET


projesinin internetin temellerini oluşturduğu ve bu teknolojinin daha sonra özel
girişimcilere transfer edildiği bilinmektedir. Aynı yöntemin Fransız Minitel,
İngiltere ve Almanya’da Prestel, Japonya’da Captain projeleri ile takip edildiği
tespit edilebilir26.

Ülkenin güvenlik gereksinimleri gerekçe gösterilerek devletin çeşitli sektörlerde


koruma sağlaması OECD ülkeleri içersinde yaygındır. Örneğin, ABD’de otomobil
ve konut sektörü endüstrisine destek yapmak maksadıyla 1956 Ulusal Güvenlik
Otoyol Kanunu kisvesi altında koruma ve sübvansiyonlar sağlanmıştır. Aynı
zamanda saat endüstrisi gibi endüstrilere ‘bombardıman vizörü üretimi için

26
CASTELLS, M.; Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür Birinci Cilt Ağ Toplumunun
Yükselişi, Çeviren : Ebru KILIÇ, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005, s. 459-474

-13-
gerekli yeteneklere sadece saat yapımcılarının sahip oldukları’ gerekçesi ile
koruma sağlanmıştır27.

ABD’de sektörel koruma politikasının bir biçimi olarak askeri üretim politikası
farklı damgalar getirmektedir. Burada AR-GE yatırımları öncelik kazanmaktadır.
ABD’nin AR-GE kurumları ile işbirliği yapan endüstri dallarının dünyada önemli bir
rekabet gücüne kavuştukları bir gerçektir. Nitekim ABD devlet üretimi olarak
GSMH yüzdesi esas alındığında Japonya’da yapılan üretimin iki misline denk
geldiği görülmektedir. ABD’de ileri teknoloji sektöründe yer alan firmaların
tamamı devlet desteğinden faydalanmaktadır.

AB Ortak Tarım Politikası (OTP) ilkeleri de GATT’a rağmen bir anlamda


korumacılığı gösteren bir başka örnektir28. Başlangıçta AB’nin gıda güvenliğini
sağlamak maksadıyla oluşturulan AB OTP’si 1970’li yıllarda bu amacına
ulaşmıştır. AB’nin dış pazarlara yöneldiği 1980’li yılların dış talebin durgunluğa
girdiği bir dönemle çakışması tarım ticaretindeki rekabeti daha da sertleştirerek
adeta bir “sübvansiyonlar savaşı”na dönüştürmüştür. Belirli bir süre sonra, AB ve
rakipleri açısından sürdürülemez hale gelen dış pazar mücadelesi ve ticari
karmaşa 1986 yılında başlayan GATT Uruguay Round ile çözüme götürülmeye
çalışılmıştır. Nitekim, AB’nin Mayıs 1992 Lizbon Zirvesi'nde OTP’de reform kararı
alması ile Uruguay müzakereleri bir yıl sonra sonuçlandırılabilmiş ve Nisan 1994
tarihinde Tarım Anlaşması imzalanabilmiştir29.

AB içinde tarım sektörünün bütçedeki payının büyüklüğü ve bunun bütçe


üzerinde yarattığı baskı ile uluslararası topluluğun özellikle Dünya Ticaret
Örgütü yoluyla giderek artan dış baskısı gibi nedenlerle OTP'nin dünya
ticaretini daha az tahrip etmesi yönünde birtakım önlemler tartışılmaya
başlanmıştır. Bu kapsamda 1947–1993 yılları arasında sekiz adet çok taraflı
ticaret müzakeresi yapılmıştır. GATT çerçevesinde yapılan son tur, Uruguay'ın
Punto del Este şehrinde 15-20 Eylül 1986 tarihlerinde toplanan üye ülke ticaret
bakanlarının yayınladıkları bir bildiri ile başlamış ve GATT Uruguay Turu 15 Aralık
1993'te bir uzlaşmaya varılarak sonuçlanmıştır. Böylece hem DTÖ kurulmuş, hem
de ilk kez dünya tarım ticaretinin düzenlenmesine ilişkin bir Tarım Anlaşması
imzalanmıştır. Uruguay Turu'nda temel olarak taraflar, tarımsal ürünlerde rekabet
üstünlüğü olan ve bu nedenle mümkün olduğu ölçüde liberalizasyona gidilmesini
savunan ülkeler ile, ucuz ithalat rekabetinden kendi üreticilerini korumayı
amaçlayan, daha az rekabet şansına sahip ülkeler olmak üzere belirlenmiştir.
Uruguay Turu'nun anahtar oyuncuları ABD, AB, Japonya, Cairns Grubu 30, gelişmekte
olan ülkeler, Güney Kore, İskandinav ülkeleri ve net gıda ithalatçısı olan ülkelerdir.
Rekabet şansı yüksek olan ihracatçı ülkelere ABD ve 15 büyük tarımsal ürün
ihracatçısı ülkeden oluşan Cairns Grubu liderlik etmiştir. Bu ülkelerin istemleri,
diğer ülkelerin pazarlarına giriş şanslarının artması ve ihracata yönelik mali
yardımların kaldırılması doğrultusunda olmuştur. Ticarette liberalizasyonun
ekonomik gelişmeyi de beraberinde getireceğine inanan bazı gelişmekte olan
27
Linda WEISS, John M. Hobson; Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Çeviren: Kıvanç DÜNDAR, Dost
Yayınları, Birinci Basım, ANKARA, 1999 s. 264-266.
28
EKEMAN, E. “21. Yüzyılın Eşiğinde Avrupa Birliği’nde Ortak Tarım Politikası”, İktisadi Kalkınma
Vakfı Yayınları, Mayıs 2000, s. 6
29
ŞAHİNÖZ, A; Türkiye–AB Müzakere Sürecinde Türk Tarımı, makaleye internet ortamından erişim
adresi: http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=1364&id=72 (E.T:05 AĞUSTOS 2009)
30
Cairns Grubu: 1986 yılında, dünya tarımsal ticaretinin serbestleştirilmesi yönünde çalışmalar yapmak için
kurulan ve dünya tarım ihracatının % 20’sini gerçekleştiren bu grupta bulunan ülkeler; Arjantin, Avustralya,
Brezilya, Endonezya, Filipinler, Fiji, Güney Afrika, Kanada, Kolombiya, Malezya, Paraguay, Sili, Tayland,
Uruguay ve Yeni Zelanda’dır

-14-
ülkeler de, bu grubu desteklemişlerdir. İhracatı sürdürürken rekabet şansı az
olan üreticilerini dış pazarların rekabetinden korumak isteyen AB ve onun
tarafında yer alan ülkeler ise ticarette liberalizasyonu engellemeye, en
azından sınırlı tutmaya çaba göstermişlerdir.

Uruguay Turu'nda belirlenen gümrük tarifeleri üst sınırının OTP kapsamında


uygulanan gümrük tarifelerinin üzerinde olması nedeniyle Birlik, bu önlemden
etkilenmemiştir. Ancak tarifelerin aşamalı olarak indirilmesi ile izin verilen tarife
üst sınırına yaklaşılmıştır. AB, başlangıçtan bu yana sorun yaratan ihracat
sübvansiyonlarının indirilmesi yönündeki taahhüdüne rağmen, gelecekte iç
piyasanın doygunluğa ulaşacak olması nedeniyle ihracatı teşvik etmeye devam
etmiştir. 1999 yılı sonunda gerçekleşen DTÖ Tarım Anlaşması yeni tur
müzakereleri, OTP'de reform tartışmalarının yeniden gündeme gelmesine sebep
olmuştur. Bunda, Uruguay Turu ile başlatılan sürecin geliştirilmesi ve serbest
ticareti engelleyecek destek ve korumaların kapsamlı bir biçimde azaltılmasını
amaçlayan yeni tur müzakerelerde AB'nin, özellikle ABD ve diğer önemli tarım
ihracatçısı ülkelere karşı müzakere şansını koruyabilmeyi istemesi etkili olmuştur.
Böylece, OTP'nin dünya tarım ürünleri ticareti üzerindeki olumsuz etkileri ve
bundan kaynaklanan sorunlar da, OTP'nin yeniden yapılandırılmasında
belirleyici rol oynamıştır. AB'nin, Eylül 2003'te Meksika'nın Cancun kentinde
düzenlen DTÖ Bakanlar Konferansı'ndaki tarım müzakerelerinde sunduğu teklif,
AB’nin tarımdaki sübvansiyonları kaldırmayacağı ancak sınırlandırabileceği
yönündedir.

Tarım politikaları konusundaki korumacılık AB ile sınırlı kalmamaktadır. Nitekim


Japonya’nın diğer ülkelerle imzaladığı bütün anlaşmalarda Tarım ürünleri
konusunda korumacı davrandığını göstermektedir31.

Özelleştirme çabaları küresel merkez tarafından cesaretlendirilmesine rağmen


gelişmiş ülkelerde vergi gelirlerinin GSYİH içerisindeki oranı ile devletin bütçeden
sosyal harcamalara ayırdığı oran az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre
daha fazladır. Gelişmiş ülkelerde vergi gelirlerinin GSYİH içindeki oranı % 15.9
(Singapur’da) ile %43 (Belçika’da), aralığında değişirken aynı oran az gelişmiş
ülkelerde %10-20 aralığında, gelişmekte olan ülkelerde ise %20-30
aralığındadır32. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal harcamaların bütçe
içerisindeki payı yüzde 50 ve üstünde iken az gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde
30 seviyelerinde seyretmektedir. Dolayısıyla post - modern devletin başarısı
yurtiçi ve yurtdışındaki ulus – devlete uyumlu ekonomilerden elde edilen
hâsılanın anavatandaki vatandaşlara yansıtılması, yurtdışı ekonomik girişimlerde
ise gerekli yatırım ortamının sağlanabilmesi ile doğru orantılı olarak
görülmektedir.

1.3.2 İstihdam Yapısı:

G-7 ve OECD coğrafyasında yüksek teknolojinin istihdam yarattığı, hizmet


sektörünün genişlediği, imalat ve tarım sektörünün ise küçüldüğü
gözlemlenmektedir. G-7 ülkeleri ile ilgili yapılan araştırmalardan elde edilen

31
HIGASHI;S. The Policy Making Process in FTA Negotiations: A Case Study of Japanese Bilateral
EPAs, IDE DISCUSSION PAPER No. 138, INSTITUTE OF DEVELOPING ECONOMIES (IDE), JETRO
3-2-2, WAKABA,MIHAMA-KU, CHIBA-SHI CHIBA 261-8545, JAPAN 2008, s. 3-24
32
World Development 1999/2000, s.256-257’den aktaran KORAY, M. Sosyal Politika, İmge Yayınevi, İkinci
Baskı, Ankara, 2005, s.96-97

-15-
sonuçlara göre gelişmiş ülkelerin istihdam yapısında aşağıdaki özellikler göze
çarpmaktadır33:

- Tarım sektöründe istihdam giderek azalmaktadır,


- Geleneksel imalat sektöründe istihdam sürekli gerilemektedir,
- Üretime dönük hizmetlerle sosyal hizmetlerindeki istihdamda artış, ilk
kategoride işletme hizmetlerinin, ikinci kategorideyse sağlık hizmetlerinin öne
çıkması,
- İş imkânı kaynağı olarak hizmet sektörü faaliyetlerinin giderek çeşitlenmesi,
- Yönetsel, profesyonel ve teknik işlerin hızlı bir artış içinde olması,
- Büro işleri ve satışa yönelik işlerde çalışan bir “beyaz yakalı” proletaryanın
oluşumu,
- Perakende ticarette istihdamın sahip olduğu ciddi payı görece koruması,
- Mesleki yapının üst ve alt düzeylerinin eş zamanlı bir büyüme içinde olması,
- Mesleki yapının seviyesinin zaman içinde yükseltilmesi, daha yüksek bir
beceri düzeyi ve daha ileri bir eğitim gerektiren mesleklerin payının, daha alt
düzeydeki kategorilere göre daha yüksek olmasıdır.

OECD ülkeleri içerisinde kadınların işgücüne katılım oranları artmaya devam


etmektedir34. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki kadın istihdam yüzdeleri
OECD ülkelerinin 19ncu yüzyıldaki seviyelerine henüz ulaşmamıştır.

1.3.3 İşgücünün Örgütlenmesi

1955 ile 1980 yılları arasında sendika üyeliği ABD ve krallıkla idare edilen
Hollanda hariç tüm gelişmiş ülkelerde artmıştır. Bu dönemde ABD’de sendikalı
emekçi oranı yüzde 32’den yüzde 25’e Hollanda’da ise %44’den %41’e inmiştir.
Federatif bir yapıda olan Kanada’da bu oran %30’dan %35’e, Almanya’da
%38’den %41’e yükselirken, diğer bütün ülkelerde ortalama yüzde 10
seviyesinde artış gözlenmiştir35.

Örgütlü işgücünün OECD Coğrafyası içerisinde sigortalılık oranı yüksek düzeyde


iken sendikalılık oranı 1980’li yıllardan itibaren sürekli düşmektedir. Artık emeğin
örgütlülüğü gibi bir kavram, sınıfsal ideolojinin etkinliği gibi bir beklenti yakın
gelecekte gündem dışı kalacak gibi görünmektedir.

1.4 Güvenlik

G-7’yi oluşturan ülkelerden ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Kanada’nın


NATO yapısı içerisinde küresel askeri bir güç merkezi olarak örgütlendikleri
görülmektedir. G-7 içerisinde üniter devlet yapısını koruyan Fransa’nın NATO’nun
askeri kanadına girmekte gönülsüz davranmasının yanısıra NATO üyesi olmayan
ve üniter ulus -devlet yapısı taşıyan Japonya’nın da küresel güvenlik sistemine
entegre olmakta isteksiz davrandığı ifade edilebilir.

Sözkonusu ülkelerin askeri teknolojik liderlikleri ile Batı Avrupa ve Atlantik


bölgesinde örgütlenen NATO Soğuk Savaş sonrasında bir taraftan Merkezi ve
Doğu Avrupa ülkelerini teşkilat yapısı içerisine alırken diğer taraftan üye ülkelerin
sınırlarının dışında örneğin Somali, Irak, Afganistan, Eski Yugoslavya, Hint

33
CASTELLS, M.; Age, s. 310-311
34
OECD, İstihdam Değerlendirmesi (Employment Outlook), değişik yıllar
35
WINDMULLER, John P. Collective Bargaining, ILO, 1987, s.19’dan aktaran KORAY, M. Sosyal Politika,
İmge Yayınevi, İkinci Baskı, Ankara, 2005, s.96-97

-16-
Okyanusu bölgelerinde operasyonel faaliyetlerde bulunma iradesi geliştirmiştir.
Üye ülke sayısının artışı NATO’da karar verme sürecini hantallaştırmamış, eski
SSCB ülkeleri ile “Barış İçin Ortaklık” gibi çeşitli düzeylerde sağlanan işbirliği
platformları aracılığı ile etkinlik alanını genişletmiştir.

Birçok ulus – devletin yanısıra terör örgütlerinin kitle imha silahlarına sahip
olabilmesi bütün devletlerin güvenlik politikalarında yapabilecekleri en küçük
hatalarından dolayı beklenmedik kayıplar verme, bir anlamda “terörün vetosu” ile
karşılaşma olasılığını artırmaktadır.

2. KÜRESEL ÇEVRENİN YAPISI

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden oluşan çevrenin içerisine AB-D ile


birçok alanda kurumsal işbirliği (G-8, G-20, Barış İçin Ortaklık – PfP-, Borsa ve
yatırımlar, üretim merkezlerine ev sahipliği yapmak gibi) içerisinde bulunan
Brezilya, ÇHC, Hindistan, İspanya, Meksika, Rusya Federasyonu gibi ülkeleri dahil
etmenin pratik sonuçları olabilecektir. Örneğin ABD’nin kendi içinde Hispanikleri
baskılarken küresel anlamda İspanya, Meksika ve Brezilya gibi İspanyol asıllı
ülkelerin iç dinamiklerini değiştirmesi, Rusya Federasyonunun daha da çözülmesi,
ÇHC ve Türkiye’nin etnik ve dinsel anlamda ayrıştırılması çabalarını küresel
çevrenin benzerlikleri ile açıklamak daha anlamalı ve kolay olabilecektir.

Küresel çevrenin güçlü aktörlerinden RF askeri teknoloji açısından ABD’nin


bilgisayar ve iletişim teknolojisine bağımlıdır. ÇHC’nin nükleer kapasitesi
komşusu Japonya’nın ötesinde bir menzili tehdit etmekten uzaktır. Yani küresel
hegemonyanın temelini oluşturan askeri ve ekonomik etkinlik ABD’ye karşı
konulamaz bir üstünlük sağlamaktadır. Temelde ABD’nin ulus – devlet çıkarlarını
ön plana alan “küreselleşme” kavramı diğer bütün ulus – devletleri neo – liberal
çizgide dönüştürmekte, “küresel bürokrasi” ve “beyaz yakalıları” Washington
merkezine çakerken diğer ulusların merkezkaç dinamiklerini ateşlemektedir.

ABD’nin 11 Eylül 2001’de terörist bir saldırıya hedef olması ABD’nin küresel
siyaset stratejisini yeniden belirlemesine zemin hazırlamıştır. Bu stratejinin
bileşenleri36;

- Füzelere karşı teknoloji kullanmak ve bireysel teröre karşı yabancıları


takibe almak, FBI başta olmak üzere ABD güvenlik birimlerini küresel anlamda
etkili hale getirmek,
- Irak örneğinde olduğu gibi muhtemel tehdit odaklarına karşı önleyici
saldırılar düzenleyebilmek, ABD’ye muhalif diğer ülkeleri (İran ve Kuzey Kore gibi)
caydırıcı tedbirler almak,
- Doğrudan kontrol altına alınamayan İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere karşı
alınabilecek tedbirleri çeşitlendirmek ve daha da sıkılaştırmak,
- Küresel terör ağlarına karşı (uyuşturucu ticareti ve deniz korsanları gibi)
sürekli savaş içerisinde olmak,
- ABD’nin çıkarlarını küresel kapitalizmin çıkarlarını dünyanın kilit
bölgelerinde (Orta Asya ve Ortadoğu bölgesindeki enerji kaynaklarının iletim
hatları gibi) egemen kılmak,
- İsrail’in kendi izlediği politikalardan bağımsız olarak, ne pahasına olursa
olsun, hem iç politika, hem de jeopolitik gerekçelerle bu ülkeye destek verilmesi
(BM’de İsrail’i kınamama, Filistin Devletinin kuruluşuna İsrail’de duyulan tepkileri
destekleme),

36
CASTELLS, M; age, s.438-441

-17-
- ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak gerektiğinde ekonomik korumacılığa
ve çevreci tek yanlılığa başvurmak,
- ABD ulus – devletinin egemenlik ve bağımsızlığını korumak,
- ABD çıkarlarını her ne pahasına olursa oldun diğer ulus – devletlere kabul
ettirmek,

Şeklinde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla küresel çevrenin zaman içerisinde bu


stratejinin bileşenlerine göre dönüşmesi beklenmektedir. Nitekim, RF ve ÇHC gibi
diğer küresel aktörlerin İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere karşı tutumlarının
değişmesi, NATO ile birlikte Orta Asya, Afrika ve Hint Okyanusunda müşterek
operasyonlara iştirak etmeleri bu dönüşümün somut göstergeleridir.

Küresel güvenlik sisteminin ABD – RF – NATO işbirliği çerçevesinde şekillenmeye


başlamasının ardından RF’nun Aralık 2009’da NATO operasyonlarının Pakistan’ı
da içerecek şekilde genişletilmesi gerektiği yönündeki yaklaşımları dikkat çekici
bulunmaktadır.

2.1 Siyasal ve Bürokratik Yapı:

Küresel çevrede yer alan ülkelerin üniter ulus – devlet yapısını korumaya çalıştığı,
bununla birlikte AB gibi bölgesel federasyonlara uyum sağlama çabaları sonucu
ulus – devlet yapılarının çözülmeye başladığı ifade edilebilir. Dahası bölgesel veya
küresel uyum sürecinin doğal bir sonucu olarak devlet bürokrasileri içerisine
Washington (ABD veya BM bürokrasisini temsilen) ve/veya Brüksel merkezli
danışmanlar/denetimciler yerleşmiş ve çevre ülkelerin bürokratik yapılarını
dönüştürmeye başlamışlardır.

Çevre ülkelerin merkezin neo – liberal ekonomisine ve BM/AB-D odaklı uyum


sürecinde temel alınan çalışmalar;

- IMF ve Dünya Bankası programları ile çevre ülkelerin hammadde ve finans


kaynaklarının kontrol altına alınması,
- Ekonominin merkez devletlerin gereksinimlerini karşılayacak şekilde ihracata
yönelik olarak yapılanması,
- Kamu güvenlik sistemlerinin iflasa zorlanması ve küresel özel girişimlerin
sosyal güvence girişimlerinin desteklenmesi, bireylerin devlet yapısından
soyutlanmaları,
- NATO merkezli yapılarla (PfP gibi) ABD’nin küresel güvenlik harcamalarının
çevre ülkelere transfer edilmesi,
- Teknolojik tekelin sürekliliğini sağlayacak şekilde akademik çalışma ve
yayınların yanısıra, bilgi ve iletişim ağlarının kontrol edilmesi,
- Ulus – devletlerin AR-GE çalışmalarının sınırlandırılması, üniversitelerin
yaratıcı çalışmalar yapmak yerine AB-D’den önerilen yayınlarla küresel memur
yetiştirmeye odaklanmaları,
- Turizm, perakende, hizmetler gibi sektörlerde uluslar arası organizasyonlara
ayrıcalık tanıma,
- Yerel yönetimlerin ve özel kişilerin uluslar arası finansman kuruluşlarına
borçlanabilmelerini ve bu borçların ilgili devletten tahsil edilebilmesi için gerekli
yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamak vb. şeklindedir.

2.2 Çevrenin Kültürel Yapısı:

-18-
Küresel çevre Anglo Sakson ve Yahudi kültürü dışında kalan ve birbiri ile
çelişkileri bulunan geniş bir kültürel çeşitlilik göstermektedir. Merkeze yakınlık
durumuna göre en yakın çevrede AB bulunmakta, Hispanik, Hint, Japon,
Konfüçyüs, Rus medeniyetleri bunu takip etmektedir. Merkeze en uzak kültür
olarak kendi arasında da farklılık ve çelişkiler barındıran İslam Ülkeleri yer
almaktadır. Küresel güçlerin yönlendirdiği “yerellik” tepkileri veya din, etnisite
gibi farklılıklarla ayrıştırılması politikaları kapsamında binlerce farklı kültürel
değer örgüsü çevre ülkelerinin “yönetilebilir devlet” yapısını zorlamaktadır.

Çevre ülkelerde ulus – devlet yapısının gerektirdiği “devlet ve kamu öncelikli”


anlayışa uygun kültürel değerler küreselleşmenin getirdiği yeni değerlerle giderek
etkisini kaybederken bu gelişmelere tepki olarak gelişen “ulusalcılık” ve “dinsel
cemaat” akımları da radikalleşmektedir. Radikalleşen ulusalcı değerlerin başında
laiklik, devletçi ekonomi, parlamenter demokrasi, dinsel cemaat akımlarının
radikal cephesinde ise “Fundamentalist devlet” yapılanması yer almaktadır.

Çevrenin kültürel yapısında aile kurumu başat rolünü sürdürmekle birlikte


“ataerkil aile” yapısının zorlandığı gözlemlenmektedir. Ataerkil aile yapısının
değişime uğraması küresel merkezin aile fertlerinin tamamının istihdama katılıma
zorlamalarının yanısıra, ulus – devletlerin iç dinamiklerinden de
kaynaklanmaktadır.

2.3 Çevrenin Güvenlik Yapılanmaları

NATO merkezli güvenlik yapılanmaları dışında kalan ülkeler Barış İçin Ortaklık
(PfP) kapsamında NATO’nun stratejileri ile uyumlulaştırılmışlardır. PfP yapılanması
ÇHC, Hindistan ve RF gibi ülkeleri de kapsadığından NATO’nun küresel güvenlik
stratejilerine düzenli silahlı güç olarak ciddi bir muhalefet geliştirmek mümkün
görülmemektedir. Bu nedenle NATO karşıtı silahlı güçlerin ya İran ve Kuzey Kore
gibi nükleer silahları merkeze koyan ya da El Kaide gibi “asimetrik stratejileri”
benimseyen terörist faaliyetler kapsamında örgütlenmelere gitmeleri
gerekmektedir.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarında veya asimetrik


tehditlere karşı bir tedbir olarak ABD, RF, ÇHC gibi ülkelerin silah üreticilerine
bağımlılığı kısa ve orta vadede kaçınılmaz görülmektedir. İran ve Kuzey Kore gibi
kitle imha silahlarının sağladığı güvenceye sığınan ülkelerin ise güçlü müttefikler
yaratma olasılıkları zayıf olduğundan en azından görünen gelecekte “küresel
adacıklar” olarak kalmaları kuvvetle muhtemeldir.

Küresel silah ticaretinde ABD’nin payı giderek büyürken, RF, ÇHC, Brezilya gibi
ülkelerin payları azalmaktadır. NATO içerisinde veya bilinen silah üreticileri ve
batılı şirketler ile işbirliği yaparak silah sistemlerini üreten diğer ülkeler (Brezilya,
Hindistan, Türkiye veya Mısır’ın savunma sanayi ürünleri gibi) bölgesel pazarlar
için uygun maliyetleri sırtlanmaktadırlar. Zaten teknolojik olarak ABD silah
sistemlerinin gerisinde kalan diğer ülkelerin bir anlamda polis güçleri için silah
sistemi üretmek zorunda kalabilecekleri değerlendirilmektedir.

ÇHC ve RF’nun silah sistemleri doğrultusunda silahlanan eski Yugoslavya ve


Irak’ta edinilen tecrübeler İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin de yüksek güvenlik
riski taşıdıkları şeklinde yorumlanabilir. Bu kapsamda 2010 ve ötesinde tesis
edilmesi öngörülen “füze kalkanı” projesinde ABD menşeli olmayan silah
sistemlerinin yeterli güvenceyi sağlayamayacağını teyit edebilecek provokatif

-19-
saldırılar (örneğin RF yapımı S-300 füzesi ile korunmaya çalışan ülkelere nereden
atıldığı belirsiz serseri füzelerin vurması gibi) olası görülmektedir.

Ulus – devletleri tehdit eden olgular sadece rakip ulus – devletler veya küresel
güvenlik sistemleri değildir. Ulus – devletlere musallat olan güçler arkalarında
güçlü devletlerin bulunduğu (örneğin PKK’yı destekleyen AB-D gibi) terörizm ya
da intihar saldırılarına başvuran cemaatçi gruplardır. Uluslar arası bir suç ağı
oluşturmuş terörist örgütlerle mücadelede ulus – devletlerin kendi olanakları ile
başarılı olması beklenmemektedir. Bu nedenle ulus – devletin güvenlik
birimlerinin önemli bir kısmı giderek uluslar arası polis operasyonlarının bir
parçası haline dönüşmektedir37. İkinci durumda cemaat içindeki grupların ya da
yerel çetelerin ulus – devlete üyeliklerinden feragat etmeleriyle birlikte devlet
toplumun yarısına kök salmış şiddete karşı savunmasız hale gelmekte, sanki
devlet sürekli gayrinizamî savaş içerisindeymiş gibi bir durum ortaya çıkabilir38.
Bu durumda devlet bir ikilemle karşı karşıya kalmaktadır: Şiddet kullanmazsa
devlet olarak silinip gidecektir, yarım yamalak şiddete başvurursa kaynaklarının
ve meşruiyetinin önemli bir bölümünü yitirecektir; çünkü böylesi bir durum sonu
gelmez bir olağanüstü hal anlamına gelecek ve devlet bu yıpratma savaşından
yenik olarak çıkacaktır. Sonuçta devletin meşruiyeti için şiddet tekelini sınırlı bir
mekânda, kısa süreli ve etkili olarak kullanması ve bekasına meydan okuyan
tehdidi uzun süre için veya tamamen bertaraf etmesi gerekmektedir. Böylesi bir
sonucun alınabilmesi için devletin yapısının hem yurtiçinde hem de yurtdışında
geniş ve çok çeşitli ağlarla güçlendirilmesi gerekmektedir.

Başarılı bir ulus – devletle başarısız bir ulus – devletin ağ yapısına çarpıcı bir
örnek vermek gerekirse ABD ile Türkiye’yi karşılaştırmak yeterli olabilir. Amerikan
üniversitelerinde bilim ve mühendislik alanlarında doktora eğitimi görenlerin
yüzde 50’si yabancı öğrencilerden oluşmaktadır. Bu öğrencilerin çoğunluğu her
yıl 200 bin kadarı ABD’de çalışmak üzere yerleşmektedir. ABD’nin teknolojide
küresel tekel oluşturabilmesinin sırrı budur. Türkiye ise insan ithalinde sadece
Asyalı ve Afrikalı niteliksiz kaçak göçmenler ve ithal futbolcular (önde gelen futbol
kulüplerinin yüzde ellisi yabancı futbolculardan oluşuyor) açısından dikkati
çekmektedir.

2.4 Küresel çevrenin ekonomi – politikaları:

ÇHC, Kuzey Kore, Küba ve Venezuela gibi sosyalist ülkelerdeki toplam nüfusunun
1.5 milyar dolayında olduğunu, devletçi uygulamaların devam ettiği, bununla
beraber bu ülkelerin dünyanın geri kalan kısmı ile çeşitli düzey ve vasıtalarla
işbirliği yaptığı bilinmektedir. Merkez ülkelerle birlikte küresel ekonomiye entegre
olmuş ulus – devletlerde özelleştirme, kuralsızlaştırma (deregülasyon) politikaları
ile birlikte yabancıların ekonomideki payları yükselmiştir. Nitekim Pekin, İstanbul,
Dubai, Bombay, Moskova gibi borsalarda yabancı paylarının yüzde 70 – 85
düzeylerinde seyrettiği görülmektedir.

Küresel anlamda neo – liberal politikaların genel bir kabul görmesine rağmen
çevre ülkelerin ekonomiye müdahale oranları merkez ülkelere göre daha düşük
37
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla ilgili birimler başta olmak üzere uluslar arası anlaşmalarla kabul edilen her
türlü sorumluluğun karşılığında emniyet, istihbarat birimleri daha üst bir organizasyon lehine bazı yetkilerini
devretmektedir.
38
PKK’ya karşı el altından Hizbullah veya Hizbut Tahrir gibi dinsel cemaat ve terör örgütlerinin desteklenmesi
veya faaliyetlerine ses çıkarılmaması gibi. Nitekim AKP hükümeti; Aralık 2009’da, Güneydoğu illerinde PKK
eylemlerine karşı cemaatlerin ayaklanmasına, dinsel ve dinci terör örgütlerinin sembollerinin alenen
kullanılmasına göz yummuştur.

-20-
düzeylerde seyretmektedir. Merkezden uzaklaştıkça çevre ülkelerde kayıtdışı
ekonominin payı ve insanların kendine yeterlik düzeyleri artmaktadır. Bir
anlamda çevre ülkelerde gözlemlenen olgu “kendine yeterlik ve kapalı ekonomi”
nin ön plana çıkmasıdır. Bazı durumlarda az gelişmiş ülkelerde bütçe içindeki
“sosyal politika payları” artıyor gözükse de bu durum genellikle geçici bir dönemi
kapsamaktadır.

Çevre ülkelerde tarım sektörü merkez ülkelere göre daha yaygındır. Ayrıca klasik
imalat sanayinin ekonomi içerisindeki payı yabancı ortaklıklarla birlikte giderek
artmaktadır. Dolayısıyla az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yabancı sermaye
yatırımlarını ülkelerine çekebilmek ve istihdam yaratabilmek için emek ve emeğin
örgütlenmesi aleyhine düzenlemelere gitmek durumunda bırakılmaktadırlar.

2.5 Küresel Çevrede Devlet ve Sınırlılıkları:

Çevre ülkelerde “devlet” genellikle kutsanmış ve soyut bir güç olarak öğretilerde
yer almaktadır. Ekonomi başta olmak üzere birçok faaliyet ve sosyal yaşama ait
pozitif haklar devletin koruması altındadır. Bununla beraber merkez ülkelerinin
çevre ülkelere dayattığı özelleştirme, kuralsızlaştırma ve ticaretin liberalizasyonu
süreçleri toplumsal dokuda ulus – devlete olan güveni ve bağı derinden sarsmaya
devam etmektedir. NAFTA ve AB gibi bölgesel Pazar ittifakları çevre ülkelerin
ithal vergilerini sıfırlarken bu pazarlara girişi giderek zorlaşmaktadır. Diğer
taraftan iletişimde yaşanan devrimle birlikte ulus – devlet hükümetleri merkez
ülkelerdeki tüketim kalitesinden etkilenmeme gibi bir şansı yitirmişler, “kapalı
ekonomi”nin sağladığı avantajları işbirlikçi ithal ikamecilerine terk etmek zorunda
kalmışlardır.

Ulus – devletler küresel sermayenin kendi topraklarında yatırım yapmasını ve


giderek artan nüfusla birlikte ağırlaşan istihdam sorunlarına bir çare bulabilmek
ümidiyle ÇUŞ’ler lehine yasal düzenlemeler yapabilmektedirler. Nitekim
Türkiye’de de yabancı yatırımcıların borsa işlemlerinden ücret veya vergi
alınmaması buna bir örnek teşkil eder. Ayrıca ithalattan alınan vergilerin
çoğunlukla kısıtlanması nedeniyle, ulus – devletlere kamu gelirlerini “petrol, enerji
ve iletişim” üzerine bindirilmiş vergilerden elde etmekten başka çare
bırakılmamaktadır.

Ulus – devletlerin merkez bankalarının IMF anlaşmaları ile “altına endeksli


olmama ve IMF izni olmaksızın para basamama” gibi koşullarla kontrol altına
alınması, vatandaşların devlete olan güvenini sıfırlamakta ve çevre ülkelerin
yoksulluğun pençesine düşmesine zemin hazırlamaktadır.

ABD ve AB haricinde ulus – devletlerin medyayı özgürlükçü ilkelerle yönlendirme


gücü de sınırlıdır. Dolayısıyla ulus – devlet, küresel bağlamda ekonomisinin
rekabet gücüne sahip olmasını sağlayamadığı sürece, para politikasının
kontrolünde, bütçesinin hazırlanmasında, üretimi ve ticareti örgütlemekte,
şirketlerden vergi toplamakta, sosyal güvence sağlama vaadini yerine getirmekte
giderek gücünü yitirmektedir39.

Ulus – devletin yukarıda sayılan sorunlarının yanısıra, küresel merkez tarafından


üretilen kimliklerin çoğulluğu; ulus – devletin önüne sivil toplumun iddialarını,
taleplerini getirir. Ulus – devletin bu geniş talepler yelpazesine karşılık bulmakta
yetersiz kalması “devlet ve hükümetlerin meşruiyet sorunu” ya da “yurttaşların
kendisini kamusal sorumluluklara karşı duyarsız hissetmelerine” neden
39
CASTELLS, M; age, ikinci cilt s.400

-21-
olabilmektedir. Sonuçta bu türlü bir sürecin sonunda köşeye sıkış(tırıl)an ulus –
devletin bir kısım sorumluluklarını ya “yerel40” veya “bölgesel41” siyasi kurumlara
devretmeleri beklenmektedir42.

Ulus – devletlerin demokrasi ile yönetilebilmesinde ciddi sıkıntılar ortaya


çıkmaktadır. Bunun temel nedeni küresel sermaye, bilgiye sınırsız ulaşım ve
beklenmeyen müdahalelerin yarattığı ulus – devletin gücünü sorgulayan
egemenlik sorunlarının yaygınlaşması, ulus – devletin refah devletinin sağladığı
sosyal politika olanaklarından yoksunlaşmasıdır. Ayrıca kolektif kimliğin temsil
ettiği vatandaşlık ile günümüzde önlenemez bir histeri haline gelen ve
değiştirilmesi tartışılamaz değerlerle ifade edilen cemaatçi, etnik, Fundamentalist
kimlikler arasında denge kurabilmek birbiriyle çelişen yaklaşımlardır. Böylesi bir
ortamda liberal demokrasinin yürütülebilmesi neredeyse olanaksızlaşmaktadır.

Ulus – devletin meşruiyet krizine siyasi partiler arasındaki açık rekabet üzerine
kurulmuş siyasi sistemin güvenilirliği krizini de eklemek gerekmektedir.
Medyanın dar değer yargıları içerisine sıkışıp kalmış, kişiselleştirilmiş liderliğe
indirgenmiş, teknolojik olarak yönlendirmelere açık, yasadışı finansmana teslim
olmuş, skandal siyasetiyle yönlendirilen siyasal parti sistemleri cazibesini ve
güvenirliğini yitirmiştir. Nitekim sadece Türkiye’de değil bütün dünyada
güvenilirlik sıralamasında siyasi partilere güvenmeyen kitlelerin oranı yüzde 50-
60 aralığından aşağıya düşmemekte, bu bulgu 1999 yılında GALLUP’un BM için 60
ülkede 57 bin kişi ile yaptığı görüşmelerden elde edilen bilgilerle de teyit
edilmiştir. Aynı araştırmada en güvenilir kurumlar sırasıyla, Silahlı Kuvvetler,
Eğitim Kurumları, Hükümet Dışı Örgütler, polis, dini örgütler ve sağlık kuruluşları
şeklinde ortaya çıkmaktadır43. Siyasal düzene olan güvenin kaybolması ile birlikte
seçimlere olan ilgi ve katılım da azalmaktadır. Dolayısıyla hükümetlerin
meşruiyeti konusundaki tartışmalar sıklıkla gündeme gelebilmekte, kriz
ortamlarında devletin yasal yaptırımları uygulayabilme becerisi sınırlanmaktadır.

Ulus – devletin meşruiyet krizini aşabilmesi için üç eğilimi birleştiren yeniden


yapılanmaya gereksinim duymaktadır. Bunlardan ilki yerel demokrasinin
güçlendirilmesi ve vatandaşların yönetime katılımlarının özendirilmesidir. İkinci
önlem bütün vatandaşların erişme olanağı bulabileceği katılım ortamını
sağlayabilmek koşuluyla elektronik iletişim yöntemiyle sıklıkla referandumlar
yapabilmek ve doğrudan demokrasi yöntemlerinin geliştirilip,
yaygınlaştırılmasıdır. Üçüncü önlem ise oligarşiye izin vermeyen bir sivil toplum
örgütleri yasasının sağladığı ortamda vatandaşların insani konularda faaliyet
gösterebilmesine olanak sağlamaktır.

2.6 Küresel Çevrenin Karşı – Paradigmaları:

Küresel çevre hareketlerinin sınırlarını merkez ülkelerin dışında başlatmak küresel


ilişkilerin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle merkez ülkelerin yapısından
itibaren bazı karşı – paradigmalara göz atmak faydalı olabilecektir. Bu kapsamda;

- Meksika’da Zapatista Hareketi,


- Japon tarikatı Aum Shirinkyo,
- Küresel terörist ağı El – Kaide,

40
Türkiye için belediyeler veya PKK’nın istediği gibi “Kürdistan Parlamentosu” yerel yönetim kapsamındadır..
41
Türkiye için AB, BM veya BOP’tan ortaya çıkacak vesayet kurumları kastedilmektedir.
42
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.423
43
GALLUP Millenium Araştırması (2002), Esteve Ollé’den aktaran CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.520

-22-
Çevre ülkelerin karşı paradigmaları olarak sahneye çıkmaktadır. ABD Vatansever
ve Milis Örgütleri ile Küreselleşme Karşıtı Hareketlerin genellikle merkezin
politikaları ile çatışma içerisinde olmadığı ifade edilebilir.

2.6.1 Meksika Zapatista Hareketi:

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’nın, 1 Ocak 1994’de yürürlüğe


girdiği gün, Ejercito Zapatista de Liberacion National içinde örgütlü, hafif silahlı üç
bin erkek ve kadın, Meksika’nın güneyindeki Chiapas eyaletinde bulunan
Lacandon Ormanı’nın yakınlarındaki yerel yönetimlere el koymuştur. El koyulan
yerel yönetimlerin çoğunluğu Kızılderili kabilelere ait olmasına rağmen Zapatista
örgütünün lider kadrolarının başında Subcomandante Marcos olmak üzere şehirli
elitler bulunmaktaydı. Meksika’daki bu başkaldırı uluslar arası bir sempati
toplayınca Meksika hükümeti barış görüşmelerine başlamıştır. Çatışmalar 12
Ocak’ta zayıflamış ve 27 Ocak’ta ateşkes ilan edilmiştir.

Yukarıda özet olarak verilen Zapatista hareketinin 1940’lardan itibaren;

- Kızılderilileri örgütleyen çeşitli cemaatler,


- Hükümet destekli (NAFINSA gibi) veya hükümet dışı çevreci (yağmur
ormanlarını koruma iddiasındaki – aslında bir kereste şirketi olan Cofolasa
gibi) kuruluşlar,
- Sözde devrimci sol siyasal parti (Fuerzas De Liberacion National - FLN)ve
siyasal etkinlik peşinde olan sayısız dernekler olmuştur.

Zapatista hareketi çağımızın en gelişmiş iletişim ağı olan İnternet üzerinden


haberleşerek ve kamuoyu yaratarak mücadele etmişlerdir. Geriye dönük olarak
bakıldığında Zapatista Hareketinin Meksika’yı NAFTA’da öngörülen “serbest
dolaşım” gibi haklardan yoksun ettiğini, bugün bile ABD ordusunun terör veya
uyuşturucu ile mücadele gibi nedenlerle doğrudan müdahalelerde bulunduğu bir
ülke haline getirdiğini ifade edebiliriz. Kısacası Zapatista Hareketi Meksika’yı ABD
ve Kanada ile birleştirmemiş, ayrıştırmış ve bir sömürge haline getirmiştir. Bu
durum ABD’nin kendi içerisinde Hispaniklere karşı yürüttüğü ayrımcı politikaların
da bir uzantısı olarak görülebilir44.

2.6.2 Japon Aum Shinrikyo:

Yoga ve benzeri bedensel kontrol öğreti ve uygulamalarının örgütlenmesi ve


siyasal bir harekete dönüşme girişimlerinin başarısızlığı Aum tarikatı kurucularını
daha kapsamlı ideolojilere sahip çıkmaya itmiştir. Aum Tarikatı liderlerinden
Ashara; 1990’da 2000 yılı için ABD ile SSCB arasında nükleer bir savaş çıkacağı
iddiasını ileri sürmüştür. Kurtuluş için tarikat üyelerini silahlanmaya ve bedensel
olarak acılara karşı katlanmaya iten tarikat lideri bir süre sonra kehanetini
kanıtlamak için 1994 yılı içerisinde Matsumoto ve Tokyo şehirlerinde zehirli
gazlarla kitlesel katliam girişimlerinde bulunmuştur. Tarikatın sonuçta
Japonya’nın askeri bir güç olmasını savunan bir ideolojiyi yansıtması, batılı ve
ABD’li bazı odaklar tarafından da dile getirilen Nostradamus’un kehanetlerine
atıfta bulunması ve nihayet bu hareketin AB-D tarafından “doğuda güçlü askeri
bir müttefik yaratma” çabaları ile örtüşmesi dikkat çekici bulunmaktadır. Çünkü
günümüzde ABD kurumları; Japonya’nın silahlı bir güç olarak küresel güvenlik
sistemi içerisinde daha aktif rol almasını şiddetle arzu etmektedir.
44
Meksika’daki Zapatista Hareketi ABD için hangi işlevi görüyorsa, Türkiye’deki PKK terör örgütünün de AB
için aynı işlevi yürüttüğü düşünülebilir.

-23-
2.6.3 El Kaide:

Örgütün lideri Usama Bin Ladin’in 20 Eylül 2001 tarihinde El Cezire


televizyonundan yapmış olduğu konuşma örgütün amaçlarını ortaya
koymaktadır45.

“Tamamlamış olduğumuz görev, “ümmet”i Amerika, İsrail ve onların müttefikleri


aleyhine kutsal savaşa teşvik etmektir… Müslüman halkın, bölge ülkelerinin
hiçbir bağımsızlığı olmadığını anlama zamanı gelmiştir… Düşmanlarımız
serbestçe, gamsızca denizlerimizde, topraklarımızda, semalarımızda dolanıyor…
Kimseden izin almadan vuruyorlar… Ben diyorum ki, çatışmanın iki tarafı var: Bir
taraf Amerika, İsrail ve Britanya’nın başını çektiği Yahudi Siyonizm’i ile işbirliği
içindeki uluslar arası haçlı hareketidir. Diğer tarafsa, Müslüman dünyadır. Böyle
bir çatışmada, karşı tarafın saldırganlık göstermesi, topraklarıma ve kutsal
mekanlarıma girmesi, Müslümanların petrolünü çalması, sonra direnişle
karşılaşınca ‘bunlar terörist’ demesi kabul edilemez. Bu ya düpedüz aptallıktır ya
da başkalarını aptal yerine koymaktır. Bu işgale bütün gücümüzle direnmenin ve
düşmanı bize karşı kullandığı araçlarla cezalandırmanın meşru görevimiz
olduğuna inanıyoruz…”

El Kaide lideri Usama Bin Ladin; 23 Şubat 1998’de Dünya İslam Cephesinin
kuruluşunu şu sözlerle açıklamıştır:

“Kitabı indiren, bulutlara hükmeden, ihtilafları yenen, Kitabında ‘yasak aylar geçip
gittikten sonra, nerede olurlarsa olsunlar putperestlerle savaş, onları kılıçtan
geçir, onları yakala, kuşat, her pusuda onları bekle’ diyen Allah’a hamdolsun ve
‘ben ellerin arasında kılıçla, Allah’tan başka kimseyi tapılmasın diye gönderildim;
hayatımı mızrağımın gölgesinin altına koyan ve emirlerime karşı gelenleri
aşağılanmaya, hakir görülmeye maruz bırakan Allah’a tapılsın’ diyen
peygamberimiz Hz. Muhammed bin Abdullah’a selam olsun46”

El Kaide’nin ortaya çıkışında Suudi Arabistan İstihbarat Teşkilatı’nın 1979 - 1980’li


yıllarda Sovyet işgaline karşı CIA ile Afganistan’da işbirliği yapması ve Usame Bin
ladin’in bu ağa girmesi süreci başat rol oynamıştır. Çünkü Afganistan’daki Sovyet
işgaline karşı sadece Suudi Arabistan’dan değil bütün Müslüman ülkeleri ve
dünyanın her coğrafyasından direniş için katılmalar olmuştur. ABD’nin birinci
Körfez Harekâtı sonrasında Suudi Arabistan ve Kuveyt topraklarını kullanmaları
nedeniyle Usama Bin Ladin’in hedefi, Suudi Krallığı, ABD ve müttefikleri olmuştur.
ABD kaynakları güçlü bir finansmana sahip olan Usama Bin Ladin’in; Bosna,
Çeçenistan, Cezayir, Sudan, Kenya, Tanzanya gibi geniş bir coğrafyada etkinlik
gösterdiğini ifade etmektedir.

İslami Dinsel örgütlerin çoğunluğunun zekât kurumları desteğiyle ayakta kaldığı


bilinmektedir. İçlerinde batılılarında da bulunduğu birçok kaynak El Kaide terör
örgütünün zekât kurumları yanısıra, geçmişte Sudan’daki Tadaman Bank,
günümüzde Suudi Gizli Servis Başkanının kardeşi Muhammed El- Faysal
tarafından kurulan DMI, Suudi Finans Müfettişliği görevinde bulunmuş olan Salih
Abdullah Kamil tarafından kurulan Dalla -El- Baraka, Bank Of America’nın uzantısı
Bank of Credit and Commerce International – BCCI, İngiltere’nin kontrolündeki ve
“kara para aklama” Cayman Adaları ve Bahamalar’daki off – shore bankaları ile

45
Aktaran CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.142
46
GUNARATNA, Rohan, İnside al – Qaeda: Global Network of Terror, Colombia University Press, New York,
2002, s.88’den aktaran CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.142

-24-
işbirliği yaptığını ileri sürmektedirler47. Diğer taraftan Cayman Adaları ve
Bahamalar’daki finansmanın ana hedefinin ÇUŞ’lerin ellerindeki finansmanı ABD
anakıtasına aktarmak olduğu konusunda teyit edilmiş bilgiler bulunmaktadır48.
Bir anlamda ABD yönetiminin küresel kara para aklama operasyonunun kendi
anakıtası dışına çıkanlara düşman olduğu ve “kara para aklama” operasyonlarını
El Kaide gibi örgütlerin üzerine yıkma amacı taşıdığı düşünülebilir.

El Kaide örgütünün Zapatista Hareketi gibi internet üzerinden bedava


indirilebilen PGP (İnternet Şifreleme Programı) ile haberleştiği dikkat çekicidir.

2.6.4 Küreselleşme Karşıtı Hareket:

Televizyonlarda izlediğimiz “küreselleşme karşıtı hareket”lerin ana amacının


küreselleşmeye karşı olmak olmadığı OECD coğrafyasında gayet iyi
bilinmektedir49. Çünkü bu sıfat medya patronlarının uydurduğu bir nitelemeyi
ifade etmekte, hareketin içinde yer alanlar daha çok liberal ekonomi prensiplerini
kabul eden ve vergileri kendilerini ilgilendirdiği ölçüde ödemeyi
savunmaktadırlar. Küreselleşme karşıtı hareket mensupları; “vergiler genel
olmamalı, amaçlarına göre adlandırılmalı örneğin çocuğu olmayan eğitim vergisi
ödememeli…” gibi bir mantığı savunmaktadırlar. Sonuçta küreselleşme karşıtı
hareket aslında tamamen devlet olgusuna karşı, ÇUŞ’lere kardeş bir politika
izlemektedir.

Küreselleşme karşıtı hareketin merkezinde daha çok ABD’li vatanseverler


bulunmakta ve “Temsiliyet olmaksızın vergilendirmeye hayır!” sloganı etrafında
birleşmektedirler. Bu hareketin ABD dışında devlet karşıtı her türlü akımı
kapsaması da dikkat çekicidir. Aslında yapılanmaya küresel ölçekte baktığımızda
görünen tablo;

- Serbest ticarete dayanan, kapitalist şirketlerinin çıkarlarının egemen


olduğu bir küreselleşmenin toplumsal ve çevresel sonuçlarını eleştirenler;
- Küresel finans piyasalarının bir düzene kavuşturulmasını savunanlar;
- Yoksul ülkelerin borçlarının ertelenmesini savunanlar;
- Dünyanın yoksullarıyla dayanışma içinde olan hükümet dışı örgütler
(NGOs),
- Dini gruplar, insani yardıma yönelik hükümet dışı örgütler;
- İşleri, sosyal güvenceleri ve çalışma koşulları için mücadele veren işçiler ve
sendikaları,
- Serbest ticaret anlaşmalarının doğuracağı sonuçlara karşı çıkan çiftçi ve
köylüler,
- Dünya çapında köylü hareketleri ve dayanışma ağları,
- Yerli halkların hareketleri ve dayanışma ağları,
- Çevre hareketleri,
- Kadın hareketleri,
- Devrimci sanatçılar,
47
CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.169
48
CHOSSUDOVSKY, M.; Yoksulluğun Küreselleşmesi, IMF ve Dünya Bankası Reformlarının İçyüzü,
Çeviren: Neşenur DOMANİÇ, Çiviyazıları / Kamera, İSTANBUL,1999, Giriş Bölümü
49
MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ’nin 14 Aralık 2009 günü TBMM Bütçe görüşmeleri esnasında yaptığı
konuşmada “küreselleşme karşıtlığı”nın tamamen yanlış bir kavramdan hareketle ele alındığı görülmektedir.
Dolayısıyla MHP yanısıra AB-D karşıtı gibi görünen partilerin temelde ABD Vatansever ve Milis Teşkilatlarının
kucağına düşmeleri mukadderdir. Geçmişte Ülkü Ocaklarının da aynı tuzağa düştükleri hatırlanırsa Sn.
BAHÇELİ, BAYKAL ve ERDOĞAN’ın üniversite yıllarından sonra okuma – yazmayı bıraktıkları ve
kendilerini geliştirmedikleri, danışmanlarının veya bazı odakların oyuncakları haline geldikleri iddia edilebilir.

-25-
- Farklı ideolojiler ve geleneklerden anarşistler ve özerk gruplar,
- Toplumlarına karşı şiddete dayalı bir isyan gösteren genç insanlar,
- Hem ana çizgiden (Komünistler, solcu sosyalistler) hem de radikal sol
çizgiden (Troçkistler) eski solcu partiler,
- Bazı bağımsız entelektüeller,

Şeklindedir50. Kısacası küresel güçler mümkün olabilecek her türlü muhalif


odağı küreselleşme karşıtı ittifakla pasifize etmeyi amaçlamış ve bir ölçüde de
bunu başarmıştır.

3. TARİHSEL SÜRECE ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM

Uygarlık tarihi genellikle devrimci iniş çıkışlarla, yönetimin insan ve siyasi


örgütlenmesi, sosyal ve toplumun ekonomik yapısındaki değişikliklerle
karakterize edilmiştir. Hem niceliksel hem de niteliksel değişimler insanın
evrimsel değişimine ve toplumsal sistemlerine katkıda bulunmuştur. Niteliksel
anlamda kölelik ve feodal sistemden kapitalist sisteme geçiş çarpıcı bir
ilerlemedir. Eğer Marksist tarihi süreci doğru kabul edersek bir sonraki niteliksel
değişim şüphesiz sosyalizm ve komünizm olacaktı. Ancak Sovyetler Birliği ve
sosyalist sistemlerin çoğunluğunun çöküşü sosyalizm ve komünizmin ölümü
inanışını yaygınlaştırmıştır. Bununla birlikte resmen komünizmi benimseyen ÇHC,
Küba, Kuzey Kore gibi ülkelerde dünya nüfusunun 1.5 milyarının yaşadığını
unutmamak gerekir.

Eski zamanlardan bu yana imparatorlukların, ulus – devletlerin yükseliş ve


çöküşleri ile bilim ve teknolojideki devrimler insan uygarlığının kalitesinde önemli
değişikliklere neden olmuştur. Ancak 20nci yüzyıl insanlık tarihinde bir dönüm
noktası olmuştur. Temel politik, sosyal, ekonomik, kültürel ve bilimsel değişimler
bu yüzyılda diğer bütün zamanlardan çok daha farklı nitelikte gelişmiştir.
İmparatorlukların, feodal sistemlerin ve burjuvanın temel dönüşümü, merkantilist
- koloniciliğin modern kapitalizme ve emperyalizme dönüşümü, bunu takip eden
süreçte devrimci değişimlerle kolonilerin ulus – devletlerin doğuşuna neden
olması, yirminci yüzyılın temel ve niteliksel değişimlerinin başlıcalarını teşkil
etmektedir. Bununla birlikte, bu yüzyılın en önemli değişim olaylarından birisi
1917 Rusya Devriminin bir sonucu olarak yeni bir dünya sosyalist sosyo - politik
sisteminin ortaya çıkması olmuştur.

Sovyetler Birliği liderliği ile yükselen Dünya Sosyalizmi küresel anlamda ideolojik,
politik, sosyal, kültürel ve askeri ilişkilerin doğasını 1992 ye kadar yaklaşık 70 yıl
boyunca değiştirmiştir. Küresel anlamda kapitalist ve sosyalist iki kampa
bölünmüşlük bir yanılsama değildi ve bu derin ayrışma derin bir politik, ekonomik
ve kamu idaresi ayrışması anlamına da geliyordu. Her şeyden daha da önemlisi,
endüstriyel olarak gelişmiş batı ülkelerinin birçok avantajları Üçüncü Dünya
Ülkeleri tarafından uzun süre göz ardı edilmiştir. Dünyanın iki kutuplu olarak
ayrışması İkinci Dünya Savaşından sonra daha da derinleşmiş, Sovyetler Birliğinin
de - yirmi milyondan fazla insan kaybetmiştir- içinde bulunduğu müttefikler;
küresel üstünlük iddiasında olan Nazi Almanya ile Japonya’yı yenilgiye
uğratmışlardır. Eğer bu iki ülke başarıya ulaşmış olsalardı diğer ulusların
kaderleri ne olabilirdi? Ancak buradaki esas sorun bu değildir. Açık olan bir
husus varsa Hitler ve Mussolini’n de istekleri “Yeni Dünya Düzeni” idi. Hitler’in
vizyonu Almanya’nın kontrolü altında küresel bir sistem kurmak olduğu ve
beyninde küresel bir sistem kurguladığı şeklinde olabilirdi.
50
CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.200

-26-
Kısacası, Soğuk Savaş dönemi insanlık ve ülkelere etki eden en önemli değişiklik
olmuştur. Sosyalist sistem ve gerçekten çok büyük bir tekeli ifade eden ekonomi;
profesyonel ve iyi eğitilmiş çok büyük bir kamu yönetici kadrosuna gereksinim
duymuştur. Batılı kapitalist devletler; sosyalist ülkelerle rekabet edebilmek için
ülke içinde ve dışında aşırı miktarda altyapı yatırımlarına yönelmiş, kapitalist
ülkelere göre daha az istismarcı olan sosyalist ülkeler bu rekabette nispeten daha
az başarılı olabilmişlerdir.

Her iki sistem de askeri harcamalarına korkunç miktarlarda yatırımlar yapmışlar


ve uydu - müşteri durumunda bulunan insanlar ve ülkeler vasıtasıyla sürekli ve
yıpratıcı bir savaş yürütmüşlerdir. Soğuk Savaş birçok alanlarda birden
yürütülürken gelişmekte olan ülkeler tarafından da sıcak çatışmalar şeklinde
sürdürülmüştür. Kapitalist ülkelerde hükümetler kaynak tahsisi refahın
bölüşümü, yanıltılamayan vatandaşların yönetimi ve toplumsal patlamaları
tetikleyecek nüfus karışımlarını kontrol konusunda daha aktif rol almaya
zorlanmıştır. Hükümetler; sistemin devrimci potansiyelini refah programları ile
önlemeye, gelir dağılımını istikrarlı hale getirmeye ve bu önlemlerle sistemi
koruma ve geliştirmeye gayret sarf etmişlerdir. Kapitalist ülkeler değişik
karakterdeki krizlerle karşılaştıkça çok değişik yöntemlerle mücadele etmişlerdir.

Refah veya idari devletin yükselişi modern kapitalist sistemin karşılaşmak


zorunda kaldığı bir sonuç olmuştur. İdari devletin genişlemesi gelişmiş ve
gelişmekte olan kapitalist devletlerin kamu yönetiminde profesyonelleşme
gereksinimini yüzyılın başından itibaren artırmıştır. Bu küresel eğilimin
kaçınılmaz bir sonucu olarak kamu yönetiminin genişlemesi ve kamu yönetiminin
ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu eğilim 1980’lerde yeni bir yöne
saparak yeni muhafazakârların siyasi liderleri ve onun ekonomik müttefikleri
Londra ve Vaşington’da liderlik koltuklarına yerleşmişlerdir.

Özelleştirme ve devlet fonksiyonlarının özel sektöre devri; sistemin 1970’lerden


bu yana karşılaşmakta olduğu derin ekonomik krizlere karşı bir yanıt niteliğinde
görülmüştür. Piyasanın ekonomik ve sosyal sorunlara karşı en etkili ve biricik çare
olduğuna inanılmıştır. Bu ideolojik akım neredeyse bir on yıl boyunca sadece ABD
ve İngiltere’nin değil birçok ülkenin politik ve idari yapısındaki bütün hususlara
etkili olmuştur. Son zamanlarda bu eğilim yavaşlamış olsa bile her zaman
geçerliliğini korumuştur. Bu nedenle “değişim” bütün zamanlarda olduğu gibi
yirminci yüzyılın en belirgin karakteristiği olarak ortaya çıkmıştır.

Ne yazık ki, bütün değişimler olumlu nitelikte gelişmemiştir. Çevre ve insanlığın


tahribatına yönelik yeteneklerin artması da 20nci yüzyılda bütün değişimlere
paralel olarak artmıştır. Burası insanlık tarihi içerisindeki “değişim”in doğası ve
özelliklerinin analiz edileceği bir yer değildir. Bununla beraber, bu değişim
siyasal ve sosyo – ekonomik değişimler açısından tarihsel bir norm oluşturmuştur.
Eğer değişim bir norm ise, sosyal sistem yapısı ve toplumsal süreç açısından
süreklilik anlamına da gelecektir. Böylelikle, değişim ve süreklilik diyalektik
olarak birlikte işleyecek, hem birbirini destekleyerek güçlendirecekler hem de
insanlığın niteliksel olarak dönüşümünü sağlayacaklardır.

Belirgin devrimci iniş – çıkışlar ve 1970’lerden bu yana hükümetlerle onların


ekonomik ve politik sistemlerindeki değişimler ekonomik, politik ve idari altyapıda
insanlık açısından derin yapısal sonuçlara yol açmıştır. Bununla beraber, bu
değişimler ile bütün bunların arkasında rol oynayan iç veya dış ideolojik güçler
temelde birbirleriyle uyumlu değildirler. Tıpkı eskiden iki kutba ayrılan dünyanın
kamu yönetimi üzerine etkileri, aynı şekilde Sovyetler Birliğinin ve sosyalist

-27-
güçlerin yıkılışı ve yeni küresel çağ kamu yönetimi ve kamu idaresi konusunda
önemli olduğu kadar ile çelişen yansımalarının bulunması gibi.

Dünyaya liderlik eden hegemon tek ülke olan ABD; müttefikleri ile birlikte aynı
ideoloji ve hedefleri paylaşmaktadır. Gelişmiş ve gelişmekte olan, neredeyse tüm
dünya, kendi pozisyonlarını ABD ve diğer batılı ülkelere göre ayarlamaya
zorlanmaktadır. Şüphesiz, ABD’nin üstünlüğü altında değişen bu yeni dünya
düzeninin olumlu ve olumsuz birçok yönleri bulunmaktadır. Sosyal bilimciler bu
türlü söylemlerde asgari ölçüde eleştirel terminoloji geliştirmektedirler. Bazı
kamu yöneticileri belirginleşmeye başlayan yeni dünya düzeninin kamu yönetimi
üzerine olan etkilerini analiz etmeye oldukça isteklidirler. “Küreselleşme”
konsepti piyasada bulunan ders kitaplarının içerisinde yer almazken, kamu
yönetimi ile ilgili yayınlarda sıkça kullanılan bir terminoloji haline dönüşmüştür.
Küreselleşme ve küresel karşılıklı bağımlılık deyimleri birçok konferans ve yayının
başlıkları haline gelmiştir. Bazı teorisyenler daha da ileri giderek evrensel, küresel
anlamda kamu idaresi teorileri geliştirmeye çalıştılar, bazıları da “küresel köyde”
kamu yönetimi gibi hayaller kurdular.

3.1 YENİ DÜNYA DÜZENİNİN DOĞASI

Yeni Dünya Düzeni söylemi yeni bir şey değildir. Gerçekte, bu eski bir krallık
meydana getirmek kadar eski bir düşüncedir. Büyük Cyrus bilinen bütün eski
dünya topraklarının tamamını fethettikten ve kendi “Dünya Devleti” Pers
Krallığını kurduktan sonra ana düşüncesi kültürler arası diyalogla bütün insanlığı
barış, gönenç, istikrar, kültürel ve dinsel hoşgörü prensipleri etrafında ve Pers
Krallığı altında birleştirmek olmuştur. Pers Krallığının Dünya Düzeni askeri güç ve
altın sayesinde iki yüz yıl kadar sürdürülmüştür. Askeri gücün uygun olmadığı
durumlarda altın veya her ikisi birden devreye girerek düzenin devamı
sağlanabilmiştir. Benzer şekilde Büyük İskender de kendi Dünya Düzenini
kurmuştur. Romalılar ve onu takip eden bütün güçlü imparatorlukların ana fikri
böylesi bir düzeni gerçekleştirmek olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarından hemen sonra da Yeni Dünya Düzeni fikri moda bir düşünce halini
almıştır. Yirminci yüzyılın son zamanlarına kadar ABD ve SSCB tarafından
paylaşılan bir “Yeni Dünya Düzeni” bulunduğu da bilinmektedir.

Bu düzen doğal olarak iki kutuplu, rekabete, şüphe, düşmanlık ile insan
kaynaklarının, doğanın, malzemenin ve yaşamı çevreleyen bütün teknolojilerin
israfına dayanmakta idi. Sonuçta, uluslar arası siyasileri, idarecileri, teorisyenleri
ve benzerleri ayrım çizgisinin nerede olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Oyunun
kuralları bu iki kutuplu sisteme göre ifade ediliyor ve olaylar geniş ölçüde bu
yaklaşıma göre öngörülebiliyordu.

Sovyetler Birliğinin reformcu lideri olarak ortaya çıkan Gorbaçov’un yeniden


yapılanma, açıklık ilkeleri, herkes için barış, süpergüçlerin işbirliği ve Soğuk
Savaşın bitmesi gibi sonuçlara yol açan “Yeni Dünya Düzeni” ne eşlik edecek yeni
bir küresel düşünce sistemini ifade etmektedir. Gerçekte Gorbaçov bu ifadeyi
1988’deki Başkan Reagan ve Başkan Yardımcısı Bush’un da bulunduğu BM Genel
Kurulundaki konuşmasında kullanmıştır. Gorbaçov ve Bush; Eylül 1990’daki
Helsinki zirvesinden sonra bu terimi daha sıklıkla kullanmaya başlamışlardır.
Terimi kimin kimden aldığı veya kimin kullandığından daha çok bu terimin hangi
anlamda kullanıldığı ve etkileri daha önemlidir.

Yeni Dünya Düzeni devletlerin ve insanların müşterek bir güvenlik sistemi


içerisinde ve barışçı bir şekilde birlikte yaşadıkları, ideolojilerden sıyrıldıkları,

-28-
“birbirlerinin sınırlarına saygı gösterdikleri ve müşterek güvenlik çıkarlarını
korudukları” bir sistemi ifade etmektedir. Güçlü ülkelerin diğer ülkelerin iç
düzenine karışmadıkları, daha çok istikrarsız bölgelerde birlikte önlem almaları
sözkonusu olabilecektir. Körfez Savaşı; Yeni Dünya Düzeninin kurulması için bir
mücadele olarak savunulmaktadır. Gerçekte, bu uluslar arası kriz süresince,
Bush; “bu savaş doğrunun yanında veya karşısında olanları saptamaktır” şeklinde
niteleme yapmıştır.

Yeni Dünya Düzeninde “küçülme taraftarları” ve “küçülme karşıtları” olarak iki


düşünce okulunun gündemi belirlemesi beklenmektedir. Paul Kennedy tarafından
temsil edilen “küçülme” grubunun ABD’nin uzun süreli olarak lider pozisyonunu
sürdürebilirliğine ait analizlere göre büyük güçler büyüme sürecine girdikleri
sürece çöküşleri de aynı şekilde gelmektedir. Kennedy’ye göre ABD; iç ekonomik
düzendeki düzenleyici rolü, askeri rollerdeki dengesizlik ve küresel aktörlerin
doğasındaki değişimler nedeniyle küçülecektir. Bu görüşe karşı çıkan Brzezinski
(1986) ve Rostow (1988) önderliğindeki küçülme karşıtları; ABD’nin dünyadaki
herhangi bir ülkeden daha güçlü olduğunu ve uluslar arası ilişkilerdeki bu
durumunu koruyabileceğini iddia etmektedirler.

Hangi okulun düşüncesinin doğru olduğuna bakmaksızın, Yeni Dünya Düzenini


niteleyen özellikler şunlardır:

- ABD; dünya tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde bütün dünyayı yok
edebilecek bir askeri güce sahiptir,
- ABD ekonomisi bütün dünyayı kavrayan bir ekonomik gücü ifade
etmektedir.
- ABD hem yurt içinde hem de yurt dışında krizlerle mücadelede başarılı bir
performans gösterebilme yeteneğindedir,
- ABD kültürünün diğer kültürleri etkileme gücü tartışılmaz düzeydedir,
- ABD kendisinin ilan ettiği piyasa ekonomisinin her düzeyde
savunuculuğunu yapmaktadır,
- ABD ekonomik ve askeri alanlarda küresel anlamda manevralar yapmak
için gerekli politik güce sahiptir,
- ABD; BM Örgütünü yapacağı bütün faaliyetlerin meşrulaştırıcısı haline
sokma kabiliyetindedir,
- ABD görece genç bir nüfusa sahiptir,
- ABD ile rekabet edebilecek bir başka devlet bulunmamaktadır,
- Kapitalizm ve bu sistemin dünya üzerinde yarattığı tartışmasız üstünlüktür.

ABD çok kısa bir süre içerisinde olağanüstü bir ekonomik ve askeri güce ulaşmış
ve genç nüfus bu gelişmeyi destekleyecek enerji ile doludur. ABD’nin ulusal
çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak Yeni Dünya Düzeninin ana eksenini teşkil
etmektedir. BM ve BM’in çatısı altında yeralan sayısız organizasyonlar Yeni
Dünya Düzeninde uluslar arası politikada özellikle ABD hegemonyası ve
öncülüğünde önemli roller üstleneceklerdir. Bu durum küresel faaliyet veya
hareketsizliğin meşrulaştırma kanalı şeklinde hizmet edecektir. Ulusal Egemenlik
Uluslar arası Toplumun Faaliyetleri tarafından ikincilleştirilebilir, “Dünya
Yönetimi” “Küresel İdare” ile birlikte ortaya çıkabilir.

Her olasılık ABD’nin 21nci yüzyılda tartışmasız bir şekilde Yeni Dünya Düzenini
destekleyici bir durumda kalacağını göstermektedir. Bu gelişen ve gelişmekte
olan ülkeler için hangi anlama gelmektedir? Bu konuyu incelemek bizim
amaçlarımızı aşmaktadır, ancak, bu durumun gelişmekte olan ülkelere etkisi
gelişmiş ülkelere olan etkisinden daha fazla olacaktır. Geçmiştekinden farklı

-29-
olarak, yeni dönem Kuzey – Güney arasındaki çatışmalar ve mücadeleleri
yansıtacaktır. Yeni Dünya Düzeni gelişmekte olan ülkeler ve onları kamu
yönetimi açısından büyük gelişmelere neden olabilecektir. Gelişmekte olan
ülkelerin ekonomik, politik, sosyal, kültürel, güvenlik, askeri sistemlerini kapsayan
bir ağ şeklinde karmaşık yapılar ön plana çıkabilecektir. Bazı istisnalar olsa bile
(İran ve Kuzey Kore gibi) çok az ülke bu sistemlerin dışında kalabilir.

Gelişmekte olan ülkelerin hükümetleri muhtemelen benzer politikaları iç ve dış


siyasetlerine uyduracaklardır. Washington birçok yolun kesiştiği bir yol ayrımı
pozisyonunda kalacaktır. Gelişmiş ülkeler bir ölçüde ABD’ye benzer özellikler
taşıyabilecek bununla beraber Almanya, Fransa, Japonya gibi ülkeler üstünlük
kurmak için birbirleri ile rekabet edebileceklerdir. Bununla birlikte ABD; askeri,
bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğüne dayanarak küresel anlamda herkesi
kendisine boyun eğdirmek maksadıyla kapitalistleri, büyük toprak sahiplerini,
küresel ulaşım ve iletişim hatlarını koruyarak, dünyada polisiye işlevlerde önderlik
ederek, bütün insanlığa “sosyal güvenlik” hizmeti sağlayarak onlarca yıl liderliğini
sürdürebilir.

İki kutuplu dünya düzeninde, iki süpergüç ve onların müttefikleri gelişmekte olan
ülkeleri destekleyerek onların koloni düzeninden kurtulmalarına veya iç
kargaşalardan korunmalarına yardımcı olabilmişlerdir. İki süpergüç milletlerin
uluslar arası toplumdaki durumlarını birbirlerini kontrol ederek dengelemişlerdir.
Yeni Dünya Düzeninde gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkelere karşı eskiden
olduğu gibi dengeleyici bir sistem de olmayacak, gelişmekte olan ülkeleri birçok
yönden köşeye sıkıştıran baskılar ortaya çıkabilecektir. Daha sonra da
göreceğimiz gibi bu durumun bütün gelişmekte olan ülkelere ve birkaç gelişmiş
ülkeye olumlu ve olumsuz etkileri görülebilecektir.

3.2 DEMOKRATİKLEŞME

Yeni Dünya Düzeninin temel düşüncesi demokrasi ve demokratikleşme olmuştur.


Demokrasi ve demokratikleşme insanların ve toplumların özgürleşmesi sürecine
yol açan politik süreçlerle değer kazanmaktadır. Eski SSCB ve Doğu Avrupa
ülkeleri ile Asya ve Afrika’daki benzeri ülkelerin demokratik olmadığı ileri
sürülmüştür. Onların merkezi planlamacı ve baskıcı rejimleri kişilerin gelişmesi
için girişim yapmalarını ve özgürlüklerini kısıtlamaktaydı. Özgür olabilmek için
tek çare, bu sistemden kurtulmak ve kişisel özgürlük ve ekonomik büyüme için
kapitalist dünyaya katılmak olarak görülmüştür. Politik olarak, kişiler seçenekleri
açısından oy vermek suretiyle özgür kabul edilebilirler. Çünkü oy verme işlemi iyi
bir vatandaşlık için gerekli bir koşul olarak görülmektedir. Bununla birlikte
demokrasi konsepti çok belirgin değildir. Demokrasinin temel öğeleri hakkında
oldukça karmaşık yaklaşımlar bulunmaktadır. Değişik bakış açılarından hareketle
farklı teoriler üretilmektedir. Marksistler feodal demokrasi, üst sınıfların çalışan
diğer alt sınıfları kontrol ettiği kapitalist veya burjuva demokrasisi, çalışanların ve
orta sınıfın üretim araçlarına sahip olarak azınlığı idare ettiği sosyalist demokrasi,
sınıflar arası sınırların olmadığı sınıfsız toplum gibi demokrasinin birkaç
çeşidinden bahsetmektedirler.

Demokrasinin çoğulcu ilkeler üzerindeki açıklamaları sınıf bazlı açıklamalardan


daha çok toplumdaki değişik grupların işlevlerini, müşterek karar vermeye
katılım, uzlaşma ve çoğunluğun yönetimini kapsamaktadır. Vatandaşlar
çıkarlarını maksimum düzeye çıkarabilmek maksadıyla belirli baskı ve çıkar
gruplarının üyeleri olarak hareket ederler. Oy verme işlemi ile temsilcilerini
seçmek ve yasalarla sağlanan kuvvetler ayrılığı ilkesinin tesisi demokratik süreç

-30-
için önemli görülmektedir. Bununla beraber, para; kamu politikalarının oluşumu
ve işlemesi yanısıra çoğulculuğun tesisi için de temel araçtır. Muhafazakârlar
hükümetlerin ekonomi konusuna asgari müdahalesinden yana iseler de liberaller
hükümetlerin ekonomide daha aktif rol almalarından yanadırlar. Her iki bakış
açısından da seçimlerin rejimin meşruiyeti açısından temel önemine vurgu
yapılmakta, ekonominin özel girişim ve piyasa ile birlikte toplumsal değer ve
önem taşıdığı belirtilmektedir.

Bazı yazarlar demokrasiyi “içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal çevreden ayrı


bir politik bir sistem olarak” tanımlamaktadırlar. Piyasa merkezli demokrasi
elitlerinin demokrasi teorilerinin temel öğeleri ve eleştirel teorisyenler
demokrasiyi geniş bir temsil olarak görürlerken, eleştirmenler demokrasinin
ellerinde kılıç ve dolar bulunan azınlık için işleyebileceğini ileri sürmektedirler.

İdeolojik kaynak ve desteği ne olursa olsun, demokrasi terimi bütün dünyada


insanları cezp etmektedir. Bu nedenle, temel sorun, demokrasinin anlamı
üzerindeki karmaşadır. Elbette tanımlama oldukça ciddi bir problemdir.
Demokrasi elbette insanların yönetimidir. Bu soruyu “ ne anlama geliyor?”
diyerek sorgulayabiliriz. Açıkçası, sorunlar halkın kim olduğu, kuralların ne
olduğu, kuralları kimin koyacağı, yöneticileri kontrol edebilecek mekanizmaların
sınırlılıkları gibi hususlardan kaynaklanmaktadır. Sorun batılı kaynaklarca kabul
edilen “gizli en azından zorlanmadan oy kullanma, oy vermeye geniş katılım,
ifade özgürlüğü, siyasal anlamda örgütlenme serbestliği, temsiliyet, yasama
organının varlığı, hakların belirgin ölçüde garanti altına alınması…” özellikleri
karşılayan bir anlayışla aşılabilecek gibi görünmektedir. Bütün bunların ışında
demokrasiyi “eşitlik ve özgürlük için mücadele” olarak tanımlamak da
mümkündür.

Bununla beraber, böylesi bir sağduyulu tanımdan şöyle bir sorun çıkabilir: “Bir
fert ya da ulus hangi ölçüde ve ne zamana kadar eşitlik ve özgürlük için
mücadele etmelidir? Bu süreye kim karar vermelidir? İran, Venezuela,
Nikaragua, Şili, Filipinler gibi ülkelerdeki diktatörler halklarının demokrasi için
hazır olmadıklarını iddia etmekte ve bekleme süreci tehlikeli bir şekilde
uzamaktadır. Seçimler temsil için yeterli bir mekanizma mıdır? Piyasa
ekonomisinin egemen olduğu bir toplumda seçimle elde edilen makamlara kimler
gelebilir? Bütün bunların ötesinde ABD gibi demokratik bir ülke kendisine yandaş
olmadığı için demokratik bir ülkede darbeler yapılmasına ve diktatörlükler tesis
edilmesine yardım edebilir mi? Bütün bunları bir tarafa bırakırsak ABD; kendisi
dışındaki demokratik olmayan ülkeleri destekleyerek demokratik bir ülke olarak
kalmayı sürdürebilir mi? Burada bir çelişki veya tutarsızlık söz konusu değil
midir? ” Bütün bunlar ortaya atılabilecek soruların sadece bir kısmını
oluşturmaktadır.

Özgür dünyanın lideri konumundaki ABD demokrasi ve demokratikleşmeyi


geliştireceğini vaat etmektedir. “Demokrasinin ihracı” ABD’nin onlarca yıl
boyunca bazılarının olumlu sonuçları görülebilen uluslar arası rol oynadığı bir
husus olmuştur. Ancak genel görünüm çok cesaret verici değildir. ABD ve Batılı
demokratik ülkelerin sicillerinde dünyanın en baskıcı ve acımasız rejimlerinin
desteklendiği örnekler daha belirgin olarak yer almaktadır. Yirminci yüzyıldaki
birçok darbeler bu baskıcı ve acımasız rejimlerin AB-D tarafından desteklenmesi
sonucu meydana gelmiştir. Komünizmle mücadele böylesi girişimler için Soğuk
Savaş döneminde bir mazeret olsa bile, birçoğunun ileri sürdüğü gibi Amerikan
ulusal ve iş çıkarlarına yaraması da gerçeği yansıtmamaktadır. Burada esas
sorun dünyanın büyük demokratik ülkelerinin tutumlarındaki tutarsızlıktır.

-31-
Arjantin, İran, Filipinler, Mısır, Nikaragua, Türkiye, Şili ve Zaire bütün bunlar için
çarpıcı örnekleri oluşturmaktadır.

Demokratikleşme sloganı Kuzey Kore, Nikaragua, Angola, Vietnam gibi kısmen


sosyalist ülkelerle ilişkilerin normalleşmesine çözüm getirmemiştir. SSCB ve
Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan demokratikleşme dalgası batılı ülkeler
tarafından seçimler ve temsiliyet bazında cesaretlendirilmiş ve desteklenmiştir.
Sosyalist ülkelerin demokratikleşme sürecine önem verildiği süreç içerisinde
dünyanın diğer coğrafyalarında baskı rejimleri ABD’nin tam desteğinden istifade
edebilmişlerdir. Dolayısıyla demokratikleşme sloganı batılı ülkelerde tutarsızdır.

Demokrasiyi piyasa ekonomisi ile eşit görmenin bu tutarsızlıkta payı olduğu ileri
sürülebilir. Bu nedenle küresel anlamda demokratikleşme sloganı yanıltıcı olduğu
kadar tehlikeli sonuçlara da yol açabilmektedir. Yanıltıcıdır, çünkü
demokratikleşme piyasa üstünlüğü ile eşit tutulduğunda, piyasa ve demokratik
değerler kişisel ve toplumsal birçok alanda çelişmekte ve birbiri ile mücadele
halinde olduğu görülmektedir. Bazı yazarların işaret ettiği gibi, “demokrasi için
kapitalizmin vazgeçilmez olduğunu ya da demokrasinin kapitalizmin ortaya
çıkardığı politik eşitsizliklerle çelişmediğini iddia etmek saçmalıktır.” Ancak bu
eşitleme hem siyasiler, hem sosyal bilimciler ve kamu yöneticileri tarafından
sürekli tekrar edilmektedir. Sosyalist ülkelerin piyasalaştırılması seçimler dahi
yapılmadığı ortamlarda demokratikleştirme olarak adlandırılmıştır. Dahası, Asya,
Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinin piyasa ekonomisine geçişleri
demokratikleşme olarak görülmüş ve bu devletler hür dünyanın bir parçası olarak
kabul edilmişlerdir. Siyasi partilerin serbestçe faaliyet göstermediği, örgütlenme
özgürlüğünün bulunmadığı, sendikaların faaliyet gösteremediği, ifade
özgürlüğünün bulunmadığı, birçoğunda temsile dayalı bir hükümetin
bulunmadığı, seçimlerin hileli ve göstermelik olduğu bu ülkeler demokratik
ülkeler olarak kabul görmüşlerdir. Somoza yönetimindeki Nikaragua’da halkın
rejimi devirmesinden birkaç ay öncesinde seçimler yapılmıştır. Aynı görüntüler
Şah rejimi altındaki İran ve diğer Ortadoğu ülkelerinde de ortaya çıkmıştır.

Demokratikleşme bir slogan olarak tehlikelidir, çünkü tutarsız ve rastgele


kullanılabilmektedir. Sosyalist ve bağımsız ülkeler demokratikleşme için hedef
olarak seçilirken, piyasa ekonomisine geçmiş ve batı çıkarları doğrultusunda
hareket eden diktatörlükler göz ardı edilmişler, en azından mazur görülmüş,
desteklenmiş, ulusal ve iş çıkarları için korunmuşlardır. Demokratikleşme sloganı
özgürlük ve demokrasi beklentilerini batıdan farklı alternatiflerde arayan uluslar
için daha da tehlikelidir. Örneğin Kürt ve Şii toplumlar demokratikleşme için
cesaretlendirilmişler, devamında ise Irak Lideri Saddam’ın katliamları karşısında
korumasız bırakılmışlardır. Irak Savaşı ve devamında yaşanan olaylar ABD’nin
bölgedeki müdahalesinin haklı gerekçelere dayanmadığını göstermektedir.
Nitekim Başkan Bush döneminden sonra OBAMA’nın iktidara gelişi biraz da
böylesi tepkilerin bileşiminden ortaya çıkmıştır.

Son kırk yıldır yeni muhafazakâr demokratik teori bütün dünyaya hakim olmuş
gibi görünmektedir. Neo klasik muhafazakarların “kamu tercihi” teorisi
temelinden türetilen metodolojik bireysellik ile örgütsel ve idari sistemdeki adem
– i merkeziyetçi yaklaşımlar piyasa eksenli demokrasinin merkezinde yer
almaktadır. Bireyler tamamen kendi çıkarlarına odaklı, kendi çıkarlarını piyasada
kendisi maksimize etmeye çalışan, çıkarlarını gerçekleştirebilmek için özgür bir
şekilde politik, ekonomik ve idari bilgileri serbestçe ve yeterince elde edebilecek
kişiler olarak görülmektedir. Bu nedenle, bireyler kişisel çıkarlarını

-32-
gerçekleştirebilecekleri örgütlere serbestçe girerek iç ve dış politik çıkarlarını
geliştirebilirler.

Başta Reagan yönetimindeki ABD’de olmak üzere 1980’li yıllarda dünyada


başlayan yeni muhafazakâr eğilim hegemonyasını sürdürmektedir. Piyasa temelli
bu teorinin kamu yönetimi, kamu yönetimi, yönetim ve organizasyon teorileri
üzerinde derin etkileri bulunmaktadır. Özet olarak küçülmesi gereken yönetimin
toplumsal yaşama, piyasa üstünlüğüne, tüketici egemenliğine ve ekonomiye
asgari düzeyde müdahale etmesi öngörülmektedir. Birçok faydalı yönleri
bulunmasına rağmen piyasa bazlı kamu tercihi teorisinin ciddi yanlışlıkları
bulunmakta ve birçok ortamda eleştirilmektedir.

Piyasa bazlı muhafazakâr ekonomik - demokratik teori, aşağıda da açıklanacağı


üzere 1980’lerden itibaren Yeni Dünya Düzeninin bir parçası olarak uluslar arası
hale getirilmeye başlanmıştır. Demokrasiyi sadece piyasa ile eşitlemek, ABD’de
Demokratların seçimi kazanmış olmalarına rağmen, kamu yönetimini etkileyen
temel eğilimlerden birisi olmuş ve olmaya devam edecek gibi görünmektedir. Ne
yazık ki, kamu yönetimi akademisyen ve öğrencileri demokrasi içindeki kamu
yönetimini bozucu ve engelleyici bir etkisi olan piyasalaştırma ve
demokratikleştirme terimlerini eleştirisiz kullanmaya devam etmektedirler.

3.3 PİYASALAŞTIRMA VE ÖZELLEŞTİRME

Piyasalaştırma ve özelleştirme ABD ve Batılı Ülkelerin önem verdikleri veya gerek


duydukları iki anahtar kelimedir. Her iki konsept de özellikle 1980’li yıllarda, ABD
ve İngiltere’de ideolojik bir pozisyona getirilmiştir. Reagan ve Thatcher
liderliğindeki muhafazakâr hükümetler; ABD ve İngiltere’de gelişmekte olan
ülkeler için ciddi etkileri olan tutkulu bir özelleştirme politikası sürdürmüşlerdir.
Kamu ve hükümet mallarının özelleştirilmesi bütün dünyada durmaksızın devam
ederken daha ciddi özelleştirmeler Merkezi ve Doğu Avrupa ile Asya ve Afrika’nın
eski sosyalist ülkelerinde daha da yoğun yürütülmüştür. Piyasalaştırma ve kamu
sektörünün özelleştirilmesi bu ve benzeri ülkeler için demokratikleşme ve yabancı
yardımlarının önkoşulları olarak benimsenmiştir. SSCB’den ayrılan yeni bağımsız
devletler ve Doğu Avrupalı Sosyalist ülkeler kendilerini piyasa ekonomisine
uydurmuşlardır. ABD’li ve batılı uzmanlar piyasa ekonomisinin nasıl daha hızlı
tesis edilebileceği konusunda bu ülkelere danışmanlık yapmışlardır. Tam
anlamıyla piyasa ekonomisine geçemeyen ve değişime direnen ülkeler politik ve
finansal anlamda batılı ülkelerden yardım alamamışlardır. Bu ülkelere yatırımlar
ÇUŞ’ler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu baskılar altında kalan eski Doğu
Avrupalı Sosyalist ülkeler halen ekonomilerini serbest piyasaya dönüştürme
işlemlerini AB çatısı altında devam etmektedirler.

Aynı zamanda, devlet kontrolündeki işletmeler Doğu veya Batı’da gelişmiş ve


gelişmekte olan kapitalist ülkelerde de özelleştirilmeye tabi tutulmuşlardır.
Özelleştirme üzerideki araştırmalar gün geçtikçe daha da zenginleşmekte, bu
konuda geniş bir yazım elde edilmekle birlikte araştırma sonuçları birbirlerinden
farklı olabilmektedir. Özelleştirme yeni bir konsept değildir ve gerçekte bir çok
ülke bu deneyimi geçmişte yaşamıştır. Yeni olan özelleştirmenin idare ve
politikada neredeyse bir din haline dönüşmesidir. Özelleştirme aşırı büyüyen
refah devletinin ortaya koyduğu hantal yönetimin sorunlarına bir çare olarak
görülmüştür. Bu yaklaşımın teorisi, uygulaması ve ideolojik temeli bu
incelemenin dışında bırakılmıştır. Aşağıdaki bölümde özelleştirmenin şekilleri ve
özelleştirme üzerine kısa bir tartışma ve bunları küresel kamu yönetimi üzerine
etkileri yer alacaktır.

-33-
ABD politik sisteminin iki özelliği olan “düzensizlikler içerisindeki düzeni” ve
“reaktif” karakteri üzerinde biraz durmak gerekir. Neredeyse bir asırdır, iki
ideolojik, politik ve ekonomik sistem olan muhafazakârlık ve liberalizmin birbirleri
ile uyumu ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin politika oluşturma
sürecinde kabul edilebilir veya edilemez seçenekler ortaya koymuştur. Bu
tutarsızlık toplumda sürekli olarak bir siyasi partinin yapmadığını diğerinin
yapması olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin Başkan A’nın yapmamaya çalıştığı bir
şeyi Başkan B görev olarak algılamış ve tamamlamıştır. Benzer şekilde Reagan
yönetimi Roosevelt yönetiminin yeni dönem boyunca yapmaktan kaçındığı birçok
şeyi yapmaya çalışmış ve bir ölçüde de tamamlamıştır. Şimdi 1980’li yıllarda
meydana gelen sosyal ve ekonomik hasarların tamiri yeni yönetim tarafından
karşılanmaya çalışılmaktadır. Böylesi düzensizlikler insanlara, topluma ve
ekonomiye sürekli olarak düzenli hasarlar vermektedir. Şüphesiz, bütün bunların
kamu yönetimi üzerine olan etkileri büyüktür.

Yönetimin ve politik sistemin “reaktif yapısı”; hasarlardan veya krizlerden sonra


meydana gelen etkilerin toplumda hissedilmesinden sonraki tepkiler kendi
eğilimleri ile açıklanabilir. ABD ve birçok kapitalist ülkelerin tarihi politik ve
ekonomik sistemde görülen periyodik krizlerle karakterize edilmektedir. Devlet
ve onun kamu yönetimi bu nedenlerle sıklıkla meşruiyet krizleri ile
karşılaşmışlardır. Devlet krizlere reaktif bir şekilde tepki göstermelidir. Birkaç
otuz yıldır idari (refah) devlet büyüme yönünde serbest bırakılmıştır. Ancak
1980’li yıllar bir dönüm noktası olmuş, 1990’lı yıllarda ise toplumsal altyapı ve
diğer konularda meydana gelen hasarların onarılmasına çalışılmaktadır. Bu
hasarların çoğunluğu muhafazakâr demokrasi kavramının piyasalaştırma ve
özelleştirme ile eşitlenmesinden kaynaklanmıştır. Ancak, piyasa sisteminin
çöküşü ile ilgili çok sayıdaki yazılı eser ya görmezden gelinmiş veya dikkate
alınmamış ve hükümetlerin ekonomiye ve özel sektörün piyasadaki durumunun
güçlendirilmesine yoğunlaşmasına tavsiye edilmiştir. Bununla birlikte, çok arzu
edilmesine rağmen demokratik hükümetlerin maksadı etkililik üretmek değildir.
Hükümetler daha çok, ekonomik, sosyal ve bütün vatandaşlar için politik adalet,
tiranlık ve keyfi güç kullanımına engel olmalıdırlar.

Piyasalaştırma ve özelleştirme birçok amaçlarla değerlemeye tabi tutulmasına


rağmen, modern devletlerin karşılaştığı bütün sorun ve krizlerin karşılığı olan
çözümler değildir. Küresel anlamda büyüyen beklentiler, çevre krizleri, nüfustaki
patlamalar, daha nitelikli hizmet beklentileri, teknolojik devrimler ve diğer birçok
konular ulusları ve yönetimlerini çözüm üretmeye zorlamaktadır. Muhafazakâr
teorisyenler ve batılı ülkeler; özelleştirmeyi bütün bu sorunlara ideolojik bir
yaklaşımla küresel bir çözüm olarak ileri sürmüşlerdir. Sonuçta bu yaklaşım
bütün dünyayı saran bir hareket haline dönüşmüştür.

Bununla birlikte, özelleştirme kavramı, genellikle daha geniş sosyal politik ve


ekonomik amaçlarla kurulan ve işletilen devlet kontrolündeki yatırımlar ve
işletmeler özel kişilere ve işletmelere transfer edilemeyebileceğinden yanıltıcı
olabilir. Sıklıkla, bu yatırımlar genellikle yapıları itibariyle hiç de özel olmayan
ÇUŞ’lerin eline geçmektedir. Nitekim birçok yazar; “ÇUŞ’leri özel sektör gibi
görmek büyük bir yanılgıdır…” ifadesini kullanmaktadır.

Ekonomik ve politik stratejinin bir karışımı olarak özelleştirmenin gelişmiş


ülkelerde karmaşık sonuçlarının görülmesinden dolayı ülkelerde bu daha sıkı yasa
ve yönetmelikler bulunmaktadır. Özelleştirmenin gelişmekte olan ülkelerdeki
uygulamasından meydana gelen etkileri ve bundan kaynaklanan değişik
yansımaları; kendi kendini düzenleyememeleri, güçlü bir piyasaya ve yeterince

-34-
temsil gücüne sahip olmamaları nedeniyle ÇUŞ’leri kontrol edememelerinden
dolayı çok ciddi boyutlarda olabilecektir. Kamu sektörü ve yönetsel fonksiyonların
tamamen piyasalaştırılmasına dayanan tam özelleştirme ve bazı yönetsel
fonksiyonların sözleşmelerle özel sektöre devrini öngören yarı özelleştirmelerin
bazı avantajları olduğu kadar dezavantajları da bulunmaktadır. Birçok yönetsel
işlevlerin özel sektör tarafından daha etkin olarak yürütüldüğünü kabul etmek
gerekir ve birçok yönetim de bunun böyle olduğunu bin yıldır bilmektedir.

Diğer taraftan toplum ve bireyler açısından gerekli olan sahalardaki


özelleştirmeler tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Piyasanın yürütebileceği alanlarda
bazı girişimler olabilir, bununla birlikte piyasanın olumsuzluklarından kaynaklanan
sosyal maliyetleri sonuçta hükümetler ve vatandaşlar karşılamak zorunda
kalabilirler. Bazı maliyetler o kadar ağırdır ki bunun karşılanması hiçbir şekilde
mümkün olamayabilir. Teknolojik dışa bağımlılık ve çevre sorunları bunlardan
sadece iki örnektir. Özelleştirmenin pazarın genişlemesinden kaynaklanan taciz
ve sahtecilik gibi sorunları çözmek ve pazarı sürekli izlemekten dolayı yönetime
fazladan maliyetler yüklediğini de belirtmek gerekir. Pazarın çöküşü, sahtecilik
ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması gibi olaylar az rastlanan olaylardan
değildir. ABD gibi gelişmiş piyasa ekonomilerinde pazarın gözlemlenmesi, kontrol
ve denetim gibi işlevlerin özelleştirildiği ülkelerde bile birçok sorunların
yaşandığına dikkat çekilerek bu alandaki özelleştirmeler ciddi şekilde
eleştirilmekte ve diğer ülkelerin uygulaması tavsiye edilmemektedir. Doğal
olarak piyasanın güçlü olmadığı ve iyi organize edilmediği üçüncü dünya
ülkelerinde aynı sorunlar daha ağır sonuçlar doğurabilecektir.

ABD ve Avrupalı ülkelerin desteklediği özelleştirme konseptinin kapitalist ilkelere


göre biçimlendirilmiş sosyalist olmayan kooperatif sistemlerini kapsamadığı ifade
edilmeye değerdir. Böylesi bir organizasyon etkili ve verimli olsa bile ABD’li
yabancı servis danışmanları ve ABD çiftçi uzmanları kooperatif tipi yapılanmaları
açıktan kötülemektedirler. Örneğin BM Yiyecek ve Çiftçilik Örgütü (UN-FAO)
Peru’nun yapılan reformlarla onlarca yıldır dünyadaki en yüksek pirinç ve şeker
üretimine (çoğunluğunu kooperatiflerin ürettiği) ulaştığını belirtmesine rağmen,
1981’de Peru’ya gönderilen ABD Başkanlık Çiftçi Görev Kuvveti; kooperatiflerin
Peru çiftçiliğinin temel altyapısını bölerek katlettiğini ileri sürmüşlerdir.
Eleştirmenlerin iddialarına göre, özelleştirme hareketinin temel amacı, kamu
yatırımlarından özellikle karlılık düzeyi çok yüksek olanlarının ÇUŞ’lerle doğrudan
bağı olan şirketlere devrini sağlamaktır.

Daha önce de ifade edildiği üzere, özelleştirme ve piyasalaştırma hareketi; belli


başlı kreditör ülkelerin yabancı yardımları için ön koşul olarak ileri sürdükleri bir
manivela vazifesi görmektedir. Örneğin, IMF, Dünya Bankası, ABD, Almanya ve
diğer Batılı ülkeler; yabancı yardımlarının alıcı ülkelerdeki kamuyu özelleştirme ve
devlet kontrolündeki ekonominin piyasalaştırılması gayretlerine sıkı sıkıya bağlı
olacağını açıkça ortaya koymuşlardır. Sonuçta, yabancı yardımlarına muhtaç
birçok gelişmekte olan ülke özelleştirme ve yapısal değişime zorlanmaktadır.
Dahası, böylesi yapısal değişimlerin küresel bir niteliğe bürüneceği de ifade
edilmektedir. Özelleştirme ve yapısal değişimlerin gelişmekte olan ülkelere ve
onların kamu yönetimi teori ve uygulamalarına olan etkisi, kamu yararı prensibine
göre yürütülen hizmetlerin nitelik değiştirerek özel sektörün karlılığına
odaklanılmasına dönüşen belirgin bir sapma şeklinde olacaktır.

3.4 YAPISAL DEĞİŞİMLER VE KÜRESEL KAMU YÖNETİMİ

-35-
Yeni Dünya Düzeni ve 1980’lerden bu yana meydana gelen değişimler;
neredeyse bütün dünya ülkelerini, özellikle gelişmekte olan ülkeleri, yeni küresel
koşullara göre yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki
yeni küresel düzene uygun yasa, norm, kural ve değerlere uyumu amaçlayan
yapısal değişimler; kamu ve özel sektör arasındaki ilişkilerin yeniden
düzenlenmesini, piyasanın etkileyebildiği politik ve ekonomik faaliyetleri
kapsayacak şekilde yönetimlerin toplumsal ve ekonomik sorumluluklarının
yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Bu yeni koşulların temel kavramları;
yeniden yapılanma, reform, yeniden tanımlama, yeniden dikkate alma, yeniden
geliştirme, yeniden entegrasyon, yeni bir sürece sokma ve yeniden icat etmek
tarzındadır. Bu yeniden yapılanma veya düzenlemelerin ABD ve diğer ülkelerin
kamu yönetimlerine etkileri büyük olacaktır.

1.4.1 Kamu ve Özel Sektör İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi:

Küresel anlamdaki özelleştirme ve piyasalaştırma hareketleri gelişmiş ve


gelişmekte olan ülkelerdeki kamu sektörü işlevlerinin sınırlarını ve mantığını
(bakış açısını) belirgin bir şekilde değiştirmiştir. Neredeyse bütün ülkeler kamu ve
özel sektör kavramlarını yeniden tanımlayarak bu iki sektör arasındaki ilişkileri
özel sektör lehine yeniden düzenlemeye ve yapılandırmaya başlamışlardır. Bu
muhafazakâr hareketin arkasındaki mantık yönetsel faaliyetlerde daha etkili bir
düzeye ulaşmak, ekonomik performans ve verimliliği artırmak olmuştur.
Özelleştirme ve sözleşme düzeni hükümetler tarafından yukarıda da belirtildiği
gibi yönetimlerin ekonomi ve verimlilikte daha etkin olabilmesinin vasıtası olarak
kullanılmaktadır.

Özelleştirme; kar amacı taşımayan üçüncü sektörü olduğu kadar kooperatifleri de


küresel çapta etkilemiştir. Gelişmekte olan ülkelerdeki birçok hükümet ne kadar
başarılı veya verimli olursa olsun bu kooperatifleri ya lağıv etmiş veya teknolojik
ve finansal yardımlarını keserek sonuçta kooperatifleri büyük toprak sahipleri ve
tarım işletmelerine devretmek zorunda kalmışlardır. 1980’lerden itibaren bu
sınırların yeniden yapılandırılmasına etken olan temel güç ABD olmuştur. Kamu
ve özel sektör arasındaki sınırların ve bakış açılarının yeniden belirlenmesi
küresel anlamda birçok işten çıkarma ve göçe neden olmuştur. Garip bir şekilde
işbirlikçi özel sektör bütün bu faaliyetler esnasında her türlü vergi muafiyeti ve
devlet desteğinden yararlanabilmiştir. Dahası, işbirlikçi yatırımcılar kendi
hükümetlerinin “kurtarma” operasyonlarından da sıklıkla faydalanabilmişlerdir.

Özelleştirme lehine sınırların yeniden belirlenmesini kapsayan yeniden


yapılanmanın kamu yönetimine çarpıcı etkileri olmuştur ve olmaya da devam
edecektir. İşgücündeki azalmaya rağmen, kamu yönetimi işlevleri ve
hükümetlerin sorumlulukları azalmayacaktır. Hükümetlerin kamu politikalarının
ilgilendiği bütün üretim ve hizmet sahalarını gizli ve kötü niyetli bir özelleştirme
planı ile terk etmemesi durumunda kamu kurumlarının sorumlulukları da sona
ermeyecektir.

1.4.2 Yönetsel Yeniden Teşkilatlanma ve Yeniden Yapılanma

Sektörel anlamdaki yeniden yapılanma yeni dönemin gereksinimlerini karşılamak


için yönetsel anlamda yeniden yapılanma ve teşkilatlanmaya yol açmıştır. ABD
ve Avrupa dahil birçok ülkede önerilen, denenen, uygulanan alternatif teşkilat
yapıları yaygınlaşırken klasik yönetim yapısının yeterince esnek olmadığı ileri
sürülmüştür. Bu arada yeni teşkilat şemalarından kaynaklanan birçok sorun da
ortaya çıkmaya başlamıştır. Sorunlar; örgütsel karmaşıklık, merkezileşme ve

-36-
adem-i merkezileşme, çevrenin giderek değişen önemi ve rolü, çevrenin örgütsel
uyuma ve esnekliğe olan etkisi, hizmetlerin sunumunda birden çok girişimin
koordinasyonu, benzer hizmet sahalarında veya aynı coğrafi alanlarda faaliyet
gösteren örgütlerin sorunları, kamu ve özel sektörün güvenilirlik ve hesap
verilebilirlik sorunları, kaynak tahsisi, kamu ve özel sektörün dengelenmesi ve
koordinasyonu, özel sektörü düzenleyen ve destekleyen mevzuat sorunları ve
benzeri problem sahaları şeklinde özetlenebilir.

Yukarıda sayılanlar ve benzeri birçok örgütlenme sorunları muhtemelen küresel


çapta kamu yönetimi ve kamu işletmeleri açısından yeniden yapılanma
sorunlarını da beraberinde getirecektir. Hâlihazırda eski sosyalist ülkelerde
birçok işletme daha sonra ne yapılacağına karar verilmeden tamamen söküme
tabi tutulmuşlardır. Bazı kamu kurumları halkın bürokrasiye ve eski rejime olan
olumsuz tepkileri nedeniyle tamamen tahrip edilmiştir. Gerçekte bir kurumu
yıkmak onu kurmaktan çok daha kolaydır ve herhangi bir kurumsal bürokrasiyi
yeniden tesis etmek birçok defa devrim liderleri için bile kolay aşılamayacak
engeldir.

Küresel anlamdaki yönetsel yeniden yapılanma; muhtemelen, bir taraftan


esneklik ve adem-i merkeziyetçilik ilkeleri ve bunun alt öğelerinin
gereksinimlerini, diğer taraftan da merkezi güç ve otoriteyi kullanarak yeterli
koordinasyon ve kontrolü sağlamayı kapsayacaktır. Yeniden teşkilatlanma; yerel
ve küresel aktörlerin değişen işletme, politik, ekonomik ve yönetsel boyutlarına
uyumluluğu yansıtacaktır. Küresel güçlerin kamu yönetimi uzmanları ve küresel
sermayenin temel konulara karar vereceği yönetsel teşkilatlanma yapısı
konusunda gelişmekte olan ülkeler çok ağır bir sıkıntı yaşamaktadırlar. Üçüncü
Dünya Ülkelerinin batıya olan ekonomik ve politik bağımlılıkları yeni dönemde bu
ülkelere çok az bir hareket sahası bırakmaktadır. Örgütsel yapıdaki ve
davranışlardaki değişiklikler kamu sektöründen daha çok özel sektöre yönelik
olacaktır. Adem-i merkeziyetçilik kaosa yol açarken, merkezileşme eğilimleri
politik ve güvenlik konularındaki kontrolü sağlaması açısından daha da çekici hale
gelebilecektir.

Sonuçta, bürokrasinin daha da yaygınlaşması gelişmekte olan ülkelerde


örgütlenmede karakteristik bir özellik olarak görülecektir. Bu ülkelerin idarecileri
ve bürokratik kültürleri dışarıdan gelen, idare ve bürokrasiye ait yabancı ve ithal
kültür ve normlarını içselleştireceklerdir. Diğer bir söylemle bu ülkeler idari
sistemlerinin kendilerine has kültürel ve kurumsal değerleri dışlamak zorunda
kalacaklardır. Bunun göstergelerinden birisi de gelişmekte olan ülkelerde batılı
yönetsel mantığı temsil eden Weberci ideal bürokrasinin öngördüğü
anonimleşme, resmileşmenin kabullenilmesidir. Böyle bir gelişmenin doğal
olarak batılı olmayan ülkeler için yabancılaşma anlamına geldiği kanıtlanmıştır.
Böylesi bir değişimin sonucunda hâlihazırda rüşvetle çürümüş bürokrasi ile yerel
halk arasında var olan uçurumu daha da artıracaktır. Sonuçta, böylesi bir gelişme
küresel anlamda siyasi otoriteler ve rejimler için ciddi gelişmelere yol açacaktır.

3.4.3 İdari Reform

İdari reform küresel ölçekte birçok ülkenin temel sorunsalı haline gelmiştir. Bu
konuda, yönetimlerin genellikle meşruiyetini sağlamak veya güçlendirmek, idari
performansı artırmak, vatandaşlarına karşı daha güvenilir ve ilgili olabilmek,
işletme verimliliğini artırmak, sistemi daha esnek hale getirmek, uluslar arası
kreditörlerin beklentilerini karşılamak, muhalif grupları memnun etmek, bazen de

-37-
sırf kendi kendini mutlu etmek için idari sistemlerini reforma tabi tuttuklarını
belirtmek yeterlidir.

Ciddi bir şekilde planlanıp uygulanmayan idari reformlar genellikle kağıt üzerinde
kalmaya mahkum bir fikir olarak kalabilir. Araştırmalar çok değişik nedenlerle de
olsa idari reformların başarısızlığa uğradığını göstermektedir.

Soğuk Savaşın sonrasındaki idari reformlar; özelleştirme, piyasalaştırma ve


demokratikleştirme ile bağlantılı olmuştur. Bu reformlar; yerel idarelerin, sivil
hizmet sektörü, idari düzenlemelerde ve yeniden düzenlemelerde, birçok sektörel
idarelerde, eğer isimlendirirsek kentsel, kırsal, ticari, endüstriyel ve ülkenin
hizmet sektörlerinde merkezileştirme veya adem – i merkezileştirilmesi şeklindeki
değişiklikler şeklindedir. Ancak 2008 yılında ortaya çıkan “küresel mali kriz”
sonrasında bu süreç yeniden sorgulanmaya başlamıştır. Bununla birlikte krize
karşı alınan tedbirler AB-D’nin öngördüğü çerçeve içerisinde AB-D’yi rahatlatacak
kamulaştırmalardan meydana gelmiştir. Yapılan ve yapılmak istenen idari
reformlar gelişmekte olan ülkelerle bir kısım gelişmiş ülkeleri ABD ve Batı Avrupa
ülkelerine bağlayacak yapısal değişimler özellikler taşımaktadır. Bu yapısal
değişimler dikey ve yatay örgütlenmeler düzeyinde ABD ve Batılı karakterde
olmaktadır. İletişim kanalları, karar verme, bilgi işlem, stratejik koordinasyon,
stratejik planlama ve diğer stratejik işlevler çok yönlü ve karmaşık olmakla
birlikte hiyerarşik bir düzen içerisinde, birçok komuta, karar koordinasyon ve
kontrol merkezleri şeklinde geliştirilmektedir. Bu değişik özellikteki çoklu
merkezler (Washington, Kahire, Londra, Roma, Dubai, Pekin, Tokyo) yakın bir
gelecekte dünyanın belirli kilit noktalarında faaliyet gösterecekler, ancak bütün
merkezler ABD’nin kontrolünde olacaktır. Böylesi değişik ve çoklu küresel idari
yapı ABD ve gelişmiş ülkelerin geliştirecekleri yeni bilgisayar teknolojileri ile
kolaylaştırılacaktır.

Yeni küresel idari sistemin yapısı; uluslar arası toplumun bürokratlarını tamamen
yabancı değer yargıları ve normlardan oluşan ve çoğunlukla da Amerikan
kültürünü yansıtan küresel bir köy kültürü içerisine sokmaktadır. Tabii ki, bu
kültürün diğer kültürlerden de etkilendiği iddia edilebilecektir. Bu durumu Yeni
İsrail veya ABD’nin kültür emperyalizmi olarak etiketleyebiliriz. Sonuçta, yeni
küresel idari sistem; AB ve NAFTA’nın ABD’ye bağımlılığı veya daha geniş bir
perspektifte güneyli ülkelerin 1930’lu yıllar öncesinde olduğu gibi kuzeyli gelişmiş
ülkelerin yeni kolonileri şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Böylesi küresel idari bir sistemin şüphesiz gelişmekte olan ülkelere avantajları
olduğu iddia edilebileceği gibi görünen dezavantajları da gözlemlenmektedir. İlk
olarak az gelişmiş ülkelerin entegre oldukları bölgesel veya küresel idari sistem
sayesinde idare ve işletmeciliğin birçok alanlarında uzmanlık yardımına (AB veya
BM kuruluşlarının uzman ve denetçileri gibi) kavuştukları iddia edilebilir. İkincisi,
gelişmekte olan ülkelerin askeri (NATO ve PfP sayesinde) ve sivil idarecileri (vali,
kaymakam, kurum ve kuruluşların başkanları…vb) kamu yönetimi disiplini ve
işletme yönetimi konusunda yoğun bir bilgi akımına kavuşmuşlardır. Üçüncüsü,
idari sistemleri tepe noktasında ABD’nin bulunduğu küresel idari sisteme boyun
eğdikleri ölçüde sonuçta bölünmeler olsa bile toplumlar modernleşecek veya öyle
görünecektir. Dördüncüsü, eğer bu bir avantaj ise çevre ülkelerin idari sistemleri
ABD ve gelişmiş Batı ülkelerinin idari sistemlerine benzeyecektir. Son olarak da,
başarısızlık halinde suçlamalar ya ABD ve Batılı ülkelere yöneltilebilecek veya
vatandaşlar “bizden adam olmaz” diyebilecektir. Mazeret yoksa da bu bir
olasılıktır!

-38-
Böylesine entegre olmuş küresel idari sistemin, başta ABD ve Batılı ülkelerin
teknoloji, bilgi, uzmanlık ve diğer kaynaklar açısından bağımlılık olmak üzere
sayılamayacak kadar çok dezavantajları da olacaktır. Aslında birçok kişi için
bilmemek avantaj olarak görülse de AB-D gelişmekte olan ülkelerle bütün bilgileri
paylaşmayacaktır: Üstünlük sağlayan stratejik bilgi parçaları sizin vatandaşlarınız
tarafından üretilse bile kendileri AB-D’ye transfer edilmiş olacaklarından şüphesiz
özel bir ayrıcalık olarak elde tutulacaktır. Ayrıca, idari kolonizasyon yabancı
değerlerin, normların ve prosedürlerin içselleştirilmesi suretiyle kültürel değişim
anlamına geleceğinden bütün bu değişimler yerel geleneklerle çatışma içerisinde
olacak, bununla birlikte uluslar cemaat yapılarına sarılıp daha da çok bölünerek
daha da özgürleşebileceklerdir51.

3.4.4 Küresel Bürokrasi

Böylesine büyük küresel bir idari sistemin koordinasyonu küresel bürokrasinin


farklılıklar, aşırı karmaşıklık ve belirgin bir karşılıklı bağımlılıkla karakterize edilen
bir büyüklüğü ifade edecektir. Küresel bürokrasinin görünen ve görünmeyen
olmak üzere iki farklı şekilde oluşması beklenebilir.

Görünmeyen bürokrasi hâlihazırda ABD ve başta gelişmekte olan ülkeler olmak


üzere diğer ülkeler arasında varolan ve giderek de gelişen karmaşık ekonomik,
politik, sosyal, akademik, kültürel ve askeri ilişkiler içerisindedir. ABD State
Departmanı, CIA, Dünya Bankası, IMF, ABD Yardım Ajansı, ÇUŞ’ler ve onların
uluslar arası bayilikleri ve uluslar üstü organizasyonlar böylesi bir bürokrasiyi
oluşturmaktadır. Üniversite ve kolejler, kardeş kentler, devletlerin hükümetleri
ve diğer kuruluşlar birer birer bu organizasyona dahil olmaktadırlar. Bütün bu
kurum ve kuruluşların faaliyetleri genellikle ABD ve onun müttefiki olan batılı
ülkeler tarafından karmaşık iletişim sistemleri, kural, yasa ve düzenlemelerle
koordine ve kontrol edilmektedir.

İkinci ve görünen bürokrasi BM ve ona bağlı ve değişik amaçlarla oluşturulmuş


binlerce işbirlikçi örgütten oluşmaktadır. Dünyanın değişik bölgelerine yerleşmiş
bulunan bu örgütler gelişen iletişim ve ulaşım araçlarının sağladığı olanaklarla
gün geçtikçe “küresel köyde” daha çok ülkeyi kapsamakta ve bunları merkezi bir
otoriteye bağlamaktadır52. Giderek daha fazla miktarda uluslar arası konular,
küresel sorun ve çatışmalar yanında daha fazla değişik karakterde fırsatlar53 bu
örgütlerin bürokrasisi tarafından ele alınacaktır. BM’in görünen tepe yönetimde
olduğu bürokrasisi araştırma, geliştirme ve politika uygulama süreçleri açısından
yeni bir kanal oluşturacaklardır.

ABD’nin kendisinin de ulus – devlet amaçları için BM çatısını kullandığı gözönüne


alınırsa Türkiye dahil bütün küresel aktörlerin aynı amacı taşımaları normal
karşılanmalıdır.

3.4.5 Kamu Yönetimi Teori ve Uygulamalarına olan Etkiler:

Yeni Dünya Düzeni ve yukarıda bahsedilen küresel bürokrasi ile yönetilen küresel
kamu idaresinin kamu yönetimi eğitimi, teorisi ve uygulamasına önemli etkileri

51
Bütün bunlar hesaplanmış senaryolar olduğu için kötümser tablolara iyimser bakmayı denemeliyiz
52
G-7 yapılanması önce G-8, sonra G-20 daha sonra da G-22 olabilmiştir. Ama ülkelerin halklarının yaşam
düzeyleri pek de fazla değişmemiştir.
53
Fırsatlar küresel sermayenin hareketleri için geçerli bir olgu olarak kalacak, gelişmekte olan veya az gelişmiş
ülkelerin bizzat kendileri veya vatandaşları bu fırsatların kurbanları olabilecektir.

-39-
olmuştur. Akademik anlamda kamu yönetimi öğretim görevlileri ve öğrenciler
“yerelden daha çok küresel düşün” ilkesini öğrenmektedirler. ABD kamu yönetim
sistemi bu öğrenimin merkezinde yer almaktadır. Günümüzde yönetim
organizasyonu ve işletme dalında iş ve kamu yaşamının küresel dallarında
giderek artan sayıda ders kitapları yayınlanmakta, öğrenciler bu dokümanların
dışında düşünmeleri kısıtlanmaktadır. Küresel düşünme şekli (ABD merkezli
düşünme şekli) kamu yöneticilerini ve organizasyon teorisyenlerini bu sahayı ve
özellikle ABD’nin kamu yönetimini daha iyi anlamalarına yardımcı olmaktadır.
Giderek artan sayıda üniversite araştırma faaliyetlerini kamu politikası ve
yönetim konularını uluslar arası özelliklerine yoğunlaştırmaktadır. Kamu politikası
uzmanları, ister eğitmen isterse özel danışman olsunlar birçok değişik eğitim
konularında araştırma görevleri alacaklardır.

İyimser bir yaklaşımla – AB-D’nin giderek faşist bir anlayışa sürüklenmesi olasılığı
da güçlüdür- gelecekteki kamu yönetiminin belirgin bir karakteristiği de yüksek
ölçüdeki profesyonellik, çeşitlilik ve demografik açıdan temsile dayanması
olacaktır. Bununla birlikte, bütün bunlar siyasi karar verme süreci, kamu
yönetimi, işletme ve liderlik yapısının temsil niteliğini taşımayacaktır. Hâlihazırda
küresel kamu yönetimi; ÇUŞ’lerin tepe yöneticileri ve ABD’nin hiyerarşik olarak
tepe yöneticileri karar mekanizmaları ile birlikte ABD’de yer alacak şekilde
oluşturulmuş, belirli orta kademe yöneticilerle (BOP Eşbaşkanlığı gibi) alt
seviyedeki işadamlarının (Koç ve Sabancı gibi) oluşturduğu seviye ise gelişmekte
olan ülkelerden teşkil edilmektedir. Son grubu da küresel kamu (devlet
memurları en altta yer alacak şekilde) ve özel sektör bürokratlarının oluşturması
beklenebilir.

Bütün dünyadaki kamu yönetimi sistemi; özel, iş ve işletme çıkarları ile ait
oldukları ülkelerin piyasa çıkarlarını takip eden bir karakterde olabilecektir.
Elitlerin küresel kamu yönetimine oryantasyonu yönetsel açıdan oldukça merkezi
ve yoğun ilişkiler geliştirmiş olan işletmeler (ÇUŞ) veya askeri ve güvenlik
sistemleri ABD/NATO üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu tür organizasyonların
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kamu yönetimi üzerine ciddi etkileri olmuş
ve bu tepkiler Yeni Dünya Düzeni ile uyumluluk doğrultusunda gelişmektedir.
İşletmeler küresel anlamdaki ilgi alanlarını daha da genişletirken, bağlı oldukları
ülkelerin askeri ve sivil bürokrasileri de aynı ölçüde genişlemekte ve yeni
teşkilatlanmalara gitmektedirler. Bürokrasilerin küresel operasyonlarını
gözlemlemek, çıkarlarını korumak ve takip edebilmek için daha da genişleyeceği
değerlendirilmektedir.

3.4.6 Küresel Gelecekle İlgili Güçlü Olasılıklar

Yeni Dünya Düzeni; eski SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin 1990’lı yıllarda
çöküşünden sonra yeniden şekillenmiş ve bazı belirsizliklere rağmen ABD
merkezli olarak yapılanma sürecinin önemli aşamalarını geride bırakmıştır. Soğuk
Savaş döneminin iki kutuplu dünya düzeni süpergüçlerin rekabetleri insanlar ve
uluslar için birçok avantaj ve dezavantajlar sağlamıştır. Soğuk Savaş döneminde
bütün dünya ideolojik, ekonomik, askeri, politik ve idari bakımlardan iki farklı
sisteme bölünmüştür. Farklı ülkeler kendilerini diğer süpergücün tehdidinden
koruma için diğer süpergüce sığınmıştır. Kırsal ve kentsel varoşların yoksulları
Doğu’dan yardım alırlarken, kapitalist ve büyük toprak sahipleri ABD ve onun
müttefikleri ile yakınlaşmışlardır.

Doğulu süpergüc SSCB’nin çöküşü ile birlikte rakipsiz kalan ABD; politik, askeri,
sosyal ve idari konulardaki karar parametrelerine etkileri ile küresel anlamda

-40-
gelişmekte ve gelişmiş olan ülkelerin aynı konulardaki uygulamalarına ciddi
etkiler yapabilmektedir. Demokratikleşme, piyasalaştırma ve özelleştirme
sloganları geçen 20 yıllık dönemde olduğu gibi tartışmasız kabullenilmemekte ve
yeniden sorgulanmaktadır. Bu sloganlar gelişmiş ulus – devletler ve örgütler için
önemli avantajlar sağlarken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere bazı
avantajların yanısıra olumsuz hatta tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır.

Belirginleşmekte olan Yeni Dünya Düzenine ait yeniden yapılanma ve


düzenlemeler hâlihazırda ortaya çıkmış durumdadır. Bu yeniden düzenlemeler
idarenin, yönetimin, kamu ve özel sektörün sınırlarını belirleme, sivil hizmetlerin
reformu, yeniden yapılanma ve teşkilatlanma gibi birçok alanı kapsamaktadır.
Elitlerin oryantasyonuna yönelik küresel bürokrasi geliştirme çabaları (Bologne
süreci de bu kapsamda ele alınabilir) muhtemelen Yeni Dünya Düzeninde uluslar
arası sorunların çözümü, politika geliştirme ve uygulama kanalı şeklinde bir işleve
bürünmektedir. Dolayısıyla bu sürecin dışında kalanların karar mekanizmalarında
yer almaları da olanaksızlaşacaktır.

Yeni Dünya Düzenine yönelik kamu yönetimi değişimleri gelişmekte olan ülkelere
olumlu etkilerinden daha çok olumsuz yansımalar şeklinde olmuştur. Bu da
genellikle muhafazakâr Yeni Dünya Düzeninin gelişmekte olan ülkelerdeki
nüfusun büyük bir bölümünü teşkil eden kentsel ve kırsal alandaki orta ve alt
sınıfları kapsayan bölümlerinde ekonomik ve politik sorunların büyümesinden,
işsizliğin artmasından kaynaklanmaktadır. Küresel kamu yönetimini arkasına
alan gelişmekte olan ülkelerdeki bugünkü çürümüş, anti – demokratik, baskıcı,
işbirlikçi ve rüşvetçi kapitalistler, büyük toprak sahipleri, büyük işletmeler ve
rejimler özelleştirme ve piyasalaştırma uygulamaları ile birlikte daha da
güçlenmişler ve toplumun sorunlarına karşı duyarsızlaşmışlardır. Böylesi bir
gelişmeye karşın ulus – devletlerin duyarsız kalması şu anda pek de belirgin bir
ideolojiyi yansıtmayan devrimci yeni bir dalganın ortaya çıkarak farklı bir Yeni
Dünya Düzenine gidişi hızlandırması beklenebilir. Dolayısıyla değişimin diyalektik
süreci durmaksızın devam edecektir.

4. TÜRKİYE’NİN DURUMU

Türkiye Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte silahlanma bütçelerini


kalkınmaya aktarabilen batılı müttefiklerinin aksine hem kendi içinde hem de
çevresinde meydana gelen çok boyutlu tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Varşova
Paktının ortadan kalkması ile birlikte iç siyasette bazı odaklar NATO üyeliğini
sorgulamaya başlamışlardır. Körfez Savaşı ve sonrasında artan terörist eylemler,
Balkanlar, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Kafkasya’da meydana gelen olaylar
Türkiye’nin her zamankinden daha çok NATO içinde kalmasını gerektiren olgular
olarak su yüzüne çıkmıştır.

Türkiye; Soğuk Savaş sonrasında bir anda dağılan SSCB ardılı Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri ile doğrudan ilişki kurma ve onların gereksinimlerini karşılama
gücüne sahip olmadığını fark ederek ABD ve NATO’nun olanaklarından
faydalanma yolunu seçmiştir. Aynı durum eski Yugoslavya’nın iç savaşa
sürüklenmesi esnasında katliamlara maruz kalan Müslüman Boşnaklarla ilgili ülke
içi dinamiklerin yönetilmesi esnasında da yaşanmıştır. Hatta Rusya Federasyonu
ile Çeçenistan arasında yaşanan iç savaş esnasında belirli bir tutum belirleme
sürecinde de devlet mekanizmalarının tamamen hazırlıksız olduğu
gözlemlenmiştir. Halbuki başta NATO karargahları olmak üzere birçok uluslar
arası kuruluş ve açık basında 1970’li yıllardan itibaren dinsel, etnik ve marjinal
kimliklerin geleceğin savaşları için en büyük gerekçe oluşturacağı, terör ve

-41-
uluslar arası suç örgütlerinin daha da aktifleşecekleri öngörülmüş Türk makamları
da bu bilgileri paylaşabilmiştir. Bugün olduğu gibi geçmişte de;

- Yurtdışı görevleri mal mülk edinme yeri olarak gören diplomatların,


- Her türlü imtiyazı kullanabilmek için liyakatli olmaktan ziyade belirli
ideolojilere yakınlık gösterme, kişisel sadakate dayalı, ayrıcalıklı ailelere
mensubiyetle Ankara’da merkezi bürokrasiyi kör ve sağır bırakan askeri ve sivil
bürokratların,

gayretleri ile ülkemiz etnik ve dinsel çatışmaların kucağına düşmüş, kuruluş


ideolojisinin sembolü Kemalizm tarihsel bir yenilgiye hazırlanmıştır.

Türkiye Aralık 2009 itibariyle etnik ve dinsel sembollerin değerinin yüceltilmesi


nedeniyle ulusal sembollerini yitirmiş, ulusal bütünlüğünü sağlayacak yeni bir
mucize arayışı içerisine sürüklenmektedir.

4.1 Federalizm tartışmaları

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri giderek zayıflayan bir merkezi


otoritenin içine düştüğü maddi sıkıntıları, kaybedilen savaş ve topraklara
yenilerinin eklenmesi tehlikeleri gibi çok boyutlu sorunlarla tasvir edilebilir. Bu
nedenle “hayati tehlike” içerisinde bulunan ve Batılı ülkelerce “hasta adam”
olarak görülen Osmanlı İmparatorluğunun sorunlarına çare arayışları sürerken,
ileri sürülen çözüm önerileri hastayı öldürmekle – kurtarmak arasında birbirine
karıştırılan amaçlarla anılmış ve halen bu tartışmaların yansımaları devam
etmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiye’sinde devletin bugünkü anlamda


“üniter” veya “federatif” olması hakkında ciddi biri tartışma yaşanmamıştır.
Çünkü temelde uygulamada bazı tezatlar bulunsa da Osmanlı İmparatorluğunun
kurucu geleneklerinde “federasyon” kültüründen daha çok devletin birlik ve
bütünlüğü ön planda tutulmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun cemaatler bazında
korporatif bir hukuk yapısında bulunması, vergilerin yerel eşraf eliyle toplanması,
tımar sistemi gibi yapılanmalardan hareket ederek Osmanlı İmparatorluğunu
“federatif” bir devlet olarak tanımlamaya çalışmak bugünkü tartışılan
“federasyon” söylemlerinin evrensel anlamı ile örtüşmemektedir.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu döneminde Anadolu coğrafyası genellikle dinsel


ve kültürel açıdan türdeş bir yapıya sahip olmuştur. Gerçekte, Türk, Kürt, Çerkez,
Arap, Gürcü, Boşnak gibi etnik kimlikler bulunsa da bu durum federal sistem için
elverişli bir tabloyu yansıtmamaktadır. Çünkü etnik farklılıklar hiçbir zaman
siyasal yapıyı etkileyecek boyutta isteklere neden olmamıştır.

Federal yapının etnik veya kültürel bazda ortaya çıkabilmesi için, etnisite, dil ve
din açısından farklılaşan kesimlerin ülke nüfusu içerisinde belirli bir siyasal
büyüklüğe ulaşması ve farklılıkların bilinciyle aktif olarak siyasete katılma isteği
göstermesi gerekir. Bazı yazarlar farklılıkların folklorik, kültürel düzeyde kaldığı,
siyasal bir kimlik talebine dönüşemediği yerde, federalizm yönünde bir talep
doğmayacağı ileri sürmektedirler54.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulması sonrasında meydana gelen yöresel özellikle


Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki ayaklanmalarda “dinsel” motifler
54
UYGUN, Oktay; Federal Devlet, 3ncü Baskı, XII Levha Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.290

-42-
yanında genellikle “Kürt” kimliği yönünde bir talep dile getirilmek istenmiştir.
Bununla birlikte sözkonusu ayaklanmalar toplumdaki Kürt – Türk veya diğer etnik
grupların birbiri ile olan farklılıkları çatışmaya götürmedikleri, Soğuk Savaş
döneminin sağladığı dengeler içerisinde etnik gruplar arasında akrabalık
bağlarının kurulduğu ve güçlendiği ifade edilebilir. Ancak 1990’lı yıllardan
itibaren artan dinsel ve etnik kimliklerin körüklendiği Yeni Dünya Düzeni
içerisinde Kürt – Türk kimlikleri arasında ayrışmalar artmaya başlamıştır.

Mevcut bağımsız araştırmalara göre Türkiye Cumhuriyetinde etnik, dinsel veya dil
anlamında federatif istekleri karşılayacak toplumsal bir yapının olmadığı istatiksel
açıdan incelendiğinde aşağıdaki bulgular elde edilmektedir55. Yapılan anketlere
verilen yanıtlara göre kimlik grupları şu şekildedir:

Türk: %18.2

Müslüman: % 6.4

Müslüman ve Türk: %63

Müslüman ve Alevi: %1.8

Kürt: %2.4,

Müslüman ve Kürt: % 4.0

Alevi: %1.2

Diğer: %2

Yukarıdaki tabloya rağmen Türkiye’de Kürt kimliğine yönelik vurguların artması


1980’lerden sonraki döneme rastlamaktadır. Liberal uygulamaları ve AB-D
güdümlü siyasal çıkışları ile bir döneme iz bırakan Turgut ÖZAL; “kürt kimliği” ve
“federalizm” sözcüklerini siyasal yaşamımıza taşıyan lider olmuştur. ÖZAL’ın
başlattığı kimlikçilik siyasetine verilen tavizler zaman içerisinde bütün siyasal
yapılanmalarda yer bulmaya başlamıştır. Nitekim PKK terör örgütünün yürüttüğü
etnisiteye dayalı istismarlar zaman içerisinde etnik kimliği ön plana alan siyasi
parti yapılanmaları ile daha da büyümüştür. HADEP, DEHAP ve nihayet DTP;
PKK’nın siyasal kolu olduklarını ortaya koyacak adımlar atmışlardır. AKP
Hükümetlerinin tavizkar davranış ve uygulamalarının DTP – PKK isteklerinin
doğrudan “üniter devlet yapısına” karşı yürütülen silahlı bir kampanya ve
bölgedeki siyasi coğrafyanın yeniden belirlenmesine yönelik bir hareket amacını
taşıdığı gözden kaçmamaktadır.

Son olarak 2007 yılında yapılan Milletvekili genel seçimleri ve 2009 yılında
yapılan yerel yönetimler seçimlerinin ortaya koyduğu siyasal tablo istismara açık
bir durum ortaya çıkarmıştır. Çünkü Kürt kimliği etrafında siyasal faaliyet
gösteren DTP Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çoğunluk oyları
alabilmiştir. Bölgenin Kuzey Irak’taki Kürt Yerel Yönetimi ile ilişkileri, İran’daki
PJAK Kürt ayrılıkçı hareketi önümüzdeki dönemlerin sıcak gelişmeleri için ortam
hazırlayıcı nitelikte görülmektedir.

55
SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban; Türkiye’de İdeolojik ve Sosyoekonomik Grupların Siyasal Düşünce
Kalıpları, Asil Yayın ve Dağıtım Ltd. Şti., ANKARA, 2007, s. 76

-43-
AB üyelik sürecinin baskısı da bahane edilerek yapılmaya çalışılan reformların
merkezinde “devletin güvenlik odaklı işleri dışında tüm toplumsal hizmetlerin
yerel yönetimlere devri, Türkiye Cumhuriyetinin devlet örgütlenmesinin baştan
aşağı değiştirilmesi…” yer almaktadır. Hâlihazırda illerin yönetimi “yetki
genişliği” ilkesine göre yürütülmektedir. Yapılmak istenen değişiklik, temel
toplumsal hizmetlerin yerel yönetimlere devri, illerin asıl olarak “idari vesayet”
ilkesine göre yönetilmeye başlanacağını göstermektedir. Yani illerin yönetimi
“yetki genişliği” yerine, “vesayet ilişkisi” ne, 1876 Kanuni Esasisinde yer alan
“tefriki vezaif” ilkesine göre düzenlenecek demektir56. Tefriki vezaif ilkesi 1961
Anayasasında ortadan kalkmış, 1982 Anayasasında da yer almamıştır.

İllerin yönetiminde yetki genişliğinin yanısıra “görevler ayrılığı” ilkesinin


benimsenmesi, Prens Sabahattin’in öngördüğü devlet örgütlenmesi formülü olup
giderek federatif bir yapıya geçişi zorlayacak bir değişime işaret etmektedir.
Günümüzde bu zorlamalar Avrupa Konseyi tarafından “subsidiarite” adı verilen
“yerellik” ilkesiyle anayasaya yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Neoliberal devlet reformu, yerelleştirmeyle kamu hizmetlerinin tasfiyesini


gerçekleştirirken aynı anda kimi zaman küreselleşmenin kaçınılmaz gereği diye
federal örgütlenmeyi zorlamaktadır57.

Federalizm düşüncesinin kaynağında neo liberal veya yeni sağ ideolojinin


bulunması sosyal devlet kavramını temelden yok edebilecek özelliklere sahiptir.
Çünkü yeni sağ ideolojide “müşteri vatandaş” bakış açısı hakimdir. Böylesi bir
tablo içerisinde Türkiye gibi geniş bir coğrafyada yapılanan yerel yönetimlerin
özerkleştirilmesi kamu hizmetlerinin etkin ve verimli sunumunu, kamu
hizmetlerine erişimdeki kolaylığı engelleyebilecektir.

Serbest piyasa ilkelerinin uygulanması federalizm içerisinde kolayca


uygulanabilecek bir ilke gibi görünmemektedir. Çünkü federal yapılar içerisinde
yerel yönetimlerin bir çok sektörde, örneğin tarım sektöründe korumacı tedbirler
geliştirmeleri liberal ekonominin uygulanmasını ve rekabet ortamının serbestçe
hayata geçirilmesini engelleyebilecektir. Bazı durumlarda çok uluslu şirketler ve
büyük – güçlü devletlerin yabancı yatırımcılarının küçülen federe devletlerle
doğrudan ilişki içerisine girerek tekelci bir yapı geliştirmeleri de olası
görülmektedir. Nitekim AB-D coğrafyası dışında ulus – devlet yapılarının giderek
aşınmaya başlaması bunun en güçlü emareleri olarak ortaya çıkmıştır.

4.2 Merkezden Yönetim – Yerinden Yönetim:

Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki yerelleştirme çabaları genellikle Batı’daki


merkezileştirme çabaları ile ters yönde gelişmiştir. Bu çabaların merkezinde
İmparatorluğun mali kaynaklarını düzeltmek için yerel meclislere (Muhassıllık
Meclisleri) yetki aktarması yer almıştır.

İttihat Terakki’nin lider kadrosundaki iki farklı çizgi, günümüzdeki yönetim


anlayışını da etkilemeye devam etmektedir. İttihat ve Terakki’nin liderlerinden
Ahmet Rıza Merkeziyetçi, devletçi ve otoriter bir yönetimden yana olmuştur.
Karşıt grubun temsilcisi olan Prens Sabahattin ise, adem-i merkeziyet ve
teşebbüs-i şahsi esasına dayalı bir idareyi savunmuştur. İttihat Terakki içerisinde

56
GÜLER, B.A.; Devlette Reform Yazıları, Paragraf Yayınevi, ANKARA, 2005, s.61
57
GÜLER, B.A.; age, s.61

-44-
Ahmet Rıza’nın yönetim anlayışını benimseyen kadro egemen olduğu için,
merkeziyetçi, seçkinci ve otoriter eğilimler, devletin resmi politikası haline gelmiş
ve kamu bürokrasisi bu çerçevede şekillenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yerel yönetimler lehine gibi görünen güçlü bir
cemaat yapısının varlığı aslında yerel toplulukların ve bireylerin özgür karar
almaları ve siyasal katılımları için ciddi bir engel oluşturmuştur. Prens
Sabahattin’in Osmanlı İmparatorluğu için önerdiği yönetim biçimi Osmanlı
İmparatorluğunun yapısında bulunan cemaat, tımar, lonca gibi adem- i
merkeziyetçi yapıların yerine İngiliz öz yönetim tarzının ikame edilmesidir. Bu
görüş Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasına zemin hazırlayacağı düşüncesi ile
İttihat Terakki içerisinde genel bir kabul görmemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yerinden yönetim anlayışı vilayetlere


yetki genişliği (tevzi-i vezaif) ilkesi, il özel yönetimleri ile belediyelere de görev
ayrımı (tefrik-i vezaif) ilkesi çerçevesinde uygulanmıştır. Bu anlayış Türkiye
Cumhuriyeti dönemine de miras kalmış, 1930’da yapılan yasal düzenlemelerle
1980’lere kadar çok fazla değişime uğramamıştır.

Soğuk Savaş döneminde 1970’li yıllardaki ideolojik atmosferle Türkiye’de geniş


bir tartışma alanı bulan belediyecilik uygulamaları, 1990’lı yıllarda son bulan eski
sosyalist düzen ve yükselen liberal akımlarla 2000’li yıllarda radikal değişimleri
de beraberinde getirmiştir. 2004 yılında 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası,
daha sonra da 2005 yılında 5393 sayılı yeni Belediye Kanunu kabul edilerek eski
yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. 1980 yılında 1.727 olan belediye sayısı, 2007
yılı sonu itibariyle 3.200’ü geçmiştir. Ayrıca 16 tane büyükşehir belediyesi
kurulmuştur.

Türkiye’de 1980’lerden itibaren kamu yönetiminde “yerel yönetimleri


güçlendirme” adına yapılan değişimler uluslar arası sermaye lehine
piyasalaştırma ve özelleştirme lehine gelişmiştir. Şu anda gelinen aşama, siyasal
ve yönetsel karar verme gücünün uluslar arası sermaye ile işbirliği halinde olan
yerel aktörlere devredilmesi aşamasıdır. Ülke mülkleri üzerinde ağırlıklı bir hale
gelen yerli –yabancı sermaye unsuru, “temsilen yönetme” hakkının yetersiz
olduğunu ileri sürerek “doğrudan yönetme hakkı” nın tanınmasını talep etme
aşamasına ulaşmıştır. Nitekim, 2008 – 2009 yıllarında görülen küresel mali krizde
alınan önlem paketleri doğrudan yabancı sermaye ile işbirliği yapan özel
sektörün, örneğin FORD firmasının yerel yatırımlarının canlandırılması ve
teşvikine dayalı bir mantığı yansıtmıştır. Diğer taraftan bugüne kadar
“yönetişim” kavramı doğrultusunda çeşitli yasal düzenlemeler de yapılmıştır. Bu
düzenlemelerin başlıcaları;

- 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu,


- Üst kurul yasaları,
- 5227 sayılı Kamu Yönetimi Temel Kanunu girişimi (yasa kadük olmuştur),
- İl Özel İdaresi, büyükşehir ve belediye yasaları,
- Mahalli idare birlikleri yasaları,
- Bölge Kalkınma Ajansları yasası,
- Sağlık v e Sosyal Güvenlik konularındaki yasal düzenlemeler,
- Gelir İdaresi Yasasıdır.

Bu yasalarda özel sektöre ve sermayeye tanınan olanaklar üst üste konduğunda


kamu yönetimindeki “kamu yararı” kavramının giderek kaybolmaya başladığı
ifade edilebilir. Bu değişimden toplumun alt ve orta grupları rahatsız olurken,

-45-
uluslar arası sermaye ile işbirliği içinde olan özel sektör ve piyasa oyuncuları karlı
çıkmışlardır.

Türkiye Cumhuriyetinin yerel yönetimler anlayışı Osmanlı İmparatorluğundan


miras alınan karakterini, yani merkeziyetçi eğilimini uzun süre devam ettirmiştir.
Yerel yönetimler tarihsel bir evrilmeden ziyade yukarıdan aşağıya doğru merkezin
istekleri doğrultusunda yapılanmayı yansıtmıştır. Yerel yönetimlerin seçilmiş
organlarının göreve gelmeleri ve görevden ayrılmalarına ilişkin anlaşmazlıkların
çözümü 1961 Anayasasına göre her ne kadar yargı organlarına bırakıldıysa da,
siyasal iktidarlar, yerel yönetimleri hem yetkilerini kısıtlayarak, hem de
ihtiyaçlarını yeterli düzeyde karşılamaktan kaçınarak, denetimleri altında tutmayı
başarabilmişlerdir. 1960 – 80 döneminde belediyeler, yeterli hizmet üreten
kuruluşlar olmaktan çıkıp, merkezi idare yardımları ile ayakta durabilen politize
olmuş kuruluşlar haline gelmiştir. 1973 yılından 1980’lere kadar, Türkiye
gündeminde belediyeler ve onların demokratikleşmesi önemli bir yer işgal
etmiştir. Bunda kent nüfus artışı, toplumda siyasal kültürün gelişmesi ve büyük
belediyelerin muhalefet partisine mensup belediye başkanlarına sahip olmaları
etkili rol oynamıştır ve 1980’lere yoğun bir belediyecilik tartışması ile girilmiştir.

Türkiye; 1980 sonrası liberalleşme eğilimleri ile birlikte yerel yönetim konsepti
doğrultusunda bir değişimin sinyallerini vermiştir. Bu döneme kadar siyasi bir
kurum olmaktan daha çok idarenin bir uzantısı olarak görülen yerel yönetimlerin
siyasal kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte AB’ne üyelik koşullarının
neredeyse belirleyici rol oynadığı ifade edilebilir ve bu birçok anlamda iç
dinamiklerin tıkandığı hallerde en uygun hal tarzı olarak benimsenmiştir. 1988 ve
2001 yıllarında başlatılan yerel yönetim ve kamu yönetimi reformları biraz da
“küresel aktörlerin dayatmaları” ile ancak 2003 yılından itibaren gündeme
gelmiştir.

Onaylanan yasalar kamu harcamalarındaki yerel yönetim harcamalarının yüzde


15’lerden yüzde 35’lere kadar çıkarılmasını öngörmektedir. Yasalar yönetişim
kavramı ile birlikte piyasalaştırmayı zorunlu kılmaktadır. Kamu Yönetimi Temel
Kanunu ile birlikte devletin ve kamu yönetiminin görev, yetki, kaynak ve
sorumluluklarının piyasaya, yerel yönetim birimlerine, merkezin taşra birimlerine
ve sivil topluma devri konusunda ciddi bir adım atılmıştır.

Günümüzdeki anlamıyla adem-i merkezi yönetim konusunda bir araştırma


yapıldığında aşağıdaki bulgulara ulaşmak mümkün görülmektedir.

Yerinden yönetim ademi merkeziyet (decentralisation) olarak da bilinir. Kamu


hizmetlerinin etkin bir biçimde bölüşülebilmesi için devletin örgütlenmesinde,
birbirinin karşıtı olan iki anlayışın (yani merkezden ve yerinden yönetimin) ve iki
ayrı yapılanmanın bir bütünlük içinde olması beklenir.

Yerinden yönetim, merkezi hükümet örgütlenmesinin kendi hiyerarşik yapısı


içinde olabileceği gibi, devlet örgütlenmesi içinde kalarak, ama merkezi yönetin
dışında özerk bir yapılanma ya da devlet örgütlenmesinin tamamen dışında yer
alan kurumlar çerçevesinde de olabilir. Bazı yazarlar da yerinden yönetimi,
merkezi yönetimin siyasal, yönetsel, mali güçlerin, otoritesinin ve
sorumluluklarının dağıtılması süreci (decentralisation ya da devolution) ve yerel
ve bölgesel düzeyde yönetsel, mali ve siyasal özerkliğin geliştirilmesi olarak
tanımlarlar. Günümüzde serbest piyasanın, rekabetçiliğin ve yarışmacılığın da
adem-i merkeziyetçilik anlamında yerinden yönetimin kapsamında yer aldığı
düşüncesi giderek daha yaygın kabul görmektedir.

-46-
Yönetsel yerinden yönetim; yerel ortak hizmetlerin, gerekli yasal, mali,
yönetsel ve siyasal yetkilerle donatılmış, merkezden özerk yerel yönetim
kuruluşları eliyle ya da diğer yöntemlerle görülmesidir. “Yetki
göçürümü”,”decentralisation”, “yerel yönetim” ve “yönetsel adem-i merkeziyet”
yönetsel yerinden yönetim yerine kullanılan başlıca terimlerdir. Yönetsel yerinden
yönetimin iki temel biçimi yer yönünden (coğrafi) yerinden yönetim ve hizmet
(fonksiyonel) yerinden yönetimdir. Ancak, yerinden yönetimin, kamu yönetimi
örgütlenmesinin kendi hiyerarşik yapısı içinde gerçekleşen biçimleri olarak yetki
genişliği ve yetki devri ilkeleri de vardır.

Ekonomik yerinden yönetim; devletin, yani merkezi ve yerel yönetimlerin


üstlendikleri kamusal hizmetlerin, görev ve sorumlulukların doğrudan kamu
yönetiminin kendi organları eliyle yerine getirilmesi yerine, serbest piyasada
piyasa aktörlerinden satın alınması ya da hizmet sunumunun doğrudan özel
sektöre devredilmesi (özelleştirme) olarak tanımlanabilir.

Siyasal ve toplumsal yerinden yönetim:

Siyasal yerinden yönetim; federal devlet sistemi olan ülkelerde, bu sistem


içindeki federe devletlere anayasal olarak tanınmış bulunan özerk statüye
dayanan bir yönetim biçimidir.

Sivil toplum örgütlerinin, demokratik kitle örgütlerinin, gönüllü kuruluşların, baskı


ve çıkar gruplarının devlet karşısında ya da yanında daha aktif olmaları ve
sorumluluk üstlenmeleri siyasal yerinden yönetimin toplumsal boyutunu öne
çıkarmaktadır.

Federalizm, devolution, güçlü bölgecilik ve toplumsal yerinden yönetim siyasal


yerinden yönetimin değişik biçimleri olarak görülebilir. Devolution ulus altı
ölçekte siyasal özerkliği olan birimlerin temel yerel gereksinimleri karşılayabilme
konusundaki siyasi, yönetsel ve mali olanaklarının ve kapasitelerinin artırılmasını
ifade etmektedir. Decentralisation kavramı ile yakın anlamı olan devolution
kavramı, daha çok federal sistemlerde kullanılmaktadır.

Federalizm; yönetsel ve siyasal otoritenin ve gücün anayasada öngörülen


çerçevede merkezi ve alt yönetsel birimler arasında paylaştırıldığı ve her birimin
asli yetkilerle donatıldığı bir siyasal yerinden yönetim biçimidir.

Sosyal yardım ve hizmetlerin, merkezi yönetim yerine yerel yönetimlerce


görülmesi, mümkün olduğu ölçüde STK’ların, geleneksel kurumların ve
yardımseverlerin de sorumluluk üstlenmesi ve bazı hizmetlerin kamu, sivil ve özel
sektör işbirliğinde görülmesi anlayışı toplumsal yerinden yönetim olarak
adlandırılabilir.

Yukarıdaki kavramlar üzerinden Türkiye’nin son zamanlarda geldiği durumu


adlandırmak istersek pek de kolay bir sonuca ulaşamayabiliriz. Çünkü,
Türkiye’de “yerinden yönetim” bütün boyutları ile tartışılmakta ve “üniter devlet
yapısı” hiçbir zaman olmadığı kadar derinden sorgulanmaktadır.

4.3 Görev Ayrımı – Yönetimin Bütünlüğü:

Türkiye’de kamu yönetiminin esasını “idarenin bütünlüğü” oluşturmaktadır.


Anayasanın 123ncü maddesi “İdare, kuruluşu ve görevleri ile bir bütündür ve

-47-
kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden
yönetim esaslarına dayanır” şeklindedir. Türkiye’de yerel yönetimler merkezli
olarak yapılan son idari düzenlemelerde “idarenin bütünlüğü” ilkesinin yer
almadığı veya zayıflatıldığı dikkati çekmektedir.

İdarenin bütünlüğü ilkesini üç hukuksal mekanizma sağlayabilir58:

- İllerin yönetimi ‘yetki genişliği’ esasına dayanır, yani iller valilik –


kaymakamlık esası üzerine yükselir,
- Yerel yönetimler merkezden vesayeti, ‘vesayet denetimi’ altındadır.
- Devlet örgütlenmesi ‘hiyerarşik yönetim ve denetim’ e dayanır.

AB üyelik sürecinin baskısı da bahane edilerek yapılmaya çalışılan reformların


merkezinde “devletin güvenlik odaklı işleri dışında tüm toplumsal hizmetlerin
yerel yönetimlere devri, Türkiye Cumhuriyetinin devlet örgütlenmesinin baştan
aşağı değiştirilmesi…” yer almaktadır. Hâlihazırda illerin yönetimi “yetki
genişliği” ilkesine göre yürütülmektedir. Yapılmak istenen değişiklik, temel
toplumsal hizmetlerin yerel yönetimlere devri, illerin asıl olarak “idari vesayet”
ilkesine göre yönetilmeye başlanacağını göstermektedir. Yani illerin yönetimi
“yetki genişliği” yerine, “vesayet ilişkisi” ne, 1876 Kanuni Esasisinde yer alan
“tefriki vezaif” ilkesine göre düzenlenecek demektir59. Tefriki vezaif ilkesi 1961
Anayasasında ortadan kalkmış, 1982 Anayasasında da yer almamıştır.

AKP Hükümetlerinin yapmaya çalıştığı yasal değişiklikler taşrada örgütlenebilecek


beş bakanlığı öngörmektedir. Bunlar Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Milli
Savunma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığıdır. Kamuoyu
zorlamaları ile bu bakanlıklara bir de Milli Eğitim Bakanlığı dahil edilmiştir.
Yasanın hayata geçememesine rağmen İl Özel İdarelerinin teşkil ettikleri
komisyonlarda “Milli Eğitim” konusunun dahil edilmesi gözden kaçmamaktadır.
Yani valiliklerin ‘yetki genişliği’ kapsamındaki yetkileri budanmıştır. Bunun
anlamı devletin yerel yönetimler ve yerel gelişmelere müdahale ve kontrol
mekanizmalarının yok edilmesidir. Böylesi bir durumun Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgeleri gibi etnik sorunların yaşandığı yörelerde meydana
getirebileceği zafiyetlerin ne gibi gelişmelere ortam yaratabileceği açıktır.

İllerin yönetiminde yetki genişliğinin yanısıra “görevler ayrılığı” ilkesinin


benimsenmesi, Prens Sabahattin’in öngördüğü devlet örgütlenmesi formülü olup
giderek federatif bir yapıya geçişi zorlayacak bir değişime işaret etmektedir.
Günümüzde bu zorlamalar Avrupa Konseyi tarafından “subsidiarite” adı verilen
“yerellik” ilkesiyle anayasaya yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Yeni çıkan İl Özel İdaresi, büyükşehir ve belediye yasalarına göz attığımız zaman
yerel yönetimlerin başkaca kurumlara verilmeyen görevleri yapabileceği şeklinde
ibarelere rastlamaktayız. Bu şekilde bir düzenleme ile devlet ve diğer kamu
kurumlarının işlevsizleştirilmesi ve yerel yönetimlerin giderek genel siyasi
kararlara hakim olabilmesinin yolunun açılabilecektir.

4.4 Yerel Özerklik:

Türkiye Cumhuriyetinde aydınlar 1980’lere kadar merkezi yönetim ve yerel


yönetim konusundaki ilişkileri “özerklik” ve “vesayet” yanlıları olarak

58
GÜLER, B.A; age. s.109
59
GÜLER, B.A.; age, s.61

-48-
tartışmışlardır. Bununla birlikte her iki tarafın bir “merkez” in gerekliliğine
inandıkları da gözlemlenmiştir. Tartışmalarda idarenin bütünlüğü ya da merkezi
idarenin önceliği / üstünlüğü, merkeziyetçilik ilkesi genellikle yer almamış, yerel
özerkliğin nasıl genişletilebileceği ya da vesayetin nasıl daraltılabileceği zaman
zaman gündeme getirilmiştir.

Soğuk Savaşın sona ermesi ve ABD’nin ‘Yeni Dünya Düzeni’ söylemleri


sonrasında Türkiye’deki yerel özerklik kavramının nitelik değiştirdiği
gözlemlenmiştir. Bu değişimde 1992 yılında Avrupa Birliğinin Maastricht
Anlaşması ile “subsidiarite” ilkesini getirmesi önemli rol oynamıştır. Anlaşmadan
hareketle, Brüksel merkez, üye devletlerin ulusal hükümetleri ‘yerel’ olmak üzere
yönetsel düzenlemeler yapılmaya çalışılmıştır. Düzenlemelerin AB üye devletleri
için ulus – devletlerin kendisini koruma güvencesi anlamına gelirken, Brüksel’in
merkez olarak kabulü genel bir uzlaşmanın sağlanmasında ileri bir adım olarak
görülmüştür.

Subsidiarite ilkesi AB üyeleri için faydalı olurken AB üyesi olmayıp da Avrupa


Konseyi üyesi olan ülkeleri ‘yerellik’ konusunda zorlamaya başlamıştır. Yani ulus –
devlet yapılarının ‘yerel’ ağırlıklı olarak çözülmesine yol açabilecek dayatmalar
gündeme getirilmiştir. Zorlamaların ekseninde “subsidiarite” ilkesinin;

- Althusius adlı Alman düşünürün 17nci yüzyılda ortaya attığı federalist


teorisi,
- Liberalizm görüşünün 18 ve 19ncu yüzyıldaki devleti birey ve piyasa
karşısında ikincilleştiren yaklaşımı,

- Katolik kilisesinin 1896 ve 1936 yıllarında ilan ettiği bildirileri esas


almasından kaynaklandığı görülebilecektir60.

Yerel yönetimlere ilişkin bir dizi yasanın çıkmasından sonra bile AKP Hükümeti ve
etnik milliyetçilik yapan DTP çevrelerinin il özel idarelerinin başında atanmış
olarak vali bulunduğu için, ‘gerçek’ anlamda yerel yönetim karakteri taşımadığı
yönünde davranış ve tutum sergiledikleri gözlemlenmektedir. Bu çevrelere göre
‘gerçek’ yerel yönetim tüm organlarının yerel halk tarafından seçilmiş olması
gerekmektedir. AB’ye tam üyeliğin gerçekleşmediği bir ortamda böylesi bir
açılımın Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi sorunlu bölgelerde etnik tansiyonu
daha da yükseltmesinin beklenmelidir. Çünkü mevcut yapı ve öngörülen
düzenlemeler Brüksel merkezli Avrupalı kimliği içerinde bir erime potasının
çalışmasına hizmet etmeyecektir. Düzenlemeler muhtemelen Ankara’dan
merkezkaç bir yönelimi ve yeni bir güç merkezi etrafında birleşme –ki büyük
olasılıkla Kürdistan hayali- etrafında politikaları ateşleyebilecektir.

Yerel özerkliğin artmasından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi halkının pek


kazançlı çıkmayacağını kolaylıkla ifade edebiliriz. Çünkü hâlihazırda ülkenin diğer
bölgelerinde elde edilen ekonomik hasılanın büyük bir bölümü bu bölgelere
aktarılmaktadır. Bölgenin Ankara desteği olmaksızın yapabileceği tek şey
borçlanmak olarak görülmektedir. Dolayısıyla böylesi bir süreç sonunda küresel
sermaye aktörlerinin bölgeyi “ucuz işçi” olarak görmesi bile mümkün
olamayabilir. Zira bölgenin denize ve diğer bölgelere olan ulaştırma ve iletişim
bağlantısı batı bölgeleri üzerinden gerçekleştirilmektedir. Diğer taraftan
demokrasi adına ‘katılımın artacağı’ beklentisi her zaman doğru olmayabilir.
Artan bölgesel sorunların çözümünde radikalleşmenin artması olasılığı daha

60
GÜLER, B.A; age, s.123

-49-
güçlüdür. Yani kısa vadede bölgenin yeni bir feodal yapıya dönmesi ve faşist
uygulamalara sahne olması mümkündür.

4.5 Genel ve özel görevli olma:

Yetki genişliği ilkesinin anlamı yerel idarenin merkezi otorite yetkilerinin anayasal
çerçeve içerisinde kullanılmasıdır. Yani yetki genişliği kapsamındaki yapılanmada
kamu görevlileri merkezi hükümetin aldığı kararları idari bölümler içerisinde
uygularken diğer yasal mevzuatlar çerçevesinde uygulamak zorundadır. Yetki
genişliği bu anlamda valileri “genel görevli” olarak görmemize neden olmaktadır.
Nitekim mevcut yasalara göre iller “yetki genişliği” ilkesine göre idare
edilmektedir.

“Özel görevli” olma kavramı ‘genel görevli’ olmamakla da anlaşılabilir. Yani


merkezi otoritenin veya hiyerarşi içerisindeki görevlilerin verdiği yetkilere göre
faaliyet gösteren birim veya kişilere ‘özel görevli’ tanımı uymaktadır. Yetki
genişliği kapsamında hareket etme yetenek ve yetkileri olmayan kişi ve
kurumların coğrafi ve hizmet bakımından belirli sınırlılıklarla hareket ettikleri
haller ‘özel yetkili’ kavramını açıklar niteliktedir. Bununla ilgili olarak bir anlamda
çok tartışmalı olan İl Özel İdarelerini ‘özel görevli’ kapsamındaki örnekler
içerisinde görebiliriz. Bilindiği gibi il özel idareleri illerin yönetiminde yetki
genişliği esası kabul edildiği için ilin yönetiminden sorumlu ‘genel yetkili’ bir
kamu idaresi değildir. Çünkü ulusal vergi gelirleri tahsilatından yalnızca yüzde
1.5 oranında pay almaktadır ve valiliklere oranla sınırlı bir role sahiptir. Bununla
beraber uygulamalarda yerel baskıların daha ağır olduğu ve valilerin belediye
meclisi veya il özel idaresi mensuplarının etkisi altında kaldıkları görülmektedir.

İl özel idarelerine ilişkin getirilen yeni düzenlemeler ‘özerklik’ açısından ele


alındığında 5302 sayılı yasanın daha özerk ve etkin bir idareyi hedeflediği ileri
sürülebilir. Yapılan yasal değişikliklerle;

- Valinin il genel meclisi başkanı sıfatına son verilmiş,


- Meclis başkanının seçimle işbaşına gelmesi esası kabul edilmiş,
- İl genel meclisi kararlarının valinin onayından geçme zorunluluğu
kaldırılmış,
- İl özel idare bütçesinin İçişleri Bakanlığının onayıyla değil, il genel
meclisinin kararıyla yürürlüğe girmesi ilkesi kabul edilmiş,
- İl genel meclisinin fesih nedenlerinin 4 maddeden 2 maddeye indirilmesi
şeklinde düzenleme yapılmış,
- Ulusal düzeyde yerel yönetimler, diğer kamu kurum ve kuruluşları,
dernekler, vakıflar vb. kuruluşlarla ortak hizmet projeleri
gerçekleştirilebilmesi yani “yönetişim” kapsamında hareket etmeleri
olanağı sağlanmıştır.

Yukarıdaki değişikliklerin devletin ‘genel görevlisi’ konumundaki valiliklerin


yetkileri sınırlandırılırken bir anlamda Ankara merkezli idare ve yönetimin
aşındırıldığı ifade edilebilir. Böylesi düzenlemelerin zaman içerisinde ‘yerelin
merkeze karşı avantajlar elde etmesi’ sonucunu doğurması kuvvetle
muhtemeldir. Zira demokratik sistem içerisinde böylesi konuların popülist
söylemlerde kullanılması ve bir hak olarak elde edilmesi mümkündür. Konunun
etnik veya diğer anlamlarda sorunlu bölgeler açısından dikkatle ele alınmaması
halinde giderek merkezileşen dünyada ‘yerel çatlamalar’ la güç ve zaman
kayıpları kuvvetle muhtemeldir.

-50-
5. TÜRKİYE’NİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ DİNAMİKLERİ

Politika dönüştürücü enerjisini “adaletsizlik ve ötekileşmeler” den almaktadır.


Batılı ulus – devletlerinin toplumsal bilincini zenginleştiren sanayileşme sürecinin
Türkiye’de yaşanmaması dönüşümün “sınıf” olgusu etrafında olgunlaşma ayağını
eksik bırakmıştır. Yani Türk Ulusu çağdaş toplumsal olgunlaşma ve bütünleşme
deneyiminde bugün yaşanan dinsel ve etnik ayrışmaları bazen ikincil öneme
itebilecek önemli bir toplumsal hafıza zenginliğinden mahrum kalmıştır.
Dolayısıyla yine batılı ülkelerden ithal edilen yeni akımların, tıpkı 19ncu yüzyılda
Fransa’dan ithal edilen “milliyetçilik” akımı gibi yapay dönüştürücüler olarak iç
politikalarımızı yönlendirmeye devam edeceği ifade edilebilir. Kısacası Türkiye
küresel güçlerin zorlamasıyla iç politika gündemimize yerleştirdikleri Avrupalılık,
ulusalcılık, dinsel, cinsel, çevresel, etnik…vb çoklu kimlik çatışmalarının
dinamikleri ile dönüşüm geçirmektedir.

Türkiye’nin toplumsal değerler bazında küresel kamplaşmadaki hâlihazırdaki yeri


“küreselleşme taraftarları” içerisindedir. Bununla birlikte AB kimliğini yeğleyen
bir yönelimin dışında farklı alternatifleri de göz ardı etmeyen ciddi bir çoğunluk
bulunmaktadır. Örneğin SİTEMBÖLÜKBAŞI’nın 2006 yılında Türkiye çapında
gerçekleştirdiği bir araştırmasında Türkiye’nin AB’ye girmesi konusundaki
görüşler şu şekilde ortaya çıkmıştır61:

- Türkiye’nin AB’ye girmesi ülkemizin geleceği açısından tek çıkar yoldur:


yüzde 10.4
- AB’ye girsek iyi olur ama farklı seçenekler de vardır: yüzde 61.1
- Türkiye’nin AB’ye girmesi girmemesinden daha iyidir: yüzde 16.2
- Türkiye kesinlikle AB’ye girmemelidir: yüzde 11.7
- Yanıtsız: yüzde 0.7

Yukarıdaki tablonun demokratik düzen içerisinde kısa ve orta vadede (15-20 yıl)
değişmesi oldukça zor görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB tarafından
tamamen dışlanmaması durumunda Türkiye’nin farklı seçenekleri tartışması da
güçtür. Bu kapsamda önümüzdeki 20- 30 yıllık periyotta Türkiye’nin AB
kriterlerine uyum sürecini devam ettirmesi beklenmektedir.

Diğer taraftan halkın büyük bir çoğunluğunun farklı seçeneklere de hazır olduğu
anketlerle ortaya konmuştur. Ancak, ‘farklı seçenek nedir?’ sorusuna verilen
yanıtlarda yer alan küresel aktörlerin (Rusya Federasyonu ve ÇHC merkezli
organizasyonlar) hiç de böylesi bir niyet taşımadığı gözlemlenmektedir. O halde
geriye Türkiye’nin kendi projelerini yaratması ölçüsünde alternatiflerin
varlığından söz edebiliriz.

Türkiye’nin farklı alternatiflere sahip olabilmesi için küresel veya bölgesel bir güç
olabilmesi gerekmektedir. Böylesi bir gücün gerçekleştirilebilmesi;

- Teknolojik bağımlılığın sona ermesi,


- Güçlü bir ekonomi,
- Askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda bölgesel ve küresel anlamda farklı
seçenekleri destekleyebilecek organizasyon gücüne sahip olabilmesi,
- Vb.

61
SİTEMBÖLÜKBAŞI, Ş; age s.395

-51-
Faktörlerle desteklenmelidir. Aksi takdirde geriye AB-D’den uzaklaşmış ve
bölgesel dengelerle ayakta kalmaya çalışan bir ülke durumuna düşebiliriz.

Daha açık bir deyimle, AB-D’nin 1975 yılından bu yana birincil sorunu giderek baş
ağrıtan halkın demokratik geleneklerinden bir şekilde kurtulmaktır. İşte bu
sorunun aşılması için uygulanan doğrudan ve dolaylı yöntemler bireysel
yaşamımızı derinden etkileyebilmektedir.

NOT: 1975 yılında ABD’de toplanan bir komisyon, (üyeleri arasında meşhur
“Medeniyetler Çatışması” tezinin sahibi Samuel Huntington da vardır) 1960’dan
sonra kitle iletişim araçlarının artması nedeniyle halkın aşırı yüklemeleri ve
demokratik tepkileri nedeniyle demokrasilerin yönetilebilirliğinin imkânsızlaştığını
belirtmişlerdir. Bu nedenle de daha otoriter ve elitçi sistemlerin desteklenmesini
önermişlerdir62. Aynı tarihlerden itibaren küresel olarak etnik ve dinsel kimlik,
muhafazakarlık ve mutaassıplık akımları AB-D’den destek görmeye başlamıştır.
22 Temmuz 2007 erken genel seçimlerinden sonra CHP’den ve İP’den gelen
açıklamalar halkı bilinçsizlikle suçlama şeklinde görülmüştür. Bundan hareketle
sözde Türk Solunun da AB-D dümeninde aristokrasi ve elitist düşünceye kucak
açtığı söylenebilir. Kısacası oligarşi küresel bir moda ve aynı zamanda kişi hak ve
özgürlüklerine bir tehdit olarak genel kabul görmüş bir yaklaşımdır.

Küresel etkilerin dışında kalamayacağımız varsayımına göre ABD eksenli


gelişmeleri gözönüne aldığımızda şunu görebiliyoruz. ABD Başkanı OBAMA’nın
yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü ve giderek faşizanca muhafazakârlaşan sosyal
liberalizmin sadece muhafazakârlık bölümünü tıraşlayabileceği, “sosyal devlet”
olgusunu ABD milliyetçiliği ile daha da faşistleştirebileceğine dair oldukça kuvvetli
emareler bulunmaktadır. Türkiye öznelinde AKP ve CHP’nin “sosyal liberalizm”
konusunda birbirleri ile yarıştıkları (CHP’nin İzmir’de para ve kupon, AKP’nin ise
daha kapsamlı yardımları) gözlemlenmektedir. Yani ABD ile Türkiye arasında
organizasyonel farklılıklar olmasına rağmen ideolojik fark bulunmamaktadır. Şu
farkla ki ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik vb. konulardaki ampirik verileri
Türkiye’den çok farklıdır. Diğer verileri bir kenara bırakarak ekonomide en
başarılı olduğumuz 2003 – 2005 dönemi verilerine bir göz atmamız yeterli
olabilecektir.

Ülkemizde istihdam ve işgücüne katılım oranları düşüktür. 2003’te AB ülkelerinde


çalışabilir nüfusun yüzde 70’i istihdam edilirken, Türkiye’de bu oran yüzde
40.3’tür. Ayrıca, Türkiye’de işgücüne katılım ve istihdam oranları kadınlar
arasında daha da düşüktür. Bu oranlar 2003 yılında sırasıyla kadınlar için yüzde
25 ve yüzde 22 iken, erkekler için yüzde 72 ve yüzde 65’tir. Her iki grup için de,
2004 ve 2005 yıllarında bu oranlarda yüzde 2’ye varan bir düşüş yaşanmıştır
(DİE, 2004; TÜİK, 2006). Yine 1980’lerden bu yana izlenen ekonomik ve sosyal
politikaların yanı sıra, Asya ve Rusya krizi gibi küresel gelişmelerin ekonomi,
istihdam ve reel ücretler63 üzerinde yarattığı olumsuz etki, 1994 ve 2001
ekonomik krizleri, doğal afetler (depremler, seller, toprak kaymaları vb.), kentsel
alanlara göç, diğer nedenlerle birlikte, işsizlik ve yoksulluk sorunlarını artırmıştır.
Geniş halk kitlelerinin yaşam standartları kötüleşirken, yoksullar daha görünür

62
GÜL, Songül S., Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İkinci Baskı, Ebabil Yayınları, ANKARA, 2006, s.
107
63
Asgari ücret 1994’te 100 dolar civarında iken, 1999’da 200 dolara ulaşmıştır. Ancak, 2001 krizi sonrasında 120 dolara
inmiştir (Tunalı, 2004: 16–17). 2002’de 150’dolara çıkarak yükselmeye başlamış, 2003’de 200 dolara, 2004’te 300 dolara ve
2005’te 350 dolara yükselmiştir (Çalışma Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2006). Asgari ücret, 2006’da ise 250
dolar civarına inmiştir.

-52-
hale gelmiş ve yoksulluk süreğenleşmiştir. Son yıllardaki göstergeler, ekonomik
büyümeye rağmen işsizlik oranının yüzde 10’un üzerinde seyretmeye devam
ettiğine, işsizlik oranlarının kentsel alanlarda ve özellikle kentli gençler arasında
iki-üç kat arttığına işaret etmektedir (DPT, 2004; DPT, 2006).

Yüksek işsizlik oranları kadar, ekonominin ve istihdamın sektörel dağılımı ve


niteliği ile işgücü piyasasının koşulları da yoksulların istihdamı açısından oldukça
önemlidir. Türkiye’de ekonomik kalkınma, modernleşme ve kentleşmenin
etkisiyle istihdamda tarımın payı düşmüş, hizmetlerle sanayinin payı artmıştır
(DPT, 2006). Buna rağmen, ekonomik gelişme ve modernleşme süreci içinde
küçük köylülüğün korunmuş olmasından ötürü, uzun yıllar tarım sektörü önemli
bir istihdam güvencesi sağlamıştır. Ancak, IMF dolayımlı olarak 1999 yılından
itibaren tarım kesimine yönelik sübvansiyonların azaltılması, tarımsal işgücünün
batı ve güney bölgelere göçünü hızlandırmış, kentlerde kayıt dışı ve vasıfsız
çalışanların sayısını daha da artırmıştır.

Enformel sektörlerde çalışma, yoksulluktan kurtulmaya yetmemektedir. Nitekim


ülkemizde yoksulların yarıdan çoğunu çalışanlar oluşturmaktadır. Tarımda
istihdam edilen işgücü ile kentlerde enformel (kayıt dışı) sektörde çalışanlar,
yoksullar arasında en büyük grubu oluşturmaktadır. En yüksek yoksulluk, yüzde
14.8 ile yevmiyeli çalışanlar arasındadır. Bu oran özürlü, hasta, yaşlı ve işsiz
gruplar arasında görülen yoksulluktan bile yüksek bir orandır (DPT, 2004).
Yevmiyeli işçilerden sonra çalışan gruplar arasında en yüksek yoksulluk kendi
hesabına çalışanlarla ücretsiz aile işçileri arasında görülmektedir. Türkiye
genelinde geçici işlerde çalışanlar arasında yoksulluk oranı, düzenli geliri olan ve
kalıcı işlerde çalışanlar arasındaki yoksulluk oranından yaklaşık 4 kat daha
fazladır (Dünya bankası: 2005).

2005 yılında Türkiye’de genel olarak kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 50’dir.
Ancak, bu oran aynı yıl tarımda ücretsiz aile işçileri ve tarımda yevmiyeli
çalışanlar arasında yüzde 98’e ulaşmaktadır (TÜİK, 2006). Kayıt dışı çalışma,
kadınların yoğunlaştığı aile işletmeciliği, tarım, tekstil, temizlik gibi sektörlerde ve
dolayısıyla da kadınlar arasında daha yüksektir. Kayıtlı çalışmayan kadınların
oranı 2002 yılında yüzde 71,5 iken, erkeklerin oranı yüzde 43,5’tir (DPT, 2004).
Benzer biçimde, sözleşmeli işgücü piyasasına giriş ve çıkışlar da son yıllarda
artmıştır. 1998 yılında işgücünün yüzde 18’i sözleşmeli işçi stokunda
yenilenirken, 2000’li yılların başında yenilenme oranı yüzde 35’lere yükselmiş,
işgücü devri ve işsizlik artmıştır. Yaşanan ekonomik krizler de bu etkileri
süreğenleştirmede önemli rol oynamıştır (ILO, 2003).

Sonuç olarak, küresel dinamikler, Türkiye’de işgücü piyasalarının koşulları, düşük


ücretler, ekonomik büyümeye karşın devam eden yüksek işsizlik oranları, işgücü
devrinin yüksekliği, kötü çalışma koşulları, enformel sektörün genişliği, gelir ve
kaynak dağılımı eşitsizlikleri, bölgelerarası dengesizlikler, göç, eğitimsizlik ve
vasıfsızlık gibi öğelerin, yoksulluğun temel nedenleri olarak öne çıktığı
görülmektedir. Bu etkenler, hem yoksulluğu artırmakta hem de yoksulluktan
kurtulmayı güçleştirerek yoksulluğu kalıcılaştırmaktadır. Belki de toplumsal barışı
tehdit eden en önemli bulgu da 2005’den itibaren zenginlerle fakirler arasındaki
gelir uçurumunun hızla açılmaya başlamasıdır.

6. NASIL BİR TÜRKİYE?

Türkiye 2002 yılından itibaren AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren “darbe”


fobisi ile “terör tehdidi” arasında kaldığı görülmektedir. Kitle iletişim araçlarının

-53-
gelişmiş ülke standartlarına yakın ölçüde yaygınlaştığı, dünyanın geri kalan kısmı
ile koparılamaz bağları bulunan, hem fiziki hem de ideolojik olarak kendine yeterli
olmayan Türkiye’de “askeri bir darbe” yapılamayacağını kanıtlamak çok zor
değildir. Ancak Türkiye’deki dinsel ve etnik terörü besleyen devlet (ABD,
Yunanistan, GKRY vb), bölgesel organizasyon (AB) veya güçlü küresel suç ve terör
ağlarının varlığı nedeniyle terörün görünen ve görünmeyen amaçları Türkiye’nin
yönetilebilirliğini tehdit etmektedir.

Öncelikle “askeri bir darbe” olmayacağını kanıtlamaktan daha çok askeri bir
darbeye teşebbüsün kaynağından önlenebilmesi de gereklidir. Çünkü askeri
darbeler sadece Türkiye gibi ülke siyasetine el koymanın yasal gerekçelerinin (İç
Hizmet Kanunu 35nci Md) bulunduğu ülkelerde değil, aksine yasaklandığı
ülkelerde de görülmüş hem de sözkonusu darbeler sonunda askeri rejim iktidarı
kendi isteği ile terketmemiştir. Türkiye’nin 2012 yılından itibaren yarı başkanlık
rejimine geçişi ile birlikte farklı semptomlar da ortaya çıkabilecektir. Çünkü
dünyadaki bürokrasinin hegemonyasını göz ardı ederek ABD’nin anayasal yapısını
kopya eden bütün başkanlık rejimlerinin tarihlerine bakıldığı zaman sözkonusu
rejimlerin yüzde 91’inde darbe yapıldığı görülebilir. Darbe olasılığı parlamenter
sistemde sadece yüzde 31’dir. Kuvvetler ayrılığı prensibinin benimsenmesi darbe
olasılığını azaltmamaktadır. Nitekim 1992’de Peru’da Fujimori bürokrasiye
yeterince hâkim olduğunda darbe yapmıştır. Kısacası gelecekteki darbelerin odak
noktasında diktatörlük özlemi içinde bulunabilecek Cumhurbaşkanlığının
bulunacağı muhtemel görülmektedir. Öyleyse Cumhurbaşkanlığının bürokrasiyi
kontrol edebilme olasılığını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için ABD
örneğine yakından bakmak bir seçenek olabilir.

Amerikan bürokrasisinin zayıf, ancak yürütme karşısında güçlü veya yarı güdümlü
olmasının belli başlı beş nedeni vardır. Bunlar64;
- Federal sistem nedeniyle bürokrasi birçok alt sistemlere bölünmüştür.
- Özelleştirme nedeniyle kamu hizmetlerinin birçoğu özel sektör veya
gönüllü kuruluşlar tarafından yürütülmektedir.
- Sürekli değişen rotasyonlar nedeniyle kamu görevinde en üst düzeyde
yer alanlar bile bürokrasiyi harekete geçirme yeteneğine sahip olamamaktadır.
- Silahlı Kuvvetlerin hem coğrafi hem de işlev olarak çok dağınık
sahalarda faaliyet göstermesi,
- Bürokraside kariyer sisteminin benimsenmesi ve bürokrasinin
profesyonellerden oluşmasıdır.

Profesyonellik ve güç: Birçok parlamenter sistemde bürokraside mandarin


sisteminin (yönetimin güvendiği ehil kişilerin kilit noktalarda görevlendirilerek
kontrol sağlaması) işlediği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu kişiler kendi
ülkelerinde ABD’deki profesyonel meslektaşlarının aksine bürokrasiyi harekete
geçirme kabiliyetine kolayca ulaşabilmişlerdir. Kan bağının sağladığı kadrolarla
işleyen bürokrasiler (retainer) mandarin sisteminin işlediği bürokrasilerden daha
da güçsüzdür. Bir anlamda patronage bağlılığı ile bir kadroya atanmayı öngören
bürokrasi devlet - müşteri ilişkilerini ortaya koyar. Bir devletin kuruluş yıllarında
bu şekilde bir örgütlenme kısa vadede toplumsal gereksinimleri karşılayabilse de
uzun erimde yetersiz kalır. Yine bu sistemde kan bağı ile bir makam elde edenler
(retainer) bürokrasiyi kontrol ederek yönetime karşı gelme gücünü elde
edebilirler. ABD başlangıç yıllarında retainer sistemini kullanmış olsaydı
muhtemelen çok sık darbelerle karşılaşabilirdi. ABD’de Çin’deki mandarin sistemi

64
Fred W. RIGGS, Küresel Güçler Ve Kamu Politikası Disiplini konulu makale, Public Administration in
the Global Village adlı kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994

-54-
uygulanmış olsaydı bu sistem muhtemelen 19ncu yüzyıl reformcuları tarafından
güçlü bir bürokrasiye dönüştürülebilirdi. ABD her iki tip uygulamadan da
kaçınarak profesyonelliğe dayalı bir bürokratik sistem geliştirmiştir. Dolayısıyla
bürokratlar hiyerarşik anlamdaki üstleri yerine kendilerinin ait oldukları ve onları
destekleyen kuruluşlarla kendilerine kimlik yaratmışlardır.

Çok yönlü işleyen devlet: ABD’de bürokratlar çok karmaşık ve birden çok
bağlarla çalışmaktadırlar. Çalışma ağlarının içersinde şirketler, gönüllü
kuruluşlar, profesyonel kuruluşlar, kongrenin bürokrasi elemanları ve komiteleri…
vb. Bunların her birisi merkezi hükümet, yerel yönetimler, yasama organı,
yürütme organı, idarenin yargı elemanları, bağımsız kurullar, komisyonlar ve
bağımsız yönetim elemanları ile karşılıklı ilişki içerisindedirler.

Günümüzdeki ABD’nin çok yönlü (network) bürokrasisi küresel anlamda benzersiz


olup zaman içerisinde kendi kendine gelişmiştir. Dolayısıyla bürokrasi silahlı
kuvvetleri idare etme ve darbe yapma yeteneğinden mahrumdur. Profesyoneller
bazı siyasi karar mekanizmaları olmasa dahi kendi profesyonel sahalarında
ihtiyaç duyulan politika ve programları üreterek uygulama kapasitesine
sahiptirler.

Profesyonellerin iş tatminleri öylesine yoğundur ki ayrıca güç elde etme


gereksinimi duymazlar. Profesyoneller görece çok zayıf olan anayasal sistemin
içerisinde küresel anlamda meydana gelebilecek karmaşık sorunları çözmede
olağanüstü katkılarda bulunmakta ve sistemin hayatta kalmasını
sağlamaktadırlar.

Amerikan bürokrasisinin profesyonellerden oluşması Kamu Yönetiminin ayrı bir


disiplin olarak ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla bugünkü
konjektürde Türkiye’de bürokraside siyasal kadrolaşmanın aslında yaklaşan bir
sivil darbenin ayak sesleri olduğunu görmemek mümkün değildir. Bu durumda
darbe beklentilerini askerlere yükleyerek terörü dolaylı olarak güçlendirmeye
Türk Halkı uzun süre sabretmeyecektir. Yani bir süre sonra askerlerin bu
durumdan kurtulmaları çok uzun sürmeyecektir. Ancak alınması gereken siyasi
tedbirlerin havada kalması olasılığı da güçlüdür. Peki böylesi bir değişimi nasıl
başarabiliriz?

İçinde bulunduğumuz koşullarda ilk yapılması gereken şey vatandaşların devlete


bağlılıklarını güçlendirecek ekonomik, teknolojik ve politik tedbirlerin hayata
geçirilmesidir. Yani vatandaşların sadece oy vermekten daha çok örgütlü siyasal
katılımlarını destekleyecek demokratik açılımları gündeme getirmek
gerekmektedir. Bunun pratikteki anlamı;

- Siyasal Partiler yasasının üyelik, yönetimlerinin oluşturulması, yerel ve genel


seçimlerdeki adaylarının belirlenmesi sürecini tamamen Yargı denetimine
bırakacak şekilde değiştirilmesi,
- Yerel ve genel seçimlerde birinci aşaması barajsız ikinci aşaması siyasi
partilerin işbirliği esaslarını düzenleyecek ve mecliste güçlü bir hükümetin
oluşumunu sağlayacak bir seçim yasasının çıkarılması,
- Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı dışındaki dokunulmazlıklarının
kaldırılması,
- Koşullar ne olursa olsun en kısa sürede erken genel seçimin yapılmasıdır.

Doğal olarak böylesi bir siyasi girişimin başlatılmadığı ortamlarda halkın


beklentileri daha çok mucizeleri çağrıştıran seçenekler şeklinde dışa vurmaktadır.

-55-
Türk vatandaşlarının çoğunluğu “keşke Atatürk geri gelse de…” şeklinde bir
beklenti ile kendi iç dünyalarındaki farklı Türkiye tabloları çizebilecekleri
değerlendirilmektedir. Ancak küresel konjektürde ülkemizin etrafına baktığımızda
1920’lerden çok farklı bir dünyada yaşadığımızı kabul etmek gerekmektedir.
Çünkü bugün dünyada ABD’nin liderliği, ideolojisi diğer küresel aktörler
tarafından da kabul edilmiş, ABD karşıtı bir kampın içinde ulus – devlet olarak
halkın ve vatandaşlarımızın küresel rekabet içerisinde barış ve refaha ulaşması
oldukça zor görülmektedir. Diğer taraftan halkın istemlerinin ulus – devlet veya
farklı yapılanmalarla, ancak ve mutlaka akıllı devlet sistematiği içerisinde çağdaş
bir güç birliğine dönüştürülememesi durumunda hem birey hem de Türkiye
toplumunun bütün kesimlerinin bugünden daha iyi bir durumda olabileceğini
düşünmek sadece bir hayal olabilir.

Öyleyse hangi yaklaşım bizleri birleştirecek ve güç birliği içerisinde küresel


rekabette hak ettiğimiz yeri alabileceğiz? Bu sorunun yanıtı hem çok basit hem
de oldukça zordur.

Basittir… Çünkü bütün vatandaşlarımızın katılımını sağlayacak siyasi partiler


yasası ve hiçbir düşünceyi yadsımayan, sistem dışı bırakmayan bir seçim sistemi
bu güç birliğini sağlayabilir.

Zordur… Çünkü bu toplum ve biz vatandaşlar demokratik değerleri sadece kendi


bireysel amaçları için bir araç olarak görmeyen liderler ve kadroları ile tanışma
şansını yakalayamadık. Dahası mevcut hükümetin “demokratikleşme” yi
bayraklaştırırken vatandaşların siyasal katılım ve temsilini artırıcı hiçbir yenilik
getirmediğini 2007 genel seçimleri öncesinde ve bugün dahi görebiliyoruz. Bu
ikiyüzlülüğü sade vatandaşlarımızın “acaba 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimleri
sonrasında yapılacak sivil ve şeriatçı bir darbe için siyasal zemin mi
oluşturuluyor?” sorusunu çevresine ve yakınlarına sormasından da
anlayabiliyoruz. Ancak bu soruyu muhalefet partilerin dile getirmemesi oldukça
düşündürücüdür.

Çare?

Öncelikle toplumdaki bütün bireyler hergün Atatürk gibi bir lider ve bir mucize
beklentisini terk ederek bu isteklerini şiddetli bir kamuoyu baskısına
dönüştürmelidir. Başka? Bir başka şansımız yok çünkü…

FAYDALANILAN KAYNAKLAR:

CASTELLS, M; Enformasyon Çağı, Ekonomi, Toplum ve Kültür, I, II ve IIIncü


Cilt, Çeviren Ebru KILIÇ, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı, 2007

CHOSSUDOVSKY, M.; Yoksulluğun Küreselleşmesi, IMF ve Dünya Bankası


Reformlarının İçyüzü, Çeviren: Neşenur DOMANİÇ, Çiviyazıları / Kamera,
İSTANBUL,1999

Devlet Planlama Teşkilatı Yayınları (2002-2005)

-56-
EKEMAN, E. “21. Yüzyılın Eşiğinde Avrupa Birliği’nde Ortak Tarım
Politikası”, (İktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, Mayıs 2000

FARAZMAND, Ali; The New World Order and Global Pulic Administration, a
critical essay, konulu makale, Public Admnistration in the Global Village adlı
kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994

Fred W. RIGGS, Küresel Güçler Ve Kamu Politikası Disiplini konulu


makale, Public Administration in the Global Village adlı kitap içerisinde, Preager
Publisher, LONDON, 1994

GUNARATNA, Rohan, İnside al – Qaeda: Global Network of Terror, Colombia


University Press, New York, 2002

GÜLER, B.A.; Devlette Reform Yazıları, Paragraf Yayınevi, ANKARA, 2005

HIGASHI;S. The Policy Making Process in FTA Negotiations: A Case Study


of Japanese Bilateral EPAs, IDE DISCUSSION PAPER No. 138, INSTITUTE OF
DEVELOPING ECONOMIES (IDE), JETRO 3-2-2, WAKABA,MIHAMA-KU, CHIBA-SHI
CHIBA 261-8545, JAPAN, 2008

KORAY, M. Sosyal Politika, İmge Yayınevi, İkinci Baskı, Ankara, 2005

Linda WEISS, John M. Hobson; Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Çeviren:


Kıvanç DÜNDAR, Dost Yayınları, Birinci Basım, ANKARA, 1999

Monbiot, G. The Age of Consent, Harper Perennial, London, 2004

OECD, İstihdam Değerlendirmesi (Employment Outlook), değişik yıllar

Sanchez, Magaly ve Pedrazzini, Yves, Los Malandros: la culture de l’urgence


chez les jeunes de quartiers populaires de Caracas. Fondation Humanisme
et Développement, Paris, 1996

SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban; Türkiye’de İdeolojik ve Sosyoekonomik Grupların


Siyasal Düşünce Kalıpları, Asil Yayın ve Dağıtım Ltd. Şti., ANKARA, 2007

GÜL, Songül S., Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İkinci Baskı, Ebabil
Yayınları, ANKARA, 2006

ŞAHİNÖZ, A. Türkiye–AB Müzakere Sürecinde Türk Tarımı,


internet erişim adresi: http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?
yazi_id=1364&id=72 (E.T:05 AĞUSTOS 2009)

Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları (2002-2005)

UYGUN, Oktay; Federal Devlet, Temel İlkeleri, Başlıca Kurumları ve


Türkiye’de Uygulanabilirliği, On İki Levha Yayıncılık A.Ş., İstanbul,
Genişletilmiş 3ncü Baskı, 2007

Wade, Robert "U.S. hegemony and the World Bank: the fight over people
and ideas" Review of International Political Economy, 2002

-57-
WINDMULLER, John P. Collective Bargaining, ILO, 1987

-58-

You might also like