Professional Documents
Culture Documents
ÖZET
Çoğulcu demokratik yapının bir sonucu olarak küresel merkezin akışkan sermaye
yapısı ile ulus – devletlerin hareketsiz işgücünün gereksinimleri arasında yaşanan
gerilimlerde giderek artan bir çeşitlilik sözkonusudur. Küreselleşmenin özellikle
askeri, suç ve terörle mücadele, çevre ve sağlık sorunları, ekonomi ve finansman
konularında mevcut ulus – devlet sınırlarının eski önemini aşındıracak ölçüde
gelişmeler kaydettiği görülmektedir. Komünist veya liberal ideolojilerin temelinde
bulunan “devlet karşıtlığı” veya “ulus- devletin sınırlandırılması”
konusundaki gerekçeler küreselleşme süreci ile birlikte ortak bir zemin
oluşturmuştur. Bu kapsamda ulus – devletler ve onun kurumları çok yönlü
saldırılara maruz kalmaktadır. Çünkü teknoloji tekeli ve rakipsiz bir askeri güce
sahip olan ABD ve müttefiklerinin çok boyutlu organizasyonları tarafından alınan
kararların tek amacının “çıkar ve kar maksimizasyonu” olduğu ve ABD merkezli
kararların dünyanın geri kalan çoğunluğunu yönlendiren normlar halinde hayata
geçirildiği gözlemlenmektedir. Bir başka deyişle küresel merkezde yer alan
devletler çevre ülkelere “neo – liberal ideolojinin yaygınlaşabilmesi için ya
halkı ya da demokrasiyi kontrol altına almalısınız…” anlamında pek de
demokratik olmayan oligarşik bir yapılanmayı dikte ettirmektedirler.
-1-
Küresel rekabet ortamında siyasal bir aktör olarak devletin rolü;
- Küresel ortak iktidarın bir parçası olabilmek için ulus – devlet yapıları
içerisinde faaliyet gösteren tepkici kimlikler ve cemaatleşmeye karşı duyarsız
kalabilmek1,
olarak belirginleşmektedir.
1
CASTELLS, M; Enformasyon Çağı, Ekonomi, Toplum ve Kültür, IInci Cilt, Çeviren Ebru KILIÇ, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı, 2007, s.463
2
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.412-413
3
RF; 1970’lerden itibaren iletişim ve bilgisayar teknolojisi olarak ABD’ye bağımlıdır. ÇHC ve diğer ülkelerin
askeri teknolojilerinde ABD’nin gerisinde kaldıkları bilinmektedir.
-2-
arasındaki veya müşterek konuları koordine edebilmek, olası kilitlenmeleri
önlemek maksadıyla her büyük organizasyonun mantığı gereği kendi başına
yeterli olma eğilimindedir. Böylelikle hâkimiyet alanlarını üye devletlerin
iktidarlarını aşacak şekilde tanımlarlar4 ve fiilen küresel bir bürokrasi oluşturarak
perde arkasındaki büyük güçler için meşruiyet zemini oluştururlar.
4
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.419
-3-
organizasyona dahil olmaktadırlar. Bütün bu kurum ve kuruluşların faaliyetleri
genellikle ABD ve onun müttefiki olan batılı ülkeler tarafından karmaşık iletişim
sistemleri, kural, yasa ve düzenlemelerle koordine ve kontrol edilmektedir5.
G-7 ve OECD coğrafyası içerisinde ulus – devlete karşı bir seçenek olarak görülen
sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi neo – liberal politikaların bir ağ yapısı
içerisinde etkin olarak uygulanmasında aracı bir rol oynamaktadır. Bir anlamda
sivil toplum örgütleri ulus – devletin ham ortağı hem de muhalifi bir siyasal aktör
olarak karşımıza çıkmaktadır7. Sivil Toplum Örgütleri “yönetişim” kavramı
çerçevesinde özel sektörle birlikte ulus – devletlerin bürokrasisini kontrol
edebilecek etkinlikler gösterebilmektedir. Daha çok farklı kimliklerin temsilcileri
olarak ortaya çıkan Sivil Toplum Örgütlerinin din ve etnisiteye dayalı destekleri
kullanmaları halinde genel olarak daha güçlü ve yaygın bir örgütlenme yapısına
kavuştukları ifade edilebilir.
Sivil Toplum Örgütleri ile ilgili faaliyetlerde daha çok etnik ve dinsel motiflerin ön
plana çıkması ve “yönetişim” kapsamında bürokrasi ile eşit statüde bulunmaları
AB-D’nin karşı – paradigma yaratma sivil toplumu yönlendirme gayretleri ile
kesişmektedir. Bu kapsamda ABD’de faaliyet gösteren “Vatanseverler
Hareketi”, Meksika’da “Zapatista Hareketi” ve benzeri yapılanmalar ABD’nin
daha güçlü küresel muhalefetin oluşmasını engellemektedir.
-4-
Movement (Küçük yerleşim birimlerinin hakları hareketi), Çevre karşıtı Wise Use
(akıllı kullanım) koalisyonu, Ulusal Vergi Mükellefleri Derneği (National Taxpayer’s
Union) ve “Ortak Hukuk Mahkemelerinin (Common Law Courts) Savunucuları gibi
grupları bir araya getirmektedir. Vatanseverler gevşek bir ilişki ile güçlü bir
Hıristiyan Koalisyonu’nun yanısıra birkaç militan grubu da içinde barındırır.
Vatanseverler National Rifle Association (Ulusal Silah Derneği) ile sıkı işbirliği
içerisinde, Senato ve Temsilciler Meclisinin üçte ikisinin desteğine sahiptir. ABD’li
vatanseverler kayıtlı üyeleri ile 5 milyon kişi olup sempatizanlarının sayısı Senato
ve Temsilciler Meclisinin tutumu ile orantılı olarak değerlendirilebilir. Yani ABD
derin devletinin görünen eli Vatanseverler ve Milis güçleridir.
“Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (resmi olarak hükümetler
arası bir şemsiyenin altında) güçlü bir uluslar arası bürokrasi oluşturmasına
karşın, siyasal iktidar uluslar arası mali kuruluşlara ve bunun büyük hissedarlarına
(yani zengin ülkelerin hükümetlerine) dayanmıyor. IMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü (WTO), idari yapılar, yani kapitalist sistem içinde işleyen ve
egemen ekonomik ve mali çıkarlara tekabül eden düzenleyici kurumlardır…
Tehlikede olan, söz konusu uluslar arası bürokrasinin uluslar arası ekonomileri
piyasa güçlerin planlı şekilde manipüle edilmesi aracılığıyla denetleme
yeteneğidir...”
8
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 116-132
9
CHOSSUDOVSKY, M.; Yoksulluğun Küreselleşmesi, IMF ve Dünya Bankası Reformlarının İçyüzü,
Çeviren: Neşenur DOMANİÇ, Çiviyazıları / Kamera, İSTANBUL,1999, s.16
-5-
Chossudovsky bu iddiası ile ABD devlet kurumları ve BM örgütünün ABD siyasi
kurumlarından menkul olduğu izlenimi vermekte ve ABD’li vatanseverlerle
paradoksal bir benzerlik göstermektedir.
Birinci düzey: Çağdaş milliyetçilik egemen bir ulus – devletin inşasına yönelik
olabilir veya olmayabilir. Uluslar devletlerden bağımsız olgulardır. Amerika
kıtasındaki yerliler, İspanya’daki Katalanlar, Türkiye’deki Kürtler bu kapsamda
gösterilmektedir.
İkinci düzey: Ulus ile halk arasındaki farkın belirsiz hale getirildiği Fransız
Milliyetçiliği halkların kültürel haklarını gasp etmiştir. Yani halklar ulusların etnik
birimleri olarak kendileri ile ilgili kararların alınmasında bazı farklı haklara da
sahip olabilmelidir.
Üçüncü düzey: Bugünün milliyetçiliği aslında etnik elitlerin küresel elitlere karşı
bir tepkisi ile anlamlandırılmaktadır. Hâlbuki halkların, etnisitenin tarihsel
10
CASTELLS, M; age, s.3-4
11
CASTELLS, M; age İkinci cilt, s. 14-18
12
CASTELLS, M. age 44-48
-6-
olgularla zenginleşen ortak belleği daha güçlü bir milliyetçilik ortaya çıkarabilir.
Bu milliyetçilik ancak dinsel bir inanış ile karşılaştırılabilir.
Ulusal kimliğin ortaya çıkışı da dört ayrı grupta toplanan etkenlerle şöyle formüle
edilmektedir.
Asal etkenler: Etnisite, ülke, dil ve din gibi değiştirilebilmesi zor ve bir inanç
gücü taşıma özelliği gösteren etkenlerdir.
-7-
olarak görece artan refah düzeyi ile birlikte feminist hareketlerin manevra
sahasını daraltmıştır. Nitekim CASTELLS bu gözlemi “eğer feminizm, kadın
hareketlerine dahil olup da kendini feminist olarak nitelemeyen kadınları, hatta
bu terime itiraz eden kadınları dahi kapsayacak bir çeşitlilik gösteriyorsa, bu
sözcüğü (Charles Fourier’in icadı olan bu terimi) kullanmayı sürdürmek, hatta
feminist bir hareketin varlığından söz etmek anlamlı mıdır?..14” tarzında dile
getirmektedir.
Üçüncü olarak dünya çapında çok sayıda yoksul cemaat, 1980’lerde Şili’de
Santiago’da ya da Lima’da ortaya çıkan aşevleri örneğinde olduğu gibi kolektif
14
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 331
15
Gay ve lezbiyenlerin çoğunluğunu muhafazakarlığı ile tanınan Ohio eyaleti (Fethullah GÜLEN’in mekanı)
vatandaşlarından oluşması dikkat çekicidir.
16
CASTELLS., M. age İkinci Cilt s. 87
-8-
ayakta kalma çabası içerisindedir. Türkiye’deki cemaat dayanışmasının tarihi
daha gerilere götürebilmek mümkündür ancak burada söz konusu olan içeriği
siyasal muhafazakârlıkla doldurulmuş cemaatçiliktir. Latin Amerika, Türkiye dâhil
bütün Asya’da kentlerin varoşlarında cemaatler dayanışma ve karşılıklılık ağlarına
dayanarak (farklı din veya mezhebe mensup olan cemaatlerin dayanışması,
örneğin Fethullah Gülen cemaati ile Katolik kilisesinin işbirliği gibi), genelde cami
ve kiliseler etrafında ya da uluslar arası finansmana sahip hükümet dışı örgülerin
(NGOs) desteğiyle, kimi zaman da solcu entelektüellerin yardımıyla kendi “refah
devlet”lerini (sorumlu kamusal politikaların eksikliğinden dolayı) kurmuşlardır.
Yani bugün cemaatler mensuplarına devletin sağladığı kamu desteğinden daha
yaygın ve etkin hizmet sunabilmektedirler. Bu tablo gelişmiş ülkelerin cemaat
amaçları açısından “özgürlükçü ulusal çimentonun sıkışması” etkisi yaratırken az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde “bölücü” etki yapabilmektedir.
17
Sanchez, Magaly ve Pedrazzini, Yves, Los Malandros: la culture de l’urgence chez les jeunes de quartiers
populaires de Caracas. Fondation Humanisme et Développement, Paris, 1996
-9-
yükselebilmektedir. Aynı yapılanma ABD dışında kalan AB ve NATO gibi merkezi
bürokrasiler için de geçerli olmaktadır.
-10-
olmayanları, ‘insanı insan olarak görmeme21’ inancından kaynaklanan katliamlar”
her ne kadar “insanlık değerleri, eşitlik ve özgürlük gibi yaygın ve saygıdeğer
sloganların” arkasına gizlenilse de Fundamentalist inancın çirkin yüzünü Irak ve
Afganistan gibi coğrafyalarda su yüzüne vurmaktadır.
-11-
ve veto etme hakkını elinde tutmaktadır. Daha geniş bir perspektiften
bakıldığında AB-D’nin toplam kontrolü yüzde 85’düzeyindedir24. IMF ve Dünya
Bankasının Ekim 2009 İstanbul toplantıları esnasında yaptıkları toplantılar
esnasında IMF ve Dünya Bankasının yüzde 3’lük bir kısmının gelişmekte olan G-20
ülkelerine bırakılması tamamen küresel meşruiyeti sağlamaya yönelik bir
dezinformasyon faaliyeti olarak kabul edilmektedir. Bununla beraber diğer
ülkelerin Bretton Woods kurumlarına alternatif kurumsal bir dayanışma
yaratamamaları küresel ekonomi ve ticaretin açmazı olarak görülmektedir. Genel
tabloya bakıldığında en azından 10 – 15 yıllık bir süreçte küresel ekonominin
patronları AB-D ve Bretton Woods kurum ve kuruluşları olmaya devam edeceği
değerlendirilmektedir.
24
Monbiot, G. (2004) The Age of Consent. London: Harper Perennial.
25
Küresel finans merkezilerinin bu ülkelere geçiş nedenini ülkemizden bir örnekle açıklayalım: AB-D’de
mortgage kredilerinin karşılığında sadece sözkonusu konut ipotek altına alınabilmektedir. Oysa Türkiye’de
sözkonusu konutun dışındaki ev, araba ve hatta yakınlarınızın mal varlıkları dahi faiz farklarının geri ödemesi
için ipotek altına alınabilmektedir. Kısacası ÇHC, Hindistan, Singapur, Hongkong gibi ülkelerde bankacılık
yapmak riskli değildir, aksine kar marjı yüksek yatırımlardır. Türkiye’de halkımızın bilinçlenerek küresel finans
kuruluşları ve bankaların bu türlü hukuksuz işlemlerine karşı direnmesini teşvik etmek gerekmektedir.
-12-
ABD; Yeni Dünya Düzeninde küresel sermaye hareketleri için işbirlikçi devletlerin
iç istikrarını en azından şimdilik “insan hak ve özgürlüklerine” tercih etmektedir.
Bu kapsamda başta ÇHC ve Hindistan gibi ülkelerdeki insan hakları ihlallerini
gündeme taşımaktan titizlikle kaçınmaktadır. Diğer taraftan Burma, İran ve Kuzey
Kore gibi ülkelerin yanısıra küresel istikrarın temini için değişim geçirmesine
inanılan Türkiye’deki gelişmeler operasyonel amaçlar için devamlı mercek altında
tutulmaktadır.
26
CASTELLS, M.; Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür Birinci Cilt Ağ Toplumunun
Yükselişi, Çeviren : Ebru KILIÇ, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005, s. 459-474
-13-
gerekli yeteneklere sadece saat yapımcılarının sahip oldukları’ gerekçesi ile
koruma sağlanmıştır27.
ABD’de sektörel koruma politikasının bir biçimi olarak askeri üretim politikası
farklı damgalar getirmektedir. Burada AR-GE yatırımları öncelik kazanmaktadır.
ABD’nin AR-GE kurumları ile işbirliği yapan endüstri dallarının dünyada önemli bir
rekabet gücüne kavuştukları bir gerçektir. Nitekim ABD devlet üretimi olarak
GSMH yüzdesi esas alındığında Japonya’da yapılan üretimin iki misline denk
geldiği görülmektedir. ABD’de ileri teknoloji sektöründe yer alan firmaların
tamamı devlet desteğinden faydalanmaktadır.
-14-
ülkeler de, bu grubu desteklemişlerdir. İhracatı sürdürürken rekabet şansı az
olan üreticilerini dış pazarların rekabetinden korumak isteyen AB ve onun
tarafında yer alan ülkeler ise ticarette liberalizasyonu engellemeye, en
azından sınırlı tutmaya çaba göstermişlerdir.
31
HIGASHI;S. The Policy Making Process in FTA Negotiations: A Case Study of Japanese Bilateral
EPAs, IDE DISCUSSION PAPER No. 138, INSTITUTE OF DEVELOPING ECONOMIES (IDE), JETRO
3-2-2, WAKABA,MIHAMA-KU, CHIBA-SHI CHIBA 261-8545, JAPAN 2008, s. 3-24
32
World Development 1999/2000, s.256-257’den aktaran KORAY, M. Sosyal Politika, İmge Yayınevi, İkinci
Baskı, Ankara, 2005, s.96-97
-15-
sonuçlara göre gelişmiş ülkelerin istihdam yapısında aşağıdaki özellikler göze
çarpmaktadır33:
1955 ile 1980 yılları arasında sendika üyeliği ABD ve krallıkla idare edilen
Hollanda hariç tüm gelişmiş ülkelerde artmıştır. Bu dönemde ABD’de sendikalı
emekçi oranı yüzde 32’den yüzde 25’e Hollanda’da ise %44’den %41’e inmiştir.
Federatif bir yapıda olan Kanada’da bu oran %30’dan %35’e, Almanya’da
%38’den %41’e yükselirken, diğer bütün ülkelerde ortalama yüzde 10
seviyesinde artış gözlenmiştir35.
1.4 Güvenlik
33
CASTELLS, M.; Age, s. 310-311
34
OECD, İstihdam Değerlendirmesi (Employment Outlook), değişik yıllar
35
WINDMULLER, John P. Collective Bargaining, ILO, 1987, s.19’dan aktaran KORAY, M. Sosyal Politika,
İmge Yayınevi, İkinci Baskı, Ankara, 2005, s.96-97
-16-
Okyanusu bölgelerinde operasyonel faaliyetlerde bulunma iradesi geliştirmiştir.
Üye ülke sayısının artışı NATO’da karar verme sürecini hantallaştırmamış, eski
SSCB ülkeleri ile “Barış İçin Ortaklık” gibi çeşitli düzeylerde sağlanan işbirliği
platformları aracılığı ile etkinlik alanını genişletmiştir.
Birçok ulus – devletin yanısıra terör örgütlerinin kitle imha silahlarına sahip
olabilmesi bütün devletlerin güvenlik politikalarında yapabilecekleri en küçük
hatalarından dolayı beklenmedik kayıplar verme, bir anlamda “terörün vetosu” ile
karşılaşma olasılığını artırmaktadır.
ABD’nin 11 Eylül 2001’de terörist bir saldırıya hedef olması ABD’nin küresel
siyaset stratejisini yeniden belirlemesine zemin hazırlamıştır. Bu stratejinin
bileşenleri36;
36
CASTELLS, M; age, s.438-441
-17-
- ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak gerektiğinde ekonomik korumacılığa
ve çevreci tek yanlılığa başvurmak,
- ABD ulus – devletinin egemenlik ve bağımsızlığını korumak,
- ABD çıkarlarını her ne pahasına olursa oldun diğer ulus – devletlere kabul
ettirmek,
Küresel çevrede yer alan ülkelerin üniter ulus – devlet yapısını korumaya çalıştığı,
bununla birlikte AB gibi bölgesel federasyonlara uyum sağlama çabaları sonucu
ulus – devlet yapılarının çözülmeye başladığı ifade edilebilir. Dahası bölgesel veya
küresel uyum sürecinin doğal bir sonucu olarak devlet bürokrasileri içerisine
Washington (ABD veya BM bürokrasisini temsilen) ve/veya Brüksel merkezli
danışmanlar/denetimciler yerleşmiş ve çevre ülkelerin bürokratik yapılarını
dönüştürmeye başlamışlardır.
-18-
Küresel çevre Anglo Sakson ve Yahudi kültürü dışında kalan ve birbiri ile
çelişkileri bulunan geniş bir kültürel çeşitlilik göstermektedir. Merkeze yakınlık
durumuna göre en yakın çevrede AB bulunmakta, Hispanik, Hint, Japon,
Konfüçyüs, Rus medeniyetleri bunu takip etmektedir. Merkeze en uzak kültür
olarak kendi arasında da farklılık ve çelişkiler barındıran İslam Ülkeleri yer
almaktadır. Küresel güçlerin yönlendirdiği “yerellik” tepkileri veya din, etnisite
gibi farklılıklarla ayrıştırılması politikaları kapsamında binlerce farklı kültürel
değer örgüsü çevre ülkelerinin “yönetilebilir devlet” yapısını zorlamaktadır.
NATO merkezli güvenlik yapılanmaları dışında kalan ülkeler Barış İçin Ortaklık
(PfP) kapsamında NATO’nun stratejileri ile uyumlulaştırılmışlardır. PfP yapılanması
ÇHC, Hindistan ve RF gibi ülkeleri de kapsadığından NATO’nun küresel güvenlik
stratejilerine düzenli silahlı güç olarak ciddi bir muhalefet geliştirmek mümkün
görülmemektedir. Bu nedenle NATO karşıtı silahlı güçlerin ya İran ve Kuzey Kore
gibi nükleer silahları merkeze koyan ya da El Kaide gibi “asimetrik stratejileri”
benimseyen terörist faaliyetler kapsamında örgütlenmelere gitmeleri
gerekmektedir.
Küresel silah ticaretinde ABD’nin payı giderek büyürken, RF, ÇHC, Brezilya gibi
ülkelerin payları azalmaktadır. NATO içerisinde veya bilinen silah üreticileri ve
batılı şirketler ile işbirliği yaparak silah sistemlerini üreten diğer ülkeler (Brezilya,
Hindistan, Türkiye veya Mısır’ın savunma sanayi ürünleri gibi) bölgesel pazarlar
için uygun maliyetleri sırtlanmaktadırlar. Zaten teknolojik olarak ABD silah
sistemlerinin gerisinde kalan diğer ülkelerin bir anlamda polis güçleri için silah
sistemi üretmek zorunda kalabilecekleri değerlendirilmektedir.
-19-
saldırılar (örneğin RF yapımı S-300 füzesi ile korunmaya çalışan ülkelere nereden
atıldığı belirsiz serseri füzelerin vurması gibi) olası görülmektedir.
Ulus – devletleri tehdit eden olgular sadece rakip ulus – devletler veya küresel
güvenlik sistemleri değildir. Ulus – devletlere musallat olan güçler arkalarında
güçlü devletlerin bulunduğu (örneğin PKK’yı destekleyen AB-D gibi) terörizm ya
da intihar saldırılarına başvuran cemaatçi gruplardır. Uluslar arası bir suç ağı
oluşturmuş terörist örgütlerle mücadelede ulus – devletlerin kendi olanakları ile
başarılı olması beklenmemektedir. Bu nedenle ulus – devletin güvenlik
birimlerinin önemli bir kısmı giderek uluslar arası polis operasyonlarının bir
parçası haline dönüşmektedir37. İkinci durumda cemaat içindeki grupların ya da
yerel çetelerin ulus – devlete üyeliklerinden feragat etmeleriyle birlikte devlet
toplumun yarısına kök salmış şiddete karşı savunmasız hale gelmekte, sanki
devlet sürekli gayrinizamî savaş içerisindeymiş gibi bir durum ortaya çıkabilir38.
Bu durumda devlet bir ikilemle karşı karşıya kalmaktadır: Şiddet kullanmazsa
devlet olarak silinip gidecektir, yarım yamalak şiddete başvurursa kaynaklarının
ve meşruiyetinin önemli bir bölümünü yitirecektir; çünkü böylesi bir durum sonu
gelmez bir olağanüstü hal anlamına gelecek ve devlet bu yıpratma savaşından
yenik olarak çıkacaktır. Sonuçta devletin meşruiyeti için şiddet tekelini sınırlı bir
mekânda, kısa süreli ve etkili olarak kullanması ve bekasına meydan okuyan
tehdidi uzun süre için veya tamamen bertaraf etmesi gerekmektedir. Böylesi bir
sonucun alınabilmesi için devletin yapısının hem yurtiçinde hem de yurtdışında
geniş ve çok çeşitli ağlarla güçlendirilmesi gerekmektedir.
Başarılı bir ulus – devletle başarısız bir ulus – devletin ağ yapısına çarpıcı bir
örnek vermek gerekirse ABD ile Türkiye’yi karşılaştırmak yeterli olabilir. Amerikan
üniversitelerinde bilim ve mühendislik alanlarında doktora eğitimi görenlerin
yüzde 50’si yabancı öğrencilerden oluşmaktadır. Bu öğrencilerin çoğunluğu her
yıl 200 bin kadarı ABD’de çalışmak üzere yerleşmektedir. ABD’nin teknolojide
küresel tekel oluşturabilmesinin sırrı budur. Türkiye ise insan ithalinde sadece
Asyalı ve Afrikalı niteliksiz kaçak göçmenler ve ithal futbolcular (önde gelen futbol
kulüplerinin yüzde ellisi yabancı futbolculardan oluşuyor) açısından dikkati
çekmektedir.
ÇHC, Kuzey Kore, Küba ve Venezuela gibi sosyalist ülkelerdeki toplam nüfusunun
1.5 milyar dolayında olduğunu, devletçi uygulamaların devam ettiği, bununla
beraber bu ülkelerin dünyanın geri kalan kısmı ile çeşitli düzey ve vasıtalarla
işbirliği yaptığı bilinmektedir. Merkez ülkelerle birlikte küresel ekonomiye entegre
olmuş ulus – devletlerde özelleştirme, kuralsızlaştırma (deregülasyon) politikaları
ile birlikte yabancıların ekonomideki payları yükselmiştir. Nitekim Pekin, İstanbul,
Dubai, Bombay, Moskova gibi borsalarda yabancı paylarının yüzde 70 – 85
düzeylerinde seyrettiği görülmektedir.
Küresel anlamda neo – liberal politikaların genel bir kabul görmesine rağmen
çevre ülkelerin ekonomiye müdahale oranları merkez ülkelere göre daha düşük
37
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla ilgili birimler başta olmak üzere uluslar arası anlaşmalarla kabul edilen her
türlü sorumluluğun karşılığında emniyet, istihbarat birimleri daha üst bir organizasyon lehine bazı yetkilerini
devretmektedir.
38
PKK’ya karşı el altından Hizbullah veya Hizbut Tahrir gibi dinsel cemaat ve terör örgütlerinin desteklenmesi
veya faaliyetlerine ses çıkarılmaması gibi. Nitekim AKP hükümeti; Aralık 2009’da, Güneydoğu illerinde PKK
eylemlerine karşı cemaatlerin ayaklanmasına, dinsel ve dinci terör örgütlerinin sembollerinin alenen
kullanılmasına göz yummuştur.
-20-
düzeylerde seyretmektedir. Merkezden uzaklaştıkça çevre ülkelerde kayıtdışı
ekonominin payı ve insanların kendine yeterlik düzeyleri artmaktadır. Bir
anlamda çevre ülkelerde gözlemlenen olgu “kendine yeterlik ve kapalı ekonomi”
nin ön plana çıkmasıdır. Bazı durumlarda az gelişmiş ülkelerde bütçe içindeki
“sosyal politika payları” artıyor gözükse de bu durum genellikle geçici bir dönemi
kapsamaktadır.
Çevre ülkelerde tarım sektörü merkez ülkelere göre daha yaygındır. Ayrıca klasik
imalat sanayinin ekonomi içerisindeki payı yabancı ortaklıklarla birlikte giderek
artmaktadır. Dolayısıyla az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yabancı sermaye
yatırımlarını ülkelerine çekebilmek ve istihdam yaratabilmek için emek ve emeğin
örgütlenmesi aleyhine düzenlemelere gitmek durumunda bırakılmaktadırlar.
Çevre ülkelerde “devlet” genellikle kutsanmış ve soyut bir güç olarak öğretilerde
yer almaktadır. Ekonomi başta olmak üzere birçok faaliyet ve sosyal yaşama ait
pozitif haklar devletin koruması altındadır. Bununla beraber merkez ülkelerinin
çevre ülkelere dayattığı özelleştirme, kuralsızlaştırma ve ticaretin liberalizasyonu
süreçleri toplumsal dokuda ulus – devlete olan güveni ve bağı derinden sarsmaya
devam etmektedir. NAFTA ve AB gibi bölgesel Pazar ittifakları çevre ülkelerin
ithal vergilerini sıfırlarken bu pazarlara girişi giderek zorlaşmaktadır. Diğer
taraftan iletişimde yaşanan devrimle birlikte ulus – devlet hükümetleri merkez
ülkelerdeki tüketim kalitesinden etkilenmeme gibi bir şansı yitirmişler, “kapalı
ekonomi”nin sağladığı avantajları işbirlikçi ithal ikamecilerine terk etmek zorunda
kalmışlardır.
-21-
olabilmektedir. Sonuçta bu türlü bir sürecin sonunda köşeye sıkış(tırıl)an ulus –
devletin bir kısım sorumluluklarını ya “yerel40” veya “bölgesel41” siyasi kurumlara
devretmeleri beklenmektedir42.
Ulus – devletin meşruiyet krizine siyasi partiler arasındaki açık rekabet üzerine
kurulmuş siyasi sistemin güvenilirliği krizini de eklemek gerekmektedir.
Medyanın dar değer yargıları içerisine sıkışıp kalmış, kişiselleştirilmiş liderliğe
indirgenmiş, teknolojik olarak yönlendirmelere açık, yasadışı finansmana teslim
olmuş, skandal siyasetiyle yönlendirilen siyasal parti sistemleri cazibesini ve
güvenirliğini yitirmiştir. Nitekim sadece Türkiye’de değil bütün dünyada
güvenilirlik sıralamasında siyasi partilere güvenmeyen kitlelerin oranı yüzde 50-
60 aralığından aşağıya düşmemekte, bu bulgu 1999 yılında GALLUP’un BM için 60
ülkede 57 bin kişi ile yaptığı görüşmelerden elde edilen bilgilerle de teyit
edilmiştir. Aynı araştırmada en güvenilir kurumlar sırasıyla, Silahlı Kuvvetler,
Eğitim Kurumları, Hükümet Dışı Örgütler, polis, dini örgütler ve sağlık kuruluşları
şeklinde ortaya çıkmaktadır43. Siyasal düzene olan güvenin kaybolması ile birlikte
seçimlere olan ilgi ve katılım da azalmaktadır. Dolayısıyla hükümetlerin
meşruiyeti konusundaki tartışmalar sıklıkla gündeme gelebilmekte, kriz
ortamlarında devletin yasal yaptırımları uygulayabilme becerisi sınırlanmaktadır.
40
Türkiye için belediyeler veya PKK’nın istediği gibi “Kürdistan Parlamentosu” yerel yönetim kapsamındadır..
41
Türkiye için AB, BM veya BOP’tan ortaya çıkacak vesayet kurumları kastedilmektedir.
42
CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.423
43
GALLUP Millenium Araştırması (2002), Esteve Ollé’den aktaran CASTELLS, M; age, İkinci Cilt, s.520
-22-
Çevre ülkelerin karşı paradigmaları olarak sahneye çıkmaktadır. ABD Vatansever
ve Milis Örgütleri ile Küreselleşme Karşıtı Hareketlerin genellikle merkezin
politikaları ile çatışma içerisinde olmadığı ifade edilebilir.
-23-
2.6.3 El Kaide:
El Kaide lideri Usama Bin Ladin; 23 Şubat 1998’de Dünya İslam Cephesinin
kuruluşunu şu sözlerle açıklamıştır:
“Kitabı indiren, bulutlara hükmeden, ihtilafları yenen, Kitabında ‘yasak aylar geçip
gittikten sonra, nerede olurlarsa olsunlar putperestlerle savaş, onları kılıçtan
geçir, onları yakala, kuşat, her pusuda onları bekle’ diyen Allah’a hamdolsun ve
‘ben ellerin arasında kılıçla, Allah’tan başka kimseyi tapılmasın diye gönderildim;
hayatımı mızrağımın gölgesinin altına koyan ve emirlerime karşı gelenleri
aşağılanmaya, hakir görülmeye maruz bırakan Allah’a tapılsın’ diyen
peygamberimiz Hz. Muhammed bin Abdullah’a selam olsun46”
45
Aktaran CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.142
46
GUNARATNA, Rohan, İnside al – Qaeda: Global Network of Terror, Colombia University Press, New York,
2002, s.88’den aktaran CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.142
-24-
işbirliği yaptığını ileri sürmektedirler47. Diğer taraftan Cayman Adaları ve
Bahamalar’daki finansmanın ana hedefinin ÇUŞ’lerin ellerindeki finansmanı ABD
anakıtasına aktarmak olduğu konusunda teyit edilmiş bilgiler bulunmaktadır48.
Bir anlamda ABD yönetiminin küresel kara para aklama operasyonunun kendi
anakıtası dışına çıkanlara düşman olduğu ve “kara para aklama” operasyonlarını
El Kaide gibi örgütlerin üzerine yıkma amacı taşıdığı düşünülebilir.
-25-
- Farklı ideolojiler ve geleneklerden anarşistler ve özerk gruplar,
- Toplumlarına karşı şiddete dayalı bir isyan gösteren genç insanlar,
- Hem ana çizgiden (Komünistler, solcu sosyalistler) hem de radikal sol
çizgiden (Troçkistler) eski solcu partiler,
- Bazı bağımsız entelektüeller,
Sovyetler Birliği liderliği ile yükselen Dünya Sosyalizmi küresel anlamda ideolojik,
politik, sosyal, kültürel ve askeri ilişkilerin doğasını 1992 ye kadar yaklaşık 70 yıl
boyunca değiştirmiştir. Küresel anlamda kapitalist ve sosyalist iki kampa
bölünmüşlük bir yanılsama değildi ve bu derin ayrışma derin bir politik, ekonomik
ve kamu idaresi ayrışması anlamına da geliyordu. Her şeyden daha da önemlisi,
endüstriyel olarak gelişmiş batı ülkelerinin birçok avantajları Üçüncü Dünya
Ülkeleri tarafından uzun süre göz ardı edilmiştir. Dünyanın iki kutuplu olarak
ayrışması İkinci Dünya Savaşından sonra daha da derinleşmiş, Sovyetler Birliğinin
de - yirmi milyondan fazla insan kaybetmiştir- içinde bulunduğu müttefikler;
küresel üstünlük iddiasında olan Nazi Almanya ile Japonya’yı yenilgiye
uğratmışlardır. Eğer bu iki ülke başarıya ulaşmış olsalardı diğer ulusların
kaderleri ne olabilirdi? Ancak buradaki esas sorun bu değildir. Açık olan bir
husus varsa Hitler ve Mussolini’n de istekleri “Yeni Dünya Düzeni” idi. Hitler’in
vizyonu Almanya’nın kontrolü altında küresel bir sistem kurmak olduğu ve
beyninde küresel bir sistem kurguladığı şeklinde olabilirdi.
50
CASTELLS, M. age, ikinci cilt, s.200
-26-
Kısacası, Soğuk Savaş dönemi insanlık ve ülkelere etki eden en önemli değişiklik
olmuştur. Sosyalist sistem ve gerçekten çok büyük bir tekeli ifade eden ekonomi;
profesyonel ve iyi eğitilmiş çok büyük bir kamu yönetici kadrosuna gereksinim
duymuştur. Batılı kapitalist devletler; sosyalist ülkelerle rekabet edebilmek için
ülke içinde ve dışında aşırı miktarda altyapı yatırımlarına yönelmiş, kapitalist
ülkelere göre daha az istismarcı olan sosyalist ülkeler bu rekabette nispeten daha
az başarılı olabilmişlerdir.
-27-
güçlerin yıkılışı ve yeni küresel çağ kamu yönetimi ve kamu idaresi konusunda
önemli olduğu kadar ile çelişen yansımalarının bulunması gibi.
Dünyaya liderlik eden hegemon tek ülke olan ABD; müttefikleri ile birlikte aynı
ideoloji ve hedefleri paylaşmaktadır. Gelişmiş ve gelişmekte olan, neredeyse tüm
dünya, kendi pozisyonlarını ABD ve diğer batılı ülkelere göre ayarlamaya
zorlanmaktadır. Şüphesiz, ABD’nin üstünlüğü altında değişen bu yeni dünya
düzeninin olumlu ve olumsuz birçok yönleri bulunmaktadır. Sosyal bilimciler bu
türlü söylemlerde asgari ölçüde eleştirel terminoloji geliştirmektedirler. Bazı
kamu yöneticileri belirginleşmeye başlayan yeni dünya düzeninin kamu yönetimi
üzerine olan etkilerini analiz etmeye oldukça isteklidirler. “Küreselleşme”
konsepti piyasada bulunan ders kitaplarının içerisinde yer almazken, kamu
yönetimi ile ilgili yayınlarda sıkça kullanılan bir terminoloji haline dönüşmüştür.
Küreselleşme ve küresel karşılıklı bağımlılık deyimleri birçok konferans ve yayının
başlıkları haline gelmiştir. Bazı teorisyenler daha da ileri giderek evrensel, küresel
anlamda kamu idaresi teorileri geliştirmeye çalıştılar, bazıları da “küresel köyde”
kamu yönetimi gibi hayaller kurdular.
Yeni Dünya Düzeni söylemi yeni bir şey değildir. Gerçekte, bu eski bir krallık
meydana getirmek kadar eski bir düşüncedir. Büyük Cyrus bilinen bütün eski
dünya topraklarının tamamını fethettikten ve kendi “Dünya Devleti” Pers
Krallığını kurduktan sonra ana düşüncesi kültürler arası diyalogla bütün insanlığı
barış, gönenç, istikrar, kültürel ve dinsel hoşgörü prensipleri etrafında ve Pers
Krallığı altında birleştirmek olmuştur. Pers Krallığının Dünya Düzeni askeri güç ve
altın sayesinde iki yüz yıl kadar sürdürülmüştür. Askeri gücün uygun olmadığı
durumlarda altın veya her ikisi birden devreye girerek düzenin devamı
sağlanabilmiştir. Benzer şekilde Büyük İskender de kendi Dünya Düzenini
kurmuştur. Romalılar ve onu takip eden bütün güçlü imparatorlukların ana fikri
böylesi bir düzeni gerçekleştirmek olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarından hemen sonra da Yeni Dünya Düzeni fikri moda bir düşünce halini
almıştır. Yirminci yüzyılın son zamanlarına kadar ABD ve SSCB tarafından
paylaşılan bir “Yeni Dünya Düzeni” bulunduğu da bilinmektedir.
Bu düzen doğal olarak iki kutuplu, rekabete, şüphe, düşmanlık ile insan
kaynaklarının, doğanın, malzemenin ve yaşamı çevreleyen bütün teknolojilerin
israfına dayanmakta idi. Sonuçta, uluslar arası siyasileri, idarecileri, teorisyenleri
ve benzerleri ayrım çizgisinin nerede olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Oyunun
kuralları bu iki kutuplu sisteme göre ifade ediliyor ve olaylar geniş ölçüde bu
yaklaşıma göre öngörülebiliyordu.
-28-
“birbirlerinin sınırlarına saygı gösterdikleri ve müşterek güvenlik çıkarlarını
korudukları” bir sistemi ifade etmektedir. Güçlü ülkelerin diğer ülkelerin iç
düzenine karışmadıkları, daha çok istikrarsız bölgelerde birlikte önlem almaları
sözkonusu olabilecektir. Körfez Savaşı; Yeni Dünya Düzeninin kurulması için bir
mücadele olarak savunulmaktadır. Gerçekte, bu uluslar arası kriz süresince,
Bush; “bu savaş doğrunun yanında veya karşısında olanları saptamaktır” şeklinde
niteleme yapmıştır.
- ABD; dünya tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde bütün dünyayı yok
edebilecek bir askeri güce sahiptir,
- ABD ekonomisi bütün dünyayı kavrayan bir ekonomik gücü ifade
etmektedir.
- ABD hem yurt içinde hem de yurt dışında krizlerle mücadelede başarılı bir
performans gösterebilme yeteneğindedir,
- ABD kültürünün diğer kültürleri etkileme gücü tartışılmaz düzeydedir,
- ABD kendisinin ilan ettiği piyasa ekonomisinin her düzeyde
savunuculuğunu yapmaktadır,
- ABD ekonomik ve askeri alanlarda küresel anlamda manevralar yapmak
için gerekli politik güce sahiptir,
- ABD; BM Örgütünü yapacağı bütün faaliyetlerin meşrulaştırıcısı haline
sokma kabiliyetindedir,
- ABD görece genç bir nüfusa sahiptir,
- ABD ile rekabet edebilecek bir başka devlet bulunmamaktadır,
- Kapitalizm ve bu sistemin dünya üzerinde yarattığı tartışmasız üstünlüktür.
ABD çok kısa bir süre içerisinde olağanüstü bir ekonomik ve askeri güce ulaşmış
ve genç nüfus bu gelişmeyi destekleyecek enerji ile doludur. ABD’nin ulusal
çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak Yeni Dünya Düzeninin ana eksenini teşkil
etmektedir. BM ve BM’in çatısı altında yeralan sayısız organizasyonlar Yeni
Dünya Düzeninde uluslar arası politikada özellikle ABD hegemonyası ve
öncülüğünde önemli roller üstleneceklerdir. Bu durum küresel faaliyet veya
hareketsizliğin meşrulaştırma kanalı şeklinde hizmet edecektir. Ulusal Egemenlik
Uluslar arası Toplumun Faaliyetleri tarafından ikincilleştirilebilir, “Dünya
Yönetimi” “Küresel İdare” ile birlikte ortaya çıkabilir.
Her olasılık ABD’nin 21nci yüzyılda tartışmasız bir şekilde Yeni Dünya Düzenini
destekleyici bir durumda kalacağını göstermektedir. Bu gelişen ve gelişmekte
olan ülkeler için hangi anlama gelmektedir? Bu konuyu incelemek bizim
amaçlarımızı aşmaktadır, ancak, bu durumun gelişmekte olan ülkelere etkisi
gelişmiş ülkelere olan etkisinden daha fazla olacaktır. Geçmiştekinden farklı
-29-
olarak, yeni dönem Kuzey – Güney arasındaki çatışmalar ve mücadeleleri
yansıtacaktır. Yeni Dünya Düzeni gelişmekte olan ülkeler ve onları kamu
yönetimi açısından büyük gelişmelere neden olabilecektir. Gelişmekte olan
ülkelerin ekonomik, politik, sosyal, kültürel, güvenlik, askeri sistemlerini kapsayan
bir ağ şeklinde karmaşık yapılar ön plana çıkabilecektir. Bazı istisnalar olsa bile
(İran ve Kuzey Kore gibi) çok az ülke bu sistemlerin dışında kalabilir.
İki kutuplu dünya düzeninde, iki süpergüç ve onların müttefikleri gelişmekte olan
ülkeleri destekleyerek onların koloni düzeninden kurtulmalarına veya iç
kargaşalardan korunmalarına yardımcı olabilmişlerdir. İki süpergüç milletlerin
uluslar arası toplumdaki durumlarını birbirlerini kontrol ederek dengelemişlerdir.
Yeni Dünya Düzeninde gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkelere karşı eskiden
olduğu gibi dengeleyici bir sistem de olmayacak, gelişmekte olan ülkeleri birçok
yönden köşeye sıkıştıran baskılar ortaya çıkabilecektir. Daha sonra da
göreceğimiz gibi bu durumun bütün gelişmekte olan ülkelere ve birkaç gelişmiş
ülkeye olumlu ve olumsuz etkileri görülebilecektir.
3.2 DEMOKRATİKLEŞME
-30-
için önemli görülmektedir. Bununla beraber, para; kamu politikalarının oluşumu
ve işlemesi yanısıra çoğulculuğun tesisi için de temel araçtır. Muhafazakârlar
hükümetlerin ekonomi konusuna asgari müdahalesinden yana iseler de liberaller
hükümetlerin ekonomide daha aktif rol almalarından yanadırlar. Her iki bakış
açısından da seçimlerin rejimin meşruiyeti açısından temel önemine vurgu
yapılmakta, ekonominin özel girişim ve piyasa ile birlikte toplumsal değer ve
önem taşıdığı belirtilmektedir.
Bununla beraber, böylesi bir sağduyulu tanımdan şöyle bir sorun çıkabilir: “Bir
fert ya da ulus hangi ölçüde ve ne zamana kadar eşitlik ve özgürlük için
mücadele etmelidir? Bu süreye kim karar vermelidir? İran, Venezuela,
Nikaragua, Şili, Filipinler gibi ülkelerdeki diktatörler halklarının demokrasi için
hazır olmadıklarını iddia etmekte ve bekleme süreci tehlikeli bir şekilde
uzamaktadır. Seçimler temsil için yeterli bir mekanizma mıdır? Piyasa
ekonomisinin egemen olduğu bir toplumda seçimle elde edilen makamlara kimler
gelebilir? Bütün bunların ötesinde ABD gibi demokratik bir ülke kendisine yandaş
olmadığı için demokratik bir ülkede darbeler yapılmasına ve diktatörlükler tesis
edilmesine yardım edebilir mi? Bütün bunları bir tarafa bırakırsak ABD; kendisi
dışındaki demokratik olmayan ülkeleri destekleyerek demokratik bir ülke olarak
kalmayı sürdürebilir mi? Burada bir çelişki veya tutarsızlık söz konusu değil
midir? ” Bütün bunlar ortaya atılabilecek soruların sadece bir kısmını
oluşturmaktadır.
-31-
Arjantin, İran, Filipinler, Mısır, Nikaragua, Türkiye, Şili ve Zaire bütün bunlar için
çarpıcı örnekleri oluşturmaktadır.
Demokrasiyi piyasa ekonomisi ile eşit görmenin bu tutarsızlıkta payı olduğu ileri
sürülebilir. Bu nedenle küresel anlamda demokratikleşme sloganı yanıltıcı olduğu
kadar tehlikeli sonuçlara da yol açabilmektedir. Yanıltıcıdır, çünkü
demokratikleşme piyasa üstünlüğü ile eşit tutulduğunda, piyasa ve demokratik
değerler kişisel ve toplumsal birçok alanda çelişmekte ve birbiri ile mücadele
halinde olduğu görülmektedir. Bazı yazarların işaret ettiği gibi, “demokrasi için
kapitalizmin vazgeçilmez olduğunu ya da demokrasinin kapitalizmin ortaya
çıkardığı politik eşitsizliklerle çelişmediğini iddia etmek saçmalıktır.” Ancak bu
eşitleme hem siyasiler, hem sosyal bilimciler ve kamu yöneticileri tarafından
sürekli tekrar edilmektedir. Sosyalist ülkelerin piyasalaştırılması seçimler dahi
yapılmadığı ortamlarda demokratikleştirme olarak adlandırılmıştır. Dahası, Asya,
Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinin piyasa ekonomisine geçişleri
demokratikleşme olarak görülmüş ve bu devletler hür dünyanın bir parçası olarak
kabul edilmişlerdir. Siyasi partilerin serbestçe faaliyet göstermediği, örgütlenme
özgürlüğünün bulunmadığı, sendikaların faaliyet gösteremediği, ifade
özgürlüğünün bulunmadığı, birçoğunda temsile dayalı bir hükümetin
bulunmadığı, seçimlerin hileli ve göstermelik olduğu bu ülkeler demokratik
ülkeler olarak kabul görmüşlerdir. Somoza yönetimindeki Nikaragua’da halkın
rejimi devirmesinden birkaç ay öncesinde seçimler yapılmıştır. Aynı görüntüler
Şah rejimi altındaki İran ve diğer Ortadoğu ülkelerinde de ortaya çıkmıştır.
Son kırk yıldır yeni muhafazakâr demokratik teori bütün dünyaya hakim olmuş
gibi görünmektedir. Neo klasik muhafazakarların “kamu tercihi” teorisi
temelinden türetilen metodolojik bireysellik ile örgütsel ve idari sistemdeki adem
– i merkeziyetçi yaklaşımlar piyasa eksenli demokrasinin merkezinde yer
almaktadır. Bireyler tamamen kendi çıkarlarına odaklı, kendi çıkarlarını piyasada
kendisi maksimize etmeye çalışan, çıkarlarını gerçekleştirebilmek için özgür bir
şekilde politik, ekonomik ve idari bilgileri serbestçe ve yeterince elde edebilecek
kişiler olarak görülmektedir. Bu nedenle, bireyler kişisel çıkarlarını
-32-
gerçekleştirebilecekleri örgütlere serbestçe girerek iç ve dış politik çıkarlarını
geliştirebilirler.
-33-
ABD politik sisteminin iki özelliği olan “düzensizlikler içerisindeki düzeni” ve
“reaktif” karakteri üzerinde biraz durmak gerekir. Neredeyse bir asırdır, iki
ideolojik, politik ve ekonomik sistem olan muhafazakârlık ve liberalizmin birbirleri
ile uyumu ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin politika oluşturma
sürecinde kabul edilebilir veya edilemez seçenekler ortaya koymuştur. Bu
tutarsızlık toplumda sürekli olarak bir siyasi partinin yapmadığını diğerinin
yapması olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin Başkan A’nın yapmamaya çalıştığı bir
şeyi Başkan B görev olarak algılamış ve tamamlamıştır. Benzer şekilde Reagan
yönetimi Roosevelt yönetiminin yeni dönem boyunca yapmaktan kaçındığı birçok
şeyi yapmaya çalışmış ve bir ölçüde de tamamlamıştır. Şimdi 1980’li yıllarda
meydana gelen sosyal ve ekonomik hasarların tamiri yeni yönetim tarafından
karşılanmaya çalışılmaktadır. Böylesi düzensizlikler insanlara, topluma ve
ekonomiye sürekli olarak düzenli hasarlar vermektedir. Şüphesiz, bütün bunların
kamu yönetimi üzerine olan etkileri büyüktür.
-34-
temsil gücüne sahip olmamaları nedeniyle ÇUŞ’leri kontrol edememelerinden
dolayı çok ciddi boyutlarda olabilecektir. Kamu sektörü ve yönetsel fonksiyonların
tamamen piyasalaştırılmasına dayanan tam özelleştirme ve bazı yönetsel
fonksiyonların sözleşmelerle özel sektöre devrini öngören yarı özelleştirmelerin
bazı avantajları olduğu kadar dezavantajları da bulunmaktadır. Birçok yönetsel
işlevlerin özel sektör tarafından daha etkin olarak yürütüldüğünü kabul etmek
gerekir ve birçok yönetim de bunun böyle olduğunu bin yıldır bilmektedir.
-35-
Yeni Dünya Düzeni ve 1980’lerden bu yana meydana gelen değişimler;
neredeyse bütün dünya ülkelerini, özellikle gelişmekte olan ülkeleri, yeni küresel
koşullara göre yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki
yeni küresel düzene uygun yasa, norm, kural ve değerlere uyumu amaçlayan
yapısal değişimler; kamu ve özel sektör arasındaki ilişkilerin yeniden
düzenlenmesini, piyasanın etkileyebildiği politik ve ekonomik faaliyetleri
kapsayacak şekilde yönetimlerin toplumsal ve ekonomik sorumluluklarının
yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Bu yeni koşulların temel kavramları;
yeniden yapılanma, reform, yeniden tanımlama, yeniden dikkate alma, yeniden
geliştirme, yeniden entegrasyon, yeni bir sürece sokma ve yeniden icat etmek
tarzındadır. Bu yeniden yapılanma veya düzenlemelerin ABD ve diğer ülkelerin
kamu yönetimlerine etkileri büyük olacaktır.
-36-
adem-i merkezileşme, çevrenin giderek değişen önemi ve rolü, çevrenin örgütsel
uyuma ve esnekliğe olan etkisi, hizmetlerin sunumunda birden çok girişimin
koordinasyonu, benzer hizmet sahalarında veya aynı coğrafi alanlarda faaliyet
gösteren örgütlerin sorunları, kamu ve özel sektörün güvenilirlik ve hesap
verilebilirlik sorunları, kaynak tahsisi, kamu ve özel sektörün dengelenmesi ve
koordinasyonu, özel sektörü düzenleyen ve destekleyen mevzuat sorunları ve
benzeri problem sahaları şeklinde özetlenebilir.
İdari reform küresel ölçekte birçok ülkenin temel sorunsalı haline gelmiştir. Bu
konuda, yönetimlerin genellikle meşruiyetini sağlamak veya güçlendirmek, idari
performansı artırmak, vatandaşlarına karşı daha güvenilir ve ilgili olabilmek,
işletme verimliliğini artırmak, sistemi daha esnek hale getirmek, uluslar arası
kreditörlerin beklentilerini karşılamak, muhalif grupları memnun etmek, bazen de
-37-
sırf kendi kendini mutlu etmek için idari sistemlerini reforma tabi tuttuklarını
belirtmek yeterlidir.
Ciddi bir şekilde planlanıp uygulanmayan idari reformlar genellikle kağıt üzerinde
kalmaya mahkum bir fikir olarak kalabilir. Araştırmalar çok değişik nedenlerle de
olsa idari reformların başarısızlığa uğradığını göstermektedir.
Yeni küresel idari sistemin yapısı; uluslar arası toplumun bürokratlarını tamamen
yabancı değer yargıları ve normlardan oluşan ve çoğunlukla da Amerikan
kültürünü yansıtan küresel bir köy kültürü içerisine sokmaktadır. Tabii ki, bu
kültürün diğer kültürlerden de etkilendiği iddia edilebilecektir. Bu durumu Yeni
İsrail veya ABD’nin kültür emperyalizmi olarak etiketleyebiliriz. Sonuçta, yeni
küresel idari sistem; AB ve NAFTA’nın ABD’ye bağımlılığı veya daha geniş bir
perspektifte güneyli ülkelerin 1930’lu yıllar öncesinde olduğu gibi kuzeyli gelişmiş
ülkelerin yeni kolonileri şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Böylesi küresel idari bir sistemin şüphesiz gelişmekte olan ülkelere avantajları
olduğu iddia edilebileceği gibi görünen dezavantajları da gözlemlenmektedir. İlk
olarak az gelişmiş ülkelerin entegre oldukları bölgesel veya küresel idari sistem
sayesinde idare ve işletmeciliğin birçok alanlarında uzmanlık yardımına (AB veya
BM kuruluşlarının uzman ve denetçileri gibi) kavuştukları iddia edilebilir. İkincisi,
gelişmekte olan ülkelerin askeri (NATO ve PfP sayesinde) ve sivil idarecileri (vali,
kaymakam, kurum ve kuruluşların başkanları…vb) kamu yönetimi disiplini ve
işletme yönetimi konusunda yoğun bir bilgi akımına kavuşmuşlardır. Üçüncüsü,
idari sistemleri tepe noktasında ABD’nin bulunduğu küresel idari sisteme boyun
eğdikleri ölçüde sonuçta bölünmeler olsa bile toplumlar modernleşecek veya öyle
görünecektir. Dördüncüsü, eğer bu bir avantaj ise çevre ülkelerin idari sistemleri
ABD ve gelişmiş Batı ülkelerinin idari sistemlerine benzeyecektir. Son olarak da,
başarısızlık halinde suçlamalar ya ABD ve Batılı ülkelere yöneltilebilecek veya
vatandaşlar “bizden adam olmaz” diyebilecektir. Mazeret yoksa da bu bir
olasılıktır!
-38-
Böylesine entegre olmuş küresel idari sistemin, başta ABD ve Batılı ülkelerin
teknoloji, bilgi, uzmanlık ve diğer kaynaklar açısından bağımlılık olmak üzere
sayılamayacak kadar çok dezavantajları da olacaktır. Aslında birçok kişi için
bilmemek avantaj olarak görülse de AB-D gelişmekte olan ülkelerle bütün bilgileri
paylaşmayacaktır: Üstünlük sağlayan stratejik bilgi parçaları sizin vatandaşlarınız
tarafından üretilse bile kendileri AB-D’ye transfer edilmiş olacaklarından şüphesiz
özel bir ayrıcalık olarak elde tutulacaktır. Ayrıca, idari kolonizasyon yabancı
değerlerin, normların ve prosedürlerin içselleştirilmesi suretiyle kültürel değişim
anlamına geleceğinden bütün bu değişimler yerel geleneklerle çatışma içerisinde
olacak, bununla birlikte uluslar cemaat yapılarına sarılıp daha da çok bölünerek
daha da özgürleşebileceklerdir51.
Yeni Dünya Düzeni ve yukarıda bahsedilen küresel bürokrasi ile yönetilen küresel
kamu idaresinin kamu yönetimi eğitimi, teorisi ve uygulamasına önemli etkileri
51
Bütün bunlar hesaplanmış senaryolar olduğu için kötümser tablolara iyimser bakmayı denemeliyiz
52
G-7 yapılanması önce G-8, sonra G-20 daha sonra da G-22 olabilmiştir. Ama ülkelerin halklarının yaşam
düzeyleri pek de fazla değişmemiştir.
53
Fırsatlar küresel sermayenin hareketleri için geçerli bir olgu olarak kalacak, gelişmekte olan veya az gelişmiş
ülkelerin bizzat kendileri veya vatandaşları bu fırsatların kurbanları olabilecektir.
-39-
olmuştur. Akademik anlamda kamu yönetimi öğretim görevlileri ve öğrenciler
“yerelden daha çok küresel düşün” ilkesini öğrenmektedirler. ABD kamu yönetim
sistemi bu öğrenimin merkezinde yer almaktadır. Günümüzde yönetim
organizasyonu ve işletme dalında iş ve kamu yaşamının küresel dallarında
giderek artan sayıda ders kitapları yayınlanmakta, öğrenciler bu dokümanların
dışında düşünmeleri kısıtlanmaktadır. Küresel düşünme şekli (ABD merkezli
düşünme şekli) kamu yöneticilerini ve organizasyon teorisyenlerini bu sahayı ve
özellikle ABD’nin kamu yönetimini daha iyi anlamalarına yardımcı olmaktadır.
Giderek artan sayıda üniversite araştırma faaliyetlerini kamu politikası ve
yönetim konularını uluslar arası özelliklerine yoğunlaştırmaktadır. Kamu politikası
uzmanları, ister eğitmen isterse özel danışman olsunlar birçok değişik eğitim
konularında araştırma görevleri alacaklardır.
İyimser bir yaklaşımla – AB-D’nin giderek faşist bir anlayışa sürüklenmesi olasılığı
da güçlüdür- gelecekteki kamu yönetiminin belirgin bir karakteristiği de yüksek
ölçüdeki profesyonellik, çeşitlilik ve demografik açıdan temsile dayanması
olacaktır. Bununla birlikte, bütün bunlar siyasi karar verme süreci, kamu
yönetimi, işletme ve liderlik yapısının temsil niteliğini taşımayacaktır. Hâlihazırda
küresel kamu yönetimi; ÇUŞ’lerin tepe yöneticileri ve ABD’nin hiyerarşik olarak
tepe yöneticileri karar mekanizmaları ile birlikte ABD’de yer alacak şekilde
oluşturulmuş, belirli orta kademe yöneticilerle (BOP Eşbaşkanlığı gibi) alt
seviyedeki işadamlarının (Koç ve Sabancı gibi) oluşturduğu seviye ise gelişmekte
olan ülkelerden teşkil edilmektedir. Son grubu da küresel kamu (devlet
memurları en altta yer alacak şekilde) ve özel sektör bürokratlarının oluşturması
beklenebilir.
Bütün dünyadaki kamu yönetimi sistemi; özel, iş ve işletme çıkarları ile ait
oldukları ülkelerin piyasa çıkarlarını takip eden bir karakterde olabilecektir.
Elitlerin küresel kamu yönetimine oryantasyonu yönetsel açıdan oldukça merkezi
ve yoğun ilişkiler geliştirmiş olan işletmeler (ÇUŞ) veya askeri ve güvenlik
sistemleri ABD/NATO üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu tür organizasyonların
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kamu yönetimi üzerine ciddi etkileri olmuş
ve bu tepkiler Yeni Dünya Düzeni ile uyumluluk doğrultusunda gelişmektedir.
İşletmeler küresel anlamdaki ilgi alanlarını daha da genişletirken, bağlı oldukları
ülkelerin askeri ve sivil bürokrasileri de aynı ölçüde genişlemekte ve yeni
teşkilatlanmalara gitmektedirler. Bürokrasilerin küresel operasyonlarını
gözlemlemek, çıkarlarını korumak ve takip edebilmek için daha da genişleyeceği
değerlendirilmektedir.
Yeni Dünya Düzeni; eski SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin 1990’lı yıllarda
çöküşünden sonra yeniden şekillenmiş ve bazı belirsizliklere rağmen ABD
merkezli olarak yapılanma sürecinin önemli aşamalarını geride bırakmıştır. Soğuk
Savaş döneminin iki kutuplu dünya düzeni süpergüçlerin rekabetleri insanlar ve
uluslar için birçok avantaj ve dezavantajlar sağlamıştır. Soğuk Savaş döneminde
bütün dünya ideolojik, ekonomik, askeri, politik ve idari bakımlardan iki farklı
sisteme bölünmüştür. Farklı ülkeler kendilerini diğer süpergücün tehdidinden
koruma için diğer süpergüce sığınmıştır. Kırsal ve kentsel varoşların yoksulları
Doğu’dan yardım alırlarken, kapitalist ve büyük toprak sahipleri ABD ve onun
müttefikleri ile yakınlaşmışlardır.
Doğulu süpergüc SSCB’nin çöküşü ile birlikte rakipsiz kalan ABD; politik, askeri,
sosyal ve idari konulardaki karar parametrelerine etkileri ile küresel anlamda
-40-
gelişmekte ve gelişmiş olan ülkelerin aynı konulardaki uygulamalarına ciddi
etkiler yapabilmektedir. Demokratikleşme, piyasalaştırma ve özelleştirme
sloganları geçen 20 yıllık dönemde olduğu gibi tartışmasız kabullenilmemekte ve
yeniden sorgulanmaktadır. Bu sloganlar gelişmiş ulus – devletler ve örgütler için
önemli avantajlar sağlarken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere bazı
avantajların yanısıra olumsuz hatta tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır.
Yeni Dünya Düzenine yönelik kamu yönetimi değişimleri gelişmekte olan ülkelere
olumlu etkilerinden daha çok olumsuz yansımalar şeklinde olmuştur. Bu da
genellikle muhafazakâr Yeni Dünya Düzeninin gelişmekte olan ülkelerdeki
nüfusun büyük bir bölümünü teşkil eden kentsel ve kırsal alandaki orta ve alt
sınıfları kapsayan bölümlerinde ekonomik ve politik sorunların büyümesinden,
işsizliğin artmasından kaynaklanmaktadır. Küresel kamu yönetimini arkasına
alan gelişmekte olan ülkelerdeki bugünkü çürümüş, anti – demokratik, baskıcı,
işbirlikçi ve rüşvetçi kapitalistler, büyük toprak sahipleri, büyük işletmeler ve
rejimler özelleştirme ve piyasalaştırma uygulamaları ile birlikte daha da
güçlenmişler ve toplumun sorunlarına karşı duyarsızlaşmışlardır. Böylesi bir
gelişmeye karşın ulus – devletlerin duyarsız kalması şu anda pek de belirgin bir
ideolojiyi yansıtmayan devrimci yeni bir dalganın ortaya çıkarak farklı bir Yeni
Dünya Düzenine gidişi hızlandırması beklenebilir. Dolayısıyla değişimin diyalektik
süreci durmaksızın devam edecektir.
4. TÜRKİYE’NİN DURUMU
Türkiye; Soğuk Savaş sonrasında bir anda dağılan SSCB ardılı Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri ile doğrudan ilişki kurma ve onların gereksinimlerini karşılama
gücüne sahip olmadığını fark ederek ABD ve NATO’nun olanaklarından
faydalanma yolunu seçmiştir. Aynı durum eski Yugoslavya’nın iç savaşa
sürüklenmesi esnasında katliamlara maruz kalan Müslüman Boşnaklarla ilgili ülke
içi dinamiklerin yönetilmesi esnasında da yaşanmıştır. Hatta Rusya Federasyonu
ile Çeçenistan arasında yaşanan iç savaş esnasında belirli bir tutum belirleme
sürecinde de devlet mekanizmalarının tamamen hazırlıksız olduğu
gözlemlenmiştir. Halbuki başta NATO karargahları olmak üzere birçok uluslar
arası kuruluş ve açık basında 1970’li yıllardan itibaren dinsel, etnik ve marjinal
kimliklerin geleceğin savaşları için en büyük gerekçe oluşturacağı, terör ve
-41-
uluslar arası suç örgütlerinin daha da aktifleşecekleri öngörülmüş Türk makamları
da bu bilgileri paylaşabilmiştir. Bugün olduğu gibi geçmişte de;
Federal yapının etnik veya kültürel bazda ortaya çıkabilmesi için, etnisite, dil ve
din açısından farklılaşan kesimlerin ülke nüfusu içerisinde belirli bir siyasal
büyüklüğe ulaşması ve farklılıkların bilinciyle aktif olarak siyasete katılma isteği
göstermesi gerekir. Bazı yazarlar farklılıkların folklorik, kültürel düzeyde kaldığı,
siyasal bir kimlik talebine dönüşemediği yerde, federalizm yönünde bir talep
doğmayacağı ileri sürmektedirler54.
-42-
yanında genellikle “Kürt” kimliği yönünde bir talep dile getirilmek istenmiştir.
Bununla birlikte sözkonusu ayaklanmalar toplumdaki Kürt – Türk veya diğer etnik
grupların birbiri ile olan farklılıkları çatışmaya götürmedikleri, Soğuk Savaş
döneminin sağladığı dengeler içerisinde etnik gruplar arasında akrabalık
bağlarının kurulduğu ve güçlendiği ifade edilebilir. Ancak 1990’lı yıllardan
itibaren artan dinsel ve etnik kimliklerin körüklendiği Yeni Dünya Düzeni
içerisinde Kürt – Türk kimlikleri arasında ayrışmalar artmaya başlamıştır.
Mevcut bağımsız araştırmalara göre Türkiye Cumhuriyetinde etnik, dinsel veya dil
anlamında federatif istekleri karşılayacak toplumsal bir yapının olmadığı istatiksel
açıdan incelendiğinde aşağıdaki bulgular elde edilmektedir55. Yapılan anketlere
verilen yanıtlara göre kimlik grupları şu şekildedir:
Türk: %18.2
Müslüman: % 6.4
Kürt: %2.4,
Alevi: %1.2
Diğer: %2
Son olarak 2007 yılında yapılan Milletvekili genel seçimleri ve 2009 yılında
yapılan yerel yönetimler seçimlerinin ortaya koyduğu siyasal tablo istismara açık
bir durum ortaya çıkarmıştır. Çünkü Kürt kimliği etrafında siyasal faaliyet
gösteren DTP Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çoğunluk oyları
alabilmiştir. Bölgenin Kuzey Irak’taki Kürt Yerel Yönetimi ile ilişkileri, İran’daki
PJAK Kürt ayrılıkçı hareketi önümüzdeki dönemlerin sıcak gelişmeleri için ortam
hazırlayıcı nitelikte görülmektedir.
55
SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban; Türkiye’de İdeolojik ve Sosyoekonomik Grupların Siyasal Düşünce
Kalıpları, Asil Yayın ve Dağıtım Ltd. Şti., ANKARA, 2007, s. 76
-43-
AB üyelik sürecinin baskısı da bahane edilerek yapılmaya çalışılan reformların
merkezinde “devletin güvenlik odaklı işleri dışında tüm toplumsal hizmetlerin
yerel yönetimlere devri, Türkiye Cumhuriyetinin devlet örgütlenmesinin baştan
aşağı değiştirilmesi…” yer almaktadır. Hâlihazırda illerin yönetimi “yetki
genişliği” ilkesine göre yürütülmektedir. Yapılmak istenen değişiklik, temel
toplumsal hizmetlerin yerel yönetimlere devri, illerin asıl olarak “idari vesayet”
ilkesine göre yönetilmeye başlanacağını göstermektedir. Yani illerin yönetimi
“yetki genişliği” yerine, “vesayet ilişkisi” ne, 1876 Kanuni Esasisinde yer alan
“tefriki vezaif” ilkesine göre düzenlenecek demektir56. Tefriki vezaif ilkesi 1961
Anayasasında ortadan kalkmış, 1982 Anayasasında da yer almamıştır.
56
GÜLER, B.A.; Devlette Reform Yazıları, Paragraf Yayınevi, ANKARA, 2005, s.61
57
GÜLER, B.A.; age, s.61
-44-
Ahmet Rıza’nın yönetim anlayışını benimseyen kadro egemen olduğu için,
merkeziyetçi, seçkinci ve otoriter eğilimler, devletin resmi politikası haline gelmiş
ve kamu bürokrasisi bu çerçevede şekillenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yerel yönetimler lehine gibi görünen güçlü bir
cemaat yapısının varlığı aslında yerel toplulukların ve bireylerin özgür karar
almaları ve siyasal katılımları için ciddi bir engel oluşturmuştur. Prens
Sabahattin’in Osmanlı İmparatorluğu için önerdiği yönetim biçimi Osmanlı
İmparatorluğunun yapısında bulunan cemaat, tımar, lonca gibi adem- i
merkeziyetçi yapıların yerine İngiliz öz yönetim tarzının ikame edilmesidir. Bu
görüş Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasına zemin hazırlayacağı düşüncesi ile
İttihat Terakki içerisinde genel bir kabul görmemiştir.
-45-
uluslar arası sermaye ile işbirliği içinde olan özel sektör ve piyasa oyuncuları karlı
çıkmışlardır.
Türkiye; 1980 sonrası liberalleşme eğilimleri ile birlikte yerel yönetim konsepti
doğrultusunda bir değişimin sinyallerini vermiştir. Bu döneme kadar siyasi bir
kurum olmaktan daha çok idarenin bir uzantısı olarak görülen yerel yönetimlerin
siyasal kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte AB’ne üyelik koşullarının
neredeyse belirleyici rol oynadığı ifade edilebilir ve bu birçok anlamda iç
dinamiklerin tıkandığı hallerde en uygun hal tarzı olarak benimsenmiştir. 1988 ve
2001 yıllarında başlatılan yerel yönetim ve kamu yönetimi reformları biraz da
“küresel aktörlerin dayatmaları” ile ancak 2003 yılından itibaren gündeme
gelmiştir.
-46-
Yönetsel yerinden yönetim; yerel ortak hizmetlerin, gerekli yasal, mali,
yönetsel ve siyasal yetkilerle donatılmış, merkezden özerk yerel yönetim
kuruluşları eliyle ya da diğer yöntemlerle görülmesidir. “Yetki
göçürümü”,”decentralisation”, “yerel yönetim” ve “yönetsel adem-i merkeziyet”
yönetsel yerinden yönetim yerine kullanılan başlıca terimlerdir. Yönetsel yerinden
yönetimin iki temel biçimi yer yönünden (coğrafi) yerinden yönetim ve hizmet
(fonksiyonel) yerinden yönetimdir. Ancak, yerinden yönetimin, kamu yönetimi
örgütlenmesinin kendi hiyerarşik yapısı içinde gerçekleşen biçimleri olarak yetki
genişliği ve yetki devri ilkeleri de vardır.
-47-
kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden
yönetim esaslarına dayanır” şeklindedir. Türkiye’de yerel yönetimler merkezli
olarak yapılan son idari düzenlemelerde “idarenin bütünlüğü” ilkesinin yer
almadığı veya zayıflatıldığı dikkati çekmektedir.
Yeni çıkan İl Özel İdaresi, büyükşehir ve belediye yasalarına göz attığımız zaman
yerel yönetimlerin başkaca kurumlara verilmeyen görevleri yapabileceği şeklinde
ibarelere rastlamaktayız. Bu şekilde bir düzenleme ile devlet ve diğer kamu
kurumlarının işlevsizleştirilmesi ve yerel yönetimlerin giderek genel siyasi
kararlara hakim olabilmesinin yolunun açılabilecektir.
58
GÜLER, B.A; age. s.109
59
GÜLER, B.A.; age, s.61
-48-
tartışmışlardır. Bununla birlikte her iki tarafın bir “merkez” in gerekliliğine
inandıkları da gözlemlenmiştir. Tartışmalarda idarenin bütünlüğü ya da merkezi
idarenin önceliği / üstünlüğü, merkeziyetçilik ilkesi genellikle yer almamış, yerel
özerkliğin nasıl genişletilebileceği ya da vesayetin nasıl daraltılabileceği zaman
zaman gündeme getirilmiştir.
Yerel yönetimlere ilişkin bir dizi yasanın çıkmasından sonra bile AKP Hükümeti ve
etnik milliyetçilik yapan DTP çevrelerinin il özel idarelerinin başında atanmış
olarak vali bulunduğu için, ‘gerçek’ anlamda yerel yönetim karakteri taşımadığı
yönünde davranış ve tutum sergiledikleri gözlemlenmektedir. Bu çevrelere göre
‘gerçek’ yerel yönetim tüm organlarının yerel halk tarafından seçilmiş olması
gerekmektedir. AB’ye tam üyeliğin gerçekleşmediği bir ortamda böylesi bir
açılımın Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi sorunlu bölgelerde etnik tansiyonu
daha da yükseltmesinin beklenmelidir. Çünkü mevcut yapı ve öngörülen
düzenlemeler Brüksel merkezli Avrupalı kimliği içerinde bir erime potasının
çalışmasına hizmet etmeyecektir. Düzenlemeler muhtemelen Ankara’dan
merkezkaç bir yönelimi ve yeni bir güç merkezi etrafında birleşme –ki büyük
olasılıkla Kürdistan hayali- etrafında politikaları ateşleyebilecektir.
60
GÜLER, B.A; age, s.123
-49-
güçlüdür. Yani kısa vadede bölgenin yeni bir feodal yapıya dönmesi ve faşist
uygulamalara sahne olması mümkündür.
Yetki genişliği ilkesinin anlamı yerel idarenin merkezi otorite yetkilerinin anayasal
çerçeve içerisinde kullanılmasıdır. Yani yetki genişliği kapsamındaki yapılanmada
kamu görevlileri merkezi hükümetin aldığı kararları idari bölümler içerisinde
uygularken diğer yasal mevzuatlar çerçevesinde uygulamak zorundadır. Yetki
genişliği bu anlamda valileri “genel görevli” olarak görmemize neden olmaktadır.
Nitekim mevcut yasalara göre iller “yetki genişliği” ilkesine göre idare
edilmektedir.
-50-
5. TÜRKİYE’NİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ DİNAMİKLERİ
Yukarıdaki tablonun demokratik düzen içerisinde kısa ve orta vadede (15-20 yıl)
değişmesi oldukça zor görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB tarafından
tamamen dışlanmaması durumunda Türkiye’nin farklı seçenekleri tartışması da
güçtür. Bu kapsamda önümüzdeki 20- 30 yıllık periyotta Türkiye’nin AB
kriterlerine uyum sürecini devam ettirmesi beklenmektedir.
Diğer taraftan halkın büyük bir çoğunluğunun farklı seçeneklere de hazır olduğu
anketlerle ortaya konmuştur. Ancak, ‘farklı seçenek nedir?’ sorusuna verilen
yanıtlarda yer alan küresel aktörlerin (Rusya Federasyonu ve ÇHC merkezli
organizasyonlar) hiç de böylesi bir niyet taşımadığı gözlemlenmektedir. O halde
geriye Türkiye’nin kendi projelerini yaratması ölçüsünde alternatiflerin
varlığından söz edebiliriz.
Türkiye’nin farklı alternatiflere sahip olabilmesi için küresel veya bölgesel bir güç
olabilmesi gerekmektedir. Böylesi bir gücün gerçekleştirilebilmesi;
61
SİTEMBÖLÜKBAŞI, Ş; age s.395
-51-
Faktörlerle desteklenmelidir. Aksi takdirde geriye AB-D’den uzaklaşmış ve
bölgesel dengelerle ayakta kalmaya çalışan bir ülke durumuna düşebiliriz.
Daha açık bir deyimle, AB-D’nin 1975 yılından bu yana birincil sorunu giderek baş
ağrıtan halkın demokratik geleneklerinden bir şekilde kurtulmaktır. İşte bu
sorunun aşılması için uygulanan doğrudan ve dolaylı yöntemler bireysel
yaşamımızı derinden etkileyebilmektedir.
NOT: 1975 yılında ABD’de toplanan bir komisyon, (üyeleri arasında meşhur
“Medeniyetler Çatışması” tezinin sahibi Samuel Huntington da vardır) 1960’dan
sonra kitle iletişim araçlarının artması nedeniyle halkın aşırı yüklemeleri ve
demokratik tepkileri nedeniyle demokrasilerin yönetilebilirliğinin imkânsızlaştığını
belirtmişlerdir. Bu nedenle de daha otoriter ve elitçi sistemlerin desteklenmesini
önermişlerdir62. Aynı tarihlerden itibaren küresel olarak etnik ve dinsel kimlik,
muhafazakarlık ve mutaassıplık akımları AB-D’den destek görmeye başlamıştır.
22 Temmuz 2007 erken genel seçimlerinden sonra CHP’den ve İP’den gelen
açıklamalar halkı bilinçsizlikle suçlama şeklinde görülmüştür. Bundan hareketle
sözde Türk Solunun da AB-D dümeninde aristokrasi ve elitist düşünceye kucak
açtığı söylenebilir. Kısacası oligarşi küresel bir moda ve aynı zamanda kişi hak ve
özgürlüklerine bir tehdit olarak genel kabul görmüş bir yaklaşımdır.
62
GÜL, Songül S., Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İkinci Baskı, Ebabil Yayınları, ANKARA, 2006, s.
107
63
Asgari ücret 1994’te 100 dolar civarında iken, 1999’da 200 dolara ulaşmıştır. Ancak, 2001 krizi sonrasında 120 dolara
inmiştir (Tunalı, 2004: 16–17). 2002’de 150’dolara çıkarak yükselmeye başlamış, 2003’de 200 dolara, 2004’te 300 dolara ve
2005’te 350 dolara yükselmiştir (Çalışma Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2006). Asgari ücret, 2006’da ise 250
dolar civarına inmiştir.
-52-
hale gelmiş ve yoksulluk süreğenleşmiştir. Son yıllardaki göstergeler, ekonomik
büyümeye rağmen işsizlik oranının yüzde 10’un üzerinde seyretmeye devam
ettiğine, işsizlik oranlarının kentsel alanlarda ve özellikle kentli gençler arasında
iki-üç kat arttığına işaret etmektedir (DPT, 2004; DPT, 2006).
2005 yılında Türkiye’de genel olarak kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 50’dir.
Ancak, bu oran aynı yıl tarımda ücretsiz aile işçileri ve tarımda yevmiyeli
çalışanlar arasında yüzde 98’e ulaşmaktadır (TÜİK, 2006). Kayıt dışı çalışma,
kadınların yoğunlaştığı aile işletmeciliği, tarım, tekstil, temizlik gibi sektörlerde ve
dolayısıyla da kadınlar arasında daha yüksektir. Kayıtlı çalışmayan kadınların
oranı 2002 yılında yüzde 71,5 iken, erkeklerin oranı yüzde 43,5’tir (DPT, 2004).
Benzer biçimde, sözleşmeli işgücü piyasasına giriş ve çıkışlar da son yıllarda
artmıştır. 1998 yılında işgücünün yüzde 18’i sözleşmeli işçi stokunda
yenilenirken, 2000’li yılların başında yenilenme oranı yüzde 35’lere yükselmiş,
işgücü devri ve işsizlik artmıştır. Yaşanan ekonomik krizler de bu etkileri
süreğenleştirmede önemli rol oynamıştır (ILO, 2003).
-53-
gelişmiş ülke standartlarına yakın ölçüde yaygınlaştığı, dünyanın geri kalan kısmı
ile koparılamaz bağları bulunan, hem fiziki hem de ideolojik olarak kendine yeterli
olmayan Türkiye’de “askeri bir darbe” yapılamayacağını kanıtlamak çok zor
değildir. Ancak Türkiye’deki dinsel ve etnik terörü besleyen devlet (ABD,
Yunanistan, GKRY vb), bölgesel organizasyon (AB) veya güçlü küresel suç ve terör
ağlarının varlığı nedeniyle terörün görünen ve görünmeyen amaçları Türkiye’nin
yönetilebilirliğini tehdit etmektedir.
Öncelikle “askeri bir darbe” olmayacağını kanıtlamaktan daha çok askeri bir
darbeye teşebbüsün kaynağından önlenebilmesi de gereklidir. Çünkü askeri
darbeler sadece Türkiye gibi ülke siyasetine el koymanın yasal gerekçelerinin (İç
Hizmet Kanunu 35nci Md) bulunduğu ülkelerde değil, aksine yasaklandığı
ülkelerde de görülmüş hem de sözkonusu darbeler sonunda askeri rejim iktidarı
kendi isteği ile terketmemiştir. Türkiye’nin 2012 yılından itibaren yarı başkanlık
rejimine geçişi ile birlikte farklı semptomlar da ortaya çıkabilecektir. Çünkü
dünyadaki bürokrasinin hegemonyasını göz ardı ederek ABD’nin anayasal yapısını
kopya eden bütün başkanlık rejimlerinin tarihlerine bakıldığı zaman sözkonusu
rejimlerin yüzde 91’inde darbe yapıldığı görülebilir. Darbe olasılığı parlamenter
sistemde sadece yüzde 31’dir. Kuvvetler ayrılığı prensibinin benimsenmesi darbe
olasılığını azaltmamaktadır. Nitekim 1992’de Peru’da Fujimori bürokrasiye
yeterince hâkim olduğunda darbe yapmıştır. Kısacası gelecekteki darbelerin odak
noktasında diktatörlük özlemi içinde bulunabilecek Cumhurbaşkanlığının
bulunacağı muhtemel görülmektedir. Öyleyse Cumhurbaşkanlığının bürokrasiyi
kontrol edebilme olasılığını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için ABD
örneğine yakından bakmak bir seçenek olabilir.
Amerikan bürokrasisinin zayıf, ancak yürütme karşısında güçlü veya yarı güdümlü
olmasının belli başlı beş nedeni vardır. Bunlar64;
- Federal sistem nedeniyle bürokrasi birçok alt sistemlere bölünmüştür.
- Özelleştirme nedeniyle kamu hizmetlerinin birçoğu özel sektör veya
gönüllü kuruluşlar tarafından yürütülmektedir.
- Sürekli değişen rotasyonlar nedeniyle kamu görevinde en üst düzeyde
yer alanlar bile bürokrasiyi harekete geçirme yeteneğine sahip olamamaktadır.
- Silahlı Kuvvetlerin hem coğrafi hem de işlev olarak çok dağınık
sahalarda faaliyet göstermesi,
- Bürokraside kariyer sisteminin benimsenmesi ve bürokrasinin
profesyonellerden oluşmasıdır.
64
Fred W. RIGGS, Küresel Güçler Ve Kamu Politikası Disiplini konulu makale, Public Administration in
the Global Village adlı kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994
-54-
uygulanmış olsaydı bu sistem muhtemelen 19ncu yüzyıl reformcuları tarafından
güçlü bir bürokrasiye dönüştürülebilirdi. ABD her iki tip uygulamadan da
kaçınarak profesyonelliğe dayalı bir bürokratik sistem geliştirmiştir. Dolayısıyla
bürokratlar hiyerarşik anlamdaki üstleri yerine kendilerinin ait oldukları ve onları
destekleyen kuruluşlarla kendilerine kimlik yaratmışlardır.
Çok yönlü işleyen devlet: ABD’de bürokratlar çok karmaşık ve birden çok
bağlarla çalışmaktadırlar. Çalışma ağlarının içersinde şirketler, gönüllü
kuruluşlar, profesyonel kuruluşlar, kongrenin bürokrasi elemanları ve komiteleri…
vb. Bunların her birisi merkezi hükümet, yerel yönetimler, yasama organı,
yürütme organı, idarenin yargı elemanları, bağımsız kurullar, komisyonlar ve
bağımsız yönetim elemanları ile karşılıklı ilişki içerisindedirler.
-55-
Türk vatandaşlarının çoğunluğu “keşke Atatürk geri gelse de…” şeklinde bir
beklenti ile kendi iç dünyalarındaki farklı Türkiye tabloları çizebilecekleri
değerlendirilmektedir. Ancak küresel konjektürde ülkemizin etrafına baktığımızda
1920’lerden çok farklı bir dünyada yaşadığımızı kabul etmek gerekmektedir.
Çünkü bugün dünyada ABD’nin liderliği, ideolojisi diğer küresel aktörler
tarafından da kabul edilmiş, ABD karşıtı bir kampın içinde ulus – devlet olarak
halkın ve vatandaşlarımızın küresel rekabet içerisinde barış ve refaha ulaşması
oldukça zor görülmektedir. Diğer taraftan halkın istemlerinin ulus – devlet veya
farklı yapılanmalarla, ancak ve mutlaka akıllı devlet sistematiği içerisinde çağdaş
bir güç birliğine dönüştürülememesi durumunda hem birey hem de Türkiye
toplumunun bütün kesimlerinin bugünden daha iyi bir durumda olabileceğini
düşünmek sadece bir hayal olabilir.
Çare?
Öncelikle toplumdaki bütün bireyler hergün Atatürk gibi bir lider ve bir mucize
beklentisini terk ederek bu isteklerini şiddetli bir kamuoyu baskısına
dönüştürmelidir. Başka? Bir başka şansımız yok çünkü…
FAYDALANILAN KAYNAKLAR:
-56-
EKEMAN, E. “21. Yüzyılın Eşiğinde Avrupa Birliği’nde Ortak Tarım
Politikası”, (İktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, Mayıs 2000
FARAZMAND, Ali; The New World Order and Global Pulic Administration, a
critical essay, konulu makale, Public Admnistration in the Global Village adlı
kitap içerisinde, Preager Publisher, LONDON, 1994
GÜL, Songül S., Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İkinci Baskı, Ebabil
Yayınları, ANKARA, 2006
Wade, Robert "U.S. hegemony and the World Bank: the fight over people
and ideas" Review of International Political Economy, 2002
-57-
WINDMULLER, John P. Collective Bargaining, ILO, 1987
-58-