Professional Documents
Culture Documents
Ulus Baker
Hukuki model üretken eleştirel düşünce için gerçekten bir baş belasıdır.
Her şeyden önce, ‘iktidar’ ve ‘kudret’ sorunlarını adam gibi
algılamamızın önüne engeller dikmektedir. Çünkü iktidarın ‘temsili’ bir
otoriteden ibaret olduğunu, zor araçlarını ‘temsilen’ ele geçirecek bir
gücün yönetime sahip olduğunu, öğretir. Oysa hukuki temsilin,
parlamenter biçimlerin ve otorite adı verilen ideolojik boyun eğiş
terkibinin gerçek anlamında iktidarla pek bir ilişkisi yoktur. Hiç değilse
Micheal Foucault’nun bize gösterdiği buydu. Neo-liberalizmin en yoğun
ve esnek saldırılarıyla karşı karşıya kaldığımız günümüzde kim çıkıp da
bu ‘temsilin’ şu ya da bu evrensellik adına iş görebileceğini
samimiyetle iddia edebilir? Bunun en belirgin sonucu, aynı şekilde
bugün kimsenin çıkıp ‘evrensel insan hakları’nın ‘doğal hukuk’tan
kaynaklanması gerektiğini söyleyemeyeceğidir. İnsanlar bu tür sözleri
dillerinden düşürmeseler de, bütün bu sohbetin herhangi bir gerçek
içerik taşımadığının pekala farkındadırlar ve yalnızca işin diplomatik
kurallarına riayet etmekle yetiniyorlar. İktidarı ‘hukuki model’ altında
görmek demek, onu ya bir ‘sahibe’ (monark, burjuvazi, soyluluk, vs.) ya
da bir ‘özelliğe’ bağlamak demektir. İktidar bir egemenin (sınıf ya da
toplumsal zümre, belki de bir despot) ya malıdır ya da bir özelliği,
niteliği... Bundan sonra herkes emindir ki, despotun malını elinden alır
gibi iktidarı ‘ele geçirirsiniz’, devrim olur, olur biter. Hiç de
karikatürleştirmeden, ikinci bir ‘hukuki’ yanılgıya geçelim: Buna göre
güç ve iktidar araçları belli ellerde yoğunlaşabildiği gibi, belli bir yerde
lokalize edilebilirler: Devlette... Geriye kalan her yer ‘iktidardan
masumdur’ ve yönetilmektedirler vs.vs. Demek ki iktidarın bulunmadığı
bu geniş arazinin ne kadar büyük bir kısmı Devlette temsil edilirse, işler
o kadar iyidir, insanların özgürlük derecesi o kadar geniş ve yüksektir.
Hakkın Çağrısı
Dinler insanı ‘hakka’ çağırırlar. Hz. İbrahim bir gün şöyle bir ses duyar:
“Oğlun İshak ölecek, bu benim yasamdır...” Bu sesi üçüncü bir kişi
işitmemiştir ve Hz. İbrahim’in belki de ‘iç dürtüsünden’,
‘paranoyasından’ gelen bu ses konusunda henüz herhangi bir yargı
verecek konumda değiliz demektir bu. Ve Hz. İbrahim bu buyruğa
boyun eğer. Nedir bütün bu olup bitenler? Yorumcular bunun Tanrının
bir sınaması olduğunu söylerler. Peki acaba bir sınamadan daha derin,
adaletle, iman problemiyle ilgili bir konu da söz konusu değil midir?
İbrahim bir ses duyar ve bunun Tanrının sesi olduğuna dolaysızca
inanır. ‘Tanrının yasası’ndan başka bir şey değildir.
Şimdi bir adım daha derine inelim: Hz. İbrahim’in sorunu bir ‘boyun
eğiş’ ya da ‘direniş’ meselesi değildir. Kafasının içinde duyduğu sesi
boyun eğilecek ya da reddedilecek bir buyruk olarak alması gerekir.
Ama bunun için de önceden bu sesi ‘alması’, boş bir söz kalıbı, bir
‘çağrı’ olarak alması gerekir. Hz. İbrahim öyleyse önce sesi bir ‘çağrı’
olarak almaya ‘mecburdur’, çünkü o Tanrıya aittir, kulluğu
yapacaklarından önce gelir. İşte ‘hukuksal düşünce’ modeli dediğim
şeyin kaynağı bu durumdur: kendisine çağrıda bulunulan kişinin hali.
Ama bu, hukuki modelin bütünüyle bir ‘iman’ sorununa
indirgenebileceği anlamına gelmez. Tanrının Yasası dendiğinde neyin
anlaşılması gerekir? Filozoflar, bu arada Spinoza, bu yasanın ‘dünyada
olup biten herşeyi çekip çeviren kudretin toplamının ifadesi’ olduğunu
söyleyerek ateist ilan edildiler. Oysa inananlar açısından bu yasa, bir
kanun, bir yasaklamadır. Yani Tanrı, herşeyin kaynağı olduğu ölçüde,
izin vermediği sürece yasaklamış demektir (Adem’in cennetteki
meyveyi yemesi gibi). ‘Meyveyi yemeyeceksin’ demiştir Tanrı. Bu, eğer
Tanrının bir yasasıysa Adem’in meyveyi yemesine ‘imkan
olmadığı’ndan başka bir anlama gelmemektedir. Oysa Adem meyveyi
yiyebileceği düşüncesini de edinir bu cümleyi işittiğinde. Yasa ile
yasanın çiğnenebileceği fikri aynı ‘çağrıyla’ doğarlar. Tanrının ‘meyveyi
asla yiyemeyeceği’ doğrultusundaki sözleri bir bakış açısından bir
‘çağrı’ olarak değil bir ‘bilgi’ alarak düşünülebilir: Meyveyi yemesi
Adem için kötüdür yerse düşecektir. Ama eğer Adem bilgisizse, kendi
bedeniyle elmanın bedeninin karşılaşmasının yok edici, kendisine zarar
verici bir durum yaratacağını bilmiyorsa, o bütün bu işe Tanrının bir
buyruğu gözüyle bakacaktır. Her durumda Adem içinde uyanan bir
isteğe uyarak elmayı yer ve ‘zehirlenir’ yani dünyaya düşer, ‘cennetten
kovulur’. Ama bu haliyle o, Tanrının yasasını çiğnediğine, yani ‘günah
işlediğine’ bu yüzden Tanrının onu cezalandırdığına inanmaktadır. Öteki
bakış açısından Tanrı hiç kimseyi cezalandırmış falan değildir.Adem
meyveyi yemesinin kendisi için ne sonuçlar yaratacağını tastamam
biliyor olsaydı içinde elmayı yemeye yönelik bir arzu uyanmaz, elma
ona zaten tiksindirici gelirdi. Her durumda, ‘yasa biçimi’ ile ‘gerçekliğin
biçimi’ birbirinden ayrılmaktadırlar. Önümüzde aynı olayın birbirine
paralel iki anlatısı bulunuyor. Adem’in bakış açısından ve Tanrı’nın, yani
gerçekliğin bakış açısından iki defa anlatılıyorlar. Tanrı açısından
bakıldığında her şey kudret ve ‘karşılaşmalar’ tarzında ifade edilecektir.
Geçmişteki, şimdideki ve gelecekteki karşılaşmalar. Bunlar onun
gözünde mutlak bir determinizm halinde birbirlerine bağlanmışlardır.
İnsanoğlunun gözünde ise böyle değildirler. Böylece, bu evrensel,
değişmez, yerinden oynatılamaz determinizm insanlara (bu arada
Adem’e) hukuki bir yasama olarak görünür. Öyleyse o Tanrısına bir dizi
‘yüklem’ atfedecektir: Tanrı ‘yargılar’, ‘hüküm verir’, ‘kararlar alır’
‘cezalandırır’, ‘intikam alır’ vesaire. Onun ‘adil olduğuna’ herkes
emindir elbette, ancak hikmetinden sual olunmaz. Geleceği
görebildikleri ölçüde melekler Tanrıya Hagar’a gelecekte İsrailoğullarına
bela getirecek oğluna su içirebileceği vahanın yerini gösterdiği için
çıkışırlar. Durum tuhaftır, çünkü Tanrının cevabı, ‘ben insanları
gelecekleriyle değil, şimdi ne olduklarıyla değerlendiririm’ olmuştur.
Her durumda Tanrı için ‘bilgi’den başka bir şey yokken, insan için önce
‘inanç’ ardından ‘bilgi’ gelmektedir.