You are on page 1of 9

Vicdan: Romantizmin Ufku

Söyleşi: Ahmet TELLİ / Ulus BAKER


(ÜTOPİYA mevsimlik hayatbilgisi kitabı 6, Ocak 1999)

Vicdan, ahlaktan farklı olarak bir ‘güç’ durumudur...


Bir başlangıç hali... Doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan bir
“ilk sorumluluktur”
Voltaire''in Zadig''i, bir bakıma romantik bireyi imliyor, yaratıcı,
tek başına, doğayla bütünleşmiş vesaire... Bu Zadig, naif ve
kırılgandır aynı zamanda... sonunda her şeyden kopup Fırat
kıyısında marul yetiştiriyor. Günümüzün romantiği ise, mec-
zuplar mı dersiniz...
Romantizmden önce bir tür romantizm öncesi duruma göz atmak
gerek... Zadig henüz bir romantik birey değildi; bu tür bir bireyselliğin
öncüsü ve en etkili kişiliği olan Rousseau''nun yaşamının bir parodisi,
bir dostun güçlendirdiği bir parodi olduğu söylenebilir... Romantizmin iki
anavatanı var: birisi Almanya, önce Sturm und Drang, ardından
Goethe, Hölderlin ve Hegel''e varıncaya dek... Tümüyle "ağır" edebiyat,
şiir ve felsefe içinde serpilip gelişiyor... Dertleri ise, varoluşun bir tüm
olarak kavranışı. Akıl ile duyguların çok sertçe karşı karşıya gelmeye
başladığı bir dünyada bu ikisi arasında nasıl bir uzlaşma, nasıl bir
"birlik", nasıl bir bütünlük oluşturulabilir? Bir taraftan Kartezyen,
bilimlere ve Aydınlanmanın hedeflerine karşı bir reaksiyon içeriyor; öte
yandan en iyi formülünü Novalis''in bir sözünde bulan bir "kişisellik"
(bireylikten çok) üretiyor. Bu söze göre, hangi savaş, hangi Devrim,
tarihin şu ya da bu anında gerçekleşmiş, büyük ya da küçük hangi
"olay" aynı zamanda benim "kişisel meselem" değildir? İşte romantik
bireye ya da kişiselliğe ilişkin felsefi formülün bu olduğunu
düşünüyorum... Bu Alman kaynaklı, idealist felsefenin macerasını
temellendiren "Büyük Romantizm"dir...

Romantizmin ikinci kaynağı ise Protestan İngiltere''nin kırlarında yeşe-


ren "minör" bir edebiyat oldu kaçınılmaz olarak... Tonalitesi minördü,
çünkü belki de Roman sanatının ilk görkemli eserlerinin kadın yazar-
larca (Bronte, Austen) verilmiş olması bu sonuca yol açtı...
Protestanlıkla, kişisel hayatla bütünleştikçe romantik birey kadınlaşır,
bir "duygular eğitimi" programına dönüşür... Alman Romantizmi’ne
karşıt olarak İngiliz kadın edebiyatının romantizmine bu yüzden
"minör", "küçük" romantizm diyorum...

Alman Burjuva devriminin geç bir devrim olmasına karşın,


özellikle düşüncede (bir bakıma felsefede) yaratıcı ve etkileyici
olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Bu sorunun cevabını önce Goethe, sonra da Heine vermişlerdi...
Goethe, Rönesans''ın gecikmiş bir ütopyasını dillendiriyordu: Topyekün
birey, evrensel bir mikrokozmos, kainatın tümüyle mutlak olarak
uzlaşmış bir "kişilik" ideali... Rönesansın salt akli bir uğrağı olan bu
"uomo universale" (evrensel insan) aydınlanma çağının Almanyasında
herhalde toplumsal olmayan "kişisel devrimler" içinde sınırlanmak
zorunda kalacaktı... Heine''nin Alman entelektüellerini (şairlerini,
filozoflarını vesaire) karaya vurmuş istiridyelerin okyanusun
gelgitlerinin ritmine göre açılıp kapanışlarına benzetmesi bu hali
tümüyle açıklar... Ama bu aynı zamanda muazzam bir estetik kudreti,
bireyselliğin kapanmışlığına rağmen edebiyatta, şiirde, müzikte fışkırıp
duran bir tür estetik şiddeti uyandırmaktan geri kalmadı...

Beethoven, Napolyon''a ithaf ettiği senfonisini hayal kırıklığına


uğraması sonucu, ithafın üzerini çizerek iç şiddeti kendine uy-
gulayan ama hep hayal kırıklığını yaşayacak bir romantik tipi
canlandırıyor mu gözümüzde?

Napolyon, işte Heine''nin dediği gibi işleyen bir ruh halini önce
uyandırıp sonra da katleden kişi olarak ortaya çıktı... Onu "Beyaz Ata
Binmiş Mutlak Ruh", çağın Geist''ı olarak selamlayan Hegel''i
hatırlamak gerekir burada... Ama aynı Hegel, bir gün üniversitesinde
çalıştığı Jena kenti, Napolyon orduları tarafından bombalanırken,
pencereden aşağıya bakıyor ve avluda, topçu ateşinin altında çalışmayı
sürdüren marangozları seyrediyor... Bütün o sistemli Hegel felsefesinin
çıkış noktasının bu manzara olduğunu sezebiliriz, dünyadaki iki temel
beşeri kudret, savaş ile emek... Jena felsefesinin ürünü olarak
okuduğumuz şu Ruhun Fenomenolojisi, o alabildiğine sistematik eser,
Hegel''in karşılaştığı bu yaşantıdan, bu manzaradan kaynaklanıyormuş
gibi de okunabilir; ünlü köle-efendi diyalektiği... Savaşı kaybeden
Napolyon, romantiklerin -özellikle resim alanında- vazgeçemeyecekleri
"resmi" hafızaya yerleşmekten geri kalmadı... Beethoven''in eserini
"hakeden" Napolyon kuşkusuz yalnız Romantiklerin kafalarındaydı,
onların kendi "kişisel" Napolyonlarıydı... Ama önemli olan bu "öznellik"
değil, bu öznelliğin ne tür bir yaratıma olanak sağladığıdır. Bütün
bunlar Novalis''in formülüne yeni örnekler ve görünümler sağlar: Hangi
savaş, hangi devrim, coğrafi ve tarihsel uzaklık ne kadar büyük olursa
olsun hangi "büyük", dolayısıyla "küçük" olay aynı zamanda benim
"kişisel meselem" değildir ki? Romantizmi "büyük" ve "küçük"
romantizm diye ikiye ayırmam bu çerçeve içinde anlaşılmalı. İngiliz
kadın yazarlarının çok derinleştirilmemiş ama kişisel yaşantının bütün
yüzeylerini alabildiğine deşip kullanan roman sanatı, yani bu minör
edebiyat, Heatcliffe efekti diyebileceğimiz bu yüzeysellik büyük
romantizmden o kadar uzakta değildir...

Politikanın ve ekonominin romantik kaynaklardan beslendi-


ğinde ortaya çıkan bu iç-tepkisel şiddet, dışa yönelik bir şid-
dete mi dönüşüyor? Özellikle Alman ekonomisinin (Bismarck)
özkaynaklarına baktığımızda gözlemliyoruz gibi...

Ben eşittir, Ben formülünün filozofu Fichte, Alman ekonomisinin


kaynaklarından biridir. İngiliz ekonomi-politikçileri rasyonel bireylerin
çıkar maksimizasyonunu formüle etmeye çalışırken Fichte, kapalı bir
ticaret devletini neredeyse bir romantik ütopyanın doruğu gibi dile
getiriyordu... İlerideki şiddetli ve şiddetsiz bütün Alman
"milliyetçiliğinin" kaynağında, tepeden inme Jünker bürokrasisinin
modelince gelişen Alman kapitalizminin, endüstrileşmesinin
kaynağında Fichte''nin, ardıllarınca "azaltılmaya", dizginlenmeye
çalışılan (sözgelimi Hegel) bu "romantik aşırılığı" yatıyor gibidir.
Nietzsche''nin tam isabet kaydettiği nokta.. Alman düşüncesinin ve
kültürünün yumuşak karnı da budur: şiddet türünün en kötüsü, insanın
kendi benliğine yönelik şiddeti eleştirmeden şiddeti, zulümü
dışsallaşmış saldırganlık biçimlerini eleştirmeye kalkışmasıdır...
Romantik bireycilik çoğu zaman bu ilk şiddette kalır, ötesine geçmez,
bir "kaçış" gibi görünür... Romantik bireyciliğin çeşitli formlarını
eleştirirken Carl Schmitt''in göstermeye çalıştığı romantizmin tam da
bu görünümüdür.

Peki Doğu? Doğulu insanın romantizmi bir yaşanmamışlığa,


taklide dayalı, yapmacık ve hissi bir kültür müdür? Yoksa tarif
edemediği bir vicdan olarak hep iç dünyasında saklı mı
kalacak?...

Doğu''nun dereceleri var tabii. Büyük 19. yüzyıl Rus romanının beşiği
olan ülke, herhalde en az Osmanlı kadar doğulu, bir o kadar alacalı
bulacalıdır... Aynı ölçüde bir despotizmle ve otarşiyle yönetilir...
Yapmacık ve taklit hissiyatı bu büyük romanın yeşerdiği ortam
olmaktan geri kalmadı... Bireysel yaratıcılığa yapılan vurgu
romantizmin yalnızca bir öznelliği, onların kendileri hakkında ne
düşündükleridir. Puşkin, Gogol ve büyük Rus edebiyatı inanılmaz
düzeysizlikte ve yapmacıklıkta bir edebiyat kültürünün içine gırtlağına
kadar batmış durumdadır... Onları değerli kılan, Rus intelligentsia''sının
modern yaşama bir armağanı olan güçlü, politik nitelikli bir "edebi
eleştiri"nin bazı işlere çeki düzen vermesidir. Edebiyat eleştirisi
romantizmin doruk noktalarından birisidir ve Rus icadıdır. O dönemde
olsa olsa Marx''ın Kutsal Aile''si, kendine özgü başka nedenlerle,
"edebiyat eleştirisi"ni içeriyordu. Ama edebi eleştiri kültürünün
Avrupa''da "uzmanlaştığını" pek söyleyemeyiz. Bu kültüre Doğulu ya da
Batılı deyin, farketmez, bir Rus icadıdır; Herzen, Byelinski ve diğerleri...
Bu sayede Rus edebiyatı 19. yüzyılın en derin romanını üretmeye adeta
zorlanmış gibidir. Rus intelligentsia’sının o sıradaki portresi, kendisine
zorunlu olarak bir "Batı" yaratmak zorunda olan bir adamın hikayesidir:
O adam Batı’ya gidecek, onlardan bilimleri, sanatları, ahlağı, felsefeyi
öğrenecek ve elbette taklit edecektir, ama esas sorun o değildir...
Batı’ya gidiyorsunuz ve bu Batı’yı kendinizin uydurduğunuzu, onun
sadece sizin kafanızın içinde varolduğunu öğrenmekten başka hiçbir
şey yapamayıp geriye, otarşiyle yönetilen, mutsuz köylü kitlelerinin
özgürleşmek bile istemedikleri ülkenize geri dönüyorsunuz... Bugün
Doğu’nun Batı’nın "hayali" bir icadı olduğu doğrultusunda çok şeyler
yazılıp duruluyor. Oysa bir başka açıdan bakıldığında; Batı Doğu’nun
icatlarından biridir. Her durumda, taklit dediğimiz şey içinde bir tür
romantizm taşımak zorunda... Taklit ve kültür tercümesi konusunda
Doğulu kimliğe dair bir tartışmayı hala sürdürüyoruz. Oysa taklit de bir
yaşantıdır ve hakkının verilmesi, değerlendirilmesi gerekir... Burada Rus
icadı olduğunu söylediğim "edebiyat eleştirisi" bir "beğeni" meselesini
ortaya koyar. Oysa bir romantiğe "beğeni"den bahsederseniz kendisini
mutlak bir huzursuzluk içinde hissedecektir, bu benim kişiselliğim,
varoluşla kavuşmam, doğayla bütünleşme tarzım; nasıl olur da bunu
birilerinin "beğenisi" ile yargılanmaya terkedebilirim... Eleştiri romanı,
içkin romantizminden kurtararak bağımsız bir kültür, bir edebi tür
haline getiren şeydir. Romantizmi dışlamaz, onu üretimine ve yara-
tıcılığına dikkat göstermeye mecbur eder. Bu anlamda, Herzen ve Rus
edebiyat eleştirisi bir tür minör romantizmin atmosferinden uzakta
değildi.

Bu minör romantizm 19. yüzyıl sonunda edebiyatımıza girmeye


başlayan roman ile bir sentimantalizm kazanarak bugün hâlâ
edebiyat tarihçilerimizin vazgeçemedikleri kaynaklar olarak
duruyor. Sözgelimi Namık Kemal''in Zavallı Çocuk''unda
etkilendiği, ama bir türlü ulaşamadığı Victor Hugo, alttan alta
kendini sezdiriyor, ama Zavallı Çocuk, daha o dönemde bile
"zavallı" kalıyor... Bu durum, Türk Romanının gelişkin örnek-
lerine rağmen genel olarak bu sentimantalizmden romantizmin
kaynağı olarak vazgeçememiş olduğunu mu anlatıyor?

Romantizmin Novalis ile birlikte formüle etmeye çalıştığım genel bir


formülü var: En uzak, en önemsiz, en kişisel ya da özel olay bile, kültür
hayatında istediği kadar kendisini gözlerden saklamış, alışkanlıklara
sızmış ve sorgulanmamış olarak kalsın, önemlidir. Romantik imgelem
için dünya bir bütündür, sadece bilgiyle, kavrayışla, anlamayla yaka-
lanmaz, onu hissetmek, duymak, onun için kaygı duymak da
yaşamanın tarzlarından birisidir. Bunu Majör Romantizm, Goethe''nin
diliyle formüle etmişti... Günümüzde Romantizmin ayrıcalıklı ifadesini
bulduğu tür sinemadır, roman değil. Namık Kemal döneminde sinema
henüz yoktu ve Osmanlının son dönemlerine kadar tanışmadığı bir
kültürdü sinema... Cumhuriyet dönemindeyse Muhsin Ertuğrul''un
"tiyatro uyarlaması"ndan başka bir şeyler yapmaya çalışan
sinematografik ürünlere geçit verilmedi. Sinema olsaydı, Namık
Kemal''in Zavallı Çocuk''una belki bugün "büyük bir eser" gözüyle
bakabilirdik. Romantizmin sulugözlülüğünden en uzak bir sinemacının,
Jean-Luc Goddard''ın eserinden bir sekansı hatırlıyorum, bu sekans,
romantizmin "klişelerinin" tümünü taşır ve terennüm eder: La Chinoise,
Çinli Kız, filminde, genç devrimci kız (güzeldir, yani romantik klişelerin
ilki) yakalanır, cellatları ona işkence edeceklerdir ama kız o kadar
güzeldir ki, yüzünü bir peçeyle kapatmak zorundadırlar... İşkencecileri
işlerini görürken, kız sürekli olarak "devrimci sloganlar" atmaktadır
fısıldayarak, çünkü güçsüz ve bitkindir... Bu da romantik bir klişedir
sıradan sloganlar: Kardeşler...kardeşler.... Ama buradaki sinema
imgesinin doruk noktası, anlatılamaz, ancak görülebilir: Kızcağızın
yüzündeki peçe, fısıldayışıyla, nefesiyle inip kalkmaktadır, neredeyse
yüzü açılacaktır, ama açılmaz, peçe yeniden düşer... Jean-Luc Goddard,
romantizmin bir klişesini inanılmaz güçte bir sinematografik imge
haline getirmiştir... Katlanılamaz olan bir güzelliği kapatmak zorunda
olan cellatlar ve işkenceciler... Seyirci için katlanılamaz olan bir örtü...
Romantizm hiçbir zaman en sıradan klişeleri kullanmaktan geri
kalmadı. Hatta kitle kültürünün en sıradan ve budalaca klişeleri bile
romantizmin malzemesi dahilindedir. Ama romantik duyarlılığın gerçek-
ten işlediği noktadan itibaren, klişeler önce kitlelerin günlük kullanı-
mından sökülüp alınır, imgelere, herkesi ilgilendirmeye devam eden,
ama daha önce hiç karşılaşmadıkları imgelere dönüşür. Romantik
edebiyatın sırlarından birisi budur. En kişisel, en sıradan, en önemsiz
bir ayrıntıdan, en kişiliksiz klişeden bir imge, güçlü bir imge yaratmak...

Jean-Luc Goddard''ın cellatlar aracılığıyla duyumsattığı bir şey


olmalı... Vicdan... Tam da burada, romantizmin içselleştirmeye
çalıştığı bir olgu olarak vicdan, geçmişten bugüne bir hayalet
gibi dolaşıp durmakta. Yine burada romantizmin inanca dayalı
karakteriyle, vicdanın dayandığı inanç bir bütünleşme içinde
gibi geliyor bana. Ama yine de, "son romantik" küçümseyici
anlamına karşın, yine de Nicaragua''da, Küba''da, Türkiye''de
dolaşıp durmakta... Nedir bu "vicdan" ve "son romantik" sizce?

Geçenlerde Pierre Klossowski''nin inanılmaz bir romanını okudum... Le


Baphomet... Orada romantizmin bile başedemeyeceği, hissiyata ve vic-
dana ilişkin "son sorunun" sorulmuş olduğunu düşünüyorum.
Sorulabilecek en son soruyu soruyor: Bedenden koptukları andan itiba-
ren ruhlar birbirlerine karışabilecek nefeslere dönüşürler, zaman ve
mekan sınırlılıkları, bedenlerin hareket ettikleri dünya, onlar için yoktur
artık... Ama "vicdan" denen şey, Tanrı’nın son sığınağıdır. Romanın
konusunu Tapınak Şövalyeleri’nin son günleri oluşturuyor... Haçlı
Seferleri sırasında bankerlik ve aracılık yapan, ama elde ettikleri zen-
ginlikleri kendileri için ancak komünal bir düzen uyarınca kullananan
Tapınakçılar, kutsal toprakların kaybedilmesiyle birlikte Fransa''daki
topraklarına sıkışıp kalırlar. Kral Güzel Filip''in, onların muazzam zengin-
liklerinde ve topraklarında kuşkusuz gözü vardır ve onları, belki de
Doğulu Sufi kültürlerle (o korkunç İdris!) karşılaşmalarından gelen bazı
inanç ve ritüelleri nedeniyle suçlar, kuklası Papa''ya mahküm ve aforoz
ettirir ve Büyük Efendi''leri Jacques de Molay''nin de dahil olduğu elli
kadar ileri gelenini odun yığını üzerinde yaktırır. Bu savaşçı şövalyeler
ordusu (ordre) bu dünyadaki yaşamlarında, Hacıların kutsal topraklara
doğru yolunun bekçisi olacaklardı... Ama yokedilmelerinden sonra, artık
salt ruhturlar, salt nefestirler... Bu belki de romantizmin varabileceği en
uç noktadır... Ancak ruhların "hareketine", "esişlerine" -çünkü sıradan
romantizmin anladığının aksine ruh "esinlenmez", "eser"- nüfuz
edebilen varoluş biçimleri olarak bu "Tapınakçı" ruhlar, bedenlerinden
kopmuş, dolayısıyla birkaçı tek bir bedene girerek, ya da biri birçok
bedene dağılarak birliklerini, kişiselliklerini, yani bireyselliklerini
"gözden kaybedebilirler"... Ama bu korkunç bir durumdur. "Nefes
Kardeşlerinin" kutsal görevi artık bu ruhları "ayrı" tutmaktır, ayrı,
bedenlerinden koptukları andaki halleriyle, başka ruhlarla karışmadan,
bireyselliklerini kaybetmeden... Bireyselliklerini kaybettikleri ölçüde,
birkaçı bir bedene, biri birkaç bedene girerek izlerini kaybettirdikleri
ölçüde Son Yargı gününde Tanrı kimi yargılayacaktır? Bu, romantizmin
gücüyle dinsel dünyanın en derin tahlillerinden biridir. Birey,
sorumludur... Yaptığı her şeyden sorumludur... Bu eski bir fikirdir ve
romantizmin çıkış noktasıdır. Ama birey aynı zamanda
yapmadıklarından da sorumlu tutulamaz mı? Vicdanın ufkunu bulmak
romantizmin en önemli sorunuydu. Yalnızca yaptıklarından değil -bu en
eski düşüncedir, en ilkel toplumdan modern hukuksal düzenlere
varıncaya kadar zaten vardır- yapmadıklarından, ötekilerden, kendisi
olmayanların eylemlerinden, eylemsizliklerinden, yapabileceği ama
yapmadıklarından, gelecekte yapacaklarından sorumludur...Vicdanın
tanımıdır bu...Romantizmin bu ağır, evrensel ve kozmik sorunun
formüle edilmesinde İsa’nın önemli bir rolü olmuştur...Sorumlu
tutulamayacak bir karışım haline geldikçe, nefesler, Tanrı’nın Düzeni ta-
rafından artık yargılanamayacaklardır. Tanrıya sadece yargılanabilmek,
sorumlu olmak için bir "varsayım" muamelesi yapmak; işte bu dinsel
imanın aslıdır...Klossowski''nin romanı, romantik değildir ama roman-
tizmin sorularını en uç noktasına kadar götürür. Artık bireysellik, her
türlü olasılığın, geleceğin, şimdinin ve geçmişin bütün "nefeslerinin"
toplaştıkları, içinden sonsuzca geçilmek zorunda olan "her haldir"...
İnsani olan hiçbir şey benden uzak değil, sözü bile artık yeterli değil-
dir...İnsani olmayan herşey de oradadır... Klossowski''nin bu teolojik ro-
manını okuduktan sonra romantizmin daha öteye geçebileceğini düşü-
nemez hale gelmemek elimden gelmiyor. Vicdan romantizmin ufkudur;
"son romantik" bu en uçtakidir ama artık bireyliğini yitirmiş, en aşağılık
ve en üstün ruhların, nefeslerin kararsız karışımından ibaret bir "açıklık"
olarak. Romantik birey biraz anlayışsızca formüle edilmiş bir laf...
Romantizmin ufku bireyliğin dağıldığı, başka bireyliklere karıştığı, sa-
nallaştığı, zamanı ve mekanı yitirdiği saf duygular dünyasıdır...
Devrimci romantizmin bu yüzden artık yeni bir formülasyona ihtiyacı
var... Ben bunu bir "aralıklar kuramı" olarak tanımlamak isterdim.
Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirlerine ne kadar yakın, ya da
örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki "uzaklığı" ölçen şeydir.
Aralık ise, birbirlerinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu
arasındaki "yakınlığı" ölçen şeydir. Nesnel olarak aynı şeyleri ölçerler
ama biri uzaklığı ve farkı, digeri yakınlığı ölçer... Şimdi romantik birey,
"aralık" formülüne gönderen düşünme tarzlarından yalnızca birisidir
-dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü,
işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki mutsuzluk ya da sevinç
tarzları -bunlar bize "aralıklarla" bağlanırlar... Öyle ki onlar biziz, biz de
onlar çünkü aynı sorunları, -tek ve bir olan- aynı hayatı yaşamaktayız...
Romantizm bir sulugözlülük değildir, bize çok uzak,
yaşayamayacağımız sonsuz sayıda yaşantının bizde kişisel bir önem
kazanışıdır... Novalis formülü burada da geçerliliğini sürdürüyor...

Bugün vicdandan en çok söz eden inanç sistemleri oluyor


sanki... Din ya da kimi ideolojik eğilimler... Bu onların ikiyüz-
lülüğü gibi geliyor bana... Sözgelimi "öldürmeyeceksin", "çal-
mayacaksın" diyen Musa, kavmine "Mısır''ı soyun" diyor... Yine
vicdandan çok sözeden İslamiyet, prensiplerinden biri olarak
cihadı koyuyor. Ve yine "sana tokat atana öbür yanağını çevir"
diyen Hıristiyanlık, kapitalizmin vahşi yanını bugüne dek
bağrında taşımayı sürdürüyor... Ne diyorsunuz bu vicdanın
"diğer yüzüne"?

Dinsel dogmatikliğin sosyal biçimlerinin en yoğun eleştirisi -burası ko-


numuzla yakından ilgili- Goethe ile öteki romantiklerin biraz da hatalı
yorumlayarak çıkış noktası diye kabul ettikleri bir "rasyonalist" filozof-
tan, Spinoza''dan geliyor...Romantikler onda vicdan ile zorunluluğun,
akıl ile tutkuların uzlaştığı bir üst düzlemin bulunduğunu hissetmişlerdi.
Onda akıl buyruklar vermezdi. Buyrukları dinler verirdi ve vicdan akla
uygun olduğu için değil, kaçınılamaz ölçüde günlük ya da daha "üst"
düzey yaşantımızda zaten mecbur olduğumuz bir haldi... Spinoza
romantizmin yanlış anladığı babasıdır; Goethe onu yanlış anlamasa,
Rousseau yanlış yorumlamasa romantizm, özellikle "büyük romantizm"
mümkün olmazdı... Dinlerin buyrukları vardır; özellikle karmaşık,
çelişik, duruma göre verilmiş buyruklar... Ama bunlar, özellikle
İslamiyette görebileceğimiz gibi, tuhaf, "varoluşsal" kimlik
problemlerine de yol açmaktan geri kalmazlar. İslami düşüncenin temel
özelliklerinden birisi, taraftarlarının, savunucularının, fıkıh ve ilahiyat
alimlerinin pek sevdikleri bir vurguya olanak vermesidir: Levi-Strauss
gibi bir antropolog bunu Hindistan müslüman kültüründe çok keskin
olarak gözlemliyor; buna göre, "bizim dinimiz en üstün dindir", çünkü
çok basittir, çok yalındır ...Doğaya ve bilimlere uygundur... En karmaşık
görünen sorunları bile bir çırpıda halledecek, inandığınız anda bütün
hayatınızı değiştirecek çözümleri vardır... Onlar bu çözümlere "kurallar"
adını veriyorlar... Ama işleyiş şudur: Karının ya da kızının iffetinden
şüphe mi ediyorsun?... Çözümü çok basittir; bir örtünün altına
kapatırsın onları... Faiz dince yasaklanmış mıdır? İşin çözümü çok
basittir; taraflar arasında bir sözleşme imzalanır, orada olayın adına
"faiz" denmez, başka bir şey denir, olur biter... Ama bununla sorun
çözülmemiş, yalnızca yer değiştirmiştir. Bu kez, ya sokakta karıma
kızıma birileri sürtünürse, dokunursa? O zaman da çözüm çok basit;
kamu mekanlarında haremlik selamlık, İran''da olduğu gibi ayrı
otobüsler filan... Bu yer değiştirme dini mahluku sürekli bir baskı,
sürekli bir "varoluş bunalımı" içinde tutar... İsmet Özel literatürünü bi-
raz karıştırmak bu durumu hissettirebilir.
İnanç problemi romantizmin "bireyciliğine" karşıt gibi görünebilir. Oysa
romantizmin belli başlı biçimleri, en azından bir tema, giderek bir dolgu
maddesi olarak "cemaatçılıktan" pek de uzakta değildirler... İşin ana
formülünü bence ilk romantik olan, Jansenist bir cemaate çekilen alim
olarak Pascal vermişti... Soruyordu: Tanrı var mı? Tabii ki bunu yüzey-
sel, tanrının varlığına birilerinin inanıp inanmadığını bir ankette, bir
televizyon panelinde sorar gibi sormuyordu... Tanrı var mı? sorusu bi-
rinin bu konudaki kanaatlerine ya da hissiyatına bırakılacak gibi değil-
dir... Pascal, bu sorusuyla Tanrının gerçekten varolup varolmadığıyla
ilgilenmez. Daha çok, Tanrı’nın varolduğuna dair bahse giren insanın
"varoluşsal gücüyle", yokluğuna bahse giren insanın "varoluş gücü"
arasındaki farkı, aralığı ölçmek ister... Tanrının varlığına bahse giren
kişi, yokluğuna bahse giren ile bu soruyu kuşkuyla karşılayan, cevap
veremem, diyenden farklı olarak hiç değilse bir "varlığı"
onaylamaktadır... Yokluğa bahse girmek ise tuhaf bir şeydir; bir tür
mutsuzluktur, çünkü varlığını zaten varsaymadığın bir şeyin yokluğuna
bahse girersin... Pascal’ı bir romantik, ilk romantik kılan özelliği, herşeyi
varoluş durumları ve yaşamsal yaratım kudretleri halinde düşünmeye
çabalamasıdır. Dünyayı, felsefeyi, tarihi, bilimleri "anlamak" ya da
kavramak yetmez, anlamak varoluşumuzla ilişkilerimizin yalnızca bir
düzeyidir, katmanlarından yalnızca biridir... Oysa bir sanat eseri
karşısında olduğu gibi, bir şiiri okurken olduğu gibi, onu yaşarken ille de
anlamakla sınırlı olmam gerekmez, yeterli değildir ve tümü kuşatıcı
değildir anlamak; hissetmek, coşku duymak, öfkelenmek ya da
sevinmek de gerekir. Yalnızca varoluşçuluğun değil, romantizmin de
kökenlerinin sonsuzca varolmayı çözmeye çalışan 17. yüzyıl düşünce
kültüründen kaynaklanıyor olması kaçınılmazdır...

Son soru olarak, anarşist düşüncede romantizm ile vicdan


karşısındaki "tutum" ve "duruş" neydi diye soracağım...
Vicdan üzerine vurgu yalnızca dinlerin işleyişine ait ahlaki bir sorun
değildir... Bu meselenin en çok yoğunlaştığı yer, kuşkusuz 19. yüzyıldan
beri "anarşist" gelenek de olmuştur... Vicdan ahlağın koşuludur, onun
önünde gelir, yani ahlağın buyurduğu bir tutum değildir. Ahlak "vicdanlı
ol" gibisinden saçma bir şey söyleyemez... Her şeyi buyurabilir,
öldürme, çalma, öbür yanağını çevir filan der durur ama "vicdanlı ol"
türünden bir buyruk anlaşılamaz. Başka bir deyişle vicdan, ahlaklı
bireyi varsaymaz, onun "ilk belirtisi", başlangıç noktasıdır. Yani ahlağın
varsayımıdır... Önce vicdanlı olacaksın ki herhangi bir ahlak
buyruğuyla, kuralıyla karşılaşabilecek bir yeteneğin, bir gücün olsun...
Bu şu demektir: Vicdan, ahlaktan farklı olarak bir "güç durumudur",
başka bir şey değil... Ahlağı dinsel ya da ideolojik biçimler altında da
olsa, "hayata geçirmek" için bir "dış güce" ya da "çabaya" (eğitime,
education sentimentale''e) ihtiyaç duyulur, oysa vicdan bir "başlangıç
hali", dış değil, iç bir kudrettir... İnsanın dış buyruklara, zorunluluklara
"katlanabilme" gücüne vicdan diyoruz... Anarşistlerin "Etika"sı işte bu
kudrete duyulan güvenden, biraz safça olsa da bu gücün
onaylanmasından başka bir şey değildir. Bunu bireyden başka hiçbir
yerde arayamayacağınız açıktır. Atomlaşmış bir bireycilikten çok
uzakta, doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan bir "ilk
sorumluluk"... Romantizmin güçleriyle anarşiyi zorunlu olarak
buluşturan işte budur...

You might also like