Professional Documents
Culture Documents
Ismail Yurdakok
ismailyurdakok@gmail.com
Balıkesir’in Eylül (2009) ayı ihracâtı 55 milyon dolar olmuş. Tabii, bu rakamın
ne kadarı Bandırma bölgesinden, o ayrı bir konu. Esasen Bandırma; Balıkesir il
merkeziyle hemen hiç irtibâtı olmayan, öteden beri kendine yeterli, zengin bir
bölge; Gönen, Manyas, Erdek, Marmara adaları, hatta Susurluğun büyük bölümü de bu
bölgenin içinde. Balıkesir ise, ekonomik, ticârî ve kültürel yönden bir bütün
olarak daha çok; sırtımızı Susurluğa doğru verirsek, solda Dursunbey, Kepsut’tan
başlayarak, Bigadiç, Sındırgı, Savaştepe, daha sonra da İvrindi ve Balya’yı içine
alan bir sahayı kapsıyor. İzmir Bergama’nın bazı köyleri, Soma’nın bazı köyleri,
Kütahya’nın Simav’ının bazı köyleri de bu bölgenin içinde. Bu geniş bölgede, iklim
de aşağı yukarı aynıdır. Ama Körfez’e doğru yol alırsak; daha Havran uzaktan
gözüktüğünde, hem havanın ılımanlığı, hem de bitki örtüsü değişir. Ege bölgesi
başlamıştır ve Havran, bu sakin küçük kent; yazlıkçıların mekânı olan Edremit,
Burhaniye, Gömeç ve Ayvalık ile birlikte Türkiye’nin zeytin(yağı) üretiminde en
önde gelen bölgedir. Bu bölge, binlerce yıldan beri bir yerleşim merkezi. Aristo,
az ötedeki Behramkale’ye gelmiş, ve çok büyük ihtimalle Edremit’e de uğramıştır.
Merkeze en uzak olan Ayvalık ise, daha çok, sanki İzmir’e bağlı bir kent merkezi
havası verir. Edremit deyince; develer hatırımıza geliyor. Develer, Balıkesir il
merkezinde de 1960’lı yılların sonuna kadar, dağ köylerinden odun veya mangal
kömürü getirme işine devam ettiler. Edremit’te ise; develer, binlerce yıldan beri
yapmakta oldukları görevlerini hâlâ sürdürüyorlar. Daha evvel Kaz Dağları’ndan
odun da taşıyan bu fedakâr hayvanlar, şimdi engebeli arazilerde, zeytin nakline
devam ediyorlar. Ayrıca Ağunya var; yani Çanakkale’nin Yenice ve Kalkım ilçeleri
de, ticârî yönden Balıkesir merkeziyle sıkı irtibat içindedirler.
Neden Osmanlı da, Karesi Değil. Tarihî olayların anlatımından istifâde etmek,
“neden Osmanlı İmparatorluğu oldu da, Karesi İmparatorluğu olmadı? gibi soruları
sormakla mümkündür. Veya Kütahya merkezli Germiyan Beyliği, veya hepsinden daha
köklü bir devlet geleneği olan Karaman Beyliği büyüyüp Karamanlı İmparatorluğu
olmadı da, Osmanlılar büyüdüler? Ahmet Cevdet Paşa Kısâs-ı Enbiyâ’da, Karesi
Vilâyeti’nin Zaptı başlıklı bir bölüm açar ve şöyle yazar: “Karesi ili kürsii
emâreti (emirlik merkezi=başkenti) Balıkesir idi. Burası, Aydıncık ve Manyas ve
Bergama ve Edremit gibi büyük beldeleri ve pek güzel sâhil ve limanları olan ve
pek ziyâde imârı kabil (çabucak büyüyüp gelişmeye müsâit) geniş bir vilâyettir.
Lâkin burada hüsn-i idâre (iyi idâre) olmadığından bu beldeler harâbeye yüz
tutmuştu.” Cevdet Paşa, Karesi Bey’i İclân (Aclân) Bey’in ölümünden sonra yerine
geçen oğlunun, idâreye ehil olmadığını ve kötü huylu olduğundan, halk ve ileri
gelenlerin bu durumdan bıkmış ve yönetime gücenmiş olduklarından, vezir makamında
bulunan Hacı İl Bey’in başkanlığından toplanıp durum değerlendirmesi yaptıklarını,
başa geçirmek için diğer oğul Dursun Bey’i davet ettiklerini; fakat Dursun Bey’in,
başta bulunan kardeşinin suikastı sonucu öldürülmesiyle, Orhan Bey’in gelip
Balıkesir’i ele geçirdiğini; itaat eden görevlileri makamında bırakacağını ilân
etmesiyle, bütün yüksek bürokratların bunu kabul etmesi sonucu, Balıkesir ve
Bergama’nın Osmanlı yönetimine tâbi olduğunu anlatır. Önceki yönetim kıymetli
insanlardan faydalanmazken, Osmanlı idâresinin onlara kâbiliyetlerini gösterme
fırsatı verdiğini, Cevdet Paşa şöyle anlatır: “Karesi ile halkı Türkmen
aşîretlerinden olduklarından devlet-i Osmâniyye’ye ilhâk olundukları gibi, Osmanlı
hamuruna karışıverdiler. Hacı İl Bey, Ece Bey ve Evrenos Bey, emsâli az bulunur
zâtlardan olup, daha evvel Karesi Devleti’nde bir işe yaramazlar iken, Devlet-i
Osmâniyye’ye tâbi olunca, hünerlerini gösterip, İslâm dinine büyük hizmetler
yapmağa muvaffak olmuşlardır.
Balıkesir’in 2009 yılı dokuz aylık ihracatı 263 milyon dolar olmuş. Manisa ile
Gaziantep’in ise bir aylık ihracatları bu rakamdan fazla. Gaziantep’in 2009 yılı
Ocak-Eylül dönemi, dokuz aylık ihracatı üç milyar dolara yaklaşmış. Gaziantep,
Adana’nın üç katı ihracat yapmış. Gaziantep’i öne çıkaran faktörlerin, diğer
iller tarafından iyi tahlil edilip, takip edilmesi ve taklit edilmesi lâzım.
Manisa, Antep’i az farkla takip ediyor. Tabii, İstanbul otuz beş milyar dolarla
birinci sırada. Bursa, İzmir, Kocaeli, Ankara, Eskişehir, Kayseri ve Konya
İstanbul’u takip ediyorlar. Antalya, Balıkesir’in iki katı ihracat yapmış. Trabzon
da öyle; o da küçük arazisine rağmen Balıkesir’in iki katı ihracat yapmış.
Trabzon’un fındığı var denilebilir; ama Balıkesir ve ilçelerindeki verimli geniş
toprak parçaları, Türkiye’nin çok az yerinde bulunabilecek cinsten. Samsun da
Balıkesir’e benziyor; çok büyük ve verimli ovalara sahip olan Samsun da,
ihracatta parlak rakamlara sahip değil. Samsun da Balıkesir de ortalardan
gidiyorlar. Ama, Hatay, Denizli, Adana, Sakarya, Mersin, Tekirdağ ise ihracatı iyi
olan iller arasında. Bazı iller ise, isimleri meşhur olsa da, ihracatta (çok) geri
kalmışlar; bu iller: Erzurum, Sivas, Kastamonu, Yozgat.. Yine bir grup il,
potansiyellerine rağmen ihracatta geriler: bu iller Amasya, Tokat, Çorum, Muğla,
Bolu, Düzce ve Ordu.
Bir kitapçı arkadaşa uğramak için giderken, yolda bir peynircinin vitrinindeki
yazı gözüme çarptı: Keçi Peyniri Bulunur. Radyoda iki-üç akşam evvel dinlediğim
Prof. Ahmet Maranki aklıma geldi; “keçi peyniri yiyin” diyordu. Tüketici bu kadar
da çabuk etkileniyor demek ki modern dünyada. Esasında tüketici kelimesi bile
modern (Batı) kültürü(nü)n bize etkisi ile söylediğimiz bir söz. Tüketici ve
tüketmek. Hemen ve çabucak tüket ki, piyasa hareketlensin. Hareketlenince ne
olacak? İşler dönsün de, borçlarımızı ödeyelim. “Borç yiğidin kamçısı” değil
miydi? Borç günümüzde de, yine kamçı görevini sürdürüyor ve yiğitlerin sırtından
eksik olmuyor ama, şimdiki etkisi, bir nevi kölelerin sırtında şaklayan kamçıya
benziyor. Borç yiğitleri üzüyor, eziyor. Allah’ın Elçisi’nin kalkanının rehin
verilmiş olduğu bir durumda, kalkanına karşılık buğday alarak, bu durumda (borçlu)
öldüğü biliniyor; ama yine Hz. Peygamber’in hemen her gün “Allahumme İnnî Eûzü
bike min Galebeti’d-deyni ve Kahr’ir ricâl ” (Ya Rabbi, çok borçtan ve adamların
zulmünden sana sığınırım) diye dua ettiğini biliyoruz. (Buhârî-Müslim) Borçları
öderken sıkıntıya düşeceğimize, her türlü israftan kaçınsak da, başımız dinç olsa
daha iyi ama; hem market raflarındaki ve vitrinlerdeki ürünlerin çekiciliği, hem
de kredi kartının uzun vadeli borçlanmayı mümkün kılması, borçlanmayı teşvik
ediyor. Kırk beş dakika veya en fazla bir saat durduğumuz kitapçıda, önce bir
müşteri geldi ve “astroloji ile ilgili kitap var mı?” dedi. Bir süre sonra bir
başka müşteri de “tarot kitabı var mı?” dedi. Ben “akşam herhalde televizyonda
yıldızlarla ilgili bir proğram vardı, millet ondan bu kitapları arıyor” deyince,
“yok, Maranki yüzünden” dediler. Meğer Maranki, her (gök) ayı(nı)n 14, 15 ve 16.
günleri, ayın dünya üzerindeki çekim gücü yüzünden, insanlar strese girer, diyerek
bir şeyler anlatmış ve bazı tavsiyelerde bulunmuş.
Hz. Peygamber’in bugünleri, yani gök aylarının 14, 15 ve 16. günlerini oruçlu
geçirdiğini biliyoruz ama, Allah’ın Elçisi’nin, bu konuda başka bir tavsiyesini
bilmiyoruz. Elbette oruçlu olmak insana sükûnet verir, insanın hareketleri
yavaşlar ve stresten uzaklaşır; Ramazan ayında suç oranları da bu nedenle son
derece düşer, ama bütün bunları ayın çekim gücüne bağlamak herhalde doğru
değildir. Müslümanın îmanı, zaten başlı başına onu stresten uzak tutmaktadır;
ayrıca ibâdetler, sabah namazını karanlıkta kılmak, gün doğmadan ağza buruna su
vermek de zaten, müminin stresini gideren en önemli faktörlerdir. Yani Batı’da
yapılan ve ayın dünya (ve insanlar) üzerindeki etkisini ölçmek için yapılmış
istatistikler/çalışmalar, Müslümanlar için hemen hiç geçerli değildir. Bu yönüyle,
Batı’da yapılan çalışmalar, Batılı insan için doğru olabilir ama, Müslümanların
manevî ve rûhî temizliği bambaşka şeylerdir, ve müminler öyle aydan yahut
yıldızlardan etkilenmezler. Prof. Maranki söyler söylemez, insanların kitapçıya
koşmaları ise; modern çağın veya tv’nin açık etkisini gösteriyor. Bu aynı zamanda,
İstanbul İktisat Fakültesi’nde yüksek lisans ve doktora yapmış bir iktisatçı olan
Ahmet Maranki’nin pazara/piyasaya/iktisada –sağlık ile konular anlatarak- bir
müdahalesi olarak iktisat tarihine geçmekte.
Gece boyunca, içinde uyuduğu arabası 1973 model. Mesleği elektrikçi. Ev kirasını
ödeyemeyince evi boşaltmış. ABD’deki ekonomik kriz, belli bir kesimi vurmaya devam
ediyor. Geçen kış Kaliforniya’da aynı şekilde ev kiralarını ödeyemeyenler, Pasifik
Okyanusu kenarındaki tek odalık pansiyonlara yerleştirilmişlerdi. Aralarında
krizden evvel işi iyi olanlar da vardı. Çoluk çocuk, esasında iki kişilik olan bu
pansiyon odalarında kışı geçirdiler. Çocuklar otobüslerle okullarına gidip
geldiler. Şimdi yaz; nispeten daha kolay geçiyor. Pansiyonları mecburen
boşalttılar. Ama yakıt masrafı yok en azından. “Ventura şehri ve çevredeki bir
milyon altı yüz bin kişinin yüzde on sekizi arabalarında yatıyorlar” diyor, şehrin
yetkilileri.
Aynı Kaliforniya’nın bir başka yerindeki bir butikte, tanesi üç bin dolardan üç
yüz bin dolara kadar kol saatleri satılıyor. Burası Platin Üçgeni denilen
ABD’deki en zengin yerlerden biri. Beverly Hills denilen bu şehirde 35 bin kişi
yaşıyor. Los Angeles’ın ve Hollywood’un batısında daha doğrusu hemen yanı başında.
Hollywood malûm ‘kutsal ağaç’ demek. Yani Noel ağacı. Amerikan sinema sanayi
burada kurulu. Bizde de sinemacıların meskeni olan Beyoğlu’ndaki sokağa herhalde
bu yüzden Yeşilçam (sokağı) ismi verilmiş ve Türk sineması da herhalde bu yüzden
Yeşilçam diye anılıyor. Kelimenin dayandığı kültür, batıdan olunca o sinemanın
üretiminin de batılı değerlere dayalı olacağı apâşikârdır. Neyse; Beverly Hills’e
geri dönelim: Amerikan’ın meşhur artistleri, şarkıcıları ve zenginleri burada
oturuyor. Ortalama bir evin fiyatı 2,5 milyon dolar. Butiğin yöneticisi Mr.
Brücker, çalışanlara “sakın ‘...bu saatin fiyatı...’ kelimesini ağzınıza almayın”
diyor. “Biz burada değer satıyoruz; fiyat değil, masal gibi ürünler satıyoruz”
diyor. Bu şehirde kişi başına düşen milli gelir 87 bin dolar. ABD’deki en büyük,
en lüks evler (köşkler) burada. Toplam 15 km karelik bir yer burası. Yani 3 km’ye
5km’lik bir dikdörtgen. Nüfusun yüzde 85’i beyaz, yüzde 2’si zenci, yüzde 7’si
Asyalı. Zaten nüfustaki bu oran da, kapitalist dünyadaki gelir adaletsizliğinin
bir başka göstergesi. Bu lüks İsviçre saatlerinin satışı, 2008 Mayıs’ına göre
yüzde 42 düşmüş ama butiğin müdürü Mr. Brücker: “Biz burada heyecan satıyoruz,
onun için işimden memnûnum” diyor”, dükkanda iki gün mesleğinin sırlarını
anlattığı Wall Street Journal gazetesi muhabirine.
Tam yüzyıl önce, İngiliz Daily Mail gazetesi bir ödül ilan etmişti: İngiltere’den
Fransa’ya (veya Fransa’dan İngiltere’ye) ilk geçecek pilota verilecekti bu para
ödülü. Bu ilândan sonra 25 Temmuz 1909’da Manş denizini ilk geçen Fransız Louis
Blériot ödülü aldı. O sırada 38 yaşındaydı. Binlerce kilometre ötede ise,
aralarında Fransız Louis’den on yaş küçük Enver Bey’in (Paşa) de bulunduğu bir
grup asker ve sivil aynı yılda (Nisan 1909) Sultan Abdülhamid’i tahttan
indiriyorlardı. Batı dünyası ekonomik ve teknik her yönden ilerlemeye çalışıyor;
İstanbul’da ise ülkenin aydınları darbe işleriyle uğraşıyorlardı. Abdülhamid
şüphesiz bir peygamber değildi. Yaptığı iyi işlerin yanında, yapmadığı/yapamadığı
işler de vardı. Namuslu, dürüst bir şahsiyetti. Okullar açmak, demiryolları
yapmak, telgraf hatları döşetmek gibi alt yapı hizmetlerine önem vermişti.
Kalkınmak için de öncelikle bunların yapılması lâzımdı. Ama vizyon sahibi bir
insan değildi. Özelikle çağdaşı Alman devlet adamı Bismark ve İngiliz kraliçesi
Viktorya ile karşılaştırılacak olursa, Osmanlı’ya çağ atlatacak bir adam olmadığı
açıktı. Tahtta bulunduğu otuz üç yılda bir şeyler yapmıştı. Ama, toplum olarak,
asırların uyuşukluğu giderilememişti. Ama aynı dönemde, Bismark; köylü toplumu
olarak devraldığı Almanya’ya verdiği vizyon ve hızla; bu ülkeyi çok kısa sürede
bir sanâyî ülkesi haline getirmişti. İslamcılar ve Batıcılar elbirliği ile
Abdülhamid’i indirdiler. Felaketler zinciri de bu darbe ile başladı. Enver,
idareyi ele almak için dört yıl daha sabretti. Ocak 1913’te soğuk bir kış günü,
etrafına topladığı 150-200 kişilik ve çoğunluğu İstanbul’un serserilerinden
müteşekkil bir grupla Bâbıâlî’yi (Başbakanlığı) bastı. Ellerinde doğru dürüst
silah bile yoktu. Onun için Enver: “Önce pencerelere ateş açın; camlar dökülsün
ki; o panikle idareyi ele alırız” demişti. Gerçekten de tahmin ettiği gibi oldu.
İki subay, sekiz er ve Nazım Paşa’yı öldürüp, Sadrazam Kâmil Paşa’yı da (zorla)
istifa ettirip, idâreyi aldılar. O güne kadar dünyanın en ucuz kenti olan
İstanbul’u ve imparatorluğu artık (çok) acı günler bekliyordu.