Professional Documents
Culture Documents
www.atsizcilar.com Sayfa 1
BÖLÜM 1: TÜRKÇÜLÜK‐TURANCILIK
TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi,
taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre kelime,
yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelimeyle ifade olunmaz.
Zaten başka milletlerin Türk'ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, menfaat
icaplarına, siyası zaruretlere işarettir. Hakiki olarak Türk'ü Türk'ten başkası sevemez.
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi nihayet silik
ve sönük kalmaya mahkûmdur. Eğer bu millet talihli de değilse onun sonucu yenilmek, ezilmek,
haritadan silinmek hatta yok olmaktır. Ülküler, hakikatle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne
bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler ölebildikleri
kadar yaşamak hakkına maliktirler.
Türkçülük büyük Türk ilinde Türk uruğunun kayıtsız – şartsız hâkimiyeti ve istiklali ile Türklüğün her
yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte bir kaç kere gerçekleşti.
Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı, bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve
düşüncelerden gelen bütün engeller yakılacaktır.
Türkçülük dört kaynaktan geliyor:
1‐ Kökü çok eski olan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;
2‐ Tanzimat’tan sonra Avrupa da ki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik.
Olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi;
3‐ Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki;
4‐ Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felaketlerin verdiği uyanıklık.
Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle karışıp yoğrularak bugünkü Türkçülüğü ortaya
çıkarmıştır. Türkler, Türkçülükle güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecektir.
Bir millet yükselmek iradesini taşımazsa, kendi güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey
yapmazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze
almazsa, savaştan korkarsa o millet içinden çürümüş demektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 2
Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı,
hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler
hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli
ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Mazisi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü
bulunmayanlar devriliyor.
Türkçülük ülküsü bizden amansız bir vazife ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlik talimini
yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık
göstermekte devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her
şeyden önce dersini bellemeğe çalışırsa ve bütün vazifelerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne
dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa; aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık
saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa; bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve
konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa vazifenin
bizden istediği şey yapılmış olur.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen; Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm
diyen de Türkçü sayılmaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin vazifesini inançla yaparsa Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Türkçülerin ilk işi, vazifelerini arınmış gönül ve inanmış yürekle yapmaktır.
Orkun, 15 Haziran 1963, 2. Yıl, 17.Sayı.
Ötüken, Sayı 1, 1964
TÜRKÇÜLÜK DEĞİŞMEZ BİR FİKİRDİR
ORKUN'u beğenmeyenler onda eski teranelerden başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Haklıdırlar.
Türkçülük değişmez bir fikir olduğu için burada hep ayın sözler söylenecek. Türkçülük bir moda
olmadığı için değişmeyecek, bir ilim olmadığı için sabit kalacak, bir eğlence olmadığı için kendini
beğendirmeğe uğraşmayacaktır.
Türkçülük bir ülküdür. Milli ülküler yüzyıllar boyunca değişmeden yaşar. Değişen tarafları ana çizgileri
değil, teferruat veya taktiğidir.
Bazı arkadaşlar, Türkçülük anlamında yazı yazanların yıllardır ayın kimseler olduğu söylüyorlar. Bu da
doğrudur. Fakat ORKUN’daki imzaların çoğaldığını zamanla herkes görecektir.
Ancak, Türkçülerin hepsi yazı yazmadığı gibi yazıcıların aynı kimseler olması da Türkçülüğün yerinde
saydığını göstermez. Türkçülüğün nasıl geliştiğini görmek için Türkçü dergileri okuyanların sayısına
bakmak kâfidir. ORKUN'un (ORHUN) adıyla çıktığı birinci ve ikinci devirleriyle şimdiki satışı arasındaki
www.atsizcilar.com Sayfa 3
fark Türkçü okuyucuların ne kadar hızla çoğaldığını ve Türkçülük ülküsünün gördüğü rağbeti ispat
eden şaşmaz bir ayardır.
Türkçülüğün bugünkü kuvvetine göre ORKUN'un zayıf olduğu muhakkaktır. Türlü sebepler,
başlangıçta daha kuvvetli ve iyi çıkmamıza engel oldu, fakat bu durum geçicidir. Toplanma ve
toparlanma yoluna girmiş bulunan Türkçülük ağır, fakat emin adımlarla ilerlemektedir. Şimdiye kadar
Türkçülük hareketleri yalnız fedakârlığa dayanan ve küçük gurupların, bazen de fertlerin elinde idare
olunan dağınık hamlelerden ibarettir, Bir Türkçüler topluluğu tarafından çıkarılan ilk dergi
ORKUN’dur. Manevi bağlarla birbirine bağlı olan arkadaşlar topluluğu uzun bir zamandan beri
biriktirilen para ile ORKUN'un sermayesini hazırlamış, gayet sessiz ve mütevazı olan bu hazırlanma
birçok Türkçüler tarafından duyularak desteklenmiş, böylelikle ORKUN'un daha erken çıkması
sağlanmıştır.
Türkçülük için önümüzde gittikçe genişleyecek bir çalışma ve başarma devri açılmaktadır.
Türkçülüğün şiarı soğukkanlı, ağırbaşlı ve mütevazı olmak bulunduğundan en küçük başlangıçlarda
hareket ederek ağır ve emin adımlarla büyük başarılara doğru ilerleyeceğiz. Yürüyüşümüz azimli,
hesaplı ve disiplinli olacaktır. Her işte hep beraber olacağız ve ülküye doğru hep beraber gideceğiz.
Ülkü yolunda yürüyüşümüzün ağırlaştığı günler ve hızlandığı günler olacak, fakat Türkçülüğün aslında
ve son hedeflerinde hiçbir zaman değişme olmayacaktır.
Orkun, 27 Ekim 1950, 4. Sayı.
BİZİM GÜNÜMÜZ
Türkçülük büyük bir ülküdür. Bütün ülküler gibi büyük bir inanç gücüne dayanmakta ve bir toplum
davranışı olduğu için de bütün toplum davranışları gibi sosyal kanunların etkisi altında bulunmaktadır.
Bu ülkü, büyük Türk milletinin şuurunda ve şuuraltında yüzyıllardır yaşamakta olan büyüklük
düşüncesinin bir görünüşü, Türk soyundaki özelliklerin bir belirtisidir.
Türkçülük, geçmişten geleceğe, doğru uzanan bir duygu ‐düşünce vetiresi olduğu için onu şu veya bu
kasıtla tefsir etmek, yermek veya ona saldırmak boşunadır. Bir ağacın çiçek açıp yemiş vermesinin
nasıl önüne geçilemezse, Türk milletinin içinde bir gün Türkçülük ülküsünün tam zaferi sağlamasına
da öylece engel olunamaz. Ağacı yemiş vermekten alıkoymanın yolu onu kökünden kesip devirmek
olduğu gibi Türk milletinde Türkçülük ülküsünün önüne geçmenin tek çaresi de Türklüğü yer
yeryüzünden kaldırmaktır.
Türkiye'nin içinde ve dışında bütün Türk dünyasında Türkçülük ülküsü her zaman bir kor halinde
yanmaktadır. Bunun bütün. Türklüğü saracağı zaman elbette bir gün gelecektir. Bugün Türkçülük o
kadar güçlü değilse bunun sebepleri memleketin durumunda, aydınların yozlaşmasında, siyasilerin
değersizliğindedir. Partizanlığın din haline geldiği; Nurculuk ve Moskofçuluk gibi geri ve hain akımların
alabildiğine ortaya döküldüğü bir ortamda zaten başka bir şey beklenemez. Türkçülüğün korkunç bir
şey olduğunu propaganda ile dört bucağa yayanlar, bunu radyo ve basınla tekrarlatanlar Nurculuğa
www.atsizcilar.com Sayfa 4
ve Moskofçuluğa zemin hazırladıklarını idrak edememişlerdir. Daima bir fikre sarılmaya mecbur olan
"kişi oğlu", normal ülküsünün kapısı kendisine kapatılınca işte böyle anormale gider; bundan da
şüphesiz Türkiye zarar görür.
"3 Mayıs" günü Türkçülerin tarihte ilk defa görülen bir davranışlarıdır. Türkçülüğün düşünceden
harekete geçmesidir.
"Bir gösteriden ne çıkar? Bu da anılmaya değer mi?" diye düşünenler bulunabilir. Bugünün kanunları
himayesinde, anayasaya ve her türlü hürriyetlere dayanarak nümayiş yapmak kolaydır. Nitekim
dünya şimdi ucuz kahramanlarla dolup taşıyor. Fakat Türkiye'de koyu bir istibdadın hüküm sürdüğü,
"Kanun"un "beş telli bir saz" olduğu çağlarda, polisin insanları tevkif ederek keyfi istediği kadar
alıkoymak yetkisine sahip olduğu yıllarda bunu yapmak, yapabilmek gerçekten bir yürek ve inanç
meselesidir.
3 Mayıs 1944 günü Ankara'daki Yüksek Öğrenim gençleriyle bunlara katılan liseler ve halktan
toplanan birkaç bin kişilik bir grup, komünistlerle onların koruyucusu olan o zamanki Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel aleyhinde bağırarak bir yürüyüş yaptılar ve üzerlerine yürütülen atlı ve
motosikletli polislerle çarpışarak zorla dağıtıldıktan sonra yüzlercesi tevkif edildiler.
3 Mayıs büyük ızdırapların başlangıcı ve kaynağı olan bir gün olduğu halde bir dönüm noktası, bir
benimsenmiş gündür. O günkü yürüyüş "daimi başarı ve zafer" ninnileriyle uyumuş, uyuşturulmuş
olan milleti ve Meclisi dehşetle uyandırmış, bu uyanıklık daha sonra gördüğümüz şuurlu antikomünist
hareketlere yol açmıştır.
3 Mayıs bir kâbustan silkiniştir. Daha sonraki yayınların da belgeleriyle ortaya koyduğu gibi
Komünistler bazı bakan ve mebuslardan himaye görerek, pazı satılmış kalemlerin teşviki ile harekette
idiler. Köy Enstitüleriyle, liselere sokulan öğretmenlerle, üniversitedeki sabıkalı profesörlerle
Türkiye'yi bir Marksist ihtilale hazırlıyorlardı. Bütün bunları önleyen şey, 3 Mayıs 1944 günü birkaç bin
meçhul gencin yaptığı sert yürüyüş olmuştur.
Bundan dolayıdır ki 3 Mayıs bizim günümüzdür. 3 Mayıs bir ruhtur. Bu günkü parti dincilikleri,
Nurculuk ve Moskofçuluk safsataları geçerek ve ortada yalnız 3 Mayıs yürüyüşünü yapan Türkçüler
kalacaktır.
Bu yürüyüş devam ediyor. Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde
geçit resmi yapıncaya kadar devam edecektir.
Ötüken, 15 Mayıs 1965, 17. Sayı.
www.atsizcilar.com Sayfa 5
TÜRKÇÜ KİMDİR?
Türkçü, Türk ırkının üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa,
hepsi, geçici bir hastalığın arazlarıdır ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten
faziletlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat
aramaktadır.
Türkçü, milli menfaatleri şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve maziye saygı gösteren, vazife
ahlakı yüksek olan, haksızlığa savaşta pervasız bir insandır.
Türkçü, eyyamperest ve dalkavuk olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine
karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol mevcut olduğu için bazı küçük milletlerin
yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden esasen var olanların hakkını vermekle
iktifa eder. Böylelikle, milli kahramanlarına saygı gösterir, fakat milli kahramanların kusurları da varsa
söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık payesi vermez. Hele
Türklüğün mukaddesatını tahrip edenleri asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları milli düşman sayar.
Türkçü mütevazı olmaya mecburdur. Çünkü kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya
takdir olunmak içindir. Hâlbuki takdir beklemek bir hodbinliktir. Türkçü milletine bir hizmet yaparken
bunu beğenilmek için değil, vazife bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanı
bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir.
Türkçülük yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar fedakâr fertlerin çokluğu nispetinde
yükselir.
Türkçülük bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de münakaşasız, tenkitsiz kabul
olunur. Onun münakaşa ve tenkit edilecek taraftan temeli, esası değil, teferruatıdır.
Türkçüler dayanışmalı yaşamaya mecburdur.
Dayanışma az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde için için
bir kemirme var demektir. Türkçü, ülküdaşlarıyla olacak bir geçimsizliğin ülküye darbe olduğu bilir.
Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur. Fakat her "Türkçüyüm" diyen Türk, Türkçü değildir.
Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır. Türkçünün en büyük vazifesi Türklüğe
hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O
yorulmadan ve bıkmadan Türk ırkının üstünlüğünü anlatacak, yabancıların tehlikesini söyleyecek,
Türk ahlakının gereklerini bildirecek, barışmaz düşmanımızın Moskof olduğunu telkin edecektir.
Moskofçu komünistin vatan haini olduğunu en iyi ve herkesten önce anlayan Türkçülerdir. Onun için
komünistlerle her yerde, her vasıta ile her şekilde savaşacaklardır.
Kısacası: Türkçüler yirminci yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.
Orkun, 20 Ekim 1950, 3. Sayı.
www.atsizcilar.com Sayfa 6
TÜRKÇÜLÜK VE SİYASET
Türkçülük bir ülkü, siyaset ise iktidara geçme taktiğidir; Bu sebeple, bir ana inanç ve ana düşünce olan
ülkü asla değişmediği halde siyaset yani taktik her zaman değişir.
İnsanlar iktidara geçmek için partiler kurarak çalışırlar. İktidara geçmek oy kazanmakla mümkün
olduğu için oy sahiplerinin fikrini ve gönlünü almaya uğraşırlar. Bunu sağlamak için taviz verirler;
propaganda yaparlar; kendilerini beğendirmeğe çabalayıp bol bol da yalan söylerler. Hatta rakiplerine
iftira attıkları da olur.
Bu, bütün dünyada böyledir. Bizde "İttihat ve Terakki", "Hürriyet ve İtilaf' partileri arasındaki iğrenç ve
ahlaksızca mücadeleyi bir tarafa alıp Cumhuriyet çağına, onun da Halk Partisi ile Demokrat Parti
arasındaki savaş zamanına göz attığımız zaman karşılaştığımız manzara şudur:
İktidar, iktidarda kalmak için haksızlıklar yapmış, muhalefet bundan şikâyet etmiştir. Sonra, Muhalefet
iktidara geçinde aynı haksızlıkları kendi yapmaya başlamış, bu sefer evvelce haksızlık edenler aynı
haksızlığa uğrayınca feryadı göğe yükseltmişlerdir.
Partilerde ülkü yoktur. İktidara geçmek veya orada kalmak için en aşırı tavizlerden çekinmezler.
Demokrat Parti'nin iktidara geçince Türkçe ezanı yine Arapçalaştırması samimi kanaatinden değil, oy
toplamak kaygısındandır. Aşırı Kemalist olan ve dinle ilgisi bulunmayan Celal Bayar'ın bunu isteyerek
yaptığı veya yaptırdığı söylenemez. Bununla ileriki seçimleri teminata almak istemiş ve almıştır.
Sade dinsiz değil, aynı zamanda Tanrısız bir rejim olan komünizm ise İkinci Cihan Savaşında Almanlar
karşısında tutunabilmek için dinden yardım beklemiş, Sovyetler Birliğinin Hıristiyan ve Müslüman
vatandaşları için kiliseler ve camiler açılıp dini liderler seçilmiştir.
Türkçülük, Türk milliyetçiliğidir ama her milliyetçi Türk, Türkçü değildir. Milliyetçilik pek umumi bir
deyimdir. Her normal insan az çok milliyetçidir. Türkiye’nin bütünlüğü ve emniyeti üzerinde duygulu
olup Türk milletine bağlı kalmak şüphesiz milliyetçiliktir. Fakat böyle milliyetçiler arasında Dış
Türklerle hiç ilgilenmeyen, hatta onların varlığından habersiz olan, siyasi sınırlar dışında Türk ülkeleri
olduğunu bilmeyen, tutsak bir Türk ülkesinin kurtarılması için göze alınacak savaşı istilacılık sayan nice
insanlar vardır.
Aslında beynelmilelci olan sosyalizmin Türkiye'deki mümessilleri de milliyetçi olduklarını söylerler.
Hatta Orta Asya'daki atalarımızla ilgimizi inkâr edip bu topraklar üzerinde Hititlerden başlayarak üst
üste yığılmış olan etnik döküntülerinin karması olduğumuzu ileri sürenler de milliyetçilik
davasındadırlar.
Komünistlikten hüküm giymiş olanlar, Türk milliyetçiliğinin kökünü kazımak için kampanya açmış olan
partiler, İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler.
Türkçülük bu türlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder. Türkçüler için İzmir'i kurtarmak
üzere yapılan savaşla Kıbrıs'ı, Kerkük veya Azerbaycan'ı, Türkistan'ı kurtarmak için yapılacak savaşlar
arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Türk milleti bir bütün olduğu için Türkçülük ancak ve yalnız, bütün
Türkleri içine alan bir milliyetçilik davasını ülkü edinir. Türkler ise Türk soyundan gelenlerle Türk
www.atsizcilar.com Sayfa 7
soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi
bulunmayan fertlerin topluluğudur.
Türkçülük bugün siyasi değildir. Fakat bir gün siyasi bir kuruluş durumuna gelirse bütün Türkleri
kurtarıp birleştirecek bir program ile ortaya çıkacaktır. O zaman, şüphesiz çağı, durumu ve ortamı
kollamakla beraber bunlara bağlanıp kalmayacak, bu kaygıların üstüne çıkacaktır. Dünün gerçeklerini
yeniden gerçekleştirecektir.
"Türkçü" kelimesi bugün birçoklarını ürkütüp tedirgin etmektedir. Bunun altında bir nazizm,
diktatörlük, kafatasçılık heyulaları görmektedirler.
Türkçülük kelimesinin bu korkunç hale getirilmesinde‐yerli Moskofçuların rolü büyük olmuştur. Onlar
Moskova uşağı oldukları için Rusya'yı yere vuracak her düşünceye düşmandırlar. İkinci olarak
Türklüğe gizli bir hınç besleyen Devşirme artıkları, üçüncü olarak da Türkiye'de solculuğun anası olan
Halk Partisi gelmektedir.
Halk Partililer arasında bir tane Türkçü gördünüz mü? TİP dışındaki bütün partilerde Türkçü bulunur
ama Halk Partisi'nde bulunmaz. Gerçek çehrelerini de son kurultaylarıyla ortaya koydular.
Türkçüler bugünlük ancak Türkçü karakteri oları partileri tutarlar. Türkçülükten sapan veya taviz
veren hiçbir parti Türkçülerce tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne olduğu açık, seçik ortada
bulunduğu için bugünkü tutumları ile hiçbir parti Türkçü değildir.
Partiler bakımından Türkiye henüz oturmamıştır. Bu kaynaşmalar durulduktan sonra kaç parti
kalacak, belli değildir. Belli olan tek şey Halk Partisi'nin ölmüş olduğudur. Milli vicdan sosyalizmden
iğrendiği için sol partilere de hayat hakkı tanımayacaktır. "Demokrasilere sol partiler de lazımdır" sözü
bazı safların da inandığı bir komünist uydurmasıdır. Tam bir demokrasi olan Amerika'da sol parti
yoktur.
İleride şartlar hazır olunca, mevcut partilerden biri Türkçü parti haline gelir veya bir Türkçü parti
kurulursa Türkçülük o zaman siyasete girmiş olacaktır. Şu da unutulmamalıdır ki, Türkçülüğün iktidara
gelmek için mutlaka parti kurmasına lüzum yoktur. Türkçülük beyinlere ve gönüllere şuurla
yerleştikten sonra bu, partisiz de olabilir.
Ötüken, 26 Temmuz 1972
TÜRK MİLLETİNİN ASIL MESELELERİ
Dünya gitgide daha çok modaların tesirinde kalıyor. Moda artık yalnız iradesiz kadınları değil, fikir ve
sanat alanını da dalgalandıran bir faktör oluyor. Bakıyorsunuz günün birinde bir kitap yahut bir yazar
moda olmuş, herkes ondan bahsediyor; başka bir günde siyasi ve iktisadi bir rejimin dilden
düşmediğini görüyorsunuz. Bizdeki bu, türlü son modalardan biri sosyal adalet, bir ikincisi de
sosyalizmdir.
www.atsizcilar.com Sayfa 8
Bu türlü modaların gelip geçmesinden, tartışılmasından milletçe bazı faydalar sağlanır mı, belli değil.
Zararı ise asıl davaları unutturmasındadır. Asıl dava deyince bugün pek çok konuşulan kalkınma ve
toprak reformunu değil, onlardan daha önce düşünülmesi gereken, onlar olmadıkça bütün
reformların neticesiz kalacağı muhakkak bulunan konuları kastediyoruz.
Türklüğün "olma veya ölme" davası iktisadi kalkınmadan önce sağlık, ahlak, milli şuur davalarıdır.
Sağlık fizik olarak, ötekiler manevi olarak milleti yaşatacak, yaşamaya kabiliyetli kılacak, kalkınma
ondan sonra gelecektir.
Bu sözlerin anlamı, hiç şüphesiz, bugün başlayan kalkınma durdurulsun da, ötekilere el atılsın demek
değildir. Fakat maddi ve ruhi sağlığı tamamlanmamış, görev ahlakı son dereceye yükselmemiş ve milli
şuuru parlamamış bir toplumun refahından ne çıkar? Refahtan kalkınmadan maksat bir millet olarak
yani başka milletlerden ayrı olarak kendi özelliklerimiz ve geleneklerimizle yaşamak, üstün olmak
değil midir? Milli şuur olmadıktan sonra, ahlak olmadıktan sonra milli, varlık nasıl korunabilir?
Sağlamlık derken de yalnız gövde sağlamlığını değil, onunla birlikte ve ondan daha çok ruh
sağlamlığını kastediyor ve İkinci Cihan Savaşından önce iki Avrupa milletinin davranışını da örnek diye
veriyoruz:
1) Almanya, Çekoslovakya’yı birkaç saatte işgal edip Almanya'ya kattığı zaman Çekler bunu kabul
ettiler. Bu koca tarihi olayda yalnız bir karakolda bir tek Çek neferi öldü. Yani koca bir devlet ve ordu
içinde milli haysiyeti olan bir tek insan çıkabildi. Almanya'nın nüfusu 70, Çekoslovakya’nın 12
milyondu ve Çekoslovakya kültür ve teknik bakımından Almanlarla eşitti.
2) Ruslar, Finlandiya'ya saldırdığı zaman Finler silahla karış koydular. Ruslar, bir süre önce yuttukları
Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Finlandiya'yı da işgal etmek istiyorlardı. Üç ay kıyasıya çarpışıldı.
Sonunda, Rusya bu ülkeyi almaktan vazgeçerek bir kısım topraklarını eklemekle yetinmeye mecbur
kaldı. O zamanki Rusya'nın nüfusu 180, Finlandiya'nın 4 milyondu.
Bu iki örneğin ortaya koyduğu hakikat şudur:
Küçük Finlandiya maddi ve manevi sağlamlık, görev ahlakı ve milli şuur bakımından çok kuvvetli
olduğu için tarihteki savaşların en elverişsiz şartlarla yapılanında varlığını korudu. Çekoslovakya ise
manevi sağlamlık ve görev ahlakı bakımından zayıf olduğu için tüfek patlatmadan teslim oldu. Teslim
olduğu zaman Almanların eline 1582 uçak, 501 uçaksavar, 2175 top, 469 tank, 43.837 ağır makineli
tüfek ve sayısız cephane geçmişti. Yani silah bakımından mükemmeldi. Memleket iktisadi refah
içindeydi. En aşağı ilköğrenim görmemiş tek fert yoktu. Ağır endüstrisi vardı. Finler 180, milyona karşı
4 milyonla yani 45 misli kuvvetle başa baş çarpışırken Çekoslovaklar 70 milyona karış 12 milyonla yani
6 misli kuvvetle karşı vuruşmaya kıyışamadan teslim oldular.
Demek ki yüksek bir maneviyat ile milli şuur olmadan yalnız ağır endüstri, teknik, bilim ve refah milli
hayatı emniyete almak için kâfi gelmiyor. Üstün silahları düşmana karşı kullanan da nihayet
maneviyat ve şuur olduğuna göre milli yapıda ilkönce milli şuur ve ahlak harçlarını kullanılması icab
ediyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 9
Türkiye'nin bugün en çok muhtaç olduğu şeyler bu manevi değerlerdir. Şimdi bunların neden düşmüş
olduğunu, sorumlularının kimler olduğunu, bir yana bırakalım da tekrar nasıl elde edebileceğimizi
düşünelim. Basın, sinema, sokak ve plajlar manevi yapıyı her gün baltalar ve kanunlar buna seyirci
kalırken yarına güvenle bakmaya imkân yoktur. Bu yıkılmayı önlemenin başlıca iki yolu kanun ve
eğitimdir. Manevi yapıyı bozanlara karşı kanunla sert tedbirler alınırken okul programlarıyla da
manevi yapının yükseltilmesi cihetine gidilir. Kıbrıs'ta Türkler öldürülürken futbol maçı tartışması
yapan hayvanları insanlığa döndürmenin başka yolu yoktur ve yarın varlığımıza saldırırlarsa Fin ve Çek
örneklerinden birini tercih etmek de bugün tutacağımız yola bağlıdır.
Ötüken, 5 Şubat 1964, 2. Sayı.
TURANCILIK
Turancılık, Türkiye'de 60 yıldan beri tartışılan bir konudur. Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri
de içine alan bir sistem halinde düşünülmekle beraber bugün "Turancılık" deyince Türkiye'de
anlaşılan şey, tarihi mirasları da dâhil olduğu halde bütün Türkler’i tek devlet halinde birleştirmek
ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir
inançtır.
Tarihi, savaşları ve fütuhatı dolayısıyla hemen bütün dünyaya antipatik gelen Türk milletinin yeniden
birleşerek şahlanması birçok milleti korkuttuğu için, bu şahlanış sonunda bazı devletler ortadan
kalkacağı veya küçüleceği için, hatta dünya çapındaki büyük ticaret ortaklıklarının çıkarları
baltalanacağı için Turancılık ülküsü büyük bir direnişle karşılanmakta, bu direnişin propagandası ve
fikriyatı yapılmakta, bu propaganda Türkiye için de tesirli olmaktadır.
Turancılık ülküsüne karşı Türkiye'deki muhalefet ya bunun Türkiye'yi büyük tehlikelere atacak bir
macera sayılmasından yahut Türkiye dışındaki Türkler'in de en az bizim kadar (bir bakıma bizden çok)
Türk olduklarının bilinmeyişinden yahut da bugünkü sınırlarımız içinde 4000 yıldan beri üst üste
yığılan etnik zümreleri ve kültürleri karıştırıp bunlardan şimdiki dili Türkçe olan bir "halk"ın
peydahlandığını kabul etmekten doğmaktadır.
Moskof uşağı oldukları için Turancılığın Rusya'yı devirmesinden korkanların muhalefetini kaale
almıyorum.
Önce, Turancılık bir macera mıdır, onu ele alalım:
Turancılığın macera olduğu hakkındaki düşünce, Birinci Cihan Savaşında Enver Paşa'nın Kafkas
cephesindeki hareketlerinin başarısızlık ve büyük kayıplarla sona ermesinden çıkmıştır. Bir çiçekle
bahar gelmediği gibi bir başarısızlıkla bir düşüncenin yanlışlığına hükmetmek de sağlam bir mantığın
eseri sayılamaz. Enver Paşa'nın cesur bir asker, fakat ehliyetsiz bir kumandan olduğu artık herkesçe
bilinmektedir. Bundan başka Enver Paşa'yı saf bir Turancı saymak da yanlıştır. İttihatçılar hem
Turancı, hem de İslam birlikçisi idiler. Hem Kafkasya'yı, hem de Mısır'ı almak istiyorlardı. Bundan
başka zamansız Kafkas taarruzu Turancılık düşüncesiyle değil, müttefikimiz Almanlar üzerindeki yükü
hafifletmek amacıyla yapılmıştı.
www.atsizcilar.com Sayfa 10
Maceracılığa gelince, bu kelime üzerinde iyi ve ciddi düşünmek lazımdır. Her maceracılık bir hata
olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim
alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb'un batıya giderek Hindistan'a varmak istemesi bir
macera idi. Bir sal ile Atlantiği geçmek de öyledir. 'Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal
Paşa'nın Samsun'a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından
değil, başarı ihtimali görmemelerindendi. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının
Türkiye'yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi.
Daha eski tarihimizde Babur'un 10.000 kişiyle Hindistan'a dalması, Yavuz'un 30.000 kişiyle çölü
geçerek Mısır'a girmesi birer macera değil miydi? Evet, Napoleon ve Hitler'in Moskova seferleri de
macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?
Yahudilerin artık Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail devletini kurması şaşırtıcı bir macera değil
midir?
Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur. Tehlike fertler için
de, milletler için de, topraklar için de vardır. Korkunç bir deprem birkaç saatte Anadolu'yu suların
altına gömebilir. Dünyaya yakın geçen bir kuyruklu yıldızın boğucu gazlan birkaç milleti birden yok
edebilir. Dünyayı yörüngesinden çıkaracak büyüklükte bir göktaşı küremize çarparak dünyanın
kıyametini koparabilir. Birkaç millet birleşerek bir gece Türkiye 'nin üzerine 500 hidrojen bombası
fırlattıktan sonra özel giyimli askerlerini yurdumuza sokabilir.
Bütün bu ihtimaller var diye uyuşuk uyuşuk oturup yalnız fabrika kurmak, futbol maçlarım seyrederek
bağırmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde bir takım bayağıların eserlerini
tahlil etmekle mi vakit geçireceğiz? Bunlarla millet yaşamaz. Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet,
milli bir hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan
kurtulup fedakârlaşır.
Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir
ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkler'i birleştirmek hakkımız ve görevimizdir.
Bizden zorla koparılanı geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir.
Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir.
Turancılığı, bütün Türkler'i yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir
kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar. Türk'e düşman milletlerin hâkimiyetindeki
Türkler'i kültürde birleştirmeye imkân var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği'nde
alfabesi ayrılmış yerli lehçesi edebi dil haline getirilmiş Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve
Başkurt'u hangi kuvvetle, hangi metotla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün
varsa zaten ordularını yürütüp o ülkeleri kurtarmak elinde demektir. Ondan sonra kültür birliği için
kurultayını toplar, aksi halde kültür birliğini hiçbir zaman kuramazsın.
Bugün Türkler arasındaki kültür birliği ancak gönül birliği, tek millet olmak şuuru, biraz da dil birliği
halinde yaşamaktadır. Fakat bu gidişle 50 yıl sonra diller ayrılacaktır. O zaman ne olacak? Onlar artık
başka millet oldu diyerek miskin bir tevekkülle bu oldu bittiyi kabul mü edeceğiz, yoksa eski yurtları
www.atsizcilar.com Sayfa 11
ve soyumuzun koparılmış parçalarını kurtarmak için, savaş da dâhil, her şeyi göze mi alacağız? Elbette
göze alacağız. Şüphesiz zamanı kollamak, hesapları iyi yapmak şartı ile...
Siyasi sınırlar dışındaki Türkler'le uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs'a neden saldırdı? Hatta
Amerikan donanması engel olmasaydı Kıbrıs'a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük
Türkleriyle, neden bu kadar ilgileniliyor? Dün "Hatay"dı. Bugün "Kıbrıs", yarın "Batı Trakya" ve
"Kerkük", Öbür gün "Azerbaycan" ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.
Turancılığa muhalefetin bir türlüsü de Türkiye dışındaki Türklerden habersiz olmanın sonucudur.
Daha pek yakında bir bilgin kişinin, bir toplantıda gençlerden birine "Hunlar da mı Türk" diye
sorduğunu anlattılar. Hunlar'ın Türk, hatta kısmen Oğuzlar'ın ataları olduğunu bilmeden yaşayan
bilgine ne denir? Meğer o, milli tarihi Malazgirt zaferiyle başlıyor sanırmış. Hayırlı uykular deyip
geçelim...
Bir de Türk soyundan gelmemenin verdiği gayrı milli şuurla Anadolu'yu bir bardak, içindeki milleti bir
kokteyl, Türkler'i de bu kokteyle en son katılan içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları bir takım
ruh hastalarından ibarettir.
Tarihimizi Malazgirt’le veya İznik şehrinin alınmasıyla başlatanlara sormalı: İznik'i başkent yapanlar
veya Malazgirt savaşını kazananlar daha önce ne idiler? Nerede idiler? On Birinci Yüzyıl tarihin
ışıldakları altındaki bir asırdır. O adamların nerede ve ne olduklarını gözler önüne derhal serer.
Böylece de Türk Devletleri denen nesnenin birbirini kovalayan Türk hanedanları olduğu, aslında bir
tek devlet olup fetret zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve bunun Tanrıkut'a kadar gerilere doğru
uzandığı ortaya çıkar.
Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlaka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için ya
damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist yani vatan haini yahut da milli tarihi
Malazgirt'ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lazımdır.
Ötüken, 30 Nisan 1973, 6. Sayı.
TURANCILIK ROMANTİK BİR HAYAL DEĞİLDİR
Türk milletinin ülküsü olan Turancılığı, herkesin dilediği şekilde anlattığı, bunu bir türlü romantizm
diye gösterdiği göze çarpmaktadır. Milli ülkülerde onun şiir yönü olan bir romantizm bulunmakla
beraber ülkü, aslında gerçeklere dayanan, açık ve kesin amaçlan olan bir duygular ve düşünceler
sistemidir. Türkçü diye bilinen bazı yazarların Turancılıktan bahsederken, adeta ürke ürke konuya
değinmeleri Turancılığın ne olduğunu bilmeyenler üzerinde hiç de olumlu bir tesir bırakmıyor. Türk
Edebiyatı Tarihinde mühim bir yeri olan "Fırtına ve Kar" gibi. "Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi" gibi aruz ve
heceyle yazdığı ölümsüz şiirlerle Türk edebiyatının ölümsüzleri arasına giren Orhan Seyfi Orhon'un 2
Şubat 1968 tarihli Son Havadis gazetesindeki "Turan Nedir" başlıklı yazısı Turancıların asla kabul
edemeyecekleri yanlış düşünceler bakımından bu yazıma konu olacaktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 12
Yazı şöyle başlıyor:
Çok değerli arkadaşım Tekin Erer'in en güzel misalini vererek anlattığı gibi milliyetçilikte bir Türk
emperyalizmi halinde "Turancılık" yoktur. Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan
olarak seçtiği yerdir.
Bir kere Turancılıkla emperyalizmi karıştırmak büyük bir yanlıştır. Emperyalizm bir milletin başka
milletleri hükmü altına alması demektir. O halde, Türklerin birleşmesi demek olan Turancılık neden
Türk emperyalizmi oluyor? Bugün Türk topluluklarından birinin silah kuvvetiyle öteki Türkleri
yabancılardan kurtararak tek devlet halinde birleştirmesi emperyalizm midir? Dünyadaki bütün
milletler, yabancı devlet hâkimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silahlı ve
silahsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantizmdir ki makbul bir davranıştır.
Sevr Barışını kabule mecbur kalsaydık da Trakya ve İzmir'i Yunanlılara bıraksaydık, elli yıl sonra oraları
kurtarmak için yapacağımız mücadele bir emperyalist. Savaş mı olacaktı? 100.000 Türk'ün yaşadığı
Kıbrıs için savaşı göze alan Türk milleti elbette kırk milyon Türk'ün yaşadığı yerleri kurtarmak için de
silaha sarılacaktır. "Milliyetçilikte bir Türk emperyalizmi halinde Turancılık yoktur" demek, Turancılığı
istememek, Türk birliğini şiir ve hayal olarak düşünmek demektir.
Orhan Seyfi'nin yukarıya aldığım parçasında "Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan
olarak seçtiği yerdir" cümlesi var. Peki, bu vatan şimdi nerede, ne durumda? Anadolu On Birinci
Yüzyılda, kurtarmak için daha dün silaha sarıldığımız Kıbrıs On Altıncı Yüzyılda fetholundu, ya üzerinde
doğup tarihe girdiğimiz topraklar ne oldu?
Turancılık ülküsünün, Ziya Gökalp'ın bir manzumesiyle Türk şuuruna girdiğini söylemek de yanlıştır
Turancılık, yani bütün Türkleri birleştirmek ülküsü, milattan önceki üçüncü yüzyıldan beri vardır. Türk
büyüklerinin, iç huzuru sağladıktan sonra ardından koştukları tek düşünce her zaman Türk birliği
olmuştur. Ancak İslamiyet bu düşünceyi bir miktar değiştirmiş, İslamlığı korumak kaygısı Türk birliği
ülküsünü zaman zaman az veya çok ihmal ettirmiştir.
Orhan Seyfi Orhon, yazısının bir yerinde de şöyle diyor:
Apaçık anlaşılır ki gençlere Türkçülüğün bayrağını getiren şair (yani Ziya Gökalp) eski tarih boyunca
Türk ırkının yaşadığı ülkeleri zaptedelim demiyor. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası
değildir. Türk milletini eski Türk tarihi içinde hatırlamaktır.
Bu satırlar da baştanbaşa yanlıştır. Ziya Gökalp, eski Türk ülkelerini zaptedelim demedi diye bizim de
aynı yerde saymamız icab etmez. Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü bugün için artık eksik bir Türkçülüktür.
Zaman ilerledikçe o eksikleri tamamlayıp gedikleri kapatmaya mecburuz. Kaldı ki Ziya Gökalp eski
Türk ülkelerinin zaptı taraftarıdır:
Moskofun ülkesi viran olacak;
Türkiye büyüyüp Turan olacak
www.atsizcilar.com Sayfa 13
diyen odur. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir demek, Yunanlılar büyümek
istedikleri halde biz istemiyoruz demektir ki bir millet için büyümekten korkmak kadar ölümcül
düşünce olamaz.
Bugün yoksul Asya ve çok geri Afrika milletleri bile büyüklük isteğinde, büyüklük ülküsünde iken bizim
"Turancılığımız emperyalist düşünce değildir" dememiz tarihimizi kapatmaya karar vermekle birdir.
Emperyalist değiliz ne demek? Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz.
Türkistan'ı, İdil‐Ural'ı, Azerbaycan'ı, Kafkasya'yı, Kırım'ı ve Türklerin yaşadığı başka yerleri istemek
emperyalizmse kutlu bir düşüncedir.
Vietnam'ın, hangi fikirle olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen savaşına alkış tutup Altaylardan
bahsetmeyi yeren soysuz hainler yanında, Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçü bir şairin Turan'ı romantizm
olarak tavsifini hiç yakıştıramadım.
***
Bu konuyu ele almışken öteden her söylenen bir tekerlemeye de cevap vermek isterim: Turancılık bir
maceradır. Bizi mahvediyordu. Bundan sonra böyle maceralara atılmak çılgınlık olur.
Bunu iddia eden zavallılar hangi maceradan bahsediyorlar? Birinci Cihan Savaşından mı? Birinci Cihan
Savaşının Turancılık düşüncesiyle açıldığını iddia etmek hiçbir şey bilmemek, dünyadan habersiz
olmak demektir. Yayınlanan tarih belgeleriyle artık iyice öğrenilmiştir ki, Türkiye savaşa girse de,
girmese de Rusya, İngiltere ve Fransa, Türkiye’yi yok edip paylaşmaya karar vermişlerdi. Türkiye için
Almanya ile birleşmekten başka çıkar yol kalmamıştı. O zamanki hükümetin İngiliz ve Fransızlarla
aradığı ittifak teşebbüslerine cevap bile verilmemişti. Şimdi, bu şartlar içinde girişilen savaş bir
Turancılık savaşı mıdır, yoksa bir ölüm‐dirim kavgası mıdır? Hiç şüphesiz, savaşı kazanmak için
Turancılıktan da, İslam birliği düşüncesinden de istifade edilmek istenmiş, biri İngilizler'e karşı silah
olarak kullanılmış, az çok da faydası görülmüştür. Fakat Turancılık fikri olmasaydı, Ziya Gökalp
doğmamış bulunsaydı, bu kelime bilinmeseydi savaşın sonucu değişecek miydi?
Birinci Cihan Savaşı sırf Turancılık ülküsü uğruna açılmış olsaydı bile onun korkunç sonu Turancılığın
yıkılışını değil, uygulamadaki beceriksizliği ortaya koyardı. Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı
diriltecek olan ilaç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır.
Tarihimiz boyunca, Müslüman olduğumuz için başımıza bin türlü bela geldiği gibi bugünkü demokratik
rejim yüzünden de 1960'ta geçirdiğimiz tehlike malumdur. Bu kafa ile düşününce suçu İslamiyet’e ve
demokrasiye yüklemek icap eder ki ne dereceye kadar doğru olduğu ortadadır.
Bütün bunlar ortada iken, Birinci Cihan Savaşında Turancılık ülküsünden faydalanmak için yapılan bazı
davranışların aksi sonuçla bitmesiyle Turancılığı ebediyen mahkûm etmek ne akıl, ne iz'an, ne iyi
niyet, ne de insafla bağdaşamaz.
www.atsizcilar.com Sayfa 14
Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardında
koşmalarıdır. Türk milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlarını kurtarmak
için yapacağı savaştır.
Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok manaya,
düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur. Bunu söylerken de kimseden çekinmeyelim: Hakkımızı,
atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da...
(22 Şubat 1968) Ötüken, Mart 1968, 3. Sayı.
TURANCILIK VE FARUK GÜVENTÜRK
"Laiklik ve İslamiyet" adında 14 sayfalık bir broşürün yazarı Turancılığın şuursuzluk ve hainlik
olduğunu ileri sürerek kendisinden asla umulmayan, doldurduğu makama hiçbir suretle yakışmayan
bir davranışta bulundu. Üstünde fiyat yazılı olmadığı için piyasaya çıkarılmadığı, yalnız elden
dağıtıldığı anlaşılan broşür, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Faruk Güventürk tarafından
yazılmıştır.
Eser aslında yobazlara karşı yazılmış, yobazlığın Müslümanlıkla ilgisi olmadığı belirtilmiş ve
Kemalizm’in feyizleri, yobazlığın kötülükleri sıralanırken memleketi batırıcı hain düşünceler arasında
komünizmle birlikte Turancılığın da adı sayılmıştır.
Benim için işin en berbat yanı, en güç yönü bu ipe sapa gelmez düşünceyi ortaya atan Faruk
Güventürk'ün ahbabım ve dostum olmasıdır.
Kore'deki Türk Tugayının Topçu Tabur Komutanı bir binbaşı olarak döndüğü sıralarda tanıştık. Kartal
Maltepesi yakınındaki Atış Okuluna tayin olunduğu için sık sık Maltepe’deki evimize gelmesi
dostluğumuzu berkitti. Benimle konuşurken daima ülkü birliğinden bahsettiği için kendisini de Turancı
olarak gördüm ve bunca konuşmamızda Turancılık aleyhinde en küçük imasına dahi rastlamadım.
Harp Akademisine nasıl girdiğini, Dokuz Subay Alayında nasıl tutuklandığını biliyorum. Duruşmalarına
beni de çağırdı; bir oturumda bulundum.
27 Mayıs 1960 hareketinden sonra Albay rütbesiyle İstanbul Merkez Komutanı olduğu zaman başka
bir dostumun işi için kendisini ziyaretimde beni yine çok dostça karşıladı. Ondan sonra görüşme
imkânı kayboldu ve kendisi tümen, menzil, kolordu komutanı olarak aynı yerlerde görevdeyken,
Mevlana dâhil, türlü konularda konferanslar vermek, eserler yayınlamak gibi faaliyetlerde bulundu.
Denilebilir ki komutanlığı bir yana bırakmış, mürşitlik yapmaya başlamıştı.
Faruk Güventürk kitap yazmak arzusuyla yanan bir insandır. Bunu "Kore'de Kutup Yıldızı" adlı eserinin
önsözünde kendisi söyler. Kitap yazmak için yanmak bir meziyettir. Ancak, yazmış olmak için
yazmamak, ne yazdığını bilmek de şarttır.
www.atsizcilar.com Sayfa 15
Şimdi yobazlara ve komünistlere hücum ederken Turancıları da araya karıştırmak, bu ülkünün hainlik
olduğunu söylemenin yeri, sırası mıydı? Turancılık şüphesiz Moskoflara ve Çinlilere göre bir hainliktir.
Çünkü onların imparatorluklarını yıkacak bir kasırgadır.
Gölgesinden korkanlar, vurgunculuklarını düşünenler için de şuursuzluk sayılabilir. Çünkü rahatları ve
gayri meşru kazançları elden gidecektir. Fakat Turancılık 50 yıldan beri Turancı olan Türk ordusunun
bir korgenerali için şuursuzluk ve hainlik olamaz.
Bugünkü başkomutan Cemal Tural Turancı değil mi? Türk ordusuna yayınladığı mesajda "Ey Mete'nin
Ordusu" hitabının manası nedir? Faruk Güventürk'ün herkesten çok sevdiği, birçok köye büstünü
diktiği Atatürk, Turancı değil miydi? Japon elçisine "Bir gün Çin seddinde buluşacağız'" dememiş
miydi? Onun başkanlığı zamanında liselerde okutulan tarih kitapları Turancılık görüşünden başka
hangi düşünceyle yazılmış olabilir?
Azizim Faruk Güventürk!
Turancılık hainlik idiyse neden benimle yıllarca dostluk ve arkadaşlık edip ülkü birliğinden bahsettin?
Neden Turancılığın aleyhinde en ufak imada veya tenkitte bulunmadın? Benim Turancılıktan başka
ülküm olmadığına göre ülküdaşım olan herkesin de Turancı olması gerekmez miydi?
Sen Turancılığı kötüleyen generallerin üçüncüsüsün: Birincisi orgeneral İsmet İnönü idi,
Cumhurbaşkanlığından düştü. İkincisi orgeneral Sabit Noyan dı; inme inip öldü. Üçüncüsü sensin...
"O broşürde adın geçmiyor; neden alınıyorsun" diye soramazsın. Birisi hiçbir isim açıklamadan
generaller aleyhine veryansın eden bir yazı yazsa, Fransız Başbakanı Klemanso'nun "savaş o kadar
ciddi bir iş ki generallere bırakılamaz" sözünden başlayıp Türk Başbakanı Ali Paşa'nın generaller
aleyhindeki sözüne kadar bütün hicivleri sıralasa, acaba "adım geçmiyor, bana değildir" diye huzur
içinde kalabilir misin? Kalmazsın. Ben de kalamıyorum.
Bu teessürle eski bir dost olarak sana bazı tavsiyelerde bulunayım: Bilir bilmez her konuya
karışmaktan, her marifet dalında kalem oynatmaktan vazgeç. Sen ne Mevlana'yı bilirsin, ne de
Kur'an'ı. Nitekim Laiklik ve İslamiyet broşüründe bahsettiğin Caciye suresi diye bir sure Kur'an'da
yoktur. Casiye suresi vardır. Mürettip yanlışı diye işin içinden sıyrılamazsın. İslamiyet’i bu kadar iyi
biliyorsan Kur'an'ı yanlış yazmanın günah olduğunu da bilmen lazım. Hele Kur'an'ın laikliği kabul
ettiğini iddia etmen bu konuda hiçbir şey bilmediğini ortaya koyuyor. Kur'an hem ahirete, hem de
dünyaya karışıp dinle devleti bir tutar. Geçelim...
İradeni kullanarak çabuk fikir değiştirmek huyunu bırak. Benimle Turancı olarak dostluk kurup sonra
onu hainlik saymak, "Kore'de Kutup Yıldızı" adlı romanın dışında Demokrat Parti büyüklerini göklere
çıkarıp sonra aleyhlerine dönmek sana yakışmaz.
Bir şeyler yapmak, Türkiye'ye cidden hizmet etmek istiyorsan, şimdiki mevkiinden faydalanarak şu
sıraladığım maddeleri tatbik et, yeter de artar bile. Adın da saygı ile anılır:
www.atsizcilar.com Sayfa 16
Türk ordusuna ve tarihine ün ve şan kazandıran iki büyük Türk mareşalinin güzel heykellerini
yaptırarak memleketlerine diktir. Atatürk'ün pek çok büstünü yaptırdığın için bu işin tekniğini iyice
kavramışsındır. Yağcıoğlu Gazi Osman Paşa'nın, Tokat'a, Katırcıoğlu Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın
Bursa'ya birer heykelini diktirirsen rahmetle anılırsın.
İstiklal ve Birinci Cihan Savaşlarının askeri tarihlerini, Üniversite profesörlerinin de yardımıyla, bilgili
bir ekibe hazırlatarak büyük külliyat halinde bastır.
Süleymaniye'deki Askeri Basımevi ile Kasımpaşa'daki Deniz Basımevi'nin makineleri ve harfleri hayli
eskimiş olduğundan bu basımevlerinde basılan eserler basım tekniği bakımından zevksiz ve çirkin
olmaktadır. Bu iki mühim ve emektar müesseseyi matbaacılık ilminin en yeni buluşlarıyla donat.
Matbaacılık Batıda artık üniversitelerin birer kolu halinde öğretilmektedir. Almanya'ya bir kaç düzine
seçme genç gönderterek bunlar eliyle bu yeni bilimin son gelişmelerini yurdumuza aktar.
Bir de şunu ekleyelim: Turancılık aleyhindeki çirkin isnadını geri alarak kendi kendini inkâr etmiş
duruma düşmekten kurtul. Bunu yapmazsan seni artık bir dost olarak kabul etmekte mazurum. O
zaman belki daha başka söyleyeceklerim de bulunacaktır.
(31 Mayıs 1968), Ötüken, Haziran 1968, 6. Sayı.
TURANCIYIZ NE OLACAK?
Ulus gazetesinin 18 Haziran 1966 tarihli sayısında "ırkçı ve Turancı Dergiler Okullara Niçin
Gönderiliyor? Bakana Tekrar Soruyor ve Cevap İstiyoruz" başlığı altında gayet cahilane bir yazı
yayınlandı. Bu imzasız yazıya göre Irkçı‐Turancı diğer dergilerle birlikte biz de fikir özgürlüğüne
düşman, Adalet Partisinin temsil ettiği düşünce biçimine sıkı sıkıya sarılmış, körpe kafalar için
gerçekten zararlı bir dergi imişiz. Okullara tomarla gönderiyormuşuz. Biz de okullara sokulan öteki
gerici, ırkçı, Turancı dergiler gibi komünizmle mücadele paravanası ardında AP iktidarına karşı olan
fikirlere düşmanlık gösteren, fikir özgürlüğünü hazmedemeyen bir yayın tarzı içinde imişiz. Tıpkı İkinci
Cihan Savaşı sırasında Türkiye’yi Nazi Almanya’sı yanında savaş felaketine sürüklemeye çalışan aşın
ırkçı ve Turancılar gibi bugün de bu dergide Kür Şadın özlemi dile getiriliyormuş. Kür Şad eski
Türklerde baştaki beğ, komutan demekmiş. Harb Okulundan tardedilen üç öğrencinin de bu dergiyi
okuduğu düşünülürse Türkiye'nin hangi felaketli uçurumlara sürüklenmek istediği açıkça ortaya
çıkarmış.
Ötüken siyasi bir dergi olmadığı ve parti siyasetçiliği mizacımıza uygun düşmediği için siyasetle
uğraşmıyoruz. Bu sebeple Adalet Partisinin temsil ettiği düşünce biçimine ne sıkı sıkıya, ne de gevşek
olarak bağlı değiliz. Seçimlerde oyumuzu Türkeş Partisine verdiğimiz de kimsenin meçhulü değildir.
Fakat AP'nin komünist düşmanlığını şiddetle destekliyoruz. Sonuna kadar da destekleyeceğiz.
Cahil yazarın dediği gibi fikir özgürlüğüne düşman değiliz. Sadece Türklük düşmanlığına düşmanız. Bu
sebeple komünizmin yahut sosyalist maskeli vatan ihanetinin susturulmasını istiyoruz. Çünkü
milletimizi yok etmek isteyen fikri fikir saymıyoruz. Ya fikir özgürlüğüne o kadar faydalı olan cahil
yazar bizim Turancılığımızı neden fikir diye kabul etmiyor. Bir milletin mazide olduğu gibi tekrar
www.atsizcilar.com Sayfa 17
birleşmesi düşüncesinden daha muhteşem hangi fikir vardır? Birleşmiş Milletler ideali denen
maskaralık mı? Yoksa Kuruşef’in "Barış İçinde Birlikte Yaşamak" düzenbazlığı mı?
İkinci Cihan Savaşında Türkiye'yi Hitler'in yanında savaşa sokmak masalından çok bahsolunmuş, fakat
ortaya hiçbir delil konamamıştır. Bu Turancılar kimlerdi? Adları söylenmemiştir. İkinci Cihan Savaşı
sırasında, 1944‐1945'te lrkçılık‐Turancılık davası görüldü. Sanıkları arasında benim de bulunduğum bu
tarihi davada Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, İsmet Tümtürk, Said Bilgiç, Sofuoğlu Zeki, Hikmet
Tanyu, Muzaffer Eriş, Nurullah Banman, Prof. Zeki Velidi Togan, Dr. Fethi Tevetoğlu, Dr. Hasan Ferit
Cansever gibi tanınmış kimseler de vardı. Fakat sonunda herkes beraat etmişti. Zaten işgal ettikleri
mevkiler dolayısıyla (profesör, doktor, lise öğretmeni, subay, memur, öğrenci) bunların Türkiye'yi bir
savaşa sürüklemesine de imkân yoktu.
Fakat Millet Meclisinde, Türkiye'yi Almanya safında savaşa sokmak isteyen birkaç mebus vardı.
Bunlardan bir tanesi Cumhuriyet gazetesinin sahip ve başyazarı Yunus Nadi idi ki kışkırtıcı yazılarından
dolayı o zamanki cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den, istasyonda, herkesin gözü önünde iyi bir zılgıt
yemişti.
"Ötüken'de Kür Şad'ın özlemi dile getiriliyor" diyerek cahil yazarın neyi kastettiği pek anlaşılmıyor. Kür
Şad bir kahramanlık sembolüdür. Milleti kurtarmak için kendisini feda etmiş bir yiğittir. Böyle yiğitlere
sevgi duymak suçsa cahil yazar suçumuzu bağışlasın ve kimin özlemi çekilecekse lütfen bildirsin.
Burada şunu da düzeltelim:
Kür Şad onun sandığı gibi "Baştaki beğ, komutan" demek değildir. Kür Şad bir rütbe ve ünvandır.
Cahil yazar, Harb Okulundan çıkanları üç öğrencinin Ötüken okuduğunu ileri sürerek " ... Üç
öğrencinin de bu dergiyi okuduğu düşünülürse, Türkiye'nin hangi felaketli uçurumlara sürüklenmek
istendiği açıkça ortaya çıkacaktır" buyuruyor.
Gördünüz mü işleyen kafayı?
Harbiyeliler Ötüken okuduğu için Türkiye felaketli uçuruma sürüklenecek...
Zavallı Sen zaten bu idrak ve izanınla felaketsiz uçurumun dibine düşmüşsün. Bu seviyenle Türkiye'nin
geleceğini nasıl tahmin edersin? Gazete ve dergi okumakla Türkiye batsaydı senin Ulus'unu okuduğu
için şimdiye kadar on defa batardı. Ötüken Türkçü ve orducu dergidir. Keşke yalnız üç öğrenci değil,
bütün Harbiyeliler, bütün subay ve generaller onu okusaydı. Orada milli‐askeri ruhtan, kahramanlık
telkininden, şeref ve fazilet havasından başka ne var? Ötüken'den ürkmek için, ışıktan korkan
yarasalar gibi milliyetçilikten, ahlaktan ve faziletten korkmak lazım.
Üç öğrencinin Harbiye’den çıkarılmasını Ötüken okumalarına bağlamak da aynı bir şantajdır. Sırf
Ötüken okudu diye Harb Okulundan talebe çıkarılmaz. Bunun elbette bir takım başka sebepleri vardır.
Bunları bilmeden işi Ötüken'e yükleyivermek, yer sarsıntısını ibadetsizliğe veren yobaz kafasıyla aynı
seviyede olmaktır.
Bu arada bize yakıştırılan gericilik sıfatı üzerinde de tekrar duralım.
www.atsizcilar.com Sayfa 18
Beş altı yıldan beri ötekine berikine gerici demek moda oldu. İttihatçılar, kendilerinden olmayan
herkese "hain‐i vatan" derlerdi. Onlardan günümüze kadar bulaşan Balkan komitacılığı ahlakı ile aykırı
düşüncede olanları lekelemek rezaleti hala devam ediyor. Fakat şurası dikkate değer ki başkalarını
faşist ve gerici diye küçük düşürmeye çalışmak düpedüz bir kızıl usulüdür. Ne idüğü belirsiz bu cahil
yazar da modaya uyarak gerici narasını savurmakla kime alet olduğunun farkına bile varmıyor.
İkide bir yüzümüze çarpılan büyük günahlarımızdan biri de Turancılıktır. Turancıyız ne olacak? Tarihi
vatanımız olan bütün tutsak ülkeleri elbette kurtaracağız. Görevimiz bu değil mi? Böyle büyük bir
ülküye bağlanmayıp da hayvanı bir rahavet1e zevk içinde mi yaşayacağız? Cahil yazar istiyorsa öyle
yapsın. Biz iki Türkistan'ı da, Azerbaycanlar'ı da, Kafkasya'yı da, İdil‐Ural boylarını da, Kırım'ı da
kurtarmak için şuurumuz işledikçe, ayakta durabilecek gücümüz kaldıkça çalışacağız. O kadar da
değil... Batı Trakya'yı, Kıbrıs'ı ve Adaları da alacağız... Kerkük ve Bayır‐Bucak da bizim olacak.
Yaşarken bunları göremeyeceğimizi biliyor, bunun için yüksünmüyoruz. Ektiğimiz tohumlar yeşerecek
ve bizden sonrakiler önüne geçilmez bir sel halinde kutlu topraklara ay‐yıldızlı bayrağı dikecektir.
Bunu istememek, bunu çelmelemek için Türk'ten başka bir şey olmak lazım.
(21 Haziran 1966), Ötüken, 25 Haziran, 1966, 30. Sayı.
BİR ANSİKLOPEDİNİN BÜYÜK YANLIŞLARI
Türkiye'de manası bir türlü anlaşılamayan iki kelime "Türkçülük" ile "Turancılık"tır. İnsanlara bir
düşünceyi, bir kavramı anlatmak çok güçtür. Beyinlere yanlış olarak kazılan bir şeyi düzeltmek için
başlıca çare ciddi yayınlar olabilir.
Türkçü olarak Türkçülük ile Turancılık kelimelerinin ne manaya geldiğini birkaç defa açıkladığımız
halde görülüyor ki maksadımızı anlatamamışız. "Türkçülük", Türk ülküsü, yani Türkler'in her alanda
her milletten üstün olması düşüncesi; "Turancılık" ise Türkçülüğün siyasi amacı, yani yeryüzündeki
bütün Türkler'in, geçmişte olduğu gibi, tek devlet halinde birleşmesidir.
Tarih, ülkü ve milli irade gücü hakkında hiçbir bilgisi olmayanlar buna "hayal" diye itiraz ediyorlar,
fakat bir milleti birleştirmek ülküsüne hayal dedikleri halde bütün milletleri Moskova çevresinde
birleştirmeyi gerçekleşebilir diye görüyorlardı.
Büyük bir enerji kaynağı olan yüz milyonluk Türk milletinin birleşmesinde imkânsızlık görenler, iki bin
yıllık tutsaklıktan sonra Yahudilerin kurduğu İsrail devletini görmemezlikten geliyorlardı. Daha kötüsü
Turancılığı, Türkiye için macera, tehlike gibi görerek Turancıları Türkiye'nin mahvına sebep olacak
insanlar diye tarif ediyorlardı.
Turancılık, bağımsız Türkler'in devleti olan Türkiye sınırları dışındaki Türkler'i kurtarmak demek
olduğuna göre önce Hatay'ın kurtarılması, sonra Kıbrıs'ın yarısına el atılması Turancılık değil de nedir?
www.atsizcilar.com Sayfa 19
Kıbrıs'taki 100.000 Türk için savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki
Türkler için çarpışmasın?
İnsanları insan yapan, öteki canlılardan ayıran tek şey ülküdür. İnsan ülkü için ölebilen yaratıktır.
Hiçbir hayvan ülkü için ölmez. Çünkü ülküsü yoktur. Hayvan ancak kendisini ve yiyeceğini korumak
için dövüşebilir.
Türkçülük ve Turancılık için gazete ve dergilerde yanlış ve kasıtlı yazılar çıkabilir. Nitekim çıkmıştır,
çıkmaktadır. Siyası parti mensupları tarafından da aleyhte, tahriflerle dolu sözler söylenebilir. ,Bunun
en tipik örneği o zamanki Türkiye devlet başbakanı İsmet İnönü tarafından 19 Mayıs 1944'te Ankara
Stadyumunda söylenen mahut nutuktur.
Fakat ilmi eserlerde ve ilmi çerçeve içinde kalması gereken ansiklopedilerde yalana, yanlışa, tahrife
yer olamaz. Ansiklopedi asırlara hitap etmek gayesiyle çıkar. Çıkaranların fikriyatı ne olursa olsun,
anlattığı konularda tarafsız kalmaya mecburdur. Bu onlar için ahlaki bir görevdir.
Bizi bu satırları yazmaya sevk eden sebep "1923–1973 Türkiye Ansiklopedisi" adıyla fasiküller halinde
çıkan bir ansiklopedinin "Turancılık ve Türkçülük" maddesindeki büyük yanlışlardır. Türkçülük çok eski
bir fikir akımı olup incelenmesi uzun çalışmalara bağlı olduğu halde bu ansiklopedi de aceleyle ve
dikkatsizce yazılan satırlarla anlaşılmaz bir hale getirilmiş, bu arada şahıslarımızı töhmet altında
bırakacak sözler edilmiştir. Aceleyle yazılmış olması, şüphesiz bu ansiklopedinin ticari maksatla
hazırlandığını gösterir. Fakat naşirlerin kazanç arzusu başkaları hakkında yanlış, hele düşürücü bilgi
sıralamak hakkını onlara asla vermez.
Şimdi Türkiye'de pek çok ansiklopedi çıktığı ve bir ikisi dışında sathi ve değersiz olduğu için ben
bunları alıp okumuyorum. Bahsettiğim ansiklopedinin Turancılık ve Türkçülük maddesini ihtiva eden
fasikülünü genç bir ülküdaş getirdiği için görebildim. 1360‐1364'üncü sayfalardaki Turancılık ve
Türkçülük maddesi çok yanlış yazılmıştır. Ansiklopediye bir madde yazan kimse veya kimseler her
şeyden önce bahsettikleri kişinin veya kişilerin adlarını doğru yazmaya mecburdur. Hâlbuki bu
maddede dört kişinin adı yanlış yazılmıştır. Benim adım "Nihal Atsız" olmayıp "Nihâl Atsız" olduğu gibi
"Necdet Sançar’ın doğrusu "Nejdet Sançar", "Heybetullah"ın doğrusu "Hibetullah", "Faiz Hisarcıklı"nın
doğrusu da "Fazıl Hisarcıklılar"dır. Benim vaktiyle çıkardığım derginin adı "Atsız dergi" değil, "Atsız
Mecmua"dır. Bu ufak gözüken yanlışlar ciddiyetsizliğin örneği ve acelenin neticesidir. Hiçbir suretle
mazur görülemez.
Maddeyi yazan veya yazanların "Turan"ı bir şehir sandıkları da görülüyor: 1361'inci sayfanın orta
sütunundaki şu cümleye bakın:
Her şeyden önce Milli Mücadelenin daha başlarında Misak‐ı Millinin kabul edilmesiyle kutsal belde
Turan'a bağlanan umutlar bir yana bırakılmış oluyordu.
Arapça olan "belde" kelimesi Türkçede yalnız "şehir" anlamına geldiği için Turan'ı böyle tavsif etmek
de hem acelenin, hem de bilgisizliğin eseridir. Fakat acele mazeret değildir. Turan, Türkler'in yaşadığı
bütün topraklardır. Hatta bugün bir tek Türk'ün barınmadığı Kırım gibi tarihi Türk yurtlan da Turan'ın
içindedir. Bu sebeple maddeyi yazan veya yazanların "Osmanlı ülkesinin Turan olmadığı" hakkındaki
www.atsizcilar.com Sayfa 20
sözleri de (1361'inci sayfa, sol sütun) doğru değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Türkler'in yaşadığı
bütün bölgeler Turan'ın parçaları olduğu gibi bugünkü Türkiye de bütünüyle Turan'ın bir bölümüdür.
Ansiklopedinin bu yanlışları, ciddi bir eser için ayıp olmakla beraber bizim için mühim olan,
Türkçülerin tahrikçi olarak anlatılması ve mahkeme huzurunda Turancılığı milliyetçilik diye diye izaha
kalkışarak "milliyetçi" kelimesini kendilerine siper etmekle suçlandırılmasıdır. Türkçülük şüphesiz
milliyetçiliktir ama özel manası olan, her şeyin üstünde bütün Türk milletini düşünen, bunun dışındaki
kavramlara ehemmiyet vermeyen bir milliyetçiliktir. Bugün Türk milletini Anadolu'da yaşayan Sünni
Müslümanlardan ibaret sayıp kendilerine "Anadolucu" diyen bir grup dahi milliyetçilik iddiasında
bulunuyor. Gerçekte Türklükle Anadoluculuk bağdaşmayan, hatta birbirine düşman iki fikirdir. Bu
sebeple Türkçülerin milliyetçilik kelimesi arkasına saklanmaları söz konusu olamaz. Gerçi 1944–1945
olaylarında ilkönce Türkçüleri mahkûm eden Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde bazı Türkçüler,
Türkçülüğün milliyetçilikten başka bir şey olmadığını savunmuşlarsa da bu, Turancılığın ne olduğunu
bir türlü anlamayan mahkeme heyetine ve bile bile Türkçülük düşmanlığı yapan savcı müteveffa
Kazım Alöç'e Türkçülük gerçeğini anlatmak içindi. Yoksa birçok Türkçü, bu arada bu satırların yazarı,
mahkeme karşısında Türkçülüğü de, Turancılığı da, ırkçılığı da benimsediğini söylemekten çekinmiş
değildir.
Türkçüleri tahrikçilikle suçlamak gibi büyük bir ithamı yapanlar bunu ispat edecek yazı veya başka
belgeleri de göstermeye, müfteri olmaktan kurtulmak için mecburdurlar.
Tahrikâtın manası insanları kanundışı davranışlara kışkırtmaktır. Tahrikât denilen şey Türkçülerin
çıkardığı dergilerdeki yazılarsa bunlar fikri yaymak için yapılan propagandalardır. Namuslu fikirlerin
propagandası kanun ve ahlak bakımından suç değildir. O halde bu tahrikât sözü yıllardır komünistlerin
ve bir iki kere de İsmet İnönü'nün Türkçülere yönelttiği, aksi ispat edilmiş bir gevelemeden başka
nedir?
Bir diğer konu da Turancılık ve Türkçülük maddesini yazan veya yazanların "Türkler" hakkındaki
şaşılacak bilgisizlikleridir. Şu satırlara bakınız:
Asıl amaç Türkiye'yi Almanya safında savaşa sokmak olmakla birlikte bu amaca ulaştıracak
yöntemlerden biri olarak Almanya'daki esir Türkler'i de bünyesinde toplamak üzere Türkiye
vePakistan'daki Türkler'i bir araya getirecek bir federasyon fikri el altından yayılıyor. Almanya ise
böyle bir fikrin gerçekleşmesine inanmasa bile savaşa girmemekte direnen Türk hükümetinin
karşısında böyle bir baskı grubunun çıkmasından yarar umuyordu. Bu defa olayın liderliğini Nihal
Atsız, Zeki Velidi Togan gibi kimseler yapıyor, bunların yakın çevresinde yer alıyordu.
Türkiye ve Pakistan'daki Türkler'i bir araya getirmek… Böyle bir hezeyanı çocuklar bile yapmaz. Ancak
ansiklopediyi çıkaranlar galiba Pakistanlıları da Türk sayıyorlar. Türkiye'yi Almanya safında savaşa
sokacak baskı grubu tek parti diktatörlüğü çağındaki üç beş öğretmen ve öğrenci mi idi? Türkçüler,
mesela yanı başlarındaki eski Türk vilayetleri Irak'ta yaşayan birkaç yüz bin Türk dururken uzaktaki
Pakistan'a mı gideceklerdi? Daha mühimi o zaman "Pakistan" diye bir devlet var mıydı? Varsa bile
orada belki birkaç mülteciden başka Türk yaşıyor muydu? Bu saçmalar ancak Yahudi Dönmesi
Komünist Sabiha Zekeriya Sertel'in hatıratına yakışan şeylerdir. Kazanç hırsıyla acele olarak çıkarılan
ansiklopedilerde bu türlü yanlışlar kaçınılmazdır. İslam ve Türk Ansiklopedileri yıllardır
www.atsizcilar.com Sayfa 21
bitirilememişken kısa bir sürede bir ansiklopediyi tamamlamak yanlışları önceden göze almakla
mümkün olur. Burada naşirlere sorulacak bir soru var: Turancılık ve Turancılar hakkında kaynak
bulamadılarsa yaşayan Turancılara başvurarak sağlam bilgiler elde edemezler miydi?
Naşirlerin bu türlü ansiklopediler ve ansiklopedik eserler yayınlamakla uğraştıklarını Hayat Tarih
Mecmuası'nın Ocak 1914 tarihli sayısında "Yılmaz Öztuna'nın "Dünya Tarihi Faciası" adlı yazısından
öğrendim. Yılmaz Öztuna 12 ciltlik Türkiye Tarihi'nin müellifidir ve bu eser bugün mevcut Türkiye
Tarihlerinin en iyisidir. Öztuna naşirlerin Dünya Tarihi adlı ansiklopedik eserlerinde, kendi kitabından
isim zikretmeden pek çok aktarmalar yapıldığından haklı olarak şikâyet etmektedir. Hiç kimse kendi
eserinin yağmalanmasından hoşlanmaz. Bilhassa bir müellifin tarihi buluşlarını alırken kaynak
zikretmek yazarlık sanatının görgü kaidelerindendir. Demek ki naşirler bir yandan Turancılara
olmayan fiiller ve fikirler yakıştırırken bir yandan da Öztuna’da olanı aktarmış ve ad vermemiş
durumuna düşüyorlar. Kaynak zikretseler ne olurdu? Eserlerinin veya kendilerinin değeri mi azalırdı?
Bilakis kamu vicdanında sevimli hale gelirler, doğru iş yapmış olurlardı.
Sırası gelmişken burada bir noktayı da aydınlatmak istiyorum: Türkler'in kırk ülkede kırk devlet değil,
Orta Asya ve onun devamı olan doğu Avrupa’daki geniş bölgede bir, Önasya'da da diğer bir devlet
olarak başlıca iki devlet kurmuş olduğunu, şimdiye kadar devlet diye bilinen isimlerin hanedan adı
olduğunu ilk defa ben yazmışımdır. Bu;
Edebiyat Fakültesi öğrencisi iken Türk tarihini kavramaktaki güçlükleri görmekten doğan bir istekle
yaptığım sıkıcı çalışmaların sonucudur. 1935'te yayınladığım "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı
eserimin önsözünde bu fikri savunduğum gibi, 1941 Ağustosunda çıkan "Çınaraltı" dergisinin ilk
sayısındaki "Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır" başlıkla yazıda da ayın fikri daha sistemli ve
düzgün bir şekilde kaleme almışımdır. Bu son yazı Afşın Yayınlarının 8'incisi olarak 1966'da çıkan
''Türk Tarihinde Meseleler" adlı kitabımda da vardır.
Türkiye Ansiklopedisinde Turancılık maddesinin yanlışları bu kadar da değildir. Edebiyat Fakültesi
asistanlığından Malatya ortaokuluna sürülüşüm Atsız Mecmua'daki yazılarım yüzünden değil, Birinci
Tarih Kurultayında kendisine birkaç arkadaşla birlikte telgraf çektiğim Reşit Galib'in o sırada Milli
Eğitim Bakanlığına getirilmesi dolayısıyla olmuş, yani Reşit Galip benden öc almıştır.
Bir diğer yanlış da Halide Edib'in Turancı sayılmasıdır. ''Yeni Turan" adlı bir roman yazmakla insan
Turancı olmaz. Halide Edib daha sonraki yıllarda Türkçülük aleyhine dönmüş, İstanbul
Üniversitesindeki profesörlüğü sırasında bunu bazı hareketleriyle göstermiştir. Gençliğinde modaya
uyarak yazdığı "Yeni Turan" onu Turancı yapıyorsa, o halde gençliğinde Milli Savaş heyecanına
kapılarak "Yaralı Hayalet" manzumesini yazan Nazım Hikmet'i de vatan şairi saymak gerekir. Oysa
Nazım Hikmet bir numaralı vatan hainidir.
(11 Şubat 1975), Ötüken, 1975, 4. Sayı.
www.atsizcilar.com Sayfa 22
FARUK NAFİZ’E BİR İHTAR
Bir zamanlar Türkçülüğe saldırmak, onu kötülemek isteyenler "faşist" veya "gardist" diyorlardı.
1944'ten sonra "ırkçı", "Turancı" demek moda oldu.
Türkçülüğün faşistlik ve gardistlikle ilgisi o1madığı aşikârdır. Kaldı ki aslında ne faşist veya gardist, ne
de ırkçı veya Turancı olmak bir suç değildir. Hele fikir ve vicdan hürriyetinin kabul olunduğu bir
zamanda memleket kanunlarına aykırı olmamak, devlet düzenini bozmamak şartıyla her fikir ve
kanaat muhteremdir.
Muhterem olmayan, kanun himayesinde bulunmayan tek fikir veya prensip komünizmdir. Çünkü
gayesi milli istiklali kaldırıp Moskovaya bağlanmak, milli varlığı yıkmaktır. Bu fikri gütmek tam bir
vatan hainliği olduğu için komünistler her yerde vatan hainidir ve komünistler, gözleri açılan batı
dünyasında gitgide artan bir şiddetle takibata uğramaktadır.
Irkçı veya Turancılığa gelince: Bunlar "Türkçülük" dediğimiz Türk milliyetçiliğinin iki esaslı unsurudur.
Yani Türkçülerin gayesi içinde, ırkçılık, vatandaşlar arasından yalnız Türklerin başa geçmesi,
memleketi idare etmesi; Turancılık da bugünkü siyasi sınırlar dışında kalan Türklerin bizimle
birleşmesi arzusudur.
Acaba bu fikirde Türkiye aleyhine bir şey var mı? Bir insanı kendi memleketini daha büyümüş görmek
istemesi, dün kendisinin olan yerlerin yarın yine kendisine dönmesini arzulaması kötü bir fikir midir?
Yakın ve uzak tarihte birçok ihanetlerine uğradığımız gayrı Türk vatandaşların bu memleketin can alıcı
noktalarına gelmemesini istemek en basit bir şuur ve mantık işi değil midir?
Bilakis asıl hainlik, elimizden çıkan yerleri unutmak ve millete de unutturmak istemektir. Bugün
"Rumeliyi unutalım" diyenler, eğer dün İzmir elimizden çıkmış olsaydı, "İzmir’i unutalım" diyeceklerdi.
Şuur ve izzetinefis bunu asla kabul edemez.
Elden çıkmış olan yerlerin kaç yıl sonra unutulacağı hakkında ise hiçbir ölçü yoktur. Bu iş, milletlerin
şuuruna veya şuursuzluğuna bağlıdır. Yahudiler ellerinden çıkmış olan vatanlarını 2000 yıl sonra
tekrar elde ettiler. Fakat Turancılığa delilik diyenler Yahudileri alkışladı. Bu da üzerinde durulacak bir
noktadır.
Bu son günlerde, hükümetin komünizm ve irtica aleyhinde hazırladığı tasarı dolayısıyla yeni bir yaylım
ateşe şahit oluyoruz. Fakat yaylım ateş komünizmden çok din ve milliyete yöneltilmiştir.
Komünistlerin, Masonların, Yahudilerin, Gayrı Türklerin elinde olan basın, Müslümanlıkla birlikte
Türkçülüğe de şiddetle taarruz ediyor. Bu taarruzların bazılarını tabii karşılamak gerektiğini biliyoruz.
Mesela Yahudi Dönmesi Ahmet Emin'in, hani mütarekede Amerikan mandasını millete tavsiye eden
şu Selanikli Ahmet Emin'in, Nazım Hikmetof Yoldaşın halis bir yurtsever olduğunu günlerce yazan
Halisüddem Yahudi Ahmet Emin'in Türkçülüğe sinsi veya açık hücum etmesi gayet normaldir. Biz
bilakis, Tanrı göstermesin onun Türkçülüğe taraftar gözükmesinden korkarız.
Fakat bu güruh arasına meşhur şair Faruk Nafiz de karışırsa ne der, ne düşünürsünüz?
www.atsizcilar.com Sayfa 23
Evet, Faruk Nafiz, yani Hürriyet gazetesinin "iğne ile kuyu kazan" muharriri 16 ve 24 Ocak 1951 tarihli
fıkralarında Ahmet Eminler ve Falih Rıfkıların safında olarak ırkçılığa ve Turancılığa saldırıyor. Bakın,
16 Ocak tarihli fıkrasında ne diyor:
Solcu, sağcı, muhafazakâr… Zararsız oldukları müddetçe hoş görülüp geçilebilir; Fakat garabet şunda
ki, aşırı olunca hepsi bir kapıya çıkıyor: Solcu, zaten elde bir; muhafazakâr, Müslümanlığı taassuba ve
irticaa çıkarınca, bakıyorsunuz ki işin içinde bir fesat var; sağcı milliyet davasını Turancılığa ve ırkçılığa
çevirir çevirmez, anlaşılıyor ki fikri fitneden salim değil!
Milliyet gibi, din gibi mukaddes mefhumları fitne ve fesada alet edenlerin hangi maksatla harekete
geçtikleri malum.
Aşırılık geçitlerini, mahkemenin ve zabıtanın, kanunun ve cezanın şiddetli kontrolüne almaktan başka
çıkar yol gösterebilir misiniz?
Acaba sağcı, milliyet davasını Turancılığa ve ırkçılığa çevirir çevirmez anlaşılan fitneli fikir nedir? Biz
söyleyelim: Faruk Nafiz'in Hürriyet gazetesinden aldığı ücret… Üstad, aynı ücreti Kudret gazetesinden
veya Büyük Doğu gazetesinden alsaydı o zaman ırkçılık veya Turancılık değil bambaşka bazı şeyler suç
olurdu.
Yine Faruk Nafiz, 24 Ocak tarihli fıkrasına şöyle başlıyor:
Bizdeki solcu teşkilatın bir numaralı azasına öteden beri verilen lakabı duydunuz mu? Turancı!
Biz böyle bir şey duymadık. Böyle şey olamaz da. Bu şahane safsatayı Hürriyet gazetesi yazdıysa onun
da zerrece değeri yok. Çünkü 1950 yılında uydurma yamyamlık hadisesini yazan da yine aynı Hürriyet
gazetesiydi.
Çok garip bir tesadüfle dinin ve milliyetçiliğin aleyhinde bulunanlar hep sarıklı ailelerden çıkıyor; Falih
Rıfkı Cibali imamının ferzendi olduğu gibi Faruk Nafiz de baba cihetinden Molla Muradzade, ana
cihetinden de Halidi tarikatı şeyhlerinden Feyzullah Efendizadedir.
***
Bugün ırkçılığa ve Turancılığa yapılan bütün saldırışlar, vur abalıya kabilinden namerdane bir
zihniyetin mevlududur. 1944'teki bütün aramalar ve rezilane zorlamalara rağmen ırkçı ve Turancıların
hiçbir suçunu bulmak kabil olmamıştır. Onlar "Türk devletinin başında Türkler bulunmalı" fikrini ileri
sürdükleri için Moskofçuların iftira yağmuruna tutulmuştur. İşte hepsi bu kadar… Irkçı Turancılarda
pek çok kusur bulunabilir.
Ardından gittikleri ülkü de Faruk Nafize göre bir hayal, olabilir. Fakat hayal ardındaki insanlara fitneci,
fesatçı denmez.
www.atsizcilar.com Sayfa 24
Askerliğini yapmamış olan ve bugün alay ettiği Turancılık ve ırkçılığı müdafaa eder mahiyetteki "Akın"
piyesini, kendi ilmi (!) kanaatleri dışında, emirle ve ısmarlama olarak yazan Faruk Nafiz'in ülkü
vadisinde kalem oynatması gülünç oluyor.
Azizim Faruk Nafiz!
Sen ırkın ve ırkçılığın ne olduğunu, Turandan ne kastedildiğini bilmediğin halde sırf parasını aldığın
gazeteye yaranmak için bana ve arkadaşlarıma (çünkü ırkçı ve Turancı yalnız biziz) fitne ve fesat isnat
etmeğe utanmıyor musun? Senin gibi bir alaylı edebiyat öğretmeni bu konularda kalem oynatabilir
mi? Vaktiyle moda olduğu veçhile sola meylettiğin, solcularla münasebette bulunduğun ve hatta:
Bir nesli uykusundan uyandırır bu haller,
Doğar aç midelerden nur topu ihtilaller
beyti gibi komünist edalı bir manzumeyi o zaman yazdığın söyleniyor. Bu söylentiye inanalım mı?
Irkçılığın aleyhinde bulunanlar yüzde doksan dokuz ırkı bozuk olanlardan çıktığı gibi Turancılığın
aleyhindekiler de Moskofçulardan, eski komünistlerden, Gayr‐i Türklerden, Halk Partisi
mensuplarından çıkıyor. Sen bunların hangisisin?
Aşın fikirlerin şiddetle cezalandırılmasını tavsiye ettiğine göre acaba senin ne şekilde yere vurulman
lazım? Bilmeden kalem oynattığına, fisebililfüls ırkçılık‐Turancılık düşmanlığı yaptığına göre sen de
aşın bir "demokrasi" yobazından başka nesin?
Sen ve senin gibiler yalnız ve ancak "Ebna‐yı Zaman" ve "eyyamgüder" siniz. Şimdi her yerde
demokrasi teranesi var ya... Tut o tarafı gitsin...
Memlekette şef denilen müstebit gasıpların zulmü yürürken senin hiçbir itiraz sesinin çıktığım
duymadık. Sen o zaman, bugünkü bütün kahramanlar gibi her şeyi kabul etmiş, boynu bükük ve
alkışçı bir şef taraftan idin.
Komünistlerle el birliği eden o hain idareye karşı yalnız biz itiraz ettik. Biz, yani senin bugün hayâ
etmeden "fitne" ve "fesat"la vasıflandırdığın ırkçı‐ Turancılar...
Milletvekili oldum diye bir şey oldum sanma.
Millet senin şahsına değil, Demokrat Parti listesine oy verdi. Halk Partisinden tiksinen millet, Salamon
Adato'ya hangi düşünceyle oy verdiyse senin adını da o düşünceyle sandığa attı. Şiirde kazandığın iyi
adı fikir ve siyaset alanında kaybetmek istemiyorsan sus. Bütün ömrünce kadın ve havaiyattan başka
bir şey konuşmamış olan Faruk Nafiz'in ağzında ciddi şeyler gülünç oluyor. Siyaset, ülkü, ciddi işler
senin neyine gerek? Emin ol ki:
Duymadım kimsede asla etinin lezzetini
Dişlerim geçti de kaç yüz kadının kalçasına
www.atsizcilar.com Sayfa 25
gibi müstehcen mısraların bile ırkçı‐Turancılara, yani bir fikir uğrunda çok şeylerini kaybetmiş olan
Türkçülere yaptığın iftira kadar çirkin değildir.
Sen ırkı ve Turanı erbabına bırak da yine kendi ihtisasına dön ve eğer takma dişlerinin ağzına
dökülmeyeceğinden eminsen yine kadın kalçalarını dişlemeye devam et...
Orkun,9 Şubat 1951, 19. Sayı.
FAŞİST
"Faşist" demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca "facio" kelimesinden doğan bu sıfat,
Mussolini'nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına âlem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de "faşizm"
denmişti. Millliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar "nazi" (Nasyonal
Sosyalist'ten kısaltma), İspanyollar "falanjist". Belçikalılar "reksist", Romenler "gardist" kelimesini
kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilkönce İtalya'da çıktığı için hepsine birden
"faşizm" demek âdet olmuştu.
Faşizm ve komünizm aşağı yukarı aynı yıllarda İtalya ve Rusya'da iktidara geldiğinden komünistler,
kendi düşmanlarına, bütün milliyetçilere ve giderek komünist olmayan herkese faşist demeye
başlamışlardı.
Basit ve iptidâi komünist zihniyeti beş on kelimenin tutsağı haline geldiği ve çapraşık meseleleri
kavrayamayıp onları yavanlaştırdığı için dünyayı komünist ve faşistlerden mürekkep iki grup halinde
görüyordu.
Bizde de 1970 lerdeki olaylar, komünistlerin kendilerinden olmayan herkese faşist dediğini bir kere
daha ortaya koymuştur. Yani Türkiye'de komünistlerin faşist dediği, komünizm karşısında olan
kimseler, özellikle Türk milliyetçileridir.
Türkiye'de komünistler vardır. Gizli bir komünist partisi de 1920'den beri daima mevcut olmuştur.
Fakat Türkiye'de faşist olmadığı gibi açık veya gizli bir faşist partisi de yoktur. Komünistler milliyeti
inkâr ettikleri için dünyadaki bütün komünist partileri dost ve müttefiktir. Halbuki her milliyetçilik
başka milliyetçiliklerin aleyhinde olduğundan komünistlerin topyekün faşist diye adlandırdığı ayrı
milletlerin milliyetçileri birbirinin düşmanı veya zıddıdır.
Türkiye'de faşist, şu veya bu değil, Türkçü gençler vardır. Bunlar göğüslerine milli alâmet olan
Bozkurtlu rozet takarlar ve kendilerine Bozkurt derler. Komünistlerin gemi azıya aldığı yıllarda Adalet
Partisi, kasdi mi olduğu hâlâ anlaşılmayan bir acz içinde olaylara seyirci kalırken millî duyguyu ve hattâ
devleti bilek gücü ile savunanlar, düşmanları tarafından komando diye adlandırılan bu Bozkurtlardı.
İsmet İnönü, mahut zihniyetiyle bunları zamanın cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a şikâyet ederken
Sunay Paşa sâbık millî şefe tarihi cevabını vererek onu susturmuştu.
www.atsizcilar.com Sayfa 26
Şimdi gazete havadislerinden öğreniyoruz ki küçük Bozkurtlardan biri, 16 yaşındaki Necati Kaya,
göğsünde Bozkurtlu rozet olduğu için okul müdürü tarafından yüzüne sert bir cisimle vurularak
komaya girmiş ve kurtarılamayarak ölmüştür.
Bu kahraman (!) okul müdürü için ne söylense, ne kadar övülse azdır. Kine bakınız ki daha 16 yaşında
bulunan körpe bir çocuğa elle değil de sert bir şeyle vuruyor, bunu da o çocuk göğsünde millî sembol
olan Bozkurdu taşıdığı için yapıyor.
Bu cinayetten birkaç gün önce bir bakanın okullardaki faşistleri yumuşaklıkla yola getireceklerini
söylemesi şaşırtıcı olmaktan da daha ileri bir şeydi. Bu faşistler kimlerdi? Varsa, adlarını söylemek
devlet sırlarını açığa vurmak olmayacağı için hiç olmazsa bir tek isim vermesi gerekmez miydi?
Millî sembol düşmanlığı, milliyet düşmanlığı, milliyetçi düşmanlığı, millet düşmanlığı acaba nerelere
kadar yürüyecek? Onlara şairin şu beytini hatırlatacağız:
Bu kavmin titre makrûn‐ı adâlet intikamından;
Kılıçlar çıkmasın bir kerre pür‐satvet niyâmından.
Bozkurt'tan çakallar, köpekler ve tilkiler korkar. Kendi mefâhirine düşman olanın bu âdi hayvanlardan
ne farkı olabilir ki?...
(5 Nisan 1974), Ötüken, 1974, 4. Sayı.
(1) Bu kavmin, adaletin yanında olan intikamından titre. Kılıçlar kahredici olarak bir kere kınından çıkmaya
görsün!
TELKİN VE PROPAGANDA...
Dinamik ve enerjik olacaksın. Darbeyle karşılık verecek, hücumu hücumla durduracaksın. Bütün
devletlerle dostluk kurmak, ziyaretler yapıp ziyafetler ve hediyeler vermek, milli çıkarları korumak
bakımından pek az faydalıdır.
Bir İngiliz, Barbaros Hayreddin Paşa hakkındaki eserinde ünlü Türk amiralini küçültücü şeyler
yazdıktan sonra onun soy bakımından Türk değil, Rum olduğunu da ileri sürmüş.
Türk büyüklerini başkalarına mal etmek hikâyesi epey eskidir. Hattâ bunlar arasında, yabancı bir kanın
dörtte bir oranında karışmasıyla bir Türk'ü o yabancı kana bağlamak isteyen gayretkeşler bile vardır.
Barbaros'a gelinde, o, hiçbir tartışmayı gerektirmeyecek kadar Türk'tür, Yirminci Yüzyılda dünyanın
yuvarlak olduğunu ispat için konferans verecek, yazı yazacak değiliz.
Osmanlı imparatorluğu birçok milletleri idare ettiği ve Müslümanlık esasına dayandığı için Müslüman
olan herkes devletin en yüksek kademelerine kadar çıkabiliyordu. Yüksek kademelere çıkanlardan
çoğunun hangi soya mensup bulunduğu tarihlerde, belgelerde kayıtlıdır. Bu arada hangi ırktan olduğu
www.atsizcilar.com Sayfa 27
bilinmeyen birkaç kişi de bulunabilir. Barbaros ise, biraz önce de söylediğimiz gibi Türklüğü kesin olan
yüksek askerlerden biridir.
İngiliz yazarının bu tarihi açıklık karşısında onu neden Rumluğa mal etmek istediği belli değildir. Olsa
olsa şuur altında yaşayan milli bir kıskançlığın açığa vuruluşu olabilir. Çünkü daha sonraki yüzyıllarda
kuvvetli' bir denizcilikleri olduğu halde İngilizlerin bir Barbaros'u yoktur ve şüphesiz Barbaros şimdiye
kadar gelen amirallerin en büyüğüdür.
İngiltere bugün çöküş halindedir. On Dokuzuncu Asırla Yirminci asrın başlarında İngiliz donanması,
daima, kendisinden sonraki en güçlü iki donanmanın toplamından üstün kuvvette bulunuyordu. Bu,
onların âdeta hayat prensipleri idi. Fakat İngiltere artık ihtiyarlamıştır. Birinci Cihan Savaşını
Amerika'nın yardımıyla kazanmış, buna rağmen nefesi kesilmiş, eski gücünün kalmadığını anlamıştır
îkinci Cihan Savaşı ise Almanya tarafından İngiltere'nin belkemiğinin kırılmasıyla sonuçlanmıştır.
Bugün donanma bakımından dünyada ancak üçüncü, büyük devlet olarak dördüncü, belki beşincidir.
Gelenekleri de çökmekte, İmparatorluğunu kendi eliyle tasfiye ettikten sonra Britanya adasına,
kendisini şiddetle rahatsız eden Zenciler dolmaya başlamış bulunmaktadır. Geçen asırlardan gelen
itici kuvvet henüz kendisini ilerlerde tutmakta ise de biraz sonra nefesi iyice kesilince büyük
devletlikten vazgeçip orta devlet olmaya razı olacaktır.
İşte bu durumdaki İngiltere'nin içinden herhangi bir ferdin çıkarak şanlı Barbaros'a hakarette
bulunması onun ruh sarsıntısını, içine düştüğü aşağılık duygusunu yansıtmakta ve akla ister istemez
çöp ve mertek meselini getirmektedir: Kendi gözündeki merteği görmeden başkasının gözündeki
çöpü görmek.
Şu zavallı İngiliz'e soralım: Sen başkalarının yüzyıllar ötesinde kalmış amirali ile uğraşacağına şu anda
kendi devletinin başında bulunan kral hanedanına bir baksana... Senin bugünkü kraliçen yani devlet
başkanın Alman'dır. Kraliçenin kocası Danimarkalıdır. İngiltere veliahdı Dan ve İngiliz kırmasıdır.
Acaba bunları hiç düşündün mü? Sırça köşkte oturup da başkasına ne diye taş atarsın?
Senin Başbakanların arasında da ne milletler olduğunu istersen bir nebze hatırlatalım: Macdonald,
İskoç'tu. Daha öncekilerden Lloyd George, Galli idi. Daha eskilerden Disraeli, Yahudi idi.
Bunlar dururken ne diye dört yüz yıl önceki Barbaros'la uğraşıyorsun da Türk olduğu halde Rumluk
izafe ediyorsun? Bazı İngilizler'de Türkler'e karşı bir hınç ve kin olduğu malûmdur. Kurtuluş savaşımız
sırasındaki başbakanları Lloyd George de bunlardan biriydi. Sevginin ve nefretin niçini, nedeni olmaz.
Belki Barbaros kitabının müellifi de aynı şekilde bir kinle hastadır. Belki babası, Birinci Cihan savaşında
Türkler'le yapılan çarpışmalarda ölmüş veya sakat kalmıştır. Sebebi ne olursa olsun bu İngiliz bir Türk
düşmanıdır. Barbaros'un, eğer varsa, denizcilikteki taktik yanlışlarını inceleyeceğine, onun insan
taraflarını ve ırkını yererek yazılan bir eser başka türlü değerlendirilemez.
Tarihi değerlerimizi başkalarına değil, kendi milletimize bile tanıtamadığımız için biz de sorumluyuz.
Orta öğretimde başkalarının tarihi Türk tarihinden daha çok gösterilip öğretilmektedir. Tarih şuuru
olmayan bir millete başkaları tarih yönüyle istedikleri kadar yüklenebilir.
www.atsizcilar.com Sayfa 28
İsrail'de epey kalan bir tanıdıktan, Yahudiler'in, çocuklarını Arap ülkeleri sınırlarına götürerek ilerisini
gösterdiklerini, buraları bizimdi, yine bizim olacak diye telkinler yaptığını dinlemiştim. Yahudiler,
kendi bakımlardan doğru ve haklı bir telkin yapıyorlardı. Nitekim Araplar da kendi bakımlarından
doğru ve haklı bir telkin yaparak İsrail'i ortadan kaldırmak ülküsünü çocuklarına aşılıyorlar.
Bize gelince: Rusya, İran ve Çin'deki Türkler'den bahsedince hemen "emperyalist', "faşist", "militarist"
diye hücuma uğruyoruz. Gerçi bu saldırılar büyük ölçüde satılmışlardan geliyorsa da aralarında
normal vatandaşların da bulunması tarih şuursuzluğunun ve millî gafletin en ibret verici örneğini
teşkil ediyor. İngiliz'in Barbaros hakkındaki eseri, Londra'daki Kıbrıslı Türkler tarafından tepkiyle
karşılanmış. Kıbrıslı Türkler son yıllarda milli şuurun mümessilleri haline geldiği için bu tepkileri
normal.'fakat Türkçülük çapında yetersizdir. Tepkinin Türk devletinden, Dışişleri ve Millî Eğitim
Bakanlıklarından gelmesi, meselâ Londra'da bir tarihçimiz tarafından Barbaros hakkında' ilmi bir
konferans verilerek hakikatin İngiliz Profesörlerine ve aydınlarına anlatılması mutlaka yapılması
gerekli bir vazifedir.
Dinamik ve enerjik olacaksın. Darbeyle karşılık verecek, hücumu hücumla durduracaksın. Bütün
devletlerle dostluk kurmak, ziyaretler yapıp ziyafetler ve hediyeler vermek milli çıkarları korumak
bakımından pek az faydalıdır. Asıl fayda propagandadır.
Propaganda için büyük masrafa ihtiyaç yoktur. Onu yapmak kabiliyetinde olanları bulup gerekli
yerlere oturtmak şimdilik kâfidir.
Gözlem, 3 Nisan 1969
ÜLKÜLER TAARRUZİDİR
Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi kendi soyunun bütün dünyayı
bürümesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi dünyayı kaplayamıyorsa bunun sebebi aynı gayeyi güden
başka cinslerin mukavetine maruz kalmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve maruz
kaldıkları tepkiden "hayat kavgası" doğuyor. Bu arada zayıflar eziliyor, azalıyor; güçlüler yayılıp
çoğalıyor; bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor.
Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim
olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş
başlar. Sonunda güçlüler kazanır.
İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için bunlar arasındaki hayat
kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde sürüp gitmekle kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve
metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar. Demek ki milli ülkü, milletin tahteşşuurunda
bulunan "yayılıp hâkim olma" sevki tabiisinin başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandırılıp
sistemlendirilmiş şeklidir. Ülküye kılavuzluk veya başkanlık eden şahsiyetlerin irade ve kuvvet
derecesi ülkülerin başarısında birinci derecede âmildir.
www.atsizcilar.com Sayfa 29
Milli ülkülerde azdan çoğa doğru üç dönem vardır: İstiklâl, birlik, fütuhat.
Milli ülkünün ilk dönemi istiklâl kazanmaktır. Müstakil olmayanlar istiklâllerini kazanmak, kazanmış
olanlar da bunu muhafaza edip sağlamlaştırmak düşüncesi ardında koşarlar.
İrlandalılar sekiz yüzyıldan beri istiklâl için uğraşıyorlardı. Küçük bir millet oldukları halde
fedakârlıkları sayesinde koca İngiltere’nin elinden istiklâllerini zorla söküp aldılar.
Estonlar, Letonlar, Litvanlar asırlardan beri istiklâl rüyası görüyorlardı. İlk cihan savaşından sonra
ülkelerine kavuşmuşlardı. 1940'ta kaybettikleri istiklâli yeniden elde etmek için şimdi içerde ve
dışarıda azimle çalışıyorlar.
Eskiden müstakil olup 150 önce istiklâllerini kaybetmiş olan Lehliler büyük fedakârlıklardan, kanlı
ihtilâllerden sonra ilk cihan savaşı sonunda istiklâllerini kazanmışlardı. 1939'da istiklâli yeniden
kaybettiler. Fakat sanki hiç bir şey olmamış, o kadar felâketi onlar yaşamamış gibi yeniden istikâl
davası arkasındadırlar. Bir yandan çete savaşlarıyla milli ruhu ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da
dışarıdaki teşkilâtları vasıtasıyla her fırsattan faydalanarak istiklâllerini kurtarmaya çabalıyorlar.
Hindistan, Pakistan, Birmanya, İndonezya da aynı yolun yolcusu olarak, aynı gayeler için kan dökerek
nihayet emellerine kavuştular,
İstiklâl uğrundaki savaşın en tipik örneğini Yahudiler vermiştir: Esâretleri yirmi asrı geçen, dünyanın
her tarafına dağılarak bir anayurtları kalmayan ve dillerini de kaybeden Yahudiler, istiklâl
sevkitabiisinin tesirinde olarak yaptıkları uzun ve yıpratıcı mücadeleden sonra millî ülkünün ilk
merhalesine erdiler.
Bugün, milletlerin çoğu müstakil olduğu için milli ülkünün bu ilk merhalesi ardında koşan milletler
azdır.
Millî ülkünün ikinci merhalesi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin tek bayrak altında, tek devlet
haline gelmesidir. İstiklâlini kazanmış olan her milletin ilk işi yabancı hâkimiyeti altında kalmış olan
uruktaşlarını kurtarma yollarını aramaktır. Yahut bir millet birkaç ayrı devlet halinde siyaseten
müstakilse bunların birleşmesi için siyasi ve askeri faaliyette bulunmaktır.
Ondördüncü asırda Türkiye Türkleri yirmi, otuz ayrı hükümetle idare olunuyordu. Birleşme kanunu
dolayısıyla bunlar bir buçuk asır birbirleriyle çarpıştılar. 1515'te birliği tamamladılar.
İtalya da aynı şekilde hareket ettikten sonra gözünü yabancı hâkimiyeti altında kalmış olan İtalyanlara
çevirdi. İlk cihan savaşında İtalya’nın müttefiklerine ihaneti, Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz
bin İtalyanı kurtarmak içindi. İkinci cihan savaşında Fransa ve Yugoslavya İle yaptığı savaşlarda o iki
ülkedeki birkaç yüz bin İtalyan için yapıldı.
Ayrı müstakil devletler halinde yaşayan Almanlar 1870'te yaptıkları büyük bir atışla siyasî birliklerini
ana çizgileriyle kurduktan sonra bunu tamamlamak için 1938'de başlayan bir seri hamleler daha
www.atsizcilar.com Sayfa 30
yaptılar. Gerçi bu büyük işi başaramadılar. Fakat başarmalarına ramak kalmıştı. Bugün Avusturya
ayrılmış ve Almanya da iki ayrı parçaya bölünmüş olduğu halde Alman önderlerinin bir birlik ardında
koştukları açıkça görülmektedir. Hatta, Batı Almanya Meclisinde Doğu Almanya ile birleşmek konusu
üzerinde sözler söylenirken bazı milletvekilleri Avusturya ile de birleşmek istediklerini haykırarak
açığa vurmuşlardır.
Romen Birliği Eflak ve Boğdan Beyliklerinin birleşmesiyle başlamış ve Romanya bundan sonra
uruktaşlarını kurtarmak için 1913, 1914‐1918 ve 1941 savaşlarına girmiştir.
Finler, Rusya idaresinde bulunan Karalya Finlerini kurtarmak için Almanya’nın yanında savaşa
girmişlerse de kaybetmişlerdir. Fakat ilerde mutlaka kazanacaklar ve büyük Finlandiya’yı
kuracaklardır.
Macarların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların da son asırdaki tarihlerinde aynı kanunla hareket
ettiklerini vukuat pek açık olarak göstermiştir.
Bazı çok yeni ve zayıf, askerî kudreti sıfır derecesinde veya kültür seviyesi çok aşağı olan milletlerde
de aynı kanunla hareket edildiğini görüyoruz. Meselâ Afganistan aşağı yukarı 10–12 milyonluk geri bir
memleket olduğu halde 100 milyonluk Pakistan'la davalıdır. Pakistan sınırları içinde yaşayan ve Peşto
yani Afgan dili konuşan uruktaşlarını istiyor.
Yanında müttefikleri olduğu halde Yahudilere yenilen Mısır ise İngiltere’den Sudanı ve Trablus'la
Bingazi'yi istiyor. Bütün nüfusu 400 bin kişi bile olmayan Ürdün beyliği Suriye ve Filistin’in hepsini
istiyordu. Bu kadarını elde edemedi ama Yahudilerden arta kalan Filistin parçasını eklemesini
becerebildi. Habeşistan, Eritre'yi istemektedir. Yahudiler ise milli birlik için Irak ve Yemendeki yüz
bine yakın Yahudi'yi uçaklarla İsrail’e taşıdılar.
Millî ülkünün üçüncü merhalesi ise fütuhattır. Çünkü milli birliğini tamamlamış olan milletler kendi
soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istila ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler. Hatta bir
millet bazen kendi milli birliğini tamamlamadan önce de fütuhata başlayabilir. Meselâ Osmanlılar
"Türkiye'deki Türk birliğini tamamlamadan önce Avrupa’da geniş fütuhat yapmışlardı. İtalyanlar ve
Almanlar da milli birlik işi bitmeden önce sömürge fetihlerine kalkışmışlardır. Fakat böyle tek
istisnalar umumî kaideyi bozmaz.
Üçüncü cihan savaşı, milli birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve Rusların üçüncü
merhaleye varmak gayretlerinden başka birşey değildir. Şimdi yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor
ve tabii bir sonuç olarak başkalarının mukavemeti ile karşılaşıyor. Başka milli ülkülerin muzaffer oluşu
da yakında Rusya'yı çökertecektir...
Görülüyor ki ülküler taarruzidir. Müstakil olmayan millet istiklâlini kazanmak için kendisine hâkim
olan milleti yenmeye mecburdur. Yani taarruzi bir maksatla hareket edecektir. Birliğini
tamamlamamış olan millet bu birliği elde etmek için uruktaşlarını esaret altında tutan millet veya
milletlerle çarpışacak, onlardan toprak alacaktır. Milli birliğini kurmuş olanlar ise fütuhat yapmak için
başkalarını yeneceklerdir. Demek ki millî ülkülerin her üç dönemi de taarruzidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 31
Acaba tedafüi ülkü olamaz mı? Bir millet malik olduğu sınırlar içinde yaşayıp refaha kavuşmak
ülküsünü güdemez mi? Hayır! Çünkü mevcut sınırları muhafaza etmek ve zengin olmak düşüncesi
hiçbir zaman bir ülkü olamaz. Bunlar bir millet için en küçük ve alelade isteklerdir. Ülkü ise küçük ve
alelade bir istek değildir. Ülkü biraz hayal ile karışık, uzak, güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş
millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir. Ülküler kanla, fedakârlıkla,
kahramanlıkla beslenir. Bir millet, ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır, yığınlarla can harcar.
Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, milli kinle varılır. Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler,
yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister.
Geçmişte birlik kurmuş, fütuhat yapmış olan milletler eski ululuğu yeniden diriltmek için uğraşırlar.
Çünkü (mazide tarihî hakikat olan şeyler, âtide de tarihî hakikat olabilirler). Ülküler hiçbir kayıtla,
hiçbir siyasi ve insani düşünce ile sınırlandırılamaz. Bir ülküye bel bağlamış, gönül vermiş milletlerin
tarihî düşmanları vardır. O düşmanlar mutlaka tepelenecektir. O düşman milletle dostluk antlaşmaları
yapılmış olabilir. Bu geçici dostlukların hiçbir değeri yoktur, Tarihî düşmanlar ancak dışişleri
bakanlıklarının dostudur. Milletin asla!..
Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek
istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırırlar.
(Yurtta barış, cihanda barış,) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilâne bir siyasi
umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş
Almanya’ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar,
fakat Bulgari starı ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en
denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım
atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok
etmek isteyen devşirmelerdi.
Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka taarruz etmek gerekirken milli ülkü yolunda
yapılacak taarruzun çirkinliğini haykırmak ya gaflet, ya ihanettir. Devletlerin sorumlu yerlerinde
bulunanlar siyasi nezaket veya menfaat dolayısıyla böyle sözler söyleyebilirler. Fakat milletin
gençliğine hitab edenler yani öğretmenler, şairler, gazeteciler, yazıcılar bize barış afyonu yutturmak
isterlerse onların şecerelerini ve evlerindeki gizli evrakı araştırmak tarihin bilhassa Türk tarihinin
değişmez hakikatini bir defa daha teyid edecektir.
ORKUN, 17 Kasım 1950, Sayı: 7
UNUTMAYACAĞIZ
Bizim gibi düşünmeyenlerin fikirlerine, kanaatlerine saygı gösteririz. Fakat samimi olmaları şartıyla...
Büyük ülküleri, millî davaları gündelik ve aşağılık siyaset oyunlarına karıştıranların kanaati hürmete
lâyık değildir. Çünkü bu kanaat esasen kanaat değildir. Duygunun, düşüncenin, vicdanın mahsulü
değildir. Bu, menfaatin emrinde olanların emirle veya telkinle ortaya attığı bir iddiadır. Efendisinin
buyruğu ile bugün bunu söyleyen adam, yarın onun tam zıddını söylemekten de çekinmez. Çünkü
onun için mühim olan şey, fikir veya ülkü değildir. Millî menfaat veya yurt sevgisi hiç değildir. Onun
www.atsizcilar.com Sayfa 32
için ehemmiyeti olan yalnız kendi şahsî menfaati, rahatı, zevkidir. Lüks apartman, bol para, otomobil,
konfor ve daha diğer şeyler ancak efendinin emrini yapmakla sağlanmaktadır. O halde yapılacak şey
malûmdur: Yukarının arzusunu sezerek ona göre konuşmak, ona göre yazmak...
Biz Türkçüler (gerçek ve samimî Türkçülerden bahsediyorum) kanaatlerimizi apaçık söylediğimiz için
bazılarına sevimsiz görünüyoruz. Biz siyaset yapmıyoruz. Siyaseti bilmiyoruz. Çünkü bizim davamız
bugünün sandalye davası değildir.
Onun için herkese sevimli gözükmeğe mecburiyet duymuyoruz. Bizim davamız asırlara bakan bir
davadır. Bir ülküdür. İnancığımız Türklüğün davasıdır. Bütün Türklerin davasıdır. O kadar inanmış
kimseleriz ki daha bir yere toplanıp da davamızın prensiplerini kâğıt üstünde tespit edecek, anlayış
ayrılıklarımızı ortadan kaldıracak bir teşebbüste bile bulunmadık.
Biz, ülkünün ardında yürürken kendimizi güçlü duyuyoruz. Ancak inanmış insanların büyük işler
yapacağını biliyoruz. Millî kuvvetimizi küçümsemiyoruz. Çarpışacağımız engellerîn sarplığını müdrikiz.
Sarp engelle, katı düşmanla çarpışmak hoşumuza gidiyor. Büyük ecdadın neslinden geldiğimiz için
büyük işler yapabileceğimizi biliyor, şanlı maziyi yeniden diriltmek istiyoruz.
Biz boş hayaller ardında değiliz. Mazide hakikat olan şeylerin yeniden hakikat olmasını özlüyoruz.
Hastalıklardan korunmuş, nüfusu çoğalmış, ahlâkı yükselmiş, sanayisi ilerlemiş bir Türkiye istiyoruz.
Sınır dışındaki ırkdaşlarımızı kurtarmak yollarını arıyoruz. Onları kurtarırken Türkiye’yi batırmak
gayretlisi değiliz. Bu budalaca isnadı yapanlar kendilerinden üstün akıl bulunmadığını sanan
zavallılardır.
Fransızlar elli yıl Alsas‐Loreni sayıkladılar. Hem de halkının çoğu Alman olduğu halde... Bir niçin kendi
Alsas‐Lorenlerimizi istemeyelim? Yirmi asırdır esir yaşayan Yahudiler Filistin davası ardında iken,
Bulgarlar bir defa işgal ettikleri Trakya'yı isterken, Yugoslavlar vaktiyle bir defa sefer ettikleri Selânik'e
hasret çekerken, Araplar Antakya ve Adana'yı benimserken, Lehliler Alman topraklarına yerleşirken,
Mısırlılar Sudana sahip çıkarken, Moskoflar Kars ve Ardahan'dan dem vururken biz niçin eski
yerlerimizi istemeyelim?
Daha dün bizim olan yerleri, yabana bir seyyah gibi dolaşan Falih Rıfkı Atay'ın "Rumeli'yi Unutalım"
dîye yazdığı yazıyı niçin okuma kitaplarına geçirerek yıllarca orta okul çocuklarına okuttuk? Kurtuluş
Savaşını kaybedip İzmir ve Trakya'yı elden çıkarsaydık o zaman da İzmir’i unutalım mı diyecektik?
Hakikatleri olduğu gibi görelim; Millî ülküler taarruzidir! Başka milletlerle dostluk yapacağız diye
millet uyuşturulamaz. Dostluklar milletlerden ziyade dışişleri bakanları arasındadır. Bulgar hariciye
nazırı bizim dostumuzdur. Fakat Bulgar maarif nazırı en büyük düşmanımızdır. 0nun için Bulgar
okullarında çocuklara Türk düşmanlığı aşılanır.
Biz, askerlerimize bile barış türküleri söyletirken Bulgarlar Çarigrad marşını okuyor, Moskova radyosu
cumhurbaşkanına ve Türk hükümetine hakaret savuruyor, hatta dostumuz Yunanlılar aleyhimizde
propaganda kartpostalları neşrediyorlardı.
www.atsizcilar.com Sayfa 33
Milli ülküyü dış politikaya uydurmak gafleti bu milleti yıllarca ülküsüz bıraktı. Millet nereye gideceğini
bilemedi. Ülküsüz bırakıldığı için de birçokları komünizmi ülkü diye benimsediler.
Fabrika kurmak, bataklık kurutmak, okul açmak.. Bunlar bir millet için ülkü olamaz. Bunlar bir Şahsın
hava alması, su içmesi, yemek yemesi gibidir. Ülkü ise bir milletin muharrik düşüncesi, uğrunda kan
dökeceği fikirdir. Milletler için en büyük ülkü "büyüklük düşüncesi"dir. Bunun da baş prensibi tarihî
miraslara hak iddia etmektir. Rumeliyi unutalım demek, küçülelim, küçüklüğü kabul edelim,
uyuşuklaşalım, miskinleşelim demektir.
Hayır! Rumeli'yi unutmayacağız... Hiçbir yeri unutmayacağız... Turgut Reisin mezarı olan Trablus’u,
kahraman Türk kadınlarına ve kızlarına mezar olan Rodos’u da unutmayacağız. Azerbaycan, Kırımı,
Türkistan’ı, Kafkasya’yı, Altayları, Urallar'ı, Ediller'i de unutmayacağız... Milli miras, Cibali imamının
terekesi değildir. Onu Falih Rıfkı veremez. Onu kimse veremez.
Milâttan önce 209'da Motun Yabgu'nun dediği gibi millete ait olan, ataların mezarlarını saklayan
toprak, yani vatan, verilemez. Vermeyeceğiz... Unutmayacağız. Ölürken, gözlerimizde parlayan son
ışık millî mirasın hayali olacaktır.
Altın‐Işık, 25 Mayıs 1947, Sayı: 5
VEDA
Birçok Türkçünün maddî, manevî yardımıyla çıkmakta olan Orkun, onu idare edenlerin yorgunluğu
yüzünden kapanıyor. Bu kararı verenlerin ıstırabı büyüktür. Uzun konuşma, tartışma ve
danışmalardan sonra, yapılacak başka bir şey olmadığı için bu neticeye varılmıştır.
Yurdun her tarafındaki genç Türkçülerin, bu sonuç karşısında duyacakları acıyı düşünmek bizi elem
içinde bırakmakta ve bahta lânet etmeğe sevk etmektedir.
Türkçülüğün bayrağını, ilerde yeniden açmak üzere şimdilik kapatıyoruz. Bu bayrağın yeniden
açılması, şahıs olarak mutlaka yine bizim idare edeceğimiz bir derginin çıkması mânasında
anlaşılmamalıdır. Türkçülük bayrağını yükseltenler yoruldukça, yıprandıkça, düştükçe o bayrak, bir
adım geriden gelenler tarafından kavranacak ve Türkçülük ordusu, bir çığ gibi büyüyerek hep ileriye,
büyük ülküye, Kızıl Elma'ya doğru yürüyecektir.
Ülküler, milletlerin şuurudur. Ülküsüz millet, şuursuz insan gibidir. Bu memleket yıllarca, hain bir
maksatla şuursuz yaşamaya mahkûm edildi ve Türk ırkının şuurlu çocukları olan Türkçüler zindanlara
tıkıldı. Hattâ onların vatan ve millet haini olduğu ilân edildi.
Türkçüler dünyadaki bütün Türklerin mazide olduğu gibi bir devlet halinde birleşmelerini ve Devşirme
döküntülerinin yukarı mevkilere geçmemesini istedikleri için bu damgayı yemişlerdi. Bütün insanları
Moskova buyruğu ve amele dîktatörlüğü altına almak gibi hayvanî ve ahmakça bir maksat ardında
koşanlar ve onların yardakçıları mazide birkaç kere gerçekleşmiş olan Türk birliğinin yeniden
kurulmasına "hayal" demek ihanetini de gösteriyorlardı. Gazete ve radyolarla bizim vatan haini
www.atsizcilar.com Sayfa 34
olduğumuzu ilân eden soysuz soytarıların iç yüzü, Tanrı adaletinin dünyada tecellisiyle pek çabuk
anlaşıldı. Hemen hepsi Devşirme döküntüsü olan bu hakikî vatan hainlerinin "vatan" dedikleri şey
kendi köşkleriyle rahat ve huzurlarından ibaretti.
Vatan hainlerinin darbelerine maruz kalan Türkçülük geriledi veya zayıfladı mı? Asla!... Tırpan yiyen
otlar gibi daha gür, daha sık gelişti ve yurdun dört bucağına yayılarak bir tarlaya atılan tohumlar gibi
filizlenmeğe başladı.
On iki asır önce yaşamış olan büyük Türk siyasî ve kumandanı Bilge Tonyukuk, ilk Türk tarihi demek
olan yazıtında bir milletin başında serserilerin bulunmasını en büyük felâket diye anlatmakta ne kadar
haklıdır! 1950'den Önce uzun yıllar bu memleketin başında serseriler, hem de yabancı ve hain
serseriler hüküm sürdü. Milletin sağlığını, servetini ve ahlâkını o serseriler mahvetti. Bir gece içinde
bizi Moskof sömürgesi haline getirecek plânları o serseriler hazırladı. Fakat onlar bugün, tarihin hiçbir
devrinde görülmemiş bir hayâsızlıkla milletten, vatandan, hürriyet ve demokrasiden bahsediyorlar.
Türkçülük, bütün Türklerin tek devlet halinde birleşerek her bakımdan bütün milletlerden ileri ve
üstün olması ülküsüdür.
Bunun değişmez iki ana unsuru vardır: Irkçılık, Turancılık.
Irkçılık ilk önce bir milli savunma vasıtasıdır: Türkeli'ndeki azınlıkların kendi aralarında gizlice
yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir korunma tedbiridir. Türkiye’deki Selânik Dönmeleri Türkleşmemek
için asırlardır gizli tedbirler alırken, hiçbir kültürü ve mazisi olmayan bir takım küçük millet ve
cemaatler soyadı kanununun sarahatine rağmen, kendi soyadlarına kadar saklayıp ırkçılık yaparken,
Yahudiler İsrail'in hakiki vatanları olduğunu türlü şekillerde ispat ederken Türkler de hiç şüphesiz
devletin hakiki sahibi olarak bazı tedbirler almakta haklıdır.
Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak daima üstün tarafın aleyhine olduğundan
üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk'ün bazı üstün
vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidai vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır. Birer müspet
ilim olan antropoloji ve rasyolojinin ortaya koyduğu bu hakikatlerden siyasi düşüncelerle
vazgeçemeyiz. İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz.
Irkçılık en nihayet bir tarihi şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlayarak kısa ömürlü
cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen
yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir.
Bütün bunlara bakarak Türkçüler, ırkçılığı değişmez bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu
ırkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmeyen veya bilmemezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları
ölçüden ve lâboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tâyin
mânasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü
tabiat bir müddet sonra melezliği tasfîye eder. Fakat bir ırk mütemadiyen başka ırklarla karışmakta
devam ederse bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur.
www.atsizcilar.com Sayfa 35
Irkçılık tehlikelidir diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan bir takım zavallılardır. Dünyanın her
yerinde, hattâ ırkçılık düşmanlığını kısmen bizim gafillere aşılayan İngiltere ve Amerika’da bile
mükemmel bir ırkçılık vardır. Amerikalılarla İngilizlerin ırkçılık düşmanı gözükmeleri ikinci Cihan
Harbinde Almanların yaptığı ırkçılık dolayısıyladır. Almanlar kendi ırklarının üstün olduğunu iddia edip
bazı haklı neşriyatla Amerikan ve İngilizlerin karışma yüzünden düştükleri zaafı gösterince
Anglosaksonlar siyasi rekabet ve kıskançlık sebebinden ırkçılığa düşman kesilmişlerdir. Fakat onların
düşman olduğu ırkçılık resmi ve aleni Alman ırkçılığı olup gizli ve örfi Anglosakson ırkçılığı değildir.
Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri artık bugün popüler
bilgi haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük
düşüren hareketler İslâv asıllı Hürrem Sultan yüzündendir.
Osmanlı tarihinde büyük gözüken bir takım sadrazamların hainliği artık gün gibi aşikâr olmuştur.
Gedik Ahmet Paşa, Maktul İbrahim Paşa, Sokullu gibi büyük sayılan Devşirmelerin iç yüzü ve
Devşirmelerden mürekkep Yeniçeri ordusunun haince rolleri gizli kapaklı bir şey değildir. Bütün bu
hususları tafsilatıyla öğrenmeleri için Türkçülere, İsmail Hami Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi
Kronolojisi" adlı büyük eserini mutlaka okumayı tavsiye ederim. Bâlkan, Cihan ve İstiklâl Harblerinin
büyük ihanetleri ise herkesin bildiği şeylerdir. Bütün bunlardan sonra İsmet İnönü ve yardakçıları gibi
münafık ahmakların ağzına yakışır.
Irkçılığın aleyhinde bulunanlara şunu sormalı:
— Kendinizi Çingene ile bir tutar mısınız? Bir Çingene ile evlenir misiniz? Çingene bir gelin veya damat
kabul eder misiniz?
Evet derlerse mesele yok. Hayır derlerse ırk tefriki yapıyorlar demektir. Onların yalnız Çingenelere
karşı yaptığı bu ayırmayı biz başkalarına karşı da yapıyoruz.
Irkçılık, Anadolu Türklerinin içinde örf olarak yaşamaktır. Köy ve kasabalarda kaç yıl hattâ asır önce
oraya gelmiş olan bir yabancının bugünkü ailesi hâlâ yabancı sayılmaktadır. Tamamiyle Türkleşen,
Türkçeden başka dil bilmeyen ve kendisini başka bir millete mensup saymayan bu türlü insanlara
yabancı gözüyle bakmak Anadolu Türklerindeki kuvvetli ırk şuurunu gösterir. Demokrasinin bir
"çoğunluk arzularını tahakkuk sistemi" olduğu unutulmamalıdır.
Türkçülüğün ikincî unsuru olan Turancılık bütün Türklerin birleşmesi düşüncesidir. Bugün dünyada
belki 40, belki 50, belki 60 milyon Türk var. Geniş bir vatana yayılmış olan bu Türkler mazide
muhteşem rol oynamış, hareketli, kabiliyetli bir millettir. Sebebi her ne olursa olsun başka milletlerin
hâkimiyeti altına düşmüş olan bu Türkleri bir tek devlet halinde toparlamak düşüncesi kadar haklı ve
makul ne olabilir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı hâkimiyet altında kalmış olan millettaşlarını
kurtarmak gayesini güderken Türkler neden aynı dileğin arkasında koşmasın? Yaratılıştan devlet
kurucu olan Türkler için bu kadar büyük bir devleti kurup yaşatmak hayal değildir. Tren, otomobil,
uçak, telgraf, telefon ve radyonun olmadığı zamanlarda bile Türkler büyük devletler kurmuş asırlarca
yaşatmışlardır.
www.atsizcilar.com Sayfa 36
Dünyanın bütün Türkleri Türkiye'ye Kâbe gibi bakıyor. Türkiye'nin kendilerini bir gün kurtaracağı
efsanesi, aralarında yaşıyor. Yalnız anayurtta ve zulüm altında yaşayan Türkler değil, medenî
ülkelerde yaşayan Türkler de buraya hasret çekiyor.
Geçen yıl Finlandiya Türklerinden bir genç kızla tanışmıştım. Bermutat gümrük vesaire de gördüğü
güçlüklere rağmen Türkiye'yi çok sevmişti. Finlandiya'da 1000 kadar Türk yaşadığını, hepsi zengin ve
müreffeh olan bu Türklerin kendilerine çok iyi muamele eden dürüst ve asîl Fin milletini sevmelerine
rağmen buraya gelmek istediklerini, Finlerle katiyen evlenmediklerini, en büyük korkularının Türkçeyi
unutmak olduğunu, Fin‐Rus savaşında şehit olan altı yedi Türk'ün Finlandiya Türklerinin en seçme ve
kültürlü gençleri olduğunu söylemişti.
Bütün Türkleri kurtarmak millî hakkımızdır. Milli hakkımız olması bile bize karşı duyulan bu büyük
sevgiden sonra insanî vazifemiz haline gelmiştir. Milletleri büyülten şeyler millî ve insanî asil
hareketleridir. Zulüm altında inleyen tutsak Türkleri kurtarmak için yapılacak fedakârlıktaki ihtişam o
kadar parlaktır ki bu parlaklık, Türklüğün ölmezliğinin senetlerinden biri olacaktır.
Hiçbir ülkünün ardında olmayarak, yalnız yiyip içmeyi düşünmek ve yalnız bir gün için yaşamak
insanlara hiçbir şeref vermez. Bu kadarını hayvanlar da yapar. İnsanlık, ülkü için ve yarın için yaşamak,
bu uğurda fedâkarlık etmek ve ölmektir. Ölümden hayvanlar kaçar. İnsan, şeref için ve muhteşem
saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır.
Turancılık, bizimle akraba olan milletleri yani Moğol, Mançu ve Koralıları, hattâ Finlerle Macarları da
birleştirmek ülküsü değildir. Turan kelimesi ilim dilinde bazen Ural‐Altay mânasında da kullanıldığı için
Turancılığın Ural‐Altaycılık olduğu zannı da bazen hâsıl olmuştur. Fakat hiçbir Türkçü böyle bir gaye
gütmemiştir. Bizim Turancılığımız Türk'ün tarihî vatanı olan ve çoğu hâlâ Türklerle meskûn bulunan
ülkeleri istiklâle ve Türkiye ile birliğe kavuşturmaktır.
Bu birliğin nasıl olacağı meselesi bizi ilgilendirmez. Çünkü o siyasî bir iştir. Bizim Turancılığımız ve
ırkçılığımız yani Türkçülüğümüz ise siyasetin üstünde bir ülkü meselesidir.
Demek ki Türkçülük bütün Türklerin birleşmesini ve Türklüğün yabancı ırk tesirlerinden korunmasını
istiyor. Burada Türkçülüğün millet ve vatan tariflerinin ne olduğu meselesiyle karşılaşırız. Diğer bir
tâbirle Türk kimdir ve Türklerin vatanı neresidir?
Türk, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de, pek nadir ve ârızî bazı istisnalardan
sarfı nazar, o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması lazımdır. Türk olduğu halde
anadilini kaybetmiş olan Polonya‐Litvanya Türklerini, Türkçe bilmiyorlar diye Türklük kadrosundan
çıkaramayız. Bunlar kan bakımından da, duygu bakımından da Türk oldukları için günün birinde kendi
istekleriyle Türk dili kadrosuna gireceklerdir. Bazen, yabancı ülkede doğup anasını babasını kaybettiği
için Türkçeyi unutanlar da vardır. Türk olduğunu bildikçe bu gibileri Türk'tür. Bir felâket yüzünden
Türkçeyi kaybedenleri Türklükten çıkarmak, başka bir felâket yüzünden istiklâllerini kaybedenleri
Türklükten çıkarmakla eşittir ki buna kimsenin hakkı yoktur.
Türklerin bir millet olmak için mazide mukadderat birliğine, tarih birliğine ihtiyaçları yoktur. Türkiye
Türkleriyle Türkistan Türkleri uzun zaman ayrı mukadderata malik olmuşlardır. Bundan onların ayrı
www.atsizcilar.com Sayfa 37
milletler olduğu mânası çıkmaz. Onlar günün birinde yine aynı mukadderata malik tek millet
olacaklardır. Anadolu ve Azerbaycan Türkleri de uzun zaman ayrı yaşamışlardır. Fazla olarak Anadolu
ile Azerbaycan, Azerbaycan'la Türkistan, Türkistan'la Anadolu, Türkistan'la "İdil‐Ural, îdil‐Ural'la
Türkiye (yani İlhanlılarla Altun Ordu) bazen şiddetle çarpışmışlardır. Hele mezhep kavgaları yüzünden
Anadolu ve Azerbaycan Türklerînin vuruşmaları pek feci olmuştur. Fakat bütün bunlar Türklerin tek
millet olmasına mâni değildir. Bugün tek millet olduğunda kimsenin şüphesi olmayan Anadolu
Türklerinin vaktiyle Osmanlı‐Karaman, Osmanlı‐Akkoyunlu halinde asırlarca boğuşmaları, nasıl onların
nihayet tek millet halinde birleşmelerine engel olmamışsa, yarın da öteki Türklerle Türkiye’nin
birleşmesi ve kaynaşması, Önüne kimsenin geçemeyeceği tarihî bir zarurettir.
Türkler aynı tarihî mukadderata malik değiller gibi görünüyorsa da bir bakımdan aynı tarihî
mukadderata sahip oldukları da söylenebilir. Çünkü ayrı siyasi parçalar halindeki Türklerden herhangi
birinin başına gelen faciadan biraz sonra ötekiler de müteessir olmuştur. Meselâ Kazan Hanlığının
yıkılışı Türkistan’ın yıkılışına yol açmış, Kırım'ın çöküşü Türkiye'ye ağır kayıplara mal olmuştur.
Bununla beraber Türklerde tarihî mukadderat meselesinin şuurlu bir şekilde mütalâa olunduğunu
gösteren hâdiseler de vardır. Meselâ Türkiye, Kırımın kurtarılması için 1786–1791 savaşını yapmış,
Sultan Aziz de aynı denemeyi tekrarlamak üzere kuvvetli bir donanma hazırlamıştı. Doğu
Türkistandan Çinlileri kovan Atalık Gazi Yakub Beğ, Türkiye'yi metbu tanımıştı. Velhasıl bugün
Türklerin mukadderatı birdir ve geçen her yıl bu mukadderat birliğini biraz daha
kuvvetlendirmektedir. Bundan başka bizim de imza koyduğumuz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Beyannamesindeki "milletlerin hür ve müstakil yaşamak hakkı"na Türkler; mazileri, kabiliyetleri,
coğrafî ehemmiyetleri ve nüfusları bakımından, başka milletlerden daha çok lâyıktır. Başka milletler
koydukları imzanın şerefi için bizim bu hakkımızı kabule mecburdur.
Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mecburuz.
Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlıktan da bazı unsurlar alarak
bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla
beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lûzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında
birkaç yüz bin Şamanî, birkaç yüz bin Hristiyan ve hattâ birkaç bin Musevî Türk(Karayimler) de vardır.
Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten, Hristiyan Türkler olan
Gagavuzların Türkiye'de yerleşenleri ekseriyetle Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir
lâzımesi saydıkları için yapmışlardır.
Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamanî ve Hıristiyan Türkler
Müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur.
Vaktiyle Türkler arasında bir ayrılık unsuru olan Sünnilik‐Şiilik meselesi de artık bahis konusu
sayılamaz. Bunların hepsi Müslüman Türktür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları artık Türkler
arasında ikilik doğuramaz.
Bu Türklerin oturduğu yerler Türk vatanıdır. Türklerin devamlı devlet ve medeniyet kurduğu, Türk
hatıraları ile dolu ülkeler yurdumuzdur ve bize aittir. Bu ülkelerin herhangi birinde Türklerin zorla
sökülüp atılması bu hakkımızı götürmez. Meselâ Kırım Türklerinin yok edilmesi veya Doğu Rumeli
vilayeti Türklerinin sürülmesi hiçbir mânâ ifade etmez.
www.atsizcilar.com Sayfa 38
Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi
çoğunluğu yaptılarsa biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştireceğiz.
Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı
hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan
meseleler; meselâ iktisadî, sosyal ve hukukî görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir.
Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya
içtimaî düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar
Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı
gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya,
ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez.
Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır.
Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük "Yaşamak için kavga
kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın
askerî millet olmak geleneğini geliştirme amacını gütmektedir. "Artık savaş olmayacak" gibi
uyuşturucu telkinlerin, millî savunmamızı gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz. Dünyada savaşı
kaldırmak düşüncesi asırlardan beri denenmiş, fakat tutmamıştır. "Roma Barışı" denen sözde barış
sisteminin büyük kırgınlarla, askerî hazırlıklarla, zorbalıkla sağlanmış, fakat hiçbir zaman Ömürlü
olmamış bir sistem olduğu unutulmamalıdır.
Hakiki askeri faziletlerin diriltilmesi ve ruhlarda kökleşmesi taraftarıyız. Askerlik kalıp işi değil, ruh
işidir. Fakat kalıbın da ruha uygun olması şarttır. Bize fenalığı dokunmayan milletlerin, fikirlerin ve
fertlerin dostuyuz. Fakat hayatın yalnız sevgiyle yürüyeceğini sanmanın büyük bir gaflet olduğuna
inanıyoruz. Dünyada her şey zıddı ile birlikte vardır. Bundan dolayı sevgiyle birlikte kin de
bulunacaktır. Türkçülük bir bakıma göre de "Türklük düşmanları düşmanlığıdır.
Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her
dine, her rejime, fikre, cemiyet, ferde düşmanız, "Kinimiz dinimizdir".
Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz
demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanmak
bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır.
Türkçülük "disiplinli millet" taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere
zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir.
Disiplinli millet tipinde istibdat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğa da yoktur. Disiplinli
milletle milletin ahlâk, gelenek, şeref ve arzularına aykırı hiçbir şey yapılamaz. Disiplinli millet hayat
telâkkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hattâ kılığı ve takvimi belli millet demektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 39
Türkçülük, Türkelinin her bakımdan Türkleşmesi taraftarıdır. Bu sınırlar içinde yabancı bir şey
kalmayacaktır. Kayıtsız şartsız Türk kültürü hâkim olacaktır. Bu bakımdan Türkçülüğün kendisine
mahsus bir dil, tarih ve alfabe telâkkisi vardır.
Arınmış ve geliştirilmiş ve Türkçe istiyoruz. Dil kurultayı maskaralıklarının yadigârları temizlenecek,
fakat bu arada elde edilmiş bazı müspet sonuçlar saklanacaktır.
Bu alfabe Türkçeyi yazmaya ve geliştirmeye elverişli değildir. Buna, Türkçeyi yazmak için gerekli dört
beş harf eklenecek, böylelikle Türkçe, bir zenci dili durumuna düşmek talihsizliğinden kurtulacaktır.
Türkçülüğün tarih tezi eski milletleri ve hele Anadolu’da yaşayanları Türk saymak komedisinden
tamamen uzak, bilim çerçevesi içinde millî bir görüştür: Türk tarihi Orta Asya'da Milâttan önce 12'nci
asırda "Şu" veya "Çu" larla başlayan bir tarihtir. Bu tarih Mançuryadan Kırıma kadar uzanan bir
anayurtta 11'inci Asra kadar sürmüş, 11'inci Asırda Türkiye dediğimiz Anadolu, Suriye, Irak,
Azerbaycan ve Horasandan mürekkep ikinci bir anavatan teşekkül etmiştir. Türkçülük bakımından
Aksak Temir‐Yıldırım Bayazıd kavgası bir kardeş kavgasıdır. Türkçülük bakımından Türkiye tarihi
Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı hakimiyetlerinin şimdi de cumhuriyetin devam ettirdiği tarihtir.
Tarihimizin Osmanlı çağı diğer iç ve dış gelişmelerle birlikte Türk ırkının Devşirmelerle iç savaşı
şeklinde de mütalâa olunacaktır. Türkçülük Tanzimattan sonraki tarihimizin yeniden tedvin olunarak
hakikatlerin ortaya çıkmasını ve yalancı kahramanların hakiki mevkilerini almasını ister.
Türkçülük bütün fantezilerden uzak bir ciddiyet taraftarıdır. Devlet ve millet hayatında, fantezilerin
millet aleyhinde olduğuna inanmıştır.
Türkçülük, Türk ırkının tarihi ananesine dayanarak kadın hususunda hür düşüncelidir ve kadına saygı
beslemektedir. Ancak kadının koket derecesine düşmesine de şiddetle aleyhtardır. Kadına saygı
beslemek onu erkekle kayıtsız şartsız eşit tutmak mânasına gelmez. Tanrının ayrı yarattığı iki cinsi bir
tutmak tabiat kanunlarına aykırı bir eksantrikliktir. Kadınların her türlü öğrenimi yapmalarına ve bazı
durumlar müstesna, her mesleğe girmesine taraftarıyız. Fakat aile yapısının korunması bakımından
kadının her şeyden önce ahlak ve zevcelik vazifesini yapmasını isteriz.
Türkçülük, memlekette sosyal bir adalet olmasına taraftardır ve hakiki adaletin sosyal olduğu
kanaatindedir. Millet fertlerini sağlık, geçim ve istikbal bakımından tatmin etmenin milliyetçilik
şartlarından olduğu âşikârdır.
Türkçülüğe göre Moskof bizim barışmaz düşmanımızdır. Bu düşmanlığı tarih, mukadderat ve
jeopolitik yaratmıştır. Siyasetle ve yalanla bu düşmanlık kaldırılamaz. Onun için Türk ırkının hayatında
yürütücü âmillerinden biri olarak, zaten saklı bir halde yaşayan Moskof düşmanlığının milletle
beslenmesine taraftarız. Sevgiler gibi düşmanlıklar da milletleri diri ve ayakta tutar. Türk dışişleri
bakanları arasıra Moskoflarla dostluk edebilirler. Türk milleti için böyle düşünmek millî menfaatler
aleyhinde düşünmektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 40
Moskof bizim ırk düşmanımız olduğuna göre Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli
düşmanımızdır. Komünizm, Moskofluğa mal olmuş bulunduğundan ona taraftarlık vatan ihanetidir.
Türkçülük bakımından en alçak vatan olan komünistlerin yok edilmesi şarttır.
Masonluğu da düşman sayıyoruz. Kökü dışarıda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle tatmin
olunmayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür. Başlangıçta Yahudilerin millî
menfaatlerini gizli olarak korumak için kurulmuş, zamanla beynelmilel bir hale gelmiştir. Savaş
halinde bulunan iki millete mensup Masonların, kendi devletleri aleyhine olsa bile' birbirlerine yardım
etmek mecburiyetinde olmaları bu zümrenin bütün milliyetçiliklere ve bu Türk milliyetçiliğine de
düşman olduğunu göstermektedir. Onlar gizlice her yere el atıp orayı ele geçirmeğe çalışmakta ve
muvaffak olmaktadır. Bugünkü "Türk Ocağı"nın umumi idaresi ihtiyar Masonların elindedir ve bu
yüzden, vaktiyle milliyetçiliğe o kadar hizmet etmiş bulunan bu müessese artık hizmet
edememektedir.
Siyonizm, Yahudi ırkının huzurunu dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilâtlı bir insanlık
düşmanı fikirdir. Kendisini bir devletin milli ülküsü göstermek yolundaki gayreti emperyalist arzularını
gizlemek içindir. Birinci Cihan Savaşında, her türlü kılığa girerek Filistin Cephesindeki ordumuzu
arkadan vuran ve düşmana casusluk eden Siyonistlerin ortaya koyduğu korkunç hakikat, Türkçüleri bu
cereyana karşı da her zaman uyanık ve tedbirli bulunmaya sevk etmektedir.
Komünizm, Siyonizm ve Masonluk Türkiye'de bir sacayak halinde Türk düşmanlığı yapmaktadır.
Türkçülük ağır, fakat sağlam bir şekilde ilerliyor. O, meselâ Almanya'daki Nasyonal Sosyalizm gibi kısa
bir zamanda birdenbire büyüyerek iktidara geçen cereyanlarla ölçülemez. Tedrici şekilde büyümesi
sağlam ve gürbüz olacağının teminatıdır.
Türkiye'de Ali Suavi, Süleyman Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur, Dr. Mustafa Hakkı
Akansel gibi kalem sahibi Türkçüleri yetiştiren Türkçülük 3 Mayıs 1944 hareketiyle belki de memleketi
komünizm tehlikesinden kurtarmıştır. 1944–1945 Irkçılık‐Turancılık Dâvası, Türkçülüğün geçirdiği ilk
ve oldukça çetin bir imtihandır.
Bütün bu çekilen sıkıntılar verimsiz kalmış değildir. Bugün memlekette yer yer görülen Türkçü
kıpırdanışlar ve davranışlar o çetin imhitanın sonuçlandır. Türkçüler birleşmek lüzumunu duyarak ayrı
ayrı kurdukları dernekleri kaldırmışlar ve "Türk Milliyetçiler Derneği adı altında tek teşkilât haline
gelmişlerdir.
Bugün memlekette 40 kadar şubesi bulunan bu dernek daha çok gençleri toplamakta ve Türkiye’ye
şâmil yeni bir Türkçü kaynaşmaya sebep olmaktadır. Bu teşkilâtın yayılması ve kuvvetlenmesinde
Orkun'un epey hizmeti vardır.
Türkçülük şimdi gayri siyasidir ve daha bir müddet öyle kalması hayırlıdır.
Şimdi bütün genç Türkçülere düşen vazife her şehir, kasaba ve kabilse köyde derneğin şubesini
kurarak faaliyete geçmek ve Ankara'daki Genel Merkeze sıkı bir şekilde bağlanmaktır. El ve gönül
çalışılırsa çok şeyler yapılabilir.
www.atsizcilar.com Sayfa 41
Orkun 68 sayılık neşriyatı ile şimdiye kadar çıkmış olan Türkçü dergiler arasında rekor kırmış ve birkaç
genç Türkçü imzanın tanınmasına hizmet etmiştir. İstediğimiz kadar kuvvetli değildi. Fakat yine de bir
şeydi. Orkun'da yarım kalan 1944–1945 Irkçılık‐Turancılık Dâvası tefrikası ilerde kitap halinde
basılacaktır.
Türkçülük fikir halinden teşkilât haline girerken, teşkilâtı idare edenler sıkı durmaya ve uyanık
bulunmaya mecburdur. Türkçülüğün soysuzlaşmaması için teşkilâta girecek olanlar üzerinde titiz
davranmak, aksayanları merhametsizce atmak vazifeleridir. Türkçülüğü gösteriş vasıtası diye
kullanan, fakat er meydanında kahpeleşenleri biz 1944–1945 Dâvasında bizzat gördük. Bir iman ve
irade işi olan Türkçülüğün içinde imanı zayıf, karakteri çürük olanların işi yoktur. Türkçülük kemiyet
değil, keyfiyet işidir. Az fakat öz kimselerden mürekkep bir Türkçü teşkilât sıkı bir disiplin altında
çalışmak şartıyla ırkımızı terakkinin doruğuna ulaştırabilir.
Bir veda yazısı olan bu makaleyi bitirirken genç Türkçülere bazı tavsiyelerde bulunmak isterim:
Bugünkü şartlar içinde Türkçülerin yapacağı hareketlerin başında hepsinin, kendi meslek alanında
çalışarak yükselmesi gelir. Her Türkçü kendi mesleğinin en yüksek derecesine veya rütbesine
erişebilmek için ciddi ve sistemli şekilde çalışmalıdır. Başarı gösteremeyenler bezginliğe kapılmamalı,
gerekirse meslek değiştirmeli, kendilerinden ümit kesenler arkadaşlarının yükselmesine yardım
etmelidir. Yükselmeğe çalışmakta takip olunacak yol, Masonların başvurduğu gibi birbirlerini haklı
haksız destekleyerek lâyık olmadığı yere yükselmek gibi şerefsizce bir yol değildir. Ehliyet göstererek
yükselmenin şerefli yoludur.
Her mesleğin faydası ve ehemmiyeti olmakla beraber Türkçüler bilhassa Harb Okuluna, Mülkiyeye ve
Öğretmen Okullarına girmelidir. Öğretmenlerin öğrencilere yapacakları milliyetçilik telkini ile
memleketin geleceğine nasıl hâkim olduklarını söylemeğe lüzum yoktur. Subaylar da kısmen
öğretmendir. Bundan başka bizim yurdumuzda milli mukadderata hâkim olan en mühim zümre subay
sınıfıdır. Mülkiyeden çıkarak kazaların, vilâyetlerin başına geçmek Türkçüler için mühim bir hizmet
fırsatıdır.
Türkçülerin düşüneceği ikinci mesele bir aile kurarak memlekete gürbüz ve Türkçü çocuklar
yetiştirmek olmalıdır. Bunu anlayarak genç yaşında evlenen ve çok çocuk yetiştiren Türkçülerin epey
fazla oluşu ümit verecek, iç açacak bir vâkıadır. Daima çok çocuk ve gürbüz çocuk yetiştirmek
prensibinin ehemmiyeti üzerinde uzun uzun konuşmaya lüzum yoktur. Türkçüler evlenecekleri kızın
sağlık ve ırk durumuna ve bu hususta aşka esir olmamaya dikkat etmelidir. Bu türlü ihmallerin kısa
ömürlü evlenmelere yol açtığı örnekleriyle sabittir.
Türkçüler teşkilâtlanmalı, bunun için de daima Milliyetçiler Derneğini takviye etmelidir. Bu teşkilatta
geçimsizlik göstermemeli, benlik dâvası gütmemelidir.
Hür Türkçü kendi çevresini ikaz ve irşad etmeğe çalışmalıdır. Bulunduğu şartlar içinde nasıl bir
Türkçülük yapacağını kestirmek o Türkçünün zekâsına ve kabiliyetine aittir. Lüzum olursa Türk
Milliyetçiler Derneğinin merkezlerinden sormalı, soramazsa vicdanına danışarak hareket etmelidir.
Yanlışlar samimiyetle itiraf olunmalı, bir daha yapmamaya çalışılmalıdır.
www.atsizcilar.com Sayfa 42
Genç Türkçülerin çoğunda bir milli kültür eksikliği bulunduğu gözden kaçacak gibi değildir. İmlâ
yanlışları ve ifade bozuklukları bunu açıkça gösteriyordu. Bu eksiklerin giderilmesine uğraşmak
lâzımdır. Millî kültürü zenginleştirecek eserleri okumak, hattâ kabilse eski harfleri öğrenmek zaruridir.
Eski harflerle yazılmış eserler hâlâ büyük bir hazine halinde kapalı olarak durmaktadır.
En mühim bir cihet de Türkçülerin kendi aralarında bir veya birkaç sandık kurmalarıdır. Gayet az
paraların birikmesiyle başlayacak olan bu sandıkların ilerde akla, hayale gelmez faydalar sağlaması
muhtemeldir. Damlaya damlaya göl olduğu unutulmamalıdır. Bu sandıklar Türkçüleri mali
güçlüklerden koruyacağı gibi Türkçü yayınlara da yol açar.
Bu tavsiyelerimin hepsi ehemmiyetsiz şeylerdir. Fakat zamanla bunlardan mühim sonuçlar doğması
beklenebilir.
Orkun kapanırken onun çıkmasını ve yaşamasını sağlayan ülküdaşlarımıza teşekkür ederiz. Genç
subaylardan liseli ve ortaokullu ülküdaşlara kadar bütün Türkçülerin gönülleri ve fikirleri aşağı yukarı
bir buçuk yıl Orkun üzerinde birleşti. Orkun kuvvetli veya zayıf, her ne olursa olsun, biz, yani Türkçüler
demek ki bu kadarmışız.
Fakat ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ıstırap çekenler, Ölenler bulundukça Türkçülük
mutlaka muzaffer olacaktır. Yabancı hâkimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın
bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın.
Zevk ve sefa içinde yaşamak, içkiyle dünyayı hoş görerek zevk kadınlarıyla mest olmak, şehvet içinde
kendinden geçmek de vardır. İsteyen onu, İsteyen berikini tercih eder.
Hayat ve ölüm... Bunların ikisi de güzeldir. Fakat esas ve ebedi olan ölümdür. Öteki bir rüya kadar
geçici ve aldatıcıdır. Büyük ve esrarlı kâinatın sinesinde yatmak... İşte bizim nasibimiz budur. Bu
nasibimizi almadan önceki kısa rüya âleminde kendimizi ölüm kadar ebedi bir fikre vermek ve o fikir
uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize Tanrı
Dağında bekleyen ecdat ruhlarına ve bizzat Tanrıya kavuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür. Bu
ölümün güzelliği ile içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek hâkikati anlamaya da yardım
edecektir.
Ülkü yolunda ölenlerin, ebedî karanlık içinde kaybolurken hafızalarda bir ışık gibi parlamaları güzel,
fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzakta bulunarak karanlıkla bir olmaları ondan daha güzeldir.
Yaşamak sadece, kısa bir an yaşamaktır. Ölüm ise kâinatın ebediliğinde, hatıralarda ve gönüllerde
asırlarca yaşamak yahut hâtıralardan ve gönüllerden de silinmekten sonra sonsuzlukta sonuna kadar
yaşamakta devam etmektir.
Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel, hatırlanmadan, gönüllerden silinerek, unutularak
yaşamak ondan da ne kadar güzeldir. Her fedakârlık muhteşemdir. Fakat eserine imza koymamak,
ülkü uğrunda ad bırakmadan silinmek her şeyden daha muhteşemdir.
www.atsizcilar.com Sayfa 43
Birleşmiş Milletler ideali uğrunda Kore’de şehitler vermek güzel bir şey, fakat Türkleri birleşmiş
görmek için Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Altay’da can harcamak şaheser bir şeydir.
Türkçülük din gibi derin, tasavvuf gibi mistik bir sistemdir. Ondaki ihtişamı ve bu uğurda ölmekteki
ululuğu ancak ruhunda istidat olanlar duyabilir.
Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında
döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskof’a karşı Köprüköy taarruzunu yapan Türk alayı gibi
ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme arasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Onları
mukadderata, tarihin şeref yaprağına ve Tanrıya bırakarak yürümekte devam ediniz ve en büyük
kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz.
Tanrı Türk'ü Korusun!
Orkun, 18 Ocak 1952,68. Sayı
SAĞCI KİMDİR?
Sosyalistler ve komünistler "solcu" diye tanındıkları için, onların karşısında olanlara da "sağcı" demek
âdet olmuştur. İktisadi bakışla devletçi olmayan, liberal olan, muhafazakâr olanlar sağcı sayılmıştır.
Sol taraf, çoğunlukla dini inkâr ettiğinden dindarlar da sağcı diye gösterilmiştir.
Fakat bu tarifler eksik ve kısırdır. Son zamanlarda her şey gibi bu tâbirler de müptezel olmuş, sağ ve
sol birbirine karışmıştır. Kendilerine "mukaddesatçı" diyen dindarlar milliyetçi ve sağa sayıldığı gibi,
sosyalist, aşırı sosyalist ve komünistlerin de kendilerini "milliyetçi" diye öne sürdükleri görülmüştür.
Sağ ve sol deyimleri kabataslak ele alındığı takdirde Turancılarla İslâm birliği taraftarları sağda
birleştikleri gibi, yalnız sosyal adalet kavramı düşünüldüğü anda da Türkçülerin sosyalistlerle aynı
hizada olmaları gerekmektedir.
Demek ki sağ ve solu iyi anlatmak, eksiklik ve kısırlıktan kurtararak öne sürmek lâzım. Çünkü sağ ve
sol yalnız iktisadi ve sosyal bakımdan değil, milli şuur bakımından da ele alınıp değerlendirilmelidir.
Türkiye'de koyu dindarların bir takımı milliyeti inkâr ederek yalnız dinle yetinmek taraftârıdırlar.
Bunlardan biri camideki vaazında "vatan için ölenler cehenneme gider. Cennete gidecekler ancak din
uğrunda ölenlerdir" demiş. Şimdi, bu seviyesiz yobazla Türkçüleri aynı cephede saymak hem bir
anlayış kıtlığı, hem de gerçeklere sırt çevirmek demektir. İktisadi görüşe göre sosyal adalet düşüncesi
bugün hemen herkes tarafından benimsenmiş olduğundan artık millet meclislerinde partileri bu
görüşe göre sıralamak asla doğru değildir.
Bizdeki dincileri ve hilâfetçileri sağa koymak, Batı ülkelerindeki teamüle de aykırıdır. Hitler'in iktidara
gelmesinden önce Alman meclisindeki kuvvetli Hıristiyan partisinin adı "Merkez Katolik Partisi" idi ve
İmparatorcu Çelik Tulgalılar Partisi ile Hitler'in Milliyetçi Sosyalist Partisi, Katoliklerin sağında yer
almıştı. Hitler'in partisi "sosyalist" bir parti olduğu halde sırf milliyetçi olduğu için sağa sayılmış ve
iktidara geçtikten sonraki tutumu ile de milliyetçilik, milletin toplum ve fert olarak yükselmesini
güttüğünü ispat etmişti.
www.atsizcilar.com Sayfa 44
Sağ ve solun Türkiye için en doğru tarifi, milliyetçilik açısından ele alınarak yapılabilir. Bir parti,
milliyetçi olduğu nispette sağcıdır. Milliyetçilikte milli gelenekler mühim olduğundan bu türlü partiler
millî ahlâk bakımından muhafazakârdır. Fakat milliyetçilik, milletin toplum ve fert olarak yükselmesi
demek olduğundan milliyetçi bir parti adaletin ve servetin dağıtımı bakımından sosyalistlerin
fikirlerine yakın olabilir.
Dincilik ve siyasi ümmetçilik, Türklüğü ikinci plâna itmek veya var saymamak olduğundan milliyetçiliğe
aykırı veya düşmandır. Bu bakımdan dinciler, siyasi ümmetçiler, hilâfetçiler "sağcı" olamazlar. Siyasi
ümmetçiler, İslâm beynelmilel düşüncesinde olup Türklüğü İslâm topluluğu içinde eritmek mali
hülyasına kapılmış olduklarından beynelmilelcidirler ve her beynelmilelci gibi soldurlar.
Moskovacı veya Pekinci sosyalistlerin kendilerine "milliyetçi" demesi de hem yanlış, hem gülünç, hem
de taktik icabı olduğundan yalandır. Milliyetçilik, bir milleti "millet" olmaktan çıkarıp "halk yığını"
getirdikten sonra onun yalnız iktisadi refahını düşünmekle olmaz. Çünkü insanlarda yalnız mide değil,
zihniyet ve inanç da vardır. Milliyetçilik yüzyıllardan kopup gelen manevi bir mirastır. Büyüklük
duygusudur. Tarih şuurudur. Mukaddes hodkamlıktır, yaratılış hâsılasıdır.
Türk milleti üç bin yıldan beri vardır. Onun var oluşu, büyüklüğü, gücü, tarihe damgasını vuruşu yalnız
milli karakteriyle mümkün olabilmiştir. Türklüğün büyüklüğünü veya var oluşunu Türklüğün dışındaki
şu veya bu faktöre bağlamak asla doğru değildir.
Gazetelerde çok görülen, siyasilerin dillerinde dolaşan "aşırı sağ" deyimi yanlış olarak
kullanılmaktadır. Çünkü aşırı sağ diye çok defa İslâm beynelmilelcileri kasdolunmaktadır. Geçen yılın
sonlarında yakalanan "Hizbüttahrir" adlı derneğin hilâfetçi olduğu, Türkiye'yi şeriate göre idare etmek
istediği, resmi dilin Arapça olmasını istedikleri açıklanmış ve başlarında bir Arap bulunan bu güruh
"aşırı sağa" diye vasıflandırılmıştır.
Şimdi soğukkanlılıkla düşünülsün: Türk milletinin üstünlüğüne inanmış ve bütün Türklerin birleşip tek
devlet halinde toplanmasını ülkü edinmiş Türkçülerle bu yobazlar aynı gurupta nasıl toplanabilir?
Yalnız Türklerden mürekkep bir devlet kurmak isteyen Türkçülerle, Müslümanları bir devlet yapıp
resmi dilin Arapça olmasını isteyenler bir tutulur mu? Türk devletinin büyük makamlarında yarım kan
Türklere bile tahammülü olmayan Türkçülerle başkanlarını Araptan seçen budalalar aynı kazanda
kaynar mı?
Demek ki aşırı sağ ve sağ tâbirleri yanlış kullanılmaktadır. İdeoloji bakımından "sağ" milliyetçiliği, "sol"
beynelmilelciliği temsil ettiği için sağda Türkçüler, solda da beynelmilelciler vardır. İster dünya
beynelmilelcisi, isterse İslâm beynelmilelcisi olsun, Türklüğü başa geçirmeyen, ihmal eden veya yok
sayan bütün düşünceler soldur. İktisadi bakımdan devletçi, sosyalist, komünist olmanın sağ ve solla
ilgisi yoktur. Nitekim ikinci Cihan Savaşından önce Japonya'daki "Milliyetçi Komünist Partisi" adından
da anlaşılacağı üzere milliyetçi, yani sağcı olduğu gibi, bugünkü İngiltere'nin "İşçi Partisi" de adına ve
iktisadi ilkelerine rağmen milliyetçidir.
İktisadi doktrinler çabuk değişir. Değişmeyen prensipler milliyetçilik ve beynelmilelciliktir.
(Milliyetçilik) derken bu kelimenin asıl anlamını kastediyorum. Yoksa son zamanlarda İslâm
beynelmilelcileri, siyasi ümmetçiler ve kozmopolit beynelmilelcilerle dünya vatandaşı sosyalistlerin,
www.atsizcilar.com Sayfa 45
Moskofçuların kastettiği milliyetçiliği elbette düşünmüyorum. Aslında bunların hiçbiri milliyetçi
olmayıp aksine milliyetçilik düşmanı iseler de herhangi bir iltibasa meydan vermemek için,
karıştırılmasına asla imkân olmayan "TÜRKÇÜLÜK" kelimesini Türk milliyetçiliği olarak kullanıyorum.
Sağcı biziz: Türkçüler. Sosyal adaletçi olmamız, vatanın nimetlerini turistlere değil de soydaşlarımıza
üleştirmek istememiz, gerçek ahlâkın gerektirdiği adaleti sağlamak istememiz "solcu" olmamızı
gerektirmez. Türkiye'nin solcuları daha ortada yokken, Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul o basit
şiirleriyle Türk milleti için sosyal adalet istiyordu. Bu fikir onun Türkçülüğünden doğmuştur.
Kendisinden yıllarca sonra "sömürü" nakaratına başlayan plaklar gibi bu fikri Yahudi Marks'tan almış
değildi.
Milliyetçilik, yalnızca vatandaşlık şuurundan ibaret değildir. Milliyetçilik siyasi sınırların dışında kalan
soydaşları da kavrayan bir şuurdur. Bunun Türkiye'deki en açık delili Kıbrıs Türklerine karşı duyulan
ilgidir. Bu ilgi yarın Sovyetlerdeki Türklere de yönelecektir.
Milliyetçilik, "ben bu milletin sömürülen fertlerini düşünüyorum" demekle de olmaz. Bir milletin
sömürülen fertlerini başka milletlerin merhametle insanları da düşünebilir.
Milliyetçilik Zenci Lumumba'ya, Viyet‐Kong'a destan yazıp da Özbekleri Tatarlar'ı, Kazaklar'ı, Kırgızlar'ı,
Azeriler'i, Başkurtlar'ı, Türkmenler'i, Tarançılar'ı, Uygurlar'ı, Karakalpaklar'ı, Çuvaşlar'ı, Yakutlar'ı,
Karaçaylar'ı, Balkarlar'ı, Kumuklar'ı, Kırımlılar'ı, Kerküklüler'i geçmek değildir.
Milliyetçilik, Bolivya dağlarında öldürülen Arjantinli maceracı serseri Guevera için zırlayıp da sıra
Kazak kahramanı Osman Batur'a gelince susmak hiç değildir.
Milliyetçi insan, eğer insansa, kendi millet kahramanlarına, hürriyet savaşçılarına bakar yanar, ağlar. O
zaman "sağcı" olur. Bunu yapmayıp mazisi meçhul, gayesi belirsiz, şahsiyeti kara insanlara sempati
gösterdi mi o insan, insan değildir. En aşağısından sinir ve ruh sistemi bozuk hastadır.
Sözün kısası: Türkçüler sağcı olduğuna göre uçta komünistler vardır. Bu ikisinin arasındaki yerleri milli
fikre veya beynelmilelciliğe olan yakınlık veya uzaklıklarına göre ötekiler doldurur.
ÖTÜKEN, Şubat 1968,50. Sayı
MİLLİYETÇİ GENÇLİK
Yeni Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, kabine programının Milli Eğitim bölümünde "Milliyetçi bir gençlik"
yetiştirmeyi amaç edineceğini söyledi. Çok güzel bir düşünce. Hele biz Türkçüler için böyle bir
kabineye bütün gücümüz ve samimiyetimizle destek olmak kadar normal bir iş düşünülemez. Fakat
bu milliyetçi gençliğin nasıl yetiştirileceği hakkında en ufak işaretin bulunmayışı, uzun tecrübelerin
imtihanından geçenler için ayrı bir faktör, insanı sevinmekten alıkoyan ciddi bir sebeptir. Bundan 21
yıl önce yine bir başbakanın Millet Meclisinde "Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız"
demesinden sonra Türkçülerin başına gelenleri bilenler ve hatırlayanlar elbette yeni başbakanın
sözlerini de ihtiyatla karşılayacaklardır.
www.atsizcilar.com Sayfa 46
Zamanımızda kelimelerin anlamı şahsa millete, ülkeye ve rejime göre çok değiştiği için ilkönce
Başbakanın "milliyetçilik" demekle neyi kastettiğini öğrenmek gerekiyor. "Millet" ve "Milliyetçilik"
derken hem nalına, hem mıhına davranmayı; kimseyi gücendirmemek ilkesine sarılmayı; düşünce
aydınlığından uzak sözler sarf etmeyi asla yeterli saymıyor, Türk milletini teşkil edenlerin kimler
olduğunun, milliyetçilik kelimesiyle ne denmek istendiğinin hiçbir tereddütte yer bırakmayacak bir
kesinlikle tarif edilmesini istiyoruz.
Günümüzde Türkiye'de kozmopolit bir hava estiğini herkes görüp biliyor. Ağızlarda sakız edilen
"Milliyetçilik", "Atatürk İlkeleri" gibi sözlere rağmen kafalarda hâkim olan düşünce "iktisadi refah" ve
"beynelmilelcilik"tir. Sanki Türkçü olursak iktisadi refah elimizden ebediyen kaçacakmış gibi ters bir
düşünceyle ve milliyetçiliğin "modası geçmiş geri bir düşünce" olduğu hakkındaki budalaca telakki ile
Türk gençliği kendisinden uzaklaştırılıyor. Ortada milli düşünce kalmayışının sonuçlan da malum:
Manevi bir insanca sarılmak mecburiyetinde olan çocuklar, esen rüzgâra göre ya Nurcu, Arapçı,
Ümmetçi yahut da kozmopolit, komünist ve anti nasyonalist olarak karşımıza dikiliyorlar. Çünkü bu
gençlerin beynine ve gönlüne ne ailede, ne okulda, ne çevrede, ne de basında "milli" olarak hitap
edilmiyor ve "fedakâr Türk öğretmeni...", "asil Türk, gençleri", "şerefli basın" gibi tekerlemelerle
davaların çözüldüğü, milliyetçi telkinin yapıldığı sanılıyor.
Bugün bir fikri telkin etmek için onun doğruluğunun ispatı gerekmektedir. Kaba materyalizm kendisini
reklâm ederken bolluktan, zenginlikten, insanların bolluğa kavuşmasındaki güzellikten ve bu bolluğa
engel olan sömürücülerden bahsederek propagandasını yapıyor: Bir dünya cenneti vaat ediyor.
Milliyetçilik ise vaat etmiyor. Yalnız istiyor. Gelecek nesiller için, yarın için istiyor ve sadece gözleri
kamaştıran bir tablo çiziyor.
Milliyetçilik kendisini reklâm ederken daha olgun kafalara hitap etmek mecburiyetindedir. Komünizmi
en iptidai insana anlatmak ve kabul ettirmek kolaydır. Zaten onlar yalan söylemekten de asla
çekinmedikleri için her fert veya zümreye göre söyleyecekleri yalanlar hazırdır. Milliyetçilikte ise ne
yalana tenezzül, ne dünya cenneti, ne de ahiret cenneti vaadi vardır. Milliyetçilikte yalnız tek yasa
vardır: Görev yapılacaktır.
Yeni hükümet milliyetçi bir gençlik yetiştirmek isterken bu "karşılık beklemeden, yalnız görev yapmak
için davranmak" prensibini ihmal ederse hiçbir şey yapamaz. Bunun sonunda da yurttaki maddeci ve
çıkarcı rüzgâr esmekte devam ederek günün birinde memleketi yıkacak bir fırtına haline gelebilir.
Milliyetçilik büyük ve asil bir inançtır. Bir fedakârlık duygusudur. Hiçbir karşılık beklemeden kendini
yok etmek düşüncesidir. Bu bakımdan dinden de üstündür. Dindar, yarınki bir âlemin cennetine ve
nimetlerine kavuşmak için kendisini feda eder. Bu fedakârlık, hiçbir şey ummadan kendisini yokluğun
karanlıklarına atan bir milliyetçinin fedakârlığı ile asla ölçülmez. Böyle bir ölüm, çirkin bir hayattan
daha çok insana yakışır.
Hayatı, bu şekilde insanı anlamı ile telkin etmek milliyetçilik felsefesinin baş ilkesidir:
Biyolojiye göre' hayat, fizikoşimik bir titreşimden başka bir şey değildir. Hayatta olanların gayesi de
kendisini ve neslini sürdürmektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 47
Bitkiler ve hayvanlar için doğru olan bu açıklama insanlar için yetersizdir. İnsanın da kendini ve neslini
yaşatıp sürdürebilmek gayesi ve bu gayeye ulaşmak için bir takım fonksiyonları olmakla beraber bir
de manevi gayeleri vardır ki onu hayvandan ayıran en esaslı belirtiler de bu manevi hedeflerdir.
Hayvan yalnız yer, içer, cinsi faaliyette bulunur ve hoşlandığı yerde yatar yani zevkine bakar. İnsan ise
gerektiğinde bir düşünce uğrunda ölebilir.
Hayvanda da‐geçici veya daimi aile hayatı, bazılarında toplum hayatı vardır.
Hayvanlarda da pek iptidai bir dil bulunduğu bilinmektedir.
Hayvanlar arasında da teke tek veya toplu halde kavga olmaktadır.
İnsanlarda olduğu halde hayvanlarda olmayan tek şey karşılık beklemeksizin, çıkan olmaksızın, yüksek
bir gaye uğruna hayatını feda edebilme kabiliyetidir.
Bunun içindir ki fedakârlık ruhunun öldüğü yerlerde insanların hayvan sürüsünden farkı yoktur.
İnsan, yüz binlerce, belki milyonlarca yıllık bir süzülme ve olgunlaşmadan sonra hayvandan tamamıyla
ayrılarak ülküsü olan bir yaratık durumuna geçmiş; fedakârlığın, kahramanlığın en güzel örneklerini
vermiştir.
Fakat onun beyninin derinliklerinde, kromozomlarında, kromozomlarındaki genlerde milyonlarca yıl
öncesine ait hayvani istidatlar hala yaşamaktadır. İnsanlık tarihinde zaman zaman görülen
materyalizm buhranları bu istidadın çalkantısından başka bir şey değildir. İnsanı yalnız bolluğa, zevke,
rahata ve aşırı hürriyete çağıran materyalizm aslında disipline, görevin sertliğine ve fedakârlığına
katlanamayan zayıf insanların felsefesidir.
Elbette disiplin olacaktır. Disiplin, hayvani başıboşluğun insanca bir düzen haline gelmesidir.
Görev serttir. Sertlik insanın ruh yapısını geliştirir. İnsan olduğumuz için, biz bu dünyaya hayvanlar
gibi yalnız eğlenmeye değil, bir görev yapmaya gelmişizdir. Bu bakımdan fedakârlık insanlık vasfının
son noktası, doruğudur.
Bugün bize yalnız iktisadi kalkınmadan, refahtan bahsederek bunun dışında kalan manevi cepheyi
inkâra yeltenenler, insanı mücerret hayvani yönleriyle mütalaa edenlerdir.
İnsanlar hayvanlaşırsa, tabii, artık milliyete, dine ve aileye lüzum kalmayacaktır. Bunların
lüzumsuzluğunu savunmak çok kolaydır. Her olumsuz nesneyi savunmak kolaydır. Rezaletin ve
ahlaksızlığın müdafaasını yapmak erdem ve ahlaki savunmaktan çok kolaydır.
Ahlak bir burjuva uydurmasıdır, derler. Sanki burjuvalar oturup işçiyi sömürmek için kurultay kurarak
bunu icad etmişler gibi...
www.atsizcilar.com Sayfa 48
Millet yapma bir topluluktur diye iddia ederler.
Onun on bin yıllık bir hâsıla olduğundan haberleri yoktur.
Tabii, bu iddialar ve propagandalar ne kadar sathi ve çürük olursa olsun, kültürü ve karakteri
o1gunlaşmamış gençler üzerinde az çok etkili olmakta; salgın kızamık veya Asya griplerinden daha çok
tahribat yapmaktadır.
Bir nesli milliyetçi olarak yetiştirmenin birinci şartı okullarda ona millet sevgisi, millet uğruna
fedakârlık düşüncesi aşılamak, geçmiş yüzyılların milli miraslarını öğretmektir. Bunu yapabilmek için
milliyetçi öğretmen, milliyetçi ders programı lazımdır. Solcu‐kozmopolit yazarların eserlerini okutan
edebiyat öğretmenleri, kozmopolit tarih kitaplarıyla milliyetçi gençlik yetişmez. Hele küçük çocuklara
hitap eden dergilerin zararlı telkinleri ancak kanunun sert tedbirleriyle önlenebilir.
Yeni hükümet 7 aylık iktidar süresinde belki iktisadi yönden üstün bir çalışma yapamaz. Siyasi alanda
da statükoyu saklamakla yetinebilir. Fakat milliyetçi gençliğin yetişmesini sağlamak üzere" Milli Eğitim
programlarında, hele tarih ve edebiyat kitaplarında bir takım olumlu değişiklikler yapmak, milliyetçilik
aleyhtarı öğretmenleri tasfiye etmek gibi esaslı tedbirleri ve bir kanun konusu olan çocuk dergileri
işini ele alabilir. Her olumlu faaliyetin karşısına "anayasaya aykırıdır" diye çıkan asri yobazlara
aldırmamalıdır. Vaktiyle her yeniliğe "şeriata aykırıdır" diye karşı koyanlarla milleti millet yapan her
davranışın önüne anayasa kalkanıyla dikilenler, arasında mahiyet farkı yoktur. J
Milli menfaatler söz konusu olunca anayasanın bazı maddelerini değiştirmek bile mümkündür. Kaldı
ki "Tedbirler Kanunu"nu bile önlemeyen bir anayasa, Türk gençliğini yurdun ve milli menfaatlerin
istediği şekilde yetiştirmeyi sağlayacak özel kanunları elbette engellemez.
Yeni Başbakan bunu yapabilirse tarihte iyi bir ad bırakır. Yapamazsa kendisine ancak "idare‐i
maslahatçı" denir.
(11 Mart 1965), Ötüken, 22 Mart 1965, 15. Sayı.
TÜRK BİRLİĞİ
Dünya Türkleri yalnız Türkiye'dekilerden ibaret değildir. Rusya, İran, Çin, Romanya, Bulgaristan,
Yugoslavya, Yunanistan, Rodos, Kıbrıs, Suriye ve Iraktaki Türklerin sayısı, en aşağı bir hesapla,
Türkiye'dekilerin iki mislidir. Mısırda, Avrupa’da, şimali ve cenubi Amerika’da yaşayan ve her halde
birkaç on bin miktarında olan Türkleri de, kadroyu tamamlamak için, bu listeye sokabiliriz.
Umumi istatistikler olmadığı için dünyadaki Türklerin sayısını doğru olarak bilmiyoruz. Düşmanlar,
kasti olarak bu sayıyı azaltmağa çalıştıkları gibi dostlar da körü körüne çoğaltmaktadırlar. Türklerin
eskiden beri kalabalık bir millet olduğu hakkındaki düşünceler tarihi tetkiklerin ilerlemesinden sonra,
çürümüştür. Türkleri pek kalabalık gösteren şey onların büyük siyasi rol oynamaları ve
cevvaliyetleridir. Hakikatte ise Türkler, bütün kırgınlara rağmen, hiç bir zaman yirminci asırda
oldukları kadar çok olmamışlardı.
www.atsizcilar.com Sayfa 49
Bugün Türklerin sayısı hakkında en müspet malumata yalnız Türkiye ve Rusya Türkleri hakkında
malikiz. 1926'da Rusya'da ve 1927'de Türkiye'de yapılan umumi nüfus sayılarından sonra neşrolonun
istatistiklere göre, toparlak hesapla Türkiye’de 11.770.000 [1] Rusya'da da 16.460∙.000 Türk vardır.
Başka ülkelerde yaşayan Türkler hakkında ise birbirinden pek uzak rakkamlar zikrolunuyor. Mesela
Çin Türkistan’ın da yaşayan Türkleri bazıları üç milyon olarak gösterdiği halde bu rakkamı on üç, on
beş, hatta on sekiz milyona çıkaranlar bile vardır. Türklerin sayısını çok göstermek temayülünde
olanlar, mesela Rusya'da da otuz kırk milyon Türk yaşadığını, Rusların siyasi endişelerle Türkleri az
gösterdiğini ileri sürüyorlar. Rusların siyası endişelerle Türkleri az göstermek istemeleri hakkındaki
iddia haklı ve doğrudur. Ancak bunda da mübalağaya kaçmak çok yersiz bir düşünce olur. Ruslar ne
kadar çalışsalar 40 milyonluk bir halkı 16 milyon gösteremezler. 20 milyonluk bir halkı belki 16 milyon
göstermek kabil olur. Fakat bir milleti, olduğunun yarısı ve hatta üçte biri kadar göstermek olmayacak
bir şeydir ve böyle düşünenler fazla vehme kapılıyor demektir. Rusya Türkleri 40 milyon olduğu halde
Rusların bunu 16 milyon gösterdiğini kabul ettikten sonra Türkiye hükümetinin de kasten Türkleri çok
gösterdiğini kabul etmemek için ortada hiç bir sebep kalmaz. Hâlbuki büyük milli meselelerde
kuvvetleri layıkıyla tartmak, bilhassa kendi gücünü olduğundan fazla görmemek icap eder. Hem de,
biz hakikaten, bazılarının dediği gibi 90 milyonluk bir milletsek ve buna rağmen büyük bir kısmımız
esirse, bu bizim istikbalimiz için ümit verici değil, ümit kıncı bir şeydir. Çünkü bu kadar kalabalık
olduktan sonra yabancıların esaretine düşmek bizim de Çinli ve Hintli gibi aşağılık bir millet
olduğumuzu gösterir ki, göğüs kabartacak değil, yüz kızartacak bir keyfiyettir. Onun için hakikati
olduğu gibi söylemekten çekinmemeliyiz. Hele, çocukça düşünceler uğruna, bizim lehimizde olan
hakikatleri tahrif etmemeliyiz. Bu hakikat şudur: Biz, azlık bir millet olduğumuz için kalabalık
milletlerin esaretine düştük. Fakat bu azlığımıza rağmen kendi aramızda toplanabilirsek dünyada
yenemeyeceğimiz kuvvet yoktur.
Acaba dünyadaki Türklerin sayısı hakkında aşağı yukarı bir rakkam söyleyemez miyiz? Bunun için her
ülkedeki Türklerin sayısı hakkında en az ve en çok olarak söylenen rakkamları toplamak ve bunun
üzerinde biraz durup düşünmekten başka çıkar yol yoktur.
Rusya’da 40, Çin'de 18 milyon Türk olduğu hakkındaki hayali sayıları bir tarafa bırakırsak bu rakkamlar
şunlardır:
En az En çok
3.000.000
.
www.atsizcilar.com Sayfa 50
Demek ki Türkler en aşağı hesapla 35 milyon tutuyorlar. Şu halde yabancı milletlerin Türkleri az
göstermeye çalışacaklarını, Türkiye'de nüfusa yazılmamış epeyce Türk bulunduğunu ve nüfus
çoğalmasını da göz önünde bulundurarak Türklerin 40 milyonluk bir millet olduğunu söylersek elbette
yanılmamış oluruz.
***
Dünya bir devler memleketi olmaya doğru gidiyor. Yüz milyonluk milletlerin kurulduğunu görüyoruz.
İkinci, üçüncü derecedeki milletlerden bazıları da yaman bir hızla çoğalıyorlar. Böyle bir asırda 40
milyonluk bir millet pek kalabalık sayılmazsa da bu millet Türk milleti olunca 40 milyonun ehemmiyeti
bir kat daha fazlalaşır.
'Türk milletinin etrafındaki komşular ekseriyetle kalabalık ve kuvvetli milletlerdir. Zaten bir milletin
kalabalık olması da başlı başına bir kuvvettir [2]. Türklüğün komşularından Japonlar 90, Çinliler 400,
Ruslar 100, İtalyanlar 43 milyondur. Bundan başka dünyanın en büyük iki müstemleke imparatorluğu
olan 450 milyonluk İngiltere ve 80 milyonluk Fransa da sınırdaşımızdır. Bu arada Efgan, Acem, Bulgar,
Yunan gibi küçük, geri ve zayıf milletlerin adı geçmezse de cihan tarihinin gidişinde Türklerin daima
yalnız kaldıkları ve Türklerin karşısında çok defa bir değil, birkaç düşman bulunduğu düşünülünce
ırkımızın etrafında nasıl bir düşman (yahut en hafif tabirle muhalif) kuvvetin temerküz ettiği anlaşılır.
O halde dünya bir devler memleketi olmağa doğru gider ve dünyada yüz milyonluk milletler
kurulurken siyaseten dağınık olan kırk milyonluk Türk milletinin istikbali ne olacaktır. Bize göre milli
programın hareket noktası bu sual olmalıdır.
Bu sualin cevabı milli ülkümüzün adı demektir. Bu ad Türk Birliği sözleriyle hülasa olunabilir.
***
Her milletin yaşamak için bir ülküye ihtiyacı vardır. Bu ülkü, milletlere göre teferruatında değişse bile
ana çizgilerinde hemen hemen bir gibidir. Çünkü şu tarihi hakikati kimse inkâr edemez ki her esir
milletin ilk ülküsü istiklalini kazanmak, her müstakil milletin ilk ülküsü de henüz esir yaşayan
kardeşlerini kurtarmaktır. Fütuhat ve emperyalizm milli ülkülerde üçüncü bir merhaledir.
Bu tasnif kabataslak bir tasniftir. Hayata, şeniyete, milletlerin hususi vaziyetlerine göre bu merhaleler
biraz değişebilir. Mesela bir milletin fütuhata başlaması için muhakkak bütün fertlerini kendi sınırları
içine alması icap etmez. İtalya cihan harbinden önce milli birliğini aşağı yukarı elde etmişti ama henüz
Avusturya da, Fransa da, Malta da, Tunus ta epey İtalyan başka milletlerin esareti altında
bulunuyordu. Buna rağmen İtalya milli ülkünün üçüncü merhalesi olan fütuhata başlamıştı.
Habeşistan'la ve Türkiye ile yaptığı savaşlar bunu gösterir. O zamandan beri İtalya yalnız Avusturya’da
ki İtalyanları kurtarabilmiştir. Fransa da, Malta da ve Tunus’ta ki İtalyanlar henüz kurtulmamıştır.
Bununla beraber İtalya yeniden Türk topraklarına göz dikmek için bu esir vatandaşların kurtulmasını
www.atsizcilar.com Sayfa 51
beklemiyor. Bunun için biz de diyebiliriz ki milli ülkülerdeki üç merhale istiklal, milli birlik ve fütuhat
olmakla beraber bunlar birbirine tedahül etmiştir. Yani sınırları muayyen değildir.
Biri bitmeden öteki başlayabilir.
Milli ülkülerde daima bu üç merhalenin varlığına tarihten istediğimiz kadar örnek bulabiliriz. Mesela
cihan savaşından sonra istiklallerini kazanarak milli ülkülerinin ilk merhalesinde muvaffak olan
Lehistan’ın ve Baltık milletlerinin bugünkü en büyük dertleri başka ülkelerde kalan ırktaşlarını kendi
sınırlan içine almaktır. Finlandiya gibi nüfusu ancak üç milyon olan barışçı bir millette bile Rusya'da
yaşayan birkaç binlik ırktaş akalliyeti kurtarmak için çalışan bir cemiyet vardır ve bu cemiyetin başında
Ramstedt gibi dünyada ün salmış değerli bir âlim bulunmaktadır. '
Macarların Turan cemiyetinin gayesi ülkücü (= mefkurevi) bir Macaristan yaratmaktır. Lehler hala
Yagellon'lar zamanındaki Polonyayı diriltmek için çalışırlar.
Almanların anşlus dedikleri ülkü nedir? Şunu kimse inkâr edebilir mi ki Almanlarla Avusturyalıları
birleşmekten men eden kuvvet dünkü galiplerin tahakkümü değildir? Tabiidir ki galiplerin kuvveti
azaldığı gün yalnız Almanya ile Avusturya birleşmekle kalmayacak bu birliğe, isteseler de istemeseler
de, Lüksemburg ve İsviçre Almanlarını da, sonra Çekoslovakya'daki ırktaşlarını da sokacaklardır.
Sonra, "İtalya irredante" ne demektir? İtalyanlar Cihan Savaşında müttefiklerine niçin ihanet ettiler?
Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz bin İtalyan'ı kurtarmak için değil mi?
Cenup İslavların birleşmesi bu hususta az mı beliğtir?
Yunanların "Megalo İdea"sı az daha, tahakkuk etmiyor muydu?
Romanyalılar her türlü tehlikesine rağmen Besarabya ve Transilvanyayı neden ilhak ettiler?
Şimali Afrika’da, Suriye, Asya, Hindistan’da, Şarkı Asay adalarında gördüğümüz kalkınma
hareketlerinin manası nedir?
Çünkü millet ülkülerinin birinci merhalesi müstakil vatan, ikinci merhalesi esir kalan ırktaşları
kurtarmaktır. İkinci merhaleyi daha geniş manasıyla söylemek istersek milli birlik terkibini
kullanabiliriz.
***
Acaba Türkler bu safhaların hangisinde bulunuyor? Bunun cevabını vermek için haritaya bir bakmak
kâfidir. Türkler Anadolu’da ki Kurtuluş Savaşıyla ülkülerinin ilk merhalesinde pek parlak bir şekilde
muvaffak olduktan sonra şimdi tabii ve tarihi bir kayıtla ülkülerinin ikinci basamağında bulunuyorlar.
Belki, milli ülkünün bundan sonraki merhalesini "bugünkü sınırlar içinde inkişaf etmek, terakki etmek
düsturu ile izah etmek isteyenler bulunabilir. Eğer bunu söyleyenler, bu fikri zemin ve zamanı
hesaplayarak söylüyorlarsa zaten bir değeri yoktur. Çünkü milli ülküler zemin ve zamanla
www.atsizcilar.com Sayfa 52
kayıtlandırılamaz. Yok, böyle değil de samimi düşüncelerini öne sürüyorlarsa büyük hamlelerden
korkan insanlar demektir. Çünkü bir milletin terakki ve inkişaf etmek istemesi o kadar tabii ve
ehemmiyetsiz bir hadisedir ki ona ülkü adını vermek, hatta biraz gülünç olur.
Ülküler daima asırlara bakan, mensup bulunduğu milletin gönlünü heyecanla çarptıran; kan, demir,
ateş ve savaş isteyen; pek büyük fedakârlık ve kahramanlıklarla elde edilen, biraz da hayal karışık
düşüncelerdir. Hayal kelimesine bakarak yapılması imkânsız diye düşünülmesin. Çünkü her hakikat
önce bir hayal olmuştur. Milli ülkülere bakarsak orada nasıl coşturucu hayaller olduğunu görürüz:
İngilizlerin ülküsü En Büyük Britanyadır, yani bütün cihana hâkim olmak.
Almanlarınki bütün Almanları ve Flamanları birleştirerek Ak Denize kadar inip Avrupa’ya hâkim
olmaktır.
İtalyanlar eski Roma imparatorluğunu kurmak sevdasına düşmüşlerdir.
Yunanlılar Büyük Bizans'ın hülyasıyla sarhoşturlar.
Görülüyor ki en hakir ve biçare Yunanın bile ülküsünde bir büyüklük, bir ihtişam vardır.
Artık, bu böyle olduktan sonra bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü hayal sayanlar, güç bulanlar yahut
onunla eğlenen bulunursa onların ya kanından veya niyetinden şüphe etmek yahut iyi
düşünemediklerini kabul etmekten başka yol yoktur. Bu kadar zıt menfaatleri olan bütün insanları
birleştirmek gayesinde olanların samimiyetine inanıldığı bir zamanda menfaatleri bir olan ve evvelce
birkaç defa birleşmiş olan Türklerin yeniden birleşeceğine inanmamak ancak kötü niyetle tevil
olunabilir.
Milli ülküler bir yudumda içilecek su değildir.
Şüphesiz ki ülküleri duygular ve düşünceler hazırlar. Fakat onlara daima ölümle, kanla, imanla,
bilgiyle; ateşle, barutla ve demirle erişilir.
Sırplar, ülkülerine ermek için bütün vatanlarının düşman istilasına uğraması bedbahtlığına katlandılar.
Sırbistan savaşa girerken nüfusu 4.000.000'du. Savaştan çıkarken aynı toprakların nüfusu 3.000.000
kalmıştı. Cihan tarihinde pek az görülen bir fedakârlıkla Sırplar nüfuslarının dörtte birini milli ülkü için
feda etmişlerdi. Fakat bugün ortada 13.000.000'luk Yugoslavya var.
Romenler de aynı akıbete uğramışlardı. Memleketlerinde taş taş üstünde kalmamıştı. Fakat dünkü
küçük Romanya’dan bugünkü büyük Romanya doğdu.
Almanya ise vaktiyle 400 parçaya ayrılmış bir kargaşalık ve kuvvetsizlik dünyası idi.
Bugünkü yenilmiş, fakat bir Almanya’nın karşısında ise Almanya'yı yenenler titriyorlar.
***
www.atsizcilar.com Sayfa 53
Türkler de birleşeceklerdir. Milli ülkümüzün bu ilk maddesini Bütün Türkler Birleşecektir diye ifade
edebiliriz.
[1] 1927 sayımında Türkiye'nin nüfusu 14 milyona yakın çıkmıştı. Fakat bunun hepsi Türk değildi.
Mesela 1.184.000 Kürt, 134.000 Arap, 95.000 Çerkez ve saire vardı.
[2] Buna en iyi örnek Çin'dir. En kof bir millet olduğu ve kendi içinden birçok ihanetlere uğradığı halde
varlığını koruyabilmesinin biricik sebebi kalabalık olmasıdır
Orhun, 23 Haziran 1934, 8. Sayı.
TÜRK IRKI = TÜRK MİLLETİ
Şimdiye kadar milletin umumi bir tarifi yapılmamıştır. İçtimaiyat âlimleri bu hususta bir şeyler
gevelemişlerse de "içtimaiyat"ın ilim olduğunu iddia etmelerine rağmen ilmi bir millet tarifi
yapamamışlardır. Bunun sebebi her milletin başka türlü olması ve bundan dolayı başka bir tarife
muhtaç bulunmasıdır.
Almanlar milliyette ırkı temel sayıyorlarsa bunun sebebi bir Cermen ırkının var olması ve Alman
milletinin kuruluşunda esas rolün Cermen ırkında bulunmasıdır. Fransızlar milliyette ırkı inkâr
ediyorlarsa bu, onların başlangıcı bir tek ırka dayanmadığı içindir.
Bugün ya millet kelimesinin her millet için ayrı bir mana ifade ettiğini kabule yahut da millet dediğimiz
birçok cemiyetlerin millet olmadığını söylemeğe mecburuz.
Millet için ırkı esas kabul edersek Fransızlarla Amerikalılar, dil ve kültürü kabul edersek Belçikalılarla
İsviçreliler ve hatta Çinliler, vatanı kabul edersek Yahudiler bir millet değildir. O halde millet nedir?
Burada önce şunu kabul etmeliyiz: Bizce yalnız Türk milleti vardır. Bunun için de yalnız onun tarifini
yapmak lazımdır. Başkaları bu tarifin çerçevesine sığsa da sığmasa da ehemmiyeti yoktur. Türkler için
milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir. Yani Türküm diyecek olan adam Türk neslinden
olmalıdır. Türk nesli de tarihen malum ve meşhur olan Türklerdir. Sibirya’nın buzlu bir bucağında
yaşayan bir Saka veya Litvanya da yaşayan bir Kıpçak Türk'tür. Sakanın dili bize pek aykırı gelebilir,
Litvanyalı Kıpçak çoktandır öz dilini unutup Litvan diliyle konuşmuş olabilir. Fakat onlar kanca Türk
oldukları için Türk'türler. Bunun için biz onlara bir yakınlık duyarız. Fakat yabancı kan taşıyan bir insan
Türkçeden başka dil bilmese bile, o Türk değildir. Bunu şöyle bir misalle izah edebiliriz:
Memleketimizde epeyce zenci vardır. Bunların hepsi Türkçe konuşur. Bazılarının dili tam bir İstanbul
şivesidir. Başka dil. bilmezler. Kanun bakımından da Türk sayılırlar. Fakat onlar Türk müdür? Bir Türk
köylüsü onun Türk olduğuna kat'iyen inandırılamaz. Hakikatte de onun Türk olduğunu iddia etmek
gülünçtür. Zaten memlekette herkes bunlara Arap der, geçer. Türk kanına yabancılığı bakımından bir
İngiliz, bir Yahudi, bir Çerkez, bir Arnavut, bir Kürt veya bir Laz'dan farkı olmayan zencinin, sırf tabiat
ona kara damga vurdu diye Türk olmadığı ittifakla kabul olunuyor da, dış şekilleri Türk’e biraz
benzeyen başka yabancılar neden Türküm deyince Türk sayılıyor? Mademki zencinin Türklüğünü
kimse kabul etmiyor, o halde şekli Türk’e benzeyen yabancı da Türk değildir. Mesele yalnız dış şekil
www.atsizcilar.com Sayfa 54
meselesi olsaydı zenciyi Türk saymayıp ötekini saymak belki doğru olurdu. Fakat mesele bir iç
meselesidir. Zenci, Türk’e olan sadakatinde ötekilerden, muhakkak ki, daha samimidir. Fakat mesele
bir iç meselesi olduğu için Türk’e şeklen benzeyenlerden daha çok sakınmak lazımdır. Malum ya:
yılanın bile en tehlikelisi bulunduğu yerle aynı renkte olanıdır.
Türk’e düşman olanlar ve bunu açıkça söyleyenler Türklük için o kadar tehlikeli değildir. Asıl büyük
tehlike Türkümsü olan yabancılardadır. Bunlar iyi Türkçe konuştukları ve çok defa Türkçeden başka dil
bilmedikleri için Türk’ten ayırt edilemezler. Fakat kanlarının başka olduğunu ya bilir, ya sezerler. Onun
için bunlara Türkümsü diyorum. Bunlar dalkavuktur, yalancıdır. Yüze gülerler. Türklüğe zararlı fikirler
bunlar arasında revaçtadır. Türk olmadıkları için ufak bir şahsi menfaat uğrunda Türk’e içten içe
kötülük eden fikirlere ve teşkilatlara bağlanmaktan çekinmezler. Türkümsülerin, icabında Türk’e nasıl
fenalık ettikleri hakkında yüzlerce misal söyleyebiliriz. Bunu tarihi delillerle de ispat etmek kolaydır:
Balkan savaşında Sırplara yenilmemizin sebebi Arnavutların ihaneti değil miydi? Selanik’te ki 40 bin
kişilik ordumuz neden mukavemet etmeden Yunanlılara teslim oldu? Çünkü o ordunun kumandanı
olan Tahsin Paşa Arnavut'tu. Hâlbuki Edirne'deki 12.000 kişilik ordumuz aylarca ve yüzümüzü ağartan
bir kahramanlıkla dayandı. Çünkü Edirne Kumandanı Şükrü Paşa Türk'tü..
Abdullah Cevdet bu milletin iki sağlam dayanağı olan milliyet ve din mefhumlarını yıkmağa yıllarca
neden çalıştı? Çünkü o bir Kürt milliyetperveriydi. Türklüğü Kürtlükle yıkmanın imkânsız olduğunu
anladığı için hars ve ilim yoluyla yıkmaya çalışıyordu. Rıza Tevfik memlekete niçin ihanet etti? Çünkü
babası Arnavut anası Çerkez olan bir melezdi. Ali Kemal neden düşman için çalıştı? Çünkü: dedesi
ermeni dönmesiydi. Kurtuluş savaşında ufak bir menfaat meselesi yüzünden çeteci Ethem niçin
Yunanlılarla birleşti? Çünkü Çerkez'di. Ahmet Cevat neden mütareke yıllarında Türkçülüğün aleyhinde
olduğunu gazetelerde yazdı? Çünkü Giritli idi…
Buna dair misalleri biz daha yakın tarihten de alabiliriz. Kazım Kara Bekir Paşa'nın yetiştirdiği çocuklar
arasında aslı ermeni olan birinin yüksek tahsilini bitirdikten sonra ihanet ettiğini hepimiz işittik.
Üniversitedeki Yahudi dönmesi profesör ve doçentlerin Almanya'dan gelen Yahudi profesörlere "biz
de Türk değiliz sizin gibi Yahudi'yiz" dedikleri de bir emrivakidir. Gaziye suikast hazırlayan Ziya Hurşit
lazdı. Gaziye bilfiil ateş etmek için de koca İzmir de bula bula bir Laz'la bir gürcü bulmuşlardı.
Bütün bunları gördükten ve daha ufak nice misallerine bizzat şahit olduktan sonra insanın
Türkümsülere inanması için ancak aptal olması lazımdır. Filvaki bu Türkümsüler her yerde mübalağa
ile Türklük için bağırırlar. Fakat bu, bugün Türklüğün kuvvetli oluşundandır. Yarın ilk kara günümüzde
onlar yine bize ihanet edeceklerdir. Onlara bunu yaptıran damarlarındaki kanın bozukluğudur.
Binaenaleyh ihanetlerini tabii görmek lazımdır.
Birinci dil kurultayında Türklük lehinde palavra atanlar hemen hemen ekseriyetle Türkümsülerdi.
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti diye bağırırken şivelerinden Arap veya Arnavut olduğu anlaşılan bu
gösteriş kahramanları yanında hakiki Türkler daima sessiz kaldılar. Onun için artık bizce anlaşılmıştır ki
Türk olmak için kanı Türk olmaktan başka çıkar yol yoktur ve olamaz da...
Yukarda birçok Türklüğe ihanet misalleri saydık. "Sanki hakiki Türklerden ihanet eden yok mudur?"
diye bir itiraz suali sorulabilir. Fakat bu pek zayıf bir itiraz olur. Çünkü her milletin içinde sütü bozuklar
www.atsizcilar.com Sayfa 55
bulunmakla beraber Türkiye de Türk ve Türkümsülerin sayı nispetiyle ihanet edenlerin nispeti
mukayese olunursa bu nispetin daima Türkler lehinde pek büyük bir fark göstereceği meydana çıkar.
Türkümsüler birkaç göbek ileriki babalarının Türk'ten başka bir şey olduğunu bilmeyip kendilerini öz
Türk sansalar da yine Türk değildirler. Çünkü Türklük yalnız manevi‐ahlaki değil, aynı zamanda maddi
(yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir.
Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder. Binlerce yıllık tarihi
hayatların milletlere verdiği bir terbiye vardır ki o öyle bir kaç yılda ve hatta asırda elde edilemez.
Asırlardan beri kılıç sallamış ve ömrünü er meydanında geçirmiş Türk milletinin bir çocuğu ile
asırlardan beri sahtekârlık ve dolandırıcılıkla, yaşamış Yahudi milletinin bir çocuğu nasıl müsavi
olabilir? Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesesine alıp
ikisine de yalnız Esperanto dili öğretseler ve aynı şartlar altında aynı terbiyeyi verseler bile muhakkak
ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi Yine sahtekâr
yetişecektir.
Türk ordusunda en seçme ve kahraman unsur daima Kastamonu, Çankırı, Taşköprü, Tosya ve
havalisinden yetişen neferlerdir. Niçin? Çünkü buradaki Türkler Orta Asya'dan nasıl geldilerse öyle
kalmışlar, hiç karışmamışlardır. Savaş meydanlarında yüzde hesabıyla en çok şehit düşenler de
bunlardır. Hâlbuki Kastamonu ve civarı köylüsü ne gösterişsiz mahlûktur.
Demek ki Türk vatanı için kendisini harcayan hep Türkler olduğu gibi en sakınmadan harcayanlar da
en karışmamış Türkler oluyor.
Türklükte dil meselesi kandan sonra gelir.
Şüphesiz ki her Türkün dili Türkçe olmalıdır ve olacaktır. Fakat yabancı çokluklar arasında kalarak dilini
kaybeden: lakin Türk olduğunu unutmayan bazı su katılmamış Türkler vardır ki yabancı dillerine
bakarak bunları Türklükten çıkarmak doğru olmaz. Türkiye'nin doğu ve cenup sınırlarında Kürtçe veya
Arapça ve Lehistan da Lehçe konuştuğu halde Türk olduğunu söyleyen ve tarihi menşelerince Türk
soyundan gelen, antropoloji bakımından da mükemmel Türk olan insanlar hiç şüphesiz Türk'türler.
Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil'in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul
Yahudi'sinin bize bir Kırgız'dan daha yakın olması lazım gelirdi. Hâlbuki bütün kanunlara, siyasi ve
içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgız'ı kardeş, Yahudi'yi de köpek çıfıt olarak
tanıyoruz. Çünkü Kırgız'ın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudi'nin ise bize
düşmanlıkla yoğurulduğunu biliyor, seziyoruz.
Türk milliyetinde dilek birliği üçüncü derecede değerli bir meseledir. Bazı zamanlarda bazı Türk
zümrelerinde dilek aykırılığı olması onların bir tek millet olmalarına engel değildir. Bu dilek ayrılığı,
çok defa, türlü Türk zümrelerinin başında bulunan başbuğların zorla yarattıkları yapmacık ve geçici bir
nesnedir. Bugün türlü Türk zümreleri arasında dilek ayrılığı olsa bile, Türkler ya bunun güçsüzlük
doğurduğunu görerek dileklerini birleştirecekler yahut da içlerinden en kuvvetli zümre ötekilerini de
zorla kendine bağlıyarak Türkleri tek dileğe doğru yürütecektir. Türk tarihinde bu daima böyle
www.atsizcilar.com Sayfa 56
olagelmiştir. Nitekim Gazinin kudretli şahsiyeti Türk milletine bir dilek birliği kurmamış olsaydı
muhakkak ki Türkiye de türlü türlü zümreler bulunacaktı.
Türk milliyetinde menfaat birliği meselesi ise ağza bile alınamaz. "Ayın çanaktan yalayanların bir
millet olduğu" hakkındaki düşünceleri reddettikten sonra menfaat birliği solda sıfır kalır. Bir Kazakla
bir Konyalının menfaatlerinde ne birlik vardır? Hâlbuki bunlar bir milletin çocuklarıdır. Bir Erzurumlu
ile bir İzmirlinin menfaatleri arasında da bir iştirak yoktur. Her ne kadar bazı Marksistler Kurtuluş
Savaşını iktisadi bir hareket olarak izah etmek gibi Yahudice düşünüyorlarsa da Erzurumlu askerin
İzmir için ölmesi kendi istihsal maddelerinin ihraç iskelesi olan İzmir’i kaybetmek, kaygısı dolayısıyla
değildir. Bu tamamı ile duyguya ait bir meseledir; bir kan meselesidir.
Bundan başka, mademki bütün Türkler birleşecektir, şu halde onların arasında uzak veya yakın bir
menfaat birliği de kurulacak demektir. Zaten Türkler arasında bir de menfaat birliği vardı ki o da
hepsinin aynı düşmanlar tarafından aynı tehlikelere maruz kalmış olmasıdır. Türk milletinin
münevverleri sezmese bile hakikat şudur ki Türklere birleşerek birbirlerine dayanmazlarsa mutlaka
yok olacaklardır. Çünkü kırk milyonluk Türk milleti küçük küçük parçalara bölünmüş ve her parça
büyük, iştahlı, ileri teknikli ve yüksek harslı düşmanlar tarafından çevrilmiştir.
Şimdi, şu neticeye varıyoruz demektir:
1‐ Türk olmak için önce kanı Türk olmak lazımdır.
2‐ Ondan sonra dili Türk olmak lazımdır.
3‐ Ondan sona dileği Türk olmak lazımdır. Kanı Türk olan fertlerden bir Türk milleti bugünkü melez
topluluktan, şüphe yok ki, kat kat kuvvetlidir. Bu, kanı Türk olan fertlerin dilleri de Türk olursa (başka
bir ihtimale göre hepsi aynı ağızla konuşan Türkler olursa) o millet daha güçlü bir millet olur. Üstelik
birde bu milletin fertleri dilek birliğiyle birbirine bağlıysa, bu ülkücü (= mefkurevi) bir millet demektir.
Sayıca azlık bile olsa dünyanın en güçlü bir milletidir.
Orhun, 16 Temmuz 1934, 9. Sayı
TÜRKLER HANGİ IRKTANDIR?
Son zamanlarda bazı gazete ve mecmualarda, Türklerin mensup olduğu ırk hakkında bazı yazılar çıktı.
Bunların hülasası şudur:
"Türkler Sarı Moğol ırkından değil, beyaz aryani ırkındandır."
İlim yolu ile söylenmek istenen ve fakat objektif esaslara istinat etmeyen bu hükümler hakkında
düşündüklerimizi ve bugün bilinen şeyleri söylemek istiyoruz:
1‐ Bugün insan zümreleri artık renklere göre değil, dillere göre tasnif olunuyor. Eskiden beyaz ırk namı
altında toplanan Aryanilerle Samilerin birbirinden çok uzak olduğu, keza eskiden sarı ırktan sayılan
www.atsizcilar.com Sayfa 57
Türk ve Moğollarla Çinlilerin hiç bir ırkı yakınlığı olmadığı artık bugün herkes tarafından kabul
edilmiştir.
2‐ Eskiden Türkler, sarı ırkın Ural ‐ Altay zümresinden sayılır ve bu zümreye, Türkler, Moğollar,
Tonguzlar, Finler ve Macarlar sokulurdu. Bugün Fin ve Macarların yakın akrabalığı isbat olunmuş ve
hatta Fin, Eston ve Macarlardan mürekkep bir Fin ‐ Ogur zümresi teşekkül etmişse de Türk, Moğol ve
Tonguzlar'ın bunlarla akrabalığı ispat olunamamıştır.
3‐ Diğer taraftan Türklerle Moğolların bir asıldan geldiği kat'i suretle ispat olunmuş ve Tonguzların bu
zümreye iltihakı için, muvaffakıyetli mesaiye başlanmıştır. Hatta şimdiye kadar sadece Türk sayılan
Çuvaşların da Türklükle Moğolluk arasında olduğu anlaşılmıştır.
4‐ Türkler ve Moğollarla Aryaniler arasında ise şimdiye kadar hiç bir yakınlık gösterilmemiş ve ispata
kalkışılmamıştır.
Türklerin Aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşüncelerin niçin kabul edilmek istendiğini
bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hakkındaki eskimiş
telakkiler buna sebep oldu. Bu telakki bazen o kadar garip şekiller aldı ki, Kürtler hakkında bir seri
makale neşreden bir zat, kendisine göre saydığı bir takım delillerden sonra "Kürtlerin de Türkler gibi
Aryani ve Türk cinsinden olduğunu" ilan etti.
Bu meseleyi yalnız hissi düşüncelerin mahsulü de telakki edemeyiz. Vahşi Moğollarla akraba olmamak
için, Turanlılık inkâr ediliyorsa, Çingenelerin de mensup olduğu Aryani ırkına girmek hislerimizi daha
çok incitmez mi?
Moğol, ne kadar medeniyetsiz ve barbar olursa olsun, hiç olmazsa hakiki bir askerin meziyetlerine
maliktir. Hâlbuki Türk ‐ Moğol akrabalığı bugün ilmi bir hakikattir. Bunları tarihleri ve kanları o kadar
birbirine karışmıştır ki, ayrı ayrı tetkik edilmelerine imkân yoktur. Ayın adı taşıyan bir kabilenin yansı
Türkçe, yansı Moğolca konuşuyor. Hatta bazen tarihin bir devresinde Türkçe konuştuğu halde bir
zaman sonra Moğolca konuşan ve yahut her iki dili birden kullanan kabileler görüyoruz. Nitekim
Çingiz Han Moğollaşmış bir Türk'tü. Aksak Temür ise, Türkleşmiş bir Moğol'du.
***
Tarih tetkikatı ilerledikçe, Türklerin ve Moğolların barbarlığı hakkındaki telakkilerin çok mübalağalı
olduğu meydana çıkıyor. Bunların yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu anlaşılıyor.
Türklerin Aryani sayılması neticesinde meydana çıkan telakkilerden biri de Hititlerin Türk olmasıdır.
Bunu ileri süren nazariyeciler Türklerin Anadolu da ki eskiliklerini isbat etmek ve bir veraset hakkı
bulmak istiyorlar. Şüphesiz hissi cihetten bunu hepimiz isteriz. Fakat ortadaki hakikat şudur: Hititlerin
abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryani oldukları anlaşılmıştır. Hititlere intisap için Aryaniliği
kabul ise, bizim için çok tehlikeli bir yoldur. Bir defa ırkımızın antropolojik hususiyetleri hiç de
Aryanilere uymaz. Hatta bizim antropolojik hususiyetlerimizi inkâr ederek Anadolu Türk'ünü eski
Yunanlıların bakayası diye göstermek isteyenlere faydalı bir zemin‐hazırlamış oluruz. Bugünün ilmi
hakikatlerine dayanarak, düşüncelerimizi şöyle hulasa edebiliriz:
www.atsizcilar.com Sayfa 58
Türkler için yabancı kavimlerin medeniyetine sahip çıkmaya lüzum yoktur. Biz, bizzat kendi
yarattığımız medeniyeti tamamen meydana çıkarabilirsek vazifemizi yapmış oluruz.
Bugün medeni bir millet olarak yaşamak için, İsa dan önceki asırlarda bir medeniyet yaratmış olmaya
lüzum yoktur. Nitekim bugünkü Avrupa milletlerinin hiç biri böyle eski bir medeniyete sahip
değillerdir. Garbın medeniyette şarka üstün gelmesi 16'ıncı asırda başlamıştır. Eğer bilmediğimiz
vesika ve deliller mevcut da bunlara müstenit yeni ve orijinal bir tez müdafaa edilmek isteniyorsa,
şüphesiz bunun da yeri gazete sütunları değildir.
Böyle yazılar gençlerimizin ve henüz Türk tarihi ile yakından ve derinden alakadar olmayan
kardeşlerimizin fikirlerini bulandırır. Mazimize karşı, itimat hislerini azaltır. Mevcut hakikatlere de
şüphe ile bakmasına sebep olur. Bunun için Türk yavrularına gayet açık olarak söylemeliyiz ki: "Senin
ataların, çorak topraklarda, sert iklimlerde ve kalabalık milletlerin arasında yaşadığı için, mükemmel
asker olmuş ve ömrü tabiatla ve milletlerle savaşarak geçmiştir. Buna rağmen fırsat bulduğu zaman,
yüksek medeniyetler kurabilmiştir. Fakat askerlikte kazandığı yüksekliği, henüz medeniyet sahasında
göstermeğe vakti olmamıştır."
Bu halde, bizim anamız olan ırkın adı nedir? Buna Altay veya Turan ırkı diyorlar. Biz bu ana ırktan
türeyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir koluz. Aryani olmadığımız ise, şarkı
Türkistan da bulunan resimler ve elde edilen Türk heykelleri ile de meydana çıkmıştır. Bu resimlerden
mühim bir kısmı Alman âlimleri tarafından neşredilmiştir. Onlarda, Türk, Çinli, İran ve Hintli simaları
gayet karakteristik bir surette birbirinden ayrıdır. Bu mukayese de Aryani olmadığımıza son ve
müspet bir delil teşkil eder.
Atsız Mecmua, 1931, 6. Sayı.
www.atsizcilar.com Sayfa 59
BÖLÜM 2: AHLAK VE MİLLİ AHLAK
MİLLİ AHLAK
Fert fani, cemiyet bakidir
Nazari veya teknik görgü ve bilgilerimiz ne kadar yüksek, zengin ve kuvvetli olursa olsun dürüst, temiz
ve kuvvetli bir ahlaka istinat etmedikçe faydası yoktur. Hatta bu bilgi ve görgüler milletimizin
menfaatlerine cevap yerecek yerde, yalnız şahsi ihtiraslarımız ve hodbin emellerimiz uğrunda
harekete gelirse halkımız için zararlı da olabilir.
Biz milli ahlaktan ne anlıyoruz? Biz milli ahlaktan şunu anlıyoruz:
Bizim için cephelerde kan döken, tarlalarda alın teri akıtan ve nihayet bütçemizi doldurmak için
kesesini boşaltan halkımızın malına ve canına göz dikmemek. Onun için çalışmayı kendimiz için
çalışmaktan üstün tutmak.
Halkımız için zararlı olan her şeyi karşılamak, çarpışmak ve yenmek. Bunları bir cümle ile hülasa
edersek: Millet yolunda çalışmak, onun için yaşamak ve onun için ölmek.
Şu halde, gençlerimizin yüreğinde önce milli karakterimizin temelleri yerleşmelidir. Ancak bu
temellerin kuvvetine dayanarak görgümüzü ve bilgimizi yükseltir, milletimize ve memleketimize
faydalı insanlar olabiliriz.
Birçok insanlar biliriz ki bu memlekete kendi uydurmaları olan bir frenk telakkisiyle bakar, gördükleri
ve hatta yaptıkları bütün şarlatanlık, riyakârlık ve fenalıkları şarklıyız diye izaha kalkarlar.
Milletimize ve ahlakımıza bundan daha büyük bir bühtan olamaz. Halkımız milli faziletlerimizin
kaynağıdır; ona göre millet ve memleket yolunda hak yok, vazife vardır. Bugün, kızgın güneş altında
orak biçen köylü, yarın hudutlarda kan döken kahraman, ondan sonra da yine köyünde vergi vermeye
çalışan fakir bir vatandaş veya eğer şehit olmamışsa, malul bir insandır.
Milleti yolunda ölçüsüz fedakârlık yapan, ona mukabil övünmek ihtiyacını bile duymayan atsız
kahramanlar, bizim köylülerimizin ekseriyetini teşkil eder.
Münevverlerimizi bu fazilet heykelleriyle mukayese imkânı yoktur. En küçük fedakârlıkların, en
yaygaralı davalarla dile geldiğini, en tabii vazifelerin buhranlı mesai şeklinde gösterildiğini, en küçük
çalışmaların en muhteşem riyalada methedildiğini, ancak münevverlerimizin arasında görürüz.
Halkımız kanuni mükellefiyetler haricinde birçok işleri parasız görür; fakat biz, millet yolunda bir adım
atarken şahsi menfaatlerimizi düşünmekten vazgeçemeyiz.
Osmanlı devletini ve o nam altında en son Türk imparatorluğunu batıran sebeplerin birincisi,
münevverlerimizin ahlaksızlığı ve hırsızlığı olmuştur. En yakın tarihimize bakınız; halkımız bütün
www.atsizcilar.com Sayfa 60
mükellefiyetini namuskarane öderken münevverlerimiz, koyu ve kara bir ahlaksızlık içinde milli
tarihimizi lekelemişler ve bugün bizi iğrendiren hadiseler içinde yuvarlanıp gitmişlerdir.
Tanzimat devrine bakınız: Reşit Paşa Gülhane hattı hümayununu okuduktan ve bu memlekette
Avrupai inkılâp başladıktan sonra zamanın sadrazamının rüşvet alırken yakalandığını görürsünüz.
Sultan Hamit devri paşalarının henüz hepimizin işiteceği kadar yakın zamanlarda dillere destan olan
hırsızlıkları ve sefahatleri hatırımızdadır.
Meşrutiyetteki ve bilhassa büyük harpteki hırsızlıkların ve hepimizin ekmeğinden çalınan servetlerin
iğrenç hikâye ve mevzuları unutulmamıştır.
Daha dün, Cumhuriyet inkılâbını yapanlardan bir vekilin divana çekilmesi içimizi burkan acı bir
hatıradır.
Bu yolda kanun pençesine düşenleri görmekle ne kadar sevinirsek, niçin böyle oluyor diye o kadar
acımamız ve düşünmemiz lazımdır.
Hiç bir milletin münevver zümresi, halkının fazilet ve fedakârlığı karşısında bu kadar dejenere
olmamıştır.
Gençler, en yakın tarihimizin en göze batan iğrenç hadiseleri üzerinde düşününüz... Türk milletinin
halkı içinde kendinize en büyük ve en yüksek fazilet ve fedakârlık örnekleri bulacaksınız.
Her şeyden önce ahlakımızın ve seciyenizin kuvvetine istinat ediniz. Her şeyden önce memleketiniz ve
milletiniz için çalışınız. Bu yolda yürürken budala, safdil, aptal diyecek veya o gözle bakacak
kurnazlara ve züppelere rast geleceksiniz.
Gençler... Aptallığı ve safdilliği, hırsızlık ve ahlaksızlığa tercih ediniz.
Osmanlı devletini ve meşrutiyet Türkiye'sini lekeleyen çirkefleri Cumhuriyet tarihine bulaştırmamak
en büyük mefkûreniz olsun. En küçük memuriyetlerden en büyük makamlara kadar geçeceğiniz
yollarda dürüst olunuz. Arkanızda karanlık, çamurlu ve çirkefli dedikodular yerine; berrak, temiz,
nurlu ve sitayişli izler bırakmaya çalışınız.
Atsız Mecmua, 1931, 6. Sayı, 121/122
GENÇLİK VE AHLAK
Milletin temeli ahlaktır. Ordu, bilgi, teşkilat, gibi şeyler ahlaktan sonra gelir. Gerek Türk milleti olsun,
gerek başka milletler olsun ahlakça yüksek oldukları zaman gelişip büyümüşler, ahlak sağlamlıkları
bozulduğu zaman da çürüyüp dağılmışlardır. Roma, İran, Bizans, İspanya'daki Gotlar, Araplar hep
ahlaklarının bozukluğu yüzünden battılar. Dünkü Fransa ahlak bozukluğu yüzünden devrildi. Türk
tarihinde geçirilen sarsıntıların baş sebebi de ahlakın gevşemesidir. Her ne kadar bu gevşeme
www.atsizcilar.com Sayfa 61
Türkümsüler, Dönmeler ve Devşirmeler yüzünden olmuşsa da yine aynı sebepler ve aynı neticeler
apaçık görünmektedir.
Bir millette, bilhassa gençliğin ahlakı mühimdir. Çünkü milletin mukadderatı bahis mevzuu olan
yerlerde, onlar iş görecekler, kan dökeceklerdir. Gençlik, kendini saran maddi ve manevi çevrede
ahlak disiplini, ahlak örnekleri görürse, ahlaksızlığın daima ezileceğinden emin olursa o zaman kendisi
de sağlam ahlaklı olarak yetişir. Fakat gençlik, kendisine sözle ahlaki telkin yapıldığı halde rüşvet,
iltimas, dalkavukluk ve hokkabazlığın hâkim olduğunu görürse, işte, o zaman onda ahlaki buhran
başlar, Gençler, bilhassa öğretmenlerini örnek diye almalıdırlar. Öğretmen gevşek veya ahlaksız oldu
mu, gençte ilk aksülameller başlar ve bu aksülameller her şeyi inkâra kadar gider.
Öğretmen, ahlak bakımından mükemmel bir insan olmalıdır. Yani seçkin bir zümreden olmalıdır.
Hâlbuki bizde herkes öğretmen olmuştur. Ne ilkokul öğretmenleri için ne de ortaokul ve lise
öğretmenleri için bir karakter seçimi yapılmıyor. Yalnız icap ettiği zaman bir imtihan yapılıyor, bunda
da çok defa haksızlık oluyor. Çünkü kim daha fazla tavsiye mektubu getirmişse imtihanı o kazanıyor,
böylelikle öğretmen ordusu yetişiyor. Hâlbuki bu kâfi midir? Bu imtihanlar hakkı ile yapılsa bile bu
kadarı yeter mi? Öğretmen olacak gençleri ırk, karakter, aile bakımlarından da gözden geçirmek
gerekmez mi? Hatta öğretmen olacak bir gencin ırkı, bilgisinden daha önce gelmez mi? İşte, bu
mühim iş tamamiyle ihmal olunmaktadır. Askeri okullara girecek talebelerin nasıl Türk ırkından olması
şartsa öğretmenlerin de Türk ırkından olması öylece şart olmalıdır. Bundan başka ahlaki hususiyetleri
nedir, bazı zayıf tarafları var mıdır, talebe nazarında gülünç bir tip midir, bütün bunlara da dikkat
edilmelidir. Hâlbuki bunlara hiç dikkat olunmuyor ki, neticesinin de ne olduğu meydandadır.
Gençlik ahlaki bir muhit içinde yaşamalıdır dedim. Gençlik okulda, hayatta, sinemada, kitapta, plajda,
sokakta, vapurda, tramvayda daima ahlakın hâkim olduğunu görmelidir. Gevşek bir öğretmen, kötü
bir film, zararlı bir kitap, bir plaj kepazeliği, sinsi bir yazı bazen her hangi bir gencin bu cemiyet için
kaybolmasına sebebiyet verebilir. Türk gençleri millete kötülük edenlerin tepelendiğini, büyüklere
heykel dikildiğini görmelidir. Türk gençliği ata yadigârı olan sebillerde rakı satıldığını, sinemalarda
şehvet uyandıran filmler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepazelikler yapıldığını
görmemelidir. Mefahiri inkâr eden, yabancı ülkülerin propagandasını yapan, aileyi baltalayan yazı,
roman, makale okumamalıdır. Yoksa yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez.
Milli ahlakın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi şeyler Türkiye'de yasak edilmelidir. Medeniyet
bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır. İstanbul'un seyyah şehri olmasını isteyenler
bunun ahlakımızda açacağı yaraları düşünemiyorlar. Seyyah şehri demek, bir alay yabancı ve ahlaksız
zenginin keyfini yapmak için açılmış sefahat yuvalan ile dolu şehir demektir. İstanbul'a para yemek,
sefahat ve ahlaksızlık yapmak için bir sürü budala milyoner değil, eski tarih eserlerini görmek için
ciddi ilim adamları gelmelidir. İstanbul seyyah şehri değil, tarih şehridir. Yabancı milyoner sefahat
yaparken kaç tane Türk genci onları kıskanarak kendisini girdaba atacaktır, hiç düşünülüyor mu?
Sözün kısası: Kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile,
adet, anane ve her şeyde milli olalım.
Milliyetçi dergiler çıktıktan sonra o paçavra gibi komünist şiirleri (!) ortalıktan kalktı. Bir de şu caz
denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerika kepazeliği kalksa, hele şu
www.atsizcilar.com Sayfa 62
tercüme kanunlar yerine milli örf ve ahlakımızdan alınmış kanunlar yapılsa, yani tam manasıyla milli
olsak ne olur, biliyor musunuz?
Yine dünyanın birinci milleti oluruz.
Kızıl Elma, Nisan 1948
TÜRK AHLAKI
Merhum Ziya Gökalp Türklerin ahlakta birinci olduğunu söylerken, milli bir övünme duygusuna
kapılmış değildi. Çok tarih okumuş, milli maziyi öğrenmiş ve düşmanlarımızın bizim hakkımızda
söylediklerini belledikten sonra bu hükmü vermişti.
Burada ahlakın hangi sebepler ve müessirler altında teşekkül ettiğini inceleyecek değiliz. Yalnız şu
kadar söyleyeceğiz ki ahlakın teşekkülünde coğrafyanın tesiri yoktur. Bu sözümüzün en büyük delili de
aynı coğrafya sahasında yaşamış olan eski Romalılarla yeni İtalyanların ahlakça birbirinin hemen her
sahada zıddı olmalarıdır.
Ahlakın meydana gelmesinde en büyük sebep ırktır. Bir cemiyetin ahlakı ancak ırkının karışmasıyla
değişebilir. Türk ahlakı en eski çağlardan beri cemiyetçidir. Yani Türklerde cemiyetin menfaati
fertlerinkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve
cemiyete faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk ahlakı, şahsiyete hürmet etmiştir.
Milattan önceki asırlarda Kunlar, çocuklarını cemiyete faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi.
Cemiyete faydası dokunmayacak kadar ihtiyarlamış olanlar ise intihar ederlerdi.
Askeri ruh, hayatın ve cemiyetin her yerinde hâkimdi. Savaşta ölmekten gurur duyarlar, yatakta
ölmekten korkarlardı. Bu ihtimalle benizleri sararırdı. İslamiyet’ten önceki Türklerde İslamlığın
cenneti gibi güzel bir vaat yoktu. Böyle olduğu halde, şeref saydıkları için savaşta ölmek isterlerdi.
Bir milleti yükseltmek için birinci şart olan disiplinde eşleri yoktu. Meşhur Mete (= Motun),
sadakatlerini denemek istediği askerlerine, sevgililerine ok atmayı emrettiği zaman hemen hepsi bu
buyruğu yerine getirmişlerdi.
Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar
ki verdikleri sözün kâfi olduğunu yazarlar.
Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden
söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa tatbik ederlerdi.
Milattan önce ikinci asırda bir Kun yabgusu Türkleri Çin medeniyetine sokmak istediği zaman baş vezir
buna şiddetle itiraz etmiş ve sözlerini hükümdara kabul ettirmişti. Miladi sekizinci asırda Bilge Kağan,
Buda dinini kabul etmek istediği zaman meşhur Bilge Tonyukuk kabul etmemiş, deliller sayarak
hükümdarı caydırmıştı. Yine sekizinci asırda Bögü Kağan Manihaizm’i devlet dini olarak kabul etmek
istediği zaman tarkanlar yani nazırlar avam dini olarak gördükleri Manihaizm’in kabulüne şiddetle
www.atsizcilar.com Sayfa 63
itiraz etmişlerdi. Her ne kadar Böğü Kağan, tarkanları dinlemeyerek millete Manihaizm’i kabul
ettirmiş idiyse de tarkanlar vicdani kanaatlerinden dönmemişler, prensip sahibi olduklarını ispat
etmişlerdi.
Mohaç meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sorgusuna, bir
sancak beyinin verdiği cevap da doğru ve açık sözlülüğün güzel bir örneğidir.
Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri için, İkinci Murad çağından sonra memleketin
yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeğe başlamışlar ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.
Türkler en eski çağlardan beri kımız, şarap veya rakı içerek sarhoş olurlar, fakat ciddiyetlerini,
vakarlarını kat'iyen bozmazlardı. Ziya Paşanın on dokuzuncu asırda yazmış olduğu:
Bed‐maye olan anlaşılır meclis‐i meyde,
İşret güher‐i âdemi temyize mihenktir.
beytini sanki hepsi biliyordu. Değil sarhoş olup sululuk etmek sendelemek bile ayıptı.
Çingiz Hanın oğlu olan Çağatay bir gün küçük kardeşi olup büyük kağanlık mevkiinde bulunan
Ögeday'la birlikte çok içerek ciddiyete aykırı sayılabilecek bir harekette bulunmuş, ertesi gün
Ögeday'a gidilerek dünkü hareketinden dolayı kendisinin cezalandırılmasını istemiştir.
Temür'ün günlerce süren toylarda boyuna şarap içtiği olur, fakat ne neşeye kapılır, ne kimsenin
gönlünü kırar, ne de devlet işlerinde aksaklık yapacak bir buyruk verirdi.
Türklerin cinsi ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve zevce muhterem tutulurdu. Evli bir kadına taarruzun
cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş bile olsa eve gelen yabancı erkeği
konuklardı. Kendisine saygı gözü ile bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Hala Anadolu
Yörüklerinde ve Türkmenlerinde, Türkistan göçebelerinde bu adet vardır.
Eski Türk ahlak ve adetlerinin büyük bir kısmını, aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının
bazılarında şöyle bir adet vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer.
Kızla birlikte yatarlar. Kızın babası ve anası sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek, kendisiyle
evlenmesi için kızı kandırabilirse dördüncü günü ana‐babasına giderek kızı ister. Kandıramazsa çekilir,
gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız birbirine karşı hiçbir kötü
düşünce beslemez.
Bu da gösteriyor ki Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi de çok defa birlikte
bulunur. Yaşayıp yükselmek ahlak ve iradesi sağlam olan milletlerin hakkıdır.
Biz bu Türk ahlakına tam olarak malik bulunduğumuz zamanlarda yükseldik. Yabancıların ahlakını
alarak bozulduğumuz zaman düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak, büyük milli davalar
için kendilerini feda eden, yalan, riya, iki yüzlülük bilmeyen; vicdanını satmayan insanlar dolu idi.
www.atsizcilar.com Sayfa 64
Niğbolu'da 60.000 Türk müttefik Avrupalıları yenerken, Yavuz korkunç çölleri aşarken, Kanuni boy
ölçüşmek için Şarlken'in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhlu bir cemiyete dayanıyorlardı.
Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.
Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı 7
GENÇLİK VE MEFKÛRE
Bundan beş yıl önce idi. Bütün yaşlı insanlar ve bütün dünkü nesiller adeta hep bir ağızdan dile
gelmişler, gençlikten şikâyete başlamışlardı. Bir heykel sükûneti ve sessizliği ile karşıladığımız bir sürü
hücumlarda bulunuyorlar ve nasihat dolu konferanslar veriyorlardı. Bilmeyiz ne oldu? Bu büyük davalı
ve büyük tavırlı insanlar artık sustular. Her biri bir derde veya keyfe daldı. Daha mühim işlerle
uğraşmaya başladılar; anlaşılan ateşli hitaplarla haykırdıkları gençliğe nasihat etmekten vazgeçtiler.
Hiç unutmuyoruz ve unutmayacağız...
Merhum "Hayat" mecmuası yeni çıkmaya başlamıştı. Daha ilk musahabelerini yazan muhterem bir
sabık müderris bize İtalyan gençliğinin idealizmini örnek olarak gösteriyordu. Bu, dünkü nesilden olan
zat, şüphesiz duygusunda samimi idi. Fakat nedense bizim, harikalar yaratan bir milletin çocuğu
olduğumuzu unutuyor, bizim büyük birer fedakârlık örneği olan şehit ağalarımızı unutuyor, sessiz ve
adsız halk kahramanlarımızın delik deşik olmuş göğüslerini ve vatan için bol bol dökülen kanlarını
unutuyordu. Bize asil ve yüce örnek olacak kahramanlar onlardı. Bize destanlar dolduracak büyük
örnekleri göstermesini unutarak, İzonzodan kaçan ve o sıralarda Anadolumuz için hülyalar kuran
İtalyan gençliğini örnek yapmak istiyordu. İtalyan devletinin başındaki adam kendi milletinin ve
gençliğinin ruhunda ve imanındaki zaafları yakından görerek onlara karşı tedbirler alır ve maneviyat
aşıları yaparken, bizim büyüklerimizin bu yufka yürekli gençliği örnek göstermesi ne kadar acı idi. Her
hayat gibi Hayat mecmuası da öldü. Bize mefkûre telkin eden bu mecmuada mefkûreden başka her
şey vardı. Fakat bugün yine biz onu hayırla ve hürmetle yad ediyor ve Allah rahmet eylesin diyoruz.
Yine o sıralarda ve yine o mecmuada idi. Merhum Gök Alpın boş ve ıssız bıraktığı kürsüye tırmanan bir
Fransız lise hocası, Türk gençliğine mefkûreden ve mefkûrecilikten bahsediyordu. Sessiz ve yaygarasız
sükûnetin kuvvetini göremeyen, bizi bizden çok sever görünen bu yabancının yaveli nasihatlerine de
gülümsemiştik. Türk yavrusu bu kadar duygusuz, bu kadar görgüsüz ve bu kadar kimsesiz mi idi?
Bize yüksek duyguları ve yalnız bizim milletimize mahsus olan mefkûre uğrunda ölmek aşkını
öğretecek insanlar Fransızlar mı idi. O Fransızlar ki, beşeri hukukta müsavatı ilan ettikleri günden
itibaren istilaya başlamışlar ve daha dün demokrat ve sosyalist Fransa namına Suriye'deki mirasımıza
konmuşlardı. Yakın tarih ve geçen kanlı sahneler bize en büyük birer derstir. Herkese gönül verir,
herkesle sevişir ve herkesin sözünü dinleyebiliriz. Fakat bu herkes hudutlarımızda bekleyen ve kara
gözlerimize âşık olmuş görünen milletlerin adamlarından biri olmamak şartıyla. Bu genç müderris de
telkinlerini kâfi gördü veya körlüğümüze kani oldu ki, nedense artık sustu. Şu Türkçe atalar sözünü
şimdi bile ona hatırlatabiliriz: Yaranı yabana sardırma. Ve mutlak nasihat vermek ve telkin yapmak
isterse Suriye'deki zavallı Arap yavruları bunlara bizden çok muhtaçtır. Bunları onlara duyurmak ve
onları yükseltmek ne kadar büyük bir insanlıktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 65
Yine o sıralarda idi İzmir'de yeni bir mecmua çıkmaya başlamıştı. Bu mevkutenin baş sayfasını
dolduran bir lise müdürü, bizi yani bugünün: gençliğini mefkûresizlikle itham ediyordu. Hayret
ediyorduk, bu samimi ve ateşli insanlar neden bu kadar geç kalmışlar? Yangından sonra gelen itfaiye
gibi gösterişe dalmışlardı. Bu kadar mefkûreci ve bu kadar ateşli bir nesil nasıl olmuş da Abdülhamit’in
istibdadı ile zehirlenmiş bir vatan havasını teneffüse razı olmuş ve nasıl olmuş da on yıl içinde büyük
bir Türk imparatorluğunun yıkılmasına göz yummuştu? Genç yaşlarında kendilerinde mevcut olmayan
şeyi bizde de yok zannediyorlardı.
Yine o yıllar içinde idi. Senelerden beri insaniyet aşkı ile tutuşan ihtiyar bir doktorumuz, "Harp ve
sözde iyilikleri" adlı bir kitap neşretmişti. Bilmeyerek bize en büyük fenalığı yapıyor, samimiyetine
kurban oluyor, bizi yeryüzünde tutan en büyük mesnedimizden yani harptan soğutmaya ve savaş
kabiliyetimizi düşürmeğe uğraşıyordu. Evet, bize böyle kitaplar da lazımdı. Biz böyle kitapları da
okumalıyız. Fakat ancak İngiliz imparatorluğu yıkılmalı, üzerinden iki yüzyıl geçmeli; yeni bir
emperyalist doğmazsa o vakit okumalı ve bu çeşit kitaplardaki tatlı seraplara ve pembe renkli
hülyalara dalmalıyız. Bakınız ne zavallı gençlerdik. Kafamızda bir şey mevcut olmadığına inananlar
bulunduğu gibi, böyle abur cubur doldurmak isteyenler de çıkıyordu.
Nihayet, bizi çok düşünen bir edibimiz vardır. Rahmeti yazdığı için, biz ona rahmet okuruz. Fakat o bizi
hiç sevmez. Büyük harp senelerinde tam bir fizyolojik sefalet içinde süpürge tohumu yiyen ve kuru
bakla ile beslenen bizim neslimize düşmandır. Kısa boyuna rağmen, başı yüksek dağlar gibi dumanlı ve
rüzgârlıdır. Aklına estikçe bize çatar, Onunla da kalmaz Türk tarihinin "ziyneti" olan İstanbul'a
küfreder. Hatta o kadar büyük ve şehadetnamesiz bir ruh hastalıkları mütehassısıdır ki, dejenere bir
nesil olduğumuza bile çoktan hükmetmiştir. Bereket versin ki biz onun bunları ciddi olarak
söyleyeceğine inanmaz ve gülümseriz ve biliriz ki herkes ihtisası haricine çıkınca sudan çıkmış balıklara
benzer. Çırpınır, çırpınır ölür, yalnız hatırlatmak isteriz ki gazete sütunlarındaki makalelerle halka
telkin yapılsa da gençliğe mürşitlik olmaz.
Beş yıldan beri, bu belli başlıları ve bunlardan sonra birçokları, gençlikten ümidi kesilmiş görünen
insanlar acaba haklı mıdırlar? Bunu zaman ispat edecek ve bilhassa sağ kalmalarını dileriz,
ihtiyarlıklarında çok şey göreceklerdir. Her şeyi bir tarafa bırakarak onlara yalnız şu kadar söylemek
isteriz ki: gençliği kafasızlık ve mefkûresizlikle itham etmelerinin bir zararı olmuş ve bazı gençler daha
çocukken bazı şeyler duymak, öğrenmek ve gaye edinmek hevesine kapılmışlar, ayaklarına ve
kulaklarının dibine kadar gelen propagandaları bir şey sanmışlardır. Bir fikre kulluğun ve
mefkûreciliğin herkes tarafından tavsiye edilen bir yeni moda olduğunu gören bazı gençler, daha
mektep sıralarında iken kızıl seraplı rüyalara dalmışlardı; zamanı ve sırası gelince bu yeni modanın
tarihçesine de bir kuş bakışı ile göz gezdireceğiz. Bugün yalnız şu kadar söyleyelim ki, Türkün hakiki
ihtiyaçlarını görmüş ve bu ihtiyaçların tedavisi için tam bir iman, tam bir kültür ve tam bir teknik ile
çalışmaya and içmiş ve umumi harpte yetişmiş bir nesil vardır. Bu nesil icap ettiği zaman, bu uğurda
kanını dökmekten de çekinmeyecektir. Kafamızda ve kalbimizde bir şey olmadığını ve olamayacağını
zannedenler müsterih olsunlar. Henüz Namık Kemal unutulmamış ve Gök Alpın kemikleri
çürümemiştir.
Atsız Mecmua, 15 Haziran 1931, Sayı: 2
www.atsizcilar.com Sayfa 66
MİLLİ MEFKÛRE
Milletleri yükselten şey milli mefkûrelerdir. Milli mefkûresi olmayan millet gerilemeye, hiç değilse
yerinde saymaya mahkûmdur. Milli mefkûresi olmayan milletler medeniyet sahasında yükselmiş
olsalar da başka milletlerin gölgesi olmaktan kurtulamazlar. Milli mefkûre her zaman milletin
büyükleri tarafından prensip haline getirilmiş olmaz. Mefkûrenin mefkûre olarak millete hız vermesi
için o millet fertlerinin beyninde ve gönlünde yaşaması kâfidir. Eski Roma cihana hükmetmek
sevdasında idi. Çünkü her Romalının kalbinde kendi milletinin üstünlüğü ve başka milletlere
hükmetmek arzusu bir aşk halinde idi. Araplar İslamiyet mefkûresiyle heyecanlanmasaydılar İran'ı bir
hamlede yıkıp Bizans’ı sarsan büyük imparatorluğu rüyalarında bile kuramazlardı. Çingiz ve Temür
istilalarını sade zamanın uygunluğuna ve bu iki büyük adamın dehasına hamletmek biraz güçtür.
Osmanlı İmparatorluğu da kısmen aynı sebeplerle yükselmişti.
Tarihin bize gösterdiği misallerden alacağımız bir ders vardır: milli mefkûreler taarruzidir.
Yakın tarihe ve bugüne bakarsak taarruzi mefkûrelerin birçok örneklerini görürüz. Eğer karşısındaki
millet Türk Milleti olmasaydı şu küçük Yunanistan bile büyük Yunanistan olacaktı.
"Hayat için savaş" kaidesince yeryüzünde her soyun arzusu kendi cinsini dünyaya yaymaktır. Buna hiç
bir soyun muvaffak olamaması aynı arzuda olan başka soyların mukavemetine maruz kalmasıdır.
Yeryüzünün insan soyları olan milletler de aynı arzu ile asırlardır çarpışıyorlar. Ve dünyada
durmaksızın meddücezirler oluyor.
Medeniyet ilerledikçe insani fikirlerin de galebe edeceği, milletlerin kardeş olacağı bir gün geleceği
hakkındaki fikirlerin hepsi birer rüyadır. Bunlar ya saf insanların fikirleridir yahut da karşılarındakileri
aldatmak isteyen hilekârların sözleridir. Bütün insanların kardeş olması, ihtirasın, kavganın kalkması
tabiata muhaliftir, insanlık ve kardeşlik propagandası medeniyette ilerlemiş milletlerin, er
meydanında silahla yenemedikleri geri milletlere karşı tatbik ettikleri yeni bir tabiye usulüdür. Bize
İsa’nın insanlık düsturlarını propaganda eden İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan papazlarının milletleri
bir yandan silahları bırakma konferansları açarken bir yandan topu, tüfeği, gazı, mikrobuyla
silahlanıyorlar. Mütareke yıllarında, insaniyet namına, Türkiye'nin bazı kültürsüz ve vahşi
ekalliyetlerine istiklal vermek isteyen İngiltere, kendi menfaati namına; istiklal isteyen medeni
İrlandalıları imha etmekten çekinmiyordu. Suriye'yi Türk zulmünden (? ;) kurtaran Fransızlar daha pek
yakın bir zamanda Şam'ı tayyarelerle tahrip ettiler.
Mefkûreler taarruzidir. Tedafüi mefkûreye mefkûre değil, miskinlik derler. Bir milletin terakki etmek
istemesi gayet tabii ve çok basit bir şeydir. Bu mefkûre olamaz Mefkûre; asırlara bakan, içinde
doğduğu milleti ruhlandıran ve onları tek kalp haline getiren, biraz da müphem ve esrarlı bir şeydir.
Yirminci asırda her millet çoğalmağa mecburdur. Üç beş hatta sekiz on milyonluk milletlere millet
denemez. Tarihin her devresinde birinci derecede rol oynamış olan Türk milleti bir İsveç veya bir
Hollanda olmayı milli mefkûre olarak düşünemez. Yirminci asırda her milletin buharlı veya elektrikli
demir yolları, büyük sanayi fabrikaları, tayyareleri, geniş maarifi, kuvvetli ordu ve donanmaları olmak
mecburidir. Bu asırda her ferdini okutamayan, âlimler yetiştiremeyen milletler millet değildir; bunlar
www.atsizcilar.com Sayfa 67
olsa olsa birer insan topluluğu olur. Kuvvetli bir ordusu olmayan millete hiç bir şey denemez. Ordusu
olmayan bir milletin hiç bir şeyi yok demektir.
Fakat geniş maarif, büyük sanayi ve kuvvetli ordu. Bunlar bir mefkûre midir? Bunlar milli mefkûrenin
aletleridir. Milli mefkûreye bunlar sayesinde varılır.
Biz şimdiye kadar daima mefkûreden bahsettik. Lakin Türk gençliğine: senin mefkûren budur; diye bir
şey söylemedik. Hâlbuki gençlik çağı, insanların mefkûreye en susamış olduğu zamandır. Bazı
gençlerimizi tanassura, komünizme ve şuna buna sevkeden saik bir mefkûreye sarılmak ihtiyacıdır.
Eski Türkler: kanun kötü de olsa kanunsuzluktan iyidir derlerdi. Bugünkü gençlerimiz de mefkûre kötü
de olsa mefkûresizlikten iyidir deyip benliğimize zarar veren prensiplere mefkûre diye yapışıyorlar.
Biz Türk gençliğine geniş ve büyük mefkûresini gösterdiğimiz zaman artık yabancı propagandaların
tesiri kalmayacaktır. Mefkûreci bir gençliğe ahlaksızlık sahneleri, mütereddi edebiyat pek de o kadar
tesir etmez. O zaman bunlar da ister istemez Türk gençliğinin istediği gibi olmaya mecbur kalacaktır.
Hayat bir ileriye doğru atılıştır. Atılamayan, yerinde sayan geriliyor demektir. Ve gerileyenler ise
ölüme mahkûmdur. Tabiatın kanunlarına uymayan yalancı prensipler nasıl olsa sukut edecektir.
Bunları mefkûre diye gençliğe yutturmak çıkmaz bir yoldur.
Gençlik kanlı canlı, çok yüksek bir mefkûre ister. Gençlik kahramanlık göstermeye çok isteklidir. Onun
bu isteğini Türk Irkının istikbali için en doğru olabilecek yola sevketmek lazımdır. Bu sağlam ırkın
istikbali açıktır. Ona yalnız hedefini göstermek ve marş marş kumandasını vermek kâfidir.
Atsız Mecmua, 15 Haziran (1932)
BİZE BİR ‘‘GENÇLİK’’ LAZIMDIR
"Bir milletin ikbali gençliğinin terbiyesine mevdudur". Layibniç bu sözünde çok haklıdır. Bugünün
çocukları, bugünün gençleri, yarının kumandanları, idarecileri, kanun yapıcılarıdır. Bugün mazbut bir
ahlak; ilmi bir şuurla yetişen genç, yarın cemiyeti için fena bir uzuv olamaz. Genci, gençliği yetiştirmek
bir memleket meselesidir.
Yeni Türk cemiyetinde gencin, gençliğin vazifesi nedir? Ona verilen cephe, gösterilen yollar
hangileridir?
Cumhuriyet memleketinde her şey değişmiştir. Hadiseler, daha birçok şeylerin değişmesini
emretmektedir. Bu hummalı istihale devrinde Türk gencinin vazifesi nedir? Onun kuvvet ve zekâsı bu
değişiklikler karşısında kayıtsız mı kalacaktır?
Mazinin karanlık günlerini hatırlatmak istiyoruz. Çok uzağa gitmeyeceğiz, hepimiz hatırlarız:
Büyük harpten çok yorgun ve bitik bir halde çıkan Türkiye Mondros mütarekesiyle kanlı ve şerefli bir
maziyi karanlık ve zelil bir devre bağladı, Türkün bükülmez kollarına kahpece zincirler vuruldu.
www.atsizcilar.com Sayfa 68
İstanbul'un mahut ve menfur bir zümresi, başta Sultan olmak üzere bu masum ve yorgun millet için
en hatıra gelmez hainlikler hazırladılar. İstanbul, Adana, Edirne ve İzmir gibi Türkün en can alıcı
mafsalları tüyler ürpertecek birer vahşetle alındı.
Evvela Erzurum da, sonra Sivas ta Mustafa Kemal Paşa etrafında toplanan "Türk" savaş tarihlerinin
göstermediği bir yararlıkla vurulan zincirleri kırdı; kendi varlığını dünyaya tanıttı. Sultanı ve adamlarını
kovarak memlekette cumhuriyet ilan etti. Çok az bir zamanda içtimai ve siyasi yenilikler yaparak
mazinin köhne ve sakat müesseselerini yıktı. Fakat:
İnkılâp tamam değildir.
İnkılâbın en mühim eksikliği yeni binaya yaraşan; müşterek düşünür, müşterek amel ve aksülamellere
malik bir gençlik yokluğudur.
Yeni binanın adı "Cumhuriyettir". Temelinde kan ve iman vardır. Biz bu binanın yıkılmayacağına
inanmışız. Bizim gözümüzün önünde yapılan bu binanın bazı ustalarında beceriksizlik, kayıtsızlık,
yorgunluk vardır. Genç kuvvetlerin yardımına muhtaçtırlar. Ustalar, dülgerler çalışmaktadırlar, fakat
bunların mesaisinde ihtisas ve iş bölümü yoktur.
Milletimizin yeni doğuşuyla muasırız. Bütün müesseselerimize bakınız bir yenilik, bir acemilik
göreceksiniz. Bazıları bu beceriksizliği, bu acemiliği kötü niyetimize, bazıları şarklılığımıza
atfetmektedirler. Siyasetimizde, idaremizde, iktisadımızda acemilik vardır.
Bu pek tabiidir. Ahdi atika göre Allah dünyayı yedi günde yaratmıştır. İşte biz Yeni Türkiye'nin daha ilk
günündeyiz. Fakat dikkat edelim. Nuh’un tufanları, Firavunun zulüm ve istibdadı bizim içindir. Her
attığımız adım metin olmalı ve bir daha geri dönmemeliyiz. Garbın teşekkül ve tekemmül etmiş
cemiyetlerine benzer hiç bir yerimiz yoktur. Garp cemiyetlerindeki ahenk ve inzibattan mahrumuz.
İhtisas, işbölümü, kıymet ve ehliyet mefhumları daha bize ulaşmamıştır. Yeni Türkiye'nin inkişaf ve
neşvüneması güçtür. Garp milletlerinde olduğu gibi bizde müşterek hisler kuvvetli değildir. Buna
mukabil müfrit bir "Bencillik" vardır. Halkın idraki sathan genişlemiş fakat derinlik itibarıyla azalmıştır.
Dünün karanlık hükümlerinden kurtulan milli duygularda şuur yoktur. Sevki tabiiye müstenittir.
Bugünün adamlarına düşen vazife, temeli kan ve iman örülü yeni binada oturacak insanları buraya
layık bir şekilde yetiştirmektir. Burada oturacak insanların bu binanın en ücra köşesine varıncaya
kadar hürmetkâr olmaları lazımdır.
Büyük devlet adamları, şöhretli âlimler gençlikle meşgul olmuşlar, onu yetiştirmeye çalışmışlardır.
Atina'da Solon, İsparta'da Likörg Yunan sitelerine genç yetiştiriyorlardı, Fransa'da Ansiklopedistler,
Almanya'da Fihte Fransız ve Alman medeniyetlerinin sağlam temellerini gençlerle beraber
örmüşlerdir.
Bize lazım olan gençlik bir fırka ve bir zümre gençliği değildir. Biz fırka ve şahsiyetlerin ebediyetine
kani değiliz. Her şeyden üstün, her şeyden önce bir Türkiye vardır. Biz Türk gençliği istiyoruz!...
www.atsizcilar.com Sayfa 69
Teşkilatı esasiye kanunumuz mükemmeldir. İdare şeklimiz en asri esaslar üzerine kurulmuştur. Fakat
biz bütün bunlara müstahak olabilmek için Ansiklopedistler devrini hiç olmazsa bugün yaşamaklığımız
lazımdır.
Dünyanın her tarafında gençlik bir şahsiyet sahibidir. Bu, nişan, rütbe değildir. Bir kül halinde
gençliğin müteradifidir. Kanunlarla, emirle bahşolunmaz. Demokrasi en müşkül idare sistemidir.
Demokrat idarelerde vatandaşlardan ruhi istikrar, ahlaki ciddiyet istenir. Ruhi istikrar, ahlaki ciddiyet
olmayan demokrasiler monarşilerden daha vahim neticeler tevlit edebilirler.
Türk genci inkılâbı benimsememiştir.
Mugalâtaya lüzum yoktur. Biz hadise ve vakıalara eserleriyle kıymet ve mana veririz. Mersinde
mütevazı ve bin türlü mahrumiyetler içinde görünmeye çalışan bir ışık, münevver Türk gencinin
Anadolu'ya karşı lakaydisinden bahsediyordu. Çok yazık ki bu ışık feryatlarına bir cevap gelmeden
söndü.
İtiraf etmeliyiz… Vazifemizi yapamıyoruz. El çırpmakla, yaşa demekle inkılâba karşı borcumuzu
ödemiş sayılamayız.
Hangi adsız Türk genci şehirden köye bir damla nur ulaştırmıştır?
Efendimiz olduğunu kanunlarımızla ilan ettiğimiz köylüye her başımız sıkıldıkça koşarız. O, ananevi bir
tevekkülle bize her şeyini verir. Biz ona ne veriyoruz…
Demokratik müesseselerde muallim, avukat, doktor, sanatkâr ve gazeteci gibi münevverler milli
gayelerin tahakkuku için hükümet kadar faaldirler.
Her şeyi hükümetten beklemek doğru değildir. Biz, bu memleketin sırtında münevveriz diye
geçinenler fazileti, şuuru anlayabildiğimiz kadar etrafımızdakilere anlatmak ve onları tenvir etmek
mecburiyetindeyiz.
Umumi harpten sonra bütün dünya cemiyetleri şümullü ve afakî bir surette gençliği
hazırlamaktadırlar. Bu hareketlerde hükümetin müzaheret ve alakasına ihtiyaç yoktur denemez.
Fakat birçok memleketlerde bu heyecan, bu teşekkül halkın içinden doğmuştur. Almanya'da 1923
senesinde bir yüzbaşı etrafında toplanan yedi genç 1931 senesi nihayetinde 600.000 faal sivil asker,
on iki milyon taraftar kazanmıştır. Finlandiya da, Polonya da ve bilhassa Çekoslovakya da böyledir.
İtalya da ise devlet bizzat eski Yunan sitelerinde olduğu gibi gençliği kendi sevk ve idaresine almıştır.
Biz her işe şarkılara ait bir heyecanla başlarız. Halk evleri güzel ve heyecanlı bir harekettir. Temenni
ederiz ki bu güzel ve heyecanlı hareket şuurlu neticeler vererek, merhum Türk ocaklarının son
zamanlarında olduğu gibi faaliyeti yalnız Cumhuriyet bayramlarında verilen balolara inhisar etmesin.
Memleketin en mütekâmil gençlik muhiti olan Darülfünun da talebe cemiyetleri, birlikleri vardır. Bu
efendilerin gayesi müderrislerine danslı çay, arkadaşlarına gezintiler tertip etmektir. Evet, bunlar da
gencin hakkıdır. Fakat yapılacak vazifeler?
www.atsizcilar.com Sayfa 70
Bize Turkuvaz salonlarında hocalarına kasidekar nutuklar söyleyen genç lazım değildir. Köye inen, fışkı
ve toprak kokularına alışkın nasırlı köylü eli sıkacak, onu bıkmadan dinleyecek genç lazımdır.
Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur.
Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lazımdır.
Bize bir gençlik lazımdır. Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın.
ATSIZ Mecmua, 15 Nisan 1932, Sayı 12
TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİ
Dünya bir devler ve kahramanlar ülkesi olmağa doğru gidiyor. Bir yandan çok nüfuslu, akraba
milletleri de kendi topluluğu içine alan devletler kurulurken bir yandan da kendi milletlerinin şan ve
şerefi uğrunda hayatlarını hiçe sayan, bile bile yüzde yüz ölüme atılan kahramanların çoğaldığını
görüyoruz. Artık ferdi hürriyet içinde biraz gayri ahlaki ve oldukça gevşek bir hayat yaşayan fertlerden
mürekkep millet örneğine dünyada yer kalmıyor. Yüksek ahlaklı, dövüşçü, disiplinli ve fedakâr
milletlerin devri başlıyor. Milletler de insanlar gibi bazen tembel, bazen verimli zamanlar
geçirebilirler. Fakat fertlerin hayatında olduğu gibi milletlerin hayatında da en doğru hareket tarzı,
çalışarak, dövüşerek, fedakârlık yaparak bir ülkü ardında koşarak geçirilen hayattır.
Biyoloji bakımından hayat, bir savaştır. Tarih de, hayatın milletler arasındaki çarpışmadan ibaret
olduğunu ve medeniyetin ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu kati olarak ispat ediyor. O halde
yaşamak isteyen millet dövüşmeyi göze alacak demektir. Bizim milletimiz dövüşçülük bakımından
talihin iyiliğine uğramış bir millettir. 25 asırlık tarihi hayatımızın başlangıcından bugüne kadar
tarihimiz iki büyük savaşla geçmektedir: Biri milletlere karşı savaş, biri de tabiata karşı savaş. En eski
zamanlardan beri nüfusunun azlığına rağmen Türk milleti hem kalabalık milletleri yenmiş; hem de
çorak, kurak yerlerde, tabii afetlere karşı da çarpışarak bugüne kadar varlığını korumuştur.
Fakat bugün, artık durum değişiyor. Bugün. "teknik" denilen yeni bir amil de milletler arasındaki
savaşta rol almağa başlamıştır. O halde tekniği geri ve nüfusu az olan milletler ne yapacaklardır?
Kalabalık ve ileri teknikli milletlere karşı hangi kuvvetle dövüşeceklerdir? Cevap basittir; ahlaki ve
manevi kuvvetlerle...
Manevi ve ahlaki değerleri üstün olan milletler sayı ve teknik bakımından olan geriliklerini örtebilirler.
İnanmış kahramanlardan mürekkep bir milleti yenmeye imkân olmadığını eski ve yeni örnekler ile
hepimiz biliyoruz.
Biz Türkler bugün 60 milyonluk bir millet olduğumuz halde henüz birleşmiş değiliz. Türk birliği
meydana gelinceye kadar da ancak müstakil Türkleri ile iş görmeye, hesaplarımızı bu kadroya göre
yapmaya mecburuz. 18 milyon nüfuslu Türkiye, bütün nüfusu Türk olsa bile, az nüfuslu
milletlerdendir.
www.atsizcilar.com Sayfa 71
Teknik bakımından da geride olduğumuz malumdur. Demek ki milletler arasındaki savaşta ancak
üçüncü silahımızın, yani manevi ve ahlaki tarafımızın olgunluğuna güvenebiliriz. Böyle yüksek bir genç
nesil yetiştirmek için acaba ne yapıyoruz?
Türk gençliği acaba yeni harikalar yaratabilecek bir kabiliyetle mi yetişiyor? Bunlara düşünmeden
cevap verebilecek durumda değiliz. Türk gençliği bugün yeniden bir Sakarya ve hatta yeniden bir
Çanakkale yaratabilir. Fakat bu son yılların icapları öyle kahramanlıklar ve kabiliyetler istiyor ki
Sakarya ve Çanakkale mucizelerini yapan nesilden daha üstün bir nesle malik olmadıkça bu işleri
başarmağa imkân yoktur.
Kahramanlık terbiyesi beşikten başlayıp yüksek tahsilin sonuna kadar devam etmelidir. Evlerimizde,
savaşlarda şehit düşmüş babaların ve dedelerin hikâyeleri belki bir dereceye kadar bu terbiyeyi
verebilir. Bu kâfi olmamakla beraber şimdilik buna yetişir diyelim. Fakat ilkokulda, ortaokulda, lisede
ne yapılıyor. Kahraman yetiştirmek için bir kımıldama var mıdır? Buna hayır diye cevap vereceğiz.
Kahramanlar, ancak kahramanlığa inanmış öğretmenlerin telkini ile yetişir. İlkokul öğretmenlerinin
yüzde kaçı kahramanlığa inanmıştır? Ben, "çocuklara. harb aleyhtarlığı aşılıyorum" diye öğünen
ilkokul öğretmenleri biliyorum. Bundan başka biz öyle sistemler kuruyoruz ki çocuk ister istemez
orada kahramandan başka her şey olmaya mahkûmdur.
İlkokullarda çocuklara dans öğretiliyor. Ben kendim balet oynanan ilkokul temsillerinde bizzat
bulundum. Çocuklarımız aktörlük de öğreniyor. Fakat hiç bir ilkokulda çocuklara güreş öğretildiğini
görmedim. İnsaflı düşünelim: Bir Türk çocuğuna güreş mi yakışır, yoksa aktörlük mü? Bize askerlik
terbiyesi mi gerek, yoksa Güzel Sanatların Tiyatroculuk şubesi mi? Birinciyi bırakıp ikinciye ehemmiyet
vermek aç insana süslü elbise giydirmekten farksızdır.
İlkokullar da çocuklara hiçbir şey öğretilmiyor. Bizim zamanımızda tarih dersi ikinci sınıf ta başlardı.
Biz ilk Osmanlı kahramanlarını, Sırpsındığı'nı, Kosova’yı, Niğebolu'yu, Varna'yı, Mohaç'ı ikinci sınıf ta
öğrenirdik. Bize bu savaşları anlatan fedakâr öğretmenlerimiz bizde milli şuuru kamçılardı. Şimdi
ilkokulların ilk üç yılında havaiyattan, şarkı söylemekten başka bir şey öğretilmiyor. Talebe gevşek
alıştırılıyor. İstikbali temin edilmemiş ilkokul öğretmeni de cemiyete karşı kırgın olduğu için fazla
gayret göstermiyor. İlk mektepte çocuğu doğru yola getirecek bir müeyyide yoktur. Dayak gayri insani
(!) olduğu için kaldırılmıştır. Okuldan kovmak da yok. Bu yüzden ilkokulların bazıları haşarat yuvası
haline geliyor ve bizim asri pedagojimiz (!) bunu normal buluyor.
Biz ilkokulda çocuklarımız yorulmasınlar, hiç bir güçlüğe uğramasınlar prensibi ile yürüdükçe, ilk tahsil
bitirilecektir diye ahlaksızları okuldan kovmadıkça, icabettiği zaman dayak da dâhil olmak üzere ceza
müeyyidesini koymadıkça ilkokullarımızda kahramanlık tohumları atılamaz. Çünkü kolay şartlar
altında, kendini zora sokmadan büyüyen çocuklarda en güç iş olan kahramanlığa karşı istidat kalmaz.
Ortaokullarla liselere gelince; burada yüklü programlardan başka hiç bir şey yoktur. Talebeye milliyet
aşkı ve kahramanlık duygusu verecek olan Türkçe, edebiyat, tarih, yurt bilgisi, coğrafya derslerinin
kitaplarına bakmak kâfidir. Bu kültür derslerinden asıl maksat talebeye milliyetini sevdirmek iken
bizim okullarımızda bunlar birer angaryadan başka birşey değildir. Mesela dokuzuncu sınıflarda
okutulan 400 sahifelik tarih kitabında Türklere ait kısmın ancak 30 sahife tutması da dersin ne kadar
manasız olduğunu göstermeğe kâfidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 72
Ortaokulların okuma kitaplarında ise insanı çileden çıkaracak bir kayıtsızlık ve milli kültüre yabancılık
göze çarpar. İçindeki parçaların çoğu manasız şeylerdir. Başka dillerden tercüme olunmuş çoğu saçma
hikâyeler, insanı, şiirden tiksindirecek kadar bayağı manzumeler yanında Türk çocuğuna milli kin; milli
ruh aşılayacak hiç bir parça yoktur. Mehmet Emin'in, Ziya Gökalp'ın o pek terbiyevi ve milli ruhlu
manzumelerine yer verilmemiştir. Yahya Kemal'in "Akıncılar"ı dururken sanki kasten yapılmış gibi
"Açık Deniz" manzumesi alınmıştır. Sekizinci sınıf talebesinin bu manzumeyi anlayamayacağı hiç
düşünülmemiştir. Hececilerin vatani şiirlerinden hiç biri alınmamıştır. Buna mukabil neler alınmıştır
bilir misiniz? Ben söylemekten utanıyorum. İsterseniz siz o kitapları alıp bir bakın da hükmünüzü
verin...
Genç nesli kahraman yetiştirmek için ona iyi öğretmen ve iyi kitap vermek lazımdır. İyi öğretmen
kolay bulunamaz ama iyi kitap yazmak daima kabildir. Bunun için de kitap müsabakası açarak
birinciden beşinciye kadar binlerce lira mükâfat vermeye lüzum yoktur. Bu iş menfaat beklemeyen bir
öğretmene havale olunursa bir yılda en mükemmel kitap elde edilmiş olur ve talebeler ister istemez
kitabın tesirinde kalacakları için de kahramanlık tohumu kısmen atılmış olur.
Eğer Türkiye'de para menfaati beklemeden kitap yazacak öğretmenler yoksa okulları kapatıp
öğretmenliği kaldırmalıyız. Çünkü bu kadar maddileşmiş bir öğretmen ordusu ile cehalet ve
ülküsüzlük gibi sarp düşmanları yenmeye imkân yoktur. Önce maddi düşünceyi kaldırarak işe
başlamalı ve kitap yazmayı bezirgânlık halinden çıkarmalıyız. Yıllarca gençliğe sunduğumuz
kitaplardan nasıl bir nesil hâsıl olduğu gün gibi meydandadır. Siz "Deli Petro sultan Mustafa’nın
oğludur" diyen bir onuncu sınıf talebesi gördünüz mü? "Avusturya da yapılan Mohaç muharebesi ne
İngiliz donanmasının iştirak ettiğini" söyleyen bir son sınıf talebesine ne dersiniz? Biz dokuzuncu sınıf
talebesi "Avrupa da üç millet vardır. Biri Amerikalılardır." derse inanır mısınız? Bütün bunlar gevşeklik,
fena kitapların, cezasız mektep hayatının sonuçlandır.
Bence Türk gençliğini kahraman yetiştirmek için maarifte. Bazı değişiklikler yapmak lazımdır. Fikrimce
bunların ana çizgileri şunlardır:
1 ‐ İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil müstesna olmak üzere bütün okullardan muhtelif tedrisatı
kaldırmalıyız. Küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını
kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkaktır.
2‐ İlkokulların programları bizim talebelik zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı, ikinci sınıf ta
başlayarak her yıl biraz daha mufassal olmak üzere Türk tarihi ve grameri gösterilmelidir.
3‐ İlkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılarak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine
alınmalı ve hayatta disiplin denilen bir şeyin var olduğunu daha pek küçükken idrak etmelidir.
4‐ Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya şahsen fenalığa
istidatı olan çocuklar yaptıkları hareketlerin mukabelesiz kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da
bozulmasının önüne geçilmelidir.
5‐ İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve bir kişi kazanmak için
40 kişinin önünden fena örnek bulunmasının önüne geçilmelidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 73
6‐ Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler, kahramanlar, Türkçülük, fedakârlık aşılayacak şekilde
olmalıdır.
7 _ Kadın öğretmenler erkek talebeye ders vermemelidir. Bütün öğretmenler sade kılıkları ile
talebeye örnek olmalıdır. Boyalı veya bob‐stil hocalar derhal meslekten uzaklaştırılmalıdır.
8‐ Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve ameli olarak çoğaltılmalı ve ciddi tutulmalıdır. Talebe askeri
kan unlara ve cezalara tabi olmalı ve mektep üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir. Ortaokula
girerken kendisinden ortaokul usullerine tabi olacağına dair imza alınarak söz ve mesuliyetin ne
demek olduğu kendisine anlatılmalı ve nizamata aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.
9‐ Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası, yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç sınıfına biraz daha
genişletilmek üzere gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne kadar iyi öğrenildiği malumdur.
10‐ Ortaokulda milli sporlar başlamalı, kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlarla, yüzücülük, kürekçilik
vesaire gibi savaşa yardımcı sporlar birinci mevkii tutmalıdır.
11‐ Askerlik dersleri ile sporlar en mühim dersler haline gelip her birinden ayrı not verme usulü
konulmalı, gösteriş izciliği, caka resmi geçitleri kaldırılarak yerine hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.
12‐ Ortaokullarda hiç bir faydası görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para harcamaktan başka bir
şeye yaramayan ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak bunun yerine askerlik ve spor dersleri
konulmalıdır.
13‐ Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafta istidatı olan pek çok
değerli talebemizin parlak istidatlarının körleşmesinin önüne geçilmelidir.
14‐ Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa liselerde devam ederek talebenin kendi dilini ve
memleketin kanunlarını kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl liselerde okutulan gramer
derslerinden benim aldığım iyi netice gramerin muhakkak liselerde de okutulması lüzumunu bana
ispat etti. Böylelikle ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe liseyi bitirirken kendi diline tamamen
hâkim olacak ve artık memlekette "Kuyu sokak, Nur apartman" diyecek edebiyat öğretmenleri ve dil
mütehassısları kalmayacaktır.
15‐ Askerlik ve spor liselerde daha sıkı olarak devam etmeli ve talebeler silahla toplu bir halde talime,
hakiki süngü ve kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli yara
olanlar bulunsun... Bu yaralar sinemaların, baloların yaptığı tahribat kadar zararlı değil; talebeyi
tehlikeleri azımsamaya alıştırmak bakımından faydalıdır.
16‐ Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki ve zaaflar da ceza görmeli ve bu talebeler başka hiç bir okula
alınmamalıdır.
17‐ Talebenin başına daima otoriter, seciyeli ve Türk öğretmenler getirilmelidir. Bizim talebemiz,
hatta kız talebemiz, gayri Türk öğretmenlere tahammül edememektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 74
18‐ Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta liselerin müdürleri yüksek rütbeli subaylardan olmalıdır.
19‐ Okullar birbiri ile futbol gibi manasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askeri ve milli
müsabakalar yapmalıdır. Türk kılıcı; okçuluk gibi milli sporlarımız ihya olunarak liselere sokulmalıdır.
Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşması ile; iki okulu temsil eden 200
gencin başlarında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu halde, hakiki kılıçlar veya süngülerle
çarpışmaları arasındaki farkı düşünün.
20‐ Bütün okul kitapları mütehassıs ve fedakâr öğretmenlere, milli ve askeri ruh göz önüne alınmak
şartı ile yeniden yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi ile kanarak maddi kazanç beklememelidir.
21‐ Liselerin fen kollarında laboratuvar çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için yaratıcılık kabiliyeti
daha bu sıralarda inkişaf ettirilmelidir.
22‐ Askerlik ve spor derslerinde liyakat gösterenler için eski ananelerimizde olduğu gibi alplık ve
batırlık unvanları, bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve danışmalık unvanları ihdas olunarak
hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli, sıkı mücazat olduğu gibi büyük mükâfatlar da bulun
malıdır.
Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli gençlerden ve
kahramanlardan ümidimizi kesmeliyiz.
(21 Mart 1942), Çınaraltı, (1942), Sayı: 35
www.atsizcilar.com Sayfa 75
BÖLÜM 3: MİLLİ DEĞERLER
MİLLİ BENLİK
Yirminci asır medeniyeti ve Avrupa milletleri ile temasa gelen insanların birçoğunda milli benlik
hissinin sarsıldığını görüyoruz. Şüphesiz yüksek, duygulu olan her medeni insan Avrupa ve
Amerika’nın yüksek ilmini ve ince tekniğini görünce onlara karşı takdir ve hürmetle karışık bir
hayranlık duyar. Fakat birçokları bu kadarlarla da kalmayarak onların dini, siyasi, içtimai ve iktisadi
ahlaklarına ve bütün insanlık asaletlerine de hayran kalarak kendi milletimizi ve kendi milli benliğimizi
hiçe saymaya başlıyorlar. Bunların içinde derin bir göğüs geçirerek "onlar nerde, biz nerde?" diyenler
bulunduğu gibi, kendinden geçerek ve her şeyi unutarak Avrupa ve Amerikalılara tapınanlar ve birkaç
yıl yabancı memleketlerde kaldıktan sonra, bir vazife almak üzere vatana döndükleri zaman derin bir
inkisara düşenler ve hatta ağlayanlar da vardır.
Bu ileri medeniyetlerin ihtişamı ile gözleri kamaşan ve milli benliklerini kaybeden insanlara acımamak
elimizde değildir. Fakat onlara yalnız acımak da kâfi değildir.
Eğer, Türk milleti Garptaki milletlerden sefil, perişan, yoksul ve geri ise bu kabahat ne onda ve ne de
bizdedir. Ancak geçmiş zamanlarda bu milleti zincirleyen ve süründüren harici ve dâhili siyasetlerde,
fenalıklarda ve nihayet muahedelerde ve münevverlerdedir.
Eğer bugün Avrupa ve Amerikalılara şuursuz bir budala aşkı ile bağlanmıyor da onların insanlığına
hayran yaşıyorsak, bu zavallılığına ve geriliğine hükmettiğimiz Türk milletini de o seviyeye çıkarmak
en büyük insanlıktır.
İyiliklere ve güzelliklere hayran kalarak, zavallıları ve mustaripleri unutan ve hiçe sayanlar, ancak cılız
enerjili ve kısır ruhlu insanlardır. İnsanlığımızda kuvvetli, soy ve cins isek, milli benliğimizi
kaybetmeden; acizlere ve miskinlere yakışan hüsranlara ve inkisarlara düşmeden, bu yüksek
gördüğümüz milletlere ve memleketlere doğru hamle yapmak mecburiyetindeyiz.
Hâlbuki milli gayretlerimiz bu kadar sade ve basit bir acıma hissine ve bir misyoner sevgisine muhtaç
kalacak kadar da düşkün değildir. Davamızda hakikat, kuvvet ve asalet vardır.
Türk milleti, Avrupa ve Amerika da bulunmayan birçok cevherlerin, faziletlerin ve asaletlerin
kaynağıdır. Nitekim bugünkü hayati kudret ve kabiliyetimiz de Avrupa ve Amerikan kafalarının ve
zihniyetlerinin ümidi hilafınadır. Onlar bize yıllardan beri öldü ölecek, gömüldü ve gömülecek
diyorlardı. Fakat bugün her zamandan daha hür ve gür bir sesle biz varız, biz yaşıyoruz ve biz
yükseleceğiz diye haykırabiliriz.
Türk milleti de Türk vatanı gibi, iyi tetkik edilmemiş olduğu için onun maddi ve manevi hazinelerinden
habersiz yaşıyor, millet ve memleketimize yabancıların gözleri ve zihniyetleriyle baktıkça aldanıyoruz.
www.atsizcilar.com Sayfa 76
Irki asaletimiz, enerjimiz ve insanlık meziyetlerimize dünya milletleri ve büyükleri hayran kalırken,
bizim kendi milletimizi hiçe saymamız ve kendi kabiliyetlerimizden ümit kesmemiz eğer fena bir kasda
makrunsa alçaklık, böyle bir niyete matuf olmadan inanılmış ise kör gözlü bir budalalıktır.
Dikkat ediniz... Avrupa ve Amerikanın tabiiyet ve muhaceret hareketlerini gösteren istatistiklerine
bakınız. Orada Suriyeli Araplara Arap yerine sadece Suriyeli dendiği göreceksiniz. Çünkü gördükleri
insanlarda tarihi bir ırkın meziyet ve hassaları bulamamışlar ve o insanlara Arap diyememişlerdir.
Yine birçok yerlerde Rumlar, Ermeniler ve hatta Mısırlılara Levanten dendiğini okuyacaksınız. Bunlara
da bir millet namını vermeyi çok görmüşlerdir.
Hâlbuki bu topraklardan oralara giden, oralardan geçen veya kalan herkese Türk derler. Geçmiş
zamanlarda biz kendi kendimizi Osmanlı diye avutur ve milliyetimizi hiçe sayarken de onlar bize Türk
derlerdi. Nitekim Japon çocuklarına da her yerde Japon derler.
Biz Türk’üz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türk’üz der ve bundan haklı bir iftihar
duyarız.
En uzak köşelerde, cenubi Amerika sahillerinden uzak şehirlerde yaşayan Türkler vardır. Onlar her
yerde milli benliklerine uygun işler bularak asil, temiz ve dürüst olarak yaşarlar. Fakat başka
milletlerden birçoğu, aynı memleketlerde ekseriya zabıta vukuat listelerini dolduran unsurlardır. En
dürüstleri de umumi evler ve müesseseler işletmekle meşguldürler. İşte bu vaziyetleri gören ve bilen
ecnebiler onlara kendi milletlerinin isimlerini vermemişler ve daha doğrusu tarihi bir ırk olarak kabul
edememişlerdir.
Şu halde bu milleti, en uzaktakilerden en yakın milletler kadar herkes tanır. Temas fırsatına nail
olanlar ise, daima milli benliğinin ve asaletlerinin hayranı kalmışlardır. O kadar asil bir milletiz ki,
insanların en çok vahşileştiği bir sahne olan muharebe meydanlarında bile insanlığımızı kaybetmez ve
kendimizi karşımızda cephe tutan düşmanlara da sevdiririz.
Bir millet, tarihi, iktisadi ve siyasi birçok düşmanlıklar, fenalık ve idaresizlikler yüzünden yoksul
düşmüş ve geri kalmış bulunabilir. O milletin bunu gören, duyan ve acıyan evlatlarına düşen birinci
vazife, bu asaleti çamurlardan ve sefaletlerden kurtarıp çıkarmaya ve yükseltmeye çalışmaktır. Bu da
ancak milli benliğimize ve milli enerjimize inanmakla olur.
Milli benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherlerine
ve asaletlerine inanmak demektir.
Buna iman edenler, memleketimizin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük muvaffakiyetler için çalışır
ve insanlıklarını gösterebilirler. Fakat milletini tanımadan, ona kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek
çıktığı kabuğu beğenmeyen ve yabancıların reklâmını yapmakla geçinen soysuz dejenereler, hiç bir
millete intisabı olmayan vatansızlardır. Bunlara biz de Levanten der geçeriz.
Milletimiz, ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiç bir milletten
geri değil ve hatta ileridir.
www.atsizcilar.com Sayfa 77
Türk milleti hiç bir şeyi kendi felsefesi ve kendi düşüncesiyle tartmadan körü körüne kabul etmez.
Ancak yaygaralı yavelerle cemiyeti karıştıran ve bulandıran bezirgân ruhlu milletlerden değildir. Onda
büyük ve çelik Türk sükûnu ve kuvveti vardır.
İtaati kör bir tapınma değildir. Kendinden büyüklere karşı duyduğu tevazuun sakin bir ifadesidir.
Türk milleti en yüksek izzetinefse maliktir. Muvaffak olmak için didinmekten ve yaşamak için
ölmekten çekinmez. Asri ilimler ve vasıtalarla onu teçhiz ettiğimiz gün, en büyük istikbale namzettir.
Bundan gafil olanlar, siyasi dedikodulara karışmadığı için onu duygusuz, reaksiyonsuz, geri ve iptidai
bir millet sanan ve yabancı milletlerin yaygarası ile gözleri kamaşan insanlar, tarih okumuyorlarsa en
yakın maziye baksınlar. Dün Sultanlara taptığı zannolunan bu millet, milli mevcudiyetini tehlikede
görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklalini ve istikbalini kazanmıştır.
Dün tembelliğinden bahsolunan bu millet, kendine göre en ağır vergileri ödeyen millettir.
Bu hakikatlerin sebebini anlamak, bu anlaşılmaz hadiseleri izah etmek için Türk köylerine sokulmak;
köy kahvelerinde ve onların karşısında imtihan olmak, onların ihtiyaçlarına cevap vermek için
çalışmak lazımdır. Kısa söyleyelim: Türk benliği ile karşılaşmak ve kaynaşmak lazımdır.
Milli benliğimize inanalım. Milletimize tapalım.
Atsız Mecmua, 1931
MİLLİ BENLİK 2
Kuvvetli toplulukların bir özelliği milli benliktir. Milli benlik kendine güvenden doğar. Kendine
güvenen topluluk başkalarının ne düşüneceğini, ne yapacağını umursamadan kendi davasını yürüten
topluluktur.
Günümüzdeki iki örnek milli benliği olan toplulukların nasıl davrandıklarını göstermesi bakımından
çok ilgi çekicidir:
İngiltere İmparatorluğundan ayrılan Güney Afrika Birliği ile kendi kendine bağımsızlık ilan eden
Rodezya'nın durumu.
Birincisinde Flaman ve İngiliz asıllı iki buçuk milyon insanın 12 milyon Zenciyi ikinci sınıf vatandaş
sayarak milli hâkimiyete karıştırmamaları yüzünden bütün cihanın protesto ve tehditlerine maruz
kaldıkları halde aldırmamaları olayı vardır.
İkincisinde, İngiltere'nin baskısına ve tehdidine rağmen, iki milyon Zenci bulunan ülkede 200.000
beyazın hâkimiyet ilan etmeleri bahis konusudur.
www.atsizcilar.com Sayfa 78
Bu davranışların doğru veya insanca olup olmadığını tartışmıyorum. Milli benliği olan toplulukların
nasıl mücadele ettiklerini, neleri göze aldıklarını anlatmak istiyorum.
Kıbrıs davasında koca Türk milletinin yasını açarak 18 milyon lira toplamak, çıkarma gemileri yapmak
güzel bir davranıştır. Fakat davanın büyüklüğü, gerektirdiği fedakârlığın sonsuzluğu karşısında hiç bir
şey değildir.
Kıbrıs davasında koca Türk milletinin yapabileceği fedakârlık 18 milyon lira mıdır? Bunun yüz katı her
yıl eğlence ve sefahat için harcanıyor. Hani Kıbrıs'a indirme yapacak uçaklar? Hani çıkartma gemilerini
koruyup icabında engel olmak isteyen gemileri batıracak hücum botları? Hani Kıbrıs'a denizden ve
havadan gidecek paraşütçü komandolar? Hani icabında devletten hiç bir yardım istemeden Batı
Trakya'ya saldıracak gönüllü akıncı tümenleri?
Bunları devlet değil, millet yapacak. Dernekler kurulup derhal faaliyete geçilecek. Sevap kazanmak
için serseri kumarbazlara her gece kırk kişilik iftar sofrası hazırlayan Müslüman zenginlerden para
istenecek. Vermeyenler teşhir olunacak. Orta hallilerle yoksullar zaten verir; onlardan da toplanacak.
Komando öncülüğünü üniversiteliler yapacak. On beş yaşından yukarı herkes her ay bir gün bir övün
eksik yemek yiyerek o yemeğin parasını teşkilata vermeye çağrılacak. Sinemalar, tiyatrolar, kazanç
yerleri ayda bir günün seansının kazancını aynı yere bağışlayacak. Bunlar yılda 100 milyon eder. Ayrıca
her memur aylığının yüzde birini verecek. Bununla da Üniversiteliler tümeni hazırlanacak.
Bu tümeni eğitecek emekli kurmaylar elbette vardır. Hazırlık tamamlandıktan sonra da millet,
Yunanistan'dan hesap soracak… .
Hayal, değil mi? Evet, hayal... Hayal insanlara has bir yaratıcı kuvvettir. Yalnız yiyip içmeyi ve zevki
düşünen hayvanlar elbette hayalden yoksundur.
ÖTÜKEN, 1965, Sayı: 24
MİLLİ DEĞERLER VE MİLLİ RUH
Yahya Kemal, Ziya Gökalp'la olan manzum bir şakalaşmasında: ''Kökü mazide olan atiyim" demişti. Bu
dört kelimelik mısra, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düsturdur. Maziyi
unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevi kanımızda, yani ruhumuzda olan
istidatların, iyi veya kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları
düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.
Maziyi küçük görmekten hiçbir şey çıkmaz. Onu aşağılamak yanlış bir düşüncedir. Yeni doğmuş bebeği
çirkin, akılsız, aciz diye sevmemek, onun sonra ne güzel bir şey olacağını düşünmeden yapılan nasıl bir
haksızlıksa, kusurları olan maziyi sevmemek de öylece yanlış bir davranıştır.
Gerçi mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdesinin arkasında sönük ve korkunç başka perdeler
de vardır. İnsanın henüz insanla hayvan ortası bir yaratık olduğu zaman hiç de övünülecek bir çağ
www.atsizcilar.com Sayfa 79
değildir. Fakat ne yapalım ki bu böyledir. Yaratıcı kudretin bize çizdiği kaderdir. Onu değiştirmek
kimsenin elinde değildir.
Övüncümüz, millet veya kavim olduğumuz zamanlardan başlar. Çünkü artık yasa içinde, düzenle,
erdemle, yardımlaşma ile teşkilatla, fedakârlıkla, savaşta ölümü göze almakla yaşanan bir hayat
başlamış, yaşamak güzelleşmiştir. Bu güzel hayatın da çirkin tarafları yok mudur? Elbette vardır. Fakat
bir aksak mısra için güzel bir şiir nasıl atılamazsa, sesi çok çirkin olan bir kemancı kızın sanatı nasıl
inkâr olunamazsa, bir ameliyatta hastayı öldüren birinci sınıf bir doktor nasıl büyük hekim olmaktan
çıkmazsa bir millet de mazisindeki çirkin taraflar yüzünden sıfıra indirilemez.
Bir insanın tek bir sözüne, bir eskrimcinin bir hamlesine, bir kumandanın bir muharebesine bakarak
da hüküm verilemez. Hüküm vermek için o insana, o sporcuya, o kumandana topyekûn bakmak
gerekir.
Atatürk'ün büyük kumandan olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ama Birinci Cihan Savaşı'nın
sonunda Suriye'de yenildi.
Gazi Osman Paşa da büyük kumandandır. O da yenildi. Hem de tutsak düştü. Bunlarla Atatürk'ün ve
Gazi Osman Paşa'nın büyük kumandan olmak vasfı gider mi? Gitmediğine en büyük senet, Moskof
Çarı'nın Gazi Osman Paşa'ya kılıçla gezmek müsaadesini vermesi, İngilizlerin de Çanakkale Savaşı
hakkındaki resmi tarihlerinin başında Atatürk'e yaptıkları ithaftır.
Mehmet Emin Yurdakul'un dediği gibi:
Milliyetler mazilerden akıp gelen sellerdir.
Mazide eşsiz bir güzellik vardır. Çünkü artık bir daha geriye gelmeyecektir. Çünkü orada hep ölüler
yaşamakta ve suçlarından sıyrılmış olarak yalnız büyüklükleriyle bize bakmaktadır. Mazi güç kaynağı,
fazilet ırmağıdır.
Milletlerin, mazilerine sımsıkı sarılmaları elbette boşuna değildir. Toprak altından çıkan şekilsiz taş
parçalarını değerlendirmek, tek duvarı kalmış bir yapıyı ayakta tutmak için didinmek bir yaşama
savaşı, köklü olmak ülküsünün görünüşüdür.
İskoçlar o acayip eteklikleri herhalde elalemi kendilerine güldürmek için giymedikleri gibi İspanyollar
da boğa güreşlerini vahşet olsun diye yapmıyorlar.
Millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan biri de müziktir. Bazılarının dediği gibi müzik iptidai
insanın isterisinden doğmuş olsa bile artık güzel sanatların bir bölümü olarak hayata girmiştir. Çıkmaz;
çıkarılamaz.
Bizde ta Hunlar çağından; yani milattan önceki yüzyıllardan beri bir saray ve ordu mızıkası olduğu
tarihi kayıtlarla bilinmektedir. Bir milli marş, bir askeri beste, melali anlatan bir parça yahut neşeli bir
ezgi fertleri, toplulukları, milletleri ruhlandırır, bazen kendinden geçirir. İnsanlar müzikle
duygulanırlar, sevinirler, bazen de ağlarlar.
www.atsizcilar.com Sayfa 80
Türk müziği, cihan devleti kurmuş bir milletin ruh olgunluğunu gösteren ağırbaşlı bir müziktir. Tabii,
onun her parçasına güzel denemez. Batı müziğinin her parçasına da denilemeyeceği gibi. Güzelin tarifi
pek yoktur. Çünkü güzelin tartısı ve ölçüsü yoktur. Görende, duyanda büyük estetik tesir yapan şey
güzeldir. Bu sebeple bir Türk'ün güzel bulduğu şeyle bir Batılı'nınki, bazen bir olsa da, çok defa aynı
değildir.
Bizim müziğimizin büyük üstadlarından biri ''Itri’'dir. Milli ruhu terennüm etmiş, Türk'ün duygusunu
dile getirmiştir. Itri bir mazidir, semboldür. Türk müziğinin devidir.
Türk Milleti günün birinde Müslümanlığı bıraksa bile nasıl Süleymaniye'yi sevecekse, müziği de hangi
yolu ve yönü alırsa alsın Itri'yi de öyle kutlayacaktır. Itri bir mukallit yani bir çalgıcı değil, bir yaratıcı
yani bir bestekârdır.
Durum bu iken 27 Kasım 1971 tarihli Milliyet'te "Devlet Sanatçısı" Bayan Suna Kan'ın Itri'yi de, tek
sesli müzik dediğimiz Türk musikisini de yerin dibine batıran yazısını okuyunca hayretler içinde kaldık.
Usta bir kemancı olan Suna Kan vaktiyle bir harika çocuktu. Demek artık harikalığı gideren sadece
çocukluğu kalmış. Tek sesi hakir görmek nedir? Sindirilmemiş bir yükselmenin eseri... Müziğin ileri
veya geri oluşunu yalnız tek ses veya çok sesle açıklamak pek çocuksu bir izah değil mi? Caz müziği de
çok seslidir ama bu, onu bayağı bir takırtı olmaktan kurtarmıyor.
Ney de tek sesli bir müzik aletidir. Ancak ney, tarihimizde sadece bir müzik aleti olarak değil, aynı
zamanda şanlı bir silah olarak da yer almıştır. Çünkü tahtından indirildikten sonra bir odada tutuklu
bulunan III. Selim, çoğu gayrı Türk kölelerden meydana gelen bir kalabalığın, kendisini öldürmek
üzere, odasına saldırdıkları sırada ney çalmakta idi ve kendisini o tek sesli müzik aleti ile savunmuştu.
Suna Kan'ın küçümsediği kavuklu adamların çaldığı tek sesli mehterle ülkeler açıldı, teşkilat kuruldu
ve İngiliz Toynbee'nin yeryüzünde kurulmuş iki buçuk imparatorluktan biri diye vasıflandığı Osmanlı
İmparatorluğu'nun kültürü ve medeniyeti yüzyıllarca yaşadı (öteki imparatorluk Roma, yarım olanı da
İngiliz İmparatorluğu'dur).
Muhteşem bir tarihin müziğini küçük görmek o muhteşem maziyi de küçük görmek, kendisini bu
milletten saymamaktır. Suna Kan, 22–23 Aralıkta Devlet Konser salonunu "müzelik eserler" işgal
ederse Devlet Sanatçılığı unvanını iade edecekmiş.
Etsin!... Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de
kaybedecek değildir. Çünkü o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır.
Fakat dünyaya bir Itri gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı.
Çünkü O, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı.
Bir de her şeye Atatürk'ü karıştırmakla davalar çözümlenmez. Suna Kan'ın yaşı Atatürk'ün müzik
hakkındaki konuşmalarını veya sözlerini bilecek kadar fazla değildir. Herhalde kendisine öğretenler
var.
www.atsizcilar.com Sayfa 81
Şunu asla unutmasın ki Atatürk tek sesli müziği sevmeseydi, sofrasında bu müzikle şarkılar söyletmez,
kendisi de söylemez, Hatta Zeybek havası çaldırıp bizzat oynamaz ve tek sesli besteler söylesin diye
Safiye Ayla'yı çağırtıp getirmezdi.
Milli değerlerin modası geçebilir, müzelik olabilirler. Fakat Yine saygı görürler. Beethoven de
müzeliktir ama hakaret görmüyor, baş tacı ediliyor. Bugünkü Avrupa'nın insanlıktan çıkmış gençleri
Beethoven'i dinleyip anlıyor mu? Onlar ancak Pop müziği denen vahşi seslerle zıplıyorlar. Fakat
Beethoven'in tarihte aldığı yeri sarsamıyorlar, sarsamazlar.
Suna Kan'ın hücumlarına rağmen de Itri tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak
üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, milli ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik
ayakta duracaktır.
(20 Aralık 1971), Ötüken, 1972, Sayı: 92
MİLLETLERİ RUHLANDIRMAK
Çalıştırılan bir makinenin durmaması için nasıl arada bir yağlanması gerekiyorsa, yaşayan milletlerin
de manevi bakımdan çürümemesi için ruhlandırılmaya öylece ihtiyacı vardır. Ruhlandırılmayan,
ruhlandırılması için sebep ve çare bulunamayan milletler kırılıp dökülme ye mahkûmdur. Örnek mi
istiyorsunuz? Ufuklarında güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun İkinci Dünya Savaşından sonraki
zavallılığına, çatırdamasına, yıkılmasına bakınız.
Ruhlandırmak bir millete geçmişteki büyüklüklerini, büyüklerini hatırlatmak; hatta bozgunlarını,
uğradığı ihanetleri andırarak ibret almasını sağlamak ve hepsinden mühimi de yarın için büyük milli
hedefler göstermekle sağlanır.
Bir milleti ruhlandırmak tamamıyla milliyetçi bir davranıştır. Yabancıların büyüklerini ve başarılarını
anmakla, uluslararası törenlerle ruhlanmak olmaz.
Malazgirt ve Alp Arslan'ı anmak bir milli ruhlanış davranışıdır. Bunun bir minnettarlık ve vefa borcu
olması bir yana, verdiği örnekle Türk gençlerini öyle olmaya dürtmek gibi büyük bir faydası da vardır.
İnsanlar, hele gençler ve çocuklar ne görürlerse onu kaparlar. Bugün sokakları dolduran ve insandan
çok maymuna benzeyen saçlı, sakallı, bıyıklı yaratıklar analarından öyle doğmadılar; o örnekleri göre
göre bu hale düştüler.
Alp Arslan ve Malazgirt için 26 Ağustos 1971'de Türkiye'nin her yerinde büyük törenler yapılmalıydı.
Yapılmadı. Siyasi buhran, parti kavgaları, ihtiraslar ve kinler buna imkân vermedi. Fakat hiç olmazsa
beş yıl önceden başlanıp ehliyetli kimseler görevlendirilseydi her şeye rağmen bu gösterişli törenler
yapılır, gençliğin milli ruhla beslenmesi bakımından büyük bir başarı ve kazanç sağlanırdı.
Yurdumuzda bir takım törenleri, anma günlerinin yapıldığını görüyorsak da gülmek mi, ağlamak mı
gerektiğini kestiremiyoruz.
www.atsizcilar.com Sayfa 82
4 Eylül 1971 Cumartesi akşamı İstanbul Radyosu "Ahı Evren" den bahsetti. Ahı Evren, Anadolu'da
esnaf teşkilatını kurmuşmuş. Bu teşkilat Orta Asya'dan gelen bir Oğuz türesi imiş. Göçebe Oğuzlardaki
esnaf teşkilatı... Aklımız Tanrı'ya emanet!... Hele koca Çalışma Bakanı'nın, bu masallara inandığı
yetmiyormuş gibi bu adamın adını "Ahi Evran" diye okuması da ayrı bir festivaldi. "Ahı" ve eski şekliyle
"akı" Türkçe bir kelime olup "cömert, yiğit, dost" anlamındadır. "Evren" ise hem "ejder", hem de
"kâinat" manasına gelip erkek adı olarak kullanılır. "Ahi" ise Farsça bir kelime olup "ahlı", "ah çeken"
demektir ve şairlerin mahlas diye kullandığı uydurma bir kelimedir. Hatta Yavuz Sultan Selim çağında
Ahi mahlaslı bir şair yaşamıştır
5 Eylül 1971 akşamı ise yine İstanbul Radyosu'ndan başka bir masal dinledik. Ciddi mi, şaka mı olduğu
pek anlaşılamayan bu masala göre Seyid Battal Gazi bundan 1200 yıl önce Anadolu'yu Türkleştirmeye
başlamış.
Bu büyük tarihi gerçeği hangi tarih bilgininin keşfedip ortaya attığını bilmiyoruz. Bir "millet okulu"
demek olan radyonun millete hitap ederken daha bilgili, ağırbaşlı ve ciddi olması gerekmez miydi?
Türk tarihinde "Battal Gazi" diye bir adam yoktur. Halk arasında okunan bir Battal Gazi Destanı vardır.
Dili ve edası Türkçe olmakla beraber içindeki kahramanlar hep Arapça adlar taşır. Şimdilik, üzerinde
son karara varılacak çalışmalar yapılmış değildir.
1200 yıl önce, yani 770 yıllarında daha Türkler ne Müslüman olmuş, ne de Anadolu'ya gelmişti. Aşağı
yukarı 740 tarihlerinde Bizanslılarla yapılan savaşlarda ölen bir Arap kumandanının adı "Abdullah
Battal"dır. Abbasiler'in paralı askerleri arasında Türkler'in bulunması ve bunların da Bizans'la
çarpışması dolayısıyla Battal Gazi Destanı'nın bu Türkler arasında ortaya çıktığı bir faraziye olarak ileri
sürülüyorsa da mesele henüz çözümlenmiş değildir. Bundan ötürü de Battal Gazi adında bir Türk'ün
1200 yıl önce Anadolu'yu Türkleştirmeye başladığı hakkındaki radyo yayını uydurmadan başka bir şey
olamaz.
Anma törenlerinin en büyüğü Yunus Emre'nin 650. ölüm yılı dolayısıyla yapıldı ve buna başka
milletlerin Türkologları da çağrıldı. Bu da ciddi bir iş değildi. Bir kere Yunus Emre'nin 650. ölüm yılını
anmak onun 1971–650 = 1321'de ölmüş olduğunun ispatı gerekirdi. Oysaki Yunus Emre'nin doğum ve
ölüm yılları şöyle dursun; bir kişi mi, yoksa ad benzerliği sebebiyle birbirine karışmış iki, hatta üç kişi
mi olduğu bile belli değildir. Yunus Emre törenine katılanlardan işittiğimize göre baştan sona hep
onun hümanizmasından bahsedilmiş. Bir millet her şeyden önce bütün veçheleriyle kendisinden
olanları anıp kutlar. Hümanist demek Türk'ü başkalarıyla eşit tutan demektir. Türkiye'nin bugünkü
ortamı da gösteriyor ki bize hümanistler değil, Türkçüler lazımdır.
Garip bir yönümüz var: Birisini andık mı, onu göklere çıkarıyoruz. Kör ölüyor, badem gözlü; kel ölüyor,
sırma saçlı oluyor. Hâlbuki anma törenleri, tevilin ve yalanın değil, gerçeğin dile getirilmesi olmalı,
genç nesiller eskileri hem erdemleri, hem de eksikleriyle öğrenmeye alışmalıdır.
Şimdi bu açıdan bakıp Yunus Emre'yi tarihin anatomi masasına koyarsak varacağımız sonuç şudur:
Yunus Emre, Türkçenin büyük bir sanatkârıdır. Türkçenin büyük bir şiir ve fikir dili olduğunu ortaya
koyanlardan birisidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 83
Fakat Yunus Emre'nin fikirleri Türk milletini zehirlemiş, onu uyuşturmuştur. Çünkü o da yaşadığı
zamanın fikir ve duygu hastalıklarına kapılarak birbirini tutmaz sözleri "tasavvur' diye ortaya atmış,
savaşçı bir millet olan çevresinin düşmanlarla kaplı olmasından ötürü savaşçı olmaya mecbur bulunan
Türk milletine bir dilencilik felsefesini telkin etmeye çalışmıştır. Onun:
Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek.
Sen derviş olamazsın
demesi Türk ahlakına, yaratılışına uyan bir düşünce midir? Hatta Türk dervişleri böyle midir? Orhan
Gazi ile birlikte savaşlara katılan dervişler derviş değil midir? Türkiye’nin ilk imparatoru olan Selçuklu
Tuğrul Beğ'in kâtibi olan Arap İznü Hassul, Türkçeye de çevrilen eserinde Türkler'i böyle mi tarif
etmiştir?
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa hakikatte asidir.
demekle Yunus Emre milliyet bakımından da, din bakımından da sapıklık içinde değil midir? "Millet"
kelimesini Türkçedeki bugünkü anlamı ile "ulus" yerinde kullanıyorsa milliyetsiz, vatansız bir adamdır.
Böyle değil de bunu Arapçadaki manası ile "din" yerinde kullanıyorsa o zaman da kâfirdir. Çünkü
Müslümanlık öteki dinleri kendisiyle eşit saymaz. Zaten onun:
Oruç, namaz, zekât hac cürm ü cinayettürür;
Fakir bundan azaddır has‐ı heves içinde
demesi de hiçbir tevil ve tefsire mahal bırakmayacak şekilde küfürden başka bir şey değildir. Bunları
tasavvufla falan izaha çalışmak boşuna ve gülünç gayretlerdir. Halka evliya diye kabul ettirilen Yunus
Emre'yi, tasavvufi herzelerinden dolayı büyük devlet adamı ve şeyhülislam Ebu suud tekfir etmiştir.
Şimdi soralım: Atatürk Türkiye'si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi laklak eden çeneler
jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi
buldular? Ya hele o ölüm yılını nasıl uydurdular? Yunus Emre için tören yapılacaksa onun milli hizmet
tarafı olan "Türkçesi" dururken ne diye milli ihanet olan hümanizmasını aldılar? Yunus Emre
gerçekten büyük bir hümaniste o ilmi bir etütle uzmanların incelemesine sunulur. Bütün millete
değil…
Milli bir gaflet içinde biz, kendi kendimizi yıkmaya çalışırken İran, kuruluşunun 2500 yıl dönümünü
kutlamaya hazırlanıyor ve biz Malazgirt için üç beş milyon lira bulamazken onlar bir yıllık petrol
gelirlerini, yani birkaç milyar lirayı bu işe ayırıyor.
Tarihi gerçeğe bakarsanız ortada 2500 yıllık bir devlet falan yok. Makedonyalı İskender tarafından
yıkılmış Persler, yüzyıllar sonra Araplar tarafından yıkılmış Sasanlılar, yüzyıllar sonra da Selçuklular
tarafından yıkılmış Büveyhliler var. Ondan sonraki İran ise 1925’lere kadar hep Türk hâkimiyetinde bir
Türk devleti yahut Türk devletinin bir parçasıdır. Türk hâkimiyeti Farsçaya bile tesir etmiş, dil Türk
dilinin yapısına uymuştur. Yani fiiller cümle sonuna gelmektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 84
İşte bu devletteki Farslar'a milli bir ruh vermek için bir 2500 yıl efsanesi uyduruluyor, on yıldan beri
milyarlar harcanarak hazırlıklar yapılıyor, eserler yazılıyor, şehirler kuruluyor ve bütün dünya davet
olunarak onlara 2500 yıllık bir devletin varlığı kabul ettirilmek isteniyor.
Buna bakarak diyoruz ki: Yeni kurulan Kültür Bakanlığı, milleti ruhlandırmak için bir yandan gerekli
eserler yayınlarken bir yandan da jübilesi yapılacak Türk büyüklerini, anılacak günleri yahut milli
kültüre hizmet etmiş Türkler'i arayıp bulmalıdır. Gazete haberleri doğru ise Bakanlık bu mühim adamı
bulmuş: Ertuğrul Muhsin...
Ertuğrul Muhsin'in kimliği hakkında epey yazılar yazılıp iyi bir rejisör olduğu ileri sürüldü. Aslına
bakarsanız iyi rejisörle iyi antrenör arasında fark yoktur. İkisi de insanların heyecanını tatmin edecek
ekipler hazırlar:
Fakat öte yandan Türk kültürüne cidden hizmet eden insanlar var ki kimsenin aklına bile gelmiyor. Bir
tanesini tanıtalım: Ankara'da yaşayan ve şimdi 82 yaşında bulunan Abdülkadir İnan bir Başkurt
Türk'üdür. Bütün Türk lehçelerini ve Türk Folklorunu, milli Türk dini olan Şamanizm’i ondan daha iyi
bilen değil, ondan başka bilen yoktur. Atatürk onun değerini bilerek profesörlük vermiştir. Meşhur
Atatürkçülerden Hasan Ali Yücel, bakanlığı zamanında bu profesörlüğü geri aldı. Arapça ve Farsça,
Almanca ve Rusçayı da bilen Abdülkadir İnan'la milli kültürün anıtlarından olan Manas destanı metin
ve tercümesiyle yaptırılabilir. Radlof'un topladığı Altay Türk destanları tercüme ettirilebilir, kendi
eseri olup Tarih Kurumu tarafından bastırılıp tükenen "Şamanizm" adlı kitap yeniden bastırılabilir.
Hepsinin üstünde de tarihin şeref günleri için büyük törenler yapılır ama ciddi olarak ele alınır da öyle
yapılır.
Şu, İran'ın 2500 yılı masalından alınacak dersler var. Üstünden kaç silindir geçmiş olan İran, Farslık
ruhunu ayakta tutmak için milli efsaneler uydurmaya çalışırken biz tek dayanağımız olan Türklük
ruhunu unutarak yerine Tanrı'nın belası hümanizmayı koymak suretiyle bizi ayakta tutan tek gücü,
milli şuurla milli ruhu silmeye çalışıyoruz.
Ey Türk milleti! Sen ne güçlü ve dayanıklı şeysin!
Bir türlü yıkılmıyorsun!
(11 Ekim 1971), ÖTÜKEN, 1971, Sayı: 10
MİLLİ SEMBOLLER
Millet halinde yaşamanın şartlarından biri de milli sembollere saygı göstermektir. İnsan, medenileştiği
oranda hürriyetlerinden bir bölümünü fedaya ve bazı kaidelere saygı göstermeye mecburdur. Medeni
insan, hayvan gibi rasgele yerde uzanıp uyuyamaz. Her istediği zaman bağıramaz veya türkü
söyleyemez. Her istediği şeyi her zaman ve her yerde yapamaz.
www.atsizcilar.com Sayfa 85
Medeni insan milletçe kutlu sayılan canlı veya cansız varlıklara da saygılı davranır. Kutlu sayılan
nesneler bayrak gibi, arma gibi, milli marş gibi, şeref ve namus gibi şeylerdir. Hayvan için bütün
bezler, bu arada bayrak da değersiz bir şeydir. Çünkü yenmez. Şeref ve namus diye bir duygu veya
içgüdünün hayvanda bulunmasına imkân yoktur. Hayvan milli sembolü de bilmez. Çünkü hem millet
değildir, hem de milli sembol için taş ve ağaç gibisinden herhangi bir nesnedir.
Milleti millet yapan kaidelerin içinde milli semboller de bulunduğu için bir milleti yıkmak isteyenler
onun milli sembollerine de hücum ederler.
Bir toplumun milli sembolleri olmadı mı artık sürüleşmiş demektir. Bilginlerine, profesörlerine ve her
şeyine rağmen onun koyun sürüsünden veya karınca yuvasından farkı yoktur.
Milli sembollere saldıranlara dikkat edilmelidir: Bunu cehalet veya hamakatlerinden mi, yoksa gizli
maksatlarından mı yapıyorlar?
Milli sembol olan Oğuz Han'a dil uzatıldı mı, biliniz ki, o, bilerek veya bilmeyerek düşman için çalışıyor
demektir.
Milli sembol olan Bozkurt'a köpek diyenler için de durum aynıdır. Üstelik onlar aynadan kendilerini
görmektedir.
(13 Nisan 1974), ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 5
MİLLİ UYANIKLIK
Fertlerin hayatında olduğu gibi milletlerin hayatında da bir dönüm, bir intibah noktası vardır. Bir
felaket, bir esaret, bir hezimet milletler için bir intibah sebebi olabilir.
On dokuzuncu asırda yabancı bir donanma Japon adalarından birini harap etmeseydi bugün bütün
dünya için tehlike olan bir Japon intibahı olmayacaktı. Napolyon Almanya’yı istila etmeseydi Alman
intihahı vücuda gelmeyecek ve Fihtenin tarif ettiği milli alaka doğmayacaktı.
Türkiye bir milleti tembih edecek milli felaketlerin hepsine uğramıştır. Fakat bizde milli intibah, milli
alaka henüz doğmamıştır.
Milli intibahın unsuru gençliktir. Hükümet adamlarının, milli intibahın varlığına ve kuvvetine ait
edebiyatı kâfi değildir. Milli intibah, milli alaka denilen şeyler gözle görülecek kadar maddi
nesnelerdir.
Bir milletin yaşayabilmesi için kanunların mevcudiyeti kâfi değildir. Vaktiyle hür ve şerefli bir tarih
yaşayıp da bugün esir olan milletlerin iyi kötü kanunları, hükümet şekilleri vardı. Fakat bu, o milletleri
esaretten kurtaramadı.
Millet, fertleri kan ve ahlak bağlarıyla birbirine bağlanmış bir cemiyettir. Bu fertlerin ahlaki kuvveti
milletin sağlamlığı demektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 86
Bizden başka bütün milletlerde gençlik milli uyanıklığın, milli düşüncelerin öncüsüdür. Bizde merkezi
emirlerle programları, hazırlanan milli bayramları oralarda gençlik idare eder. Gençlik milli gayelerin
ve milli mefkûrenin uşağıdır. Şahısların veya zümrelerin değil...
İmparatorluk devrimizin son tarihi bize dalkavukluğun, köleliğin bu zavallı yurt için ne elemli, acı
akıbetler hazırladığını gösteriyor. Çektiğimiz ızdıraplar, milli felaketler bizi milli mefkûrenin esiri
yapmalıdır. Mefkûre için bütün varlığımızı, kanımızı, canımızı fedaya hazırlanmalıyız. Bu devlet
yasalarına, türelerine yazılmalıdır. Bu yazılış önünde her Türk bir olmalıdır. Büyüklerimiz feragatin,
adsızlığın örneği olmalıdır.
Biz çok sıkı bir askeri disipline muhtacız. Çünkü bugün inzibatsız yaşıyoruz. Fakat bazılarının sandığı ve
anladığı gibi bu sert disiplin, istibdat demek değildir. İstibdat altında yaşayan yahut disiplinsiz olan
cemiyetlerden hiç bir şey beklenemez.
İnkılâbımız sessizliğe ve emniyete muhtaçtır. Memlekette yapılacak olan birçok işleri başarabilmek
için çalışkan, disiplinli, yüksek ahlaklı bir gençliğe muhtacız. Dün halife önünde el bağlıyan, hünkâr
huzurunda diz çöken adamların böyle bir nesli yetiştireceğine kani değiliz. Eski harflerle tutulmuş
nottan ders çalışan bir darülfünun talebesi ne vatansız diyen, Ankara’nın havası zemmolundu diye
inkılâbı müdafaaya kalkışan dünkü nesil mensupları sadece gösterişin zebunudurlar. Bu adamlar dün
Abdülhamit’in sadık köleleri idiler. Bugün hepsi anadan doğma cumhuriyetçidir. Farzımuhal yarın
Türkiye’de irtica veya komünizm olursa o zaman da hepsi kara softa veya kızıl Bolşevik
oluvereceklerdir çünkü onlar için mesele yalnız ‘‘efendi değiştirmek" tir.
Bugünkü Türk gençliği beş yıl önceki gençliğe göre soğumuştur. Vaktiyle ölen bir arkadaşları için
bütün İstanbul’u ayağa kaldıran tıbbiye gençliği, Ağrıda genç bir hekimin Kürtler tarafından gözleri
oyularak öldürülmesine kayıtsız kaldı. Bu hadise şarlatanlıklara bol bol yer ayıran İstanbul
matbuatında adi polis vak'ası gibi yazıldı.
Kubilay, Türkiye için kafasını kestirdikten biraz sonra Hukuk talebesi çay ziyafeti vermişti. Bu
tereddidir. Fakat dalkavukluğun, şarlatanlığın, iltimasın daha çok işe, yaradığını gören gençlik
büsbütün haksız değildir. Bu gençlik dünkü nesilden fazilet namına bir şey almamış, fakat riyakârlığın
her türlüsünü öğrenmiştir.
Bütün dünyadaki içtimai hadiselere bakınız: gençlik her hususta amildir. Uyuşuk Çinin Japonya ya
dayanışında kızları ve erkekleriyle darülfünun talebesi başrolü oynamıştır. Macar darülfünunları
Triyanon muahedesinin değişmesi için hariciye nazırından daha çok çalışmaktadır. Romanya ve
Lehistan da darülfünun talebesi komünizmin ve Yahudiliğin amansız düşmanıdır. Çek, İslovakya da
sokal, İtalya’da faşist, Almanya da Hitlerist milli mefkûrenin timsalidir. Bizde? Cumhuriyet
bayramlarında, devlet reislerimizin gelişlerin de Türk gençliğinin vazifesi bir opera figüranından
farksızdır. Hâlbuki biz bütün milletlerden daha çok milli mefkûreye muhtacız. Bunu bir vicdan haline
getirmek hükümetin vazifesidir. İlk iş ilk mektep gençliğini, bilhassa köy gençliğini yoğurarak
bunlardan bir Türk gençliği yaratmak ol
Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 13
www.atsizcilar.com Sayfa 87
MİLLİ ŞUUR UYANIKLIĞI
Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde doktor sahte rapor vermez. Mektebe gelmeyen talebe hastaydım
diye yalan söylemez. Kadınlar ve erkekler; aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak
kutlanır ve saygı görür. Bayrak, katlanmak için bile yere konmaz. Ecdat mezarlarında hayvanlar
otlamaz ve hele fahişeler ve yabancı kan taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsamaha göremez.
Milli şuur bir milletin, kendini duyması ve bilmesidir. Hem duyguya, hem de düşünceye dayanan milli
şuur bir milletin manevi kuvvetlerinden en mühimidir. Milletlerin hayatını koruyan dört müdafaa
hattından en geride olanı, yani sonuncusu ve en mühimi milli şuurdur. İnsan uzviyetinin akciğerler,
karaciğerler, kalp ve beyin nasıl dört mühim istihkâmı ise bir milletin de ordu, istiklal, dil ve milli şuur
dört büyük kalesidir. Bir millet ordusunu kaybedebilir. Fakat dilini sakladıkça o millet yaşıyor
demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş sayılır. Buna rağmen bir millet, dilini cebri sebeplerle
kaybettiği halde milli şuuruna sahipse o millet ölmeyecek demektir. Milli şuuruna malik olan bir millet
kendisine zorla kabul ettirilen yabancı dile rağmen hakiki hüviyetini bilir ve günün birinde bu milli
şuur sayesinde öz dilini yabancı bir dil tahsil eder gibi öğrenerek hakiki benliğine döner. Bunun en
güzel örneği Lehistan Türkleridir. Türkçeyi asırlardan beri unutup Lehçe konuştukları halde
Türklüklerini unutmamışlardır ve günün birinde Türkçe konuşacaklardır.
Milli şuurun uyuşuk veya uyanık olması milletlerin yaşama kabiliyetleriyle mepsuten mütenasiptir.
Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde yabancı unsurların borusu ötmez. İdare işlerinin başına mühim
yerlere yabancı kan taşıyanlar gelemez. Orada ilim "milli menfaatin emrindedir. İlim, ilim için değil,
milletin büyüklüğü ve şanı için yapılır."
Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde millet yabancıyı kendisinden saymaz. Yabancı kan taşıyanlar
vatandaş ve tebaa olsa bile yine yabancı sayılır, ona güvenilmez. Yabancılarla evlenilmez. Hele yüksek
tabakada bu evlenme hiç görülmez. Kanunlar yalnız milli menfaati korumak ve milleti yükseltmek için
yapılır. Tarih yalnız milli şan ve şeref bakımından mütalaa olunur. Maziye sövülmez. Yabancı milletler
ve şahıslar milli kadroya sokulmaz. Maziyi, milli mefahiri, ahlakı, aileyi, seciyeyi, fazileti, kahramanlığı,
milliyetperverliği, vatanperverliği açıktan açığa veya sinsice baltalayan yazılara, eserlere, filmlere,
piyeslere, konferanslara müsaade olunmaz. Millete hitab eden ve halkı terbiye de rol oynayan
müesseselerin başına ancak o milletin kanını taşıyan iktidarlı, ahlaklı ve zeki insanlar getirilir.
Milli şuur uyanık olunca iltimas, rüşvet ve haksızlık kalkar. Hizmeti olanların hizmeti inkâr olunmaz.
Tarihi şahsiyetlere hakiki değerleri verilir. Ne, ufacık kusurları yüzünden dev gibi adamlar küçültülür,
ne de mevhum büyüklükleri dolayısıyla ahlaksız insanlar devleştirilir. Avukatlar millete hakaret etmiş
yabancıların müdafaasını üzerine almaz. Soysuzlaşmış tipler, yarı çılgınlar, milli, dili doğru dürüst
bilmediği halde kendini gençliğin lideri sanan manyaklar ve budalalar gazete ve dergilerde
kendilerinden daha kuvvetli ve meziyetli olanlara saldırarak fikir ve ülkü müdafaası perdesi altında
kendi cüce şahsiyetlerinin reklâmını yapamaz.
Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde doktorlar sahte rapor vermez. Mektebe gelmeyen talebe
hastaydım diye yalan söylemez. Milli şuurun olduğu yerde hiç bir zaman yalan söylenmez. Kadınlar ve
erkekler, aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak kutlulaşır ve saygı görür. Milli
www.atsizcilar.com Sayfa 88
renkler her yerde ululanır. Bayrak, katlanmak için bile yere konmaz. Ecdat mezarlarında hayvanlar
otlamaz ve hele fahişeler ve yabancı kan taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsamaha göremez.
Küçük büyüğün, talebe öğretmenin, memur amirinin aleyhinde söz söylemez. Kadınlara saygı
gösterilir. Kadınlar kokotlaşmaz. Talebe milli heyecanla coşan yürek taşır, fakat ciddi ve disiplinlidir.
Öğretmenler iltimas yapmaz. Talebeler kopya etmez. Herkes hakkına razıdır. Dün mektebe
başlayanlar bugün üstatlık davasına kalkmaz. Vazife mukaddes tutulur.
Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde dil kıskançlıkla korunur. Dilin sarf ve nahvini bozmaya kalkıp
bunun hakkında yazı yazan çılgınlar alkışlanmaz, bilakis tımarhaneye sokulur. Herkes kendi keyfince
bir imla kabul etmez. Milli şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay, vatan haininden profesör,
hekimden lisaniyatçı, cahilden müverrih, yabancıdan nazır, Yahudi den başvekil, serseriden idealist
çıkmaz.
Milli şuur bir ışıktır. Yurdu aydınlatır ve gizli köşelere sinmiş olan bütün akrepleri açığa çıkararak
karanlıkta iş görmelerine engel olur. İnsanda beyin ne ise millette de milli şuur odur. Ciğeri, akciğeri
ve hatta bazen kalbi kurşunla delinen bir adamın yaşadığı vakidir. Fakat beynine kurşun yiyen bir
insanın yaşamasına imkân yoktur. Bunun gibi bir millet ordusuz ve istiklalsiz yaşayabilir. Hatta dilini
kaybetse de ölmeyebilir. Yeter ki milli şuuru olsun...
Milli şuur bir milletin yaşama iradesi, hayat kaynağı ve en kuvvetli silahıdır. Yirminci asırda milli şuuru
olmayan milletler yıkılmağa mahkûmdur.
10 Mart 1952, Maltepe, Çınaraltı, 1942, Sayı: 33 Kızılelma, 1948, Sayı: 1
MİLLİ ŞUUR HAREKETE GEÇİYOR
Milli şuurun şahlanmış olduğu eski çağları andıkça son yılların uyuşukluğundan karamsarlığa
düşmemek mümkün değildi.
Her ne pahasına olursa olsun barış, barış olacağı için askerlik ve savaş aleyhtarlığı, manevi değerlerin
topyekun inkarıyla ‘‘ekonomik yaşantı’’dan başka her düşüncenin reddi... Manzara buydu. Basın
yoluyla bunun öyle bir propagandası yapılıyordu ki yüz binlerce yurttaşın beyninde iz bırakmaması
imkânsızdı.
Tabii, böyle toplumların sonu çöküntü olacağı için millete, yurda bağlı kimseler yarına kuşku ile bakar
hale gelmişlerdi. Tek güvenç Türk ırkının mayasındaki cevherde idi.
Kıbrıs olayı bu cevherin yaşamakta olduğunu ortaya koydu ve yalnız Türkiye Türkleri'ni değil, dış
Türkleri de ruhlandırarak onların da yarınlarına ümitle bakmasını sağladı.
Ebedi barış ve artık savaş yok teranesi dolayısıyla ihmal edilmiş olan ordunun güçlendirilmesi konusu
ele alınarak önce hava ve deniz kuvvetleri için, sonra da kara ordusu için vakıflar kuruldu. Demek ki
ordulara sade hükümet değil, millet de bir şeyler verecekti. Milletin vermeye ne kadar istekli olduğu,
Trakya'ya yürütülen askeri birliklere verdikleriyle ortaya çıktı.
www.atsizcilar.com Sayfa 89
Kıbrıs'ta ordumuzun varmak istediği sınıra "Attila Hattı" denerek geçmişin parlak bir hakanı anılmış
oldu.
Ve…
Hepsinden mühim olarak da Silâhlı Kuvvetler Günü olarak kabul edilen 26 Ağustosta Kara Ordumuzun
kuruluşunun 2183. yılı kutlandı. Yani milattan önce 209 yılında büyük Kun Yabgusu Tanrıkut Mete'nin
o yenilmez, o çelik disiplinli, o keskin nişancılardan mürekkep ordusunu kurması bugün ki Cumhuriyet
Ordusunun başlangıcı olarak kabul edilmekle milletimizi yaratan dehanın hatırası ve eseri kutlanmış
oldu.
En sonunda da, Kıbrıs'taki şehitlerimizin doğdukları yerlere getirilmesi hakkındaki teklife bugünkü
Başkomutan Sancar Paşa'nın "Hayır! Onlar Kıbrıs'ta kalacaklardır" cevabıyla Kıbrıs'ın da yurdumuz
olduğu tescil edilmiş bulundu.
Bütün bunlar milli şuurun harekete geçmiş olduğunun tanıklarıdır. Milli şuur uyanınca da "Büyük
Türkeli"nin kurulmasının belirtileri gözükmüş demektir:
Selam şanlı mazimize! Selam yarına!
Selam zafer ordusunun silâhlarına!
( 27 Ağustos 1974 ) ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 9
MİLLİ ŞEREFİ KORUYANLAR UNUTULMAMALI
31 Mayıs tarihli Milliyet gazetesinde "Bir Deniz Eri, İzinli Geldiği Gün Öldürüldü" başlıklı bir haber
vardı. Fatsa'nın "Dağgüvezi" köyünden Recep Ali Budak adında 22 yaşında ve dört çocuk babası bir er,
köyüne otobüsle izinli geldiği gün, iki yıl öncesine ait bir toprak meselesi daha doğrusu toprak
sınırındaki bir ağacın kesilmesi meselesi yüzünden, kendi akrabası olan iki genç tarafından
öldürülmüştü.
Türkiye'de sık görülen bu türlü öldürmelerden bunun farkı, Recep Ali Budak'taki askeri şeref
duygusunda idi.Genç asker, arkadan açılan ateşle dört isabet alarak düştükten sonra kalkarak yerdeki
kasketini almak istemiş, yetişenlerin: "Kasketin sırası değil; otobüse atla, hastaneye yetişelim"
demelerine karşı, şerefi demek olan kasketini yerde bırakmayacağı cevabını vermiş, hastahaneye
götürülebilmişse de kurtarılamayarak ölmüştü.
Bu Deniz Eri savaşa girmemiş, kahpece arkadan atılan kurşunlarla ölmüştü ama bir kahramandı;
kahraman ruhu taşıyordu.
www.atsizcilar.com Sayfa 90
Maddeci bir çağdayız. Eskiden pek yaygın olan kahramanlık ruhu yavaş yavaş zayıflıyor, azalıyor,
siliniyor. Onun için Recep Ali Budak gözümüzde sembolleşiyor ve dört yetim bırakarak hayata veda
etmesinde özlediğimiz bir şeyi, ufuklarda gözlediğimiz bir havayı buluyoruz.
Bugünün maddeci hayvanları ölümcül yaralar almış bir insanın yere düşmüş kaskette şeref aramasına
elbette akıl erdiremez. Fakat asıl insanlık budur: Ülkü, düşünce, inanç, prensip, sembol ve şeref için
hayattan geçebilme, kalanlara bir şeref mirası bırakabilme...
Recep Ali Budak'ın varlıklı olduğunu sanmıyorum. Karadeniz bölgesinin o kesimlerinde toprak ufak
parçalara bölünmüş olduğu için kalabalık bir evin geçimi, herhalde, oldukça sıkıntılı bir şekilde
sağlanmaktadır. Şimdi genç bir kadınla dört küçük yavru ne olacak?
Budak bir şehit değildir. Fakat hayatının söz konusu olduğu sırada üniformanın şerefi, yani milli şerefi
düşünmüş bir ölüdür. Bu şerefli ölünün yetimlerine acaba Genelkurmay Başkanlığı yahut Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı bir aylık bağlayıp öğrenimlerini üzerine alamaz mı?
Alırlarsa, yalnız dört çocuğu kurtarmış olmakla kalmayacaklar, milli şerefi yüksekte tutmak isteyen ve
sayıları gittikçe azalan insanlara ümit ve cesaret vermiş olacaklardır.
( 5 Haziran 1972 ), Ötüken, (1972), Sayı: 103
MİLLİ BİRLİK
Halk Partisi istibdadı zamanında "milli birlik" diye Halk Partisi diktatöryasına ad takılmıştı. Onun
tayinle gelmiş kukla mebuslarının hep birden el kaldırma maskaralığı milli birliğin tezahürü idi. Milli
Birlik Milli Şefte şahıslanıyordu; bundan dolayı Milli Şef’in sözleri ve arzuları milli birliği sağlayan
kanundu.
Bugün yalnız Meclis içinde üç parti bulunduğuna göre milli birlik hakkındaki düşünceler değişmiş ve
hakikate daha yakın bir şekil almıştır. Bununla beraber diktatörlük zamanından kalma telakkiler
büsbütün ortadan kalkmış değildir. Bu eski telakkileri yaşatmaya çalışanlar daha ziyade dönme ve
mason gazetecilerle Kemalist olduklarını iddia eden tek tük üniversiteli gençlerdir. Bunlara göre
ırkçılık milli birliği bozan bir fikirmiş.
Milli birlik, ancak savaş olduğu zaman kendini gösteren bir duygu ve düşüncedir. Bunun dışında, iç ve
dış siyasette, dünya görüşünde, iktisadi ve içtimai meselelerde, ilmi telakkilerde milli birlik diye bir şey
yoktur. Münevver insanların günden güne çoğaldığı bir çağda, teferruata kadar bütün meselelerde
herkesin aynı şekilde düşünmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığı mümkün kılmayı düşünmek, milleti,
düşünceden mahrum bir sürü haline getirmek istemektir.
Acaba ırkçılık milli birliği bozan bir düşüncedir de Kemalizm milli birliği sağlayan bir fikir midir? Bugün
ırkçılar da, Kemalistler de Türk milleti için de birer küçük zümredir. Irkçılık Kemalistlerin hoşuna
gitmiyorsa, Kemalizm de ırkçıların hoşuna gitmiyor. Mevcut zümreler içinde, diğerleri gibi
düşünmeyenleri milli birliği bozanlar diye ayırınca bütün partileri ve dernekleri topyekûn sigaya
www.atsizcilar.com Sayfa 91
çekmek ve bunların başına da otuz yıl bu milletin başına zorla bela olan Kemalistleri getirmek icap
eder.
Halk Partililer bugünkü hükümet gibi düşünmüyorlar. Onlar hatta Koraya asker göndermenin bile
aleyhinde bulunuyorlar. Bu aleyhtarlık milli birliği bozmak olmuyor mu? Devlet yarın Koraya bir tugay
yerine bir kolordu göndermeye karar verirse bu kolordunun içinde bulunan Halk Partililer gönül
isteğiyle gitmeyecekler mi? Millet Partisi daha ileri bir halkçılık ve dindarlık istiyor diye bozguncu mu
sayılacak? Mademki Türkiye’de demokrasi vardır, her fikir kendini ortaya atar ve çoğunluğu kazanınca
da iktidara gelebilir.
Esasen parti kelimesinin manasında bile bir bölme, parçalama, ayırma vardı. Her parti vatandaşlardan
bir kısmını diğerlerinden ayıran bir teşekküldür. Fakat bu, ana davada milli birliği bozmaz. Irkçılar da,
hakikat telakki ettikleri bir davada başkaları gibi düşünmeyebilirler. İsnat ve iftira olunduğu gibi bu
ırkçılık Almanlardan alınmış bir fikir olsa bile (ki asla değildir) yine suç sayılmaz.
Çünkü demokrasi de burada icat olunmuş değil, Anglo‐Saksonlardan alınmıştır. Hatta Kemalizm
denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış alemin
bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan, bu suretle diğerlerden daha çok ve karmakarışık bir
şekilde dışarıya bağlı bulunan bir ucubedir.
Bugün dönme, mason ve Kemalist güruhunun ağzında sakız gibi dolaşan yobazlık kelimesi en çok
kendilerine yakışmaktadır: İnkılâp yobazları... Kendilerinden başka türlü düşünenlere tahammül
edemeyen Kemalist ve mason yobazlar...
Irkçılıkla Kemalizm arasında bir ölçüştürme yapmak gerekirse şöyle denebilir: Irkçılık, bizden
olmayanların bize hep ihanet ettiklerini bilmekten doğan tarihi bir gerçeğe, Kemalizm ise otuz yılın
yalan‐dolan propagandasına dayanmaktadır. Onlar şunu bir lahza unutmasınlar ki dayandıkları sahte
mabut yıkılmakta, onun yerine hakikat ve fazilet gelmektedir. Hani, nerede kaldı o eski çığırtkanlıklar?
Artık gözleri açılan çoğunluk şirretçe tahriklerin ardından gitmiyor, değil mi? Artık Kemalizm bayrağını
açan dergiler yaşamıyor değil mi? Muzdarip Türk milleti ağır başlı hakikatlerle karşılaşmak ve biraz
refaha kavuşmak istiyor. İşte, Moskof hayranı milli şefleri çürük bir tahta gibi yıkılıp bir paçavra gibi
kenara atıldı. Bugün herhangi bir adamdan farkı var mı? Olamaz, çünkü kıymeti hakikaten değerli
olduğundan değil, sahte reklâmlardan doğuyordu.
Nerde o mukaddesata saldıran Kemalist inkılâpları? Milletin dinine tahakküm artık sökmüyor, değil
mi? Ecdat türbeleri artık kilitlenemiyor, Koraya giden tugayın kumandanı Kur’anı öpmekten
menedilemiyor, değil mi?
Biz ve başkaları, hepimiz, bizden başka türlü düşünenlere tahammül ediyor, onları ancak fikir
tartışmasıyla kazanmayı düşünüyoruz. Çünkü biz insanız ve bizim de her insan gibi fikrimiz var. Fakat
Kemalist yobazlarının donmuş beyinlerinde herhangi bir "fikir" olmadığı için kendi dar prensiplerinin
dışındaki her şeye diş gıcırdatmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Biz onların Kemalist rejimlerinin her
marifetini, tehdidini, iftirasını, hapsini, işkencesini, tabutluğunu ve mezarlığını 1944'te gördük ve
şatafatlı Kemalizm’in ne olduğunu anladık. Fakat henüz Üniversitede okuyan ve Kemalizm maarifi
neticesinde yanlışsız bir dilekçe yazmak kabiliyetinden mahrum bulunan bazı tek tük gençlerin de bu
www.atsizcilar.com Sayfa 92
yobazlığa katılması hazindir. Demek ki bu gençlerde daha ilmi bir kafa teşekkül etmemiştir.
Kendilerinin değer verdiği şeylere değer vermeyen insanların atılmasını, kovulmasını, kim bilir, belki
de öldürülmesini istemenin cahil köy yobazlarıyla aynı derekeye düşmek olduğunu bile idrak tan
acizdirler.
Bu millet, vaktiyle olduğu gibi bugün de sırf Tanrının adını yükseltmek için bir savaşa girip er,
meydanlarında kan ve can harcayabilir. Bu millet, tutsak Türkleri kurtararak en büyük Türkiye'yi (yani
Turanı) kurmak için de sınırlara koşabilir. Fakat onların Kemalist prensipleri için kılını bile kıpırdatmaz.
Hatta Kemalizm'in çığırtkanları bile Kemalizm uğruna ölmez.
Irkçılık, milleti parçalamak değil, mütecanis bir millet kurmak ülküsüdür. Irkçılığın milleti parçalamak
olduğunu söyleyenler, bu milleti Halk Partili ve Halk Partili olmayan diye birbirine düşman iki bölüme
ayıran İsmet İnönü gibi zavallı ihtiyarlarla ibn‐i zaman olan Hasan Ali ve Fatih Rıfkı gibi biçarelerdir.
Boyu kısa olanlar askeri okula alınmıyor, yaşı otuzu bulmayanlar milletvekili olamıyor. Muayyen bir
para veremeyenler kaybettikleri davayı temyiz edemiyor, muayyen yaşı aşanlar emekliye ayrılıyor...
Bütün bunlar tabii oluyor da Türkçülerin, mühim mevkilere Türk ırkından gelenler geçmelidir demesi
neden anormal sayılıyor? Kimse çıkıp da bazı 29 yaşındakiler bazı 30 ve daha yukarı yaştakilerden
daha akıllıdır, bundan dolayı milletvekilliğinde 30 yaş kaydı milleti ikiye bölüyor demiyor.
Görülüyor ki ırkçılığın milli birliği bozduğu hakkındaki iddia boştur. Bu memlekette, zaten bir vatan
hainliği olan komünizmden başka milli birlik bozan fikir yoktur. Irkçılığın aleyhinde bulunanlar
Türkçülüğün düşmanı olan dönmelerle, masonlar ve Halk Partililer yani Kemalistlerden ibarettir.
ORKUN, 1951, Sayı:21
MİLLİ SİYASET
"Has Hacıb Balasagunlu Yusuf' tarafından On Birinci Yüzyılda yazılan "Kutadgu Bilig", "siyaset bilgisi"
demektir. "Uğur, bahtiyarlık" demek olan "kut" kelimesinden türemiş olduğu için, bu kelime yi
şimdiye kadar "saadet veren ilim" diye boşuna tercüme etmişlerdir. Bu ismin anlamı, koca eserin
muhtevasından da anlaşılacağı üzere siyasetname dir. Toplumun bahtiyar olması için gerekli şartla
saydığı malum olduğuna göre Türkler'in, siyaseti "toplum bahtiyarlığı bilimi" diye anladıkları ortaya
çıkıyor. Nitekim Kutadgu Bilig'den üç asır önce de Bilge Kağan, kardeşi kahraman Kül Tegin için İçen
Kağan da babası Bilge Kağan için diktirdiği ünlü Orkun yazıtlarında, devlet siyaseti olarak zaferlerle
milleti doyurmak, giydirmek ve çoğaltmayı yani bahtiyar etmeyi başardıklarını anlatmışlardır.
Günümüzde milleti bahtiyar edecek bir siyaset tutumundan çok, tehlikelerden kaçınıp yalnız için de
bulunulan günü düşünmek prensibi almış yürümüştür. Atatürk'ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok
atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek
kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.
www.atsizcilar.com Sayfa 93
Aşın ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtulabilir. Fakat
aşın ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü
gelince saldırmalarını asla önleyemez.
Vaktiyle Habeşistan'ın ihtiyatkârlığı, İtalya'yı kışkırtmaktan çekindiği için o zaman İtalyan sömürgeleri
olan Eritre ve Somali sınırlarından askerlerini çekmesi İtalya'nın saldırmasına engel olmadığı gibi
günümüzde de Çekler'in ihtiyatkârlığı Ruslar'ın kaba hareketine mani teşkil edemedi.
Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat
yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka "milli istekler" yani
"ülküler" milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.
Yüzyıllar boyunca tutsaklık hayatı yaşadıkları için cesaretten nasibi kalmamış, geri ve bu bakımdan
iptidai Araplar'ı bugün hatırı sayılır ve kuvvet haline getiren şey Filistin davasındaki tutumları ve
Yahudi düşmanlığıdır. Araplar İsrail'le üç defa çarpışıp yenildiler. Hele son yenilişleri pek yüz kızartıcı
oldu. Buna rağmen inançları sarsılmadığı için yarın büyük hamleler yapabilecek kudreti kendilerinde
buluyorlar ve hazırlanıyorlar.
İsrail de aynı durumdadır. İki bin yıllık tarihi haklara dayanarak yüzde yüz Araplar'ın oturduğu
topraklan işgal edip geri vermemekte direniyor. Oraları da devletine ekleyip yarın için on milyonluk
bir İsrail devleti kurmak gayreti ve ülküsü içindeler. Bir Batı Avrupa devleti niteliğinde olan İsrail'in on
milyon nüfusa sahip olması Arap dünyasına karşı kendisini savunacak esaslı bir gücü elde etmesi ve
geleceğini teminat altına alması demektir.
Türkiye, Atatürk'ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. Atatürk'ün zemin ve zaman
icabı olarak, sırf o devir için söylediği "yurtta sulh, cihanda sulh" sözlerini, ebedi düsturmuş gibi
benimsemiş görünerek siyasetini bu veçhe üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Barış uğruna kimseyi gücendirmemek zihniyeti hâkim olmuş ve bu zihniyet, siyasi sınırlar dışındaki
Türkler'in ihmaline sebep olmuştur. Herhangi bir devlette yaşayan Türkler'le ilgilenmek o devleti
gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye adeta cihan Türklüğü inkâr olunmuştur.
Hâlbuki cihanın manzarası bu konuda ne kadar ibret vericidir. Afrika zencilerine kadar her millet
ırkdaşlarıyla ilgilenmekten bir an vazgeçmemektedir. Hele şu küçük Yunanistan bir yandan Kıbrıs'ı
isterken, bir yandan Arnavutluk'tan Epir'i koparmaya çalışmakta, daha ilerisi için de Bizans'ı diriltecek
hesaplar yapmaktadır.
İstiklal Savaşı bittiği zaman Türkiye 13 milyon nüfuslu, çok yoksul, yorgun, ahalisinin ancak % lO'u
okuyan, endüstrisiz, ülkesi yakılıp yıkılmış, hastalıkların tahribat yaptığı bir devletti. O zaman
kendimize gelebilmek için dışarıda gözümüz olmadığını ilana mecburduk. Bugün öyle değiliz. 32
milyon nüfuslu, ağır endüstriye doğru ilk adımların atmış, yüzde ellisi okur‐yazar, sıtma ve frengi gibi
hastalıkları yenmiş, orta refah seviyesine yaklaşmış, ülkesi oldukça imar olunmuş bir devlet
halindeyiz. Bir milleti yalnız para kazanmak ve okumak için didinen bir sürü olmaktan kurtarmak için
ona milli gayeler gösterilmesi lazımdır. İktisadi kalkınma, yol ve liman, atom, roket, uzay milli ülkü
olamaz. Bunlar nasıl olsa elde edilecektir. Fakat çok mühim olduğu halde mutlaka verilemeyecek olan
www.atsizcilar.com Sayfa 94
hayati nesne "ülkü"dür. O ülküyü, düşünüp taşınarak zorla yaratmaya da ihtiyacımız yoktur. O hazır
olarak yanı başımızda duruyor: Dış Türkler...
Hükümetin dış siyaseti yalnız NATO, Merkezi Antlaşma ve Kalkınma İçin Bölgesel İş Birliği sınırlan
içinde kaldıkça Türk milleti teknikte ne kadar ilerlerse yaratıcı bir millet olamaz. Onu yaratıcı yapacak
şey dış Türkleri düşünmek gibi yüksek milli ve insani bir meseledir.
Batı ve komünist dünyaları nasıl, alabildiğine silahlanıp birbirlerine diş biledikleri halde bir arada
savaşsız yaşıyor ve iktisadi ilişkilerde bulunuyorsa, biz de sınırlan içinde Türk bulunan devletlerle dost
kalmak şartıyla o Türkleri düşünür, kültürce ilerlemeleri için çalışır, her türlü yardımı yapabiliriz.
Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir. Kendi
eliyle imparatorluğunu tasfiye eden Fransa, Kanada'daki 7 milyon Fransız'la birleşmek istediğini açığa
vurmaktan çekinmedi ve zamanımızın büyük ve ileri görüşlü devlet adamı olan Başkan De Gaulle,
Kanadalı Fransızlar hakkındaki emellerini bizzat, Kanada'da söyledi.
Örnekler bu kadarla bitmiyor: Hollandalılar, müttefikleri olan Belçika'daki 4 milyon Flaman hakkındaki
niyetlerini çoktan belli etmişlerdir:
İrlanda, "Kuzey İrlanda" denen ve sırf Protestan oldukları bahanesiyle İngilizler tarafından bırakılmak
istenmeyen Ulster'i açıkça istiyor.
Zayıf ve geri Afganistan, kuvvetli komşusu Pakistan'da bulunan Patan'lara gözlerini dikmiştir.
Daha birçok örnek bulunabilir. Çünkü bu sosyal bir kanundur: Milletler ırkdaşlarını da kendi siyasi
sınırları içine almak isterler ve bunun için her türlü fedakârlığa katlanırlar.
Dünya âlem böyle de biz neden değiliz? Acaba dünyada barışçı, insaniyetçi ve akıllı olarak yalnız biz mi
kaldık?
Dış Türklerle ilgilenince tabii yine serbest nazımla şahane şiirler başlayacak: Turancılar, ırkçılar,
emperyalistler, faşistler vesaire. Herkesin her dediğine aldıracak olduktan sonra 400.000 Rum'a karşı
100.000 Türk'ün yaşadığı Kıbrıs'ta işimiz ne?
İş denize girinceye kadardır. Girdikten sonra üşümen geçer. Sen de iyi yüzücülere has kuvvetli
kulaçları büyük bir ustalıkla atmaya başlarsın.
ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 2/(74), Gözlem, 1968, Sayı: 5
www.atsizcilar.com Sayfa 95
MİLLİ İKTİSAT
İstihsali bedevi olan bir milletin istihlaki medeni olamaz.
Asırlardan beri kapitülasyonlar gibi zalim zincirlerle eli ayağı bağlanıp açık göz ve bezirgân ruhlu
milletler ve sermayeler tarafından sağlam bir inek gibi istismar olunmuş bir milletiz. Herkes
müstemlekeler edinir ve onların kanını emerdi. Biz Ana yurdumuzu da müstemlekelerimiz uğrunda
istismar ettik.
Bunlarla beraber, Tanzimat'tan beri Avrupa medeniyeti ve onun icapları ile daha sıkı temasa gelerek
bilhassa münevver geçinen sınıflarımızın gözü kapalı israfları ve züppelikleri yüzünden bütün
servetimizi bir mirasyedi gibi düşüncesizce israf ettik.
Zararlarımız bu kadar da değildir. 1310 senesinden beri hemen her yıl baş gösteren dâhili harplerle
uğraşıyor ve bir sürü masraflar yapıyoruz. Bunlardan başka meşrutiyet inkılâbını yaptık. Onun tabii ve
serdengeçti birer neticesi olan bir sürü masraflarla karşılaştık.
İtalyan taarruzu ve Trablus harbi önümüze çıktı. Onunla pençeleştik. Bitmeden Balkan başladı. Henüz
tedarik ettiğimiz bir sürü müdafaa vesaitimizi ve henüz denkleri açılmamış kız gibi malzemeyi büyük
ve mümbit arazi parçaları ile beraber düşmanlarımıza kaptırdık. Bu arada istikrazlar yaptık.
Büyük harp geldi. Yeniden bir sürü masraflara daldık. Çocuklarımız yiyecek ekmek bulamazken,
mahsulâtımız sıfıra inmiş ve ihracatımız durmuşken çöllerdeki baldırı çıplaklara altın dağıtmakla
uğraştık. Nihayet mütareke geldi.
Yeniden birkaç emperyaliste miras olacak kadar büyük arazi ile beraber büyük servetler kaybettik.
İstiklal harbini, gırtlağımızı aşan borç ve milletimizin dibi çıkmış kesesinden kırıntı halinde dökülen
paralarla başardık.
Ondan sonra da herkese parmak ısırttıran büyük inkılâplarımız başladı.
Bunların hepsi masrafla olan ve kıymetleri para ile ölçülemeyecek büyük işlerdi. Milli müdafaamızı
temin için zaruri fedakârlıklarla mühim müesseseler meydana getirdik.
Sonra yeni bir medeniyeti bütün etrafı ve levahiki ile kabul ettik. Bu son zaferi hayatımız pahasına
kazanmıştık. Zafer ve muvaffakiyet içimizdeki dolgun ruh iktibaslarını ve ıstıraplar içinde geçen
hayatımızın sert zembereğini boşalttı, bir müddet israfa daldık. Bu arada yine dâhili isyanlar oldu.
Büyük masraflarla bastırdık.
Vatanımızın en mamur yerlerini kuduz bir düşman çiğnemişti. Onların kerpiç harabeleri yerine beton
kâşaneler yükselttik. Türkiye şehir ve hatta kasabalarının birçoğu rüyasında bile görmediği binalara ve
medeni teşkilata ve tesisata malik oldu. Nihayet Orta Anadolu yaylası üzerinde yeni ve büyük bir
merkezin ilk nüvesi olan Ankara şehrini meydana getirdik.
www.atsizcilar.com Sayfa 96
Bu sırada dünyayı kavuran iktisadi buhran bize de çattı. Aklımız başımıza geldi. Tedbirler almaya
başladık.
Yukardan beri bütün birer cümle ile geçtiğimiz hadiseler, iktisadi bakışla her biri tek başına birer
büyük hailedir. Bunlar bizim maddi ve manevi birçok hazinelerimizi tükettiler. Fakat bütün bunlara
mukabil hürriyet ve istiklalimizi kazandık. Milli hudutlarımız, içinde milli mevcudiyetimize sahip olduk.
Bütün bu harikaların meydana gelmesinde olduğu gibi bütün bu iflas ettirici hadiselerin karşısında da
biricik istinadımız Türk köylüsü oldu.
İşte bu fedakârlıkların büyük zararlarını da Türk köylüsü malı ve canı ile ödedi. İktisadi nazariyeler
hilafına olarak açlığı ahlaksızlığa, sefaleti esirliğe, ıstırabı serseriliğe tercih etti. Biz bu halkın tükenmez
bir hazine olduğuna ve onun enerjisine inanıyoruz.
Çünkü o bunları tarihimizin her safhasında isbat etti ve gösterdi.
Kocası cephelerde çarpışırken yaban otlan yiyerek yavrusunu emziren Türk kadını, cins bir Türk anası
olduğunu lazım oldukça ispat etti.
Obası açlık ve karanlıkla çarpışırken cephelere damarlarım boşaltan köylümüz aslanlığını her zaman
dünyaya gösterdi. Ona bir şey vermeden birçok şey istedik. Verdi. Başımız sıkıldıkça tehlike var gel
dedik. Geldi. Böyle bir hazineye ve böyle bir mukaddes kütleye malik olan bir millet hangi buhrandan
ve hangi tehlikeden yılar? İstiklal için ölümle çarpışan ve pençeleşen Arslan, yaşamak için sefaletle ve
açlıkla didişmekten korkar ve yılar mı?
Her şeye katlandık ve kazandık. Her şeye katlanacak ve kazanacağız.
Boş midelerimize yumruk basarak çarpışmasını yedi iklimde deneyerek kaşarlanmış bir milletiz. Ot
yiyecek, yağ yakacak, çuval giyecek fakat yine ölmeyecek, yine hürriyetimizi ve istiklalimizi
kaptırmayacak ve kurtarıp yaşatacağız. Bütün bunlar hür ve müstakil Türkiye uğruna ve onun için...
Onun için iktisadi seferberlik var. İsraflara sefahatlere elveda...
Yaban mallarına harp var. Şehir canavarları olan tenezzüh otomobillerine, yılan derisi gibi parlayan
ipekli kumaşlara, boş kafalan süsleyen lüks şapkalara, gösteriş budalalarım tapındıran kürklü ve
kadifeli parçalara, züppe midelerin hoşlandığı Frenk pirinçlerine harp var.
Asrın hülya aşılayan afyonlu filmlerine, kulaklara rakı içiren kahpe sesli plaklara harp var. Cilalı
tırnaklara, pomatlı suratlara, renkli kravatlara her yerde yurdumuza dikilmiş düşman topu gibi
patlayan şampanyalara harp var; iktisadi seferberlik var.
Bütün Türkler bir kalp gibi çarpacak, bir kafa gibi düşünecek ve bir ordu gibi çarpışacak. Onun için
diyoruz: Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 97
Ata söylüyor. Biz de onunla beraber haykırıyoruz. Yeni bir Samsuna ayak bastık. Yeni bir Sakarya’dan
geçerek yeni bir Dumlupınar’a ve oradan da yeni bir Lozan’a gidiyoruz.
Gazinin kumandasında olarak çarpışacak olan bu ordunun muvaffakiyeti, Türk tarihinin son asırlarda
cihana örnek yaptığı ikinci şaheser olacaktır. Sakarya, Dumlupınar yolu ile iktisadi kurtuluşa gidiyoruz.
Sakarya, Dumlupınar ve Lozan'a gidiyoruz.
Yolumuz geçen seferki yoldur. Yolumuz Moskova veya Roma'ya değil, Dumlupınar’a gidiyor.
Kabuklu maksatlarla içimize katılanlar varsa, onlara şimdiden haber edelim. Birinci milli mücadelede
karşılaştıkları hüsranı tekrar denemesinler. Yine mahkemeler, yine sehpalar kurulmasın. Yine sorguya
çekilerek ağlayanlar bulunamasın.
Moskova ve Romanya değil. Dumlupınar ve Lozan'a gidiyoruz.
Türk milleti fedakârlık ve kahramanlıkta örnekler peşinde koşan bir moda kuklası değildir. Tek başına
tarih, tek başına istila ve tek başına inkılâp yapmış, kendi göbeğini kendi kesmiş bir milletiz.
Bazılarının sandığı ve hülyalandığı gibi, Kızıl veya Kara rejimlere değil, Türk milletinin yarattığı Al kanlı
Sakarya, Al kanlı Dumlupınar ve Al kanla kazanılmış Lozan'a gidiyoruz.
Atsız Mecmua, 1931, Sayı:8
İKTİSAT VE MİLLİ MÜDAFAA
Adsız kahramanları, adsız müstahsilleri kurtarmak lazımdır.
On yedinci asır sonuna kadar muayyen bir araziye, kâfi miktar halka mâlik olan bir memleket kimseye
muhtaç olmadan, kendi milli vasıtalarıyla temin ettiği istihsalatı ile iktisadi istiklalini temin ve idame
ettirebilirdi.
Böyle bir memleketin komşularıyla olan iktisadi mahiyetteki münasebeti onlardan kendisine mevcut
bulunmayan lüks eşyayı ithal etmekten ibaretti.
Bu devirde memleketler, vatandaşlarının ihtiyaçlarını bizzat kendileri temin ederek her hangi bir
tehlike karşısında harici yardımdan müstağni bulunmaya çalışmakta idiler. Hükümet adamlarının
vazifesi önce memleket içinde malların serbest bir surette seyrinin temini, sonra da istihsalin teşvik ve
himayesinden ibaretti. Fakat sınaî hayatların inkişafı milletlerin iktisadiyatında muhtariyetin önüne
demirden bir set çekti. Milletler siyasi istiklâllerin nispetinde iktisadi hayatlarında birbirlerine
bağlandılar. Bir memlekete ait iktisadi hadiselere başlangıçta yalnız o memleketin malı iken sonraları
bunların iyi ve fena neticeleri bütün memleketlere tesir eder oldu. Bugün bir memleketin iktisadi
hayatındaki buhranlar o memleketin siyasi hayatları üzerinde de müessir olarak münasebette
bulunduğu diğer memleketlerin iktisadi ve siyasi hayatlarının da müteessir etmektedir. Parası
olmayan bir memleket münasebette bulunduğu diğer memleketten satın almakta olduğu maddelerin
www.atsizcilar.com Sayfa 98
tamamını veya bir kısmını satın alamaz, bu netice satıcı memleketi müteessir eder. Milletler arasında
tıpkı insanlar arasında olduğu gibi sıkı bir tesanüt ve iş bölümü vardır. Bir memleketin istihsal fazlası
diğerleri tarafından istihlak edilir, bu suretle cihan iktisadında bir tevazün temin olunur. Milletleri
birbirine bağlıyan bu tesanütler arkasında milletlerin bir de mahrem cepheleri vardır. Bu cephelerin
adı "MİLLİ DUYGULAR" dır. Milletler iktisadi münasebetlerini temin edebilmek için birbirleriyle temas
ve mübadele de bulunmak ıstırarındadırlar; buna şüphe edilemez. Bununla beraber mübadele ve
münasebet mecburiyeti milli duyguların, milli iktisadın ihmal edilmesini tazammun etmez.
Milletler on dokuzuncu asırda milliyetperverlikle beynelmilelcilik arasında çalkanıp durdular. Nihayet
bu iki vaziyeti telif etmeğe çalışarak aralarında ticaret muameleleri, hususi gümrük tarif eleri yaptılar;
bunlara milli. mahsulleri koruyan hükümler koydular. Umumi harp esnasında bu teamül ve
muahedatın kâfi gelmediği görüldü; milletler muhtaç oldukları maddeleri dâhilde temin
edememekten mütevellit çok elim ve çok acı hüsranlar, ıstıraplar geçirdiler. Bilhassa Türkiyemiz bu
hüsranlarla bu ıstırapların en şiddetlisini çekti. Umumi harpten sonra anlaşıldı ki milli müdafaanın
temini ancak ve ancak istihsalatın millileştirilmesi tekessürü ve tenevvü ile kabildir.
Fakat istihsalat; istihlak ve ihracata bağlıdır. Bir memlekette istihlak ve ihracattan aşın istihsal,
neticesi vahim akıbetler doğurabilir.
Türkiye’mizin istiklalini koruyacak evvela ordu, sonra milli iktisattır.
Orduyu yaşatacak, ona kuvvet ve hareket verecek, iktisadi kudret verecek iktisadi kudret ve
amillerdir. İktisadi kudret ve amillerin esası istihsalin tenevvüü, çokluğu ve bunların istihlak ve
ihraçlarından ibarettir. İstihsalde müessir olan dört vasıta vardır:
1‐El işleri (iptidai sanatlar);
2‐Toprak;
3‐ Kudret (elektrik ve mihaniki kuvvetler);
4‐ Sermaye...
Bugün teessürle kaydedebiliriz ki biz istihsalde henüz el ve kol kuvvetinin amil olduğu iptidai iktisat
devresinden tamamiyle kurtulamamışızdır. Nüfusumuzun beş altı mislini ferah ferah besleyecek kadar
geniş topraklara malikiz. Bu toprak tamamen iptidai bir şekilde ve istifadeye gayri müsaittir. Ziraatı
güneşin rahmetine, suların lütfüne bağlı bir memleket için ziraat memleketidir denemez.
İhracatımızda en esaslı vazifeler gören öyle mıntıkalar var ki yağmurun yağmaması oralarda kıtlığı
muciptir.
Zirai istihsalde iptidailiğimize rağmen Türkiye ciddi ve fenni esaslar dâhilinde çalışacak olursa Balkan
pazar ve panayırlarına zirai mezat da ihraç edebilecek bir memleket haline gelebilir.
Memleketimiz zirai kabiliyetinden başka kudret ve mihaniki kuvvet itibarıyla da zengindir. Filhakika
memleketteki madenlerden pek az istifade edilmektedir. Buna mukabil çok zengin maden,
kömürlerimiz, ufak himmetler sayesinde sınaî tesisatta istifade edilecek nehirlerimiz vardır. Bir milli
müdafaa; milli iktisadiyatımızı nutuklar; cemiyetlerle değil şeni esaslarla hal ve ikmal etmek
www.atsizcilar.com Sayfa 99
mecburiyetindeyiz. Bunun için istihsalimizi medeni bir hale sokmak, nehirlerimizi kabili istifade bir
vaziyete getirmek; madenciliğimizi kazma ve kürek madenciliğinden kurtarmaklığımız lazımdır.
Bu günkü harpler, medeniyetlerin, cemiyet iktisadiyatının yekdiğeriyle çarpışmasıdır. Bir ordunun
askeri kabiliyeti ne kadar çok olursa olsun eğer o süngüsünü bileyecek taşı, mavzerini patlatacak
barutu, askerinin sırtına ve karnına lazım olan mevaddı kendi milli unsurları vasıtasıyla temin
edemezse muvaffakiyeti tesadüf e bağlıdır.
Silahları terk etme meclislerinin enternasyonal kongrelerinin temenni ve kararlan ne olursa olsun belli
bir hakikat varsa o da bütün milletlerin kayıtsız ve şartsız askerliğe doğru gidişleridir.
Memleketlerin bugünkü tamamiyeti mülkiyeleri ancak ordularının kuvveti ve askeri sena iyelerinin
mükemmeliyeti ile kurtulabilir. Bu hakikati anlayan bütün milletler silahlanmakta,
askerleşmektedirler;
İşte: Polonya, Finlandiya, İtalya, Romanya, Fransa, Rusya.
Harp muahedelerinin amansız kayıtları altında bağlanan Almanya, Bulgaristan; Macaristan da ise bu
askerleşmek ve silahlanmak arzusu bir hırs halini almıştır. Bizim orduya ve askere ihtiyacımız diğer
memleketlere nazaran büsbütün başkadır. İsviçre bitaraflığını devletlere tanıtıp ordusunu tamamen
lağvedebilir. Fakat bizim için buna imkân yoktur. Ordusuz Türkiye istiklalsiz bir toprak; bir
hinterlanttır.
Dünün bitaraf bir devleti olan Belçika bugün İngiliz fabrikalarına on binlerce İngiliz lirası kıymetinde
harp levazımı, tayyare sipariş etmektedir.
***
Toprağımız çok ve iyi mahsul vermemektedir. Biz bunun sebeplerini bularak izale etmeliyiz.
Toprağımızın az mahsul vermesi onunla meşgul olan ellerin ehil olmamasından ileri gelmektedir.
Yapılan kimyevi tahliller bilhassa nehir kenarındaki topraklarımızın dünyanın en mümbit kara
topraklarından olduğunu göstermektedir.
Memleketin her tarafı bol sulu nehirlerle sulanmıştır. Mesut cemiyetler; medeni memleketler için
birer refah vasıtası olan nehirler bizde yazın hastalık; kışın ölüm getirmektedir.
Topraklarımızın iyi mahsul vermemesine gelince bu teşkilat noksanlığından; küçük ziraat eshabının
himaye edilmemesinden ileri gelmektedir.
İş bölümü muasırı bulunduğumuz iktisadi ve sınaî müesseselerin inkişaf ve tekâmülünde çok mühim
bir rol oynamıştır. Bizim mektep ve idare müesseselerimize bile henüz girmeyen bu tılsımlı düsturun
ziraat erbabı arasında mevcudiyetini iddia etmek bilmem ne derece doğrudur? İş bölümü sisteminin
muhtelif müesseselere tatbiki XIX ve XX. asırların muvaffakiyetini temin eden hadiselerin en mühimi
olmuştur.
www.atsizcilar.com Sayfa 100
Köylümüz çok acıklı bir vaziyettedir. Köy kanunlarının parlaklığı, kelimelerin güzelliği ve nihayet hüsnü
niyetin mevcudiyeti kâfi değildir.
Köylünün ziraatında, mesainde iş bölümü nedir bilinmez.
Köylü otlakta öküzlerini yayar; sapanını biler, yemeğini, evini yapar, duvarını örer, tarlasını sürer,
buğdayını biçer, öğütür, kasabaya iner, odun satar, gaz alır, bunlara mümasil binlerce iş yapar.
Köylümüzün böyle muhtelif işleri yapmaya mecbur, oluşu, mesaisinde müspet bir iş bölümünün
olmaması elde etmiş olduğu neticelerin parlak olmamasına sebep olmaktadır. Eğer bir köy halkının bir
kısmı yalnız tütün ziraatı ile meşgul olursa bittabi bu köyün tütünü sırasında karpuz, kavun ekip tütün
ziraatı ile meşgul olan köyün tütününden çok farklı ve çok nefis olur. Milli istihsalatımızın, milli
iktisadiyatımızın belkemiğini teşkil eden mahsulâtımızın tekemmülü için ziraatımıza iş bölümü esasını
sokup köylünün yapacağı işlerde ona ihtisası öğreterek çalıştırmalıyız.
Bugünkü demokrat müesseselerde (köylü) milli refahın, milli müdafaanın en canlı bir unsurudur.
Muhteşem zaferler temin eden muzaffer orduların adsız kahramanları köylüdür. Milli servetleri temin
eden fert cüzilerin yine köylüdür. Milli müdafaa kadar milli servetimizi korumaya mecburuz. Bu da
ancak köylünün terfihi ile mümkündür. Ziraata müteallik mahsulâtımızı fenni ve medeni esaslar
dâhilinde temin ve ihraç etmeliyiz. Bize para veren müşteri: yumurtanın iyisini, incirin kurtsuzunu
ister. Binaenaleyh ihracatımızda mühim bir yekûn teşkil eden zirai istihsalatımızı medeni bir hale ifrağ
etmeliyiz.
Bunun için Anadolu’nun muhtelif mıntıkalarında resmi devlet panayırları vücuda getirmeliyiz. Bu
panayırlara iştirak edecek köylü mahsulünü nakilde devlet vasıtalarından istifade etmelidir.
Köylü mahsulünün tekemmülünde: köylüyü tenvire bilhassa ehemmiyet vermeliyiz.
Binaenaleyh köy tedrisatına: genç köylüyü tenvire bilhassa ehemmiyet vermeliyiz.
Memleketleri kurtaran ordular: Ordulara kuvvet ve hareket veren milli iktisatlarıdır. Memleketimizi
korumak için milli iktisadı: milli ziraatı; milli hayatı kurtarmak mecburiyetindeyiz.
Bunun için; Atsız kahramanları! Adsız müstahsilleri kurtarmaklığımız lazımdır.
Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 11
www.atsizcilar.com Sayfa 101
KİM MİLLİ KAHRAMANDIR?
Kahramanlar tarihin her çağında saygı görmüş; her zaman, her yerde kahramanlar yetişmiştir.
Kahramanlık insan erdemlerinin en yücesidir. Milletlerin de kahramanları sayısınca itibar kazandığı ve
dayanıklı olduğu bilinen gerçeklerdendir.
Fakat sadece "kahraman" olmakla "milli kahraman" olmak arasında fark vardır. "Milli kahraman",
tesirini daha büyük çapta gösteren, gelecek yüzyıllara da kumanda eden, unutulmaz izler bırakan
kimsedir. Milli kahramanlar, milletlerin hayatına yön verir.
Milli kahraman olmak için mutlaka yüksek makamda bulunmaya lüzum yoktur. Mesela 30 yıldan beri
Amerikalılara ve Filipinlilere teslim olmadan tek başına Lübang adasında yaşayan ve bugün 51 yaşında
bulunan Japon Teğmeni Onoda da bir milli kahramandır. Onun, vaktiyle almış olduğu buyruğa uyarak
direnmesinin gerçi Japon savunmasına hiçbir yararı dokunmamışsa da, temsil ettiği kahramanlık ruhu
ile Japon milletine şeref ve gurur vermiş, tarihe ebedi bir kahraman olarak geçmiştir. Milli
kahramanlar bir millete hız veren enerji kaynaklandır. Onlar olmadan büyük bilgin, dahi şair veya
filozof yetiştirmenin değeri ve manası kalmaz. Hindistan, filozoflar ve şairler yetiştiren, fakat milli
kahraman çıkaramayan ülkelerin nasıl yaşadıklarına iyi bir örnektir.
Fakat şunu da unutmamalı ki milli kahraman yetiştirdiği halde onları unutan bir millet, hayvan
sürüsünden biraz farklı bir yığındır. Er‐geç başkaları tarafından güdülmeye mahkûmdur.
Milli kahramanları unutmak nasıl bir felaketse sahte milli. kahramanlar uydurmak da o kadar vahim
bir rezalettir. Bu; hırsızlığı zeka, dolandırıcılığı deha saymakla eşit bir faziletsizliktir.
Kendi eski tarihimizden örnek vermek gerekirse milattan önceki üçüncü yüzyılda, atını ve evdeşini
verdiği halde vatan parçasını düşmana vermeyen ve Türk milletini yaratan Tanrıkut Mete'yi milli
kahraman tipi olarak gösterebiliriz. O, yenmiş bir milli kahramandı.
Yenilmiş milli kahraman, tipi ise Kürşad’dır. O delice kahramanlık olmasaydı Türkler Çin'de erimiş ve
Türk devletine hâkim olan zayıf Sırtarduşlar Çin'le başa çıkamayacağı için Türk milleti bugün
yeryüzünden silinmiş olacaktı. Hepsi ölen 41 kişinin koca bir imparatorluğa dehşet salması onların
nasıl milli kahramanlar olduklarının senedidir. O yenilmiş ve öldürülmüş milli kahramanlar daha
sonraki zaferlerin ve bütün milli hayatın yaratıcıları olmuştur. Çünkü milli kahraman olmak için
inanmak ve ölümü göze almak şarttır.
Yeni tarihimize gelince, bunun yalnız Kurtuluş Savaşı devresini alarak hangi milli kahramanları
yetiştirdiğini düşünürsek vereceğimiz hüküm hiç tereddütsüz şu olacaktır: Kurtuluş Savaşı'nın iki milli
kahramanı, en karanlık günlerde bile bu işin başarılacağına inanan Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal
Paşalardır. Biri iyi silahlı Ermeni ordusunu onun yarısı kadar bir, kuvvetle bozguna uğratarak, öteki bir
destan savaşı olan Sakarya'yı ve imha savaşının güzel örneği Dumlupınar'ı kazanarak bu payeyi
almışlardır. Bu savaşların Türk ve cihan hayatındaki tesirleri hala devam etmektedir.
Kurtuluş Savaşı'nın birçok kahramanı daha, vardır. Fakat başta ünlü asker Mareşal Fevzi Çakmak
olduğu halde bunların hiçbir milli kahraman olacak ayarda değildir.
www.atsizcilar.com Sayfa 102
Gerçekler balçıkla sıvanamaz. Hiçbir değeri olmayanları bugün milli kahraman ilan etseler bile yarın
onlar o mevkiden indirilir.
Stalin'in cesedi de aynı sebeplerle Lenin'in yanından alınarak yok edildi.
(11 Mart 1974), ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 3
MİLLİ EĞİTİM
Türkiye'de milli eğitim mekanizması iyi işlemiyor. Hala birçok ortaokul ve liselerde yarı öğretmenle,
hatta bazen üç dört öğretmenle ders yapılması, pek çok ilkokulun tek öğretmenle idare edilmesi bunu
gösteriyor. Orta öğretimdeki öğretmen eksikliğini oralardaki subay, doktor, eczacı, mühendis gibi
meslek adamlarıyla kapatmaya çalışmak, tabii, hiç de verimli olmuyor. Sonuç şu:
İlkokuldan çıkanlar üçüncü sınıf seviyesinde, liseden çıkanlar ise Türkçeyi doğru yazmaktan aciz, milli
tarih bilgi ve şuurundan mahrum, toplum görgüsünden uzak olarak yetişmiş oluyor. Çok zeki ve
çalışkan olanlar, evlerinden ders yardımı görenler dışındaki gençler böylece yarım yamalak yetişiyor.
Her yıl yüksek öğretim imtihanına giren 100.000, 150.000 genç bu seviye ile teste katılıyor ve her yıl
20–30 bin tanesinin dışındakiler başarı kazanamadığı için Bayazıd Meydanı'na çadır kurmak, bildiri
yayınlamak, Ankara'ya yayan yürümek, Köprü'de yere oturarak vasıtalara engel olmak gibi gülünç
davranışlar sanki bir çare imiş gibi tekrarlanıyor.
Üniversite ve yüksek okullara yığılmanın sebebi ortaokul veya liseden sonra çocuklara meslek
öğretecek okulların yeterince bulunmayışıdır. Dünyanın her yerinde yüksek öğretim yapmak
isteyenler, meslek sahibi olmak isteyenlere göre azınlıktadır. Bu hakikat bizde de yıllardır anlaşılmış
olduğu halde, ilkokul, ortaokul ve liseden çıkacaklara türlü seviyelerde hayati meslekler öğretecek
okullar açılamamıştır. Açılamayınca, liseyi bitirenler üniversiteye hücum eder olmuş, ondan da
bugünkü acıklı sonuç doğmuştur.
Bundan başka Milli Eğitim'in politikası da çok sakat ve seviye düşürücüdür. İlkokulların ilk iki sınıfında,
sınıfta kalmak usulünün ka1dınlması gayet yanlıştır. Bazı çocukların zekâları geç gelişir, başlangıçta
başarı gösteremedikleri halde sonradan açılırlar. Zekâsı geç gelişen çocuklan, daha birinci sınıfın
bilgisini kavramadan ikinci sınıfa geçirmek hem sınıfın genel seviyesini düşürür, hem de daha birinci
sınıfın müfredatım kavrayamamış olan çocuğu büsbütün şaşırtarak gelişmesine engel olur. Hele tek
öğretmenle idare olunan ilkokullardaki seviye tabii olarak pek düşük kalır, üstelik öğretmeni de
yıpratarak hayattan bezgin duruma düşürür.
Orta öğretimdeki seviye düşüklüğü eski Eğitim Bakanlarından Saffet Arıkan'ın bir genelgesiyle
başlamıştı. O zamanın öğretmenleri işi sıkı tutuyor, bilgisizliğe göz yummuyor, bu sebeple bazen bir
sınıfın yarısı bir dersten bütünlemeye kalıyordu. Saffet Arıkan, bir sınıfın bir dersten dörtte birinden
fazlası bütünlemeye kalırsa öğretmeni başarısız sayar ve sorumlu tutarım deyince iş değişti.
Sorumluluktan ödü patlayan öğretmenler bu sefer öğrencileri topyekûn sınıf geçirmeye başladılar.
Seviye düşüklüğünün en mühim sebeplerinden biri bu oldu.
www.atsizcilar.com Sayfa 103
Şimdi de görülüyor ki 150.000 gencin hepsine yüksek tahsil vermek için akil almaz usullerin
uygulanmasına geçilmiştir. Bunlardan en tuhafı mektupla öğretimdir. Mektupla yüksek tahsil vermek
kaabilse bu iş radyo ve televizyonla daha da iyi yapılabilir. Hatta yeni metotlar bulunarak öğretmen,
aradan büsbütün çıkarılıp devlet yüz milyonlarca lira maaş vermekten kurtulur. Ama ne yapalım ki
bunlar hayal‐i muhaldir...
Mektupla öğretim bazı çok zeki ve ön bilgileri kuvvetli gençler için yapılabilir. Fakat bunlar beş on
kişiden ibarettir. Üç gün içinde mektupla öğretim için başvurduğunu 17 Ekim 1974 tarihli Milliyet'ten
öğrendiğimiz 80.000 kişi arasında bu ayarda 80 kişi çıkar mı? Çıkamaz... Bu 80.000 kişi yüksek öğretim
oyunu oynayacak, birer yüksek tahsil diploması alarak avunacak, Milli Eğitim idaresi de başarısıyla kim
bilir ne kadar övünecektir.
Fakat olmaz... Olmaz... Kendimizi aldatmayalım. Bu iş peri değneği ile çözümlenemez. İşi temelinden
tutup yıllar sürecek bir plan hazırlamalıdır. Mesela:
1) Her ilkokulda en aşağı beş öğretmen bulunmalı, hatta bunlar arasında da ihtisas bölümü
yapılmalıdır.
2) Bütün öğretmenleri sağlanmadan ortaokul ve lise açılmamalıdır.
3) Ortaokullara ihtisas öğretmeni sağlamak için iki sınıflı eğitim enstitüleri açılmalıdır.
4) Okulsuz köylere tek öğretmenli okul açarak istatistik kabartmak yönüne gidilmemelidir. Tek
öğretmenli okul çat pat kitap heceleyen çocuk yetiştirmekten başka işe yaramadığı gibi başka
okulların öğretmenlerinden birini çalmış olarak o öğrencilerin normal yetişmesine engel olmaktadır.
5) Ortaokullardan yabancı dil dersi kaldırılarak boşuna zaman harcanmamalı, yabancı dil öğretimini
lisede yoğunlaştırarak bu üç yılda her gencin, az da olsa, yabancı bir dil öğrenmesi cihetine
gidilmelidir.
6) ilk ve ortaokullarda tarih ve coğrafya olarak, yalnız Türk tarihi ve Türk elleri coğrafyası okutmalı,
çocuğun zekâsını boşuna yormamalıdır.
7) Liselerin birinci sınıfından itibaren edebiyat, matematik, fizik‐kimya ve biyoloji bölümleri ayrılarak
çocukların sevdikleri branşlarda iyi yetişmeleri sağlanmalıdır.
8) İlkokuldan lisenin sonuna kadar Türk grameri ve tarihi ciddi şekilde okutularak anadilini ve tarihini
bilmez cahiller yerine milli kültürle parlatılmış gençler yetiştirilmelidir.
9) Yurttaşlık bilgisi bütün ortaokul ve liselerde programa konmalı, bu dersin içine bugün sözü çok
edilen ahlak dersi ve fazla olarak umumi görgü de eklenmelidir.
10) Yüksek öğretim görenleri öğrenimlerinin ehli olarak yetiştirmek için önce hoca hazırlamak
lazımdır. Ankara veya İstanbul’daki profesörlerin haftada iki defa uçakla başka şehirlerde kurulan
www.atsizcilar.com Sayfa 104
sözüm ona üniversitelere giderek ders vermesiyle üniversite mezunu yetişmez, yetişemez. Şu kadar
üniversitemiz var diye kendimizi aldatmayalım.
Önce kabiliyetli asistanları gerekli ülkelere, en az iki yıl için yollayıp yabancı dil bilgilerini sağladıktan
sonra şu veya bu şehirde bir fakültenin ilk sının açılır. Kabiliyetli asistanları bazı kıskanç profesörlerin
kaprisine kurban etmemek için tedbir alınmalı.
11) Üniversitelerin verimli olması, profesörlerin eser vermeyerek dış ülke seyahatleri ile gönül
eğlendirmemesi için üniversitelerin muhtariyeti kaldırılmalı.
12) Rektörlük ve dekanlık sadece idari bir iş olduğu için rektör ve dekanlar hükümet tarafından,
profesör olmayan idareciler arasından seçilmeli. Profesörler sadece kendi aralarından bölüm başkanı
seçerek sırf öğretim ve ilmi eser yaratmak işiyle uğraşmalı.
13) Çalışkan ve bilgin profesör ve doçentlerin eserini sıra bekletmeden en mükemmel şekilde
basmanın yolları bulunmalı ve onları dış ülkelere kaçırmamak için maddi bakımdan tatmin olunmaları
sağlanmalı.
***
Böyle yapılmaz da her nahiyede lise, her şehirde fakülte açmak yoluna gidilir, bütün lise mezunlarını
üniversiteye alacağız diye bula bula mektupla öğretim yapmaya kalkışılır, bir köyün iki üç yüz
çocuğunu tek öğretmenle idare etmeye bakılırsa sonuç berbat olur.
Bugün Türkiye nüfusunun % 70'i okuyor ama buna okuma denemez. Yazı işaretleri şöyle dursun,
yanlışsız satır yazamayan insanlar, büyük harfin nerde kullanılacağını bilmeyen üniversiteliler varken
Milli Eğitim başarı sağlayamamış demektir. Başarı için, bugün bol bol ziyan edilen başarılı adamları
subaşlarına getirip sert tedbirler almak daima ‘‘ Türkçü’’ kafa ile düşünmek lazımdır.
Ötüken, 1974, Sayı:11
MİLLİ KÜLTÜRÜ KORUMA KANUNU
Belki dünyadaki bütün devletlerden daha çok, altı bine yakın kanunumuz var. Bu kanunlardan
bazılarının anayasaya aykırı olduğu, birbirini nakzettiği ve antidemokratik olduğu söyleniyor. Partiler
arasındaki siyasi mücadelelerden bazılarının antidemokratik kanunlardan çıktığı görülüyor ve
gazetelerde demokrasiyi veya inkılâbı koruma kanunu adıyla yeni bir kanunun hazırlanacağı haber
veriliyor, Bunların hepsi iyi, fakat kâfi değil. Bize bunlardan daha önce milli kültürümüzü koruyacak bir
kanun lazım. Çünkü bir memlekette rejim mülahazaları, milli varlık kaygılarından sonra gelmek icap
eder. Başka birçok şeyi olmadan bir devlet yaşayabilir; fakat milli kültürü olmadan yaşayamaz. Rejim
elbise, kültür gıdadır. Dünyada her türlü rejimle yaşayan devletler var, fakat milli kültürü olmadan
yaşayanı gösterilemez. Milli Kültür tehlikeye düştüğü anda içtimai yapının vitamini azalmıştır.
Arkasından zafiyet, çöküntü ve hastalıklar başlayacaktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 105
Türkiye bugün müthiş bir kültür buhranı içindedir. Devlet işe karışmazsa bu işin sonu manevi bir
kargaşalık olacak, Türkiye topraklarının üzerinde bir "millet" mevcut olmayacaktır.
Türkiye gibi dokuz asırlık bir devletin topraklarında bugün, medeni mazisi olan medeni bir millet
yaşıyor. Halkının % 40'ı okuyup yazan bu millet dünyanın birçok milletlerinden ve bilhassa
komşularından ileridedir. Bu milletin yüksek bir askeri ve siyasi geleneği ve gelişmekte olan tarım,
endüstri ve maarifi var. Fakat bütün bunlara rağmen bu milletin milli kültürü korkunç bir karışıklık
içindedir ve karışıklığın düzeltilmesi için hiçbir hareket görülmemektedir.
13 asırdan beri yazı yazmasını bilen bu milletin bugün mazbut bir imlası yoktur. Yeryüzündeki bütün
medeni ve yan medeni milletler arasında imlası olmayan tek millet Türklerdir.
Dili, elem verici bir ikilik içindedir. İlmi terimler orta öğrenimde başka, yüksek öğrenimde başkadır.
Terimler üzerinde münevverler iki ayrı düşman gurup halindedir.
Türkiye okullarında hala mazbut ve müşterek bir gramer okutulmamakta, profesörler dahi dile hâkim
bulunmamaktadır. Bu memlekette çıkan her kitabın sonunda kocaman bir yanlış‐doğru cetveli
bulunmakta ve her kitabın her sayfasında birkaç imla yanlışı göze çarpmaktadır.
Milli kültürümüze ve dilimizin yapısına tamamen aykırı, uydurma soyadları alınmaktadır.
Türkçe addır diyerek yeni nesillere acayip, saçma, gülünç, hatta bazen yabancı köklü adlar, alınmakta,
bu adlar takılmakta, bu adlar arasında müstehcen sayılabilecekler dahi bulunmaktadır.
Yine dilimizin yapısına aykırı olarak "bay" ve "bayan"'gibi uydurma unvanlar adların başına gelmekte
ve kaç yüzyıllık geçmişi olan "beğ", "hanım", "ağa", "paşa" gibi kelimeler atılmış bulunmaktadır.
İsim tamlamalarının (= izafet terkiplerinin) sonundaki takılan atarak, "Kiraz Sokağı", "Kefeli Hanı"
diyecek yerde Yahudi ağzıyla "Kiraz Sokak", "Kefeli Han" demek gibi fahiş yanlışlar resmi ilanlarda
dahi görülmektedir,
Bu fahiş yanlış, maalesef, en milliyetçi müessesemiz olan orduya kadar girmektedir. Türk dilinin yapısı
ve zevki gereğince "piyade yüzbaşısı", "süvari teğmeni" "istihkâm binbaşısı" denecek yerde "piyade
yüzbaşı", "süvari teğmen", "istihkâm binbaşı" gibi bidatler dili tahrip etmektedir.
Milli kültür alanındaki acı hakikatlerden biri de bugünkü alfabemizin eksik oluşudur. Dilimizi tamamen
ifade etmesi için bu alfabeye üç veya dört harfin daha eklenmesi lazımdır. Türkçe okuyup yazanları
hiç şaşırtmadan bu üç dört harfi alfabeye sokmak mümkündür.
Netice şu: Milli kültürümüzü korumak için müeyyideli bir kanuna ihtiyacımız var. Bu kanunun
yayınlanmasından önce her bakımdan güvenilir ehliyeti şahıslardan mürekkep bir dernek kurularak
alfabeye eklenecek harfler kararlaştırılır ve imla kesin olarak tayin olunur. Ondan sonra neşrolunacak
kanunda başlıca şu noktalar gözetilir.
www.atsizcilar.com Sayfa 106
1‐ Gazetelerden başlayarak tabelalara kadar her türlü yazılı yayın vasıtalarından, imla yanlışları için
tekerrüründe şiddetlenmek üzere para cezası alınır.
2‐ Okullarda imlaya ehemmiyet verilir ve bir tatil devresinde bütün öğretmenler kursa çekilerek imlası
doğru olmayanlar meslekten çıkarılır.
3‐ Resmi evrakın doğru yazılması için daktilolar kursa ve imtihana tabi tutulur ve başaramayanlar
işlerinden çıkarılır.
4‐ Tarihçilerle dilcilerden mürekkep bir heyet Türkiye de Türkçe olmayan adların değiştirilmesi işini
üzerine alır. Türkçe olmayan müessese ve coğrafya adlarını en uygun şekilde Türkçeleştirir. Bilhassa
Türkçe değil zannıyla cahil gayretkeşler tarafından değiştirilen ve Oğuz boylarına, oymaklarına ait olan
yer adları tekrar eski yerlerine verir (Tarihi bir ananesi olan Konya, Kastamonu vesaire gibi meşhur ve
büyük şehir ve kasabalar tabii bundan istisna edilir).
5‐ Bundan sonra doğacak çocukların adlarının mutlaka Türkçe olması mecburiyeti konur. Fakat
uydurma adlara mani olmak için bu heyet tarafından bir ad cetveli yayınlanır. İsteyenler çocuklarına
ayrıca bir de İslami göbek adı takabilirler.
6‐ Soyadı kanunu değiştirilerek soyadlarının başa alınması ve mutlaka "oğlu" veya "gil" ile bitmesi
sağlanır. Herkese tarihi soyadını kullanma müsaadesi verilir. Yeniden alınacak soyadlarının Türk dili ve
zevkine uygun olması mecburiyeti konur. Azınlıklar soyadlarını ve adlarını almakta serbest bırakılır.
7‐ "Bay" ve "Bayan" hakkındaki kanun ilga olunarak eski elkap ve unvanlar asri bir şekilde canlandırılır
ve kime ne deneceği kesin olarak belli olur. Bu hususun hazırlanmasında Anadolu örfü dikkate alınır.
8‐ Türk dilbilgisi ile Türk tarihi dersleri ilkokuldan lisenin sonuna kadar, her yıl biraz daha
mufassallaşmak üzere tekrar edile edile Türk gençliğine sindirilir ve böylelikle olgunluk imtihanına
girerken Malazgirt savaşını bilmeyen gençlere rastlamak hicabı önlenir. Türk tarihi, umumi tarihten
ayrı bir ders olarak okutulup asıl ehemmiyet buna verilir.
9‐ Resmi ve hususi inşaatta milli mimarlık tarzımızın devamı için bu işler kontrol altına alınır.
10‐ Bilhassa ordu ve maarifte milli ananeden mülhem sıhhi, pratik ve ucuz kıyafetler kabul olunur ve
bunların kabulünde Batıya karşı hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan hareket olunur. Avrupa’nın eski
dini üniversitelerinden gelen ve bizim profesörlerimiz tarafından, şahsiyetleri pahasına körü körüne
kabul olunan o gülünç papaz kılığı kaldırılır.
11‐ Asrın hızla geliştirdiği medeni ihtiyaçlar ve vasıtalar dolayısıyla her gün yeni yeni terimler
çıkmakta ve bunlar dilimize aynen girmekte olduğundan Türkçenin yabancı kelimeler tarafından
istilasını önlemek için gerçekten ilmi bir Dil Kurumu kurulur ve bunun vazifesi her türlü ilim ve ihtisas
şubelerine giren yabancı sözlerin derhal en iyi, Türkçe karşılığını bulmak olur.
12‐ Anadolu Türkleri örtünün dikkatle incelenmesi neticesinde, bu incelemeden alınacak ilham ve
bilgi ile yeni bir Medeni Kanun ve Ceza Kanunu tedvin edilir.
www.atsizcilar.com Sayfa 107
13‐ Maziden kalan bütün milli kültür ve medeniyet eserlerimizin hızla onarılmasına başlanır ve bunları
tahrip edenler hakkında ağır cezalar konur.
14‐ Sönmekte olan milli sanat ve sporlarımızı, diriltmek için tedbirler alınır, gerekirse bunları
öğrenmek için mektepler açılır.
15‐ Ve nihayet devletimizin adı tam Türkçe olarak değiştirilir ve "TÜRKİYE" yerine "TÜRKELİ" kabul
olunur.
Hiç şüphesiz pek çok eksikleri bulunan bu tasarıyı yayınlamaktan maksat, milli kültürü koruma
kanununun nelere ihtiva edeceği hakkında bir fikir vermektir. Kanunu hazırlayacak olan komisyon
ciddi fikir adamlarından mürekkep olacağı ve acele etmeyeceği için şüphesiz ortaya mükemmel bir
eser çıkaracaktır.
Yıllardır süren gevşeklik ve laubalilikten silkinmek lazım. Biz bu işi yalnız kendi kuvvetlerimizle en iyi
şekilde başaracak durumdayız. İyi niyet ve doğruluk kâfidir.
ORKUN, 1951, Sayı: 55
MİLLİ MEFAHİREYE SAYGI
Millete büyük hizmetler görmüş insanlar milli mefahirdendir ve bunlara saygı millet fertlerinin vicdan
vazifesidir. Milli mefahirin ne olduğunu bilmek nihayet bir kültür meselesidir. Bu kültür aile ocağında,
okulda, çevrede ve hayatta öğrenilir.
Söz veya yazı ile millete hitap edenler ise milli mefahirin ne olduğunu bilmeye başkalarından daha çok
mecburdur. Çünkü söylemek veya yazarak okutmak bir nevi fahri öğretmenliktir. Öğretmen
yanlışlardan, hele fahiş yanlışlardan korunmak zorundadır.
Bize bu satırları yazdıran sebep son zamanlar da gazetelerde gördüğümüz iki yazı oldu:
10 Ağustos 1974 tarihli bir gazetede "Atatürk'e Benzemek ve Benzetilmek" başlıklı yazı bir milli
kahramana hakaretle ve tarihi gerçeklere aykırılıkla dolu idi. Başbakan Ecevit'in Atatürk'e
benzetilmesine karşı yazılmış olan bu makaledeki şu satırlara bakın:
Tarihte birçok şımartılmış büyük adamlar gördük. Bismark'ları Napoleon'lar, Mussolini ve Hitler'ler,
Cengiz'ler, Kromvel'ler hep bir başkasının kalıbına girmiş olduklarını düşünerek hezimete
uğramışlardır.
Yukarda sayılan altı kişiden Napoleon, Mussolini ve Hitler'i geçelim. Bunlar yenilerek ölmüş
insanlardır. Fakat Kromvel, Bismark ve Çingiz, hele Çingiz için "şımartılmış'; kelimesi nasıl kullanılır?
Kromvel'in İngiliz, Bismark'ın Alman tarihindeki olumlu rollerini de bir tarafa bırakarak Çingiz'e
gelelim:
www.atsizcilar.com Sayfa 108
Onu kim şımartmış ve Çingiz kimin kalıbına girmiş olduğunu düşünmüştür? Dünyanın en büyük
imparatorluğunu kuran ve Türk birliğini tarihteki en geniş ölçüsüyle gerçekleştiren bir adama
şımartılmış demek için Çingiz'den de, tarihten de habersiz olmak lazımdır.
Eski büyük Türk fatihleri milli destanlarla beslenerek büyüyorlardı. Gönüllerinde yatan arslan,
destandaki kahramanlardı. Bu uğurda savaşıyorlardı. Bu yolda can verenler olduğu gibi zafere
ulaşanlar da bulunuyordu. Fakat şımartılmış değillerdi. Karakterleri şımarmaya elverişli değildi. Bu
sebeple onlar üzerinde kalem oynatırken saygılı dil kullanmak vicdan görevidir. Hele şan ve şeref
içinde ölen Çingiz'i hezimete uğramış göstererek millete hitap etmek milli kültürden ne kadar uzak
olmaktır...
11 Eylül 1974 tarihli başka bir gazetede de Attila ve Hunlar hakkında yazılan makale Hunlar'ın
Türklüğünü müspet saymıyor ve Kıbrıs'taki Attila Hattı'na verilen adın Batı âlemindeki kötü tesirinden
bahsediyor.
Hunlar'ın asıl adlarıyla Kunlar'ın Türk olduğunu yeniden ispata kalkmak artık dünyanın yuvarlak
olduğunu ispatlamak gibi bir şeydir ki bunun üzerinde durmak tamamiyle abestir. Kunlar'ın Türk
olduğu daha 18. yüzyılda Deguignes tarafından ileri sürüldüğü gibi son defa, bundan birkaç yıl önce
İstanbul Üniversitesi Türk Tarihi Kürsüsü tarafından davet edilen Prof. Spuler'in konferanslarında da
kabul edilmiş ve mesele kapanmıştır. O zaman Hamburg Üniversitesinde profesör olan Spuler sıradan
bir profesör değildi. Latince ve Yunancadan başka Fransızca, İngilizce, Rusça, Arapça, Farsça, Çince,
Moğolca ve Türkçe de biliyordu.
Şimdi tarih ilminin büyük otoritelerinin vardığı sonuçlar dururken arada bir çıkan ehemmiyetsiz
şahısların şu veya bu tarzdaki görüşlerini ele alarak Kunlar hakkında tartışma kapısı açmak abesle
iştigalden başka nedir ki?
Attilaya gelince: Batılılar'ın onu barbar bilmesiyle ne Attila barbar olur, ne de biz Batılılar'a hoş
görünmek veya korkunç görünmemek için bir askeri tabirimizi değiştiririz. Attila, Batı'yı hallaç
pamuğu gibi atıp boyun eğdirdiği için kötü kişi olmuştur. Kendi milletine karşı ise çok iyi, hakkaniyetli
ve büyük siyasi adamdı. Birkaç yüz bin kişiyle hepsi de savaşçı olan birkaç milyon kişiye hâkim olmak
ve Avrupa'nın yarısını ele geçirmek hiç şüphesiz insan zekâsının bir eseridir. Aynı işi başka milletler
yapamamışlardır. Topyekûn kırgın suçsa bunu ilk yapan Makedonyalı İskender'dir. Fakat o medeni,
Attila barbardır. Çünkü İskender Yunanlaşmış bir Makedonyalı idi, Yunanlı sayılıyordu; Attila ise daha
sonra Avrupa'yı istila eden Osmanlıların atasıydı.
Bilgin olmak mutaassıp olmaya, duygularının tutsağı olmaya engel değildir. Batılı bilginlerin birçoğu
dini taassupla Türkler'in barbarlığını dillerine pelesenk etmişler, hâlbuki Türkler bütün tarihlerinde, en
kırıcı oldukları zamanlarda bile Batılılar'ın vahşetini göstermemişlerdir. Avrupalıların yalnız mezhep
savaşları sırasında birbirlerine yaptığı vahşet onların başlarını ebediyen eğmeye kâfidir.
Romalılar'ın torunları olan Romenler 17. yüzyılda Türk tutsaklarını kızartarak yemişlerdi. Attila adını
kullandık diye bize yan bakacak olan Avrupalılar bunlar mı?
www.atsizcilar.com Sayfa 109
31 Ağustosta açılan Selanik Fuarı'ndaki konuşmasında Yunan Başbakanı Karamanlis de Attila'yı ele
almış ve şu sözleri söylemiştir:
Bazı uygar ülkelerin, Attila'yı yaşatanların planlarını uygulamalarına tahammül göstermeleri utanç
vericidir.
Bununla Karamanlis "Avrupalılar bize neden yardım etmiyorlar da Attila gibi bir barbarın adını
yaşatanlara tahammül gösteriyor" demek isteyerek yardım dilenciliği yapıyor ve şunları ilave
ediyordu:
Yunanlılığın ahlak ve fazilet üstünlüğünün, acı kuvvetten etkili bir meziyet olduğu, tarih boyunca ispat
edilmiştir. Aynı tarihi gerçek Kıbrıs'a da tarihi bir miras olarak kalmaktadır.
Karamanlis'in bahsettiği "Yunanlılık ahlak ve fazileti" acaba Bizans'ın sefahat, rezalet, cinayet ve fuhuş
hayatı mı idi? Yoksa eski Yunan'ın homoseksüellik rezaletini Avrupa'ya miras bırakan felsefesi mi idi?
Onun acı kuvvet dediği askeri kuvvet tarihin her çağında meziyet olmuş ve büyük neticeleri o almıştır.
Çünkü gerçek fazilet ve ahlak fedakârlık ve ölümü göze almak felsefesi olan o acı kuvvette belirmiştir.
Attila hakkında makale yazan yazarın Karamanlis'le aynı fikir hizasında olması herhalde kendisine
itibar ve şeref verecek bir durum değildir.
Attila'nın türlü imla ile yazılması ve doğrusunun bilinmediği hakkındaki satırları ise doğrudur. Çünkü o
kelime bir Türk'ün adının Cermenler ağzında aldığı değişik şekildir.
Türkçesinin "Etil" olması kuvvetle muhtemeldir. Topkapı Sarayı’ndaki Oğuz name nüshasında bir "Etil
Alp"tan bahsedilmesi Türkçede böyle bir ad olduğunu gösterdiğine göre Attila'nın: Kunlar arasında
"Etil" diye anılmış olması ihtimali vardır.
Fakat adı ne olursa olsun, yalnız bir hakan değil, büyük bir kumandan olan Attila'nın adını Kıbrıs'a
çekmek elbette Türk ordusunun parlak bir buluşudur.
Attila Hattı yarın daha ileriki bölgelere de çizilecektir.
ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 10
MİLLİ MUKADDESAT DÜŞMANLARI
En iptidaisinden en medenisine kadar her topluluğun mukaddes tanıdığı bazı değerler vardır. Bazı
dağlar, ırmaklar veya göller; bazı timsaller, renkler veya hayvanlar yahut bazı şahıslar topluluğun
hayatınca sevilir ve kutlu tanınır. Bu "kutlu tanıma", milletin maşeri duygu ve düşüncesinin
mahsulüdür. O, hiçbir baskı görmeden bu duyguya ermiştir.
www.atsizcilar.com Sayfa 110
Tabii, son zamanlarda dünyanın birçok yerlerinde görülen ve zorla milli mukaddesat haline getirilmek
istenen sahte değerlerden bahsetmediğimi okuyucular anlamıştır. Zekâ ve seciyeden mahrum bir
güruhun, kendisini bütün millete zorla sevdirmeye çalıştığı ve mukaddesatın bir kısmını feci
akıbetlerle yok ettiği son zamanların müstebitleri benim bahsimin dışındadır. Çünkü zorla sevgi
olamayacağı gibi alelade insanlar da "tarih"e büyük şahsiyet diye kabul ettirilemez. Kendileriyle ve
rejimleriyle birlikte bu uydurma büyükler de günün birinde hafızalardan silinir ve topluluk kendi mudil
hayatını yaşamakta, "tarih" hakikatleri tespit etmekte devam eder, durur.
En eski insan topluluklarından biri olan Türkler, şerefli insanlar olmak dolayısıyla, manevi değerlere
büyük ölçüde yer vermişler, bir milli mukaddesat sistemi yaratmışlardır. Anayurdumuzun bel kemiği
olan Tanrı Dağlarının en yüksek tepesi, yani "Han Tengri" mukaddes bir tepe, asli şekli "Izık Köl=Iduk
Köl" (Yani mukaddes göl) demek olan "Işık Göl" mukaddes bir göldü. Ötüken mukaddes bir ülke, 7 ve
9 mukaddes sayılar, doğu mukaddes taraf, demir mukaddes maden, kılıç mukaddes silah, Bozkurt
mukaddes hayvandı. Alp Er Tunga ve Oğuz Han; milli kahramanların destanlaşmış mukaddes
şahsiyetleriydi. Herhalde yabandan gelen zehirli fikirlerle şerefsizliğin müdafaa olunmaya başladığı
20–30 yıl öncesine kadar hiçbir Müslüman Türkün çıkıp da Şamanî Oğuz Hana sövdüğü görülmüş
değildir. Türkler milli mukaddesata o kadar saygı gösteriyorlardı ki, Safevilerin tarihini yazan Türkmen
İskender, İran Türklerinden olduğu ve Osmanlılarla Safeviler birbirinin can düşmanı bulunduğu halde
Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünü rahmetle anmış, bu suretle Türk seciyesinin büyüklüğünü
göstermiştir.
Biz Türkiye Türkleri dokuz asırlık hayatımızda Avrupa’nın bütün milletleriyle çarpışıp çok hareketli ve
o nispette şanlı ve parlak bir hayat yaşadıktan sonra elbette yeniden bir milli mukaddesata sahip
olacaktık. Bugün ay yıldızla al renk bizim milli mukaddesatımızdandır. Dokuz asrın ve ondan önceki
yirmi asrın bir olgunlaşma mahsulü olan ay‐yıldızlı kızıl bayrağımız için Türk ırkının en maddeci
çocukları bile seve seve canını verir. Malazgirt’in hatırası ve o hatıranın başkahramanı olan Alp Arslan
da milli mukaddesatımızdandır. Her halde, üniversite mezunu olmadığı için onu tenkit etmek
kimsenin aklından geçmez. Haçlı savaşlarının kahramanları olan Danişmentli Melik Gazi ve Selçuklu
Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mesud, İkinci Kılıç Arslan da milli mukaddesatımız arasındadır. Hatta kalp ve
kötürüm bir gövde içinde ateşten bir ruh taşıyan sonuncusu, madde ile ruhun büsbütün ayrı şeyler
olduğunu ispat etmesi bakımından da ayrıca büyük bir ibret ve derstir.
Daha sonraki çağların bütün milli mukaddesatını birer birer sayacak değilim. Her halde Kosova şehidi
Murad Beğ, Niğbolu gazisi Yıldırım Han, İstanbul fatihi İkinci Mehmed, dünyayı bir padişaha dar gören
Yavuz, cihan hükümdarı Kanuni, Selimiye ve Süleymaniye camileri, Süleyman Çelebinin Türk
gönüllerini asırlardan beri vecde getiren Mevlit’i ve daha nice şeyler bizim milli
mukaddesatımızdandır.
Biz milli mukaddesatı hurafe sananlardan değiliz. İnsan olduğumuz için müşterek saygı göstermeye
mecburuz. Çünkü insan topluluğunu hayvan topluluğundan ayıran en büyük farika müşterek manevi
değerler, yani ahlak ve mukaddesattır.
İstanbul’da çıkmaya başlayan aylık Kemalist dergisinin ikinci sayısında Yıldırım Bayazıd'a ve Fatih'e
karşı yapılan hakaret yirmi yıldan beri görüp işittiklerimize yeni bir şey katmıyorsa da hareketi yapan
A. Buharalı'nın milliyetçi görünmesi yazımın menfi tesirini çoğaltıyor. "Mustafa Kemal Ruhu" adlı
www.atsizcilar.com Sayfa 111
makalesinde Kemalist yazıcı milli kahramanlarımızdan Yıldırım Bayazıd'ı "İstibdat köpeğini
kuduzlaştırmak" la, Fatih'i de "enikonu deli olmak" la aşağılıyor.
Biz hiçbir zaman, milli kahraman da olsalar, Osmanlı padişahlarının kusurları söylenmesin demiyoruz.
Kusursuz insan bulunacağına da inanmıyoruz. Büyük diye iddia olunan nice küçüklere de tarih
boyunca rastlamışızdır. Fakat milli mefahir olmuş büyüklere ilmi ve hakiki bir sebep gösterilmeden
hakaret edilmesini kabul edemeyiz. Dünyada hiçbir cemiyette, Çingene cemiyetinde bile, milli
mukaddesat ve milli mefahir diye tanınan şeylere dil uzattırmazlar. Yazık ki, Kemalist bunu yapıyor ve
birleşmiş Avrupa'yı tepeleyen Yıldırım'la tarihte yeni bir devir açan Fatih'e hakaret ediyor. Bunu
yaparken, bu millet ve bu vatanın can düşmanı olan komünistlerin bile kendisi kadar ileri
gidemediklerini unutuyor. Hatırlardadır ki, bir zamanlar da komünistler "putları kırıyoruz" diye
Mehmed Emin'e Abdülhak Hamit’e saldırmışlar, fakat Yıldırımla Fatih'e dil uzatamamışlardı. Yazık ki,
milliyetçi gözüken Kemalist onları da geçiyor, putları kırmaya uğraşan komünistlerden on yıl sonra
mabetleri yıkmaya kalkıyor.
"Mustafa Kemal Ruhu" adlı makalesinde dönmelerle devşirmelere hücum ettiği için A. Buharalı'yı da
bizim gibi ırkçı saymak kabildir. Bu bakımdan Kemalist, adeta Antikemalisttir. Çünkü Kemalizm de
dönme ve devşirme olmak kabahat değildir. Fakat Kemalizm yapmak isterken milli mefahiri yıkmaya
kalkışması herhalde Moskova radyosunu memnun etmiştir. Zira 15'inci asırda yaşayan Fatih'i,
huzuruna her gelen köylüyü kabul etmediği için "Halkçılığı boğan hükümdar" olmakla suçlandırmak
ancak Bolşeviklerin başvurdukları bir avamferipliktir...
Burada Yıldırım'la Fatih'e yöneltilen hakaretleri reddederken itidal ve insaf yolundan ayrılmayarak
münakaşa edeceğiz. Buharalı Kemalist, Yıldırım için aynen şöyle diyor:
"Cumhuriyet aşıkı milletin ilk küskünlüğü burada başladı. Babasının ölüsü soğumadan ağabeğini
öldüren Yıldırım, sultanlık payesini alarak istibdat köpeğini kuduzlaştırdı." .
İstibdat köpeğini kuduzlaştırmak için sultanlık payesini almaya hiç de lüzum olmadığım her halde
Kemalist bilir. Tarihten pek pervasız bahsedişine bakarak kendisinin hiç olmazsa belli başlı Osmanlı
tarihlerini okumuş olduğunu zannediyoruz. Bu bakımdan da "sultanlık" payesinin Yıldırım için hiçbir
değeri olamayacağını bilmek lazım gelirdi. Şimdikinin iki misli büyüklüğünde bir Türkiye'ye hükmeden
ve müttefik Avrupa'nın çıkarabileceği en seçme ve kuvvetli orduyu Niğbolu da darmadağınık eden
"Bayazıd Beğ" için tarihin ve milletin pek yerinde olarak kendisine verdiği 'Yıldırım" adı her halde
kâfiydi. Yıldırım bütün hayatında kendisini sultan diye ilan etmediği gibi bastırdığı paralarda da bu
unvanı kullanmamıştır.
Kardeşi Yakub Çelebi'nin suçsuz olarak idamı ise, beğlerin isteğiyle devlette birliği sağlamak için
alınmış kanlı ve kaçınılması imkânsız bir tedbirden başka bir şey değildi. O zaman, başka bir imkân
olmadığı için böyle yapılıyordu. Acaba Buharalı, sümme hâşâ, Yıldırımın yerinde olsa ne yapardı?
Elbette o da Yakub Çelebi'yi idam eder, fakat Niğbolu zaferini kazanamazdı.
Buharalı'nın en garip iddiası Yıldırım zamanındaki Türk milletinin cumhuriyet aşıkı olmasıdır. Bu kadar
ciddi bir yazıcıya böyle hafif bir iddiayı yakıştıramadığımız için bunu Buharalı'nın biraz yersiz bir şakası
diye kabul etmek istiyoruz. Yoksa cumhuriyet aşıkı milleti imparatorlukla idare ettiği için Yıldırım
www.atsizcilar.com Sayfa 112
Bayazıd, milleti kendisine küstürmüş olunca ayın mantığı kullanmak şartıyla Fuzuli’nin serbest nazım
yerine aruz kullandığı için edebiyatımızı gerilettiği, Kanuni'nin memlekete demir yolları döşetmediği
için bugünkü iktisadi hayatımızı felce uğrattığı, Mimar Sinan'ın da şehir gazinoları veya uçak
fabrikaları yapmak dururken camiler yapmakla medeni olgunlaşmamıza engel olduğu pek ala iddia
olunabilir.
Türk cemiyeti bütün tarih boyunca aristokratikti. Fakat müstebit değildi. Kemalist, Yıldırım Bayazıd'ı
azgın bir müstebit saymakla en büyük tarihi yanlışlığa düşmektedir. Molla Şemseddin‐i Fenari Bursa
kadısı iken bir mesele için şahitliğe gelen Yıldırım Bayazıd'ın şahadetini, cemaatle namaz kılmadığı ve
içki kullandığı için reddetmiş, Bursa kadısını idam edivermek, kendisi için işten bile olmayan Kosova ve
Niğbolu arslanı da bu hüküm karşısında hiçbir söz söylemeyerek ve boynunu bükerek mahkemeden
çıkmıştı. Sayın Buharalı Kemalist böyle bir örneği bana herhangi bir kuduz müstebitin değil, adil bir
büyüğün hayatında gösterebilir mi? Üçüncü defa Cumhurbaşkanlığını kabul etmediği için demokratlığı
göklere çıkarılan Vaşington'un yanında bile bizim Yıldırım Bayazıd'ımız ne kadar büyüktür.
Buharalı Kemalist, yazısının biraz aşağısında Fatih'i, halkçılığı boğan bir hükümdar olmakla, kendisine
Allahın gölgesi dediği için de enikonu deli olmakla itham edip tahkir savuruyor. Sayın Kemalist’e göre,
Fatih, sellemet‐üsselam huzuruna girmek isteyen bir köylüyü kabul etmediği için halkçılığı boğan bir
hükümdarmış! Ne hoş bir halkçılık anlayışı! Dünyanın hiçbir tarafında, Fatih gibi ülkeler açan, çağ
değiştiren bir imparatorun değil, alelade bir devlet reisinin huzuruna bile her isteyen giremez. Hatta
bugünkü demokrasinin vatanı olan memleketlerde bile bu böyledir. Kemalist Buharalı, galiba
ömründe hiçbir resmi makama girmemiş. Bir denesin bakalım: Bir Valinin, bir Hükümet doktorunun,
bir, Mal müdürünün huzuruna nasıl giriliyor, öğrensin. Ondan sonra, Fatih'in huzuruna nasıl girilebilir,
kıyaslasın.
Kemalist Fatih'in kendisine Allahın gölgesi dediğini iddia ederken de yanılıyor. 22 yaşında İstanbul'u
alan, o zamana kadar görülmemiş büyük toplar döktürerek bunların balistik hesaplarını bizzat yapan,
karadan gemiler yürüten, (altı dil bilen, Trovada ilk hafriyatı yaptıran, irili ufaklı 17 devleti Türkiye'ye
ekleyen) Karadeniz'i bir Türk gölü haline sokan kahraman, kumandan, hükümdar, bilgin ve şair Fatih
kendisine Allahın gölgesi demeye muhtaç değildi. O kendisine iki kara ve iki denizin hakanı diyordu.
Bunda da yerden göğe kadar haklıydı. Dalkavukluk olsun diye sonradan kendisine Allahın gölgesi
diyenler çıkmışsa, bunun da suçu Fatih'e ait değildir. Çünkü her çağda çıkan dalkavuk güruhu Fatih
gibi her bakımdan büyük olanları değil, hayatlarında redaat ve denaetten başka bir şey olmayan
aşağılık insanları da göklere çıkarmışlardır.
Kemalist’in tarihteki bir zühul eseri olarak deli dediği Fatih, beşi Müslüman, on ikisi Hıristiyan olmak
üzere tam 17 devleti ortadan kaldırmıştır. O fütuhatı, o teşkilat ve kanunları, o keşfiyatı yapan birisi
hakikaten delirerek kendisine Allahın gölgesi deseydi bile tarih onu gene büyük saymakta devam
ederdi. Bütün düşman yabancıların bile zekâ ve dehasını kabul ettikleri Fatih'e Türk milliyetçisi
Kemalist Buharalı'nın hakaret etmesi milli talihimizin kötü bir cilvesidir.
5 Türk, 4 İtalyan, 3 Rum, 3 İslav,1 Romen, 1 Arnavut devletini Türkiye'ye ekleyen Fatih'in şu
fütuhatına bakınca göğsü kabarmayanlar elbette Türk değildir:
www.atsizcilar.com Sayfa 113
1453'te Bizans Rum İmparatorluğunu aldı. 1456'da Enez Ceneviz Dukalığını aldı. 1458'de Atina İtalyan
Dukalığını 3ıdı. 1459'da Sırp Krallığını aldı.
1460'ta Mora Rum Respotluğunu aldı. 146'1'de Trabzon Rum İmparatorluğunu aldı. 1461/2'de
Candarlı Türk beyliğini aldı. 1462'de Eflak Romen Prensliğini aldı. 1462'00 Midilli Ceneviz Dukalığını
aldı. 1466'da Karaman Türk Beyliğini aldı. 1471'de Alaiye Türk Beyliğini aldı.
1475'de Kırım Türk Hanlığını aldı.
178/9'da Arnavutluğu aldı.
1479'da Yunan adalarındaki Zanta İtalyan Dukalığını aldı.
1480'de Herset Dukalığını aldı.
Bunlardan başka Dul kadir Türk beğliği ile Buğdan Romen Prensliği hâkimiyet altına alınmış,
Akkoyunlu Türk İmparatorluğu ile Macaristan ve Napoli Krallıkları ve Venedik Ceneviz cumhuriyetleri
yenilmiş, Cenevizlerin Karadeniz'deki bütün kolonileri ile Eğriboz, Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz
adaları ve bir hayli adalar alınmış,
Güney İtalya'da Otranto fethedilmiş, Balkanlar tamamen Türk hâkimiyetine girmiş, Karadeniz Türk
gölü olmuş ve 'Boğazlar hâkimiyeti tamamlanmıştır.
Kemalist bunları yapan milli kahramana hakaret etmekle ne kader utanılacak bir harekette
bulunduğunun, umarız ki, bu izahattan sonra farkına varır. Milli mukaddesata saygı göstermeği,
kanunlarla sağlamak kabildir. Fakat bunun o kadar değeri yoktur. Mühim olan bu saygının gönülden
gelmesidir. Bir topluluk kendini inkârla çöker. Kendini inkârın başlangıcı da maziye sövmek ve milli
kahramanları tahkir etmektir. Sonra başkalarına gönül vermek, onları kutlulamak, arkasından da
inkıraz gelir.
Bereket versin ki, Fatih'e sövmekte Kemalist yalnızdır. Türk çocuklarının gönülleri her gece onun kilitli
türbesinde ihtiram nöbeti tutmaktadır.
Altın‐Işık, 21 Ocak 1947, Sayı: 2
MİLLİ GAYE
''Neslimizin Amentüsü"
Her şey, Büyük Türkiye uğruna ve onun için.
Her gönülde bir Arslan yatar. Bizim milli gönlümüzde yatan Arslan nedir? Çok nüfuslu, ahlakı, ilmi ve
tekniği yüksek, büyük Türkiye'dir Buna nasıl varacağız?
***
İstikbal, İstiklal diyoruz. Şu halde Türk Cumhuriyetini biz ölmeden öldürmeyeceğiz.
www.atsizcilar.com Sayfa 114
Yeni doğan Türk Demokrasisini kuvvetlendirmeye ve her şeye hâkim bir esas olarak yaşatmaya
çalışacağız.
Ahlakımızı, milli ilimlerimizi ve tekniğimizi yükselteceğiz. Az kazansak da çok çalışacağız. En fena
şeraitin yoksuzluklarını bedeni ve ruhi kabiliyetimizdeki acarlıkla kapatacağız. Nihayet nüfusumuzu,
Türkiye’deki içtimai kesafeti arttıracağız. Bütün Türkler Türkiye de toplanacaktır.
İstikbalimizin temeli köylerimiz ve köylülerimizdir diyor ve buna kendimizden çok inanıyoruz. Şu halde
köylerimizin içine girecek, yağ kandilleri ve tezek kokuları içinde sessiz ve iniltisiz, nutuksuz ve
yaygarasız mesai sarfedeceğiz.
İçimizde yaşayanlar bizden olanlardır. Dili bir, dileği bir, kanı bir kardeşlerdir. Hiç kimseyi birbirinden
ayırt etmeyecek ve aykırı adam bırakmayacağız. Halkımızla el ele verecek, beraber gülecek, beraber
ağlayacak, beraber çalışacak ve beraber yükseleceğiz. Halka tepeden bakan ve şehirlerde kahraman
olanlara münevver demeyeceğiz.
Şahsi bir derdimiz, şahsi bir ihtirasımız ve şahsi bir dileğimiz olmayacak. Bu küçük dertleri ve
hodbinlikleri büyük ıstırabın içinde kaynatacak ve unutacağız.
Geçmiş asırlardan beri münevverlerimizin halkımıza ve köylümüze karşı olan sonsuz borcunu
ödemeye çalışacak ve hiç değilse bu borç üstüne borç katmamaya and içeceğiz.
Yaygaralarla şöhret arayanlara Atsızlıktaki feragatle mukabele edeceğiz. Riyakârlığı nezaket sananlara
kabalığın asaletini göstereceğiz.
Kuvvetini ve şahsiyetini halk içinde ve onun için tüketerek ölenlere milli kahraman diye tapacağız.
Yalnız köylerde ve köylülerin gönlünde yaşayan uluslara milli kahraman diyeceğiz.
Salonlarda dile gelen, şehirlerde hak dava eden, iş görmek için mevki bekleyenlere ve yaptıklarıyla
öğünenlere inanmayacağız.
En büyük kıymetlere, kıymet oldukları gün sırnaşmayacağız. Milletimizin iyiliği ve yüksekliği için
müspet çalışanları gönlümüzde yaşatacak ve Türkiye topraklarına gömüldükleri gün, mezarlarını milli
mefkûremizin mabedi yapacağız.
Yüze karşı söylenen sevgilere güleceğiz. Sevgiler gönülde, hatıralar tarihte, kahramanlar milli
mabetlerde kutlu olacak.
Riya ve Şarlatanlık karışık olan her şeye tüküreceğiz.
Millet ve Vatan yolunda can verenlere ve onların yadigârlarına bu milletin tarihte olduğu gibi en kutlu
insanları olarak bakacak ve onları fedakârlıkta kendimize, örnek edeceğiz.
www.atsizcilar.com Sayfa 115
Millet ve Vatan işlerinde hırsızlık, ahlaksızlık ve fenalık yapanlara tafsilatlı kanun maddeleri yazarak
cürme göre pazarlığa girişmeye aklımız ermediğinden böylelerin yok olmasını ve yok edilmesini
isteyeceğiz.
Rüşvet ve İrtikâp kelimelerin sehpalara asılı yaftalarda seyredeceğiz.
Halkın haklan ve dertleri için acı, sert, açık ve fakat doğru söyleyenleri dinleyecek, tatlı, yumuşak,
kapalı ve nezaketli konuşanlardan şüphe edeceğiz.
Sefaletler içindeki sefahatlere, ıstıraplar karşısındaki zevkler, iniltilerle alay eden kahkahalara
haykıracağız.
Halkın sıhhati, hayatı, refahı ve istikbali için faydalı olan her şeyi benimseyecek, bunlara karşı koyan
ve ne şekilde olursa olsun halkı esir yapmaya ve istismar etmeye uğraşan her şeyi düşman bileceğiz.
Neslimiz bunları yaparsa, nesillerimiz ve istikbalimiz kurtulmuş olacaktır.
Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 9
www.atsizcilar.com Sayfa 116
BÖLÜM 4: KOMÜNİZM, SOSYALİZM, SOLCULUK VE
KÜRTÇÜLÜK
"MİLLET"İN İFŞAATI
Haftalık "Millet" dergisi epey zamandan beri Türkiye'deki Moskofçuluk faaliyeti ve bu faaliyetin mazisi
hakkında yazılar neşrediyor. Seri halinde çıkan bu yazılara ifşaat demek daha doğrudur. Çünkü bu
yazılar bilinmeyen, pek az bilinen, pek az kimseler tarafından bilinen korkunç hakikatleri
anlatmaktadır. Yazılarda imza yoktur. Fakat derginin sahibi tarafından yazıldığı anlaşılıyor. Her halde
bu yazılar iyi çalışılarak, çok kimselerden yardım görülerek hazırlanmıştır.
"Millet'in iddiası şudur: "Moskoflar çok eski zamandan, Türk Rus dostluğunun (!) başladığı yıllardan
itibaren Türkiye'yi mahvetmek, Moskoflaştırmak için planlı ve sürekli faaliyete girişmişler, bu
faaliyetleri sırasında da pek kuvvetli bir beşinci koldan faydalanmışlardır. Bu beşinci kol, Rus elçiliğinin
ve ajanlarının yardımıyla memlekette mühim mevkilere geçmiş, subaşlarını tutmuştur. Ankara'da yeni
kurulan sosyetenin pek şık sayın bayanları da bu faaliyette rol oynamış, Moskofçuluğa karşı duranlar
türlü iftira, dedikodu, propaganda ve komplo ile manen ifna edilmişlerdir. Moskoflar, Türklüğü ruh
bakımından da perişan etmek için Dil Kurumuna da adamlarını sokmuşlar, Türkçeyi rezil etmeye
çalışmışlar ve kısmen bunu başarmışlardır. Moskoflar tarafından Rusya da, Almanya da yetiştirilen,
kısmen de burada satın alınan beşinci kolun birçok azalan halen iş başında bulunmaktadır."
"Millet" dergisi bunları ceffelkalem söylemiyor. Yer, zaman ve şahıs adlarıyla belgelendiriyor. İşin
garibi itham ettiği insanlardan hiçbiri bu yazılan yalanlayamıyor. Demek ki, yazılanlar doğrudur.
Şimdiye kadar yalnız bir tek kişi, kendisi hakkında yazılanları yalanlayacak oldu. Fakat "Millet" onun
bu yalanlamasını da ağzına tıkamasını bildi.
Bu ifşaat karşısında ürpermemek, tiksinti duymamak kabil olmuyor. Biz de bazı şeyler biliyor, bazı
insanlardan şüpheleniyorduk. "Millet", şüphelerimizde haklı olduğumuzu ispat etti ve nasıl büyük
tehlikeler içinde yaşamış olduğumuzu ve hala yaşadığımızı bize gösterdi.
Moskoftan ve Moskofçulardan Türklük için rahmet bekleyecek değildik. Moskof kumandanlarının
Türkiye'ye gelerek bizim devlet ricali ile sarmaş dolaş oldukları günlerde bile onlar bizim için nihayet
"Moskof'tu Satılık beşinci kol da hiç şüphesiz vazifesini yapıyor ve mükâfatını görüyordu. Fakat ya şu,
her şerefi kendisine mal eden, vatan yaratmakla övünen Halk Partisi acaba ne yapıyordu? Kendi
saflarında yer alarak Türk milletini yıkmaya uğraşan Moskofçulara karşı niçin harekete geçmiyordu?
Haydi diyelim ki, o zaman gaflet içindeydi, bir şeyden haberi yoktu. Ya bugün, bu kadar acı hakikatler
ortaya çıktıktan sonra neden bu işle ilgilenmiyor? Neden adlan anılan ve bugün kendi mensubu olan
kimseler için bir inceleme yapmıyor? Adı geç.enler masum ve suçsuzsa neden açıklamıyor? Son 25
yılın bütün iyiliklerini benimsediği halde kötülüklerini neden üzerine almak yiğitliğini gösteremiyor?
Mademki, ortada Halk Partisinden başka bir kuvvet yoktu, o halde bu işleri kim yaptı? Bunların
sorumlusu kim? ırkçılarla Turancılar mı?
www.atsizcilar.com Sayfa 117
Biz şimdi hadiseleri daha büyük bir açıklıkla, daha aydın olarak gözden geçirebiliyor ve Halk Partisinin
Türkçülere karşı gösterdiği düşmanlığın manasını anlıyoruz. İçine bir hayli Moskofçu dolan ve mühim
mevkileri bu Moskofçulara kaptıran bir parti, aslında milletçi olsa bile başka türlü hareket edemezdi.
Başka bir memlekette olsaydı, "Millet" dergisinin ifşaatı gibi ifşaat yapıldıktan sonra kıyametler kopar,
milli şuur şahlanır, hükümet harekete geçer, en uzaktan sorumlu görülenler bile istifa ederdi. Burada
ise derin bir sükût! Acaba hükümet, kendi içinde var olduğu iddia olunan bu çeteden çekiniyor mu?
Çekinmiyorsa neden bunları yakalamıyor? Yoksa hala Moskof dostluğu mu güdüyor? Öyle ise yüz
milyon doları neden kabulleniyor? Acaba bunların hepsi bizim idrakimizin çok üstünde birer hikmet‐i
hükümet mi? Herhalde öyle... Yoksa Halk Partisi hiç hata eder mi?
Altın‐Işık, 25 Haziran 1947, Sayı: 6
TARİHİN BARIŞMAZ DÜŞMANLARI
Komünizm, artık bütün dünya için ve bilhassa bizim için iktisadi bir fikir veya içtimai bir düzen
olmaktan çıkmıştır. Komünizm bugün yalnız Moskofçuluk demektir. Fransız ve İtalyan komünist
partileri şeflerinden Pilipin komünist liderlerine kadar hepsinin, kendi vatanları aleyhinde en hayâsız
ve en iğrenç bir dille söyledikleri "Kızıl Ordu memleketimize girerse onunla birleşiriz" hezeyanı,
komünistin bir fikir veya parti adamı değil, Moskova ajanı, Rus casusu ve Moskofçu olduğunu ispata
yeter. Tarihin hiçbir devrinde insan ruhunun bu kadar sefilleştiği ve bu kadar çok vatan haininin çıktığı
görülmemiştir.
Komünizm, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof
emperyalizmidir. Hırslarına sınır bulunmayan; Akdenize, Atlasa, Hint Okyanusuna çıkmak isteyen;
bütün dünyayı elde etmek hülyası ardında koşan kaba ve Moskof’a yakışan bir emperyalizm... Bütün
bu doymak bilmez hırsın dayanağı da dünyaya içtimai adalet götürmek, efsanesi...
Geri ve kaba İslav’ın en aşağılık kolu olan Moskof dünyaya medeniyet ve adalet götürecek. Yıllardan
beri açlar ve mahpuslar diyarı olan Moskofistan, dünyaya önderlik edecek ve insanlığı ebedi saadete
kavuşturacak...
Bu muhteşem fanteziye gafletle inananlar olduğu gibi gizli maksatlarla herkesi inandırmak isteyenler
de çıkıyor. Moskof’un dostluğuna inananlardan, Kurtuluş Savaşı başında bize karşı, kendi menfaati
icabı olarak gösterdiği dostluğu başımıza kakanlardan daima şüphe edeceğiz. Yüzyıllarca devam eden
bir tarihin en belagatli gerçeklerine göz yumarak milli savaş başındaki kısa, geçici bir anı "büyük
hakikat" diye göstermek isteyenlerden şüphe etmezsek tarih bizden şüphe eder. Türk ırkıyla Moskof
sürüsünün damarlarına kadar işlemiş bulunan barışmaz düşmanlığı yirmi beş yıllık hain ve sinsi
propaganda ile sildik sananlar, millet önünde konuşmak şerefini ebediyen kaybederler. Milletin,
Moskof dostluğu teranesine karşı gösterdiği soğuk, fakat manalı sükûtu "kabul" telakki edenler ancak
idrak zavallılarıdır.
Bazı dışişleri bakanları siyasi nezaket icabı "iki millet arasındaki ananevi dostluk" tan bahsedebilir veya
Moskof’a karşı cidden dostluk besleyebilirler. Fakat ocakları 'Moskof düşmanlığı hatıralarıyla canlı
insanlar buna inanmaz, aldırmaz, dinleyemezler...
www.atsizcilar.com Sayfa 118
Tarihin, jeopolitiğin ve mukadderatın düşman yaptığı Türklükle Moskofluk hiçbir zaman barışmayacak
ve bu "kıran kırana dövüş" kesin sonuç elde edilinceye kadar sürüp gidecektir. Nasıl barışabiliriz ki
hilkat bizi zıt yaratmış, tarih bizi düşman olarak yetiştirmiş, coğrafya bizi toprağa çarpışsınlar diye
yerleştirmiştir.
Biz, başkalarının bile benimsediği şanlı milli adımızı taşırken onlar, kendilerini idare etmek üzere
Norman "Rus" boyunun adını almıştır. Irkımızın ve milletimizin adı olan "Türk”ün manası "kuvvet"
veya "medeni‐türeli" demekken onların milli adı "İslav"ın kendi dillerindeki anlamı "köle"dir. Biz Tanrı
Dağlarından doğduk. Onlar Pripet bataklıklarından fırladılar.
Biz, insanlığın tarihine beşer tefekkürüne Aristo’dan sonra "İkinci Öğretmen" olarak kabul edilen
"Farabi"yi verdik. Onlar ancak "Korkunç İvan"ları, "Deli Petro"ları yetiştirdiler.
Moskofla dostluk yapılacağını sananlar maziye dikkatli bir göz atmalıdırlar. Bizim onlarla 1798 ve
1833'te yapılmış iki ittifakımız daha vardır. Bu ittifaklar ve ittifak antlaşmalarındaki "ebedi ve
sarsılmaz dostluk" vaatleri daha sonraki kanlı boğuşmaları önleyebilir mi? Altın Ordu ve Türkistan
Türklerinin Ruslarla olan uzun düşmanlık tarihini bir yana bırakıp yalnız Osmanlı Türklerini alalım, 14
harbin yıktığı düşmanlık hamulesini atmaya imkân var mı?
Osmanlı Türklerinin Moskoflarla münasebeti 1495'te onların gönderdiği elçiyle başladı ve 1667
tarihine kadar bizim ancak 9 defa elçi yollamamıza karşılık onların 38 defa göndermeleriyle daimileşti.
İlk harbimiz 1639'da yapıldı ve 1917'de biten son harple beraber 1639, 1641–1642, 1646–1677,
1686–1699, 1710–1713, 1736–1739, 1768–1774, 17871792, 1806–1812, 1827–1829, 1853–1856,
18771878, 1914–1917 tarihlerinde olmak üzere 14 defa tekerrür etti. 1639–1917 arasındaki 278 yılda
yapılan bu 14 harbin hepsi 49 yıl sürmüştür. Yani 19 yılda bir harb. Dünya tarihinin son üç asrında
başka iki millet gösteremezsiniz ki 19 yılda bir çarpışmış olsunlar.
Bu çarpışmalar, bu şehit vermeler Anadolu'nun taşını, toprağını Moskof düşmanlığı ile yoğurup
taşırdı. Türk milletiyle Moskof sürüsü tarihin barışmaz iki düşmanı haline geldi. Biz Anadolu'nun kuzey
kıyılarına gelen tahripçi poyraza Moskof rüzgârı dedik. Onlar Ukrayna’nın güneşine saldıran tahripçi
lodosa Türk dalgası dediler. Türk kelimesinin Moskof halk dilindeki mecazi manasım bilmiyorum;
fakat Türkçede Moskof "hain, kötü" manasını aldı.
Hayat var oldukça her şey zıddıyla anlaşılmakta devam edecektir. Ölümsüz hayat olmayacağı gibi kin
olmadan da sevgi olamayacaktır. Büyük beşeri hamleler yapmak, milli ülkünün ardından mı koşmak
istiyorsunuz, sevginin yanına mutlaka nefreti de koyacaksınız. Türklerin milli mefkûresinden mi
bahsediyorsunuz? "Türk'e sevgi"nin yanına "Moskof’a' kin"i de yerleştirmeye mecbursunuz. Türkü
sevmek demenin Moskof’a düşmanlık demek olduğunu, Türklüğe tapmanın içinde Moskof’a kinin
mündemiç bulunduğunu bilmek için derin bilgiye ve tefekküre lüzum yoktur. Tarihe ve haritaya
bakmak kâfidir.
Moskofçuluk bütün dünyada gidebileceği en ileri sınırlara kadar gittikten sonra artık gerilemeye
başlamıştır. Medeni bir dünyada bir çılgınlık ve ahlaksızlık dini zaten daha fazla revaç bulamazdı. Tam
demokratça seçim yapan memleketlerin meclislerindeki komünist sayısına bakmak dünyadaki fikri ve
ahlaki sefaletin azalmakta olduğunu gösterir. Sosyal yapısı çok sağlam olan İrlanda, İngiltere ve
www.atsizcilar.com Sayfa 119
Amerika da bir tek komünist milletvekili yoktur. Sosyal yapıları çürük olan Fransa ve İtalya da ise
meclisin aşağı yukarı üçte birini komünistler teşkil etmektedir. İkinci cihan savaşında her iki taraftan
da ilk nakavt olan büyüklerin "Latin Hemşireler" olması bir tesadüf değildir.
"Aramızda harb olursa Ruslara silah çekmem", "babama söv, fakat Stalin’e bir şey söyleme"
diyenlerini bizzat işittiğimiz müteredditlerinin günün birinde doğru yola geleceklerini sanmak ve
başkalarına telkin etmek ihanettir. Moskofçulara müsamaha mı? Asla!... Müsamaha, şuurlu bir
gaflettir ve şuurlu olduğu için de gafletten çok ihanete yakındır; Moskofçuların niçin resmi vazifelere
alındığını sorduğumuz zaman "artık tövbekâr oldular" diye cevap veriyorlar, inanmak olmaz dediğimiz
zaman "vatan çocuklarını kaybedemeyiz" vecizesiyle mukabele ediyorlardı. Ah, bu tövbekâr fahişeleri
ailelerin harim‐i ismetine sokan büyük tesamüh... Ah, bu safiyane inanış yahut umursamayış...
Tövbekâr olmuş vatan çocuğu Sabahaddin Âlinin akıbetini gördüler. Üç ay hapse girmemek için (!)
Bulgaristan’a kaçıyordu.
Bu memlekette Moskofçuluğu alabildiğine koruyanlardan yıllarca "batı medeniyetine girdik, onları
geçtik, onlara örnek olacağız" şarkılarını dinledik. Bize "Avrupa’nın sınırlan Karsta biter" diye teraneler
söylediler. Ama Avrupa, yani Batı, yani onların tabiriyle "akıl ve ilim" Moskofçuluğu tepelerken onlar
Moskofçuluğu Meclise ve Kabineye soktular ve Türkçülüğün kökünü kazımak için en deni ve şeni
iftiralarla görülmemiş bir Haçlı seferi açtılar. Batıyı taklit ederken yalnız yol, okul ve fabrikayı değil,
daha çok balo ve kokteyl partileri yurdumuza şoktular. Moskofçulukla savaşa gelince onun arkadan
gelmesini beklediler. Tehlike olmadığını millete zorla kabul ettirmek istedikleri komünizm,
Amerika'dan atomun sırrını çaldığı gibi Türkiye'de de, Adana'daki köy enstitüsünde Türk bayrağını
lağıma atacak kadar faaliyet gösterebildi. 1948'de Milli Eğitim Bakanlığı binasıyla Güzel Sanatlar
Akademisini kül ettiği gibi 1949'un 11 Şubatında Amasya'daki askeri un fabrikasını, 2 Martında Nuri
Paşanın İstanbul'daki silah fabrikasını, 10 Martında Tuzladaki Radar Okulunun telsiz dairesini, 11
Martında Adana Askeri Hastanesini, 12 Martında Çatalca'nın Dağ Yenicesindeki cephaneliği, 13
Martında İslâhiye Askerlik Şubesiyle Subay Mahfelini, 26 Martında Harb Akademisinin birinci kat
döşemesini, 2 Nisanında Milli Eğitim Basım Evinin bir kısmıyla Tekirdağ Hükümet Dairesini
kundaklayabildi. Ve bunların çoğunu yakıp bitirebildi.
Eski Moskofçuların tövbekâr olduklarına inananlar yahut inanmış gözükenler bu yangınlara da kontak
diyip işin içinden sıyrılmasını bildiler. İşleri o kadar kolaylıkla izah ediyorlardı ki günün birinde vatan
yanıp kül olsa yine kontak diyerek suçu elektriğe yüklemekten geri kalmayacaklardı.
Hakikatte ise bu kontaklar barışmaz Türk Moskof düşmanlığının ufak görünüşlerinden başka bir şey
değildir. Onlar bütün Türkeli'ni yakamadıkları için binaları yakıyor, bütün Türk ırkını yok edemedikleri
için yangınlarda ve patlamalarda üç beş kişinin kanına giriyorlar. Onlar bu topraklan elde
edemedikleri için kendilerini tutamayarak Karsı, Ardahan'ı ve Boğazları istiyorlar ve hazırlanıyorlar.
Kafalarının içinde, karısını Baltacı Mehmet Paşaya gönderen Deli Petro'dan kalma bir aşağılık duygusu
ve o duygunun doğurduğu kin; gönüllerin de İslav olmanın, yani aşağı olmanın verdiği kaba, ihtiras...
Bir yandan çokluğun ve imkânların verdiği ümit... Bir yandan Türk'le şaka olamayacağını bilmekten
doğan kırgınlık. Karşı tarafta İslav sürüleri, tanklar, uçaklar, toplar ve milyonlar... Bu tarafta berikilere
göre çok hafif silahlarla demirden ellerin tuttuğu çelik süngüler ve yüz binler... Bir de o yüz binlerin
yardımcısı: Tarih, inanç ve elli milyon şehidin ruhu...
(ORKUN, 3 Kasım 1950, Sayı: 5 )
www.atsizcilar.com Sayfa 120
ANTİKA KOMÜNİSTLER
Dünyanın her yerindeki insanlar, hangi siyası veya iktisadi düşüncede olurlarsa olsunlar, kendi
milletlerini her şeyin üstünde tutuyorlar. Her yerde ve her zaman görülmesi mümkün psikopatlar
dışında bu kaide istisnasız yürürlüktedir. Hatta beynelmilelci olduklarını iddia eden komünistler bile
farkında olarak veya olmayarak milliyetçidir.
İkinci Cihan Savaşından önce Japonya'da küçük bir "milliyetçi komünist" partisi vardı. Bugün
Finlandiya'nın 200 kişilik Millet Meclisine 50 mebus sokan komünistler de milliyetçidir. Hem de o
kadar milliyetçidir ki Ruslar bunların komünistliğinden şikâyet etmektedir. Çünkü bu Fin komünistleri
Marksizm'i sadece iktisadi bir sistem olarak benimsemişlerdir. Fin komünistleri Ruslarla yapılan son iki
harb de öteki Finlerden farklı olmayan bir şiddet ve kahramanlıkla çarpışmışlardır.
Müttefikimiz İzlanda devletinde de komünistler çoğunluktaydı. Fakat Rusları çağırmak kimsenin aklına
gelmemektedir.
İndonezya'daki iki komünist partisinden biri Çin ve Rus düşmanı olan milliyetçi bir komünist partisidir.
Memleketimizde komünizme, hatta sosyalizme karşı gösterilen sert tepki bizimkilerin en haysiyetsiz
şekilde beynelmilelci, Moskofçu olmalarından, en azından Türklüğe ve Türkçülüğe cephe alışlarından
doğuyor. Zekâdan mahrum, basit insanların bir tek prensip, bir tek unsurla en çapraşık meseleleri
çözdüm sanmaları gibi bu kafadaki sözde aydınlar da Marksizm prensipleriyle Türkiye'nin bütün
davalarının bir çözüm yolu bulacağına inanıyorlar.
Dünya dönüyor ve zaman yürüyor. Hızlı bir akış var. Tarihi mukadderat milletleri önüne katmış
yürütüyor ve bu yürüyüşün önünde hiçbir felsefe, hiçbir doktrin direnemiyor. Tarihi Yürüyüşe karşı
durmak isteyen her fikri, her sistemi "zaman" silindir gibi eziyor.
Ezilenlerin başında anormal bir sistem olan komünizm var. Komünizm yüzyıllar boyunca ezilen
insanları, vaad ettiği cennetle bir müddet avutabildi. Bir süre de tedhiş ve kırgınlarla ayakta durabildi.
Fakat yığınlar uyandıkça, şuurlar parladıkça yalanlar, vaatler, tehditler sökmez oldu. Tarihi an gelince
Ruslar, tutunabilmek için dün göklere çıkardıkları, adına şehirler kurup heykeller diktikleri Stalin'i
yerin dibine batırmaktan çekinmediler ve Rusya'nın içinde buna karşı kimse itirazda bulunmadı.
Çünkü artık Ruslar da onun yalancı bir canavar olduğunu anlamışlardı.
Fakat bu kararla da kalmadılar, kalamazlardı. Mülkiyeti genişlettiler. Dinlere göz yumdular ve
kapitalizmin kar ve kazanç şeklini kendi ülkelerinde uygulamaya kalktılar. Tarihi yürüyüş onları oraya
götürüyordu.
Kimsenin şüphesi olmasın: Daha çok şeyler olacaktır. Rusya biraz daha medeni ve demokrat olacak,
Sovyetler Birliğini kuran cumhuriyetlerden bazılarının ayrılmasına ister istemez göz yumacaktır.
Yalnız, bu hızlı gidiş arasında; dünyayı, milletleri, binlerce yılın hâsılası olan milliyetleri anlayamayan
bizimkiler hala kırk yıl önceki enternasyonal teranesiyle ortalığı velveleye vermektedir. Başka isimlerle
partiler kurup sosyalizm prensiplerini savunuyor görünmelerine rağmen hala Moskova uşaklığına
www.atsizcilar.com Sayfa 121
devam ediyorlar. Rusya aleyhinde bir tek sözlerini işittiniz mi? İşitemezsiniz. Çünkü oraya bağlıdırlar.
Oranın vatandaşı, tutsağı, kölesidirler.
İkinci Cihan Savaşında İsmet Paşa'nın Churchill'le görüşmesine ait bir latife vardır:
Bütün meseleler konuşulduktan sonra İsmet Paşa, İngiliz Başbakanına bizim için Rus tehlikesinden ve
Rusların saldırması ihtimalinden bahseder. Churchill meşhur purosunu tüttürerek cevap verir: "Merak
etmeyin ekselans! Türkiye'deki komünizmin Rusya'ya bulaşması tehlikesi dolayısıyla Rusya'nın
Türkiye'ye saldırmasına imkân yoktur."
Çok yerinde uydurulmuş olan bu fıkradaki nükte bugün de değerini kaybetmemiştir. Rusya,
komünizmden sıyrılıp milliyetçi bir sosyal demokrasiye doğru kayarken bizimkiler hala beynelmilelci,
vatansız ve millet düşmanı bir sosyal düzen peşindedirler. Kafaları iktisadi meselelerden başka bir
şeye yatmadığı için fikri: ve ruhi yani manevi medeniyetin ölçülerine tamamiyle yabancı kalıyorlar.
İnsanı hayvandan ayıran vasfın bu manevi yön olduğunu idrak edemiyorlar.
Manevi değerlere göçebelik çağlarından beri sıkı sıkıya bağlanmış olan Türk milletinin tepkisini
anlayamıyorlar. İşçi Partisi toplantısını basan gençlerin arasında tahrikçiler aramak boşunadır.
Tahrikçiler geçmiş yüzyılların arkasındadır. Geçmişin mefahiri, terbiyesi ve fikriyatıdır.
Yüzyılların ötesinden gelen milli dürtüşle bu gençler İşçi Partisini Moskof ajanları gibi görmekte ve
onların varlığına bile tahammül edememektedir. Gençlik heyecanı ile onların suç işledikleri anda
hükümet tarafından enseleneceğini düşünememektedirler.
Bu münasebetle solcu bir yazarın bu gençler hakkındaki tehdidine de şöyle bir değinelim. Solcu yazar,
"karşı taraf da harekete geçerse bu saldırıcıların hali perişan olur" demek istiyor. Bu sözlerin altındaki
manayı anlamamak için pek gafil olmak lazım.
Fakat solcu yazar şunu da unutmasın: İş yumruk kuvvetine kalırsa kimin darmadağınık olacağını, kimin
külünün havaya savrulacağını bilmek için kâhin olmaya lüzum yok. Türkiye'de milliyetçilik ayaktadır.
"Sosyal" modasından asla ümitlenmesinden O tvist modası kabilinden geçici bir hevestir. Kalacak olan
Türk milliyetçiliği, Türkçülüktür. Halep ordaysa arşın burada. İsterlerse bir denesinler!
ÖTÜKEN, 18 Ocak 1965, Sayı. 13
KOMÜNİSTLER
Bunca yazılara, açıklamalara, anlatmalara rağmen Türk milleti hala komünistle sosyalistin farkını
öğrenemedi. Sosyalistlere komünist damgası vurulduğu gibi kıpkızıl Moskof ajanlarının da sosyalist
sayıldığı veya sanıldığı oluyor.
Sosyalizm, milletin iktisadi hayatını düzenlerken onun bütün fertlerinin mümkün olduğu kadar
refahtan faydalanmasını sağlamaya çalışan bir sistemdir. Fakat bunu demokratik yolla
gerçekleştirmek yolunda olduğu gibi millet, din, aile, hürriyet ve mülkiyeti de kabul etmektedir.
www.atsizcilar.com Sayfa 122
Komünizm ise, bugünkü tatbikatı ne olursa olsun milliyet, din, hürriyet ve mülkiyetin aleyhinde
olduğu gibi iktidara geçmeyi de zorbalıkla başarmak isteyen düşünce tarzıdır. Gerçi bunu
söktürememiş ve mülkiyeti de, dini de, hatta milliyeti de kabul etmiş ise de son gaye olarak, cihan
hâkimiyetini sağladıktan sonra yine bunları kaldırmayı deneyecek, yani insanlığın kaç bin yılda vardığı
olgunluğu kökünden yıkarak manevi sarsıntılara yol açacak, teknik seviye ne olursa olsun, insanları
ruh yapısı bakımından hayvanlaştıracaktır...
Komünizm, sosyalizmin türlerinden biridir. Aşın sosyalizmdir. Hemen bütün aşırılarda olduğu gibi
anormaldir.
Batı dünyası dediğimiz milletlerde (ki başlıca Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika,
Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre, İtalya, Amerika ve Kanada'dan ibarettir) sosyalizmle komünizm
birbirinden ayrılmıştır, karıştırılmaz. Fransa ve İtalya gibi, Batı dünyasının, ötekilerine göre biraz geri
kalmış olan ülkelerinde bazen sosyalistlerin komünistlere yaklaştığı görülürse de İngiltere veya
Norveç'te buna imkân yoktur. Uzun süredir sosyalistlerin iktidarda bulunduğu İskandinav
memleketlerinde komünistlerin Millet Meclislerinde üçer beşer temsilcisi vardır. Bu komünistlerin de,
Türkiye'dekilerin aksine olarak, Moskova taraflısı olduğu pek iddia olunamaz. Çünkü onlar sosyalizm
gibi komünizmi de yalnız kendi ülkelerinin çıkan için iktisadi bir yol diye düşünürler.
Demokratik hayatın pek yeni olduğu, sık arızalara uğradığı için oturmadığı ve hilesiz olarak ancak
1950, 1954, 1961 ve 1965 seçimlerinin yapıldığı Türkiye'de sosyalizm ile komünizmin karışması veya
karıştırılması bir dereceye kadar haklıdır. Fakat aydın tabakanın bu ikisini ayırt edememesinde başka
sebepler vardır.
Yıllardır milli terbiye görmeden ve daima kolaylığa alıştırılarak yetiştirilen genç kuşaklar çetin hayat
savaşındaki güçlükleri yenemedikleri, zorluğa gelemedikleri için kolay bir çıkarın ardına düşmekte;
kimisi manevi ve yarınki bir bahtiyarlığı vaad eden nurculuk gibi din kisvesindeki safsataya yönelirken,
bir takımı da maddi ve bugünkü bahtiyarlığı vaad eden komünizm herzesine kapılmaktadır. Bir tek
ilaçtan mucizeli, kesin ve çabuk şifa bekleyen ağır hastalar gibi, ruh ve düşünce sefaleti hastalığına
batmış iradesiz gençler de "sosyalizm" dedikleri komünizmden bir Zati Sungur harikası beklemektedir.
Kendisinde olmayıp da başkasında olanı kıskanmak gibi şuur kaybettirici buhranlar bu gençleri inkâra
yöneltmeye bir defa başlayınca da artık inkârın sınırı kalmamaktadır.
Sınırsızlık, kendisini sosyalist sananların farkına varmadan komünist inançlarını benimsemesinde de
göze çarpıyor. Kolektif çiftlik istiyor. Sebep: Toprak ağasının halkı sömürmesi... Ticareti
devletleştirmek istiyor. Sebep: Tüccarın vurgunluluğu... Bütün bunlar pire için yorgan yakmak değil de
nedir? Dünya, sosyalist rejimlerin kötülüğünü ortaya koyan örneklerle doluyken hala direnmenin
manası Moskova uşaklığından başka ne olabilir? Bugün sosyalist Doğu Almanya ile kapitalist Batı
Almanya'nın ölçüştürülmesi sosyalizmin aczini, rezaletini, ahmaklığını belirtmek için kâfi değil mi?
Polonya ile Fransa'yı yahut Çekoslovakya ile İngiltere’yi karşılaştırırsanız notunuzu hangisine
verirsiniz?
www.atsizcilar.com Sayfa 123
Şimdiye kadar kapitalist ülkelerden sosyalist ülkelere yalnız birkaç ajan ve casus kaçtı. Sosyalist
ülkelerden kapitalist ülkelere kaçanlar ise yüz binlerle sayılıyor. Sosyalist budalaların iddia ettiği gibi
bu yüz binler, ticari vurgun yapmak için mi Batıya kaçıyor? Kafatasının içinde biraz beyni olan bir insan
bunun ne demek olduğunu anlamaz mı?
Türkiye'de şimdi bir sosyalizm modası çıktı. Sosyalizm Türkiye’yi kurtaracak tek yolmuş. Sosyalizm
solculukmuş. Solculuk ileri düşünceyi temsil ediyormuş. Atatürk de solcu imiş. Hatta Muhammed
Peygamber de solcu imiş. Bütün bu gülünç iddialar fikrin sefaletini gösteren sayıklamalardır. Büyük
harfin nerelerde kullanılacağını bilmeyen liselilerin çikleti, liseli kültür ve seviyesini aşamayan
üniversitelilerin sakızıdır. Sosyalizm şarkısı söyleyen sabıkalıların geçmişini bilmeyen sözde aydınların
rüyasıdır. Komünizmin Rusya'da ne yaptığını, Çekoslovakya yar ve Macaristan'a nasıl girdiğini,
girdikten sonra ilk önce, kendilerine zemin hazırlayan sosyalistleri yok ettiğini bilmeyen zavallıların
hülyasıdır.
Komünizm kanser gibidir. Yıllarca acı vermeden, belirti göstermeden bir gövdeyi kemirir. Ağrı
başladığı zaman artık geç kalınmıştır. Bunu, daha önlenebilecek durumda iken ancak uzman hekimler
seçebilir. Ortada ağrı sızı yok diye uzman hekime inanmayanların işi dumandır.
Türkiye'de kaç komünist vardır, biliyor muyuz? Bunu Milli Emniyet Servisi bile bilemez. Onun bildikleri
göstermelik zavallılardır. Gazetelerde sütun sahibi olan maskaralardır. Aşağılık duygusu içinde
kıvranan yozlardan, Hücreler kuran emirberlerdir.
Fakat kendini belli etmeden devlet kademelerinde çalışan, zamanla terfi ederek yükselen, devletin
can alacak noktalarına yerleşen kızılları bilen var mı? Bunlar Kızıl ordunun gelişinde kilit yerlerini
tutacak elemanlardır. Bazıları ömürleri boyunca bir iş yapamadan yaşar. Fırsatı yakalayan onu
kullanmaya çabalar. Gizli gizli yaptığı ajanlıkları da kimse bilmez.
Tarihin en muhteşem budalası olan Roosevelt'in yardımcısı Wallace'ın ve Irak devlet başkanlığına
kadar yükselip 1963'te karşı ihtilalle öldürülen Kasım'ın da komünist oldukları neden sonra anlaşıldı.
Kasım, Harb Okulu öğrencisi iken gizli komünist teşkilatına girmiş, hiç açık vermeden generalliğe ve
devlet başkanlığına kadar yükselmiştir.
Demek ki vatan hainleri devlet başkanının yardımcılığına ve hatta devlet başkanlığına kadar
yükselebiliyor. Bütün bu adamlar kendilerine sosyalist diyorlardı. Tıpkı bizdeki sabıkalılar gibi. Uzun
söze ne hacet? Komünist Rusya bile kendisine "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği" demiyor mu?
Sosyalist maskesiyle devlet başkanlığına kadar yükselen ve kendi vatanını yıkmaya çalışan komünistler
bizi, bizi değil aydın geçinen, sosyalizmi matah sanan, gözleri bulananları düşündürmelidir. Bu
sosyalistlerin kaçı gerçekten sosyalisttir? Kaçı ajandır?
Bugün özellikle üniversiteliler arasında görülen sosyalizm merakı; bilgiye, incelemeye, okumaya, yurt
sevgisine değil, modaya dayanan bir nev heveslikten başka bir şey değildir. Tıpkı sakal bırakmak,
Amerikan sığır çobanlarının pantolonunu giymek gibi bir moda... Üniversiteli oldukları halde
üniversiteli kafası olmayan, karşı fikirden habersiz, müsamahaya kabiliyetsiz olan bu gençlerin
sosyalist veya komünist olmasının hiçbir değeri yoktur. Bu sosyalistler yarın aynı kolaylıkla nasyonal
www.atsizcilar.com Sayfa 124
sosyalist de olabilecekleri gibi yarın hayata atılıp onun şamarını yedikten sonra da iyice ayılacaklar,
hele aralarında iyi kazanç sağlamayı başaranlar için sosyalizm eşkıyalıkla aynı anlama gelecektir.
Fransız üniversitelerinde pek çok kralcı vardır. Fakat krallık üniversitenin duvarları içinde esen tatlı bir
havadır ki pek seyrek olarak üniversite bahçesinden sokağa taşar.
Bizde sosyalizmin çirkin olan bir tarafı milliyetçiliğe arka çevirip kozmopolitliğe kayması ve
komünizme kapı görevini görmesidir. Karşımızdaki her üç sosyalistten birinin kıpkızıl komünist yani
vatan haini olduğu muhakkaktır. Bunu ayırmak mümkün olmadığı içindir ki sosyalistlere daima şüphe
ile bakılmaktadır. Gerçi en azılı komünistlerin, üzerlerine sosyalist şüphesini dahi çekmeyen sinsi
kimseler olduğu bilinmektedir. Fakat en azılı komünisti bilememek, komünist olması ihtimali
bulunanlara karşı uyanık davranmaktan bizi alıkoyamaz.
Yukarda Irak Başkanı Kasım'ı anlattık. Kasım hem komünist hem de Kürt'tü. Böyle olduğu içindir ki
yalnız Iraktaki Türklere karşı değil, Araplara karşı da büyük bir kinle davranmış, elinden gelen fenalığı
ardına koymamıştır. Bu da yabancı ırktan birini kendi başına geçirmek gafletini gösteren ve
gösterecek olan milletlere tarihin kanlı bir dersidir.
Komünistler her zaman bir devletin başına geçemezlerse de profesör, öğretmen, savcı, hâkim,
kurmay, mebus veya bakan olabilirler. O zaman milli yapıda bunların yapacağı yıkıma sınır çizmek
güçtür.
Farazi örneklerle anlatalım ve konu olarak Türkiye'yi alalım:
Bir komünist edebiyat öğretmeni şunları yapar: Türk edebiyatının bütün değerlerini sinsi sinsi kötüler.
"Bunlar, arı Türkçe dururken karışık bir dil kullanmışlardır; kendi milletlerini sevmedikleri için böyle
davranmışlardır; milletin derdiyle hiç ilgilenmemişlerdir." der. Kasten en kötü şiir örneklerini seçer ve
öğrenciyi tesir altında bırakır. Sonra Yunus Emre'yi ve basit halk şairlerini alır. Yunus'un tasavvufi
beynelmilelciliğini, ideal örnek diye gösterir. Halk şairlerinin yoksulluktan bahseden, beğlerden
yakınan parçalarını alarak bunlardan kendi kötü maksadına göre hüküm çıkarır. Öğrencinin kafasında
sınıf kavgası düşüncesini uyandırır. Yabancı edebiyatları överek Türk milletinin aşağı olduğu sonucuna
doğru sinsice gider. Özellikle Rus edebiyatının ön plana alır. Öğretmenine büyük değer veren öğrenci
onun her dediğini büyük bir gerçek diye kabullendiğinden artık mesele hallolunmuş ve bir çocuk
kaybedilmiştir.
Bir aralık, Hasan Ali'nin Maarif Vekilliği zamanında solculara hazırlatılmış lise edebiyat kitapları vardı.
Burada seçilen parçalar hep idam, öldürme, cinayet gibi çocukların içini karartacak parçalardı.
Osmanlı vezirlerinin gayrı Türk olanları seçilerek çocuklara "Türklük yetmiş iki milletten karmadır"
düşüncesi aşılanıyordu. Cinayet sahneleriyle kendi tarihinden ve milletinden soğutulmak isteniyordu.
Bunu hazırlayan vatan hainleri Türk çocuklarındaki milli bağları kopararak onları Moskova için yemlik
haline getirmek gayesini güdüyorlardı. Bunu yaparken uşaklığını ettikleri Moskova'nın insanlık
tarihinin en iğrenç cinayet ve ahlaksızlık trajedisine konu olduğundan habersiz görünüyorlardı.
Bir komünist tarih öğretmeni de şöyle davranır:
www.atsizcilar.com Sayfa 125
Tarihimizin kahramanlarını kan dökücü olarak alır. Savaşın gerektirdiği ölümleri cinayetler diye telkin
eder. İnsanlığın bir gün ebedi barışa kavuşacağını, savaşların iptidai birer barbarlık olduğunu
söyleyerek çocukların kendi geçmişlerine olan güvenini sarsar. Büyük şahsiyetlerin erdemlerini
unutmuş gözükerek yalnız kusurlu taraflarını sayıp döker. Büyük insanlar olarak yalnız yabancı
milletler tarihinden örnekler verir, sinsi sinsi dinle de alay ederek manevi bağlardan birini daha
baltalamaya çalışır. Milletlerin kardeşliği türküsünü söyler.
Bir komünist yazarın davranışı da şöyle olur:
Memlekette sınıf kavgasını kışkırtır. Bir yanda milyonerler varken bir yandan da açların bulunduğunu
söyler ve bir iki tablo çizer. Bu tablo doğru olduğu için okuyanlar yazara hak verir ve her zaman böyle
doğru yazacağım sanır. Ondan sonra yavaş yavaş mübalağalı yazılar yazmaya, yalan söylemeye başlar.
İstatistikler uydurur. Milli servetin yüzde şu kadar büyük bölümü şu kadarcık kişinin elindedir der.
Evvelce bir iki defa herkesin bildiği gerçekleri yazıp güven kazandığı için bu yalanlarına da inanılır.
Derken milliyetçilere saldırmaya, onları milletin gözünden düşürmeye çabalar. Tarihi şahsiyetleri
kötüler. Kötüleyemeyeceğini benimsemiş gibi görünerek onun da tam bir sosyalist olduğunu iddia
eder. Yalanları yüzüne vurulunca hiçbir cevap vermez. Aldandığını itiraf etmek mertliğini göstermez.
Yüzü kızarmaz. Bir insanın komünist olmasının şaşmaz kriterlerinden biri de utanmazlığıdır.
Komünist savcı veya hâkimin işi ise daha korkunçtur:
Komünistlerin suçunu örtmek, kanunların inceliklerini kızıl ajanlar lehine kullanmak.
Bunu anlamaya imkân var mıdır? Hâkimin vicdani kanaati diyince akan sular durur. Bir memleketin
Hukuk Fakültesi komünist yuvası durumuna düşmüşse ve demokratik zaruretler yüzünden bunlara
göz yumuluyorsa o ülkenin geleceğini kestirmek için kâhin olmaya lüzum yoktur.
Hele Iraklı Kürt Kasım gibi, Türkiyeli bir Türk Memo yahut İbo da Harb okulunda iken komünist olarak
ve Harb Akademisini bitirerek bir kolordunun kurmay başkanı veya bir tümenin komutanı ve hele
Genelkurmayda Harekât Dairesi Başkanı olursa bir savaş sırasında Türk ordusunun ihanet yüzünden
uğrayacağı bozgunun tahayyülü bile akıllara durgunluk verecek kadar korkunç olur.
Bu kadar sözden maksat komünistlere karşı uyanık olmayı ve onların daima sosyalist maskesiyle
gezdiğini hatırlatmaktır.
Biz bu kadarını yapabiliriz. Daha çoğunu subaşında oturanlar düşünsün, Demokrasi, anayasa, hukuk
devleti, kanun, insan hakları gibi teranelere kapılarak tedbirde kusur edenleri tarih bağışlamaz.
Tarihin cezası tüyler ürperticidir.
ÖTÜKEN, 12 Ekim 1965, Sayı: 22
www.atsizcilar.com Sayfa 126
KOMÜNİZM YIKILMAYA MAHKÛMDUR
Komünizm 1918'de ancak Rusya gibi ahalisi her bakımdan ezilmiş, geri bir memlekette tutunabildi. Bu
tutunuş hükümet darbeleriyle yapılmış ve komünizm ancak yığın yığın insanları öldürerek iş başında
kalabilmişti.
Komünistler bütün dünyayı birleştirip yeni bir düzen kurmak iddiası ile ortaya atıldılar. Bu yeni
düzende herkes çalışacak, herkes her bakımdan sigortalı olacak, kimse kimseyi sömürmeyecek, savaş
ortadan kalkacak, sözün kısası çok bahtiyar ve ileri bir dünya kurulacaktı. Hatta giderek hükümet
denen nesne de kaldırılarak insanlar kooperatifler eliyle idare olunacaktı.
Fakat başlangıçta başarı kazanacak gibi gözükmesine rağmen bu düşünce bir ütopyadan, eskilerin
tabiriyle "hayal‐i ham"dan başka bir şey değildi. Çünkü insan yaratılışına ve psikolojisine şiddetle
aykırıydı. Tanrı'yı kabul etmiyor, aileyi inkâr ediyor, hatta parayı da kaldırmak istiyordu. İnsanın ruhi
ve manevi taraflarını inkâr etmekle kendi kendisini başarısızlığa zaten mahkûm etmişti. Fakat Birinci
Cihan Savaşının getirdiği felaketlerden ve kırgından usanan insanlar arasında "ne olursa olsun, bir de
şunu deneyelim" kabilinden düşünceler epeyce yaygındı.
Komünizm 1918'de ancak Rusya gibi ahalisi her bakımdan ezilmiş, geri bir memlekette tutunabildi. Bu
tutunuş hükmet darbeleriyle yapılmış ve komünizm ancak yığın yığın insanları öldürerek iş başında
kalabilmişti.
Rusya'dan sonra dünyanın hiçbir yerinde komünizm iş başına gelemedi. Macaristan ve Şili darbeleri
pek geçici oldu ve komünizm Rusya'nın milli rejimi durumuna düştü.
Demokrat ülkelerdeki komünist partileri en kuvvetli oldukları yerlerde bile oyların en çok üçte birini
toplayabildi. Buna karşılık İkinci Cihan savaşı sonunda, Roosevelt ve Churchill'in ahmaklıkları
yüzünden tarihi fırsatları değerlendirerek birçok memleketleri istila edip oralarda zorla ve hile ile
komünist rejimlerini iş başına getirdi ve bu başarı dünyada tesirsiz kalmadı. Geri kalmış ülkelerin
bazılarında komünizm lehine kıpırdanmalar oldu ve sonunda kocaman Çin de Çankay‐şek'in
hatalarından istifade eden yerli komünistlerin eline geçti.
Komünizm uluslararası bir rejim olmak iddiasında bulunduğu için ayrılık kabul etmez, bütün komünist
memleketlerin Moskova'ya bağlı olmasını isterdi. Mesela Polonya'nın bağımsızlığı Sovyetler Birliği
içindeki Kırgızistan'ın bağımsızlığından nihayet biraz daha fazlaca idi. Durum Moskova'nın çok lehine
gözüküyordu.
Fakat ütopyalar uzun ömürlü değildir. Hayalin mavi göklerinden gerçeğin kara toprağına düşmek er
geç mukadderdir. Komünizm de aynı akıbete uğramakta gecikmedi.
İlkönce Yugoslavya, Moskova'ya kafa tutarak Rus tahakkümünden sıyrıldı ve komünist birliğinden
atıldı. Bunun başlıca üç sebebi vardı:
1‐ Yugoslavya'nın kuzeyi uzun süre Almanya İmparatorluğu'nun güneyi Osmanlı İmparatorluğu'nun
hâkimiyetinde kalmış, bu iki imparatorluğun siyasi, idari, fikri ve medeni yönlerinden çok şeyler
www.atsizcilar.com Sayfa 127
almıştı. Bu iki devlet manevi yapı bakımından komünist Rusya'dan çok üstün oldukları için Yugoslavlar
Ruslar'a göre üstün siyasi ve medeni terbiye almış bir millet mertebesindeydiler ve aşağılık Rus
rejimine katlanamazlardı.
2‐ Tito, başlangıçta nasıl bir komünist olursa olsun, Stalin rejiminin iptidailiğini, vahşiliğini görmüş;
Rusya'nın bir insanlık politikası değil, bir sömürme siyaseti güttüğünü anlamıştı.
3‐ İnsanlarda yaratılıştan bir milliyetçilik düşüncesi olduğu için Tito kendi vatan ve milletini elbette
Rusya'dan üstün tutacak ve komünizmi ancak bir iktisadi sistem olarak kabullenecekti. Nitekim öyle
oldu. Hatta giderek komünizm de bırakılarak Yugoslavya demokrat bir sosyalizm ülkesi haline geldi.
Bugün Avrupa'ya trenle gidip gelenler Bulgaristan'la Yugoslavya arasındaki büyük insanlık farkına
işaret etmektedirler. Bulgaristan'da iktisadi darlık, terör ve korku; Yugoslavya'da bizimkinden hemen
hemen, farksız hür bir rejim...
Yugoslavya'dan sonra Arnavutluk komünist birliğinden koptu ve pek küçük olduğu için komünist
Çin'in himayesine sığınmak mecburiyetinde kaldı.
Üçüncü olarak Romanya, daha ihtiyatlı olarak bir sıyrılış yaptı. Ruslar'la yan yana olduğu ve işgal
tehlikesine maruz bulunduğu için fazla ileri gidemedi. Fakat çok ihtiyatlı ve tedbirli hareketlerle
komünizmi ve Moskova'nın yükünü, üzerinden attı.
Dördüncü olarak Çekoslovakya aynı şeyi yapmak isterken Moskof işgaline uğradı. Çünkü ayrılmaların
aralıksız devam edeceğini anlayıp dehşet içinde kalan Ruslar kopup sökülmeyi önlemek için zorbalığa
başvurmaktan başka çıkar yol bulamadılar ve bunu Ortaklaşa bir komünist hareketi imiş gibi
göstermek için de öteki uyduları kendileriyle birlikte işgale sürüklediler. Romanya buna da
katılmamak başarısını gösterdi.
Fakat kopmaların en büyüğü ve tehlikelisi Çin'den gelmiştir. Büyük bir medeniyet ve kültürün
mirasçısı olan Çinliler birkaç yıl Ruslar'la iş birliği yapıp onlardan her bakımdan faydalandıktan sonra
arayı açmakta mahzur görmediler. Zaten komünizmden önce de bilim ve teknikte oldukça ileri
bulunan Çinliler gayet kalabalık nüfuslarını çalışma seferberliğine sokunca beş on yılda atom gücüne
sahip devletlerden biri haline geldiler ve tek başlarına Rusya'ya, hatta Amerika'ya da kafa tutacak bir
güç kazandılar.
Birlikçi bir doktrin olan komünizm bugün parçalanmış tır.
Çin, Rusya'dan tamamen ayrılıp onun başlıca düşmanlarından birisi olmuştur ve Ruslar'ın, İkinci Cihan
Savaşı sonunda, Amerikan ve İngiliz liderlerin gafletinden faydalanarak kendisi için hazırladığı Kuzey
Kore ve Kuzey Vietnam komünist devletlerini kendi nüfuzuna almıştır. Çok uzaklardaki küçük
Arnavutluk da onun tam bir uydusudur.
Yugoslavya da Rusya'dan ayrıdır ve artık bilfiil komünizmle ilişiği kalmamıştır. Tito'dan sonra bu
ülkede komünizmin isim olarak dahi yaşayacağı şüphelidir.
www.atsizcilar.com Sayfa 128
Rusya, doğuda Dış Moğolistan; batıda Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan
ve Romanya ile bir blok teşkil ediyorsa da bunların arasında Bulgaristan'dan başka Rusya'ya cidden
bağlı hiçbir devletin bulunmadığı muhakkaktır.
Romenler kısmen sıyrılmış durumdadırlar. Çekoslovakya, Moskof işgalinin kini içindedir. Macarlar ve
Polonyalılar Rusları eskiden beri milli düşman sayarlar. Doğu Almanları ne de olsa Alman'dır ve
duygularını saklamakta usta olan bu millet kendisine göre çok geri ve kaba olan Ruslar'ın
boyunduruğuna elbette sonuna kadar katlanacak değildir.
Milletlerin hayatında milliyetçilik en büyük faktör olduğu için komünist devletlerin de komünist
rejimleri altında nihayet milliyetçi bir yola girecekleri zaten beklenirdi. Fakat düşmanlıkların bu kadar
çabuk gelişeceği pek de akla gelmezdi.
Bugün Çin ile Rusya iki düşman olarak karşı karşıya bulunuyorlar. Çin açıkça Rusya'dan toprak istiyor.
Mart başında iki taraf karakolları arasındaki çatışma yerini belli eden bir işarettir. Gelen haberler ise
yarınki savaşın pek tatlı olacağını gösteriyor.
Ruslar tarafından açıklanan Çin vahşeti komünistlere has bir davranıştan başka bir şey değildir.
Ruslar'ın nasıl hareket ettikleri hakkında henüz Çinliler bir açıklama yapmadı. Ruslar'ın vahşetten
yanıp yakılmaları ister istemez insanı gülümsemeye sevk ediyor.
Bu peşrev, komünizmin çatırdamaya başladığını gösteren bir alamettir. İki kalabalık ve atomlu
komünist devlet kapışırsa sonunda ister biri kazansın, ister denk kalıp barış yapsınlar, komünizm
çökecektir. Komünist rejimi altında yaşayan insanların iyi savaşamayacağı İkinci Cihan Savaşı'nda belli
olmuştur. Bunca hazırlığa rağmen kalabalık Rus orduları Almanlar karşısında bozguna uğrayarak ancak
görülmemiş derecedeki kış tarafından kurtarılmışlardı. Tabi, savaşın Amerikalılar tarafından
kazanıldığını söylemeye lüzum yok.
Ruslar'la Çinlilerin bugünkü hırlaşması yarın bir savaşa kadar gider mi? Elbette gidecektir. Savaş ezeli
ve ebedi bir kanundur. Onu kaldırmak için ortaya atılanlar bile bu kanunun hükümlerinden dışarıda
kalamazlar. Onun için Çinlilerle Ruslar mutlaka vuruşacaklardır. Fakat bu vuruşma önce Avrupa
uydularının, sonra da Sovyetler Birliği ile Çin'deki milletlerin ayaklanmasıyla bitecek ve. Komünizm
yerini, en ihtiyatlı tahminle, Yugoslavya’da olduğu gibi mutedil ve medeni bir sosyalizme bırakarak
göçüp gidecektir.
Rusya ve Çin milyonlarca Türk'ü sömüren ve Türkler'in anayurdu olan Türkistan'ı işgal altında tutan iki
düşman millettir.
Acaba Türkiye Cumhuriyeti'nin bu dış Türkler hakkında bir planı var mı? Tıpkı bir savaş planı gibi çeşitli
ihtimalleri göz önünde tutan, tarihi fırsatlardan nasıl istifade edileceğini gösteren tasanlar hazır mı?
Yoksa yine her fırsat kaçırılacak veya Kıbrıs konusunda olduğu gibi yumurta kapıya geldikten sonra
aceleyle ve hazırlıksız olarak savsaklama taktiği mi kullanılacak?
Beş yıllık planlar Türk milletinin hayatına göre o kadar can alıcı şeyler değildir. Türkiye teknik ve iktisat
bakımından nasıl olsa kalkınacaktır. Asıl mühimi yüzyıllık planların hazırlanması ve pusuya
www.atsizcilar.com Sayfa 129
yatılmasıdır. İngiltere'yi, Rusya'yı falan şöyle bir tarafa bırakarak küçük, kuvvetsiz ve zavallı
Yunanistan'a bakalım: Rejimlerin ve hükümetlerin değişmesine, adi iç çekişmelere ve üst üste savaş
kaybetmelere rağmen yüzyıllık planını başarıyla takip etmiyor mu?
"Büyük Devlet" fikrinin mucidi olan Türkler acaba Yunanistan kadar da olamayacak mı?
GÖZLEM, 20 Mart 1969
KOMÜNİZMİN AHMAK KARDEŞİ: SOSYALİZM
Sosyalizmin komünizme engel bir sistem olduğu her zaman ileri sürülmüştür. Tarihte bir iki defa
sosyalistlerle komünistlerin kapışmış olması, bu iddiacıların tek kozudur. Bunlar madalyanın yalnız bir
tarafına göre hüküm veren kişilerdir. Madalyanın öteki yüzünde ise sosyalistlerle komünistlerin
birlikte kurdukları "Halk Cephesi" marifetleri ve bunun kanlı dramları bulunmaktadır.
İspanya iç savaşında komünistle sosyalistler milliyetçilere karşı birlikte çarpıştılar. Fransa ve İtalya 'yı
birçok zaman buhranlar içinde yaşatan sebepler yine bu ikisinin kurduğu Halk Cepheleri idi.
Sosyalizmle komünizmin kardeş olduğunu gösteren son örnek ise Fransa'da 5 Aralık 1965'te yapılan
başkanlık seçiminde ortaya çıktı: Fransa'yı kalkındıran ve yine büyük bir devlet durumuna getiren
milliyetçi General De Gaulle'e karşı çıkarılan François Mitterand, sosyalistlerle komünistlerin ortak
adayı idi.
Bu sonuç, Türkiye'de kendilerinin sosyalist olduğunu ileri gafillerin gözlerini açacak nitelikte bir
derstir. Sosyalizm, başına bir "milli" sıfatını takmadıkça her zaman komünizmin müttefiki, kardeşi,
öncüsüdür. Türkiye'de sosyalistlerle komünistlerin daima aynı dergi, dernek veya partilerde kısaca
aynı çatı altında birleşmeleri bu değişmez kaidenin bir görünüşüdür.
Fransa'daki başkanlık seçiminin verdiği daha büyük ders de şudur: General De‐Gaulle'den önce
Fransız seçimlerinde komünistler tek başlarına oyların üçte birini alacak kadar kuvvet gösterirken
şimdi sosyalistler ve radikallerle birleştikleri halde de yine ancak o kadar oy sağlayabiliyorlar. Bunun
sebebi milliyetçi De Gaulle idaresinin Fransa'da milli şuuru parlatması ve Fransız milletini eskiye göre
daha şuurlu hale getirmesidir. Bir zamanlar 4.500.000 oyalan komünistler Hitler idaresinden sonra
tamamen silinmiş, bugünkü Batı Almanya'da da, hemen hemen yok denecek bir duruma düşmüştür.
Demek ki milliyetçi idareler, milleti komünizmden kurtarmak için birebir ilaç yerine geçmektedir. Bu
idareler komünizmi, komünistleri öldürerek değil, milli şuur ve heyecanı şahlandırarak komünistleri iş
başından uzaklaştırarak kazımışlardır.
Bizde ise milliyetçilik, hükümetlerin yalnız programlarında, sözlerinde kalmakta; bir türlü
uygulanamamaktadır. Komünizmin liselere kadar girdiği gazete haberleriyle açığa vurulduğu halde
Milli Eğitim Bakanlığı hala işi dikkatle izleyerek görevini yaptığına inanmaktadır.
Liselerdeki komünist öğrenciler okuldan atılmış, iyi... Fakat onların kafasına bu budalalığı sokan
öğretmenlere ne yapılmış? Hiç! Hâlbuki milli bir hükümet işi böyle savsaklamaz, bugünkü mevzuat
www.atsizcilar.com Sayfa 130
yeterli değilse gerekli kanunları derhal Meclisten geçirerek öğrencileri zehirleyen bu satılmış
öğretmenleri hem meslekten tardeder, hem de mahkemelere sevk ederek hapishaneye yollardı.
Yıllardır serbest bırakıla bırakıla şımaran ve şüphesiz yukardan himaye gören solaklar öğretmen
bırakılırken Türkçü öğretmenleri ırkçıdır diye öğretmenlikten çıkaran bir idareye milli ve milliyetçi
denemez.
Bir takım öğretmenler, komünizmden hüküm giymiş vatan hainlerinin eserlerini över, bunların
piyeslerine öğrencilerini götürürken yahut hiçbir değeri olmayan şişirme solcular için edebiyat günü
tertiplerken hiçbir şey olmuyormuş gibi susan bir Milli Eğitim Bakanlığı görevini yapmıyor demektir.
Bu bakanlığın adının başında bir "Milli" kelimesi vardır. "Milli" demek dünyaya milliyetçi gözle bakan,
olayları bu açıdan değerlendiren demektir, Milli demek, gayrı milliyi düşman sayıp onunla mücadele
eden, onu yok etmeye çalışan demektir. Bizim Milli Eğitim Bakanlığında bu ruhtan eser yoktur. Yeni
müsteşar, liselerdeki solculuk hakkındaki soruya göreve yeni başladığı gerekçesiyle cevap vermekten
kaçınmıştır. Maarifte, liselerde komünizm propagandası yapıldığını bilmek için müsteşarlık
makamında yıllanmaya lüzum yoktur. Müsteşar, makamına oturmadan önce bunu bilecek, bilerek
oraya gelecektir. Herkesin bildiği şeyi bu müsteşar gerçekten bilmeyerek oraya geldiyse Milli Eğitim
yandı demektir. Bilen, tuttuğunu koparan, solakları topyekûn tasfiye eden, köşe başlarına
milliyetçileri getiren bir idare, bir bakan, bir müsteşar lazımdır. Gününü gün eden, ben iş başında iken
sızıntı çıkmasın diyen uyuşuk idareciler memlekete kötülük ediyorlar demektir. Aynı zamanda bu
idareciler devlet parasıyla yetiştirildikleri halde solcu, hatta komünist olan öğrencileri de kaldırıp
atmakla görevlidirler. Böyle öğrenciler vardır ve yarın öğretmen olarak görev alacaklardır. En basit
insanların bile gördüğü bu tehlikeyi umursamamak. Türkiye de hainlerin üremesine meydan bırakmak
vatan ihaneti değil midir? Vatana ihanet mutlaka Genelkurmay Harekât Dairesinin kasasına anahtar
uydurmakla mı yapılır?
Türkiye'nin yarınını kurtarmak için gerekirse binlerce öğretmen, on binlerce öğrenci atılır, gerekirse
daha sert tedbirler de alınır. Çünkü tehlikede olan koca Türkiye'dir. Fakat tedbir, "her türlü tedbir
alınmıştır" demekle alınmış olmaz.
Memleketi soysuz münevverden kurtarmak için alınacak tedbir Türkçü öğretmenlerle uygulanacak bir
milli eğitim programıdır. Edebiyat, tarih, felsefe gibi milliyetçiliği aşılamak, milli ruhu yükseltmek için
kullanılacak dersleri milli şuur açısından bir düzene bağlamak; solcu, dalgacı ve değersiz öğretmenleri
merhametsizce tasfiye etmektir. Geçinsinler diye hiçbir işe yaramaz acezeyi maarife doldurmak millet
yapısının temelini baltalamaktır. Milli Eğitim Darülaceze değildir.
Gerçek anlamda öğretmen önemli bir şahsiyettir Bugünü ve yarını sağlandıktan sonra kendisinden
ciddiyetle iş istenmelidir. Okuldan dün çıkmış çocuk yaştaki ilkokul öğretmenlerini binasız, araçsız,
ilkel köylere gönderip beş sınıfın dersini birden okutmaya zorlamakla maarifçilik yapılmaz. Önce
sağlam ve sıhhi bir okul, okulun bütün araç ve gereçleri sağlandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı "okul
açtım" demek yetkisini kazanacaktır.
Çabuk kalkınacağız, yüzde yüz okuryazar olacağız diye bu aşağılık seviyede okullar, liseler ve
üniversiteler kurmakla kimse kandırılmaz. Bu, güldürücü bir trajedidir. Bu trajediden sonra,
gördüğümüz gibi, lise mezunları hiçbir şey bilmedikleri için bin üzerinden 150–200 puan gibi sefilâne
bir numara ile sokaklara dökülüp Buda rahipleri gibi kendilerini yakmak numarasına başvururlar. Bu
www.atsizcilar.com Sayfa 131
sebeplerdir ki üniversitelerin Mevlevi dervişlerinden farkı yoktur. Uzun söze ne hacet? Senin
profesörlerin arasında kaç tane adam var? Kaç eser vermişler, ilme ne katmışlardır? Klik kurmak, fesat
dedikodusu yapmaktan başka ne işe yararlar? Nazım Hikmetof un affı için el kaldıran bu heriflere
muhtariyet verir de şımartırsan senin üniversiten işte böylece lise seviyesine düşer. Öğrenciler için en
küçük fedakârlığa katlanmayan, yalnız hayvanı bir kazanç hırsıyla yanıp tutuşan çıkarcıların
yetiştireceği talebe bu kadar olur.
Milli Eğitim Bakanlığı "sosyalizm" adı ve perdesi altındaki beynelmilel vatansızlığın kökünü kazımak
için milliyetçi bir ruhla hamle yapıp milliyetçi unsurları iş başına getirmezse Türkiye kanlı ihtilallere, iş
savaşlara gebedir. Eshab‐ı Kehf uykusu artık yeter.
ÖTÜKEN, 16 Aralık 1965, Sayı: 24
İŞTE SOSYALİZM
Genç mütefekkir Ajlan Sayılgan'ın 1 Haziran 1974 tarihli Yeni İstanbul Gazetesinde yayınlanan
'''Kimmiş Şu İlk Osmanlı Sosyalistleri" başlıklı yazısı, Türkiye'deki sosyalizm hakkında doğru bilgisi
olmayanları uyarıcı mahiyettedir. Sosyalizm kelimesinin sözlük ve ansiklopedideki anlamı ile bugün
ona verilen mananın aykırılığı birçoklarınca, zamanında seçilemiyor. Kendilerine demokrasi diyen
İngiltere ve Amerika ile halk demokrasisi olduklarını iddia eden Rusya ve Bulgaristan arasında ne
kadar fark varsa o sosyalizmle bu sosyalizm arasında da o vardır.
Bundan dolayıdır ki Türk milliyetçileri, cemiyetçilik demek olan sosyalizmin soysuzlaşmış olmasına
bakarak bu kelimeden ve onun anlamından tiksinmelerine karşılık, cemiyeti düşünmek ve
kalkındırmak ilkelerine toplumculuk adını veriyorlar. İkisinin aynı olmadığını bir defa söylemiştim.
Hafızası zayıf insanların ülkesinde yaşadığımız için bir daha tekrarlayalım:
SOSYALİZM = BEYNELMİLEL HALKÇILIK
TOPLUMCULUK = MİLLİYETÇİ HALKÇILIK
Bu demektir ki sosyalist için milletin, mil1iyetin önemi yoktur. Tek gaye iktisadi refahtır, Toplumcu
için gaye kendi milletini, milliyetini yükseltmek için refahıdır. Sosyalizmde tarih şuuru, vatan sevgisi,
bayrak saygısı yoktur. Bayrak herhangi bir bez parçasıdır. Bu sebeple Birinci Cihan Savaşından önce
ünlü bir Fransız Sosyalisti, Fransız bayrağını gübreye dikmişti.
Toplumcu ise kendi milletinin bugünü için toplumculuğu biçilmiş kaftan sayan kimsedir. Sosyalist,
başka bir milletin sosyalisti ile kardeştir. Toplumcu, başka bir milletin toplumcusu ile ancak dost
olabilir; fakat tarihi düşmanları bir an gözünden kaçırmaz. Sosyalist için komünist kendisinden biraz
daha aşırı bir ülküdaştır. Toplumcu için komünist milli ve barışmaz düşmandır.
Aclan Sayılgan, yukarıda adı geçen yazısında, Türkiye'deki ilk sosyalistlerin bu memleketi yıkmak
isteyenler olduğunu birer birer sıralayarak bir ibret levhası veriyor ve bu ilk Osmanlı sosyalistlerinin
devletimizin düşmanlarıyla işbirliği yapan Ermeni komitacıları olduğunu gösteriyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 132
Ben burada Aclan Sayılgan'ı tamamlamak üzere bir not verecek ve Türkiye Gizli Komünist Partisi şefi
olan Şefik Hüsnü'nün gizli bir direktifinin bir pasajını alacağım:
Gizli Komünist Partisi şefi olan Şefik Hüsnü bir Selanik dönmesidir. 1925'te yapılan ilk büyük komünist
tevkif atında yakalanmış, bütün gizli vesikaları ele geçmiş, komünistlere verdiği direktifler, genelgeler
bulunmuştur. Sosyalizmin ne demek olduğunu anlatan, komünizme geçiş köprüsü olduğunu bildiren
şu parçayı bütün Türkçülerin (gerçek Türkçülerden bahsediyorum; selamünaleykümcülerden değil)
dikkatle okuması, okutması lazımdır:
Türkiye Komünist Partisi amelenin en şuurlu fertlerinden mürekkep inkılâpçı ve şuurlu bir uzviyettir.
Aydınlık grubu ve bu grubun etrafındaki inkılâpçı amele sendikalarının en şuurlu efradı ile Rumlardan
mürekkep T.İ.U amele gurubu ve Hınçak cemiyetinin sol grubu birleşerek Türkiye Komünist Partisini
teşkil etmişlerdir. Türkiye Komünist Partisinin gayesi proletarya diktatörlüğü vasıtasıyla sosyalizm
kuruluşuna girişmek ve kurulduktan sonra da sınıfsız, planlı, kardeş cemiyet olan komünizme
varmaktır.
İşte sosyalizm... Rumlarla ve Ermenilerle, hem de Hınçaklar'la birleşerek proletarya diktatörlüğü
kuracak, sosyalizm kuruluşuna girişecek, sonra da sınıfsız ve kardeş cemiyet olan komünizme
varacak...
Burada bahsedilen Aydınlık gurubu, Cumhuriyetin ilk yıllarında Komünist Sadrettin Celal vesaire
tarafından çıkarılan ve aralarında Türk Tarih Kurumu'nun şimdiki başkanı Şevket Aziz Kansu'nun da
bulunduğu komünist "Aydınlık" dergisinin çevresinde toplananlardır.
Yumuşak ve insancıl sosyalizmin nasıl bir maşa gibi kullanıldığına bundan daha iyi örnek olamaz. Şefik
Hüsnü'nün direktifini, sosyalizm hastalığına tutulmuş olanlara ithaf ediyorum. Böylece kimlere alet
olduklarını, nasıl bir gaflet içinde bulunduklarını anlayarak gözleri açılabilirse ne mutlu!..
Yoksa ilerde tarih kendilerden "vatan hainlerine yataklık edenler " diye bahsedecektir.
(3 Haziran 1964) ÖTÜKEN 15 Haziran 1964, Sayı:6
SOSYALİZM MASKARALIĞI
Bizim memlekette birisine "komünisttir" denildiği zaman, çok kere: "Hayır, komünist değil,
sosyalisttir" diye cevap veriliyor. Fakat komünizm ve sosyalizmin artık bilim konusu olmaktan çıktığı,
tamamıyla siyasi anlamda kullanıldığı hesaba katılmıyor. Komünizmle sosyalizmin sınırını kesin olarak
belirten yok. Hele kırk yıllık komünist ülke olan Rusya'nın resmi adı ile "Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliği" diye anıldığı hiç düşünülmüyor.
Çok kullanılan bütün deyimler gibi komünist ve sosyalist deyimlerinin de asıl manalarından başka
yönlere kaydığı, başka başka yerlerde ayrı anlamlar aldığı muhakkaktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 133
Komünistlerin yalnız "sosyalizm" kelimesini değil, "demokrat" kelimesini bile benimseyerek
kullandıkları tarihen sabittir. Bugünkü komünizmi doğuran Rus partisinin adı "Rusya Sosyal‐Demokrat
İşçi Partisi" idi. Bu partinin 1903 kongresinde iki zümre çarpışıp Lenin'in başkanlık ettiği çoğunluk
kazanınca Rusça "çoğunluk" anlamı ile Lenin grubuna "Bolşevikler" denildi. Bu grup, yani "Sosyal‐
Demokrat İşçi Partisi"nin çoğunluk grubu 1917'de "Rusya Komünist Partisi" adını aldı.
Demek ki sosyalistlik de, demokratlık da maske idi. Fırsat anında gerçek yüzlerini ortaya çıkarıverdiler.
Bizdeki sosyalistlerin komünist olup olmadıklarını nasıl anlayalım? Komünizm yasak olduğu için
gerçekten komünist olsalar bile komünistiz demeyecekleri bellidir.
Bu sosyalistlerin komünist olup olmadıklarını anlamak için keramete lüzum yoktur. Bazı ipuçları ile
maskelerini düşürmek kabildir:
1) Bu sosyalistler, Rusya'nın aleyhinde hiçbir şey söylemez ve yazmazlar. Aksine Rusya'yı övmek için,
Yahudi muştası kabilinden gizli ve dolambaçlı yollar ararlar.
2) Rusya'nın ve komünizmin düşmanı olan herkese, her topluluğa, her düşünce ve ülküye
düşmandırlar. Bunlar aleyhinde en namerdane iftiralardan, yalanlardan çekinmezler. Bu yüzden
Türkçülere düşmanlık güderler. Türkçülerin iktidara geçince çadırlara çıkıp ata binerek Rusya'ya
saldıracağı gibi gülünç ve budalaca yazılan ciddiyetle yazarlar.
3) Taassupla çatışıyormuş gibi gözükerek din ve aile düşüncesini yıkmaya uğraşırlar.
4) Gayrı meşru servet kazananları yermek bahanesi ile mülkiyet düşmanlığı yapıp sınıflar arasına fit
sokmaya çabalarlar.
5) Bütün Türklerin birleşmesi gibi kutlu ve insani bir düşünceyi, Rusya'nın aleyhinde olacağı için faşizm
diye damgalamaya çalışırlar.
6) Yüksek makamlardaki milliyetçi şahsiyetleri gözden düşürmek için aleyhlerinde kampanya açarlar.
Son günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin aleyhindeki bayağı yazılar sırf bu yüzdendir.
7) "Komünizm" diyemezler de "İhtilalci sosyalizm" ve "ilmi sosyalizm" deyimleriyle, deve kuşu gibi
saklandıklarını sanırlar.
Sosyalizm, dünyanın her yerinde komünizmin müttefiki ve öncüsüdür. Sosyalizmin komünizme karşı
panzehir olduğu hakkındaki sözler de yine, bir sosyalizm maskaralığıdır. Bazı ileri Batı ülkelerinde
iktidarda olan sosyalizm bu türlü sosyalizm değildir. İktidarda olan bu partiler Sosyal Demokrat ve
Hıristiyan‐Sosyalist partileridir. Hitlerin partisi de Nasyonal‐Sosyalist partisi idi.
Yani sosyalizm gerçek demokrasi ile yahut milliyetçilik veya dincilikle birleşmedikçe toplumlar
tarafından sevilemiyor. İngiltere'de uzun zaman iktidarda kalan İşçi Partisi; adında bir açıklık
olmamakla beraber milliyetçidir. Milliyetçiliğe kayıtsız, ırkçılığa düşman gözüken İngiltere'de bütün
partiler milliyetçidir. Irkçılık geleneklerinde saklıdır. Düşman oldukları ırkçılık, İngiltere'nin aleyhinde
www.atsizcilar.com Sayfa 134
olan Alman ırkçılığıdır. İkinci Cihan Savaşında Başbakan Churchill, hatıralarında, casuslukla savaşırken
soyadları İngilizce olmayan, yani İngiliz ırkından olmayan İngiliz vatandaşlarını kontrol etmekle işe
başladıklarını açıklamıştı. Milliyetçi veya dinci olmayan sosyalizm Küba'daki sonucu verir.
Türkiye'nin birçok siyasi, iktisadi, içtimai dertleri olduğu ortadadır. Bunların yok edilmesi uzun ve
planlı çalışmalarla mümkündür. Sosyalistler bütün üretim araçlarını bir gecede devletleştirmekle bu
dev meseleyi çözüveriyorlar! Bu, bir viski masası başı hayalinden başka birşey değildir. Mucizeler çağı
geçmiştir. Toplum yapısındaki yaralan bir günde iyi eden sosyal sülfamit yoktur. Örneği de bizzat
Rusya'dır. 45 yıldır hamle üstüne hamle yaptığı, gayesi uğruna 30–40 milyon insan harcadığı halde
hala Amerika, Almanya, İngiltere, Finlandiya, İsveç, Norveç Danimarka, Hollanda, Belçika, İsviçre
seviyesine erişememiştir. Atom silahlarına malik olması, atom silahı olmayan bazı devletlere
üstünlüğünü göstermez. Çünkü atom bombalan iki yüz milyon insanın sefaleti, sıkıntısı ve açlığı
pahasına yapılmaktadır.
Sosyalizmin Türkler için en menfur tarafı bizim içtimai değerlerimizin aleyhinde olmasıdır. Türkler
milliyetçi, sosyalizm beynelmilelcidir... Milliyetçiliğin unsurları olan bütün teferruat sosyalizm
nazarında hiçtir. Bundan başka sosyalizm komünizme geçen köprüdür. Sosyalist, bir milliyetçi ile
bağdaşamaz. Fakat komünistle kolay anlaşır. Türkiye'de kurulan bütün sosyalist partilerde her zaman
en sicilli komünistler de bulunmuştur. Sosyalizm için milli ülkü yoktur. Tek hedefi iktisadidir.
Türk milliyetçiliğinde ise sosyalizmin sağlayacağı iktisadi menfaatler "toplumculuk" şian ile ifade edilir.
Toplumculukla sosyalizm aynı şey değildir. Toplumculuk milliyetçi bir halkçılıktır. Sosyalizm
beynelmilelci halkçılıktır.
Masa başı sosyalistlerinin gevelediği gibi bir gecede bütün üretim araçları devletleştirilse, büyük
topraklar alınıp dağıtılsa ne olur? Kurulu bir düzenin bir anda bozulmasından doğan bir çöküntüyle
Türkiye mutlak bir sefalet, kargaşalık ve karanlığa gömülür. Tarih gösteriyor ki toplumlar tekâmülle
yükselir. Tekâmülle yükselen Finlandiya, Almanya, İngiltere, Japonya ve Amerika'nın karşısında
ihtilalle yükselmeye çabalayan Rusya'nın durumu meydandadır.
Masa başı sosyalistleri yalnız iktisadi bilgileriyle Türk toplumunun bütün dertleri üzerinde tavsiyeler
yürütmekten çekinmiyorlar. Milli kültür ve tarih alanındaki cehaletleri onları basmakalıp sözlere
sürüklüyor; Irkçılık, Altay'dan atılan ve bilmem nereye varan oklarla övünmek demekmiş. Bu sözü
söylemiş bir Türkçü var mıdır, bilmiyorum. Yahut bir şiirde sembol olarak böyle bir şey yazılmış mıdır,
görmedim. Yazılmış olsa bile genç bir Türkçünün böyle bir şey söylemiş olmasından ne çıkar?
Adana'daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağı çirkefe atıldığı için Köy Enstitüsü aleyhinde olanlara masa
başı sosyalistleri "bir kendini bilmez böyle yapmakla Köy Enstitüleri çürütülemez" diye cevap
vermesini biliyorlar. Ama bir Türkçü, Altay'dan atılan oku ile övündüyse (övünüp övünmediğini de
bilmiyoruz ya, belki bu da sosyalist uydurmasıdır) bunu dillerine dolamaktan çekinmiyor ve
Türkçülüğün bu olmadığını bilmezlikten geliyorlar?
Zavallı sosyalizm! Sen Altay'dan atılan oku bırak da Moskova'dan atılan sahte insaniyet, barış refah
roketlerinden bahset.
www.atsizcilar.com Sayfa 135
Sosyalizm cennetinden kaçan üç milyon Alman'ın ne akılsız kişiler olduğu hakkında kendi sütununda
biraz öt de insanları neşelendir! Hele son Rus savaşında ailen İstanbul'a göçtüğü zaman 7–8 yaşında
olduğunu bir daha tekrarla da okuyanları kır geçir. Sonra da tekerlemeni tekrarla: ırkçıların daha bir
iktisadi doktrini bile yok!
Irkçılar yani Türkçüler memleket meselelerini duygu ve taassup açısından değil, milli menfaat, bilim
ve akıl yönünden ele alıyor. Bu sebeple bilim bakımından kesin sonuca bağlanmış konularda
Türkçülerin kesin karar ve düşünceleri vardır. Mesela ailede erkek‐kadın eşitliğini ve memlekette ağır
endüstri kurulmasını istemekte birleşiktirler. Büyük işlerin devlet elinde, bulunmasına da taraftar
olmakla beraber daha ötesi için kesin bir şey söylememektedirler. Çünkü iktisadi düşüncelerden
hangisinin doğru olduğu belli değildir. İngiltere sosyalist, Amerika liberal, fakat ikisi de ileri zengin.
İsrail'de ise her sistem birden uygulanıyor. Demek ki o da daha birini ötekinden üstün bulamamış.
Sosyalist Doğu Almanya'daki sefaletle, demokrat ve kapitalist Batı Almanya'nın refahını bir düşünmek
masa başı sosyalistlerinin ne kadar zavallı olduklarını ispata yeter.
14 ve 15. yüzyıl Türkiyesi'nde birçok tarikatlar vardı. Bunlar da küçük birer hakikatin yanında bir yığın
safsatayı ileri sürerek millete hitap ve birbiriyle mücadele ediyorlardı. Onlar da bugünkü komünistler
gibi devlete sızmak, büyükleri ele geçirmek suretiyle iktidara gelmek istiyorlardı. Zaman zaman başarı
kazandıkları da oluyordu. Fakat milli yapıda bazı gedikler açmakla beraber onu asla kendi istedikleri
yöne çeviremediler ve kimisi devlet darbesiyle, kimisi kendi kendine silinip gittiler.
Bugünkü komünistlerin sonu da budur. Bu Moskova uşakları bütün yırtınmalarına rağmen gittikçe
artan milli ilgi karşısında silineceklerdir. Zaten birbirini jurnal eden bir yığın ahlaksızdan ibarettir. Şahsi
kabiliyetsizliği yüzünden ilerleyemeyen, cinsi iktibaslar içinde kıvranan, kendini Türk'ten başka bir
soya bağlı duyan ne kadar zayıf insan varsa hepsi komünisttir. Bunlarla polis ve mahkeme değil akıl
hasta haneleri meşgul olmalıdır.
Sosyalizm maskaralığı da tıpkı Nurculuk gibi hamakat modasıdır. Geçecektir.
ÖTÜKEN, 15 Mayıs 1964, Sayı. 5
MODA YALNIZ KILIK KlYAFETE AİT DEĞİLDİR
Eskiden özellikle kadınların giyim kuşamına ait olan "moda", günümüzde fikirlere, davranışlara kadar
bulaştı.
Bugünün fikir modası sosyalizmdir. Kendisini modaya kaptıran insan, kabul ettiği modanın yakışıp
yakışmadığını düşünmeden nasıl körü körüne ona uyar, hatta bazen gülünç olduğunun bile farkına
varmazsa fikir modasının taklitçileri de bazen zararlı, bazen iğrenç, bazen gülünç olduklarından
habersizdirler.
Dünyada sosyalizmle yönetilen birçok devletten bazıları (mesela İsveç, Norveç, İngiltere) pek ileri
seviyede oldukları halde bazılarının (Çin, Arnavutluk, Suriye, Mısır) çok geride olmaları sosyal alanda
www.atsizcilar.com Sayfa 136
modayı kendisine yakıştırıp yakıştıramamak meselesinden başka bir şey değildir. Güzel endamlı bir
kadında göz alıcı bir manzara yapan mini etek, çarpık bacaklı kadında nasıl iğrenç bir giyiniş oluyorsa
milletleri hayvan sürüsü haline getiren ve ruh bakımından öldüren sosyalizm de çarpık bacaklı kadının
kısa eteğinden başka bir şey değildir.
Bir de, milletlerin insanlıktan çıkması pahasına teknik alanda ilerleme hamleleri yapan sosyalizmler
var. En tipik örneğini Rusya'da gördüğümüz bu sosyalizm, sefilâne bir evde yaşayıp da yarı aç yaşayan
bir kadının bütün parasını kıyafetine vererek dışarıda göz alıcı bir şekilde dolaşmasına benzer ve o
kadının iç yüzünü bilmeyenler "aman ne hoş kadın" demekten kendilerini alamazlar.
Sosyalizm ileri bir kültür seviyesine erişen toplumlarda sosyal adaletin sağlanması şeklinde
uygulandığı halde geri toplumlarda imtiyazlı ve sefil sınıflan yeni baştan yaratmakta, haksızlıkların yok
edilmesi iddiası ile ortaya çıktığı halde daha büyük haksızlık ve adaletsizliklere sebep olmaktadır.
Modaya kapılanların hemen hepsi o modada bir takım akli ve mantıki taraflar bulunduğu için değil,
modaya uymuş olmak için öyle yaparlar. Sosyalizm modasına kapılanların durumu da öyledir.
Sosyalizmin Türkiye'ye ne derecede lüzumlu ve yararlı olduğunu asla düşünmeden gözü kapalı
sosyalist olurlar. Modaya kapılan kadınlar daha ziyade kültürsüz ve seviyesiz tabakadan oldukları gibi
sosyalist modasına uyanlar da umumi kültürden ve hele ilimi kültürden tamamen mahrum
kimselerdir.
"Taklit" haddi zatında kötü bir şeydir ve "iktibas”la karıştırılmamalıdır. Taklit insandan çok maymuna
yaraşan bir harekettir. İnsanda ancak şahsiyet zayıflığını gösterir. Bu sebeple daha çok kadınlarda ve
çocuklarda bulunur.
Sosyal konulardaki taklitçilik milli şahsiyetsizlik olduğu için tehlikeli ve önlenmesi gerekli bir
hastalıktır. Yaratıcılıktan nasibi olmayan milletler ve fertler ancak taklit edebilirler.
Son devir tarihimizde taklitçiliğin çok çilesini çektik. Bir zamanlar, "parlamento kurulursa devletin bir,
anda bütün dertlerden kurtulacağı" sanılıyor, bu Mecliste, İmparatorluğu teşkil eden milletler
arasında Türkler'in azınlıkta kalacağı asla akla geliyor, bunu kavrayarak parlamentoyu açmayan İkinci
Abdülhamit istibdat ve keyfilikle suçlandırılıyordu.
Bugün de aynı gaf1etle, sosyalizm sihirli bir değnek gibi gösteriliyor. Sosyalizm olunca her şey
düzelecek, sömürü düzeni kalkacak, köy çocuklan hemen okutularak kabiliyetliler memlekette layık
oldukları mevkileri alacak vesaire...
Günümüzün sosyalist dervişleri o kadar cezbeye kapılmışlardır ki kendi aralarında ikiye bölünerek
Stalinci ve Maocu gruplarına ayrılmışlardır.
Sosyalistiz diyen ve Türkiye'nin yükselmesini istedikleri iddiasında bulunanlar gerçekten Türk iseler
Stalin gibi cahil, hırsız ve katil bir Gürcü ile Mao gibi gülünç ve iptidai bir Çinli'nin peşinden
gideceklerine Türk tarihini ve toplumunu inceleyerek bu millete yakışan rejim ve ilaç ne ise onu
bulmaya çalışırlar. En basit mantık bile birine yakışanın başkasına yakışmayacağını kestirir. Tıpta da
aynı, ilacın her hastada aynı tesiri yapmadığı bilinmektedir. O halde nasıl oluyor da aydın kişiler
www.atsizcilar.com Sayfa 137
taklitten başka bir yola gitmiyorlar? Çünkü aydın kişiler dediğimiz insanların çoğu az okuyan veya
okumayan, okuduğunu sindiremeyen veya her okuduğunu mutlak hakikat sanan, mukayese
kabiliyetinden mahrum, saplandığı fikirde aşırı taassuba kaçan, kısacası modaya uyan insanlardır.
Moda için bir mizahçı "Maymunların Allahı" demiştir.
Davranış modalarına gelince: Bunların en tanınmışı grev ve işgaldir. Aslında patronun işçiyi
sömürmesine karşı bir tepki olan grev, artık her aklına gelenin her türlü şekilde yaptığı ve kimsenin
aldırış etmediği bir adet halini almıştır. Açlık grevi, oturma grevi, sakal bırakma grevi gibi bir takım
gülünç hareketler dünyanın her tarafında görülmekte ve insanlar yavaş yavaş adi ve gülünç şeyleri
yadırgamaz hale gelmekte, böyle olduğu halde modacılar insanları rahatsız etmektedir.
Son defa, Üniversiteye girerken yapılan test imtihanlarında 300 puanın üstünde not alanlar başarı
göstermiş sayılıp boş kalan yerlere de 270–260 puana kadar kazananlar kabul olunurken topu topu
70–80 puan alan bir takım gençler çadır kurup günlerce gösteriş yaptıktan sonra nihayet kendilerine
kimse aldırmayınca bir yürüyüş yaptılar ve Galata Köprüsü’nün en civcivli zamanında yere oturarak
trafiği durdurdular. Kendilerine ihtarda bulunanlara da: "Biz de, ana baba evladıyız. Okumak
istiyoruz" diye bağırdılar. Arkadan da, yerde oturmuş olarak İstiklal Marşını söylediler.
Peki, ama 260 puan alanlar fakültelerin boş kalan yerlerine güç bela alınırken sen 70–80 puanla
Üniversiteye girmek hakkını kendinde nasıl buluyorsun? Sonra Köprü'de yere oturarak trafiği
durdurmak hangi hürriyet prensibi ile açıklanabilir? Hele İstiklal Marşını oturarak söylemek milli bir
saygısızlık değil de nedir?
Bu başarısız gençler bu çirkin davranışlarını dünyadaki modaya uyarak yaptılar ve her çirkin moda gibi
gözleri rahatsız ettikten sonra kaybolup gittiler.
Sosyalizm modası da böylece geçip gidecektir. Türkiye'yi daha çok rahatsız etmemesi için iki şart
vardır:
Birincisi Türk milliyetçiliğine yani Türkçülüğe revaç vermek ve milliyetçiliği anayasanın başlangıcına
değil, metnine sokarak bu devletin Türkçü bir devlet olduğunu açıklamak.
İkincisi, hürriyeti kötüye kullanarak vatandaşları rahatsız ve huzursuz edenler hakkındaki cezai
müeyyideleri uygulamak ve bugünkü mevzuat yetersizse bunları şiddetlendirerek sosyal haydutluk ve
yüzsüzlüğü önlemek.
Bunlar yapılmazsa ikinci bir "Vak'a‐i Hayriye”ye kadar daha pek çok gürültü ve kargaşalık olacaktır.
GÖZLEM, 6 Şubat 1969 ÖTÜKEN, 1960, Sayı: 6
www.atsizcilar.com Sayfa 138
SOLCU FOYASI
Solcuların bir kısmı ve iyi niyetlileri büyük bir hayal içinde avunarak, hayal içinde kaybolan her insan
gibi acı gerçekleri göremez oluyor. Tarihin şu devresinde yahut Batının falan ülkesinde "şöyle
olmuştu" diyerek bizde de aynı şeyin tekrarlanacağına inanıyor. Aydın kişi olmak, hatta bilgin veya
profesör olmak aldanmaya ve gaflete asla mani değildir. Kendi çağının Türkiye'sindeki bozuk
düzenden bunalarak Fransa'ya giden ve Fransa'nın düzgün işleyen devlet sistemini gören Namık
Kemal, tamamı ile yurtseverlik duygusu içinde hareket etmesine rağmen, o zamanın Türkiye'sini
kurtarmak için parlamento sistemini istemekle aldanmıştı. Kendi istediği olursa parlamentoda
Türkler'in üçte bir oranında temsil edileceğini, neticede devletin kurucusu ve hâkimi olan Türkler'in
bu hâkimiyeti kaybedeceğini düşünememişti. Bunun gibi, bugün de solu savunan aydınlar ve
profesörler (tabii, iyi niyetlilerden bahsediyorum) bunun komünizme doğru bir akış olacağını
anlayamıyorlar.
Günümüzde kelimelerin manası oynaklaşmıştır. İnsanlar o kadar garip ve düzenbaz olmuştur ki bir
kelimeye tamamen ters mana vermekten utanç duymaz hale gelmiştir. Sade insanlarda değil,
devletlerde de aynı yüzsüzlük görülmektedir. Hiçbir insan hakkına saygı gösterilmeden yönetilen
komünist devletlerin, kendilerine "halk cumhuriyet" demeleri; halkın sığır sürüsünden farkı olmayan,
hükümetin gösterdiği listeden gayrı sına oy vermek hakkı bulunmayan sistemlerine de "halk
cumhuriyet" adını vermeleri bu kabildendir. Bunun gibi bizde de "devrim" ve "ileri" kelimelerini
durmaksızın tekerleyen, kendilerine "devrimci", "ilerici", "solcu", "sosyalist" gibi adlar takan şahısların
ve zümrelerin isimleriyle müsemmaları arasında hiçbir ilişki yoktur ..
4 Mayıs 1969 tarihli Cumhuriyet'te "Es Geçilen Olay" adında bir başyazı yazan Nadir Nadi şöyle diyor:
"Sol, derece derece daha adaletli bir toplum düzenine varmak uğruda, yapılan fikir savaşlarının tümü
anlamına gelir. Bu, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de böyledir."
İşte görünüşte haklı intibasını uyandırdığı halde gerçekte çok yanlış olan bir hüküm. Çünkü bizdeki sol,
sosyal adaletin değil, Stalin'in veya Mao'nun peşindedir ve Türkiye'deki solun çatlaması da şu Moskof
Gürcüsü'nün mü, yoksa beri ki Çinli'nin mi yolundan gidelim davasından çıkmaktadır. Bu ikisinin kendi
ülkelerine getirdiği hukuki ve içtimai adaletin nasıl bir beşeri haile olduğu da meydandadır.
Stalin, insanlık tarihinin kaydettiği en rezil canidir. O kadar ki nihayet bizzat Moskoflar bile onu aforoz
ederek ölüsünü Lenin'in yanından kaldırıp attılar. Bu adamın ne mal olduğu, kızının hatıratından sonra
büsbütün ortaya çıktı. Batıya sığınan bu kız, Stalin'in soydaşı ve baş cellâdı olan Beria için, hatıratının
bir yerinde "Beria, babamdan daha haindi" diyor. Hain olduğu için herkesi de kendisi gibi bilip
herkesten şüphelenen Stalin'in cinayetleri arasında canileri bile iğrendirecek olanlar var. Mesela İkinci
Cihan Savaşında Almanlara tutsak düşen oğlunun karısını tevkif ettirmesi bu caninin ne kadar zekâdan
mahrum, ne kadar ürkek bir canavar olduğunu gösterir. Bu tutuklamanın sebebi o kadar gülünç ki kızı
yazmasaydı Stalin'in düşmanları bile buna inanmazdı: Oğlunun Almanlara esir düşmesi bu kadının
tesiri ve telkini ile oldu diye şüphelenip onu tevkif ettirmiş.
İşte, bir milletin bazen ne kadar aşağılık yaratıklar tarafından idare olunduğunu gösteren bir örnek.
Herhalde Stalin'in intiharla ölen karısı da ondan tiksindiği için hayatına son vermiş olmalıdır.
www.atsizcilar.com Sayfa 139
Yine halis bir komünist kadın olan Evgania Ginzburg'un hatıratında kaydedilen, komünistlerin
birbirlerine yaptıkları inanılmaz kıyıcılıkların hikâyesi insanları insanlıktan utandıracak kadar iğrençtir.
Türkiye'deki solcu hareket, tek tük istisnalar dışında, milli olmak karakterinden mahrumdur. Ya
beynelmilelcidir yahut Moskofçudur. Bundan dolayıdır ki "Moskofçu" kelimesi "komünist"le aynı
manada kullanılmaktadır.
Son Üniversite olayları da solun ne kadar şuursuz ve hain olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.
Üniversitedeki davranışlar, sözde öğrenci haklarını savunmak için yapılıyordu. Boykotlar, forumlar,
işgaller bunun içindi. Böyle olsaydı öğrencilerin davranışlarında üniversiteliye yaraşır bir olgunluk ve
vakar bulunurdu. Bu hareketler milli ve sosyal bir istekle yapılsaydı devleti yüz binlerce lira zarara
sokan alet ve eşya tahripleri, cam kırmalar, duvarlara boya ile yazı yazmak gibi işler yapılmazdı. Asil
bir hareket olsaydı profesörlerin kitapları, kronoloji enstitüsünün tabancaları çalınmazdı. Bunu
yapanlar üniversitelilerin hepsi değildir denecek. Doğru… Ama çoğunluk iyi niyetli olsaydı bu
Vandallığın önüne geçemez miydi?
Fakat mesele bu kadarla kalmıyor. "Devrimci Gençlik" asıl maksadını nihayet açığa vurmuştur. Toplum
polisiyle çatışma sırasında dağıtılan beyannamenin fotokopisi 13 Haziran 1969 tarihli "Bizim Anadolu"
gazetesinde yayınlandı. Komünist tarzındaki vezinsiz, Sözüm ona manzume (!) şöyle bitiyor:
Bütün Türkiye'deki ağaçların
En yüksek dallarından en alt dallarına kadar Senin nasırlı ellerinle asılanlar
Harikulade bir meyve zenginliği manzarası versin. Bu işe meşhur Sultanahmet vak'ası
Vak'a‐i Vakvakiye bile imrensin!
Çekip alacağız ayağından
Donuna varıncaya kadar onların.
Gömüleceğiz koltuklarına o ılık salonların.
Bize göz kırpacak uzak yıldızlar.
Hulasa Türkiye Sovyet Cumhuriyeti
Çalışmak, yaşamak, gezmek hürriyeti için kurulacak
Bu hezeyanın altında "Devrimci Gençlik" imzası var. Zavallı gençlik! Sen nelere alet ediliyorsun.
Bu "harikulade şiir"in bir genç tarafından yazılmadığına eminim. Çünkü bugünün gençleri "Vak'a‐i
Vakvakiyye"nin ne olduğunu bilmezler. Bunu, elleri değil de, ruhu nasırlaşmış, Devşirme artığı
kodamanlarından biri yazmıştır. Vak'a‐i Vakvakiyye 1656'da saraya mensup yirmi otuz kişinin asiler
tarafından Sultanahmet Meydanında bir ağaca asılmasıdır. Devrimci gençlik ise Türkiye'deki bütün
ağaçların bütün dallarına insanları asmak sevdasında. Anlaşılan hesap da bilmiyorlar. Bu kadar
asmaya Türkiye'nin nüfusu yetişmeyeceğine göre asil hedeflerini sağlamak için dışardan adam mı
getirecekler?
Şimdi, solculuğun sosyal adalet demek olduğunu ileri süren şu senatör devrimci ilerici Nadir Nadi'ye
soralım: İlericilik ve devrimcilik bu mu? Daha adaletli toplum düzeni milyonlarca insan asarak mı
sağlanacak?
www.atsizcilar.com Sayfa 140
Asmak, mallarını yağma etmek, ılık salonların koltuklarına gömülmek... İşte sosyal adalet denilen
çapulculuk, hırsızlık ve katillik karması... İşte devrimcilik denen rezalet, rezilet ve alçaklık ihtirası...
Bu beyannameyi dağıtan gençlerden çoğunun beyni yıkanmış, kandırılmış zavallılar olduğu
muhakkaktır. Aralarında pek çok da haylaz ortaokul öğrencisi bulunması işin iç yüzünü gösteren başka
bir delildir.
Milli Eğitimde yıllardır süren milliyetsizlik dolayısıyla ruhu ve kafası boş olarak yetişen gençler,
hazırlıklı olmadıkları için zehirli propagandalara hemen kapılıveriyorlar. Hakikati bulduk sanıyorlar.
Hele yoksul bir ailenin çocuğu ise bu çevreye daha kolaylıkla giriyor ve insanları insan yapan bütün
değerleri inkâr etmekle işe başlıyor.
Onlara propaganda yapan ajan, tabii, başlangıçta haksızlıkların, yoksulların yarınki cennet dünyanın
destanını okuyor. Gencin heyecanı kamçılandıktan sonra hazım kabiliyetine göre yavaş yavaş açılarak
nihayet baklayı ağzından çıkarıyor. Yüksek öğrenim gençlerini fasit daireye sokmak hususunda sayın
profesörlerin yardımı da perdeyi tamamlıyor.
Profesörlerin büyük bir kısmı ilim adamı değil, kazanç adamı yani tüccardır. Bu esersiz profesörlerin
basit ders notlarını öğrencilere fahiş fiyatla sattıkları bir gerçektir. Kâğıdı Üniversite tarafından
sağlanan, teksir makinesiyle hazırlanmış 80 sayfalık bir ders ki tabının ders yılı başında peşin olarak
alınan 20 lira karşılığında, öğrencilere ders kesimine doğru verildiğini bu notları alan bir gençten
bizzat dinlemiştim. O dersin öğrencisi 2000 kişiydi. Profesör, kendi evlatları sayılması lazım gelen
çocuklardan 40.000 lirayı peşin almaya utanmamıştı.
Hukuk Fakültesi'nin birinci sınıfında yıllardır bir haksızlık yapılmış, Üniversite talimatına göre 5
numara alanın sınıf geçmesi gerekirken talebe elensin de profesörlerin başından bir dert kalksın diye
sınıf geçme notu bazen 6'ya, bazen 7'ye çıkarılmıştır.
Fen Fakültesi'nin Kimya Bölümünde mikroskop yetersizliğinden dolayı bazen öğrencilerin bir yıl
boşuna bekledikleri olmuştur.
Bu ayardaki profesörlerin ders verdiği üniversite özerkliği elbette kötüye kullanılmaktadır.
Öğrencilerin boykota haklan olabilir. Fakat işgale yoktur. Hele işgal diye tahribat, zarar ve hırsızlık
yapılırsa bu, açıkça anarşizm ve çapulculuk demektir: Hele imtihana girmek isteyenlere zorla engel
olunması insan hak ve hürriyetlerine tecavüzdür. Bu tecavüz ve zorbalığa karşı polis çağırılmasını
Üniversite özerkliğine ve anayasaya saldırı diye saymak ise mantıksızlığın, akılsızlığın tipik örneğidir.
Özerk demek her suçu işler, her kanunsuzluğu yapar mı demektir? Üniversitenin içinde cinayet işlense
polis çağıracak yetkili senato üyeleri bulunmasa polis yine mi giremeyecek? Polisin böyle görüldüğü
bir ülkede asayiş, disiplin kalır mı? Nitekim kalmamıştır.
Polis, devletin mühim bir kuvvetidir ve millet tarafından itibar görmelidir. Aralarında yetersiz,
liyakatsiz kimseler de bulunabilir. Profesörler arasında yok mu?
www.atsizcilar.com Sayfa 141
Bugün üniversitelilerle toplum polisini birbirine düşman iki ayrı millet haline getirenler üniversiteliler
arasındaki kışkırtıcı solcular olmuştur.
Hepsi ailelerinin veya devletin verdiği para ile okuyan ve devlete vergi verip askerliğini yapmış olarak
tam vatandaş durumuna geçmemiş bulunan bu gençler derslerini bırakarak Türkiye'yi düzeltmek
sevdasına kalkışmışlardır. Aralarındaki tembellerin ve okumaya kabiliyeti olmayan, sınavlardan ümit
kesmişlerin solculara katılmasıyla kütlesi büyüyen bu gençler kimlerin aleti olduklarının farkında
değiller.
Toplum polisi, yirmi otuz yıl öncesinin polisine göre çok daha iyi yetiştirilmiş, tahsil bakımından da
ortalama olarak eskiden yüksek, seçme Türk gençlerinden mürekkep bir kadrodur. Bunlar, her memur
gibi yetersiz bir maaş almakta ve güç vazifelerini gece gündüz demeden yapmaktadır. Aldıkları emri
yerine getirdikleri için kimse onları kınayamaz.
Geçen yılın temmuz ayındaki olaylar dolayısıyla 17 Temmuz 1968 tarihinde "Teknik Üniversiteliler"
imzalı bir bildiri yayınlanmıştı. Bir komünist beyannamesiydi. "Türkiye Halkı" diye başlıyordu. Bilindiği
gibi komünistler "Türk Milleti" demezler, "Türkiye Halkı" derler. Beyannamenin sonu da tam
komünist ağzıyla "yaşasın"larla bitiyordu.
Hükümeti, yine komünist ağzıyla, "faşist" diye suçlandıran bu beyannamede toplum polisi için "ekmek
parası karşılığı kiralanarak profesyonel katiller olarak yetiştirilen toplum polisi" tabiri kullanılmaktadır.
Bu bildiriyi ancak üç beş kişinin hazırladığı muhakkaktır. Fakat tozdan dumandan ferman okunmadığı
bir sırada, manasını bile İyice kavradıkları şüpheli olan diğer gençler de, gençliğin bazen şuursuzlaşan
heyecanı ile bunu benimsemişler, marifet yapıyoruz, Türkiye'yi kurtarıyoruz sanarak dağıtmışlardır.
Üniversiteli gençlerin çoğu komünistlere has tabirleri elbette bilmezler. Türk Milleti demeyip de
Türkiye Halkı demelerinin sebebini kavrayamazlar. "Faşist" tabirinin komünistler tarafından
milliyetçilere verilen bir ad olduğundan haberleri yoktur. Boyuna Amerikan emperyalizminden
bahsetmenin, bakışları Moskof emperyalizminden uzaklaştırmak için, Moskova'nın emriyle güdülen
bir taktik olduğunun farkında değildir.
Bu gençler, kışkırtıcı komünistler tarafından iyice kandırıldıktan, Amerika'yı Türkiye'nin bir numaralı
düşmanı bildikten, toplum polisinin de Amerikalılar hesabına iş gördüğüne inandıktan sonra elbette
kendilerini kaybedeceklerdi. Nitekim etmişlerdir. Hem öyle etmişlerdir ki toplum polisiyle çatıştıkları
sırada onları delirtecek şekilde bağıracak kadar ileri gitmişler, "karını, kızını Amerikalıya kaça sattın"
gibi sözlerle işi çığırından çıkarmışlardır.
Toplum polisi denen genç memurlar şerefli ve namuslu Türk evlatlarıdır. Üstelik birçok üniversiteliler
gibi ruh yapısı bakımından bozulmamışlardır. Onlardan daha cesur, daha dayanıklı ve kuvvetlidirler.
Böylece çileden çıkanlınca birkaç defa ceketlerini çıkarıp coplarını atmak suretiyle, polis olarak değil,
vatandaş olarak üniversitelilerle kıran kırana dövüşmüşler ve onları hem yere sermiş, hem de
kaçırmışlardır.
Gazetelerdeki resimlere bakınca insan ister istemez "devrimci gençlik bu Hipi kılıklı, ürkek ve anormal
insanlar mıdır" diye soruyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 142
Geçen yılın temmuzu ile bu yılın haziranındaki kargaşalıklar aynı karakterdedir. Aynı kışkırtıcılar
tarafından ortaya çıkarılmaktadır. Böylece imtihan sırasında yapılan bu baltalamalar huzuru bozmak,
gençleri ve milleti tedirgin etmek ve bıktırarak "ne olacaksa olsun" dedirtmek içindir.
Kışkırtıcılar, derslerini hazırlayıp imtihana girmek isteyen gerçek üniversitelilere engel olmakla da
haklara tecavüz etmekte, üniversitelerin senatoları bu işin kesin çıkar yolunu bulamamaktadır.
Ne garip memleket! Üniversitenin dış bahçesi kapısında duran ve kışkırtıcıları içeri sokmayan polisi
"Danıştay" fuzuli görerek "polis nezaretinde imtihan yapılamaz" diye kabul etmemiştir. Polisi bahçe
kapısına Üniversite Senatosu çağırmıştı. Peki, şimdi ne olacak? İmtihana girmek isteyenleri
engelleyenlere karşı ne yapılacak? Kapıda Danıştay üyeleri mi nöbet tutacak?
Geçen yılki ve bu yılki kargaşalıklarda, Amerikan emperyalizminden dem vuranların Moskof
emperyalizmini ağza almamaları dikkate değer.
Hep Vietnam destanları. Türkistan'dan, Azerbaycan'dan, Kırım'dan İdil‐Ural'dan bahis yok.
Artık sakız haline gelmiş "Amerikan sömürücülüğü". Macaristan ve Çekoslovakya'nın işgalleri normal.
Zenci Lumumba için bir yığın yazı, makale, Türk "Osman Batır" için susuş.
Şimdi 7 Haziran 1969 tarihli "Yeni Gazete"nin ilk sayfasında bir haberi okuyalım:
MUHTARİYET İSTEYEN TATARLAR, MOSKOVA'DA POLİSLE ÇATIŞTILAR
Moskova (AP) ‐ Kırımlı Tatarlar önceki gün Moskova'da önemli bir gösteriye girişmişler ve vatanlarının
kendilerine iadesini isteyen dövizlerle bir kaldırım üzerine sıralanarak polisin müdahalesine kadar
beklemişlerdir. Kırımlı Tatarlar'ın taşıdıkları kırmızı ve mavi renkli dövizlerin birinde "komünistler,
Kırım'ı Tatarlar'a iade edin" ibaresi okunuyordu. Göstericilere önce bu dövizleri bırakmaları ihtar
edilmiş, Tatarlar ise bu teklifi reddetmişlerdir. Bundan sonra Tatarlar'ın gösteri yaptıkları yerde
toplanan bazı Ruslar'ın "alçaklar, utanın" diye bağırdıkları işitilmiştir. Gözlemciler Tatarlar'ın bu
gösteriyi yapmak için komünist zirve toplantısını bekledikleri kanısındadırlar. Daha sonra olay yerine
sevk edilen Sovyet polisi Tatarlar'ın üzerine hücum etmiş ve bir taraftan ellerindeki dövizleri
parçalarken diğer taraftan da Tatarlar'ın ağızlarım kapamaya çalışmışlardır. Polis tarafından
parçalanan dövizlerin birinde ''Lenin'in Tatarlar'a muhtar cumhuriyet kurma hakkım tanıyan
kararnamesine saygı gösterin", diğerinde ise 'Tatarlar'la uğraşmaktan vazgeçin" ibaresi okunuyordu.
1967 yılında Tatarlar genel affa uğramış, buna karşılık Tatarlar'ın yurtlarına dönmelerine izin
verilmemiştir. Tatarlar'ın bugüne kadar yurtlarına dönmek için yaptıkları sayısız teşebbüs ise hiçbir
zaman sonuca ulaşamamıştır.
Bu yazıyı Türk gençleri dikkatle okusun. Kırım Tatarı denilen bu eski Kıpçaklar'ın torunları İkinci Cihan
Savaşından sonra topyekûn sürülerek Kuzey Türkistan'a ve Sibirya'ya atılmışlardı. Tabii bu arada pek
çoğu da ölmüş veya öldürülmüştü ve bu cinayet, kızı tarafından bile hain olduğu söylenen Stalin
tarafından yapılmıştı.
www.atsizcilar.com Sayfa 143
Kırım, Türk Devleti'nin son büyüklük çağı olan Osmanlılar çağında, imparatorluğun yan bağımsız bir
kuzey devletiydi. Yani özerkliği vardı. Fakat özerkliği bugünkü üniversitelerde olduğu gibi şımarıklığa
dönüşmüyor, eşsiz akıncı ordusuyla devletin kuzey sınırlarını Moskoflar’a ve Polonyalılar'a karşı
koruduğu gibi İran'la ve Cermanya İmparatorluğu ile yapılan savaşlara da yardımcı kuvvet olarak
katılıyordu. Kırım elden çıktıktan sonra bir bölümü Anadolu'ya, bir bölümü bugünkü Romanya
topraklarına yerleşti. Romanya'da bugün de büyücek bir toplulukları vardır.
Bu yazıyı Türk hükümet adamları da dikkatle okusun ve dış Türkler'in haklarını eldeki imkânlar
nispetinde nasıl korumak gerekirse öylece yapsınlar. Hiç olmazsa insan hakları beyannamesine imza
koymuş olan Rusya'yı uyarsınlar. Bu uyarma mutlaka tesirli olacak, Türkler'in sahipsiz olmadığı
anlaşılacaktır.
Yayınlanan bildirilerde, bermutat komünist ağzıyla, kavganın zafere ulaşacağı söylenmekle beraber
komünizmin Türkiye'de ne seçimle, ne de ihtilalle iş başına gelmesine imkân yoktur. Çünkü
komünizm, Marks'a "ben Marksist değilim" dedirtecek kadar soysuzlaşmış bir fikir sistemidir. Lenin'e
göre ise her 100 komünistten 95'i ahmak, 4'ü haindir. Demek ki her 100 komünistten ancak biri
sağlamdır. Türkiye'deki komünist hareketlerinde de birbirini nasıl ele verdikleri, polise ve Milli
Emniyete nasıl ajanlık ettikleri kaç defa açıklanmış, komünistlerin ne seviyede kişiler olduğu ortaya
çıkmıştır.
Komünist ülkelerin akrep yuvasından farksız olduğunu gösteren en büyük delil, Lenin'le birlikte ilk
komünist ihtilalini yapmış olanlardan onda dokuzunun yine komünistler tarafından idam edi1miş
olmasıdır. Hatta Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği bile iddia edilmiştir.
Rusya'dan sürülüp bir müddet İstanbul'da kalan Troçki, Türkiye'de ordu elde edilmeden komünizmin
zafer kazanmasına imkan olmadığını daha kırk yıl önce söylemişti.
Evet, yalnız Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir yerinde komünizm seçimle iş başına gelemez. Komünist
partilerin çok kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya da bu partiler bir iki defa oyların ancak üçte birini
toplayabildiler ve daha ileri gidemediler.
Fakat buna bakıp kendimizi bu yönden emniyette sayarak tedbirsiz davranmak çok yanlış ve
tehlikelidir. Vaktiyle Nazım Hikmet ve arkadaşları donanmaya sızmaya çalıştıkları gibi bugün de
orduya sızmaya uğraşılmaktadır. Tabii komünist hüviyetiyle değil, sosyal reform isteyen saf, iyi niyetli
vatandaşlar olarak.
İdam edilen Talat Aydemir, komünist olmadığı halde saflığı yüzünden bunlara kanmış ve bazı
komünistleri kendisine müşavir olarak almıştı. Talat Aydemir lehinde propaganda yaptığı için hapse
mahkûm edilen komünist kadını birçokları hatırlayacaklardır. Devlet Planlama Teşkilatı'nda bulunup
da sonradan istifa eden aşırı solcular, başarı kazandığı takdirde onun kabinesini teşkil edecekti.
Hapishanede, başka bir sebeple bulunan birisine yaptığı ifşaat da ilgi çekicidir. Bunlar komünist
metotlarıdır.
www.atsizcilar.com Sayfa 144
Talat Aydemir'le birlikte idam edilen Fethi Gürcan'ın yine hapishane arkadaşlarından birine
söylediğine göre başarı kazandıkları takdirde Türkçüleri topyekûn öldüreceklerdi. Tabii bütün bunlar,
solcu müşavirlerin telkiniyle verilen kararlardır.
Yukarda profesör olmak gafil olmaya mani değildir demiştik. Kurmay olmak hiç mani değil. Solcuların
tehlikesini hala anlamayan kurmaylar arasında 38'lerden Cemal Madanoğlu ile Ahmet Yıldız'ı da
gösterebiliriz.
İleriyi görmek özel bir kabiliyettir. Hele Moskof’un tarihi fonksiyonunu bilmeyenler için komünizm
tehlikesini anlamak hayli güç iştir.
13 Haziran 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Times "den naklen verilen bilgiye göre Türkiye'deki
gizli komünist partisinin 1250 üyesi vardır ve bu parti Moskova taraflısıdır. Türkiye de diğer
komünistler ise Stalinci ve Maocu olmak üzere iki rakip gruba ayrılmıştır. Gerek bunlara, gerekse
komünizmi insancı bir rejim sananlara şunu hatırlatalım: Sovyet ihtilalinin 50.yıl dönümü töreninin
başında Moskova'da, "Enternasyonal" değil, "Rus Milli Marşı" çalındı. Bu şartlar için de hala
komünizm teraneleri okuyarak insanlıktan bahsetmek ihanetten başka bir şey değildir. Bunu da
Türkiye'de ya soy bakımından Türk olmayanlar yahut satılmış ajanlar yapar. Samimi sosyalistler buna
dikkat etsin.
Bir de üniversite özerkliği bahanesiyle üniversiteler içinde her türlü anarşi ve ihanet hareketlerinin
yapılmasına göz yuman zihniyete artık paydos denmelidir. Özerklik denen nesne üniversitelerin ilmi
çalışmalarında, programlarında, asistanlıktan doçentliğe, doçentlikten profesörlüğe terfilerde
hükümetin işe karışmaması, yani bilim ve teknik alanındaki çalışmaların tamamen serbest olmasıdır.
Bazı tanınmış profesörler bile bu bedaheti kavramaktan aciz görülüyor. Polisin üniversiteye
girmesinden çılgına dönenler anarşinin girmesi karşısında bir şey yapamıyor, bir tedbir
düşünemiyorlar. Tahrip olunan eşya ve aletlerin ceremesini de yine millet çekiyor. Bunalım, reform
teraneleriyle Üniversiteyi ikinci Mahmut çağının Yeniçeri Ocağına döndürenler yarın ikinci bir Vak'a‐i
Hayriye’ye de hazır olmalıdır. Devlete karşı isyan bildirileri, devletin polisine "kiralık katil" diye
hakaretler, laboratuvarları tahrip, kitapları talan, devletin üniversitelere verdiği malzeme ile devlet
kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere Molotof kokteylleri, sopalar, taşlar... Ne bu? Üniversitenin
devrimci gençliği...
Hükümet, bu serseriler karşısında aciz kalacaksa onları birkaç saatte yola getirecek milli güçler
hazırdır.
Solu savunan Nadir Nadi'nin "Devrimci Gençlik" imzalı bildiriye karşı hâsıl bir durum takınacağı onun
gerçek maksadını göstermesi bakımından çok ilgi çekici olacaktır.
Millet yerine halk diyen, daima Amerika'nın iktisadi emperyalizminden bahsedip Moskof’un siyasi ve
askeri emperyalizmini görmemezlikten gelen, yazılarıyla bildirilerini yaşasınlar ve kahrolsunlarla
bitiren, Türkçülere faşist ve kafatasçı diyenlere dikkat edin. Bunların hepsi Moskova'nın satılık
uşaklarıdır. Hepsi Türklük düşmanıdır.
Evet ilerici... Fakat geçmişi olmayıp ancak bir adım ilerisinde yiyeceği gören hayvanlar gibi ilerici...
www.atsizcilar.com Sayfa 145
İleri... Fakat hainlik ve alçaklıkta ileri...
On Beşinci Yüzyılda Anadolu'da "Hurufi" denen bir takım akıl fukaraları vardı. Çoğu iyi öğrenim
görmüş, kendi zamanının bilgini olmakla beraber sapıtmış bir takım adamlardı. Kuran'ın harflerinde
gizli manalar olduğunu ileri sürerek Kuran'daki gerçek mananın bu olduğunu iddia ederler, kendi
işlerine geldiği şekilde ahkâm çıkarırlardı. O kadar propaganda yaptılar ki aklı başında görünen bazı
din ve tasavvuf erbabına da tesir ettiler. Propagandalarının kuvvetiyle Fatih'in sarayına kadar
girmişlerdi. Sonunda yakılarak idam edildiler de millet büyük bir safsatadan kurtuldu.
Yirminci Yüzyılın komünistleri de budalalıkta onlarla at başı beraber gidiyorlar. İnsanlığın birkaç bin
yıllık gelişmeyle elde ettiği değerleri zorla değiştirmek istiyorlar. Hiçbir ileri ülkede tutunamayan,
ancak geri memleketlerdeki insanları, o da kısmen kandırabilen bu sahtekârlık elli yıl sonra kaybolup
gidecektir. Fakat hızlı medeniyetin ve tekniğin bozduğu sinirler ve çoğalttığı akıl‐ruh hastalıklarıyla
malul bir takım insanlar bu safsatalara devam edecektir. Ruh hastalığı yumuşaklıkla, fakat şirretlik
halini alınca sertlikle önlenir. Bu sahtekârların memleketin sosyal dertleriyle ilgisi yoktur. Onların
davası Türkiye'yi yıkmaktır.
Türkiye'nin Batıdan epey geri kaldığı, aradaki açıklığı kapamak için yaptığı hamlelerde düştüğü büyük
yanlışlar da malum. Fakat bunlar sokağa dökülmekle çözülecek değildir. Sovyet sistemiyle insanların
ne hale geldiği de bugünkü Rusya'nın durumu ile meydandadır. Rusya'yı görenlerden birinin söylediği
"Ruslar sefil, Rusya Türkleri büsbütün sefil" sözleri bu kalkınmanın arkasındaki gerçeği gözler önüne
seriyor.
230 milyonluk bir kütlenin maddi‐manevi sefaleti bahasına silahta ve uzay işlerinde Amerika ile
yarışmayı marifet sayanlar ve insanlarının insanlıktan çıktığı bir ülkeyi açık veya kapalı, örnek diye
gösterip Türkiye'yi de böyle bir yola sürüklemek isteyenler, Moskova'nın ajanı değillerse, gafletin
gayyasına düşmüş zavallılardır.
Türk olarak yaratıldık. Uzun ve çetin geçmişimizin tasaları, zaferleri ve bozgunlarıyla milliyetimizi
perçinledik. Başkalarından farklı olduk. Bu özelliğimizi sonuna kadar saklayarak Türk kalmak ve
mazideki üstünlüğümüze yeniden sahip olmak istiyoruz. Milletimizi kalkındırırken ipliği pazara, foyası
meydana çıkmış metotlara değil, aklın ve ilmin yoluna yönelmek kararındayız. Daha dün bizden üs ve
toprak isteyenlerin samimiyetine elbette inanamayız. Komünizmin ne çıkmaz sokak olduğunu
kendileri de anladıkları için artık kendi aralarında da hırlaşmaya başlamışlardır. "Burjuva uydurması"
dedikleri prensiplerden birçoğunu şimdiden benimsemeye başladılar.
Yarını emniyete almak için Milli Eğitimin yeni program ve ruhla harekete geçmesi, yarın Üniversiteye
gireceklere milli ruh ve ahlak aşılaması şarttır. Seçim ve parti kaygılarını bir yana bırakarak, solcu
basının yaygarasına kulak tıkayarak bunu gerçekleştirmekten başka çıkar yol yoktur.
Son pişmanlık fayda vermez.
ÖTÜKEN, Temmuz 1969, Sayı. 7 (67)
www.atsizcilar.com Sayfa 146
SOL MİLLİYETÇİ OLAMAZ
"Sağ" ve "Sol" deyimlerinin iktisadi manasından başka bir de ideolojik anlamı olduğu malumdur.
Günümüzde iktisadi doktrinler 15. Asırdaki tarikatlar gibi birbirine karıştığı halde fikriyat bakımından
sağ ve sol hala kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış durumdadır.
Çünkü iktisadi şekiller ve şartlar zamanla değişmekte, fakat "ülkü" sabit kalmaktadır. Sosyal
demokrat, Hıristiyan sosyalist, cumhuriyetçi sosyalist, nasyonal sosyalist deyimleri bu tedahüllerin
örneğidir.
Fikriyat (ideoloji) bakımından sağ ile solu birbirinden ayıran en kesin fark, sağın milliyetçi olmasına
karşılık solun, beynelmilelci karakterde bulunmasıdır.
Milliyetçilik, tarihin binlerce yılda doğurduğu sosyal bir neticedir. Binlerce yıllık hayatın kaynaştırdığı,
her bakımdan birleştirdiği insan topluluklarının bu netice içinde yaşaması, onun nimetlerini gördüğü
için milliyeti muhafaza uğrunda her fedakârlığa hazır bulunması da gayet normaldir. Milliyet duygusu
bu kadar kuvvetli olmasaydı tarihin korkunç bozgunlarını gören milletlerin hemen dağılması gerekirdi.
Böyle olmadığını, bozgunlardan sonra o toplumların daha kuvvetli olmak için nasıl çalıştığını 20. Yüzyıl
tarihi göstermiştir. Bu konuda Polonya ve Almanya'yı örnek vermek kâfidir.
Sol ise, iktisadi görüş olarak bazı noktalarda haklı bile bulunsa, tabiattaki galat‐ı hilkatler gibi toplum
hayatının bir yanlış yaratılmasından, marazı düşüncesinden başka bir şey değildir.
Son zamanlarda görüldüğü gibi sola milliyetçilik demek milliyetçilik ile halkçılığı karıştırmaktan doğar.
Halkçılık, bugün yaşamakta olan yoksul tabakanın bolluğa kavuşmasını düşünmektir. Milliyetçilik,
dünü de içine alarak hem bugünü, hem yarını kapsayan bir büyüklük duygusudur.
Solun "milliyetçilik" dediği "halkçılık" siyası sınırların dışındaki soydaşlara karşı kör ve sağırdır.
Milliyetçilik ise, hangi devletin idaresinde olursa olsun bütün soydaşları düşünen, onları kurtarmak
için her fedakârlığı göze alan hayatın ve insanlığın manasını bu fedakârlıkta bulan ülküdür.
Solculuk için hayat "ekonomik yaşantı"dan başka bir şey değildir. Mazinin mirası, geleceğin büyüklüğü
onun umurunda değildir. 0, çok kazanmak, rahat edip eğlenmekten başka bir şey düşünmez. Bunları
ileri sürerken her toplumda bulunan vurguncuları öne sürerek bunları sağa mal etmeye çalışır.
Milliyetçi olduğunu ileri süren "sol", vaktiyle Fransa ve İspanya'da görüldüğü gibi komünistlerle iş
birliği yaparak "milli cephe" adı altında kendi toplumlarını kardeş kavgasına, kargaşalığa ve felakete
sürüklemekten çekinmeyen bir düşünce olduğuna göre, bunlara milliyetçi demek temelsiz ve gülünç
bir iddiadan başka bir şey değildir.
ÖTÜKEN, Şubat 1974, Sayı:2
www.atsizcilar.com Sayfa 147
KÜRTLER VE KOMÜNİSTLER
Malatya'nın bir köyünde, Şaban adlı bir öğretmen hem Atatürk büstünü kırdı, hem de Türk bayrağını
yırttı. Bu öğretmen akıl hastası değilse, yaptığı işin üzerinde iyice durulmalıdır. Çünkü bir insan siyasi
ve dini inançları veya dar görüşlü taassubu yüzünden Atatürk'e düşman olsa bile Türk bayrağına
hakaret etmenin hiçbir tevili veya hafifletici sebebi olamaz. Bundan dolayıdır ki, Şaban adındaki bu
öğretmenin kanını ve soyunu araştırmakta, siyasi inançlarını incelemekte fayda vardır.
Bugün Türkiye'de Türklüğe ve dolayısıyla Türk bayrağına düşman üç zümre vardır: Moskofçular,
kürtçüler ve Siyasi Ümmetçiler.
Vaktiyle Çukurova'daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağı kanalizasyona atılmış, bu alçaklığı Köy
Enstitülerine sızmış olan o bol sayıdaki Moskofçulardan birinin yaptığı yüzde yüz belli olmakla beraber
suçlu bulunamamıştı.
Şaban adlı öğretmenin Türk bayrağı düşmanı takımlardan hangisine bağlı olduğu şimdilik belli değil.
Bir kürtçü olması ihtimali üzerinde ısrarla durmak ve ciddi tedbirler almak lazımdır. Unutulmamalıdır
ki, kürtçülük almış yürümüş, idam isteğiyle mahkemeye verilen kürtçüler "Büyük Millet Meclisi"ne
girmiş, o ahım şahım kürtçe ile dergiler yayınlanmaya başlamıştır. kürtçüler, kürtlüklerini Türklük
aleyhinde bir eda ile söylemekten çekinmeyecek duruma gelmişlerdir. Bazı kürtçüler, Öğrenci
Derneklerinde önemli yerlere geçmişlerdir.
Buna karşı ne yapılıyor? Hiç! Yobazlığı yapılan, şeriatın yerin geçen "demokrasi" bu hiçlik midir?
Eski Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, daha Milli Birlik Komitesi Başkanı olduğu sıralarda, İstanbul
Üniversitesi profesörleriyle yaptığı özel ve az çok mahrem toplantıda bizim için iki tehlikenin varlığını
açık yürekle söylemiş, "Komünizm ve kürtçülük" demişti. Cihan çapında güçlü bir tehlike olan
Komünizmin yanında Cemal Gürsel'in bir iki milyonluk ilkel kürtleri anması boşuna değildi. Çünkü bu
cemaat hem doğu illerimizin petrol kaynağı bölgelerinde oturmakta, hem de yıllardan beri Ruslar,
İngilizler ve Amerikalılar tarafından desteklenip kışkırtılmaktadır.
Şeyh Said isyanı bir kürt ayaklanmasıydı ve açıkça İngilizler tarafından desteklenmişti. Said‐i Kürdi
hareketi ise uzak hedefli ve örtülü bir kürt hareketidir ve yine İngilizler tarafından "Müslüman
Kardeşler" derneği kanalı ile yönetilmektedir. kürtlüğü destekleyen devletlerin maksadı insani değil,
maddi çıkara, siyasi nüfuza, jeopolitiğe dayanan niteliktedir.
Şimdi hep beraber düşünelim: "Türk Devleti"nin kürtçülüğe karşı durumu ne olmalıdır? Bir devlet, hiç
şüphesiz yarınını tehdit eden bir tehlikeye karşı aklın ve şuurun gerektirdiği tedbirleri alır. Bu
tedbirlerin yüzde yüz "milliyetçi" tedbirler olması şarttır. Çünkü milletlerin "kendilerini başkalarından
ayrı ve üstün tutmak ve kendilerini korumak için" tuttukları yol ancak milliyetçiliktir. Türkiye
Cumhuriyeti ırkçı bir devlet değildir. Kültür milliyetçisi olduğunu öne sürmesine rağmen böyle bile
değildir de tabiiyet milliyetçiliği ile yetinmektedir. Bu bakımdan yüksek mekanizmada kürtlere
alabildiğine yer verir.
www.atsizcilar.com Sayfa 148
Atatürk çağının Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ile İstiklal Mahkemeleri Kurulundan Ali Saip
Ursavaş, kürttü. Fakat bunların aklına Türklükten ayrı kürtlük diye bir şey gelmiyordu ve Atatürk
çağında böyle bir şey akla gelemezdi de. Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştı. Bu sayededir ki
kürt olan Ali Saip, İstiklal Mahkemelerinde birçok asi kürdün idamında büyük rol oynamıştır.
Demokrat Parti'nin ileri gelen mebuslarından Kasım Küfrevi ve Ağrı mebusu Halis Öztürk de kürttüler.
O zamanın Milli Eğitim Bakanlarından Celal Yardımcı'nın da kürt olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü
Kayseri Cezaevinde kendisini lider tanıyan bir iki Türk mebus bulunduğu gibi mahpusluk hayatında
kürtçe öğrenmeye başlaması da mim konulacak noktalardandır.
Bugün de partilerin çoğunda kürtler bulunmaktadır. Yeni Türkiye Partisi'nin bir süre önce ölmüş
bulunan mebusu Mustafa Ekinci ile yaşamakta olan mebusu Yusuf Azizoğlu kürttür. İkisi de kürt
milliyetçisidir. Yine aynı partiden Muslih Görentaş da milliyetçi kürtlerdendir.
Halk Partisinden Cihat Baban ve Esat Mahmut Karakurt kürttür. Adalet Partisinden Devlet Bakanı
Cihat Bilgehan ile Gümrük ve Tekel Bakanı İbrahim Tekin de kürt asıllıdır.
kürtlere Büyük Millet Meclisi dışında da rastlamak mümkündür. Prof. Şükrü Baban ile Prof.
Abdülkadir Karahan ve Yassı ada Komutanı Tarık Güryay kürttürler.
Yani Türk Devleti şimdiye kadar bunları kendisinden ayrı tutmamış, onlara her makamı vermiştir.
Fakat ayrı kürt devleti kurmak gayesiyle bir takım davranışları olan Üniversiteli kürtlerin
çoğalmasından sonra "Devlet" şüphesiz kürt asıllılara karşı daha uyanık olacak, bunları kritik noktalara
getirmeyecektir. kürtler, mevcut nispetindeki akıllarını başlarına dermeyerek yabancı kışkırtılara
oyuncak olmakta devam ve kürt devleti hayali ardında koşarlarsa nasipleri yeryüzünden kazınmak
olacaktır. Türk ırkı oluk gibi kanı ve sayısız emeği pahasına yurt edindiği Türkiye'ye göz dikenleri ne
yapabileceğini göstermiş 1915'te Ermenileri, 1922'de Rumları bu ülkede yok etmiştir.
Bu sonuca varırken daha 1944 yılında yapılmış bir büyük muhakemeyi düşünüyor ve o zamanki
sanıkların ne kadar haklı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
***
Bir senatör bayın gündem dışı konuşma yaparak 15 yaşındaki bir ortaokul öğrencisinin komünizm
sanığı olarak birkaç gün tutuklu kalmasının aleyhinde bulunmuş ve insani sözler söylemiş. Büyük
Millet Meclisi en önemli yerdir! Orda söyle Büyük Millet Meclisi en önemli yerdir! Orda söylenen
sözler nasıl tartılı ve ölçülü olmalıdır! İnsaniyet, milliyet, din, ahlak, sosyal adalet falan büyük
sözlerdir. Fakat en büyük gaflar kavramlar üzerine yapılmaktadır.
Bir senatör 15 yaşındaki bir çocuk tutuklanamaz derse onun dünyadan haberi yok demektir. Bu 15
yaşındaki çocuk, bayan senatörün parasını çalsaydı yahut canına veya ırzına kastetseydi acaba yine
tutukluluk aleyhinde mi bulunacaktı? "O başka, bununki fikir işidir" denecek, "fikir özgürlüğüne
ilişkindi" diye söylenecek! Fikir özgürlüğü, bir milletin özgürlüğüne kasdeden fikirler için de revaçta
mıdır?
www.atsizcilar.com Sayfa 149
Ey ahmaklar! Ey kafası işlemeyenler! Ey hainler! Fikir özgürlüğü anayasa, şeref, vatan, ahlak ve milli
çıkarlar düzeni içinde olacaktır. Türk devletini başka bir devlete bağlamak isteyen fikir, Türkiye'yi
bölmek isteyen fikir, aileyi kaldırmak isteyen fikir, insanların güneşe tapmalarını isteyen fikir, fikir
değildir. Kabul olunamaz, savunulamaz.
Hürriyet kötüye kullanılıyor. Fikirlerde ve davranışlarda gittikçe artan hafiflik ve hatta cıvıklık göze
çarpıyor. Mutlakıyet ve cumhuriyetten umduğumuzu bulamadık. Bir de "ciddiyet" ilan olunsa da onu
denesek, nasıl olur?
(18 Nisan 1966), ÖTÜKEN, 30 Nisan 1966, Sayı: 28
KIZIL KÜRTLERİN YAYGARASI
1961 anayasasının getirdiği aşın hürriyetlerden faydalanarak, anayasanın yasakladığı konularda da
kıpırdanışlar ve davranışlar olduğu bilinmektedir. Bu türlü davranışlara kalkanlar, kanun bakımından
suçlu olduklarını bildikleri için savunma taktikleri de suçlulara has nitelikte, yani iftira, yalan ve
şirretlik alanındadır. Bunlar, gerçeklerin ışığına bakamayan baykuşlar gibidirler.
Bu baykuşlar hakiki maksatlarını açığa vuramadıkları için dolambaçlı yoldan gitmeye mecburdurlar.
Hakiki maksatları yüzlerine vurulunca da, yüzleri insan yüzü olmadığı için kızarmaz, bütün hayâsız ve
şerefsizlerin başvurduğu yola saparak çamur ve çirkef atarlar.
Ötüken'in Nisan 1967 tarihli 40. sayısında yayınladığım "Konuşmalar" başlıklı bir yazıda Türkiye'de
Kürtçülük akımından da bahsederek örnekler vermiş, kürtlerin ilkel bir Fars topluluğu olduğunu
belirtmiş ve Cumhurbaşkanı Sunay'ın "Türk olmayan varsa gidebilir" sözünü alarak şöyle demiştim:
Evet... Kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidai dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet
kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu topraklan oluk gibi kan dökerek; Gürcüler'in, Ermeniler'in,
Rumlar'ın kökünü kazıyarak aldık; yine oluk gibi kan dökerek Haçlılar'ın savaşçı şövalyelerine karşı
savunduk. Kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana'dan Yemen'e kadar her yerde
Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat
buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. İran'la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri
zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran'la birleşip
onu vurmaktan geri kalmadılar. Birin Cihan Savaşında bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik
Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan Kürtler bu kırgından
kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunluk oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam edeceklerdi.
Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet kurma hayalleri,
hayal olarak kalacaktır. Yunanlılar'ın Bizans, Ermeniler'in büyük Ermenistan hayalleri gibi... Onun için
Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri
nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran'a, Pakistan'a, Hindistan'a, Barzani'ye
gitsinler. Birleşmiş Milletler'e başvurup Afrika'da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu,
fakat ayranı kabardığı zaman "Kağan Arslan" gibi önünde durulmadığını, Irkdaşları Ermeniler'e sorarak
öğrensinler de akıllan başlarına gelsin.
www.atsizcilar.com Sayfa 150
Açıkça anlaşılacağı üzere bu satırlar Türkiye'yi bölmek, doğu illerimize bağımsız Kürdistan kurmak
isteyen vatan hainlerine karşı yazılmıştır. Türklüğe sadık olanların ve kendisini Türk duyanların
bundan gocunmamaları gerekir. Gocunanlar ancak, o yazımda bahsettiğim, vatanı parçalamak isteyen
hainlerdir. Bu hainler, suçlu psikozu içinde, şirretlik ve mugalâta metotlarına başvurarak bozuk
Türkçeleriyle ve yukarıya aldığım parçanın baş tarafını hesaba katmayarak ve yalnız "Türk milletinin
başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekilip gitsinler" cümlesini alarak yaygaraya
başladılar. Şunları söylediler:
Ötüken'i çıkaranlar "nifak tohumları eken, gözü dönmüş, örümcek kafalı faşistler"miş.
Ben "kardeşi kardeşe düşman etme uğraşında olan sapık zihniyetli birisi" imişim.
"Asıl kovulacaklar halkları birbirine düşürmek emelinde olan hayalperestler"miş.
"Doğu'nun geri kalmasının nedenleri arasında ekonomik sömürmenin devamı için vatandaşlar
arasında mevcut ırk, dil, din ve mezhep farklarını istismar ederek onları düşman kamplara bölmek
isteyen zihniyetin karşısında" imişler. "Manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi,
ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle reddediyorlar" mış.
"Islah edilecekler, Çingenelerden ziyade, öncelikle böyle sapık ideolojileri savunanlarmış. Islah
edilecekleri yer ise Bakırköy" müş.
Nerde basıldığı belli olmayan bu paçavranın altında 19 tane dernek imzası var. Bunlar sözde kültür
derneği, öğrenci derneği, yardımlaşma derneği falanmış. Aslında üç beş kızıl kürdün ahmak ve iptidai
kafasından çıktığı, fakat kendilerini mühim bir kuvvetmiş gibi göstermek için hayali kültür
derneklerinin adına başvurulduğu aşikârdır.
Kızıl kafalardan çıktığını gösteren deliller şunlardır:
1) Bize, yani Türkçülere faşist denmesi. Komünist düşmanlarına kızılların faşist dediği, artık herkesin
bildiği bir gerçektir.
2) "Millet" yerine "halk" kelimesinin kullanılması. "Asıl kovulacaklar, halkları birbirine düşürmek
emelinde olanlar hayalperestlerdir" cümlesindeki "halklar" kelimesi "milletler" anlamında
kullanılmıştır. Komünistler "millet" kelimesinden ürktükleri için kullanmaz, onun yerine "halk" derler.
3) Dini ve milli ülkülerin bir sömürme vasıtası olduğunu iddia edenler de yine komünistlerdir. Bildiri
de "manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi, ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle
reddederiz" diyerek kafalarının gerisindeki düşünceyi belli etmişlerdir.
4) Edebi dili bozmak ve halk dili diye bozuk düzen bir dil kullanmak da kızılların mühim marifetidir.
Bildirideki şu ibareye bakınız: "Kim kimin başını belaya sokuyor? Ve de kim kimi kovuyor?"
Edebi yazı dilinde "ve "den sonra "de" gelmez. Gelirse böyle gülünç olur.
***
www.atsizcilar.com Sayfa 151
Her türlü fikir ve kültür haysiyetinden mahrum olmalarına rağmen, şimdi şu kızıl kürtlere kısaca
cevabımızı verelim:
1‐ Türkiye'nin doğu illeri, doğu illerinde yaşayan Türkler'in ve genel olarak bütün Türk ırkının
vatanıdır. Artuklular, Saltuklular, Karakoyunlular, Akkoyunlular'ın hüküm sürdüğü, anıtlar diktiği
bölgeler elbette Türk'tür. Türk kalacaktır. Bu bölgelerde daha eski olmak hiç bir şey ifade etmez.
Maymunlar daha da eskidir.
Hayali Kürdistan'a başkent yapmak istediğiniz Diyarbakır, Büyük Türkmen Beği Uzun Hasan'ın şehridir.
Don Kişotlar'ın başkenti olamaz.
2‐ Türkçü ve gerçekçiyiz. Türkler tarihte devir açmış, medeniyet yaratmış, büyük devlet kurmuş, geniş
bölgelerde düzen sağlamış bir ırktır. Türkler çekildikten sonra Yakın Doğu'nun ne duruma düştüğünü
görüp ibret alın. Araplar da tarih ve medeniyet yaratmış kalabalık bir milletti. İngilizlerle birleşerek
bizden ayrıldıktan sonra başlarına gelmeyen kalmadı. Beş günde çıfıtlara yenilerek dünyaya rezil
oldular. Siz ise ne devlet, ne de medeniyet kurmuş kültürsüz geri bir cemaatsiniz. Farzı muhal
yabancıların kanadı altında bir devlet kursanız bile Araplar kadar da dayanamaz, petrol varillerinde
çabuk erir, gidersiniz.
3‐ Ben "kardeşi kardeşe düşman etmek sevdasında süper sapık zihniyetli birisi" değilim ama siz Türk
devletini parçalamak isteyen ultra sapık hainlersiniz. Ya Türklük içinde erir, Türklüğü kabullenirsiniz
yahut yok edilirsiniz. Ağa babanız Şeyh Said 1924'te din perdesi altında, bağımsız Kürdistan hayaliyle
ayaklanmış ve İngilizler'den yardım görmüştü. Sonu malum. İsterseniz siz de Moskoflardan yardım
alarak bir deneme yapar, sonuçlarına katlanırsınız.
4‐ Manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi, ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle
reddediyorsunuz ha... Sevimli mütefekkir kürtleri... Ya komünizm? Ona söz yok değil mi? Çünkü o,
maddi olarak sömürüyor. Şu yukarıdaki tabir ve tefsirinizle tam komünist olduğunuzu açıkladığınızın
elbette farkında değilsiniz.
5‐ Şu bildiri ile cidden ıslaha muhtaç olduğunuzu da ispat ediyorsunuz. Türk devletinin birliği kaygısı
ile yazdıklarımı tımarhanede ıslaha muhtaç birisinin yazısı diye tefsir etmek ne kıratta hainler
olduğunuzu ortaya koyuyor. Siz Kürtçülük yapacaksınız; aynı dil, aynı okul, aynı radyo yayını, aynı
basın isteyeceksiniz. Devlet kurmak için gizli toplantılar düzenleyeceksiniz, Barzani'yi kahraman ilan
edip ona Türkiye'den silah kaçıracaksınız, özel toplantılarda çocuklarınıza Kürtçe şiirler (!)
okutacaksınız, içinizde nasılsa profesörlüğe kadar çıkabilmiş olanlar Avrupa'da Kürtçü derneklerle
temasa girecek, sonra bunun karşısına çıkana deli diyeceksiniz. Siz deliliğin hainliğe göre ne kadar
şerefli olduğunu anlamayacak kadar seviyesizsiniz.
6‐ "Türk olmayan gider" diye ilk söyleyen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunayıdır. Ben onu tekide etmiş
oluyorum. Ona da meydan okusanıza. Ama kızıl Kürt'te o yürek nerede? Türkiye'yi parçalamaya
kalkıştığınız gün nereye gönderileceğinizi göreceksiniz. Yeter ki o gün gelsin...
Bu konuda söyleyeceklerim daha bitmedi. Bekleyin
(ÖTÜKEN, 16 Haziran 1967, Sayı: 42)
www.atsizcilar.com Sayfa 152
"BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ" PROPAGANDASI
Farslar'ın gayet geri ve iptidai bir kolu olup İran, Türkiye ve Irak'ta yayılmış bulunan kürtleri bir devlet
ve millet durumuna getirmek yolundaki istekler epey eskidir...
Bütün iptidai topluluklarda olduğu gibi kürtlerde de yabancı devletlerin kışkırtmasıyla başlayan bu
hareket kürt çoğunluğu arasında değil, onların zengin ağa sınıfı ile okumuşları arasında itibar
görmüştür. Çünkü bağımsız bir Kürdistan'dan faydalanacak unsur bunlardır. Kurulacak Kürdistan'da
idareci ve yüksek sınıf olacaklardır.
Birinci Cihan Savaşı sonunda ortaya çıkan "Kürt Teali Cemiyeti", Osmanlı Devletinin kendisinden
sayarak yüksek makamlara getirdiği kürtler tarafından kurulmuştu. Dergileri yayınlanıyordu.
Mütareke yıllarında Kadıköy Sultanisi'nde okurken Arapça ve Siyer‐i Nebi hocamız olan Mihri Efendi,
kürt milliyetçisi olduğu için bize Türklük ve Türkçülük aleyhinde propaganda yapar, kürt dergileri
dağıtırdı. Bir gün: "Sakın Türk'üm demeyin. Öteki unsurları gücendirirsiniz. Osmanlıyım diyin" diye
öğüt vermişti. Dağıttığı dergilerin birinde kürtlerin Asurlular neslinden geldiği yazılıydı. kürtleri öven
bir manzumede de "sularla dağların kibr‐ü gururundan doğan Kürtler" diye bir mısra vardı.
Tabii bütün bunlar köksüz, iptidai bir cemaat olmanın verdiği zavallılıktan doğuyordu. Zencilerin,
kendilerini eski Mısır medeniyetini yaratan insanların torunları diye görmek istemeleri gibi kürtler de
Asurlular'ın soyundan geldiklerini iddia ederek itibar kazanmaya çalışıyorlardı. Fertlerdeki aşağılık‐
kompleksinin bir takım atıp tutmalara sebep olması gibi bunlar da sularla dağların kibrinden ve
gururundan doğduklarını hayal ediyorlardı.
Milli zaferden sonra bütün vatan hainleriyle birlikte kürtçüler de sinmiş, Mihri Efendi de sakalını
kazıyarak avukatlığa başlamıştı. Atatürk'ü öven bir yazısını hatırlıyorum.
Bugün kürtçülük safsatası yine hortlamıştır.
Yalnız Milli Güvenlik Kurulu'nun değil, herkesin bildiği gibi Türkiye'de bağımsız Kürdistan kurmak
isteyen bir güruh vardır. Bunlardan bir takımı Milli Birlik Hükümeti zamanında tutuklanmış, sonra delil
yetersizliğinden ve aflardan faydalanarak salıverilmiştir. İçlerinden bir tanesi senatör seçilmiş, fakat
Amerika'ya kaçarak kürtçülük yapmaya başlamıştır.
kürtçüler, açıkça kürtçülük yapamayacakları için davalarını "Türkiye'nin doğusu davası" halinde öne
sürmekte ve Türkiye'nin doğusunun da "Türk" olduğunu unutmuş gözükmektedirler. Şimdilik
yaptıkları başlıca iş, bir Türk davasının mevcut olduğu hakkındaki yayınlandır. Bu yayınla doğunun kürt
ülkesi ve kürtlerin de mühim bir millet olduğu umumi efkâra kabul ettirilmek istenmektedir…
İstanbul'un mühim gazetelerinden olan Yeni Gazete'nin 1967 Martı sayılarında "Barzani'nin
Karargâhında" başlığı ile çıkan bir tefrika bu bakımdan dikkate değer.
Tefrikayı yazan, Doğan Kılıç Şıhhasa adında Alevi bir kürt'tür. Uzun yıllar Amerika'da kalarak
yetiştirildikten sonra Türkiye'ye dönmüş ve kürtçülük yapmaya başlamıştır. Özel konuşmalarında bu
www.atsizcilar.com Sayfa 153
propagandaya tanık olanlardan biri Ötüken Yazı işleri Müdürü Mustafa Kayabek, biri de Ankara'da
Kimyager İsmail Hakkı Gökhun'dur. Doğan Kılıç Şıhhasananlı, son defa Elbistan'daki bir saz şairleri
toplantısını kürtçülük ve Alevilik toplantısı haline getirdiği için tutuklanmış olan kişidir.
Yeni Gazete'de 8–29 Mart 1967 tarihleri arasında devam eden tefrika, Barzani'yi ve hareketini
anlatmaktan ziyade kürtlük ve kürtçülük yapmak gayesiyle kaleme alınmıştır. Çünkü bu tefrikada
"Mareşal (l) Mustafa Barzani" bir devlet başkanı olarak tanıtılmaktadır. Bu devletin valileri,
kumandanları, milli emniyet teşkilatı, mahkemeleri, okulları, kanunları ve her şeyi vardır. Hareket
tamamiyle milli bir harekettir ve Hıristiyan kürtler de bu hareketin içindedir. Barzani'nin yanındaki
kürtlerden bazıları Türkiye kürtleridir.
Tefrika bittikten sonra şu hükme varılabilir ki bunu okuyan Türkiyeli bir kürt, bu masallara biraz
inandığı takdirde kendi devletine hizmet için Barzani'nin yanına gitmek arzusu pekâlâ duyabilir.
Doğan Kılıç, kürtçülük düşüncesine kendini o kadar kaptırmıştır ki 8 Mart tarihli tefrikaya kendisinin,
iki kürt muhafızla birlikte çekilmiş bir resmini koymaktan nefsini alamamıştır. Bu resimde Doğan Kılıç
da kürt kılığında ve elinde tomson olduğu halde gözükmektedir. Zaten Barzani gibi komünist
ülkesinde yetiştirilerek komünist usulü çetecilik yapan bir adamın dağlardaki karargâhına kadar
giderek onunla konuşabilmesinin kerameti herhalde Doğan Kılıç'ın şahsiyetinin Barzani 'ye güven
vermesidir.
Bu tefrika her bakımdan bir kürtçülük propagandasıdır demiştik. Delilleri şunlardır:
Barzani, Mao‐çe‐tung kadar büyük bir gerillacıdır (8 Mart tefrikası).
İran, Irak ve Türkiye'nin bazı parçaları Kürdistan'dır. Mesela Barzani, İran Kürdistan’ında Mahabat kürt
Cumhuriyetini kurmuştur... (8 Mart tefrikası). Irak Kürdistan’ında soyadı yoktur (17 Mart tefrikası).
Türkiye'de Türkmen sülaleleri Kürdistan'ı işgal etmişlerdir (11 Mart tefrikası).
Barzani’nin eşkıyalarından İsa Suvar "Zaho kahramanı" (11 Mart tefrikası), İsa Bey, "kuzey kolordu
kumandam" (19 Mart tefrikası), Ahmet Salih, "Kerkük valisi" (25 Mart tefrikası), Sıddık Emin, "Gıleha
bölgesi ikinci merkez kumandanı"dır (25 Mart tefrikası).
Görülüyor ki, Barzani eşkıyalarının hiçbir zaman yaklaşamadığı bir Türk şehrine kürt vali (!) tayin
etmek gönüllerinde yatan arslanı göstermektedir. Kuzey Kolordusu kumandanı, Milli Emniyeti,
mahkemesi olduktan sonra neden Kerkük valisi olmasın? Barzani'nin belki Hakkâri, Van, Diyarbakır
valileri ve merkez komutanları da vardır ama Doğan, Kılıç nezaketinden dolayı onlardan
bahsetmemiştir.
Ayrıca, yalnız güneylerindeki Irak kuvvetleriyle çarpışan bu kürtlerin bir de kuzey kolorduları
bulunması, kuzeylerindeki Türkler'e karşı niyet ve maksatlarını açığa vurması bakımından ilgi çekicidir.
Bundan başka, sırf ırak ordusun beceriksizliği yüzünden dağlarda tutunmayı başaran bir eşkıya reisini
milli kahraman diye tanıtarak kürtçülük propagandası yapmak Türkiye'deki kürtçülüğü körüklemek
olacağı için hükümet bunun üzerine eğilmelidir. Çünkü gaye ve karakter bakımından 1967'İıin Molla
Mustafa Barzani'si ile 1925'in Silvanlı Şeyh Said'i arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bağımsız
www.atsizcilar.com Sayfa 154
Kürdistan davası peşindedirler. Şeyh Said'i İngilizler kışkırtmıştı. Molla Barzani'yi Ruslar kışkırtıyor.
kürt bağımsızlığı, perdenin göstermelik tarafıdır. Perdenin arkasında yabancı devletlerin çıkarı vardır
ve kürtler maşadan başka bir şey değildir. Farzı muhal bağımsız olsalar bile Türk'e ihanet edip de
ayrılan Araplar'ın başına gelenlerin daha korkuncu kürtlerin başına gelecektir. kürtlere göre çok
kalabalık, medeni ve mazisi olan Araplar'ın durum kürtlerin gözünü açmalıdır. Arapları, Yahudiler'e
yenilseler de ortadan kalkmazlar. İptidai, mazisiz ve azlık kürtler ise yarın medeni ve teşkilatlı
Ermeniler'in karşısında yok olup giderler.
Doğan Kılıç Şıhhasananlı, Amerika'da kaldığı süre içinde herhalde modern propaganda usullerini iyi
öğrenmiş olmalıdır. Çok fakir bir malzemeye dayanmasaydı daha çok başarı sağlayacağı muhakkaktı. 9
Mart 1967 tarihli tefrikada silahlı, güzel bir kız resmi var. Çekik gözleri, çıkık elmacıklarıyla bir Orta
Asya Türkü olduğu derhal anlaşılan bu kız resminin altındaki açıklamalardan Margaret adında
Hıristiyan bir kürt olduğunu ve savaşlarda büyük kahramanlık gösterdiğini, adının cihana yayıldığını
öğreniyoruz. Hepsi iyi ama bu kızın kürt olduğuna dair noter senedi veya Anayasa Mahkemesi karan
getirseler yine kimse bu kızın kürt olduğuna inanmaz. Çünkü o tipik bir Özbek veya Kırgız'dır. Böyle
kürt, hele böyle güzel kürt olmaz. İstanbul'daki on binlerce kürt vatandaşımızı göre göre kürtler
hakkında görgüye dayanan bir kanaatimiz olduğu için Margaret'in kürt olduğuna inanmakta mazuruz.
Olsa olsa Moskoflar tarafından Barzani’ye sekreter diye verilen bir ajan kontrolcü olabilir.
Bizim burada Doğan Kılıç’tan öğrendiğimiz en mühim bir husus Şafii, Şii ve Hıristiyan kürtlerin birlikte
çalışıp mücadele ettikleridir. Bunu bizim yobazlara ithaf ediyorum. Şamanı, Musevi ve Hıristiyan
Türkler şöyle dursun, Şii Türkleri bile reddeden bu kaba softaların nasıl bir gaflet, cehalet ve hamakat
içinde bulundukları bir kere daha ortaya çıkmış oluyor.
Şıhhasananlı'nın tefrikası savcılık tarafından ele alınmalıdır. Türkiyeli kürtlerden bazılarının Barzani'nin
yanına gitmesi herhalde şöylece geçiştirilecek bir olay değildir. Barzani’nin elindeki silahların nereden
sağlandığı meselesi de ayrı bir konudur. Irak ordusundan alınmıştır diye kestirip atmak büyük bir
kavrayışsızlık olur. Son yıllarda Almanya'dan kaçak olarak sokulan silahların Irak sınırına kadar gittiği
hakkında bir takım söylentiler duyuldu ve bazı kaçakçılar gazetelere geçti. Bunların üzerinde
duruluyor mu, bilmiyoruz. Duruluyorsa yalnız durulmakla mı kalınıyor, yoksa tedbirleri de alınıyor
mu?
27 Mayıs 1960'tan sonraki aşırı hürriyetlerin ve idari gevşekliklerin, Türkiye'yi her hareketin
yapılabileceği bir ülke haline soktuğu yolundaki kanaati değiştirmeli. Basın hürriyeti milletin
maneviyatım çökertmeye kadar varacak mıdır? Sırf sürüm' için yazılan yıkıcı yazılara dur demek
kanunlar bakımından imkânsız mıdır? Bunların üzerine dikkatle eğilmeli. İmkânsız ise Meclis ve
Senato harekete geçmelidir. Çünkü hürriyet için hürriyet olmaz. Hürriyet, milletin saadeti içindir.
Milleti batırmaya yarayacak bir hürriyet, korunma çaresi olmayan asumanı bir beladan başka bir şey
değildir.
(19 Ağustos 1967), ÖTÜKEN, Eylül 1967, Sayı: 45 )
www.atsizcilar.com Sayfa 155
BÖLÜM 5: TÜRKÇÜLÜĞE VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE
KARŞI OLANLARA CEVAPLAR
Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları
Türk dili ve tarihi üzerinde çalışan Batılı bilginlerden birçoğu Akdeniz'den Çin içlerine kadar yayılan ve
kendilerine "Türk" diyen insanları, ilmi görüşle, tek bir millet saydığı gibi, bazıları da İstanbul'dan Çin
içlerine kadar uzanan geniş bölgede, mesela İstanbul Türkçesi konuşarak herkesle anlaşmanın kabil
olduğunu belirtmişlerdir.
İstanbul Türkçesiyle veya herhangi bir Türkçe ile bu iki uç arasındaki herkesle anlaşmak kabil olmasa
bile, onlar yine tek milletin fertleridir. Çünkü aynı soyun ve aynı tarihin çocuklandır. Tek başına, dil,
bir milletin olması ve veya olmaması için kesin ölçü değildir. Tek lehçe ve tek dil nihayet bir eğitim ve
siyasi birlik mahsulüdür. Küçük İtalya yarımadasındaki İtalyanlar'ın bile tek millet oldukları halde,
bölge bölge birbirleriyle anlaşamadıkları herkesin malumudur. Münihli dostum Prof. Kissling,
Almanya'nın uzak bir bölgesinde yerleşmiş olan bir akrabası ile Almanca konuşarak pek güçlükle
anlaşabildiğini bana bizzat söylemişti.
Fakat Türk milleti uzun zamandan beri bölünmüş ve ayrı siyasi hâkimiyetlere düşmüş olduğu halde,
bugün bile, birbirlerinin anladığı lehçe ve ağızlarla konuşan bir topluluktur ki bu, milletimizin bir
mucizesi ve yaşama gücünün itiraz kabul etmez bir tanığıdır.
Dil, tek başına bir millet yapan unsur olmadığı halde bugün yeryüzündeki milletlerin hemen hepsinde
dil, milli faktör olarak mevcuttur. Bunun dışında İsviçre ve Belçika'yı örnek göstermek moda ise de
Belçika'da son zamanlarda uyanan Flaman milliyetçiliği bu modayı da demode etmiştir. İsviçre'ye ise
bir millet demenin ne kadar mümkün olduğunu idrak sahipleri bilir. Hitler'in ikbal günlerinde Alman
İsviçre'si de beliren Nazizm ve Büyük Almanya ile birleşmek cereyanları, İsviçre külünün altındaki koru
pek güzel ortaya dökmüştür.
Devletleri siyasi sınırları içindeki halka siyasi olarak "millet" demenin sosyal gerçeklerle hiçbir ilgisi
olmadığım yirminci yüzyılın pek çok olayları bize göstermiştir. Bazen bir siyasi birlik birkaç milletten
mürekkep olduğu gibi, bazen de bir millet ayrı ayrı birkaç siyasi sınır ve topluluk içinde bulunabilir.
İnsaf ile söylensin: Avusturyalılar, Alman değildir de ayrı bir millet midir? 1805 yılına kadar bütün
Alman devlet ve milletinin lideri olan Avusturya'yı, siyasi kader ayrı bir devlet haline soktu diye ayrı
millet mi sayacağız? Bunun gibi dün, evvelki gün, daha evvelki gün ve ondan daha evvelki gün bir
devlet halinde yaşadığımız şu, o, öteki ve daha öteki Türkleri ayrı milletler saymak gerçeğe, tarihe,
akla mantığa, vicdana ve hele Türklüğe ve Türkçülüğe sığar mı? Uzun zamanların ve mesafelerin
ayırması bile bir milletin parçalarını tek millet olmak tan çıkarır mı? Çıkarırsa bu İsrail Yahudileri
nerden peydahlandı? İki bin yıldan beri ne dil, ne vatan, ne ırk, ne gelenek... Hiçbir ortaklaşa tarafları
kalmamış, yalnız milli dinleri ile milli inançları elden gitmemişti. İrlanda, Fransa, Bulgaristan, Türkiye,
Suriye ve Yemen'den gelen bu tip tip ve dil dil Yahudiler tek millet oluyor da ben neden esas
www.atsizcilar.com Sayfa 156
bakımından aynı dili konuşan Tebrizli veya Genceli, neden Kırımlı veya Kazanlı, Taşkentli, Kaşgarlı veya
Kulcalı ile hatta neden Altaylı veya Sibiryalı ile aynı millet olmuyorum?
Sakarya boğuşması sırasında bizim için "Uzaktaki Kardeşime" diye şiir yazan Kazak Mağcan veya
Kunuri şehitlerinin hatırasına mevlit okutarak ağlayan Japonya'daki Tatarlar benim milletimden
değildir de Anadolu'daki Devşirme artıklan mı bendendir?
"Bu da nerden çıktı? Bunu iddia eden mi var" diyeceksiniz. Var, var... Hem de bu bir Komünist, bir
renksiz veya bir Selanik Dönmesi değil. Bu, milliyetçi diye bilinen, anayasa Ordinaryüs profesörü ve
hukuk bilgini Ali Fuat Başgil'in ta kendisi...
Ordinaryüs, "Seçim konuşmalarım" diye Son Havadis'te yayınladığı bir seri makalenin ilkinde (7 Ekim
1961) şu büyük tarihi ve milli yanlışlığı yapıyor:
Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlarının asırlar içinde ve İslam
kültürü kazanında kaynayıp hal ve hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz... Gerçi
dil elemanlarımız bakımından Orta Asya ile yakın bir hısımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne ruh
yapımız itibarı ile Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi
halinde kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz.
Ordinaryüs, görülüyor ki tahsilini tamamladığı Fransa'nın büyük tesiri altında kalmış ve Fransızların
kendi milletlerini tarif için kullandıkları formülü aynen bize tatbik etmeye kalkışıvermiş.
Kendisine şunu hatırlatayım ki "ırk" demek mutlaka başlangıçtaki şekliyle ırk demek değildir. İki,
bazen üç, bazen daha çok ırkın karışmasıyla da ırklar teşekkül edebilir. Fransızlar Kelt, Latin ve
Franklar'ın karışmasından doğmuş olmakla beraber yine de bir Fransız ırkı vardır. Fransızlar, tarihin
gözü önünde doğmuş bir millet olduğu için hangi unsurlardan mürekkep olduğunu biliyoruz. Tarihe,
teşekkül etmiş bir ırk olarak çıkan Türkler de belki daha eski zamanlarda iki üç unsurdan mürekkepti.
Tarihin huzuruna çıktıktan sonra artık ırk olarak, onun terkibine yeni bir şey eklenmedi. Ufak tefek
toplukların büyük yığın içinde erimeleri, siyası evlenmeler, savaşlarda alınan tutsaklar falan artık yeni
bir tesalüp değil, daima görülen ufak çaptaki temsiller ve eritmelerdi. Hele On Birinci Yüzyılın
ortasından sonraya rastlayan Türkiye'nin kuruluşu ise daha bol tarihi belgelerle bilindiği için adeta
Anadolu Türklüğünün kan tertibini ortaya koymak bile mümkündür denebilir. Türkler gelirken köyleri
bırakıp kaçarak surlar içindeki şehirlere sığınan yerli halkın durumu ve miktarı, Anadolu'ya ilk gelen
Türklerin sayısı, bunların yerlileri toptan tasfiyeleri, daha sonra Orta Asya'dan gelen göç dalgaları,
türlü oymak, boy ve ulusların adları ve sayıları hakikate çok yakın bir sıhhatle malumumuzdur.
Bundan başka bu millet Anadolu'ya, Frankların Galya'ya gelişi gibi gelmiyordu. Franklar iptidai
Cermen boylarıydı ve Galya'da yüksek Roma kültürüne çarpıyorlardı. Türkler ise devlet teşkilatı ve
geleneği, kuvvetli örfü, edebi dili, destanı, kültürü ve sanatı ile geliyordu ve Anadolu'da rastladığı iki
yerli milleti, yani Ermenilerle Rumları o kadar aşağı görüyordu ki ondan hemen hiçbir şey almaya
tenezzül etmiyordu. Başgil'in dediği ırklar ve kültürler kaynaşması olsaydı dilimizde 11–12. yüzyıllar
kültürüne ait kelimeler baştanbaşa Türkçe olmazdı. Selçuk tarihinin değerli bilginlerinden Faruk
Sümer, türlü yazılarında bu hususiyetleri belirtmiş, Anadolu'ya gelişimizi tarih ve kültür bakımından
aydınlatmıştır. Başgil bunların hiçbirini bilmeden, Türkiye devletinin başı olan Selçukların da hangi
www.atsizcilar.com Sayfa 157
devletin devamı olduğunun farkında olmadan "biz muhtelif ırkların kaynaşmış halitasıyız" fikrini ileri
sürerse hiçbir tarihi gerçeği söylemiş olmayacağı, bilakis tarihi bir gaf yapmış olacağı gibi, üstelik
Bolşeviklerin de ekmeğine yağ sürmüş olur. Bolşeviklerin de kırk yıldır, Orta Asya Türklerinin bizimle
ilgilerini kesmek için yaptıkları propaganda bunun aynıdır.
Ordinaryüsün iddia ettiği gibi biz Anadolu'da kurulmuş bir millet değiliz. Anadolu'ya gelişimizden
yüzyıllarca önce Orta Asya'da kıvama gelip millet olmuştuk. Yerleştiğimiz ve açtığımız ülkelerdeki bir
kısım halkın Türkler içinde erimesi, bu terkibi, yukarıda da işaret ettiğim gibi, asla değiştirip bozmuş
değildir. Aksi halde bu gün yeryüzünde teşekkül etmiş hiçbir milletin bulunmadığını, hepsinin teşekkül
etmekte devam ettiklerini kabul etmek icap eder. Çünkü her milletin fertlerinden birçokları
yabancılarla evlenmekte devam halinde dir.
Ordinaryüsün iddiasını kabul eder de, Anadolu’daki milletin (ki artık buna Türk milleti denemeyeceği
şüphesizdir) bir karma millet olduğu sonucuna varırsak, bu milletin hangi yüzyılda kıvama geldiğine
cevap vermek pek güç bir mesele olacaktır. Bu karma millet, bu Anadolu milleti Hititler, Frigler,
Lidyalılar, Grekler, İranlılar, Romalılar, Araplar, Kürtler, Oğuzlar, Moğollar ve bu arada tahmini güç bir
takım eciş bücüş cemaatlerin İslam kültürü kazanında kaynamasından doğmuş bir millet olduğuna
göre ancak yeni yeni millet haline gelmiş olsa gerekir. Çünkü bu kazana 19. Yüzyılda Kafkasya'dan
birkaç yüz bin Çerkez, Abaza ve Çeçen de katılıp kaynamaya başladığına göre hallü hamur olma işi
ancak yeni bitmiş ve karma Anadolu fethine ve savunmasına katıldıkları halde İslam kazanında
kaynamayan ve sayıları 8–10 milyon tahmin edilen Kızılbaş (= Alevi, Tahtacı, Çepni v.b) Türkler bu
karma milletten değildir. Ordinaryüsün iddialarından çıkan sonuç budur.
Başgil'in Türkler ve Türklük hakkında birazcık bilgisi olsaydı " biz ne beden ve ne ruh yapımız itibarıyla
Orta Asyalı değiliz" sözlerini söylemeyecekti. Orta Asya Türkleriyle Anadolu Türklerinin bir kısmı,
özellikle İç Anadolu Türkleri arasında büyük bir beden yapısı benzerliği vardır. Başgil askerlik yaptığı
sırada Orta Anadolulu erlerin tiplerine hiç dikkat etmedi mi? Anadolu'da Orta Asya Türkünün, Hun'un
ve Gök Türkün tipi o kadar kuvvetle yaşıyordu ki daha geçenlerde Kırımlı sandığım güzel bir Türk
kızının Adanalı Yörük çıkması üzerine ben bile hayretler içinde kalmıştım. Ordinaryüs bütün
Anadolu'nun Orta Asya tipinde olmadığını söyleyebilir. Doğrudur. Nitekim bütün Orta Asya da Orta
Asya tipinde değildir. Bunun gibi bütün Anadolu'da da tek bir beden yapısı yoktur. Fakat onlar yan
yana konduğu zaman derece derece birbirine benzeyen, ayrılıkları türlü sebeplerden ileri gelen, buna
rağmen aynı‐milletin ve ırkın çocukları olduğu anlaşılan tiplerdir. Antropoloji ve veraset bilgisinin
gösterdiğine göre tabiat melezliği yok ettiği için de birkaç kuşak sonra, Türklerin hepsi, yabancılarla
karışma devam etmediği takdirde asli tiplerine döneceklerdir.
Ordinaryüs’ün Türk tarihini hiç bilmediği, biliyorsa kasıtla değiştirdiği de şurada anlaşılıyor. Diyor ki:
"Biz, bilakis, İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi halinde, kendi başına yaşayan, nev'i
şahsına münhasır bir milletiz".
Bu ifadenin neresini düzeltmeli? Bir kere biz İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede değiliz. Doğu ve
güneyden Müslümanlarla, kuzey ve batı yönünden Müslüman olmayanlarla sınırdaşız. Ordinaryüs
acaba dünyada kimlerin Müslüman, kimlerin Hıristiyan olduğunu da mı bilmiyor? Sonra "kendi başına
yaşayan, nev'i şahsına münhasır millet" derken kastettiği manada da kendi başına yaşamış değiliz.
Daima diğer Türklerle siyasi ve kültürel bağlantılar halinde bir tarih geçirmişizdir. Anadolu Türkleri bir
www.atsizcilar.com Sayfa 158
zaman Merv, Rey veya İsfahan'daki Büyük Selçuklulara tabi idiler. Bir zaman da Karakurum'a bağlı
kaldılar. Daha sonra Tebriz veya Meraga'dan idare olundular. Osmanlı padişahı II. Murad da Aksak
Temir'in oğlu Şahruh'a tabiydi. Ordinaryüs bu tarihi mütearifelerden haberi olmadığı için bizi
Anadolu'da kapalı yaşayan bir topluluk diye tasavvur etmekte mazur olabilir.
Hatta o Anadolu ile Azerbaycan ve Türkistan arasındaki çok sıkı kültür bağlarından da habersiz
bulunabilir. Fakat bu özrü ve bu habersizliği ile tarihi gerçeği değiştirerek bizi parçalamaya kalkarsa o
zaman kendisine işte böyle "dur!" denilir.
***
Ali Fuat Başgil seçim konuşmaları yaparken kendisinden yaşına, ilmine ve halk arasında kazanmış
olduğu değere uygun fikirler beklenirdi. Nihayet her seçim konuşması parçalayıcı değil, derleyici bir
çeşni taşımaya da mecburdur. Ordinaryüs ise, sanki Türkiye'nin hiçbir derdi, hiçbir davası yokmuş gibi,
bir seçim yazısında asla ele alınmayacak bir konuyu kurcalamakla kendisi ve partisi adına büyük pir
gaf yapmakla işe başladı. Yazdıklarında tarihi ve ilmi bir hakikat olsa, lüzumsuzluğuna rağmen buna
yine katlanırdık. Fakat tarih olmuş hakikatleri hiçe sayarak, tarih kültüründen tamamen mahrum bir
halde, Türk milletini bölmekle Başgil önce bütün Türkçüleri kendisinden soğutmuş, sonra sayıları bir
milyona varan Kırım menşeli Türklerle birkaç yüz bin Türkistan türkünün kalbini kırmıştır. Demek ki
bilgin olmak gafil olmaya mani değilmiş. Devletin yukarı kademelerine geçmeye aday olanlara tarih
kültürü ve milli şuur verilmezse işlerin nereye varacağı şimdiden belli olmaktadır. Ordinaryüs,
cumhurbaşkanı adaylarındandır. Bir cumhurbaşkanı düşününüz ki kendi milleti hakkındaki fikri
Kremlin'in parçalayıcı fikirlerine tıpatıp uymaktadır ve bunu hainliğinden değil; gafletinden,
bilgisizliğinden yapmaktadır. Bundan büyük felaket olur mu? Burada yine ölmez Bilge Tonyukuk'u ve
onun kendi anıtına yazdığı bazı satırları hatırlıyorum.
Deminden beri tartışma konusu yaptığım yazı, Ali Fuat Başgil'in milliyetçilik aleyhindeki ilk ve tek
yazısı değildir. Onun bu aleyhtarlığının çok öncelere kadar uzanan bir geçmişi vardır. 19–12–1950
tarihli "Zafer"den alınan, "İdeal Buhranı" başlıklı yazıdaki şu satırlara bakınız:
Zamanımızda din nasıl devlet prensibi olmaktan çıkarak fert ve cemaat vicdanına sığınmış ise, milliyet
fikri de devletlerarası hukuk prensibi olmaktan çıkmalı ve milli vicdanlarda yaşamalıdır. Ta ki bu
sayede milletler, kendilerini ayıran dağ ve denizler üzerinde birbirine el uzatıp barış içinde hayat için
iş birliği yapabilsin.
Milliyet fikri en sulhçu ve en terbiyeci şekliyle alınsa bile bu fikrin milletlerarası münasebetlerde
ayırıcı bir rol oynadığı ve kolektif bir egoizme götürdüğü inkâr edilemez.
Milliyet fikrinde bulamadığımız yüksek ideali ırk fikrinde hiç bulamayız. Çünkü ırk, biyolojik bir realite
olmaktan ziyade çok kere mefruş ve romantik, bazen de tarihi bir hâsıladır. Hususi ile milliyet gibi ırk
da mahalli ve menzildir. Bunlarda insan şümul bir mana ve ihata yoktur...
Yirminci asır dünyasının muhtaç olduğu ideali dinler verebilir mi? Vermesini bütün gönlümle arzu
ederdim. Fakat dinlerin yeniden milletleri barıştırıcı bir rol almaları maalesef çok güç ve uzak
görünüyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 159
Bunların manası nedir? Milliyetçi sanılan, dinci bilinen ve Türk köylüsü tarafından Ali Hoca diye
sevildiği ileri sürülen Ordinaryüs ne milliyetçiliğe, ne ırkçılığa, ne de dinciliğe yanaşmıyor. Bunları,
milletleri birbirine düşman eden fikirler diye görüyor ve açıkçası milliyet ve dini modası geçmiş
bularak müşterek bir insanlık istiyor. Ne yüksek fikir! Milliyetler ve dinler hakkında komünistlerle
masonlar da aynı görüşe sahiptir.
Fakat bitmedi... Ali Fuat Başgil, komünist Nazım Hikmetof’un haksız yere hapse atıldığını, aslında
onun yurtsever ve büyük bir şair olduğunu ileri sürerek kurtulması için kampanya açan Selanik
Dönmesi Ahmed Emin'in fikrine de ortak çıkmış ve Hikmetof’un kurtulması için diğer birçoklarıyla
birlikte ve birçok solcularla birlikte o da imza atmıştır.
Şimdi, Ali Fuat Başgil'i devlet başkanı yapmak isteyenlere soruyorum: Başka adam bulamadınız mı? İç
ve dış Türkleri ayrı milletler sayan, milliyetçiliği milletlerarası münasebetlerde ayırıcı rol oynayan
kolektif bir egoizm diye gören, dinin bugün için bir ideal veremeyeceğini iddia eden ve Nazım
Hikmetof’un hapisten çıkması için birçok solcularla birlikte bir kâğıda imza atan bu ordinaryüsten
başka kimseyi bulamadınız mı? İsmet İnönü de aynı meseleler yüzünden öldürücü tenkitlere
uğramamış mı idi?
Bir devlet başkanı seçimi siyasi bir iş olmadığı, siyasetin üstünde yer aldığı için fikrimi söylüyorum:
Bula bula Başgil'i mi buldunuz? Siz de kuru şöhretlerin ardında mı koşacaksınız? Yoksa milliyetçi değil
misiniz?
Yahut bunların hiçbiri değil de koyu bir gaflet bulutu içinde misiniz? Böyle ise, işte size Ordinaryüsün
fikri yönünü açıkladım. Kimin devlet başkanı olması gerektiğini de ben öğretecek değilim ya...
Şu biçimsiz olay da gösteriyor ki bu memlekette Türkçülerden başka sağlam ve gerçek milliyetçi
yoktur. Şartla şurtla milliyetçilik milliyetçilik olmaz. Bütün insanları Türklerle 'eşit tutan yahut bir kısım
Türkleri başka bir millet gibi gören milliyetçiliğe de gülünür. Milliyetçilik her şeyden önce maşeri bir
bencilliktir. Milliyetçiyim ama Arap veya Moskof kardeşlerimi de çok severim dedin mi, milliyetçi
değil, kozmopolitsin demektir.
Başgil'in yaptığı milli gaf o kadar büyük ve korkunçtur ki bunun yargılanmasını yapmak için Yüce
divanlardan daha büyük pir Yüce divan bile kâfi gelmez. Başgil bilginmiş, uluslararası çapta imiş...
Bana ne? İsterse yıldızlararası çapta olsun. Milli şuura malik olmadıktan sonra ben onun bilginliğini ne
yapayım? Türklük hakkında müspet bir fikri olmayacak olduktan sonra dünyada Ali Fuat Başgil'e bile
hocalık edecek nice anayasa profesörü bulunabilir. Yazık Türk milletine... Yüzyıllarca zahmet çeksin,
kan döksün, vergi versin, sonra onun münevver bilginleri, toplayıcı ve kurtarıcı formülleri bulacakları
yerde onu parçalasın... Yazık... Yazık...
Sözlerimi bitirirken Ordinaryüse özet olarak şunları hatırlatırım:
1‐ Türkiye ve Orta Asya Türkleri beden ve hele ruh yapısı bakımından aynı olan tek millettir.
2‐ Türkiye Türkleri Anadolu'da teşekkül etmiş değil, Anadolu'ya teşekkül etmiş olarak gelmiştir.
www.atsizcilar.com Sayfa 160
3‐ İstila ve akınlar dolayısıyla, ister istemez Türk topluluğu içinde eriyen unsurlar onun ırki hüviyetini
bozmaz.
4‐ Türkiye ve Türkistan arasında bazı farklar olduğu şüphesizdir. Fakat Türkiye Türklerinin, mesela
doğu ve Ege bölgelerine mensup olan fertler arasında da bir takım zaruri ayrılıkları vardır ki bunlar
"gayri" olmayı istilzam etmez.
5‐ Türkiye ve Türkistan Türkleri, tarihlerinin birçok devirlerinde aynı siyası topluluğa mensup olmuş,
kültür mübadelesi ise daima devam etmiştir. Sultan Aziz çağında, Doğu Türkistan'dan Çinlileri atarak
bağımsız bir devlet kuran Atalık Gazi Yakub Han'ın ilk iş olarak Osmanlı padişahım metbu
tanımasındaki büyük manayı Ordinaryüs, şöyle salim kafa ile biraz düşünsün.
6‐ Türklüğü parçalamaya çalışan kuvvet komünizmdir. Bilimsel kanaat kuruntusu ile Türkleri ayrı
milletler gibi ileri sürenler, bilerek veya bilmeyerek komünizme hizmet ediyorlar demektir.
Bu böyledir. Gerisi laf ü güzaftır...
İstanbul, 15 Ekim 1961
UYDURMA MİLLİYETÇİLİK
Sözlerle davranışlar arasındaki uygunluk, ahlakın esas kaidelerinden biridir. Dindarlık davasındaki
adam Tanrı'ya inanmıyor, sosyal adalet düşüncesini güden birisi halkı sömürüyor, demokrasi diye
haykıranlar diktatörlük kışkırtıcılığı ediyorsa, bu adamlar ahlaklı değildir.
Milliyetçilik konusunda da böyledir. Hem milliyetçi olacak hem milliyetçilik aleyhinde bulunacaksın;
hem de bir milletin davasını güdecek hem de bu milletin kökünü yetmiş iki millete birden
bağlayacaksın; milliyetçiyim dediğin halde, milliyetçilik düşmanlarının lehindeki kampanyaya
katılacaksın... Bu türlü gülünç ve uydurma bir milliyetçilik ancak, ne dediğini, ne yaptığını bilmeyen
ayyaşlarda bulunur.
Bunca hamlelere, 40 yıl öncesine göre çok ileri gidilmiş olmasına, 1927'de % 8,2 olan okuryazarların
1960'ta % 40'a çıkmasına rağmen, milliyetimizin dertten kurtulamayışının bir sebebi de, fikir önderi
olmak iddiasında bulunanların durumlarındaki bu çelişmelerdir. İnsanların daima saygı duyduğu
kahramanlığın terkibinde bol bol bulunan samimiyet, değerli olmanın şartlarından biridir.
Samimiyetin olmadığı yerde ikiyüzlülük başlar. İkiyüzlü insana kahramanlık payesi veya değer
verenlerse ahmaklarla menfaatçilerdir.
Türkiye'de bugün var olan, gelişen, iddiası bulunan iki fikir cereyanı, milliyetçilik ile dinciliktir. Halk
hatta aydınlar arasında birbirine karıştırılan bu iki cereyan bazen paralel, bazen karşıt olarak
yürümekte, tuhaf bir tecelli olarak dincilik önderliği yapanlar arasında, samimi olanların dışında,
Türkçülük düşmanları, Türklük düşmanları, kumarbaz sefihler ve alkolik sarhoşlara da
rastlanmaktadır.
www.atsizcilar.com Sayfa 161
Meyhaneye veya kumarhaneye abone olan bir adamın, İslam davası gütmesiyle, bir fahişenin aile
faziletinden bahsetmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Açık bir gerçektir ki milletler, siyaset ve fikir önderlerinin üstünlüğü nispetinde yükselirler. Fikir
uğrunda ölmek de, savaş meydanında ölmek kadar şereflidir. Bu önderler "dostlar şehit biz gazi"
ilkesiyle yürürse, tehlike olmadığı zaman kabadayılık taslayıp, ciddi anda korkaklık ederse, o
topluluktan hayır gelmez.
Ne milliyetçi ne, de dinci olmadığı halde, kendisini öyle sanan, bir çokları tarafından da öyle sanılan
Profesör Ali Fuat Başgil'e, Anadolu Türklerine yaptığı bu hakaret dolayısıyla 1961'de cevap vermiş,
kendi yazılarından örnekler alarak, o zaman Cumhurbaşkanlığına aday diye gösterilen Ordinaryüs’ün,
Türkler hakkındaki düşüncelerinin, Kremlin'in düşünceleriyle aynı olduğunu ortaya koymuştum.
Başgil, 30 Kasım 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesindeki "Milliyetçilik Bahsi" başlıklı yazısında aynı
teraneyi tekrarlıyor: İsviçre'deki kır gezintisinde arkadaşlarıyla milliyetçilik konusunda görüşürken,
kendisine "Tanınmış milliyetçilerdensin, seni dinleyelim" demişler, o da önce ırkçı olmadığını
belirttikten sonra, milliyetçiliğin gönül birliğine dayandığını, Türkiye Türklerinin ise Türk çekirdeği
etrafında toplanan çeşitli soy gruplarının yoğrulmasından meydana geldiğini ortaya atıvermiş.
Başgil'in ikide bir ırklar sentezinden, türlü soyların yoğrulmasından bahsetmesi, insanın ister istemez
dikkatini çekiyor ve "acaba gocunduğu bir şey mi var?" diye düşündürüyor. Evet, milliyetçilik bir gönül
birliğine dayanır ama bu, aynı soydan gelenlerin gönül birliğidir. Bir insan başka soydan geldiğini
bildikçe, içinde yaşadığı millete ısınmasına imkân yoktur. Bu korkunç gerçek hakkındaki yüzlerce
örneği saymaya lüzum görmüyor, Başgil'e soruyorum: Bir Zenci ile, bir Çingene ile, bir Rum ile gönül
birliği yapar ve kendisini onlarla aynı milletten sayar mı? Sayıyorum derse mesele yok. Uğurlu kademli
olsun der ve kendimi, tartışmayı kaybetmiş sayarım. Hayır derse, davayı, kendisi kaybetmiştir. Susmalı
ve hiç bilmediği tarihi konular üzerinde abes konuşmalara girmemelidir.
Milliyetçi, en basit tarifiyle milleti; milliyeti her şeyden üstün tutan kimse demektir. Milliyetçiliği
kendisinden menkul olan Başgil, 30 Kasım tarihli makalesinde, milliyetçiliği İslamiyet ile açıklamaya
kalkıyor, şu türlü milliyetçiliğe İslamiyet müsaade eder, bu türlüsüne etmez, diyor. Biz, her türlü
baskının üstünde olarak, milliyetçi ve Türkçüyüz. Başgil'in burada İslamiyet’i ileri sürmesi de
avamferiblikten ve aczin ifadesinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in yürürlükte olmayan tarafı
yalnız bu mu? Kadınları örtsene, faizi kaldırsana, devleti şeriatla idare etsene!
Bunları yapmaya imkân yok. Ama İslamiyet yaşıyor ve yaşayacak. Hayata adım uydurabildiği nispette
kuvvetli olarak yaşayacak ve devlete karışmayarak yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalacak.
Böyle olduğu halde, milliyetçilik konusuna asla karıştırılmaması gereken bir şahsı inanç meselesini,
yani, "din"i ikide bir öne sürmekle Başgil neyi kastediyor, ne demek istiyor, ne umuyor, buraları pek
belli değil.
Onun bilmediği, anlamadığı ve akıl erdiremediği konu, bir kaç ırkın karışmasıyla, bir ırkın başka ırkları
eritmesi arasındaki farktır.
www.atsizcilar.com Sayfa 162
Karışmada, karışanlardan hiçbirinin özelliği ötekilerden belirli bir şekilde üstün olmaz. Hepsinden bazı
şeyler alınır. Dillerden üstün geleni de asliyetini kaybedip yapı değişikliğine uğrar. Fransızlar böyledir.
Kelt (yani Goluva) yığını üzerine Latinler (yani Romalılar) gelip karışmış, Keltler ağzında iyice bozulup
değişen Latinceden çıkma kaba bir dille konuşan bir halk peydah olmuş, bundan 500 yıl sonra da
Cermenler (yani Almanca konuşan Franklar) gelerek yeni bir karışma daha olmuş, Goluvalar
zamanında kumralken, Liltinler'le karıştığı için iyice esmerleşen halkın terkibine sarışın bir unsur daha
katılmış, bunların kaynaşması da dört asır kadar sürerek dokuzuncu asır da yeni bir millet ortaya
çıkmıştır. Bu millet, adını Franklardan, dilini Latinlerden, mizacını da Goluvalar dan alan bir
topluluktur. Bu, bir karışmadır.
Eritmede ise, bir büyük yığın, küçük yığınları yutar, kendisine benzetir ve bir müddet sonra eriyenden
hiçbir şey kalmaz. Çin'i ve Hindistan'ı alan Türklerin başına gelen budur. Pakistanlılar, Türkler
tarafından, bilhassa Gazneliler çağında Müslüman edilenlerin çocuklarıdır. Aralarına birçok Türk de
karışmıştır. Fakat kimse, "Pakistanlılar, Türklerle Hintlilerin karışmasından hasıl olmuştur" diyemez.
Çünkü Pakistanlılarda hiç bir Türk özelliği yoktur.
Örnek vermek gerekirse, şöyle diyebiliriz: Bir bardak suya iki çorba kaşığı limon suyu ile yirmi gram
şeker karıştırılsa orta çıkan şey ne limon ne de şekerdir. Az çok hepsinin özelliklerini taşıyan
limonatadır. Fakat bir bardak suya beş damla limon suyu veya bir gram şeker karıştırılırsa, suyun
lezzeti ve mahiyeti değişmez. Terkibinde limon veya şeker olduğunu anlamak için kimya tahlili
lazımdır.
Türkistan'dan Anadolu'ya gelen Türklerin başkalarıyla karışması ikinci şekildedir; eritmedir. Bu da,
asla gözde büyütülecek kadar değildir. Türklerin Anadolu'yu açarken yaptıkları büyük kırgınlar, vergi
almak için devletin İslamlaştırma siyaseti gütmemiş olması, Türklerin genel olarak başka milletleri
temsildeki kabiliyetsizlikleri, yabancı ile karışmamak hususunda kısmen bugün bile süregelen titiz
adetleri dolayısıyla, içlerine karışan yabancı unsur pek önemsiz kalmış, asliyetimizi bozacak dereceye
gelememiştir.
Başgil'in Türklerle karıştığından bahsettiği Müslüman ve Hıristiyan soy gruplan diyerek neleri
kastettiği pek açık değildir. Eminim ki, ne kastettiğinin kesin olarak kendisi de farkında değildir.
İhtimal, Hıristiyan grupları derken devşirme Yeni çerileri kastetmiştir. Kaç defa söylediğimizi bir daha
tekrarlayalım ki Yeniçeriler, koca Osmanlı ordusunda sekiz‐on bin kişiydi ve emekliye ayrılmadan
evlenmeleri yasaktı.
Başgil'in içinde, nedense, bir düğüm olan "karma Anadolu milleti" konusu onun tarafından bir de
1961'de (7 Ekim tarihli Son Havadis'te) ele alınmış, "Seçim Konuşmalarım" başlığını taşıyan ve seçim
propagandası olan bu makalede, hiç lüzumu olmadığı halde, ileri sürülmüştü. Bir seçim yazısında,
azınlıkların gözüne girmek için, çoğunluğu kırmak gibi bir zekâ kıtlığı eseri olmasından başka, bu iddia,
tarih gerçeğine de aykırıydı. O zaman buna "Ordinaryüs’ün Fahiş Yanlışları" adında bir yazıyla cevap
vermiş, Başgil'in ne milliyetçi ne de İslamiyetçi olduğunu yazılarımdan cümleler alarak ortaya koymuş,
Türkistan ve Türkiye Türklerini ayrı milletler gibi göstermenin tam Kremlin düşüncesi olduğu, vatan
haini Nazım Hikmet'i affettirmek için açılan kampanyaya katılarak, bu komünistin bağışlanması için
imza verdiğini hatırlatmıştım.(1)
www.atsizcilar.com Sayfa 163
(1) Ali Fuat Başgil'in, Ahmet Emin Yalman tarafından açılan kampanyaya katılarak, Moskof uşağı bir
İslav olan Nazım Hikmet'in affı için imza attığı sıralarda, öğrencilerinden biriyle arasında bir tartışma
geçmişti. Genç öğrenci, Başgil'in dersinde şöyle sormuştu: "Hocam! Milliyetçi bir Türk genci ve
talebeniz olarak soruyorum. Bir komünistin affını isteyen listeye niçin imza koydunuz? " Profesör, bu
soruya şöyle cevap vermişti:
"Ben bu listeyi, çok kıymetli Halide Edip Adıvar'ın ricası üzerine imzaladım!" Bunun üzerine milliyetçi
genç: "Hocam, siz, rica ile komünist olur musunuz?" diye sormuştu. Tartışmayı pek acı şekilde
kaybeden Başgil, hocalık otoritesine sığınmış ve: "Ben hocayım, sen talebesin. Haddini bilip sus ve
yerine otur!" diye cevap verebilmişti.
O zaman Ordinaryus, cevap verememişti. Şimdi, aradan iki yıl geçtikten sonra, "Milliyetçilik Bahsi" adlı
makalesinin (Yeni İstanbul, 30 Kasım 1963) bir dipnotunda şöyle diyor:
Bu hakikati (yani Türkiye Türklerinin bir halita olmasını) bundan evvel, İstanbul gazetelerinden birinde
daha yazmış ve bir yazarın hücumuna uğramıştık. Bu nadan daha dünkü Osmanlı İmparatorluğunu
terkip eden Müslüman ve Hıristiyan soy gruplarını ve bunlarla Türk unsurunun kaynaşması vakıasını
unutur görünerek, çürük davasını ispat için bize İngiliz ve Fransız müelliflerden parçalar nakletmiş,
yani güneşi balçıkla sıvamaya çalışmıştı...
Zavallı ihtiyar sarhoş! Sanki bir imparatorluktaki unsurlardan hepsinin birbiriyle karışması kaçınılmaz
bir kadermiş gibi düşünerek; Selçukluların, İlhanlıların, Moskof savaşlarının Anadolu'ya yığdığı
Türklerden habersiz olarak ve hayalinde yarattığı ırklar karışmasını gerçek sanarak, şahsım için
"nadan" diyor. Ve bu yazıyı yazarken de ayık olmadığını ispat için bana, İngiliz ve Fransız
müelliflerinden parçalar naklettiriyor.
Başgil'in şu uygunsuz sözü yüzde yüz doğru olsa bile, nadan olmak ödlek olmaktan ve tükürdüğünü
yalamaktan şereflidir. Devlet başkanı olmak rüyasıyla kendinden geçerek kahramanlık gösterileri
yapan ve: "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten" gibi büyük laflar ettikten sonra,
karşısında iki üniformalı görünce, ödü patlayarak, devlet başkanlığından da, senatörlükten de
vazgeçen kendisidir.
1961'deki yazımda ileri sürülen delil ve iddialardan hiçbirine cevap veremeden, uluorta "nadan" diye
söven ve güneş balçıkla sıvanmaz kabilinden avam lafları eden bu Ordinaryüs, Türkleri parçalamakla,
Nazım Hikmet'in affın için imza atmakla, milliyet ve dinin, bugünün gerçeklerine uymadığı hakkında
yazılar yazmakla (2) doğrusu Lenin ve Stalin'in ruhlarını şad etmiştir. Böyle bir adamın Çankaya
köşkünde oturmaya kalkmasına ne dersiniz? Kalamışta'ki Todori'nin meyhanesi neyine yetmiyor?
ÖTÜKEN, 1964, Sayı: 2
www.atsizcilar.com Sayfa 164
MİLLİYETÇİLİK TASLAYAN İHTİYAR KOZMOPOLİT
Ali Fuat Başgil'in 30 Kasım 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde yayınladığı "Milliyetçilik Bahsi" adlı
yazıda, hakkımda "nadan" kelimesini kullanması ve Anadolu Türklerini yine ırklar karması millet diye
göstermesi üzerine ÖTÜKEN’in 14 Şubat 1964 tarihli 2. sayısında kendisine cevap vermiş, bilmediği
tarihi konulara karışmakla düştüğü yanlışları göstermiştim. Profesör, dört ay sonra, 14 Haziran 1964
Yeni İstanbul'da "Yine milliyetçilik bahsi" adındaki yazısı ile güya bana cevap 'verdi. Bu cevap aczin,
şaşkınlığın ve bilgisizliğin dile gelmesinden ibarettir. Bir tartışmada yere serilenlerin her zaman yaptığı
gibi burada da profesör ne sorulara cevap vermiş, ne kendisini ilzam eden delillerden bahsetmiş, ne
de karşı bir delil gösterebilmiştir. Üstelik hakarete uğradığını iddia ederek mütevazı bir ilim adamı
tavrı takınırken bizzat kendisi tahkir edici kelimeleri sıralamaktan çekinmemiştir. Onun iddiasına göre:
1‐ Ben onun fikirlerini bırakarak şahsına hücum etmişim.
2‐ İkide bir kendisine hakaret etmeyi bir övünme vesilesi yapmışım.
3‐ Benden daha yaşlı bir hoca olduğu için ona saygı gösterecek yerde küstahlık ve şirretlik etmişim.
(bunu ima ile söylüyor)
4‐ Kendisi Anadolu halkı Türk değildir dememiş.
5‐ Ben, kendisine cahil demişim. Bu Sözüm doğru imiş. Çünkü bilgisi arttıkça bilmediklerinin ne kadar
çok olduğunu anlıyormuş. Ben bunu anlamadığım için cehl‐i mürekkep sayılırmışım (bunu da ima ile
söylüyor)
Cevaplarım şunlardır:
1)1961 Ekimin de yayınladığım broşürle profesörün şahsına değil, fikrine; Türk milletini karma bir
millet, dilinden başka Türklüğü kalmamış bir halita olarak göstermesine itiraz ettim. Orta Asya
Türklüğü ile hiçbir ilgimiz olmadığım ileri süren bu düşüncenin Kremlin'in fikirleriyle aynı olduğunu ve
tarihi gerçeğe uymadığını söyledim. Çünkü o, 7 Ekim 1961 tarihli Son Havadis'te yayınladığı "Seçim
konuşmalarım" başlıklı yazıda aynen şöyle diyordu:
(Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlarının asırlar içinde ve
İslam kültürü kazanında kaynayıp hallü hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz...
Gerçi dil elemanlarımız bakımından Orta Asya ile yakın bir hasımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne
ruh yapımız itibariyle Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar
sentezi halinde, kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz)
Yukarıdaki ibare ile "Anadolu Türkleri Türk değildir" demek arasındaki farkı iz'an sahipleri bulsun.
Türkçe konuşuyoruz ama birçok ırkın karışmasından doğduk; ruh ve beden yapımızca Orta Asyalı
değiliz diyeceksin. Yani bizim, Türk atalarımızın torunları olmadığımızı iddia edeceksin. Sonra da,
Anadolu Türkleri Türk değildir demedim diye insanın gözüne baka baka yalan söyleyeceksin.
"Ordinaryüs Profesör Doktor" diye şatafatlı unvan taşıyan bir insana bu kadar küçüklük yakışmıyor.
Türk milletini batıran, yerin dibine sokan bu, düşünce demek caizse, düşünceye cevap vermek onun
www.atsizcilar.com Sayfa 165
şahsına mı hakarettir? O, koca bir milleti piçleştirerek hakaret edecek, bu suç olmayacak. Biz ona "bu
fikir Kremlin'indir" dediğimiz zamlan hakaret etmiş sayılacağız. Güzel ve zekâ dolu bir anlayış!
2‐ İkide bir kendisine hakaret etmeyi övünme∙ vesilesi yaptığım hakkındaki iddia ise profesörün
kuruntulu bir övünmesinden başka bir şey değildir. Bir başkasına hakaretle övünmek ve hele bu
başkası olarak Ali Fuat Başgil'i seçmek hiçbir cevaba değmeyecek kadar sathi ve gülünç bir
yakıştırmadır. Bu, bir toplum içinde inanç ve karakter yoksunluğu dolayısı ile kuyruk bile olmaya layık
değilken ''Başgil" gibi büyük iddialı soyadı takınanların zavallı bir övünme ve avunmalarıdır.
3‐ Benden daha yaşlı bir hoca olduğu için hiç olmazsa meslektaşlık hakkım dikkate almam gerektiğini
söylemesi de değersizdir. Çünkü Başgil'le davamız şahsi değil, fikridir. Sözlerimde hakaret olsa bile, bu
nihayet bir kişiye karşıdır. Kendisi bir Millete hakaret etmektedir.
Şimdi, bu başlangıçtan sonra Doktor Başgil'in milliyetçilik ve din aleyhindeki yazı ve davranışlarını
sıralayarak kesin sonuca gideceğim.
A) Zafer gazetesinin 19.12.1950 tarihli sayısında profesörün "İdeal Buhranı" adında bir yazısı çıkmıştır.
Bu yazıda Başgil milliyetçiliği de ırkçılığı da, dinciliği de reddetmektedir. Milliyetçiliğin devletlerarası
hukuk prensibi olmaktan çıkmasını ve vicdanlarda yaşamasını tavsiye ettiği bu yazısında ordinaryüs
profesör, milliyetçiliği "kolektif bir egoizm" diye vasıflandırıyor. Milliyeti mahalli ve mevzii bir fikir
olduğu için beğenmiyor. Bu düşünüşe kozmopolitlik derler. Kozmopolitik bir bakıma komünizmle
kardeş fikirdir.
B) 7.10.1961 tarihli Son Havadis gazetesindeki "Seçim konuşmalarım" başlıklı yazısında Türkiye
Türklerinin, türlü ırkların özel karması olduğunu ve Orta Asya Türkleri ile dil akrabalığından başka bir
yakınlığımız bulunmadığını ileri sürmektedir. Bir seçim konuşmasında bunları söylemek, kendisinin
nedense bu konuya dört elle sarılmış olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer.
C) Yeni İstanbul gazetesinin 22.6.1964 tarihli sayısındaki "Millet ve Devlet'' başlıklı yazısında, İstiklal
Savaşı başlarken 8–10 milyon olan nüfusumuzdan en az (evet: "en az") yarısının Arap, Kürt, Arnavut,
Boşnak, Çerkez ve Gürcü olduğunu iddia ediyor. Bu iddia hem ilmi, hem de milli bir hezeyandır. Bir
ihanettir. 1927, 1935, 1940, 1945, 1950, 1955 ve 1960 sayımlarının anadillere göre bölüntülerini
gösteren istatistikler elde iken ve bu istatistiklere göre Türkler, en aşağı yüzde seksen bir çoğunluk
teşkil ederken, Başgil'in Türkleri yüzde elli göstermesi Kremlin'i şad, Atina'yı abad etmiştir. Vaktiyle
Venizelos da Batı Anadolu için, Ali Fuat Başgil gibi konuşuyordu.
Ç) Bu imzalı yazıların dışında profesörün bir de yalnız imzası vardır ki ötekilere rahmet okutacak
mahiyettedir: sicilli vatan haini komünist Nazım Hikmet'in affı için açılan kampanyaya, katılmış, onun
adli bir yanlışlığa kurban gittiğini ileri süren Selanik Dönmesi Ahmet Emin Yalman'la işbirliği yaparak
affı için imza atmıştır.
Yukarıda özetlediğim dört maddeye göre, Başgil'in milliyetçi olduğunu iddia etmek insan düşüncesiyle
alay olur.
www.atsizcilar.com Sayfa 166
Milliyetçilik kolektif bir egoizmdir, diyecek ve din gibi insanların vicdanına çekilmesini tavsiye edecek
yani hayatta fonksiyonu kalmamasını isteyeceksin. Mazimiz ve ecdadımızla ilişiğimizi inkâr ederek
birçok ırkların karışmasından doğmuş topluluk olduğumuz yalanını ortaya süreceksin. 1920 yıllarında
nüfusumuzun en az yansı Türk değildi diyerek Moskoflarla ve Yunanlılarla ağızbirliği edeceksin.
Mandacı Ahmet Emin Yalman'la fikir ve gönül birliği yaparak dernek kuracaksın. Türk silahlı kuvvetleri
arasında komünizm propagandası yaptığı için mahkûm olan bir Moskof uşağının affı için imza
atacaksın. Sonra hiç sıkılmadan "Milliyetçiyim" diyeceksin...
Zamanımızda, en büyük vahşetlerin yapıldığı demir perde gerisi ülkelerinin kendi rejimlerine "halk
demokrasisi" demeleri gibi, yabancı ülkelerde dans edip fuhuş yapan aşağılık kızların, kendilerini şu
veya bu hanedana mensup prensesler olarak satması gibi, kabiliyetsiz ve kültürsüz bir takım
zavallıların şiir, resim ve müzikteki hezeyanlarını asri akımlar diye göstermeleri gibi; ırkın da, milliyetin
de, dinin de artık bugüne hitap etmediğini iddia eden bu kozmopolit profesörün milliyetçiyim demesi,
milliyetçilikle eğlenmek değilse, anlayış yoksunluğudur.
Milliyetçisin öyle mi? Önce milleti ve milletin tarihini öğren. Karışma ile temsil arasındaki büyük farkı
kavra. Vatan hainlerini korumanın milliyetçilikle bağdaşamayacağı gerçeğini beynine çak. Ondan
sonra milliyetçiyim de. Altmış yıl önce idadide okuduğun tarihle, Selçuk bakayası, Kayıhanlılar gibi
meselelerin tartışılamayacağını bil de kendi ihtisas alanında kal ve mutlaka bir iş yapmak, bir şey
yazmak istiyorsan Afrika’ya git de yeni kurulan Zenci cumhuriyetlerine anayasalar hazırla...
Ötüken, 4 Ağustos 1964, Sayı: 8
BİR FELSEFE ÖĞRETMENİNİN YANLIŞLARI
Bütün Türklerin dayanağı ve belkemiği olan Anadolu Türklerini her şeyden önce düşünmek, onları
kalkındırmak anlamında olan makul Anadoluculuğun yanında, bir de, Anadolu dışındaki Türkleri
defterden silmek, hatta onlara düşmanlık gütmek gibi yıkıcı bir Anadoluculuk vardır ki son zamanlarda
genişlemek istidadını gösteren bu "sözde ülkü"nün bayraktan felsefe öğretmeni Nurettin Topçu'dur.
Bu felsefe öğretmenine göre Sünni Müslümanlardan mürekkep bir "Anadolu milleti" vardır. Milli
tarihi 1071 Malazgirt zaferiyle başlayan bu milletin en büyük düşmanları, insan topluluğu olarak
Şiiliklerle Türkistanlılar; fikir olarak da Turancılıktır. Anadolu milletinin son devirdeki örnek
şahsiyetleri Namık Kemal, Mehmet Akif ve Hüseyin Avni'dir. Temir, kahpedir. Türkistanlılar Temir'in
torunlarıdır. Turancılar, bir mahmuz darbesiyle Turan'a gideceklerini sanan Dön Kişot'lardır.
Turancılık, milliyetçiliğin antitezidir, vesaire...
Son zamanlarda da felsefe öğretmeninin fikirlerinde bir gelişme olduğu anlaşılıyor. Çünkü onun son
vecizelerine göre, kılıç kahramanları gerçek kahramanlar değildir. Gerçek kahramanlar peygamberler,
evliyalar, mutasavvıflar, ermişler. Yani ruh kahramanları... Kılıç erleri ise büyük hodbinler ve savaş,
onların hodbinliklerinin bir vasıtasından başka bir şey değildir.
İstanbul ve Rumeli Türkleriyle Anadolu'nun Sünni olmayan Türklerini milletten çıkaran Topçu"
kafasındaki hayali illetin en büyük düşmanı saydığı Türkistanlılara öyle" bir kin beslemektedir ki
www.atsizcilar.com Sayfa 167
Türkistanlıların temsilcisi diye gördüğü Aksak Temir'den daima "kahpe Timur" diye bahsetmekte ve
yerli yersiz, mesela Mehmet Akife dair konuşma yaparken bile sözü döndürüp dolaştırıp "kahpe
Timur"a getirmekten kendisini alamamaktadır. Bu, onda öyle bir alışkanlık olmuştur ki: "Nurettin
Topçu konferans verdi'' denildiği zaman hemen: Kahpe Timur dedi mi?" diye sorulmakta ve her
nasılsa bu iltifatı unutmuşsa: "O halde Nurettin Topçu konferans verdi sayılmaz!" diye karakteristik bir
şaka yapılmaktadır.
Turancılar kaderin sevkiyle susarlar ve dinlerken, Topçu da bunu pekiyi bilirken, Turancıları, yani
içinde benim de bulunduğu ülkü takımını ikide bir "Don Kişotlar!" diye tahkir etmekle kendi
Anadoluculuğuna birşey kazandırmış olmaz. Aksine, Anadoluculuğu kardeş ülkü diye bilen Turancılar
gücendirilirse, bundan çok şey kaybeder. Çünkü Turancılar samimi insanlardır.
Nurettin Topçu koyu Müslüman geçindiği halde, ömrü, Müslümanlığın ana prensiplerinden birini
baltalamakla geçiyor: İslam dinine göre bütün Müslümanlar kardeş değil mi? O halde Türkistan'ın
Müslüman Türklerine olan hıncının manası ne? Bu hınç, onları Aksak Temir'in torunları saymaktan
doğuyorsa, yani 500 yıllık zaman aşımına aldırmayarak atanın suçunu toruna yüklemek istiyorsa,
bundan zararlı çıkacak olan kendisidir. Çünkü Nurettin Topçu Eğinli'dir. Eğinliler ve bütün Doğu
Anadolu Türkleri, Ankara Savaşında, Temir ordusu saf1arında Yıldırım Bayazıd'ın Osmanlılarına karşı
çarpışmışlardır. Herhalde, Nurettin Topçu'nun o zamanki ataları da bu Türkmen atlılarının arasında
Bayazıd'a karşı ok atıp kılıç savurmuşlardır. Temir'e kahpe demekle, Nurettin Topçu, bir kahpenin
ordusunda hizmet etmişlerin soyundan gelmeyi kabullenmiş olmuyor mu? Fakat üzülmesin. Temir
kahpe olmadığı gibi Topçu'nun Temir ordusundaki bilmem kaçıncı dedesi de kahpenin askeri değildir.
Timur ordusu gibi, Cihan tarihinin hiç yenilmemiş, en disiplinli ve yiğit ordusunda bir er olarak
bulunmak ne büyük tarihtir. Nurettin Topçu'yu, böyle bir dedeye malik olduğu için tebrik ederim.
Nurettin Topçu, yine emin olsun ki, her iki taraftan binlerce kahraman Türk'ün hayatına mal olan o
kanlı Ankara Savaşı, bizim aramızdaki şu mürekkepli kalem tartışması kadar tatsız ve acıklı değildir.
Çünkü o savaş, Türk ırkım iki düşman karargâh haline getirmemişti. Fakat Topçu'nun telkinleri, Türk
aydınlanın iki düşman alayı haline getirebilir.
Türklerin hepsi Temir'i veya herhangi bir Türk büyüğünü beğenmeye veya sevmeye mecbur değildir.
Fakat Türk tarihinin gerçekten büyük şahsiyetlerine hakaret etmemek vicdan ve tarih şuuru
vazifesidir. Çünkü milyonlarca Türk, onu kutlu bir kahraman olarak tanıyıp saymaktadır. Bütün Türk
büyüklerini tenkit etmek hakkımızdır. Tenkidi hakarete çevirmemek de vazifemiz... Şunu da
unutmamalı ki, tarihi vakıaların uzak sonuçlan hiçbir zaman kesin olarak anlaşılamayacaktır.
Kahramanların şu hareketleri şu kadar zaman sonra şu neticeye vardı derken daima indi kalmaya
mahkûmuz...
Topçu'ya, Türkistan Türklerinin de en aşağı bizim kadar Türk ve bizim kadar şerefli insanlar olduğunu,
yaşadıkları ülkenin adı üstünde Türkistan bulunduğunu, asıl vatanımız olan Türkistan'dan geldiğimizi
söylemenin boşuna olduğunu biliyorum. Çünkü o, milli ad olarak "Türk", "Türkiye" veya "Türkeli"ni
değil, Rumca bir kelime olan Anadolu'yu kabul ediyor. Ve Hitit döküntüleri üzerine Müslümanlaşmış
Bizanslıların ve doğudan gelen Türklerin karışmasıyla ortaya çıkan bir "Anadolu milleti" yaratmaktan
marazi bir zevk duyuyor. Mezhep ve siyasi sınırlarla kurulmuş acayip bir millet ki, tarihi, damdan
www.atsizcilar.com Sayfa 168
düşercesine 26 Ağustos 1071'den başlamakta ve bu milletin en büyük düşmanlarını Moskoflar ve o
makule olanlar değil, Türkistanlılar ve Şiiler teşkil etmektedir. (1)
Bu tip Anadolucuların ve onların genelkurmay başkam Nurettin Topçu'nun ışığa göz yummak
kabilinden düştüğü en büyük yanlış, milli tarihi 1071 zaferiyle başlatmalarıdır. Fakat o büyük zaferle
ne bir devlet kurulmuş, ne de yanlış olarak iddia edildiği gibi bütün Anadolu bir hamlede Türklerin
oluvermiştir. Devlet, 1040 da, Dandanakan Savaşı ile kurulmuş, Anadolu fethi ise çok çetin
vuruşmalar ve ileri‐geri gidişlerden sonra XIII. yüzyılda tamamlanmıştır. Bilhassa 17 Eylül 1176'daki
Düzbel zaferimize kadar, Bizans, Türkleri Anadolu'dan atmak ümit ve teşebbüslerini kaybetmemiştir.
Anadolucular, Anadolu Selçuklarını, büyük Selçuk imparatorluğundan ayrı bir devlet gibi görmekle,
nasıl bir gaf yaptıklarının, bizi hayatının uzun bir zamanı yabancı hâkimiyeti altında geçmiş aşağılık bir
millet haline getirdiklerinin farkında değildirler. Çünkü ortaya, bugünkü tarihi sınırlar içinde hapsolup
kalmış bir Anadolu milleti ucubesi çıkınca, bunun tarihi neticesi, şu oluyor:
1‐ Anadolu milleti 1071'den 115Tde Sancar'ın ölümüne kadar 86 yıl Büyük Selçukların, yani İran'ın
hâkimiyeti altında yaşadı.
2‐ Sonra, 1157'den Kösedağ Savaşı'na kadar yine 86 yıl bağımsız oldu.
3‐ 1243'ten 1336'da İlhanlıların yok olmasına kadar 93 yıl yine yabancıların, bu sefer de Çengizliler'in,
hâkimiyeti altında yaşadı.
4‐ 1336'dan 1402'ye kadar 66 yıl, Anadolu milleti, dağınık bir halde, fakat bağımsız olarak yaşadı.
5‐ Fakat 1402'den 1447’ye, yani Şahruh'un ölümüne kadar 45 yıl Çağataylıların, yani "kahpe Timur"
hanedanının hâkimiyetini kabul etti.
6‐ 1447'den sonra müstakil olan Anadolu milleti, zamanımıza kadar 400 küsur yıldır çok şükür
bağımsızdır.
Görülüyor ki, lO71'den beri 886 yıllık ömrü olan Anadolu milletinin siyasi hayatında 86+93+45= 224
yıllık mahkûmiyet çağı var. Yani bu millet ömrünün dörtte birini başkalarının hâkimiyeti altında
geçirmiştir.
İşte uydurma Anadolu milliyetçiliğinin ve onun uydurma tarih telakkisinin parlak neticesi...
Ben, böyle bir milletin ferdi olmak istemiyorum. Ben, bir kısmı yabancı hâkimiyeti altına düşmüş
olduğu zamanlarda bile, daima bağımsız bir milli devletimiz olduğunu kabul eden Turancı görüşe
mensubum. Türkleri coğrafyalarına bakmayarak Türk saydığım için, devletimin başında yabancı
hâkimiyetler değil, ayrı Türk hanedanları bulunduğunu kabul ediyorum. Topçu ve onun gibiler, şu
açıklamadan sonra da 224 yıllık mahkûmiyet çağını kabul etmekte direnirlerse uğurlu kademli olsun.
Topçu'ya göre Şiilik, Anadolu milletinden olmaya manidir. Bir felsefe öğretmeninin, geniş felsefi
düşünüş yerine böyle dar bir mezhep kaygısına kapılmasındaki garabet, dillere destan olsa gerektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 169
Artık Türkiye'de ölmüş bulunan ve aydınlar arasında izi dahi kalmamış olan Sünni‐Şii düşmanlığını
diriltmeye çalışmakla, Türk milletinin veya Anadolu Hitit devletinin kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Aksine, milleti ikiye bölmek ve vicdan birliğine engel olmak gibi berbat bir tarafı vardır ki, en verimli
sonucu Celali isyanlarının Anadolu'yu tekrar kana bulamasından başka bir şey olamaz. Şiiler bizim
milletten olmayınca "Fuzuli" elden gitti demektir. Gerçi, Fuzuli Iraklı olduğu için Topçu onu zaten
milletten tardetmiş demektir. Fakat sanatına yagı göstererek tekrar içeri alması ihtimali de bu Şiililikle
büsbütün ortadan kalkmaktadır.
Bereket versin ki biz Turancılar, yani Türkçüler, mezhebimizle değil de kanımızla ve dilimizle Türk’üz.
Mezhebimizi seçmek elimizdedir. Fakat Türk olmamak elimizde değildir. Çünkü Tanrı'ya şükür ki, bizi
Türk yaratmıştır.
Nurettin Topçu'ya göre biz Turancılar, Anadolu gerçeğini görmeyen, bir mahmuz darbesiyle Turan'a
gidilebilir sanan Don Kişot'larmışız. Turancılık Don Kişotluk değildir. Olsa bile, milli hayal ardından
koşan Don Kişot olmak, kökü Yunan ve Hint olan tasavvuf arkasındaki Şanso Pansa'lıktan iyidir.
Topçu'nun, yani Türklüğü reddederek melez ve ucube bir Anadolu milleti kurmak isteği hayal olmuyor
da Turancılık, yani, Türklerin hepsini birleştirmek ülküsü acaba neden kuruntu sayılıyor? Türkiye'yi
kuranların ve Anadolu fatihlerinin soyundan gelen Şii Anadolu Türklerini bir hamlede milletten
çıkarmak Anadolu milliyetçiliği oluyor da siyasi sınırlarımız dışındaki Türkleri düşünmek neden
milliyetçiliğin antitezi oluyor? Demek ki, Topçu'ya göre biz vatan ve millet düşmanıyız. Kendisini tebrik
ederim. Bu alanda Falih Rıfkı, Hasan Ali ve Ahmet Emin gibilerle aynı fikirde ve aynı safta bulunuyor.
Biz, 1944'te hapislerde ve zindanlarda imtihan vererek Türk milliyetçisi olduğumuzu ispat ettik. O
zamanki hükümetin, dalkavuk ve maskara basının bizim için bulduğu suç Rusya düşmanı olmak,
Türkleri birleştirmek istemek, soyadlarını başa geçirmek vesaire idi. Yoksa İstiklal Marşı'na saygısızlık
ettiğimizi için takibata uğramış değiliz.
İslam birliği, Avrupa birliği, dünya birliği davalarının bol öne sürüldüğü ve tatlı tatlı konuşulduğu bir
dünyada "Türk birliği" denilince çokları deliye dönüyor,
Şüphe hakkımızdır. Bunların hepsinden şüphe ediyoruz.
Nurettin Topçu hangi yüksek (!) fikri ileri sürerse sürsün, büyük bir Türk milleti vardır. Türkistan'da,
Azerbaycan'da, İdil boylarında, Sibirya'da, Kafkasya'da yaşayan bu insanlar kendilerine Türk
demektedir. Türk demeseler de Türktürler. Turancılık fikri, kendilerine Türk diyen o insanları, Türk’üz
dedikleri için değil, Türk oldukları için kurtarmak, birleştirmek düşüncesidir. Güney Korelileri
kurtarmak için bir tugay ile yardıma koşan Türkiye, günün birinde, Doğu Türklerini kurtarmak için,
ordular halinde ileri atılacaktır.
Bu muhteşem fikrin etrafında birleşmek ve ölümü göze almak kanlı meydan savaşlarına atılmayı
tasarlamak, tasavvufun "enel hak" hezeyanı ile mukayese dahi olunamayacak kadar üstün olduğu
gibi, Çanakkale ve Sakarya'da, hatta Kora'da şehit olmak da Hallaç’ın yahut Nesimi'nin çılgınlık
buhranları içindeki ölümlerinden şüphesiz, çok güzeldir.
www.atsizcilar.com Sayfa 170
Turancılığı, milliyetçiliğin antitezi sayan Nurettin Topçu ne biçim milliyetçidir ki, atom ve televizyon
çağında, çevremizde bizi yok etmek isteyen düşmanların bulunduğu kan ve ölüm yüzyılında, askeri
şehanseti inkâr eden ve tasavvufun uyuşturucu prensiplerini aşılamak ister. Ne biçim müslümandır ki,
cihadı, yani savaşı farz kılan Hazreti Muhammed'in prensibine uymaz da, sağ yanağına tokat atanlara
sol yanağını uzatmayı telkin eden İsa'nın prensibini kabullenir? Nasıl bir yurt severdir ki, şimdiye
kadar askerlikle yaşamış bir topluluğun ancak askerlikle ayakta durabileceği en buhranlı yıllarda,
askerliğin ve kılıç kahramanlığının aleyhinde bulunur?
Savaş, bir bencillik ve çapul olunca, Peygamber'in gazalarını, Alp Arslan'ın Malazgirt zaferini, Fatih'in
İstanbul fethini nasıl izah edeceğiz? Görülüyor ki felsefe öğretmeni, felsefi bir gaflet içindedir.
Yanı başımızda Türklüğün can düşmanı bir komünist Rusya var. Türkiye'yi yıkmak için fırsat beklediğini
nihayet Fatih Rıfkı bile anladı! O kalabalık Rus sürüsünü ancak askeri faziletle yenebileceğimiz de gün
gibi meydanda. Şimdi, aklı başında olan herkese soralım: Bizi yıkmak isteyen Moskof’a karşı
düşmanlığı, milli ülkünün baş umdesi yapan ve askerliği mukaddes bilen Turancılık, milliyetçiliğin
antitezi olur da, komünist Rusya'nın müthiş bir gayretle askeri hazırlık yaptığı bir çağda, Türk
gençlerine savaş ve askerlik aleyhinde nutuklar çeken Nurettin Topçu'nun fikirleri mi milliyetçilik
olur?
Hız, hareket ve enerji yüzyılında, kuvvetli bir, düşmanla boğuşmak için hazırlık demek olan Turancılık
zararlıdır da, mutasavvıfların o Tanrılık iddiasına kalkacak kadar çılgın, güzellerde Allah'ın aksini
görecek kadar sersem, "cemal‐i ilahi" teranesiyle homoseksüellik çukuruna düşecek kadar hasta ve
ahlak dışı prensipleri mi faydalıdır?
Dünyanın neresinde ve hangi mezhepte olursa olsun bütün Türkleri Türk sayan Turancılık yanlıştır da,
milliyeti siyasi sınırlar sınırlanmış sanacak kadar dar görüşlü olan, insanların dini ve vicdani inançlarına
karışarak Sünni ‐ Şii ayırımı yapan, Rumeli Türklerini başka bir millet gibi gören ve hatta hoşuna
gitmediği için Anadolulu İsmet İnönü'ye bile yan yanıdır diye iddia ve reddeden Nurettin Topçu'nun
Anadoluculuğu mu doğrudur?
Moskofla kıran kırana yarınki savaşta, Türkiye'yi, Türkçü ve askerci olan Turancı düşünce koruyacaktır.
Topçu'nun mutasavvıf ve askerlik düşmanı Anadoluculuğu değil...
Moskof sürüleri saldırdığı zaman, ona yine en sonunda Türk süngüleri cevap verecektir.
Mutasavvıfların kerametleri değil...
Türkiye'yi Attila'nın ordusuna benzeyen gözü pek askerler savunacaktır. Hâlla‐ı Mansur'lar değil...
Türkiye Attila'nın Çengiz'in, IV. Murat’ın ahlakı ile korunacaktır. İsa'nın, Muhiddin‐i Arabî’nin veya
Niyazi‐i Mısri'ninki ile değil...
Bu Anadoluculuk, parlak geçmişi ve yüksek kabiliyeti ile bir bütün olan büyük Türk milletini
parçalamak ve birini ötekine düşman etmek isteyen hasta ve milliyetçilik düşmanı bir fikirdir.
www.atsizcilar.com Sayfa 171
İnsanların milliyeti doğum yerleriyle değil, babalan ve anaları ile belli olur. Bu yüzdendir ki Anadolulu
olan Köprülü Mehmet Paşa Türk değil, fakat Edirneli olan Fatih Türktür. Fatih'in dedelerinin
Anadolulu olduğu söylenecek. O Anadolulu dedelerin dedeleri de Türkistanlıdır. Kısacası, Rumeli
Türklerini Anadolulu, Anadolu Türklerini de Türkistanlı saymak kabil ve kaç göbeğe kadar evvelki
vatana mensup olunacağını tayin imkânsız olduğundan, milliyetleri kana göre tespit etmekten başka
çare yoktur. Millet ise coğrafi veya siyasi bir bölgede yaşayan insanlar değil, geçmişte bir olup da
gelecekte yine birleşmesi kabil olan, Rum ve tarihi bağları kopmamış insan topluluklarıdır.
Kıbrıslılar, 80 yıl bizden ayrı kaldıkları için bizim milletten olmak hakkını kayıp mı ettiler? Görülüyor ki,
tarihi saat çaldığı zaman milli ülkü damarlarda şahlanıyor ve Turancı olmadığı muhakkak bir hükümet
bile: "Kıbrıs Türkleri sahipsiz değildir!" diye haykırmaktan iktidar partisinin Meclis Grubu, Kıbrıs'ı, ana
vatanın parçası ilan etmekten geri kalmıyor.
Turancılığın gerçekleşmesi için şartlar hazır değildir. Semerkand'a gitmek için atlarımızı
mahmuzlayacak durumda değiliz. Fakat bütün bunlar, fikri hazırlık yapmaktan, bizi, alıkoyamaz.
Zamanı gelince de, şüphesiz, Semerkand, son merhale olmayacaktır.
Yoksul veya yarı aç bir adam zengin olmak için birtakım planlar tasarlarsa, ona: "Sen karnını doyur da
ham hayallerden vazgeç!" mi demek yakışık alır, yoksa azminden ve iradesinden dolayı kendisini
tebrik etmek mi? Zengin olmak iradesi, bu adamı felakete mi sürükler, yoksa ona hız mı verir?
Kuvvetli bir genç, hastalanıp yatağa düştüğü zaman, yine şampiyonluk hülyaları kurarsa, günaha mı
girmiş olur? Bir lise öğrencisi, büyük bir bilgin olmak kararında ise, onun bu fikriyle alay mı edilir,
yoksa teşvik mi? Vaktiyle bir olan Türkler, yine birleşelim derse, Nurettin Topçu’ya düşen: "Bırakın şu
Don Kişotluğu" demek midir?
Bilgisini ve zekâsını daima beğendiğimiz Nurettin Topçu'da bir "büyüklükten korkma" hastalığı var ki,
onu birtakım haksızlıklara sürüklüyor ve kendi halinde ülkücüler olan Turancılara karşı yakışıksız sözler
söyletiyor. Türkiye'yi daha büyük görmek ülküsünü yani Turancı1ığı, millitçi1iğin antitezi diye
anlamak, başka türlü tefsir olunamaz. Anadolu'nun destan kahramanı Köroğlu bile, at koşturmak için:
"Anadolu’nun eni iyi ama boyu kısa!" dememiş mi? Bu, milletin yaratılışındaki büyüme isteğinin
ifadesi değil midir?
Daha söylenecek çok şey var. Fakat şimdilik bu kadar söylüyor ve Nurettin Topçu'yu yanlış
düşüncelerini düzeltmeye davet ediyorum. Tarihi vesikaları ortaya dökerek konuşmaya başlarsak,
herhalde mahcup olur?
(1) Nurettin Topçu, tarihi gerçekler ve Türkoloji ile taban tabana zıt olan bu fikrini, "Yarınki Türkiye"
adlı kitabında da tekrarlamıştır. Bu kitapta, o hayali tezi, şu şekilde savunmaktadır:
Doğudan gelen Türkmenler, Hitit'lerin torunları olan yerli ve göçebe olmadığı için de medeni halk ile
karışıp Anadolu milletini meydana getirdiler, Buna göre bugün Anadolu'da yaşayan millet, doğudan
gelen göçebe Türkmenlerle eskiden beri Anadolu'da yaşayan halkın karışmasıyla meydana gelen
"Anadolu milleti" dir, yani Türk milleti değildir.
(Orkun, 1964, Sayı: 23, )
www.atsizcilar.com Sayfa 172
DİNDAR VE MUTAASSIP HACI BAYANIN TÜRKLÜĞE HAKARETLERİ
Günümüzün modalarından birisi de mini etekli, açık saçık dişilerin yanında hacı, hoca takımından
gayet mutaassıp, görünüşte dindar, mutasavvıf kadınların türemiş olmasıdır. İsteyen istediğini olur.
İsteyen istediğini sever. İsteyen istediğine tapar. Anayasa insanlara birçok haklar tanımıştır.
Başkalarına, düzene, ahlaka, kanunlara çarpmadıkça herkesin her türlü hürriyeti vardır.
Bir de kanunlar bakımından suç olmadığı halde milli gurur bakımından incitici, kırıcı, hatta küstah ve
edepsizce olan davranışlar vardır. Mesela birisi çıkıp Türkler'in milli sembolü olan Bozkurt'a it
demiştir. Bunu söyleyen seviyesiz, herhalde Bozkurt'un aynasında kendisini görmüştür. Milli bir
timsalin milli hayattaki değerlerini anlamayacak kadar sefil anlayışlı, milli değeri küçümseyecek kadar
hain bir serseridir. Tıpkı Bozkurt gibi milli bir sembol olan bayrağı da aynı gözle gördüğü muhakkak
olan seciyesiz biridir. Bundan her şey beklenebilir. Fakat görünüşte dindar olduğu için olgun ve
başkalarının değerlerine saygılı olması gereken bir hacı kadından böyle bir saldırganlığı beklemezdik.
Sabah gazetesinin yazarlarından Bayan Hacı Münevver Ayaşlı'dan bahsetmek istiyorum.
Sayın Bayanın 7 Mart 1969 tarihli Sabah gazetesinde "Bayram Gazetesi ve Yazarları" başlıklı makalesi
Türkçülüğe hakaretlerle doludur ve bu arada taassuptan doğan çocukça fikirlerin gülünç bir halitasını
arz etmektedir... Sayın Hacı Bayan, Bayram Gazetesi yazarlarının çok defa söylenmiş şeyleri
tekrarlamasından yakınarak aynen şöyle diyor:
Efendim Bayram Gazetesini mecburen alıyor ve mecburen bu yazıları okuyorum. Halk Partisi klasik
mührünü taşıyan bir yazar bir yazı kaleme almış. Tutturdukları ve hiç bırakmadıkları konu: 1)
Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliği; bininci defa olmak üzere tekrar tekrar yazıyor. Ne oluyor
yani? Karamanoğlu Mehmed Beğ Türkçeci olacak da Selanikli Dönme ve Giritliler tarafından
maskarası mı çıkarılacak? 2) Malum, yine Cenabı Pir Hazreti Mevlana’nın Farsça yazması konusu.
Hazretin Farsça yazması kerametlerinin en büyüğü Allah vermesin ya Türkçe yazmış olsaydı Mesnevi
ve Divan Kebir ne hale gelirdi? Herhalde 13. Asırda yazıldığı gibi kalmaz, Dil Kurumu onu
sadeleştireceğim diye didik didik ederdi ve bu iş Sadi ırmak, Behçet Kemal ve Faruk Güventürk’le
kadar düşerdi. Hazreti Mevlana'nın Farsça yazması bütün şarka hitap ettiği gibi bütün müsteşrikler
vasıtasıyla Garba hitab ediyor demektir.
Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliğini küçük görmek ve Mevlana'ya "Cenabı Pir Hazreti
Mevlana" gibi şatafatlı unvanlar yakıştırarak onun Farsça yazmasının en büyük keramet olduğunu ileri
sürmek Yirminci Asrın müspet kafası karşısında insanı güldürecek ve acındıracak bir zavallılıktan başka
bir şey değildir.
Bu sayın bayan, Selanik Dönmeleriyle Giritliler Türkçeyi maskara edecek diye Türkçe yazılmamasını mı
daha doğru buluyor? Bu düşüncenin, kaza oluyor diye otomobilleri yasaklamayı düşünmekten ne farkı
var? Ya Farsça metin bir kale midir ki onunla yazılan eser her türlü taarruzdan korunmuş oluyor? Artık
kitaplarda kalan Farsça ile bugünün kürtçeye benzeyen çirkin Farsçası ayın mıdır?
Mevlana keramet yerine mucize göstererek şu Mesneviyi İngilizce yazsaydı herhalde bugün daha çok
kimse tarafından anlaşılır, şöhreti daha büyük, itibarı daha fazla olurdu.
www.atsizcilar.com Sayfa 173
Bizim burada dokunmak istediğimiz konu Sayın Hacı Bayanın Hazreti Piri olan Cenabı Mevlana'ya
beslediği aşk değildir. İsteyen istediğine aşk besleyebilir. Dokunmak istediğimiz şudur. Hacı Bayan
diyor ki:
İttihatçıların bir düşünürleri vardı. Yüzü kara, ruhu kara, kendi kara kürt, fakat Türkçü Ziya Gökalp!
İşte bu düşünür. Kaç kişi ziyaretine gidiyor? Kaç kişi mezarının nerede olduğunu biliyor? Kimse yattığı
yeri bilmiyor.
Hacı Bayanın da diğerleri gibi bir Türkçülük düşmanı olduğu anlaşılıyor. Ziya Gökalp'a bunca hakaretin
başka tevili yoktur. Bir kere Ziya Gökalp kürt değil, Türk'tür. Irkçılığın aleyhinde olduğunu bildiğimiz
Gökalp atalarının Çermikli ve Türk olduğunu, fakat ırken Türk olmasa bile kendisini Yine Türk
sayacağım, çünkü hars bakımından Türk olduğunu yazmıştır. Bundan başka Ziya Gökalp'in yüzü, ruhu
ve kendi neden kara oluyormuş? Yüzünün karalığından mabat esmerlikse biz Ziya Göka1p gibi bir
karayı Sayın Hacı Bayan gibi bin beyaza tercih ederiz. Gökalp Türkçülüğe hizmet etmiş, sistem
kurmaya çalışmış, ölmez eserler vermiş bir insandır. Mezarının ziyaret edilmemesi ise bir adamın
değersizliğini göstermez. Bir adamın büyüklüğü mezarını ziyaret edenlerin sayısıyla yahut mezarının
belli olmasıyla ölçülmez. Mevlana'nın mezarını yılda 500.000 kişi ziyaret ediyormuş. Bilet kestiniz
yahut da oturup saydınız mı Sayın Hacı Bayan? Bu kadar adam ziyaret etse bile ne çıkar? Sarhoş, reybî
ve eyyamperest Hayyam'ın mezarını da belki daha çok insan ziyaret ediyor. Fakat büyük ve şanlı
kahraman Kılıç Aslan'ın mezarı hiç ziyaret olunmuyor. Çünkü yeri belli değil. Yeri belli olan Fatih'in
mezarına da yılda ancak birkaç yüz kişi uğruyor. Bunlardan ne çıkar? Bunlar ya insanların vefasızlığını,
ya budalalığım gösterir yahut da hiç birini göstermez de bir alışkanlığın eseri diye kabul edilebilir.
Fakat herhalde Hazreti Pirinizin Kılıç Arslan'dan veya Fatih'ten büyük olduğunu ispat etmez.
Mevlana gelmeseydi Türklük hiçbir şey kaybetmezdi. Fakat Kılıç Arslan'la Fatih gelmeseydi çok
kaybeder, belki de bugün var olmazdı. "Evliya, Farsça yazdığı için keramet sahibidir" dediğiniz sözde
Müslüman Mevlana, Allah'ın celali ve kudreti onlarda tecelli etmiştir diye Şamanı Moğollar'a,
dalkavukluk etmiştir ve onun büyük Fars şairliğinin ötesinde hiçbir değeri yoktur. Mezarı bilinmeyen
Kılıç Arslan ise 20–30 bin atlısıyla Avrupa'nın zırhlı şövalye ordularına karşı can pazarında Anadolu'yu
savunmuştur. Onun şanlı savunmaları olmasaydı bugün hiçbirimiz olmayacaktık ve siz de Hacı Bayan
ya Marika, ya da Fotika olarak yaşayan bir insan olacaktınız.
Demek sizin Piriniz insanlığı irşad etmek istiyordu da onun için Farsça yazdı. On Üçüncü Asrın başında
Farslık ezilip siyası olarak yeryüzünden kalkmış ve cihanın büyük bölümünde Türk hâkimiyeti, Türk
kültürü ve Türk dili yürürlüğe girmişti. Cenabı pir bu büyük ve hâkim ırkın diliyle yazsaydı kerameti
daha büyük olmaz mıydı? Mademki keramet sahibiydi, kendisinden iki asır sonra gelecek olan
Nevayi'nin "Muhakemetü'l‐Lugateyn" (= İki Dilin Ölçüştürülmesi) adlı bir eser yazacağını, bu eserde
Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü ispat edeceğini bilirdi. Cenabı Pir herhalde zühul buyurmuş
olacaklar. Şemsi Tebriz’i Hazretleriyle halvet âleminden mest olmak yüzünden bu gibi konularla
uğraşacak vakitleri yoktu.
İnsanlar garip yaratıklardır. Kafa olgunluğu biraz eksik oldu mu ölçüyü hemen kaçırır ve kendisine ait
olanın daima en iyi ve en üstün olduğunu sanır. Kendi benliğini şişirip büyütür. Habbeyi kubbe yapar.
Cenabı Pir de böyle şişirilmiştir. O sadece büyük bir şairdir. Evliyalığı, mürşitliği yalandır. Ney ve
dümbelekle raks eden evliya görülmemiştir. Evliya denen adamlar ağır başlı olurlar. Mevlana ise zevk
www.atsizcilar.com Sayfa 174
ve keyif ehli olarak musiki âlemleri yapmış, dans etmiş, kuvvetli olan her kimse ona boyun eğerek
gününü gün etmiş, yaşamıştır.
Tasavvuf fikirlerini kendisinden önce Anadolu'da yaşayan ve birçok din bilginleri tarafından tekfir
edilen Muhyiddin‐i Arabî’den almıştır. Tasavvuf, Doğunun, Batının bütün din ve felsefelerinin
karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İslam aleyhtarı noktalarını da yakalarsınız. Yunan
felsefesinden, Budizm’den vesaireden gelen unsurlarla Tanrılık iddiasına kadar kalkan mutasavvıflar
malumdur. "Mansur" bu çılgınların en tanınmışıdır.
Müslümanlık başka din erbabına zulmü terviç etmezse de "Hak din İslamiyet’tir" düsturu ile bu
meseleyi kesin şekilde çözüp atar. Hâlbuki tasavvufta bütün dinler birdir. Bunu Yunus Emre şu
beytiyle dile getirmiştir:
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidir.
Buradaki "millet" günümüzün manası ile 'Ulus" anlamındaki millet olmayıp Arapçadaki gerçek anlamı
ile "din" demektir. Yani Yunus Emre tasavvuf prensiplerine uyarak Müslüman, Hıristiyan, Musevi,
Mecusi, Budist ne varsa hepsinin eşit olduğunu ileri sürüyor ki bu fikrin, bütün tevil ve tefsir
çabalamalarına rağmen İslamiyet'le bağdaşamayacağı gün gibi aşikârdır. Hele Kazak Abdal'ın:
Kıldan köprü yaratmışsın, gelsin kullar geçsin deyü;
Biz hele şöyle duralım, yiğit isen geç a Tanrı! ...
demesi apaçık bir küfür değil midir? Fakat mutasavvıflar bunda o kadar derin ve ince manalar bulurlar
ki bizim gibi nasipsizlerin bu yüksek fikirleri anlamamıza imkân yoktur. O sebeple bunlar küfür değil,
İslamiyet’in ta kendisidir. En yüksek mertebesidir. Şeriattan tarikata, tarikattan marifete, marifetten
de hakikate yükselişin sırlardır. Biz hiç bu yüksek hakikatleri anlayabilir miyiz?
Tasavvufta din millet ayırımı olmadığına göre sayın dindar ve mutasavvıf Hacı Bayan, Ziya Gökalp'ın
kürtlüğünü ne diye ileri sürüyor? kürt olmadığı muhakkak ama kürt olsaydı bunu suç ve eksik diye
ancak biz görebilirdik... Hacı Bayan gibi din ve millet sınırlarını çoktan aşmış yüksek mütefekkirlerin bu
türlü kusurlara aldırmaması gerekirdi.
Biz hayal âleminde değil, ülkü sınırları içinde yaşıyor, ülkünün ne dereceye kadar ve hangi şartlarla
gerçekleşebileceğini akıl ve muhakeme yoluyla hesaplayabiliyoruz. Ülkücülük karşılıksız bir fedakârlık
ve hizmet duygusudur. Ne dindarın Cennetinden nimetler, ne mutasavvıfın hayalindeki Tanrıyla
buluşma gibi olağanüstü zevkler bizde yoktur. Mademki dünyaya geldik, bir görev yapmalıyız ve bu
görev insanlara yakışır bir görev olmalıdır diyoruz. Çünkü biz dünyaya hayvanlar gibi yalnız eğlenmeye
değil, bir vazife yapmak için geldiğimize inanıyoruz ve bu yolda olan en fedakâr insanların bile
kusurlarını görmemekten gelmiyoruz. Ülküdaşlarımızın meziyetlerini büyütmüyoruz. Herkesin hakkını
vermeye çalışıyoruz. Bu arada Türklüğe zarar verenlerden de şüphesiz nefret ediyoruz. En
tiksindiğimiz yaratıklar ruh ve beyin bakımından anormal olanlardır.
www.atsizcilar.com Sayfa 175
Ziya Gökalp birçok kusurlarıyla birlikte Türklüğe ve Türkçülüğe hizmet etmiş bir kimsedir. Çıkar
peşinde koşmadığı da bilinen hayatıyla ortadadır. Buna kara ruhlu, kara yüzlü kürt demek için önce
milli olan her değerden tecerrüt edip başka bir âleme girmek icab eder. Hacı Bayan, Cenabı Pir Hazreti
Mevlana'nın aşkıyla bu âleme girmiş gözüküyor.
Karamanoğlu'nun Türkçeciliği, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü onu ilgilendirmiyormuş. Olabilir. Hakarete
kalkmamasını ihtar ediyoruz. Aklının ermediği bu konuları bırakarak bizi karanlıktaki bazı meseleler
üzerinde, bu meselelerdeki yüksek bilgisiyle aydınlatmasını rica ederiz. Mesela Cenabı Mevlana'nın,
Şemsi Tebrizi ile şu bir türlü izah olunmayan halvet âlemlerinin ilmi ve tasavvufi manasını, bununla
beşeriyetin nasıl irşad olunduğunu, Şemsi Tebrizi Hazretlerinin nasıl ve neden kaybolduğunu, şimdi
göğün kaçıncı katında ikamet buyurduğunu anlatıp bizi aydınlatsalar meslek‐i kavim‐i tasavvufa çok
büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Bundan başka Cenabı Mevlana'nın Şemsi Tebrizi Hazretlerine,
tıpkı sevilen bir kadına hitap eder tarzda şiirler yazmasının yüksek tasavvufi manasını ve hele Türkçe
bir şiirinde:
Kiçkinen oğlan hey bize gelgil
Dağdanan dağnan hey geze gelgil!
Ay bigi sensin, gün bigi sensin!
Bi‐meze gelme, ba meze gelgil.
demesinin hikmetini ve küçük oğlanı mezesiyle birlikte çağırmanın ne demek olduğunu anlatsalar,
Türkçe ve edebiyat öğretmeni olduğumuz halde, kemal‐i cehlimizden gerçek manasını bir türlü idrak
edemediğimiz bu beyitlerdeki tasavvuf incilerini öğrenerek kendilerine minnettar kalırdık.
ÖTÜKEN, 1969, Sayı: 64
NURCULUK DENEN SAYIKLAMA
Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekâsının pek iptidai olduğu zamandan beri,
insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekânın ve bilimin yükselmesiyle dinler de
yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve
kırgınlıklardan sonra medeni dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış, bir kanaat olarak saygıdeğer
bir yer kazanmıştır. Artık medeni insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamı
yazılar değil, ancak bilginlerin etütleri yayınlanıyor. Medeni insan, başkalarının dini inancına saygı
gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor.
Türkiye'de bir zamandır dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır. Mabedsiz
şehir kurmakla övünen budalalar, çirkin harabelerin mabed haline getirileceğini düşünememiştir.
Cumhuriyetin başlarında, artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye
olunurken, milletin manevi ihtiyacı düşünülerek asri din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu
açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor payesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de
kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler
halka vaaz edemezdi.
www.atsizcilar.com Sayfa 176
Mabedsiz şehrin ilk yemişi Ticanilik, onun olup kurtlanmışı da Nurculuk oldu.
Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide bir görülen Nurcular, nur risalesi talebeleri kimdir? Aralarında
avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk,
"Said‐i Nursi" adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur risalesi talebeleri de Said‐i
Nursi'nin o çetrefil ve cahil kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur
gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallıdır.
Said‐i Nursi, denilen adam, eskiden Said‐i Kürdi diye bir takım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez,
daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten aciz, Şafii mezhebinden bir kürttür.
Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında milli kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı kürt
kendisine "Bediüzzaman" demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu
adla ululamaktadır. Bediüzzaman, "zamanın harikası" demektir. kürt Said, cidden zamanın harikasıdır.
Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidailiği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle
zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da on binlerce, belki yüz binlerce Türk'ü ardına takmakta
gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın harikasıdır.
Zamanın bu harikası, bu kürt Said, aslında bir kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini
yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa,
kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürkçülük davasını açıkça
güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine
yahut kendi tabiriyle Risale‐i nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi
olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olması ihtimali varmış. Tabii, dağdaki kürdün bu büyük ve ilahi
(!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf
Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve kürt Şeyh
Said'in 1924 de yapamadığını kürt Molla Said (yani Bediüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak.
Kadını şeytanın askeri sayarak evlenmeyi yasak eden dinin, Zerdüşt dini olduğunu bilmeden koyu
Müslümanlık adı altında bir nevi Mazdeizm yaptıklarının farkında olmayan bu beyinsizler sürüsüne ne
demeli? Urfa'daki mezarının bir baş belası haline gelmemesi için, söylentilere göre, General Mucip
Ataklı tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, bu kaldırmaya inanmayarak kürt Said'in oradan
uçtuğuna inanacak kadar şuursuz olanlara ne denebilir? Milli talihsizlik, akıl hastalıkları kliniklerinde
yatması gerekenlerin halk arasında dolaşmasındadır. Ciddi tedbirler alınmazsa, bu dini cinnet daha
yıllarca sürecektir.
Nur risalesi (kendi tabirleriyle risale‐i nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni
örümceklenmiş zavallılar bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi veya taşbasmasıyla
çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır.
Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları kürt hamalların fikir
seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de, onda gizli hikmetler yüksek
gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.
Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim
bir tanesinde kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen sözün bir kutudan
duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.
www.atsizcilar.com Sayfa 177
İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatında şeyhi, piri olan, kendisinden "efendi
hazretleri" diye söz ettikleri kürt Said'in seviyesi budur.
Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo
hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan aciz olan o kara cahil, bu katmerli
bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhinde hüküm çıkarmaktan da geri kalmıyor. Nur risalelerini n
birinde, Ye'cüc Me'cüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız
gibi "akvam‐ı vahşiyye" (yani vahşi kavimler ) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medeni kürdü! Özbek,
Kırgız ve Tatarlar arasında okuyup yazma nispeti % 90'dır ve aralarında atom bilginleri de olmak üzere
her bilim dalında yüzlerce uzman ve bilgin bulunmaktadır.
Kendisini Nurculuğa kaptırmış olan bir avukatla geçen yıl aramda küçük bir konuşma olmuş, kürt Said
de ne bulduğunu kendisinden sormuştum. "Kur'anın en güzel tefsirini yapmıştır" diye cevap vermişti.
Bu genç avukat eski yazıyı bilmiyor, Kur'anın şimdiye kadar en büyük İslam bilginleri tarafından üç
İslam dilinde yapılan tefsirlerinden habersiz bulunuyordu. Bunu kendisine boşuna anlatmaya çalıştım.
Bir kere çileden çıkmış, aklın ve mantığın dışına uğramıştı. Bir safsataya inananla uğraşmak neye
yarar? Bugün devlete düşen görev, bunun sebeplerini arayıp bularak tedavisine gitmektir.
Bana göre Ticanilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebebi, milli
ülküden yoksunluktur. Tıpkı normal yemek bulamayan aç çocuğun duvarı yalaması, yerde bulduğu
faydasız veya zararlı şeyleri yemesi gibi, bağlanacak büyük bir ülkü bulamayan insanlar, abur‐cubur
düşüncelere kurtarıcı diye yapışıyorlar. Çünkü insanlar, bir fikre bağlanmaya mecburdur. Bu istidat
insanlığın mayasında vardır. Bunu hiçbir kuvvet önleyemez.
Türkiye'de gerçek ülkü olan Türkçülük türlü bahanelerle baltalanmasa, gerçek Türkçü olan eski
"Milliyetçiler Derneği" 1953'te kapatılmasaydı, bunlara gelişme imkânı verilseydi, bugün memlekette
partiler üstünde, gayet ateşli ve şuurlu bir milliyetçi topluluk bulunacak, hükümetler güç durumlarda
bunlardan yardım isteyebileceklerdi.
Türkçülük, insanlara hiçbir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi hiçbir şey vermiyor. Yalnız
istiyor... Fedakârlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise cennet vaadinde bulunuyor. Ebedi saadet,
cennette köşkler, yemekler, huriler vaat ediyor... Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar,
tabii Nurculuğu seçecektir. Nitekim bunu kendileri de söylüyor: "Türkçülük mezara kadar... Ondan
sonra ne olacak?" diyor... Tabii ondan sonrasını kendilerine kürt Said hazırlayacak...
Şimdi, şu kürt Said'in nasıl bir kürt milliyetçisi olduğunu kendi yazısıyla ispat ettikten sonra, onun
arkasına takılan Türklere birkaç söz söyleyeceğim.
kürt Said'in 1327 (= 1909) yılında, İstanbul'da Vezir Hanındaki İkbal‐i Millet Matbaasında basılmış bir
eseri vardır. Adı: "İki Mekteb‐i Musibetin Şahadetnamesi Yahut Divan‐ı Harb‐i Örfi ve Said‐i Kürdi"dir.
Kendisinin. Said‐i Kürdi (yani kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de
kendisini "Bediüzzaman" diye takdim etmektedir. Eserin tabii, yani editörü de "Kürdizade Ahmed
Ramiz" dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin "hatime" kısmı (44‐ 48. sayfalar) kürt
Said'in içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış
www.atsizcilar.com Sayfa 178
için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebna‐i cinsime burada birkaç söz söymezsem, bence bahs natamam
kalır (= Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır.)
Ey Asurîler ve Keyanilerin Cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan kürtler! Beş
yüz senedir yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahra‐i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet
sahrasında yağma edecektir. Hikmet‐i ilahi denilen makine‐i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum
âleme mümted ve müteşa'ib kanun‐i nurani‐i ilahinin müessisi olan hikmet‐i ilahi ufk‐i ezelden
engüşt‐i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet
ve kuvvetinizi fikr‐i milliyetle tevhit ve mezcederek zerratın cazibe‐i cüz'iyyeleri gibi bir cazibe‐i
umumi‐i milli teşkili ile kürt gibi bir kütle‐i azimi küre gibi tedvir ederek şems‐i şevket‐i islamiyye ve
Osmaniyyenin mevkibinde bir kevkeb‐i münevver gibi cazibesini ittiba ile muvazene ve aheng‐i
umumiyyeyi muhafaza ediniz. (=Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri
ve kahraman askerleri olan arslan kürtler! Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa
vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlahi hikmet denilen, âlem makinesinin
nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dal budak salan Tanrı'nın nurlu kanununun kurucusu olan
ilahi hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış; size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla
damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak
zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumi ve milli cazibe teşkili ile kürtler gibi büyük bir kütleyi
dünya gibi döndürerek İslam ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine
uymakla muvazeneyi ve umumi ahengi muhafaza ediniz.
* * *
Görülüyor ki kürt Said, zavallı kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayali öncülüğünü yaptıracak
kadar koyu bir kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle kürtleri kürt milliyetçiliği fikri etrafında
birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi
olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslamcı değil, bir kürtçü olduğunu kabule mecburdur.
Bundan sonrasını, zaten anlaşılmaz ve bozuk ifadeli olan metinden sıyırarak, yalnız tercümesini (evet,
bu kelime yerindedir) vermek suretiyle okuyucuları boşuna yormaktan alıkoyacağım. Bundan sonra
kürt Said şöyle diyor:
Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı
yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek
sesle, sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum
için "fen, sanat ve silah başına, ileri arş" emrini veriyor.
Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu
üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş
bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki, mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları
ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmi mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu
ile sulamanın vaktidir. Yoksa kuruyup çürüyecektir.
İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan Üstad, sillesini kaldırmış, size
hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahrasında yağma ettireceksiniz yahut medeniyet
www.atsizcilar.com Sayfa 179
alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbali karşılayacak ve olgunluğun Kabesine
koşacaksınız.
Milliyet denilen mazi derelerinde, hal sahralarında ve istikbal dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem‐i
Zal ve Selahaddin‐i Eyyubi gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek
duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki, her biriniz umum bir milletin
hayatının makesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali olunuz. Şimdiki gibi bir
şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür 've milli
hamiyetin galeyanıyla ahlak da yükselir.
Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve milli hâkimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan
hürriyetteki cüz'i iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer’i meşveretin mayasıyla
mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve
vasiye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığımızı birleşerek gösteriniz.
Milli hamiyet ile şahsi fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır
alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmeyecektir.
Mazide dağınıklılığınıza sebebiyet veren birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet
saadethanesinde icat fikrine, şahsi teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâp edecektir" Hatta diyebilirim
ki, başkalarının sükuti medreselerine nispetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmi mebuslar
meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatihalar okuduğunuz zamandaki semavi ve ruhani vızıltılarınız
da, mezhebi ve kavmi mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir ima ve nişanı vardır.
"İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur." sözünün öteki ifadesi, şahsi teşebbüstür. Her kemalin
kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve milli namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte
terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında milli namusu çiğnetmeyiniz. Milli duyguların
makesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bulunan diliniz, tuba ağacı
gibi bir ağacın tecellisine müstaitken böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz
sizden milli hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi lisandır. Anadil tabii olduğundan,
kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz. O dile giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi
baki kalır. Milli dille görünen her şey hoş gelir. Milli hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da
Mutkili Halil Hayali Efendi'dir. Milli hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası
olan elif be, sarf (= gramer) ve nahvini (= sentaksını) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan
madeninde böyle bir hamiyet cevherine rast geldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler
ışıklandıracaktır.
İşte bu zat, bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun
izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.
Bediüzzaman Said‐i Kürdi:
kürt Said'in tam bir kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp
da, yalnız geri kalmış kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara, "Bilgi sahibi olun" demekle yetinir,
medeni ve edebi Türkçe dururken, milli dil diye kaba ve iptidai kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin
memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zaruri gevşemesinden faydalanarak, Türkiye'yi
www.atsizcilar.com Sayfa 180
parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman
kardeş de İmparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor.
Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidai cemaatler gibi, roman kahramanı
olan Zaloğlu Rüstem'i ve ancak anası kürt olan Selahaddin Eyyubi’yi kürt kahramanı diye ileri sürüyor.
kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii,
devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said‐i Kürdi adını
Said‐i Nursi yaparak ve Nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek bir din
mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.
Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil
Türk'ün, bu cahil kürdün arkasından gitmesi onun cahilane ve hainane öğütlerine körü‐körüne, boyun
eğmesidir.
Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:
Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir kürdün ardından gidiyor, onun
telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz. Aranızda "Türkçe de dil mi?" diyen
ahmaklar, resmi dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir
kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya
azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzu farkında değil misiniz? Bir cahil kürdün sakalını tırnaklarını,
abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi
temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın
müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük
bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için kürt Said gibi
maskaralara ihtiyaç yoktur.
Bana bu yazıyı yazdıran, Trabzon'dan yollanan acayip bir nesne oldu. Çok küçük boyda 8 yapraklık bir
broşür olan bu nesne, hangi basımevinde basıldığı belli olmayan bir Said‐i Kürdi reklâmıdır. Gönderen,
O. Nuri Kurt adında tanımadığım birisidir. İçinde kürt Said'in sayıklamalarından parçalar var. İkinci
yaprağın ikinci yüzündeki şu hezeyana bakın:
"Aziz, Sıddık kardeşlerim:
"Siz kat'i biliniz ki, risale‐i nur şakirtlerinin meşgul oldukları vazife ruy‐i zemindeki bütün muazzam
mesailiden daha büyüktür."
***
Evet! Sizin vazifeniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk idarenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı
Türkiye'yi cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatınızla yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek; şeriatı Anayasa
ve Medeni Kanun durumuna getirerek, evlenmeyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı
getirip Arapçayı resmi dil yaparak, İslamiyet'ten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak
Türklüğü yıkacaksınız. Bunu yaparken, ölü Stalin'le sağ Makaryos'un müttefiki olduğunuzun asla
farkında olmayacaksınız. Müslüman geçindiğiniz halde, Peygamber'in "Evlenip çoğalınız" anlamındaki
www.atsizcilar.com Sayfa 181
hadisini hiçe sayarak, kürt Said'in evlenmemek hususundaki hezeyanlarına baş eğmekle kimin
ekmeğine yağ sürdüğünüzün farkında olmayacak kadar acınacak yaratıklarsınız.
Neymiş o sizin meşgul olduğunuz büyük vazife? Bir odaya kapanıp kürt Said'in hezeyanlarını okuyarak
kendinden geçmek değil mi? Bu zavallı ve gülünç halinizle siz, aslında ruhi tababetin ve marazi
ruhiyatın konusu olabilirsiniz. Kendisi genç ve güzel bir kadın olduğu halde, ihtiyar, çirkin ve kör bir
zenci ile evlenen Amerikalı artist gibi anormal zevk sahipleri dünyada seyrek görülen nesne değildir.
Sizinki de kendi içinizde kalsa, Türklüğün aleyhine yönelmese, belki böyle sayılabilir. Fakat Cennet
vaadi ile gafilleri avlıyor, onların milli duygusunu yıkıyor ve Türklükten ayırıyorsunuz. Araplarla
aramızda bir dava oldu mu, mutlaka Arapları haklı bulunuyorsunuz. Türk‐Arap savaşı olursa, "din
kardeşime silah çekmem'" diyorsunuz.
İşte, sizin üstadınızın kimliğini kendi yazısıyla gösterdim. Onun bir kürt milliyetçisi olduğu apaçık
ortaya çıktı. Bu açıklamadan sonra, gerçeği kabul edip de Türklüğe dönerseniz, hoş... Yine eski
sapıklıkta inat ederseniz, sizin vicdanınızdan şüphe etmeli...
Ötüken, 7 Mart 1964, Sayı: 109
İSLAM BİRLİĞİ KURUNTUSU
Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Araplar'ın millet haline geçme
savaşıdır. Aynı dili konuştukları halde birbirine düşman boylar ve uruklar durumunda dağınık bir hayat
yaşayan kalabalık bir kavim, bir iç veya dış etki ile birlik kurma yoluna elbet gidecekti.
Peygamberin ortaya koyduğu esaslar her şeyden önce bunu sağlamış; bilgisizlik, ahlaksızlık ve pislik
içinde yuvarlanan Araplara yüksek bir din ve ahlak şuuru ile milli birlik düşüncesini aşılamaya
çalışmıştır.
Peygamber hayatta oldukça kudretli ve sempatik şahsiyeti, konuşmaktaki üstün kabiliyeti sayesinde
bunu sağlamış, bazı sağlam arkadaşları da kendisini destekleyerek güçlü bir birliğin temellerini atar
gibi olmuşlardır.
Fakat en yakın arkadaşları arasındaki birlik ve dayanışma bile ancak görünüşte idi. Araplar'ın yüzyıllar
boyunca devlet kuramamaktan doğan bölücülükleri, aile ve şahıs menfaatini her şeyden üstün tutan
ayrıcı tabiatları, dedikoduculukta son dereceyi bulan ahlaksızlıkları Peygamberin ölümünden sonra
hemen kendisini göstermiş, hatta onun sağlığında bile akrabası ve damadı Ali ile Peygamberin
evdeşlerinden Ayşe hakkındaki dedikodular büyük sarsıntılara yok açmıştı. Ayrılık ve bozgunculuk
Peygamberin ölümüyle ve ilk önce onun en yakın arkadaşları arasında başlamış devlet başkanlığı
ihtiraslarının doğurduğu kavgalar, Müslümanlığı parçalayarak mezhep savaşlarına yol açmış ve
yirminci yüzyıla kadar Müslümanlar, birbirini tekfir eden ayrı gruplar halinde bir ölüm dirim savaşı
yapmışlardır.
Araplar'ın devlet kurmaktaki kabiliyetsizliğinin ve siyası ahlaksızlığının en kesin tanığı, peygamberden
sonra Arap devletinin başına geçip "Hulefa‐i Raşidin" (Ergin ve üstün halifeler) adını alan (yıl: 632–
www.atsizcilar.com Sayfa 182
661) ve hepsi de, daha hayatlarında Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen dört kişiden üçünün
(Ömer, Osman, Ali) suikastlarla öldürülmesidir ki böyle bir rezalet, Bizans'tan başka hiçbir devletin
tarihinde gösterilemez.
Buna rağmen Araplar'ın, iki büyük düşman devletten İran'ı ortadan kaldırıp Bizans'ın güney ülkelerini
almalarında olağanüstü hiçbir şey yoktur. İran‐Bizans arasında yüzyıllardır süren savaş ikisini de
yıpratmış, ayrıcı İran'ın doğudan Türkler eliyle yediği darbeler bu devleti ölüm haline getirmişti. Yeni
bir inanç ve ülkü ile çölden fırlayan Araplar için kaybedilecek bir şey olmadığı gibi, ölürlerse Cennete
gitmek, kalırlarsa yağma ve çapul yapmak gibi çekici özellikler de iştahlarını arttırıyordu.
Araplar, görünüşte büyük bir devlet kurmuş olmalarına rağmen, doğuda İran ve İspanya'da Vizigot
devleti gibi iki yorgun ve bitkin devletten başka hiçbir devleti ortadan kaldıramamışlar ve rastladıkları
ilk ciddi kuvvet olan Franklar önünde durmaya mecbur kalmışlardır (732).
Abbasilerin hâkimiyeti tamamen nazari idi. Halife olmaları dolayısıyla bütün Müslüman devletler
sözde ona bağlı bulunuyor, gerçekte ise halifelerin görevi güçle iktidara gelen şu veya bu hanedanın
meşru olduğunu tasdikten ibaret kalıyordu.
Onuncu yüzyıl ortalarında millet halinde Müslüman olan Türkler, İranlılar tarafından İslamiyet'i
ortadan kaldırmak için hazırlanan büyük ihtilali suya düşürmekle, farkında olmadan bu dini
kurtardıkları gibi, on birinci yüzyılın ortasından Kurtuluş Savaşının sonuna kadar da tek başlarına İslam
dünyasının önderi ve savunucusu olmuşlardır.
11–12. Yüzyıllardaki o korkunç Haçlı saldırılarını göğüsleyen 15–16. Yüzyıllarda Avrupa içlerine ve
Okyanuslara kadar ilerleyen, 17. Yüzyılda Avrupa'nın ortasında, artık teknik üstünlüğü sağlamış olan
Hıristiyanlarla boğuşan, 18–19. Yüzyıllarda savunmaya çekilerek ve her kalede sonuna kadar
vuruşarak savaşa devam eden yalnız Türklerdir...
Günümüzde Pakistan gibi büyük bir İslam Devletinin doğması da büyük Türk imparatoru Gazneli
Mahmud'un Hindistan'a yaptığı akınların sonucu, yani Türklerin Müslümanlığa bir hizmetidir.
***
Müslümanlığı tek başlarına birçok millete karşı savunmalarından mıdır, yoksa manasını anlamadıkları
Kur'ana kayıtsız şartsız inanmaktan mıdır nedir Türkler İslamiyet'i, taassupla kabul eden tek millet
olmuştur. Müslüman ve Hıristiyan Araplar arasında bir dayanışma olduğu gibi Türklerden çok sonra
Müslüman olan Arnavutlar'ın Hıristiyan soydaşlarıyla din savaşı yaptığı görülmemiştir. Boşnaklar yani
Müslüman Sırp veya Hırvatlar da Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlarla din çatışması olmadan
yaşamışlardır.
Türklere gelince iş değişmiştir: Onuncu yüzyılda Müslüman olur olmaz ilk iş olarak Budist Uygurlar'la
vuruşmaya başlayan Karahanlılar'ın bu âdeti tarih boyunca süregelmiş, bu kadarla da kalmayarak
Sünnilik, Şiilik davası, Türkleri iki ordu halinde asırlarca çarpıştırarak hem milli enerjinin boşuna
harcanmasına, hem de siyasi Türk birliğinin gerçekleşmesine engel olmuştur.
www.atsizcilar.com Sayfa 183
Dini taassubun dünyanın her köşesinde yerini müsamahaya bıraktığı günümüzde bile Hıristiyan,
Şamanî ve Musevi. Türkleri, hatta Şii ‐ Alevi Türkleri bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde
aydın mutaassıplar aramızda hiç de az değildir.
***
Bugünün medeni insanı için din, fertlerin kanaat ve inancı meselesidir. Dini partilerin kurulduğu, din
üniversitelerinin bulunduğu ülkelerde bile fertlerin her türlü dini inancı saygı görür. İnancın mantığı
olmaz Herkes, her istediği şeye inanmakta hürdür.
İsa'nın dini hem kardeşlik, hem de barış dini olduğu halde Hıristiyan milletler yüzyıllardır birbirleri ile
boğuşmaktan vazgeçmemişlerdir. Nazari müslüman kardeşliği de kanlı savaşlara en ufak bir etki
yapamamıştır. Çünkü yüzyılların getirdiği gelenekler dinden daha kuvvetlidir ve tarihi mukadderat
korkunç bir şeydir.
Böyle olduğu halde bizdeki din mutaassıpları bugün hala İslam kardeşliği kurulabileceği kuruntusu
içinde esrimiş, kendi geçmişlerini, büyüklerini inkâr sapıklığına düşmüşlerdir.
Onlar için mühim dava Ali‐Muaviye davası, Hüseyin'in öldürülmesi olayıdır. Arapça resmi dil olmalıdır.
Türkçe zaten dil değildir. Mete, Attila, Çengiz, Hülagü kâfirdir. Kan içici zalimlerdir. Şeriattan başka
kanun olmamalıdır. Çocuklara Demir, Taş, Kaya gibi iptidai adlar, hele Arslan, Pars, Bozkurt, Doğan
gibi hayvan isimleri vermek dinsizliktir. İslami adlar verilmelidir. Türkleri İslamiyet adam etmiştir.
Ancak İslamiyet sayesinde büyük devletler kurabilmişizdir. V.b...
Artık bu hezeyanlardan kurtulmanın, kendimize dönmenin çağı gelmiştir. Ali‐Muaviye kavgası,
Hüseyin'in öldürülmesi bizim için mesele bile değildir. Bu, Araplar'ın, iç işi, bizim için de yabancı
tarihlerin bin bir konusundan herhangi birisidir. Bizim için Hüseyin'in Kerbela'daki ölümü değil, Çiçi
Yabgu'nun Türkistan'daki, Kür Şad'ın Çin'deki, Genç Osman'ın İstanbul'daki ve Osman Batur'un
Altaylardaki ölümü daha ilgi çekici, daha acıklı ve daha şanlıdır.
Bizim için Endülüs'ün düşmesi değil; Kazan'ın, Kırım'ın, Türkistan ve Azerbaycan'ın kaybı meseledir.
Mete, Attila, Çengiz ve Hülegü yasa yapıcı ve düzen kurucu birer kahramandır. Bunların topyekûn
yaptıkları tahribat Halife Ömer'in İran ve Mısır'da yaptıkları yanında hiç kalır. Çünkü bunlar karşı
koyan, ihanet eden ve savaşla alınan şehirleri yıkıyorlardı. Ömer ise kâfir eseridir diye İran'ın
medeniyet eserlerini yıktırmış ve Koca İskenderiye Kütüphanesini yaktırmıştır.
Şaman dininde olan Hülegü Han ölürken Hıristiyan evdeşi Dokuz Hatun'un, ruhunun dinlenmesi için
dua edilmesine izin istemesi üzerine, dua yerine yoksullara sadaka verilmesini, vergilerin indirilmesini
istemiştir.
Bu muhteşem cevabı hangi Arap halifesi verebilmiştir?
İslam birliği taraftarlarına göre Türkler, Müslüman bir millet oldukları için Müslümanca adlar
almalıdır. Türkler'in İslam olmazdan önce kullandıkları adları almak yanlıştır, Müslümanlığa aykırıdır.
www.atsizcilar.com Sayfa 184
Dünyada bundan daha yanlış ve iptidai düşünce olamaz. İslam adları denen adlar Arap adlarıdır.
Bunların hemen hepsi de İslamlıktan önceki zamandan beri Araplar arasında kullanılmaktadır. Yani
küfür ve cahiliyet zamanından kalmadır. Anlamı bilinmeyen kelimeleri çocuklarımıza takmakta maddi
veya manevi hiçbir kazancımız yoktur. Aksine, milli ruh bakımından kaybımız vardır. Hele Müslüman
adları arasında Yahudi'lerden Araplar'a geçen Musa, İsa, Süleyman, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup,
Yusuf, Harun, Davud gibi adlar bizim Türkçe adlarımızla ölçüştürülebilir mi?
Hayvan adıdır diye Bozkurt'a, Alparslan'a, Ertuğrul'a itiraz edenler Muaviye'nin "Uluyan dişi köpek" ve
Osman'ın "yılan yavrusu" demek olmasına ne buyururlar?
Araplarda yalnız şahısların değil, boyların da hayvan adı aldığı vardır. Mesela bir kabilenin adı "Beni
Kelb" yani "İtoğullarıdır."
Kadın adlan da öyledir: Ayşe "Yaşar", Fatma "sütten kesilmiş", Hatice "Vaktinden önce doğmuş",
Zeynep "tombul" demektir.
Hele Türkler'in İslamiyet'ten sonra büyük devlet kurabildikleri iddiası ise sadece gülünçtür. Çin
seddinden Avrupa ortasına kadar uzanan büyük ve şanlı Kun Devleti yedi yüzyıl sürmüş; Çin'den,
Doğu ve Batı Roma'dan haraç almıştır. Basit bir barbar topluluğu ne bu kadar uzun yaşayabilir, ne de
bu büyük ve medeni devletleri vergiye bağlıyabilirdi.
Kore'den Kırım'a kadar iki asır süren ve adı sanı Çinliler’in, İranlılar'ın, Araplar'ın ve Batı Roma'nın
hatırasında büyük bir iz bırakan teşkilatlı ve demircilik üstadı Gök Türkler'le maddi medeniyet
alanında Uygurlar’dan ve içinde kalabalık Müslüman Türklerin bulunmasına rağmen İslami karakterde
bir devlet olmayan, tarihin en büyük imparatorluğu, Çingiz Han Devletinden uzun boylu konuşmaya
lüzum yok. Bu kadar sözden maksat, Türkler'in büyük devlet ve medeniyet kurmak için Müslüman
olmaya ihtiyaçları bulunmadığının tespitidir.
Tarihi gerçek şudur ki: Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Türkler sayesinde yükselmiş
ve yaşamıştır.
İslam birliği taraftarlarının mesele haline getirdikleri konulardan biri de selamlaşma işidir. Bunlar
"günaydın''ı kabul etmiyorlar. "Selamünaleyküm" diyorlar ve bunun Müslümanlar arasında manevi bir
bağ olduğunu ileri sürüyorlar.
Müslümanlar arasında manevi bağ selamlaşma ile olacaksa bütün Müslümanların Türkçe selamı
kabullenmeleri mantık ve ahlak icabıdır. Çünkü İslamiyet'i koruyan, yaşatan ve yüceltenler sadece
Türkler olmuştur. Selçukluların Haçlılara karşı o destanî savunması olmasaydı kalabalık, mutaassıp ve
gözü pek Haçlı orduları yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmazdı. Osmanlılar ise Haçlıları yalnız
durdurmakla kalmamış taarruza geçerek yüzyıllarca Hıristiyanlığın ortasında tek başına Müslümanlığı
temsil etmiştir.
Bunları bir tarafa bırakalım: Balkan Savaşında topyekûn ihanet eden Arnavutlar, Birinci Cihan
Savaşında topyekûn ihanet eden Araplar Müslüman değil miydiler?
www.atsizcilar.com Sayfa 185
İngiliz casusu Lavrens'in altınlarını alınca, Medine'yi savunan Türk askerlerine karşı İngilizlerle birlikte
saldıranlar Müslüman Araplar değil miydi? Bu Araplar'ın başında Peygamber soyundan gelen Şerif
ailesi, yani sonradan Irak ve Ürdün tahtlarına geçen adamlar bulunmuyor muydu?
Bugünkü nesiller, tarih kitaplarında okumadıkları için bilmezler: Birinci Cihan Savaşının sonunda Türk
ordusu Suriye cephesinde bozulunca Türk esirlerini öldürenler, altın yuttuklarını sanarak öldürdükleri
ve bazen diri Türklerin karnını deşenler hep bu din kardeşimiz Araplardı. Daha acıklısı da, İslam
halifesi olan Türk padişahına ihanet eden Şerif ailesinin fertleri Şam'a girerken, bu Araplar, Türk
tutsaklarını, Anadolu evlatlarını, koyun keser gibi boğazlayarak Peygamber soyundan gelen şeflerine
kurban etmişlerdi.
Bütün bu vahşet Arap Milliyetçiliği adına yapılıyordu. Arapları kendilerinden asla farklı tutmayan,
Peygamber soyudur diye bilakis onlara üstün değer Türklere karşı bu cinayetler, sırf kral olmak
ihtirasıyla gözü dönen adamlar, İngiliz altınlarıyla satın alınmış dindaşımız Araplar tarafından
yapılıyordu...
Bugün ise Arap dünyasında Türk düşmanlığı umumileşmiştir. Arap milliyetçiliği, kendilerinden Filistin’i
koparan Yahudilere ve Araplar Yahudilerden dayak yerken kendilerine yardım etmeyen Türklere
düşmanlık düşüncesi üzerinde kurulmuştur. Okullarında Türk düşmanlığı aşılanmaktadır. Beş altı Arap
devleti birden bir avuç Yahudi'ye yenildiklerini unutarak bizden Hatay'ı almak hülyası peşindedirler.
Nasıl kuzeyden iktisadi yönlü Moskof emperyalizmi olan komünizm geliyorsa güneyden, Mısırdan da
dini yönlü Arap emperyalizmi olan Nurculuk gelmektedir.
Türklük bakımından komünizmle nurculuğun hiç bir farkı yoktur. İkisi de Türk Milletini ve kültürünü
yok etmek için uğraşmaktadır. Biri Arapçılık davasıdır. Bunun farkında olmayan binlerce şuursuz Türk
bu iki düşman ülkünün kucağına kurtarıcı diye atılmaktadır. Kıbrıs'ta Türkleri yok etmek için çalışan
Rumlara Müslüman Mısır'ın silah yardımı yaptığı radyo tarafından resmen açıklanmıştır. Buna rağmen
ve buna benzer türlü olaylara rağmen hala İslam kardeşliği ve İslam Birliği kuruntusu peşinde koşan
beyinsizler varsa, gerçek Türkler, o gibilerin kasıtlı veya kasıtsız millet haini olduğunu bilmelidir.
Millet ve vatan haini olmak için mutlaka askeri sırları çalarak para ile düşmana satmak icap etmez.
Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini
inkâr etmek de hainliktir.
İslam Birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur, olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan
sonra, araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek
olan birlik İslam birliği değil, Adalar Denizinden Altayların ötesine kadar Türk birliği olacaktır.
Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
www.atsizcilar.com Sayfa 186
İRTİCA ARTIK BİR KUVVET DEĞİLDİR
Yargıtay Başkanı merhum Öktem'in cenaze törenindeki olaylar hemen hemen bütün basın, partiler ve
dernekler tarafından irticanın hortlaması şeklinde görüldü ve büyük bir tehlike karşısında olmanın
telaşı bütün Türkiye'yi sardı.
Ana Muhalefet Partisi Başkanı bunu "tipik bir 31 Mart Olayı" diye tarif etti. Gerçekten çok çirkin olan
hadise, başta hukuk adamları olmak üzere yapılan protesto yürüyüşleriyle sona erdi.
Öyle sanıyoruz ki hukuk adamlarının ve hele, en üstün derecedekilerle birlikte hâkimlerin bir protesto
olayına karışarak yürüyüş yapmaları cihan tarihinde ilk defa görülmektedir.
Türkiye'deki en üstün dereceli hâkimin ölüsüne karşı yapılan saygısızlık ve hatta saygısızlığı çok aşan
aşağılama dolayısıyla hâkimlerin üzüntü ve öfkeye kapılmaları bu öfkeyle savcı ve avukatların da
katılmaları gayet normaldir. İrticanın Türkiye'ye nelere mal olmuş ne uğursuz nesne olduğunu bilen
aydınların da aynı duyguya kapılmalarında şaşılacak bir yön bulunmasa gerektir. Fakat yüz
mutaassıbın eseri olan saldırganlığa bakarak irticanın bu devleti ele geçirebilecek kadar güç kazanmış
olduğunu ileri sürmekte de elbette isabet yoktur.
İrtica iki yüz yıldan beri daima gücünden kaybederek yaşamış, gerek zamanın akışı, gerekse öğretimin
yayılması dolayısıyla sıfıra doğru yol almakta bulunmuştur. Siyasi gayelerle ve yeni anayasanın
getirdiği sonsuz hürriyetle irticanın yaşaması ve kuvvetlenmesi için gösterilen bütün çalışmalar, yüz
yaşındaki bir ölüm hastasını vitaminlerle canlandırmak için gösterilen gayretten farksızdır.
İmran Öktem olayını çıkaran yobazları kendi hallerine bıraksaydınız, askerle polisi kışla ve karakollara
çekerek "Ne olursa olsun karışmayacaksınız" buyruk verseydiniz onlar yine bir şey yapamazlardı. Tek
yapacakları şey çirkin davranışlarını daha da çirkinleştirerek Öktem'in tabutunu parçalamak,
çevredeki birkaç kişiyi yaralayıp öldürmek, bağırıp çağırmak olurdu. Fakat bu kafa yetersizlikleri, bu
zihniyet bozuklukları ile devleti asla ellerine geçiremezlerdi ve emin olun bir saat geçmeden kendi
aralarında anlaşmazlığa düşerek birbirlerini tekfire başlarlardı.
Yobazların bu davranışının düşünülerek tasarlanmış olduğu hakkındaki yazılar asla doğru değildir.
Hele bu işte hükümetin parmağını aramak partizanca bir laf ebeliğidir. Bu hadise, hiç şüphe yok, fevri
bir harekettir ve yıllardır yurdumuzda esen disiplinsizlik havasının olağan sonuçlarından biridir.
Buna benzer başka bir hadise Milli Birlik Komitesi zamanında ve Yassıada duruşmaları sırasında da
olmuştu. Yassıada da ölen eski İstanbul valilerinden merhum Lütfi Kırdar'ın cenazesinde de bazı
taşkınlıklar olmuş, hatta o zaman İstanbul Valiliği görevinde bulunan General Refik Tulga, olayın
elebaşlarından birine mezarın önünde bir de tokat atmıştı.
Milli Birlik Komitesi zamanı bir sıkıyönetim ve dikta zamanıydı. Bugünkü aşırı hürriyetten eser yoktu.
O şartlar altında bile dini taassupla fevri hareketler yapılabiliyordu. İmran Öktem olayında hükümeti
sorumlu bulunca Lütfi Kırdar olayında da Milli Birlik Komitesi'ni suçlu görmek gerekecektir ki buna
asla imkân yoktur. Çünkü Milli Birlik Komitesi iktidara geldiği gün yaptığı ilk işlerden biri Doğu'daki
şeyhleri tutuklayıp bir kampa tıkmak olmuştu.
www.atsizcilar.com Sayfa 187
Türkiye'deki yobazlığın dışardan kışkırtıldığı, desteklendiği söyleniyor. Söylentilere inanmak gerekirse
bunu Suudi Arabistan destekliyormuş, Suudi Arabistan'ın arkasında da Amerikan petrol kumpanyaları
ve dolayısı ile Amerika varmış.
Suudi Arabistan zengin petrol kaynaklarından elde ettiği büyük gelire rağmen kendi güneyindeki
küçük Yemen'de sürüp giden cumhuriyetçi‐kralcı savaşını, kendi çıkarı bakımından desteklediği
kralcılar lehine çevirmekten bile aciz kalmış bir devlettir. Türkiye gibi, kendi çapının çok üstündeki bir
ülkede propaganda yapmaya girişmeyecek kadar da akıllıdır. Suudi Arabistan'ın Türkiye'de hiçbir
siyasi emeli olamaz. Kendi dini aynı zamanda milli davası olan İsrail meselesine bile karışmaktan
çekinen bir devletin Türkiye’de taassubu besleyeceğini düşünmek bile abestir.
Suudi Arabistan'ın arkasındaki Amerika'nın taassubu desteklemesi de bir hayaldir. Türkiye'ye hâkim
olmak isteyen yabancı devlet, aciz cahil taassubu kışkırtmakla bir şey kazanamayacağını bilir. Bir
yabancı ülkeye hâkim olmanın yolu o ülkedeki askeri, aydınları, zeki ve kabiliyetli adamları, bazı
partileri elde etmektir. Bu konuda solcu yazarların kopardığı yaygara, her hadiseyi istismar ederek
millette bezginlik yaratmak hususundaki Varşova toplantısı kararlarının uygulanmasından başka bir
şey değildir.
İmran Öktem olayının aksi yönden bir benzeri, öğrenci kargaşalıkları sırasında Beyazıt Kulesindeki
Türk Bayrağını indirerek yerine kızıl bayrak asmakla yapılmış, fakat bu olay ötekinden çok daha
mühim olduğu halde üzerinde hemen hiç durulmamıştı.
Türkiye için irticanın bir tehlike olmamasına karşılık, dışardan beslenen komünizmin ciddi bir tehlike
olduğu muhakkaktır, Fakat bugünkünü 31 Martla ölçüştürenler dünkü karşısında bir şey
söylememişlerdi.
Neden böyle olmuştur? Bunun sebebi parti mücadelesi ve son zamanların deyimiyle söyleyelim
"siyasi yatırım" gayretidir.
Adalet Partisi hükümetinin pek çok yanlışları, beceriksizlikleri, acizleri ve partizanca, davranışları
olduğu muhakkaktır. Böyle olduğu halde seçim şansı en kuvvetli olan parti yine de odur. Halk
Partisi'nin normal şartlarda bir seçim kazanarak tek başına iktidara gelmesine imkân yoktur. Bir
ülkücü değil, sadece bir partici olan İsmet İnönü, "ortanın solu" prensibini bir tertip olarak, belki de
Ecevit'in kışkırtmasıyla çıkarmış, fakat bunun bir başarı reçetesi olmadığını anlayınca seçim şansı
olarak fırsatlardan faydalanmak, iktidarın yanlış adımlarını mübalağa ile kullanmak yoluna sapmıştır.
Bundan dolayıdır ki hiç de büyütmeye değer bir hadise olmayan İmran Öktem olayım koz olarak
kullanmakta, bunu 31 Martla eşit tutmaya kalkmaktadır. Fakat bu eşit tutma çok isabetsizdir ve
İnönü'nü uzun siyasi tecrübesiyle bağdaştırılamayacak kadar acemicedir.
31 Mart silahlı bir asker ayaklanmasıydı. Kan dökülmüş, asiler bir süre duruma hâkim olmuştu. İmran
Öktem olayında bunların hiçbiri olmamıştır. Olamazdı da.
Çünkü irtica artık bir kuvvet değil, acınacak kadar zavallı bir zihniyettir.
GÖZLEM, 15 Mayıs 1969
www.atsizcilar.com Sayfa 188
TÜRKÇÜLÜĞE KARŞI YOBAZLIK
Fatih çağından sonra "medrese"nin Türk fikir ve siyaset hayatına hâkim olması ile başlayan din
taassubu, türlü iç kavgalara ve kan dökülmesine sebep olarak günümüze kadar gelmiştir. Din bilginleri
arasında Ebusuud gibi müsamahalı ve akıllıları bulunduğu gibi, her türlü fikir değerlerinden mahrum
ve devleti batıracak fetvalar vermekten çekinmeyen Birgili Mehmet gibi yobazlar da gelip geçmiştir.
On Sekizinci asrın sonlarında devletin bütün kuruluşları ile birlikte "medrese" de soysuzlaşmış ve hele
"Tanzimat"tan sonra, din bilgisi öğrenmek isteyenlerin değil, asker kaçaklarının barınağı haline
gelmiştir. Kütüphanelerimizi dolduran eserlerin son 100–150 yılda yazılanlarına bakmak, fikir
alanındaki yozlaşmayı reddi imkânsız tanıklarla ortaya koyar.
Hâlbuki daha önceleri böyle bir taassup yoktu. Büyük bir İslam mücahidi olan Fatih, İslamiyet’te
haram sayılan resmini yaptırmak için İtalya'dan ressam getirttiği gibi Fatih'in babası olup Haçlılar'a
karşı büyük gazaları ile tarihe geçen İkinci Murad da bir aralık tahtı bırakıp Manisa'ya çekildiği zaman
kadınlardan mürekkep musiki heyetleri arasında dünyadan zevk almış, O çağın bilginlerinden
Şükrulla'a musiki risaleleri yazdırmış, şarap içmiş, fakat vatan tehlikeye girince de bütün bunları
bırakarak yine ordunun ve devletin başına geçmekten geri kalmamıştır.
Bu büyük gazinin, zamanında, hicri 843'te (miladi olarak 14 Haziran 1439–1 Haziran 1440 arasına
tekabül eder) yazılan bir tarihi takvimde Çengiz Ügedey, Mengü, Hülagü gibi Müslüman olmayan
büyük Türk hakanları rahmetle anılmıştır.
Üzerine çektiği müttefik Haçlı ordularım yenen Yıldırım Bayazıd'ın içkiye düşkünlüğü de meşhurdur.
Orhan Gazi ise, kendisiyle birlikte Rumlar'a karşı savaşan dervişlerden Geyikli Baba'ya, içki içtiğini
bildiği için şarap göndermiştir.
Bütün bunlara rağmen kimse bu hükümdarların Müslümanlığına toz kondurmamış, konduramamıştır.
Ana çizgilere bakılmış, teferruatla uğraşmak lüzumsuzluğuna kimse kapılmamıştır. Çünkü Murad
Beğ'in, Yıldırım'ın şarap içmesi veya Orhan Beğ'in bir dervişe içsin diye şarap göndermesiyle ne dünya
yıkılmış, ne dine zarar gelmiş, ne de Müslümanlık kuvvetinden bir şey kaybetmiştir.
Şarap içen, fakat canını ortaya koyarak Rumlarla savaşan Geyikli Baba, beş vakit namazı kaçırmadığı
halde tefecilikle milleti soyan, yalan söyleyen ve iftira atan bugünün soysuzlarından elbette çok
yüksek olduğu gibi, şarap gönderen Orhan Gazi de günümüzün şarapsız Arap hükümdarlarına göre
elbette bin kat yararlı, faydalıydı.
Bugünkü Türkiye, yüzyıl önceki Türkiye'den çok ilerdedir. O zaman ki gerilikle şimdiki ileriliği
karşılaştırmak için vereceğim tek örnek, nerden nereye geldiğimizi göstermesi bakımından çok ibret
vericidir:
Bugün Süleymaniye Umumi Kütüphanesi adı altında toplanmış bulunan 100 kadar ayrı kütüphaneden
biri de Hüsrev Paşa Kütüphanesidir. Hüsrev Paşa Kütüphanesi'ndeki 807 numaranın 13. mükerrerinde
60 yapraklı bir kitap vardır. Bu kitap ikinci Mahmud çağındaki Osmanlı ordusunun kuruluşuna,
www.atsizcilar.com Sayfa 189
nizamlarına, istihkaklarına dair bir eserdir. İşte bu eserde "her orduda bir müşirle üç ferik bulunması
ve ferikler arasında okuryazar ve kar‐aşina olanların erkân olması gerektiği" yazılmaktadır.
"Müşir" Osmanlı ordusunda bugünkü orgeneralin karşılığıdır. "Ferik"ler de korgeneral ve
tümgenerallere mukabildir. "Erkan reisi" demek "kurmay başkanı" demektir. "Kar‐aşina" iş bilir, aklı
eren anlamında kullanılmıştır.
Demek ki feriklerin, yani kolordu ve tümen komutanlarının bile okur‐yazar olmadığı bir devre
yaşanmıştır ki bugünkü ordumuz da as subayların bile lise ayarında öğrenimli olmaları karşısında
korkunç bir hadisedir.
Fakat bu kadar ileri gidiş, üniversiteler, ağır sanayi başlangıcı bizi bir yandan da tarihimizde
görülmedik fikir düşkünlüklerine uğramaktan koruyamamıştır, koruyamamaktadır.
İlkönce "Ticanilik" diye tarikat mı, mezhep mi, ne olduğu anlaşılmayan bir garabet türedi ve bunların,
memleketi kurtarmak için yaptıkları tek hareket Atatürk büstlerini kırmaktan ibaret kaldı. Arkadan
Nurculuk çıktı. Said‐i Kürdi adında cahil bir Kürd'ün Nur Risalesi diye yazdığı herzeler odalarda topluca
okunarak feyz alındı ve bu adamın medresede ancak üç ay kadar okuyarak bütün ilimleri ve fenleri
yuttuğu müritleri tarafından iddia edildi. Derken bir de Süleymancılık peyda olarak ötekileri bastırdı.
Bunlar, İmam‐Hatip Okulları öğrencilerini kâfir sayacak kadar sapıttılar. Bunlardan başka Biberiye,
Kameriye adlı bir takım güruhlar da işi cinayete kadar vardırdılar.
Türkiye'de vicdan hürriyeti olduğu için bu adamların da vicdanlarına kimse karışmadı. Elde Kur'an
varken başka hiç bir okula lüzum olmadığını iddia edecek kadar akıllara durgunluk veren iddialarla
ortaya çıkan bu nev zuhurlar demek ki mühendisin, doktorun, kimyacının falan lüzumsuzluğu
kanaatindeler ve yalnız ahiret için çalışma prensibinin hâkim olması yolunda didinmektedirler.
Dinle hiçbir ilgisi olmadığı halde dini inhisara alan bu zavallılara karşı çıkarılacak dini kuvvet İmam‐
Hatip Okulları ile İlahiyat Fakültesi veya enstitüleridir. Bizde de, batıda olduğu gibi birkaç dil bilen,
felsefeden veya matematikten yahut biyolojiden doktora vermiş din adamları çıktığı zaman Nurcu,
Süleymancı, Biberci, Kamerci tayfası kendiliğinden kaybolacak; dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi
olduğu anlaşılacaktır.
Bugün Diyanet İşleri Dairesinin başında bulunanların, makamlarına layık adamlar olmayıp siyasi
düşünceler ardında koştukları, hatta memleketteki siyasi bölücülüğün elemanlığını yaptıkları Senatör
Mehmet Özgüneş tarafından açıklanmış, buna tatminkâr cevaplar verilememiştir.
Bizim burada ele almak istediğimiz konu bu değil de, dinin ciddi olması gereken çevrelerinde bile hala
Türkçülüğe ve akla karşı takınılan akıl almaz davranışlar olacaktır.
Konya'da "Türkiye İmam‐Hatip Okulları Mezunları Cemiyeti" tarafından "İslam’ın İlk Emri: "Oku"
adında aylık bir dergi çıkarılmaktadır. Tamamiyle din meselelerini ele alan ve kendi zaviyelerinden
bazı teklifler yapan ciddi biri yayın organıdır. Bunun 1969 Kasımında çıkan 93. sayısındaki bir yazı
şiddetle dikkatimizi çekti. Çünkü bu yazı hem yanlış ve uydurma, hem de Türkçülüğe hakaret eder
mahiyettedir. O sayının 21. sayfasında "Bunları biliyor musunuz" başlığı altında ve "Hasan Bağcı"
www.atsizcilar.com Sayfa 190
tarafından hazırlanan, çoğunun doğruluğu şüpheli bir takım vakaların başında Türkçülüğe hakaret
eder şu fıkra yer almaktadır:
Oldukça cins bir fikir adamı olarak yaratıldıktan sonra dünyalar arası büyük muhasebede ölüm
dönemecini kıvrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp'ın İslam’ın içinden değil, sadece
İslam’ın yerini almak üzere icat ettiği "Türkçülük" yolunda ne büyük bir Yahudi himayesi gördüğünden
veya Yahudilere ne zengin bir istismar sahası açtığından gafil bulunduğunu biliyor musunuz?
Bu sözler Hasan Bağcı'nın dünyadan habersiz, hadiseleri muhakeme etmeyen, ulu orta hüküm veren,
iftiralara çabucak inanan bir kişi olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir kere, Türkçülüğü Gökalp icad etmiş değildir. O, bu fikrin adını koymuş ve kendi zamanına göre
sistemleştirmiştir. Sonra, Türkçülüğü İslamiyet’in yerine koymaya kalkmış da değildir. "Türk
milletindenim, İslam ümmetindenim, Garb medeniyetindenim" diyen Gökalp Türklükle İslamlığı
tamamen ayırmış ve buna Batı medeniyetini de ekleyerek yaptığı sentezle kendi çağının ileri
Türkiyesi'ni yaratmaya çalışmıştır. Görülüyor ki Hasan Bağcı, münkir saydığı Gökalp'ı hiç okumamıştır.
Onun hakkında yazılan çok sayıdaki eserlerden habersizdir. Günümüzde, Gökalp'ı en iyi incelemiş
şahıs olarak Prof. Fındıkoğlu'nun eserlerini okumasını tavsiye ederim.
Hasan Bağcı'nın yukarıya aldığımız satırlarındaki "büyük ölüm dönemecini kıvrılamayan" ibaresiyle
neyi kastettiğini pek anlayamadık. Ziya Gökalp ölüm dönemecini kıvrılırken Hasan Bağcı onun yanında
mı idi?
Ziya Gökalp, Türkçülük yolunda hangi Yahudi himayesimi görmüştür? Hasan Bağcı bugün memlekette
kuvvetli ve şuurlu bir kütle olan Türkçülüğe bunun hesabını vermeye mecburdur. Veremezse müfteri
durumuna düşer. Komünistler, Türkçülüğün Alman icadı olduğunu iddia ederlerdi. Demek ki siyasi
ümmetçiler de Yahudi patentini yakıştırmışlar. Teşekkür ederiz.
Ya Yahudiler'e istismar kapısı nedir? Türkiye'de 1930'dan hemen biraz sonra başlayıp günümüze
kadar süregelen bir Türkçülük savaşı vardır. Ben de bu savaşın içinde ve ateş hattında bulunanlardan
biriyim. Yahudiler bizi ve Ülkümüzü nasıl istismar etmişler? Açıklanmasını bekliyoruz.
Gökalp'ın Yahudi asıllı Durkheim'dan bazı sosyal fikirler almış olması onun Yahudi istismarcılığına alet
olduğunu göstermez. Her bilgin, her filozof, her fikir adamı, hatta her peygamber kendisinden önce
gelenlerden bazı unsurlar alır. Nitekim İslam Peygamberi de daha öncekilerden bazı şeyler almış ve
onların devamı olduğunu söylemiştir. Kendi dergilerinde "Kur'an‐ı Kerim'de Hazreti Musa'' başlıklı yazı
serisi de bunu gösteriyor.
Bir de Moiz Kohen, adında bir Yahudi'nin, Gökalp'ın tesirinde kalarak "Turan" adlı bir kitap yazması
vardır ki bu da Ziya Gökalp'ın tesir kuvvetini gösterir. Nitekim yine bir Yahudi olan Halide Edip de Ziya
Gökalp'ın tesirinde kalarak ''Yeni Turan" diye bir roman yazmıştır.
Büyük fikir adamları başka dinden ve milletten olanları da çevrelerine toplayabiliyorlar. Simavna
Kadısıoğlu Bedreddin'in müritleri ve taraftarları arasında pek çok Hıristiyan ve Musevi vardı.
www.atsizcilar.com Sayfa 191
Görülüyor ki yazar, Türkçülüğe dost değildir. Türkçülüğe dost olmayanın Türklüğe dost olması riyazî
olarak imkânsızdır. Hasan Bağcı'nın kendisi soy bakımından Türk olmasa bile samimi bir Müslüman
olduğu için Türklüğe ve onun şuuru demek olan Türklüğe atılan iftiraları hakikat diye kabul
etmemeliydi. Çünkü Türklük, Müslümanlık olmadan da yaşar ve nitekim yaşamıştır ama Müslümanlık
Türksüz yaşayamaz. Onu ancak Türklüğün sel gibi akan kanları ayakta tutmuş, tutabilmiştir.
Türkiye'den ayrılan Arap devletleri'nin zavallı, aciz ve gülünç durumları ortadadır.
Dünyada her asil fikrin rezilane istismarları olmuştur. Birinci Cihan Savaşında dünyanın birinci devleti
olan ve tebaası arasında 200 milyon kadar Müslüman bulunan İngiltere, halifenin devleti olan Türkiye
ile savaşırken Müslümanlığı istismar etmiş, halifeyi dinsiz ittihatçılardan kurtarmak için ortaya atıldığı
propagandasını yapmıştır. Onun ünlü casusu Lavrens, Peygamber soyundan gelen Mekke Şerifi
Hüseyni İngiliz altınlarıyla kandırarak Türkler'e ve halifeye karşı ayaklandırmıştır. Hüseyn'in oğulları ve
torunları da aynı yolda yürümüşler, nihayet bunlardan Ürdün Kralı Abdullah suikastla, Irak Kıralı Gazi
sarhoşlukla, yine Irak Kıralı Faysal ile Kral Naibi Abdülillah da ihtilalle ölmüşlerdir. Bugün onlardan
kalan tek kişi Ürdün Kıralı Hüseyn'dir.
Şimdi şu sonuca bakarak "Peygamber kendi soyunun, İslami savunan Türklere silah çekeceğinden
gafildi" denebilir mi? Bunun gibi Ziya Gökalp'ın Türkçülüğünü de Yahudiler istismar ettiyse bunda
onun ne taksiri olabilir? Kaldı ki Türkçülük Yahudiler tarafından istismar olunmuş da değildir. Bu
sözler Hasan Bağcı'nın hayalhanesinde vücut bulmuş, aslı astarı olmayan tekerlemelerdir.
Bazı mutaassıp ümmetçiler, Türkçülüğe tahammül edemiyorlar. Bütün Müslümanları birleştirip tek
devlet haline getirmek hülyası ardındalar. Daha Araplar'ın kendi aralarında bile birleşemediği
gözlerine çarpmıyor da ayrı tarihi oluşmaların sonucu olan soy ve kültür bakımından birbirine hiç
benzemeyen koca koca milletleri birleştirmeye çabalıyorlar. Tıpkı komünistlerin dünyayı tek devlet
haline getirmek hayalleri gibi... Bu bakımdan bunlara Yeşil Komünistler diyen mebusa yerden göğe
kadar hak veriyoruz.
Konya'da basın alanında böyle yakışıksız ve çirkin bir yazı yazılırken son aylarda İstanbul’da pek
dikkate çarpmayan başka bir vaka oldu: Birinci Cihan ve İstiklal Savaşı gazilerinden Emekli Topçu
Albayı Cemal Aktoğu 4.8.1969'da hayata veda etti ve ertesi günü cenazesi Kartal Camisinden askeri
törenle kaldırılarak toprağa verildi. Ölen askerler için rütbelerine göre bir asker birliği ile bando
göndermek Türk Ordusunun kökleşmiş geleneklerinden biridir. Bu sebeple merhum albayın töreninde
de asker ve bando bulunduğu gibi dostları tarafından birçok çelenk de gönderildi.
Bu törenin yapılması yine şekliyattan başka bir şeyle uğraşmayan mutaassıpların gayretine
dokunduğundan ertesi günü camiye koca bir beyanname astılar. Beyannamenin üst kısmı İslam
cenaze usullerine hasredildikten sonra en altta "İslam’a Uymayan İşler" başlığı altında şunlar
yazılmıştı:
1)Cenaze için çelenk yaptırılması,
2) Cenazenin bando ile kaldırılması İslam adetlerinin dışına çıkmıştır,
Muhterem Müslümanlara arz olunur. Altındaki imza da şu: "Kartal Din Görevlileri"
www.atsizcilar.com Sayfa 192
İşte bunlar Birgili’nin halefleridir. Ölüye saygı ve sevgi nişanesi olan çiçekle müziği yasaklamasa kalkan
iptidai zihniyetli halefler... O halde mevlit okumayı ve ölünün ruhu için konu komşuya dağıtılan lokma
veya helvayı da yasaklayın. İslamiyet’te bu da yoktu ama sonra Türkler tarafından sokuldu.
Evet, bütün bunlar sonradan çıktı ve İslamiyet’in içine girdi. Ölünün ruhu için tatlı dağıtmak
Şamanizm'den Müslümanlığa girmiş, mevlüt törenini ise Büyük Batı Türk Devleti içindeki yarı bağımsız
beğlerden biri olan "Gök Börü" adında biri çıkarmıştır. Gök Börü, Irak'taki Harran ve Erbil şehirlerinin
Atabeği idi. 1168–1233 arasında 65 yıl bu şehirleri idare etmiştir. Peygamberin doğum gününü
kutlamak için ilahili (yani müzikli) törenleri ilk defa o yapmış, ondan sonra bu adet, bütün İslam
dünyasına yayılarak günümüze kadar gelmiştir. Din görevlilerinin bundan haberi var mı? Ne gezer?
Onlar hala hurafeler peşindedir. Hele ölen albayın oğlu olup Kartal Hükümet tabipliğinde bulunan Dr.
Yavuz Aktoğu'ya karşı takındıkları tavır ve tecavüze yeltenmek gibi halleri ve hele bunların arasında
M.H. P’nin ilçe kurulunda bulunan birisinin de mevcudiyeti taassubun nerelere kadar vardığını
göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Milliyetçi Hareket Partisi, adından da anlaşılacağı gibi milliyetçi bir partidir ve başkanı Alparslan
Türkeş eski Türkçülerden biridir. Bu parti yobazların barınacağı bir parti değildir. İslamiyet'i yobazlık
sananların bu partide işi yoktur.
Bazı partiler dini taassubu seçim kaygısı ile istismar ettiler. Bu ayrı bir konudur. Fakat Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın yobazlığı bastırıp İslamiyet'i bir ahlak sistemi halinde ruhlara sindirmek için çalışması
gerekirken hiç oralı, olmayışı dikkate değer.
"Hadis‐i Şeriflere Göre Evlenme Adabı" adında bir kitap gördük. Müellifi Nasırüddinül‐Elbani adlı bir
Arap, Türkçeye çeviren de Tekirdağ Müftüsü Ali Aslandır. 80 sayfalık küçük kitabı okudum. Yüzüm
kızardı ve İslamiyet’tir diye bu çirkin şeyleri öne sürenlere karşı susan Diyanet İşleri Başkanlığı
hakkında kesin bir hükme vardım. Okuyuculardan özür dileyerek bu kitabın 16. sayfasından şu parçayı
alıyorum:
İbni Abbas'tan (rivayet): Hattaboğlu Ömer (Halife Ömer) Resülüllah'a "ey Allah'ın Resulü! Ben helak
oldum" dedi. Resülüllah "seni helak eden nedir" diye sorunca Ömer: "bu gece hanımımı yüzü üstü
yatırarak cimada bulundum" (dedi).
Görüyor musunuz? Adaletiyle ün salmış, İslamiyet’in kuruluşunda başrollerden birini oynamış ve
bütün Müslümanların halifesi yani başkanı olmuş olan Ömer, bakın neler yapmış? Bu herzeler,
uydurma hadiselere dayanılarak ileri sürülüyor ve 20. yüzyılın gençlerine evlenme adabı diye veriliyor.
Bunun bir edepsizlik ve ahlaksızlık olduğunu Kongo'daki Zenciler bile bilir. Türk soyunun karakterinde
ise bu türlü şenaat yoktur. Bu kötü adet Türkler'e İranlılar'dan, Araplar'dan, Bizanslılar'dan geçmiştir.
Sonra, Ömer "Aşere‐i Mübeşşire" dendir. Yani Peygamberin hayatında cennetle müjdelediği on
kişiden biridir. Ömer bu ahlaksızlığı yapmış olsaydı o on kişinin arasına elbette giremezdi. Evlenme
adabı diye Müslüman Türk gençlerine bu safsataları anlatan adam Tekirdağ müftüsü olursa:
Var kıyas et gayrı sen derya‐yi rahmet neydiğin.
www.atsizcilar.com Sayfa 193
Evlenme adabı diye insanı deliye çeviren yazılarla dolu olan ve üçte biri cinsi münasebete tahsis
edilen o kitabı Diyanet İşleri Başkanlığı tasvip ediyor mu? Atom ve uzay çağında, evlilere telkin
edilecek medeni bir ahlak sistemi İslamiyet’te yok mu dur? Yoksa bunca din görevlisi, din büyüğü
oturup yeni bir içtihatla bunu icat edemezler mi?
Ben, Süleymaniye Kütüphanesindeki 16 yıllık görevim sırasında "milimetre"nin ne olduğunu bilmeyen
"müftüler", "Venezuela"nın bir devlet olduğunu ilk defa duyan "Şeyh"ler, Havva Anamız, Âdem
babamızın sol kaburgasından çıktı diye insanların sol taraftaki kaburga kemiklerinin 11 tane olduğu
iddia eden "İlahiyat Fakültesi mezun"ları gördüm. Fakat bunlar hep eski nesillere mensuptu. Şimdi
yeni bir çığır açılmışken, memleket imkânlarına göre oldukça iyi İmam‐Hatip Okulları ile İlahiyat
Fakülteleri kurulmuşken hala Türkçülükten böyle aşağılayıcı şekilde bahsetmek, cenazeye bando
gelmez demek çok iptidai bir zihniyettir.
Türkçülük Türk milliyetçiliğidir. Ona düşmanlık ancak Türk milletinin düşmanlarına yakışan bir
davranıştır. Yani kızıl veya yeşil beynelmilelcilere...
Doğu Türkistan'ın bazı şehirlerinde mezar başında müzik çalınarak ölünün ruhu şad edilir. Bütün bu
Müslüman Türkler cehennemlik de buradaki bir kaç beyinsiz mi cennetlik?
Ölen askerler için bando çalınır ve çalınacaktır. İsteyenler saygı ve sevgi nişanesi olarak ölülere çiçek
gönderecektir.
Bunu kavrayamayan beyinlerin ölü hücrelerden farkı yoktur.
Bütün yobazlara duyurulur.
ÖTÜKEN, Mart 1970, Sayı: 75
Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir
"Türkçülüğe Karşı Yobazlık" adlı yazım (Ötüken, 1970 Martı), cevap değil, birbirini tutmaz avamı
tekerlemeler ve örtülmek istenen küfürlerle karşılık gördü.
Konya'daki "Oku" dergisi yazarı Hasan Bağcı, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü İslamiyet’e karşı çıkardığını,
Türkçülüğün büyük Yahudi himayesi gördüğünü, fakat bundan Gökalp'ın habersiz olduğunu yazarak
bir de kehanet savuruyordu: "Dünyalar arası büyük muhasebede ölüm, dönemecini kıvrılamayan ve
inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp…"
Sanki Hasan Bağcı o dönemeçte bekçilik ediyormuşçasına söylenen bu sözlere karşı Gökalp'ın
Müslüman olduğunu, Yahudiliğin Türkçülüğü hiçbir zaman istismar edemediğini açıklamış, Türkçülüğü
Gökalp'ın icat etmediğini söylemiş, kendisine bazı sorular sormuştuk. Bu sorular şunlardı:
1)Ölüm dönemeci ile kasdolunan nedir?
www.atsizcilar.com Sayfa 194
2)Gökalp Türkçülük yolunda hangi himayeyi görmüştür?
3) Yahudilere açılan istismar kapısı nedir?
Hasan Bağcı bunların hiçbirisine cevap verememiştir. Veremez de... Çünkü ölümden ötesi meçhul bir
yokluk olduğu gibi Hasan Bağcı da ne Gökalp'ın eserlerini okumuş, ne de onun hakkında yazılanları
görmüştür. Onun "Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim" dediğinden de
haberi yoktur. Sadece dini bir taassupla, sırf Gökalp Türkçü olduğu için ona düşmandır.
Yobazlık milletlerarası hastalıktır. Kızılı olduğu gibi böyle yeşili de olur. Fikirlere ve içtihatlara saygı
duymak ve onlarla tartışmak seviyesinde olmadıkları için daima yırtınırlar, küfür ve iftira ederler, ilim
ve mantık alanı içinde konuşmaktan aciz oldukları için karşımıza daima ayet ve hadisle çıkarlar. Soy
soy insanların bir tek Âdem’le Havva dan türediklerine, Âdem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva'nın her yıl
biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine
inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh'un gemisi onlarca tarihi bir hakikattir. Hangi
Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh'un yaptığı o pazarcı kayığına her cins
hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirine yemeden uslu uslu oturması da
gerçektir vesaire... Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. Böyle
bir seviyede bulunan Hasan Bağcı "İslam’a Karşı Yobazlık" başlıklı yazısında bakın neler söylüyor:
Türkiye'mizde son yıllarda cesaretini arttıran türlü akımlar arasında bir de hakiki Türk görünme, dini
ve Allah'ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir. Hakiki Türk ruhunun şiddetle nefret ettiği bu tarz
hastalıklar da yine ve maalesef son yıllarda biraz bolca yetiştirdiğimiz "yarım münevverler"
arasındadır.
"Onlar ''ben akılsızım", ''ben vicdansızım", ''ben hırsızım" cinsinden acı bir yoksulluğun ifadesi olan bu
tuhaf övünmeleriyle sevine dursunlar, beri yanda dünyaya hatta fen sahasındaki buluşlarıyla ışık
vermiş hakiki mütefekkirlerin daima insanlığı Allah'a götürme yollarını aydınlatmak için çalıştıkları
görülür…
Sahasının dışında mefkûremize saldırmak suretiyle makalemizin başlığını hak eden Sayın Atsız'ın
yazısında o kadar çok hata var ki, bunları teker teker düzeltmek, bir ortaokul talebesinin
kompozisyonunu düzeltmeye benzeyeceğinden biz, mefkûremiz yönünden sadece bizi ilgilendiren ve
pek mühim hatalarını müsaadeleriyle düzelterek cevabımıza başlayacağız.
Fikir ve ülküleri birbirine tamamen aykırı insanlar arasında da konuşma ve tartışma olabilir. Fakat
edep ve terbiye dairesinde olur. Hasan Bağcı'nın yukarıya aldığımız satırlarındaki edep seviyesi onun
zavallılığının kesin tanığından başka nedir ki? Biz yarım münevvermişiz. Hakiki Türk görünme hastalığı
ile Allah'ı bir yana atmışız. Bu ise akılsızım, vicdansızım, hırsızım gibi acı bir yoksulluğun ifadesi imiş.
İşte Müslüman münevveri Hasan Bağcı'nın edep ve terbiye seviyesi...
Bir de bedbahtlığımız ortaya çıkıyor: Bunca yıllık edebiyat öğretmenliğimize rağmen yazımız
düzeltilmeye muhtaç tahrir vazifesi gibi yanlışlarla dolu imiş.
www.atsizcilar.com Sayfa 195
Bütün bunlardan sonra da "Müslüman, etrafına saldırmaktan münezzehtir" demekten çekinmiyor. Bu
da saldırmak değilse Tanrı bütün insanları ve hayvanları Hasan Bağcı'nın saldırısından korusun.
Onun, "Oku" dergisinin üç sayısında devam eden yazı serisinde iddialarımıza ve sorularımıza cevap
bulamadık. Gökalp'a saldırmakla başlayan yazısında zaten fikir değeri yoktu. Gökalp'ı tenkit etmek,
hatta yere vurmak için ilk şart olarak onun eserlerini okumak gerekirken bu zavallının o eserlerden
haberi yoktu. Yalnız İslam taassubu ile Türkçü Gökalp'ın aleyhinde bir şeyler geveliyordu.
Şimdi bazı gerçekleri tekrarlayarak bugüne kadar kaç kere anlattığımız halde bazı beyinlere girmeyen
düşüncelerimizi bir daha söyleyelim:
İnsanlar eşit değildir. Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur. Tabiatı da Tanrı yarattığına göre demek ki
tabiat da Tanrı, canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da
hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hareketi aynı
şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ıstırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe
azaltarak nispi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır.
Hasan Bağcı’nın bize öğrettiğine göre İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor.
Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyet’in ırk ve renk
tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam
kardeşlerimiz Araplar'ın İngiliz'lerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık.
Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin
hatıraları Hayat Tarih Mecmuasında tefrika edilmektedir. Hasan Bağcı okusun.
Biz Türkçüler ırkı tanıyoruz. Zaten mevcut olmayan eşitliği kabul etmiyoruz ve soyumuzun
üstünlüğüne geçmişteki örnek ve eserleriyle inanıyoruz.
İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz
İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele
tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyetten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan
sonra bugünkü durumuna düşmezdi.
Hasan Bağcı şöyle diyor: "Bütün insanlar yeryüzünü imar etmek, çalıştırmak ve hazinelerinden
faydalanmak bakımından Allah'ın birer halifesidir. Bütün insanlar kardeştir."
Şu ibareden "Allah'ın birer halifesidir" kelimelerini kaldırırsak geride kalan fikir tam bir Marksist
düşünce olmuyor mu? Allah'ın halifesi olan bütün insanlar arasında Stalin ile Moşe Dayan da var mı?
Bütün insanlar kardeşse Hasan Bağcı Çingene vatandaşlarla kardeşliği ve hilalin Çingeneler eliyle de
yükselebileceğini kabul ediyor mu?
Yine Hasan Bağcı şunu da söylüyor: "İslam düşüncesinde sömürgecilik yoktur. Çünkü İslam örfünde
bütün beşeriyet tek ümmettir."
Bu da günümüzdeki komünistlerin sözleriyle tıpatıp mutabakat gösteriyor. Fakat hakikat değildir.
İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten
www.atsizcilar.com Sayfa 196
başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir. Peygamber "ümmetim" diyerek
yalnız Müslümanları kastetmektedir ve İslam geleneğine göre mahşerde yalnız kendi ümmeti için
şefaat edecektir. Herhalde Lenin'in cennete girmesi için Tanrıya ricada bulunmayacaktır ama Pasteur
veya Koch'la Hasan Bağcı arasında tercih yapmak durumuna düşse ilk iki gâvuru seçeceği
muhakkaktır.
Hasan Bağcı, Türkçüleri "Allah'ı bir tarafa atmakla suçlayarak da fikri ve ilmi seviyesini gösteriyor.
Türkçüler "Tanrı"yı bir tarafa atmamıştır. Atmaz da. "Tanrı Türk'ü Korusun" sözü Türkçülerin
sloganıdır. Tanrı, insan zekâ ve idrakinin kavrayamayacağı yükseklikte olduğu için ikide bir onu ortaya
sürerek, üzerinde kırıcı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. Eski Türkler büyük saygı duydukları
varlıkları öz adları ile anmazlardı. Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin
bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı
din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat'ın Tanrı ile insanı ayın şekilde tarif etmesi ne
kadar iptidai ise, dünyadan 400 kilometre yukarıya fırlatılan Rus astronotunun, uzayın sonsuz
olduğunu unutarak "uzaya çıktım ama Tanrı'yı göremedim" demesi de o kadar budalacadır.
Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kâinatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu
oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir
Âdem’le hayali bir Havva'dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı
hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra din bir ahlak ve vicdan sistemi diye kabul edilmedikçe ilmin karşısında iflasa
mahkûm olacağı gibi Tanrı’yı insanların günlük işlerine kadar karışan bir varlık diye düşünmenin
saçmalığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Bugünün din bilgileri artık dini başka türlü açıklıyor ve Tanrı'nın bazı kimselerin yani peygamberlerin
gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihi ve ilmi
yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar. Zaten böyle olmasaydı din kitapları insanlığın
sonuna kadar değişmeyecek hakikatlerle dolu olur, insanlığın geleceğini ve geleceğindeki tehlikeleri
açıklar ve mesela zararı nispeten az olan alkol haram edilirken ondan on kat tehlikeli olan tütün ve
hele eroin hakkında sükût edilmezdi. Tanrı günün birinde insanların tütünü ve eroini bulup
kullanacaklarını, bunun büyük bir felaket olduğunu bilmiyor muydu? Milyarlarca yıl sonraki kıyamet
haber verildi de neden birkaç yüzyıl sonra ki zehirlerden söz edilmedi?
Çünkü din, ilahi ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve
görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur.
Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar
vahşet gösteren bir toplumda Muhammed'in başka türlü davranmasına imkân yoktu. Onlara korkunç
cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte âlemde köşkler, Kevserler
yiyecekler, güzel huri kızları vaad edecekti.
Fakat aydınlık kafalardaki şüphe daha başlangıcından beri hükmünü yürütmüş, bu uğurda çok insan
ziyan edilmiştir. Bir kısmı iki uç arasında bocalayarak sapıtmış, kimisi tarafından evliya, kimisi
tarafından zındık ilan edilmiş (İbnü'l Arabî), kimisi delirerek Tanrılık iddiasına kalkmış (Hallac‐ı
www.atsizcilar.com Sayfa 197
Mansur), bir kısmı da tam yobazlaşarak dini katı ve tartışılmaz kaideler manzumesi diye kabul ederek
İslamiyet’i bugünkü perişan duruma sürüklemiş ve birbirlerini tekfir etmekle ömür tüketmiştir.
Büyük İslam bilgini ve mütefekkiri diye kabul olunup kendisine "Hücetü'l‐İslam" (yani Müslümanlığın
delili) denilen Gazali (yahut Gazzali) "el‐Munkız" adlı eserinde Farabi ile İbni Sina'yı tektir etmiştir.
Hâlbuki bu ikisi yalnız İslamiyet’in değil, bütün insanlığın iki büyük dehasıdır. Aristo'dan sonra
Farabi'ye insanlığın "ikinci öğretmeni", İbni Sina'ya da "üçüncü öğretmeni" diye bakılmıştır.
Hüccetü'l‐İslam bu herzeyi yedikten sonra Hasan Bağcının Gökalp'ı da, Türkçüleri de tekfirinde
şaşılacak nokta yoktur. Gazali her şeye rağmen bilgindir. Hasan Bağcının ne olduğunu bilmiyoruz.
Yobazlara göre Tanrı, insanların ne yolda hareket edeceklerini, daha kâinatı yaratmadan önce tespit
etmiştir. Bunların hepsi Levh‐i Mahfuz'da yazılıdır (bu yazıların dili de herhalde Arapça olacaktır),o
halde insanları cezalandırma neye? Mademki insanlar Tanrı'nın iradesiyle suç işliyorlar, akılları,
fikirleri, iradeleri Tanrı'nın ezeli kararı karşısında bir işe yaramıyor, ceza neden?
Bu soruyu ben sormuyorum. 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Yemin soruyor. İbni Yemin, Türk ırkından
bir İran şairidir. Ona göre dünya bir takım, gayesiz olayların art arda gelmesinden ibarettir. İbni
Yemin, insanların daha önce Tanrı tarafından tespit edilen şekildeki davranışları dolayısıyla öteki
dünyada sorumlu tutulmalarının hikmetini anlayamıyor.
Tekfir edilip başları belaya girmesin diye ihtiyatlı bir dil kullanmak şartıyla pek çok şair ve bilgin bu
noktaya temas etmiş, Bağdatlı Ruhi meşhur terkibi bendinde yobazları yerin dibine batırdığı gibi
şarabın haram edilmesini kabul etmemiş, hatta büyük Türk şairi Abdülhak Hamit, şaheseri olan
"Makber" de genç yaşta ölen eşi Fatma Hanım için Tanrı'yı sorumlu tutup ona isyan ettikten sonra,
Yaratanı, insanlarla oyuncak gibi oynayan ulu bir çocuğa benzetip Fatma Hanım'a:
Çıktın mı huzur‐ı Kibriyaya
Bildin mi nedir o tıfl‐ı ekber demekten kendisini alamamıştır.
Hasan Bağcı'ya göre, tabii, bunların hepsi küfürdür. Bunları söyleyenler ve Allah'ı bir yana atan
Türkçüler hep "tamu"da yanarken kendisi cennetin köşklerinde Huriler arasında zevk edecektir
(sopayla Cennet kapısında bekleyip içeriye kimseyi sokmayan Birgili'den fırsat bulursa).
Hasan Bağcı'nın hoş bir tarafı da, sanki Peygamber'in özel kalem müdürü imiş de başından geçenleri
not etmiş gibi bir kesinlikle onun hakkında bize bazı olaylar anlatmasıdır. Peygamber'le amcası Ebu
Talip’in bir konuşmasından bahsetmektedir. Acaba bunu nereden öğrendi? Uydurma hadislerden mi?
Bizi yarım münevver görüp İslami bilgilerde pek cahil sandığına göre tam bir aydın ve aydınlık kişi
olarak tanık ve kaynak göstermesi lazımdır.
Peygamber'in hayatı hakkında ilk siyer kitabını yazan İbni İshak, hicri 151'de ölmüştür. Yani
Peygamberle arasında yüzyıldan çok zaman vardır. Olmasa bile İbni İshak'ın eseri bugün ortada tam
olarak yoktur. Mevcut parçalarını İngilizler neşre hazırlamışlardı. Basıp basmadıklarını bilmiyorum.
Peygamber hakkında elimizde tam olarak mevcut eser ise hicri 213'te ölen İbni Hişam'ın siyeridir ki
www.atsizcilar.com Sayfa 198
İbni İshak'tan da bazı parçaları kendi eserine almıştır. Fakat bununla da Peygamber arasında iki asır
zaman vardır. İki asır geçtikten sonra, daha çok ağızdan toplanan söylentilere dayanılarak yazılan
tarihi hadiselerin gerçeğe ne kadar uyacağı tarih metodolojisi hakkında bir nebze fikri olanlarca
malumdur. Bu sebeple İslam tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen vukuattan çoğunun
menkıbe mahiyetinden ileri geçmediği, hele birçok kimse tarafından birbirine naklolunan hadiseler
den hiçbirisine güvenilemeyeceği ortadadır.
Peygamberin, çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara
çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır'dan gelerek Yahudiler'e geçen "tek Tanrı" fikrini
akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir
takım masallara inanmaya, eski Sümer'den ve Mısır'dan gelip Yahudiler aracılığı ile öteki milletlere
geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. Hele Yahudi krallarını peygamber diye
Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye
öne sürmek milli bir cinayettir.
Hasan Bağcı bana bir tavsiyede bulunuyor: ''Lütfen Müslüman'ın kim olduğunu ciddi olarak araştırıp
öğrensinler."
Ben de kendisine Türk tarihi ve kültürünü araştırmasını, Tanrıkut Mete'nin bu milleti nasıl yarattığını,
Çiçi Yabgu'nun milliyetçiliği (yani Türkçülüğü) tarihte ilk olarak nasıl milli siyaset olarak uyguladığını,
Orkun yazıtlarında neler yazıldığını, İslamiyet’in yasakladığı güzel sanatların Uygurlarda ne derece
geliştiğini, cennet mekân Çingiz Han Hazretlerinin yasasının nasıl bir nesne olduğunu iyice
incelemesini öğütledikten sonra sorayım: Araştırmam istenen Müslüman hangi Müslüman?
Türklüğün övüncü olan Farabi mi, yoksa onu tekfir eden Gazali mi? Şehristani'nin saydığı mezheplerin
kurucuları mı, yoksa mezarları tahribe kalkan Vehabiler mi? Para vakfını küfür sayarak para vakfı (yani
tımar sistemi) üzerine kurulmuş olan Osmanlı devletini yıkmaya kalkışan Birgili öküzü mü, yoksa para
vakfedilir diye fetva vererek devleti kurtaran Ebusuud mu? Kendisini son evliya olarak ilan ettiği halde
küçük bir kıza âşık olan Muhyiddin‐i Arabî mi, yoksa Tanrı'yı haksızlığa itham ettiğini ima eden İbni
Yemin mi? Şems‐i Tebrizi için garamiyatla dolu koca bir divan yazıp aksakallı ile raks eden Mevlana mı,
yoksa onun baş düşmanı kesilen Vanlı Mehmed Efendi mi?
Birbirinin zıddı olan bu insanlardan hangisinin örnek ve esas Müslüman diye alınarak ona göre hüküm
yürütülmesi içinden çıkılmaz bir meseledir. Onun içindir ki dini sosyal bir kuruluş olarak görmek hem
gerçeği kabullenmek, hem de dini iç mücadelelerin batağına saplanmaktan kurtarmak olur. Din en
iptidai toplumlarda da vardır. Ve bu iptidai dinlerin gülünç talimatı herhalde 124.000 tane olduğu
söylenen Peygamberlerden herhangi biri tarafından öğretilmemiştir. İnsanlar akıl ve bilimde
ilerledikçe dinler de daha akli olmuş, çok Tanrı'dan iki Tanrı'ya, ikiden de bire inerek son safhasını
bulmuştur. Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak
tamamen vicdani bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız
bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.
Peygamberler de insandır. İnsan oldukları için hataları vardır. İsa aleyhinde Batıda hayli eserler
yayınlanmıştır. Muhammed'in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife
Ömer'in amcazadesi Zeyd'in kendisini bundan menettiği hakkında İbni‐ İshak'ın siyer parçalarında bir
www.atsizcilar.com Sayfa 199
kayıt bulunduğu gibi (bak: İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt I. s. 126) Peygamber olduktan sonraki
"Garanik" meselesi de bütün İslam âleminde meşhurdur ve tevil olarak "Şeytan, peygamberin içine
girerek onun adına öyle konuştu" demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu
karganmışlığı yaparken "âlim" (= her şeyi bilen), basir (= her şeyi gören) ve habir (= her şeyden haberi
olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçma sapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkân
yoktur.
Bunları anlatmamım sebebi şudur: Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır.
Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına
yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına
eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya,
güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden
doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.
Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamdederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de
Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle
diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sürelerde olduğu
gibi, sürenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?
Muhammed'in yirmi küsur yıl süren peygamberliği sırasında bazı ayetlerin mensuh olduğu yani
hükümden düştüğü malumdur. Demek ki yirmi yılda bile hayattaki bazı değişiklikler Tanrı buyruklarını
değiştiriyor, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç
değiştiğini 14asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değişirken gelişmenin çok
hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?
Bu gibi soruların sonu gelmez. Çünkü sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu
donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır. Yobazlık bütün
dinlerde vardır. Hıristiyanlar nasıl İsa’yı babasız doğduğu için Tanrı'nın oğlu sayarak Hıristiyanlığı bir
türlü putperestlik haline getirmişlerse, bizimkiler de Tanrının dünyayı sırf Muhammed için yarattığını
ileri sürerek aynı şeyi yapmışlardır.
Tabii bu arada hakikati görenler çıkmamış değil fakat susturulmuştur. Şehristani'nin "Mülelü
Nihel"inde sayılan mezhep ve fırkaların en makul ve ilmi olanları tutunamamış, aklı hâkim kılmak
isteyen Mutezile ezilmiş, son olarak ortada kalan Sünnilik ile Şiilik ise birbirini kırmak ve tekfir etmekle
vakit geçirmiştir. Nerde kaldı İslam kardeşliği? Bunların acaba hangisi doğru?
Kimisi tarafından tekfir edilen, bazılarınca büyük bilgin ve mutasavvıf olduğu kabul edilen meşhur
Siavnakadısıoğlu Bedreddin, "Varidat"ında, cennet, huri ve köşk meselelerinin cahillerin sandığı gibi
olmadığını söyleyerek söze başlar ve adeta bugünün ilmi kafasıyla konuşarak kâinat, hayat ve ahiret
meselelerini izaha çalışır. Onun idamının bu dini içtihadından mı, yoksa siyasi sebeplerden mi olduğu
ayrı bir meseledir. Kâinatın kadim (yani başlangıçsız) olduğunu kabul etmekle de İslamiyet’e tamamen
aykırı bir fikir ileri sürmekte ve bunu İslamiyetle bağdaştırmak için kendi kendisini bizzat yarattığını;
çünkü varlığını Tanrı'ya borçlu olduğunu söylemektedir. Tanrı'nın mutlak kudretini, ancak eşyanın
istidadında olanı istemek ve yapmak şeklinde düşünmektedir. Yani ateş, Tanrının iradesiyle insanı
dondurmaz, ancak yakar. Bunun gibi Bedreddin ahireti de kabul etmemekte, âlem ezeli ve ebedidir
www.atsizcilar.com Sayfa 200
demek istemektedir. Kıyamete inanmadığı için cesetlerin tekrar birleşip insan olacaklarına kail
değildir. Bütün insanlar mahvolsa bile toprağın tabiatı icabı yine bir insan nesli türeyeceğine
inanmaktadır. Cennet ve cehennemi, şeytan ve meleği herkesin anladığı manada kabul etmeyip
melekleri tabiat kuvvetleri olarak görmekte, hatta peygamberler de bunu bu manada kullanmıştır
diye iddia etmektedir.
Demek ki din hakkında, din bilginleri tarafından birbirine zıt yüzlerce, belki binlerce fikir ileri sürülmüş
ve bunların hepsi senet olarak Kur'an ve hadisleri kullanmıştır. Arapçanın elastiki bir dil olması, bir
kelimenin bazen birbiriyle ilgisi olmayan birçok manaya gelmesi, hatta tam zıt anlamda kullanılması
(mesela "Mevla" kelimesi hem "efendi", hem de "köle" demektir) Kur'anı anlayışta ihtilaflar
doğurmuş, yazılan muteber pek çok tefsire rağmen meseleler çözülememiş, Müslümanlar fikir ve
kanaat birliğine varamamıştır.
O halde bunun tek çaresi, dini şahısların vicdana bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç
ve tefsirine, anlayışına karışmamaktır.
Hasan Bağcı, makale serisinin sonuna Türkçüleri ilzam etmek için üstadları Necip Fazıl Kısakürek'in bir
parçasını almıştır. Biz o üstadı tanırız, 1945'te meşhur Irkçılar‐Turancılar davasından beraat ettiğimiz
zaman biz Türkçüleri evine davet ederek mükellef bir rakı ziyafeti çekmiş ve kurucusu olduğu Büyük
Doğu Derneğiyle birleşmemizi teklif etmişti.
Necip Fazıl iyi bir nesircidir. Fakat hiçbir yüksek okuldan mezun olmadığı için bir fikir tartışmasında
ondan parçalar alıp tanık diye kullanmak doğru olmasa gerektir. Dışardan delil göstermek hususunda
ben de kendisine bir profesörün, Prof. Dr. İlhan Arsel’in yazısıyla mukabele edersem herhalde daha
kuvvetli bir tanık göstermiş olurum. 18 Ağustos 1970 tarihli Cumhuriyette Prof. İlhan Arsel "Viyana
Kapıları" başlıklı yazısında şöyle diyor:
Türk'ün bütün yenilgilerini, bütün gerilemelerini, dertlerini bizim gericimiz imansızlığa veya şeriattan
uzaklaşmaya hamleder; zanneder ki, Türk, sorulaştıkça, yani İslam’ın dondurulmuş esaslarına gözü
kapalı uydukça, yani fanatikleştikçe gelişir, zaferlere erişir hidayete yetişir. Bunlar Türk'ü başarıya
kavuşturan tılsım. Şeriata yaklaştıkça, dinin kat'i kalıplarına saplandıkça, yani hür iradesini terk
ettikçe, yani çöl şartlarına büründükçe, yani ilkelleştikçe Türk, ona göre, şan ve şerefe kavuşmuştur,
büyümüştür, fetihler yapmıştır ve taa Viyana kapılarına gitmiştir. Ağzından eksik etmediği slogan
budur. ''Viyana kapılarına nasıl gittik? Neyle gittik? Çarşaflı anaların evlatlarıyla değil mi?" Kendi kara
cehaleti içerisinde bu milletin gerçek felaketlerinin nedenlerini anlayacak ve kavrayacak yeterlikten
yoksundur ve yoksun olduğu içindir ki başka soru sormaz kendi kendisine… Türk yavrusunun beynini
körletici medrese eğitimi kurmak, kişileri hür irade verilerine değil de hiç değişmez ilahi emirlere göre
robot misali yaşatmak, kadını çarşafa ve çuvala tıkmak ve toplumdan atmak ve buna benzer daha nice
ilkel usu1lerle şeriat düzenini ihya edip bu güzel ülkeyi Yemen örneği Arap ülkelerine benzetmek...
Budur gericinin istediği... Budur onun gayesi... Ve bunda başarı sağlamak için uydurduğu masallar da
hep imansızlık bahanesi ile oturtulmuştur.
Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu:
Osmanlı devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak. Eğer biraz zahmete katlanıp okusalar,
araştırma yapsalar ilmi esaslara göre derinlemesine inebilseler ve yükselişin ve bu alçalışın
www.atsizcilar.com Sayfa 201
temellerinde gericinin zannettiği ve zannettirmeye çalıştığı gibi şeriata bağlılık nedenlerinin
yatmadığını göreceklerdir. Şeriata bağlılık değil, aksine, şeriata bağlı olmamak, yani akılcı olmak
nedenlerinin yattığını anlayacaklardır. Kanuni Süleyman'a gelinceye kadar ilk on padişahın hayatını ve
icraatını tetkik etsinler kâfi. Eğer Birinci Muradlar, Fatihler ve Süleymanlar şeriatın bütün gereklerini
yerine getirmeye kalksalardı imparatorluk kurmak şöyle dursun, fakat Uç Beği olmaktan ve aşiret
halinde yaşamaktan kurtulamazlardı. İlk padişahlar her ne kadar insan varlığına fazla değer veren
kimseler olmamışlarsa da (ki bu onların affedilmez kusurudur), şeriatın akla ve hele çıkarlarına aykırı
yasaklarına aldırış etmekten kaçınmışlar ve kendi hür iradelerini ilahi emirlerin üzerine
çıkarabilmişlerdir. Şeriatın kaçamaklarından yararlanmakla kalmamışlar, fakat şeriatın kat'i ve
değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlardır. Daha açıkçası Kur'anın emirlerine
karşı gelmişler ve ancak bu suretle o muazzam başarılarına kavuşabilmişlerdir. Nitekim Yeniçeri
teşkilatı, yani devşirme sistemi (Hıristiyan çocukların zorla Müslüman yapılarak yetiştirilmesi)
Kur'anda yazılı hükümlere rağmen, yani bu emirlerin bertaraf edilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Fatih
Sultan Mehmed, dindar bir padişah olmakla beraber ''her ilim Kur’anda mevcuttur, başka kitaba
hacet yoktur" diye müspet aklı, ilmi ve fenni bir kenara bırakmış değildi. Kur'an ve şeriatın diğer
kaynakları, onun indinde, gerçeklerin tek kaynağı değildi. Bilakis çoğu zaman şeriat hükümlerini
yetersiz görerek aklın ve mantığın icaplarına göre hareket etmesini bilmişti. Şeriat esaslarına göre zina
fiilinin cezası ya falaka veya ölüm olduğu halde, o kendi yayınladığı kadar kanunnamelerle, erkeğin
zina fiili için para cezası ihdas etmiştir. Gerçi din adamları ona Kur'anın ve şeriatın "Resim yasakları"
ile ilgili hükümlerini gösterirlerken ve bu hükümlerin softaca savunmasını yaparken o, İtalya'dan
ressam getirerek (Bellini'yi) kendi portresini ve resimlerini yaptırmıştır...
Bu tanımadığım profesörün sözlerine bir şey de ben katayım: Fatih'in kanunnamesindeki "kardeş
öldürme" maddesi de İslam esaslarına tamamen aykırıdır. Fakat devletin yaşayabilmesi için başka
çare göremediğinden bu merhametsiz hükmü kanunnamesine koymuş, din adamları da işi kitabına
uyduruvermişlerdir.
Hiç şüphesiz bir profesörün fikirleri Üstad Necip Fazıl'ın yazılarındaki hükümlerde daha ilmidir. Necip
Fazıl’ın şaheseri dine, diyanete vesaireye karışan yazılan değil, "Kadın Bacakları" hakkındaki nefis
manzumesidir.
Şimdi biz de Hasan Bağcıya bir tavsiyeyle sözümüzü bitirelim: İslam’ın ilk buyruğuna uyarak okusun.
Okusun ama artık allamesi olduğu din kitaplarını değil de, biraz da Türk tarihini incelesin ve eğer Türk
ırkındansa, kendi atalarının kimliğini biraz öğrenerek Türk olmanın gururuna ersin.
ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11
HATIRATIMSI BİR YAZI SERİSİNDE KARANLIK NOKTALAR
Nadir Nadi, 21/Haziran/1964' ten beri Cumhuriyet'te "Perde Aralığından" başlıklı bir yazı serisi
yayınlıyor. Uzun zamandır Cumhuriyet'te yazılarının çıkmayışı bir takım söylentilere yol açan yazıcının
bu serisi bir nevi hatırattır. Yalnız, hatıratlarda bulunması gereken kesin kronolojiden ve aydınlıktan
yoksun olduğu, birçok bölümleri muharririn zayıf hafızasına dayanarak yazıldığı için buna hatırat
yerine hatıratımsı yazı demek daha uygun olur.
www.atsizcilar.com Sayfa 202
Bu hatıratımsı seri bir bakıma yakın geçmişimiz hakkındaki bilgilerimizi altüst, edecek mahiyettedir.
Biz, muharririn babası olan Cumhuriyet gazetesi kurucusu Yunus Nadi'yi, bugün de birçoklarını
gördüğümüz alelade bir başyazar sanıyorduk. Nadir Nadi'ye inanmak caizse Yunus Nadi büyük çapta
bir adamdır ve Kurtuluş Savaşı'nın birinci sınıf tiplerindendir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin diktatörlük çağı olan ilk iki başkan zamanında, Atatürk ve İnönü ile eşit şartlar
içinde tartışılamadığı, tartışılamayacağı tarihi bir bedahettir. O çağın şartları ve psikolojisi buna
elverişli değildir. Hatta Türkçülerin kafa tutması da otoriteye doğrudan doğruya değil de komünizmi
korur bir durum aldıkları için bilvasıta olmuştur.
Böyle olduğu halde Nadir Nadi babasını Atatürk'le aynı hizada bir adam gibi göstermekle bizi
hayretler içinde bırakıyor ve ister istemez "acaba hatırında yanlış olarak mı böyle kaldı" diye
düşündürüyor. Fazla olarak acayip üslubu, sentaks bakımından yanlış cümleleri ve uydurma kelimeleri
de telif zaafını büsbütün arttırıyor. Mesela 29 Ağustos 1964 tarihli tefrikada (orta sütunun ortasına
yakın) bulunan şu cümleye bakın:
Dışarıya hoş görünmek amacıyla içeride başvurulan biçimsel rejim değişiklikleri ne halkın yaşama
düzeyini yükseltmeye yaramış, ne de milli savunma gücümüzü arttırmıştı.
Yazarın kastı ne olursa olsun, bu cümle sadece komikseldir.
Muharririn garip tarafları yazısından fikrine de bulaşmıştır. Babasının Cenevre'de ameliyat olurken
ölmesini anlatırken bu ölümün ona yakıştığını söyleyerek kendi tabiriyle "bıçak altında" olan bu
ölümü adeta kahramanlık gibi göstermesini yadırgamamak elden gelmiyor. Hatta düşman Ankara'ya
yaklaşırken Yunus Nadi'nin ailesiyle birlikte Kayseri'ye kaçışını "hatt‐ı müdafaa yoktur, sath‐ı müdafaa
vardır" düsturu ile açıklamaya kalkışmak da, muharririn deyimi ile söyleyelim, biçimsel bir şey
olmuyor.
Serideki bütün yadırganacak noktaları sıralarsak yazımız uzar. Nadir Nadi'nin yazıları arasında en
yadırganacak nokta, Yunus Nadi'nin Atatürk ile iki ay dargın kaldığı hakkındaki sözleridir. Dargınlık eşit
kimseler arasında olacağına göre bu iddiaya inanmaya imkân yoktur. Aynı mecliste bulunmak, yani
sofrada oturmak eşitlik sağlasaydı Cevat Abbas'ın, Recep Zühtü'nün, Kılıç Ali'nin de Atatürk'le eşit
olması icap ederdi. Şunu asla unutmamak lazımdır ki; ikisi de ormanda yaşadığı halde kurt ve tavşanı
ölçüştürmeye kalkışmak ancak gülümsemeye yol açar.
Bu yazılarda aşırı, fakat gizlenmek istenen bir tarafgirlik olduğu muhakkaktır. Necmettin Sadak'la
Nurullah Ataç'tan başka herkesin yerilmesi bunu gösteriyor. İnönü'ye karşı şuuraltında yerleşmiş bir
hıncın izleri de, ne kadar saklansa, belli oluyor.
Tam manası ile objektif olmanın imkânsızlığını kabul ederiz. Fakat okşar gözüküp Yahudi muştası
atmak bu türlü yazıların değerini çok azaltır. Hâlbuki bu hatıratımsı yazılarda kimsenin bilmediği
tarihe ana kaynak olacak küçük bilgiler de var. Mesela Celal Bayar'ın altı oklu bayrağı milli bayrak
yapmak istemesi hakkındaki satırlar bu nevidendir. (31 Ağustos 1964 tarihli tefrika, orta sütun) Bayar
hayatta olduğu için bu yazının önemi çok büyüktür. Doğru değilse yalanlanabilir.
www.atsizcilar.com Sayfa 203
İşte bütün bu sebepler dolayısıyla, hatıratımsı yazıların değerini arttırmak, tarafgirlik izlerini silmek
için Nadir Nadi'nin aşağıdaki soruların cevaplarını vermesi gerekmektedir:
1) Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da kurulmuş olan Yeşil Ordu teşkilatının programı, Yunus
Nadi'nin çıkardığı Yeni Gün gazetesinde yayınlanmış, maksat ve gayenin propagandası yapılmış mıdır?
2) Bu Yeşil Ordu teşkilatı içinde Yunus Nadi'nin mevkii ne idi?
3) Yeşil Ordu teşkilatına: "Yeşil Ordu teşkilatı lağvedilmiştir. Bunun yerine Türkiye Komünist Partisi
kurulmuştur. Teşkilat mensupları bu yeni partiye geçecektir" diye Yunus Nadi imzalı ve şifreli telgraf
gönderilmiş midir?
4) Kafkasya'da, Enver Paşa'nın idaresinde Müslümanlardan mürekkep Yeşil Ordu adında bir kuvvet
kurulup Anadolu'ya gelmesi için çalışılmış mıdır?
5) Sakarya Savaşı sıralarında Mustafa Kemal'e büyük yetkiler verecek kanun tartışılırken Yunus
Nadi'nin "Mustafa Kemal kabul etmezse biz bu mesuliyeti yüklenecek başka bir kumandan buluruz"
anlamında sözler söylediği Nadir Nadi tarafından ileri sürülüyor. (26/Ağustos/1964 tarihli tefrikada)
ve Nadir Nadi bunun, olayları hızlandırmak, yani Mustafa Kemal'i kabule icbar etmek için söylendiğini
iddia ediyor. Bu iddia üzerinde şiddetle durmak gerekiyor. Kurtuluş Savaşına herkesten önce başlayan
ve elinde maddi kuvvet bulunan tek kumandan Kazım Karabekir Paşa olduğu halde o bile Mustafa
Kemal'in şefliğini kabul etmişti. Fevzi Çakmak Paşa da Mustafa Kemal'den çok kıdemli ve yüksek
rütbeli olduğu halde o da onun emrine girmişti. Böyle olduğu halde Yunus Nadi, Mustafa Kemal'in
yerine kimi bulup koyacaktı? Eski bir İttihatçı olan Yunus Nadi, Mustafa Kemal'in yerine kimi bulup
koyacaktı? Eski bir İttihatçı olan Yunus Nadi'nin "başka bir kumandan buluruz" diyerek Kafkaslarda
bekleyen Enver Paşa'yı kastettiğini söyleyenler var. Bu doğru mudur?
Bu soruların cevaplan doğru olarak verilir ve yazı serisi düzgün ve normal bir Türkçe ile yazılırsa,
karanlıklar ışıklandırılmış olacağı için tarihi bir değer kazanacaktır.
Ötüken, 12 Eylül 1964, Sayı: 9
KONUŞMALAR 1
Bütün dünya ile birlikte Türkiye de büyük ve düşündürücü bir değişiklik içindedir. Çünkü bu değişiklik
daha çok olumsuz yönlere doğrudur.
Türkiye, çağdaş devlet olmaktan çıkmıştır. Devletin tarifi nedir? Bir vatandaş teşkilatlanmış bağımsız
bir millet, değil mi? Türkiye bu tarife uymuyor.
Bir kere bu vatandaki millet teşkilatlanmış değildir. Teşkilatlanmış demek bazı ana ilkeleri kabullenip
benimsemiş, o ilkeler içinde disiplinli, değer hükümleri belli topluluk demektir.
www.atsizcilar.com Sayfa 204
Bu vatandaki millet hangi ana ilkeleri kabullenip benimsemiştir? Hiç! Cumhuriyetçilik, Kemalizm,
Laiklik, Müslümanlık, Nurculuk, Sosyalizm, Komünizm, Türkçülük, Anadoluculuk, Demokrasi, Faşizm
ve daha ne varsa bu millet bunlardan bir tekinin çevresinde bile toplanmış değildir.
Ya değer hükümleri? O da öyle... Ahlak nedir? Ahlaksızlık nedir? Hürriyet nedir? Zevk nedir? Belli
değil...
Bundan dolayıdır ki Türkiye bir karnaval manzarası göstermektedir. Herkes kendi ilkesine ve değer
yargısına göre davranınca da ortada disiplin diye bir şey kalmamaktadır. Disiplinsiz bir topluluk ilkel
bir topluluktur. Zenci oymağı veya Avustralya yerlileri gibi.
Bu görünüş büyük bir hastalığın belirtisidir. Bütün büyük hastalıklarda olduğu gibi türlü türlü araz
göze çarpmaktadır. Teşhis doğru konmazsa tedavi fayda değil, zarar verir. Galiba Türkiye bu
durumdadır.
Türkiye'nin illetlerinden birisi bir takım azınlıkların bulunması ve bunların bugünkü aşırı hürriyetten ve
dış desteklerden faydalanarak kendi milliyetçiliklerini kendi çaplarında yürütmesidir. 8 Ocak 1967
tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir haber bu bakımdan çok dikkat çekicidir. Haber aynen şöyledir:
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve beraberindekiler dün Gaziantep'e gelmişlerdir. Yol boyunca halk
Cumhurbaşkanına büyük ilgi göstermiş ve tezahürat yapmıştır. Ankara‐Reyhanlı yolu üzerinde
İsmail Barak isimli bir işçi, Cumhurbaşkanına hitaben "gelişinizi dört gözle bekliyorduk. Buradaki
idareciler Araplar'a toprak dağıtıyor, Türkler'e vermiyor" demiştir. Bunun üzerine Sunay kendisine
"Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür. Türk, Arap diye bir şey yoktur. Türk olmayan varsa
gidebilir" cevabını vermiştir. Cumhurbaşkanı daha sonra Kilis'e uğramış, oradan da Gaziantep'e
gelmiştir.
Devlet Başkanı bu cevabı ile Türkiye'deki halkın tek millet olduğunu belirtmek istemiş olsa gerektir.
Fakat bu cevap gerçeğe uymadığı gibi Türkleri yani vatanın asıl sahiplerini kıracak ve Araplar'ı
şımartacak niteliktedir. "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür" demekle iş bitseydi bunu tesbih
çeker gibi milletçe her gün tekrarlar, dururduk, fakat gerçek şudur ki Türk topraklarında yaşayan
herkes Türk değildir. Türk, Arap diye hatta kürt, Zaza diye, şu ve bu diye 20 millet vardır ve bunlar
Türk olmadıklarını bildikleri gibi Türklüğe mal olmamak için de kendi aralarında dayanışmalar
kurmuşlardır.
Cevdet Sunay'a dert yanan İsmail Barak, soyadına göre o bölgedeki Barak oymağından bir Türkmen
olacaktır. İhtimal, bölgedeki Arap ırkından idarecilerin veya oy avcısı partizanların haksızlığına kurban
giderek kendi devletinin başkanından derdine em istemiştir. Fakat em bulmak şöyle dursun, büyük bir
ümit kırıklığı içinde şaşkına dönmüştür.
Nedense ırkçılıktan hiç hoşlanmayan ve bunu tanınmış siyasilerden birine "ırkçılık başka ırktan
olanları gücendirir" diye açıklayan Cevdet Sunay’dan biz başka türlü bir davranış beklerdik. İsmail
Barak'ı sorguya çekerek Araplar'a toprak dağıtan idarecileri tespit etmesini ve haklarında kovuşturma
yapılması için hükümete direktif vermesini beklerdik.
www.atsizcilar.com Sayfa 205
Bu yapılmamıştır. Yapılmadığı için de o bölgedeki idarecilerin Türkler aleyhindeki işlemleri sürüp
gidecektir.
Atatürk olsaydı o türlü idarecilerin külünü havaya savururdu. Fakat yıllardır memlekette zorla estirilen
ırkçılık düşmanlığı, kafalara o türlü işlemiştir ki Türk'le Türkî olmayan arasında bir anlaşmazlık çıktı mı,
en doğru çözüm yolu Türk olmaya tutmakta bulunuyor.
Cevdet Sunay'ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türktür" demesi Türk milletinin asla kabul
edemeyeceği bir düşüncedir ve birçok haklarından vazgeçmiş, birçok gerçekleri kavrayamamış
olmasına rağmen onun çok duygulu bir yönünü incitecek bir sözdür. Bilindiği gibi Türk topraklarında
birçok Çingene vardır. Ve bunların şehirlileşmiş olanları kendi dillerini unutup Türkçe konuşur
olmuşlardır. Böyle olduğu halde Türk milleti, Çingeneler'i daima aşağı görmüş, onlarla karışmaktan
korku derecesinde çekingenlik göstermiştir.
Anayasanın hükümleri ne olursa olsun, modern millet tarifi için ne uydurulursa uydurulsun, Türk
milletinin vicdanına Çingeneler'in Türk olduğu inancı kabul ettirilemez. Burada Yassıada
duruşmalarının bir safhasını hatırlatacağım:
Adalet Divanı Başkanı Salim Başol, Demokrat Parti'nin sanıklarını sorguya çekiyordu. Bunlar, İsmet
Paşa İstanbul'a gelirken onu zorbalıkla döndürmek, belki de öldürmek istemekten sanıktılar.
Demokratlardan biri kendi semtindeki Çingeneler'i de bu komploya sokmuştu. Salim Başol sordu:
"Hem de Çingeneleri işe karıştırmışsın. Onlar da vatandaş ama Çingene... Buna utanmadın mı?" Yani
bir kanun adamı bile kanunu yürürlüğe koymak işiyle uğraştığı bir sırada Çingene'yi gayet aşağı
bulmaktan kendini alamıyordu. Çünkü bu düşünce, bu inanç yüzyılların ürünüdür. Kanunla, nizamla,
demeçle beyinlerden ve gönüllerden silinmez.
Demokrasi sayesinde şimdi bu Çingeneler de birinci sınıf vatandaş olmuştur. Gerçi onların
memleketteki işi hırsızlık ve yankesicilikten ibarettir ama kanun karşısında vatandaşlar eşittir ve
devletimiz sosyal bir devlettir. Bir değişiklik yapılmadığı takdirde, önümüzdeki yüzyılda Çingenelerden
en yüksek kademelere kadar yükselecek kimselerin çıkması elbette mümkündür.
Bir süre önce İstanbul'da Milliyetçiler Kurultayı diye toplanan ve birçok yobazlarla Anadolucuların da
katıldığı bir curcunada yontma taş çağından kalma bir yobaz, sözde müslümancı1ık yaparak "ben hilali
bir Çingene ile de yükseltebilirim" demişti. Milli haysiyetsizliğin böylesi görülüp işitilmiş değildir.
Türkçüler, Çingene'yi Türk'le eşit tutan bir İslamiyet’i reddettikleri gibi böyle bir demokrasiyi de
tanımazlar.
Bu Çingeneler, toplum ahlakını bozacak hangi işler varsa onda ustadırlar. İstanbul polisinin başına
bela olan Hacı Hüsrev Mahallesi bunlarda doludur. Bunların kadın ve kızları profesyonel
yankesicilerden mürekkeptir. Yedi yaşındaki kızlarının resimleri defalarca gazetelere geçmiştir. Yedi
yaşındaki çocuğa ceza verilemediği için küstahlıklarına son yoktur. Ceza ehliyeti olan büyükleri ise bu
işi daima gebe iken yaparlar. Gebe kadın da tutuklanamaz. Böylelikle İstanbul'da bir Çingene
saltanatıdır gider.
www.atsizcilar.com Sayfa 206
İşin daha kötüsü bunların gebe takımından çocuk hırsızlığı cinayetidir. Bu hırsızlıkların kaç tanesi
gazetelere geçmiştir. Son olay da 5 Mart 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer almıştır. Ankara'da
Hacı Bayram Camisi civarında 4 yaşındaki Şükrü'yü kaçıran Çingeneler yakalanmıştır. Heriflerdeki
hukuk ve kanun bilgisi yamandır. Kaçırmadık, hoşumuza gittiği için sevmek istedik, korktu, bağırdı
diyeceklerdir. Dört yaşındaki çocuk, maksadını iyice anlatamayacağı, tam görgü tanığı bulunmadığı
için bu Çingeneler beraat edecek ve tabii bu kararı "yaşasın Türk adaleti" diye bağırarak
karşılayacaklardır. Şükrü böylelikle kurtulmuş olacaktır ama birkaç yıl önce kaybolan zavallı Ayla'dan
ses seda çıkmamıştır.
Bir görüşümü de ben anlatayım: Her yaz olduğu gibi geçen yaz da Anadolu yakası banliyösünün türlü
yerlerinde gözüken Çingeneler arasında, Küçükyalı istasyonunda gördüğüm 15–16 yaşlarındaki bir kız
şiddetle dikkatimi çekti. Çünkü bu kız sapsarı saçları, masmavi gözleri ve bembeyaz teni ile "ben
Çingene değilim, kaçırılmış bir kızım" diyordu. Ama ne yazık ki artık Çingene olmuştu.
Şimdi, Türkiye'nin düzenini ve ahlakını bozan bu Çingeneler için bir teklif yapsam da: "Bunların hepsi
anayurtları olan Hindistan'a sürülsünler, Hindistan kabul etmezse Hakkâri vilayetinde toplanıp
yapabilecekleri işlerle uğraşmaya mecbur tutulsalar, yolları sayılı olan o dağlık bölgeden kaçmaları
mümkün olmadığı için eğitim ve disiplinle adam edilseler" desem tabii derhal kıyametler kopar ve
"insan hakları", "anayasa hukuku", "özgürlük", "demokrasi", "cumhuriyet", "vatandaşlık" gibi
tekerlemelerle faşistliğimiz ve ırkçılığımız tekrar yüzümüze çarpılır, anayasa bilginleri olarak
İstanbul'da Ali Fuat Başgil ve Tank Zafer Tuna’ya, Ankara'da Bülent Esen bir hamaset heykeli gibi
karşımıza dikilir.
Oysaki ancak 50.000 geri Kürd'ün yaşadığı ve Barzani'ye silah kaçakçılığı yaptığı o geniş bölgeye
Çingeneleri de yerleştirip kaynaştırsak gelecek yüzyılda kim bilir ne insan güzeli vatandaşlar
kazanırdık. Irkçılık düşmanları bu insan güzelleriyle evlenerek Hilali yükseltirlerdi.
Tabii bu bir fantezidir. Fakat fantezi olarak kalacağı için Çingeneler, yurdu her bakımdan bozmakta
devam edecekler ve mesela Batı Anadolu'nun bir şehrindeki hapishanenin 49 mahpusundan 48
tanesinin Çingene olması gibi karakteristik olayılar eksik olmayacaktır.
Fakat Türkiye'deki azınlıklar yalnız Araplar'la Çingeneler değildir. Bir de kürt vatandaşlarımız vardır ki
sayı bakımından hepsinden üstün ve dışardan desteklenmesi bakımından hepsinden talihli olduğu için
üstünde durulmaya değer.
Şimdiye kadar gelip geçen hükümetler gibi avcı görmüş devekuşu rolüne girmemek ve
göremeyenlerle işitmeyenleri ve uyuyanları uyarmak niyetinde olduğum için gerçekleri açıklamakta
pervam olmayacak.
kürtler, Türk veya Turanlı değildir. Buz gibi İranlıdır. Konuştukları dil bozuk, ilkel bir Farsçadır. Tipleri
de öyle. Aralarına karışmış az sayıda Türkler'in bulunması veya dillerindeki kelimelerden çoğunun
Türkçe olması bu gerçeği değiştirmez. İngilizcedeki kelimelerden çoğunun Normal istilası hatırası
olarak Fransızca olması nasıl İngilizleri Fransız yapmıyorsa, dokuz yüzyıllık Türk hâkimiyetinin kürtçeye
doldurduğu Türkçe kelimeler de onları Türk yapmaz. Dilin hangi aileden olduğu kelimeleriyle değil,
yapısıyla ölçülür. Bu bakımdan kürtler batı dağlarında kalmış bir takım Farslardır. Zaten birbirince
www.atsizcilar.com Sayfa 207
anlaşılmayan dört beş ağızIa konuşan ve kendilerini Kırmanç ve Zaza diye iki gruba ayıran bu
toplulukları "kürt" diye birleştiren bizleriz.
İstatistiklerimiz kürtleri bir buçuk milyon olarak gösteriyor. Gerçekte biraz daha fazladırlar. Çünkü
istatistiklerimiz ırkları anadillerine göre ayırmakta olup İstanbul gibi bazı batı şehirlerimizde oturup
anadilini unutan veya kürt olmaktan utandığı için kendisini "Türk" diye yazdıranlar da hesaba katıldığı
takdirde iki milyon kürt olduğu kabul edilebilir.
Cevdet Sunay'ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür" demesine göre bu dağlı
vatandaşlarımızın da Türk olması gerekir. Değildir. Ama haydi kendimizi zorlayarak Türk'tür diye kabul
edelim. Bir tarih öğretmeninin bıkıp usanmadan söylediği ve yazdığı uydurmaları kabullenerek dağlı
vatandaşlarımız da Türk'tür diyelim. Diyelim ama neyleyelim ki onlar bunu kabul etmiyor.
Kabul etmediklerine tanık ararsanız: Biri kürtçülük dolayısıyla tutuklanıp mahkemeye verilenler ve
kanunun yetersizliği yüzünden beraat edenler; biri İstanbul'daki Site Talebe Yurdundaki olaylar; biri
de 1966'nın Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım aylarında 4 sayı çıkıp kapatılan "Yeni Akış" dergisi. Daha da
var ama onlara lüzum yok.
Ben "Yeni Akış" dergisi üzerinde duracağım:
Yeni Akış dergisi, bugünkü kanunlarımızın yetersizliğinden ve 27 Mayıs ak devriminin getirdiği aşın
özgürlük havasından faydalanarak kürtçülük yapan bir dergiydi. kürt davasını kürt kurnazlığı ile
Türkiye'nin doğu illeri davası halinde sürüyor ve birçok akılsız Türk'ü de böylece avlamasını biliyordu.
Kendilerini haklı gösterecek kozları vardı: doğu ihmal olunmuştu. Fakat bunun kasıttan değil,
imkânsızlıktan doğduğunu bilmemezlikten geliyordu. Bütün Türkiye ihmal olunmuştu. Kalkınma;
tarihi, coğrafi ve iktisadi sebeplerle batı illerinden başlıyor, doğuya doğru yayılıyordu. Bunda devletin
hiçbir art niyeti yoktu. Ovadaki "Aydın" ili ile dağdaki 'Tunceli" iline kültür ve medeniyet eşit çabukluk
ve yoğunlukla götürülemezdi. Bundan, başka "Türk" en azından 23 yüzyıllık bir kültürün, teşkilatın,
bağımsız devletin mirasçısı idi. "kürt" neydi? Daha ortak bir dilleri bile olmayan bu devletsiz,
kültürsüz, mazisiz kalabalık, cihan devleti kurmuş Türk'le âşık mı atacaktı? Evet, Yeni Akış dergisini
çıkaran Türk tebaası kürt milliyetçileri bunu istiyorlardı. Dergilerinin ilk iki sayısında biraz ihtiyatlı
davrandıktan sonra Türk hükümetinin müsamahalı durumunu görerek üçüncü sayıda baklayı
ağızlarından çıkardılar: kürtçe yayın istediler. Hatta Kurtuluş Savaşının zaferle bitmesini ve
cumhuriyetin kurulunu belirtmek için anayasayı zorlamaya başladılar. Ekim 1966 tarihli olan bu
üçüncü sayısının son kapak sayfasında iki tane kürtçe manzume (!) yayınladılar. Bunlardan birini yazan
Kemal Badıllı bugün mebustur. Partisine uğurlu olsun.
1966 Kasımında çıkan 4. sayıda ise kürtçe şiirler artık derginin içine girdi ve radyonun da kürtçe yayın
yapması istendi. Son kapak sayfasında ise bu safer notalı bir kürtçe manzume bulunuyordu. Makaleler
solların ağzı ve taktiği ile yazılıyor, Türkiye'deki "Halklara" eşitlik isteniyordu. Yazamadıkları, fakat
şurada burada söyledikleri, bize kadar gelen düşünceleri şuydu: Türkiye'de 11 milyon kürt vardır.
kürt'ten her meslekte mühim adamlar yetişmiştir. Bu şartlar altında neden devletimiz olmasın?
kürt devleti olamazdı. Çünkü Kürtler millet değildi. Farslar'ın dağlı ve ilkel bir kolu idi. Türkler'e göre
Yörükler ne ise, Farslar'a göre de kürtler o idi. Şu farkla ki Yörükler sosyal seviye bakımından kürtlerle
www.atsizcilar.com Sayfa 208
ölçülemeyecek kadar üstündürler. Yörüklerden "Yörük Ali Efe", ''Demirci Efe" çıkmıştı. Daha önce de
"Çakırcalı Efe" çıktığı gibi. Bunlar birer kahramandı. İlk ikisi Yunan'a karşı, daha eski olan üçüncüsü
hükümet hizmetinde olan Arnavutlar'a karşı savaşmıştı. Ya kürt'ten kim çıkmıştı? Koçero, Hamido,
Hakimo veya Tilki Selim. Yani düpedüz adı eşkıyalar, katiller ve hırsızlar...
Nitekim Farslar'ın da kürtler hakkındaki düşüncesi pek olumsuzdur. Farsça‐Türkçe bir sözlük olan
Burhan‐ı Kaatı tercümesinde (481. sayfa) kürtler hakkında şu beyti vardır:
Kesafetta‐yi âlem gird kerdend
En anha misiriştend, Kürd kerdend.
Bunun Türkçesi şudur: ''Dünyanın kabalıklarını topladılar; karıştırarak onlardan kürt yaptılar."
Bunun altında da Türkçe olarak şu ibare: “Vakıa, bizim semtlerde mem'iyyetleri olmağla daire‐i
insaniden hariç kavimlerdir"
Bu ibarenin, müellif olan Ali bin Halefe mi, yoksa mütercim olan Ahmed Asım'a mı ait olduğu belli
değildir.
Arslan hükümetimiz Yemliha uykusundan uyanıp bu dergiyi kapatmasaydı arkadan Kürdistan
haritaları, bayrakları, milli marşları ve anayasalarının geleceği muhakkaktı.
Şimdi, bu manzara karşısında Türk Devleti Başkanının "Türk topraklarında yaşayan herkes Türktür"
demesi boşuna bir iyimserlik olarak kalmıyor mu idi? Orası öyle idi ama son cümlesi de çok güzel ve
yerinde idi: ''Türk olmayan varsa gidebilir.''
Evet... kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidai dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet
kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcüler’in, Ermeniler'in,
Rumlar'ın kökünü kazıyarak aldık; yine oluk gibi kan dökerek Haçlılar'ın savaşçı şövalyelerine karşı
savunduk. kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana'dan Yemen'e kadar her yerde
Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat
buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. İran'la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri
zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran'la birleşip
onu vurmaktan geri kalmadılar. Birinci Cihan Savaşında bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik
Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan kürtler bu kırgından
kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunlukta oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam
edeceklerdi. Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet
kurmak hayalleri, hayal olarak kalacaktır. Yunanlılar'ın Bizans, Ermeniler'in Büyük Ermenistan kurmak
hayalleri gibi... Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip
gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran'a, Pakistan'a,
Hindistan'a, Barzani'ye gitsinler. Birleşmiş Milletler'e başvurup Afrika'da yurtluk istesinler. Türk ırkının
aşın sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulamadığını, ırkdaşları
Ermeniler'e sorarak öğrensinler de akıllan başlarına gelsin.
Şimdilik bu kadar...
www.atsizcilar.com Sayfa 209
Bu vatanda yaşayan milletin hangi ana ilkeler çevresinde birleştiği belli değildir demiştim. Eskiden,
Osmanlı adı ile anıldığımız zamanda '''din ve devlet" ilkeleriyle kaynaşmıştık. Din manevi tarafımızı,
devlet ve onun sembolü olan padişah maddi tarafımızı teşkil ediyordu. Ülkemizde şahıs ve zümre
çıkarları yüzünden türlü kavgalar ve cinayetler olduğu halde iki ana prensip dolayısıyla sağlam bir
toplum durumunda idik. Nitekim Batının bizi iyice geçtiği 17. Yüzyılda bile Türkiye'yi tek başına
yenecek bir devlet henüz yoktu.
Bugün ise bizi birbirimize bağlayan tek bir düşünce bile yoktur.
Cumhuriyetçilik gönüllerde değil, sözlerdedir. Cumhuriyet nihayet bir rejim yani bir manevi elbise
olduğu için bunun çevresinde birleşmek yürütücü ve yaşatıcı bir ana düşünceye sarılmak sayılmaz.
1923–1967 arasındaki 44 yıldan ne kadarının cumhuriyetle geçtiği de ayrı bir sorudur.
Laiklik de böyledir. Şeriat üstüne devlet kurulmasını ve resmi dilin Arapça olmasını isteyenler arasında
bir Fen Doçentinin bulunması akıllara durgunluk verecek bir nesnedir. Bu curcunaya, milleti en
azından iki düşman yığın durumuna getiren partileri de eklerseniz manzara tamamlanır. O partiler
sayesindedir ki kahvehaneler ve camilerden sonra mezarlıklar da ayrılmıştır.
Türkiye'nin çöküşü yıllarında tabu bir kelime vardı: Şeriat. Cahil bir kalabalık şeriat isteriz diye
ayaklandı mı, artık onlara karşı konamazdı. Şeriat diye istedikleri şey çok defa şeriat ile ilgisi olmayan
ıvır zıvır şeylerdi. Mesela yeni usul askeri talimleri şeriata aykırı diye istemezlerdi. İkinci Mahmud,
Avrupai başlık diye "fes"i kabul edince onu da şeriata aykırı bulmuşlardı. Daha sonra aynı geri kafalılar
şapkaya karşı fesi tutmakla ne kadar gülünç olduklarının farkında değildiler.
Bugünün tabu kelimesi demokrasidir. Demokrasi, demokratik, demokratlık ve başkaları... O kadar ki
demokrasiyi tenkit etmek bile hoş karşılanmıyor. Dini inancın doruğunda bulunduğu çağlarda dine
sövmek nasıl karşılanmışsa demokrasi aleyhtarlığı da bugün öyle görülüyor.
Demokrasiyi son çağ Osmanlıları "Hükümet‐i avam" diye tercüme etmişlerdi. Avam hâkimiyeti, daha
Türkçesi "ayak takımı hâkimiyeti" demektir. Demokrasinin geliştiği ülkelerde bu ayak takımını yine
aydın bir zümre yönetir. Bundan başka gerçek demokrasilerdeki demokrasi uzun bir gelişme ve
olgunlaşma çağından geçerek bugünkü noktaya yükselmiştir.
Demokrasinin birçok nimetleri olduğu söz götürmez bir gerçektir. Fakat demokrasi için ebedi rejimdir
denilirse budalaca bir söz edilmiş olur. Çünkü demokrasi artık milletlere zarar vermeye başlamıştır.
Çünkü artık fikir hürriyeti olmaktan çıkmış, kötü fikirlerin de hürriyeti olmaya başlamıştır.
İsveç belki de dünyanın en ileri topluluğudur. Demokratlığına da diyecek yoktur. Doğru insanlardır.
Yalan ve küfür bilmezler. Hatta sakal bırakıp Nur risalesi okumaya başlasalar bizim Nurculara göre en
iyi Müslümanlar onlar olur. Fakat demokrasi yani davranış hürriyeti, cinsi ilişkilerde tam bir hürriyet
haline gelmiştir. Amerika'da öğrenim ve staj görmüş bir dostumdan şu olayı dinledim:
www.atsizcilar.com Sayfa 210
Bir Amerikalı, görevle İsveç'e gelince kızını bir İsveç lisesine kaydettirmek için başvurur. Fakat bir de
okulun bahçesinde ne görsün? Öğrenciler için asılmış şöyle bir ilan: "Bahçede gebe kız arkadaşlarınızla
oynarken dikkatli davranın"
Yani çarpıp falan çocuk düşmesine sebep olmayın. Amerikalı kaç yılın Amerikalısı olduğu halde gözleri
fal taşı gibi açılır ve bu hürriyetten korkarak kızını okula vermekten cayıp döner.
İsveç'in hürriyeti burada bitmiyor. Homoseksüel dernekler de kurulmuştur. Bu yüzdendir ki Fin‐Rus
savaşı sırasında 7000 gönüllü ile Finler’e yardım ederek onların büyük sevgisini kazanan İsveçliler
bugün Finler'in gözünde bayağı yaratıklar olmuşlardır. Dövülüp sövülen haysiyetsiz yaratıklar.
İsveç, hürriyetin kötüye kullanıldığı tek ülke değildir. Daha geçenlerde İngiltere'de iki tarafın rızası ile
homoseksüel münasebetleri kabul eden bir kanun (buna kanun değil, dümbelek bile denemez ya)
kabul olundu. Bu kadar muhafazakâr ve demokrasinin anayurdu olan Majeste Kraliçenin
memleketinde bu rezalet yapıldıktan sonra artık bu dünyada:
"Olmaz, olmaz deme, olmaz olmaz"
düsturu bütün sertliğiyle söz yürütecek demektir. Nitekim harikalar diyarı Amerika yine bir rekor
kırmıştır. 4 Nisan 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sayfasından aynen aldığım şu habere
bakın:
Amerikalı Gençler Vietnam'a Gitmekten Nasıl Kurtuluyor?
Newyork (A.A) ‐ Vietnam Savaşı, Amerika'da 150 yıldan beri görülmemiş bir duruma, yani
Amerikalılar'ın Kanada'ya git gide artan bir şekilde göç etmelerine yol açmıştır.
CIA’nin yerli ve yabancı pek çok teşekküle para yardımı skandalını ortaya çıkaran "Ramparts"
dergisinin bildirdiğine göre, "1812 yılında beri hiç bir zaman bu kadar çok sayıda Amerikan vatandaşı
Kanada'ya hicret etmemiştir.
Dergiye nazaran, sadece 1966 yılında 17.514 Amerikalı Kanada'ya hicret etmiştir. Bu rakam 1965'te
hicret edenlerin sayısına nazaran yüzde 16 nispetinde bir artışı göstermektedir. Bu muhacirlerin
birçoğunu, Vietnam'daki savaşa gitmek istemeyenler teşkil etmektedir. Kanada, memleketinde askere
gitmek istemediği için hicret edenlere kapılarını açık tutmaktadır. "Ramparts" dergisine göre,
Amerika'da kalan ve askere gitmek istemeyen gençler için ise askere çağırılmadan önce ihtiyat olarak
kaydım yaptırmak yahut polis, FBİ, CIA’ye girmek gibi başka yollar da vardır. Geçen yıl 3.000.000 genç,
psikiyatrların "şimdiye kadar birini öldürmek veya birine tecavüz etmek arzusunu duydunuz mu"
sorularına "evet" cevabını vererek askerlikten kurtulmuştur. Vietnam'a gitmek istemeyen diğer
bazıları ise cinsi sapık olduklarıyla övünmekte ve muayene komisyonu önünde bunu ispat edecek
şekilde davranmayı tercih etmektedirler. Dergiye nazaran, dantel iç çamaşırları giymek ve muayene
heyetine dâhil olanları öpmek de iyi sonuç vermektedir.
İşte bütün bu rezaletler demokrasinin ürünleridir. Çünkü insanlarda itidal yoktur. Güzel şeyleri
aşırılıkla yozlaştırırlar. Sınırları kesin olarak çizilmeyince aşılır ve vicdan, düşünce hürriyeti olarak
www.atsizcilar.com Sayfa 211
başlayan demokrasi hayvani seks hürriyetinde karar kılar. Seks özgürlüğü başladı mı, utanma
damarları çatlar. Kamuoyunun temsilcisi olduğunu iddia eden gazeteler cihanın ünlü fahişelerini seks
ilahesi diye ortaya koymaya başlayınca ve savcılar kanuni işlem yapacakları yerde bu resimleri estetik
düşünceler ile seyretmeye koyulunca artık yol açılmıştır; o halktan hayır gelmeyecek demektir.
Riyakârlık ayyuka çıkmış demektir. Dışarıdan kamuoyunu temsil, özgürlük, demokrasi, anayasa, basın
hürriyeti... İçerden hangi fahişenin resmi daha çok satış yapar kaygısı...
Şu yukarıdaki Amerikan haberine göre Amerika'nın geleceği hakkında ne düşünürsünüz? Ben kendi
düşüncemi söyleyeyim: Zaten millet haline gelmemiş olan bu çok zengin, tekniği çok ileri topluluk,
önümüzdeki beş on yıl içinde bir silkiniş yaparak kendine gelmezse içerden Zenciler, dışardan
Japonlar veya Ruslar tarafından yok edilecektir. Ahlaksızlığın, tembelliğin, korkaklığın, hamakatın,
seks rezaletinin sonu budur. Roma, Abbasi İmparatorluğu ve Bizans da kendi zamanlarının Amerikası
idiler. Tarih yapraklarında kaldılar.
Şimdi kehaneti bırakıp bugünkü durumumuza gelelim: Türkiye, Tanrı'ya havale olunmuş bir devlettir.
Devletliliği de yalnız adındadır. Çünkü devlet vasıfları bulunmayan devletimsi bir topluluktur.
Hükümet milletle değil, büyük işlerle, hayallerle uğraşmaktadır. Halk Partisi, Demokrat Parti ve Adalet
Partisi komünizm aleyhinde gözüktükleri, Türk milletini yükseltmeyi sözde amaç edindikleri halde
bunun baş şartı olan eğitimde hiç bir milli hamle yapamamıştır. Halk Partisi Köy Enstitülerini kurup
milleti beş on yılda kalkındırmayı tasarlamış, fakat bu işin başına komünist Tonguç Baba'yı getirmiştir.
Neticede bu okullar komünist yuvası haline getirilmiş ve Türklüğü kalkındıracak olan bu okullardan
birinde Türk bayrağı lağıma atılmıştır. Bu olay ve Müfettiş İsfendiyaroğlu'nun komünizm faaliyetleri
hakkındaki raporlan kaç kere açıklandığı halde bu memlekette hala Köy Enstitülerinin yine
kurulmasından söz edilir.
Bunlar ya gafil, ya haindir. Üçüncü şık yoktur.
Türkiye'de bugün kanunlar yürürlükte değil. Nizamlar da öyle. Alabildiğine bir sokak hürriyeti vardır.
Bu memlekette halkın birinci vazifesi, Türk istiklalini veya Türk cumhuriyetini korumak değil, birbirini
rahatsız etmektir. Bir kaç örnek vereyim:
İstasyonlarda bisikletle gezmek, vapur ve trenlerin bazı yerlerinde sigara içmek, sinemalara küçük
çocuk getirmek yasaktır. Bu yasaklar her gün herkes tarafından bozulur. Sigara içmeyenlere mahsus
bir vagonda bir gün bu yasağı bozan birisini memura göstererek sigara içirmemesini istedim. "Ben
zabıtai Belediye Memuru değilim" diye cevap verdi. Kalabalık vagonlarda pilli radyosunu iyice açarak
İngilizce miyavlama dinleyen hödükler günden güne çoğalmakta, memurlar bunlara ses
çıkarmamakta, velhasıl demokrasi tam anlamı ile "ayak takımı hâkimiyeti" halini almaktadır.
Demokrasi taraftarları diyecekler ki: "Demokrasinin ne günahı var? Demokrasi bu değildir. Suç onu
anlamayanlardadır." Doğru. Vitamin de çok iyi faydalı, hatta hayati bir şeydir. Fakat insanlar aptallaşıp
da sağlık kazanalım diye avuç avuç vitamin yutmaya kalkarlarsa, doktorlar da ahlaksızlaşıp onlara bol
bol vitamin reçetesi yazmaya başlarlarsa yapılacak tek şey, insanların vitaminden ölmelerini
durdurmak için vitamini piyasadan kaldırmak olur. Demokrasi bu duruma gelmek üzeredir. Eskişehir
gibi Türkiye'de cinayetlerin en az işlendiği, halkının başka illerden daha iyi olduğu bir yerde lise kızları
bir gazeteye toplu mektup yazarak ne istediler biliyor musunuz? Mini etek giymek hürriyeti. Osmanlı
www.atsizcilar.com Sayfa 212
tarihinde bir "söz ayağa düşmek" deyimi vardır. Bugün tam o durumdayız. Sözün ayağa düşmesi, her
kafadan bir ses çıkması yalnız çıkarların düşünülmesi toplum için kötü belirtilerdir. Bunlar ölümcül bir
hastalığın görünüşleridir. Kesin bir müdahale olmazsa sonuç acıklı olacaktır.
Türkler acayip bir millet oldu. Kendisine yapılan fenalıkları unutuyor. Kendisinden başka kimseye
düşmanlık gütmüyor. Evet, Türkler kendilerine düşman bir millet oldular: Kendilerini yok edecek ne
varsa ona sarılıyor, kendisini yükseltecek ne varsa onu tepiyor. Nurcu oluyor, Arapçı oluyor, Moskofçu
oluyor, fakat Türkçü olmuyor. Bütün dünyanın birleşeceğini kabul ediyor da bütün Türklerin
birleşmesini imkânsız buluyor. Yeni bir şeye ihtiyacı oldu mu gözünü hemen dışarıya çeviriyor. Bu,
acaba bende de var mı diye bir an bile düşünmüyor.
1965 Nisanında Magna‐Charta'nın bilmem kaç yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla bizim radyolarımızda
da konuşmalar yapıldı, profesörler demeç verdi. 1 Nisan 1965'te saat 19.40'ta bir İngiliz’in şu sözü
bütün törenin en anlamlı özetiydi. Şöyle demişti: "Bir milletin anayasası tarihi efsanelerle
süslenmedikçe kupkuru bir şeydir." Bu ne güzel, ne doğru sözdü. Anayasa bir milletin temel
düzeniydi. Yüzyıllardan beri gelen geleneklerin, göreneklerin bir özü olmak, milletin ruhunda yaşamak
zorunda idi.
Bizim anayasamızda böyle bir unsur var mıydı? Anayasayı hazırlayan Prof.lar bunu düşünmüş,
düşünebilmiş miydi? Türkler tarihini, milli efsanelerini biliyorlar mıydı? Şüphesiz, onlar bu şartlardan
hiçbirini haiz değillerdi. Onlar sadece okuyup öğrendikleri başka millet anayasalarından bir terkip
yapmışlar, hepsinin en iyisini seçmeye çalışarak en iyi örneği bulduklarına inanmışlardı. Yaptıkları bir
tercüme, bir iktibas, adaptasyon veya intihaldi. İstediği kadar mükemmel olsun, Türk değildi. Edebiyat
dehası Goethe'nin Faust'u Türkçeye çevrilmekle Türk eseri oluyor muydu? Şüphesiz olmuyordu. O
nasıl sadece Türkçeye çevrilmiş bir Alman eseri olmakla kalıyorsa başka anayasalardan aparılan ve
aktarılan bu anayasa da öylece milli olamıyordu. Prof.lardan hangisinin aklına bir de Türk anayasası
olduğu gelmişti? Ve nihayet bir anayasa sadece bir hukuk işi miydi? Aynı zamanda tarihi gelişmenin
sonucu değil miydi? Öyleyse bu anayasa hazırlanırken neden tarihçilerin düşüncesi sorulmamıştı?
Sorulmalıydı. Çünkü hukukçularımızın cihan piyasasındaki mevkii ancak sıra adamı olmaktan
ibaretken tarihçilerimizin uluslararası ünü ve yeri vardı. Bu yapılmadı. Yapılamadığı için Türk
devletinin "sosyal" devlet olduğu kaydolundu. "Türkçü" devlet olduğu kaydolunmadı. Onun için ben
bu anayasaya "hayır" dedim.
Demokrasiler gitgide avam hâkimiyeti haline geldikçe zekâdan da yoksun bir durum arz ediyor. Zekâ
kıtlığının en büyük tanıklarından biri Amerika'nın davranışıdır. Afrika’da kurulan Yamyam
cumhuriyetlerine yardım etmek için Amerika buralarda seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin
kurulmasını şart koşuyor. Birkaç milyonluk nüfusları arasında okuyup yazan ancak bir iki bin kişinin
bulunduğu, yüksek öğrenim yapmışların beş altı kişiden ibaret bulunduğu bu devletlerde seçimle
gelen hükümet meşru hükümet mi olacaktır? Yamyamlar seçimden ne anlar?
Suudi Arabistan'da seçimle gelmiş bir hükümet yok. Fakat aklı başında bir tek adam, şimdiki Kral
Faysal bu iptidai ülkeyi gayet güzel yönetmekte ve kalkındırmaktadır. Kalkınmanın demokrasiyle,
cumhuriyetle ilgisi yoktur. Kalkınma aklı başında insanların disiplinle yöneteceği bir iştir. Almanya ve
Japonya bugünkü seviyelerine demokrasi ve cumhuriyetle değil, krallıkla ve mutlakıyetle gelmişlerdir.
www.atsizcilar.com Sayfa 213
Almanya ve Japonya daki Millet Meclisleri bir demokratik organ değildi. Atatürk ve İnönü
zamanındaki bizim Meclisler gibi destekleme organlarıydı.
Türkiye'yi devlet olmaktan çıkaran sebeplerin birisi de bizdeki Moskofçulardır. İnsan kötü niyetli
olduktan sonra kanunların zayıf taraflarını bularak istediği gibi faydalanır. Millet haklarını savunur
gözüküp sınıf düşmanlığı yaratır. Laiklik diye manevi değerler baltalanır. Hürriyet diye anarşi öne
sürülür. Her türlü kargaşalık yapılır.
Üniversitelilerin bir takımı bunlara kapılıverir. Çünkü bu çocuklar liselerden sağlam bir milli terbiye
alarak gelmiş değillerdir. Liselerde milli olarak ne vardır? Edebiyat mı? Tarih mi? Müzik mi? Hiç biri…
Öğretmenler büyük çoğunlukla kupkuru insanlardır. Okumazlar. Düşünmezler. Yalnız alacakları maaşı,
tatil günlerini, intibak kanunlarını bilirler. Çekingendirler. Çoğu hastalıklıdır. Büyük bölümü geçim
sıkıntısı içindedir. Aralarında milliyetçi olanları da Bakanlık tutmaz. Bunlar solcularla çatıştıkları zaman
hep birlikte başka okullara sürülürler. Okullarda disiplin olmadığı için sinirleri bozuktur. Tedaviye
muhtaç insanların ders vermesi toplum yapısında gedikler açmaktadır. Bu gediklerin yarın farkına
varılacaktır.
Öğrenciler de aynı bir trajedidir. Çünkü bu çocuklara gazete, dergi, sinema, tiyatro, sokak, plaj, radyo
ve her şey kötü örnekler vermektedir. Üzüm üzüme baka baka kararır. Kişiye kırk gün deli deseler deli
olur. Ben her gün tiren, vapur ve otobüsle işime gidip geldiğim için öğrencileri görüyorum görünüşü
korkunçtur. Eğitim reformu yapılmazsa, çok sert disiplin uygulanmazsa Türkiye'nin geleceği
karanlıktır. Bir millet baraj ve fabrika ile değil, daha önce milli ruh ve ülkü ile kalkınır. Manen çökmüş
bir millete endüstri tesisleri yapmak, ölüye balo elbisesi giydirmeye benzer.
Türkiye'de öğrenci vasfına layık topluluk bir dereceye kadar İmam‐Hatip Okullarında var. Dini inançla
birlikte eski Türk terbiyesini sakladıkları için bu çocuklarda bir üstünlük derhal göze çarpıyor. Bunlar
dini bilgilerle birlikte çağdaş bilimleri de öğrenerek yetiştikten ve halka hitap etmeye başladıktan
sonra Türkiye'nin manzarası değişecektir. Eski hocalar "milimetre"nin ve "Venezuella"nın ne
olduğunu bilmeyecek kadar cahildiler. Arapçayı da bilmiyorlardı. İmam‐Hatip Okulları öğrencileri
seçkin ve milli şuurlu öğretmenler elinde yetişirse yurt için büyük kazanç olur. Atatürk medrese ve
tekkeleri kapattığı zaman bir Yüksek İslam Enstitüsü açsaydı şimdiye kadar yetişmiş olacak olan bir
kaç bin aydın din adamı Diyanet İşlerinin başında ve sıra görevlerinde bulunur, "radyonun içinde
melekler vardır; konuşan onlardır" diyen kürt Sait gibi kara cahil yobazların ardından binlerce gafil
Türk gitmezdi.
Ötüken, 1967, Sayı:40
www.atsizcilar.com Sayfa 214
KONUŞMALAR 2
Türkiye ahlak buhranı içindedir. Bunun ilk sebebi ne olursa olsun gelişmesi, artması demokrasi
yüzündendir. Çünkü demokrasideki basın hürriyeti daima kötüye kullanıldığı için, ahlaksızlıkların
yayılmasında başlıca faktör olmaktadır.
İnsanlar gördükleri şeyi kaparlar. Terbiyeli insanların çevresinde yetişenlerin terbiyeli, fena insanların
yanında yetişenlerin fena olması bu taklit kanunu dolayısıyladır. İnsanlara tesir eden amiller yalnız
çevresindeki insanlar değil, aynı zamanda okudukları, gördükleri ve işittikleridir.
Türk milletinin bir zamanlar gayet yiğit ve fedakâr olmasındaki bir sebep, halk elindeki kitapların
sadece kahramanlık kitapları olmasıydı. Bugün fuhuş ve zina romanları, külhanbeyi ağzıyla yazılmış
hezeyanlardan başka ne var ki? Gazetelerin hepsinde peygamber hikâyeleri yanında açık saçık
tefrikalar, filmlerdeki iğrenç sahneler, tiyatrolarda ahlak ve mukaddes at adına ne varsa hepsini
batıran eserler, radyoda sanatçıların aşkları adı altında bir takım beynelmilel fahişelerin zinaları
elbette erdem değil, rezalet aşılayacaktır.
Hele bir iki tane günlük gazete var ki baş sayfalarında yalnız cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık, ihanet,
fuhuş, zina, külhanbeylik havadisleri büyük puntolarla yer alır ve bu rezaletleri, ortaokul çocuklarına
kadar herkes okur.
Kendilerine sorarsanız "halka haber vermek görevlerini yapmaktadırlar" Halka neyin haber verilmesi
gerektiğini bilmeyen bu insanlara basınla hitap hakkını vermekle eşkıyanın eline silah vermek
arasında hiçbir fark yoktur.
1959'da Türkiye'ye gelen bir Alman basın heyeti, memleketi dolaştıktan sonra "dünyanın hiç bir
yerinde Türkiye basını kadar sorumluluk duygusundan yoksun basın yoktur." neticesine varmıştı.
Basın hürriyeti; saklanması gereken haberleri açıklamak, manevi zarar yapacak olayları yazmak, garez
karlık ederek bir haberin yanlış tefsirine gitmek ve hele bir düşmanı gözden düşürmek için yalan
yazmak değildir. Basın çok güçlü bir silahtır. Bu silah ahlaksız, vicdansız, satılık yazarların elinde
milletin manevi yapısını çökertecek çekirdek silahı halini alır. Pek az istisna ile basın denilen seviyesiz
ve seciyesiz topluluğun, çıkarlarına göre yön değiştiren, gerçekleri tahrif eden, inanmadığını savunur
görünen satılık kalemlerini herkes tanımaktadır. Yıllar boyunca bunları okuyarak yaşayan insanların
en sonunda zehirleneceği, gerçekleri anlayamaz hale geleceği muhakkaktır.
Basının görevi, kendi inancına göre yanlış gördüklerini duyurmaktır. Bir damlalık gerçeği alarak onun
çevresinde büyük bir yalan dünyası yaratmak değildir: 27 Mayıs hareketi olduğu zaman, İstanbul
vilayeti önündeki gazetecilerin birkaçının "Adnan Menderes ecnebi dövizleriyle kaçarken yakalandı
diye yazalım mı" diye konuştuklarını, bu konuşmayı dinleyen birisi bana anlatmıştı.
Samet Ağaoğlu'nun çoban kılığında Bulgaristan'a kaçarken yakalandığını, Celal Bayar'ın bankalarda
103 milyon lirası bulunduğunu yazmışlardı. Kıyma makineleri icat etmişlerdi.
www.atsizcilar.com Sayfa 215
Bu büyük iftiraları yapan ve yazanlar şüphesiz en büyük ahlaksızlardır. Bütün bunlar demokrasiden
doğmaktadır. Demokrasinin kötüye kullanılması denecek. Bunun cevabı şudur: Kötüye kullanılmayı
önlemeyen bir sistem er geç zararlı olacak demektir.
***
Bir zamanlar, Doktor Fahrettin Kerim Gökay intihar haberlerinin gazetelerde yazılmasını yasak
ettirmeyi başarmıştı. Doktor, ruh hastalıkları uzmanı olarak intiharların taklit edildiğini, istidatı
olanları kötü davranışa gitmekten alıkoymak için onlara kötü şeylerden bahsedilmemesi gerektiğini
herkesten iyi biliyordu.
Bu, basın hürriyetine aykırı görülerek sonradan kaldırıldı. Doktorun ne kadar haklı olduğu şimdi daha
iyi anlaşılıyor. Buda rahipleri gibi kendini yakanlar, açlık grevi yapanlar, artist olmak için İstanbul'a
kaçıp kötü yola düşenler, banka soyanlar, paraları alıp kaçan mutemetler hep birbirini göre göre,
gazetelerde okuya okuya bu hale düşüyorlar.
Bunlar yazılmasın derseniz tabii yine basın özgürlüğü, anayasa diye bir kıyamettir kopar. Yalnız şu
düşünülmez: Bunlar yazılmazsa millet kayıp mı eder, kazanır mı? Herkese her şeyi açıklamakta fayda
nedir? Bazı şeylerin söylenmemesi zarureti yok mudur? Bunlar düşünülemez.
Bazı şeyler vardır ki yalnız ilim ve adalet önünde açıklanır, başka zaman bahsi edilmez. Bir çocuğun
doğumundan bahsedilir ama o çocuğun doğması için bir çiftin cinsi münasebette bulunduğunu
anlatmaya hiç lüzum yoktur; faydasızdır, çirkindir.
Bir toplum içindeki ahlaksızlıklar, özellikle cinsi ahlaksızlıklar ancak psikologların, sosyologların,
tarihçilerin devlet adamlarının konusu olmalıdır.
Bu sebepledir ki aklı başında milletler, okullardaki tarih derslerinde kendi milletlerinin büyük
kusurlarını çocuklarına öğretmezler. Çocuk bunları kısmen veya tamamen ya üniversitede veya
hayatta, o da kısmen öğrenir. Kendi milletinin kusurlarını ufak çocuklara tarih derslerinde öğretmen
çok olumsuz sonuçlar doğurur. Çocuk kendi milletini sevmez olur. Aşağılık duygusuna kapılır. Hele bu
çocuk başka milletlerin tarihini ballandıra balı andıra anlatan bir tarih kitabını okul müfredatı diye
okumak talihsizliğinde, ise ondan hayır gelmez. Bugün ortada gördüğümüz züppe alayları peyda olur.
Evet, bunları kısmalı, kaldırmalı. Bir devlet komşu bir devlete saldırma planlarını yahut bir saldırışa
karşı koyma planlarını gizli tutmakla nasıl basın hürriyeti veya demokraside gedik açmıyorsa, milletin
ahlaki ve manevi kuvvetleri üzerinde yıkıcı tesirler yapacak haberlerin yayınlanmasını önlemekle de
gedik açmaz.
Bu kadar yalan dolan içinde yüzen basına artık dördüncü kuvvet denebilir mi? Dünyanın birçok
yerlerinde basını kontrole alan hükümetler haklı sayılmaz mı? Sen, işine geldiği gibi yalan söyle,
insanların şerefiyle oyna, çıkar görünce yön değiştir, milleti boyuna aldat, para ile kendini hemen sat,
sonra da sana dokunulunca basın özgürlüğü gidiyor diye yaygarayı bas.
www.atsizcilar.com Sayfa 216
Birçok mesleklere girebilmek için türlü şartlar olduğu halde basına girip başyazı veya fıkra yazmak için
hiçbir manevi şart mevcut değil. Önüne gelen yazıyor. Aralarında ahlaksızlar, vatansızlar, casuslar
bulunuyor. Bunlar millete hitap edip akıl ve öğüt veriyor. Hatta ahlak ve vatan dersi veriyor. Doğu
vilayetlerimizi Ermenilere vermek için makale yazmış olan vatansız bir Selanik dönmesi yıllarca Türk
basınında başyazar olarak geçindi. Moskova'da vatansızlık öğrenimi yapıp bütün dünyayı Moskova'ya
bağlamak düşüncesini kabullendikleri hiçbir tereddüde yer kalmayacak derecede belli olanlar gelip
gazetelerde, dergilerde yer tuttular. Vatan hainliği ve Polonyalılığı yüzde yüz bilinen Nazım Hikmet'i
büyük Türk ozanı diye ilan edecek derecede yüzsüzlüğü ileri götürdüler.
Dünya değişiyor. Milletler, maddi veya manevi varlıklarını korumak için türlü türlü tedbirler alıyorlar.
Bu arada klasik demokrasiye aykırı davranışlar da oluyor. İliğine kadar demokrat bir ülke olan
Fransa'da De Gaulle, milletinin ve yurdunun çıkarı uğruna demokrasiyi biraz öteye itmekten
çekinmedi. Otoriter bir idare kurdu. Böylelikle karmakarışık ve uluslararası piyasada haysiyeti kırılmış
Fransa'yı yine büyük devlet durumuna soktu. Siyası alanda büyük söz sahibi oldu. Atom bombası
yaptı. Ülkenin iktisadi durumunu düzeltti. Fransa'da dillere destan olan ahlaksızlık kaybolmaya
başladı. Bir zamanlar Fransa'nın başbakanı olan Yahudi Leon Blum, gençleri kız kardeşleriyle
evlenmeye kışkırtan yazılar yazarak bu milletin ahlakını sıfıra doğru indirirken şimdi halis Fransız De
Gaulle sayesinde Avrupa'nın birçok milletlerinden disiplinli ve hele dünün şampiyonu İngiltere'den
kuvvetli ve haysiyetli bir Fransa görüyoruz.
Bunun doğudaki örneği de Pakistan'dır. Eyüp Han'ın otoriter idaresi henüz pek genç bir devlet olan ve
demokrasi rüzgârlarının kaldırdığı toza bulanmış olan Pakistan'ı kolundan tutup kaldırdı. Bu ülke
bugün disiplinlidir. En iyisi de yarına güvenle bakarak çalışmasındadır.
Demokrasinin batırmak üzere olduğu bir ülke Yunanistan'dı. Rezilane bir solculuğa doğru gidiyordu.
Milliyetçi askerler ortaya atılmasaydı o muhteris ihtiyar, Yunanistan'ı Demir Perde'nin gerisine
atacaktı.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Bir ülkede aydınlar ve siyası liderler hayvanlaşıp da ihtirasları uğruna milleti
mahva sürüklerken tek kurtuluş ilacı demokrasiyi kenara itmektir.
ÖTÜKEN, 1967, Sayı: 41
KONUŞMALAR 3
Bugünün milletleri öğretim ve eğitim dolayısıyla, yayınlar sebebiyle eski çağlara göre çok aydın
topluluklardır. Bunun için bu milletleri uzun bir süre demokrasi dışında yönetmeye imkân yoktur.
İnsan, yaratılış bakımından birçok davranışlarında hürriyet ister. Marifet, bu hürriyeti kötüye
kullanmayacak insanlar yetiştirmek, kötüye kullanmak istidatında olanları sert tedbirlerle önlemektir.
Görünüşe göre milletler bunun çarelerini aramaktadırlar. De Gaulle idaresi Fransa'da otoriter bir
demokrasi yaratmış ve bu idare, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra iyice çökmüş olan Fransa'yı
kalkındırmıştır.
www.atsizcilar.com Sayfa 217
İspanya ve Portekiz'deki idareler bu ülkelerde demokrasiden doğan anarşileri önlemek için kurulmuş,
fakat Fransa'da görülen başarıyı kazanamamıştır. Çünkü Fransa'ya göre geri olan bu iki ülkedeki
rejimler birçok hürriyetleri kısmakta ve halkı memnun edememektedir.
Latin Amerika'daki iki devlet, Meksika ve Arjantin de uzun süredir böyle bir denemenin içindedir.
Asya'da Pakistan, kendi şartlan içinde başarılı bir deneme yapmaktadır.
27 Mayıs 1960'ta Türkiye'de kurulan idare ve başlangıçta böyle bir gidiş tutturur gibi olmuş, sonra
bundan vazgeçmiştir.
Milletler olgunluğa ve yüksekliğe doğru yönelmişlerdir. Rejimler birer vasıtadır. Bir rejim bir milleti
yükselttiği nispette tutulur. Zarar vermeye başlayınca bırakılır.
Türkiye demokrasiyi, demokraside hastalık belirtileri görüldüğü bir sırada kabullendi. Bu sebeple
gayet dikkatli ve uyanık olmaya, hastalık belirtilerinin tedbirlerini almaya mecburdur.
Demokrasinin icabı olarak verilen hürriyeti bazı azınlıklar ve akımlar Türkiye'yi parçalamak veya yok
etmek için kullanmaya kalkarsa ve bu tahribatı önlemeye eldeki mevzuat kâfi gelmezse yeni tedbirler
almak, çareler bulmak devletin görevidir.
O zaman demokrasiye aykırı bazı davranışlara bile başvurabilir. Mesela bugünkü Anayasaya rağmen,
düzeni korumak, iç kavgaları önlemek düşüncesiyle Atatürk Kanunu ve Tedbirler Kanunu gibi bazı
kanunlar yürürlüktedir. Anti demokratik diye bu kanunlar kaldırılırsa belki hukuk bakımından parlak
bir iş yapılmış olur ama memleketin düzeni de alt üst olur.
On Altıncı Yüzyılın ünlü şeyhülislamı Ebussuud ki, o zamanın Adalet Bakanı ve Yargıtay Başkanı
demekti, devletin temelini sarsmamak, milletin sağlığını korumak için şeriatın bazı hükümlerini tevil
yoluna giderek fetvalar vermek ten çekinmemişti. O kadar ileri görüşlü bir devlet adamıydı.
Bugün Türkiye düşmanı fikirlerin başında kürtçülük gelmektedir. kürtçüler doğu illerimizde ayrı bir
devlet kurmak davası ardındadırlar. Bitlis Senatörü Ziya Şerehanoğlu'nun Amerika'ya kaçarak orada
kürtlük davası için çalıştığını gazeteler (mesela Kayseri'de çıkan "Milli Ülkü" gazetesinin 7 Temmuz
1967 tarihli 224. sayısı) yazdı. Bu adamın, maksatlarını gizleyerek Senato'da kaldığını, Büyük Millet
Meclisi'nin hayati meseleleri konuştuğu gizli toplantılara katıldığını, hatta bu adamın bakan veya
Başbakan olduğunu düşünelim. Türkiye için bundan büyük tehlike olur mu?
Bunun çaresi esasen Türk olan doğu illerini büyük bir hızla yüzde yüz Türkleştirmektir. Balkanlardan
gelen Türk göçmenlerini İstanbul'a veya Batı Anadolu'ya yerleştirmek gibi şuursuz davranışlar yerine
bunları planlı bir şekilde doğuya yerleştirmek Kastamonu, Sivas, Konya, Trabzon gibi İstanbul'a çok
sayıda insan gönderen illerin bu fazla nüfusunu doğuya yöneltmek, büyük endüstri kuruluşlarıyla
batıdan yığın halinde aydın ve işçi göndermek ve Türkçeyi yaymak için gereken kültür ve propaganda
tedbirlerini almaktan başka çare yoktur.
www.atsizcilar.com Sayfa 218
Türk olan Doğu'da kürtçe konuşan insanlar bulundukça yabancıların kötü niyetleri eksik olmayacak,
bunlar kürtleri kışkırtarak Türkiye'nin başına gaile açacaktır. M.B. hükümeti kurulduğu, sırada dost (!)
Amerikalılar'ın bilimsel tecrübe (!) için hazırladıkları kürtçe alfabeyi yaymak müsaadesi istemeleri
nelerle uğraşmaya mecbur olduğumuzu göstermektedir.
İkinci düşman fikir komünizmdir. Dünyanın birçok yerlerinde artık özel bir milliyetçilik haline gelmeye
başlayan komünizm bizim memleketimizde hala aşırı bir Moskofçuluk şeklindedir.
Türkçülüğe düşmandırlar. Mazide olduğu gibi bugün de bütün Türkler'in tek devlet halinde birleşmesi
ülküsüne karşı derhal cephe alırlar. Moskoflar'ın oradaki Türkler'i kalkındırdığını iddia ederler.
Amerika emperyalisttir ama Rusya değildir. Nazım Hikmet büyük bir milli şairdir v.b.
Moskoflar'ın Türkistan Türkler’ini kalkındırdığına inanmak, kasabın kesmek için beslediği kuzuyu sırf
kuzuyu sevdiği için semirttiğine inanmakla birdir. 1926'da 4.000.000 olan Kazaklar'ın 1966'da yani 40
yıl sonra neden 3.500.000 kişi oldukları açıklanmamıştır. Türkiye Türkleri 1927'de 13.500.000 kişi
oldukları halde 1967'de 32.000.000 olmuşlar yani 40 yılda % 135 nispetinde artmışlardır. Aynı
nispette arttıkları takdirde Kazaklar'ın 9.500.000 olmaları gerekirken 3.500.000 kişiye düşmüşlerdir.
İşte yüksek komünist kültürünün ve komünizmin milletleri kalkındırma çabasının parlak bir örneği...
Nazım Hikmet'in milli şair olduğu hakkındaki inatçı yayınlar da ayrı bir hezeyandır. Onu Namık
Kemal'le ölçüştürmek, ikisinin de yurt dışına hürriyet aşkıyla kaçtığını ileri sürmek mizah edebiyatı için
bulunmaz malzemedir.
Namık Kemal'in Sultan Aziz'in otoritesinden kaçarak yurt dışına çıktı. Fakat Fransa'ya vardığı zaman:
"İşte şimdi gerçek vatanıma geldim. Beni Fransa yaratmıştır" demediği gibi, adının sonuna ne bir
Maurois, ne de bir Marchand eklemedi. Namık Kemal Türk'tü. Konya'lı Bekir Ağa'nın soyundan
geliyordu.
Nazım Hikmet ise: "Asıl vatanıma geldim. Beni Stalin yarattı" diye, hırsızlığını kahramanlık diye
anlatan Çingene misali övündü; Verzanski diye bir İslav soyadı alarak dedesinin vatanı olan
Polonya'nın tabiiyetine geçti ve Bizim Radyo adlı komünist radyosundan Türkiye aleyhine yayın yaptı.
Çünkü kanı Türk değildi. Şuuraltında Polonyalılık yaşıyordu. Cibilliyetinin iktizasını yaptı.
Nazım Hikmet ve yoldaşlarının Türkiye'yi Moskova'ya bağlamak isteyen uşaklar olduğu bugün gün
ışığına çıkmıştır. Bir vatan hainini yurtsever diye kabul ettirmeye çalışmak da vatan ihanetidir. Hainliği
başka mesele ama büyük ozandır diye direnmek de boşunadır. Eski Hurufi şairleri gibi basmakalıp
tekerlemeler sıralamak ancak zevk hastalarının hoşuna gider. Türkiye'ye hasret mısraları yazmasını
temcid pilavı gibi vatanseverliğine tanık diye gösterenler şunu unutmasınlar ki kırk yıllık bir
orospunun ömründe, bir kere iffetten bahsetmesi nasıl onun namuslu kadın olması demek değilse
vatanını satan bir hainin doğduğu yere hasretle bakması da onun yurtseverliğine delil olamaz.
1924 mübadelesinde Türkiye'den kovulan, Rumlar da doğdukları yerlerin hasretini görüştükleri
Türkler'e acıklı dillerle ifade ediyorlar.
Bunlar da mı Türk yurtseverleri?
www.atsizcilar.com Sayfa 219
Ahlaka değer veren milletler, kendi öz sanatkârlarını bile bazen reddetmekten çekinmemişler.
On Dokuzuncu Yüzyılın ahlakçı İngilizleri büyük edebiyatçı Oscar Wilde'nin İngiltere’ye gömülmesini
kabul etmemişlerdir. Çünkü Oscar Wilde ahlaksızdı. Buna karşılık Nazım Hikmet'i nerdeyse milli bir
kahraman haline getirmek isteyen düzenbazlar; yarın bir Türk panteonu yapılırsa onu ilk aday olarak
göstermekten çekinmeyeceklerdir.
Bir memlekette vatan hainleri övülürse, eserleri basılıp piyesleri oynanırsa, liselerde ve fakültelerde
onların eserleri ders konusu olarak öğrencilere verilirse, edebiyat öğretmenleri açıktan açığa bu
hainlerin propagandasını yaparsa artık tedbir almak zamanı gelmiştir.
Bir hastaya bazı güzel yemekleri yasak etmek nasıl o hastanın aleyhine değilse, bilakis lehine ise bir
millete de buhranlı zamanlarında bazı davranışları yasaklamak öyledir.
Geçici bir zaman için sevdiği bazı şeylerden nefsini mahrum edemeyen bir hasta nasıl ebediyen
mahrum kalmaya mahkûm olursa milletler de bazı haklarından kısa bir süre vazgeçmek fedakârlığını
göze alamazlarsa o hakları büsbütün kaybedebilirler.
Kötü niyetliler Anayasanın bazı maddelerini millet aleyhine kullanmak imkânını buluyorsa o maddeleri
berkitmek, kötüye kullanılacak açık yönlerini kapatmak Millet Meclisi'nin görevidir.
Anayasalar elbette bir ülkede yaşayanların hepsini bir millet sayar. Başka türlü olmasına zaten imkân
yoktur. Buna karşılık o ülkede yaşayanların da devlete karşı görevleri vardır. Baş görev devletin resmi
dilini anadil olarak konuşmaktır. Bu memlekette daha Türkçeyi bilmeyen ve Türklüğü kabul
etmeyerek kendisine kürt diyen insanlar varken, bunların okumuşları kürtçülük davası ve kürt devleti
hayali ardında iken, gerçekleri dile getirip dikkati çektiğimiz için bize cephe alanların bulunması
gafletin devamını göstermektedir.
Reşit Ülker adlı mebusla Selahattin Cizrelioğlu adlı senatörün "Konuşmalar"ı çok aleyhte tefsir
etmeleri memleketteki dramdan habersizliklerini gösteriyor. Yazdıklarım da yalan ve yanlış var mı ona
cevap versinler:
1‐ Türkiye'de Milli Güvenlik Kurulu'na kadar gelmiş bir kürkçülük akımı yok mu?
2‐ İhsan Nuri adında kürt asıllı bir yüzbaşının, Atatürk zamanında, bazı kürt neferleri de kandırarak
Ağrı dağına çekilip isyan bayrağını açtığı, kürt bayrağı yaptığı ve o zaman yarı yarıya Türkiye ile İran
idaresinde bulunan Ağrı dağlarının coğrafi durumundan faydalanarak büyücek bir askeri harekâta
sebep olduğu, bu yüzden Türkiye tarafından İran'a güneyde biraz toprak verilerek buna karşılık İran
sının içinde bulunan Ağrı dağı bölümlerinin Türkiye'yi katıldığı doğru değil midir?
3‐ Bitlis Senatörü Şerehanoğlu buradan kaçarak Amerika'daki kürtçülük faaliyetlerine katılmadı mı?
www.atsizcilar.com Sayfa 220
4‐ Doğan Kılıç adında, Amerika'da yetiştirilmiş ve Milli Birlik zamanında kürtçülükten dolayı tevkif
olunmuş Alevi bir kürt, Elbistan'da Alevilik perdesi arkasında kürtçülük yaparak büyük olaylara sebep
olmadı mı?
5‐ "Deng" ve "Yeni Akış" adlı aylık dergiler apaçık kürtçülük yapıp kürtçe yazılar, manzumeler
yayınlamadılar mı?
Bizim mebusla senatör bu olaylar sırasında Yemliha uykusu uyuyorlardı. "Yeni Akış" zehirli yayınlarını
yaparken susuyorlardı. Biz gerçekleri ortaya koyunca arslan kesildiler. Benim hakkımda kovuşturma
istediler. Kendilerine müjdeyi vereyim: Aleyhimde kovuşturma başlamıştır. 20 Eylül'de, ilk duruşma
yapılacaktır. Yalnız ben de onlardan bir soru sorayım:
Sayın Reşit Ülker ve Sayın Selahattin Cizrelioğlu! Siz solcu veya kürt müsünüz? Bu telaşınız neden?
Hele Cizrelioğlu, zatı âlinizin sol eğiliminiz var mı? Tahsiliniz nedir? Ben 1940'ta Mussolini'ye
"Davetiye" adlı manzumeyi yazarken siz yine bugünkü gibi kahraman mıydınız? Bana faşist diye iltifat
buyuruyorsunuz. Milliyetçilere faşist diyenlerin komünistler olduğu hakkında bilginiz var mı? Gazete
okuyor musunuz?
Mukadder bir sorunun cevabını da vereyim: Koskoca hükümet dururken bu tehlikeleri görmek sana
mı kaldı diyecekler. Devlet başında bulunanların, milletin aşağı yukarı en yüksek seviyeli insanları
olduğu zamanlar geride kaldı. Yüksek makamlar, ileri seviyeli demokrasilerde insanların özledikleri
yerler olmaktan çıktı. İsviçre'de bir yıllık cumhurbaşkanlığını bazı kimselere artık rica ile kabul
ettiriyorlar. Bizde de devlet ve hükümet başlarında bulunanların millet fertlerinden daha iyi
düşündüklerini gösterecek hiçbir belirti kalmamıştır. Daha fenası, yüksek makamdakilerin artık
uluorta tenkit edilmesidir. Devlet Başkanı Sunay; "Anayasa sosyalizme kapalıdır" dediği için bazı
hukuk profesörlerinin hücumuna, bir solcu yazarın da küstah bir hakaretine uğradı.
Böyle bir ortamda benim de hükümeti uyarmak hakkım ve görevimdir.
Şeyh Said isyanının çıkacağını hükümete ilkönce Dündar adında bir köy öğretmeni, haber vermiş,
fakat uyarmasına aldırılmamış, üstelik kendisine ait olmayan işlerle uğraşmaması ihtar edilmişti. Fakat
gelişen olaylar bir köy öğretmeninin durumu, hükümetten daha iyi değerlendirdiğini ortaya
koymuştur. Ben de hayatında lise öğretmenliğine kadar çıkarak Dündar'dan biraz daha yüksek bir
sosyal seviyeye erişmiş bir Türk olarak hükümeti uyarıyorum: Bayar‐Menderes ekibinin düştüğü
yanlışlığa düşmeyiniz. İktisadi kalkınma ile her şey bitmez. İktisadi kalkınma aldatıcı da olabilir Bayar‐
Menderes ekibi barajlar, fabrikalar, limanlar, yollar yaptı. Manevi kalkınmayı ihmal ettikleri için bir
gecede düştüler. Menderes geldi diye koyun, sığır, deve kesenler, oğlunu kurban etmeye kalkan
partizanlar, Demokratlar Yassıada 'ya sürülürken gık bile diyemediler. Manevi yönleri zayıftı. Onlara
yalnız maddi refah ve kazanç fikri aşılanmıştı. Bu sebeple Demokratların düşmesini önlemek
hususunda bir teşebbüsleri olmadı. Çünkü maddi kazançları olmayacaktı.
Şimdi de Adalet Partisi hükümeti aynı yoldadır. Fabrika, baraj, yol, okul, hepsi iyi... Fakat manevi
yükselme? Milli ülküyü tahribe çalışan öğretmenler, milli yapıyı yıkmaya çalışan kitaplar, piyesler,
filimler ne oluyor? Bunlar arada bir görülen nesneler de değil. Sistemli ve ısrarlı boyuna devam
ediyor.
www.atsizcilar.com Sayfa 221
Hükümet, seçim kanunundaki milli bakiye usulünü değiştirmek gibi kendine hemen hiçbir faydası
dokunmayacak konularla uğraşacağına Ana yasanın aksayan tarafları dâhil bütün kanunların
gediklerini tıkayacak hayırlı teşebbüslere girişse, diğer partilerin güvenilen unsurlarıyla da iş birliği
yaparak Türkiye'yi millileştirse olmaz mı?
Türkiye baştanbaşa millileşmezse ilerde yeni bir parçalanmanın daha şartları hazırlanıyor demektir.
Osmanlı diye kendimizden asla ayırmadığımız Arnavutlar ve Araplar Balkan ve Birinci Cihan
Savaşları'nda bize ihanet ederek, ordumuzu arkadan vurarak ayrıldılar. Petrol bölgelerimizde gözü
olan devletler şimdi de kürtler'e aynı rolü oynatmak istiyorlar.
Bu ciddi bir tehlikedir ve Türkiye'de kürtçülük yaparak devleti ve milleti bölmeye çalışmak düpedüz
vatan ihanetidir. Bunlar en sert şekilde ezilmelidir. Sosyalizm ve sosyal adalet maskeleri altında
Moskofçuluk yaparak Türkiye'yi kızıllara katmak isteyenlerle bunlar aynı yön ve aynı doğrultuda
yürüyen hainlerdir. Bunlara karşı devlet, hükümet, millet, üniversiteler, savcılar, adliye, basın,
partiler, gençlik, öğretmenler, dernekler, sendikalar hep birden uyanık ve çok titiz bulunmaya
mecburdur.
Memleketi parçalamak isteyen, kürt devleti kurmak için kürtçülük yapmak isteyenlere karşı milli
birliğimizi savunarak uyarma görevimi yaptığım için 1–3 yıllık hapis isteğiyle mahkemeye verilmemi
şahsıma yapılmış bir teşekkür sayıyorum. İnsanları 1944 ten beri layık oldukları şekilde değerlendirmiş
olduğum için başka bir şey de beklemiyorum.
Türkiye'ye çıkarlarımla değil, yalnızca atalarımın kanı, milli ülkü ve şerefimle bağlı olduğum için milli
bir tehlikeyi önlemenin yollarını özetleyerek gösterdim.
Bu benim görevimdi. Bu görev sonuna kadar devam edecektir.
ÖTÜKEN, 1967, Sayı: 43
www.atsizcilar.com Sayfa 222