You are on page 1of 97

Tarık Akan, 1949'da istanbul'da doğdu.

Bir ay sonra babası­


nın tayini çıktı. Anadolu'da büyüdü. Denizi ilk kez 16 yaşında
gördü, bu kadar çok su nasıl oluyor diye düşündü. Sabahtan
akşama kadar denize baktı. Babası albaylıktan emekli oldu.
Evi geçindirmek için düğün salonunda müdürlük yaptı. Ta­
rık, Ataköy Plajı'nda cankurtaranlık, sandal kiraya verme, bi­
Bu kitabın ilk 50.000 basımının geliri, yazarı tarafından
let karaborsacılığı yaptı. Yıldız Teknik Universitesi'ne bağlı
Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı 'na bırakılmıştır.
yüksek makine mühendisliği gece bölümüne devam etti.
Gündüzleri kâğıt işportacılığı yaptı, gece üniversiteye gitti.
Tam bu sırada Ses dergisinin artist yarışmasına 'üçüncü bile
gelsem beş bin lira alırım' umudu ile girdi, ama birinci oldu.
1970'te ilk filmini çekti. Makine mühendisliğini bıraktı. Yük­
sek Gazetecilik Fakültesi'ne girdi. Film tekniğini yönetmen
Ertem Eğilmez'den aldı. '74'te büyük değer verdiği, tiyatro yö­
netmeni ve yazarı Vasıf Öngören, hocası oldu. Bugüne kadar
110 film çekti. Sinema tarihine geçen filmlere imzasını attı.
11 yıldır eğitimci. Anne Kafamda Bit Var, ilk kitabı.
Bu k i t a b ı n oluşmasında, beni uyararak, destekle­
yerek, zorlayarak bana yardımları dokunan, Şeref Gür,
Ahmet Kaçmaz, Hüseyin Baş, Zeki Ökten, Ali Özgen-
türk, Özdemir İnce, Yusuf Kurçenli, Rutkay Aziz, Can
Dündar, Atilla Coşkun, Kıymet Coşkun, Turgay Fişek­
çi, Alaettin Aksoy, Gültin Kaçmaz, Nurdan Beşergil ve
Acun Günay'a teşekkür ederim.
WWW.CİZGİLİFORUM.COM
1. Bölüm

Bir Dakika,
Beni Nereye Götürüyorsunuz?
"Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak.
Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın."
Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Ge­
zen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymu­
yor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler
yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık
birkaç kişinin adını saydım.
"Onları hemen ara, avukatımı devreye sok,"
dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembih­
ledim.
Pencere kenarında oturuyordum, Müjdat ya­
nımdaydı. Almanya'dan birlikte döndüğümüz ka­
filenin öbür elemanları da uçaktaydı. Üst üste vis­
ki içtiğimi anımsıyorum. Sık sık dışarı bakıyor­
dum. Heyecanlıydım. Yerde beni nelerin bekledi­
ğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dö­
nüp baktım. Halit (Kıvanç) Ağabeyle işaretleşe-
rek selamlaştık. Perran (Kutman), 'güçlü ol, telaş­
lanma, arkandayız' anlamında yumruğunu sıkıp
öpücük yolladı. Hürriyet gazetesi yazı işleri mü­
dürü de bizimle birlikte uçaktaydı.
Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü
yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüzce,
ağır ağır hareket ediyordum. Müjdat'a döndüm:
"Beni götürürlerse bavulumu sen al," dedim.
"Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceple-

11
rinden birinde telefon defterim var, onu yok et." likte geldiğimiz kafiledekiler sadece bakıyorlardı.
Yolcular birer ikişer uçağı terk etti. Çevrem- Derken polisin sesini yeniden duydum:
dekilere baktım. Halit Ağabey ile Perran dışında­ "Hakkınızda tutuklama emri var."
kilerin kaçamak ve korkak bakışlarıyla karşılaş­ "Hangi nedenle? Ne olmuş ki?"
tım. Göz ucuyla süzüldüğümü hissediyordum. Soruyu gene Müjdat sormuştu. Polisler bilgi
Suçlayıcı tavırlar ve bakışlar dikkatimi çekti. Öy­ vermemekte kararlı görünüyorlardı; koluma gir­
le telaşlıydım ki daha uçaktan çıkmadan polisle­ diler, kuyruktan çıktık. Beni pasaport kulübeleri­
rin gelip beni götüreceğini sanıyordum. ne sokmayacaklarını anladım. Yürüdük. Yanda,
Korktuğum şimdilik başıma gelmemişti. Uça­ 11: l ünde 'Emniyet Odası' yazılı odayı gördüm. He­
ğa yanaştırılan körüğün içinden yürüdüm, kori­ men, beni arka taraftan çıkaracaklarını düşün-
dorlar geçtim, köşeler döndüm. Sürekli çevreme ılum. Birden,
bakmıyor, sivil polis arıyordum. Şimdi şuradan "Bavullarım var; bavullarımı almalıyım," de­
çıkacak diye bekliyordum, ama yoktu işte. Yanım­ yiverdim.
da Müjdat vardı. O da heyecanlı görünüyordu. Bunun üzerine beni pasaport kulübelerinin
Kuyruğa girmiş insanların ardına eklendim. yanma götürdüler. Bir polis pasaportumu aldı,
Bir anda kravatsız ama takım elbiseli i k i kişi dik­ herkesin önüne geçti, pasaportumu uzattı. Kuy­
katimi çekti. Bana bakıyorlardı. Pasaport kont­ rukta sıra beklememize gerek kalmadan, polisle
rolü için benim girdiğim sıranın ucundaki polis birlikte salona gittik, bavulların döndüğü yürü­
kulübesinin yanma geldiler. Oradan da doğrudan yen bandın önünde beklemeye başladık.
bana yöneldiler. Gözlerini üstüme dikmişlerdi. Önce pasaportu alan polis, sonra yavaş yavaş
Artık emindim; bunlar sivil polisti. Tüm hareket­ yolcular geldiler. Müjdat'ın biraz telaşh ve şaşkın
leri ağır çekim görmeye başladım. olduğu dikkatimi çekmişti. Polise bir şeyler daha
"Tarık Bey, sizi şöyle alalım; pasaportunuzu sordu:
verin, biz hallederiz..." "Tarık'ı nereye götürüyorsunuz?"
Konuşacak halim kalmamıştı. Havaalanının "Emir var, başka bir şey bilmiyoruz."
ortasındaki karmaşa ve gürültüde siyah-beyaz ve Gene elde var sıfırdı. Beklemeye koyulduk.
hareketsiz dikiliyordum. Bu manzaradan makas­ Uzunca bir ara geçti. Müjdat dayanamadı:
la oyulup çıkarılmış, başka bir deftere yapıştırıl­ " İ y i ama, nereye götürdüğünüzü de mi bilmi­
mıştım. yorsunuz?"
Müjdat benimle konuşan polise döndü: Polis bu kez yanıt verdi ama önce bizi şöyle
"Bir sorun mu var memur bey?" bir güzel bekletti. Uzunca bir aradan sonra,
Polisler onu duymazdan geldiler, hiçbir şey "Birinci Şube'ye," dedi.
söylemediler. Pasaport kuyruğu uzuyordu ve bir-

12 13
* * * BİT ara, Müjdat ve Halit Ağabeyle birlikte ya-
nımda duran Hürriyet gazetesi yazı işleri müdü­
Bir koşturmadır gidiyordu; insanlar kendi rüne döndüm (Nezih Demirkent):
dertlerinin peşine düşmüşler, ellerinde paketler, "Ahi, gazeteniz yazar artık olup biteni; hem bu
çantalar, bavullarla dükkânlara giriyor, çıkıyor, benim için bir savunma da olur," dedim.
görevlilere bir şeyler soruyor, bir yerlere yetişme­ Böylece Hürriyet'in desteğini almış olacak­
ye, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorlardı. Aslın­ ımı
da geçip gidenlerin evlerine ya da otellerine var­ Yazı işleri müdürü rahat görünüyordu. Hiç
mak dışında hiçbir şey umurlarında değildi. Ba­ düşünmeden,
zen birileri acıyarak bana bakıyordu ya da belki "Sen hiç merak etme, gereken her şey yapıla­
bana öyle geliyordu. caktır," dedi.
"Abime söyle, evi boşaltsın," dedim Müjdat'a. (Dedi ama, Selimiye'den salıverildiğimde tu­
'Demiryol filmi için Ankara Makine Kimya tuklanma haberim dışında benimle ilgili en ufak
Enstitüsü'nden aldığım fünye ve kitaplığımdaki bir yazı yayınlanmamış olduğunu öğrendim.)
yasaklanmış kitaplar gelmişti aklıma. Silahımı Bavullar gelmeye başladı. Buradan sonra ne­
bulmalarını da istemiyordum. reye gideceğimi, beni nelerin beklediğini bilme­
Müjdat'la sürekli konuşuyorduk. Neler yapıl­ diğimden, bavulum ne kadar geç görünse o kadar
malıydı? İ l k aklımıza gelenler, olasılıklar ve daha iyidir, diye düşünüyordum. Hoş, zaman kazan­
bir sürü acele ve heyecan sonucu türeyen düşün­ makla elime ne geçeceğini de bilmiyordum ya,
celerdi. Bir ara Müjdat, polise; gene de artık yönelmiş olduğum belirsizliğe doğ­
"Tarık'ın hiçbir suçu yok; Tercüman gazete­ ru gidişimi geciktirebilmenin peşindeydim. Ama
sinin yalan yanlış başlığı yüzünden oluyor bütün o konuda da şanssızdım işte; bavulum ilk birkaç
bunlar," dedi. bavulla birlikte çıkıp gelmişti. Bozuldum. Gö­
Sigara üstüne sigara içiyordum. zümle izliyordum, yaklaştı, yaklaştı; alayım mı,
Bavul bekleme yerinde tanıdık birileri var mı almayayım mı, alayım mı almayayım mı... A l ­
diye bakıyorum, sanatçı arkadaşları görüyorum. madım. Önümden geçip gitti. Bavulum önümden
Onlar da beni görüyorlar. Merak ve dikkatle tanı­ yedi-sekiz kez geçti. Müjdat kendininkini almış,
dık bir yüz aradığım halde bakışlarımızın bu bu­ beni bekliyordu. Bavullarını alan gidiyordu. Ba­
luşmasından rahatsız olmuştum. Aradığım neydi vullar iyice azalmıştı. Müjdat,
bilemiyorum; belki bir tür destek, yüreklendirme, "Seninki nerede?" dedi. "Çıkmadı mı?"
ya da ne bileyim, çıkışta görüşürüz, meraklanma, Ona durumu açıklamak yerine, bilmiyorum
mesajı. Ama bazılarında, "Tarık Akan tutuklandı!" diye dudak işareti yaptım.
diye bir ağızdan bağırma isteği var gibiydi. Biraz daha zaman geçti. Yanımdaki polislere

14 15
döndüm: Bir ara arkama baktım; bir Renault da arka­
"Benim bavulumu Müjdat alsm, şubeye ba­ mızdan geliyordu. Öyle sıkı bir ablukaya alınmış­
vulla germeyeyim," dedim. tım k i , neredeyse kendimden kuşkulanacaktım.
Polisler kabul ettiler. Hemen bavulumu Neden bu kadar güvenlik önlemi aldıklarını
aldım, Müjdat'ın el arabasına koydum. Ağır ağır, çözemedim. Sıkıntı bastı. Sakinleşmek için yine­
amaçsızca hareket ediyordum, havaalanından ay­ lediğim sözler anlamını yitirmişti, kötümserliğe
rılmak istemiyordum. Polis şöyle bir kolumu teslim olmuştum. Gittikçe karamsarlaştım. Lond-
dürttü. Müjdat, Halit Ağabey, ben ve polisler hiç ra asfaltına çıktık. Hiç kimse konuşmuyordu. Ben
konuşmadan dışarı çıktık. bir şeyler söyledim sonunda; kısa sorular. Yanıtlar
Beni tanıyanlar oluyordu; gülenler, el salla­ da çok kısa oldu. Onlara sigara tuttum. Hepsi
yanlar... aldılar. Havayı biraz yumuşatmak istiyorum; ben
Üstüme bir suçluluk duygusu yapışmıştı, kur- size i y i davranıyorum, siz de bana i y i davranın,
tulamıyordum. Suratım asıktı. Gözlerim sürekli demeye getiriyordum. Olmaz ya, olsun istiyor­
tanıdık birilerini arıyordu. dum.
Çıkış kapısında üç sivil polis daha belirmişti. Bir ara, minibüsü incelemeye başladım. Hep
Müjdat'la öpüştük. Gözlerine baktım, ayrıldık. yaptığım şey. Araçtan normalin üstünde gürültü
Saat beş buçuğa geliyordu. geliyordu; aşağı baktım, bastığım yerler çürü­
Açık mavi, sivil plakalı, kısa burunlu bir mi­ müştü, egzoz patlaktı, koltukların yayı kırık, dö­
nibüse bindim. Kapının karşısına denk gelen yer­ şemeleri yırtıktı.
deki koltuğa oturdum; şoförün arkasına, cam ke­ "Dökülüyor bu minibüs," dedim. "Geceniz
narına. Yanıma pasaport işlemlerimle ilgilenen gündüzünüz yok, aldığınız az buz sorumluluk de­
polis oturmuştu. Bir tanesi en öndeki tek kişilik ğil. Keşke daha modern araçlarla çalışabilseniz."
koltuğa, elinde Akrep taşıyan üç-dört polis de ar­ O anda neler düşündüler bilemiyorum, ama
kamdaki koltuklara yerleştiler. İşin ciddiyetini bi­ söylediklerimde samimiydim. Ortalık biraz yu­
raz daha hissettim. muşar gibi oldu. Araya uzun sessizlikler girse de
Öndeki polis, telsiziyle talimat geçti: karşılıklı sorular soruldu. Telsiz sürekli açıktı, bir
"...numaradan ...numaraya..." kulağım oradaydı. Hangi semtten geçsek "Şimdi
Biraz sonra yanıt geldi: şurayı geçtik!" - "Anlaşıldı!" - "Şimdi burayı geç­
"Dinlemedeyim." tik!" - "Anlaşıldı!" seslerinin eşliğinde ilerliyor­
"Müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz." duk. Polislerle sohbet koyulaşmaya başlamıştı.
"Anlaşıldı, tamam." Havadan sudan konuşuyorduk ama arada ciddi
Hareket ettik. Önümüzdeki araba, içindeki sorular da geliyordu. Ağız aradıklarını anladım.
dört kişiyle sivil plakalı beyaz bir Renault'ydu. Yer belirleme konuşmaları bir ara kesildi. Telsizin

16 Anne Kafamda Bit Var 17/2


öbür ucundaki ses sordu: "Neden bu kadar çok parayla dolaşıyorsun;
"Neredesin - Neredesin?" nereden buldun?" gibi sorular sordu. Parayı Ege­
"Şu anda Mecidiyeköy'deyiz müdürüm, on men Bostancı'dan almıştım.
dakika sonra oradayız." Müdür yüzüme baktı, sonra polise döndü:
Ve Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü göründü. "İşlemleri hızla bitirin. Parayı kasaya koyun,
Ana kapıdan içeri girdik. Sola kıvrıldık. Birinci emanete alın. Tarık'ı da yan tarafa alın, beklesin,"
Şube tabelasının önünde durduk. Kapıda bizi deyip gitti.
bekleyen beş-altı kişi vardı; biri kısa boylu, esmer, Öteberimi kaydederek bir naylon torbaya
çok sert yüzlü, kravatlı, ötekiler kravatsız, kot koydular. Türk paralarını bana verdiler,
gömlekli. Arabadan indiğim an koluma giren po­ "Bunlar sana gerekli olacak, cebine koy," de­
lis beni giriş kapısından içeri soktu. Sert yüzlü diler.
kravatlı olanın yanından geçerken, adam, Pek bir şey anlamadım, ama aldım. Sonra be­
"Geç bakalım Tarık," dedi; kalın bir sesti. ni bu camlı bölmeden çıkardılar. Dar ve uzunca
Büyük kapıdan içeri girdiğimde karşıma bir koridora geldik, sağlı sollu kapılar vardı. Biraz
büyük bir salon çıktı. Salonda, oturulacak yerle­ yürüdüm. Tam karşıdan, gözleri bağlı bir genci
rin dışında banka veznesi biçiminde camlı bir getiriyorlardı. B i r i kolundan tutuyordu. Kenara
bölme vardı. Yandaki kapıdan bu bölmeye sokul­ çekildim, yanımızdan geçtiler. Bir an tutulup kal­
dum. dım sanki, hiçbir şey düşünemedim, arkama ba­
Kravatlı, kalın sesli, sert yüzlü adam, içeride­ kamadım bile. Neler oluyordu böyle, hiçbir şey
ki masanın yanında dikilmişti. Bana: anlayamıyordum. Yalnızca korku hissediyordum,
"Üstünde ne var ne yoksa hepsini masaya gittikçe büyüyen bir korku.
koy!" dedi. Beni bir odaya soktular. İçerde kimse yoktu.
Söylediğini yaparken bir başka polisin ona İ k i çelik masa, daktilolar, dosya dolapları görü­
'Müdürüm' dediğini duydum. Hemen, çabucak yordum. Polis beni bir sandalyeye oturttu, gitti.
bir daha bakıp bu sert görünüşlü adamı incele­ Uzun bir süre orada kaldım. Sürekli birileri giri­
dim. yor, bir şeyler yapıyor ve gidiyordu.
Saatimi, kemerimi, her şeyi masanın üzerine Akşam saat yedi ya da sekiz sularında müdür
koydum. Üzerimde 10.000 mark vardı; hepsi yüz­ geldi. Sakin görünüyordu. İkimiz de ayaktaydık.
lük bir demet para. Onları da masanın üzerine bı­ Olayın nasıl olduğunu sordu. Hemen büyük bir
raktım. Müdürün gözleri açıldı: telaşla bütün oyunculuk yeteneğimi ortaya koya­
"Kaç para var orada?" rak en inandırıcı rolümü oynamaya başladım.
"10.000 mark," dedim. Acele acele Tercüman gazetesinin yanlış bir baş­
Müdür, lık attığını, yanlı bir haber hazırladığını, hiçbir

18 19
suçum olmadığını uzun uzun anlattım. Ayaküstü nun havası değişmiş, ağırlaşmıştı. Neler oluyor­
bir ifade aldı, du, anlamıyordum. Beni gene aynı minibüse bin­
"Sen merak etme, yarın sabah erkenden seni dirdiler. Bu kez beş polisle yola çıktık. Önümüz­
savcıya gönderirim, ifaden alınır, serbest bırakı­ de, arkamızda Renault arabalar yoktu. Sirkeci'-
lırsın," deyip gitti. den girip sahilden ilerledik. Telsizle sürekli ola­
Nasıl rahatlamıştım birden. Sabah buradan rak Müjdat'ın evini soruyorlardı. Hiç konuşmu­
kurtulacaktım, serbest kalacaktım, işte bu kadar­ yordum. Az önceki kaygısız halimin aksine telaşh
dı hepsi. İçeri giren sivil polislerle sohbet ediyor­ ve moralsizdim. Cankurtaran'a yaklaşırken polis­
dum. Zaman zaman ellerinde Akreplerle başka lerden biri,
polisler girip çıkıyor, telefonlar, telsizler, anonslar "Yahu çok acıktık, şurada köftecide yemek y i ­
duyuluyordu. yelim, ne dersin?" dedi.
Saatler geçti. Hemen atıldım:
On bir buçuk dolaylarında bir polis hışımla "Tabii, çok iyi olur, ben de çok acıktım."
içeri girdi:
"Kalk! Benimle gel!" dedi sert bir sesle. Cankurtaran'm hemen köşesindeki lokantaya
Birlikte koridora çıktık. Girişteki büyük salo­ girdik. Her şeyi ben ısmarladım, onlar yediler.
na geldik. Beni havaalanından alan komiserle bir Telsiz sürekli çalışıyordu. Müjdat'ın adresi telsiz­
polis daha orada bekliyordu. Her şey birden kes- le bulundu, yazdılar. Polisler köfteleri yedikçe
kinleşmişti, ortalıkta sivri bir şeyler dolanıyordu. gevşemişlerdi; davranışları değişti, sanki biraz
Derken müdür geldi. Suratı asıktı. Çok öfkeli gö­ yumuşadılar. Yemeğin sonunda gelen hesaba ise
rünüyordu. Polisler hemen şöyle bir toparlandılar. şaşıp kalmamak mümkün değildi; inanılmaz bir
"Bu adamın bavulu nerede? Avrupa'dan böy­ rakam vardı faturanın üstünde. Altı üstü köfte ye­
le mi geldi?" diye bağırdı müdür. miştik, ama lokantanın iki-üç akşamlık hesabı
Polislerden biri yanıtladı: kadar bir para tutmuştu. Polislerle lokanta sahibi­
"Hayır efendim, arkadaşı Müjdat Gezen gö­ nin içli dışlı olduklarını düşünmeden edememiş­
türdü." tim.
Müdür bana yöneldi: Tekrar minibüsle sahil yolundan devam ettik.
"Müjdat nerede oturuyor?" Evime doğru gidiyorduk. Heyecanımı bastırmaya
"Bilmiyorum." çalıştım. Acaba Müjdat, ağabeyime söyledi mi,
Müdür bağırıyordu: acaba ağabeyim evi temizledi mi, evdeki fünye ve
"Hayvan herifler! Gidin çabuk her şeyi halle­ kitaplar ortadan kalktı mı, kalkmadıysa nasıl bir
din! Evini de arayın!" yol izleyeceğim, ne söylemem gerekir; bunları dü­
Arkasını dönüp küfrederek uzaklaştı. Salo- şünüyordum. Komiser sürekli telsizle konuşuyor-

20 21
du. Karşı telsiz de, biz geldik bekliyoruz, gibi ya­ odaya hemen bir göz attım: Kitaplığımın yarısı
nıtlar veriyordu. Benim komiser yer bildirdi, "Şu boşalmıştı. Bunu görünce büyük bir rahatlık duy­
kadar zaman sonra intikal edeceğiz," dedi. De­ dum. Tabii kitaplığımın yer yer boş olması hoş ol­
mek ki bir ekip de evimin önünde bekliyordu. mayan bir görüntüydü. Polis anlamıştı ama bir
Eve yaklaştıkça merakım da, heyecanım da şey yapamıyordu.
artıyordu. Zeytinburnu'nu geçtik, Bakırköy sahi­ (Salıverildikten sonra ağabeyime kitapları ne
line yaklaşıyorduk. İşte gelmiştik bile. Kaldırıma yaptığını sordum; fünyelerle birlikte hepsini de­
çekilmiş bir minibüs ve askeri kamyon gözüme nize attıklarını öğrendim. İ k i arkadaşıyla eve gel­
çarptı. Bizim minibüs öbür minibüsün arkasına mişler, kitaplara bakmışlar, bakmışlar, bunların
yanaştı. Arabadan indik. Şaşırıp kalmıştım; çev­ hangisi yasak hangisi değil, içinden çıkamamış­
re, sivil polis ve G3'lü birçok askerle doluydu. lar; sonra bir avukat arkadaşına telefonla sormuş­
Sanki bir kaleyi ya da düşman evini kuşatmış­ lar, gene işin içinden çıkamamışlar, bunun üzeri­
lardı. Apartmanın önünü askerler sarmıştı; hepsi­ ne ne kadar kırmızı kaplı kitap varsa hepsini ba­
nin gözü üstümdeydi. Askeri kamyonun hemen vula doldurmuşlar. Asansörle indirirken asansör
yanından bir yüzbaşı bana doğru geldi. Öbür mi­ çökmüş, komşular kurtarmış. Evin önündeki de­
nibüsteki polislerle birlikte apartmanın dış kapı­ niz kenarında ellerinde i k i bavulla i k i kişi, sağa
sına doğru yürüdük; askerler dışarıda kaldı. Ev­ sola bakmışlar, polise yakalanırlarsa ne yapacak­
deki yasak kitaplar ve filmde kullandığımız fün- larını düşünmüşler. Hepsini birden mi, yoksa tek
yeler aklımdan çıkmıyordu, heyecandan başka tek mi denize atacaklarına karar verememişler,
bir şey düşünemiyordum. Asansör olmasına rağ­ tek tek atmışlar, hafif bir lodos varmış, atılan k i ­
men merdiveni tırmandık; bir ordu gibi. Merdi­ tapların bazıları denizde yüzmeye başlamış, onlar
vende insanlar kaynıyordu, ama katlardan çıkıp da korkularından hepsini birden denize atıp kaç­
bakan olmamıştı. Çıkmaya devam ettik. Altıncı mışlar.)
kata geldiğimizde; soluk soluğaydık. Anahtarla Evimin her yeri didik didik aranıyordu; Cahit
kapıyı açmak üzereyken, yüzbaşı, Bey ve yüzbaşı dışında içeride on polis vardı. Po­
"Bir görgü tanığı gerek. Komşularından birini lisin biri yatak odamdan Nesimi'nin kendi el yazı­
alıp gel," dedi. sı ile yazılmış bir şiirini buldu, salona, komisere
Alt katta oturan Cahit Bey'in adını söyledim. getirdi. Bazı kitapları komisere gösterip, masanın
Polis daha aşağıya inmeden Cahit Bey kapıyı açtı. üzerine bırakıyorlardı. Bu arada ben polislere çay
Heyecanı her halinden belliydi; kısa boylu, göz­ demlemiştim. Herkese yetecek kadar çay bar­
lüklü, şişman bir adamdı, yüzü mosmordu, elleri dağım olmadığı için çeşit çeşit bardaklarla ikram
titriyordu. Polis gerekenleri söyledi. ettiğimi anımsıyorum. Telsiz sürekli çalışıyordu.
Kapıyı açtım. İ l k olarak ben girdim. Sağdaki Sıra zabıt tutmaya gelmişti. Komiser el yazı-

22
sıyla yazıyordu. Masanın üstünde biriken birkaç ilerlerken, yatak odasının kapısından bir kızın ya­
yasak kitap vardı ama onları kaydetmedi. Nesi- takta oturduğunu gördüm.
mi'nin şiirini yazmak istedi. Bavulla birlikte dışarı çıktık. Minibüse, ora­
"Bunu da yazmayıver," dedim. dan Gayrettepe'ye.
Anlaşılan, Cankurtaran'daki köfteler işe yara­
mıştı; onu da yazmadı. Çok yorgundum. Gecenin üçü ya da dördü ol­
Tutanağın altını Cahit Bey ile, yüzbaşı imza­ malıydı. Ortalık sakin görünüyordu. Adının T. ol­
ladılar. Yasak hiçbir şey yoktu ama tutanak i k i duğunu öğrendiğim müdüre durum rapor edildi.
dosya kâğıdı tutmuştu. (Zaten evdeki arama boyunca ve Müjdat'ın evin­
Aşağı indik. Askerler gitti, biz, i k i minibüsle den bavulu almamız sırasında telsizle olup biten­
yola koyulduk. Bu kez Müjdat'ın evine gidiyor­ den sürekli haberli kılınmıştı.) T. aksi ve suratsız
duk. davranıyordu. Birkaç saat önce beni yüreklendi­
ren, sabaha çıkarsın, diyen adam o değildi sanki.
Cihangir'e Tavukuçmaz'dan girdik. Dolaştığı­ Elimdeki bavulu işaret ederek,
mızı, evi zor bulduğumuzu anımsıyorum; ara so­ "Onu şuraya bırak," dedi, sonra poüse döndü:
kaklardan birindeydi. Kapıyı çaldık. Müjdat'ın se­ "Tarık'ı aşağıya alın. Tek kalsın." Bana bakarak
si duyuldu: devam etti: "Yarın seni savcıya gönderirim, bir ge­
"Kim o?" ce yat bakalım..."
Yanıt kesin ve netti: Öyle farklıydı ki tavrı... Yanından ayrılmadan
"Polis!" önce, polise,
"Bir dakika," dedi Müjdat içeriden. "Sert yapma, gözünü bağlamana gerek yok,"
Uzun bir süre bekledik. Neden sonra kapı dedi.
açıldı, Müjdat üstünde gecelikle kapıda dikiliyor­ Kolumdan tutan polisin yol göstermesiyle,
du. önce eşyalarımı bıraktığım, sonra da bavul kova-
"Hayırdır, bir şey mi var?" lamacasmdan önce birkaç saat beklediğim odalar­
"Müjdat, bavulumu almaya geldik," dedim. dan geçtik. Koridor bitti, geniş bir kapı açıldı.
Bizi içeri aldı; dört-beş polis, bir de ben. Bavu­ Döner merdivenlerden aşağı indik. Bu kez büyük,
lum salonun bir köşesinde duruyordu. Müjdat po­ demir bir kapının önünde durduk. Polis kapıya
lislerle konuşmaya başladı. Ben hemen bavulu vurdu. Demir kütlenin orta yerindeki gözetleme
açtım. Telefon defterim yerinde duruyordu. Müj­ kapakçığı açıldı, birisi bize baktı, sonra kapı açıl­
dat bu işi halledememişti anlaşılan. Polislere bel­ dı, elinde kahn bir sopa tutan bir adam belirdi.
li belirsiz bir bakış attım, defteri halının altına so- İçeri girer girmez dayanılmaz bir koku duydum.
kuverdim. Bavulu kapattım. Dışarı çıkmak üzere Girişteki geniş alan, elh-altmış metrekare kadar-

24 25
di. Polisin kaldığı odacık solda, kızların kaldığını
sonradan öğreneceğim hücrelerin uzandığı taraf­
taydı. On-on i k i hücre de sağ yanda vardı. Polisin
odasının karşısında bir hücre daha olduğunu gör­
müştüm; içeride tahta bir ranza vardı ve hücrenin
kapısı yoktu.
İ k i polisle birlikte bir süre polisin odasında
oturduk. Sürekli imalı sözler ediyorlardı, sanki
hafiften sorgulanıyordum. Sopalı polis arada dal­
ga geçiyordu. Yorgundum. Onlara da söylemiş­
tim: "Yorgunum," demiştim. Beni getiren polis
yarın çıkacağımı söyledi. Sopalı olan da oldukça
ılımlı davranıyordu. Saatin kaç olduğunu artık
kestiremiyordum. Bir süre sonra beni karşıdaki
kapısız hücreye koydular. Üstüne karton kutular
serilmiş tahta ranzaya uzanır uzanmaz uyudum

26
Sabah olmuş, gün ışımıştı. Birtakım sesler
duyuyordum, ama gözlerimi açamıyordum. Yeni­
den uykuya daldım. Uykumun en derin yerinde
bacaklarıma bir tekme yedim. Neye uğradığımı
şaşırmıştım.
"Ne oluyor lan be!" diyerek yerimden fırla­
dım.
Tam küfrü basacakken birden nerede olduğu­
mu anımsadım. Duvara çarpmış gibi durdum. Yel­
kenlerim suya indi. Basımdaki polis avazı çıktığı
kadar bağırıyordu. Toparlanamadan bir yumruk
da mideme yedim; ranzaya çöküp kaldım. Polis
kolumdan tuttuğu gibi beni açıklığa savurdu. Sü­
rekli de küfrediyordu:
"Bunun ne ayrıcalığı var? K i m koydu bunu
buraya?"
İtilip kakılırken yerde oturmuş, ayaklarını
uzatmış birilerini görmüştüm, ama ne olduğunu
anlayamamıştım. Polis beni duvara çevirdi; bir
yandan küfür ediyor, bir yandan da fotoğrafçıya
fotoğraflarımın çekilmesini, parmak izlerimin
alınmasını emrediyordu. Komiser olduğunu dü­
şündüm.
Fotoğrafçı beni evirip çevirdi. O âna kadar du­
vara dönük olan gözlerim, yerde oturmuş, yaşları
yirmi dolayındaki üç çocuğu gördü sonunda. Göz-

29
leri bağlıydı. Bakışlarım, ekmek gibi kabarmış ta­ A., kızlar tarafına,
banlarına takıldı. Bakakalmışım. Bir ayak tabanı­ "Doktor, doktor!" diye seslendi.
nın bu denli şişebileceğini aklım almamıştı. Deh­ Küçücük, kot pantolonlu bir kız geldi. Sonra­
şete kapılmıştım. Gözlerimi çocuklardan alamı­ dan kızın tıp fakültesinde okuduğunu öğrendim.
yordum. Fotoğrafçı elime rakamlı bir tabela tutuş­ "Şunlara bir bak," dedi A.
turup sağlı sollu fotoğraflarımı çekti. Bakışlarım Hücreden iyice dışarı çıkmıştım. Kız, A.'dan
hâlâ çocuklardaydı. Ürkütücü ayrıntılar görmeye pamuk filan istedi. A. da,
başlamıştım; şiş tabanlarda içlerinden sızan ka­ "Yürüt onları," dedi.
nın kuruyup siyaha dönüşmüş olduğu yarım ya Kız, küçücük boyuyla çocuklardan birini aya­
da birer santimlik yarıklar vardı. Çocukların sa­ ğa kaldırıp yere bastırmaya çalıştı. Dayanama­
kalları uzamıştı. Birinin elinde de bir şişlik oldu­ dım, hücreye girdim. Dalmışım.
ğunu gördüm.
Fotoğrafçı işini bitirdi, yeni gördüğüm bir po­
lise seslenerek;
"Tarık Abi'yle bir resmimizi çek, hatıra olur," "Çık lan dışarı!" sesiyle uyandım.
dedi. Çıktım. Tanımadığım bir polis, beni iterek,
Bir güzel fotoğraf çektirdik. Sonra bir fotoğraf "Şu pezevengi dokuz numaraya at!" dedi.
da polisle. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremi-
Fotoğrafçı, yordum; uzun zamandır kendimde olmadığımı
"Abi parmak izi için gelecekler," deyip gitti. düşündüm.
Polis beni odasına soktu. Ortada pis bir masa Doktor kız, çocukların ayaklarıyla ilgilenir­
vardı, üstü ekmek kırıntılarıyla doluydu. Odanın ken yanlarından geçip hücrelerin olduğu koridora
i k i tarafı tel örgülerle çevrilmişti. Yumuşak başlı girdik. Birkaç çift göz gördüm. Polis bir kapıyı aç­
bir adamdı polis, adını söyledi: tı. İçeri girdim. Karanlıktı ve beter bir sidik koku­
"A." su vardı. Hücre leş gibi tuvalet kokuyordu.
Kaytan bıyıklı, parlak, siyah saçlı biri. Bana Tek basmaydım. Bir süre sonra gözlerim ka­
sigara verdi. ranlığa alıştı. Zemini seçebiliyordum. Her taraf ıs­
Gözüm, oturan çocuklara takılmıştı. A. bakış­ laktı. Kapının karşısına denk gelen elli-altmış
larımdan rahatsız oldu. Çenemi tutamadım, ço­ santimetrekarelik kuru bir yer fark ettim; oraya
cuklara ne olacak, falan gibi sözler söyledim. A. gidip çömeldim. Koku dayanılacak gibi değildi.
da beni yeniden kapısı olmayan karşıdaki hücre­ Bulunduğum yer i k i metreye bir metre küçük bir
ye gönderdi. odaydı. Çişim gelmiş, karnım acıkmıştı. Sigara is­
Buradan bakınca çocukları görebiliyordum. tiyordum. Kafam karmakarışıktı. Hücre kapısı-

30 31
nm üstündeki boşluktan dışarı baktım. Hücreler­ vurmaya başladım. Gene karşı hücreden biri,
den beş-altı tanesini görebiliyordum. Sağ tarafta "Polis bey deme abi, dayak yersin, amirim
tuvalet vardı. Karşı hücreden bir çocukla göz göze de," dedi.
geldim: Bu kez hem A m i r i m ' demeye, hem de kapıya
"Abi hoş geldin," dedi alçak sesle. vurmaya başladım. Uzun bir zaman sonra A. gel­
"Sigaran var mı?" dedim. di, kapıyı açtı:
"Yasak abi, yasak." "Ne var?"
Sonra o küçücük aralıktan başkaları seslendi: "Çişim geldi; tuvalete gitmek istiyorum."
"Geçmiş olsun Tarık Abi!" diyenler, yumruk­ "Tuvalet izni günde üç keredir, akşama gider­
larını sıkarak destek olmaya çalışanlar, el salla­ sin, sabret," dedi.
yanlar oldu. Yan hücredekilerle de selamlaştık, Tam kapıyı kapatacakken araya girdim:
birbirimize el salladık. Herkes sakallıydı. Birine, "Tuvalet şurada; hücrelerden kimse bakmıyor."
"Kaç gündür buradasın?" diye sordum. Hiç oralı olmadı. Kapıyı kapatıp gitti. Kuru
"Elli," diyenler, "altmış," diyenler oldu. zemine çömeldim. Bacaklarımı iyice sıkıyordum;
olmuyordu gene de. Çömelmek de kâr etmiyordu.
Her an birisi gelip beni alacak diye tetikte Yolu yoktu, hücreye işemeye karar verdim. Kapı­
bekliyordum. Ama gene de zaman geçmek bilmi­ nın üstünden yeniden koridora baktım, karşı hüc-
yordu. Ara sıra karşı hücredeki çocuklarla göz gö­ redekilere alçak sesle seslendim:
ze geliyorduk. Oturuyordum, kalkıyordum, çöme- "Arkadaş, baksana yahu... Tuvaletinizi nereye
liyordum, çömelmiş olarak uyumaya çalışıyor­ yapıyorsunuz?"
dum; olmuyordu. Zamanla başa çıkamıyordum. "Orada süt kutusu yok mu?"
Dayanamadım, kapıya vurmaya başladım. Polise "Burada bir bok yok!"
seslendim: "O zaman koyver gitsin."
"Arkadaş! Bir dakika bakar mısın? Polis bey! Kıs kıs güldüler.
Memur bey!" Bir süre daha sabrettim, sonra hücreye işe­
Ağzımı kapının üstündeki deliğe yaklaştır­ dim. Belli olmasın diye kuru bölümü ıslatmama-
mış, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Çocuk­ ya dikkat ettim. Çişimin kokusundan rahatsız
lardan birisi, olurum sanıyordum ama fark etmedim bile. İçeri­
"Tarık Abi... Abi sakin ol, dikkatli ol," diye deki sidik kokusu zaten her şeyi bastırıyordu.
uyardı. Rahatlamıştım. Meğer çiş yapabilmek ne güzel­
Kimse gelmemişti. Çıldıracak gibi oldum. Sa- miş, ne bulunmaz nimetmiş... O rahatlıkla çöme-
kinleşemiyordum. İçimde ayaklanan şey bir türlü lip biraz kestirmeye çalıştım. Zaman zaman ba­
yatışmıyordu. Bir süre sonra kapıya daha hızlı şardım da.

32 Anne Kafamda Bit Var


33/3
olduğunu da anlamıştım; bütün bu pislik tuvalet­
* * * ten taşıp geliyordu. Gene yerime oturdum. Hafif
hafif kaşınıyordum ama doğrusu umurumda de­
Karnım acıkmıştı. Saati merak ediyordum. ğildi. Uyuklamaya başladım.
Sıkıntıdan patlayacak gibiydim; sıkıntıdan, tedir­ Kimbilir ne kadar zaman geçtikten sonra
ginlikten, meraktan. Her dakika koridora bakı­ uyandım, ayaklarım açılsın diye hücrede biraz
yordum. Arada bir hücre kapıları açılıp kapanı­ dolaştım. Hücrenin duvarları boyunca, ayakları­
yordu, ama neler olup bittiğini göremiyordum. mın ıslanmasına aldırmadan yürüyordum. Za­
Her seferinde yerimden kalkıp baktım ama boşu­ man geçiyordu herhalde. Dışarıda hiç ses yoktu,
na. Bir aralık çömeldiğim yerde gene uyudum. çıt çıkmıyordu. Herkes uyuyor, diye düşündüm;
Bir hayli zaman geçti. Arada bir karşı hücredeki ben de uyudum.
çocuklarla konuştuk. Polisin ayak seslerini du­
yunca hemen geri çekiliyorlardı. * * *
Polis koridorda bas bas bağırıyordu:
"Aranızda konuşanı görürsem ananızdan doğ­ Gece yarısını geçtiğini düşündüğüm saatler­
duğunuza pişman ederim!" de, ayaklarımı sümüklüböcek gibi toplayıp yere
Bir yandan da kapılara sopayla vuruyordu. kıvrılmışken, birdenbire kapı açıldı. Fırladım
Acıkmıştım. Su bile yoktu. ayağa kalktım. Birini üstüme doğru ittiler. Genç
Derken kapılar teker teker açılmaya başladı. bir çocuktu; yirmi-yirmi bir yaşlarında. Kapıya
Çocuklar önümden geçip tuvalete gittiler. Sıra be­ baktım; olağanüstü i r i bir polis hücre kapısını
nim hücreme geldi, polis, kaplamış dikiliyordu. Elleri de kocamandı. Ağa­
"Üç dakikan var, çabuk ol," dedi. beyim de çok iriyan biridir, polisin iriliği aklıma
Tuvalete gittim. yer ettiğine göre ağabeyimden bile yapılıydı de­
Böyle tuvaleti askerde bile görmemiştim. Ala­ mek, diye düşünecektim sonradan.
turkaydı, içi ağzına kadar bok doluydu. Kokusu Polis, hücreye getirdiği çocuğa sordu:
da görüntüsü de leş gibiydi. Bir kenarda, daracık "Sen neden geldin lan?"
bir oyuntunun ucunda bir lavabo vardı. İçi simsi­ Ayaktaydım. Merak ve heyecanla izliyordum.
yah olmuştu. Suyu açtım, ayaklarıma döküldü; la­ "Benim bir suçum yok," dedi çocuk.
vabonun ortasında geniş bir çatlak vardı. Elimi "Ne yani lan, suçun yok da seni camiden mi
yüzümü yıkadım, kana kana su içtim. Tuvalet işi­ aldılar, pezevenk, neden aldılar?"
mi de halledip dışarı çıktım. Kapıda bekleyen po­ "Evden aldılar... Ders çalışıyordum... Tıp fa­
lisle birlikte i k i adım atıp hücreme girdim. kültesinde okuyorum. Beni aramıyorlar aslında,
Böylece hücremde neden yerlerin su içinde abimi arıyorlar; ama beni aldılar."

34 35
"Abin kimmiş lan?"
"Mehmet Şener. Ben de Hasan Hüseyin Şe­ Sabah olmuştu. Yani ben sabah olduğunu tah­
ner." min ediyordum. Hücre kapılarının teker teker
"Başlatma lan Ahmet'inden Mehmet'inden! açıldığını duydum. Bir ses, bakkaldan bir şey isti­
Kimmiş lan Mehmet Şener?" yor musunuz, diye soruyordu. Hücrelerden ek­
"Ağca'ya silah veren," dedi çocuk, övünerek. mek, beyaz peynir, süt, salam sesleri geldi. Bizim
O âna kadar çocuğu çiğ çiğ yiyecekmiş gibi bakan hücrenin de kapısı açıldı. Bakkal,
polisin tüm hırsı tükenmişti. "Ne istiyorsunuz?" diye sordu.
Ben araya girdim; öfkeyle: Yan hücrelerden duyduğum şeylerin hepsini
"Bu çocukla beni aynı yere koyamazsınız," söyledim:
dedim. "250 gram beyaz peynir, ekmek, 250 gram sa­
"Sen de kimsin lan?" lam, üç kutu süt."
"Ben Tarık Akan'ım." Bakkal,
"Ne olmuş lan Tarık Akan'san? Neden ka- "Sen burada yenisin galiba," dedi. "Bunlar sa­
lamıyormuşsun bununla? Bu insan değil mi?" na yetmez, sabah, öğlen, akşam yiyeceksin."
Çenemi tutamadım, ettim lafımı: Her şeyi i k i katma çıkarttım, parasını verdim.
"Ben bu faşistle kalamam, beni başka yere..." Bakkal yanımdaki çocuğa sordu.
Mideme bir yumruk yedim. Ayaklarım yer­ "Benim param yok."
den kesildi. Neye uğradığımı anlayamamıştım. Bakkal da çekip gitti.
Kendimi yerde buldum. İki-üç tekme de yerde ye­ Bakkaldan saatin sabah altı olduğunu öğren­
dim. Kafamı kolluyordum. Küfrün bini bir para miştim. Bir süre sonra polis teker teker hücrele­
tabii. Mideme yediğim yumruğun ağrısını bede­ rin kapısını açıp tuvalet ziyaretlerini başlattı.
nimin her yerinde hissedebiliyordum. Derken Hücrelerin tuvalet işi bitince bakkal erzakı dağıt­
kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Kafamı yavaş maya başladı. Açlıktan perişan durumdaydım. Ye­
yavaş kaldırdım. Çocuk karşımda duruyordu. Ba­ mekten başka bir şey düşünmüyordum. Sipariş­
na bakıyordu. Toparlandım. Kuru olan yere lerim gelmişti. Aç kurtlar gibi yemeye başladım.
çömeldim. Öylece duruyorduk. Uzun bir süre hiç Çocuk bana bakıyordu. Gözü yediklerimin üze­
ses çıkarmadan bekledik. Sonra anlamsız, saçma rindeydi. Dayanamadım, onu da çağırdım. Kah­
sapan şeyler konuşmaya başladık. Zaman zaman valtıyı paylaştık.
gözlerimiz kapanıyordu, ama sürekli birbirimizi Saatin sekiz buçuk olduğunu sandığım sıra­
kontrol ediyorduk. larda, bir polis sesi duyuldu. Yüksek sesle adlar
okunuyordu. Her okunan ada karşılık hücreler­
* * *
den bir ses geliyordu. Polis, hücrelerden yanıt gel­

36
dikçe 'sorgu' ya da 'sevk' diyordu. Kapılar açılıp larmı uzatanlar, toplayanlar. Kapının altından bi­
kapandı. Yirmi-yirmi beş kişinin adı okundu. raz olsun hava alırım diye yana oturmuştum, ama
Kapının üstünden izliyordum. Çocukların üstü olacak gibi değildi. İçerisi çok havasız ve sıcaktı.
başı kirliydi, aslında k i r l i değildi de leş gibiydi; Birkaç kişi donuyla oturuyordu. Hücre tavanının
sakalları uzamış, yüzleri kararmıştı. Gencecikti aydınlık olduğunu fark ettim. Sokaklarda kaldı­
hepsi. Can kulağıyla adımın okunmasını bekle­ rımların üstüne döşenen kalın camdan yapılmış­
dim; okunmadı. Sonra sesler azaldı. Sessizlik ge­ tı. Böyle birkaç hücrenin üzerinde herhangi bir
ne her yere yayıldı. www.cizgilforum.com yapı yoktu anlaşılan. Bir köşede süt kutuları du­
ruyordu. Birkaçının içinde süt, birkaçının içinde
* * * su ve çiş vardı; hepsinin yeri ayrıydı tabii. Za­
manından önce çişi gelen duvara doğru dönüyor,
Köşemde oturuyordum. Birden kapı açıldı. kutunun içine işeyip yerine koyuyordu. Karton
Hemen ayağa kalktım. Polis, kutunun içine yiyecekler konmuştu. Kutunun
"Sen gel," dedi, beni dışarı çıkardı. her yeri yağlıydı. Açılmış karton kutular yerlere
Koridor boyunca yürürken girişteki alanı gö­ serilmişti; bunların üzerinde oturuyorduk.
rebiliyordum. Yürüyüş süresince, daralıp genişle­ Çocuklarla sohbet ettik. İçlerinde hiç sağcı ol­
yen görüş alanıma giren yedi-sekiz çocuk, yüzleri madığını övünerek söylüyorlardı ama gene de
duvara dönük bekliyorlardı. Birkaç adım atıp baş­ hepsi çok temkinli görünüyordu; kimin ne oldu­
ka bir hücrenin önünde durduk. Polis kapıyı açtı. ğu belli değildi aslında. Herkes ajan, polis olabi­
"İçeri gir." lirdi. Benim neden içeri girdiğimi merak ettiler.
İçeri girdim. Kapıyı kapattı. Bir şeyler olacak Uzun uzun anlattım. Avutmaya çalıştılar.
diye umutlanmışken, çıkacağımı düşünüp heye­ "Sana hiçbir şey olmaz, hemen çıkarsın," de­
canlanmışken kendimi başka bir hücrede, genç­ diler.
lerle birlikte bulmuştum. Benimle birlikte yedi Hepsi öğrenciydi; başka başka üniversiteler­
kişiydik. Burası da çıktığım hücreyle aynı büyük­ de okuyorlardı. Aralarından bazıları çok uzun sü­
lükteydi; i k i metreye bir metre. İçeri girdiğimde re içeride kalmıştı. Biri doksanıncı gününe yak­
bazıları ayağa kalktı. Teker teker, 'hoş geldin', laşıyordu, yani her an sevk edilebilirdi. Gözaltı
'geçmiş olsun' gibi şeyler söylediler. Hemen, yedi süresi kırk beş gündü; bu süreden fazla Siyasi Şu-
kişinin burada nasıl kalacağını sordum. Gülmeye be'de tutmaya hakları yoktu. Ama kırk beş güne
başladılar. yaklaşırken Sıkıyönetim'e sevk çıkarılıyordu, Se­
" İ k i kişi de sorguya gitti, bir de onlar dönerse limiye'de savcı serbest bırakıyordu, çocuk da se­
o zaman gör bak," dediler. viniyordu serbest kaldım diye. Oysa çocuğu geti­
Oturduk. Sıkış tepiş bir durumdaydık; bacak- ren ekip Selimiye'nin kapısında bekleyip serbest

38 39
kalanı tekrar tutukluyor, gene Siyasi Şube'ye ge­ süre kesiliyor, sonra yeniden başlıyordu. K i m i za­
tiriyordu; ikinci bir kırk beş gün başlamış oluyor­ man çığlıkları çok derinden geliyordu, duymak
du. İçerdeki çocuklar 'birinci kırk beş' ya da 'ikin­ için kulak kabartmak gerekiyordu; bazen de ses­
ci kırk beş' diye konuşuyorlardı. ler iyice yükseliyordu. Bu sesi sabaha kadar din­
Öğlen tuvaletinden sonra kutudaki yiyecekle­ ledik. İşkenceden gelen çocuğun anlattığına göre
ri paylaştırdılar. Akşam yemeği ayrıldı. bir eve yapılan operasyonda polislerin elinden ka­
Bir-iki kişi yan yatabiliyordu. Bazıları, otur­ çan genç bir kız ikinci kattan aşağıya atlamış, bir
maktan yorulanlar, ayağa kalkıyordu, o zaman bi­ yerleri kırılmış. Kızın kırıklarıyla oynayarak iş­
raz yer açılıyordu. Akşama doğru, saat beş gibi, kence yapmışlardı. İnanılacak gibi değildi ama
yavaş yavaş sorgudan dönüşler başladı. Ben 2 nu­ insan çığlıkları duyunca başka bir şey olamaya­
maralı hücrede kalıyordum. Kapı açıldı. Bir çocu­ cağını düşünüyordu. Sabaha doğru ses kesildi.
ğu içeri attılar. Arkadaşları hemen çocuğu tutarak
yere yatırdılar. Çocuk pelte gibiydi. Yalnızca inli­ Sabah tuvaleti, bakkal faslı... Sekiz kişiden
yordu. Hücrenin tam ortasında uzunca yatıyordu. yalnızca i k i ya da üç kişinin parası vardı. En çok
Hepimiz ayaktaydık. Görünürde herhangi bir şey para veren bendim. Paralar kutuya atılıyor, sipari­
yoktu; kan, morluk gibi. Sonra çocuklardan biri, şi bir kişi yapıyordu. Aramızda komün hayatı baş­
"Elektrikten geliyor," dedi. lamıştı; olan olmayana verecekti. "Sosyalizmi ya­
Çocuğa güçlükle su içirdiler. Çevresine çö- şatıyoruz," diye espriler yapıyorduk.
melmiştik. Uzun bir süre uyudu. Akşam uyandı­ Sabah yemeğinden sonra gene listeler okun­
ğında kollarının tutmadığını gördüm. Filistin as­ du. Her hücreden iki-üç genç çıktı. Bizim hücre­
kısına almışlar. Kaygılanacak bir şeyi olmadığını, den i k i kişinin adı okundu; biri sevk, biri sorgu
ertesi gün hareket edebileceğini söylediler. Yeme­ için. Sevk için giden neşeli, sorguya gidense asık
ğini arkadaşları yedirdi. Çocuk yerde yattığı için suratlıydı. Benim adım gene okunmadı.
dört-beş kişi ayakta duruyor, sırayla yere çömeli- Çocuklar meydanda toplandı. Ayak sesleri ya­
yorduk. Zaman geçsin diye her şeyden konuşu­ vaş yavaş azaldı. Hücrede yatan çocuğun kolları
yorduk. Bazen espriler yapılıyor, fıkralar an­ hareketlenmeye başlamıştı. Bir arkadaşı kolları­
latılıyordu. Geçici de olsa bir an rahatlıyorduk. na masaj yapmaya çalıştı.
Akşam tuvaletine çıktık, sonra yemeğimizi Öğlen tuvaleti, öğlen yemeği, sohbet derken,
yedik. Kutudan çıkarılan ekmekler bölündü, içi­ akşama doğru işkenceden dönenler geldiler. Hüc­
ne beyaz peynir, ikişer dilim salam ve zeytin kon­ relerin kapıları açıldı, kapandı. Bizim hücreye
du. kimse gelmemişti. Akşam tuvaletinden sonra altı
Geç bir saatte bir kızın uzaktan gelen çığlık­ kişi oturduk. İçerisi tenhalaşmca sanki biraz ra­
larını duyduk. Uzun uzun bağırıyordu. Sesi bir hat etmiştik.

40 41
Birden kapı açıldı. Polisin biri bana, fıkralar anlatıyordu. Neşesini herkese bulaştırı­
"Çık ulan dışarı!" dedi. yor, içeridekilere moral depoluyordu. Geçmiş
Hiçbir polis 'ulan'sız konuşmuyordu. Ben he­ günlerdeki olayları çarpıtarak, komikleştirerek
men ceketimi aldım. (İçeri girerken siyah, mev­ anlatıyordu. Hepimiz gülüyorduk.
simlik, güzel bir ceketti, bazen yastık, bazen yor­ Çocuklar, neden içeri girdiğimi sorduklarında
gan diye kullanınca ceketlikten çıkmıştı.) Ayak­ o yanıtladı:
kabılar demir kapının dışında duruyordu, hepsi "Seni de mi camiden aldılar yoksa?"
birbirine karışmıştı. Hepsi de topuğuna basılarak, Lafı ağzımdan almıştı. Gülmeye başladım.
terlik gibi kullanılıyordu. Mokasen de olsa böyle Ben de yavaş yavaş rahatlıyordum.
kullanmak zorundaydık, çünkü ayakkabıya har­ İçersi üç metreye üç metre görünüyordu. Tam
canacak zaman yoktu. O kargaşada ayakkabımı kırk üç kişiydik içeride. Öyle sıcak, öyle bunaltı­
buldum, giydim. O saatte sorgu olmadığı için dı­ cıydı ki herkes donla oturuyordu. Çoğunluk duva­
şarı çıkacağım diye umutlanmıştım. Polis önden ra yaslanmıştı. Tavanda 40 mumluk bir ampul
bir-iki adım ilerledi, hemen yan taraftaki hücre­ yanıyordu. İçerisi sarımtırak bir renk almıştı, du­
nin kapısını açtı: 1 numaralı hücre. varlar terlemişti; sarımtırak bir su akıyordu. Yer­
"Gir lan içeri!" lere gene karton kutular açılmış, yer döşeği yapıl­
Ayakkabıları hücrenin kapısında çıkarttım. mıştı.
Kapının önünde bir sürü ayakkabı vardı. İçeri gir­ Mühendis, herkesi teker teker tanıtmaya baş­
dim. Kapı kapandı. ladı:
Bir-iki adım attım, sağdaki duvarın ortaların­ "Bu TKP'den, idamlık. Bu falanca örgütten,
da zar zor bir kişilik yer açtılar, oraya oturdum. balık tutarken yakalanmış, denizdeki balıkları ze­
Çocukların hepsiyle selamlaştık. hir liyormuş..."
"Hoş geldin, seni burada görmek ne garip, de­ Bütün çocukların adlarını biliyordu. K i m i an­
mek yalnız değilmişiz," dediler. latırsa o gülmeye başlıyordu. Şaşırmıştım. Tutuk­
B i r i oturduğu yerden kalkıp, lanma, işkence çocukların umurlarında değilmiş
"Abi buraya otur, rahat edersin," deyip kapı gibi görünüyordu. Mühendis, biri için,
önünü gösterdi. "Bunun şu kadar bombalama işi var," gibile­
Onları rahatsız etmemek için, rinden bir şeyler söylüyordu ama sanki çocuğun
"Burası iyi," dedim. umurunda değil gibiydi. "Bu enayi ötmüş," "Bu
Biri dışında hepsi çok genç. O birisi, sarışın, polis, buna dikkat et," diyordu, gene kimse ciddi­
posbıyıklı, açık renk gözlü, otuz-kırk yaşlarında ye almıyordu. Duvara sıralananları teker teker an­
cin gibi bir adam. Mühendis odalarından birinin lattı ve kapıya yakın duran, çok zayıf, çirkin su­
başkanıymış. Çok neşeliydi, çok da konuşkandı, ratlı bir çocukta kaldı: "Bu içimizdeki tek faşist

42 43
polis köpeği; ajandır. Burada ne duyarsa gider yu­ ra ile ödüllendiriyorlar," dedi.
karıda anlatır." Kibrit kutusunun eczasının küçük bir parçası
ve bir kibritle sigarayı yaktı. Kibriti ve eczasını da
Akşam tuvaletinden sonra sıra akşam yeme­ o faşist vermişti. Sıra bana gelene kadar dokuz ya
ğine gelmişti. Bir daire oluşturduk. Karton kutu­ da on kişi vardı. Sigaraya yiyecekmiş gibi bakı­
lar ortaya geldi. Mühendisle çocuklardan biri, ne­ yordum. Herkes birer fırt çekip yanmdakine ver­
valeyi paylaştırdılar. Akşam yemeğinde nevale­ di. Dumanı üflerken elleriyle dağıtıyorlardı. So­
nin hepsinin bitmesi gerekiyordu, sabah yenileri nunda sıra bana geldi. Sigaraya bir asıldım. Daha
alınacaktı. Yemekler yendi. Kenarlara çekildik. dumanı bırakmadan bir daha asıldım. Sigarayı
Çöpler toplandı, çöp kutusuna atıldı; salamın zarı, yan tarafa verdim. Benden sonra bir-iki kişiye da­
peynir kâğıtları, ekmek kırıntıları. Ben de donla ha gitmişti k i , mühendis ciddi bir tavırla:
oturmaya başladım. "Ayıp ettin Tarık," dedi.
Bir ara mühendis, Şaka mı yapıyor, ciddi mi, anlamamıştım.
"Tarık çay içer misin?" dedi. "Bak burada kırk kişiyiz, sen i k i nefes çektin,
Herkes kıkırdamaya başladı. Yanıt vermedim. başkasının hakkını almaya hakkın yok..."
Bir şeyler döndüğü belliydi. Sonra bir daha sordu: Suratıma tokat yemiş gibi olmuştum. Ne di­
"Çay içer misin? Şimdi demleyeceğiz." yeceğimi bilemedim.
Herkes oyunu biliyor, gülüyordu. Ben de "Arkadaşlar, kusura bakmayın, uzun zaman­
güldüm. dır sigara içmiyorum, özür dilerim," dedim.
"Yemeğin üstüne mis gibi olur, içerim," de­ Çocuklardan biri,
dim. "Tarık Abi, boşver, ben çekmiyorum, hakkım
"Tarık'a hoş geldin çayı demleyelim, öyle de­ senin olsun," deyip sigarayı yanmdakine geçirdi.
ğil mi arkadaşlar?" Daha kötü oldum.
"Tamam. Olur," dedi herkes. Sigara faslından sonra ayaklarımızı ileri uza­
Ben de bunun altından ne çıkacak diye me­ tıp kenarlara oturduk. Felaket kaşınıyordum. Ka­
rakla bakıyordum. Yemek yerken oturduğumuz pının altındaki açıklıktan başka hava alacak hiç­
gibi dizildik, geniş bir daire olduk. Mühendis fa­ bir yer yoktu. Bazıları kapının yanında duranların
şiste döndü: biraz daha kenara çekilmesini istiyor, ağızlarını
"Ver bakalım bugünkü ödülünü." kapının altına sokup dışarıdan hava almaya ça­
Faşist hemen bir yerlerden bir tane sigara çı­ lışıyorlardı. O zaman da içeri hiç hava gelmiyordu.
karttı. Gülmeye başladım. Demek çay, sigaraydı. Bir süre sonra mühendis sabah kahvaltısı için
Mühendis, para toplamaya başladı. Kapının yanında bir çivi­
"Bu çocuk yukarıda kustuğu zaman, onu siga- ye asılmış çorabın içindeki paralan sayıyordu:

44 45
"Evet arkadaşlar komün parası azalmış, olan­ durumdaydık. Yüzüstü ya da sırtüstü yatıyorduk.
lar atsın bakalım." Duvarın b i r i işkenceden gelenlere ayrılmıştı.
Birçoğunun hiç parası yoktu. Olanlar verdi. Uyumak çok önemliydi, çünkü ertesi gün k i m i n
Derken mühendis, eğlenceli bir tavırla faşisti sorguya gideceği belli değildi. Dinç ve dayanıklı
konuşturmaya başladı: olmak gerekliydi. Bütün bir gece deliksiz uyu­
"Hadi bir kere daha anlat Şişli'deki şu çocuğu mak olanaksızdı oysa. Bitler ve pireler, kalabalık
nasıl vurduğunu." ve havasızlık, tek tip besin. (Aynı hücreyi paylaş­
"Boş ver abi, hep bunu anlatacak değiliz ya." tığım kimya mühendisi Hüseyin'den sonradan
"Anlat oğlum, Tarık gibi yeni gelen arkadaşlar öğreniyorum; besinlerin hiçbirinde tuz yok, be­
var, onlar da duysunlar sizin ne menem bir pislik den terliyor, tuz kaybediyor, tuz alamıyor. Bu da
olduğunuzu." bedendeki direnci kırıyor, zihni yoruyor. Besinler
Biraz bekledik. Çocuğun anlatmaya niyeti ol­ bilinçli seçilmiş. CIA'nın deneylerinden alınan
madığı anlaşılınca sözü mühendis aldı: baskı ve işkence yöntemleri de dahil olmak üzere
"Şimdi bu köpek, solcu bir çocuğu uzun bir direnci kırmak için her yol uygulanıyor. Besinle­
süre izlemiş, çocuk evine gitmiş, apartmanın dış rin hepsi uyumayı da dinlenmeyi de güçleştiri-
kapısını anahtarla açarken bu herif silahı daya­ yormuş.)
mış, çocuğu giriş katma itip dört-beş el ateş etmiş, Sabaha kadar debelendik durduk. Tam uyku­
hemen oradan koşarak ayrılmış, köşeyi dönmüş, ya dalacakken yan hücrenin kapısı açılıyor ya da
sonra rahat rahat yürümeye başlamış, bir köşe da­ kapanıyor, bir demir gürültüsü duyuluyor ya da
ha dönmüş, bir daha, apartmanın öbür köşesin­ uykudayken hücredeki birisi fenalaşıyor, kapıya
den çıkmış; yani bir daire çizmiş. Halk apart­ vuruluyor, polis çağrılıyor, yardım isteniyor; tabii
manın önüne toplanmış vurulan çocuğa bakıyor­ polis hemen gelmediği için uzun bir süre kapı
muş, bu da (eliyle göstererek) kalabalığın arasına yumruklanıyor, hücredeki herkes uyanıyor.
karışıp kendi vurduğu çocuğun cesedini seyret­ Bu hücrede i k i ya da üç gece kaldım. İşkence­
miş. İnsan müsveddesi. Burada tek olduğu için ye en çok bu hücreden adam götürdüler. Yedi-se-
sesi pek çıkmaz." kiz kişi gidiyor, dört-beş kişi geliyordu. Gelenler
Eaşistin yüzündeki alaycı gülümsemeyi anım­ perişan durumda oluyorlardı. Kan işeyenler, eli-
sıyorum. kolu tutmayanlar, sabaha kadar inleyenler, zaman
zaman ağlayanlar. Annesine ya da kız kardeşine
yapılan işkenceyi kimilerine zorla seyrettirdikle­
rine tanık oldum.
Akşam oldu, uyku saati geldi, ama ne müm­
kün. Balık kasalarmdaki palamutlar gibi dizilmiş Gene bir sabah tuvaletten dönmüş kapının

46 47
tanı karşı duvarında yerde yatıyorken kapı hışım­ yaparım!"
la açıldı. İ k i polis içeri baktı. Biz yavaş yavaş to­ Dokuz-on hücrenin hiçbirinde hareket olma­
parlandık, yatanlar doğruldu, bazıları ayaklarını dı. Ben de gönülsüz, süpürmeyi bıraktım, çöpleri
toparladı. Polis, beklemeye başladım. Kimsenin kımıldamadığını
"Burada bir artist varmış," dedi. "Kimmiş bu görünce polis sinirlenmişti:
artist?" "Ulan çöplerinizi dışarı çıkartın! Vatan haini
Gözleriyle beni arıyordu. Adamın küstah tavrı Tarık Akan toplayacak!"
birden sinirime dokundu, zaten sinirlerim ayak­ O da ne? İ l k kez biri bana Vatan haini' diyor­
taydı, yerimden kıpırdamadım. du... Sözler kulağımda yankılandı...
"Ulan kalksana ayağa!" diye bir başkasına Zaman geçiyordu, ama hâlâ hiçbir hareket
bağırdı, gözleriyle de beni arıyordu. Bakışları üze­ yoktu. Sinirine hâkim olamayan polis, bir numa­
rimden dört-beş kez geçmesine karşın tanımadı ralı hücrenin kapısına sıkı bir tekme attı ve ana-
beni. Sonunda, avrat küfre başladı. Bir bana dönüyor, "Vatan ha­
"Buradayım," demek zorunda kaldım. ini!" diye bağırıyor, bir hücrelerden yana dönüyor,
"Çık dışarı." küfrediyordu. Sonra en uçtaki hücrelerden onu
Toparlandım. Pantolonum zaten üzerimdeydi, çılgına çeviren ses duyuldu:
gömleğimi giydim. Ceketimi alıp dışarı çıktım, "Memur bey, ben süpürürüm... Tuvaletleri de
demir kapı gürültüyle kapandı. Ayakkabılarımı yıkarım... Ama ona yakışmaz..."
biraz zor buldum. Hiç bu kadar gururlandığımı anımsamıyo­
Hücreden biraz uzaklaştık. Polis durdu. Ben rum... Boğazım düğümlenmişti...
de durdum. Polis A. geldi yanımıza. Üç polis ve Polis öfkeyle o sesin geldiği yere yöneldi. Bir
ben, öylece dikiliyorduk. Sonunda polislerden bi­ yandan da,
ri (A. değil): "Hangi hücreden geldi lan o ses? K i m lan o?"
"Al bakalım şu süpürgeyi eline," dedi. diye köpürüyordu.
Aldım. Araya girdim:
Bağırarak devam etti: "Arkadaşlar, olay büyümesin, çıkarın çöpleri­
"Beni dinleyin! Herkes çöpünü kapının altın­ nizi, ben temizlerim."
dan atacak; artist de buraları süpürecek!" Öbür hücrelerden de sesler yükseliyordu:
Bir an, süpüreyim mi, süpürmeyeyim mi diye "Olmaz Tarık Abi, sen bırak, biz temizleriz..."
düşündüm. Sonra elimdeki saplı süpürgeyi ayak­ "Çöpümüzü çıkartmayacağız..."
larımın çevresinde ufak ufak, isteksizce hareket Polis sinirden ve çaresizlikten olduğu yerde
ettirmeye başladım. kalakalmıştı. Ne yapacağına karar vermek için
"Ulan çöplerinizi dışarı çıkartın, yoksa fena düşünüyordu. Hakaret ederek hücrelere doğru

48 www.cizgiliforum.com 49/4
atılacakken A. kolundan tuttu, Oturup sohbet etmeye başlamak üzereyken
"Uzatma, tamam," diyerek polisi yatıştırmaya dış kapı vuruldu.
çalıştı. Polis hâlâ hücrelere dönmüş bağırıyordu: "Sen hücrene git; ters birisi geldiyse i y i ol­
"Komünist eşşoğlueşşekler!" maz," dedi.
A. yanıma geldi. Hücreme gittim. Biraz sonra A. geldi, gene be­
"Tarık; bırak süpürgeyi." ni alıp götürdü. Aynı sahanlıktaki tel örgülü alana
Bağıran polisi de kenara çekti. geldik. Bir polis daha gelmişti, kırmızı bir sakalı
vardı, zayıf, kötü suratlı, kötü bakışlı biriydi. Gö­
A.'yla birlikte kızlar bölümünün bulunduğu zümü bu kez de sigaraya dikmiştim. Sohbete baş­
yana gittik. Burası değişik bir yer. Yeni yapılmış ladık.
sanki. Yedi-sekiz hücre, kapıları açık, içleri kızlar­ Filmlerde hangi kadınlarla oynadm? Kaç film
la dolu. Beni de bu hücrelerin en baştan ikincisi­ yaptın? Türkân Şoray nasıl?
ne koydu Polis A.; numarasını anımsamıyorum. Derken sigaralar yakıldı, ilk sigarada sarhoş
oldum, arkasından çay... Bir bardak, bir bardak
Hücrenin içi çok karanlıktı; lamba yoktu. Dı­ daha... Oh, dünya varmış...
şarıdaki ışık, kapının üstünde ve altındaki iki-üç Sorularına kısa yanıtlar veriyordum. Aslında
parmak açıklıktan içeri vuruyordu. Daha önce de beklediğim şeyleri sormaya ne zaman başlaya­
rastladığım, üstü karton kutularla kaplanmış tah­ caklar diye tetikte dinliyordum. Tam tersine, du­
ta ranzalardan birini gördüm. rum belden aşağı sorulara dönmüştü:
Oda bir metreye i k i metreydi. Bu hücredeki "Sevişme sahnelerini nasıl yapıyorsun? Ka­
ilk günümün neredeyse tamamı uykuyla geçti. dınlar ne yapıyorlar?" diye başlayıp, "Kaç ünlüy­
Zaman zaman uyanıp dışarı baktım; kızların geti­ le yattın?" türünden pespayelikler.
rilip götürülüşlerini gördüm, tekrar yattım, kalk­ Benden yanıt alamadıklarını görünce açık ve
tım, birkaç adım yürüdüm, yattım. Akşam oldu. ısrarcı sorulara geçtiler.
Acıktım. Bu arada ben sorulan başka yöne çekmeye
Gecenin geç bir saatinde Polis A. beni dışarı çalışıyordum:
çıkardı: "Ne kadar maaş alıyor sunuz? Bu parayla nasıl
"Gel, biraz konuşalım." geçiniyorsunuz? Evli misiniz?"
Geniş sahanlığın kenarındaki çevresi telle Yaşam koşullarının zorluğundan söz ediyor­
örülü, kafes gibi yerde oturduk. Elektrikli ocakta dum. Konuyu daha duyarlı ve yumuşak noktalara
çay kaynıyordu, gözümü çaya dikmiştim. Anla­ getirmek istiyordum. Baktım sohbet beklediğim
mış olacak k i , gibi işlemiyor, buradaki hücre yaşantımızdan ko­
"Şimdi bir çay içeriz," dedi. nuşmaya başladım. Onların da şikâyetleri vardı:

50 51
Zaman zaman bitlendiklerini, bitleri eve götür­ ses kesildi. Biraz sonra gene başladı; hücrede fare
düklerini, y i r m i dört saat nöbetin ağır geldiğini mi vardı acaba? Her yere baktım ama bir şeyler
anlattılar. Bu süre boyunca hep sigara içmiştim. kemiren bir fareye rastlamadım. Ses kesildi.
Geç saate kadar oturduk. Ağzım zehir gibi Ayaklarımı uzatıp, 'Oğlum Tarık, kafayı tozutu­
hücreme dönerken A.'dan sigara istedim. Bana yorsun,' diye düşündüm. Ama ses gene başladı.
beş tane sigara ve kibrit verdi. Ranzaya yatıp bir Bu kez dikkatlice dinledim, hücrenin neresinden
sigara yaktım. geldiğini anlamak istiyordum. Kapı tarafından
Sabah güne her zamanki gibi başladık; tuva­ değildi. Öbür taraftan olmalıydı. Ses ranzanın al­
let, bakkal, sorguya gidenler. tından geliyordu. Usulca yaklaştım, bir şey yaka­
Kapının üstünden baktım, zayıf, kısacık boy­ layacak gibi eğildim. Hiçbir şey görünmüyordu.
lu kızlar, polis önde onlar arkada sorguya gidiyor­ Ellerimle yeri yokladım. Tıkırtıya çok yakındım
lardı. Hücremin sağ yanında tümüyle kızlara ait ama görünürde bir şey yoktu. Ranzanın altından
olduğunu düşündüğüm beş ya da altı hücre vardı. çıktım, kibrit aldım, gene aşağı eğilip bu kez kib­
Solumdaysa bir tek hücre. r i t i yaktım. Tam köşeden, i k i duvarla yerin birleş­
Kızlar akşama döndüler Durumları içler açı­ tiği köşeden geliyordu ses. Kibrit bitene kadar
şıydı. Birbirlerine yardım ediyorlardı. Biri ayak­ bekledim. Ses gittikçe yükseliyor, yaklaşıyordu;
kabılarını eline almıştı. Hepsinin gözlerinin feri biri duvarı oyuyordu. İkinci kibriti çaktığım sıra­
sönmüş, ağır ağır yürüyorlardı. da duvarda kalem genişliğinde bir delik açıldı. Bu
Polis A.'nm yerinde başka bir polis gördüm. taraftan biraz da ben yardım ettim. Delik parmak
Sonradan öğrendim: adı O. imiş. Ona Kemik Kı­ büyüklüğüne ulaştı. Öte yandaki konuşmaya baş­
ran diyorlardı; iriyarı, posbıyıklı, bal rengi saçlı, ladı:
çilli suratlı, kötü bakışlı biriydi. Seyrek saçlarını "Arkadaş merhaba."
geriye doğru taramıştı. Altı çocuğu olduğunu öğ­ "Merhaba."
renmiştim. "Sigaran var mı?"
İ k i tane sigaram kalmıştı, birini akşam yeme­ Ne diyecektim şimdi? Bir tek sigaram vardı,
ğinden, ikincisini sabah kahvaltısından sonraya ona da gözüm gibi bakıyordum; aman kırılmasın,
ayırmıştım. ıslanmasın, sabah kahvaltısından sonra keyifle
Akşam oldu. Yemeğimi yedim, sigaramı yak­ içeceğim, diye...
tım, uzandım. Ortalık çok sessizdi. Hafif kestir­ "Var ama yalnızca bir tane."
dim. Gece yarısından sonra ranzada doğrulup "Ne olursun bir nefes çekeyim."
oturdum, ayaklarımı karşı duvara uzatmış du­ Sesinden, o sigaraya benden daha çok ihtiyacı
rumdaydım. Düşünüyordum. Derken kulağıma olduğunu sezmiştim. Sigarayı yaktım. İki-üç de­
tıkır tıkır sesler geldi. Çevreme bakındım, ama rin nefes çektim ve ranzanın altına girip delikten

52 53
sigarayı uzattım. Sigara tam arada, duvarın içinde başladım. Saatin bir hayli geç olduğunu tahmin
kaldı. ediyordum.
"Abi, alamıyorum, biraz itsene," dedi. Dış kapının kapandığını duydum. Kulağım
Küçük parmağımla ittim. Sonunda alabilmiş­ dışarıdaydı. Derken hücremin önünden i k i polis
ti. geçti. Kızların hücrelerine doğru gidiyorlardı.
"Sağ ol kardeş." Gözümü onlara diktim. İ k i kızı aldılar. Kızlar git­
Sohbet başladı. Küçücük deliğe dudaklarımı­ mek istemiyordu. Polisler çekiştirdi. Her şey tam
zı yapıştırıp öyle konuşuyorduk. benim hücremin önünde olup bitiyordu. Kızlar­
"Seni neden aldılar?" dan biri bağırdı:
"Avrupa'da yaptığım bir konuşma yüzünden." "Bu saatte sorgu olmaz! Ben sizin amacınızı
"Sen kimsin?" biliyorum! Beni bu saatte götüremezsiniz!"
"Tarık Akan." Bir yandan polis çekiştiriyor, bir yandan kız­
"Olamaz abi; bendeki şansa bak... çok mutlu lar bağırıyordu:
oldum, Senin burada olduğunu duymuştum." "Yeter artık! Sizi şikâyet edeceğiz! Terbiyesiz­
"Sen kimsin?"
ler!"
"Dev-Sol Marmara sorumlusuyum."
"Kaç gündür buradasın?" Polisler ve kızlar gözden kayboldular. Ortalık
"Kırk beş günden fazla oldu. Beni mahvetti­ sessizleşti.
ler; her gün işkenceye alıyorlar."
"Yalnız mısın?"
"Geldiğim günden beri yalnızım, tek kalıyo­ Gene sabah olmuştu; tuvalet, kahvaltı, sorgu
rum. Polisten başka kimseyle konuşmadım. Biraz için okunan adlar... Yan hücredeki çocuğu da gö­
konuşalım. Seni nasıl aldılar?" türdüler, ama yüzünü göremedim.
Birden kuşkulanmıştım. Konuştuğum bir po­ Öğlene doğru polis tüm hücrelere anons geç­
lis olabilir miydi? Benden ne öğrenmek istiyordu ti:
ki? Bir süre böyle şeyler düşünüp durdum. Başı­ "Herkes hücrelerden çıkacak. Eşyalarınızı da
ma gelenleri kısaltıp şişirerek anlattım; daha doğ­ yanınıza alm. Kapısını açtığım hücrelerdeki her­
rusu geçiştirdim. kes salona geçecek. Buradaki hücrelerin hepsini
"Seninki bir şey değil, hava cıva... Seni bıra­ boşaltıyoruz. Yüzlerinizi duvara doğru döneceksi­
kırlar. Gözdağı vermek istiyorlar. Kafanı takma," niz."
gibi bir şeyler söyledi. Ve demir kapıların sürgü sesleri duyulmaya
Ketum davranıyordum, çekmiyordum. Bir sü­ başladı. Kapılar aralıklarla açılıyordu. Ayak sesle­
re sonra sohbet tükendi. Ranzamda oturmaya r i , hışırtılar duyuyordum. Ceketimi giyip bekle-

54 55
meye başladım. Biraz sonra kapım açıldı. Polis, duvarlarla salonun birleştiği yerde camlı bir kapı
"Sahanlığa geç," dedi. görüyordum. Camın dışa bakan yüzeyi paslı, sık
Sahanlığa geldiğimde tüm çocukların orada bir tel örgüyle kaplıydı. Dışarıda yeşillik görü­
olduğunu gördüm. Herkes duvara dönmüştü, lüyordu. Camlı kapının önünde küçük bir tabure
ikinci sıra dizilmeye başlamıştı. Dört polisten bi­ duruyordu. Sabahları bazen oradan geçen toplum
rinin elinde liste vardı. Adlar okunarak yoklama polisleri içeri bakıyorlar, meydancı polis de onlara
yapılıyordu. Orada olan 'burada' diyor, adı oku­ bağırıyordu.
nup da yanıt çıkmadığında nerede olduğunu bi­ Buradaki hücreler daha yeni, daha bakımlıy­
len birileri onun adına, 'sorguda' diyordu. Adı dı. Hücre kapılarının ortasmda dışarıdan açılan
okunanın sorguda olup olmadığını bilen çıkmaz­ gözetleme pencereleri vardı. Kapıların alt ve üst
sa, polis bu adı peş peşe, gittikçe yükselen bir açıklıklarıysa çok dardı, hiç hava girmiyordu. Yal­
sesle tekrarlıyordu. nızca ortadaki gözetleme pencerelerinden hava
"Tek sıra olup şuradan devam edin." alıyorduk, o da polisin keyfine göre bazen açılıyor,
Benim hücremin olduğu taraftan yürümeye bazen kapanıyordu. Hava çok sıcak olduğu za­
başladık. Kızların hücrelerinin önünden geçtik. man çocuklar yalvar yakar ricada bulunuyorlardı,
İ k i hücrenin kapısı açıktı. Kızlar yerlerde oturu­ gerisi polisin keyfine kalmıştı.
yorlardı; küçük ve sıskaydılar, üstleri başları çok Hücremizin içi i k i metreye bir buçuk metre
kirliydi. Çoğu kot giymişti. Bir metreye i k i metre­ kadardı. Tahta bir ranzanın üzerinde ince, leş gibi
lik hücrelerde yaklaşık onar kişi vardı. bir şilte duruyordu. Şiltenin altında kutuların
Kızlar bölümünün bitiminde, büyükçe bir de­ mukavvaları üç-dört sıra halinde dizilmişti.
mir kapıdan geçtik. Geniş merdivenlerin başla­ Hüseyin'le hücreye girdik. Bizi Kemik Kıran
dığı yerde, karşı taraftaki, gene büyükçe demir getirdi, kapıyı kapattı. İçerisi zifiri karanlıktı, bir
bir kapıdan girdik. Salonda toplandık. Demir ka­ süre sonra, gözetleme deliği açıldığında aydınlan­
pı kapandı. Burası daha derli toplu gibi görünü­ dı. Öbür hücrelere dağıtılanların yerleştirilmele­
yordu. Hücrelerin kapıları açıktı. rini görüyorduk. Demir kapılar birer birer kapan­
"Adını okuduklarım söylediğim hücrelere dı. Derin bir sessizlik kapladı ortalığı. Burası pire
geçsin." kaynıyordu.
Hüseyin'le ranzaya oturduk, ben ayaklarımı
Hüseyin adlı biriyle aynı hücreye düştük. karşı duvara dayadım. Hüseyin, efendice oturu­
Öbür hücreler yedi-sekiz kişilik; bir tek bizimki yordu. Sessiz, sakin biriydi. Birbirimize geçmiş
i k i kişilikti. Hücremiz salona ve dış duvarlara ya­ olsun, dedik. Sen neden buradasın, ben neden
kındı. Sağ tarafımızda beş hücre, sonra da tuvalet buradayım konuşmaları başladı. Hüseyin kimya
vardı. Dış duvarın üst tarafında dar pencereler, mühendisiydi, Ankara'dan mezun olmuştu. Zayıf,

56 57
seyrek saçlı, sarışındı, burnu iriceydi; üstelik bur­ Peki şimdi burası ne kokuyor?"
nuyla para kazanan birisiydi; bir koku uzmanıy­ "Bok kokuyor."
dı... Esans ana maddesi üreticisi. Gülüştük. www.cizgiliforum.com
"Nasıl yapılıyor bu iş?" "Yahu kaç gündür buradayım, burun murun
"Dağları, tepeleri dolaşıyorum, yeni kokular kalmadı artık."
arayıp buluyorum." Bir süre sonra kapı açıldı. Kemik Kıran,
"Nasıl yani?" "Hadi Hüseyin, biraz hava alın," dedi.
"Dağlarda dolaşırım, doğayı koklarım, sonra Kapı açılınca karşı duvarın üzerindeki dar
burnuma çok hafif, inceden bir koku gelir, bu ko­ pencerelerden giren ışık hücreyi aydınlatmıştı.
kunun nereden geldiğini saptarım, o yöne doğru Polis kapıyı açıp Hüseyin'in adını söyleyince ben
koklaya koklaya yürümeye başlarım, koku çok tedirgin olmuştum, acaba Hüseyin polis olabilir
uzaklarda olabilir, benim için hiç fark etmez." mi diye. Uzunca bir süre konuşmadım. Hüseyin
"Sonra?" anlatıyordu. Benim sustuğumu fark edince o da
"Sonra gider o çiçeği ya da otu bulurum." sustu. Öylece bekliyorduk. Kocaman pireler ya­
Gülmeye başladım. kalamıştım.
"Neden gülüyorsun?" "Bu polisi nereden tanıyorsun?"
"Sen köpek misin, havayı koklayarak değişik "Adam beni birdenbire sevdi, nedendir bil­
koku nasıl bulunur?" mem. Öbür taraftayken bir gün işkenceden gel­
"Gülüyorsun ama Tarık, dünyada benim gibi dim. Ayaklarımın altı şiş, yürüyemiyorum. Sekiz
on kişi ya var ya yoktur... Özel bir yetenek ve fark­ numaralı hücredeyim. Bu bana, 'Yahu ne oldu sa­
lı bir çalışma gerektirir bu iş. Bir kere tüm par­ na böyle, Allah Allah, ulan ne biçim adamlar, ben
fümlerin ana maddeleri ezberimizdedir, tüm ana bile anladım sende bir bok olmadığını, onlar anla­
kokuları gözümüz kapalı biliriz." mamışlar,' dedi. Galiba hemşehriymişiz. O gün­
Pireden dolayı kaşınmaya başlamıştık. den sonra bana i y i davranıyor. Bak, senin yanma
"Bizi çeşitli parfüm şişeleri dolu bir odaya so­ da o koydu beni, kıyakçılık yaptı... İşkencecinin
karlar. Üç yüz, beş yüz değişik koku, hepsi bir ara­ en büyüğü bu bence."
da, şişelerin ağızları açık, üzerlerinde hiçbir yazı Çok akıllı biriydi Hüseyin. Dürüst ve sağlam
yok. Bu odanın içine girerim. Benden istenilen görünmesine karşın, ondan kuşkulanmaya iki-üç
hangi kokuysa, hiç el sürmeden, koklayarak bulu­ gün daha devam ettim.
rum. Bu odada şişelerin arasına bir et sakla, bir
köpek bu eti nasıl bulabiliyorsa ben de öyle bulu­
rum kokuları."
"Hüseyin bu müthiş bir olay! Çok şaşırdım... Akşama doğru bakkal geldi, süt, kaşar, salam,

58 59
ekmek aldık. Yemeklerimizi yerken, ama gülmeme de engel olamıyordum. Bu karma­
"Hüseyin, süt iç de kutular boşalsın, su doldu­ şayla sabahı ettik. Şafak sökmeden önce, gökyü­
ralım," dedim, zü henüz lacivertken, yeniden uykuya daldık.
"Aslında bize tuz gerekli. Tuz yemeliyiz," de­
di. "Burada yeterince tuz almıyoruz, bedenimizin Sabah saat yedi ya da sekiz olmalıydı, uyku­
dengesi bozuluyor, tuz yemezsek dayanamayız. mun arasında bir kızın bağırarak türkü söylediği­
Ne yapıp edip tuz bulmalıyız." ni duydum. Birden uyandım. Ses dışarıdan geli­
"Nasıl bulacağız, ne yapalım?" yordu. Hüseyin de uyanmıştı. Delikten dışarı
"Sabah olsun da bir düşünelim." baktım. Deli bir kız, üstü başı perişan, camlı ka­
Yemekler bitti. Altı tane süt almıştık, i k i tane­ pının arkasında içeriye doğru türkü söylüyordu.
sini içtik, i k i tanesini yatağın başucuna koydum. Kemik Kıran'ın yerine Polis A. gelmişti. Kıza ba­
Tuvalette i k i süt kutusuna da su doldurdum. İ k i ğırıyor,
kutuyu boşalttım, gece çişimiz gelince bu kutula­ "Git kız buradan, şimdi seni yakalarım, döve­
ra işeyecektik, tuvalete gidince de dökecektik; bi­ rim," diyordu; ama kızın umurunda değildi; tel
ri Hüseyin'in biri benim. Suları yatağın orta yeri­ örgünün dışından içeri bağırarak türkü söylüyor­
ne, çiş kutularını da ayakucuna koydum; zaten du.
hep böyle yapılıyordu. Hüseyin'e de gösterdim. O günden sonra bu türkü faslını her sabah
Yatacağımız zaman yatağı aşağıya indiriyorduk, aynı saatlerde yaşadık. Eğer Kemik Kıran'ın key­
Hüseyin yerde, ben divanda, karton kutuların üs­ fi yerindeyse istek türkü bile söyletiyordu. Bazen
tünde yatıyordum. de toplum polisi, deli kızı oradan uzaklaştırıyor-
Gece biraz konuşup uyuduk. Uzun bir zaman du.
sonra çişim geldi, boş kutulardan birine işeyip ye­ Bu hücredeki ikinci günümüze bir gece önce­
rine koydum. Pire yüzünden gece yarısından son­ den kalanlarla kahvaltı ederek başladık. Sonra tu­
ra uykum kaçtı. Ayaklarımı karşı duvara uzatıp valet faslı; çişlerimizi döktük, sularımızı doldur­
düşüncelere daldım. Hüseyin de uyanmıştı. Laf duk.
lafı açtı. Nasıl da sigara özlediğimizi, buradaki Hücrede oturuyorduk. Kapı kapalı, gözetleme
olayları, dışarıda neler olup bittiğini konuşuyor­ deliği açıktı. Sohbet ediyorduk. Hüseyin tuz ko­
duk. Derken Hüseyin su kutularına uzandı ve iç­ nusunu açtı. Nasıl bulacağımızı planlamaya çalı­
lerinden birini kafasına dikti. Dikmesiyle ağzm- şıyorduk. Hüseyin,
dakileri çıkarması bir oldu... "Sorguya gidecekler gitsin, ortalık bir sakin-
"Ulan bu ne?" demesine kalmadan su yerine leşsin bakalım," dedi.
çişimi içtiğini anladık. Öğürerek tükürdü. Beni "A.'yla benim aram i y i ; bazen beni hücreden
bir gülme aldı. "Su iç, ağzını çalkala,'" diyordum çıkarıyor, çay, sigara veriyordu," dedim.

60 61
Hüseyin düşündü. Gelebilir miyim?" dedim.
"Sen şimdi onu çağır, 'A. Bey içerisi çok sıcak, Kısık sesle ve el kol hareketleriyle:
O. Bey (Kemik Kıran) bizim kapımızı hep açık "Gel bakalım," dedi.
bırakırdı, gene açık kalsa olmaz mı?' de. Kapıyı Gittim. Yanındaki masanın taburesine otur­
açık bırakırsa gerisi kolay. Yavaş yavaş yanma dum. Elindeki gazeteyi bıraktı.
sızarsın." "Eee Tarık, söyle bakalım, nasıl gidiyor?" de­
Bu arada sorgu için adlar okunmaya baş­ di.
lamıştı. Çocuklar sorguya gitti, ortalık sakinleşti. "Yavaş yavaş alışıyoruz işte. Sizin de işiniz
Kapıyı çaldım, gözetleme deliğinden seslendim: zor, bizim de. Allahtan i k i kişi kalıyoruz da raha­
"Memur bey, memur bey!.." tız."
A., bir süre geçtikten sonra yanıtladı: "Geçer geçer, bunlar da geçer. Hele ben bık­
"Ne var?" tım vaha, hanımdan boşanacağız neredeyse; yahu
"Bir dakika bakar mısınız?" o kadar dikkat ediyorum, gene de eve bit götü­
"Ne var Tarık?" rüyorum."
"İçerisi çok sıcak; dün bütün gün O. arkadaş "Öbür tarafta bit daha çoktu, burası pire
kapımızı açık bıraktı. Gene açık kalabilir mi?" kaynıyor."
Polis A., kısa bir süre sonra kapımızı açıp git­ "Pire önemli değil, o uçup gidiyor, bit öyle de­
t i . Hüseyin'le mutlu mutlu bakıştık, planımızın ğil."
birinci bölümü tamamlanmıştı bile. Yatak gene Gözüm sigaradaydı ve tabii ki küçük elektrik­
sedirin üzerindeydi; ikimiz de oturduk. Benim li ocağın üstündeki demlikte. A. masanın üzerine
ayaklarım karşı duvara dayalıydı. Sohbet ediyor­ i k i çay bardağı koydu, çay hazırlığı yapıyordu.
duk. Saat dokuz ya da on olmalıydı. Hüseyin, Demliğe bakıp konuya nasıl girsem diye hesap
"Kebap yiyelim mi?" ediyordum. A. bardaklara şekeri koydu, çayı dök­
"Saçmalama oğlum." meye hazırlandı. Derin bir nefes aldım:
"Dur yahu, telaşlanma. Sen öğlene doğru "Yahu, şu hücredeki arkadaşı da çağırsam, bir
A ' n m yanma sız. Biraz sohbetten sonra beni de bardak çay da o içse... İ y i bir oğlan..."
çağır. Eh, sen aktörsün, gerisi sana kalıyor; öyle "Gelsin bakalım."
oyna ki ağzı sulansın. Gerisini bana bırak." Hemen kalktım, aceleyle hücreye gittim. Hü­
Saat on bire kadar bekledik. Ben içeride ha­ seyin uzanmıştı.
zırlanıyordum. Zamanı gelince kafamı yavaş ya­ "Hadi gel."
vaş dışarı çıkarttım. A. salondaki telli kulübede Hemen toparlandı. Sessizce, A ' n m yanma
oturmuş gazete okuyordu. Kafasını kaldırdı, beni sızdık. Üçüncü bardak da masada duruyordu. A.
gördü. çayları koydu. Hüseyin çekingen, utangaç görü-

62 63
nüyordu. Çay için teşekkür ettik. Sigaraları da her açıhp kapanışmda, hah, şimdi geldi, diyerek
yakmış, keyiflenmiştik. Hem çay, hem sohbet; za­ bekleşiyorduk. Hüseyin'e takılıyordum:
man akıp gidiyordu. Sıra kebaba gelmişti. Hüse­ "Hüseyin, havayı kokla bakayım, kokla. Ke­
yin'le bakıştık. Ben söze başladım: baplar ne kadar uzaklıkta?"
"Adamın canı burada hiç olmadık şeyleri çeki­ Gülüşüyorduk.
yor. Şöyle bir kebap olsa, soğanlı, moğanh; yesek. Sonunda A. geldi. Dışarı çıktık. Masanın üs­
Bir keresinde Antalya'da bir film çekiyorum, de­ tünde büyük bir tepsi duruyordu. Kebaplar başka
niz kenarına yakın bir yer. Adamın biri, A b i sana bir tabakla kapatılmıştı. Ve ayranla tuz. Günler
bir Adana yapayım, parmaklarını yersin,' dedi. sonra ilk kez yemek yiyecektik, hem de böyle bir
Sabahın körü daha. Yahu bir kebap geldi; kıpkır­ yemek... Olacak şey değildi.
mızı. Hakiki Adana. Mis gibi kokuyor. Çevresine Tabaklarımızı sıyırdık. Sonra hücremize dön­
yeşillikleri de koymuşlar, bin çeşit, bir de yanma dük. Öğlene tuvalet faslı ve sonra gene kendimizi
soğan ezmesi, şöyle sumaklı. Altında pide, yağları o tanıdık sessizliğin içinde bulduk.
çıkmış... Yahu unutamıyorum o kebabı..."
"Adamın ağzını sulandırma Tarık," dedi A. Durmadan kaşınıyordum. Pireler beni çok ra­
"Benim de canım çekti şimdi." hatsız ediyordu, Hüseyin'i ise hiç isimliyorlardı,
Hüseyin, besbelli pireler onu sevmiyordu. Hüseyin'le pire
"Yahu A. Bey, sen bu işi halledersin, şuradan edebiyatı yaptık. Pirelerin ne olduğunu falan an­
üç kebap söyle, olsun bitsin." lattı. Kapımız açıktı. Dışarıda çok güzel bir güneş
A. şöyle bir düşündü. Bu iş olacak gibi görü­ vardı. Bir ara dışarı çıktım, A.'ya camh kapının
nüyordu. yanını gösterdim:
"Yok canım, Sonra A. Bey'in başına iş açılır; "Şurada biraz oturayım, pantolonumda bit
atarlar buradan," dedim. var, şunları temizleyeyim. Olur mu?"
"Hop hoop," dedi A. " K i m atarmış ulan, bu­ Güneş içeri vurmuştu. Öğleden sonra saat üç-
rası benden sorulur; ben buranın hâkimiyim." dört olmalıydı. Camın karşısına oturdum; deh kı­
Hüseyin hemen elini cebine attı, yüklüce bir zın geldiği yerdi burası. Pantolonumu çıkardım,
parayı masanın üzerine koydu: bir paçasını ters çevirip başladım. Dikiş araları
"Ayran da, ayran da. Bol tuzlu. Tuzu unutma­ sirke ve bit kaynıyordu. Güneşin ışığı ve sıcaklığı
sınlar." eşliğinde başparmağımın tırnaklarıyla çıtır çıtır
A., sirkeleri, bitleri kırdım. Bir yandan da sayıyor­
"Siz şimdi gidin. Ben sizi çağırırım," dedi. dum; bir paçadan tam kırk üç bit ve sirke çık­
Hemen hücremize döndük. Birbirimizi kut­ mıştı. Tırnaklarıma kan bulaşmıştı Öteki paçam-
ladık. Zaman geçmek bilmiyordu. Dış kapının dakileri sayamadım bile. Sonunda pantolondaki

64 Anne Kafamda Bit Var 65/5


tüm haşaratı yok ettim, hücreme döndüm. Hüse­ Gündüzleri kapı açık duruyordu, istediğimiz
yin'e söyledim, o da bitlerini ayıkladı. Pantolon zaman tuvalete gidiyorduk. Gece kapı kapalı,
tarafı rahatlamıştı ama üstüm felaketti. Dikkatim gözetleme açıktı. Nereden bulduysam bir çift ço­
bedenimin üst yanında yoğunlaştı. Sırtımda, en­ rap bulmuştum, anımsamıyorum, uyurken çorap­
semde, koltuk altlarımda, bir-iki dakikada bir, ları eüme geçiriyordum. Pantolonumun paçaları­
küçücük şeylerin yürüdüğünü hissediyordum. nı da ayağımdaki çorapların içine sokuyordum.
Daha doğrusu küçücük bir şeyler debeleniyordu. Ellerimi ve ayaklarımı sağlama aldıktan sonra bir
Tırnağımla kaşıyor, kaşıyordum. Kaşıdıkça kaşı­ tek başım kalıyordu, onu da ceketimle sarıyor­
nıyordu. Ardından belli belirsiz bir yanma geli­ dum. Burnumla ağzımı açıkta bırakıyordum.
yordu. Biti ya da sirkeyi yere düşürüyordum ya Kendimi pirelere karşı böyle korumaya çalışıyor­
da hemen sonra kaşımaya başladığım bölgeye dum. Ama ayaklarımı da ellerimi de aralıklardan
taşıyordum. Böylece haşarat bir güzel yayılmış ve ısırıyorlardı. Pire bit gibi değildi, ısırdığı yer hem
çoğalmış oluyordu. Ve ne yazık ki pantolonum da çok kaşınıyor, hem şişiyordu. Kalkıp dakikalarca
birkaç gün içinde temizlemeden önceki durumu­ kaşınıyordum. Geceler böyle geçiyordu.
na dönecekti.
Hüseyin'le birlikte üçüncü günümüz aynı sa­
bah olaylarıyla başladı. Deli kız türküsünü söyle­
yip gitti. Polis bölmesinde Kemik Kıran vardı.
Günün alışıldık seyri sürüyordu; bakkal, tu­ Kapımız kapalı, gözetleme deliğimiz açıktı.
valet, sorgudan dönenler. Akşam bakkal geldiğin­ Hüseyin'le yeni bir plan yapmıştık. Kemik
de Hüseyin, ona, Kıranla Hüseyin'in arası iyiydi, bu kez Hüseyin,
"Benim dişim ağrıyor, dayanamıyorum," dedi. Kemik Kıran'ı çağırdı ve kapıyı açtırdı. Bir süre
Bakkal şöyle bir baktı. Hüseyin, bakkala bir bekleyip yanına yanaştık. Sohbet kuruldu. Çaylar
avuç para uzattı: içildi.
"Ben sigarasız duramıyorum, bir paket Malte­ Hüseyin,
pe getir." "O., bizim fabrikaya gitsen de istediğin kadar
Sigaraya büyük para vermişti. Bakkal parayı koku alsan... Hem de benim çamaşırları bir değiş-
aldı: tirsen," dedi.
"Gündüz içmeye kalkmayın, belli olur; beni Kemik Kıran, 'koku' sözcüğünü duyunca he­
yakarsınız." men konuya atladı, öneriyi kabul etti. Hüseyin ça­
Sonra servisi yaparken, "Diş ilacın geldi," di­ bucak bir not yazdı: 'Gelen arkadaşa bir koli de­
yerek bir paket Maltepe, bir kutu kibrit verip git­ odorant verin, çamaşır verin.' Ortağına da bir şey­
t i . Artık sigaramız vardı. ler karaladı, alacak-borç listesi yaptı, şu kişiler-

66 67
den paraları al, diye uyardı. hoş oldu, çocukları dövüyor."
Kemik Kıran'la sohbeti sürdürdük. İ k i n d i za­ Dayanamadım, hücreden çıktım, arka tarafa
manı namaz kılan bir çocuk vardı; bize onu göste­ döndüm. Karşılıklı ikişer hücrenin kapıları açık­
rerek, tı. Çocuklar dışarı çıkmışlardı, Kemik Kıran orta­
"Bakmayın böyle namaz kıldığına, dışarı larında duruyordu. On beş-yirmi çocuk vardı.
çıkabilmek için yapıyor," dedi. Hepsi ellerini açmıştı, Kemik Kıran hababam vu­
Samimiyet ilerliyordu. O zaman bize altı ço­ ruyordu. Elini çekenin bacaklarına, gövdesine in­
cuğu olduğunu söyledi. Elinde hep kalın bir sopa diriyordu sopayı.
taşıyordu; sopasız dolaşmıyordu. Sözü döndürüp "Söyleyin lan, bu kibriti karşı hücreye k i m at­
dolaştırıp içkiye getirdik. Sıkı bir içkici tipi vardı tı? Anam avradım olsun hepinizi öldürürüm!"
onda zaten. "Küçük bir şişe votka alsan," falan di­ Çocuklardan ses çıkmadı. Kemik Kıran gene
ye ağzını aradık. "Tamam," dedi. Votka akşama girişti. Çocuklardan biri,
geldi. Akşam yemeğinden sonra kafaları çekmeye "Yahu kim attıysa söylesin," dedi.
başladık. Koridorun sonunda durmuş ne yapacağımı
Gece içkiler bitince hücremize girdik. Kapı­ düşünüyordum. Kemik Kıran yorulmamıştı, da­
mız aralıktı. Saat on i k i ya da bir olmalıydı. Bizim yağın bir türlü sonu gelmiyordu. Çocuklar yal-
hücrenin arka bölümünden gelen bağnşmalar varıyordu. Anladığım kadarıyla bir hücreden kar­
duyduk. Bu bölümde karşılıklı dokuzar hücre şı hücreye kapının altından kibrit atılmış, ama
vardı; ortalarında da bir koridor. Kapılar açıldı. kutu koridorun ortasında kalmıştı.
Kemik Kıran elindeki sopayla kapılara vurdu;
"Arkadaşlar boş yere hepimiz dayak yiyoruz,
küfrediyordu, bir demire vuruyordu, bir duvara; k i m attıysa..."
arada tok bir ses, dayak sesi duyuluyordu. Çocuk­ "Memur bey, ben attım."
ların yalvarışları kulağımıza geliyordu:
Kemik Kıran itiraf eden çocuğun üstüne yü­
"Vurma abi, vallahi benim haberim yok." rüdü, Allah yaratmış demeden bir meydan da­
"Bizim hücreden atılmadı." yağına girişti. Bir insanın böylesine bir hırsla da­
"Vurma gözünü seveyim, işkenceden yeni yak atabileceğine inanmak çok zordu ama işte
çıktım, yapma." gözlerimle görüyordum. Kendini kaybetmişti; bir
Hüseyin'le dinliyorduk. Ne yapacağımızı şaşı­ tür delilik nöbeti olmalı diye düşündüm. Elindeki
rıp kalmıştık. Dayak bitmek bilmiyordu. Çocuk­ kalın sopayı çocuğun her yerine acımasızca indi­
ların sesleri gittikçe yükseldi. Dayanılacak gibi riyordu. Çocuğun bir yerini kıracaktı.
değildi. Dayanamadım, yanma gittim:
Hüseyin, "O. Bey, yeter artık; lütfen."
"İş yaptık adama içirmekle," dedi, "herif sar- Sopayı tutmayan öbür kolundan tutup hafifçe

68
69
çekmiştim. Kemik Kıran oralı olmadı, hâlâ vuru­
yordu; ben de çekiştiriyordum. Nasıl olduysa tan­
siyon yavaş yavaş azaldı. Çocuk yere yığılmıştı.
Kulağından kan geliyordu. Sonra çocuğun bir Sabahki olaylarda bu kez bir farklılık olmuş­
başka polisin yakını olduğu aklıma geliverdi. Ko­ tu: Bugün sorguya gidecekler arasında Hüseyin
ridorda A ' y l a otururken bir polis gelmişti ve de vardı. Birbirimize baktık. Kanım çekildi. Adı
A'ya, bu benim akrabam olur, çocuğun bir boku okunur okunmaz Hüseyin hücre numarasını yük­
yok, göz kulak oluver, demişti... sek sesle söyledi. Birkaç dakika sonra kapı açıldı.
Hüseyin gitti. Kapı kapandı.
Kemik Kıran, çocukları küfür kıyamet hücre­ Hücrede yalnız başıma volta atmaya başla­
lerine gönderdi. Ortalık sakinleşti. Adama neden dım. Bir ara A. geldi, kapıyı açtı. Dışarı çıktığım­
'Kemik Kıran' dediklerini böylece anlamış oldum. da A ' n ı n yanında kırmızı sakallı, kötü suratlı bir
Kemik Kıranla koridordaki bölmesine gittik. adam gördüm. Esrarkeş olduğu belliydi, gözleri
Oturup şundan bundan konuşmaya başladık. Ona kan çanağına dönmüştü, şiş şiş olmuştu. İşkence­
yaptığı işin yararsızlığını anlatmaya çalışıyor­ ci olduğunu düşündüm. Elindeki sigarayı göster­
dum; gerçeklerden söz etmeye, biraz da gözünü di:
korkutmaya çabalıyordum: "Bu olmazsa biz dayanamayız, işimiz çok zor."
"Yahu O., bu çocukları dövüyorsun ya, hiç Aklımda Hüseyin'den başka bir şey yoktu.
korkmuyor musun? Bu günler geçer, emekli olur­ Akşama doğru sorgudan dönüşler yavaş ya­
sun, evinde oturursun ya da sıkıyönetim biter, vaş başladı.
başka bir göreve atanırsın; sonra hırsla canını Hüseyin de geldi. Ayakkabıları elindeydi,
yaktığın, sopayı nerelerine denk gelirse acımasız­ ayaklarının üstüne basamıyordu; tabanları şiş­
ca indirdiğin bu insanlar seni bulur. Altı çocuğun mişti. Hücrenin içinde yığılıp kaldı. Bir süre son­
var, onları hiç düşünmüyor musun? Tek başına ra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle çaresiz
düzeni kurtaracak halin yok ya. Çocukları sorgu­ hissettim ki kendimi. Ne yapacağımı, onu nasıl
ya götürürlerken gözlerini kapatıyorlar. Neden? avutacağımı bilemedim.
Polisi tanımasın diye... Her şeyinle ortadasın "Hüseyin kalk... Ayaklarını duvara vurmalı­
sen... Bak A. senin gibi yapmıyor." yız. Yoksa daha fazla şişerler."
Ertesi gün kulağı kanayan çocuk doktora git­ Tabanları balon gibi olmuştu. Karşı duvara
mek istedi, göndermediler. yavaş yavaş vurduruyordum, üstüne bastırıyor,
"Yazılı kâğıt vereyim, kendimi duvara çarp­ biraz su döküyordum. Uzun zaman sonra sakin­
tım diye imza atarım," dediği halde doktora gide­ leşti. Az az konuşmaya başladı. Neler olduğunu
medi. merak ediyordum.

70 71
"Allah belasını versin Kemik Kıran'ın da, elektrik çarpması daha etkili oluyordu doğal ola­
A.'nın da. Tarık, bunlar müdürün emri olmadan rak. Ama uyandım sonra, telin ucu çıktığı halde
hiçbir şey yapamıyorlar. Yukarıdakilerin her şey­ elektrik çarpıyormuş gibi yaptım. 15 dakika falan
den haberleri var. Polis soruyor: 'Oğlum Hüseyin, böyle idare ettim. 'Ya, bu olmuyor,' diyerek beni
bir şey gönderdin mi?' / 'Yok göndermedim,' diyo­ yere yatırdılar. Üzerime kemer gibi bir şey geçir­
rum. 'O. mu söyledi?' diye soracağım, bu kez de O. diler. Adam üstüme oturdu. 'Konuş, konuş...' /
işlerimi yapmaz olacak. 'Sen yalan söylüyorsun,' 'Valla,' dedim, 'ben işkenceye falan dayanamıyo­
dediler, 'uzat elini, aç parmaklarını.' Açtım. 'Elle­ rum.' Ondan sonra daha fazla yüklenmeye baş­
rin titriyor,' dedi. 'Sen gel, gözün kapalı dur bura­ ladılar. 'Ölüyorum,' dedim, sonra gene bıraktılar.
da, ben de karşında durayım, bakalım titreme­ 'Al bunu götür,' dediler. Bir tek külotla kaldım.
mek oluyor muymuş,' dedim." Su tuttular. 'Oh!' diyorum. Bedenim rahatlıyor.
Öylesine kırık dökük gülüştük. Devam etti: Sonra 'Bir sigara iç,' dediler. 'İçmeyeceğim,' de­
'"Nereden geldin?' / 'Ankara'dan geldim,' / şu­ dim. 'İçeceksin,' dediler. Birden aklıma askerdey­
dur budur, bir sandalyeye oturttular. 'Sana bir fo­ ken yüzbaşının söyledikleri geldi: 'Düşmana bir
toğraf göstereceğim, bunu tanıyor musun?' Gözü­ sigara verirler, içerse dostça bir ilişki kurulur, şak
mü hafif aşağıdan açtım. 'Tek yüz portresi,' de­ diye ağzından lafı alırsın,' demişti. O aklıma gel­
dim, 'hayatımda görmedim.' / 'Peki sana bir-iki ad di. Bu bir taktiktir, dedim. Gerçekten de 'Şu na­
soracağız.' Bir-iki ad sordu, Zeki vardı Eğridir'de, sıldı, bu nasıldı?' Ha bire soru soruyorlar. 'Valla
bizim komşunun kızıyla evli, Ankara'dan tanıyo­ ben bir şey bilmiyorum,' dedim."
rum, makine mühendisi. 'Evet, tanıyorum,' de­ Biz bunları konuşurken Hüseyin'in ziyaretçi­
dim. 'Vay eşşooğlueşşek!' dedi. Bir tokat yedim. leri gelmiş. Yukarıdan not göndermişler, 'bir ihti­
'Sen parti üyesi değil misin?' / 'Hayır, ben parti yacın varsa yaz' diye. Not bana geldi. Ben de, 'Hü­
üyesi falan değilim.' / 'Kod adını söyle, biz gerisi­ seyin iyidir, sağlığı yerinde, şu anda sorguda, me­
ni çorap söküğü gibi getiririz.' / 'Yahu benim kod rak etmeyin, oda arkadaşı Tarık Akan' diye yazıp
adım yok, parti üyesi de değilim.' / 'Seni hiçbir ad j gönderdim. Zaten başka bir şey yazmak yasaktı.
la çağırmazlar mı? / 'Ya, benim bir tane adım var.' Notu Hüseyin'in babası almış. 'Bizim oğlan Tarık
/ 'Hangi partiye oy verdin?' / 'CHP'ye.' / 'Peki ilke­ Akan'ın yanında kalıyormuş, gene bir yolunu bul­
lerini say' / 'Cumhuriyetçilik, Laiklik...' Gerisi muş, rahatı yerinde,' diye düşünmüş.
yok. Bu arada falaka bitti, kaldırdılar, biraz yürüt­ Hüseyin, www.cizgiliforum.com
tüler. Sonra indir külotunu. Parmaktan ve cinsel '"Sen otur burada,' dediler, ceketimi başıma
organdan elektrik veriyorlar. Baktım, arada bir geçirdiler, gözümü açtılar. Akşama kadar bütün
kablonun ucu çıkıyor, ben de parmağımla tuttum işkenceleri gördüm. Bir kızın dün geceki baskın
çıkardım kabloyu... Terliyordum, terleyince de sırasında bacağı kırılmış; pencereden atlamış.

72 73
Kız, 'İlacım nerede?' diyor, bir novaijin ampul kı­ Kemik Kıran fark etti:
rıp içiriyorlar. Konuşması için kırığı ile oynuyor­ "Dün gece büyük bir operasyon oldu; hepsini
lar. İ k i kişiyi de duvara zincirlemişler, yukarıda gebertmişler."
bekliyorlar." O sırada öğlen tuvaleti başlamıştı. Çocuklar
Bunları anlatırken Hüseyin'in gözleri dolu­ sırayla tuvalete gidiyorlardı.
yordu. Sonra kendini tutamadı, hıçkıra hıçkıra "Bu ölen puştun kardeşi işte şu."
ağlamaya başladı. Sabaha kadar gözümüzü kırp­ Bir çocuk göstermişti; gencecik, çelimsiz biri.
madan konuştuk. O sırada tuvalete gidiyordu.
Sabah, Hüseyin, Kemik Kıran,
"Ben tuvalete çıkamayacağım," dedi; ayakla­ "Şimdi gazeteyi göstereceğim, bakalım ne ya­
rının şişi bir felaketti. Çiş kutularını aldım, biri pacak?" dedi.
benim, biri Hüseyin'in. Tuvalete dökerken Hüse­ "Yapma; yazıktır çocuğa. Hem neye yaraya­
yin'in kutusundan çişle karışık kan aktığını gör­ cak ki?" dedim, bir yandan da o akşam o dayağı
düm. Hücreye döndüm. atabilen adamın acıma duygularını harekete ge­
"Hüseyin çiş kutunu dökerken kan gördüm." çirmenin boşuna olduğunu düşünüyordum.
"Elektriktendir. Demek i y i ayarlayamamı- Hüseyin de,
şım." "Vazgeç O. Bey, çocuğa yazık," dedi.
Nöbetçi polisten hiçbir şey istemedik. Öğleye Kemik Kıran, ikimizin de söylediklerine al­
doğru kapı açıldı. Kemik Kıran kapıda belirdi: dırmadı. Tuvaletten dönerken çocuğu yanma ça­
"Ne oldu ya, ne yapıyor bunlar böyle? Sende ğırdı. Biz Hüseyin'le şaşkın, üzgün bakıştık. Ço­
bir şey olmadığını nasıl anlamıyorlar? Sana da mı cuğa bir-iki şey söyledi. Gazete kapalı duruyordu.
işkence yaptılar? Ayıptır. Ayaklarını yere bas; şiş­ Sonra gazeteyi çevirip önüne koydu:
leri iner, biraz sonra gelin çay içelim." "Bunu tanıyor musun?"
Kemik Kıran kapıyı kapatıp gitti. Biz de ne Çocuk gazeteye şöyle bir baktı. Yüzünden ne
yapacağımızı düşünmeye başladık. Hüseyin çık­ düşündüğünü anlamak olanaksızdı. Burada ge­
mak istemiyordu ama ben ısrar ettim. Biraz olsun çirdikleri günler bu gencecik çocukları verecekle­
yürümesini istiyordum, Sonunda polisin bekledi­ ri tepkiler konusunda iyice temkinli davranmaya,
ği tel örgülü bölmeye gittik. Masanın üstünde bir tür tepkisizlik içine düşmelerine yol açıyordu.
Hürriyet gazetesi duruyordu. Sayfanın yarısını "Öldü mü?"
kaplayan bir fotoğraf vardı, üstüne de 'Teröristle­ Kemik Kıran,
rin Sonu' diye bir başlık atılmıştı. Çatışmada ölen "Bunda yaşıyormuş gibi bir hal var mı?"
kanlar içinde bir genci polis saçından sürüklüyor- Bunun üzerine çocuk çok kesin ve sert bir
du. Hüseyin'le gözümüzü gazeteden alamadık. sesle,

74 75
"Devrim için feda olsun!" dedi, arkasını dö­ Ayakkabılarımı giydim. Polis koluma girdi.
nüp hücresine gitti. A.'nm kulübesinin yanındaki büyük demir kapı­
Biraz sonra biz de hücremize döndük. Hüse­ nın yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi
yin gazetedeki öbür fotoğrafta görünen kızı tanı­ bağladı. Demir kapı açıldı. Polis koluma girdi, yü­
mıştı: rüdük. Ara sıra,
"İşkence edilirken gördüğüm kızdı o, alttaki "Merdiven var," / "Merdiven bitti," gibi şeyler
fotoğraftaki..." söylüyordu.
Durmadan yürüdüm. Günlerce hiç hareket et­
* * * mediğim için soluk soluğa kalmış, yorulmuştum.
Yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
Hüseyin'le aynı hücreyi paylaşmamızın altın­ "Başını eğ!" Başımı eğiyorum. "Basamak!"
cı günü cumartesiye, yedinci günü pazara denk Ayağımı kaldırıyorum. Sonunda durduk. Gözleri­
geldi; buralarda cumartesi-pazarlarm sakin geçti­ mi açtılar. Bir yazıhanedeydim. Her yer lambri
ğini, sorgulama ve işkencenin çok özel bir durum kaphydı. 'Müdür' yazan bir kapının önünde diki­
yoksa yapılmadığını öğrenmiştik. liyorduk. İçeriye birileri girip çıkıyordu. Sonunda
Cumartesi-pazar günleri kafama göre hazırlık beni de içeriye soktular. Müdür T. masada oturu­
yaptım; sorguda siyasal görüşümle ilgili sorular yordu, tam karşısında Uğur Dündar duruyordu.
çıkarsa fazla uzatmadan, kısa ve net, saldırgan ol­ Onu Bakırköy'den tanıyordum. Kapının yanında
mayan, akılcı yanıtlar verebilmek için kendi ken­ ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı du­
dimle konuştum. vara yaslamıştım.
Pazartesi günü nöbetçi Polis A.'ydı. Sabah, Uğur bana döndü:
her sabahki gibi başlamıştı: Deli kız gene türkü­ "Geçmiş olsun Tarık."
sünü söylemişti. Sonra sorguya götürüleceklerin Müdür, mesafeli bir yakınlık göstermeye çalı­
adları okundu. Benimki bugün de yoktu. şıyordu:
Hüseyin'in ayağındaki şişlikler inmeye başla­ "Nedir bu halin Tarık, perişan görünüyor­
mıştı. sun?"
Saat on dolayında ilk kez gördüğüm bir polis "Aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden
hücreye geldi: beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey."
"Hadi bakalım Tarık, gel!" Müdür,
Elim ayağım kesildi. Midemden yola çıkan "Oğlum biraz dayanıklı ol. Bak aşağıdaki ib­
ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. Yutkundum. nelere, ne kadar dirençliler."
Hüseyin'le göz göze geldik; bakışlarımızla veda- "İnsanlıkdışı koşullarda yaşayıp etkilenme­
laştık. mek dayanıklılık ya da dirençlilik sayılmaz k i .

76 77
Hepimizin yaşamları kısıtlandı. Körü körüne bir "Yahu bunlar şerefsiz! Adama, 'Ot lan, konuş!'
bekleyiş içindeyiz. Katlanmak her geçen gün zor­ diyorum; piç, horoz gibi 'Güügüürüüügüüüü!
laşıyor. İnsanca tepkiler vermekten vazgeçmeye Güügüürüüügüüü!' diye ötüyor. Ulan, suratında
dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı az daha elimi kıracaktım."
değilim öyleyse. Artık nereye gönderileceksem Güleyim mi, ağlayayım mı, şaşırmıştım. Az
gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiy- kalsın kıkırdamaya başlayacağım diye korkuyor­
se..." dum. Kendimi zor tutuyordum.
Müdür, Müdür, sonra Uğur'la bir şeyler konuşmaya
"Oğlum sana i y i davranıyorlar değil mi? Aşa­ başladı. Biraz sonra da zile bastı, bir polis geldi.
ğıda sana sıcak yemek söyleyeyim; biraz beslen, Müdür, bana dönerek,
kendine gel. Senin sinirlerin bozulmuş, böyle ol­ "Sen şimdi bunu film yaparsın değil mi?" de­
maz." di.
O sırada kapı açıldı. Bir polis, Yanıtlamadım.
"Müdürüm çözüldü, ötmeye başladı," dedi. "Götürün bunu," dedi. "Bir de jilet verin, tıraş
Müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı olsun."
çıktı. Polis koluma girdi, kapının dışında gene
Ben Uğurla odada yalnız kaldım. Yıllar sonra gözlerimi bağladılar. Aşağıya indik.
i l k kez karşılaşıyorduk. Aramızda bir dostluk, ar­ Hücreye gelmiştim. Hüseyin şaşkınlıkla sor­
kadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk du:
yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. Soğuk bir "Ne oldu Tarık, çabuk geldin?"
hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı. Anlattım.
"Tarık, benden istediğin bir şey var mı?"
"Yok, sağ ol."
"Ben TRT Genel Müdürü olacağım; nezaket
ziyaretine geldim. Dışarıda herhangi birisine söy­ Ertesi sabah nöbetçi, Kemik Kıran'dı. Her şey
lemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabili­ önceki günlerin tıpkısı görünüyordu, bir yara­
rim." mazlık yok gibiydi. Deh kız da yerli yerindeydi.
"Yok, teşekkür ederim." Tuvalete giderken hücrelerin üst arahğından ço­
Müdür içeri girdi. Sinirden eh ayağı titriyor, cuklara sigara attım. Kemik Kıran bana karşı çok
ana avrat küfrediyordu. Sol elini ovuşturuyordu; daha ılımlı ve samimi davranıyordu. Müdür bir
belli ki canı yanmıştı. Kolonya döküp ovuşturma­ şeyler söylemiş olabilir diye düşünüyordum. Bir
ya devam etti. Bir yandan da çocuğa sövüp duru­ ara hiç görmediğim bir polis geldi, devrimci bıyığı
yordu: bırakmıştı. Bana çok i y i davrandı; sohbet ettik.

78 7!)
Akıllı, entelektüel biriydi. Çoğu konuda düşünce­ dinledi. On bir yaşındaki oğlum oynuyor, siz de
lerimizin örtüştüğünü gördük. Ben gene de çok burada böyle bekleyerek devrimcilik oynuyorsu­
temkinliydim. Kemik Kıran bir ara tuvalet tara­ nuz. Abi sizi kullanıyorlar. Ben çok gördüm böyle
fına gidince, aceleyle ceketinin içinden katlanmış sizin gibileri."
bir Cumhuriyet gazetesi çıkartıp bana verdi: Tornacı i k i gün kaldı bizimle, sonra gitti. Onu
"Canının sıkıntısını alır." bir daha görmedim.
Sonra gitti. Onun Pol-Der'li olduğunu tahmin
etmiştim. Hücreme döndüm, büyük bir keyifle Ertesi gün, yani çarşamba günü ve sonraki üç
gazeteyi okumaya başladım. gün sakin geçti. Beni de Hüseyin'i de sorguya ça­
ğırmadılar. Beklemeye devam e.ttik. Tabii sinirle­
Öğleden sonra hücremize yeni birisini getir­ rimiz de yıpranmaya devam etti.
diler. Tornacıymış. ODTÜ mezunu olduğunu öğ­ Pazarı pazartesiye bağlayan gece yarısı kapı
rendik. Makinelerini çalışır durumda bırakıp çık­ açıldı. İçeriye şişmanca, yaşlı birini getirdiler.
tığından sürekli yakmıyordu: Adam korkudan tirtir titriyordu. 'Olympia' adh
"Tornanın başından aldılar beni. Tezgâhımı bir pavyonun sahibi olduğunu öğrendik. Siyasi
bile kapattırmadılar, motorları yanar mı acaba?" Şube polislerinden bir-ikisi pavyona gitmişler.
Adam TİKKO'cuydu. 'Devrim' sözcüğü ağzın­ Hesap gelince ödemek istememişler. Zaten zilzur-
dan düşmüyordu. Bir yandan TİKKO'yu övüyor, na sarhoşmuşlar. "Biz MİT'teniz, hesap mesap
göklere çıkarıyor, sonra gene makinelerine dö­ ödemeyiz," demişler. Garsonlar da bir güzel döv­
nüp, "Motorlarım yanar mı acaba?" diye yakın­ müş polisleri. İşte bu yüzden tüm pavyon Siyasi
maya başlıyordu. Sayıklar gibi bir hali vardı. Ara­ Şube'ye getirilmişti. Patron da bizim hücreye
lıksız konuşuyordu. düşmüştü.
Hüseyin, Adamın pırlantah Rolex saatini zimmete ge-
"Ne yaptın da seni aldılar?" dedi. çirmemişlerdi, ona yanıyordu. 'Saatim de saatim'
"Radyo kurduk, yayın yapıyorduk. Mahalle diye sabaha kadar dertlendi.
mahalle dolaşıyorduk." Hüseyin,
"Peki, enerjiyi nereden buluyordunuz? Bu­ "Sen boş ver saati şimdi," dedi. "En az yirmi
nun için güçlü bir elektrik kaynağı gerekmiyor yıl alırsın bu işten."
mu?" Adam zaten korkudan perişan olmuştu, Hüse­
"Hayır, motosiklet aküsü yetiyordu." yin'in söylediklerini duyunca iyice telaşlandı. Sa­
"Motosikletin aküsüyle ancak yüz metreye baha kadar tanıdıkları gidip geldi; bir ihtiyacı
yayın yapabilirsin yahu." olup olmadığını sordular. Çevresi genişti anla­
"Yok abi, tüm İstanbul'a yayın yaptık, herkes şılan. Sabah çıkarken beni de mutlaka pavyona

80 Anne Kafamda Bit Var 81/6


beklediğini söyledi. Ve ısrarla davet etti. larca kumaş bant.
(Yıllar sonra gittiğimde çok samimi dav­ Polis bana seslendi:
randığını anımsıyorum, böyle mekânların en şık, "Eğil, uzun!"
lüks ve cömert ikramı sayılan şampanya sunmuş­ Eğildim. Gözlerimi bağladı. Müdürün odasına
tu bana.) götürüldüğüm günkü kadar tedirgin değildim.
Gözbağı çok inceydi; tek kat bağladığını tahmin
ettim. Cam kapının yanından geçerken insanların
siluetlerini görebiliyordum; bir de ayaklarımı ve
Bu gün sorgu üstesinde adım okundu. göbeğimi.
Adı okunan sevk olacaksa, hemen ardından, Adam kolumu tuttu, dışarı çıktık. Merdiven­
"Eşyalarını al!" diye uyarıhyordu. Benim adımsa lerden indik, merdivenlerden çıktık.
sorguya gidecekler arasında okunmuştu. Adım "Başını eğ!"
okununca, hücre numaramı bağırmıştım. Sesim Başımı eğdim.
nasıl duyulmuştu hiçbir fikrim yoktu. Kapıyı aç­ "Basamak, i k i tane!"
tılar. Basamak çıktım. Yol uzadıkça uzadı. Sonun­
Heyecanlıydım. Öte yandan bu koşullar altın­ da durduk.
da ve böyle bir belirsizlik içinde günlerce bekle­ Beni bir sandalyeye oturtup gitti. Tam kar­
mekten bunalmıştım. İster istemez, ne olacaksa şımdan ışık geldiğini seçebiliyordum; pencere ol­
olsun, türünden bir düşünceye kapılmıştım. Ve duğunu düşündüm.
sorgu için düğmeye basıldığında 'nihayet' demiş­ Öylece bekliyordum. Giden gelen olmuyordu.
tim, ister istemez. Dakikalar uzadı. Zaman sündü.
Salona girdim. Burada yüzleri duvara dönük Sağdan soldan işkence sesleri geliyordu; pa­
dokuz-on çocuk vardı. Her sorgu ekibinin 'ayakçı' tırtılar, kütürtüler, genç insanların bağırışları, kü­
denilen bir kılavuzu oluyordu; sorguya onlar für, kıyamet...
götürüp getiriyordu. Bir sorgu ekibi; komiser, i k i Hücremden çıkarken üstümde taşıdığım ka­
ya da üç polis, işkenceci ya da 'tutanlar, bir de rarlı ve dayanıklı halimden eser kalmamıştı. Bir
ayakçıdan oluşuyordu. Ben de yüzümü duvara karabasanın ortasında olduğumu düşünüyordum.
döndüm. Kısa boylu bir polis yerden siyah bir Tarifsiz bir heyecana teslim olmuştum.
bant aldı. Sorgudan gelenler gözlerine bağlanan Neden sonra karşıma üç adam oturdu. Onları
renkli gözbağlarmı çıkarıp bir köşeye bırakıyor­ karaltı olarak görebiliyordum. Hiç konuşmuyor­
lardı. Cumartesi-pazarları sorguya giden olmadı­ lardı. Polis mi, yoksa benim gibi sorgu için bekle­
ğından bu köşede siyah, kırmızı, kahverengi ku­ tilen tutuklular mı olduklarını anlayamamıştım.
maş parçaları yığıhrdı; hepsi de leş gibi k i r l i on- Biraz sonra fısıldaşmaya başladılar. Ne konuştuk-

82 83
larmı anlamamıştım ama polis olduklarına karar "Peki, öyleyse neden Yılmaz Güney'le birlik­
verdim. tesin? Neden ona yardım ediyorsun?"
Uzun bir zaman sonra karşımdakiler kalaba- "Nasıl yardım ediyorum yani? Ben ona yar­
lıklaştı. dım etmiyorum k i . O benim arkadaşım, meslek­
Bir hareket vardı. taşım, birlikte güzel bir şeyler yapmaya çalışıyo­
Sağ yanımda birisinin nefes alıp verişini du­ ruz."
yuyordum. Elimi uzatsam adama dokunacak du­ Müdür,
rumdaydım. Kulağıma doğru yaklaştı, nefesinin "Bak Tarık, bize yalan söyleme... Seni ezeriz!"
sıcaklığını hissediyordum, hafifçe üflüyordu sağ dedi.
kulağıma, sonra soluma geçip sol kulağıma. İşte bu 'ezeriz' sözü bana dokundu. İçime
Ürpermiştim. Aklımdan peş peşe ve hızla bin­ oturdu. Sinek miydim ben? Soruyu yanıtlama­
lerce şey geçiyordu; ne düşüneceğimi, nasıl dav­ dım. Zaten soru neydi onu bile unutmuştum. T.
ranacağımı kestiremiyordum. Korkumu, heyeca­ yineledi:
nımı bir yana koysam bile bütün bu olup bitenle­ "Seni ezeriz Tarık!"
ri kendime konduramıyordum. Burada böyle ça­ Doğru yerime dokunduğunu anlamıştı. Mora­
resizce oturmayı hazmedemiyordum. Kişiliğimle, l i m i bozduğunun farkındaydı. O iskemlede otu­
onurumla oynanıyordu ve ben hiçbir şey yapamı- ran yorgun bedenimin, bunca gündür yaşadığım
yordum. gerilimin ardından iyice yıpranmış duygularımın,
Karşımdakiler yedi-sekiz kişi kadar olmuştu. düşüncelerimin ortasına kocaman bir delik aç­
Ve sorgu başladı: tığının farkındaydı. Bana bir çay söyledi. Hüse­
"Asıl adın ne? Nerelisin? Nerede oturuyor­ yin'in anlattığı askerlik hikâyesi aklıma gelmedi
sun?" bile. Çayımı bitirene kadar bana hiç soru sorma­
Sanki bilmiyorlardı. Kalabalıktan ayakta du­ dılar, beklediler. Hepsi karşımda duruyordu. Çay
ran biri konuşmaya başladı: bitti. Hâlâ öylece duruyorduk. Aralarında fısılda-
"Sen Yılmaz Güney mi olmak istiyorsun?" şıyorlardı, hiçbir şey anlamıyordum. Bardak elim­
Sesinden, Müdür T.'yi hemen tanımıştım. de kalmıştı, ne yapacağımı bilemiyordum. Yanım­
"Ne ilgisi var. Yok böyle bir düşüncem. Bizim da masa varmış gibi geliyordu bana, bardağı o ta­
işimizde, birinin yerine geçmek, birilerini taklit rafa uzatıyordum, olmuyordu. Biraz sonra öbür
etmek hoş karşılanmaz, dışlanır bu yolu tutanlar. tarafa uzatıyordum, olmuyordu. O yanda masa ol­
Zaten herkesin yeteneği kendine. Tek başına madığını bildiğim halde karşıma doğru uzatıyor­
ayakta duramıyorsan sanat çevresi üstüne basıp dum, gene olmuyordu tabii. Sinirlerim bozulmuş­
geçer. Hem, ben Yılmaz Güney olamam, olmak gi­ tu. Hiç kimse elimdeki bardağı almıyordu. Elin­
bi bir düşüncem de yok." deki boş çay bardağını bile bir yere koyamayan

84 85
zavallının biriydim. Ne kadar da acizdim. Gözyaş­ Ben gene saçmalamaya başlamıştım. Ne söy­
larına kontrol edemedim. Gözlerim doldu, doldu. leyeceğimi, nasıl anlatacağımı prova etmiştim oy­
Gözyaşlarını akmasın diye kendimi zor tutuyor­ sa. Ama bu gergin ve sinir bozucu ortamda, birile­
dum. Birden boşaldı, kumaş gözbağmın altından ri sürekli beni 'ezmek'ten söz ederken, boş çay
akmaya başladı. Bardağı fırlatmak istiyordum. bardakları bile bana karşı cephe almışken daha
'Onun yüzünden,' diye düşünüyordum, 'onun yü­ farklı davranamayacağımı, istediğim gibi sakin,
zünden, onun yüzünden!..' serinkanlı, mantıklı olamayacağımı fark etmiş­
Ellerim sırılsıklam terlemişti. Adamlar hâlâ tim.
karşımdaydılar. Neden sonra akıl edip, boş bar­ Polisin biri beni konuşturmak için yine
dağı sandalyemin bacağı boyunca yere bıraktım. Marx'tan, komünizmden, sosyalizmden söz etme­
Gene sorular başladı: ye başladı. Terminolojiyi çok iyi biliyordu. Öyle
"Senin dinin var mı?" bir duruma gelmiştik k i , o anlatıyordu, ben onay­
"Kelime-i şahadet getir." lıyordum. Sonunda bir adam kalktı, ayağıma tek­
"Namaz kılıyor musun?" me attı:
"Oruç var mı?" "Yahu bunun bir bok bildiği yok ya da bizim­
"Uyuşturucu var mı?" le dalga geçiyor!"
"Hangi örgüttensin?" O sırada birisi içeri daldı,
"Şu adları tanıyor musun?" "Tamam, çözüldü, öttü," dedi.
"Ben sosyal demokratım," dedim. Hepsi kalkıp gitti. Gitmeden önce T,
"O zaman söyle bakahm: Sosyal demokrasi "Bak Tarık, bu son; sorulara adam gibi karşı­
nedir, sosyalizm nedir, komünizm nedir?.. Anlat lık vermezsen seni içeriye alırım," dedi.
bakahm." Yalnız kalmıştım.
Saçma sapan şeyler anlatıyordum, abuk sa­ İçeriden sürekli işkence sesleri geliyordu. Ge­
buk yanıtlar veriyordum. Aklıma ne geliyorsa, ön­ ne uzunca bir zaman geçti. Döndüler.
ce zararsız olduğuna karar verip hemen söylüyor­ "Sürü filmini neden yaptın?"
dum; ne hakkında olduğunu, önce söylediklerim­ "Maden, Demiryolu gibi filmlerde neden oy-
le ilgili olup olmadığını, sorulara yanıt sayılıp sa­ nuyorsun?"
yılmayacağını hiç umursamıyordum. Müdür T. "Bu vatana neden ihanet ediyorsun?"
çok sinirlendi: Durmadan soruyorlardı. Hiçbiri, 'Neden tu­
"Bizimle dalga geçme lan! Şakam yok, fena tuklandın?' / Almanya'daki olay neydi?' / 'Tercü­
ezeriz!" man gazetesi neden öyle yazdı?' diye sormadı.
"Benim bildiklerim bunlar." Burada olmamla ilgisi olmayan sorularla akşamı
"O zaman Marx'ı anlat." bulmuştuk. Bütün gün yerimden hiç kalkmamış-

86 87
tını. Elektrik ya da Filistin askısını bende dene­ durdum. Her şeyi yazıyordum, gerekli gereksiz,
mediler. ilgili ilgisiz. Zaman zaman polisler girip çıkıyordu
İstedikleri gibi bir açık vermemiştim. Polis ama umursamıyordum. Yazmayı bitirdikten son­
durumdan hoşnut değildi. ra beni tekrar hücreye götürdüler.
"Yahu bu tırışkada hiçbir bok yok; aptalın te­
ki." Ertesi sabah üstede adım okunmadı. Öğleden
"TKP'li..." sonra on altı tane lise öğretmeni getirdiler; hepsi
Sonunda beni 'K Masası'na götürdüler; yani bir arada, tekmili birden. Adamları dayaktan peri­
Komünizm Masası. şan etmişlerdi, i k i elleri de pide gibi kabarmıştı.
B i r i bizim hücreye düştü. Bakırköylü bir beden
* * *
eğitimi öğretmeni. Öğrencilerle birlikte adaya git­
mişler, hepsi birlikte marşlar söylemişler. Bunun
Akşama hücreye döndüm. üzerine tüm okulu askeriye sarmış, çocukları dö­
Hüseyin sordu, ben anlattım. vüp, bırakmışlar; öğretmenleri de buraya getir­
"Hüseyin, bunlar benim hakkımdan gelecek­ mişler. Adam çok üzgün ve telaşlıydı. Sinirleri iyi­
ler." ce bozulmuştu. Bu işin bu kadarla kalmamasın­
Hüseyin bütün gece beni yatıştıran şeyler dan korkuyordu, geleceği için kaygılanıyordu.
söyledi. Sabaha kadar uzun uzun konuştuk. Du­ "Mesleğimi kaybedersem ne yaparım?" dedi.
rup durup Nâzım Hikmet'in, 'Güzel Günler Göre­ Yoksul biriydi üstelik.
ceğiz Çocuklar' şiirini okuyordu.
"Sende bir bok var ama söylemiyorsun Hüse­ * * *
yin," diye takılıyordum.
Ertesi sabah adım gene sorgu için okundu. Hüseyin'le saydık, birlikte kalmaya başlayalı
Gözlerim bağlandı. Bu kez başka bir polisle on sekiz gün olmuştu. Sabah ve öğlen aynı bildik
yürüyorduk. Beni bir odaya getirdiler, gözlerimi olayları yaşıyorduk. Yaşam koşulları olumsuz
açtılar. Önüme bir sürü dosya kâğıdı ve kalem yönde değiştiğinde insanın biyolojik ve moral
verdiler. sağlığının bozulduğunu, ama hayatta kalma dür­
"İfadeni yaz, imzala." tüsünün tüm zor koşullara katlanmayı, hatta ne­
"Ne yazayım?" redeyse alışmayı sağladığını düşündük.
"Hayat hikâyeni," dedi ve gitti polis.
Ne yapacağımı düşünürken başka bir polis Öğlenden sonra Polis A. tuvalete giden bir ço­
geldi. Ona da sordum. O da aynı şeyi söyledi. cuğu gösterdi:
Başladım yazmaya. On üç dosya kâğıdını dol- "Bu çocuk var ya, bu enayi Etiler'de bir Ame-

88 89
rikan cipini taramış. Altı Amerikalıyı öldürmeye
teşebbüsten sanık, idamlık. Doksan gündür bura­ Hüseyin'le öpüştük. 'Kim önce çıkarsa öbü­
da... Aptal herif, araba kurşun geçirmezmiş, kim­ rünün yakınlarıyla haberleşecek' diye daha önce­
seye bir şey olmamış. Bu salak da kaçarken yaka­ den sözleşmiş, telefon numaralarımızı ezberle­
lanmış." miştik.
Hemen çocuğa bu haberi yetiştirdim; "Dikkat Hüseyin giderayak beni yüreklendirdi:
et, bak böyle böyleymiş," dedim. Yağız bir Kürt "Merak etme, göreceksin bırakacaklar, bu
delikanlısıydı: adamlar sana gözdağı veriyorlar," dedi.
"O Amerikalılar keşke ölselerdi de idam edil- "Selimiye'de görüşmek üzere..."
seydim." Hüseyin,
Hoppala! Acaba bu çocuk hep böyle fikirsiz "Sen benden önce çıkarsın, gör bak," dedi.
miydi, yoksa burada sorguya git sorgudan gel ne Ceketimi giyip çıktım. Gene gözümü bağladı­
dediğini mi şaşırmıştı... lar. Yürüdük, yürüdük. Temiz hava yüzüme çar­
"Oğlum bu iş böyle olmaz, i k i yüz elli milyon pıyordu.
Amerikalı var; öldürmekle bitmez," dedim.

Tuvaletler tıkanmıştı, ağzına kadar pislik do­


luydu. Meydancı,
"Kim temizler?" diye bağırdı.
Bir çocuk çıktı,
"Ben yaparım," dedi.
"Neden yapıyorsun?" dedim.
"Çok sıkıldım, sırf dışarı çıkmak için," dedi.

Sabah sorguya gideceklerin adları okundu.


"Tarık Akan, sevk!" sesini duydum.
Ne kadar da heyecan verici bir anonstu bu.
Bakalım neler olacak merakıyla ve biraz da se­
vinçle Birinci Şube'den ayrılmak üzere hazırlan­
maya başladım. Sabah, öğlen, akşam tuvaletleri,
bakkal siparişleri, pislik kokuları, inleyenlerin acı
dolu sesleri, sıra kimde acaba çarpıntısı, A., Ke­
mik Kıran ve bir serüvenin sonu...

90
3. Bölüm

Burası Selimiye
Durunca gözlerimi açtılar. İçeri girişte teslim
ettiğim Alman Marklarını ve pahalı güneş göz­
lüğümü geri verdiler. Bavulumu ağabeyime ver­
mişler. Bir süre Siyasi Şube'nin girişinde bekle­
dim. Beyaz bir Renault arabaya doğru gittik. Çev­
rede sivil polisler vardı. Arabanın arka tarafına
beni bindirdiler, bir polis de ön koltuğa oturdu;
elinde bir telsiz tutuyordu. Şoför çok sonra geldi.
Hareket etmeden önce sol tarafıma bir polis daha
bindi, ben sağda kaldım. Biraz daha bekledik.
Derken benim olduğum taraftaki kapı açıldı, beni
biraz ileri ittiler, yanıma bir çocuk daha oturdu;
elleri arkadan kelepçeli, sakallı biriydi. Arabanın
içinde öylece oturuyorduk.
Sonra bizi arabadan dışarı çıkardılar. Çocuğu
ortaya oturttular, ben gene cam kenarına gelmiş­
tim. Beyaz, kirli, içi tabanca dolu bir torbayı da
tutmam için bana verdiler. Çok ağırdı, bacakları­
mı ağrıttığını anımsıyorum. Sonunda hareket et­
tik. Bir minibüs dolusu polis de arkamızdan geli­
yordu. Yola koyulduk.
Gayrettepe... Çevremi seyrediyordum. Köprü­
ye gelmiştik. Yanımdaki çocuk birden bana dön­
dü, alçak sesle teşekkür etti:
"Tarık Abi, sağ ol."
Anlamaya çalışarak yüzüne baktım. Çocuk

95
tanımadığımı anlamıştı: geldiğimiz i k i polis yanımızda, merdivenden yu­
"Sigara için..." karı çıktık. Yukarıdan aşağıya kuşbakışı göz atın­
Gülümsedim. Gözümün önüne küçük deliğin ca herkes ufacık görünüyordu. Küçük bir kapıdan
ağzındaki sohbetimiz geldi. Dev-Yol Marmara so­ geçip dışarıya çıktık. Aslında ben dışarı çıktığı­
rumlusu. Şaşılacak şey: İncecik bir çocuktu. mızı sanıyordum, oysa orası Selimiye'nin avlu-
suymuş.
Selimiye'nin kapısına gelmiştik. Askeri araçların ve pek çok askerin olduğu bir
Selimiye Kışlası'nın üç ana kapısı vardı: Ku­ alandı burası. Herkes yan gözle bana bakıyordu.
zeyde A kapısı, paşaların girdiği B kapısı ve araç­ Beni alanın ortalarında, kantinin yanında bir oda­
ların giriş çıkış yaptığı C kapısı. C kapısının sa­ ya soktular. Öteki çocuğu başka bir yere götür­
ğında ve solundaki i k i kulübede polis ve asker düler. Odanın bir penceresi vardı, dışarıyı görebi­
bekliyordu. Kapının tam karşısına, caddeyi geç­ liyordum. İçerisi kitap doluydu; yerlere atılmış
tikten sonra başlayan büyük boş bir alanın üzeri­ binlerce kitap. Askerler önümden geçti. Korkak,
ne bir sahra çadırı kurulmuştu; içeride analar-ba- çekimser gözlerle bana baktılar. Hiç kimse konuş­
balar bekleşiyordu. Her köşede askerler vardı. maya cesaret edemiyordu.
Arabalar durdu. Polisler indiler. Çevrede pek Burada uzun süre kaldım. Yerdeki kitapları
çok polis vardı. Biz de arabadan indik. Silah tor­ inceledim, hepsi yasak, sol içerikli, tanıdık kitap­
basını benden aldılar. Elleri bağlı arkadaş önde, lardı.
ben arkada, on-on beş metre yüksekliğinde, bir İki-üç saat geçti. Niye burada böyle beklediği­
kanadına normal boyutlarda bir kapı açılmış dev mi anlamamıştım. Kimbilir, belki de beni serbest
bir kapıdan girdik. bırakacaklardır diye umutlanıyordum.
Sağ tarafta bir kadın bir erkek polis görüyor­ Neden sonra i k i asker gelip beni aldı. Yürü­
dum, ikisi de resmi giyimliydi. Bir yüzbaşı bana dük, indik, çıktık. Yukarıdan kuşbakışı gördü­
baktı. Sol tarafta Amir Odası' yazıyordu. Hemen ğüm, yine kayıt masaları, yine askerlerdi; hepsini
yanından, başlarına birer askerin oturduğu birbi­ görüyordum. Buradan çıkıp gideceğimi sanıyor­
rine birleştirilmiş tahta masalar başlıyordu. As­ dum. Askerlere bir şey sormaya çekiniyordum.
kerlerin önünde kaim dosyalar vardı. Ortadaki Birden sağa saptık, penceresi olan ahşap bir kapı­
büyük merdivenin başlangıcına, ziyaret kartları­ dan içeri soktular. Karşıda, gözetleme deliği olan
nın verildiği bir masa yerleştirmişlerdi. Oradaki demir bir kapı vardı. Sağda çelik dolaplar, çelik
herkes bana bakıyordu; dost-düşman birçok ba­ masa, kayıt defterleri. Bir yüzbaşı, birkaç asker
kış üstüme yapıştı. gördüm. Yüzbaşı ayaktaydı, askerler oturuyorlar­
Üstümüzü aradılar. Masaların önünden teker dı. Durum anlaşılmıştı, umutlarım da böylece
teker geçtik. Ön kayıt yapıldı. Arabalarla birlikte sönmüştü.

96 Anne Kafamda Bit Var


97/7
Ceplerimi boşalttım. Güneş gözlüğümü, para­ tek sıra yan yana duruyordu. Ben de oraya gittim.
ları masaya koydum. Yüzbaşının emriyle paralar Karşımızda askerler dikiliyordu. Bir başça­
sayıldı, bir torbaya konuldu. İşlemler uzun sür­ vuş,
müştü. Bu arada beş-altı tutuklu daha gelmiş, on­ "Soyunun!" dedi. "Donunuz dahil çıkartın."
ların da emanetleri alınmıştı; ben, onları bekliyor­ Herkes donup kalmıştı. İtirazlar başladı:
dum. Yüzbaşı birkaç kez demir kapıdan girip çık­ "Komutanım, arayacaksanız arayın, donumu­
tı; her seferinde kapıyı çalıyordu, önce küçük gö­ zu çıkarmaya ne gerek var, biz zaten Siyasi Şube'-
zetleme kapısı, sonra büyük kapı açılıyordu. Ne­ den geliyoruz, üzerimizde hiçbir şey olamaz k i , "
reye gittiğini göremiyordum ama, belli ki o yanda diyenler olduysa da başçavuş,
hücreler vardı. "Soyunmayan dayak yer," deyip gitti.
Yavaş yavaş soyunmaya başladık; donlar çıka­
Sonunda herkesin işlemi bitti. Gene demir rıldı, herkes giysileriyle önünü kapatmaya çaba­
kapıya vuruldu, gözetleme deliğinden bakıldı, ka­ lıyordu. Ben de üzerimdekileri çıkarttım; ayak­
pı açıldı. Tek sıra ilerliyorduk; demir basamaklar­ kabıları, pantolonu... Ötekilere baktım, herkes
dan aşağıya indik, dar bir kapıdan demir kafesli utana sıkıla soyunuyordu. En sona ben kalmış­
bir yere girdik. Ben en arkadaydım. tım. Meğer ne zormuş şu donu çıkarmak. Ufacık
Kapının başında elinde copuyla bir er duru­ kalmışım gibi hissediyordum kendimi. Aceleyle
yordu. İ l k girenin ellerini açtırdı, başladı vurma­ donumu indirdim, çabucak çıkarıverdim, gömle­
ya. İ k i , üç, dört... ellerine copu yiyen öbür yana ğimle, pantolonumla hemen önümü kapattım.
geçiyordu. İlkokulda öğretmenden yediğim da­ Herkes öylece duruyordu. Sonra,
yaklara benziyordu. Bazıları tam cop inecekken "Giyinin," dediler.
ellerini çekiyor, cop boşa gidiyordu. Eh, bu da as­ Biz de giyindik... Ne olmuştu yani... İş miydi
keri sinirlendiriyordu tabii, bir dahaki sefere da­ bu yaptıkları?
ha şiddetlisi geliyordu. Birisi tam cop ineceği sıra­ Yüzbaşı geldi, buradaki disiplinden, nasıl
da elini yana çevirip copun hızını kesti. Birisi, davranmamız gerektiğinden söz etti ve ne rütbe­
"Ne vuruyorsun asker abi, Birinci Şube'de za­ de olursa olsun herkese 'Komutanım' diye hitap
ten anamız ağladı," dedi. edeceğimizi, erlere de 'Komutanım' diyeceğimizi
Başka bir asker yanıtladı onu: söyledi.
"Bu, hoş geldin dayağıdır, hoş geldin dayağı," Askerler herkesi ikişer ikişer hücrelere gö­
dedi ve güldü. türüyordu. Ben tek kalmıştım. Sonunda beni de
Sıra bana gelmişti. Elimi açtım, şöyle bir bak­ bir asker aldı. Hücrelerin başladığı büyük korido­
tı, hafiften bir sağa bir sola indirdi. run başına çıktık. Korkunç büyüklükte, sonu gö­
Copu yiyen, kafesli yerde duvarın kenarında rünmeyen, karanlık bir koridordu burası. Sol

98 99
www.cizgiliforum.com

tarafta hücreler vardı, sağımız duvardı. Hücrele­ yankılanıyordu. Öbür sesler bir uğultu gibi uzak­
rin önü demir kafeslerle kapatılmıştı. tan geliyordu. Koridorun solundan, hücrelerin
İçerisi, koridor boyunca asker doluydu; ilk an­ birkaç metre açığından yürüyorduk. Perspektifte
da onların gardiyan olduklarını düşünmüştüm. önümdeki demir parmaklıkları gri bir şerit gibi
Yürüyorduk koridorda. Birinci hücrenin görüyordum; sıralı olarak devam ediyordu. Hüc­
önünden geçtik. Bakışlar üzerimdeydi. Karşıdan relerin de sonunu göremiyordum, karanlıkta kay-
bir askerle kısa boylu yaşlıca birisi geliyordu; el­ boluyorlardı.
leri kelepçeli, gözlüklü, top sakallı birisi. Bu ada­ Biraz daha yürüdük. Sol yandaki bir duvar
mı tanıyor gibiydim. O muydu acaba? Dikkatlice aralığından girdik. Hemen karşıda bir hücre, içe­
baktım. Evet, Mehmet Kemal'di. Cumhuriyet ga­ ride de biri vardı. Asker onun hemen yanındaki
zetesinde köşe yazarı. Selam versem mi, verme- hücrenin büyük kapı kilidini açtı; koridoru gör­
sem mi diye düşünürken yanımdan geçti. Kafası meyen tek hücreydi; içeri girdim. Yerde oturan
önde; hiç bakmıyordu. Arkamı döndüm, i k i kişiden genç olanı ayağa kalktı, hafifçe gülüm­
"Mehmet Abi, Mehmet Abi!" diye bağırdım. sedi. Arkamdan demir kapı kapanıp kilitlendi.
Mehmet Ağabey hiç oralı olmadı. Çok yakı­ Ayağa kalkan genç çocuğa baktığımda hâlâ gülü­
nımdan geçtiği halde dönüp bakmamıştı bile. Ne­ yor olması dikkatimi çekti... Ilgın Su... Ruhi
dense o an çok kızmıştım, sesimi duyduğu halde Su'nun oğlu... Birbirimize sarıldık.
dönüp bakmamıştı bana. "Oğlum, ne arıyorsun sen burada?" dedim.
(Çıktıktan sonra kendisine, "Mehmet Abi, Se­ "Sen ne arıyorsun burada abi?" dedi.
limiye'de ben girerken sen çıkıyordun, yanımdan Gülüştük. Tekrar birbirimize sarıldık. Öbür
geçtin, arkandan o kadar seslendim, dönüp bak­ çocuk da bu arada ayağa kalkmıştı, onunla da el
madın bile," dediğimde, "Enayi miyim? Seni tanı­ sıkıştık, sonra yere oturduk. Tahtadan yapılmış,
dım ama, sen giriyorsun ben çıkıyorum, sana ora­ yerden beş-on santim yüksekliğinde bir döşek
da selam verdiğimde ya bana, 'Vay, sanığa selam bütün hücreyi kaplıyordu. Üstüne askeri battani­
verdin, hadi bakalım tekrar içeri!' deseler ne halt yeler örtülmüştü. Hemen sigaralarımızı yaktık.
edecektim?" demişti. Haklıydı.) Sigara boldu. Günler sonra sigara üstüne sigara
yakıyordum.
Koridorun genişliği en az on metre, yüksekli­ Bir ara içerideki parfüm kokusu dikkatimi
ği on beş, belki yirmi metre. Selimiye Kışlası'nın çekti ama garipsemedim.
bir ucundan öbür ucuna uzanıyordu herhalde. As­ "Ilgın, anlat bakalım, neden tutuklandın?"
ker gardiyanların k i m i ayakta dikiliyor, k i m i gezi­ Neden tutuklandığını sormuştum ama ala­
niyor, k i m i duvara yaslanmış zaman öldürüyordu. cağım yanıttan da korkuyordum.
Beni götüren askerin ayak sesleri koridorda "Abi hiç sorma, sokağa çıkma yasağından tu-

100 101
www.cizgiliforum.com

tuklandım." küdar'a giden yol görülüyordu; arabalar gelip ge­


Birden rahatlamıştım; gülmeye başladım. Na­ çiyordu.
sıl gülüyordum, nasıl gülüyordum, kafam yerlere Tavan çok yüksekti, tepede tek bir lamba ya­
değiyordu. Ilgın anlatıyordu ben gülüyordum: nıyordu. Allanın cezası lamba gündüz bile yanı­
"Atatürk Kültür Merkezi'nde Hürrem Sul- yordu. Hücrede bol bol gazete, bisküvi, sigara var­
tan'm galasından sonra tüm sanatçılar Lalezar'a dı. Şubedeki hücrelerden daha rahat görünüyor­
gittik. Bu arkadaşla biraz geç saate kaldık, saat du. Sonu olmayan koridordaki bir girintide oldu­
ikiye yaklaşırken acele bir taksiye bindik. Gider­ ğu için bizim bulunduğumuz yerden koridor gö­
ken taksi yolda bozuldu, saat ikiye beş-on dakika rünmüyordu.
vardı. Taksiden indik, başladık taksiyi itmeye. Neden sonra parfüm kokusu garibime gitme­
Taksi çalışır çalışmaz şoför gaza bastı gitti. Cadde ye başladı. Nereden geliyor olabilir, diye düşün­
ortasında kaldık. Biz de başladık yürümeye. On düm. Ağır bir kokuydu. Hücrenin neresine git­
dakika sonra bir askeri ciple bir subay geldi, 'Ha­ sem koku devam ediyordu. Dayanamadım, Ilgın'a
yırdır yahu, nereye böyle, gelin bakahm buraya,' sordum:
dedi. Biz de bindik cipe, doğruca buraya." "Burası ne kokuyor? Kadınlar mı var yan
Sinirim bozulmuştu, gülmekten katılıyor­ hücrede?"
dum. Güldükçe kendime geliyordum aslında. Se­ İkisi birden gülmeye başladı:
limiye'de kalacağımı anladığımdan beri üstüme "Yok abi, bizden önce yirmi kadar transsek-
çökmüş olan tanımsız gerginlikten azar azar kur­ süeli buraya tıkmışlar; Beyoğlu'nda ne kadar
tuluyordum. transseksüel varsa askerler toplamış. Saçlarını
Biraz sonra tuvalette elimi yüzümü yıkadım. kesmişler. Uzun süre burada kalmışlar. Hapisha­
Uzun zamandır ilk kez sabun kullanıyordum. Ka­ neyi birbirine katmışlar. Askerler anlatıyor, bir­
rık, küçük bir ayna parçası bile vardı. Alaturka bir birleriyle kavga etmişler, şarkı, türkü söylemişler,
tuvalet; kapısında asılı olan askeri bir battaniye nöbetçi askere sarkıntılık etmişler, neler neler.
kapı görevi yapıyor. Hücre dört metreye iki-üç Bakmışlar olacak gibi değil, hepsini İstanbul dışı­
metre kadardı. Bir karış genişliğinde i k i metre na göndermişler. Sarışın bir asker var, o geldiği
uzunluğunda bir penceresi vardı, dışarı doğru ge­ zaman anlattıralım, bak yerlere yatarsın gülmek­
nişliyordu, yani V şeklindeydi; duvarın kalınlığı o ten."
kadar fazlaydı ki kolumu içine soktuğumda yarı­ (Aradan günler geçtikçe her askerin bu olayı
sına bile gelmiyordu. Parmakhk ya da bir pence­ başka türlü anlattığını anımsıyorum.)
re kapağı yoktu. Buradan Selimiye'nin temelinin Hücreye henüz geldiğim halde birçok asker
ne kadar sağlam ve duvarlarının ne kadar kalın parmaklıklara yaklaşıp şöyle bir bakıp gidiyordu.
olduğunu anlamak mümkündü. Bu yarıktan Üs- Hiçbirinin konuşmaya cesareti yoktu. Bunun ne-

102 103
denini gece olunca anlayacaktım: Subay denetimi Uzaktan karavana sesleri geliyordu. Karavana ye­
gündüz çok sıkıydı, gece olunca subaylar pek or­ re bırakılınca koridorda tok bir ses yankılanıyor­
talıkta görünmüyorlardı; bu yüzden de askerler du. Karavanaların sapı i k i yana düştüğünde daha
daha rahat davranıyor, geceleri konuşabiliyorlar­ tiz bir ses çıkıyordu. Kepçe sesleri, çinko tabak
dı. sesleri birbirine karışıyordu. Hamamdakine ben­
Dehşetli şekilde kaşınıyordum. Kafam çok zer bir yankılanma koca kışlayı sarmıştı. Sesler
kötü durumdaydı. Kaşıntı bulaştıran zehirli ta­ yavaş yavaş bizim hücreye doğru yaklaştı. Günler
kunyalar giymiş karıncalar kafamda yürüyordu. sonra ilk kez sıcak yemek yiyecektim. Gözüm de­
Çocuklara siyasi şubeyi anlatmaya başladım; mir parmaklıklardaydı; askerler gelecekti, ben
olup bitenleri, başımdan geçenleri. Günler geç­ hemen yerimden fırlayacaktım. Öyle açtım k i . Ye­
mişti. Bir türlü denetleyemediğim ve kendi dı­ mek kokusu da öyle güzeldi ki ağzım sulanmıştı...
şımda olup biten bir sürü olayın ortasında elim Ve sonunda... yerimden fırladım; birinci bendim!
kolum bağlı kalmıştım. Sıkıntımı anlatmak isti­ İ k i asker geldi, ilki çatalları, ekmeği, çinko ta­
yordum, buna ihtiyacım vardı. Konuştukça biraz bakları demir parmaklıktan içeri uzatıp gitti. Ta­
olsun rahatladığımı hissettim. Onlara Selimi­ bakları, çatalları paylaştık. Adam başı yarım tayın
ye'yle Siyasi Şube arasındaki farkı bile anlattım; düşüyordu. Tayını koltuğumun altına sıkıştırdım,
Şube'nin nasıl ezici bir havası olduğunu, korku ve çinko tabaklar elimde, gözüm yemeklerde, bekli­
dehşeti bilmelerini istedim. yordum. Karavanalar yere bırakıldıkça tok sesler
Kafam çok kaşınıyordu. Saçlarımın dibinde duyuluyordu. Kepçe kovanın içinde şöyle bir tur
küçük küçük kımıltılar hissediyordum. Sonra ha­ atıyor, sonra parmaklıklardan içeri sokulup taba­
fif hafif bir kaşınma; sağ kulağımın üstü, hemen ğa boşaltılıyordu: Nohut. İkinci kepçe: Bulgur pi­
sonra tam tepesi, sonra kafamın arkası ve birden lavı. Yemeklerimi alıp hücremin ortasına bağdaş
alnımın üstü... Parmağımın ucuyla bir-iki kez ka­ kurdum, tabakları önüme aldım. O kadar keyifle
şıyınca bitiyordu. Her kaşıyışımda, acaba bit tır­ yiyordum k i . Sanki dünyanın en güzel yemeğiydi.
nağımın içine girdi mi, diye bakıyorum, ama yok­ Asıl keyifse yemekten sonra kenara çekilip sır­
tu, ele hiçbir şey gelmiyordu. Daha sonra, tek tımı duvara yaslayarak bir sigara içmek oldu. Bir
başıma kaldığım günlerde müthiş bir şey keşfet­ an için başıma gelenleri unutmuştum.
miştim: Gazeteyi kucağımda davul derisi gibi ger­ Boşalan tabaklar parmaklıkların dışına bıra­
gin bir şekilde tutup başımı üstüne eğerek hızlı kıldı, daha sonra bir asker bunları boş karava­
hızlı karıştırınca, gazetenin üstüne pıtır pıtır bit­ nanın içine atarak bütün hücrelerden toplayacak­
ler, sirkeler düşüyordu. Sonra onları çıtır çıtır tı. Saat dokuz ya da on dolaylarında, Selimiye'nin
kırıyordum. içi ızgara köfte kokmaya başladı. Yerimden kalkıp
Derken yemek kokusu tüm Selimiye'yi sardı. pencereye gittim. Dışarıyı koklamaya çahşıyor-

104 105
dum. Hayır, koku dışardan gelmiyordu. Izgara be'deki alışkanlığımla yatmadan önce her yerimi
köfte kokusu demir parmaklıkların arkasındaki sıkıştırdım: Pantolonumun paçalarını çorabımın
koridordan geliyordu. Olacak şey değildi. Hücre­ içine, gömleğimi donumun içine, pantolonumu
lerin ortasında köfte kokusu. Ilgın'a, kemerin altına, ellerimi Şube'den getirdiğim ço­
"Burada birileri köfte yiyor ya da satıyor," de­ raba, gömleğin kollarını da bu çorabın içine. Son­
dim. ra ceketi sırtıma aldım, yakasını kaldırıp kafamı
Ilgın'la arkadaşı Haşim, benimle dalga geç­ içine soktum. Sadece ağzım açıkta kaldı. Kıvrılıp
meye başladılar: yatacakken Ilgın'la Haşim başladılar gülmeye:
"Abi bu bir hayal kokusudur." "Halin çok komik abi, senin böyle bir fotoğra­
"Subaylar köfte satıyor olamaz mı?" fını çekebilsek..."
"Askerler satıyor olabilir." "Çocuklar, bu pire için önlem. Artık hiçbir pi­
"Subayların yemek kokusudur belki." re içeri giremez. Deneyimlerimle biliyorum. Yeri­
Böylece konuşup gülüştük. Ama köfte koktu­ nizde olsam hemen böyle yaparım; yoksa her ye­
ğundan emindim. Onlar da kokuyu alıyorlar, ama riniz şişer."
aldırmıyorlardı; belki de inanamadıkları için al­ Sonunda yattım. Tavandaki ışık sönmüyordu,
dırmıyorlardı. bu yüzden çok geç uykuya dalabildim. Her dönü­
O hücrede kaldığım günler içinde bir-iki kez şümde ışık gözüme giriyordu.
daha köfte kokusu geldi burnuma, ama büyük Gün ağarırken şivesi nedeniyle Güneydoğulu
hücreye geçene dek nereden geldiğini keşfede­ olduğunu düşündüğüm bir er, elindeki tahta copu
medim. Büyük hücreye geçtiğim gün bu koku so­ demir parmaklıklara çarptırarak herkesi uyandır­
runu çözüldü. dı. Parmaklıkların bir ucundan öbür ucuna kadar,
(İkinci hücrem, şu sonu görünmeyen karan­ durmadan, tangur tungur sinir bozucu bir ses çı­
lık koridora yakın bir yerde. Gece yarısına doğru kartarak yürüdü. Sabahın köründe o demir par­
karanlık koridordan müzik sesleri gelmeye baş­ maklıklardan çıkan ses insanı yerinden zıplatıyor,
ladı. Yanımdaki çocuklar, "Gene ağalar kafayı bul­ beyninde çınlıyordu. Bir yandan da bağırıyordu:
dular," diye konuşuyorlar. "Kim bu ağalar?" diye "Galk, galk, galk lan galk!"
sordum. "Abuzer Uğurlu ve adamları. Televizyon, Kalkmıştık. Duvara sırtımızı verdik, oturur
radyo, ne istersen var. Yemekler, içecekler dışar­ durumdaydık. Asker gitti. Öbür hücrelerdeki tın­
dan geliyor. Aylardır buradalar.") gırtı hâlâ sürüyordu.
Gecenin geç bir saatinde yatmaya karar ver­ Ilgın'ın şaşkınlıkla bana baktığını fark etmiş­
dik. Ben pencerenin altını seçtim. Bu hücrede tim.
kaldığım günlerde hep aynı yerde yatacaktım. I l ­ "Abi, ne oldu gözüne yahu?"
gın ile Haşim duvar kenarmdaydılar. Siyasi Şu- Elimle gözümü yokladım. Şişmişti. Sol gözü-

106 107
mün kapağında koca bir şişlik vardı. Gözlerimi fare vardı. O kadar küçüklerdi k i , parmağımın
yukarı kaldırınca fark ediyordum. Haşim de şaş­ bir boğumu kadardılar. Enli pencere duvarının or­
kınlık dolu gözlerle baktı bana, tasında duruyorlardı. Dünyanın en güzel şeyi kar­
"Abi, mikrop kapmış olmalı," dedi. şımızdaydı sanki. Kulakları kocamandı, kafa­
Tuvalete gittim. Kırık ayna parçasında gözü­ larının en az i k i katı büyüklükteydi. Sabah güne­
me baktım. Gerçekten gözüm şişmişti. Elimle şi dışardan içeri girmeye çalışırken, farelerin ku-
yokladım, ağrısı sızısı yoktu. Daha dikkatü bakın­ laklarındaki incecik damarların tümünü kırmızı
ca gözkapağımm üstündeki pire ısırığını fark et­ kırmızı ortaya çıkarmıştı. Kendileri pembe pem­
tim. Parmağımla dokununca tatlı tatlı kaşındı. be, gözleri, burunları minicikti; harikaydılar. Sağı
"Yok bir şey, pire ısırmış," dedim. solu koklayıp titreye titreye kırıntıları yiyorlardı.
Gülmeye başladılar. Üçümüz de gevşemiştik, ağzımız kulaklarımız-
"Abi, hani pireden korunuyordun, o konuda daydı. Sessiz sessiz güldük. Uzun zaman onları
deney imliydin; ne oldu?" diyerek dalga geçtiler seyrettik. Sonra taşların arasında kayboldular.
benimle. "Ilgın, bunların yuvası burada olmak; annele­
Neden bu kadar erken saatte kaldırıldığımızı ri babaları nerede acaba?"
anlamamıştım. Üçümüz de duvara yaslanmış, diz­ "Daha anneleriyle babalarıyla tanışmadım
lerimizi karnımıza çekmiş, başımızı dizimizin ama, duvarın içi fare dolu, herhalde günün birin­
üstüne koymuş bir konumda kestirmeye başla­ de bu koca Selimiye'yi fareler için için yiyerek bi­
dık. Kendimden iyice geçmişken Ilgın beni uyan­ tirecekler."
dırdı; eliyle sus işareti yaparak kısık sesle, Gülüştük. Bisküvileri parçalayıp kolumun
"Abi gel bak, sana ne göstereceğim," dedi, el uzandığı yere kadar pencerenin içine doğru ittim,
kol işaretleriyle beni pencerenin yanına çağırdı. dağıttım. O gün sevimli fareler bir daha hiç gö-
Bir yandan da kıpırdamamaya çalışarak pen­ rünmediler.
cerenin içine bakıyordu. Yüzünde geniş bir gü­
lümseme vardı. Gözleri sevinçle parlıyordu. Me­ * * *
rakla yerimden kalktım. Nedenini bilmediğim
halde çok yavaş ve dikkatli hareket ediyordum. Yerde uzunlamasına oturuyorduk. Bir süre
Ayaklarımın ucuna basıyordum, gene de tahtalar sonra yan hücreden birisi yüksek sesle bir şeyler
gıcırdıyordu. Ilgın, sürekli, eliyle sessiz olmam söyledi; sanki Kuran okuyordu. O kadar çok bağı­
için uyarıyordu. Dikkatle yanma gittim. Ilgın rıyordu k i , çıldırdığını, aklını kaçırdığını düşün­
pencere genişliğinden benim bakmamı istercesi­ düm. Şimdi askerler gelir, bakalım ne olacak, di­
ne kenara çekildi. Yaklaşıp baktım. Ve birden gör­ ye bekledim. Ama ne gelen vardı, ne ilgilenen.
düm: Pencerenin altında, tabanında, i k i küçük Adamı dinlemeye başladık. Kuran'a benziyordu

108 109
ama Arapça değildi. Aslında hiçbir dili çağrıştır­ maya meraklıydı. Şöyle bir gözümün şişine baktı,
mıyordu; arada sürekli, "Allah, Allah, Allah," de­ ama ilgilenmedi.
niyordu. Bir tek bu sözcüğü anlayabüiyordum. "Ne oluyor orada? K i m bu arkadaş? Adam hiç
Bunlar durmadan yineleniyordu. Yavaş sesle söy­ susmadı."
leniyor, söyleniyor, söyleniyor, sonra birden ses "Deli numarası yapıyor galiba. İdamdan kur­
yükseliyordu. Ve yine sessizlik başlıyordu. Ada­ tulmak için. Sözde namaz kılıyor. Bir tek dua bil­
mın nefes alış verişini duyabiliyordum. Arkasın­ miyor, hep uyduruyor. Sonra kafasını sallıyor, sal­
dan tak tuk sesler gelmeye başladı; eliyle bir yer­ lıyor. Başhyor yere vurmaya. Saatlerce vuruyor.
lere vurduğunu düşündüm, belki de kafası ya da Adamda ne kafa varmış yahu; ben vursam ölür­
ayağıyla. Bir süre sonra gene başladı; yükselip al­ düm."
çalan anlamsız sözcükler... Böylece saatlerce sür­ "Suçu neymiş?"
dü. "Köyünde kavga çıkmış galiba; İstanbul'a
Kahvaltıyı getiren askerlere sordum: bağlı bir köyde. Bu adam da av tüfeğiyle bir jan­
"Yan hücrede neler oluyor, adam hâlâ susma­ darmayı öldürmüş, kendi arazisinin içinde. Siyasi
dı." suçlu değil yani."
"O idam mahkûmu. Çoktandır burada. Su­ Bu arada İsmail'in sesi hâlâ duyuluyordu.
baylar gelince bir iğne yapılır, susar." "Peki davası kesinleşti mi?"
Kahvaltıları aldık; küçük bir çaydanlık, üç "Çoktan kesinleşti. Aylardır burada. İnfazını
bardak, toz şeker, beyaz peynir, tayın. Peynir kireç bekliyor. Ya da Meclis'ten bir karar çıkar diye bek­
taşı gibiydi. Yan hücredeki ses kahvaltı boyunca leniyor."
sürdü. Konuşmalarımız tatsızlaşmıştı, kulağımız Sustuk. Bir süre, senin memleket neresi, tez­
da akhmız da hep yan hücredeydi. kereye ne kadar var, diye konuştuktan sonra,
Aradan uzun bir zaman geçti. Yan hücredeki "Başka idam bekleyen var mı burada?" de­
bağırma bir ara çok yükseldi, tak tuk sesleri ga- dim.
ripleşti. Az sonra biri gelip bağırdı, emirler verdi. "Tabii var. Havalandırmanın hemen karşı
Yerimden kalktım, hücrenin demir parmaklıkla­ hücresinde i k i kişi daha var. Ama onlar siyasi. Ha­
rına yanaştım, yan tarafa baktım. Bir asker adam­ valandırmaya giderken görürsün, ikisi de ayrı
la konuşmaya çalışıyordu: hücrelerde kalıyorlar. Onlar da infazı bekliyorlar.
"İsmail, İsmail yapma, şimdi komutan gelir, Solcu muymuşlar ya da öyle bir şey. Birinin adı
bizi fırçalar, sus biraz..." Ahmet, öbürünün adı..."
Araya girdim: İsmail'in gürültüsü sürerken ona seslendim:
"Komutanım, bir dakika bakar mısınız?" "İsmail Kardeş! İsmail Kardeş! Ben senin ya­
Hemen yanıma geldi, belli ki benimle konuş- nındaki hücrede kalıyorum... Beni dinler misin?..

110 111
Seninle konuşmak istiyorum..." uykusuz geçiriyordu. Aptal kafam! Nasıl düşüne­
Hiçbir yanıt gelmedi... memiştim, nasıl düşünememiştim! Kendimi İs­
"İsmail, sana bir şey söyleyeceğim, bak, beni mail gibi yerden yere vurmak istiyordum. Sigara
dinle bir dakika... Ben Tarık, Tarık Akan'ım..." üstüne sigara... Zaman geçmek bilmiyordu. Elim­
Belki adımı duyunca beni dinler, diye düşün­ deki gazeteye baktım, ama kafamda binlerce dü­
müştüm, ama başaramamıştım, yerime gittim. şünce akıp gidiyordu. Sinirden çıldıracaktım. Ga­
Oturdum. Sigara üstüne sigara... zeteyi fırlattım. Yankılanarak çıkan hışırtı sesi
Zaman ilerliyordu. Hücrenin önüne bir asker hücrede tek başıma olduğumu hatırlattı bana. İçi­
geldi. Elindeki kâğıttaki adları okudu: me bir hüzün çöktü. Konuşacak kimse yoktu.
"Ilgın Su! Haşim Tuğ!" diye bağırdı. "Eşya­ Karşımda duvarlar, demir parmaklıklar... Konuş­
larınızı alm, sorguya!" dedi. mak istiyordum, birilerine içimi dökmek istiyor­
Bunu hiç beklemiyordum, donup kalmıştım. dum... Bugüne kadar ilk kez böylesine şiddetle ve
Birden telaşlandım, bir şeyler yapmam gerek di­ ısrarla anamı babamı düşünüyordum. Yüreğimde
ye ortalıkta dolanmaya başladım. Ilgın ile Haşim bir acı, bir sızı yer etmişti. Başlarına bir şey mi
eşyalarını topluyorlardı. Asker kapıda bekliyordu. geldi, neden içim bu denli daraldı, gene altıncı
Çok az zamanım vardı. Hemen Ilgın'a, hissim bana bir şey mi söylemek istiyor, diye dü­
şünüyordum. Dayanamadım. Yerimden kalkıp
"Ola ki serbest kalırsanız, şu telefon numa­
parmaklığa yanaştım, şöyle bir yan tarafa baktım,
rasını ezberle, anneme babama i y i olduğumu söy­
pencereye bir-iki yürüyüp döndüm. Sonra yüzü­
le, beni merak etmesinler, onlarla mutlaka ko­
koyun yattım, kalktım. Ne yapacağımı bilemiyor­
nuş," diyebildim.
dum. Sırtım duvarda, ayaklarımı uzatmış karşı
Haşim'le, Ilgın'la öpüştük. Gittiler. Kapı arka­ duvara bakıyordum; soluk, pis duvara. Moralim
larından kapandı. büyük bir yara almıştı. Her şey anlamsız geliyor­
Yerime oturdum. Bir, sigara yaktım. Kendime du. Bu hücreye her giren duvara bir şeyler kara-
o kadar sinirlenmiştim k i . Nasıl oldu da bu dere­ lamıştı; k i m i tarih atmış, k i m i adını yazmıştı. Bir
ce düşüncesiz davrandım, ya aceleyle yanlış nu­ sürü de özlü söz. Duvarda böylece bir andaç oluş­
mara ezberlediyse, üstelik daha haber iletmek is­ muştu. Bunlara bakarak kendime gelmeye, güç
tediğim çok yer vardı, nasıl düşünemedim, bana toplamaya çalıştım.
bir avukat bulunması gerekiyordu, arkadaş­
larımla konuşması gerekiyordu, diyerek kendime Asker geldi.
kızıp durdum. Annemle babam uzun zamandır "Kantinden ne istiyorsun?" dedi.
ilk kez benden haber almış olacaklardı. Nasıl da Buradaki bakkal değildi, kantindi.
merak ediyorlardı kimbilir. Babamın şekeri yük­ "Sigara, bisküvi, Hürriyet, Tercüman."
selmiş olmalıydı. Annem de gecelerini kesinlikle Parasını verdim, gitti. Bir süre sonra bir asker

Anne Kafamda Bit Var 113/8


112
daha geldi, elindeki bir sürü anahtarla hücrenin Ahmetlerin hücrelerinin karşısından hava­
kapısını açmaya çalıştı. Umutla ona bakıyordum; landırmaya çıkan, tavana dek uzanan demir mer­
'sorguya' diyecek sanıyordum. Toparlandım. divenle yukarı çıkmaya başladık. Öbür hücreler­
"Havalandırmaya," dedi. deki çocuklar demir parmaklıklara yanaşmışlar,
Ayağa kalkıp terlik gibi kullandığım ayak­ bana bakıyorlardı. Merdivenden çıktıkça önde
kabılarımı ayağıma geçirdim. Parmaklığa doğru duranların arkasındakileri de görmeye başlamış­
gidene kadar kapı açıldı, dışarı çıktım. Koridora tım. Bana bakmak için telaşla yerinden kalkıp
doğru yönelirken İsmail'e baktım: Hücrenin orta­ öndeki demirlere gelen çocukları gördüm. Hepsi
sında oturmuş, sırtı bana dönük, hafif hafif mırıl­ bana sevecen, mutlu, gülüyorlardı. Ben de onlara
danıyordu. Konuşmak istiyordum ama çekmiyor­ aynı biçimde karşılık verdim. Bu hücre çok kala­
dum. Havalandırmadan sonraya bıraktım. Yanım­ balık olduğu halde hiç kimse 'geçmiş olsun' de­
da askerle o kocaman koridora çıktık. Her yanda meye cesaret edemiyordu. Onlar bana, ben onlara
asker gardiyanlar vardı. Hamamdaki tas ve su se­ bakarken basamakları çıktım.
si yankılarının yerine, askerlerin postalları ve Merdivenin ortasına geldiğimde nefes nefese
hücredekilerin anlaşılmaz konuşmalarının yankı­ kalmıştım. Günlerdir bu kadar yürümemiştim.
ları duyuluyordu. Koridorun ortasından, askerle­ Öbür hücreleri yandan görüyordum şimdi; çok
rin bakışları altında yürüyorduk. Hemen sol ta­ kalabalıktılar. Parmaklıklardan çıkan elleri görü­
rafımda yan yana i k i hücre gördüm; içinde birer yordum. Koridorun sonuna doğru karanlık arttı,
kişi vardı ve önlerinde birer asker sandalyede demir parmaklıklar karanlığın içinde kayboldu.
oturuyordu. Özel hücreler oldukları fark etmiş­ Merdivenleri çıka çıka neredeyse tavana yaklaş­
tim. İçlerinde i k i gencecik çocuk vardı; biri kara mıştık. Merdivenin bittiği yerde durduk, demir
kaşlı, kara gözlü, ince, orta boylu Ahmet, öbürü... kapı açıldı. Dışarı çıktım.
İkisi de idam mahkûmlarıydı. Gün ışığını gördüm. Karşımda duvar, sağ ya­
Ahmet, bu durumdaki birinden beklenmeye­ nımda daracık beton basamaklar vardı. Basamak­
cek bir pırıltıyla bana baktı, ben de ona bakıyor­ lar güneşe doğru çıkıyordu; ışığa, sıcaklığa doğru
dum. Bir an ikilemde kaldım, konuşmaya cesaret yaklaşıyorduk. Sonunda basamaklar bitti. Koca­
edemiyordum. O anda Ahmet, man bir alana çıkmıştım. Hiç kimse yoktu, alanın
"Tarık Kardeş, geçmiş olsun," dedi. üç yanı duvarla çevriliydi, dördüncü kenar da Se­
Ben de gülerek, limiye Kışlası'yla birleştirilmişti. Duvarlar o ka­
"Sağ ol, sana da geçmiş olsun Ahmet," dedim. dar yüksekti k i , belki on adam boyu vardı. Her i k i
Belki de o değil de, yan hücredeki Ahmet'ti, köşede asker kulübeleri kurulmuştu, ellerinde G3
ama ben özellikle adıyla seslenmek istemiştim; silahlar tutuyorlardı. Duvarların üzerine tel ör­
onları tanıdığımı bilmesini istemiştim. güler gerilmişti. Kafam hep yukarı kalkık duru-

114 115
yordu, güneşe bakıyordum, askerlere bakıyor­ Tavandan aşağı demir basamakları indik. Çocuk­
dum, hayatımın ilk havalandırmasıydı bu. Güne­ lar gene bana bakıyorlardı.
şin sıcaklığı avluyu ısıtmıştı. Beni getiren asker, Hüseyin geldi mi, diye kalabalık hücreye dik­
Selimiye'nin duvarının dibine çömelip kendini katle baktım, ama yoktu. Öteki hücrelerin birinde
güneşe verdi. Ben şöyle bir sağıma bir soluma yü­ olabileceğini düşünerek karanlığa doğru baktım;
rümeye çalıştım, sonra anlamsız geldi böyle yü­ göremedim. Gözüm hücrelerde, basamakları in­
rümek, gidip karşıdaki duvara sırtımı yasladım; dim. Basamaklar bitti. Karşımda bir yüzbaşı be­
gölgeye. lirdi:
Duvarlara bakıyordum. Üstündeki dikenli tel­ "Ne haber Tarık?.."
ler ne kadar da amaçsız, diye düşünmüştüm. Bu­ Sesi de, sorusu da alaycıydı.
radan kaçmak bir yana, insanın yukarı bakarken "İyiyim komutanım."
bile başı dönüyordu, bir de dikenli tele ne gerek "Beni tanımadın mı?"
vardı k i . Ama işte tam da o teli gerenlerin düşün­ Yüzbaşının suratına daha dikkatli baktım;
düğü gibi, buradaki avlu, bu amaçsız gibi görü­ ağzına, burnuna, kaşına, gözüne. Hem bakıyor­
nen dikenli tellerle ürkütücü olmuştu. Karşımda dum, hem düşünüyordum. Yüzbaşı:
Selimiye'nin kocaman boş pencereleri duruyor­ "Tuzla Yedeksubay Okulu'ndan..."
du. Gardiyan asker güneşte, ben gölgede, öylece "Ha, evet, tanıdım komutanım; nasılsınız?"
oturduk. Bir süre sonra pencerede bir-iki asker Samimi, sıcak, güler yüzlü ve inandırıcı bir
belirdi. Bana baktılar. Sonra da kız sekreterler tavır takınmıştım. Ardından da hemen isteğimi
gelmeye başladı; bir, i k i , derken çoğaldılar. Her­ yapıştırdım:
kes bana bakıyordu. Bazıları korka korka el salla­ "Komutanım, lütfen benim ifademi aldırır mı­
dı, ben de onlara salladım. Gözümü kontrol etti­ sınız? Uzun zamandır Birinci Şube'deydim, peri­
ğimde hâlâ hafif şiş olduğunu anladım. Ayağa şan oldum. Burası da o kadar uzun sürmesin, ifa­
kalktım, Selimiye'ye paralel volta attım, bir du­ demden sonra ne olacaksa olsun."
vardan öteki duvara. Bir kez yürüdüm, yoruldum. "Dur bakalım Tarık, daha yeni geldin, dur ba­
Penceredeki kızlar hâlâ bana bakıyorlardı. Sonra kalım."
bir ses, Bunları söyleyip gitti. Böylece tanıma numa­
"Zaman doldu," dedi. ram da hiçbir işe yaramamıştı. Oysa çok da iyi oy­
Gardiyanın yanma gittim. On beş dakika dol­ namıştım; tanışanı da bundan farklı olmazdı, di­
muştu. Ben önde, asker arkada, beton basamak­ ye düşünüyordum. Askerle yürümeye devam et­
lardan Selimiye'nin tavanındaki demir merdiven­ tik. Hücremin olduğu aralığa girdik. İsmail, hüc­
lere geldiğimizde, ağır, pis bir koku, nem, ter, tu­ resinin parmaklığına yakın ayakta duruyordu.
valet, postal kokusu, hepsi burnumdan içeri girdi. "Merhaba İsmail."

116 117
Hemen yaklaştı. işçiyi, öğrenciyi hedef gösteren gazete. Nefret edi­
"Selâmün aleyçüm, sen Tarik Açan misun, yordum. İsmail'in sesi dayanılır gibi değildi. İçi­
hoşcelmişun, ceşmiş olsin." mi sıkıntı bastı. Hücrede yalnız kalmak dayanılır
Tam bir Laz. Hepsini bir arada ve çabucak gibi değildi. Duvarlar, gazeteler, fareler, duvarlar­
söylemişti. Elini demir parmaklıktan dışarı çıkar­ daki yazılar... Duvar yazılarını okumaya başladım.
dı, el sıkıştık. Müthiş kuvvetli biriydi. Kısa boy­ Tarihler var, şiirler var, adlar, imzalar var, karala­
luydu ama halter çalışmış gibi bir görünüşü vardı. malar var... Ben de demir kapının kenarına giriş
"Tarık Abi, beni asacaklar, asacaklar beni; ye­ tarihimi ve adımı yazdım.
di çocuğum var, yedi bebem var... Ah anam ah, Başta severek yediğim yemekleri yiyemez ol­
ah!" muştum. İştahım daha ikinci gün kesilmişti. Ye­
Demire kafasmı vurmaya başladı. mek kokusu midemi bulandırmaya başlamıştı.
"İsmail, dur, sakin ol," dedim; bir yandan da Sadece pirinç ya da bulgur pilavı olduğu zaman
kafasını tutmaya çalışıyordum: yiyebiliyordum. Geri kalan zamanlarda da biskü­
"O kadar kolay değil adam asmak. Daha bu­ vi ve sütle doyuruyordum karnımı.
nun Meclis'i var, kararı var, temyizi var, sakin ol." Bu hücrede uzun süre tek başıma kaldım. Ba­
İsmail hiç oralı olmuyordu. Asker omzumu it­ zen havalandırmaya çıkarken yüzbaşıyı gördü­
t i , hücreme girdim. Demir kapı takırtılı seslerle ğümde,
üstüme kapandı. www.cizgiliforum.com "Komutanım ne olur yanıma birilerini verin
* * * ya da beni bu hücreden alın," diyordum, ama hiç
oralı olmuyordu;
"Dur bakalım Tarık, bak ne güzel tek başı-
Kendimi yorgun hissediyordum, oturduğum nasm, daha ne istiyorsun," deyip gülüyordu.
yerden kalkmak istemiyordum. Gazeteleri önü­ Adamın benle dalga geçtiğini günler sonra
me çekip okumaya başladım. İsmail'in sesini duy­ anlayabildim.
maya katlanamayacaktım. Dikkatimi gazetelere Geleli sekiz-on gün kadar olmuştu.
vermeye çalıştım; en ufak haberleri, reklamları Kapı açıldı. Yerde kıvrılmış yatıyordum. Üs­
bile okuyordum. Dışarısı güllük gülistanlıktı. tümde yorgan gibi kullandığım ceketim vardı. Se­
Sansür yine almış başını gitmişti. Tercüman gaze­ vinçle ayağa kalktım. Yüzbaşı, yanında bir asker­
tesi, gene muhbirliği sürdürüyordu. Bu kadar kör le gelmişti.
gözüm parmağıma bir tavırla taraf tutması siniri­
me dokunuyordu ama, gene de okuyordum. Beni "Gel Tarık."
hapse attıran, daha önce asker kaçağıyım diye Ceketimi aldım. Ayakkabımı giyerken,
Hatay'da sabaha karşı tutuklatan, birçok aydını, "Ceketin kalsın. Hiçbir şeyini toplama, her
şey kalsın. Sen gel," dedi.

118 119
Büyük bir heyecanla dışarıya çıktım. Korido­ cuklarla hiçbir ilişki kuramamıştım. 'Bu yüzbaşı
ra çıktık. Korkumdan soramıyordum, neler oldu­ beni neden getirip buraya koydu?' diye düşünü­
ğunu bilmiyordum. yordum, ama aklıma hiçbir yorum gelmiyordu.
Yüzbaşı ve askerle giriş kapısına doğru yürü­
yorduk. Gözüm kapıdaydı. Burayı çok iyi biliyor­ Sanırım öğleden sonraydı. Yatmış, uyumaya
dum: giriş kapısı. Dışarıya çıkılırsa, ifadeye gidi­ çalışıyordum. Selimiye'nin koridorunda müthiş
lirse yani, geri dönüş yoktu; ya hapishane ya ser­ bir slogan patladı, sonra da yankılanarak büyüdü.
bestsin ya da tutuksuz yargılanacaksın. İçimden Ardı arkası kesilmiyordu. Yerimden fırladım, par­
bir sevinç yükseldi. Hangisi olursa olsun razıy­ maklıklara yaklaştım. Ne olup bittiğini anlamak
dım. Hücrede tek başıma kalmaktan iyidir, diye için koridorun sonuna doğru baktım, hiçbir şey
düşünüyordum. göremedim. Herkes avazı çıktığı kadar bağırıyor­
Birden durduk. Koridorun başındaki birinci du. Sloganlar çoğalarak devam ediyordu. Öbür
hücrenin önündeydik. Asker, kapıyı açtı. İçeride hücreler de katılmaya başladı. Hemen yanı başı­
birçok insan. Hep birlikte ayağa kalkıp hazırol mızdaki giriş kapıları açıldı. Postal sesleri geliyor­
durumuna geçtiler. Şaşırmıştım. Siyasilerin böyle du. Ardından belki yüz-iki yüz asker, tek sıra ha­
yapacağını tahmin etmiyordum. Çocukların kafa­ linde, sağdan ve soldan yürüyerek içeri girdi. Çok
ları sıfır numara tıraşlıydı. Yüzbaşı, gülümseye­ sakin bir biçimde koridora yayıldı. Askerlerin el­
rek, lerinde silah yoktu, ama cop vardı. Sloganlar hâlâ
"Hadi, gir bakalım Tarık," dedi. sürüyordu. Ne olduğunu henüz anlayamamıştım.
İçeriye girdim. Kapı kapandı. Çocukların hep­ Bir süre sonra albaylar, binbaşılar, yüzbaşılar gel­
si hâlâ ayaktaydılar. Şaşkın şaşkın bana bakıyor­ di. Koridorun her i k i yanındaki askerler, elleri ar­
lardı. Ben de onlara bakarak bir yere oturdum. kada, yan yana duruyorlardı. Subaylar ortadan
Yirmi-otuz kişiydiler. yürüdüler. Sloganlar sürüyordu, ama artık yalnız­
"Otursanıza çocuklar," dedim. "Siz asker mi­ ca i k i kişinin sesi duyuluyordu. Öbür hücreler
siniz?" susturulmuştu. Bizim hücrenin önündeki asker­
Hep birlikte yanıtladılar: lerden birine sorup durumu öğrendik: İ k i mah­
"Evet!" kûm bu akşam idam edilecekti.
Biraz rahatlar gibi olmuştum. Gene de beni Arkamı döndüm, gidip yere yüzükoyun uzan­
bu hücreye neden koyduklarını anlamamıştım. dım. Yüzümü kimsenin görmesini istemiyordum.
Her birine sorular sormaya başladım. Hepsinin İ k i kişi idam edilecekti...
asker kaçağı olduğunu öğrendim. Her yöreden in­ Öğleden sonra Ahmet'i yakınımızda bir yere
san vardı; saf olanı, serseri olanı, apolitik, lümpen getirdiler, ağabeyiyle görüştürdüler. Konuşmalar
olanı. Bir süre konuştum, ama sözcükler bitti, ço- olduğu gibi duyuluyordu. Ağabeyi bağırarak ağlı-

120 121
yordu. Ahmet sakindi, ağabeyini yatıştırmaya ça­ Dip taraftan artık uğultu şeklinde gelen karma­
lışıyordu. karışık bir gürültü duyuyorduk. Uzun süre sonra
"Abi bu bizim düğünümüz, bu bizim düğünü­ gürültüler azaldı. Ahmet ve arkadaşından başka­
müz!" sının sesi çıkmaz oldu.
"Komutanım, ne olursun, kardeşime bir kere Saat üçe doğru koridora çok sayıda subay gir­
sarılayım, izin verin, ne olur..." di. Ahmet ile arkadaşının hücresine doğru yü­
"Abi, bu bizim düğünümüz, yapma abi." rüdüler. Koridor, asker ve subay kaynıyordu. Du­
Koridorda sessizlik vardı. Askerler, subaylar varların dibine dizilmiş askerler bir süre sonra
konuşmaları dinliyordu. Herkesin suratı asıktı; aralarında bir koridor yaptılar. Ahmet'le arkada­
herkes düşünceli ve üzgündü. Hücrelerden çıt şının sloganları hiç kesilmemişti. Uzaktan zincir
çıkmıyordu. Kimse konuşmuyordu. Sanki dokun- sesleri geldiğinde İ k i mahkûmun hücreden çı­
san herkes hep birlikte ağlayacaktı. Sonra Ah­ karıldığını anladık. Askerlerin oluşturduğu kori­
met'in sloganı Selimiye'nin koridorlarında çınla­ dorun içinden yürüdüler. Yalnızca ayak sesleri,
dı. Görüşme yerinden ayrıldılar; ağabeyin feryat­ zincir sesleri ve sloganlar duyuluyordu. Sonra on­
ları, Ahmet'in sloganına karışıyordu. ları gördük; i k i subay arkada, Ahmet ve arkadaşı
Ahmet, önümüzden geçip hücresine doğru ayakları zincirle bağlı, elleri arkadan kelepçeli,
yürümeye başladı; sessiz ve dik, sert adımlarla. slogan atarak yürüyorlardı. Yüzlerinde korkuya
Onu izledik. yönelik hiçbir iz yoktu. Kendilerinden öylesine
Selimiye'yi tam bir ölüm sessizliği kaplamış­ emin, ölüme doğru gidiyorlardı. Önümüzden geç­
tı. Subaylar da askerler de azalmıştı. Koridorda tiler... Arkalarından subaylar ve askerler...
kalan askerler heykel gibi dikiliyordu. Herkes ge­ Sabah altı ya da yedide olmalı, yüzbaşı gelip
ce on ikiden sonrasını bekliyordu. beni hücreden çıkardı, kendi hücreme kapattı.
Saat on ikiyi geçiyorken sinirler adamakıllı Amacını geç de olsa anlamıştım.
gerilmiş, ortalık iyice suskunlaşmıştı. Selimiye'­
de çıt çıkmıyordu. Binanın her yerine bir şeyleri
beklemenin tedirginliği sinmişti. Saat ikiye doğ­
ru büyük bir gürültü koptu. Dış kapı açıldı. Gene Gene yalnız kalmıştım. Hiçbir yeri görmeyen
dünya kadar asker içeri, koridora, bu kez koşarak hücremde gene bir basmaydım, iarelerimi doyur­
girdi. Postal gürültüleri, itiş kakış, Ahmet ve ar­ dum. İsmail susmuştu. Ceketimi üstüme alıp ca­
kadaşlarının sloganlarına karışıyordu. Öteki hüc­ mın altına yine sümüklüböcek gibi kıvrıldım. Ce­
reler de slogana katıldılar. Dayanılmaz bir gürültü ket, kafama kadar çekiliydi, bir tek ağzım dışarı­
çıkıyordu. Olup biteni göremiyorduk. Yalnızca da kalmıştı. Hava almaya çalışıyordum ama kötü
önümüzden koşan askerleri ayırt edebiliyorduk. kokular, pis hava doluşuyordu burnuma. Gözleri-

122 123
mi yumdum. Ne kadar da yorgundum. Uyumak
istiyordum ama başaramıyordum. Gözümün önü­
ne Bingöl'de Yol filmini çekerken kar üzerinde
uyuyuşum gelmişti. Nasıl da güzel uyumuştum
orada. Filmde oğlumu oynayan çocuğun kepene­
ğini almıştım, yere serip üzerine kıvrılmıştım. Bir
tek ağzımı açıkta bırakmıştım. Buz gibi, tertemiz
hava ciğerlerime dolmuştu.
Kendimden geçmiştim...

4. Bölüm

Bir 'Yol' Hikâyesi

124
Biri gelip kepeneğin başlığım kaldırdı:
"Sen Tarık Akan mısın? Yahu kalk ayağa da
bir görelim..."
Gözümü açtım. Karşımda bir başçavuş dikili­
yordu.
"Kalk," diye tutturmuştu.
Hadi bakalım, istersen kalkma. Hem 1981'de
Yılmaz Güney'in Yol (Bayram) filmini çekiyorsun,
hem bu başçavuştan mermi ve silah almak için
keyfinin olmasını bekliyorsun; sıkıysa kalkma.
Kalktım. Başçavuşla samimiyet kurmaya çalış­
tım. Yanında prodüksiyon amiri vardı.
"Tarık Abi, mermileri arkadaştan alacağız;
sağ olsun, bize yardımcı olacak."
Böylece sinyali almış oldum: Adama kötü
davranma' demek istiyordu, işimiz düştü, aman
diyeyim... Ondan alacağımız silahla filmdeki atı­
mı öldürecektim. Sıkıyönetim dönemiydi, kimse
silahını vermek istemiyordu. Prodüksiyon amiri
de bula bula bu başçavuşu bulmuştu; nemrut he­
rifin teki. Sahnenin çekimlerinin sonuna doğru
adamın gırtlağım sıktığımı hatırlıyorum.
Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ
kurulmuştu. Ömrümün sonuna kadar unutama­
yacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Ba­
na duyduğu sevgi ve bağlılığı hayvanın gözlerin-

127
den okuyordum. Kar fırtınasında yanıma gelip "Ateş etsene! Ateş et!" diye bağırdı Şerif.
kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözleri­ "Yapamayacağım Şerif, stop!" diye seslendim.
me dikiyordu. Çekim sırasında üstünden düştü­ Atın başından ayrıldım.
ğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canı­ "Ben bu atı öldüremem. Yakın plan başkası­
mın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de be­ nın elini çek. Kusura bakma, yapamayacağım."
ni avutmaya çalışıyordu. Onu hiç yularından tu­ Yılmaz Güney'in yeğeni araya girdi:
tup çekmem gerekmemişti. İş bittiği zaman arka­ "Ben yaparım."
ma takılıp bir köpek gibi beni izliyordu. Filme Paltomu verdim. Kamera hazırlandı. Yeğeni­
başlamadan önce yönetmen Şerif Gören'e, nin el planı çekildi. Derken bir silah sesi...
"Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim. "At öldü, gel Tarık," dediler.
O kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim," dediği­ Koşarak gittim. Paltomu giydim, daha sonra­
mi anımsıyorum. ki planlara geçmek üzere çalışmaya başladık. Ka­
Atı vuracağım sahne çekilirken, hayvancığa mera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp
uyuşturucu iğne yapıldı. At yere yığıldı. Yakın bana baktı. Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölme-
planların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ateş ede­ mişti. Başçavuşa gittim:
meyen bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el ve atın "Mermi ver, at ölmemiş," dedim.
yakın planları böylece aradan çıktı. Sıra öldürme Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde
planının çekimine gelmişti. Kamera uzağa gitti, naza çekiyordu. Yalvarta yakarta bir kurşun daha
genel bir plan çekilecekti. Silah elimdeydi ve için­ verdi.
de bir tek kurşun vardı. Başçavuş bir kurşundan "Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak, hay­
fazla vermiyordu. Şerif Gören, "Kamera!" diye­ van can çekişiyor," dememe karşın bir tek kur­
cekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir şundan fazlasına razı edememiştim. Yeğen onu da
kurşun sıkacaktım. Karların ortasında ben ve yer­ atın kafasına sıktı. Sonra ben tekrar sahne aldım.
de yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi Tam çekime geçilecekken, hayvan gene gözünü
almıştık. açtı, bakışlarıyla beni arıyordu. Bayılacak gibi ol­
Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp muştum, çıldıracaktım... Başçavuşun yanma git­
bana yalvarır gibi baktı. Kafasını kaldırmak iste­ tim:
di. Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime "Mermi ver!" dedim.
gelmişti. Bu arada Şerif Gören, "Yok!"
"Kamera!" diye bağırdı. O anda yakasına yapıştım:
Bekledi. Burada tabancamı çekmeli ve kurşu­ "Senin de, merminin de..."
nu atın kafasına sıkmalıydım. Ama yapamıyor­ Küfrettim.
dum işte. Yöre halkı adamdan yalvara yakara üç mermi

128 Anne Kafamda Bit Var


daha almıştı. Yeğen kurşunları boşalttı, at bu kez Adam konuştu, konuştu, bir türlü susmadı.
öldü. Paltomu giydim, bir sonraki sahneye geçtik. "Ne söylüyor, Türkçe'ye çevirin," dedim.
Senaryoya göre donmak üzereydim; atın kar­ Meğer adamcağız, sürekli aynı şeyleri yinele­
nını kesecektim, ellerimi, ayaklarımı atın karnına yerek, "Jandarmalar geldi, beni karakola götür­
sokup donma tehlikesini bir süre geciktirecek­ düler, jandarmalar geldi, beni karakola götürdü­
tim. Ne yazık ki bu sahneyi kötü bir zamanda, ha­ ler, bana dayak attılar, bana dayak attılar..." deyip
va kararmak üzereyken çekmiştik. Ertesi güne duruyormuş.
bırakamıyorduk çünkü gece boyunca kurtların Sonuçta dublajda hepsi halledildi.
atı parçalayacağını biliyorduk. Sonuçta akşam­
üstü çekilen sahnede renkler çok koyu çıktığı için * * *
Yılmaz Güney montajda bu bölümü çıkarmak zo­
runda kalacak, bu da onu hem üzecek, hem de si- 'Yol' filmi, benim kanımca dünyada en zor ko­
nirlendirecekti. şullar altında çekilmiş, üstelik tüm zorlukların ve
özverilerin sonucu ortaya çok güzel bir yapımın
* * * çıktığı sayılı filmden biridir. 'Sürü'de de zor­
landığımızı anımsıyorum, ama 'Yol'da bir de 'cun-
Sahnenin devamında, topallayarak karımın ta'yla uğraşmıştık. 12 Eylül 1980 darbesinden dört
babasının evine geliyordum. Babayı çok yaşlı ve ay sonra Türkiye'de her şey karmakarışıkken, tu­
gözleri görmeyen birisinin oynaması gerekiyor­ tuklamalar, işkenceler sürüp giderken, biz büyük
du. Prodüksiyon amiri, Bingöl'den bir dilenci ge­ bir filme başladık. 30 Kasım 1980'de, Denizli'deki
tirmişti, seksen yaşında bir adam. Tek sözcük yedeksubaylığım bitmeden Erden Kıral'dan tele­
Türkçe bilmiyordu. Oysa senaryoda söyleyeceği fon gelmişti:
sözler vardı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ben "Yılmaz Güney beni İmralı Yarı Açık Ceza-
içeri girince, bana, evi'ne çağırıyor, ne yapayım?"
"Hoş geldin Seyit," diyecekti. "Hemen git, mutlaka bir proje vardır, beni he­
Çalışıyorduk, ama olmuyordu. men ara, elimizdeki projeyi bırakabiliriz," demiş­
Sonunda Şerif, adama, tim-:
"Baba, ne istersen söyle, çaresi yok," dedi. Birkaç gün sonra aradı. Telefonlarım dinlen­
Adam, uzun uzun Kürtçe bir şeyler söyledi. diği için bir-iki kelime söyledi:
İkinci repliği, "Bayram iznine çıkan on i k i mahkûm, bir haf­
"Ne düşünüyorsun Seyit?" olacaktı. ta sonra geri dönerler," dedi.
Gene uzun uzun konuştu. Bu kadarı bile heyecanlanmama yetmişti:
"Yahu baba, neler söylüyorsun sen?" "Erden, bu müthiş bir konu, elimizdekini bı-

130 131
rakıyoruz, bunu alıyoruz!" kez görüşebildiğini öğrendim.
Askerliğim biter bitmez Yılmaz Ağabey'in Fatoş İstanbul'a döndüğünde ben Ankara'­
Moda'daki evinde görüştük. Çok sevdiğimiz Prof. daydım. Sansür Kurulu o sabah toplanacaktı. Ku­
Dr. K. dostumuz, zaman zaman raporlar yazıyor­ rul altı-yedi kişilikti; her bakanlıktan birer kişi
du ve Yılmaz Ağabey kısa da olsa hapishaneden vardı. Senaryolar okunmuştu, o gün karar verile­
çıkabiliyordu. Öncelikle sansür kurulu için bir se­ cekti. M i l l i Güvenlik Kurulu ve İçişleri Bakanlık­
naryo yazılacaktı. Bu tip senaryoları Nadya adın­ larının temsilcilerine en zorlu üyeler gözüyle
da bir kız yazardı; daha sonra f i l m i çekilen bakılıyordu. Onlar olur verirse iş bitiyordu.
hikâyenin bu senaryoyla hiçbir ilgisi olmuyordu. Sabah poğaçalar, börekler alıp gittim. Sansür
Sansürden geçmeyen senaryo çekilemediği için Kurulu'nun odasında bir yandan börekleri yiyor,
böyle bir yol izlemek kaçınılmazdı. bir yandan konuşuyorduk. Üyeler birer ikişer gel­
Senaryoyu Ankara'ya, sansüre ben götürdüm. meye başlamıştı. İçişleri ve Milli Güvenlikçiler de
Yolda okudum, bir aşk hikayesiydi sansüre giden; geldiğinde ben bir konuşma yapmak üzere sözü
on i k i mahkûmun aşk hikâyesi. Ankara'da bir aldım:
hafta kaldım. O hafta boyunca sansüre sokama­ "Beyler, okumuş olduğunuz senaryo, hepini­
dım, İstanbul'a döndüm. Fatoş Güneyle birlikte zin bildiği gibi, Yılmaz Güney'e aittir. Bugüne ka­
Yılmaz Ağabey'e, İmralı Yarı Açık Cezaevi'ne git­ dar yazılmış senaryoların en güzeli olduğunu fark
tik. Deniz fırtınalıydı, gemi müthiş sallanmıştı. etmişsinizdir. Türkiye aleyhine yapılmış propa­
Saatler sonra İmralı Adası göründü, ama çevresi gandaların sonucu olarak, bizi dünyaya rezil
askeri hücumbotlarla sarılıydı. Ne olduğunu anla- eden, hapishanelerimizin olmayan yüzünü çarpı­
yamıyorduk. İzinden dönen mahkûmları almaya tarak gösteren 'Geceyarısı Ekspresi' filmine karşı
gelen motor kaptanı, düşünülmüş bir senaryodur. Yılmaz Güney yıl­
"Yılmaz Güney'i sevk ediyorlar, neresi oldu­ lardır hapishanelerde yatmıştır ve hapishaneleri­
ğunu bilmiyoruz, bugün ziyaret yasak," dedi ve mizin asla 'Geceyarısı Ekspresi' filmindeki gibi
dediği gibi izinden dönen mahkûmları ahp gitti. olmadığını dünyaya söylemek istemektedir. Ba­
Gemiyle Mudanya'ya geldik çaresiz; orada kın, Türkiye'deki mahkûmlar, istedikleri zaman
sorduk soruşturduk, öğrendik ki Yılmaz Güney'i izin bile alabiliyorlar, mahkûmlar hapishanede in­
bir saat önce Bursa Cezaevi'ne götürmüşler. He­ san haklarına aykırı bir yaşam sürmemektedirler,
men Bursa'ya hareket ettik. Varınca Eatoş'u bir demek istemektedir..."
otele yerleştirip öbür işleri ayarlamak için İstan­ Kendimi kaybetmiş, palavra ardına palavra
bul'a döndüm. sıkmaya başlamıştım.
Ertesi gün Fatoş'un, Yılmaz Ağabey'i İsparta M i l l i Güvenlik görevlisi, öbür üyelere döndü,
Cezaevi'ne kadar takip edebildiğini, yolda bir-iki "Peki ama, bizde hapishanelerde izin diye bir

132 133
uygulama var mı, yasal mı bu?" diye sordu.
Ben sustum, çünkü bilmiyordum. Var mı yok
mu; bir tartışmadır başladı. Bir süre sonra üyeler­
den biri yasayı bulup getirdi. Hapishaneden izin Yılmaz Ağabey, İsparta Yarı Açık Cezaevi'n-
alma koşullarını okumaya başladı. Bir üye sordu: deydi. Gider gitmez ayrıntıları ayarlamıştı; gece
" İ y i ama, bu yasanın maddesi bu senaryoda yarısına doğru hapishane müdürünün telefonun­
belirtilmemiş. K i m anlayacak mahkûmların bu dan görüşebildik. Telefonu açtım, karşı taraftan
yasaya dayanarak izne çıktıklarını?" birine,
Hemen atladım: "Ben Tarık Akan, Yılmaz Güneyle görüşmek
"Aman efendim, bu hiç sorun değil. Hemen istiyorum. Yarım saat sonra yeniden arayacağım,"
Yılmaz Güneyle konuşup bu yasa maddesini bir deyip hemen kapattım.
şekilde senaryoya sokturacağım. Filmde görmez­ Yarım saat sonra yeniden aradığımda Yılmaz
seniz filmi reddedersiniz; ama ben size söz veriyo­ Ağabey telefonun öbür uçundaydı.
rum..." "Sansürden çıktı Yılmaz Ağabey, gözümüz ay­
"Peki Tarık Bey, dışarıda bekler misiniz?" dın, geçmiş olsun..."
Dışarı çıktım, kapı kapandı, beklemeye baş­ Yılmaz Ağabey havalara uçmuştu, çok sevin­
ladım. Uzun bir süre sonra kapılar açıldı. Hemen mişti.
içeriye daldım. "Hepimize hayırlı olsun Tarıkçığım, yarın ya
"Hayırlı olsun, oybirliğiyle çıktı," dediler. da öbür gün İsparta'ya gel..."
Müthiş sevinmiştim. Ne olur ne olmaz diye Sonra telefonu kapattık.
kararı hemen almak istiyordum. Bekledim. Biraz O gece Ankara'daki arkadaşlarımla bir evde
sonra karar da elimdeydi artık. sabaha kadar kafa çektim. Çok neşeliydim.
Ertesi gece Ankara'dan çıkıp, sabahın ilk sa­
Senaryonun adı : Bayram atlerinde İsparta'ya vardım. İsparta Yarı Açık Ce-
Ait olduğu kurum : Güney Film zaevi'ne ilk gelişimdi. Çevresi uyduruk dikenli
Senaryo yazarı : Yılmaz Güney tellerle çevrili, büyükçe, sarı bir binaydı. Daha ka­
Dosya no : 91134-618 pıya gelir gelmez anladım ki bütün gardiyanlar
Çekileceği yerler : İstanbul, Bursa, İzmir, beni bekliyordu. Yılmaz Ağabey'den duymuş ol­
Konya, Eskişehir, Mersin, malıydılar. Büyük bir sevgi gösterisiyle karşılan­
Adana, Bingöl, Gaziantep, dım. Beni hapishanenin mutfak tarafından içeri
Urfa, Diyarbakır, Ankara. soktular; kocaman bir mutfaktı, uzun uzun, gri
Çekileceği tarih : 1980-1981 renkte masalar ve sandalye yerine de banklar var­
Karar tarihi -.17.12.1980 dı. Ocaklar kapkaraydı ve kazanlar gördüğüm en

134 135
büyük kazanlardı. İçeride kimse yoktu. Bir mer­ dan benim tepkimi ölçüyordu. Öylesine akıllıydı
divenden yukarıya çıktık. Demir parmaklıklı ka­ k i , gözlerimin içine bakarak oyunu sürdürüyor,
pıdan geçip koridora geldik. Mahkûmlar koridoru hoşuna gitmeyen bir tepki verdiğimde oynadığı
doldurmuştu; hepsi, "Hoş geldin Tarık Abi," de­ karakteri tekrarlıyor, değişiklikler yapıyor, sonra
yip elimi sıkıyordu. Odaların demir kapıları kori­ yine devam ediyordu. Hiç kimsede olmayan o çe­
dor boyunca i k i yanda uzayıp gidiyordu, kapıların k i m gücüyle istediği an karşısındaki insanı gir­
ardında dörder-beşer kişilik ranzalar görülüyor­ dabına katıp sürükleyebileceğini düşünmüştüm.
du. Bir süre ilerledikten sonra Yılmaz Ağabey'in Gözlerimi ondan ayıramıyordum.
odasına geldik.
Yatağa oturmuştu. Önüne bir portakal sandığı
çekmiş, üstüne kâğıtları yaymış, elinde kalemler,
çalışıyordu. Beni görünce yerinden fırladı. Sa­ Karşılaşmamızın ve film tasarısının ilk heye­
rıldık; beni kollarıyla sımsıkı sardığını hatırlıyo­ canını atlattıktan sonra çay içip konuştuk. Hangi
rum. Keyfi yerinde olduğu zaman böyle yapardı; rolü oynamak istediğimi sordu.
uzun uzun, sıkı sıkı sarılırdı. Beni hemen çalışma "Hepsini birden oynamak istiyorum," deyin­
masası gibi kullandığı portakal sandığının yanına ce kahkahayı patlattı.
oturttu, senaryoyu anlatmaya başladı: "Bana sorsalar ben de bu yanıtı verirdim as­
"On i k i mahkûm: Battal, Mercan, Süleyman, lında, hepsini çok sevdim, hepsi de çok gerçek,
Seyit, Abbas, Mevlüt, Yusuf, Ömer, Mehmet, İs­ değil mi?" dedi.
mail, Hamza, Mirza... Hepsinin hikâyeleri hazır, Abbas'ı oynamamı istiyordu. Çok güzel bir
ama daha etlenmedi, sahneler ve diyaloglar yok." roldü, ama sonraki günlerde Abbas'ı ve Abbas'm
Hayranlık ve heyecanla dinliyordum. Hepsi­ olaylarını geliştiremeyeceğini fark etti. Bir hafta
nin hikâyesi bir başka güzeldi. Yılmaz Ağabey an­ sonra Seyit A l i rolüne geçtim. Daha sonraları onu
lattıkça coştu, coştukça anlattı... Anlatırken ayağa hapishanede ziyarete gittiğimde bana hep Seyit
kalkıyor, karakterleri oynamaya başlıyor, böyle Ali'yi oynamaya çalıştı. Çalıştı diyorum, çünkü
yaptıkça da yerinde duramıyordu. Bir an çocuk yazdığı karakterle oynadığı kişi farklıydı. Ben ka­
oluyordu, sonra birdenbire kocaman bir adam gi­ rakteri sert görünüşünün içinde yumuşak, seve­
bi dikiliyordu. Şivesi, mimikleri, jestleriyle sah­ cen, duygusal biri olarak yorumluyordum, Yılmaz
nedeki karakterleri karşılıklı oynuyordu. Sinirle Ağabey ise aksine acımasız, uzlaşmasız, aksi biri
bağırıyor, dişlerini sıkarak konuşuyor, sonra bir olarak.
başkasını oynarken en yumuşak, sevecen halini "Doğa adamı böyle olur, bunu mutlaka böyle
takmıyor, kahkahayla gülüyordu. Tiyatro seyre­ oyna," diye öğütlüyordu.
der gibi yerimden onu izliyordum. O da bir yan- Bir aralık gözümü kaçırmış olacağım, hemen

136 137
yakaladı: seçiyorum. İşte böylece sekizinci senaryoyu oluş­
"Ne oldu, beğenmedin mi?" diye sordu. "Kötü turuyorum."
mü oynuyorum dersin?"
İ l k günler kem küm ediyordum, ama gene ka­
rakterle ilgili böyle bir uyuşmazlığımız sırasında,
"Evet Yılmaz Ağabey, kötü oynuyorsun!" de­ 'Yol'un senaryosunun bitiş tarihi 23 Ocak
meye cesaret edebildim. 1980'di. Arkasından 'Dağ' adlı bir senaryoya baş­
Birden durdu; ciddileşti: lamayı tasarlıyordu. 'Dağ' hakkında da uzun
"Haklısın Tarık," dedi. "Bu hevese bir son uzun konuşmuştuk. Onda da oynamamı karar­
vermek gerek. Benim işim kameranın arkasında. laştırmıştık. 'Yol'daki rolüm Bingöl'deydi. Onu ta­
Oyunculuk artık bir kenarda beklemeli; senaryo mamlayınca Muş'a geçecek, 'Dağ' filmine başla­
ve yönetmenlik benim işim..." yacaktık. 'Dağ'ın yönetmenliğini Zeki Ökten ya­
O günden sonra bir daha karşımda hiç oyun­ pacaktı. Öncelikle sansürden geçirmek gereki­
culuk yapmadı, ama karakterlerin yapısı hakkın­ yordu.
da günlerce konuşmaya devam ettik. Aldım senaryoyu, gene ben götürdüm Sansür
Bütün görüşmelerin, tartışmaların, karşılıklı Kurulu'na. Reddedildi. Daha sonra Danıştay'a
değerlendirmelerin ardından Yılmaz Ağabey, 'Yol' başvurduk, orada da reddedildi. Gerekçe ikisinde
(Bayram) filminin senaryosunu tam sekiz kez de aynıydı: 'Dağı aşmak, emperyalizme karşı bir
yazdı. Sekizinci senaryoyu hapishaneden ben alıp savaştır; burada 'dağ' bir simge olarak kullanıl­
getirdim. Senaryonun arkasına şöyle yazmıştı: makta, bilinmeyen güçlere karşı savaşmak anla­
"Artık çok yoruldum. Bazı yerleri daktiloya mına gelmektedir' gibisinden i k i sayfa dolusu
çekemedim. Siz halledin. Başarılar." yazmışlardı.
Bir gün, Büyük bir keyif ve mutlulukla planlanan,
"Nasıl hallediyorsun? Sekiz ayrı senaryo, se­ ama hayata geçirilememiş bu hikâye, dağın ar­
kiz farklı hikâye; işin içinden nasıl çıkacaksın?" dında kurulu bir köyde başlıyordu. Yolları kardan
diye sormuştum. kapandığı için kuruldu kurulalı bu köyden kışın
"Diyelim, yedi senaryonun kesişen sahnele­ kimse kasabaya inmemişti. Oynayacağım adamın
rinden birini alıyorum: Abbas dağa çıkıyor. Yedi oğlu ölüm döşeğindeydi. Dört arkadaş, yüzyıl­
senaryoda da Abbas dağa çıkıyor. Ama her biri lardır kimsenin yapamadığını yapmayı göze alıp
farklı. Bunların hepsini ayrı ayrı yere seriyorum, hasta oğlanı hastaneye yetiştirmek üzere, hem
bir sandalyenin üstüne çıkıyorum, hepsine tepe­ dağı, hem de köyün kaderini aşmaya karar veri­
den bakıyorum. Yukarıdan bakınca her şeyi daha yorlardı. Yolda önce hasta çocuk ölecekti. Ama ba­
net görüyorum. Hangi hikâye daha güzelse onu ba, ötekilerden bunu saklayacaktı. Günler sonra

138 139
www.cizgiliforum.com

i k i ölü daha verilecekti. Her şeye karşın kasabaya duruldu!'"


inildiğinde baba, sadece, "Başardık," diyecekti... Donup kalmıştık.
Bu film, 'Yol' kadar büyük bir projeydi ama "Fatoş, bize söylemek istemediğin bir şey mi
onun kadar şanslı değildi. var? Sıkıyönetim'in işi mi bu? Lütfen; bilmek is­
tiyoruz."
"Hayır, böyle bir şey yok. Tamamen Yılmaz'm
kararı. Erden Kıral arkadaşımız yönetmenlikten
'Yol' filmine başlayalı üç ya da dört hafta olu­ alınmıştır, başka da herhangi bir olay yok."
yordu. Yönetmen Erden Kıral'la Cunda Adası'nda Figüranları uyandırdık:
çalışıyorduk. Hapishaneden izne çıkan mahkûm­ "Bavul topla."
ların sahneleri çekiliyordu. Motorlar, sandallar, Herkes bavulları topladı. Sokağa çıkma ya­
i k i otobüs dolusu figüran... Çekimler oldukça ya­ sağı kalkar kalkmaz otobüslerle İstanbul'a dönü­
vaş gidiyordu, öyle ki daha işin basındaydık ama lecekti. Hiçbirimiz olup bitenlere inanamıyorduk.
program altüst olmuştu bile. Önümüzdeki uzun Yılmaz Ağabey nasıl olurdu da filmi durdururdu?
rota bizi bekliyordu. Sırasıyla Bursa, Eskişehir, Kimseye bir şey söyleyemiyorduk.
Konya, Adana, Mersin, Gaziantep, Urfa, Diyarba­ Yeşilçam zaten kaynıyordu, her kafadan bir
kır, Bingöl'de önemli çekimler yapılacaktı. Bu ses çıkıyordu. Kimi, Erden Kıral yönetmenlikten
sırayla Türkiye'yi dolaşacaktık ama biz hâlâ Ay­ nasıl alınır, diyor, k i m i de film durdurulduğu için
valık'taydık. Elimizi çabuk tutmazsak kar kalka­ seviniyordu.
bilirdi; bu da çok büyük bir sorun olurdu. Ortalık karmakarışıktı.
Bir gece geç saatte odamın balkonunda oturu- Yılmaz Ağabey bir hafta sonra Moda'daki evi­
yorken, hemen aşağıda bir taksi durdu. İçinden ne geldi. Sabah saat yedide ziyaretine gittim.
Eatoş Güney çıkıp koşarak, telaş içinde otele gir­ Yılmaz Ağabey, elinde tuttuğu büyük bir kon­
di. Bir terslik olduğunu anlamıştım. Kapıda yaka­ yak kadehiyle kapıyı açtı. Sabah sabah konyak iç­
ladım: mesine şaşırmıştım. Kedi, karnında kocaman bir
"Ne oldu Eatoş, hayırdır? Sıkıyönetim'den bir yara bandıyla yerde baygın yatıyordu, Yılmaz
terslik mi çıkardılar?" Ağabey de ona bakıyordu... Ben de baktım... Uzun
"Tarık, hemen yönetmen, prodüksiyon amiri, bir aradan sonra,
bütün sorumlu arkadaşları topla, Yılmaz'dan tali­ "Tarık, bak şu kediye, bak, annem gibi," dedi.
mat geldi!" Donup kalmıştım. Ne demek istediğini günler
Acele toplandık. Merakla Fatoş'a bakıyorduk. sonra anlayacaktım.
"Arkadaşlar, Yılmaz Güney'in talimatıdır: 'Ba­ Neden sonra oturduk, konuşmaya başladık.
vul topla! İstanbul'a dön! Hemen şimdi! Film dur- Gerçekten Yılmaz Ağabey durdurmuştu filmi.

140 141
Gelişmelerden hoşnut kalmamıştı. Filmin güzel 'Film yönetmeni Şerif Gören Sıkıyönetim'ce
olmayacağını, aklındaki gibi olmayacağını anla­ serbest bırakıldı.'
mıştı. Yeni bir yönetmen bulmak gerekiyordu. Sevinçten havalara uçmuştum. Hemen Yıl­
Bütün yönetmenleri konuştuk. K i m kalkabilirdi maz Ağabey'i aradım:
böyle bir senaryonun altından? "Aman Yılmaz Ağabey, sakın yarın yola çık­
"O. Bu. Şu." ma, çok önemli bir haberim var, saat altı buçukta
"Yok, yok, yok." sendeyim," dedim.
"Yılmaz Ağabey, bir tek yönetmen var bunun Saati kaçırırım korkusuyla sabaha kadar uyu­
altından kalkacak, o da Şerif Gören," dedim. madım. Sokağa çıkma yasağının bitmesini bekli­
"Ama o da hapiste. Yapacak bir şey yok. Böyle gü­ yordum. Altı buçukta kapının önündeydim, elim­
zel bir senaryoyu harcamayalım, bekleyelim diye de gazete...
düşünüyorum. Bir yandan da, bu karmaşada filmi Yılmaz Ağabey'e büyük haberi verdim. Muş
bitirmemiz gerek, diyorum. Çünkü Sıkıyönetim yolculuğu bir gün ertelendi. Şerif Gören acele bu­
yerleştiğinde çekimler de tehlikeye girecektir..." lunacak, Yılmaz Güney'in evine getirilecekti.
Gece yarısına doğru karar almıştık: Filmi bı­ Bütün gün Şerif arandı. Şerif yok. Hiçbir yer­
rakıyorduk. Belki bir yıl, belki daha fazla bir süre de yok. Yılmaz Güney'in arkadaşları, Yeşilçam'-
için. Bu durumda o zamanın parasıyla beş milyon daki arkadaşlar, İstanbul'u karış karış aradılar,
Ura çöpe gidiyordu. ama Şerif Gören'i kimse bulamadı. Hiçbir yerde
Yılmaz Ağabey ertesi gün sabah erkenden Ze­ yoktu. Buhar olup uçmuştu. Nerede olduğunu
ki Ökten'le birlikte Muş'a hareket edecekti. Ha­ kimse bilmiyordu. Her yere haberler salındı, her­
pishaneden, 'annem hasta' diye izin almıştı. An­ kes bir yerlerde Şerif Gören için beklemeye baş­
nesi Muş'ta olduğu için Muş Savcılığı'na izin bel­ ladı.
gesini imzalatması gerekiyordu. Sonunda, o gece saat on birde, Şerif evinden
içeri girerken, Yılmaz'm adamları kapıda koltu­
ğunun altına senaryoyu sıkıştırmışlar,
"Bunu oku, yarın sabah erkenden şu adrese
Sokağa çıkma yasağı başlamadan Yılmaz gel, Yılmaz Güney seni orada bekliyor," demişler.
Ağabey'in evinden ayrıldım. Taksim'den geçer­ Ertesi gün gene sabah erkenden Yılmaz Ağa­
ken ertesi günün Milliyet gazetesini aldım. Film­ bey'in evine gittim. Şerif saat dokuz gibi geldi.
le ilgili her şeyin suya düştüğü gerçeğini içime Kafası sıfır numara tıraşlıydı. Hapisten bir gece
sindirmeye çalışıyordum. Gece evde gazeteyi önce geç saatte çıkmıştı. Sarılma öpüşme faslın­
okumaya başladım. En altlarda küçücük bir ha­ dan sonra, Şerif,
ber nasıl olduysa gözüme çarptı: "On i k i mahkûmun hepsini çekemem, altı

142 143
mahkûm olabilir; zamanımız yok, karlar erimeye vardık. Elimizde Konya Sıkıyönetim Komutanlı­
başlar," dedi. ğı'ndan film çekme izni vardı, ama onlar da çeki­
Yılmaz Ağabey: me izin vermediler.
"Şerifçiğim, senaryo sana ait. İstediğin sayfa­ Benim otobüs garı ve trene binme sahnelerim
yı çıkart. Nasıl istersen öyle olsun. Ama filme bir çekilecekti.
an önce başla. Muş'a gitmeyi bir gün daha erteler­ Bu kez kapı kapı dolaşıp, "Bakın bizim izni­
sem yarı açık cezaevi hakkımı kaybederim. Sıkı­ miz var," gibi boş laflar etmekten vazgeçmiş, kim­
yönetimle başınız belaya girmeden bitirin fil­ seye bir şey söylememeye karar vermiştik. Trene
mi..." binme sahnem gene gizli çekildi. Sonra sokağa
çıkma yasağı başlayana kadar minibüsle Konya
Böylece hızla filme başladık. Her şeyi yeni dışında dolaştık. Yasak başlama zamanına doğru
i k i minibüsle gara geldik; birinde ışıklar vardı,
baştan çekiyorduk. Hapishane sahneleri İstan­
öbüründe kamera, teknik ekip ve ben. Gardan
bul'da tamamlandı.
içeri girdikten bir süre sonra sokağa çıkma yasağı
Anadolu turu için yolculuk başladı. başladı. Çevrede yalnızca inzibatlar görünüyordu.
İ l k durağımız Bursa'ydı. Bursa Sıkıyönetim Gecenin çok geç bir saatinde çekime başladık.
Komutanlığı film için izin vermişti ama çekim sı­ Garın içinde ne varsa çektik, askerleri bile oy­
rasında engel oldular, izne karşın filmi çekemeye- nattık. Sabaha kadar bütün işimiz bitirmiştik.Ya-
ceğimizi söylediler. Tüm kapıları çaldık, ne yap­ sak kalkar kalkmaz Konya'dan da kaçtık.
tıysak olmadı. Israr edersek başımızın derde gire­
ceğini söylüyorlardı. Hemen Bursa il sınırlarını * * *
terk etmemiz emredildi.
Üç minibüsle sınırı terk ettik. Minibüslerden
birinin camlarına kamuflaj yapıp, çekilecek sah­ Çekilen negatifler kuryeyle İstanbul'a gönde­
nelerde görevli olan oyuncular ve kamerayla ye­ riliyor, İstanbul'da biriktiriliyor, parti parti Türki­
niden Bursa'ya girdik. Aracı uygun bir yere park ye sınırları dışına çıkarılıyor, İsviçre'ye ulaştırılı­
ettik. Kamerayı minibüsün içinde bırakıyor, ka­ yordu. Tehlikeli bir iş yapıyorduk. Yakalandığı­
palı perdenin aralığından çekim yapıyorduk. mız an hepimiz hapse girebilirdik. Tüm ekip bu­
Dört-beş saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bi­ nun farkındaydık ve hepimiz buna razıydık. En
tirip Bursa'dan kaçtık. azından, çekilmiş negatiflere el koyamayacakla­
rını biliyorduk.
Gece bir yerlerde konaklıyor, gündüz yollarda
çekim yapıyorduk. Minibüsün içini, yol geçişleri­ Konya'dan sonra Adana'ya gitmemiz gereki­
ni falan çekiyorduk. yordu, ama karlar erimek üzere olduğundan hızla
Konya'ya doğru yol alıyorduk. Akşama oraya Diyarbakır'a, oradan Bingöl'e giderek tersten bir

Anne Kafamda Bit Var 145/10


144
yay çizmeye karar verdik. Urfa, Gaziantep, Ada­ tam takım, i k i cemse dolusu asker vermişlerdi
na, İstanbul; filmin en önemli sahneleri bu şehir­ yanımıza. Ama askerleri filme almak yasaktı. Biz
lerde geçiyordu. Senaryonun tamamını gizü ka­ de bunun için söz vermiştik. Hemen çekime baş­
merayla çekmemiz olanaksızdı. Askeri giysiler, ladık. Cemseleri, askerleri şehrin ortasına yaydık.
gerçek silahlar, askeri araçlar bulmak, rütbeli rüt­ Kameranın önünde ben duruyordum ama kame­
besiz birkaç subayı filmde oynatmak gerekiyor­ ra hep askerleri çekiyordu. Onların halkla konuş­
du. Nasıl yapacaktık, bilmiyorduk. Sıkıyönetim'i malarını; itişmeleri, kakışmaları, her şeyi çekmiş­
atlatmanın başka yollarını bulmak gerekiyordu. tik. Olup biteni anlamadılar. Daha sonraki günler­
Yeni bir yöntem denemeliydik. de işi iyice abartıp askere diyaloglar vermeye,
otobüsleri durdurtup arama tarama yaptırmaya
Ekibin tamamı, Diyarbakır'a gelip otele yer­ başlamıştık. Urfa'da bir manga askere, köy bas­
leşmişti. Ertesi gün, sabah erkenden, elimde Di­ kını ve sonrasında olanları oynattık, harika sah­
van Pastanesi'nden alınmış bir kutu çikolatayla neler oldu. Bunlar için askere teşekkür etmek ge­
sansür senaryosunu Diyarbakır Sıkıyönetim Ko- rek. Gerçek askerler oynamasaydı, bu kadar gü­
mutanlığı'na götürdüm. Komutanla görüşmeyi zel bir iş çıkacağını sanmıyorum. Çekilen negatif­
bekliyordum. Rahat görünmeye çalışıyordum ler aynı gün İstanbul'a gönderildi.
ama heyecandan ölecektim. Kısa bir süre sonra,
omzu kalabalık bir subayın karşısında yerimi al­
dım. Komutan benimle sıcak konuşuyordu. San­
sür Kurulu'na attığını palavraları ona da söyle­
dim. Komutan senaryoyu karıştırdı. Bir ara ağzın­
dan,
"Olabilir, ama senaryoyu incelememiz gerek,"
gibisinden bir söz çıktı.
Hemen cesaretlendim:
"Komutanım, Diyarbakır'da film çekmek çok
zor. Şehir çok karışık. Güvenliğimizin sağlanma­
sı gerek. İ k i cemse asker sabahtan akşama kadar
bizi beklemeli."
Komutanın yanıtı umut vericiydi:
"Senaryoyu okuyalım, yarın gerekeni ya­
parız."
Ertesi gün izin çıkmıştı. Silahları, her şeyleri

146 147
5. Bölüm

Nerede Kalmıştık, Burası Selimiye


Çok derin bir uyku uyumuştum, akşam yeme­
ği gürültüsüyle ancak uyandım. Asker, hücremin
parmaklıklarından içeri yemek kaplarını sokuş­
turdu. Yerimden kalkmaya hiç niyetim yoktu. Bir
sigara yakıp seyrettim. Aklım başka yerlere git­
mişti, 'Yol filmini' düşünüyordum. Ne büyük bir
serüven yaşadığımızı, ama şimdi içinde bulundu­
ğum durumun da az buz serüven sayılmayacağı­
nı... Bakalım neler olacaktı.
O anda birden aklıma geldi: Serbest bırakılır-
sam Türkiye'den kaçacaktım. Hem de hemen er­
tesi gün. Kaçacaktım. Bir daha ne hapishaneye ne
hücreye girme niyetindeydim. Aklımda kaçmak­
tan başka bir düşünce yoktu. Nasıl olur, ne zaman
olur, bilmiyordum, ama bir yandan yemeğimi
atıştırıyor, bir yandan da verdiğim kararı arka ar­
kaya yineliyordum.
Farelerime yemek verdim.
Pencerenin altına kıvrıldım, ceketimi üstüme
çektim.
Uyuyamıyordıım. Allanın belası lamba hiç
sönmüyordu. Sağa döndüm, sola döndüm, olma­
dı. Ceketimi iyice kafama çektim.
Tam kendimden geçmek üzereyken ceketi­
min üstünden ağır bir kedi yürüdü; patilerini iyi­
ce basa basa bir kedi geçti üstümden. Kedi mi?

151
Hayır, kedi değil, fareydi bu! Fırladım! Sağa, sola,
her yere baktım, yoktu. Tuvalete baktım, yoktu.
Ama kolumun üstünden ağır bir hayvan yürüyüp
geçmişti, hâlâ hissediyordum. Kocaman bir şeydi. Beni kalabalık, kocaman bir hücreye koymuş­
Kedi olamayacağına göre mutlaka fareydi... Peki lardı. Ortadaki kırk-elli kişinin oturabileceği
ama neredeydi? Kafayı yiyor olabilir miydim? İ l k uzunca bir masa, hücreyi ikiye bölüyordu. Yere
kez içimi bir korku bastı. Sabahı zor ettim. askeri battaniyeler serilmişti. Şişmanca, yaşlıca
Ertesi günkü havalandırmadan dönüşte, hüc­ birinin yerde yattığını, birkaç kişinin de duvara
reden içeri girip tuvaletin kapısı olarak kullan­ yaslanmış bana sırıttığını gördüm. Ötekiler ayak­
dığım battaniyeyi açtığımda, kafam kadar bir sı­ taydılar. K i m i , "Geçmiş olsun," diyor, k i m i toka-
çanla karşılaştım. Kendini bir o duvara bir bu du­ laşıyordu. Biri,
vara vuruyordu. Kafasını tuvaletin deliğinden "Bitli misin abi?" dedi.
içeri sokuyor ama giremiyordu; delikten daha bü­ "Elbiseler temiz, ama kafam kaynıyor," de­
yüktü. Kuyruğunun uzunluğu kolumun boyuyla dim.
eşitti. Bu manzarayı görünce, askerin henüz kilit­ Neden burada olduğumu merak edenlere an­
lemediği kapıyı omuzlayıp, kendimi koridora at­ latmaya çalıştım. Benim de aralarında olmamdan
tım. Koştum durdum. Arkamdan da gardiyan as­ dolayı keyifli görünüyorlardı, moralleri düzelmiş­
ker koşuyordu. Kalabalık hücrenin önünde yüz­ ti.
başıyı yakaladım. Hücredekiler merakla bana ba­ Duvara yaslanmış çocuklardan biri, fareyle i l ­
kıyorlardı. gili saçma sapan bir şey söyledi, o grup kahkahay­
"Yüzbaşım, hücrede kocaman bir fare var," la gülerek yerlere yattı. Abartılı bir şekilde gülü­
dedim; elimle kolumla da fareyi tanımlamaya ça­ yorlar, fare olayında verdiğim tepkiyle alay edi­
lışıyordum. yorlardı. Sinirime dokunmuştu. Karşılık vermeye
Hücredekiler başladılar gülmeye. Gürültülü çalıştım, yanımdaki çocuklar beni susturdu.
kahkahalar atıyorlardı. Bu kargaşanın içinde ko­ Hücredeki alaycı topluluğun faşistler olduğu­
nuşuyor, nu anladım. Ötekiler solculardı. Her fraksiyon­
"Beni hiçbir kuvvet o hücreye sokamaz, bana dan çocuk vardı. Çoğuyla aynı zamanda Birinci
işkence yapıyorsunuz!" diye bağırıyordum. Şube'de de bulunduğumuz anlaşıldı.
Telaş ve panikle arka arkaya konuşuyordum. Yerde arkası dönük yaşlı bir adam yatıyordu.
Yüzbaşı sırıtarak yüzüme baktı, büyük hücrenin Yüzünü göremiyordum. İriyarı, şişmanca, saçları
kapısını açtırdı. beyazlaşmış biriydi; hafif hafif inüyordu. K i m ol­
"Gir bakalım," dedi. duğunu sordum. Devrimci İşçi Sendikaları Kon­
Hemen içeri daldım. federasyonu örgütlenme şefiymiş. Erzurum ya da

152 153
du. Kendimi nasıl korumam gerektiğini düşün­ nin duş yapmaya niyeti yoktu, herkes yerinde
düm. Gardımı aldım, beklemeye başladım. Asker oturuyordu. Tuvalete doğru yöneldim. Çocuklar
bir anda kapıyı kapattı. banyo yapacağımı anladılar, şaşkınca baktılar. Bi­
"Gel benimle," dedi. risi,
Havalandırmaya doğru yürüdük, dışarı çık­ "Aman Tarık Abi, sakın banyo yapma, yanar­
tık. Çevre karanlıktı. Dışarıdan yansıyan hafif bir sın," dedi.
ışık görünüyordu. Karşı karşıya durduk. Birbiri­ Çocuğa, ne demek istiyorsun gibilerden bak­
mizin gözlerinin içine baktık. Ben sakin görün­ tım.
meye çalışıyordum. Asker dişlerini sıktıkça gözle­ "Abi, soğuk su yoktur, yalnızca sıcak su. Haş­
rinden alev fışkırıyordu. Yumruğunu sıkıp sıkıp lanırsın. Soğuk suyu açmıyorlar."
bıraktı. Her an bir yumruk gelecek gibiydi ama Yerimden kalkmıştım bir kere:
gelmiyordu. Gene dişlerini sıktı, yumruğunu sık­ "Olsun, ben bir yolunu bulurum."
tı. Vuramıyordu. Bunu hissetmiştim. Tuvalete girdim, suyu açtım. Parmağımı değ­
"Sıkıysa vursana," dedim. dirmemle birlikte çekmem bir oldu. Felaket sı­
"Sen vur," dedi. caktı... Dedikleri gibi soğuk su yoktu. Ne yapaca­
Birden rahatladım. Kavga etmeyeceğimizi an­ ğımı düşündüm. Alaturka tuvaletlerde kullanılan
lamıştım. küçük maşrapalardan birinin içine sıcak suyu
"Aslanım, ben sana vuracak kadar enayi deği­ doldurdum. Soğumasını beklerken soyundum.
lim. Ola ki sen bana vurursun, gene elimi kaldır­ Yavaş yavaş vücuduma dökerek alıştırdım.
mam. Ama askerliğin bittiği zaman seni memle­ Banyom bitince dışarı çıktım. Herkes şaşkın­
ketinde bulurum. Bir de bunu düşün." lıkla dönüp baktı. Istakoz gibi kıpkırmızı olmuş­
Bir süre sonra adam yumuşadı. Saçma sapan tum. Hatta morarmıştım. Ama bitlerim olduğu gi­
bir şeyler daha konuştuk. bi duruyordu.
Merdivenlerden aşağıya inerken, hücredeki
çocukların hepsi merakla bize bakıyorlardı. Ben
gülümseyince bir şey olmadığını anladılar.
Askerin biri seslendi, yanma gittim. Eliyle ka­
ranlık hücrelere giden tarafı gösterdi:
"Hüseyin diye biri sana selam gönderdi."
Ertesi gün, Demek Hüseyin gelmişti. Nasıl sevinmiştim
"Hücrede sıcak su akıyor," dendi. anlatamam.
Haftalar sonra i l k kez yıkanmaya karar ver­ "Sen de ona selam söyle," dedim, bir paket de
dim. Kafam bit kaynıyordu. Benden başka kimse- sigara gönderdim.

157
156
Bir süre sonra ondan da bana i k i paket sigara ra takılıyordu: '1 no'lu S.Y.K. Savcılığı', '3 no'lu
geldi. www.cizgiliforum.com S.Y.K. Hâkimliği','... savcılığı,... hâkimliği'. Yürü­
dük, yürüdük. Bir savcılığın önünde durduk. He­
men banka oturdum. Önümden elleri kelepçeli
çocuklar, gazeteciler geçiyordu. Ellerinde fotoğraf
Ertesi gün askerin biri, makineleri vardı, ama resim çekemiyorlardı. Se­
"Tarık Akan, toparlan, sorguya!" dedi. lam bile vermeye çekmiyorlardı. Bir tek Cumhu-
Telaşla yerimden fırladım. Ne yapacağımı bi­ riyet'ten Deniz isminde bir gazeteci, "Merhaba!"
lemiyordum. Aceleyle ceketimi giydim, ayakka­ diyebildi.
bılarımı ayağıma geçirdim. Asker kapıda bekli­ Odadan bir asker çıktı. Beni getiren askere
yordu. Sanki her an gidecek, beni sorguya götür­ başıyla 'gir' işareti verdi.
mekten vazgeçecek gibi duruyordu. Bir yandan Asker elimdeki kelepçeyi açmaya çalıştı. De­
askere bakıyordum, bir yandan çocuklarla veda- rin bir nefes aldım, verdim. Tamam, hazırdım; ne
laşıyordum. En son DİSK'li arkadaşla tokalaştım. olacaksa olacaktı artık. Kapıdan içeri girdim.
Koridora çıktık, kapıya doğru yürüdük. Kor­
ku, heyecan, sevinç her şeyi bir arada yaşıyor­ Dört masa konmuştu; savcılar masaların ar­
dum. Buradan sonra beni bekleyen ya çıkış ya ha­ kasında duruyorlardı, yanlarında sekreterler otu­
pisti. Eşyalarımın alındığı yere geldik. Asker, ke­ ruyordu. Kapıda bekledim. Hangisinin yanma gi­
lepçe çıkarıp bileklerime geçirdi. Bunu hiç bekle­ deceğimi kestirmeye çalışıyordum. Onlar da bana
miyordum. Neden kelepçe takılıyordu ki? Hapse bakıyorlardı. Bir tanesi eliyle, 'gel' yaptı. Camın
gireceğimi düşünmekten kendimi alamadım. kenarındaki masanın karşısında, ayakta durdum.
Durmadan yürüyorduk. Selimiye'nin avlusuna Savcı başını hiç kaldırmadı. Dosyamı karıştırıyor­
geldik. Bütün askerlerin gözleri benim üzerim­ du. Öbür masalardan yükselen daktilo seslerini
deydi; bir kelepçeye, bir bana bakıyorlardı. Bir­ duyuyordum. Sekreter kız göz ucuyla bana baktı.
den çok utandım. Kelepçeyi saklamaya çalıştım; Ben pencereden dışarı bakıyordum. Çok uzaktan
başaramadım. Selimiye'nin savcılık bölümüne arabaların, insanların geçtiğini gördüm. Hayatı
giden merdivenleri çıkıyorduk. Tedirgindim. Ya­ seyrediyordum.
nımdan geçen herkes bana bakıyormuş gibi geli­ Derken savcı konuşmaya başladı. Aynı anda
yordu. Sinirliydim. Gittikçe tedirginliğim, tela­ daktilo da başladı. Birden ortalığı inanılmaz bü­
şım artıyordu. Bir koridora geldik; geniş; koca­ yük bir gürültü kapladı. Ne dediğini anlamıyor-
man, temiz bir koridordu. Her odanın kapısının dum. Bana bir şey mi soruyordu?.. Can kulağıyla
yanında bankaların verdiği birer bank, bir de as­ dinliyordum ama hiçbir şey duyamıyordum. Sek­
ker vardı. Gözüm kapıların kenarındaki tabelala- reter durmadan yazıyor, savcı alçak bir sesle, ara-

158 159
lıksız konuşuyordu. Yani sekreter duyuyordu ama lerim. Konuşmamın tamamını Birinci Şube'deki
ben savcının dediklerini anlamıyordum. Çıldıra­ ifademde ayrıntılarıyla yazdım efendim."
cak gibi oldum. Sonra öbür daktilolar da çalışma­ "Peki, Almanya'dan ihbar mektupları geliyor,
ya başladılar; gürültü dayanılmaz oldu. İçerisi bunları söylediğine dair. Bu konuda ne diyecek­
fabrika gibiydi. Savcı mırıl mırıl konuşuyor, dak­ sin?"
tilo harıl harıl yazıyordu. Baktım olacak gibi de­ Şaşakalmıştım. Nereden çıkmıştı bu şimdi?
ğil, gene dışarıya bakmaya başladım. Bir süre "Çamur at, izi kalsın, diye düşünenler olabilir,
sonra savcının bağırışıyla kendime geldim: efendim."
"Baba adı... Baba adı!" "Yılmaz Emirbükü, Mehmet Polater, Semih
"Yaşar." Kara, Osman İsmen; bu kişileri tanıyor musun?"
"Anne adı?" "Hayır, hiçbirini tanımıyorum efendim. Ko­
"Yaşar." nuşmam sırasında yanımda sanatçı arkadaşlarım
Savcı sinirlenmişti. İyice bağırdı: vardı, onlara sorabilirsiniz: Halit Kıvanç, Müjdat
"Anne adını sordum!" Gezen, Perran..."
"Yaşar, efendim..." "Tamam, tamam. Biz ne yapacağımızı biliriz.
"Peki baba adı ne" Siyasi Şube'deki ifadeni olduğu gibi kabul ediyor
"O da Yaşar... İkisi de Yaşar, efendim..." musun?"
Savcı ters ters yüzüme baktı: Bir an düşündüm.
"Peki, peki, yaz kızım... Neden tutuklandığını "Evet..."
biliyor musun?" "Yaz..."
"Biliyorum." Daktilo gene başladı. Gene savcının daktilo
"Anlat o zaman..." kıza neler yazdırdığını duyamıyordum. Söyledik­
Almanya'da ödül aldığım sırada yapmış oldu­ lerinden hiçbir şey anlamıyordum. Konuştukla­
ğum konuşmayı, Tercüman gazetesinin yanlı ve rımızın özetini yazdırıyor olmalıydı. Bütün gücü­
yanlış olarak yayınladığını anlattım. mü verip dikkatimi toplamaya çalıştım. Bazı söz­
Savcı sordu: cükleri zorlukla duyabildim. Arada benim söyle­
"Peki bu konuşmayı yaparken, sol yumruğun mediğim sözcükler de geçiyordu. Ne yapmam ge­
havada, 'Birinci Kurtuluş Savaşı'm kaybettik, rektiğini düşünürken, kulağıma bir söz çalındı:
İkinci Kurtuluş Savaşı'm kazanacağız,' dedin "Tutuksuz yargılanmasına..."
mi?" İnanamamıştım. Dikkat kesildim: Evet, "Tu­
"Hayır, böyle bir şey söylemedim. Konuşma­ tuksuz yargılanmasına," diyordu savcı. O an he­
mın içinde bu anlama gelen herhangi bir şey yok­ yecanım, telaşım bitti. Duygularım tükendi. Her
tu. Kültür emperyalizmiyle ilgiliydi tüm söyledik- şeyim bitti. Kendimi çuval gibi hissettim. Sevine-

160 Anııe Kafamda Bit Var 161/11


medim bile. Bir süre sonra daktilo durdu. Askere kıyor, benden yanıt bekliyordu. Paraları yavaşça
küçük, imzalı bir kâğıt verildi. Dışarı çıktık. As­ alıp cebime soktum. Bir süre konuşmadan ba­
ker yanımdaydı. Kelepçesizdim. Koridorda yürü­ kıştık. Sonra yüzbaşı polise döndü,
yorduk. Neşeli olmam gerekirken sinirlerim git­ "Aç kapıyı," dedi.
tikçe geriliyordu. Sanki dışarı çıkmak anlamını Yüzbaşının yüzüne bakarak Selimiye'den çık­
yitirmişti... Öyle garip bir haldeydim. tım.

Eşyalarımı teslim ettiğim giriş yerindeki kü­


çük odaya geldik.
Yüzbaşı oradaydı.
Erler çıkışım için çalışıyorlar, büyük defter­
lere bir şeyler yazıyorlardı. Bir yandan da on bin
markımı sayıyorlardı.
"Yüzbaşım, benim hücrede DİSK davasından
yatan arkadaştan borç almıştım, gönderebilir mi­
y i m asker arkadaşla?"
"Ne kadar?"
"On beş bin lira."
"Peki."
Parayı verdim, götürdüler.
Pasaportumu, kemerimi, marklarımı teslim
aldım.
Ama güneş gözlüğüm çıkmadı. Her yere
bakıldı, yok. İşlemlerimi tamamladım.
Selimiye'nin büyük kapısına yaklaşırken yüz­
başı sinirle yanıma geldi:
"Tarık Akan! İçeriye para yardımı mı yapıyor­
sun?.. Borç aldım dediğin adam, 'Ben kimseye pa­
ra vermedim, zaten param da yok,' demiş. Atarım
seni tekrar içeriye!"
Yüzbaşı, elindeki paralarla gözümün içine ba-

162 163
6. Bölüm

Yeniden Dışarıdayım

165
Büyük kapının dışında durdum. Hava çok gü­
zeldi, güneşli, pırıl pırıl bir gün olduğunu hatır­
lıyorum. Şöyle bir çevreme bakındım. Ne yana gi­
deceğimi kestiremiyordum. Önümdeki büyük
açıklıktan ilerisi Kadıköy-Üsküdar yoluydu. Açık­
lığın orta yerine, içinde ana babaların bekleştiği
kocaman bir askeri sahra çadırı kurulmuştu. Ya­
nıma eli tüfekli bir er geldi:
"Ne o hemşehrim, ne bekliyorsun?"
"Ne yana gideceğim, onu düşünüyorum," de­
dim.
Eliyle şöyle sol yanı, yukarıyı gösterdi. Üskü­
dar'a doğru yürümeye başladım.
Asker arkamdan bağırdı:
"Yahu sen Tarık Akan mısın?"
Önce hiç oralı olmadım.
"Tarık Abi, geçmiş olsun!" dedi sonra.
Hoşuma gitti. Döndüm, el salladım.
Yolda tek başıma yürüyordum; benden başka
kimse yoktu. Sol yanımda Selimiye vardı, sağda
sahra çadırı. Tutuklu yakınlarının meraklı bakış­
ları ortalığı sarmıştı, herkes çoluğundan çocuğun­
dan bir haber alabilmenin peşindeydi.
Boşlukta öylece yürüyormuşum gibi geliyor­
du. Dışarıda olmak ne mutluluk vermişti bana,
ne de sevinç. Hiçbir şey yapmak istemiyordum.

167
Zaten ne yapacağımla ilgili hiçbir fikrim de yok­ Amerikan arabasıydı. Koltuklar rahat, araba ge­
tu. Heyecan ve merakla geçirdiğim o gergin tu­ nişti.
tukluluk süresinin ardından birden sinirlerim bo­ Annemi babamı sordum.
şalmış, her şey anlamsızlaşmıştı. "Annem iyi ama babam..."
Kimbilir ne kadar zaman sonra, yürümekten Öylece kaldı, söylemek istemedi.
yoruldum. Terlemiştim de. Ceketimi çıkardım, "Abi ne oldu, söylesene."
elime aldım. Beyaz gömleğimin rengi tanınmaya­ Israrıma dayanamadı:
cak bir hal almıştı, ilk kez dikkatimi çekiyordu. "Sen içeri girdikten kısa bir süre sonra ba­
Bu leş gibi kılıkla nereye gidilirdi ki? Ne yapılır­ bamı hastaneye kaldırdık, sol yanma felç geldi.
dı, nereden, nasıl başlamalıydı?.. Düşünüyordum. Cerrahpaşa beyin servisinde beş gün kaldı. Dok­
Kalabalıkça bir yere gelince ceketimi tekrar giye­ torlar hiçbir şey yapamadı. Sonra bizim Üstün
rim diye geçirdim içimden. Son askeri bariyerden Korugan geldi, 'Yahu şu adamın şekerini ölçün,'
çıktım. dedi. Sonuçlar geldi k i , babamın şekeri dört yüz
Birden karşımda ağabeyimi gördüm. Olacak elli! Düşünebiliyor musun, dört yüz elli! Beş gün­
şey değildi. İ l k anda, şans işte, diye düşündüm. dür babam orada öylece yatıyor da hiçbir dokto­
Birbirimize sarıldık. Konuşmadan öylece durduk. run akhna kan şekerine bakmak gelmiyor. Bir in-
Sonra omuzlarımdan tutarak beni kendinden sülin yaptılar, hemen kendine geldi. Günler sonra
uzaklaştırdı; yukarıdan aşağıya bana bakıyor, te­ hastaneden yürüyerek çıktık. Şimdi i y i . "
peden tırnağa süzüyordu. Ben, bakalım ne diye­ Gözyaşlarımı ağabeyimden saklamaya çalış­
cek, diye merakla gözlerinin içine bakıyordum. tım, dışarıya baktım. Sokaklardan, caddelerden
"Gel bakalım. Pek i y i görünmüyorsun," dedi, geçiyorduk. Bir sürü araba, üst üste insanlar, ka­
elini omzuma atıp beni arabaya doğru yönlendir­ labalık... Herkes birbirinin yaşamından habersiz,
di. Konuşmadan yürüyorduk. Neden sonra: bir yol tutturmuş gidiyordu, kimse kimsenin
"Neler oldu Tarık?" dedi. umurunda değildi; kimse böyle bir çaba içinde de
O an konuşamadım. Söyleyecek şey bulama­ değildi. Derin bir nefret duydum. "Hapse girmek
dım. istiyorum, çünkü bu kalabalığı hiç sevmiyorum,"
"Boş ver abi," dedim; gırtlağıma bir şey sap­ dedim içimden. Sinirlerim bozulmuştu. Selimi­
lanmıştı, ağlamamak için kendimi zor tutuyor­ ye'nin kapısından çıktığımdan beri büyüyen boş­
dum. luk sonunda en üst düzeyine ulaşmıştı.
Durumu anladı. Bir süre hiç konuşmadan yü­ Birden,
rüdük, arabanın yanma geldik. "Nereye gidiyoruz?" dedim.
"Boş ver Tarıkçığım, boş ver kardeşim. Hadi "Leş gibisin oğlum. Galatasaray Hamamı'na
geçmiş olsun. Atla arabaya," dedi. Büyükçe bir gidelim, tellak bir tanıdığım var, seni iyice bir

168 169
yıkar..." Gözümdeki sabunları sildim. Karşımda ağa­
"Abi kafamda bit var. Sirke ve bit kaynıyor beyim bana bakıp gülüyordu.
üstüm başım... Tellağın başa çıkacağı iş değil. Gel "Nasıl öğrendin ağabey?" dedim.
şuradan bir bit şampuanı alalım," dedim. "Hadi çıkalım artık," dedi.
"Sen karışma, o gereğini yapar," dedi. Çıktık. Ağabeyimden bir şey öğrenememiş­
Boğaz Köprüsü'nün üzerinden geçerken İs­ tim. Tertemiz havlulara sarınıp çay içtik. Temiz­
tanbul'u seyrettim; muhteşem bir şehirdi burası, lenmek içimi boşaltmıştı. Bir yerlerde yeni ve gü­
dünyanın en güzel şehriydi. İstanbul'a tepeden zel bir şeyler vardı ama sanki ben bezginlikle her
bakmak belki çok az insana nasip olacak bir ayrı­ şeyin dışında duruyordum. Hamamdan ayrılırken
calıktı ama insanın gözü bağlanıyordu da görmü­ ağabeyim oradakileri uyardı:
yordu işte... "Elbiseler bitli, aman kimse giymesin."
Galatasaray Hamamı'nın önüne gelmiştik.
Ağabeyim elinde büyükçe bir torba taşıyordu.
İçeri girerken sordum:
"O torba ne torbası?" Annemlere geldik. Beşinci kata çıkacaktık ve
"Sana temiz kılık getirdim." asansör yoktu. İ l k katı çıktık, ayaklarımda titre­
Birden durdum. Demek şans eseri karşılaş­ me başladı. Ağabeyime çaktırmak istemedim. Bir
mamıştık yolda. kat daha çıktık... Yok... Olacak gibi değildi, çıka-
"Salıverileceğimi nereden biliyordun? Hem mıyordum, dayanamıyordum, nefes nefese kal­
de bugün, bu saatte?" mıştım. Ağabeyim,
"Eazla uzatma; yürü!" "Biraz dinlen," dedi.
Ortada benim bilmediğim bir şeyler dönüyor­ Tırabzana futundum. Kendimi yüz yaşında
du. Bu adam bir şeyler karıştırmıştı, ama ne yap­ gibi hissediyordum. Eve kadar tırmanmak zaman
tığını anlayamamıştım. aldı. Kapının önünde ağabeyim zili çalacakken
Tas, takunya, su. Konuşmalar hamam içinde elini tuttum. Nasıl nefes nefese olduğumu işaret
yankılanıyordu. Selimiye çıkmıyordu aklımdan ettim. Biraz soluklandım, sonra,
ama gene de suları döktükçe rahatlıyordum. Tel­ "Tamam," dedim.
lak, tepemde dikilmişti; kafamı ellerinin içine al­ Kapıyı annem açtı; boynuma sarıldı, ağlama­
mış, durmadan karıştırıyor, i k i elinin tırnaklarını ya başladı. Arkasında ablamla eniştem bekliyor­
birbirine sürterek kafamdaki bit ve sirkeleri kır­ du; Muğla'dan gelmişlerdi. En arkada babamı
maya çalışıyordu. Saatlerce uğraştı. Sonra bir ara, gördüm. Bana bakıyordu.
"Yeter artık, pestilim çıktı, bayılacağım," de­ Annemi yatıştırmaya çalıştım, gözyaşlarını
dim. sildim. Ablamla eniştemi öptüm. Babamın karşı-

170 171
smda durdum. Küçüklüğümden beri babama özel
bir saygı ve hayranlık duyardım, ona 'Generalim' Sofraya şöyle bir göz attım: Annem en sevdi­
derdim. Levazım subayı olarak albaylıktan emek­ ğim yemekleri yapmıştı. Ağabeyim gözünü ben­
li olmuştu; general olmayı çok istemişti. Olmadı. den kaçırdı. Yemek arasında gene sordum:
Karşısında asker selamı çakar, bağırarak, "Gene­ "Baba, ağabeyim bugün, bu saatte çıkacağımı
ralim, emret!" derdim. Tam bir askerdi ve ordu­ nereden biliyordu?"
nun ve devletin çıkarı için her şeyi feda edebilir­ Masada bir an soğuk bir rüzgâr esti. Annem
di. 1959 yılında Kayseri'de ben on yaşındayken havayı yumuşatmak için beni şakayla azarladı:
askeriyenin artık deri parçalarını annemin eve "Aman sen de; çıktın ya işte, daha ne!"
getirmesi yüzünden çıkan arbedeyi hatırladıkça Ağabeyime baktım, dudağının kenarında tu­
hâlâ yüreğim ağzıma gelirdi. haf bir hareket sezdim.
Mermi gibi bakışları beni gene deldi geçti, Babam konuşmaya başladı:
aklımdakileri okudu, yaşadıklarımı öğreniverdi. "Sen içeriye girdiğin zaman ben general bir
Çok akıllı adamdı. Onun yanında ona hiçbir şey arkadaşıma gittim. 'Bana bak, oğlum Siyasi Şu-
anlatma gereği duymadığımı, çünkü zaten neler be'de, ona dikkat et. Senden bir tek isteğim var:
hissettiğimi bildiğini düşündüm. Oğluma işkence yaptırma,' dedim. Adam söz din­
"Sana tek bir şey soracağım Tarık, bana doğ­ lemiş demek..."
ruyu söyleyeceksin," dedi. Yemekler boğazıma takıldı, ne diyeceğimi bi­
"Buyur baba, sor." lemedim. Babam sordu:
Annem, ablam, ağabeyim, eniştem merakla "Mahkeme ne zaman başlar dersin?" dedi ba­
bakıyorlardı. Ben de meraklanmıştım; her şeyi bam.
zaten bilen babam ne öğrenmek istiyor olabilirdi "Ne bileyim... Biraz kendime gelince avukatı­
ki. ma giderim," dedim, kestirip attım.
"Sana işkence yaptılar mı?"
Ağzımdan bir 'Hayır' çıktı ama, öyle süklüm * * *
püklüm, öyle cılız bir hayırdı k i , her yöne çekile­
bilirdi. Sonra neyse ki birbirimize sarıldık da yüz Yemekten sonra annemin odasına gittim. Ba­
ifademden anlamlar çıkaracak diye korkmama şımı dizlerine yasladım. Kafamda bir yeri işaret
gerek kalmadı. Neden sonra: edip,
"Hadi bakalım, otur sofraya, yemek yiyelim," "Burada bit var," diye tutturdum. "Çok kaşı­
dedi babam. nıyor. Tam şurası. Bak bit yürüyor, öldür onu."
Annem çocukluğumdaki gibi i k i elinin işaret
* * *
parmaklarıyla aranmaya başladı.

172 173
"Yok oğlum. Burada yok bir şey."
"O zaman bir de şuraya bak."
Annem,
"Temiz burası," diyordu.
Ben başka bir yeri işaret ediyordum.
"Yok," diyordu.
Ben, başka bir yeri... Elleri kafamda gezinir,
parmakları saçlarımın arasında dolandıkça elleri­
ni hiç çekmemesini istiyordum.
"Şurası, şurası, şurası..." diye uzattığımı gö­
rünce,
"Yok oğlum, vallahi yok, olsa kırmaz mıyım!"
deyip parmaklarının ucu ile şöyle bir vurdu-itti- 7. Bölüm www.cizgiliforum.com
sevdi; hepsi bir arada.
Üç gün evden çıkamadım. Üç gün de her fır­
satta, günde dört-beş kez annemin önüne çömel-
dim, dizlerine yaslandım, birlikte kafamda bit
aradık. Ne bit bulduk ne sirke. Bir Şeyler Yapmak Zamanı

Şeref Gür ve Atıf Yılmaz'dan bir film önerisi


geldi: 'Delikan' adlı bir film. Siyasi bir film değil­
di, bir aşk hikayesiydi. Müjde Ar'la oynamamı is­
tiyorlardı. Benimse aklımda yurtdışına kaçmak
vardı. Henüz avukatımla konuşmamıştım ama Si­
yasi Şube'deyken bir polisin, "Artık senin çekece­
ğin tüm filmleri sansür reddedecek!" sözünü de
unutamıyordum. Kaygılarımı Şeref Ağabey'e de
anlatmıştım. O da zaten filmin aşk hikâyesi oldu­
ğunu söylemişti. Onlardan biraz zaman istedim
ve doğruca avukatıma gittim.

174
Orhan Apaydın Türkiye'nin hem ünlü, hem
iyi, hem başarılı, sayılı avukatlarından. İstanbul
Barosu Başkanı olan böylesine saygın bir avuka­
tın yapacakları benim için çok önemliydi.
Ona olup biteni anlattım. Zekâ dolu bir dik­
katle beni dinledi. Anlattıklarıma nokta koyma­
dan,
"Son ve çok önemli bir şey daha söyleyece­
ğim. Durumu gözden geçirin, değerlendirin, ne
yapacaksanız yapın. Ama bana kesin olarak tu­
tuklanıp tutuklanmayacağımı söyleyin. Bir gün
daha hapiste yatmaya katlanamam. Yurtdışına
kaçacağım," dedim.
Orhan Ağabey, kafasını kaşıdı, düşündü, dü­
şündü.
"Bak Tarık, hiçbir avukat davanın sonucunu
garanti edemez. Hele ki Sıkıyönetim Mahkemesi
söz konusuysa. Şimdi yapabileceğimiz şey şu:
Burhanla dosyanı inceleyeceğiz, karşımıza ne
çıktığına bakıp durumu değerlendireceğiz. Seni
de ararız, evde uzun uzun konuşuruz," dedi.
Birkaç gün sonra söz verdikleri gibi beni
çağırdılar. Evlerine gittim. İ k i kardeş de sıkıntılı
görünüyordu. Havadan sudan konuşuyorlardı.
Konunun çevresinde dolaşıyorlar, ama işin özüne
bir türlü girmiyorlardı. Sonunda dayanamadım.

Anne Kafamda Bit Var 177/12


"Ne oldu ağabey? Durum nedir? Hadi çıkarın tutmak olanaksızdı. Nereden başlayacaktım?
baklayı artık ağzınızdan," dedim. Burhan Ağabey Nasıl kaçacaktım? Nereye gidecektim? Kimden
anlattı: yardım isteyebilirdim? Parayı nereden bula­
"Çok kötü Tarık. Seni fena sıkıştırmışlar. caktım? Peki ya kaçarken yakalanırsam? Ya
Günlerdir dosyanı inceliyoruz. Sabahlara kadar kaçıp kurtulacağım derken rezil olursam? Annem
Orhan'la bunu konuşuyoruz... Çıkış yok: 140. ne olacaktı? Ya babam? Sevdiğim onlarca yakı­
madde; yani altı yıl sekiz ay indirimsiz mahkûmi­ nım? Ya ülkem? Hemen silip attım bunları ka­
yet. Almanya'dan ihbar mektupları var. Ayrıca Os­ famdan. Hayır, kaçamazdım. Kaçmayacaktım.
man İsmen, 'Her şeyi duydum,' demiş. Üstelik Oysa aylarca aklımda olan tek şey kaçmaktı, şim­
hem Siyasi Şube'de, hem Askeri Savcı'da aynı ifa­ di de tam tersini düşünüyordum. ALTI Y I L SE­
deyi vermiş. Kemal Utku da öyle. Herhalde Ümit KİZ AY... Üstelik Türkiye'nin en iyi avukatlarının
Utku'nun ağabeyi. Onun da bir ihbar mektubu ağzından çıktığı için çok daha korkutucu olan altı
var. Olacak iş değil. 'Sol yumruğunu kaldırdı' di­ yıl sekiz ay... Evet, yurtdışına gitmem şarttı.
yenler var, 'kaldırmadı' diyenler var. Tam bir deli Birkaç gün sonra Atıf Ağabey'in 'Delikan' fil­
saçması..." mini kabul ettim.
Orhan Ağabeyle göz göze geldik. Soru dolu
bakışlarımı anladı. Heyecanla gözünün içine
bakıyordum. Ayağa kaktı, odanın içinde dolaşma­
ya başladı. Burhan Ağabey'e baktı. Sesi boğuk Ertesi gün tüm gazetelerde Müjde Ar'la boy
çıktı: boy resimlerimiz basıldı. Tarık Akan filme başlı­
"Git Tarık, git..." yor haberleri yazıldı çizildi. Oysa hiçbir anlaşma­
"Anlamadım Orhan Abi," dedim. ya imza atmamıştım, çünkü film çekimleri başla­
Doğrusu bunu duymayı beklemiyordum. madan yurtdışına çıkmış olacaktım. Herkes, film
"Sen bana açık davrandm, durum böyle, de­ çekiminde olduğumu sanacaktı. Bir an önce para
din, içeri giremem, doğruyu söyle, dedin. İşte ben bulmalıydım.
de sana diyorum k i , yapacak bir şey yok. Kaç Evdeki eşyaları elden çıkardım; çocukluk ar­
git..." kadaşım Kozalak Zeki, ben evde yokken alıcıları
eve getirip koltuklara varana kadar her şeyi sattı.
* * * Sırada küçük bir arsa vardı, o da paraya çevrildi.
Sonra Mercedes arabam. Sonuçta tam 50.000 do­
Dışarı çıktım, cadde boyunca yürümeye baş­ lar toplandı. Bu para tüm servetimdi.
ladım. Düşünceler hızla kafamda dönüp duruyor­ Bu işler olup biterken, adını açıklamak iste­
du. Bu düşünce kargaşasında içlerinden birini mediğim bir dostum, yurtdışına çıkış sorununu

178 179
çözümledi. Bir hafta içinde Çanakkale'den balıkçı gıçtakilerden farklı, kaçmana gerek kalmadı. Mü­
teknesine binecektim, ver elini Yunanistan. cadeleni Türkiye'de verebilirsin..."
Paraları kız arkadaşımın beline bantla sardık, Şok geçiriyordum. Donup kalmıştım:
yazar bir arkadaşımın yardımıyla İsviçre'de bir "Orhan Ağabey, her şeyim hazır, her şeyimi
bankaya yatırdık. sattım, evimdeki eşyaları bile sattım. Hani garan­
Artık dostlarımla vedalaşır gibi içki içiyor­ ti veremezdiniz? Ben bu kumarı oynayamam,"
dum. Annem babam da dahil olmak üzere kimse dedim.
bir şey bilmiyordu. Yalnız Zeki, bir arkadaşım, kız "Tarık, sen bu işi şimdilik bir-iki gün ertele.
arkadaşım ve avukatım durumdan haberliydiler. Biz sana düşüncelerimizi anlatalım, yarın akşam
İki-üç gün içinde kaçacaktım. Bir gece yarısı tele­ sen de bize kesin kararını söylersin."
fon çaldı:
"Tarık! Özlettin kendini yahu, nerelerdesin?
Yarın bana gel de bir yüzünü göreyim, akşama ev­
de bekliyorum..." "Şu Osman İsmen denen adam, çalgıcıymış
Orhan Ağabey, telefonların dinlendiğini bildi­ galiba, Siyasi Şube'deki ifadesinde her şeyi duy­
ğinden böyle garip konuşmuştu. Ertesi akşam Fe­ duğunu söylüyor, sanki senin yanındaymış gibi;
nerbahçe'deki evdeydim. buraya kadar tamam... Sonra Sıkıyönetim Baş­
savcısına da aynı ifadeyi harfi harfine tekrar edi­
* * * yor. Aradan aylar geçtiği halde bu kadar bire bir
anlatması olacak şey değil. Hadi buna da tamam
İ k i kardeşin de gözlerinin içi gülüyordu; pek diyelim, ama işin en önemli kısmı, Başsavcı'nm,
neşeliydiler. Neler yaptığımı sordular. Bir-iki gü­ Osman'ın yeminli ifadesini almış olması... Şimdi
ne kadar kaçacağımı söyledim, iyi dinle: Herkesin gözünden kaçabilecek değerli
"Her şey hazır," dedim. bir ayrıntı bu; hiçbir savcı yeminli ifade alamaz.
Hemen hava ağırlaştı, ortalığa bir sessizlik Yeminli ifade yalnızca mahkemelere verilmiş bir
çöktü. Sonra Orhan Ağabey, artık asılmış olan yü­ haktır. İşte savcı mahkemeyi etkilemek için bu
züyle beni çok şaşırtan şeyler söyledi: yola başvurmuş. Haksız bir işlem yaparak aldığı
"Tarıkçığım, biz hâlâ dosyayı inceliyoruz, çok ifadenin sağlamlığını kanıtlamaya çalışmış... Ta­
ilginç bir nokta yakaladık. İşler istediğimiz gibi rık, sen yarın şu Osman'la bir görüş. Nasıl olmuş
gelişirse, bu davadan sıyrılırsın, Sıkıyönetim da hem Şube'de hem Savcılık'ta aynı ifadeyi ver­
Mahkemesi'ni de altederiz, masum olduğunu ka­ miş, bir anlamaya çalış. Onunla yalnız görüş ama,
nıtlayarak baskı rejimine karşı bir de hukuk zafe­ yanında kimse olmasın, fotoğraf falan da çektir­
ri kazanmış oluruz. Elimizdekiler artık başlan- me, mahkemeye bu tür bir kanıtla çıkmalarına

180 181
izin vermeyelim." dım."
Az sonra yine caddedeydim. Yaşamım bir o "Peki okumadın mı?"
yana bir bu yana savruluyordu. Düşüncelerim ge­ "Nasıl okuyayım Abi? Korkudan ödüm patla­
ne altüst durumdaydı. Yürüyordum. Az önce din­ mış. Başımda polisler. Her kafadan ayrı bir küfür,
lediğim şeylere bir anlam vermeye çalışıyordum, ayrı bir tehdit. Önümü görecek halim yoktu k i . "
ama aklım daha da karışıyordu. "Peki, Askeri Savcılık'ta ne oldu? Orada da
Savcı yeminli ifade almışsa ne olmuştu yani? aynı ifadeyi imzalamışsın."
Bu neyi değiştirirdi? Ama güvendiğim bu i k i "O zaman ben Marmaris'teydim. Beni arıyor-
insanı dinlemeden de çekip gidemezdim. Aklım larmış, haberim yok. Cumartesi günü Marma­
ne kadar karışırsa karışsın, bu yeni olasılığı de­ ris'te beni yakaladılar, tutuklu olarak İstanbul'a,
ğerlendirmem gerekiyordu. Selimiye'ye getirdiler, tıktılar hücreye. Pazartesi
günü savcının karşısına çıktım. Adam başladı ba­
* * *
na bağırmaya, 'Ulan neredesin, seni arıyoruz!' fa­
lan diyor, ama niye beni aradıklarını bilmiyorum.
Ertesi gün Osman'la buluştuk. İ l k kez karşıla­ Savcı esip yağıp gürledi, sonunda, 'Çık odadan
şıyor olmalıydık, çünkü Almanya gezisinden onu dışarı, bekle orda!' dedi. Çıktım. Biraz sonra ça­
hiç hatırlamıyordum. Kısa boylu, ürkek, utangaç ğırdı. 'Siyasi Şube'deki ifadeni kabul ediyor mu­
bir tipti. Konuya neresinden başlayacağımı bilmi­ sun?' dedi. 'Evet,' dedim. 'At o zaman şuraya im­
yordum, ben de heyecanlıydım. Neyse ki Osman zanı!' dedi. Attım, çıktım..."
anlatmaya başladı: Cebimden Osman'ın ifadesini çıkardım, ver­
"Tarık Abi, ben senin konuşmanı falan duy­ dim. Okudukça şaşkınlıktan gözleri büyüdü.
madım, sen sahnedeyken ben alt kattaydım, ora­ "Yok Tarık Abi, yok böyle bir şey, yemin ede­
ya da ses falan gelmiyordu zaten, yerin altında bir rim ben bunları söylemedim."
yer..." "Osman, seni mahkemeye çağırdıkları zaman
Gözünün içine bakıyordum. Doğru mu söylü­ bu ifadeyi soracaklar, o zaman ne diyeceksin?
yordu? Şaşırmış kalmıştım. "Reddederim Abi..."
"E ama Osman, 'Tarık Akan bunları bunları Akşam Orhan Ağabeyle Burhan Ağabey'e
söyledi' diye ifaden var, üstelik bir yerde de değil, olanı biteni anlattım. Benim kadar şaşırdılar. Os­
i k i yerde birden." man'ın söz verdiği gibi ifadesini mahkemede de
"Tarık Abi, Siyasi Şube'ye ifadeye gittiğimde reddedip etmeyeceğini sordular. Onlara emin ola­
bana başladılar bağırmaya, asarız keseriz, tehdi­ mayacağımızı söyledim. Burhan Ağabey, Os­
din bini bir para. Korktum vallahi. Bir şeyler yaz­ man'ın mahkemede ifadesini reddetmesi duru­
mışlar, imzala lan şurayı, dediler, ben de imzala- munda yalancı tanıklıktan tutuklanacağı gerçeği-

182 183
ne dikkatimizi çekti, ama Orhan Ağabey, Osman'ı zaladım, yüklüce bir avans aldım, taksitle evime
kurtaracaklarını, şimdi asıl olanın mahkemede birkaç eşya koydum, ikinci el, eski model bir Re­
bir çıkar yol bulmak olduğunu söyledi: nault buldum.
"Hadi bakalım, yolumuz açılıyor. Tarık, Bu arada 'Delikan' filmine başladık. Laz bir
Frankfurt'ta tanıdığın biri var mı?" delikanlıyı oynuyordum. Tatsız tuzsuz bir aşk fil­
"Var." miydi. Aklım fikrim mahkemedeydi, sete hiç iste­
"Şimdi onu arayıp şu adreslerden birini kont­ meden gidip geliyordum. Bir yandan Almanya'­
rol ettirebilir misin?" dan gönderilen ihbar mektuplarını araştırıyor, so­
Hemen telefonun başına oturdum, arkadaşım nuçları belgeleyerek kanıt oluşturacak biçimde
Erol'a ihbar mektuplarından bir-ikisinin adresini resmileştiriyorduk. Her adresin bulunduğu kara­
verdim, bu adresleri kontrol etmesini, hemen bu kola başvurarak o adreste o kişinin oturmadığına
akşam yanıt vermesini söyledim. Gece yarısına ilişkin onaylı bir belge alıyor, bu resmi belgeleri
doğru yanıt geldi. Adresler doğru değildi. Ne böy­ bir de Türk Konsolosluğu'na onaylatıyor, dosyaya
le sokak adları vardı, ne de bu adları taşıyan in­ ekliyorduk. Bütün mektuplar sahipsiz çıkıyordu.
sanlar; ihbar mektuplarındaki hiçbir bilgi doğru
değildi. Üçümüz de çocuklar gibi sevinmiştik.
A\mkatlarım artık kaçmama gerek kalmadığı­
nı, mahkemede beklenmedik bir terslik olursa
bana haber vereceklerini, hazırlıklara bir kere da­
ha başlayabileceğimi, çünkü mücadelemizi bura­
da vermenin önemli olduğunu söylediler.
O gece bir karar veremedim.
* * *

İ l k iş olarak Çanakkale bağlantılarımı iptal et­


tim. Arkadaşım beni uyardı, her şeyin hazır oldu­
ğunu, yarın bir gün hadi dediğimde bu kadar ko­
lay organize olamayacağını anlattı. Ona önüme
bir şans çıktığını, denemek zorunda olduğumu
söyledim.
Sonra Atıf Yılmaz'a gittim. Sansürde reddedi­
leceğini adım gibi bilmeme karşın sözleşmeyi im-

184 185
8. Bölüm

Mahkemede
Filmin sonlarına doğru duruşmalar başladı.
Ağustos 1981 olmuştu. İşte gene Selimiye'nin ko­
ridorlarında bekliyordum. Yanımda Burhan
Apaydın vardı, ikimizden başka da kimse de yok­
tu. Tutuklanacağımla ilgili kaygımdan kurtu-
lamıyordum. Burhan Ağabey rahattı, bu oturum­
da bir şey olmayacağını, korkmamamı söylüyor­
du, ama yapamıyordum. Asker salona çağırdı.
Yargıçlar ve savcılar yerlerine oturdular. Bu ger­
gin haldeyken, birden gözüm yargıçlardan birine
takıldı; oturduğu yerde dosyaların arkasında kay­
bolmuştu, yalnız tepesindeki saçlarının birazı gö­
rünüyordu. Bakışlarımı ondan ayıramıyordum.
Kimlik soruşturması yapıldı. Yargıç konuşma­
ya başladı:
"Devletin hariçteki itibar ve nüfuzunu kıra­
cak şekilde devletin dahili vaziyeti hakkında ya­
bancı bir memlekette asılsız ve mübalağalı mak­
sadı mahsusa müstenide ve m i l l i menfaatlere za­
rar verecek şekilde faaliyette bulunmak iddi­
asından..."
Yargıcın konuşması uzadıkça uzuyordu. Ay­
lardır duymaktan bıktığım, aslı astarı olmayan
bir yığın laf. Bir ara, bana, söyledikleri hakkında
ne diyeceğimi sordu.
"Efendim, ben 'Birinci Kurtuluş Savaşı'nı

189
kaybettik, ikinci Kurtuluş Savaşı'nı kazanacağız' mahkemenin gerginliği, Yeşilçam'daki durumu­
diye bir söz söylemedim. Zaten konuşmam siya­ mun sallantıda olması, sinirlerimi iyice bozmuş­
sal bir içerik taşımıyordu, kültürel bir içerik tu. Selim yakındıkça ben gülmekten yerlere
taşıyordu. 'Kültür emperyalizmine karşı İkinci yatıyordum.
Kurtuluş Savaşı'nı da kazanacağız' dedim. Tercü­ "Korkma Selim, sen yolunu bulursun," diye
man gazetesi, durumu çarpıtarak yazmış. Konuş­ avutmaya çalışıyordum ama sonuçta film yapım­
ma metnimi vermiştim, dosyada bulunmaktadır. cıları, böyle böyle benden uzaklaşacak, kimse be­
Ortada bir suç yoktur," dedim. nimle iş yapmak istemeyecekti. Çünkü 'Tarık
Sonra tanıkların dinlenmesi kararıyla ileri bir Akan'm filmleri sansürden çıkmıyor' olacaktı.
tarihe gün verildi. İlk duruşmayı rahat bir şekilde Daha sonra Selim Soydan filmi sansürden
atlatmıştım. kurtardı, nasıl yaptı bilmiyorum. Sekiz-dokuz ay
sonra, Selim'in filmini emsal göstererek Delikan
da mahkeme kararıyla kurtuldu.
* * *
Filmin bitimine yakın Şerif Gören'den, Hülya
Koçyiğit ve Cihan Ünal'la 'Herhangi Bir Kadın'
adlı filmde hamal rolü oynamam için ikinci bir Bir yandan mahkeme sürüyordu tabii. Tüm
öneri geldi. Yapımcı Selim Soydan'dı. Filmin sos­ duruşmalara gitmek zorundaydım. Her seferinde
yal içerikli, güzel bir konusu vardı. Kabul ettim. bir-iki arkadaşım ifade vermeye geliyordu, Gül­
Zaten Selim Soydan sansürden geçmeyi kolay­ sen Bubikoğlu, Müjdat Gezen, Halit Kıvanç, Per-
laştıracak pek çok yüksek rütbeli subayı tanıyor­ ran Kutman... Asıl korkuyla beklediğim Osman
du. İşmen'in ifadesiydi.
Filme başladık. İ k i hafta sonra Selim Soydan 1981'in Ekim'i gelmişti. Yeşilçam Sokağı'nda
sete geldi. Beti benzi atmıştı, sesi titriyordu: bir arkadaşımla konuşuyordum. Ne yapıyorsun,
"Tarık... Delikan'm sansüre takıldığını biliyor ne ediyorsun derken,
muydun?" "Ben de yarın İsparta'ya Yılmaz Ağabey'e gi­
Gülmekten yere düşecektim neredeyse: diyorum, biletimi bile aldım," dedim. Arkadaşın
"Yahu hiçbir şey yok o filmde," dedim. yüzü karıştı, hık mık etti, sakın ha, falan diye bir
"Ne yapacağım ben şimdi? Bizim film sansür­ şeyler geveledi.
den hiç çıkmaz. Perişan oldum..." diyordu. "Ver bakayım biletini..."
Çok kaygılı ve telaşlıydı. Onu öyle görmenin Allah Allah... Ben de kuzu kuzu çıkardım bile­
ötesinde, sıradan bir aşk filminin bile sansüre ta­ t i , gösteriyorum aklım sıra. Aldı bileti, soktu cebi­
kıldığı bir ortamda film çekmeye kalkmış olmak, ne.

190 191
"Gitmiyorsun bir yere, sonra konuşuruz," de­ "...falanca tarihe ertelendi," dediği anda Bur­
yip gitti. han Ağabey,
Ertesi gün gazetelerin baş sayfalarına 'Yılmaz "Efendim, o tarihte filanca yerde duruşmam
Güney Kaçtı' diye kocaman manşet atılmıştı. var, öne almak mümkün mü?" diyerek tarihi öne
çekiyordu.
26 Şubat 1982'de Orhan Apaydın tutuklandı.
Birinci Barış Davası. Otuzu aşkın aydın içeri
Hepimiz tahmin ediyorduk, ama hiçbirimiz alınmıştı.
nasıl ve ne zaman olacağını kestiremiyorduk. O
gün, mutlaka bizi çağırırlar diye bekledik, çağır­
madılar. Mahkemeye yansır mı, diye bekledim,
neyse ki o da olmadı.
31 Mart 1982 günü Osman İsmen ifadeye gel­
Günlerim çoğunlukla Orhan Apaydın ve Bur­ di. Heyecandan dizlerim titriyordu. 'İşte şimdi ay­
han Apaydınla birlikte geçiyordu. Yemeklere çı- vayı yedin' der gibi gözümün içine bakıyordu
kıyorduk. Avrupa'dan baro başkanlarını ağırlıyor­ yargıçlar. İçlerinden biri sormaya başladı:
lardı; bu buluşmalarda ne konuşuluyorsa Avrupa "Siyasi Şube'de ve Sıkıyönetim Başsavcılı-
gazetelerine yansıyordu. Ankara'nın '80 sonrası ğı'ndaki ifadelerinde, Almanya'da, Frankfurt'taki
kaybettiği toplumu temsil gücünü, sivil toplum spor salonunda Tarık Akan'ın sahneden halka,
örgütçüsü olarak Orhan Apaydın üstlenmiş gibiy­ 'Birinci Kurtuluş Savaşı'nı kaybettik, İkinci Kur­
di. Orhan Ağabey de içeri girmekten korkuyordu, tuluş Savaşı'nı kazanacağız' dediğini duymuşsun;
ama onun korkusu benimkinden farklıydı tabii. ne diyeceksin?"
O, hapse girmek için yaşının geçtiğini ve artık da­
yanamayacağını da biliyordu. Avukatıma baktım; çok sakindi, hiç bana bak­
mıyordu. Hayatımın en heyecanlı ânıydı. Os­
Almanya'dan arkadaşlarım Erol Özgür, Gür- man'ın ağzının içine bakıyordum. Biraz durala-
dal Çeliköz tanıklık için geldiler, ifadelerini verdi­ dıktan sonra Osman konuştu:
ler. Osman İşmen'e hâlâ sıra gelmemişti. Şimdilik "Efendim, ben müzisyenim. Tarık Akan ko­
duruşmalar sorunsuz gidiyordu. Ama aylar ilerle­ nuşurken ben alt kattaydım, oraya ses gelmez. Ne
dikçe Yılmaz Güney'in Paris'ten haberleri geli­ konuştuğunu duydum, ne de ne dediklerinden
yordu ve 'Yöl'un Cannes Film Festivali için hazır haberim var..."
edileceği söyleniyordu. 'Yol' gösterildiğinde mah­
keme sürüyor olursa durumum tehlikeye girebi­ O anda orada içim boşaldı. Yargıç da, savcı da
lirdi. Avukatlarımın dikkatini bu yöne çekmeye neye uğradıklarını şaşırdılar.
çalıştım. Duruşma sonlarında yargıç, Soru yinelendi.
Osman aynı ifadeyi verdi.

192 Anne Kafamda Bit Var J 93^ 3


Yargıç bağırmaya başladı. Arka arkaya, ifade alma hakkı yalnızca yüce mahkemenin­
"İfadeni ret mi ediyorsun? Şube'de ve Savcı- dir..."
lık'ta söylediklerine mi inanalım, burada söyle­ Burhan Ağabey konuyla ilgili yasa maddeleri­
diklerine mi? Yalan mı söylüyorsun? Hangisi doğ­ ni söylemeye başladı, ama yargıçlar çoktan şaşıp
ru?" diye bağırarak soruyordu. kalmışlardı. Birbirlerinin kulaklarına bir şeyler
söylediler ve mahkemeye yarım saat ara verildi.
Burhan Ağabey, çok rahat görünüyordu: Mü­
dahale etmeye niyeti yok gibi duruyordu. Burhan Ağabey, beraat kararı alacağımızdan
"Savcılıktaki ifaden yeminli, şimdi tersini mi emindi.
söylüyorsun yani?" Neden sonra yeniden salona alındık.Yargıçlar
"Efendim, o ifadeleri Siyasi Şube'de okuma­ yerlerini aldılar. Gözlerinin içi gülüyordu, hatta
dan imzaladım, Savcı Bey de, 'İfadeni kabul edi­ biri bana göz kırptı. Uzun bir konuşmadan sonra
yor musun?' diye sorunca, 'Evet,' dedim, ama ora­ yargıç,
da ne yazılı olduğunu bilmiyordum..." "...BERAATİNE," dedi.
Yargıcın gözlerinden alevler fışkırıyordu. Tarih: 31 Mart 1982 idi.
"Bana bak, seni yalan ifade vermekten tutuk­ * * *
larım. Bir kere daha soruyorum. Ne diyorsun?"
"Böyle oldu efendim, ben bir şey duymadım."
"Buradan hapse gidersin!" Davamın bitmesinden bir buçuk ay sonra,
Mayıs 1982'de, 'Yol filmi Cannes Film Festivali'n-
Osman susuyordu. Ben avukatıma bakıyor­
de 'Altın Palmiye Ödülü' kazandı. Türkiye'nin
dum.
film tarihinde ilk kez Cannes Festivali yarışmak
Böyle giderse Osman içeri girecekti. Yargıç,
bölümüne bir film girmişti ve büyük ödülü ka­
aşağıda oturan sekreter kıza baktı, kararh bir şe­
zanmıştı. Haberi aldığım anda çok büyük bir mut­
kilde,
luluk, çok büyük bir sevinç duydum.
"Peki, yaz kızım," dedi.
Yargıç, yasa maddelerini yazdırırken Burhan Sabah saat dokuzda Yeşilçam Sokağı'na gel­
Ağabey ağır ve vakur ayağa kaktı, konuşmaya dim. Neden buraya geldiğimi bile bilmiyordum.
başladı. Gözüme büyük bir aktör gibi görünüyor­ Sinema yaşamımızı simgeliyordu bu sokak, belki
du. Uzun uzun, güzel güzel emsal davalar göster­ de o yüzdendi. Baktım, Şerif Gören de karşıdan
di. En sonunda da yargıcın gözlerinin içine baka geliyor. Birbirimizi kutladık, sarıldık.
baka savunmayı yaptı: Yine de aklımız karışıktı. Bir kere film nede­
niyle hakkımızda bir soruşturma açılıp açılmaya­
"Sayın yargıç, sayın savcının almış olduğu ye­
cağını merak ediyorduk. Öte yandan film koskoca
minli ifade geçersizdir; çünkü savcılık, hukuka
Cannes Festivali'nde birinci olmuştu Gazeteciler
aykırı olarak yeminli ifade almıştır, oysa yeminli
195
194
de film olayını fırsat bilip ilgili ilgisiz sorular sora­ Orhan Apaydın'ı Barış Derneği'ndeki arka­
caklardı şimdi. Filmle övünüyorduk ama gazete­ daşlarımı hapishanede ziyarete gidiyordum. Beni
cilerin bu coşkumuzu malzeme yapıp hakkımızda bazen hapishaneye kabul ediyorlardı. Bazen et­
yalan yanlış yeni soruşturma nedenleri yaratma­ miyorlardı. Orhan Ağabey'in sağlığı gittikçe bo­
larını da istemiyorduk. zuluyordu. Barış Derneği tutukluları Şubat 1982'-
Düşündük taşındık, yalnızca 'mutluyuz' de­ de içeri girdiler. 1984 ortalarında tutuksuz olarak
meyi kararlaştırdık. yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. Orhan
Gazeteciler akın akın gelmeye başladılar. So­ Ağabey de içlerindeydi, ama sağlığı çok kötüydü.
rular, sorular. Biz yalnız, 'Mutluyuz, çok mutlu­ 1984 sonlarına doğru 46 kişi daha Barış Davası'na
yuz' diyorduk. eklendi, aralarında ben de vardım.
"Bu film ne zaman yurtdışına kaçtı?" 141. ve 142. maddelerden yargılanıyorduk;
"Sıkıyönetim zamanı çekimleri nasıl yap­ birçokları idamla yargılanıyordu.
tınız?" Beş yıldan on i k i yıla kadar hapsim isteniyor­
"Filmi sansürden nasıl geçirebildiniz?" du. 1979 yılında İzmir'de Nâzım Hikmet'in do­
"Mutluyuz." ğum yıldönümüne katılmaktan ve Barış Derne-
Ertesi gün hiçbir gazete, bizim ağzımızdan ği'ne üye olmaktan yargılanıyordum. İzmir'deki
'mutluyuz' 'sevinçliyiz' dışında bir söz yazamadı. spor salonuna binlerce insan katılmıştı, ama bir
O akşam Cannes Film Festivali'nde muhte­ tek bana dava açılmıştı. Ayda i k i defa, İstanbul'un
şem ödül töreni yapılıyordu. Burada bulunama­ epey bir dışındaki mahkemeye gidip geldik; yaz-
mak, o heyecanı yaşayamamak sanatçının unuta­ kış, hepimiz... ve hepimiz yıllar sonra beraat ettik.
mayacağı en büyük acısı. 1986. Soğuk bir şubat gecesi. Saat on bir-on
Şeref Gür Ağabeyim, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, i k i gibi, Çapa Hastanesi Nöroloji Bölümü'nden
A l i Özgentürk, Yaman Okay, Şerif Gören, Onat içeri girdim. Orhan Ağabey'i yeni getirmişlerdi.
Kutlar ve ben, Yeşilçam Sokağı'nm arkasındaki Tahta bankın üzerine yan yatmış, elini kocaman
kebapçıda kendi ödül törenimizi düzenledik. başının altına koymuştu. Gözleri kapalıydı ve ha­
"Yılmaz Güney şu anda ödülü almıştır, eli ha­ fifçe terlemişti. Dizlerimin üzerine çöktüm, gözle­
vadadır," diyor, biz de rakıları havaya kaldırıyor­ rimi ayıramıyordum.
duk. Elimle başındaki terleri sildim; saçları dökül­
O gece hepimiz rakıdan değil, ama mutluluk­ müş, zayıflamış, küçücük kalmıştı. Aklıma kötü
tan sarhoş olduk. kötü şeyler geliyordu. Bir yığın dalga gözlerime
* * *
hücum etti. Kendime hâkim olamamaktan kork­
tum; uyandığında beni böyle görmesini istemi­
yordum.

196 197
B i r t ü r l ü a k l ı m ı dağıtamamıştım, gözlerimin
nemlenmesini de önleyemiyordum. K a l k ı p gide­
y i m , d e d i m k e n d i kendime, ayağa k a l k m a k üze­
reyken Orhan Ağabey'in gözkapakları hareket­
lenmeye başladı. Kendine gel Tarık, kendine gel,
kendine gel... D i ş l e r i m i sıkıyordum, bağırtılarım
kafamın içinde yankılanıyordu.
Gözlerini yavaş yavaş açtı, baktı, baktı, baktı.
Sonra kısık, yavaş b i r sesle:
" M u m sönüyor Tarık, m u m sönüyor..." dedi ve
gözlerini kapadı.
28 Şubat 1986

...ve hepimiz yıllar sonra beraat ettik.


28 Nisan 1987

Bu k i t a b ı yazmaya karar v e r d i m .
28 Şubat 1997

Ü l k e m , artık rahatladı, sıkılan çember k ı r ı l d ı ,


28 Şubat 1997'yi de, 11 E y l ü l 2001 faciasını da gör­
dü; ne m u t l u bana rahatım.
28 Şubat 2002

198

You might also like