Professional Documents
Culture Documents
Giriş
Tarihçi, tarihe konu olan bir problematiği irdelerken gerek duyduğu yerde
farklı disiplin ürünlerine başvurabilir; ya da doğrudan diğer bir disiplin ürününü
temel alarak bunun üzerinden tarihî bir problematiği irdeleyebilir. Kuşkusuz,
benzer ilişki biçimleri, diğer bilim dallarında yapılan çalışmalar için de geçerlidir;
ya da öyle olmalıdır.
1
Çalışmamıza esas alacağımız disiplin, edebiyat olacaktır. Erken-Cumhuriyet
döneminin önemli edebî şahsiyetlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deneme,
makale, röportaj, roman gibi eserlerinden yola çıkarak, yazarın zihin dünyasındaki
İstanbul’a dâir sorular yönelteceğiz: Bu sorularla, Tanpınar’daki İstanbul
algılamasının nasıl oluştuğunu sorgulamaya ve anlamaya çalışacağız. İstanbul,
onun zihninde nelere tekâbül etmektedir; ya da İstanbul imgesinin arka planında
neler yer almaktadır? Sorduğumuz bu sorulara, Tanpınar’ın edebî ve fikrî eserleri
yanında, az çok bu döneme ait çağdaş eserler ile, günümüzdeki incelemelerinin
ışığında bir cevap bulmaya çalışacağız.
edimlerinin değerini azaltmaz. Kaldı ki mutlak bir objektiflik, bırakın bilim adamını hiç bir canlı insan
için söz konusu değildir. Ancak, belli farkındalıkların yaratılmasında itici olan ideolojilerin, yapılan
çalışmalara belli ağırlıklarda yansımış olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir. Tıpkı yukarıda
çalışmalarından örnekler verdiğimiz Ortaçağ bilim adamı Bîrûnî’nin eserlerindeki bütüncül geleneği
oluşturan İslâm dini ve doğu felsefeleri etkisi gibi.
Çağdaş tarihçilikte, XX. yüzyılın başlarında, Annales tarihçilerinin başlattıkları tartışmalarla
gündeme geldiği kabul edilen, farklı disiplinlerin tarih incelemelerine getireceği katkı (Bakınız: Peter
Burke, Fransız Tarih Devrimi Annales Okulu, Çev.: Mehmet Küçük, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2002;
Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, Derleyen: Ali Boratav, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2007) bugün
ülkemiz tarihçiliğinde –en azından teorik olarak– tartışılmazdır. Yirminci Yüzyılın ortalarına doğru bir
anlamda, Annales’cıların teşvikiyle ortaya koyulan sosyo-ekonomik tarih araştırmaları dışında, diğer
disiplinlere ilişkin, özellikle edebî metinlerin tarih araştırmalarında kullanılması yönünde yapılan
çalışmaları, akademide ya da popüler tarih cephesinde görmek henüz yeterince mümkün
olamamıştır. Bu çerçeveye sokabileceğimiz çalışmaların, tercüman-ı hâl, menâkıbnâme, şehrengiz
gibi edebî ürünlerin transkripsiyonlu ya da tenkitli neşirlerinden ileri gidemediği görünmektedir.
Tarih ve kültür ilişkisinden hareketle, edebiyat ürünlerinin ait olduğu dönemin fikriyatının
aynası olduğu açıktır. Ahmet Oktay’ın ifadesiyle, yazınsal metinler, hem zamanlarının hem de
yazarlarının zaaflarını, kusurlarını, umutlarını, yıkımlarını içerirler (Ahmet Oktay, Cumhuriyet
Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1993, s. 51) Dolayısıyla, düşünce ya da zihniyet
tarihi araştırmalarında, geçmişten süzülüp gelen bu özgün dışavurumların, soyutlamaların kıymet-i
harbiyesi tartışılmazdır. Diğer taraftan, Niyazi Berkes’in tespitinde olduğu gibi, batılılaşmaya gayret
eden kişinin yaşadığı yabancılaşmanın yansıtılmasıyla ilgili olarak edebiyat yazarları büyük başarı
gösterdikleri halde tarihçiler bu alana ilgi duymamışlardır (Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı
Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, s. 9).
Edebiyat-tarih ilişkisinde yöntem sorunsalı bağlamında, Fuad Köprülü’nün edebiyat tarihi
araştırmalarına dair kaleme aldığı geniş makaleyi heyecanla okuduk. Bu cephede, dünyanın
geçirdiği tecrübeleri öğrenmek, özellikle kayda değerdi. Ancak, Türk edebiyatının bu konuda
tarihçilerin araştırmalarına muhtaç olduğunun ısrarla vurgulanması (Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatı
Tarihinde Usûl”, Edebiyat Araştırmaları, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 27-63) dışında, edebiyatın,
zihniyet tarihi araştırmalarında kullanılmasında uygulanabilecek usullerle ilgili çok fazla ipucuna
ulaşamadığımızı itiraf etmeliyiz.
2
I. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yaşam Algılamasını Etkileyen
Aşamalar
1. “Kendime Rastladım...”
İstanbul’da 1901 yılında doğan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatla, bir özne
olduğunun bilinciyle kurduğu ilk ilişkinin, daha üç yaşındayken ortaya çıktığını
öğreniyoruz. Tanpınar’ın 1904-1908 yılları arasına rastlayan bu erken-farkındalık
deneyimi, esasen onun nasıl meraklı ve gözlemci bir ruha sahip olduğunu
yansıtan elimizdeki ilk kayıttır:
“Ergani Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü.
Ben, sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire
kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her
karlı günde hatırlar ve yağışı beklerim.”2
Kadı bir babanın peşinde, Osmanlı Devleti’nin çok farklı bölgelerinde geçen
bir çocukluk düşünelim. Tanpınar’ın mütecessis karakterine, çocukluğunun geçtiği
diğer Osmanlı şehirlerinin coğrafyaları ve kültürel renkleri, devamlı surette el
vermiştir. Örneğin, Ergani’den sonra gittikleri Sinop’ta–muhtemelen daha önce
İstanbul’da tanışmış olduğu– denizle, dost olur. Bu dostluğu orada bulunan bir
tersanede gönüllü işçilik yaparak daha da derinleştirir.3 Deniz, onun
muhayyilesinde böylece yerini almıştır; takip eden birkaç senelik ayrılıktan sonra
onunla Antalya’da tekrar buluşacak ve sonrasında İstanbul’da –bir kaç yıllık kısa
ayrılıklar dışında– ömrünün sonuna kadar, hep göz göze, diz dize olacaklardır.
“(...) Hususî istidatlara inananlardan değilim. Hatta insanın biraz da şartlarının esiri
veya mahsulü olduğuna kaniim. Benim şartlarım beni edebiyata götürdü.
Herhalde babamın Anadolu memuriyetleri dolayısıyla bir yerde fazla oturmamamız,
o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz uzak imparatorluk memleketlerindeki
değişik iklim ve yaşama şekilleri, âni ayrılışların hüznü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk
2
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup” Yaşadığım Gibi, s. 348.
3
A. H. Tanpınar, agm, s. 348.
4
A. H. Tanpınar, agm, s. 349.
5
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Erzurum”, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul ?, s. 22-23.
3
yaşlarda iken hayatıma dikkat etmeme, hiç olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme
sebep olmuştur.”6
“Hiç bir şikayet bu kadar korkunç olamazdı. Vakıa Kerkük’ten Konya’ya kadar
gelişimizde o harbe ait, ondört onbeş yaşlarındaki bir çocuğun cephe gerisinden
görebileceği bir yığın faciayı görmüştüm. Fakat gördüklerimin hiçbiri ölüme ve her türlü
acıya ve bakımsızlığa bile bile giden ve yaşanmamış, hiç yaşanmayacak bir yığın arzu
ve sevgiyi kanlı bir köpük gibi bu istasyonun gecesine fırlatan bu biçarelere rastlayana
kadar etrafımda olup biten şeylerin mânasını anlamamıştım. Ancak onları dinledikten
sonra komşu evlerin sessizliğini, adım başında karşılaştığım çocukların ve kadınların,
yalnızlıkları içinde daha güzel kadınların yüzlerindeki çizgilerin mânâsını anladım.”10
6
A. H. Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi, s. 300.
7
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 301.
8
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 301.
9
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 302-303.
10
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Konya”, Beş Şehir, s. 104-105.
4
Hiç fark edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer, dediği Anadolu
türküleri, bu kareden sonra Tanpınar’ın muhayyilesinde ve kimliğinde gerçek
yerine oturmuştur –ki Beş Şehir’de, bu türkülerin, yazılacak Anadolu romanlarına
kılavuzluk etmesini şart koşacaktır.11
“Dört senelik harp, şehri içinden ve dışından beraberce kemirmişti. Her şey, eskimiş,
küçülmüş, değişmiş, fakirleşmişti. Büyük, çok büyük, bizim fert hudutlarımızı geçen bir
şey ölmüş gibiydi. Daha ilk günü bunu hissettim. Burada, Antalya’da olduğu gibi,
yakınlarım arasında avunmak imkânsızdı. Resmî ağızların vaat ettiği ve benim bütün
mürâhiklik [ergenlik] devrince hülyasını kurduğum zafer bile bundan bizi kurtaramazdı.
İçimdeki rahatsızlığın adını koymuş muydum? Bunu bilmiyorum; fakat hakikaten
rahatsızdım. Bir müddet bir nevi yetimlik hissi içinde yaşadım.”14
5
kültürel kodlara sahip insanları, bu mistik yoğurmuştur. Tanpınar, bu havanın bir
taraftan da gençlerin iç keşif yolculuklarına da sebep olduğunun altını çizer ve der
ki: Hepimiz kendi içimizde, kendimize yükselmenin sarhoşluğunu tadıyorduk. Asıl
benliğimi bu hava yaptı.17
6
Tanpınar’ın o senelerine Yahya Kemal ile birlikte yeni çıkan edebiyat
dergisi Dergâh da eşlik etmiştir. Ona göre bu dergi, Millî Mücadele döneminin en
önemli belgesidir. Çünkü, bu dergiyle yeni bir edebiyat, yeni bir dilin temeli
kurulmuştur. Dergâh’ta kendisi ve genç arkadaşları henüz kanat çırpmaktadırlar.
Bununla beraber, Ahmet Hâşim, Yahya Kemal gibi kalemler mecmuanın havasını
yapıyor, ürünlerini ortaya koyuyorlardır.25
“Çoktan beri asıl gayenin kendimizi bulmak veya vücuda getirmek olduğuna
inanıyorum. Bu adamlar [yukarıda zikredilen şair-yazar] beni kendi hakikatlerime veya
aslî yalanlarıma götürdüler. Çünkü belki de hakiki şahsiyet yoktur ve bizim benlik
dediğimiz şey, ilk, yahut en büyük ibdâ ve ihtiraımız [yaratı ve keşfimiz], bir kelime ile
masalımızdır.”26
“Sonradan yaptıkları harp edebiyatında o kadar adı geçen bu türkü, tüylerimi diken
diken etti. Bunlar haddizatında belki güzel şeylerdi. Fakat benim İstanbulum’da ne işleri
vardı? Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam
ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı?”29
25
A. H. Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Yaşadığım Gibi, s. 305
26
A. H. Tanpınar, agm, s. 306-307.
27
Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Tamer Erdoğan, Türk Romanında Mütareke İstanbul’u,
Kanat Kitap, İstanbul 2005.
28
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Nakışlar Yayınevi, İstanbul ?, s. 16
29
Ahmet Hamdi Tanpınar, age, s. 19.
7
“İstanbul’un his ve hayal veren o tarih ve sanat köşelerini birer birer tekrar
dolaşıyordum. Karşıma bir Yunan otomobili çıktı. İçinde Yunan zabitleri vardı. Önünde
küçük bir Yunan bayrağı sallanıyordu. İçimdeki keder, yakıcı bir zehir halini aldı.
Divanyolu ve bir Yunan otomobili… Bu, ne yaman, ne korkunç bir manzara idi…
(…)Divanyolu ve bir Yunan otomobili Gözlerimin gördüğüne kalbim nasıl tahammül
edebilirdi?”30
“Şark, maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul eder.
Telkin ettiği ilk hususiyetle yetinir. Bu ilk karşılaşmada bazı mükemmelliklere kadar
varır. Hatta erişilmez bir hal aldığı da olur. Fakat çarçabuk teessüs eden bir gelenekte
bu mükemmellik durur, kalıplaşır.
30
Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1986, s. 244.
31
İşte Bazı örnekler:
“Hemen hepsi yavaş sesle, fısıldar gibi konuşuyorlar, yahut sessizce önlerine bakıyorlardı.
Buna mukabil Rumlar ve Ermeniler acayip bir şımarıklık içinde sağa sola küstahça bakıyorlar, çıngar
çıkarmak ister gibi davranıyorlardı. Hele Rumlarda her şey bir meydan okuma halindeydi. Küçük
çocukların hepsini ya mavi-beyaz elbiseler giydirmişler, yahut da bu renklerde bir işaretle
süslemişlerdi. Bir kısmının elinde kağıttan Yunan bayrakları vardı. (…) Kendi kendime düşünüyordu.
Dünyada başka mesut milletler de vardı. Onların bizim yaşlardaki gençleri, hiç de bizim bu anda
olduğumuz gibi bir “olmak ve olmamak” meselesiyle meşgul değiller. Onlar, aşkı, sporu
düşünüyorlar, yaşlarının tabii iştiyakları ve meseleleriyle meşgul oluyorlar, kurulmuş bir hayatın
imkânlarından istifade ederek çalışıyorlardı. Biz ise el parçası kadar bırakılmış, çok harap bir
vatanda yaşamak imkanlarını düşünüyorduk” Sahnenin Dışındakiler, s. 178.
“Bu ıstırap günlerinde insanların, yanı başlarından biraz uzaklaşmış olanları tekrar görünce
deli gibi sevindiklerini sonradan öğrendim. O zamana kadar örfümüzde kucaklaşmak vardı, fakat
öpmek yoktu. Hatta sevincin gösterilmesi bile ayıptı. Fakat İstanbul’dakiler, gidenlerin
dönmemesine o kadar alışmışlar, insanlarımız altı yıldır, birbirlerini tekrar görmekten o kadar ümit
kesmişlerdi ki Tevfik Bey gibi, biraz canını sıkan misafirini kovan, çocuğunun doğduğu gece
kendisine müjde vermeye gelen kadıncağızı kovduktan sonra yorganını başına çekip uyuyan bir
adam bile beni görmekten ağlayacak derecede mesuttu.” age, s. 185.
32
Eşya yani şeyler ve madde, en geniş anlamda kullanılmıştır: “Söylemeye hacet yok ki burada bu
kelimeleri en geniş manalarında, yani hem madde ve eşya, hem fikir ve hayal, zihnî ve içtimaî
hayatın bütün verileri, hülasa düşünen zekâ ve işleyen el karşısında nesne (objet) manasında
alıyoruz.” Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şark ile Garp Arasındaki Esaslı Farklar” Yaşadığım Gibi, s. 24.
8
Garp ise onu daima elinde evirir çevirir, zihninin karşısında tutar, onda birtakım
başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye
sahip olmaya çalışır ve bu gayretler sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey
denecek hale getirir.”33
“Maddenin fethine çıkan garp, tabiatla kavgasında teferruata daldı; tahlil neşterinden
başka elinde silahı yoktu; dikkati ancak varlığın mikroskop adesesine isabet eden
parçası üstünde kaldı; küll’ü göremedi ve vahdetten uzaklaştı. Şark, terkiplere sadık
kaldı ve yaratılış manzûmesinden başka hiç bir noktaya alâkasını dağıtmadı.”35
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir başka çağdaşı olan Halide Edip Adıvar’ın
şark-garp telâkkisi de yukarıdakilere yakındır: Halide Edip’e göre insan, madde ve
ruhtan mürekkep bir varlıktır. Onun dengeli bir hayat sürebilmesi için bunların
ikisine de önem vermesi gerekir. Medeniyetler de bunlardan birine veya ötekine
vermiş oldukları öneme göre değerlendirilebilirler.36 Edip’in eserlerine temel olan
doğu-batı meselesi bir ruh-madde karşıtlığı üzerinden ele alınır. Ona göre doğu
görünmeyen hayata, yani ruha saplanmışken batı, görünen hayata yani maddeye
saplanmıştır37.
33
A. H. Tanpınar, agm, s. 24.
34
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s. 22-24.
35
Peyami Safa, Seçmeler, MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970, s. 301.
36
Muzaffer Uyguner, Halide Edip Adıvar, Altın Kitaplar, İstanbul 1992, s. 90.
37
H. Bahadır Türk, “Halide Edip Adıvar’ın Liberalizmle İmtihanı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
İletişim Yay., İstanbul c.7, s. 122.
38
Tanpınar’a göre, batıyla Haçlı Seferleri’yle başlayan sıkı ve devamlı temas, Ahmed III devrine
kadar, ne örf ne adette, ne de fikir ve sanat meselelerinde önemli bir etki yapamamıştır. İki âlem
arasındaki devamlı çarpışma XVII. Yüzyılın sonlarına kadar nispî bir kuvvet muvazenesine sahiptir.
Ancak, 1683 Viyana bozgunu itibarıyla bu denge batı lehine bozulmaya başlar. Rusya’nın da tabloya
dâhil olduğu bu aşamadan sonra, nüfus, bünye ve teşkilât ile ordunun tekniği ve düzeni açısından
9
gerilemesinin dehşet verici bir şekilde fark edilişiyle39 başlayan, Türk batılılaşma
sürecini klasik yaklaşımın ötesinde, zihninde nasıl yeniden inşa ettiğini fark
ediyoruz. 40
“Bir yandan tarihî zaruretlerden kudret alan bir irade ile garp’a gittik, öbür yandan
hakikî cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak
imkânsız olan bir mâzinin sahibiyiz.”41
sahip olunan üstünlük devri sona ermektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, eserinde Türk batılılaşma
tarihini bu temel üzerinde, belirlediği önemli periyodik devirler ve kavramlar çerçevesinde ele alır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul 2006, s, 51-56.
39
Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 154.
40
Bunlardan bazılarını kaydetmenin, onun analitik düşünce biçiminin anlamamıza yardım edeceği
kanaatindeyiz:
Daha Kâtip Çelebi’nin yaşadığı yıllarda Osmanlı uleması, Copernic ve Galilée’den
haberdardır. İbrahim Müteferrika, 1730’lu yıllarda kaleme aldığı Usûlü’l- hikem fî nizâmi’l-ümem
isimli eserinde; Amerika’dan faydalandıkları gibi, doğu ve batıda nice diyâra musallat olmuş
Avrupalılar’ın, monarkiya, aristokrasiya ve demokrasiya isimli rejimlerinden söz etmektedir (s. 51,
56). Memleketin manzara ve ruh bütünlüğünü kıran Tanzimat’a gelindiğinde, Şinasi, Mustafa Reşit
Paşa’yı medeniyet resûlü metaforuyla anarak, kendi nesli ve gelecekler için bir din haline
getirmiştir. II. Meşrutiyet’le birlikte yürütülen yenilikler hakikatte, bir medeniyet dairesinden
öbürüne geçmek, asırlardan beri inanılmış ve uğruna mücadele edilmiş değerler dünyasından
ayrılmak demekti (s. 71, 133). İzmir ve Selanik gibi bazı kıyı ticaret şehirleri hariç, bütün memleket
İstanbul’da başlayan hayata yabancıydı (s. 132). Bununla birlikte, İstanbul’daki yeni yaşam
biçiminin içinden geleneksel hayat da akmayı sürdürüyor; harem devam ediyor, cariye alım satımı
oluyor, saray dışarıya kadın çırağ ediyor, yaverin yanı başında harem ağası, piyano hocasının yanı
başında alaturka saz ve musıkî hüküm sürüyordu (s. 133). A. H. Tanpınar, age.
41
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, s. 40.
42
G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 127.
10
arasındaki fark, bilgeliğin dünya nimetlerine karşı ilgisizliğinin aksine dinin,
dünyadan daha fazla pay almaya çalışmasıdır43.
“(…) ya milliyetlerin teşekkülleri devrinde olmuş, yahut da aynı mahrekin [dairesel hat,
yol] üzerinde bir yer değiştirmeden ileriye geçmemişler, nihayet bazıları da müşterek
içtimaî müesseselerin yardımını, hatta himayesini gören ilerleyişler halinde
kalmışlardır. Bizde ise değişme kat’idir ve bir zamanlar, milliyet fikrinin esası olan
‘devam’ı tehdit edecek bir safha bile geçirmiştir.”46
11
Tanpınar eski-yeni ikiliğinin sergüzeştini okuruna tüm gayretiyle
anlatmaya, tefsir etmeye çalışır. Tanzimat’la birlikte bizi âdeta kulağımızdan
tutarak şeyhülislam duası ve ecnebi sefir alkışıyla Avrupa mektebine çıraklığa
veren garpçılık, iki seçenek bırakmıştır: Ya eski tamamıyla yıkılıp onun yerine
yenisi kurulacaktır; ya da tükenmesi için bırakılan eskinin yanı başında yeninin
devri başlayacaktır.48 Tanzimat’ı yapanlar bunlardan ikincisini tercih etmek
zorunda kalmışlardır; ve bunun sonucunda:
“Bir tarafta yeni, hayata dayanan zaruretleri karşılayan çehresiyle görünüyor, öbür
taraftan bunun tam zıddı olan şey, yaşayan eski, yani yaşama kudretini kaybetmiş bir
yığın artık, kendi âleminin üstünde yüzebilen birkaç dağınık unsura yapışmış
duruyordu.”49
“Tenkidin, bir yığın inkarın, tekrar kabul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman zaman
da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun zaman, yani her
manasında verimli bir çalışmanın hayatımızı yeniden şekillendireceği güne kadar Türk
cemiyetinin hakikî dramı olacaktır.”52
“Hayatımızda karışık, içinden çıkılmaz hale gelmemiş hiç bir mesele yoktur. Bugünün
geçiş devrinde her şey bize biraz da tehditkâr bir muamma çehresiyle geliyor.
Tarihimizin acayip bir devrindeyiz. Bir buçuk asırdır süren bir medeniyet değiştirmenin
neticesi olarak, hayatımıza hâkim olan ikilik, her şeyi güçleştirdi. Kalbimizle
düşüncemiz, iyi niyetlerimizle itiyadlarımız hep birbiriyle çarpışıyor. (....) Belki de
48
A. H. Tanpınar, agm, s. 40-41.
49
A. H. Tanpınar, agm, s. 41.
50
A. H. Tanpınar, agm, s. 41, 42.
51
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 317.
52
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Giriş”, Beş Şehir, s. III.
12
gelecek nesiller için bugün yaşayanların en ayırıcı vasfı, bu devamlı çatışma olacak.
Senin neslin, benim neslim, bizden sonra gelenlerin nesli için ‘Onlar hakikaten güç bir
devirde, bütün meselelerin azdığı, çetrefilleştiği, görüşlerin ikizleştiği, üçüzleştiği bir
zamanda yaşadılar.’ diyecekler ve bizleri sırf bunun için merak edecekler ve
sevecekler.”53
Tanpınar, ünlü Beş Şehir‘inin giriş yazısı olarak kaleme aldığı makalede
Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davası içinde yaşayan, bir
şuur ve benlik buhranının çocukları olarak, mâzi ile nerede ve nasıl
bağlanacağımız sorunsalını en büyük meselemiz biçiminde ortaya koymaktadır.
53
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şehir”, Yaşadığım Gibi, s. 203-204.
54
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yay., İstanbul 2008, s. 170, 171.
55
İnci Enginün-Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergah Yay., İstanbul
2008, s. 70.
56
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Yaşadığım Gibi, s. 307-308.
57
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 321.
13
bir edebiyatçıya rastlanmadığını belirtir Tanpınar. Oysa insan, tarih karşısında,
duruşunu belirler, o olmaksızın ortaya çıkamaz, oluşamaz.58
“Mâziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine
ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam
fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki dün doğmadık. En çetin realitemiz budur.
Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir
seraptır. Uzaktan namütenâhî bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı beş on motifin ve
modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik
yahut yüksek tabaka kültürü, ondan bir çok yerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya
bağlı olduğun medeniyet yıkılmış.
Mümtaz:
– İşte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir
kere. Bugün Türkye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar
muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın
bir Nedîm, bir Nef’î, hatta bize o kadar çekici gelen eski musıkî ebediyen yabancısı
olacağımız şeyler arasına girecek.”61
58
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, s. 321.
59
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Giriş”, Beş Şehir, s. IV.
60
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, s. IV.
61
Tanpınar, Huzur, s. 251.
62
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 326.
63
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 199.
14
Tanpınar sıra dışı farkındalığıyla, geleneğin taşıdığı öneme ilişkin
gözlemlerini ve soyutlamalarını da okuruyla paylaşmaktadır: Örneğin, 1943
senesinde Ulus gazetesine yazdığı bir makalede İstanbul’un kenar semtlerinde
çıktığı bir gezintiyi anlatırken bu anlamda çarpıcı bir gözlemine yer verir. Gezinti
esnasında karşılaştığı oyunlu çocuk şarkısı onu âdeta büyülemiş ve büyük bir
hakikate uyandırmıştır:
“(....) Sonra başını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem
burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım.
Yunus gibi bağırırım, size hakikatınızı getirdim, derim. Hakikat de bu üzerinde
ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat burada da yapılacak birkaç şey
bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun;
fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü
yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma
lazım.”66
64
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Kenar Semtlerde Bir Gezinti”, Yaşadığım Gibi, s. 214; Tanpınar, Huzur
isimli romanında da yukarıdakine çok yakın bir sahneye yer verir: Bu kez yine bir kenar mahallede,
sokakta kız çocuklarının oynadıkları böyle bir türkülü oyunla karşılan roman kahramanı Mümtaz’dır:
Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?...
Tanpınar’ın kendisi gibi Mümtaz da gördüğü fotoğraf karşısında etkilenmiş ve bu türkünün
devamlılığının sırrını fark etmiştir: Bu türkü değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim
damgamızı basan şeylerdendir; tıpkı, her birinde milyonlarca çocuk başı ve rüyası olan ninnilerimiz
gibi. Huzur, s. 21-21.
65
Ahmet Oktay, Zamanı Sorgulamak, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991, s.12.
66
A. H. Tanpınar, Huzur, s. 251.
67
Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 1262.
15
III. Tanpınar’ın İstanbulu
1. “Ruh Mîmarı”
16
hayatlar kendi içlerinde son derece tutarlı ve şuurlu ruhlarla yaşanmaktadır ve
dolayısıyla bu terkipte en küçük bir çatlağa hiç kimse razı olamaz. İstanbul bu
devirde, kendi kimliğini bu terkip içinde bulduğu için batıdan olduğu gibi doğudan
gelecek etkilere de kapalıdır. Örneğin Arap zevki, ülkeye girememiştir; İran
edebiyatı uzaklaşmıştır. İmparatorluk, Iklîm-i Rûm’dur. Millî olmadığı yerde
mahallî kalmak biricik düsturudur.71
“Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, manalı manasız, eski yeni, yerli
yabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı– bir yığın unsurun birbiriyle
kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk
müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlar
bütünü vardı. Bu terkip, iki asırdan beri büyük manasında, hemen her sahada müstahsil
olmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte, fakir, fakat
zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mâzi mirasının son
parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirine
dayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve
her dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu.
Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu.”72
“Bundan otuz kırk sene evvel insanlar sadece iş veya eğlence için bir yere gelmezlerdi.
Hatta asıl birleştirici olan şey, bunlar değil ibadetti. İman dediğimiz duyguyu içinde
duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İmam,
sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muaşeret şekli,
hülasa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı
münasebetlerin tek kaynağıydı. Onu içlerinde gereği gibi bulamayanlar, yahut onun
emirlerine gereği gibi itaat etmeyenler de sanki her evin taşlığında, veya kapının
yanıbaşında küçük bir dolap varmış gibi, onun hallerini, o kendinden geçme, çok
yüksek bir varlığa bağlanma ve tevekkül maskesini yüzlerine geçirmeden dışarıya çıkıp
insanların içine karışmazlardı.”73
71
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 169-170.
72
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 150.
73
A. H. Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 29.
74
Ahmet Oktay, Zamanı Sorgulamak, s. 79.
17
Tanpınar, İstanbul’un yenileşme zorunluluğuna paralel olarak terkibî
kimliğini kaybetme sürecini 1946 senesinde yazdığı makalede karşılaştırmalı
olarak inceler: Ona göre, her şehir değişir; nasıl hayat zamanla değişirse, şehirler
de değişebilir ve şehirlerin münevverleri, sanatçıları bu durumdan kimi zaman
şikâyet ederler. Örneğin XIX. Yüzyıl Parisi’nde, teknolojinin ilerlemesiyle şehir
hayatı da değişmiş; sağlık, emniyet anlayışları başkalaşmıştır. Londra için, diğer
Avrupa şehirleri için de benzer şeyler söylenebilir. Ama İstanbul, böyle
değişmemiştir: O, olduğu yerde çözülmüştür. Gelen yeni hayat ile zevk anlayışını
uyuşturmaya çalışmanın yollarına bakamadan bir yandan yeninin hücûmuna
uğrarken, diğer yandan eskinin beklenmedik yıkılışına şâhit oldu. 75
“1908 ile 1923 arasındaki onbeş yılda o [İstanbul] eski hüviyetinden tamamıyla çıktı.
Meşrutiyet inkılabı, üç büyük muharebe, bir biri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın,
mâlî burhanlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüzyıllardır eşiğinde başımızı kaşıyarak
durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz, onun eski
hüviyetini tamamen giderdi.”76
18
Mucizevî terkibin bozulmasıyla gelinen bu noktada Tanpınar’ın dünyasında,
Türk İstanbul tâbirinin hayat bulduğunu görüyoruz. Başka bir ifadeyle, bu
tanımlama doğrudan İstanbul’un genetiğine müdahale eden, onun terkibini bozan
yenileşme gayretleri sonucunda Tanpınar’ın zihnindeki o hayatî yeri almış
görünmektedir.
3. “Türk İstanbul”
“Fatih öldüğü zaman, İstanbul her akşam, başında kandil yanan şehit türbeleriyle,
evliyalarıyla, tekkeleriyle, medreseleriyle, camileriyle, küçük ve tahta mescitlerinin
minarelerinden bugünün beş vaktinde yükselen ezan seslerinin etrafında toplanmış
mahalleleriyle tam bir Türk Şehriydi”81
Burada anlatılan Türk Şehri de tıpkı Türk İstanbul tâbiri gibi, yukarıda
incelediğimiz terkibin bozulmasıyla hayat kazanmış, dile mâledilmiştir. Bir şeyin
ancak aksiyle mümkün olması misali Tanpınar, Türk İstanbul tâbirinin, şehrin eski
terkipten yabancılaşmaya başlamasıyla ortaya çıkmış olduğunu; daha öncesinde
böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyulmadığını, çünkü yüz yıl öncesinde bile az çok
ortak bir zevkin İstanbul’da hüküm sürdüğünü, psikanalitik bir yaklaşımla ortaya
koyar. Tanzimat’la birlikte yabancı zevkler82 şehre hâkim olmaya başlayınca, Türk
İstanbul vurgusuna ihtiyaç doğmuştur.83
birbirimizden biraz daha ayırması, eskiye karşı duyulan haklı haksız bir yığın tepki, İstanbul’u bütün
halkının beraberce eğlendiği bir şehir olmaktan çıkardı. Mehtap âlemlerini yapacak eski servetler
kalmadı. Kâğıthane’yi çoktan bayağı bulmaya başlamıştık, Çamlıca’nın yerini Büyükada aldı ve
Pazar günlerine ait piknikler de, şehre ve eğlenme tarzına herkesin malı olan pek az şey ilave
ediyor.” A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 157
81
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü II”, Yaşadığım Gibi, s. 177.
82
Tanpınar yukarıda önemle altını çizdiği bu zevk değişikliğinin sembolik başlangıcını çok çarpıcı bir
imge karşıtlığına dayandırmaktadır. Ona göre bu, İkinci Mahmud’un şahlanmış at üstünde resmini
yaptırdığı gün başlamıştır. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hatta hareket yoktur. Sükûn
ve sükunet vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s. 187.
83
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 184.
84
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 184.
85
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 199.
86
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü I”, Yaşadığım Gibi, s. 173.
19
Tanpınar yaşadığı dönemde, bir zamanlar vatan orkestrasının nağmesini
yöneten İstanbul’un kendi içinde ve ülkenin diğer topraklarıyla yaşadığı derin
yabancılaşmaya itirazla, şehirde özgün olmayan yeniliklere karşı koyan, zamana
hükmeden saltanatlar aramaktadır.
“Çünkü onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu, zaman boyunca
uzanan bir zincirin bir halkası olduğumuzu hatırlatır. Bu zincir, o mucizeli devam
duygusuyla millî hayatın kendisidir. ‘İşte şu bina, benden dörtyüz bu kadar sene evvel
yapıldı. Bir Türk ustası tarafından yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam
edecek. Ben ona bakarken, benden evvelki nesillerle birleşiyorum. Sanki onlar bende
yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişliyor, büyüyorum ve doğrusu da budur. Bu binayı
cedlerim benimle seyrediyorlar ve ben de benden sonra gelenlerle onu seyredeceğim.
O halde zaman insanoğlu için sanıldığı kadar düşman değildir. her şeyin üstünde
insanoğlu devam edebiliyor.’ Niçin bu kurtarıcı hutbeyi içimizde susturmalı?”89
87
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 160.
88
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 163.
89
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 198-199.
90
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 163.
91
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s. 186.
92
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 195.
20
Tanpınar bu teşebbüs karşısında 1947 yılında Cumhuriyet gazetesinde
yazdığı makalede ilgilileri sağduyuya çağırmak adına çok önemli bilgileri verirken,
âdeta okurlarının kulağına acısını haykırmaktadır:
“Ben İstanbul’un imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa
Sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını
yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerine
bırakırdım. Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı
soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. Onu,
nesiller önünde yaşattıkça zengindir.
Başka memleketlerde 50, 60 sene evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya
yıkılırsa sanat ve edebiyat âlemi yerinden oynar, şahsa ait ve o kadar kan dökülerek
elde edilmiş tasarruf hakları bile münakaşa edilir, ‘Burada Verlaine her akşam
aperatifini alır, dostlarıyla konuşurdu...’ diye on senede bir, bu binanın artık yok
olmasına acıklanan kitaplar çıkar. Bizse İstanbul’u durup dururken canlı bir tarihinden
mahrum etmeye kalkıyoruz.”93
93
A. H.Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 197.
94
A. H.Tanpınar, agm, s. 197.
95
Daryus Şayegan’ın geleneksel insanın modernleşme karşısında sergilediği acayip ruh halini
anlattığı ünlü eseri Yaralı Bilinç’e selâmla... Metis, İstanbul 1997.
96
A. H.Tanpınar, agm, s. 198.
97
A. H.Tanpınar, agm, s. 198.
21
Tanpınar, yaklaşık otuz senedir devam edip yaşadığı döneme sirayet eden
İstanbul’un güzeliklerine karşı duyulan kayıtsızlık ve dudak büküşten büyük bir
rahatsızlık duymaktadır. Bunun belki de tek sebebi dayatılan modern anlayış
gümrüğüdür, ona göre. Modernizmin kurallarından ötürü edebiyatçıların bir kısmı,
eserlerinde bu güzelliklere hiç yer vermiyor; bir kısmı gümrükten
kaçırabildikleriyle yetiniyor; diğer bir kısmı da özel hayatlarında bunlarla hemhâl
olduğu halde masa başında inkâr ediyorlardır. İnsanın, bireyin acısı etrafında
şekillenen modern edebiyat, hayata ve güzelliğe küsmüş olmakla
somurtmaktadır. Halbuki bu fotoğraf pozlarının asaletidir...98
“Belki de biraz eski adamım; İstanbul’un güzelliklerine kendimi daima teslim ettim. Ne
diye tabiatı, yaşadığım şehrin tabiatını inkar edeyim? Boğaz gecelerinin sudaki
oyunlarını başka nerede bulabilirim? Hangi musıkî, hangi sanat eseri bana bunun eşini
verebilir? Her silindir dönüşünde bir kere değişen, yepyeni bir terkip olarak karşınıza
çıkan bu sedeften, siyah elmastan dünya...”99
22
fazla yaşamak istemez. Aradığı şey o gün yerinde olmayan İstanbul boğazının
mâzisidir, meselâ. Esasen bu anlamda duyulan sevgi bu eski şeylerin kendilerine
değildir. Tanpınar’ı onlara çeken, onların bıraktıkları boşluktur; kendi iç
didişmesinde, kayıp olduğunu sandığı bir tarafını onlarda aramaktadır.103
Bibliyografya:
103
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 256-258.
104
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, s. 43.
23
• Çubukçu, İbrahim Agâh, “Bîrûnî”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi,
c. 27, s. 89-95.
• Ebû Reyhan el-Bîrûnî, Kitab al-Jamahir fî Ma’rifat al-Jawahir, Haz. Hakim
Mohammad Said, Pakistan Hijra Council, Islamabad 1989.
• Enginün, İnci -Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa,
Dergah Yayınları, İstanbul 2008.
• Erdoğan, Tamer, Türk Romanında Mütareke İstanbul’u, Kanat Kitap,
İstanbul 2005.
• Hegel, G.W.F. Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
• İbn-i Haldun, Mukaddime, Çeviri: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2004.
• Köprülü, Fuad, “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl”, Edebiyat Araştırmaları,
Akçağ Yayınevi, Ankara 2004.
• Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul
1987.
• Oktay, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bak. Yayınları, Ankara
1993.
• Oktay, Ahmet, Zamanı Sorgulamak, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991.
• Mardin, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları,
İstanbul 2002.
• Safa, Peyami, Seçmeler, MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970.
• Said, Edward, Oryantalizm, Çeviri: Nezih Uzel, İrfan Yayınevi, İstanbul
1998.
• Şayegan, Daryus, Yaralı Bilinç, Metis Yayınları, İstanbul 1997.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul
2006.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi,
İstanbul ?,
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 170,
171.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Sahnenin Dışındakiler, Nakışlar Yayınevi,
İstanbul ?.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2000.
• Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, Derleyen: Ali Boratav, Kırmızı
Yayınları, İstanbul 2007.
• Târîh-i Peçevî , Matbaa-ı Âmire baskısından tıpkı basım, Enderun Kitabevi,
İstanbul 1980.
• Tevetoğlu, Fethi, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bak.
Yayınları, Ankara 1986.
• Türk, H. Bahadır, “Halide Edip Adıvar’ın Liberalizmle İmtihanı”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul c.7, s. 119-128.
• Uyguner, Muzaffer, Halide Edip Adıvar, Altın Kitaplar, İstanbul 1992.
24