You are on page 1of 24

İstanbul, “Büyük Mâzi Gülü”

(Bir Düşünce Tarihi Denemesi)


Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi Oedipus kompleksi,

yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Giriş

Tarihçi, tarihe konu olan bir problematiği irdelerken gerek duyduğu yerde
farklı disiplin ürünlerine başvurabilir; ya da doğrudan diğer bir disiplin ürününü
temel alarak bunun üzerinden tarihî bir problematiği irdeleyebilir. Kuşkusuz,
benzer ilişki biçimleri, diğer bilim dallarında yapılan çalışmalar için de geçerlidir;
ya da öyle olmalıdır.

Bu çalışmamızda, çeşitli zihnî bariyerlere, dogmatik sayılabilecek ön


kabullere ve yöntem sorunlarına rağmen bir deneme yapmaya kalkışacağız. Bu
denemede, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerden ikincisini kullanacağız; yani, farklı
bir disipline ait bazı eserler üzerinden ait olduğu dönemin düşünce tarihini
anlamaya çalışacağız1.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2000, s. 38.
1
Esasen, söz konusu disiplinlerarası çalışma geleneği, modern zamanların bir hediyesi değildir.
Antik mirası dönüştürerek içselleştiren Ortaçağ Türk-İslâm bilim adamlarının eserlerine baktığınızda,
ilgilendikleri konuların, çok farklı alanlara göndermelerde bulunduğunu görürsünüz. Örneğin, Ebû
Reyhan el-Bîrûnî’nin mineralojiyle ilgili eseri, Kitabü’l Cemâhir fî Mârifetü’l- Cevâhir’de biyoloji, tarih,
dinler tarihi, edebiyat, siyaset; matematik coğrafyayla ilgili; Tahdîd’inde felsefe, tarih felsefesi ve
bilim felsefesi vb. bilim alanlarına ilişkin bilgileri bulabilirsiniz (Ebû Reyhan el-Bîrûnî, Kitab al-
Jamahir fî Ma’rifat al-Jawahir, Haz. Hakim Mohammad Said, Pakistan Hijra Council, Islamabad 1989,
s. 3-28; İbrahim Agâh Çubukçu, “Bîrûnî”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, c. 27, s. 93-94).
Hindistan’a ilişkin kapsamlı eseri Kitâbü’l ma li’l-Hind antropoloji, tarih, edebiyat, etnoloji gibi pek
çok alanda okuruna benzersiz aktarımlarda bulunur (Alberuni’s India, Edward C. Sachau (Çevirmen
ve Editör), Londra 1910, pek çok yerde). İbn-i Haldun’un Mukaddimesi’ni de bu bağlamda
değerlendirebiliriz (İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
2004). Benzer örneklemeler, İbn-i Sîna, Farabî, Harezmî gibi dönemin diğer bilim adamları için de
söz konusudur.
Osmanlı kronik yazarlığına gelirsek, bu türde de başta edebiyat olmak üzere, okura çok
farklı alanlardan bilgiler aktarıldığını görürüz. Örneğin Peçevî, kroniğinde kara barut ve basma kâğıt
yapımını izah eder (Târîh-i Peçevî, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, c. I, s. 106); giyim-kuşam
biçimleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir (Peçevî, age, c. I, s. 5) ve dilbilimsel açıklamalarda bulunur
(Peçevî, age, c. I, s. 68). Benzer terkipleri, Nâima, Kâtip Çelebi ve Cevdet Paşa tarihçiliğinde de
bulabiliriz.
Modern zamanlarda sıkıntısı çekilen farklı disiplinlerden faydalanmanın, esasen, Avrupa-
merkezli kategorik anlayışın yarattığı uzmanlık bariyerlerinden kaynaklandığı kanaatindeyiz. Edward
Said’in tespitiyle, batının genelleme ve tasnif alışkanlığı sonucunda ortaya çıkan uzmanlık
dayatmasının tarihi arkaplanında, bizim-onların zıtlaşması vardır. Bu kategorizasyona Darwinizm’in
esasları da büyük katkıda bulunmuştur; ve sonuçta, batılılarca, dünyanın geri kalanı üzerindeki
hakimiyetlerini tesis etmek üzere, siyaset, bilim ve kültürden mürekkep bir bulamaç meydana
getirilmiştir (Edward Said, Oryantalizm, Çev.: Nezih Uzel, İrfan Yayınevi, İstanbul 1998, s. 309, 315).
Dolayısıyla, her ne kadar geçtiğimiz yüzyılda farklı kaygılar ortaya koyulmuş olsa da, süregiden
modern öğretim yöntemleri ve hâlihazırdaki yaşam biçimlerinin bileşenleri, insanın özgür algılama
yetisini büyük ölçüde sekteye uğratmaktadır. Diğer yandan, Annales tarihçilerinin anılan kaygılarını,
dönemin yükselen ideolojilerinin de motive ettiğini söyleyebiliriz. Elbette ki bu durum onların

1
Çalışmamıza esas alacağımız disiplin, edebiyat olacaktır. Erken-Cumhuriyet
döneminin önemli edebî şahsiyetlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deneme,
makale, röportaj, roman gibi eserlerinden yola çıkarak, yazarın zihin dünyasındaki
İstanbul’a dâir sorular yönelteceğiz: Bu sorularla, Tanpınar’daki İstanbul
algılamasının nasıl oluştuğunu sorgulamaya ve anlamaya çalışacağız. İstanbul,
onun zihninde nelere tekâbül etmektedir; ya da İstanbul imgesinin arka planında
neler yer almaktadır? Sorduğumuz bu sorulara, Tanpınar’ın edebî ve fikrî eserleri
yanında, az çok bu döneme ait çağdaş eserler ile, günümüzdeki incelemelerinin
ışığında bir cevap bulmaya çalışacağız.

Takdir edilir ki bu çalışma, yazarın biyografisiyle at başı gidecek bir örgüyle


ele alınmak durumundadır. Bu nedenle, incelememizde önce, Tanpınar’ın
çocukluğu, gençliği ve yetişkinlik yıllarına bakıp, sözkonusu kilometre taşlarının
önemli kodlarını, kronolojik atıflarla değerlendirmeye, anlamlandırmaya
çalışacağız. Ardından, onun İstanbul imgelemini oluşturduğunu düşündüğümüz
kavramları olgunluk döneminde nasıl tefsir ettiği, nasıl ele aldığı üzerinde
durmaya çalışacağız ve nihayet, son bölümde, tetkik edilenler ile doğrudan
Tanpınar’ın İstanbul mülâhazaları olan bilgiler ışığında “Tanpınar’ın İstanbulu”
ortaya konmaya çalışılacaktır.

Bu çalışmada tarafımızdan düşünce tarihi üzerinde denenen usulün,


tamamen kendi mantıksal süzgecimizin ve kendi zihnî serüvenimizin bir ürünü
olduğunu vurgulamalıyız. Bu nedenle ve bununla birlikte, yapılan çalışmanın farklı
biçimlerde geliştirilme kaygısının tarafımızdaki yerini önemle hatırlatmak
istiyoruz.

edimlerinin değerini azaltmaz. Kaldı ki mutlak bir objektiflik, bırakın bilim adamını hiç bir canlı insan
için söz konusu değildir. Ancak, belli farkındalıkların yaratılmasında itici olan ideolojilerin, yapılan
çalışmalara belli ağırlıklarda yansımış olduğunu göz ardı etmememiz gerekmektedir. Tıpkı yukarıda
çalışmalarından örnekler verdiğimiz Ortaçağ bilim adamı Bîrûnî’nin eserlerindeki bütüncül geleneği
oluşturan İslâm dini ve doğu felsefeleri etkisi gibi.
Çağdaş tarihçilikte, XX. yüzyılın başlarında, Annales tarihçilerinin başlattıkları tartışmalarla
gündeme geldiği kabul edilen, farklı disiplinlerin tarih incelemelerine getireceği katkı (Bakınız: Peter
Burke, Fransız Tarih Devrimi Annales Okulu, Çev.: Mehmet Küçük, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2002;
Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, Derleyen: Ali Boratav, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2007) bugün
ülkemiz tarihçiliğinde –en azından teorik olarak– tartışılmazdır. Yirminci Yüzyılın ortalarına doğru bir
anlamda, Annales’cıların teşvikiyle ortaya koyulan sosyo-ekonomik tarih araştırmaları dışında, diğer
disiplinlere ilişkin, özellikle edebî metinlerin tarih araştırmalarında kullanılması yönünde yapılan
çalışmaları, akademide ya da popüler tarih cephesinde görmek henüz yeterince mümkün
olamamıştır. Bu çerçeveye sokabileceğimiz çalışmaların, tercüman-ı hâl, menâkıbnâme, şehrengiz
gibi edebî ürünlerin transkripsiyonlu ya da tenkitli neşirlerinden ileri gidemediği görünmektedir.
Tarih ve kültür ilişkisinden hareketle, edebiyat ürünlerinin ait olduğu dönemin fikriyatının
aynası olduğu açıktır. Ahmet Oktay’ın ifadesiyle, yazınsal metinler, hem zamanlarının hem de
yazarlarının zaaflarını, kusurlarını, umutlarını, yıkımlarını içerirler (Ahmet Oktay, Cumhuriyet
Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1993, s. 51) Dolayısıyla, düşünce ya da zihniyet
tarihi araştırmalarında, geçmişten süzülüp gelen bu özgün dışavurumların, soyutlamaların kıymet-i
harbiyesi tartışılmazdır. Diğer taraftan, Niyazi Berkes’in tespitinde olduğu gibi, batılılaşmaya gayret
eden kişinin yaşadığı yabancılaşmanın yansıtılmasıyla ilgili olarak edebiyat yazarları büyük başarı
gösterdikleri halde tarihçiler bu alana ilgi duymamışlardır (Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı
Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, s. 9).
Edebiyat-tarih ilişkisinde yöntem sorunsalı bağlamında, Fuad Köprülü’nün edebiyat tarihi
araştırmalarına dair kaleme aldığı geniş makaleyi heyecanla okuduk. Bu cephede, dünyanın
geçirdiği tecrübeleri öğrenmek, özellikle kayda değerdi. Ancak, Türk edebiyatının bu konuda
tarihçilerin araştırmalarına muhtaç olduğunun ısrarla vurgulanması (Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatı
Tarihinde Usûl”, Edebiyat Araştırmaları, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 27-63) dışında, edebiyatın,
zihniyet tarihi araştırmalarında kullanılmasında uygulanabilecek usullerle ilgili çok fazla ipucuna
ulaşamadığımızı itiraf etmeliyiz.

2
I. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yaşam Algılamasını Etkileyen
Aşamalar

1. “Kendime Rastladım...”

İstanbul’da 1901 yılında doğan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatla, bir özne
olduğunun bilinciyle kurduğu ilk ilişkinin, daha üç yaşındayken ortaya çıktığını
öğreniyoruz. Tanpınar’ın 1904-1908 yılları arasına rastlayan bu erken-farkındalık
deneyimi, esasen onun nasıl meraklı ve gözlemci bir ruha sahip olduğunu
yansıtan elimizdeki ilk kayıttır:

“Ergani Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü.
Ben, sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire
kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her
karlı günde hatırlar ve yağışı beklerim.”2

Kadı bir babanın peşinde, Osmanlı Devleti’nin çok farklı bölgelerinde geçen
bir çocukluk düşünelim. Tanpınar’ın mütecessis karakterine, çocukluğunun geçtiği
diğer Osmanlı şehirlerinin coğrafyaları ve kültürel renkleri, devamlı surette el
vermiştir. Örneğin, Ergani’den sonra gittikleri Sinop’ta–muhtemelen daha önce
İstanbul’da tanışmış olduğu– denizle, dost olur. Bu dostluğu orada bulunan bir
tersanede gönüllü işçilik yaparak daha da derinleştirir.3 Deniz, onun
muhayyilesinde böylece yerini almıştır; takip eden birkaç senelik ayrılıktan sonra
onunla Antalya’da tekrar buluşacak ve sonrasında İstanbul’da –bir kaç yıllık kısa
ayrılıklar dışında– ömrünün sonuna kadar, hep göz göze, diz dize olacaklardır.

Siirt’te, uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri


tanıdığını ifade eder, Tanpınar. Burada geceleri damda yatmalarının bir hediyesi
olarak, yıldızları gözlemeye başlamıştır. Yıldızların karşısında kendisini âdeta bir
Sümer Rahibi gibi hissediyordur.4

Babasının tâyinleri nedeniyle Osmanlı şehirleri arasında çıkılan uzun ve


etkileyici Anadolu yolculuklarının Tanpınar’ın dünyasında büyük önemi vardır. Bu
noktada, yolculuk arkadaşı olarak yanı başında yer alan nine figürünü kaydetmek
gerekmektedir. Zira, Tanpınar’ın, ailesiyle çıktığı uzun ve konaklamalı bu kervan
yolculuklarının birisinde ninesi de vardır ve bu yolculuk onun zihninden hiç
silinmemiştir. Büyük anneanne, âdeta torununun kılavuzluk vazifesini
üstlenmiştir: Yakınından geçtikleri dağları tanıtır, hikâyelerini anlatır; Yunus’tan,
Aşık Kerem’den beyitler okur; yıldızları isimleriyle torununa takdim eder...5

Tanpınar, gerek Osmanlı şehirlerinin ve gerekse söz konusu yolculukların


onun edebiyatçı kimliği üzerindeki etkisini, doğuştan getirdiği kabiliyetlerinin dahi
üzerinde değerlendirir; ve der ki:

“(...) Hususî istidatlara inananlardan değilim. Hatta insanın biraz da şartlarının esiri
veya mahsulü olduğuna kaniim. Benim şartlarım beni edebiyata götürdü.
Herhalde babamın Anadolu memuriyetleri dolayısıyla bir yerde fazla oturmamamız,
o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz uzak imparatorluk memleketlerindeki
değişik iklim ve yaşama şekilleri, âni ayrılışların hüznü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk

2
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup” Yaşadığım Gibi, s. 348.
3
A. H. Tanpınar, agm, s. 348.
4
A. H. Tanpınar, agm, s. 349.
5
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Erzurum”, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul ?, s. 22-23.

3
yaşlarda iken hayatıma dikkat etmeme, hiç olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme
sebep olmuştur.”6

Esasen bu şartlar, Tanpınar’ın fikrî kazanımlarını şekillendiren geniş bakış


açısına mâlik olmasına yardım etmiş; böylece düşünsel perspektifini
zenginleştirerek, ülkesi ile kuracağı sahici ilişkiye sağlam bir temel oluşturmuştur.
Bunun sonucunda ileride göreceğimiz gibi, mâziye ve hâle dâir, eleştirel
sağlığıyla, kıskandıracak tespitler ve değerlendirmeler yapabilmiştir.

2. Savaş, Anadolu ve Türküler

Ahmet Hamdi Tanpınar, Birinci Dünya Savaşı senelerinde Kerkük’tedir.


Erken yaşlarda tanıştığını ifade ettiği kitaplarla –kendi deyişiyle okuma zevkiyle–
burada bulunduğu iki sene içinde de hemhâl olur. Dönemin kitap okuma geleneği
çocukları ve gençleri doğrudan tarihle tanıştırmaktadır: Cevdet Paşa’nın Kısas-ı
Enbiya’sı, Namık Kemal’in Cezmî’si gibi tarih kokan eserler üzerine, Kerkük’te
neredeyse bütün basılı tevârihi hatmeder.7

Tanpınarların Kerkük’ten ayrılışlarıyla başlayan uzun yolculuk, pek çok


felakete gebedir. Salgın hastalıkların kol gezdiği savaş yıllarında, yolda ailecek
hastalanırlar ve o Musul’da tifüsten annesini kaybeder. Tanpınar, hastalıklar ve
ölümle tanıştığı, 1916 baharından güzüne değin yaşadığı bu yoğun dönemin,
onun şahsiyetinin uyanmasını çabuklaştırdığını belirtmektedir.8

Özel hayatında yaşadığı acılara, devletin yıkılış fâciası da eşlik ediyordur.


Çocuk zihninde hâlâ zafer beklentileri kurgulayan Tanpınar, haritalar çizip, elde
kalan yerlerden itibaren imparatorluğu yeniden kurmaya çalışmaktadır.9

Tanpınar ve ailesi Kerkük ve Musul’dan sonra Konya’ya gelirler. Burada bir


süre kaldıktan sonra acılarla dolu bu uzun yolculuk babanın yeni görev yeri
Antalya’da sona erecektir.

Bu son derece sarsıcı yolculuktan sonra, Konya’da karşılaştığı bir fotoğraf


karesi, Tanpınar’ın hafızasına savaşın ve ölümün gerçekte ne anlama geldiği ve
Anadolu türkülerinin acayip tılsımını âdeta kazımıştır. Genç Ahmet Hamdi, 1916
yılının sonbaharında Konya istasyonunda, bir cepheden diğerine asker nakleden
yük vagonlarından birini görmüştür: Bir yığın soluk ve yorgun benizli çocuk,
birbirlerine yaslanmış, türkü söylüyorlardır. Tanpınar, yıllar sonra kaleme aldığı
Beş Şehir’in Konya bahsinde şöyle anlatır:

“Hiç bir şikayet bu kadar korkunç olamazdı. Vakıa Kerkük’ten Konya’ya kadar
gelişimizde o harbe ait, ondört onbeş yaşlarındaki bir çocuğun cephe gerisinden
görebileceği bir yığın faciayı görmüştüm. Fakat gördüklerimin hiçbiri ölüme ve her türlü
acıya ve bakımsızlığa bile bile giden ve yaşanmamış, hiç yaşanmayacak bir yığın arzu
ve sevgiyi kanlı bir köpük gibi bu istasyonun gecesine fırlatan bu biçarelere rastlayana
kadar etrafımda olup biten şeylerin mânasını anlamamıştım. Ancak onları dinledikten
sonra komşu evlerin sessizliğini, adım başında karşılaştığım çocukların ve kadınların,
yalnızlıkları içinde daha güzel kadınların yüzlerindeki çizgilerin mânâsını anladım.”10

6
A. H. Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi, s. 300.
7
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 301.
8
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 301.
9
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 302-303.
10
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Konya”, Beş Şehir, s. 104-105.

4
Hiç fark edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer, dediği Anadolu
türküleri, bu kareden sonra Tanpınar’ın muhayyilesinde ve kimliğinde gerçek
yerine oturmuştur –ki Beş Şehir’de, bu türkülerin, yazılacak Anadolu romanlarına
kılavuzluk etmesini şart koşacaktır.11

3. Mütareke İstanbul’u, Yahya Kemal ve Dergâh

Tanpınar’ın İstanbul yıllarına geçmeden önce Kerkük’ten sonra tâyin


oldukları Antalya’daki yaşamına kısaca değinmek istiyoruz. Antalya yıllarında
(1916-1918) Tanpınar, kitaplara ulaşma açısından Kerkük’teki şartlara göre çok
daha şanslı olduğunu belirtir. Orada kira ile kitap veren küçük bir kütüphane
bulmuş ve 1918 sonbaharına kadar Serveti Fünûn külliyatını ve tercüme
romanları hatmetmiştir.12

Daha önce belirttiğimiz gibi, Antalya, Tanpınar’ı tekrar denizle


buluşturmuştur. Deniz ve yıldızlı geceler, dağların onun içine yerleştirdiği yalnızlık
ve acziyet duygusunu hafifleten dostlarıdır. Deniz, der Tanpınar, insanla
durmadan konuşur. Yazar, bütün bu duyarlıkların, imgelerin merkezine İstanbul’u
koymaktadır: Bittabi bu manzaraları bu şekilde görebilmem için hayata İstanbul
gibi bir deniz şehrinde başlamam gerekirdi.13 Nitekim başta İstanbul olmak üzere
tüm bu imgeler, gelecekte Tanpınar’ın hemen tüm roman ve hikâyelerini,
denemelerini biçimlendirecektir.

1918 senesinin Ağustosunda Tanpınar, babası tarafından tahsilini


tamamlamak için İstanbul’a gönderilir. Savaşın son anlarıdır; ve karşılaştığı şehir
onun için hakikatten korkunçtur:

“Dört senelik harp, şehri içinden ve dışından beraberce kemirmişti. Her şey, eskimiş,
küçülmüş, değişmiş, fakirleşmişti. Büyük, çok büyük, bizim fert hudutlarımızı geçen bir
şey ölmüş gibiydi. Daha ilk günü bunu hissettim. Burada, Antalya’da olduğu gibi,
yakınlarım arasında avunmak imkânsızdı. Resmî ağızların vaat ettiği ve benim bütün
mürâhiklik [ergenlik] devrince hülyasını kurduğum zafer bile bundan bizi kurtaramazdı.
İçimdeki rahatsızlığın adını koymuş muydum? Bunu bilmiyorum; fakat hakikaten
rahatsızdım. Bir müddet bir nevi yetimlik hissi içinde yaşadım.”14

Tanpınar, savaşın son aylarına rastlayan bu dönemde, her geçen gün,


inkırazın [sönüş, sona eriş] ayrı bir çehresiyle karşılaştığını; dolayısıyla
imparatorluğun son anlarını yaşadıklarının farkında olduğunu ifade etmektedir. Ve
eklemektedir: Formasyonum bu yıllar ve hâdiselerle oldu.15

Bu yıllar dediği, Mütareke yıllarıdır aynı zamanda. Yüksek öğrenimi için


Dârülfunûn’a yazılmaya gider; önce tarih, sonra felsefe bölümlerini düşünür;
ancak Yahya Kemal’in edebiyatta hoca olduğunu işitince, bu bölüme kaydını
yaptırır.16 Yahya Kemal’in Tanpınar üzerindeki etkisi, Mütareke dönemi
İstanbulu’nun, onun zihninde yarattığı fikrî hava ile iç içe geçmiş durumdadır.

Tanpınar’a göre o dönem memlekette büyük bir mücadele mistiği hüküm


sürmektedir: Yaşanan felâketler millî şuuru uyandırmış; Birbirlerinden çok farklı
11
“Hayır, Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.” A. H.
Tanpınar, “Konya”, Beş Şehir, s. 105.
12
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi, s. 301.
13
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup” Yaşadığım Gibi, s. 350.
14
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi, s. 303.
15
A. H. Tanpınar, agm, s. 303-304.
16
A. H. Tanpınar, agm, s. 304.

5
kültürel kodlara sahip insanları, bu mistik yoğurmuştur. Tanpınar, bu havanın bir
taraftan da gençlerin iç keşif yolculuklarına da sebep olduğunun altını çizer ve der
ki: Hepimiz kendi içimizde, kendimize yükselmenin sarhoşluğunu tadıyorduk. Asıl
benliğimi bu hava yaptı.17

Fakültede Garp edebiyatı derslerini veren Yahya Kemal, âdeta Tanpınar’ın


zihnindeki taşların yerli yerine oturmasına yardım etmiştir. Onun derslerini
dinledikçe içindeki karışık dünya, nizâmını bulmuştur. Bu nizâmın en bâriz etkisi,
öncesinde zihninde hâkim olan hislerin dünyasının, yerini yavaş yavaş fikirlerin
dünyasına bırakmış olmasıdır.18 Dersler dışında da Yahya Kemal’le birlikte olan
Tanpınar için o, hem büyük kültürlü, hem kayıtsız şartsız bir Avrupalı, hem de
öğrencilerini kendi meselelerine ve hakikî vaziyetlerine götüren bir adamdır.
Yüksek bir zevki vardır; ve belki de en önemlisi, mâzi ile en geniş hesaplaşmayı
yapmıştır.19

Yahya Kemal’in verdiği dersler, diğer derslerden farklıdır: O, Fransız


edebiyatının meselelerini, millî ve gündelik hadiseler arasından anlatmaktadır.
Bu derslere konu olan Türk tarihi ve toplumunun meseleleri, Anadolu’daki Millî
Mücadele’ye gelip dayanmaktadır. Bu noktada batı düşünce adamları, Tanpınar
ve arkadaşlarının muhayyilesinde –kendi ifadesiyle– İzmir kıyılarından başlayarak,
Orta Anadolu sınırlarına kadar uzanan korkunç ve mübarek yangının alevleriyle
aydınlanmış, âdeta takdis edilmiştir.20

Bu derslerde Yahya Kemal, hızını tarihten alan bir milliyetçilik anlayışı


ortaya koymaktadır. Ancak, insanı, toprağıyla sahici bir ilişkiye geçiren, ona
bağlayan, bu nedenle de bireyi gerçek sınırları ve değerleriyle donatan bir tarihtir
bu. En can alıcı noktası ise, temelinde devam fikri’ni ihtiva etmesidir.21 Tanpınar’a
göre, milliyetin yapıcı sırrı olan devam fikrine dayalı bu tarih anlayışıyla Türk
tarihi, o günlerde, onun ve diğer gençlerin kendilerini anlamak için sırrını sorup
öğrenmeye mecbur oldukları bir âlem gibi önlerinde canlanmaktadır.22

Anlaşılmaktadır ki yukarıda sözü edilen edebiyat dersleriyle gelinen


noktada, Anadolu’da sürdürülen Millî Mücadele’yi sahiplenmek ve onu her şekilde
destekleme fikri daha da pekişmiştir. Tanpınar, 1944’te kaleme aldığı makalede,
Mütarekenin acı günlerini tasvir ettiği ümitsizlik yüklü satırlarını; Evet bütün
bunlar vardı. Fakat yanında başka şeyler de vardı: Şişli’deki evinde Mustafa
Kemal Paşa, Süleymaniye’deki küçük ahşap evinde İsmet Bey, Fevzi Paşa vardı 23,
cümlesiyle bitirerek, Millî Mücadelenin o yıllarda kendisi ve arkadaşları için ne
anlama geldiğini yansıtmaktadır.

Sonuç olarak Tanpınar, millet ve tarihe dâir fikirlerinde Yahya Kemal’in


mutlak denecek etkisi olduğunu vurgular. Beş Şehir isimli kitabı, onun açtığı
düşünce yolculuğudur ve ona ithaf edilmiştir; ancak sağlığında yaptığı iki baskı,
bulunduğu yerde olmadığı için bunu ortaya koyacak yönde müdahale
edememiştir.24
17
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Profesörlerimiz Anlatıyor”, Yaşadığım Gibi, s. 331.
18
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi, s. 304.
19
A. H. Tanpınar, agm, s. 304-305.
20
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” Yaşadığım Gibi, s. 179.
21
Devam fikri, Yahya Kemal gibi Tanpınar’ın da tarih anlayışını şekillendiren Fransız sezgici düşünür
Henri Bergson’un (1859-1941) zaman anlayışına dayanmaktadır. Geniş bilgi için bakınız: Henri
Bergson, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, Doğu Batı Yay., Ankara 2004.
22
A. H. Tanpınar, agm, s. 181.
23
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Atatürk” Yaşadığım Gibi, s. 103.
24
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup” Yaşadığım Gibi, s. 179.

6
Tanpınar’ın o senelerine Yahya Kemal ile birlikte yeni çıkan edebiyat
dergisi Dergâh da eşlik etmiştir. Ona göre bu dergi, Millî Mücadele döneminin en
önemli belgesidir. Çünkü, bu dergiyle yeni bir edebiyat, yeni bir dilin temeli
kurulmuştur. Dergâh’ta kendisi ve genç arkadaşları henüz kanat çırpmaktadırlar.
Bununla beraber, Ahmet Hâşim, Yahya Kemal gibi kalemler mecmuanın havasını
yapıyor, ürünlerini ortaya koyuyorlardır.25

Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh yıllarıyla ilgili olarak, kendisini arama


çabasının onu çeşitli edebiyatçı, düşünür ve yazarlarla tanıştırdığını söyler. Yahya
Kemal’den sonraki ilk büyük keşfi, Baudelaire’dir. Fransız şâir onu batı müziğiyle
ve resimle tanıştırmıştır. Ardından, diğer şâirler, Verlaine ve Mallarmée ile
karşılaşır; ve sonra, Goethe, Dostoyevski, Poe ile. Bunalımlı bir döneminde başka
bir Fransız; şâir, yazar ve düşünür Paul Valéry imdadına yetişir ve Marcel Proust
ile André Gide romanlarıyla önünü açarlar. Tanpınar 1951’de bunları anlattığı bir
mülâkatta der ki:

“Çoktan beri asıl gayenin kendimizi bulmak veya vücuda getirmek olduğuna
inanıyorum. Bu adamlar [yukarıda zikredilen şair-yazar] beni kendi hakikatlerime veya
aslî yalanlarıma götürdüler. Çünkü belki de hakiki şahsiyet yoktur ve bizim benlik
dediğimiz şey, ilk, yahut en büyük ibdâ ve ihtiraımız [yaratı ve keşfimiz], bir kelime ile
masalımızdır.”26

Tekrar İstanbul’daki Mütareke iklimine dönersek, Tanpınar’ın ifade ettiği


gibi, bu yıllar onun üzerinde büyük bir etki bırakmış; kimliğini şekillendirmiştir.
Bunun bir neticesi olarak, Sahnenin Dışındakiler romanında, Mütareke
İstanbulu’nu anlatmakta ve bu dönem zarfında içinde bulunduğu duygu ve
düşüncelere çok büyük oranda yer vermektedir. Tanpınar gibi, diğer pek çok
edebiyatçıyı da bu yıllar romanlarına konu ettirecek denli etkilemiştir. Bu itibarla,
bir Mütareke Devri Türk Romanı külliyatı oluştuğunu söyleyebiliriz. Yakup
Kadri’nin Sodom ve Gomore, Cevdet Kudret’in Sınıf Arkadaşları, Halide Edib’in
Ateşten Gömlek, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar isimli romanları bu külliyattan
yalnızca bazılarıdır.27

Sahnenin Dışındakiler vasıtasıyla, Mütareke ya da işgal yılları İstanbulu’nda


yaşayan insanların çeşitli trajedileriyle yüz yüze geliriz. Örneğin, Tanpınar’ın
kahramanına göre işgal altındaki şehrin hayatını anlatmaya, geceleri kendi ışıkları
içinde, bir yumruk sertliğiyle bekleyen bu zırhlılar kâfidir.28 Sokakta yürüdükleri
halde marş söyleyen Fransız askerleriyle karşılaşan roman kahramanı, zihninde
şu naif muhakemeyi yapmaktadır:

“Sonradan yaptıkları harp edebiyatında o kadar adı geçen bu türkü, tüylerimi diken
diken etti. Bunlar haddizatında belki güzel şeylerdi. Fakat benim İstanbulum’da ne işleri
vardı? Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam
ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı?”29

Tanpınar’ın ve romanına konu olan bu olayın çok benzerini, Hamdullah


Suphi Tanrıöver, aynı yıllarda bizzat tecrübe etmiştir:

25
A. H. Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Yaşadığım Gibi, s. 305
26
A. H. Tanpınar, agm, s. 306-307.
27
Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Tamer Erdoğan, Türk Romanında Mütareke İstanbul’u,
Kanat Kitap, İstanbul 2005.
28
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Nakışlar Yayınevi, İstanbul ?, s. 16
29
Ahmet Hamdi Tanpınar, age, s. 19.

7
“İstanbul’un his ve hayal veren o tarih ve sanat köşelerini birer birer tekrar
dolaşıyordum. Karşıma bir Yunan otomobili çıktı. İçinde Yunan zabitleri vardı. Önünde
küçük bir Yunan bayrağı sallanıyordu. İçimdeki keder, yakıcı bir zehir halini aldı.
Divanyolu ve bir Yunan otomobili… Bu, ne yaman, ne korkunç bir manzara idi…
(…)Divanyolu ve bir Yunan otomobili Gözlerimin gördüğüne kalbim nasıl tahammül
edebilirdi?”30

Sahnenin Dışındakiler’de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Mütareke yılları


İstanbulu’na dâir yukarıda verdiğimiz alıntıların dışında hem kendi psikolojisi –
dolayısıyla İstanbul algısı–hem de şehrin insanını anlamamıza yardım edecek
daha pek çok satır mevcuttur.31

II. Tanpınar’ın İstanbul Algılamasını Oluşturduğu


Düşünülen Kavramlar

1. Şark-Garp, Eski-Yeni ve Mâzi: Paradoksal Üçgen

Tanpınar’dan neredeyse üçyüz yıl önce; devletin toprak kaybının


hızlanmasına paralel sayılabilecek bir miada sahip olan şark-garp tartışması,
zaman içinde sesini yükselterek –günümüzde olduğu gibi– onun yaşadığı
süreçte de varlığını sürdürmüştür. Diğer pek çok meselede olduğu gibi
Tanpınar’ın bu meseleye yaklaşımı da bir tür psikanalitik tarih niteliği
taşımaktadır. İstanbul algılamasını da şekillendirdiği düşünülen bu çabayla o,
sorunun görünen ve görünmeyen; en temelinde yatan hakikatlerine ulaşmaya
çalışır.

Tanpınar, 1960 senesinde kaleme aldığı bir makalede, şark ve garp


arasındaki farklılığı, iki medeniyetin eşya ve madde karşısında aldıkları tavır,
biçiminde teorik bir çerçeveye oturtur.32 Ona göre:

“Şark, maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul eder.
Telkin ettiği ilk hususiyetle yetinir. Bu ilk karşılaşmada bazı mükemmelliklere kadar
varır. Hatta erişilmez bir hal aldığı da olur. Fakat çarçabuk teessüs eden bir gelenekte
bu mükemmellik durur, kalıplaşır.
30
Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1986, s. 244.
31
İşte Bazı örnekler:
“Hemen hepsi yavaş sesle, fısıldar gibi konuşuyorlar, yahut sessizce önlerine bakıyorlardı.
Buna mukabil Rumlar ve Ermeniler acayip bir şımarıklık içinde sağa sola küstahça bakıyorlar, çıngar
çıkarmak ister gibi davranıyorlardı. Hele Rumlarda her şey bir meydan okuma halindeydi. Küçük
çocukların hepsini ya mavi-beyaz elbiseler giydirmişler, yahut da bu renklerde bir işaretle
süslemişlerdi. Bir kısmının elinde kağıttan Yunan bayrakları vardı. (…) Kendi kendime düşünüyordu.
Dünyada başka mesut milletler de vardı. Onların bizim yaşlardaki gençleri, hiç de bizim bu anda
olduğumuz gibi bir “olmak ve olmamak” meselesiyle meşgul değiller. Onlar, aşkı, sporu
düşünüyorlar, yaşlarının tabii iştiyakları ve meseleleriyle meşgul oluyorlar, kurulmuş bir hayatın
imkânlarından istifade ederek çalışıyorlardı. Biz ise el parçası kadar bırakılmış, çok harap bir
vatanda yaşamak imkanlarını düşünüyorduk” Sahnenin Dışındakiler, s. 178.
“Bu ıstırap günlerinde insanların, yanı başlarından biraz uzaklaşmış olanları tekrar görünce
deli gibi sevindiklerini sonradan öğrendim. O zamana kadar örfümüzde kucaklaşmak vardı, fakat
öpmek yoktu. Hatta sevincin gösterilmesi bile ayıptı. Fakat İstanbul’dakiler, gidenlerin
dönmemesine o kadar alışmışlar, insanlarımız altı yıldır, birbirlerini tekrar görmekten o kadar ümit
kesmişlerdi ki Tevfik Bey gibi, biraz canını sıkan misafirini kovan, çocuğunun doğduğu gece
kendisine müjde vermeye gelen kadıncağızı kovduktan sonra yorganını başına çekip uyuyan bir
adam bile beni görmekten ağlayacak derecede mesuttu.” age, s. 185.
32
Eşya yani şeyler ve madde, en geniş anlamda kullanılmıştır: “Söylemeye hacet yok ki burada bu
kelimeleri en geniş manalarında, yani hem madde ve eşya, hem fikir ve hayal, zihnî ve içtimaî
hayatın bütün verileri, hülasa düşünen zekâ ve işleyen el karşısında nesne (objet) manasında
alıyoruz.” Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şark ile Garp Arasındaki Esaslı Farklar” Yaşadığım Gibi, s. 24.

8
Garp ise onu daima elinde evirir çevirir, zihninin karşısında tutar, onda birtakım
başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye
sahip olmaya çalışır ve bu gayretler sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey
denecek hale getirir.”33

Görüldüğü gibi Tanpınar’ın bu eski ikiliğe getirdiği yaklaşım, son derece


temel bir noktadan hareket etmekte ve bu sayede, problemin çok önemli bir
kısmının algılanmasına ışık tutar niteliktedir. Kanaatimizce de batının eşyayla olan
söz konusu ilişkisi, onun tüm “uygarlığının” çıkış noktası gibidir. Bu ilişkinin
neden/nasıl böyle kurulmuş olduğu ya da doğuda neden “kurul(a)madığı” din-
iktidar-birey üçgeni içinde aranmalıdır ve tartışmanın bu yönü Tanpınar’ın
teorisini öncellemektedir.

Edebiyat eleştirmeni Berna Moran’a göre batılılaşma sürecinde her


görüşten aydın için, genelde iki uygarlık arasında belli bir bocalama söz
konusuydu. Bu nedenledir ki ortaya çıktığı kabul edilen Tanzimat döneminden
itibaren 1950’lere kadar, Türk romanının ana sorunsalını batılılaşma belirlemiştir.
34

Tanpınar’ın çağdaşlarından olan Peyami Safa, doğu-batı ikilemiyle ilgili


olarak, yukarıdaki insan-eşya ilişkisi bağlamına çok yakın tahlillerde bulunur.
Safa’ya göre batının maddeyle olan ilişkisi, onu fethetme, yani başka bir şeye
dönüştürme yönündedir. Batının bu dikkati [belki uzmanlık talebi] onun bütünü
görmesini engellemektedir. Oysa doğu, terkiplere sadık kalarak bu açmazdan
uzak durabilmiştir:

“Maddenin fethine çıkan garp, tabiatla kavgasında teferruata daldı; tahlil neşterinden
başka elinde silahı yoktu; dikkati ancak varlığın mikroskop adesesine isabet eden
parçası üstünde kaldı; küll’ü göremedi ve vahdetten uzaklaştı. Şark, terkiplere sadık
kaldı ve yaratılış manzûmesinden başka hiç bir noktaya alâkasını dağıtmadı.”35

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir başka çağdaşı olan Halide Edip Adıvar’ın
şark-garp telâkkisi de yukarıdakilere yakındır: Halide Edip’e göre insan, madde ve
ruhtan mürekkep bir varlıktır. Onun dengeli bir hayat sürebilmesi için bunların
ikisine de önem vermesi gerekir. Medeniyetler de bunlardan birine veya ötekine
vermiş oldukları öneme göre değerlendirilebilirler.36 Edip’in eserlerine temel olan
doğu-batı meselesi bir ruh-madde karşıtlığı üzerinden ele alınır. Ona göre doğu
görünmeyen hayata, yani ruha saplanmışken batı, görünen hayata yani maddeye
saplanmıştır37.

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatçılığına koşut giden tarihçi kimliğiyle,


Osmanlı batılılaşma sürecini –kanaatimizce bugüne kadar yazılmış en analitik ve
anlaşılır yenileşme tarihi vasfına da sahip olan– XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi
isimli eserinde, kronolojiye eşlik eden kavramsal mülâhazalar eşliğinde
va’zetmektedir.38 Kitapta verdiği tarihî bilgilerden Tanpınar’ın, Osmanlı

33
A. H. Tanpınar, agm, s. 24.
34
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s. 22-24.
35
Peyami Safa, Seçmeler, MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970, s. 301.
36
Muzaffer Uyguner, Halide Edip Adıvar, Altın Kitaplar, İstanbul 1992, s. 90.
37
H. Bahadır Türk, “Halide Edip Adıvar’ın Liberalizmle İmtihanı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
İletişim Yay., İstanbul c.7, s. 122.
38
Tanpınar’a göre, batıyla Haçlı Seferleri’yle başlayan sıkı ve devamlı temas, Ahmed III devrine
kadar, ne örf ne adette, ne de fikir ve sanat meselelerinde önemli bir etki yapamamıştır. İki âlem
arasındaki devamlı çarpışma XVII. Yüzyılın sonlarına kadar nispî bir kuvvet muvazenesine sahiptir.
Ancak, 1683 Viyana bozgunu itibarıyla bu denge batı lehine bozulmaya başlar. Rusya’nın da tabloya
dâhil olduğu bu aşamadan sonra, nüfus, bünye ve teşkilât ile ordunun tekniği ve düzeni açısından

9
gerilemesinin dehşet verici bir şekilde fark edilişiyle39 başlayan, Türk batılılaşma
sürecini klasik yaklaşımın ötesinde, zihninde nasıl yeniden inşa ettiğini fark
ediyoruz. 40

Tanpınar’a göre Türk ruhunun özgün trajedisi, söz konusu batılılaşma ya da


yenileşme çabaları sürecinde iki büyük âlemin içimizde yaptığı mücadeledir. Bu
mücadeleyi Tanpınar, psikanalitik bir dille özetler ve der ki:

“Bir yandan tarihî zaruretlerden kudret alan bir irade ile garp’a gittik, öbür yandan
hakikî cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak
imkânsız olan bir mâzinin sahibiyiz.”41

Kanımızca, yeni ve eski kavramları ve karşıtlığı batılaşmanın ve


modernizmin çok temel ayrımlarındandır. Yeni kavramının, tarihin şekillendirdiği
zihniyetlerle ilişkili bir durum ya da ihtiyaç olduğu düşünülebilir. Klasik Osmanlı
zihniyeti açısından baktığımızda, algılama evreni dinamiklerinin, büyük oranda
mevcut durumu muhafaza etmeyle sınırlı olduğunu tespit etmemiz zor
olmayacaktır. Bu bağlamda sınırın ötesine geçen her durum korkulacak,
engellenmesi gereken, kötü, tehlikeli bir şeydir; yani bidattir. Bugün anladığımız
biçimde üretilen ya da ortaya çıkan her yeni şey ya da durum, ancak mevcut
düzene, onun sağlamlaşmasına hizmet ediyorsa kabul edilebilir.

Geniş bir incelemenin konusu olmakla birlikte, Türkiye için devletin


gerilemesine paralel olarak, eski-yeni kavramlarının dönüşüme uğradığı bir
gerçektir. Ancak romanda da görüldüğü üzere bu dönüşüm yüzyılların yarattığı
bilinç nedeniyle, son derece sancılı ve uzun soluklu olmuştur; hatta bu durum
günümüzde de devam etmektedir. Buradaki en önemli nokta, yukarıda kısmen
değindiğimiz gibi, yenilikleri tanıtan güçlü tarafın, yani batının bu anlamda
uğradığı zorunlu değişimlerin motivasyonlarının, Osmanlı/Türk dünyasından son
derece farklı olmasıdır. Bu bağlamda en belirleyici itki, batıdaki dini kurumlarla,
hükümdarların ve halkın yaşadığı özgün serüven olmalıdır.

Modern batı düşüncesinin mimarlarından Hegel, dini, bir halkın kendisi


olduğu şeyle, en yüksek özle ilgili bilinci, biçiminde tanımlamaktadır42. Bununla
birlikte düşünürün ileri sürdüğü din-bilgelik karşıtlığı, batıda dinin algılanış
biçimine anlamlı bir gönderme yapmaktadır: Hegel’e göre din ve dünya bilgeliği

sahip olunan üstünlük devri sona ermektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, eserinde Türk batılılaşma
tarihini bu temel üzerinde, belirlediği önemli periyodik devirler ve kavramlar çerçevesinde ele alır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul 2006, s, 51-56.
39
Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 154.
40
Bunlardan bazılarını kaydetmenin, onun analitik düşünce biçiminin anlamamıza yardım edeceği
kanaatindeyiz:
Daha Kâtip Çelebi’nin yaşadığı yıllarda Osmanlı uleması, Copernic ve Galilée’den
haberdardır. İbrahim Müteferrika, 1730’lu yıllarda kaleme aldığı Usûlü’l- hikem fî nizâmi’l-ümem
isimli eserinde; Amerika’dan faydalandıkları gibi, doğu ve batıda nice diyâra musallat olmuş
Avrupalılar’ın, monarkiya, aristokrasiya ve demokrasiya isimli rejimlerinden söz etmektedir (s. 51,
56). Memleketin manzara ve ruh bütünlüğünü kıran Tanzimat’a gelindiğinde, Şinasi, Mustafa Reşit
Paşa’yı medeniyet resûlü metaforuyla anarak, kendi nesli ve gelecekler için bir din haline
getirmiştir. II. Meşrutiyet’le birlikte yürütülen yenilikler hakikatte, bir medeniyet dairesinden
öbürüne geçmek, asırlardan beri inanılmış ve uğruna mücadele edilmiş değerler dünyasından
ayrılmak demekti (s. 71, 133). İzmir ve Selanik gibi bazı kıyı ticaret şehirleri hariç, bütün memleket
İstanbul’da başlayan hayata yabancıydı (s. 132). Bununla birlikte, İstanbul’daki yeni yaşam
biçiminin içinden geleneksel hayat da akmayı sürdürüyor; harem devam ediyor, cariye alım satımı
oluyor, saray dışarıya kadın çırağ ediyor, yaverin yanı başında harem ağası, piyano hocasının yanı
başında alaturka saz ve musıkî hüküm sürüyordu (s. 133). A. H. Tanpınar, age.
41
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, s. 40.
42
G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 127.

10
arasındaki fark, bilgeliğin dünya nimetlerine karşı ilgisizliğinin aksine dinin,
dünyadan daha fazla pay almaya çalışmasıdır43.

Özetle, batı zihniyetindeki ulus-devlet, modernleşme ve onun ürünü olan


eski-yeni kavramları ile doğu zihniyetindeki eski-yeni kavramları nitelik olarak
birbirinden ayrılırlar. Dolayısıyla batılılar, kendi yenilerini kendi yaşam biçimleriyle
ortaya koymuşlar; ancak aynı terkip, doğu insanı imgeleminde ve kültüründe
yerini bulamamıştır; ya da romanımızdaki Neriman’da olduğu gibi, hastalıklı bir
biçimde bulmuştur.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Tanzimât’ın en büyük fatalitesi olarak vazettiği


yeni ve eski ikiliği44, Türk insanının yaşadığı psikolojik gerilim açısından onun
yaptığı tahlillere (1951) son derece anlamlı ve etkileyici bir biçimde yansımıştır:

“Yeninin taraftarı ve mücadelecisiyiz, fakat eskiye bağlıyız. İş bu kadarla kalsa iyi.


Fakat kalmıyor, daha karışıyor. Hayatımızın bazı devirlerinde yeninin adamı olarak
eskinin tazyikini duyuyoruz; bazı devirlerinde eskinin adamı olarak yeninin tazyiki
içinde yaşıyoruz. Bu kutup değiştirme bir asırdan beri hayatımıza hâkim. Bazen
hadiseler, tarihî şartlar buna sebep oluyor. Bazen de psikolojik sebeplerle buna
düşüyoruz. Mesela kendimizi hâlis bulmuyoruz, kendi hayatımızı yaşamıyoruz, kendi
ağzımızla konuşmuyoruz vehmine kapılıyoruz. Buna, en ufak bir muvaffakiyetsizliğin,
umûmi hayattaki herhangi bir aksayışın karşısında ilk yenilik nesillerinin duyduğu,
duymuş olması lazım gelen o nefse karşı, yahut çok yüksek bir varlığa karşı işlenmiş
gizli ve zalim cürüm duygusunu da ilâve etmelidir. Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan
beri bir nevi Oedipus kompleksi, yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi
içinde yaşıyoruz, derdim. (…..) Bu içinden çıkamayacağımız bir fasid daire midir?
Elbette ki hayır. Fakat ondan kurtulma çarelerini arayabilmek için onun içimize niçin ve
nasıl yerleştiğini mütalâa etmemiz lazım gelecek.”45

Tanpınar, Türklerin batılılaşma sürecini diğer milletlerle karşılaştırmayı da


ihmal etmemiştir. O bu konumda da çok temel ve önemli tespitlerde bulunur:
Tanpınar’a göre başka toplulukların batılılaşmaları:

“(…) ya milliyetlerin teşekkülleri devrinde olmuş, yahut da aynı mahrekin [dairesel hat,
yol] üzerinde bir yer değiştirmeden ileriye geçmemişler, nihayet bazıları da müşterek
içtimaî müesseselerin yardımını, hatta himayesini gören ilerleyişler halinde
kalmışlardır. Bizde ise değişme kat’idir ve bir zamanlar, milliyet fikrinin esası olan
‘devam’ı tehdit edecek bir safha bile geçirmiştir.”46

Tanpınar, 1943’te kurduğu bu uzun cümlesinin sonunda, –bizce– sihirli


kelimelerinden biri olan devam’ın yaşadığı dönemde bir nevî zenginliğe
dönüştürebilindiğini belirtir. Bir başka araştırmanın konusu olmakla beraber, diğer
bazı yazılarından ve romanlarından yükselen seslerden anlaşıldığı kadarıyla,
esasen onun zihni bu konuda tam bir salâha kavuşamamıştır; hatta biraz ileri
gidip diyebiliriz ki esasen Tanpınar, idealize bir durumu ifade etmektedir. Bunun
ipuçlarını zaman zaman aşağıda sergileyeceğiz.

Tanpınar’da, eski-yeni ikiliği ve mâzi kavramı da şark-garp meselesi


dairesinde tartışılmıştır. Ahmet Oktay, eski-yeni ikiliği ve buna getirilebilecek
çözümlerin Tanpınar’ın yazısının çekirdeğini oluşturduğunu ve estetik anlayışının
da bu sorun bağlamında biçimlendiğini ifade etmektedir. Oktay’a göre Tanpınar,
şiiri, tam da bu nedenle zaman dışı kılmak istemiştir, denebilir.47
43
Hegel, age, s. 132.
44
A.H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 132-134.
45
A.H. Tanpınar, “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi, s. 38-39.
46
A. H. Tanpınar, agm, s. 40.
47
Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 1249.

11
Tanpınar eski-yeni ikiliğinin sergüzeştini okuruna tüm gayretiyle
anlatmaya, tefsir etmeye çalışır. Tanzimat’la birlikte bizi âdeta kulağımızdan
tutarak şeyhülislam duası ve ecnebi sefir alkışıyla Avrupa mektebine çıraklığa
veren garpçılık, iki seçenek bırakmıştır: Ya eski tamamıyla yıkılıp onun yerine
yenisi kurulacaktır; ya da tükenmesi için bırakılan eskinin yanı başında yeninin
devri başlayacaktır.48 Tanzimat’ı yapanlar bunlardan ikincisini tercih etmek
zorunda kalmışlardır; ve bunun sonucunda:

“Bir tarafta yeni, hayata dayanan zaruretleri karşılayan çehresiyle görünüyor, öbür
taraftan bunun tam zıddı olan şey, yaşayan eski, yani yaşama kudretini kaybetmiş bir
yığın artık, kendi âleminin üstünde yüzebilen birkaç dağınık unsura yapışmış
duruyordu.”49

Tanpınar aynı bahiste, bu sürecin, mâziyi kötüleme alışkanlığına yol


açtığına dikkati çekmektedir. Bununla beraber yazara göre mâziyle yaşanan bu
çekişme, 1923’ten sonra yapılan tasfiyelerle mâkul bir zemine oturmuştur. Öyle
ki mâzi ya da eski, gereksiz bir takım müessese artıklarından kurtulunca, gerçek
yüzüyle ortaya çıkmış ve hak ettiği saygıya kavuşmuştur. Birtakım acemiliklere
ve yapılacak olanların çok daha fazla oluşuna rağmen, girilen bu yol, açılan yeni
âlem, mâziyle kurulan sağlıklı ilişkiyle, insanlara güven ve kudret vermektedir50.

Yukarıda da değindiğimiz gibi Tanpınar, bu idealize evreni başka


yazılarında ve eserlerinde yeniden ve daha farklı değerlendirecektir. Örneğin
1955 yılında Varlık Dergisi’ne verdiği bir mülâkatta o günün insanının yaşadığı
derin yabancılaşmayı şöyle ifade edecektir:

“Kendisini evinde hissetmemekten gelen yadırgama, o ifade ihtiyacı, yaptıklarından


şüphe... Hülasa çivilerin yerinden oynamış olmasını kastettim. Asıl bugünü veren şey
bu huzursuzluk, tatminsizlik değil mi? Kelimelere hatta dile inanmamak, her an köklere
doğru gitmek, her an kendisini evirip çevirmek, sökmek, tekrar takmak... Hatta artık
takamıyoruz da... Dağınık unsurlarımızın karşısında çırpınıp duruyoruz, yahut onları
orada bırakıp kaçıyoruz.”51

Beş Şehir’in girişine 1960 yılında yazdığı makalenin hemen bütününde de o


dönemde hissettiklerinin idealize etmiş olduğu evrenden çok farklı olduğunu
görmekteyiz. Sadece şu cümle bile onun ne kadar farklı bir noktada olduğunu
anlatmaya yeter gibidir:

“Tenkidin, bir yığın inkarın, tekrar kabul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman zaman
da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun zaman, yani her
manasında verimli bir çalışmanın hayatımızı yeniden şekillendireceği güne kadar Türk
cemiyetinin hakikî dramı olacaktır.”52

Tanpınar, ömrünün sonuna doğru yaklaşırken, bu anlamda ümidini daha da


kaybetmiş gibidir. 1962’de kaleme aldığı makalede şunları söyleyecektir:

“Hayatımızda karışık, içinden çıkılmaz hale gelmemiş hiç bir mesele yoktur. Bugünün
geçiş devrinde her şey bize biraz da tehditkâr bir muamma çehresiyle geliyor.
Tarihimizin acayip bir devrindeyiz. Bir buçuk asırdır süren bir medeniyet değiştirmenin
neticesi olarak, hayatımıza hâkim olan ikilik, her şeyi güçleştirdi. Kalbimizle
düşüncemiz, iyi niyetlerimizle itiyadlarımız hep birbiriyle çarpışıyor. (....) Belki de

48
A. H. Tanpınar, agm, s. 40-41.
49
A. H. Tanpınar, agm, s. 41.
50
A. H. Tanpınar, agm, s. 41, 42.
51
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 317.
52
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Giriş”, Beş Şehir, s. III.

12
gelecek nesiller için bugün yaşayanların en ayırıcı vasfı, bu devamlı çatışma olacak.
Senin neslin, benim neslim, bizden sonra gelenlerin nesli için ‘Onlar hakikaten güç bir
devirde, bütün meselelerin azdığı, çetrefilleştiği, görüşlerin ikizleştiği, üçüzleştiği bir
zamanda yaşadılar.’ diyecekler ve bizleri sırf bunun için merak edecekler ve
sevecekler.”53

Tanpınar, şark-garp, eski-yeni çatışmasına dâir bu huzursuz tarafıyla,


romanlarından da seslenir. Huzur’da Mümtaz ve İhsan, eskiyi, mâziyle olan ilişkiyi
irdelerler:

– Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?..


– İster istemez onun bir parçasıyız. Eski musıkîmizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz.
Elimizde iyi kötü bize mâziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını
veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulunduğunu, ferahfeza yahut
sultanîyegâhın arasından etrafımıza baktığımız için.
(…)
– Biliyorum, dedi. Yeni bir hayat lâzım. Belki bundan sana ben daha önce bahsettim.
Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet
lâzım. Bu hüviyeti her millet mâzisinden alıyor.54

Tanpınar, ünlü Beş Şehir‘inin giriş yazısı olarak kaleme aldığı makalede
Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davası içinde yaşayan, bir
şuur ve benlik buhranının çocukları olarak, mâzi ile nerede ve nasıl
bağlanacağımız sorunsalını en büyük meselemiz biçiminde ortaya koymaktadır.

Kanımızca, Tanpınar’da mâzi, eskinin kavramsallaşmış halidir. O, mâzi


kelimesini eskinin ötesinde kullanır. Mâzi eskinin bir tür soyutlamasıyla
oluşmaktadır; o âdeta eskinin şiiridir; yani, eskinin zaman karşısında direnen,
kalıcı olabilen ve bugünü yaratan köpüğü, özüdür.

Avrupa kompleksinden kurtulmuş55 Ahmet Hamdi Tanpınar, Varlık


Dergisi’nde 1951’de yayınlanan bir makalesinde, samimi bir edayla, kendi
doğuculuk ve batıcılık macerasını okuruyla paylaşır. O, 1932 senesine kadar –
1923 Darülfünûn mezuniyetinden itibaren onbir yıl– çok cezrî [köktenci, radikal]
bir garpçıdır; hatta bu döneme kadar şarkı tamamen reddetmektedir. 1932’den
sonra ise kendine göre tefsir ettiği bir şarkta yaşamaktadır.56 Mâzinin inşa ettiği
bu şark, Tanpınar’ın sihirli kelimelerinden bir diğerine referans verir: terkip.
Terkibî bir şarktır bu; ve esasen tüm arayışı bunun niteliğine dâirdir.

2. Bir Kimliğin Bileşenleri: Tarih, Gelenek, Devam ve Terkip

İmrenilecek yetenekte bir tarihçi de olan edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar


için tarih kavramının yüklendiği anlamlar onun için şahsiyetin kendisi, hiç
olmazsa kaynağıdır.57 Dolayısıyla, Tanpınar’ın tarih fikri, aynı zamanda İstanbul
algılamasının da anahtarı durumundadır.

Diğer milletlerde, en moderninden en gelenekçisine kadar, tarih, her dâim


hayatın içinden konuşurken, bizde, Yahya Kemal’e kadar milletinin mâzisini bilen

53
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şehir”, Yaşadığım Gibi, s. 203-204.
54
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yay., İstanbul 2008, s. 170, 171.
55
İnci Enginün-Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergah Yay., İstanbul
2008, s. 70.
56
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, Yaşadığım Gibi, s. 307-308.
57
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 321.

13
bir edebiyatçıya rastlanmadığını belirtir Tanpınar. Oysa insan, tarih karşısında,
duruşunu belirler, o olmaksızın ortaya çıkamaz, oluşamaz.58

Tanpınar, tarihle bir türlü kurulamayan bu sağlıklı ilişkinin nedenlerine,


büyük bir kimlik buhranı içinde girilmeye çalışılan yeni medeniyet bağlamında
yaklaşmaktadır. Öyle paradoksal durumlar söz konusudur ki uzaklaşılan
medeniyet, kimliklerde, mesafe açıldıkça büyüyen bir boşluk bırakırken o, hem
köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük; hem de en güçlü
anlarımızda bile içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de bir vicdan azabı gibi
konuşan bir şeydir.59 Bununla birlikte Tanpınar, bu iç didişmeyi, olağan hatta
gerekli bulur. Çünkü, milletlerin ve toplulukların olduğu gibi insan kimliğinin de
asıl mânâ ve hüviyetini, çekirdeğini tarihîlik denen şey yaptığı için bu çatışma
yadırganamaz. Bu durum, Tanpınar’ın Beş Şehir’de yaptığı gibi aynı zamanda bir
mâziyle hesaplaşma ve anlaşma çabasıdır60. Esasen bu hesaplaşma onun tüm
eserlerinde ya doğrudan ya da dolaylı olarak gözlemlenebilir. Örneğin Huzur’da
bunu bir tartışmanın konusu olarak görebiliriz:

“Mâziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine
ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam
fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki dün doğmadık. En çetin realitemiz budur.
Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir
seraptır. Uzaktan namütenâhî bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı beş on motifin ve
modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik
yahut yüksek tabaka kültürü, ondan bir çok yerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya
bağlı olduğun medeniyet yıkılmış.
Mümtaz:
– İşte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir
kere. Bugün Türkye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar
muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın
bir Nedîm, bir Nef’î, hatta bize o kadar çekici gelen eski musıkî ebediyen yabancısı
olacağımız şeyler arasına girecek.”61

Bu itibarla, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tarih anlayışı insanın bugünü algılayıp


sağlıklı değerlendirmeler yapmasına ve kendisini bugünün getirdikleri karşısında
doğru biçimde konumlandırıp, yeniden inşâ etmesine hizmet etmektedir.
Dolayısıyla tarih, kronolojik bilgiler külliyatı olmanın ötesinde, gelenek ve kültür
taşıyan; bugüne dâir yaşayan bir kavramdır.

Anlaşılacağı üzere, Tanpınar’ın tarih anlayışının merkezinde süreklilik ile


bugün ve yarın için yeniden kurma, üretme; terkip fikri bulunmaktadır. Yukarıda
değinildiği gibi, üstadı Yahya Kemal gibi, onun da tarih algılamasını biçimlendiren
devam fikri, Fransız sezgici düşünür Bergson’a dayanmaktadır.

Tanpınar için süreklilik hayatın mucizesidir ve bu mucizeyi gelenek ve onun


oluşturduğu kültür sağlamaktadır. Ona göre gelenek, son derece mühim bir
teşekküldür; yeninin aşılandığı ağaç gibidir; ve biriktirme, yığma suretiyle oluşur.
Biriktirme, toplama yeteneği ise dehanın kendisini simgelemektedir62. Ancak
buradan hareket edilerek yeni ve sahici terkiplere gidilebilir. Nitekim, medeniyet
de mâziden gelen bir kültür yığılmasıdır.63

58
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, s. 321.
59
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Giriş”, Beş Şehir, s. IV.
60
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, s. IV.

61
Tanpınar, Huzur, s. 251.
62
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Mülâkat) Yaşadığım Gibi, s. 326.
63
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 199.

14
Tanpınar sıra dışı farkındalığıyla, geleneğin taşıdığı öneme ilişkin
gözlemlerini ve soyutlamalarını da okuruyla paylaşmaktadır: Örneğin, 1943
senesinde Ulus gazetesine yazdığı bir makalede İstanbul’un kenar semtlerinde
çıktığı bir gezintiyi anlatırken bu anlamda çarpıcı bir gözlemine yer verir. Gezinti
esnasında karşılaştığı oyunlu çocuk şarkısı onu âdeta büyülemiş ve büyük bir
hakikate uyandırmıştır:

Arabistan buğdayları/Severler sevgilileri/


Rumeli dilberleri!.../Kız seni almaya geldim...

Tanpınar’ı tâ çocukluğuna götüren bu çocuk oyunu ve onun garib, hüzünlü


türküsü, onun zihninde sürekliliğe ilişkin düşünceler uyandırır: Savaş koşullarının
İstanbul’un kenar semtlerine sürüklediği, her biri birbirinden farklı hikâyeye sahip
bu kız çocuklarının söylediği türkü, o gün olduğu gibi nesillerdir söylenegelmiş;
sayısız kız çocuğu onunla büyümüştür. Şartlar değişse de bu oyun ve türkü hiç
değişmeyecek, hep devam edecek; hayatın mucizesini yapacaktır. Bu sesler
arasından nesiller birbirine el uzatacaktır. 64

Tanpınar’ın tarih algısı, Nietsche’nin geçmişi, geleceğin zorunlu kışkırtıcısı


olarak görmesine benzemektedir65. Bununla birlikte, süreklilik ve terkibin
şekillendirdiği, gelenek ve kültürle yoğrulmuş bu tarih anlayışıyla bugün ve
yarının inşa edilmesi için gerekli şartlar konusunda Tanpınar, yukarıda olduğu gibi
gerek kendi ve gerekse roman karakterleri ağzından kayda değer tespitler yapar,
ancak bunun tam bir reçetesini veremez. Bilâkis tam da bu mesele, bu arayış,
onun tüm varlığından eserlerine taşıyor gibidir. Huzur’da bu hâli şöyle dillendirir:

“(....) Sonra başını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem
burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım.
Yunus gibi bağırırım, size hakikatınızı getirdim, derim. Hakikat de bu üzerinde
ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat burada da yapılacak birkaç şey
bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun;
fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü
yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma
lazım.”66

Ahmet Oktay’a göre, Tanpınar’daki tarih bilinci ve sentez isteğinin


merkezindeki imge İstanbul’dur. Çünkü, İstanbul, eski Osmanlı uygarlığının
ulaştığı kültür-sanat sentezini yansıtmaktadır. Bu terkibî bir uygarlık,
modernleşme çabalarıyla birlikte kan kaybetmektedir. Dolayısıyla Yahya Kemal
gibi o da yaratılacak yeni yaşam biçimleri için elde kalanlardan ve
kaybedilenlerden tekrar bir terkip elde etmenin yollarını aramaktadır.67

64
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Kenar Semtlerde Bir Gezinti”, Yaşadığım Gibi, s. 214; Tanpınar, Huzur
isimli romanında da yukarıdakine çok yakın bir sahneye yer verir: Bu kez yine bir kenar mahallede,
sokakta kız çocuklarının oynadıkları böyle bir türkülü oyunla karşılan roman kahramanı Mümtaz’dır:
Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?...
Tanpınar’ın kendisi gibi Mümtaz da gördüğü fotoğraf karşısında etkilenmiş ve bu türkünün
devamlılığının sırrını fark etmiştir: Bu türkü değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim
damgamızı basan şeylerdendir; tıpkı, her birinde milyonlarca çocuk başı ve rüyası olan ninnilerimiz
gibi. Huzur, s. 21-21.
65
Ahmet Oktay, Zamanı Sorgulamak, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991, s.12.
66
A. H. Tanpınar, Huzur, s. 251.
67
Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 1262.

15
III. Tanpınar’ın İstanbulu

1. “Ruh Mîmarı”

İncelememizin başında da ifade ettiğimiz gibi Tanpınar, Anadolu’da


karşılaştığı manzaraları görme biçimini İstanbul’da başladığı hayata bağlar. O
halde onun hakiki ruh mimarım68 dediği İstanbul, nasıl bir İstanbul’dur?

Beş Şehir, Tanpınar’ın İstanbulu’na en yakın olabildiğimiz duraktır. Orada,


yazarın muhayyilesindeki İstanbul’u pek çok yüzüyle görebiliyoruz. Sorduğumuz
soruya bir cevap olarak, Beş Şehir’de bir şehrin algılanması üzerine yazdığı
satırlar bize önemli ipuçları sunmaktadır. O, bir şehrin hayâlimizde aldığı
çehrelerin üzerinde düşünülecek şeyler olduğunu hatırlatır ve bunun insandan
insana olduğu gibi nesilden nesile de değiştiğini söyler. Sonra kendi belirlediği
tarihî dönemlerle geçmiş nesillerin İstanbul’u hangi gözle gördükleri konusunda
değerlendirmelere girişir. Örneğin, XV. Asırda Osmanlılar, İstanbul’a sadece
fethedilecek bir ülke gibi bakarlarken, fetihten sonra İstanbul, aynı insanlar için
bütün imparatorluğun ve Müslüman dünyasının gururudur. Onunla övünüyorlar,
güzelliklerini övüyorlar, her gün yeni bir âbide ile süslüyorlardı. O güzelleştikçe,
kendilerini sihirli bir aynadan seyreder gibi güzel ve asil buluyorlardı. Tanzimat
döneminde İstanbul’a bakış büsbütün değişmiştir. Şehir, iki ayrı medeniyetin
birleşiminden elde edilecek yeni bir terkibin potası olarak görülmektedir.
Tanpınar, kendi neslinin İstanbul algısını ise çok daha başka bir zemine oturtur ve
der ki: Bu kelimeden taşan aydınlık, bizim için daha ziyade, kendi ruh
haletlerimize göre seçtiğimiz, mazi hatıralarının, hasretlerinin aydınlığıdır.
Sonrasında bu hasretin niteliği konusunda açıklama yapma ihtiyacı duyar ve onun
sadece geçmiş zamana ait olmadığını ve çok karmaşık bir duygu olup, bir
kolunun gündelik hayatlarına ve saadet hülyâlarına kadar uzandığını belirtir. Bu
hasret, onların zihinlerindeki İstanbul’u yaratmakta ve şehrin kendisi, en basit
özellikleriyle dahi zihinlerdeki bu İstanbul imajını beslemektedir.69

2. Eski İstanbul, Mucizevî Terkip ve Onun Çözülmesi

Bu noktada biraz, onun hasretini biçimlendiren eski İstanbul’dan


bahsetmek istiyoruz: Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki Tanpınar’ın eski
İstanbulu’nun en üst referansı, onun tılsımlı kelimesi terkiptir. İstanbul, farklı bir
medeniyetten alınıp, üzerinde bu topraklar için, hatta dünya için yeni olan bir
zevk ve kültür terkibi meydana getirilen bir şehirdir70. Bu terkibin Tanpınar için en
kıymetli özelliği, kelimenin de mânâsıyla, onun özgünlüğüdür. Bu özgünlük, millî
olmaya ilişkin bir durumdur ve kanaatimizce bu millîlik de gayrı-millîliğe karşı
geliştirilen dönemin yarattığı bir duruştur. Ayrıca kendi isteğiyle değişebilen ve
özgür bir millîliktir bu. Ve tam da bu durumuyla ilişkili olarak, doğrudan, onun –
Yahya Kemal’den aldığı– Türk İstanbul tanımlamasına gönderme yapmaktadır. Bu
tanımlamaya aşağıda değineceğiz.

Tanpınar, terkibin çoktan bozulmuş olduğu yaşadığı dönemden geriye


doğru baktığında bu anlamda İstanbul’un altın çağını Onyedinci Yüzyılda bulur:
Türkiye’nin kendine yetebildiği bu asırda İstanbul, millî hayatın aynasıdır; doğu
dünyasının gözü İstanbul’dadır. Bütün modalar, zarafetler, ferdî ve içtimaî
hayatta her türlü yaratıcı hamle etrafa oradan gitmektedir. Şehirde yaşanan
68
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız”, Yaşadığım Gibi, s. 208.
69
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 140-141.
70
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 171.

16
hayatlar kendi içlerinde son derece tutarlı ve şuurlu ruhlarla yaşanmaktadır ve
dolayısıyla bu terkipte en küçük bir çatlağa hiç kimse razı olamaz. İstanbul bu
devirde, kendi kimliğini bu terkip içinde bulduğu için batıdan olduğu gibi doğudan
gelecek etkilere de kapalıdır. Örneğin Arap zevki, ülkeye girememiştir; İran
edebiyatı uzaklaşmıştır. İmparatorluk, Iklîm-i Rûm’dur. Millî olmadığı yerde
mahallî kalmak biricik düsturudur.71

Tanpınar, İstanbul’un bu mucizevî terkibinin bozulmaya başlamasına


paralel olarak ona daha içerden ve özünü anlamaya çalışarak bakmakta ve çok
etraflı değerlendirmeler sunmaktadır:

“Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, manalı manasız, eski yeni, yerli
yabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı– bir yığın unsurun birbiriyle
kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk
müessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlar
bütünü vardı. Bu terkip, iki asırdan beri büyük manasında, hemen her sahada müstahsil
olmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte, fakir, fakat
zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mâzi mirasının son
parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirine
dayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve
her dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu.
Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu.”72

Görüldüğü gibi Tanpınar, eski İstanbul terkibini dinî ve beynelmilel


paydanın oluşturduğunu vurgulamaktadır. Onun sözünü ettiği Müslümanlık,
Ortodoks bir inanış sisteminden ziyade kültürel kodları ağır basan bir
Müslümanlıktır. Sahnenin Dışındakiler’de bu inanma biçimini çok açık ve etkili bir
dille anlatır. Romanın başkahramanı Cemal, kendi mahallesini, içinde bulunduğu
Mütareke yıllarından, onyıllardır süren ağır buhrandan önceki haline bakarak
ortaya koymaya çalışmaktadır:

“Bundan otuz kırk sene evvel insanlar sadece iş veya eğlence için bir yere gelmezlerdi.
Hatta asıl birleştirici olan şey, bunlar değil ibadetti. İman dediğimiz duyguyu içinde
duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İmam,
sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muaşeret şekli,
hülasa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı
münasebetlerin tek kaynağıydı. Onu içlerinde gereği gibi bulamayanlar, yahut onun
emirlerine gereği gibi itaat etmeyenler de sanki her evin taşlığında, veya kapının
yanıbaşında küçük bir dolap varmış gibi, onun hallerini, o kendinden geçme, çok
yüksek bir varlığa bağlanma ve tevekkül maskesini yüzlerine geçirmeden dışarıya çıkıp
insanların içine karışmazlardı.”73

Anlaşılıyor ki Tanpınar için eski İstanbul terkibini meydana getiren en temel


unsur bu dinî yaklaşımın rahat kıvrımlarında gizlidir. Tanzimât ve Meşrûtiyet
dönemlerinde sürdürülen batının teknolojisine “evet”, kültürüne “hayır” bazlı
yenileşme çabalarında dahi din, yaşamın içindeki başat yerini korumuştur 74.
Böylece eski medeniyet belli ölçüde devamlılık arz edebilmiştir. Tabii ki
yenileşmelerle ilerleyen kimlik değişiminde, başka bir dünya algısına paralel
olarak dinin yeri de sarsılıyordu. İthal teknoloji, beraberinde yeni bir muaşeret de
taşıyordu. Nihayet Cumhuriyet’in seküler devlet anlayışı, onu merkezî
konumundan tamamen uzaklaştıracaktı. Ortaya kimlik adına silik izleriyle tuhaf
bir fotoğraf çıkmıştı.

71
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 169-170.
72
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 150.
73
A. H. Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 29.
74
Ahmet Oktay, Zamanı Sorgulamak, s. 79.

17
Tanpınar, İstanbul’un yenileşme zorunluluğuna paralel olarak terkibî
kimliğini kaybetme sürecini 1946 senesinde yazdığı makalede karşılaştırmalı
olarak inceler: Ona göre, her şehir değişir; nasıl hayat zamanla değişirse, şehirler
de değişebilir ve şehirlerin münevverleri, sanatçıları bu durumdan kimi zaman
şikâyet ederler. Örneğin XIX. Yüzyıl Parisi’nde, teknolojinin ilerlemesiyle şehir
hayatı da değişmiş; sağlık, emniyet anlayışları başkalaşmıştır. Londra için, diğer
Avrupa şehirleri için de benzer şeyler söylenebilir. Ama İstanbul, böyle
değişmemiştir: O, olduğu yerde çözülmüştür. Gelen yeni hayat ile zevk anlayışını
uyuşturmaya çalışmanın yollarına bakamadan bir yandan yeninin hücûmuna
uğrarken, diğer yandan eskinin beklenmedik yıkılışına şâhit oldu. 75

Beş Şehir’de de aynı mevzuyla cedelleşmeye devam eder Tanpınar. Burada


İstanbul’un dünya karşısında 1908’den itibaren değişen konumunun siyasî ve
iktisadî nedenlerini sıralamadan önce, şu önemli fotoğrafı ortaya çıkarır:

“1908 ile 1923 arasındaki onbeş yılda o [İstanbul] eski hüviyetinden tamamıyla çıktı.
Meşrutiyet inkılabı, üç büyük muharebe, bir biri üstüne bir yığın küçük, büyük yangın,
mâlî burhanlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüzyıllardır eşiğinde başımızı kaşıyarak
durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz, onun eski
hüviyetini tamamen giderdi.”76

Tanpınar, İstanbul’un terkîbi karakterinin medeniyet değişmesiyle birlikte


zaman içinde çözülüp dağılması gibi uzun ve sarsıcı tecrübenin kendi neslinden
evvelki nesiller için de sert dönemeçler inşâ ettiğini söyler. Yüzeli senedir hep bu
değişmenin uçurumlarından sarkmışlar; onun dirseklerinden arkada bıraktıkları
yolu ve uzakta zahmetlerine gülen vaitli [korkutan] manzarayı seyretmişlerdir.77

Gündelik hayat, ilişkiler, tümü kaybedilen terkiple birlikte, yabancı ve


süreklilik arzetmeyen bir yeniye teslim olmuş gibidir İstanbul’da. Mesela,
Tanpınar’ın muhayyilesindeki her uzvu birbirine bağlı yaşayan bir topluluk olan
mahalle yoktur artık. İstanbul’un yeni mahallesi, sadece belediye teşkilatının bir
cüzü olarak varlığını sürdürmektedir. Dahası, zaman içinde mahallenin yerini alt
kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her
penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman almıştır78.

Mucizevî terkibin bozulması, İstanbul mahallelerinin simbiyotik yaşam


geleneğine darbe vurduğu gibi, farklı sosyal sınıfların birlikte eğlenme
alışkanlığını da ortadan kaldırmıştır79. Tanpınar’ın bu önemli tespitinin arkasında
yukarıda değindiğimiz batılılaşma gayretleri içinde ortak zevk anlayışının ve
dolayısıyla birlikte yaşama pratiklerinin ortadan kalkması bulunmaktadır. O bu
bahiste, Mehtap sefaları, Kâğıthane âlemleri, Çamlıca gezintileri, Boğaz mesireleri
gibi eski eğlence biçimlerini yâd ederek, bunların yerine geçen Büyükada tatilleri
ve pazar günü piknikleri gibi yeni ve ferdî sayılabilecek bir yığın modanın
kimliksizliğini vurgulamaktadır. İstanbul halkının ortak zevklerini, sinemanın
dışarıdan belirlediği, perdenin sunduğu bir yığın ahmaklığa hayran olunduğu bir
devirdir bu.80
75
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s. 184-185.
76
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 146.
77
A. H. Tanpınar, “Giriş”, Beş Şehir, s. III..
78
A. H. Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 156-157.
79
A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 157.
80
“Eski İstanbul’da hatta benim çocukluğumda bile zengin, fakir her sınıf beraberce eğlenirdi.
Mehtap sefaları, Kâğıthane âlemleri, Çamlıca gezintileri, Boğaz mesireleri şehrin âdeta beraberce
yaşamasını temin ederdi. Bu, eğlencesi kıt Ortaçağdan kalma bir itiyattı. Bununla beraber son
zamana kadar müşterek zevkin yardımıyla sürüp gelmişti. Bir yandan iktisadî şartların değişmesi,
öbür yandan bu zevkin kalmaması, dışarıdan gelen bir yığın yeni modanın ve hasretin her gün bizi

18
Mucizevî terkibin bozulmasıyla gelinen bu noktada Tanpınar’ın dünyasında,
Türk İstanbul tâbirinin hayat bulduğunu görüyoruz. Başka bir ifadeyle, bu
tanımlama doğrudan İstanbul’un genetiğine müdahale eden, onun terkibini bozan
yenileşme gayretleri sonucunda Tanpınar’ın zihnindeki o hayatî yeri almış
görünmektedir.

3. “Türk İstanbul”

Tanpınar’ın Türk İstanbul tâbirine yaklaşmaya onun, Fatih’in inşâ ettiği


Türk şehrini tarifle başlayalım:

“Fatih öldüğü zaman, İstanbul her akşam, başında kandil yanan şehit türbeleriyle,
evliyalarıyla, tekkeleriyle, medreseleriyle, camileriyle, küçük ve tahta mescitlerinin
minarelerinden bugünün beş vaktinde yükselen ezan seslerinin etrafında toplanmış
mahalleleriyle tam bir Türk Şehriydi”81

Burada anlatılan Türk Şehri de tıpkı Türk İstanbul tâbiri gibi, yukarıda
incelediğimiz terkibin bozulmasıyla hayat kazanmış, dile mâledilmiştir. Bir şeyin
ancak aksiyle mümkün olması misali Tanpınar, Türk İstanbul tâbirinin, şehrin eski
terkipten yabancılaşmaya başlamasıyla ortaya çıkmış olduğunu; daha öncesinde
böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyulmadığını, çünkü yüz yıl öncesinde bile az çok
ortak bir zevkin İstanbul’da hüküm sürdüğünü, psikanalitik bir yaklaşımla ortaya
koyar. Tanzimat’la birlikte yabancı zevkler82 şehre hâkim olmaya başlayınca, Türk
İstanbul vurgusuna ihtiyaç doğmuştur.83

Bu tâbir Tanpınar’da oldukça geniş bir mânâya sahiptir; öyle ki İstanbul,


ülkenin karakteristiğini, onun üzerinde millî olarak ne varsa, içerisinde
barındırmaktadır.84 Nitekim Tanpınar’ın milliyet tanımı, bir dil, millî hayata intikal
etmiş şekilleriyle bir din ve ahlâk, başta mîmârî olmak üzere bir yığın sanat eseri
ve tarih hatırasıdır.85 Bu anlamda Tanpınar için İstanbul bir kimlik, Türk kimliğidir,
diyebiliriz.

Tanpınar’ın 1946 yılında yazdığı “Yaklaşan Büyük Yıldönümü I” isimli


makalede vatan orkestrası metaforu geçer. Bu mecazda o, Türk İstanbul’un
yukarıdaki özelliğini resmediyor gibidir: Ancak Süleymaniye’nin avlusundan
görülebilecek bir manzarada, ülkenin dört bir tarafındaki şehirlerin kendi
sazlarıyla nağmelerini birer birer yükselttiğini ve en sonunda İstanbul’un birinci
keman olarak gelip yerine oturduğunu fark edersiniz. O andan itibaren tüm
nağmeler onun sihirli işareti altında toplanacaktır; ona yoldaşlık edecektir; her
şey en güzel ve taze tarafıyla ona gidecektir.86

birbirimizden biraz daha ayırması, eskiye karşı duyulan haklı haksız bir yığın tepki, İstanbul’u bütün
halkının beraberce eğlendiği bir şehir olmaktan çıkardı. Mehtap âlemlerini yapacak eski servetler
kalmadı. Kâğıthane’yi çoktan bayağı bulmaya başlamıştık, Çamlıca’nın yerini Büyükada aldı ve
Pazar günlerine ait piknikler de, şehre ve eğlenme tarzına herkesin malı olan pek az şey ilave
ediyor.” A. H. Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 157
81
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü II”, Yaşadığım Gibi, s. 177.
82
Tanpınar yukarıda önemle altını çizdiği bu zevk değişikliğinin sembolik başlangıcını çok çarpıcı bir
imge karşıtlığına dayandırmaktadır. Ona göre bu, İkinci Mahmud’un şahlanmış at üstünde resmini
yaptırdığı gün başlamıştır. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hatta hareket yoktur. Sükûn
ve sükunet vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s. 187.
83
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 184.
84
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 184.
85
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 199.
86
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü I”, Yaşadığım Gibi, s. 173.

19
Tanpınar yaşadığı dönemde, bir zamanlar vatan orkestrasının nağmesini
yöneten İstanbul’un kendi içinde ve ülkenin diğer topraklarıyla yaşadığı derin
yabancılaşmaya itirazla, şehirde özgün olmayan yeniliklere karşı koyan, zamana
hükmeden saltanatlar aramaktadır.

4. Mimarî Eserler: “İstanbul’un Koruyucu Tanrıları”

Tanpınar’a göre, medeniyet değişirken ya da hayatın akışı içinde kaybolan


değerlere karşın zamana hükmeden saltanatlar da vardır. Bir kültürün asıl şerefli
tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişmez renklerini giydirmesidir. İstanbul’un tâ
fetih döneminden itibaren devam eden mîmârî üslubu bunun en önemli
göstergesidir. Asıl Türk İstanbul’u bu mîmârîde aramalıdır.87

İstanbul mîmârîsi, Tanpınar’ın algılamasında İstanbul’un peyzajıyla birlikte


şehrin güzelliklerinin kaynağını oluşturmaktadır. Bu mîmârîyi yaratan eski
ustaların en büyük özellikleri tabiatla işbirliği içinde sanat icrâ edebilmelerindedir.
Taşın mekanik rolünü, şekillerin sabit hüviyetlerini unuttuğu bir mîmârîdir bu.
Yüzyıllara dayanan bir mîrasın yarattığı bu mîmârî, imparatorluğun kendisi gibi
terkibî bir niteliğe sahiptir. Ancak bu mîmârînin Fatih ve Bayezid külliyeleriyle
kendisini sergilemesinden sonradır ki İstanbul’da gerçek Bizans saltanatı
yıkılabilmiştir.88

Tanpınar şehirlerdeki mîmârî eserleri millî hayatın, devam fikrinin koruyucu


tanrıları olarak takdim etmektedir. Bir mîmârî eserin bu anlamda bırakacağı
muhtemel etkileri, şu önemli satırlarla açıklar, Tanpınar:

“Çünkü onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu, zaman boyunca
uzanan bir zincirin bir halkası olduğumuzu hatırlatır. Bu zincir, o mucizeli devam
duygusuyla millî hayatın kendisidir. ‘İşte şu bina, benden dörtyüz bu kadar sene evvel
yapıldı. Bir Türk ustası tarafından yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam
edecek. Ben ona bakarken, benden evvelki nesillerle birleşiyorum. Sanki onlar bende
yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişliyor, büyüyorum ve doğrusu da budur. Bu binayı
cedlerim benimle seyrediyorlar ve ben de benden sonra gelenlerle onu seyredeceğim.
O halde zaman insanoğlu için sanıldığı kadar düşman değildir. her şeyin üstünde
insanoğlu devam edebiliyor.’ Niçin bu kurtarıcı hutbeyi içimizde susturmalı?”89

Yukarıdaki pasajdan da anlaşılacağı üzere, medeniyet değiştirme buhranı,


İstanbul mîmârîsiyle olan ilişkiyi de yabancılaştırmıştır. Tanpınar’ın ifadesiyle,
gömlek değiştirme telâşı90 içinde olan İstanbul, mîmârî eserlerine de taklit etmeye
çalıştığı kimliğin anlamsız bakışıyla bakmaya başlamıştır. Bu itibarla, geçmişte
Tazimatçılar’ın Rumeli şimendifer yolunu saray bahçesinden geçirmeleri misali91 –
belli ölçüde günümüzde olduğu gibi–Tanpınar’ın yaşadığı dönemde de vahim
sonuçlar ortaya çıkabilmektedir. Sultanahmet Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sarayı
kompleksinin daha önce yıktırılan kısımlarından arta kalan ana binanın da
yıktırılıp yerine adliye sarayı yaptırılması teşebbüsü bunlardan biridir92.

87
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 160.
88
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 163.
89
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 198-199.
90
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 163.
91
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s. 186.
92
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi”, Yaşadığım Gibi, s. 195.

20
Tanpınar bu teşebbüs karşısında 1947 yılında Cumhuriyet gazetesinde
yazdığı makalede ilgilileri sağduyuya çağırmak adına çok önemli bilgileri verirken,
âdeta okurlarının kulağına acısını haykırmaktadır:

“Ben İstanbul’un imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa
Sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını
yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerine
bırakırdım. Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı
soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. Onu,
nesiller önünde yaşattıkça zengindir.
Başka memleketlerde 50, 60 sene evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya
yıkılırsa sanat ve edebiyat âlemi yerinden oynar, şahsa ait ve o kadar kan dökülerek
elde edilmiş tasarruf hakları bile münakaşa edilir, ‘Burada Verlaine her akşam
aperatifini alır, dostlarıyla konuşurdu...’ diye on senede bir, bu binanın artık yok
olmasına acıklanan kitaplar çıkar. Bizse İstanbul’u durup dururken canlı bir tarihinden
mahrum etmeye kalkıyoruz.”93

Mîmârî eserler, Tanpınar’da ruh kazanmış maddenin taşıdığı canlı


hatıralarıdır; bu nedenle bunların kaybedilmesi, şehrin kendi zamanlarını
kaybetmesi anlamına gelecektir.94 Kişi kendi zamanlarına, yine onun tarifiyle,
devam fikri vasıtasıyla ulaşabileceğine göre, bu ve buna benzer durumlar bilinç
zaafiyetine sebebiyet verebilecek sonuçlar üretebilecektir. İstanbul insanının,
zayıf ya da yaralı bir bilinçle95 kendisini ortaya koyabilmesi hayli güç olmalıdır.
Tanpınar’ın bu anlamda duyduğu endişe çarpıcıdır:

“Yarabbim, şu İstanbul’da hiç Türkşairi, Türkromancısı, Türkressamı, Türktarihçisi,


Türkmimarı yetiştirmeyecek miyiz? Bunu istemiyor muyuz? Dışarıdan gelen ve bizi her
an kendimizden kopartmaya çalışan o kadar kudretli cereyanların, gözümüzün önüne
dikilen sürükleyici şaheserlerin karşısında, iç adamına, bizim rüyamızı doya doya
seyredebileceği bir köşe bırakmaya neden razı olmuyoruz?”96

Sonuç olarak, bir kültür yığılması, toplanması olan medeniyetin en önde


gelen bileşeni, şehir ve mîmârîdir Tanpınar’da. Nesilleri asıl terbiye eden
bunlardır.97 Kanaatimizce, buradaki terbiye, bir tür varoluş bilincine erişme
terbiyesidir. Daha önce de değindiğimiz tarih-süreklilik bilinci-bugün üçgeni içinde
kurulabilen bir varoluş, Tanpınar’ın ideal kimlik formasyonudur; dolayısıyla
mîmârî, çizdiğimiz kimlik üçgeninin her ayağına hâkimdir.

Sonuç: Tanpınar, İstanbul, Bugün ve Yarın

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbulu’nu anlamaya çalıştığımız bu


çalışmada, kendi mantığımızla kurduğumuz bir usûl üzerinde buraya kadar
yürüdük. Bu uzun yolculukta onun yaşamındaki önemli duraklara biz de uğrayıp,
çevremize onun gözüyle bakmaya çalıştık. Daha sonra, eserlerini âdeta üzerine
kurduğu, mâzi, terkip, süreklilik gibi kavramlar ışığında onun İstanbulu’nu
zihnimizde kurgulamaya gayret ettik. Geldiğimiz bu noktada, son olarak,
Tanpınar’ın muhayyilesindeki İstanbul panoramalarını, yaşadığı dönem ve
yarınlarına nasıl taşıdığına cevap bulmaya çalışacağız.

93
A. H.Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 197.
94
A. H.Tanpınar, agm, s. 197.
95
Daryus Şayegan’ın geleneksel insanın modernleşme karşısında sergilediği acayip ruh halini
anlattığı ünlü eseri Yaralı Bilinç’e selâmla... Metis, İstanbul 1997.
96
A. H.Tanpınar, agm, s. 198.
97
A. H.Tanpınar, agm, s. 198.

21
Tanpınar, yaklaşık otuz senedir devam edip yaşadığı döneme sirayet eden
İstanbul’un güzeliklerine karşı duyulan kayıtsızlık ve dudak büküşten büyük bir
rahatsızlık duymaktadır. Bunun belki de tek sebebi dayatılan modern anlayış
gümrüğüdür, ona göre. Modernizmin kurallarından ötürü edebiyatçıların bir kısmı,
eserlerinde bu güzelliklere hiç yer vermiyor; bir kısmı gümrükten
kaçırabildikleriyle yetiniyor; diğer bir kısmı da özel hayatlarında bunlarla hemhâl
olduğu halde masa başında inkâr ediyorlardır. İnsanın, bireyin acısı etrafında
şekillenen modern edebiyat, hayata ve güzelliğe küsmüş olmakla
somurtmaktadır. Halbuki bu fotoğraf pozlarının asaletidir...98

O, ölümünden dört yıl önce, kaleme aldığı yukarıdaki makalede eleştirdiği


modern aydın tavrı karşısında, açık ve seçik olarak kendisinin İstanbul’la bu
anlamda kurduğu ilişkiyi ortaya koyar ve der ki:

“Belki de biraz eski adamım; İstanbul’un güzelliklerine kendimi daima teslim ettim. Ne
diye tabiatı, yaşadığım şehrin tabiatını inkar edeyim? Boğaz gecelerinin sudaki
oyunlarını başka nerede bulabilirim? Hangi musıkî, hangi sanat eseri bana bunun eşini
verebilir? Her silindir dönüşünde bir kere değişen, yepyeni bir terkip olarak karşınıza
çıkan bu sedeften, siyah elmastan dünya...”99

Tanpınar için, İstanbul’un muhayyilelerde yarattığı bu etki, modern


diktatoryaya boyun eğen kişilerce artık başka şehirlerden beklenir olmuştur. Beş
Şehir’de vurguladığı üzere İstanbul’un şiirimsi evreni yerine bu insanların
zihinlerini, Paris, Holivud, –hatta dünkü Peşte ve Bükreş– hasreti doldurmaktadır.
Bu şehirler, içlerde yanan İstanbul ışıklarını her gün biraz daha kısmışlardı.
Tanpınar’a göre yine de bütün bir vatan gibi orada duran semtleriyle İstanbul bir
gün hak ettiği yeri mutlaka bulacak; büyük mâzi gülü bir gün bizi elbette
çağıracaktır.100

Bu büyük mâzi gülü, semtlerinin insan üzerinde bıraktığı birbirinden değişik


etkilerle muhayyilemizde tıpkı bir gül gibi yaprak yaprak yaprak açılan
İstanbul’dur. Tanpınar, her büyük şehrin bu türden özellikleri olabileceğini
hatırlatır; ancak İstanbul’un iklim özelliği, lodos-poyraz mücadelesi, toprak
çeşitliliği, bu semtlerarası farklılıkları diğer şehirlerde görülebileceklere göre
derinleştirmektedir.101

Tanpınar’ın İstanbulu –yukarıda tarih, mâzi kavramlarında gördüğümüz


gibi– varoluş nedeni, bugüne, yaşayana anlam katmak olan bir mâzi gülüdür. Yani
tarih, İstanbul ve bugün bir terkip yaratmaktadır mâzi gülü imgesinde. Nitekim
Tanpınar, ruh bahçemiz102 dediği İstanbul’a bir bugün şuuru olarak bakmaktadır
âdeta...

Beş Şehir’de Tanpınar: Ne kadar çok hatıra ve insan... Cümlesinin hemen


ardından: Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi
imkânsız şeylerden bahsettim. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?
Sorularını sorar kendisine.

Bu soruların cevabı bizi, onun yukarıda bugün şuuru olarak adlandırdığımız


İstanbul imgesine biraz daha yaklaştırmaktadır. Onun aradığı şey ne eski insanlar
ne de onların yaşadıkları devirdir. Kanunî devri İstanbulu’nda dahi on dakikadan
98
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair”, Yaşadığım Gibi, s. 168.
99
A. H. Tanpınar, agm, Yaşadığım Gibi, s. 168.
100
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 145.
101
Ahmet Hamdi Tanpınar, agm, Beş Şehir, s. 144.
102
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaklaşan Büyük Yıldönümü”, Yaşadığım Gibi, s. 171.

22
fazla yaşamak istemez. Aradığı şey o gün yerinde olmayan İstanbul boğazının
mâzisidir, meselâ. Esasen bu anlamda duyulan sevgi bu eski şeylerin kendilerine
değildir. Tanpınar’ı onlara çeken, onların bıraktıkları boşluktur; kendi iç
didişmesinde, kayıp olduğunu sandığı bir tarafını onlarda aramaktadır.103

Tanpınar için İstanbul, bütünüyle hayatın kendisi için taşıdığı anlamla eş


değer gibidir. Ya da onun hayata bakış açısını, daha önce de aktardığımız gibi
İstanbul’da başlamış bir hayat belirlemektedir. Onun için onun özgür olduğu
zaman o da özgür; üzgün olduğu zaman da üzgün; eksik olduğu zaman da
eksiktir. O, İstanbul’la birlikte, tıpkı dedeleri gibi kendine has ve gerçek bir hayatı
yaşamak istemektedir. Onun için asıl miras, ne mâzide ne de garptadır; bugün
önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran [kendi] hayatımızdadır. Tanpınar’a
göre aslolan bugünkü hayatın meselelerini tespit edip, onları fikir hayatımızın
temeli olarak kabul etmemizdir. O zaman devam’ın zinciri içimizde tekrar
bağlanacak ve çağdaş dünyadaki yerimizi alabileceğiz. Birbirini anlamayan iki
âlemin ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklettiği
zahmetler, işte o zaman gerçek bir hayat yaşamanın nimetleriyle ödenecektir.104

Bibliyografya:

• Alberuni’s India, Edward C. Sachau (Çevirmen ve Editör), Londra 1910.


• Bergson, Henri, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, Doğu Batı Yayınları, Ankara
2004.
• Berkes, Niyazi, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975.
• Burke, Peter, Fransız Tarih Devrimi Annales Okulu, Çeviri: Mehmet Küçük,
Doğu Batı Yayınları, Ankara 2002.

103
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, s. 256-258.
104
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, s. 43.

23
• Çubukçu, İbrahim Agâh, “Bîrûnî”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi,
c. 27, s. 89-95.
• Ebû Reyhan el-Bîrûnî, Kitab al-Jamahir fî Ma’rifat al-Jawahir, Haz. Hakim
Mohammad Said, Pakistan Hijra Council, Islamabad 1989.
• Enginün, İnci -Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa,
Dergah Yayınları, İstanbul 2008.
• Erdoğan, Tamer, Türk Romanında Mütareke İstanbul’u, Kanat Kitap,
İstanbul 2005.
• Hegel, G.W.F. Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
• İbn-i Haldun, Mukaddime, Çeviri: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2004.
• Köprülü, Fuad, “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl”, Edebiyat Araştırmaları,
Akçağ Yayınevi, Ankara 2004.
• Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul
1987.
• Oktay, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Kültür Bak. Yayınları, Ankara
1993.
• Oktay, Ahmet, Zamanı Sorgulamak, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991.
• Mardin, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları,
İstanbul 2002.
• Safa, Peyami, Seçmeler, MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970.
• Said, Edward, Oryantalizm, Çeviri: Nezih Uzel, İrfan Yayınevi, İstanbul
1998.
• Şayegan, Daryus, Yaralı Bilinç, Metis Yayınları, İstanbul 1997.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, YKY, İstanbul
2006.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi,
İstanbul ?,
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 170,
171.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Sahnenin Dışındakiler, Nakışlar Yayınevi,
İstanbul ?.
• Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2000.
• Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, Derleyen: Ali Boratav, Kırmızı
Yayınları, İstanbul 2007.
• Târîh-i Peçevî , Matbaa-ı Âmire baskısından tıpkı basım, Enderun Kitabevi,
İstanbul 1980.
• Tevetoğlu, Fethi, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bak.
Yayınları, Ankara 1986.
• Türk, H. Bahadır, “Halide Edip Adıvar’ın Liberalizmle İmtihanı”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul c.7, s. 119-128.
• Uyguner, Muzaffer, Halide Edip Adıvar, Altın Kitaplar, İstanbul 1992.

24

You might also like