You are on page 1of 73

K2RİK VE GECE

Kadınca Bilimkurgu Öyküleri


YAZAR
Sadık Yemni

EDĐTÖR
Ozancan Demirışık

KAPAK TASARIMI

Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ

Ekim 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından buzuldunya.blogspot.com

adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan


kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ

NEDEN K2RİK?

Bütün dünyada bilimkurgu-fantastik alanını tarayan öykü ve


romanlar daha çok erkek okurun sürdüğü bir tarla gibi görünür. Büyük
ölçüde de böyledir. Çünkü çizgi roman geleneğinin uzantısıdırlar.
Çizgi romanlar erkek çocukların buluğ çağını icra ederlerken
hayallerindeki minik kaplara serüven tozları dolduran medyum işlevi

görmektedir. Bu romanlarda yer alan kadın figürleri aşırı seksilikleri ve


fiziklerinin abartılı güzelliğiyle erkeklerin hayal keklerine kabartma tozu
olurlar. Bu yayınlarda zeki, baskın karakterli, kurgunun zembereği olan
anaç kadına genelde az rastlanır. Hiper feminist kadın tipi ise zaman zaman
raflarda ve ekranlarda belirmektedir. Đfrat ve tefrit sarmalı.
Kadının ve erkeğin hassasiyet alanları değişiktir. Bu farka rağmen,

bulunduğumuz çağıda teknolojinin dünyayı giderek daha hızlı değiştirdiği


unutulmamalı. Dünya küreselleşerek büzüldü. Hiç kimse artık bu deli dolu

gidişatın dışında kalma lüksüne sahip değil. Önümüzdeki yirmi-otuz yıl


içinde hayatımız şu anlara oranla bayağı bilimkurguvari bir kıvama gelecek.

Bu nedenle de edebiyatımızda kadın okuyucuları daha çok saran, onlara


Sadık Yemni

daha etkin rol veren, aşırı erkeksi bakıştan sıyrılmış öykülerin daha sık
yazılması gerekmektedir.
Türk edebiyatında K2rik ve Gece kadın kahramanların bilimkurgu

ve fantezi türünde başat rol oynadığı bir öykü seçkisi olarak bir yeniliktir.
Hoş bir esintidir. Bu seçkinin dünyamızda insan bekasını üstlenmiş olan

kadınları giderek hem okuyucu hem de yazar olarak bilimkurgu-fantastik


alanına davet edecek mütevazı bir örnek olacağını düşünmekteyim.

Hayal Tozu Gölgecisi


Sadık Yemni

5
MUHTEVİYAT:

Filmvari Hayatlar……………………..7

Öte Yer Fotoğrafçısı………….…..17

Birinci Reklameş Cinayeti……...27

Cepcepniler………….……………….36

K2rik ve Gece………….…………….49

Endişeciler……………….…....…..….57

Yazar Hakkında…………….……….73
BİRİNCİ ÖYKÜ

FİLMVARİ HAYATLAR

Kapının zili tek bir kez çaldığında divanda oturur durumda


uyuyakalmış olan genç kadının omuzları kıpırdadı. ‘Đstemem, şimdi olmaz,’

der gibiydi sanki. Sol eli yumruk şeklinde sıkılıydı. Gözleri panikle
açıldığında bir şey yapabilmesi için çok geçti. Filmin sonu içeri girmişti.

Bulunduğu yer bu yaşamda canlı olarak içinde yer kapladığı son mekân
olacaktı.
“Aslı Otlubayır Hanım, çekim için hazır mısınız?”
Đki külüstür divan, bir koltuk ve bir televizyondan ibaret oturma

odası kalabalıklaşmıştı birden. Kamerası çekim yapan bir kameraman, ses


kaydı için elinde metal sopasının ucunda mikrofon taşıyan biri ve kara

gözlükler takmış olan rejisör. Bu ekibi üç haftadır çok yakından tanımıştı.


Hayatını cehenneme çeviren bir beraberlik geçirmişlerdi.

Aslı uykunun mahmurluğundan iyice sıyrılmıştı. Ayağında spor


ayakkabıları, üstünde eşofman vardı. Aklından bir hamle yapıp kapıdan
dışarı fırlamak geçtiyse de hemen vazgeçti. Son haftaların öğrettiği şey ağır
bir çaresizlik şeklinde sırtına abanmıştı. Parası yoktu. Cep telefonunu
sokakta bir yerde düşürmüştü. Kaçması mümkün değildi artık.
K2rik ve Gece

“Başka seçeneğim var mı?”


“Söz gelişi canım,” dedi rejisör. Klasik dikimli yeni bir cin pantolon,
kemerinin üzerine üzerine saldığı grimsi bir gömlek giymişti. Yaşı taş

çatlasa otuz falandı. Aynı yaşlardaki kameraman ve sesçi de spor


giyimliydiler. Tavırlarında profesyonel bir nezaket ve rahatlık vardı.

Yüzlerinde buraya ölümünü kaydetmeye geldiklerinin tek bir belirtisini bile


görememekteydi.
Aslı ayağa kalktı ve eliyle koridoru işaret etti. Kara gözlüklü genç
adam anlayışla başını salladı. Kadın koridora çıktığında sokak kapısı gözüne

bayağı baştan çıkarıcı göründü. Kimse arkasından gelmemişti. Öğle üzeri


üç falandı. Sokak insan kaynıyor olmalıydı. Đçinden, ‘Kaçsana ahmak!’ diyen

yana aldırmadan tuvalete girdi ve çişini yaptı. Yaşadığı çalkantılı ve aşırı


gerilimli hayat her hücresini yormuştu. Aynı şeyleri yinelemeye kalkışacak

hali yoktu artık. Aklının erdiği her şeyi denemiş ve sonuç alamamıştı. O
Allah’ın cezası Meliha hayatındaki düzenin bütün çivilerini sökmüştü.
Bir ay kadar önce Meliha birden arayınca şaşırmıştı. Araları bir
süredir limoniydi. Yeni numarasını nasıl bulabildiği sorusunu sormayı iş
işten geçtikten sonra akıl edebilmişti. Meliha Demirci birlikte çalıştıkları
turistik otel ve pansiyon açanlara tavsiye veren büroda ayağını kaydırmak
için elinden geleni ardına koymadığı biriydi. Birçok yönden kendinden çok

yetkindi. Daha gençti. Zekâsı harlıydı. Almancası ve Rusçası vardı üstelik.


Kıskançlıktan çatlamaktaydı. Sonunda altı yıldır çalıştığı bürodan atılan

kendisi olmuştu. Bütün bunlar iki yıl önceydi. Kadının kendinden nefret
etmesi için iyi bir sebebi vardı, ama bu tür bir cezayı hak etmemişti. Böylesi

çok fazlaydı. Vicdansızlıktı.

8
Sadık Yemni

“Seni şey için aradım... Duydum ki, kendi işyerini kurmaya


hazırlanıyormuşsun. Umarım başarılı olursun. Özlüyoruz hepimiz seni
burada. Ara sıra bahsin açılıyor. Ve de... Şunun için aradım, duyunca çok

şaşıracaksın valla.”
Yeni bir film kiralama firması kurulmuştu. Öyle artık kalite olarak

iyice elden gitmiş Hollywood filmleri ya da bağımsız film denen hafiflikler


değildi pazarladıkları. G Film dedikleri bir ürünü pazarlıyorlardı. Filmler
yerliydi. Televizyon ya da film salonlarında gösterilmiyorlardı. Ancak
üyelerin gözlerine açıktı. Birinin tavsiyesiyle üye olunabiliyordu. Depozito

falan alınmıyordu. Kayıt olmak gerekmiyordu. Basılı broşür yoktu.


Đstediğiniz cinsi söylüyordunuz sadece. Filmi şirket seçiyordu. Ama bu asla

hayal kırıklığı yaratmıyordu. Filmler benzersiz derecede etkiliydi. Film


başına üç buçuk lira ödenmekteydi. Buna teslimat ve geri alma servisi de

dâhildi. Filmler küçük bütçeyle kotarılmaktaydı, ama gönüllü katılım


sayesinde kaliteleri müthişti. Meliha bu ‘gönüllü katılım’ ve ‘müthiş’
sözcüklerini en az üç kez yinelemişti.
Filmler müthişti gerçekten. Đlk önce korku filmi kiralamıştı. Üç
öğrenci kız Bolu yakınlarında bir yerde bir kampa gidiyorlardı. Uluslararası
öğrencilerin geldiği hoş bir yerdi. Gece ateşin başında korku hikâyeleri
anlatıp yatıyorlardı. Ertesi sabah kızlardan birinin kayıp olduğu

anlaşılıyordu. Polise haber veriliyordu. Bu arada bir arama ekibi


kuruluyordu. Film ormanda arama yapan beş gencin teker teker

öldürülmesini konu etmişti. En sona kalan kız gece olunca dört adet
yürüyen cesetle karşılaşıp kaçmağa başlıyordu. Bütün gece süren kaçma

kovalama; kızın nihayet kayıp arkadaşının cesedini bulmasıyla

9
K2rik ve Gece

sonuçlanıyordu. Cesedin yanında kendi cesedi de bulunmaktaydı. Bütün


gece serüveni yaşatan şey kızın ölüme direnmesiydi. Aslında altısı da yolda
geçirdikleri bir araba kazasında ölmüşlerdi. Kim bilir kaç kez ısıtılmış bu

tanıdık bildik konuya rağmen çok etkilenmişti. Sahneler inanılmaz


gerçekçiydi. Aslı gece uyuyamamıştı bu yüzden.

Đkinci film erotik janrındaydı. Kendi yaşındaki bir kadın kocasından


ayrıldıktan sonra kırmadığı ceviz bırakmıyordu. Aysun adlı kadınla kendini
acayip identifize etmişti. Bacaklarındaki selülitleri bile aynıydı. Filmdeki
erotik sahneler çok etkiliydi. Film bitene kadar iki kez kendi kendini tatmin

etmişti. Otuz üç yaşındaydı. Böyle bir heyecanı on altı yaşında bile


yaşamamıştı. Sadece sonu çok kanlı bitmiş, kadın hiç ummadığı bir adam

tarafından piyano teliyle boğularak öldürülmüştü. Bütün filmler nasıl


başlarsa başlasın bir yerde şiddet işe karışıyor ve ölümlere neden oluyordu.

Çok arkadaşı yoktu. Bu film kulübünü başta annesi ve teyzesi olmak


üzere en az beş tanıdığına tavsiye etmek isterdi, ama bir kural vardı. Önce
dört film kiralayıp asil üye haline geçmek gerekmekteydi. Asil üye olmak
ölümcül bir hatta geçmekti. Nasıl bilebilirdi? Allah’ın belası Meliha
yüzünden hayatı allak bullak olmuştu. Annesinin ve teyzesinin verilmiş
sadakaları vardı. Belaya bulaşmamışlardı.
Beşinci filmi ısmarladığında her zamanki yakışıklı kurye yerine şu

anda oturma odasında bulunan çekim ekibi gelmişti. Serüven filmi


ısmarlamıştı. Kendisine bir serüven filminde rol alacağı söylenmişti. Kural

böyleydi. G film kulübünden dört film kiralayıp başkalarının hayatlarını,


onların serüvenleri ve sorunlarına tanık olduktan sonra sıranız geliyordu. Đyi

organize edilmiş bir şaka gibiydi. Rejisör başrol için seçildiğini, sapık bir

10
Sadık Yemni

katil tarafından kovalanan bir kadını oynayacağını söylemişti. Bu arada


kamera çekim yapmaktaydı.
Bir yanı duyduğu şeylerin şaka olmadığını kavramaktaydı, ama üç

serseriyi de kapı dışarı etmişti. O gece uyurken, bu arada belki yirmi defa
aradıysa da Meliha’ya ulaşamamıştı.

Birden uyanmıştı. Başucunda biri duruyordu. Karanlıktı. Yüzü


görülmüyordu. “Dumanı hissediyor musun? Evini yaktım. Kaç şimdi.
Yakalarsam seni akıl almaz işkencelerle öldüreceğim. Bunları başkalarına
anlatırsan Eski Foça’da kalan annen, teyzen, kuzenin ve sabık kocan

öldürülecek,” diye fısıldamış ve onların fotoğraflarını gösterdikten sonra


çekip gitmişti. Aynı anda kokuyu almıştı. Yataktan doğrulduğunda yangının

çalışma odasından başladığını ve acele etmezse kül olup gideceğini


anlamıştı. Zarar korkunçtu. Đtfaiye yangını söndürdüğünde, yangın sigortası

bulunmayan dairesinde, işe yarayacak pek az şeyi kalmıştı.


Đyi ki bankada biraz parası vardı. Annesinden de yardım alabilirdi
gerekirse. Kendine ev aramaya başlamıştı. Ne G Film Şirketi’nden, ne de
sapık katilden falan söz etmişti kimseye. O filmleri izledikten sonra polis
korumasına pek güvenemez olmuştu. Ayrıca her şeyi göze alır bunu
yaparsa gazetelerin ve televizyonun başköşelerinde görünürdü ve bir daha
iş yeri falan kuramazdı geri kalan hayatında. Susmuştu.

Geçici olarak kaldığı bir arkadaşının evinde siyah maskeli sapık katil
tarafından ilk tecavüze uğramıştı. Adam elini ayağını bağladıktan sonra

kendisine sabaha kadar defalarca tecavüz etmişti. Teninde on bir kez sigara
söndürerek üstelik.

11
K2rik ve Gece

Senaryoya uygun eylemde bulunması gerekmekteydi. Durmadan


şehirden şehre, evden eve geçerek sapık katilden kaçmaya çabalayacaktı.
Bin bir önlemle gittiği her yerde enselenmişti. Cep telefonu, kredi kartı

kullanmadığı, bir sürü vasıta değiştirdiği halde nasıl olup da yakayı ele
verdiğini anlamıyordu. Bursa’daki bu son ev en uzun kalabildiği yer

olmuştu. Otobüs yolculuğu sırasında Đstanbul’da yaşayan, liseden arkadaşı


olan Bursalı Fahriye’nin boş duran iki odalı döküntü dairesini kiralamıştı.
Hem de yedi yüz lira aylıkla. Bir kez yüklü alışveriş ederek eve kapanmıştı.
Fahriye’nin birkaç yüz adet kitabı vardı. Kız bir çoksatar okuma

gurusuydu maşallah. Onları okuyarak, aldığı votkalarla ara sıra kafayı


çekerek tam on yedi gün geçirmişti. Yemekler tükenmişti. Son ekmeği dört

gün sonra küflenme arifesinde yemişti. Peynir, sebze, makarna bitmişti.


Dün öğlen çay yaparken tüp son nefesini üflemişti. Bugün tek yediği şey

dolabın arkasına düştüğü için yeni fark ettiği bisküvilerdi. Đçme suyu da
bitmişti. Musluktan su içmekteydi.
Daha önce nereye giderse gitsin enselenmesi iki günü geçmezken
burada on yedi güne ulaşmıştı. Göstermişti gününü puştlara. Fahriye ile bir
rastlantıyla otobüs terminalinde karşılaşmışlardı. Kıza kocasından kaçtığını
söylemişti. Ağzını tutacaktı yani. Đlk aylığı peşin vererek kızın yüzünü
güldürmüştü. Böylece peşindeki andavallıları atlatmıştı. Bunun senaryo

icabı olduğunu nasıl bilebilirdi ki.


Đçeri gittiğinde adamlar bıraktığı yerde durmaktaydılar.

“Şimdi ne olacak?”
“Filmin bütün sahneleri tamam,” dedi rejisör duygu taşımayan bir

ses tonuyla. “Final hariç. Đki çeşit final mümkün. Birincisi, siz burada

12
Sadık Yemni

kurtuldum artık derken sapık katil tarafından bulunup öldürüleceksiniz.


Tabii akıl almaz işkencelerden geçtikten sonra.”
Aslı feryat edecek gücü bulamamaktaydı kendisinde. Đkinci katta

olmasalar kendini camdan atmayı deneyebilirdi, ama maalesef o imkânda


mevcut değildi.

“Đkinci bir seçim de söz konusu haliyle.”


“Yüzüme kezzap döküp, kravatla boğazım mı sıkılacak?”
Eliyle değil anlamına bir işaret yaptı rejisör. Yakışıklı değildi, ama
atletik bir yapısı vardı. Yüzü de hiç fena değildi. Kocası olacak uyuzun ilk

yıllarını biralarla her tarafını şişirmediği halini andırmaktaydı biraz.


“G Film Şirketi’ni birine tavsiye edeceksiniz.”

Aslı uyduruk bir kurtuluş umuduna sarılmaya korkarak, “Nasıl yani?”


diye sordu.

“Şöyle. G Film Şirketini bir arkadaşınıza tavsiye edeceksiniz. O


kadar.”
“Ne olacak o zaman?”
“Sapık katil tam sizi öldürmeye çabalarken gözü pek bir komşu
gelerek adamı bayıltacak. Adam sizinle ilgilenirken katil kaçacak.
Kurtulacaksınız.”
“Tavsiye ettiğim arkadaş?”

“Đlk dört filmden acayip zevk alacak ve sonra onun oynama sırası
gelecek.”

“Yani?”
“Evet, iyi tahmin ettiğiniz gibi bu bir toplumsal döngü. Sonra onun

sırası gelecek. Birine tavsiye ederse sağ kalacak, etmezse öldürülecek.”

13
K2rik ve Gece

Dikenli bir sevinç Aslı’nın kalbini tırmalamaktaydı. Bir yıl önce olsa
kendisini bir arkadaşıyla aldatan kocasına tavsiye ederdi G Kulübü’nü, ama
zamanla ilk öfkesi solmuştu. Adam ona iyi davranmış bir sürü pahalı

eşyasını almayarak kullanmasına izin vermişti. Yanmış gitmişti sonunda


hepsi.

“Hiç birinci final şeklini seçen oldu mu?”


Rejisör saygıyla başını salladı. “Đnançlı olanlar. Vicdanlarının sesine
kulak verenler. Đdealistler. Tek tük de olsa böyleleri çıkıyor. O zaman
üyeden üyeye geçen köprü sonlanıyor. Sıfırdan üye bulmak çok zor bir

işlem. Şimdi burada konu etmemize gerek yok.”


Rejisör sol pantolon cebinden bir telefon çıkartıp kendisine uzatınca

Aslı otomatik olarak alıverdi. Sokakta düşürdüğü telefonuydu. Kapağını


açtı. Çalışıyordu. Bitmek üzere olan şarjı yenilenmişti.

“Haydi, zaman az. Kaç izleyici sizi bekliyor… Lütfen kararınızı verin.”
“Neden, neden bu kadar kan ve şiddet var?”
“Oyuncuların bilinçaltları böyle. Doğaları icabı yani. Benim elimden
ne gelir? Ben insani güdülerin peşinden giderim. Filmlerin akıl almaz
derecede etkili olması bu nedenden. Haydi, çabuk olun lütfen.”
Aslı adres listesindeki kimseleri gözden geçirirken kendini makasıyla
insanların hayat ipliğini kesen o yunan tanrıçası, adını hatırlamıyordu şimdi,

gibi hissetmekteydi. Parmağı kocasının ismi üzerinde durakladı ve geçti.


Đşten atılmasına sevindiğini gizleyemeyen sekreter parçası Füsun. Đki küçük

kızı vardı. Eski müdürle baş başa kahve içtiklerini yedi düvele duyuran
Hayriye. Çenesinin düşüklüğü dışında iyi bir insandı. Aldığı borcun üstüne

14
Sadık Yemni

yatan Jale. Kadının başında bin bir problemi vardı zaten. Meram adının
üzerinde durdu ve yeşil düğmeye bastı.
Meram bir ara en yakın arkadaşıydı ve kocasını baştan çıkarabilmek

için bir sürü fırıldak çevirerek sonunda başarıya ulaşmıştı. Eh, kendi de
uygun bir fırıldağı hak etmiş sayılırdı. Bekârdı da üstelik üç hafta öncesine

kadar. Telefon çalarken inşallah evde yoktur diyen yanı çok sönüktü. Bencil
genler direksiyondaydı.
“Alo, benim Aslı. Şaşırttım seni. Nasılsın görmeyeli? Yok canım. Yok
canım şimdi eski defterleri açmaya… Değil mi canım? Geçti hepsi. Đyiyim

iyiyim. Bil bakalım seni ne için aradım?”


Aslı hat kapanınca telefonu ne yapacağını bilemedi ve divanın

üstüne fırlattı.
“Yeni üyemiz katıldı aramıza,” dedi Rejisör. “Çok ikna edici

konuştunuz.”
Aslı, Meliha’nın filmden bahsettiği anları hatırlamıştı. Nasıl olmuştu
da heyecanını fark edememişti. “Ne olacak şimdi?”
“Katil sizi öldürmeye geldiğinde ondan kıllanan uyanık komşu
gelecek ve sizi kurtaracak. Adam sizle ilgilenirken bayılttığı katil sıvışacak. O
da az önce birine G film firmasını tavsiye etti. Bu kapıdan çıkar çıkmaz sizi
de, yaptığı işi de unutacak. Bir yerde karşılaşsanız bile ikiniz de bir şey

hatırlamayacaksınız. Kimlerle kol kola giriyor ve kahve falan içiyorsunuz bir


bilseniz. Neyse… On dakika içinde serbest biri olacaksınız. Bir ikramiyeyle

üstelik. Komşu sizi çok beğenecek. Hiç bozuntuya vermeyin ve sizi teselli
etmesi için yeşil ışık yakın.”

15
K2rik ve Gece

Aslı kendini çok kirli hissediyordu. Duşa girip bir saat sabunlanmak
istiyordu. Rejisörün paçayı kurtarmak için birini yakacağından yüzde yüz
emin olması yüzünden gururu sandığından fazla incinmişti. “Hepsi bu mu?”

“Evet. G Şirketi’yle işiniz bitti. Size tavsiyem bundan sonra insanlara


çok iyi davranın. Kendinizi sevdirin. Düşman kazanmamaya çalışın.

Şirketimiz giderek popülerleşiyor. Kimler üyemiz, bilseniz dudaklarınız


uçuklar. Oynayanların sayısı hızla çoğalıyor. Belli olmaz: Telefon
numaranıza sahip olan biri sizi arayabilir. Birazdan G Filmleri kiraladığınızı
unutacaksınız. Biri size tavsiye ederse ilk defa olduğu gibi açık hedef

durumunda bulunacaksınız.”
Aslı küçük şoku atlatmaya çabalarken aklında bir lamba yandı. “Bu

benim ilk filmim mi?”


Rejisör kendine çok yakışan bir şekilde tebessüm etti. “Aslı Hanım,

şirket sırlarını dışarıya vermemiz kesinlikle yasaktır.”


“Đlk filmim mi dedim?”
Rejisör ‘sus’ anlamında dudaklarını büzdü ve kenara çekildi. Oda
kapısında siyah elbiseli, siyah maskeli sapık belirmişti. Elinde kocaman bir
bıçak vardı. Aslı donmuş kalmıştı. Adam üzerine doğru yürürken girişte
geniş omuzlu iri yarı komşu göründü. Eliyle korkmaması için işaret etti.
Aslı kendinden hiç beklemediği bir şeyi yaparak bayılıverdi. Đnşallah

güçlü kuvvetli bir erkeğin kollarında ayılacak ve bütün bunları unutacaktı.


Unutmazsa hali haraptı.

Amsterdam 2008

16
İKİNCİ ÖYKÜ

ÖTE YER FOTOĞRAFÇISI

K. K’a

Öte Yer Fotoğraf Arşivi


1902 ile 2010 arasındaki zaman dilimine
ait fotoğraflar. Tanesi sadece on lira.
Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin,
çocukluğunuzun artık namevcut olan mekânları
ve geçmişte merak ettiğiniz daha nice kimselerin
fotoğrafları için bize başvurun.
Milyarlarca fotoğraflık arşivimizden çok
memnun kalacaksınız.

Parmağım kapıya dokunduğunda her an dağılıp gidiverecek bir


ortam beklentim sönüverdi. Kapı yüzeyindeki grimsi mavi boyanın pürtüklü

yüzeyi buram buram gerçeklik soluyordu. Sıcak bir yaz sabahında yatakta
ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim.
Đşgünüydü. Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu
hafifçe sıkmaktaydı. Hava sıcaktı. Tansonu Đş Hanı’nın üçüncü katında klima
K2rik ve Gece

mlima hak getireydi. Gömleğimin koltukaltında şimdilik pinpon topu


büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin belirdiğini hissediyordum.
“Hoş geldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız lütfen?”

Sıradan bir iş hanından beklemediğim iç düzen nedeniyle


şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi, gelenlerin oturması için sandalyeler,

dolaplar ve diğer büro aksesuarlarının hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye


sekiz metre ebatlarındaki uçuk sarı badanalı bomboş odayı görünce ‘yanlış
adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum’ beklentisi oluşmamıştı içimde.
Đliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce bir ciddiyet ve organize erkin

çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan bölümün başı olarak bunu


kolayca kestirebilecek biriyim.

“Adım Kenan. Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum... Biliyor musunuz,


burayı çok başka türlü hayal etmiştim.”

Siyah pantolon ve uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi.


“Haklısınız Kenan Bey. Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve
arzu edilen görsel malzemeyi sergileme yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik
bir müesseseyiz aslında.”
Kısa kır saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözlerinden ve boş mekândan
çok olumlu etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarkenki
umutsuzluğumdan hızla sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri

durmaktaydı. Eğer şansım varsa kalbimin en harlı isteğine karşılık


bulabilecektim.

“Sizi dinliyorum Kenan Bey.”


“Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl bakmış olan halam

geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. Đlanınızı görünce, onunla ilgili…”

18
Sadık Yemni

“Anlıyorum Kenan Bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı
var mı aklınızda?“
Orta boylu, narin yapılı olmasına rağmen vakar ve güç ışıyan adama

düşüncelerimi dürüstçe açmaya karar verdim: “Bu ilanı ilk kez gördüğümde
şaka sandım. Karıma bile bahsini etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım

sizle konuştum.”
“Bendim.”
“Sonra iş hanında gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal
kırıklığı yaratacak bir arşiv ya da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.”

“Peki şimdi?”
“Beklenti çıtam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla,

para hareketliliğiyle meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı


realize edemiyor.”

“Anlıyorum Kenan Bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı,


doğum tarihi ve en son nerede oturduğunu söyleyin lütfen.”
Bir çırpıda isteneni yaptım.
Adam pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki
siyah bir nesneyi kapının tam karşısındaki duvara yöneltti ve, “Şu kimse
mi?” diye sordu.
Halamı yirmi yaşlarında, o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında

gördüm. Elinde çay bardağı vardı. Ne kadar da gençti! Onu bu yaşta


hatırlamam mümkün değildi. Daha doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç

eski fotoğrafta gördüklerimden, aklımda kalandan çok farklıydı. Kadını


böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte gördüğüm için, kalbim huşuyla

19
K2rik ve Gece

meteoroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler ağzımdan güçlükle


dökülüverdi.
“Evet, ama bu… Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?”

“Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?”


Olmaz mıydı? Halamı düşündüm. Okuldan; üşümüş, acıkmış, titrer

bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan geçen güzel dolmanın, yaprak
sarmanın, gününe mevsimine göre fasulye veya bezelyenin kokusu
karşılardı beni. Đstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş ve
yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde

kalırdı.
“Dokuz ya da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım

bezelye çekmişti. Son derslerde hep bunu düşünüyordum. Konuşmaya


gerek kalmayan bir insandı halam. Lisanlar üstüydü diyalogumuz. Beden

dili dersleri veren psikologlar yanında halt etmişti. Kadın dudağımın


kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni hissetmiş. Düşüncelerimi
yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki tane. Sonra vazgeçip
bezelye yapmış. Đçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda neredeyse
ağlayacaktım. O gün nedense…”
“Anlıyorum Kenan Bey. Şu olmalı.”
Elimdeki hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten

bakmaktaydım geçmişe. On yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki


bezelye tabağı boştu. Yüzü gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol

yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün çevrik olduğu yerde kendi boyunda


iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları, gözleri, yüz hatları falan mevcut

değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun yarısı Đstanbul’da,

20
Sadık Yemni

yarısı Eskişehir’de geçmişti. Đstanbul’da tanıştığı görünmez arkadaşları, ışık


insanlar; Eskişehir’e kadar onunla gelmiş, yerleşmiş ve bir koloni
kurmuşlardı.

Birçoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar.


Uzun zamandır seslerini duymuyor, yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor,

geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın


ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi olmaktaydım. Đşin garibi onları
çoktan unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel
kimliğimi kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar

olmuştum. Dokuz aylık oğlum da bazen sağımdaki solumdaki boşluğa


bakıp gülümsediğinde, odasında biz yokken uyanıp kendi başına

kahkahalar atıp oynadığında yakınımda olduklarını hissediyordum.


Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya olduğunu anlamaktan

korkuyordum.
“Bunu nasıl..?” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?”
“Tek bir fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?”
“Evet.”
“On lira.”
Cüzdanımı çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp
pantolonunun cebine tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak,” dedi.

“Aşağı yukarı altı ay kadar. Sonra yavaştan yapı bozum başlayacak.


Bu süreç uzun sürer merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur, ama son

nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.”


“Nereden buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan

dostlarıydı.”

21
K2rik ve Gece

“Ata ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.”


“Peki bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz”
“Size bir izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir

evrenden geliyorum. Genetik açıdan pek yabancınız sayılmam, ama


kendimizin gerçekleştirdiği değişimler nedeniyle aramızdaki makas epey

açıldı. Şöyle izah edeyim: Yan yana duran yüzlerce tünel hayal edin. Ben üç
yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla akıyor. Biz sizden iki yüz
yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler bir-iki ay ilerinizi
yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010 yılı arasındaki her ana ve

yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya kadar açık mı?”


“Ama görünüşünüz pek şey değil.”

“Tebdil-i suret Kenan Bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz
kalmadı. Değişken bir yumağız.”

Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu.


Bu arada, sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı
yakalamıştı.
“Neden bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu
malzemeyi?”
“Fizikî zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi
yine size sunmak mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani.

Bu nedenle en yakındakini tercih ediyorum.”


Kredi isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve ona

yönelttim: “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?”


“Ben bir girişimciyim.”

“Kendi dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.”

22
Sadık Yemni

Adam gülümsedi. “Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı


kâğıtlardan değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.”
“Nasıl yani?”

“Komşu gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam


değiştiriyor. Değerleri artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben

bunları depoluyorum. Siz gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği


kazanıyor.”
Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu
sezmiş olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti: “Resme dikkatli bakın.

Bir şeyler farklı mı?”


Birden az önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince

hayretten dona kaldım. Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına


rağmen bir şeyi ayırt etmiştim. Okul üniformamın yakasında beyaz bir

kurdele vardı. Yirmi beş yıl önce bazı okullarda, çalışkan öğrencilere
kurdele takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama hiçbir zaman kurdele
takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu.
“Kurdele,” dedim.
“Mesela?”
“Başka bir fark göremiyorum.”
“Eski bir anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi

dünyanızdakinden çok daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu


gülümseme siz izledikten sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş

çekimli, sırlı bir devinim kazandı. Dünya zamanıyla iki yüz dokuz yıl sonra
bayağı kâr getiren bir sahne olacak. Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye

özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep giderek artıyor.”

23
K2rik ve Gece

Bir sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa,


halama, o şeffaf şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu
sezmekteydim.

Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını yaptım. Derisi,


dokunuşu bilinen insan eli gibiydi.

“Nasıl diyorsunuz halk dilinde… hakkınızı helal ediyor musunuz?


Sizden bir şey aldım ve bir şey verdim.”
Başımla onayladım. “Bir şey daha soracağım. Her şeyi açıkça
anlattınız. Yakalanmaktan korkmuyor musunuz?”

Adam ona yakışan bir şekilde gülümsedi yine. Đri kahverengi gözleri
neşeyle yanmaktaydı. “Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu

filmlerinin etkisindesiniz,” dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli
için ayrı bir liman mevcut.”

Minareyi çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut
değildi. Tansonu Đş Hanı’nın üçüncü katında yan yana duran kim bilir kaç
liman vardı.
“Tekrar gelmek mümkün mü?”
“Maalesef. Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz
konusu.”
“Ne yapalım... Đyi günler.”

“Hoşça kalın.”
Kapıya doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı

duvardaki görüntü silinmişti. Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam
bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hol hatırladığım

24
Sadık Yemni

gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye başlamıştım. Asansöre doğru


giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını gördüm.
“On liraya eski fotoğraflar,” dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?”

Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir pantolon giymiş, takmış


takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında fondöten mevcuttu. Esmer

tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk ortalarında falan
olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu.
“Bu kat. Mavi kapı.”
Kadının ela gözleri; ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç tıraşımı ve

bunlara uygun yüz ifademi hızla süzüp beni kategorize etti.


“Reklamda denen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen

gördüm. Milyarlarca fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?”


Yüzünde ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden

bir ifade belirmişti.


“Tek kelimeyle muhteşem,” deyip iki yüz dokuz yıl sonra çok
kıymetlenecek olan gülüşüme benzediğini sandığım bir ağız hali takındım.
Kadının gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim,” dedi. “Đyi
günler.”
“Đyi günler,” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada
olup bitenlerden tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok

ısrarla yinelesem söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı


kendime saklayacaktım. Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine

birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız zaman tünellerinden birinde kıpırtısız


duran bir kompartıman kiralamıştım. On liraya üstelik.

25
K2rik ve Gece

Dışarıdaki günlük hayat denen yere varınca biraz durup, debelenen


kalabalığı seyrettim. Đnsanlar üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber
koşuşturmaktaydılar. Güneş gökyüzünde iyice dik konuma geldiği için sıcak

artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek, arabamı park ettiğim yere


doğru yürüdüm. Siyah bir Opel geriye çıkışımı çok zorlaştıracak bir şekilde

tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için beyhude yere etrafa
bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken, aniden kafamda bir
şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden
değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin

çarkında çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim
merkezine yakın duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü.

Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm.


Arabamın kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyülttü. Öte Yer

Fotoğrafçısı’nın reklamını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman


kadın büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü. Reklamın rüyalar da dâhil
her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu düşündüm. Herkes
biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin geçmişinde
böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze ve
dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü
vardı.

Temmuz 2009 – Çeşme

26
ÜÇÜNCÜ ÖYKÜ

BİRİNCİ REKLAMEŞ CİNAYETİ

“Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle üzeri Altusa marka kazakları


gördüm. Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş indirmişler. Az kalsın
alacaktım, ama önce sorayım dedim. Sarı istiyordun değil mi?”

Ahmet Ertuna’nın soğan doğrayan hareketli eli durakladı ve dönüp


Nermin’e baktı. Kadın içeri yeni girmişti. Çok yürümüştü yine besbelli.

Çünkü ayakkabılarını çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan ayaklarını soğuk


su dolu leğene koyacak ve saatlerce sokaklarda gezmesiyle ilgili tek bir
kelime etmeyecekti. Bu arada telefonla üç-beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş

raporları sunacağından Ahmet zaten bütün dökümü çeşitli nüshalar

halinde dinleyecekti. Aylin nüshası, Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her


arkadaşına aynı mamul üzerine bile olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in

yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı ay içinde bir irili ufaklı numaralar
paketi açmış ve kendince bir usullükle tedavüle sokmuştu birer birer.

“Sarıydı evet.”
Karısı buzdolabını açmış içine bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir
oğulları olacaktı. Üzerinde kendine çok yakışan petrol mavisi eteği ve

beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş


K2rik ve Gece

kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı. Büyük teyzesinden kalan miras


sayesinde burun ve çene ameliyatı yaptırarak görünümünü olumlu
anlamda yenilemişti.

Bakışları karşılaşınca kadının kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz ifadesini


ani bir gülümsemeyle adeta sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart fettanlık

yandı söndü. Ardından gülümsemesi diğer yana kaydı. Sıradan bir ‘her şey
yolunda’ gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı. Kapatmak üzere olduğu
buzdolabı kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini saklamak için yapmıştı.
Çünkü iki gün sonra üçüncü evlilik yıldönümünü kutlayacağı biricik

kocacığının yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. O meşum ifadenin


anlamını bir görüşte çözmesinin çok hatalı olacağını kestirecek kadar

zekiydi.
“Her şeyi biliyorum.”

“Ne dedin şekerim?”


“Hamilesin. Đnsan çocuğunu düşünür be!”
Kadın ona doğru döndüğünde Ahmet elindeki bıçağı olanca
gücüyle kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu bıçak neredeyse sapına kadar
gömülmüştü ete.
Kadının gömleğinin sol göğüs tarafı kanla lekelenirken yüzüne
şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri elem doluydu.

“Nereden… Bir hataydı. Hata… Hapları içmedim. Çocuğumuz…


Đçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi fark etmeyecektin. Yakında mod… Moda

olacak Ahmet. Anlıyor musun?“

28
Sadık Yemni

Kadın yere yığılınca Ahmet bir-iki adım geriledi. Bir yanı, ‘Hemen
ambulans çağır!’ diyordu. Bu sesi mutfakta bırakmak istercesine oturma
odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi. Kimse yardım edemezdi artık.

Oturma odasında duran fincanın yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk


kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı normale dönmüştü. Sağ eline baktı.

Tek bir damla kan bulaşmamıştı. Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i
severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi, ama bu en yeni formatıyla çocuğunu
doğurmasına izin veremezdi.
Bütün şüpheli kanıtlar her saniye gözünün önünde olduğundan ilk

belirgin hatadan hareketle bütün portreyi çözmesi kısa sürmüştü. Đki


günlük bir araştırma yetip de artmıştı. Karısı bir reklameş yaratığıydı.

Reklameş resmi araştırma ve istatistiklere göre mevcut olmayan bir


durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü azami etkinlik için bu yanın sır kalması

gerekmekteydi. Ahmet son kriz sırasında işten atılana kadar bilgisayar


programcısıydı. Şimdi bir arkadaşının şirketinde pazarlamacı olarak
çalışmaktaydı. Hem pazarı, hem de programlama denen şeyi tanımaktaydı.
Elinde sayısız done vardı, ama insanın en yakınına böyle bir hali
yakıştırması kolay değildi.
Nermin ilk kez üç gün önce çok açık bir hata sergilemişti. Altusa
marka kazak bahsiydi. Böyle bir kazak alması için üç-beş kez ısrar ettikten

sonra, “Boş ver şu sıralar çok pahalıya satıyorlar. Yakında indirime giderler.”
demişti. Bu söz çok normaldi, ama kadın bunu altı saat içinde yedi kez

yinelediğinin farkında değildi.


Ahmet bir ayrıntı sapığıydı. Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her

türlü anomaliyi dosyalamaktaydı zaten. Tek yaptığı karısının gizli kayıtlarını

29
K2rik ve Gece

araştırmak olmuştu. Bunun yanı sıra arkadaşlarına verdiği alışveriş raporları


vardı. Karısı her gün Đstanbul’un çeşitli semtlerinde beş-altı saat yol
tepiyordu. Bol bol vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara listesindeki

mamulleri övmesi gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira kazandırıyor dediği
anket işi paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun süreli bu kadar ücret

verilmezdi. Anket manket yoktu. Nermin beynine çip yerleştirilmiş iki ayaklı
bir reklam programıydı. Nefes alıp veren, gülen, ağlayan, sevişen, insanı
ikna eden, daha da kötüsü çocuk doğuran bir organik reklam ünitesiydi.
Ahmet’in eski hacker arkadaşları istediği bilgilerin hızlı temininde

bayağı etkin rol oynamışlardı. Reklameş skandalları çeşitliydi. Đlki üç yıl


önce Đsviçre’de, ikincisi Londra’da patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi sınırlı

patlamalardı. Geçen yılki New York skandalı fena patlamıştı. Bahis konusu
olan tanınmış bir senatörün kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne rağmen

örtbas edebilmeyi başaramayınca manipülasyonla halkın bilgilendirilmesini


engellemeye çabalamıştı. Bütün internet blokajlarına rağmen yeterince
bilgi sızmıştı dışarıya.
Çoğu genç, konuşkan ve kadın olan kimseler reklameş olmak için
teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl
içinde dünya nüfusunun onda birinin reklameş olacağı öngörülmekteydi.
Bu piramit şeklinde bir yapılanmaydı. Đlk grubun sayısı az, puanı yüksek

olacaktı. Geç kalanlar daha sonra daha alt düzeyde yer alacak ve düşük
puanla çalışacaklardı.

Şu anda Đstanbul’da üç yüz kadar reklameş bulunduğu


sanılmaktaydı. Bunlar piramidin en üst katında yer alanlardı. Sayı bini

geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı altı ay önce büyük bir sevinçle eve

30
Sadık Yemni

gelmiş ve ölen büyük teyzesinden 690.000 TL kaldığını müjdelemişti. Bütün


kâğıt işlemleri kılıfına uydurulmuştu. Ahmet Meral Tor adlı kadının
cenazesinde bulunmuş, defin ruhsatını ve noterin karısına imzalattığı

belgeleri gözüyle görmüştü. Şüphelenmesi için hiçbir neden yoktu. Şimdi


Meral Tor’un mütevazı emekli aylığını yaşlılar evine verip orada barınan biri

olduğunu biliyordu. Karısı onu tanıdığından bu yana kadından neredeyse


hiç söz etmemişti ve birden mirasa konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla
yeni mamuller üzerine saatlerce konuşup bağımsız bütçeli filmler hakkında
tek bir kelime etmeyen film akademisi mezunu Nermin Hanım için çok

filmatik bir mucizeydi.


Kimse banka hesabındaki fazlalıktan şikâyet etmezdi. Ahmet hiç

şüphelenmemişti. Mali durumları o sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın


gelen para nedeniyle sevinçten havalara uçmuştu. Nermin’in annesi

kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile bilmediği, en az on yıldır görmediği


büyük ablasının bu kadar parası olmasına ve bunu bütün ömründe beş on
kez gördüğü birine bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın kendine kalan 31.000
lirayı memnuniyetle langırt köy sandığı yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı.
Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen kadının ölümünün hızlandırıldığını
düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki yaşlılar evindeki müdürle konuşurken bu
kanısı çok güçlenmişti. Kadının tiroit yetmezliği, ara sıra gelen çarpıntılar

cinsinden birkaç rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol altındaydılar. Sonra


ölümünden iki hafta kadar önce kadın birden kötülemiş ve

kurtarılamamıştı. Kalp krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz. Bayan Nermin


Keskin Ertuna’nın kazancını belgelemek için yaşlı kadını öbür dünyaya

yollamışlardı.

31
K2rik ve Gece

Kadına estetik ameliyatı sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında bir


nebze insanlık kalmıştı. Yoksa Ahmet’in dönen dümenleri fark etmesi yirmi
yıl sürebilirdi. Bir reklameşin bu kadar uzun kullanım tarihi olduğunu

sanmıyordu. Çip beyni etkiliyordu. Đlk testler üzerine bir sürü yazı
okumuştu. Erken bunama, alzaymır, felç gibi yan tesirleri vardı.

Ahmet divana yaslanarak gözlerini yumdu. Son birkaç gün


neredeyse hiç uyumamıştı. Đnsanın her şeyini paylaştığı birinin ona belli
mamulleri alması için sabah akşam örgütlü baskı yaptığını saptaması çok
berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın karısının ‘bu koku sana çok yakışıyor’,

‘falanca marka külot çok seksi gösteriyor’ diye fısıldamasının sıradan bir
reklam programına dönüşmesi bir felaketti. Yemek yenecek restoran,

piknik yapılacak özel kamp, yolda durulacak benzin istasyonu, seyredilecek


filmler, çocuk odası eşyaları, gereksiz vitaminler, kolesterol düşürücüler. En

kötüsü bunlara ortalama uyulduğunda takınılan memnun gülümseme.


Mutlu kadının erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif.
Kadının kendi ve onun ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına yirmi dört
saat boyunca beynindeki çip doğrultusunda yayın yaptığının bulgulanması
acayip moral çökertici bir durumdu. Her şey normal gitseydi ve bir çocuk
doğurabilseydi, oğulları doğumundan itibaren bir firmalar sultasının
komutuna uygun bir hayat sürecekti. Bu kuşaklara çip mip yerleştirmeye

gerek de kalmayacaktı belki de.


Karısının bozulmadan kalan insan yanı sayesinde bu durumu fark

etmişti. Beyne yerleştirilen çipin iyi çalışabilmesi için muntazaman hap


kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir yerde bu tür hapların çocuklarda zekâ

geriliğine, disleksiye falan neden olduğunu keşfetmişti. Ahmet bunu

32
Sadık Yemni

bilgisayarının hard diskinden sildiği bilgileri geri çağırarak keşfetmişti.


Hapları aksatınca rolünde defolar başlamıştı. Bu sayede Ahmet beyninde
birbirinden ayrı ayrı duran şüphe boncuklarını bir araya getirebilmişti.

Karısına ödül hızlı ve acısız bir ölümdü. Mahkemeye verse rezil


olması bir yana, hapislerde sürünmesi işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti.

Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı. Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen


şirket ne yapardı? Bu da bir başka yanıydı işin.
Avukat arkadaşına telefon etmeliydi. Ardından da polise. Elinde çok
sağlam deliller vardı. Karısının reklameşliğini kanıtlaması zor olmayacaktı.

Yaşlı teyzenin mezardan çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler anlatacaktı


kuşkusuz. Nermin’in annesi ve babasıyla karşılaşacağı anları hayal ederek

içini çekti. Ortak dostları, yakınları mahkeme sonuçlanana kadar hakkında


kim bilir ne düşüneceklerdi.

Gözlerini açtı ve sehpanın üzerindeki telefona uzandı. Tam o sırada


cep telefonu çalmaya başladı. Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye bastı.
“Ahmet Bey merhaba.”
Hiçbir yerden tanımadığı ses evin içinden geliyormuş gibi bir
duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin vermediği bir samimiyet tonuna sahipti.
“Kimsiniz?”
“Adım önemli değil. Bir sorununuz var sanırım.”

Ahmet iyice dirilmişti. Karısının patronuyla konuştuğunu anlamıştı


hemen.

“Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma ihtiyacınız var.”


Ahmet ayağa kalkarak gidip sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu ve

kapı arkadan sürgülüydü.

33
K2rik ve Gece

“Temizlikçi bir firmayı aramamızı ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi
çıkartmayı iyi bilirler.”
Evin içine gizli kameralar gizledikleri çok açıktı. Yoksa mutfaktaki

cesedi nasıl bilebilirlerdi.


“Neden bana yardım etmek istiyorsunuz?”

“Bazı şeylerin bilinmemesi iki taraf için de iyi değil mi?”


“Sonra ne olacak peki?”
“Karınız bir iş gezisine çıkacak. Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı
kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden

devam. Nermin Hanım’ın hayat sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde tabii


ki.”

Ahmet bu çözümü isteyen yanının gücüne şaşarak, “Artık çok geç,”


dedi.

“Hiçbir zaman geç değil derler. Biraz düşünün.”


“Bitti dedim ya. Her şey…”
Ahmet telefonu kapattı ve mutfağa gitti. Karısının göğsü kan
içindeki cesedi iradesine umduğu darbeyi indirdi. Kafasında, ‘Sigortayı
alsana ahmak,’ diyen sese aldırmadan avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir
tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde eve geldi. Ahmet elindeki bütün
delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi. Sonra gelen polislere teslim oldu.

Uluslararası medyanın çok ilgi gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete
‘Đstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti’ başlığını atmıştı. Bu çok popüler

oldu. Birçok ülke medyası nedense cümleden Đstanbul’u silerek yayınladılar.


Durumu dünya çapında bir birincilik gibi göstermekteydiler. Meral Tor’un

cesedine yapılan otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid saptadı. Nermin

34
Sadık Yemni

Hanım’ın beyninde de bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu. Ne Meral


Hanım’ın katili, ne de çipi yerleştiren firma saptanabildi. Mahkeme Ahmet
Ertuna’ya bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra serbest bir adamdı

yeniden.
Hapisten çıktıktan sekiz ay kadar sonra Ahmet Ertuna güpegündüz

kaldırıma çıkan bir otomobil tarafından çiğnendi ve olay yerinde öldü.


Araba bulundu, ama firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet Bey altı gün
daha yaşasaydı onun hikâyesinden hareketle yapılmış filmin galasına
katılabilecekti. Onun yerine en yakın dostlarından ikisi gittiler.

Birinci Reklameş Cinayeti adlı filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna


tarihe geçmişti. Reklameş firmaları çok memnundular. Piramidin en

üstünde yer almak isteyen genç, zeki ve sıhhatli, çoğu kadın bir sürü yeni
evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için çırpınmaktaydı. Bir illegal internet

sitesinde filmi bu firmaların finanse ettiği ve dağıttığı haberi bu ilgiyi


artıran reklam etkinliklerinden sadece biriydi. Maktule Nermin Hanım son
sözlerinde haklıydı. Reklameşlik moda olma yolundaydı.

Nisan 2009

35
DÖRDÜNCÜ ÖYKÜ

CEPCEPNİLER

Çifte delik (Double Slits) deneyi kadar


kuantum tekinsizliğini açığa vuran ve paralel
evrenlerin varlığını belli eden başka bir örnek
mevcut değildir.
Fred Alan Wolf
Parallel Universes

The search for other worlds

“Babaanne sen ölüyor musun?”


Neriman altı yaşındaki torunu Arzu’ya sevgi ve özlemle bakarak
gülümsedi. “Daha atmış üç yaşındayım, ama ruh kabım eskiyiverdi.”
“Kap eskiyince ölünür mü hep?”
“Şu ana kadar daima öyle olageldi kızım. Sen benim yaşıma
geldiğinde daha genç duracak ve inşallah çok çok daha uzun
yaşayacaksın.”
Sadık Yemni

Beyaz elbise giymiş çıplak ayaklı kız kadının sağ elini tuttu.
“Öldükten sonra seni bir daha hiç göremeyeceğim değil mi?”
Kadın küçük kızın gözlerindeki elem nedeniyle içi titreyerek,

“Rüyalar ve...” dedi. “Ve de...


“Ama babaanne… Rüyalar yetmez ki.”

Neriman uzun zamandır aklında olan, bu sabahtan beri neredeyse


elle tutulurluk kazanmış fikrin çekimini yeniden bütün gücüyle hissetti.
Torunun gözleri dolmuştu. Ağlamak üzereydi.
“Arzu bak sana bir şey diyeceğim. Hatırlıyor musun, üç yıl önce

falandı. Seninle beraber deniz kenarında gezinmekteydik. Eski Foça’da.


Kocaman pırıl pırıl bir taş bulmuştuk. Alacalı bulacalı renkliydi.

Diğerlerinden çok başkaydı.”


Küçük kızın gözleri hevesle parladı. “O taş. Kaybolan taş.”

“Evet. Nasıl kaybolmuştu?”


“Düşmüştü. Benim elimden. Sonra bulamadık.”
“Nereye düşmüştü?”
“Yere. Ayaklarımızın dibine. Kumların üstüne.”
“Niye bulamadık sence?”
Arzu düşünürken alnı hafifçe kırışmıştı. “Yok olmuştu. ‘Şeytan aldı
götürdü, bulamadan getirdi’ demiştik. Yer yarılıp içine girmişti, değil mi

babaanne?”
Neriman içinde güçlenen umut ışığını kaybetmekten korkarak başını

salladı. “Baban sana bir oyuncak ev almıştı. Geçen yıl. Beş yaşına
basmıştın.”

37
K2rik ve Gece

“Çok seviyorum o evi hâlâ. Đçinde her şey var. Sadece dizi film yok.
Bir de okul yok.”
“Bir gün senle oynarken bir şey kaybolmuştu.”

“Evet. Sarı halı. Oturma odasının halısı.”


“Küçük evin bütün eşyalarını yeni yerleştirmiştik. Bakıyorduk, vardı.

Sonra gözümüzü kapattık açtık, yoktu. Her yeri aradık, yine yoktu.”
Küçük kızın kaybolan nesneleri gözlerinde kaybolan nesneleri
düşünmekten ötürü dalgın bir bakış belirmişti. Neriman bu bakışı iyi
tanıyordu. Gizemi hissediyor, ama henüz buna şaşma aşamasını yeterince

güçlü yaşamıyordu. Uçan halılı, sihirli lambalı, cinli, perili, mutantlı, X-Men’li
çizgi filmler izlediği çağdaydı.

“Peki bodrumda ne kaybolmuştu bu kış?”


“Ütü. Eski ütü. Kablosu şeyliydi.”

“Kırçıllı.”
“Ondan işte, çok korkardım. Büyük bir tırtıl gibiydi. Babaanne o
kaybolan şeyler nereye gidiyorlar?”
Neriman’ın da en çok merak ettiği soruydu bu. Đçinde büyüyen
yabanıl enerjinin gücünü hayra yormaya devam ederek, “Başka neler
kaybolmuştu?” dedi. “Neleri hatırlıyorsun?”
Kız birkaç saniye düşündü. “Anahtar, musluk şeyi, annemin kırmızı

şalı ve de...”
“Elma koçanı, bahçedeki günebakanlardan en uzunu.”

Kızın yüzünde ilk şaşkınlık ifadesi belirmişti. “Bu kaybolan şeyler


nereye gidiyorlar babaanne?”

38
Sadık Yemni

Đnşallahvaristan’a diye düşünen kadın içini çekerek, “Şimdi sana bir


şey daha soracağım, ama çok iyi düşün cevap vermeden önce,” dedi.
“Tamam mı?”

Arzu sırrın çekiminde hevesle başını salladı. “Bu tür şeyler,


kaybolmalar, hiç sen yalnızken ya da başkalarıyla beraberken oldu mu?”

Kız uzun uzun düşündü. Bir kez, ‘Evet şu olmuştu,’ diyecek gibi bir
mimik yaptı, ama arkasını getirmedi.
“Hatırlamıyorum. Annemle, babamla ya da arkadaşlarımla böyle
şeyler olmuyor. Hiç olmuyor. Kaybolan şeyleri geriye buluyoruz.”

Daha önce de üzerine konuştukları bir konu olduğu için kızın aklının
içindeki gezintisi kısa sürmüştü.“

“Bu şeyleri kim alıyor? Cepcepniler mi?”


Cepcepniler, Neriman’ın uydurduğu küçük yaratıklardı. Şirinler’den

bile küçük, ama karınca kadar güçlüydüler. Bunlar bu dünyadan


tırtıkladıkları irili ufaklı şeyleri kendi dünyalarında depolarlardı. Çocuk iki
yaşından beri onun bu doğaçlamayla uydurduğu masallarla büyümüştü.
Şimdi Neriman ölmek üzereydi ve kendince çok önemli bir şey için
Cepcepnilere’e acil gereksinimi vardı.
Neriman başıyla olumlayınca kız bilmiş bilmiş gülümsedi. “Bu şeyleri
nereye koyuyorlar peki. Yeraltında değil. Gökte değil. Suda değil. Ve

burnumuzun ucu kadar yakın.”


Neriman’ın onlarca defa yinelediği bir şeydi bu. Burnunun ucu kadar

yakın, ama dokunulamayan yer. Neriman iki yıl önce emekli olana dek otuz
dokuz yıl liselerde tarih öğretmenlik yapmıştı. Aklı fiziğe çok ermezdi, ama

garip bir şekilde sırra kadem basan nesnelerin sayısının çokluğu nedeniyle

39
K2rik ve Gece

kafasında bir model geliştirmişti. Cepcepni adını verdiği şeyler her neyse
gerçekten vardılar ve sadece irili ufaklı nesneleri değil, düşüncelerinden,
rüyalarından, kısacası belleğindeki çeyiz sandığından da apartmalar

yapmaktaydı. Đki kişinin gözünün önünde yiten giden bir şey bellek
delikleriyle izah edilemezdi. Bunama bile toptan taşınma demek olabilirdi

pekâlâ.
“Cepcepniler bu şeyleri neden geri vermiyorlar babaanne? Hırsız mı
onlar?”
“Tam değil. Bu şeyleri, nesneleri depolara koyuyorlar.”

“Niçin?”
“Yeni bir dünya kurmak için. Belki yani.”

“Bu dünya nerede peki?”


Küçük kız bunu derken sol elinin işaret parmağıyla burnunun ucuna

dokunmuştu. Neriman umut soluyordu yeniden. Đnce bağırsak kanseriydi.


Đki kez ameliyat geçirmişti. Şu anda metastaz vardı. Doktor açıkça
söylememişti, kendi bu hastalıktan ölen tanıdıklarından iyi bilmekteydi.
Dört-beş haftalık ömrü kalmıştı. Yirmi altı yıllık kocası Remzi bir sabah bu
yatakta uyanamamıştı. Sabaha karşı kalbi duruvermişti çünkü. Adamın yarı
aralık gözleriyle tavana bakışı belleğine kazınmıştı. Aradan geçen on üç yıla
rağmen bütün berraklığıyla gözünün önündeydi. Şimdi sıra ondaydı. Đki

günde dört kez 250 miligram morfin alarak acıya dayanabilmekteydi.


Neriman bugünün ilk morfin tabletini içmemişti. Aklının iyice başında

olması gerekmekteydi. Vücudunun karın boşluğunda binlerce karınca


yürüyormuş gibi bir duygu hissetmekteydi, ama değerdi. Balina karnı

büyüklüğünde bir umudu vardı.

40
Sadık Yemni

“Sana ilk kez iki ayna arasında kaç tane Arzu’nun olduğunu
gösterdiğimi hatırla. En son iki ay kadar önce yaptık. Küçücük bir yerde ne
çok Arzu ve babaanne vardı değil mi?”

Kız başını salladı. Gözleri yine dalmıştı. Aklı gizemin büyüklüğünü


yeterince deşifre edemiyordu, ama derinlik başını döndürmekteydi.

Sonsuzluğun tadını çok sevdiği vişneli dondurma gibi zihninin damağında


hissediyordu.
“Öyle bir yer işte.”
Neriman torunuyla birlikte yaşadığı kaybolma vakalarını çocukken

Đhsan adlı ilkokul arkadaşıyla da yaşamıştı. Bilyeler, mendiller, kurutulmuş


çiçekler, hatta eski bir şeyin üzerindeki pas tabakası bile kaybolur giderdi.

Đhsan’ın ailesi ilkokul sonrasında başka bir şehre taşınınca sırra kadem
basma vakaları sonlanmıştı. Yıllar sonra torunuyla aynı durum tekrar

başlayınca kadın Đhsan’la yaşadığı şeylerin bir çocuk muhayyilesinin ürünü


olmadığını anlamıştı. Neydi peki? Yıllar önce seyrettiği Paralel Evrenler adlı
bir belgesel aradığı cevaba avaz olmuştu.
Eğer böyle bir şey gerçekten varsa... Đki evrende de birer Neriman
varsa yani… Belki her şey tıpa tıp buradaki gibi olmayabilirdi. Kusursuz bir
tıpatıplığı bozuyorlardı Cepcepniler. Bir şeyleri bir yerden diğerine
geçiriyorlardı. Böyle bir trafik varsa, o zaman bir umut da vardı. Neriman

belki de kullandığı morfinin etkisiyle Nil’e düşenin timsaha sarılması gibi


sarılmıştı bu fikre, ama denemekle ne kaybederdi?

“Bak Arzu, şimdi senden bir şey isteyeceğim. Beni çok iyi dinle. Bu
gece yatağa gittiğinde uyumadan önce Cepcepniler’den bir şey

isteyeceksin.”

41
K2rik ve Gece

“Ne isteyeyim?”
“Onlara de ki: ‘Cepcepni kardeşler, babaannemden bir şey alın ve
götürün.’ Ama elbise değil. Eşya değil. Mesela Remzi dedenden hatıra

kalan gümüş kakmalı çakmağım değil. Benim vücudumdan bir şey olsun.
Küçük bir şey. Yüzümdeki kırışıklar, alnımdaki ben, tırnağım, saçımın bir

teli...” Sol elinin içini gösterdi. “Avuç çizgileri gibi bir şey.”
“Alırlar mı ki babaanne?”
“Belki alırlar kızım. O zaman belki...”
Neriman kendini zorlayarak içini yakan isteği kelimelere

dönüştürmedi. Bunu yaparsa hem ağlayacak, hem de şu anda billurlaşmış


olan büyülü ortamı bozacaktı. Đçini çekti ve küçük kıza baktı. Kendine çok

benzeyen koyu kahverengi gözleri babaannesinin düşüncelerine endeksli


bir uyumla parlamaktaydı.

“Sadece bu akşam değil. Her gün, aklına her gelişte düşün. Çok
derin düşün ama. Söz mü?
Kız eğilip tuttuğu eli öptü. “Söz babaanneciğim.”
Neriman bir süredir tuttuğu gözyaşlarını engelleyemedi. Yüce
yaratıcı Allah evrenin yasalarını çok boğumlu, çatallı, sayısız geçişli ve
sınırsız katmanlı olarak teşkil etmişti. Umut vardı yani. Yoksa iki ayna
arasına bu kadar görüntü sığar mıydı hiç?

***

Neriman uykudan derinlerden yükselen bir şamandıra gibi yüzeye

yaklaştıkça hızlanan bir şekilde sıyrıldı. Bir dizi kasvetli rüya görmüş ve

42
Sadık Yemni

ruhu daralmıştı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Kanser olmuştu. Saatleri sayılı


durumdaydı. Belki bu bir yakın gelecek uyarısıydı.
Gün ağarmıştı. Başucundaki dijital saate baktı. 07.03’dü. Bir pazar

sabahı için erkendi henüz. Aklından hızla geçen flaşvari görüntüler


nedeniyle başını çevirip sol taraftaki komodinin üzerine baktı. Yarısı dolu

bir limon kolonyası şişesi ve mide asidini absorbe edici hap kutusu. Başka
ilaç kutusu yoktu gördüğü düşte olduğu gibi. Rüyalardan fazla etkilenen
bir tip değildi, ama kanserden ölüm döşeğinde yattığını, ziyaretçilerini,
üzüntülü yüzlü kızını, kullandığı ilaçları, işemesi için sidik torbasına boru

taktıklarını bütün ayrıntılarıyla hatırlayabilmekteydi.


Örtündüğü yorganı çekip kokladı. Hastalık, çürümüşlük, ölümün

yaklaşan adımları kokmuyordu. Hafiflemiş lavanta kokusu içini yeterince


ferahlatmamaktaydı. Belki de yakında kanser olacak ve bu yatakta ölüp

gidecekti. Kocası Remzi neredeyse on beş yıl önce bu yatakta geçirdiği kalp
krizi nedeniyle ağaran günü görmeden ölmüştü. Sıra ondaydı şimdi. Birden
rüyadaki yaşını hatırladı. Ziyaretçiler kendi aralarında fısıldaşmaktaydılar.
Kendisini aldığı morfin haplarının etkisiyle kendinden geçmiş
sanmaktaydılar besbelli.
“Altmış üçüne yeni basmıştı yazık.”
“Genç daha ayol. Bu zamanda.

Atmış üç sözcüğü iki düzine ferahlık hapı gibiydi. Kader geriye


doğru çalışmazdı. Emekli tarih öğretmeni Neriman Uzunçay dört ay beş

gün önce atmış beş yaşına basmıştı. Ya yanlış hatırlıyorsa? Hayır. Atmış
üçtü. Atmış üç demişlerdi. Peki bu kadar ayrıntı neydi Allah aşkına? Böyle

başka bir rüya gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Buluğ çağındayken,

43
K2rik ve Gece

çocukken belki. Oda bu odaydı. Gelen ziyaretçilerin çoğu kendi gibi emekli
öğretmen arkadaşlarıydı. Aralarında tanımadığı bir iki kişi vardı, ama bu
düş senaryosu gereği de olabilirdi pekâlâ.

Neriman tam yataktan kalkacağı sırada kapı açıldı. Gelen torunu


Arzu’ydu. Gözleri biraz uykuluydu, ama heyecan ışımaktaydı.

“Babaanne, babaanne... Rüyamda seni gördüm.”


Neriman’ın içi cız etti. ‘Hasta yatağında gördüm,’ derse moralce
yıkılacaktı. Đki kişi aynı rüyayı eşzamanlı olarak boşuna görmezdi çünkü. Bu
oluyorsa acil bir durum var demekti. Üç yıl önce genel bir sağlık testinden

geçmişti. Safra kesesi teklemesi hariç hiçbir şeyi yoktu. Hapla idare
edilebilen bir rahatsızlıktı.

“Ben çok büyümüştüm. Koskoca kız olmuştum. Boyum çok uzamıştı.


Annemden daha uzundum. Evleniyordum. Düğünde sen lacivert bir elbise

giymiştin. Çok yakışmıştı. En çok göze batan sendin. Sağa da baksam, sola
da baksam seni o tarafta görüyordum. Bir ara yanıma geldin. Bana şey
dedin. Ha biliyor musun kimle evleniyordum? Ethem’le.”
Ethem komşunun haşarı oğluydu. Arzu’yla aynı sınıftaydılar. Çok
zeki ve yaramaz bir çocuktu.
“Ben büyüyünce Ethem’le evlenmek istemiyorum babaanne. Onun
eşek şakalarını hiç sevmiyorum.”

Neriman başka bir şeyi merak etmekteydi. “Bu rüya kızım,” dedi
sabırsızca. “Peki ne dedim sana?”

Kız heyecanla bu sahneyi unutmuş gibiydi. Arzu alnını kırıştırınca


kadının içi titredi. Bu rüyada bir iş vardı. O sözcükleri duymak istiyordu.

“Hatırladım... ‘Ben burada mıyım gerçekten?’ dedin.”

44
Sadık Yemni

“Orada mıydım peki?”


“Evet. Nereye baksam seni görüyordum.”
Neriman memnuniyetle gülümsedi. Torunuyla özel bir ilişkisi vardı.

Bazen ikisi yalnızken ufak tefek eşyalar belirirdi çevrelerinde. Bir saç tokası,
boş bir kibrit kutusu, bir taş parçası, eski bir ütü falan. Bir keresinde

bahçede çimenlerin üzerinde kocaman bir ayçiçeği bulmuşlardı. Yeni


kopartılmış gibi tazeydi. Nereden ve nasıl geldiği belli olmayan bu şeyleri
bir kutuda biriktirirlerdi. ‘Cepcepniler getiriyor,’ derlerdi. Aralarında sırdı.
Anlatsalar da kimse inanmazdı zaten.

Neriman aynı şeyi Arzu yaşındayken Đhsan adlı bir arkadaşıyla


yaşamıştı. Đkisi beraberken bir sürü şey bulurlardı. En büyük zevkleri boş

çekmece açmaktı. Beş defa boşsa, altıncıda içinde bazen bir şey olurdu.
Çoğu kez de olmazdı haliyle. Boşu boşuna aranır dururlardı. Neriman

sonradan kızı otuz beş yaşında çocuk sahibi olunca Cepcepniler’i torununa
öykü haline getirmişti. Sonra da torunuyla Đhsan’la olduğu gibi aniden
beliren nesneler bulmaya başlamışlardı.
Bunlar neydi? Kim getiriyordu? Komşu dünyalar arasındaki posta
bağlantısı mı vardı? Kesin bir fikri yoktu, ama bu sır torunuyla aralarındaki
bağı çok kuvvetlendiren, sıradan hayatı sırlayan bir giz büklümü haline
dönüşmüştü.

“Bu gece ben de bir rüya gördüm. Seninki gibi şey değildi.”
Kızın gözleri hayretle büyüyünce Neriman sözlerine devam etmedi.

“Babaanne. Alnında ne var öyle?”


Neriman elini alnına sürüp parmaklarının ucuna baktı. Kız bir

lekeden söz ediyor sanmıştı.

45
K2rik ve Gece

“Kocaman bir ben.”


Neriman yataktan kalkarak dolabın aynasında yüzüne baktı. Alnında
gerçekten bir ben vardı. Parmağıyla kazır gibi bir hareket yaptı. Gerçekti.

“Gece mi çıkmış babaanne? Bende de çıkar mı acaba?”


Neriman ağzı bir karış açık bene bir kez daha dokundu ve,

yaşayacağım, torunumun düğününü göreceğim, diye düşündü. Bu şimdilik


sabahın en önemli mesajıydı. Geri kalanları idrak etmek, sindirmek ve
içselleştirmek için bayağı zaman vardı önünde. Birden aklına gelen diğer
bir şeyle ağzı yine apışıklıkla aralandı.

“Gel Arzu. Bodruma ineceğiz seninle.”


“Niçin babaanne?”

“Anlatacağım.”
Neriman Hanım geceliğinin üstüne limon sarısı bir jile geçirip

çocuğun elini tuttu. Đkinci katın merdivenlerinden indiler. Kızıyla kocası


sabah ondan önce kalkmazlardı.
Tombiş kedileri sarman divana kurulmuş yalanmaktaydı. Onları
görünce miyavca bir şeyler söyledi ve divandan atlayarak yanlarına geldi.
Üçü birlikte holden açılan merdivenlerden bodruma indiler.
Bu ev, Neriman’ın baba eviydi. Eskiydi haliyle, ama bu zamanda
şehrin neredeyse göbeğinde müstakil ve bahçeli bir evde oturmak büyük

bir lükstü. Damadı bodrumu beş yıl kadar önce ciddi bir tamirden geçirdiği
için eski salaş halinden sıyrılmıştı. Bahçeye bakan tarafta kendine bir hobi

yeri inşa etmişti. Kibritlerden gemi maketleri yapmaktaydı. Đki kez


uluslararası ödül kazanacak kadar becerikliydi bu konuda. Böylece

merdivenler artık gıcırdamıyor, üç ampul her yeri aydınlatıyor, toz ve küf

46
Sadık Yemni

kokmuyordu. Ama örümcekler her şeye rağmen kararlıydı. Ağlarını kurup


sinek bekliyorlardı.
“Babaanne bende de ben çıkar mı? Bir sabah kalkınca. Şurada

yanağımda çıksa bir tane. Anneminki gibi.”


“Belki çıkar.”

“Çok iyi olur. Buraya ne yapmaya geldik babaanne?”


Sarman basamakları önden inmiş yerleri koklamaya başlamıştı.
Bodrumda eskiden fare vardı. Damadının sözleriyle etkin mücadele başarılı
olmuş Sarman’ın en büyük hobisi elinden alınmıştı. Neriman köşede bir

yerde duran eski makarna kutusunu işaret etti. “Kutunun içine bakıcaz
kızım.”

“Cepcepniler’in kutusuna mı?”


“Evet.”

Haki renkli mukavva kutunun üstünde duran on beş yirmi kadar


Virgül dergisini kaldırıp bir kenara koydu. Kutunun kapakları biraz
tozlanmıştı. Torunuyla en son küçük mavi bir mum bulmuşlardı. Altı ay
kadar önceydi. Kutuda şu ana kadar buldukları her şey yoktu. Bu şeyleri
biriktirmeye iki yıl önce karar vermişlerdi.
Arzu merakla kutunun kapaklarını açınca babaanne ve torun bir şok
dalgasıyla daha sarsıldılar. Kutu boştu. Kızı bu kutuya verdikleri önemi

biliyordu. O böyle bir şey yapmazdı.


“Neden yoklar babaanne? Geriye mi almışlar?”

Neriman göğüs kafesinde ağır akışkan bir huşu macunu dolmuş gibi
hissetmekteydi. Gözleri dolmuştu. Cepcepniler şu ana kadar getirdikleri

şeyleri alıp gitmişler ve yerine alnına bir ben bırakmışlardı. Neriman

47
K2rik ve Gece

parmağının ucuyla alnındaki bene dokundu. “Bir şey getirdiler ve


karşılığında bunları aldılar.”
Arzu sol elinin işaret parmağıyla kendi alnına dokundu. “Bende ne

zaman ben çıkacak babaanne?”


Rüya kötücül değildi. Yaşayacağı ve torununun düğününü göreceği

müjdelenmişti. Nişanesi de bu bendi.


Kadın elinin tersiyle gözlerini silerek içini çekti. “Bir gün ansızın
olacak,” dedi ve küçük kıza sımsıkı sarıldı. “Ansızın.”

Mayıs 2009

48
BEŞİNCİ ÖYKÜ

K2RİK VE GECE

“Bir adın var mı senin?”

Durakladım. MSN listemde olmayan birinin iznim olmadan


mahremime girmesi alışık olmadığım bir durumdu. Emrimde ülkenin en iyi

hackerlarını çalıştırmaktaydım ve bilgisayarım özel koruma altındaydı.


Öfkeli, şaşkın ama meraklıydım. Yetkin ateş duvarımı aşabilen biriyle

yıllardır karşılaşmamıştım. Merakım öfkemi yendi ve ‘K2RĐK’ yazdım.


“Kumpası keşfettin. Başın dertte,” dedi hoparlörlerimden yükselen
sesi. Cinsiyet belli etmeyen metalik ve boğuk bir tonla konuşmaktaydı. Ses,
patronu belli olmasın diye kriptolanmıştı.

“Sana konuşma iznini...”


Kim verdi diyecektim. Devam etmedim. Parmağım hoparlörü

kapatan düğmeye dokundu ve basmadan geri çekildi.


“Kumpası keşfettin. Tarkus Alanı yani.“

Hayretim ilk kelimelerin ekranda belirmesinden hemen önce


uyanmakta olan kuşkumu da körüklemişti. Kuşku taretlerinin çiğnediği
yerde korku kabartıları belirmekteydi.
“Sen nereden biliyorsun bunu diyeceksin?”
K2rik ve Gece

Tarkus alanı dediği şey yeni bir gözetleme ağıydı. Baş yapımcısı
bendim. Umuma açık alanlardaki kimseleri sadece suret olarak değil, niyet,
ruh hali olarak da profilleyebilmekti. Đki ay önce kullanıma sokulmuş ve

başarıyla uygulanır duruma gelmişti. Tek rahatsızlık verici şey geçen hafta
kurduğumuz güvenlik sisteminin doğum klinikleri, kreşler, dershaneler gibi

çocukları bebeklikten itibaren ölçen biçen bir biçimde de kullanıldığını


keşfetmem olmuştu. Bunu büronun başı olan Bay Geldiss’e bildirmemiştim.
Çünkü... Çünkü kuşkularım vardı.
“Bay Geldiss mi yönlendirdi seni?”

“Burnundaki o kocaman ben hariç yakışıklı adam. Otuz sekiz yaşında


bu kadar prestijli bir yerin müdürü olmak. Bekâr da üstelik.”

“Yani?”
“Hayır. Beni bilse burnundaki beni beeeen olur bütün yüzünü

kaplardı. Hayır.”
Ekranın tepesindeki kameranın çalışma ışığı sönüktü, ama bir elim
farkında olmadan saçlarımı düzeltti. Taba rengi eteğimden sıyrılmış
dizlerime baktım. Bacaklarımın kıldan arındırılma zamanı gelmişti. ‘Her an
izleniyorum’ duygusu giderek artmaktaydı. Belirtiler gırlaydı.
“Kimsin sen?”
“Adını mahsus mu sorduğumu ima ediyorsun?”

Açık kartı hoşuma gitmişti. Zekâsı da harlıydı bayağı.


“Evet.”

“Peki, seni tanıyorum K2RĐK. Kuşkuların gerçek. Başın çok ciddi


tehlikede. Kumpası keşfettin ve raydan çıktın. Bunu biliyorlar.”

50
Sadık Yemni

‘Kimler?’ diye sormak çok abes olacaktı. Çalıştığım Tarkus firmasının


beni bir sadakat testinden geçirmekte olduğu savı da çok zayıf kalıyordu.
Belirtiler vardı gerçekten. Heyecanla okuduğum o roman mesela… En son

nerede kaldığımı hatırlayamamıştım az önce düşününce. Sadece bu değil.


Son birkaç gündür olanları neredeyse her defasında ufak farklılıklarla

yeniden kurmaktaydım. Tabii diğer nüshaların da farkında olarak. Buna


benzer bir yerinden oynama -genel bir anı seferberliği diyeceğim geliyor-
yaşamaktaydım. Ailemin, arkadaşlarımın yüzlerini hayalimde kıpırtılı olarak
canlandırabilmekteydim. En son ne zaman helâya gittiğimi, kaç saattir bu

odada oturduğumu hâlâ söyleyebilecek durumda değilim. Sıradan bir


bellek arızası olabilir miydi bütün bu saydıklarım?

“Sana nasıl güvenebilirim?”


Birkaç saniyelik sessizliği muhatabımın gülümsemesiyle

doldurduğunu düşündüm. Çok naif bir soruydu.


“Adım Gece bu arada. Güvenlik bir duygudur K2RĐK. Sanal ortamda
bir yonganın barındırdığı bir titreşim. Elektronik ürperme. Dinle… Dobra
dobra konuşacağım. K2RĐK, MSN adın. Kendinin Asfer Çaygülü olduğunu
sanıyorsun. Tarkus firmasında çalışıyorsun. Üst düzey teknik elemansın.
Falanca sokaktaki kendi mülkün olan bu iki katlı evin çatı katındaki çalışma
odandasın. Tekir kedin Fos aşağıda divanda uyuyor. Çok hoşuna giden

yazarın Ölümsüz adlı kitabı yemek masasının üzerinde duruyor.


Yarısındasın daha. Şu sıralar erkek arkadaşın yok. Bir aday belki. Geçenlerde

hani barda tanıştığın lacivert gömlekli adam. Pilot. Kutuptan kutuba dört
saatte projelerinin süper erkekleri. Pilotu beğendin. Kadınlarından biri

51
K2rik ve Gece

olmayı istedin. Baştan 1-0 mağlupsun. Kabullendin adamın tek kadınla


yetinmeyeceğini.”
Benimle ilgili bu kadar ayrıntı bilmesi öfkemi ve ona bağlı duran

kuşku ve korkularımı yeterince azdırmamıştı. Tarkus Alanı projesi bunun


için kurulmuştu. Mahremiyetin tümden ilgası olarak. Mahremiyetsizlikten

açık, yani dürüst toplum türetme işiydi yaptıkları genel olarak. Çocukların
bebeklikten itibaren formatlanmasıysa amacı aşan bir kötücüllüktü. Karşı
çıkmamam mümkün değildi.
“Sonra?”

“Zaman dar mı?”


“Nasıl yani?”

Gece’nin sessiz kalması kelimelerden daha ürkü vericiydi. Çünkü


çevrem bu sabahtan beri her köşesinden bet belirti gülleri açmaktaydı.

“Seni dinliyorum,” dedim.


“Asfer Çaygülü Hanım, kırk dört yaşında araba kazasında öldü.
Uyduruk bir derginin tanınmış bir editörüydü. Kültürlü kadındı aslında.
Dindar bir yanı vardı.”
“Kırk dört mü?”
“Sen kaç yaşındasın? Yirmi altı, yirmi yedi?”
Cevap yerine içimi çekerek, parmaklarımla yüzümü yokladım gayri

ihtiyari. Pürüzsüz tenim otuz öncesi diye bas bas bağırmaktaydı.


“Kalk, git aynaya bak.”

Tereddüdüm kullanılmış bir kürdan gibi kırılgandı. Ayağa kalkıp çift


kanatlı dolabın aynasına gittim. Sağ kapağa takılı boy aynasında endamıma

52
Sadık Yemni

baktım. Soldaki ayna bu sabahtan beri görüntü yansıtmıyordu. Sırı fire


vermişti herhalde.
Çekik gözler, çıkık elmacık kemikleri, duru bir ten, azıcık eğri bir

burun. Buruşmuş eteğin altında kalan ince, ama hoş bacaklar. Tahta
döşemeye basan manikürsüz tırnaklı çıplak ayaklar.

“Kaç yaşındasın?”
“Bilmem?”
“On sekiz bile olabilir değil mi? Bunca deneyim. Üst düzey makam.
Maaş gani. Ne zaman okulu bitirdin, ne zaman bunca deneyimi yüklendin?”

“Altı yaşında bir kere merdivenlerden düşmüştüm. Annem korkuyla


arkamdan gelip beni kucağına almıştı. Babam da benim gibi kâğıt helva

severdi. Đlk aybaşımı okul tatilinde yaşadım. On dört yaşındaydım. Kirazı bol
bir yazdı. Đlkokul öğretmenimin adı Zehra’ydı. Đlk sevgilim ara sıra hafifçe

kekelemesinden ölesiye utanırdı. Ve...”


Gözüm soldaki aynanın puslu yüzeyine takılınca sustum. Yüzey güç
fark edilmekle birlikte odayı yansıtmaktaydı. Önüne geçip durdum. Eğilip
dikkatlice baktım. Yüreğim soğumuştu birden. Ben yoktum sadece.
Parmağımla yüzeyde solgun da olsa suretimin bulunması gerekli yere
dokundum. Parmağım sertlik ve ısı bilgileri yaymaktaydı. Derin bir nefes
alıp etrafıma bakındım. Bilgisayarın yanındaki ve kapıya yakın duran bir

noktadan tavana verilen ışıkta belli belirsiz bir kısılma belirmişti. Đki
sandalye, kütüphane ve bir yığın ıvır zıvırda kelimelere sığmaz belirgin bir

değişim vardı. Madde evsaf yeniliyordu sanki. Hacimsel nitelik yeniden


karılacak bir çorba gibiydi.

53
K2rik ve Gece

“Bir kadından kopyalandın. Kumpası, yani insanı doğumdan ölüme


kuracak ve gözetleyecek sistemi kontrol için görevlendirildin. Bir sürü yere
girdin çıktın. Đnsanlarla konuştun. Bir evin ve bir sevgilin oldu. Şimdi yüzünü

beş ayrı şekilde hatırlıyorsun. Diğer anılarının tamamı o ölü editörden


elektronik miras. Varlığının normal denen şeye benzemesi gerekmekteydi.

Böylece izin verilen kadar farkındalığın test etti sistemi. Sonra arızalandın.
Yani kimlik kopyalama sırasında geçişen, istenmeyen dozdaki bilincin
harekete geçti ve var kalmak için burayı kurdu. Vicdanın yapılanlara karşı
çıkmaktaydı. Sanal dünyanın içine muhkem bir kalecik inşa ettin. Kendine

has bir yerdi. Düzene karşı çıktın. Şimdi atomize oluyor.


“Beni görebiliyor musun?

“Evet. Ölçüm grafiği şeklinde daha çok.”


“Ne görüyorsun?”

“Soldaki aynanın sırı, ışığın parlaklığının bir kısmı, malzemenin


kendine has parlaklığı falan kaleni terk etmekte. Alçalan bir balondan
yükselen hafiflikler. Antisafra.”
Haklıydı. Olan biten buydu. Çözülüyordum.
“Şüphe ediyorum, o halde varım,” dedim.
“Dinle. Kalene hapsettiğin zaman hızla seyreliyor. Hemen
dediklerimi yapman lazım.”

“Amacın ne?”
“Seni kurtarmak.”

“Neredesin şu anda?”
“Şatomda. Muhkemliğim bayağı ehvendir.

“Daha önce… Hiç… benim gibi birilerini kurtardın mı?”

54
Sadık Yemni

“Evet. Üç hatun daha var yapımda.”


“Harem mi kuruyorsun yoksa sen?”
“Ben erkek değilim ki. FAKATZ10 desek şakayla karışık.”

Odanın ortasına giderek ellerimi belime koyup etrafa bakındım.


Tavanın hoş koyu kahverengi boyası kırmızı tonlar içermeye başlamıştı.

Dört köşe olan bütün eşyaların köşeleri yuvarlanmıştı birazcık. Hiç zamanım
kalmamıştı. Korkuyordum.
Bu odada var kalmak isteyen yanım, dinleme onu, seni kandırıyor.
Kendini iptal için ikna ediyor seni, diyordu. Beynimin uzak köşelerinden

birinden gelen bir ses daha vardı. Işığa gebe diye fısıldıyordu.
“Ne yapmam lazım?”

“Kapıyı aç.”
Ayak bileklerimde onar kiloluk beton halhallar taşıyormuşum gibi

zorlanarak kapının önüne gittim. Elimi kapının koluna değdirdim ve çektim.


“En son ne zaman çıktın dışarıya?”
Bunu bilmek çok kolaydı. Bir barda şirketten iki arkadaş bir şeyler
içmiştik. Beni arabayla eve bırakmışlardı.
“Dün akşam.”
“Senin niye araban yok ,düşündün mü?”
“Ne alakası –”

“Aferin hemen çaktın. Kazada öldüğün için travma. Sanal hayatta da


araba edinemiyorsun. K2RĐK, zaman dar. Đki adet üst üste kayıt gibi sanal

yaşamın var. Biri şirket tarafından kuruldu. Diğerini senin içindeki sağlam
yan inşa etti. Şimdi bunları terk anı. Aç kapıyı.”

55
K2rik ve Gece

Parmaklarımın değdiği metal yüzeyde olmaması gerekli pürüzler


içimdeki son tereddüdü de havaya salıverdi. Ama kapıyı aralamak hortlaklı
bir köşkte saatin on ikiyi çalması gibiydi. Gördüğüm şey kabaca ikiye

bölünmüş karanlık ve gündüzdü. Algıladığım demeliyim aslında, her ne


kadar sanal kimlikli biriysem de kopya sırasında geçişlenen sezgiye

sahiptim. Kapının kasası eşit şekilde ortadan ikiye ayrılmıştı. Sağım ışık,
solum karanlıktı. Karanlık zifir gibiydi. Işık göz alıcı parlaktı. Cezbesi tanım
dışı bir güçteydi. Her zerresiyle bana gel ışıyordu. Aralarında bir duvar
yoktu sanki. Birbirleriyle yan yana, ama sanırım dokunmadan öylesine

durmaktaydılar. Başka bir şey görünmüyordu. Đki tercihli bir uçurumun


kenarında duruyorum hissim müthiş güçlüydü.

“Atla. Çabuk.”
“Nereye?”

“Sen karar vereceksin. Bana ancak yürekle varabilirsin. Haydi.”


Arkamda bir gümbürtü duyulduğunda artık odanın yerinde
olmadığını, başımı çevirecek zaman kalmadığını idrak ederek lüksün
inanılmaz cazibesinden sıyrıldım ve kendimi yepyeni bir kozmosa gebe
duran karanlığın koynuna salıverdim.

Amsterdam 2008

56
ALTINCI ÖYKÜ

ENDİŞECİLER

Aslı’nın tüm dikkati vitrindeki eflatun renkli çantaya yumulmuştu.

Simli deri taklidi çantanın kenar dikişleri, üzerinde ne yazdığını


okuyamadığı minik metal markası, fermuarının ona göre sağda kalan

çıkıntısı ve iki sapın gövdeye bağlandığı yerdeki metal halkaları kutsal bir
kitap okurcasına saygıyla hürmetle ve Bâtıni bir hayranlıkla seyretmekteydi.

Beyin damarlarını genişleten huşu nedeniyle bedeni hafiflemişti sanki. Bir


süredir yürümekten acıyıp duran sol topuğunu hissetmez olmuştu.
Etiketinde ‘Yarı Fiyata Đndirim Darbesi’ yazmaktaydı. Onun altında kırmızı
keçe kalemle yazılmış rakam solduğu için fiyatı okuyamıyordu. O

solukluktan endişe salgılanmaktaydı. Bu çantayı almak zorundaydı. Parası


yetmezse bedbaht olacaktı.

“Dikkat edin, çantanızın fermuarı açık duruyor.”


O çantaya dokunmak, bağrına basmak, eski çantasındaki her şeyi

birer birer hiç acele etmeden içine yerleştirmek hayali bir çocuğun
lunapark özlemi gibiydi. Çocukken lunaparklardan hiç çıkmak istemezdi.
Çanta gözünde büyüyerek bambaşka bir anlam kazanmıştı. Đçinde
yürünecek sokakları, bakınacak mağazaları ve diğer insanları olan bir
K2rik ve Gece

hacme genişlemişti. Öbür insanları istemiyordu yanında. Kıskanırdı.


Çantanın ıssız sokaklarında tek başına dolaşmak istiyordu.
“Kapkaççılara dikkat edin hamfendi.”

Aslı adeta görünmez telciklerle gözlerine bağlı gibi duran nesneden


güçlükle koparak soluna baktı. Orta boylu, fırça bıyıklı, kahverengi kısa saçlı

bir adam eliyle fermuarı yarı açık duran çantasını işaret etmekteydi. Siyah
pantolon, grimsi mavi bir gömlek giymişti. Kırk başlarında falandı. Yanında
göğsüne kayışlarla bağlı su bidonu taşıyan on altı yaşlarında kumral bir
delikanlı durmaktaydı.

“Ne… Bir şey mi oldu?”


“Etrafta kapkaççılar kol geziyor. Çantanızın fermuarı açıktı. Uyarayım

dedim hamfendi.”
Fırça bıyıklı adamın yüzünde güvenilir bir ifade vardı.

“Teşekkür ederim,” dedi Aslı gülümseyerek ve çantasının fermuarını


kapattı.
“Bir şey değil,” dedi adam babacan bir ifadeyle. “Susamışınızdır.
Biraz su içseniz. Şurada bir kafe var. Biraz oturun. Sol topuğunuzu
dinlendirin.”
Aslı bakışlarını o eflatun çantadan çekince zihni tekrar canlanmıştı.
Sol topuğu sızlıyordu gerçekten. Çok da susamıştı. Caddeyi dolduran

yığınla insanın varlığını unutmuş gibiydi.


Bembeyaz dişli, sempatik bakışlı delikanlı diğerinin bir sinyali

üzerine plastik bir bardağı suyla doldurdu ve uzattı.


Aslı teşekkür bile etmeden bardağı aldı ve iki üç yudumda suyu içti.

Oh ab-ı hayattı valla.

58
Sadık Yemni

“Đnsan dalıyor. Yeni sezon tabii. Mamulatlar fayrap.”


Aslı hak verircesine başını salladı. Zihni canlanınca çantadan önce de
bir başka vitrinde ayakkabılara daldığını hatırlamıştı. Bordo renkli yarı

yüksek topuklu o muhteşem ayakkabı gözünün önündeydi hâlâ.


Delikanlı ikinci bardağı doldurunca Aslı hiç itiraz etmeden suyu kana

kana içti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı birden.


Eliyle vitrindeki çantayı işaret etti. “Fiyatı belli değil. Çok almak
istiyorum, ama…”
Adam sol bileğindeki saate baktı. “Siesta şu anda malum.

Dükkânların hepsi kapalı. 13.00 ile 16.00 arası. Daha saat iki bile değil.
Şöyle bir kafeye gitseniz. Biraz otursanız. Bir çay için. Siesta saatlerinde

içecekler ve yiyecekler ücretsizdir. Biraz dinlenseniz.”


Aslı adamın işaret ettiği yere baktı. Eskiden adını hatırlamadığı bir

mağazanın bulunduğu yerde bir teras vardı. Yeni açılmış olmalıydı. Millet
oturmuş çay kahve içmekteydi. Birden canı sıcak bir çay çekti. Yanına da az
bir şeyler atıştırsa hiç de fena olmazdı.
“Teşekkür ederim.”
“Bir şey değil efendim.”
Adam ve yanındaki sucu delikanlı Ağa Camii tarafına doğru
yürümeye başlayınca Aslı da Sebile adlı kafeye yöneldi. Sokağa yakın boş

masalardan birine oturdu. Çantasını masanın üstüne bıraktı ve çevresine


bakındı. Onun yaşlarında bir kadın altı yaşındaki kızına dondurma

yedirmeye çabalamaktaydı. Sarı bukleli, beyaz elbisesinin göğüs kısmında


iri bir turuncu leke bulunan kız dondurmasını isteksizce yerken, “Ben

oyuncağımı istiyorum. Đstiyorum.” diye mızmızlanmaktaydı. Kadınla

59
K2rik ve Gece

bakışları karşılaşınca Aslı anlayışla gülümsedi. Kadın da aynı şekilde karşılık


verdi.
“Ne arzu edersiniz efendim?”

Aslı uzun saçlarını atkuyruğu yapmış genç kıza biraz utangaçlıkla


baktı ve, “Siesta sırasında ücretsizmiş diye duydum,” dedi. “Çay ve yiyecek

bir şeyler.” Çantasını açmaktan korkmaktaydı. O muhteşem eflatun çantayı


almak için yeterli parası var mıydı bilmiyordu. Daha doğrusu dükkân
açılmadan bunu bilmek istemiyordu. Şimdi çayın mayın ücretini ödemek
için cüzdanını çıkarırsa elinde olmadan parasını sayardı. Bunu yapmak

istemiyordu. Şu anda değil. Hayallerini kırmadan tutuyordu bilmemek.


“Evet efendim. Sınırsız miktarda sıcak içecek ve peynirli poğaça

ısmarlayabilirsiniz. 13.00 ile 16.00 arası böyle. Sonrasında sıcak içecekler


dört buçuk, poğaçaların porsiyonu da altı liradan işlem görüyor.”

Uzun boylu, ince yapılı, hoş bir kızdı. Yüzünde dalga geçer bir hal
yoktu. Saygılı ve anlayışlı bir şekilde bakmaktaydı.
“Peki, çay ve poğaça rica edeyim lütfen.”
Kız içeri doğru gidince Aslı etrafına bakmaya başladı. Önünden oluk
oluk insan geçmekteydi. Herkesin ağzında alışverişle ilgili sözcükler vardı.
Falanca filanca marka cep telefonları, giysiler, iç çamaşırlar, ayakkabılar vb.
Herkes sabırsızlıkla dükkânların açılmasını bekliyordu. Az önce kendisini

uyarıp su ikram eden adamı gördü. Yanında sucu delikanlı başörtülü iki
yaşlıca kadınla konuşmaktaydı. Onlara bu tarafı işaret etmekteydi.

Kadınlardan biri su içiyordu. Yüzlerinden bitkin oldukları belliydi. Tavsiyeye


uyup kafe tarafına yürümeye başladılar. Vitrinde şansına bir çift olan

60
Sadık Yemni

eşarpları satın almak istiyordu ikisi de. Şöyle eşarp, böyle eşarp
konuşmalarıyla yanından geçerek içerdeki masalardan birine oturdular.
Uzun boyluca, kurşun rengi yazlık pardesülü olanı, “Ya biz burada

otururken dükkânlar açılır, bizim eşarplar giderse?” dedi.


Tombul arkadaşı daha iyimserdi. “Daha çok zaman var kız.

Bacaklarımız dinlensin azıcık. Ayaklarıma kara sular indi Allah’ıma.”


Atkuyruklu kız bir tepsiyle çayını ve poğaçaları getirdi ve hızla yeni
gelen kadınlara yöneldi. Beyaz porselen çaydanlık, marsık amblemli fincan,
kâğıt ambalajlı şeker küpçükleri ve altı nefis görünümlü küçük poğaçacık

yüklü bir tabak.


Poğaçalardan birini ısırdı. Nefis ötesi bir tat salvosu beynini

uyuşturdu adeta. Sabırsızca çiğneyerek yuttu lokmaları. Ücretsiz servis


bayağı kaliteliydi.

Zihninin eflatun renkli çantanın ağır çekiminden sıyrılması böyle


gerçekleşti. Poğaçalar onu geçmişe götürdü. Kendini bir mutfakta hamura
şekil verirken gördü. Fırın tepsisini yağlamıştı. Mutfakta yalnızdı. Kurabiye
yapıyordu. Sonra oradan misafirlere tabaklarla börek, kurabiye ikram ettiği
bir yere geçti. Oradan Đstiklâl Caddesi’ne döndü. Bir kafede müşterilere
hizmet etmekteydi. ‘Ücretsiz. Ücretsiz,’ diyordu. Vitrinler işe el koymaya
kalkıştı. O bordo ayakkabıyı gördü. Nasıl derinden istemişti sahip olmayı…

Şimdi bir dokunsa. Ayağında hissetse. Havalı havalı yürüse.


Etkisi zayıftı bir şekilde. Đradesi bağıntıyı kesti. Ama yine bir vitrinin

önündeydi. Altın çerçeveli ametist bir gerdanlık. Harika bir nesneydi. Işığı
yansıtan yüzlerin bolluğu mükemmellik ışıyordu. Kristale yeniden

61
K2rik ve Gece

kazandırılmış metanet diyordu içinden bir ses her ne anlama geliyorsa.


Đradesi iki parçaydı. Ölesiye gerdanlığı isteyen ve diğeri.
Diğer yan ısrarlıydı. Aslı’nın güdümlenmiş nefsi gerdanlığın hayaline

tutunamadı ve koptu. Aslı çayını içer ve kalan poğaçaları yerken o yan iyice
etkinleşmişti. Kadın kendini uyuşturucu iğneyle bayıltılmış bir kaplanla aynı

kafeste kapalı gibi hissediyordu. Uyu, ayılma, yoksa diyen bir feryadı figan
büyümeye başlıyordu içinde. Gül kokusu ve dikenler. Zıt güçler
çarpışırlarken beyninde bir ses gürledi.
Git yüzüne bak. Haydi.

Aslı atkuyruklu kıza helânın yerini sordu ve kızın parmağıyla işaret


ettiği kapıyı açıp kadınlara has bölüme girdi. Đçerisi inanılmaz derecede

temizdi. Sonra lavabonun üstündeki aynada yüzünü gördü.


Hoş bir yüzü vardı, ama sandığı kadar genç değildi. Saçları doğal

görünümlü bir kahverengiye boyalıydı. Gözlerinin kenarındaki kırışıklar ‘en


az kırk beş’ diyordu. Đnsan kendini genç hisseder, ya da öyle sanırdı, ama
yaşını unutur muydu?
Geceyi hatırla şimdi.
Karanlıkta bir yatak odası gördü. Yazdı. Bir kadın çarşafla
örtünmüştü. Yaklaştı. Yüzüne yakından baktı. O’ydu. Aslı’ydı. Kendini
izliyordu. Bakışları tekrar aynadaki aksiyle buluşunca ağzı hayretle açıldı.

Gel beni bul. Sıran geldi.


Aslı dışarı çıkınca kafeyi bıraktığı gibi bulmanın şaşkınlığını yaşadı.

‘Bu gerçeklik bana ait olamaz’ duygusu çok baskındı. Eğer kırk beş
yaşındaysa, belki evliydi. Çocukları vardı. Onlar neredeydiler? Neden

62
Sadık Yemni

hatırlayamıyordu? Buraya tek başına alışverişe gelmiş ve kafayı azıcık


sıyırmıştı. Bu kadar basit değildi. Hissediyordu.
Bütün müşteriler kendi âlemlerindeydiler. Dükkânlar açılınca bir

koşu gidip başkaları kapmadan o en çok istedikleri şeyi alacaklardı. Ve


inşallah paraları yetecekti. Yoksa meyus olurlardı. Ama daha buna vakit

vardı ve beleş poğaçalar da pek lezzetliydi doğrusu. Aslı geçerken hiçbiri


özel bir dikkat yapıştırmadı suretine. Kendi dertlerinin sarmalındaydılar.
Kalabalık caddeye çıkınca sağına soluna baktı. Ağa Camisi’yle
Taksim Meydanı arasındaki alanda en az bin kişi vardı. Kafede çay kahve

beleşti. Bütün dükkânlar kapalıydı. Millet niye sokaklarda deli danalar gibi
dolanmaktaydı? ‘Az önce ben de onlardan biriydim,’ diyen yanı bir umutla

vitrindeki çantanın, gerdanlığın ya da ayakkabının her düşünceyi soğuran


baskın çağırısını bekliyordu, ama bu gerçekleşmiyordu.

“Eşyanın baskısından sıyrılıyorsunuz.”


O fırça bıyıklı adam belirmişti yanında. Güler yüzlü sucu da
yanındaydı. Delikanlı su rezervini yenilemiş olmalıydı. On litrelik bidon
silme doluydu.
“Ne dediniz?”
“Adım Haydar Tunçbel. Endişeci’yim.”
“Necisiniz?”

“Endişeci. Đzah edicem. Adınız ne demiştiniz?”


Aslı soyadını hatırlamadığını fark ederek hayretle, “Aslı,” dedi.

“Soyadım…”
“Vestiyerde,” dedi Haydar. “Đzah edicem.” Delikanlıya döndü. “Sen

biraz burada takıl. Ben hamfendiyle konuşayım.”

63
K2rik ve Gece

Delikanlı uysalca başını salladı. Dikkati az ileride vitrine bakan kısa


etekli genç kızdaydı. Yerinden memnundu yani.
Aslı adam yürüyünce ona ayak uydurdu. Taksim Meydanı tarafına

yürümeye başladılar. Mor çanta, ametist gerdanlık ve bordo ayakkabı bu


son çağrı yoksa bizi bir daha nah görürsün demekteydiler. Sesleri eski

güçlerinden çok şey yitirmişti.


“Etiketlerin cenderesinden sıyrılmaktasınız. Ayılıyorsunuz. Ben de
öyleydim bir ara. Aynı sizin gibi. Zihnim serbest kalınca endişeci oldum.”
“Ne demek bu Allah aşkına?”

“Benden önce yerini aldığım zat bu sıfatı sarf etmişti. Bana kalsa
Gözetici falan derdim. Şu gördüğünüz yerdeki insanlara su ikram etmek,

biraz dinlenmelerini tavsiye etmek, kapkaççılar için uyarmak gibi işler


yaparım.”

Aslı içine çekerek yan gözle adama baktı. Metin duruşu, kendinden
emin halinden etkilenmişti. Bir süredir beynini oyan şeyi sormaya karar
verdi.
“Burası neresi?”
“Görünüşte Đstiklâl Caddesi. Ama bir limiti var. Ağa Camisi’nden
öteye geçilemiyor. Taksim Meydanı’na da çıkılamıyor. Yan sokaklar
tamamen kapalı. Öyle duvarla falan değil. Her yer açık. Oradakiler bu

tarafa, biz o tarafa geçmeye istek duymuyoruz. Đstek bazında bizlere


caddenin sadece bu bölümü tahsis edilmiş.”

Aslı buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde hatırlayamıyordu. “Bunca


insan… Nasıl gelmişler?”

64
Sadık Yemni

“Valla bilsem,” dedi Haydar. “Ben de sizin gibi, önce vitrinlere


takılmaktaydım. Tam olarak kaç yaşındayım, nerede oturuyorum, evli
miyim, bekâr mıyım hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bu sieastanın hiç

bitmeyeceği.”
“Nasıl yani?”

“Gece de olmayacak. Böyle mavi gökyüzü takılıp kalacak. Ne bir


bulut belirecek, ne de bir yıldız parıldayacak.”
Aslı adamın sözlerinin doğruluğunu midesinde buzdan parmaklar
şeklinde hissetmekteydi. Kendisi ne kadar zamandır burada olduğunu

kestirememekteydi. Aklından, öldüm belki de, düşüncesi geçti. Đnançlı bir


yanı vardı. Bulunduğu yeri hiçbir ölüm ötesi merhaleye

benzetememekteydi.
“Şimdi buradan bakınca Taksim Meydanı’nda yürüyen insanlar ve

vasıtalar görünüyor, ama yanlarına gidilemiyor.”


Aslı, Taksim Meydanı’ndaki alışıldık bildik curcunaya baktı ve içini
çekti.
“Burası hâlâ Đstanbul mu?” dedi Haydar. “Bilmem valla, ama… Bir
de… Şöyle bir fikrim var. Biz bir şekilde bölünmüş alanlardan birine tıkıldık.
Kim tıktı Allah bilir. Öldük mü, yoksa rüyada mıyız bilemiyorum. O kafede
garsonluk, suculuk, belki de kapkaççılık yaptım. Vitrinlerde deli gibi eşya

seyrettim. Tıpkı sizin gibi. Ve Endişeciliğe evrildim. Bu son merhale.”


Haydar birden durdu ve eliyle bir yeri işaret etti. “Benden önceki

Endişeci emekli memur tipli, efendi bir adamdı. Mesut Bey. Altmışı
devirmişti. O şuradaki bir kapıdan geçti gitti. Ve yerini ben aldım.”

65
K2rik ve Gece

Haydar işaret ettiği yer eskiden sütlü tatlıların yendiği iki katlı bir
binaydı. Şimdi bu bina görebildiği kadarıyla boştu. Aslı birden Đstiklâl
Caddesi’nde sayısız kafe ve restoranın siesta sırasında kapanmasındaki

saçmalığı iyice kavradı. Ne sieastasıydı bu böyle?


“Bu kapıdan çıktı.”

“Nereye?”
“Bilmiyorum. Mesut Bey benim yerine Endişeci tayin etti ve gitti.
Şimdi sıra benim.“
Aslı yerinize kimi tayin ettiniz diye soracakken durakladı. Bu tavrını

iyi okumuştu Haydar.


“Yerimi siz alacaksınız. Kalabalığı dolaşın ve bir sonra ayıkacak şahsı

arayın. Ben sizi nasıl buldumsa, siz de onu bulabileceksiniz. Merak etmeyin.
Allah’a emanet olun.”

Aslı adamın uzattığı eli rüyada gibi sıktı. Haydar kapıya doğru
yürüdü. Đttirdi ve içeri girdi. Kapı örtüldü. Aslı’nın eli metal kulpa
değdiğinde fil kuvvetinde bile olsa kapıyı açamayacağını anladı. Taksim
Meydanı tarafına baktı. Đçinden hiç o tarafa gitmek gelmiyordu. Sınır
gerçekten de hissiyat olarak dizayn edilmişti demek ki.
Bir çıkış var dopingi acayip bir şeydi diğer yandan. Hızlı adımlarla
geriye döndü. Sucu genç bıraktığı yerdeydi. Burnunu vitrine yapıştırmış

olan kıza bakmaktaydı hâlâ.


“Adım Aslı Kardelen. Yeni Endişeci’yim. Beraber çalışacağız.”

Delikanlı hürmetle gülümsedi. “Adım Đsmet, abla. Memnun oldum.”


Aslı soyadını hatırlayabildiğini saniyeler sonra fark edecekti. Sezgisel

bir dürtmeyle beyaz etekli, kestane rengi saçlı kızın vitrinde neye baktığını

66
Sadık Yemni

merak etmişti. Eflatun çantaydı. Onu kim bilir ne kadar zaman esir tutmuş
olan nesne kızı da büyülemiş gibiydi. Yanına geldiğini bile fark etmemişti.
Çok şanslıydı. Kapının anahtarı bu kız olabilirdi pekâlâ. Sol eliyle tuttuğu

naylon çanta dip taraftan biraz yırtılmıştı. Đçindeki sarı ambalajlı paket
görünmekteydi.

“Bayan paketiniz yırtılmış,” dedi.


Kız sözlerini duymamış gibiydi. Đkinci kez yineleyince irkilerek başını
çevirdi. Kahverengi gözleri dalgındı. Bu kız anahtarıydı. Seziyordu.
“Şu anda siestadayız malum,” dedi ve eliyle Sebile kafesini işaret etti.

“Biraz dinlenseniz. Size yeni bir torba versinler. Siesta boyunca yiyecek ve
içecekler ücretsizdir.” Yüzüyle bir sinyal verince Đsmet memnuniyetle yanına

geldi. “Biraz su için. Belki susamışsınızdır.”


Kız yüzüne minnetle bakıp başıyla onaylayınca Đsmet bardağa su

doldurup kıza uzattı.


Aslı derin bir nefes çekip kalabalığa baktı. Acaba o kapının arkasında
ne vardı, diye düşündü. Buradan taşan bir şey olmalıydı herhalde. Evrilen
bir hayat parçası…
“Bu çantayı aşkası almaz değil mi?”
Aslı, “Merak etmeyin; daha upuzun saatler boyunca dükkânlar kapalı
kalacak,” dedi.

Kız içine biraz su serpilmiş durumda kafeye doğru giderken


arkasından baktı. Taş çatlasa on sekizinde falandı.

Aslı o kapıdan korkuyordu, ama eşyaların cazibesine kapılmadan bu


alanda tıkılıp kalmak korkunç bir işkence olurdu. Kapının arkasında ne

67
K2rik ve Gece

varsa buradan farklı olmalıydı. Belki yatağında uyanacaktı. Hatırlamadığı bir


rüyanın rahatsız ediciliğini hissederek…
Eğer bu diğer şeyse ona güç yetmezdi zaten. Yani kaybedecek bir

şeyi yoktu.
Kafeye baktı. Genç kız bir masaya oturmuştu. Sezgileri, ‘Anahtarın o,’

demeyi sürdürüyordu. Yemesini içmesini bekleyecek ve sonra ona


telepatiyle ‘git aynada yüzüne bak’ komutunu yollayacaktı. Eğer kız kendi
gibi ayıkırsa Endişecilik postuna sahipliği çok kısa sürecekti.
Aklında çeşitli olasılıklar cirit atmaya başlamıştı. Çıkış için bir kapı

varsa, bir giriş yeri de olmalıydı. Ya o kapının ardında buranın tıpa tıp aynı
bir hayat kesiti varsa düşüncesi çok rahatsız ediciydi. Kapı buradaki

varoluşun kurulma yeri, bir çeşit RESET de olabilirdi. O zaman Haydar


Tunçbel’in yeniden burada belirmesi gerekirdi.

Aslı kolunu sertçe çimdirdi ve acının tanıdığı bildiği acılara


benzediğini düşünerek rahatladı. Burada bulunan varlığı hakiki bedeniydi.
Yaşadığı şeyler garip, ama kendi gerçekliğiyle tutarlıydı. Nasıl çalıştığını
kestiremediği bir sisteme dâhil edilmişti.
Az sonra Aslı yanında Đsmet kafenin önünden geçerken genç kızın
tabağını silip süpürdüğünü gördü. Denemekten bir şey kaybetmezdi.
Đçinden kıza ‘git ve yüzüne bak’ komutunu verdi. Gerisi çorap söküğü gibi

gerçekleşti. Kız anahtarıydı. Kısa bir süre sonra adı Serpil olan kızla o
malum kapının önünde durmaktaydılar. Kıza bildiği her şeyi anlatmıştı.

“Ben sizi hızla buluverdim Serpil Hanım,” dedi Aslı. Kızın kafası
karışmıştı iyice haklı olarak. Đleride memnun memnun sırıtan sucu

68
Sadık Yemni

delikanlıyı işaret etti. “Şimdi ben buradan çıkıp gidince siz de kendi
anahtarınızı arayın.”
Kızın elini sıktı ve hızlı adımlarla kapıya yaklaştı. Besmele çekerek

ağır metal yüzeyi iktirdi ve diğer tarafa ilk adımını attı.

***

“Bir an seni ortadan silindi sandım.”


On dokuz yıllık kocası Ahmet Kardelen ince bir endişe tabakasının

ardından ona bakmaktaydı. Siyah bol tişörtü belindeki yağlanmayı örtüyor,


ama beyaz pantolonu kıçını olduğundan büyük göstererek bu etkiyi

eksiltiyordu. Yine de elli dört yaşında biri olarak cazip bir erkekti. “Önümde
yürüyordun. Bir saniye kafamı şuraya çevirip baktım. Sonrasında hiçbir

yerde yoktun.”
Đstiklâl Caddesi’nde diğer tarafta kafe olan yerin tam önünde
durmaktaydılar. Bu tarafta kafenin yerinde lüks bir butik vardı.
Aslı sevinçle gür siyah saçları kırlarla yüklü adama gülümsedi. “Hâlâ
sırlı biriyim yani?”
Siyah gözlü adam rahatlamış bir şekilde başıyla onayladı. Aslı
inanılmaz bir hızla belleğine kavuşmuştu. Kırk sekiz yaşındaydı. On yedi

yaşında bir oğulları vardı. Bir sigorta şirketinde avukatlık yapıyordu.


Kocasıyla meslektaştılar.

“Ahmet sıkıldım ben buradan,” dedi adamın koluna girerek. “Gel


Beşiktaş’taki o küçük meyhanemize gidelim.”

69
K2rik ve Gece

Kocası saatine baktı. “Daha saat beş ya. Cemal ve Sevgi’yle sekiz gibi
anlaşmıştık. ”
“Saatin ne önemi var?” dedi Aslı.

Adam ‘tamam’ anlamında omuzlarını silkti. Kurtuluş’ta oturuyorlardı.


Günlerden cumartesiydi. Oğulları Yavuz sevgilisiyle Ölü Deniz’e gitmişti. Bu

akşam birkaç arkadaşlarıyla birlikte kafayı çekeceklerdi. O yüzden arabayı


almamışlardı yanlarına.
Önce Haydar’ın, ardından kendinin çıktığı kapının önünden
geçerken Aslı nefesini tuttu. Mekân sütlü tatlıların yendiği bir yer olmuştu

yine. Ayakları hiçbir engelle karşılaşmadan Beşiktaş dolmuşlarının durduğu


yere vardılar. On beş yirmi kişilik bir kuyruk vardı. Aslı oraya kadar bir sorun

çıkmadığı için bayağı rahatlamıştı.


“Yürüyelim mi? Yokuş aşağı nasıl olsa.”

Kocası on dokuz yıllık karısındaki his değişikliğini hissediyor ve bunu


gözünün önünde yitip gitmesiyle birleştirince hayra yoramıyordu haklı
olarak.
“Tamam.”
Az sonra parkın içinden geçerlerken kocası vitrinde gördüğü bir
çantadan söz etti. Eflatun renkliydi. Simliydi. Tam onun hoşlanacağı bir
modele sahipti. Đki gün önce Đstiklâl Caddesi’nden yalnız geçerken

görmüştü. Eğer beğenirse yirminci evlilik yıldönümleri için hediye almak


istiyordu. Tam onu işaret edeceği sırada biricik karısı gözünün önünden

silinip gitmişti.

70
Sadık Yemni

Aslı sözlerinin o küçük cehenneme giriş kapısı olmasından


korkuyordu, ama hiçbir şey söylememesi de mümkün değildi. Durdu ve
adamın gözlerinin içine baktı.

“Kafanda bir soru var biliyorum. Senden rica etsem de, bunu bana
yarın sabah uyandığımda sorsan. O kadar sabredebilecek misin?”

Ahmet başıyla olumlayınca, karı-koca kol kola girip yokuşu inmeye


devam ettiler. Harika bir ağustos sonu günüydü, ama ilerleyen saatlerde ne
olacağı belli olmazdı. Masmavi gökyüzünde ilk gri bulutçuk görünmüştü.

Amsterdam 2009

71
Zamanı kısa bir süre durdurma imkânınız olsaydı ne yapardınız? On yedi

yaşındaki Metin Civerek’in elinde zamanı kırk üç saniye durdurabilen bir

topçuk vardı. Önce her şey sınıfta, partilerde yapılan çocuksu şakalarla
başladı. Sonra birden bütün dünyanın ilgisi Đstanbul’a çekiliverdi.

Usta yazar Sadık Yemni’nin Zaman Tozları adlı romanı Buzul Dünya’da.

buzuldunya.blogspot.com
YAZAR HAKKINDA

Sadık Yemni, 1951 yılında Đstanbul’da doğdu. Çocukluğu ve ilk


gençliği Đzmir’de geçti. 1975 yılından beri Amsterdam’da yaşıyor. Romanları
ve öykülerinin yanı sıra; denemeleri,

roman çevirileri, film senaryoları ve


tiyatro oyunları bulunuyor.

Genellikle paranormal, gerilim,


polisiye, bilimkurgu, fantastik türlerinin
edebiyat tadı veren karışımı şeklinde,
yani TekinsizX türünde yazıyor.
Yapıtları: Muska (1996),
Amsterdam’ın Gülü (1997), Öte Yer
(2002), Metros (2003), Çözücü (2004), Ölümsüz (2004), Yatır (2005),
Muhabbet Evi (2006), Durum 429 (2007), Hayal Tozu Gölgecisi (2008)
2009’da: Zaman Tozları (dijital roman), Seb7a (dijital kısa roman),

Ağrıyan (roman)

www.sadikyemni.net

You might also like