You are on page 1of 6

Tahran’daki Berlusconi - Slavoj Žižek

Ne zaman ki otoriter bir rejim gerçek çöküşünden önceki son krizine yaklaşır çoğu kez
gizemli bir kırılma meydana gelir. Birdenbire oyunun sonu olduğunu kavrayıveren insanların
korkuları basitçe yatışır. Bu yalnızca rejimin meşruiyetini yitirmesi demek değil ama aynı
zamanda, gücü kullanışının şimdi ürküntüye dayalı bir tepki ve hatta iktidarsızlık belirtisi
olarak algılanmasıdır. Ryszard Kapuściński, Humeyni devrimini anlattığı Şahların Şahı (Shah
of Shahs) yapıtında bu kırılmanın kesin anını ve yerini saptar: Tahran’da bir kavşakta polis
tek başına bir göstericiye hareket etmesi için bağırmış, gösterici kımıldamayı reddedince
bozum olan memur geri çekilmişti. Birkaç saat içinde bu olayı bütün Tahran duymuştu ve
sokak çatışmaları haftalarca sürdüyse de herkes bir biçimde her şeyin bittiğini biliyordu.
Şimdi de benzer bir şey mi oluyor?

Tahran’daki son ayın olaylarıyla ilgili çeşitli yorumlar var. Kimileri protestolarda, Ukrayna ve
Gürcistan’daki renkli devrimlerin çizgisinde Batılı ‘reform hareketi’ yanlısı bir şeylerin
doruğa çıktığını görüyor. Protestoları, Humeyni devrimine karşı seküler bir tepki ve
dolayısıyla Müslüman köktendinciliğinden kurtulmuş, liberal-demokratik, yeni bir İran’ın ilk
adımları olarak görüp destekliyorlar. Onların karşısında, gerçekte Ahmedinejat’ın kazandığını
ve çoğunluğun sesi olduğunu, Musavi’nin desteğinin salt orta sınıf ve onun yaldızlı
gençliğinden geldiğini düşünen kuşkucular yer alıyor. Bunlar gerçeklerle yüzleşelim diyorlar:
“İran’ın hak ettiği başkan, Ahmedinejat’ın kişiliğinde somutlaşıyor”. Bunun dışında, kendi de
dinsel düzenin bir üyesi olan Musavi’nin Ahmedinejat’tan ayrımını yüzeysel bularak
Musavi’yi reddedenler var. Onlara göre Musavi de atom enerjisi programını sürdürmek
istiyor, İsrail’e karşı ve üstelik Irak’la savaşın sürmekte olduğu baskıcı dönemdeki
başbakanlığı sırasında Humeyni’nin tam desteğini sağlamıştı.

Son olarak ve en üzücüsü, Ahmedinejat’ın solcu destekçileri var. Onlar için söz konusu olan
şey emperyalizme karşı İran’ın özgürlüğüdür. Onlara göre Ahmedinejat kazandı çünkü
ülkesinin bağımsızlığını savundu, seçkinler arasındaki yolsuzluğu açığa çıkardı ve İran’ın
petrol zenginliğini yoksul çoğunluğun gelirini artırmak için kullandı. Bize söylenmek istenen,
Batılı basın-yayının yarattığı ve Yahudi soykırımını yadsıyan yobazın değil de bunun asıl
Ahmedinejat olduğudur. Bu bakış açısına göre bugün İran’da olan biten, 1953’te ülkenin
meşru başbakanı olan Musaddık’ın Batı’nın desteklediği bir darbeyle düşürülmesinin bir
yinelenmesidir. Bu görüş gerçekleri göz ardı etmekle kalmıyor (çünkü genelde yüzde
55’lerdeki seçime katılım oranının yüzde 85’e yükselmiş olması ancak bir protesto oyu olarak
açıklanabilir) ama aynı zamanda, kendini beğenmişlik yaparak, Ahmedinejat’ın henüz seküler
bir sol tarafından yönetilecek denli olgunlaşmamış ve geri kalmış İranlılara yettiğini
varsayıyor.

Her ne kadar bu yaklaşımlar birbirlerine karşı olsalar da, hepsi de İran’daki protestolara sabit
fikirli İslamcılarla Batı yanlısı liberal reformistler arasındaki bir çatışma olarak bakıyor, bu
yüzden de Musavi’yi bir yere koymakta bunca güçlük çekiyorlar. Musavi Batı’nın arka çıktığı
ve insanların özgürlükleriyle birlikte pazar ekonomisini artıracak bir yenilikçi mi yoksa zaferi
rejimin doğasını önemli ölçüde değiştirmeyecek olan, geçerli dinci düzenin bir üyesi mi? Öyle
ya da böyle, bu her iki açıklamada da protestoların gerçek doğası gözden yitiriliyor.

Musavi’yi destekleyenlerin yeşil renkleri benimsemesi ve alacakaranlıkta Tahran çatılarında


yankılanan “Allahü ekber!” çığlıkları, protestocuların kendilerini 1979 Humeyni devriminin
köklerine dönüp devrimi izleyen yozlaşmayı yok eder gibi duyumsadıklarını düşündürüyor.
Bu duygunun belirtileri kalabalıkların davranışlarında açıkça görülebilirdi: insanların güçlü
dayanışması; kendilerini yaratıcı örgütleyişleri ve doğaçlama protesto biçimleri;
kendiliğindenliğin ve disiplinin benzersiz bir karışımı. Yürüyüşü gözünüzde canlandırın;
binlerce erkek ve kadın tümüyle sessiz bir gösteri yapıyorlar. Bu Humeyni devriminin
aldatılmış yandaşlarının gerçek bir halk ayaklanmasıydı. İran’daki olayları Irak’a ABD
müdahalesiyle karşılaştırırsak; bir yanda toplumsal iradenin ortaya konulması söz
konusuyken, öte yanda dışarıdan gelen demokrasi dayatması var. İran olayları ayrıca
Obama’nın dinler arası diyaloga odaklanan Kahire konuşmasının bayağılığına bir eleştiri
olarak da çözümlenebilir: “Hayır, dinler ya da uygarlıklar arasında bir diyaloga
gereksinimimiz yok ama Müslüman ülkelerde adalet için savaşanlarla benzer bir savaşımı
başka yerlerde sürdürenler arasında siyasî bir dayanışmaya gereksinim duyuyoruz.”

Şimdi iki önemli gözlemin tam sırası. Birincisi, İslamcı yoksulların bir kahramanı olmaktan
çok Ahmedinejat, palyaçomsu duruşu ve acımasız güç siyasetinin karışımıyla Ayetullahların
arasında bile rahatsızlıklara yol açmış bir tür İranlı Berlusconi; yozlaşmış, İslamcı faşist bir
halk yardakçısı. Yoksullara lâfebeliği yaparak dağıttığı ekmek kırıntıları bizi yanıltmamalı
çünkü gerisinde polis baskı organlarının yanı sıra çokça Batılılaşmış bir halkla ilişkiler
aygıtının da desteğine sahip. Ek olarak, rejimin yolsuzlukları sayesinde varsıllaşmış yeni,
güçlü bir İranlı sınıfınca da destekleniyor –Devrim Muhafızları, işçi sınıfının oluşturduğu bir
milis güç değil, ülkedeki en güçlü varsıllık kaynağı olan büyük bir işletmedir.

İkinci gözlem olarak, Ahmedinejat’ın karşısındaki iki aday olan Mehdi Karubi ve Musavi
arasında kesin bir ayrım yapmalıyız. Karubi sonuçta bir yenilikçi, İranlı kimlik siyasetinin bir
savunucusu ve her türden gruba vaatlerde bulunuyor. Musavi ise tümüyle ayrı bir durum;
Humeyni devrimini ayakta tutan yaygın düşün diriltilmesini savunuyor. Bu, ütopik bir düştü
ancak yönetimin sabit fikirli bir İslamcı ele geçirilmesinden çok daha fazlası olan bu düşün
gerçekten ütopik yanını kimse yadsıyamaz. Devrimi izleyen coşkuyu, siyasal ve toplumsal
patlamayı, örgütsel denemeleri ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaları
anımsamakta yarar var. Bu patlamanın söndürülmek zorunda kalınması, devrimin hakiki bir
siyasal olay, toplumsal dönüşümün yeni güçlerini topluca özgür bırakan bir açılış, ‘her şeyin
olanaklı göründüğü’ bir an olduğunu gösteriyor. Patlamanın ardından gelen şeyse, İslamcı
kadronun siyasal denetimi ele geçirmesiyle birlikte olanakların tek tek yitirilmesiydi. Bunu
Freudcu terimlerle açıklarsak, bugünkü protesto hareketi Humeyni devriminin ‘bastırılmış
öğelerinin nüksetmesi’dir.

Tüm bunlar İslam'da gerçekten özgürleştirici bir gizilgücün var olduğu anlamına geliyor. 'İyi'
bir İslam bulmak için onuncu yüzyıla geri gitmemiz gerekmiyor; aradığımız şey tam burada
gözümüzün önünde duruyor. Gelecekse belirsiz; halk patlaması denetlenmek üzere ve
görünüşe bakılırsa bugünkü rejim yeniden güç kazanacak. Bununla birlikte yönetime artık
eski gözle bakılamaz; o da halkın gözünde yozlaşmış başka bir otoriter hükümetten ibaret
olacak. Ayetullah Hamaney disiplinli, tartışma götürmez bir din otoritesi olarak toplumsal
konumundan geriye ne kaldıysa onu da kaybedip gerçekte olduğu gibi çok sayıdaki fırsatçı
siyasetçiden biri olarak gözükecek. Ama sonuç ne olursa olsun şunu unutmamalıyız ki
gerçekte tanık olduğumuz şey, Batı yanlısı liberallerle Batı karşıtı muhafazakârlar arasındaki
bir tartışmanın dar çerçevesine sığamayacak denli büyük ve özgürleştirici bir olaydır. Eğer
bunu göremiyorsak, yani kuşkucu faydacılığımızın sonucunda özgürleşme sözünü tanıma
yetkinliğimizi yitirdiysek, Batı'da kendi Ahmedinejat'larımıza hazır, demokrasi sonrası bir
döneme pek yakında gireceğiz demektir ki İtalyanlar onu şimdiden tanıyor: Berlusconi.
Ötekiler de sırada bekliyor.

Ahmedinejat'la Berlusconi arasında bir bağ var mı? Ahmedinejat'ı demokratik seçimle başa
gelmiş, Batılı bir liderle karşılaştırmak tümüyle saçma değil mi? Ne yazık ki hayır çünkü her
ikisi de aynı küresel sürecin bir parçası. Peter Sloterdijk'in bir zamanlar söylediği gibi eğer
bugünden yüzyıl sonra adına anıtlar dikilecek biri varsa bu 'Asyalı değerlerle kapitalizm'i
düşünüp uygulamaya koyan Singapurlu lider Lee Kuan Yew'dir. Otoriter kapitalizm virüsü
yavaşça ama kesin olarak kürenin çevresinde yayılıyor. Örneğin Deng Xiaoping de Singapur'u
tüm Çin'in izlemesi gereken bir örnek olarak övdü. Kapitalizm şu ana dek hep demokrasiyle
göbekten bağlıymış gibi göründü; zaman zaman doğrudan diktatörlük dönemleri olduysa da
en çok on ya da yirmi yıl sonra demokrasi kendini yine dayattı (Güney Kore ya da Şili'de
olduğu gibi). Ancak bu kez demokrasiyle kapitalizmin bağı koparılmış durumda.

Bunun kapitalist ilerleme adına demokrasiden vazgeçmek zorunda olduğumuz anlamına


gelmediğini söylemeye gerek yok; ancak, parlamenter temsili demokrasinin sınırlarıyla
yüzleşmeliyiz. Amerikalı gazeteci Walter Lippmann'ın ortaya attığı ve Chomsky’nin yaydığı
bir deyiş olan ‘onay üretmeyi’ Lippman olumlu bir anlamda kullandı. Aynı Eflatun gibi
Lippmann da halkı ‘yerel düşünceler keşmekeşinde’ bocalayan devasa bir yaratık ya da kafa
karıştırıcı bir hayvan sürüsü gibi gördü. Public Opinion’da (1922) bu sürünün, kişisel çıkarları
yerelliği aşan uzmanlaşmış ve demokrasinin öncelikli eksiği olan 'yetkin yurttaş' ülküsünü
gerçekleştirme yeteneksizliğinden kaçınmak üzere hareket eden seçkin bir sınıfça güdülmesi
gerektiğini yazdı. Doğruluğu açık Lippmann'ın sözlerinin gizemli bir yanı yok; anlaşılmaz
olan, bu oyunu bile bile sürdürmemiz. Ne yapmamız ve düşünmemiz gerektiğini bize bildiren
görünmez bir yükümlülüğü benimsemenin ötesinde bunu bir de talep eden bizler, buna karşın
özgürmüş gibi davranıyoruz.

Demokraside sıradan yurttaş sonuçta bir kraldır ama anayasal demokrasideki gibi bir kraldır;
yani kararları salt formalite gereği olan ve işlevi, yürütmenin tekliflerini imzalamaktan ibaret
bir kral. Demokratik meşruiyetin derdiyle anayasal demokrasininki birbirine benzer: Kralın
saygınlığını nasıl korumalı? Doğru olmadığını bile bile sonuçta kararı verenin kral olduğu
izlemini nasıl yaratmalı? 'Demokrasi krizi' dediğimiz şey insanların kendi güçlerine inanmayı
kesmelerinden değil, tersine seçkinlere güvenmekten vazgeçmelerinden, tahtın boş olduğunu
ve kararın artık kendilerine ait olduğunu algılamalarından kaynaklanır. 'Özgür seçimler',
iktidardakilerin gerçekte gücün sahibi değillermiş gibi davranıp bizden bu gücü onlara
bahşetmek isteyip istemediğimize özgürce karar vermemizi istediklerinde asgari bir kibarlık
gösterisini içerir.

Alain Badiou demokraside iki çeşit (ya da düzey) yozlaşmayı birbirinden ayırmayı önermiştir.
Bunlardan ilki olan görgül yozlaşma genelde terimden doğrudan anladığımız şeydir; ikincisi
ise demokrasinin biçimiyle ve bunun siyaseti, özel çıkarların görüşülmesine nasıl
indirgediğiyle ilgilidir. Bu ayrım, görgül yozlaşmayla savaşırken öteki tür yozlaşmanın resmî
bağlamını sürdüren, az bulunur, dürüst, 'demokratik' siyasetçi örneğinde somutlaşır (Elbette
bir de karşıt örnek olarak görgül açıdan yozlaşmış ve Erdem diktatörlüğü adına hareket eden
siyasetçi vardır).

Badiou, De quoi Sarkozy est-il le nom?'da şöyle yazar: 'Eğer demokrasi temsilse öncelikle
demokratik biçimleri taşıyan genel düzenin bir temsilidir. Diğer bir deyişle, seçime dayalı
demokrasi her şeyden önce kapitalizmin ya da bugün “pazar ekonomisi” olarak yeniden
adlandırılan şeyin uzlaşmasal bir temsili olduğu ölçüde temsil eder. Temel sorun budur.'* Çok
partili özgürlükçü demokrasi görgül düzeyde insanların düşüncelerinin niceliksel dağılımını,
parti program ve adaylarıyla ilgili düşüncelerini, vb. 'temsil eder', yansıtır, kaydeder ya da
ölçer. Yine çok partili özgürlükçü demokrasi, daha uç, 'aşkın' anlamda ise toplum, siyaset ve
onun içindeki bireylerin rollerine ilişkin belirli bir öngörüyü 'temsil eder' ve destekler. Çok
partili özgürlükçü demokrasinin 'temsil ettiği' belirli toplumsal yaşam öngörüsü, partilerin
devletin yasama ve yürütme aygıtları üzerinde denetim kurmak için seçimlerde yarışacakları
biçimde düzenlenir. Kimi değer ve uygulamalara öncelik tanıyan bu aşkın çerçeve asla yansız
değildir ki bu durum, demokratik düzenin insanların düşünce ve isteklerini kaydetmekte
yetersiz kaldığı kriz ya da aldırışsızlık anlarında gözle görülür hale gelir. Örneğin 2005'teki
Birleşik Krallık seçimlerinde Tony Blair'e karşı hoşnutsuzluk artsa da bunun siyasette bir
karşılık bulmasının yolu yoktu. Burada ters giden bir şey olduğu açık; sorun, insanların ne
istediklerini bilmemeleri değil, kuşkuculuk ve boş vermişliğin harekete geçmelerini
engellemesiydi.

Buradan demokratik seçimlerin küçümsenmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Vurgulanmak


istenen nokta, seçimlerin tek başına olayların gerçek yüzünün bir göstergesi olmayıp ağır
basan doxa'yı[1] yansıtma eğiliminde olduklarıdır. Tartışmasız bir örnek, 1940 Fransa’sıdır.
Fransız Komünist Partisi'nde iki numara Jacques Duclos bile Fransa'da o zaman özgür
seçimler yapılmış olsaydı Mareşal Pétain'ın oyların yüzde doksanını kazanacağını itiraf
etmişti. De Gaulle, Fransa'da kapitülasyonların varlığını reddedip direnmeyi sürdürdüğünde
Vichy yönetiminin değil de ancak kendisinin 'Fransız çoğunluk' yerine gerçek Fransa adına
konuşabileceğini ileri sürdü. De Gaulle, demokratik meşruiyeti olmayan sözlerinin gerçek
olduğunu söyleyerek Fransız çoğunluğun görüşüne açıkça karşı çıkıyordu. Ancak şöyle bir
durumda bir gerçeklik anını yansıtan demokratik bir seçimden söz edilebilir: eleştirel-kuşkucu
eylemsizliğine karşın çoğunluk kısa bir süre için ‘uykusundan uyanır’ ve egemen görüşe karşı
oy kullanır. Yine de böylesi seçimlerin bunca sıra dışı olması gerçekliğe pek de aracı
olmadıklarını gösterir.

Kolları Batı'ya doğru gitgide uzanan otoriter kapitalizmin yükselmesiyle demokrasinin gerçek
gizilgücünün zemini sarsılır. Değişim, her zaman oluştuğu ülkenin değerlerine uygundur:
Putin'in kaba güç gösterisi içeren 'Rus değerlerine uygun' kapitalizmi ya da Berlusconi'nin
karikatür kılıklı, 'İtalyan değerlerine uygun' kapitalizmi gibi. Hem Putin hem Berlusconi
yavaş yavaş içi boş bir kabuğa dönmekte olan demokrasileri yönetirler ve hızla kötüleşen
ekonomik duruma karşın ikisi de seçmenlerin üçte ikisinden çoğunun desteğine sahiptir.
Arkadaş olmalarına şaşmamak gerek çünkü her birinin kendiliğinden taşkınlıklar yapma
alışkanlığı var, her ne kadar Putin'inkiler 'Rus ulusal kişiliği'ne uyumlu olarak önden
hazırlansa da. Putin arada bir ağzından kaba bir söz kaçırır ya da ortaya müstehcen bir tehdit
savurur. Birkaç yıl önce Batılı bir gazeteci ona Çeçenistan'la ilgili acemice bir soru
sorduğunda Putin gazeteciye eğer henüz sünnetli değilse kendisinin alışılmıştan biraz daha
abartılı kesen mükemmel cerrahların olduğu Moskova'ya canı gönülden davetli olduğunu
yanıtını yapıştırmıştı.

Berlusconi önemli bir kişi ve İtalya da geleceğimizin biçimlendiği bir deney laboratuarı.
Siyasi seçimimiz eğer hoşgörülü-liberal teknokratçılıkla muhafazakâr popülizm arasında ise
Berlusconi'nin başarısı tam da bu ikisini uzlaştırmasında ve eşzamanlı olarak bünyesinde
toplamasındadır. En azından yakın gelecekte onu yenilmez yapan şeyin bu bileşim olduğu
ileri sürülebilir. İtalyan ‘solunun’ kalıntıları onu sanki bir kaderi benimser gibi benimsediler.
Bu da Berlusconi saltanatının en acıklı yanıdır çünkü onun demokrasisi, hükmen
kazananların, kuşkuculuk aracılığıyla cesaret kırma yoluyla yönetenlerin bir demokrasisidir.

Berlusconi işle ilgili özel çıkarlarının yasal açıdan soruşturulmasını göz ardı etme ya da
etkisizleştirmenin yanı sıra devletin başı olarak saygınlığını küçük düşürecek davranışlarıyla
da gitgide daha da utanmazlaşıyor. Klasik siyasetin saygınlığı, sivil toplum içinde özel
çıkarların rolünün üstünde olmasından kaynaklanır. Siyaset, kendini sivil toplumdan
'soyutlayarak' (yabancılaştırarak) burjuvaziyi niteleyen bencil çıkar çatışmalarının karşısında
ideal yurttaşlık alanı olarak konuşlanır. Sonuç olarak Berlusconi işte bu soyutlama ya da
yabancılaşmayı geçersiz kıldı. Günümüz İtalya’sında devlet gücünü kendi ekonomik çıkarını
korumanın bir aracı olarak açıkça sömürüp doğrudan kullanan ve televizyonda bir realite
şovunda yer alır gibi kendi yaşamının gösterisini yapan burjuvanın ta kendisidir.

Son trajik ABD başkanı, bir yanda ülkü ve hırslarıyla öte yanda siyasi gerçekler arasındaki
uçurumun kurbanı olmuş bir düzenbaz olan Richard Nixon'dur. ABD'de Ronald Reagan,
Arjantin'deyse Carlos Menem'le birlikte sahneye çıkan yeni kişi şuydu: seçim programına
bağlı kalması artık beklenmeyen ve dolayısıyla dayanaklı eleştiriden bağışık 'Teflon' bir
başkan (Gazeteciler karşısında hatalarını sayıp döktükçe Reagan'ın ününün kamunun
huzuruna her çıkışından sonra nasıl arttığını hatırlayın). Bu yeni başkan çeşidi, 'kendiliğinden'
taşkınlıklarla acımasız yönlendirmeyi birleştirmeyi başarmış biridir.

Berlusconi'nin kabalıklarının ardında yatan, insanların ortalama bir İtalyan'ın esrarengiz


görünümünü yansıtan onunla özdeşleşmesidir. Yani, “sizden biriyim; biraz yoz, yasayla başı
dertte ve öteki kadınlar çekici geldiği için karımla da aynı şekilde”. Soylu siyasetçi il
cavaliere rolünü cafcaflı yapışı bile daha çok yoksul bir adamın yücelik düşü gibi
operamsıdır. Yine de enayi yerine konmamalıyız çünkü palyaçomsu maskenin ardında
acımasız bir verimlilikle çalışan bir devlet gücü yatar. Belki de zaten Berlusconi'ye gülerek
çoktan onun oyununa alet oluyoruz. Ancak palyaçomsu ön cephesiyle teknokrat bir ekonomi
yönetimi tek başına yetersizdir; gerekli bir şey daha vardır. Bu da korkudur ve burada
Berlusconi'nin iki başlı ejderi devreye girer: Göçmenler ve komünistler (bu sonuncusu
Berlusconi'nin Economist dâhil kendisine saldıran herkese taktığı genel addır).

Şu ana dek tarif etmeye çalıştığım ideolojik durumu daha iyi anlamak için 2008'in ünlü çizgi
filmi Kung Fu Panda ana eksenleri veriyor. Çizgi filmdeki şişman panda, bir kung fu savaşçısı
olmayı düşler. Alttan alta kaderin yönlendirdiği kör talih kenti kurtarmak üzere kahraman
olarak onu seçince panda bu görevi başarır. Ama filmdeki sahte-Doğulu tinselcilik, alaycı bir
mizahla sürekli olarak aşağılanır. Beklenmedik olansa bu sürekli kendiyle alay etmenin filmi
daha az tinselci yapmamasıdır; film, sonuçta bitmek bilmeyen kendi şakalarını ciddiye alır.
Aynı düşünce Niels Bohr'la ilgili kısa öyküde de görülür. Bohr'u köy evinde ziyaret eden bir
bilim adamı kapının üstünde at nalı görünce şaşırır ve at nalının bir evi nazara karşı
koruduğuna inanmadığını söyler. Bohr da yanıt olarak der ki, “Ben de inanmıyorum. Onu
oraya astım çünkü ona inanmayan biri için de aynı oranda işe yaradığını duydum!” Bugün
ideoloji de aynen böyle çalışır; kimse demokrasi ve adaleti ciddiye almasa, bizler bu
değerlerin yozlaştıklarının ayrımında olsak ve bunlara inanmasak da çalıştıklarını varsayıp bu
değerlerin gereklerini uygulamayı sürdürürüz. Şimdi bizim Kung Fu Panda'mızsa Berlusconi.
Marx Kardeşler bu durumu büyük olasılıkla şöyle dile getirirdi: ‘Bu adam yozlaşmış bir geri
zekâlı gibi görünüp öyle davranabilir ama bunlar sizi yanıltmasın, bu adam yozlaşmış bir geri
zekâlıdır.'

Bu aldatmanın gerisindeki gerçeği bir an olsun yakalayabilmek için İtalyan hükümetinin 2008
Temmuz'unda Kuzey Afrika ve Doğu Avrupalı göçmenlerin ülkeye yaşadışı girişlerine
karşılık, tüm İtalya'da (tren istasyonları, ticaret merkezleri, vb.) acil durum ilan ettiği zamanı
aklınıza getirin. Ağustos başında büyük kentlerin hassas noktalarını denetlemek üzere dört bin
silahlı asker görevlendirme şovunu yaptılar. Acil durum velvelesiz yaratılmadı; normal yaşam
sürdürülmeliydi. Tüm dünyada gelişmiş ülkelerde gün geçtikçe yaklaştığımız, en basitinden
işlerin normal akışı için şu ya da bu (terör tehlikesine karşı, göçmenlere karşı) acil durumun
bir önlem olarak benimsendiği durum tam da bu değil mi?
Peki, bu acil durumdaki gerçeklik payı nedir? 7 Ağustos 2007'de Tunuslu balıkçılardan oluşan
yedi kişilik mürettebat Sicilya'nın Lampedusa adasının otuz mil güneyinde demirledi.
Çığlıklarla uyandıklarında açlıktan ölmek üzere olan kırk dört Afrikalı göçmenin istiflendiği
ve neredeyse batacak olan plastik bir bot gördüler. Geminin kaptanı göçmenleri
Lampedusa'daki en yakın limana götürmeye karar verince karada tüm mürettebatı tutuklandı.
Balıkçılardan oluşan mürettebat 'yasadışı göçe yardım ve yataklık' suçundan Sicilya’da 20
Eylül’de mahkemeye çıkarıldılar. Eğer suçlu bulunsalardı bir ile on beş yıl hapis cezası
alacaklardı. Herkes bu anlamsız duruşmanın gerçek niyetinin öteki botları aynı şeyi
yapmaktan men etmek olduğu konusunda aynı düşüncedeydi çünkü benzer bir durumda
kaldıklarında göstere göstere göçmenleri sopalarla dövüp boğulmaya terk eden başka
balıkçılara yönelik herhangi bir tavır alınmadı. Olay Agamben'in toplumsal düzenden
dışlanan ve cezasız öldürülebilecek kişi anlamına gelen homo sacer kavramının salt ABD'nin
teröre karşı savaşında değil ama sözde insan haklarının ve yardımseverliğin kalesi sayılan
Avrupa'da da canlandığını gösteriyor.

'Kararınca Yahudi düşmanlığı' formülünü en iyi biçimde 1938'de kendini 'orta düzey' Yahudi
düşmanı olarak gören Robert Brasillach ortaya koymuştu:

“Bir yarım Yahudi olan Charlie Chaplin'i filmlerinde alkışlama, yine başka bir yarım Yahudi
olan Proust'a hayranlık duyma, Yahudi Yehudi Menuhin'i alkışlama iznini kendimize
bağışlıyoruz; Hitler'in sesini yayan radyo dalgaları bile Yahudi Hertz adını taşıyor... Kimseyi
öldürmek ya da soykırım yapmak istemiyoruz ama aynı zamanda her zaman
öngörülemeyecek, içgüdüsel Yahudi-karşıtlığı eylemlerini engellemenin en iyi yolunun da
kararınca bir Yahudi karşıtlığını düzenlemek olduğunu düşünüyoruz.”

Hükümetlerimiz halk yardakçısı ırkçılığı bizim demokratik standartlarımızda hiç de akla


yatkın olmadığı için haklı olarak reddeder ve bunun yerine akılcı ölçüde ırkçı, koruma
önlemlerine imza atarlar. Bugünün kimi sosyal demokrat Brasillach'ları bize 'Afrikalı ve Doğu
Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hintli yazılım programcılarını alkışlama iznini
kendimize bahşediyoruz.' diyor ve ekliyorlar, 'Kimseyi öldürmek, soykırım yapmak
istemiyoruz. Öte yandan içgüdüsel hareket eden göçmen karşıtlarının beklenmedik, şiddetli
davranışlarını engellemenin en iyi yolu kararınca göçmen karşıtı bir korumayı sağlamaktan
geçer.' Doğrudan barbarlıktan insan maskesiyle Berlusconivari barbarlığa göz göre göre bir
geçiş…

Alain Badiou. The Meanings of Sarkozy. Çev.: David Fernbach (Verso, 117 sayfa, 12.99
Pound, Şubat, 978 1 84467 309 4).

*Dipnot:

[1] doxa: İlkçağ Yunan felsefesinde “gerçek bilgi” anlamında kullanılan gnosis ya da
episteme'ye karşıtlık oluşturan; “sanı”, “kanı” ya da “inanca dayalı bilgi”ye karşılık gelen
terim. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız (Çevirenin notu)

[lrb.co.uk adresindeki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

You might also like