You are on page 1of 3

Žižek’in Türkçe çeviri için yazdığı

ÖNSÖZ

Bana sık sık soruyorlar: kitaplarınızda nasıl bir etik savunuyorsunuz? Bütün hepsinde ortak
olan bir etik tutum var mı?

İşte yanıtım: evet, var, ahlaktan yoksun bir etik savunuyorum – ama Nietzsche’nin bizi
kendimize sadık kalmaya, iyinin ve kötünün ötesindeki seçilmiş yolumuzda ısrar etmeye
çağıran ahlaksız etiği değil. Ahlak benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle
ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı “benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma”dır;
etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir. Fakat, etikle
ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var: Friedrich Schiller’in naifle duygusal
karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak “duygusaldır,” ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle
kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir –
yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik
düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi
olmasına izin verir. Bu türden etik tutumun en iyi örneklerinden biri, Agota Kristof’un Defter-
Kanıt-Üçüncü Yalan adlı üçlemesinin ilk cildi olan Defter’de sergileniyor. Kitap İkinci Dünya
Savaşı’nın son ve Komünizmin ilk yıllarında, büyükanneleriyle birlikte küçük bir Macar
kasabasında yaşayan ikiz iki çocuğun öyküsünü anlatıyor. İkizler tümüyle ahlaksız – yalan
söylüyor, şantaj yapıyor, öldürüyorlar… – yine de, en saf haliyle otantik bir etik naifliği
cisimlendiriyorlar. Birkaç örnek vermek yeterli olabilir. Bir gün, ormanda aç bir asker
kaçağıyla karşılaşırlar ve istediği birtakım şeyleri ona getirirler:

Yemek ve battaniyeyle geri geldiğimiz zaman, bize şöyle dedi: “Çok iyisiniz.”

Biz de yanıt verdik: “İyi olmaya çalışmıyoruz. Bunları sana getirdik çünkü kesinlikle ihtiya-
cın var. Hepsi bu.” (43)

Hıristiyan etik tutumu diye bir şey varsa, bu odur: komşularının talepleri ne kadar tuhaf olursa
olsun, ikizler naifçe bu talepleri karşılamaya çalışır. Bir gece, kendilerini eşcinsel mazoşist
olan bir Alman subayıyla aynı yatağı paylaşırken bulurlar. Sabahleyin uyanır ve yataktan
çıkmak isterler, ama subay onları durdurur:

“Kıpırdamayın. Uyumaya devam edin.”


“İşemek istiyoruz. Gitmemiz lazım.”
“Gitmeyin. Buraya yapın.”

Sorduk: “Nereye?”

Şöyle dedi: “Benim üzerime. Evet. Korkmayın. İşeyin! Suratıma.”


Yaptık, sonra da bahçeye çıktık, çünkü yatak sırılsıklam olmuştu. (91)

Aşk eylemi diye bir şey varsa, bu gerçek bir aşk eylemi! İkizlerin en yakın dostu rahibin
kahyası, onları ve giysilerini yıkayan genç, şehvetli bir kadındır, onlarla erotik oyunlar oynar.
Sonra açlık içindeki bir Yahudi kafilesi kasabadan geçirilip kampa götürülürken bir şey olur:
Hemen önümüzde, zayıf bir kol uzandı kalabalıktan, kirli bir el açıldı ve bir ses duyuldu:
“Ekmek.”
Kahya gülümsedi ve ekmeğinin kalanını verir gibi yaptı; uzanmış ele uzattı ekmeği, sonra
kahkaha atarak ekmeği tekrar ağzına götürdü ve şöyle dedi:
“Ben de açım!” (107)
Çocuklar onu cezalandırmaya karar verirler: onun mutfaktaki fırınına biraz barut koyarlar, o
yüzden, kadın sabah ateşi yakınca fırın patlar ve kadını yaralar. Kardeşler bu arada rahibe de
şantaj yaparlar: rahibi, hayatta kalmak için yardıma muhtac bir kız olan Tavşandudak’ı nasıl
taciz ettiğini herkese söylemekle tehdit eder, ondan haftalık düzenli para isterler. Şaşkın rahip
onlara sorar:

“Bu çok canice. Ne yaptığınızın farkında mısınız?”


“Evet efendim, Şantaj.”
“Hem de sizin yaşınızda…. Çok yazık.”
“Evet, bunu yapmak zorunda kalmamıza çok yazık. Ama Tavşandudak ve annesinin paraya
kesinlikle ihtiyacı var.” (70)

Bu şantajda kişisel hiçbir şey yoktur: hatta daha sonra rahiple yakın dost olurlar. Tavşandudak
ve annesi kendi başlarına yaşayabilecek hale gelince, rahipten daha fazla para almayı
reddederler:

“Yeter artık. Yeterince verdin. Kesinlikle gerekliyken para aldık senden. Şimdi biraz
Tavşandudak’a verecek kadar para da kazanıyoruz. Hem ona çalışmayı da öğrettik.” (137)

Bu başkalarına karşı soğuk tavırları, gerektiğinde onları öldürmeye de varır: büyükanneleri


süt bardağına zehir koymalarını istediği zaman, şöyle derler:

“Ağlama büyükanne. Yapacağız; eğer gerçekten istiyorsan bunu bizden, yapacağız.” (171)

Naif de olsa, bu tür öznel bir yaklaşım hiçbir şekilde canavarca-soğuk düşünümsel bir
mesafeye engel olmaz. Bir gün, ikizler yırtık pırtık giyinip dilenmeye gider; gelip geçen
kadınlar onlara elma, bisküvi vb. verir, biri de başlarını okşar. Sonra bir başka kadın onlara
evine gelip biraz çalışmalarını, karşılığında onlara yemek vermeyi önerir.

Şöyle dedik: “Sizin için çalışmak istemiyoruz hanımefendi. Sizin çorbanızı da ekmeğinizi de
yemek istemiyoruz. Aç değiliz.”
O da sordu. “O zaman neden dileniyorsunuz?”
“Nasıl bir şeymiş görmek ve insanların tepkilerini gözlemek için.”
Bağıra çağıra gitti o zaman: “Sefil rezil haydutlar! Üstelik bir de edepsizler!”
Eve dönerken elmaları, bisküvileri, çikolatayı ve paraları yolun kıyısındaki otların arasına
attık.
Baş okşamasını atmaksa olanaksız. (34)

Benim durduğum yer işte bu – böyle olmak isterdim: duygudaşlıktan yoksun etik bir canavar,
kör bir kendiliğindenlikle başkalarına yardım etme görevini yerine getiren, ama onların iğrenç
yakınlıklarından kaçınan bir canavar. Böyle daha çok insan olsaydı, dünya, içinde
duygusallığın yerini soğuk ve katı bir tutkunun alacağı hoş bir yer olurdu.

SLAVOJ ŽİŽEK, Mart 2008

You might also like