You are on page 1of 95

SIFIR

“Komplo”
Komplo”
YAZARLAR

Gökcan Şahin
Ozancan Demirışık

SON OKUMA
Sadık Yemni

KAPAK TASARIMI
Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ

Eylül 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından buzuldunya.blogspot.com

adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan


kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ
Bilinmeyen

Eminim hepiniz bilinmeyene ilgi duymuşsunuzdur. Korku, merak


veya hobi şeklinde olabilir ama bu satırları okuyorsanız ‘bilinmeyen’e bir
ilginiz vardır. Çünkü insanlığın doğasında vardır bu. Evrende bizden başka

yaşam olup olmadığını bilmeyiz ve UFO’lara ilgi duyarız, ölümden sonra


olacakları bilmeyiz ve ölüme ilgi duyarız… Đnsanlık tarihi boyunca da bu

böyle olagelmiştir. Bilinmeyeni açıklamaya çalışan teoriler; efsaneleri,


destanları, belki de mitolojileri ortaya çıkarmıştır. Hatta din bile bizi
yaratanı veya hayattaki gayemizi bilmemekten ileri gelmiş olamaz mı?
Birazdan okumaya başlayacağınız bu seri, bilinmeyenden alınan
ilhamla yazıldı, yazılıyor ve yazılacak.
SIFIR adını verdiğimiz dizi öyküler, Ozancan’la yaptığımız sıradan
MSN konuşmaları arasında doğdu diyebilirim. SIFIR’ın fikrini
oluşturduğumuzdan bu yana aylar geçti. Tabii o zaman fikrimize bir isim
vermiş değildik, The X-Files’tan esinlenerek “Gizli Dosyalar Serisi” diyorduk.

Çünkü fikrimiz konsept olarak The X-Files’a epey benziyordu. Seriyi


oluşturan soru şuydu: “Olağanüstü olayları çözmeye çalışan gizli bir Türk

birimi olsa ne olurdu?” Bilirsiniz çoğu fikir bir sorudan doğar. Bizim
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

sorumuz da buydu. Ve The X-Files’tan esinlenmiş olsak bile, bambaşka bir


tat ve ‘özgünlük’ katarak yanıtlamak istiyorduk.
Cevabı görmek için aylarca beklemek zorunda kaldık, çünkü ikimizin

de tamamlanması gereken projelerimiz ve geçmekle sorumlu olduğumuz


okulumuz vardı. Tabii seri için güzel bir giriş yapmak gerekliydi ve buna

fırsat bulamıyorduk.
Bir gün durup dururken beynimde bir ampul yandı ve salondaki
sehpanın üzerindekii bir karalama defterine Komplo’nun kurgusunu
yazdım. Çok kısa bir süre içinde (yarım saat veya bir saatte) neredeyse bir

kısa romanlık kurguyu bitirdim ve hemen Ozancan’a gönderdim. Onun da


beğenmesiyle elimizde bir başlangıç kurgusu oldu. Aylarca kurgu üzerinde

oynadık ve mükemmel hale getirmeye çalıştık. Öyle olmalıydı ki, gelecek


öyküler için önümüze koskoca bir kapı açmalıydı; hem okuru gelecek

öyküler için meraklandırmalı hem de doyurmalıydı. Ve sonunda yarıyıl


tatiliyle soluklandığımızda en iyi hale getirilmiş kurguyu aramızda
paylaşarak yazmaya başladık. Birazdan okuyacağınız yüz sayfaya yakın
öyküyü bir hafta gibi çok kısa bir sürede bitirdik. Bu kadar kısa sürede
bitirmemiz baştan savdığımız anlamına gelmiyor, aksine yazarken dahi
sürükleyici olduğuna işaret ediyor. Tabii buna siz karar vereceksiniz.
Şimdi sizi, Öğretim Görevlisi Dize Demirsoy ve Komiser Murat

Arıkan’la tanışmaya, ‘bilinmeyen’in manyetik kuvvet gibi çekimine dâhil


olmaya, meraklanmaya, gerilmeye hatta korkmaya; sizi Birim Sıfır’ın ilk

macerası Komplo’ya davet ediyorum.

Gökcan Şahin

5
BİRİNCİ KISIM
KARA BULUTLAR
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

16 Nisan 1975 – 06.45


Hatay’da Bir Sokak

Sabahın erken saatleriydi. Güneş bile daha yeni doğuyordu. Serin


bahar rüzgârı, önünde hiçbir engel olmaksızın esiyor da esiyordu. Aksi gibi

üşüyeceği tutmuştu Đsmail’in. Şehir halkı daha yataklarından kalkmamışken


her gün bu sokaklardan geçer, işi gereği her bir karışına dek çöplerden

arındırırdı. Belediyenin maaşlı bir çöpçüsüydü. Hiç durup düşünmemişti,


neden daha iyi bir işim yok, neden her gün kalkıp nezih iş ortamına ayak
basan insanlar gibi değilim, diye. Hayatın akışına ve kadere kendini
bırakmış, yaşayıp gidiyordu.
Çöpçülük utanılacak bir iş değildi ve o da utanmıyordu zaten.
Okullarda öğretmenlerin sık sık tekrar ettiği gibi, bu işleri yapacak birileri
de gerekirdi; kendisi de onlardan biriydi işte… Hayatını iyi kötü sürdürecek
parayı bir şekilde kazanıyordu ya, ona yeterdi.
O sabah bir tuhaf hissediyordu kendini. Üşümesinin yanında,

süpürmekte olduğu sokak da gözüne bir farklı geliyordu. Rutin hayatında


bu tarz farklılıklara alışık olmadığından huzursuzluk duymaktaydı.

Çöpleri toplayıp süpürmeye yani işini yapmaya devam ederek

sokağın ortasına dek yürüdü. Bir kaldırım köşesine eğilip süpürgeyi tekrar
sağ eline geçirmişti ki, hafif bir uğultu kulaklarını doldurdu. Başını kaldırıp

sokağın sonuna doğru baktı.

7
SIFIR: “Komplo”

Rüzgâr hızlanmıştı; uğuldayarak esiyor, havada buğulu dalgalar.


Đsmail bunu huşu içinde seyretmeye devam ederken rüzgârın hızı giderek
arttı ve sonunda sokaktaki tozları kaldırarak küçük bir toz fırtınası yarattı.

Süpürgeyi bırakıp oraya doğru yürüdü. Attığı her adımda toz


fırtınası biraz daha büyüyerek devasa bir hal aldı ve bundan da saniyeler

sonra değişim geçirmeye başladı. Fırtına görünürden yavaş yavaş


kaybolurken, yerini ne idüğü belirsiz, koyu bir sis alıyordu.
Sis dalgalanarak ona doğru süzülürken Đsmail gözlerini kırpmadan
ve önündeki manzaradan bir an olsun ayırmadan yürümeye devam etti.

Nihayet sisle aynı noktaya ulaşınca, tehlikesini hiç düşünmeden kendini


içine attı. Şansı olacak ki, o içine girdiği sırada sis solmaya başladı.

Đsmail önünü göremeden yürüdü. Sis yok olup görüşü berrak bir hal
alınca ise etrafa sudan çıkmış balık gibi şaşkın bakışlar atmaya başladı. Ama

onu şaşırtacak asıl şey, sisin kaybolduğu noktadaydı. Tam o noktada, yolun
ortasında bir bebek yatıyordu.
Çok küçüktü; bir-iki aylıktan daha fazla değil gibi görünüyordu.
Görünürde ne bir puset vardı ne de bir bebek arabası. Ve bebek
çırılçıplaktı! Bu serinlikte, üzerinde hiçbir giysi olmadan taşın üzerinde
yatıyor, gökyüzüne bakıyordu. Masmavi gözleri, sevimli hatlara sahip bir
yüzü vardı. Ağlamıyor, inlemiyordu.

Đsmail eğilip onu yerden aldı. Eldivenlerini çıkarıp çıplak elle


yanağına dokundu.

Ve bebek, sanki bu dokunuş her şeyi değiştirmiş gibi, ağlamaya


başladı…

8
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

15 Ekim 2008– 11.35


Đstanbul Değişim Üniversitesi

Genç kadın, çoğu erkek elli kişilik bir grup tarafından büyük bir
dikkatle izleniyordu. Her hareketi takip ediliyor, her sözü heyecan

yaratıyordu. Üstüne üstlük bu güzel kadın bundan hiç rahatsızlık


duymuyor, hatta böyle olmasını istiyordu. Çünkü Đstanbul’un yeni açılmış

ama ekol olma iddiasındaki bir vakıf üniversitesinde öğretim görevlisiydi ve


görevi buydu. Nitekim beline kadar inen kızıl kestane saçları, güzellik
abidesi oval yüzü, manken gibi olmasa da gayet yeterli fiziği, insanın her
zaman duymak isteyeceği yumuşacık ama otoriter ses tonu ve o bitmek
bilmez öğretme azmiyle sınıftaki tüm öğrencilerin ilgisini üzerine
toplamaktaydı.
O, okulun bu en sevilen öğretmeni, fizik dalında eğitim veren
Doçent Doktor Dize Demirsoy’du. ‘Dize Hoca’ öğrenciler tarafından en
sevilen öğretmen olmasının yanı sıra, bu kadar genç yaşta -otuz iki

yaşındaydı henüz- alanında bu kadar bilgili ve başarılı olması ile


meslektaşların dahi takdirini kazanmış, oldukça deneyimli bir bilim

insanıydı.
O sırada verdiği ders, elektrik-elektronik mühendisliği bölümünün
dersi olan yarıiletken fiziğiydi. Başka bir hoca tarafından verilse belki de

kâbusa dönüşecek olan bu ders, Dize Hoca’nın heyecanlı bir hikâye gibi
anlatmasıyla bir zevk haline geliyordu. O nedenle yoklama alınmamasına

9
SIFIR: “Komplo”

karşın sınıfta hemen hemen devamsızlık yapan olmazdı. O gün de elli beş
kişilik sınıfın ellisi dersteydi.
“Evet arkadaşlar,” dedi sınıfı süzerek. “Bir kez daha tekrar edelim.

Einstein’ın görelilik ilkesi bize ne söylüyordu? Birincisi, tüm fizik yasaları


tüm eylemsiz referans sistemlerinde aynıdır. Đkincisi, ışığın boşluktaki hızı,

yine tüm eylemsiz referans sistemlerinde aynı değerdedir. Peki eylemsiz


referans sistemi ne demekti? Durmakta olan veya sabit hızla hareket eden
sistem demekti, değil mi? Saatte yüz kilometreyle giden bir treni örnek
gösterebiliriz… Ama ivmeli hareket yapan sistemler eylemsiz sayılmıyordu.

Đşte Einstein tüm görelilik kuramını bu iki ilkeye göre kurmuş. Sanırım
anladınız.”

Açık kahverengi ve irice gözlerini sınıfta gezdirdi. Herkes anlamış


görünüyordu.

“Şimdi tahtadakileri geçirebilirsiniz,” dedi. Tahtada o konuyla ilgili


birkaç formül vardı. Öğrenciler hep beraber kalemlerine sarıldılar.
Dize görmelerini engellememek için tahtanın önünden çekildi.
Saatine baktı. On bir buçuğu geçmişti. Herkes yazdıktan sonra, gelecek
hafta işlenecek konuyu söyleyip sınıfı dağıtacaktı.
O sırada çantasından gelen telefon sesini duydu. Normalde sesini
kapatırdı, çünkü ders anlatırken telefonunun çalmasından ve dikkatinin

dağılmasından nefret ederdi. Bu kez dalgınlıkla unutmuş olmalıydı. Neyse


ki o sırada ders anlatmıyordu.

Arayanın kim olduğuna bakıp kapatmak için telefonu çantasından


çıkardı. Ama ekrandaki ismi görünce açması gerektiğini anladı.

10
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Ders bitti arkadaşlar, yazdıktan sonra çıkabilirsiniz,” dedi, çantasını


kapar kapmaz sınıftan çıktı ve başını hafifçe yana eğip saçlarını kaldırdıktan
sonra telefonu kulağına dayadı. “Ali? Nerelerdesin kaç gündür?

Laboratuardan çıkmadın mı hiç? Onca mesaj attım…”


“Havaalanındayım Dize. Đsviçre’ye gidiyorum.”

“Đsviçre mi?”
“Evet, galiba başardım! Çok önemli bir buluş yaptım! Güvenliği için
Đsviçre’de onaylatmam lazım. Yer yerinden oynayacak Dize… Gerçi beş-on
yıldan önce tam olarak sonuçlanacağını sanmıyorum, ama temeli attım.”

Telefonda heyecanla ve hızlı hızlı konuşan bu adam, Đzmit’teki özel


bir laboratuarda araştırmalar yapan bir bilim adamı olan Ali Yıldırım’dı.

Normalde gayet sakin ve soğukkanlı olan Ali’nin bu kadar heyecanlı


konuşması gerçekten önemli bir buluş yaptığını gösterirdi. Dize, onun

yıllardır yaptığı çalışmaları biliyordu ve istediği şeyi elde etmeden Đsviçre’ye


gitmeyeceğinden emindi.
“Tam olarak nasıl bir buluş yaptın?” diye sordu. Ali’nin heyecanı ona
da geçmişti. Đçi içine sığmıyordu.
“Bunu telefonda söylememi beklemiyorsun değil mi?”
“Ama –”
“Uçağım kalkmak üzere. Ama haftaya döneceğim. O zaman en

iyisinden bir şampanya patlatırken sana tüm ayrıntıları anlatırım.”


“Peki, sen bilirsin. Senin adına ne kadar sevindim anlatamam.”

“Sadece benim adıma sevinme, herkes adına sevin. Dünya


değişecek. Neyse, artık kapatmalıyım. Uçağım kalktı kalkacak. Kendine iyi

11
SIFIR: “Komplo”

bak canım. Ha unutmadan… Babama durumu açıklayamadım. Sorarsa


söylersin, tamam mı?”
“Merak etme. Sen de kendine iyi bak.”

Telefon kapanmadan hemen önce Dize arka planda şu anonsu


duydu: “217 sefer sayılı Đsviçre uçağımız kalk…”

Dize telefonunu tekrar çantasına koyarken gülümsemesini


engelleyemediğini fark etti. Umarım bütün gün böyle dolaşmam, diye
düşündü ve odasına doğru yürüdü. Bir dahaki dersi saat bir buçuktaydı. On
ikide yemeğe gider, yemekten sonra da sıcak bir kahveyle olayı kutlardı.

Gün güzel başladı, diye düşünüyordu kapısında A-303 yazan


odasına girerken…

15 Ekim 2008– 12.25


THY Đsviçre Uçağı

Türk Hava Yolları’nın 217 sefer sayılı Đsviçre uçağı Tekirdağ üzerinde
uçmaktaydı. Cam kenarında oturan yolcular aşağıya baktıklarında göz

alabildiğine uzanan Ayçiçeği tarlalarını görebiliyorlardı. Gerçi o sırada


ayçiçekleri yerine yeşil otlardan oluşan koca bir halı vardı, ama yaza doğru

her yer sarı-siyah olacak, ayçiçekleri başlarını çevirip bakmak için her sabah

güneşi bekleyecekti.
Pilot, uçağı kendi seyrine bırakmış, sabahtan beri ağzına takılan bir

şarkıyı mırıldanıyordu. Kırk yaşına henüz girmiş, kendini gayet genç


hisseden yaşam dolu bir adamdı. Yardımcı pilot lavaboya kadar gittiğinden

12
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kabinde tek başınaydı. Pilotluğu seviyorum ya, diye düşünüyordu her yanı
kaplayan yeşilliklere göz gezdirirken. Kim bu güzelliklerle her zaman iç içe
yaşar ki pilotlardan başka? Kim dünyanın her yanını metrelerce hatta

kilometrelerce yukarıdan, bulutların üzerinde yaşayan bir Tanrı edasıyla


seyredebilir?

Ağzına takılan şarkı ıslığa dönüşmüşken, yanı başına düşen gölgeyi


fark etti. Đlk anda aklına yardımcısı gelse de, kabin kapısının açıldığını
duymamıştı. Nasıl bu kadar sessiz gelmeyi başardığına dair bir espri
yapmak için arkasına döndü. Ama gördüğü şeyle gözleri dehşetle açıldı. Bu

kaygısız gözler bir anda hayatının en korku dolu anına şahit oldu.
Gözbebeklerine insan şeklinde bir karaltı yansıdı. Bu karaltının baş

kısmında iki kırmızı nokta belirdi. Karaltı büyüdü, yaklaştı. Pilot sol omzuna
dokunan eli hissetti. Ama bu basit bir dokunuş değildi. Omzundan

göğsüne doğru bir soğukluk yayıldı. Küt küt atan kalbine ulaştığında
titremeye başladı. Delicesine…
Sonra aniden önüne döndü, karşısındaki sadece bir pilotun
anlayabileceği karmakarışık düğmelere rastgele basmaya başladı. Elleri
olağanüstü bir hızla hareket ediyordu. Bilincini kaybederken koltuktan
aşağıya kayıyor ve bir daha kalkamayacağını hissediyordu.
Uçak alarm sesleriyle inledi. Yardımcı pilot kabine panikle daldığında

gördüğü ilk şey, yere yığılmış ve gözleri boş boş bakmakta olan pilottan
başkası değildi.

Uçak sarsılıp burnunu yere döndürmeye başladığında yardımcı


pilotun yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı artık.

13
SIFIR: “Komplo”

15 Ekim 2008– 13.10


Đstanbul Değişim Üniversitesi

Dize yemeğini yemiş, diğer öğretmen arkadaşlarıyla sohbet ederken


kahvesini de içmiş, A-303 numaralı odasına dönmüştü. Odasına gelirken

kantinden bir de çay almıştı. Şimdi dizüstü bilgisayarının açılmasını


beklerken bir yandan da çayını yudumluyordu. Derse girmesine yirmi

dakika kalmıştı, bu da e-postalarına bakmasına ve birkaç haber sitesine göz


atmasına yetecek bir zamandı. O gün okula biraz geç kaldığından sabah
bunlara vakti olmamıştı.
Bilgisayar açıldığında kendi özel adresine de üniversite adına aldığı
hesabına da yeni bir e-posta gelmediğini gördü. Zaman kaybetmeden bir
haber sitesine girdi. Önceki akşam yorgun olduğu için haberleri
seyredememiş, eve gider gitmez banyo yapmış, iki saat kitap okumuş ve
uyumuştu. Şimdi haberlere baksa iyi olacaktı.
Site açılır açılmaz, iri puntolarla kırmızı renkte yazılmış SON DAKĐKA

yazısı dikkatini çekti. Fareyi üzerine getirip başlığın altındaki özeti


gördüğünde şok oldu:

“YILIN FACĐASI: Tekirdağ semalarında seyretmekte olan THY

uçağı, ayçiçeği tarlalarına çakıldı.”


Dize titreyen eliyle haberin ayrıntılarını öğrenmek için üzerine

tıkladı.

14
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Bugün 12.30 sularında Tekirdağ semaları, Türkiye tarihinin en


büyük hava facialarından birine şahit oldu. Nedeni henüz
belirlenemeyen bir sebeple ayçiçeği tarlalarına çakılan uçağın, Türk

Hava Yolları’nın 217 sefer sayılı Đsviçre-Đstanbul seferini yapmakta


olan uçağı olduğu belirtildi. Mürettebatıyla birlikte 97 kişinin

bulunduğu uçaktan kurtulan olup olmadığı bilinmiyor.”


Haberin altında biraz daha ayrıntı vardı, ama Dize gözlerine dolan
yaşların görüşünü bulanıklaştırması nedeniyle onları okumakta
zorlanıyordu. Zar zor göz gezdirince, ek olarak fazla bir şey yazmadığını

gördü. Araştırılıyor… Bilinmiyor… Đnceleniyor… Vesaire vesaire.


Ali’nin öldüğüne bir türlü inanmak istemeyen Dize odasında tir tir

titremekte, dirseklerini masaya, ellerini şakaklarına dayamış ağlamaktaydı.


Nedenini soruyordu kendi kendine. Neden Ali? Gerçeğe bu kadar

yaklaşmışken, belki de hayatını adadığı şeye ulaşmışken neden o?


Yoksa birileri… Gerçeğin bilinmesini istemeyen birileri… Ama…
Olabilir mi? Kim neden yapsın böyle bir şeyi? Hayır, hayır, saçmalıyorsun
Dize… Bu bir komplo olamaz… Değil mi?

15 Ekim 2008 – 13.15


Yıldırım Holding Binası / Şişli-Đstanbul

Şişli’deki onlarca lacivert camlı yüksek binadan biri de Yıldırım


Holding’in on beş katlı plazasıydı. On sekiz yıl önce inşa edildiğinden beri
holdingin işlerine tahsis edilmiş olan Yıldırım Plaza, bir zamanlar oraların en

15
SIFIR: “Komplo”

yüksek binalarından olsa da, zamanla etrafını çeviren daha yüksek onlarca
plazanın arasında kaybolup gitmişti. Yine de her işleri için ideal bir yer
olduğundan patron Taylan Yıldırım’ın yeni bir binaya geçmek gibi bir

hedefi yoktu. Zaten plazasının biraz alçakta olması onun Türkiye’nin en


zengin yirmi iş adamından biri olmasına mani değildi.

Altmış üç yaşındaki Taylan Yıldırım, ticaretten hâlâ zevk almayı


başaran ve henüz emeklilik düşünmeyen bu yaşa gelmiş sayılı patronlardan
olmasının yanı sıra hayatının baharındaki genç bir adam gibi maksimum
doyumla yaşamayı biliyordu. Bu yüzden pek çok kıskananı vardı doğrusu.

O gün yine sıradan sabah yürüyüşünü yapmış, duşunu almış,


Sarıyer’deki evine cipiyle yarım saatlik mesafedeki holdingine gitmişti.

Yedinci kattaki ofisine girmiş, her zamanki gibi purosunu yakıp bitirmiş, bu
arada o gün yapılacak işlere bir göz gezdirmişti. Birkaç telefon konuşması,

birkaç dosya kontrolü, birkaç ihale işinden sonra doktor tavsiyesiyle


hafifletilen öğle yemeğini afiyetle yemiş ve tekrar ofisine geçmişti.
Alman bir firmanın temsilcileriyle yapılacak sanal konferansın
hazırlıklarıyla uğraşırken telefon çaldı.
“Söyle Şebnem.”
“Acil bir telefonunuz var efendim.”
“Kimdenmiş?”

“Dize Hanım’dan.”
“Hımm, bağla öyleyse. Bakalım neymiş acil olan?”

“Peki efendim.”
Bir-iki saniye sessizlikle geçti. Ardından bir burun çekişi sesi duydu

Taylan.

16
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Çok kötü bir şey oldu Taylan Bey…” Resmen ağlıyordu kız. Taylan o
güne dek Dize’nin telefonda ağladığını görmüş değildi.
“Ne oldu kızım? Ağlıyor musun sen?”

“Çok kötü… Nasıl söyleyeceğim bilmiyorum…”


“Söyle yavrum, yabancı mıyım ben? Nedir bu kadar canını sıkan?”

“Ali…”
“Ali mi?”
“Uçak kazası… Đsviçre’ye gidecekti… Telefon etmişti… Tekirdağ’da…”
“Kızım tane tane konuş, anlamıyorum. Önce bir sakin ol. Sonra yavaş

yavaş anlat.”
“Ali beni aradı birkaç saat önce. Önemli bir buluş yaptığını söyledi.

Bu buluşun güvenliğini sağlamak için Đsviçre’ye gidiyormuş. Bilim


adamlarına onaylatmak için sanırım, bilmiyorum. Sonra uçağının anonsunu

duydum. 217 sefer sayılı diyordu. Öğleden sonra haberlere baktım.


Tekirdağ’da düşmüş o uçak. Đsviçre uçağı… 217 sefer sayılı…”
Taylan için zaman durmuş, dünya kararmış, hayat bitmişti. Dize’nin
dediklerini gayet iyi anlamıştı. Ali öldü diyordu düpedüz… Oğlu, canı, her
şeyi…
Yıkıldı Taylan. Kalbi atıp atmamak için karar veremez oldu. Nefesi
ciğerlere gidip gitmemeye tereddüt etti. Telefonun ahizesi elinden kayıp

giderken Dize’nin sesini zar zor algılıyordu kulakları: “Taylan Bey, orada
mısınız? Đyi misiniz?”

“Buradayım,” dedi gırtlaktan çıkan yavan bir sesle. “Ama iyi değilim.
Hiç değilim.”

17
SIFIR: “Komplo”

“Geliyorum, birazdan oradayım. Siz ne kadar üzgünseniz, ben de o


kadar üzgünüm. Ali sizin oğlunuzsa benim de…”
“Tamam Dize, bekliyorum,” dedi Taylan sözünü keserek. Telefonu

daha fazla elinde tutamayacaktı. Ahizeyi dalgınca yerine koydu ve


koltuğunu çevirerek arkasındaki tüm cepheyi kaplayan camdan dışarıyı

seyretti. “Oğlum,” diyordu durmadan. “Canım oğlum…”

***

On beş dakika sonra Dize ile karşılıklı oturuyorlardı. Đkisi de bol bol
ağlamış, gözleri fazlasıyla kızarmıştı.

Dize ona sabah olanları ayrıntılı olarak anlattı ve içinde küçük de


olsa bir şüphe olduğunu söyledi: “Acaba onun araştırmalarından zarar

gören birilerinin işi mi?”


Bu düşünce ona önce paranoyakça gelmiş, kimin hangi mantıkla bir
kişi için koca uçağı düşüreceğini bilememişti. Ne kadar düşünse de, yoğun
üzüntünün verdiği uyuşukluğu atlatamamış olan beyni ona bir cevap
vermekten çok uzaktı.
Oysa Dize bu fikrini Taylan’a söyler söylemez, yaşlı adam yerinden
fırladı, “Evet, bu bir sabotaj, adım gibi eminim. Birilerinin işi bu,” diye

tekrarlayıp durdu. “Ama ben Taylan Yıldırım’sam bu işi çözerim… Ali’ye


suikast düzenleyen o orospu çocuklarını da Cehennem’in dibine

gönderirim.”
Dize, Taylan’dan küfür duymaya alışık değildi, ama yadırgamadı. Bir

küfür edilecekse tam yeriydi.

18
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Taylan, artık gidebileceğini, kendini iyi hissettiğini söyleyince Dize


holdingden ayrıldı. Ama içi içini yiyordu. Bir şeyler yapmalıydı.

15 Ekim 2008– 06.45


Polis Merkezi/Đstanbul

“Sıradan bir günde uyudum, sıra dışı bir günde uyandım. Ya da


kutsal bir günde mi demeliyim? O gün her şey değişti. Tanrı benimle

konuştu. Artık yaşamaması gerekenleri, ölmeyi hak eden karanlık ruhlu


kâfirleri bana göstermeye başladı. Tanrı’nın buyruğuna nasıl karşı
gelebilirdim? Onları nasıl sağ bırakabilirdim? Cinayet işlemem gerekiyorsa,
evet işleyecektim. Ve işledim de. Elime bıçağımı aldım, gidip onlara layık
oldukları şeyi sundum: Ölümü.”
Sorgu odasındaydılar. Ortasında metal bir masa olan havasız, küçük
odada… Cinayetleri işlediğini hiç oyalanmadan itiraf eden baş şüpheli Đlhan
Orhan’ın yüzünde içten bir ifade vardı. Söylediklerine gerçekten inanıyor
gibiydi. Çelimsiz, kumral bir adamdı. Konuşurken gözlerini kırpıştırıyordu.

Tel çerçeveli gözlükleri hafifçe burnunun aşağılarına kaymıştı ama bunu


umursamıyor, gözlüğü düzeltmek için en ufak bir harekette bulunmuyordu.

Masanın etrafında volta atmakta olan Murat Arıkan buruk bir bakışla

süzdü onu. Kırklı yaşlarına yaklaşmış ama yine de genç görünen iri yapılı bir
polisti. Ela gözleri, oldukça esmer bir teni, kısa siyah saçları vardı. Köşeli,

sert bir yüze ve her daim karşısındakini ölçüp biçen bakışlara sahipti aynı
zamanda.

19
SIFIR: “Komplo”

‘Öldürmek’ten böyle soğukkanlılıkla söz edilmesi hayatında en


nefret ettiği şeydi. Đnsan canını almak ve sonra bundan bahsedebilmek o
kadar kolay olmamalıydı. Đnsanlar ölüm ve yaşam arasındaki çizgiyi

böylesine silip atmamalıydı.


Üstelik Đlhan Orhan pişman değildi. Yaptıklarını bilerek ve isteyerek

yapmıştı. Đlk bakışta bunu anlamıştı Murat. Kimi katiller yaptıklarından


öylesine pişman olurlardı ki, bu duygudan kurtulabilmek için kendilerini
kandırmaya çalışır, bin bir yalan sıralarlardı. Bir de duygularını hiç
yansıtmayan, Murat’ın bile çözemedikleri vardı aralarında. Ama Đlhan Orhan

iki gruba da uymuyordu. Tereddütsüz bir yalan söylüyordu, bu yalana


gerçekten inanıyordu ve pişman değildi. Eline fırsat geçse başka insanları

da öldürmekten çekinmezdi.
Tehlikeliydi. Fazlasıyla.

Onun karşısına oturup, “Demek Tanrı seninle konuştu?” dedi.


Gözlerini gözlerine dikmişti. “Ve senden üç kişiyi öldürmeni istedi.”
Đlhan’ın gözlerini ilk kez öfke sardı. “Đstemedi, buyurdu. Tanrı
istemez, emreder.”
“Tamam. Tanrı seninle konuşup üç kişiyi öldürmeni emretti. Ve
şansa bak ki bu üç kişinin ilki, seni işten kovup parasız pulsuz bırakan
patronun Yiğit Kırım oldu. Đkincisi, sen evin kirasını bile ödeyemeyecek hale

gelince evliliği bitirme kararı alan ve seni terk eden karın Sevilay. Üçüncü
ve sonuncusu da, kirayı iki kez ödemeyince hiç acımadan seni sokakta

bırakan ev sahibin Sadık Bey.” Güldü. “Buna inanmamı beklemiyorsun


herhalde?”

20
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Neye inandığın umurumda değil! Ben doğru söylüyorum.


Yaşadıklarımı anlatıyorum. Onlar ölmeliydiler ve öldüler,” diye bağırdı Đlhan.
“Bunu isteyen ben değildim. Ben buna cüret edemem. Bunu emreden

Tanrı’ydı, gerçekleştirense ben oldum.”


Ne sesi ne de yüzüyle kararlılığından hiçbir şey kaybetmemişti. Bu

adam beni ürkütüyor, diye düşündü Murat. Evet, belki delinin tekiydi ama
daha önce karşılaştığı sıradan katillerle uzaktan yakından alakası yoktu.
Foyasını ortaya çıkarabilecek bulgular açıklanırken bile en ufak bir paniğe
kapılmamıştı.

O düşüncelere dalmış ve odayı rahatsız edici bir sessizlik


kaplamışken, kapı açıldı ve polis memuru Hasan başını içeri uzatıp

gelmesini işaret etti.


“Burada bekle, geleceğim,” diyen Murat kalktı ve odadan çıkıp

kendini Hasan’ın yanına attı.


“Suçunu itiraf ediyor ama bu zırvalıklarla en fazla tımarhaneye
tıkarlar. Oradan da ne yapar eder kurtulur,” diye homurdandı. “Başka bir
şeyler denemeliyiz.” Durakladı, Hasan’a baktı. “Ne oldu, sorgunun orta
yerinde niye çağırdın?”
“Başkomiser Kadir sizi istedi komiserim. Önemli olduğunu söyledi.
Sorguda olduğunuzu belirttim ama umursamadı. ‘Çıkıp gelsin, bunun

yanında sorgunun önemi sıfır,’ dedi.”


Murat başıyla onayladı ve Başkomiser’in odasına doğru yürümeye

başladı. Meraklanmıştı. Bir cinayet sorgusunu bile önemsiz kılacak ne


olabilirdi?

21
SIFIR: “Komplo”

Đçinden, ‘bunun yanında sorgunun önemi sıfır’ diye tekrarladı. Ve


önemli mevzunun neyle ilgili olduğunu tam da o anda anladı. “Sıfır,” diye
mırıldandı, gülümsedi.

***

Kapı hafifçe tıklatıldığı sırada Başkomiser Kadir masasındaki


raporları incelemekle meşguldü. “Girin,” dedi dalgınca.
Kapı aralandı, Komiser Murat Arıkan içeri girdi. Başkomiser raporları

çekmecesine koyup dikkatini ona verdi. “Ben de seni bekliyordum Murat.


Geç, otur.”

Murat içindeki beklenmedik heyecanı yenmeye çalışarak, ‘geçip


oturdu’. “Hayırdır başkomiserim?” dedi muzip bir tavırla. “Önemli bir

sorgudaydım, ama meğersem bu mevzunun yanında önemi ‘sıfır’mış da


haberim yokmuş.”
Kadir gülümsedi.
“Belki tahmin etmişsindir, eski patronunla görüşeceksin.” Arka
cebinden cüzdanını, onun içinden de bir kartviziti çıkardı ve Murat’a uzattı.
Murat kartviziti alıp dikkatle inceledi.
Onun için tanıdık denebilecek, siyah ağırlıklı ciddi bir kartvizitti.

‘Yıldırım Holding – Taylan Yıldırım’ yazıyordu üzerinde.


Başını kaldırdı.

“Hemen mi?” diye sordu.


Başkomiser Kadir başıyla evetledi. “Hemen.”

22
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

15 Ekim 2008 – 16.30


Đstanbul TEM Otoyolu

Dize Demirsoy, yüreğinde toplanıp büyüyen acı dalgalarını


gözyaşlarıyla silip atmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Yine de

gözlerinden süzülen su damlacıklarının ve gayet boş bir yolda otomobilini


rahatça, istediği hızla kullanabiliyor olmasının getirdiği geçici bir huzur da

yok değildi.
Olay yerine yani Tekirdağ’da uçağın düştüğü alana bizzat gitmeye
karar vermişti. Neler olduğunu görmeli ve elinden gelirse bulguları bizzat
incelemeliydi. Evinde kös kös oturup bekleyecek değildi. Henüz bu kararın
mantığını kendi içinde sorgulamamıştı ve oraya ulaşana kadar da yapmaya
niyeti yoktu. Şu anda duygularıyla hareket ediyor ve bununla gurur
duyuyordu.
Ne olursa olsun, uçağın düşürüldüğünden emindi. Ali’nin tam da
buluşunu onaylatıp güvenceye almaya giderken bindiği uçağın düşmesi

çok büyük bir rastlantıydı ve Dize böyle rastlantılara inanmazdı.


Elini cebine atıp cep telefonunu çıkardı ve Taylan’ın numarasını

tuşladı. Çok geçmeden adamın, “Alo,” dediğini duydu. Her şeye rağmen

sesi gür ve gayet net çıkıyordu ama içinde saklı acı parçacıklarını
hissetmemek mümkün değildi.

23
SIFIR: “Komplo”

Selam faslını geçen Dize, “Olay yerine gidiyorum Taylan Bey,” dedi
hemen. “Bilgi toplamaya çalışacağım. Muhakkak bir şeyleri hasıraltı etmeye
çalışacaklar. Buna izin verilmemeli.”

“Olayı araştırması ve olay yerini incelemesi için Tekirdağ’a bir


adamımı gönderdim, o da şu anda yolda olmalı. Yine de gitmek istersen

sen bilirsin Dize, ama bence gerek -”


“Gerek var,” diye sözünü kesti Dize. “Emin olun gerek var.
Gönderdiğiniz adama güveniyor musunuz?”
“Fazlasıyla.”

“Öyleyse onunla birlikte çalışabiliriz.”


Taylan’ın düşünceli bir şekilde içini çektiğini duydu. “Olay yerinde

buluşursunuz,” dedi sonra.


Dize internette o kara habere rastladığından beri ilk kez gülümsedi.

“Neden olmasın?”
“Đsmi Murat Arıkan. Şimdi bir polis ama eskiden uzun yıllar benimle
çalıştı. Söylediğim gibi, ona kayıtsız şartsız güveniyorum. Birazdan arayıp
seninle buluşacağını ona söyleyeceğim.” Kısa bir sessizlikten sonra Taylan
buruk bir ses tonuyla ekledi: “Şimdi kapatıyorum, tahmin edebileceğin gibi
işim başımdan aşkın.”
Dize sanki hattın diğer ucundaki Taylan onu görebilecekmiş gibi,

refleks olarak başını salladı ve telefonu kapatıp yan koltuğa attı. Nihayet
harekete geçebilmek, içini açıklanamaz bir heyecanla doldurmuştu. Kalbi

göğüs kafesinden kurtulmak istercesine çırpınıyor, bacakları titriyordu.


Đşte başladık, diye düşündü.

24
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Ali’nin katillerini bulmadan ve komployu bütün ayrıntılarına dek


açığa çıkarmadan bu işten vazgeçmeyecekti.

15 Ekim 2008 – 17. 20


Tekirdağ

Tekirdağ’da, 217 sefer sayılı uçağın düştüğü alanda tam bir cümbüş
yaşanmaktaydı. Polis arabaları, polis memurları, ambulanslar, doktorlar,

yolcuların yakınları…
Ambulanslar ölüleri taşıyor, polisler enkazı inceliyordu. Gazetecilerin
olay yerine gelmesi bile engellenememişti. Kameramanlar görüntü kaydı
yapıyor, fotoğrafçılar ise hiç durmadan fotoğraf çekiyordu. Son dakika
haber bültenleri için canlı yayın bağlantısı kuranlar bile vardı.
“Sayın seyirciler, şimdi Đsviçre uçağının düştüğü olay yerindeyiz. Yüze
yakın yolcunun bulunduğu uçakta sağ kurtulan olmadığı belirtiliyor.
Çalışmalar sürüyor. Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz.”
Yolcuların yakınları ise en kötüsüydü; ağlıyor, bağırıyor, çığlık atıyor,

uçağa daha fazla yaklaşmak için karşılarına çıkan herkesi hiçe sayarak
ilerliyorlardı.

Hiç kimsenin sağ kurtulamamış olması, her şeyi daha da içinden

çıkılamaz hale getiriyordu.


Uçak düştükten sonra asfalt yol boyunca sürüklenmiş ve ardında

düz, siyah bir çizgi halindeki uzun bir iz bırakmıştı. Hem darbenin hem de
sürüklenmenin etkisiyle gövdesi ikiye ayrılmıştı. Yaralı yoktu, istisnasız

25
SIFIR: “Komplo”

herkes ölmüştü. Ne pilot sağ kalmıştı, ne hostesler, ne de yolcular. Çıkan


yangında cesetler kömürleşmiş, tanınamaz hale gelmişti. Enkaza uzaktan
bakmak bile insanın midesini alt üst ediyordu.

Murat, Taylan’la görüştükten hemen sonra yola çıkmış ve birkaç


dakika önce olay yerine ulaşmıştı. Bulguların gerçekçi şekilde rapor edilip

edilmediğini dikkatle denetliyordu. Hiçbir kanıt yok edilmemeli, elde edilen


hiçbir bilgi yok sayılmamalıydı. Bu işin Ali ve Taylan için ne kadar önemli
olduğunu biliyor, ona göre davranıyordu.
Üstelik sadece onlar için önemli olması değildi Murat’ın bu işe dört

elle sarılmasını sağlayan… Taylan komplo olasılığından bahsetmişti ve bu


ihtimal Murat’ı heyecanlandırıyordu. Uzun bir aradan sonra çözmek için

elinden geleni ardına koymayacağı ‘büyük’ bir iş çıkmış olabilirdi.


Denetlemelere devam etmek için metrelerce ilerideki enkaza doğru

yürümeye başladı. Cesetleri taşıyan doktorları kontrol edecek, hiçbir


cesedin ortadan kaybolmadığından, hepsinin eksiksiz olarak ambulanslara
taşındığından emin olacaktı.
Birkaç adım atmıştı ki, bir el omzuna dokundu. Bu ani dokunuşun
etkisiyle hızla döndü ve omzuna dokunan eli kavrayıp bükmeye yeltendi.
Son anda o elin sahibinin bir kadın olduğunu fark edip durmasa, gerçekten
bükecekti de.

Elini geri çekti, “Dize Demirsoy olmalısınız,” dedi. “Kusura bakmayın,


her an tetikte olmam gerekiyor.” Dudakları alaylı bir gülümsemeyle kıvrıldı.

“Ama siz de böyle arkadan yaklaşmaktansa önce seslenmekle daha iyi


edersiniz, yanılıyor muyum?”

26
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Siz de gözünüzü arkanızdan ayırmamakla daha iyi edersiniz, ne de


olsa bu işte her an her şey olabilir. Yanılıyor muyum?” diye cevap verdi
Dize, yüzünde Murat’ın alaycı gülümsemesinin kusursuz bir kopyasıyla.

Murat elini uzattı. “Ben Murat Arıkan.”


Dize de uzanıp Murat’ın elini hafifçe sıktı. “Ben de bildiğiniz gibi

Dize Demirsoy’um. Taylan Bey geleceğimi bildirmiş olmalı.”


Murat başıyla onayladı. “Enkazı incelemeye gidiyordum,” dedi,
“isterseniz beraber devam edelim.” Oraya doğru yürümeye başladılar ve
Murat konuşmaya devam etti: “Taylan Bey sizden bahsetti ama bu işle ne

gibi bir ilginiz olduğunuzu söylemeye fırsat bulamadı. Sadece bir yakını
olduğunuzu ve işinizi iyi yapacağınızdan emin olmamı söyledi. Ama bu

kadarla sınırlı olduğunu zannetmiyorum.”


Dize içini çekti. “Şimdi de bunu anlatacak zaman yok, çünkü klişe bir

şekilde belirtmem gerekirse; bu uzun bir hikâye. Belki daha sonra. Şunu
bilseniz yeterli Murat Bey: Bu işin içindeki bityeniğini ortaya çıkarmak
benim için her şeyden önemli, ve canımı dişime takıp bunu başarmaya
çalışacağım.” Gergin bir sessizlik oldu. “Her neyse, isterseniz işimize
dönelim. Bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Henüz enkazı incelemedim. Ama bildiğim bir şey var: Ali Yıldırım’ın
cesedini teşhis etmemizin imkânı yok çünkü çıkan yangının etkisiyle

uçaktaki tüm cesetler tanınamaz hale gelmiş.”


Dize yutkundu. Ali’nin uçak düştüğü sırada neler hissettiğini hayal

etmeye çalıştı, ama böyle bir dehşeti tasavvur edebilmesi olanaksızdı. Çıkan
yangında ölmüş olması ihtimali ise en korkuncuydu.

27
SIFIR: “Komplo”

Enkaza ulaştıklarında, orada beklemekte olan üniformalı polisler


Dize ve Murat’ı durdurmaya çalıştılar ama Murat hızlı bir hareketle kimliğini
gösterdi ve aynı polisler hızla geri çekildiler.

Uçağın iki parçaya ayrılan gövdesi birbirine oldukça yakın


duruyordu. Neyse ki düz bir pozisyonda sayılırlardı, yani içlerine

girilebiliyordu.
Murat, Dize’ye belli belirsiz bir şüpheyle baktı. “Gelecek misin?”
Dize uçaktaki cesetlerinin yarısının hâlâ içeride olduğunu biliyordu.
Kömürleşmiş, tanınamaz hale gelmiş cesetler… Onları görmeye,

yanlarından geçmeye, hatta gerekirse dokunmaya hazır mıydı? Bunu


yapabilir miydi?

Peki bu işi Murat’a bırakıp kenara çekilebilir miydi?


“Hayır,” dedi. “Yani, evet. Geliyorum.”

Önce gövdenin bir yarısını, sonra diğer yarısını inceleyeceklerdi.


Oraya buraya savrulmuş metal levhalar arasında yürüyerek gövdenin
soldaki parçasına girdiler ve cesetler arasında ‘gezinmeye’ başladılar.
Đçeriye ölüm kokusu sinmişti ama cesetleri görmek, belki de kendini
en kötü etkiye hazırlamış olduğu için Dize’ye beklediği kadar korkunç
gelmedi. Ama yeterince mide bulandırıcıydı; bugün yemek yiyebileceğini
hiç zannetmiyordu.

Orada kayda değer hiçbir şey bulamadılar. Murat cesetlerle burun


buruna gelmek pahasına koltukların altlarını ve bagaj gözlerini bile inceledi

ama ellerine geçen koca bir ‘sıfır’dı.

28
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Sağdaki parçada ise Dize’yi iyi mi kötü mü karar veremediği bir


sürpriz bekliyordu. Murat’ın birbiri üzerine yığılmış kırık dökük metal
levhaların altından çıkardığı siyah çantayı gördüğü anda gözleri büyüdü.

“Bu Ali’nin çantası,” dedi. “Hiç yanından ayırmazdı.”


Murat’ın çantayı açmaya çalışıp başaramadığını görünce ekledi:

“Aynı zamanda şifreli.” Gidip çantayı onun elinden aldı. “Ve ben şifreyi
biliyorum.”
Şifreyi çabucak girdi ve çantanın kilidi bir ‘tık’ sesiyle açıldı. Dize
heyecanla içine baktı.

Ama çanta boştu.


“Boş çantayla gezmek gibi bir huyu olduğunu sanmıyorum,” dedi

Murat düşünceli bir tavırla.


Dize’nin yüzü bembeyaz kesilmişti. “CD’ler, evraklar, deney

sonuçları. Her türlü bilgi çalınmış. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Tam da
düşündüğüm gibi bu olayın ardında bir komplo -hem de büyük, çok büyük
bir komplo- yatıyor.” Murat’ın yüzüne baktı. “Ve biz bunu çözmek
zorundayız.”

15 Ekim 2008 – 18.30


Tekirdağ’da Bir Kafe

Çantayı bulmaları hiçbir şeyi değiştirmemişti, çünkü Dize

boşaltılmadan evvel içinde neler olduğunu bilse bile, bunu kanıtlaması


mümkün değildi. Yani boş bir çanta delil olarak hiçbir anlam ifade
etmiyordu.

29
SIFIR: “Komplo”

Đstanbul’a dönmeden önce, rahatça oturup konuşabilmek için bir


kafeye girdiler. Üç ayrı köşesi olan sevimli bir mekândı: Bir köşede kırmızı,
puf koltuklar, bir köşede yuvarlak siyah masaların etrafındaki ikişer

sandalye, diğer köşede ise daha fazla kişi geldiğinde rahatlıkla


oturabilmeleri için beş-altı kişilik, gri renkli dikdörtgen masalar…

Đkinci köşeyi yani yuvarlak masaları seçtiler ve oraya doğru yürüyüp


onlardan birine oturdular. Garson gelip bir arzuları olup olmadığını
sorduğunda, Murat kallavi bir Türk kahvesi, Dize ise demli bir fincan çay
istedi.

Garson uzaklaştığında, “Artık şu uzun hikâyeyi dinleyebileceğimi


umuyorum,” dedi. “Olay yerini de inceledik, yani bugünkü işimiz bitti.

Yeterince zamanımız var.” Ellerini sabit tutmuyor, sürekli hareket


ettiriyordu; ya birbirine sürtüyor, ya parmaklarını kıtlatıyor, ya da ritim tutar

gibi parmak boğumlarını masaya hafifçe vuruyordu. Bir tür alışkanlık


olmalıydı.
Buna aldırmayan Dize konuşmaya başladı: “Bildiğiniz gibi
insanlarımız…”
Murat birden elini kaldırıp, “Artık şu sizli bizli konuşmaları bırakalım.
Kendimi resmi bir toplantıda gibi hissediyorum,” dedi. “Alışık değilim.”
Dize gülümsedi. “Hay hay…” Ve konuşmasına, biraz önce yarım

kalan cümlesine baştan başlayarak girişti: “Bildiğin gibi insanlarımız


yalnızca gördüklerine, duyduklarına ve diğer duyu organlarıyla

algılayabildiklerine inanma eğilimi içindeler. Bu eğilimin altında ne yattığı


asla tam olarak kanıtlanamadı ve kanıtlanamayacak da. Ama ben asıl

nedenin ‘korku’ olduğunu düşünüyorum. Evrende onlar için tehlike teşkil

30
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

edebilecek varlıklar olduğuna inanmaları her şeyi değiştirecek ve böyle


tehlikeli bir değişimi kabul etmeye yanaşmıyorlar.”
“Bunun için onları suçlayabilir misin?”

“Tabii ki suçlayamam. Haklılar da. Kendi hayallerini aşan gerçekler


olduğuna inanmak istemiyorlar. Belki de her şey hayal gücü olgusunda

saklı.”
Murat nihayet ellerini sabitlemişti. “Bu konuda sana katılmıyorum,”
dedi kesin bir tavırla.
“Ne konuda?”

“Her şeyin hayal gücü olgusunda saklı olduğu konusunda. Buna


inanmıyorum. Üstelik sana bir kanıt da gösterebilirim.”

Dize gülümsedi. “Neymiş bu kanıt? Dinliyorum.”


“Gökhan Kartal’ı tanır mısın?”

“Şu ünlü korku yazarı değil mi? Kitapları çok satanlar listesinin
tepesinden inmiyor hani… Tabii başka bir Gökhan Kartal varsa
bilemeyeceğim.”
“Aynı kişiden bahsediyoruz.”
O sırada garson elinde bir tepsiyle yanlarına geldi. Tepsideki birer
fincan çay ve kahveyi ve de son olarak bir bardak suyu bıraktıktan sonra
başını içten bir gülümsemeyle sallayarak oradan uzaklaştı.

Murat elini cebine attı, bir paket sigara ve bir de çakmak çıkardı;
paketten bir sigara alıp çakmakla yaktı, ağzına götürdü. Sonra yeni aklına

gelmiş gibi paketi Dize’ye uzattı. “Kullanıyorsan buyur, tepe tepe kullan.”
“Hayatımda kullanacağım son şey sigaradır,” dedi Dize. “Bir

maddenin bağımlısı olmak kadar küçük düşürücü pek az şey var.”

31
SIFIR: “Komplo”

Murat güldü.
Dize şaşkın bir bakış attı. “Neden güldün?”
“Eğer sigara tiryakisiysen böyle şeylere kafa yormak yerine bir sigara

yakmayı tercih edersin de ondan.”


Dize, ‘bu konuyu sonra konuşacağız’ minvalinde bir bakış attıktan

sonra, çayından bir yudum aldı. “Konumuza dönelim,” dedi. “Gökhan


Kartal’dan söz ediyordun.”
“Evet, Gökhan Kartal. Yıllar önce, daha on beş-on altı yaşlarındayken
söz konusu yazarımızın bir paneline katılmıştım. O sıralar hayaletlerle ilgili

bir kitap yazmıştı. Đsmi de ‘Ölümün Gölgesi’ydi sanırım, ama yanlış


hatırlıyor da olabilirim. Her neyse… Kitap epey popülerdi ve panelde

hakkında epey soru soruldu. Bunların arasında tamı tamına hatırladığım bir
tanesi var ki, o da kanıtımızı oluşturan fikirler zincirinin başlangıcı.”

Gözlerini boşluğa dikti. Geçmişe dönmüştü sanki; bakışları odaksızdı,


buğuluydu. “Kilolu, sarışın bir çocuk kalkıp kitap hakkında övgü dizdikten
sonra, sorusunu sordu: ‘Hayaletlere inanır mısınız Gökhan Bey?’”
Murat bir an duraklayıp gülümsedi. “Yazarımız bu soruya ne cevap
verdi sence?”
Dize ‘bilmem’ dercesine omuz silkti. “Ya inandığını söylemiştir ya da
gizemli bir cevap vererek geçiştirmiştir, bilemiyorum.”

“Hayır,” dedi Murat. “Đkisi de olmadı. Gökhan Kartal güldü.


Neredeyse kahkaha atacaktı ama kendini son anda dizginledi ve çocuğun

sorusunu cevapladı: ‘Hayalet diye bir şey yoktur. Đnsanlar öldükten sonra
hiçbir formda dünyaya dönemezler. Hayaletler hakkında bir kitap yazmış

olmam, onlara inandığım anlamına gelmiyor.’ Ve bunu söyledikten sonra,

32
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

hayaletlerin yanı sıra diğer hiçbir doğaüstü varlığa da inanmadığını ısrarla


belirten uzun bir konuşma yaptı. Ona göre ne vampir vardı, ne kurt adam,
ne cadılar, ne hayaletler, ne de diğer fantastik varlıklar. Dinleyicilerine de

aksini düşünmemelerini tembihledi. ‘Benim kitaplarımı okuyor olabilirsiniz


ve iyi de ediyorsunuz, ama konu hayat olduğunda gerçeklerden başka

rehber kabul etmeyin,’ dedi.”


Murat’ın yüzü artık ciddi bir ifadeye bürünmüştü. Sigarasını ağzına
götürdü, ağzına dolan dumanı havaya saldı ve gözlerini Dize’nin gözlerine
dikti: “Emin ol, Gökhan Kartal çok başarılı bir yazardı. Hatta şimdi bile öyle.

Kitaplarından hayal gücü fışkırıyor. Đnsanların aklından bile geçirmeyeceği


olağanüstü olguları kitaplarında mükemmel bir ustalıkla anlatıyor. Edebiyat

dünyasında saygın bir yere sahip; pek çok ödül de aldı. Ama panelde
verdiği cevapta da son derece samimiydi. Yazdıklarının hiçbirine inanmıyor.

Öyleyse, insanların yalnızca hayal güçlerini aştığı için doğaüstü varlıklara ve


gerçekliklere inanmadıklarını nasıl söyleyebiliriz? Ve sana şunu söyleyeyim,
ben de gözümle görmediklerime inanmam.”
Al işte, diye düşündü Dize, bu işte birlikte çalışacağım polis de
doğaüstü varlıklara inanmıyor. Tahmin etmeliydim. Aslında bu konuda
konuşmayacaktı ama dayanamayıp, “Gözlerine nasıl bu kadar
güvenebiliyorsun?” diye sordu. “O gözler sana aslında olmayan şeyleri de

gösteremezler mi? Seni yanıltıp tehlikeye hatta ölüme sürükleyemezler


mi?”

“Bugüne dek, söylediklerinin hiçbiri gerçekleşmedi.” Murat


gülümsedi. “Ve bence bu yeterli bir güvence, ne dersin?”

33
SIFIR: “Komplo”

“Ya gerçekleşirse?” Murat’tan bir cevap gelmeyince devam etti:


“Duyu organlarının bu kadar güvenilir olduğuna inanmak çağımız insanının
en büyük hatası. Ancak dinî konularda gözleriyle göremediklerinin gerçek

olabileceğini kabul ediyorlar. Aslında teoride hiçbir farklılık yok ama kimse
bunun farkında değil.”

Uzun bir sessizlik oldu ve bu sessizliği çay-kahvelerini bitirmek için


kullandılar.
Murat kahvesinden son yudumunu alıp fincanı masaya koydu ve
sigarasını söndürüp kül tablasına bıraktı. “Her şeye tamam da,” dedi, “tüm

bunların Ali Yıldırım’la ilgisi ne?”


Dize derin bir nefes alıp verdikten sonra anlatmaya koyuldu: “Ali’nin

deneyleri, evrende başka bir titreşim düzeyinde bulunan maddeler olup


olmadığıyla ilgiliydi. Ali’ye göre aynı anda aynı yerde, farklı titreşim

düzeylerinde farklı maddeler bulunabilirdi. Bilinen maddeler dışında, henüz


keşfedilmemiş yeni bir boyuttan da söz edebilirdik.”
“Titreşim düzeyi mi? Hani şu birimi Hertz olan mı?” Dize bu alaya
pek aldırmamış görünüyordu.
“Hayır tabii ki. Daha iyi anlayasın diye öyle izah etmeye çalışıyorum.
Bak şimdi, evrendeki tüm maddeler atomlardan oluşuyor, değil mi? Ve
onlara eşlik eden dalgalardan. Hani bir foton hem parçacık hem de

dalgadan oluşuyor ya, aslında tüm maddeler öyle. Atomlardaki elektronlara


bile bir dalga eşlik ediyor. Neyse fiziğe girersek bir daha çıkamayız. Şunu

söylemeye çalışıyorum: Ya evrende bizim ölçü aletlerimizin ölçemediği, şu


anki teknolojimizle algılayamadığımız ‘şeyler’ de varsa. Dalga veya madde

olabilir. Ya da bir tür enerji. Henüz karanlık enerjiyi bile çözememişken,

34
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

başka tür enerjilerin olmadığını nereden bilebiliriz. Tüm maddeler bir


şekilde titreşiyor değil mi? Ya henüz keşfedemediğimiz bu maddeler de
farklı bir titreşim düzeyindeyseler? Örneğin parapsikologlar şöyle düşünür:

Aslında düşünceler de bir tür maddedir ama bizim dünyamızın titreşim


düzeyinde değildir. Ve beynimiz bir şekilde düşünce denilen şeyi çevirip

elektriksel sinyaller haline getirebilir. Ya da bunun gibi bir şey…”


Murat’ın yüzünde neye yoracağını bilemediği bir ifade vardı. “Eğer
bu kanıtlanırsa hayaletlerden cinlere, parapsikolojik fenomenlerden
uzaylılara kadar şimdiye dek açıklanamamış pek çok şeye çözüm

bulunabilecek,” diye açıkladı Dize. “Aslında Ali o boyutun varlığından


emindi, ama asıl sorun boyutlar arasındaki madde ve enerji transferiyle

ilgiliydi. Đşte Ali’nin son buluşunun tam da bu konuyla ilgili olabileceğini


düşünüyorum.”

“Yani boyutlar arası geçişin keşfedilmesini istemeyenler Ali’yi yok


edip deney verilerini ele geçirdiler?”
Dize başıyla onayladı. “Aynen öyle.”

Ertesi Gün: 16 Ekim 2008 – 09.25


Beşiktaş-Đstanbul

Dize evindeydi; mutfakta oturmuş kahvaltı yapıyordu. Önceki gün,


tam da tahmin ettiği gibi, boğazından tek bir lokma geçmemişti. Şimdi de

yiyesi yoktu ama açlıktan bitkin düşmemek için bir şeyler atıştırması
gerekiyordu. Sabah erkenden kalkmış, birkaç saat televizyon başında

35
SIFIR: “Komplo”

oturmuştu. Ekrana bakıyordu ama aklı başka bir yerdeydi, gözleri hiçbir şey
görmüyordu. Aklına her daim Ali geliyordu; onun ölümü, yüreğinde yeri
doldurulamayacak koca bir boşluk yaratmıştı. Zamanında onu âşık

olmasıyla ilgili değildi bu, veya şimdi bile ona olan yoğun sevgisini
muhafaza etmiş olmasıyla da ilgili değildi… Her ne olursa olsun; ister

sevgili, ister sıkı bir dost, Ali Yıldırım onun için bambaşka bir insandı, özeldi.
Zihninde bir kara bulut gibi dikilen bu düşüncelerden sıyrılmasını
sağlayan, çalmakta olan cep telefonu oldu. Hemen açtı, kulağına götürdü
ve, “Efendim?” dedi.

“Benim Dize, Murat. Numaranı Taylan Bey’den aldım.”


Dize hemen doğruldu. “Ne oldu Murat? Bir şey mi var?”

“Olay yerindeyim. Gelişmeleri haber vereceğim ama hiçbirinin


hoşuna gideceğini sanmıyorum. Durum kötü görünüyor.”

Dize zaten gelişmelerin başka türlü olacağını hiç düşünmemişti.


“Dinliyorum,” diye mırıldandı.
“Taylan Bey sayesinde çalışmalar hızlandı. Uçaktaki herkesin kimliği
tespit edildi, ayrıca hem CVR’yi hem FDR’yi yani iki tür kara kutuyu da
açtırdık.”
“Cesetler tanınmaz haldeydi, kendimiz bile gördük. Kimlikleri nasıl
tespit edilebildi?”

“Hem cesetlerin fiziksel özelliklerinden yararlanıldı, hem de uçağa


binerken onları gören tanıklarla konuşuldu; çok yönlü bir tarama yapıldı

anlayacağın. Kötü haber: Yolcu listesinde Ali’nin adı yoktu.”


“Cesetler arasında?”

36
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama kimliği tespit edilen cesetler


arasında da Ali yok. Tanıklar da uçağa bindiğini görmemiş.”
“Peki uçak neden düşmüş?”

“Anlaşılan pilot ağır bir kalp krizi geçirmiş ve paniğe kapılıp


göstergelerle oynamış, ayarları bozmuş. Bilgisayarların kısa devre yapması

engellenememiş ve uçak düşüşe geçmiş. Gidip kendim de inceledim Dize.


Aksini gösteren hiçbir şeye rastlamadım.”
Dize gözlerini yumdu. “Anlaşılan durum düşündüğümüzden bile
büyük. Bu işin ardındaki kişiler işlerini şansa bırakmıyorlar. Peki şimdi ne

olacak?”
“Artık araştırmaların bir önemi kalmadı çünkü Ali’nin uçağa

binmediğine kesin gözle bakılıyor.”


“Peki ya çanta?”

“Çantanın Ali’ye ait olduğuna dair bir delil bulunamadı. Taylan Bey
elinden geleni yaptı ama onun tüm baskısına rağmen -olayda Ali’yle ilgili
en ufak bir iz olmadığı için- bir soruşturma başlatılmadı.” Murat’ın sesi
umutsuz görünüyordu. “Tam bir çıkmazdayız Dize.”
Dize ayaklanıp duvara doğru yürüdü ve sol elini yumruk yapıp
öfkeyle duvara geçirdi. Bunun ona kazandırdığı sadece kızaran bir el ve
yoğun bir acı dalgası olsa da, Dize aldırmadı. “Daha önce de söyledim:

Hiçbir şey göründüğü gibi değil!” diye gürledi. “Her şey bundan ibaret
değil! Bana inanıyorsun değil mi?”

“Đnanıyorum.” Murat’ın sesinde tereddüt yoktu.

37
SIFIR: “Komplo”

Dize nefes nefese kalmıştı. “Öyleyse bu işin peşini bırakmayacağız,”


dedi. “Geri çekilmeyeceğiz. Olduğumuz yerde bekleyip her şeyin hasıraltı
edilmesine seyirci kalmayacağız. Gerçekler açığa çıkacak!”

38
İKİNCİ KISIM
GEÇMİŞİN GÖLGELERİ
SIFIR: “Komplo”

16 Ekim 2008 – 11. 15


Đstanbul Değişim Üniversitesi

Dize Hoca’nın o günkü dersi öğrencilerin beklediği gibi geçmedi.


Her dersine hevesle giren, öğrencilerin aklını başından alıp yeni bilgiler

ekledikten sonra yerine koyan Dize Hoca’ları yoktu karşılarında. Sinirli, aklı
başka yerlerde, bazen derste olduğunu bile zor hatırlayan biri vardı sanki.

Öyle ki hiç olmayan bir şey olmuş, birkaç genç dersin sonunu beklemeden
sınıftan çıkmışlardı. Dize onlara kızamazdı, çünkü ne halde olduğunu çok
iyi biliyordu.
Sonunda sınıftaki gürültü epey artınca Dize bir açıklama yapmak
zorunda kaldı.
“Arkadaşlar,” dedi elindeki tahta kaleminin kapağını kapatarak.
“Biliyorum sıkıldınız… Mazeret uydurmayı seven biri değilimdir ama dün
kendi adıma çok kötü bir şey yaşadım ve bugün bir türlü kendimi derse
veremedim. Çok iyi bir arkadaşımı kaybettim arkadaşlar.”

Dize bunu söyler söylemez sınıfta bir uğultu oluştu. “Başınız sağ
olsun hocam,” sesleri birbirine karıştı.

“Sağ olun. Bugün okula gelmemeyi de düşündüm, ama biliyorsunuz

ilk vizeye çok az kaldı ve konuları yetiştirmem gerekiyor. Bugün size pek
eğlenceli bir ders sunamıyorum ama…”

Gençler durumu anlamış, öğretmenleriyle empati kurmuşlardı ve


normalden bile sessiz olup dersi mümkün olduğunca anlamaya gayret

40
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

etmeye başladılar. Dize ders boyunca, hepsinin gözlerinde kendisine karşı


pek hoşuna gitmeyen bir acıma gördü. Aslında durumu açıklama niyetinde
değildi, ama iş çığırından çıkmak üzere olduğundan bunu yapmak zorunda

kalmıştı.
Yarım saat kadar dersi bu şekilde anlattıktan sonra gözü kapıya

kaydı. Kirişe yaslanmış, kollarını bağdaş yapmış bir adam dikkatle onu
izliyordu.
“Arkadaşlar, bugün dersin tekrarını yapamayacağım, kusura
bakmayın. Biraz erken de olsa dersi bitirmem gerekiyor,” dedi.

Öğrenciler anlayışla mırıldandılar ve defter kalemlerini çantalarına


atmaya başladılar.

Dize dosya ve kâğıtlarını çantasına koyup kapı kirişinde bekleyen


adamın yanına gitti. “Murat? Ne işin var burada? Bir gelişme falan mı var?”

“Ben bu kadar dikkatle dinlenen bir hoca daha görmedim, nasıl bu


kadar sessiz tutmayı başarıyorsun sınıfı Allah aşkına?” dedi Murat.
“Hipnotize falan mı ediyorsun?”
Dize önceki günden beri ilk kez gülümsedi. “Gel, odamda rahat
rahat konuşalım.”

***

Birazdan A-303 numaralı odadaydılar. Karşılıklı iki sandalyede

oturmuş konuşuyorlardı.
Odaya girdiklerinde Dize masasının üzerindeki dağınık dergi ve

dosyaları fark edip utanmış, hemen toplamaya çalışmıştı. Bu hareket

41
SIFIR: “Komplo”

Murat’ın hoşuna gitmiyor değildi. Belki de Dize, Murat’ın kendisini dağınık


biri olarak tanımasını istemiyordu. Ona oturması için bir sandalye
gösterdiğinde ancak silkindi Murat. Neler düşündüğüne şaştı.

“Bir şeyi merak ediyorum,” diyordu şimdi. “Ali’nin kaybolmasıyla


neden bu kadar ilgileniyorsun? Sanki hayatının amacı buymuş gibi

davranıyorsun. Oysa işi bize bırakabilir, dersini anlatmaya devam


edebilirsin. Tamam, Ali’yi yakından tanıyorsun belli ki. Belki de en iyi
arkadaşındır, bilmiyorum. Ama yine de…”
Dize önüne gelen saçları arkaya itti, şakaklarını ovaladı ve çekici

sesiyle konuşmaya başladı.


“Ali çok önemli bir işle uğraşıyordu Murat. Senin anlayabileceğini

sanmıyorum.”
“Biliyorum, farklı titreşim düzeyi, farklı boyutlar falan.”

“Sadece onunla açıklanacak bir şey değil. Ali gerçeği arıyordu. Kendi
hayatındaki gerçeği. Ve bu kadar yaklaşmışken onu engellediler.”
“Anlamıyorum.”
“Tamam, hepsini anlatacağım. Ama birer çay alalım istersen.”
Murat itiraz etmedi. Dize telefonla büyük bardakta birer çay istedi.
Çaylar gelir gelmez anlatmaya başladı.
“Sen Ali’yi Taylan’ın öz oğlu sanıyorsun değil mi?”

“Öyle değil mi?”


“…”

42
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

16 Nisan 1975 – 09.00


Hatay’da Bir Polis Karakolu

Đsmail evdeki en temiz elbisesini giymiş, bebeği de temiz bir


gömleğine sıkı sıkı sarmış ve ömründe ilk kez karakola gelmişti. O rutin ve

temiz hayatında bir kez bile yolu düşmemişti polise. Şimdi ise çok tuhaf bir
durum vardı ortada. Temizlediği bir sokağın ortasında beliriveren ufacık bir

bebeği teslim edecekti.


Aslında bebeği eve götürdüğünde karısı çok şefkat göstermiş, kendi
bebeği gibi sevmişti. Ama onların da iki yaşında bir kız çocukları vardı ve
ona bile yetişemiyorlardı. Allah’ın bir lütfü olarak düşünseler dahi, bu yeni
çocuğa bakamayacaklarını biliyorlardı. Tek yapabilecekleri polise teslim
etmekti. Onlar bir şekilde ya ailesine ulaşır (tabii bir ailesi varsa), ya da
çocuk esirgeme kurumuna verirlerdi.
Đsmail içi acıyarak götürdü onu karakola. Kapıdaki polise
Başkomiser’le konuşmak istediğini söyledi.

“Hayrola?” diyen memura çocuğu göstererek, “Sokakta buldum


zavallıyı,” dedi. Memur sevimli çocuğa şöyle bir bakıp onları Başkomiser’in

yanına götürdü.

Đsmail, Başkomiser lafını duyunca hep bir korku hissederdi. Her daim
bağırıp çağıran, etrafa emirler veren öfkeli bir adam tipi oluşurdu zihninde.

Ama şimdi karşısındaki masada rahat rahat oturan adam hiç de öyle bir
izlenim bırakmıyordu. Ortası dökülmüş, geri kalanı aklaşmış saçları,

43
SIFIR: “Komplo”

bembeyaz kabarık bıyıkları, iri gözlüğüyle gayet sevimli bir adama


benziyordu. Konuşması da çok babacandı. “Buyurun,” dedi nazikçe
masanın önündeki koltuklardan birini göstererek.

Đsmail tedirgince oturdu gösterilen yere.


“Sen çıkabilirsin oğlum,” emrini alan polis de hemen denileni yaptı,

kapıyı arkasından kapatarak çıktı. Đsmail heyecanla durumu anlatmaya


girişti. Ama kendisini deli sanmasın diye sis olayını ve bebeğin birdenbire
belirişini söylemedi. Sadece çöpleri süpürürken onu sokakta bulduğunu
anlattı.

Başkomiser sıcak bir tavırla bebeği aldı ve sevmeye başladı.


“Anlıyorum Đsmail Bey,” dedi. “Bugünlerde nedense kimse bebeğine sahip

çıkmıyor. Daha geçen hafta bir bebek geldi; cami avlusuna bırakmışlar.
Nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorlar anlamıyorum.”

Đsmail başıyla evetledikten sonra koltuğunda biraz eğilip sordu:


“Şimdi ne olacak komiserim?”
“Çocuklar bir form verecek, ifadeni alacaklar. Sonra bebeği
mecburen çocuk esirgeme kurumuna vereceğiz.”

***

Đsmail yıllarca o günü unutarak yaşamını sürdürdü. Gerçi ilk


günlerde karısı olayı tüm mahalleye yayıp başını epey ağrıttı ama sonraki

yıl kimse konuşmaz oldu. Bebek Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmiş,


büyük ihtimalle iyi bir aile tarafından evlatlık alınmıştı. O kadar tatlı bir

44
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

bebeğin, ailelerin ilk tercihi olacağına adı gibi emindi Đsmail. Ama yıllar
sonra o günü bir kez daha hatırlamak zorunda kalacaktı.

23 Kasım 1999 – 14.20


Hatay’da Bir Ev

Đsmail belediyeden emekli olmuştu ama aldığı para kendilerine ve


üniversitede okuyan kızlarına yetmediği için kapıcılık yapmaya başlamıştı.

Apartmanın önündeki bahçeye dökülen sararmış yaprakları temizlerken, iki


gencin bahçe kapısından girdiğini gördü. Biri çok güzel bir genç kız, diğeri
zekâsı gözlerinden okunan kıvırcık saçlı bir delikanlıydı.
Kiralık ev falan mı arıyorlar acaba, diye düşündü Đsmail. Sonra
elindeki küreği bırakıp yanlarına gitti.
“Đyi günler amca, biz Đsmail Zorseven’i arıyorduk. Bu apartmanda
oturuyormuş.”
“Beni mi arıyorsunuz, hayırdır?”
Kız ve delikanlı birbirlerine baktılar.

“Sizinle bir şey konuşmamız gerekiyor,” dedi kız. Çok şirin bir ses
tonu vardı. Kendi kızınınki gibi…

“Hayırdır inşallah? Buyurun içeri geçin. Bizim hanım size bir çay

yapsın. Rahat rahat konuşalım. Adınız neydi çocuklar?”


“Dize.”

“Benim de Ali.”

45
SIFIR: “Komplo”

***

Apartmanın giriş katındaki ufak daireye girdiler. Đsmail, beklenmedik

misafirlerine oturacakları odayı gösterirken hanımına çay koymasını


söyledi. Sonra bir bacağını altına alarak gıcırdayan kanepeye oturdu.

“Şirin bir eviniz varmış,” dedi Dize etrafına bakarak. Açık mavi
badanalı, çeşit çeşit resimler asılmış, küçük ama temiz ve düzenli bir evdi.
Soba kurulmuş, ama hava sıcak olduğundan o gün yakılmamıştı.
“Yaşayıp gidiyoruz işte kızım. Benim de senin yaşlarında bir kızım

var. Herhalde biraz daha büyüktür. Mastır yapıyor şimdi Ankara’da. Onu
hatırlattın bana. Yazdan beri görmüyorum, burnumda tütüyor valla.”

“Đnşallah kavuşursunuz amcacım.”


Başörtülü yaşlıca bir kadın elinde metal tepsiyle geldi ve hepsine

çaylarını verip mutfağına geri döndü. Misafirlerinin içten, “Ellerine sağlık,”


dileklerine, “Afiyet olsun,” cevabını vermemezlik de etmedi.
Ali, Dize’ye artık konuya girmesini ister gibi bir bakış attı. Kendisi
insanlarla kolay iletişim kurabilen biri olmadığı için Đsmail’le konuşmak
Dize’ye düşmüştü.
“Amcacım, biz size bir şey soracaktık.”
“Hayırdır?”

“Yirmi dört sene önce sizin sokakta bir bebek bulduğunuzu duyduk.
Terk edilmiş, daha bir yaşını doldurmamış bir bebek. Mavi gözlü, kıvırcık

saçlı…”

46
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Đsmail o günü hemen hatırlasa da, bir anda bu konuyu açan iki
gencin karşısında şaşkınlığa düştü. Bir süre diyecek bir şey bulamadı. “Evet,
bulmuştum,” dedi sonunda. “Ama hemen karakola götürdüm.”

“Doğrudur. Gerçi biz o bebekle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyoruz.


Yani ne biliyorsanız… Üzerinde bir not var mıydı? Ne giydirilmişti? Neyin

içindeydi? Tam olarak nerede buldunuz? Bunun gibi şeyler.”


“Çocuklar, artık yaşlı bir adamım, çok bir şey hatırlamıyorum. Neden
soruyorsunuz ki?”
“O benim,” dedi Ali aniden. Đsmail anlamamış gibi bakınca

tekrarlama gereği duydu: “O bulduğunuz çocuk benim.”

***

Đsmail birden duygusallaşmış, gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Demek


sokakta o tuhaf fırtınanın ve sisin içinde beliren mucize çocuk buydu. Onu
eline aldığı günü hatırladı. Küçücük sevimli bir şeydi. Şimdiyse kocaman bir
adam olmuştu.
“Aslında şimdiye kadar kimseye anlatmadım,” dedi gözlerini
silerken. “Beni deli sanırlardı çünkü. Hep içimde kalmıştı, hep merak
etmiştim. Hep birileriyle paylaşmak istemiştim. Kim derdi ki bu anlatacağın

kişi ta kendisi olacak diye.”


Gençler, Đsmail’in bu gizemli laflarından bir şeyler kapmaya

çalışıyorlardı, ama anladıkları tek şey adamın hâlâ durumun şaşkınlığından


kurtulamadığıydı.

“Neydi ki bu anlatamadığınız?” dedi Dize.

47
SIFIR: “Komplo”

“Ali’yi bulduğum gün…” diye başladı uzun süreceği belli olan


konuşmasına. Onlara zihninde yıllardır tekrar tekrar yaşadığı ve bir anını
bile unutmadığı o deneyimini tüm ayrıntılarıyla anlattı.

Sabahın köründe ıssız bir sokakta oluşan tuhaf fırtınanın sonunda


bir anda yolun ortasında beliren bir çocuk… Hayatının gizemiydi bu ve

birine anlatmakla sanki hayatının amacına ulaşmış kadar rahatladı. Ama


şimdi karşısında şaşırmış ve afallamış iki insan vardı. Hayatlarını bu gizemi
çözmeye adayacak iki genç insan…

16 Ekim 2008 – 12.00


Đstanbul Değişim Üniversitesi

“Vay be, tam on sene önce. Yani yirmili yaşlarında falandın

herhalde,” dedi Murat, sanki olaydan çok tarih ilgisini çekmiş gibi. Aslında
Dize’nin yaşını öğrenmek için bundan iyi fırsat bulamazdı.

“Evet, yirmi iki yaşındaydım. Üniversitede öğretim üyeliğine


başlamıştım o sene.” Durakladı. “Ne diyordum? Ali’yle gidip Đsmail
amcadan bunları öğrendikten sonra, bu tuhaf durumu anlamaya çalıştık.
Hatta Ali’nin hayattaki tek amacı oldu bu. Zaten evlatlık olduğunu
öğrenince şok olmuş, gerçekte kimin oğlu olduğunu öğrenmek için elinden
ne geliyorsa yapmıştı. Ben de o sıralar Ali’den hoşlandığım için onun
yaptıklarını sorgulamıyordum. Şöyle söyleyeyim: Ali, Çocuk Esirgeme

Kurumu’ndan gerçek ailesini bir türlü öğrenemeyince, bir gece hırsız gibi
pencereden girip dosyaları araştırdı. O gün ben de aşağıda etrafı kolaçan

48
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

ediyordum. Hatay’da bir polis karakolundan getirildiğini orada öğrendi. Đki


gün sonra Hatay yolundaydık. Sonra uzun bir araştırmayla Đsmail’i bulduk.
Gerisini biliyorsun.”

“Anladım,” dedi Murat. “Ali’den hoşlandığın için bu kadar


ilgileniyorsun.”

“Yanlış anlamışsın Murat, o eskidendi. 99’da platonik bir aşk


sanıyordum. 2000’de çıkmaya başladık. 2004’te sözlendik. 2005’te
nişanlanmak üzereyken ayrıldık. O zamandan beri de iki arkadaştan öte
değildik.”

“Tamam canım, evli de olabilirdiniz, bir şey demiyorum.”


“Şimdi neden ayrıldığımızı da merak etmişsindir. Söyleyeyim. Ali,

babasının ona özel bir laboratuar yaptırmasıyla oradan çıkmaz oldu.


Benimle telefonla konuşmaya bile zaman bulamıyordu. Kendi de biliyordu

bunu, ama çalışma dürtüsü aşktan çok daha önce geliyordu onun için. O
yüzden ilişkiyi bitirme kararı aldık.”
“Ve şimdi eski sözlünün bir komploya kurban gittiğini
düşünüyorsun. Peki bunu kim niye yapmış olabilir ki?” Bunu Dize’ye
sormaktan ziyade kendi kendine söylüyordu. Dize bezgin bir şekilde nefes
verdi. “Benim de öğrenmek istediğim bu…”

16 Ekim 2008 – 15.00


Yıldırım Holding Binası/Şişli-Đstanbul

Dize Demirsoy ve Murat Arıkan, Yıldırım Holding’in geniş


koridorlarında gergin adımlarla yürümekteydiler. Telaşlı holding çalışanları

49
SIFIR: “Komplo”

etraflarında dört dönüyordu; ellerinde dosyalar, onlara bir bakış bile


atmadan geçip gidiyorlardı.
“Anlaşılan işler yoğun,” diye mırıldandı Murat.

Dize onu duymadı bile. Dalgındı, etrafındaki hiçbir şeye dikkat


etmiyordu.

Kadının bu dalgınlıktan Taylan Bey’le görüşürken kurtulacağını bilen


Murat, cümleyi tekrar etme gereği duymadı. Dize’nin hassas psikolojik
durumunu anlayabiliyor ve buna saygı duyuyordu. Hiç de sıradan olmayan
bir nedenden dolayı çok yakın birini kaybetmenin ne kadar zor olduğunu

biliyordu.
Yedinci kata çıkıp Taylan Bey’in odasına yollandılar, kapıyı tıklatıp,

“Girin,” cevabını alınca içeri geçtiler.


Geniş bir çalışma odasıydı. Dosya dolapları bir duvarı baştanbaşa

kaplamıştı, LCD ekran bir televizyon bir diğer duvarı süslüyordu, onun
dışında ise koyu ahşaptan bir çalışma masası ve onu çevreleyen iki tane
sandalye vardı.
Taylan masasında oturmuş onları bekliyordu. Yüzünde buruk bir
gülümsemeyle, “Oturun çocuklar,” dedi ve koltuğunda doğruldu.
Murat ve Dize oturduktan sonra Taylan içini çekti, bir an gözleri
uzaklara daldı. Buruk gülümseme yüzüne geri dönmüştü, ama bunun

gerçek bir gülümseme olmadığı son derece açıktı; gergin ortamı


yumuşatmak için tebessüm etmek istiyordu ama o kadar üzgün ve bitkindi

ki bunu hakkıyla yapamıyordu.


Sonra kendini toparlayıp onlara döndü. “Dün tanışmış olmalısınız, o

yüzden o faslı geçiyorum.”

50
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Dize ile Murat bakıştılar. Evet, dün birlikte çalışmış ve epey de


konuşmuşlardı ama birbirilerini tanımaya fırsat bulamamışlardı. Dize
yalnızca Ali’yle ilişkisini anlatırken biraz kendinden söz etmişti, ayrıca Murat

onun öğretmen olduğundan ve çalıştığı üniversiteden haberdardı. Ama o,


Murat hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

Bakışlarından durumu anlayan Taylan Bey, boğazını temizledikten


sonra anlatmaya girişti:
“Komplo olasılığı, olay yerindekiler da dâhil tüm delil ve bulguların
yok edilmeye çalışılacağını gösteriyordu. Ayrıca yaşananların iç yüzü de

tespit edilmeli, kısacası gerçekler açığa çıkarılmalıydı. Tek başımıza


halledebileceğimiz bir iş değildi bu; birinden yardım almalıydık ve Murat da

bunun için biçilmiş kaftandı. Parçadan bütüne gitmek konusundaki zekâsı,


çalışkanlığı ve hırsıyla bana yıllar önce kendini kanıtlamıştı. Ayrıca belki de

güvenebileceğim yegâne kişiydi. Komiser mevkisindeki bir polis olmasının


yanı sıra, amiri yani Başkomiser Kadir de beni tanıdığı için onu çağırmama
itiraz etmeyecekti.”
Murat tüm bunları ifadesiz bir yüzle dinliyordu. Taylan ona kısa bir
bakış attıktan sonra tekrar Dize’ye döndü ve devam etti: “Murat özel
harekâtta da çalışmış bir profesyoneldir ama en önemlisi, 1990’da kurulan
gizli bir birimde yer almış olması. Birim Sıfır adlı bu oluşum kaldırılınca da

polislik görevine devam etti. Gizemli -hatta doğaüstü- olaylar üzerine


deneyim ve birikimiyle sana çok yardımcı olacağına inanıyorum.”

Dize, Murat’a hayretle baktı; adamın yüzüne samimi bir gülümseme


yerleşmişti. Dize daha bir gün önce onun kendi anlattıklarına inanıp

inanmadığından emin değildi, üstelik gözüyle görmediklerine inanmadığını

51
SIFIR: “Komplo”

belirtmişti, ama şimdi onun olağanüstü olayları çözmek amacıyla kurulan


bir birimde yer aldığını öğreniyordu.
Dize’nin hayretinin sebebini anlayan Murat, “Gizemli olaylarla

karşılaşmak,” diye açıklamaya başladı, “bütün uç olasılıklara kayıtsız şartsız


inanmanı sağlamaz. Olağanüstü bir şey duyduğunda hâlâ bir an durup

düşünürsün; şüphelenir, kuşkulanırsın. Bir kanıt görmek istersin. Yani dün


söylediklerimde samimiydim. Gözümle görmediklerime inanmamaya
meyilliyim.”
“Artık bana kendinden bahsetmenin zamanı gelmedi mi, ne dersin?

Etrafta yeterince gizem var, senin geçmişinin gizemine de ihtiyacımız yok.”


“Kendimden bahsetmekten hoşlanmam,” diye mırıldandı Murat.

“Ayrıca Taylan Bey’in anlattıkları dışında söylenmesi gereken pek bir şey
yok.”

Dize ısrarlıydı. “Madem beraber çalışıyoruz, birbirimizi tanımalıyız.”


Murat, Taylan’a baktı. Adam, ‘Dize haklı,’ dercesine salladı başını.
Murat içini çekti. “Öyle olsun bakalım.” Ve anlatmaya başladı:
“1974’de, karlı bir Şubat gecesi doğmuşum. O zamanlar polis olan babam,
şu ironiye bak ki, oğlu hayata gözlerini açarken tehlikeli bir görevde hayata
gözlerini yummaktan kıl payı kurtulmuş.
“Sıradan sayılabilecek bir okul dönemi geçirdim. Ama hiç

çalışmamama rağmen, derslere yatkınlığım sayesinde sınavlardan iyi notlar


alıyor ve öğrenciler arasında sivriliyordum. Fakat on dört yaşında babam

Birim Sıfır’da çalışmaya başladı ve ben de olağanüstü şeylere giderek daha


fazla tanık olmaya başladım. Bunları rahatlıkla kavrayabiliyor,

yorumlayabiliyordum. Babama bu konularda sık sık soru sordum ama o

52
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

cevap bile vermedi. Đleride benim kendisi gibi tehlike içinde bir yaşam
sürmemi istemiyordu çünkü. Ama hevesim babamın isteksizliğiyle iyice
kamçılandı; polis olmak için elimden geleni yaptım ve liseden sonra yüksek

öğrenim için polis okuluna girmeye hak kazandım. Yirmi iki yaşında
polisliğe adım attım ve yirmi yedi yaşıma dek yani beş sene boyunca Birim

Sıfır’a katılmak için çaba gösterdim. Sonunda bunu başardım da. Artık
babam önünde engel değildi çünkü Birim Sıfır’dan ayrıldıktan birkaç ay
sonra ölmüştü.”
Dize yutkundu, “Başın sağ olsun,” diye mırıldandı.

Murat hiçbir tepki vermeden anlatmaya devam etti: “Taylan Bey de


benim yoğun başarma azmimi fark etmişti ve üstelik Volkan Arıkan’ın oğlu

olduğum için birime almakta hiçbir sakınca görmemişti. Birim Sıfır


kapanana yani 2000 yılına kadar orada görev aldım ve zaman zaman yalnız,

zaman zaman da ortaklarımla beraber birçok olayı çözdüm. Birim Sıfır


kapanınca ise Taylan Bey’in dediği gibi polisliğe döndüm. O günden
bugüne dek olağanüstü hiçbir olayla ilgilenmedim, karşılaşsam bile
görmezden gelmeyi tercih ettim.” Derin bir nefes aldı. “Bu kadarı senin için
yeterli mi Dize?”
Dize başını salladı. “Teşekkürler.”
Kısa bir sessizlik oldu. Dize bu kez Taylan’a baktı. “Neden Birim

‘Sıfır?’ Bu ismin özel bir anlamı var mı?”


“Đsim üzerinde çok düşünmüştük,” dedi Taylan. Bu kez içtenlikle

gülümsüyordu, görünüşe göre aklına eski güzel anıları gelmişti. “Şöyle


söyleyeyim: Sıfır çoğunlukla görmezden gelinen bir rakamdır; hesaba

katılmaz, yok sayılır. Bir şeyleri sayarken sıfırdan değil ‘bir’den başlarsın.

53
SIFIR: “Komplo”

Arkalarında usul usul bekleyen sıfır ise umursanmaz ve görülse bile


görmezden gelinir. Aynı bunun gibi bizim sıfırımız da yok sayılan
hakikatleri kapsıyor. Hayaletler, cinler, uzaylılar hatta kurt adamlar ve

vampirler… Görünmezlik, telepati, telekinezi… Aklına gelen veya gelmeyen


her şey.”

Dize düşüncelere daldı. Evet, Ali’nin deneylerinden haberdardı ve de


onun savunduğu şeylere inanıyordu ama tüm bunları bir anda duymak
sarsıcıydı.
“Peki siz Birim Sıfır üzerinde nasıl bir nüfuza sahipsiniz?” diye sordu

Taylan’a.
Đhtiyar delikanlıdan kesin ve net bir cevap geldi: “Kurucularındanım.”

Durakladı. “Aslında şu anda Birim Sıfır’la ilgili uzun uzadıya konuşmak


niyetinde değilim. Nihayetinde yıllarca önce kapatılmış, yok olup gitmiş bir

oluşum. Ama gözlerindeki merakı görüyorum. Senin için bir iki cümleyle
özetleyebilirim.”
Dize memnun olacağını belirten bir jestle karşılık verdi.
“Birim doksan senesinde kuruldu. Gelecekteki önemi o zamanlardan
bilinen bor minerallerinin tuhaf kayboluşunu araştırmak için kurulan basit
bir birimdi başta. Maden mühendisleri bor rezervlerinin tuhaf bir şekilde
yıldan yıla azaldığını fark etmişlerdi. Sanki birileri madenlerden gizlice bor

aşırıyordu. Bunun dış ülkeler tarafından yapıldığı düşünüldü önce.


Madenlere nöbetçiler konuldu. Bazı rezervler askeri güvenlik altına alındı,

ama bordaki azalma devam etti. 1990’da 1988’e göre yüzde beşlik bir
düşüş olduğu belirlendi. Ki bu aslında epey büyük bir miktar. Özellikle

54
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

dünya üzerindeki borların yarısından fazlasının bizim ülkemizde olduğunu


düşünürsek.
“Bu tuhaf kayboluşun sırrını çözmek için Milli Đstihbarat Teşkilatı bir

birim oluşturmaya karar verdi. Ama kendi elemanları bu birim için yeterli
değildi. Üstelik maddi sıkıntı içinde olduklarından fon ayıramama sorunları

vardı. Burada devreye ben girdim. MĐT’ten bir dostum bir mangal
partisinde bu çok gizli konuyu bana açtı. Olanlar beni de meraklandırmıştı,
üstelik bu tür gizemleri çözmeye çok meraklı bir insandım. Daha kırk dört
yaşındaydım o zamanlar ve elimde yaşıma göre epey para vardı. Bu parayı

yatırmak için bundan daha iyi bir iş bulamazdım.


“Hem milletime faydalı olacak, hem çok sevdiğim bir işle ilgilenecek,

hem de anlaşma gereği bu işi çözer ve kayıp boru bulursam yüzde iki
işletme payına sahip olacaktım. Sonuçta çok yakın olduğum iki ortağımla

beraber Birim Sıfır’ı oluşturduk. Bor minerallerini inceleyebilmek için bir


laboratuar kurdurduk, işinde çok iyi elemanlar bulduk ve çalışmaya
başladık.
“Maalesef ne kadar uğraşırsak uğraşalım bir sonuca varamadık. Ama
bu birim bir işe daha yaradı. Bor ile ilgili olmasa da çeşitli olağanüstü
olaylar hakkında araştırmalar yapmaya başladık. Parapsikolojik
fenomenlerden tut da UFO söylentilerine kadar… Çoğunu çözememiş olsak

da açığa çıkardığımız pek çok şey de oldu. Ama devlet ve MĐT bu


başarılarla ilgilenmiyor, sadece bor işine bakıyordu. Yıllarca bir sonuca

varamayınca da desteklerini yavaş yavaş çektiler. Bazı tuhaf olaylarda


elemanlarımızı kaybetmemiz ve şimdi anlatmanın gereksiz olduğu iç

55
SIFIR: “Komplo”

yozlaşmalar da yıkılışı hızlandırdı. Sonuçta 2000 yılının başında birimi


kapattık.”
Dize bu şaşırtıcı açıklamayı tüm dikkatiyle dinledi. Neredeyse babası

olacak adamın bunları yaptığını yeni öğrenmek ve böyle bir birimin bir
zamanlar var olduğunu düşünmek onu gerçek dünyadan koparmıştı. Bir

rüyada olduğu hissine kapılmadan edemiyordu.


“Ali? O da mı Birim Sıfır’da çalışıyordu?” dedi. Hiç düşünmeden
sormuştu bunu. Bir anda ağzından çıkıvermişti.
“Yo, hayır. Birim Sıfır’ı biliyordu, hatta bazı olaylarda fikir olarak

destek vermişliği de vardı ama asla birime aktif katkıda bulunmadı. O


bilimle uğraşıyordu, gizemli olayların bilimsel kökenini arıyordu. Biz ise bu

olayları yüzeysel olarak ele alıyor, derinlemesine incelemiyorduk. Örneğin


telekinezi yeteneği olan bir adamın neden telekinetik olduğuyla değil, o

özelliğini nasıl kullandığıyla ilgileniyorduk. Mesela o özelliğiyle suç işleyip


işlemediğini öğrenmeye çalışıyorduk. Veya nedeni anlaşılamamış bir suçta
onun parmağı olup olmadığını.”
“Anlıyorum,” dedi Dize.
“Her neyse, Birim Sıfır’ı konuşmaktan daha önemli işlerimiz var şu
anda. Ali’nin akıbeti hakkında hâlâ elimizde bir ipucu yok,” dedi Taylan.
Sanki bir ipucu üretmelerini bekliyormuş gibi gözü bir Dize’ye bir Murat’a

kayıyordu.
Dize bu beklentisini yanıtsız bırakmadı:

“Ali uçağa binmeden önce onunla telefonda konuşmuştum. Neden


telefon kayıtlarına bakmıyoruz?”

Taylan işaret parmağını uzatıp sallayarak fikri onayladığını belirtti.

56
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

“Daha kolayı var,” dedi Murat altta kalmak istemiyormuş gibi. “Uçak
biletini soruşturmak.”

16 Ekim 2008 – 16.30


Atatürk Havalimanı/Đstanbul

“Daha kaç kez söylemem gerekiyor beyefendi? Ali Yıldırım isimli biri

firmamızdan 15 Ekim 11.45 Đsviçre uçuşu için bilet almadı. Bu da demek


oluyor ki, 217 sefer sayılı uçağa binmedi. Eğer binmiş olsa emin olun
kayıtlarda görürdüm. O yüzden daha fazla ısrar etmezseniz çok mutlu
olacağım.”
Ali’nin bindiğini varsaydıkları 217 sefer sayılı Đsviçre uçağının

biletlerini satan firmanın Atatürk havalimanındaki ofisindeydiler. Tel


çerçeveli gümüş renkte bir gözlük takan Tuncay adlı sıska görevli

dikdörtgen şeklindeki cam masanın ardındaki uzun deri koltukta oturuyor,

Murat ise hemen önünde ayakta dikiliyordu.


Tuncay kayıtları kontrol etmiş ve Ali’nin firmalarından ne dün ne de

daha önce herhangi bir gün uçak bileti almadığı sonucuna varmıştı. Ama
Murat için bu yeterli değildi. Mevzunun ne kadar önemli olduğunu tekrar
tekrar hatırlatarak Tuncay’ı bir kez daha o kayıtlara bakmaya ikna etmeye
çalışmıştı. Bunda başarılı olmuştu olmasına, ama varılan sonuçta bir
değişiklik yoktu.

Öfkeyle iç çekti ve dişlerini sıkarak konuştu: “Ali Yıldırım’ın o uçağa


bindiğine dair elimizde kesin kanıtlar var.” Bu bir blöftü ama Tuncay’ın

57
SIFIR: “Komplo”

haberi yoktu, öyleyse sorun da yoktu. “O yüzden eğer bir şeyler


gizliyorsanız bundan hemen vazgeçmenizi tavsiye ederim. Bileti olmadan o
uçağa binemeyeceğine göre kayıtlarınız fena halde yanılıyor. Polisten bilgi

saklamak büyük bir suçtur; bu sinsi oyunun bedelini ödeyen siz olmayın.”
Mümkün olduğunca ikna edici bir tavırla konuşmuştu ama Tuncay’ın

yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik olmadı. Kendinden emin bir tavırla,
“Kimseden bir şey sakladığım yok. Hele polisi asla yanıltmam, emin olun,”
dedi adam. “Beni yeterince meşgul ettiniz, artık ofisimi terk eder misiniz?”
Murat delici bir bakış attı. “Hiç sanmıyorum. Eğer terk etmezsem ne

yapmayı düşünüyorsunuz?”
Tuncay gülümsedi ve Murat’ın sorusunu, “Güvenliği çağırmayı

düşünüyorum,” diye yanıtladı. “Polis olmanız onları durdurmayacak. Yaka


paça dışarı atılacaksınız. O yüzden lütfen bu işi uzatmayalım. Siz gelip

benden kayıtları kontrol etmemi rica ettiniz, ben de bunu yaptım ve ne


gördüysem onu söyledim. En ufak bir ilgimin olmadığı bir konuyla ilgili
bana iftira atıyorsunuz. Üstelik işiniz bittiği halde ofisimde durmaya ve
tehditler savurmaya devam ediyorsunuz. Haksız olan sizsiniz ve bunun
farkındasınız.”
Murat ayağa kalktı.
“Öyle olsun bakalım.”

Ve kapıya doğru birkaç adım attı. Son anda elini beline atıp silahını
çekti ve masaya koşup Tuncay’ı koltuğundan kaldırarak duvara yapıştırdı.

Adamın alnına dayadığı silahın emniyetini açtı. Bir elini de bağırmaması için
ağzına bastırmıştı. “Daha önce pek çok kişiyi öldürdüm; bunlar arasına seni

de eklemekten çekinmem,” diye fısıldadı. “En ufak bir tereddüdüm olmaz.

58
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Tetiği çekerim. Klik sesini bile duyamadan eşek cennetini boylarsın. O


yüzden artık yalanları bir kenara bırakalım. Eğri oturup doğru konuşalım.
Ne dersin?”

Tuncay’ın alnından terler boşanıyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu.


Zorlukla nefes alıyor, aynı zamanda epilepsi nöbeti geçirir gibi titriyordu.

Biraz önceki kendinden emin adamın yerini, korkudan dizlerinin bağı


çözülmek üzere olan ürkek biri almıştı.
“Şimdi elimi ağzından yavaşça çekeceğim. Ve konuşacaksın. Ama
dudaklarını yalnızca gerçekleri seslendirmek için aralayacaksın, yoksa bu

ettiğin son söz olur. Tamam mı? Anladın mı?”


Tuncay başını zorlukla sallayabildi. Murat sözünü tutarak elini onun

ağzından çekti. Adam önce derin bir nefes aldı, sonra, “Bakın… Bakın…”
diye kesik kesik konuştu. “Size şerefim namusum üzerine yemin ederim ki,

tamamen doğru söylüyorum. Bizim kayıtlarımıza göre Ali Yıldırım o uçak


için bilet almamış. Đsterseniz buyurun kendiniz bakın. Her neden
bahsediyorsanız benim o konuyla ilgim yok. Hiçbir şey bilmiyorum. Bırakın
beni. Bırakın…”
Murat silahın emniyetini kapadı ve adamın gözlerinin içine baktı.
Daha önce pek çok yalancı görmüştü ve artık Tuncay’ın onlardan biri
olmadığından emindi.

O gözlerde doğruyu söyleyerek umutsuzca kurtulmayı bekleyen


çaresiz bir adamın sessiz korkuları okunuyordu.

Ama doğruları duymak bu kez Murat’ın hiç hoşuna gitmemişti.


Havalimanından çıkıp otomobiline yöneldiği sırada, keşke Tuncay bir

yalancı olsaydı, diye düşünüyordu. O zaman her şey çok daha kolay olurdu.

59
SIFIR: “Komplo”

16 Ekim 2009 – 17.30


Yıldırım Holding Binası/Şişli-Đstanbul

Yıldırım Holding’in yedinci katında, Taylan’ın odasına yoğun bir


gerginlik hâkimdi. Murat odanın içinde volta atıyor, Taylan masasında

oturmuş, not kâğıtlarına anlamsız şeyler çiziktiriyordu. Đkisi de Dize’yi


bekliyordu: Murat’ın soruşturmasından bir sonuç çıkmadığına göre, tek

umut Dize’nin telefon kayıtlarına ulaşmasıydı. Eğer o başarılı olursa, elde


edilen kaydı laboratuarda incelettirip gerçeğin açığa çıkmasını
sağlayabilirlerdi.
Murat cama yürüdü ve bacaklarını nihayet sabitleyip dışarıyı
seyretmeye koyuldu. Tam o anda odanın kapısı savrularak açıldı ve Dize
hışımla içeri daldı.
Murat dönüp ona baktı. Taylan da koltuğunu biraz geri itmiş ve
kâğıt kalemi elinden atıp ayağa dikilmişti. “Ne oldu kızım? Bir şey
bulabildin mi?”

“Hiçbir şey,” dedi Dize ağlamaklı bir sesle. Alnına attığı eli titriyordu.
Murat yumruğunu Taylan’ın masasına indirdi.

“Sakin ol,” dedi Taylan, ama kendisi de pek sakin sayılmazdı. “Rıza

sana yardımcı olmadı mı?” diye sordu Dize’ye. Rıza Kara, telefon şirketinde
üst düzey bir pozisyonda görev yapan eski bir dostuydu.

Dize sandalyelerden birine yığılır gibi çöktükten sonra Taylan’ın


sorusunu yanıtladı: “Oldu ama onun yardımı da bir işe yaramadı. Dün

60
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

yaptığım tüm görüşmelerin kaydını buldular ve dinlettiler ama Ali’yle olanı


sanki sırra kadem basmış. Kelimesi kelimesine tekrarlayabileceğim telefon
görüşmesi sanki hiç yapılmamış!” Murat’a baktı. “Dur tahmin edeyim, senin

elinde de koca bir sıfır var.”


Murat kısaca açıkladı: “Firmanın müdürüyle görüştüm, onu

konuşturmak için her şeyi yaptım. Ama Ali’nin ne 217 sefer sayılı olana ne
de başka herhangi bir uçağa bilet aldığı konusunda ısrarcı. Ve ben doğru
söylediğini düşünüyorum. Bu komployu her kim kurduysa, bir firma
müdürünü ayartmaktan çok daha fazlasını yapıyor: Bütün izleri hiç var

olmamışçasına silip süpürüyor.”


Dize de Taylan da bir şey söylemeye gerek görmediler ve ortamı

saran gerginliğe birkaç dakikalığına yoğun bir sessizlik de eklendi.


Ta ki Dize’nin cep telefonu çalana kadar…

Telefonu kol çantasından çıkaran Dize, “Gizli numara,” diye bildirdi


odadakilere. Nedensiz bir heyecan benliğini işgal etmekteydi. “Alo,” dedi
aramayı kabul etmek için.
Hattın diğer ucundaki adam kısık sesle konuştu: “Dize, benim.”
Ve Dize kalbinin duracağını sandı, ama durmadı. Nefesinin
kesildiğini hissetti ama az sonra yeniden nefes almaya başladı. Dizlerinin
bağının çözüldüğünü hissetti ama birkaç saniyenin ardından ayaklarını

mermer zemine sağlamca basıyordu.


Artık başka her şey önemini yitirmişti. Tek gerçek, arayanın Ali

Yıldırım olmasıydı…
“Ali,” dedi telefonu hoparlöre alarak. “Neredesin?”

61
SIFIR: “Komplo”

Ali gayet sakin bir tavırla yanıtladı: “Ankara’dayım, deneyimle ilgili


teknik sebeplerden dolayı TÜBĐTAK’a geldim. Đki gündür bununla
uğraşıyordum, kusura bakma haber veremedim. Babam da buraya

gelmediğimi bilmiyor olabilir, arayıp söyle istersen.”


Dize, Ali’den her türlü şeyi duymayı beklemişti, ama bunu değil. “Ne

saçmalıyorsun sen?” diye gürledi ani bir öfkeyle. “Bana Đsviçre’ye gittiğini
söylemedin mi?”
“Ne Đsviçre’si?”
“Okuldayken beni aradın ve uçağa binmek üzere olduğunu söyledin.

Tüm dünyaya etki edecek önemli bir buluş yapmıştın ve onu onaylatmak
için Đsviçre’ye gidecektin. Sonra da anonsun yapıldı ve uçağa bindin zaten.

Şimdi Ankara diyorsun. Đyi misin sen Ali?”


Ali’nin sesi bu kez oldukça içten bir endişeyle kaplıydı. “Asıl sen iyi

misin Dizecim? Đki gündür Ankara’dayım. Önemli bir buluş yaptığım falan
da yok. Seni aramadım da. Nereden çıkarıyorsun Allah aşkına?”
Dize başka hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı ve yere fırlattı.
Kırılan telefonun parçaları dört bir yana savrulurken genç kadın sandalyeye
bir kez daha çöktü ve omuzları sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başladı.
Taylan ve Murat ise olayların giderek anlamsız bir hal aldığının

farkındalığı içerisinde birbirilerine karanlık bakışlar fırlatmaktaydılar.

***

62
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Holdingin ön kapısı açıldı ve Dize ile Murat hızlı adımlarla sokağın


karşısına doğru yürüdüler.
Dize’nin gözlerinden hâlâ yaşlar süzülüyordu. Kendini

durduramıyordu. Đki gündür yaşadıklarının ağırlığı bir anda üzerine


çökmüştü sanki. Ali’nin öldüğünü düşündüğünde bile bu kadar

sarsılmamış, bu kadar gözyaşı dökmemişti.


“Ali beni dün gerçekten aradı. Bundan eminim, yanılmam olanaksız!
Ben hayal görmedim, yalan da söylemiyorum,” diye bağırdı.
“Sana inanıyorum. Đnanıyoruz,” dedi Murat. “Kendini daha fazla

hırpalama. Sadece sabret. Her şeyin bir zamanı var.”


Dize hiçbir şey söylemeden başını Murat’ın omuzlarına gömdü ve

ona sarılarak yeniden ağlamaya başladı. Murat içini çekip öylece bekledi ve
Dize gözyaşlarını silerek hafif mahcup bir tavırla geri çekildiğinde, “Gel,”

dedi ona. “Seni evine bırakayım.”


Çiseleyen yağmur altında, beraberce Murat’ın arabasına yürüdüler.

18 Ekim 2008 – 16.15


Ankara’da Bir Otoyol

Şoför koltuğundaki, kıvırcık saçları fena halde dağılmış adam, dalgın

hatta boş gözlerle yeşil ışığın yanmasını bekliyordu. O kadar hareketsizdi ki


dışarıdan görenler kalp krizi geçirip direksiyon başında öldüğünü

sanabilirlerdi. Arkasından gelen korna seslerini duyunca zamanın geldiğini


anladı. Bir yarış oyunundaki gibi aniden fırladı yola. Gaz pedalına

63
SIFIR: “Komplo”

basabildiği kadar bastı. Yüzündeki mimiklerde en ufak bir değişiklik


olmaksızın hız ibresini zorluyordu. Çiseleyen yağmur, yolları daha koyu ve
kasvetli bir griye boyamış, daha bir çekicilik kazandırmıştı.

Ne yapacağını bilmeyen depresif bir insan havası yoktu onda; tam


tersi gayet iyi biliyordu. Ona dikte edilmiş, en ufak ayrıntısına kadar

beynine sokulmuştu. Yapmaktan başka çaresi yoktu: Tıpkı bir meleğin


Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekten başka çaresi olmadığı gibi.
Ankara’nın bu geniş yolunda, sol tarafındaki sapan şeklinde
lambalar tüm hızıyla akıp giderken adam direksiyonu aniden sağa kırdı. Bu

müthiş hızla taklalar atarak sürüklenmesi kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu.


Bir düzine takladan sonra bir hurdadan farksız olan araba o sol taraftaki

lambalardan birine çarparak sabit kalabildi.


Her şey kusursuz olmuştu.

64
ÜÇÜNCÜ KISIM
YÜKSELİŞ
SIFIR: “Komplo”

18 Ekim 2008 – 18.30


Bilinmeyen Bir Yer

Bulundukları yer karanlık ve sessiz olabilirdi, boğuk ve dar olabilirdi,

havasız ve sıcak olabilirdi; ama bugün içerideki herkes coşkuluydu,


mutluydu, muzafferdi. En zor işlerden biri başarılmış, en büyük engellerden

biri sorunsuzca kaldırılmıştı. Yükseliş başlamıştı ve artık kimse tarafından


durdurulamayacaktı.
Kızıl bir ışıkla aydınlanan kızıl tonlarında bir odaydı. Bir köşede
küçük bir şömine vardı ama yakılmamıştı, çünkü etraf yeterince sıcaktı;

daha fazlasına ihtiyaç yoktu, hatta daha fazlası ‘dayanılmaz’ olurdu. Kızıl-
siyah tonlarının hâkim olduğu duvardan duvara bir halı da vardı ve

çevrelediği duvarın rengi de aynı tonların kombinasyonundan


oluşmaktaydı.

Bu kızıl aşkının kaynağını bilemezlerdi, çünkü nerede olduklarından


dahi bihaberlerdi. Bugün burada buluşmaları buyrulmuştu ve kayıtsız
şartsız itaat ederek soluğu burada almışlardı. Buyruğun sahibi ise henüz
teşrif etmemişti.
Ya da teşrif etmediğini ‘zannediyorlardı’.
“Sence gelmiş midir?” diye sordu biri. “Burada mıdır?”
“Olabilir,” dercesine omuz silkti başka biri. “Belki de gelmiştir ama

kendini bize göstermemeyi tercih ediyordur. Belli mi olur?”

66
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Tüm bu diken üstünde konuşmaların arasında gür bir kahkaha


patladı ve bu kahkahanın sahibi ayağa dikilip, “Başka hiçbir şeyin önemi
yok,” diye gürledi. “Önlenilemez olan başladı. Đlk başarımızı elde ettik. Öyle

kuru kuru bir başarı da değil. Eksiksiz gediksiz, tam bir zafer! Yani tek bir
gerçek var: Muhafızlar yeniden yükselecek!”

Bu sözlerin de etkisiyle, başlayan yükselişin huzuru herkesi


pençesine aldı ve ortamdaki gerginlik iğneyle patlatılan bir balon gibi
sönüverdi.

18 Ekim 2008 – 18.50


Dize’nin Evi

“Kendine gel Dize, kontrolünü kaybediyorsun,” diyordu genç kadın


kendi kendine. Az önce apartmandan içeri girerken yöneticiyle karşılaşmış,
daha önce yapmadığı bir şey yapmış ve evlerinden çok müzik sesi geldiğini
söylemişti. Aslında bu her zaman doğruydu ama Dize pek umursamıyor,
“gençtir, dinleyecek elbet,” gibi bir düşünceyle durumu anlayışla
karşılıyordu. Ama iki gündür siniri tepesindeydi ve en ufak şeylere dahi

tahammülü yoktu.
Yönetici (elli yaşlarında bir kadındı) Dize’nin bu şikâyetine sert tepki

göstermiş, “Şimdiye kadar gelmiyordu da, şimdi mi geliyor müzik sesi?”

demişti. Bu tartışmanın sonu saç saça baş başa kavgaya kadar gidecekti az
kalsın; ama Dize birden kendini çok bezgin hissetmiş, çıkıp eve gelmişti.
Şimdi kapıyı kapatıp arkasına yaslanmıştı; yine gözyaşı dökmemek için

kendini zor tutuyordu.

67
SIFIR: “Komplo”

“Kendine gel,” diyordu tekrar tekrar. O gün okulda da birkaç kez


söylemişti bunu kendisine. Dersleri eskisi kadar iyi anlatamadığı gibi bazı
öğrencileri azarlamaya başladığını fark etmişti. O hiç haz etmediği hocalara

benzemeye mi başlıyordu?
Bilmiyordu, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ali’nin önce ortadan

kayboluşu, sonra aniden ortaya çıkıvermesi ve Dize’yi yalancı durumuna


düşürmesi hayatını alt üst etmişti.
Yarın gidip okuldan bir hafta izin alacağım, yoksa durum daha da
kötü olacak, biraz kafamı dinlemem lazım, diye düşündü sırtını kapıdan

ayırıp kabanını çıkarırken. Sonra rahatlamak için evin havasını derin derin
içine çekti.

Ufak bir evi vardı Dize’nin. Đki oda bir salondu ve odaları büyük
sayılmazdı. Tek başına oturduğu için fazla bile geliyordu aslında. Daha

Değişim Üniversitesi’ne geçmeden kiralamıştı bu evi. Beşiktaş’ta olduğu


için kirası epey pahalıydı ama yoldan kazandırıyordu. Şimdilik ev sahibi
olacak parası yoktu, ama birkaç yıldır biriktirmeye başlamıştı. Yıllarca
biriktirmesi gerekse de bir evi olacaktı.
Banyoya geçip aynaya baktı. Yüzünün çökük görünüp
görünmediğine baktı. Her zamanki gibi geldi ona. Đki günlük üzüntü henüz
bedenine yansımamıştı. Sadece yüz hatları gerilmişti ve hiç

gülümsemeyecekmiş gibi bir ifade vardı dudaklarında.


Kendini daha iyi hissetmek için kısa bir duş aldı ve oturma odası

olarak kullandığı salona geçti.


Đkiz kardeşi Mısra’nın geçen sene hediye ettiği LCD televizyonu açtı.

Kardeşini özlediğini fark etti o anda. Aslında henüz bir hafta önce

68
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

görüşmüşlerdi ama sesini duymak iyi gelecekti. Koşup çantasından


telefonunu aldı ve kardeşini aradı. Çapa’da doktordu Mısra, mesaisi bitmiş
olmalıydı o saate kadar.

Evet, bitmişti. Mısra mutlulukla açtı telefonu. Dize konuşma sırasında


gayet sakindi. Durumu belli ettirmemeyi başarmış ve telefonu biraz daha

rahatlamış olarak kapatmıştı.


Televizyonun karşısına geçti, haberleri açtı. Aklı pek orada olmasa
da her akşam olduğu gibi izliyordu bülteni. Derken bir kaza haberi aniden
dikkatini çekti.

“Sevgili seyirciler, bu akşam aşırı hız ve kaygan yola bir kurban daha
verdik. Ünlü işadamı Taylan Yıldırım’ın oğlu Ali Yıldırım bugün on altı

sularında hayatını kaybetti. Ankara’da yağmur nedeniyle kayganlaşmış


yolda aşırı hız yaparken direksiyon hâkimiyetini kaybeden Ali Yıldırım

taklalar atan otomobilden maalesef sağ kurtulamadı. Hurdaya dönen


otomobilin metrelerce sürüklendiği ve bir aydınlatma direğine çarparak
durabildiği belirtildi.”
Kaza yerinden görüntüler gösteriliyordu o sırada. Araba gerçekten
de hurdaya dönmüştü. Şekli biçimsiz bir kutuya benziyordu. Bazı meraklılar
elleri bellerinde çalışmaları izliyorlardı. Metal kesici bir aletle pencere kısmı
çıkarıldı ve mozaiklenmiş ceset bir sedyeye konularak götürüldü. Haber,

“Taylan Yıldırım, oğlunun ölümüyle ilgili henüz bir açıklama yapmadı,”


denilerek bitirildi.

Dize’nin verdiği tek tepki donup kalmak oldu.

***

69
SIFIR: “Komplo”

“Murat?” dedi Dize telefona. Öyle bir ses tonuyla söylemişti ki bu


tek sözcüğü, Murat her şeyi anlayıverdi.

“Biliyorum Dize, kazadan haberim var.”


“Ama nasıl olur bu?”

“Dize sakin ol, tamam. Durum iyice karıştı biliyorum.”


Dize derin bir nefes aldı. Elinden gelse o küt küt atan kalbini
durdurmak isterdi. “Đşin içyüzü nedir Murat?”
“Kazayı duyar duymaz Taylan Bey’in özel uçağıyla Ankara’ya gittik.

Bir saatten beri Ankara’dayız. Taylan Bey’in özel isteğiyle biz gidene kadar
olay yerindeki hiçbir şeye dokunulmadı. Her şeyi bizzat kontrol ettik.”

“Ama televizyondaki çekim?”


“Onlar yarım saat önce çekildi. Đnan biz o ana kadar tüm

incelemeleri yapmıştık. Bulduklarımız seni pek tatmin etmeyecek ama


Ali’nin kazası tamamen sıradan gibi görünüyor. Boş yolda aşırı hız yapmış
ve kayganlığın da etkisiyle yoldan çıkmış. Fren tutmaması gibi bir sabotaj
söz konusu değil. Ne onu sıkıştıran bir araba varmış, ne de başına silah
dayayıp hızlı sürmesini emreden biri. Kanında zerre kadar alkol, uyuşturucu
veya dikkat dağıtacak herhangi bir etken bulunamadı. Vücudunda kazada
oluşanların dışında tek bir darp izi yok. Henüz tam bir otopsi yapılmadı

ama muhtemelen hiçbir şey bulunamayacak. Kısaca Dizecim, bu kazada bir


komplo söz konusu değil gibi görünüyor.”

“Anlıyorum,” dedi Dize. Aslında hiçbir şey anlamıyordu. Ali asla aşırı
hız yapacak biri değildi. Neden bu kadar acelesi olsundu ki? Hem uçak

70
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kazası konusu da açıklığa kavuşmamıştı. Allah kahretsin, hiçbir şey


anlamıyordu.
Bu düşündüklerini söyleyecekti, ama tek kelime edecek halinin

olmadığını fark etti. Ali bu kez gerçekten ölmüştü. Teşekkür edip telefonu
kapattı ve kendini koltuğa atıp hüngür hüngür ağladı. Şu son birkaç günde

bir yıllık gözyaşı tüketmişti.

18 Ekim 2008 – 20.00


Ankara’da Müstakil Bir Ev

Ankara’da güneş çoktan batmış, bulutlar hafif hafif sonbahar


yağmurlarını dökerken, kimsenin bilmediği bir yerde basından gizli bir
toplantı yapılmaktaydı. Üst düzey güvenlik önlemlerine sahip, şehir dışında
müstakil bir evdi burası. Etrafı yüzer metre uzaklığa kadar çıplak araziydi.
Ondan sonra sık ormanlar başlıyordu. Evin sağ tarafında bir helikopter pisti,
sol tarafında iki güvenlik görevlisinin nöbet tuttuğu kule şeklinde yüksek
bir yapı vardı. Olağanüstü durumlarda karargâh olarak kullanmak için ideal

bir mekândı.
Taylan Yıldırım’ın Ankara’daki iki ikametgâhından biri olan bu

mekân özel işler dışında pek kullanılmaz, ama 365 gün 24 saat korunurdu.

O sırada yapılan gizli toplantı için Taylan tarafından çağırılan kişiler,


araçlarını park etmiş, eve girmiş, çalışma odasında büyük bir masanın

etrafında toplanmışlardı.

71
SIFIR: “Komplo”

Masanın başköşesinde Taylan oturuyordu. Depresif bir hali vardı ve


Dize’nin aksine görünüş olarak da çökmüş gibiydi. Gözlerinin altındaki
morluklar pek uyuyamadığını ortaya koyuyordu.

Masada bulunanlar MĐT’ten üst düzey bir görevli, JĐTEM’den önemli


bir kişi, polis teşkilatının köşe taşlarından bir isim, Birim Sıfır’ın eski

sekreterlerinden birisi ve iki devlet üniversitesinden iki profesördü. Konu


tahmin edileceği üzere önemli araştırmalar yapan Ali Yıldırım’ın önce
kayboluşu ardından trafik kazasında ölümü, Dize’nin ve kendisinin öne
sürdüğü teoriler ve bu durumun açığa kavuşturulması durumuydu.

Taylan tüm bu yaşananları bir bir anlatmıştı ve hepsinin kendisini


dikkatle dinlediğini görmüştü.

“Ne yapalım, Birim Sıfır’ı tekrar mı kuralım?” dedi MĐT görevlisi.


Aslında ciddi değildi, sadece Taylan’ın neyin peşinde olduğunu anlamaya

çalışıyordu.
“Size çok uzak bir fikir olarak gelecek ama, evet aynen öyle. Birim
Sıfır’ı tekrar aktif hale getirelim ve bu işi çözmeye çalışalım.”
“Komik olmayın Taylan Bey. Birim Sıfır’ın ne şartlarda tasfiye
edildiğini çok iyi biliyorsunuz.”
“Biliyorum, ama şartlar o zamanki gibi değil. Tüm altyapımız sağlam.
Biraz toparlandık mı rahatlıkla bu işi yürütürüz.”

Profesörlerden biri araya girdi: “Diyelim ki kurmaya karar verdik,


gerekli finansmanı nasıl sağlayacağız? Diğer iki ortağınız da artık

olmadığına göre.”
Taylan bir iki saniye düşündü. “Tüm finansmanı ben sağlayacağım.

Gerekirse holdingi satarım, ama buna gerek kalmayacağını sanıyorum.

72
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Laboratuarlar hâlâ kullanılabilir. Diğer ihtiyaçları da tamamen üzerime


alıyorum. Devletin veya herhangi başka birinin kasasından tek kuruş
çıkmayacak.”

MĐT elemanı tekrar söz aldı: “Peki güvenilir ajanları tekrar nereden
bulacağız? Eski ajanların çoğu artık yaşlandılar ve bu işe pek hevesli

olmayacaklardır. Yeni nesle de açıkçası güvenemiyorum. Tek bir çürük


yumurta tüm Birim Sıfır tarihini açığa vurabilir. Ki bu çok çok tehlikeli bir
durum. Ergenekon gibi bir oluşum yerine konulabiliriz. Devlet üzerine gizli
planlar yaptığımız söylenir. Çıkacak haberleri gözümde çok iyi

canlandırabiliyorum.”
“Beyefendi çok haklı,” dedi JĐTEM elemanı. “Zaten Ergenekon

yüzünden herkes diken üstünde. Bunu da hemen ona bağlarlar. Güvenilir


eleman yetiştirmek için aylar hatta yıllar geçmesi gerekir. Bu iş zor Taylan

Bey.”
Taylan şimdilik konuşmuyor, sadece dinliyordu.
Eski Birim Sıfır sekreteri elindeki kalemi çevirerek söz aldı.
“Biliyorsunuz, Birim Sıfır’da yirmiden fazla ajan, on veya on beş bilim
adamı, üç metafizikçi çalışırdı. Şimdi aynı kadroyu kurabilecek miyiz?”
Taylan boğazını temizledi: “Aynı kadroyu kurmaktan söz etmiyorum.
Eskisi kadar büyük bir oluşum olmasından da bahsetmiyorum. Ajan olarak

içinizi rahat tutun. Đki ajan olacak ve ikisi de kendimden daha çok
güvendiğim insanlar. Bilim adamlarını da tekrar toplamak zor olmaz. Hatta

şimdilik toplamak yerine bulguları onlara götürüp durumu öyle çözmek


niyetindeyim. Yani iki ajan üzerine kurulu, bilimsel verileri de belli bir

yerden değil serbest olarak çözümleyeceğimiz farklı bir oluşum. Daha

73
SIFIR: “Komplo”

sonra işler yolunda giderse eski sisteme dönebiliriz. Şimdi… Sizden tek
istediğim Birim Sıfır’ın eski istihbarat alt yapısını yeniden kurmanız. Yani her
türlü olağanüstü durumdan haberdar edilmek ve polisin yerine bizim

müdahale etmemizi sağlamanız. Bugünlerde olabilecek her türlü olağandışı


olay Ali’yle ilgili olabilir. Ya da Ali’yi yok ettiğini düşündüğüm şeylerle…”

Taylan hepsinin gözlerinin içine baktı. Genel olarak kabul edilmişti.


Şimdi sıra ayrıntıları belirlemekteydi.

18 Ekim 2008 – 21.05


Đstanbul-Đzmit Yolu (E5)

Yine direksiyon başındaydı ve yine komploya dair bir şeyler


bulabilmek amacıyla uzun bir yolu aşmaktaydı Dize Demirsoy.
Vazgeçmemişti. Ali’nin ölümü ve Murat’ın sabotaj olmadığına dair verdiği
güvence bile durduramamıştı onu. Kararlılığı kendini bile şaşırtıyordu;
şimdiye kadar geri çekilip işleri kendi seyrine bırakacağını zannederdi. Ama
belli ki, gerektiğinde böyle tehlikeli konularda bile fazlasıyla dirayetli

olabiliyordu.
Dize bu karanlık ve çaresiz yolculukta kendini de tanıdığını dehşetle

fark etti. Farkına vardığı bu gerçekleri hazmetmeye çabalarken,

telefonunun çaldığını duydu. Sanki Tekirdağ yolculuğunda olanlar


tekrarlanıyordu.

Ama bu kez konuştuğu Taylan Yıldırım değil Murat Arıkan’dı.

74
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Telefonu kulağına götürüp, “Efendim Murat?” dedi sakin olduğunu


umduğu bir sesle. Ama öyle şeyler yaşamıştı ki sakinlik ondan çok uzaktı.
Huzur denen harikulade hissi elde edebilmesi anlaşılan uzun, çok uzun bir

zaman alacaktı.
“Nasılsın Dize?” diye sordu Murat. Sesinde Dize’ye dair duyduğu

endişelerin izleri vardı.


“Đyiyim, teşekkürler.” Sen nasılsın diye de soracaktı ama pek nezaket
havasında değildi, bu yüzden zahmet etmedi.
“Yolda mısın?”

“Nereden anladın?”
Cevap kısa ve belirgindi: “Kulaklarım keskindir.”

Dize iç çekti. “Senden kaçamayacağım anlaşılan. Evet, yoldayım.


Đzmit’e gidiyorum.”

“Đzmit’te nereye?”
“Ali’nin laboratuarına.”
Bu kez iç çeken Murat oldu. “Dize, ben de en az senin kadar
kararlıyım ve bu işin peşini bırakmaya niyetim yok ama böyle başına
buyruk davranırsan işimiz var. En azından bana haber verebilirdin.”
“Kusura bakma, düşünemedim.” Düpedüz yalandı bu. Düşünmüştü,
ama haber vermemeyi tercih etmişti.

“Tamam, sorun değil. Ama ben de oraya geliyorum. Đtiraz etmeye


kalkma.”

Dize’nin, “Murat,” diye başlamasına fırsat kalmadan telefonun


kapandığını belirten ‘bip’ sesi duyuldu.

75
SIFIR: “Komplo”

Dize durumu kabullendi ve telefonu cebine atıp, direksiyon


sallamaya devam etti. Keşke bunun yerine Murat’la beraber gitseydim, diye
düşündü. O zaman kendimle baş başa kalmak zorunda olmazdım.

Ama artık çok geçti. Olan olmuştu. Önünde, hastalıklı düşüncelerle


boğuşacağı uzun dakikalar vardı.

18 Ekim 2008 – 22.15


Newton Laboratuarı / Đzmit

Ali’nin sıklıkla deneylerini uyguladığı laboratuar, adını ünlü fizikçi


Isaac Newton’dan almıştı. Dize daha önceleri pek çok kez buraya gelmişti
ama hiçbirinde bu seferki gibi heyecanlı değildi. Son umutları burada bir
şeyler bulabilmekti.
Umutlarını tüketmeye yetecek sürüsüyle olay yaşamıştı ama meret
halen yüreğinde varlığını sürdürüyordu işte…
Dış kapıya vardığında, bekçi kulübesinin içinde yaşlıca bir adamı
seçti gözleri. Kısık bakan siyah gözleri vardı adamın; kısa kesilmiş kır saçlı,

biraz eski püskü ama yine de temiz giyimliydi.


Ve Dize onu tanıyordu. Necdet Rüstem, uzun yıllardır Newton

Laboratuarı’nın bekçisiydi. Şimdi de kulübeden çıkmış, elinde fener ona

yaklaşıyordu.
“Đyisiniz inşallah?” dedi adama.

Necdet’in sesi kısık ve fazlasıyla hırıltılıydı. “Đdare ediyoruz hanfendi,


sizi sormalı?”

76
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Dize adamın ileri derecede alerjik bronşiti olduğunu biliyordu,


sesindeki hırıltının nedeni de buydu; o yüzden yadırgamadı. “Đyi olmamı
sağlayacak şeyler yaşadığım söylenemez ama öyle olmak için elinden

geleni yapıyorum Necdet Efendi,” diye mırıldandı ve Necdet ona soran


gözlerle bakınca ekledi: “Đçeriye biraz göz atacağım. Murat isimli bir polis

gelirse içeri alın. Kendisi dostumdur, buraya da benim iznimle girecek.”


Necdet başıyla onayladıktan sonra kadına eliyle içeri geçmesini
işaret etti ve hemen ardından kulübesine döndü. Dize ise hızlı adımlarla
bahçeye girip yine aynı hızla laboratuarın girişine yöneldi.

Pek de gösterişli bir bina olduğu söylenemezdi aslında. Ali


laboratuarın görünüşünden ziyade niteliğine önem vermiş ve gösterişe

kaçmamayı tercih etmişti. Beyaz boyalı, düz mimarili bir yapıydı. Yüksek
güvenlik önlemleri de yoktu çünkü deney için potansiyel bir tehlike

görülmemişti ve zaten sınırlı olan kaynaklar güvenlik için harcanmamıştı.


Dize ona bizzat Ali’nin vermiş olduğu manyetik bantlı giriş kartı
sayesinde rahatlıkla laboratuara adım atabilecek, tüm kapılardan
sorunsuzca geçebilecek, deneyin durumunu dilediğince kontrol
edebilecekti. Hatta Ali’nin tuttuğu deney günlüklerine ulaşma ihtimali
vardı. Belki de düğüm tam da bu gece bir çözüme kavuşacak ve huzura
giden merdivenin ilk basamakları böylece aşılacaktı…

O bunları düşünedursun, giriş kapısına varmıştı bile. Çantasını açtığı


gibi giriş kartını çıkardı ve okuyucuya tuttu. Şimdi kızıl bir ışık manyetik

bandın üzerinden geçecek ve bir ‘bip’ sesiyle beraber kapının kilidi


açılacaktı.

77
SIFIR: “Komplo”

Ama bunların hiçbiri olmadı. Sessizlik gecenin göbeğinde hüküm


sürmeye devam etti.
Dize bir kez daha denedi ama bu yalnızca aynı sahneyi tekrar

yaşamasını sağlayabildi. Manyetik giriş kartı işe yaramıyordu.


Hızlı ve öfkeli solumalarla bekçinin yanına yürüdü. Eliyle çıkmasını

işaret etti. Necdet Efendi feneri eline aldı ve karanlık gecenin ayazına
yeniden sokulup Dize’nin yanına vardı. “Hayırdır hanfendi?”
“Đçeri giremiyorum,” diye kısaca açıkladı Dize. “Kartım çalışmıyor.”
Bekçi ‘bilemem’ dercesine silkti omzunu. “Bilirsiniz ben sadece kapıyı

kollarım, bu işleri bilmem; ilgilenmem de.” Bir anda gözleri uzakta daldı.
“Ama geçen hafta laboratuar dışından takım elbiseli birkaç adam bir

limuzinle geldiler. Ellerinde izin belgesi de vardı. Onlar bir şey yapmış
olabilir, bilemem.”

Dize, Necdet’e hafif bir kuşkuyla baktı. “Yani bu adamlar manyetik


sistemi yenilemiş veya değiştirmiş olabilirler diyorsun, öyle mi?” Derin bir
nefes aldı. “Öyleyse yapacak bir şey yok.”
Murat çoktan yolu yarılamış olmalıydı. Artık ona geri dönmesini
söyleyemezdi. En iyisi onu beklemekti; belki beraberce bir şeyler yapabilir,
içeri girmenin bir yolunu bulabilirlerdi. Necdet Efendi’yi tanıyor olabilirdi
ama tek başına onu içeri girmeye ikna edebileceğini zannetmiyordu. Ama

Murat gibi tuttuğunu koparan bir polisin varlığı işleri değiştirip durumu
yoluna koyabilirdi.

Đkinci derin nefesini çekti içine ve bahçeye dönüp taş duvara


yaslanarak Murat’ı beklemeye koyuldu.

78
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

18 Ekim 2008 – 23.00


Newton Laboratuarı / Đzmit

Dize giriş kartını manyetik okuyucudan son kez geçirdi ama ellerine
geçen yine koca bir sıfırdı. “Görüyor musunuz?” dedi. “Olmuyor işte, bu

kadar basit. Bir daha denememe gerek yok. Hiçbir şey değişmeyecek.”
Bekçi birkaç adım gerilerinde bekliyordu, Murat ise Dize’nin hemen

sağındaydı; manyetik okuyucuyu kuşkuyla süzmekteydi.


“Kim niye sizin laboratuara girmenizi engellesin ki?” diye sordu
Necdet Efendi içten bir tavırla.
Murat ve Dize birbirilerine karanlık ve manidar bakışlar fırlattılar.

Kimin önlediğini bilemeseler de, komplocuların yine iş başında olduğu


aşikârdı. Bu durum artık sıkıcı olmaya başlamıştı. Ne zaman bir şeyler elde

etmeye yaklaşsalar önleri kesiliyordu. Bu kasvetli gidişatı önlemeyi de bir


türlü başaramıyorlardı.

“Necdet Efendi,” dedi Murat bekçiye yönelerek. “Girmemize izin


versen? Bak uzun yoldan geldik. Eli boş dönmeyelim.”
Bu sırada Dize bir kenara çekilip cep telefonunu çıkarmış, bir
numarayı tuşlamıştı.
Bekçi, Murat’ın ricası üzerine başını iki yana salladı. “Komiserim,
yetkim olsa niye izin vermeyeyim? Ama bana da kesin emir var, giriş kartı
olmayanları veya çalışmayanları içeri sokamam. Anlayın beni. Bu krizde

işimi kaybetmek istemem.”

79
SIFIR: “Komplo”

“Đşini falan kaybetmeyeceksin. Sana karşı zor kullandığımı, beni içeri


sokmak zorunda kaldığını söylersin.”
Necdet Efendi cevap vermedi. Bunun anlamı açıktı.

Murat öfkeyle içini çekti. “Ya gerçekten zor kullanırsam?” Ve adamı


yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırdı. Yumruğunu sıkıp yüzüne

yaklaştırdı.
“Silahına mı güveniyorsun komiser?” diye hırladı bekçi.
Murat gülümsedi. “Elimde silah görebiliyor musun Necdet Efendi?
Hayır, silahıma değil rozetime ve yumruklarıma güveniyorum.” Sıktığı

yumruğunu gözüyle işaret etti. “Özellikle de buna.”


O sırada Dize elinde cep telefonuyla yanlarına geldi. “Murat, kes

şunu,” dedi ve bunun üzerine Murat kısa bir tereddüdün ardından adamı
bıraktı.

“Taylan Bey’i aradım,” diye devam etti Dize. “Bu laboratuar onun
sermayesi ve izniyle inşa edilip kuruldu, yani onun sayılır.” Telefonu
Necdet’e uzattı. “Taylan Bey telefonda. Buyurun, bir konuşun.”
Her şey bir anda değişti. Bekçi kendisine uzatılan telefonu aldı ve
yere fırlatarak parçalara ayrılmasına neden oldu. Murat ve Dize hayretle
bakışırlarken, belinden çıkardığı uzun, kıvrık bir hançeri yüzünün
yakınlarında gezdirerek, “Đşleri gereğinden fazla kurcaladınız,” dedi. Artık

sesinde hırıltıdan eser yoktu, bakışları da kendi halinde bir bekçiden çok
psikopat bir katilin bakışlarını andırıyordu. “Bundan çok daha önce

gitmeniz gerekiyordu, ama inatçı çıktınız.” Bıçağa bir parmağını sürttü, bu


hafif sürtünüşle bile yaralanan parmaktan kan damlaları süzülmeye başladı.

“Artık başka şansınız kalmadı. Şimdi defolun gidin. Bu işi daha fazla

80
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

uzatmayın. Yoksa çok daha kötü şeyler olacak. Bu ‘şey’lere maruz kalmak
istemezsiniz.”
Murat’ın eli silahındaydı, Dize de ona sokulmuş hatta elini hafifçe

kavramıştı.
Ve saniyeler içinde, her şey ikinci kez değişti. Yoktan var olmuş gibi

görünen karanlık siluetler etraflarını sardı. Yüzlerinin ve vücutlarının hafifçe


bulanık hatta gölgeli görünmesinin sebebinin yalnızca gecenin karanlığı
olduğunu zannetmiyordu Dize. Bu işin ardında çok daha fantastik
gerçeklerin yer aldığından neredeyse emindi, ama şu anda buna kafa

yoracak durumda değildi.


Murat silahını kaldırdı ve, “Geri çekilin!” diye haykırarak Dize’nin

önüne geçti.
Ama bu haykırış tam tersi etki yaptı. Siluetler oldukları yerde

durmaktan vazgeçerek yavaş adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladılar.


Murat tehditler sıralamaya devam etti, hatta onlara doğru onlarca mermi
sıktı ama bunlar hiçbir işe yaramadı; siluetler yaklaşmayı sürdürdüler. Onları
durdurmanın hiçbir ‘normal’ yolu yok gibi görünüyordu.
Dize ve Murat’ın kaçmaktan başka çareleri kalmamıştı. Bahçeye
doğru temkinli adımlarla gerilemeye başladılar. Durdurulmayı bekliyorlardı
ama siluetler oraya yönelmelerini istiyormuş gibi bahçe tarafını boş

bırakmışlardı. Bekçi de bıçağını sallayarak öylece bekliyordu.


Dize ve Murat adımlarını biraz daha hızlandırdılar ve nihayet

laboratuarın ana girişinden oldukça uzaklaşmayı başardılar. Görünüşe göre


artık tehlikede değillerdi; siluetlerin ve bekçinin durup durup bir anda

saldıracağını zannetmiyorlardı.

81
SIFIR: “Komplo”

Devasa bir patlamanın ortalığı birbirine katacağını ise ‘hiç’


zannetmiyorlardı.
Müthiş bir gümbürtü her yanı sardı, laboratuarda taş üstünde taş

kalmadı. O güzelim bina saniyeler içinde harabeye döndü. Murat ve Dize


metrelerce sürüklendiler. Neyse ki patlamadan evvel binadan uzaklaşmayı

başarmışlardı ve önemli yaralar almadan kurtulabileceklerdi. Ama ilginç


olan, ne bekçiden ne de adamlarından en ufak bir çığlığın veya yardım
çağrısının gelmesiydi.
Dize sürüklenmenin etkisiyle çoktan bayılmıştı. Yerde öylece

yatıyordu. Murat ise kafasını taşa çarpmıştı, kaşı yarılmıştı; o da kendinden


geçmek üzereydi. Son gördüğü, binanın etrafında ölü ya da diri kimsenin

olmadığıydı. Ne bekçiden ne de siluetlerden en ufak bir iz yoktu. Sanki


buhar olup uçmuşlardı.

Ve Murat’ın gözleri usulca kapandı.

19 Ekim 2008 – 10.00


Yıldırım Holding Binası / Şişli-Đstanbul

Dize önceki akşam bileği burkulduğu için sendeleyerek yürüyordu.


Tabii bundan şikâyet etmiyor, bu kadarla kurtulduğu için şükrediyordu.

Gece hiç uyuyamamış, yatağında dönüp durmuştu. Hayatının en büyük


şokunu atlatmaya çalışan beyni ona uyku lüksü tanımamıştı.

Sabah gözlerinin şiş olduğunu görünce normalden biraz daha


yoğun bir makyaj yapıp kapatmaya çalışmış, buna uygun olarak da şık bir

82
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

kırmızı elbise giymişti. Şimdi Büyük puntolarla YILDIRIM HOLDĐNG yazılı


döner kapının önündeydi. Kapıdan girdi, onu tanıyan güvenlik görevlisine
selam verip asansöre yürüdü. Geç kaldığını düşünüyordu, ama

sendeleyişini açığa vurmamak için yavaş yürüyordu. Murat çoktan gelmiş


olmalıydı. Taylan sabah 9’da acil olarak çağırdığına göre kesin önemli bir

durum vardı.
Yedinci kata çıktı, Taylan Bey’in sekreterine selam verdi. Sekreter,
Taylan’ın onu beklediğini söyleyip içeri girmesine izin verince; kahverengi,
şık ve büyük kapıyı çalarak içeri girdi.

Tahmini tutmamıştı, Murat henüz ortalıkta görünmüyordu. Taylan


koltuğunu ters çevirmiş, arka duvarı kaplayan pencereden dışarıyı

seyrediyor ve purosundan dumanlar üflüyordu. Dize’nin geldiğini görünce


döndü. Oturmasını belirten bir el hareketi yaptı. Dize elbisesinin eteğini

düzeltip otururken kapı çalındı. Murat içeri girdi. Dize’nin karşısındaki


koltuğa oturdu.
Taylan purosunu söndürüp onları şöyle bir süzdü: “Hoş geldiniz
çocuklar. Dün yaşadıklarınız şimdi açıklayacağım kararı vermemin ne kadar
doğru olduğunu gösteriyor. Öncelikle ikinize de geçmiş olsun. Çok kötü
günler geçiriyorsunuz ve gerçekten iyi dayanıyorsunuz. Đşte bu da sizi
seçmemin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Yanılmadığıma emindim

ve yanılmamışım.”
Murat da Dize de dinliyor ama pek bir şey anlamıyorlardı. Taylan ne

kararı vermişti ve onlarla ilgisi neydi? Neyde yanılmamıştı? Ama Taylan’ın


her zamanki konuşma tarzıydı bu. Önce gizemli cümleler, sonra her şeyi

açıklayan o önemli konu… Az kalmıştı, öğreneceklerdi.

83
SIFIR: “Komplo”

“Ha, unutmadan şunu söyleyeyim,” diye devam etti. “Dünkü


patlamayla ilgili bir endişeniz olmasın. Basına yansımadı ve yansımayacak.
Sizinle ilgili hiçbir şey olmayacak. Yalnız kötü haber de şu ki, patlamayla

ilgili hiçbir ipucu bulunamadı yine. Polislerin en ayrıntılı incelemeleri


yapmalarını sağladım, ama sonuç yok. Şaşırmadım doğrusu. Şimdiye kadar

işleri bu kadar planlı ve hiç iz bırakmadan yapmayı başaranlar bunun da


altından kalkardı. Sizin bahsettiğiniz o siluetlerle ilgili de herhangi bir iz
bulunamadı. Bekçinin ve sizin dışınızda kimsenin ayak izi yok. Tabii ki
bunlar size inanmadığım anlamına gelmiyor. Size kendimden bile çok

güveniyorum, emin olun. Dize, senin dediğin telefon konuşmasının da


yapıldığına adım gibi eminim. Hele şu son olaydan sonra adımın Taylan

olduğundan bile daha çok eminim.”


Koltuğunda yaslandı. Đşte o gizemli cümlelerin cevabı geliyor, diye

düşündü Murat.
Taylan onu doğrularcasına konuşmasına devam etti. “Birim Sıfır’ı
tekrar kuruyorum çocuklar. Eskisi kadar büyük bir oluşum olmayacak, ama
en az eskisi kadar güvenilir olacak. Çünkü kabul ederseniz Birim Sıfır
mensupları sizler olacaksınız.”
Dize gözlerini iri iri açıp Taylan’a baktı. Ne düşüneceğini, ne tepki
vereceğini bilmiyordu. Murat’a baktığında şaşkınlıktan çok huzur dolu bir

gülümseme gördü yüzünde. Demek o bunu bekliyor, bunu istiyordu.


“Biliyorsunuz, benim için isteğiniz emirdir,” dedi Murat.

Taylan ondan bu cevabı bekliyor olmalıydı. Ufak bir gülümsemeyle


karşıladı ve Dize’ye döndü.

84
Gökcan Şahin - Ozancan Demirışık

Pek fazla düşünmeden, “Ali için, ülkem için ve kendim için kabul
ediyorum,” dedi Dize. Aslında Birim Sıfır’ın adını duyduğundan beri içten
içe öyle bir oluşumun içinde olmayı ne kadar istediğini hissediyordu ve bu

fırsatı reddedemezdi.
“Artık resmen Birim Sıfır elemanısınız. Hayırlı olsun,” dedi Taylan

ayağa kalkarak. Đkisinin de elini sıktı. “Daha sonra ayrıntıları konuşmak için
sizi tekrar çağıracağım. Unutmayın, gerçekler ufkun ötesinde ve sizin ufkun
ötesini görmenizi bekliyorum.”
Odanın başköşesindeki Atatürk tablosuna baktı. Şimdi hepsinin

aklından ulu önderin aynı sözü geçiyordu.


“Bir yolcunun yolda yürüyebilmesi için ufku görmesi yeterli değildir,

ufkun ötesini de görmesi gerekir.”

SON
Mayıs 2009 / Đstanbul

85
ÖNOKUMA:
SIFIR: “OYUN BİTTİ”
Ozancan Demirışık
BİRİNCİ KISIM
CANAVAR

26 Kasım 2008 – 08.30


Işık Huzurevi – Đstanbul/Emirgan

Beton yeşile tercih edilmiş olabilirdi, bir başka yeşil olan ‘para’ için

tüm güzellikler sökülüp atılmış olabilirdi, pak sokaklar pasaklanmış


olabilirdi, güzelim müstakil evlerin yerini çarpık çurpuk apartmanlar almış
olabilirdi, ama Đstanbul’da tüm bu güzelliğin ve temizliğin, en önemlisi de
saygınlığın korunduğu semtler hâlâ vardı. Ve Emirgan bunlardan biriydi.

Sadece sık rastlanan korular değildi buradaki yeşilliğin tamamı.


Sokakta yürürken bile her an bir ağaçla karşılaşabilirdiniz. Asfaltta yürürken

sol yanınızda ferah bir çimenlik alan görebilirdiniz. Ve yolunuz her daim

sahile düşerdi. Tüm dertlerinizi, sıkıntılarınızı unutur ve bir yanınızda engin


mavi deniz dalgalanıp dururken yürümeye başlardınız. Her adım yeni bir

umut olurdu sizin için. Yeni bir fırsat. Yeni bir mutluluk.
Kimse bilmese de, güzelliğin başarabildiği çok şey vardır…
Işık Huzurevi, Emirgan’ın geniş, ferah bir sokağındaydı. Kurulalı çok

olmamıştı ama, sağlam işletmesinin ve uygun fiyatlarının yanı sıra, yaşlılara


iyi bakım ve iyi muamele yapıldığı kulaktan kulağa yayılınca bir hayli
popüler hale gelmişti. Pek çok yaşlı insan hayatının kalan yıllarını burada
sürdürüyor ve genelde memnun ölüyordu – bir ölü ne kadar memnun

olabilirse o kadar memnun…


Tahir Yıldız bu huzurevindeki odasında, ‘huzurlu’ bir şekilde

uyuyordu. Ya da huzurunu çoktan kaybetmişti de o farkında değildi ve


uykunun sahte huzurunda kendini avutuyordu. Fark edemediği ve asla
edemeyeceği şeyler alttan alta gerçekleşmekteydi.
Altmış dokuz yaşındaydı. Kısacık kesilmiş bembeyaz saçları, deniz

mavisi gözlerini iyice belirgin hale getiriyordu. Takma dişleri bembeyazdı;


en ufak bir yapaylık hissi vermiyorlardı. Oval, çıkık kemikli bir yüz yapısına

sahipti. Pek iştahlı biri değildi, dolayısıyla oldukça zayıftı.


Akrep ve yelkovan ilerleyişini sürdürüp de saat sekiz buçuğa

geldiğinde adam aniden gözlerini açtı. Bir şeyler gördü, bir şeyler hissetti
ama hemen sonra hepsini unuttu. Gözlerini kırpıştırdı, yatakta doğruldu.
Derin bir nefes aldı. Gerindi. Gözlerini pencereye dikti. Cam tül perdeyle
kapalıydı ama dışarısı görülebiliyordu. Güzel bir manzara vardı: Bir köşede
deniz, bir köşede ağaçlar, diğer bir köşede siyah asfalttan yol, onun hemen
yanında da birbiri ardına düzgünce sıralanmış otomobiller…
Tahir banyoya gidip yüzüne soğuk su çarptı. Yatağına karmaşık

hisler içinde döndü. Uzanma pozisyonuna geçmedi; yatağın kenarına


oturup bacaklarını yere uzattı ve elleriyle başını ovalamaya başladı.

Tam o sırada odanın kapısı yavaşça aralandı. Bir baş içeri uzandı.
“Uyandınız mı Tahir Bey?”
Tahir döndü ve baktı. Orta yaşlı bir kadındı gelen: Güler yüzlü,
balıketli ve kır saçlı, cana yakın görünümlü bir kadın.
Tahir kendini gülümseyecek havada hissetmese de hafifçe tebessüm

etti ve, “Evet,” dedi. “Günaydın.”


Kapı iyice aralandı. Kadın içeri girdi ve elindeki kahvaltı tepsisini

yatağa bıraktı. Gülümseyerek baktı Tahir’e. “Bugün yine erkencisiniz.”


Yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. “Yumurtayı istediğiniz gibi tavada
yaptım, iyice pişirdim. Taze sıkılmış portakal suyu da var. Zeytininiz,
peyniriniz, kaşarınız, domatesiniz… Hepsi burada.”

Tahir başını salladı. “Teşekkürler.”


Kadın gülümsedi. “Rica ederim Tahir Bey. Afiyet olsun.” Ve tam

odadan çıkacakken, dönüp ekledi: “Ben mutfak alışverişine gidiyorum. Bir


ihtiyacınız olursa ancak bir saat kadar sonra ilgilenebileceğim. Haber

vereyim dedim.”
Tahir başıyla onayladı ve kadın odadan çıktıktan sonra gözlerini
tepsiye dikti. Gerçekten eksiksiz, diye düşündü. Đşte şimdi gülümseyecek
havaya girmişti. Hafifçe mırıldandı: “Aç ayı oynamaz. Başlamadan önce
karnımızı iyice bir doyuralım öyleyse.”
Soğuk metalden bıçağı sıkıca kavradı, yumurtasından ve ekmekten
birkaç lokmanın ardından portakal suyundan büyükçe bir yudum aldı.

Sonra sıra diğer kahvaltılıklara geldi.


On beş dakika kadar sonra açlığını gidermiş, tepsiyi (cebine attığı

bıçağı saymazsak) bir kenara bırakmış, ayağa dikilmişti. Yavaş ve sakin


adımlarla odadan çıktı, koridora girdi. Ortalıkta kimse yoktu. Huzurevi

sakinleri uyandıysa bile çoğu odasından çıkmamıştı. Bir kısmı kahvaltısını


yapıyor, bir kısmı da öylece odasında oturuyor olmalıydı ve elbette bir
diğer kısım da hâlâ uykunun derin ve sarmalayıcı kollarının arasındaydı…
Her şey bal kaymak, diye düşünen Tahir, rastgele bir oda seçip içeri

yavaş adımlarla girdi ve gözleriyle odayı taradı. Yaşlıca bir kadın -


muhtemelen kendisinden de yaşlıydı- yatağında sırtüstü uyumaktaydı.

Saçları kırlaşmamıştı, belki de boyuyordu onları; ama fazlasıyla yaşlı olduğu


da belliydi. Yüzü kırış kırıştı.
Arada sırada anlaşılmaz sözcükler mırıldanıyordu ama buna rağmen
uykusu derindi. Tahir daha önce pek çok kişiyi uyurken görmüştü ve

hangisinin hafif uykuda, hangisinin derin uykuda ve hangisinin kan


uykusunda olduğunu tek bir bakışta anlardı. Bu kadının durumu ikinci

seçeneğe bir örnekti.


Yaklaştı. Kadını hafifçe dürttü. Bir tepki gelmeyince daha sertçe

dürttü ve yaşlı kadın gözlerini aralayıp baktı. Hafifçe doğruldu. Esnedi.


Sonra gözlerini Tahir’in gözlerine dikti. “Hayırdır Tahir, ne oldu sabah
sabah? Ne güzel de uyuyordum.” Sinirli değildi ama her sözünde hafif bir
sitem bulunan yaşlılardandı anlaşılan.
“Adınız nedir?” diye sordu Tahir yüzünde soğuk bir gülümsemeyle.
Kadın, yoğun hayretini açığa vuran bir ses tonuyla, soruya soruyla
cevap verdi: “Adım mı? Dalga mı geçiyorsun Tahir?”

“Dalga geçmiyorum hanımefendi. Sadece adınızı öğrenmek


istiyorum.”

Kadın bu kez şaşkın değil endişeliydi. Huzurevinde bulunmaları ve


karşısındakinin yetmişine merdiven dayamış yaşlı bir adam olması, aklına

‘alzheimer’ ihtimalini veya bir başka hastalığı getirmiş olmalıydı.


“Şükran,” dedi kısık sesle.
“Pekâlâ Şükran Hanım,” diyen Tahir, yüzündeki soğuk tebessümü
muhafaza ederek elini cebine attı ve kahvaltı bıçağını çıkardı. Başparmağını

keskin kısma hafifçe sürterek konuşmaya devam eti: “Şimdi sizinle bir oyun
oynayacağız.”

Şükran Hanım bir şey söylemedi, ama saçma seyrini sürdüren


olaylara bir anlam verme çabasının izleri, yüzünden rahatlıkla okunuyordu.
“Oyun oynamayı isteyeceğinizi varsayıyorum. Ama gayet nazik bir
adam olduğumdan yine de soracağım.” Gülümseme Tahir’in yüzünü terk

etti ama dehşet verici soğukluk hâlâ oradaydı. Kadını korkutan da bu oldu.
“Oynayacaksınız değil mi?”

“O-oynayacağım,” diye cevap verdi Şükran Hanım.


Gülümseme geri döndü. “Tam da tahmin ettiğim gibi.”

Şükran Hanım’ın korku dolu bir beklenti taşıyan gergin halini büyük
bir hazla izleyen Tahir, bıçağı sol eline geçirdi. Sonra sağ elini müthiş bir
hızla ileri uzatarak kadının gırtlağını kavradı ve sertçe sıkmaya başladı.
“Oyunumuzda iki seçenek var,” diyordu bir yandan. “Size bir soru
soracağım ve sorunun içerdiği iki seçenekten birini tercih edeceksiniz.
Oyunu ona göre devam ettireceğiz.”
Şükran Hanım boğuk hırıltılar çıkarıyordu. Yüzü mosmor olmuştu.

Boğazındaki sert baskı, nefessizlik ve de dehşetin birleşimi bu yaşlı kadını


perişan etmişti.

“Đşte o hayati soru,” diye devam etti Tahir. “Ya gözlerinize veda
edecek ama yaşamaya devam edeceksiniz, ya da yaşamınıza veda edecek

ve sağlam gözlerle ölüp gideceksiniz. Ne dersiniz? Hangisini seçeceksiniz?”


Uzun bir sessizlik oldu. Yüzünün morluğu iyice artan, gözleri
kanlanan, epilepsi nöbeti geçirir gibi titreyen kadın kollarını deli gibi
sallıyor, çırpınıyordu.

Tahir kavrayışını gevşetti ve hemen sonra elini tamamen geri çekti.


Bıçağı yukarı kaldırıp sordu: “Evet, cevabınız?”

Kadın cevap vermeden önce derin derin nefes aldı. Kendine


gelmeye çalışıyordu ama bunun mümkün olmayacağının da farkındaydı.
Konuşabilecek kadar toparlandığında, gözlerinden süzülen birkaç damla
yaşın eşliğinde, “Gözlerime dokunma,” diye fısıldadı.

Tahir güldü ve, “Karar verildi,” dedi yarışma sonucunu bildirir gibi.
“Öyleyse Şükran Hanım, oyun sizin için bitti!”

Bir panter gibi ileri atıldı. Sağ eline geçirdiği bıçağı Şükran Hanım’ın
kalbine sapladı ve bir elini de sessiz durması için ağzına bastırdı. Ve

yüzünde o buz gibi gülümsemeyle, bıçağı bütün gücüyle ittirip çevirerek


kadının kalbini ve çevresinde bulunan her organını paramparça etti.
Şükran Hanım değil ses çıkarmak, ağzını bile açamadan öldü. Ama
Tahir Yıldız’ın durmaya niyeti yoktu. Bıçağı rastgele saplamaya, eline
bulaşan kana aldırmadan cesedi kahvaltı bıçağıyla kesip biçmeye devam
ediyordu.
Odadan çıkarken yüzü gözü kan içindeydi. Ama temizlenmeye niyeti

yoktu çünkü bunu yapsa bile çok geçmeden her tarafı yeniden kana
bulanacaktı.

“Đlk etap bitti,” diye mırıldanıyordu kapıyı ardından kapatırken.


“Şimdi sıra ikincisinde! Oyun devam ediyor. Hazırsanız başlayalım!”
09.40

Huzurevi bakıcısı Derya Derin mutfak alışverişinden huzurlu döndü.

Markette bugünün halk günü olması sayesinde ucuz bir alışveriş yapmıştı.
Üstelik kış mevsimine göre hava fazlasıyla sıcaktı. Ortalık sessiz sakindi.
Güzel bir gün olacağa benziyordu.

Đçi huzurla doluydu, keyfini hiçbir şeyin bozmayacağından emindi.

Ama gözden kaçırdığı bir şey vardı: Hiçbir şeyden emin


olunamayacağı gerçeğiydi bu. Berbat bir gün tek bir haberle veya tek bir
olayla muhteşem bir güne dönüşebilirdi. Tam tersi için de geçerliydi bu.
Muhteşem bir gün, kolayca berbat bir gün haline gelebilirdi…
Bunu anlamasını sağlayan, odalardan birine girmesi ve orada soyadı

gibi derin bir dehşetle karşılaşması oldu. Avazı çıktığı kadar attığı çığlığı,
tüm huzurevinde hatta tüm sokakta yankılandı.

O gün tanık olduklarından sonra Derya Derin asla eskisi gibi

olamadı. Bir hafta sonra dehşet dolu kâbuslardan kurtulmuştu ama


huzurevinde gördüklerinin -hepsi de tanıdığı insanların kanlar içindeki

paramparça cesetlerinin ve kan dondurucu bir biçimde kör edilen


diğerlerinin- anısı ve izleri aklından hiçbir zaman silinmedi.

28 Kasım 2008 Tarihli Bir Gazete Haberi

27 Kasım 2008 tarihinde, Đstanbul-Emirgan’daki Işık Huzurevi’nde

tüyler ürpertici bir katliam yaşandı. Huzurevi sakinlerinden biri olan T.Y.
(69), bakıcı D.D.’nin (48) kendisine getirdiği kahvaltı tepsisindeki bıçağı
kullanarak, huzurevinde kalan diğer on iki kişiden on tanesini öldürdü,
ikisinin ise canlı canlı gözlerini çıkardı. Hapishaneye götürülürken halkın

büyük nefretini üzerine çeken T.Y., linç edilmekten zorlukla kurtarıldı ve


gerektiği gibi Bakırköy cezaevinin bir hücresine kapatıldı. Polisler T.Y.’nin

hiçbir şey hatırlamadığını, aklında kalan son şeyin 26 Kasım gecesi yatağa
girişi olduğunu ısrarla tekrar ettiğini ve akli dengesinin yerinde olup
olmadığının araştırılacağını belirttiler.

Tamamı BUZUL DÜNYA’da!


buzuldunya.blogspot.com
YAZARLAR
Gökcan Şahin 3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi

Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve


Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal
bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi
duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve
yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve
Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da en yakın
zamanda yazıp yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor.
Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte yedi bölümden oluşan ve iki ayda
bir Buzul Dünya adlı sanal
yayınevi üzerinden yayınlanan
SIFIR serisini yazıyor.

Ozancan Demirışık
12 Mart 1993 tarihinde doğdu
ve kendini bildi bileli yazıyor.
Đnternet üzerinde üç ayda bir
yayınlanan Xasiork Dergi’nin ve kulüp bünyesinde yayınlanan e-kitapların
editörlüğünü üstlendi. Önceleri ‘Genç Haberler’ internet sitesi ile ‘Beyaz Kapı’ adlı e-
derginin de editörüydü. Karalama adlı öykü dergisinde ‘Seyirci’, Yüxexes Karakalem
dergisinin ikinci sayısında ‘Kuşatma’ isimli öyküleri yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1.
Fantastik Hikâye Yarışması’nda birincilik ödülü aldı ve Xasiork 2006 Roman
Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık görüldü. Şu sıralar roman çalışmalarının
yanı sıra, SIFIR dizisinin yazarlığını Gökcan Şahin'le beraber üstleniyor. Geleceğe dair
planlarının vazgeçilmez adımı “yazmak, yazmak ve yazmak”tır.

You might also like