Professional Documents
Culture Documents
0.Giriş:
Her şiir şairini yansıtır.
Adnan Benk, etki altında kalmak ile çalmak arasında özenle ayrım yapıyor ve
yargısını kalem kırarcasına “çalmak” diye seslendiriyor. Hükmü kesin. Adnan
hocayı bilen bilir. Sevecenliğini de, hoş görüsünü de, doğrucu Davutluğunu da.
Söz konusu iki fiilden biri edim, öbürü eylem. ‘Etkisinde kalmak’ ediminden;
yaptıklarıyla, söyledikleriyle birinin, birilerinin gölgesinde kalmayı, tam olarak
kendi olamamayı, kendi olarak ortaya çıkamamayı; ‘çalmak’ eyleminden ise,
hiçbir emek harcamadan başkasının olanı edinmeyi, kendisine mal etmeyi,
kendisinin olduğunu ilan etmeyi anlıyorum.
İ. Berk’in usa, mantığa, anlama karşı çıkışları dikkate alınırsa bir dalganın
etkisinde olduğu açıktır. Zaten kendisi de yazma tarzındaki büyük etkilenmeyi
kabul eder:
“etkiden hiç korkmadım, dahası, bıraktım kendimi: Oltaya takılanlara baktım,
işime gelenleri aldım, geri kalanını attım. Bir gün Walt Whitman'la onun
şiirleriyle karşılaştığımda, onları ben yazmışım gözüyle baktım. Onu benim
tarlama girmiş buldum”(3).
İ. Berk son alıntıda yalnızca Walt Withman’ı anıyor ama onun şiirinde, daha
önceki alıntıda saydığı kişiler ve bunların dışında Baudelaire, Paul Valéry,
Verlaine, Jules Renard, Francis Ponge vd de vardır. Belki bu toplama Régine
Delambet de eklenebilir. Ahmet Oktay, Pablo Neruda’nın da eklenebileceğini
söylüyor. Türk şairlerinden neler aldığı incelenebilir. Yani İ.Berk’in
alacaklılarıyla başı dertte. Bu apayrı bir araştırma konusu olabilir. Ama ilginç
olan, aldığını o, öyle benimsiyor ki, aldığının kendisine ait olduğunu ileri
sürebiliyor. Şiir alanını tümüyle sahipleniyor, ve kendisinden başka sahip
tanımıyor. Böylece ben dışını siliyor. Şiirle ilgili ne varsa sahiplenme
patolojiktir. Kendi cinsinden başkayı görmezden gelme; kıskanç, mülkiyetçi,
megaloman bir beni işaret eder. Ama bu noktada şu da söylenebilir: sanatçı, şair;
megaloman olmak zorundadır.
2. Kuram ve kuramsallık:
Kuram, bir alanın içinden bir sınıf, bir küme, empirik gözleme dayalı oluşturucu
ögeler bütünüyle ilgili bir gerçekliğin ifadesidir. Poetika söz konusu olduğunda
poetik (şiirle ilgili) alanlar için ayrı ayrı kuramlar olabileceği gibi genel olarak
şiirsel kuramlardan da söz edilebilir. Tersinden bakarsak poetika kuramlar
bütünü, çeşitliliğidir. Yani poetika dilbilimsel alanların kuramlarını ve şiirsel
biçim, uyak, ritim, ölçü vb ile ilgili kuramları içerebilir.
Aşağıda onun kuramsalı temel nitelikler ve/ya kimi izlekler çerçevesinde ele
alınacaktır.
3. Ad(landırma):
İlhan Berk, bir söz oyuncusu, dil canbazı, sözcüklere duyarlılığını artırmış
biridir. Onun için her şey dildir, her şey sözcüktür, her şey adlandırmadır.
Adlandır(ıl)ma, varlık olmanın olmazsa olmazıdır. Bu temel konusunu,
takınağını kitabının adı olarak da kullanmıştır: “adlandırılmayan yoktur”.
Doğrusu bu ifade; göreliliği, insan bencilliğini dile getiren; sadece dilsel
iletişim söz konusu olduğunda geçerli olabilecek bir yargıdır. Ancak ‘genel
olarak insan’ın umurunda olmayan doğru, hele gözü şiirden başka bir şey
görmeyen İlhan Berk’in hiç umurunda değildir. O da bilir adı olmayanın var
olduğunu. “Gerimizde uslu tarih uslu coğrafya adlarını bilmediğimiz ağaçlar”
diyen şair elbette bilir adını bilmediği ağaçların da ‘var’olduğunu. Her ne kadar
“Her şeydir ad, adlandırılmayanı bilmez insan” dese de, insanın
adlandırılmayanı bildiğinin farkındadır. Farkında mıydı gerçekten? Bundan
emin değilim. Birden kendisine hoş gelen bir yargının, adlandırmanın,
kendisine poetik, estetik, farklı gelenin buyruğuna giriverir o. Ona o an doğru
ve şiirsel görünene tutulur, daha doğrusu kendisine güzel, dişi, yaşamsal
görünen her şeye tutulur İlhan Berk. Anı yaşar o. Değişken anı.
Estetikleştirdiği, poetikleştirdiği anı. Poetik, estetik algısına seslenen olarak
gördüğünü, yakaladığını sever. O şiirsel bulduğu her ne ise onu parlatır,
durmadan evirip çevirip bakar. Şeyleştirir. Kutsallaştırır.
Büyü olayında olduğu gibi ad, onun şiirinde ilettiği nesnenin yerini alır. Hem
sevilene iletir hem de şeyleşerek kendi başına bağımsız, sevgili bir varlık olur.
Bir hipnoz nesnesidir ad. Teolojide adlandırma Tanrıya aittir. Ve buna bağlı
olarak ancak Tanrıya çok yakın olanlar bir şeye ad verebilir. Eski kültürlerde
adlandırma herkesin harcı değildir. İ.Berk de adlandırma ile bilgeleşir, bir
anlamda tanrısallaşır:
“'Adlarla doldurdum sessizliği'. Şeyleri kokladım. Gökyüzünün, ağaçların
çocukluğunu bilirim”(6).
Onun için adlandırma, dolayısıyla sözcükler varolma bakımından olmazsa
olmazdır.
“Sözcükleri kaldırın, dünya durur!”(7), der. Ancak İ. Berk kavramsalda ayni
noktada duramaz. Hemen en uç kutba geçebilir, tersini söyleyebilir, der ki:
“Adlandırmak ölümdür, öldürmektir” :
Bu sözün kaynağını «şairin toprağı» adlı kitabında işaret eder gibidir. Gibidir,
zira çevrilmemiş Fransızca bir ifade ile geçiştirir. Mallarmé’den yaptığı alıntının
çevirisi şöyledir:
“Bir nesneyi adlandırmak, onu yavaş yavaş bulgulama mutluluğu olan, şiir
zevkinin dörtte üçünü yok etmek demektir. Onu telkin etmek, işte düş”(8).
İlhan Berk, Adnan Benk’i haklı çıkaracak ölçüde kendine yakın gelen doğruyu
hemen benimser ve fırsat buldukça farklı ifadeler içinde yineler :
“Adlandırınca, her şey sıkıcı oldu. Sessizlik bozuldu. Büyük sessizlik (..) Adını
bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını
bilmiyordu hiçbiri. /Ne güzel./ Adlandırmak ölümdür!”(9).
"Bir şaire nesneler yeter. Onları anlamaya çalışmak her şair gibi benim de
işimdir.(..) Adlandırmakla yetinmişiz onları (Adlandırmak ise ölümdür)"(10).
«Her şeyi yazmam gereklidir, her şeyi ihtiyarlatıp bırakmak istiyorum. Yani
adlandırıp bırakmak istiyorum. Ama nasıl bırakmak istiyorum? Genç değil,
öldürerek bırakmak istiyorum. Bu da bir gerçek. Ve çok insafsız. (..) Hiç
insancıl değilim. Yazmanın dışında bir insancıllığı zaten anlamıyorum"(11).
Adlandırma ölüm olunca adsızlık da yaşam olur, hem de özgürce bir yaşam.
Yitirilmiş cennet olur adsızlık :
Altı çizilmesi gereken İ. Berk’in bir uç yargıdan zıt öteki uca geçişi değil
yalnızca, her iki uca konuşlanırken de başkalarından destek alması. Böyle
bakıldığında kullandığı yargı noktasında güdümlü, kendisi olamayan bir varlık
olarak belirir karşımızda.
4. Anlam ve anlamsızlık:
Şiiri ses ve anlam olarak ayıran Jean Cohen’e göre üç tip şiir vardır: sesel şiir,
anlamsal şiir ve hem sesel hem de anlamsal şiir. Jean Cohen, “Şiir Dilinin
Yapısı“ adlı çalışmasında geleneksel öne çıkmış fransız şiirinin, sesi ve anlamı
her zaman birlikte kullanmış olduğunu gösterir. Şiirsel olanın anlamla ilişkisini
ortaya koyarken “anlamın biçimi“ kavramını öne çıkarır. Kendi kitabında
Valéry’den yaptığı bir alıntıda geçer bu terim. Valéry, Mallarmé’den söz
ederken şöyle der: “onun; şiirin, aslında düzyazıdan sesel biçim ve müzikle
ayrılması gerekirken, anlamın biçimiyle de ayrılmasını istediği söylenebilir“.
Demek ki bu terim, Paul Valéry’ye bağlanabilir. J. Cohen bu kavramı
anlatabilmek için ayni anlama geldiğini düşündüğü üç nitelemeden yararlanır.
1. cheveux blonds saç (çoğul) +sarı (çoğul) à sarı saçlar : düzyazı biçim
2. blonds cheveux sarı (çoğul) + saç (çoğul) à sarı saçlar : şiirsel biçim 1
3. cheveux d’or saç (çoğul) +dan + altın à altın saçlar: şiirsel biçim 2
“şiirin bütün gelişimi, sonunda anlam sorununa gelip durmuştur. (..) Şiirin
gelişimi sonucu ortaya çıkan bu anlam değişikliğine ben: Anlamsızlığın anlamı
diyorum. (..) Bunu üç yönde tanımlayabiliriz: Yöntemli delilik ya da
mantıksızlığın mantığı, kapalı şiir, Hiçten doğan şiir“(15).
İ. Berk ayni şeyleri fırsat buldukça evirip çevirip yineler, kimi konular
takınaklaşmıştır onda:
“Her şeyde anlam aramak sayrılığımız var. (..) Dünya vardır. Bundan daha
büyük anlam olur mu? (..) Dünyanın kendini aşan bir anlamı yoktur çünkü. Şiir
dünyayı değiştirerek ona bir anlam kazandırır. Bunun dışında dünyanın bir
anlamı varsa 'anlam taşımama' anlamıdır bu. Şairin usla ilgisi dolaylıdır.
Uzaktan bakar ona. (..) Usla ilgisi olmadığı gibi, mantıkla da (..) ilişiği yoktur“
(16).
Oysa, şairin anlamla, usla, mantıkla ilgisini kesen anlayış, 90’lı yılların ne türk
şiirini ne dünya şiirini ne de anlambilim konusundaki gelişmeleri
yansıtmaktadır. Bu bakış olsa olsa onun şiire bakışsız bakışını yansıtır, zira bu,
geçerliliği tarih içinde kalmış bakış(lar)ın yinelenmesidir. Ancak ayni noktada
kalabilen, ben akıl dışıyım, mantık dışıyım, saçmalıktan yanayım diyen biri
karşısında da değiliz. O tam karşı kutba yerleşmekte hiç bir sakınca görmez.
Örneğin şu ifadeler de onundur:
Böylece Adnan Benk’in 50’li yıllarda verdiği şu yargı yalnızca o zamanlar için
değil onun tüm yaşamı boyunca geçerli olur:
“Berk’in dünyasında herhangi bir düzen, bir “söz” ya da belli bir düzene karşı
gelmenin belirtilerini boşuna ararsınız. Bizi de, kendini de “oyalıyor”,
kelimeler arasında çalkalıyor, herkesten önce kendisini yamrulaştırdığını da
sezemiyor. (..) Sanatta en zor şey saçmalamaktır. Saçmalamaya özenenlerin
çoğu, beylik düşünce düzenlerine yuvarlanıverirler” (23).
O, söz konusu bakış değişimlerini zaman içinde bir gelişme, farklılaşma olarak
da gerçekleştirmez. Ve saçmalamaları sürer, kuramsal gibi ifadelerinde:
“Nesneler böyledir, herkese görünmez. Gizliliği sever. Şairler gibi de beyaz bir
dille konuşurlar. Us bunu kavrayamaz. Ama görünmeyen de yoktur. nesneler
bunu bilmez. Niçin bilsin? Hem bilmek nesnelerin işi değildir” (28).
5. Biçem:
İlhan Berk’e göre biçem şairde yıkımdır(29). Ona göre başlangıçta bir biçem
adamı olan şair, biçemle tanıştıktan sonra ondan hızla uzaklaşır. Biçem
konusundaki bu aforizmatik görüşlerinin temelinde “şairin biçemi olmaz”
diyen Octavio Paz vardır. Yani bu da benimsediği, başkasından aldığı bir bakış
açısıdır, kendine özgü bir değerlendirme değildir. Umarım Koçak, bu tür
slogansı, aforizmatik kullanımları kuram, kuramsallık olarak
değerlendirmiyordur. Doğrusu onun, bu tür kullanımlarında kaynak belirtmesi
kaynağını bir destek, kanıt olarak almasının yanı sıra bu ifadeleri şiirinde
dekoratif bir öge olarak da kullandığı söylenebilir. Bu nokta çok önemli
ayrımların kavşağıdır.
“Düşünce adamı olmak. /Hiç mi hiç düşünmedim bunu. Bana imgeler yeter mi
dedim? /Düşünce adamı olmak, onunla görünmek hep sıkıcı gelmiştir
bana”(30).
Düşünce adamı olmak, zorunlu olarak sorun çözmeyi, göreli olarak yeniliği
(orijinalliği) içerir. Eğer bir poetika peşinde olmak istiyorsanız, aforizmalar
üretiyor görünüyorsanız, düşünsellikten kopuk değilsinizdir. Bu nokta
varolandan farklı düşünebilme ve düşünme ayrımına getirir bizi. Zaten o da
Eğer pek az düşünceniz varsa, kendinize özgü bir açık (explicit) bir poetikanız
yoktur demektir. Şiiriniz üzerine üst metinsel bir poetika üretme noktasında
değilsinizdir. Bu konuda ‘düşüncesiz’siniz, ‘fikirsiz’siniz demektir.
“Sözcüklerle yazılır şiir. Bu şu demektir: Daha ilk başta şiirin ana gerecinin
sözcük olduğudur. (..) Şiirin alanı düşünceler değildir. (..) Düşüncelerden
hareket etmez şiir. Dahası, Octavia paz'a göre, şairin düşüncesi yoktur“(32).
6. Şeyleştirme:
a) Poetik adına şeyleştirilen tanrı kavramı:
“kuşların doğum gününde olacağım” kitabı “kün” sözcüğüyle açılır. (Bu)
kitabın besmelesidir “kün”. Hem de tek bir sayfanın tek bir sözcüğüdür. Yani
bomboş sayfanın (I) sayısıyla birlikte tek varlığıdır. (Bir) sayısı kitap içinde ilk
kitabın diğer metinleriyle, sıralama bakımından ilintilidir. Ancak ayni zamanda,
“kün” tanrısal sözcüğüyle, “tek tanrı” kavramıyla da ilintilendirilebilir.
(Tanrı kendinden söz ettirmeyi zorlar, sever de bunu.) hem 1’i usla
kanıtlayamayız, çürütemeyiz. (1 kendisinin Thales soyundan geldiğini söyler;
Thales gibi de suyla uyur suyla uyanır)(33).
“Kün”, islam inancına göre evrenin oluşumunun tanrısal söz olarak
başlatıcısıdır, nedenidir. Oluşun kilididir. Ne var ki bu kitapta, (bir) sayısıyla
birlikte şiirleşmiş, şiirsel bir bütün kılınmıştır “kün”. Ve bu kez “kün”
sözcüğünü ifade eden Tanrı değil, şairdir. Şiir kitabının yaratıcı sözcüğüdür,
şiiridir. Evren boşluğu ile sayfa boşluğu ve Tanrı ile şair arasında bağ
kurulmuştur. Şair, ‘ben= Tanrı’ya ermiştir. Ancak İlhan Berk’in, bu
‘ermiş’liğinin dinsel ermişlikle ilgisi olmadığı gibi, üretiminin gizemcilikten de
tanrısallık savından da uzak olduğunu söylemek bile fazladır. Onun Tanrı
karşısındaki tutumu sıradan bir insan tavrından farksızdır. Üzerine konuşurken
felsefi terimden, alıntılardan yararlansa da, yargısallar üretmiş olsa da onun
için şeylerden biridir Tanrı kavramı. Her şey onun şiirine işleyen ögelerdir.
Anlamsal derinliği yoktur. “Tanrı mı?/Varolup da varolmayan varlık” (34), der
bir yargısında. Bu yargısal ilk bakışta sanki varlık felsefesine açılıyor gibi
durur ama dikkatlice yaklaştığımızda “varolmayan”ın görülmeyen,
görünmeyen anlamında olduğunu anlıyoruz. Bu da varlık felsefesiyle değil de
dış gerçeklik algısına ait bir yaklaşımdır. Amiyane bilgidir. Elbette onun
gözlemciliği sıradanı yine de aşar: (Tanrı. /Büyük yabancı. /Başka hiçbir
sözcük bu denli hem yakın, hem de uzak olamaz. /Tanrı üstüne hiçbir şey
bilmiyoruz aslında: Biliyormuşuz gibi davranıyoruz. / Varolmayışı ise bizi
ilgilendirmiyor)(35). Bu ifade ile sanki dinlerin Tanrı konusunda ilettiği bilgiyi
sıfırlamaktadır. Dolayısıyla da dindışı bir yaklaşıma yakın durmaktadır. Ama
tam da öyle olmadığını şu durumsaldan anlıyoruz: (Kur’an, Tanrı’yı
anlatırken ‘diridir’ der. /Bu bana korku veriyor)(36). O ayni zamanda Tanrının
varolmadığını ileri süren anlayışa da sırtını çevirmektedir. Tanrı kavramı ona
bir sis perdesinin arkasından varlığını duyurmaktadır. (Tanrı, büyülü sözcük!
Bunun tadını çıkarmalı)(37), diyerek sözcüğü Bachelard’vari bir keyifle
öznenin büyülenme zevki, benim, özellikle onda, şiirselin zevki diyeceğim
şeyin bir aracı haline getirir.
Bu, doğanın Tanrı oluşu, ve/ya giderek her şeyin Tanrı olduğu çıkarımına
uygun bir ifade.
Bu soru ifadesinde, tüm düşünürlerin ölümden söz etmiş olmaları gerçeği değil
yalnızca iletilen. Ölüm konusunda düşünürlerin bile aciz kaldıklarını ifade
eden, ölüm karşısında yapılacak bir şey olmadığı gerçeğini farklı biçimde
söylemiş olmanın keyfini çıkaran, bilgiç, alaycı bir “ben”in bizi yanıtsız
bırakma ya da olumsuz yanıta zorlama durumu dikkate alınmalı.
Sayıları; öznel, kendince anlamlandırırken ‘dört’ sayısı ile ilgili söylenmiş şey,
ne anlamlıdır ne de mantıklı. Ama hoş bir söz etkisi yapar. Bu bir sayının aykırı
biçimde yorumlanmasından kaynaklanır. Bu hoş etki, poetik değer,
alabildiğine soyut sayılardan canlıyla, insanla ilgili somuta geçişteki karşıtlıkta
ve bu soyutun olumsuzlanması gülüncünden kaynaklanır. Burada ölüm, düzen
tellallığı ve dört sayısının yan yana dizilişi anlamsızlığın ta kendisidir. Bu rast
gelelikten bir anlam çıkarılır mı çıkarılır, istenirse. Ama İ. Berk, bunların
çağrışımsallıklarına uzanarak genişleme, bizi bir yerlerden yakalama
çabasındadır. Çok genel ölüm kavramını ve yine insan için, toplumsal olmanın
zorunluluğu olan genel bir kavramı yan yana getirir. Bu iki kavram ifadede
olumsuz nitelikleriyle yan yana gelir ve bu olumsuzluğun dört sayısına
yüklenmesi düzen karşıtı tellallığa dönüşür. Dört sayısı, sayı
değerlendirmelerinde mutlağı, tamlığı, mükemmelliği simgeler. Mana, mani,
haç, dört dörtlük kavramlarında, insan belleğine yıkılmaz biçimde yerleşmiş
bir anlamlandırma, ters çevrilmiştir. İ.Berk bunu düşünmüş müdür,
sanmıyorum. Onun sorunu soyut anlamsız, çağrışımlara yol açan, bir ölçüde de
gülünç, oyuna dayalı bir ifade üretmiş olmaktır. Rastlantısallık onun
poetikasının önemli bir ögesidir.
Bir nilüfer yaprağı /yüzüyor /suyun yüzünde //Ölüm hiçbir şeye benzemiyor
(59).
Kuşla dolu /damı /göğün //Gene bu ölüm sözü(60).
Can çekişen bir orfoza; ellerine, tırnaklarına, kendi ölümüne bakar gibi bakar,
yavaş yavaş okşar “yüzünü, köprücük kemiklerini, anüsünü, derisini”. Ölümü
gözler, ölümle sevişir gibidir, ayni zamanda ölümün neliğini arar gibidir:
“Anladım ölüm kalan bir şeydi bakınca ellerime”(64).
Ölümün; yaşamı, cinselliği içerdiğini ve varolanın yokluğu demek olduğunu
somutlar. Ölümü resmeder, hissettirir. Ölüm, şeyleşmiştir artık. Hem şiirin
poetik nesnesidir, hem de zihnimizde uyanan artık somut hissedilendir. Ölümü
hissetmiş, hissettirmiş biri olarak Odyssseia’nın Penelopeia’ya çağrısını kayıt
düşer:
“ama, gel yatağa gidelim, vakit varken”(65).
“Ölümü kimse bilmiyor”(66).
Din dışı bakışla “sonsuzluk yoktur“ diyebilen şair, teolojik bakışlara da pek
uzak değildir. Yazgı kavramı kendini hissettirir onun şiirinde:
7. Bitirmeden:
İlhan Berk, türk şiirinin aristokratıdır. Hem her olup bitenden haberdar gibi
hem de mesafeli. Elinden geldiğince şiirle ilgili olana hep alarmda biri. Onun
şiiri, şiiri bilen birinin malzeme edinim telaşıdır. İşine yarayacak olanı nerde
bulursa alır. Şiirine dahil eder. Çok önemli bir ayrımı belirtmekte yarar var: o
çalar ama çaldıklarını yuvasında biriktiren hırsız karga değildir. Şiirlerden
olsun düzyazılardan olsun, kendisine şiirsel bir tat verebileceğini düşündüğü
malzemeyi, alır işleyerek şiirselleştirmeye çalışır.
İlhan Berk, kıpır kıpır, yerinde duramayan küçük bir çocuk gibidir, hiçbir şeyle
sürekli oyalanamamış, şiir, güzellik ve aşk dışında hiçbir şeye, hiçbir kimseye
bağlanamamış şiirsel söz üreticisidir. Şiir, güzellik ve aşk konusunda her türlü
etkilenmeye açık olmuştur. “Ozan da bağlıdır, ama bağları şiiri için kırmalı
derim”(69). Ancak onun bu bağları şiiri adına (giderek kendi ruhsalı adına)
fazla ‘kırık’tır. O etkilenmekten de, almaktan da çekinmemiştir. Yeryüzünde
tutunabilmek, var olabilmek, kendini gösterebilmek için doyumsuz bir aşk ve
şiir üreticisi ve tüketicisi olmuştur.
Notlar, kaynaklar:
(1) Adnan Benk; Eleştiri Yazıları; Doğan Kitap; 2000; s: 574-575
(2) İlhan Berk; şairin toprağı; Simavi yayınları; İstanbul; 1992; s: 118-119
(3) şt; s: 65
(4) Orhan Koçak; Kalmak İmkansız; Defter; sayı 19; 1992; s: 158
(5) Orhan Koçak; Kalmak İmkansız; Defter; sayı 19; 1992; sayı 19 s: 159
(6) İlhan Berk; dün dağlarda dolaştım evde yoktum; s: 29 (7) dddey, s: 61
(8) şt; s: 64
(9) dddey; s: 41
(10) İlhan Berk; kanatlı at; YKY; İst.; 1994; s: 170
(11) Milliyet Gazetesi 10 Haziran 1995
(12) dddey; s: 59
(13) İlhan Berk; taşbaskısı; Yapıt yayınları; 1975; s: 3
(14) aktaran: Özdemir İnce; Şiir ve Gerçeklik; s: 11-12
(15) şt; s: 120 (16) ka; Aralık ; 1994; s: 172-3 (17) şk; s: 306 (18) şk; s: 93
(19) ay; s: 8 (20) ay; s: 21 (21) ay; s: 104 (22) poetika; s: 57
(23) A. Benk; s: 533- 534
(24) şk; 2002; s: 225 (25) İlhan Berk; logos; YKY; 1996; s: 37 (26) dddey; s: 79
(27) İlhan Berk; logos; s: 53) (28)(dddey; s: 65)
(29) İlhan Berk; poetika /logos; Şiirin Doğası Üzerine; Dünya kitapları; 2005;
İstanbul; s: 106
(30) İlhan Berk; adlandırılmayan yoktur; YKY; 2006; s: 60
(31) İlhan Berk; kuşların doğum gününde olacağım; YKY; 1999; s: 30
(32) şt; s: 132
(33) İlhan Berk; şeyler kitabı; YKT; 2002; s: 258
(34) ay; s: 11 (35) ay; s: 41 (36) ay; s: 101 (37) ay; s: 53 (38) ay; s: 75
(39) ay; s: 91 (40) ay; s: 53 (41) şk; s: 233 (42) ay; s: 23 (43) şk; s: 276
(44) şk; s: 180 (45) dddey; s: 65 (46) ay; s: 90 (47) şk; s: 263
(48) İlhan Berk; atlas; Adam yayınları; 1987 Etin çağrısı; s: 170
(49) şk; s: 191
(50) Ölüm büyük; avluya düşen gölge
(51) ay; s: 31 (52) ay; s: 85 (53) Kayalar III; avluya düşen gölge
(54) kdgo; s: 106 (55) ay; s: 64 (56) Çıt; avluya düşen gölge (57) ka, s: 168
(58) Logos; s: 40
(59) İlhan Berk; avluya düşen gölge (60) Kuşlar; avluya düşen gölge
(61) Gök kof; avluya düşen gölge (62) ay; s: 32 (63) kdgo; s: 105 (64) Su; Atlas;
s: 180 (65) Atlas; s: 176 (66) ay; s: 82 (67) ay; s: 38 (68) ay; s: 35
(69) el yazılarına vuruyor güneş
(70) “İki Nehir Arası Ülke”den, “Atlas” içinde