Professional Documents
Culture Documents
Diyen ve bir Türk mutasavvıfı olan Mevlana Celaleddin-i Rumi yi bir nebze olsun
tanıyabilmek ,düşüncelerini anlayabilmek için öncelikle onun yaşamış olduğu zaman
dilimini, bu zaman içinde yaşadığı hayatı, hayatındaki safhaları bu safhalarda verip
aldıklarını, kısaca gözden geçirmenin uygun olacağı inancındayım.
Doğum tarihi bir miktar tartışmalı ise de genellikle kabul edilen; 1207 tarihinde
HORASAN'ın BELH şehrinde doğmuş olduğunu söyleyebiliriz.
İşte böyle bir dünyaya 1207 tarihinde gözlerini açan Mevlananın Babası Sultan ül
ulema namıyla anılan Bahaeddin Veled bin Hüseyin Bin Hatibi, Annesi ise, BELH
Emiri Sultan Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Hz. Mevlana anne ve babası
tarafından devrinin ve bulunduğu yerin seçkin ve kültürlü bir ailesine mensuptur.
Bahaeddin Veled kimine göre Moğol istilasından, kimine göre ise kayınpederinin
Harzem Şahı ile arasının açılmasından dolayı ailesi ve müritleri ile beraber Belh
şehrinden göçe karar verir ve önce Bağdat'a gelirler.
Bahaeddin Veled Bağdat dan hac görevini ifa için ayrılır, daha sonra Şam, Halep ve
Erzincan'a uğrayarak Akşehir üzerinden Larende'ye bugünkü ismi ile Karaman'a gelir
ve yerleşir. Bütün bu yol boyunca babası ile beraber olan Mevlana, hem geçtikleri
yerlerden hem de babasının yakın çevresinde bulunan kişilerden etkilenmiş görgü ve
bilgisini arttırmıştır. Bu arada evlenme çağına gelen Mevlana Karaman da Belh
şehrinden beri beraber oldukları Şemseddin Lala Semerkandi'nin kızı Gevher Hatun
ile evlenmiş, bu evlilikten iki erkek çocuğu Sultan Veled ile Alaaddin Mehmet
dünyaya gelmiştir. Devrin hükümdarı Alaaddin Keykubat'ın ısrarlı davetini sonunda
kabul eden Sultan-ül Ulema , Mevlana, eşi ve çocukları dahil olmak üzere ailesi ile
beraber yedi yıl kaldığı Karaman'dan ayrılır ve Konya'ya yerleşir. Konya'da babasının
etrafında büyük bir ilim muhiti bulan Celaleddin-i Rumi asrın alimleri ile beraber
olmanın mutluluğu içinde onlardan çok şey öğrenmeye çalışmış, babasının 1231
yılında ölümü üzerine onun yolundan yürümeğe başlamıştır.
Ancak 1244 yılında günlerden bir gün Konya'ya gezgin bir derviş gelir ve Şekerciler
hanına yerleşir. Bu derviş Tebrizli Şems adıyla tanınan Şemseddin Muhammed
Tebrizidir.
İster iplikçi camiinin önünde olsun; isterse Şekerciler hanındaki peykede bu iki veli
bir vesile ile karşılaşırlar.
Şems-i Tebrizi bir sual sorar, Mevlana cevaplar; Bu cevabı takiben kucaklaşan bu iki
insan altı ay kadar sürecek bir dost sohbetine çekilirler.
İşte bundan sonra Hz. Mevlananın daha önceki düzenli yaşantısı tamamen değişir.
Artık medresede ders vermiyor. Camide Vaaz etmiyor. Müritleri ile ilgilenmiyordur.
Tek ilgi noktası Şems'dir.
Abdülbaki Gölpınarlı ise buluşma ve sonrasını şöyle anlatır. "Mevlana Şems ile
buluştuğu zaman adeta yıkanmış, arınmış suyu, zeytinyağı konmuş, fitili bükülüp
yerleştirilmiş ve yeri neresi ise oraya asılmış bir kandildi. Yanarsa bütün dünyayı
aydınlatacak ne ışığı azalacak, ne yağı tükenecek, nuru günden, güne parlayacak,
ıssılığı andan, ana artacaktı. Fakat bir kibrit, bir alev, bir şule lazımdı kandili
yakmağa. Ve işte Şems bu görevi yapmıştır. Ama o kandil yanınca kendisi de bir
pervane kesilmiş varlığından geçip gitmişti."
Bu hoşnutsuzluk nedeni ile Şems-i Tebrizi 1246'da Konya'dan ayrılır. Bu ayrılık Hz.
Mevlana'yı, içine kapalı kimse ile görüşmez bir kişi yapar.
Bir süre sonra Şems'in Şam'da olduğunu öğrenir. Oğlunu Şam'a gönderir. Oğlu
Şems-i yeniden Konya'ya dönmeye razı eder. Dönüşü müteakip Hz. Mevlana eski
coşkulu yapısına kavuşur. Ancak halkın hoşnutsuzluğu yeniden şehri sarar. Bu sefer
hoşnutsuzlar arasına Mevlana'nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi de katılmıştır.
Hz. Mevlana Şems-i tamamen kaybettiğini anlayınca eskisi gibi derslerine döner.
Artık Şems-i kendi mevcudiyetinde aramaktadır.
Bir gün kuyumcular çarşısından geçerken bir dükkanın içerisinden gelen ritmik bir
ses onu dükkanın önünde durdurur. Bu ritme uyarak sema etmeye başlar. Dükkan
Selahaddini Zerkubinin dükkanıdır. İçeride çırak altın varak dövmektedir. Zerbuki
çırağına devam etmesini, ritmi bozmamasını tembihler dükkanın önüne çıkar. Ve
semaya katılır.
Hz. Mevlana bu sefer, onda Şems-i bulmuştur. Böylece başlayan sohbet dostluğu
Zerkubi'nin ölümüne kadar 10 yıl devam eder bu arada oğlu ile Zerkubi'nin kızını
evlendirir.
Zerkubinin ölümünden sonra halifelik makamını Urmiyeli Çelebi Hüsameddin Bin Ali
Türk'e verir.
Hüsameddin Çelebi Hz. Mevlana'nın ölümüne kadar 10 yıl süre ile onun yanında
bulunur. Bu 10 yıllık süre Mevlana'nın en verimli dönemidir. En büyük eseri olan
MESNEVİ bu dönemde Mevlana'nın söylediklerinin Hüsameddin Çelebi tarafından
kaleme alınması suretiyle tamamlanmıştır.
2. Divan-ı Kebir
Şems'in ilk kayboluşundan sonra söylediği gazel ve rubaileri kapsar 40.000 civarın
da beyiti havidir.
4. Mektubat
Devrin yöneticilerine, kadı ve müritlerine yazdığı mektuplardır. 147 civarında
mektubu ihtiva eder.
5. Mesnevi
26.000 beyiti havi 6 ciltlik en büyük eseridir.
Tasavvufta, İNSAN, varlığın gayesi ve sonudur. Her şey Tanrıdan gelir ve Tanrıya
dönecektir. İnsan aşk merdiveninden Tanrıya basamak, basamak yükselir Mevlana'ya
göre aşk yaratıcının vasıflarındandır. İnsan, neyi, kimi severse sevsin bu sevgi
aslında gerçek varlığadır. Bu sevgi insanı hırstan, benlikden kurtaracak tek yoldur.
Gerçeğe ancak bu yolla ulaşılabilir.
"Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve Barıştır." der.
Bütün yaşantısı bu bakımdan diğer sufilerin dışındadır. Mevlana ayakları yerde olan
gerçekçi bir mutasavvıftır. Dünyayı, görerek, duyarak yaşamıştır. Bütün söyledikleri
Dünya ile yeryüzü ile ilgilidir. Mevlana'da tasavvuf yaşayan bir ahlak sistemidir.
Ona göre dinlerin gayesi birdir. Ayrı olan sadece gidiş yollarıdır.
O, sadece tevekkül ile yaşanan bir hayatı da kabullenmez ve Peygamberin bir
hadisine işaret ile;
"Dedi Peygamber yüksek haykırışla,
Tevekkülle beraber, devenin dizini bağla."
Mevlana bütün sözünü insana söylemiştir. Onun için insan en yüce yaratıktır. İnsan
Allah’ın ruhundan üflediği özel olarak yarattığı ve dünya üzerindeki nimetleri
kullanımına tahsis ettiği bir varlıktır.
"Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin,
cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki, alemi, meşale ve ışık kaplamış,
çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir, (rubailer,
rubai 226)".
"Tanrı'nın adlarından biri El-Mümindir. İman eden kula da mümin denir. Mümin,
müminin aynasıdır demek, Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir.
(Eflaki 1/461)" diyen Eflakiye bakın nasıl katılıyor Mevlana: "Gözümüze bak da hakkın
cemalini gör, çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi
güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama, kanını yerlere dökerler (rubailer
1272)".
"Murat sensin. Neden oradan - buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sakın sen,
ben deme, hep sen diye söyle. Senlik, Oluk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst
görürse, Sen, O olursun, O da sen olur (rubailer, 1272)".
"Büyük alim, kainat, kudretle bir sihir yaptı da; Cismini küçücük bir suret içine
gizledi. Güneş insan şekliyle yüzünü örttü, insan şeklinde gizlendi, (Mesnevi C.1.)".
İşte Mevlana'nın böyle tasvir ettiği Tanrının en güzel yaratığı insan Kutsal kitaplara
göre kainatın yaratılmasının son gününde yani altıncı gün dünya üzerine Tanrı
tarafından gönderilmiştir.
Hava zaman zaman sıcak, zaman zamansa soğuktur. Dünya üzerinde bir çok renk
vardır Siyah ve beyaz renk en dikkat çekici iki renk olarak insanın ilgisini çekecektir.
Tanrı istese idi her şeyi tek renk yaratabileceği gibi, canlıların boylarını, renklerini,
kilolarını aynı olarak yaratır. Her şey diğerinin eşiti olurdu.
Oysa ki Kainat Tanrı tarafından zıtlıklar manzumesi olarak yaratılmıştır. Hava hep
sıcak olsa idi insan oğlu soğuk kavramını algılamayacak, hep gündüz olsa, gece tarif
edilemeyecekti.
Her canlı aynı boyda olsa idi kısa ve uzun kavramları temelsiz kalacaktı.
Dünya hep iyilikler ile dolu olsa idi kötü tarif dışı kalacak belki de o durumda, iyi de
anlamını yitirecekti.
20 inci ayetinde :
"Kendisine kötülük - hoşnutsuzluk dokununca, basar bağırır."
Demek ki insanoğlu dünyada kalıbı ve Tanrı vergisi ruhu ile beraber yaşamaktadır.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi Tanrı yarattığı her şeyde zıtlıklara yer vermiştir
İnsanoğlunun ruhu da zıtlıkları ve yukarıda söylediğimiz ve bizzat Tanrının Kur'anı
Kerimde bildirdiği zaafları bünyesinde taşımakta, insan kalıbı içerisinde bu zıtlıklar
ve zaaflar ile beraber hayatını idame ettirmektedir.
Gene burada bir sual akla gelebilir. Tanrı hep iyi yaratamaz mı idi. Pek tabii ki,
yaratabilir ve her şey iyi olurdu belki. Ancak Tanrı insandaki iyi ve kötü, güzel ve
çirkin zıtlıklarını onun ruhunda oluştururken, Ona bir taraftan da sesleniyor:
Pek tabidir ki doğru aranırken yol göstericilere de ihtiyaç vardır. Ancak yol doğru, yol
gösterici uygun olmalıdır. İşte Hazreti Mevlana bu yol göstericiler içerisinde bütün
dünya için çok önemli bir kilometre taşıdır.
Onunda yolu kendini bilmekten geçmekte olup yeryüzünün en zor uğraşı olarak
karşımıza çıkmaktadır.
"Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
Fakat akıl; Onu birde bizim mehengimize vur der. (Mes. 2966-2969)
İşte insanın kendisini tanıması yolunda böyle ışık tutan Mevlana kendisini tarif
ederken de:
"Yetmiş iki millet sırrı bizden dinler, biz ney gibiyiz iki yüz mezhep ehli ile bir perdede
konuşuruz."
Galiba hâlâ bunca yıl sonra, bütün dünyada yol göstericiliği devam eden büyük
insanın sırrı yukarıdaki sözlerinde gizlidir.
"Akıllı o kişidir ki çekilen beladan, dostların ölümünden ibret alır. Eğer ululanmayı
bırakmaz, ibret almazsa, onun azgınlığından başkaları ibret alır. (Mes.beyit3123)"
Gene bunlardan ders alanlar olacak. Gene bunlar bir kısım insana hiç bir şey ifade
etmeyecektir.
Yıllar önce söylenmiş bu sözler bugün taptaze değil mi? Yıllar sonra tazeliğinden
kaybeder mi?
İşte yol gösterici galiba böyle olunuyor. Eskimeyen sözleri söyleyebilenler galiba,
dünyanın aydınlanmasına yardım edebiliyor.
Şimdi isterseniz biraz da kadınlar için neler söylemiş onu kısaca gözden geçirelim.
Bu nedenle Mevlana için kadın öncelikle insandır. O kadını, yaşamın içerisine almaya
gayret etmiş ve insanlığın ancak kadınla bir bütün olabileceğini hissetmiştir.
Kadının cemiyet hayatına karışmasından yana olan Mevlana hayatında iki kere
evlenmiş ancak hep tek eş ile yaşamıştır. Köle kullanmadığı gibi cariyede
kullanmamıştır. İlk eşinin ölümünden sonra ikinci sefer evlenmiş ve bu eşi ile evli
iken varlık alemine göç etmiştir.
“Peygamber dedi ki: Kadınlar aklı olanlara, gönül ehli bulunanlara, iyiden iyi üstün
olurlar.
Bilgisizlere gelince onlar kadına üst gelirler. Çünkü onlar sert ve kaba muameleli
adamlardır.
Onlarda acıma, lütuf, sevgi azdır. Zira yaradılışlarında, tabiatlarında hırçınlık
üstündür.
Hz. Mevlana oğlu Sultan Veledi 10 yıl birlikte sohbet ettikleri Selahaddini Zerkubinin
kızı Fatma Hatun ile evlendirmişti.
Bu düğünden dolayı çok mutlu olmuş ve şiirler söylemiştir Düğün sonrası oğlu
Sultan Veled'e nasihati ise onun kadına verdiği kıymetin değişik bir yönüdür.
"Bugün sen oğlumuzun nikahında, sana, seni denemek üzere teslim edilen gönül ve
gözümüzün aydınlığı, Fatma Hatun'un gözetilmesi için şunu vasiyet ediyorum:
Mevlana, ileri dünya görüşü ile kadına layık olduğu gerçek değerin verilmesi için bir
psikolog gibi konuyu incelemiş, ve değişlerinde kadın ruhunun inceliklerine inmeğe
çalışmıştır.
İşte 700 yılı aşkın bir süre önce FİH-İ MAFİH de söyledikleri bugün bile birçok
topluluklarda değişik yorumlara neden olabiliyor.
Tanrı Peygambere ince gizli bir yol gösterdi. Nedir o yol? Kadınların cefasını çekmek,
olmayacak sözlerini dinlemek, onlara üst olmak, kendi huylarını temizlemek,
güzelleştirmek için evlenmek.
Kadına gizlen diye emredildikçe onda kendini gösterme isteği çoğalır durur.
Halk da da o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen
oturmuşsun, iki tarafında isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzen bir iş
sayıyorsun. Oysa ki, bu iş bozgunculuğun ta kendisi.
Mayasında kötü bir işte BULUNMAMAK varsa, yapma desende demesen de, iyi
huyuna, temiz yaradılışına uyacak ve ona göre hareket edecektir.
Bırak ilgilenme sen. Yok, tersine mayası pisse, gene kendi yolunu tutacaktır.
Gerçekten de yapma, etme, görünme demek isteği arttırır sadece, başka şeye
yaramaz."
İşte 700 yıldan uzun bir zaman önce söylenenler, her halde 700 yıl sonra da
güncelliği devam edecektir. Erkek, kadın ilişkilerinde toplum ne kadar ilerlerse
ilerlesin galiba kıskançlık egosu çok törpülenemiyor.
Her konuya insan boyutundan bakan Mevlana için, hürriyetin de hayatta çok önemli
bir yeri var. İnsanlara hürriyetin önemini bu sefer kendi üzerinden şekillendirerek
açıklamaya çalışır.
Mesneviden Deyişler:
- Bilgisiz, kötü buyruklar veren bir padişah oldu mu, bütün ova yılanlarla, akreplerle
dolar.
- Adam olmayanın eline bir mal, bir mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini
dileyen kendisi olur.
- Hüküm bir sapığın eline geçti mi, onu mevki sanır, ama gerçekte kuyuya düşmüş
demektir.
- Gel de sana ayı göstereyim der ama, onursuz, pirsiz kendisi hiç ay görmemiştir ki..
Mevlana insanların birliğinden yana çaba sarf etmiş bir düşünürdür, O'nun için
insanların din, ırk gibi farklılıkları aynı Tanrının kulu olmak fikrinde erimiştir.
"Biz ayırmak için değil, birleştirmek için geldik." diyor. Ve devam ediyor.
'Bir buğday tanesine binlerce harman sığmada..." "Bir canım ama yüz bin bedenim
var."
"Ey dost : Sevgiyle eşsiz, canız seninle. Her nereye ayak basarsan yeryüzü kesiliriz
sana."
"Hacca gideceksen bir hac arkadaşı ara, ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Şekline,
rengine bakma, azmine maksadına bak. Rengi kara bile olsa değilmi ki seninle aynı
maksadı güdüyor ona beyaz de."
"Can bilgiyle, akılla dosttur. Onun Arapçayla, Türkçe ile işi ne."