You are on page 1of 122

BEYNİN KİMLİĞİ

ve
Becerileri

Kişisel Gelişim

Mehmet SAĞLAM

1
Dünyada en az kendimi tanıyordum.. bana
bu kitabı yazdıracak kadar beyin bilgisine
sahip olmadan önce.

2
İÇİNDEKİLER

7 Giriş
12 Beynin korunması
17 Beynin temel yapısı
25 Beynin programlanması
32 Beynin belleği
40 Beynin duyguları
48 Beynin hayal gücü
52 Beynin zekâsı ve aklı
57 Beynin mantığı
64 Beynin mantıksızlığı
79 Beynin psikolojisi
92 Beynin kültürü
97 Beynin felsefesi
104 Beynin mutluluğu
109 Son söz
111 Beynin ortalama değeri
112 Kaynakça

GİRİŞ

3
Kendi iç derinliklerine inmemiş kişi
başka derinliklere dalamaz.

Bana bu kitabı 500 yıl sonra yazdıran şey,


ünlü İtalyan şâir, ressam ve heykeltıraş
Mikelanj’ın safça sorulmuş bir soruya verdiği yanıt
oldu:
“Bu denli capcanlı heykelleri nasıl
yapabiliyorsun?”
“Bir mermer bloğa baktığımda, önce içindeki
heykeli görürüm. Sonra onu kuşatan kısımları
keskimle tıraşlar, heykeli ortaya çıkarırım, hepsi
bu.”
Bu yanıtı bir yerlerde okuduğum gün, hayal
gücü çok yüksek bu Rönesans sanatçısındaki o
“gizli göz”ün kudreti beni öylesine etkiledi ki,
uzanıp bir-iki saat süren bir transa girdim.
Gözlerimi açtığımda kalkıp boy aynamın önünde
durunca, şimşek gibi çakıp kaybolan bir görüntü
yakaladım: karşımdaki beden 1,71 metre
boyunda, 70kg ağırlığında ve beyni olan bir vücut
değil, kendini çeşitli organlara dönüştürmüş olan
kocaman bir beynin ta kendisiydi.
Evet, bu yaratık kendini iki kola, iki ayağa
dönüştürmüş; dış dünyayı algılasın diye kendini
beş duyu organına sahip kılmış; her şeyi idare ve
kontrol edebilsin diye de kafatasının içine 100
milyar hücreden oluşan bir ana kumanda merkezi
yerleştirmişti.
O günden sonra, tüm insanları düşünen,
düşündüğünü eyleme dönüştüren, sürünen,
koşan, alet kullanan ve hem kendini, hem
diğerlerini idare edebilen birer ayaklı beyin olarak
görmeye başladım.

4
Bu farklı görme hâlini henüz kanıksamıştım ki,
bir kitapta Sigmund Freud’un, “Anatominiz
kaderinizdir,” dediğini okudum. Ruh hastalıkları
için önerdiği yöntemler giderek daha fazla eleştiri
alan ünlü psikanalist, bu görüşünde haklı olabilir,
diye düşündüm. Belki de kaderimizin alnımıza
yazılmış olduğu benzetmesi, aslında kaderimizin
tüm vücudumuza, hatta genlerimize yazıldığını
anlatıyordu.
Öyleyse benim aynadan yansıyan görüntüm,
kaderimin görüntüsüydü. Geçmişim, şimdim ve
geleceğim, beden denilen bu 70 kiloluk beyinde
saklıydı.
Kaderim beynim, beynim kaderimdi...
Öyleyse kendimi ve yazgımı tanımak, beynimi
tanımaktı.
“Öz bilgisi, bilginin özüdür” diyen bilge kişi (?)
ne kadar da haklıydı. Özümü tanımadan, bilgilerin
özünü elde edemeyeceğim artık besbelliydi. Gidip
tez elden kendimi daha yakından tanımanın
yollarını ve araçlarını bulmalıydım...
Öyle de yaptım; işten artan vakitlerimi
kitapçılarda, kütüphanelerde, evde okumakla
geçirmeye başladım. Doğum günlerini, kutlama
partilerini terk ederek, kendimi başkalarında veya
başka yerlerde değil, kendimde aramaya
koyuldum.
Bedenimin kimyasını, biyolojisini ve zekâsını
tanımak için doyumsuz bir iştahla araştırdım,
okudum, dinledim, gözledim, düşündüm.
Öğrendim ki sadece kafatasımdaki milyarlarca
hücrede akıl yok; bedenimdeki trilyonlarca
hücrenin her birinde akılları durduracak kadar akıl
var, bilgi var, hareket ve üretim var. Ve her
hücrenin çekirdeğindeki 23 çift kromozoma

5
sıkışmış olan on binlerce gen mutlak kaderimin
bilgisini taşıyor; bu bilgileri kullanarak protein ve
enzim üretiyor; hücre öldürüp hücre diriltiyor...
Mutlak kaderim gözle görülmeyecek kadar küçük
hücrelerimde her ân gözden ırak tecelli ediyor.
Bunları gördükten sonra, “Peki ya kendi
elimde olan ‘muallâk kader’im nerede tecelli
ediyor?” diye sordum kendi kendime. Bu soru
beni, yıllarca süren bir araştırmadan sonra, daha
engin bir bilgi hazinesine götürdü. Yani biyolojik,
elektriksel ve kimyasal bir bilgiişlem merkezi olan
insan beyniyle tanıştım.

Şekil 1: Beynimizin organlarımıza ve beş duyumuza


verdiği önemin orantısal görüntüsü

6
Henüz suyu çekilmemiş olgun bir cevizi, içini
dağıtmadan kırdığımızda gördüğümüz iki
yarıküreli buruşuk şey, doğada insan beynine en
çok benzeyen tohumdur.. ve koskocaman bir
ceviz ağacını yeniden üretecek tüm bilgileri
genetik şifrelerinde taşımaktadır. Dış görünüşleri
birbirine çok benzemesine rağmen, herhangi bir
insan beyninin yetenekleri bir cevizin
yapabileceklerinden milyonlarca kat daha fazla,
yapısı ise evrendeki hiçbir yapıyla kar-
şılaştırılamayacak kadar karmaşıktır.
Beynimizin bu çapraşık yapısını ve eşsiz
fonksiyonlarını, bilim iyice basite indirgeyerek, en
yalın hâliyle bize sunmakta; böylece kendi
doğamızın göze görünmeyen ger-çeklerini
görünür kılmaktadır.
Bir bilim kadını tarafından yaptırılmış mumdan
heykelin yukarıdaki fotoğrafı dahi, beynimizle ilgili
birçok önemli gerçeği basitçe anlatabilmektedir.
Resimdeki şaşırtıcı gerçek, beynin yüzde
doksana yakın kapasitesini ağız ve eller için
kullandığıdır. Beynimizin ağzımıza verdiği önem
sadece beslenme ve tatma işini en iyi şekilde
becermesi için değil; aynı zamanda konuşma işini
de en mükemmel biçimde başarabilmesi içindir.
Çünkü insanı insan yapan nasıl ki akılsa, aklı akıl
yapan şey dildir: Akıl gelişmiş düşünceyle
kendini gösterir; ama düşünce de büyük oranda
dil sayesinde oluşur.
İki elimiz ve on parmağımız ise, insanlığı
bugünkü uygarlığa kavuşturan en değerli
organlarımızdır. Çünkü parmaklarımızdan
beynimize kadar uzanan 17 bin sinir teli
sayesinde milimetrik duyarlılıkla alet

7
yapabilmekte ve kullanabilmekteyiz. Dil
sayesinde öğrendiklerimizi parmaklar sayesinde
yazabilmekte ve böylece bilgi dağarcığımızı
gelecek nesillere aktarabilmekteyiz. İşte
insansoyunun bu denli gelişebilmesinin ardında
yatan basit, ama çarpıcı gerçek budur. Yukarıdaki
heykel de bu gerçeği anlatmak için yapılmıştır.
Kısacası, beynimizin ağza, gırtlağa ve ellere
verdiği önem; konuşabilen, öğrenebilen, alet
yapıp kullanabilen ve iş görüp icat yapabilen
insanı ortaya çıkaran faktördür.
Beyince yüzde doksanlık öneme sahip
organların yanı sıra, insana hissedebilme,
sezebilme, hayal edebilme ve üreyebilme yetileri
de eklenince, ortaya sadece “normal” bir insan
çıkar. Ancak, normallik kişiye bir “artı değer”
yüklemez; zira dünyada sayıları yedi milyara
yaklaşan insanlardan her biri bu temel özelliklerin
tümüne sahiptir.
İnsan: zekâsını, hayal gücünü, özel
yeteneklerini, el ve beden hünerlerini ve
sezgilerini geliştirdikçe; ruh ve beden
sağlığını korudukça; duygularını yaşatıp
denetleyebildikçe; kültür ve sanat ürettikçe;
ahlâkî/etik değerler yüklendikçe ve
sınırlarını zorladıkça yücelir.
Bu yücelişi sağlayan yegâne yol kaliteli
eğitimdir. Kaliteli eğitim, bireyin kendi özünü ve
özel yeteneklerini fark edip geliştirmesine
yardımcı olan eğitimdir. Eğitim sisteminde bu
bireysel gelişime önem vermeyen ülkelerin
uluslararası yarışta çok gerilerde kaldıklarına her
gün tanık oluyoruz. İşte sadece bu sebepten ötürü
olsa dahi, beynimizin yapısını, işleyişini, kendi
kendini programlama yöntemini ve nasıl düşünüp

8
nasıl hayal kurduğunu yakından tanımamız hayatî
önem taşımaktadır.
Bu tanışıklığı -yüzlerce kitabın ve 50 yıllık bir
ömrün öğrettiklerinden oluşan- bu kitabı
okuyanlarla paylaşmayı insanlık adına önemsiyor
ve buradaki bilgileri içselleştirerek kullanmanızı
umuyorum.
Beynin bazı temel işlevlerini iyi anlayabilmek,
onun biyolojik yapısına iyi anlamakla başlar. O
nedenle, “Beynin Temel Yapısı” başlıklı bölümü
gerekirse birkaç kez okumanızı öneriyorum.

BEYNİN KORUNMASI

Sigara ve alkol tüketen hamile kadınlar,


bebeğin beyin sağlığını da tüketirler.

Bedenimizdeki trilyonlarca hücre kendi


kendilerini sürekli yenilemektedirler. Uzayan
saçlar ve tırnaklar bu yenilenmenin sadece göze
görünen kısmıdırlar. Oysa vücudumuzda mikro
seviyede cereyan ettiği için göremediğimiz
haftalık, aylık, mevsimlik ve hattâ yıllık “tazelen-
meler” oluşmaktadır. Ciğerler, kalp, mide,
kemikler, ilikler ve pul pul dökülen deri gibi tüm
organlarımız, en geç 11 ay içinde tamamen
değişmektedir. Kısacası, bir yaş gününden
diğerine kadar, bedenimizdeki bütün
hücreler bir veya birkaç kez yenilenir. Ne
var ki, beyin hücreleri yenilenemezler;
çünkü merkezi sinir sistemi ve beyin kendi
kendini üretemez.

9
Bu konuda bilinçlenmenin hayatî önemi
vardır! Doğduğumuz günden, ölünceye kadar her
gün doğal olarak yüzlerce beyin hücresi
kaybederiz; ama verine yenileri gelmez. Bu kayba
rağmen beyin küçülmez; çünkü beynimiz 100
milyar gibi astronomik bir hücre sayısına sahip
olarak doğar. O nedenle günlük hücre ölümleri
önemli sayılmayabilir. Yılda 100 bin nöron
kaybetsek dahi, bu, 100 yılda 10 milyon nöron
demektir ki, bu sayı orantısal olarak beynin
sadece 10 binde biridir.
Bunca doğal hücre kaybı yanında, nöron
ölümüne sebep olan diğer etmenlerden biri de
alkoldür. Bir duble rakı, bir bardak şarap veya bir
şişe bira içindeki alkol günlük doğal kaybın çok
üstünde nöron ölümüne sebep olur. Bu, önemsiz
görülebilir; ama her gün bir şişe rakıyı veya şarabı
mideye indiren bir insanın 50 yılda yüz
milyonlarca nöron kaybettiği göz önünde tutul-
duğunda, alkolün ciddî sorunlar doğurabileceği
ortaya çıkar.
Uyuşturucu maddeler, eksoz gazları, sigara
dumanı, zararlı kimyasallar ve hava kirliliği gibi
faktörler hem sinir hücrelerini öldürürler, hem de
beynimizdeki nöron devrelerinin sağlıklı
çalışmasını önlerler.
Akciğerlerimize büyük bir keyifle çektiğimiz
sigara dumanının içindeki 4 bin kadar maddenin
küçük bir listesini görmek, bize bu konuda daha
somut bir fikir verebilir:
Gazlar (Karbondioksit, Karbon monoksit,
Amonyak, Sülfür gazı), Kanserojenler
(Polonyum 210, Nikel, Nitrozamin, çeşitli
hidrokarbonlar), Partiküller (Katran bileşikler,
Fenol bileşikler, İzopranoit bileşikler, azotlu bazlar,

10
uçucu yağ asitleri, kömür partiküller, Benzoprin,
Nikotin), Organik Bileşikler (Furfural ve Akrolein
bileşikler).
Sigara dumanındaki bu maddelerin çoğu
sadece beyin sağlığımızı değil, genel sağlığımızı
da tehdit etmektedirler: 45 kadarı kansere, bir o
kadarı kalp krizlerine ve pek çoğu zekâ
geriliğinden kısırlığa kadar önemli hastalıklara yol
açmaktadır.
Hücre kaybının verdiği zararı gölgede
bırakacak olan asıl faktör ise mevcut nöronların
sağlıksız çalışmalarıdır. Fonksiyon bozukluklarına
sebep olan yüzlerce etken var: stres, uykusuzluk,
psikolojik bozukluklar, kimyasal maddelerin
solunum yoluyla kana karışması, cıva içeren diş
dolgusu (amalgam) ve hastalıklar...
***
Bütün bu etkenlerden çok daha zararlı olanı
ise çoğumuzun gözünden kaçan oksijen
eksikliği’dir. Beynimiz ihtiyaç duyduğu enerjiyi
büyük oranda aldığı oksijen ile şekeri yakarak
elde eder. Diğer bütün organlardan daha çok
çalıştığı ve daha karmaşık yapılı olduğu için de,
daha fazla oksijene gereksinim duyar; vücudun
sadece %2’si kadar ağırlığı olduğu hâlde, kana
karışan oksijenin % 25’ini kullanır. Yani payına
düşmesi gereken oranın 12 katını... O nedenle,
aylarca aç, günlerce susuz kalabildiğimiz hâlde, 3
dakikadan daha fazla oksijensiz kalamayız.
Demek ki beynin hayatiyeti için en önemli
ihtiyaçlardan biri oksijendir (Diğeri şeker...).
İşte bu bilgi ışığında ortaya çıkarılmış olan şu
gerçek üzerinde ciddî biçimde düşünmemiz
gerekmektedir: “Günde ortalama 7-8 saat
içine kapanarak uyuduğumuz yatak

11
odalarımızın yeterince havadar olmaması,
bize çok kayıplar verdirmekte, başımıza çok
büyük dertler açmaktadır.”
Soğuk havalarda ve özellikle kışın,
birçoğumuz yatak odalarımızın kapısını
penceresini sıkıca kapatıp uyuruz. Hattâ bununla
yetinmeyerek, cereyan yapmaması için kapı ve
pencere kenarlarını bantlarla izole ederiz. Bu
yalıtım, yatak odalarımıza temiz hava ve oksijen
girişini tamamen engeller.
3-4 saatlik bir uykudan sonra, soluduğumuz
havanın oksijen oranı iyice azalırken,
karbondioksit oranı artar. Daha kötüsü, odada
alevle yanan bir ısınma aleti varsa, bu oranlar
daha kısa sürede olumsuzlaşarak değişir. Bu du-
rum, başta beyin hücreleri olmak üzere bütün
organlarımızın biyolojik ve fizyolojik sağlığını kötü
yönde etkiler. Şöyle ki:
1- Günden güne giderek zayıflayan beyin
hücreleri (nöronlar) ölmektedir.
2- Sağlıklı çalışamayan beyin hücreleri yeni
bağlantılar (dendritler) ve yeni devreler
oluşturmada yetersiz kalmaktadırlar. Bu, çok
önemli bir yetenek kaybıdır; çünkü kapsamlı ve
çok yönlü düşünebilme yeteneği, bu bağlantıların
çokluğu ve işlekliği ile doğru orantılı olarak
artmaktadır.
3- İki hücrenin birleştiği yer olan kavşak
noktalarının (sinaps) çalışma düzeni bozulduğu
için, iletişim devreleri sağlıksız çalışmakta ve
dolayısıyla hücrelerarası haberleşmede
aksaklıklar oluşmaktadır. Bu durum kısa vadeli
hafızada hissedilir bir tembelleşme yaratmakta ve
ezberleme yeteneğinin azalmasına neden ol-
maktadır. (Bir toplumda “unuttum” sözcüğünün

12
sık aralıklarla duyulması ve unutmanın toplum
tarafından geçerli bir mazeret sayılması, o
toplumdaki yaygın hafıza tembelliğinin çok açık
bir göstergesidir.)
4- Ortaya dil (lisan) ile ilgili problemler çıkmak-
tadır. Ve insanlar konuşurken uzun süre
duraklamakta; “ııı” yardımcı sesini sıkça kul-
lanmakta; kekelemeye varan dil sürç-meleri
yanında zihinsel blokajlar (filmin kopması) gibi
geçici konuşma ve düşünce kaybı
sergilemektedirler.
Konuşma yeteneğindeki ulusal noksanlıkların
eğitimle, yaşam biçimiyle ve ekonomik sorunlarla
ilgisi olabileceği gibi, beyinsel fonksiyonların
düzensizliği ile de yakın ilintisi vardır. Çünkü
konuşabilme, beyin kabuğundaki Broca ve
Wernicke adlı bölgelerin marifeti ve diğer beyin
bölgeleri ile olan işbirliğinin meyvesidir.
Bu iki dil korteksi sözcükleri kavramlaştırır ve
anlamlandırırlar. Ayrıca, akciğerlerden üflenen
havanın ses tellerini titreştirmesinden sonra olu-
şan notaların anlaşılır kelimelere dönüşmelerini
sağlamak için gönderdikleri sinyallerle ağız ve
gırtlak kaslarını gereken şekle sokarlar. Ağız ve
gırtlak kasları bu milimetrik ve hassas hareketleri
tam zamanında yapamıyorsa veya duraklamalarla
yapıyor-sa, sinyalleşmede bir aksaklık veya tem-
belleşme var demektir. Bu bozuklukta oksijen
yetersizliğinin rolü büyüktür.
5- Düşünce tembelliğine sebep olmaktadır. İnsan
konuşurken beyninin sadece Broca ve Wernicke
bölgeleri aktif hâle gelmez, sağ yarıkürede
sözcüklerin ifade ettiği kavramları hayal eden
bölge de aktifleşir. Bu işlevlerin zihinsel bitkinliğe
yol açmaması ve uzun süre devam etmesi için

13
nöronların sıhhatli, canlı ve dayanıklı olmaları
gerekir.
Beynin tüm ihtiyaçlarının karşılanması, onun
sürekli olarak mükemmel işleyeceği ve üstün işler
başarabileceği anlamına gelmez. Beyin sağlığının
sürekliliği, onu tüm zararlı gazlardan ve
kimyasallardan iyi korumamıza da bağlıdır.
Özellikle karbondioksit, karbonmonoksit, hava
gazı, eksoz gazları, sigara dumanı, boya-tiner bu-
harları, asitler, keskin temizlik maddeleri, aşırı
alkol, aşırı çay-kahve, uyuşturucu maddeler ve
gereksiz ilaç kullanımlarından uzak durmak
gerekir. Ayrıca, uykusuzluk ve stres yanında
genetik bozuklukları da bu listeye eklemek gere-
kir.
Bugün 70-80 yaşlarında hâlâ üstün fikirler ve
evrensel takdir gören yapıtlar üreten insanlar
varsa, bu insanların yaratıcılılarını
sürdürebilmelerindeki başarılarında, beyin
sağlıklarını korumuş olmalarının büyük katkısı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

BEYNİN TEMEL YAPISI

Kaderim beynim, beynim kaderim mi?..

3,5kg gelen yeni doğmuş bir bebeğin beyin


ağırlığı yaklaşık 350 gramdır. Bu ağırlık, kız
çocukları ergenlik yaşına geldiğinde 1250gr,
erkeklerde 1375gr kadar olur; fakat bu fark ileriki
yaşlarda ortadan kalkar ve beden ağırlığının
yüzde ikisine eşitlenir. Kafatası ve içindeki sıvılar

14
tarafından korunan beyin herkesin iki yumruğu
büyüklüğün-dedir.
Yeni doğmuş bir bebeğin beyni, 9 ayda bir tek
hücreden yaklaşık 100 milyar hücreye ulaşmış
olan bir sinir hücresi (nöron) yumağıdır.

Şekil 2: Beynimizi oluşturan sinir hücreleri

Bir nöron gövdesinden binlerce dal (dendrit)


çıkabilir. Bunların uzunluğu genellikle bir
milimetreden daha kısadır. Görevleri, çevre
hücrelerden gelen sinyalleri alıp gövdeye
iletmektir.
Akson denen uzun lif ise sinir hücresinin tek
koludur. Bunlar da komşu hücrelere gövdeden
giden sinyalleri taşımakla yükümlüdürler. Bu
kollara da verici kablo denebilir. Bunlar gövdeden
uzaklaştıkça tek bir lif olarak kalmayıp birkaç kola
ayrılırlar. Bunlara da akson terminalleri denir.
Bir elektrik kablosunda olduğu gibi, beynin
yüzde kırkını oluşturan aksonların çevresi

15
miyelin denen beyaz bir maddeyle kaplanmıştır.
Elektrik kablosunun ortasındaki bakır teli kuşatan
plastik madde gibi, miyelin tabakasının da önemli
bir görevi vardır: Komşu dallar ve kollarla temas
etmeyi önleyip akım kaçağını engellemek ve
sinyallerin diğer hücrelere hızla ulaşmasını
sağlamak. Yeni doğmuş bebeklerin aksonları
henüz miyelin tabakası ile kaplanmamış olduğu
için, herhangi bir iç-dış uyarıcı etkiye karşı
sıçrama veya silkinme biçiminde tepki gösterirler.
Beyindeki diğer hücrelerin büyük çoğunluğu
glia hücresidir. Bunlar, nöronları besler,
mikroplardan korur ve onların atıklarını
temizlerler. Ayrıca, aksonların miyelin kılıfını
oluşturan schwan hücreleri vardır.

Şekil 3: Sinaps’ın milyonlarca kez büyütülmüş


görüntüsü

16
Buraya kadar anlatılanlar, sizde sanki bir
elektrik devresinden söz ediliyormuş hissini
doğurmuş olabilir. Benzetme yanlış değildir; zira
sinir hücreleri kimyasal elektrik aracılığı ile sinyal
taşırlar. Bu biyo-elektriksel mekanizma, şekil 3’te
görüldüğü gibi, şöyle çalışmaktadır:
Akson boyunca taşınan bir sinyal, kollara
ayrılmış olan akson uçlarına -veya terminallerine-
gelince, komşu hücre-lerin alıcı dalları olan
dendritlere direkt olarak aktarılmaz-lar. Çünkü
bunların arasında ancak çok güçlü elektron
mikroskopları ile görülebilen bir boşluk vardır. Bu
boşluğa sinaps aralığı denir. Sinyaller bu
boşlukları geçerken güçlendirilir veya
zayıflatılırlar. Bunun önemi bu bölümün sonunda
açıklanacaktır.
Beyindeki 100 küsur milyar hücreden çıkan
akson ve dendritlerin oluşturduğu kavşak
noktalarının (sinaps) sayısı 50 trilyonu
aşmaktadır. Hayal gücümüzü fersah fersah aşan
böylesine devasa bir iletişim ağının boyutlarını
daha iyi kavramak için şöyle bir örnek verebiliriz:
Bilindiği gibi, birkaç ülkedeki telefon
şebekeleri dışında, dünyadaki telefonlarla
istediğimiz ânda iletişim kurabiliriz. Böylesine yüz
milyonlarca telefondan oluşmuş devasa bir
iletişim ağı, A. G. Bell’in 1877 yılında telefonu icat
etmesiyle başlayan ve bugüne kadar süregelen
130 yıllık bir gelişimin ürünüdür. Dünyadaki bütün
sabit ve mobil hatlı telefonları birer beyin hücresi
kabul edersek, 9 ayda bir hücreden yüz milyar
hücreye ulaşan nöronların kurduğu iletişim
şebekesi, bizim telefon şebekelerinin ka-
pasitesinin binlerce kat üstündedir.
Öyle ki, bu dünya gibi 6 bin dünya daha olsa

17
ve bunların tümündeki bütün telefonlar birbirine
bağlansa dahi, insan beyninin haberleşme ağına
yakın bir ağ kurulmuş olamaz.
Evet, upuzun bir hayatın özetini resimleyerek
bir saniye içinde hayal etmek bize basit gelebilir;
ama iletişim dilinde buna ancak imkânsız denir.
***
Beynimiz bir saniye içinde daha neler
yapmıyor ki.. çevremizdeki tüm renkleri, şekilleri,
kokuları, sesleri ve ısı farklarını algılayıp belleğe
kaydederken, aynı ânda bir iki kelime telâffuz
edebiliyor. Kalp atışlarımızı düzenlerken, kandaki
oksijen oranını ölçüyor, ayarlıyor ve aynı zamanda
vücudumuzdaki trilyonlarca hücreden gelen
uyarılara veya duyumlara cevap yetiştiriyor.
Ayrıca, bütün bu işlemleri olağanüstü bir hızla
gerçekleştiriyor. Örneğin, ayak başparmağına
batırılan bir toplu iğnenin haberi, çok sayıda sinir
hücresinin sinyalleşmesi sayesinde, acı hissi
olarak beyindeki ilgili bölgeye ulaşır. Bu bölge ne
yapılması gerektiğine anında karar verir, bu karar
yine Merkezi Sinir Sistemi’ndeki nöronlar aracılığı
ile ayak kaslarına bir komut olarak iletilir ve
böylece ayaktaki kaslar çalıştırılarak, ayak
iğnenin batırıldığı yönün tersi istikametinde geri
çekilir. Bizi hayrete düşüren bunca işlem ise bir
refleks olarak saniyenin ellide biri kadar bir
zaman aralığında gerçekleşir (2 mikro saniye).
Bizim de burada yaptığımız gibi, daha anlaşılır
olsun diye, insan beynini insan beyninin yarattığı
makinelere benzetmek aslında yanlıştır. Çünkü
telefonlar veya bilgisayarlar katı birer elektronik
alettirler; beyin ise elektriksel, kimyasal ve
biyolojik işlevleri olan devasa bir canlı nöron
şebekesidir.

18
Bilinen evrendeki en devasa bilgiişlem ve bilgi
depolama ağına sahip olan insan beyni, bilgi
iletme işini nörotransmiter denen kimyasallar
aracılığı ile gerçekleştirir. Bu noktada,
nörotransmiterlerin öneminden de kısaca söz
etmekte yarar var:
Beynimizin aynı ânda bu kadar yüksek sayıda
işlem yapabilmesinde sinaps aralıklarının ve
nörotransmiterlerin rolü büyüktür. Beynimizdeki
hücre ağları sinaps aralıkları olmaksızın birbiri
ardına ip gibi sıralanmış olsalardı; beyin,
kördüğüm olmuş bir sinir yumağından başka bir
şey olmazdı. O zaman sadece bir nöronun
ateşlediği bir sinyal milyonlarca nöron tarafından
algılanabilir veya birkaç nörona ulaştıktan sonra
etkisini kaybedip iş göremezdi. O nedenle de
beynimiz milyarlarca işi birlikte yapamaz ve biz
insanlar ilkel birer canlı olmaktan öteye
gidemezdik.
Genellikle pozitif yüklü sodyum, potasyum ve
kalsiyum iyonları ile negatif yüklü klorür
iyonlarının elektro-kimyasal alışverişlerinin bir
mahareti olan bu sinaps sinyalleşmeleri; GABA
gibi amino-butirik asitler, Glutamat gibi amino
asitler, Glutamik asit, Glisin, Seretonin, Dopamin
ve Asetilkolin vs. gibi hormon özelliği taşıyan
maddelerdir. Bunlar bir uyaranı aktarma işlemini
yaparken kendilerine ulaşan sinyalin şiddetini
küçültme veya büyütme gibi bir beceriye
sahiptirler. Onlarda bu yetenek olmasaydı, bey-
nimizdeki değişik bölgelerde bir ânda milyonlarca
devre oluşmaz ve örneğin bir düşünceyi, bir
duyguyu veya bir hayali oluşturan devreleri
kapatıp unutma veya sona erdirme işi hemen
gerçekleşmezdi.

19
Bu cansız moleküllerin böylesine önemli bir
seçicilik ve karar verme işlevine nasıl sahip
oldukları henüz tam olarak anlaşılmış değildir.
***

Şekil 4: Beyin kabuğunun soldaki lobları

Şekilde görüldüğü gibi, beyin dört ana


yumrudan, dört korteks bölümünden, bir
beyincikten, alt ve iç kısımlarda görünmeyen
birkaç küçük bölümden ve bir beyin sapından
oluşmuştur. Bütün bölümler birbirleriyle ve
vücutla bağlantılıdırlar; kendi başlarına hareket
etmezler.
Üstten baktığımızda, beynin, ortasından derin
bir yarıkla iki yarıküreye ayrılmış olduğunu
görürüz. Bu küreler, nasırlı cisim (corpus
callosum) adı verilen bir köprü ile birbirine
bağlanmıştır.
Beynin iki yarıküreli yapısının izdüşümü,
bedenin yapısında da gözlenmektedir: İki
gözümüz, iki kulağımız, iki bacağımız, iki kolumuz
ve bu organlarımızın bütün işlevlerini koordine

20
eden iki beyin merkezimiz vardır. Ayrıca, sağ ve
sol yumrularda birer işitme merkezi de bulunur.
İlginç olan, gürültü ve müzik sağ yarıküredeki
işitme merkezince daha iyi değerlendirilmekte,
buna karşın soldaki merkezde, konuşma, anlatma
ve açıklama gibi yetiler daha başarılı olarak
algılanıp gerçekleştirilmektedir.
Görme merkezimizde de bu asimetrik durum
mevcuttur. Soldaki merkez daha çok yazıları
değerlendirirken, beynin sağ yarıküresinde yer
alan görme merkezi ise, figürler, formlar, biçimler
konusunda aktif olmaktadır.
Sağ ve sol yarıkürelerin üst kısmına beyin
kabuğu (serebral korteks) denir. Bizi biz yapan
ve hayvanlardan ayıran akıl yürütme ve konuşma
gibi önemli özellikler büyük oranda beyin
kabuğunun marifetlerindendir.
Beyin kabuğunun ön kısmının hemen altında
talamus yer alır. Bu bölgeye “korteksin kapısı” da
denir; kortekse giden ana sinyallerin tümü bu
bölümden geçer. Talamus ile korteks arasında
milyonlarca bağlantı mevcuttur. Bunların büyük
oranda hareketlerimizin kontrolünde rol oy-
nadıkları bilinmektedir. Acı, sıcaklık ve belirli diğer
duyusal değişiklikler talamus’ta duyu olarak varlık
kazanır. Gelen uyarıları, “iyi’’ ve “kötü’’ olarak
değerlendirmesi için korteksin ilgili merkezlerine
iletir. Kendisine ulaşan yüzlerce uyarı arasından
hangisine daha fazla konsantre olması gerektiğini
saptar. Korku ve sevinç duygularını algılar.
Talamus’un yan altında hipotalamus adında
bir bölüm vardır. Burası iştah, su dengesi, vücut
sıcaklığının devamı, uyku, vücut ağırlığı,
karbonhidrat ve yağ metabolizması ve

21
heyecanlardan sorumludur. Bu bölümde oluşacak
bir aksaklık, direkt ölümle sonuçlanabilir.
Hipotalamusun en büyük yardımcısı,
hipofiz’dir. Hemen hemen tüm hormonal dengeyi
yönetir. Cinsel tavır ile cinsel davranışları belirler.
Ayrıca tiroit bezi, sindirim organları ve cinsel
organların çalışmalarını yönlendirir. Strese bağlı
tepkilerin bir kısmının yönetilmesi ve etkilerinin
saptanması da hipofizin görevleri arasındadır.
Epifiz bezi ise talamusun üst yüzeyinde,
yuvarlak yapılı bir bezdir. Beyin yarıkürelerinin
arasında yer alır. Epifiz salgısı kadın
yumurtalıkların işlevlerini doğrudan doğruya veya
hipofiz üzerindeki etkisi sayesinde dolaylı olarak
etkiler, hattâ yumurtalıkların çalışmasını
durdurabilir. Ayrıca, insanın günlük yaşam ritmini
ayarlar, gece ve gündüze, ışık değişimlerine karşı
tepkiyi yönetir.
Beyincik (cerebellum) ise ensenin hemen
üzerindeki bölgede yer alan büyükçe bir
yumrudur; beceri isteyen hareketlerimizin
eşgüdümünden, dengemizin sağlanmasın-dan ve
bütün istemli-istemdışı (motor/otomatik) kas
hareketlerinin koordine edilmesinden sorumludur.
Duyu organlarından gelen tüm sinyaller ve büyük
beyinden gelen tüm emirler, beyincikte toplanır.
Emirleri ve sinyalleri (impulse) koordine eden
beyincik, sonucu kaslara ileterek vücudun
duruşunu ve iskelet kaslarının kasılma derecesini
düzenler.
***
Benimizdeki bu bölgesel işbölümü kesin bir
görev dağılımı anlamına gelmez. Her bölümden
diğer bölümlere milyonlarca sinir devresi uzanır;
bu sayede bölgelerarası karmaşık bir iletişim ağı

22
kurulmuştur. Bu durum, beyni analizci bir
yaklaşımla parça parça değil, bütüncül bir
yaklaşımla tanımaya çalışmamızı zorunlu
kılmaktadır. İnsan beyninin bölümlerini, çalışma
düzenini, becerilerini ve yaratıcılığını anlamaya
çalışan herkesin bunun ayırtında olması gerekir ki
ilerideki bölümlerde anlatılanlar daha sağlıklı
kavranabilsin.

BEYNİN PROGRAMLANMASI

Dil, dışarı üflenen düşünce olarak


ufkumuzun boyutundan haber verir.

Gerek dış dünyamızda, gerekse bedenimizde


olup biten soyut-somut tüm gerçekleri beş
duyumuz ve sinir sistemimiz aracılığı ile algılarız.
Bu algılar önce kısa veya uzun vadeli belleğimize
kaydedilir, sonra gerektiği zaman hatırlanarak,
düşünce sürecinde kullanılır. Ancak, bu bilgiişlem
sürecinin ortaya çıkması için, algılayabildiğimiz
her şeyin birer zihinsel gerçekliğe dönüşmesi,
yani birer kavram ve-ya hüküm hâline sokulması
gerekir. Bu, şu anlama gelir: bir bilgi veya bir
algı, dış dünyanın bir fotoğrafı değil,
zihindeki izdüşümüdür.
Bu izdüşümlerin kalıcı olması ve dış dünyayla
iletişimde kullanılması için de, kelimeler aracılığı
ile bellekte kodlanması ve ilk öğrendiğimiz lisan
olan anadil sayesinde sözle veya yazıyla anlatılır
hâle sokulması gerekir.
Beyin hücreleri arasında elektriksel bağlar
kurularak belleğe kaydedilen kavramlar, daha ana

23
rahmindeyken duyulan sesleri tanımakla başlar.
Doğumdan sonraysa, önce kelimelere
dönüştürülme, sonra dil kuralları içinde bir
mantıksal sisteme sokulma sürecini yaşarlar.
6 aylık bir bebeğin hafızası üzerinden sadece
1 gün geç-miş olayları anımsar. Buna karşın, 9
aylık bir bebek son 30 günde olup bitenleri
hatırlayabilir. Fakat 4-5 yaşından sonra belleğe
kaydedilen yaşam serüveni ölünceye dek
unutulmaz.
Bebeğin birkaç kelimeyle kendini ifade
edebilme yeteneği, yani anadil, âniden açılan bir
şifre sonucunda işlerlik kazanır. Kız çocuklarında
12-18, erkeklerde 14-24 aylıkken başlayan bu
süreç, sözcük dağarcığı genişledikçe gelişerek
süregider.
Şekil 4’te yeri görülen Wernicke Dil Korteksi
bebek doğduğu ânda fazlaca gelişmemiş, yani
çok sayıda dendrite sahip değildir. Fakat 8 ve 20
ay arasındaki dönemde hızla gelişerek dallanır. Bu
bölge genellikle isimlerden ve bunların anlam
kazanmasından sorumludur.
Yine şekilde görülen Broca Dil Korteksi ise
gelişimini dört yaşına kadar sürdürür. Bu bölge
isimlerle değil fiillerle uğraşarak, cümle kurmayı
ve anadilin gramerini öğrenir.
İşte Broca bölgesinin gelişimini daha geç
tamamlaması, beynimizde saklı bir şifre olduğunu
gösterir. Bu şifre şöyle diyor: “Bana önce çok
sayıda kelime öğret ki, bunları kullanacak çok
sayıda cümle kurabileyim. Bunlar olmadan
gramere ne gerek var!”
Beynimizden bir günde ortalama 60 bin
düşünce geçtiğini göz önünde
bulundurduğumuzda, sözcük, kavram ve anadil

24
olgusunun beyin için ne denli önemli olduğu
kolaylıkla anlaşılabilir. Bu önemin düzeyini daha
iyi kavramak için hayal gücümüzün yardımıyla
şimdi bir ufuk turu atalım:
Yeni Gine’deki balta girmemiş ormanlardan
birini hayal etmeye çalışalım. Devasa bir botanik
bahçe olan bu orman çok zengin hayvan türleri,
meyve ağaçları ve tatlı su kaynakları ile bezenmiş
olsun.
Ormanımızın tam ortasında dört kişilik bir
şempanze ailesi yaşıyor olsun. Bu aile daha önce
ne bir insanla karşılaşmıştır, ne de uygarlıktan bir
eserle...
Şimdi de, üç aylık bir kız çocuğunu anne
sütünden zalimce ayırıp ormanımıza götürelim.
Adını Türkan olan bu bebeği bir dişi şempanzenin
şefkatine teslim edelim. Anne maymun Türkan’ı
kabullensin ve emzirmeye başlasın. Bebeğin
koruma altına girdiğini gördükten sonra da
ülkemize geri dönelim.
Aradan tam 6 yıl, 9 ay geçsin. Türkan’ın
yedinci doğum gününü kutlamak için ormana geri
dönelim. Orman kanunlarını öğrenip hayatta
kalmayı başarmış olan Türkan’ın o çok farklı dış
görünüşünü ve yabanî tavırlarını kendi hayal
gücünüzü kullanarak beyninizde canlandıra-
bilirsiniz. Ancak, bizi asıl ilgilendiren şey anadille
ilgili şu sorunun yanıtıdır: Türkan nasıl bir dil
konuşacaktır veya kızımızın -olacaksa- ne tür bir
dilsizliği olacaktır?
Bu konu üzerinde düşünen her insanın kabul
edeceği gibi, bu çocuğun mantıklı cümle
kalıplarından oluşmuş bir anadili olmayacaktır.
Başka bir deyişle, bu yaban kızı insanoğluna ait
yaklaşık 4 bin dilden hiçbirini konuşuyor ol-

25
mayacaktır. Bunun sebebi, 7 yıldır kendisine bir
tek kelime öğretecek bir insanla karşılaşmamış
olmasıdır. Bu fanteziden çıkan birinci sonuç şudur:
İnsan, anadilini sadece bir başka insandan
öğrenebilir. (Bu saptama şimdilik doğrudur; zira
dil öğretme işini gelecek onyıllarda mikroçipler
veya robotlar yapabilecektir.)
İkinci sonuç şudur: Hiçbir insan tek başına
sistematik bir dil icat ederek, onu bir toplumun
anadili yapamamıştır; çünkü dil olgusu insanların
toplumsal ihtiyaçlarından doğar ve toplumların
ortak kültürünü yaratma aracı olur.
Aklımıza Türkan’ın şempanzelerin seslerini ko-
layca çıkarabileceği ve ormanın akustiği içindeki
binlerce hayvan sesini belki de rahatlıkla tercüme
edebileceği gelebilir. Ama bunların hiçbiri lisan
olarak tanımlanamaz.
İnsanı insan yapan, insan beynini bu denli
yaratıcı kılan özelliklerin başında dil gelir. Dil,
özellikle son 30-40 yılda bilim insanlarının üzerine
önemle eğildiği bir araştırma konusu olmuştur.
Hayalî Türkan deneyinin imkânsızlığına karşın,
konuya değişik açılardan ve ters mantık yürütüle-
rek yaklaşılmış, binlerce araştırma yapılmıştır.
Bunlardan biri yaklaşık 10 yıl sürmüş ve ilginç
sonuçlar doğurmuştur. Türkan yerine, bu kez
Tanya adı verilen üç aylık bir şempanze yavrusu,
bir insan gibi, tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılana-
rak, Amerikalı bir bilim kadını tarafından 7 yaşına
kadar eğitilerek büyütülmüştür.
Anadil olarak kendisine İngilizce öğretilmeye
çalışılan Tanya, 7 yıl sonra sadece 150-200
İngilizce kelimeyi tamamen anlayacak ve
bilgisayarlı bir seslendirme aygıtı sayesinde
tuşlara basarak kullanabilecek duruma gelmiştir.

26
Konuşan bir bilgisayar kullanılmasının sebebiyse
Tanya’-nın beyninin ve gırtlak yapısının bu
sözcükleri telâffuz etmeye elverişli olmayışıdır.
Oysa, 7 yaşına gelmiş bir insan yavrusu, en az
3 bin kelimeyi anlar, bunları imlâ kurallarına
uygun olarak cümlelendirir ve konuşur. İşte bu
yetenek büyük oranda beyin kabuğunun bir
hüneridir. Tabiî, konuşma eyleminde yüzlerce ses
ve milyonlarca sözcük üretmeye uygun yaratılmış
bir gırtlak ve ağız yapısının rolü de yadsınamaz.
İnsansoyunu Türkan gibi ormanın bir parçası
olmaktan kurtarıp yeryüzünün görünürde
“hâkimi” durumuna getirmiş olan dil; bebekler
tarafından işitme, anlama ve taklit etme üçgeni
içinde kendiliğinden öğrenilir. O nedenle insanlar
ilk çocukluk çağlarını cümle kurmaya başladıkları
dönemden itibaren anımsarlar.
O yaşlarda, birkaç yüz sözcükten oluşan bir
kelime hazinesine ve anadilinin sözdizimi
sistemine -en basit hâliy-le- sahip olmuş olan
çocuğun hafızasında artık birçok kavram
mevcuttur ve bunlar işlerlik kazanmıştır.
Çocuk, o döneme kadar gördüğü, işittiği,
kokladığı, tattığı ve dokunarak hissettiği beş
duyusal algıların ne anlam ifade ettiğini tam
çözememişken, onlara verilmiş isimleri öğrenerek
bu kavramları zihninde “anlamlandırmış-tır”.
Bu, kendini anlatabilme faaliyetinin
başlaması, hafızadaki o eşsiz ve hızlı giriş-çıkış
mekanizmasının sık sık kullanılmasına yol açar.
İşte bu tekrarlar düşünmeyi doğurur ve öğrenilen
kavramlar (tabii beş duyu aracılığı ile alınan diğer
bilgiler de) kalıcı hafızaya ölünceye dek işlenir.
O nedenle, özellikle 3 yaşına kadar, çocuğun
sürekli olarak farklı farklı deneyimler yaşaması

27
son derece önemlidir. Devamlı olarak değişik
şekilleri, renkleri, yerleri ve objeleri görmesi,
alışılmamış şeylere dokunması, duyulma-mış
sesler işitmesi ve değişik kokular ve tatlar algıla-
ması; kullanılmayan nöronları kalıcı ve kullanılır
kılacağı için önemlidir. Aksi hâlde -beyin gerektiği
kadar deneyim yaşa-madığı için- çok sayıda nöron
kullanılmadığı için zamanla ölüp gidecektir.
Beynin yüzde yetmiş kapasitesi yaklaşık 3
yaşına kadar oluşmuş olur. Geri kalan yüzde
otuzun yirmi beşi ise 7 yaşına kadar tamamlanır.
Bilimsel deyimle; bu nörofizyo-lojik öğrenme
süreci -okul çağına kadar- genellikle gözlemsel,
işitsel, sezgisel ve düşleme ürünü verilerle ivme
kazanarak devam eder.
Okul çağından buluğ çağına kadar çocuğun
beyinsel olarak ulaştığı biyolojik, fizyolojik ve
lengüistik yapı, sonraki yaşamı için büyük önem
taşır.
Çocuğun düşünce limitleri ve hayal gücü, o
çağa kadar öğrenebildiği anadil düzeyinin ve
deneyimlerinin sınırları ile belirlenir.
Bir başka ifade ile, çocuk sadece anadili
aracılığıyla bilincine yerleşen kavramların
şekillendirdiği bir dünyanın sahibi ve esiri olur.
Yani çocuğun iç ve dış dünyasının parametreleri
ve koordinatları ancak anadilinin tasvir gücü
oranında bir kapasiteye sahip olur. O hâlde
denebilir ki, “kişinin dil eğitimi, onun zihinsel
kapasitesini daraltacak veya genişletecek
bir etkiye sahiptir. Kişinin potansiyeli dilinin
potansiyeli ile doğru orantılıdır.”
Buradan çıkan sonuçları sadece bilmek
yetmez. Bu konuda bilinçlenilmesi de gerekir;
çünkü bilmek ve bilinç-lenmek ayrı şeylerdir.

28
Okuduğumuz veya beş duyu aracılığıyla
edindiğimiz bilgileri içselleştirmediğimiz sürece o
bilgilerden yararlanamayız.
Son derece zengin kavramlar, yüklü anlamlar
ve eşsiz bir kelime hazinesi ile donanmış; işlek,
capcanlı ve yaygın bir lisan, onu iyi kullananların
geniş ufuklara, büyük düşüncelere, sınırsız hayal
gücüne ve üstün bir bilince sahip olmalarını
sağlar. Dil zenginliğinin düşünce zenginliği
üzerindeki etkisi, bir insanın konuşmasında veya
bir ulusun kültür ve uygarlığının eriştiği düzeyde
kolayca görülür.
Anadilin kelime zenginliği, devasa düşünce
ufuklarının salt etkeni değildir. Zira kelimeler yalın
hâlleri ile cansızdırlar; kavramların üzerine
yapıştırılmış etiketler gibidirler. Onlardan oluşan
cümlelere ruh üflemek ve hükümler oluşturup
düşünceler üretmek, hayal dünyalarımızı tasvir
etmeye olanak veren ve zengin nüansları
betimleyebilmiş bir dil ve kültür yapısı ile
mümkündür.
Çağın repertuvarındaki kavramları kendi fikir
dünyamıza katabilmek, günlük yaşamda kul-
landığımız 300-400 sözcük ile başarılabilecek bir
olgu değildir elbet.
Kavram ve fikir fukarası bir dil tarafından
programlanmış bir beyindeki üstün yetenekler, ne
yazık ki dil yetersizliği yüzünden boş yere harca-
nabilirler.
Anadilimizi çok iyi öğrenmeli, öğretmeli,
sürekli geliştirmeli ve kökeni ne olursa olsun
kültür hayatımıza ve günlük konuşma dilimize
iyice yerleşmiş kelimeler hakkında ırkçılık
yapmamalıyız ki; okuyan, okumaktan zevk alan,

29
öğrenen, düşünen ve yaratıcılığını kullanabilen bi-
reyler olabilelim.
Bütün bunlara rağmen, sağlığını koruyabilmiş
ve dil yetersizliğini de gidermiş bir beyne sahip
kişinin akıllı, mantıklı, rasyonel, tutarlı düşünce ve
davranışlar göstermesi yanında öğrenen ve
sorgulayan bir yapıya kavuşması, daha başka
etkenlere de bağlıdır. Bu etkenlerden bazıları
doğuştan gelir (kalıtımsal) ve zamanında
keşfedilip ortaya çıkarılmaları gerekir ki
geliştirilmeleri mümkün olsun. Bu da verilen
eğitimin kalitesi ve dış çevrenin etkisi ile doğru
orantılıdır.

30
BEYNİN BELLEĞİ

Bellek diyor ki: “Beni ya kullanırsın, ya


kaybedersin.”

Bellek: Beş duyumuzla algıladığımız,


düşündüğümüz, hayal ettiğimiz veya sezdiğimiz
her şeyi saklayabilen ve anımsayabilen en
vazgeçilmez beyinsel yeteneklerimizden biridir.
Beynimizin uykudayken dahi çalışan bu belleme
özelliği, bir bilgisayar diski gibi beynin sadece bir
bölümüne sıkıştırılmış cansız bir “bilgi deposu”
değildir. Aksine, capcanlı ve beynin her
bölümünde işlevi olan bir mekanizmadır.
Bellek hakkındaki bilgilerin büyük bir kısmı,
beyni zedelenmiş veya beyin ameliyatı geçirmiş
hastalar sayesinde elde edilmiştir. Örneğin, saralı
(epileptik) bir hastanın beynindeki hipokampüs
bölgesi alındıktan sonra dahi, ameliyat
öncesindeki tüm bilgilerini ve yaşam öyküsünü
hatırladığı gözlenmiştir. Fakat yarım saat önce
yaşadıklarını anımsayamadığı ortaya çıkınca, bey-
nin bu bölümünün uzun vadeli hafızada rolü
olduğu; ama kısa vadeli hafızada görevi
bulunmadığı anlaşılmıştır.
Bir başka beyin ameliyatından sonra da, beyin
kabuğunun genel kültürümüzün belleğe kaydında
ve hatırlanmasında etkin rolü olduğu anlaşılmıştır.

31
Bellekle ilgili bir başka ilginç gerçek de şudur:
beynimize giren her şey belleğe hemen
kaydolmuyor; önce kısa vadeli hafızaya alınıyor,
sonra bir ön elemeden geçiriliyor, daha sonra
bizim için önemli olan veriler veya duygusal yanı
ağır basan deneyimler özenle seçildikten sonra
uzun vadeli hafızaya kaydediliyor. Beynin
“önemsiz” olarak etiketlediği veriler ise, kısa
vadeli hafızada bir süre bekletilip unutuluyor. Ne
var ki, birimizin beyninin önemli bulduğu ve ömür
boyu sakladığı bir girdiyi, bir diğerimizin beyni
önemsiz bulup unutabiliyor. Bu, farklı beyinlerin
farklı süzgeçlere veya farklı seçici kriterlere sahip
olması durumu, “Aklın yolu birdir” özdeyişinin pek
de doğru olmadığını; doğruya ulaşmada
milyonlarca, hattâ milyarlarca yol olduğunu
gösteriyor
Anlaşılan o ki, üst bilincimizin yararsız
bulduğu bir şeyi, alt bilincimiz önemli bulabiliyor.
Örneğin, bir yıl önce eski bir dostla yaptığımız bir
sohbette konuşulanların tümünü hatırlayamayız;
ama o gün, doğum günümüz gibi önemli bir
günse, o günle bağlantılı olarak yapılan bazı
konuşmaları anımsayabiliriz. Hattâ dostumuzun
şık giysilerini veya yüzündeki büyükçe sivilceyi
de...
Bu durum beynimizin seçici bir yanı olduğunu
göstermektedir; ama neyi, niçin uzun vadeli
hafızaya kaydettiğini açıklamamaktadır. Beyinle
uğraşan bilim insanları, hafızada saklanan bilgi ve
deneyimlerin özelliklerine baktıklarında, bunların
çoğunun kişinin ileride işine yarayacak şeyler
olduğu kanaatine varmışlardır. Ancak, son derece
faydasız görünen pek çok şeyin de unutulmadığı
saptanmıştır.

32
Öte yanda, bir ömür boyu bellekte
saklanabilen bilgilerin beyne nasıl kaydoldukları
ve hatırlama denen sürecin nasıl oluştuğu konusu
hâlâ tam bir kesinlik kazanmamıştır; ama en çok
kabul gören varsayım şudur:
Beyni uyaran bir iç veya dış etki, şiddetine gö-
re yüzlerce veya yüz binlerce nöronu içeren
elektro-kimyasal sin-yaller, yani ateşlemeler
yaratarak, bir iletişim devresi oluşturur. Bu devre
içindeki hücrelerarası sinyalleşmeler devam edi-
yorken, (ne olduğu tam olarak henüz anlaşılama-
mış olan) bir “dekoder” devredeki kodları deşifre
eder ve bilince ulaştırır. İşte, bir olguyu
algılamamız, düşünmemiz veya hatırlamamız bu
devrelerin aktiviteleri sayesinde ortaya çıkar.
Beyindeki bilgi-işlem aktivitesi üç aşamada
gerçekleşir:
 Girdi: bilginin aktarılması,
 Depolama: bilginin belleğe yerleştirilmesi,
 Programlama: bilginin örgütlenmesi ve
yorumlanması.
Önce, beyne ulaşan bir uyarı veya girdi “ana-
bellek”e (uzun vadeli hafızaya) alınmadan önce,
genellikle beynin Talamus denen bölgesindeki
hücrelerin ateşlediği ve ortalama 20 saniye kadar
devam eden iletişim devrelerinde bekletilir. O
esnada beyindeki “seçici kurul” bunlardan
hangilerinin saklanacağına, hangilerinin
unutulması gerektiğine karar verir. Saklanması
gerekenler, ilgili görülen nöronlara aktarılır ve
ateşlenen devreler aracılığı ile saklanma
bölgelerine gönderilir.
***
Girdileri hatırlama ve hatırlanma miktarı
başlıca üç şeye bağlıdır:

33
1- Malzemenin (girdi, uyarı, bilgi düşünce) önemi
ve anlamı,
2- Malzemenin ne derece iyi öğrenildiği,
3- Malzemeden önce veya sonra öğrenilen diğer
malzemelerin bozucu veya yapıcı etkileri.
Yeni öğrenilen bir şey uzun vadeli hafızaya
kaydedilirken veya kaydedildikten sonra -ki buna
içselleştirme de diyebiliriz- bellekteki bilgilerle
ilişkilendirildiğinde, daha fazla nöron devresi
oluşturacağından dolayı, beyinde daha uzun süre
kalma ve daha çabuk hatırlanma şansına sahip
oluyor. Fakat bu ilintileme fonksiyonunun verimli
çalışması için, beynin bunu kendiliğinden yapma
alışkanlığı kazanması gerekir. Bu da genellikle
erken yaşlarda bu konuda kazanılmış bir
farkındalık sayesinde gelişebilir.
Geçmiş yıllarda epeyce yaygınlaşan belleği
geliştirme metotları ve hafıza oyunları beynin bu
nörofizyolojik çalışma yönteminden yararlanılarak
tasarlanmıştır. Ancak, burada dikkat edilmesi
gereken konu şudur:
Hafızanın saklama ve hatırlama işlerini
yapması, bilincimizin kontrolü dışında (istençdışı)
cereyan eder, hızı yüksektir, hattâ tüm
yaşamımızı “bir film şeridi gibi” çok kısa sürede
gözler önüne getirebilecek sürattedir. Oysa
birtakım hafıza oyunlarına girişildiğinde, bu
faaliyetler bilincin kontrolüne girer ve özellikle
hatırlama işlemlerinin hızı çok yavaşlar. Bunun
sebebi, saklama ve hatırlama işlemlerinin bilincin
farkında olduğu bir süreçte gerçekleşmesidir.
Hafızayla ilgili yapay yöntemler uygulanırken,
hafızanın otomasyonu devreden çıkar, yerine
bilincin “manuel imaj seçimi” çalışmaya başlar.
Bu durum hız kaybına yol açar ve hafızayı doğal

34
fonksiyon göstermekten alıkoyabilir. Yani, beynin
hızını düşürme gibi bir sakınca doğurabilir!(?)
Bir diğer sakıca da şudur: bu işi hobi veya
meslek hâline getirenler, kuvvetli hafıza kavramı
ile üstün zekâ kavramını aynılaştırmakta ve hafıza
tekniklerini başarıyla uy-gulayanları birer dâhi
olarak lanse edip toplumu yanlış
bilgilendirmektedirler.
Hafıza kaybı veya unutkanlık olarak bilinen
ve özellikle orta yaş ve üzeri yaşlardaki insanların
şikâyetçi oldukları arıza hakkında da, toplum
maalesef yanlış bilgilere sahip bulunmaktadır.
Bizleri hafıza zayıflığı konusunda yanılgıya
düşüren şey, kısa vadeli belleğin işleyişi hakkın-
daki bilgi eksikliği ve beyindeki bilgi-işlem
yöntemlerinin tam olarak anlaşılamamış
olmasıdır. İlerleyen yaşla birlikte hafıza kaybının
da ilerleyeceğini düşünmek doğru değildir; çünkü
daha önce belirtildiği gibi, hafıza beynin bir bölü-
müne sıkıştırılmamıştır; aksine, tüm girdilerin
farklı farklı bölgelere kaydolması ve hatırlanması
sayesinde fonksiyon gösterir. Örneğin, bir ömür
boyu unutulmayan insan yüzleri birkaç bölgeye,
bu insanların ses tonları başka bölgelere,
unutamadığımız bazı sözleri daha başka bölgelere
kaydedilir.
Bilgiler uzun vadeli hafızaya devredilip depo-
lanmadan önce kısa vadeli hafızada bekletilirken,
talamus bölgesinde herhangi bir arıza veya
fonksiyon kaybı varsa veya daha önemlisi beynin
alın yumrusunun derinliğinde yer alan
hipokampüs isimli çekirdeksi yapı zarar
görmüşse, beynin yeni bilgiler öğrenmesinde
veya bilgi depolamasında mutlaka aksaklıklar
oluşur. Bu aksaklığı “hafıza kaybı” olarak

35
adlandırmak yanlıştır; çünkü kazanılmamış bir
şeyin kaybedilmesi söz konusu olamaz. Yani,
hafızaya henüz kaydedilmemiş bilgilerin hafızada
kaybolduğunu söylemek doğru değildir. Bu durum
sadece depolama mekanizmasındaki bir bo-
zukluktur.
O nedenledir ki, pek çok orta yaşlı veya yaşlı
kişi, örneğin 60 yıl önce yaşadığı günleri sanki
dün yaşamış gibi capcanlı anlatabilirken, dün
yaşadıklarını çoğu kez anımsayamaz veya çok
azını anımsar. Çünkü 60 yıl önceki sağlıklı beynin
depolama sistemi mükemmel çalışıyor, yepyeni
bir video kamera gibi, her şeyi capcanlı algılayıp
kaydediyordu. Dünkü deneyimlerse, zarar görmüş
bir mekanizma yüzünden uzun vadeli hafızaya
kaydedilemeden, henüz kısa vadeli bellekteyken
saf dışı bırakılmıştır.
İleri yaşlarda girdilerin belleğe tam olarak
girmeyişinin bir başka nedeni de girdi
zayıflığıdır. 40 yaşından sonra, beş duyu
organının hassasiyeti -bazen birdenbire, bazen
âniden- yüzde 10 oranında azalır. Yani
görüntülerin, seslerin, kokuların, tatların ve
dokunma algılarının beyindeki etkileri daha silik
veya daha şiddetsiz olur. Dolayısıyla, girdilerin
nöron devrelerini ateşleme etkileri ve belleğe
kayıtları da zayıf olur.
Diğer sebepler arasında: hiç değişmeyen
köklü alışkanlıkların birikmesi yüzünden belleğin
yeterince çalıştırılmayışı, okumanın ve entelektüel
merakın azalması, hastalıkların artması, sinir
sistemindeki değişimler, hormon ve nörotrans-
miter salgılarının azalması, yanlış beslenme, aşırı
alkol ve sigara tüketimi, kullanılan ilaçlar,

36
uykusuzluk ve bütün bunların “yaşlanmanın
gereği” olarak kabullenilmesi, sayılabilir.
***
Belleğin güçlendirilmesi hakkında yapılan
çalışmalar ve alınan başarılı sonuçlar giderek
daha büyük umutlar doğurmaktadır. Ama
keşfedilmiş çok somut bir yöntem he-nüz ortalıkta
görülmemektedir. Ne var ki, belleğin korun-
ması için elimizde yeterince bilgi ve yöntem
bulunmak-tadır. Örneğin, unutkanlığı önleme
eksersizlerinden birçoğu önemli yararlar
sağlamaktadır. Ancak, burada yine hatırlamamız
gereken şey, girdilerin beynin farklı merkez-lerine
yayılarak saklandığıdır. O nedenle, hiçbir insanın
hafızası her şeyi aynı oranda unutmaz.
Öyleyse, kendi kendimize öncelikle sormamız
gereken soru şudur: “En çok neleri unutuyorum?”
veya “Hangi alanlarda daha fazla unutuyorum?”
Bu sorunun yanıtı sayesinde hafızasın hangi
alanlarda zayıf veya kuvvetli olduğu saptanabilir.
Hafızanın güçlü veya güçsüz olmasında,
kişinin sahip olduğu genetik ve biyolojik özellikler
yanında, içinde bulunduğu toplumun alışkanlıkları
veya daha geniş anlamda kültürü, aldığı eğitim,
öğrendiklerini uygulama başarısı ve yeniliklere
açık olması da etkendir. Yani, bazı yetenekler ve
hastalıklar gibi, hafıza mekanizmasının özellikleri
de genetik yolla kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Eğer
kişi unutkanlığın fazlaca görüldüğü bir aileden
geliyorsa, gelecekte onun da unutkan olma
ihtimali yüksek oluyor.
Bazı insanlar yüzleri iyi hatırlarken isimleri
unutur; kimileri isimleri iyi hatırlarken numaraları
unutabilir; kimileri de olayların kronolojik sıralarını
hatırlamayabilirler. Öyleyse, başta hafızanın hangi

37
alanlarda zayıfladığının farkına varmaktır.
Ardından, bu alandaki aktiviteleri arttırmak ve
bazı ek önlemler almak, hafızanın zayıflamasını
önleyebilir, güçlendirebilir. Bu önlemler arasında
genel kabul görmüş olanların bazıları şunlardır:
Kanı sulandırdığı, pıhtı oluşumunu önlediği ve
beyne daha fazla kan ve oksijen gitmesine
yardımcı olduğu için, her gün 100mg kadar
Aspirin almak. (Önemli not: Yüksek dozda Aspirin
almak iç kanamalara yol açacağı için tehlikeli
olabilir. Ayrıca yüksek tansiyon hastalarının ve bol
sarmısaklı diyet uygulayanların Aspirin almadan
önce bir doktora başvurmaları gerekir.)
Vücudumuzun da ürettiği asetil kolin maddesi
hafızaya yardımcı olmaktadır. Bu madde bir
nörologla görüşüldükten sonra dışarıdan alınabilir.
Alzheimer hastalığına yakalanmış kişilerde, E-
vitamini düzeyinin çok düşük olduğu saptanmıştır.
O nedenle içeriği E-vitamini bakımından zengin
gıdalara yönelmek faydalı olabilir. Bitkisel yağlar,
ayçekirdeği, badem, yer fıstığı ve ceviz bu açıdan
zengin kaynaklardır. Ayrıca süt ve süt ürünleri,
meyve ve sebzelerle birlikte A, B, C vitaminleri ve
çinko, demir, bakır, magnezyum ve potasyum gibi
minerallerin yeterli günlük dozları her gün
tüketilmelidir.
Bol oksijenli mekânlarda yaşamak/çalışmak ve
yine bol oksijenli mekânlarda yeterince uyumak,
kimyasal maddelerden ve kirli havadan uzak
durmak, sigara içmemek, dengeli beslenmek...
Okumak, beynin çok farklı bölgelerini aktive
eder ve pasif hâle dönüşmüş olan kelime
dağarcığımız kullanılır hâle dönüştürür. Ayrıca,
okurken, örneğin okuduğumuz kitap bir romansa,
öyküdeki mekânların ve karakterlerin tüm

38
özelliklerini hayal eder, temayı zihnimizde
capcanlı bir yaşam öyküsüne dönüştürürüz. Bu
süreç, beyni ve hafızayı aktif tutar ve en azından
hafızanın fonksiyon kaybını engeller. Aynı
sebepten dolayı bol bol konuşmak da hafızaya
yardımcı olur.
Yaşamımız monotonlaştıkça, alışkanlıklarımız
otomasyon kazandıkça ve her gün tekrarlanan
hareket ve sözler çoğaldıkça, bütün bunlar
beynimize çok kolay gelmeye başlar. Bu kolaylık,
hem beyni ve hem de hafıza sistemini
tembelleştirir. O nedenle, değişiklik sadece
hayatın tuzu biberi değil; aynı zamanda beynin de
gıdasıdır. Yani, “Bir gününüz bir diğerine
benzemesin,” özdeyişinin gereğini yapmak...
Zihin eksersizleri yapmak… Örneğin, a- diş
fırçanızı sol elle, solaksanız sağ elle tutmaya
başlayın, b- sokaktan gelen gürültüye kulak verin
ve sesleri ayrıştırmaya çalışın, c- dükkân
isimlerinden anlamlı ve uzun cümleler oluşturun,
d- cep telefonunuzdaki numaraları uygun
imajlarla birleştirip ezberlemeye çalışın.
***
Bunama: Hafıza kaybı hastalık derecesine
ulaştığında bunama başlıyor. Bunamaya sebep
olan birkaç faktör var. Bunlardan üçü şunlar: a-
Jacob Cruisel Hastalığı: Bu rahatsızlığa virüsler yol
açıyor. Virüs vücuda girdikten 6 ay kadar sonra
hafıza yıkımına neden oluyor, b- Vasküler
demans: Beyin damarlarında tıkanma ve yüksek
kolesterol nedeniyle ortaya çıkan damar
hastalıklarının sonucunda, şiddetli bunamayı
yaratıyor, c- Travmalar: Çarpma sonucunda
beynin zedelenmesi, birçok alanda olduğu gibi
hafızada da bozukluklar meydana getiriyor.

39
BEYNİN DUYGULARI

Mantık icat edilmeden önce duygular vardı.

Bu bölüme şu soruyla başlayalım: Yaşamı daha


değerli ve daha anlamlı kılan ve hem insanlar
arasındaki ilişkilerde, hem de tüm kültürlerde
önemli bir yere sahip olan duygularımızın acaba
beynimizle mi, yoksa kalbimizle mi ilişkisi daha
fazladır?
Bu sorunun yanıtı kolay; ama yanıtın bizi
tatmin etmesi için his, duygu ve heyecan
kavramların tanımını yapmak gerekir:
His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde
veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek
olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir
(awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak
yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına
varılan böylesi bir tepkidir.
Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin
kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir
uyarılmışlık hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku,
panik, âşık olma gibi…
Heyecan (excitement): Duyguya oranla daha
kısa süreli ama daha yoğun bir uyarılmışlık hâlidir.

40
Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur.
“Yüreğim ağzıma geldi!”, “Kan beynime sıçradı!”
veya “Kendimi zor tuttum!” ifade-lerindeki şiddetli
duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler.
Bu üç durumun oluşmasına karar veren organ
beyindir. Oluşmalarında etkili olan faktörler ise;
dış etkiler, beş duyu organı, bellekteki kayıtlar ve
beynin tüm bunları işleyip bir karar vermesidir.
Beynin, duyguları yaratan çarkı şöyle işler:
Vücudun sadece bir organını veya bölgesini
uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin
o organa bir sinirler aracılığıyla bir sinyal
(impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks
hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü
uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü
sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz.
Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o
duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı
bezlerine birkaç sinyal gönderir ve böylece bazı
hormonlar hemen üretilip kan dolaşımına
akıtılırlar. Bu sayede en geç 6 saniye içinde o
hormonun yarattığı duyguya kapılırız.
Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem
hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır. O yüz-
den de bedendeki etkisi çok şiddetli olur.
Bu tanımlardan sonra -yeri gelmişken- yaygın
bir toplumsal yanılgıyı daha düzeltelim:
“Duyguların mantığı yoktur” veya “duygusal
davranmak yanlıştır” cümlelerindeki yanlışlık...
Aslında, bazı insanlara çok karmaşık,
anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız
tamamen fiziksel birer oluşumdur, zekâyı ve
mantığı bünyesinde barındıran beynin
kontrolündedir ve kendi içinde doğa mantığı
taşır.

41
Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel
düşüncelerimiz tarafından sürekli dışlanan
duygular, geniş perspektiften bakıldığında
bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından
biridir. İyi ve kötü diye sıfatlandırdığımız bütün
duygularımız aslında yaşamamız için çok önemli
birer görev üslenmişlerdir ve zaten genlerden
gelen emirler üzerine üretilen enzimler,
hormonlar ve beyindeki nörotrans-miter denen
salgılar sayesinde oluşurlar.
Ne var ki, salt bilgi üretme ve bilgi tüketme
üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi
yüzünden, bu devasa potansiyelimizden yeterince
yararlanamamaktayız. Hattâ yıllar önce yapılan
araştırmalardan sonra IQ testlerinin insanın
zekâsını ölçmede tam anlamıyla işe yaramadığı
ortaya çıkınca, bunun yerine duygusal zekâ (EQ=
Emoti-onal Intelligence) testleri uygulanmaya
başlandı. Bu durum tutsak kalmış beyinsel
gücümüzün açığa çıkarılması ve kullanılması
bakımından oldukça olumlu bir gelişmedir ve
belki de bu yeteneğimiz sayesinde daha payla-
şımcı bir dünyaya doğru bir sıçrama
yapabileceğiz. (Bu konu ileriki bölümlerde daha
detaylı irdelenecektir.)
Aslında bizi diğer canlılardan ayıran ve
“üstün” kılan şey; duygusal ve ruhsal yapımızı
ortaya çıkaran beyin hücrelerimizdeki genetik
bilgi bankasının hafızadır. Bu genetik belleği
tanımak, duygusal örgümüzü daha yakından
tanımak demektir. Şöyle ki:
Beynimizde, hipotalamus denen, nohut
büyüklüğünde bir “duygu merkezi” var. Bu
merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini
düzenleyen, adı Endokrin Sistemi olan hormonlar

42
sistemine bağlı salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği
içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezlerinin gerekli
hormonları ürettikten sonra hedef organlara
gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Tiroit bezi,
hipofiz bezi, epifiz bezi, pankreas, testisler,
yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli
hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde
ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu
hislenir, duygulanır veya heyecanlanırız.
Duygularımızı doğuran bir başka etken de
beynimizin ürettiği nörotransmiter denen
kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain,
esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler
oluştururlar.
Yaşamak ve üremek için gerekli olan
duygularımızı üreten ve yaşatan genetik bilgilerin
de birer mantığı vardır. Bunları ilköğretim, lise ve
fakülte gibi 3 düzeye ayırmak mümkündür:
Temel Bilinç Mantığı, doğadaki fizik ve
kimya kanunlarının genlerimize ve genel
fizyonomimize işlenmiş hâlidir ve doğadaki
biyolojik bilincin bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta
kalmamızı sağlar. Yani, üreme, beslenme, çev-reyi
algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma
güdülerini doğurur.
Orta Bilinç Mantığı ise sınama ve yanılma
yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm
hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Buna ham
bilinç de diyebiliriz.
Üstün Bilinç Mantığı ise akademik düzeyde
düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma
ve bilgiden bilgi üretmeye yarar. Bu sistem, bazı
hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir; fakat
insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve hattâ

43
sosyal bilinç diyebileceğimiz bir olgunun ortaya
çıkmasını sağlamıştır.
Görüldüğü gibi, tüm duygu ve düşüncelerimiz
bu üç mantık düzeyinin çeşitlemeleridir. Bu
çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif
boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke,
mutluluk ve mutsuzluk gibi... Bunların bir
durumdan diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak
gerçekleşebilir.
Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine
de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir
hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın
köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen
düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi
ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre,
negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar
negatif olur ve köklere dahi negatif sinyaller
ulaşır. O hâlde pozitif düşünmek ve pozitif çevre
koşullarında yaşamak, duygusal denge ve
verimlilik bakımından son derece önemli iki
etkendir. Belki başarının sırlarından biri de budur.
***
Burada, genellikle yanlış anlaşılan ve yukarıda
adı geçen duygusal zekânın da bir tanımını
yapmakta yarar olacaktır. Duygusal zekâ:
doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye
veya olaya karşı, doğru miktarda, doğru
duyguyu gösterebilme yeteneğidir. Yani
duyguları zekice kullanabilmektir. Kaldı ki
duygusal olma, hele hele duyguları apaçık ve
bağıra çağıra ortaya koyma hiç değildir; tam
tersine, duyguları kontrollü ve ekonomik kullanıp
sağlıklı yaşatabilme ve başkaları ile duygusal
iletişime girebilme (empati) yetisi; bir başka
deyişle, beynin kendi kendini duygu

44
bombardımanlarından koruyabilmesi ve onları
bastırma gücünü gösterebilmesidir.
1950’lerden bu yana yapılan araştırmaların
sonuçları göstermiştir ki, başarının yüzde 90’ı
diğer zekâ türlerine aittir (Bu konuyu zekâ
bölümünde genişçe irdeleyeceğiz.). Bu demek
oluyor ki, hayattaki başarı için sosyal ve duygusal
yetenekler IQ’ya oranla kat kat daha etkilidir. Zira
IQ’nun gerçek dünyadaki başarıya katkısı ancak
yüzde 5 kadardır. Birçok bulgu gösteriyor ki
duygusal yetenek sahibi, yani kendi duygularını
tanıyıp idare edebilen ve başkalarının duygularını
sezip onlarla iletişim kurabilen kişiler yaşamın her
alanında avantajlı duruma geçmektedirler.
Gelişmiş duygusal yeteneklere sahip kişiler
yaşamlarını daha doyumlu sürdürebilir ve kendi
kapasitelerini genişletecek zihinsel alışkanlıklar
geliştirebilirler. Duygusal zekâlarını
geliştiremeyen kişilerse, kendilerini yaşamlarını
sürdürmeye yarayan bir işe adayarak, daha da
gelişmelerine olanak verecek yolları kendileri
tıkamış olurlar.
***
His, duygu ve heyecan derken bunların
isimleriyle ilgili belleğimizi tazelemek bakımından
aşağıdaki listeye bir göz atmada yarar olacaktır:
-Sevgi (çocuk, aile, arkadaş, ulus, insan, Tanrı...)
-Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi)
-Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği)
Utanma (masumiyet veya kabahatten doğan...)
-Acı (yürek acısı, buruk acı gibi)
-Kompati (pozitif duyumlar yaşama)
-Dertpati (birinin derdiyle dertlenme)
-Kendini aşağı hissetme
-Kendini üstün hissetme

45
-Üzüntü/Hüzün duyma
-Alınma/Kırılma/Küsme
-Mutlu/ Mutsuz olma
-Tatmin olma
-Zevk alma
-Hayranlık/Gıpta
-Kuşku/Vesvese
-Gurur/Övünç
-Hırs/İhtiras
-Panik, şok, sevinç, coşku, öfke, cesaret, korku,
hınçlanma, isyan, kıskançlık, pişmanlık, şefkat,
minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik,
suçluluk...
***
Bu noktada, temel bilinç mantığındaki
içgüdüler ile duygu ve tutkuların farklı şeyler
olduklarını belirtelim ve ilk örnek birine küsme
eylemine yol açan kırılma duygusunu irdeleyelim:
Acı, korku, mutluluk, sev/il/me ve romantik aşk
gibi ruhsal dengemizi derinden etkileyen
duygulardan biri diğeri de kırılma duygusudur. Bu
duygunun ortaya çıkmasına yol açan başlıca beş
temel sebep vardır: kötülük, yalan, güvensizlik,
umursamazlık ve acı gerçekler. Akraba veya çok
yakın insanları birbirleriyle yıllarca konuşmamaya
kadar itebilen bu etkenler ayrıca iç içe birer ilişki
içindedirler. Örneğin kendimizle ilgili bilinmesini
istemediğimiz gerçekler bizi kırabilir; fakat
rencide edici bir tavırla yüzümüze vurulduğu
zaman, kötülüğe ve hattâ acıya dönüşüp küsmeye
veya düşmanlıklara yol açabilir. Hakeza hak etti-
ğimiz bir cezaya çarpıldığımızda da, verilen ceza
gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep
olur.

46
Ayrıca, yalanlar ve güvensizlikler hem
kötülükleri, hem de umursamazlıkları ortaya
çıkarabilirler. Kırgınlığa yol vermemenin veya onu
gidermenin yolu ise affedicilik ve empatidir. Yani,
dünyaya ve kendimize karşımızdakinin gözleriyle
bakmak ve bir anlığına da olsa onun duyguları ile
yaşamaktır.
Kırgınlık duygusunun yanıltıcı bir yanı da
vardır. Bu becerisi, kendisini ustaca
gizleyebilmesinden ve sevgi, saygı, özveri,
sempati gibi diğer duyguların “postuna bürün-
me” yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır.
Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yapmacık
sevgi veya saygı gösterdiğimiz hâller, kırgınlığın
bu yanıltıcı maskesini kullandığımız durumlardır.
İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi dahi
duyguların birer bukalemun gibi renklerini
değiştirebilme özelliğine sahip olmalarındandır.
Örneğin, kendisinin de içinde bulunduğu bir
arabanın şiddetli bir çarpışmayla paramparça
olduğu bir trafik kazasında iki çocuğunu ve eşini
kaybeden bir annenin, bu dayanılmaz acıyı kısa
bir sürede rasyonalize ederek ve dayanılır hâle
getirebilmesi gibi.
Duygularımız yüzyıllardır kalp sözcüğü ile
birlikte anılmış ve neredeyse kutsallaştırılmıştır.
Bu tutum, Antik Yunan Filozofu Aristoteles’in 2360
yıl önce yazdığı ve halk arasında yayılmış olan
yanlış bir düşüncesinden kaynaklanmaktadır. O
çağda beyin hakkında elde hiçbir bilgi yoktu.
Aristoteles, düşüncenin kalpte oluştuğunu, kafata-
sının içindeki şeyin de kanı soğutmaya yaradığını
sanmış ve bu inancını anlatıp yazmıştı. Zaman
içinde duyguların da kalpte oluştuğu inancı gelişti
ve bu inanç -ne yazık ki- günümüze kadar

47
yaşamını sürdürdü. Oysa kalbin, kana karışan
hormonları tüm vücuda pompalama görevi
dışında duygu üretme sürecinde önemli bir işlevi
yoktur.

Çoğumuzun sık sık kullandığı korku


duygusunu anlat-mada da son sözü
Shakespeare’e bırakalım:

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor


kaybetmekten korktuğu için.
Sevilmekten korkuyor
kendisini sevilmeye lâyık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor
sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor
eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını göstermekten korkuyor
reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor
gençliğin değerini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor
dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ölmekten korkuyor
aslında yaşamayı bilmediği için.
Ve yaşamdan korkuyor
kendisi yerine başkalarına göre yaşadığı için.”

48
BEYNİN HAYAL GÜCÜ

Ufuk turlarınız, hayal gücünüzün ulaştığı


sınırlarda biter.

Yanlış anlamalara ve yanlış anlaşılmalara,


özellikle kavram kargaşalarının bol olduğu top-
lumlarda sıkça rastlanır. Fakat bazen, kişi,
duyduğu yalın bir ifadeyi veya sözcüğü bile,
söyleyenin kullandığı bağlamın dışında bir anlam
içinde algılar. Örneğin, “Serap kavanozu düşürdü”
cümlesi, “Serap kavanozu kırdı” şeklinde
anlaşılabilir. Oysa düşen her kavanoz kırılmaz.
Bu durum, “Her tarif bir tahriftir,” özdeyişi
ile de anlatılır. Sağlıksız algılamanın eğitsel,
kültürel, düşünsel ve fizyolojik birçok nedeni
vardır. Yaptığım ufacık bir araştırmada, “Hayal
gücü teriminden ne anlıyorsunuz?” sorusuna
karşın aldığım yanıtlarda, bu kavramın çok yanlış
algılandığını; bu yanlışlıkta hem kavram, hem de
bağlam kargaşasının etkili olduğunu saptamıştım
yıllar önce.
Herhangi bir deneyimi veya gördüğümüz bir
olayı yıllar sonra bütün canlılığı veya detayları ile

49
zihnimizde resimledikten sonra dile dökerek
anlatabilmemiz, belleğimizin işlekliğini ve gücünü
ortaya koyar. Bir başka anlatımla, yıllar önce
çevrilmiş bir filmi, fazlaca kazıntı, silinti ve
karıncalanma olmadan ekrana yansıtabilmek
belleğin gücüne bağlıdır.
Anımsama (hatırlama=recollect) denilen bu
yeniden canlandırmayı gerçekleştirirken
yaptığımız işe, yaratıcı bir katkımız yoktur. Hattâ
tamamını anımsayamadığımız için kaybımız
vardır. Bir hatırlama esnasında, göz önüne anıla-
rın veya sözcüklerin bellekte kodlanmış imgeleri
gelir. Buna, hayal etmek veya imgelemek denir.
Hayal etme işi -nasıl ki dış dünyayı görmemiz
iki gözümüz sayesinde oluyorsa- bilincimizin
kendi iç dünyasını görmesi için geliştirdiği “bilinç
gözü” sayesinde oluşur. “Bilinç gözü” hem zihinde
oluşan kavramlara birer resim (imge/imaj) seçer
ve belleğe yerleştirir, hem de bellekteki imgeleri
geri çağırarak (recall) yeniden canlandırır veya
değiştirir.
Hayal etmek zihindeki resimsel hafızanın bir
fonksiyonu ve bilinç gözünün görme işini yapması
ise, hayal gücü de bilinç gözünün “düşünmesi”dir.
Beynin düşünmesi insanın kendi kendisiyle
konuşmasıdır, yani öğrendiği her şeyi birbirleriyle
ilintilemesi, çakıştırması veya birleştirmesidir.
Bilinç gözünün düşünmesi ise, beynimizin
kaydettiği tüm imgeleri birbirleriyle ilintilemesi,
çakıştırması veya birleştirmesidir. Yani beynin
resimlerle düşünmesidir. Bu sayede beynimiz
kendi kendine yeni imajlar yaratır veya yeni
senaryolar yazıp yeni filmler çeker. İşte hayal
gücü, her seferinde yeni bir imaj sergisini oluştur-
ma gücüdür.

50
Yaratıcılık ise, bu “imaj sergisi” ile “fikir sergi-
si”nin çakıştırılmasıyla ortaya çıkar ve eşsiz
“beyin çocukları” doğurur.
Görüldüğü gibi, genellikle ve yanlışlıkla
yaratıcılık anlamında da kullanılan hayal gücü,
fikir gücü ve hafıza gücü olmadan beyin çocukları
doğurmaya yeterli olmayan bir fakültedir. Hafıza,
düşünce ve hayal gücü üçgeni içinde oluşan
yaratıcılığın boyutlarının, bu üçlünün gücü ile
doğru orantılı olduğu kabul edilir. O hâlde fikir
hayatımızı ve belleğimizi geliştirip koruma
çabalarımızın paralelinde, hayal gücümüzün
ufuklarını da genişletmeye büyük özen göster-
meliyiz. Özellikle çocuklarımızın bu yeteneklerini
geliştirmelerine her fırsatta yardımcı olmalıyız.
Burada, bir kavram ve bağlam kargaşasını
daha düzelt-mek gerekiyor. Çünkü hayal gücü ile
hayalperestlik de birbiri yerine kullanılmaktadır.
Hayalperest sıfatı; aklı havada, gerçeklerden uzak
düşünen, ayağı yere basmayan ve birtakım
ütopyalar içinde yaşayan kişiler için kullanılan bir
önaddır. Ama hayal gücü yaratıcılıkta büyük rol
oynayan zihinsel bir yetenektir ve beynin sağ
yarıküresinin önemli fonksiyonlarından biridir.
Kişi, hangi zekâ türüne sahip olursa olsun,
zekâsını hayal gücü olmadan yaratıcı zekâya
dönüştüremez. O nedenle, özellikle küçük yaştaki
çocuklara ilginç masallar anlatmak, eğlendirici ve
düşündürücü çizgi filmler izletmek ve kafalarında
senaryolar üretmelerine yardımcı olmak gerekir.
Pek çok insanın hayal gücü zayıflığı kolayca
fark edilebilir. Belirtiler, kişinin özellikle tarihteki
bir olayı anlattığı anlarda su üstüne çıkmaktadır.
Çünkü olayları kendi koşulları içinde
değerlendirmek için, olayların geçtiği zamanın

51
özelliklerini zihinde resimleyerek
canlandırabilmek gerekir. Kişinin bunu ne denli
başardığı öyküsündeki tasvirlerde görülür.
Alaska’da doğup büyümüş bir Eskimo’nun,
Afrika çöllerinde geçen olayları iyi anlayabilmesi
için çok iyi okumuş ve aratırmış olması yetmez.
Aynı zamanda, üstün bir hayal gücüne de sahip
olması gerekir ki, daha önce hiç hissetmediği bir
hava sıcaklığında yaşanmış olayları yeterince kav-
rayabilsin.
Üstün yapıtlar veren ressam ve bestekârların,
yazar ve şairlerin, mimar ve mühendislerin
olduğu kadar; büyük lider ve komutanların, tiyatro
sanatçılarının ve tüm mucitlerin başarıları hiç
kuşkusuz zekâları ve güçlü bellekleri yanında,
geniş hayal güçlerinin ürünüdür. “Uzak ufuk
turlarına çıkabilen düşünürler” de ancak bu
özellikleri sayesinde engin felsefî boyutlara
yükselebilirler. Buna pek çok bilim insanını da
ekleyebiliriz.
Yıllar önce okuduğum bir romanda tanık
olduğum engin bir hayal gücünden -çok çarpıcı bir
örnek olduğu için- kısaca söz etmek isterim:
Yazar, Hz. Nuh’un Tufan’dan önce
çevresindeki ağaçlardan yararlanarak yaptırdığı
gemiye habersizce binen birinin ağzıyla, suların
yükselmesi boyunca ve sonrasında yaşananları
anlatıyordu. O “kişi” geminin güvertesini oluş-
turan tahtalardan birinin içine saklanarak
yolculuğu anbean izleyen, yapılan tüm hareketler
ve konuşmalar hakkında akıl yürüten ve hem
övgü hem de yergilerini dile getiren bir tahta-
kurusuydu.

52
Hayal kurmanıza yardımcı olsun diye,
aşağıdaki soruya yanıt olarak fanteziler üretmeniz
size keyifli dakikalar geçirtebilir:
Her insana ölmeden önce bir haftalık ömrü
kaldığı ilham edilmiş olsaydı, bugünkü toplumsal
yaşam ve dünya ne durumda olurdu acaba? Ve
acaba bu haberi alan kişilerin son bir hafta
içindeki davranışları ne yönde değişirdi?”
Çocuklarınıza da hayal güçlerini
geliştirebilmeleri için şu alıştırmaları yaptırarak
yardımcı olabilirsiniz: Gözlerinizi kapayın ve
şunları hayal edin: Bir trenin uzaklaşma sesi; bir
köpeğin suda yüzmesi; sağ avuçta bir tükenmez
kalemi hissetme; şekerli sıcak süt içme; fırından
yeni çıkmış bir sıcak ekmeği koklama.
Bu imajların çoğu çocuğun belleğinde
kayıtlıdır. Alıştırmanın amacı, hayal ederek bel-
lekten çağırma işini kolaylaştırmaktır. Aşağıdaki
sorular ise çocuğun düşünerek yeni imajlar
geliştirmesine, yani hayal gücünü genişletmesine
yardımcı olur: Sol elin ılık sudayken, sağ elinle bir
bardak soğuk süt iç; bir serçe gibi uç ve
gördüklerini anlat; kendini bir tavşan yerine koy
ve dün yaptıklarını anlat.

BEYNİN ZEKÂSI VE AKLI

Her zeki insan akıllı değildir.

Zekâ ve akıl arasında ay ve güneş arasındaki


kadar fark olmasına rağmen, bu iki kavram -diğer

53
birçoğu gibi- birbiri yerine kullanılmaktadır.
Kavramlar çok değerli zihinsel varlıklarımızdır. Ne
yazık ki, bir kavramın geniş içeriği sığlaştırılmışsa
veya o kavram yanlış bağlamda kullanılıyorsa,
onun bize kazandıracağı değerden yeterince
yararlanılamaz.
Özellikle akıl denilen şeyin, anlam kaymasına
ve anlam yitimine uğratılmış olması, ulus olarak
bize şimdiye dek çok büyük kayıplar verdirmiştir;
çünkü aklın hangi ögeleri içerdiğinin ayırtında
olmamak, onları yeterince geliştirememek
anlamına gelir. Bu farkındalık kaybı, belki de ev-
rendeki en değerli ve en yaratıcı organ olan
beynin eşsiz potansiyelinden yeterince
yararlanmadığımızın da bir göstergesidir.
Kaldı ki, zeki ve akıllı insan çok değerli bir
varlıktır; bir insan tek başına koskoca bir ulusu
rezil de edebilir, vezir de.
Öyleyse, zekâ veya akıl dendiğinde, başta
eğitimciler ve anababalar olmak üzere, herkesin
aklına aşağıda tanımların ve açılımların ne denli
önemli oldukları gelmelidir:
Zekâ (intelligence): Aklın bölümlerinden
sadece biridir. Beynin öğrenme, anlama, problem
çözme, çözüm üretme, bilinenlerden yararlanarak
bilinmeyenleri ortaya çıkarma gücü ve bu gücü
kullanabilme yeteneğidir. Zekânın gücü, hızı ve
kapasitesi her insanda aynı değildir. Kaldı ki zekâ,
bu güç ve kapasite yanında -her meyvenin ayrı bir
lezzete, kokuya ve renge sahip olması gibi-
kendini birbirinden çok farklı biçimlerde gösterir.
Şimdiye dek “özel yetenekler” diye bilinen
zekâ türleri, bazı Batılı eğitimbilimciler tarafından
13 ayrı isim altında kategorize edilmişlerdir:
1- Matematiksel zekâ

54
2- Mantıksal ve Analitik zekâ (IQ)
3- Dil yetenekli (Lengüistik) zekâ
4- Pratik (Sağduyusal) zekâ
5- Ansiklopedik (Genel Kültürcü) zekâ
6- Uyumsal (Interpersonal) zekâ
7- Atletik (Physical) zekâ
8- Artistik (Şekilsever/Patternist) zekâ
9- Müzikal zekâ
10- Sezgisel (Intuitive) zekâ
11- Duygusal (Emotional) zekâ (EQ)
12- Ruhsal zekâ (SQ)
13- Toplumsal ortak zekâ
Dikkat edilecek olursa, ülkemizde ve Batı’da
eğitim programları genellikle ilk 6 tür zekânın
geliştirilmesini hedeflemişlerdir. Bu zekâ türleri,
büyük çapta beynin sol yarıküresinin işlevleri
arasındadır. Sağ yarıkürenin fonksiyonları arasına
giren diğer zekâ türlerinin geliştirilmesi ise,
özellikle ülkemizde daha fazla ihmal edilmektedir.
Konuya biraz daha açıklık getirmek için beynin
sağ ve sol yarıkürelerinde hangi fonksiyonların
oluştuğunu sıralamak yararlı olacaktır.
Beynin sol yarıküresinde matematik, mantık,
lisan, okuma-yazma, ölçümler, analizler,
çözümlemeler, rasyonel işlemler ve redüksiyonist
düşünceler gibi işlevler oluşur.
Beynin sağ yarıküresinde ise müzik, ritim,
renkleri algılama, resimleme, hayal etme, tanıma,
duygusal iletişim, sentezleme, konsantrasyon ve
bütüncül (holistik) düşünceler gibi zihinsel
işlevlerin yer aldığı bilinmektedir.
Ne var ki, üstün bir yaratıcılık yeteneğinin
ortaya çıkması için beynin iki yarıküresindeki tüm
yeteneklerin geliştirilmesi ve bunların yüksek
düzeyde iletişim ve koordinasyon içinde olmaları

55
gerekir. Burada önemle vurgulanması gereken
görüş şudur: “Hayal gücü gelişmemiş beyinlere
sahip insanların evrensel düzeyde yaratıcı
olmaları hemen hemen olanaksızdır.” Öyleyse,
sağ yarıkürenin geliştirilmesi en az sol tarafınki
kadar önemlidir.
Bu konuda altı çizilmesi gereken bir başka
yanlış algılama da şudur: geri zekâ ve eğitimsiz
zekâ bambaşka iki kavramdır. Dünyada ve
ülkemizde, eğitilmemiş ama üstün yetenekleri
olan pek çok insan vardır.
Genellikle yüzde ellisinin katılımsal olduğu
kabul edilen zekânın akıl ve bilinç içindeki yeri,
“Akıl nedir?” sorusunun yanıtından sonra ortaya
çıkacaktır.
***
Akıl (mind): Bilinç, zekâ, irade, düşünmek,
kavramak, öğrenmek, bilmek, karar vermek,
hayal etmek ve sezmek gibi beyinsel faaliyetlerin
tümünü kapsayan çok geniş bir kavramdır. Yapılan
birkaç araştırma sonuçlarına bakılarak, aklın yeni
bir tanımı daha yapılmıştır: Başarılı bir hayat
sürdürebilmeye yarayan tüm zihinsel, psikolojik
ve sosyal yetiler.
Akıl sözcüğünün içini dolduran ögelerin
aşağıdaki listesi, akılla zekâ arasındaki farkı
apaçık ortaya koyacaktır:
1- Anlama gücü: Sözcükleri ifade ettikleri
gerçek ve mecazi anlamlarıyla
kavrayabilme ve birbirinden ayırabilme,
2- Anlatma gücü: Duygu ve düşünceleri
anlaşılır biçimde ifade edebilme,
3- Eşleme gücü: Kavramlar ve fikirler
arasındaki özel ilişkileri bulabilme ve
bağlantıları kurabilme,

56
4- Analiz gücü: Benzerlik ve farklılıkları ayırt
edebilme ve bir bütünü ögelerine
ayırabilme, tümdengelim,
5- Sentez gücü: Ögelerine ayrılmış bir
bütünü tekrar birleştirebilme, tümevarım,
6- Bellek gücü: Bilincin farkına vardığı her
şeyi hafızaya kaydedebilme ve
gerektiğinde hızla hatırlayabilme,
7- Düşleme gücü: Kavramları iki, üç ve dört
boyutlu olarak hayal etme ve hayal gücünü
düşüncede kullanabilme,
8- Sayı gücü: Kavramları adetleri veya
miktarları ile algılayabilme ve basit
aritmetiksel işlemleri zihinden yapabilme,
9- Sonuçlama gücü: Tümdengelim,
tümevarım ve benzetme yöntemleri ile
genel ve özel sonuçlara varabilme,
10-Gözlem gücü: Bakarak görme, farklılıkları
ve ince detayları uzun vadeli belleğe
kaydedebilme,
11-Sezgi gücü: Birdenbire, kendiliğinden
gerçekleşen bilme yetisini kullanabilme,
12-Kavrama hızı ve gücü,
13-Tepki hızı ve dengesi,
14-Hedef belirleyebilme,
15-Uyum sağlayabilme,
16-Esnek davranabilme,
17-Konsantre olabilme,
18-Organize olabilme ve edebilme,
19-Tavır ve irade kazanma,
20-İnisiyatif gösterme,
21-Özgüven ve liderlik,
22-Etkileyebilme gücü,
23-Etkilenme duyarlılığı,
24-Özdenetim,

57
25-Başarı yönetimi,
26-Dürtü yönetimi,
27-Stres yönetimi,
28-Değişim, dönüşüm yönetimi,
29-Uyum sağlama hızı,
30-Üretkenlik ve yaratıcılık.

Aklın bu 30 özelliğini tanıdıkça, hem kendimizi


daha iyi tanıma ve geliştirme, hem de başkalarını
daha yakından tanıyabilme olanağına
kavuşabiliriz. Ve aklın bütün bu özelliklerini
geliştirmiş olduğumuz oranda “akıllı” sayılırız.
Görüldüğü gibi, içine tüm evrenin geniş bir
fotoğrafını ve binlerce cilt kitabı dolduracak
kadar bilgiyi ve imgeyi sığdıran akıl, ufacık
bir organ olan beyinden çok daha büyüktür.

58
BEYNİN MANTIĞI

Mantık kuralları olmasaydı,


düşünceler su buharı kadar düzensiz olurdu.

Doğru, gerçek, hakikat, mantıklı... Bu dört


sözcük birbirinden tamamen farklı anlam taşıdığı
hâlde çoğu kez birbiri yerine kullanılıyor. O
yüzden de mantık sözcüğünün neyi anlattığı bir
türlü doğru anlaşılamıyor. Elmaları portakallardan
ayırmak için yine öncelikle bu kavramları
tanımlayalım:
Doğru: Kendi içinde çelişki taşımayan
hükümdür. Örneğin, “İnsanlar hayatta kalmak için
oksijen solumak zorundadırlar.”
Gerçek: Deneyle kanıtlanmış, somutlaşmış
veya inkârı mümkün olmayan, yaşanmış veya
yaşanan şeylerin sıfatıdır. Beş duyumuz aracılığı
ile algılayabildiğimiz canlı-cansız tüm varlıklar
birer gerçektir. Örneğin, “Bir dünya yılı 365 gün 6
saattir.”
Hakikat: Dış dünyadaki varlıkların, olguların
veya gerçeklerin zihnimizdeki yansımasıdır. Bir
başka tanımla hakikat, varlığı kanıtlanamayan;
fakat var olduğuna inanıldığı için bizi peşinden
sürükleyen zihinsel gerçekliktir.
Mantıklı: Düşündükçe belleğimizdeki
kavram, bilgi veya hükümlerden yeni çıkarımlar,
yeni fikirler oluştururuz. Bu çıkarımları yaparken
yanlışlığa düşmemek için veya bir başka deyişle
geçerli hükümleri geçersiz olanlardan ayırabilmek
için birtakım düşünce kurallarına veya kalıplara

59
uymamız gerekir. İşte mantık bize bu kuralları
öğreten bilimdir. Bu kuralları uygulayarak ve
araya ilgisiz bir hüküm karıştırmadan muhakeme
zincirini titizlikle koruduktan sonra ortaya
çıkardığımız düşünce mantıklıdır.
Nesne ile bilinç arasındaki en sağlam köprü
olan mantık dış dünyadaki olaylarla uğraşmaz,
deney yapmaz, ölçü aleti kullanmaz; onun
malzemesi beyindeki verilerdir. Bu açıdan
bakıldığında, mantık beynin kendi kendini ve ya-
şamını organize etmesidir. Fakat insan beyni
bununla yetinmez; dış dünyayı ve hattâ uzayı
dahi organize etmeyi hedefler. Bu amaçla, evreni
ve doğayı açıklayan fizik ve kimya gibi pozitif
bilimlerin metotlarını belirleyerek, onla-ra yol
gösterir.
İnsan beyni mantık kurallarını okuyarak
öğrenmese dahi, onları toplumsal hayatın
işleyişinde bulup öğrenir. Buna, sağduyu denir.
Bu açıdan bakıldığındaysa, mantık kuralları
“bulaşıcıdır”.
***
Mantıklı bir düşünce ile doğru bir düşünce
aynı şey değildir; çünkü her mantıklı düşünce
her zaman doğru değildir. Bunun sebebi şudur:
yanlış bir düşünceyi ele alıp mantık kurallarına
uyarak ve araya hiçbir zayıf halka koymadan
güçlü bir muhakeme zinciri oluşturursunuz. Bu
süreç sonucunda ortaya çıkan hüküm mantıklı
olur; ama doğru olmayabilir, zira başlangıç
noktanız doğru değildir. Örneğin:
Avrupa, beyin araştırmalarında çok ilerlemiştir.
Arnavutluk da bir Avrupa ülkesidir. Öyleyse:
Arnavutluk beyin araştırmalarında çok
ilerlemiştir.

60
Görüldüğü gibi bu kıyas mantıklıdır; ama çıkan
hüküm doğru değildir. Bu muhakemedeki yanlışlık
kendi içinde çelişki taşıyan birici önermededir.
Avrupa sözcüğünü tüm Avrupa ülkeleri olarak
algılayıp yanlış kullanmaktan kaynaklanan bir
çelişki... Aynı yanlışlık, “Avrupa Birliği” kavramı ile
“tüm Avrupa ülkeleri” kavramını aynı anlamda
kullanan medyada da sık sık görülmektedir.
Görüldüğü gibi bir düşüncenin mantıklı olması
doğruluğunun garantisi değildir. Ne var ki bu
nüans, mantığın bizi doğruya götürmeyeceği
anlamında ele alınmamalıdır. İnsan beyninin
bunca bilim ve teknoloji üretmesinde etkin bir rol
oynamış olan mantık bilimi; duygu, dürtü, içtepi,
içgüdü ve ihtiras gibi düşünceyi olumsuz
etkileyen zaaflardan arınmış olduğu için, hakikate
ulaşma aracı olarak insanlığın bu çağa kadar
geliştirebildiği en geçerli ve en akılcı yoldur.
“İlimlerin ilmi” de denilen bu doğru düşünce
sistemini içselleştirmiş olan insanlar her probleme
çözüm getiremez; ama getirdiği çözümlerin en
azından tutarlı olacaktır.
***
2350 yıl önce temelini Antik Yunan düşünürü
Aristoteles’in attığı mantık kurallarını ve türlerini
yakından tanıyabilmek için öncelikle bazı
kavramları tanımak gerekir. Genel Mantık
ilkelerine göre düşünce üç temel olgunun
birleşmesiyle oluşur: kavram(terim),
hüküm(önerme) ve kıyas.
Kavram (mefhum/concept): Bir şeyin bilinçte
şekil ve/ya anlam kazanması hâlidir. Adını
bildiğimiz veya adını bilmediğimiz hâlde farkında
olduğumuz her şey birer kavramdır. Hava, su,
onur, ruh gibi...

61
Terim: Adını bildiğimiz her kavram bir
terimdir.
Hüküm (yargı/proposition): İki fikir arasında
ilişki kurduktan sonra birini diğerinde doğrulamak
veya inkâr etmektir.
Önerme: Sözle ifade edilmiş hükümdür.
Örneğin, “Vergi verilmez, alınır!..”
Kıyas (akıl yürütme/syllogism): İki önerme
arasında ilişki kurduktan sonra ortaya bir vargı
(conclusion) çıkarmaktır. Örneğin:
Bütün canlılar ölümlüdür.
Balina da bir canlıdır. Öyleyse:
Balina ölümlüdür.
Buradaki “canlı, balina, ölümlü” terimleri birer
kavramdırlar. “Bütün canlılar ölümlüdür” cümlesi
bir yargının ifadesi, dolayısıyla bir önermedir.
“Balina ölümlüdür” cümlesi ise iki önermenin
kıyasından sonra ortaya çıkmış bir vargıdır. Bu 3
temel olgu kullanılarak gerçekleştirilen düşünce,
yeni bir düşünce üretmek için başka bir mantık
yolu daha izler, buna çıkarım denmektedir.
Çıkarım (istidlal/reasoning): Önermelerin art
arda düzenli bir şekilde zincirlenmesinden sonra
bir fikirden diğerine geçiştir ve 3 farklı biçimde
gerçekleştirilebilir:
Tümdengelim (analiz /deduction),
Tümevarım (sentez /induction),
Benzetme (andırma/analogy).
Tümdengelim, “Bir bütün için doğru olan,
parçaları için de doğrudur” ilkesinden hareket
eder ve kapsamı geniş bir önermeden daha dar
bir hükme varır. Bu tür yargı önermeleri
matematik ve geometride sık sık kullanılmaktadır.
Örneğin, "Bütün üçgenlerin iç açıları toplamı iki

62
dik açının toplamına eşittir" demek, tümdengelim
yapmaktır. Veya:
Bütün maddeler sıcakta genleşir.
Hava da bir maddedir. Öyleyse:
Hava sıcakta genleşir.
Tümevarım, “Parçaları için doğru olan, bütün
için de doğrudur” prensibini uygulayarak,
kapsamı dar önermelerden geniş bir hükme varır.
Örneğin, “Bütün kuşlar kanatlıdır” hükmü hiç
kanatsız kuş görülmediği için parçadan tüme
varan bir çıkarımdır. Veya:
Bakır ısınınca genleşir.
Gümüş tepsi ısınınca büyür.
Altın bilezik ısınınca genişler. Öyleyse:
Bütün metaller ısınınca genleşir.
Benzetme, “Bir bölümün bir parçası için
doğru olan, diğer parçaları için de doğrudur”
kuralından yola çıkar. Bu yöntem, görülen
benzerliklerden görünmeyenlere geçerek çıkarım
yapar. Örneğin:
Mars jeolojik yapı ve su barındırması
bakımından dünyaya çok benziyor. Öyleyse:
Mars’ta hayat olabilir.
***
Soyut düşünceyi malzeme olarak kullanan
Genel Mantık yanında, çağımızda kullanılan birkaç
mantık türü daha vardır. Bunların bazıları,
Aristoteles’in klasik mantığının yetersiz kaldığı
görüldüğü için geliştirilmiştir. Çünkü Aristo Mantığı
evrende değişmeyen bir düzenin varolduğu inancı
üzerine kurulmuştu. Oysa, gelişen doğa bilimleri
ve astrofizik, evrenin sürekli değiştiğini; yıldızlar
da dahil olmak üzere her şeyin doğup büyüyüp
öldüğünü kanıtlamıştır. O nedenle üç boyutlu ve
statik bir evrenin mantığı ile dört boyutlu ve

63
dinamik bir evreni açıklamak yetersiz kalmıştır.
Ne var ki, klasik mantık modern mantık türlerini
tamamlayıcı görevini sürdürmektedir.
Modern mantık türlerinden biri Özel
Mantık’tır. Bir başka deyişle Metodoloji, bilim
dallarının uygulamaları gereken özel yöntemleri
ve izlemeleri gereken kuralları önerir.
Lojistik Mantık ise, matematik gibi,
düşünceyi birtakım şekil ve işaretlerle sembolize
ederek çıkarım yapan mantık türüdür.
Ayrıca Analitik Mantık, Diyalektik Mantık,
Fenome-nolojik (Görüngü) Mantık, Dijital Mantık
(Yapay Zekâ Mantığı), Kuvantum Mantığı gibi
türler de gelişmiştir. Bunlardan sonuncuyu biraz
açmakta yarar olacaktır; çünkü görülen odur ki,
analitik mantıkla yetiştirilen gençlerimiz, dünyada
hızla yayılan kuvantum mantığı kullanan ülkelerde
olup bitenlere veya bu ülkelerin dünyada yap-
tıklarına bir anlam verememektedirler.
Kuvantum Mantığı: Çağımızda, düşünce
dünyamızda devrimler yapan yüzlerce anabilim
ve binlerce anabilim dalı ortaya çıkmış;
küreselleşme denen olgu klasik dünya düzenini ve
klasik beyinsel olguları kökünden değiştirmeye
başlamıştır. Beynimiz bunca değişimle çok kolay
başa çıkabilir; yeter ki onun sonsuz düşünce
potansiyelini durağanlıktan çıkarabilecek mantık
kurallarını bulalım.
Böylesine değişken ve karmaşık bir dünyada
olup bitenleri durdurmak veya etkilemek bir yana;
anlamak dahi Aristo mantığının (yani A=B, B=C,
öyleyse A=C biçimin-de özetlenen katı ve kuralcı
bir mantık türünün) kotarabileceği bir iş değildir.
Ne var ki, Kuvantum Mekaniği denen bilim
dalıyla uğraşan ve atomötesi parçacıklarla

64
onyıllardır deney yapan ülkelerin elde ettiği
bilgilerin ışığında yeni bir mantık türü daha
geliştirilmiştir: Kuvantum mantığı...
Bu mantık türünün katı kuralları yoktur; her
şeyin izafi/göreceli ve değişken olduğunu
varsayar ve girdiği ka-bın şeklini alan bir akıcılıkla
önermelerde bulunup vargılara/yargılara ulaşır.
Klasik Mantık gibi, akıl yürütme sürecindeki
kavram-hüküm-kıyas elemanlarını kullanır; fakat
bir çıkarım yapmadan önce, işin içine, güncel
oluşumları içeren Fenome-nolojik mantığı ve bir
tür Fütüroloji olan “durumdan vazife çıkarma”
diyebileceğimiz “belirsizliği zamanı geldiğinde
belirli kılma” prensibini de katar ve sonra iki
kutuplu bir metodoloji izleyerek akıl yürütür,
düşünce ve fikir üretir.
Buna, “Su Mantığı” da denilmektedir. Çünkü
girdiği kabın şeklini alan sıvı gibi biçim ve yöntem
değiştirerek sonuca ulaşmaya çalışır. Sonuca
ulaşıp ulaşmayacağı dahi kesin değildir; ama
izlediği yoldaki kaosu veya karmaşayı yönetecek
yöntemlere sahip olduğu için ve akıcılığın di-
namiğinden yararlanarak, tüm diğer mantık
türlerinden daha başarılı sonuçlar alır.
En kötü koşulları dahi kendi lehine
dönüştürme yeteneğine sahip olan bu akıl
yürütme yoluna şöyle birkaç örnek verilebilir:
ABD’nin 11 Eylül saldırısını uzun erimde kendi
lehine kullanma yeteneği... İngiltere’nin ufacık bir
ada olduğu hâlde hâlâ dünya siyasetinde ilk
sıralarda yer alma yeteneği... Japonların teknoloji
üstünlükleri sayesinde tüm dünyayı sessiz sedasız
-ülkelerin kendi rızalarıyla- sömürmelerine karşın
hâlâ çok sevilip sayılmayı sürdürebilme
yetenekleri vbg.

65
BEYNİN MANTIKSIZLIĞI
(Usaaykırılık/Akıldışılık/İrrasyonalite)

Kendini hiç eleştirmeyen, başkasını çok eleştirir.

“Şöyle bir ân durup düşünün ve bugüne kadar


verdiğiniz önemli kararların bir listesini çıkarmaya
çalışın. Mümkünse bunları liste hâlinde alt
alta sıralayarak, önlerine doğru veya yanlış yazın.
Şimdi de yanlışları sayın ve doğrulara oranını

66
çıkarın. Örneğin, toplam 50 madde yazdıysanız ve
bunlardan 10 tanesi yanlışsa, siz geçmişteki
önemli kararlarınızın %20'sini yanlış vermişsiniz
demektir. (Liste ne kadar uzun olursa,
çıkaracağınız sonuç o kadar sağlıklı olacaktır.)"
25 yıl kadar önce, Londra'da yayımlanan bir
dergide karşılaştığım yukarıdaki özeleştiri testini
ciddiye alarak, bir gece boyunca oturup yüz
maddeden oluşan bir liste çıkarmış ve yanlış
kararlarımın doğrulara oranla %5 olduğunu sözde
saptamış, ardından şöyle arkaya yaslanıp
kendimle gurur duymuştum büyük bir özgüven
içinde.
Ne var ki, yaşamın kilometre taşlarını birer
birer geride bıraktıkça; gidilen yolda edindiğim
deneyimlerden kendimce dersler çıkardıkça;
giderek daha çok okumakla, gözlemekle,
düşünmekle ve dinlemekle edindiğim bilgiler
ışığında "dünyanın kaç köşe olduğunu" daha iyi
anladıkça; ve kendime daha eleştirel, daha
tarafsız bir gözle bakmaya başladıkça anladım ki,
a- hatalarım doğrularımdan çok daha fazlaymış,
b- geçmişe hangi kilometre taşında durup
baktığınıza bağlı olarak, doğru-yanlış oranları
sürekli değişiyormuş veya bir başka
deyişle, doğruları öğrendikçe, geçmişteki kararlar
giderek daha çok yanlış görünmeye başlıyormuş,
c- geçmişteki kararları veya olayları kendi
koşulları içinde değerlendirmeden bugünün
koşullarıyla geçmişi değerlendirmek başlı başına
büyük bir hataymış, d- hata yapmak ile akıldışı
davranmak arasında anlaşılması zor bir fark
varmış.
Doğru kararlar verebilmek için bilimsel veri-
leri, mantık kurallarını veya en azından

67
sağduyuyu kullanarak, rasyonel bir düşünce yolu
izlemek gerekir. Aksi hâlde düşüncelerimiz,
fikirlerimiz veya önerilerimiz akla uymaz
veya hatalı olur.
İrrasyonalite bazen hata yapmak veya
bilgisizlik ile karıştırılmaktadır. Örneğin, küçük bir
çocuğun “Güneş dünyanın etrafında döner”
şeklinde yanlış bir hükme varması, irrasyonel
değil, onun bu konudaki bilgisizliğidir. Fakat aynı
çocuğun, “Dünya Güneş’in çevresinde döner”
gerçeğini öğrendikten sonra, gecelerin karanlık
olmasını Güneş’in “gece uykusuna yatması”na
bağlaması irrasyoneldir.
Bizleri akıldışı düşünce ve davranışlara iten
yüzlerce sebep var. Bunların başında önyargılı
inanışlar, eğitimsizlik, töresel baskılar, otoriteyi
kayıtsız şartsız kabullenme, ahlâk ve görgü
kuralları, paradigmalar, mantıksız fikirler, yanlış
önseziler ve aşırı duygusallık gelmektedir.
Duygusal bir ânda veya bizleri çok etkilemiş
ruhsal bir tutum içindeyken vereceğimiz kararlar
genellikle irrasyonel oluyorlar. Çünkü duygusallık
doğal bir oluşumdur, bilimsellik taşımaz ve
matematiksel akılla güdümlenmemiştir.
Duygusallığa değer veren -bizimki gibi-
toplumlarda, “rasyonel düşüncede duygusallığın
yeri yoktur” şeklindeki bir ifade, duygusuzluktan
söz ediliyormuş sanısıyla yanlış algılanabilir. Oysa
duyguların da birer öz mantığı, değeri ve görevi
vardır. Fakat mantıklı düşünce duyguların değil,
topyekûn aklın görevidir.
Neredeyse dijital bir düşünce tarzıyla fikir ve
teknoloji üretilen çağımızda, “hislerle düşünmek”
kişilere ve toplumlara artık çok pahalıya mal
olmaktadır.

68
İrrasyonel yargılara varmamızın önde gelen
sebeplerinden biri de insan belleğinin yetersiz
kalışıdır; çünkü karar verirken, konuyla ilgili bütün
bildiklerimizi o ânda hatırlayamaz ve geniş bir
ortak payda elde edemeden sadece birkaç veriyi
göz önünde tutarız. Genellikle bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olduğumuz için de pek çok
görüşümüz eksik, kısır ve dolayısıyla yanlış oluşur.
Dünyada ve toplumumuzda örnekleri oldukça bol
olan bu önemli noktayı çarpıcı bir anekdotla biraz
daha açmaya çalışalım:
Milattan sonra 37-68 yılları arasında yaşamış
ve tarihte zalim oluşuyla ünlenmiş olan Roma
İmparatoru Neron, ayrıca zevk ve eğlenceye de
oldukça düşkün bir hükümdardı. Neron bir gün en
cesur gladyatörlerinden II. Spartaküs’ün
idmanlarını ağırlaştırmasını ve 15 gün çok iyi bes-
lenmesini emreder. Ayrıca, Afrika’dan 4O tane
genç ve azgın kaplan getirilmesini ister. İki hafta
içinde her şey hazır olunca, tüm Roma halkının
heyecanlı bir gösteri için büyük arenada
toplanması ilan edilir.
Neron’un tasarladığı gösterinin zamanı gelir
ve İmparator şeref tribünündeki tahtına kurulur.
Önündeki sehpada keskin bir kılıç ve 40 kese
dolusu altın sikke vardır. İşaret verilince Spartaküs
arenaya girer, Neron’u ve halkı selamlar. Arenanın
tam ortasına gelince, içeriye bir kaplan salıverilir.
Gladyatörümüzün elinde herhangi bir korunma
aleti yoktur ve yarı çıplak vücudu ile toplam 40
kaplanı saf dışı etmekle görevlendirilmiştir.
Hayvan, Spartaküs’e hemen saldırır. Ama
tecrübeli ve güçlü cengâver, zavallı kaplanın işini
kısa sürede bitirir. Herkes ayağa kalkar, sevinç
çığlıkları atar ve alkışlarla takdirlerini gösterir.

69
Neron başparmağı ile aferin işareti yapar ve bir
kese altın fırlatarak, loca önünde kendisini
selamlayan güreşçiyi ödüllendirir.
İkinci kaplan sahaya girer girmez arenayı
kulakları sağır edecek bir çığlık fırtınası kaplar.
Spartaküs saldırır, hayvanın boynunu bükerek
kırar ve bir dakika içinde cansız yere yıkar. Halk
galeyana gelmiş gibi ayağa fırlar ve kahramanını
avuçları şişinceye kadar alkışlar.
Neron ikinci altın kesesini fırlatır ve herkesin
memnun olduğu bir atmosfer içinde üçüncü şov
başlar. O da öncekiler gibi başarıyla biter ve
övünçle alkışlanır.
Dördüncü, beşinci, yirminci ve otuz beşinci
kaplanlar en fazla ikişer dakikalık mücadelelerden
sonra teker teker saf dışı edilirler. Herkes büyük
bir sevinç ve merak içinde, Spartaküs’ün bu işin
sonunu getirip, getiremeyeceğini beklerken,
arenada heyecan iyice yükselir.
Tezahüratlar ve çığlıklar yüzünden sesler
kısılmış, eller alkıştan morarmış ve locanın
önünde otuz beş kese altın sikke birikmiştir.
Derken; otuz sekizinci ve otuz dokuzuncu
kaplanlar da aradan çıkar ve heyecanlar doruk
noktasına ulaşır. “Bravo!” sesleri tüm Roma’yı
titretirken kırkıncı kaplan da salıverilir.
Spartaküs biraz yorgun görünmektedir. Saldır-
mak yerine rakibinin saldırısını bekler. İçeride
onca zaman beklediği için iyice kızışan hayvan en
azgın tavrıyla koşarak saldırıya geçer. Tek kurtuluş
ümidinin rakibini parçalamak olduğunu sezen
kaplan, kütlesinin verdiği tepkiyle gladyatörü yere
yıkar, sol kolunu kapar ve yorgun güreşçiyi birkaç
metre yerde sürükler.
Arenada herkes suskunluk ve düş kırıklığı için-

70
dedir. Neron bile yerinden fırlamış, “Ayağa kalk,
rezil!” diye bağırmaya başlamıştır. Spartaküs son
gücünü kullanarak kolunu kurtarır, rakibinin
boynunu iyice kavrar ve yere yatırıp etkisiz hâle
getirir. Kaplanın gövdesini de bacakları arasına
sıkıştıran güreşçi, anlaşılan öylece durup gücünü
toparlamak için zaman kazanmak ihtiyacındadır.
Bu durum kimsenin hoşuna gitmez... “Haydi
aslanım! Öldür onu, bitir işini, haydi!” diye
bağırarak cesaret verenler olur; ama Spartaküs
kuvvetten düşmüş, harcayacak eforu kalmamıştır.
Keyifler kaçar ve bu hareketsizliğe sinirlenen
bir kaç kişiden yuhalama sesleri bile duyulur.
Biraz sonra da arzuladıkları sonucu göremeye-
ceğini anlayan halk, hep bir ağızdan, o zamanki
en çirkin aleyhte tezahüratı yapmaya başlar.
Spartaküs iyice yıkılır ve başparmağıyla “yenilgi
işareti” yaparak, yardım ister.
Gösterinin amaca ulaşmamasına, onca
beklentiyi boşa çıkaran bir sonuçla bitmesine çok
sinirlenen Neron, eliyle “kelle işareti” yapar.
İmparatorluk muhafızlarından birine sehpadaki
kılıcı ve son altın kesesini atar. Muhafız sahaya
girip kaplanı delik deşik eder ve Spartaküs’ü
kollarından kavrayarak cellat sehpasına götürür.
Yüzü sehpaya yapıştırılan zavallı güreşçinin kafası
bir kılıç darbesiyle uçurulur. Herkes yerinden
zıplayıp celladı coşkuyla alkışlar. Gösteri biter...
Bu hayalî öyküden çıkarılacak ders, insanları
ve olayları değerlendirirken içine düştüğümüz
yanlışlıkların anlamlı bir göstergesidir.
Öykümüzde, Spartaküs tam 39 kez gücünü,
cesaretini ve o zamanki anlayışla sportmenliğini
kanıtlamış ve Roma halkından elleri morarıncaya
kadar alkış, sesleri kısılıncaya kadar takdir

71
almıştır. Üstelik imparator tarafından 39 kese altın
sikke ile ödüllendirilmiştir. Bunları Spartaküs’ün
artı hanesine 39 olumlu puan olarak kaydedecek
olursak, eksi hanesine olumsuz puan olarak
sadece bir tane yazabiliriz. Ne yazık ki bir tek eksi
puan onun hayatına mal olmuştur.
Oysa, rasyonel bir düşünce tarzıyla mantık ve
akıl terazisinde tartılacak günah ve sevaplar
-veya artı ve eksiler- bu kişinin sevaplarının tam
38 kat daha ağır geldiğini gösterecektir. Bu
örnekte apaçık görünen irrasyonalite, toplum
psikolojisinin ortaya çıkardığı bir hata olarak kabul
edilse bile, bu tür hataların kişisel düzeyde daha
sık işlendiği herkesin bildiği bir gerçektir. Birçok
insanın, birçok insan hakkında sürekli olumsuz
şeyler ifade ettiği bir toplumda, sevapların
unutularak, günahların ön plâna çıkarılması bariz
bir mantıksızlık örneğidir.
***
Bizi irrasyonel yargılara iten usaaykırılığın
nedenleri kabarık bir liste oluşturmaktadır:
1- Doğru karar vermede, kişinin konu hakkındaki
bilgi düzeyi önemli bir rol oynar. Bir yargıya
ulaşmadan önce, konuya ilişkin geniş ve detaylı
veri toplamak gerekir. Ancak, bu işi yaparken
sadece mevcut görüşümüzü destekleyen verileri
toplamak, bizi önyargılı sonuçlara götüreceği için
irrasyonel bir davranıştır. Doğru tutum; taraf
tutmadan, konu üzerine lehte ve aleyhte söylen-
miş veya yazılmış verileri düşünce denklemine
katıp bir yargıya varmaktır.
***
2- Önyargılar yüzünden yanlış akıl yürütmekte-
yiz. Örneğin, “Öğrenci öğretmeni sevmediği için
dersini de sevmez” yargısı, birçok insanın

72
irdelemeden kabul ettiği bir görüştür. Oysa
araştırmalar bunun tam tersinin doğru olduğunu
göstermiştir. Yani öğrenci genellikle dersi
sevmediği için, konular ilgisini çekmediği için
veya o dersi algılayacak yeterli yeteneği olmadığı
için savunma mekanizmasını çalıştırmakta ve ka-
bahati öğretmene yüklemektedir. Oysa aynı
sınıfta hem o dersi hem de o öğretmeni çok seven
başka öğrenciler de vardır ve onların bir şikâyeti
olmamaktadır. Bazen gerçekten hiç sevilmeyen
eğitimciler çıkabilir. Ama bunun oranı düşüktür ve
yukarıdaki gibi bir genelleme yapmak -görüldüğü
gibi- irrasyoneldir.
***
3- Bilincimize yerleşmiş kuvvetli imajların yan
etkisi yüzünden usaaykırı davranabiliyoruz. Bir
araştırmada insanlara şu soru yöneltiliyor: “Bitişik
dairedeki komşum minyon tipli, utangaç,
güleryüzlü, beni her zaman eğilerek saygıyla
selamlayan ve şiir yazan bir beydir. Sizce komşum
bir psikolog mudur, yoksa Japonca öğretmeni
mi?” Yanıtların büyük çoğunluğu “Japonca
öğretmeni” olmuştur; çünkü, “minyon, utangaç ve
saygılı” imajı, Japon imgesini çağrıştırmaktadır.
Hâlbuki doğru cevabın psikolog olması daha akla
yatkındır. Zira dünyada psikologların sayısı,
Japonca öğretenlerin sayısından kat kat fazladır.
Böylesine hakkında hiç fikir sahibi olmadığımız bir
konuda akıl yürütürken, olasılığı en yüksek
seçeneği tercih etmek akılcı bir yöntemdir,
imgelerin dikte ettirdiği seçenek değil.
***
4- Her olayı kendi şartları içinde değerlendirmek
gerekir; fakat bazen de her olayı, her zeminde
aynı şekilde değerlendirmek icap eder. Bunu çoğu

73
kez yapmamaktayız. Örneğin, semt pazarından
beş kilo meyve alırken beş-on kuruş için pazarlık
edebiliyor; ancak bir televizyon cihazı satın
alırken on beş-yirmi YTL’yi dahi bir ıskonto olarak
görmüyoruz. Oysa her ikisi de parasal olarak birer
tasarruftur.
***
5- Dünyadaki eğitim sistemleri, kültürler ve gele-
nekler yetişme çağındaki insanlara istatistiksel
düşünmeyi öğretmemektedir. Bir kişi, bir olay
veya bir konu hakkında yeterince bilgi
toplamadan -hattâ bazen tek bir veri ile- hükme
varma alışkanlığı yüzünden irrasyonel davranışlar
gösterebiliyoruz. Aşağıdaki araştırmada bu
saptama kolayca görülebilir:
1986 yılında, Avrupa’yı ziyaret eden Amerikalı
turistlerin sayısında büyük bir düşüş olmuş.
Çünkü A.B.D. Libya’yı bombalamıştı ve Amerikan
medyası Libyalı fanatiklerin Amerikan uçaklarını
kaçıracaklarına dair kuvvetli istihbaratlar
olduğunu yazıp halkı uyarmıştı. Fakat, bunun
olasılık hesaplarına dayalı istatistiksel bir
değerlendirmesi olabileceğini kimse düşünmemiş,
bunun yerine uçağa binmemeyi yeğlemişti. Bir
hesaba göre o yıl Avrupa’ya gitmeme kararı almış
bir Amerikalının kaçırılacak bir uçakta bulunma
ihtimali on binde birdi. Zira her sezon Avrupa’ya
on binlerce uçuş yapılmaktadır. Bir başka ista-
tistiğe göre ise, 1986 yılında herhangi bir
Amerikalının bir sezon içinde -kendi ülkesinde suç
oranlarının yüksek olmasından ötürü- bir saldırıya
uğramasının olasılığı üç yüzde birmiş. Yani
Avrupa’ya gelmeyen Amerikalı evde kalmakla,
aslında kendini daha büyük bir risk içinde yaşa-
maya zorlamıştı. Bu demektir ki, korkudan dolayı

74
bu kararı alanlar -kişisel nedenleri ne olursa
olsun- irrasyonel düşünmüş ve irrasyonel
davranmışlardır. İşin kötüsü, bu bulgular
ortadayken aynı davranış Körfez Savaşı sırasında
da sergilenmiş.
***
6- Elde ettiğimiz verileri ve kanıtları değerlendi-
rirken akla aykırı davranıyoruz: Şimdi lütfen doğru
yanıtı okumadan önce, aşağıdaki sorunun
cevabını vermeye çalışınız: 6 kez yazı-tura
attığımızda, aşağıdaki durumlardan hangisinin
gelme ihtimali en yüksektir? (Y=Yazı, T=Tura)

A) YYYYYY
B) TTTTTT
C) YYYTTT
D) YTTYYT

Yüksek bir olasılıkla “D’ şıkkını seçmişsinizdir.


Fakat seçeneklerde doğru şık yoktur; çünkü bütün
şıkların gelme ihtimali aynıdır. Zira, paranın
hafızası yoktur ve bir atış önce ne geldiğini
bilemez. O nedenle her atışta, yazı veya tura
gelme olasılığı %50, yani 1/2’dir. O hâlde hesabı
şöyle yapabiliriz:
1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 = 1/64. Bu,
şu anlama gelmektedir; bu 6 seferlik atışları 64
kez tekrarlarsak, her şık ortalama bir kez gelir. Bu
hesap sadece yukarıdaki 4 seçenek için 64’te bir
değil, her altılı kombinezon için her zaman
aynıdır.
Bu tür bir irrasyonaliteye düşmemizin birincil
sebebi, istatistik bilgilerimizin kısırlığından değil,
kolay görüneni seçme isteğimizdendir. Ama doğru
görünen her zaman doğru değildir.

75
***
7- Yanlış fiil emsal teşkil etmez; ama ne yazık ki
bu kurala uymuyor ve genellikle toplumca kabul
gören davranışları veya fikirleri irdelemeye gerek
görmeden aynen kabulleniyoruz. Örneğin ülke-
mizdeki ergen nüfusun yarısından fazlasının
sigara içmesi bir çoğunluk hareketidir ve yeni
yetişen nesil maalesef bunu aynen taklit etmekte,
o nedenle de gençler arasındaki sigara bağımlılığı
% 80’i bulmaktadır. İşin kötüsü, “üzüm üzüme
baka baka kızarır” deyişiyle bu mantıksız tutumu
meşru hâle getirmişiz. Kendisine yakışmadığı
hâlde, sezonun modasına uymak uğruna tuhaf
kılıklara bürünen insanlar da böylesi bir tutum
sergilemektedirler. Ayrıca, kapalı bir salonda
çıkacak bir yangın sırasında ve bir deprem ânında
paniğe kapılmadan hareket etmenin en az zarara
yol açacağının herkesçe bilinmesine rağmen
panik yaşanması, bu tür bir irrasyonalitenin çok
açık örneğidir.
***
8- Grup psikolojisine çok çabuk kapılmaktayız. Bu
yüzden, karşıt gruplar aleyhine her türlü gerçek
dışı haber uydurabilmekte, onlara karşı kin ve
düşmanlık besleyebilmekte ve hattâ fiziksel
kavgalara bile kalkışmaktayız. Örneğin, fanatik bir
şahıs, başka bir grup mensubuna, hayatında ilk
defa gördüğü biri olmasına rağmen saldırabilmek-
tedir.
***
9- Üstünlük veya aşağılık komplekslerinin verdiği
dürtülere uyup hiç gereği yokken, başarılması son
derece güç işleri becerebileceğimizi göstermek
uğruna en değerli varlığımız olan hayatımızı

76
tehlikeye atabilmekteyiz. Fatih Sultan Mehmet
Köprüsü’nden Boğaz’a çivileme atlamak gibi...
***
10- Zincirleme yanlışlıklara kolayca
katılabiliyoruz. Bir soygun yapan ve adam vuran
kişi, ikinci veya üçüncüyü hiç düşünmeden
tekrarlayabilmekte ve art arda son derece
mantıksız davranabilmektedir.
***
11- Genelleme yapmaya çok eğilimliyiz...
“Dedem 70 sene sigara içmiş, alkol kullanmış.
Trafik kazasında öldüğünde turp gibiydi” türünde
sarf edilen sözler, bir veya birkaç dede için doğru
olabilir. Ama bu istisna, her sigara ve içki
tiryakisinin o yaşlarda “turp gibi” olacağının kanıtı
olamaz ve değildir.
***
12- Matematiksel düşünme alışkanlığının bilinci-
mize yerleşmemiş olması bizi zor durumlara
sokmaktadır: Bir tombala torbasına, 1’den 99’a
kadar numaralanmış ve bir tanesine de yıldız
işareti çizilmiş 100 tane taşı doldurup karıştıralım.
Tombalaya 100 kişi birer YTL ile katılsın ve yıldızı
çeken şahıs 50 YTL ikramiye kazansın. Bire elli
şeklinde görünen bu ikramiye çoğumuza çekici
gelebilir. Fakat bu tombala % 50 oranında
aleyhimizedir; çünkü toplanan 100 YTL’den
sadece yarısı geri ödenecek, diğer yarısı
tombalayı düzenleyene kalacaktır. Ve teorik
olarak her katılımcı elli kuruş zarar edecektir.
Böylesi bir tombalaya katılmak irrasyonel bir dav-
ranıştır. Fakat birçoğumuz her hafta, her ay ve her
yıl bu tür şans oyunlarına katılır, toplam
kaybımızın toplam kazancımızdan çok daha fazla
olduğunu görür; ama yine de bu tür talih

77
oyunlarına devam ederiz. Örneğin, Loto’da 6’yı
tutturmanın olasılığı yaklaşık 14 milyonda birdir.
Bu, insan yaşamına sığmayacak kadar küçük bir
olasılıktır. Fakat, her hafta milyonlarca kişi bu
oyunu oynamakla, Ay’dan atacakları bir taşı
oturdukları evin bacasına isabet ettirebilecekleri
ihtimaline inanabilmektedirler.
***
13- Aşırı özgüven duygusu bize gereksiz riskler
aldırıyor ve bizi yanlış inançlara itiyor: Hiç kaza
yapmamış olmasını “süper şoför” olmasına
bağladığı için “metalik bir özgüven” kazanmış
olan bir genç, ölümcül bir süratle veya aşırı
alkollüyken araba kullanabilmektedir. Veya
şansının uzun bir süre yaver gitmesi yüzünden
kaybetmesinin imkânsızlığına inanan bir
kumarbaz, ilk kaybına uğradığı ânda kabahati
iskambillere, ıstakalara, masada oturanlara veya
krupiyelere atmak gibi irrasyonel davranışlar
gösterebilmektedir.
***
14- Açıklamasını bulamadığımız özel bir durum
için hemen paranormal ve doğaüstü açıklamalar
getirmeye aşırı eğilimliyiz: Bunun en güzel örneği,
herkesin yıllarca istekle inandığı Bermuda Şeytan
Üçgeni’nin “esrarı”nda yaşanmıştır. Atlas
Okyanusu’ndaki bu bölgede, 60 yılda birçok gemi
ve uçak kaybolmuş, bunlardan geriye tek bir iz
kalmamıştı. Kimsenin açıklama getiremediği bu
sözde esrarengiz fenomen, milyonlarca insan
tarafından “doğaüstü birtakım güçlerin yaptırımı”
olarak algılandı. Ancak, araştırmalar sonucunda
bu gizemli olayların aslında basit bir “doğalgaz
cilvesi” olduğu bulundu. Şöyle ki:

78
Okyanus tabanından dışarı fışkıran doğal gaz
tabanda çok yüksek basınç olduğu için, oradaki
çok düşük ısının da etkisiyle “hidratlar” denilen
beyaz ve tebeşirimsi maddelere dönüşür. Bunlar
zaman zaman erir ve yüzeye çıkarken suyun
içinde bir boşluk/vakum oluştururlar ve okyanus
adeta delinir. O sırada oradan yüzerek geçen ne
varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun
dibini boylar. Çünkü, gazın kaldırma kuvveti
gemileri taşıyacak güce sahip değildir. Gaz
yükselmesi sona erince boşluk tekrar suyla dolar
ve geriye hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler
kilometrelerce derinliğe gömülmüş olurlar.
Uçakların o bölge üstünde düşüp kaybolmaları
da yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan gaz,
havadan daha hafif olduğu için yükselmeye
devam eder. Bu kez o vakum, bölgenin üzerindeki
atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir
uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur.
Çünkü motorlardaki benzinin yakılması için
oksijene ihtiyaç vardır ve o boşlukta hava
olmadığı için oksijen de yoktur. Böylece uçak da,
hızla okyanus tabanını boylar.
Bu açıklamalar, Bermuda efsanesine yürekten
inanmış olanları düş kırıklığına uğratmış olabilir;
kakat kabahatin paranormal, dolayısıyla
irrasyonel eğilimlerde olduğu yeterince açıktır.
***
15- Önsezilerimize aşırı derecede güveniyor ve
onları yanlış yorumluyoruz: “İçime doğdu yağmur
yağacak”, “İçimde, yola çıkarsan başına bir iş
gelecekmiş gibi bir his var” tarzındaki
varsayımlar; defalarca tahmin edildiği şekilde so-
nuçlanmamış ama sadece bir kez doğru çıkmışsa,
bunu sezgilerimizin bizi asla yanıltmadığına bir

79
kanıt olarak gösteririz. Ama tahminlerimizin
tutmadığı olayları sürekli hesap dışına ittiğimiz
için irrasyonel davranışlar sergileriz.
***
16- İnsanlar arasındaki farklılıkları unutuyor ve
herkesin kendimiz gibi duyup düşündüğünü
zannettiğimiz için, sorunlara bizim izleyeceğimiz
yöntemlerden farklı bir metotla yaklaşanlara veya
çözüm arayanlara karşı kırıcı olabiliyoruz.
***
17- Açıklamalarımızda, örnek ve benzetmelerden
yararlanmayı çok sevdiğimiz için misallerimizdeki
anlam kaymaları bizi yanlış yargılara sürüklüyor.
“Teşbihte hata olmaz” gibi özdeyişlerimizi
irdelemeden doğru kabul ediyor, hatalı teşbih
yaptığımızda da bizi uyaranlara karşı olumsuz
tutum sergiliyoruz. Oysa, teşbihte her türlü hata
olabilir...
***
18- “Zararın neresinden dönersen kârdır”
ilkesine uymuyor ve uğrunda enerji, vakit ve nakit
harcamış olduğumuz yanlış eylem ve
plânlarımızdan kolay kolay vazgeçemiyoruz: Bir
akşamını ayırarak gittiği sinemada izlediği filmi
sıkıcı bulan birinin, ödediği paranın hakkını almak
düşüncesiyle sonuna kadar sinemada oturmayı
yeğlemesi, bu tür bir usaaykırılığın en basit ör-
neklerinden biridir.
***
19- Kabarmış duyguların yüksek etkileri altınday-
ken zihinsel yeteneklerimiz bocalar ve belliğimiz
verimli çalışamaz. Böyle ânlarda önemli kararlar
verdiğimizde, sonuç genellikle aleyhimize, hattâ
çok zararlı olabilir. Birinin böylesi olumsuz
sonuçları defalarca tatmış olmasına rağmen, yine

80
de duygusal ânlarda hemen karar vermesi bu tür
bir irrasyonalitenin sonucudur. Akdeniz ülkelerinin
birçoğunda görülen ağız münakaşalarından sonra
çıkan fiziksel kavgalar gibi...
***
20- Otoriteye gösterilen saygıdan ötürü akla son
derece aykırı davranışlarda bulunabiliyoruz.
Komutanlarının ver-diği mantıksız emirlere uyup
insanlık suçu işleyen askerler bu kategoriye
girerler.
***
21- İçinde yaşadığımız çevre veya toplum bizi
rasyonel düşünmeye zorlamıyorsa, “kafayı fazla
yormadan” ve kolay olanı seçerek, mantıksız
düşünceler üretebiliyoruz.
***
22- Kötü tecrübeleri büyüteç altında alıp
büyütüyoruz: Yıllarca, haftada altı gün, öğlen
yemeğini yediği lokantada iki gün üst üste kötü
yemek çıkmasına kızan ve bir daha oraya
uğramayan birinin davranışı böylesi bir abartının
eseridir.
***
23- Kabahatlerini kabullenme alışkanlığını ve
erdemini edinmemiş insanlar, “eleştiri fobisi”
yüzünden mantıksız davranışlar ve sert tepkiler
gösterebiliyor, hattâ işi fiziksel saldırı boyutlarına
kadar taşıyabilmektedirler.
***
24- Bazı törelere körü körüne, büyük bir teslimi-
yet içinde uyanlar, usaaykırılığın en çarpıcı
örneklerini sergileyebilmektedirler: Kan davası
adına adam öldürmek gibi...
***

81
25- Bize uzun vadede büyük zararlar verebilecek
kısa vadeli kazançlara düşünmeden
yönelebiliyoruz: Tarla kazanmak için orman
yakmak, endüstri atıklarını akarsulara, göllere
veya denizlere akıtmak gibi...
***
26- Geleneksel yaşam tarzlarını, değişen koşul-
lara uygun olarak değiştirme ihtiyacı duymadan
ve aklın süzgecinden geçirmeden devam
ettirmemiz bizlere çok pahalıya mal olmaktadır:
Misafir odası geleneğini sürdürmedeki ısrarımız
bunlardan sadece biridir “Aile şerefini kurtaran” o
2 oturma odası büyüklüğündeki alanlar, maddî
güç yetmese bile borçlanılarak, olabildiğince lüks
mobilyalarla bezenir, pahalı halılar döşenerek,
kadife perdelerle mahremiyete kavuşturulur ve
sonra öylece bomboş bekletilirler. Bu arada,
küçücük oturma odalarına hapsedilerek büyütülen
çocuklar bu “yasak bölge”lere girmelerinden
ötürü sık sık azarlanır, hattâ belki dövülürler.
***
Bu genel mantıksızlıklar listesi, kişisel düzeye
indirgenince daha da uzayabilir. Bunları uzunca
yazmadaki amaç; ulusal veya kişisel düşünce ve
davranışların eleştirilmesi değil, irrasyonel
düşünce ve davranışların farkına varılmasını
sağlamaktır. Çünkü araştırmalar göstermiştir ki,
kendi mantıksızlıklarının bilincine vardırılan
bireyler süratle onları giderme yoluna
koyulmaktadırlar.
Bir üst bilince yükselebilmemizin yollarından
biri de bu usaaykırı davranışlarımızın farkına
varmak olsa gerek.

82
BEYNİN PSİKOLOJİSİ

Olacağına inan.. olur.

Türkçesi ruhbilim olan psikoloji -sanıldığı gibi-


ruhla uğraşan bir Tıp dalı değildir. Hattâ, rasyonel
düşünceyle kurulmuş olan hiçbir pozitif bilim dalı
ruhla uğraşmamaktadır. Zira bilim, ruh denen
olguyu henüz lâboratuvarda incelemeye
almamıştır ki, ruhun yasalarını koyup -varsa-
hastalıkları ile uğraşsın. Yani, bilimsel anlayışa
göre ruh ne vardır, ne de yoktur; insanların

83
varlığına inandığı veya inanmadığı bir dinî
kavramdır. Öyleyse, başta, psikoloji sözcüğünün
tercümesi hatalıdır. Esasen, Yunan mitolojisindeki
Psi (Psyche), yani aşk tanrısı Cupid’in eşinin ismi-
dir ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeler.
Psikoloji bilimi, insan zihni anlamında da
kullanılan psişi kavramının açılımları sayesinde
doğmuştur. Zaten, psikolojiyi bilimselleştiren
Sigmund Freud’a göre, psikolojinin ana uğraşı ruh
değil, zihnin üç bölümüdür: a- id (alt benlik), b-
ego (benlik), c- süper ego (üst benlik).
Psikoloji, çok genel anlamıyla, gözlenebilen
davranışlarımızı, zihinsel-duygusal süreçlerimizi
ve bilinç denilen soyut varlığımızı inceler. Aslında
psikolojiye “bilinçbilim” demek, belki daha doğru
olurdu; çünkü bilinç (şuur): insanın, aldığı ilk
nefesten, verdiği son nefese kadar süre-giden ve
kendi varlığı yanında dış dünyadaki tüm maddî ve
manevî varlıkların farkında olma hâlidir. Örneğin,
baygın bir insan, bilincini yitirdiği için iç ve dış
dünyasının farkında değildir.
Bilinç kavramından söz açmışken, bilincin
yaptırım gücü olan irade kavramını da
tanımlamak gerekir. İrade (azim, kararlılık,
willpower): insanın bilinci üzerindeki özgür
kontrolüdür; bir eylemi gerçekleştirme azmidir.
Örneğin, uyuşturucu bağımlısı biri, zararını bile
bile bilinçsizce ona tutsak olmuşsa, irade bu tür
istençdışı davranışları tekrar bilincin kontrolü
altına alabilir.
***
Psikoloji, insanın kişiliğini belirleyen davranış
ve düşünce biçimidir. Yanlış kullanılan pek çok
beyinsel kavramdan, burada üçüne daha
rastlıyoruz: mizaç, şahsiyet, kişilik... Bunlardan

84
şahsiyet ve mizaç neredeyse arkaik kavramlara
dönüşüp unutuldu ve bu iki farklı kavramın yerini
kişilik sözcüğü aldı. Ne yazık ki, bu iki sözcüğün
yitimi yüzünden çok önemli bir nüansı da yitirmek
üzereyiz. Şöyle ki:
Mizaç (huy/yaratılış/fıtrat): İnsanın doğuştan
gelen ve ömür boyu değişmeyen (veya nadiren
değişen) ruhsal özelliğidir. “Can çıkar, huy
çıkmaz” özdeyişi bu gerçeğe işaret eder. Örneğin,
şen, sakin, mızmız, telaşlı, duyarlı, duyarsız...
Şahsiyet (karakter): İnsanın doğduğu
günden öldüğü güne kadar sürekli olarak değişen,
dönüşen ve gelişen zihinsel ve davranışsal
özelliğidir. Örneğin, kaypak, tutarlı, bencil,
yardımsever, gerçekçi, hayalperest...
Kişilik (mizaç + şahsiyet): İnsanın doğuştan
gelen ve doğumdan sonra günbegün edindiği tüm
duyusal, duygusal, zihinsel ve ruhsal özelliklerinin
ortaya çıkardığı “kişiye özgü kişilik modeli”...
Bu tanımlardan hareketle, “... sakin bir kişiliğe
sahip” cümlesinin doğru söylenişi, “... sakin bir
mizaca sahip” olmalıdır. Daha somut bir örnek:
kötülük yapmak istememek bir şahsiyet özelliği;
ama kötülük yapmayı hiç bilmemek bir mizaç
özelliğidir.
Dünyada yedi milyara yakın insan varsa, bu
rakam, dünyada yedi milyara yakın birbirinden
farklı kişiliğin varolduğu anlamına gelir. Zira her
insanın ruhsal ve genetik yapısı, sosyal çevresi,
büyüme tarzı, aldığı eğitim ve yaşadığı
deneyimler farklıdır; ve bu farklılıklar her insanın
beyninde -bebeklikten başlayarak- farklı iletişim
devreleri ve bağlantılar oluşturur. Böylece her
insan farklı biçimde “kurgulanır/programlanır”.
Hattâ, örneğin iki beynin fizyolojik yapısı birbirine

85
tamamen benzese dahi, o beyinlerin birindeki
birkaç farklı kavramın varlığı bile, o beyinlerin
farklı birer kişiliğe sahip olmasına neden olur.
***
Beyinlere -veya kişiliklere- “olumlu-olumsuz”
sıfatlarını kazandıran pek çok özelliğe günlük
yaşamda sık sık rastlarız:
İnsanlar vardır: kendilerini yetersiz bulup
beğenmezler. Her şeyden “nem kapar”, insanlara
sık sık kırılır veya çarçabuk küserler. Özgüvenleri
zayıftır. Herkesten yakınlık ve yardım beklerler.
Anlaşılmadıklarından yakınırlar. Eleştiriden aşırı
derecede rahatsız olurlar. Beğenildiklerinde ise
alabildiğine sevinirler. Başkalarının üstünlükleri
karşısında huzursuzluk duyar, kendilerini
önemsizleştirenleri değerden düşürmeye
çalışırlar.
İnsanlar vardır: her yerde ve her zaman sıkıntı,
huzursuzluk ve yalnızlık hissederler. Sürekli kendi
kendileri ile uğraştıkları için başkalarından uzak
kalmayı yeğler, yaşamın gerçeklerinden kaçarlar.
Benliklerinin arzuladığı duygu ve düşünceleri
üretip kendi kendilerini avutmaya çabalarlar.
Böylece zorluklarının kendileri ile değil, gölgeleri
ile uğraşır; bir hayal ve fantezi âleminde yaşarlar.
İnsanlar vardır: öfkelendiklerinde,
korktuklarında veya utanç duyduklarında bitkin
bir hâl alır, iş göremez veya mide ağrıları
yüzünden uyuyamazlar. Bazıları hastalık hastası
olurlar. Hastalığı bir acındırma ve ilgi çekme
mekanizması olarak kullanırlar. Hasta olmadan
edemez ve sonuçta ilaç bağımlısı olurlar.
İnsanlar vardır: Sabırsız ve acelecidirler. Fazla
zaman gerektiren işler yapmaktan -sıkıldıkları
için- kaçarlar. Çabuk konuşmak veya bir

86
konuşmayı kısa kesmek istediklerinden
söyleyeceklerini yarım bırakır, iletişim sorunları
yaşarlar. Aşırı kararsızdırlar, o yüzden hedef
tutturamazlar. Engellenme yüzünden duydukları
aşağılık kompleksini tatmin uğruna katı, hırçın,
aşırı kırıcı, hattâ saldırgan olurlar. Evrensel
doğruları bile reddeder, yerine kendi doğrularını
koyup evrensel yapmaya uğraşırlar.
İnsanlar vardır: özveriyi tanımazlar.
Sorumluluklarını ve toplumsal rollerini bırakıp geri
çekilirler. Süperegoları ile başa çıkmak için
kendilerini mantığa büründürür, aşırı derece
savunmacı olurlar. Kendilerini yüceltmek için
birçok şeyi toptan inkâr ederler. Kompleksleri
yüzünden inatçı, sinirli, saldırgan, yalancı, ikiyüzlü
ve/ veya eleştiri arzusuyla dopdolu olurlar.
İnsanlar vardır: komplekslerden çok daha aşırı
davranış bozuklukları gösterirler. Nevroz denilen
anormal ve depresif davranış bozuklukları
sergilerler. Fobi, saplantı, histeri gibi nevrozlar
yüzünden marazî özellikleri olan kişilikler edinir;
psikopat, şizofrenik, manik-depresif, melankolik,
paranoyak veya bunak olurlar. Psikoz denen bu
hastalıklar yüzünden gerçekle ve toplumla olan
ilişkileri tamamen altüst olur. Gerçeğin yerine
başka bir gerçek koyarlar ve bunun farkında dahi
olmazlar.
Ve...
İnsanlar vardır: ruh sağlıkları mükemmeldir.
Zihinsel problemleri yoktur veya hesaba
alınmayacak kadar ufaktır. İç yaşamları dengelidir.
Yaşam gustoları ve doyumları yüksektir. Mutlu,
huzurlu, sevgi dolu, şefkatli, deryâdil ve
merhametlidirler. İhtiyacı olanlara yardım
etmekten büyük haz duyarlar. Birkaç yardım

87
kuruluşuna üye olur, maddî olanaklarını ve
zamanlarının çoğunu insanlara yararlı olmak
uğruna harcarlar. Hattâ hayatlarını tehlikeye
atacak kadar ileri düzeyde özveri sahibi ve bilge
olabilirler. (İnsanın kendine yeterli olmasına
Türkçe’de bir isim bulunmuş mu bilemiyorum;
ama yeri gelmişken bu kavrama karşılık olarak
“ruhdoyum” sözcüğünü öneriyorum.
İnsanlar vardır: insanlara değer biçerken,
onların beyinsel yeteneklerine, dış görünüşlerine,
servetlerine, başardıkları işlere, aldıkları ödüllere
ve kendilerine gösterilen saygıya bakarak karar
verirler. Fakat bazı insanlar da bu özelliklere hiç
bakmaksızın, insanların kalplerindeki temizliğe ve
sevgiye bakarak karar verirler.
İnsanlar vardır: insanların bu kadar farklı, bu
kadar çeşit çeşit olmalarının ardındaki hikmeti bir
türlü anlayamamaktan şikâyet ederler.
Demek ki, “Psikolojiden iyi anlarım...”
diyenlerin, insan beyninin bütün bu zihinsel
özellikleri yanında, bu özelliklerin güdümünde
olan davranış biçimlerini kolayca tanıyabilmesi ve
tercüme edebilmesi gerekir. Hattâ bu tanıma ve
tercüme de yeterli olmayabilir. Çünkü insanın
şahsiyeti zamana, mekâna ve içinde bulunduğu
topluluğa bağlı olarak değişebilir. Bir evin içinde
olup bitenler bireyin evdeki kişiliğini, dışarıda
olanlar dışarıdaki kişiliğini etkiler. Hiç kimsenin
evdeki rahat kişiliği ile toplum içindeki
kontrollü kişiliği aynı değildir.
***
Wilhelm Wundt’un (1832-1920) 1879 yılında
felsefeden koparıp lâboratuvara sokmasıyla
bilimsel özellik kazanan psikoloji, çağımızda

88
birkaç dala ayrılmış olarak çok çeşitli alanlarda
kullanılmaktadır:
Kişilik psikoloji, gelişim psikolojisi, eğitim
psikolojisi, toplum psikolojisi, hayvan psikolojisi,
evrim psikolojisi ve fizyolojik psikoloji yanında
klinik, deneysel, politik, psiko-metrik, lengüistik
ve endüstriyel psikoloji...
İnsanların veya hayvanların bozuk
davranışların nedenlerini bulabilmek, onların
tedavilerinin ilk basamağıdır. Bunun eğitimini
almış kişiler psikologlar ve psikiyat-ristlerdir.
(Psikologlar doktor değildirler ve reçete yazma
yetkileri yoktur.)
Ruhçözüm, özgün adıyla psikanaliz denen
tedavi türü Sigmund Freud (1856-1939)
tarafından kullanılmış ilk sistematik yöntemdir.
Çağımızda çok az sayıda psikiyatrın kullandığı;
fakat giderek psikodrama denen daha faklı bir
yönteme dönüşen bu tanı-tedavi biçiminin
dayandığı temel düşünce özetle şöyle der:
İnsan bilinci üstbilinç ve altbilinç (şuuraltı)
olmak üzere iki katmanlıdır. Bu durum, bir
bahçenin görünen üst kısmındaki bitkiler
(üstbilinç) ve onların toprak altındaki kökleri
(altbilinç) örneğiyle açıklanabilir.
İnsanların, yerine getirilmemiş ve üstbilinç
tarafından bastırılarak altbilince itilmiş birtakım
arzuları, ihtiyaçları ve özlemleri yanında,
halledilmemiş bazı kuşkuları, korkuları,
çatışmaları vardır. Bilinçaltında birer karmaşa
(kompleks) olarak bekleyen bu ögeler zaman
zaman “teper”. Bu tepiler -şiddetlerine göre- ya
geçici bir sıkılma hâli ya da sinir buhranı, ruhsal
dengesizlik veya fiziksel hastalık olarak ortaya
çıkar.

89
Psikanalist, bu bilinçaltı ögeleri hastaya
sorulan sorularla bulur, hastanın bu ögelerin
farkına varmasını sağlar, ardından zararsız hâle
getirilmelerine yardımcı olur ve gerekiyorsa ilaç
tedavisi uygular. (Bu yöntemin her zaman işe
yaramadığı anlaşıldığı için, psikiyatristlerin büyük
çoğunluğu son yıllarda neredeyse sadece ilaç
tedavisi uygulamaktadırlar! Bunun başlıca
nedeni, Freud’un, insanın ruhsal gelişimini cinsel
gelişme veya psikoseksüel gelişme olarak
düşünmesinden; yani, “İnsanlar cinsel arzularını
toplumsal baskılar yüzünden tatmin
edememekte, dolayısıyla bu temel içgüdü
bilinçaltına itildiği için normal kişiliğe
geçememektedirler!” tezini savunmasından kay-
naklanmaktadır.)
***
Freud’un, “Bütün bilinçli davranışlar gibi,
serbest irade de bilinçaltındaki kuvvetler
tarafından yönetilir” demesine, yakın çalışma
arkadaşı Carl Gustav Jung (1875-1961) şiddetle
karşı çıkar ve Freud’dan ayrılıp kendi kuramını
geliştirir. Jung’a göre:
“Cinsel duyguların şiddeti yaşlara ve koşullara
göre değişir. Cinsellik, insanın bütün bir yaşamını
belirleyecek güce sahip değildir. Fakat ruh, yani
‘yaşama enerjisi’ her yaşta ve her koşulda aynı
gücünü sürdürür.
İnsan hayatının bu kadar uzun sürmesinin
sebebi çocuk doğurmak ve sonra çocukları
yetiştirmektir. Ancak bu görev yerine getirildikten
sonra yaşamın amacı ne olacaktır? Modern
insanın yaşama ilişkin belirli bir amacı yoktur; o
nedenle, 40 yaşına kadar olan bölümüne takılıp
kalır. Ve ileri yaşlara doyurulmamış isteklerle

90
ulaşır. Bunun tedavisi yaşamı doyasıya yaşamak
ve geleceğe ait bir amaç edinmektir. Bu amacı
bütün büyük dinler -öteki bir dünyanın varlığı
sayesinde- sağlarlar. Böylece insanlar özellikle
yaşamın ikinci yarısında bir ‘iç keşif yolculuğu’na
çıkarlar. Bulguları, yaşama anlam ve bütünlük
kazandırır ve kaçınılmaz ölümü kabullenmelerine
yardımcı olur.”
***
Freud ve Jung’un çağdaşı Alfred Adler (1870-
1937) ise günümüzde çok kullanılan “aşağılık
kompleksi” kavramının mucididir. Adler de
Freud’un her şeyi libido denen cinsel güdüye
bağlamasına karşı çıkar:
“İnsanın davranışlarını sadece cinsel haz
belirlemez. İki çok önemli etken daha vardır;
üstün olma isteği ve toplumsal yaşamın etkileri.
İnsan yaşadığı sürece her ân üstün olmak, kendini
değerli kılmak ve özvarlığını aşmak ister. Bu
duyguların temelinde esasen aşağılık duygusu
yatar.
İnsanlık tarihi, aşağılık kompleksini gidermek
için yürütülmüş çabaların tarihidir. Canlı madde
faaliyete başladığı günden beri sürekli olarak
aşağı bir konumdan daha yukarı bir konuma
yükselme yollarını aramıştır. İşte, insanı daha
güvenli ve daha üst bir konuma itecek olan ener-
jiyi oluşturan kaynak aşağılık duygusudur. Sürekli
olarak gelişen ve ilerleyen uygarlık bunun
göstergesidir.
***
Uzun yaşadığı ve 20. yüzyıldaki tüm insanlık
durumlarını gözlediği için önceki meslektaşlarını
aştığı kabul edilen Erik H. Erikson (1902-1992),
insanın kişilik gelişiminin sürekli olduğunu ve bu

91
gelişim sürecinin 8 toplumsal ve psikolojik evrede
cereyan ettiğini söyler. “İnsanın Sekiz Çağı”
dediği evreler şunlarıdır:
1- Temel güvensizliğe karşı temel güven
2- Utanç ve kuşkuya karşı özerklik
3- Suçluluk duygusuna karşı girişim
4- Aşağılık duygusuna karşı içsel yapıcılık
5- Rol kargaşasına karşı kimlik
6- Yalnız kalmaya karşı yakınlık kurma
7- Durgunluğa karşı üretkenlik
8- Umutsuzluğa karşı benlik bütünleşmesi.
***
“Zekâ hem kendi kendini, hem dünyayı
örgütler” diyen Jean Piaget (1896-1980),
beynin psikolojik yapısına farklı bir açılım
getirmiştir:
“Kişilik gelişiminde bireyin içinde yaşadığı
dünyaya nasıl uyum sağladığı büyük rol oynar.
Zekâ uyumda zekâ etkin bir doğaya sahip olduğu
için etkin bir rol oynar. Etkinlik son derce
önemlidir: ruhsal yaşamın bile hareket noktası
bilinç değil, etkinliktir. Etkin zekâ gelişimi sürekli
ve ilerleyici olan bir dengelenme sürecidir. Ruhsal
gelişim ise, eylemlerin derece derece
zihinselleşmesidir. Eylem, düşünceden önce gelir
ve bilgiişlem sayesinde içselleşir. Böylece pratik
zekâ kavramsal zekâya, yani zihinselliğe dönüşür.
Zihinsel ve duygusal kavramlar/ögeler
birbirinden ayırt edilemezler; çünkü duygusal alan
zekânın işlemek için muhtaç olduğu bir enerji
kaynağıdır. Duygusal alan zihinsel yapılar
yaratmaz; fakat zihinsel işleyişe müdahale eder.
Bu alan, ona araçlarını sağlayan ve hedef
belirleyen zekâ olmaksızın hiçbir şey değildir.”
***

92
İnsan beyninin tüm bilinç ve davranış
özelliklerini doğumdan ölüme kadar inceleyen
psikoloji bilgimiz arttıkça kendimizi ve başkalarını
tanıyabilme yollarını daha iyi öğrenir ve birçok
davranışımızın neden/nereden kaynaklandığının
farkına varırız. Böylece insanlar bizim için kapalı
kutular veya anlaşılması imkânsız bireyler
olmaktan çıkar, gözümüze daha şeffaf görünmeye
başlarlar. Bu sayede hem kendi kendimizle ve
çevremizle daha bilinçli ve sağlıklı bir ilişki içine
girme olanağımız artar, hem de kendimizdeki
veya başkalarındaki moral çöküntülerin sebep ve
sonuçlarını anlama yeteneğimiz gelişir.
***
Anlamak veya anlaşılmak genetik
yapımızın temel içgüdülerinden değildir.
Bunlardan ilk üçü üremek, beslenmek ve
tehlikelerden korunmak. Bu üçlü insansoyunun
yaşamını sürdürmesine yönelik sigortalardır;
temel amaçları arasında anlamak veya anlaşılmak
yoktur. Oysa beynin psikolojisi, anlamaya ve
anlaşılmaya çok önem verir. Buradan anlaşılıyor
ki, beynin psikolojisi sadece genetik kodların bir
eseri değil; aynı zamanda toplumsal ve kültürel
kodların ve yetiştirilme tarzının süregiden ve
başkalaşan sonucudur.
Beynimizin mantıksal zekâsını oluşturan seri
nöron bağlantılarında (IQ) ve duygusal zekâsını
oluşturan paralel bağlantılarında (EQ), "Anlamak
ve anlaşılmak istiyorum" cümlesine sıkça
rastlayabiliriz.
Eğer psikolojik yapımızda anlaşılma isteği var
olmasaydı, bugün ulaştığımız bilimsel, teknolojik
ve sanatsal düzeye ulaşmamız belki asla mümkün
olmayacaktı. Anlamak ve anlaşılmak bir

93
madalyonun iki yüzü gibi, ayrılmaz bir bütündür,
diyerek bir başka sorunun yanıtını irdeleyelim...
Acaba gerçekten anlaşılmak istiyor muyuz,
istiyorsak, ne kadar anlaşılmak istiyoruz? Bir
başka deyişle, hangi parçamızın anlaşılmasını
istiyoruz? Örneğin, taktığımız maskelerin
düşmesini ve gerçek yüzümüzün anlaşılmasını
hangimiz ne kadar istiyoruz?
Anlaşılan o ki, yukarıda görüşlerini
okuduğumuz ünlü bilim adamlarının hepsinin
haklılık payı var; fakat beynimizin derin psikolojisi
ve ondan daha derin olan ruhsal yapımız
hakkında keşfedemedikleri daha birçok olgu var.
Örneğin, hangi maskeyi niçin veya hangi
dürtünün etkisiyle taktığımız konusu... Üstünlük
kompleksi ve beğenilme içgüdüsü ile
maskelerimizin ilişkisi...
Dikkatle ve uzun süre gözlersek, çoğu
insanların bilge, dürüst, çalışkan, zeki, özverili ve
yaratıcı olmak gibi erdem ve dehayı simgeleyen
özelliklere karşı gizli bir özlemlerinin olduğunu
kolaylıkla görebiliriz. Bu ulaşılması bazen imkânsız
olan özelliklere sahip değillerse, süperegoları
onlara bu üstün özelliklere sahip oldukları
maskesini taktırmaya çalışır. Bunun için kişi, akla
gelen/gelmeyen birçok yol ve yöntemi geliştirip
uygulamaya koyabilir.
Çünkü insanlar vardır: evrensel değerlere,
destanlarda, film ve romanlarda rastladığımız
kahramanlara atfedilen üstün özelliklere ve
geleneksel değerlere ters düşmeyen her
parçalarının anlaşılmasını isterler. Ama aynı
zamanda bütün bu başat özelliklere ters düşen
tüm olumsuz yanlarını gizlemek veya “kırkıncı
odalarda” kilitli tutmak isterler.

94
İşte Jean Piaget bu noktada haklıdır; eğer
toplum, bireylere hata yaptıklarında şefkat,
merhamet, hoşgörü veya toleransla yaklaşırsa, o
zaman insanlar daha şeffaf, daha doğal
davranacak ve hem anlama, hem de anlaşılma
çabalarında maskelerden arınacakları için daha
başarılı olacaklardır. Ama yine de kendimizin bir
parçasına yabancı kalma sorunumuzu asla
çözemeyeceğiz. Zira insan beyni hakikat veya
mutlak gerçeklik denen hayalet peşinde koştukça,
kendinde ve evrende sürekli olarak yeni gerçekler
keşfedecek ve böylece son noktaya ulaştığına
hiçbir zaman inanmayacaktır.
***
İçsel ya da ruhsal derinliklerimiz böylesine
“dipsiz bir kuyu” ise, birine, "seni anlıyorum"
demek ne anlama geliyor acaba? Birini
anladığımızı sandığımızda veya hissettiğimizde, o
kişinin hangi parçasını anlamış oluyoruz? Dü-
şüncelerini mi, duygularını mı, ruhsal durumunu
mu, dün-ya görüşünü mü, inançlarını mı, mantık
zincirini mi, o ânki moralini mi, mizacını mı, genel
şahsiyetini mi, nesini?..
Görüldüğü gibi, “seni anlıyorum" ifadesi
karşımızdaki kişinin her şeyini anladığımız
manasına gelmiyor. Aslında, anlama fiili tüm
dillerde çok genel bir kavram olduğu için
nüansları anlatamıyor. Öyleyse, yukarıdaki her
anlama durumu için ayrı birer sözcük bulunması
gerekiyor. Örneğin, kişinin sadece o ânki
düşüncelerini anlıyorsak, "anla-" yerine "us-"
kökünü kullanarak, “uslama” fiilini türetebiliriz.
Us, akıl anlamına geliyor. Kişinin beyninde olup bi-
tenleri anladığınızda, o kişiyi uslamış; yani, aklını

95
ve düşüncelerini tanımış veya anlamış
oluyorsunuz.
Peki, insanların duygularını anlama işi için
hangi fiil kullanılır? Bu kavram Lâtince kökenli
Avrupa dillerinde var: empati. Ancak, burada da
önümüze iki tür empati çıkıyor: a- pozitif
empati, b- negatif empati. Paylaştığımız
duygular pozitif ise, buna ne denir? Negatif
duygular paylaşılıyorsa, bunun adı nedir?
Empati kurulduktan sonra, kişiler birbirlerini
birlikte iyi hissediyorlarsa, bu duruma “kompati”
deniyor. Fakat, pozitif empati anlamına gelen
duygusal iletişime "kompati" ismini bulan kişi, bu
iletişimin olumsuz duygularla da ger-
çekleşebileceğini düşünmemiş olacaklar ki,
“negatif empati”ye karşılık gelen bir sözcük henüz
mevcut değil. Bu kavrama karşılık olarak
“dertpati” sözcüğünü öneriyorum. Her ne kadar
“dertleşmek” diye bir sözcüğümüz varsa da,
dertleşmek ile dertpati arasında önemli bir nüans
var:
Bir taziyeye gittiğimizde, ölen kişinin yakınları
ile dertleşmez; fakat dertpati kurarız. Yani, onlarla
birlikte kendimizi kötü hisseder ve genellikle
büyük bir saygı içinde, sessizce oturmayı yeğleriz.
Çünkü kelimeler o kişilerin üzüntülerini
hafifletmeye yetmez. Ama dertpati kurmakla
üzüntülerini paylaşır, onlara bir tür güç verir veya
kederlerini hafifletmiş oluruz. Oysa dertleşmek
konuşma yoluyla olur ve duygusal değil, zihinsel
bir uğraştır.
Bu bölümü, birkaç pratik bilgiyle bitirelim:
Şu imgeyi hemen hayal edin; elinizdeki sulu
bir limonun yarısını dilinize sürüp duruyorsunuz.
N’oldu?.. Ağzınız sulandı, değil mi? Bu basit olay,

96
düşüncelerimizin bedenimiz üzerindeki fiziksel
etkisinin en açık belirtisidir. Yani, “Düşünmenin
zararı mı var?” söylemi yanlıştır; çün-kü düşünce
hem yararlı, hem de zararlı olabilir. Bilinçaltı-mıza
girip bize zarar vermeye başlayan, hattâ bizi yö-
neten bir düşünce gücüne sahibiz. Nasıl ki bize
istek, güç ve hareket kazandıran olumlu
düşüncelerimiz varsa, bilinçaltına yerleşmiş ve
bizi isteksiz, güçsüz ve hareketsiz kılan
düşüncelerimiz de vardır. Depresyona girip çıkmış
biri bu süreci iyi bilir.
Öyleyse... Bilinçaltına kötü tohumlar gibi
yerleşip zehirli meyveler veren düşüncelerden
kurtulmak veya onların bilinçaltına girmelerini
engellemek, hem ruh-beden sağlığımız, hem de
toplumsal hayatımızdaki sağlıklı ilişkilerimiz
bakımından yararlı bir özeğitimdir. Aşağıdaki basit
birkaç yöntemi uyguladığınızda işe yaradığını kısa
sürede anlamanız mümkün olacaktır:
* “İmkânsız, yapamam, başaramam” gibi
bilinçaltına yılgınlık ve isteksizlik tohumları eken
terimleri kullanmamaya gayret edin. “Her şeyin
üstesinden gelebilirim” düşüncesiyle bilinçaltını
programlamak size güç ve hareketlilik
kazandıracaktır.
* Bilinçaltımız, kendi yarattığı sorunların
çözümlerini de kendi içinde taşır. Geçmişimiz
bugünkü sorunlarımızın kaynağıdır. Dinlenirken,
düşünürken, dua ederken veya uykuya dalmadan
önce, bilinçaltınızdaki geçmişinizle konuşun; onun
sakladığı zararlı düşünceleri bulup silin, kin ve
nefretleri affedicilikle nötr hâle getirin, ayrıca,
olmasını istediğiniz şeyleri ona anlatın. Bu
mesajlar kısa sürede bilincinize ulaşacak ve bazı

97
şeyleri değiştirmeye başladığınıza tanık
olacaksınız.
* Üzüntü, korku, endişe vs. duyduğunuz ânlarda
hemen bilinçaltıyla temasa geçin ve her şeyin
normale dönmesini istediğinizi söyleyin.
* Gözünüzü kapayın ve hayalinizde istediğiniz
şeylerin yaşandığı bir filmler çevirin. Filmi
oluşturan karelerdeki etkileyici bir resim bazen
binlerce tavsiyeden daha yararlı olabilir.
* Hayatımızdaki seçimlerimizi ve bazı
gerçeklerimizi kendi irademiz, azim gösterme
gücümüz doğurur. Azmetmek, başarının yarısıdır,
hattâ belki ta kendisidir. Azmin oluşması için önce
niyet gerekir. Niyetlerinizi sürekli olarak
bilinçaltınıza işleyin ki, azminiz güçlenip
niyetlerinizi ger-çekleştirmek istesin.
* Biliyorsanız her gün meditasyon veya yoga
yapın. Bilmiyorsanız öğrenin; bilinçaltıyla
konuşmayı öğrenirsiniz.

BEYNİN KÜLTÜRÜ

Kültürün tohumları doğadadır,


onları bulup büyütme bizde.

Az önce dünyaya gelmiş bir bebeği


düşünelim. Morarmış, üç kiloluk bir canlı... Elleri
ayakları havada sırtüstü durmadan irkilerek, avaz
avaz haykırıyor... Neden? Çünkü ana rahmindeki
karanlık, sıcak, havasız ve sıvıyla dolu zardan bir
havuz olan plasentanın steril ve sakin ortamında

98
gelişimini tamamladıktan sonra, doğum ânında
bir sürü stres yaşadığı yetmezmiş gibi, hem
göbek bağı kesildi, hem de 9 ay 15 gün boyunca
farkında olmadığı akciğerleri oksijenle dolduğu
için yanmaya başladı.
Bu bebeğin beynine kaydolmuş zerre kadar
bilgisi yok mu?.. Sık sık duyduğumuz gibi, beyni
gerçekten bomboş mu, çizgisiz bir deftere mi
benziyor?.. İşte kavram eksikliği burada bir kez
daha karşımıza çıkıyor...
Bu kitabın ilk bölümlerinde gördük ki, bebek
doğduğunda beynindeki milyarlarca sinir hücresi
henüz göçebe durumundadır. Her hücrenin
dendrit denen binlerce dalı ve akson denen
uzunca bir kolu vardır; bunları diğer nöronların
dalları ve kollarıyla birleştirip beyindeki iletişim
ağında yerini almak ve böylece bir ömür boyu
yaşamak isterler.
Peki milyarlarca hücrede bu arayış, bu çaba,
bu ağ oluşturma bilgisi var olduğuna göre,
“bebeğin beyni bomboştur” diyebilir miyiz?..
Beynindeki bazı bölgeler refleks yaratma, kalp
atışlarını düzenleme, düzenli olarak soluma gibi
üstün yetenek isteyen işleri becerme bilgisine
sahip olduğu hâlde; “yeni doğmuş bir insan beyni
bilgiden yoksundur” diyebilir miyiz?.. Diyemeyiz.
(Fakat “gelişmiş bir bilinçten yoksundur”
diyebiliriz.) Kaldı ki, bebek bazı bilgileri hemen
kullanabilecek durumdadır. Örneğin, ağlamayı
bilir; göbekten beslenmenin bittiğinin, yaşamak
için artık ağızdan ve ana sütü ile beslenmek
gerektiğinin farkındadır; meme ucunu veya
ağzına konacak biberonu emme; fakat katı
yiyecekleri diliyle dışarı atma seçimini yapabilir;

99
annesinin kalp ritimlerini duya duya büyüdüğü
için bir ritim anlayışına da sahiptir vbg.
Demek oluyor ki, bebeğin her hücresinde
olduğu gibi, beyninde de devasa bir genetik
bilgi hazinesi mevcuttur. Bu canlı arşive
“içkültür” ismini öneriyorum. Bu saptamayı
yaptıktan sonra, gelelim günlük yaşamda sıkça
kullandığımız “kültür” kavramına... Buna da
“dışkültür” demek gerekir; çünkü doğumdan
sonra, tamamen dış çevrenin etkisi ve öğretisi
sayesinde beyne nakış nakış işlenir.
Dışkültür: Bir toplumun veya ulusun
kuruluşundan bu yana yarattığı veya edindiği,
kurumsallaşmış ve bireyleri arasında kolektif
duyuş ve düşünüş birliğini sağlamış tüm maddî ve
manevî değerleridir. Daha farklı bir bakışaçısıyla
dışkültür: belirli amaçlar uğruna doğada ve sosyal
dokumuzda yaptığımız değişikliklerin toplamıdır.
Böylece elmaları ve portakalları birbirinden
ayırmış, kavramları yerli yerine oturtmuş olduk.
Beynin doğuştan gelen içkültürünü geliştirmek
için yapılması gerekenleri önceki bölümlerde
geniş olarak ele aldık. Şimdi sıra, beynin
dışkültüründe.
Nasıl ki, içkültürün kaynağı genlere yazılmış
olan “içbilgi” ve bunun sonuçları ise; dışkültürün
kaynağı da içbilgi aracılığıyla edinilen
“dışbilgi”dir.
Dışbilgi: Düşünme, sezme, okuma, dinleme,
gözleme ve deney yoluyla edinilen teorik ve
pratik gerçeklerin iyice anlaşıldıktan sonra beyne
kaydedilmiş hâlidir. Her dışbilgi ya doğadan
bir tercüme veya bir başka bilginin yeniden
kurulmasıdır.
Bu noktada enformasyon ve bilgi arasındaki

100
farkı da belirtmek gerekir. Bilgi, insan-doğa ve
insan-insan ilişkisiyle edinilir. Fakat doğru ve
yararlı bilgi, aklı kullanma, sorgulama, sabretme
ve emek harcamayla elde edildikten sonra
örgütlenmiş bilgidir. Bilginin örgütlenmesi demek,
onu bir bağlam içinde anlamlandırmak demektir.
Aksi hâlde elde ettiğimiz şey “enformasyon” olur
ve doğruluğundan her zaman şüphe edilebilir.
Daha geniş tanımıyla doğru bilgi,
enformasyonların mekân ve zaman bağlamları
içinde konumlandırılmış biçimidir.
***
Bilgiler birer imaj gibi yalın hâlleriyle hafızaya
işlenmezler; anadilin ve kültürün etkisiyle belirli
bir mantık çerçevesinde biçimlendirilerek, yani bir
biçimlenme ve karakteristik kazandırıldıktan
sonra beyne kaydedilirler. Bu kişiye özgü diziliş,
kişinin düşünme tarzını/zihniyetini oluşturur. “Kafa
yapısı” da denilen bu zihinsel nakşı yaratan en
büyük faktör, başta kişinin ait olduğu toplumun
kültürü, daha sonra kendine özgü deneyimleri ve
edindiği bilgileridir.
Her insan, içinde doğup büyüdüğü dışkültürün
ortak inanç ve değerleri ile yoğrulur. Ancak, bu
yoğrulmuşluk sabit kalmaz; çünkü dışkültür
içkültürle sürdürdüğü ortakyaşam kalıbı dışına
çıkmazsızın sürekli olarak değişime uğrar. Bu
değişim, dışkültürel evrimi doğurur. Dışkültürel
evrim ise, daha ileri bir dışkültüre kapı aralar. Bu
kapılar, sadece kültür evrimiyle aralanmaz;
bilimsel, teknolojik ve sosyal değişimlere paralel
olarak başkalaşan dünyadaki diğer
dışkültürlerden de esinlenilerek aralanır. Çünkü
insan, bilgi taşıma veya bilgi aktarma işini yalnız
başına büyük bir ustalıkla yapabilir; fakat bilgi

101
oluşturma işini tek başına kolayca beceremez.
İnsanlığın ürettiği verilere ve arşivlere, yani ortak
bilgi deryasına ulaştığında ise, -bilgi bir yana-
insanlığa çağ atlatacak kadar yaratıcı fikirler,
makineler ve teknolojiler üretebilir.
Geçmişte, çoğunlukla tarafların ortak
iradesiyle yapılmış olan bu dışkültür alışverişi,
günümüzde, engel tanımayan bir paylaşıma
dönüşmüş görünmektedir.
Toplumlar vardır: atalarının yolundan çıkmayı
günah sayar; atalarının bilgisinden, görgüsünden
ve deneyimlerinden edindikleri pratik gerçekleri
tüketerek yaşamayı yeğlerler. Böylece hem
genetik kültürleri, hem de dışkültürleri mutasyona
uğrayıp bozuldukça; ya değer kaybına uğraya
uğraya kendi içlerindeki erozyona yenilip yıkılırlar
ya da marjinal bir topluluk olarak lokal düzeyde
zor bir yaşam süregiderler.
Toplumlar vardır: atalarının yolunu tamamen
terk eder; başka toplumların kendi ilmiklerinden
süzerek edindikleri dışkültürlerini, yaşam
tarzlarını ve üretim biçimlerini kopyalayıp kendi
bünyelerine sokmayı erdem sayarlar. Böylece
köksüz, taklitçi ve maddî-manevî borçlarla sürdü-
rülen bir yaşamı itilip kalkılmak, sömürülmek ve
onursuz yaşamak pahasına tercih etmiş olurlar.
Toplumlar vardır: atalarının mirasındaki ögeler
kendilerine zarar verdikçe onları yavaş yavaş
ayıklayıp yerlerine yeni değerler koyarlar. Doğayı
ve diğer bütün toplumları soyup soğana çevirmek
için, genetik ve dışkültürel miraslarının onlara
bahşettiği tüm imkânları, tüm hileleri, tüm
modern büyüleri ve tüm bilimsel yöntemleri
kullanmada bir sakınca veya ayıp görmezler.
Böylece, kendilerine karşı oluşan nefret ve şiddeti

102
kontrol altına alarak ve fakat lüks içinde yaşamayı
yeğlerler
Toplumlar vardır: atalarının yolundan
çıkmadan; ama atalarının mirasını sürekli olarak
daha bilimsel ve daha akılcı niteliğe kavuşturup
genişleterek, geleceği şimdiden plânlayıp
yönlendirerek ve çocuklarına hem üstün bir
dışkültür mirası, hem de yaratıcı bir kafa yapısı
oluşturma metodolojisi bırakmayı unutmadan
yaşarlar. Böylece, hem kendileri refah içinde
yaşar, hem de insanlığın muallâk kaderine yön
vermiş olurlar.
Evet, toplumların yaşam biçimleri ve tercihleri
farklı farklıdır. Bu farklılık onların beyinlerindeki
yapısal ve kurgulanma farklılığından kaynaklanır.
Düşünce, felsefe, bilgi, bilim, sanat, teknoloji ve
refah üretecek beyinlere ve üstün ahlâkî
değerlere sahip bir kültür yaratmak isteyenlerin
ilkönce başvuracakları kaynak kendi beyinlerinin,
daha sonra diğer beyinlerin iç ve dışkültürleridir.

103
BEYNİN FELSEFESİ

Felsefe karın doyurmaz;


ama düşünce açlığını giderir.

Evrendeki en karmaşık yapı olan insan beyni,


geniş bir farkındalığa ve o sayede düşünceye,
bilgiye, kültüre, akla, mantığa, hayal gücüne ve
yaratıcılığa sahip. Böylesine olağanüstü
yetenekleri bünyesinde barındıran, böylesine
mükemmel bir yapı elbette boş durmayacak;
ilham aldığı maddî-manevî her kaynağın açtığı
yoldan ilerleyip icatlar yapacak, yepyeni fikirler
üretecektir.
Sonra, evrenin, doğanın ve yaşamın öz
anlamını keşfetmek için ürettiği üst düşüncelerini
düzenleyip sınıflandıracak; ortaya çıkan
sistematiğin adını da felsefe koyacaktır.
İnsan denince nasıl ki akla düşünmeyi bilen
insan gelirse, düşünen insan denince de akla
felsefe bilen veya felsefe yapan insan gelir.
Felsefe, uygar insanın sürekli değişen dünyaya
ulaşmasını sağlayan köprü ve o köprü üzerindeki
danışma veya tartışma platformudur. Felsefe,

104
düşünen insanın soylu uğraşlarından biridir.
Aslana pençesi, balinaya kuyruğu ve file hortumu
ne ise, insana da düşüncesi ve felsefesi odur.
İnsanoğlu, bedensel olarak doğanın en güçlüsü
olmadığı hâlde, “dünyanın efendisi” olmuşsa, bu
başarısını ürettiği felsefelere ve teknolojilere
borçludur. Öyleyse felsefenin fiyatı salt bilginin
fiyatından daha yüksektir!
***
İnsan beyni, yapısı gereği, ilk çağlardan beri
evreni ve insanı anlamak için, “neden” ve “niçin”
sorularını bıkmadan usanmadan sormuş ve
bunlara her çağda birçok yanıt bulmuştur.
Özellikle ilk çağlardaki anlam arayışları sürecinde
çoğunlukla gökyüzü, doğa, insan, ruh ve Tanrı
hakkında türettiği düşünceleri derleyip
düzenlemiş ve ortaya birkaç felsefî sistem
çıkarmıştır. Sonra da bunların sentezinden birer
inanç sistemi oluşturmuş ve yaşamını bu inanca
göre düzenleyip yüzyıllar boyu sürdürmüştür.
Önceleri, gerçeğin sadece düşünce yoluyla
araştırılmasına dayanan felsefe, daha sonraları
deney ve gözlem metotlarını da bulup düşünce
sürecine katmış ve böylece bilimsellik
kazanmıştır.
Dünyanın bilinen en eski kültürlerinden biri
olan Sümerlilerden Avrupa Rönesans’ına kadar
uzanan düşünce sürecinin ortaya çıkardığı belli
başlı inanç felsefeleri şunlardır: Animizm,
Natüralizm, Totemizm, Vedizm, Brahmanizm,
Janizm, Budizm, Konfüçyünizm, Aztek-İnka-Maya
inançları, Şamanizm, Taoizm, Mısır Politeizmi, Iran
Zerdüştlüğü, Grek ve Roma mitolojik felsefeleri,
Şintoizm.
Semavî sıfatıyla anılan Musevilik, Hıristiyanlık

105
ve Müslümanlık ise, Yahudi Felsefesi, Hıristiyan
Felsefesi ve İslâm felsefesi gibi, bazı felsefî
ekollerin doğmasını sağlamıştır.
Gazali (1058-1111), Muhyiddin-i Arabî (Muid
ed-Din ibni el-Arabî - 1165-1240) ve Mevlâna
Celâl ed-Din-i Rumî (1207?-1273) ile doruk
noktasına ulaşan İslâm Felsefesi, Osmanlıların
düşünsel hayatında etkin bir rol oynamış, aynı
zamanda Avrupa’daki Yeniçağ Felsefesi’nin gelişi-
mine de büyük katkıda bulunmuştur.
Yeniden Doğuş Hareketi (Rönesans) ile
şekillenen “Avrupa Merkezli Dünya”nın felsefe
hayatı, Fransız düşünür Rene Descartes (1596-
1650) ile başlar. Descartes ve İngiliz filozof
Francis Bacon (1561-1626), getirdikleri “ilim,
matematik, mekanik ve doğa” açıklamalarıyla,
felsefede bir devrim yaratmışlardır.
Herder, Humboldt, Rousseau, Fichte, Comte,
Kant, Feuerbach gibi düşünürlerle yeni akımlar
doğuran Avrupa’daki düşünce hayatı; Alman
düşünür G.W. Friedrich Hegel’in (1770-1831)
Diyalektik İdealizm’ini, Diyalektik Materyalizm’e
dönüştüren Karl Marx (1818-1883) ile Friedrich
Engels (1820-1895) tarafından tamamen maddeci
bir boyuta sürüklenmiştir.
***
Beynin yarattığı felsefelerin açılımı yüzlerce
kitaba sığdırılamayacak kadar geniştir. O nedenle
-bu bölümün amacına uygun olarak- felsefe
hakkında genel bir farkın-dalık oluşturabilmek için
özlü birkaç örnek vermek yeterli olacaktır.
Çağdaş felsefe akımları hakkında genel bir
görüş belirtmeden önce, birbirinden çok farklı
düşünen 3 inanç felsefesine bir göz atalım:

106
Budist Felsefe: Yok’tan gelir, Yok’a gideriz.
Mutluluk, toplumla teması kesmek ve Ego’nun
isteklerini sıfıra doğru indirgemektir. Çünkü Ego
toplumla temas edince büyür ve ihtiras sahibi
olur.
Varlık ıstırap, yokluk ise mutluluktur. Tam
mutluluk ise, Mutlak Yokluk olan Nirvana ile
birleşmektir. Fakat Nirvana’ya kavuşmak için
dünya hayatından çekilmek ge-rekmez.
“Sekiz katlı kurtuluş yolu” insanları acıdan
kurtaracak tek çaredir. Bunlar: doğru inanç, doğru
ülkü, doğru söz, doğru iş, doğru yaşamak, doğru
çalışmak, doğru düşünmek ve doğru ibadet
etmektir.
“On katlı günah yolu” ise insanlara acı
verecek yoldur: katillik, hırsızlık, namussuzluk,
yalan, iftira, acı söz, dedikodu, kıskançlık,
sarhoşluk ve ibadetsizliktir.
***
Materyalist Felsefe: Evrenin tamamı
maddedir ve maddenin dönüşümünden ibarettir.
Maddeden geldik, maddeye döneceğiz.
Mutlak Varlık, maddedir.
Maddeötesi veya Fizikötesi diye bir şey yoktur.
Felsefe yapmak, düşünmektir. Düşünmekse;
toplamak, çıkarmak, ayırmak, yani saymaktır.
Öyleyse doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni
birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır.
Birleşebilen ve ayrılabilen şeyler maddesel
nesnelerdir. Bu nedenle felsefenin maddeden
başka konusu olamaz. Düşünceyi beyinden, yani
düşünen maddeden ayıramayız. İnsan da madde
olduğuna göre, insanı ancak bilimsel veriler
ışığında anlayabiliriz.
***

107
İslâm Felsefesi: Mutlak Varlık, mevcuttur;
fakat mutlak yokluk diye bir şey yoktur. Her şey
Allah’tan gelmiştir ve O’na dönecektir. Yokluğa,
varlık sıfatı takılamaz; çünkü yokluk “olmayan”dır.
Madde de mutlak veya sonsuz bir varlık olamaz;
çünkü üç boyutludur, yani boyutları sınırlıdır.
Maddeyi istediğimiz kadar küçültelim, sıfır
yapamayız ve en büyük hâliyle bile
sonsuzlaştıramayız. Öyleyse madde, ne mutlak
varlık, ne de mutlak yokluktur. Mutlak Varlık,
sadece Allah’tır. Yokluk hiçliktir. Hiçlik tanrılaştı-
rılamaz.
Her türlü maddî ve mânevî oluşumun kaynağı
Mutlak Varlık olan Allah’tır. O varken, hiç bir şey
yoktu.
İnsan maddenin türevlerinden değil, madde
ve ruh birliğinden yaratılmıştır.
***
Çağdaş Felsefe akımları: Avrupa’daki
modern felsefeye büyük ölçüde Alman filozof
Immanuel Kant (1724-1804) yön vermiştir. Kant,
kendisinden önceki Leibniz, Wolff, Locke, Hume ve
Newton gibi düşünürlerin düşüncelerini geliştirmiş
ve Fichte, Humboldt, Hegel, Comte, Feuerbach,
Marx, Nietzche, Bergson, Russell, Heidegger ve
Sartre gibi filozoflara da ilham vermiştir.
Felsefenin geçen yüzyıldaki, bilgiyi sevme ve
arama amacını daha üst boyutlara taşımış olan
çağdaş felsefe, çağın gidişine, yaşam biçimine,
inanç sistemlerine ve tüm bilimsel araştırmalarına
yol gösterip yön veren önemli bir kaynağa
dönüşmüştür.
Kesin ve “son doğru” gibi zihinsel gerçeklerin
varola-mayacağı ilkesiyle akıl yürüten pek çok
düşünür, akıl ve dil ikilisi üzerinde ve özellikle

108
anadilin aklın gelişmesi üzerindeki rolü hakkında
kapsamlı araştırmalar sürdürmek-tedirler.
Özellikle küreselleşme denen olgunun
yaygınlaştığı yeni binyılda, yepyeni buluşlar,
sosyal ve ekonomik değişimler, çağı bir ân önce
yakalama ve geleceği yönetme eğilimleri
çoğaldıkça, yeni felsefeler üretme ihtiyacı da
doğru orantılı olarak artmaktadır.
Modern deneyci düşünürler, gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde böylesine hızlı ve
kapsamlı bir gelişim-değişim-dönüşüm süreci
yaşanmaya devam ederse, bugünkü bilim ve
teknolojinin gerek duyduğu insan kaynak-larının
yerini, hızla, yapay zekâ denen dijital teknoloji
kaynağının alacağını öngörmektedirler.
Uzay araştırmalarından, Kuvantum
Mekaniği’nden, Atomötesi Partikül Deneyleri’nden
ve Genom denen insan genlerini tanıma-
değiştirme projelerinden elde edilen yepyeni ve
çok değerli veriler, geleceğe yönelik ufuk
taramalarına daha geniş boyutlar kazandırmakta
ve makro-mikro evrenler hakkında yeni
felsefelerin doğuşunu sağlamaktalar.
Ayrıca, bilişim ve iletişim teknolojileri
sayesinde yapılan yenilikler ve bunların
doğurduğu dijital “beyin çocukları” daha sanal bir
dünyaya doğru gidildiğine işaret ettikçe,
gelecekteki insan ve dünya (fütüroloji) hakkında
pek çok felsefî düşünce üretilmektedir.
***
Bütün bu düşünce ekolleri geçmiş tüm ekolleri
birer birer yıkmakta, yerine çağın realitelerini
koyarak felsefeye bir tür “kuvantum sıçrama”
devrimi kazandırmaktadır. Bu ileri atlayış ivmesi
devam ettikçe, bütün taşların yerinden

109
oynayacağı ve insanın evrene, Tanrı’ya ve
yaşama dair bakışının tamamen değişeceği
kaçınılmaz olacaktır. Belki çok yakında, fizikötesi
denen şeyler birer birer fizik içine, yani
lâboratuvarlara alınacak, böylece ruh ve Tanrı
kavramlarına daha somut açıklamalar
getirilecektir. Zaten bu süreç başlamış ve örneğin
beynin alın yumrusunda (frontal lobe) önce bir
“tanrı bölgesi”, daha sonra bir “tanrı geni” bulun-
duğu açıklanmıştır.
İşte böylesine yeni buluşlar ortaya çıktıkça,
beynin felsefe yapma yeteneği hemen işin içine
girmekte ve bunlar hakkında nasıl düşünmemiz
gerektiğini ortaya koyan düşünceler üretmektedir.
Son yıllardaki klonlama ve kök hücre tartışmaları
“gen etiği” denen olguyu ortaya çıkarmış;
“küreselleşmenin yapıcı-yıkıcı etkileri” tartışmaları
ise son hızla sürüp gitmektedir. Bunlar gibi sürekli
gelişen/değişen bir çağın yenilikleri üzerine
sistematik birer düşünce ve ahlâk felsefesi
muhakkak ki oluşacaktır.
***
Düşüncelerimize, hedeflerimize ve
eylemlerimize kural getiren beynin ahlâkı ve
beynin inancı konuları da başlı başına yüzlerce
cilt kitabı dolduracak kadar bilgi, sezgi ve inanç
felsefeleri içermektedir. Beynin felsefesi konusunu
ahlâk ve inanç hakkındaki birkaç soruyla bitirelim:
“Ahlâk nedir, ne değildir, nasıl oluşur, nasıl
korunur, hangi ahlâk sistemi doğrudur, doğru-
yanlış ahlâk tartışması yapmak doğru mudur?
Düşünceye dayanan etik ile geleneksel değerlere
dayanan ahlâk arasındaki farklar nelerdir?” gibi
birkaç basit soruyla düşünmeye başlandığın-da,
açıklanması çok kolay gibi görünen bir kavramın

110
dahi tanımının ve açılımının ne kadar zor olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Keza, “Düşünce ile inanç arasındaki en temel
fark nedir? Neden inanır, neden inanmayız?
Dinsel öğretiler birer dogma mıdır, değil midir?
İman ve ideoloji arasındaki fark nedir? Vahiy ve
ilhamın kaynağı aynı mıdır? Ruh mahiyeti nedir,
nerdedir, ölümlü müdür ölümsüz mü, tekrar doğar
mı? Ölüme çare aramak veya insan ömrünü iki
katına çıkarmaya çalışmak etik midir? Başka
kadınlardan yumurta alarak çocuk yapmanın
ahlâkî yükümlülükleri nelerdir? Kişinin genetik
cinsiyeti ile beyin cinsiyeti arasındaki farklar
nelerdir (sex/gender) Beynin cinsiyeti ne zaman
ve nasıl oluşur?” gibi araştırma ve derin düşünce
isteyen soruların yanıtlarını ararken, felsefe,
zihnimizde yeni pencereler açmada, yeni köprüler
kurmada bizlere ışık tutmaktadır.
Çağdaş felsefe, insanın aklına düşen binlerce
soruya verilecek yanıtları, çağın gerçekleri olarak
yeterli görmeyi kabul eden, önü açık ve gelişimci
bir felsefe anlayışıdır.

111
BEYNİN MUTLULUĞU

Yaşamınızın senaristi ve yönetmeni kendiniz


iseniz,
mutluluk daha sıkça gelir.

Yaşamımızda başarılar art arda gelse;


ailemizde sürekli mutluluk ve sevgi olsa;
sokaklarımıza incelik ve tolerans hâkim olsa; ve
toplumsal hayatımız merhametle, saygıyla dolup
taşsa acaba mutlu olur muyuz? Sağlıklı olma,
zevk ve estetik sahibi olma, erdemli ve âdil olma,
varlıklı ve başarılı olma beynimizi sürekli mutlu
edebilir mi?..
Yaşamımızda bunların tümü her ân mevcut
olsa dahi, beynimizin mutlak anlamda mutlu
olacağına hiç kimse garanti veremez. Çünkü tam
ve sürekli mutluluk diye bir olgunun
gerçekleşmesi için doğada ve toplumda hiçbir
şeyin değişmeden süregitmesi gerekir. Oysa tüm
evrende ve hem kendi içimizde hem de içinde
yaşadığımız toplumda her ân önemli değişiklikler
ortaya çıkar. Yani aynı ırmakta iki kez
yüzülemeyeceğinden ötürü, mutlak ve sürekli
mutluluk asla gerçekleşemez. Sadece kısa veya
orta vadeli “kendini iyi hissetme” hâlleri
yaşayabilir; fakat ömür boyu mutluluğu hep hayal
ederek yaşarız.
Pek çok kavramın tanımı hem yok, hem de
çoktur. Aşk, mutluluk ve başarı bu tür göreceli
kavramlardandır. On binlerce kitap mutluluktan

112
söz eder veya onu tanımlamaya çalışır. Herkesin
benimsediği bir mutluluk tanımı vardır. Her insan
mutluluğu farklı biçimde tanımlar ve duyumsar.
Peki nedir bunun ölçüsü veya mihenk taşı?
Mutluluğu bir fincan kahvede bulanların da,
trilyonlara sahip olduğu hâlde bulamayanların da
yaşadığı bir dünyada ortak bir mutluluk kriteri
bulmak kolay değildir. Bu konu hakkında biraz
daha derinleşmek gerekmektedir.
Bizleri en fazla mutlu eden şeylerin başında
ne geliyor dersiniz, veya en çok ne zaman
hâlimize şükrederiz?.. Ölümcül bir hastayı ziyaret
ettiğimizde, cezaevlerindeki kötü koşullarda
yaşayanları gördüğümüzde, akıl hastaları ile
karşılaştığımızda, sefalet ve pislik içinde
yaşamaya mecbur olanlara tanık olduğumuzda...
Böyle anlarda hem hüzünlenir, hem de gizli bir
mutluluk yaşarız, değil mi? Öyleyse, beynimizin
mutlu olduğu ve bizi mutlu hissettirdiği bazı
‘olmazsa olmaz’ları vardır. Bu vazgeçilmez seçe-
nekler arasında birinci mutluluk kaynağı,
sağlıklı olmaktır.
***
İkinci mutluluk kaynağı, beğenilme
duygusunu yaşamaktır. Hatta beğenilme
duygusu, modern insanda temel bir içgüdüye
dönüşmüştür de denebilir. Zira beğenilme,
insanları hem hayata bağlayan, hem de başarıya
ve yaratıcılığa ulaştıran itici bir güç hâline
dönüşmüştür. Eğer, dünyadaki tek insan siz
olsaydınız, ütülü elbiseler giyer, tıraş olur, makyaj
yapar veya tırnak keser miydiniz? Ya da şiirler
ezberler, resimler yapar, eşsiz saraylar inşa eder
miydiniz? Giysilerinizin markası, ayakkabılarınızın
kalitesi veya saçınızın rengi fark eder miydi?

113
Etmezdi, çünkü çevrenizde onları beğenecek ve
size övgüler yağdıracak kimseler bulunmazdı da
ondan.
***
Üçüncü mutluluk kaynağı, özgürlüktür. Bir
eve, biraz toprağa veya bir vatana sahip olup
orada özgürce hareket edebilmek doğal bir
ihtiyaçtır. Suç işleyenleri cezaevine kapatmak, en
değerli varlığı olan özgürlüğünü yitireceği
anlamına geldiği için ağır bir ceza addedilir. Ve
kişiler o özgür dolaşımlarını kaybetmemek için
cezaevine girmekten şiddetle kaçınırlar. Tabii
prestij ve sosyal statüdeki kayıp da bu sakınışın
nedenlerindendir.
Beynimiz kendisinin de, kendisini yaşatacak
olan bedenin de özgür olmasını ister. Kaldı ki
kaybedilmiş bir özgürlüğü geri almak beynin belki
de yaşamak kadar önem verdiği bir uğraş olur.
Özgürlük tüm canlılar için bir mutluluk pınarıdır.
***
Dördüncü mutluluk kaynağı, sevilmektir.
Sevilen insan kendini mutlu hissetmekten
alıkoyamaz. Sevginin gürül gürül mutluluk veren
bir kaynak olduğunu anlamak için sevgiden
yoksun ve sevgi alışverişi yapamayan insanların
mutsuzluğunu gözlemek yetecektir.
***
Beşinci mutluluk kaynağı, güç, prestij veya
ün sahibi olmaktır. İnsanlar bir diplomaya, bir
etikete, bir koltuğa veya bir şöhrete sahip olmayı
hep istemişlerdir. Bunları elde edemediklerinde
ise, onlara saygınlık kazandıracak ve üstünlük
komplekslerini giderecek araç olan paraya doğru
dümen çevirmişlerdir. Onu da edinemediklerinde,
toplumun takdir duygusunu kazanabilmek ve

114
kendilerini yararlı hissetmek için evrensel
değerlere sarılmış ve onların şampiyonluğu için
çalışmışlardır. Hayırsever olmak, yardım
kuruluşlarına katılmak, gönüllü toplumsal görevler
üstlenmek vbg.
***
Altıncı mutluluk kaynağı, başkalarına
muhtaç olmadan, en azından temel ihtiyaçları
karşılayabilecek kadar bir işe ve gelire sahip
olmak veya kendi olanakları ile maddî
gereksinimlerini giderebilmeyi başarmaktır. Bu
durum, kişide özgüven, gurur ve yeterlilik
duygusu uyandırdığı için büyük bir mutluluk
kaynağıdır.
***
Yedinci mutluluk kaynağı, yaratıcılıktır.
İnsan beyni monotonluğu sevmez ve tekdüze
yaşamdan çabuk sıkılır. Tüm evren aralıksız
değişirken, doğadaki her şey her ân yenilenirken,
beynimiz statik konumda kalmak istemez. Ya
evden çıkıp biraz dolaşmak ihtiyacı hisseder, ya
ülkelerarası seyahate çıkar, ya sosyal çevresini
değiştirir, ya eşyalarını yeniler ya da yeteneklerini
kullanarak daha önce yapılmamış yepyeni şeyler
yaratmak ister. İnsanın sanat ve bilimle
uğraşması, yeni keşifler yapması ve bu sayede
kültür ve teknolojinin sürekli evrimleşmesi
öncelikle bu nedenden dolayı, yani beynimizin
yeni şeyler üretmek istemesindendir. Yaratıcılık,
insana sürekli çok büyük hazlar yaşatan bir
mutluluk kaynağı olagelmiş ve olagidecektir.
***
Sekizinci mutluluk kaynağı, barış ve
esenlik içinde yaşayabilmektir. Genetik
kodlarımızda “yaşamak için öldürmek” gerektiğini

115
dikte ettiren kalıntılar olsa dahi, binlerce yıldır
sürdürdüğümüz toplumsal yaşam sayesinde
barışçıl ve problemsiz bir gündelik hayatı
yeğleyen bir yapı da geliştirdiğimiz ortadadır.
Düşmansız, kendi hâlinde veya paylaşımcı bir
sosyal yaşantı çoğumuzu mutlu kılmaktadır.
***
Dokuzuncu mutluluk kaynağı, bilgi ve
kültür sahibi olmaktır. Bilen, bildiğini kullanarak iyi
sonuçlar alan, bildikleri yüzünden toplumsal
beğeni gören ve bildiği için akıl satan veya
kendisine akıl danışılan kişiler, yüksek hazlarla
dolu mutluluklar yaşamaktadırlar. Nüansları ve
çoğu kimsenin farkında olmadığı detayları
görmek; en yeni veya en antik bilgileri elde etmiş
olmak; bunları kullanmak veya aktarmak, kişiye
bir üstünlük hissi tattırdığı için onu mutlu
kılmaktadır.
***
Onuncu mutluluk kaynağı, mutlu bir aile,
başarılı çocuklar/torunlar ve övünülecek dostlara
sahip olmaktır. Bunlar, kendimizi başarısız
görmemizi engeller ve övünç kaynağımız olurlar.
“Bir marifetin varsa göster, babanınki ile
övünme!” özdeyişi çoğu insanı bu övünçten
mahrum kıldığı için rahatsız eder.
***
Onbirinci mutluluk kaynağı, mutlu olma
sanatını öğrenmiş olmaktır. Kötü bir deneyimden
iyi bir enstantane çıkarıp onunla alt ve üst
bilincimizi memnun edebilme, iyimser olma,
pozitif düşünme, Poliannacılık oynama ve
bardağın yarısını dolu görme bizi/beynimizi mutlu
kılmaktadır. Dingin bir ruh hâline sahip olan ve
kolay kolay ruhsal frekans bozuklukları

116
yaşamayan insanlar, sosyal ilişkilerinde ve özel
yaşamlarında diğerlerine göre daha mutlu bir
yaşam sürmektedirler.
***
Onikinci mutluluk kaynağı, beynin kendi
amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve kendi
değerlerini yaşatabilmesidir. İnsanın anlam arayışı
ile bulduğu değerler arasında tükenmez bir ilişki
vardır. Etik ve ahlâkî değerlerle ilişkisi bulunan
kişinin yaşamı, sahip olduğu değerleri kullandıkça
anlam kazanır. Zaten beynimiz, yaşamın anlamını
bazı değerler edinildikçe ve bunların uygulamada
değer bulduğunu gördükçe kavrar ve mutlu olur.
Modern felsefeciler ve psikologların birçoğu daha
anlamlı ve daha mutlu bir yaşam için bazı olumlu
alışkanlıklar ve üst değerler yüklenmek
gerektiğinde mutabık kalmışlardır.

SON SÖZ

Sadece gözleri ile bakanlar, kapkara kördürler.


İspanyol atasözü

117
İnsansoyu olarak, onbinlerce yıldan bu yana,
devasa boyutlarda bilgi, felsefe, bilim ve teknoloji
ürettik. Yaşamımızı kolaylaştıran milyonlarca icat
yaptık. Telsiz olarak dünyanın bir ucundan diğer
ucuna uzanan sesli ve görüntülü haberleşme
araçlarına sahibiz. Uzayda yürüyebiliyor, güneşin
diğer gezegenlerinde yürüyebilen araçlar tasarla-
yabiliyoruz. Fakat kaçımız, evet dünyada kaç kişi
kendi doğasını, kendi iç dünyasını dış dünyayı
tanıdığı kadar tanıyabiliyor!.. Kendimize bu kadar
yabancı kalışımız, içkültürümüzden böylesine
bihaber oluşumuz niye acaba?
İşte bu kitabın amacı, böylesine kocaman bir
öz-bilgisi cehaletini gözler önüne seren bir
farkındalık oluşturmaktı.
Paragrafları odaklanmış bir dikkatle
okuduysanız:
a- Genelde insan beyninin, özelde kendi
beyninizin yapısı ve korunması hakkında
genel bir kanaat edinmiş oldunuz,
b- Yanlış kullanılan ve birer “bilinç virüsü” gibi
bize ve topluma zarar veren bazı zihinsel
kavramların doğru bağlamlardaki doğru
kullanımlarına tanık oldunuz,
c- Kendinizin, eş-dostunuzun ve -varsa-
çocuklarınızın hangi zihinsel eksiklikleri
olabileceği ve bunların nasıl giderileceği
hakkında fikirler edindiniz,
d- İnsanlığın gelişiminde beynin hangi
özelliklerinin daha fazla rol oynamış
olabileceği sorusuna karşı bir yanıtınız oldu,
demektir. Fakat aynı zamanda:
e- “Bir insanın değeri, beynindeki
yeteneklerin değeri kadar mıdır?” veya
“Ben neyim, kimim, nerden geldim, nereye

118
gidiyorum?” sorularına birer yanıt
bulamadınız,
f- Telepati, altıncı his, sezgi, ilham vs. gibi
varlığından söz edilen; fakat varlığı
kanıtlanmamış hakikatler hakkında bilgi
edinemediniz,
g- Ruh, vahiy ve Tanrı gibi dinsel ögelerin
beyinle ilişkileri hakkında fazlaca yorum
okumadınız, demektir...
Bunların nedeni, Beynin Kimliği’ndeki tüm
bilgilerin somut bilimsel gerçeklere dayandırılmış
olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanın evrenle,
ruhla ve Tanrı’yla ilişkilerini diğer üç kitabımda
geniş olarak ele aldığımı haber vererek, bu kitabı
şu paragrafla bitiriyorum:
Gerçekte kim olduğumuzu, fiziksel ve
zihinsel limitlerimizi zorlayıp kendimize
şaştığımız ânda daha iyi anlarız. Çünkü
içimizdeki o tek nüsha olan “ben” ortaya çıkıp
gerçek gücünü gösterir. Kişi o gücün farkında
varınca, hayatın sunduğu tüm güzelliklerden, tüm
olanaklardan ve tüm başarılardan payına düşeni
almak için sonuna kadar çalışır. Sonuçta,
potansiyel yetenekleri ortaya çıkar ve hem
kendini, hem çevresini, hem ulusunu, hem de tüm
insanlığı yüceltecek eserler, eylemler ve/ya
söylemler geliştirebilir. Ne mutlu yetenek
cellatlığını yetenek avcılığına dö-
nüştürenlere!..

119
BEYNİN ORTALAMA DEĞERİ

Aşağıda listelenen kişisel özelliklerinizin her birine


15 ile 95 arasında değişen puanlar veriniz.

1 - HAFIZANIZ
a. İsimler ve yüzlerin belleğinize yerleşmesi
b. Rakamları ezberleme gücünüz
c. Bilgileri ezberleme ve saklama gücünüz
2 - SÖZEL YETENEĞİNİZ
a. Konuşma kabiliyetiniz
b. Kelime hazineniz
3 - YAZMA YETENEĞİNİZ
4 - OKUMA HIZINIZ
5 - PROBLEM ÇÖZME BECERİNİZ VE HIZINIZ
6 - GENEL OLARAK KONSANTRASYON DERECENİZ
7 - BİLİMSEL YAPITLARI ANLAMA YETİNİZ
8 - HAYATA BAKIŞ AÇINIZ (pozitife vereceğiniz not)
9 - YAŞAMA BAĞLILIK DERECENİZ
10- ÜZÜNTÜ VE STRES DERECENİZ
11- LİDERLİK KABİLİYETİNİZ
12- ORGANİZASYON BECERİNİZ
13- PLANLAMA BECERİNİZ
14- ZİHİNSEL KONDİSYONUNUZ
15- KENDİNİZE GÜVEN DERECENİZ
16- DETAYLARI GÖREBİLME DERECENİZ
17- AMAÇ VE HEDEF SAPTAMADA KARARLILIĞINIZ
18- HAYAL GÜCÜNÜZ
19- ESPRİ YAPMA VE ONLARI ANLAMA ORANINIZ
20- AÇIK FİKİRLİLİĞİNİZ / ETKİLENME DERECENİZ
21- BEDENSEL SAĞLIĞINIZ
22- GENEL RUHSAL SAĞLIĞINIZ / MORALİNİZ
23- DUYGULARINIZI KONTROL DERECENİZ
24- STRESLE BAŞA ÇIKMA DERECENİZ

120
25- SAHİP OLDUĞUNUZ ZEKÂ TÜRLERİNİN ORTALAMASI
(Matematiksel, artistik, müzikal, duygusal, ruhsal,
sezgisel, analitik, atletik, dilsel, uyumsal, ansiklopedik
ve ortak zekâ türlerinin ortalaması)
26- SEZGİLERİNİZİN GERÇEKLEŞME ORANI
27- BAŞKALARININ SİZE VERECEĞİ BEĞENİ NOTU

Değerlendirme:
Puanları toplayıp 30’a bölünüz.
[10: Çok kötü, 50: Orta, 75: İyi, 95: Mükemmel]
Hazırlayan: Mehmet Sağlam

KAYNAKÇA

(Aşağıdaki kaynakların tümü okunup taranmıştır. Alıntılar,


kitapların birer özeti niteliğinde olduğundan, sayfa
numaraları belirtilememiştir, özür dileriz.)
 Düşünce Tarihi, A. Timuçin, BDS, İstanbul, 1992
 Psikoterapi, Sidney Bloch, Cerrahpaşa, İstanbul, 1989
 Çağdaş Felsefe, B. Akarsu, Inkılap, İstanbul, 1994
 Felsefenin İlkeleri, Nihat Keklik, İstanbul Üniv., 1987
 Gelişim Psikolojisi, B. Onur, Verso Yyn., Ankara, 1991
 Genetik Kopyalama, Sevil Duvarcı, Scientific American
 Felsefe Sözlüğü, O. Hançerlioğlu, 3. Basım, Remzi, İst.
 The 21st Century Brain, Steven Rose, Vintage, London,
2006
 The New Brain Sciences, S.Rose, Cambridge Unv,2004
 Oxford Advanced Learner’s Dictionary, Oxford, 1993
 Journey to the Centres of the Brain, Susan Greenfield, BBC
Education, London, 1994
 Irrationality, S. Sutherland, Penguen, London, 1994
 Power of Subconscious Mind, Joseph Murphy, S&S, London,
1988
 The Astonishing Hypothesis, Francis Crick, Touchstone,
london, 1995,
 The Quantum Self, Donah Zohar, Harper Collins, London,
1990
 The Emperor’s New Mind, Roger Penrose, Vintage, London,
1990
 Make the Most of Your Mind, Tony Buzan, London, 1988

121
 Ther Psychology of Consciousness, Robert Orntein,
Freeman, N.York, 1972
 Use Your Memory, Tony Buzan, BBC, London, 1986
 The Neurobiology of Memory, Y. Dudai, Oxford, 1989
 http://www.genbilim.com
 http://www.sciencemag.org
 http://www.the-scientist.com

122

You might also like