You are on page 1of 27

Sonbahar'da Yunan Adaları

28 Eylül 2008 - 05 Ekim 2008


mehmet erem tarafından gönderilmiş.
Genel Notlar
BODRUM-GÜLLÜK
27.09.08- Cumartesi
Haldun, İdil, Nalan ve Ben
Bir arkadaşımızın düğünü olduğu için Bayram tatilini 9 güne çıkarmış
olmalarına rağmen, biz Cumartesi’yi dahil edemedik, zaten sabahında
ameliyatlar ve hastalar var. Ancak geç saatte bir uçak bulduk.
O saatlerde uçaktan inip marinaya ulaşmak en az 1,5 saati buluyor,
yoruluyor insan. Başka ne yapalım diye düşünürken, aklıma Güllük
Körfezi içinde bir yerlere bağlanmak fikri geldi, havalimanına çok
yakın.
Zaten oldum olası, tekne güneydeyken marinalara bağlanmaktan
nefret etmişimdir. Çok uzun süre bırakmayacaksak, bir lokanta önü,
bizi seven bir kaptanın evi, bekçisini tanıdığımız bir balıkçı barınağını
tercih etmişimdir hep.
Bu sefer de, sağolsun Gürcan Ağabeyin önerisiyle, Güllük Körfezinin
dibindeki Bargilia Raestaurant’a bağlanabileceğimizi düşünerek sahibi
Turan Bey’le temasa geçtik. Konuşmamızdan olumlu sonuçlar aldık.
Zaten tekne sadece birkaç saat kalacak. Sergün, kuzeniyle beraber
Karacasöğüt’ten aldığı tekneyi bir önceki hafta Bodrum’a oradan da
Yalıkavak ve Güllük’e getirmişti. Oralarda oyalanıyordu, bizden
nereye bağlanabileceğimiz konusunda fikir bekliyordu. Nitekim
Restaurant’ın sahibiyle onu konuşturduk ve buluşturduk.
Ama galiba bu sefer biraz cansiperane davranmışız. Çocukcağız
bahsettiğimiz yere girene kadar, sığlıklara iki üç kez oturmuş.
Birisinden zor kurtulmuş.
Bilen bilir, Tuzla denilen yer, girişinde balık çiftliği ve küçük bir
limanı ve sahilinde köy kahvesi ve kooperatifi olan bir yer. Bahsedilen
restaurant daha içerde, geniş bir dereağzından giriliyor, sığlıklar
tehlikeli. Bazı işaret şamandıraları var. Tatlı suyla karışan deniz suyu
ve balık çiftliklerinin kirliliği sebebiyle suyun dibini yarım metreye
kadar bile görmek mümkün değil. Dolayısıyla sığlıkları, çok yakına
kadar gelmedikçe, fark etmek cidden zor. Sergün’e kesinlikle geceye
kalmamasını önermiştim.
Teknenin anahtarı her ihtimale karşı Turan Bey’de. Ama sabaha karşı
varınca adamcağızı uyandırmayalım diye, biz yedek anahtarla girdik,
daha doğrusu giremedik. Anahtar kırıldı! Akşam akşam kilitle
uğraştık, bir dolu. Takımlara da ulaşamıyoruz. Dolaplar kapalı. Neyse
hallettik bir şekilde…
Lotus yine her zamanki gibi güzel…
Bu tür seyahatlerin ilk gecesi, tekneye vardığımız o ilk an hep çok
hoşuma gitmiştir.
Hani derler ya yelkencinin seyahati tekneye binince başlar diye…
Bu da öyle oldu.

Gece o saatten sonra, seyre çıkmaya, hele o sığlıkların arasından


çıkmaya hiç niyetim yok.
Tekneyi şöyle bir kolaçan ettik, zaten eksik birşeyimiz yok pek.
Yattık uyuduk.

28.09.08-Pazar
Tuzla-Iassos, Türkbükü

Gürcan Ağabey’in teknesi de oralarda, ertesi sabah saat 11.oo gibi


sözleşmişiz. Çocukları Pars ve Ayaz’ı da alıp gelecek. 8-9 yaşlarında
iki erkek çocuk, balık tutmak için yanıp tutuşuyorlar. Bir hafta önce
Gürcan Ağabey’le beraber, Karaköy’e gittik, eksiklerimizi
tamamladık, takım ve olta yapmak için. Amaç yelkenle seyrederken
arkadan atacağımız uygun takımlar yapmak. Bu tekniğe ingilizcede
trolling veya trawling deniyor. Biz de sırtı, seğirtme, kaşık, uzun olta
yöreye göre değişen farklı isimlendirmeler mevcut.
Saat 9.00 gibi uyanınca, etrafı dolaşalım diye yürüyüşe çıktık.
Restaurant’da bir hareket yok. Daha bayram başlamamış, Ramazan
devam ediyor. Ama etrafta kahve, bakkal bişeyler bulmak mümkün.
Balıkçılar kooperatifinin yanındaki kahveye oturduk. Tost
yapıyorlarmış, çay da geldi, keyfimiz yerinde. Yanda bir çekek yeri
var. Eski usul elektrik motoru ve kızakla çalışıyorlar. Yerde kalın çelik
halatlar, kılavuz açılır-kapanır makaralar, zor iştir. Eskiden beri
hoşuma gider seyretmesi. İşin erbabı bir tip vardır. O ayarlar her şeyi,
diğerleri karıştığında arap saçına döner her şey. O da karıştırmaz
kimseyi zaten.
Bakkaldan ufak tefek alışveriş yaptık, 4 yaşında bir kız var, dünya
tatlısı adı Meryem. Onunla sohbet ederken tam telefon çaldı, Gürcan
Ağabey de geldi. Telefonda ona koya girmemesini söyledim. İçim
şimdi rahat, hem o girmedi takılmayacak bir yere, hem de ben
takılırsam eğer yedekte tekne var en nihayetinde…
Neyse bir sorun olmadı, kollaya kollaya avara olduk.
Yelkenle seyir, peşimizde oltalar, rota Iasos. Gürcan Ağabey’in
ufaklıklar optimistçi, ciddi yelkenciler… ve de hırslılar. Haliyle küçük
çapta bir yarış durumu oldu, güzel de rüzgar esiyor, yaklaşıp yaklaşıp
arayı açıyoruz. Bağıra çağıra yol istiyorlar bizden, rüzgarüstü tekneyiz
ya…
Iassos Güllük Körfezi’nin kuzeydoğusunda küçük sakin bir koy.
Girişinde sol taraf (Batı tarafı) işaretli birkaç şamadıra var. Gece
girerken dikkat etmek lazım. Kuzeyli havalara kapalı. Girişinde sağda
bir kule var, eski taş bir yapı. Sanki bir gözetleme kulesi. Bu tür
koylara giren balığı takip etmek için kurulmuş dalyanlardaki takip
kulelerine benzettim ben. Ama savunma amaçlı da olabilir tabi.
Hemen arkasındaki sırtta zeytinler arasına serpiştirilmiş harabeler,
güzel bir duygusu var… Hoşumuza gitti.
Sahile yanaşmış büyük balıkçı kayıkları var, 1-2 de motor yat. Hemen
yanlarına girdik. Bir iki tane şamandıra var, belli ki tonoz atılmış.
Şamandıranın büyüklüğünden, ipinin kalınlığından ve sahilden bayağı
açıkta olmasından büyük bir tonoz olduğu belli, bizi tutar…
Muhtemel guletler veya benzer büyük motoryatlar için atılmış. Bu
gibi limanlarda tonoz almak da, demir atmak da hoşuma gitmez.
Tonoz alırsın; senin değil, ipi nasıl, zinciri nasıl bilmezsin… Yok
sahibi gelir, -hep de gece gelir mübarek- gece gece tekrar çık başka
yere git, sevimsizdir yani…
Demir atsan başka dert. Tonoza takarsın, liman suyu zaten berbat, yok
çek ırgatla, kurtar, kurtaramazsan dal et dalgıç çağır, sahilde
toplanırlar her kafadan bir ses çıkar… Sevmem yani!
Burada birkaç saat duracağız, yemek yeyip, 1-2 alışveriş. Sahibi
gelirse de çıkarız nasılsa deyip tonozu aldım, upuzun koltuk sahile.
Rüzgar da yandan bastırıyor, iyice germek lazım, Haldun’da sağolsun
hep hızlı girer bu tür yerlere, baktım olacak gibi değil ip elimi
kesmesin diye, ırgatın fenerine-kavaletanın üstünde, vince benzer ip
sarmak için kullanılan yerine- sardım 12’lik koltuk halatını. Usulünce
koyveriyorum. Bu işin ritmi önemli, yavaş koyverirsen tornistanda
girerken, hele de rüzgar sağdan yükleniyorsa sorun olur. Bizim tekne
tornistanda-diğer birçok tekne gibi- iskeleye çeker. Eğer kaloma yeteri
kadar hızlı verilmezse tekne durur. Demirin zinciri yavaş
bırakıldığında da aynı şey olur. Tekne durunca, dümenci tekrar
tornistana asılır, daha yüksek devirde. Duran tekne dümen
dinlemeyeceği için iskeleye kaçar, hele de sancaktan da gelen rüzgar
birazcık sertse… İki tekne arasına kıçtan kara olunacağı zaman
önemli bir sorundur bu..
Neyse biz hallettik. Çok dert olmadı.
Sağımızda, biraz ilerimizde, çiftliklerden balık taşıma işinde
kullanılan bir balıkçı motoru var. Çipuraları ve levrekleri boylarına
göre istifleyip, buz kutularına diziyorlar. Bir dolu adam var mahkeme
duvarı gibi suratlar, mermer tezgahta çalışıyor… Eskiden beri
nedense, balık ve balıkçılıkla uğraşan herkesin neşeli, hayat dolu
tipler olduğunu düşünürdüm. Bunlar değildi. Çiftlik çipurasından olsa
gerek!
Sahilde su ve elektrik almak mümkün. Bizim akülerin biraz rengi
atmış, hafif kararmışlar… Sahil kablosunu çıkardım, upuzun, döşedik
kaldırıma, daha sokar sokmaz prize anında sigorta attı! Deniz suyunun
girdiği de bozmadığı çok az şey var, elektrik prizi kesinlikle bunlardan
biri değil. Sağolasın WD40!
Sahil kablosunun ucunda, bendeki priz, vidalı değil. Plastik geçme bir
sistem. Piyasada satılan prizlerin vidaları, hemen okside oluyor. Aç
açabilirsen. Bu prizi bilmezken onun da kolayını bulmuştuk, prizi alıp
civatacıya gider, prizi açmak için kullanılanın aynısından iki tane
paslanmaz vida alırdım hemen. Sonra orjinallerini çıkartır, yerine
bunları takardım. Bu sistem daha iyi, kendi ekseninde döndürünce
zaten elektrik tellerine hemen ulaşıyorsun. Önce biraz zemine
vuruyorsun, içindeki su boşalıyor, sonra dayıyorsun WD40’ı,
koyuyorsun güneşe, 10 dakikaya hazır!
Taktık, tamam. Geliyor ceryan.
Biraz ilerde Ceyar (aynen okunduğu gibi ama Babası kesinlikle
restaurantçı falan değil) Restaurant’a yerleştik. Köfteler fena değil,
salata gayet iyi, keza patates tava da, tereyağında karides gayet iyi,
kalamar tava hep olduğu gibi, iki kişi bira içti, diğerleri meşrubat 5
yetişkin iki genç, toplam 100 YTL verdik. Çok kötü değil…
Gürcan ağabey ve çocuklar olta takımlarını yapmak için
sabırsızlanıyorlar. Aslında sistem belli. Açıkdenize uygun bir kamış
alıyorsunuz, buna uygun bir makine. Bu önemli Boğaz’da kullanılan
makineler burada işe yaramaz. Kendinden freni olan, çıkrık
makinelerden almak lazım. Yelkenle, en az 5-6 mille, bazen daha
hızlı seyrediliyor. Makinenin alacağı ip kapasitesi belli, en az 300 mt
olmalı. İster Rapala ister başka yapay bir yem olsun, fabrika değerleri
sistemin teknenin en az 50-60 metre gerisinden geldiğinde etkili
çalıştığını söylüyor. Balık yakalandığında, hele de yelken seyrindeyse
tekneyi durdurana kadar bir o kadar daha lazım. Gerekirse dynema
gibi taşıma kapasitesi yüksek-kendi ince, ama dayanıklı, zor kopan-
035mm, neredeyse 30-40 kg çekeri var- misina alıp, sonra da takımı
hazırlıyorsun. Mantık şu. Balığa yaklaştıkça sistem zayıflamalı. Yani
en dayanıklı yeri kamış ve makine, sonra misina, (örneğimizde
dyneema), arada fırdöndüler ve en son beden… Eğer balık
kopartacaksa ağzına en yakın misinayı koparmalı ki zarar en az olsun.
Misal elinde kamış kırılırsa, tüm takımı bırakman gerekecek.
Dolayısıyla sistem gittikçe incelecek. Biz 3 fırdöndü kullanıyoruz.
Bilyalı, Mustard marka koyu renk olanlardan, tercihen klipsli. Ben iki
ayrı sistem kullanıyorum, ara sular denilen koylar, kıyılara yakın
yerlerde daha hafif bir sistem. Alba Star 3-4 numara kırmızı aksesuarlı
kaşık, önüne kalamar görüntülü plastik 4-5 iğneli çapari sırtı, bir
fırdöndüden sonra önüne 4-5 kulaç 0,45 fluorocarbon monofilament
misina kullanıyorum. Kaşık veya kalamar görüntüsü veren yalancı
yemlerin dezavantajı kendilerinin dalma özelliği yok, halbuki Rapala
gibi sahte yemler kendilerinden dalıyorlar. Dalmasını sağlamak için
3-4 bazen daha fazla 200-250 gram kıstırmaç kurşun kullanmak
gerekiyor. Bu ciddi ağırlıklar söz konusu olunca ben kurşunları
dizmek için çelik tel kullanmayı tercih ediyorum. Her iki ucuna halka
yapıp, metal baskı ile sabitliyorum. Bu telin uzunluğu kamıştan kısa
olmalı, oltayı toplama sırasında kamış üstüne sararken kolaylık
sağlıyor, yoksa tel bir yerden dönünce bükülüyor, uzun süre de
düzelmiyor, öyle kalıyor.
Gürcan ağabeye aynen tarif ettiğim gibi iki takım yaptım. Mevsim
uygun, birşeyler almak gayet mümkün. Balık yakalamanın ilk kuralı
oltayı suya atmak. Atmazsanız yakalayamazsınız, bu kesin…
Bu tür detaylarla uğraşırken saat 16.00’yı bulduk. Güzel rüzgar esiyor,
batı-karayel gibi. Didim kıyılarına tek seferde çıkmak mümkün değil.
Güllük Körfezi’nin altındaki Türkbükü, Gündoğan arasında bir seçim
yapacağız, Yalıkavak biraz daha uzak. Türbükü ağır bastı. Bayram
daha başlamamış, güzel bir sonbahar günü. Nitekim Türkbükü gayet
hoş, Hiç yazın olduğu gibi değil. Yine de girişte alargada büyük 3-4
motoryat var, bir de upuzun bir direk. En az 4 gurcata. Nedense
eskiden beri tekne direklerinin uzunluklarını gurcata hesabına göre
yapma alışkanlığım var. Sözügeçen tekne en az 30 metrelik bişey!
Tabii ki lacivert bordalı… Bilmem anlatabiliyor muyum?
Türkbükü mendireğinin içinde yer bulmak sözkonusu değil.
Mendireğin dışında, kıçtankara büyük motoryatlar arasına baştan
demir kıçtan kara olduk. Hava karanlık, yine tutturamadım mesafeyi.
Zincir bitti! Biz de 80 metre zincir var, bir de tekne 10 metre, koltuk
halatları 5 metre, biz neresinden baksanız bundan en az 5-6 metre
daha uzağız rıhtımdan. Böyle bir durumda yapılacak iki şey var. Birisi
tekrar döşediğiniz tüm zinciri alıp dışarı çıkmak, ve tekrar atmak.
Diğeri ise-bizim de yaptığımız gibi- olduğumuz yer (ki iki büyük
motoryatın arasındayız) rüzgar kalmış, pek sağa-sola gitmiyoruz,
zaten usturmaçalar da var, rüzgarüstü tekneye önceden hazırladığım
koltuk halatını bağladım, baktım yaslanmıyor, doğru öne Haldun’un
yanına gittim. Zincir en sonda vidalı bir kilitle tekneye sabit
bağlanıyor, onu söktük. Birçok kaptan bunu tekneye bağlarken
nedense penseyle iyice sıkıştırır. Bence hiç gerek yok. Zincir zaten en
sona gelmedikçe bu kilide hiç yüklenmez. Zaten kavaletadan geçiyor.
Zincirlikte birkaç metre zincir varsa bile bu kilide yük binmez.
Halbuki bizimki gibi bir durumda bu kilidi çabucak elle açmak çok
kolaylıktır. Kilidi söktük, hemen bir 12-18 lik bir halat izbarço
bağladık ucuna, fora… Biraz önce bağladığım rüzgarüstü halatı
boşladım, elle tutarak rıhtıma kadar geldik. Usulünce kıçtan bağladık
tekneyi!
Yanımızda bir gemici var. İyi bir karakter, bize yeni yaptığı çorbadan
ikram etti. Kibarca istemediğimizi söyledik, normal değil ama,
gerçekten o gün çok fazla yemiştik. Nalan 5 aylık hamile, O bile
istemedi! Yoksa eminim çocukçağızın çorbası gayet başarılıydı.
Alacaklarımız var. Sorduk manavı bulduk gayet uygun fiyatlar, hemen
her şey mevcut. Market fakat pahalı. Çok abartmadan mütevazı bir
alışveriş yaptık. Akşam sahilde yürüyüş, koya yayın yapan 1-2 de
olsa yeteri kadar ses üreten bar ve "sakin" olmayan müşterileri,
dönüşte çorbacıda mola verdik. O da mevsim durağanlığından
nasibini almış, çorba soğuktu.
Bütün gece esti. Plan Kuzeye doğru çıkarak, Lotus’u Kuşadası veya
İzmir civarına bırakmak. İzmir’den dönüş uçağımız var. 7-8 günde
nasılsa yaparız diye düşünüyoruz. 7 günde 100 NM, iddialı bir seyir
değil. Eskisi gibi, kısa zamanda çok uzun mesafeler planlamıyoruz
artık. Yaşlanıyor muyuz ne?
Eğer hava uygun olursa Güllük’ten çıkıp direkt Lipsi’ye veya
Leros’un Kuzeyine rota tutacağız. Yaklaşık 30 NM kadar yol. Gece
rüzgarı gözlemek için 1-2 kez kalktım, Haldun’da en az bir o kadar
kalktı. En son, saat 4’te kararı sabaha ertelemeye karar verdik.
Uyuduk.

29.09.08. Pazartesi
Türkbükü-Lipso

Sabah hava gayet güzel. 06.00 gibi Haldun kalkınca ben de uyandım.
Motoru çalıştırıp çıktık. Baştan demir kıçtan kara iken, çıkışta ben
demiri çekmektense motorla çıkmayı tercih ederim hep. Zincir
pervaneye dolanmaz. Neta olarak iki tekne arasından çıkılır, sonra
zincirin boşu alınır. Temiz manevradır.

Rota 270W. Olta suda, açık deniz geçeceğimiz için, kalamar fly-jet,
büyük balık için hazırladığım sistemi kullanıyorum. Daha Gündoğan’ı
yeni geçmiştik, Gemi Taşı’na gelmeden çıkrık makinedeki o meşhum
sesle kırmızı alarm durumuna geçtik! Yine bir av, yeni bir av…
Yaklaşık 1 kg kadar bir palamutu usulünce tekneye aldık. Belki de bir
sürüydüler, biz tekini aldık. Olsun. Seyahat bereketli başladı, hadi
bakalım.
Hava gittikçe açtı, bulutlar dağıldı. Uzaktan Leros, Kalimnos daha
güneyde Kos gözüküyor belli belirsiz. Rüzgar hafif, deniz batılı,
motordayız. Otopilotumuzda sorun var. Hep olan bişey. Bizdeki
Autohelm 2000, eski bir elektrikli, pusula ünitesi ayrı biryerde olan,
basit bir model. İki yerde sorun çıkartıyor. Elektrik bağlantısı veya
hidrolik pistonu tekneye fikse eden bölüm iki kronik hastalığımız, ya
biri bozuluyor, ya diğeri…
Tekneye olan fiksasyonu bildiğimiz paslanmaz hortum kelepçesiyle
sağlıyoruz, arada bir kelepçe kırılıyor. Bu seferki de aynı sorun.
Kelepçenin kemeri iyi de mekanizması çalışmıyor daha doğrusu
kaydırıyor gibi, kemeri adapte etmek zor iş. Yeni bir kelepçe alıp
kemerinden çıkarttık. Eski kemere taktık, sıyırmıyor gibi,
mekanizmayı yağlamayı unutmamak lazım. Sıktık, oldu. I did, it
happened!
Rota 290-300 batı, motordayız. Motor seyri iyi, boşalmış aküleri şarj
ediyoruz, mazotla ilgili derdimiz yok.
Uzakta deniz yüzeyinde belirsiz bir cisim gözümüze ilişiyor. Batık bir
bot gibi, anlaşılan içinde kimse yok. Yaklaşmaya karar veriyoruz, gri
renkli 5-6 metre boyunda, tahtaları eksilmiş bir bot. Alalım almayalım
tartışması. Ne işimize yarayacak zaten soruları, sonuçta almıyoruz. Ne
doğru bir seçim yaptığımızı zaman gösterecek!
Lipso’nun güneydoğusundayız, birçok sığlıklar ve kayalıklar var.
Dikkat etmek lazım. Lera Lipso denilen koya giriyoruz. Koyun
doğuda olanı çok etkileyici değil. Ortada tepenin üstünde bir karavan
uzaktan farkediliyor, sahilde çadırlar ve kampçılar, aradaki koyda bazı
tonozlar, sahilde bir yol ve kitaba göre bir taverna mevcut. Gitmedik
bilmiyoruz. Batıdaki koy daha hoş 5-6 metreye funda demir. Sahilde
çıplaklar kampına ait görüntüler, halbuki limanın girişinde nudizmin
yasak olduğu büyük harflerle belirtilmiş!
Balığı ayıklarken, kafasını kestikten hemen sonra denize düşürdüm.
Altımızdaki 4 metrelik suda, kafası kopuk bir palamut var!
Soyunduk, daldık mecburen. Elimde kafası kesik, içi temizlenmiş
balıkla su yüzeyine çıktım... Dışardan bir gören olsa, avlanma
becerime hayran olurdu şüphesiz!
Takoz kesip, fırına verdik. Yanında roka salata, beyaz şarap. O kadar
erken kalkıp, o kadar yol yapınca, üstüne o kadar da güzel yemek
olunca hepimizi uyku bastırdı. Uyuduk.
Nedense bir terör haliyle uyandım. Bilenler bilir, uykuda yürürüm.
Tıpta somnanbulism dedikleri hastalık… Bu sıralarda fare terörü var!
Kanımca fare, bir tekne sahibinin başına gelebilecek, MOB ve
yangından sonraki en kötü şey… Geçen yaz gittiğimiz Levitha adıyla
bilinen Yunan Adasında bulaştı bu yeni fobi. Bizdeki Bodrum-Orak
Adası misali, bu küçük hayvanlar açısından meşhur bir yer. Biz de 2
gece kalmış, demirlemiştik. Zaten çok sevimli bir ada değil, sahile
koltuk almamak için yapmadığımız cambazlık kalmamıştı. O gün
bugündür, fare terörü kafamda iyice büyüdü, alladım pulladım, her
gece olmasa da arada bir kabusuyla uyanıyorum… Nedense?
Etrafa bir koşturdum, baktım fare mare yok. Sakinledim. Millet hafif
bir uyanır gibi oldu, ama ben sakinleyince onlar da tekrar yattılar,
uykuya devam. Ama ben de kaçtı bir kere! Ne yapacağız? Hemen bir
liste yaptım, teknedeki eksikler: Nedir?

1-Tuvalet. Tuvaleti daha yaz başında kendim değiştirmiştim. Yazın, 3


ay sorun çıkarmadı. Şimdi geriye tepiyor. Yolda zeytinyağı döktüm,
çamaşır suyu döktüm, pis su tankını tamamen boşalttım, vanasını
kapattım… Olmadı da olmadı. Sökmeden olmayacak belli. Buralarda
tamir takımını bulamam. Marinayı bekleyecek, mecbur.
2- Irgat. Motoru çok iyi çalışıyor, yeni bakımdan geçti. Atölyede,
tamamen dağıtmıştık. Fakat kavaletası sıkışmış. Kavaleta bronz, mil
paslanmaz, fener ise alüminyum. Farklı metaller birbirleriyle temas
ediyorsa ve ortamda deniz suyu varsa sonuç belli! Bilinen en başarılı
yapışkan-Japon dahil- böyle bir bütünlük sağlamaz! WD40 sağolsun,
çekiçle, ileri geri, çektirme ile asıldım. Milden çıkarttım hepsini,
uygun gresle mili, kavaleta iç yüzeyi ve fener yuvasını yağladım.
Güzel çalıştı.
3-Demir feneri. Ampul yok. 20A, 12 V, şaşırtmalı tırnaklı, tek duylu
bir ampul. Yedeğim yok. O da bekleyecek.
4-Tekne içine su geliyor ama nereden anlamıyoruz. Su deposunun
güvertedeki girişinden olduğunu en son gün Kuşadası’nda belli oldu.
Sadece iskeleye yatınca oluyor, depo kapağı solda. Hep soldaki
koltukların altında su var. Önce aynı yerdeki tatlı su deposundan
sandım. Tadınca hemen anladım kullanma suyu olmadığını. Depo
kapağını söktüm, altına gelcoat filler, (elimde o vardı, aslında Sika
395 daha iyi, hem doldurur, hem ıslanınca bozulmaz hem de
yapıştırır) fakat gayet sağlam oldu.
5-Bumba bağlantısı kırık. Gökovada kırılmıştı. Zaten orjinali değil.
Sağolsun Beneteau, ilk kırıldığında 400 Euro istemişti. Atölyede biz
adapte etmiştik, 2 yıl işe yaradı ama yine kırıldı. İplerle yeni
civatalarla yaptık bişeyler. İşe yarıyor gibi, şimdilik. Bakalım. O da
İstanbul’u bekleyecek mecbur.
6-Genova ikinci gurcata üstünden yırtık ama çok yük binen bir yer
değil. Fırsatını bulursam, ben de dikerim. Yapışkanlı bant ve bir dikiş
setimiz var. Zamanında çok dikmişliğim var. Ama zaman bulmak
sorun bu iş için, hele böyle bir tatilde. İşi bilen bir yelkenciye vermek
daha akıl karı. Bu tarz bir iş için yaklaşık 30-40 YTL alıyorlar. Zigzag
dikiş olmasına dikkat etmek lazım.

Rüzgar 5 kuvvetinde, batılı-karayel esiyor. Koydan demir alıp, limana


girmeye karar verdik. Lipso küçük yerleşimi olan, bir balıkçı adası.
Doğası hoş. Görmeye değer. Yazları bile çok popüler değil.
Mendireğinde elektrik-su bulmak mümkün, hemen yanda mazot var.
Güneyli havalara açık. Kötü tarafı mendireğin altı boş olduğu için,
biraz solugan alıyor. Güneyli esiyorsa girişte sancaktaki koy uygun.
Girişte solda yeni bir yüzen mendirek yapmışlar.
Açıkdenizden gelen, küçük bir yelkenli var, İtalyan bandıralı. Koya
girerken yanından geçtik, kötü hissettim, sanki onun hakkını
alacakmışız gibi.
Çabuk neta olduk, usturmaçalar, kıç halatları, baştan demir, iki
yelkenli arasına girdik. Rüzgar sert, iskele kıç omuzluktan esiyor.
Önce o tarafı sabitledik. Uzun zincir döşedik liman içine, ama
görünen ne sağa ne sola çapariz vermedik gibi. Solumuzdaki teknenin
güvertesinde bir kız, elinde kitap, bir yandan okuyarak bir yandan da
bizi seyrediyor. İnsan kalkar bir yardım eder, hadi geçtim “hello-
mello” der… Hiç istifini bozmadı. Önce anlamadım.
Bir süre sonra, rüzgar iyice üstüne koyuyor. Koca tekne -43 feet
Dufour Classic- bize doğru ciddi yaslanıyor. Belli ki bir bareboat.
Akşam oldu artık, kamaradan bir tip çıktı: MÜJDE! Kaptanımız slip
mayosu olan bir Alman! Kesin sorun var, dur bakalım başımıza ne
gelecek?
Sahneyi şöyle tarif edeyim: Afrika Kraliçesinde havuzluğunda
bendeniz aynı Humphrey Bogart tavırlarıyla, denizleri aşmış-gelmiş
edalarla, kafamda tuz lekeleriyle bir dandik, siyah şapka, Elimde
Monte Cristo Cigarillo, gözlerimi kısarak dumanı üflüyorum sert
rüzgara-eskiden beri içime çekemem illeti, ama bunu Alman
mürettebat bilmiyor- Demirim zıpkın gibi tutmuş ya, kanal
denizcilerini küçümseyen gözlerle süzüyorum!
Neyse bunlar, yani Alman mürettebat, sorunu çözmek için Captain
Major’un verdiği emirlerle sağa sola koştular, bazı halatların boşunu
aldılar falan ama nafile! Bence meselenin tek bir çözümü var. Demir
tutmamış. Kıçtankara olmuş teknede eğer demir tutmadıysa yapılacak
sadece 2 şey vardır. Teknenin kıçını sağa sola çekmek, oradan buradan
açmaz almak hiçbir işe yaramaz. Ya çıkıp tekrar demir atacaksın ya da
demiri tutmuş ve ikinizi birden tartacak bir başkasına bağlanacaksın.
Diğer bütün Büyük Kaptanlarda olduğu gibi amiralimiz, çıkıp tekrar
demir atmayı gururuna yediremiyor ya da daha kötüsü beceremiyor, ki
bu ciddi problem! Dur bakalım gece nelere gebe?
Görünüşe göre elektrik alamıyoruz. Su yarın sabah, şimdilik ihtiyaç
yok zaten.
Limandaki tavernalardan birine yemeğe gitmeye karar verdik.
Alternatifler rıhtımda Iannis, hemen köşede Calypso ve yukarda
Manolis. Biz üstü kapalı taraçası olduğu için Calypso’da karar kıldık.
Zaten tekneden çok da uzaklaşmak istemiyoruz. Mezeler fena değil,
ana yemek limonlu tavuk, beyaz şarap karaf (yarım litre), caciki,
cheese saganaki ve tabi ki greek salad. Toplam 35 Euro. Lipso limanın
hemen karşısında Bakery’si ile meşhur. Adalarda benim gördüğüm
tartışmasız en iyi fırın!
Akşam ilginç banklarında kahve, apple pie, cookie ve metaxa-ama
maalesef 3 yıldız!-
Gece tekneye döndüğümüzde bizim gestapo şefi, eli belinde hala
etrafı kolaçan ediyordu. Hafiften gözgöze geldik ama bir yorum
yapmadım. Rüzgar 30 knotlara gelmiş oturmuş. ama biz sapasağlam
duruyoruz. Yattık uyuduk, ama bütün gece çarmıklarda uğultular,
mandarlarda şakşakları dinledik.

30.09.08. Pazartesi
Lipso-Makronisi/ Marathi

Lipsi Limanı
Sabah bağırış-çağırışlarla uyandım. Haldun’lar yok. Yan tekne
ayrılıyor, tabii o da ayrı bir seremoni. Neyse fazla çapariz vermeden
çıktılar. Baktım kısacık zincir ucunda bir çengelli iğne, tabi yerinde
durmaz tekne bütün gece bize yaslandı.
Hava yükselmiş, basınç 1015 mb’larda, gökyüzü bulutsuz, hala
karayelden esen 4 kuvvet bir rüzgar var. Çay suyunu koyup, fırından
bişeyler kapıp geldim. Yunanistan’a yaptığımız seyahatlerde
kahvaltının oldukça pahalı olduğunu tespit ettik, ve iyi de olmuyor.
Mümkün mertebe kahvaltıyı teknede yapıyoruz. Bunu da öyle yaptık.
Sonra hafif bir yürüyüş. Lipso bir balıkçı adası. Limanı geniş, yukarı
doğru dar sokaklarla şehir devam ediyor. Diğer birçok adada olduğu
gibi ayrıca bir “Chora” yok. Ortada güzel bir kilise. Ancak mevsim
hafif geçmeye başlamış, pek kimsecikler yok etrafta. Dükkan sahipleri
ağırdan alıyorlar, geç açıp, erken kapatıyorlar.
Haldun’la İdil’e rastlamamız uzun sürmedi. Bir takıcı arıyorlarmış.
İdil takılara meraklı, kendi de yapıyor. Ara sokakta buluyoruz
dükkanı, Avusturya kökenli bir kadın tarafından işletiliyor. Tatlı bir
hatun. Tamamen tesadüf bir kartpostal görüyoruz, hoş bir manzara.
Nerede olduğunu sorduğumuzda, çok yakında bir koy tarif ediyor.
Ancak tekneyle ulaşılabildiğini belirtiyor. Bu kısımla ilgili bizim bir
derdimiz yok.
Köşedeki marketten ufak tefek bişeyler alıp, yola çıkıyoruz. Güzel
rüzgar var, yolda sadece genova açıyoruz. Kısa bir seyahat. Makronisi
denilen ada, Yunanca’da büyük ada anlamına geliyor, hemen her
adanın etrafında irili ufaklı, yerleşim olmayan adacıkların en
büyüğüne verdikleri genel isim. Güzel bir coğrafya, Küçük Sikladlar
grubunda Koufonisa’ya benziyor biraz. Orayı da çok beğenmiştik.
Adanın güney tarafı dik yamaçlarla çevrilmiş, suyu daha derin ama
çok berrak. Mağaralar bir labirent gibi iç-içe geçmiş, görüntüleri çok
hoş ama demirlemek için uygun bir yer bulmakta zorlanıyoruz.
Sonuçta zaten kısa kalacağız, baştan uzun zincir döşeyip, kıçtan
kayalıklara koltuk alıyoruz. Neredeyse mağaranın içindeyiz.
Botla dehlizlerden geçiyoruz, bol fotoğraf. Bir ara suya daldığımda,
suyun altında bir güneş ışığı huzmesi fark ediyorum. Suyun altında bir
dehliz var ve karşı taraftan güneş ışığı var. Demek hava da var.
Mağara dalgıçlığı genelde tehlikeli bir girişimdir. Yapanlar bilir,
emniyeti maksimumda tutmak gerekir, iki fener, iki dalış takımı-
mutlaka yedekleri- ve kesinlikle kıyafet gereklidir. Kayalara yakın
geçerken çizikler oluşabilir. Özetle riskli iştir. Ama baktım çok derin
değil, 1,5-2 metre kadar. Elimde kamera daldım karşıya geçtim.
Manzara “Beach” filmindeki gibi… Dışarısıyla hiçbir irtibatı olmayan
kapalı bir koy, sanki bir atol.
Haldun ve İdil giriyor, ama Nalan istemiyor. Aslında haklı.
Etrafı dolaştıktan sonra ve rutin öğle yemeği makarna, peynir, şarap
ve roka-domatesten sonra hafif ağırlaştık. Beni uyku tutmadı.
Güverteye çıktım, altımız 10-12 metre kayalık. Çok berrak, etrafta hiç
tekne yok, muhtemel yakın zamanda da gelmemiş. Bir deneyeyim
diyerekten, oltayı salladım, ucunda ekmek var. Tak asıldı! El kadar bir
karagöz, iki tanesi bir kişiye yeter. Başlangıç için bayağı iyi.
Gürültüye herkes kalkındı, hemen olta kutusu çıkartıldı, olta
yapıyoruz. Sistem 6no, 2-3 adet beyaz-çapraz iğneli, yemli köstek 25
lik misinada, ucunda 150gr ağırlık. Aynı anda 3 tane attık, 2-3
karagöz bir tane kupez geldi. Kupezi kesip aynı sistemde yem yaptık,
dipten hanoslara yatırdık biraz. Hesap belli kişi başına, 2-3 adet hanos
ile çok başarılı çorba yapmak gayet mümkün. Sınır o fazlasını
tutmuyoruz, tutulan balıkları hemen tel livara.
Derken, açıkta bize doğru gelen beyaz renkli bir tırhandil kayık
gördük, Yunan bandıralı. 300-500 metre açığımızda iyice sahile
yanaşıp baştan demir attı, motorları çalışır vaziyette, arkasındaki ağı
toplamaya başladı. Zaten balık faslı bitmişti, aynen hazırlanıp,
fotoğraf falan, kürekle yanaştık balıkçılara, kedinin ciğere baktığı gibi
yakanıyoruz. Uzaktan işaret ettiler, yakınlarına geldik, bir torbaya kilo
kilo balık doldurup bize fırlattılar. "Göz hakkı" suyun öte tarafında da
varmış! Usule istinaden balığı alınca hemen sıvışmadık, ağın
gelmesini bekledik. İstedikleri kadar bereketli geçmedi anlaşılan, ama
bozuntuya vermediler.
Akşam güneş iyice alçalınca, demir alıp yola çıkma zamanı geldi. ,
Rüzgar hala karayelden 4-5 esiyor. Lipso’nun batısından geçmek daha
iyi bir fikir gibi geldi. Olta suda. Adayı dönünce Marathi ile Lipso
arasında ciddi kayalıklar var. Arada iyi balık yapar diye düşünürken,
malum ses, zaten motordayız. Çabucacık sarıp kepçeyle aldık içeri. 3-
4 kg kadar bir yazılı orkinos. Solungaçlarını kesip, baş aşağı su dolu
kovaya daldırdım. Kanı boşalsın diye.
Yazılı Orkinos

Kendi tuttuğumuz balıklar, sonra balıkçıların kısmeti en son da


Poseidon’un lütfu.. Bugün bereketli birgün. Bu kadar balığı ne
yapalım diye düşünüyoruz. İşin kötüsü bütün gün abur cubur
atıştırmışız, kimse aç da değil. Karanlık basmadan balıkları hızlı hızlı
ayıklayıp, kupezlerden 15-20 tanesini yanımıza aldık. Orkinosun
yarısını çiğ balık yaptık. Haniler, diğer kupezler, karagözler ve
orkinosun kalanı teknede önce plastik kapaklı kutusuna sonra da
buzdolabına.
Marathi Arkhi’den daha yakın. Üstünde yerleşim olmayan, eski bir
kilise ve terkedilmiş köyü olan küçük bir ada. Güneybatısındaki
melteme kapalı koyda, yan yana 3 restaurant var, tekneciler tarafından
tanınıyor ve biliniyorlar. En eskisi ve iyisi en sağdaki olan, adı
Pandelis. Ama önündeki tonozlar doluydu, karanlıkta iskeleye
yanaşmayı göze alamadık. Biraz da denemek için soldakine gittik bu
sefer. Onun da bir iskelesi var, bir charter Jeanneau 49 kıçtankara
olmuş önüne. Korsan kıyafetli ilginç bir tip servis yapıyor, nitekim
iskelede de bir korsan bayrağı var. Biraz bişeyler yiyeceğimizi, kendi
tuttuğumuz balıkları pişirip pişirmeyeceklerini sorduk. Ayıklandıysa
yaparım dedi. Doğrusu balıkları güzel kızartmış, akşamın o ilerlemiş
saatinde yağı kızdırmış öyle atmış balıkları tavaya, gayet iyidiler.
Karaf beyaz şarap, greek salad, saganaki, fava. Hepsi aynı, idare eder.
Toplam 25 Euro.
Gece geç saatte, her zamanki gibi kürekle tekneye dönüş. Yattık
uyuduk.
01.10.08-Salı
Marathi-Arkhi
Güzel bir sabahla uyandık. Hafif bir rüzgar esiyor, koy sakin. Etrafta
demirli tekneler, bazısı gitmiş. Henüz yerlerine pek gelen giden yok.
Kürekle kıyıya çıkıyoruz. Kahvaltı yine aynı adamda, nedense diğer
restauranta gitmek istemedik, aldatmak gibi gldi. Ancak yürüdük,
sağolsun onun sahibi de çok anlayışla karşıladı. Koyun içine
açıkdenizden giren bir tekne gördüğünde koşarak, etrafı yararak,
dikkat çekmeye çalışan Türk Restaurantları hatırladım. Adamlar
kimsenin olmadığı yere 3 tane işletme açmışlar, Kimse kimseye
karışmıyor, yan tarafa giderseniz de kompleks yapmıyor. Müşteri
çekmenin yolunun işini iyi yapmak olduğu, kimsenin hele de kendi
komşularının üstüne basarak yükselemeyeceğini anlamış, kendileriyle
barışık insanlar.
Yunanistan standartlarına göre iyi bir kahvaltı, sadece çay hep olduğu
gibi demleme değil, poşet maalesef. Toplam 40 Euro verdik,
yemekten pahalı. Bunu hiç anlayamadım bu memlekette, galiba da hiç
anlayamayacağım.
Yürüyüş yapmak için tepeye çıktık. Manzara etkileyici. Marathi ve
Arkhi hemen güneyindeki Lipso ile beraber bir ada arşipeli. Etrafta
irili ufaklı birçok ada ve kayalık bulunuyor. Belki de bu yüzden balık
açısından zengin. Hemen batımızda Grilousa duruyor. Yerleşim yok,
denizden dimdik yükselen dev bir kaya bloğu. Onun üstünde,
Marathi’nin kuzeybatısında Strongylo. Aralarından geçiş var gibi, ama
işaretli değiler. Karşıda, yani doğuda Arkhi var, onun da altında 5-6
tane irili ufaklı ada var, aralarında su çok berrak. Burası cidden bir
lagoon gibi. Marathi’nin güneydoğusunda Spalato var. RH’e göre iki
ada arasından geçiş sakıncalı ama biz geçtik. En sığ yeri 5
metrelerdeydi.
Arkhi’nin yerleşimi, batıya bakıyor, Port Augusta. Girişi fenerle
işaretli, bir düzine kadar evin olduğu, rıhtımına bağlanabileceğiniz,
yazın kalabalık dönemlerinde açık olan bir ufak marketi olan bir yer.
Sahilde 2-3 tane taverna var. Hepsi iyi. Benzer şekilde Lipso’nun
kuzeyinde de birçok kayalık ve adacık var.
Bu bölge iyi haritalarla dolaşılması gereken bir bölge. Rod Heikell
detaylı haritalar vermemiş Geçişler zor olabiliyor. Özellikle gece
girmek, iyi bilinmiyorsa riskli olabilir.
Biz tekneye binip önce Arkhi’nin güneyine gittik. Makronisi ile asıl
ada arasında çok berrak suyu olan, harika bir demir yeri var. Hemen
her havaya kapalı.

Makronisi ile Arkhi arasında, neredeyse 1 metre su var sadece…


Altımızdan kaçışan kol kadar levreklerin cirit attığı bir dere ağzına
neredeyse salma kuma sürtünecek tarzda demirledik. Bu Haldun’un
küçüklüğünden kalma bir tutkusu. Anlattığına göre 30-35 yıl önce
Gökova’da Mavi Yolculuk yaparken gulet kaptanları hep böyle
demirlerlermiş. Özellikle Sedir Adasının kumsalını öyle ballandıra
ballandıra anlatıyor ki acaba yanlış dönemde mi yaşıyoruz sorusunu
sormadan edemedim.
Su çok çekici cidden, hava hafif bulutlu olmasına rağmen daldım,
dipte ilginç 15 cm çapında, dikenleri beyaz olan şu meşhur kızıl
kestanelerden var, ama inanılmaz çok miktarda. Bunun yendiğini falan
biliyorum ama nasıl yapılır, nasıl seçilir, her kestane yenir mi? Bilgim
yok.
Haldun ve İdil sahile çıkıp adanın en yüksek yerine yürüdüler. Ben de
ufak tefek tamiratlarla uğraştım, otopilot prizinin bir civatası
paslanmış, değiştirdim. Botun küreği kırıktı ne zamandır, kesip
kısalttım, şimdi biri kısa biri uzun ama, söylemesem kimse dikkat
etmez. Nitekim öyle oldu, ertesi gün ritimli ritimli kürek çekerken
Haldun’a sağdakinin daha kıza olduğunu söyledim, kaçırdı ritmini,
sağlı sollu dönmeye başladık. Hani şu sayı saymayı öğrendikten sonra
dengesini kaybedip düşen kırkayağın hikayesi gibi..
Akşam menüde balık çorbası var. Balık çorbası işi, konuya aşina
olanlar bilir, bazıları için bir ritüeldir. Yemesi de pişirmesi de…
Konunun erbapları bazı hükümler bile yayınlamışlar. Misal Yaman
Koray çorbaya yumurta ve terbiye eklenmesine kesinlikle karşıdır,
benzer şekilde Ali Pasiner balıkların içinde piştiği çorba
tenceresindeki suda biriken köpükleri “tahta kaşıkla” alınmasını
önerir. Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün tabi…
Biz kendi uygulamamızda şunlara çok önem veriyoruz.
1-Balıkların taze olmasına. Bu tabii çok beylik bir söylem ama benim
anlatmak istediğim, buzdolabına falan girmemiş, tercihen yeni
ayıklanmış balıkları kast ediyorum. Bunu tabi teknede sağlamak
nispeten kolay, balıkçıdan alınıp evde pişirildiğinde pek mümkün
değil. Genelde 4 kişi için zaten çok fazla sayıda balığa ihtiyaç yok. 8-
10 cm boylarında 10 adet hanos veya kupez bu iş için yeterli. Ege ve
akdenizde maalesef iskorpit veya kırlangıç gibi ideal balıklardan
bulmak zor. Ancak Lipsos veya Lahos temin edilebilir. Biz kendi
tuttuğumuz balığı genelde tercih ediyoruz. Balığı yakaladıktan sonra
portatif tel bir livara koyarak teknenin yanına asıyoruz. Bütün gün
kendi doğal sayılabilecek ortamında canlı kaldıktan sonra, akşam
saatlerinde ayıklandıktan sonra direkt mutfağa giriyor. Buzdolabını
kokutmuyor, etrafa bulaşmıyor.

2-Balıkları ayıklarken mutlaka denizsuyu kullanıyoruz. Bu kural


mutlaka midye için de geçerli. Kullanma suyuna değdirmiyoruz bile.
Pullarını iyi ayıklamak lazım, kimisi tüm derisini, kafasına yakın bir
yerden hafifçe keserek, tulum çıkartıyor. Ali Pasiner özellikle İskorpit,
Lipsos veya Trakonya gibi dikenli ve zehirli dip balıkları için-ki hepsi
de çorba için çok iyi adaylar- “eğer bilmiyorsanız kalkışmayın,
bırakın balıkçınız ayıklasın” diyor.

3-Kereviz sapı, mutlaka margarin.

4-Teknede balık yapıldığı zaman ortalığı hemen toplamak, ertesi güne


bırakmamak önemli husus. Üşenmemek lazım…

Yunanlılar yaptıkları çorbaya Kakavia diyorlar. Onlar için çorba bir


tür ana yemek. Bizden farklı olarak balıkları içinde haşladıktan sonra
ayıklayıp, buğulama gibi ayrı bir tabakta yanında servis ediyorlar.
Bunu anlatma sebebim şu, gerçekten iyi bir çorba bence akşam
yemeği için yeterli.
Fakat o akşam, buzdolabından çıkarttığımız orkinos da çözülmüş
olduğu için onu da fırına verelim dedik. Dördümüzün o kadar yemeği
bitirebilmesi mümkün değil.
02.10.08-
Arkhi-Agathonisi/Samos
Sabah erken kalktık, hava kapalı. Doğudan 4 kuvvetinde bir rüzgar
var. Haldun ve İdil Agathonisi’yi çok görmek istiyorlar, 12 mil
doğumuzda. Yolumuzu çok da uzatmıyor.
Ada Gaidaros adıyla da bilinen çok da büyük olmayan bir balıkçı
adası. Yukardaki Samos’u saymazsanız bu civarda Türkiye’ye en
yakın yerleşim olan adalardan biri.
Denizler kafadan ama çok sert değil, yine de teknenin içini neta ettik,
hatchleri kapattık. Neme lazım? Elimizde çay bardakları, hafif sohbet
ile öğleden önce Agathonisi’deyiz. Yerleşim az, güneye bakan bir
koyda, girişi fenerle işaretli, küçük bir mendirek ve limanı var.
Dışardan bakınca etrafta pek kimseler yok gibi. Bir süre liman içine
demir atalım mı? Atmayalım mı? Düşündük. Başkasının tonozunu
alacağımıza, güzel güzel kıçtankara olmak en iyisi. Dip gözüküyor
zaten, 5-6 metre, mendirekte tam sahil güvenliğin bağlandığı yere
yakın yanaştık. Her zamanki gibi giriş yapmadığımız için biraz
tedirginiz. Fakat sebebi bu değilmiş.
Hep beraber sahile çıktık. İnsanlar alışık olduğumuzdan farklı
davranıyor, ürkek ve çekingen herkes. Henüz dükkanlar yeni yeni
açılıyor. Çok bişey aramıyoruz zaten, biraz ekmek, şekerimiz bitmiş,
bir de bulursak taze yumurta.
İçerlere doğru ilerleyince merdivenlerde oturmuş kalabalık bir gruba
rastlıyoruz. Bazısı zenci, kimisi Iraklı ama kesin hiçbiri Yunanlı değil.
Henüz!
İlginç olan, bir tanesi bize Türkçe selam veriyor. Bir önceki gece
geldiklerini feribot beklediklerini söylüyor. Belki de mihmandarları.
Doğrusu seyahatlerinin detaylarını öğrenmeye hiç de hevesli değiliz.
Tedirginlik bize de bulaştı. Hızlı adımlarla bulabildiklerimizi alıp,
limandan çıkıyoruz. Liman polisi ya da SG’den kimseler yok etrafta.
İnsan kaçakçılığı son yıllarda artan oranda bir sektör olmuş durumda,
hepimiz konuyla ilgili haberleri okuyor ve duyuyorduk ama bu kadar
gerçek bir şekilde karşılaşınca derinden etkiledi bizi. Durgunlaştık. O
insancıkları buralara sürükleyen dramları merak ediyorum. Ne sebeple
yerini yurdunu bırakıp, bıçak sırtında bir seyahatle, bilmediği bu
topraklarda umuda yolculuk için varını yoğunu ortaya koyar birisi…
Kıyaftlerinden anlaşılan kendi memleketlerinin kalbur üstü
insanlarıydı bizim gördüklerimiz, hepsinin kimbilir ne sert hikayeleri
vardır diye düşündük.
Yazın gelen birçok tanıdığımız halbuki böyle bişeyden
bahsetmemişlerdi. İhtimaldir ki insan kaçakçılığı yaz mevsimi sona
erip, el ayak çekilince artıyor. Yolda gördüğümüz batmış bot da keza
bu rol dağılımının bir parçası anlaşılan, iyi ki almamışız.
Doğu tarafından adayı dönüyoruz, Türkiye’ye bakan kıyılarda, dikkat
edince fark ettik birçok parçalanmış bot, kayalara takılmış can yeleği
var. Dramın izleri her yerde…
Adanın etrafında bolca parakete şamandırası var. Belli ki balık bol.
Doğudaki koya kahvaltı için demirlemeye karar verdik. Hiçbir
yelkenli tekne vb yok. Etraf çok sessiz.
Koya girerken sakin suda atlayan büyük balıklar gördük, uzaktan.
Palamut ya da levrek muhtemel. Buralarda o kadar büyük kefal
olacağını sanmıyorum.
Sakin bir sabah kahvaltısı, denize girme seansı..
Hava bulutlu ancak soğuk değil. Bu sene nedense geçtiğimiz senelere
göre oldukça serin. Sadece 2-3 kez denize girebildik. Her sene
Lotus’u yukarı çıkarma girişimleri genelde bayrama geliyor.
Bayramlar gittikçe daha erken olmasına rağmen-yani ısınıyor
olmasına rağmen- bu sene neden bu kadar serin oldu anlamış değilim.
Dümdüz denizde motor seyri, tam kuzeye doğru çıkıyoruz. Yaklaşık
14 NM yolumuz var, Rota Samos’un güneyinde, Dar Boğaz’ın hemen
batısında Pithagarion. Adanın en büyük ikinci yerleşimi. Büyük bir
limanı ve hemen yakınında Marina mevcut. Kitaba göre rüzgar
değirmenlerinin altında, uzaktan Dar Boğaz seçiliyor, belli belirsiz.
Pithagarion
Önce limana giriyoruz, büyükçe bir liman. Tam ortada bir fener var,
etrafı sığlık. İç limana girişte soldaki mendirek oldukça sığ. Büyük bir
U şeklinde, etrafı bir yürüyüş yoluyla çevrili, önünde kafe ve barlar.
Kıçtankara yapılabilir. Su bulmak, bazı yerlerinden elektrik almak
mümkün. Ancak haftasonu geceleri kalabalık ve gürültülü oluyor.
3-4 gündür teknedeyiz, Marina’ya girmek ve duş falan alır, kendimize
geliriz biraz. Zaten yakınmış, yürüyerek bile ulaşılır deniyor
Pithagarion.
Samos Marina, Yunanistan’daki ender marinalardan biri. Marinacılık
pek gelişmiş değil Yunanistan’da maalesef. Bizim Marmaris-Bodrum
ayarındaki marinalarla karşılaştırılacak gibi bir tane hiç görmedik biz.
Doğu tarafı marinaları (Samos, Kos, Leros-Lakki) nispeten ucuz.
Chios, Mikonos ve Lesbos’da (Midilli) birer marina inşa edildiğine
dair bilgiler gerçeği pek yansıtmıyor. Henüz bunlar tamamlanmış
değil.
Samos Marina, +30-227030.61600 samosmarina.com, girişte 09 VHF
den ulaşılıyor. Girişi doğuya bakıyor. Mendirekteki fener aktif, kıyı
tarafında sığlıklar gece de işaretli, mendireğe yakın geçilmesi önemli.
Girişte telsizle irtibat kurduk, pontona aldılar bizi. Lipsi’de
gördüğümüz İtalyanlar ve Arkhi’deki Almanlar burada, selam verdik
selam aldık.
Tam önümüzde teçhizatlı bir yedek parçacısı var, Yunan bayrağına
ihtiyacımız var.
Biraz toparlandıktan sonra taksi çağırıp şehre geçtik. Limana komşu
bir sahil-yürüyüş yolu ve ona dik bir ana cadde. Dükkanlar güzel,
takıcısı çok meşhur, Babylonnia diye tanınmış bir marka var, burada
üretiliyormuş. Hemen yanında bir içki dükkanı var, Yunan adalarında
içkiler bize göre oldukça ucuz. En favori mağazalarımız Chios (Sakız)
ve Rodos’ta. Buradaki de fena değil ama. Bizim favori içkilerimiz 12
yıllık Lagavulin-single malt, 7 yıldız metaxa, sakız likörü (ben çok
sevmiyorum ama fanatikleri var, hediye ediyoruz) ve Barbayanni uzo.
Samos’un vin doux denilen tatlı beyaz şarapları meşhur. 9-10 E
civarında.
Açız ve yemek yememiz lazım Lonely Planet’ten bulduğumuz Anna 2
yıl önce kapanmış. Aynı sokakta, karşılıklı iki restaurant var. Biz
soldakine oturduk. Dev gibi bir dut ağacının gölge yaptığı hoş bir
mekan. Etrafta bol bol İsviçreli var. Bu zaman tatilleriymiş ülkece,
İtalyanların Ağustos’ta çıkmaları gibi, onlarda da herkes işi kapatıp 1
aylığına tatile çıkarmış.
Girişte solda bir fırın var, fırıncısı gayet nev-i şahsına münhasır yaşlı
bir amca, üstü başı çok tertipli değil, kesinlikle kimseyle konuşmuyor,
bir ara ağaca doğru meyletti ve o yaşta adam tıkır tıkır o oca ağaca
çıkıverdi, baktım yalınayak! Sorduk meğer lokantanın sahibiymiş.
Yemekler ve servis gayet iyiydi. Ben Naan’la kuzu eti yedim, ev
şarabı güzeldi, tavuk-fasulye köfte idare eder.
Yemekten sonra hazmetmek için sahile yürüyüş, biz erken döndük.
Haldunlar devam ettiler.
Pontonda bizim gibi kıçtankara olmuş uzak yolcular var. Her iki
bordamızda da birer İngiliz teknesi var. Baktım onlar da içeri girmiş
yemek hazırlama derdindeler, her ikisine de birer kase yolladık.
Küçüklüğümüzde öğrendik… Eve yollanan kase boş geri gitmez diye,
ama bu İngilizler’de anlaşılan böyle bir adet yokmuş, bereket yıkayıp
getirdiler kaseleri.
Gece tavernaya gittik. Güya kahve içmek için. Nerdeee? Önce kahve,
kahvenin yanına bir Metaxa geldi, ondan sonra şaraplar açıldı, metaxa
tek gitmez bir puro, bir tane daha..
Sahildeki tavernada bol şarap, “türk kahveli”, partagas’lı sohbet…
Hepsine 15 Euro. Seviyorum böyle Yunanlıları…
Rıhtıma döndüğümüzde, kıçtankara teknelerin hepsinin, panik içinde,
etrafa dağılmış yandaki İngiliz’in kaybolan tek bacaklı kedisini
ararken bulduk. Biz de baktık biraz ama ümit yok. Geç oldu yattık.
03.10.08
Samos
03.10.08-Cuma
Samos Doğu Sporades adalar grubunda. Türkiye’ye (Meis’i
saymazsak) en yakın Yunan Adası. Dar Boğaz’ın genişliği ortalama
1200 metre kadar, hani derler ya neredeyse taş atımı mesafede.
Diğer Yunan adalarıyla karşılaştırınca-özellikle Sikladlar ile- oldukça
yeşil bir ada. Kuzeyi çok yağış alıyor, güneyi tarıma elverişli. Bağcılık
ve zeytincilik gelişmiş.
Tarihte, özellikle hemen kuzeyindeki Sakız (Chios) ile karşılaştırınca,
Osmanlı’ya daha yakın durmuş. Sakız bir dolu isyanlar ve savaşlar ile
uğraşırken, Samos en azından idari olarak Osmanlı’dan kopmamış.
Belki buna bağlı olarak mimarisi Türk mimarisine daha yakın gibi, en
azından bize öyle geldi.
Antik Yunan’ın en önemli matematikçilerinden Pitagor’un doğum
yeri. Onun adına ithafen, bizim de kaldığımız Pithagarion şehri,
adanın en büyük ikinci şehri. Vathi kuzeyde, ticari limanı var, küçük
yatlar tarafından pek tercih edilmiyor. Üçüncü büyük limanı
Karlovassi, kuzey batıda, bize bayağı uzak…
Rivayete göre mitolojinin en önemli kadın karakterlerinden, Zeus’un
karısı Hera da burada doğmuş. Ireon arkeolojik yönden oldukça
zengin bir şehir, Pithagarion’a yakın. Müzesi meşhur.

Sabah nispeten bulutlu bir havada uyandım. Kalkıp bir ortalığı


kolaçan etmek adettendir, kafamı hatchden çıkarttım, her şey yolunda.
Etraf sessiz. Teknesinden çıkıp, sabah duşunu almaya giden elinde
şampuanlar-diş fırçaları yatçılar, sessiz ve kibarca birbirlerini
selamlıyorlar. Marina yaşantısını seviyorum.
Bugünkü plan kahvaltıdan falan sonra tekneyi alıp, analiman-
Pithagarion’a gitmek. Bu gece orada kalalım diyoruz. Şehirden bir
araba kiralayacağız, adayı gezeceğiz. Tatilin bitmesine iki gece kaldı.
Nasıl yedik koskoca 9 günü? Anlamak mümkün değil.
Toparlanıp çıkmamız öğleyi buldu. Bir gecelik bağlama 19 Euro.
Hizmetten genelde memnunuz. Suyumuzu-elektriğimizi aldık,
yıkandık paklandık.
Ofiste parayı öderken gözüm meteo ihbar panosuna ilişti… Uuu!
Bu geceden başlayan lodos fırtınası veriyor. 2 gün sürecek gibi.
İnternete girdik. Sitelere bakıyoruz. Bu gibi bir durumda siteler
arasında fark olabiliyor. Özellikle hep aynı yerden takip ediyorsanız
bunu yorumlamak daha kolay, misal iki gün önceki sert rüzgarı fırtına
olarak yorumlamış bir yerdeki sert rüzgar ihbarını biraz kulak arkası
ederken, rüzgar şiddetini olduğundan biraz az ifade eden bir sitedeki
fırtına ihbarını görmezden gelmek bence cesaret işi…
Neyse bu akşam, gece yarısı esmeye başlıyor, ertesi gün içinde
düşüyor, sonraki gün gittikçe hızlanarak, fırtına boyutuna ulaşıyor. Bu
gece limandayız sorun yok. Yarın gün içinde hava hafifleyince adanın
kuzeyine dönüp, oralarda bir yerde konaklamak ve yolu kısaltmak, bir
sonraki günkü havayı kollayarak zaten arkadan gelen rüzgarla
Kuşadası’na dönmek… Bir diğer alternatif de hemen demir alıp Ege
kanalına çıkmak, balon basmak ve Pazar akşamüstü Istanbul’da
olmak! Çünkü güya bizim olduğumuz yerlerde hava hafif yani 7-8
falan ortalama, renk skalasına bakmaksızın, tüm sitelerde kanalın içi
kıpkırmızı! Nerde olmak değil ama nerde olmamak istediğimi çok iyi
biliyorum.
Marinadan çıkmadan önce mazotlarımızı doldurduk. Tekne bundan
sonra hep kuzeye gidecek ve Yunanistan’da mazot daha ucuz.
Mazot iskelesine gelirken rüzgar iyice sert, bizi uzağa atıyor. Sancağa
yanaşmayı oldum olası sevmemişimdir, eh buraya da git-dön açıktan
geri geri gir! Üşendim doğrusu. Nasılsa yaparız bişeyler diye.
Teknenin burnu açıkta kaldı, Haldun bir çırpıda atladı rıhtıma kıç
koltuğu aldı ama hoooop teknenin burnu anında açıldı. Rıhtıma
yanaşmış büyükçe bir Bavaria’da 5-6 tane iri yapılı adam var. Bize
bakıyor. Sonradan öğrendik hepsi profesyonel, Hırvatistan ‘dan tekne
getiriyorlarmış. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yok iskele alabanda bas
dümeni, tornistan ver, yok açmaz al ileri ver!
Bir durum değerlendirmesi hemen kafada, yapılacak belli. Uzun bir
koltukla Haldun rıhtımdan çekiverince, bizim kız uslu uslu yanaştı
yerine. Lotus’u bu yüzden çok seviyorum. Rüzgar sert bile olsa, iki
kişi rahatlıkla kol kuvvetiyle abrayabiliyor.
Hava güzel, yolumuz kısa. Sırf genoa ile Pithagarion’a girdik. Rıhtıma
kıçtan kara. Teknenin burnu güneye bakıyor. Bu geceki lodosta burada
kalacaksak bütün yük demire binecek. Uzun tuttuk.
Bağlanabileceğimiz pek başka bir yer yok. Rıhtımın da en civcivli
yeri. Dur bakalım.
Bir araba kiraladık, en ucuz olanını tabi ki, tankırdayan bir Nissan.
Pazarlık-mazarlık 20 Euro’ya bıraktı. Bayağı ucuz doğrusu, muhtemel
sezon sonu diye. Önce kuzeye yönlendik, o tarafın doğası daha
etkileyici-ymiş. Chora çok çarpıcı bir şehir değil. Sevmedik. Kuzey
sahilini takip ederek batıya doğru gidiyoruz.
Yunan adalarında görmeye alışmadığımız, oldukça yeşil hatta
ormanlık denilebilecek bir bitki örtüsü hakim. Küçük kumsallar var.
Normalde kuzeyli havalarda sevimsiz olabilir ancak lodosta gayet hoş,
ilki Kokkari. Sahilde hoş cafe-bar ve bazı lokantalar mevcut.

Samos
03.10.08-Cuma
Samos Doğu Sporades adalar grubunda. Türkiye’ye (Meis’i
saymazsak) en yakın Yunan Adası. Dar Boğaz’ın genişliği ortalama
1200 metre kadar, hani derler ya neredeyse taş atımı mesafede.
Diğer Yunan adalarıyla karşılaştırınca-özellikle Sikladlar ile- oldukça
yeşil bir ada. Kuzeyi çok yağış alıyor, güneyi tarıma elverişli. Bağcılık
ve zeytincilik gelişmiş.
Tarihte, özellikle hemen kuzeyindeki Sakız (Chios) ile karşılaştırınca,
Osmanlı’ya daha yakın durmuş. Sakız bir dolu isyanlar ve savaşlar ile
uğraşırken, Samos en azından idari olarak Osmanlı’dan kopmamış.
Belki buna bağlı olarak mimarisi Türk mimarisine daha yakın gibi, en
azından bize öyle geldi.
Antik Yunan’ın en önemli matematikçilerinden Pitagor’un doğum
yeri. Onun adına ithafen, bizim de kaldığımız Pithagarion şehri,
adanın en büyük ikinci şehri. Vathi kuzeyde, ticari limanı var, küçük
yatlar tarafından pek tercih edilmiyor. Üçüncü büyük limanı
Karlovassi, kuzey batıda, bize bayağı uzak…
Rivayete göre mitolojinin en önemli kadın karakterlerinden, Zeus’un
karısı Hera da burada doğmuş. Ireon arkeolojik yönden oldukça
zengin bir şehir, Pithagarion’a yakın. Müzesi meşhur.

Samos

Sabah nispeten bulutlu bir havada uyandım. Kalkıp bir ortalığı


kolaçan etmek adettendir, kafamı hatchden çıkarttım, her şey yolunda.
Etraf sessiz. Teknesinden çıkıp, sabah duşunu almaya giden elinde
şampuanlar-diş fırçaları yatçılar, sessiz ve kibarca birbirlerini
selamlıyorlar. Marina yaşantısını seviyorum.
Bugünkü plan kahvaltıdan falan sonra tekneyi alıp, analiman-
Pithagarion’a gitmek. Bu gece orada kalalım diyoruz. Şehirden bir
araba kiralayacağız, adayı gezeceğiz. Tatilin bitmesine iki gece kaldı.
Nasıl yedik koskoca 9 günü? Anlamak mümkün değil.
Toparlanıp çıkmamız öğleyi buldu. Bir gecelik bağlama 19 Euro.
Hizmetten genelde memnunuz. Suyumuzu-elektriğimizi aldık,
yıkandık paklandık.
Ofiste parayı öderken gözüm meteo ihbar panosuna ilişti… Uuu!
Bu geceden başlayan lodos fırtınası veriyor. 2 gün sürecek gibi.
İnternete girdik. Sitelere bakıyoruz. Bu gibi bir durumda siteler
arasında fark olabiliyor. Özellikle hep aynı yerden takip ediyorsanız
bunu yorumlamak daha kolay, misal iki gün önceki sert rüzgarı fırtına
olarak yorumlamış bir yerdeki sert rüzgar ihbarını biraz kulak arkası
ederken, rüzgar şiddetini olduğundan biraz az ifade eden bir sitedeki
fırtına ihbarını görmezden gelmek bence cesaret işi…
Neyse bu akşam, gece yarısı esmeye başlıyor, ertesi gün içinde
düşüyor, sonraki gün gittikçe hızlanarak, fırtına boyutuna ulaşıyor. Bu
gece limandayız sorun yok. Yarın gün içinde hava hafifleyince adanın
kuzeyine dönüp, oralarda bir yerde konaklamak ve yolu kısaltmak, bir
sonraki günkü havayı kollayarak zaten arkadan gelen rüzgarla
Kuşadası’na dönmek… Bir diğer alternatif de hemen demir alıp Ege
kanalına çıkmak, balon basmak ve Pazar akşamüstü Istanbul’da
olmak! Çünkü güya bizim olduğumuz yerlerde hava hafif yani 7-8
falan ortalama, renk skalasına bakmaksızın, tüm sitelerde kanalın içi
kıpkırmızı! Nerde olmak değil ama nerde olmamak istediğimi çok iyi
biliyorum.
Marinadan çıkmadan önce mazotlarımızı doldurduk. Tekne bundan
sonra hep kuzeye gidecek ve Yunanistan’da mazot daha ucuz.
Mazot iskelesine gelirken rüzgar iyice sert, bizi uzağa atıyor. Sancağa
yanaşmayı oldum olası sevmemişimdir, eh buraya da git-dön açıktan
geri geri gir! Üşendim doğrusu. Nasılsa yaparız bişeyler diye.
Teknenin burnu açıkta kaldı, Haldun bir çırpıda atladı rıhtıma kıç
koltuğu aldı ama hoooop teknenin burnu anında açıldı. Rıhtıma
yanaşmış büyük&c
Seyir Ayakları
1. Tuzla-Bargilia Resaturant (hareket 28 Eylül 2008)- Kıyıkışlacık
(varış 28 Eylül 2008)

2. Kıyıkışlacık (hareket 28 Eylül 2008)- Lipsi (varış 29 Eylül 2008)

3. Lipsi (hareket 29 Eylül 2008)- Marathi (varış 30 Eylül 2008)


4. Marathi (hareket 01 Ekim 2008)- Arkhi (varış 01 Ekim 2008)

5. Arkhi (hareket 02 Ekim 2008)- Agathonisi-Gaidaros (varış 02


Ekim 2008)

6. Agathonisi-Gaidaros (hareket 02 Ekim 2008)- Samos Marina


(varış 02 Ekim 2008)

7. Samos Marina (hareket 03 Ekim 2008)- Samos Marina (varış )

8. Samos Marina (hareket )- Kerveli (varış 04 Ekim 2008)

9. Kerveli (hareket 05 Ekim 2008)- Kuşadası (varış 05 Ekim 2008)

You might also like