You are on page 1of 91

Elif Çağlı

Büyüyen İşçi Sınıfı


“Elveda Proletarya” Diyenlere Yanıt

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ
I. PROLETARYAYA VEDA EDEN AKADEMİK MARKSİZM
II. BİR BÜTÜN OLARAK İŞÇİ SINIFI
İşçi Sınıfının Kapsamı
Kendiliğinden Sınıf ve Kendisi İçin Sınıf
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine
III. İŞÇİ SINIFININ YAPISI
Kapitalist Üretim Alanı ve Üretken Emek
Dolaşım Alanı ve Üretken Olmayan Emek
Değişik Yönler İçeren Hizmet Üretimi
Devlet Memurlarının Konumu
İşsiz İşçiler
IV. “ORTA SINIF” MI, YOKSA İŞÇİ SINIFI MI BÜYÜYOR?
V. “SANAYİSİZLEŞME” Mİ, “ROBOTLAŞMA” MI, YOKSA KAPİTALİST GELİŞME
YASALARI MI?
“Sanayisizleşme” mi?
“Robotlaşma” mı?
Serbest Zaman Yaratma Sorunu
“Merkez” ve “Periferi” Tartışması
VI. İŞÇİ SENDİKALARININ ÖNEMİ
http://www.marksist.com/elif_cagli/buyuyen_isci_sinifi.htm
Önsöz
Elif Çağlı
1 Ekim 1999

Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist
Manifesto, “Avrupa’nın üzerinde bir heyulâ dolaşıyor: Komünizm” diye
başlıyordu. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak tarihsel
eylemi demek olan bu komünizm heyulası, Manifesto’nun yazılışından sonra geçen
uzun yıllar içinde yalnızca Avrupa’da değil, neredeyse tüm kıtalarda varlığını
hissettirdi. İşçi sınıfının eylem grafiğinde, 1917 Ekim Devrimi yükselişin tepe
noktasını temsil etmekteydi. Gerçekten proletaryanın katıldığı ve doğrudan onun
inisiyatifinde gelişip, onun iktidarıyla taçlanan bir işçi devrimiydi 1917 Ekimi.

Ne var ki, bu büyük işçi devrimi ve onun ürünü olarak tarih sahnesine çıkan işçi
devleti (işçi sovyetleri iktidarı), çok kısa bir zaman sonra, içten yürüyen bürokratik
bir karşı-devrimle tasfiye edildi. Nice proleter devrimci önder ve militan bu karşı-
devrim sürecinde yok edildi. Ulusal ölçekte “sosyalist” bir toplum kurmak adına,
despotik-bürokratik bir devlet düzeni egemen kılındı. Stalinizm (resmî komünizm),
ideolojik düzeyde ve pratik politikada uzun bir zaman dilimine damgasını vurdu.
Sosyalist mücadele tarihinin bu karanlık döneminin en başta gelen aktörü Stalin’in
adıyla özdeşleşmiş bulunan bürokratik egemenlik, dünya işçi hareketine ve
komünist mücadeleye büyük zararlar verdi. Dünya burjuvazisi, Batı’daki işçi
hareketini engellemek ve zayıflatabilmek için, Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin
sosyalizm karşıtı tüm uygulamalarını, kendi çıkarları doğrultusunda propaganda
malzemesi yaptı. Marksizmin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, böylece
hem ideolojik bakımdan burjuvazinin elini güçlendirdi hem de sunduğu olumsuz
örnekle, dünyadaki sosyalizm mücadelesinin önünde fiilî engel oluşturdu.

Stalinizmin yarattığı tahribatın yanı sıra, aslında işi Marksizm düşmanlığına kadar
vardıran sözde Marksist entelektüellerin oluşturduğu ideolojik atmosfer de,
komünist mücadeleyi gözden düşürme çabasında dünya burjuvazisine zengin bir
malzeme sunmaktaydı. Derken, despotik-bürokratik diktatörlüklerin birer birer
çöktüğü ve eski resmî komünist partilerin tarihe karıştığı bir siyasi kaos ortamı
çıkageldi. Stalinizmin uzun yıllar boyunca Marksizmde yaratmış olduğu tahribatı
ikinci plana itercesine, Marksist düşünceye yönelik çok daha açık bir saldırı
dönemi başlatıldı. Bu dönemde, burjuva kampın ideolojik saldırı kampanyası daha
önce görülmemiş boyutlara ulaştı. “Marksizmin öldüğü” nakaratını her fırsatta
yineleyen burjuva ideologlarının sosyalizme karşı başlattıkları bu haçlı seferi
döneminde, nihayet bir sınıf olarak “proletaryanın da öldüğü”nün ilânı moda oldu.
Böylece, bir zamanlar burjuvalara şu ya da bu ölçüde korkulu günler ve dönemler
yaşatmış olan işçi sınıfından topyekûn kurtuluşun yolu açılıyordu sanki!..

Ama yürütülen propagandanın tüm şiddetine, yaygınlığına ve etkisine rağmen,


burjuvazinin bu hevesi gerçekte bir seraptan ibaretti. Çünkü, sosyalist denilen
rejimlerin çöküşünü takip eden yıllarla birlikte, yavaş biçimde de olsa yine belini
doğrultmaya başlayan işçi hareketi, dünya burjuvazisinin tarihsel huzursuzluk
kaynağının kurumadığını ve kurumayacağını gözler önüne seriyordu.

Buna rağmen, “artık ideolojilerin devri geçti” diyerek, gerçekte burjuva


ideolojisinin egemenliğini pekiştirmeye soyunan Fukuyama benzeri uyanık
ideologlar, kapitalizmin sonunda ölümsüzlük iksirini bulduğu masallarıyla kafa
ütülediler. Tarihin Sonu makalesiyle ünlenen Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği
ve Doğu Avrupa ülkelerindeki çöküşü ve Çin’deki liberalleşmeyi, artık tarihin
bitmekte olduğu şeklinde yorumladı. Ona göre, komünizmin bunalımıyla birlikte
liberalizmin önündeki tüm engeller kalkmıştı ve böylece artık ideolojilerin yerini
kapitalizmin ekonomik gelişme çabası alacaktı. Kendi bunalımlarına çözüm
bulamadığı ve hiçbir zaman da bulamayacağı için, Stalinist rejimlerin çöküşünü
tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya kapitalist sisteminin boş
propaganda balonu böylece bir süre havada dalgalandı durdu.

Fakat işin gerçeğinde, bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin
su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye
yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş
kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin
görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar
yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son
gülen, iyi güler!

Kapitalist gelişme, kırı çözerek, emekçiyi proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını


ve ilişkilerini tarihe gömerek, tek bir kapitalist dünya sistemi yarattı. Böyle bir
dünyada, işçi sınıfının gücünü görmezden gelmeye ya da gölgelemeye çalışan
yaklaşımlar artık tamamen kendilerini kandırıyorlar. Çünkü gerçekte bugün tüm
dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu nedenle, Türkiye
sol hareketinin yakın geçmişinde olduğu gibi, köylülüğün ağır bastığı gerekçesiyle
egemen kılınmaya çalışılan, Stalinist “aşamalı devrim” benzeri anlayışların üzerine
basabileceği bir zemin de kalmadı.

Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır


bastığı “halk ittifakları” değil, globalleşen proletarya çalıyor. İşte bu kitapta
amacımız, Marksizmin parıldayan bilimsel ışığı altında, işçi sınıfı gerçeğini çeşitli
yönleriyle aydınlatabilmektir. Burjuva istatistiklerinin çarpıtmalarına
aldanmaksızın ve okuyucuyu rakamlara boğmaksızın, Marksist teorinin
çözümlemeleri temelinde yürütülen bu çalışmanın ortaya koyduğu yalın gerçek
şudur: Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye
çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor.

Ekim 1999

Proletaryaya Veda Eden Akademik Marksizm

İşçi sınıfı mücadelesinin başarısı açısından iki temel unsurun, yani Marksist dünya
görüşüyle işçi sınıfının militan eyleminin birlikteliği elzemdir. Bu birliktelik, Batı
Avrupa’da devrim dalgasının geri çekilmesiyle başlayan ve özellikle II. Dünya
Savaşı sonrasında gerek Stalinizmin egemenliği, gerekse kapitalist sistemin yeniden
güç toplamasıyla karakterize olan olumsuz koşullar nedeniyle derin bir biçimde
parçalandı. İşçi sınıfının devrimci eyleminden uzun bir süre boyunca yoksun kalan
“teori” yozlaştı ve gerçek Marksist köklerinden koptu. Böylece, doğrudan doğruya
bu yenilgi koşullarının ürünü olan bir sözde Marksizm akımı, özellikle Batı Avrupa
ülkelerinin üniversite kürsülerinden yayılarak ortalığı kaplamaya başladı.

Birazcık Marksizm yağına bulanmış görünen sol entelektüeller için, yaşamın temel
gerçeği, burjuva düzene ayak uydurma çabasından öte bir şey değildi. Bu
kumaştan dokunmuş olan kişiler, bir yandan çalışma odalarının kapılarını burjuva
düşüncesine, idealist felsefe çeşitlemelerine sonuna dek açarlarken, diğer yandan
da yalnızca akademik araştırmalarının “bilimsel” cilâsı olacak bir yöntem
düzeyine indirgemek koşuluyla Marksizmi kabul etmekteydiler.

İşçi sınıfının kapitalist düzen karşıtı mücadelesine sırtını dönerek, Marksizm


konusunda ahkâm kesen sol entelektüalizmin, aslolanın dünyayı yorumlamak değil
onu değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ı ne anlamak ne de kabul etmek gibi bir
derdi vardı. Sahte söylem bulutlarının üzerinde gezinmeyip, ayaklarını yere basan
ve dünyadaki sınıflı toplum gerçekliğini kavrayarak, açıkça sömürülenlerden yana
militan tutum alan bir kimliği banal bulan “düşünürler”in derdi, kendilerini
tatmin edecek “yüksek” düşünceleri arayıp bulmak oldu hep! Böyle bir arayış
içinde, gerçek politikadan neredeyse tamamen uzaklaşarak Marksist politik
mücadele üzerine fetva vermeye, kendilerine yarattıkları akademik âlemde
birbirleriyle yarışmaya koyuldular. Çalışmaları, gün geçtikçe daha da anlaşılmaz
bir dille kaleme alınan felsefe yazmalarına veya son tahlilde köhnemiş burjuva
düzenin savunusundan başka bir şeye hizmet etmeyen sosyolojik araştırmalara vb.
kayıp durdu. Marksist geçinen bu türden sol entelektüellerin sığınağı genelde Batı
üniversiteleri oldu.

Stalinizme karşı sözde eleştirel bir tavır sergileyen bu “Marksizm”, aslında hiçbir
zaman onunla ciddi bir hesaplaşmaya girişmemiş, tam tersine, işine geldiğinde
uzlaşmıştı bile. Çünkü bu tür bir akım kendini var edebilmek için, bir yandan işçi
hareketi içinde gerçek Marksist düşüncenin etkisinin zayıflamasından doğan
boşluklara göz dikerken, öte yandan dünyada var olan güç odaklarını hesaba
katmak zorundaydı. O nedenle, Marksizmin tutarlı bir savunusu söz konusu
olduğunda, tam da kendi meşrebinden beklenileceği üzere yan çizen akademik
Marksizmin, işine geldiğinde Stalinizmle bozuşup, işine geldiğinde barışmasında
yadırganacak bir taraf bulunmuyordu. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, en katı
ortodoks geçinen Stalinistler bile, genelde örtük bir biçimde, bu sözde Marksizmin
etkisine her daim açık olageldiler.

Ekonomik gelişme düzeyi, sosyal yapısı ve siyasi tarihinin taşıdığı özellikler


nedeniyle Türkiye’de sosyalist hareket, resmî komünizmin yani Stalinizmin
fazlasıyla etkisi altında biçimlenmişti. Bu yüzden, üzerinde yaşadığımız
topraklarda genel olarak sosyalist çevreler, akademik Marksizme görece mesafeli
bir duruşa sahipmiş gibi görünmekteydiler. Oysa gerçekte, onun ortaya saçtığı
fikirler, Türkiye’de de eklektik bir tarzda mevcut siyasi düşünceler dağarcığına
serpiştirilegelmişti. Fakat kuşkusuz ki, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı tam
da Marx’ı doğrular biçimde tek bir dünya olarak alabildiğine yaygın ve derin bir
biçimde kucaklayışının doruğa çıktığı ve bu arada “sosyalist” bloğun çökmeye
başladığı 80’ler sonrasında, sözde Marksizmin ideolojik etkileri de daha global bir
karakter kazandı. Akademik Marksizmden kaynaklanan düşünce dalgaları,
Türkiye gibi ülkelerdeki sosyalistlerin kıyılarına daha çok vurmaya ve bu toprak
parçalarını eskiye oranla daha fazla istilâ etmeye başladı.

Özellikle, gençlik yıllarında Marksist oldukları zehabına kapılıp, ilerleyen


yaşlarında liberalizmin faziletlerini keşfeden eski sosyalist “kadrolar”ın, yenilenme
adı altında yürüttükleri düşünsel ve yazınsal çabaların, bu istilâda rolü büyük
oldu. Oysa güneşin altında hiçbir şey yeni değildi. Türkiye’de biraz gecikmeli de
olsa, dönek Kautsky’lerin, liberal sosyalizmin fikir babası Bernstein’ların vb.
kıymeti ve önemi keşfedilmeye başlandı. Gençliklerinin bir dönemini devrimci
mücadelenin “dikenli” yollarında “örseleyip”, orta yaşlarında geçmişlerine vah
edenler, çocuklarına o “kaka” yollara sapmamalarını öğütleyen masalcı amca ve
teyzelere dönüşmüşlerdi. Eski revizyonistlerin ve döneklerin bayatlamış fikirleriyle
bilimsel komünizmin defterini dürebilme tutkusu, ülkemize de akademik
Marksizmin açtığı yoldan yürümeyi artık bir onur sayan nice “yetişkin” sosyalist
kazandırdı!
Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li
yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık
istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha
duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece
yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi,
Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık
Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine
kazımaktı.

Yaşadığımız dönemin sorunlarını yeni gelişmelerin ışığında çözümleme iddiasıyla


çıkışlar yapan sol entelektüellerin siyasal oturakları, aslında hiç de yeni
düşüncelerin renklendirdiği bir parlaklığa sahip değildi. Marksizmi dünyayı
değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet
derekesine indirgemeye çalışan kürsü sosyalistleri, sistematik ve ince vuruşlarla
onun “çıkıntılı” yönlerini tıraşlayarak, kendi doktora tezlerinin rekabet konusu
haline getirdiler. Kalkış noktası Marx’ın görüşlerinin incelenmesi olan, fakat
aslında onu artık “çağdışı” olmuş bir düşünür olarak tanıtmaya kafa yoran bu
türden çalışmalar, kimi okumuş aptalların cazibesine kapıldıkları bir teorik
“zenginlik” kaynağı oluşturdu! Üstelik, ortaya konulan çalışma ne denli anlaşılmaz
ise ve ne denli çapraşık bir özel felsefe diline sahipse itibarı da o ölçüde arttı! “Post-
Marksist”, “yapısalcı”, “post-yapısalcı” vb. etiketleriyle piyasaya sürülen felsefe
safsataları, ne anlama geldiği bilinemediği ölçüde prim yapmaya başladı.

Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek,
birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan “Marksist”
akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyası
yaratıldı. Toplumsal yaşamın çeşitli olguları, bütünden soyutlanarak, kendi başına
bir anlam ifade eden varlıklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle
karşılıklı ilişkileri içinde ele alındığında gerçekliğe yaklaşabilecek olan
kavramların da içi boşaltıldı. Marksizmden ve onun diyalektik ve tarihsel
materyalist yönteminden bu kopuş sonucunda, akademik Marksizme, deneyin
rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştıran ampirizm, nesnel gerçeklikten kaçış
içindeki sözde bilimi yücelten pozitivizm, kısacası Marksizm öncesi dönemin felsefi
spekülasyon tarzı damgasını bastı. “İcat edilen” teoriler, gerçek toplumsal gelişme
eğilimlerini aydınlatabilir olmaktan çıktı. Araştırdığı nesneden kopuk ve salt
söylem düzeyine indirgenmiş soyut bir metodoloji tartışması akademik piyasada
egemenliğini ilân etti. Tarihsel ve toplumsal olguların kabaca ortaya çıkan yanıltıcı
görüntülerine aldanmayıp, bunların derinine inmeye çalışan ve iç bağıntılarını,
karşılıklı etkileşimlerini açığa çıkartan Marksist yöntemin bilimsel yaklaşımı
yetersiz bulundu! Karşılığında ise ortalığı, akademik Marksizmin o “engin”
yöntemsel incelemelerinin sonucu olarak birbirleriyle rekabet halinde havada
uçuşan içi boş tanımlamalar, genellemeler kaplayıverdi.
Her düşünce akımı için geçerli olduğu gibi, Marksizmin de, günün gereklerine
yanıt getirmek üzere gözden geçirilmesi ve zenginleştirilmesi vazgeçilmez bir
görevdir. Ne var ki, bu türden bir gerekliliğin ardına sığınarak zihinleri bulandıran
ve önemli tahribatlara neden olan revizyonizm sevdalıları karşısında da uyanıklığı
elden bırakmamalı.

Marksizmi revize eden düşünürleri rahatsız eden temel unsur, düşünsel ve siyasi
çalışmalarda tercihin net bir biçimde proletaryadan yana yapılması olmuştur. Bu
rahatsızlıklarını sınıflararası uzlaşma eğilimini her alanda öne çıkararak
hafifletme uğraşı içindedirler. Gerçek toplumsal yaşamda var olmayan sınıflararası
birlik unsurunu, kendi “felsefi” dünyasında tesis etme cambazlığı içindeki
revizyonizm, burjuva ideolojisine hayat veren eklektik bir niteliğe sahiptir. Sınıf
mücadelesinin gerçek çelişkilerini kavramayı sağlayan diyalektik materyalizmden
duyduğu endişe nedeniyle, fikir jimnastiğini bilinçli olarak gerçekliğin
bütünselliğinden kopartılmış ve çarpıtılmış tarzda sürdürür. Bu nedenle “yeni
çözümlemeler” etiketi altında piyasaya sürülen revizyonist görüşler, daha önceleri
Marksizm tarafından defalarca çürütülmüş bölük pörçük fikir kırıntılarıdır.

Revizyonizm bağlamında sanat icra eden “Marksizm” profesörlerinin, devrimci


işçi hareketinin önemli bir gerileyiş içine girdiği tüm konjonktürlerde, işçi sınıfının
devrimci misyonundan hepten umut kesilmesi gerektiği yolunda ahkâm kesmeleri
boşuna değildir. Zira kapitalist toplumda sınıflarüstü bir entelektüel aktivite
gerçekten de olanaksızdır. Toplumsal olguları “salt” işçi sınıfının bakış açısından
ele almaktan utanç duyan aydınların, bastırılmış tüm duyguları, öfkeleri,
özlemleri, işçi sınıfı hareketinin yükseliş döneminde üzerlerine bindirdiği basıncın
öcünü alırcasına, gerileme dönemlerinde dışa vurmaktadır. Bu nedenle, bir dönem
Marksizm yağına bulanmış görünen ve güya işçi sınıfı mücadelesinden yana çıkan
aydınların, dönem değiştiğinde açık birer Marksizm karşıtı olarak belirivermeleri
şaşırtıcı değildir.

İncelediğimiz konuyla ilgili somut bir örnek vermek gerekirse, Fransız yazar
André Gorz’un 1980 tarihinde yayınlanan ve daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına
ideolojik saldırısını yükseltmesiyle birlikte ünlenen Elveda Proletarya adlı kitabını
hatırlatabiliriz. Adının neredeyse bir simge haline gelmesi nedeniyle, işçi sınıfının
varlığını ve önemini gözlerden gizlemeye yönelik tutumu bu kitabın adıyla
anmaktayız. Aslında Gorz’un değerlendirmeleri bütünsellikten ve iç tutarlılıktan
yoksundur ve bilimsel ciddiyetten uzaktır. Bu nedenle de onun görüşleri bizce
doğrudan bir önem taşımıyor. Ne var ki, genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız
akademik Marksizmin piyasasında cereyan eden arz ve talep faaliyetleri
bakımından onun kitabı, konumuz açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Ayrıca,
bilimsel açıdan bir değer taşımasalar dahi bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek
bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin
önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç
bulandırmaya hizmet ediyorlar.

Örneğin, diğer bazı yazarların utangaç bir biçimde, taksit taksit gözden düşürmeye
çalıştıkları işçi sınıfı olgusunu Gorz, kökünden halletmeye girişmiştir. Bir “bilim
adamı”nın kararlılığıyla kılıcını çekivermiş ve Marksizmin yarattığı “proletarya
illüzyonu”na neden olan perdeyi paramparça edivermiştir! Gorz’a göre,
kapitalizmin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, kendisini sermayenin üretimci mantığıyla
özdeşleştirmiştir; sermayenin bir kopyasıdır ve bu niteliği gereği toplumsal
dönüşümü o sağlayamaz. Ona göre, geleneksel işçi sınıfı artık ayrıcalıklı bir
azınlıktan başka bir şey değildir. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel özne (sanayi
proletaryası) ölmüştür ve yeni bir tarihsel özne ortaya çıkmıştır: sanayi sonrası
proleterlerin “olmayan-sınıfı”. Gorz’a göre dönüşümü sağlayacak itici güç, işte bu
olmayan-sınıftır; yeni bir toplumun taslağı gibi görünen yeni bir lumpen
proletaryadır.[1]

Kapitalist gelişmenin dünya ölçeğinde aktif ve yedek sanayi orduları yaratarak


büyütmekte olduğu işçi sınıfı karşısında Gorz gibiler büyük bir iç rahatsızlığı
geçirmektedirler. Marksizme ve proletaryaya öfke duymaktadırlar. Gerçekler
dünyasından kaçış eğilimi içindedirler. Örneğin Gorz’un düşünsel dünyasında,
Marksizmin tanımladığı gibi bir işçi sınıfı gerçeği, ne geçmişe ne de kendi
dönemine ilişkin olarak yer almaktadır. Ve onun ruhu, yaşadığı âlemden dış
dünyaya seslenirken, geçmişe ve geleceğe yönelik ikili bir uyarı misyonuyla
dopdoludur: Geçmişi düşünecek olursanız, şunu bilin ki (çünkü bay Gorz gibi
otoriteler buyuruyor!) proletarya diye bir şey yoktu; o bir mitostan ibaretti! Şayet
geleceği kavramak istiyorsanız, o takdirde de bilmelisiniz ki işçi sınıfı denen şey,
kapitalist gelişme sonucunda üretim sürecinden işçinin kovulmasıyla artık tarihe
karışmıştır! Geçmişin üretken kolektif işçi sınıfının yerini, artık “olmayan-işçilerin
olmayan-sınıfı” almıştır!

Kapitalizmin sayılarını durmadan arttırdığı özel bir vasıf gerektirmeyen işlerde


çalışan işçileri ve kocaman bir işsizler ordusunu (işçi sınıfının bu parçasını!), sınıfın
tümüne “elveda” demenin “bilimsel” gerekçesi olarak sunabilmek için en azından
Gorz kadar “cüretkâr” olmak gerekiyordu. Ya da Marksizmden tamamen bihaber
olmak...

Gorz’a göre, insanın özgürleşmesinin önündeki engel sanki kapitalist sömürü


sistemi değil de üretim araçlarıdır (!). Ve dolayısıyla, proletarya bir sınıf olarak
Marksizmin aydınlattığı yoldan iktidara yürürse, sermayenin bir kopyası olur ve
kapitalist üretim ilişkilerinin bir benzerini yaratır (!). Gorz, kapitalizmin
mülksüzleştirdiği işçinin kurtuluşunu sağlayacak işçi iktidarını, onu birey olarak
yok edecek bir sistem olarak sunmaktadır. Bu nedenle de ona göre işçilere gerekli
olan Marksist düşünce değil, “bireyselleşme, özerkleşme”dir (!). Kısacası, Gorz
benzeri aydınlar, ya sözde sosyalist ülkelerin yarattığı ideolojiyi Marksizm kabul
ederek ya da istedikleri gibi kötüleyebilecekleri bir “Marksizm” icat ederek,
proletaryanın devrimci hedeflerine eleştiri oklarını yöneltmektedirler. Bu türden
aydın gevezelikleri için Stalinist diktatörlükler yeterince fırsat vermiş olsa da,
bunların asıl derdi bürokratik diktatörlükler değil, bunları bahane ederek
Marksizme saldırabilmektir.

Proletaryanın devrimci misyonuna yönelik ideolojik saldırının “hümanist”


ambalajlara sarılmış çeşitlemelerini savunanlar, insanın özgürleşmesi hedefini
gerçekleştirebilecek yegâne yolun işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesinden
geçtiği düşüncesinden nefret ediyorlar. Bunlar “bireyselleşme” vurgusunu,
özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyorlar. Tuzu
kuru aydınlar, Marksizmi insan özgürlüğüne ters bir kolektivizm biçiminde
tanımlayıp, özgürlük konusunda geveledikleri boş sözlerle burjuva egemenliğinin
can yakan gerçekliklerini ısrarla göz ardı ediyorlar.

Marksizmi sözde benimser görünüp de, onun yeterli ölçüde hümanizm


içermediğini ve bu nedenle biraz burjuva ideolojisinin bireysel özgürlük sosuna
bulanmış bir “Marksizmin” kitlelere daha cazip geleceğini düşünen sözümona
sosyalistler ise, ideolojik bağlamda açık anti-Marksistlerden daha büyük bir tehlike
kaynağı oluşturuyor. Çünkü Marksist geçindikleri halde, aslında ileri sürdükleri
savlarla gerçekten de antipatik bir Marksizm icat etmektedirler. İnsanın gerçek
kurtuluşunun, insanlığın gerçek özgürlük döneminin nasıl sağlanabileceğinin
yolunu gösteren Marksizm, insan unsurunu önemsemeyen, ekonomik gelişme
uğruna bireyin özgürlüğünü feda eden bir ideoloji gibi sunulmaktadır. Böyle bir
sonuca hizmet edenlerin iddialarını dayandırabilecekleri gerçek veriler de
olmadığından, akla gelebilecek türlü çeşitli safsatalar, sözde bilimsel kanıt olarak
ileri sürülmekte, kimi zaman iş artık gülünçlük derecesine vardırılmaktadır.

Kendi ayrıcalıklı konumları sayesinde burjuva egemenlik sisteminden gerçek bir


rahatsızlık duymayan burjuva aydınlar, aslında burjuva ideolojisiyle pekâlâ da
barış içinde bir arada yaşarlar. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren özgürlüğün,
ancak bu kitlelerin kolektif mücadelesiyle kazanılabileceği gerçeğine sırtlarını
dönerler. Böyle bir mücadele verilmeksizin de bireyin özgürleşmesinin mümkün
olabileceği yalanına sarılırlar. Kapitalist egemenlik altında bireysel özgürlüğü
olanaksız kılan üretim ilişkilerinin özünü anlamamazlıktan gelerek ve sınıflı
toplumlara ait olan birey-toplum çelişkisinin üzerinden atlayarak, toplumsal
sistemden soyutlanmış sözümona bir bireyselleşme-özerkleşme düşü icat ederler.
Oysa, birey-toplum çelişkisinin aşılarak, gerçekte toplumsal bir varlık olan insan
türünün, bireyin özgürlüğünü mümkün kılacak sınıfsız ve sömürüsüz bir
toplumsal düzen içinde yaşamasının yolunu gösteren biricik dünya görüşü
Marksizmdir.
Gorz, modern kapitalizmde üretim işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan
atomlaşmış bir işçi kitlesi tarafından sağlandığını belirterek, bu görüşünü
proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak ileri sürüyordu. Ona göre, manüfaktür
döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve iktidar
olabilmesinin maddi temeli varmış. Ama daha sonra modern fabrika üretiminde
sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı ortadan kalkmış.
Artık işçi fabrikada egemen olamazmış. Artık fabrika ekonomik birim değilmiş. O
nedenle de “fabrikalar işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidarı” bir
hayal olmuş.[2] Gorz, büyük ölçekli fabrikalara baktığında yalnızca kışla
disiplinini görmek istemekte, kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi sıradanlaştırarak
büyük işletmelerde bir araya getirmesini Marksizmin fos çıktığının bir kanıtıymış
gibi ele alabilmekteydi. Doğrusu, kapitalist sürecin gelişimine ve bu süreç içinde
işçi sınıfının kapsamı ve rolüne ilişkin Marksist çözümlemeler olmasaydı, Gorz
gibilerin dünyamıza serpiştirdikleri düşünceleri “bilim” adına sahiplenmek belki
de mümkün olacaktı! Tıpkı, bu tür saçmalıkların, Marksizmi kendi
kaynaklarından okumamaya ve incelememeye yeminli kimi “eğitimli” kişilere
oldukça cazip gelmesi gibi.

Sonuç olarak, Gorz ve benzerleri, bizzat Marksizmin işaret ettiği olguları onun
kestiremediği gelişmeler diye sunmakta, Marx’ın merhaba proletarya diyerek
karşıladığı modern sanayinin sonuçlarını birer “elveda” gerekçesi kılığına
sokmaktadırlar. Aslında, işçi sınıfı hareketinin önemli bir gerileme içine girdiği
dönemlerde, tam bir yenilgi psikolojisiyle siyasal açıdan düzene teslim olanların,
kendilerini haklı çıkartma çabasıyla, sınıfın yok olmakta olduğunu söylemeleri
daha önceleri de defalarca görülmüştür. İşte bu nedenle diyoruz ki, proletaryaya
yöneltilen “elveda” mesajları ne bir yenilik taşımaktadır, ne ilktir ne de son
olacaktır. Fakat bereket ki, Marksizmin kapitalist gelişme sürecini ve geçmişten
geleceğe ilerleyişi içinde işçi sınıfı gerçeğini aydınlatan ışığı parıldamayı
sürdürüyor...

Bir Bütün Olarak İşçi Sınıfı


İşçi Sınıfının Kapsamı

Pek çok sorunda olduğu gibi sınıf sorununda da, bu olgunun temel unsurlarının
gerçek yaşamdaki bağlantıları, karşılıklı varoluşları içinde aydınlatılması ve
kavranmasına ağırlık vermeyip, burjuva sosyolojisinin ders notlarına benzer
tanımlamalar arayanlar, Marksizmin kurucularının eserlerinde böyle şeyler
bulamazlar. Marx’ın, Kapital’in üçüncü cildinde yer alan Sınıflar bölümünü
tamamlayamadan öldüğü bir gerçektir. Fakat tüm bölümleriyle Kapital, kapitalist
toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığı ve işçi
sınıfından ne anlaşılması gerektiği konusunda yeterince açıklayıcı veri
sunmaktadır. Üstelik, salt kapitalist toplum yapısını anlayabilmek bakımından
değil, genel olarak sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıfları ayırt
edebilmek için, farklı üretim ilişkilerinin tahliline çarpıcı ve zengin bir biçimde
değinilmiştir.

Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün


paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan
ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün
kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet
ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının
özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun
işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını
belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil,
toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü, teknolojik
değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler
gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve
proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını
sürdüreceklerdir.

Kapitalizm çağında ücretli işçiyi tanımlamakta kullanılan proletarya kavramının


tarihsel kökü çok eskilere uzanmaktadır. Bu kavram, antik Roma’da orduya
katılabilecek düzeyde mülkü olmadığı için, topluma tek katkısı çocuk doğurarak
nüfusu arttırmaktan ibaret olan proletarii kelimesinden gelmektedir. Marx da,
modern çağın proletaryasını tanımlarken, kapitalist birikimin genel yasasından
hareket etmiş ve sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan
kaynaşmak zorunda kalan, sermayeden kopup ayrılması mümkün olmayan işgücü
kitlesine dikkat çekmiştir. Bu kitlenin sermayeye köleliği, kendi işgücünü sattığı
bireysel kapitalistlerin başka başka olmaları sayesinde gözden gizlenmektedir ve
onun yeniden üretimi, bizzat sermayenin yeniden üretiminin kökü ve esasıdır. İşte
bu bağlamda, sermaye birikiminin proletaryanın çoğalması anlamına geldiğini
vurgulayan Marx, “Bizim «proletarya» ekonomik bakımdan, sermayeyi üreten ve
artıran, ve Pecqueur’un taktığı adla «Mösyö Kapital»in genişleme ihtiyacı için
fazlalık haline gelir gelmez sokağa atılan ücretli-işçiden başkası değildir”
demektedir.[3]

Komünist Manifesto’daki ifadesiyle modern işçi sınıfı, iş buldukları sürece yaşayan


ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfıdır. Öte yandan
Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, proletarya sözcüğünün genel
olarak ücretli işçi anlamına geldiğini netleştiren bir not koymuştur. “Burjuvazi ile,
modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek
kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına
sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern
ücretli emekçiler sınıfı.”[4] Marx ve Engels’in sınıf olgusu hakkındaki
değerlendirmelerinden hareketle toparlayıcı bir tanıma varan Lenin ise, genel
olarak sınıfların hangi kriterlere göre ayırt edileceklerine dikkat çeker.

“Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim


sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla
saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki
rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın
boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.”[5]

Sınıf mücadelesinde burjuvazinin işçi sınıfı karşısında ideolojik üstünlük


sağlamasına hizmet eden burjuva sosyolojisi ise, sınıf ve benzeri olgularda
bilimsellik adına yaptığı “katkılarla” dikkatleri asıl olandan uzaklaştırmaktadır.
İleri kapitalist ülkelerde akademik eğitim kurumları, Marksist çözümlemeleri de
sözde dışlamayan fakat aslında onu “zenginleştirerek” öldüren beyinler
üretmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini, kapitalizmde işçi sınıfı gerçeğini üretim
ilişkileri temelinden uzaklaştırarak, meslekî ayrımlar, gelir düzeyleri, şu ya da bu
yaşam tarzına arzu duymak, üretim sürecinde gözetim ve denetim benzeri işlevler
üstlenmek gibi noktalara kaydıran yaklaşımlar oluşturuyor. Eğer sorun bu türden
ayrımlar açısından ele alınırsa, işçi sınıfının kapsamının ne olduğu konusunda hiç
de gerçeklikle bağdaşmayan ve sonucu netleştireceğine alabildiğine bulanıklaştıran
yollara sapılmış olunur. Zira, bu türden yolları döşeyen Max Weber ve onun
izinden giden Anthony Giddens gibi burjuva sosyologlarının ortaya attıkları tezler,
birbirinden farklı sınıfsal konumlara sahip olanları “maaşlılar”, “hizmet sınıfı”,
“orta sınıf” gibi kategorilerin içine doluşturan sosyoloji öğretileridir. Bu türden
öğretiler, işçi sınıfının kapsamı konusunda Marksizmin getirmiş olduğu nesnel
ölçütleri gözden düşürmeye yöneliktir.

Gerçekte, kapitalist gelişmeyle birlikte üretim aracı sahipliğinden kopan emekçiler,


yaşamlarını sürdürebilmek için kendi işgüçlerini satmak zorunda kalarak işçi
sınıfını oluştururlar. Bu durum kapitalist toplumun nesnel ve temel bir gerçeğidir.
Kişi bunun bilincinde olsa da olmasa da sonuç değişmez ve söz konusu bu nesnel
ölçüt, işçi sınıfının genel kapsamını belirler.

Oysaki, soruna diyelim meslekî ayrımlar açısından yaklaşıldığında, örneğin genel


olarak mühendislerin hangi sınıf içinde yer aldığını yanıtlayabilmek ya da
gerçekten doğru bir yanıt verebilmek olanaklı değildir. Çünkü mesele bu biçimde
ortaya konulursa, her şeyden önce soru tamamen yanlış bir biçimde sorulmuş olur.
Genel olarak mühendislik ya da bir başka meslek grubu, sınıfsal ayrım konusunda
bir fikir veremez. Zira, üretim aracı sahibi olup yanında işçi çalıştıran ve onların
yarattığı artı-değere el koyan burjuva mühendisler olduğu gibi, sahip olduğu
üretim aracı düzeyi artı-değer sömürüsüne fırsat vermediği için kendi yağıyla
kavrulan küçük-burjuva diyebileceğimiz mühendisler de vardır. Fakat asıl
önemlisi, meslek grubu açısından örneğin vasıfsız işçilere oranla bir hayli
ayrıcalıklı görünen mühendislerin, işgücünden başka satacak mallarının
bulunmaması durumunda, işçiden başka bir şey olmadıkları gerçeğidir. İşte
Marksizm, elimize sınıf ayrımları konusunda sonuca ulaşabileceğimiz nesnel
ölçütler verirken, burjuva sosyolojisi ise işçi sınıfının kapsamını keyfince
daraltmaktadır.

Mühendis örneğinden hareketle, burjuva sosyolojisinin ileri sürdüğü diğer ölçütleri


düşündüğümüzde de benzer bir sonuçla yüz yüze geliriz. Örneğin, soruna gelir
düzeyindeki farklılıklar açısından yaklaşsak, ortalama işçiye oranla yalnızca
mühendis ve benzeri eğitilmiş işgücünün daha yüksek bir gelir elde etmediğini,
genel olarak işçi sınıfı içinde gelir düzeyi bakımından önemli farklılıkların
bulunduğunu görürüz. Kaldı ki, bilimsel ve teknik ilerleme sonucunda, üretim
sürecinde giderek kafa emeği daha çok yer alsa da, bu aynı kapitalist gelişme vasıflı
emeğin ücretini ortalamaya doğru düşürme eğilimindedir. Bu nedenle, örneğin
kıdemli bir kol işçisinin, fabrikalarda işe başlayan genç mühendislerden daha fazla
ücret elde etmesi pekâlâ mümkündür. Demek ki, aydınlatıcı Marksist kriterler göz
ardı edildiğinde, tek başına gelir düzeyi farklılığı da sınıfsal konumun
belirlenmesinde bir işe yaramamaktadır.

Eğer gelir düzeyi sorununa işçi sınıfının kendi içindeki farklılıklar bakımından
değil de, esas olarak burjuvaziyle ayrımını belirlemek açısından yaklaşırsak, bu
noktada vurgulanması gereken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslında
üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm,
ürünlerin bölüşümü olmazdan önce, “1) Üretim araçlarının bölüşümü, ve 2) aynı
ilişkinin bir sonucu olarak, toplum üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir.
(Bireylerin belirli bir üretim ilişkileri çerçevesine oturtulması.)”[6]

Böylece bireyler, belirli üretim ilişkileri çerçevesinde farklı sınıflara bölünür ve


genel bölüşümden paylarına düşecek olan gelir dilimleri buna göre belirlenir. Gelir
düzeyleri arasındaki farklılıklar, bir başka deyişle ürünlerin bölüşümü, bizzat
üretim sürecinde içerilmiş olan ve üretimin yapısını belirleyen bu bölüşümün
sadece bir sonucudur.

Bazı sözde Marksistler ise, Marx’ın, Engels’in ya da onların izinden giden Lenin’in
sınıf tanımı konusundaki açılımlarını eksik bularak konuyu
“derinleştirmektedirler”. Kafa emekçilerini işçi sınıfının kapsamı dışına atan ve
kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açık oldukları
gerekçesiyle, bunları bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran Poulantzas ve
benzerlerinin bu türden “katkı”ları, genel bir gevezelikten öteye gitmemektedir.
Kabaca bir sorgulama bile, salt işçi olmakla kimsenin burjuva ideolojisinin
hegemonyasından ve ondan etkilenmeye açık bulunmaktan yakasını
kurtaramadığını ortaya koyacaktır.

Sınıf bilincine sahip olunmadığı sürece, sıradan bir kol işçisinin eğitim görmüş bir
işçiye, bir beyaz yakalıya oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha az açık
olacağını iddia etmek, gerçeklerle alay etmek demektir. Hatta kapitalizmin gelişme
seyri, beyaz yakalı işçilerin bir bölümüne, bu düzende işçi olmak dışında başka bir
şanslarının bulunmadığını kavrattığı ölçüde, eğitim düzeyi yüksek işçiler burjuva
ideolojisinin etkisinden kurtulmaya daha açık hale de gelebilmektedirler.

Sonuç olarak, üretim aracı sahibi olmayan ve bu nedenle de yaşamını


sürdürebilmek için işgücünü kapitaliste satmak dışında bir seçeneği bulunmayan
(yani ücret gelirleri sınıf atlamalarına olanak vermeyen) ücretlilerin tümü, meslek,
gelir düzeyi, üretimdeki gözetim ve denetim işlevlerini sürdürüyor oluşu gibi
ayrımlara bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedir. Önce bu
netlikle sınıf kapsamı ortaya konduktan sonradır ki, söz konusu ayrım
noktalarının işçi sınıfı içinde ne gibi bölünmelere neden olduğu, örneğin bazı
kesimlerin küçük-burjuva yaşam tarzını sürdürmeye daha yatkın bulunduğu vb.
gibi hususlar ayrıca incelenebilir. Fakat bu ayrıntılar genel tabloyu pek de
etkilemez.
Kendiliğinden Sınıf ve Kendisi İçin Sınıf

Marx, işçilerin ancak örgütlendiklerinde ve bir sınıf olarak kendi varlıklarının


bilincine vardıklarında devrimci bir rol oynayabileceklerini, bunun dışında tek tek
işçilerin hiçbir şey olduklarını söyleyerek, sınıfın nesnel varlığıyla öznel durumunu
birbirinden ayırt etmiştir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf tanımlamalarıyla
hatırlanan bu ayrıma Marx şu sözlerle değinir:

“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin
dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın,
böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için
değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın
birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar,
sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”[7]

Demek ki, işçiler henüz ortak bir sınıfın üyeleri olduklarının bilincine varmış
olmasalar da, nesnel açıdan, yani kapitalist üretim ilişkileri temelinde, burjuvazi
karşısında ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar. Kendiliğinden sınıf konumu, işçi
sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyinden bağımsız olarak ve bu düzey henüz ne
denli geri olursa olsun, nesnel bir olgu olan sınıf varlığını ifade etmektedir. Ancak,
sınıf bilincinden yoksun ve örgütsüz işçiler, sermayenin güdümündeki bir ücretli
emek sürüsü gibidir. Dolayısıyla tek tek işçilerin burjuvazi ile çelişki içinde
bulunan bir sınıfa mensup oluşları gerçeği kendi başına siyasi bir önem taşımaz.
Sınıf mücadelesinde şu ya da bu düzeyde taraf olacak bir proletaryadan söz
edebilmemiz için, işçiler arasında mutlaka şu ya da bu düzeyde bir bilincin ve
örgütlülüğün doğması zorunludur. Bu nedenle, Marksizmin dünyayı değiştirme
bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorun sınıfın öznel konumuna ilişkindir. Bu
husus Marx ve Engels tarafından Alman İdeolojisi’nde açıkça dile getirilmiştir.
“Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda
oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine
düşmandırlar.”[8]

Görüldüğü gibi Marksizm, yaşamda var olan sınıf gerçekliğini derinden


kavramaktadır. Bu gerçekliğin farklı yönlerini diyalektik ilişki ve çelişkileri içinde
açıklamaktadır. Oysa, Marksizme sözümona eleştiriler yöneltip onu gözden
düşürmeye çalışanların ileri sürdükleri argümanlar, genellikle Marksizmin işçi
sınıfına ilişkin çözümlemeleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve kerameti
kendinden menkul saptamalardır. Örneğin Gorz, “Marx, yaşamı boyunca,
proleterlerin, yalnız sınıf olarak değil, her birinin kişisel olarak da, her şey
olabilme ve her şeyi yapabilme eğilimine değindi durdu” demektedir.[9] Yukarıda
Marx ve Engels’ten aktarmış olduğumuz açıklamadan sonra, Gorz’un bu satırları,
akılları sıra Marksizmin yetersizliğini sergilemeye niyetlenenlerin düşünce
fukaralıklarını ve sahtekârlıklarını çok açık biçimde ele vermektedir.

Devrimci proletaryadan duydukları rahatsızlık nedeniyle, bu gerçeklikten en


azından kendi dar dünyalarında kurtulmaya çalışan Gorz gibiler, aslında kendileri
idealizmin batağına saplanmış durumdayken, Marx’ı yanılgılar içindeki bir idealist
olarak yansıtmaya çalışmaktadırlar. Gorz’un, “aslında devrimci proletarya diye
bir şey yok, Marx onu böyle düşündüğü için böyle bir şeyin var olduğu sanıldı”
biçimindeki sayıklaması buna örnektir. Bu sayıklamalarının dikkate alınabilmesi
için onları “felsefi” bir ambalaj içinde ortaya koyan bay Gorz, “ufak” bir
sihirbazlıkla Marx’ı Hegel ile özdeşleştirmektedir. Ona göre, nasıl ki Hegel’de
“mutlak akıl” “kutsal ruh”un bir yansıması olarak kavranmışsa, Marx’ta da
proletaryanın benzer bir yansıma olduğunu söylemek mümkündür!

Oysaki Marksizmin diyalektik yöntemi, Hegelci yöntemden sadece farklı değil,


onun tam karşıtıdır da. İdealist Hegel için, düşünme süreci gerçek dünyanın
yaratıcısı ve mimarıyken, gerçek dünya ise düşüncenin yansımasıdır. Hegel’in
deyişiyle “idea”nın yani “fikir”in dışsal biçimidir. Böyle bir yaklaşım, gerçekliğin
tepetaklak edilmesinden başka bir anlama gelemez. Bu nedenle Marx, “Benim için
ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce
biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir” der.[10]

Marx ve Engels, materyalist tarih anlayışının özünü vurgularlarken, toplumsal


varlık ile toplumsal bilinç arasındaki gerçek ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Fikirlerin,
tasarımların ve bilincin üretimi, insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine
bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. Bir başka deyişle, bilinç hiçbir zaman bilinçli
varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam
süreçleridir. Ahlâk, din, ideoloji, bilinç vb. gerçek yaşamın düşünsel yansımalarıdır.
Bunların maddi yaşam olmaksızın kendi başına bir tarihleri ya da varlıkları
yoktur. Tam tersine, “maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek,
kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de
düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı
belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.”[11]

Çapsız çarpıtmalarıyla Marksizmle hesaplaşmaya kalkışan entelektüellerin bir


eksiklik ya da yanlışlık olarak saptadığı hususların hemen hepsi, bizzat Marx’ın ve
Engels’in eserlerinde kapsamlı ve doğru biçimleriyle yer almakta ve yıllara
meydan okumaktadır. İnsan toplumunun yaşamında genelde sınıflar olgusunun ne
anlama geldiği ve özel olarak proletaryanın yeri, kapsamı, tarihsel rolü gibi
konularda Marx’ın çalışmaları incelenecek olursa, Gorz gibilerin gerçekler
dünyasındaki Karl Marx’tan değil de, kendi hayal âlemlerinde yarattıkları bir
mösyö Karl’dan söz ettikleri anlaşılacaktır. Karl Marx’ın sınıf gerçeğini kavrayışı,
yaşamın içerdiği çok yönlülüğü yansıtan bir derinliğe sahiptir. Proletaryanın
devrimci misyonu ve dolayısıyla devrimci proletarya konusundaki çözümlemeler,
Marksizmin kurucularının zihinlerinden fırlayan birer fantezi değildi. Bu
düşünceler, gerçek kapitalist yaşamda nesnel olarak var olan temel sınıfların ve
bunlar arasında kaçınılmazlıkla patlak veren sınıf çatışmalarının sonuçlarının
doğru tarzda kavranmasından ibarettir.

Gerçek yaşamda nesnel olarak var olan bir karşıtlık, birdenbire ve kendiliğinden
çözümlenmez. Bir olgunlaşma sürecinden geçer. Sınıflar söz konusu olduğunda bu
süreç, çeşitli biçimlere bürünen ve alçalışlar yükselişler arz eden bir sınıf
mücadelesi sürecidir. Bu nedenle, sınıf mücadelesi karşıt sınıfların nesnel varlığının
ürünüyse de, aynı zamanda sınıfın üyelerinin kapitalist düzen içinde kendi
varoluşlarının bilincine varmaları koşuluna bağlıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının
kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf pozisyonları, kapitalist düzende işçi sınıfı
gerçeğinin olgunlaşma sürecinin farklı uğraklarıdır.

İşte, bizzat maddi yaşamdan kaynaklanan devrimci proletarya fikrinin, dünyayı


fiilen değiştirecek bir gerçekliğe dönüşmesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki
sınıf karşıtlığının ve bunun ifadesi olan sınıf mücadelesinin olgunlaşmasına
bağlıdır. Marx ve Engels, tarihte devirli olarak meydana gelen devrimci
sarsıntının, mevcut her şeyin temellerini devirmeye yetecek güçte olup
olmayacağını belirleyen şeyin, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam
koşulları olduğunu belirtirler. Ve onlar, tarihsel ilerleyişin yalnızca nesnel anlamda
egemen sınıfla karşıtlık içindeki bir yığını yaratmakla kalmadığını, ama aynı
zamanda mevcut düzene karşı, devrimci bir yığın yarattığını açıklarlar. Devrimci
fikirler ancak bu temelde maddi bir güce dönüşebilir.

“Tam bir altüst oluşun maddi unsurları, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte
yandan da, devrimi, sadece geçmiş toplumun özel koşullarına karşı değil, ama daha
önceki «yaşamın üretimi»nin kendisine karşı, bu üretimin temeli olan «tüm
eylemler toplamına» karşı yapan devrimci bir yığının oluşmasıdır; eğer bu koşullar
mevcut değilse, pratik gelişme için, bu altüst oluş Fikir’inin daha önce binlerce kez
ifade edilmiş olması, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem
taşımaz.”[12]

Nesnel ve öznel sınıf konumu arasında kuşkusuz ki diyalektik bir ilişki vardır.
Kapitalist gelişmenin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında
bir araya getirmesiyle birlikte, işçiler arasında ilk birleşme çabaları da filizlenmeye
başlamıştır. Yani sınıf çatışmalarının temelinde, sömürenin ve sömürülenin nesnel
sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varılması süreci yatar.

Kapitalizmin ilerleyişi içinde, ücretlerin korunması temelinde biçimlenen ortak


çıkar, işçilerde bir dayanışma duygusunu geliştirmiş ve ekonomik mücadele
kapsamındaki dayanışma sandıklarının, giderek sendikal birliklerin kurulmasıyla
birlikte işçilerin sınıf bilinci kazanması süreci başlamıştır. Yalnızca ekonomik
mücadele gerekliliğine denk düşen ilksel bir sınıf bilinci düzeyinden, patronlara
karşı siyasal mücadele yürütme zorunluluğunun kavranmasına sıçrayan süreçler
yaşanmıştır. Bu türden tarihsel kesitler, proletaryanın öznel sınıf pozisyonunda,
yani kendisi için sınıf oluşunda çok önemli ilerlemelere yol açmıştır. Öte yandan,
fiilen işçilerin mücadeleleriyle ilerleyen elverişli tarihsel konjonktürlerde, siyasal
açıdan en üst dereceyi oluşturan devrimci siyasal bilincin sınıf hareketine taşınması
ve sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi gereği yaşama
geçirilebilmiştir.

O halde, ekonomik mücadele sınıfın daha büyük bir kitlesini sermaye ile çatışma
içine sürükler ve bu türden çatışmalı süreçler işçi sınıfının bir kısmını öne
fırlatırken, bu durum, öncü işçiler arasında siyasi mücadele yönünde bir istek
doğurur. Ve bu nesnellik, sınıfa devrimci bilincin taşınabilmesi, öncü unsurların
örgütlenebilmesi için eşsiz bir fırsat sunar; böylece de devrimci önderlerin
görevlerini lâyıkıyla yerine getirmeleri ölçüsünde, işçilerin siyasi mücadelesini
ilerletici bir öznellik oluşabilir. Kısacası, nesnel ve öznel arasındaki karşılıklı
etkileşimi hesaba katmaksızın, sınıf mücadelesine ilişkin sorunları doğru biçimde
çözümlemek mümkün değildir.

Geniş yığınların esasen kendi deneyimleri temelinde öğrendikleri bilinen bir


gerçektir. İşçi sınıfının kitlesinin çeşitli türden deneyleri biriktirebileceği yol fiilî
sınıf mücadelesidir. Bu nedenle, sınıfın bilinci, fiilî mücadeleye katılan devrimci bir
öncü örgütün yol göstericiliği ve müdahaleleri eşliğinde bizzat mücadeleler içinde
gelişir. Demek ki, böyle bir müdahale olmaksızın proletaryanın bilinci en iyi
ihtimalle sendikal mücadele bilincini aşamaz. Burada iki uç vardır. Birincisi,
kitlenin mevcut bilincini yetersiz ve ekonomist, reformist bularak burun kıvırmak
ve onun içinde yer almamak. O takdirde işçi sınıfının mücadelesi hep aynı seviyede
ve ilksel düzeyde kalmaya mahkûm olurdu. Çünkü kitleler, fiilî eylemler temelinde
denemedikleri ve güvenmedikleri bir örgütlülüğe, o örgüt isterse söz düzeyinde çok
da doğru şeyler söylesin, güvenmezler.

Diğer uç, kitle mücadelesine katılım adına kuyrukçuluk yapmak ve sınıf hareketine
sendikal düzeyi aşan daha ileri bir bilinci taşımamaktır. Eğer müdahale, sınıf
hareketinin mevcut düzeyine uyarlanmak, ona tâbi olmak, onun kuyruğundan
gitmek biçiminde algılanır ve uygulanırsa, işçi sınıfı yalnızca sendikal hareketin
insafına ve salınımlarına terk edilmiş olur. Kısacası, sınıf bilincinin ve kendisi için
sınıf konumunun düzeyi, işçilerin patronlara karşı yürütmüş oldukları ekonomik
mücadele temelinde kendiliğinden yükselebilecek basit bir karaktere sahip değildir.

Kimi yazarlar nesnel ve öznel arasındaki ilişkiyi tam doğru kavramamakta ve


kendisi için sınıf konumunu, bir kez ulaşıldı mı bir daha geriye gitmenin mümkün
olmadığı bir mutlak tarihsel basamak biçiminde yorumlamaktadırlar. Oysaki, işçi
sınıfı hareketinin büyük yükselişlerini takip eden derin inişler ve dibe vuruşlar
döneminde, daha önce ulaşılmış devrimci örgütlülük düzeyini yitirmek bir yana,
kendisi için sınıf konumunda da genel bir gerileme yaşanabilir. İşçi hareketinin
tarih öncesine geri dönmek, mutlak bir bilinç yitimi pek söz konusu olmasa bile,
önceki dönemlerde kitlesel olarak ulaşılan ekonomik bilinç basamaklarından
gerilere sürüklenmek pekâlâ mümkündür. Örneğin, işçi sınıfının farklı işyerleri ve
işkolları arasındaki sendikal birlik ve dayanışma düzeyinin alabildiğine gerilemesi,
ekonomik mücadelenin neredeyse tek tek işyerlerinde işçilerle patronlar arasındaki
bir kavga gibi algılanması, sendikaların sınıfın genel mücadele örgütü olduğu
bilincinin zayıflaması gibi.

Öte yandan, öznel sınıf konumunun önemini durağan ve abartılı bir tarzda
yorumlayarak, işçi sınıfının tarihsel rolünün reddini, işçi hareketindeki mevcut
gerileme koşullarının ardına gizlemeye çalışan eğilimler ve çevreler de vardır. Bu
türden çevreler, sınıfın kapitalist toplumdaki nesnel konumunu açıkça
yadsıyamasalar bile, içinden geçilen tarihsel kesitte sınıfın öznel konumundaki
gerilemeyi mutlaklaştırmakta ve böylece üzerlerindeki Marksizm yağından
kurtulmaya çabalamaktadırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir
proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci gizil gücünün yine mutlaka fiilî
bir güce dönüşeceğine inanmak ve bu uğurda çabalamak beyhude bir uğraştır. Bu
mantaliteyle, kapitalizme karşı işçi sınıfının yerine ikame edebilecekleri alternatif
hareketler (çevrecilik, kadın hareketi vb.) arayışına giren, Marksizmin sahte
dostlarının sonu, genelde artık bir bütün olarak Marksizme sırt çevirmek
olmaktadır. Gerek çeşitli Avrupa ülkelerinde gerekse de diğer ülkelerde, daha
önceleri Marksist geçinenler arasında sıklıkla yaşandığı üzere, reformizme ve sağa
kayış furyasına kapılan ve başlangıçta yalnızca işçi sınıfının öznel açıdan
gerileyişini sorgular görünürken, ilerleyen yıllar içinde işçi sınıfı perspektifini
hepten yitiren çevreler buna örnektir.
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine

İnsanlığın bugünü ve geleceği açısından büyük bir tehdit oluşturan kapitalist


sömürü düzenine son verebilme potansiyelini taşıyan yegâne devrimci sınıfın
proletarya olduğu, Marksizm tarafından ortaya konulmuş bilimsel bir gerçektir.
Bununla birlikte Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce
dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. Tıpkı, insanlığın kapitalizm
belâsından kurtulup sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşayabilme
olanağının nesnel olarak var olması gerçeğindeki gibi, bu düzeni sona erdirebilecek
nesnel güç de işçi sınıfının bağrında yatmaktadır. Ama ne kapitalizm tarih
sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci
gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır.

Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp


örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir. Proletarya taşıdığı
potansiyel bakımından, insanlık tarihi içinde özel bir devrimci niteliğe sahip olan,
evrensel bir sınıftır. Marx proletaryanın bu özel konumunu şu sözlerle dile getirir:

“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun
bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu
için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir
haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun
kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir
statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan
ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan,
kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan
kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf
proletaryadır.”[13]

İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi
çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip
bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel
açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir
temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların
tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can
veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf
olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden
kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyete son vermesini gerektirecektir.

Kapitalizm bir yandan üretici güçleri muazzam ölçüde toplumsallaştırırken, öte


yandan özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerini de katlanılmaz hale getirmekte
ve bu ilerleyişi içinde, zaten daha doğumu itibarıyla üretim araçlarından kopmuş
ve mülksüzleşmiş bulunan bir sınıfı, proletaryayı büyütmektedir. İşte bu
bakımdan, işçi sınıfı iktidara geldiğinde, kendisi özel mülkiyet sahibi bireylerden
oluşan bir sınıf haline gelmeyecek, tersine, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek,
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete tümden son verecektir. Proletarya, sınıflı
toplumların sömürü sistemine noktayı koyabilecek ve tüm sınıfların varlığını
ortadan kaldırabilecek bu tarihsel potansiyele sahiptir. O nedenle işçi sınıfının
devrimci misyonu, birtakım düşünürlerin işçi sınıfına biçtikleri rolden değil, bizzat
kapitalist gelişmenin hazırladığı ve giderek daha da zorunlu hale getirdiği tarihsel
ilerleyişten kaynaklanmaktadır.

Proletaryanın devrimci misyonu başka bir sınıf tarafından devralınamaz mı?


Hayır. Çünkü, örneğin küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısındaki nesnel
konumu, onu yitirmekte olduğu küçük mülkiyetini korumak için çırpınmaya iter.
Bu ara sınıf, hem kapitalist gelişmeye karşı çıktığı, hem de proleterleşmeye karşı
direndiği için tarihsel konumu itibarıyla gerici bir sınıftır. Oysa işçiler açısından
bakıldığında, kapitalizmin gelişmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabetten
kaynaklanan parçalanmayı ortadan kaldırır ve işçilerin örgütlenme olanaklarını
arttırarak, onların devrimci birliğinin yolunu döşer. O nedenle bu tarihsel süreçte
proletaryanın yüzü geleceğe dönükken, küçük-burjuvazi daima geçmiş dönemlerin
özlemini çeker.

“Burjuvazinin çöküşü ve proletaryanın zaferi, aynı derecede kaçınılmazdır. ...


Bugün, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında yalnızca
proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında
tükenmekte ve sonunda yok olup gitmektedirler; proletarya ise, tam tersine,
modern sanayiin özel ve esas ürünüdür. ... Aşağı orta sınıflar, küçük imalâtçılar,
dükkâncılar, zanaatçılar, köylüler, hepsi orta sınıfın parçaları olarak varlıklarının
ortadan kalkmasını önlemek için, burjuvaziye karşı savaşırlar ... bunlar
gericidirler, çünkü, tarihin tekerleğini geri çevirmek istemektedirler.”[14]

Kısacası, proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır


ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir
başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist
sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O
halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim olup,
proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli
bulunmamaktadır.
Sistematik baskı politikalarıyla düzen sınırlarına hapsedilmiş ya da bu sınırlar
içinde en iyi ihtimalle reform umutlarıyla yatıştırılmış kitleler, devrimci bir
alternatif olmadığı sürece, bir burjuva partisinden umut keserken bir başka
burjuva partisinin kuyruğuna takılmaktan öte ne yapabilirler? Sonra da bu
kitlelere bakıp, “görüyorsunuz bunlar bu kısır döngüden çıkamıyorlar; işçi
sınıfının devrim falan isteyeceği yok; durduk yere neden devrim düşleri
görüyorsunuz vb.” biçiminde sayıklamak, büyük bir sahtekârlık değildir de nedir?
Sınıf hareketindeki geçici gerilemelere teslim olmayıp, sabırlı, planlı ve uzun
soluklu bir mücadele anlayışıyla yola devam edenler, bu çabaların asla boşa
gitmediğini ve gitmeyeceğini, kapitalizm var oldukça işçi sınıfının mücadelesinin
yine yükselişe geçeceğini bilirler. Sınıfa devrimci bilinç taşıma vurgusuna karşı
çıkanlar, kendiliğindenliğin sihrine tapanlar, yaşamın boşluk tanımadığını,
birilerinin sınıfa her an başka türden bir bilinç taşıdığını göz ardı etmek
isteyenlerdir. Nihai hedefe bağlı propaganda, ajitasyon ve örgütlenme olmaksızın,
devrim kendiliğinden bir gün yeryüzüne iniverecek “mesih” değildir.

Diğer yandan, içinden geçmekte olduğumuz türden siyasi gerileme dönemleri,


aslında sınıf hareketinden kopuk olan, fakat devrimci edalı soyut bir lâfazanlık
aktivitesini “devrimci” siyaset olarak sunanların sayısını da yükseltir. İlk bakışta
reformizmin zıddı gibi görünen bu eğilim, gerçekte işçi sınıfının devrimci eyleminin
pratik eleştirisinden azade kalan aydın oportünizminin farklı bir tezahürüdür.
Siyasal gerilemenin oluşturduğu gerçekliği kabule yanaşmayan ve her şeye yeniden
başlamayı göze alamayan entelektüel solculuk, kaçış eğilimini, kendi aşırı
sloganlarının yarattığı sözel fırtına ile örtmeye çabalar. Bu nedenle, gerileme
dönemlerinde aşırı sol lâf üretenlerin, canlanma dönemlerinde kitleselleşme adına
tekrar reformist dalgaya ayak uydurdukları sıkça görülen bir durumdur.

İşçi sınıfının devrimci potansiyeli konusunda genel bir değerlendirme yaparken,


temel kalkış noktasını, sınıfın kendi içindeki bölünmelere odaklanmış bir bakış
açısı oluşturmamalı. Örneğin vasıf ve gelir düzeyleri bakımından işçiler arasında
farklıklar olsa da, kapitalist düzende işçi sınıfının bir bütün olarak burjuvaziyle
çıkarları çatışmaktadır. Önce sorunun bu temel ve objektif yönü kavrandıktan
sonra, içinde bulunulan somut tarihsel-toplumsal koşullara göre, siyasal
mücadeleyi ilgilendiren farklılıklar üzerinde ayrıca durulabilir. Tarihsel-toplumsal
diyoruz, çünkü örneğin günümüzde, kapitalizmin ilk gelişme dönemlerindekine
benzer biçimde bir işçi aristokrasisi gerçeği yer almamaktadır.

Bugün işçi sınıfının sendikal hareketi, o dönemlerde olduğu şekilde, diyelim


yalnızca vasıflı işçilerin üye olabileceği ve tam anlamıyla bir meslek şovenizmini
yansıtan, tamamen ayrıcalıklı işçilerin sendikaları temelinde bölünmüş değildir.
Bizzat kapitalist gelişmenin kendisi, gerek vasıflı işçiyi eskiye oranla
sıradanlaştırarak, gerekse genelde vasıflı işçinin ücretini ortalamaya doğru
çekerek, geçmiş dönemin işçi aristokrasisini ortadan kaldırmıştır. Ama,
kapitalizmin farklı gelişme konjonktürlerinde işlerinin cinsi değişmek üzere, bazı
vasıflı işçilerin günümüzde de ortalama işçi ücretlerinin üzerinde bir gelir elde
edebilmeleri mümkündür.

Bu nedenle, işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimi bir “işçi aristokrasisi” olarak
adlandırılsa bile, böyle bir nitelendirme bunların işçi sınıfından koptukları
anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bu durum, sınıfın kendi içindeki bölünmelere
ilişkin bir sorundur. Bu tür işçilerin sınıfın geneli içinde tuttukları yer çok büyük
olmadığı gibi, yarattığı siyasal sonuçlar da düz bir mantıkla çözümlenemez.
Tarihsel deneyim, farklı tarihsel kesitlerde o dönemin ölçülerine göre iyi ücret alan
vasıflı işçi gruplarının, sınıf mücadelesinde öncü işlevler üstlenebildiklerini ortaya
koymaktadır.

Genel olarak işçi aristokrasisi ve bürokrasisi, işçi hareketine oportünizmin,


reformizmin taşıyıcısı olarak bilinir. Bu türden saptamalar, hem günümüzün somut
koşulları çerçevesinde irdelenerek ele alınmalı, hem de içerdiği farklı yönler
dikkatlice hesaba katılmalıdır. Örneğin, kapitalizmin ilerleyişi içinde ortaya çıkan
tarihsel değişimi hesaba katmayıp, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfını bir bütün
olarak “aristokrat” olarak damgalayıp bir kenara atmak son derece yanlış bir
siyasal tutumdur. Ya da, genelde tüm kapitalist ülkeler için geçerli olmak üzere,
burjuva iktidar aygıtlarıyla içiçe geçmiş üst sendikal bürokrasi ile alt kademelerde
yer alan işyeri sendika temsilcilerini aynı bürokrasi çuvalının içine tıkıştırmak asla
doğru değildir.

İşçi hareketi içinde egemen olan ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmış sendikal


bürokrasi, fiilen işinin başında olup diğer işçilere nazaran daha yüksek ücret alan
işçilerin oluşturduğu katmandan farklıdır. Sendikal bürokrasi köken olarak işçi
sınıfının içinden çıkmış olsa bile, onun sınıf hareketi içinde asıl sorun oluşturan
yönü, gerek gelir düzeyi ve yaşam tarzı ve gerekse sosyal ilişkileri bakımından
sınıftan kopup uzaklaşan bir realite oluşturmasıdır. İşçi hareketi içinde, burjuva
politikasının taşıyıcısı olarak işlev gören bu kesimin yarattığı sorunlar, işçi sınıfının
ücret farklılıklarından kaynaklanan iç sürtüşmeleri düzeyine asla indirgenemez.
Çünkü işçi hareketinin başına musallat olan bu kesim, sınıf içi bir sorun olmanın
ötesinde, çok ciddi bir siyasal sorundur.

[3] Marx, Kapital, C.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.652


[4] Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, C.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.132
[5] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.421 (“Büyük Bir Başlangıç”, Burjuva Demokrasisi ve
Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Kasım 1992, s.150)
[6] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.161.
[7] Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.184
[8] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.77
[9] A. Gorz, Elveda Proletarya, s.22
[10] Marx, “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”, Kapital, C.1, s.26
[11] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, C.1, s.26
[12] Marx ve Engels, age, s.49
[13] 1844 Elyazmaları’ndan aktaran: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Ocak
1979, s.113
[14] “Komünist Manifesto”dan aktaran: Marx, Kapital, C.1, s.805

İşçi Sınıfının Yapısı

Kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan


kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde
yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli
periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece,
ekonomi bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir.
Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş,
teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya
konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı
temelde işlemeye devam etmektedir.

Bu süreç aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir.
Önemli olan, bu değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde
yorumlanabilmesidir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik
bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında,
üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli
olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak,
tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat
öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal
işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten
işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel
anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva
ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar
ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl
özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler
üretmektedir.

Kapitalist gelişmenin genel eğilimlerinin, işçi sınıfının yapısı bakımından ne tür


değişimlere işaret ettiğine ilişkin hususlar, bizzat Marx’ın incelemelerinde yer
almaktadır. Ne var ki, Marksist açılımlara yönelik açık ya da sinsi, çeşitli düşünsel
saldırı ve revizyonlar nedeniyle, onca yıl önce kapsamlı bir biçimde ortaya konmuş
çözümlemeleri yeniden ve yeniden gün ışığına çıkarmak gerekiyor. İşçi sınıfına
ilişkin Batı kaynaklı pek çok “eser” kütüphane raflarını doldurmaktayken, sahip
çıkmamız gereken doğrular yine Kapital’in, Grundrisse’nin, Artı-Değer
Teorileri’nin vb. sayfalarında yer almayı sürdürüyor. Kaynak budur; incelenmesi
ve hatırlanması gereken düşünceler, Marksizmin kurucularının bıraktığı mirasın
eskimeyen ve değerinden bir şey yitirmeyen parçalarıdır.

Görevimiz, işçi sınıfının kapsamını olduğundan daha dar göstermeye, sınıfın içinde
yer alan bazı kesimleri sınıf kapsamının dışında tutmaya, sınıfın bütünsel devrimci
potansiyelini ıskartaya çıkartarak içindeki şu ya da bu kesimle yetinmeye yönelen
her türden tırtıklamalar karşısında, günümüz gerçekliğine hâlâ ışık tutan Marksist
çözümlemeleri hatırlamak ve hatırlatmaktır. Benzer kaygılar güden çalışmalarda
da rastlayabileceğimiz gibi, Marksizmin doğrularını, bu doğrulara yönelik başlıca
saldırı temalarını çürüten yönleriyle sistematize ederek konuyu bir kez daha gözler
önüne sermeyi amaçlıyoruz. Sorunun incelenmesine geçmeden önce, Marx’ın
toparlayıcı ve açıcı bir değerlendirmesine yer verelim. Aktaracağımız satırlar,
kapitalizmin teknik temelinin devrimci yapısıyla, onun toplumsal karakterinin
tutuculuğunu ve bu ikisi arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir biçimde ifade etmektedir.

“Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiçbir zaman son ve değişmez bir şekil
olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayiin teknik temeli devrimcidir,
oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. ... Bu nedenle, modern
sanayi, mahiyeti gereği bir yandan, işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir
hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da, eski işbölümünü o katılaşmış özellik
ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. ... Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima
sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir
canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen
kurbanlarda; işgücünü harvurup harman savurmasında ve, her ekonomik
gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı
yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır.”[15]

Marx ayrıca, modern sanayinin kapitalist biçim altında, bir yandan emekçi
kitlelerin üzerine çeşitli afetler yağdırırken diğer yandan nasıl da kendi sonunu
hazırlamaya koyulduğunu, kafa ve kol emeği arasındaki ayrılığın aşılmasını
topluma dayattığını gözler önüne sermektedir:
“Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve
her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile
kendisini gösterirken, öte yandan da, modern sanayi, getirdiği felâketler aracılığı
ile, üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu
ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkın hale gelmesini ve bu
yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini, bu yasanın
normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor.
Modern sanayi, gerçekte, toplumu, bütün hayatı boyunca bir ve aynı işi
tekrarlayarak güdükleşen ve böylece bir “parça-insan” haline gelen bugünün
parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi
karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve
sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey
olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım
sorunu halinde zorlamaktadır.”[16]

Ekonomik gelişmenin komünizmin maddi temelini döşemesi, kafa ve kol emeği


arasındaki ayrımın ortadan kalkacağı yolu açması bakımından Marx’ın işaret
etmiş olduğu eğilim, benzeri tüm hususlarda olduğu gibi, kapitalizm altında
yalnızca geleceğe yönelik önemli işaretlerdir. Kapitalizm yıkılmadıkça, özel
mülkiyete dayanan üretim ilişkileri nedeniyle, toplumsal işbölümü temelindeki
kafa ve kol emeği ayrımı ortadan kalkmaz. Ancak, üretim sürecinde sürekli
yeniliklere neden olan muazzam teknolojik gelişme, işçi sınıfı içindeki kafa ve kol
emeği farklılıklarını silikleştirme eğilimindedir.

Kapitalizmin gelişmesi, bir yandan üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp
kafa emeğinin önemini arttırırken, diğer yandan belirli bir toplumsal üretim
miktarı için gereken toplumsal emek zamanını da aşağıya çekmektedir. Böylece
üretimin, farklı emek türlerinin tek bir üreticinin şahsında birleşmesi temelinde ve
çok daha kısa çalışma saatleri içinde sürdürülmesi olanaklı hale gelmektedir. Fakat
bu “olanak”, kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak
yamulmakta ve böylelikle üretim süreci eski biçimlerle yeni olanakların çarpık bir
bileşimini oluşturarak, tarihsel anlamda kör topal ilerleyen bir niteliğe
bürünmektedir. İşte bugün geldiği noktada kapitalist sistemin asla hatırdan
çıkartılmaması gereken temel gerçekliği budur.

Kapitalist Üretim Alanı ve Üretken Emek


Kafa ve Kol İşçileri
Eğer kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak, genel anlamda üretken emekten
söz edecek olsaydık, kullanım değerlerini yani insanların çeşitli ihtiyaçlarını
karşılayan mal ve hizmetleri üreten emeğin üretken olduğunu söylemek mümkün
olabilirdi. Ne var ki, üretken emeği yalnızca genel anlamda kullanım değerlerinin
üretimi açısından ele alan bu tür bir yaklaşım, hiçbir zaman kapitalist üretim
sürecine doğrudan doğruya uygulanamaz. Çünkü, değişim değerleri üretimine
dayanan ve genelleşmiş meta üretimi anlamına gelen kapitalist üretim tarzı, bu
özelliği nedeniyle üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını da
değişikliğe uğratmıştır. Demek ki, kapitalist üretim tarzında üretken emekten söz
ettiğimizde, soruna genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği bir emek
süreci olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Üretken emeğin özel olarak kapitalist
üretim sistemi açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak gerekir.

Kapitalist üretim sürecinin amacı, sermaye için artı-değer yaratılması, paranın ve


metanın sermayeye dönüştürülmesidir. Bilindiği gibi, kapitalist üretim sürecinde,
satın alınandan daha fazla emek emilir. Bu süreçte kapitalistler, işçinin karşılığı
ödenmemiş emeğini sahiplenirler. Sermayenin ihtiyacı, yalnızca üretim sürecine
giren değeri korumak değil, onu arttırmak, artı-değer elde etmektir. Sermaye
bunu, üretim sürecinde üretken emekle değişime girerek başarır. O nedenle,
kapitalizmde yalnızca doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir.

En genel anlamda, “Sermayenin üretkenliği, sermayenin emekle, ücretli-emek


olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna, emeğin üretkenliği de emeğin, emek
araçlarıyla sermaye olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna dayanır.”[17] Kapitalist
üretim sistemi içinde üretken emek yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca
buna ek olarak kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir. Böylece, emeğin
nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emektir;
yani kendi ürününü sermaye olarak üreten emektir.

Demek ki, soruna genel anlamda “bir şey üretmek” açısından değil de, kapitalist
üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla
kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için
metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında
kalacaktır. Ancak hemen şunu belirtmek gerekir ki, kapitalizm geliştikçe üretim
sürecini genelde kapitalist meta üretimine dönüştürdüğünden, sermaye için değil
de kendi bireysel ihtiyacı için üretim yapan emekçiyi tarihe karıştırır. Eski
dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak
işçiye dönüştüren kapitalist gelişme süreci, genelleşmiş meta üretiminin
egemenliğini tesis eder.

Oysa, kapitalizmden önceki dönemlerde bu mümkün olamazdı. Çünkü, yalnız


başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihi koşullarının
doğmasına yetmemekteydi. Onun doğabilmesi için, üretim ve tüketim araçlarını
elinde bulunduran kimse ile, kendi işgücünü satan özgür emekçinin pazarda karşı
karşıya gelmesi gerekmekteydi. Ve işte bu tek tarihî koşul, bir dünya tarihini
kapsamaktadır. “Demek ki, kapitalist döneme niteliğini kazandıran şey, işgücünün,
işçinin kendi gözünde, kendi malı olan bir meta şeklini alması ve dolayısıyla
emeğinin, ücretli emeğe dönüşmesidir. Öte yandan, emek ürününün genel olarak
meta halini alması ancak bu andan sonra olur.”[18]
Kapitalist üretim tarzı, daha önceleri küçük köylü ekonomisinin ya da
zanaatkârlığın uzantısı olan ev içi üretimi (eski moda domestik sanayii), sermaye
için üretimin uzantısı durumuna getirerek, bu biçimde çalışan emekçileri de işçi
sınıfının kapsamı içine katar. Sermaye böylece, aslında kendisinin yüklenmesi
gereken pek çok maliyet unsurunu da üreticinin sırtına yükler. Alabildiğine düşük
ücretlerle ve sosyal güvenlik haklarından yoksun bir tarzda çalışan ve
çoğunluğunu kadın ve çocuk emeğinin oluşturduğu bir orduyu daha kendi
hizmetine koşmuş olur. Artı-değer üretimine katıldığı ölçüde üretken emekçi
niteliğini taşıyan bu işçilerle ilgili olarak Marx şöyle demektedir:

“Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle işbölümü, mümkün olan her yerde,
kadınların, her yaştan çocukların, düz işçilerin çalıştırılmalarına, yani İngiltere’de
karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle ucuz emeğe dayanır. Bu,
yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için değil,
ister çalışan kimselerin evlerinde, isterse küçük işyerlerinde yapılsın, ev sanayileri
denilen üretim biçimleri için de geçerliydi. Modern ev sanayii denilen bu sanayiin
varlığı, bağımsız kent el zanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her
şeyden önce de işçi ile ailesinin içinde yaşadıkları bir evin varlığını önkoşul olarak
gerektiren eski tarz ev sanayii ile ad benzerliği dışında ortak bir yanları yoktur. Bu
eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya deposunun, bir dış
bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde geniş kitleler halinde topladığı ve
doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve el
zanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da
harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke
yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir.”[19]

Kapitalist üretim tarzının üretken emekçinin kapsamında yarattığı bir başka


değişiklik, kafa emeğinin rolüne ilişkindir. Kapitalizm öncesi dönemlerde, örneğin
ilk çağ köleci toplumunda ve orta çağın feodal toplumlarında, kafa emeği üretim
sürecinin dışında, bilim, sanat ve yönetim işlerinde yer alıyorken, kapitalist gelişme
yalnızca kol emeğiyle değil kafa emeğiyle de üretim sürecine doğrudan katılan
işçiyi yaratmıştır.

Öte yandan kapitalizm bilimi de sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Bilim


işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Aslında, gelişen teknoloji, üretim
sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makineler, bilimsel buluşlar vb. hepsi
toplumsal emeğin ürünüdürler. Ne var ki kapitalist gelişme, işçilerin emeklerinin
ürününü sermayeye dönüştürdüğü için, toplumsal emeğin güçleri işçilerin
karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilmektedir.
Marx’ın dediği gibi, makinede gerçekleşen bilim, işçiler için sermaye biçiminde
ortaya çıkar.[20] O nedenle, bilimin toplumsal emeğe, doğa güçlerine ve büyük
ölçekli üretime uygulanışı, emeğin güçlerini emekten ayırarak sermayeyle
bütünleşmiş gibi gösterir. İşte, kapitalizm geliştikçe, dolaysız üretim sürecinde
daha ağırlıklı olarak yer almaya başlayan kafa emeğinin, işçi sınıfının bir bileşeni
olarak değil de onun karşısında yer alan sermayenin gücü gibi algılanması bu
konudaki yanılsamaların tipik bir örneğidir.

O halde, kapitalizm çağında üretkenlik kavramı doğru bir temelde, yani artı-değer
üretimi açısından kavranıldığında, “kol emekçisi üretkendir, kafa emekçisi
değildir” biçimindeki bir yaklaşımın ne derece yanlış olduğu görülecektir. Üretken
emekçi kapsamına giren kafa işçisi olabildiği gibi, bu kapsamın dışında kalan kol
işçisi de bulunmaktadır. Ayrıca, kapitalizm emek sürecini kooperatif bir niteliğe
yükselttiğinden, üretkenlik sorununa bireysel değil ancak kolektif emek açısından
yaklaşılması gerekir. Değişik emek türlerini, kafa emeğiyle kol emeğini birbirinden
ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim tarzının ayırt edici
bir özelliğidir. Fakat bu durum, maddi ürünün bu insanların ortak ürünü olması
anlamına gelir. “Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine
doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan
parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri
yeniden üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir.”[21]

Üretim sürecinin kapitalist gelişmeyle birlikte kazandığı kolektif nitelik göz önünde
bulundurulduğunda, üretken emeğin kapsamı geçmiş dönemlere oranla
genişlemektedir. Çünkü üretilen ürün, artık bireysel üreticinin dolaysız ürünü
olmaktan çıkmakta ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir nitelik kazanmaktadır.
Kapitalizmde, üretilen ürünlerin her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da
çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Kapitalizm
altında iş sürecinin kolektif içeriği gitgide daha da belirli bir hale geldikçe, bunun
zorunlu sonucu olarak, üretken emek ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı da
daha geniş bir boyuta ulaşmaktadır. Artık üretken biçimde çalışıyor olmak için
mutlaka el ile çalışmak gerekmez. Kolektif işçinin bir parçasını oluşturmak ve
onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmak yeterlidir.

Fakat diğer yandan, üretken emeğin kapitalist üretim tarzındaki gerçek kapsamını
ortaya koymak için, bu kez de alanı biraz daraltmak ve soruna yalnızca artı-değer
üretimi açısından yaklaşmak gereklidir. Zira kapitalizmde, yalnızca bir şey
üretmek yetmez, işçinin emeğinin üretken emek olarak kabul edilebilmesi için,
onun artı-değer üretip üretmediğine bakılmalıdır. Marx, kapitalizmde üretken işçi
kavramının, sadece iş ile işin yararlılığı, emekle emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi
anlatmakla kalmadığını, asıl olarak tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, bir artı-
değer yaratma aracı damgasını vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini
anlattığını belirtir. Bu özgül ilişki, kapitalist üretimin alâmet-i farikası olan ücretli
emek-sermaye ilişkisidir. Tam da burada unutulmaması gereken başlıca husus
şudur ki, kapitalist üretim sürecine özgü olan artı-değer, ücretlerin ödenmesine
ayrılan değişen sermayenin[22] yalnızca üretken emekle değişilen kısmının
ürünüdür. Bu nedenle, ilerleyen bölümlerde üzerinde duracağımız gibi, örneğin
ticaret alanında çalışan işçinin ücreti de sermaye tarafından ödendiği halde, bu
işçiler artı-değer üretmezler ve üretken işçi kapsamında değildirler.

Demek ki, işçi sınıfının üretken emek kapsamına giren kısmını ayırt edebilmek için
kafa ve kol işi ayrımına değil, artı-değerin üretildiği alanlara ve bu alanlarda
çalışan kolektif emek güçlerine bakmak gerekecektir. Marx’ın dediği gibi, bazıları
elleriyle daha iyi çalışır, bazıları kafalarıyla; birisi yönetici, mühendis, teknoloji
uzmanı vb. olarak, birisi ustabaşı olarak, birisi en ağır işlerde kol emekçisi olarak
daha iyi çalışır. Kapitalist gelişmeyle birlikte, her gün artan sayıda iş çeşidi üretken
emek kavramına dahil olmaktadır ve bu işleri yapan işçiler, ister kol isterse kafa
emeği ağır bassın, üretken işçidirler.

Netleştirilmesi gereken diğer bir önemli tartışma konusu, kapitalizmde değişim


değeri üretiminin kapsamıyla ilgilidir. Üretkenlik kavramını gelişigüzel biçimde
algılamak isteyenler, genelde soruna tüm değişim değerlerinin yaratılması
açısından değil, akıllarına ilk elden gelebilecek kullanım değerlerinin üretimi
açısından yaklaşırlar. Bu yaklaşım yanlıştır ve kapitalizmin aslında değişim
değerleri üretimi olduğu, yalnızca değer değil artı-değer üretimi olduğu gerçeğiyle
çelişir.

Oysaki, verili bir dönemde insan ihtiyaçlarını karşılamak bakımından akla ters
gelebilecek tüm metalar; örneğin silah, uzay araçları ya da insan sağlığını tehdit
eden kimyasal ürünlerin vb. üretiminde yer alan ücretli işgücü üretken emeğe
dahildir. “İçinde üretken işçi emeğinin yer aldığı bir metanın kullanım-değeri, en
yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin
doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim
ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir
toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır.”[23]

Kapitalist açısından işgücünün kullanım değeri, harcanan emeğin somut


yararlılığına, örneğin kunduracı emeği mi ya da dokumacı emeği mi, yoksa maddi
olmayan türden bir hizmet-meta üreten emek mi vb. olduğuna bağlı değildir.
Emeğin üretken emek olarak tanımlanmasının, onun belirli içeriğiyle, özgül
yararıyla ya da kendini ifade ettiği belli kullanım değeriyle kesin olarak hiçbir
ilgisi yoktur. Bu metada kapitalisti ilgilendiren şey, ödediğinden daha fazla değişim
değerinin yer almış olmasıdır. Bu nedenle, kapitalist açısından işgücünün kullanım
değeri, bir başka deyişle kapitaliste özel yararı, ona ücret olarak ödediği emek
zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olmasından ibarettir. Yani üretken
emeğin sermayeye faydası, şu ya da bu türden somut bir kullanım değeri üretmesi
değil, ne türden olursa olsun, kârlı bir değişim değeri üretmesidir; kısacası onun
artı-değer yaratma yeteneğidir.
Artı-değer üretimi salt geleneksel maddi nesneler üretimi ile sınırlı değildir.
Günümüzde büyük bir önem kazanmış bulunan hizmet sektöründe çalışıp maddi
olmayan bir meta üreten işçiler de, beyaz ve mavi yakalı ayrımına bakmaksızın,
şayet artı-değer üretiyorlarsa üretken işçi kapsamı içindedirler. Marx’tan
vereceğimiz örnek, onun döneminde ekonominin bütünü içinde henüz büyük bir
yer tutmamasına karşın, hizmet sektöründe de artı-değer üretilebileceğini ve
örneğin bir öğretmenin de pekâlâ üretken işçi sayılabileceğini gözler önüne
sermektedir. “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak,
bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra eğer okul
sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul
sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması
hiçbir şeyi değiştirmez.”[24]

İşgücünü satın alan kapitaliste bir değişim değeri üreten işçi, ister palto biçiminde
gözle görülebilir bir meta, isterse öğretmenin verdiği ders örneğinde olduğu gibi
maddi olmayan bir meta üretsin, kapitalizm açısından üretken işçi sayılır. Böylece
kapitalist gelişme, geçmiş dönemlerde meta üretimi kapsamına girmeyen pek çok
kullanım değeri üretimini, artık kapitalist meta üretimi kapsamına dahil ederken,
hizmet üretimini de kapitalist sanayinin çok önemli bir koluna dönüştürmektedir.
Ancak, hizmet üreten işgücünün sermaye ya da gelirle değişilmesi durumunda
ortaya çıkacak sonucun farklı olması nedeniyle, konunun mukayeseli olarak
incelenmesi daha yararlı olacağından, kapitalist hizmet üretimini değişik yönler
içeren hizmet olgusu bölümünde ele alacağız.

Günümüzde pek çok yazar tarafından, kol işçisi mavi yakalı, kafa işçisi beyaz
yakalı diye adlandırılıyor. Yerleşen nitelemeler olduğu için ve çağrıştırıcı bir işlevi
olması bakımından bu kavramları kullanmakta çok fazla bir sakınca yok. Ancak
yine de, karıştırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekelim. Kol işçisini sanayide
çalışan işçiyle ve kafa işçisini de hizmet kesiminde çalışan işçiyle özdeşlemek
tamamen yanlıştır. Bir kere, sağlık, posta, temizlik, toplu taşıma gibi pek çok
hizmet işi önemli bölümüyle kol emeğine dayanmaktadır. İkincisi, pek çok üretken
kafa işçisinin yer aldığı hizmet kesimi kapitalist sanayinin bir koludur.

20. yüzyılda seyreden kapitalist gelişmeyle birlikte işçi sınıfının toplam bileşimi
içinde kafa emekçisinin ağırlığı arttı. Önemli olan bu gelişimin irdelenmesinden
çıkartılacak sonuçlardır. Tam da bu noktada gerçek Marksistlerle burjuva
ideologlarının yaklaşımları arasındaki fark sınıfsal çatışmayı yansıtıyor. Burjuva
ideologları ve onların izinden giden sözde Marksistler, bu gelişmeden, işçi sınıfının
yapısının çok değişmiş olduğu ve bu nedenle onun artık Marx’ın ele aldığı anlamda
devrimin öznesi olamayacağı yolunda sonuçlar çıkartıyorlar. Kuşkusuz ki onların
bu türden saptamaları, yaşanan gerçeklikleri kavramaya yönelik bilimsel
incelemeler neticesinde vardıkları sonuçları yansıtmıyor. Tam tersine, aslında
kendi sınıfsal meşrepleri gereği, işçi sınıfının artık önemini yitirmekte olduğunu,
giderek yok olduğunu kanıtlama çabası içindeler. Bu iddialarına taraftar
toplayabilmek amacıyla, gerçekleri arzuladıkları yönde tahrif ederek sözde
bilimsel sonuçlar türetip, Marksizme böylece darbeler indirmeyi tasarlıyorlar. Öte
yanda ise, bu türden değişimlerin sınıf mücadelesi açısından ne anlama geldiğini
bıkmadan usanmadan savunagelen Marksizm yer alıyor. Burjuvazinin Marksizme
yönelttiği ideolojik saldırıda kullandığı “işçi sınıfı ortadan kalkıyor” benzeri
argümanların kofluğunu, gülünçlüğünü deşifre edebilmek için, elbette ki bu
konudaki Marksist açılımların direkt kendi kaynaklarından öğrenilmesi ve
burjuva “bilim adamları”na duyulan beyhude hayranlıkla felçleşmemiş kafalar
gerekiyor.

Marksizmin yıllar öncesinden işaret ettiği önemli bir husus var. Kapitalist gelişme
sürecinin ana eğilimlerinden biri olarak, üretim sürecinde giderek kafa emeğinin
ağırlığı artacak ve kafa-kol emeği arasındaki ayrılığın aşılması olanağını bizzat
kapitalizmin kendisi hazırlayacaktır. Kuşkusuz ki, kapitalist gelişme bu ayrımın
ortadan kalkması için gereken maddi koşulları yaratsa da, bu çelişkinin çözülmesi
ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür ve izlerinin silinmesi de
belirli bir tarihsel zaman sorunudur. Şimdilik önemli olan şudur ki, günümüzde
kapitalist üretim sürecinde kafa emeğinin ağırlık kazanması, ne işçi sınıfının yok
olduğu ne de Marx’ın yanıldığı anlamına gelir.

Oysa gerçekliği keyfî bir tarzda çarpıtan sözde Marksistlerin, önemli taraftar
kazanmış bulunan savlarından birisi, beyaz yakalı işçilerin maddi üretim
yapmadığı ve dolayısıyla işçi sınıfının içinde yer almadığı yolundadır. İşçi sınıfını
yalnızca üretken işçi ile sınırlayan yazarlar (örneğin Poulantzas ve onun gibi
Althusserci kuramcılar), kapitalist üretim tarzının özünü üretim ilişkilerinde değil
de teknik bir süreç olan çalışma sürecinde arıyorlar. Bu yaklaşım, yalnızca kol
emeğiyle çalışan sanayi işçilerini kapsayan bir “işçi sınıfı” anlayışıyla
sonuçlanmaktadır. Poulantzas ve benzerleri, hizmet sektöründe ağır kol işçiliği
yapan temizlik işçilerini ya da hastabakıcı ve benzerlerini “yeni küçük-burjuvazi”
olarak adlandırarak, işçi sınıfının dışına atıveriyorlar.[25]

Bu türden yazarlar, beyaz yakalıların tümünü “yeni küçük-burjuvazi” kavramının


içine tıkıştırarak, hem onların büyük bir bölümünün işçi olduğunu hem de
bunlardan bir kısmının üretken emekçi kapsamına girdiğini göz ardı ediyorlar.
Kuşkusuz ki bu türden çıkarsamalar yanlıştır. Çünkü birincisi, kapitalist
üretimden ne anlaşılması gerektiği ve ikincisi, işçi sınıfının yalnızca üretken
işçilerden oluşmadığı hususlarında Marksizmin bilimsel sonuçlarıyla tamamen
çelişiyor. Bu nedenle, sözde Marksistlerin bilimdışı safsatalarını fazladan ciddiye
alarak uzun boylu aktarmalarla vakit kaybetmek yerine, konuya ilişkin Marksist
açılımları dikkatlice incelemek ve gözler önüne sermek bizce daha yararlı olacaktır.

Ulaştırma Sanayii
Üretken emekten söz ettiğimizde, genelde hem mal hem de hizmet biçiminde
metaların üretildiği üretim sürecini göz önünde bulundururuz. Fakat kapitalist
üretim süreci, yalnızca metaların kelimenin alışılageldik anlamında üretildiği
üretim alanını değil, dolaşım alanının bir kısmını da kapsamaktadır. Bu nedenle,
dolaşım alanının bir parçası gibi görünse de, gerçekte üretim sürecinin uzantısı
durumunda bulunan ulaştırma sanayii konusunu burada ele alacağız.

Aslında çok açıktır ki, metaların taşınması nedeniyle var olan ürün miktarında bir
artış sağlanmaz. Ama bir metanın üretiminin gerçekten tamamlanması, tüketicinin
kullanımına sunulacak duruma gelebilmesi için yer değiştirmesi de gerekir. Bu
nedenle, metaların mekân içerisindeki fiilî hareketini içeren ulaştırma sanayiinde
geçen süre, ek bir üretim süreci gibidir. Marx, maden sanayiine, tarıma ve imalata
ek olarak maddi üretimin dördüncü bir alanının ulaştırma sanayii olduğunu ve
burada da üretken emeğin sermayeyle ilişkisinin, maddi üretimin diğer
alanlarındakiyle tıpatıp aynı olduğunu belirtir.

Ulaştırma sanayiine yatırılmış olan üretim sermayesinin, ulaştırma araçları vb.


gibi değişmeyen sermayeye ait yıpranan bölümünün maliyeti metanın değişim
değerine yansır. Ulaştırma işinde kullanılan değişen sermaye tutarı ve ayrıca da bu
sanayi kolundaki üretken emeğin yarattığı artı-değer gerçek üretim maliyetinin
içinde yerini alır. Böylece meta gideceği yere ulaştığında, yer değişikliğinden
kaynaklanan değişim, ifadesini metanın yükselmiş değişim değerinde bulur.
Marx’ın deyişiyle, “Gerçi bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım-değerinde
herhangi bir iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim-değerinde
somutlaşır; ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu sanayi dalında da emek …
metanın içinde yerini alır.”[26]

Ulaştırma sanayii, üretimin bağımsız bir kolunu ve böylece de üretken sermayenin


ayrı bir yatırım alanını oluşturmaktadır. Onun ayırıcı özelliği, dolaşım süreci
içerisinde üretim sürecinin bir devamı olarak görünmesidir. Ancak, ulaştırma
sanayiine ilişkin bu genel yaklaşımın yanı sıra, metaların taşınması ile halkın
taşınması hususları, içerdikleri farklı özellikler nedeniyle birbirinden ayırt
edilmelidir. Halkın taşınmasında, ulaştırma sanayiindeki faaliyet, girişimcinin bir
hizmeti olarak belirmektedir ve bu durumda taşımaya konu olan nesne meta
değildir. Burada taşınan nesne yani insan, kapitalist girişimcinin sunduğu hizmeti
satın alan bir tüketici konumundadır. O nedenle şimdi olaya, kapitalist girişimcinin
sermayesini arttıran bir hizmet üretimi açısından yaklaşmamız doğru olur. Marx,
insan ya da eşya taşınmış olsun, sonucun bunların bulundukları yerdeki değişiklik
olduğunu belirtir ve şöyle devam eder:

“Bununla birlikte, ulaştırma sanayiinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki,
ulaştırma süreci ile, yani, ulaştırma sanayiinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır.
İnsanlar ve mallar ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk,
bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı
etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir
şey gibi bir varlığa sahip değildir. … Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, diğer
herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (işgücü ile üretim
aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan işçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-
değerin toplamı ile belirlenir.”[27]

Marx, bu yararlı etkinin diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tâbi olduğunu
hatırlatır. Eğer yolcu tarafından bireysel olarak tüketilecek olursa, değişim değeri
bu hizmetin tüketimi sırasında ortadan kaybolacaktır. Yok eğer, taşımadan
kaynaklanan yararlı etki, taşınan metaların üretiminde bir aşama teşkil edecek
biçimde üretken olarak tüketilirlerse, içerdiği değişim değeri bir ek değer olarak
metanın değerine eklenecektir. Böylece, üretken emeğin özellikleri ve farklı sanayi
alanlarındaki görünümlerine dair açıklamalardan sonra konuyu toparlayacak
olursak, üretken işçilerin, imalat, madencilik, tarım, hayvancılık, ulaştırma, enerji,
inşaat, haberleşme ve eğitim, sanat, eğlence, vb. gibi mal ve hizmet üretilen çeşitli
alanlarda çalışan ve artı-değer üretimine katılan kafa ve kol işçilerinden
oluştuğunu söyleyebiliriz.

Aslında işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin taşıdığı tarihsel önem


bakımından, sınıfın kendi içinde üretken olan ve olmayan işçiler diye ayırt edilmesi
ikincil bir husus oluşturuyor. Önemli olan gerçek, insanlığın bugününü ve
geleceğini tehdit eden kapitalist düzenin, kendi mezar kazıcısını, yani işçi sınıfını
büyütmeksizin var olamayacağı. Ne var ki, büyüyen işçi sınıfının iç bileşimindeki
değişikliklerin, sınıfın kapsamının daraldığı ya da devrimci potansiyelinin azaldığı
doğrultusunda anti-Marksist iddiaların kanıtı olarak kullanılmak istenmesi
karşısında, ikincil hususların üzerinde de durmak zorunlu hale gelmektedir. Yoksa
örneğin, işçi sınıfının kapitalist kriterler bakımından üretken olan ve olmayan
kesimlerini ayırt edebilmek, işçi sınıfının mücadelesi bakımından kendi başına pek
de büyük bir önem taşımıyor. Çünkü, işçi sınıfının yalnızca üretken emek
kapsamına giren kısmının daha önemli olduğu ya da daha militan bir nitelik
taşıyacağı vb. söylenemez.

Kapitalist yeniden üretim süreci, gerek üretim gerekse dolaşım alanı itibarıyla bir
bütündür. Kapitalistlerin çıkarları bakımından, artı-değerin üretildiği üretim alanı
kadar, artı-değerin realize olduğu dolaşım alanı da önemlidir. Dolayısıyla, her iki
alanda da kilit sektörlerde çalışan işçilerin organize edecekleri büyük direnişler ve
grevler kapitalistlerin canını aynı derecede yakacaktır. Bu nedenle, örneğin enerji
sektöründeki üretken işçilerin mücadelesi işçi sınıfının bütünü açısından nasıl
stratejik bir önem taşıyorsa, aynı şeyi üretken olmayan işçilerin çalıştığı bankacılık
sektörü için de söyleyebiliriz. Ayrıca da, üretken işçiyi ayırt eden temel husus,
kapitalistler için artı-değer üretmek, yani onları zenginleştirmek olduğuna göre,
üretken işçilik esasen sermaye açısından bir şans, işçi açısından ise bir ayrıcalık
değil tersine bir talihsizliktir. Sonuçta, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı
mücadelesi açısından, bizi yalnızca üretken kesimlerinin değil, onun bir bütün
olarak büyümesi ilgilendiriyor.

Dolaşım Alanı ve Üretken Olmayan Emek


Bir bütün olarak ele alındığında, kapitalist yeniden üretim süreci, sermayenin
üretim ve dolaşım zamanının toplamıdır. Bu nedenle, piyasada alım satım işlemleri
için geçen süre, genel olarak sermayenin iş saatlerinin bir kısmıdır. Buradan
anlaşılır ki, dolaşım zamanı ile üretim zamanı birbirlerini karşılıklı olarak
dışlarlar. Kısacası, saf biçimiyle düşünüldüğünde, dolaşım sırasında sermaye
üretken sermaye işlevini yerine getiremediği için, ne meta ne de artı-değer
üretebilir.

Sermayenin meta biçiminden para biçimine ya da para biçiminden meta biçimine


dönüştürüldüğü dolaşım sürecinde, sermayenin varlık durumunda bir biçimden
bir başka biçime değişim olursa da, yeni bir değer yaratılmış olmaz. Fakat üretim
sürecinde yaratılmış bulunan artı-değer, ancak dolaşım sürecinde realize olabilir.
Böylece, bir yandan sanayici kapitalist artı-değeri piyasada kâra dönüştürürken,
diğer yandan da dolaşım alanına alıcı ve satıcı kimlikleriyle çıkan bir dizi ticari
kapitalist, artı-değerin realizasyonuna katılarak kardan pay kapıp zenginleşebilir.

Sermayenin hem üretim hem de dolaşım işlevini kapsayan kapitalist yeniden


üretim süreci, ya dolaşım işlevinin de doğrudan sanayici kapitalist tarafından ya da
onun yerine başka kapitalist girişimciler veya tuttuğu ücretli çalışanlar tarafından
yerine getirilmesini şart koşar. Ancak Marx’ın uyardığı gibi, “bu hiçbir zaman
dolaşımı yerine getiren kimselerle üretimi yerine getiren kimselerin birbirine
karıştırılması için bir neden olamayacağı gibi, meta-sermaye ile para-sermayenin
işlevlerinin, üretken sermayenin işlevleri ile karıştırılması için de bir neden
değildir.”[28] Üretim işlevini yürütenlerin dolaşım işlevini yürütenlere bir ödemede
bulunmak zorunda olduklarını belirten Marx, birbirlerine satan ve birbirlerinden
satın alan kapitalistlerin, bu hareketleri ile ne değer ne de ürün yarattıklarına
dikkat çeker. Bir sanayici kapitalist, dolaşım alanındaki işleri fiilen yürütmüş
olsaydı yine kendisine kalacak olan kâr payından feragat ederek, işin ticari kısmını
tüccara devredebilir.

Meta üretimi sisteminde, dolaşımın tıpkı üretimin kendisi kadar zorunlu olması
nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duyduğu kadar dolaşım ögelerine de
ihtiyaç duyacağı açıktır. Örneğin, dolaşım alanında işlev görecek işgücünün satın
alınması için, dolaşım sermayesinin bir kısmının buraya yatırılması gerekmektedir.
Ancak sermayenin bu kısmı saf biçimiyle düşünüldüğünde, ne yeni bir ürün ne de
artı-değer yaratmaktadır. Zira fiilen üretken sürece katılmamakta ve kapitalizmin
mantığı çerçevesinde akıllı ve verimli kullanıldığında, dolaşım alanı için
harcanacak emek zamanında bir tasarruf sağlayarak, olsa olsa dolaşım
maliyetlerinin düşürülmesine hizmet etmektedir. Bu da, dolaşım işlevi nedeniyle
kârdan indirilmek zorunda kalınacak dolaşım maliyetinin daha az bir miktar
tutması nedeniyle, kapitalistler açısından kâr kaybının azaltılması anlamına gelir.
Çünkü, gerçek yani saf dolaşım maliyetleri, üretilen metanın değişim değerine
yansımayan ve sermaye açısından üretken olmayan maliyettir. Marx’ın aydınlattığı
üzere, işçinin üretken sayılabilmesi için, yalnızca kendisine ödenen sermaye
parçasını yerine koyması yetmemekte, bunun üzerinde bir artı-değer yaratması
gerekmektedir. Bu husus, örneğin ticari işler, defter tutma vb. gibi üretken
olmayan alanlarda çalıştırılan işçilerin niteliğinin belirlenmesi bakımından akılda
tutulmalıdır.

Dolaşım maliyetlerini incelerken, Marx, konunun kendi içinde taşıdığı kimi farklı
yönleri ayırt edebilmek amacıyla bu maliyetleri, taşıma maliyetleri, depolama
maliyetleri ve gerçek (saf) dolaşım maliyetleri olarak üç ana bölüme ayırmıştır.
Üretken emek bölümünde üzerinde durduğumuz gibi, taşıma maliyetleri tamamen
farklı bir niteliktedir ve ulaşım sanayiinde çalışan işçiler genelde üretken emek
kapsamına girmektedirler. Bu nedenle, dolaşım alanının bir unsuruymuş gibi
görünse de, aslında üretim alanının uzantısı olan ve daha önce değinilen taşıma
maliyetlerini artık burada konu dışında tutuyoruz.

Gerçek dolaşım maliyetlerine geçmeden önce, içerdiği kimi farklı yönleri


belirterek, depolama maliyetlerini de bir kenara ayırmakta yarar vardır. Zira,
üretimin dolaşım sürecinde devam edebilecek kısmı taşımacılık ile; ürünün
korunması, saklanması için ek maliyet gerektiren depolamanın özelliğinin ayrı
tutulması sayesinde, dolaşım alanının üretim sürecinden farklı olan kendine özgü
yönü, yani saf biçimiyle kendi karakteri kavranabilecektir. Bu konuda Marx’ın
dikkat çektiği husus şöyledir:

“Biz, burada, dolaşım sürecinde devam edebilecek ve ticarî işin kendisinden


tamamıyla ayrılabileceği her türlü olası üretim sürecini bütünüyle inceleme dışı
bırakıyoruz; gerçekten de, örneğin, asıl ulaştırma sanayii ile gönderme işi,
ticaretten tamamen ayrı sanayi kolları olabilir ve böyledir de; ve alınıp satılabilir
metalar, doklarda ve başka genel binalarda depolanarak depolama giderleri
üçüncü kişiler tarafından, kendisine düştüğü ölçüde tüccardan talep edilebilir. ...
Taşıma şirketi sahibi, demiryolları yöneticisi, armatör «tüccar» değildir. Bizim
burada dikkate aldığımız giderler, satın alma ve satış giderleridir. … bunlar,
muhasebe, defter tutma, pazarlama, yazışma, vb. gibi kısımlara ayrılırlar.”[29]

Piyasada tüketime hazır meta bulundurabilmek, binaları, depoları, ardiyeleri,


ambarları, yani belirli bir miktarda değişmeyen sermaye harcamasını gerektirir.
Metaların buralara yerleştirilmesi için de işgücünün bir kısmı bu işe tahsis
edilecektir. Ayrıca, metaları bozulmalara ve hava koşullarının zararlı etkilerine
karşı koruyabilmek için de, gerek malzeme biçiminde iş araçlarına gerekse
işgücüne ek sermaye yatırımına ihtiyaç duyulacaktır. Bunlar yeni bir değer
yaratmayan, bu nedenle üretken olmayan maliyetlerdir ve depolama benzeri
işlerde çalışan işçiler de üretken olmayan işçiler arasında sayılır.

Fakat metanın kullanım değerine yeni bir şey katmasa da, onu korumaya yönelik
ek sermaye gerektiren bu tür harcamalar, ticaret, defter tutma, reklâm gibi gerçek
dolaşım maliyetlerinden farklı olarak, metanın değişim değerine yansıyıp onu
yükseltebilir. Çünkü gerçek dolaşım maliyeti olarak sınıflandırılanlar, üretimi
tamamen bitmiş, tüketiciye tam hazır hale getirilmiş meta-değerlerin içinde
bulundukları kullanım-değerlerini artık hiç etkilemezken, depolama faaliyeti,
kullanım değerinin dolaşım alanının içinde korunması amacıyla ek bir emek daha
harcanmasını gerektirmektedir.

Gerçek dolaşım maliyetlerinin özelliklerini inceleyebilmek için Marx, bunları kendi


içinde satın alma ve satış zamanı, defter tutma ve para basımı olarak alt başlıklara
ayırmıştır. Genelde bu maliyetlerle, dolaşım sürecinde mal ve para şeklindeki biçim
değişikliğinden kaynaklanan giderler kastedilir ve bunlar ideal olarak
düşünüldüğünde metaların değerine yansımaz. Özel bir meta olması bakımından,
para basımı için katlanılması gereken maliyetin mahiyetini de diğerlerinden ayırt
ederek belirtelim. Dolaşım aracı olan para-metanın üretimi, sermayeye yeni bir
artı-değer eklemez. Para işlevini yerine getiren metalar, Marx’ın deyişiyle, “ne
bireysel ve ne de üretken tüketime girerler. Bunlar salt dolaşım mekanizması
olarak hizmet ettikleri bir şekil içinde sabitleşen toplumsal emeği temsil
ederler.”[30] Para basımı alanı, paranın üretimi için toplumsal emeğin bir kısmının
harcanmasını gerektirir. Fakat bu kısım, toplum için doğrudan doğruya bir
dolaşım maliyetidir; toplumsal servetin, dolaşım sürecine feda edilmesi gereken bir
kısmıdır.

Şimdi gerçek dolaşım maliyetleri içinde yer alan diğer kalemlerin niteliği üzerinde
durabiliriz. Satın alma ve satış giderleri, ticari işler için katlanılan maliyetleri
içerir. Ticaret işlerinde çalışanlar, işgüçleri tüccarın değişen sermayesi ile satın
alınmış ücretli işçilerdir. Bu işgücünün değeri de, kuşkusuz ki tıpkı üretken
işçilerde olduğu gibi, onun üretimi ve yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenir.
“Her şeyden önce, bunların emek-gücü, gelir olarak harcanan parayla değil,
tüccarın değişen sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler
için değil, kendisine yatırılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın
alınmıştır. Sonra, onun da emek-gücünün değeri ve şu halde ücreti, diğer işçilerinki
gibi belirlenmiştir, yani emeğinin ürünü ile değil, onun özgül emek-gücünün üretim
ve yeniden-üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.”[31]

Marx, sanayici kapitalist ile tüccar arasında var olan ayrımın, bu iki farklı alanda
çalışan işçiler arasında da yapılması gerektiğini söyler. Ticari sermaye, sırf bir
dolaşım aracı olarak değer ya da artı-değer üretmediğine göre, tüccar tarafından
bu aynı işlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı-
değer üretmeyecekleri sonucu çıkar. Dolayısıyla, tüccar sermayesi ile artı-değer
arasındaki bağıntı, sanayi sermayesiyle artı-değer arasındaki bağıntıdan farklıdır.
Sanayi sermayesi, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan el koyup bizzat
artı-değer üretirken, tüccar sermayesi üretilen bu artı-değerin bir kısmına sahip
çıkmaktadır. İşte bu nedenle, tüccarın işgücüne harcadığı değişen sermaye
doğrudan artı-değer yaratmazken, yine de tüccar için sermayesini büyütme ve
zenginleşme kaynağı olabilmektedir. Bunun nedenini şöyle açıklar Marx:

“Bireysel tüccarın elde edeceği kâr kitlesi, bu süreçte kullanabileceği sermayenin


kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği ne kadar
fazla olursa o kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma işinde kullanabilir.
Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde, bu işte çalıştırılanlar
tarafından yerine getirilir. Çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği artı-
değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı-değere el koymasını sağlar ve bu da,
sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir
kâr kaynağıdır. Aksi halde ticaret hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist
biçimde yürütülemezdi.”[32]

Kapitalist yeniden üretim süreci, çeşitli fiilî işlemlerin yanı sıra, çeşitli türden kayıt
ve muhasebe işlemlerini de gerekli kılar. Bu türden işlerin yürütümü için de belirli
bir iş zamanı harcanır. Dolaşım maliyetlerinin bir bölümünü oluşturan defter
tutma faaliyeti, hem kırtasiye, büro malzemesi türünden iş araçlarını hem de işi
yürütecek canlı emeği tüketir. Kapitalist iş hacminin genişlemesiyle birlikte, bu
türden faaliyetler de yeni organizasyonları gerektirir. İşte bu temelde, giderek daha
büyük işyerlerinde daha fazla ücretli işgücü istihdam edilir. Ama, görünümdeki bu
gibi değişimlere rağmen işin özü değişmez ve tıpkı alım satım faaliyetinde olduğu
gibi, muhasebe ve kayıt bürolarında çalışan işçiler de üretken olmayan emek
kapsamı içinde yer alırlar.

Kapitalist gelişme, eski dönemlerde ayrıcalıklı bir konuma sahip bulunan büro
işini bir yandan sıradanlaştırırken diğer yandan alabildiğine çeşitlendirmiş,
büyütmüş ve yaygınlaştırmıştır. Günümüzde onlarca işçinin çalıştığı büyük büro-
işletmeler ortaya çıkmıştır. Ancak, bir mal ya da hizmet biçiminde meta
üretilmeyen, yalnızca üretilmiş metalarla ilgili çok çeşitli büro işlemlerinin
(muhasebe, kayıt, reklâm, sigorta vb.) yürütüldüğü işletmelerde çalışan işçiler,
Marx’ın belirttiği gibi üretken olmayan işçilerdir. Salt büro işlerinin büyümesi ve
buralarda çok sayıda işçinin çalıştırılması nedeniyle, bu türden işletmeleri “büro
sanayii” olarak adlandıran değerlendirmeler bizce doğru değildir.[33] Marx, bu tür
işlevlerin bizzat sanayici kapitalistin yerine getirdiği bir iş olmaktan çıkıp, özel
olarak sırf bu işle uğraşan kimselerin eliyle büyük çapta örgütlenmesi durumunda
nitelik değiştirmiş olmayacağı gerçeğini hatırlatır. Yani, işin yapıldığı mekânın
değişmesi ya da büyümesi vb., üretken olmayan bir faaliyeti üretken hale getirmiş
olmaz.

Hangi biçimde ve ölçekte yerine getirilirse getirilsinler, bir ürün ve değer


yaratmayan bu türden işlevler için yapılan harcama tutarının niteliği şudur:
Kapitalistin sermayesinin bu kısmı üretim sürecinden çekilmiştir, dolaşım
maliyetleri ve toplam üründen yapılan indirimler arasına katılmıştır.[34] Bu
nedenle, defterini kendisi tutan ya da reklâmını kendisi yapan bir kapitalistin bu
işlevleri nasıl ki üretken değilse, büyük muhasebe ya da reklâm vb. bürolarında
çalışan işçilerin işlevi de üretken sayılamaz. Bu tür işçiler, sattıkları işgüçlerinin
karşılığında muhasebe bürosunun sahibine bir hizmet vermekte, tıpkı tüccarın
çalıştırdığı işçinin durumunda olduğu gibi patronu zenginleştirmekte, fakat bir
değişim değeri olarak hizmet üretmemektedirler.

Bir de bu gibi işlerde ayırt edici kriter, işin nerede yapıldığı değil yapılan işin
niteliğidir. Örneğin, üretimi tamamlanmış bir metanın değerine herhangi bir ek
değer katmayan hesap ve kayıt işlerinin, bizzat metaların üretildiği bir fabrika
bünyesinde organize ediliyor oluşu, o fabrikada muhasebe işlerinde çalışan işçileri
üretken işçi kılmaz. Marx, kendi döneminde vasıflı sayılan büro ve ticari alan
işlerinin, giderek nasıl sıradanlaşacağını vurguluyordu; dediği aynen oldu:

“Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve
ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına
girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe
göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb.,
bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve
ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim
yöntemlerini, vb., pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin
yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha
düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur.
Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin
emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar.
Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist,
gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır. Bu
emekteki artış hiçbir zaman artı-değerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir
sonucudur.”[35]

Kimilerinin işçi sınıfının dışına kovmaya, kimilerininse düzenli bir işleri olduğu
gerekçesiyle “işçi aristokrasisi” ilân etmeye pek meraklı olduğu bu türden işçiler
konusunda Marx’ın tahminine Engels daha sonra bir dipnot düşmüştür: “Ticaret
proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman
içersinde nasıl doğrulandığı, bütün ticarî işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil
bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir
tornacının ücretinin çok altındadır– Londan City’de boşuboşuna iş aramalarıyla
görülmektedir.”[36]

Böylece vardığımız sonucu toparlayacak olursak, depolama, ticaret, bankacılık,


sigortacılık, reklâmcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde
yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen
işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artı-değer üretilmediği için
sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu işçilerin üretken
emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülmediği anlamına gelmez.
Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına
giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artı-değer
olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı
ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçileri çalıştıran kapitalistlerin bu sayede birinci
kategorinin ürettiği artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.

Örneğin ticaret sermayesinin sahibi, çalıştırdığı işçilere harcadıkları emeğin


karşılığını ödemiş olsaydı, yatırdığı sermayeyi genişletmesi ya da artı-değerden pay
alması mümkün olmazdı. Marx, “Tıpkı, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin,
üretken sermaye için doğrudan doğruya artı-değer yaratması gibi, ticari
ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı-değerden
bir pay sağlar” der.[37] Başka bir deyişle, dolaşım alanındaki işler büyük
bürolarda da örgütlense, bu tür faaliyetler doğrudan doğruya artı-değer
yaratmamakta, fakat bu bürolardaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emekleri
ölçüsünde artı-değeri gerçekleştirme giderlerini azaltmakta ve böylece kapitalistin
gelirini arttırmaktadırlar.

***

Üretken olmayan emek kapsamında, ayrı bir başlık altında incelemeyi gerekli
görmediğimiz, ama hatırlanması gereken bir konu da bakım ve onarım
faaliyetlerinin niteliğiyle ilgilidir. Kapitalist üretim tarzı, gelişme ve yaygınlaşma
süreci içinde çeşitli iş türlerini kendi egemenlik alanı içinde örgütlemiş, örneğin
geçmiş dönemlerde zanaatçı emeğinin konusu olan bakım ve onarım işlerini de
genelde ücretli emeğin konusu haline getirmiştir. Modern kapitalist toplumda, eski
dönemlere ait çeşitli tamirat işleri tarihe karışırken, bakım ve onarım genelde
kapitalist üretim sürecinin bir parçası durumuna gelmiştir.

Kapitalist üretim sürecinde yer alan makineler, araçlar vb. gibi sabit sermaye
unsurlarının zamanından önce ıskartaya çıkmaması için, fabrikalarda ve işliklerde
düzenli olarak bakımının yapılması gerekmektedir. Sabit sermayenin bu normal ve
düzenli bakımı, genelde bizzat iş süreci içinde makinelerin işçiler tarafından işler
vaziyette tutulması sayesinde, ek bir masraf gerektirmeksizin sağlanır. Bunun
dışında bir de zaman zaman ortaya çıkan sorunlar yüzünden gerekli hale gelen,
fiilî onarım, parça değiştirme vb. gibi işler söz konusudur. Bu nedenle büyük
fabrikalarda, normal işgücüne ek olarak, mühendis, mekanikçi gibi onarım işçileri
çalıştırılmaktadır. Bu işçiler artı-değer yaratılması sürecine katılmamaktadır.
İşçilik ücretleri değişen sermayenin bir parçası gibi görünse bile, aslında bu tür
işçilik maliyetleri sabit sermaye masraflarına eklenmektedir. Böylece, nasıl ki sabit
sermayenin amortisman masrafları dağıtılarak üretilen ürünlerin maliyetine
giriyorsa, bakım ve onarım işçilerinin maliyeti de ürünlere öyle dağıtılır.

Makinelerin ve çeşitli iş araçlarının onarımı işinde çalışan işçiler, çoğunlukla


üretken kol işçilerinden farklı olmayan birtakım ağır işler yapıyor olsalar bile, bu
işler için harcanan zaman, tıpkı çeşitli makineler ve iş aletleri için yapılan sabit
sermaye masraflarında olduğu gibi, sermaye için yalnızca bir maliyet unsurudur.
Yeni bir değer yaratmaz. Aynı şekilde, değişen sermayenin, yani işgücünün bakım
ve onarımı ya da kalitesinin yükseltilmesi için hizmet veren öğretmenler, doktorlar
salt bu işlevleri nedeniyle üretken işçi sayılamazlar. Eğer kapitalist hizmet üretimi
alanında çalışıp eğitim ya da sağlık biçiminde bir değişim değeri üretmiyorlar ve
örneğin devlet gelirlerinden karşılanan kamusal alanda çalışıyorlarsa, o takdirde
bunlar kendi ücretlerinin ödendiği fonu doğrudan yaratmamaktadırlar.

Biliyoruz ki, kapitalist üretim tarzında, yalnızca doğrudan kendine ödenen fonu ve
artı-değeri yaratan emek üretkendir. Bunun dışında, sırf üretken emeğin
maliyetine giriyor diye bir doktorun ya da öğretmenin emeği üretken emek
niteliğine bürünemez. Bir doktor, işçiye baktı diye üretken, kapitaliste baktı diye de
üretken olmayan emek kapsamına girmez. Ama bir kralı bile tedavi etse, eğer salt
bir ücretli çalışan ise ve ücretinin karşılığı sermayeden ödeniyorsa, o doktor
üretken bir işçi sayılır. Kapitalizmde ölçüt bir şey üretilmesi değil, sermaye ile
kurulan ilişkinin nasıl bir ilişki olduğudur. Bu nedenle, örneğin bir doktoru
“sağlık” üretmesi değil, ancak sermaye üretmesi üretici kılabilir.

Değişik Yönler İçeren Hizmet Üretimi


Kapitalist üretim tarzında üretken emeğin ne olup ne olmadığının tartışılması
temelinde, Marx’ın burjuva iktisatçılarının görüşlerine getirdiği eleştiriler, farklı
özellikler taşıyan hizmet üreten emek konusuna ışık tutmaktadır. Marx’a göre,
örneğin Adam Smith üretken emek konusuna yönelik açıklamalarında biri doğru
diğeri yanlış olan ikili bir ayrım getirmiştir. Doğru olan birinci ayrıma göre,
sermaye karşılığı değişilen emek üretkendir; gelire karşı değişilen emek ise üretken
değildir. Yanlış olan ikinci ayrımda ise Smith, kendini maddi satılabilir bir metada
sabitleştiren emek ve kendini böyle sabitleştirmeyen emek itibarıyla üretken olan
ve olmayan emeği tanımlamaya çalışmaktadır. Oysa, bu ayrım üretken olan ve
olmayan emeği ayırt etmeye değil, olsa olsa genel olarak emeğin ürünü olan
kullanım-değerlerinin kendini ortaya koyduğu iki farklı biçimi birbirinden ayırt
etmeye yarayabilir. Bu noktada hizmet konusuna açıklık getiren Marx, “genelde
hizmeti, emeğin kullanım-değerinin kendisini maddi bir ürün biçiminde değil,
yararlı bir etkinlik biçiminde ortaya koyduğu özel bir dışavurumu olarak
tanımlayabiliriz” der.[38]

Smith bu noktada sorunu bulanıklaştırmıştır. Fakat yine de, neredeyse her türlü
emekçiyi üretken işçi kapsamında değerlendiren kimi iktisatçılardan farklı olarak,
hiç değilse bazı incelemelerinde sermayeyle değiştirilen emek ile gelirle değiştirilen
emek arasında ayrım yapabilmiştir. Bu nedenle, Smith’in doğru olan yaklaşımı
hakkında Marx, “Burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor;
ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam on ikiden vuruyor. Üretken
emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en
büyük bilimsel başarılarından biridir” demektedir.[39]

Bu temel ayrımdan anlaşılacağı üzere, sermayenin daha fazla değişim değeri


yaratmak amacıyla satın aldığı hizmet üreten emeğin, üretken emek kapsamına
gireceği hususu açıktır. Buna karşılık, doğrudan tüketicinin geliriyle –ister işçinin
ücret geliriyle isterse kapitalistin kişisel geliriyle olsun– değişilen hizmet emeği,
üretken olmayan bir emek türüdür. O halde, genel olarak hizmetler bağlamında
yer alan emeğin bir kısmı üretken emek kapsamına girerken, diğer bir kısmı
üretken olmayan emek niteliği taşıyacaktır.

Bireysel kullanım değeri olarak tüketilmek üzere doğrudan doğruya üreticisinden


satın alınan hizmet emeği, kapitalizm açısından üretken değildir; çünkü bir
kapitalistin el koyacağı bir artı-değer yaratmaz. Eğer hizmet biçimindeki bir emek
ürünü, satın alan tarafından doğrudan tüketilirse kişi zaten kapitalist rolü içinde
görülmez. Unutmayalım ki, bir hizmet işi organize eden kapitalist, satın aldığı
işgücünün ürettiği emek ürününü ya da etkinliği doğrudan tüketmemekte, onu
diğer bir tüketiciye satmaktadır.

Burada dikkat çekmek istediğimiz doğrudan hizmet biçiminde tüketme kriteri,


aslında ancak gelirle değişilen hizmet olgusuna denk düşmektedir. Çünkü bir
kapitalist girişimcinin, diyelim ki bir grup müzisyeni, bunların müşteriye
sunacakları hizmeti organize ederek kâr elde etmek üzere çalıştırması, bu
müzisyenlerin müzik etkinliğinin bizzat kapitalist tarafından tüketilmesi anlamına
gelmemektedir. Kapitalist için kullanım değeri müzisyenin işgücüdür. Kapitalist,
müzisyenin işgücünü tüketerek sermayesini büyütmektedir. Bir başka deyişle,
kapitalist girişimcinin müzisyenden istediği, kendisine bir müzik ziyafeti çekmesi
değil, müziksel etkinlik biçimindeki hizmet üretimi sayesinde gazinoya çok daha
fazla sayıda müşteri çekebilmesidir. Böylece kapitalist girişimci, gerek çeşitli sabit
masraflar ve gerekse ücretler için ödediği sermayeden daha fazlasını kasasına
sokmuş olacaktır. Üzerinde durduğumuz konuya ilişkin olarak bir de Marx’tan
önemli bazı satırları aktaralım:
“Her üretken işçi bir ücretli-emekçidir, ama her ücretli-emekçi bir üretken işçi
değildir. Eğer emek, kapitalist üretim sürecine katılıp, değişen sermayenin değerini
kendi canlı etkinliğiyle yenilemek için değil de, bir kullanım-değeri, bir hizmet
olarak tüketiliyorsa, o durumda emek üretken değildir ve ücretli emekçi de
üretken işçi değildir. Onun yaptığı iş, değişim-değeri yaratmak için değil, yaptığı
işin kullanım değerinden faydalanmak için tüketilmiştir; dolayısıyla üretken
biçimde değil, üretken olmayan biçimde tüketilmiştir. Bundan dolayı, kapitalist, bu
emekçinin karşısına kapitalist rolüyle, sermayenin bir temsilcisi olarak çıkmaz. Bu
emeğin karşılığında ödediği para, sermaye değil, gelirdir.”[40]

Günümüz dünyasında önem kazanmış bulunan kapitalist hizmet üretimini,


karşılığı sermayeden değil gelirden ödenen bireysel hizmetten ayırt etmek gerekir.
Bu gelirin ücret geliri ya da kâr geliri oluşu sonucu değiştirmez. Yani, ister bir
kapitalistin evinde çalıştırdığı hizmetçi olsun, isterse de bir ücretli işçinin
çocuğunun bakımı için tuttuğu bir bakıcı olsun, bunların her ikisi de bireysel
hizmet kapsamındadır. Çeşitli hizmetlerin bizzat sermaye tarafından
örgütlenmediği koşullarda, özel hizmetçi kendisini çalıştıranla doğrudan bir
sömürü ilişkisi içinde değildir. Ne üretimdeki işçinin konumunda olduğu gibi artı-
değer yaratması, ne de ticaret sektörü örneğindeki gibi patronunun daha önce
yaratılmış bir artı-değere el koymasını sağlaması söz konusudur. Fakat bu türden
bireysel hizmet kullanımının tarihi aslında çok eskidir ve kalıntıları da günümüze
kadar uzanmaktadır. Eskiden hizmet meta değil, yalnızca kullanım değeri niteliği
taşıyordu ve kapitalist pazarda alınıp satılan bir değişim değeri boyutuna
ulaşmamıştı. Marx’ın tartıştığımız hususlara açıklık getiren bazı örneklerine
bakalım:

“Emeğin (örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği ve kısmen
(Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir karşılığı değişildiği
durumlarda burjuva ekonomi politiğin kastettiği anlamda sermaye ve ücretli-emek
yoktur. Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek
ürününün maddi doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden)
değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal
üretim ilişkilerinden çıkmaktadır. Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret
olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin)
hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken bir emekçidir; ama buna karşılık
kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için
yalnızca basit bir kullanım-değeri ürettiği için üretken-olmayan bir emektir.
Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir
artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.”[41]

Önemli olan işgücünün ve onun ürününün değişim biçimidir. Sorunun bu püf


noktasını anlamak istemeyip, örneğin bir kapitalist sermaye kuruluşu için palto
üreten emekle, bir kişinin kendisine palto diktirmek üzere kiraladığı gündelikçi
terzinin emeği arasında bir ayrım olamayacağını ileri süren burjuva iktisatçıları
Marx alaylı bir üslupla eleştirmiştir. İktisatçının değişim biçimlerine kayıtsız
kalması, tıpkı bir fizyoloğun, hepsi organik maddenin biçimleridir gerekçesiyle,
farklı yaşam biçimlerine kayıtsız kalmasına benzer. Bir toplumsal üretim tarzının
özgül niteliğini anlamak söz konusu olduğunda, önem taşıyan tek şey tam da bu
farklı biçimlerdir. Şöyle der Marx, “Palto paltodur. Ama onu birinci değişim
biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim ve modern burjuva toplum vardır;
ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. bile uygun düşen bir
zanaatçı biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de
belirleyicidir.”[42]

Emeğin maddi bir kullanım değerinde, örneğin bir pantolonda somutlanması


durumunda, üretilme biçiminin farklı oluşuna göre ortaya çıkacak sonucun
farklılığını irdeleyelim. Bir pantolon, eve çağrılan bir terzi tarafından da dikilebilir,
terzi işçileri çalıştıran bir kapitalistin fabrikasında da üretilebilir. Bu örnekte
üretilen nesne değişmediği halde, o nesnenin üretilme biçiminin farklılığı, farklı
üretim ilişkilerine işaret etmektedir. Birinci durumda para, doğrudan doğruya bir
kullanım değerine, terzinin hizmetinin bireysel olarak tüketilmesine
harcanmaktadır. Yani para, sermaye haline gelmemekte, tersine kullanım değeri
karşılığında tüketilerek varlığını yitirmektedir.

Demek ki, bu örnekte olduğu gibi, paranın terzi emeğiyle basit değişimi, ne parayı
sermayeye, ne de emeği kapitalist anlamda üretken emeğe dönüştürmektedir. Peki
diğer durumda, yani terzi işçinin bir kapitalist girişimci tarafından çalıştırılması
durumunda değişen nedir? Diyelim bir terzi işçinin, bir pantolonda maddeleşen
emek zamanı 12 saat, aldığı ücretin karşılığı ise 6 saatse, bu işçinin kapitaliste
verdiği hizmet yalnızca kumaşı pantolona çevirmesinden ibaret kalmamakta,
ayrıca kapitaliste altı saatlik bedava bir hizmet de sunmaktadır. Ve kapitalist,
üretilen pantolonları yeniden paraya çevirdiğinde, terzi işçinin kendisine sunduğu
bedava hizmet, sermayeye dönüşmüş olacaktır. Böylece bir terzi işçinin emeği,
kapitalizm açısından bir durumda üretken, diğer durumda ise değildir.

Marx kimi değinmelerinde, kendi döneminin gerçekliği nedeniyle ev


hizmetçilerinden “küçük-burjuva” diye söz etmekteydi. Burada hizmeti sunanla
satın alan arasındaki ilişkide belirleyici ölçüt, henüz ücretli işgücü kapsamına dahil
olmayan ve hizmet biçiminde kullanım değeri yaratan emek-gücünün gelirle satın
alınmasıydı. Kişisel hizmet ilişkilerinin ücretli emekten farkını ortaya koyarken,
Marx, bunu tarihsel gelişme seyri içinde ele alıyor ve Basit Dolaşım İlişkisi
kapsamında değerlendiriyordu. Gelir niteliğindeki paranın canlı emek ile
mübadelesinin hiçbir zaman parayı sermayeye, emeği de ekonomik anlamıyla
ücretli emeğe çeviremeyeceğini belirtiyordu. Burjuva öncesi ilişkilerin çözülme
çağlarında, hizmetleri tüketim değil, üretim amacıyla satın alınan özgür işçilere
seyrek olarak rastlanmaktaydı. Artı-değer üretiminde yer almayan ve yalnızca
bireysel hizmetinden yararlanılan eski hizmetçiler, kapitalizmin ücretli emek
örgütlenmesi genelleştikçe, üretken işçi kapsamına girmeseler dahi genel anlamda
işçi sınıfının kapsamına dahil olmaya başladılar.

“Nihayet modern sanayiin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında


işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi
sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve,
böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak
vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin
vermiş olur.”[43]

Bu nedenle, hizmet olgusuna ilişkin değerlendirmelerin, hangi dönemdeki ne


türden bir gerçekliği ifade ettiğini ayırt etmek, bu alana ilişkin sorunları
karmakarışık etmemek bakımından zorunludur. Eğer ki biz bugünkü gerçeklikten,
artık hizmet üretiminin kapitalist ekonominin önemli bir unsuru düzeyine
yükseldiği ve genelleşmiş meta ekonomisinin çeşitli hizmet konularını (ev temizliği,
çocuk bakımı, eğlence, spor, sağlık, eğitim vb.) kapitalist tarzda örgütleyip
metalaştırdığı bir dünyadan söz ediyorsak, durum eskisinden değişiktir. Şimdi bu
etkinlikler, tıpkı maddi olan metalar gibi pazarda alınıp satılan çeşitli aktivite
mallarına dönüşmüştür. Artık hizmet sektöründe çalışan ücretli işgücü, yalnızca
işçi sınıfının kapsamına dahil olmakla kalmamakta, onun giderek artan bir bölümü
üretken emek kapsamına girmektedir. Ancak, hizmeti sermaye ile değil de gelirle
değiştirilen emekçi, artık genel olarak işçi sınıfı içinde yer alıyor olsa bile üretken
işçi değildir.

Geçmiş dönemlerle günümüz gerçekliğini karşılaştırırken vurgulanması gereken


temel nokta şudur: Eskiden hizmeti sunan kişi, genelde işgücünü kapitalist bir
girişimciye satmıyor, kendi aktivitesinin sonucu olan bir hizmeti az ya da çok bir
karşılıkla bireysel bir tüketiciye sunuyordu. Fakat artık çeşitli aktiviteler
çoğunlukla bireysel hizmet kapsamında olmayıp, çeşitli büyüklük ve çaptaki
kapitalist organizasyonlar (çeşitli türden işletmeler, eğlence şirketleri, oteller,
lokantalar zinciri, vb.) tarafından çalıştırılan işçilerce üretilmektedir.

Hizmet biçiminde meta üretiminin genelleşip yaygınlaşmasının sonucunda, bugün


bir sermaye kuruluşuna (örneğin bir temizlik şirketine) bağlı olmaksızın tüketiciye
bireysel hizmet sunan bir temizlik işçisi dahi, artık eski dönemlerdeki gibi görece
bağımsız bir konumda bulunmamaktadır. Çünkü, benzer işi sermaye hizmetinde
gören işçilerin ücreti onun da işgücünün fiyatını belirlemektedir. Temizlik işçisinin
hizmeti gelir karşılığı değişilse de ve hizmeti satın alanla doğrudan doğruya bir
sömürü ilişkisi içinde olmasa da, artık kapitalist düzenin genel emek sömürüsü
üretken olmayan hizmet işçisini de etkilemekte, onu yoksulluğa sürüklemektedir.
Bu duruma Marx’ın satırlarından bir örnek verelim: “Gündelikçi terzinin
harcadığı emek miktarı, benden aldığı fiyatın içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve
hatta bu büyük olasılıktır, çünkü onun emeğinin fiyatı, üretken terzinin elde ettiği
fiyatla belirlenir.”[44] Görülüyor ki, bir kapitalist şirket hesabına değil de kendi
hesabına çalışan bir hizmet işçisi, bu hizmetini geliriyle satın alan tüketiciyle artı-
değer sömürüsü temelinde bir çelişki içinde değildir. Dolayısıyla bu türden hizmet
işçilerinin temel çelişkisi, kapitalist bir hizmet organizasyonunda çalışan işçilerin
durumunda olduğu gibi, somut olarak karşı karşıya gelebilecekleri bir patronla
değil, genel olarak kapitalist sömürü düzeniyledir.

Bilindiği gibi meta, şu ya da bu türden insan gereksinmelerini gideren bir şeydir;


ve bu gereksinmelerin mideden ya da hayalden çıkmış olması fark etmez. Söz
konusu “şey”in yararlılığı onu bir kullanım değeri haline getirir; kullanım
değerleri aynı zamanda değişim değerlerinin taşıyıcılarıdır. Meta üretmek, kişinin
kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanım değerleri üretmesi değil,
başkaları için kullanım değerleri üretmesi, yani toplumsal kullanım değerleri
üretmesi demektir. Ve bir ürünün meta olabilmesi için, kullanım değeri olacağı
başka bir kimseye değişim yoluyla devredilmesi gerekir.

Böylece şu sonuca varabiliriz: Genelleşmiş meta üretimi kapsamında, piyasa için


yani değişim için üretilen hizmetler, taşıdıkları kullanım değerleri ister çok somut
bir ihtiyaçtan (insan taşımacılığı gibi), isterse bir hayalden (sanat ürünleri gibi)
kaynaklansın, meta üretimi kapsamına girerler. Ve işte bu anlamda kapitalist
hizmet üretiminden söz edebiliriz. Marx’ın yaşadığı dönemde henüz ekonomi
içinde bir ağırlık oluşturmadığından, onun yalnızca gereken yerlerde değinip
geçtiği, maddi olmayan meta üretimi niteliğindeki hizmet üretimi, işçi sınıfının
büyüyen kapsamını doğru değerlendirebilmek bakımından günümüzde önem
taşımaktadır.

Hizmet üretimi konusunu açıklığa kavuşturabilmek için, konuyu hizmetlerin


farklılığı bakımından da ele almak uygun olur. Marx, belirli hizmetler ya da
kullanım değerlerinin metalarda cisimleşirlerken, diğer bir kısmının ise geride o
hizmeti görenlerin kişisel varoluşlarından gayri, elle tutulur bir sonuç
bırakmayacaklarını belirtir. İşte bu ikinci tür hizmetlerin sonucu, piyasada
vitrinlere konulan cinsten bir meta değildir. Örnek olarak da Marx, “bir şarkıcının
hizmeti, benim estetik gereksinimimi giderir; ama hazzını tattığım şey, şarkıcıdan
ayrılmayan bir etkinlik içinde var olur ve emeği, şarkı söylemesi sona erdiği anda
benim haz almam da sona erer” demektedir.[45]

Böylece Marx, maddi olmayan kapitalist meta üretiminin iki türlü olabileceğini
belirtmiştir. Birinci tür, üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime
sahip olabilen metalarda ortaya çıkabilir. Örneğin, kitaplar, resimler gibi satımlık
metalar olarak var olabilir. Yani, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen
çeşitli sanat ürünleri biçiminde dolaşımda kalabilir. İkinci türde ise, ürün, üretim
eyleminden ayrılamaz. Tüm gösteri sanatçılarının, konferansçıların, aktörlerin,
öğretmenlerin, doktorların vb. etkinlikleri için durum budur.[46]

Kendi döneminin gerçekliği içinde, bu iki alanda da kapitalist üretim tarzıyla


ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılabileceğini söyleyen Marx, yine de var
olduğu kadarından hareketle konuya ışık tuttu. Kapitalizmin henüz zanaat işini
ortadan kaldıracak derecede gelişmediği bir durumda, birinci türde kapitalist
üretim çok sınırlı bir çerçevede mevcuttu. Buna örnek olarak, ortak bir yapıtın,
diyelim bir ansiklopedinin asıl yazarının, başka kişileri kiralık yazar olarak
kullanmasını gösteriyordu. Ve bu durumda, patronunun sermayesini büyüten fikir
emekçisi yazar, üretken emek kapsamına giriyordu. “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde
değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir
kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir.”[47] Marx’ın ikinci türe verdiği örnek
ise şuydu:

“Örneğin eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurumun girişimcisi için yalnızca


birer ücretli-emekçi olabilirler, İngiltere’de bu tür birçok eğitsel fabrika vardır.
Gerçi öğrenciler söz konusu olunca, bu öğretmenler üretken emekçi değildirler;
ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken emekçidirler. O, kendi
sermayesini onların emek-gücüyle değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini
zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. için de durum aynıdır. Bu
durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi
işvereni karşısında o bir üretken emekçidir.”[48]

Kapitalist üretimin bu görünümlerinin üretimin içinde tuttuğu payın henüz çok


küçük oluşu nedeniyle, Marx’ın “hesap dışı tutulabilir” diye nitelendirdiği bu
maddi olmayan üretim alanı zamanla o denli genişledi ki, başlı başına bir sektör
olup çıktı. Zaten Marx da, kapitalizmin amacının, maddi zenginlik üretiminin tüm
alanlarını kapitalist üretim tarzına tâbi kılmak olduğunu ve geçmişe oranla emeğin
üretken güçlerinin en yüksek gelişmesine ancak bu durumda ulaşacağını
belirtmişti.

Hizmet veren emeğin üretken olan ve olmayan çeşitlerini ayırt edebilmek


bakımından, emeğin özelliklerine takılıp kalmanın bir yararı yoktur. Emeğin ve
dolayısıyla ürünün özelliklerinin, örneğin satımlık bir metada mı cisimleştiği, yoksa
hizmetleri görüldüğü anda sona eriveren bir sanatsal etkinlik biçiminde mi olduğu,
üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı bakımından tek başına hiçbir
anlam taşımaz. Aynı cins bir emek ürünü, sermayeyle mi yoksa gelirle mi
değişildiğine bağlı olarak o hizmeti üreten işçinin niteliğini belirler. İlk bakışta
biraz karışık gibi görünen hizmet üretimi konusundaki bu tür sorunların içinden
çıkabilmek için, çözümlemeye karşımızda bir ücretli emek-sermaye ilişkisinin olup
olmaması açısından yaklaşmak gerekir. Marx’ın belirttiği gibi, “Şarkısını kendi
hesabına satan bir şarkıcı üretken-olmayan emekçidir. Ama bir girişimci
tarafından, kendisine para kazandırması için tutulan şarkıcıya üretken emekçi
denir; çünkü sermaye üretir.”[49]

Kapitalist hizmet üretiminin ne anlama geldiğini böylece netleştirdikten sonra, bir


de bu kapitalist hizmet üretiminin pazarlanması, hesaplarının tutulması vb. gibi
üretken olmayan işlevler nedeniyle çalıştırılan işçilerin durumuna bakabiliriz.
Fakat hatırlatalım ki, daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz üretim ve
dolaşım alanındaki işçilerin farklılığı, özünde aynen hizmet sektöründeki işçiler
için de geçerlidir.

Örneğin, otomobil üretiminde çalışan işçinin ücreti değişen sermayeden ödenmekte


ve bu işçi sermaye sahibine artı-değer ürettiği için üretken işçi kapsamına
girmektedir. Oysa, otomobil ticareti alanında çalışan işçinin ücreti de değişen
sermayeden ödenmekle birlikte, bu işçi artı-değer üretmediği için üretken işçi
sayılmamaktadır. Benzer şekilde, sağlık sektöründe kâr getirici herhangi bir
işletme olarak örgütlenmiş bir hastanede, işgücü sermaye tarafından satın alınan
ve fiilen artı-değer üreten bir hemşire üretken işçidir. Öte yandan, aynı hastanenin
örneğin muhasebe servisinde çalışan işçi ise artı-değer üretmediği için üretken işçi
kapsamına girmeyecektir.

Sonuç olarak tüm bu sorunların çözümünde kapitalist ekonominin


gerçekliklerinden hareket etmeli ve kapitalist anlamda üretkenliğin asıl olarak
değişim değeri üretimi, artı-değer üretimi demek olduğunu asla unutmamalıyız.
Aksi halde, örneğin sağlık sektöründe kullanılan bir enjektörün üretiminde yer
alan işçiyi kolaylıkla üretken işçi olarak kabul ederken, sağlık alanında yatırım
yapmış sermayedara artı-değer üreten bir hemşireyi, bırakın üretken emek
kapsamına sokmayı, işçi kapsamına sokmakta zorlanırız!

Hizmet sunan üretken emeğin kapsamını belirlerken, burjuva iktisadının önemli


bir çarpıtması üzerinde durmak da yararlı olacaktır. Kapitalizmi kutsama gayreti
içinde, neredeyse akıllarına gelebilecek herkesi (politikacılar, yargıçlar, vb.)
üretken emek kapsamı içine sokuşturmaya çalışan kimi iktisatçılar, “üretime
dolaylı katılma” kavramını icat etmişlerdir. İşgücünü bir hizmet biçiminde sunan
kişiyle, hizmet satın alan arasındaki ekonomik ilişkinin niteliğine bakmaksızın,
resmî devlet hizmetlerini “üretken” bir iş olarak gösterme gayreti içinde
olmuşlardır.

Hizmetler, yalnızca tüketicinin satın almaya kendi iradesiyle karar verdiği cinsten
de olmayabilir. Asker, polis, yargıç vb. gibi pek çok resmî görevlinin hizmeti
tüketicinin iradesi ve isteği dışında otomatikman ona dayatılır. Adam Smith’in
dolaylı üretimi hesaba katmadığını, örneğin bir yargıcı üretken kabul etmediğini
ve bunun yanlış olduğunu düşünen bir iktisatçı olan Rossi, “eğer üretim yargıcın
emeği olmaksızın olanaksızsa, bu emeğin üretime katkı yaptığı, eğer doğrudan ve
maddi katkı değilse bile, dolaylı yoldan bir katkı yaptığı açık değil midir?” diye
sorar. Bu hafif düşünce tarzına Marx’ın yanıtı çarpıcıdır. “İşte bizim de üretken-
olmayan emek dediğimiz, üretime dolaylı olarak katılan (ve üretken-olmayan
emeğin bir parçasını oluşturan) bu emeğin ta kendisidir. Yoksa, köylü olmaksızın
yargıç yaşayamayacağına göre köylü adaletin dolaylı üreticisidir dememiz
gerekirdi! Vb.. Saçmanın dikalası!.”[50]

Devlet Memurlarının Konumu


Öncelikle önemli bir noktayı belirterek başlayalım. Türkiye’de burjuva yasaları,
işçi sınıfının kapsamını daraltmak, sendikalaşma hakkını kısıtlamak gibi
nedenlerle, bazen devlet fabrikalarının ve işletmelerinin işçilerinin bir kısmını
“memur” statüsünün içine tıkıştırmaktadır. Oysa kapitalist düzende, devletin
ekonomik yaşamın çeşitli alanlarında kolektif kapitalist rolüyle yer aldığı iktisadi
işletmelerde ücret karşılığı çalışan emekçiler zaten işçi sınıfının kapsamı
içindedirler. Bu işçilerin karşısında patron olarak kapitalist devletin yer alması
hususu, onları, özel sermaye sahiplerinin mülkiyetindeki çeşitli işletmelerde çalışan
işçilerden farklı kılmaz. Çünkü, kapitalizm altında sermayenin sahibinin özel mi
yoksa devlet mi olduğu, işçinin konumu açısından hiçbir değişiklik yaratmaz.

Bu nedenle, sermayesi şu ya da bu ölçüde devlete ait olan ve kapitalist devletin


ekonomik alandaki faaliyetlerinin somutlandığı fabrikalarda, ulaşım sanayiinde,
ticarî işletmelerde, bankalarda vb. çalışıp da salt işgücünün satışından elde ettiği
ücret geliri temelinde yaşamını sürdürmek durumunda olanlar, burjuva hukuku
açısından hangi statüye sokulurlarsa sokulsunlar, aslında zaten işçidirler. Bu tür
kuruluşlarda çalıştırılan işçilerin işgüçlerinin karşılığı sermayeden ödenmektedir.
Dolayısıyla, bu işçilerin hangi bölümünün üretken emek kapsamında olduğu,
hangilerinin üretken olmayan işçi addedilmesi gerektiği, daha önceki bölümlerde
açıklamaya çalıştığımız kriterler temelinde kolayca belirlenebilir.

Devlet çalışanları içinde, özellikle aydınlatmamız gereken başka bir kesim


bulunmaktadır. Bu, özellikle Türkiye gibi Asyatik devlet geleneğinin mirasını
taşıyan bir ülkede, yaşamın her alanında karşımıza çıkan devlet örgütlenmesinin
merkezi ve yerel düzeydeki bürokratik aygıtında çalışan devlet memurlarının
konumudur. İdari, adli, mali, belediye hizmetleri vb. gibi çeşitli kamusal hizmet
işlerinde çalışan devlet memurlarının, vatandaşlara sundukları hizmetler, genel
anlamda resmî hizmetler grubuna girer. Bu tür resmî hizmetlerin çoğunluğu,
tüketicinin gönüllü olarak satın almayı düşündüğü hizmetlerden farklı olarak,
devletin kamu alanına ilişkin düzenlemeleri çerçevesinde satın almaya mecbur
kılındığı hizmetlerdir.

Maaşları devlet gelirlerinden ödenen ve genel olarak devlet memuru olarak


adlandırılan devlet görevlilerinin kendi içinde taşıdığı ayrımlar vardır. O nedenle,
devlet üst bürokrasisiyle, sıradan bir yığın işin (çeşitli devlet dairelerinde yürütülen
hesap, kayıt işleri, genel eğitim, kamu sağlığı vb.) yürütülmesi için istihdam edilen
ve nicelik açısından devlet memurlarının asıl ağırlıklı bölümünü oluşturan
emekçileri birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Bu küçük “memurlar”, tüketicilere
devlet geliri karşılığında resmî hizmet sunan işçilerdir. Kapitalist ilişkiler açısından
konumları, hizmet biçiminde meta üreten üretken işçilerden farklıdır. Çünkü
ücretleri sermayeden değil, vatandaşların bu hizmetlerin karşılığı olarak ödediği
vergilerden, yani “devlet geliri” biçimine girmiş gelirden ödenmektedir. Ne var ki,
işin örgütlenme koşulları bakımından durumları, gelir karşılığı bireysel tüketiciye
doğrudan bireysel hizmet sunan işçiyle de benzeşmez. Zira devlet hizmeti
yürütmeye “memur” işçiler, kendi hesabına çalışan bir hizmetkardan tamamen
farklı olarak, işgüçlerini büyük bir işverenin emrine amade kılmışlardır. O
nedenle, “memur” işçiler, işgüçlerini üretken olmayan bir alanda devlet kılığındaki
bir işverene satan üretken olmayan işçilerdir.

Resmî hizmetlerin yerine getirilmesi, kâr getirici bir hizmet üretimi değildir.
Devletin kâr getirici sermaye organizasyonlarıyla karışmamış durumuyla, resmî
hizmetlerin yürütüldüğü devlet daireleri, bu hizmetlerin yerine getirilmesi
nedeniyle devlet gelirlerini arttırmaz. Fakat bu durum, resmî hizmet işçilerinin
ücretlerinin de ortalama işçi ücretlerine göre düzenlendiği ve bu işçilerin de genel
kapitalist sömürü düzeniyle yüz yüze bulundukları gerçeğini değiştirmez.

Devlet memurlarını kendi içindeki sınıfsal bölünme bakımından incelediğimizde,


kuşkusuz ki en büyük bölümünü işçi diyebileceğimiz kısım oluşturur. Kapitalist
devlet altında, hâlâ eski dönemlerdeki ayrıcalıklı konumunu sürdüren üst düzey
ideolojik hizmetkârların genel memur toplamı içinde tuttuğu yer ise küçüktür.
Günümüzde, kapitalist gelişmenin sıradanlaştırdığı ve ayrıcalıksız kıldığı çeşitli
devlet görevleri için “memur” adı altında çok sayıda üretken olmayan işçi
çalıştırılır. Marx, sanayide üretkenlik geliştikçe, nüfusun doğrudan maddi
üretimde çalışan kısmının oransal olarak azalacağını, buna karşılık hizmet
kesiminde eskiye oranla çok daha fazla miktarda üretken olmayan işçi istihdam
edileceğini belirtmiştir. Öyle de olmuştur ve işte bunların bir kısmı devlet
hizmetlerinde çalışan işçilerdir. Genel gelişme ve ortalama eğitim düzeyindeki artış
nedeniyle, eski üretken olmayan işçilere oranla daha kültürlüdürler. Fakat okumuş
işsizlerin sayısındaki artıştan kaynaklanan rekabet yüzünden de ücretleri genelde
düşüş eğilimi sergilemektedir.

Üretken olan ve olmayan emek çeşitlerini ayırt etmede belirleyici ölçütün


sermayeyle kurulan ilişki olduğuna ve aynı cins emek ürününün bu ilişkinin farklı
oluşuna göre farklı şekilde değerlendirilebileceğine devlet kuruluşlarından da
örnek verebiliriz. Diyelim ki, devletin sermaye kazancına konu olmayan ve
yalnızca genel eğitim ya da genel sağlık hizmeti verilmesi bağlamında, devlet geliri
karşılığında istihdam edilen bir öğretmen ya da bir hemşire, üretken olmayan bir
işçidir. Burada devlet gelirinden eğitim, sağlık vb. için yapılan harcamalar,
kamusal planda toplam işgücünün üretim maliyeti açısından zorunlu geliştirme ve
onarım gibi hizmetlerin kapitalist devlet tarafından organize edilmesinin ifadesidir.
Oysaki, devlet makamlarından onaylı bir özel okulda çalışan öğretmen, ya da sözde
devlet hastanesi statüsünde görünse bile aslında “döner sermaye” ile iş gören ve
kâr amaçlı bir sağlık kuruluşunun hemşiresi, işgüçlerini sermayeyle değiştikleri ve
ona artı-değer ekledikleri için üretken işçidirler.

Hemen belirtelim ki, bazı kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bunların devlet


gelirleri karşılığında organize edilmesi yerine, sermayenin artı-değer üreten
kuruluşlarına devredilmesi durumunda, aynı işçiler artık üretken işçi
sayılacaklardır. Örneğin, Milli Eğitime bağlı devlet okullarını ele alalım. Bu
okullarda çalışan öğretmenlerin ve diğer personelin ücretleri bütçe gelirleriyle
karşılanır, yani öğretmenin işgücü devlet geliriyle değişilir. Bu durumdaki bir
öğretmen, herhangi bir artı-değer yaratmadığı için, kapitalist sistem için üretken
emek sayılmaz.

Ama aynı devlet okulları, özel kapitalist şirketlere devredildiğinde, yani


özelleştirildiğinde durum değişir. Özel kapitalist işletme haline gelen bu okullarda,
öğretmenin yaptığı iş değişmemekle birlikte, onun emeğinin koşulları
farklılaşmaktadır. Öğretmen, emek-gücüyle şimdi sermayeye artı-değer
kazandırmakta ve böylece emeği üretken emeğe dönüşmüş bulunmaktadır. Zaten
hizmet üretimi kapitalizm açısından kârlı ve cazip hale geldikçe, sermaye eskiden
devlet gelirleri karşılığında organize edilen eğitim, sağlık, vb. gibi kamusal alanlara
göz dikmektedir. Özel kapitalist işletmeler, bu işlevleri artık kendi bünyelerine
dahil etmek için, tüm kapitalist ülkelerde hararetli bir biçimde özelleştirme
operasyonu yürütmekteler.

Kapitalist devlete gerçekten ideolojik hizmet sunan ve memur sıfatını tam


manasıyla hak eden devlet görevlileri de bulunmaktadır. Marx, burjuvazinin henüz
toplumun tümünü, devleti vb. kendine tâbi kılamamış olduğu dönemlerde, eskinin
şatafatlı makamlarına –hükümdar, yargıç, subay, rahip, vb.–, bütün ideolojik
mesleklerine küçümseyici bir tutum içinde yaklaştığını belirtir. O zamanlar, eski
pahalı devlet aygıtını ideolojik bombardımana tutarak ucuz devleti savunan
burjuvazi, mahiyetleri gereği üretken olmayan giderlerin mümkün olan en alt
düzeye indirilmesini istemekteydi. Fakat kendisi egemen olunca, devletin eski
sahipleriyle uzlaşarak, eskinin ideolojik meslek mensuplarını kendi memurları,
hizmetkârları haline dönüştürdü. Ve bir zamanlar “hizmetkâr” diyerek
küçümsediği bu tür meslek sahiplerini, “üretken emek” katına yükseltip
kutsamaya yeltendi. Burjuva ekonomisinin mazeret bulucularının, devlet
gelirlerini cebe indirerek yaşamlarını sürdürenleri bile maddi zenginlik üreten
emek içinde saymalarını eleştirmekteydi Marx:
“Sözümona «daha üst derece» emekçiler denen büyük kitle –devlet görevlileri,
asker kişiler, sanatçılar, doktorlar, rahipler, yargıçlar, avukatlar, vb.– ki bunların
bazıları üretken olmamakla kalmaz hatta özünde yıkıcıdır, ne var ki, bir yandan
«maddi olmayan» metalarını satarak bir yandan da halka zorla kabul ettirerek
«maddi» zenginliğin çok büyük bir kısmını nasıl ele geçireceklerini çok iyi bilirler;
işte bu kitle, ekonomik yönden ... (panayır cambazları) ve ... (hizmetçiler) ile aynı
sınıfa sürgün edilmeyi ve yalnızca tüketimden pay alan ve gerçek üreticilerin ...
sırtından geçinen asalaklar olarak görünmeyi çok tatsız buldular. Bu, o zamana
dek, başında bir hale taşıyan ve boşinana dayalı bir saygı gören işlevlere küfür
etmekle birdi. Burjuvazinin ... (sonradan-görme) döneminde olduğu gibi, ekonomi
politik de kendi klasik döneminde devlet mekanizmasına karşı, son derece haşin
eleştirel bir tutum benimsemişti. Daha sonraki aşamada ... bizzat kendi
örgütlenişinin gereği olduğunu, ondan kaynaklandığını idrak etti ve öğrendi.”[51]

Üst düzey bürokratların konumunu incelerken, öncelikle kapitalist düzende


bürokrasi olgusunu hatırlayarak soruna yaklaşmak doğru olacaktır. Hatırlanacağı
gibi, üst düzey bürokrasi, egemen sınıf içindeki işbölümü temelinde zihinsel iş
yürütücüleri kısmına denk düşmektedir ve doğrudan doğruya burjuva sınıfın
içinde yer almaktadır. Devlet görevlisi statüsündeki parlamenterler, bakanlar, üst
düzey idareciler, müsteşarlar vb. bu konumdadırlar. Bunlar aylıkçı gibi görünseler
de, gerçekte hiç de salt işgücü geliriyle yaşam sürdürmeyen, örtülü ödeneklerle,
devlet arpalıklarından tırtıkladıkları ek gelirlerle ayırt edilen bürokratlardır.

Eklenmesi gereken önemli bir nokta da şudur ki, bu açıklamalarımız sivil-asker


devlet bürokrasisinin tümünü kapsamaktadır ve kapitalist devletin ordusunda ya
da polis teşkilâtında da, sivil bürokrasi içindekine denk düşen sınıfsal ayrım
noktaları bulunmaktadır. Bu ayrım noktaları, yine Marksist çözümlemenin gereği
olarak, yapılan işin niteliğine ve söz konusu kesimlerin ideolojik yapılanmasına
bakmaksızın, kapitalist toplum içindeki nesnel sınıfsal farklılıklar açısından anlam
taşımaktadır.

Daha önce Asyatik devlet geleneğinden söz etmiştik. Evet, böyle bir geleneğe sahip
olan Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sı gibi ülkelerde devlet memuru
olmak, devletlû sınıfın bir mensubu olmak anlamına geliyordu. Ancak ilerleyen
süreçte kapitalist gelişme eski Asyatik yapıları çözdüğünde bu durum değişmiştir.
Kapitalist dönemin binlerce sıradan devlet memuru, eski dönemlerdekinden
tamamen farklı olarak, artık resmî devlet hizmetinde çalışan ayrıcalıksız işçilerdir.
Ne var ki, Batı tipi gelişme çizgisinden farklı yönler içeren ve toplumsal-siyasal-
kültürel yapıya yıllar boyunca damgasını basan Asyatik geleneğe sahip ülkelerde,
memurların büyük çoğunluğunun aslında birer işçi olduğunun kabulü yine de
kolay olmamaktadır. Bu durum, hem egemen güçler tarafından hem de bir
bölümüyle bizzat çalışanların kendileri tarafından kolayına kabul edilmemektedir.
Oysaki, pek çok kapitalist ülkede “memur”lar sendikalıdır, grev hakları vardır ve
onların devlet görevlerinde çalışan sıradan ücretliler olduğu anlayışı, Türkiye
benzeri ülkelerdekinden çok fazlasıyla toplumda yer etmiş bulunmaktadır.

İşsiz İşçiler
İşçi sınıfının kapsamını belirlerken nesnel hareket noktasını oluşturan işgücünü
satmak kriterinin, işçinin kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı
anlamına gelmediğini biliyoruz. İşsizlik sorunu, burjuva iktisatçıların suçu
kapitalist düzenin sırtından başka yerlere yıkmak amacıyla kasıtlı olarak
gösterdikleri gibi, yanlış ekonomik politikaların ya da işçi sendikalarının yükselen
ücret taleplerinin vb. ürünü değildir. Gerçekte, işsiz bırakılmış bir emekçi nüfusu
üretmeyen, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir
kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir
taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları –örneğin kadın
işçiler gibi– yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi
yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi
nüfusu yaratır.

Ek işçi istihdamını mümkün kılmak ve de çalışmakta olanları muhafaza edebilmek


için, artan oranda sermayeye ihtiyaç vardır. Oysa rekabet ve merkezileşme
koşullarında sermayenin büyümesi, daha çok makineleşme ve sonuç olarak toplam
sermaye içinde işçi ücretlerine ayrılan değişen sermayenin görece küçülmesi
sonucunu doğurur. Böylece, çalışan işçiler kendi ürettikleri sermaye birikimiyle
birlikte, bir artı-nüfusu da üretmiş olurlar; bu durum kapitalist birikim sürecinin
bir yasasıdır.

“Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin


gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus,
kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de
alır. Bu artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve
bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu
gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiilî nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak
bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen
gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi
kitlesi yaratır.”[52]

Önemle vurgulanması gerekir ki, işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan
doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde
etkide bulunur. Örneğin, çalışan işçilerin fazla mesai düzenini sürdürmeleri sınıfın
işsiz kesimini büyütür. Fakat yedek sanayi ordusunun yarattığı basınç da hem
ücretleri aşağı çekerek işçileri daha çok çalışmak ve hem de sermayenin
dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakır. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı,
kapitalist ekonominin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde, faal işçi
ordusunun kapitalistlere karşı yükselttiği istemleri baskılar. Aşırı-üretim ve
coşkunluk dönemlerinde bindirdiği basınç biraz azalsa da, yine de dizginleyici bir
faktör oluşturur. İşte bu nedenle Marx, “nispî artı-nüfus, emeğin arz ve talep
yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispî artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını,
sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar
içerisinde tutar” demektedir.[53]

Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı
ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz.
Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması,
sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına
gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının
birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli
tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa
dikkat çekmiştir:

“İşçiler ... aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı-


nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu
doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da
azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak
üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine
dalkavukluk eden ekonomi politik, «ebedi» ve sözde «kutsal» arz ve talep yasası
çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu
yasanın «uyumlu» çalışmasını bozar.”[54]

Özetle, iş güvencesi olmayan küçük atölyelerde son derece elverişsiz koşullarda


çalışan ya da evlerde fason iş yapan işçilerle, işsiz yığınların aslında işçi sınıfının
kapsamı içinde olduğunu ve bu kesimlerin de mutlaka önemsenmesi ve
örgütlenmesi gerektiğini belirten eleştirilerin muhatabı Marksizm olamaz. Ancak,
sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin başını çekebilecek unsurlarla, sınıf
hareketinin düzene karşı yönelebilecek kitlesel yıkıcı potansiyeli arasındaki ayrım
da önemsiz değildir. Devrimci bir önderlikten yoksun olarak patlayan kitle
hareketleri, en yoksul ve en ayrıcalıksız kesimlerin içinde birikmiş haklı öfkeyi dışa
vuruyor olsa da, başarıya ulaşma şansına sahip değildir. Bu husus çeşitli
deneyimlerle kanıtlanmış ve Marksist teori tarafından ifade edilmiştir. Bu nedenle
işçi sınıfı içindeki farklılıkları, bir cins “işçici” popülizm akımının gerekçesi olacak
biçimde kullanan eğilimler Marksizme yabancıdır.

İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu
doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle
siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir. Üstelik işsizler
homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde
kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden oluşur.
Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla;
küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe
adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural
olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir
devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu
söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük
yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı
edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş
unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış
unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz
değildir.

Marx nispî artı-nüfusun farklı biçimlerini ayırt ederken, bu nüfusun mümkün olan
her biçimde var olduğunu belirtiyordu. “Her işçi, ancak burada, yarı ya da tam
işsiz olduğu zaman yer alır. Sınaî çevrimin değişen evrelerinin zorladığı, bunalım
sırasında had, durgun zamanlarda tekrar kronik bir durum alan büyük devresel
biçimler dikkate alınmazsa – daima üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun.”[55]
Akıcı biçimle geçici süre işsiz kalan işçiler; saklı ile kentin ihtiyacı olan yeni işçi
talebini karşılayacak kırsal kesimin gizli işsizleri ve durgun biçimleyse, ev sanayii
ve küçük atölyelerdekiler gibi bir işte çalışmalarının son derece düzensizlik
gösterdiği işçiler kastedilmektedir. Bunun dışındaysa, lumpen proletarya olarak
nitelenen en dipteki tortu ve Marx’ın yine üçe ayırdığı bir işsizler topluluğu vardır.

“Nispî artı-nüfusun en dipteki tortusu, nihayet, sefalet alanında bulunur. Serseriler,


suçlular, orospular, tek sözcükle «tehlikeli» sınıflar dışında, bu toplum katı, üç
kategoriyi kapsar, önce, çalışabilecek durumda olanlar. ... İkincisi, yetim ve öksüz
çocuklarla, fakir fukara çocuklar. ... Üçüncüsü ahlâk düşkünleri, zavallılar,
çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun
kalmış çaresizler; normal işçi yaşını aşan kimseler; sayıları ... artan sanayi
kurbanları, sakatlar, hastalıklılar, dullar. Yoksulluk, faal işçi ordusunun hastanesi,
yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispî artı nüfusla birlikte ürer ve biri
diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin
ve zenginlik artışının bir koşulunu teşkil eder.”[56]

Görülüyor ki, işsizler topluluğu homojen olmayıp, onun farklı kategorileri sınıf
mücadelesi içinde tutabileceği yerler bakımından birbirinden oldukça farklı
özellikler taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinde
elbette ki Marx’ın “akıcı” diye nitelediği geçici işsizlerle, “tehlikeli” diye
adlandırdığı tortuyu aynı kapsamda değerlendirmek yanlıştır. Büyük işletme
deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir
potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en
dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi
noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz
kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi
sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek,
birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu
kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır.

“Üçüncü Dünya” ülkelerine özel bir ilgi ve sempati besleyen “Marksistler” olduğu
gibi, emperyalist ülkelerin “alt proletarya”sına birincil derecede devrimci
misyonlar yüklemiş olan “Marksistler” de mevcut. Bunların yazılarında, bizce
Marx’ta genel hatlarıyla aydınlatılmış bulunan bir bütünün keyfî biçimde
kopartılmış bir parçasına, üstelik de yanlış temellerde gösterilen ilgi, neredeyse bir
uzmanlık alanına dönüştürülüyor. Bu gibi yaklaşımları onaylamadığımızdan, kimi
Batılı Marksistlerin çok özel bir yer ayırdıkları “alt proletarya” benzeri konular
üzerinde uzun boylu durmuyoruz. Yalnızca, tartıştığımız sorunları ilgilendirdiği
kadarıyla belirtecek olursak, aslında bu “alt proletarya” kavramının içeriği ve
siyasi niteliği konusunda çeşitli yorumlar söz konusudur. Fakat genel hatlarıyla bu
kavram temelinde yürütülen tartışmalar, geri kalmış ülkelerden kapitalist
metropollere göç eden ve böylece emperyalist ülkelerdeki gettolarda, sürekli bir işe
sahip olmaksızın, eğitimsiz, yoksul ve siyasi anlamda marjinal nüfusun olası
tutumları etrafında dönmektedir.

Bu gibi kesimler, kapitalist toplumun içerdiği önemli bir realitedir; asla göz ardı
edilemez. Fakat, işçi sınıfının nesnel ve öznel açıdan bütünsel kavranışının
parçalanmasıyla öne fırlatılmak istenen ve hiçbir bakımdan öncü nitelik taşımayan
şu ya da bu kesim üzerine teoriler inşa etmek de doğru bir tutum değildir. Öte
yandan, işçi sınıfının işsiz kesiminin en dibinde yer alan ve aslında insanların bir
bölümünü uçuruma iten kapitalizmin insanlık dışı yüzünün sergilendiği lumpen
proletarya olgusu, sosyal bir gerçeklik olarak asla küçümsenemez.

İşçi sınıfının tortusu, parlak ışıklar altında görünen kısmıyla cicili bicili vitrinler
sergileyen kapitalist sistemin, karanlıklara boğulmuş dipteki gerçekliğinden başka
bir şey değildir. Tıpkı Marx’ın “Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer
kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında,
sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî
yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” diyerek dile getirdiği gibi.[57]
Kapitalizmin yarattığı sefaletin boyutları karşısında duyarlı olmak ve bunu ifade
etmek devrimci tutumun doğal harcıysa da, insanlığın yakasını bu belâlı düzenden
kurtarabilmesi için yürütülen mücadele, siyasi gerçeklerin hafife alınmasını
affetmeyecek ciddi bir iştir.

İşçi sınıfının sendikalı kesimini ya da işli kesimini ayrıcalıklı kabul ederek, bu


kesimin devrimci potansiyelini yitirdiğini iddia edenlerin ileri sürdüğü sav, bu
işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin de olduğu yolunda. Küçük-
burjuvaca bir yaklaşım olmaktan öteye gidemeyen bu düşünce tarzı Marksizmi
kavramış olmaktan uzaktır. Sınıfın devrimci misyonunu, paçavralar içinde yaşayan
işçi olgusuna bağlayanlar yanılıyorlar. Bu anlamda Marx’tan bu yana biçimsel bir
değişim olmuştur, fakat özde pek bir şey değişmemiştir.

Dün olduğu gibi bugün de, yoksulluk içindeki yığınlar, derin bir siyasal
bilinçlendirme faaliyetine gerek kalmaksızın, bizzat yaşamın zorluğu nedeniyle,
öfkelerini zaman zaman kendiliğinden patlamalarla dışa vururlar. Yoksulluğun ve
ezilmişliğin yarattığı öfkenin, düzene karşı patlayıcı bir madde deposuna
dönüşmesi, kuşkusuz ki çok önemli bir durumdur. Ne var ki, işçi sınıfının öncü
rolünü oynayabilmesini mümkün kılacak bir örgütlülüğün bulunmadığı
koşullarda, yoksul ve işsiz kitlelerin öfkesi ve bu öfkenin dışavurumları tek başına
sonuç getiremez. Sermaye düzeni, bu öfkeyi bastıracak veya istediği bir doğrultuya
kanalize edecek yolları bulmakta hüner sahibidir. İşçi sınıfının büyük işletmelerde
çalışan kesiminin ya da genelde sendikalı işçilerin büyük bir atalet içine
sürüklenmiş olmaları ise, sınıfın devrimci potansiyelinin yok oluşuna değil, bilinç
ve örgütlülük unsurunun öneminin kat be kat artmakta olduğuna işaret ediyor. Bu
gibi sorunların üzerinden atlayarak, artık işçi sınıfını devrimci bir özne olarak
kabul etmeyenler ve yerine sözümona başka kesimleri ikame etmeye çalışanlar,
gerçek yaşamda var olan yakıcı gerçeklerin duvarına toslamaya mahkûmdurlar.

İşçi sınıfının işsizler bölümüne, yalnızca çalışabilir durumdaki işsizler girmez. İşçi
sınıfının iş kazası ve çeşitli meslek hastalıkları sonucunda işgüçleri sakatlanmış
olan bir bölümü, defolu mallar misali yedek sanayi ordusunun en aşağılarına
fırlatılıp atılırken, daha şanslı olanları ise sosyal güvence kapsamından
yararlanabilmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum sermayenin işçilere bir lütfu
olmayıp, emek ve sermaye arasındaki çetin mücadelelerin sonucunda işçilerin elde
ettikleri bir sosyal haktır. Kapitalizm altında bu hakkın ne denli güdük olduğu
tartışma götürmez. Burjuva devletler getirdikleri hukuksal düzenlemelerle,
işçilerin çalışabildikleri süre boyunca ödedikleri sigorta primlerinden oluşan
fonların yönetimini kendi egemenlikleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle, iş
kazası, vb. sonucu çalışamaz duruma düşen işçilerin ancak belirli koşullara uyan
bölümü malûlen emekli aylığına hak kazanabilmektedir. Keza, sosyal sigorta
yasalarında belirlenen genel emekli aylıkları açısından da, kapitalist devletlerin
getirdiği pek çok kurallar ve sınırlamalar söz konusudur.

O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde
olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de
işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni
kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu
nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni
ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır.
Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili
istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde,
fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb.
çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük
çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!)
hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz
yüze gelmiş oluruz.

[15] Marx, Kapital, C.1, s.514-515


[16] Marx, age, s.515-516
[17] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, Sol Yay., Kasım 1998, s.369
[18] Marx, Kapital, C.1, s.194
[19] Marx, age, s.489-490
[20] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Ceylan Yay., Ağustos 1999, s.125
[21] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.385
[22] Değişen sermaye ve değişmeyen sermaye kavramlarıyla Marx’ın kastettiği şudur:
“Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler ve iş aletlerince temsil edilen kısmı,
üretim süreci sırasında nicel bakımdan bir değer değişimine uğramaz. Bu nedenle, bu kısma, ben,
sermayenin değişmeyen kısmı, ya da kısaca değişmeyen sermaye adını veriyorum.
Öte yandan, sermayenin işgücü tarafından temsil edilen kısmı, üretim sürecinde bir değer değişimine
uğrar. Bu, kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği gibi, bir fazlalığı da, değişen koşullara göre az
ya da çok olabilen bir artı-değeri de üretir. ... Bu nedenle ben, buna, sermayenin değişen kısmı, ya da
kısaca değişen sermaye diyorum.” (Kapital, C.1, s.233-234)

Ayrıca, iktisatçıların bu ayrımla özdeşleyerek yanlış tarzda kullandıkları sabit sermaye ve döner
sermaye kavramları ile ilgili olarak da Marx’ın getirdiği açıklamalar dikkate alınmalıdır. Değişmeyen
sermayenin sınai binalara, makineler, vb. gibi iş araçlarına ait bölümü ile ilgili olarak şöyle der Marx:
“İşlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu
metalardan bağımsız olarak kendisinde sabit kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye
biçimini veren özellik işte budur. Üretim sürecine yatırılmış sermayenin diğer bütün maddi kısımları,
bunun karşıtı olarak, döner, ya da akıcı sermayeyi oluşturur.” (Kapital, C.2, s.182) O halde, sabit
sermaye olarak adlandırdığımız bölümün dışında kalan değişmeyen sermaye (yardımcı madde ve
hammadde biçimindeki üretim araçları) ile işgücüne yatırılan değişen sermayenin toplamı döner
sermaye diye adlandırılır.

[23] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.148


[24] Marx, Kapital, C.1, s.538
[25] Böylece Poulantzas ve onun gibi düşünenler, Batılı proletaryanın toplumsal yapılanmada tuttuğu
yeri bir azınlık düzeyine indirgemekteydiler. Başlangıçta daha solda görünen biçimde FKP’nin
çizgisini eleştiren Poulantzas, giderek geliştirdiği görüşlerle aslında Avrupa komünizminin
kuramcılarının yolunu döşemişti. O ve benzerleri, işçi sınıfının nesnel varlığını küçümsemekte ve
proletaryanın devrimci misyonu fikrini gerçekçi bulmamaktadırlar. Fakat böylece siyasal alanda
doğan boşluğu, bulanık bir “halk ittifakları” anlayışıyla doldurmaktan öte de bir şey söylemiş
olmamaktadırlar.

[26] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.386


[27] Marx, Kapital, C.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.67-68
[28] Marx, age, s.145
[29] Marx, Kapital, C.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.255
[30] Marx, Kapital, C.2, s.155
[31] Marx, Kapital, C.3, s.258
[32] Marx, age, s.259
[33] Örneğin Alex Callinicos, Amerikalı Marksist Harry Braverman’ın “büro işinin sanayileşmesi”
nitelemesine değinmekte ve bu sürecin, en aşırı noktasında, çok büyük “büro fabrikalar”ı ortaya
çıkardığını belirtmektedir. (Bkz. A. Callinicos ve C. Harman, Değişen İşçi Sınıfı, Z Yay., Şubat 1994,
s.31)
[34] Marx, Kapital, C.2, s.154
[35] Marx, Kapital, C.3, s.264-265
[36] Marx, age, s.265
[37] Marx, age, s.259
[38] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s.115
[39] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.147
[40] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s.108
[41] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.147
[42] Marx, age, s.280
[43] Marx, Kapital, C.1, s.474
[44] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.376
[45] Marx, age, s.379
[46] Marx, age, s.383-384
[47] Marx, age, s.148
[48] Marx, age, s.384
[49] Marx, age, s.376
[50] Marx, age, s.278
[51] Marx, age, s.163-164
[52] Marx, Kapital, C.1, s.670
[53] Marx, age, s.676
[54] Marx, age, s.677-678
[55] Marx, age, s.678
[56] Marx, age, s.681
[57] Marx, age, s.683
“Orta Sınıf” mı, Yoksa İşçi Sınıfı mı Büyüyor?
Marksizmin kurucularının kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek
işaret ettikleri temel gerçeklerden birisi, dünya nüfusunun giderek daha büyük
oranlarda proleterleşeceği idi. Şöyle diyorlardı: “Görmüş olduğumuz gibi,
kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide
emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya
toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye
dönüştürür.”[58]

Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar
açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler
katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak
yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü
gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve
daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev
boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma,
iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü
gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu.
Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret
ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı
konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle
değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı.

Marksizmin kurucularının döneminde henüz yaşanmamış her bir olguyu,


Marksizmin eskidiğine bir kanıt olarak sunma gayretkeşliği içindeki burjuva
ideolojisi, zaman içinde işçi sınıfının iç yapısındaki değişimleri de benzer bir
malzeme olarak kullanabilmek üzere yırtındı. Gittikçe sayıları artan beyaz yakalı
işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, teknik gelişmenin sonucu
makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler, vb. Bunların tümü burjuva
ideologlarınca işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanınca, ortalığı, “Marx yanıldı”,
“işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialar sarıverdi.

Öte yandan kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini
yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece
proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü.
Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî)
yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî
yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil,
toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü
arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da
çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha
iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür),
içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal
ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.

“Ücrette hissedilir bir artış, üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür.
Üretken sermayenin bu hızlı büyümesi, zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme
ve zevklerin de eşit hızda büyümesine yol açar. Demek ki, her ne kadar işçinin zevk
konuları artmışsa da, bu zevklerin sağladığı toplumsal doyum, kapitalistin artmış
bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine oranla, ve genellikle toplumun
gelişme aşamasına oranla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan
kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize
doyum veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından
görelidirler.”[59]

Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk
ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik,
ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin
bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine
durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[60] Genel esprisi
itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir
ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu
ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili
tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını
karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir
öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine
oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri
var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi
artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu
söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu
da. Unutulmamalı ki, Marksizmin karşı çıktığı şey genel olarak mülkiyet değil,
üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu konudaki çarpıtmalara karşı Marx ve
Engels daha Komünist Manifesto’da gereken yanıtı vermişlerdir.

“Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca
salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin
bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için
yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan
bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[61]

Marx’ın köle emeğiyle ücretli emeği karşılaştırarak dikkat çektiği çok önemli bir
gerçeklik var. Şöyle ki; aslında kapitalist ücret biçimi büyük bir yanılsama yaratır.
İşçinin aldığı ücret, sanki çalışma saatlerinin toplamı için yapılan bir ödeme gibi
algılanır. Böylelikle, bir işgününün gerekli-emek ve artı-emek olarak, yani karşılığı
ödenmiş emek ve karşılığı ödenmemiş-emek olarak bölünmüş olması gizlenir.
Halbuki, köle emeğinde tersi bir durum söz konusuydu. Köle emeğine bir ücret
ödenmediğinden, işgününün, kölenin yaşaması için gerekli tüketim maddelerini
yerine koyduğu kısmı, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için
harcadığı emek sanılır. “Kölenin bütün emeği, karşılığı ödenmemiş emek olarak
görünür. Ücretli-emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek
bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı
emeği, mülkiyet ilişkisi gözlerden saklar, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı
ödenmeyen emeğini, para ilişkisi gözlerden gizler.”[62]

Marx ve Engels’in kapitalizmin genel işleyiş yasalarına yönelik çözümlemeleri,


yaşadıkları döneme ait gözlem raporları değildir. Zaten öyle olsaydı, Marksizm
olarak adlandırılan bir işçi sınıfı biliminden ve bilimsel komünizmden söz etmek
mümkün olmazdı. Aslında burjuva ideologlarının da hinoğluhin gibi bildikleri,
fakat ideolojik savaş kuralları gereğince tersini savundukları üzere, Marksizm
yalnızca doğduğu yüzyılın ya da onu takip eden yüzyılın değil, tüm bir proleter
devrimler çağının bilimidir. Ve tüm bu zamanlar boyunca kapitalist gelişmenin
yapısal eğilimine, genel hatlarıyla nasıl bir seyir izleyeceğine ve bu gelişmeler
karşısında alınacak siyasi tutuma dair bilimsel ipuçlarını sunmuş bulunmaktadır.

Örneğin, toplam işgücü içinde üretken emeğin gerileyen yüzdesini işçi sınıfının yok
olduğu, Marksizmin öldüğü yolunda bir kanıt olarak kullanmak isteyenlerle alay
edercesine Marx, gelişmenin bu yönde olacağını yıllar öncesinden çözümlüyordu.
“Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne
kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam
olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade
etmektedir.”[63] Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, burada sözü edilen azalma
mutlak değil, göreli bir azalmadır.

Geleneksel ya da yeni, hangi biçimde olursa olsun, üretken emek alanı olmaksızın
kapitalizm var olamaz. Bu sistem başkalarının mümkün olan en çok miktardaki
emeğini sahiplenme ve kâra dönüştürme eğilimini içinde taşır. Bu nedenle,
kapitalizm bir yandan belirli bir ürün miktarı için gerekli üretken emek miktarını
indirirken, diğer yandan toplam üretimin artışıyla birlikte, olabilecek en çok
sayıdaki üretken emeği çalıştırmaya gayret etmektedir. Yani, birim başına daha az
üretken emekle giderek büyüyen bir üretim söz konusudur. Bu da emekçi nüfusun
toplam nüfusa oranla sürekli büyümesi demektir. Eskinin üretken sınıflarının
giderek proletaryanın saflarına katılması demektir.

Marksizmin Gorz gibiler tarafından karikatürize edilerek eleştiri konusu


yapılmasına çarpıcı bir örnek, nitelikli işgücünün gelişme seyrinden verilebilir.
Gorz, Marx’ın eserlerini anlamak için değil de gülünç savlarla suçlamak amacıyla
ele aldığından, kendi iddialarını Marx’ın öngörüleriymiş gibi sunmaktadır.
Örneğin, sanki Marx böyle bir saptama yapmış gibi, bay Gorz, nitelikli işçinin
niteliksiz işçiyi sahneden kovacağını söyleyen Marx’ın yanıldığını buyurmaktadır.
Ve bu sayın bay sanki bir keşif yapıyormuşçasına, aslında kapitalist gelişme
seyrinin emeği vasıfsızlaştırdığını belirtmektedir.[64] Gorz, Marksizmi çürütme
adına, aslında Marksizmin çözümlediği bir eğilimi vurgulamış olmaktadır. Çünkü
Marx’ın daha 1848’de yaptığı değerlendirme şöyledir: “Üretken sermayenin
büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi
daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük
işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin
yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır.”[65]

Marksizmin günümüzde de pırıltısından hiçbir şey yitirmemiş bulunan


çözümlemeleri ortadayken, burjuva sosyologların, iktisatçıların ve sözde
Marksistlerin, Marksizme yönelik saldırılarında cesaret aldıkları temel faktör ne
olabilir? Bu sorunun yanıtı aslında oldukça kolaydır. Onlar, Marksizmi bir nebze
olsun öğrenme zahmetine katlanmaksızın, Marksizm konusunda kulaktan dolma,
sade suya tirit düşünce kırıntılarıyla yetinmeye eğilimli “okumuş” insan sayısının
yüksek oluşundan cesaret alıyorlar.

İşte, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, aslında işçi sınıfının değil de bir orta sınıfın
büyümekte olduğu iddiası da, bilimsel ciddiyetten tamamen uzak ve palavradan
argümanlar üzerine oturtulmuş bir ideolojik icattır. Bu tür icatlarda bir hayli önde
koşan İngiliz “düşünürleri”, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de kol
işçilerinin reel gelirlerinde önemli yükselişler görüldüğü gerekçesiyle sınıf tanımını
tüketim ölçüsüne göre yapma “uyanıklığını” göstermişlerdi. “Eskiye göre daha çok
tüketiyorlar, o halde işçi olamazlar” bahanesiyle kol işçileri dahil işçi sınıfının
büyük bölümünü kendi devşirmeleri olan bir “orta sınıf” tanımının içine
tıkıştırıverdiler. Böylece, işçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını
sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen
kesimleri, “orta sınıf” diye bir kategoriye terfi ettiriliverdi. Burjuva “âlimleri”,
bilimsel kanıt olarak yaldızladıkları bol rakamlı tüketim istatistikleriyle, işçi
sınıfını ayırt etmeyi sağlayan nesnel ölçütleri geçersiz ilân ettiler.

Burjuva ideolojisinin egemenliği ölçüsünde toplumda kabul gören bu türden


düşünceler bir yandan muazzam proleterleşme gerçeğini gözlerden gizlemeye
hizmet ederken, diğer yandan bu türden palavralara kanan bir kısım işçilerin
kendilerini “orta sınıf”tan hissetmeleri sonucunu da doğurdu. Böylece, beyaz
yakalı işçilerin (örneğin mühendisler, öğretmenler, hemşireler, memur statüsünde
çalıştırılan kamu emekçileri, büro elemanları vb.) bir kısmı, kendilerini aslında ait
oldukları işçi sınıfının genel mücadelesinden soyutladılar. Bilinci çarpılmış bu tür
işçiler, işçi sendikalarında örgütlenmekten uzak durmayı, toplumsal yaşamda daha
yüksek bir statü sahibi olmanın bir göstergesi olarak benimseyebildiler.
Kapitalist düzen içinde kendi konumları hakkında yanılan ve yaşam tarzı itibarıyla
gözü biraz yükseklerde olan işçileri küçük-burjuva olarak nitelemek siyasal açıdan
bir şey ifade etse de, böyle bir niteleme onların sosyal ve sınıfsal açıdan işçi sınıfının
parçası oldukları gerçeğini değiştirmez. Bir de unutulmamalı ki, gerçekler
acımasızdır. Kapitalizmin gerçek yüzü krizlerle, işçilerin düşen yaşam
standartlarıyla ve kaybolan sosyal haklarla vb. kendini açığa vurdukça, acı ilacı
yutan daha pek çok işçinin aklı başına gelecektir. Bu yüzden, asıl üzerinde
durulması gereken nokta, çarpılmış bilinçleri düzeltmek ve işçi sınıfının tüm
kesimlerini kapitalizme karşı ortak kitlesel mücadeleye seferber edebilmektir.

Her şeyi yerli yerine oturtmak koşuluyla, modern kapitalist toplumlarda “orta
sınıf” (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.) kavramı bir gerçekliğe denk
düşmektedir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, bunun, Marksizmin çözümlediği
küçük-burjuvaziden başkası olmadığını görürüz. Tarihin daha eski dönemlerinde,
örneğin toplumsal kesimlerin ayırt edilmesinde burjuvalar için kullanılan “orta
kesim” benzeri bir kavramı, modern kapitalist toplumlarda ne burjuvazinin orta
büyüklükte olanları için kullanmanın bir mantığı vardır, ne de işçi sınıfının daha
yüksek gelir düzeyine sahip bazı kesimleri için. Fakat kapitalist toplumda iki temel
sınıf arasına sıkışıp kalmış unsurlar, burjuvaziyle proletarya arasında yer alan bir
“orta sınıf” gerçekten vardır.

Geleneksel biçimiyle küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle


kapitaliste, ama öte yandan, esas olarak kendi işgücünü sarfederek varlığını
sürdürmesi nedeniyle de işçiye benzer. Marx’ın geleneksel küçük-burjuvaziye dair
değerlendirmesi, kapitalist toplumda bir ara sınıf özelliği taşıyan unsurların,
işçiden farklı bir konumda olduklarını vurgulaması bakımından aydınlatıcıdır.
Marx, kapitalistler gibi emekçi çalıştırmayan bağımsız zanaatçılar ve köylülerle
ilgili olarak şöyle der:

“Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi emek güçlerini


yeniden-üretmekle kalmayıp bir artı-değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları,
onların kendi artı-değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı
için) artı-değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. ...
Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi
olarak kapitalisttir; emekçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle,
kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde eder; yani ücretli
işçi olarak kendini sömürür ve artı-değeri, emekçinin sermayeye borçlu olduğu
haracı, kendine öder.”[66]

Temel özellikleri itibarıyla bu ara sınıf aslında modern sanayinin ürünü olmayıp,
tam tersine kapitalist topluma geçmişin mirasıdır. Bu nedenle de esas itibarıyla
geleneksel küçük mülk sahibine (küçük toprak sahibi köylüyle, kendi tezgâhının ya
da dükkânının mülkiyetine sahip esnaf ve zanaatkâra) denk düşer. Hatırlanacağı
gibi, bu türden üreticiler ancak kendi hesabına meta üretebilir ve satabilir.
Dolayısıyla, ne bunların durumu sermaye-ücretli emek ilişkisi kapsamındadır, ne
de bu kişilerin üretimi modern kapitalist üretim çerçevesinde değerlendirilebilir.
Bu nedenle bu türden üreticilerin harcadığı emeğin, kapitalizm çerçevesindeki
üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımıyla da bir ilgisi yoktur.

Aslında geleneksel küçük-burjuvazi kapitalist gelişme karşısında genelde yok


olmaya mahkûmdur. Onun çok küçük bir kesimi burjuvazi katına yükselme
fırsatını yakalarken, çoğunluğu proletaryanın saflarına katılır. Marx, emeğin
giderek artan üretkenliği ve sermayenin yoğunlaşması temelinde nüfusun
proleterleşmesinden söz ederken, “üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları
giderek proletaryanın saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir”
demektedir.[67] Marx’ın döneminde “burjuvalaşma” anlamına gelen bu “orta
sınıfa katılma” tespiti, günümüzde yine çalışanların küçük bir kısmını oluşturmak
kaydıyla, kapitalizmin yeni biçimleriyle bir ara sınıf konumunu üretmeyi
sürdürmesi biçiminde yorumlanabilir.

Kapitalist gelişme geçmişte büyük ayrıcalıklara sahip serbest meslekleri (doktor,


avukat, muhasebeci, mühendis gibi) sıradanlaştırıp, bu mesleklere mensup
olanların önemli bir bölümünü proletaryanın saflarına iter. Bu nedenle de meslek
ayrımı açısından ele alındığında, yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi
kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere
satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi
kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü,
kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri
organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi
çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte
yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi
bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta
sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını
sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin
ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir.
Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de
dışına taşmazlar.

Ayrıca, kapitalist gelişmenin çeşitlendirip yaygınlaştırdığı profesyonel meslekler


kapsamında, bağımsız sözleşmeler temelinde çeşitli sermaye kuruluşlarında ve
şirketlerde çalışan, genellikle yönetici konumunda bulunan ve işgücünün
maliyetinin üzerinde gelir elde eden sözde ücretlileri de işçi sınıfının kapsamı
dışında tutmak gerekir. Karar mekanizmasında belirli yetkilerle donatılmış bu
yönetici ve teknokratlar, kapitalist işletmelerde sıradan gözetim ve denetim işleriyle
görevlendirilmiş mühendis ve küçük şeflerle karıştırılmamalıdır.
Ustabaşı, postabaşı vb. sıfatıyla işçilerin başına getirilen küçük rütbeli yöneticiler
genelde işçi sınıfının içindedir. Marx’ın dediği gibi, “Bir kapitalistin komutası
altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi subaylara
(yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) ihtiyaç gösterir, ve bunlar, işin
yapılması sırasında, kapitalist adına bu orduya komuta ederler. Denetim ve
gözetim işi, bunların yerleşmiş ve özel görevleri olur.”[68] Vasıflı emek için ödenen
yönetim ve denetim giderleri genelde üretken emeğin ücreti kapsamındadır. Bu
durum, kapitalizmin ilerleyişi içinde bir yandan zorunlu hale gelen ve diğer
yandan sıradanlaşıp yaygınlaşan yönetim ve denetim emeğinin varlığından
kaynaklanır. Bu konuya Marx dikkat çekmektedir:

“Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek
üzerindeki egemenliğinden doğduğuna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi,
sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre,
kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin bireylere kendi özel
görevleri olarak verdiği üretken işlevler ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir
biçimde bağlı bulunur. Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos (Eski Yunan’da:
«sürveyan») ya da regisseur’ün (yönetmen yardımcısı) ücreti, yapılan iş, böyle bir
yöneticiye bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen
ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[69]

Proletaryanın büyümesinden korkuya kapılmak gibi bir derdi olmayanlar için,


ücretliler başlığı altındaki devasa işçi sınıfı kitlesini ayırt ettikten sonra, ücretli gibi
görünüp de gerçekte hiç de işçi sınıfının kapsamına girmeyecek olan istisnaları
ayıklamak zor bir iş değildir. Bizzat işçi sınıfının içinde yer alan vasıflı emek için
ödenen gözetim ve denetim giderlerini işçi ücretleri bağlamında bir kenara
bırakmak koşuluyla, ücretli gibi görünen üst ve orta düzey menajerlerin,
teknokratların farklı konumu göz ardı edilmemelidir. Düzenli ve dolgun bir ücret
gelirinin dışında, kârdan hisse, primler vb. gibi çeşitli yan ödemelerle beslenen üst
düzey yöneticilerin işçi sınıfının içinde yeri yoktur. Anonim şirket olgusunun ortaya
çıkışıyla birlikte, Marx henüz başlangıcında olan bir gelişmenin gideceği yönü
göstermiş ve sermaye sahipliğiyle yöneticiliğin nasıl birbirinden ayrıldığına işaret
etmiştir.

“Hisse senetli şirketlerde –bunlar, kredi sistemi ile gelişmişlerdir– genellikle bu


yönetim işini, ister kendilerine ait olsun, ister borç alınsın, sermaye sahipliğinden
bir işlev olarak ayırma konusunda gitgide artan bir eğilim vardır. ... Ne var ki, bir
yandan, ... para-kapitalist, işlev yapan kapitalistin karşısına çıkmak zorunda
olduğu halde, para-sermayenin kendisi, kredi sisteminin gelişmesiyle toplumsal bir
niteliğe bürünür, bankalarda toplanarak, ilk sahipleri yerine artık buralardan borç
verilir, öte yandan da, ister borç alınmış olsun ister olmasın, sermaye üzerinde
herhangi bir hakkı bulunmayan bir yönetici, işlev yapan kapitaliste ... ait bulunan
bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, yalnızca görev yapan yönetici
kalarak, kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[70]

Sermaye sahipliğiyle profesyonel yöneticiliğin birbirinden ayrılmasının bir sonucu


olarak, bir zamanlar üretim sürecinde sanayi kapitalistinin yaptığı işlevleri yerine
getiren üst düzey yöneticilerin, konumları itibarıyla, orta düzeydeki yöneticilerden
farklı olacağı açıktır. Kendilerine ait bazı işlevleri orta düzey yöneticilere devreden
üst düzey menajerler, daha çok malî kaynakların temini ve dağılımı konusunda
stratejik kararların alınması ve denetlenmesiyle ilgilenirler. Bunlar, (özel ya da
kamu) şirket bütçelerinden aylık ücret alıyor gibi görünseler de, asıl olarak kârdan
aldıkları pay ve sahip oldukları hisse senedi ve benzeri değerli kâğıtlarla birlikte
halisinden burjuvadırlar. Gerçek nitelikleri Marx’ın satırlarında dile gelmektedir:
“Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim ücretleri ile
ilgili yeni bir üçkâğıtçılık yöntemi gelişti ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yığın
yönetim ve denetim kurulları peydahlandı; bunlar için denetim ve yönetim
yalnızca ortakları soymanın ve keselerini doldurmanın bir bahanesi oldu.”[71]

Orta düzey menajerler, karar mekanizmasının işleyişinde ve parasal kaynakların


dağılımında üst düzey menajerler kadar büyük yetkilere ve avantajlara sahip
değildirler. Fakat işgücünün yeniden üretilmesi maliyetini bir hayli aşan dolgun
ücretleri, ek primleri vb. ile vasıflı işçi durumundaki gözetim ve denetim
işçilerinden de farklı bir konumda bulunmaktadırlar. Üst düzey yöneticilerin
onayladığı stratejik planlar temelinde, uygulama alanına ilişkin kararların
alınmasında söz sahibidirler. Taşıdıkları özellikler itibarıyla ne burjuvaziye ne de
proletaryaya dahil edemeyeceğimiz ve başlı başına da bir sınıf oluşturmayan, tıpkı
geleneksel küçük-burjuvazide olduğu gibi ara konumda bulunan böyle bir
tabakayı, olsa olsa “orta sınıf” kapsamında değerlendirebiliriz.

Ancak, geleneksel küçük-burjuvaziye kendi küçük toprağına ya da tezgâhına,


bürosuna vb. sahip oluşu damgasını basarken, bu ele aldığımız tabakanın durumu
biraz farklıdır. Yine de, salt işgücünün yeniden üretilmesini sağlayan bir gelir
düzeyini aşan kazançları nedeniyle, tıpkı küçük-burjuva kategorisinde olduğu gibi
sanki kendi emeğinin karşılığını alıyor diyebileceğimiz bir durum söz konusudur.
Marx’ın, kapitalizmin ilk dönemlerinde henüz genel ücretli emek kapsamında yer
almayan ve işçilere oranla ayrıcalıklı bir gelir elde edebilen bazı ev hizmetçileri
için, “Gerçekte, hiçbir sınıf küçük-burjuvaziye onlardan daha değersiz bir
devşirmeler kesimi sağlayamaz”[72] dediği gibi, günümüzde de çeşitli şirket ve
holdinglerde, finans kuruluşlarında görev yapan ve işçilere göre kimi ayrıcalıklara
sahip olan orta düzey teknokrat, yönetici vb. gibiler için, hiç kimse günümüzün
orta sınıf gerçeğine bunlardan daha fazla denk düşemez diyebiliriz.

Bu açıklamalardan sonra bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz. Bizce asıl
sorun, en incesinden hesaplamalar da yapsak, sonuç olarak beyaz yakalılar
arasında düşük oranda bir yer tuttuğunu bildiğimiz burjuva idarecilerin, ya da
küçük-burjuva konumdaki menajerlerin gerçek yüzdesini bulmaya çalışmak değil.
Ağaçlara bakmaktan ormanı fark edemeyen kişinin durumuna düşmemek için,
malûm burjuva ve küçük-burjuva idarecileri bir yana bırakalım. Ve, kimilerinin
beyaz yakalılar diyerek dışladıkları, kimilerinin “orta sınıf” diye yutturmaya
çalıştığı asıl büyük gerçekliği, örneğin hizmet sektörü büyüdükçe kapsamı
genişleyen proletaryayı, sayıları durmadan artan işçileri görelim. Kaldı ki, hizmet
sektörünün büyümesi yalnızca kafa işçilerinin sayısındaki artışa değil, bu sektörde
çalışan kol işçilerinin sayısının da arttığına işaret ediyor.

Marx’ın deyişiyle ifade edecek olursak: “Demek oluyor ki, kapitalist üretim,
birbirine bağlı sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle,
sadece meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist,
öte yanda ücretli işçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden
üretiyor.”[73] Kısacası, sermaye ve ücretli-emek karşılıklı çelişkileri içinde
diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi, aynı zamanda ücretli-emeğin üretimi
demektir.

Daha önce değindiğimiz üzere, sınıfsal çözümleme yaparken, geçersiz ve keyfî


birtakım ölçütlere aldanmayıp, Marksizmin bizlere sunduğu nesnel ölçütlerden
hareket etmiş bulunuyoruz. Farklı sınıfların birbirinden ayırt edilmesinde bu
nesnel ölçütlere başvurulduğunda, sorun çok büyük ölçüde netleştirilmiş olsa da,
sosyal kategoriler iki kere iki dört eder misali katı bir çerçeveye sahip değildirler.
Aralarındaki kimi hareket noktalarında birbirlerine yaklaşabilmektedirler.

Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yarım kalan Sınıflar başlıklı bölümde, sınıf
ayrımlarının bulanıklaştığı sınır çizgilerine değinmektedir. “İngiltere’de modern
toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klâsik biçimde
gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, … orta ve ara tabakalar, … her yerde sınır
çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur.
Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme
yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını
büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim
araçlarını sermayeye dönüştürür.”[74] Bu nedenle incelenen sorun bazı ayrıntısal
tartışmalarda bulanıklaşmaya ve dolayısıyla istismara açık hale gelse de, önemli
olan istisnaî durumlar üzerinde kılı kırk yarmak değil, genel kuralları
netleştirebilmek, genel eğilimleri görebilmek, genel ayrımları yapabilmektir. Oysa
burjuva ideologları, sosyologları ve bunların izinden gidenler, dikkatleri asıl olana
değil, istismara açık noktaları yakalayıp meseleyi bulanıklaştıracak gereksiz
ayrıntılara çekiyorlar
[58] Marx, Kapital, C.3, s.775
[59] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.46
[60] Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay., Temmuz 1976, s.156
[61] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.147
[62] Marx, Kapital, C.1, s.572
[63] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.214-215
[64] Bkz. A. Gorz, age, s.25-26
[65] Marx, Felsefenin Sefaleti, s.230
[66] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.381-382
[67] Marx, age, s.215-216
[68] Marx, Kapital, C.1, s.359
[69] Marx, Kapital, C.3, s.339-340
[70] Marx, age, s.341
[71] Marx, age, s.342
[72] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.190
[73] Marx, Kapital, C.1, s.616
[74] Marx, Kapital, C.3, s.775

“Sanayisizleşme” mi, “Robotlaşma” mı, Yoksa Kapitalist


Gelişme Yasaları mı?

İşçi hareketinin gerilediği ve Marksizmin gözden düşürülmek istendiği


dönemlerde, kapitalist düzenin Marksist tahlilinin sonuçlarına ve proletaryanın
gün geçtikçe önem kazanan rolüne yönelik çeşitli iddiaların ortalığı kapladığını
biliyoruz. Bu tür iddiaların dikkat çeken birkaç versiyonuna daha değineceğiz.

“Sanayisizleşme” mi?
İşçi sınıfının büyüyen varlığını yadsıma doğrultusundaki ilginç girişimlerden biri
de, sanayileşmiş Batı ülkelerinin 1970’lerin ortalarından itibaren artık sürekli
olarak bir durgunluk içine girdiği ve bunun bir “sanayisizleşme” süreci anlamına
geleceği yolundaki iddialardır. Kapitalist sanayi çevriminin, durgunluk, canlanma,
yükseliş, bunalım gibi evrelerine bağlı olarak, bazı dönemlerde genişletilmiş
yeniden üretim sürecinin büyüme hızında duraklama ve gerileme kaydedildiği
bellidir. Ayrıca, 1970’lerin ortalarından itibaren özellikle gelişmiş kapitalist
ülkelerde, canlanma ve yükseliş dönemlerinin artık 1948-1974 döneminde olduğu
gibi keyifli bir biçimde yaşanmadığı bir uzun trende girilmiş olduğu da doğrudur.
Ne var ki, hem bu türden dalgalanmalar zaten kapitalizmin bir işleyiş yasasıdır,
hem de yaşanan daralma ve gerilemeler genelde sanayi yatırımlarındaki mutlak bir
azalışa değil, büyüme oranlarındaki görece düşüşlere işaret eder. O halde bu
türden ekonomik gerçeklerden hareketle, kapitalizmin sanayileşme kapasitesinde
artık mutlak bir gerileme yaşanmakta olduğu tarzında “düşünceler” üretmek, pek
çok açıdan bir saçmalıklar komedyasına dönüşmektedir.

Çünkü, bir kere kapitalizm bir dünya sistemidir. Ve Marksizmin işaret ettiği gibi,
kapitalist sistem açısından önemli olan, dünya ölçüsündeki gelişme eğiliminin
tezahürüdür. Batılı ülkelerde sanayi yatırımlarının büyüme oranlarındaki görece
düşüşe, diğer ülkelerdeki yükseliş eşlik edebilir. İkincisi, sanayi kavramı gerçekte,
imalât, tarım, enerji, taşımacılık, hizmet üretimi gibi, akla gelebilecek bütün
değişim değerlerinin üretildiği sektörlerin tümünü kucaklar. Dünya kapitalist
sistemi içindeki toplam artı-değerin kaynağını oluşturan bu toplam alan (yani
üretim) olmaksızın, ne kapitalist kârın oluşumundan ve ne de artı-değerin faiz,
rant vb. biçiminde bölüşümünden söz etmek mümkündür. Üçüncüsü, sanayi
sektörünün kendi iç yapılanmasında zamanla kimi kalemlerin üretimi önemini
yitirip yenileri öne çıkmakta, eski dönemlerde kapitalist üretime konu olmayan
bazı hizmetler (turizm, eğlence, vb.) bizzat yeni sanayi kolları düzeyine
yükselmektedir. Sanayi sektörünü bu ağırlığıyla birlikte düşünmek ve değişim
değerleri üretimi olmaksızın kapitalizmin var olmayacağını unutmamak gerekir.

Bilindiği gibi, hem tüketicilerin ihtiyaç duyacağı mal ve hizmetler, hem de ortalama
yaşam düzeyi, tarihsel-toplumsal bir olgudur. Yaşam düzeyi, yalnızca fiziksel
yaşamın sürdürülmesinden ibaret olmayıp, insanların içinde yaşadıkları toplumsal
koşullardan doğan gereksinimlerin de doyurulmasıdır. Yaşamın kapitalist tarzda
örgütlenmesi, eski dönemlerde tüketime konu olmayan nice kalemi, artık
karşılanması gereken bir ihtiyaç durumuna getirmektedir. Yani kapitalizm
“ihtiyaç”ları çeşitlendirmekte, yeni ihtiyaçları kitlelerin yaşamına sokmakta,
aslında adeta dayatmaktadır.

Örneğin geçmişte ücretli emeğin kapitalist örgütlenmesine dayanmaksızın bizzat ev


halkı tarafından karşılanabilen nice ev işi, artık kapitalizmin hizmet üretimi içinde
yer almaktadır. Ayrıca üretkenlik arttıkça, toplam toplumsal üretim zamanı içinde
geleneksel tüketim maddelerinin ya da temel fiziksel ihtiyaçların üretimi için
gereken zaman azalmakta, karşılığında ise yeni ihtiyaçların üretim zamanı
artmaktadır. Bu nedenle toplam sanayi içinde geleneksel sanayi kollarının
yüzdesinin düşmesi ve örneğin yeni sanayilerin ya da hizmet sanayiinin oranının
yükselmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla bu durumun, sanayinin küçülmesi biçiminde
yorumlanması bir yanılgıdır. Kapitalizm, her gün yeni ihtiyaçlar yaratarak tüketim
pazarını genişletmeye çalışırken, öte yandan azalan kâr oranlarının basıncını
hafifletmek için de, sermayeyi sanayinin yeni dallarına ve yeni üretim kalemlerine
kaydırmaya çalışır. Çünkü bu sistem, sanayi sayesinde artı-değer üretimini
büyütebildiği ve sürdürebildiği sürece vardır. Marx sanayi sermayesi ile ilgili
olarak şöyle der:
“Sanayi sermayesi, artı-değerin ya da artı-ürünün sadece ele geçirildiği değil, aynı
zamanda yaratılması sermayenin bir işlevi olan, sermayenin biricik varlık
biçimidir. … Toplumsal üretim koşulları arasında, sanayi sermayesinden önce
görülen ve geçmişe karışan ya da cançekişmekte olan diğer sermaye türleri, yalnız
ona tâbi olmakla ve işleyiş biçimleri ona uyacak biçimde değişmekle kalmayıp
ancak ona dayanarak hareket etmekte ve bu temelle birlikte yaşayıp ölmekte,
ayakta durmakta ya da çökmektedir. Belli iş kollarında para-sermaye ile meta
sermaye, sanayi sermayesiyle yanyana işlevlerini yaptıkları sürece, dolaşım
alanında sanayi sermayesinin bazan büründüğü bazan sıyrıldığı farklı işlevsel
şekillerin varlık biçimlerinden başka bir şey değillerdir.”[75]

Kapitalist üretim sürecinde karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan doğruya işçiden


kopartıp alan ve bunu metalarda somutlaştıran sanayici kapitalist, aslında teorik
olarak bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi
değildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine
getiren diğer kapitalistlerle paylaşmak durumundadır. Dolaşım sürecinde realize
olan artı-değer çeşitli kısımlara ayrılır. “Bu parçalar, çeşitli kategorilere ayrılan
kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız
farklı şekiller alır.”[76]

Bu nedenle, kârın ya da faizin vb. kaynağının artı-değer üretimi olduğu


gerçekliğini göz ardı edip, sanayinin artık önemini yitirdiğini ve günümüzde asıl
olarak para ve değerli kâğıtlar spekülasyonunun revaçta bulunduğunu söylemek
ne derece ciddi bir iddia olabilir? Eğer böyle bir şey doğru olsaydı, bu durumda,
aslında kapitalist sistemde yaratılan toplam artı-değer sayesinde, o artı-değerin
bölüşümü üzerine finans oyunlarıyla gerçek paylar kapan para sahipleri, artık
hiçbir değer ifade etmemeye başlayan birtakım kâğıt parçacıklarıyla oynayıp
duran bir deliler kervanına katılmış olurlardı. Oysaki kapitalist sistem, bu türden
çocuksu şakaları kaldıramayacak kadar gerçek kaynaklara göz dikmiş bulunan bir
dünya sistemidir. Tüm finans dünyası, borsa oyunları, kâğıtlar üzerinden yürüyen
spekülasyonlar vb., işçi sınıfının yarattığı artı-değer kitlesine el koyma sayesinde
varlığını sürdürebilmektedir. Özetle, toplam toplumsal emeğin yarattığı artı-değer
kitlesi var olmadıkça, bölüşüm alanında sürüp giden bu görüntülerin hiçbirisi var
olamaz.

Fakat artı-değerin kıyasıya bir rekabet temelinde piyasada bölüşümü ve bu


rekabet sırasında ortaya çıkan spekülasyon, bu bölüşülenin kaynağının aslında
üretim alanı olduğu gerçeğini soldurur. Bu nedenle, sermaye sahipleri arasındaki
bölüşüme sanki borsalardaki şans oyunları, para piyasalarındaki kumar vb.
hükmediyormuş gibi bir yanılsama oluşur. Oysaki rekabet denen şey, durduğu
yerde artı-değer yumurtlayan bir kaz değildir. Aslında rekabet, zaten gerçeklikte
farklı finansal güçlere sahip bulunan sermaye gruplarının arasındaki kapitalist
işleyiş kurallarının gerçekleşmesinin ifadesidir. Şöyle ki; güçlü bir sermaye grubu
ortalamanın üzerinde bir kâr oranı tutturuyorsa, bu, ondan daha güçsüz olanların
kaybı pahasınadır. İşte tekellerin “süper kâr”ı denen şey de, yaratılan toplam artı-
değerin üzerindeki bir fazlalığı değil, ekonomik güç sayesinde artı-değerin
bölüşümünde aslan payının kapılmasını, bu anlamda ortalamanın üzerindeki bir
kâr oranını anlatır.

Kapitalistlerin üretim faktörlerini satın alması, üretim safhası ve üretilenin


satılması yoluyla sermayelerini büyütmelerini ifade eden “para-mal-daha çok para
(P-M-P')” şeklindeki değer dolaşımı, faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda
kısaltılmış olarak belirir. Bu durumda, sanki bir ara aşama olmaksızın (yani
üretim safhasını görmeksizin!) P-P' biçiminde bir sonuca ulaşırız. Para durduk
yerde büyüyor, daha doğrusu para parayı çekiyor gibidir. Böylece, doğrudan
sanayi yatırımlarıyla ilgilenmeyip yalnızca parasını çalıştırmak isteyen, yani P-P'
gibi kısa yoldan artı-değerden pay kapma peşindeki bir kısım sermaye, faiz geliri
elde eder. Fakat bunun kaynağı elbette ki üretimde, artı-değerdedir. Bir kısım
sermayenin doğrudan sanayi yatırımından kaçarak faiz geliri peşinde koşması
aslında para sahibi kapitalistin, sanayici kapitaliste faiz karşılığı borç vermesi
anlamına gelmektedir.

“Parasını faiz getiren sermaye olarak değerlendirmek isteyen para sahibi, bunu bir
üçüncü kişiye devreder, onu dolaşıma sokar ve sermaye olarak meta haline getirir;
sırf kendisi için değil başkaları için de sermaye haline getirir. Para, yalnızca onu
veren kimse için sermaye olmayıp, daha başlangıçta bir üçüncü kişiye sermaye
olarak artı-değer yaratan, kâr yaratan bir kullanım-değeri ile yüklü bir değer
olarak verilmiştir; bu, kendi hareketinde kendisini devam ettiren ve işlevini yerine
getirdikten sonra, ilk sahibine, bu örnekte paranın sahibine dönen bir değerdir. Şu
halde para, ondan, yalnızca belirli bir süre için ayrılmakta, geçici bir süre için
sahibinin zilyetliğinden çıkıp, iş yapmakta olan kapitalistin zilyetliğine geçmekte ve
böylece ne ödeme şeklinde elden çıkartılmakta ne satılmakta, ama yalnızca ödünç
verilmekte, ve önce, belli bir zaman aralığından sonra çıkış noktasına dönmek ve
ikinci olarak da, gerçekleşmiş sermaye olarak –kullanım değerini, artı-değer
yaratma gücünü gerçekleştirmiş bir sermaye olarak– geri dönmek koşuluna bağlı
olarak elden çıkarılmaktadır.”[77]

Sanayide kârlılık oranının düşmeye başladığı bazı konjonktürlerde, kapitalistlerin


sermayelerinin önemli bir bölümünü doğrudan sanayi yatırımlarından çekerek,
dünya piyasalarında para oyunları temelinde döndürmeye başlamaları ve faizlerin
spekülatif biçimde yükselmesi, sonuçta dünya piyasalarını sarsan bir krizle kendini
açığa vurur. Paranın kendi kendine para getirmediği açığa çıkar. Açıkçası, gerçek
kaynağın ötesine taşan spekülatif hareketlerle aşırı hararetlendirilen borsa ve para
piyasalarının eninde sonunda toslayacağı bir duvar vardır. O da, kâr, faiz ve rant
gelirlerinin dağılımını yeniden düzenleyerek, bu gelirlerin mevcut artı-değerin
bölüşümünden başka bir şey olamayacağını gösteren büyük krizlerdir. Yaşanan
krizlerle birlikte gerçek ve sanal değerler ayrışırken, piyasadaki oyuncuların bir
kısmının sıfırı tüketmesi pahasına başkaları kazanır. Diğer yandan da krizlerin
ekonomik gerçekleri hatırlatan sert tokatları sayesinde burjuva iktisatçıların aklı
yeniden başına gelir (!). Böylece burjuva dünyasında yeniden sanayi yatırımlarının
önemi üzerine vurgular yapılmaya başlanır.

Rekabet temelinde kârlılığın ortalamaya doğru meyletmesinin, kapitalist


yatırımcıyı verimliliği daha büyük çapta arttırmaya, yani daha yoğun bir
makineleşmeye sürüklediği, Marksizmin yıllar öncesinden gözler önüne serdiği bir
eğilimdir. Dolayısıyla, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde daha yoğun olmak
üzere, belirli büyüklükteki bir üretimin daha az sayıda işçiyle
gerçekleştirilmesinde, ne yeni olan bir taraf vardır ne de bu eğilim Marx’ın
çözümlemeleriyle çelişmektedir.

Öte yandan kapitalistlerin sürekli olarak kâr maksimizasyonu peşinde ince maliyet
hesapları yaparak, işlerine geldiğinde sabit sermaye yatırımlarını ana ülkede
arttırmak yerine, yatırımları işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırdığını da
unutmamak gerekir. Böylece, dünya ölçüsünde sermayenin farklı hareketleri bir
bütün olarak değerlendirildiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde bazı sanayi
kollarındaki yatırımların azalması (eğer farklı alanlardaki yeni yatırımlarla ikame
edilmiyorsa) işsizliğin büyümesine yol açar. Az gelişmiş denilen ülkelere yapılan
yatırımlar ise, nüfusun büyük kesimlerinin proleterleşmesi anlamına gelir. Demek
ki, dünya kapitalist sisteminin, işli ya da işsiz, işçi sınıfının kitlesini büyütmek
dışında bir seçeneği yoktur. “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden
üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir
koşuludur.”[78] Kısacası, işçi sınıfı yoksa sermaye de yoktur; sanayi yoksa artı-
değer yoktur, dolayısıyla kâr yoktur, faiz yoktur, borsa oyunları yoktur.

“Para şeklindeki nispeten küçük bir kısım dışında kalan ve toplam sermayeyi
oluşturan üretim araçlarını satın alacak ve bunlardan yararlanacak kimseler
olmaksızın, bütün sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz düpedüz
saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin,
yani faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği artı-değeri yaratmaksızın, kapitalist
üretim temeli üzerinde faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist
üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük bir
saçmalık olur. Eğer kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para-
sermayeye çevirecek olsaydı, para-sermayede korkunç bir değer kaybı, faiz
oranında müthiş bir düşme olur, pek çoğu hemen, faizle yaşamlarını
sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda
kalırlardı.”[79]
Bu nedenle, sanki genişletilmiş yeniden üretim süreci (yani sanayi) olmaksızın da
salt para oyunlarına dayanan yeni bir cins kapitalizm olabilirmiş türünden
saçmalıkları; “sanayisizleşme” türünden gevezelikleri bir tarafa bırakıp, dikkatleri
kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarına çevirmek gerekir. Kapitalist üretim
tarzının bizzat kendi içinde taşıdığı özellikler nedeniyle, zaman zaman sanayide
parlak atılım dönemlerinin yaşanması ve ardından aşırı üretim krizlerinin gelmesi
tesadüfî değildir. Bu bağlamda, Marx’ın kapitalizmin bunalımlı yapısına ilişkin
açıklamaları, tartıştığımız konuyu doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle çok kısaca da
olsa üzerinde durmamızı gerektiriyor.

Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, toplam sermaye içinde değişen


sermayenin oranının azalması kapitalist üretim tarzının bir yasasıdır. Bunun
nedeni, emeğin üretken gücünün artması sayesinde, aynı süre içinde aynı emek
gücünün giderek artan miktarda sabit sermayeyi (her türden makine, iş aracı ,vb.)
ve hammaddeyi, yardımcı maddeyi işleyebilmesi, yeni değerlere katabilmesidir.
Değişen sermayede toplumsal sermayeye oranla gerçekleşen bu sürekli azalma,
toplam sermaye içinde değişmeyen sermayenin giderek daha ağır basması,
sermayenin daha yüksek bir organik bileşime ulaşmasını ifade eder.

Diğer yandan, tüm bu gelişmelere eşlik eden bir diğer olgu ise, aynı ya da hatta
artan bir emek sömürüsüyle birlikte artı-değerin kitlesi yükseliyor olsa da, kâr
oranının düşme eğilimi göstermesidir. Bu husus önemlidir, çünkü sermaye
cephesini ilgilendiren kıstas, kâr kitlesinin toplam sermayeye bölünmesiyle elde
edilen kârlılık oranıdır. Ve yaratılan daha büyük miktarda artı-değer realize olup
kâr kitlesi yükselse bile, eğer toplam sermayede daha da büyük bir artış olmuşsa,
bunun anlamı kâr oranının düşmesidir. “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi
sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle,
emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi
sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir.
Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici
dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[80]

Bazı dönemlerde kâr oranında bir artış gerçekleşse de, genelde sermayenin organik
bileşiminin yükselişi nedeniyle uzun dönem içinde kâr oranı düşme eğilimi gösterir.
Marx, mutlak bir düşüşten söz edilemeyeceğini ve düşüşü frenleyen bazı zıt yönlü
etkilerin mevcut bulunduğunu belirtir. Zıt yönde etki yapan güçlerin en genel
olanlarını sıralar: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, 2. Ücretlerin, emek-
gücünün değerinin altına düşmesi, 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması,
4. Nispî aşırı-nüfus, 5. Dış ticaret. Bunlar söz konusu yasayı ortadan
kaldırmamakta fakat etkisini azaltmaktadırlar. “Demek ki, yasa, yalnızca bir
eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren
dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmektedir.”[81]
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi ile bunu frenleyen zıt yöndeki etkenler kimi
dönemlerde bir denge durumu sağlasalar da, zaman zaman düşüş eğiliminin ağır
basması sonucunda bunalımlar patlak verir. Bunalımlar daima, mevcut çelişkilerin
geçici ve zora dayanan çözümleridir ve bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar
kuran şiddetli patlamalardır. İşte bu nedenle de kapitalizm asla üretici güçleri
muntazam bir büyüme temelinde geliştiren bir sistem değildir. Kısacası, “Kapitalist
üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye
çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli
ölçekte koyarak becerir.”[82]

Kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarından biri olan aşırı-üretim krizleri, somut


görünümü itibarıyla bir eksik tüketimle, yani mevcut talebin toplam arzı
yutamamasıyla kendisini hissettirmektedir. Burjuva iktisatçılar, kapitalizmin
kaçınılması mümkün olmayan temel zaafını (yani aşırı üretim krizlerini) gözlerden
gizleyebilmek için, başka gerekçeler ileri sürerler. Hastalığın sistemin kendisinde
değil de, uygulanan “yanlış” ekonomik politikalarda olduğunu vazederler.
Örneğin, eğer kapitalizm krizde ise, onlara göre bu durum borsalardaki
dalgalanmaların, faiz oranlarındaki düşüş ya da çıkışların veya talepte
arzulanmayan ya da beklenmeyen bir daralmanın (ne hikmetse!) sonucudur. Oysa
bunalımın kaynağında, aslında kapitalist üretim tarzının anarşik doğası
yatmaktadır. Çünkü, metaların üretilmesi ile onların satılması ve böylece
içerdikleri artı-değerin piyasada realize olması, kapitalist sürecin iki ayrı
perdesidir. Ve bu iki perdenin akılcı bir koordinasyonu, kelimenin gerçek
anlamında planlanması mümkün değildir.

Kendi işleyiş yasaları içinde sermayenin amacı, mümkün olduğu kadar çok
karşılığı ödenmeyen emeğe el koymak, artı-değer kitlesini muazzam boyutlara
ulaştırmaktır. Bunu gerçekleştirir, fakat böylece sürecin ikinci perdesine sıra gelir.
Tüm metalar kitlesinin, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan ve
artı-değeri de içeren toplam ürünün satılması gerekir. “Eğer bu yapılmaz ise, ya da
kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında
sömürülmüştür, ama bu sömürü, kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir
ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleştirilmemesi ya da kısmen
gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile
sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün
gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir.”[83]

Piyasa ilişkilerini düzenleyen koşulların, üretime ilişkin öngörülerden ya da


tüketicilerin taleplerinden bağımsız bir doğa yasası haline gelerek her geçen gün
daha da denetlenemez oluşu, kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı bir çelişkidir.
Sermaye bu çelişkiyi, üretimin yeni alanlara doğru yayılması ve yeni pazarlar
yaratılması ile çözümlemeye çalışmaktadır. Fakat Marx, üretkenlik geliştikçe
kapitalist sistemin kendisini tüketim koşullarının dayandığı dar temeller ile o denli
çatışır bulacağını vurgulamıştır. Kâr oranı, işçi daha az sömürüldüğü için değil,
üretkenlik artışı sonucunda yatırılan toplam sermayeye oranla giderek daha az
emek kullanıldığı için düşmektedir. Düşen kâr oranına karşı durma çabası ise, yine
yeni tekniklerin bulunup uygulamaya sokulmasını, böylece daha da büyük ölçekte
sermaye kullanılmasını gerektirmektedir. Bu işleyiş içinde daha küçük sermayeler
büyükler tarafından yutulmaktadır. Piyasa yasalarının zoru karşısında boyun eğip
iflâs eden kapitalistler sahip oldukları sermayeden yoksun bırakılmaktadır.
Sermayenin uluslararası ölçekte belirli ellerde yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle
birlikte, rekabet temelinde tekelleşme olgusu daha da çarpıcı hale gelmektedir.

Rekabet içinde birlik eğilimi, işlerin yolunda gittiği dönemlerde kapitalist sınıf
arasında bir kardeşlik havası estirse ve böylece her birinin ortak yağmadan kendi
yatırımı oranında pay almasını sağlasa da, sıra zararın paylaşılmasına geldiğinde
durum değişir. Her kapitalistin bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda
kalacağı, var olan gücüne ve göstereceği kurnazlığa bağlı olduğundan, böylesi
dönemlerde rekabet düşman kardeşler arasındaki savaşa dönüşür. Bunalımların
patlak verdiği dönemlerde toplam sermayenin bir bölümü değer kaybına uğrar,
paranın ödeme aracı işlevi felç geçirir. “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler
zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi
sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve, şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki
değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiilî durgunluklara ve kesintilere ve
böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[84]

Rekabet savaşımı temelinde gelişecek yeni arayışlarla yeni tekniklerin bulunması,


yeni çalışma yöntemlerinin uygulamaya konulması vb. sayesinde üretimde bir
sonraki genişleme dönemi hazırlanmış olacaktır. Ve böylece de, aynı ekonomik
döngü, öncekine oranla genişlemiş bir piyasa ve artmış üretici güçlerle birlikte,
yani daha yıkıcı bir biçimde işlemeye başlayacaktır. Öte yandan şurası çok
önemlidir ki, kapitalizmin aşırı üretimi, asla insan ihtiyacını aşan bir üretim fazlası
anlamına gelmez. Bu aşırı üretim, kitlelerin gerçek ihtiyaçlarını
karşılayamadıkları, böylece aslında madalyonun diğer yüzünde eksik tüketimin yer
aldığı cinsten bir “aşırı üretim”dir. Yani kapitalistlerin elinde satılamayan mallar
birikirken, emekçi kitlelerin yoksunluk içinde kıvrandığı türden bir “aşırı üretim”!
O nedenle Marx, “Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi
üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin doğru dürüst ve
insanca karşılanması için pek az üretim yapılmıştır” der.[85]

Özetlemeye çalıştığımız bu kapitalist işleyiş yasaları, bildiğimiz üzere kendilerini


malî piyasalardaki sarsıntılar, aşırı üretim krizleri, iflâslar, artan işsizlik gibi somut
sonuçlarıyla ortaya koymaktadır. Bu nedenle de üzerinde durduğumuz hususlar,
birtakım soyut eğilimler olmayıp kapitalizmin can yakıcı gerçekleridir. Kâr
oranındaki düşme eğilimi sonucunda gerçekleşen bunalımlar, aslında kapitalist
sistemi bizzat kendi içinden sarsan ve sorgulayan çok önemli bir olgudur. Toplam
sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin dürtüsü
olduğu için, Marx, ondaki düşmenin yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu
yavaşlattığını ve böylece kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehdit olarak
göründüğünü söyler.

“Bu düşme, aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-


sermayeyi besleyip büyütür. ... ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının
sınırlılığını ve ancak tarihsel ve geçici bir niteliğe sahip bulunduğunu doğrular;
servet üretimi için, bunun mutlak bir biçim olmadığına, üstelik belli bir aşamada,
kendi gelişmesiyle çatışma haline girdiğine tanıklık eder.”[86]
“Robotlaşma” mı?
Makineleşmenin artışı, aynı iş saati içinde daha fazla üretim yapılmasını mümkün
kılarak emeğin üretkenliğini arttırmakta, böylece metaların ucuzlamasına neden
olmaktadır. Bu, verili iş saatleri içinde işçinin kendisi için çalıştığı gerekli emek
zamanının kısalması, kapitalistin el koyduğu artı-emek zamanının ise uzaması
anlamına gelir. İşte makine bu nedenle, işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme
aracıdır. Makinenin kendisi, yani ölü emek artı-değer yaratmaz, fakat canlı emeğin
daha fazla artı-değer yaratmasını mümkün kılar. Marx, iş araçlarının makine
biçimine girmekle, işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik nesneler
halini aldığını ve böylece kapitalist üretim sürecine insan tabiatının koyduğu doğal
engelleri en aza indirecek muazzam olanaklar sağladığını belirtir.

Çok daha az sayıda işçiyle daha büyük ölçekte üretimi sürdürmeyi mümkün kılan
muazzam teknolojik gelişme, sermayenin gücüne ilişkin bir yanılsamanın giderek
daha geniş boyutlarda üretilmesine de neden olmaktadır. Bu yanılsama, üretken
emeğin gücünün sermayenin bir niteliği gibi algılanmasından kaynaklanır. Canlı
emeğin özelliği, yeni bir değer yaratırken geçmiş değeri, yani ölü emeği de ona
aktarmaktır. Böylece canlı emek, durmadan artan bir sermaye değerini sürekli
yenilenen bir şekil içinde korur ve ebedileştirir. “Emeğin bu doğal gücü, sanki,
kendisiyle kaynaştığı sermayenin bir niteliği ve özelliği imiş gibi görünür; tıpkı,
toplumsal emeğin üretken gücünün, sermayeye özgü nitelikler görünüşüne
bürünmesi, ve gene tıpkı kapitalistlerin artı-emeğe durmadan el koymalarının,
sermayenin devamlı olarak kendi kendisini genişletmesi şeklinde görünmesi
gibi.”[87]

Üretkenlikteki gelişme, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanını


azalttığından, bir yandan artı-emek miktarı yükselirken diğer yandan aynı
düzeyde üretim için kullanılacak işçi sayısında düşüş gerçekleşebilir. Bu açıdan
bakıldığında, alabildiğine yükselen makineleşme düzeyiyle birlikte, mantıken
kapitalistlerin de gerçekten giderek son derece az sayıda işçi çalıştırarak
düzenlerini sürdürecekleri düşünülebilir. Ama genelde öyle olmamaktadır. Çünkü
kapitalist düzen, insanlara çok da mantıklı görünen bazı kurallara göre değil,
işçiden olabildiğince fazla artı-değeri emme kuralına göre işler.
Artan üretkenlik sayesinde sömürü derecesini yoğunlaştırıp, çok daha az sayıda
işçi çalıştırarak artı-değer kitlesini büyütebilmenin karşılaşacağı bazı doğal
engeller vardır. Marx, “Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar,
yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat
çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler” der.[88] Kapitalizmin
tarihi, farklı ülkeler ve farklı sektörler bakımından eşitsiz bir biçimde de olsa,
giderek düşen çalışma saatleriyle artan sayıda işçinin istihdam edildiğini gözler
önüne sermektedir. İnsanların ihtiyacını karşılayabilecek daha çok üretimin, çok
daha kısa çalışma saatleri içinde yapılabilmesini mümkün kılacak bir gelişme
eğiliminin kapitalizmin mantığıyla nasıl çeliştiğini ve kapitalist sistemin tarihsel
açıdan çıkışsızlığını nasıl da sergilediğini anlatır Marx:

“Ne var ki, ücretli emekçi sayısındaki nispî azalmaya karşın, mutlak olarak artış,
zaten kapitalist üretim tarzının bir gereksinmesidir. Emek gücünü günde 12-15
saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim tarzı için emek-
gücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol
açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda
yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı
için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka
belirtisidir ve bu üretim tarzının, üretici güçlerin gelişmesi ve servet yaratılması
için hiçbir zaman mutlak bir biçim olmadığını, daha çok, belli bir noktada bu
gelişmeyle çatışma haline geldiğini de gösterir. Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu
kısmının eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel
bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı,
işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu
ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, onu, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını
artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa, genellikle maddi üretim için gerekli emek
zamanını azalttığı için değil. Böylece bir çelişki içersinde hareket eder.”[89]

Günümüzde “esnek çalıştırma” vb. gibi değişim olanaklarına sahip büyük sermaye
grupları, daha kısa çalışma saatleriyle daha çok sayıda işçi çalıştırmayı gündeme
getirmişlerdir. Örneğin Almanya’da çelik ve metal işkollarında 1995 yılında 35 saat
uygulamasına geçilmiştir. Avrupa 1997’de “part-time” çalıştırma uygulamalarına
başlamıştır. Bu türden uygulamalar genellikle işçilerin ücretlerinin düşürülmesiyle
birlikte yürürlüğe sokulmakta ve ancak sendikaların toplu sözleşmelere
geçirtebilmesi durumunda, ücretten herhangi bir indirim yapılmaksızın
gerçekleşebilmektedir. Bu sayede ücret indirimine gidilmese bile, yine de bu
çalışma koşulları, aslında emek-gücünün sömürüsünün azaldığını değil, emeğin
üretken gücündeki artış sayesinde kısalan çalışma saatleri içine isabet eden artı-
emek zamanının yükseldiğini gösterir. Öte yandan, kapitalistler bu türden
uygulamaları, işsizliği azaltmak, yeni istihdam olanakları yaratmak
propagandasıyla yaldızlasalar da, onların asıl derdi işçilik maliyetlerini düşürerek
kârlarını yükseltebilmektir.

Teknolojik gelişmenin sıçramalar kaydettiği günümüz koşullarında yapılan


“robotlaşma” tartışmaları, makineleşmenin bu hızla gitmesi durumunda, üretim
sürecinde insanın işgücünü neredeyse tamamen devre dışı bırakacağına işaret
ediyor. Üretimin yalnızca robotlarla sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda akıl
yürütülüyor. Gelinen bu noktada bir Marksist, kapitalizmin günümüzde insanlığı
içine sürüklediği felâket bir yana, ekonomik açıdan da artık saçmalık düzeyine
varan bir sistem haline geldiğini ve nesnel olarak komünizmin kapıya dayandığını
düşünür. Marksizmi çürütme sevdasında olanlar ise, bu gerçekliği sanki mal
bulmuş Mağribi gibi “bakın artık kapitalizmin işçi sınıfına bile ihtiyacı yok, demek
ki Marksizm hepten öldü” teraneleriyle karşılamaktadırlar.

Böyle düşünenlerin bir kısmı, gerçekten de çıkarları kapitalist düzenin


devamından yana olanlardır ve sanki mezarlıktan geçmeye hazırlanırlarken ıslık
çalmaya başlar gibidirler. Çünkü bunlar, şayet kapitalizm hiç işçi çalıştırmaksızın
üretim çarklarını döndürmek durumunda kalsaydı, kapitalist düzende işgücünü
satarak varlığını sürdürmekten başka bir seçeneği olmayan milyonlarca kadın ve
erkeğin, evet milyonlarca işsizin, sistemin başına ne işler açacağını düşünmek bile
istememektedirler. Ya da bunlarla aynı durumda olmasalar da, burjuva
ideolojisinin sinsi dolduruşlarına gelenler, teknolojik gelişmenin kapitalizmin
barışçı bir dönemini (reformlar çağını) yaklaştırmakta olduğunu
düşünebilmektedirler. Bunlar da kendi düşünsel fukaralıkları içinde, Marksizmin
bu türden sorunlara yanıt getirmediğini geveleyip, kendilerini burjuva
ideolojisinin “yeni” çözümlerinin kollarına atmaktadırlar.

Oysa Marx yıllar önce bu sorunu nasıl da güzel aydınlatmıştır: “Makine yüzünden
tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça, sermaye
olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[90] Kapitalizmin
olmazsa olmaz koşulu artı-değer üretimi olduğuna ve bunun kaynağı da canlı emek
sömürüsüne dayandığına göre, salt robot kullanımı, artık değişim değeri değil
kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına gelir. Bu da zaten kapitalizmin
inkârı demektir. Fakat çok ama çok önemli olan husus şudur ki, bugünkü
teknolojik gelişme düzeyiyle birlikte, aslında insan emeğinin giderek üretim
sürecinden uzaklaşması olanağı yaratılmış olmaktadır. Bu durum, kapitalist
zenginliğin temelinde yatan canlı emek sömürüsü sisteminin sonunu hazırlamakta,
onu tehdit etmektedir. Harcanan daha az canlı emek süresiyle çok daha fazla ürün
elde edilmesi biçiminde dışa vuran orantısızlık, giderek kapitalist sistemin işleyişini
açık bir mantıksızlık noktasına sürüklemektedir. İşçi üretim sürecinin başlıca
faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelmektedir.
“Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat
büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak
görünümündedir” der Marx. Ve bu gelişme eğiliminin, giderek mantıksızlık
sınırına dayanan kapitalist sistemin aşılması sayesinde, bireyin özgürce
gelişebileceği yeni bir düzeni müjdelediğini gösterir. “Dolaysız biçimiyle emek
zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla
mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.
... Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim
süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.”

Fakat kapitalizm devam ettiği sürece mantıksızlık da devam edecek ve kimileri


“robotlaşma” benzeri tartışmalarla “işçisiz kapitalizm” tasarlayıp vakit
öldüredursunlar, sermaye gün geçtikçe çelişkiler içinde kıvranmaktan kendini
kurtaramayacaktır. “Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için
bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak
vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe
harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek
üzere azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin
koşulu -ölüm kalım meselesi- haline getirir.”[91]

Modern sanayinin gelişimi, makinenin başında birkaç saat dikilen ve emeği


önemsizleşen işçiyi yaratmaktadır. Kapitalist gelişme süreci içinde birikmiş
muazzam miktardaki ölü emek, giderek canlı emeğe duyulan ihtiyacı
azaltmaktadır. Modern yaşamın tüm bu gerçekleri aslında “işçisiz kapitalizme”
değil, komünizmin maddi temelini hazırlayan bir gelişmeye işaret etmektedir.
Teknolojik gelişme sayesinde, işçinin üretim sürecinde örneğin birkaç saat denetçi
olarak yer alması yetecektir. Fakat kapitalizm altında bu yalnızca bir eğilimdir ve
bu tür bir olanak ancak kapitalist sömürü sistemine son verilmesiyle gerçekliğe
dönüşebilir.

Dünya genelinde üretici güçlerin bugün geldiği düzey dikkate alındığında, aslında
gerçekten de çalışma saatlerinin kısaltılmasının koşulları hazırlanmış demektir. Ne
var ki kapitalizm altında bu olanak, dünya üzerinde henüz varlığını sürdüren
büyük bir eşitsizlikle birlikte gitmektedir. Bu nedenle bir yandan ileri kapitalist
ülkelerde ve örneğin Japonya’da neredeyse tamamen robotlarla üretim yapan
fabrikalar reklâm (ama yalnızca reklâm!) konusu olurken, az gelişmiş ülkelerde
boğaz tokluğuna ücretlerle ve son derece ilkel koşullarda meta üreten fabrikalar
varlığını sürdürmektedir.

Üretici güçler, burjuvaların son dönemlerde çok hoşlandıkları kavramla dile


getirecek olursak, global açıdan düşünüldüğünde insanlığın artık son derece düşük
çalışma saatleriyle yaşamlarını örgütlemelerini olanaklı kılabilecekken, ne
olanaklar gerçekliğe dönüşebilmekte ne de eşit bir biçimde dağılmaktadır. Ancak
kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını kavrayamayan ya da kavramak
istemeyen bir mantalite, makineleşmenin ilerleyişine ve teknolojik gelişmelere, salt
onların içerdiği genel teknik potansiyel bakımından yaklaşır. Oysaki, örneğin
potansiyel olarak iş saatlerini kısaltma olanağı sağlayan makineleşme, sermayenin
hizmetindeyken, bunun uzamasına bile neden olabilmektedir. Keza çalışmayı
hafifletebilecekken, sermayenin emrine koşulduğunda, kapitaliste işin
yoğunluğunu alabildiğine arttırma fırsatı sunmaktadır. Marx’ın deyişiyle, “kendi
başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları
bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir.”[92]

Makineli üretim düzeyindeki müthiş ilerleme karşısında kapitalizmin işleyiş


yasalarını göz ardı edip, “işçisiz kapitalizm” gibi abes tartışmaları kışkırtanları
gerçekler dünyasına davet eden en önemli olgu, yine bizzat kapitalizmin uzun
dönemli kriz eğilimi olmaktadır. “Robotlaşma” benzeri tartışmalar, hep
kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin büyük bir krizle dışa vurmasıyla kesintiye
uğramaktadır. Tıpkı, 20. yüzyılın başlarında yürüyen ve artık kapitalist
bunalımların aşılacağı ve yeni bir “örgütlü kapitalizm” dönemine girileceğini ileri
süren tartışmaların bir dünya savaşı ile kesintiye uğraması örneğinde olduğu gibi.
Ya da günümüzde, globalleşen kapitalist düzenin faziletlerini göklere çıkartan
liberal yazarların geleceğe dair çizdikleri pembe tabloların, birbiri ardı sıra
patlayan krizlerin etkisi ve yeniden paylaşım savaşlarının bombalarıyla
paramparça olması örneğindeki gibi...

Emperyalist kapitalist sistemin temel işleyiş yasası olan rekabet ve tekelleşme


eğilimi, yeni pazar alanlarının egemenlik altına alınması mücadelesini
kızıştırmakta ve bu da emperyalist güçlerin kışkırttığı bölgesel savaşların
tırmanmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu savaşlar, en başta insan olmak üzere üretici
güçlerin tahribine neden olmakta ve sermayeye savaşlarla düzlediği alanlara
yeniden yatırım yapma fırsatını (daha doğrusu, insanlığı felâketlere sürükleyen bir
çeşit yap-boz oyununun sürdürülmesi imkânını!) sunmaktadır.

Kısacası, kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü


sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş
gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri,
özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde
tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü
budur. O nedenle de, dünya üzerinde yaşamını sürdürebilmek için işgüçlerini
kapitalistlere satmak dışında bir yaşam seçeneği bulunmayan milyonlarca insanın
bugünü ve geleceği, üretici güçlerin gelişimi önünde akıldışı ve canavarca bir
engele dönüşmüş bulunan kapitalist özel mülkiyet engelinin yıkılıp atılmasına
bağlıdır.
Özetle, kapitalizm altında ekonomik gelişme, yaşamın her alanında eşitsizliklerin
varlığını sürdürmesi ve çelişkilerin derinleşmesi pahasına gerçekleşir. O halde,
teknik yeniliklerin cazibesine kapılıp bu eşitsizlikler düzeninde daha pırıltılı bir
gelecek düşlemek, gerçekte insan yaşamının artık ya sosyalizm ya toptan yok oluş
benzeri bir ikilemle yüz yüze bulunduğu günümüzde aklını yitirmiş olmak
anlamına gelmektedir. Tüm teknolojik albenisine rağmen çağdaş kapitalist yaşam,
milyonlarca insana sunduğu açlık ve ölüm tehdidiyle, daha iyi çalışma ve yaşam
koşullarını engelleyen işleyiş tarzıyla, emekçi kitlelerin boş zamanlarını bile
metalaştırarak onları zihinsel bir çöküntüye sürüklemesiyle artık katlanılması
olanaksız bir düzene dönüşmüş bulunmaktadır. Bütün mesele, bu nesnel
gerçekliğin işçi sınıfının bilincine kazınması ve kapitalist üretim ilişkilerini kırıp
geçecek büyük bir hareketin örgütleyicisi olacak önderliğin yaratılabilmesidir.

Serbest Zaman Yaratma Sorunu


Marx, kapitalist toplumda üretken emeğin artı-değer üretimi bakımından taşıdığı
önemi gözler önüne sererken, yalnızca kapitalizmin bir gerçekliğine işaret
etmekteydi. Ve hatırlanacağı gibi, bu durumu işçi açısından bir talihsizlik olarak
değerlendiriyordu. Marx, toplumsal ilerlemenin asıl ölçütünü serbest zamanın
artışında görüyordu.

Marx’ın bununla kastettiği, kapitalist toplumda yaşandığı biçimiyle bir “çalışma


zamanı-boş zaman” ayrımına denk düşmez. Çalışma süresinin yaşam açısından
zorunlu, geri kalanının ise boş olarak görülmesi, özel mülkiyete dayanan sınıflı
toplumun yarattığı bir değer yargısıdır. Oysa üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyet engelinin aşılması, çalışmayı da değişikliğe uğratacak ve onu bu değişmiş
özüyle bir zorunluluk olmaktan çıkartıp bir zevk haline dönüştürecektir.
Kapitalizmin aşılması, kapitalist kâr mantığının sonucunda ortaya çıkmış olan
sözde ihtiyaçların ayıklanarak üretilecek nesnelerin gerçek insan ihtiyaçları
temelinde sadeleştirilmesini, insan sağlığı, mutluluğu ve doğayla uyumlu hale
getirilmesini sağlayacaktır. Bunların üretilebilmesi için gereken süre azalacak,
sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde toplam üretim zamanı toplumun
bütün sağlıklı üyeleri arasında paylaştırılacaktır. Böylece bu yeni düzen, bireyin
toplumla uyum içinde her türden yaratıcılığını geliştirebileceği serbest zaman
kullanımını mümkün kılacaktır. Bu güzelliklerin gerçekleşebilmesi için üretici
güçlerin gelişimi ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek toplumsal üretim
zamanının kısaltılması zorunlu bir önkoşuldur.

İşte bu nedenle Marx, bir yandan kapitalizm altında ekonomik gelişmenin neler
pahasına gerçekleştiğini sergilerken, diğer yandan daha güzel bir gelecek umudunu
bir idealist gibi birtakım ütopyalara değil, somut gerçeklere bağladı. Marx
otomasyonun özgürleştirici yanına dikkat çekerken, ekonomik gelişmeyi serbest
zamanın artışını olanaklı kılması bakımından önemsediğini gözler önüne
sermekteydi. Sermayenin zenginliğinin, daha fazla artı-emek süresi elde edilmesine
bağlı olduğunu belirtiyordu. Çünkü kapitalist sistemin hedefi, ihtiyaçlar ölçüsünde
kullanım değeri yaratılması değil, daha çok kâr elde etmek üzere daha çok değişim
değeri yaratmaktı. Fakat sermayenin bu hedefe ulaşabilmek amacıyla üretkenliği
arttırması, aynı zamanda toplumsal serbest zamanın artışının da temellerini
döşemekteydi. “Dolayısıyla sermaye, bilmeden ve istemeden, toplumsal serbest-
zamanın koşullarının yaratılmasına, emek süresinin toplumun tümü için giderek
azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel
gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır. Ama sermayenin
dinamiği, her zaman için, bir yandan serbest-zaman yaratırken, bir yandan da
bunu artık-emeğe dönüştürmektir.”[93]

Çalışma zamanının kısaltılması olanağı bizzat kapitalist gelişmenin yarattığı bir


sonuç olsa da, diğer tüm olanaklarda olduğu gibi, kapitalizm altında hiç de tüm
insanlığın yararına dönüşememektedir. Tersine, milyonlarca insana acı çektiren ve
onlara daha çok işsizlik ve yoksulluk getiren bir sürece işaret etmektedir. Öte
yandan kapitalizm altında çalışma saatleri kısalsa bile, bu durum hiç de insanın
gerçek zenginleşmesi anlamına gelebilecek bir serbest zaman artışı olmayacaktır.
Çünkü kapitalist düzen, iş saatleri dışında kalan zamanı, gerçek insanî zenginliğin
artışına fırsat verecek biçimde “serbest” bıraktırmamaktadır. Tam tersine,
zamanın tüketimini de kapitalist sistemi ayakta tutacak tarzda kendisi
örgütlemektedir.

O halde serbest zaman sorununu, ekonomik gelişme ve teknik ilerlemenin işçi


sınıfına kendiliğinden bahşettiği bir avantaj olarak algılamak yanlış olacaktır. Son
tahlilde maddi zeminini elbette ki ekonomik gelişmenin döşediği serbest zaman,
aslında pasif değil aktif konum içindeki, yani kapitalist düzene karşı çok çeşitli
alanlarda mücadele yürüten bir işçi sınıfı tarafından kazanıma dönüştürülebilir.
Çünkü günümüz koşullarında sermaye, işçileri bilinçsiz ve aptal birer tüketici
haline getirmeye çabalamaktadır. İşçiye düşüneceği ve düzeni sorgulayacağı bir
serbest zaman bırakmamak için, onun boş zamanını da kapitalizmin ideolojik
propaganda araçları sayesinde çalıp götürmektedir. Marx yıllar önce ne diyordu?

“Zaman, insanın gelişmesinin mekânıdır. Kullanacak boş zamanı olmayan, uyku,


yemek vb. gibi salt fiziksel kesintiler dışında tüm yaşamı kapitalist hesabına
çalışmaya giden bir adam, bir yük hayvanından daha beterdir. O, fizik olarak
ezilmiş, kafaca alıklaşmış, başkası için servet üreten basit bir makinedir. Ama
bununla birlikte, bütün modern sanayi tarihi gösterir ki, sermaye, eğer önüne set
çekilmezse, bütün işçi sınıfını, umursamadan, acımasızca bu en aşağı düzeye
düşürmek için çalışır.”[94]

Liberaller, Marksizmi gözden düşürme çabası içinde, bizzat Marksist dünya


görüşünün içerdiği ve aslında ancak komünist bir toplumda gerçekleşecek olan
özgür bir yaşam tarzının bazı unsurlarını, sanki bunlar kendi keşifleriymiş ve
Marksizm bunları içermiyormuş gibi ileri sürerler. Gerçek sahiplerinin elinde birer
mücadele aracı olan insan özgürlüğüne ilişkin düşünceler, liberal yazarların elinde,
Marksizme “ekonomizm”, “nesnel gereklilikler fetişizmi”, “insanı yok sayan
maddecilik” vb. suçlamalarıyla kara çalmak üzere yoğrulup çamur haline getirilir.
Bu tür suçlamaların bilimsel açıdan bir kıymeti harbiyesi yoktur. Marx daima,
kapitalizm altında özgürlük ve gereklilik arasındaki çelişkinin varlığı noktasından
hareket etmiş, özgürlük konusunda boş ve kurgusal kelâmdan kaçınmıştır.
Marksizm, özgürlük alanının vaatlerle, ahlâki kurallarla, ütopyalarla vb. değil,
meta fetişizmine dayanan kapitalist toplumun aşılması ve herkesin dilediğince
kullanabileceği serbest zamanın arttırılması sayesinde yaratılabileceğinin ve
genişletilebileceğinin bilincindedir.

“Merkez” ve “Periferi” Tartışması


Siyasal sonuçları bakımından işçi sınıfının bütünsel gücünü zayıflatmaktan başka
bir işe yaramayan yanlış değerlendirmelerden birisi de, yine Batılı
“üstadlar”ınortaya attıkları “merkez” ve “periferi” işgücü ayrımıyla ilgilidir. Buna
göre işçi sınıfı, genellikle büyük işletmeleri kapsayan üretim sektörlerindeki
kalifiye, sürekli ve ayrıcalıklı işçilerden oluşan bir “merkez” ile; küçük
işletmelerdeki, yan sanayi sitelerindeki, fason dağıtılan ev işlerindeki sendikasız,
geçici, vb. işçilerin meydana getirdiği bir “periferi” itibarıyla bölünmüştür. Bu
türden açılımlar, eğer yalnızca işçi sınıfının içindeki bazı ayrımları tespit etmekle
sınırlı olsaydı, bu kadarıyla pek de bir sorun yaratmayabilirdi. Fakat genelde bu
kadarıyla sınırlı kalmamaktadır.

İşçi sınıfının “merkez” ve “periferi” olarak adlandırılan bölümleri arasına sanki


aşılmaz duvarlar çekerek, sendikalı ve vasıflı işçileri toptan “işçi aristokrasisi”
olarak adlandıranlar, sınıfın bu kesimine karşı hiç de hoş olmayan bir yaklaşım
sergiliyorlar. Ekonomik kriz dönemlerinde sermayenin saldırıları sanki yalnızca
“periferi” denilen kesime yöneliyor ve “merkez” olarak adlandırılan kesim, güya
yüksek ücretleri ve iş güvencesiyle ayrıcalıklarını koruyormuşçasına, yaşanan
gerçeklikle çelişen görüşler sınıfın mücadele perspektifini bulandırmaktadır.
“Periferi”yi “en devrimci” ilân eden çevreler, kapitalizmin konjonktürel
salınımlarını genelleştirmekte ve sendikal mücadelenin gerilemesini, ayrıcalıklı
diye küçümsedikleri “merkez” işçilerinin artık mücadeleci olmamasına
bağlamaktadırlar. Bu gibi yaklaşımlar, sınıfın öncü kesiminin önemini ve bütünsel
gücünü göz ardı eder. “Merkez” ve “periferi” türünden ayrımlar üzerine teoriler
icat eden Batılı aydınlar, tıpkı bir dönemin revaçta olan Üçüncü Dünyacılığı
benzeri çeşitlemeler yaratmaktadırlar.

Fabrika işçisiyle atölye işçisini karşı karşıya getirerek, ikincisinin daha az ücret
alıyor oluşunun suçunu birincisine yükleyen mantalite, işçi sınıfına duyulan inancı
değil, inançsızlığı ve içten içe kabaran, mayalanan küçük-burjuva öfkesini dışa
vurmaktadır. Bu tür bir mayalanma, Marksist temellerden ne kadar da uzaktır.
Artı-değer sömürüsünün nasıl işlediği konusunda bilgi sahibi olan kişinin, fabrika
işçisinin daha az sömürüldüğünü iddia edip durmak gibi bir derdi olamaz. Sömürü
derecesi aslında emeğin üretkenliğine bağlıdır ve daha modern tekniklerle üretim
yapılan büyük fabrikalarda, sermaye daha çok artı-değer üretimi
gerçekleştirmekte, yani sömürü oranı daha geri tekniklerle üretim yapılan
atölyelere oranla daha yüksek olmaktadır. Fabrika işçilerinin diğerlerinden daha
yüksek ücret alması bu gerçeği değiştirmez. Zira gerçek ücretler hiçbir zaman
emeğin üretkenliği ile aynı oranda yükselmez. Emeğin üretkenliğini arttıran ileri
teknik kullanımıyla birlikte gerçek ücretler yükseldiğinde dahi artı-değer oranı
büyümektedir.

Küçük-burjuvaca bir ahlâk anlayışıyla kapitalizmin yarattığı sorunların


üstesinden gelinebileceğini sanan günümüz Proudhon’ları, modern sanayi
proletaryası karşısında kapıldıkları alerjide atalarını aratmamaktadırlar.
Uyguladıkları yönteme varıncaya kadar, ne denli sadık birer küçük-burjuva
ahlâkçısı olduklarını kanıtlama uğraşı içindedirler. Örneğin, işçi sınıfının homojen
bir bütün olmadığı ve büyük fabrika işçilerinin toplu sözleşme dönemlerinde,
atölye işçilerine oranla daha büyük bir pazarlık gücüne sahip bulundukları bir
gerçektir. Bir Marksist bu gerçeklikten hareketle, atölye işçilerinin de sınıfın
ekonomik örgütlülüğünün başını çekme kapasitesine sahip bulunan büyük fabrika
işçilerini izlemeleri gerektiği sonucunu çıkartır. Oysa bir küçük-burjuva ahlâkçısı,
Proudhonvari bir yaklaşımla, işçi sınıfını iyi ve kötü yanlardan oluşan bir çelişki
olarak görür. Ve kendince kötü bellediği yönü, yani modern sanayi proletaryasını
görüş alanı dışına kovarak, böylece iyiliğe kavuşulacağını vazeder.

Bunlar Marx’ın dediği gibi, sentez olmayı arzularken birleşik bir yanılgıdan öte bir
varlık sergileyemeyen Proudhon’lardır. Bir taraftan geçmiş tarihin henüz çözüme
kavuşturmamış bulunduğu sorunlar nedeniyle bir öfke krizine tutulurlarken, diğer
taraftan yaşanan günün çözümü zor sorunları karşısında da, geçmişte kalmaya yüz
tutan unsurlardan medet ummaktadırlar. Örneğin, sendikal bürokrasinin gücü
nedeniyle sendikalar düzen örgütleri haline mi gelmiş, o halde işçi sandıkları
dönemine geri dönelim!... Bu mantaliteye göre, modern sanayinin yarattığı fabrika
işçileri sendika bürokrasisinin etkisi altında uyuklayıp aristokratlığın keyfini
çıkarırlarken (!), atölye işçileri kendi sandıklarını kurup kendi devrimlerini
yapacaklardır (!).

İşçilerin büyük fabrikalarda bir araya gelmesi gerçeğinde devrimci bir potansiyel
gören Marksizm, küçük-burjuva eğilimler tarafından “ekonomizm”,
“bürokratizm” vb. gibi mesnetsiz iddialarla suçlanmaktadır. Oysa bu olguyu Marx
hiç de tek yönlü değerlendirmemiştir. Örneğin Marx, büyük fabrikaların
kapitalizm altında ne anlama geldiğini açıklarken, “bir kışla disiplini”
benzetmesine başvurur. “İşçinin, iş araçlarının tek düze hareketlerine teknik
bakımdan tâbi oluşu ile, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireyleri içerisinde
toplayan işçi topluluğunun kendine özgü yapısı, fabrikada tam bir sistem halini
alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen kontrol ve gözcülük işini
ayrı bir uğraş haline getirir; ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi
ordusunun erleri ve çavuşları diye sınıflara bölmüş olur.”[95]

Marx’ın değerlendirmesi açıktır. Peki niye buna rağmen, büyük fabrika düzenine
toptan karşı çıkmıyoruz? Çünkü, bu olgunun bir başka yönü de bulunmaktadır.
Ordunun erleri nasıl ki kendilerine eziyet eden çavuş ve üst rütbeli subaylar
karşısında doğal bir ittifak içine girebiliyorlarsa, yani kışla disiplini yaratan ordu
düzeni, madalyonun diğer yüzünde bizzat bu disiplini parçalayacak patlayıcı
maddeleri, kader birliği yapmış binlerce eri bir araya getiriyorsa, büyük fabrikalar
da işçiler açısından işte öyledir. Ufak çaplı bir başıbozuklar ordusunda ise böyle bir
kışla disiplini bulunmazken, ezilenleri ezenlere karşı birleştirecek o büyük
potansiyel de mevcut değildir. Tıpkı küçük işletmelerde, dağınık atölyelerde çalışan
işçilerin, büyük işletme ve fabrika işçilerini gerektiğinde birbirine kenetleyebilen o
nesnel ortamdan yoksun olmaları gibi.

Henüz geri basamaklarda duranları bozulmamış ve daha devrimci bulan bu


küçük-burjuva anlayışı (arada Marksist geçindiğine bakmayın!), aslında modern
sanayinin ürünü olan işçi sınıfına ve onun bilimi Marksizme sıcak bakmamaktadır.
İleri kapitalist ülkelerin işçi sınıfından umudunu kesmiştir. Ona göre devrimcilik,
Üçüncü Dünyacılık ve varoşçuluktur. Kapitalist sistemin gerçeklerini kavramamış
ve devrimci lâfazanlıkla gözü boyanmış tüm küçük-burjuva sosyalistleri, “ileri olan
bozulup yozlaşmıştır, geri olan en devrimcidir” benzeri formülasyonlarla,
dünyanın yada sınıfın çeperlerine dikkat kesildiklerini sanırlar. Gerçekte ise, bu da
yalnızca aldatıcı bir görünümden ibaret. Çünkü ister merkezde isterse
periferideyer alsınlar, modern dünyada tüm ezilenlerin kurtuluşunun yolu
Marksizmden geçiyor.

[75] Marx, Kapital, C.2, s.68


[76] Marx, Kapital, C.1, s.602
[77] Marx, Kapital, C.3, s.302
[78] Marx, Kapital, C.1, s.610
[79] Marx, Kapital, C.3, s.332
[80] Marx, age, s.193-194
[81] Marx, age, s.212
[82] Marx, age, s.221
[83] Marx, age, s.217
[84] Marx, age, s.225
[85] Marx, age, s.228
[86] Marx, age, s.215
[87] Marx, Kapital, C.1, s.644-645
[88] Marx, age, s.219
[89] Marx, age, s.233
[90] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, s.59
[91] Marx, Grundrisse, s.651, 652 ve 653
[92] Marx, Kapital, C.1, s.470
[93] Marx, Grundrisse, s.656-657
[94] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, “Ücretli Emek ve Sermaye” içinde, s.143
[95] Marx, Kapital, C.1, s.452

İşçi Sendikalarının Önemi


İşçi sınıfının devrimci gücünün üretim sürecinden kaynaklanmadığı, büyük ölçekli
fabrikalar ve işletmelerde bir araya gelen proletaryanın artık öneminin kalmadığı,
ya da sendikalı işçilerin hepten aristokrat kesildiği ve onlardan devrimci militanlık
beklenemeyeceği vb. yolundaki iddialar, devrimci bir lâfazanlıkla süslense bile,
aslında akademik Marksizmin estirdiği rüzgârlara yelken açmak anlamına geliyor.

Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme
içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının
bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist
temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda,
sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri
düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri
unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle
genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de,
bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır.
Ve zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da
unutmamak gerekir.

Böylesi yanlış eğilimler, işçi sınıfının yapısının değiştiği, artık Marksizmin


tanımladığı bir işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğu benzeri savlarla, sınıfın
devrimci misyonu fikrini hafızalardan silmek isteyen ideolojik saldırıyı
güçlendirmektedir. İşçi sendikalarının içinde bulunduğu durumu sabit bir veri
kabul ederek, sendikaların geri dönüşsüz biçimde burjuva düzenle tamamen
bütünleştiğini, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin aracı olma vasfını yitirdiğini ve
dolayısıyla artık mevcut sendikalarda çalışmanın bir anlamının kalmadığını
söyleyen siyasal tutum, aslında sınıftan kaçış eğilimidir. Daha eski dönemlerde bir
“sol” eğilim olarak belirginleşen bu yaklaşım, günümüzde, işçi sınıfı içinde
çalışmaya sırtını dönen çeşitli sağ ve sol eğilimler tarafından benimsenmektedir.

Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini
söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve
dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar
doğru olsaydı, o takdirde sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer
aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun,
işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi
ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün
özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi,
mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal
hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir
nitelik kazandığının örnekleriyle doludur.

Bugünün gerçekliklerini geçmişle kıyasladığımızda, şimdi sendikal mücadelede pek


çok tıkanıklık noktası bulunmakla birlikte, sorunun özü bir anlamda
değişmemiştir. Eğer işçi sınıfı, şu ya da bu nedenle henüz kendi örgütlerine sahip
çıkamıyor, bu örgütleri burjuva düzenle işbirliği içinde tutan ve felçleştiren
sendika bürokrasisine karşı anlamlı bir mücadele yürütmekte yetersiz kalıyorsa,
kendi gücüne güvenini çok yaygın ve derin bir biçimde yitirmiş demektir. Bu
durumun, bu güvensiz ruh halinin değişikliğe uğratılması için çaba sarfetmeden,
mevcut sendikalara alternatif yeni sendikaların ya da “derneklerin” kurulması
çağrısı da havada kalır.

Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir
olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle
örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi
kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi
sınıfı daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikaların içinde bulunduğu
gerçekliği sergilemek bakımından hiç de haksız olmayan, fakat mevcut durumu
değişikliğe uğratmak üzere uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı göze alamayan
küçük-burjuva solculuğu, zor ve başarılması gereken görevlerin yerine devrimci
bir lâfazanlığı ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşısında temel
görev, işçi sendikalarının içine düşürüldüğü durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve
doğru bir kitle çalışmasının öncüleri olarak sendikalar içinde çalışma yürütmektir.

Uzun yıllar boyunca yaşanmış olan olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına


yalnızca sendika bürokrasisi ile yapılan uzlaşmaları getirerek sendikalarda çalışma
gereğine karşı çıkanların, sendika bürokrasisine karşı yürütülecek mücadeleye bir
yararı dokunmayacaktır. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir
tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru
tarzda çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri
de çok açıktır. Geçmiş deneyimlerden ders çıkartırken, söz konusu olayların içinde
yer aldığı somut koşulların hatırlanması, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ışık
tutan önemli uyarı, öneri ve kararların nasıl bir ortamda alındığının, hangi yanlış
eğilimlere karşı çıktığının, hangi doğrulara işaret ettiğinin bilinmesi elzemdir. Aksi
halde, çok ama çok önemli ipuçlarını sunan tarihsel deneyimin ögeleri, bilinçsiz ve
özensiz yaklaşımlarla ağızlarda çiğnene çiğnene çürütülen sakıza dönüştürülür.
Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde
kullanıldığında mücadelede çok önemli bir silâh olabilir. Ama bu eleştirinin özü
kavranılmaz, işçi sınıfının burjuva düzene karşı mücadelesinin gerektirdiği
görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden
bir lâkırdı “silâhı” düzeyine düşürülürse, kayba uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır.

Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi
sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı
yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten
kaçış biçiminde somutlanıyor. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, hep
ekonomizm eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara
gereken ilgi gösterildiğinde değil, tam tersine gösterilmediğinde güçlenir ve
tamamen başıboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarına dönüşür.
Sendikaları bu durumdan kurtarmak yerine, onları toptan küçümsemek ve göz
ardı etmek, burjuvazinin işçi sınıfını atomize etme planlarına bilerek ya da
bilmeyerek yardımcı olmak demektir.

Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek,
keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini
varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin keyfine bağlı olmayan yasaları
hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye
ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu
harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”[96]

Fakat, bu günlük ekonomik savaşımın abartılması, yani diğer uca savrulunması


durumunda doğacak tehlike de asla küçümsenemez. İşçilerin ekonomik
mücadelesi, sermaye egemenliğinin işçi ücretlerini aşağı çekme yönündeki işleyiş
yasasına karşı koymaktan ibarettir. Böylece işçiler bir dönemde ücretlerinde
meydana gelen düşmeyi, başka bir dönemde telâfi etmek için mücadele etmek
zorundadırlar. Evet zorundadırlar; çünkü işçi, kapitalistin iradesini, diktasını,
değişmez bir iktisat yasası olarak kabul ettiği takdirde, kölenin sahip olduğu
güvenceye bile sahip olmaksızın onun bütün sefaletini paylaşacaktır.

Marx, sendikaları bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin
kaldırılması için savaşacak yerde, yalnızca kapitalist düzenin yarattığı sonuçlara
karşı kısmi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini
büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikaların içine düştükleri durum bu
uyarının sınırlarını aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dediğimizde kuşkusuz
durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı
mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü
kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne
çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için
çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar
işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir.
Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sınıfının önüne çıkardığı yeni sorunları
çözümlemeye ve sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin,
kapitalistlerin günümüzde bazı işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine,
geçici ve part-time işçi çalıştırmayı tercih etmeye başlamaları, üzerinde durulması
gereken bir husustur. Sermayenin işçi sınıfına dayattığı bu yeni tür çalışma
koşulları, hazırlıksız olunduğunda var olan sendikal örgütlülüğü derinden
yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasızlaştırma
operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin
bir ürünü ve sonucudur.

Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kısa çalışma saatleri içinde, daha düşük
ücretlerle sendikasız ve güvencesiz biçimde çok sayıda işçi çalıştırarak daha yoğun
emek-gücü sömürüsünü gerçekleştirme eğilimi işlemektedir. Ayrıca da, ekonomik
gerileme ve canlanma periyotlarına bağlı olarak, sermayenin ihtiyaç duyduğu aktif
sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin
çalışmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kısmından ve genel olarak işçi
sınıfının ücret pazarlığı yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma”
yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın
durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği
ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-
time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek
amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere
dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir.

Diğer yandan, kapitalist kriz mekanizmasının sonucu olarak böylesi dönemlerde


sermayenin tekelleşmesi yoğunlaşmakta, büyük sermaye evlilikleriyle birlikte
büyük iflâslar gündeme gelmektedir. Bu da işçi tensikatı ve işsizliğin büyümesi
anlamına gelir. İşçi sınıfının işli ve işsiz kesimlerinin mücadele birliğinin
sağlanamadığı koşullarda, bu türden gelişmeler, yedek sanayi ordusunun aktif
sanayi ordusu açısından önemli bir tehdit oluşturmasına yol açar. Çünkü işten
çıkartmaların yoğunlaştığı, ücretlerin gerilediği dönemlerde çok daha düşük
ücretlerle patronların dayattığı koşullarda çalışmaya hazır nice işçi bulunur.
Böylece kapitalistler, “esnek çalışma” benzeri uygulamaları işçilerin kazanılmış
haklarını tırpanlayan bir biçimde dayatabilmektedirler.

Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi
kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun
örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça
tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde
part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel
sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler
düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş
güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında
bölüştürülmesi gibi.

İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an
istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini
koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de
kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca,
sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı
günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki
dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle,
yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek
karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist
bir nitelik kazanmış bulunuyor.

***

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde sosyalist rejimlerin birbiri


ardı sıra çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya
burjuvazisi, bir dönem boyunca attığı sahte zafer naralarıyla ortalığı inletti.
Komünizmin artık korkulmaması gereken bir ölüden başka bir şey olmadığını
iddia ederek, Marksizmden öcünü almaya koyuldu. Burjuvazinin bu ideolojik
kampanyasında resmî ya da fahrî görev üstlenmiş tüm “aydınlar”ın ve de
döneklerin, fırsat bu fırsattır hesabıyla Marksizmi, işçi sınıfı gerçeğini ve onun
tarihsel rolünü dünya sahnesinden silme çabaları, genel olarak işçi hareketinde
büyük bir gerilemenin ve kaosun yaşanmasına neden oldu.

Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan,
kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde
sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin
pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri
görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile.

O nedenle, dünya burjuvazisinin “Marksizm öldü” nağmeleriyle çalıp oynadığı


“cicim ayları”nın artık gerilerde kalmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugünlerde
sermaye çevreleri, kendi canlarını yakan başka sorunlarla, (hani o öldüğünü
söyledikleri Marksizmin çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne serdiği ekonomik
krizler, yeniden paylaşım savaşları gibi sorunlarla!) haşır neşir olmaktalar. Bu
arada, dünya borsalarını sarsan ve Asya’nın “kaplanlar”ı hapşırdığında, Wall
Street’in “aslanlar”ının kara griplere yakalandığı, Rusya’nın ayyaş şefleriyle
ABD’nin çapkın başkanlarının kafa kafaya verip dertlerine çare aradığı bir
dünyada, ekonomik krizle derinden sarsılan o “olmayan” işçi sınıfı da çeşitli
ülkelerde patlak veren grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle yeniden “Ben
buradayım!” demektedir.
Öte yandan, yine tarihin bir cilvesi mi desek, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu”
diyerek gönül eğlendiren burjuva yazarlar, şimdi kapitalist sistemi tehdit edecek
birtakım tehlikelerin sinyallerini vermekle iştigal etmekteler. Belki de iklimlerin
değiştiğine ilişkin haberlerin yoğunlaştığı dünyamızda, siyasal iklim değişikliklerini
önceden kestirebilme hünerine sahip bazı Batı Marksistlerinin sözlerine kulak
vermenin zamanıdır. “Marksizm öldü” çığlıklarının pek revaçta olduğu bir
dönemde rotasını o yana doğru çevirmiş bulunan Eric Hobsbawm, daha sonra
Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda şu
değerlendirmeyi yaptı: “Bu şaşırtıcı başyapıtın 21. yüzyılın arifesinde hâlâ
dünyaya söyleyecek çok şeyi var.”[97]

Hobsbawm’ın bu sözlerine yürekten katılıyoruz; evet, yalnızca Avrupa için değil,


tüm dünya için Komünist Manifesto’nun o ünlü sözlerinin gerçekleşeceği günler de
gelecektir. Şimdilik şu kadarını belirtmekle yetinelim: “Dünyada bir heyulâ
dolaşıyor: Proletarya!” O var oldukça burjuvazinin korkusu da varlığını
sürdürecek.

[96] Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, s.152


[97] The Guardian, 28 Şubat 1998

You might also like