Professional Documents
Culture Documents
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
I. PROLETARYAYA VEDA EDEN AKADEMİK MARKSİZM
II. BİR BÜTÜN OLARAK İŞÇİ SINIFI
İşçi Sınıfının Kapsamı
Kendiliğinden Sınıf ve Kendisi İçin Sınıf
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine
III. İŞÇİ SINIFININ YAPISI
Kapitalist Üretim Alanı ve Üretken Emek
Dolaşım Alanı ve Üretken Olmayan Emek
Değişik Yönler İçeren Hizmet Üretimi
Devlet Memurlarının Konumu
İşsiz İşçiler
IV. “ORTA SINIF” MI, YOKSA İŞÇİ SINIFI MI BÜYÜYOR?
V. “SANAYİSİZLEŞME” Mİ, “ROBOTLAŞMA” MI, YOKSA KAPİTALİST GELİŞME
YASALARI MI?
“Sanayisizleşme” mi?
“Robotlaşma” mı?
Serbest Zaman Yaratma Sorunu
“Merkez” ve “Periferi” Tartışması
VI. İŞÇİ SENDİKALARININ ÖNEMİ
http://www.marksist.com/elif_cagli/buyuyen_isci_sinifi.htm
Önsöz
Elif Çağlı
1 Ekim 1999
Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist
Manifesto, “Avrupa’nın üzerinde bir heyulâ dolaşıyor: Komünizm” diye
başlıyordu. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak tarihsel
eylemi demek olan bu komünizm heyulası, Manifesto’nun yazılışından sonra geçen
uzun yıllar içinde yalnızca Avrupa’da değil, neredeyse tüm kıtalarda varlığını
hissettirdi. İşçi sınıfının eylem grafiğinde, 1917 Ekim Devrimi yükselişin tepe
noktasını temsil etmekteydi. Gerçekten proletaryanın katıldığı ve doğrudan onun
inisiyatifinde gelişip, onun iktidarıyla taçlanan bir işçi devrimiydi 1917 Ekimi.
Ne var ki, bu büyük işçi devrimi ve onun ürünü olarak tarih sahnesine çıkan işçi
devleti (işçi sovyetleri iktidarı), çok kısa bir zaman sonra, içten yürüyen bürokratik
bir karşı-devrimle tasfiye edildi. Nice proleter devrimci önder ve militan bu karşı-
devrim sürecinde yok edildi. Ulusal ölçekte “sosyalist” bir toplum kurmak adına,
despotik-bürokratik bir devlet düzeni egemen kılındı. Stalinizm (resmî komünizm),
ideolojik düzeyde ve pratik politikada uzun bir zaman dilimine damgasını vurdu.
Sosyalist mücadele tarihinin bu karanlık döneminin en başta gelen aktörü Stalin’in
adıyla özdeşleşmiş bulunan bürokratik egemenlik, dünya işçi hareketine ve
komünist mücadeleye büyük zararlar verdi. Dünya burjuvazisi, Batı’daki işçi
hareketini engellemek ve zayıflatabilmek için, Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin
sosyalizm karşıtı tüm uygulamalarını, kendi çıkarları doğrultusunda propaganda
malzemesi yaptı. Marksizmin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, böylece
hem ideolojik bakımdan burjuvazinin elini güçlendirdi hem de sunduğu olumsuz
örnekle, dünyadaki sosyalizm mücadelesinin önünde fiilî engel oluşturdu.
Stalinizmin yarattığı tahribatın yanı sıra, aslında işi Marksizm düşmanlığına kadar
vardıran sözde Marksist entelektüellerin oluşturduğu ideolojik atmosfer de,
komünist mücadeleyi gözden düşürme çabasında dünya burjuvazisine zengin bir
malzeme sunmaktaydı. Derken, despotik-bürokratik diktatörlüklerin birer birer
çöktüğü ve eski resmî komünist partilerin tarihe karıştığı bir siyasi kaos ortamı
çıkageldi. Stalinizmin uzun yıllar boyunca Marksizmde yaratmış olduğu tahribatı
ikinci plana itercesine, Marksist düşünceye yönelik çok daha açık bir saldırı
dönemi başlatıldı. Bu dönemde, burjuva kampın ideolojik saldırı kampanyası daha
önce görülmemiş boyutlara ulaştı. “Marksizmin öldüğü” nakaratını her fırsatta
yineleyen burjuva ideologlarının sosyalizme karşı başlattıkları bu haçlı seferi
döneminde, nihayet bir sınıf olarak “proletaryanın da öldüğü”nün ilânı moda oldu.
Böylece, bir zamanlar burjuvalara şu ya da bu ölçüde korkulu günler ve dönemler
yaşatmış olan işçi sınıfından topyekûn kurtuluşun yolu açılıyordu sanki!..
Fakat işin gerçeğinde, bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin
su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye
yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş
kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin
görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar
yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son
gülen, iyi güler!
Ekim 1999
İşçi sınıfı mücadelesinin başarısı açısından iki temel unsurun, yani Marksist dünya
görüşüyle işçi sınıfının militan eyleminin birlikteliği elzemdir. Bu birliktelik, Batı
Avrupa’da devrim dalgasının geri çekilmesiyle başlayan ve özellikle II. Dünya
Savaşı sonrasında gerek Stalinizmin egemenliği, gerekse kapitalist sistemin yeniden
güç toplamasıyla karakterize olan olumsuz koşullar nedeniyle derin bir biçimde
parçalandı. İşçi sınıfının devrimci eyleminden uzun bir süre boyunca yoksun kalan
“teori” yozlaştı ve gerçek Marksist köklerinden koptu. Böylece, doğrudan doğruya
bu yenilgi koşullarının ürünü olan bir sözde Marksizm akımı, özellikle Batı Avrupa
ülkelerinin üniversite kürsülerinden yayılarak ortalığı kaplamaya başladı.
Birazcık Marksizm yağına bulanmış görünen sol entelektüeller için, yaşamın temel
gerçeği, burjuva düzene ayak uydurma çabasından öte bir şey değildi. Bu
kumaştan dokunmuş olan kişiler, bir yandan çalışma odalarının kapılarını burjuva
düşüncesine, idealist felsefe çeşitlemelerine sonuna dek açarlarken, diğer yandan
da yalnızca akademik araştırmalarının “bilimsel” cilâsı olacak bir yöntem
düzeyine indirgemek koşuluyla Marksizmi kabul etmekteydiler.
Stalinizme karşı sözde eleştirel bir tavır sergileyen bu “Marksizm”, aslında hiçbir
zaman onunla ciddi bir hesaplaşmaya girişmemiş, tam tersine, işine geldiğinde
uzlaşmıştı bile. Çünkü bu tür bir akım kendini var edebilmek için, bir yandan işçi
hareketi içinde gerçek Marksist düşüncenin etkisinin zayıflamasından doğan
boşluklara göz dikerken, öte yandan dünyada var olan güç odaklarını hesaba
katmak zorundaydı. O nedenle, Marksizmin tutarlı bir savunusu söz konusu
olduğunda, tam da kendi meşrebinden beklenileceği üzere yan çizen akademik
Marksizmin, işine geldiğinde Stalinizmle bozuşup, işine geldiğinde barışmasında
yadırganacak bir taraf bulunmuyordu. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, en katı
ortodoks geçinen Stalinistler bile, genelde örtük bir biçimde, bu sözde Marksizmin
etkisine her daim açık olageldiler.
Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek,
birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan “Marksist”
akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyası
yaratıldı. Toplumsal yaşamın çeşitli olguları, bütünden soyutlanarak, kendi başına
bir anlam ifade eden varlıklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle
karşılıklı ilişkileri içinde ele alındığında gerçekliğe yaklaşabilecek olan
kavramların da içi boşaltıldı. Marksizmden ve onun diyalektik ve tarihsel
materyalist yönteminden bu kopuş sonucunda, akademik Marksizme, deneyin
rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştıran ampirizm, nesnel gerçeklikten kaçış
içindeki sözde bilimi yücelten pozitivizm, kısacası Marksizm öncesi dönemin felsefi
spekülasyon tarzı damgasını bastı. “İcat edilen” teoriler, gerçek toplumsal gelişme
eğilimlerini aydınlatabilir olmaktan çıktı. Araştırdığı nesneden kopuk ve salt
söylem düzeyine indirgenmiş soyut bir metodoloji tartışması akademik piyasada
egemenliğini ilân etti. Tarihsel ve toplumsal olguların kabaca ortaya çıkan yanıltıcı
görüntülerine aldanmayıp, bunların derinine inmeye çalışan ve iç bağıntılarını,
karşılıklı etkileşimlerini açığa çıkartan Marksist yöntemin bilimsel yaklaşımı
yetersiz bulundu! Karşılığında ise ortalığı, akademik Marksizmin o “engin”
yöntemsel incelemelerinin sonucu olarak birbirleriyle rekabet halinde havada
uçuşan içi boş tanımlamalar, genellemeler kaplayıverdi.
Her düşünce akımı için geçerli olduğu gibi, Marksizmin de, günün gereklerine
yanıt getirmek üzere gözden geçirilmesi ve zenginleştirilmesi vazgeçilmez bir
görevdir. Ne var ki, bu türden bir gerekliliğin ardına sığınarak zihinleri bulandıran
ve önemli tahribatlara neden olan revizyonizm sevdalıları karşısında da uyanıklığı
elden bırakmamalı.
Marksizmi revize eden düşünürleri rahatsız eden temel unsur, düşünsel ve siyasi
çalışmalarda tercihin net bir biçimde proletaryadan yana yapılması olmuştur. Bu
rahatsızlıklarını sınıflararası uzlaşma eğilimini her alanda öne çıkararak
hafifletme uğraşı içindedirler. Gerçek toplumsal yaşamda var olmayan sınıflararası
birlik unsurunu, kendi “felsefi” dünyasında tesis etme cambazlığı içindeki
revizyonizm, burjuva ideolojisine hayat veren eklektik bir niteliğe sahiptir. Sınıf
mücadelesinin gerçek çelişkilerini kavramayı sağlayan diyalektik materyalizmden
duyduğu endişe nedeniyle, fikir jimnastiğini bilinçli olarak gerçekliğin
bütünselliğinden kopartılmış ve çarpıtılmış tarzda sürdürür. Bu nedenle “yeni
çözümlemeler” etiketi altında piyasaya sürülen revizyonist görüşler, daha önceleri
Marksizm tarafından defalarca çürütülmüş bölük pörçük fikir kırıntılarıdır.
İncelediğimiz konuyla ilgili somut bir örnek vermek gerekirse, Fransız yazar
André Gorz’un 1980 tarihinde yayınlanan ve daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına
ideolojik saldırısını yükseltmesiyle birlikte ünlenen Elveda Proletarya adlı kitabını
hatırlatabiliriz. Adının neredeyse bir simge haline gelmesi nedeniyle, işçi sınıfının
varlığını ve önemini gözlerden gizlemeye yönelik tutumu bu kitabın adıyla
anmaktayız. Aslında Gorz’un değerlendirmeleri bütünsellikten ve iç tutarlılıktan
yoksundur ve bilimsel ciddiyetten uzaktır. Bu nedenle de onun görüşleri bizce
doğrudan bir önem taşımıyor. Ne var ki, genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız
akademik Marksizmin piyasasında cereyan eden arz ve talep faaliyetleri
bakımından onun kitabı, konumuz açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Ayrıca,
bilimsel açıdan bir değer taşımasalar dahi bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek
bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin
önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç
bulandırmaya hizmet ediyorlar.
Örneğin, diğer bazı yazarların utangaç bir biçimde, taksit taksit gözden düşürmeye
çalıştıkları işçi sınıfı olgusunu Gorz, kökünden halletmeye girişmiştir. Bir “bilim
adamı”nın kararlılığıyla kılıcını çekivermiş ve Marksizmin yarattığı “proletarya
illüzyonu”na neden olan perdeyi paramparça edivermiştir! Gorz’a göre,
kapitalizmin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, kendisini sermayenin üretimci mantığıyla
özdeşleştirmiştir; sermayenin bir kopyasıdır ve bu niteliği gereği toplumsal
dönüşümü o sağlayamaz. Ona göre, geleneksel işçi sınıfı artık ayrıcalıklı bir
azınlıktan başka bir şey değildir. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel özne (sanayi
proletaryası) ölmüştür ve yeni bir tarihsel özne ortaya çıkmıştır: sanayi sonrası
proleterlerin “olmayan-sınıfı”. Gorz’a göre dönüşümü sağlayacak itici güç, işte bu
olmayan-sınıftır; yeni bir toplumun taslağı gibi görünen yeni bir lumpen
proletaryadır.[1]
Sonuç olarak, Gorz ve benzerleri, bizzat Marksizmin işaret ettiği olguları onun
kestiremediği gelişmeler diye sunmakta, Marx’ın merhaba proletarya diyerek
karşıladığı modern sanayinin sonuçlarını birer “elveda” gerekçesi kılığına
sokmaktadırlar. Aslında, işçi sınıfı hareketinin önemli bir gerileme içine girdiği
dönemlerde, tam bir yenilgi psikolojisiyle siyasal açıdan düzene teslim olanların,
kendilerini haklı çıkartma çabasıyla, sınıfın yok olmakta olduğunu söylemeleri
daha önceleri de defalarca görülmüştür. İşte bu nedenle diyoruz ki, proletaryaya
yöneltilen “elveda” mesajları ne bir yenilik taşımaktadır, ne ilktir ne de son
olacaktır. Fakat bereket ki, Marksizmin kapitalist gelişme sürecini ve geçmişten
geleceğe ilerleyişi içinde işçi sınıfı gerçeğini aydınlatan ışığı parıldamayı
sürdürüyor...
Pek çok sorunda olduğu gibi sınıf sorununda da, bu olgunun temel unsurlarının
gerçek yaşamdaki bağlantıları, karşılıklı varoluşları içinde aydınlatılması ve
kavranmasına ağırlık vermeyip, burjuva sosyolojisinin ders notlarına benzer
tanımlamalar arayanlar, Marksizmin kurucularının eserlerinde böyle şeyler
bulamazlar. Marx’ın, Kapital’in üçüncü cildinde yer alan Sınıflar bölümünü
tamamlayamadan öldüğü bir gerçektir. Fakat tüm bölümleriyle Kapital, kapitalist
toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığı ve işçi
sınıfından ne anlaşılması gerektiği konusunda yeterince açıklayıcı veri
sunmaktadır. Üstelik, salt kapitalist toplum yapısını anlayabilmek bakımından
değil, genel olarak sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıfları ayırt
edebilmek için, farklı üretim ilişkilerinin tahliline çarpıcı ve zengin bir biçimde
değinilmiştir.
Eğer gelir düzeyi sorununa işçi sınıfının kendi içindeki farklılıklar bakımından
değil de, esas olarak burjuvaziyle ayrımını belirlemek açısından yaklaşırsak, bu
noktada vurgulanması gereken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslında
üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm,
ürünlerin bölüşümü olmazdan önce, “1) Üretim araçlarının bölüşümü, ve 2) aynı
ilişkinin bir sonucu olarak, toplum üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir.
(Bireylerin belirli bir üretim ilişkileri çerçevesine oturtulması.)”[6]
Bazı sözde Marksistler ise, Marx’ın, Engels’in ya da onların izinden giden Lenin’in
sınıf tanımı konusundaki açılımlarını eksik bularak konuyu
“derinleştirmektedirler”. Kafa emekçilerini işçi sınıfının kapsamı dışına atan ve
kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açık oldukları
gerekçesiyle, bunları bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran Poulantzas ve
benzerlerinin bu türden “katkı”ları, genel bir gevezelikten öteye gitmemektedir.
Kabaca bir sorgulama bile, salt işçi olmakla kimsenin burjuva ideolojisinin
hegemonyasından ve ondan etkilenmeye açık bulunmaktan yakasını
kurtaramadığını ortaya koyacaktır.
Sınıf bilincine sahip olunmadığı sürece, sıradan bir kol işçisinin eğitim görmüş bir
işçiye, bir beyaz yakalıya oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha az açık
olacağını iddia etmek, gerçeklerle alay etmek demektir. Hatta kapitalizmin gelişme
seyri, beyaz yakalı işçilerin bir bölümüne, bu düzende işçi olmak dışında başka bir
şanslarının bulunmadığını kavrattığı ölçüde, eğitim düzeyi yüksek işçiler burjuva
ideolojisinin etkisinden kurtulmaya daha açık hale de gelebilmektedirler.
“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin
dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın,
böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için
değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın
birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar,
sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”[7]
Demek ki, işçiler henüz ortak bir sınıfın üyeleri olduklarının bilincine varmış
olmasalar da, nesnel açıdan, yani kapitalist üretim ilişkileri temelinde, burjuvazi
karşısında ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar. Kendiliğinden sınıf konumu, işçi
sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyinden bağımsız olarak ve bu düzey henüz ne
denli geri olursa olsun, nesnel bir olgu olan sınıf varlığını ifade etmektedir. Ancak,
sınıf bilincinden yoksun ve örgütsüz işçiler, sermayenin güdümündeki bir ücretli
emek sürüsü gibidir. Dolayısıyla tek tek işçilerin burjuvazi ile çelişki içinde
bulunan bir sınıfa mensup oluşları gerçeği kendi başına siyasi bir önem taşımaz.
Sınıf mücadelesinde şu ya da bu düzeyde taraf olacak bir proletaryadan söz
edebilmemiz için, işçiler arasında mutlaka şu ya da bu düzeyde bir bilincin ve
örgütlülüğün doğması zorunludur. Bu nedenle, Marksizmin dünyayı değiştirme
bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorun sınıfın öznel konumuna ilişkindir. Bu
husus Marx ve Engels tarafından Alman İdeolojisi’nde açıkça dile getirilmiştir.
“Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda
oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine
düşmandırlar.”[8]
Gerçek yaşamda nesnel olarak var olan bir karşıtlık, birdenbire ve kendiliğinden
çözümlenmez. Bir olgunlaşma sürecinden geçer. Sınıflar söz konusu olduğunda bu
süreç, çeşitli biçimlere bürünen ve alçalışlar yükselişler arz eden bir sınıf
mücadelesi sürecidir. Bu nedenle, sınıf mücadelesi karşıt sınıfların nesnel varlığının
ürünüyse de, aynı zamanda sınıfın üyelerinin kapitalist düzen içinde kendi
varoluşlarının bilincine varmaları koşuluna bağlıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının
kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf pozisyonları, kapitalist düzende işçi sınıfı
gerçeğinin olgunlaşma sürecinin farklı uğraklarıdır.
“Tam bir altüst oluşun maddi unsurları, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte
yandan da, devrimi, sadece geçmiş toplumun özel koşullarına karşı değil, ama daha
önceki «yaşamın üretimi»nin kendisine karşı, bu üretimin temeli olan «tüm
eylemler toplamına» karşı yapan devrimci bir yığının oluşmasıdır; eğer bu koşullar
mevcut değilse, pratik gelişme için, bu altüst oluş Fikir’inin daha önce binlerce kez
ifade edilmiş olması, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem
taşımaz.”[12]
Nesnel ve öznel sınıf konumu arasında kuşkusuz ki diyalektik bir ilişki vardır.
Kapitalist gelişmenin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında
bir araya getirmesiyle birlikte, işçiler arasında ilk birleşme çabaları da filizlenmeye
başlamıştır. Yani sınıf çatışmalarının temelinde, sömürenin ve sömürülenin nesnel
sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varılması süreci yatar.
O halde, ekonomik mücadele sınıfın daha büyük bir kitlesini sermaye ile çatışma
içine sürükler ve bu türden çatışmalı süreçler işçi sınıfının bir kısmını öne
fırlatırken, bu durum, öncü işçiler arasında siyasi mücadele yönünde bir istek
doğurur. Ve bu nesnellik, sınıfa devrimci bilincin taşınabilmesi, öncü unsurların
örgütlenebilmesi için eşsiz bir fırsat sunar; böylece de devrimci önderlerin
görevlerini lâyıkıyla yerine getirmeleri ölçüsünde, işçilerin siyasi mücadelesini
ilerletici bir öznellik oluşabilir. Kısacası, nesnel ve öznel arasındaki karşılıklı
etkileşimi hesaba katmaksızın, sınıf mücadelesine ilişkin sorunları doğru biçimde
çözümlemek mümkün değildir.
Diğer uç, kitle mücadelesine katılım adına kuyrukçuluk yapmak ve sınıf hareketine
sendikal düzeyi aşan daha ileri bir bilinci taşımamaktır. Eğer müdahale, sınıf
hareketinin mevcut düzeyine uyarlanmak, ona tâbi olmak, onun kuyruğundan
gitmek biçiminde algılanır ve uygulanırsa, işçi sınıfı yalnızca sendikal hareketin
insafına ve salınımlarına terk edilmiş olur. Kısacası, sınıf bilincinin ve kendisi için
sınıf konumunun düzeyi, işçilerin patronlara karşı yürütmüş oldukları ekonomik
mücadele temelinde kendiliğinden yükselebilecek basit bir karaktere sahip değildir.
Öte yandan, öznel sınıf konumunun önemini durağan ve abartılı bir tarzda
yorumlayarak, işçi sınıfının tarihsel rolünün reddini, işçi hareketindeki mevcut
gerileme koşullarının ardına gizlemeye çalışan eğilimler ve çevreler de vardır. Bu
türden çevreler, sınıfın kapitalist toplumdaki nesnel konumunu açıkça
yadsıyamasalar bile, içinden geçilen tarihsel kesitte sınıfın öznel konumundaki
gerilemeyi mutlaklaştırmakta ve böylece üzerlerindeki Marksizm yağından
kurtulmaya çabalamaktadırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir
proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci gizil gücünün yine mutlaka fiilî
bir güce dönüşeceğine inanmak ve bu uğurda çabalamak beyhude bir uğraştır. Bu
mantaliteyle, kapitalizme karşı işçi sınıfının yerine ikame edebilecekleri alternatif
hareketler (çevrecilik, kadın hareketi vb.) arayışına giren, Marksizmin sahte
dostlarının sonu, genelde artık bir bütün olarak Marksizme sırt çevirmek
olmaktadır. Gerek çeşitli Avrupa ülkelerinde gerekse de diğer ülkelerde, daha
önceleri Marksist geçinenler arasında sıklıkla yaşandığı üzere, reformizme ve sağa
kayış furyasına kapılan ve başlangıçta yalnızca işçi sınıfının öznel açıdan
gerileyişini sorgular görünürken, ilerleyen yıllar içinde işçi sınıfı perspektifini
hepten yitiren çevreler buna örnektir.
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun
bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu
için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir
haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun
kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir
statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan
ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan,
kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan
kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf
proletaryadır.”[13]
İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi
çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip
bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel
açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir
temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların
tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can
veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf
olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden
kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyete son vermesini gerektirecektir.
Bu nedenle, işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimi bir “işçi aristokrasisi” olarak
adlandırılsa bile, böyle bir nitelendirme bunların işçi sınıfından koptukları
anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bu durum, sınıfın kendi içindeki bölünmelere
ilişkin bir sorundur. Bu tür işçilerin sınıfın geneli içinde tuttukları yer çok büyük
olmadığı gibi, yarattığı siyasal sonuçlar da düz bir mantıkla çözümlenemez.
Tarihsel deneyim, farklı tarihsel kesitlerde o dönemin ölçülerine göre iyi ücret alan
vasıflı işçi gruplarının, sınıf mücadelesinde öncü işlevler üstlenebildiklerini ortaya
koymaktadır.
Bu süreç aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir.
Önemli olan, bu değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde
yorumlanabilmesidir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik
bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında,
üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli
olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak,
tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat
öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal
işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten
işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel
anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva
ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar
ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl
özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler
üretmektedir.
Görevimiz, işçi sınıfının kapsamını olduğundan daha dar göstermeye, sınıfın içinde
yer alan bazı kesimleri sınıf kapsamının dışında tutmaya, sınıfın bütünsel devrimci
potansiyelini ıskartaya çıkartarak içindeki şu ya da bu kesimle yetinmeye yönelen
her türden tırtıklamalar karşısında, günümüz gerçekliğine hâlâ ışık tutan Marksist
çözümlemeleri hatırlamak ve hatırlatmaktır. Benzer kaygılar güden çalışmalarda
da rastlayabileceğimiz gibi, Marksizmin doğrularını, bu doğrulara yönelik başlıca
saldırı temalarını çürüten yönleriyle sistematize ederek konuyu bir kez daha gözler
önüne sermeyi amaçlıyoruz. Sorunun incelenmesine geçmeden önce, Marx’ın
toparlayıcı ve açıcı bir değerlendirmesine yer verelim. Aktaracağımız satırlar,
kapitalizmin teknik temelinin devrimci yapısıyla, onun toplumsal karakterinin
tutuculuğunu ve bu ikisi arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir biçimde ifade etmektedir.
“Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiçbir zaman son ve değişmez bir şekil
olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayiin teknik temeli devrimcidir,
oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. ... Bu nedenle, modern
sanayi, mahiyeti gereği bir yandan, işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir
hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da, eski işbölümünü o katılaşmış özellik
ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. ... Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima
sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir
canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen
kurbanlarda; işgücünü harvurup harman savurmasında ve, her ekonomik
gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı
yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır.”[15]
Marx ayrıca, modern sanayinin kapitalist biçim altında, bir yandan emekçi
kitlelerin üzerine çeşitli afetler yağdırırken diğer yandan nasıl da kendi sonunu
hazırlamaya koyulduğunu, kafa ve kol emeği arasındaki ayrılığın aşılmasını
topluma dayattığını gözler önüne sermektedir:
“Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve
her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile
kendisini gösterirken, öte yandan da, modern sanayi, getirdiği felâketler aracılığı
ile, üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu
ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkın hale gelmesini ve bu
yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini, bu yasanın
normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor.
Modern sanayi, gerçekte, toplumu, bütün hayatı boyunca bir ve aynı işi
tekrarlayarak güdükleşen ve böylece bir “parça-insan” haline gelen bugünün
parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi
karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve
sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey
olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım
sorunu halinde zorlamaktadır.”[16]
Kapitalizmin gelişmesi, bir yandan üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp
kafa emeğinin önemini arttırırken, diğer yandan belirli bir toplumsal üretim
miktarı için gereken toplumsal emek zamanını da aşağıya çekmektedir. Böylece
üretimin, farklı emek türlerinin tek bir üreticinin şahsında birleşmesi temelinde ve
çok daha kısa çalışma saatleri içinde sürdürülmesi olanaklı hale gelmektedir. Fakat
bu “olanak”, kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak
yamulmakta ve böylelikle üretim süreci eski biçimlerle yeni olanakların çarpık bir
bileşimini oluşturarak, tarihsel anlamda kör topal ilerleyen bir niteliğe
bürünmektedir. İşte bugün geldiği noktada kapitalist sistemin asla hatırdan
çıkartılmaması gereken temel gerçekliği budur.
Demek ki, soruna genel anlamda “bir şey üretmek” açısından değil de, kapitalist
üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla
kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için
metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında
kalacaktır. Ancak hemen şunu belirtmek gerekir ki, kapitalizm geliştikçe üretim
sürecini genelde kapitalist meta üretimine dönüştürdüğünden, sermaye için değil
de kendi bireysel ihtiyacı için üretim yapan emekçiyi tarihe karıştırır. Eski
dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak
işçiye dönüştüren kapitalist gelişme süreci, genelleşmiş meta üretiminin
egemenliğini tesis eder.
“Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle işbölümü, mümkün olan her yerde,
kadınların, her yaştan çocukların, düz işçilerin çalıştırılmalarına, yani İngiltere’de
karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle ucuz emeğe dayanır. Bu,
yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için değil,
ister çalışan kimselerin evlerinde, isterse küçük işyerlerinde yapılsın, ev sanayileri
denilen üretim biçimleri için de geçerliydi. Modern ev sanayii denilen bu sanayiin
varlığı, bağımsız kent el zanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her
şeyden önce de işçi ile ailesinin içinde yaşadıkları bir evin varlığını önkoşul olarak
gerektiren eski tarz ev sanayii ile ad benzerliği dışında ortak bir yanları yoktur. Bu
eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya deposunun, bir dış
bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde geniş kitleler halinde topladığı ve
doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve el
zanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da
harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke
yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir.”[19]
O halde, kapitalizm çağında üretkenlik kavramı doğru bir temelde, yani artı-değer
üretimi açısından kavranıldığında, “kol emekçisi üretkendir, kafa emekçisi
değildir” biçimindeki bir yaklaşımın ne derece yanlış olduğu görülecektir. Üretken
emekçi kapsamına giren kafa işçisi olabildiği gibi, bu kapsamın dışında kalan kol
işçisi de bulunmaktadır. Ayrıca, kapitalizm emek sürecini kooperatif bir niteliğe
yükselttiğinden, üretkenlik sorununa bireysel değil ancak kolektif emek açısından
yaklaşılması gerekir. Değişik emek türlerini, kafa emeğiyle kol emeğini birbirinden
ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim tarzının ayırt edici
bir özelliğidir. Fakat bu durum, maddi ürünün bu insanların ortak ürünü olması
anlamına gelir. “Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine
doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan
parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri
yeniden üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir.”[21]
Üretim sürecinin kapitalist gelişmeyle birlikte kazandığı kolektif nitelik göz önünde
bulundurulduğunda, üretken emeğin kapsamı geçmiş dönemlere oranla
genişlemektedir. Çünkü üretilen ürün, artık bireysel üreticinin dolaysız ürünü
olmaktan çıkmakta ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir nitelik kazanmaktadır.
Kapitalizmde, üretilen ürünlerin her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da
çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Kapitalizm
altında iş sürecinin kolektif içeriği gitgide daha da belirli bir hale geldikçe, bunun
zorunlu sonucu olarak, üretken emek ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı da
daha geniş bir boyuta ulaşmaktadır. Artık üretken biçimde çalışıyor olmak için
mutlaka el ile çalışmak gerekmez. Kolektif işçinin bir parçasını oluşturmak ve
onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmak yeterlidir.
Fakat diğer yandan, üretken emeğin kapitalist üretim tarzındaki gerçek kapsamını
ortaya koymak için, bu kez de alanı biraz daraltmak ve soruna yalnızca artı-değer
üretimi açısından yaklaşmak gereklidir. Zira kapitalizmde, yalnızca bir şey
üretmek yetmez, işçinin emeğinin üretken emek olarak kabul edilebilmesi için,
onun artı-değer üretip üretmediğine bakılmalıdır. Marx, kapitalizmde üretken işçi
kavramının, sadece iş ile işin yararlılığı, emekle emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi
anlatmakla kalmadığını, asıl olarak tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, bir artı-
değer yaratma aracı damgasını vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini
anlattığını belirtir. Bu özgül ilişki, kapitalist üretimin alâmet-i farikası olan ücretli
emek-sermaye ilişkisidir. Tam da burada unutulmaması gereken başlıca husus
şudur ki, kapitalist üretim sürecine özgü olan artı-değer, ücretlerin ödenmesine
ayrılan değişen sermayenin[22] yalnızca üretken emekle değişilen kısmının
ürünüdür. Bu nedenle, ilerleyen bölümlerde üzerinde duracağımız gibi, örneğin
ticaret alanında çalışan işçinin ücreti de sermaye tarafından ödendiği halde, bu
işçiler artı-değer üretmezler ve üretken işçi kapsamında değildirler.
Demek ki, işçi sınıfının üretken emek kapsamına giren kısmını ayırt edebilmek için
kafa ve kol işi ayrımına değil, artı-değerin üretildiği alanlara ve bu alanlarda
çalışan kolektif emek güçlerine bakmak gerekecektir. Marx’ın dediği gibi, bazıları
elleriyle daha iyi çalışır, bazıları kafalarıyla; birisi yönetici, mühendis, teknoloji
uzmanı vb. olarak, birisi ustabaşı olarak, birisi en ağır işlerde kol emekçisi olarak
daha iyi çalışır. Kapitalist gelişmeyle birlikte, her gün artan sayıda iş çeşidi üretken
emek kavramına dahil olmaktadır ve bu işleri yapan işçiler, ister kol isterse kafa
emeği ağır bassın, üretken işçidirler.
Oysaki, verili bir dönemde insan ihtiyaçlarını karşılamak bakımından akla ters
gelebilecek tüm metalar; örneğin silah, uzay araçları ya da insan sağlığını tehdit
eden kimyasal ürünlerin vb. üretiminde yer alan ücretli işgücü üretken emeğe
dahildir. “İçinde üretken işçi emeğinin yer aldığı bir metanın kullanım-değeri, en
yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin
doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim
ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir
toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır.”[23]
İşgücünü satın alan kapitaliste bir değişim değeri üreten işçi, ister palto biçiminde
gözle görülebilir bir meta, isterse öğretmenin verdiği ders örneğinde olduğu gibi
maddi olmayan bir meta üretsin, kapitalizm açısından üretken işçi sayılır. Böylece
kapitalist gelişme, geçmiş dönemlerde meta üretimi kapsamına girmeyen pek çok
kullanım değeri üretimini, artık kapitalist meta üretimi kapsamına dahil ederken,
hizmet üretimini de kapitalist sanayinin çok önemli bir koluna dönüştürmektedir.
Ancak, hizmet üreten işgücünün sermaye ya da gelirle değişilmesi durumunda
ortaya çıkacak sonucun farklı olması nedeniyle, konunun mukayeseli olarak
incelenmesi daha yararlı olacağından, kapitalist hizmet üretimini değişik yönler
içeren hizmet olgusu bölümünde ele alacağız.
Günümüzde pek çok yazar tarafından, kol işçisi mavi yakalı, kafa işçisi beyaz
yakalı diye adlandırılıyor. Yerleşen nitelemeler olduğu için ve çağrıştırıcı bir işlevi
olması bakımından bu kavramları kullanmakta çok fazla bir sakınca yok. Ancak
yine de, karıştırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekelim. Kol işçisini sanayide
çalışan işçiyle ve kafa işçisini de hizmet kesiminde çalışan işçiyle özdeşlemek
tamamen yanlıştır. Bir kere, sağlık, posta, temizlik, toplu taşıma gibi pek çok
hizmet işi önemli bölümüyle kol emeğine dayanmaktadır. İkincisi, pek çok üretken
kafa işçisinin yer aldığı hizmet kesimi kapitalist sanayinin bir koludur.
20. yüzyılda seyreden kapitalist gelişmeyle birlikte işçi sınıfının toplam bileşimi
içinde kafa emekçisinin ağırlığı arttı. Önemli olan bu gelişimin irdelenmesinden
çıkartılacak sonuçlardır. Tam da bu noktada gerçek Marksistlerle burjuva
ideologlarının yaklaşımları arasındaki fark sınıfsal çatışmayı yansıtıyor. Burjuva
ideologları ve onların izinden giden sözde Marksistler, bu gelişmeden, işçi sınıfının
yapısının çok değişmiş olduğu ve bu nedenle onun artık Marx’ın ele aldığı anlamda
devrimin öznesi olamayacağı yolunda sonuçlar çıkartıyorlar. Kuşkusuz ki onların
bu türden saptamaları, yaşanan gerçeklikleri kavramaya yönelik bilimsel
incelemeler neticesinde vardıkları sonuçları yansıtmıyor. Tam tersine, aslında
kendi sınıfsal meşrepleri gereği, işçi sınıfının artık önemini yitirmekte olduğunu,
giderek yok olduğunu kanıtlama çabası içindeler. Bu iddialarına taraftar
toplayabilmek amacıyla, gerçekleri arzuladıkları yönde tahrif ederek sözde
bilimsel sonuçlar türetip, Marksizme böylece darbeler indirmeyi tasarlıyorlar. Öte
yanda ise, bu türden değişimlerin sınıf mücadelesi açısından ne anlama geldiğini
bıkmadan usanmadan savunagelen Marksizm yer alıyor. Burjuvazinin Marksizme
yönelttiği ideolojik saldırıda kullandığı “işçi sınıfı ortadan kalkıyor” benzeri
argümanların kofluğunu, gülünçlüğünü deşifre edebilmek için, elbette ki bu
konudaki Marksist açılımların direkt kendi kaynaklarından öğrenilmesi ve
burjuva “bilim adamları”na duyulan beyhude hayranlıkla felçleşmemiş kafalar
gerekiyor.
Marksizmin yıllar öncesinden işaret ettiği önemli bir husus var. Kapitalist gelişme
sürecinin ana eğilimlerinden biri olarak, üretim sürecinde giderek kafa emeğinin
ağırlığı artacak ve kafa-kol emeği arasındaki ayrılığın aşılması olanağını bizzat
kapitalizmin kendisi hazırlayacaktır. Kuşkusuz ki, kapitalist gelişme bu ayrımın
ortadan kalkması için gereken maddi koşulları yaratsa da, bu çelişkinin çözülmesi
ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür ve izlerinin silinmesi de
belirli bir tarihsel zaman sorunudur. Şimdilik önemli olan şudur ki, günümüzde
kapitalist üretim sürecinde kafa emeğinin ağırlık kazanması, ne işçi sınıfının yok
olduğu ne de Marx’ın yanıldığı anlamına gelir.
Oysa gerçekliği keyfî bir tarzda çarpıtan sözde Marksistlerin, önemli taraftar
kazanmış bulunan savlarından birisi, beyaz yakalı işçilerin maddi üretim
yapmadığı ve dolayısıyla işçi sınıfının içinde yer almadığı yolundadır. İşçi sınıfını
yalnızca üretken işçi ile sınırlayan yazarlar (örneğin Poulantzas ve onun gibi
Althusserci kuramcılar), kapitalist üretim tarzının özünü üretim ilişkilerinde değil
de teknik bir süreç olan çalışma sürecinde arıyorlar. Bu yaklaşım, yalnızca kol
emeğiyle çalışan sanayi işçilerini kapsayan bir “işçi sınıfı” anlayışıyla
sonuçlanmaktadır. Poulantzas ve benzerleri, hizmet sektöründe ağır kol işçiliği
yapan temizlik işçilerini ya da hastabakıcı ve benzerlerini “yeni küçük-burjuvazi”
olarak adlandırarak, işçi sınıfının dışına atıveriyorlar.[25]
Ulaştırma Sanayii
Üretken emekten söz ettiğimizde, genelde hem mal hem de hizmet biçiminde
metaların üretildiği üretim sürecini göz önünde bulundururuz. Fakat kapitalist
üretim süreci, yalnızca metaların kelimenin alışılageldik anlamında üretildiği
üretim alanını değil, dolaşım alanının bir kısmını da kapsamaktadır. Bu nedenle,
dolaşım alanının bir parçası gibi görünse de, gerçekte üretim sürecinin uzantısı
durumunda bulunan ulaştırma sanayii konusunu burada ele alacağız.
Aslında çok açıktır ki, metaların taşınması nedeniyle var olan ürün miktarında bir
artış sağlanmaz. Ama bir metanın üretiminin gerçekten tamamlanması, tüketicinin
kullanımına sunulacak duruma gelebilmesi için yer değiştirmesi de gerekir. Bu
nedenle, metaların mekân içerisindeki fiilî hareketini içeren ulaştırma sanayiinde
geçen süre, ek bir üretim süreci gibidir. Marx, maden sanayiine, tarıma ve imalata
ek olarak maddi üretimin dördüncü bir alanının ulaştırma sanayii olduğunu ve
burada da üretken emeğin sermayeyle ilişkisinin, maddi üretimin diğer
alanlarındakiyle tıpatıp aynı olduğunu belirtir.
“Bununla birlikte, ulaştırma sanayiinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki,
ulaştırma süreci ile, yani, ulaştırma sanayiinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır.
İnsanlar ve mallar ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk,
bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı
etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir
şey gibi bir varlığa sahip değildir. … Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, diğer
herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (işgücü ile üretim
aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan işçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-
değerin toplamı ile belirlenir.”[27]
Marx, bu yararlı etkinin diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tâbi olduğunu
hatırlatır. Eğer yolcu tarafından bireysel olarak tüketilecek olursa, değişim değeri
bu hizmetin tüketimi sırasında ortadan kaybolacaktır. Yok eğer, taşımadan
kaynaklanan yararlı etki, taşınan metaların üretiminde bir aşama teşkil edecek
biçimde üretken olarak tüketilirlerse, içerdiği değişim değeri bir ek değer olarak
metanın değerine eklenecektir. Böylece, üretken emeğin özellikleri ve farklı sanayi
alanlarındaki görünümlerine dair açıklamalardan sonra konuyu toparlayacak
olursak, üretken işçilerin, imalat, madencilik, tarım, hayvancılık, ulaştırma, enerji,
inşaat, haberleşme ve eğitim, sanat, eğlence, vb. gibi mal ve hizmet üretilen çeşitli
alanlarda çalışan ve artı-değer üretimine katılan kafa ve kol işçilerinden
oluştuğunu söyleyebiliriz.
Kapitalist yeniden üretim süreci, gerek üretim gerekse dolaşım alanı itibarıyla bir
bütündür. Kapitalistlerin çıkarları bakımından, artı-değerin üretildiği üretim alanı
kadar, artı-değerin realize olduğu dolaşım alanı da önemlidir. Dolayısıyla, her iki
alanda da kilit sektörlerde çalışan işçilerin organize edecekleri büyük direnişler ve
grevler kapitalistlerin canını aynı derecede yakacaktır. Bu nedenle, örneğin enerji
sektöründeki üretken işçilerin mücadelesi işçi sınıfının bütünü açısından nasıl
stratejik bir önem taşıyorsa, aynı şeyi üretken olmayan işçilerin çalıştığı bankacılık
sektörü için de söyleyebiliriz. Ayrıca da, üretken işçiyi ayırt eden temel husus,
kapitalistler için artı-değer üretmek, yani onları zenginleştirmek olduğuna göre,
üretken işçilik esasen sermaye açısından bir şans, işçi açısından ise bir ayrıcalık
değil tersine bir talihsizliktir. Sonuçta, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı
mücadelesi açısından, bizi yalnızca üretken kesimlerinin değil, onun bir bütün
olarak büyümesi ilgilendiriyor.
Meta üretimi sisteminde, dolaşımın tıpkı üretimin kendisi kadar zorunlu olması
nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duyduğu kadar dolaşım ögelerine de
ihtiyaç duyacağı açıktır. Örneğin, dolaşım alanında işlev görecek işgücünün satın
alınması için, dolaşım sermayesinin bir kısmının buraya yatırılması gerekmektedir.
Ancak sermayenin bu kısmı saf biçimiyle düşünüldüğünde, ne yeni bir ürün ne de
artı-değer yaratmaktadır. Zira fiilen üretken sürece katılmamakta ve kapitalizmin
mantığı çerçevesinde akıllı ve verimli kullanıldığında, dolaşım alanı için
harcanacak emek zamanında bir tasarruf sağlayarak, olsa olsa dolaşım
maliyetlerinin düşürülmesine hizmet etmektedir. Bu da, dolaşım işlevi nedeniyle
kârdan indirilmek zorunda kalınacak dolaşım maliyetinin daha az bir miktar
tutması nedeniyle, kapitalistler açısından kâr kaybının azaltılması anlamına gelir.
Çünkü, gerçek yani saf dolaşım maliyetleri, üretilen metanın değişim değerine
yansımayan ve sermaye açısından üretken olmayan maliyettir. Marx’ın aydınlattığı
üzere, işçinin üretken sayılabilmesi için, yalnızca kendisine ödenen sermaye
parçasını yerine koyması yetmemekte, bunun üzerinde bir artı-değer yaratması
gerekmektedir. Bu husus, örneğin ticari işler, defter tutma vb. gibi üretken
olmayan alanlarda çalıştırılan işçilerin niteliğinin belirlenmesi bakımından akılda
tutulmalıdır.
Dolaşım maliyetlerini incelerken, Marx, konunun kendi içinde taşıdığı kimi farklı
yönleri ayırt edebilmek amacıyla bu maliyetleri, taşıma maliyetleri, depolama
maliyetleri ve gerçek (saf) dolaşım maliyetleri olarak üç ana bölüme ayırmıştır.
Üretken emek bölümünde üzerinde durduğumuz gibi, taşıma maliyetleri tamamen
farklı bir niteliktedir ve ulaşım sanayiinde çalışan işçiler genelde üretken emek
kapsamına girmektedirler. Bu nedenle, dolaşım alanının bir unsuruymuş gibi
görünse de, aslında üretim alanının uzantısı olan ve daha önce değinilen taşıma
maliyetlerini artık burada konu dışında tutuyoruz.
Fakat metanın kullanım değerine yeni bir şey katmasa da, onu korumaya yönelik
ek sermaye gerektiren bu tür harcamalar, ticaret, defter tutma, reklâm gibi gerçek
dolaşım maliyetlerinden farklı olarak, metanın değişim değerine yansıyıp onu
yükseltebilir. Çünkü gerçek dolaşım maliyeti olarak sınıflandırılanlar, üretimi
tamamen bitmiş, tüketiciye tam hazır hale getirilmiş meta-değerlerin içinde
bulundukları kullanım-değerlerini artık hiç etkilemezken, depolama faaliyeti,
kullanım değerinin dolaşım alanının içinde korunması amacıyla ek bir emek daha
harcanmasını gerektirmektedir.
Şimdi gerçek dolaşım maliyetleri içinde yer alan diğer kalemlerin niteliği üzerinde
durabiliriz. Satın alma ve satış giderleri, ticari işler için katlanılan maliyetleri
içerir. Ticaret işlerinde çalışanlar, işgüçleri tüccarın değişen sermayesi ile satın
alınmış ücretli işçilerdir. Bu işgücünün değeri de, kuşkusuz ki tıpkı üretken
işçilerde olduğu gibi, onun üretimi ve yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenir.
“Her şeyden önce, bunların emek-gücü, gelir olarak harcanan parayla değil,
tüccarın değişen sermayesi ile satın alınmıştır ve dolayısıyla bu güç, özel hizmetler
için değil, kendisine yatırılan sermayenin değerinin genişletilmesi amacıyla satın
alınmıştır. Sonra, onun da emek-gücünün değeri ve şu halde ücreti, diğer işçilerinki
gibi belirlenmiştir, yani emeğinin ürünü ile değil, onun özgül emek-gücünün üretim
ve yeniden-üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.”[31]
Marx, sanayici kapitalist ile tüccar arasında var olan ayrımın, bu iki farklı alanda
çalışan işçiler arasında da yapılması gerektiğini söyler. Ticari sermaye, sırf bir
dolaşım aracı olarak değer ya da artı-değer üretmediğine göre, tüccar tarafından
bu aynı işlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı-
değer üretmeyecekleri sonucu çıkar. Dolayısıyla, tüccar sermayesi ile artı-değer
arasındaki bağıntı, sanayi sermayesiyle artı-değer arasındaki bağıntıdan farklıdır.
Sanayi sermayesi, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan el koyup bizzat
artı-değer üretirken, tüccar sermayesi üretilen bu artı-değerin bir kısmına sahip
çıkmaktadır. İşte bu nedenle, tüccarın işgücüne harcadığı değişen sermaye
doğrudan artı-değer yaratmazken, yine de tüccar için sermayesini büyütme ve
zenginleşme kaynağı olabilmektedir. Bunun nedenini şöyle açıklar Marx:
Kapitalist yeniden üretim süreci, çeşitli fiilî işlemlerin yanı sıra, çeşitli türden kayıt
ve muhasebe işlemlerini de gerekli kılar. Bu türden işlerin yürütümü için de belirli
bir iş zamanı harcanır. Dolaşım maliyetlerinin bir bölümünü oluşturan defter
tutma faaliyeti, hem kırtasiye, büro malzemesi türünden iş araçlarını hem de işi
yürütecek canlı emeği tüketir. Kapitalist iş hacminin genişlemesiyle birlikte, bu
türden faaliyetler de yeni organizasyonları gerektirir. İşte bu temelde, giderek daha
büyük işyerlerinde daha fazla ücretli işgücü istihdam edilir. Ama, görünümdeki bu
gibi değişimlere rağmen işin özü değişmez ve tıpkı alım satım faaliyetinde olduğu
gibi, muhasebe ve kayıt bürolarında çalışan işçiler de üretken olmayan emek
kapsamı içinde yer alırlar.
Kapitalist gelişme, eski dönemlerde ayrıcalıklı bir konuma sahip bulunan büro
işini bir yandan sıradanlaştırırken diğer yandan alabildiğine çeşitlendirmiş,
büyütmüş ve yaygınlaştırmıştır. Günümüzde onlarca işçinin çalıştığı büyük büro-
işletmeler ortaya çıkmıştır. Ancak, bir mal ya da hizmet biçiminde meta
üretilmeyen, yalnızca üretilmiş metalarla ilgili çok çeşitli büro işlemlerinin
(muhasebe, kayıt, reklâm, sigorta vb.) yürütüldüğü işletmelerde çalışan işçiler,
Marx’ın belirttiği gibi üretken olmayan işçilerdir. Salt büro işlerinin büyümesi ve
buralarda çok sayıda işçinin çalıştırılması nedeniyle, bu türden işletmeleri “büro
sanayii” olarak adlandıran değerlendirmeler bizce doğru değildir.[33] Marx, bu tür
işlevlerin bizzat sanayici kapitalistin yerine getirdiği bir iş olmaktan çıkıp, özel
olarak sırf bu işle uğraşan kimselerin eliyle büyük çapta örgütlenmesi durumunda
nitelik değiştirmiş olmayacağı gerçeğini hatırlatır. Yani, işin yapıldığı mekânın
değişmesi ya da büyümesi vb., üretken olmayan bir faaliyeti üretken hale getirmiş
olmaz.
Bir de bu gibi işlerde ayırt edici kriter, işin nerede yapıldığı değil yapılan işin
niteliğidir. Örneğin, üretimi tamamlanmış bir metanın değerine herhangi bir ek
değer katmayan hesap ve kayıt işlerinin, bizzat metaların üretildiği bir fabrika
bünyesinde organize ediliyor oluşu, o fabrikada muhasebe işlerinde çalışan işçileri
üretken işçi kılmaz. Marx, kendi döneminde vasıflı sayılan büro ve ticari alan
işlerinin, giderek nasıl sıradanlaşacağını vurguluyordu; dediği aynen oldu:
“Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve
ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına
girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe
göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb.,
bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve
ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim
yöntemlerini, vb., pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin
yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha
düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur.
Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin
emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar.
Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist,
gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır. Bu
emekteki artış hiçbir zaman artı-değerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir
sonucudur.”[35]
Kimilerinin işçi sınıfının dışına kovmaya, kimilerininse düzenli bir işleri olduğu
gerekçesiyle “işçi aristokrasisi” ilân etmeye pek meraklı olduğu bu türden işçiler
konusunda Marx’ın tahminine Engels daha sonra bir dipnot düşmüştür: “Ticaret
proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman
içersinde nasıl doğrulandığı, bütün ticarî işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil
bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir
tornacının ücretinin çok altındadır– Londan City’de boşuboşuna iş aramalarıyla
görülmektedir.”[36]
***
Üretken olmayan emek kapsamında, ayrı bir başlık altında incelemeyi gerekli
görmediğimiz, ama hatırlanması gereken bir konu da bakım ve onarım
faaliyetlerinin niteliğiyle ilgilidir. Kapitalist üretim tarzı, gelişme ve yaygınlaşma
süreci içinde çeşitli iş türlerini kendi egemenlik alanı içinde örgütlemiş, örneğin
geçmiş dönemlerde zanaatçı emeğinin konusu olan bakım ve onarım işlerini de
genelde ücretli emeğin konusu haline getirmiştir. Modern kapitalist toplumda, eski
dönemlere ait çeşitli tamirat işleri tarihe karışırken, bakım ve onarım genelde
kapitalist üretim sürecinin bir parçası durumuna gelmiştir.
Kapitalist üretim sürecinde yer alan makineler, araçlar vb. gibi sabit sermaye
unsurlarının zamanından önce ıskartaya çıkmaması için, fabrikalarda ve işliklerde
düzenli olarak bakımının yapılması gerekmektedir. Sabit sermayenin bu normal ve
düzenli bakımı, genelde bizzat iş süreci içinde makinelerin işçiler tarafından işler
vaziyette tutulması sayesinde, ek bir masraf gerektirmeksizin sağlanır. Bunun
dışında bir de zaman zaman ortaya çıkan sorunlar yüzünden gerekli hale gelen,
fiilî onarım, parça değiştirme vb. gibi işler söz konusudur. Bu nedenle büyük
fabrikalarda, normal işgücüne ek olarak, mühendis, mekanikçi gibi onarım işçileri
çalıştırılmaktadır. Bu işçiler artı-değer yaratılması sürecine katılmamaktadır.
İşçilik ücretleri değişen sermayenin bir parçası gibi görünse bile, aslında bu tür
işçilik maliyetleri sabit sermaye masraflarına eklenmektedir. Böylece, nasıl ki sabit
sermayenin amortisman masrafları dağıtılarak üretilen ürünlerin maliyetine
giriyorsa, bakım ve onarım işçilerinin maliyeti de ürünlere öyle dağıtılır.
Biliyoruz ki, kapitalist üretim tarzında, yalnızca doğrudan kendine ödenen fonu ve
artı-değeri yaratan emek üretkendir. Bunun dışında, sırf üretken emeğin
maliyetine giriyor diye bir doktorun ya da öğretmenin emeği üretken emek
niteliğine bürünemez. Bir doktor, işçiye baktı diye üretken, kapitaliste baktı diye de
üretken olmayan emek kapsamına girmez. Ama bir kralı bile tedavi etse, eğer salt
bir ücretli çalışan ise ve ücretinin karşılığı sermayeden ödeniyorsa, o doktor
üretken bir işçi sayılır. Kapitalizmde ölçüt bir şey üretilmesi değil, sermaye ile
kurulan ilişkinin nasıl bir ilişki olduğudur. Bu nedenle, örneğin bir doktoru
“sağlık” üretmesi değil, ancak sermaye üretmesi üretici kılabilir.
Smith bu noktada sorunu bulanıklaştırmıştır. Fakat yine de, neredeyse her türlü
emekçiyi üretken işçi kapsamında değerlendiren kimi iktisatçılardan farklı olarak,
hiç değilse bazı incelemelerinde sermayeyle değiştirilen emek ile gelirle değiştirilen
emek arasında ayrım yapabilmiştir. Bu nedenle, Smith’in doğru olan yaklaşımı
hakkında Marx, “Burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor;
ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam on ikiden vuruyor. Üretken
emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en
büyük bilimsel başarılarından biridir” demektedir.[39]
“Emeğin (örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği ve kısmen
(Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir karşılığı değişildiği
durumlarda burjuva ekonomi politiğin kastettiği anlamda sermaye ve ücretli-emek
yoktur. Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek
ürününün maddi doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden)
değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal
üretim ilişkilerinden çıkmaktadır. Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret
olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin)
hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken bir emekçidir; ama buna karşılık
kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için
yalnızca basit bir kullanım-değeri ürettiği için üretken-olmayan bir emektir.
Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir
artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.”[41]
Demek ki, bu örnekte olduğu gibi, paranın terzi emeğiyle basit değişimi, ne parayı
sermayeye, ne de emeği kapitalist anlamda üretken emeğe dönüştürmektedir. Peki
diğer durumda, yani terzi işçinin bir kapitalist girişimci tarafından çalıştırılması
durumunda değişen nedir? Diyelim bir terzi işçinin, bir pantolonda maddeleşen
emek zamanı 12 saat, aldığı ücretin karşılığı ise 6 saatse, bu işçinin kapitaliste
verdiği hizmet yalnızca kumaşı pantolona çevirmesinden ibaret kalmamakta,
ayrıca kapitaliste altı saatlik bedava bir hizmet de sunmaktadır. Ve kapitalist,
üretilen pantolonları yeniden paraya çevirdiğinde, terzi işçinin kendisine sunduğu
bedava hizmet, sermayeye dönüşmüş olacaktır. Böylece bir terzi işçinin emeği,
kapitalizm açısından bir durumda üretken, diğer durumda ise değildir.
Böylece Marx, maddi olmayan kapitalist meta üretiminin iki türlü olabileceğini
belirtmiştir. Birinci tür, üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime
sahip olabilen metalarda ortaya çıkabilir. Örneğin, kitaplar, resimler gibi satımlık
metalar olarak var olabilir. Yani, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen
çeşitli sanat ürünleri biçiminde dolaşımda kalabilir. İkinci türde ise, ürün, üretim
eyleminden ayrılamaz. Tüm gösteri sanatçılarının, konferansçıların, aktörlerin,
öğretmenlerin, doktorların vb. etkinlikleri için durum budur.[46]
Hizmetler, yalnızca tüketicinin satın almaya kendi iradesiyle karar verdiği cinsten
de olmayabilir. Asker, polis, yargıç vb. gibi pek çok resmî görevlinin hizmeti
tüketicinin iradesi ve isteği dışında otomatikman ona dayatılır. Adam Smith’in
dolaylı üretimi hesaba katmadığını, örneğin bir yargıcı üretken kabul etmediğini
ve bunun yanlış olduğunu düşünen bir iktisatçı olan Rossi, “eğer üretim yargıcın
emeği olmaksızın olanaksızsa, bu emeğin üretime katkı yaptığı, eğer doğrudan ve
maddi katkı değilse bile, dolaylı yoldan bir katkı yaptığı açık değil midir?” diye
sorar. Bu hafif düşünce tarzına Marx’ın yanıtı çarpıcıdır. “İşte bizim de üretken-
olmayan emek dediğimiz, üretime dolaylı olarak katılan (ve üretken-olmayan
emeğin bir parçasını oluşturan) bu emeğin ta kendisidir. Yoksa, köylü olmaksızın
yargıç yaşayamayacağına göre köylü adaletin dolaylı üreticisidir dememiz
gerekirdi! Vb.. Saçmanın dikalası!.”[50]
Resmî hizmetlerin yerine getirilmesi, kâr getirici bir hizmet üretimi değildir.
Devletin kâr getirici sermaye organizasyonlarıyla karışmamış durumuyla, resmî
hizmetlerin yürütüldüğü devlet daireleri, bu hizmetlerin yerine getirilmesi
nedeniyle devlet gelirlerini arttırmaz. Fakat bu durum, resmî hizmet işçilerinin
ücretlerinin de ortalama işçi ücretlerine göre düzenlendiği ve bu işçilerin de genel
kapitalist sömürü düzeniyle yüz yüze bulundukları gerçeğini değiştirmez.
Daha önce Asyatik devlet geleneğinden söz etmiştik. Evet, böyle bir geleneğe sahip
olan Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sı gibi ülkelerde devlet memuru
olmak, devletlû sınıfın bir mensubu olmak anlamına geliyordu. Ancak ilerleyen
süreçte kapitalist gelişme eski Asyatik yapıları çözdüğünde bu durum değişmiştir.
Kapitalist dönemin binlerce sıradan devlet memuru, eski dönemlerdekinden
tamamen farklı olarak, artık resmî devlet hizmetinde çalışan ayrıcalıksız işçilerdir.
Ne var ki, Batı tipi gelişme çizgisinden farklı yönler içeren ve toplumsal-siyasal-
kültürel yapıya yıllar boyunca damgasını basan Asyatik geleneğe sahip ülkelerde,
memurların büyük çoğunluğunun aslında birer işçi olduğunun kabulü yine de
kolay olmamaktadır. Bu durum, hem egemen güçler tarafından hem de bir
bölümüyle bizzat çalışanların kendileri tarafından kolayına kabul edilmemektedir.
Oysaki, pek çok kapitalist ülkede “memur”lar sendikalıdır, grev hakları vardır ve
onların devlet görevlerinde çalışan sıradan ücretliler olduğu anlayışı, Türkiye
benzeri ülkelerdekinden çok fazlasıyla toplumda yer etmiş bulunmaktadır.
İşsiz İşçiler
İşçi sınıfının kapsamını belirlerken nesnel hareket noktasını oluşturan işgücünü
satmak kriterinin, işçinin kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı
anlamına gelmediğini biliyoruz. İşsizlik sorunu, burjuva iktisatçıların suçu
kapitalist düzenin sırtından başka yerlere yıkmak amacıyla kasıtlı olarak
gösterdikleri gibi, yanlış ekonomik politikaların ya da işçi sendikalarının yükselen
ücret taleplerinin vb. ürünü değildir. Gerçekte, işsiz bırakılmış bir emekçi nüfusu
üretmeyen, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir
kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir
taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları –örneğin kadın
işçiler gibi– yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi
yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi
nüfusu yaratır.
Önemle vurgulanması gerekir ki, işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan
doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde
etkide bulunur. Örneğin, çalışan işçilerin fazla mesai düzenini sürdürmeleri sınıfın
işsiz kesimini büyütür. Fakat yedek sanayi ordusunun yarattığı basınç da hem
ücretleri aşağı çekerek işçileri daha çok çalışmak ve hem de sermayenin
dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakır. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı,
kapitalist ekonominin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde, faal işçi
ordusunun kapitalistlere karşı yükselttiği istemleri baskılar. Aşırı-üretim ve
coşkunluk dönemlerinde bindirdiği basınç biraz azalsa da, yine de dizginleyici bir
faktör oluşturur. İşte bu nedenle Marx, “nispî artı-nüfus, emeğin arz ve talep
yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispî artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını,
sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar
içerisinde tutar” demektedir.[53]
Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı
ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz.
Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması,
sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına
gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının
birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli
tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa
dikkat çekmiştir:
İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu
doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle
siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir. Üstelik işsizler
homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde
kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden oluşur.
Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla;
küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe
adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural
olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir
devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu
söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük
yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı
edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş
unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış
unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz
değildir.
Marx nispî artı-nüfusun farklı biçimlerini ayırt ederken, bu nüfusun mümkün olan
her biçimde var olduğunu belirtiyordu. “Her işçi, ancak burada, yarı ya da tam
işsiz olduğu zaman yer alır. Sınaî çevrimin değişen evrelerinin zorladığı, bunalım
sırasında had, durgun zamanlarda tekrar kronik bir durum alan büyük devresel
biçimler dikkate alınmazsa – daima üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun.”[55]
Akıcı biçimle geçici süre işsiz kalan işçiler; saklı ile kentin ihtiyacı olan yeni işçi
talebini karşılayacak kırsal kesimin gizli işsizleri ve durgun biçimleyse, ev sanayii
ve küçük atölyelerdekiler gibi bir işte çalışmalarının son derece düzensizlik
gösterdiği işçiler kastedilmektedir. Bunun dışındaysa, lumpen proletarya olarak
nitelenen en dipteki tortu ve Marx’ın yine üçe ayırdığı bir işsizler topluluğu vardır.
Görülüyor ki, işsizler topluluğu homojen olmayıp, onun farklı kategorileri sınıf
mücadelesi içinde tutabileceği yerler bakımından birbirinden oldukça farklı
özellikler taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinde
elbette ki Marx’ın “akıcı” diye nitelediği geçici işsizlerle, “tehlikeli” diye
adlandırdığı tortuyu aynı kapsamda değerlendirmek yanlıştır. Büyük işletme
deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir
potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en
dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi
noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz
kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi
sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek,
birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu
kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır.
“Üçüncü Dünya” ülkelerine özel bir ilgi ve sempati besleyen “Marksistler” olduğu
gibi, emperyalist ülkelerin “alt proletarya”sına birincil derecede devrimci
misyonlar yüklemiş olan “Marksistler” de mevcut. Bunların yazılarında, bizce
Marx’ta genel hatlarıyla aydınlatılmış bulunan bir bütünün keyfî biçimde
kopartılmış bir parçasına, üstelik de yanlış temellerde gösterilen ilgi, neredeyse bir
uzmanlık alanına dönüştürülüyor. Bu gibi yaklaşımları onaylamadığımızdan, kimi
Batılı Marksistlerin çok özel bir yer ayırdıkları “alt proletarya” benzeri konular
üzerinde uzun boylu durmuyoruz. Yalnızca, tartıştığımız sorunları ilgilendirdiği
kadarıyla belirtecek olursak, aslında bu “alt proletarya” kavramının içeriği ve
siyasi niteliği konusunda çeşitli yorumlar söz konusudur. Fakat genel hatlarıyla bu
kavram temelinde yürütülen tartışmalar, geri kalmış ülkelerden kapitalist
metropollere göç eden ve böylece emperyalist ülkelerdeki gettolarda, sürekli bir işe
sahip olmaksızın, eğitimsiz, yoksul ve siyasi anlamda marjinal nüfusun olası
tutumları etrafında dönmektedir.
Bu gibi kesimler, kapitalist toplumun içerdiği önemli bir realitedir; asla göz ardı
edilemez. Fakat, işçi sınıfının nesnel ve öznel açıdan bütünsel kavranışının
parçalanmasıyla öne fırlatılmak istenen ve hiçbir bakımdan öncü nitelik taşımayan
şu ya da bu kesim üzerine teoriler inşa etmek de doğru bir tutum değildir. Öte
yandan, işçi sınıfının işsiz kesiminin en dibinde yer alan ve aslında insanların bir
bölümünü uçuruma iten kapitalizmin insanlık dışı yüzünün sergilendiği lumpen
proletarya olgusu, sosyal bir gerçeklik olarak asla küçümsenemez.
İşçi sınıfının tortusu, parlak ışıklar altında görünen kısmıyla cicili bicili vitrinler
sergileyen kapitalist sistemin, karanlıklara boğulmuş dipteki gerçekliğinden başka
bir şey değildir. Tıpkı Marx’ın “Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer
kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında,
sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî
yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” diyerek dile getirdiği gibi.[57]
Kapitalizmin yarattığı sefaletin boyutları karşısında duyarlı olmak ve bunu ifade
etmek devrimci tutumun doğal harcıysa da, insanlığın yakasını bu belâlı düzenden
kurtarabilmesi için yürütülen mücadele, siyasi gerçeklerin hafife alınmasını
affetmeyecek ciddi bir iştir.
Dün olduğu gibi bugün de, yoksulluk içindeki yığınlar, derin bir siyasal
bilinçlendirme faaliyetine gerek kalmaksızın, bizzat yaşamın zorluğu nedeniyle,
öfkelerini zaman zaman kendiliğinden patlamalarla dışa vururlar. Yoksulluğun ve
ezilmişliğin yarattığı öfkenin, düzene karşı patlayıcı bir madde deposuna
dönüşmesi, kuşkusuz ki çok önemli bir durumdur. Ne var ki, işçi sınıfının öncü
rolünü oynayabilmesini mümkün kılacak bir örgütlülüğün bulunmadığı
koşullarda, yoksul ve işsiz kitlelerin öfkesi ve bu öfkenin dışavurumları tek başına
sonuç getiremez. Sermaye düzeni, bu öfkeyi bastıracak veya istediği bir doğrultuya
kanalize edecek yolları bulmakta hüner sahibidir. İşçi sınıfının büyük işletmelerde
çalışan kesiminin ya da genelde sendikalı işçilerin büyük bir atalet içine
sürüklenmiş olmaları ise, sınıfın devrimci potansiyelinin yok oluşuna değil, bilinç
ve örgütlülük unsurunun öneminin kat be kat artmakta olduğuna işaret ediyor. Bu
gibi sorunların üzerinden atlayarak, artık işçi sınıfını devrimci bir özne olarak
kabul etmeyenler ve yerine sözümona başka kesimleri ikame etmeye çalışanlar,
gerçek yaşamda var olan yakıcı gerçeklerin duvarına toslamaya mahkûmdurlar.
İşçi sınıfının işsizler bölümüne, yalnızca çalışabilir durumdaki işsizler girmez. İşçi
sınıfının iş kazası ve çeşitli meslek hastalıkları sonucunda işgüçleri sakatlanmış
olan bir bölümü, defolu mallar misali yedek sanayi ordusunun en aşağılarına
fırlatılıp atılırken, daha şanslı olanları ise sosyal güvence kapsamından
yararlanabilmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum sermayenin işçilere bir lütfu
olmayıp, emek ve sermaye arasındaki çetin mücadelelerin sonucunda işçilerin elde
ettikleri bir sosyal haktır. Kapitalizm altında bu hakkın ne denli güdük olduğu
tartışma götürmez. Burjuva devletler getirdikleri hukuksal düzenlemelerle,
işçilerin çalışabildikleri süre boyunca ödedikleri sigorta primlerinden oluşan
fonların yönetimini kendi egemenlikleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle, iş
kazası, vb. sonucu çalışamaz duruma düşen işçilerin ancak belirli koşullara uyan
bölümü malûlen emekli aylığına hak kazanabilmektedir. Keza, sosyal sigorta
yasalarında belirlenen genel emekli aylıkları açısından da, kapitalist devletlerin
getirdiği pek çok kurallar ve sınırlamalar söz konusudur.
O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde
olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de
işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni
kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu
nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni
ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır.
Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili
istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde,
fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb.
çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük
çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!)
hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz
yüze gelmiş oluruz.
Ayrıca, iktisatçıların bu ayrımla özdeşleyerek yanlış tarzda kullandıkları sabit sermaye ve döner
sermaye kavramları ile ilgili olarak da Marx’ın getirdiği açıklamalar dikkate alınmalıdır. Değişmeyen
sermayenin sınai binalara, makineler, vb. gibi iş araçlarına ait bölümü ile ilgili olarak şöyle der Marx:
“İşlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu
metalardan bağımsız olarak kendisinde sabit kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye
biçimini veren özellik işte budur. Üretim sürecine yatırılmış sermayenin diğer bütün maddi kısımları,
bunun karşıtı olarak, döner, ya da akıcı sermayeyi oluşturur.” (Kapital, C.2, s.182) O halde, sabit
sermaye olarak adlandırdığımız bölümün dışında kalan değişmeyen sermaye (yardımcı madde ve
hammadde biçimindeki üretim araçları) ile işgücüne yatırılan değişen sermayenin toplamı döner
sermaye diye adlandırılır.
Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar
açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler
katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak
yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü
gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve
daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev
boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma,
iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü
gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu.
Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret
ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı
konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle
değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı.
Öte yandan kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini
yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece
proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü.
Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî)
yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî
yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil,
toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü
arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da
çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha
iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür),
içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal
ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.
“Ücrette hissedilir bir artış, üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür.
Üretken sermayenin bu hızlı büyümesi, zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme
ve zevklerin de eşit hızda büyümesine yol açar. Demek ki, her ne kadar işçinin zevk
konuları artmışsa da, bu zevklerin sağladığı toplumsal doyum, kapitalistin artmış
bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine oranla, ve genellikle toplumun
gelişme aşamasına oranla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan
kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize
doyum veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından
görelidirler.”[59]
Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk
ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik,
ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin
bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine
durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[60] Genel esprisi
itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir
ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu
ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili
tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını
karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir
öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine
oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri
var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi
artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu
söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu
da. Unutulmamalı ki, Marksizmin karşı çıktığı şey genel olarak mülkiyet değil,
üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu konudaki çarpıtmalara karşı Marx ve
Engels daha Komünist Manifesto’da gereken yanıtı vermişlerdir.
“Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca
salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin
bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için
yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan
bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[61]
Marx’ın köle emeğiyle ücretli emeği karşılaştırarak dikkat çektiği çok önemli bir
gerçeklik var. Şöyle ki; aslında kapitalist ücret biçimi büyük bir yanılsama yaratır.
İşçinin aldığı ücret, sanki çalışma saatlerinin toplamı için yapılan bir ödeme gibi
algılanır. Böylelikle, bir işgününün gerekli-emek ve artı-emek olarak, yani karşılığı
ödenmiş emek ve karşılığı ödenmemiş-emek olarak bölünmüş olması gizlenir.
Halbuki, köle emeğinde tersi bir durum söz konusuydu. Köle emeğine bir ücret
ödenmediğinden, işgününün, kölenin yaşaması için gerekli tüketim maddelerini
yerine koyduğu kısmı, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için
harcadığı emek sanılır. “Kölenin bütün emeği, karşılığı ödenmemiş emek olarak
görünür. Ücretli-emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek
bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı
emeği, mülkiyet ilişkisi gözlerden saklar, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı
ödenmeyen emeğini, para ilişkisi gözlerden gizler.”[62]
Örneğin, toplam işgücü içinde üretken emeğin gerileyen yüzdesini işçi sınıfının yok
olduğu, Marksizmin öldüğü yolunda bir kanıt olarak kullanmak isteyenlerle alay
edercesine Marx, gelişmenin bu yönde olacağını yıllar öncesinden çözümlüyordu.
“Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne
kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam
olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade
etmektedir.”[63] Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, burada sözü edilen azalma
mutlak değil, göreli bir azalmadır.
Geleneksel ya da yeni, hangi biçimde olursa olsun, üretken emek alanı olmaksızın
kapitalizm var olamaz. Bu sistem başkalarının mümkün olan en çok miktardaki
emeğini sahiplenme ve kâra dönüştürme eğilimini içinde taşır. Bu nedenle,
kapitalizm bir yandan belirli bir ürün miktarı için gerekli üretken emek miktarını
indirirken, diğer yandan toplam üretimin artışıyla birlikte, olabilecek en çok
sayıdaki üretken emeği çalıştırmaya gayret etmektedir. Yani, birim başına daha az
üretken emekle giderek büyüyen bir üretim söz konusudur. Bu da emekçi nüfusun
toplam nüfusa oranla sürekli büyümesi demektir. Eskinin üretken sınıflarının
giderek proletaryanın saflarına katılması demektir.
İşte, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, aslında işçi sınıfının değil de bir orta sınıfın
büyümekte olduğu iddiası da, bilimsel ciddiyetten tamamen uzak ve palavradan
argümanlar üzerine oturtulmuş bir ideolojik icattır. Bu tür icatlarda bir hayli önde
koşan İngiliz “düşünürleri”, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de kol
işçilerinin reel gelirlerinde önemli yükselişler görüldüğü gerekçesiyle sınıf tanımını
tüketim ölçüsüne göre yapma “uyanıklığını” göstermişlerdi. “Eskiye göre daha çok
tüketiyorlar, o halde işçi olamazlar” bahanesiyle kol işçileri dahil işçi sınıfının
büyük bölümünü kendi devşirmeleri olan bir “orta sınıf” tanımının içine
tıkıştırıverdiler. Böylece, işçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını
sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen
kesimleri, “orta sınıf” diye bir kategoriye terfi ettiriliverdi. Burjuva “âlimleri”,
bilimsel kanıt olarak yaldızladıkları bol rakamlı tüketim istatistikleriyle, işçi
sınıfını ayırt etmeyi sağlayan nesnel ölçütleri geçersiz ilân ettiler.
Her şeyi yerli yerine oturtmak koşuluyla, modern kapitalist toplumlarda “orta
sınıf” (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.) kavramı bir gerçekliğe denk
düşmektedir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, bunun, Marksizmin çözümlediği
küçük-burjuvaziden başkası olmadığını görürüz. Tarihin daha eski dönemlerinde,
örneğin toplumsal kesimlerin ayırt edilmesinde burjuvalar için kullanılan “orta
kesim” benzeri bir kavramı, modern kapitalist toplumlarda ne burjuvazinin orta
büyüklükte olanları için kullanmanın bir mantığı vardır, ne de işçi sınıfının daha
yüksek gelir düzeyine sahip bazı kesimleri için. Fakat kapitalist toplumda iki temel
sınıf arasına sıkışıp kalmış unsurlar, burjuvaziyle proletarya arasında yer alan bir
“orta sınıf” gerçekten vardır.
Temel özellikleri itibarıyla bu ara sınıf aslında modern sanayinin ürünü olmayıp,
tam tersine kapitalist topluma geçmişin mirasıdır. Bu nedenle de esas itibarıyla
geleneksel küçük mülk sahibine (küçük toprak sahibi köylüyle, kendi tezgâhının ya
da dükkânının mülkiyetine sahip esnaf ve zanaatkâra) denk düşer. Hatırlanacağı
gibi, bu türden üreticiler ancak kendi hesabına meta üretebilir ve satabilir.
Dolayısıyla, ne bunların durumu sermaye-ücretli emek ilişkisi kapsamındadır, ne
de bu kişilerin üretimi modern kapitalist üretim çerçevesinde değerlendirilebilir.
Bu nedenle bu türden üreticilerin harcadığı emeğin, kapitalizm çerçevesindeki
üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımıyla da bir ilgisi yoktur.
“Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek
üzerindeki egemenliğinden doğduğuna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi,
sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre,
kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin bireylere kendi özel
görevleri olarak verdiği üretken işlevler ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir
biçimde bağlı bulunur. Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos (Eski Yunan’da:
«sürveyan») ya da regisseur’ün (yönetmen yardımcısı) ücreti, yapılan iş, böyle bir
yöneticiye bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen
ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[69]
Bu açıklamalardan sonra bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz. Bizce asıl
sorun, en incesinden hesaplamalar da yapsak, sonuç olarak beyaz yakalılar
arasında düşük oranda bir yer tuttuğunu bildiğimiz burjuva idarecilerin, ya da
küçük-burjuva konumdaki menajerlerin gerçek yüzdesini bulmaya çalışmak değil.
Ağaçlara bakmaktan ormanı fark edemeyen kişinin durumuna düşmemek için,
malûm burjuva ve küçük-burjuva idarecileri bir yana bırakalım. Ve, kimilerinin
beyaz yakalılar diyerek dışladıkları, kimilerinin “orta sınıf” diye yutturmaya
çalıştığı asıl büyük gerçekliği, örneğin hizmet sektörü büyüdükçe kapsamı
genişleyen proletaryayı, sayıları durmadan artan işçileri görelim. Kaldı ki, hizmet
sektörünün büyümesi yalnızca kafa işçilerinin sayısındaki artışa değil, bu sektörde
çalışan kol işçilerinin sayısının da arttığına işaret ediyor.
Marx’ın deyişiyle ifade edecek olursak: “Demek oluyor ki, kapitalist üretim,
birbirine bağlı sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle,
sadece meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist,
öte yanda ücretli işçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden
üretiyor.”[73] Kısacası, sermaye ve ücretli-emek karşılıklı çelişkileri içinde
diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi, aynı zamanda ücretli-emeğin üretimi
demektir.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yarım kalan Sınıflar başlıklı bölümde, sınıf
ayrımlarının bulanıklaştığı sınır çizgilerine değinmektedir. “İngiltere’de modern
toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klâsik biçimde
gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, … orta ve ara tabakalar, … her yerde sınır
çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur.
Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme
yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını
büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim
araçlarını sermayeye dönüştürür.”[74] Bu nedenle incelenen sorun bazı ayrıntısal
tartışmalarda bulanıklaşmaya ve dolayısıyla istismara açık hale gelse de, önemli
olan istisnaî durumlar üzerinde kılı kırk yarmak değil, genel kuralları
netleştirebilmek, genel eğilimleri görebilmek, genel ayrımları yapabilmektir. Oysa
burjuva ideologları, sosyologları ve bunların izinden gidenler, dikkatleri asıl olana
değil, istismara açık noktaları yakalayıp meseleyi bulanıklaştıracak gereksiz
ayrıntılara çekiyorlar
[58] Marx, Kapital, C.3, s.775
[59] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.46
[60] Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay., Temmuz 1976, s.156
[61] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.147
[62] Marx, Kapital, C.1, s.572
[63] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.214-215
[64] Bkz. A. Gorz, age, s.25-26
[65] Marx, Felsefenin Sefaleti, s.230
[66] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.381-382
[67] Marx, age, s.215-216
[68] Marx, Kapital, C.1, s.359
[69] Marx, Kapital, C.3, s.339-340
[70] Marx, age, s.341
[71] Marx, age, s.342
[72] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.190
[73] Marx, Kapital, C.1, s.616
[74] Marx, Kapital, C.3, s.775
“Sanayisizleşme” mi?
İşçi sınıfının büyüyen varlığını yadsıma doğrultusundaki ilginç girişimlerden biri
de, sanayileşmiş Batı ülkelerinin 1970’lerin ortalarından itibaren artık sürekli
olarak bir durgunluk içine girdiği ve bunun bir “sanayisizleşme” süreci anlamına
geleceği yolundaki iddialardır. Kapitalist sanayi çevriminin, durgunluk, canlanma,
yükseliş, bunalım gibi evrelerine bağlı olarak, bazı dönemlerde genişletilmiş
yeniden üretim sürecinin büyüme hızında duraklama ve gerileme kaydedildiği
bellidir. Ayrıca, 1970’lerin ortalarından itibaren özellikle gelişmiş kapitalist
ülkelerde, canlanma ve yükseliş dönemlerinin artık 1948-1974 döneminde olduğu
gibi keyifli bir biçimde yaşanmadığı bir uzun trende girilmiş olduğu da doğrudur.
Ne var ki, hem bu türden dalgalanmalar zaten kapitalizmin bir işleyiş yasasıdır,
hem de yaşanan daralma ve gerilemeler genelde sanayi yatırımlarındaki mutlak bir
azalışa değil, büyüme oranlarındaki görece düşüşlere işaret eder. O halde bu
türden ekonomik gerçeklerden hareketle, kapitalizmin sanayileşme kapasitesinde
artık mutlak bir gerileme yaşanmakta olduğu tarzında “düşünceler” üretmek, pek
çok açıdan bir saçmalıklar komedyasına dönüşmektedir.
Çünkü, bir kere kapitalizm bir dünya sistemidir. Ve Marksizmin işaret ettiği gibi,
kapitalist sistem açısından önemli olan, dünya ölçüsündeki gelişme eğiliminin
tezahürüdür. Batılı ülkelerde sanayi yatırımlarının büyüme oranlarındaki görece
düşüşe, diğer ülkelerdeki yükseliş eşlik edebilir. İkincisi, sanayi kavramı gerçekte,
imalât, tarım, enerji, taşımacılık, hizmet üretimi gibi, akla gelebilecek bütün
değişim değerlerinin üretildiği sektörlerin tümünü kucaklar. Dünya kapitalist
sistemi içindeki toplam artı-değerin kaynağını oluşturan bu toplam alan (yani
üretim) olmaksızın, ne kapitalist kârın oluşumundan ve ne de artı-değerin faiz,
rant vb. biçiminde bölüşümünden söz etmek mümkündür. Üçüncüsü, sanayi
sektörünün kendi iç yapılanmasında zamanla kimi kalemlerin üretimi önemini
yitirip yenileri öne çıkmakta, eski dönemlerde kapitalist üretime konu olmayan
bazı hizmetler (turizm, eğlence, vb.) bizzat yeni sanayi kolları düzeyine
yükselmektedir. Sanayi sektörünü bu ağırlığıyla birlikte düşünmek ve değişim
değerleri üretimi olmaksızın kapitalizmin var olmayacağını unutmamak gerekir.
Bilindiği gibi, hem tüketicilerin ihtiyaç duyacağı mal ve hizmetler, hem de ortalama
yaşam düzeyi, tarihsel-toplumsal bir olgudur. Yaşam düzeyi, yalnızca fiziksel
yaşamın sürdürülmesinden ibaret olmayıp, insanların içinde yaşadıkları toplumsal
koşullardan doğan gereksinimlerin de doyurulmasıdır. Yaşamın kapitalist tarzda
örgütlenmesi, eski dönemlerde tüketime konu olmayan nice kalemi, artık
karşılanması gereken bir ihtiyaç durumuna getirmektedir. Yani kapitalizm
“ihtiyaç”ları çeşitlendirmekte, yeni ihtiyaçları kitlelerin yaşamına sokmakta,
aslında adeta dayatmaktadır.
“Parasını faiz getiren sermaye olarak değerlendirmek isteyen para sahibi, bunu bir
üçüncü kişiye devreder, onu dolaşıma sokar ve sermaye olarak meta haline getirir;
sırf kendisi için değil başkaları için de sermaye haline getirir. Para, yalnızca onu
veren kimse için sermaye olmayıp, daha başlangıçta bir üçüncü kişiye sermaye
olarak artı-değer yaratan, kâr yaratan bir kullanım-değeri ile yüklü bir değer
olarak verilmiştir; bu, kendi hareketinde kendisini devam ettiren ve işlevini yerine
getirdikten sonra, ilk sahibine, bu örnekte paranın sahibine dönen bir değerdir. Şu
halde para, ondan, yalnızca belirli bir süre için ayrılmakta, geçici bir süre için
sahibinin zilyetliğinden çıkıp, iş yapmakta olan kapitalistin zilyetliğine geçmekte ve
böylece ne ödeme şeklinde elden çıkartılmakta ne satılmakta, ama yalnızca ödünç
verilmekte, ve önce, belli bir zaman aralığından sonra çıkış noktasına dönmek ve
ikinci olarak da, gerçekleşmiş sermaye olarak –kullanım değerini, artı-değer
yaratma gücünü gerçekleştirmiş bir sermaye olarak– geri dönmek koşuluna bağlı
olarak elden çıkarılmaktadır.”[77]
Öte yandan kapitalistlerin sürekli olarak kâr maksimizasyonu peşinde ince maliyet
hesapları yaparak, işlerine geldiğinde sabit sermaye yatırımlarını ana ülkede
arttırmak yerine, yatırımları işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırdığını da
unutmamak gerekir. Böylece, dünya ölçüsünde sermayenin farklı hareketleri bir
bütün olarak değerlendirildiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde bazı sanayi
kollarındaki yatırımların azalması (eğer farklı alanlardaki yeni yatırımlarla ikame
edilmiyorsa) işsizliğin büyümesine yol açar. Az gelişmiş denilen ülkelere yapılan
yatırımlar ise, nüfusun büyük kesimlerinin proleterleşmesi anlamına gelir. Demek
ki, dünya kapitalist sisteminin, işli ya da işsiz, işçi sınıfının kitlesini büyütmek
dışında bir seçeneği yoktur. “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden
üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir
koşuludur.”[78] Kısacası, işçi sınıfı yoksa sermaye de yoktur; sanayi yoksa artı-
değer yoktur, dolayısıyla kâr yoktur, faiz yoktur, borsa oyunları yoktur.
“Para şeklindeki nispeten küçük bir kısım dışında kalan ve toplam sermayeyi
oluşturan üretim araçlarını satın alacak ve bunlardan yararlanacak kimseler
olmaksızın, bütün sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz düpedüz
saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin,
yani faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği artı-değeri yaratmaksızın, kapitalist
üretim temeli üzerinde faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist
üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük bir
saçmalık olur. Eğer kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para-
sermayeye çevirecek olsaydı, para-sermayede korkunç bir değer kaybı, faiz
oranında müthiş bir düşme olur, pek çoğu hemen, faizle yaşamlarını
sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda
kalırlardı.”[79]
Bu nedenle, sanki genişletilmiş yeniden üretim süreci (yani sanayi) olmaksızın da
salt para oyunlarına dayanan yeni bir cins kapitalizm olabilirmiş türünden
saçmalıkları; “sanayisizleşme” türünden gevezelikleri bir tarafa bırakıp, dikkatleri
kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarına çevirmek gerekir. Kapitalist üretim
tarzının bizzat kendi içinde taşıdığı özellikler nedeniyle, zaman zaman sanayide
parlak atılım dönemlerinin yaşanması ve ardından aşırı üretim krizlerinin gelmesi
tesadüfî değildir. Bu bağlamda, Marx’ın kapitalizmin bunalımlı yapısına ilişkin
açıklamaları, tartıştığımız konuyu doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle çok kısaca da
olsa üzerinde durmamızı gerektiriyor.
Diğer yandan, tüm bu gelişmelere eşlik eden bir diğer olgu ise, aynı ya da hatta
artan bir emek sömürüsüyle birlikte artı-değerin kitlesi yükseliyor olsa da, kâr
oranının düşme eğilimi göstermesidir. Bu husus önemlidir, çünkü sermaye
cephesini ilgilendiren kıstas, kâr kitlesinin toplam sermayeye bölünmesiyle elde
edilen kârlılık oranıdır. Ve yaratılan daha büyük miktarda artı-değer realize olup
kâr kitlesi yükselse bile, eğer toplam sermayede daha da büyük bir artış olmuşsa,
bunun anlamı kâr oranının düşmesidir. “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi
sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle,
emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi
sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir.
Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici
dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[80]
Bazı dönemlerde kâr oranında bir artış gerçekleşse de, genelde sermayenin organik
bileşiminin yükselişi nedeniyle uzun dönem içinde kâr oranı düşme eğilimi gösterir.
Marx, mutlak bir düşüşten söz edilemeyeceğini ve düşüşü frenleyen bazı zıt yönlü
etkilerin mevcut bulunduğunu belirtir. Zıt yönde etki yapan güçlerin en genel
olanlarını sıralar: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, 2. Ücretlerin, emek-
gücünün değerinin altına düşmesi, 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması,
4. Nispî aşırı-nüfus, 5. Dış ticaret. Bunlar söz konusu yasayı ortadan
kaldırmamakta fakat etkisini azaltmaktadırlar. “Demek ki, yasa, yalnızca bir
eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren
dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmektedir.”[81]
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi ile bunu frenleyen zıt yöndeki etkenler kimi
dönemlerde bir denge durumu sağlasalar da, zaman zaman düşüş eğiliminin ağır
basması sonucunda bunalımlar patlak verir. Bunalımlar daima, mevcut çelişkilerin
geçici ve zora dayanan çözümleridir ve bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar
kuran şiddetli patlamalardır. İşte bu nedenle de kapitalizm asla üretici güçleri
muntazam bir büyüme temelinde geliştiren bir sistem değildir. Kısacası, “Kapitalist
üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye
çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli
ölçekte koyarak becerir.”[82]
Kendi işleyiş yasaları içinde sermayenin amacı, mümkün olduğu kadar çok
karşılığı ödenmeyen emeğe el koymak, artı-değer kitlesini muazzam boyutlara
ulaştırmaktır. Bunu gerçekleştirir, fakat böylece sürecin ikinci perdesine sıra gelir.
Tüm metalar kitlesinin, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan ve
artı-değeri de içeren toplam ürünün satılması gerekir. “Eğer bu yapılmaz ise, ya da
kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında
sömürülmüştür, ama bu sömürü, kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir
ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleştirilmemesi ya da kısmen
gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile
sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün
gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir.”[83]
Rekabet içinde birlik eğilimi, işlerin yolunda gittiği dönemlerde kapitalist sınıf
arasında bir kardeşlik havası estirse ve böylece her birinin ortak yağmadan kendi
yatırımı oranında pay almasını sağlasa da, sıra zararın paylaşılmasına geldiğinde
durum değişir. Her kapitalistin bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda
kalacağı, var olan gücüne ve göstereceği kurnazlığa bağlı olduğundan, böylesi
dönemlerde rekabet düşman kardeşler arasındaki savaşa dönüşür. Bunalımların
patlak verdiği dönemlerde toplam sermayenin bir bölümü değer kaybına uğrar,
paranın ödeme aracı işlevi felç geçirir. “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler
zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi
sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve, şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki
değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiilî durgunluklara ve kesintilere ve
böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[84]
Çok daha az sayıda işçiyle daha büyük ölçekte üretimi sürdürmeyi mümkün kılan
muazzam teknolojik gelişme, sermayenin gücüne ilişkin bir yanılsamanın giderek
daha geniş boyutlarda üretilmesine de neden olmaktadır. Bu yanılsama, üretken
emeğin gücünün sermayenin bir niteliği gibi algılanmasından kaynaklanır. Canlı
emeğin özelliği, yeni bir değer yaratırken geçmiş değeri, yani ölü emeği de ona
aktarmaktır. Böylece canlı emek, durmadan artan bir sermaye değerini sürekli
yenilenen bir şekil içinde korur ve ebedileştirir. “Emeğin bu doğal gücü, sanki,
kendisiyle kaynaştığı sermayenin bir niteliği ve özelliği imiş gibi görünür; tıpkı,
toplumsal emeğin üretken gücünün, sermayeye özgü nitelikler görünüşüne
bürünmesi, ve gene tıpkı kapitalistlerin artı-emeğe durmadan el koymalarının,
sermayenin devamlı olarak kendi kendisini genişletmesi şeklinde görünmesi
gibi.”[87]
“Ne var ki, ücretli emekçi sayısındaki nispî azalmaya karşın, mutlak olarak artış,
zaten kapitalist üretim tarzının bir gereksinmesidir. Emek gücünü günde 12-15
saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim tarzı için emek-
gücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol
açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda
yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı
için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka
belirtisidir ve bu üretim tarzının, üretici güçlerin gelişmesi ve servet yaratılması
için hiçbir zaman mutlak bir biçim olmadığını, daha çok, belli bir noktada bu
gelişmeyle çatışma haline geldiğini de gösterir. Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu
kısmının eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel
bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı,
işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu
ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, onu, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını
artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa, genellikle maddi üretim için gerekli emek
zamanını azalttığı için değil. Böylece bir çelişki içersinde hareket eder.”[89]
Günümüzde “esnek çalıştırma” vb. gibi değişim olanaklarına sahip büyük sermaye
grupları, daha kısa çalışma saatleriyle daha çok sayıda işçi çalıştırmayı gündeme
getirmişlerdir. Örneğin Almanya’da çelik ve metal işkollarında 1995 yılında 35 saat
uygulamasına geçilmiştir. Avrupa 1997’de “part-time” çalıştırma uygulamalarına
başlamıştır. Bu türden uygulamalar genellikle işçilerin ücretlerinin düşürülmesiyle
birlikte yürürlüğe sokulmakta ve ancak sendikaların toplu sözleşmelere
geçirtebilmesi durumunda, ücretten herhangi bir indirim yapılmaksızın
gerçekleşebilmektedir. Bu sayede ücret indirimine gidilmese bile, yine de bu
çalışma koşulları, aslında emek-gücünün sömürüsünün azaldığını değil, emeğin
üretken gücündeki artış sayesinde kısalan çalışma saatleri içine isabet eden artı-
emek zamanının yükseldiğini gösterir. Öte yandan, kapitalistler bu türden
uygulamaları, işsizliği azaltmak, yeni istihdam olanakları yaratmak
propagandasıyla yaldızlasalar da, onların asıl derdi işçilik maliyetlerini düşürerek
kârlarını yükseltebilmektir.
Oysa Marx yıllar önce bu sorunu nasıl da güzel aydınlatmıştır: “Makine yüzünden
tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça, sermaye
olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[90] Kapitalizmin
olmazsa olmaz koşulu artı-değer üretimi olduğuna ve bunun kaynağı da canlı emek
sömürüsüne dayandığına göre, salt robot kullanımı, artık değişim değeri değil
kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına gelir. Bu da zaten kapitalizmin
inkârı demektir. Fakat çok ama çok önemli olan husus şudur ki, bugünkü
teknolojik gelişme düzeyiyle birlikte, aslında insan emeğinin giderek üretim
sürecinden uzaklaşması olanağı yaratılmış olmaktadır. Bu durum, kapitalist
zenginliğin temelinde yatan canlı emek sömürüsü sisteminin sonunu hazırlamakta,
onu tehdit etmektedir. Harcanan daha az canlı emek süresiyle çok daha fazla ürün
elde edilmesi biçiminde dışa vuran orantısızlık, giderek kapitalist sistemin işleyişini
açık bir mantıksızlık noktasına sürüklemektedir. İşçi üretim sürecinin başlıca
faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelmektedir.
“Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat
büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak
görünümündedir” der Marx. Ve bu gelişme eğiliminin, giderek mantıksızlık
sınırına dayanan kapitalist sistemin aşılması sayesinde, bireyin özgürce
gelişebileceği yeni bir düzeni müjdelediğini gösterir. “Dolaysız biçimiyle emek
zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla
mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.
... Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim
süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.”
Dünya genelinde üretici güçlerin bugün geldiği düzey dikkate alındığında, aslında
gerçekten de çalışma saatlerinin kısaltılmasının koşulları hazırlanmış demektir. Ne
var ki kapitalizm altında bu olanak, dünya üzerinde henüz varlığını sürdüren
büyük bir eşitsizlikle birlikte gitmektedir. Bu nedenle bir yandan ileri kapitalist
ülkelerde ve örneğin Japonya’da neredeyse tamamen robotlarla üretim yapan
fabrikalar reklâm (ama yalnızca reklâm!) konusu olurken, az gelişmiş ülkelerde
boğaz tokluğuna ücretlerle ve son derece ilkel koşullarda meta üreten fabrikalar
varlığını sürdürmektedir.
İşte bu nedenle Marx, bir yandan kapitalizm altında ekonomik gelişmenin neler
pahasına gerçekleştiğini sergilerken, diğer yandan daha güzel bir gelecek umudunu
bir idealist gibi birtakım ütopyalara değil, somut gerçeklere bağladı. Marx
otomasyonun özgürleştirici yanına dikkat çekerken, ekonomik gelişmeyi serbest
zamanın artışını olanaklı kılması bakımından önemsediğini gözler önüne
sermekteydi. Sermayenin zenginliğinin, daha fazla artı-emek süresi elde edilmesine
bağlı olduğunu belirtiyordu. Çünkü kapitalist sistemin hedefi, ihtiyaçlar ölçüsünde
kullanım değeri yaratılması değil, daha çok kâr elde etmek üzere daha çok değişim
değeri yaratmaktı. Fakat sermayenin bu hedefe ulaşabilmek amacıyla üretkenliği
arttırması, aynı zamanda toplumsal serbest zamanın artışının da temellerini
döşemekteydi. “Dolayısıyla sermaye, bilmeden ve istemeden, toplumsal serbest-
zamanın koşullarının yaratılmasına, emek süresinin toplumun tümü için giderek
azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel
gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır. Ama sermayenin
dinamiği, her zaman için, bir yandan serbest-zaman yaratırken, bir yandan da
bunu artık-emeğe dönüştürmektir.”[93]
Fabrika işçisiyle atölye işçisini karşı karşıya getirerek, ikincisinin daha az ücret
alıyor oluşunun suçunu birincisine yükleyen mantalite, işçi sınıfına duyulan inancı
değil, inançsızlığı ve içten içe kabaran, mayalanan küçük-burjuva öfkesini dışa
vurmaktadır. Bu tür bir mayalanma, Marksist temellerden ne kadar da uzaktır.
Artı-değer sömürüsünün nasıl işlediği konusunda bilgi sahibi olan kişinin, fabrika
işçisinin daha az sömürüldüğünü iddia edip durmak gibi bir derdi olamaz. Sömürü
derecesi aslında emeğin üretkenliğine bağlıdır ve daha modern tekniklerle üretim
yapılan büyük fabrikalarda, sermaye daha çok artı-değer üretimi
gerçekleştirmekte, yani sömürü oranı daha geri tekniklerle üretim yapılan
atölyelere oranla daha yüksek olmaktadır. Fabrika işçilerinin diğerlerinden daha
yüksek ücret alması bu gerçeği değiştirmez. Zira gerçek ücretler hiçbir zaman
emeğin üretkenliği ile aynı oranda yükselmez. Emeğin üretkenliğini arttıran ileri
teknik kullanımıyla birlikte gerçek ücretler yükseldiğinde dahi artı-değer oranı
büyümektedir.
Bunlar Marx’ın dediği gibi, sentez olmayı arzularken birleşik bir yanılgıdan öte bir
varlık sergileyemeyen Proudhon’lardır. Bir taraftan geçmiş tarihin henüz çözüme
kavuşturmamış bulunduğu sorunlar nedeniyle bir öfke krizine tutulurlarken, diğer
taraftan yaşanan günün çözümü zor sorunları karşısında da, geçmişte kalmaya yüz
tutan unsurlardan medet ummaktadırlar. Örneğin, sendikal bürokrasinin gücü
nedeniyle sendikalar düzen örgütleri haline mi gelmiş, o halde işçi sandıkları
dönemine geri dönelim!... Bu mantaliteye göre, modern sanayinin yarattığı fabrika
işçileri sendika bürokrasisinin etkisi altında uyuklayıp aristokratlığın keyfini
çıkarırlarken (!), atölye işçileri kendi sandıklarını kurup kendi devrimlerini
yapacaklardır (!).
İşçilerin büyük fabrikalarda bir araya gelmesi gerçeğinde devrimci bir potansiyel
gören Marksizm, küçük-burjuva eğilimler tarafından “ekonomizm”,
“bürokratizm” vb. gibi mesnetsiz iddialarla suçlanmaktadır. Oysa bu olguyu Marx
hiç de tek yönlü değerlendirmemiştir. Örneğin Marx, büyük fabrikaların
kapitalizm altında ne anlama geldiğini açıklarken, “bir kışla disiplini”
benzetmesine başvurur. “İşçinin, iş araçlarının tek düze hareketlerine teknik
bakımdan tâbi oluşu ile, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireyleri içerisinde
toplayan işçi topluluğunun kendine özgü yapısı, fabrikada tam bir sistem halini
alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen kontrol ve gözcülük işini
ayrı bir uğraş haline getirir; ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi
ordusunun erleri ve çavuşları diye sınıflara bölmüş olur.”[95]
Marx’ın değerlendirmesi açıktır. Peki niye buna rağmen, büyük fabrika düzenine
toptan karşı çıkmıyoruz? Çünkü, bu olgunun bir başka yönü de bulunmaktadır.
Ordunun erleri nasıl ki kendilerine eziyet eden çavuş ve üst rütbeli subaylar
karşısında doğal bir ittifak içine girebiliyorlarsa, yani kışla disiplini yaratan ordu
düzeni, madalyonun diğer yüzünde bizzat bu disiplini parçalayacak patlayıcı
maddeleri, kader birliği yapmış binlerce eri bir araya getiriyorsa, büyük fabrikalar
da işçiler açısından işte öyledir. Ufak çaplı bir başıbozuklar ordusunda ise böyle bir
kışla disiplini bulunmazken, ezilenleri ezenlere karşı birleştirecek o büyük
potansiyel de mevcut değildir. Tıpkı küçük işletmelerde, dağınık atölyelerde çalışan
işçilerin, büyük işletme ve fabrika işçilerini gerektiğinde birbirine kenetleyebilen o
nesnel ortamdan yoksun olmaları gibi.
Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme
içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının
bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist
temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda,
sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri
düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri
unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle
genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de,
bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır.
Ve zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da
unutmamak gerekir.
Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini
söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve
dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar
doğru olsaydı, o takdirde sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer
aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun,
işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi
ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün
özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi,
mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal
hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir
nitelik kazandığının örnekleriyle doludur.
Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir
olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle
örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi
kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi
sınıfı daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikaların içinde bulunduğu
gerçekliği sergilemek bakımından hiç de haksız olmayan, fakat mevcut durumu
değişikliğe uğratmak üzere uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı göze alamayan
küçük-burjuva solculuğu, zor ve başarılması gereken görevlerin yerine devrimci
bir lâfazanlığı ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşısında temel
görev, işçi sendikalarının içine düşürüldüğü durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve
doğru bir kitle çalışmasının öncüleri olarak sendikalar içinde çalışma yürütmektir.
Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi
sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı
yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten
kaçış biçiminde somutlanıyor. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, hep
ekonomizm eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara
gereken ilgi gösterildiğinde değil, tam tersine gösterilmediğinde güçlenir ve
tamamen başıboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarına dönüşür.
Sendikaları bu durumdan kurtarmak yerine, onları toptan küçümsemek ve göz
ardı etmek, burjuvazinin işçi sınıfını atomize etme planlarına bilerek ya da
bilmeyerek yardımcı olmak demektir.
Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek,
keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini
varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin keyfine bağlı olmayan yasaları
hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye
ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu
harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”[96]
Marx, sendikaları bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin
kaldırılması için savaşacak yerde, yalnızca kapitalist düzenin yarattığı sonuçlara
karşı kısmi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini
büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikaların içine düştükleri durum bu
uyarının sınırlarını aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dediğimizde kuşkusuz
durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı
mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü
kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne
çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için
çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar
işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir.
Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sınıfının önüne çıkardığı yeni sorunları
çözümlemeye ve sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin,
kapitalistlerin günümüzde bazı işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine,
geçici ve part-time işçi çalıştırmayı tercih etmeye başlamaları, üzerinde durulması
gereken bir husustur. Sermayenin işçi sınıfına dayattığı bu yeni tür çalışma
koşulları, hazırlıksız olunduğunda var olan sendikal örgütlülüğü derinden
yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasızlaştırma
operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin
bir ürünü ve sonucudur.
Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kısa çalışma saatleri içinde, daha düşük
ücretlerle sendikasız ve güvencesiz biçimde çok sayıda işçi çalıştırarak daha yoğun
emek-gücü sömürüsünü gerçekleştirme eğilimi işlemektedir. Ayrıca da, ekonomik
gerileme ve canlanma periyotlarına bağlı olarak, sermayenin ihtiyaç duyduğu aktif
sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin
çalışmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kısmından ve genel olarak işçi
sınıfının ücret pazarlığı yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma”
yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın
durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği
ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-
time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek
amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere
dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir.
Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi
kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun
örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça
tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde
part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel
sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler
düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş
güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında
bölüştürülmesi gibi.
İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an
istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini
koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de
kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca,
sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı
günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki
dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle,
yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek
karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist
bir nitelik kazanmış bulunuyor.
***
Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan,
kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde
sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin
pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri
görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile.