You are on page 1of 8

Soğuk savaş ve Türkiye (1945-1963)

*1917’ye kadar geçen dönemde Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve devletin


bağımsız geleceği Rusya tarafından tehdit ediliyordu. Türkiye’nin soğuk savaş
dönemi ve 1914 öncesi dönemleri arasında büyük farklar vardı. İlk olarak eski
şark meselesi, Balkanların geleceğiyle ilgiliydi ama 1912-1913 yıllarında bu
devletler Türkiye’ye yenik düşmüşler ve Türk devleti bir daha bu bölgede eski
yetkisini kurmaya kalkmamıştı.
*Türk dış politikasındaki en önemli meselelerden biri olan etnik anlaşmazlıklar
1980’lerin sonlarına kadar ortaya çıkmamışlardır. Bu tarihten sonra Kürt sorunu,
Türkiye’nin batı devletleriyle ve Orta Doğu’lu komşularıyla ilişkilerinde pürüzler
çıkarmıştır. Ayrıca 1991’de Yugoslavya bölünene kadar Balkanlarda Hıristiyan-
Müslüman anlaşmazlıkları yaşanmamıştı.
*Türklere göre savaş sonrası dünyadaki en önemli mesele ABD’yle Sovyetler
Birliği’nin başrol oyuncusu olduğu çift kutuplu sistemdi. Bu yüzden Türkiye
1914’ten önce Osmanlı’nın yaptığı gibi ittifaklar kurulan ve rekabet yaşanan bir
sahnede bir Avrupa gücünü diğerine karşı kullanamıyordu. Türkiye’nin
seçenekleri önceki döneme göre daha azdı.
*Güvenliğini korumak için Arap komşuları ya da Asya ve Afrikalı devletlerin
yaptığı gibi Sovyetlerin saldırısına uğrama veya siyasi hakimiyeti altına girme
riskini almadan iki Soğuk Savaş ülkesi arasındaki güç dengesinden faydalanarak
soğuk savaşın dışında kalamıyordu. Tarafsız kalmayı tercih etme durumundaysa
kendini korumak için yeterli ekonomik, teknik ve askeri kaynağa sahip değildi.
Bu yüzden Batı ittifakında kendine bir an önce yer bulması gerekiyordu. Nükleer
savaş çıkma tehlikesi ve riskler Türkiye’nin kendi gibi bir müttefik bulmasını
daha da gerekli kılıyordu. Türkler 1962 yılında bu gerçeklerden oldukça önemli
bir ders almış, bir felaket yaşanmadan olayı atlatmışlardı.
*Soğuk savaşın ideolojik etkilerini hesaplamak daha da zordur. Türk hükümeti
demokratik değerlere bağlı kalacağını yinelediği halde, Türkiye’nin batıyla
kurduğu ittifakta bu değerler toprak ve güvenlik çıkarlarının gerisinde kalmıştı.
Soğuk savaş sırasında Türkiye, liberal demokrasiye bağlılığı sebebiyle değil,
Sovyetlerden aldığı tehdit nedeniyle batıya yaklaşmıştı. Diğer yandan yaşanan
ideolojik bölünmenin Türk dış politikası üzerinde önemli bir etkisi olmadı. Batı
ittifakı küçük ya da orta büyüklükteki devletlerin bağımsızlığına riayet ederken,
Sovyetler komünizmi bunun tam tersini yapıyordu.
*1940’ların ortalarından 1960’ların başına kadar Türk iç siyasetinin geçirdiği
evrede yaşananlar dış politikayı etkiledi. 1945 sonunda İsmet İnönü tek partili
yapıyı bozarak bir muhalefet partisi kurulmasına imkan sağladı. CHP’den ayrılan
iki muhalif görüşlü üye Adnan Menderes ve Celal Bayar, Demokrat Parti’yi
kurdu. Cumhuriyet ilanından sonra ilk kez 1950’de gerçekleşen serbest
seçimlerde Demokratlar kazanmış, Menderes Başbakan Bayar ise
Cumhurbaşkanı olmuştu. İnönü’nün davranışı ilk bakışta dış politika amaçlı
görünebilir: Ama İnönü’nün verdiği kararın gerisinde bu kadar basit bir mantık
yatmıyor. Uzun yıllar CHP’nin yönettiği ülkede, savaş zamanı yapılan ekonomik
özelleştirmelerden kaynaklanan hoşnutsuzluklar vardı. İnönü büyük bir riske
atılmadan bu belirsizliklerin altından kalkamayacağını anlayacak kadar duyarlı
ve esnekti. Ama bunun yanı sıra batı güçlerinin destek vermek için Türkiye’nin
demokratikleşmesini talep ettiklerine dair açık bir belirti de yoktu. İnönü yakın
çevresine dış siyasete gösterdiği hassasiyetin verdiği kararları etkilediğini itiraf
etmişti ama bu kararı Soğuk Savaş döneminde batı desteğini kazanmak
isteğinden çok mihverin mağlup duruşunu artık diktatörlüğün tüm dünyada
sona erdiğini ve demokrasinin kazandığını göstermesi temel prensibine
dayanıyordu. Demokratların kazandığı zafer dış politikada birkaç önemli
değişikliğe neden olmuştu. İnönü’yle aynı stratejik görüşleri paylaşan Menderes
ve arkadaşları ABD tarzı ekonomik liberalizme ondan daha fazla inanıyorlardı.
Ama 1950’lerin sonunda yaşanan ekonomik başarısızlıklar ve ülke içindeki
popülaritelerinin azalması yaptıkları dış siyaseti de zayıflattı. Yeni alternatifler
aramaya başladılar ama sonuç getirmedi.
27 Mayıs 1960’ta yapılan hükümet darbesiyle DP hükümeti devrildi. Böylece
Türkiye’nin batıya bağlılığı teyit edilmiş ama dış siyaset gerilere itilmiş oldu.
1960’ların ortalarına kadar iç siyasette yaşanan karışıklıkların dış siyaset
üzerinde önemli etkileri olmadı

Batı ittifakının kuruluşu (1945-52)


2. D. S. bittikten sonra Türkler ne tam olarak ne talep edeceğini bilmedikleri
halde, Stalin’in Montreux Sözleşmesi’ni ve diğer ayrıcalıkları Rusya’nın lehine
yenilemek istediği haberini almışlardı. Artık batı güçlerinin ona karşı
çıkacağından da emin değildiler. Kısa süre sonra Stalin’in planlarının 1940’ta
Hitler’e teklif ettiği planlarla aynı olduğu anlaşıldı. 1945’te Sovyet hükümeti
Türkiye’yle 1925’te imzaladığı dostluk anlaşmasının kaldırılacağını duyurmuştu.
Bundan üç ay sonra, 7 Temmuz 1945’te Molotov, Moskova’da bulunan Türk
büyükelçi Selim Sarper’e anlaşmanın yenilenmesi karşılığında Sovyetlerin yeni
bir boğazlar sözleşmesini talep edeceğini söylemişti. Yapılacak yeni anlaşmayla
Sovyet savaş gemilerine boğazlardan serbest geçiş hakkı tanınacak, boğazlarda
Sovyet üsleri kurulmasına izin verilecek ve 1921’de Türkiye’ye bağlanan Kars,
Ardahan illeri Rusya’ya geri verilecekti. Yapılan bu tekliflerden en tehlikeli
görüneni Ruslara boğazlarda üs kurma izni vermekti çünkü bu şekilde Rus
tehdidine karşı askeri bir savunma kurulması tehlikeye girmiş oluyordu. Molotov
Türkiye’yle varmak istediği anlaşmanın Polonya ve diğer uydu devletlerle yaptığı
anlaşmalara benzer olmasını arzu ettiğini ima edince, Türkler tehlikeyi daha da
fazla hissetmişlerdi. Sarper bu talepleri, Sovyetlerin boğazlarda üs kurmalarına
izin vermeyeceklerini ve 1921 Türk Sovyet anlaşmasını yeniden müzakere
etmeyi düşünmediklerini bildirerek yayınladı. ( daha doğrusu Kars ve Ardahan’ı
vermeyi). Montreux Sözleşmesi’nin yenilenmesi, uluslararasında görüşülüp
anlaşılması gereken bir konuydu.
1945 baharında Ankara’da bulunan cumhurbaşkanlığı köşkünde yapılan bir
toplantıda İnönü, Sovyetler Birliği’nin savaşta verdiği kayıplar ve
Avrupa’ya olan yükümlülüklerinden dolayı, yakın tarihte
Sovyetlerden Türkiye’ye gelecek bir saldırı beklenmediği görüşlerini dile getirmişti.
Buna rağmen Türkler, Ekim’de bu görüş üzerinde bir kez daha durup
düşünmek zorunda kaldılar. Sovyet askerleri Bulgaristan’da toplanmaya
başladılar. Bunun üzerine Türkiye seferberliği sona erdirme kararını
durdurdu. Türkler Sovyetlerin hem boğazların kontrolünü ele geçirmek hem de
Doğu Avrupa ülkelerinde yaptıkları gibi Türkiye’yi bir uyduya dönüştürmek
istemelerinden endişe duyuyorlardı. Sovyetlerin İran Azerbaycanını belki
de tüm İran’ı ele geçirme girişimi ve Türkiye’yle Sovyetler Birliği arasında bir
dizi savaş başlatmak gayesiyle Bulgaristan’a takviye yapması, bu
düşünceyi kuvvetlendirmiştir.
*Sovyetler bu taleplerini Orta Doğu’da bir tehdit olarak gördükleri İngilizlere
ilettikten sonra Türklere destek vereceklerine dair garanti verdiler. Bu aşamada ABD
uzak bölgelerde Türk boğazlarının güvenliğini sağlamak gibi taahhütlere girmekten
çekiniyordu. Bu yüzde 17 Temmuz-2 Ağustos arasında “Üç Büyüklerin” katıldığı
Postdam Konferansı’nda batılılar bu meselede Stalin’e açıkça karşı koymadılar.
Molotov’un daha önceden Sarper’e sunduğu teklifleri Stalin bir kez daha tekrar
ettiğinde, İngilizler Yalta’da konuşulanların ötesine geçtiklerine işaret ettiler. Bunun
üzerine Başkan Truman beklenmedik bir müdahalede bulunarak, boğazların ve tüm
uluslar arası su yollarının uluslar arası denetim altına sokulması gerektiği teklifinde
bulundu. Bu planın kabul görmesi durumunda Türkiye 1923-1936 arasında Lozan’la
geldiği konuma dönecekti. Stalin boğazlarda Sovyet üsleri kurma konusunda
İngilizlerden ya da ABD’den destek görememiş olmasına rağmen, konferans üç büyük
devlet ve Türkiye’nin ileri bir tarihte müzakerede bulunması teklifiyle tam bir sonuca
bağlanamadan kapandı. Yani bir sonuç alınamadı.
Stalin’in 1945-46 arasında gerçekten Türkiye’ye saldırmak isteyip istemediği
tam olarak bilinmiyor. Büyük ihtimalle Türkiye’yi diplomatik yalnızlığa itmek ve sonra
ülkeyi yönetenleri Sovyetler Birliği’ne önce boğazların ardından tüm ülkenin
kontrolünü verecek bir anlaşma imzalamaya mecbur etmeyi düşünüyordu. Daha sonra
Türkiye dışişleri bakanı olan Necmettin Sadak, 1949’da yayınlanan bir makalede
“Sovyetler Çanakkale’nin işgalinin ardından Ankara’da komünist bir hükümet
kurulmasını talep edeceklerdi” iddiasında bulunmuştu.
Stalin’e karşı koyabilmek için Türkiye’nin karşıt ve dengi bir güç bulması
gerekiyordu. Askeri caydırıcılık sağlanamadığı sürece diplomatik çıkışların bir faydası
olmayacaktı. 1939’da İngilizlerle imzalanan anlaşma hala geçerliydi ve Türkiye’nin
mevcut tek ittifak anlaşmasıydı. Ama Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’yi desteklemeye
yetecek kadar gücü veya kaynağı olup olmadığı şüpheliydi. Ayrıca Türkler Sovyetler
Birliği’ne karşı bir savaşa girmek zorunda olmadıkları maddesini çıkardıkları halde,
İngilizler savaş sonrası güçsüzlüklerine dikkat çekmek istemiyorlardı. Bu yüzden
Türkiye, ABD desteğine başvurmak zorundaydı. İnönü Hükümetinin yapması gereken
ilk iş ABD’yle diğer batı kuvvetlerinin Sovyet taleplerine razı olmamalarını sağlamaktı.
İkinci iş TSK’nın seferberlik ilanını sürdürebilmek için batıdan mali destek sağlamalı ve
üçüncü olarak Sovyetlere karşı uzun vadeli korunma sağlamak için batıyla güvenlik
taahhütlerine dayalı bir ittifak kurabilmekti.
2 Kasım 1945’te ABD Türk Hükümeti’ne Montreux Sözleşmesi’ni yeniden
müzakere etmek için bir uluslar arası konferans teklifinde bulundu. Bu konferansta
ABD Karadeniz devletlerine ait savaş gemilerinin boğazlardan serbest geçiş
yapabilmesi ilkesini savunacaktı. Türklere göre bu teklifteki en önemli nokta
boğazlarda Sovyet üslerinin kurulmasına dair bir öneri bulunmamasıydı. Bu da
İnönü’nün ilk hedefine uygun görünüyordu ama batının Türkiye’ye yeterli miktarda
malzeme yardımı yapmak isteyip istemediği belli değildi. 1946’nın başında Sovyetlerin
Postdam’da gönderdiklerinden daha sert bir tutum içine girerek İran ve diğer yerlerde
yaptıkları başkan Truman’ın tutumlarında önemli bir değişikliğe yol açtı. Truman’ın
tahminleri, Sovyetlerin İran Azerbaycan’ına asker takviyesi yaparak hem İran’ı hem
Doğu Türkiye’yi tehdit etmesi ve Türkiye’ye ya da Yunanistan’a karşı kullanabileceği
Bulgaristan kuvvetlerini güçlendirmesiyle, Mart 1946’da gerçekleşmeye başladı.
USS Missouri adlı savaş gemisinin 6 Nisan 1946’da İstanbul’a gelmesi Türk
halkına büyük moraml verdi. Aslında USS Missouri Kasım 1944’te Washington’da vefat
eden Türk Büyükelçi Mehmet Ertegün’ün naşını getirmek için İstanbul’a gelmişti ama
Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Türkiye’yle Yunanistan’ı desteklemesi şeklinde
algılandı. Yine de bu desteğin somut sonuçlarının ne olacağı belli değildi. Boğazlarda
yaşanan diplomatik mücadele de devam ediyordu. Sovyetler uzun bir aradan sonra
ABD’nin geçen yılın Kasım ayında gönderdiği nota 7 Ağustos 1946’da cevap ylladı. Bu
sefer Kars ve Ardahan’a değinmeden Sovyetlerin eski taleplerini yineledi. Ruslar,
boğazların Türkiye’yle Karadeniz devletleri yetkisi altında bulunmasını ve boğazların
Türkiye’yle Sovyetler tarafından müştereken savunulmasını teklif ediyorlardı. Buna
cevaben ABD boğazlarda gerçekleşecek bir saldırının uluslar arası güvenliğe zarar
vereceğini ve BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçeceğini bildirerek Kasım 1945’teki
tavrını tekrarladı. 24 Eylül 1946’da Sovyetler, Montreux Sözleşmesi’nin yeniden
düzenlenmesine hazırlık amacıyla Türklere karşılıklı görüşmeler yapmayı teklif etmişler
ama yine geri çevrilmişlerdi. Sovyet hükümeti 26 Ekim’de İngilizlere Türkiye ya da batı
devletlerini Stalin’in taleplerine ikna etmek güç olacağından yeni boğazlar rejiminin
görüşüleceği bir konferans için zamanın henüz erken olduğunu bildirdi.
*Bu son gelişmeyle birlikte boğazlar konusundaki diplomatik müzakereler
aslında sona ermiş oluyordu. Ama ne Türkler ne de Batı devletleri o zamanlar bunu
kesin olarak bilmiyorlardı. Türkiye ile Sovyetler arasındaki savaş propagandası uzun
yıllar devam etti.
Bu arada İngiltere dar boğaza düşmüştü. 21 Şubat 1941’de Clement Atlee
Hükümeti, yunanistan’la Türkiye’ye daha fazla ekonomik destek sağlayamayacaklarını
duyurdu. Batı güçlerinin Stalin’i 1946’da İran’da sindirmesi Şah Hükümeti’nin aynı
yılın sonunda İran Azerbaycan’ını yeniden yönetimi ele geçirmesine imkan sağlamış ve
bu sayede başkan Truman’ın verdiği karar sağlamlaşmıştı. Ama savaş yaralarını henüz
saramamış olan Yunan hükümeti, Bulgaristan ve Yugoslavya’da Arnavutların destek
verdiği komünist asilerin yenilgisine uğramak tehlikesiyle karşı karşıyaydı. İngiliz ve
ABD liderleri bir yılı aşkın bir süredir Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun güvenliği
açısından Yunanistan’la Türkiye’nin savunulması gerektiğine ikna olmuşlardı. Ama yeni
seçilen Cumhuriyetçi ağırlıklı kongrenin hükümet harcamalarını kısma kararı aldığı
ABD’de bu karar fazla benimsenmiyordu. Truman, kongreye ve halka korkunç
gerçekleri anlatarak bu engeli aşmaya ve desteklerini almaya karar verdi. 12 Mart
1947’de kongrede bulunan her iki hükümet meclisine de bir söylev şeklinde okunan
Truman Doktrini’nde başkan Türkiye ve Yuninastan’a 1948 yılının Haziran ayı sonuna
kadar 400 milyon dolarlık bir yardım programının tamamlanmasını oylamaya
sunmuştu. Takip eden iki ay içinde meclis çoğunluk kararıyla programı kabul etti.
Truman Doktrini, Soğuk Savaş tarihinde Türkiye’nin güvenlik arayışında önemli
bir dönüm noktası oldu. Yunanistan’daki ekonomik ve siyasi durum Türkiyedekinden
daha tehlikeliydi. Bu yüzden Truman kongreye hitap ederken bu konuya dikkati
çekmişti. (böylece 300 milyon dolarlık yardım Yunanistan’a, 100 milyon dolarlık yardım
Türkiye’ye yapılacaktı)
Ama İnönü hükümetinin de Stalin’i heveslerinden caydıracak askeri harcamalar
yapabilmek için dış desteğe ihtiyacı vardı. Daha da önemlisi Truman Doktrini Sovyetler
Birliği’ne ABD’nin Türkiye’nin savunması için yardım yapmaya hazır olduğunu
gösteriyordu. Yunan hükümetini komünist asillere karşı desteklediği için Türkiye’nin üç
tarafının uydu devletlerle çevrelenmesine de engel olmuştur.
1948’de Türkiye ek olarak Marshall yardımı almaya başlamış ve Avrupa
Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) daha sonra Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
(OECD) üyesi olmuştu. o zamandan 1950 yılına kadar Avrupa Kalkınma (Marshall
Planı) Programı kapsamında yaklaşık 183 milyon dolarlık ekonomik ve 200 milyon
dolarlık askeri yardım almıştır. Türkler bu yardımın yeterli olmamasından ve Marshall
Planı’yla verilecek yardımın gecikmiş olmasından yakınsalarda ABD’yle olan ilişkilerini
geliştirdiği kesindir. Bu sırada Berlin bloğuyla Soğuk Savaş Avrupa’da şekil almaya ve
kurumsal yapıları ortaya çıkmaya başlamıştı.
Mart 1948’de İngiltere, Fransa ve Benelüks ülkeleri başkan Truman’ın desteğiyle,
ekonomik işbirliği ve karşılıklı savunma sağlayacak Brüksel Anlaşması’nı imzaladılar.
Daha sonra Kasım 1948’de Türkiye, Atlantik Paktı’na katılmak için girişimde bulundu
ama başarısız oldu. Türkler, Batı Devletleri’nin Sovyetlere karşı birlikte harekete
geçmesini memnuniyetle karşılıyor ama paktın dışında tutulmalarının Stalin’e Batı
Devletlerinin Türkiye’yi korumaya hazır olmadığı işaretini vermesi olasılığını
düşünerek, sadece Avrupa devletlerine bu hakkın verilmiş olmasından rahatsızlık
duyuyorlardı. Türklere İngilizlerle olan ittifakı canlandırmak amacıyla Orta Doğu’da batı
taraftarı bir ittifak kurma ya da ABD desteğiyle İngiltere, Fransa, Yunanistan ve
Türkiye’nin katılacağı Atlantik Paktı’na benzer bir Akdeniz Paktı kurmaları alternatifi
sunuldu. Buna rağmen Atlantik güvenlik sistemine İtalya’nın dahil edilmesi beklentisi
ikinci bir yapının kurulma olasılığını zayıflatmıştı.
Türkler Akdeniz’in ikiye bölünemeyeceğini savunuyorlardı. ABD’yle iki taraflı
savunma anlaşması yapılması ihtimali de sözkonusuydu ama kongrenin önce 1948-
1949 daha sonra 1949-1950 yıllarında hükümet harcamalarını 15 milyon dolarla
kısıtlaması bunu engelledi. ABD Genel Kurmay başkanlığı Türkiye’yle Yunanistan’da
stratejik çıkarları bulunduğunu açıklamasına rağmen dışişleri bakanı George Marshall
kısıtlı kaynakların harcanmasına karşı çıkmıştı. Bu yüzden Türkler için en çıkar yol,
Atlantik ittifakına tam üye olabilmekti. İttifaka katılmak önemli ölçüde güvenli
kasğlamakla beraber Batı Devletlerinin birbirlerinin hukuk ve adalet sistemlerine
riayetine Türkiye’nin kabul edileceğine dair bir işaret olacaktı. 1856 Paris Anlaşması’na
dayanan bir amaçtı. İsmet İnönü’nün deyimiyle Türkiye’nin medeni dünyanın
saygıdeğer bir üyesi olarak kabul edilmesi önemli bir hedefti. Bu kararın bir göstergesi
Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne başvuruda bulunması ve başvurunun 1949’un Ağustos
ayında kabul edilmesiydi. Bu katılım daha sonra türkiye’nin insan haklarına ve diğer
demokratik değerlere olan bağlılığını (ya da bağlı olmayışını) önemli ölçüde
etkileyecekti ama o zamanlar bunu Avrupa ulusuna kabul edileceklerinin bir işareti
olarak gören Türkler tarafından memnuniyetle karşılanmıştı.
4 Nisan 1949’da imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması yeni ittifakı meşrulaştırmış
ama İtalya’nın dahil edilmesi Türkiye ile Yunanistan’ın ise dışarıda bırakılması
nedeniyle Türkileri hayal kırıklığına uğratmıştı. Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, ABD
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Dean Acheson’a Türklerin akıllarında hala Rusya’nın
saldırması durumunda ABD savaşacak mı? Sorusunun bulunduğunu iletmişti.
NATO üyeliği Türkler tarafından bu soruya verilen olumlu bir yanıt gibi
algılanıyordu ama üç yıl boyunca karşılaşılan çeşitli engellerden sonra elde
edilebilmişti. En önemli engellerden biri Truman Hükümeti’nin Türkiye’yi Avrupalı değil
Orta Doğu’lu olarak görmesi ve İngiltere ile karşılaştırıldığında ABD çıkarlarının
bölgede çok daha az olduğunu düşünmesiydi. 1948-50 arasında bütçe kısıtlamalarına
rağmen ABD ordusu hala Batı Avrupa’da birliklerini bulundurmayı tercih ediyordu.
İngilizler ise bu sıralarda Orta Doğu’daki güçlerini yeniden kazanmaya çalışıyorlar.
Türklerin NATO’ya katılmak yerine İngilizlerin idare edeceği Orta Doğu savunma
sisteminde yer almaları gerektiğini düşünüyorlardı. Türkler NATO üyeliğinin kabul
edilmesi koşuluyla bu tip anlaşmalar yapmaya hazırdı. Buna dayanarak Türkiye ilk
defa Mayıs 1950’de ittifaka katılmak için başvurdu.
Takip eden ay Kore Savaşı’nın çıkması küresle durumu değiştirdi. ABD savunma
bütçesi 1950-51’de hızla arttı 50 milyon dolara ulaştı. Böylece ABD yönetimi
Türkiye’nin stratejik konumunu yeniden değerlendirmek durumunda kaldı. Artık
Türkiye’yle Yunanistan’ın NATO’ya dahil edilmesi gerekiyordu. Kore’de yaşanan olaylar
aynı zamanda batı güvenliğine yönelen tehdidin uluslar arası boyutlarda olduğunu ve
Orta Doğu’da çıkabilecek bir savaşta Türkiye’yle Yunanistan’ın önemli rol oynayacağını
gösteriyordu. Kore Savaşı başladıktan bir ay sonra Adnan Menderes’in yönettiği DP
hükümeti batı kampına olan bağlılığını gösteren önemli bir işaret vererek 4500 Türk
askerinin BM kuvvetlerine katılacağını duyurdu. Menderesle arkadaşları bu fırsatı
Türkiye’nin batıya olan bağlılığını göstermek ve bu sayede Atlantik ittifakına
katılabilmek amacıyla kullanmayı düşünüyorlardı. Böylece bir önceki hükümetin
başaramadığını başaracaklardı. Kore’ye Türk askeri gönderme kararını aldıktan sadece
bir hafta sonra ittifaka katılmak için resmen başvuruda bulundular.
ABD askeri liderlerinin ilk tepkileri çok temkinli oldu. Eylül 1950’de Yunanistan’la
Türkiye’ye tam üyelik nihai hedef olmak suriteyle sadece yarı üyelik teklif etmeyi
düşünüyorlardı. Türkler ittifakta ikinci sınıf vatandaş muamelesine karşı çıktı. Bu sırada
Kuzey Atlantik Konseyi, Türkiye’yle Yunanistan’ın Akdeniz savunma planlarında yer
alması gerektiği gerekçesyile Türkiye’nin yaptığı ikinci başvuruyu geri çevirmişti.
Bundan kısa bir süre sonra Avrupa Yüksek Müttefik Kumandanı (ACEUR) Dwight
Eisenhower ABD kararlarının önemli ölçüde değişmesine neden oldu. Ocak 1951’de
Truman’a gönderdiği mesajda Eisenhower Avrupa’yı bir şişeye benzettiğini, Sovyetler
Birliği’nin bu şişenin geniş kısmını, Orta Avrupa’ın boyun kısmını ve İspanyanın ise en
alt kısmını oluşturduğunu anlatmıştı. Sovyetler Birliği şişenin boynuna doğru hareket
edecek olursa, batı güçleri onu orada zapt edecekler ama hava ve deniz kuvvetlerini
kullanarak şişenin her iki yanına da sert bir darbe indireceklerdi. Güney kanadında
bulunan ve Sovyet karşıtı olan Türkiye’yle Yugoslavya bu stratejide çok önemliydiler.
Bölgesel güvenli kapsamında Türkiye, Bulgarların Yunanistan’a yapacağı saldırıyı geri
püskürtmede hayati önem taşıyacaktı. Ama batı güçleri sağlam bir güvenlik
taahüdünde bulunmadığı müddetçe Türkiye’den böyel bir davranış beklenemezdi.
Kasım 1950’de Çin askerlerinin Kore Savaşı’na katılması Sovyetler Birliği’nin istediği
yer yere saldırabileceğini gösteriyordu. Mesela Tito’nun Stalin’le ilişiğini kesmesinin
ardından Yunanistan’a ya da Yugoslavya’ya uydularından birini göndererek bir saldırı
düzenleyebliirdi. İstanbul’da bulunan ABD Elçilik heyetinin yaptığı konferansın
ardından Yakın Doğu’dan sorumlu ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı George mcGhee,
Türikye ile yuannistan’ın NATO’ya alınması gerektiğine dikkat çekmişti. ABD dışişleri
bakanı Dean Acheson Mart 1951’deki görüşlerini bu doğrultuda değiştirdi. ABD’yle
Türkiye ve Yunanistan arasında yapılabilecek iki taraflı anlaşma ve ABD, Türkiye
İngiltere ve Yunanistan arasında yapılabilecek çok taraflı sözleşmeler gibi seçeneklerin
daha az etkin olacağı düşünülüyordu.
Truman bu tartışmalara kani olmuş ve Mayıs 1951’de Yunanistanla Türkiye’nin
NATO tam üyesi olmaları için baskı yapmaya karar vermiştir. Bu da ABD’ye diğer NATO
müttefiki ülkeleri ikna etme görevini veriyordu. Gelen tepkiler arasında en fazla sorun
yaratan İngilizlerin direnişiydi. Çünkü İngilizler Türk birliklerinin savaş halinde –o sıralar
Mısır’la müzakere etmeye çalıştıkları- Ortadoğu Komutanlığı planının bir parçası olarak
İngiliz kumandasında hareket etmesini istiyorlardı. İskandinav ülkeleri olan Norveç ve
Danimarka kendilerini hiçbir menfaatlerinin bulunmadığı bir Orta Doğu Savaşı’na
sürüklemesi endişesiyle Yunanistan ile Türkiye’nin NATO’ya katılmasına karşı
çıkıyorlardı. Buna rağmen İngiltere’nin yeni dışişleri bakanı Herbert Morrison,
Yunanistan’la Türkiye’nin NATO’ya girmelerini destekleyerek İngiliz politikasındaki
değişikliği duyurdu. Buna karşılık menderes’in Dışişleri Bakanı Fuat köprülü, 20
Temmuz’da Türk parlamentosuna Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi durumunda Orta
Doğu’da belirsiz bir savunma rolü üstleneceğini söyledi. Kuzey Atlantik Konseyi’nin
Eylül 1951’de Ottawa’da yapılan toplantısında ABD diğer müttefiklerin itirazlarının
üstesinden gelmeyi ve başardı ve Konsey oybirliğiyle planı onayladı. Özellikle
İngiltere’nin öne sürdüğü Orta Doğu Komutanlığı ön şartını, Türklerin üyeliğe kabul
edildikten sonra görüşmeyi kabul etmelerine rağmen ABD geçersiz kılmıştı. Bu
aşamadan sonra yeni üyelerin NATO yapısına nasıl uyum sağlayabileceği konusunda
görüşmelere başlandı. Bu görüşmeler sonunda Yunanistan ve Türkiye kara
kuvvetlerinin NATO Güney Komutanlığı’na bağlanması kararı alındı. Türkler bu karara
azimle bağlantılar. Ekavi Athanassopoullou şu tespitte bulunmuştur: “Türikye’nin Orta
Doğulu değil de Avrupalı olarak kaubl görmesi Türk kabine üyelerinin zihinlerini
oldukça meşgul ediyordu”. ABD bu davada Türikye’yi desteklemiş ve İngiltere’ye üstün
gelmişti. Şubat 1952’de Lizbon’da düzenlenen Kuzey Atlantik Konseyi –toplantısında
ittifakın genişletilmesi resmen kabul edildi. Altı yıl sonunda türkiye’nin savaş sonrası
siyaseti nihayet en büyük hedefine ulaşmıştı.
Batı ittifakında tam üyelik elde etmesi Türk dış politikasında 1920’lerden sonra
yaşanan en önemli değişiklik olmuştur. Türklere göre bunun ardındaki nedenleri
anlamak zor değildi: Türk hükümetinin yaşadığı sorun kendisini ya da halkını batıyla
ittifak kurulmasının gerekliliği konusunda ikna etmek değil, batı güçlerini Türkiye’ye
ihtiyaçları olduğu konusunda ikna etmekti. Savaşın sona ermesi, tarafsızlığın devam
etmesini sağlayarak ya da Türkiye’nin güvenilğini korumak için güçler dengesine
bağlılığın gerekli olmadığını göstererek Türkiye’nin stratejik çerçevesinde önemli bir
değişiklik meydana getirmişti. Batı’da Bulgaristan sınırına ve doğuda Kafkaslara
uzanan Sovyet gücü yeniden dirilmeye başlamıştı. Yunanistan’da komünistlerin
yönetimi ele geçirme tehlikesi 1949 Yunan iç savaşına kadar devam etmişti. Doğu ve
Orta Avrupa’da bulunan Almanya’yla Avusturya dengeleyici güçler olmaktan çıkmıştı.
Açık bir tehlike oluşturan Sovyet tehdidi Türkiye’yi Batı ittifakına yöneltmişti. Nikita
Kruşçev, Beria’yla Stalin’in “Türkiye’yi korkutarak ABD’lilerin kucağına” ittiğini
söylemişti. Eski koşullarda Türkiye, bunun kendisini müttefiklerin uydusu haline
getirmesi endişesiyle, NATO hava ve deniz üslerinin Türk topraklarında kurulmasına
izin vermek de dahil, bir ittifaka girmekten sakınabilirdi. Bu çeşit eleştiriler 1960’larda
su yüzüne çıkacaktı ama o zamanlar ortada böyle bir tenkit yoktu. Eski emperyalist
güçler İngiltere ve Fransa’nın yönettiği batı ittifakına Türkiye muhtemelen temkinli
yaklaşacaktı ama küçük devletlerin bağımsızlığını koruma konusunda kararlı olduğuna
inanılan ABD’nin liderlik yapması bu çeşit kaygıları giderdi.
Batı tarafında ise, Sovyet tehdidi gerçeği, Türkiye’nin stratejik konumu ve Türk
tepkisinin sağlamlığı Türkiye’nin bağlılığı ve güvenilirliği konusundaki şüpheleri
ortadan kaldırmıştı. Batı güçlerine göre Türikye asla batmayacak bir uçak gemisiydi.
Nisan 1948’de Dışişleri Bakanlığı’ndan verilen bir muhtırada şunlar belirtilmişti:
“Türkiye bir sonraki savaşta tarafsız kalamayacak. Türkler eski oyunlarını
oynayamayacaklarını anladılar”. Kendisinden önceki Çar yönetimi gibi Stalin de
sadece Türkiye’yi değil ayın zamanda Akdeniz ve Orta Doğu’daki batı güvenliğini de
tehdit ediyordu. Türk ve batı çıkarları bu yüzden birbiriyle örtüşüyordu.
Bu sırada Türklerin ittifak hakkındaki görüşleri İngilizlerden çok ABD’ye yakındı.
Bu sebeple Türkiye ABD’nin Batı devletleri arasındaki egemen rolünü kendi lehine
kullanabilirdi. Ülke içinde Kemalist milliyetçilik hala halkın benimsediği bir görüştü ve
Sovyetlere artık sempati duyulmuyordu. 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü
Partisi yeniden kurulmuş ama 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi gibi birkaç ay
içinde kapanmış, altyapı desteğinden mahrum kalmıştı. Bu nedenle Türkiye’nin Batı
ittifakına olan bağlılığı , Sovyet gücünün içeriden nüfuz etmeye çalıştığı İran ve
Yunanistan örneklerinden daha açıktı. 1945-1946 yıllarında çok partili sisteme
geçilmesine ve 1950 seçimlerini demokratların kazanmasına rağmen, dış politikanın
ana hatları üzerinde herhangi bir ihtilaf yaşanımyordu. Tek anlaşmazlık Türkiye’nin
Kore Savaşı’na katılması konusunda yaşanmıştı. Cmuhuriyet’in ilanından bu yana ilk
kez Türk askerleri yurtdışına gönderiliyorlardı. Şimdi muhalefetet olan CHP
parlamentoya danışmadan alınan bu kararı eleştirmişti. Türk basını ve Türk halkı Kore
Savaşı’na katılma kararını desteklemişti. Böylece dış siyaset Türk içi siyasi
tartışmalarından on yıllığına çıkmış oldu.

You might also like