Professional Documents
Culture Documents
JULIA PARDOE’NUN
SULTAN’IN ŞEHRİ
VE
1836 YILINDA TÜRKLERİN YAŞAMLARI
KİTABI ÜZERİNE BİR İNCELEME
GİRİŞ
Bir İngiliz kadının yazdığı bu iki ciltlik, 575 sahifelik kitabı büyük bir ilgi ile
okudum. Kitap beni en çok II:Mahmut çağında yapılan bazı yenilikleri ve o
devirde yaşayan kadınların hayatını anlatması bakımından ilgilendirdi.
Julia Pardoe 30 Aralık 1835’de babası Binbaşı Thomas Pardoe ile bir İngiliz
gemisi ile İstanbul’a geldi. Babasının hangi görevle İstanbul’a geldiğini
söylememekle beraber o yıllarda İngilizlerle Osmanlı imparatorluğu arasında bir
yaklaşma olması binbaşının rasgele bir gezgin olmadığı kanaatini veriyor.
(Nitekim 1838’de bir ticaret anlaşması imzalanacaktır.) Kızı Julia ise Türkiye
üzerine bir kitap yazmak niyetindedir. Babası 1833’de Portekiz ordusunda görevli
iken onunla Portekiz’e gitmiş ve Traits And Traditions Of Portugal (Portekiz’in
Eğilimleri ve Gelenekleri) başlıklı bir kitap yazmıştı. Bu kitabın ön sözünde Julia
Pardoe yalnız gezdiği yerleri ve izlenimlerini anlatacağını, bilimsel ve politik
tartışmaların kadınca olmadığını söyler. Onun anlattığı Portekiz romantik aşklar,
gitarlar, kastanyetler ve portakal ağaçları diyarıdır. Bu kitaptan yalnız dört yıl
sonra çıkan Sultan’ın Şehri kitabında Julia Pardoe bu ön sözde söylediği
düşünceleri fersah fersah aşmış, politika da dahil hemen hemen dokunmadığı
hiçbir konu bırakmamıştır. Kendini “titiz bir vakanüvis” diye tanımlayan Julia
Pardoe bir bakımdan modern bir gazeteciye benzer. Dokuz ay yaşadığı İstanbul’da
içine girmediği hiçbir yer yoktur. Kimlerden aldığını söylememesine rağmen
Türkiye’ye bir sürü tavsiye mektubu ile gelmişti. Sultan’ın Şehri’nin ön sözünde
yazdığı gibi Türkçe bilmemesinin büyük bir engel olduğunun farkındadır. Gittiği
her yere Rum asıllı kadın tercümanlarla gider. O çağda Rumlar arasında eğitim
görmüş Fransızca, İtalyanca ve hatta İngilizce bilen bazı kadınlar vardı. Julia
Pardoe ata biner ve İstanbul’un sırtlarında dolaşır, kayıklarla Haliç ve Boğaz’da
karşıdan karşıya geçer, Tophane’den Pera’ya çıkan yokuşu tırmanır -- o çağda
bütün yabancılar gibi o da Pera’da oturuyordu. Onun bir Bursa gezisi ve Uludağ’a
çıkışını anlatması vardır ki, bunlar o günler için çok gözü pek serüvenlerdir.
Bütün bu pratik yönlerine rağmen Julia Pardoe aynı zamanda bir ondokuzuncu
yüzyıl romantiğidir. Sultan’ın Şehri’nin metninde sık sık modern bir anlatma
biçiminden çıkıp hikayeler anlatmaya başlar. Bu hikayeler hayal ürünü olan doğu
masallarının yeniden düzenlenmesi gibidir. Bundan başka metin Shakespeare,
Coleridge gibi ünlü şairlerden aldığı dizeler ve muhtelif vesilelerle gezdiği,
gördüğü yerlerden ve olaylardan esinlenerek yazdığı kendi şiirleri ile de
süslenmiştir. Metinde kulaktan kulağa dolaşan dedikodular da epeyce yer tutar.
Julia Pardoe Pera’daki diplomat çevresinin son derece dedikoducu olduğunu
söyler. Ayrıca metinde Osmanlı imparatorluğunun tebasının bazı töreleri
incelenmiş ve onların karakterleri üzerine hükümler verilmiştir. Böylece elimizde
her sahifesinde bin bir türlü bilgi olan ve yazarın tek sesle değil, birkaç sesle
konuştuğu bazen Fransızca deyimler bazen imlası tuhaf fakat yerinde kullanılan
Türkçe ifadelerle bezenmiş bir kitap vardır. Bizim için önemli olan bu materyal
zenginliği içinde bir mana çıkarabilmek ve 1836 İstanbul’unda yaşayanların
toplumsal ve kişisel boyutlarını görebilmektir. Gerçi Julia Pardoe çocukluğunda
-3-
III. Selim’in yeniliklere yönelmiş saltanatı (1789 – 1807) yeniçeri isyanları ile sona
ermiş ve yerine yenilikleri onaylamayan IV. Mustafa getirilmişti. Fakat III. Selim
ile aynı kafeste bulunan ve onun yenilikçi görüşlerine sempati duyan kuzeni II.
Mahmut Selim’in öldürülmesinden sonra canını kurtarmış ve 1808’de Rumeli
ayanının desteği ile tahta çıkarılmıştı.
Julia Pardoe için İstanbul her şeyden önce bir doğa ve bitki cennetidir. O bütün
bitkilerin, ağaçların, çiçeklerin, kuşların ve balıkların adlarını bilir. İstanbul’a
vardığı gecenin sabahında güverteye koşar – aralık ayının son gününde İstanbul
karla kaplanmıştır, denizin üstünde martılar uçuşmaktadır. İstanbul’un camiler ve
selvi ağaçları ile çizilmiş silueti altındaki liman kayıkların vızır vızır işlediği çok
canlı ve hareketli bir yerdir. İlk kez kayıklarla karşıdan karşıya geçen yaşmaklı
feraceli kadınların da seslerini duyar. Julia Pardoe İstanbul’u “Devinime geçmiş bir
şiir” olarak tanımlar (Cilt I, s.17). Shakespeare Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini
yazdığı zaman Boğaziçi’ni hayal etmiştir. Boğaziçi dünyada bir eşi olmayan bir
peyzajdır (Cilt II, s.109).
Bu insanı büyüleyen güzellikler bir yana İstanbul aynı zamanda cıvıl cıvıl
kaynayan çok renkli kozmopolit bir şehirdir. İçinde Türkler ve Rum, Ermeni ve
Yahudi azınlıklarından başka hemen hemen her milletten insan yaşamaktadır. Bu
insanlar, değişik tipleri ve kıyafetleri ile İstanbul’a eşsiz bir hava verirler. Kitap
Edward W.Said, Orientalism, Vintage Books, Random House Inc., New York,1994 (İlk baskılar
1978, 1979). S.5.
Disraeli’nin Tancred adli romanından alınmış bu ifade Said’in kitabının başında yer alıyor.
Sultan’ın Şehri’nin bir Türkçe çevirisi bilinmez bir nedenden dolayı 18.inci Yüzyılda İstanbul
başlığı altında İnkilap Kitapevi tarafından basılmıştır (1997). Bu kitap 63 bölümlük asıl metnin 23
bölümünün eksik bir çevirisidir. Çevrilen bölümlerde J. Pardoe’nun asıl metninde bulunan şiirler
ve bazı paragraflar atlanmıştır. Bu çeviriye J. Pardoe’nun Beauties Of The Bosphorus (1839)
kitabından alınan William F. Bartlett’in desenleri konulmuş, fakat bu desenlerin kimin olduğu ve
nereden alındığı söylenmediği gibi aslı siyah beyaz olan desenlerin neden renklendirildiği de
açıklanmamıştır.
-6-
Burada bir örnek vereceğim : “Heybetli Türk, ciddi Ermeni, düzenbaz Yahudi,
açıkgöz Yunanlı, zarif Çerkes, bozkırı seven Tatar, avare Arap, şehvetli İran’lı,
Hintli derviş, saygılı Frenk”, (Cilt I, s.72). Görülüyor ki en kötü klişe ve önyargı
Yahudilere yöneltilmiştir; kitapta bunun birkaç örneği daha vardır ama öteki etnik
gruplar da kendini “liberal” sanan yazarın ara sıra bu klişelerden kaçınmadığını
gösterir. Heybetli Türk, dindar Türk v.b. diyen Julia Pardoe bazen ruhen ve
bedenen tembel, devrim sevmeyen Türk demekten de kaçınmaz.
Julia Pardoe’nun İstanbul’da ilk ziyaret ettiği ev bir tüccarın evidir. Bu tüccara bir
mektup yazmış ve kendisinden bir davetiye almıştır. Oraya tercümanı ile gider;
kapıda onları harem ağaları ve halayıklar karşılarlar. Evin hanımları onları misafir
odasında kabul ettikleri zaman tandırlar üstünde oturuyorlardı, ipek yastık ve
yorganlarla çevrilmişlerdi. Ramazan olduğu için Julia Pardoe iftar zamanına kadar
bekler, hatta ikram edilen suyu bile içmez. Siniler üzerine kurulan iftar ve yemek
sofraları çok zengindir. Havyardan hamur tatlılarına meyva ve şerbetlere kadar
hiçbir şey eksik değildir. On dokuz çeşit yemek çıkarılmıştır, yemeklerin çoğu
ortadaki tabaktan elle yenilmektedir. Yemekten sonra kahveler içilir ve büyük
hanım çubuğunu yakar. Ramazan gecelerinde böyle evlerde masalcı kadınlar
hikayeler anlatırlardı. Daha sonra evin beyi de hareme gelir. Konuşmalar pek ilginç
değildir. Julia Pardoe’ya yaşını, neden evli olmadığını, okuyup yazma bilip
bilmediğini, İstanbul’u nasıl bulduğunu sorarlar. Pardoe bu sınıf kadınların
yaşamlarının rahat ve tembel olduğunu söyler. Öte yandan konaklar son derece
temiz ve düzenlidir. Elbette bu yerlerde çok halayık vardır ama bu düzenin nasıl
işlediğini anlatmaz.
Gidilen üçüncü konak İşkodralı Mustafa Paşanın konağıdır. Mustafa Paşa ve ailesi
II. Mahmut ile yapılan bir anlaşma sonucu İstanbul’a gelmeye mecbur olmuşlardı.
II.Mahmut’un kıyafet yeniliklerine karşı koyan Arnavut askerleri isyan etmişler ve
Mustafa Paşa da ister istemez askerlerinin yanında yer almıştı. II.Mahmut
İstanbul’da oturmak koşulu ile onu affetmişti. Julia Pardoe bu konağa babası ve
başka erkeklerle gider ve kapıda haremlik selamlık ayrılırlar. Julia Pardoe haremde
paşanın eşi ve çok güzel kızı Heymine (Emine) Hanım ile sohbet eder. Emine
Hanım memleketini çok özlediğini anlatır. Arnavutluk’ta kendini daha mutlu ve
özgür sanmaktadır. Belki bu on altı yaşındaki güzel kızın söyledikleri bir iç hayatı,
bir özlemi göstermesi bakımından öbür kadınlarla yapılan konuşmalardan değişik
bir boyut göstermektedir.
Julia Pardoe II. Mahmut’un ablası Esma Sultanın sarayını ziyaret ettiği zaman bu
etkilerin daha yaygın olduğunu görecekti. Esma Sultanın sarayı müzik, dans ve şiir
faaliyetlerinin yoğun olduğu bir yerdi. Aslında sarayları demek gerekiyor çünkü
hanedan mevsimine göre değişik yerlerde otururlardı. Julia Pardoe bu mekânları
çok iyi betimlemiş, odaları, eşyayı ve kadın giysilerini bütün ayrıntıları ile
anlatmıştır. Bundan başka sarayda şiirler yazan Esma Sultanın katibesi Perousse
(Julia Pardoe’nun imlası) Hanımın bir aşk şiirini önce bir arkadaşına Fransızca’ya
çevirtmiş ve kendiside Fransızca’sını İngilizce’ye çevirmiştir. Bu şiir Mecnun’un
ağzından Leyla’ya yazılmış bir aşk şiiridir (Cilt I, s.187).
Julia Pardoe İstanbul’un varlıklı Rum, Ermeni ve Yahudi ailelerinin evlerine gitmiş
ve izlenimlerini yazmıştır. Evleri, kadınların giysilerini ve davranışlarını bir
etnoğraf gibi bütün ayrıntıları ile anlatmıştır. İlginç olan bir gözlemde bu değişik
etnik grupların Müslüman Türklerle müşterek olan taraflarıdır. Örneğin Rumlarda
da tandır üstünde oturma adeti vardı.
-8-
Anlatılan ev ziyaretleri içinde belki en ilginç olan Askeri okul kumandanı Azmi
Beyin Boğazdaki yalısında verilen akşam yemeğidir. Azmi Bey Julia Pardoe ve
babasını yalıya gelmeleri için kayığını ve tercümanını yollar. Bu yemeğe birkaç
milletten misafir davet edilmiştir. Azmi Bey Julia Pardoe’nun tek hanım olmaması
için büyük bir nezaketle bir Rum hanımı da davet etmiştir. Azmi Bey kayıktan inen
Julia Pardoe’ya kolunu verir ve çok güzel bir salona geçerler. Bu salonun
pencereleri Boğaza ve içinde meyva ağaçları olan bir bahçeye bakmaktadır. Bu
toplantıda Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Arapça dilleri konuşulmakta ve kültür
konuları tartışılmaktadır. Von Hammer’in tarihinden falan söz edilir.
Constantinopolitan Journal başyazarı Hassuna de Ghies’de davetliler arasındadır.
Ziyafet masası tamamıyla Avrupai tarzda olup, Fransız şarap ve şampanyaları,
Edinburgh birası eşsiz tatlılar ve meyvalar sunulur. Hamur tatlılarından yapılan
piramitler İngiliz ve Türk bayraklarıyla süslenmiştir.
Bu batılı üslupta yemekten sonra Azmi Bey hanım konukları hareme götürür ve
onları ilk eşi öldükten sonra yeni evlendiği on sekiz yaşındaki yeni eşi ile tanıştırır.
Haremdeki oturma salonu modern, “İngilizvari” bir görünüştedir. Genç kadının
giysileri de oldukça Avrupaidir. Bu hanım İstanbul’un iyi bir ailesinden gelen
eğitim görmüş biridir. Odasında bir masa, kitaplar ve mürekkep hokkası vardır.
Haremde iki saat oturulur ve kahveler orada içilir. Ne yazık Julia Pardoe bize neler
konuşulduğunu anlatmaz ama “Ah Bu güzeli hapishanesinden nasıl uçursam da
bütün dünyayı onun güzelliği ile büyülesem” diye düşünür. (Cilt II, Bölüm XI).
Julia Pardoe’nun bütün yalı ve konak ziyaretleri içinde beni en çok hayrete düşüren
Reis-ül Küttab Yusuf Paşanın yalısına gitmesidir. Hariciye nazırı Yusuf Paşa bu
buluşmayı kendi teklif etmiş ve Julia Pardoe’yu yalısına davet etmiştir. Bu yalı
Julia Pardoe’nun gördüğü yalıların en güzelidir. Havuzlu, fıskiyeli, meyva ağaçları
dolu bahçeleri bir cennet gibidir. Paşanın çocuklarının annesi olan eşi yeni vefat
etmişti. Fakat Paşanın dünya güzeli bir Gürcü cariyesi Devlehai Hanımla güzellikte
ondan pek aşağı kalmayan Çerkez cariyesi Koncefem Hanım vardır. Sabah
erkenden bu iki hanım Julia Pardoe’yu ve onun Rum tercümanını Yusuf Paşanın
çalışma odasına götürürler. Paşa Koncefem Hanıma Julia Pardoe’ya bir sandalye
getirmesi için işaret eder, fakat Rum tercüman konuşma boyunca ayakta kalır. İki
-9-
cariye de elpençe divan dururlar. Paşa epeyce yaşlı olmasına rağmen altmış
yaşından fazla görünmeyen her hali çok genç bir zattır. Onları içi samur kaplı
beyaz ipek cüppesi ve arkaya itilmiş fesini giyerek karşıladığı için özür diler. Bir
iki nezaket lafından sonra Paşa sadete gelir ve Julia Pardoe’ya Londra’daki Türk
elçisi hakkında ne düşündüğünü sorar. Julia Pardoe Nuri Efendinin çok iyi bir
insan olduğunu fakat hiçbir Avrupa dili bilmediği için Londra’daki insanlarla çok
iyi kaynaşamadığını söyle. Paşa o zaman Julia Pardoe’ya samimi olarak bana
söyleyin siz olsanız kimi seçerdiniz der. Julia Pardoe’da o zaman Paris’te elçi olan
Reşit Beyin en yetenekli elçi olabileceğini söyler.
Reis-ül Küttab Julia Pardoe’ya bütün hizmet nişanlarını ve yaldızlı harflerle yazılı
vezirlik beratını da gösterir, hatta bunlardan bazılarını Koncefem Hanımın eliyle
ona taktırır ve ona çok yakıştığını söyler.
Bu ziyaretin üstünden çok zaman geçmeden Reşit Bey Londra’ya elçi olarak
atanır. Julia Pardoe’nun Osmanlı siyasetinde bu kadar önemli bir rol oynaması
mümkünmüydü? Bu anlattıkları doğru olabilir mi? Belki bir tarihçi bunları
araştırabilir. Ben burada bu satırları hayretle okuduğumu söylemekle yetineceğim.
Julia Pardoe Bursa’ya gittiği zaman Çekirge kadısının on altı yaşındaki genç eşinin
loğusa törenini de izlemiştir. Genç kadın Kaşmir şalları ile süslenmiş, bütün
mücevherlerini takmış, ipek yastıklarla çevrili, işlemeli yorganlarla örtülü loğusa
yatağında yatmaktadır. Bebekte baştan aşağı ipek örtülerle kundaklanmıştır.
Davetli hanımlar divanlarda oturmuş, çubuklarını tüttürürler ve kendilerine sunulan
kahve ve şerbetleri içerler. Konukların eğlenmesi için sazlı şarkıcılar ve çok güzel
bir rakkase getirilmiştir. Bu törene her sınıftan kadın davet edilmiştir. Julia Pardoe
bunların arasında üstü başı oldukça fakir, kolları güneşten yanmış, ayakları çıplak
kadınlar olduğunu söyler. Çok katı sınıf ayrımları olan İngiliz toplumundan gelen
Julia Pardoe için bu oldukça hayret verici bir olaydır. Ne yazık bu kadınların
kimlikleri, nasıl yaşadıkları üzerine hiçbir bilgi eklenmemiştir (Cilt II, s.66).
Julia Pardoe gittiği varlıklı konakların temizliğini, güzelliğini ve düzenini över ama
bu evlere giderken geçtiği sokaklar son derece düzensiz ve pistir; yer yer çöp
yığınları vardır. Bunlardan başka sokaklarda başıboş köpek sürüleri dolaşır. Julia
Pardoe Türklerin hayvanlara karşı çok merhametli olduğunu ve bu köpeklerin her
zaman beslendiklerini söyler. Kuşlar da kutsal addedilir, cami avluları kuşlarla
doludur; kuşlara ait bir sürü efsaneler vardır.
- 10 -
Bir ağaç altında seccadesinin üstünde oturan ve doğayı izleyen bir Türk imajını
Lady Montagu’de yazmıştı. Julia Pardoe da aynı şeyleri söyler ve mavi gök altında
güzel bir peyzajın fakirler tarafından bile zevkle izlenebileceğini ileri sürer.
Galata’ya inen yoldaki Mevlevi tekkesi, Selimiye kışlası, Askeri okul, Tersane,
Dolmabahçe’deki silah deposu, Rumelihisar’ındaki devlet hapishanesi, Darphane,
- 12 -
Askeri okul Dolmabahçe sırtlarında bir binadadır. Londra’da tanıştığı Azmi Bey bu
okulun kumandanıdır. Julia Pardoe okula babası ile gider. Azmi Bey onlara okulu
gezdirir. Bu okulda Lancastrian sistemi uygulanmaktadır (Bu 18.ci yüzyılın
sonunda İngiltere’de icat edilmiş yöntemde çalışkan öğrenciler öteki öğrencilere
derslerinde yardım ederler). Askeri okul çok moderndir. Her yerde haritalar,
küreler bulunur. Çok iyi bir litografi atölyesi de vardır. Ofisler batılı tarzda
döşenmiştir ve duvarlarda II. Mahmut’un portreleri asılıdır. Modern, masaları
sıraları olan, çatal bıçak kullanılan bir yemekhanesi ve çok temiz bir hastanesi
vardır. Julia Pardoe okulda siyah subaylar görür ve renk farkının bu okulda görev
almada bir engel olmadığını söyler. Öğretmenler arasında bir de Prusya asıllı olup,
Müslüman olmuş birçok dili çok iyi konuşan Sadık Ağa vardır. Julia Pardoe
Türkiye’de bu tip eğitimin daha ilk aşamasında olduğunu, gençlerin taklitçi değil
yaratıcı olmalarının önemini okullarda daha yetenekli eleman gerektiğini ilave
eder.
Julia Pardoe babası ile Sarayburnu’ndaki silah deposuna gider ve burada başına
gelen bir olayı anlatır (Cilt II, s.184). Silah deposunun muhafızı o tarihe dek hiçbir
kadının girmediği bu yere onu sokmak istemez. “Bir Frenk kadını silahlara
bakmaktan ne zevk alır? Bizim kadınlarımız bunlardan korkarlar, bu kadın nereden
gelmiş ?” der. Tercümanın cevabı onu şaşırtmıştır. “Maşallah ! onu paşa mı
göndermiş, ama o sadece genç bir kız, bizim hiç kitap yazmayan kadınlarımızdan
kitap yazmayı nasıl daha iyi bilebilir ?” deyince tercüman da, “Sizin kadınlarınız
kapatılmış !“ cevabını verir. Muhafız “Doğru, doğru, duvarlardan bir şey
öğrenemezler; Frenkler her şeyi görüyor ve işitiyorlar, karada ve denizde seyahat
ediyorlar, onun için her şeyi dışarı çıkmayan ve sual sormayan bizlerden daha iyi
biliyorlar” der. Julia Pardoe’da şöyle düşünür : “Evet, bir şeyler öğrendim, ama
bunları öğrenmek için epeyce sıkıntı çektim. Halbuki onlar (Türk kadınları)
- 13 -
Eski bir Bizans sarnıcı olan Binbirdirek ipek eğiren işçilerin çalıştığı yer olmuştur.
Bu karanlık, havasız ve rutubetli yerde çalışan işçilerin görünüşü çok sağlıksız ve
yüzleri mumya gibi sarıdır. Julia Pardoe buraya Sultan’ın başhekimi, Tıbbıye’de
öğretmen olan İsmail Efendi ile gider ve onun bu çok sağlıksız insanlara baktığına
tanık olur.
Yerebatan sarayını gezen Julia Pardoe orayı anlatışında bazı hikayeleri de ekler;
bunlardan biri kayığa binip esrarengiz bir şekilde kara sularda kaybolan bir
İngiliz’in hikayesidir. Yedi kule zindanlarını gezdiği zaman ise orda III. Mustafa
çağında, 1786 Rus savaşında, vezir Koca Yusuf paşa tarafından hapsedilen Rus
elçisi Baron Bulhakoff ile zindan komutanının güzel kızı Reşide Hanım arasında
geçen romantik bir aşk hikayesini anlatır. III. Selim tahta çıktıktan sonra Rus elçi
serbest bırakılmış ama Reşide Hanım kederinden ölmüş ve her zaman buluştukları
selvi ağacının altına gömülmüştür. Bu hikaye Julia Pardoe’nun hayalinden çıkmışa
benziyor. Kitapta bu tip romanslar boldur.
Bunlardan biri de bir Rum delikanlısı ile yaşlı bir Türkün genç eşi arasındaki sonu
ölümle biten acıklı aşk hikayesidir.
Julia Pardoe içinde 3000 işçinin çalıştığı, ayda on beş bin fes yapan ve ordunun
bütün feslerini sağlayan modern Feshane fabrikasını da gezmiştir. Feshane’nin
müdürü Mustafa Efendi Julia Pardoe ve yanındakileri büyük bir nezaketle karşılar
ve onlara bütün fabrikayı gezdirerek feslerin nasıl yapıldığını anlatır. Julia Pardoe
II. Mahmut’un giydiği ve herkese giydirdiği fesi beğenmez ama onun kuzey Afrika
kaynaklı olduğunu ve Türklerin bunu imal etmeyi öğrendiklerini ayrıntıları ile
anlatır. Feshaneye ait bilgilerin en ilginç yönü burada kadın işçilerin de olmasıdır.
Sayıları beş yüz kadar olan Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi kadınlar kendilerine has
bir kapıdan içeri girerek geniş bir avluda yünlerin dağıtılmasını beklerler, dağıtılan
yumakları evlerine götürüp fesleri örerler ve Feshaneye geri getirirler. Bu yaşmaklı
feraceli Türkler, büyük türbanlı, saçları örgülü Rumlar, peçelerinin arkasından kara
gözleri parlayan Ermeniler ve kaba ketenden örtülerine bürünmüş Yahudiler
arasında çok güzel kızlar vardır. Julia Pardoe göğüs boyu tezgahlardan yünleri
dağıtan katiplerin karşısına güzel kızlar geldiği zaman muamelelerin daha uzun
sürdüğünü kaydeder (Cilt II, s.205).
VEBA
Kişisel yaşamı az bilinen Julia Pardoe çok verimli bir yazardı; kitapları hem
İngiltere hem de Amerika’da basılmış, bunlardan bazıları birden fazla baskı
yapmıştı.
Türkiye’de dinlediği bazı masalları kendi hayal gücü ile süsleyerek yazdığı
Romance Of The Harem (Haremde Aşklar) iki ciltlik kitabı 1839’da basıldı. Bu
kitapta amacı gerçeküstü, perilere cinlere dayanmayan bir anlatma biçimi
kullanarak Türkiye’deki insanların Avrupalıların tahayyül edemeyeceği
durumlardaki serüvenlerini anlatmaktı. Bunları anlatırken maşallah, inşallah,
Panzac, Daniel., Osmanlı imparatorluğunda Veba (1700 – 1850)
Fransızca basımı 1985, Türkçesi, Tarih vakfı Yurt Yayınları, 1997, (çeviren Serap Yılmaz) S.220
- 15 -
yallah, çıfıt, yavaş, korkma v.b. gibi Türkçe kelimeleri kullanması hikayelere canlı
ve özgün bir üslup vermiştir.
Julia Pardoe’nun Fransız tarihini konu alan birkaç kitabı vardır : Rhone ve
Chartreuse Hatıraları (1838), XIV.üncü Louis ve 17.ci Yüzyılda Fransa Sarayı
(1847), I. François’nin Sarayı ve Saltanatı (1849), Fransız İmparatorluğunun
Consulat Döneminde Fransız Tarihi Olayları (1859), IV.üncü Henri’nin eşi Marie
de Medicis’in Hayatı (sonradan düzenlenmiş baskısı (1890), İspanya Kraliçelerinin
Anıları (1850) ve başka bir sürü unutulmuş romanı vardır. Ölmeden iki yıl önce
1860’da İngiliz Hükümeti ona otuz yıllık yazarlığından ötürü sivil listeden bir
emekli maaşı bağlamıştı.
Julia Pardoe bu satırları yazmıştır ama aynı zamanda kadınların evlerinde mutlak
otoriteleri olduğunu ve kocalarına söz geçirdiklerini yadsımaz. Onun tanıştığı
kadınların hepsi varlıklı sınıftandı; bu kadınlar değil bütün Osmanlı
imparatorluğunda fakat imparatorluğun en varlıklı şehri İstanbul’da bile bir
azınlıktılar. Onların hüküm sürdüğü haremlerde hiyerarşik bir düzen, ilk eş büyük
hanımdan en küçük cariyeye kadar inen, kadınlar dünyasına has bir otorite ve
etiket düzeni vardı. Bu erkeklerin ataerkil dünyasından ayrı, kapalı, fakat esas
itibarıyla o dünyaya tabi bir düzendi. Adeta ataerkil dünyanın aynadaki soluk imajı
gibi en fazla doğurganlığa ve erkek evlat yetiştirmeye dayanan bir dünya.
“Mutluluk ne kadar göreli bir şey! ... Yaratana şükür Türkiye’de doğmamışım.
Aklı başında Osmanlılar bile Frenk kadınlarına neredeyse gülünç denecek bir hisle
acıyorlar; hiçbir köleliğin bizimkinden daha kötü olamayacağını düşünüyorlar.
Bizler bazı küçük amaçlar için kendimizi eziyete sokuyoruz, bir yerler görmek için
memleketten memlekete koşuyor, gördüğümüz yerlerden uzaklaşınca da
üzülüyoruz, erkek akrabalarımızın dertleri ve bakımları ile de uğraşıyoruz, yalnız
erkeklere özgü tehlikeler ve cesaret isteyen durumlarla karşılaşıyoruz, karşı cinsle
daimi temasta olmaktan gelen tecrübeler ve ayartmalarla da başa çıkmalıyız – bizi
köle addediyorlar çünkü özgürlüğümüzü kazanmak bize çok pahalıya mal oluyor...
- 17 -
Bu alıntılarda Julia Pardoe’nun söz ettiği özgürlük hem seyahat edebilmek, kitap
yazmak hem de bir iç özgürlüğüdür. Onun özgürlük kavramı 1718’de Türkiye’de
yaşayan ve Türk kadınlarını Osmanlı imparatorluğunun en özgür insanları addeden
Lady Montagu’nun görüşlerinden oldukça farklıdır. Lady Montagu’nun sefir eşi
maaşını Levant Kumpanyasından alan mülk sahibi bir soylu idi. Yaşamını
sürdürmek için onun eline bakan Lady Montagu böylece kadınların özgürlüğünü
tümüyle mülkiyet üzerine dayandırmıştır. Paşaların kelleleri uçsa da padişah
haremin ayrıcalıklarına dokunmaz ve onların eşleri konaklarını, mallarını ve
cariyelerini kaybetmezler. Lady Montagu tesettürü bir masquerade (maskeli balo,
tebdili kıyafet) addetmiş, ferace ve yaşmakla örtünmenin kadınlara geniş bir cinsel
serbesti verdiğini ve sevgilileri ile buluşmalarını kolaylaştırdığını yazmıştır. Bu
söylediklerinin bazılarını İngiltere’de mektuplaştığı soylu ahbaplarını hayrete
düşürmek için icat etse bile, kendi yaşamı çok serbest olan ve ömrünün önemli bir
kısmını İtalya’da eşinden ayrı serüvenli bir hayat yaşamakla geçiren Lady
Montagu’nun 19.cu yüzyıl yazarı Julia Pardoe’dan değişik bir söylemi olduğu
gözden kaçmıyor. Lady Montagu klasik Yunan ve Latin edebiyatları ile yetişmişti.
O gittiği Türk hamamlarını bile klasik bir tablo gibi betimler.
Halbuki ondan sonra kadın hamamlarına giden başka gezi yazarları daha değişik
anlatmalarla karşımıza çıkarlar, hiç kimsenin anadan doğma çıplak olmadığını ve
- 18 -
Bir bakımdan Sultan’ın Şehri’ne 1836 yılında İstanbul yaşamının bir yarı romanı
(quasi – novel) ya da roman taslağı gözü ile bakılabilir. O yıllarda Osmanlıların
romanı daha yazılmamıştı. Elbette halk arasında anlatılan serüven ve aşk hikayeleri
vardı, ama Batı tipinde roman 1870’li yıllara kadar yazılmamıştı. Sonra romanlar
çıktı. Örneğin : Seyreyle Dünyayı – Cefakâr-u Cefakeş, Taaşşuk-u Talât ve Fitnat,
İntibah, Hasan Mellah, v.b. On dokuzuncu yüzyıl biterken ev yaşamlarını ve özel
ilişkileri daha özel ve derinliğine inceleyen romanlar yazılmaya başlandı (Mai ve
Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül, v.b.)
Julia Pardoe da dahil Türkiye’deki yaşamı hedonist bir çerçeve içinde gören ve
betimleyen gezi yazarları aynı zamanda İstanbul’daki mezarlıkları da uzun uzun
anlatmışlardır. Lady Montagu İstanbul’daki mezarlıkların çok geniş alanları içine
aldığını söyler. Pierre Loti ise ömründe hiçbir yerde bu kadar çok mezarlık
görmediğini yazmıştır. Julia Pardoe Karacaahmet’i bugün bile ilgi ile
okuyabileceğimiz bir şekilde çok güzel anlatmıştır. Savaşların, göçlerin, binbir
türlü hastalığın, iç çatışmalarının sebep olduğu ölümlerin çok olduğu bu yıllarda
yaşamın yalnız hedonist bir çerçeveden görülmesi elbette gerçeğe uymamaktadır.
Varlıklı bir aile bile çocuklarını kaybettikleri zaman elbette hüzünlü idiler.
Nitekim Julia Pardoe Sultan’ın Şehri’nin metnine ölüler için yazılan şiirleri de
almış, hatta kendisi de vebadan ölen çocuklar için bir şiir yazmıştır. Belki
- 19 -
Bizi yazan eski kitapları okurken bazı şeylerin geriye dönmeyecek şekilde
değişmiş olması bizleri sevindiriyor. Elbette bunların başında eğitimin, okuma –
yazmanın artması, özellikle kadınların Cumhuriyetin ilanından sonra yalnız
kamusal, politik ve toplumsal haklara kavuşması değil erkeklerin girdiği her
mesleğe girebilmeleri olayı da var. Türk kadını Julia Pardoe’nun 160 kusur yıl
önce eleştirdiği eğitim eksiklerinin üstüne çıkmayı başarmıştır.
Gerard de Nerval, Le voyage En Orient (2 Cilt) Garnier – Flammarion, Paris, 1980, Cilt II,
s.209
- 20 -
cennet gibi betimledikleri Türkiye bu açıdan çok değişmiştir. Kuşkusuz 160 yılı
aşan bu uzun süre içinde sanayileşme, şehirleşme, nüfus artışı dünyanın her
yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kaçınılması zor değişiklikler yaratmıştır.
Küreselleşmenin hüküm sürdüğü yirminci yüzyıl sonunda zaten yapay bir kavram
olan Doğu – Batı karşıtlığı manasını büsbütün kaybetmiştir.
Bu yazıyı bitirirken Julia Pardoe’nun Bursa gezisi izlenimlerine ait birkaç satırı
buraya nakletmekten kendimi alamıyorum. Julia Pardoe babası ve bir rehber grubu
ile İstanbul’dan Mudanya’ya bir yelkenli ile geçmişti. Mudanya’dan Bursa’ya
atlarla gittiler ve hatta Uludağ7a da tırmandılar. Julia Pardoe Bursa’yı İstanbul’a
kıyasla daha “Doğu” olan bir şehir diye tanımlar; II. Mahmut’un kıyafet devrimi
daha oraya varmamıştır. Julia Pardoe Bursa şehrini, camilerini, kiliseleri ve başka
kurumları ayrıntıları ile anlatır, fakat onun doğa betimlemelerini çok önemli
bulduğum için burada yalnız onların bir özetini vereceğim. O, Mudanya – Bursa
yolundan geçerken bu arazinin ömründe gördüğü en zengin bitki örtüsü ile kaplı
olduğunu ve dünyada bundan daha güzel bir yerden geçmediğini söyler. Her tarafta
tüy gibi zarif çalılıklar, mis kokan otlar, rengarenk bahar çiçekleri vardır. Bir yanda
dağlar ve kayalar, öte yanda yemyeşil bir ova... mısır tarlaları ve üzüm bağları...
şurda burda köyler ve sık sık çeşmeler görünür; çeşmelerin birinde çamaşır
yıkayan kadınlar kafileyi görünce yaşmaklarını düzeltirler. Julia Pardoe’nun
adlarını yazdığı ağaç ve bitkileri veriyorum. (bunlardan bazılarının Türkçe
karşılıklarını sözlükte buldum). Kâfur ağacı, kurtbağrı, yaban hatmisi, boru çiçeği,
ebegümeci, yüksükotu, hanımeli, çarkıfelek, sarısabır, yılan yastığı, öd ağacı, kiraz,
dut ve ceviz ağaçları. Kuşlardan guguk kuşu, keklik, dere kuşu, kartal ve başka
yırtıcı kuşlar... ve her yerde rengarenk kelebekler .
(Cilt II, s.17).
erkek ayrımı ideolojisini savunsalar bile yirminci yüzyıl Türk kadınının geriye
dönülmesi olanaksız bir özgürlük yüzyılı olarak tarihe geçecektir.