You are on page 1of 117

Merhaba ;

Elektronik Müzik Üzerine Ülkemizde Az bulunmakta olan önemli şahıslar tarafından hazırlanmış el
kitapçığı sayabiliriz bu dijital yazı dizisini.

Neden Hazırladık ? Elektronik Müziğin Trend olması ile birlikte sadece alt müzik tarzlarının öne çıkması
ile bu müzik için emeklerini harcayan insanları unutmamak için Elektronik müziğin sadece bir dans
müziği olmadığını ; Dans ile beraber bir kültürünün olduğu Bu kültürün yapı taşları sayılan sanatçıların
bu uğurda emeklerini terlerini harcayan insanlara bir vefa borcu diyebiliriz.

Neler Bulacaksınız ; Biyografiler , Teknik Konularda gelişmeler ve Sanatçıların çıkardıkları albümler v.s.
okudukça beğeneceksiniz buna içten inanıyoruz.

Bu kitapçığı hazırlayabilmek için Kaynaklarını kullanmamıza izin veren.

BASATAP – Sistem Sensin ‘ e ve X-ist ‘e Sonsuz Teşekkürler

Kaynaklar :
Basatap X-ist Electronicafe
www.basatap.com www.x-ist.com www.electronicafe.com

1
İçindekiler....
Titreşim bir tepkidir: Beth Gibbons &
Elektronik Müzik Türleri
Rustin Man
Autechre (Gescom .... Ambient)
Garip elektronik müzik şehri: Warp
Akufen, yeniden keşfedilen minimalizm
Records
İyi Sistem İyi Müzik
Acid Techno
Analog TT Setup
"Cool"luktan bıktık: Dza
Kablolar
Bu aşkın frekansı "electro": Adult.
Final Scratch : Elektronik Müzikte Devrim
Elektronik müziğin dahi çocuğu: Kid
Eski müzik sanmayın, bunun adı Acid Jazz; Gilles Peterson
Loco
EPM 101: Fisherspooner'la Elektro Pop'a Giriş
Karanlığın sınırları: Godspeed You Black
Pop'un Anarşist solcuları; Noir Desir
Emperor!
Elektronika'nın 20 Albümlük Geçmişi
Mira Calix ve teknolojik hissiyatlar...
Jim O'Rourke: Dostlar, Eğilimler ve İtiraflar
Hip Hop'un elektronik yan etkileri
Elektro'nun kalbi; Break-beat'ler
Kırık kalpli dans severler için birebir:
Dijital hayalet: DJ Spooky
Saint Etienne
Biri sizi gözetliyor: Trans Am mucizesi
Bu parlaklığı sınıflandırmak mümkün
Sonunda entelektüel bir dans müziği... "Minimal House"
değil: Swayzak
İzlanda'nın Elektronika ve Deneysel Pop perileri: Mum
Hep dik ve daima genç: The Fall
Progresif Rock reenkarnasyonu; Tekno
Kozmik libido Alice Coltrane
Synthesizer icat oldu, acaba neler bozuldu ?
Sentetiğin ruhu: Tarwater
Dans müziğinin üvey evladı: Drum & Bass
Tek dişi kalmış canavar: Massive Attack
Manu Chao - Son durak İstanbul
Michael Mayer ve Kompakt Records
Mantıklı bir paradoks projesi: DJ Logic
Elektrik kedi: Felix da Housecat
Miss Kittin, Legowelt ve "Discobitch Tavrı"
Kid 606 ve anti-müzik…
Onu en çok satanlar listesinde aramayın: Fennesz
Şık ve seviyeli: Interpol
Sonic Cerrahlar; Matmos
Pop esanslı IDM: Solvent
Klavye tarihinin yıllanmış şarapları
Yeni karmaşık düzen: Tekno !
Hammond, Wurlitzer ve Fender Rhodes
Yıldızlar kocaman, dünya çok küçük:
Yeniler...
Pram
The Notwist; 'Hiçbir yerde olmayan yerde'
2000 model disko: Metro Area
Rock Bukalemunu David Bowie
Özgürlük bulaşıcıdır: Cat Power
Oval vs Panasonic
Goldfrapp sıkıştı: Black Cherry
Görüntünün Sesli Kahramanları
Euro-caz ustasından sürpriz: "The Walk
Tresor; Dünyanın en güvenli klübü
of the Giant Turtle"
Gürültüyü yeniden icat eden grup: Sonic Youth
Anlayın artık! Napoli Nepal değildir!
Saman altından dünyayı ele geçirelim: Ninja Tune
Ucuz, kirli, mutlu : DAT Politics
Dünya gözüyle Timo Maas
Bir Techno emektarı: Andrew Weatherall
Biraz pikap, biraz da gitar; Fog
Broadcast: Yayına kaldığımız yerden
Turntablism nedir, ne değildir?
devam ediyoruz
Boyutlar arası müzik formları: FSOL
Yabancılaşma üstadı Burnt Friedmann
Rephlex Recordings ve Richard D. James
ve alter ego'ları
sunar: Kafa Müziği "Braindance"
Kara ateşin ortasında: Keiji Haino
Compost Records
Seslerin resmi: Vladislav Delay
Müzikte 'Belirlenmemiş'lik, John Cage,
Four Tet'in favorileri
Elektronik ve Ötesi; Kararsız Kararlar
Ambient Dub'ın öncüsü The Orb
Primal Scream mükemmel; en azından ağızlarını açana kadar
Gitar çalan robotlar: Plaid
Stockhausen'e saygı
Garip bileşimlerden sorumlu bir müzik göçmeni: Arto Lindsay
Phoenecia: Elektronika ile Miami Bass'in buluştuğu yer
Musique Concrete: Kesilen, yapıştırılan, örselenen maddeler
Gölgelerin gücü adına DJ Shadow…
Jimi Tenor
Brad Mehldau
Thrill Jockey 10 yaşında
Theremin: İnsan Bedeni Elektronik Müzik Üretebilir!
Post Rock'un istikrar şampiyonları: Yo La Tengo
Control Voltage Project
Punk, Reggae ve elektronik akraba olunca; Jah Wobble
Peter Gabriel
"A Hundred Days Off"
Will Oldham
Barışçı rap idolünün trajik ölümü: Jam Master Jay
Post Rock dediğin
Caz plaktan dinlenir
Electroclash: Alternatif New York Elektroniği
Björk'ün elektronik geçmişi…
Hayalet fotoğraflar : Scanner + Tonne "Sound Polaroids"
Caz ve Dans Kültürü buluşunca; Rubin Steiner
EBM'den Technoise'a Dans Pisti Endüstriyel Müziği
Synthesizerların başına gelen en kötü şey
Mindscan: Beyninizi dinleyin
Bir stüdyo çılgını: Mad Professor
Ladytron: 80'ler yoksa hep yanıbaşımızda mıydı ?
Her şarkının bir filmi vardır: Pulseprogramming
2
Elektronik Müzik Türleri

Bu bölümde elektronik müzik türlerine ilişkin kapsamlı bir yazı yazacağım. Yaklaşık iki sene önce çeşitli
kaynaklardan derleyip kendime ait olan ufak tefek birkaç düşünce ile de renklendirmeye çalıştığım bu
yazı umarım yeni başlayanlara ışık tutabilir.
(not: türler alfabetik sıraya göre aktarılacaktır.)

::::ELEKTRONİK MÜZİK::::
Temelde Drum Machine, Sampler ve Syntheseizer gibi inorganic enstürmanların kullanımına dayanan
müzik türüne Elektronik Müzik denir..
Kendi içinde birçok dala ayrılan elektronik müzik aynı zamanda modern müzik türlerinin öncüleri
arasında yerini almaktadır.

Ambient:
Yaratıcılarından olan Brian Eno’nun gelişimine ışık tuttuğu Ambient; FSOL (Future Sound of London),
The Orb, Biosphere ve Woob gibi yeni akımlarla günümüzdeki düşündürücü, derin ve de farklılığı her
zaman ön planda hissettiren şeklini almıştır. Diğer bütün elektronik müzik dallarından farklı olarak
Ambient Elektronik; drum vuruşları ve de tempodan öte, doğa samplelarına melodiye ve/
enstürmanlara ağırlık vermektedir..

Abstract:
Ambient’ın koyu kolu olarak bilinir. Melodilerin daha az olup, vuruş ve de sıra dışı ritimlerin önde
geldiği bir daldır. Akla ilk gelen isim Autechre’dır.

Acid Jazz:
Jazz’ı geleceğe taşıyan ve bu aşamada jazz üzerine çeşitli elektronik ses modifikasyonların
gerçekleşmesi ile ortaya çıkmış olan önemli bir biçimdir. Özetlemek gerekirse temalar Jazz üzerine
kurulu, destekler ve enstürmanlar elektronik ağırlıklıdır. Sonuç: Etkileyici. Modaji, United Future Org.,
Gotan Project, Ian O’Brein ve Fauna Flash önemli isimler arasında yer almaktadır.

Breakbeat:
4/4 vuruşluk house ve benzeri tarzlara alternatif olarak ortaya çıkan Breakbeat’in kökenleri hip hop’a
dayanmaktadır. Old-Skool Techno ve Acid house’dan da esinlenmelerin gözlendiği Breakbeat’in önde
gelen isimlerinden brisi Crystal Method’dır.

Big Beat:
Akılda kolay kalan sample’larıyla parti ortamlarının vazgeçilmez müziğidir. Alçak sesle dinlemenin Big
Beat tarzına haksızlık olacağı düşüncesiyle hareket eden bir çok insanın ortak görüşü “yüksek çıkış
gücün yoksa dinlemenin de bir manası yoktur” şeklinde biçimlenmiştir.

Funky Breaks:
Kraftwerk, Afrika Bambaataa ve Electron (ilk albümleri)’dan etkilenmiş ve ilham almış olan Funky
Breaks ilk tohumları, meyvelerini Birleşik Amerika’nın batı sahillerinde vermiştir.

Dance:
Elektronik Müziğini en popüler kolu olarak kabul edilen Dance’de trackler genel olarak bir vokalist
eşliğinde ve House Music benzeri bir formda yapılandırılır. Günümüzde Sash, bu tarzın en önde gelen
isimlerinden birisidir.

Club:
Dance Müziğin omurgası olarak da nitelendirilebilir. Annie Lennox, Cher ve Deborah Cox bu tarz müzik
yapanlar olarak bilinirler.

Euro Dance:
Dance Müziğin basit, eğlenceli ve tempolu kolu olara bilinen Euro Dance, ana kolu olan Dance Müziğin
popülaritesinden geri kalmayarak dünyanın birçok radyosunda boy göstererek ön saflarda yerini
almaktadır.
Aqua, Ace of Base ve ATB bu tarzda dikkati çeken isimlerdir.

Down Tempo:
Sakin, olgun ve de ağır bir anlatıma sahip olan Down Tempo’nun önde gelen isimleri Massive Attack ve
Tricky’dir.
3
Dub:
Yoğun olarak ses efektlerine yer veren Dub, enstürmantal Reggae olarak da bilinir. Dub, adını Lee
Scratch Perry, Bill Laswell ve King Tubby ile duyurmuştur.

illbient:
Dj Spooky ile özdeşleştirilmiş olan bu tarz, Trip Hop-Dub-Ambient karışımı ortaya çıkmıştır.

Trip Hop:
Tutku dolu vocallerle süslenmiş olan Trip Hop, genelde acı keder ve üzüntü gibi koyu (derin) hislere
hitap eder. Massive Attack, Cold Cut, Portishead ve Archive bu tarzın önde gelen isimleri arasında yer
almaktadır.

Drum’n Bass:
Drum&Bass‘in jump-up ve intelligent gibi birçok türü(ucu) olmasına rağmen gövdeden (Main genre
Drum’n Bass) ayrılmadıkları bir kesin bir çizgi vardır...tabi ki derin güç. Drum vuruşlarının dip Bas(sub-
bass)lar süslendiği ve dakikada 160 vuruşluk bir tempoya sahip olan Drum’n Bass, 90’lı yılların başında
Büyük Britanya’da çok önemli gelişmeler kaydederek Elektronik Müzik’in temel dalları arasındaki
sarsılmaz yerini yaratmıştır. Omni Trio, Photek, Squarepusher akla ilk gelen isimlerdir.

Jump-Up:
Drum’n Bass’in ragga vocallerle beslenmiş halidir. Shy FX, Baby D.
Tech Step:
Two-Step Drum’n Bass’dir. Squarepusher ve Photek.

Electronica:
Elektronik Müzik için ana terim olup sanatsal yönlerin şiddetle ağır bastığı; öze bakıldığı zaman,
görünen güzelliklerin bütünüdür.

Progressive Electronica:
Genelde sözsüz vokallerin (çoğunlukla soprano sesin enstürman olarak kullanıldığı gözlenir) ön plana
çıkışıyla ve bunların yer yer uyumlu melodilerle desteklenmesiyle oluşan bir tarzdır. Orbital, Genaside ii
(Ad Finite) tarzın en iyi örnekleridir.

Symphonic Electronica:
Klasik temaların elektronik motiflerle süslendiği New Age’i çağrıştıran ve içinde Progressive
Electronica’da olduğundan daha güçlü sanatsal salınımlar saklayan bir tarzdır. Vangelis.

Experimental:
Değişik ve sıra dışı bir tarz olan Experimanetal; Techno, Acid House, Drum’n Bass gibi tarzlarda farklı
arayışlara cevap veren ve yeni ufuklar açılmasına ışık tutabilen bir daldır. Aphex Twin(afx),
Autechre(ae).

Minimal:
Tempo ve süreklilik yönünden daha seyrek fakat kendi kurallarını kendi yaratan bir tarzdır. Plastikman.

Noise:
Doğanın içinden oluşmuş ses spektrumunu benimseyen fakat distorsiyon olarak nitelendirilebilecek
derecede elektronik seslere yer veren bir tarzdır. Akla ilk gelen isimler Merzbow ve John Zorn’dur.

House:
Adını Frankie Knuckles’ın Chicago’da ilk mixlerini yaptığı “The Warehouse” adlı gece klübünden alan
House, Dip Bas’lar ve 4/4 (ölçü) vuruşluk samplelardan oluşur. Akıcı, kulağa hoş gelen,düzenli ve
Elektronik Müzik dinleyen kitlenin çoğunluğu tarafından benimsenen bir çizgiye sahiptir. Bu özellik o-nu
gece kulüplerinin vazgeçilmez tarzları arasına katmıştır. Plastikman, Armand Van Helden, Sven Vath,
Josh Wink ve daha birçok isim bu tarzın gelişiminde pay sahibi olmuştur.

Deep House:
House’un diğer kolarına göre daha bi katı olan, kendi kurallarını kendisi çizen ve dinleyiciyi
düşündürme yoluna giden bir tarzdır. Leftfield.

4
Hard House:
Daha sıkı ve güçlü olan bu kol, az vokal çok vuruş (drum) sistemini işletmektedir. Josh Wink,Hardfloor.

Vocal House:
Hard House’un aksine, herşeyin drum vuruşları olmadığını iddia edercesine vokal’e daha fazla ağırlık
veren House koludur. Martha Wash, Amber...

Industrial Electronic:
Elektronik müziğin Abstract ve Minimal gibi radikal olan kollarından birisidir. Endüstriyel alet, iş
makinaları, sanayi mekanizmaları ve hammadde seslerinin sıkça yer aldığı bir tarzdır. NIN tarzın
öncülerindendir.

Techno:
90’ların sonlarına doğru Acid House’un büyük Britanya’yı kasıp kavurmasının ardından, geniş dinleyici
kitlesi daha sert ve kural tanımaz temalar istemiştir. Bu ortam zaten patlamak için fırsat kollayan
Techno için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Acid House’a göre daha hızlı bpm’lere (beats per minute à
dakikadaki vuruş sayısı) ve daha agresif bir yapıya sahip olan Techno, arayışta olan kitleye gereğinden
çok daha güzel (doyurucu) bir şekilde cevap vermiştir. Günümüzde trendi yakalamış olan Techno, en
hızlı gelişen modern müzik türlerinin başında yerini almıştır. Paul Van Dyke, Eat Static, Derrick May,
Juan Atkins, Kenny Larkin ve daha sayılmayan bir çok isim, bu tarzı günümüzde başarı ile temsil
etmektedir.

Acid:
Techno’nun, TS-TR-303lerle müzik yapan koludur.

Detroit:
Yıllar önce Derrick May, Juan Atkins ve Kenny Larkin’in ortaya çıkardığı; Techno’nun temel kolu olarak
da değerlendirilen Detroit, genelde 4/4’lük vuruş+ritimleri enstürmanlara tercih eden bir dal olarak
bilinir.

Gabber:
Sert ve Hızlı Techno’dur. Lenny Dee,Delta-9, Ron D.Dore...

Happy Hardcore:
Gabber’i daha pozitif versiyonu olarak değerlendirilen Happy Hardcore, dinleyicide çeşitli -değişik-
duyguların açığa çıkmasını sağlayan hızlı bir dal olarak bilinir.
Intelligent Techno:
Sıra dışı ve bir o kadar da agresif motifler içeren bu dal, mükemmel uyumsallık ve de dahiyane
yaklaşımlarıyla diğer bir çok daldan sıyrılır. Beaumont Hannant.

Rave/Old Skool:
Tüm Techno formlarının birleşimi olarak görülen Rave/Old Skool; Drum’n Bass, Trance gibi birçok
tarzın kökeninde ve gelişiminde pay sahibi olmuştur. Bol içki ve druglı underground partilerin
vazgeçilmez müziği olan Rave/Old Skool’un track’leri diğer tarzların track’lerine kıyasla daha uzun
sürer. Solid 4/4’lük vuruşlar, sert elektronik motifler ve etkileyici baslardan oluşan Rave/Old Skool’u
başlı başına bir tarz (genre) olarak görmek yanlış olmaz.

Trance:
Techno’yla benzerlikler gösteren Trance farklı oluğunu bpm’leri, kulağa hoş gelen melodileri ve 4/4lük
vuruş stiliyle (farkı) belli eder. Techno’yla birlikte anılmasına (techno&trance şeklinde) rağmen tizzlere
verdiği önem ve yoğunluk, o-nun agresiflikten öte üretken bir şekil almasını sağlar. Tüm dünyada ilgi
ile dinlenen trance’in akla ilk gelen isimlerinden bazıları: Astral Projection, Rabbit in the Moon, Electric
Skychurch...

Goa:
Vuruşların ve melodilerin kenetlenmiş -birbirinin eksiğini kapatırcasına-şekilde birbirini takip ettiği Goa,
Trance’in en çok dinlenen kolu olarak bilinir. Spicelab.

Hard Trance:
TS-TR 303lerle üretilen Trance’idr. 4/4vuruşlarındaki sertlik ile dikkati çeker.

5
Melodic Trance:
Klasik temalarla ve hoş melodilerle diğer kollardan sıyrılır. Büyülü motifler içerir. Doran, Joshua Ryan,
Christopher Laurence...

Progressive Trance:
Kulağa çok hoş gelen melodilerle üretken bir yapı sergileyen Progressive Trance, Ambient’ın ortaya
koyduğu kalitede seçici yapıya sahiptir. Jam&Spoon.

Orbital (Deniz) & Enver KENBER

Kraftwerk (Model’in özüdür belkide...)

Kimine göre geçmişe bakmak; üzerinde fazla durmak, zaman kaybından başka birşey ifade
etmemekte. Bu yapı her dalda olduğu için müzikte, özellikle de elektronik müzikte de geçerlidir.Fakat
konu kökenler, özelleştirmek gerekirse de "Kraftwerk" olduğu zaman, söylenen her sözün dikkatle
dinlenmesi bu tarzın kaliteli bir takipçisinin temel ilkeleri arasında baş göstermektedir. Bazı çevreler
tarafından Elektronik Müziğin "Baba"sı olarak da tabir edilen Kraftwerk'e duyduğum saygı, beni
kapasitem çerçevesinde bu araştırma ve yorum metinıni yazmaya teşvik etti.

" Organisation"adlı grubun bireyleri olarak tanışan ve müzik yaşantılarının ilk adımlarını Almanya'da
atan Ralf Hütter&Florian Schneider-Esleben, "Kraftwerk"ü kurarak popüler kültürün yükselen değeri
Rock'n Roll'un gölgesinde ezilmeksizin farklı bir akım olan elektronik müziğin temellerine ilk kazmayı
çakarlar. "Geleceğe yönelik büyük bir miras bırakacaklarının bilincinde miydiler?" sorusuna kesin bir
yanıt verebilmekten çok uzak olmamıza karşın, başlangıca attıkları silinmez imza günümüzde dahi göz
kamaştırıcı bir şekilde ışıldamasına devam etmektedir. Bu ışıltının kaynağına baktığımızda ise o-nların
düşünce yapılarının ürünleri olan fikirlerini ve eserlerinin görmek bizleri şaşırtmamalı.

Bir çok akımın kitleler tarafından dinlendiği bir döneme denk gelen 70'li yılların başlarında -ki Pop
çağının hızını almaya başladığı devirde çeşitlilik ve tutunabilme edasıyla sayısız grup ortaya çıkmış olup
bir çoğu da saman alevi gibi sönmüştür- kimine göre büyük bir cesaret örneği sergileyerek, kimine
göre ise surreal yaklaşımlarının ürünü olarak Kraftwerk, kendi müzik yapısını kendi isimlendirmeyi
tercih etmiştir. "Robot pop"olarak adlandırdıkları tarz elektronik element yoğunluklu minimal bir
oluşumun izlerini taşımaktaydı. Müzikte devrimin habercisi olacağı, müziği gerçekten bilen
eleştirmenler tarafından daha ilk günden söylenen "Kraftwerk" buna paralel olarak sanki eserleriyle de
kurulu bir sistemin devamı olmayacağını; kendi yolunu kendi çizeceğini ifade etmek ister gibiydi.

-Yazımın bu noktasında farklı bir boyuta değinmek istiyorum. Belki şansları -ki şans böyle bir devrim
öncülüğünde çoğu insan için yetersiz bir ifade olarak kalır- , belki de insan ötesi azimleri ile dinleyici
kitlesi olmayan (sınırlı zihnin kabul edebileceği bir yapı) bir akımın öncüsü olmak; sadece düşünce ile
sağlanmaz. Gelişimde teknik donanım ve desteğin de belirleyici bir rol oynadığını unutmamak gerekir.
Özellikle de günümüzden 30 yıl öncesinin şartları göz önüne alındığı vakit, ifade edilmeye çalışılan
güçlükler daha iyi kavranacaktır. Bu doğrultuda yol alıp zorlukların farkında olan Kraftwerk'ün 70'lerin
başlarından 80'lerin sonlarına kadar ortaya çıkardığı bütün albümlerde (eserlerde) müzik ekipman
desteklerini kendi "ev yapımı" aygıtlarla sağlamış olmaları kaçınılmaz bir sonuç olarak
değerlendirilmelidir.
Hayal gücü ve bu gücün yaratımlarına ulaşabilmek, sık sık sınırların ötesinde gezinebilmek anlamına
gelmektedir. "Kraftwerk"de izlerini çoklukla gördüğümüz bu ayrıntı, zihinlerinde yarattıkları örnek
seslerin (sample, effect) peşinden, o-nları üretene kadar koşmaları ve sonunda da arayışlarına
istedikleri cevapları bulabilmeleri ile kendini bire bir göstermektedir.
" Kraftwerk-I" adı altında çıkan ilk albümleri dünyaya merhaba derken, kendi ev üretimi cihazları da
müzikle tanışmış oluyordu. 70'lerin başlarından ortalarına geldikçe kayda değer gelişimler gösteren
Kraftwerk'ün 72 yılındaki albümlerinde (Kraftwerk-II) kullandıkları "Drum machine"in etkisi bir sonraki
albümleri olan "Ralf and Florian"da etkin olarak hissedilecektir.
Ruhunda endüstri çağının izlerini tüm hatları ile taşıyan "Kraftwerk", gerek albüm parça isimlerine
bunu yansıtarak, gerekse sample'larında bu izlerin ayıntıları ustalıkla saklamak yoluyla çeşitli açılardan
bütünselliğe ulaşabilmeyi başarmaktadır.

Bir parantez açmak gerekirse, sadece elektronik müziğin değil, temel anlamıyla müziğin de büyük
isimlerinden olan John Cage'in Post Modern akımdan ara ara uzaklaşıp, elektronik müziğin sınırları
içine girdiği dönemleri çoğumuz bilmekteyiz. Değişik açıdan bakıldığı zaman Kraftwerk'ün Tangerian
Dream ile olan bağının esas alınışı itibariyle, John Cage'in de fikir olmasa bile yapı anlamında
Kraftwerk'den edinimleri değerlendirmiş olması muhtemeldir. Burada "etkilenmek" ya da "takipçisi
6
olmak" gibi kavramlardan çok uzak olarak, düşünce kurgularının farklı grup ya da kişiler tarafından
değerlendirilmiş olması üzerinde durulmaktadır. John Cage'in Sürreal (Kraftwerk'de de kendini
hissettiren bir yaklaşımdır) bir yaklaşım içinde olduğunu göz önünde tuttuğumuz vakit "etkilenme"
sözcüğü zaten otomatikman ortadan kalkacaktır.

Son olarak, dönem ilerledikçe teknolojik atılımları da takip eden Kraftwerk'ün eserlerine baktığımız
zaman endüstriyel çağdan elektronik çağına kaymaların izleri hissedilir derecede fark edilmektedir.
74te Autobahn, 75'te Radio-Activity, 77'de Trans-Europe Express ağırlıklı olarak endüstri çağının izlerini
taşırken 78'de The Man Machine, üç yıl ardından 81'de Computer World ve 86'da Elektric Cafe
Elektronik çağın izlerini ağırlıklı olarak hissettirmektedir. Son albümlerde daha keskin bir şekilde dikkati
çeken Robot kimlikler, dönemin bilimkurgu ilkeleri ile pozitif yönde paralellik sergilemektedir. Burada
hassas olan iki nokta vardır. Takipçisi olduğumuz "Gelecekte Yaşamak" felsefesinin izlerini
"Kraftwerk"ün de, zamanının özelliklerine göre taşıyor olması (yenilikçi, gelecekte yaşayan zihin) ve
bilimkurgu modelinin müziklerine taşınmasıyla (sadece düşünsel olarak değil, aynı zamanda olanakları
çerçevesinde buna katkıda bulunarak da) öncüler arasında yer almaları.

Paralel düşünceler birbirini desteklediği (yardımlaştığı) sürece tek başlarına yaratacakları etkinin kat ve
katını görsel, işitsel ve de düşünsel yollardan bireylere aktaracaktır. Bir düşünceyi, bir eseri yaşamak;
bütüne can verildiği , ruhuna ruh katıldığı sürece mümkündür; nasıl ki ;Frank Herbert'in "Dune"unun
Ruhuna ("David Lynch"in yönetmenliğini yaptığı filmde) "Brian Eno"nun Prophecy Theme'i ile ruh
katılıyorsa.

Kraftwerk'ü de bu bağlamda değerlendirmek kesinlikle çok doğru bir yargı olacaktır. Düşünce yapıları,
günlük hayatta yaşadıklarınının temel sorumluları ve yarattıkları düşsel dünyalardaki zihin motifler,
eserleri ve eserlerinde sundukları ile birebir örtüşmektedir. Yaratıcılığın sınır tanımadığı noktada oturan
sayılı insana baktığımızda Kraftwerk'ü de aralarında görmek, nefes alıp vermek kadar doğal
karşılanması gereken bir sonuçtur. Elektronik müziğin yaratıcılarından devralınan bayrak tüm hızıyla
gelecek kuşaklara taşınmak üzere bir devinim içinde sürekli yapı değiştirirken, özünde ruhu
bozulmamak üzere korunacak ve bilinç var olduğu sürece yaşayacaktır.
Fazla uzaklara bakmaya gerek yok......... O her zaman olduğu yerde..
Yeter ki görün.........

Orbital a.k.a Deniz.

Autechre (Gescom .... Ambient)

Sean Booth ve Rob Brown iklisi 1987 de Manchester da tanışmışlar electronun bittiği hip hop un
başladığı yıllar. 15 ve 17 yaşlarında ikisinin ortak album koleksiyonlarıo olduğunu farketmişler ikiside
breakdance hayranı. BMX bisikletleri var. Manchester, Rochdale ve çevresine duvar yazıları ve
suslemeleri yapmışlar hala bazı yerlerde varmış bunları gorebilirsin. Hip hop bitmiş acid in ilk
zamanları, daha industrial müzik Meat Beat Manifesto ve Renegade Soundwave başlamadan o-nce.
Kendilerine davul almışlar ve boşlukları müzikle doldurmaya başlamışlar.
Sonra küçüklüklerinden beri müzikle olduklarını anlatıyo dedesi o-na bazı enstrümanlar ve albumler
vermiş falan.

Sonra isim yapmaya başlamışlar ve bir radio o-nlara kendi radio şovlarını yapma imkanı vermiş. Unique
3, DHS, early Radioactive Lamb en sevdikleri recordları çalmışlar. Sonra kendi yaptıklarını denem
niteşiğinde çalmışlar ve tepkiler beklemişler. Sonra Cavity Job adında M.Y.S.L.B. Productions adı
altında ilk singlelarını çıkarmışlar 1991 sonlarına doğru. Iyi iş yapmış ama şirket para vermemiş mi ne
üstüne yatmış sonar leeds te Warp Records a demo yollamışlar 12 ay sonra çok tutulmuşlar bir anda
kendilerine derleme yapmışlar 1992 sonlarına doğru. Kraftwerk, Detroit and Eno etkilenmişler.
Isimlerini Mantronix, Afrika Bambaata and the Miami Bass scene den etkilenmişler. 2 parçaları The Egg
ve Crystel dışarda da tanınmaya başlamış.
Autechre's ilk albumu, Incunabula, kasım 1993 te çıkmış. Plağın 2 kabı varmış. 1. siyah beyaz
soyutlanmış tipografi ve geometrik şekiller. 2. tasarım estetik sivri köşeli karmakarışık falan. Tanımlar
ve benzerlik karşılaştırmalar anlam bulmaya başladı. Rob ve Sean daha sonra müziklerini Autechre
olarak tanımladılar. Hala tam olarak kesin kullanımı bu.
Incunabula UK listesine 1 numaradan girmiş ve 10 inch of Basscadet remix seri kutuları (the 10" box
set of Basscadet remixes) takip etmiş .

Bu arada ikisi canlı yapmak için çalışmalara başlamış.görsel ve effectlerden vazgeçip , sesin
kullanımına konsantre olmuşlar. Özel software kullanmışlar fiziksel canlı datayı değiştirmişler. Önceden
7
programlanmış miz lerin dışında kendi seslerini de araya canlı olarak kullanmışlar mesela "crawl right
into the machine and fuck about with it from the inside" . sesi biçimlendirme elle tutulmayan bişeyi
fiziksel biçimlendirme canlı performanslarında.

Autechre nin ilk müzikal akını yayını 1994 te Anti EP hükümetin draconian suçlar Justice Bill e cevap
olarak yazılmıştır. Flutter (heyecan, çırpınma), Bill e güvenin direk cevabı içindi : 10 dakikalık şahaser
başyapıt tekrar etmeyen kıpır kıpır ritim , ama geleneksel protest plaklarından biraz uzak (ilk
kazaançalrını özgürlük kurumuna bağışladılar.) Dış olaylar Sean ve Rob için çalışmak için yeni
kaynaktan başka bişi değildi, bunları biriktirmek malzemeleri iç deneyimlerine serpmekti. Aynı mantığı
beğenilen remix çalışmalarına uygulayarak son 3 yıl bazı artistleri ornek alarak tasıdılar St Etienne, DJ
Food, Beaumont Hannant and Japon pop iklilisi, Softballet. Bu artistlerin farklılıkları önemsiz ilgisiz.
Azcık, eğer herhangi bişey orjinalden kaldıysa. Sonuçalar tanınmayacak durumda artistlerin kendileri
bile.

1994 ün sonlarında istekli 2. duet albumleri beklendi. Eğer Incunabula Sean ve Rob un müziğini bir dizi
sivri uçlu köşelerden geçtiklerini anlatıyosa, Amber ilerlemelerindeki sorunları çözerek, işitsel parça
haritasındaki her parçasında en yuksek doğa güzelliğini kavrayarak deniz kıyısındaki çıkarma yerindeki
zerafeti koruyor. Gerçekte, yavaşça suların çekilmesi ve akması, o-nun sabit oluşumu ve düzeltimi, o
inişli çıkışlı denizin sesi, durgunluk, çapraz ritim bombardimanınına karşı koyan melodik dip dalgası,
hafifçe yüzeydeki karışım, yüzeyin derinliklerinde kötülük habercisi tehlikenin gizlendiğini
belirtilmesinden başka bişey değil. Gerçek denizde olduğu gibi, bakış açısını hissetme, ufuk
sonucundaki fikir hızla sona eriyor. Daha fazla odaklandıkça, daha az belirgin çevre ortaya çıkıyor.
Sean ve Robun kaynakları daha derinliklerden geliyo : müziklerinin şakli belirgin olmayan kenarlardan
başlıyo. Başarılı Uk turları LFO ile (onları destekleyen , tuhaf) Mark Broom o-nların ünlerini berrak akıcı
heykeltraş olarak birleştirdi.

1995 gösterdiki piyasaya sürülen 2 EP - eğer Sound of Machines Our Parents Used I sayarsanız 3,
electro kaplamış koleksiyon temiz etiketlendi Gescom adı altında. Ismin kaplanması ilk kez değildi.
Geçen yıl piyasaya sürülen bu isimde ki EP nin bağımsız etiketi. 1996 nın başlarında Almanya'nın
yüksek saygı duyulan Source Records piyasaya sürülmesine yardımcı oldu. Öyle ya da boyle bu
Autechre nin gizemli esrarlı kalmasını sağladı.
Rob şüpheliolarak projeyi anlattı , Gestalt Communications versiyonunu özetleyerek, Autechre
olmayarak, gizli olarak ekleyerek Clear piyasaya çıkmasını record daki biz bile olmayabilirdik. Komplo
şekli çıkıyor belki. Iki resmi Autechre EP ler piyasaya o sene çıktı, Garbage yüzeyi Amber in sakinliğine
bıraktı ve karanlık derinliklere yöneldi, soyutlanmaya doğru ilerledi. Anvil Vapre 3. EP leri olarak
piyasaya sürüldü , Rob ve Sean ın kaba törpülenmiş ruh haliyle, karanlık 4 parça yaptılar, biçimsiz
ritim, evre değiştiren ilmikler ve bölük pörçük sürüklenen melodiler. Albumlerinin doğrusallığı her
zaman deneyimli uçlardaki single ları ile denkleştirildi ancak bu Autechre nin en uç en aşırı : hayvansal
guzellikteki iç bölgeye tek seyehati; uzun ve zor yolculuk daha önce hiçkimsenin yapmadığı. Bunun
sesle ilgili en aşırı kritik tepkisi piyasaya çıkmasıyla cezasını buldu.

Autechre nin 3. albumune tepki, dumanlı buğunun takip ederek ekimde Antil Vapre nin piyasaya
sürülmesi, herkesi kendinden geçirdi, coşturdu. Şüphesis o-nşarın bugune kadarki şahaserleri, Tri
Repetae parçası tamamıyla dinleyicinin algılama duyusuna gore değişmesi. O sesteki aynaların
holüydü, tecrubeli benzer belli bir amacı olmadan dolaşan panayır evlerindeki yerlerin, duvarların ve
tavanların ters açıında. Davulun aşağı yukarı doğru değişimindeki tuhaf metalik sesler, ve butun bu
surede, ruyalarda duyduğunuz çın çın oten yumaşıtılmış melodiler. Kotu rüyalar, elektronica nın en
uçtaki kenarlarında rasgele dolaşmak, hemen hemen hiç insancıl olmayan, ve elektronica nın alt
kategorilerinin lüzumsuz gorulduğü isimsiz bölge, yalnızca Autechre nin değil ama UK'in elektronic
music deki donum noktası olarak tarif edilir. Yılın Melody maker top 50 ve etkili geleceğin müzik
magazininde kritikler THE WIRE i 1995 de elektronika chartında en uste koydular.

Tri Repetae Autechre nin, Sean ın arkadaşı olan Chris Cunningham ve model yapıcı Alien 3 ü de içeren
diğerlerinide kapsayan model yapıcı sıyla birlikte ilk video dunyası macerasını müjdeledi. Single'in açılış
trackına eşlik eden 2. kotu Vilbel, Antil Vaprenin kapağında kısa filmin goruntusunun bulunmasına
rağmen sonuçlar geniş çapta gorulmedi. O duo nun sesinin gerçek gorsel temsiliydi : çok tabakalı
tuhaf şekillerdeki kolaj; organik ama mekanik; gorunuşte rasgele, bazen duzenli; kıyaslanabilemez
tamamen farklı bir an, birsonraki ile birbirine bağlı. Karmakarışık kapanmış, geniş resimde guzelce
düzenlenmiş. Bir hayal düşünüş daha önce hiç gorulmemiş, ama tuhafça tanıdık gelen belki derin
bilinçaltındaki düşüncelerimizden.

8
Kenarları keşfetmek, dış gorunuşleri yuzeyleri gozden geçirmek, uçakların arasında bir yerde
bulunmak, Autechre nin musiği hep belirsiz düşüncelerin fiziğin dip taraflarından süzülen şeylerin katı
formunda bulunmaya kalkışmaktır. Bu gorsel müzikal düo, Incunabula ve antil Vapre nin kapaklarının
arasında bir renkten biraz daha fazlasıyla gorulmektedir. Sesle ilgili koşullarda, atladıkları fırladıklar
ölçülebilmenin ötesindedir. Tri Repetae sports un hiçbirşey ancak plak kabının grileşmesi - gorsellikten
uzak olmasının sebebidir. Sean ve Rob en sonunda seslerini saf sadelikten biçimlendirdiler
modernleştirdiler- basit tanımlanamayan somut insan terminolojisi. Chiastic Slide bir diğer uzun ve
sürevenli yolculukları.

Orb, Aphex Twin ve |-Zig gibi, Autechre de dinleyicilerinin izin verdiğince belli bir dalda ve limitlerinde
prensiplerini inançlarını techno superstar olmaya yakınlaştırdılar. Full çalışmalarının ve EP nin yamuk,
temiz ve kendi Skam etiketlerinin yüzeysel bilgisiyle birlikte, grup basın ve halk tarafından surekli övgü
alıyordu. Diğer pek çok club cı meslektaşlarından farklı olarak, her nasılsa, Autechre nin Sean Booth ve
Rob Brown Amerikan electronun kokleri setçe yerleşmiş ve havası biraz daha aksileşmesine rağmen,
keskin dijital sertlik derecesini guncelleştirmeleriyle tam tersi olarak gozuksede, 12 lerin öncesindeki
Egtptian Lover's ın Egtpt, Eygpt; Grandmaster Flash ın Scorpio ve Pretty; Tony Butler ın Get Some gibi
estetik forma başladılar.

Booth ve Brown ortak arkadaşları aracılığıyla, favori single larını ileri ve geri yaparak karıştırarak
durdurarak değiş tokuş yaparak tanıştılar. Bazı koşullarda sorgulanabilecek pazalık bazında başlayan;
liseyi terk temeden önce ikili kendi müziklerini yapmaya başladılar. Küçük etiketlerden oluşan bazı
felaket deneyimlerden sonra, ikili Warp Records a bir kaset yolladılar, daha önce Sweet Exorcist,
Nightmares o-n Wax, ve B12 piyasaya çıkartan New age i U.K de duyuran - temel techno (ve 1 tanesi
ki Autechre nin çok önemli anahtar parçasının içinde bulunduğu). Bu etiket altında az sayıda önceden
piyasaya çıkan single, Autechrenin ilk deneme si sahneye ilk çıkışları tam uzunlukta, Incunabula, ten-
inch box-set remix EP Basscadet gibi. Sonradan çıkan albumler daha geniş dinleyiciye ulaştı Amerikan
tekrar yayımlanmasıyla, ilk Wax Trax!/TVT ve daha sonra Nothing, ve etiket Nine Inch Nails' in Trent
Reznor tarafından yönetildi. Biçimsel köklü olmasına rağmen isimleri ve track isimleri ("C/Pach,"
"Bronchusevenmx24") ve basit dayanak noktası olan stilsiz bagaj olarak ilerlemeleri can sıkıcı, hantal
gosterişlerinin ötesinde.

Autechre ye ilave olarak, Booth ve Brown Gescom olarak parça piyasa çıkardılar kendi Skam larıyla ve
temiz etiketleriyle, daha sonra özellikleThe Sounds of Machines Our Parents Used EPyi bastılar. Grup
ayrıca birçok anılmaya değer remixler (orjinal parçalardan sa sık sık hatırlanmaya değer) çıkardı
Palmskin Productions, Slowly, Mike Ink, DJ Food, Scorn, Skinny Puppy, Tortoise, Phoenecia, ve birçok
Artistleri içeren.

Deniz'in Yorumu
Elektronik müzik çevrelerince -otoriteler tarafından- ae (autechre)'nin en iyi albümü olarak "tri
repetae++" gösterilmektedir. Kişisel görüşüm bu albümün "tri repetae ++" çok iyi olduğu yönünde
olmasına rağmen "LP5'"in kendine has abstract kokusunun -arch carrier ve vose in'e dikkat ederseniz
ne demek isteğimi daha iyi anlarsınız- elektronik elementler açısından farklı bir tadı olduğu
doğrultusundadır. İki albümün de paha biçilmez orjinallikte ve de kalitede olmasını göz önünde
bulundurduğumuzda LP5'in Tri repetae++'in gölgesinde kalmayacağını açık bir şekilde görebiliriz -ki
tüm albümler kendi içlerinde özeldir-...

Enver KENBER

Akufen, yeniden keşfedilen minimalizm

Kendi yolunu çizen bir deha..........

Her hafta ortalama yüzün üzerinde kırkbeşlik ve kısaçaların çıktığı dans müziğinde kulvarlar arasındaki
sınırlar da giderek kalkıyor. Hızlı tüketilen günübirlik üretimlerin aksine üzerinde çalışılmış ses erimleri
ile daha sık karşılaşmaya başladık. Bunlardan biri de 1995’den beri kendi oluşturduğu micro-sampling
tekniği ile kotardığı ve minimal house müziğin geliştirici isimlerinden, önemli çalışmalara imza atmış ve
şimdilerde Force Inc. Firmasından “My Way” albumünü yayınlamış olan Kanadalı prodüktör Akufen aka
Marc Leclair.

Akufen aka Marc Leclair minimal house müziğin en üretken isimlerinden biri. 1995 de ilk plağını Hybrid
Structure Records’dan Noiz-slack adıyla yayınladı. Bu ilk kırkbeşliğinde sert-techno soundu ile floor-
filler tabir edilen bir soundun kolajıydı. O dönem daha çok ilham aldığı isimlerse bugünün elektronik
9
müziğinin temellerini atmış minimalist sanatçılar Steve Reich ve Phillip Glass’ti.Onların oluşturduğu
kreatifliği kendine has üslubuyla birleştirdi Akufen.

Asıl çıkışını 1999 da Kanada’nın önemli elektronik-müzik firmalarından olan Oral ‘dan çıkardığı 01,02 ve
03.04.05 adllarında iki kısaçalar ile sağladı. Trapez, Perlon; Revolver gibi minimal-house firmalarından
çalışmaları yayınlandı.

Akufen kendi oluşturduğu ve çeşitli yerel radyolardan derlediği ses kayıtlarından aldığı ufak sample
parçalarını bir araya getirmesiyle oluşturduğu, şarkılarının altyapısını oluşturan elementleri barındıran
ve adına micro-sampling dediği türün mimarı oldu. Geçtiğimiz aylarda Force Inc. Firmasından debut
albümü olan “My Way” ile de kendi oluşturduğu bu kreatif soundu bizlerle paylaşıyor.

Albüm bir çok eleştirmence hem Force Inc. 5 sene içinde çıkardığı en iyi albüm hem de barındırdığı
yenilikle minimal-house alanında bir devrim olarak tanımlanıyor. “My Way” klişeleşmiş house müziğine
bir alternatif olması açısından da önemli. Daft Punk grubunun ilk albümü olan Homework deki eklektik
altyapı burada tam kıvamında sunuluyor. My Bloody Valentine’ın elektronik formasyonu olarak tabir
edebileceğim açılış parçası ‘Even White Horizons’ ile dinlence başlıyor. Klasik gitar sample’lı melankolik
bir parça,Installation zincirleme reaksiyon tabir edilen bir janrın etkisini sunuyor. Klasik ilk dönem
Detroit-techno soundunun izlerini taşıyan ‘Skidoos’ ile albüm başlıyor.

Akufen’in kendine has ses eriminin örnekleri de bu parçadan sonra başlıyor. Radyolardan topladığı
konuşmalar, gaflar, frekans sesleri ile oluşturduğu örgülerle kotardığı parçalar ile devam ediyor albüm.

Modjo-sample'lı albümün ilk kırkbeşliği olan ‘Deck the House’, ’Wetfloors’ ve ‘In Dog we Trust’ ile kendi
ses örgüsünüden örneklerini sunuyor. ‘In Dog we trust’ funky altyapılı ve elektronika disiplinleri içinde
gezinen ilginç bir çalışma. Altmışları yılların kült soundlarına öykünen yapısıyla ‘Jeep Sex’ ile
yeteneklerini ve hünerlerini sergiliyor.

“My Way” ile Akufen enerji dolu eklektik-house müziği icra ediyor. Albümdeki her parça farklı sesleriyle
dans edilebilir olduğu kadar da zihinsel kurgulamaları da barındıran birer bulmaca aslında. Bugune
kadar oluşturduğu tüm çalışmalarındaki aykırılıklarla gerekse de yaratıcılığı ile dans müziğinde kendine
sağlam bir yer hazırlıyor. Diskoteğinizde mutlaka yer alması gereken bir çalışma...

Akufen_MyWay_Force Inc. Cat.No.EFA/59660


01-Even White Horizons
02-Installation
03-Skidoos
04-Deck The House
05-Wetfloors
06-Heaven Can Wait
07-In Dog we Trust
08-Jeepsex
09-Latenight Munchies
10-My Way

Öneriler....
1-Psychometry Vol.1 _Trapez
2-Akufen vs Algorithm_Revolver
3-The unexpected guest_Perlon
4-Deck the house_Force_( Herbert feat. Dani Siciliano rmx)
5-Psychometry Remixes_Trapez

kaynak : x-ist.com - M154K

İyi Sistem İyi Müzik

1 . Ampli Çeşitleri
Ampliler , entegre ampliler ve pre-ampli/power ampli kombinasyonları gibi 2 temel şekilde
olabilirler."Entegre" basitçe , pre ve power bölümlerinin aynı kasada toplanması anlamına gelir. Ancak
görece olarak düşük seviyeli hassas sinyallerin , pre-amplide , power amplinin radyasyonundan ayrı
tutulmasının belirli avantajları vardır. Bu nedenle tutkulu tasarımların çoğu 2 yada fazla kasa ile üretilir.

10
2 den fazla kasa kullanmanın nedenleri , 2 güç yükseltme kanalı sağ-sol , 2 ayrı monoblok olarak
adlandırılan yapıda toplanırlar. Bu yaklaşım ile sağ-sol sinyallerın bir diğerini etkileme potansiyelini
ortadan kaldırır. Stereo veya İmaj kalitesini artırır. Pre-amplilerin Powerlardan ayrı tutulmasının sebebi
aynı sebeten kaynaklanır.

Pre/Power ampliler entegre ampli ile power amplinin arasındaki kombinasyonlardan oluşur. Buna
"biamplification" denir. Ve 1 kolunun yarısının 2 farklı power ampli ile beslenmesi gerektirir. Entegre
ampli Basları güçlendirirken Power ampli de tizleri . Bu yaklaşım size sahip olduğunuz ampliyi
değiştirmeden genişleme imkanı sağlar. Gücü arttırmasada seslerdeki bozulmaları azaltır.

(Unutmadan Yeni ampliler de (Analog ve Digital A-B çıkışları görürseniz ön panalde A = Bas B= Tiz ve
bunlar içinde A-B bağlantısını destekleyen Hoparlör almalısınız ) Ampli teknolojileri , Lambalı ve
Transistörler olmak üzere 2 ye ayrılır. Ninemizin lambolu radyoları örnek Şu anda Transistörlüler teknik
yapıda çok başarılıdırlar ama Ataları olan lambalı ampliler Hala ses düzeyinde üst kalitedirler.

2. Nasıl Şeçilir

Amplilerin arasındaki ses farklılıkları kaynak bileşenlere göre fark edecektir. Hoparlörler , geniş bir
alana yayılan ton farklılıklarını duyabilirsiniz-karşılaştırma yapabilir ve farkları anlıyabilirsiniz. Aynısıs
Karakteristik ampliler için de geçerlidir. Ama Neyi dinliyeceğiniz çok önemlidir. Opera dinliyecekseniz
Lambalı , Yada Jack amca(See My signature = Çak Çiki) gibi yapacaksak Transistörlü bakınız

Zamanlama , Her notanın vurgu ve sönümü kesin olarak sunabilme yeteneğidir. Ve bu yönde güçlü
ampliler ritmik açıdan zengin müziklerde çok hoş olan bir tutarlılığa sahiptir.
Dinamikler her bir nota arasındaki seviye değişikliklerini betimleme yeteneği için kullanılan genel bir
terimdir. Ve bir bileşenin üretebileceği en yüksek sesle en hafif ses arasındaki farkı tanımlayan dinamik
alanı dan biraz farklıdır

Stereo Imaging (Bkz. Bölüm 1) bir enstrüman yada sesin ne kadar 3 boyutlu duyulduğudur. 2
hoparlöre sahip olunduğunda , orjinal kayıtlarda aynı sesi yaratabilmek mümkün olur Bu ampliler
(Sinemda ki ses sistemini 5.1 gibi şaçma bir şekilde değil aslan gibi 2 hoparlörle yapabilmenizdir.)
Saydamlık belki de ampliler arasındaki en açık farkdır. Biri diğerinden daha fazla detay sunar ama
bunu kriter olarak kullanmak size kalmıştır. Son olarak Ampli seçerken gaza gelip hemen almayın
evinizde istediğiniz ses düzenini yakalayın eve gidip o-nu alın

3. Sistem Eşleşmesi

Kısaca Ampli - kolon eşleşmesi . (Örnek benim gibi gidib stereo alın sonra baslar yetmesın Woofer
takmak için ampliyi değiştirmeden kasın !!! Sakın yapmayın iyi şeçin Bu aletlerin 2 el piyasası berbat
Neyse ) Çok fazla güzünüz olamaz ve günümüz amplileri çok güçlü (satın alınabilir olanları bile )
Gözönüne almanız gereken bir noktada balans dır. Bazı ları ileride kalır bazıları geride Örnk. Solar
beach sistemi Minderlerin olduğu yerde ses Boğuk gelir. Yakınında pistte ise Net gelir. Dandik Sistem
kardeşim Dandik.
Kolonlarınızı tamamlayan bir ampli şeçmeye açlışın ve ideal olarak 2 sininde OHM ve WATT ayarlarını
tutturun Benderim ki Kolonları ampliden evvel satın alın ve o-na göre amp li alın zira kolonlar
amplilerden Pahalıdır.

4. Kendi Amplimiz

En iyi Performans için


Amplimizi bu işi için yapılmış olan bir platforma koyun ve hoparlörlerin etkisinden uzakta bırakın.
Amplinin üstünü sakın kapatmayın ki hava alsın yoksa aşırı ısınır ve cızzzzzzzzzzzzz. Eğer bileşenleri
üstüst te koyup hava yapcam derseniz ampliyi en üste koyunuz.

Bağlantılar (Kabloları yakında anlatacam ) Satın alacağınız en iyi ara bağlantılar ve kolon kablolarını
kullanın Gerçöekten Çok etkisi olacaktır.

Sesle ilgili tüm aletler ısındıklarında daha iyi ses verecektir . Eğer sürekli açık bırakma imkanınız yoksa
Dinlemeden evvel 15 dk açın ve sonra yapın müziğinizi.

Enver KENBER

11
Analog TT Setup

Teknik Konulara önce Bir Analog TT setup Kısaca ve Prof bir dille Pikap aldınızmı kitabı ile bu yazıyı
okursanız anlamıyacağınız hiç bir konu olmaz. Kusuruma Bakmayın .

TT set-up (Analog - Dijital için öğrenecek çok şey yok)

Eğer Belt Drive bir turntable kullanıyorsanız lastiğini mutlaka pudralayın; hem aşınmalara karşı hemde
vibrasyonları engellemek için. Sonrada O 3 yayı en hassa ayara getirin yani platoya yukarıdan etki
ettiğinizde tüm tabla ve kol aşağı yukarı birlikte sallansın.
Çok önemli bir nokta budur çünkü Feedback lerde (geri besleme, yani pikabın kolunun tabladan ve
kendi borusundan alabileceği titreşimler iğneden gürültü olarak geri gelir ve buna Feedback denir.)
duyarsızlaşır ve çok yüksek seslerde bile gürültü üretmez. Bir pikap 2 hoparlörün arasına ve en az 2
metre yakınına hatta aynı hizaya dair konulmamalıdır.Her ne kadar yaylar geri beslemeyi engellesede
birebir hoparlörlerden gelen enerji çok yüksektir ve kolay sönümlenemez. o-nun için pikabı sistemizden
uzak tutun.

Ondan sonra İyi bir kolun üzerinde plak varken tablaya iğne değdiğinde paralel olmasını , kolun
arkasından yükseltip alçaltarak ayarlayın li lateral denge doğru kurulsun. Daha sonra İğnenizin kol
uzunluğuna göre overhang ayarlarını tavsiye edilen (Markasına göre ) milimetrede gerçekleştirin ve
arka ağırlığı , iğneyitablaya yada durur vaziyette ki plağın üzerine ancak basmak- basmamak
pozisyonuna getirip sıfırlayın. Sonra istenilen ağırlığa kadar 0' dan ayarlayın. Bu arada kafayı takarken
ağırlığının bir ek ağırlık isteyip istemediğini mutlaka kontrol edin. Bazı kafalar ağırlıkla sıfırlanmazlar ve
ek ağırlığa ihtiyaç duyarlar. (Genelde yeni kollarda ek ağırlıklar mevcuttur.)

Anti-Skating ayarını kafanın kitabında yazdığı pozisyona getirin. Kafanın Shell'e(kabuk ) paralel olması
ve iğnenin plato üzerindeki plağın herhangi bir noktasına tam 90 derece açı ile bakması gerekmektedir.
Yani Overhang iğnenin uzunluk ayarı shell üzerinde ayarlanır. Sonra yukarıdaki 90 derece lik açı ile
tam teğet olduğunu kontrol edin. (90 derece dışındaki durumlarda Plaklar çizilir. ) Kafa MM ( Moving
Magnet ) ise bu 2-5mV arasında değişen çıkış voltajına sahip 47kOHM luk bir dirence sahip demektir.
Önemli olan kafanın kapasitansıdır ki kol üzerinde kullanacağımız kablonun toplamı ile pikap giriş
preamplisinin girşi kapasitansına uyması gerekir.

Enver KENBER

Kablolar

Şimdi bunlar da ne demeyin bunların ortalama fiyatları 50 pound ile 100 pound arasında
değişmektedir. Evet bir adetinin.

Şimdi biraz açıklamaya kısıtlı bilgim dahilinde açıklamaya çalışacağım.


Nihayetinde kablolarda kullanılan maddeler Metal ve Plastik bilgimiz anten telefon kablosu gibi
Kablolar amaçlarına göre 3 e ayrılmakta.
1.Görüntü Kabloları
2.Ses Kabloları a= stereo b=5.1 4.1 6.1 7.1
3.Hi-Fi Kabloları
1 a - Görüntü kablolarında kullanılan metal alaşımlar ve Fiber bağlayıcılar görüntünün akıcı pürüzsüz
olmasını sağlamak amaçlı olarak üretilmekte Bakır v.s. gibi beyaz metaller tercih edilmektedir.
b- Çok fitilli ince kabloların kullanımı ise RGB dediğimiz bilgisayar sektöründe bildiğimiz renklerin ayrımı
için kolay kullanım sağlamakta Scart girişli bir kabloyu kesip bakabilirsiniz.
2. A- Stereo Kablolar da kullanılan materyal gene aynı AMA Altın alaşımından ve titanyum yenı nesıl
kablolarda hem sesi netleştirmek hemde titreşimi azaltmak ve sesin yankı yapmaması için üzerinden
geçen elektriğin stabil sağlanması için sarı renk ler asıl olandır. Kabloların Yatay fitilli olmasında ise
BASS ve Mid ve Tiz ayrımını ince noktalarda ayıran bir Amplimiz varsa alacağımız ses bir Konse Ortamı
yaratır bıze .
Ayrıca Hoparlörleriz uygun ise BANANA plug girişleri gibi speake kablolarının uclarının kırılarak
kısalmasını önleyen bir tür soket dir. Kullanmanızda fayda var . Bu Pluglarda Altın , Bakır gibi kalite
farkları mevcuttur.
B. Theather sistemlerin artması ile Filmlerde kullanılan Ani ses lerde Bomba v.s. gibi saniyelik yüksek
titreşimlere göre hazırlanmış ve Woofer için ayrı Loud için ayrı kablolar mevcuttur. Asla bir film kablosu
ile Audio Kablosu Müzik te kıyaslanamaz iğrenç bir ses verir. Deneyin fark edeceksiniz.

12
3. Hi-Fi cableler Deck Sistemlerimizi bağlarken kullanmamız gereken kablolardır. Bunların farkı
sistemlerinizin birbirlerine yakın olduğu için EMI durumundan etkilenmeleri için Fiber - PVC + Yağ
alaşımlı maddelerden oluşurlar ve Kalite yi arayanlar için bunlar da mevcut.

Kaliteli bir Cable Set toplarsak verceğimiz para azımsanmayacak ölçüde olacaktır.

Markalar ;
1.Ecosse Diva
2.Nordost Black Knight ( Pikap Kablosu )
3.IXOS Rca Hifi kabloları
4.Chord (Favori Markam)

Enver KENBER

Final Scratch : Elektronik Müzikte Devrim

Sürekli değişen ve her zaman önde giden bir momentuma sahip olan bir ‘şey’le doluyum ben, bu
yüzden bu momentumu ya hayatımdan çıkarmalıyım ya da daha da ileriye götürmeliyim”- Richie
Hawtin Her ne kadar CDleri ve plakları izinli -ya da izinsiz- birçok prodüktör ve DJ tarafından kullanılsa
da Hawtin’in soundu her zaman kendini diğerlerininkinden ayırt edilebiliyor. Parçaları, mükemmelliği
yakalamış havası, farklı atmosferi ve değişik karışıma sahip olmalarından dolayı her zaman fark
edilebiliyor. Hawtin’i çok fazla tanımayan bir insan bile çalan parçanın ona ait olduğunu tahmin
edebiliyor.

Onun dünya çapında bu kadar tanınmasının nedenleri aslına bakılırsa çok fazla; ama bunların
arasından Hawtin’in teknolojiye ve yeniliğe açık olmasını sağlayan karakteri öne çıkıyor. Öyle ki; son
albümü “DE9:Closer to the Edit” te 300 den fazla sample kullanmış ve aynı zamanda birçoğumuzun
yakından bildiği minimal techno seslerini sanki ilk defa duyuyormuşuz gibi yeniden edit etmiş . Bunu
nasıl mı yapıyor? Richie Hawtin, plaklar ve dijital işlemler arasında devrim yaratan yeni sistem, yani
Final Scratch hakkında şunları söylüyor : "Bazen ilerleme kaydetmek için insana yeni perspektif
gerekir, ama elektronik müzikte bunun için yeni ekipmanlara ihtiyaç vardır.

Bence bu teknoloji yaptığımız işi tamamen değiştirme kapasitesine sahip.” Hawtin’e bunu söyleten
teknoloji, bilgisayar aracılığıyla eski plaklara müdahale ederek istenilen kısımların bölünmesinde Djlere
kolaylıklar sağlıyor. Böylece parça, bilgisayarda kayıtlı olmasa bile, turntabledan yapılan basit bir
bağlantıyla kolaylıkla sanki bilgisayardaymış gibi kullanılabiliyor. Bununla birlikte sadece turntable
üzerine konulan iki plakla, bilgisayar sayesinde binlerce parçayı, plakları değiştirmeden, Djlerin
setlerinde kullanabilmelerine olanak sağlıyor. Görüldüğü gibi Djler hem eski plaklarını bilgisayarlarında
‘ses dosyaları’ gibi hem de diğer taraftan bilgisayarda bulunan parçaları sadece iki özel plakla çalabilme
fırsatını yakalamış oluyorlar.

"Bunu 2 yıl önce deneme fırsatımız olduğu için gerçekten şanslıyız. Hollandalı bir çift hacker bu fikrin
gerçeğe dönüştürülmesi için görevlendirildi.” diye söze başlıyor Hawtin. "Ben ve John Acquaviva (Dj
arkadaşı ve ortağı) bununla ilgilenmeye ilk başladığımızda, aletlerle çalışmaktan daha iyi bir concept
olduğunu fark ettik. Ancak fikir henüz gerçeğe dönüşmemişti. Ama daha sonra bizimle temasa geçtiler.
John geri döndü ve fikrin artık çalıştığını söylerken çok heyecanlıydı. İşte o zaman işe koyulduk. Ona
ilk prototipi verdiler ve ‘sistemin hangi özellikleri iyi?’, ‘ne gibi handikapları var?’ ve ‘neler yapılırsa
bütün Dj nesli bundan en iyi şekilde yararlanabilir?’ gibi sorulara cevap vermeleri için deneme
sürüşlerini biz yaptık.” Bu “şey”, Djlere Mp3ler, Cdler ve hatta .wav gibi dijital dosyaları turntable ile
kontrol edebilme yetisini veriyor. Final Scratch ile plağa yaptığınız her hareket dijital dosyada gerçeğe
dönüşebiliyor. Örneğin cut, scratch atabilme, back-spinning, parçaların hızlarını değiştirebilme vb... Ve
bütün bunlar kontrolü kaybetmeden yapılabiliyor. Djlerin, Final Sctratch sistemini oluşturmak ve
çalıştırmak için 3 şeye ihtiyacı var: Önceden hazırlanmış bir plak, convertion (değiştirme) box için bir
analog (mixer ve bilgisayarınıza bağlanacak) ve yazılım programı. Seçili olan dijital dosya, bilgisayar
tarafından ‘çal’ komutu verildiğinde, plakta uygun tonlar üretilir. Software programı da bilgisayarı ikiye
bölerek, Djlerin turntable setuplarını uygun bir şekilde yapmasını sağlıyor. Sistem böyle basit bir
düzenekle çalışıyor.

Bunun dışında hiçbir ekstra kontrolöre gereksinim duyulmuyor. Dj, her seferinde plak değiştirmek
yerine, “ses dosyasını değiştir”e tıklıyor. Hatta daha sonra çalacak parçaları da sıraya koyabiliyor.
Sistemin düzeneği böyle, peki Final Scratch’i bir Djin kullanabilmesi için ne gibi teknik donanımlara
ihtiyacı var? Aslına bakılırsa pek de fazla bir donanım gerekmiyor. Her Dj'in kullandığı standart
13
turntable ve standart kartuşlar yeterli. Ayrıca Final Scratch phono/line girişi olan herhangi 2 kanallı
mixerle de çalışabiliyor. Ekstradan ihtiyaç duyulan tek şey minimum 500 MHz prosesörlü bir laptop ve
Final Scratch 10K paketi. (Pakette, yazılım diski, iki çözülmüş plak, ve FSIO -iki ses kartı zorunluluğunu
ortadan kaldıran giriş/çıkış kutusu- ve bağlantı kurmak için gerekli diğer küçük ekipmanlar.)

Bu sistem Technics 1200 den sonra Djler için bulunmuş en dahiyane buluşlardan biri olarak gözüküyor.
yeni teknolojinin getirilerinden yaralanılarak yapılmış eski ruhu koruyan bir teknoloji olan Final Scartch
sayesinde artık Djler yanlarında kilolarca plak taşımak yerine birkaç ekipmanla setlerini kolaylıkla
yapabilecekler.

Cihan Şerbetçioğlu X-ist

"Fuck Acid House!, This is Acid Jazz!";


Gilles Peterson

İnanılmaz bir arşive sahip DJ olmanın dışında, onu dünyanın en iyi müzik dergilerinin sayfalarına
taşıyan ne gibi bir özelliği var Gilles Peterson'ın? Gilles Peterson, tıpkı Motown'ın yaratıcı dehası Berry
Gordy gibi müzik tarihinin ön yüzünü değiştiren dahilerden biri; Gordy'nin İngiliz versiyonu.

Fransız/İsviçre karması bir ailenin çocuğu olarak Güney Londra'da doğan Peterson, 18 yaşındayken
şimdilerde ünlenen Camden'daki Dingwalls Club'da yaptığı DJ oturumları efsanevi boyuttaydı. Setleri
genelde urban cazdan funk'a, soul'dan hip hop'a kadar geniş alana yayılıyordu. Bunların dışında
Peterson, aynı zamanda Acid caz ismini ortaya çıkaran isimlerden biri. Bu isim kuzey soul fanatiği
Eddie Piller ve Peterson arasında yapılmış bir espri sonucunda ortaya çıktı, ama daha sonra bütün
dünyada kabul edilen moda bir sentezin adı oldu.

Pek az kişi Gilles Peterson gibi bir geçmişe sahip olabilir: 13 yaşında caza aşık olan Peterson 15
yaşında Herbie Hancock'u dinlemesinin ardından modern müziklere yöneldi ve 18 yaşında DJ'lik işine
soyundu. Gilles çalıştığı kulübe caz sokmaya başlamış ve cihazlarla bunu bozarak dahası distort ederek
ve bir yandan da gülerek bunu acid caz olduğunu söylemişti. Bu bir şakaydı, ama kimse bunu öyle
algılamadı ve acid caz bir vücuda bürünmeye başladı. Hikayenin bundan sonraki kısmı bildiğiniz gibi.
Özellikle 90'lı yılların başında büyümeye başlayan acid caz insanları akşamdan sabaha beraberinde
dans ettikleri bir tarz haline geldi. Gilles peterson bir trend haline gelen acid caz için şöyle demişti: "
Acid caz bir tarz değil, bir tutumdur." O böyle demiş olsa da acid caz Gilles Peterson'ın da tahminlerini
aşarak bir akım haline geldi.

Acid caz, aynı zamanda Brand New Heavies, Jamiroquai, Mother Earth ve Courtney Pine gibi birçok
sanatçının doksanlı yıllardaki çıkışının da adı. Peterson sadece kendi plak şirketi için değil; aynı
zamanda Blue Note ve Prestige için de toplama çalışmalar yaptı. Elektroniğin caza açılan kapılarını iyice
aralayan Peterson'ın çalışmaları, o kapıları uzun süre açık tuttu. Caz müzisyenlerinin bir kısmının asit
cazı reddettiği zamanlarda, bu akım caz dinleyenler arasında tekrar patlama yaparken, daha çok 24 -
30 yaş kitlesi tarafından ilgi gördü. Pharaoh Sanders ve Roy Ayers gibi sanatçılar bu akıma karanlıktan,
daha doğrusu hiçlikten geldiler, hit oldular. Yeni kuşağın eskinin kıymetlerini kavramasında ve onların
buralara gelmesinde Peterson'ın çok büyük payı var tabi. Peterson, işleri ilerleterek kendine ait plak
şirketi Talking Loud'u kurdu. Bu firma, 4-Hero ve Roni Size gibi birçok drum'n bass sanatçısını ilk
albümleriyle prezente etti. Bunun yanında Peterson, Andy Bey'in Nick Drake'den yorumladığı "River
Man" parçasını yeniden hayata döndürdü.

Talkin' Loud'un, gidişatı içinde funky'den drum'n bass'e doğru bir rota izledi. Bu şirket eklektizm
üzerine mi kurulmuştu, yoksa eklektizmi sadece birleştirici unsur olarak mı görüyordu?: Eklektik çok
tehlikeli bir kelime; evet eklektik olmak Talkin' Loud için önemli bir şeydi, ancak üzerinde yoğunlaşacak
açık bir odak olmalıydı. Amaç şarkıları bütününde birbirine uyumla bağlayacak farklı türleri global ve
çağdaş bir çizgide yakalamaktı. Talkin' Loud'un caz ile olan ilişkisi müziğin ruhu üzerine kurulu. Cazın
gerçek ruhunun zaman dışı oluşu, Peterson konseptinin çıkış noktasıydı. Caz çok önemli etkileşimdi,
ama ne yazık ki günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş olan 50 yıl öncesinin cazı, artık kendi olmaktan
ziyade diğer türler için bir tat olarak yeni yollar açıyordu.

Norman Jay ile beraber çalıştığı 97 tarihli "Journey By DJ"den daha az titreşimli bir çalışma, ancak
deyim yerindeyse daha radikal. Çalışma caz, soul, funk, drum'n'bass, two-step ve aralarındaki bağı
Pharoh Sanders, A Tribe Called Quest, Fania All-Stars, Freddie Hubbard, Ellia Soares, Isley Brothers ve
MJ Cole gibi isimlerin arasında bulduğu Latin ve Brezilya müziklerini barındırıyor. Funkadelic'in sözü bu
albüme uyuyor.
14
İki yıl sonra çıkan "Incredible Sounds of Gilles Peterson" sıradan bir toplama değil: uzun, sıkıcı,
karmaşık veya alışıldık turntable numaraları ile caka satmaması nedeniyle Gilles Peterson asla ortalama
bir DJ olmadı. O ne bir hip hop kolajcısı nede club mix'çisi; bütün bunların aksine Peterson, DJ'liğin
kalitesini sorgulayan bir editör gibi gördü kendisini. Üstünlük karışımda değil de, birbirine uyum
sağlayabilmiş materyallerde olduğu zaman DJ'lik işi, şamanik bir görevden ayrıcalıklı bir bilgiyi

ulaştırma misyonuna bürünür; böylelikle de iki önemli işlevi yerine getirir: Seyirciyi eğlendirme ve aynı
zamanda eğitme. François Gilles Peterson teknik kapasitesinden şüphe etmiyor, çünkü çalışmalarının
nitelikleri ve kaliteleri hatta yüreklilikleri ile üstünlüklerini her çalışmasında kanıtlıyor.

Halihazırda var olan parçaları alıyor ve ard arda sıralayarak çalıyor olması sakın sizi yanıltmasın, çünkü
sanıldığının aksine hiçte sıradan bir iş değil bu. Uluslararası başarı kazanmış olan, dünyanın en çok
satılan ve bizde de bir zamanlar Açık Radyo'nun yayınladığı BBC Radio 1 şovuna sahiplik eden Gilles
Peterson, underground piyasasının ilgisini eski ile yeni arasındaki kültürel köprünün reçetesiyle çekti.
Parça seçiciliğindeki bu kusursuz anlayış, "Incredible Sounds" da yer alan şu sözlerden de anlaşılacağı
üzere, onun sevgi ve nefretinin bileşkesinden meydana geliyor: "Fuck Acid House!, This is Acid Jazz!"
Bu akıl almaz, mucizevi seçmeciliğin ötesinde Peterson, yoğun çılgınlık anlarının toplamından oluşan
anlayışı ile gerçekten kayda değer bir DJ. "Incredible Sounds", öyle iyi ve akılcı bir atmosfer yaratıyor
ki, insan bir an "neden bu sihri daha önceden yaratmadı" diye sormadan edemiyor.

Onun İngiliz club kültürünün en verimli ve parlak zamanlarını doldurduğunu unutarak, zaferini tesadüfi
olarak yorumlayanlar, yaratıcı zamanları tekrar geri çağıran albümü "Worldwide / Programme 1"
çıktığında, nazikçe suskun kalmayı tercih ettiler. Devrim yapan albümleri, Acid-Jazz'ı bir janra
dönüştürdü. Bu dönemde club etkinliklerinde belirgin bir artışa dair çıkış noktasının merkezinde Gilles
Peterson'ın olduğu da varsayılan bir durum. Çılgın Peterson, Funkster sıra dışılığını, ellili yılların tarzı
olan Nice Music'i ile enteresan bir caz tarzına oturttu. Peterson halen İngiliz dans ve caz akımlarının
ilham kaynaklarından biri. Kendi radyo programıyla birlikte, ülke çapında sayısız performanslar sergiledi
ve hemen hemen her yerde kendine has bir hayran kitlesi yarattı. Artık Talkin Loud açık kulaklar için
önemli bir markaydı; caz, drum'n bass, soul ve folk'tan müteşekkil bir müzik anlayışının örnekleri olan
bir dolu ekip şimdi karşımızdaydı.

Caz tatlısı Buddy Rich ve avant-caz ikonu Sun Ra'dan, Drum'n bass paşası Roni Size'a son zamanların
popüler Trip-hop ismi Moloko'ya, hip-hop'ın sert çocukları Gang Starr'dan, babaların babası Miles
Davis'e kadar birçok sanatçıyla bağlantısını koparmadı, onları eski olsun yeni olsun bulundukları
köşelerinden çekti aldı ve yeni anlamlar ve taze ilgiler kazandırdı. Terk edilmiş bir patikada yaşayan bu
parçaları bir araya getirmek için verdiği hukuk mücadelesi de, ayrı bir konu.

Böylesi albümlere genel olarak "toplama" adı verilir fakat bu kategorik isim albümün sürprizlerle ve
farklı tatlar bırakan etkisini ifade edebilmekten öylesine uzak ki... siz iyisi mi boş verin! Sadece Gilles
Peterson'ın usta işi play-list'inin büyüsüne bırakın kendinizi.

Murat Beşer.

EPM 101: Fisherspooner'la Elektro Pop'a Giriş

Dünyanın neresinde üniversitelerde elektro pop'a giriş dersi okutuluyor bilinmez, ama bu dersi
almadan dinlemeye bulaşan her şanslı kişi eninde sonunda EPM 101'in aslında ne kadar gerekli
olduğunu anlar. Olmadı bunun yerine ya Fashion TV'de bir track dinleyip peşine düşmeniz, yada aziz
bir arkadaşınızın doğru zamanlamayla parçayı dinletmesi, o da olmazsa bu yazıyı okumuş olmanız
gerek.

Elektro pop'un onca yıl underground kalması aslında hiç beklenmedik bir durum, çünkü üreticilerin bu
yönde kaygıları neredeyse hiç yok, hatta aksine içlerinden bazı gruplar underground kavramına
oldukça karşılar ve müziğin, daha doğrusu ürettikleri "eğlence"nin, büyük kitlelere hitap ettiğini,
sanatın ve müziğin kitleler için yapılması gerektiği görüşündeler. Diğer taraftan elektro pop müziğinin
vokaller ve kullanılan sesler açısından büyük ölçüde 80'lerden etkilenmesi (New Order, Erasure, Soft
Cell, Depeche Mode ve daha niceleri) kolay üretilebilir ve tüketilebilir (tabii ki her zaman olmamak
kaydıyla) olarak tanımlanabilmesi de bunu destekler nitelikte. Ayrıca bugün yapılan örnekleri ile bu
türün başlangıcı kabul edilebilecek grupların (ünlü Alman elektronik grubu Kraftwerk gibi) ürettikleri
arasında hem kullandıkları ekipmanlar hem de ortaya çıkan müzik itibariyle çok büyük bir fark olmadığı

15
hemen dikkati çektiği halde insanların, daha doğrusu dağıtımcıların zaten aşina oldukları seslere pek
de ilgi göstermemeleri şaşırtıcı bir nokta.

Sebebi tam açık olmayan bu duruma karşın, elbette dünyada özellikle de Avrupa'da bu türün sıkı
dinleyicisi olan ve hallerinden çok memnun kitleler mevcut, hatta bu kitleler internetin sağladığı
imkanları iyi değerlendirerek "eğlence"lerini hem üzerinde tartıştıkları, hem de diğer insanlara
ulaştırdıkları online-forum vb sitelerle sürdürmekteler; electro alliance bunlardan şiddetle tavsiye edilen
bir tanesi! Bunların sonucunda son yıllarda yerel klüpler başta olmak üzere bir çok ünlü klüp
programlarında canlı performanslara sıkça rastlanabiliyor. İlk bakışta "müzik yaparken bilgisayar ile bir
kaç parça ses modülünden başka bir gereksinimi olmayan ve sayıları genelde ikiyi geçmeyen
insanların, sahnede kitleye hitaben ortaya koyacakları ne kadar ilginç olabilir ki?" sorusu akla gelse de,
işin nerelere varabileceğini gördükten sonra insan ister istemez fikrini değiştiriyor.

Bu noktada son zamanlarda isimleri yavaş yavaş duyulmaya başlanan New York'lu freakshow
küratörleri Fischerspooner'dan bahsetmek konuyu pekiştirmek açısından yerinde olur; Fischerspooner
başlangıçta sahnede müzikle performans sergileyen bir kollektivitenin beyin takımı iki kişiden oluşuyor.
Beraber çalışmaya karar verdikleri 1998'e kadar Casey Spooner deneysel tiyatro ve performans
sanatları alanında faaliyet gösterirken, Warren Fischer müzik arenasında şansını denemiş, tanıştıktan
kısa süre sonra da Fischerspooner'ı kurmuşlar. Esas olarak müzik yapmak için yola çıkmadıklarından,
ilk zamanlar sanat performansları yaratmaya konsantre olup, müzik üretimini ikinci planda bırakmışlar.
Hatta ilk albümlerini çıkardıktan sonra bile her fırsatta müzik grubu değil, bir sanat kollektivitesi
olduklarını ısrarla dile getirmekteler. Bu konudaki ironik açıklamalarına karşın (80'lerden ve müzikten
nefret ettikleri yönüde de beyanatları mevcut), ağustos 2001'de 10 şarkıdan oluşan ilk albümleri "#1"ı
çıkardılar. Şimdilerde ne yaptıklarını tanımlamaya çalışmaktan vazgeçtiler, müzikli performans yerine
"performanslı müzik" üreterek amerika ve avrupa klüplerini hastalıklı şovlarıyla kasıp kavuruyorlar.

Grubun, baştan aşağıya boyanmış vücutlar, yanmış arabalar, Robert Smith saçlı dansçılar ile beraber
bol miktar kırmızı ve siyah lateks, sahte kan ve yapay rüzgar efekti içeren gösterileri görsel olarak
sürekli sansürle karşı karşıya kalan Nine Inch Nails, Marilyn Manson kliplerini aratmazken, ortaya
çıkardıkları müzik punk, pop, indie ve electro arasında zorlukla sınıflandırılabilir nitelikte; karşı yönde
yaptıkları açıklamalara karşın 80'lerin tartışılmaz bir etkisi de buna eklenince, rahatlıkla elektro pop
olarak tanımlanabilir.

Elektro Pop'taki hareketlenme Fischerspooner'la sınırlı değil. Daha az adı duyulmuş birçoklarını
Fischerspooner'ın plak şirketi alman international deejay gigolos www.gigolo-records.de bünyesinde
barındırmakta: Drexciya, Miss Kittin & the Hacker, Warp ve Rephlex Records'la da çalışan DMX Krew,
Dopplereffekt bu şirketten çıkan çok başarılı gruplar. Bunların dışında hollandalı ikili Legowelt, Anthony
Rother'in projesi Little Computer People, Hong Kong Counterfeit, Ersatz Audio Recordings'ten Adult.
her biri ayrı ayrı ele alınmayı hak eden son derece kişilikli müzik kaynakları. Son olarak www.minimal-
elektronik.de tüm bunların bir arada bulunabileceği bir link.

Fisherspooner'dan 'The 15th' yi dinleyin

keep it retro

Pop'un Anarşist solcuları; Noir Desir

Noir Desir grubunu tanımayanlar bile onların beş yıllık suskunluktan sonra çıkardıkları "Des Visages,
des Figures" albümündeki Manu Chao'nun gitarları eşliğinde tıngırdayan 'Le vent nous portera' adlı
şarkısını ezbere biliyor.

Müzik kariyerlerinde 20 yılı devirmiş olmalarına aldanmayın, onlar halen ilk günkü kadar amatör ve
heyecanlılar. İşin 'show business' yönüne fazla girişmediler, her yerde görünmediler ve yüzlerini fazla
eskitmediler. Televizyon programlarına çıkmayı reddediyorlar, kazandıkları müzik ödüllerini kabul
etmiyorlar, albümlerinin yapımı için süre kısıtlaması istemiyorlar. Yani kısacası Noir Desir aklına bir şeyi
koymuşsa, siz bunu asla değiştiremeyeceğinizi bilin. Noir Desir imajını, promosyon için değil, insancıl
ve hatta politik nedenler için kullanıyor.

Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen, Fransa'nın Grammy ödülleri dengi olan 'Victoires de la Muzique'
töreninde, grubun solisti Bertrand Cantat, Fransız Universal Müzik başkanına sert eleştiriler bulunduran
bir mektup okudu. Küreselleşmeye karşı mücadeleye cephe alan, Universal Music'in yan firması Barclay
için 1987'den beri kaydeden Noir Desir, 'yoldaş başkan'larına isimlerini kullandığı için sitemde bulundu.
16
Bertrand Cantat, okuduğu sert üsluplu mektubun ve öfkesinin nedenlerini Le Monde'a verdiği bir
söyleşide anlattı; biz de sizler için çevirdik.

1996'da iki ödüle layık görülmüştünüz, ama organizatörlere bir faks çekmekle yetindiniz. Bu sene
törene gelmeye ve bu mektubu okumaya sizi ne teşvik etti?

Bunu yapmamız gerekiyordu, neredeyse fizik bir ihtiyaca dönüşmüştü; içeriye çekiliyoruz ve sadece
seyirci kalıyoruz. Bu adam bizi ve Zebda'yı teminat olarak kullanıyor. Bizim sayemizde, "Bende açık
sözlü, neredeyse anarşist insanlar var" diyebiliyor. Hayatımızın 20 yılı dahil her şeyi elde edebiliyor ve
bu çok mide bulandırıcı, çünkü aynı dünya görüşüne sahip olmadığımızdan eminiz.

Onunla hiç karşılaştınız mı?

Hayır. Hiç alakamız olmayan bir insan. Onun için herşey, hiç bir şeyin değeri olmamasında. Noir Desir
ve Zebda, aynı şey çünkü aynı bütüne aitler. Durumun iğrençliğini o yaratmadı, ama sürekli ismimizi
kullanmakta çok ileri gitti. Biz salt erkinlik yanlısıyız, liberal değiliz. Liberaller dünyanın piyasanın bir
kopyası olduğuna inandırıyor, Universal'in logosu gibi. Finansal açıdan pek iyi gitmediğini sezdim, ama
iletişim konusunda çok başarılılar. Bu adam müthiş birisi: ne yapıyorsa huzur için yapıyor, Amerika ile
ilişkileri sağlama alıp herkesin oyuncaklara sahip olması için yapıyor.

İsminizi nasıl kullandı, bir örnek verebilir misiniz ?

Jean Marie Messier ocak ayında France İnter radyosuna konuştu ve Noir Desir'i örnek göstererek,
Fransız plaklarının çeyreğinin yurt dışına satıldığını iddia etti. Bu doğru değil. (grubun son albümü, plak
şirketine göre, Fransa'da 700000, dışarıda 90000 sattı) İnsanlar itiraz edilmediği sürece her şeyi
söyleyebiliyor ve bundan hoşlanıyorlar.

Sizce bu mektubun sonuçları ne olur ?

Bilmiyoruz. Bazı anlar vardır ki, düşüncelerinizi söylemek için cesaret bulmanız gerekir ve bunun bir
dayanışma sağlayacağını umuyoruz. Bundan hiç kimseye bahsetmedik, hesaplamadık, çünkü eğer fazla
hesaplarsanız cesaret yok oluyor. Plak şirketi fakirleri sömüren kötü zenginler tarzında bir suçlama
bekliyordu, ama bunun kimseye hiç bir yararı olmazdı.

Bir kopma söz konusu olabilir mi ?

Barclay'ın iyi anlaştığımız yeni bir ekibiyle imza attık. Kaydedecek bir albüm daha var, yani bir kopma
durumu yok. Ama nereye varabileceğini hiç kestiremiyoruz. Düşündüğünün aksine, kaybedecek bir
şeyimiz yok. Bence, Messier suskun kalacaktır.

Çabucak bir plak çıkartıp kontratınızdan kurtulmanız mümkün mü ?

Hayır, çünkü bu plağı ve dinleyicileri rehin almak olur.

Bulunduğunuz konumun çelişkileri yüzünden eleştirildiniz, sistemin içinde ama on karşı.

Bu eleştirilere düşünüldüğü kadar hassas değiliz. Universal'de olmadıkları için rahat olan, bize sorulan
soruların asla sorulmadığı sanatçılar var. Konu sadece bizi kapsamıyor. Okuduğum mektupta
Messier'nin yalnız olmadığını özellikle belirttim. Herkes tepki göstermekten korkuyor. Bir görevimiz
olduğunu düşünüyoruz ve kendimizi yalnız hissetmekten nefret ediyoruz. Plak satan başkaldırıcı bir
istisna olmak ve bu pislikte devinmek hiç ilgimizi çekmiyor.

Le Monde.

Elektronikanın 20 Albümlük Geçmişi

Spin dergisi yazarlarından Neil Strauss'un yirminci yüzyılın ikinci yarısını baz alarak yaptığı bu seçkinin
üzerinden yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, halen güncelliğini koruyor.

17
Clara Rockmore: The Art of the Theremin (1975)
Günümüzde kullanılan elektronik aletlerin babaları olarak isimlendirebileceğimiz şeylerin ciddi anlamda
ilk defa bir araya geldiği albüm . Zamanını çok ilerisinde yaşayan deneysel sanatçının hayranlık
uyandıran cesareti, günümüze ve yarınımıza ışık tutuyor. Bir uçan daire vızıldaması, mekanıon her
yerinde dolanan bir ses örgüsü ve her sesin birleştiği noktada gerçek bir ses virtüözü: Clara Rockmore.

Karlheinz Stockhausen: Gesang der Junglinge 1)Kontakte (1963)


1950'lerde kendilerini uçsuz bucaksız bir çöl macerasının içine gözü kapalı atan Avrupa'lı besteciler,
elektronik müzik için avangard bir tavırda teyp tonlarını parçaladılar, deforme ettiler ve rastlantısal
deneylerle oynadılar. "Gesang der Junglinge"de bir çocuk sesi, makine sesi çeşitlemeleri, uzay
boşluğunda birleşiyor ve kendi müzikal dilini yaratıyor, bir sonraki kuşağa havale ediyor.

Perrey-Kingsley: The in Sound from Way Out (1966)


Moog ve synthesizer'ın doğmasıyla beraber 1964 yılının elektronik müziği, daha pop bir kabuğa
büründü ve Jean-Jacques Perrey ve Gershon Kingsley bunun kahinleriydiler. 'Jungled Blues From
Jupiter'le daha dinamik, hızlı, baloncuklu sesleri yuvarlarken ve Kraftwerk'in 'Computer Love'ının da
temposunu artırdılar. Severek dinlediğimiz elektronika ekibi Plaid'in geleceğini müjdelediler.

Terry Riley: Rainbow in Curved Air (1969)


Bu albümle ciddi-ağır ve rahat dinlenen pop müzik arasında bir noktada kendine yer edinen öncü
kompozör ve piyanist Terry Riley, dönüşümlü elektronik kompozisyonları ve klasik minimalist tavrıyla
new age ve ambient müziğin iyi veya kötü hazırlayıcılarından biri oldu. John Cale gibi kategori dışı
isimlere de hizmet veren Riley, daha sonradan ünlenen bu albümün adını rock grubu Curved Air'e
bağışladı.

Donna Summer: Love to Love You Baby (1975)


70'lerin disko müziğinin modern dans müziğine olan etkisi inkar edilemez bir gerçek; Hot Butter'ın
"Popcorn"u bir tekno tadında ve Giorgio Moroder'ın synth-telli çalgı tonları çalışmalarıyla beraber
Donna Summer, pop soundunu bir dans groove'a çevirdi; özellikle de 17 dakikalık bu orgazmda. Hangi
kuşaktan olursanız olun, bu baştan çıkarıcı parça aynı derecede kalp atışlarınızı hızlandıracak.

Kraftwerk: Trans-Europe Express (1977)


Tekno, house, rap, disko ve daha bir çoğunun müzikal ve felsefik temel taşı Alman elektronik dörtlüsü
Kraftwerk, canlı ve canlı olmayan ses dünyalarını makine ritimleriyle bir araya getirdi ve insanın kanını
kaynatan tutkulu elektro fütürist ses harikaları ortaya çıktı. Pek çok müzik yazarı ve izleyicisi için bu
albüm bir kilometre taşı; her şey onunla başladı, hatta belki de hala onunla devam ediyor.

Brian Eno: Music for Films (1978)


Ambient ve elektronik müziğin, gerek kendisi olsun gerekse de türevleri onun adıyla özdeş. Herkesten
evvel takip edilecek rotayı işaret eden bu mucizevi bilim adamı, halen önder. Enstrümantal, ambient
müzikte ilk ve en başarılı Eno keşiflerinden biri olan "Music for Films" elektronik ve akustik
enstrümanların kaynaşması, boşluğun melodisi ve hareketi çeşitli ses değerleriyle bir arada.

Cabaret Voltaire: Red Mecca (1981)


Elektronik müzik aleminin en uzun ömürlü gruplarından Cabaret Voltaire, her dem taze; kendini
yenilemeyi iyi biliyor. Kendi dalında bir numara Stockhausen ve Kraftwerk'in birbirine zıt düştüğü
endüstriyel müzikte Cabaret Voltaire, Throbbing Gristle ve Ministry gibi çağdaşlarıyla beraber
elektronik müziğe karanlığı sunarken "Red Mecca"yla da gürültülü ve funk yeni bir tür yaklaşıma girdi.

Afrika Bambaataa and Soul Sonic Force: Planet Rock (1986)


Afrika Bambaataa'nın 80'li yılların başında filizlenmiş benzerlerinden başka bir elektro-funk tarzı vardı.
Bu albüm vocoder, drum machine, birkaç turntable, bir ses efekti kütüphanesi ve bir kaç Kraftwerk
çıktısıyla beraber rap koleksiyonlarındaki vazgeçilmez yerini aldı. Sokak kültürünün ne kerte menem bir
şey olduğunu öğreten bu müzisyenlerin katkısı sadece turntable'ı kazandırmakla sınırlı değil.

Various Artists : The New Dance Sound of Detroit Techno (1988)


Yavaş yavaş önem kazanmaya başlayan Detroit teknosu ve Chicago house, dans müziğini
sample'lanmış sesler ve dakikalık ritimlerle dolu, canlı, ruh sahibi bir elektronik dünyasında farklı
formlara soktu. İlk çıktıklarında günübirlik hevesler gibi algılandılar; kimse yüzlerine bakmadı, burnu
büyük çevrelerce horlandılar. Bu parçaların bu zamanlara kadar gelmesi de çok hayret verici
gerçekten.

18
Various Artists : Rave Generation 2 (1994)
İngiliz, beyaz orta ve ortanın üstündeki sınıfların stüdyosu, Orta-batılı siyah teknosu ve house
müzisyenlerinin vızıltılarını aldılar; hepsini bir tencereye atarak kendi farklılıklarıyla biraraya getirdiler.
Erken dönem 90'ların sert, hızlı rave klasiklerini bir yere toparladılar; 'Dominator'dan 'James Brown is
Dead'e, Prodigy'den Utah Saints'e kadar. Aklınıza dans adına ne geliyorsa.

Moby: Moby (1992)


Daha o zamanlar sümüklü sıradan bir çocuktu; kim derdi ki, ilerde tekno müziğine yön verecek diye.
Ne var ki, tekno müziğin tam da yeni bir yüze ihtiyacı varken, New York'lu DJ ve prodüktör Moby
olarak çıka geldi; birçok kereler takma isimle çıkardığı single'larını kaydetti. İtici, katlanılmaz ritimlerle
ve minimal iyi seçilmiş sample'larla beraber bu ilk albümünü yarattı.

Aphex Twin: Selected Ambient Works 85-92 (1993)


Ve tekno bir ikonoklast aradı; evde yapılmış synthesizer kayıtlarından kırılan soda şişelerinden,
gençliğinden beri kaydettiği herşeyi parçalayıp, müzik haline getiren Richard James oldu bu. "Tekno
dans müziği kadar akıcı dinlenilebilir" fikrini kafalarda soru işaretleri uyandırarak ısrarla kabul ettirdi.
Sizin müzik olabileceğine ihtimal dahi veremeyeceğiniz garip soundun müzik olabileceğini ispatladı.

Seefeel: Quique (1993)


Daha çok post-rock mahalesinin delikanlıları olarak ün yapan Seefeel, ara sıra başka sulara yelken
açıyor, ama işini de iyi yapıyor. Müzikal bir döngü içinde Seefeel elektronik müzik yaratımı için bir rock
grubu enstrümantasyonu kullanıyor ve elektronikayı enstrümandan öte bir tavırla ilgili yaklaşım
olduğunu akıllara kazıyor. Her iki lezzeti de ustaca bir denge içinde birarada sunuyor.

Future Sound of London : Lifeforms (1994)


Sesler ve enstrümanlarla beraber, dünyevi organik sesler ve elektroniklerle beraber "Lifeforms",
mühendislik öğrencisi Londralı ikili elektronik müziği, titiz ve zekice planlanmış tekno kompoziyonlarla
tanıştırıyor. Teknolojinin nimetlerinden yararlanma konusundaki önderliği elden bırakmadan, Robert
Fripp'e duydukları derin saygıyı ihmal etmeden gerçek birer bilim adamı gibi çalışıyorlar.

Various Artists : Headz (1994)


Bu toplamayla beraber İngiliz Mo' Wax şirketi, elektronik dans müziğini bireysel, hissi ve dışa vurumcu
müzisyenlerle beraber eski fikirlerle yenilikçi bir tavırla karşımıza çıkartıyor. Sokaktan gelen arsız ve
cüretkar break-beat'çiler ilk defa kendilerini ispatlıyor, hassas kulaklarda itibar kazanıyor. Attica Blues,
Autechre, DJ Shadow ve diğer caz, tekno, hip-hop ve türevi sentezcileri bir araya geliyor.

Various Artists: Drum & Bass selections 1 and 2 (1994)


O güne kadar Drum'n Bass parçaları bölük pörçük durumdaydı; birinin bu müziği konseptler halinde
kategorize etmesi gerekiyordu. Bu ikili İngiliz toplaması en çılgın breakbeatler ve hip hop: jungle'a bir
cevap niteliğindeki titreten basları biraraya getirdi. Daha başkalaşmış bir jungle görmek isterseniz de,
Suburban Base ve Moving Shadow etiketli kronolojik single toplaması "History of Hardcore"a bir kulak
verin.

Goldie: Timeless (1995)


İşte ne olduysa bu albümle oldu. Drum'n Bass'in bütün standartları ve vazgeçilmez temelleri burada
atıldı. Ondan sonraki her şey onu referans kabul etti, kaçınılmaz olarak bir parçaları ona benzedi.
Çağdaş dans müziğinin usta sentezcileri jungle ve ambient müziğini kaynaştırdı; elektronik
enstrümanlar, teknoloji ve ruhun birbirinden kopmadan bir araya geldiği albümde yeniden hayat
buluyor.

Mad Professor & Massive Attack: No Protection (1995)


Massive Attack kendini bu alemde muazzam albümlerle kanıtlamıştı. Onların üzerlerine bir şeyler
yapmak kimin haddineydi. Mad Professor diye cesur biri çıktı; eski yaklaşımları remiks'leyip yükselten,
dub uzmanı Mad Professor, Massive Attack'in "Protection" albümünü aldı ve ondan bambaşka birşey
yarattı; daha güzel müzik parçacıkları, dans müziğin fikrine sadakatla beraber tamamlanmış bir albüm.

Coldcut : Journeys by DJ (1995)


Piyasanın altını üstüne getiren pop parçalarına farklı isimlerle imzasını atan bu DJ, elektroniğin en
önemli sanat formlarını remiks'lemiş ve kolajını sunmuştu. Bu çalışmada Coldcut, bilim-kurgu
parçacıklarından, Mantronix eletro-funk'a, Plastikman teknosuna, Photek Jungle'ına ve tabi kendi
sample-ağır single'larına kendi elektronika geçmişini dinleyiciyle karşı karşıya bırakıyor.

19
Jim O'Rourke: Dostlar, Eğilimler ve İtiraflar

Gelenekselcilik ve vanguardizm arasında gidip gelen, önüne çıkan tüm sınırları bir bir aşan bir atı
sürüyor Jim O'Rourke. Bazı çevreler ona modern müziğin Leonardo DaVinci'si derken hiçte haksız
değiller; henüz yirmi beş yaşındayken on uzun çalara imza atmak ve Henry Kaiser, Illusion of Safety,
John Oswald, Christoph Heemann, John Duncan, Voice Crack, Eddie Prévost, Kazuyuki Null, Tortoise,
Derek Bailey, Eugene Chadbourne, Hugh Davies, Keith Rowe ve David Jackman gibi isimlerle çalışmış
olmak, ancak Jim O'Rourke gibi bir dehanın işi olabilir. Dehanın ayak izlerinin peşinde deneysel-pop
dünyasında ufak bir gezinti yapmak isteyenler, bu taraftan.

Jim O'Rourke günümüzde deneysel, pop, elektronika, indie ve avangard akımları bünyesinde
barındıran ender isimlerden biri. Ancak belki de onu bu kadar özgün ve özel kılan şey bunları dik kafalı
veya soğuk bir tavırdan öte sevecenlik ve içtenlikle kaynaştırmasında yatıyor. O'Rourke'un sahne
kariyeri 1987 yılında Chicago'da "The Elivs Messiahs" ile başlamış olabilir, ancak Jim için her şeyin
başladığı an altı yaşında ilk gitarını eline aldığı zamandı. Genellikle bu yaşta gitarını alanlar birer virtüöz
olup çıkar ve bir nota fırtınasını kafanıza kakarlar. Neyse ki, hangi sebepten bilinmez, O'Rourke için
müzik bundan daha öte bir şeydi. DePaul Üniversitesinde kompozisyon eğitimi alan O'Rourke, okul
yılları hakkında şunları söylüyor: "Küçükken değişik türden müzikler bulmak için can atardım. Yani
okulda daha önceden bilmediğim hiçbir şey duymadım. Profesörlerin çoğu kompozitörleri tanımıyordu
bile. Onlar için müzik Stochausen'de ölmüştü, en fazla Steve Reich'e kadar gidiyorlardı. Müzik
okulundaki eskimişliğe dikkat çeken O'Rourke okuldayken pek fazla öğrencilik hayatı yaşamadı. Okulda
elektronik müzik sınıflarında öğretmenlik yaptı ve Metallica çalmak isteyenlere özel gitar dersleri verdi.
Jim ve Arkadaşları:
"Bir grup ile çalışmak benim için her zaman bir ödül gibi olmuştur. Çünkü en çok öğrendiğim zamanlar
bu anlardır. Sizinkinden ayrı görüşler ve vizyonlar keşfedersiniz" sözleriyle arkadaşlıkların ve bunların
müziği üzerindeki önemini açıklıyor O'Rourke. Jeb Bishop, Derek Bailey, Tony Conrad'dan Stereolab,
Smog, Tortoise'a ve daha nicelerini kapsayan beraberlikler listesi var onun. Prodüktörlükten yan
projelere, Jim bu isimlerin hepsinde kendisinden bir parça ve kafasındaki binlerce fikriden bazılarını
gerçekleştirebileceği alanı buldu. O'Rourke'un en son birlikteliği deneysel-indie rock'ın babası Sonic
Youth ile olmuştu: "Sonic youth ile birlikteliğim Kim Gordon aracılığı ile başladı. Büyük bir Smog
hayranıydım ve sürekli Bill Calahan'la çalışıyordum. Böylelikle kendi çalışmalarını mikslemem için benle
bağlantı kurdu. Bundan sonra "NYC Ghosts and Flowers"ı kaydettiler, sonra kayıtlar üzerinde çalışmam
için beni çağırdılar ve ardından üzerine bir şeyler eklemem için beni ikna ettiler. Ben de onlara eğer üç
gitar ve altta bir şeyler olursa sizle tura çıkmak zorunda kalacağım diye şaka yapmaya başladım, ama
sonunda şaka gerçek oldu ve bir sene boyunca turnedeydik. Ondan sonra grubun bir parçası olmama
karar verdiler. "Goodbye 20th Century"de çalışmak çok eğlenceliydi ve son albümlerinde çalmak
muhteşem bir deneyimdi."
"Chicago Familyasından Değilim"
O'Rourke Amerikan indie müziğinin en son ve üzerinde en çok kafa patlatılan ürünü post-rock ve post-
rock'ın kalbinin attığı yer olan Chicago ile bütünleşen bir isim. Fakat O'Rourke bunu reddediyor:
"Chicago'da doğmuş olmama rağmen, asla kendimi buranın müzik sahnesinin bir parçası gibi
hissetmedim. Genellikle benim ekolün en önemli üyelerinden biri olduğum gibi şeyler söyleniyor, ama
asla böyle olmadı. Aslında New York'ta yaşıyorum ve oralara çok fazla gitmem. Tabii bunun yanında
Chicago'da çok beğendiğim ve saygı duyduğum isimler var. Örneğin Bobby Conn, Rob Mazurek, Edith
Frost yada Drag City'dekiler. Bu isimler kanaatimce Amerika'daki en iyi rock isimleri."
Jim ve Müziği:
"Kendi çalışmalarımın hepsine bir bütün olarak bakıyorum. Onları deneysel olanlar yada olmayanlar
diye ayırmam. Benim yaptığım, aynı şeyi iki kez tekrarlamamak ve mümkün olan her türlü müzikal
alanda çalışmak. Böylelikle değişik yönlere dağılabiliyor ve değişik şeyler öğrenebiliyorum; bu eninde
sonunda değişik projeler için yararlı oluyor. Sadece bu şekilde çalışabiliyormuşum ve her şey şans eseri
ortaya çıkıyormuş gibi izlenim var. Esasında bu doğru, müzik yapıyor olmam bile gelişigüzel bir durum.
Eğer daha varlıklı bir aileden geliyor olsaydım film çekiyor olurdum" sözleriyle anlatıyor müziğini
O'Rourke. Her ne kadar bir çokları tarafından 'Gastr del Sol'un elemanı' olarak tanınsa da Jim
O'Rourke'un oldukça geniş bir solo kariyeri var. İlk çalışmaları ("Use" ve "Terminal Pharmacy") algı
düşmanı, ağır ve kompleks olan deneysel çalışmalardı. 99 yılında yayınladığı "Euraka" albümü ile
çizgisini her zamanki gibi biraz daha değiştirdi O'Rourke. Albüm daha indie ve ironik-pop bir tınıya
sahipti, nitekim bu albümün takipçisi "Insignificance"de bu çizgiyi ve O'Rourke'un ismini biraz daha
yukarılara taşıyan bir çalışma oldu. Tabii bunlara O'Rourke'un John McEntire (Sea and Cake, Tortoise)
ve David Grubbs ile olan grubu ve 1993'ten en son 1998 yılında yayınladıkları "Camoufleur"a uzanan
Gastr del Sol'u da eklemek gerekir

20
Post-rock'tan avangard'a uzanan bir çizgide Gastr del Sol bir çok müzik eleştirmeninin göz bebeği
olmuş ve bir çok gruba da ilham kaynağı olmuştu. Son iki çalışması için şunları söylüyor O'Rourke: "İki
albüm arasında çok büyük benzerlikler olduğu kesin, ama bazı farklılıklarda var. En büyük farklılık
"Eureka"ın tamamen bir stüdyo albümü, "Insignificance"ın ise daha çok canlı kaydedilmiş bir albüm
olması. "Halfway to A Treeway"in kayıtlarında ise kendimi ilk defa bir grupla çalıyormuş gibi hissettim.
"Insignificance", "Eureka"ya göre daha rock. Esasında sadece daha fazla elektro gitar var (Gülüyor)
kanaatimce bu iki albüm ve "Halfway to a Treeway" apaçık birer pop albümü." Jim O'Rourke müzik
anlayışını haklı çıkarırcasına Mego plak şirketinden yayınladığı "I'm Happy and I'm Singing and 1, 2, 3,
4" adlı elektronika albümüyle melodiyi, aksaklığı ve karmaşayı uzun metrajlı üç parçayla bir araya
getirdi ve yeni bir boyutun kapılarını aralamış oldu. Bu şimdilik O'Rourke dehasının ulaştığı son nokta;
onun aşacağı ve nihayetinde bizi tekrar şaşırtacağı daha nice kavram ve nokta var.

Elektro'nun Kalbi; Break-Beat'ler

Uzak, çok uzak bir galakside, Squarepusher, Mike Paradinas ve Luke Vibert gibi home stüdyo
hayalperestleri breakbeat kültünü hummalı bir heyecanla yeniden icat etti.

Drum'n bass'in dinleyicilerinden pek çok talebi vardır; gürültü tapınaklarında ibadet eden hayranları
ona, çeşitli şamanik gölge şekiller vererek yarattıkları kültür, kamu oyunun arazisine girdiğinde, bu
kültürün merkezinde kalanlar en az seviyede yenilik içeren çalışmalar olur. Her zaman olduğu gibi,
istedikleri şekilde serserilik yapan, uçlarda gezinen ve sınırları genişleterek ilerleyenler; yaşam
tarzlarında bir kazığa yer vermeyen göçebelerdir.

Hiç bir drum'n bass müzisyeni kendi müziğini analiz etmeye kalkmaz; açıkça, satın aldıkları
albümlerden daha iyisini yapmak için çalışmaktan yada yeni bir ses ve ritim bulduklarında gaza gelerek
işe başlamaktan başka hiç bir stratejileri yoktur. Ama asıl büyüleyici olan, o kişisel, evcil stüdyonun,
onların ellerinde çeşitli müzikal keşifler ve icatlar için bir çeşit dijital oyun alanına dönüşmesidir.

Geçmişin ve günümüzün seslerinin derinine inerek ve onları "gelecek" olarak etiketlenen her şeyin
ötesine taşıyarak kendi sınırlarını oluştururlar. Onlarınki, yaratıldıkları yerin üstüne çıkan bir müziktir;
teknoloji, yatak odasındaki rüyalar kadar zayıftır.

Squarepusher: Sınırları Zorlamak


Tom Jenkinson'ın parmakları, perdesiz basının klavyesinde yavaşça ilerliyor; "Nesneleri kendi
değerlerine göre algılarım" diyor, "Değerleri, ne yapabildikleriyle ölçülür. İnsanlar kendilerini nesnelerle
kuşatıyorlar, sadece müzikte değil, bütün hayatlarını süs eşyaları ve dekorasyonlarla dolduruyorlar.
Şahsen ben her şeyi minimumda tutarım ki, beni bir yerlere itsin. Her yeni şarkımın beni yeni bir yola
sokmasını isterim."

Tom, kendine Squarepusher diyor. Dinleyenlerde şaşkınlık, eğlence, hayret ve alay dalgalanmalarını
eşit derecede hissettiren albümlerini, Richard 'Aphex Twin' James'in şirketi Rephlex'den yayınlıyor.
Albümleri genelde, hız, geridönüşümlü çöp, kaos, dijital virtüözlük ve breakbeat gibi 90'lı yılların
saplantılarından oluşuyor. İlham ve sıkıntı arasında bir şey. Tom Jenkinson, Richard James'in elinin
değdiği müzisyenlerdeki tüm çelişikliği içinde barındırıyor. Temel kaide şu: "Sadece şarkılar yapmak
istiyorum, yayınlanıp yayınlanmayacakları önemli değil, kendim için yapıyorum o halde üzerinde
konuşmaya da gerek yok?"

Jenkinson, "Bence idol mertebesi hem toplum hem de sanatçı için zararlı bir konum" diyor. "Bu yüzden
fotoğrafımın çekilmesi beni o kadar heyecanlandırmıyor. İdol olma düşüncesinden pek hoşlanmıyorum.
Beni korkutuyor, çünkü bir insan olarak değerimi düşürdüğünü düşünüyorum. Özellikle bir müzisyen ve
sanatçı olarak. İnsanlar senin kutsal bir şey olduğunu düşünürler ama değilsindir, sadece farklı birşeyle
uğraşan normal bir insansındır."

Kendisi ve çağdaşları hakkında yapılan 'hardstep' tanımlamasının pek doğru olmadığını düşünüyor,
çünkü bu müzikte pek kesin bir şey yok. "Basın bizi Jungle olarak tanımlıyor ama değiliz. Benim bir
hayat tarzım yok."

Jake Slazenger: Buna U-Ziq mi diyorsunuz?


"Pozisyonlar değişti, daha farklı bir yerdeyim. Bu müzik işinin nasıl yürüdüğünü bilirsiniz işte." Mike
Paradinas çok düşünceli gözüküyor. U-Ziq'in müziği çoğunlukla geçişlerden, elektro-funk'la sarılmış

21
melodi parçacıklarından ve karmaşalardan ibaret. "Bir albümdeki şarkı sıralaması çok önemlidir" diyor
Mike, "Doğru sıralamayı bulmak için büyük sıkıntılar çekiyorum."

Londra'nın velvelesinden uzakta Worchester'da, her zamankinden çok daha fazla plak satın alarak
yaşayan Mike, müziğine her daim yeni öğeler katmadan duramıyor. Squarepusher ve Luke Vibert daha
sert bir şeyler için araştırma yaparken Paradinas, Frank Zappa ve Ornette Coleman gibilerinin değeri
bilinmeyen müziklerini keşfediyor. "World müziği hakkında pek bir şey bilmiyorum ama çok fazla doğu
kökenli geliyor kulağa. Çok güzel ürünlerle karşılaşabiliyorsunuz. Akordu bozuk eski analog aletler de
böyle. Benim sevdiğim de zaten böyle şeyler; uyumsuz ve Jungle. Bende bunları birleştiriyorum sayılır.

Plug: Üstümdeki piriz


Luke Vibert, aka Wagon Christ ve şimdi Plug (Vibert'in breakbeat'te vucud bulmuş hali), bu müzik
içinde en başarılı olanlardan biri. Normal bir insanı öldürebilecek derecede çalışıyor. "Dört gün
uyumadan durabilirim, böylece daha çok çalışabiliyorum. Ne zaman istersem o zaman çalışırım, başka
eğlencem yok." Çok doğru, söylediğine göre altı senedir bir kız arkadaşı yok ve izlenildiğini hissettiği
için de çok az DJ'lik yapıyor. Plug'ın müziği bir rüzgar gibi sizi savuruyor ve aynen öyle bir ortamda
yaratıldığı da açık. Virgin'le yaptığı beş albümlük anlaşma, kafa karıştıran deneylerine gönül rahatlığıyla
devam etmesini sağlıyor.

Squarepusher gibi onun da müziği adına bir formül yok. "LTJ Bukem'in yaptıklarını sever gibi
olmuştum, ama tam olarak değil, benim için çok sıkıcı onlar, birtakım kuralları izliyorlar. Benim
müziğim ise neredeyse kabul edilemez bir yolda ilerliyor." Bu şeytanvari tavrının altında Luke,
elektronik müzik ve house müziği arasında kesin ayırımlar yapıyor. Şarkılarının ise, "basit drum' n bass
şarkıları olmadıklarını, kendisi hakkında çok şey söylediklerini" belirtiyor.

Richard James ve Mike Paradinas gibi o da 50 ve 60'ların deneysel moog müziklerine kafayı sarmış
durumda. Biraz üstüne gittiğiniz de ise, albüm yayınlama hareketinin bir dereceye kadar verimini
fazlalaştırdığını itiraf ediyor. "Yalan söyledim, albümleri sadece kendim için yapmıyorum. Tabii ki bir
yere kadar diğer insanları da düşünüyorum. Ama sadece başka insanların beğenisine göre, hiç
sevmediğim şeyler de yapamam." Peki dünya üzerinde Vibert'in müzik yapmasını engelleyecek bir şey
var mı? "Belki sağır olursam, ama kör olsaydım bile sanırım devam ederdim. Bu tarz şeyler işte." Peki
yapmak istediği başka şeyler var mı? "Aman Tanrım, hayır! DJ'lik dışında yapabildiğim ve yapmaktan
zevk aldığım tek şey bu.

Squarepusher'dan 'Squarepusher theme' i dinleyin

The Wire

Dijital hayalet: DJ Spooky

Kimse Paul D. Miller'ı (aka DJ Spooky That Subliminal Kid) tam olarak nereye koyacağını bilemiyor.
Onun da istediği bu zaten. Yüce konuşma sanatı ve çarpıcı sloganlarıyla (mesela DJ'liği 'mood'
heykeltraşlığı olarak tanımlıyor) son birkaç yılda New York'un en ünlü ve tartışmalı simalarından biri
haline gelen DJ Spooky'yi The Wire'dan derledik.

Kool Keith, Killah Priest, Organized Konfusion ve Thurston Moore gibi isimlerle çalışan Spooky, "Benim
için en büyük iki kavram, kültürel yayılım ve post- akılcı sanattır" diyor. "Kültürel yayılım"la kastettiği;
sample döneminde, kültürel göstergelerin daha az ırksallaşması ve uçuklaşmasıyla bütün farklılıkların
silindiği bir mevkiye gelinmesi; "Post-akılcılık" ise, sanatın tek bir anlamdan yada hikayeden değil,
sürekli değişen duyumlardan ibaret olması demek. Her iki sendrom için de en iyi örnekler, özellikle
Spooky'nin favorileri olan Ambient, Trip hop ve Jungle gibi dijital dans müzikleri.

Popüler kültürün merkezi ve underground'un kesiştiği noktada Spooky, kültürel bir işaret gibi duruyor
ve ilk günlerinden beri onun yanında olanlar için, bugünkü şöhretini fazlasıyla hak ediyor. The Village
Voice için, Afrikan/Amerikan yazarların kimlik ve toplum kavramlarını sorguladığı bir seri dahilinde
yazdığı "Yet Do I Wonder" başlıklı yazısında Spooky, "gündelik yaşantıma şöyle bir baktığım zaman
(DJ'lik yapmak ve düşük hayat şartlarında yaşamak gibi), şu ana kadar düşündüğüm bütün ataerkil
"aile değerleri" anlamını kaybetmeye başlıyor" diyor.

Paul D. Miller, Washington DC'de, kültürel anlamda faal olan ailesi tarafından yetiştirildi. Paul üç
yaşındayken ölen babası, Howard Üniversitesi, Hukuk Bölümü dekanıydı. Spooky, annesinin
performanslar ve defileler gibi şovlar düzenlediği salonu Toast & Strawberries'e kumaş almak için sık
22
sık annesiyle birlikte Afrika'ya geziye çıkardı. "Her zaman söylediğim şey" diyerek lafa giriyor Spooky;
"farklı kültürlerden oluşan bir ortamda büyüdüğümdür. Hiçbir zaman sıradan bir Amerikalı olmadım
ben. Amerika'nın kültürel farklılıklar gibi konularla ilgili büyük sorunları var. Benim yetiştiğim çevre,
ülkedeki en radikal bölgelerden biriydi." Miller ortaokulda, Bad Brains ve Minor Threat gibi grupların
çıkış yeri olan Woodrow Wilson Lisesine devam etti: "Bir konsere gidiyordunuz ve Minor Threat,
Trouble Funk yada bir dub grubu aynı sahneyi paylaşıyordu. New York'a gidene kadar Rock ve Hip
hop'un yada Hip Hop'la Techno'nun birbirlerinden ne kadar ayrı tutulduğu konusunda hiçbir fikrim
yoktu." Paul'ın sınıf arkadaşları ona bir uzaylı gözüyle bakıyorlardı. "Deli olduğumu
düşünüyorlardı"diyor, "Aslında oldukça hoşgörülüyümdür. Ama bir şekilde insanlara güçlü bir enerji
yansıtıyorum, bu da onları delirtiyor."

"Spooky, That Subliminal Kid" ismine ilhamı, William S. Burroughs'un Nova Express kitabından bir
karakter vermiş. Kitaptaki çocuk; sokak ve insan gürültülerini, çeşitli barlar ve kafelere monte ettiği
mikrofonlar ve radyo alıcıları aracılığıyla kaydediyor ve sonra bu kayıtları loop'layarak, aynı Spooky'nin
yaptığı gibi, bu "dünyanın tozu"nu yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Başlangıçta bu Spooky kişiliği
Paul için bir "medya şakasından" biraz daha büyük bir şeydi; kasabada dolaşarak etrafa üzerinde "DJ
Spooky de kim?" yazılı esrarengiz çıkartmalar bırakıyordu. Ama New York'da gelişmekte olan Ambient
ortamında kendine yavaş yavaş estetik yakınlar edindi ve sonra Chiaroscuro, Jupiter ve kendi klübü
Abstrakt gibi yerlerde çalarak isim yaptı. İngiltere'nin chill-out kültüründen farklı olarak New York'un
ambient sahnesi çok daha farklı ses yapıları ve dışsal ses manzaraları yaratmaya yönelik olduğu için,
Spooky ve DJ Olive gibi benzerleri buna ambient'ın tersine, John Cage ve Stockhausen gibi isimleri de
içine alan bir kavram olan "illbient" adını veriyor.

"Çok tuhaf bir dönemdi" diye anlatmaya başlıyor DJ Spooky, "Müziğin asla işe yaramayacağını ve
yazılarımın çok garipsendiğini düşünmeye başlamıştım. Bir süre The Voice ve Artforum için bir şeyler
yazdım ama oradaki insanlarla uğraşmaktan nefret ediyordum. Asla genç kültürü, dans müziği ya da
elektronik müzikle ilgili herhangi bir şeyi kapak yapmıyorlardı, ta ki son birkaç yıldır popüler olana
kadar."

Hip Hop'un endüstrileşmesinin acı kayıplarından biri olduğunu düşündüğü grafitti'yle (diğeri de break-
dance) parallel olarak DJ Spooky, az kalsın grafitti etkileşimli ressam Jean-Michel Basquiat'ın hayatını
konu alan filmde rol alacaktı: "Basquiat, ilk görsel remix yapan kişidir" diyor; "Bir çeşit turntablist gibi
hareket eder ve herhangi bir yazıyı ya da parçayı alıp, tuvaline yerleştirirdi. Bu çok önemli, ama tabii ki
sanat dünyası bunun farkında değil çünkü onlar hala Clement Greenberg'ün modernizm velvelesiyle
uğraşıyorlar. Basquiat'in patolojisini içselleştirmek zorunda kalması beni üzüyor. Sonunda tünelin
sonunda ışık filan görmedi. Ben kendimi sanat dünyasında olanlardan çok kültürel kalabalıkları daha
ilginç bulan, kavramsal bir sanatçı olarak görüyorum." Popüler müziğin son 10 yılında DJ kavramının
bu denli gelişmesi kadar şaşırtıcı başka bir şey daha yok. Bir zamanların bir CD'yi çıkartıp yerine başka
bir tanesini koyan DJ'i artık kesip biçen, parçalar arasından yeni bir şey yaratan bir film yönetmeni
haline geldi. Spooky'nin bu konudaki görüşleri ise, ürettikleriyle paralel: "Bence DJ'lik ve Internet,
20.yüzyıl bilgi kültürünün iki ana unsuru haline geldiler".

DJ'lik ve Village Voice ile Artforum'a gerçek adı Paul D. Miller imzasıyla yazdığı yazılar dışında, Spooky
resim yapmak ve Zaman Makinesi gibi gürültülü mekanizmalar üretmek için de vakit buluyor (Bu
makine, tekerlekleri pikaplardan oluşan ve pedalları çevirdiğinizde müzik çalan bir çeşit bisiklete
benziyor).

Spooky, bir sürü farklı kişiliğe birden sahip olan şizofreni fikrinden çok etkilendiğini söylüyor: "Birçok
farklı sahneden geçiyorum, her birinin kendine has üniformaları ve dilleri var. İnsanların farklılık
konusunda rahat olmaları gerektiğini düşünüyorum, ama hip hop rahat değil, "Bizim seviyemize inmek
zorundasın" diyor."

Kendi kendini kırılma derecesinde geren Spooky, kimlik kavramına karşı bir hayalet; bütün dünyayı
dolaşarak, görünen yada görünmeyen her türlü ses manzaralarını toplayan bir kültür göçebesidir.

DJ Spooky'den 'Riddim Warfare' i dinleyin.

Biri sizi gözetliyor: Trans Am mucizesi

Trans Am, 90'ların ortalarında Tortoise, Ui, Labradford gibi isimlerce icat edilen ve adına da post-rock
denilen o ne idüğü belirsiz hareketten nasibini almış bir topluluk (Bunun nedeni muhtemelen post
rock'ın doğduğu mekan olarak var sayılan Chicago'lu şirket Thrill Jockey'e bağlı olmaları ve
23
elektroniklerle, akustik tınıları müziklerinde acayip ve genel post rock kanısına uygun olarak
enstrümantal bir şekilde harmanlayabilmeleridir). Ama Trans Am'i diğer içine kapanık, depresif, yada
dünyanın müzikal perspektifini değiştirmek gibi ciddi misyonları olan "post-rock" gruplarından ayıran
çok önemli bir şey var: Trans Am; gelecekte, geçmişte, şu an'da ve insanoğluna dair her şeyde bir
miktar mizah bulabilen ve bu mizahı ironik bir şekilde müziğine yansıtmayı başarabilen bir topluluk.
Üstelik bir şekilde o acayip atmosferik karanlığından da ödün vermeden.

Grubun hikayesi 1990 yılında Washington'da başlıyor. O zamanlar henüz üniversitede öğrenim gören
Phil Manley, Nathan Means ve Sebastian Thompson; bir yandan okula devam ederken, bir yandan da
zaman zaman bir araya gelip Boston, Yes ve Bachman-Turner Overdrive gibi 70 ve 80'lerin progresif
rock gruplarına ve analog elektronik makinelerine olan hayranlıklarını, şakayla karışık bir anlayışla bir
araya getirme çalışmalarına başladılar. Ama ilk albümlerini kaydetmek için okullarını bitirene kadar
beklediler. 1996 yılında ise, her taşın altından çıkan, fakir ama fikir zengini grupların dostu, müzisyen
ötesi şahsiyet John McEntire destekli kendi isimlerini taşıyan ilk albümlerini piyasaya sürdüler. Sevip
sevmedikleri anlaşılamayan eski Rock modelinin, elektronik gürültülerle donanmış bir parodisini
andıran bu albümle Trans Am, deneysel müzik camiasının ilgisini doğal olarak bir anda üzerine
çekiverdi..

"Trans Am"den bir yıl sonra grup, ikinci albümleri "Surrender to the Night"ı yayınladı. Grubun ironik ve
çift taraflı müziği bu sefer geçmişe odaklanmaktan çok, bulundukları an'a daha yakın, birazda ileriye
bakan bir yolda seyrederken; kendine de dikenli post rock haritasında apayrı bir coğrafya sağlıyordu.
Gitarlardan bas riflerine; vokallerden elektroniklere bütün enstrümanların sert taraflarına kayan Trans
Am; davul makinesi ve akustik davulun çaktırmadan atıştığı, boşlukta çınlar gibi kulak tırmalayan çiğ
klavye tonlarının zaman zaman marimbalarla genişleyip, zaman zamanda birer patlamaya dönüştüğü
müziğini farklı sonik manzaralar üzerinde geliştirerek, 'kişiye ait teknoloji'nin zararlarına dikkat
çekiyordu.

1998 yılında, ilk iki albümle geliştirdikleri elektro-rock tınısının iyiden iyiye yerleşip serpildiği üçüncü
Trans Am albümü "The Survelliance" çıktı. Grup farkında olmadan, kimseye benzemeyen ve ancak,
"Trans Am Soundu" şeklinde açıklanabilecek bir şey ortaya çıkarmıştı. Albüm, uzun süre aynı giden ve
tam sizin "bu şarkı nasıl bitecek?" diye düşündüğünüz anda 90 derece yön değiştirip bazen ambient'a,
bazen de tam tersi istikametlere yelken açan müzikal labirentlerle doluydu. Bir süre sonra simetrik bir
şekilde rolleri değişen enstrümanlarla albümdeki şarkılar, kendi içlerinde mini birer gerilim küpü
gibiydiler; elini verenin kolunu kaptırdığı cinsten. Aynı taşıdığı başlık gibi "The Survelliance"; dinleyeni
izlenildiğini düşündürmeye itiyor ve grup elemanlarının taşıdığı karanlık şüpheciliği pis pis sırıtarak
henüz ilk dakikadan itibaren dinleyiciye bulaştırıp, onları sonik bir paranoyaya davet ediyordu. Trans
Am'e "futuristik post-rock" etiketinin yapışmasına neden olan asıl albüm ise 1999 çıkışlı
"Futureworld"dür. Gerçi bu albüm Trans Am'in "gelecek" klişesiyle alttan alta dalgasını geçtiği bir
çalışmadır, ama bir yandan kulağa çok eski ve tanıdık gelen, bir yandan da geleceğin aklımızdaki
karanlık profiline bu denli uyan bir sound'u yaratmayı Trans Am'den başka becerebilen, başka da bir
grup yoktur (bir de belki Suicide). Trans Am bu albümle yavaş yavaş enstrümantal olmaktan çıkıyor ve
dinleyiciyle kendi kişilikleri arasına koyduğu mesafeyi bir bakıma yıkıyordu. Öte yandan vocoder
destekli vokallerin, Trans Am'in bilinçli olarak, bu mesafeyi yıkmak için değil, başka bir yöne kaydırarak
korumak için kullandığı da düşünülebilir.

Ve "Red Line". 2000 yılında yayınlanan bu dördüncü Trans Am albümüyle grup, geçmişte ayak bastığı
bütün müzikal manzaraları; üzerine elektro ve Krautrock da ekleyip, kendi bildikleri yöntemle bir araya
getirerek inanılmaz bir atmosfer yakalıyordu. Grubun simetrik elektro-rock'ı bu sefer çok daha karanlık
bir bölgede yayılıyordu. Almanca şarkı sözleri, fısıldayan vokaller ve minimal elektronik
dokundurmalarla baştan sona kadar tek bir şarkıymış gibi süren albümde eski rock gruplarının olduğu
kadar, elektronik müziğin ilk çarpıcı örneklerini veren Kraftwerk ve Suicide (bakınız Make Up solisti Ian
Svenonius'un vokallerde yer aldığı 'Ragged Agenda) gibi grupların etkisini de görmek mümkün.
Saksofonlar, çifter davullar, vızıldayan baslar, acı çeken klavye melodileri, elekronik fısıltılar, insan
topluluklarının bulunduğu mekanlardan alınan sample'lar, vocoder'lı robot vokalleri vs'siyle "Red Line"
hakikaten çizgiyi aşan bir Trans Am albümü. Play tuşuna bastığınızdan itibaren 21 şarkı boyunca
içinden çıkamazsınız; tam yakaladığınızı düşündüğünüz anda şarkılar ani bir hamleyle ters döner,
davullar iner, davul çıkar; bas trampetin, klavye vokalin yerini alır, size de ağzınız açık kendinizi bu
tatlı-kabusa bırakmak ve Trans Am mucizesine bir kez daha inanmak kalır.

Trans Am bugünlerde yeni bir albüm üzerinde çalışıyor. Var oluşun anlamsızlığıyla uğraşmak ve
insanlığın "küçük" sıkıntılarına çomak sokmak için ne gibi yeni yollar keşfetmişler yada hangi eskileri
evirip çevirmişler hep birlikte göreceğiz, dinleyeceğiz, şaşacağız ve muhtemelen inanacağız.

24
Trans Am'den 'Cocaine Computer' ü dinleyin

Pınar Üzeltüzenci

Sonunda entelektüel bir dans müziği... "Minimal House"

Amerika'da 80'lere gelindiğinde 70'lerin funk ve disko devrinin artık sona ermesiyle insanlar müzikal
açıdan belli bir doygunluğa ulaşmış, ama bir o kadar da tatminsiz hale gelmişlerdi. Bunun sonucunda
80'ler eğlence anlayışının, müziğin ve tabi daha genel anlamda kültürün ve sanatın değişim içine
girdiği, yönünü bulmakta zorlandığı bir geçiş dönemi olarak ortaya çıktı. Kimilerine göre muhteşem,
kimilerine göreyse oldukça abartılı ve kitch, ama kesin olarak diskonun artık cazibesini yitirdiği bu
ortamda hafif yollu kendini göstermeye başlayan pek çok akım türedi. En önemlilerinden biri de
80'lerin sonuna doğru filizlenen ve kendine, disko sonrası tabir yerindeyse elinden şekeri alınmış bebek
gibi ortada kalmış, eğlence ve tüketime aç insanlardan taban bulan house akımıydı. New York ve
Chicago'da gece kuşları artık disko yerine "ev" partilerine ve bu müziği yavaş yavaş kimlikleştirmeye
başlayan hafif gay havalı afro-amerikan gece klüplerine gitmeye başladılar ve açıkçası buna bayıldılar.

Sonuç, bu güne gelindiğinde house'un en popüler eğlence ve dans müziği formunda büyük kitlelere
çılgınca yayılması oldu. Bu müzikle eğlenmek için 70'lerdeki funk disko kültürünün aksine fazla da bir
şey bilinmesine gerek yoktu. Tek tük, "olsa da olur olmasa da" tipinde şarkı sözleri, hareketli,
zahmetsizce ayak uydurulabilen basit ritimleri, ilk kez duyan birinin bile kolayca ortama ısınmasına,
yapılan hemen hiç bir figürün sırıtmamasını sağladığından hayatını klüpte geçiren biri kadar yeni
gelenin de kendini rahat hissetmesine olanak veriyordu. Buna rağmen, fonksiyonellik açısından çok
başarılı da olsa aşırı derecede kolay tüketilen bu müziğin temelinde bir iki eksiklik bulunuyordu:
Yüzeysellik ve biraz da entelektüellik eksikliği.

90'lardan günümüze gelene kadar, ortaya çıkan alt türler jazzy house, deep house, organic house,
tech house, hatta benzer fonksiyonlu ama farklı yapıya sahip detroit techno, hep bu soruna çözüme
getirme çabasının ürünleri olarak gelişti. Pek çoğu bu konuda ses filtreleri, daha büyük synthesizer'lar
gibi teknolojinin yeni sağladığı imkanları dinleyicinin kulağına "yeni" diyerek tıkıştırırken kimi DJ'ler ve
prodüktörler: "Tamam, insanları klüplere getirmeyi başardık, ama çok daha fazlasını vermeliyiz"
düşüncesinde deneylerine ara vermediler. Minimal House yada daha geniş anlamda Minimal Techno,
bu yolculuğun şu anda geldiği en uç nokta.

Aslında ortaya çıkan bu yeni türün dans pistinde (her zaman olmasa da) yüzlerce insanı dans ettirmesi
dışında house müziği kalıplarıyla fazla da bir bağı kalmamış durumda. Kendini tekrar eden paternler,
ses döngüler, boğuk filtrelerin dışında ses çıkarmak için aralarında kendi yaptıkları iki hatta üç kollu
turntable'ların dahi kullanılması dinleyici adına pek de kolay hazmedilir cinsten olmayan bir müzik
meydana getirmiş. Geneli Almanya kökenli olan plak şirketleri Köln-Kompakt, Force-Inc., Scape,
Tresor, Kanzleramt, Kanadalı dahi Richie Hawtin'in kurduğu M-nus Records bünyelerinde bu oldukça
kompleks müzikal yaklaşımlara sahip çok sayıda yüksek müzik insanını bir arada tutmaktalar. Label
olmasının yanında, aynı zamanda Berlin'in en önemli mekanlarından olan ve duvarın yıkılmasından
sonra çok katlı bir iş merkezinden klübe dönüştürülen, dev çelik kapılarıyla "Avrupa'nın en güvenli
klübü" olarak anılan Tresor bir noktada bu hareketin kalelerinden biri olarak gösterilebilir.

Tüm bunların arkasındaki kişilerin oldukça entelektüel tipler olmalarının yanında bir ortak özellikleri
var, o da rafine etme ve saflaştırma takıntıları. Açıkçası müziği minimal yapan(albümlerine "1"," 2", "3"
hatta "R" isimler koymalarının yanında) büyük ölçüde bu son en haline getirilmiş ve her tür DJ ve
prodüktör numarasından arındırılmış yapıları. Bu kesinlikle daha az ses ve ritim kullandıkları için
işlerinin daha kolay olduğu -ki bazı röportajlarında yer yer bu tür yaklaşımlarla muhatap olduklarını
belirtiyorlar, düşüncesini akla getirmemeli, çözmeye çalıştıkları sorunlar gerçek mükemmeliyetçilerin
uğraştıkları türden; anlatımın nasıl daha direkt, kayıpsız, pürüzsüz hale getirilebileceği gibi meseleler.

Bu müzik hareketinin mutlaka itina ile dinlenilmesi ve DJ'lerin playlist'lerinden eksik olmaması gereken
bazı isimleri: Phillippe Cam, Pole, Thomas Brinkmann, Richie Hawtin a.k.a. Plastikman, Stewart
Walker, T. Raumschmiere, Taylor Duepree, Isolee, Kit Clayton, Akufen, Monolake, Christian
Morgenstern, Matthew Herbert... Elbette bu liste rahatlıkla daha da uzar, ancak her biri kendine has
yoruma ve yönteme sahip bunca isim, konunun çok dağılmaması ve merak sahiplerinin
araştırmalarında kafa ısınması sonucu havlu atmamaları için sınırlı tutulmuştur.

25
Evet, minyatürleşme ve minimalizm etkisinde geçip giden 90'ların, müziğe getirdiği bu "ölçek
küçültme"nin, her alanda olduğu gibi müzik algılamada da bir verim artışı gerektirip insanın sınırlarını
zorlamasına yardımcı olduğu ortada. İyi şanslar!

Richie Hawtin'den 'Aliens don't boogie' yi dinleyin

Yiğit Unan

İzlanda'nın Elektronika ve Deneysel Pop perileri: Mum

24. ve 14. boylamlar arasında, Kuzey Kutup çizgisinin başladığı noktada gözlerden ırak sihirli bir diyar
var. Bu soğuk diyarın peri insanları fısıltılarıyla seslerini duyuruyorlar sessizce. Hayatımda hiç bir
İzlandalı ile tanışmadım, ama dik ve sivri kulakları olduğunu, havada uçabildiğini ve enstrüman yerine
sihir kullanarak müzik yaptığını görseydim pek şaşırmazdım. Çünkü bu haylaz, eğlence düşkünü ve
sevimli peri insanlarının müziğini dinlerken, kendinizi tamamen farklı bir boyutun kapılarını aralarken
buluyorsunuz.

Sugarcubes, Gus Gus ve Sigur Ros gibi grupların ortak noktaları da buydu. Ve sonra bu ortak noktaları
paylaşan dört ufak peri daha çıka geldi. Çocuklar gibi eğlenmeyi ve müzik yapmayı seven bu dört ufak
peri naif müziklerine elektronik dokunuşlar eklemeyi de ihmal etmediler. Ve pop müziği üzerinde
yaptıkları bu haylaz elektronik deneylere enteresan bir isim koymaya karar verdiler... Mum

Mum ismi geçtiğimiz sene elektronika sahnesinde kendini duyurmaya başladı. Öyle büyük bir patlama
değildi, ama kendini bilen, ufak site ve dergilerde küçük ama önemli yerler edindiler. Grubun İzlandalı
olduğunu duyduğum zaman oldukça ilginç bir şeyin beni beklediğini tahmin edebiliyordum.
Teknolojinin sağladığı imkanlar sağ olsun derhal ilk gördüğüm Mum MP3'ünü indirdim. Parçalarının
ismi 'A Sleep On A Train(Trende Uyku)' idi. Bir trenin 'rahatsızlığını' ve uykunun 'güzelliğini' parça
öylesine içten yansıtıyordu ki, parçada çarpık ama huzur verici bir bütünlük vardı. Synth dokunuşları
öylesine büyülü geliyordu ki, kuzeyin o ufak peri diyarı yeni bir boyuta yelken açmıştı. Bu yelkenliyi
kaçırmaya hiç niyetim yoktu ve grubun ilk albümü olan "Yesterday Was Dramatic, Today Is O.K"yi
edinip müzik setime takıp beni nelerin beklediğini heyecanla beklemeye başladım. Sanırım albümün
üçüncü parçasının ortalarında hayatımın en huzurlu uykularından birine dalmıştım.

İzlanda'nın elektronika perileri Mum, rüya tabirleri denilebilecek bir müziğe imza atıyorlar. Yatak
odalarında tek başına yapılan, bilgisayar müziklerini andıran bir tınıya sahip olsalar da esasında grup iki
arkadaş olan Gunnar Örn Tynes ile Örvar Şoreyjarson ve ikiz kız kardeşler Gyğa ve Kristin Anna
Valtısdottir'den oluşan dört kişilik bir grup. Klasik müzik eğitimi alan ikizler grubun er kişileriyle bir
çocuk tiyatrosunda tanışmışlar. Smarason'un müzikal eğilimi Aphex Twin'i dinlemesiyle tamamen
değişmiş. Çocuk oyunlarında kalan akıllarını Samson'un yeni elektronik icralarıyla birleştiren dörtlü naif
bir elektronika -esasında Mum için elektronika yerine deneysel Pop tanımını kullanmak daha doğru
olacaktır- klasiği olan ilk albümleri "Yesterday Was Dramatic - Today Is OK"yi 2000 yılında TMT
Records'dan yayınladılar.

Mum'un güzelliğini yaratan belki de grup elemanlarının kullandığı enstrümanlar. Grup elemanları
melodika, glockenspiel(özel çubuklarla çalınan vurmalılar grubu), akordeon, sytnhesizer'lar ve çeşitli
oyuncak enstrümanlar kullanıyorlar, ki bir elektronika grubunda sık sık rastlayamayacağınız bir
zenginlik. Albümün tarzını Mum'dan öteye taşımak ve biraz daha tanımlayıcı olmak gerekirse Plone,
Boards of Canada ve Isan gibi bir karışımdan bahsediyor olabiliriz. Hatta buna birazcıkta Belle and
Sebastian tarzı bir mizah anlayışı da eklenebilir. Albüm Mum'a, İzlanda'da senenin en iyi yeni grubu
ödülünü getirirken yurt dışında da Wire, NME, DJ-Magazine ve Urban Culture gibi dergilerde de
kendisinden başarıyla söz ettirdi. Grup kısa bir sonra Sigur Ros'u da bünyesinde barındıran Fat-Cat
Records'a geçti. Grubun ilk albümünü "Mum Remixed" ismini taşıyan bir remix albümü izledi. Albümde
Mike Paradinas (eski U-Ziq) ve Biogen, Ruxpin, Bix, Ilo ve Thor gibi İzlandalı elektronik müzisyenleri
yer aldı.

26
Grubun bir sonraki albümü "Please Smile My Noise Bleed"i ise biraz ilk albümün gölgesinde kalan bir
çalışmaydı. Zaten topu topu sadece üç yeni parça taşıyan albümün geri kalanı aynı parçaların
remix'leri. Her ne kadar Mum'ın özgün tınısını taşısa da, kendinizi biraz daha fazlasını istemekten
alamıyorsunuz. Ve evet daha fazlasını da istiyoruz. Çünkü elektronika'nın ne gibi kapıları
aralayabileceğini ve naif müzik anlayışının insanın içine nasıl da işleyebileceğini gösteren bu İzlandalı
perilerin ruhlarımıza ekeceği daha çok renkli tohumlar var.

Mum'dan 'I'm 9 today' i dinleyin

James H. Dedeoğlu

Progresif Rock reenkarnasyonu; Tekno

İnsanların daha önce başka yaşam formlarında yaşadıkları ve şimdi sahip oldukları yaşamdan sonra da
dünyaya başka şekillerde geleceklerine ilişkin pek çok hikaye duymuşsunuzdur; bunun müzik ve
albümler için de geçerli olmadığını kim iddia edebilir. Birilerinin bellerine kadar uzun saçları var,
diğerleri ise kel yada çok kısa saçlı. Alın bize birkaç örnek...

Mike Oldfield: Rock ve daha fazlasını amaçlayan bu gitarcı, dramatik ve biraz da abartılı besteler
yapardı. Ayrıca, örneğin Edinburgh Kalesi gibi aptal yerlerde konser vermek gibi bir eğilimi vardı. 1980
yılında Blue Peter (İngiliz çocuk programı) için yeni bir şarkı yazmıştı.

Future Sound of London: Tekno ve daha fazlasını amaçlayan bu ikili, kendi kendine çalışan bir
dramatizm ve abartılılık içinde. Ayrıca onların da, örneğin telefon kabloları aracılığı ile aptalca yerlerde
konser vermek gibi bir eğilimler var. Şimdilerde DJ Setlerinde Barbara Streisand mix'liyorlar.

Pink Floyd: Koyunlar, Battersea Güç İstasyonu ve uzay akademisinden deyişler. Doğal kaynakları
tüketen büyük gösteriler ve gereksiz dörtlü albümler. Büyük ihtimalle uyuşturucu almış olabilirler. En
azından bir süre önce.

The Orb: Koyunlar, Battersea Güç İstasyonu ve uzay akademisinden deyişler aynen yerli yerinde.
Doğal kaynakları tüketen büyük gösteriler ve gereksiz dörtlü albümler onlarda da mevcut. Büyük
ihtimalle uyuşturucu almış olabilirler. (biz başkalarının yalancısıyız)

Genesis (Peter Gabriel dönemi): Stadyumlara layık bir rock/art birleşimi. Solistleri çalı gibi giyiniyor
ve bilmecemsi bir tarzda konuşuyor. Kurumsal rock'ın bir parçası. Sonları Knebworth'ta ikamet etmek
oldu.

Underworld: Stadyumlara layık bir tekno/art birleşimi. Solistleri aptalca giyiniyor ve bilmecelerle
konuşuyor. Kurumsal Elektronik'in bir parçası olarak 2001 yılında Megadog Goes Knebworth'ta konser
verdiler.

Genesis (Peter Gabriel sonrası): Grubun solistini yitirmesinin ardından satirik lirikler ve deneysel
müzikler yerini yetişkin rock müziğine bıraktı. Grup hızlı bir şekilde zenginleşti ve basın onlardan nefret
etmeye başladı.

The Shamen: Grup solistini yitirdikten sonra sosyal yorumlar ve müzikal yenilikler yerini Mr. C'nin
yetişkin orijinli pop olarak adlandırdığı tarza bıraktı. Grup sonunda cukkayı doğrulttu, ama bu sefer de
basından kaçmaya başladılar.

Magma: Bir Viking'i andıran ve mahşer imgeleriyle kafayı bozmuş Christian Vander'in önderliğindeki
ahlaksız Fransız teşhircileri. Bilinmesi mutlak parça ismi: "Mechanik Destructiw Kommandoh"

Moby: Aşırılıkları seven tekno performansçısı ve sıkı bir Hristiyan, çevresel kaygıları ile ünlendi.
Bilinmesi mutlak parça ismi: "God's Face Floating Over The Water"

Hawkwind: Uzun süreli turnelere çıkan itici görünümlü grup. Berbat albüm kapakları var. Gerçek
yeteneğe karşı ters orantılı, sürekli kafa karıştırıcı bir başarı söz konusu bu adamlar için.
27
Eat Static: Uzun süreli turnelere çıkan itici görünümlü grup. Berbat albüm kapakları var. Gerçek
yeteneğe karşı ters orantılı, kafa karıştırıcı sürekli bir başarı söz konusu bu adamlar için. (bi üsttekinin
aynı oldu galiba, fark etmemişim!)

Rick Wakeman: Kavramsal albümlerin harika olduğuna inanır. "Kral Arthur ve Yuvarlak Masa
Şövalyelerinin Efsaneleri ve Mitosları"nı olağanüstü bir gösteri olarak, 45 parçalık bir orkestra ile baştan
başa yorumladı.

Sven Vath: Kişiliğinin en iyi üç tarafını da yansıtan, yaratılmış tekno kavram albümü "Harlequin,
Robot ve Bale Dansçısı"nı Kral Arthur ve Yuvarlak masa şövalyelerini kıskandıracak kadar ihtişamlı
yorumladı! En son "Berlin Aşk Geçidi"nde en önde kuzgun kılığında görüldü.

Jethro Tull: Flütler, yılların birikimi sakallar ve tek ayak üzerinde Stand-Up'çılara taş çıkartan komik
sohbetler. Rolling Stone'un "Rock'n Roll Circus (Rock'n Roll sirki)" unda yer aldılar. Alabalık çiftliliği
açtılar, eşlerine Limuzin almak için turnelere çıktılar ve şimdi her şey bitti.

Banco de Gaia: İçinde flüt de olmak üzere folk enstrümanlarına karşı belli belirsiz duyulan komik bir
ilgi. Megadog tekno sirkinde Nepal şapkaları giyerek ün yaptı. Henüz eşlerini memnun edecek kadar
ticaret erbabı değiller.

Gong: Asidi fazlaca kaçırmanın doğal sonucu, kendilerini rock öncüleri olarak tekrar keşfeden hippiler
grubu. Tahmin edebileceğinden daha da vızırtılı psychedelia ve Steve Hillage'ın kontrolü güç solo gitar
gösterileri.

System 7: X'i fazlaca kaçırmanın doğal sonucu, kendilerini tekno öncüleri olarak tekrar keşfeden yeni
hippiler grubu. Vızırtılı ambient bu işin kaçınılmaz sosu ve Steve Hillage'ın kontrolü güç elektronik efekt
gösterileri.

Synthesizer icat oldu, acaba neler bozuldu ?

Tuşlar önce sadece ses verdi; ardışık, melodik, dolgun, toparlanmış, "düzgün". Sonra ses kendini
tanımaya ve çözümlemeye başladı. Medeniyetin getirilerinden yararlandı ve elektrikle tanıştı; bundan
sonra iş çığırından çıktı. Synthesizer'ın günümüze uzanan hikayesi aslında oldukça kapsamlı, fakat biz
bir yerinde kesmeyi uygun gördük; belki kaldığı yerden devam ederiz diye...

Tuşların macera dolu yolculuğu sırasında oluşan sesler, kendini tanıdıkça isyanlar da aldı yürüdü;
sesler yer değiştirmeye, kendilerini bölmeye başladılar, reaksiyonlara uğradılar, sapkın taraflara, daha
önce hiç dokunulmamış bilinmez yerlere gittiler. Tuşların bazıları haddini aştı; tellilerin arasına girdi,
onları tamamladı, hatta bazen tellileri üzerinde taşıyan bir zemin oldu. Birçok torunu oldu: Moog,
Omnichord, Philicorda, Organ, Farfisa, Analog synthesizer, Qchord... Varlıkları çok eskilere dayanan
elektronik müziğin emektarları synthesizer'lar ve türevleri, son dönem çağdaş gitar müziğinde de yeni
formatlarda gözüktü. Silver Apples ve Kraftwerk'le beraber en belirgin taraflarını gösterdi. Bundan
sonra yeni sahalara açıldı ve birçok fikirle beraber elektronik tabanda farklı farklı yönler çizdi. Daha
sonra gitarların arasına sızdı, olacaklardan habersiz merak içinde. İyi de oldu; 70'lerle beraber Neu! ve
Faust gibi temel taşlar'la, kraut-rock gibi bir akımın ana fikrini oluşturdu. Bu alanda en son doksanlarda
yeniden canlandı elektronikler; gitar tonlarının arasından sızan elektronik parçacıklar, bir süre sonra,
bu dönemde yeni yeni yer etmeye başlayan müziğin genelinde bir yan elementten çok, müziğin
geneline dağılmış bir biyolojik ses canlısı olarak gösterdi kendini. Stereolab, Fuxa, Quickspace,
Appliance, Electrelane gibi 90'ların çağdaş post-rock gruplarının süzgecinden geçti. İyi ki de geçti hani.

Şu noktaya gelene kadar tuşlar, bir sürü form ve evre içerisinde farklı ses spiralleri çizdi. Tınılarındaki
deformasyonun ilk oluşumları, elektrikle tanışmalarına dayanıyor. Synthesizerlar ve diğer elektrikli
tuşluların varlıkları çok çok eskilere 1800'li yılların sonlarına dayanıyor aslında.

Yıl 1876 ve tınıların uyanışı: Elisha Gray'ın Müzikal Telegrafı


Alexhander Graham Bell, bir saat önce patent ofisine gitmiş olmasaydı, telefonu icat eden isim olarak
tarihe geçmiş olacaktı. Elisha Grey, ilk elektrikli klavyenin yaratıcısı olarak adını müzik tarihine yazdırdı;
1870 yılında icat ettiği "Müzikal Telegraf", iki oktavda, tek tonlu titreşim veriyor.

1940: Multimonika

28
Alman şirketi Hohner'in ilk ticari kozlarından biri olan elektrikli/akustik bir harmonium olan
Multimonika, rüzgar uğultulu harmonium kontrol eden 41 notalı alt klavye ve elektronik monofon
jeneratörlü üst klavye olmak üzere iki klavye kombinasyonundan oluşuyor.

Ses yapı bozumu ve Synthesiserlar'ın doğuşu: 1952, RCA Synthesiser


Harry Olsen ve Hebert Belar adlı iki elektronik mühendisi tarafından icat edilen ilk synthesizer, RCA
şirketinin Priceton Laboratuarlarında geliştirilmeye başlandı. RCA Synthesizer, tesadüfi ve rasgele ses
varyasyonlarına dayalı bir müzik makinesi olarak tasarlanmıştı. RCA synthesizer, Vacuum Tüp
Oscillator'la (ses titreştiricisi) beraber, ses parametrelerini gösteren kağıt tutacağı formunda, programlı
ses kontrol bölmesinden oluşuyor; ses sinyalleri bağlı iki kolonda belirleniyor ve synthesizer'ın dahili
diskine kaydediliyor. RCA, önceden yapılmış sesleri miks'leme, şekil verme, bölme, bozma, farklı
modülasyonlara sokma üzerine yapılmış bu türün ilk örneklerindendi. Piyasaya çıktığı yıllarda popüler
müziğe kazandırılmaya çalışıldı. Ama standartların çok üzerinde bir enerji harcadığı ve standart
orkestrasyonlara ve matematik analizlere dayalı kompozisyonlara uygun olmadığı için asla piyasada yer
bulamadı kendine.1950'lerin ortalarında, çağdaş deneysel-elektronik müzik bestecilerinin sıkça
kullandığı bir enstrüman oldu.

1963: Robert Moog'un Moog Synthesizer'ları


Elektronik enstrüman fikrini önemli boyutlara taşıyan Robert Moog, 1961 yılında transistörlü modülar
synthesizer'larla ilgili fikirlerini, hayata geçirebilmek içim Alman tasarımcı Harald Bode'la beraber işe
koyuldu. Kendi enstrüman fikirlerini, tasarımlarıyla birleştiren Robert Moog, gitar amfisinde oynadığı
sesleri synthesizer'a taşıyarak yarattı Moog'u. Moog synthesiserlar, 1964 yılında müzik pazarına açıldı
ve elektronik, avangard müzisyenler tarafından kullanılmaya başladı; Wendy Carlos'un "Switched on
Bach" adlı albümü, Moog synthesizer'ların kullanıldığı ilk çalışmaydı. Yeni bir malzeme olduğu fark
edilence popüler kültürün kapısından kafasını uzattı, ama bu da çok uzun sürmedi; Mick Jagger ve
Beatles gibi popüler kültürün ikonları bir dönem Moog'u sıkça kullandı. Analog synthesizer'ların gelecek
standartını değiştiren mooglar, Arp ve Roland gibi bu sektöre adını yazdırmış önemli şirketlerle
beraber, türevi birçok tuşlu efektif enstrümanın ana fikrini oluşturdu.

EMS Synthesizer'lar: 1969-1979


EMS'ler bilgisayar tabanlı synthesizer sisteminin ilk kıpırtılarıydı. Peter Zinovieff EMS'lerle beraber,
dönemin en tuhaf müzikal icadına imzasını atmıştı. 1969'da İngiliz elektronik mühendis ve besteci
Zinnovieff elektronik enstrüman piyasasında yeni bir çığır açmak için EMS şirketini kurdu. David
Cockerell'le beraber yarattığı, EMS serisinin en bilinen üyesi VCS 3: a VCO, monosynth'li kontrol paneli
ve ahşap kasalı tasarımı, voltajlı oscillator, gürültü jeneratörü, ring modülator gibi özelikleriyle
synthesizer tarihinin en ilginç türlerinden biriydi.

1971: Optigan ve Orchestron


1970'li yılların başında Compton, Amerika'da üretilmeye başlanan Optiganı, bir synthesiser'dan özel
kılan sesi seçme ve oynama yönteminin farklı olması;12"lik veya LP (plak) büyüklüğündeki disklerdeki
ses dalgalarını optik bir okuyucudan synthesise ediyor. Adını da bu yöntemden, "Optik-Organ"
açılımından alan Optigan, 37'si klavye tınısı, 20'si ses efekti olmak üzere gerçek enstrümanlardan
oluşan 57 loop tınısı ve ritimlerden oluşan diskin yer aldığı bir optik sampler. Optigan, müzikal
enstrüman tarihinde, her kombinasyonda çok önemli bir buluş olmuştur. Organlar, farklı müzik
formlarını taklit ederken, Optigan piyano, banço, gitar, marimba, davul ve daha birçok sesi kendi
tadında çıkartıyor. Yardımcı kontrol panelle, birlikte standart klavye formasyonu kullanan Optigan,
herhangi bir enstrüman tını üzerinde oynanabilen bir enstrümandı. Optigan'ın daha
profesyonelleştirilmiş sürümü piyasaya sonraları "Orchestron" olarak geçti.

Conbrio Synthesisers (1978)


ADS 100, (Geliştirilmiş dijital synthesizer) "Star Trek" TV serilerinin ses efektleriyle bilinen gelişmiş
analog synthesizer'lardandı. ADS100 sisteminin ilk modelleri, renkli tuşlara boğulmuş bir ön panel,
mikrotonal ayarlanabilir, ses dalgalarını gösteren bir görüntü kadranı, bilgisayar işlemcisi, disk
sürücüsü ve 64'lük titreşimli synth'lerden oluşuyordu. 80'lerin başında, dijital gelişmeye ayak
uyduramayan Con Brio, synthesizer sektöründen elini çekerek yerini Yamaha'ya bıraktı.

obsolete.com

Dans müziğinin üvey evladı:


Drum & Bass

29
Drum'n bass, hip hop gibi çoğunlukla siyah kökenli müziklerden türeyen bir çeşit breakbeat olarak
ortaya çıktığında, her şeye bir isim koyma meraklısı müzik basını ona Hardcore-rave adını verme
gafletinde bulundu. Daha sonra DJ Hype'ın başını çektiği bir ekip, çok daha karışık breakbeat'ler
kullanmaya başlayınca "jungle" dedikleri şey ortaya çıktı. Bugünlerde drum'n bass dediğimiz noktaya
gelene kadar bu müzik, birçok evre, isim, ritim ve parti atlattı...

Şimdilerde bir ilham kaynağı olan drum'n bass'in, aslında oldukça mütevazi köklerden yeşerdiğini
söyleyebiliriz. Pek kesin olmamakla birlikte ilk drum'n bass parçasının Lenny De Ice'ın 'We Are Ie'si ile
1989 Perfecto çıkışlı 'Baz De Conga'nın birleşimi olduğu var sayılır. Sonuç, 'Monkey Say, Monkey
Do'dan alınan bir saksofon sample'ı ve gospel vokal melodileriyle desteklenen, bir dolu fikir ve sesin
karışımıydı. Prodüktör Steve Bicknell'in ortaya attığı şey ise "tavır"dı: onun mix'i, şarkıya dönüp duran
bir ritim, afallatan breakbeat'ler ve sürüp giden bir synth melodisi eklemişti.

Bu, kökü İngiltere'ye uzanan yeni dans müziği formu, insanlarda garip ve hızlı bir şekilde gittikçe
çoğalan bir ilgi uyandırdı. Londra o zamanlar, label'lar, dükkanlar ve artan klüp sayısıyla heyecan ve
coşkuyla dolup taşıyordu ve bu ateş de büyüyen bir korsan hareketle körüklendi. 1990 baharında
kurulan Mendoza ve Reinforced (ki bu şirket, Randall, 4 Hero, Alpha Omega, G Force gibi isimlerle
drum'n bass dünyasında hala lider markalardan biri olmayı sürdürüyor) gibi şirketler harekete yavaş
yavaş yön vermeye başladılarsa da, 1991'in sonunda bu müzik hala, başta house olmak üzere, başka
dans müzik türleriyle arka arkaya çalınmaya devam ediyordu; işin özü, henüz tam anlamıyla
bağımsızlığını sağlamış değildi.

Ama bu uzun sürmedi. Zaman geçtikçe ritim daha döngüsel bir hale geldi ve müzik house etkilerinden
tamamen sıyrılarak; hemen hemen her prodüktörün kendi tarzını oluşturmasıyla, benzersiz ve apayrı
bir müzikal lezzet geliştirdi. Drum'n bass 1992 yılında belirgin bir ayrıcalık yaşadı. Henüz kurulan
Moving Shadow şirketi, dans müziği sahnesine tazelik getiren Earth Leakage Trip'in 'Psychotronic kısa
çalarını yayınladı. Bu kısa çalar, halen house müziğiyle hafif benzerlikler taşıyordu, ama arkasından
gelecek saf drum'n bass isimlerine de öncü olduğu yadsınamaz bir etkisi de oldu.

Nabula II'nun "Flatliners"ı, 92/93 zamanı darkside sound'un tipik bir örneğidir. Belçika techno'sundan
ödünç alınan tehditkar ve affetmez sound'uyla parça, öfke dolu bir groove'a sahipti. Leeroy Small'ın
Leicester tabanlı projesi Formation'ın önderliğinde bu karanlık ve moody sound'un temposu
140bpm'den 170bpm'e uzanarak yine son noktayı koyan faktör olmaya devam ediyordu. Ama olayların
çığırından çıktığı vakit, Goldie'nin 'Terminator' single'ını yayınladığı vakit olarak tarihe geçti. Teknik
bilgisi ve Reinforced Records'daki başarılarına bir de efsanevi kişiliği ve müzikal hevesi de eklenince
Goldie, beklenildiği üzere büyük bir şirketle anlaşan ilk prodüktör olma başarısını kazandı.

İşte bu noktadan itibaren drum'n bass, çeşitli dallara ayrılmaya başladı.1993 yılında LTJ Bukem, Good
Looking Records'u kurarak, jazzy, ambient'vari ve çok daha melodik bir yapıya sahip olan bir türün
doğumuna ev sahipliği yaptı: Inteligent Drum'n Bass. LTJ Bukem'in yaptığı aslında dans müziği
prodüktörlüğüne vurmalı enstrümanlardan ziyade müziğin atmosferine odaklanan farklı bir bakış
getirmekten başka bir şey değildi.

Olgunlaşmaya başlayan sound 1994 yılında Rupert Parkes (aka Photek) isminde bir delikanlının
Certificate 18 isimli kendi plak şirketinden daha önce yapılmış hiçbir şeye benzemeyen atmosferlere
sahip ürünler ortaya çıkarmasıyla, çok daha farklı bir alana doru ilerlemeye başlamıştı. Photek
müziğinde kendi aldığı sample'lar, ağır bas rifleri ve atmosferik beat'lerle dinleyiciye, kaçılması imkansız
müzikal tuzaklar kuruyordu.

Aynı yıl su yüzüne çıkan başka bir gelişim de, 4 Hero'nun "Parallel Universe" isimli albümünün
yayınlanmasıydı. Jazzy drum'n bass'ın ilk örneklerinden sayılabilecek bu albümde, bol miktarda caz
vokal sample'ı ve 'filtering' gibi yeni prodüksiyon teknikleri yer alıyordu. İngiltere'nin Bristol şehri ise
harekete ani ve hızlı bir giriş yaptı. Brian G'nin "V"si ve Full Cycle şirketlerinin ve Size, Krust, Die, Flynn
& Flora ve Bill Riley'in başını çektiği bir dolu müzisyen, drum'n bass denilen uçsuz bucaksız alanda
kendi alanlarını yaratmak için harekete geçti.

1995 yılında ise Doğu Londra'nın Emotif şirketinden çıkan bir toplama albümün verdiği ilhamla
"techstep" terimi ortaya çıktı. Aslında bu hareketin önderliğini No U Turn şirketinden DJ Trace ve
ortağı Nico'yla, darkside drum'n bass'e yeni soluklar getiren Grooverider'ın şirketi Prototype'ın yaptığı
da söylenebilir. Blame ve Source Direct gibi isimler ise, müziğin teknik tarafına yoğunlaşarak
techstep'in yönüne ve sound'una rehberlik ettiler.

30
Büyük şirketlerle flört eden drum'n bass isimlerine 1997 yılında yenileri eklendi: 4 Hero, DJ Krust,
Adam F, Goldie, Source Direct, Dillinja vs… Photek ve Roni Size gibi elini çabuk tutanlar, albüm
yayınlayarak iyi eleştiriler aldılar ve drum'n bass'in artık tek başına, bağımsız bir müzikal tavır olduğunu
cümle aleme kanıtladılar.

1999 sonları ve yeni bir bin yılın başlangıcı olan 2000 civarı ise drum'n bass, adeta yeniden doğdu. Bu
sefer müzik; Ed Rush/ Optical, Bad Company, Digital ve Total Science gibi isimlerin öncülüğünü yaptığı
techno synthleri ve melodilerinden feyiz alan, ton açısından biraz daha sert ve deneysel bir yönde
ilerlemeye başladı. 1995 yılında Londra'nın doğusunda kurulan Renegade Hardware isimli şirket,
bünyesindeki Stakka and Skynet, Loxy, Ink, Usual Suspects, Future Cut ve üyelerinden biri Kemal
adında Türk asıllı bir DJ olan Konflict gibi isimlerle bu türün merkezliğini üstlendi.

Drum'n bass, pek de öyle gözükmese de, sinsi sinsi, ortaya çıktığı yıllardan bugüne, dans müziğiyle
ilgili birçok önyargıyı yıktı, yeni perspektifler geliştirdi. Hip hop, caz, trip hop vs gibi birçok türü kendi
içinde eriterek, hiçbir şekilde tam olarak adlandırılamayan ve taşıdığı ehemmiyet dile getirilemeyen bir
"yön" oldu. "Sadece 4/4'lük ritim dans ettirir", "Dans müziğinin bir ideolojisi yoktur" şeklindeki
önyargıları yıktı

. Hem bir dans müziği hem de bir tavır olarak drum and bass, teknolojik gelişmelerin en önünde
duruyor ve kök salan dallarıyla sürekliliğin teminatını veriyor.

Kaynak: fused.com , globaldarkness.com

Manu Chao
Sonraki Durak – İstanbul

Gösteri başlıyor! Senoras y senores, bayanlar ve baylar. Hepinize iyi akşamlar. Muy buenas noches,
damas y caballeros. Avrupa'nın İberya'sından kopup gelen sanatçılarımız sizleri doğaüstü güzellikteki
tropikaların, tekilla güneşinin gölgesinde, Sam Amca'nın yumruğu altında çürüyen, umursamaz bir
şekilde çıplak ayakları ile dans etmeye devam eden halkların harikalar diyarına götürecekler. El mundo
maravilloso y hermoso de los tropicanos. Gösterimizde aşk, şehvet, dehşet, dans, acı ve sefalet var.
Aqui tenemos amor, sabor, terror, baile, dolor y miseria. Latin sıcağı, rock&roll, reggea.... Ve inan
bana kızışacaksınız! Sözcüklerle değil, ezgilerle, mutlulukla, coşkuyla kızışacaksınız... Perde Açılıyor!
Arriba el telon!... Manu Chao ve Radio Bemba Sound System! (*)

1995 yılında Oscar Tramor akustik gitarı ve dört kanallı kayıt cihazı ile İberya'dan kalkıp Güney
Amerika'yı keşfe çıktığında bir kaç yıl sonra yeni Bob Marley olarak anılacağını ve milyonları aşan bir
satış rekoruyla dünya müziğinin en etkili isimlerinden biri olacağı kafasından geçiyor muydu bilinmez,
ama Mano Negra adı altında üç yıl boyunca bu kıtayı dolaşırken, çok farklı bir maceraya atmıştı
kendini. Latin müziğinin zenginliğini, sıcaklığını, çekiciliğini içine çekmek zor olmadı Oscar için, ama
bunun yanında kıtanın damarlarında akan politik çürümüşlüğün sessiz haykırışlarını da gayet iyi
duyuyordu. Meksika, Brezilya, Küba, Bolivya... acının ve neşenin kısacası hayatın doyasıya, her
ivmesiyle yaşanacağı yerler Oscar'dan da hiçbir şeyini esirgemedi. Oscar'ın Zapatista'ları,
Sombrero'ları, tekilaları, Ant dağlarını kısacası tüm kıtayı dört kanallı cihaza sığdıran kayıtları politik bir
Latin belgeseli gibiydi, ama çok fazla insanın dikkatini çekmiyordu. Oscar ise hiç umursamadan kırık
hayatlardan betimlemeler vererek eleştirel şarkılarına devam ediyor, bazen de açık ve seçik "Mentira"
(yalan) diyerek doğrudan adrese gönderiyordu liriklerini... "Mentira lo que dice/Mentira lo que da"
(Söyledikleri yalan/ Verdikleri yalan)

Oscar, Manu Chao ismiyle "Clandestino" adlı çalışmasını 1998 yılında yayınladığında dünyada pek az
kişi ondan haberdardı. Onu sadece, ismini anarşist bir İspanyol organizasyonundan aldıkları politik ve
Clash'vari bir mizah anlayışı olan grubu Mano Negra'dan tanıyan bir grup sadık hayranı ve değişik
tatlar peşinde koşan aç kulaklar tanıma fırsatı yakalamıştı. Aslında İspanyolca, Fransızca ve İngilizce
vokal yaptığı albüm kulaklarda kolay yer eden minimal bir latin tınısına sahipti. Albümden çıkan reggae
esintili single 'Bongo Bong' (İngilizce ve Fransızca) Madonna'nın "Next Big Thing" filminin müziklerinde
yer alınca Manu Chao fethedilecek milyonlarca kulağa ulaştı. Beyinlerini de fethedebilir miydi? Orası
meçhul. Bir mıknatıs gibi çekici olan Latin ritimleri ilginç sesiyle birleşerek bir anda dünya çapında üne
kavuştu. "I play my boogie/ For the people of the big city/ But they don't go crazy/ When I'm playing
on my Boogie" (Boogie'mi büyük şehrin insanları için çalıyorum. Ama ben boogie'mi çaldığımda kimse
coşmuyor) diyordu Manu. Ama insanlar artık onun ritimleriyle coşuyordu. Bizlere tekila ve marihuana
sunacak kadar cömertti de Manu ("Clandestino", 'Wellcome to Tijuana')

31
İkinci albümü için Mano Negra'da ayrılarak İspanya'ya taşındığı yıllarda kurduğu Radio Bemba Sound
System ile çalışan Manu, daha detaylı bir prodüksiyon olan "Proxima Estacion: Esparanza"(Sonraki
Durak: Umut)yı 2001 yılında yayınladı. Babil'in tanrılar tarafından lanetlenmiş halkını andıran farklı dil
cümbüşü, bu albümü oldukça zenginleştirmişti. Sonraki durak Manu Chao için umuttan çok patlama
oldu ve albüm tüm dünyada dokuz milyonun üzerinde bir satış yakalayarak onu dünya çapında bir
yıldız yaptı. Politik yönü bu kadar önde olan bir sanatçının bu kadar üne kavuşması tehlikeli veya
düşündürücü olabilir. Ama Manu Chao her şeyden evvel bir kültür sentezcisi; işini iyi yaptığında şöhreti
yakalaması yadırganılacak bir şey değil, tıpkı Bob Marley gibi. Manu Chao'nun yeni Bob Marley olarak
adlandırılması da şaşılacak bir şey değil. Albümde "Hey Bob Marley sing something good to me" (Hey
Bob Marley bana güzel bir şeyler söyle) diye atıfta bulunurken aralarındaki bağ inkar edilemez bir
şekilde görülüyor. Albümün hit single'ı 'Me Gustas Tu', Manu'nun farklı yüzünü gösteren bir parçaydı
ki, bu albümde ilk çalışması "Clandestino"nun aksine daha kişisel ve Mano Negra yıllarını anımsatan
parçalarda var.

Manu Chao politik çizgisinden ödün vermeyerek bir çok solcu ve çevreci kuruluşa destek vermeye
devam ediyor. Fakir çocuklar için kurduğu gezici bir sirkle birlikte de dolaşan Manu Chao albüm
yapacak parası olmayan genç gruplara destek vermek amacıyla çeşitli kampanyalar da düzenliyor.
Gerçekten renkli bir malzeme olacağını bilen basına ve konser organizatörlerine gösterecek şirin bir
yüzü ve hoş bir orta parmağı da var. Globalizm ve IMF karşıtı gösteriler de Manu'nun en sık görüldüğü
yerler. Aslında global kültürün en güzel örneklerinden biri olan Manu gerçekten ince bir çelişki
çizgisinin üzerinde duruyor.

Kendimi özellikle bir yere aitmişim gibi görmüyorum


Paris'in dışında doğdum ve büyüdüm
Galisya ve Bask Ülkesini çok seviyorum
Bu sadece kökenlerim oldukları için değil
Kökenlerim Meksika'da,
Rio de Janeiro ya da Mali'de de var.
Şu anda nerdeysem oradanım.
Şimdide, bu anda.
...bugün...
...bu dakikada...
...bu saniyede...
Şimdinin vatandaşıyım
...HİÇBİRŞEY ÇOK KÜÇÜK DEĞİLDİR...
...HEPİMİZE AYNI GÜNEŞ...
...Sonraki durak, Umut.

(*) Cabrera İnfante'den uyarlama.

Mantıklı bir paradoks projesi: DJ Logic

Doğaçlama müzik camiasının seçkin çevreleri içinde akustik müzikle elektronik DJ ritimlerini bir araya
getirmenin düşüncesi bile mantıksızdır. Bazıları bildiklerinden şaşmaz, ama açık fikirli olanlar ve
değişimi hala bir seçenek olan görenlerin, DJ Logic'in iki pikabını iyi tanımaları ve sürekli kendini
yenileyen tür içinde bir enstrüman olarak düşünmeleri gerekir.

DJ Logic'in müzikal gelişimi, genellikle içinde bulunduğu sonik alan kadar karmaşık görünebilir, ama o
bu gelişimini açıklama konusunda pek zorlanmıyor: "DJ'lik yapmaya başlamak istemem küçükken
dinlediğim ve o zamanlar yeni yeni popüler olmaya başlayan Hip Hop müziği DJ'leri yüzündendir.
Partilere gider ve DJ'lerin sadece plakları kullanarak kalabalığı nasıl kontrol ettiğini incelerdim. İşte o
zaman bir DJ olmaya karar vermiştim."

Genç Logic (ki o zamanlar Jason Kibler adıyla tanınıyordu) plak döndürme işine karşı olan tutkusu ve
yeteneğine rağmen, iki adet Technics 1200 model pikapla yapabileceği numaraları henüz tam olarak
gösterememişti. Ta ki, yeteneklerinin farkına varan Richie Harrison isimli bir davulcudan, DJ'liğin
yörüngesini değiştirmek isteyip istemeyeceği şeklinde bir teklif alana kadar: "Richie'nin, Eye and I
adında bir grubu vardı ve beni birlikte takılmak üzere.

Miss Kittin, Legowelt ve "Discobitch Tavrı"

32
Kraftwerk'in ortaya çıkışı milat kabul edilirse, bugün için elektronik müziğin 20 yılı aşan bir geçmişi
bulunmakta. Bu süreç içinde şu ana dek envai çeşit aygıt kullanılarak bu türde on binlerce parça
üretildi, sayısız deney yapıldı. Teknolojinin artan olanaklarına paralel, daha absürd ses kaynaklarından
kayıtlar alındı, en güçlü bilgisayar programları ve ses üretme ekipmanlarıyla olmadık titreşimler üretildi.

Kimileri iyice gücün karanlık tarafına yönelip oluşturdukları içe kapalı, izole dünyada kendilerini ifade
etmeye çalışırken; kimileri dans pistlerinin ışıltılı dünyası ve yüklü getirisinin çekiciliğine kapıldı. Bunun
sonucunda müzikle ve toplumla ilgilenen pek çok kişi, elektronik müziğin nereye gittiğini, hangi
noktaya geldiğini çeşitli şekillerde sorgulamaya başladı. Bu cevaplanması oldukça zor sorunun yanıtı ne
olursa olsun, kesin olan bu tür ile ilgili, popüler ya da değil, underground veya mainstream her
platformda sanatçının zihniyetinin belirleyici olduğu.

Dans müziğini ele alırsak, eskinin diskoları günümüzün club'larında kitlelere tatmin edici müzik
verebilmek adına en az 10 yıldır aynı altyapı üzerine uygulanan farklı makyajlar ile house müziğinin bir
düzine alt kolu ortaya çıkarıldı. Bazı örnekleri oldukça başarılı olsa da, bu türün bünyesinde barındırdığı
samimiyetsizlik ve yapmacıklık içine katılan çeşit çeşit latin,hint aromaları, cıvıl cıvıl ses filtreleri, ekolar,
flanger efektlerine rağmen kolay kolay aşılabilecek gibi görünmüyor. Benzer şekilde klüpleri etkisi
altına alan trance ve yandaşı türler de, üzerlerine ne kadar derin uzaysal, füzyon efekt yerleştirilirse
yerleştirilsin 'aynı'lıklarından pek bir şey yitirmiyor, alkol ve diğer bazı kimyasal yardımlar olmadan
kimseleri 'patlatabilecek' etkileyiciliği vaat edemiyorlar.

Diğer taraftan müziğin, özellikle eğlenceye yönelik müziğin türlü teknolojik numaralarla kendini
kandırmaması gerektiğini, asıl ihtiyacın belki de yeni teknikler, sesler ya da yapılardan ziyade bu
müziğin bir kişilik, hatta bir ruh kazanması olduğunu düşünen bir azınlık söz konusu. Bunlardan biri
Hollanda'da yaşayan Den Haag/Danny Blanco. Çalışmalarının çoğunu "Legowelt" ismiyle Hollanda'nın
batı kıyısının "açık fikirli" elektronik müzik label'ı Bunker Records'tan çıkarmış; ayrıca Legowelt (lego
dünyası şeklinde çevrilebilir) kesinlikle boşuna seçilmiş bir isim değil, nasıl legolardan tamamen hayal
gücüne bağlı sayısız oyuncak oluşturulabiliyorsa, Danny Blanco da ses parçalarından kendine sürekli
değiştirebildiği bir dünya yarattığını söylüyor (Danny'nin oldukça çocuk ruhlu biri olduğunu söylemeye
gerek yok herhalde!). Hem canlı performanslar, hem çıkan albümler, hem de film ve klipleri içeren
diğer çalışmalarda Danny Blanco'nun bir de oyun arkadaşı mevcut: Brian Chinetti, diğer adıyla Orgue
Electronique. Birlikte çıkardıkları "Wir leben in Pussywelt" (12" Bunker Records 1999) ve "Derrick in
Nordkorea"(12" Bunker Records 2000) gerçekten muhteşem albümler. Müzik yaparken C64lerin ses
chipi SID'i kullanan aletler, amigalar, yanları ahşap kaplı eski amerikan malı synthesizerlar(Donny
bunları aynı zamanda, stüdyosundaki tropik bitkilerle ahşabın rahatlatıcı uyumunu sevdiği için de
kullandığını söylüyor) ve bunların yanı sıra pek çok modern ses ekipmanı da ellerinin altında
bulunduruyor.

Yine de başta da belirtildiği gibi, kullandıkları cihazlardan ve seslerden ziyade, yaptıkları müziğin
barındırdığı kişilik önemli. Şarkılarda yer yer kullanılan vokaller, albüm ve şarkı isimleri, bu müziğin
legolarla oynayan genç bir hayalperestten çok, bir Commodore 64'ün başında gülmemek için
kendilerini tutup cool'luktan taviz vermemeye çalışan pardösüler içindeki Alain Delon ve Jeanne
Moreau'nun elinden çıktığı izlenimi uyandırabiliyor (kimi durumlarda). Özetle bu müziğe basitçe
"kraftwerkvari" elektronik disko müziği deyip geçmek, içerdiği yüksek dozda ironi ve üreticilerin
etkilendiği onlarca farklı sanatçı ve esere haksızlık olur.

Tam olarak aynı yönde olmasa da İsviçre'de yaşayan Fransız kadını (belki de Fransız kedisi demeliyim)
Miss Kittin, dans müziği piyasasındaki tekdüzeliği ortadan kaldırmaya aday çok güçlü bir isim. Asıl adı
Caroline Hervé olan 1973 doğumlu bu genç bayan, kesinlikle pek çok elektro sanatçısı gibi müziğin
içine doğmuş değil. Önce grafik tasarımı ve güncel sanat üzerine eğitim gören, ancak techno
dalgasının doğduğu ufak kente(Grenoble) ulaşmasıyla şehrin ilk raver'larından olan Caroline Hervé caz,
funk, diskodan klasik müziğe, brit-popa kadar değişen türlere ilgi duymuş, sonunda aradığını elektroda
bulmuş. DJ'lik yapan o zamanki erkek arkadaşına (cidden çok alışılmadık!) ukalalık ederken, miks
yapmaya başlamış, bu işi çok sevmiş ve devam etmiş. Zaten şu an için Miss Kittin'in synthesizerlarla
fazla boğuşmasına da gerek kalmıyor, çünkü işinde bir suç ortağı var: Michel Amato a.k.a The Hacker.
Michel, Caroline'in Grenoble şehrinde geçirdiği dönemden arkadaşı ve şu an müzikal anlamda
simbiyotik bir ilişki içindeler.

Miss Kittin, Cenevre'de gündelik yaşamından, gözlemlerinden ve pek çok başka etkileşimden ortaya
çıkardığı kimi zaman oldukça cüretkar ve uç olabilen şarkı sözleri yazıyor. Stüdyoya girdiklerinde de
The Hacker'ın Grenoble'deki üssünde ürettiği looplar son derece çabuk ve spontane bir şekilde Miss
Kittin'in vokalleri ve sözleriyle birleştirilip kaydediliyor. Özetle oldukça bağımsız bir üretim süreci söz

33
konusu ve bunun odağında da stüdyoda beraber geçirdikleri zamanı olabildiğince eğlenceli kılmak
yatıyor. Bu sayede aslında DJ'lik tekniği açısından oldukça donanımlı olan Miss Kittin, kendini daha iyi
ifade edebildiği şarkı sözlerine konsantre olurken, The Hacker da yer aldığı diğer projelere istediği
kadar vakit ayırma şansı buluyor.

Miss Kittin'in The Hacker'dan başka partnerleri de mevcut. Golden Boy, Zombie Nation gibi Gigolo
Records sanatçıları ve ilk duyduğu an Miss Kittin'in sesine aşık olan Felix da Housecat bunların önde
gelenleri. Felix da Housecat bir canlı performans sırasında Miss Kittin & The Hacker'ın bu güne kadar
kaydettikleri en başarılı çalışma olarak gösterilen 'Frank Sinatra' parçasını dinledikten sonra Miss
Kittin'e birlikte stüdyoya girmeyi teklif etmiş. Tabii bunda Miss Kittin'in canlı performanslarında
oynamaktan büyük keyif aldığı lateksler içindeki hemşire, yüksek çizmeler giyen soğuk disko güzeli
(her ne kadar 'discobitch' bir Legowelt parçası da olsa Miss Kittin'de vücut bulduğu kesin), tahmin
edilebileceği üzere muhtelif "kedi kadın" tiplemeleri gibi çeşitli rollerin payı olduğu da muhakkak. Yine
de bu ortaklık son derece iyi sonuç vermiş ve en güzel Miss Kittin parçalarından biri olan 'Madam
Hollywood' o gün iki saat içinde kaydedilmiş.

Sonuç olarak dans edilebilir, hafif melankolik disko müziği yapmaktan hoşlanan The Hacker ve içinde
on iki yaşında bir kız masumiyetinden, 60'lardaki vamp kadın erotizmine kadar arada ne varsa
barındıran, ironik, duygulu şarkı sözlerini iç gıcıklayıcı bir Fransız aksanlı İngilizce ile seslendirebilen
Miss Kittin, gerçekten klişelerin iyi kullanımının hiç kullanmamak kadar etkili olabileceğini gösteren
kaliteli çalışmalar yapıyorlar. Bulup dinlemeniz dileğiyle!

Yiğit Unan

Onu en çok satanlar listesinde aramayın: Fennesz

Avusturyalı underground deneysel rock grubu Maische'in kurucu elemanlarından biri olan (Christian)
Fennesz, Mego plak şirketinden çıkarttığı elektronika albümlerle tanın(ama)dı. 1996 yılında yayınladığı
kısa çaları "The Instrument EP" ile farklı bir perspektif yakalayan Fennesz, gitar tınısı ve deneysel
elektroyu çarpıcı bir şekilde bütünleştirdi; elektronik müziğin etkili, ama sessiz isimlerinden biri oldu. Az
sayıda müzikseverin haberdar olduğu bu dahiyle Pitchforkmedia tarafından yapılmış bir söyleşiyi
yayınlıyoruz.

Eskiden çaldığınız ve dinlediğiniz müzikler nelerdi?

70'lerin ve 80'lerin pop ve rock müziği ile büyüdüm. Okuldayken gitar çalmak zorundaydım; müzik
okuluydu ve herkesin bir enstrüman çalması gerekiyordu. Sanırım bu yüzden gitar ve gitar ağırlıklı
müzikler her zaman için benim üzerimde bir etki bıraktı. Aynı zamanda etno-müzikoloji okudum, ama
bunun

Sonic Cerrahlar; Matmos

Sabah kalktığında yaptırdığı burnu ve aldırdığı yağlarının hikayesini radyoda işiten kadını duymuş
muydunuz ? Her şey San Fransisco'da, kendilerine Matmos adını veren iki doktor çocuğunun tilt
makinelerine ve porno filmlerine müzik yapmaktan sıkılıp, babalarının yolunda yürümeye karar
vermeleriyle başladı. İkilinin hikayesini allmusic ve matador'dan derledik.

Bir estetik ameliyat sahnesine tanık olmak için, ya cesur yada midesiz olmak gerekir. Bir vücudun
kesilip açılmasını, boşaltılmasını, yada doldurulmasını, mükemmel bir estetik için soğuk makineler
tarafından işlenmesini seyretmenin hem ürpertici, hem de büyüleyici bir yanı olsa gerek. Aslında, bir
estetik cerrahının insan vücudunu bazı ideallere göre biçimlendirmesi ve sanatçının düşüncelerine
değişik ve güzel bir şekil vermesi arasında bir benzerlik var. Matmos bu bağı, dördüncü albümleri "A
Chance to Cut is a Chance to Cure" ile en açık ve net şekilde kuruyor. Hastaların ve cerrahların
güvenlerini kazandıktan sonra grup, ameliyathanelerde ve kliniklerde kayıt yapma izni koparıyor. Sonra
stüdyolarına dönüyorlar ve topladıkları seslere kendileri

Klavye tarihinin yıllanmış şarapları Hammond, Wurlitzer ve Fender Rhodes

Er yada geç her şey bir süre sonra eskir; bununla beraber eskiyen değerlenmeye ve hatırlanmaya
başlar. Müzik tarihinin 90'ları ve yeni 21. yüzyılı artık tozlanmış tuşluları tekrar hatırladı. Son yıllarda
ortaya çıkan grupların müziğinin ana fikrinde, bu dededen kalma eski tonlar var. Bu eski merakı, genç
bir ruhla buluşuyor; tonların yeni çözümlemeleri ve yönelişleri yeşermeye başlıyor.
34
Döneminin padişahları, şimdinin eski teknolojileri, çağdaş müziğin her aşamasında kendini göstermeye
başladı; elektronika, post-rock, country, blues, hip-hop, vesaire. Yaşları 30 yada 40'ı geçen bu
dedelerin hala bu kadar çok kullanılması ve dönemin çağdaş müziğin içine sızmasındaki ana fikir ne?
Tını, his veya titreşim olabilir mi acaba? Kesinlikle! Özellikle de yeni tuş tınısının, giderek doğada var
olan sese yaklaşması, kopya etmesi, kopya ettikten sonra da bozması gibi teknoloji bir unsur kendini
göstermeye

Yeniler...

Craig Armstrong "As If To Nothing"


Yeni çıkan albümler içinde şayet gücünüz sadece bir tanesine yetiyorsa, Craig Armstrong'un "As If To
Nothing"ini alın derim. Böylece onu kasetçi dükkanının raflarında Enrique Iglesias ve Innis arasında
sıkışmış olarak durmaktan da kurtarırsınız. Bir de "hangi müzik türünden hoşlanırsınız?" sorusuna
"hepsi" diye cevap vermeyen bir sanatçı olduğu için. Massive Attack'ın eski günlerinden aşina
olduğumuz Armstrong'un bu albümünde sevdiğimiz bütün delikanlı müzisyenler adeta resmi geçit
yapıyor; öylesine ağırdan ve derinden çalışıyorlar ki, simsiyah bir albüm kapağını sonuna kadar hak
ediyorlar.

Yo La Tengo - The Sounds of the Sounds of Science (Egon)


Müzik görsellikle bir arada yürüdüğü zaman, hissiyat kuvvetli oluyor. En son "And Then Nothing
Turned itself inside Out"tan sonra ortadan kaybolan Yo La Tengo, bu konsepti hatırlatacak ilginç bir
projeyle karşımızda. İmajı sese dönüştürme deneyi: Grup, Fransız avangard film yapımcısı Jean
Painleve'in su altı imajlı belgesel-filminde, görüntüyü forma sokan orkestrasyon rolüne bürünüyor.
Uzun bir süreden sonra ilk defa canlı performans yapan grup, çok geçmeden stüdyonun kapısını
aralamış. Sonuç? 8 okyanus parçalık ve 78 dakikalık hayal gücü.

Rob Mazurek - Amorphic Winged (Walking Road)


Isotope 217 ve Chicago Underground gibi projelerle gürültülü, aksak ve deforme tınıları avant-caz ve
post-rock yapılarda biraraya getiren trampetçi Rob Mazurek, beşinci stüdyo albümü "Amorphic
Winged"le solo doğaçlamanın ilgi çekiciliğini akıllara kazıyor. Mazurek, albümde birçok Chicagolu
müzisyene yer vermiş, ama kulağınızın alışık olduğu çoğu piyano, üflemeli ve "klik!" tonları Mazurek'in
laptopundan çıkma taklit, efektif bir ses düzeni içinden geçiyor. Bütün bu karmaşa, yalın bir noktada
buluşuyor: Yakın ama pek tanımadığımız hüzün dolu bir yoğunluk.

MUM "Finally We Are No One"


İzlandalı dörtlünün ilk albümü "Yesterday Was Dramatic, Today is Okay"i dinleyen herkes Mum'ın
büyülü dünyasının tadına bakmış demektir. Ondan sonraki kısa çalar ve single çalışmaları gerçekten de
ilk çalışmayı aratmıştı. Ancak grup ikinci albümü "Finally We Are No One" ile korkularımızı silip atıyor
ve bir kez daha rüya alemine sürüklüyor. İlk albüme göre daha organik enstrümanlar ve vokallerle
örülü albüm ilki kadar olmasa da doyurucu bir albüm.

Cornershop "Handcream for A Generation"


1997 tarihli "When I Was Born for the 7th Time" Cornershop'u bir anda İngiliz alternatif pop/rock
sahnesinin göz bebeği yapmıştı. Üç yıl aradan sonra çıkan yeni Cornershop albümünden aynı şeyleri
bekleyerek dinlerseniz hüsran kapıda demektir. Oasis'ten Liam Gallagher'ın gitarlarıyla eşlik ettiği 14
dakikalık psycho destanı 'Spectral Mornings' çok başarılı. Funky ve dans parçalarda kendini gösteriyor.
Fazla yargıda bulunmadan dinleyin, bazı albümler böyle daha güzeldir.

Howie B "Folk"
Bu albüm müzikal açıdan her türlü sürprizi sevenler için birebir. Howard Bernstein zaten her zaman
şaşırtıcıydı. Şimdiye kadar ki kariyerinde U2, Tricky ve Björk'e prodüktörlük ettiğinde, bir sonraki
adımda ne yapacağını kestirmek neredeyse mümkün değildi. "Folk" son albümlerindeki elektronik ve
break-beat deneylerinden oldukça uzakta. Howie B. bu sefer 'Making Love on Your Side' ya da Robbie
Robertson'la (The Band) birlikte çalıştığı 'All This Means to Me' gibi parçalarda konkret bir hedefi
olmayan müzikal bir yolculuğa çıkıyor. Deneyselliği, sınırları belli bir stile tercih edenler tam doğru
yerde.

Boards of Canada "Geogaddi"


Organik elektroniğin mucitleri yine aramızda ve organik elektroniği sanki yeniden icat edecekler.
Boards of Canada kültürel açıdan yozlaşmış, otuzlu yaşların başlarında iki tip. Yazık aslında "ilk bakışta
aşk"ı "ilk dinleyişte aşk"a çevirmek için akustik bir beceri eksikliği var onlarda. Marcus Eoin ve Michael
35
Sandison bu albümün parçalarını "yarı elektronik sıcak parçalar" olarak tanımlıyorlar; house yada
drum'n bass değil, elektronik listening. Dans etmeden dinlenebilir bir şey yani. Bazen utanıp sıkılarak,
bazen de akıcı bir şekilde devam eden çocuk şarkıları gibi.

Bert Wrede "Actronic"


Hayatın önemli ve önemsiz anları yan yana; kimse insan ruhu üzerindeki bu fenomeni William
Shakespeare'dan daha iyi anlayamadı. "Actronic - Hamlet" hem tiyatro müziği hem de değil.
Performans, aktörler ve kelimeler olmaksızın bu müzik kendi kontekstini oluşturuyor. Arka plan öne
fırlıyor, yeni kimyasal etkileşimlere giriyor ve üzerindeki perdeyi fırlatıyor. Eşsiz bir dönüşüm devreye
giriyor ama yine de özü hiç değişmiyor. Yüzeylerde ufak bir oynama ve mesafeler iyi bir damak tadı
bırakıyor. Berlinli kompozitörün çalışması son derece sakin ve rahat.

Herbie Hancock "Future 2 Future"


Cazda zaman yolculuğu yapmayı hüner haline getirmiş piyanist Herbie Hancock, kariyerinin en uzun
zaman dilimini günümüzün trend eğilimlerini, caz standartları ile birleştirme işine ayırdı. Aradan uzun
yıllar geçtikten sonra kıymeti anlaşılan 1983 tarihli "Future Shock", Hancock'ın alter egosu olarak
kalmıştı. Bugün "Future 2 Future", yeni bir "Future Shock" yaratmak amacını güdüyor ve maalesef pek
başarılı olamıyor. Hem de Bill Laswell ve ardındakilere rağmen...

Trans Am "TA"
Trans Am'in seveni kadar nefret edeni de var. Yeni albüm "TA" bu kategorilerine yenilerini eklemek
için çok ideal bir albüm. Kendini bir önceki Trans Am albümü "Red Line"ın deneyselliğine kaptırmış,
gene vokoder oyunlarıyla dolu. E tabi bu bazıları için pek bir şey ifade etmeyecektir ama eğer Trans
Am'i daha önce hiç dinlemediyseniz ama farklı bir şeyler için yanıp tutuşuyorsanız ya da Trans Am'i
seven bir dinleyici olarak "Red Line"ı sevdiyseniz, "TA" bu yaz ve sonbaharınızın soundtrack'i, ve hatta
yol göstericisi olabilir, belli mi olur?

The Notwist; 'Hiçbir yerde olmayan yerde'

Dördüncü albümleri "Shrink" ile müzikle ileri derecede haşır neşir olanların, son albümleri "Neon Gold"
ile de herkesin ilgisini çektiler. Şimdi de H2000'in ikinci günü saat 20:30 ile 21:30 arası bütün
meraklıları Ömerli'ye çekecekler...

Bu yazının başlığında cümle düşüklüğü var sanmayın; 'Hiçbir yerde olmayan yerde' ifadesi, dik kafalı
çocuklar grubu The Notwist'in aralarında kodladıkları ve kendilerini anlatırken en sık başvurdukları
cümle. Hani mahalle aralarındaki gençlerin ne anlama geldiğini bilemediğiniz, ama kendilerinin
aralarında mükemmelce anlaşmalarını sağlayan kısaltılmış ve şifrelendirilmiş ifadeler vardır ya! İşte
onlardan biri bu da. Karakteristik olarak fast-food alışkanlıkları olan, sürekli cep telefonlarını
kurcalarken bilgisayardaki arkadaşının tavsiye ettiği yeni bir oyuna takılan, ülkelerindeki sosyal
güvenlik yasaları pek umurlarında olmasa da, Dünya Kupası ve Formula1 ile ilgili haberlerden sinek
uçurtmayan, tam yeni jenerasyon mensubu bu dört kafadardan oluşuyor The Notwist. Maymun
iştahlılıklarından müzikleri de nasibini alıyor; daha önceki albümlerinde metal, grunge ve caz derken,
şimdi eksik kalmasın diye Brit-pop'u da aralarına katarak, belli ölçülerde eklektik tatlar barındıran yeni
bir albüm toparladılar; "Neon Gold."

İlk olarak punk yapan Münihli grup The Notwist, daha sonraları 80'lerin klasik indie pop tarzı lirikselliği
ve Autechre ile Oval'i hatırlatan elektroniklerle de özgün bir karakter yakaladı. Vokal ve gitarda Markus
Acher, basta Micha Acher, klavyede Martin Gretschmann (aynı zamanda tek albümlük Console
projesinin sahibi) ve davulda Martin Messerschmidt'ten oluşan grup, 90 yılında kendi isimlerini taşıyan
ilk albümlerini piyasaya sürdükten sonra, 92 yılında çıkarttıkları "Nook" punk kalıpları içerisindeydi.
Üçüncü albümleri "12", grubun ilk defa elektronik temalar taşıyan ve koro vokal kullanılan çalışmasıydı.
Sonra Amerikan şirketi Zero Hour ile anlaşma imzaladılar ve 98 tarihli dördüncü albümleri "Shrink" ile
dünya çapında ün kazandılar. Bu albümden sonra "Absolute Giganten" adlı bir filme altı parça yaptılar
ve İngiltere'de Stereolab'e ön grup olarak çıktılar.

Minimal gitarlar, parlak olmayan vokaller, günümüz elektronika tınıları ile birleşince, tüm saflığı ile
grubunun yaşam tarzından başka hiçbir şey olmayan, baştan sona huzur veren minimal atmosferli bir
çalışma çıkmış ortaya. Her The Notwist plağında olduğu gibi sabun köpüğü pop kültürünün ironisi, bu
işi çok severek yaptıkları hemen fark edilen grubun albümünde açıkça duyuluyor. Bu yüzden "Neon
Gold"u genç kuşak müzisyenlerden farklı şeyler bekleyen sektör çakallarının içine çıkarırken tedbirli
davranarak şeffaf torba içinde taşımak gerekiyor. O garip modern aşkın elektro pop çağındaki

36
ulaşılmazlığını anlatabilmek için özel ses örgüsü yakalamaya çalıştıkları, bunun için nasıl uğraşıp
didindikleri, bu müziğin parçası olanlarca açıkça hissediliyor.

The Notwist üyeleri, müzik dışında son derece mütevazi ve medyanın renkli kalabalığının bir hayli
uzağında, müzik dinlemeyen, sabit fikirli insanlarla iç içe bir çeşit kasaba hayatı yaşıyorlar. Fakat
ünlendikten sonra tüm kasaba halkı tarafından "bizim çocuklar" diye çağrılır oluvermişler. Örneğin
davulcu Messerschmidt, kayıt yapmadıkları zamanlarda döşemecilik yapıyor. Hatta, kendinin bir üst
katında yaşayan klavyeci Martin 'Console' Gretschmann'ın dairesinin parkelerini bizzat kendi elleriyle
yapmış. Martin, kasabadaki az sayıdaki çocuğa müzik dersi veriyor. Acher kardeşlerin geçim kaynağı
ise babalarının dükkanı.

15 aylık bir emek sürecinde çıkan albümün hit parçası bile, liste mantığına uygun değil; sağlam bir bas
ve elektro-beat üzerine kurulmuş, New Order'ı anımsatan parça 'Pilot', aslında hiçte ticari bir şarkı
değil. Dikkat çeken bir diğer şarkı hoş, oldukça dingin bir ambient ve göze batmayan bir elektronikle
bezenmiş olan 'Life's A Loop', Nietzsche tarafından da söylenmiş olabilirdi. Kimlerden etkilendiklerini
çaktıran şarkılar, albümün sonlarına doğru geliyor; 'Solitaire'in dikkat çekecek kadar Björk'e benzeyen
geri planı, 'One With the Freaks'ın Grant McLennan çağrışımlı yapısı çok anlaşılabilir şeyler.

Weilheim'deki depolarında takılan bu delikanlılar grubunun şık ve zarif müziklerinin rock olmadığı kesin.
The Notwist, çok soru soran ve çok çalışan meraklı gençler grubu.

Murat Beşer

Oval vs Panasonic

Sanat ve bilim arasındaki sınırları eriten müzisyenler, git gide daha yabancı alanlardan ses kaynakları
üreterek bizleri bilinmeyen sonic diyarlara götürüyorlar. Oval'in ses kolajları ve Pan sonic'in ultrasonic
dalgaları, deneyselliğe oldukça elverişli tekno okyanusunun yabani seslerini evcilleştiriyor. Günümüzün
elektronik müziğinde eşsiz yerlere sahip olan bu ses teröristlerinin müziklerini yapış şekilleri ise,
müzikleri kadar tuhaf ve çalışılmış.

Finlandiyalı minimalist tekno grubu Pan sonic, bu ülkenin deneysel tekno underground'ının en aktif ve
tanınmış sanatçıları arasında yer alıyor, çalışmaları tüm dünya çapında takdir ediliyor. Minimal tekno ve
hardcore'un ince çizgileri üzerinde cambazlık yaparak, antiseptik prodüksiyon teknikleri ve el yapımı
aletlerinin elektroniklerini birleştiren grup, 1995'te İngiliz Mute plak şirketinin deneysel yan kolu Blast
First!'e katılarak endüstriyel müzikle doğrusal bir bağ kurmayı başardı. Pan sonic, Jeff Miles ve Mike
Ink arasında bir çatışma gibi gözükse de, maksimum etki için dans zeminli elektronikleri gereksiz
detaylardan arındırarak egzotik bir ses araştırması. Stüdyo ekipmanlarını eski analog synth artıkları ile
kurmakla tanınan Pan sonic'in tekno'da daha önce denenmemişlik arayışları, onları müziğin daha çok
Detroit köklerine indiriyor.

"Sesleri normal synth'lerden daha değişik yollarla elde etmek istiyoruz" diyen ikili, çoğu sesi teknisyen
bir arkadaşları tarafından yapılan sinewave jeneratörleri ile elde ediyor. Müziklerindeki saf ses
frekansları ve Newton doğruluğu ile aşamalandırılmış keskin ritimlerine karşın "en uçta olmayı
hedeflemiyoruz, bu sadece bizim müzik yapma tarzımız" diyorlar. "Makinalar bizim olduğumuz kadar
önemliler. Parçaları oluştururken fikirler bizim aklımızda oluyor, ama makinelerde canlanıyorlar. Bazen
aklınızda çok spesifik bir şey varsa işler biraz zorlaşabiliyor, belli bir tarzda bir parça yapmak
istediğinizde parçayı o tarafa yönlendirmek çok güç olabilir. O zaman kontrolü makinelere bırakırsınız
ve siz takip edersiniz."

90'ların başında Turku'da kurulmuş grup, Mika Vaino ve Ilpo Vaisanen'den oluşuyor. Çoğu Finlandiyalı
tekno grubu gibi, Pan sonic başlangıçlarını, kuzey Avrupa tekno sahnesinin merkezi ve Kirlian, Philius,
Ø (aka Mika Vainio), Mono junk, ve Jimi Tenor gibi isimlere ev sahipliği yapan Sahko/Puu etiketi
altında yaptı. Üçüncü eleman Sami Salo'nun katılmasından ve bir sonraki sene Blast First! ile kontrat
imzalamadan önce, Pan sonic aynı ismi taşıyan ilk single'larını 1994'te Sahko'dan çıkarmıştı. Grubun ilk
Bast First! albümü "Vakio", aynı sinsi, pasif agresif tekno'yu biraz daha akıl dışı seslerle besledi.
Vakio'nun çıkışından hemen sonra, Salo gruptan orduya katılmak için ayrılıyor ve Pan sonic'in sonraki
çalışmaları, "Osasto EP" ve grubun 1997 tarihli ikinci albümleri "Kulma", ayrılan arkadaşlarının
eksikliğini daha sert, daha zor algılanan tonlarla ortaya koydu.

1996'da repertuarlarına canlı performanslar ekliyorlar. Avrupa ve Japonya'da gerçekleştirdikleri


konserlerin yanı sıra, gotik rock grubu Swans ile turneye çıktılar. Mika Vaino 1997'de Londra'ya
37
taşınarak Ø adındaki solo çalışmasını sürdürdü. Aynı zamanda Sahko, Puu ve Cheap şirketleri için,
Tekonivel, Orchestra Guacamole (Jaakko Salovaara ile) ve Kosmos (Jimi Tenor ile) adları altında
çalışmalar sundu; Björk ve Tactile için remiksler yaptı. 1998'de büyük Japon imalatçı şirket ile
kaçınılmaz bir dava sonucu, isimleri Panasonic'ten Pan sonic'e geçti. Eksik harf bir sonraki sene ikilinin
üçüncü albümü ile tekrar ortaya çıktı. Bu arada Vainio ve Vaisanen, VVV adı altında, Suicide'ın solisti
Alan Vega ile "Endless LP"yi kaydettiler. 2001'de ise Pan sonic "Aaltopiiri" albümüyle geri döndü.

Bu arada Oval belki de yaptıkları müzikten çok, müziklerini yapış şeklinden tanınıyor. Alman deneysel
elektronik üçlüsü, bir takım avangard kompozisyon unsurlarına, dijital ses dizayn tekniklerini katarak,
çok ilginç bir şekil elde etti. Sonuç, çağdaş elektronik müzik sahnesinin en özgün örneklerinden biri
oldu. Başta Markus Popp, Sebastian Oschatz ve Frank Metzger'den oluşan Oval, zamanla sadece
Popp'un işi haline geldi, Metzger'de işin daha çok görsel tarafına yöneldi. Marcus Popp'un Mille
Plateaux'dan çıkarttığı çalışmaları, bozuk ve çizik CD'lerin ritmik tıkırtılarının rasgele
pattern'lenmesinden oluşuyor. Bu "hazır CD" üzerine, ince ve seyrek melodi ve tuhaf elektronik
tabakalar yayarak elde ettiği sonuç, garip bir şekilde müzikal olmasıyla beraber, sadece garip
denilebilir. Popp bu yaklaşımı ilk Oval albümlerinde açığa çıkartıyor; "Wohntone, Systemische" ve "94
Diskont". Kendi ülkelerine göre zaten epey marjinal, ve Amerika'da ise daha da anlaşılmaz sayılan
Oval'in Chicago'lu post-rock grubu Tortoise'un remix'leri, onları Amerikan dinleyicisiyle tanıştırdı; ilk
albümleri ve Popp'un Microstoria adı altındaki (Mouse on Mars'dan Jan St. Werner ile) çalışmaları,
1996'da Thrill Jockey tekrar piyasaya çıkartıldı. Bir sene sonra çıkan "Dok" albümü, Oval/Christophe
Charles işbirliğini içeriyordu. 1999 "Szenario EP"sinden sonra, 2000 yılında "Ovalprocess" ile geri
geldiler.

Oval'in metotları biraz kapalı, teorileri inanılmaz derecede seçkin ve çıkardıkları sesler ironi içeriyor.
Oval müziği hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz bir şey varsa, labirentimsi ve korkutucu
yüzleriyle, çekici esrarengizliğinin güzelliğidir. Oval "saf müzikten çok, müzik fikirlerinin teknik
uygulanışı hakkında" diyor Markus Popp. "Büyük M'li müziktense, bir ses dizaynı çabası." Yani,
günümüzün elektronikasını sağlayan hardware ve software'lerin asıl işlevlerinden saptırılarak elde
edilen müzik arayışı. Bu teknolojilerin en önemlisi, değişik ekipman parçalarının bir gruptaki elemanlar
gibi koordine olmasını sağlayan MIDI. "MIDI'nin kendisi bir müzik eğretilemesi. Her yönden çok
kısıtlayıcı bir şey, bu protokolü aşmak gerekiyor."

Bu teknolojilerin müziğin geleneksel dizimi ve anlamsallığı ile olan ayrılmaz bağına rağmen, ya da
yüzünden, Oval bu tertibatı standardize etme merakları için kullanıyorlar. Mille Plateaux'dan çıkarttıkları
ilk albüm "Systemisch", ucuz bir MIDI seti ve ödünç aldıkları bir Aphex Twin "Selected Ambient Works
Vol II" CD'si ile gerçekleştirilmiş, ama zemin tanınmaz hale dönmüştü. Oval'in meşhur 'bozuk' CD'leri,
kasten yapılmış 'sanat ürünleri'. Kulak ürküten CD sekmeleri, tıkırtıları ve cızırtıları, Oval'i tanımlayan en
belirgin özellikler. "O CD'leri kullandık, ama bu o kadar önemli değil, kullanabileceğimiz daha birçok
şey vardı. Önemli olan nokta, CD çalarken bir hatamı, yoksa kaydın bir parçasını, arasında bir ayrım
yapamamaktaydı." Oval CD kullanımlarını tanımlamak için "sabotaj" teriminden çok "itaatsizlik" terimini
tercih ediyor. Bunlar biraz Jimi Hendrix'in feedback kullanımını başlatmasına benziyor, elektro gitarda
yatan bir arızaya şekil vermesine.

Görüntünün Sesli Kahramanları

Yaşamın sıkıntılarından kaçmak veya içinde kendinizi aramak istediğiniz seanslar; filmde içine çektiğiniz
havayla beraber sesler, hiç aklınıza gelmeyen, ama gördünüz zaman hayatınızda fark ettiğiniz detaylar,
hepsi bir bütün ve görüntüyü etkiye sokan aslında gizli kahraman müzik, daha doğrusu ses.

Sesin görselliğe olan etkisi tartışılamaz. Aynı şekilde görsel imajların müzik içerisindeki çağrışım etkisi
de öyle. Mutlaka her müziği dinlerken kafanız da kendinize ait veya o anda kurduğunuz birçok film
sahnesi vardır. Zihinlerdeki kameraman siz, yönetmen de sesler. Müzik imajlar müzikle birleştiği vakit,
hiçbir şey onları birbirinden ayıramadı. İmajların müziğe ihtiyacı hep vardı, müziğinde imajlara: Son
yıllarda elektronika, avangard ve gitar alanlarında birçok isim bu iki kurgunun üzerine gidiyor.

Görsel eğilimler: Müziğin görsel çağrışımları ve hiçbir zaman varolmamış birçok imajı insan zihninde
yaratabilme etkisi, herkesin mutlaka yaşadığı tecrübeler. 90'lı yıllarla beraber elektronika, avangard ve
gitar müziğinin birçok ismi bu tecrübeyi kendi karakterleriyle yansıtmaya çalıştılar. Müziği bir kalıptan
çıkaran bu kişisel heyecan, tınıların çeşitli galeri ve müzelerde yer verilmiş konseptüel çalışmalar ve
enstelasyonlarla buluşmasıyla orijinal bir boyut kazandı. New York'lu heykeltıraş Charles Long'un
enstelasyonuna yaptığı performansı "Amorphous Body Study Center" adlı albümde toplayan Stereolab,
Alman ressam Gerhard Richter'in sergisinde performans yapan Sonic Youth ve enstelasyon
38
performanslarıyla elektronikanın son yıllardaki önemli gruplardan Pan Sonic adamı Mika Vainio, müziği
bu görsel sanat tabanlı alanlara taşıyan isimler oldular. Görsellik video formatında birçok konser
performansıyla da önem kazanmaya başladı.

Japon noise elektronik adamı Merzbow da konserlerinde müzikle beraber yürüyen çeşitli görsel öğelere
yer vermiş. Aynı şekilde geçen sene İstanbul'da konser veren bir başka elektronik isim Plaid'de konser
esnasında projeksiyonla müzikle beraber yürüyen görseller kullanmıştı. Sonic Youth'un "küratör"lüğünü
yaptığı Los Angles'taki "All Tomorrows Parties"de gösterilen birçok video-art ve kısa filme performans
yapılmıştı. Bu tür performanslarla "müziğin görselliği" ön plana çıkarken; "görsellin müziği", müziğin
beyaz perdeyle buluşması görüntüye eşlik etmesi ve imajla beraber yaşaması son yıllarda çıkmış birçok
grup performansıyla irdelendi. Filmin akışıyla beraber müziği götüren Boxhead Ensemble gibi
soundtrack gruplarının yanında, Jack de Johnette, Sean O'Hagan, To Rococo Rot ve Jim O'Rourke gibi
ufak çapta başlayan doğaçlamaya dayalı canlı "imajı ses dönüşüm deneyi", 90'lı yıllarda daha çok
dikkat çekse de, çok eskilere dayanıyor.

İlkler: Projeksiyon, büyük bir perde ve her imajın kendi sesi. İmajları hedef almış müzikal eğilimler son
birkaç yıl içinde gerçekleşmiş avangard, elektronik ve gitar performanslarında ön plana çıktı. Bu
performansların canlı ve doğaçlama olması da işi heyecanlı kıldı. Bu türlerde yapılmış ilk örnekleri 60'li
yıllara dayanıyor. Avangard müzisyen Karlheinz Stockhausen, Robert Beer'in 1964 yapımı renkli, 9
dakikalık kısa filmi "Fist Fight"ın performansını yaptı. Synthesizer tarihinin baş yapıtlarından "Moog"un
yaratıcısı Robert Moog, sinematik performans yapan ilk müzisyenlerdi. 1972 yılında çekilmiş Amerikalı
yönetmen Ed Emshwiller'ın "Thermogenesis" adlı 12 dakikalık filminde Moog'a Don Buchla eşlik etti.
90'lı yılların sonunda cereyan eden bu müzik-imaj ve görsellik iletişimi çeşitli projelerle ve kısa filmlerle
bastırılmaya çalışıldı. Daha sonraları uzun metrajlı filmlerle, uzun performanslara döndü.

Fennesz: Elektronik müziğin kendine has Avusturyalı noise kahramanı Fennesz (Christian), müziğindeki
görsel çağrışımları çeşitli müzikal projelerle hayata geçirmeye çalıştı. Müziğin sadece seslerde
kalmadığını ve görsel bir geçişe dönüşebileceğini birkaç kısa film performansıyla ispat etmişti.
Avusturyalı yönetmen Jurgen Moritz 1997 yapımı "Instrument" adlı 5 dakikalık kısa filminde
performans yaparak, formların müzikle olan bağını kendi müzikal anlatımıyla irdelemişti. Müziğini
sinema hikayesine bir yapıştırmadan öte, kendi içinde bir bütün olabileceğini gösterdi. Sadece filmlerde
de değil aslında, birkaç sanat aktivitesinde de video-art projesinde sergilemişti. Hatta bütün bu film
konserlerinden çok önce Fennesz, 1994 yılında "LCD" enstelasyona ve 1996'da da "Skot" yaptığı başka
bir video-art çalışmasına performans yaptı. Ve son olarak Polleni'nin "Gülen Adam" adlı uzun metrajlı
filmi.

Mego'nun çocukları: Fennesz'in plak şirketi Mego da bu konseptte birçok görsel projeye imza attı.
Elektronik profilinde birçok müzisyene ev sahipliği yapan Mego, bu müzik türünün bir parçası veya
temsilcilerinden biri olarak gözükmektense, elektronik müziği deneysel alanlarda renkliliğini ve
değişkenliğini savunan bir sponsor olmayı tercih etti. Bu açıdan her zaman özel bir elektronik şirket
olarak bilinir. Fennesz de bu özel isimlerden sadece bir tanesi. Mego'dan albüm çıkaran birçok grup bu
tür sinematik orkestrasyon veya görsel müzisyen rolüne bürünüyor. Başka bir Mego grubu Pita, namı
diğer Avusturyalı Peter Rehberg, diğer elektronik projesi General Magic'le beraber kendi ülkesinde
Fennesz gibi çeşitli sinema ve kısa film gösterimlerinde de ön plana çıkmıştı. Ben Pointeker 1999
yapımı 6 dakikalık kısa filmi "Overfart", General Magic adıyla yaptığı performanslardan sadece biri.

Cinematic Orchestra: 90'ların sonunda yavaş yavaş kendini çağdaş elektronik ve avangard müzik
alanlarında, öne çıkaran bu sinema-müzik ilişkisi sınırsız canlı doğaçlama ve çeşitlenme yollarında
kendini gösterdi hep. Bir soundtrack'ten öte doğaçlama müziğin, "proje" altında tadına varmayı tercih
etti birçok müzisyen. Aslında bu alanda bu proje fikrinden öte, sinema orkestrasyon olayını kendine
üstlenen bir grup var. Hem de bu alanı kendi adı üstüne alıyor: Cinematic Orchestra. 1990 yılında multi
enstrümantalist/ programcı/besteci Jason Swinscoe'nın caz ve hardcore-punk geçmişinden deneysel DJ
performanslarını ve korsan radyo yayınlarını, 60- 70'li yılların caz havasında erittiği uzun bir yoldan
geçiyor. Cinematic Orchestra. Başka bir absürd elektronik ağırlıklı plak şirketi Ninja Tune'da sample
vurmalılar ve bas çizgisi üzerine varyasyonlarıyla canlı müzikal doğaçlama sınavını geçmişti.
Saksofoncu Tom Chant, basçı Phil France ve davulcu Daniel Howard'la tamamlanan grup, 1999
"Motion" ve 2002 "Every Day" adlı iki albüm çıkardı. Ön plan çıktığı en büyük performans başarısını
Stanley Kubrick'in "Hayat Boyu Başarı Ödülü Seromonisinde" sergilemişti.

Yo La Tengo: Gitar soundunun önemli gruplarından Yo La Tengo, Fransız avangard film yapımcısı Jean
Painleve'in su altı belgeseli imajlı filminde, canlı performans yapan diğer sinematik gruplardan biri.
Geçen sene Nisan ayında düzenlenen San Francisco Film Festivalinde ilk defa canlı olarak filme

39
performans yapan grup, belgeselin konseptinde organik bir tını yakalamış. Görüntüyü müziğe
dönüştürme sorumluluğu işin içine girince, Yo La Tengo'nun gitar soundunu farklı bir yapıda
buluyorsunuz ki görselliği ilginç kılan da bu zaten. Grup, bu konserin performansını "Sounds of the
Sounds of Science" adlı bir soundtrackte toparladı.

Jim O'Rourke, sonikler ve avangard cazcılar: Fennesz ve Rehberg'le beraber FenO'Berg adlı elektronik
projede bir araya gelen yeni Sonic Youth elemanı, gitar müziğinin yaramaz çocuğu Jim O'Rourke,
elektronik eğilimleriyle bu sinematik orkestrasyon alanında boy gösterdi. O'Rourke, 1999 yılındaki
Austin Cinemaker "Super-8 extravaganza" festivalinde birçok müzisyenle beraber bir araya geldi. Amfi-
tiyatrolarda gerçekleşen film gösterimleri deneysel müzik performanslarla renklendi. Diğer bir Sonic
Youth adamı Thurston Moore, deneysel elektronik müzisyeni Ikue Mori, Kanadalı CCMC ve Chicago
avangard caz sahnesinin önemli ismi Ken Vandermark ve İsveçli avangard saksofoncu Mats
Gustaffson'un grubu AALY Trio gibi isimler, sinema gösterimlerine avangard ağırlıklı deneysel müzik
görevini üstlendiler.

Müzik,ses-imaj etkileşimi birbirinden hiç kopamadı ve bir şekilde 90'larla beraber yeniden birbirini
buldu. 90'lardaki birçok müzikal alanın bu görsel merakı yanında heyecanlı canlı doğaçlama
performansları ve sınırlı müzikal sınırsızlıkları da yanında getirdi, getirmeye de devam ediyor.

Tresor; Dünyanın en güvenli klübü

1991 yılında Berlin duvarının yıkılmasının dünyada siyasi, kültürel ve düşünsel anlamda büyük çaplı
değişikliklere yol açtığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. O dönemde bu olayın etkilerinin
neler olabileceğine dair pek çok tahmin yapıldı, belki de ciltlerce yazı yazıldı; ne var ki otoriteler
Almanya'nın tekrar birleşmesinin elektronik dans müziği için bir nevi dönüm noktası olacağını
öngöremediler.

Gözden kaçan nokta, yıkılmadan önce duvarın 'hafif sağ' tarafında bulunan ve birleşmeyi takip eden 11
yıl boyunca çok önemli müzikal hareketlere ev sahipliği yapacak olan terkedilmiş bir alışveriş
merkeziydi. 1991'de bu binada kurulan Tresor bugün hala her kıtadan on binlerce tekno dinleyicisi için
dünyanın en iyi, en atmosferik ve 'anlamlı' klüplerinden biri, hatta bu 'dinin' fanatiklerinin hac
görevlerini yerine getirmek için toplandıkları bir buluşma noktası. Daha büyük bir kitle tarafından da
gezegenimizdeki en iyi tekno markalarından birisi olarak gösteriliyor.

Bu alt kültür mitinin başlangıcı aslında birleşmeden birkaç yıl öncesine dayanıyor. 1988'de Interfish
Records, Almanya, İngiltere ve Amerika kaynaklı asit house ve yeni yeni filizlenen teknoyu yayabilmek
için kıta Avrupa'sında bir üs oluşturmak istedi ve Berlin'de UFO isimli bir klüp kurdu. O dönemde halen
duvarla ikiye ayrılmış durumdaki Berlin, sahip olduğu gri gökyüzü, asık suratlı insanları ve mekanik
yaşam tarzıyla pek çok sanatçıya karanlık, elektronik sesler üretebilmeleri için fazlasıyla ilham
veriyordu. Bu ortamda UFO tam bir başarı oldu ve 1991'de kapanmaya zorlanana kadar asit house,
tekno ve zamanın daha alternatif elektronik türlerinin de kendilerine yer bulabildiği bir merkez haline
geldi.

UFO'dan yayılmaya başlayan titreşimlerin kesilmemesi ve aradan geçen 3 yılda oluşturulan birlikteliğin
yitip gitmemesi için yeni bir toplanma merkezi bulunmalıydı. Yıkılan duvarın hemen yakınında, doğu
Almanya tarafındaki 'yasak bölge' içinde kalan bir zamanların görkemli alışveriş merkezi Wertheim'ın
zemin altındaki kasa odaları( bu arada Tresor, Almanca'da 'dev kasa' anlamına geliyor) arayışın hemen
son bulmasını sağladı. 13 Mart 1991'de Tresor, metreyle ölçülen kalınlıktaki tozlu beton duvarları, dev
çelik kapıları, apokaliptik atmosferiyle tam anlamıyla doğru yerde ve doğru zamanda açıldı. Her gece
12'de dev kapılarını sabaha kadar kapayan 'dünyanın en güvenli klübü', savaş sonrası metropolünün
tam kalbinde teknonun yeni kalesi haline geldi. Kısa sürede Berlin'den Maurizio, Tanith, Paul Van Dyk,
Dr. Motte gibi isimler dünyanın diğer tekno üslerinden gelen Moby, Baby Ford, Underground
Resistance, Blake Baxter, Juan Atkins, Mr. C ve daha pek çok DJ ve müzisyenle Tresor'da buluştu.

Bir süre sonra Tresor'un başarısıyla güçlenen Interfisch Records, kendi bünyesi içinde bir alt label
olarak tekno plakları yayınlamaya başlayan Tresor Recordings'i kurdu. Eylül 1991'de Tresor etiketiyle
çıkan ilk albüm, 'Mad' Mike Banks, Jeff Mills ve Robert 'Noise' Hood ( a.k.a Underground Resistance)
imzalı X-101 oldu. Bunu iki tane daha 'X' serisi albüm izledi. X-102, X-103 ve bunları takiben çıkarılan
"Waveform Transmissions Vol. 1, 2 ve 3" plakları türünün ilk örneği niteliğinde çalışmalar olarak öne
çıktı ve günümüze kadar uzanan underground tekno oluşumu için bir öncü oldular.

40
Detroit teknosunun öncüleri Juan Atkins, Blake Baxter ve Eddie 'Flashin' Fowlkes Tresor Recordings
adına sergiledikleri canlı performanslarla Tresor müdavimlerini daha üst seviyelere taşıdılar. Sonunda
ortaya çıkan Detroit-Berlin etkileşimi ilk meyvesini 1992'de çıkan "Tresor Vol. 1: Auferstanden aus
Ruinen" ile verdi. Bu etkileşimi daha da açık eden ikinci Tresor compilation'ı "Tresor Vol. 2: Berlin-
Detroit: A Techno Alliance" albümünün de çıkmasıyla Berlin arenası tüm dünyadan tekno
dinleyicileriyle dolup taşmaya başladı.

1995'e gelindiğinde Tresor Records'un temel taşlarından olan Jeff Mills ve Robert Hood kendi
projelerine ağırlık vermek üzere ayrıldılar. Bu olay Detroit kökenli olmayan, ancak aynı derecede
yetenekli ve ileride label'ın hayran kitlesini daha da genişletecek olan bazı isimlerin Tresor'a
katılmasıyla sonuçlandı. New York City'den Joey Belram ve Brighton'dan Cristian Vogel bu dönemde
Tresor'la çalışmaya başladı. Üçüncü Tresor toplaması "Tresor 3" aynı yıl çıktı ve Domina, Daniel Bell,
DJ Hell ve Sun Electric gibi isimlerin katılımıyla Tresor ailesi iyice uluslararası bir kimliğe büründü.

Cristian Vogel'in katılımı britanya adalarında daha başka isimlerin de Tresor'a yakınlaşmasına olanak
sağladı. Neil Landstrumm(Edinburgh), Si Begg(Londra) ve Tobias Schmidt (Edinburgh) 1996'da aileye
katıldı ve teknoya getirdikleri yeni yaklaşımları Tresor aracılığıyla dünyaya yaymaya başladılar. Yine de
Detroit-Berlin oluşumu dışındaki bu katılımlar Tresor'un temel yapısında büyük değişimlere sebep
olmaktan ziyade oluşuma renk kattılar, bu yıl içerisinde Juan Atkins, Blake Baxter ve Eddie Flashin
Fowlkes, Tresor etiketiyle çok başarılı plaklar çıkardılar.

"Tresor Vol. 4: Solid" 1997'de piyasaya çıktı ve içerdiği kimi zaman melankolik ve karanlık, kimi zaman
enerjik ve parlak parçalarla Berlin'de yaşamın soundtrack'i niteliğindeydi. 6. yıldönümlerini kutladıktan
sonra Tresor 98'de 100. albümünü çıkardı. Tresor ailesi, yeni katılanlar ve eskilerin bir arada yer aldığı
"Tresor 100" albümündeki parçaları 10. Love Parade'te canlı olarak çalarak geldikleri noktayı kutladı.
Aynı yıl klasikleşmiş Tresor sanatçılarının çalışmaları yeniden toplamalar halinde piyasaya çıkarıldı. Yılın
sonunda ise Neil Landstrumm'un Pro Audio adlı çalışması, Infiniti'nin Skynet albümü art arda
yayınlandı ve Britanya'nın önemli prodüktör ekibi The Advent Tresor'a katıldı.

21. yüzyıla girildikten sonra da Dave Tarrida, Surgeon, Pacou, Alan Oldham, Scan 7, Holy Ghost ,
Amerika, Almanya, Finlandiya ve Yunanistan'dan gelen yeni isimler Leo Laker, Savvas Ysatis, Stewart
S. Walker, Sender Berlin&DisX3 Tresor kitlesini dans pistinde tutmayı sürdürdüler.

Bu gelişmelere paralel olarak klüp Tresor'da fiziksel bir takım değişikler gerçekleşmeye başladı.
Başlangıçta sadece yer altındaki kasa odalarında yerleşmiş olan Tresor, ihtiyaçlar ve yeni fikirler
doğrultusunda üst katlara doğru yayılmaya başladı. Girişin üzerindeki iki kat 'Globus' adıyla bilinmeye
başladı, önceleri aralarında Ronni Jordan, Gilles Peterson'ın da bulunduğu önemli isimleri konuk
ederken, asit cazın barlara çekilmesiyle yerini breakbeat'ten house'a kadar değişen türlere bıraktı ve
Tresor'un modern anlamda yerüstü parti kavramını karşılayan kısmını oluşturdu. Yazları Love
Parade'ler için açılan binanın arka tarafındaki 'Tuna Garden' ve parti sonrası buluşma mekanı haline
gelen 'Aurora Coctail Lounge' ile birlikte elektronik dans müziği iyiden iyiye mimari karşılığını bulmuş
oldu.

Bu güne bakıldığında Tresor pek çok plak şirketi ve klüp için hayal edilemeyecek derecede uzun bir
süre devamlılığını, yenilikçiliğini ve hepsinden önemlisi tarzını korumayı başarmış büyülü bir noktada
bulunuyor. Zaman içinde popüler olan trance, house ve diğer akımlardan hemen hiç etkilenmeden ve
bağımsızlığından ödün vermeden gerçek anlamda teknonun kalesi olarak adlandırılabilecek bir klüp,
binlerce insan için bir sembol, bir kendini ifade yolu durumunda. Bir gün Tresor'da hep beraber
tepinmek dileğiyle.

tresor-berlin.de

Gürültüyü yeniden icat eden grup:


Sonic Youth

Sonic Youth birlikte çalışmaya başladıkları 1981 yılından beri, doğaçlama geliştirdiği tını parçalarından
yararlanarak şarkı ve fikir üretiyor, klasik şarkı yapısını garip yaklaşımlar, deneyler ve testlerle bozup
yeniden bir araya getiriyor.

Sonic Youth'un korkunç derecede rahatsız edici atmosferi, The Stooges ve Velvet Underground'ın
serbest deneyselliklerinden ve no-wave punk'ın açtığı yol içinden yeşermiştir. Thurstoon Moore, henüz
bir enstrüman çalmayı bilmeyen modern sanat öğrencisi sevgilisi Kim Gordon ve yakın arkadaşı gitarcı
41
Lee Ranaldo'yla birlikte bir şeyler yapmak için bir araya geldiğinde henüz çok gençti. Sönmeye yüz
tutmuş Punk yangının küllerinde, ilk gençliğinin asi kodlamalarını arıyordu. Ama aradığı şeyi asıl,
standart klasik şarkı yapısına saf gürültüyü damıtabilme olanağını sunan post-punk hareketinde buldu.

Thurston Moore ve Lee Ranaldo'nun birlikte bir süre katıldıkları Glenn Branca'nın avangard gitar
orkestrası; Sonic Youth'un henüz yavaş yavaş kök salan ses deneylerinin yeşermesi için uygun toprağı
oluşturarak, post punk/ no wave/ indie/ pop art gibi birçok farklı eğilimi içinde barındıran gruba çok
şey öğretti: değişik akortlar denemek ya da gürültüyü farklı bir enstrüman olarak kullanmak gibi.
Bazılarınca "gürültünün alabileceği en mükemmel form" olarak tanımlanan Sonic Youth; sadece klasik
rock enstrümanları kullanarak, daha önce girilmemiş müzikal alanların kapılarını araladığı kendine has
müziğiyle, kısa sürede New York underground ortamının itibarlı gruplarından biri haline geldi.

Sonic Youth'un ilk kayıtları "Sonic Youth EP" ve "Confusion is Sex"de, hem bu söylenen Glenn Branca
etkilerini, hem de no-wave'in nihilist kaynaklarından etkileşimleri bir arada bulmak mümkün.
"Confusion is Sex" albümü grubun, özellikle Thurston Moore'un Los Angeles ve Washington gibi
şehirlerde yeni yeni güç kazanmaya başlayan hardcore türüne olan ilgisini de kendi karanlığında belli
eden bir albüm olmasının yanında, başka hiçbir grubun açıkça veremediği bir uçukluk ve farklı bir
nihilist bakış açısını insanın suratına vuran, grubun alternatif akortları ilk defa denediği, son derece
radikal bir albümdür.

Sonic Youth'un hiçbir zaman ticari açıdan popüler olmadığı gerçeğinin de, grubun bu hardcore/punk
köklerine dayandığını söylemek kesinlikle doğru olur. Grup, müzik endüstrisine (90'ların başında Geffen
Records'a geçtiklerinde dahi bile) her zaman belli bir mesafeyle yaklaşarak, ticari başarı için ne
müziğinden ne de karakterinden ödün vermeyi kabul etmedi. 1984 yılında kapısını çaldıkları İngiliz
indie şirketi Doublevision bu soundla gruba albüm yapmayacağını açıkladığında grubun tavrı o kadar
sert ve net olmuştu ki, şirket ortaklarından Paul Smith sırf Sonic Youth'a albüm yapabilmek için Blast
First Records'u kurmak zorunda kaldı.

Bu sert, kararlı ve punk tavırlarının yanında Sonic Youth; entelektüel karakteri, popüler kültüre ve
modern sanata olan ilgileriyle de ele alınması gereken bir topluluk. Soğuk ve sakin sesi, konuşur gibi
şarkı söyleyişi, tek bir nota bilmeden çalmaya başladığı basından yaydığı ürperticiliğiyle grubun çok
önemli bir parçası olan Kim Gordon, zaten ilk gençliğinde Modern Sanat okumuş, modern dans ve
resimle ilgilenmişti (ki hala da devam ediyor; bkz Gordon'un yan projelerinden Free Kitten'ın
"Sentimental Education" isimli albümü kapağı). Lee Ranaldo ise koyu bir edebiyat hayranı ve zaman
zaman grubun kakofonik şarkı yapısı üzerine kendi yazdığı şiirleri okuyor (mesela "Evol" albümünden
'In The Kingdom #19' gibi). Thurston Moore ve Steve Shelley ise, kendilerine ait birer bağımsız plak
şirketi kurdular. Moore'un Ecstatic Peace adını taşıyan label'ı himayesinde küçük deneysel grupları
barındırırken, Shelley'nin Smells Like Records'u, Blonde Redhead ve Catpower gibi indie-rock'ın
yükselen değerlerine ev sahipliği yapıyor.

Sonic Youth'un pop kültürüne olan ilgisi şarkı sözlerinde de kendini belirgin bir şekilde gösterir. Bu
duruma verilebilecek en iyi örneklerden bazıları 1990 tarihli Sonic Youth albümü "Goo"da yer alan
1970'lerin ünlü pop grubu The Carpenters'ın kadın lideri Karen Carpenter'dan ilham alarak yazdıkları
'Tunic (Song for Karen)', 1992 tarihli "Dirty" albümünde Marilyn Monroe için yazdıkları 'Sugar Cane' ve
tabii ki 1988 yılında Ciccone Youth adıyla yayınladıkları ve pop müziğin divası Madonna'ya ithaf ettikleri
"the Whitey Album"dür. Albüm demişken, grubun başta "Goo", "Dirty" ve "Experimental Jet Set,
Thrash and No Star" olmak üzere albüm kapaklarının da birer pop art örneği olarak
değerlendirilebileceğini de es geçmemek gerek.

Sonic Youth, klişe bir punk/rock grubu değil, en başından beri de hiç öyle olmadı. Onlar punklar için
fazla "entelektüel", entelektüeller için ise fazla "punk" olarak görülüyorlar. Ama onlar için asıl önemli
olan da zaten bütün bu sınıflandırmaların dışında kalarak, kafalarının içinde sadece kendilerinin
görebildiği dünyayı, standart rock enstrümanlarını aracılığıyla başkaları için de görünebilir kılmak. Ama
bunun için kimseyi zorlamıyorlar; yapabildikleri kadar çok projede yer alıyor, farklı müzisyenlerle farklı
albümler yapıyor, kendilerini daha iyi nasıl ifade edebileceklerine dair yollar arıyor, buldukları yolları da
kendi anlayışlarına uygun hale çeviriyor ve suratımıza vuruyorlar. Thurston Moore'un kendisi de
söylüyor: "Sonic Youth, Rock'n Roll tarihini yeniden yazmaya uğraşıyor." Belki çok romantik bir bakış
açısı bu ama- Sonic Youth'un bunu kanıtladığı ve kimsenin de aksini iddia edemeyeceği gün gibi
ortada- işe yarıyor.

Pınar Üzeltüzenci

42
Saman altından dünyayı ele geçirelim:
Ninja Tune

12 yıldır süren "funky" bayraklı bir bağımsızlık savaşı sonunda Ninja Tune plak şirketi, rakiplerinden
hala bir adım daha önde. Son dönem modern müziğe şekil veren önemli markalardan biri olan Ninja
Tune'u beatsandbreaks.co.uk'den derledik.

Şu an sözünü ettiğimiz plak şirketi ne house, ne hip hop ne de caz sınıflarına sokularak açıklanabilir.
Onu tam anlamıyla anlatan tek bir kelime var; adı üstünde: Ninja Tune. Büyük Britanya'nın Amon
Tobin, Luke Vibert, DJ Krush, Coldcut, DJ Food gibi ilk entelektüel elektronika/caz/funk/groove
isimlerine ev sahipliği yapan en önemli şirketlerinden Ninja Tune, bünyesinden çıkan ve tüm dünyayı
bir anda saran en garip ve en funky mixlerden sorumlu.

Ninja Tune'dan çıkan albümleri; beatbox, electro-funk, dub, hip-hop sample'ları, klasik caz ritimleri ve
scratch tekniğinin kızgın elektroniklerle bir araya gelerek oluşturduğu garip ses bileşimleri olarak
görmek mümkün, ama Ninja Tune'un maymun iştahlı imajının altında son derece saygıdeğer bir şey
yatıyor. Coldcut ve Dj Food gibi isimler; karşı konulmaz ritimleri klasik filmlerden aldıkları sample'lar ve
old-school rap'le birleştirdikleri zaman sonuç hipnotik, yeni ve şu ana kadar yapılmış her şeyden farklı
bir tarza sahip oluyor.

Son 10 yıl içinde Ninja Tune birçok klasik albüm, çığır açan single ve sample harikası garip şeyler
yayınladı. Bizlere; Roots Manuva, Amon Tobin, Herbaliser, DJ Food, Mr Scruff, Mixmaster Morris,
Coldcut ve Kid Koala gibi isimleri bahşetti. Ödül sahibi klüpler açtı, bilgisayar yazılımları yayınladı ve bir
numaralı interaktif yayınlara imzasını attı. Ve bütün bunlarla birlikte yüzde yüz bağımsız kalmayı da
başardı. Ninja Tune'la ilgili en gurur verici şey de zaten, başarıya giden yolda prensiplerinden ödün
vermemeleri ve kendi tarzlarına her daim sahip çıkmalarıdır.

Ninja Tune; 1990 yılında bağlı oldukları Polygram şirketinin dayatmalarına katlanamayan Coldcut
üyeleri Matt Black ve Jon More tarafından kendi albümlerini çıkarma amacıyla kuruldu. İkili, hangi
türde ve ne pahasına olursa olsun kaliteli müzik yapmaya devam edecek bir marka kurmak istiyordu.
Kurdukları şirkete, gizlilik ve iyi iş anlamına gelen Japon inanışı Ninjitsu felsefesinden yola çıkarak bir
isim verdiler: Ninja Tune! Birçok yönden Ninja Tune'un Matt Black ve Jon More'un yaratıcılıklarının bir
ürünü olduğunu söyleyebiliriz, şirketin ilk ürünleri sırf bu ikilinin imzasını taşıyordu. İkili, DJ Food
projesi altında enstrümantal hip hop deneylere başlamadan evvel; deep house'dan, trip hop'a birçok
türle haşır neşir oldu. Son yıllarda ise şirket; yine bu ikilinin çabaları sonucu çığır açan görsel ve
internet üzeri projelere de yöneldi.

Ninja Tune genellikle, 90'ların ortalarında Herbaliser, Funki Porcini, London Funk Allstars ve DJ Food
gibi isimler sayesinde popülerleşen dumanlı hip hop ve "groovy" breakbeat'leriyle anılıyor, ama son
dönemlerde üzerine ter gibi yapışan bu imajdan kurtulmak için büyük çabalar sarf ettiği de su
götürmez bir gerçek. Mesela nu-caz yaklaşımlı, müziğini görsellikle bir arada götüren Cinematic
Orchestra; elektronik müzik ve cazı acayip bir açıyla birleştirebilen Amon Tobin ve turntablist Kid Koala
gibi müzisyenler Ninja Tune'un müzikal çerçevesini iyiden iyiye genişletmesine yardımcı olan isimlerden
sadece birkaçı. Bu arada Ninja Tune hafiften ihmal ettiği hip hop köklerini de DJ Vadim, Dynamic
Syncopation ve Herbaliser'la tazeledi ve hatta 1997 yılında sadece hip hop yayınlayacak Big Dada isimli
bir de alt firma kurdu. Big Dada kurulduğu günden bu yana, tüm dünyadan inanılmaz iyi tekiler alan
Roots Manuva, New Flesh For Old ve Infesticons gibi projelere ev sahipliği yapıyor. Ayrıca bir de 1994
yılında kurulan deneysel alt label Ntone var ki, o da Riz Maslen (Neotropic), Si Begg (Cabbageboy),
Fink ve Hexstatic gibi, kes/yapıştır ustalarını çatısı altında topluyor.

Ninja Tune 12 yıldır zamane İngiltere'sinin müzikal devinimini, dünyanın dört bir yerinden köklerle
birleştirmek konusundaki rakipsizliğini sürdürüyor. Umarız daha uzun seneler de buna devam eder.

Önemli Ninja Tune Albümleri: Yeni başlayanlar için öneriler:

*Coldcut: Let Us Play LP (1997)


Nükleer silahlardan sekse, trafik kazalarından, inşaat malzemelerine kadar her yerden alınan
sample'larla oluşturulan albüm, kesinlikle bir kes/yapıştır klasiği. .

*Cinematic Orchestra: Motion LP (1999)


9 kişilik grup, insanın içini titreten, karanlık, dumanlı ve önsezi dolu bir müzik yapıyor. Ritim nesli için
bilimsel caz.
43
*DJ Food: Jazz Brakes volumes 1 - 5 (1990-94)
Trip hop türünün tanımlanmasını kolaylaştıran bir best-seller; DJ'ler ve müzik manyakları arasında çok
popüler bir albüm.

*Amon Tobin: Supermodifed LP (2000)


Brighton ve Brezilya karışımı melez Amon Tobin'in karanlık, kabusvari ritimleri; caz, hip hop ve garip
elektronikaları bir araya getiriyor.

*Roots Manuva: Brand New Second Hand LP (1999)


Ragga/ dub ve günümüz ritminin inanılmaz bir bileşimi olan albüm, bugüne kadar kaydedilmiş en iyi
İngiliz hip hop albümü kabul ediliyor.

*Mr Scruff: Keep it Unreal LP (1999)


Andy McCarthy bu ilk albümünde, karnaval ritimleri, hip hop, caz house ve asit house arasında elini
kolunu sallayarak dolaşıyor.

*The Herbaliser: Very Mercenary LP (1998)


Ollie Teeba ve Jake Wherry'nin bu üçüncü albümleri, casusluk temasında odaklanırken, kariyerlerinin
en iyi kayıtlarından birine de imzasını atıyor.

DJ Vadim'den 'Next Shit PartII' yi dinleyebilirsiniz.

Dünya gözüyle Timo Maas

Uzun zamandan beri gelmesi beklenen ünlü Alman DJ ve prodüktör Timo Maas, nihayetinde Solar'da.

Düsseldorf'lu Timo Maas Alman trance sahnesine DJ ve prodüktör olarak yaptığı katkılarla tanınmıştı.
Amerikalılarca genellikle yanlış bir şekilde Timo Mass olarak çağrılan Timo, Sandra Collins ve Paul Van
Dyk gibi DJ'lerce 90'ortalarından sonlarına kadar büyük bir başarı kazanan trance müzik sahnesinin
önde gelen isimlerinden biri oldu.

Maas'ın müziğe ilk adımı ufakken dinlediği radyosuyla oldu. İlk plağını dokuz yaşındayken alan Maas,
ilk turntable'ını aldığındaysa 17 yaşındaydı. İlk verdiği konserler Almanya'nın çeşitli barlarındaydı ve
buralarda pop listelerinden seçmeler yaparken yavaş yavaş tekno plaklarına da kayıyordu. Ilk
tamamen kendine ait setini bir arkadaşının bodrumunda verdiği partide yapan Maas'ın bir sonraki
resmi konseri için altı sene beklemesi gerekiyordu. Maas'ın rave furyasıyla tanışması 1992 senesinde
bir Paskalya rave'ine aldığı davetle oldu. Maas bunu ardından büyük rave partilerinin müdavini oldu.
Belki üretim böceği Maas'ı 80'lerin başlarında ısırmış olabilir ama ilk albümü "The Final XS" için 1995'e
kadar beklemesi gerekecekti. Maas'ın kendisi tarafından hafif olarak tanımlanan albüm marketlerde
pek bir başarı gösterememişti. Kısa bir süre sonra prodüktör Gary D ile güçlerini birleştiren Maas daha
başarılı bir albüm olan "Die Herdplatte"i yayınladı. Gary D aynı zamanda Maas'a, Hamburg'un en iyi
kulüplerinden biri olan Tunnel'da 1994'ten 1996'ya kadar daimi DJ'lik kapmasını sağladı.

Maas tanıdıkları ve bağlantıları sayesinde İngiltere'nin Bristol kentinde bulunan house club'ı Lakota'ya
ve Hope Recordings plak şirketine geçti. 1996'dan 1997'ye, bir sene boyunca Hope, Lakota, Phuture
Wax ve UK44 gibi plak şirketlerinden single'lar ve "Orinoko" adı altında bir de albüm yayınladı. Menajer
ve dostu Leon Alexander ile birlikte Mad Dogs and Englishmen adı altında kayıtlarda bulundu. 2000
yılında Timo Maas ortakları Deep Dish ile birlikte New York City'nin en büyük club'larından biri olan
Twilo'da çalmaya başladı. Azzido Da Bass'ın "Dooms Night"ına yaptığı remix ve kendi parçası "Ubik" ile
yakaladığı büyük başarının ardından Maas, 2000 yılında kendi prodüksiyonlarından ve remixlerinden
oluşan "Music For the Maases"ı yayınladı. Bir mix albümü olan "Connected"in ardından 2002 yılında
tamamen kendi mahsulü olan "Loud" geldi

Büyük patlama yaşadığı 2000 yılının (top 10 hit'i 'Dooms Night') ardından, buna oranla daha sessiz bir
2001 senesi geçiren Maas, 2002'yi ilk kendi prodüksiyonu olan "Loud" ile selamladı. Titiz kimseler
Maas'ın trance sahnesiyle olan bağlarını fark edebilirler ama, 80'lerin video oyunlarından çıkma ses
efektleri kullansa da, Maas'ın harika bir prodüksiyon duyusu ve rahatlatıcı temizlikte bir estetik anlayışı
var. "Dooms Night"ın funky bass çizgilerini arayanlar, 80'lerin parıltılı synth'lerini ve yeni isim MC
Chickaboo'nun vokallerinin olduğu "Shifter"da bunu bulabilecekler. Albüme, Neo-soul vokalcisi Kelis'i
üflemeliler ve 50'lilerin soundtrack'lerini hatırlatan bir tarzla karşı karşıya getiren bir parçayla ("Help
Me") başlasa da de Maas kesinlikle tınılara bel bağlamıyor. Neredeyse her defasında dans pistlerinde
44
bir canavar olabilecek bir parçayı beş altı dakikanın ardından değiştiriyor; tempo yükseliyor, geçişler
hızlanıyor ve ustaları hatırlatan efektlerle (Orbital) parçayı değiştiriyor. Bir kaç pop vokali yazma
girişimi ("O.C.B.," ve single "Ubik: The Breaks") diğer prodüksiyonlarıyla pek bağdaşmıyor ama Timo
Maas asla çağdaş dans müziğin geleneklerini devirmekten sıkılmıyor. "Loud" ile birlikte bunu büyük
oranda da başardı.

Biraz pikap, biraz da gitar; Fog

Fog'u tanımlamak için pek çok kelime bulunabilir; bunların karışımından yeni tanımlamalar da elde
edilebilir, ama hiç birine gerek yok. Onları dinleyen insanların aklına gelen ilk kelime: Sempatik...

Andrew Broder'ın Fog ismi altında Ninja Tune'da çıkan ilk albümünü dinlerken insanın aklına bir sürü
kelime geliyor. Ama sonunda hepsi sonuçsuz ve yersiz kalıyor. Andrew Will Oldham, Bob Dylan ile
ruhunu besleyen, turntable ile bedenini eğiten biri. Will Oldham ve turntable'lar? Kulağa absürd
geliyor, orası kesin. Akustik gitarlar yerlerini inleyen turntable'lara bırakırken Broder müziğini blues
olarak tanımlıyor ki, bu da olaya bir nebze daha ilginçlik katıyor. Ama sanırım hepimizin ihtiyacı olan da
böyle bir delinin de çıka gelip ortalığı biraz karıştırmasıydı.

Minneapolis'in banliyölerinde büyüyen Andrew Broder buranın siyah hip-hop kültüründen aldığı
etkileşimiyle başlamış müziğe. 17 yaşında banliyölerden taşınan Border'ın bu zamanlardan kalan en
belirgin şey edindiği turntable ve hip-hop kültürü. Oradan çok şey öğrenmesine rağmen Minneapolis
hip-hop kültürü için kendisine söz düşmeyeceğini söylüyor. Broder'ın yaptığı, kendisi için olanı alıp
bunu farklı şeylerle bütünleştirmesi. Kendi tarzıyla bütünleştiği kişi olarak ise, ilk albümünde de yer
alan ve beraber büyüdüğü cLOUDDEAD'ı gösteriyor. "Hip-hop benim ilk dinlediğim şeydi. Ama sonra
bir zaman geliyor ve müziğin, hayatınızı öykülendirdiğiniz şey olduğunu anlıyorsunuz.

Bu sesleri ve hikayeleri alarak kendi deneyimlerinize adapte ediyorsunuz. Ve eğer bu konuda


kendinizle dürüstseniz, doğal olarak farklı duyguları ve fikirleri bağdaştırırsınız ve sonunda bunları
kaçınılmaz olarak, kendi müzikal estetiğinizle birleştirirsiniz" diyerek açıklıyor Broder hip-hop ve
turntable'ın müziğiyle olan bağlarını. Turntable'ın bazı kesimlerce indie ile asla kaynaşamayacak bir şey
olduğuna, ve hatta ciddiye alınmayan bir cihaz olarak görülmesine ise harika bir örnekle karşılık
veriyor: "İnsanların turntable olan yaklaşımını anlamıyorum. Albümümün eleştirildiği bir yazıda 'yine de
albümdeki turntable'lar feci şekilde amatörce' diyordu. Hangi aklı yerinde insan gidip de bir Pavement
albümü için 'işte albümdeki gitar çalışları da oldukça amatörce' diyebilir ki. İnsanlar hala turntable'ların
bir spor olduğunu düşünüyorlar ve belli bir standarda göre çalmazsan hemen kötü damgası yiyorsun."

Broder'ın turntable tarzını Marclay/Yoshihide'nin avant-turntable okuluna mal etmek yanlış olur, çünkü
onlara oranla, en azından, biraz daha strüktürel bir yapıya sahip. Ancak albüme damgasını vuran
turntable'lar değil kesinlikle. Broder'ın kendisine böyle bir sınırlama getirmediği bir gerçek. Karmaşık
sonik atılımlardan sonra albümün üçüncü parçası "Pneumonia"ya vardığınız zaman Fog'un neler
yapabileceğini anlıyorsunuz. Turntable ve Amerikan indie-folk'unun nasıl bir sadelik sahnesinde
buluştuğunu duyduğunuz zaman Broder'ın amacına ulaştığını kavrıyor ve parçanın final anında
kulağınıza hücum eden turntable'a birlikte sizde Broder'ın zaferini kutlamaya koyuluyorsunuz. Elbette
"Pneumonia" gibi parçayı duyduktan sonra Fog'un Ninja Tune gibi bir plak şirketinde ne işi olduğunu
merak ediyor insan. Ama albümün gerisi bunun hakkını fazlasıyla veriyor. Ve albümün belki de en öne
çıkan parçası tek pop parçası "Pneumonia"nın aslında, sadece Broder'ın neler yapabileceğini göstermek
için, göz dağı vermek amacıyla yaptığını anlıyorsunuz. Broder kolaylıkla bir indie güzeli haline
gelebilirdi. Bu tip parçalarla başka şansınız olmaz zaten. Ama albümün geneline yayılan değişik fikir
tufanı ve bunları somutlaştıran parçalarla değişik görüşleri birleştirmeyi başarmış Broder, ve böylesi
inanın çok daha güzel. "Truth and Laughing Gas" bir kez daha lo-fi gitarlar ve abstrakt turntable'ların
muhteşem uyumunu gösterirken, "Hitting a Wall"da Ween ve eski Beck kokuları geliyor burnunuza.

Broder en son Fog ismini bir kenara koyarak kendi ismi altında "Modern Hits" isimli bir EP yayınladı. Bu
da en az Fog ismiyle yayınladığı ilk çalışması kadar sapkın bir çalışma. Fazla bulanıklığa izin vermeden,
son çalışmasını anlatması için sözleri Broder'a bırakmakta fayda var: "Bolca Charles Mingus ve Bob
Dylan dinliyordum. Kendimi iyi hissetmiyordum ve huzursuzdum. Ben de, 'neden gidip biraz rap müziği
yapmıyorum?' dedim kendi kendime. Sonuç Modern Hits EP, ki bu çalışmadan da oldukça gururluyum.
Sanırım bu çalışma günümüz hip-hop müziğinde duyamayacağınız müzikal bir çeşitlilik içeriyor.
İnsanların benzer fikirleri farklı bağlamlarda tecrübe etmeleri kadar önemli bir şey bu. Umarım bu
kayıtlar bunu başarır, bazı çizgileri biraz bulanıklaştırır ve bazı insanların parmaklarıyla tempo tutmasını
sağlar. Artık, insanlar bana "beat yaratıp yaratmadığımı" sorduğu zaman, onlara cevaben "az da olsa
evet" diyebileceğim".
45
Turntablism nedir, ne değildir?

En son ne zaman bir "gitar" performansı seyrettiğinizi hatırlıyor musunuz? Pek hatırlamıyorsunuz, değil
mi? Ama en son iki adet Technics pikabın başında plak döndürerek harikalar yaratan bir DJ'yi ne
zaman seyrettiğinizi çok iyi hatırlıyorsunuz, çünkü son zamanlarda onlar her yerdeler! Hip hop'un Rock
müziği devirdiğini söylemek belki biraz fazla olur ama gençlerin artık birer Jimi Hendrix'den ziyade, Mix
Master Mike olmak istedikleri de tartışılmaz bir gerçek.

Tabii ki turntablism, bir plağı pikaba takıp, üzerinde el gezdirmekten, ya da iki şarkıyı aynı anda
mükemmel bir uyumla çalmaktan ibaret bir şey değil. Hip hop daha çok İngiliz sınıf çatışmasına
benziyor; burada ne söylediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemli. DJ'ler için de, MC'ler için de, Grafitti
sanatçıları için de durum böyle. Yani turntablism için stil, içerikten çok daha önemli. Turntablism
demek, "tarz" demek.

Plak formatının son yüzyıl içindeki yaygınlığını düşünürsek, 70'lerde Hip Hop virüsü herkesi sarana
kadar bu formattan farklı bir ses ve tarz ortaya çıkartmayı başarabilen çok az müzisyenin olduğu da
kayda değer bir gerçek. Pikapı bir enstrüman olarak kullanan ilk müzik John Cage'in 1939 tarihli
kompozisyonu 'Imaginary Landscape No:1'dir. Bir piyanist, bir China-zil'i çalan kişi ve iki turntablist
tarafından bir stüdyoda canlı çalınmak üzere düzenlenen parça; sıradan frekansları pikaplar yardımıyla
değiştirmeyi amaçlayan bir çeşit music-concrete'di. Daha sonra bazı müzisyenler Cage'den aldıkları
cesaretle radyo ve mikrofonu farklı şekiller de kullanarak müziklerine eklerlerken; pikabın alternatif bir
enstrüman olarak kullanılması fikri, 1967 yılında Kool Herc adında Jamaikalı bir DJ'in kendi ses
sistemini New York'a taşımasına kadar pek kullanılmadı.

Herc'in Amerika'da geçirdiği dönem, Hip Hop'u efsaneleşmeye götüren sürecin ilk kısmıdır. Herc
60'ların sonunda doğru Bronx'a yerleştikten bir süre sonra kendi ses sistemini kurdu. Çaldığı partilerde
reggae plakları kalabalığı harekete geçirmekte zorlanınca funk'a geçiş yaptı ama genelde şarkıların,
bütün enstrümanların susarak sadece perküsyonun yalnız başına kaldığı bölümlerini çalıyordu.
"Break"ler tam dans edenlerin duymak istediği şeydi, bu yüzden Herc de aynı plağın iki kopyasını aynı
anda iki pikaptan birden çalarak izleyicinin dikkatini toplamayı amaç edinmişti. Bu arada Tha Sanctuary
ve The Tenth Floor gibi klüplerde Francis Grasso ve Larry Levan gibi DJ'ler, daha çok işin "groove"
kısmıyla ilgilenerek DJ'liğin disko tarafını geliştirmekle meşguldüler.

1- Grandmaster Flash : "The Adventures of Grandmaster Flash on the of Steel"

2- Afrika Bambaataa & Jazzy Jay: "Death Mix"


Herc'in breakbeat stili hip hop'un temellerini attı evet ama asıl imzayı atan kişi 1977 yılı sonlarına
doğru çalışmalarının doruğuna çıkan DJ Grandwizard Theodore'du. Yatak odasında kendi kendine
çalışırken şans eseri bugün "scratch" dediğimiz şeyi keşfeden Theodore, böylece dikkatini bu yön
üzerinde yoğunlaştırmaya başladı. Bir plağı parmak aracılığıyla döndürerek sesler çıkarmak, hip hop'un
en kıvılcımlı anı yani 'solo'su anlamına geliyordu.. Ama bu tekniği geliştirerek scratch'i hip hop'un
riffleri haline getiren ilk kişi ise Grandmaster Flash oldu. Flash, işin işine mikseri de sokup, çeşitli
deneyler sonucu scrach atmayı zekice düzenlenmiş bir gürültü formu, hatta bir sanat haline getirdi.

AfrikaBambaata ve JazzyJay'in çok daha gizli mekanlarda, muhtemelen 70'lerin sonlarına doğru
çalışarak kaydettikleri "Deathmix" albümünün 83 tarihinde yasal olarak yayınlanmasıyla; Grandmaster
Flash'in kayıtlarında eksik tek şey olan "çiğlik" de tamamlandı ve turntablism'in sinsi sinsi
büyüdüğünün bir göstergesi oldu. Kaydın çok düşük olması sonucu hayalet'vari bir boşluk hissine sahip
olan albümdeki break ve scratch'ler korkunç bir ilkellik taşıyordu; ve bu da hip hop'un sokak kültürü
anlayışına da birebir uyuyordu tabii.

3- Herbie Hancock: "Rockit"


Flash ve Bambaataa pikapları tekrarları yeniden keşfetmek, ritmi baştan yaratmak ve hip hop'un
karakteristik özelliği haline gelecek olan enstrümantal boşluklar yaratmak için kullandılar. Bu arada
Bambaataa'nın Zulu Nation projesinin bir üyesi olan Grandmixer D.ST, alanında bir "bilir kişi" olmaya
doğru ilerliyordu. 1982 yılında yayınladığı single'ı "Grandmixer Cuts it Up"la yeteneğini cümle aleme
ispat eden D.ST'nin 1983 tarihli Herbie Hancock single'ı 'Rockit'de yer alan scratch solosu, artık pikabın
Hip Hop sözlüğünde solo gitarın yerine geçtiğini müjdeliyordu.

4- Gang Starr: "From No More in Deep Concentration"

46
Belki de tüm zamanların en ilham verici Philadelphia DJ şarkısı, Gang Starr'ın 1989 yılında çıkan ilk
albümü "No More Mr. Nice Guy"da yer alan DJ Premier imzalı 'DJ Premier In Deep Concentration' isimli
çalışmadır. Bu şarkı sadece Premier'in pikap hakimyetinin ne kadar güçlü olduğunu göstermekle
kalmıyor, aynı zamanda Kool and the Gang, Double Trouble ve Billy Stewart gibi isimlere adanmış bir
tür vefa borcunun yerini tutuyordu. Scratch'lerin ne kadar zekice olduğu ise su götürmez bir gerçekti.
Premier, bugün drum'n bass'in en önemli isimlerinden DJ Hype'ın 150bpm üzerinde denediği
scratch'lere temel oluşturan bir stilin sahibiydi. Aslına bakarsanız Premier'in (ve ondan önce saydığımız
tüm o isimlerin) yaptığı şey, "aşırı özgür ve ilkel" bir tür olarak görülen Hip hop'a suyu çıkmamış bir
melankoli ve çelişki eklemek ve günümüz pikap savaşçıları DJ Shadow, DJ Krush, Peanut Butter Wolf,
Kid Koala ve DJ Spooky gibi isimlerin önleri açık ilerleyecekleri yolu aydınlatmak oldu.

The Wire

Boyutlar arası müzik formları: FSOL

Future Sound of London, yedi yıl sonra yayınladıkları yeni albümleri "The Issness" ile tuhaf
boyutlardaki yolculuğuna kaldığı yerden devam ediyor.

Future Sound of London'ın müziğini bir türle sınırlandırmak, onlara yapılabilecek en büyük
saygısızlıklardan biri olur. İlk olarak Humanoid adı altında yaptıkları 'Stakker' ve 'Papua New Guinea'
hit'lerinin arkasındaki dans ikilisi olarak tanınan grup, zamanla sadece bununla kalmadıklarını kanıtladı
ve tekno, caz, hip hop, elektro, endüstriyel ve dub gibi birçok türü kendi müzikleri içinde garip
sample'lar ve prodüksiyon teknikleri aracılığıyla inanılmaz bir farklılıkla eritmeyi başararak, dünya
üzerindeki en saygıdeğer ambient gruplarından biri haline geldi.

Genelde kendilerini basından ve insanlardan kaçıran grup üyeleri Garry Cobain ve Brian Dougans;
geleceği günümüze taşımayı amaç edindikleri estetik anlayışlarını, kısa film, video-klip, üç boyutlu
bilgisayar grafikleri, animasyon, internet, radyo yayınları ve tabii ki müzik gibi birçok farklı alanda
denediler. Grup, ilk yaptıkları dans müzik şarkılarının tam anlamıyla kendi müzikal görüşlerini
yansıtmadığını düşünse de, bu çalışmaların tematik yaklaşımları, daha sonraki albümleri için
mükemmel birer altyapı oluşturduğu da su götürmez bir gerçektir. Bu kayıtlardan sonra genelde
"ambient" olarak değerlendirilen çalışmalara imzasını atan ikilinin yaptığı aslında bu terimden çok daha
fazlasına denk geliyordu; deneysel elektronik müziğin tarihinden referanslarla dolu olan şarkıların her
biri, "deneysellik" adına birer kilometre taşı değerini taşıyacak derecede ilerici, radikal ve algı açıcı
özellikler taşıyordu.

Future Sound of London'ın 1991 tarihli ilk albümü "Accelerator"; kendi içindeki kararlılığı, hiç
düşmeden süregelen ritimlerde açık veren, deneysellik ve endüstriyelliğe fazla girmeyen çok daha
dolaysız bir albümdür. Birbirinin altına gömülen synth dokunuşlarıyla, yüksek ritim üzerinde ekolu
perküsyonlarla karanlık bir atmosfere ulaşan şarkılarla grup; büyülenmiş gibi tekrar ettikleri kırık
ritimlere asid nabızları ekleyerek boyutlar arası yolcuklarının ilk durağını "dünyalılara" tanıtmıştı. Bu
albümden sonra Amorphous Androgynous adı altında bir süre çok daha belirsiz ambient sularda
gezinen ikili; 1994 yılında kariyerlerinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen "Lifeforms" albümü ile
geri döndü. 90'lı yılların en önemli elektronik müzik albümlerinden bir olarak kabul edilen "Lifeforms";
zengin, detaylı, büyüleyici ve tek bir şarkı özelliğini taşıyan içeriğiyle, dans etmekten ziyade kulak
kabartarak dinlenmesi gereken bir albümdür. Ritimlerin ve her bir ses katmanının birbiri altına
kaçarcasına saklandığı karanlık bir havası olan şarkılarda, tekrarlar ve melodiler ön plandadır. Artık
grubun karakteristik özelliklerinden biri haline gelen dub hisleri ise kendini yine özellikle baslar ve
ekolu ritimlerde hissettirir. Bütün bunların yanında albüm, müzik tarihinin en ilham veren
şarkıcılarından biri olan Cocteau Twins solisti Elizabeth Fraser'i konuk etmesiyle de önemlidir. Fraser'ın
sıkıcı olmadan mistik olabilen meleksi sesi, albümün karanlık doğasından adeta bir ilahi güzellik gibi
yükselir.

"Lifeforms" albümünü tanıtmak için büyük bir turneye çıkmak yerine Future Sound of London, çeşitli
canlı radyo programlarına katılarak performans sergilemeyi tercih etti. İkili, bu "radyo-aktif konserleri"
mümkün kılacak derecedeki hızlı bağlantının adını verdikleri "ISDN" albümünü aynı yıl piyasaya sürdü.
Albüm çeşitli radyo frekanslarında verilen dört konserden alıntılar yapılarak oluşturulmuştu ve Robert
Fripp gibi konuk isimleri de barındırıyordu. Bu ilginç albüm, tam da FSOL'ın düşünebileceği türden,

47
soğuk ama ne kadar uzak olursa olsun dünya üzerindeki tüm insanların görünmez bir güçle birbirlerine
bağlı olduklarını mesafeleri hiçe sayarak hissettiren bir "bildiri" niteliğini taşıyordu..

"ISDN"den sonra iki senelik bir sessizlik geçiren FSOL, 1996 yılında dört bir yanı cyberpunk fetişizmi ve
atmosferik histeriyle kaplı albümleri "Dead Cities"i yayınladı. Şehir hayatının çöküklüğünü tema edinen
albüm, grubun yeni bir yön aradığının işaretleriyle doludur. Hala karanlık, hala ses katmanları zengini
ama bu sefer farklı bir boyuta hizmet eden "Dead Cities"in en önemli özelliği ikilinin takıntılı bir şekilde
kullandığı "kolaj" tekniğidir: konuşma sample'ları, ince ince düşünülerek gerçek dünyadan çalınan
gürültüler ve bir aşağı bir yukarı akan orkestrasyonlar garip bir sonik sentez oluşturmak için bir araya
gelirler.

"Dead Cities"in, FSOL için bir dönemi kapatan bir özelliği olduğu söylenebilir, çünkü ikili bu albümden
sonra tam yedi yıl ortalıklarda görünmedi; ta ki geçtiğimiz ay "The Isness" adını taşıyan bir albüm
deneyiyle geri dönene dek. Gong'dan Pink Floyd'a, ikilinin etkilendikleri saykodelik deneysel grupların
etkisinin belirgin bir şekilde hissedildiği bu yeni albümde FSOL, aradan çıkan bir gitar solosu ya da
vokal gibi şaşırtıcı enstrümantal boşluklar kullanıyor. Üstelik akustik enstrüman kaynaklarını da
genişletmişler: glockenspiel, arp, flüt, viyola, çello, ve armonika gibi. Bildiğimiz FSOL karanlığı ve
mistisizmini başka boyutlara taşıyan "The Isness", dünya içinde farklı dünyalar ve duyu formları
yaratıyor ve Cobain ve Dougans'ın ne kadar yetenekli prodüktörler olduklarını bir kere daha ortaya
koyuyor.

Pınar Üzeltüzenci

Rephlex Recordings ve Richard D. James


sunar: Kafa Müziği "Braindance"

Aslında bütün macera İngiltere'de ekonomisi tarım ve turizme dayalı küçük, sakin bir şehir olan
Cornwall'da başlar. Hikayenin kahramanı da 1971 yılında kayıtlı insanların dünyasıyla karşılaşan ve
günü geldiğinde Aphex Twin isimini alacak olan Richard D. James'tir. Yaşadığı ufak izole şehirde
elinden geldiğince insanlara ve topluma adapte olduktan sonra(diğerleri gibi görünüp, onlar gibi
davranmak), asıl ilgi duyduğu alana, yani seslerin dünyasında yönelir. 13 yaşına geldiğinde elindeki
org, teyp ve çeşitli bilgisayar malzemelerinden(küçük MacGuyver) ilk synthesizer'ını yapar ve 20 yaşına
kadar bencilce sadece kendi için müzik üretir. Yaptıklarını diğer insanlarla paylaşma kararı verdiğinde
Cornwall'dan arkadaşı Tom Middleton ile AFX adıyla "Analogue Bubblebath" isimli bir EP çıkarır.

EP'deki her parça, o güne dek duyulmamış niteliktedir ve aldığı olumlu eleştirilerin ötesinde
Ingiltere'nin önemli dans klüplerinde duyulmaya başlar. 1992'de Aphex Twin ismiyle ilk albümünü
çıkarır ve yılda bir kaç ful albüm çıkarabilecek kapasitesiyle kısa zamanda elektronik müziğin en
devrimci, uç ve benzersiz ismi olur. Ancak bütün bunların ötesinde Richard D. James'in hep sahip
olmak istediği iki şey bulunmaktadır: Birincisi, şu an ailesiyle yaşadığı evin arka bahçesinde park
edilmiş vaziyette duran, Daimler Ferret Mark 3 tipi 2. Dünya Savaşı'ndan kalma tank, ikincisi kendine
ait bir plak şirketi. Eh, tank arka bahçede durduğuna göre plak şirketinin de olmaması için ortada hiç
bir neden bulunmuyordu, göz açıp kapayana kadar arkadaşı Grant Wilson-Claridge ile Rephlex
Recordings'i kurmuşlardı bile.

1991'de kurulan Rephlex Recordings ilk yıllarında yeraltı tekno dünyasında kendine bir yer edinmiş,
asit ve endüstriyel türlerinde de oldukça yorucu bazı albümler piyasaya sürmüştü. Kosmik Commando
ve Universal Indicator bunların arasında başı çekiyordu. Bunu takip eden iki yıl içinde Aphex Twin ve
Cylob albümlerinin dışında ileride adından epey söz ettirecek olan µ-ziq ve Luke Vibert'in ilk LP'lerini
yayınladılar.

Teknonun yavaş yavaş tekdüzeleşmeye başladığı 93-94 yıllarında Rephlex'in çizgisi de bir takım
değişikliklere uğramaya başladı. Bu dönemde The Gentle People, minimal sesler de kullanarak post-
rock yapan Seefeel ve zamanla Rephlex mozayiğinin önemli bir parçası haline gelen, ironik ve eğlenceli
retro-elektro kompozitörü DMX Krew ekibe katılır.

95'e gelindiğinde artık Rephlex'in müzikal kimliği bambaşka bir şekil almıştır. Tekno ve dans pistleri
yerini 'yatak odası müziği' olarak tarif edilebilecek, tamamen yaratıcılığa, yeniliğe ve değişime
odaklanmış bir anlayışa terk etmiştir. Rephlex ekibi her gün pek çok türden parçalar barındıran onlarca
demo dinleyip alabildiğince açık fikirli bir politika izlemeye başlar. İşte bu dönemde önceleri RDJ ve
arkadaşları arasında kullanılan 'Braindance' kelimesi önce yakın çevrelere, sonra kaliteli elektronik

48
müziğin ulaşabildiği her yere yayılmaya başlar. Birkaç yıl içinde de Rephlex'in müzikal kafa yapısının en
iyi ifadesi olarak gösterilir, hatta ülkemize bile uğrar.

Bundan sonraki yıllarda Rephlex Recordings deneyselliğin uçlarında dolaşan pek çok plak çıkarır ve
gitgide daha da iyi işlenmiş son ürünler oluşturur. Bunda elbette ki Richard D. James'in albüm
kaydetme çılgınlığını yavaşlatıp, eskiden olduğu gibi kendisi için müzik yapmaya ve bundan arta kalan
zamanlarda plak şirketiyle daha fazla ilgilenmeye karar vermesinin etkisi tartışılmaz. Bu son
dönemlerde Rephlex'ten albümler çıkaran Polonya asıllı Bogdan Raczynski, Finlandiyalı Ovuca ve yeni
projeleri Astrobotnia çok çok başarılı 'kafa müziği' kaynakları.

Rephlex Recordings'in bir diğer özelliği sanatçıları arasında oluşan ve son derece üretken bir etkileşim.
Şirketle çalışmaya başladıktan sonra tarzında değişiklikler olmayan hemen hiç kimse yok gibi. Bu
anlamda Rephlex bir fabrikada hammaddeyi ürüne çeviren ancak her hammadde girişi sonrası kendisi
de değişikliğe uğrayıp bir sonraki hammaddeden daha da farklı bir ürün oluşturan bir proses ünitesine
benzetilebilir. Yani yakın gelecekte, son zamanlarda elektronik müzikte olduğu iddia edilen tıkanmanın
veya kendini tekrarın Rephlex için söz konusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Geçtiğimiz on yıl içinde Rephlex ile çalışmış,tavsiye edilebilecek dikkate değer isimler arasında Cylob,
Global Goon, Lektrogirl, µ-ziq, Bogdan Raczynski, Ovuca, Piere Bastien, Headcleaner ve tabii ki AFX
öne çıkanları. Bunları denemekte büyük fayda var.

'Braindance'e geri dönersek; aslında bu tür ayrım yapmaksızın klasik, elektro, soul, pop, raggae,
breakbeat, hardcore, folk, tekno, garage, drum'n bass vs. gibi her türün iyi kısımlarının kendine yer
bulabileceği bir üst tür olarak gösteriliyor. Ancak tabii ki de bununla da sınırlı değil. Zaten dünyalılığı
Elvis'ten bile çok defa masaya yatırılan Richard D. James hiç bir zaman tek bir algı kanalı ile sınırlı
kalamazdı. "Tarif edilemez" diyerek tarif etmeye çalıştığı bu kavramı gerçekten de anlamanın en iyi
yolu, doğru örneklerini doğru dozlarda ve doğru süreler için 'bünyeye' almak. Sonrasında Braindance
önce merkezi sinir sistemine etki eder, refleksleri kontrol altına alır ve istemsiz hareketler başlar(kimi
zaman bu noktada bir takım danslar da ortaya çıkabiliyor.), beyne ulaştığında ise kimyasal bir
hareketlenme ve çok çeşitli hormonların salgılanması emredilir: mutluluk, merak, korku, huzur,
paranoya, hüzün ve bunun gibi pek çok his ve ruh hali oluşabilir.

Sonuç olarak 'Braindance' yaşanılması gereken bir tecrübe(her an, her yerde, gri maddenden oluşan
bir beyin sahibi her insan için kolaylıkla) ve Rephlex Recordings paraya ihtiyacı olan bağımsız bir plak
şirketi. Sanırım daha fazlasını söylemenin anlamı yok.

Yiğit Unan

Compost Records

Cazın birçok değişik formu var ve tüm dünyanın birçok değişik bölgesinde değişik türleri. Michael
Reinboth'un Münih'te kurduğu plak şirketi belki de daha çok Future Sound of Jazz toplamalarıyla
tanınıyor. Ama Reinboth'un özel caz dünyası bir hayli geniş, bilgisayarları ve dans tekno sahnesini
barındıran evrensel bir sanat formu. Junkmedia, Compost Records'un kurucusu Michael Reinboth ile
konuştu.

İlk olarak, Compost üzerinden dinlediklerimi çok beğendim- ama aynı zamanda bir "geleneksel caz"
dinleyicisi olduğum için- Future Sound of Jazz kayıtlarını çıkartırken, daha geleneksel caz dinleyicileri
tarafından gelen bir engel veya yargı ile karşılaştınız mı ?

Hayır, geleneksel caz müzisyenlerinden hiçbir tepki gelmedi, bunun birçok değişik nedeni olduğunu
düşünüyorum. Bunlardan biri de, daha yaşlı caz müzisyenleri ve genç club ve dans neslinin arasındaki
devasa uçurum. Büyük babalar ve torunları arasındaki bir şey gibi. Geleneksel cazın yaşlı centilmenleri
aslında pek açık görüşlü olmuyor, birkaç istisna dışında. Miles Davis ve Herbie Hancock mesela, onlar
tam birer istisna, birer haberci, ileri görüşlüler. Herbie Hancock'un yeni albümü ve remiks kaydı bunu
kanıtlıyor. Ama yaşlı caz müzisyenlerinin yüzde doksanı, 60'lı, 70'li veya belki 80'lilerde ilginç olan
tınılarını korumakta ısrarlılar. 80'li ve 90'lı yılların standart cazı pek heyecan verici, yeni veya dinç
değildi. Caz sadece bir grupta etkileşimli olarak çalmak, yada bir ritim üzerine saksofon veya trompet
dokunuşları çalmaktan ibaret değil. Caz çok daha karmaşık ve manevi bir şey.

Nu Jazz veya Future Jazz diyerek ne kastediyorsunuz?


49
"Future Jazz" ve "Nu Jazz" terimlerinin arkasında stüdyoların teknik devrimi var, PC'ler, sampler'lar,
sequencer'lar, mixer'lar ve DJ ekipmanları. Midi ve analog donanımlarla karmaşık ritim yapıları ve ses
örtüleri yaratmak için, 80'li yılların ortalarından beri bir fusion tekniğiyle çalışılıyor. Başka bir deyişle,
tek bir kişi yatak odasında çok derin, hassas, konseptüel caz yaratabilir. Bilgisayar teknolojisinin
müziğe bulaşmaya başlamasından beri, caz, beş veya sekiz kişinin birbirlerine solo attıkları canlı
dinlenilecek bir şey olmaktan çıktı. Beni yanlış anlamayın, geleneksel caz öğreticidir. Nu Jazz devrinin
geçmişten öğrenmesi gereken birçok şeyi oldu (bunun yüzünden kısa bir süreliğine Asit Caz geldi ve
küçük çocukları "jazzy" bir hava soktu). Ama 4 Hero, Carl Graig, birkaç Compost sanatçısı, Bugge
Wesseltoft gibi sadece "jazzy sound" ile ilgilenmeyen, aynı zamanda gerçek caz becerileri, derinliği ve
efsaneleri hakkında daha fazla bilmek isteyen sanatçılar için bu zaman ve sabır istedi. Bunun için Nu
Jazz nesli genç, yetenekli bir nesil.

Bu isim ile caz dünyasında bir karmaşa mı yaratmak istediniz ?

Hayır! Future Sounds Of Jazz ismini bir tartışmaya yol açmak için vermedim. Bu ismi, tekno, house
veya hip-hop'tan sıkılmış yeni genç nesle mesajı ve içeriğini nakletmek için koydum. Dünya çapında
ulaşmak istediğim büyük genç bir nesil olduğunu biliyordum. Sanırım 60, hatta 20 yaşında bile bir eski
klasik caz müzisyeni bu müziği sıkıcı bulacaktır, ama bu karşılıklı.

Birçok insan Courtney Pine, Erik Truffaz veya Medeski gibi müzisyenleri "cazın yeni sesi" gibi
görüyorlar. Sizce Compost gelecekte bu alana yönelebilir mi ?

Hayır! Amacım tam olarak bu değil! Saygıdeğer müzisyenlerin tarzlarının eski yada yeni olması
umurumda değil. Müziklerine hip-hop, house veya tekno'dan yeni beat'ler veya sesler katmayı her kim
düşünüyorsa doğru yapıyor. Ama hiç bir gelişme göremiyorum. Yaptığımız her şeyin caz olduğunu
iddia etmek istemiyorum; kesinlikle değil. Ama çıkarttıklarımızın bazıları, drum'n bass ya da twisted
olsun, polyrhythmic tekno ya da neo Brazil olsun, daha ağırlıklı ve belki genç çocuklar için "gelecekte"
önemli olacak, ve tabi bazen derin ve manevi olabiliyor. Teknoloji korkumuz yok. Teknolojiyi
kullanırken insanlar kontrolü ellerinde tuttukları sürece sorun yok.

Caz müzisyenlerinin caz ve dans DJ/prodüktörleriyle daha çok çalıştığı bir gelecek görüyor musunuz?

Evet! Ama hangi taraftan geldiğiniz önemli değil; açık görüşlüyseniz, bir cazcı yada DJ-prodüktör,
başta fark etmiyor; sadece cazdan öğrenebilirsiniz, ama aynı zamanda hi-tech donanımlarla bebop
çalıyormuşsunuz gibi bir etki verip enerji yaratabilirsiniz. Tüm muhteşem, yetenekli, eski caz
müzisyenlerinin yaptıkları buydu: kendilerini bir robot yada bilgisayar gibi kullanıyorlardı, çünkü caz
aynı zamanda matematik, kontrol, kendini kontrol, diğerinin kontrolü yada makinenin kontrolü ile ilgili.

Sizin için kim bir "canlı izlenmeli" caz müzisyenidir? Soruyu label'ınızın geleneksel cazınkinden daha
genç bir dinleyici kitlesi çekeceğini düşündüğüm için soruyorum, tabi bu genç dinleyicileri daha "eski"
caza da yöneltebilir. Ya da belki yöneltmez.

Hmmmm. İşte bu yüzden Nu Jazz neslinin daha çok genç bir nesil olduğunu söylüyorum. Fazla umut
verici bir olay görmüyorum. Tabi Les Gammas, Bugge Wesseltoft, Nils Petter Molvaer, 4 Hero, Sun Ra
müzisyenleri ile Innerzone Orchestra live, Cinematic Orchestra ve daha birkaçı baya iyi, ama sanırım
tüm dinleyicileri aynı zamanda eski cazla da ilgili. Bunun için bu konserlere gidiyorlar.

Amerika'da 60'lı ve 70'li, Avrupa'da 70'li ve 80'li yıllarının funky caz sahnesi Compost için tek referans
mı, yoksa şirketin daha değişik, daha eski tarzlar üzerine kurulu bir temeli var mı ?

Evet, tabi ki, birçok değişik tarzdan türedik, ama caz bir öğretmen oldu, ya da Rainer Truby'nin
değişiyle "baba". Projenin üyelerine ve nereden geldiklerine bağlı bir şey. Ben new Wave Kraftwerk,
elektronika, siyah müzik, old school, soul, funk ve caz ile büyüdüm. Ama tüm Compost sanatçılarının
"bir stilden daha fazlası" var. Sanırım bu taze kalabilmek için önemli birşey.

Compost'un katalogunda veya kayıt listesinde, Almanya, Japonya ve Brezilya önemli bir üçlü gibi
gözüküyor. Bunu yorumlayabilir misiniz ? Neden bu kadar olumlu şekilde geliştiğini düşünüyorsunuz ?

Evet, bu ilginç bir üçlü. Caz için, ama sadece caz için değil. Orta Avrupalılar ve özellikle Almanlar,
Japon'larla özel bir ortak noktaya sahipler: tam, doğru, kesin ve titizler. Almanya'nın araba

50
endüstrisine veya İsviçre'nin kol ve duvar saatlerine bakın. Bilgisayar ve özellikle müzik yazılımlarına ve
audio endüstrisine bakın. Bu ürünler tam doğruluk ve kesinlikle üretiliyor.

Caz matematiklerine gelince, özellikle bilgisayar programlı Nu Jazz, bu doğruluğa gereksinimi var. Bu
biraz yüksek teknoloji ve klasik tekniklerle bir araba dizayn etmeye benziyor. Almanlar ve Japonlar bu
sanatsal düzende çok iyiler. Diğer yandan, İngiliz müziği daha punk, pop, pis, spontane, basit, o kadar
karmaşık ve iyi düzenlenmiş değil, ama tabi çok daha yaratıcı (Drum & Bass, 2 Step, Asit Caz, Rare
Groove).

PC'lerle programlanan, düzenlenen ve miks'lenen caza soyut bir şekilde bakılıyor. Kraftwerk John
Coltrane veya Sun Ra ile birleşiyor. Bu cazın özgürlüğü ve ruhu. Hiç bir şey bir halka, bir ulusa, bir
ülkeye ait değil, her şey özgür; ama bunu saygı ile ele alın, çünkü bu ne bir araba, ne bir saat, ne de
bir synthesizer.

Fauna Flash'dan 'Mother Nature' ı dinleyebilirsiniz.

Junkmedia

Müzikte 'Belirlenmemiş'lik, John Cage,


Elektronik ve Ötesi; Kararsız Kararlar

Müzikte belirlenmemişlik, çoğu kez bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde; müzik üretirken, yeniden üretirken
ve dinlerken çokça duyduğumuz ve farklı algılamalara açık ses davranışları olarak karşımıza çıkar.
Ancak tarih sonrası rasyonel ses örgütlemeleri çağında da ilk kavramlaştırma çabası doğal olarak
akademi dışından gelir.

John Cage 50'li ve 60'lı yılların unutulmaz bir elektronik çalışması haline gelen 'indeterminacy' -
belirlenmemişlik-te kendince bir manifesto ortaya koyma çabasındadır ve bu çalışma Cage'in derdini
anlatabilme konusunda belki de en başarılı olabildiği zaman dilimini kapsayacaktır. Aslında çalışma tam
bir ses örgütlenmesidir. John Cage sürekli olarak konuşmakta, kendi hayatından kısa hikayeleri, o an
aklına gelenleri, belirlenmemişlik ve 'ses' hakkındaki deneyimlerini anlatmaktadır. Tüm bunlarla eş
zamanlı olarak duyduğumuz 'elektronik' yollarla elde edilmiş seslerin varlığıyla birlikte kulağımıza
ulaşan ve kimi zaman hızlı bir şekilde okunarak tekrarlanan bir metin, ne anlattığıyla değil ama ses
niteliğiyle önceden öngörülmemiş bir süreç yaratmaktadır. Belirlenmemiş sesleri dinleme isteğine ilişkin
olarak Cage indeterminacy'de şöyle der: 'Bir gün David Tudor evimde piyano başında bir şeyler
çalıyordu. Aynı anda pencere dışından caddeden gelen sesleri duydum ve David'den çalmayı kesmesini
istedim.' Mutlak sessizliğe ilişkin deneyimini ise yine aynı çalışmada aktaracaktır: 'Harvard'da sesten
tamamiyle yalıtılmış olduğunu söyledikleri bir odaya girdim. Mühendis karşımda duruyordu. Odadan
çıktığımda içerde biri yüksek, biri de alçak olmak üzere iki ses duyduğumu söyledim. Benden sesleri
tanımlamamı istedi. Dediğini yaptım. Yüksek olanın operasyondaki sinir sistemimin, alçak olanın da
dolaşımdaki kan olduğunu söyledi.'

20. yüzyılda müzikte belirlenmemişlik hiç kuşkusuz Cage'le birlikte gelmiş bir eğilim değildir. İkinci
Viyana kompozitörleri (Arnold Schönberg, Alban Berg, Anton Webern) veya Edgar Varese gibi ilk
elektronik müzik örneklerinin yaratıcısı olan bir çok kompozitör 'belirlenmemiş' yapıtlara imza
atmışlardı. Ancak kuşkusuz Cage ve 'tayfası' kuram ve pratik anlamında çok daha farklı bir yerde
duruyordu. Cage'in fikirleri, akademik olmayan ve yıllar boyu aynı 'yenilikler'le devam edemeyecek
düşünceler olmalarının yanı sıra, çalışmaları sarsıcı ve bir o kadar 'gerekli'ydi. Cage'in yanı sıra Morton
Feldman, Christian Wolf ve Earle Brown gibi isimler birbirine yakın fikirleri savunuyor ve bugünkünün
tam aksine inanılmaz tepkilerle karşılaşıyorlardı. Cage'in raslamsallığı zar atarak müzik yazmaya kadar
çeşitli yöntemleri kullanabilen ve 'bunu herkes yapabilir' fikriyle 'Fluxus'a yakın durabilen bir tavır
sergiliyordu. Akımın içinde Cage'in buluşlarını akademik formasyona dönüştürmeye çalışan isim ise
Earle Brown'dır. Earle Brown'ın 'açık form' kavramı belki de bu topluluğun müziksel davranışlarını
akademik olarak açıklamak konusundaki en anlaşılabilecek çabadır.

Cage, üst başlık olarak her ne kadar 'indeterminacy-belirlenmemişlik' kavramını kullanmış olsa da
aslında şans kavramına vurgu yapar ve bu bağlamda Avrupa'nın belirlenmemişlik kavramından
uzaklaşır. Bu farklı yaklaşımların en açıkça görüldüğü yer ünlü Cage-Boulez tartışmasıdır. John Cage'in
sese ilişkin 'kendiliğindenlik, kontrolsüzlük ve belirlenmemişlikle' yol bulan algılama edimleri, Pierre
Boulez'in doğaçlamaya yakın daha güdümlü bir raslamsallığa yönelen eğilimleriyle çatışır. Mektup
sayfalarında rastlanılan bu tartışma aslında Amerika ve Avrupa'daki raslamsal müziğe ilişkin baskın iki
eğilimin bugün dahi süregelen omurgasını oluşturacaktır. Avrupa müziği, Amerika'dan farklı olarak
51
belirlenmemiş çalışmaları uzun yıllar içine sindirememiştir. Avrupa'daki müzik akademilerinin ve çağdaş
müzik ekollerinin en çok üstüne eğildikleri nokta 'dizisellik'tir. Çünkü dizisellik, 20. yüzyıl müziği içinde
akademi tarafından taklit edilebilir formasyona kavuşturulabilmiş ve kavuşturulabilecek belki de tek
eğilimdir. Doğaçlama geleneği ise buradan durup bakıldığında, belirlenmemiş müziğe kıyasla çok daha
sınırlayıcı ve 'belirlenmiş' bir davranıştır. En azından iki kişinin bir araya gelip yaptığı doğaçlama bile
birlikte çalabilmekten geçen kurallara ve tarzlara sahiptir. Belirlenmemiş müzik için müzik 'ses'ten
başka bir şey değildir ve ortada bir ses örgütlemesi mevcuttur. Doğaçlama ise ister istemez bir tarza
sahiptir. Çalınan frekanslar değişebilir ama diğer göz ardı edilmeye yatkın onlarca parametre kendini
korumalı ve stili oluşturmalıdır.

Müzikte belirlenmemişlik, içinde çok farklı eğilimleri bulunduran ve kullanım alanı indeterminacy
projesinden beri genişleyen müzikal tartışmaların vazgeçilmez durağıdır. Ancak 'orijin'al yönüyle
istenildiği kadar sınırlandırılıp, genişletilebilen bir hareket alanına ve tartışma potansiyeline sahip olan
bu kavram, akustik-elektronik-müzik-ses gibi bir çok 'sözcük'ün 'ötesi' ve 'üstü'nde sembolik olmayan
bir kavranabilişle algılanma riskine de sahiptir. Bu açılım ister istemez bize, Cage ve Boulez'in
tartışmasını anlayabilmemize hatta taraf olabilmemize neden olacaktır.

Elektronik müzik tanımları yıllar içinde çoğaldı ve bir dizi değişikliklere sahne oldu. Ancak içlerinde en
elle tutulur olanı büyük ihtimalle ilk olanıdır. Elektronik müzik sesin elektrik sinyallerine çevrilmesiyle
üretilmiştir ve bugün bizim akustik müzik dediğimiz bir çok çalışma aslında -elektroniktir- Audio CD'den
dinlediğimiz akustik bir piyano kaydı bu tanımlama karşısında kesinlikle Elektronik müziğin kapsama
alanı içindedir. Çünkü ses, analog ya da dijital ortamlarda yeniden elde edilen ve elektrik sinyallerine
dönüştürülüp hoparlörlerden kulağımıza ulaşan -ve çoğu kez sanki bu bir zorunlulukmuş gibi
davranılan- ses dalgalarıdır ve bu anlamda yapısal olarak -akustik- e uzaktır. Bu görüş, elbette ki
bugünün affect'ine ve istençlerine hiç de yakın değildir. Yine de bununla birlikte müziğin elektrik
devreleri ve elektronik sistemlerin dışında gerçekleştirebileceği bir -farklılaştırma çabası- olmadıkça bu
somut tanımlama kendini tekrar edebilen ve taklitleri üretilebilen bilimsel şablonları yeniden ve yeniden
üretme pratiği ile ilgili olarak geçerliliğini önemli bir zaman dilimi için koruyacaktır. Elektronik müzik
tüm alanlar içinde belirlenmemiş olmaya en azından geleneksel olarak daha yakındır ve bu anlamada
kurgusuz bir raslamsallığa da açıktır. Philip Glass, Steve Reich gibi minimalist kompozitörlerin yapıtları
düşünüldüğünde ve söz konusu aynı dokuyu tekrar etmek olduğunda Nietzche'nin 'bengi dönüm' fikri
ve doğu düşünme sistemleri bu müzikle trance tekno gibi türler arasındaki iki farklı ve zıt yönü
görmemizi sağlayacaktır.

Müzikte belirlenmemişlik; popüler genre'ları hiçbir zaman etkileyip, kitlelerle paylaşılamamış, kendi
içine kapalı bir eğilim olarak görülebilir. Ancak aksi örnekleri yakalamak pek de zor değildir. Cage'in
fikirleri ve 'şans öğesi' bugün Jan Garbarek'in interview'larında, King Crimson'un birkaç erken dönem
çalışmasından Sonic Youth'un ilk zamanlarına kadar, Brian Eno gibi isimlerin gökten elma misali
düştüğü fikrini çürütürcesine etkilenimlerini sürdürmektedir.

Volkan Çağlayan

Ambient Dub'ın öncüsü The Orb

The Orb ambient house diye tanımladığımız türü yaratan isim. Yavaş, ruh dolu ritimler dirilterek,
sabahın erken saatlerine kadar dans eden raver'lar için, kulüpler kapılarını kapattıklarında bir sığınak
oldular. Grup, İngiliz chart şovu Top of The Pops'ta çıkarak ve 1992 albümü U.F.Orb ile bir numaraya
yerleşerek, türün popülerize olmasını sağladı. Ön eleman Dr. Alex Paterson'un formülü oldukça basitti:
klasik Chicago house ritimlerini yavaşlattı ve 70'lilerin ambient öncüleri Brian Eno ve Tangerine
Dream'den esinlenmiş klavye ve efektleri serpiştirdi. Bütünü biraz daha dinlenilebilir yapmak için -dans
edilebilir değil -silik vokal sample'ları loop'landı.

Paterson 1980 yıllarında Killing Joke için roadie olarak çalışıyordu; 80 ortaları ve sonlarında İngiltere'de
yaşanan Chicago house müzik patlamasından etkilenmeye başlamıştı. EG plak şirketinin A&R
departmanına katıldı ve The Orb adı altında ilk kez Jimi Cauty (KLF'ten) ile kayıtlara başladı. İkilinin
Orb altında yayınlanan ilk çalışması, Eternity Project One adlı bir toplamada yer alan "Tripping on
Sunshine" adlı başarısız bir asit house örneğiydi. 1989 Mayıs ayında "Kiss" kısa çalarını çıkarttılar, tümü
New York Kiss FM radyosundan alınan sample'lardan oluşturulmuştu. Bu arada Paterson, Londra'da
DJ'lik yapmaya başlamış ve Paul Oakenfold'un Heaven isimli klübünün chill-out odası Land of Oz'da işe
alınmıştı.

52
Paterson'un ambient setlerinde, BBC'nin doğa belgesellerinden NASA'nın uzay yayınlarına kadar, geniş
bir sample kaynağından faydalanılıyordu. Eno ve Steve Village gibi ambient öncülerin müzikleri altında
mikslenen bu sample'larla, The Orb dancefloor kurbanları ve yıpranmış club çocukları için popüler bir
alternatif olmuştu. The Orb'un ambient house'a ilk gerçek girişi, 1989 kasım ayında Paterson'un
WAU!/Mr. Modo etiketi altında gerçekleşti. "A Huge Ever Growing Pulsating Brain That Rules From the
Centre of the Ultraworld," adlı, okyanus ses sample'ları içeren 22 dakikalık single, o sene Ingiliz
listelerine girdi. Single, indie çocuklarla olduğu gibi club DJ'leriyle de popüler oldu.

Alex Paterson ve Jimi Cauty 1989-1990 yılları arasında bir albüm kaydettiler, ama Paterson'un, Orb'un
daha çok KLF'in bir yan projesi gibi tanınması korkusu yüzünden, 1990 nisanında dağıldılar. Cauty de
Paterson'un kayda katkılarını silerek albümü Space adı altında çıkarttı. Aynı yıl içersinde Cauty bir de
KLF partneri Bill Drummond ile Chill Out adlı başka bir ambient albüm çıkardı. Aynı sırada Alex
Paterson, Killing Joke'tan Youth ile, "Little Fluffy Clouds" adlı parça üzerinde çalıştı. Single listelerde
yer almayı başaramadı ama dans pistlerinde büyük hit oldu.

Youth'un sürekli katkıları bir Orb elemanı olmasını sağladı. Paterson da, "Little Fluffy Clouds" üzerinde
beraber çalıştığı genç bir stüdyo mühendisini, Kris Weston'u (eski punk rock grubu yüzünden takma
adı Trash) da dahil etti. The Orb ilk canlı performansını 1991'in başlarında Londra'da, gitarda Steve
Village ile gerçekleştirdi. Grubun canlı performansları kısa bir sürede yaptıkları en iyi şey olmaya
başladı, daha önceleri rock ve elektronik müziği ayıran uçurumu aşmışlardı. Bir Orb gösterisi hall ve
club performanslarının en iyi unsurlarını içeriyordu: renkli bir ışık şovu ile görseller, ve elektronik
müzikte daha bulunmayan sakin, pozitif bir groove.

Tüm bunlar iyi hoştu ama The Orb hala bir albüm çıkarmamıştı, sanatsal ifade için hemen hemen her
modern müzisyenin kullandığı araç. Sonunda 1991 nisan ayında, "The Orb's Adventures Beyond the
Ultraworld", İngiltere'de çok iyi eleştiriler alarak çıktı. Çift albümün popülaritesi herkese ulaşmıştı ve
İngiltere'nin top 30 albüm listelerine girmişti. 1991'in ortalarında, Orb "Ultraworld"u Amerika'da
çıkarmak için kontrat imzaladı ama albümü tek bir CD'ye indirmesi gerekti (ful çift albüm sonradan
Island'dan çıktı). Paterson ve Trash ikilisi 1991 yılı boyunca Avrupa turnesine çıktı ve Orb'un ilk iki
"Peel Sessions"'ları 1991 kasım ayında topladılar. Bir ay sonra ikili bir Noel spesyali olarak "The Aubrey
Mixes" kaydını çıkarttı.

1992 haziran ayında yeni single'ları "Blue Room", İngiliz top on listesine girdi. Neredeyse 40 dakika
süresiyle Chart tarihinin en uzun single'ı olarak biliniyor. Haziran ayında çıkan U.F.Orb albümü uzay
üzerine değil de, uzayda yaşayanlar üzerineydi. İngiliz albüm listelerinde bir numaraya yerleşti ve yine
iyi eleştiriler alması üzerine, ikilinin İngiltere turnesi sold-out oldu. "Assassin" single'ı-başta Primal
Scream'den Bobby Gillespie'ın vokalleri olacaktı- kasım ayında çıktı ve İngiltere listelerinde 12
numaraya yerleşti.

Varlığının ilk üç yıllı boyunca birkaç saatlik kayıtlar ve birçok remiks çıkarmış Orb, 1993'te başlayan ve
bir buçuk sene süren bir durgunluk yaşadı. Sorun malzeme eksikliği değildi; Paterson ve Trash
kayıtlara devam ediyorlardı ama Big Life Records plak şirketleri eski single'ları yeniden yayınlamaya
başladı. The Orb da şirket bunu devam ettirdiği sürece yeni kayıt çıkarmayacağını açıkladı. Ve ikili
kontratlarını iptal etmeye çabalarken, Big Life 1993-1994 yılları boyunca beş single CD'yi yeniden
çıkarttı. Paterson en sonunda Island Records ile uluslararası bir anlaşma imzaladı ve "Live 93"
albümünü çıkardı. Çift CD'lik set-İngiliz albüm listelerinde 23. sıraya yükselmişti- Orb'un Avrupa ve
Japonya'da verdiği konserlerden parçalar içeriyordu.

The Orb'un Island için ilk stüdyo kaydı 1994 yılının haziran ayında çıktı. "Pomme Fritz", Orb'un ambient
house ile ayrıldığı nokta oldu. Albümün, iki dünya arasında yakalanan grubu betimleyen şizofrenik bir
yanı vardı: ilk iki albümün pastoral havası, ve daha sert, neredeyse endüstriyel ritimler. Pomme Fritz
ingiliz listelerinde altı numara olmuştu, ama eleştirmenler tarafından nefret edilmişti; Paterson'u kendi
dünyasından çıkmakla suçluyorlardı. Hatta onu Pink Floyd'un Syd Barrett'i ile karşılaştırmaya
başlamışlardı: Psychedelic klasik "Piper at the Gates of Dawn"ı yaratan kimse, ama daha sonra
dünyanın ilk LSD kurbanı olmuştu.

"Pomme Fritz", Kris Weston'un The Orb'daki yeri için bir de dönüm noktası olmuştu. "Pomme Fritz"de
sadece bir mühendis olarak tanıtılmıştı. Weston, Paterson'un Robert Fripp işbirliğiyle gerçekleştirdiği
FFWD yan projesinde 1994 yılında yer aldı. 1995 başlarında, Weston kendi projelerine zaman
ayırabilmek için The Orb'dan ayrıldı. İkili ayrılmadan önce nasıl olduysa Orb'un en ünlü canlı
performansını gerçekleştiler: Woodstock 2'nin rave'inde, Orbital, Aphex Twin ve Deee-Lite ile çaldılar.

53
Weston'un yerine Thomas Fehlmann geldi. The Orb daha önce Sun Electric Project'inden bir single
remiks'lemişti ve Pomme fritz'in çoğu parçası onun Berlin'deki stüdyolarında kaydedilmişti. Sonunda,
U.F.Orb albümünden neredeyse üç yıl sonra, yenilenmiş ve gelişmiş grup, Orb'un üçüncü stüdyo
albümü "Orbus Terrarum"'u çıkardı. Albümün yoğun ritimleri ve doğal sample'lara geri dönüşü,
ambient dub'ın habercisiydi. 1995 yılında Paterson ve Fehlmann istekli bir dünya turnesine çıktılar. Çift
CD'lik bir remix toplaması çıkardıktan sonra, The Orb 1997 tarihli "Orblivion" albümüyle uzaya geri
döndüler. Retrospektif "U.F.Off" 1998'de çıktı ve hemen ardından bitirdikleri beşinci stüdyo çalışmaları
"Cydonia", Island plak şirketi tarafından çıkış tarihi ertelenince, ancak 2001 yılında ortaya çıktı.

Allmusic.com

Primal Scream mükemmel; en azından ağızlarını açana kadar

Bundan tam 11 yıl önce, büyük bir heyecan dalgası yaratan ve NME dergisi tarafından yılın en iyi
albümü seçilen çıkardıkları "Screamadelica" albümünün sahibi Primal Scream, yeni albümü "Evil Heat"
ile çok iddialı bir görüntü veriyor.

2002 yılının müzik kriterlerinde tartışılan en önemli şey "anlamsızlık" teması. Birçok eleştirmen
günümüz rock müziğinin savunduğu ve arkasında durduğu hiçbir şey olmadığından şikayetçi; "bizim
zamanımızda Bob Dylan'lar, the Clash'ler vardı" gibi konuşmalar sürüp gidiyor. Yine de rock müziğin bir
şeyler savunması gerektiğine olan inançla ilgili ciddi bir yanlış var.

"Evil Heat"de Primal Scream dağınık dikkatlerini şarkı yazmaya odaklamayı bırakmış gözüküyorlar.
Sonuç ise biraz düzensiz. İyi olduğu noktalarda bu albüm bir harika. 'Deep Hit of Morning Sun'ın açılışı
garip elektronikler ve hışırtılarla dolu. Bu; tablalar, baygın vokaller, tersine gitarlar gibi 60'lardan rock
referanslarının vızıldayan synth'ler aracılığıyla zorla günümüze uyarlandığı, ancak Primal Scream'in
yapmayı düşünebileceği bir parça.

Aynı şekilde 'Miss Lucifer' da; Donna Summer'ın acımasız diskosu, New York'lu art-rock ikilisi Suicide'ın
minimal elektronikleri ve 60'ların sert rock'ına kadar pek çok farklı kaynaktan enerji dolu referanslar
içeren bir parça. Yeniden yazılmış bile olsa 'Rise', komik bir slogan bölümü var: "Sweet 16
dehumanised! Death's head factory suicide!" yine de feedback'lerle donanmış, çarpıcı altyapısından
etkilenmemek mümkün değil.

Ama "Evil Heart", Primal Scream'in ne zaman ilham kaynağı tükense, başvurduğu bol jambonlu The
Stooges etkileriyle dolu. Eski My Bloody Valentine lideri Kevin Shields, özellikle farklı gitar
katmanlarıyla bezediği 'City' ve 'Skull X' gibi şarkılarda da fark edildiği üzere prodüktör olarak elinden
gelenin en iyisini yapıyor; yine de onun yetenekleri bile grubun şarkı yazma konusunda ki eksiğini
kapatamıyor. Benzer şekilde grubun hayal kırıklığı yaratan başka bir ortaklığı ise, 1991 tarihli efsanevi
"Screamadelica" albümünü de yapan DJ Andy Weatherall'la olan çalışması. Bu sefer bu işbirliği vasat
bir Kraftwerk saygısı, orta karar bir 'Autobahn' ve önemsiz bir enstrümantal parçadan öteye
geçemiyor. Gillespie'nin sıska model Kate Moss'la düetleştiği bir Lee Hazlewood ve Nancy Sinatra
yorumu olan 'Some Velvet Morning'de ise, bu anlamsızlık doruğa ulaşıyor. Gillespie gayet iddialı bir
şekilde parçanın 'Je t'Aime . . . Moi Non Plus' ruhuna sahip olduğunu söylemişti. Aslında bu hangi 'Je
t'Aime . . . Moi Non Plus' versiyonundan söz ettiğinize bağlı; dümdüz ve umutsuzca seksi olamayan bu
versiyon, 1971'de Frankie Howerd ve June Whitfield'in yaptıkları yorumu andırıyor daha çok.

"Evil Heat" kötü bir albüm değil, sadece büyük bir hayal kırıklığı. "XTRMNTR"ı lekeleyen o aptal
kasıntılık allahtan burada yok. Sound her zamanki gibi görkemli ve meydan okuyor. Albümün dağılmış
yüksek bölümleri, ne kadar iyi ya da kötü olabileceğine işaret ediyor. Ama işte bu bölümlerden ne
yazık ki yeteri kadar yok. Asıl problem ise Primal Scream'in artık bir amacı olmaması değil, artık şarkı
yazamamasında kilitleniyor.

Guardian

Gitar çalan robotlar: Plaid

Acıların tekno ikilisi Plaid, vakti zamanında Black Dog adıyla, Krafwerk sonrası müzik icra
etmekteydi; o gençlik günlerinin aşırı idealist hevesleri ve beraberinde yaşanan ticari sıkıntılar
sonucunda Ed Hanley ve Andy Turner grubu feshetme kararı aldı. Sonra uslanmayan bu iki kaçık, tüm
yaşanan hayal kırıklıklarının intikamını almak istercesine, Plaid adıyla tekrar geri döndüler müzik

54
çevresine. Hiçbir Black Dog materyalini kullanmadan, sanki böyle bir geçmişleri yokmuşçasına,
yollarına devam ettiler.

"Not For Threes", bu psikolojiden nasibini almış bir çalışma. Tuhaf müzikal fikirlerle yeni yapılar
sunan Victoria'lı orphanların iniltileri ve bozuk ritimler, Plaid'in özel tarafını öne çıkarıyor. Albümde
dikkat çeken parçalardan 'Ladyburst' küçük sonik parçacıklar sunuyor. Björk'ün yer aldığı kısa pop
elektronika 'Lilith'de bir sonbahar Pazar gününün sıcaklığını hissedebiliyorsunuz. 'Rakimou'nun
süzülen trajik havasının hüznü ve daha birçok detayla beraber Orbital'dan Plone'a kadar birçok şey
hatırlatsa da, farklılığını ve hassasiyetini öne çıkaran bir karakter taşıyor.

Modernist, Süslü ve Gururlu


Bütüne oranla avangard ve elektro-exotica tatta olsa da, gaydadan elde edilen özgünlüğü ile,
Morrissey gitarcısı Vini Reilly tarzı hafif gitarları ve zekice kurgulanmış orkestral müzikal
kompozisyonları ile "Rest Proof Clockwork", optimist tavrını net olarak ortaya yansıtan eğlenceli bir
albüm. Kendinizi bir kaç dakika için müziğin etkisiyle daldığınız Plaid'in dünyasına bırakın;
göreceksiniz ki, onlar gerçekten farklı. Farkı da şurada; bu müzik, sokak kültürünün yada alt-
kültürün parçası olmak için fazlaca süslü ve gururlu.

Eski tip mix'ler ve elektronik programlama yenilikleri, artı oyun dolu synth sunuşları ile örülmüş bu
eğlenceli albüme sos olarak az hip-hop ve kaba turntablizm ilave edilmiş. Yeni bir tablonun ön
eskizlerini çalışan Plaid, ufaktan da bir geçmişe saygı duruşunda bulunur. Plaid'in ilk iki albümü
arasındaki teknik farklılıklar minimal. İkisi de, Breakdance hareketinin gelişmesinden sonraki yılların
olgunlaşmış ruhunu taşır kesinlikle. Parçalarda iki gerçek var; ilki ekolu efektlerin günümüze, ikincisi
görkemli synth yaylılarla elde edilmiş pasajların eski medeniyetleri yaptığı göndermeler. "Rest Proof
Clockwork", her haliyle ustalık işi bir Plaid prodüksiyonu. Her bir beat işçiliği, öylesine duyarlıdır ki,
makinelerin duygusal bir şarkıyı seslendirebileceğine olan inancınız tamdır.

İki başlı mitolojik yaratık: Double Figure


İkili bir yıl sonra daha farklı kaynaşımlara girme cesareti gösterdi ve Orbital'in karasularına doğru
yelken açtı; Warp etiketliyle çıkan 2001 tarihli "Double Figure", birbirine uzak cemaatlerden, yerel
tınılardan ilham alan ikilinin parlak fikirlerini, daha çok elektronik noise'lar ve tuhaf mutsuz
sample'larla açığa çıkarır. Bu dolu dolu emek ve farklı heyecanların bulunduğu albüm, sizi farkında
olmadan sonic uyarımları sayesinde farklı boyutlara kaydırır. Kendi yağıyla kavrulmakla yetinmeyen
bir tekno albümüdür; orkestral taşmaları, çağdaş funk havası veya atari'vari old-school tınıları, caz
etkili chamber pop parçaları, dans müziğiyle ilgili tüm ihtiyacınızı karşılar.

Plaid, sert bir geriye dönüş hareketi çekerek ilk çalışmalardan derlenen "Trainer"ın haşin yanını,
"Double Figur"ün ana teması yapar. Konseptleri, 90'ların melankolik beat-box tarzı single'lardan
bugünün dinamik ses örgüsüne geçişi özetler. Gitar tınısı simülasyonlu açılış parçası 'Eyen' dışında,
hiçbir geleneksel ses ve enstrüman bulunmuyor. Bunun dışında ikili ince davul programları ve ağır
tekno'yu kusursuzca dengeler; kuyumcu titizliğinde işlenen elektronik kompozisyonlarına azar azar
ilavelerle sürekli yeni efektler ekliyorlar. Aşağı yukarı hep aynı şablonla yazılan Plaid parçaları,
elektronika tarihi içinde artık, Plaid klasikleri olarak yerini alıyor; tutku ve hırs dolu bir çaba ile
sürekli techno'da keşfedilecek yer olup olmadığını kolaçan ediyorlar, techno cemaatinin efsanesi
olma yolunda emin adımlarla ilerliyorlar.

"Trainer" ile ikinci bahar


İngiliz tekno'sunun ilk dönemini ciro edercesine, daha sonra bir araya getirilen çalışmalardan oluşan
retro albüm "Trainer", Plaid'in Aphex Twin/Paradinas (U-Ziq) eksenine yakınlığını gösterir. Şu detay
göz ardı edilmemeli; Plaid'in müziğini elektronik disorsiyonlardan kompoze edilmiş, içinden çıkılması
zor bir labirent, çözülemeyen bir arap saçı, kopuk senkronizeli mekanik ve anagram bir tarz olarak
görülmemeli. Karmaşa ve sürekli değişim gibi kelimeler bazı grupları tarif etmek için yeterli olabilir,
ama söz konusu grup Plaid gibi marjinal sofistike imalatçıları olunca, mutlak başka disipliplinlere
kırmızı alarm vermek icap eder. Eğer sizde müzikte yapısal zeka arıyorsanız , "Trainer" tam size
göre. "Trainer"deki parçalar, halen bu müzik içinde nadir bulunan koleksiyon parçaları.
Handley/Turner markalı işler, sahip oldukları muazzam denge ve estetik ile İngiltere'nin Techno
baharını tekrar yaşatıyor.

Stockhausen'e Saygı

Krautrock'ın yaratıcı grubu Can'ın basçısı Holger Czukay, 1962 yılında Stockhausen ile tanışınca, onun
öğrencisi oldu ve bütün müzik anlayışını değiştirdi. Czukay'ın resmi internet sitesinden alınan bu yazı,
Czukay'ın hocası hakkındaki görüşlerini dile getirmektedir.
55
İkinci Dünya Savaşından sonra ileri düzey bazı kompozitörler, konvansiyonel enstrümanların dünyasını
terk edip, radyo istasyonlarının koruduğu cihazlarla kayıtlar yapmaya başlayacaklardı. Daha önce
kimsenin duymadığı sesleri amaçladılar; ayrı ayrı katmanlarla elektronik olarak yapılanmış, ancak tap
makineleri aracılığıyla işitilebilir bir müzik. İcracıya gereksinim duymayan ilk seferdir bu.

Gelişimlerin iki merkezi İtalya'da Milan ve Almanya'da Cologne'ydi. Tüm bunlar gitar ya da elektro org
gibi elektrikle amplifike edilmiş enstrümanların artık standartlaşmasından da çok öncedir. Bu seslere
gittikçe artan ihtiyaç, özellikle film endüstrisinde gerçekleşti. Savaş sırasında Oscar Sala, bazı Alfred
Hitchock filmlerinde önemli bir öğe haline gelecek Frautonum'su henüz yapmış ve Rus ses kaşifi Leon
Theremin Jack Arnold'un b-side filmlerinde kendine yer bulan özel bir elektronik enstrümanı onunla
hemen hemen eşzamanda kurmuştu. Fakat bu müzikal eğilimler (ki onlara en büyük saygımla
değinmek isterim), asıl Stockhausen, Boulez ya da Cage gibi ağırsiklet kompozitörlerce belirleniyordu.
Öğrenciyken her Salı ve Perşembe akşamı saat 11'de bu uzak ve ağır entelektüel müziği duymak için
radyomu açardım.

Kompozisyon dersini aldığım Diusburg Konservatuarını ziyaret ettiğinde 1958 civarıydı. Stockhousen
müziğin savaş alanındaki gelişmeler üzerine halka açık bir konferans veriyordu. İlk kez teypten
elektronik müzik duyuyordum. Benim için dış uzayda sifonu çekilen tuvaletler gibiydi ve tüm dinleyici
gülüyordu. Muhtemelen herkeste benzeri şeyler canlandı. Dinlediğimiz şeyi müzik olarak
toparlayamıyorduk. Verdiği tepkiyi ve nasıl ağır bir araba kazası geçiren insanları da ayrıca
betimlediğini iyi hatırlıyorum. Garip ve aynı anda heyecan vericiydi. Fakat bu sesleri nasıl üretebilirdim?
Er ya da geç çözmem gereken en önemli soru buydu. Özel bir bilgi birikimi ve bu özel aletleri elde
etmek için de para gerektiği ortadaydı. Aniden yanımda oturan bir adam elini kaldırdı: "Efendim, bu
acayip sesleri bize şok yaşatmak için yaptığınızı düşünüyorum ve bu durumdan çok para
kazanacaksınız, doğru mu?" Stockhousen'ın cevabı, bu deneyleri sadece müzikal sebeplerle yaptığı
oldu. Zengin bir kadınla evliydi ve bu paraya ihtiyacı da yoktu. Mesajı almıştım. O andan itibaren
Karlheinz Stockhousen'e yakın durmam gerektiğini biliyordum. Belki benim gibi yolu kompozitörlükten
geçen birinin gereksindiği acil bilgiye dair öğütleri de olabilirdi.

Canlı performanslarını görmek etkileyiciydi. 1966'da yazdığı Microphonie 1'i ele alalım örneğin. Ayakta
dört müzisyen, ellerine bazı 'yaratıcı' aletler almış, birer mikrofon ile devasa bir tam tam'a (büyük ve
ağır bir zil. Stockhausen'inki 1,5 metre çapındaydı sanırım ve Çin'den gelmişti) doğru dikiliyor. Tam
tam bazı bölgelerinde tebeşir ya da kolofoni (kemancıların çalmaya başlamadan önce, arşelerini
dokundurdukları madde. Bir çeşit çam ağacı reçinesi) ile hazırlanmıştı. Bu yolla sert bir kağıt bardak
örneğin, çanı kazıyabilir, ya da elektrikli tıraş makinesi zengin bir ses dünyası yaratmanın bir başka
yolu olabilir. İki mikrofon tam tam'ın değişik ses bölgelerini okuyor ve (yıllar sonra bir hırdavatçı
dükkanından bulacağım) iki tane Mwihak W49 radio equilıser'ları (karakteristikleriyle güçlü pasif
filtreler) ile birbirlerine bağlanmışlar. Stockhausen küçük bir mixer'in başında seyirci olarak oturmuş,
bir çeşit tam tam mix'ine yakın bir şey oluşturuyor. Bugünlerde bile benzer bir performans tümüyle
güncel gelecektir. Doğru DJ'ler, 90'ların sonuna mükemmel uyacak bir şey bu.

Ya da elektronik başyapıtlarından birine kontokte'ye bakalım. Bazı DJ'lerden, bu parçanın ritim


track'leri ile desteklenen performanslar yaptıklarını duydum, ki geçmişte bunu ben de yapmıştım. Tabii
ki böyle bir parça son derece zordur, tamamen düzenlenmiştir ve her adımı kompozitörün bireysel
görüşünü dışa vurur. Bir diğer efekt bankası olarak görülmemeli. Yine de bu müzik çok değişik
şekillerde işitilebilir ve burası sadece karanlığın kulaklarınızı keskinleştirdiği, tek bir tınıyı bile tesadüfen
işitmeyeceğiniz, bir konser salonu olmak zorunda değildir. Çıplak bir elektronik müzik performansını
daha 'canlı' ve ulaşılabilir kılmak için Stockhausen ek olarak vurmalı çalgılar için de bir parça besteledi.
Böylece elektronik müzik ve müzisyenler ile dinleyici arasındaki mesafenin kırılması amaçlanmıştı. Tüm
bunlar 1960'larda oluyordu. Bunca zaman sonra icra etme olanaklarımız sınamak için yabancı müzik
dünyalarından tamamıyla ayrıksı, öteki diyebileceğimiz malzemeye ulaşmakta hiçbir zorluk çekmiyoruz.
Her şeyin ucuz bir efekte indirgenme riski, tersini doğrulayan tek bir örneğe benzer.

K. Stockhausen'in yeni parçası Kuzwellen'in (kısa dalga) Bremen'de icra edileceğini duyduğumda
1967'ydi ve ben müzik öğretmenliği yapıyordum. Provayı dinlemek için erkenden Bremen'deydim ve
her biri birer kısa dalga çalıcısı ve ayrıca bazı enstrümanlarla donanmış beş müzisyen ile karşılaştım.
Yine küçük bir mixer ve ünlü marihawk WÇ9 filtrelerine bağlanmışlardı. Herkesin bana bir kompozisyon
rehberi gibi görünen küçük parçaları vardı: (+) ve (-) işaretlerinden ibaret aranjmanlarını
okuyabiliyordum. Müzisyenler radyodan, tını ve ritimleri spesifik olan kısa dalgalar arıyorlar, bir süre
için sabitliyor ve "bildik" enstrümanları ile oynadıktan sonra tekrar radyodan gelecek bir başka sinyale

56
odaklanıyorlardı. Bu sırada Stockhousen mix yapıp, parçayı konser için, bir çeşit "gelişmiş ambiance"
kategorisi dahilinde gelişiyordu. Tüm bunlar Can doğmadan bir sene önce oluyordu.

K. Stockhausen'i yıllar sonra aradım. Kendi burnumun dibine gitmek için Can'den ayrılmak üzereydim.
Başta zamanı olmadığını söyledi, fakat sonra fikrini değiştirdi: akşam yemeğe gel" dedi. Genel olarak,
genç müzik sahnesi üzerindeki etkisinden konuşuyorduk. Fikirlerinin benim için öneminden bahsettim.
Can bir süre solistsiz kalmıştı ve radyodan çıkagelecek bir solist ya da materyali ararken kısa dalganın
bizim için nasıl vazgeçilmez olduğunu fark etmiştik. Bugün muhtemelen internetten bir download
yaparsınız. Karlheinz, Kuzwellen'in yayımlandığını, fakat plak şirketinin senede üç kopyadan fazla
satamadığı içim katalogdan çıkartmak istediğini, bunu önlemek için Hannover'de nasıl "aslanlar" gibi
savaştığını anlattı. Bence müziğine gerçekten iyi bir anne olmuştu. Veda ederken bana basılmış tüm
plaklarını verdi ve Kurzwellen'in kabına şunu yazdı: "Sevgili Holger, bunun en önemli plağım olduğu
ortada ve bunu herkese anlatmalısın."

Garip bileşimlerden sorumlu bir müzik göçmeni: Arto Lindsay

"Gençliğimi 60'ların Brezilya'sında yaşadığım için, pop müziğinin insanı bilinçlendirmek gibi bir görevi
olduğunu düşünürdüm. Çünkü o zamanlar Brezilya popu, diğer birçok türden haberdardı; kendini
dünyanın merkezinde değil, kenarında görürdü. Bu yüzden insanlar, Beatles'da Rolling Stones'a,
Brezilya halk müziğinden John Cage gibi avangard isimlere kadar birçok farklı türü dinleyebilirlerdi."
Arto Lindsay

60'lardaki Tropicália fırtınası sırasında Brezilya'da büyümüş bir yarı-Amerikan olarak Arto Lindsay, hem
coğrafik hem de müzikal anlamda, hayatı boyunca sınırları aşmayı kendine huy edinmiş bir kişilik. 70'li
yılların ünlü gürültü mimarları, bugün no-wave olarak anılan türe en büyük ilham kaynağını oluşturan
grubu DNA'dan, Knitting Factory ve Lounge Lizards'la yaptığı avant-caz yolculukları ve elektronikayla
bossa nova'yı harmanladığı solo albümlerine kadar Lindsay; farklı kültürler ve tarzlardan provokatif
yollarla ve eşsiz bir stille bir araya getirmeyi ve bu ses karmaşalarından narin pop şarkıları ve sonik
ataklar yaratmayı başarıyor.

Arto Lindsay'in birlikte çalıştığı isimler arasında da yok yok: Alman tiyatro yönetmeni Henier Muller,
Japon kompozitör Ryuichi Sakamoto, Amerikalı sanatçı Vito Acconci, İngiliz deha Brian Eno vs, vs.
DNA'nın bazı parçalarını 78 tarihinde yayınlanan, dört grubun katıldığı ve Lidsay ve arkadaşlarına
uluslararası ün getiren, kötü şöhretli No New York toplamasına koyan da Eno'nun ta kendisidir.
Eleştirmen Lester Bangs, DNA'nın çığlık çığlığa vokallerini hayran hayran "korkunç bir gürültü" olarak
tanımlamıştı. Bugün grubun etkisi, Sonic Youth, DJ Spooky ve sayısız deneysel grubun müziğinde
hissedilebilir. Belki çok az dinleyici fark etmiştir, ama Lindsay ve grup arkadaşları o zaman bile
Portekizce deyimleri ve bossa nova ritim kalıplarını müziklerinde kullanıyorlardı; ama Lindsay'in
yaklaşık 20 yıl sonra bir dergiye söyleyeceği gibi bunlar müzik içinde neredeyse kaybolduğu için,
kimsenin fark etmemesi çok doğal bir şeydi.

Lindsay, 80'ler boyunca Lounge Lizards ve Golden Palominos gibi gruplarla çalarak, performans
sanatçısı Laurie Anderson için şarkı yazarak, John Zorn gibi önemli isimlerle birlikte çalışarak,
Manhattan'ın kültürel görüntüsü içinde kilit isim olma özelliğini taşıdı (hatta yönetmen arkadaşı Susan
Seidelman'ın "Desperately Seeking Susan" filminde ufak bir rolde dahi gözüktü). Klavyeci Peter Scherer
ile 80'lerin başında kurduğu Ambitious Lovers grubu, garip ve beklenmedik derecede "pop" bir
bileşimdi. Funk, R&B ve soul gibi birçok türü bir araya getirmek için çabaladığını söyleyen grup, "Lust",
"Greed" ve "Envy" olmak üzere üç albüm yaptı. Lindsay, grubun içten içe hayranlık duyduğu "pop"
şarkıları yapmak amacında olduğunu söylüyor.

90'lı yıllarda ise Lindsay, her yere yayılan şöhreti yüzünden, gençliğinden kendini etkileyen sanatçılarla
çalışma olanağı buldu: Tropicália devleri Caetano Veloso, Vinicius Cantuária, Gal Costa, Carlinhos
Brown, Marisa Monte ve hatta David Byrne gibi isimlerin albüm kayıtlarına yardımcı oldu, Veloso ve
Cantuária için şarkılar yazdı. 1999 tarihli New York Times'da çıkan bir yazı bu albümleri "son birkaç
yılın en başarılı Brezilya albümü" olarak tanımlamıştı. Aynı dönem içinde Lindsay solo çalışmalarına da
başladı. Sırasıyla "O Corpo Sutil/The Subtle Body", "Mundo Civilizado", "Noon Chill", " Prize" ve henüz
yayınlanan yeni "Invoke" albümlerini piyasaya sürdü. Bütün bu albümler; Lindsay'in her türden
tecrübeyle dolu müzikal geçmişini yansıttığı, bir yandan bossa nova ve samba şarkı yapısını keşfe
çıkarken, diğer yandan deneyselliği asla elden bırakmadığı ve DJ Spooky'den Blonde Redhead'e, Marc
Ribot'dan Sub Dub'a kadar birçok farklı isimle çalıştığı müzikal dokümanlar niteliğini taşıyor.

57
Arto Lindsay'in önemi, uzun yıllardır piyasada olan bir isim olarak, geçmişten her daim feyiz alarak,
ama gölgesine takılmadan, sürekli yeni şeyler peşinde koşmasında gizli. Müziği belirli bir kültüre ait
görmemesi, tarzlar arası yaptığı kesintisiz yolculukları ve sanatın her alanında bilgi-alışverişine olan
inancı, yaptığı her işte kendini belli ediyor. Bu yüzden Arto Lindsay hiç eskimiyor. Yeni albümü
"Invoke" bütün bunlara verilebilecek en güzel kanıt. Garip loop'lar ve elektronik beat'lerin, Brezilya
diyarlarında gezindiği, geçmiş ve günümüz arasında bir albüm "Invoke". Sample'lar ve Lindsay'in rüya
gibi vokalleriyle albüm, atmosferik bir büyüye sahip ve Lindsay'in daha söyleyecek çok şeyi olduğunu
açıkça ortaya koyuyor.

Kaynaklar: artolindsay.com, ejn.it.com, slipcue.com, allmusic.com

Phoenecia: Elektronika ile Miami Bass'in buluştuğu yer

Miami'ye ait yaygın imajla (sıcak hava, deniz, altın rengi plajlar, palmiyelerin gölgelediği lüks otel ve
malikaneler, bikinili hot dog yiyen kızlar, patenli dansçılar, sonu gelmeyen plaj partileri...) deneysel
elektronik müziği bağdaştırmak, ilk bakışta şüphesiz zor görünüyor. Ancak Florida`nin bu ünlü tatil ve
eğlence şehrinde gelişmekte olan bir alt-kültür olarak karşımıza çıkıyor elektronika. Romulo Del Castillo
ve Joshua Kay`den oluşan Phoenecia da bu alt-kültürün en önemli temsilcileri arasında yer alıyor.

Amerika'nın rock'n roll ve pop hegemonyasından kendini büyük ölçüde kurtarmış olan bu bölgesinde,
müzik piyasasına hip-hop, R&B gibi türlerin yanında, ritim ve sert bas temeli üzerine kurulu bir dans
müziği türü olan ve artık en çok dinlenildiği şehrin adıyla anılmaya başlanan "Miami Bass" hakim.1994
yılında bir araya gelerek Miami Bass`in etkisiyle müzik yapmaya başlayan Del Castillo ve Kay ikilisi
dans müziğiyle yetinmediklerini fark ederek sahip olduklarını daha deneysel bir anlayışla yoğurmaya
başladılar. İlk önce Soul Oddity adını kullanan ikili, ünlü amerikan plak şirketi Astralwerks`le anlaşma
imzaladı ve 1996 yılında ilk albümleri "Tone Capsule" piyasaya sürüldü. Albüm bir tekno plak şirketi
olan Astralwerks için fazla deneyseldi. Müziklerinden ödün vermek istemeyen ikili anlaşmalarını
bozarak kendi plak şirketlerini kurdular ve böylece bugün elektronika piyasasında önemli bir yere sahip
olan Schematic Records'un temelleri atılmış oldu.

Başlangıçta sadece plak basan ve demo'larını deneysel müzik basan, daha küçük plak şirketlerine
gönderen ikiliye gelen cevaplardan en önemlisi İngiliz plak şirketi Warp Records'dan gelendi. Böylece
ikili Aphex Twin, Autechre, Squarepusher gibi ünlü isimleri bünyesinde barındıran Warp Records'la
anlaşma imzaladı ve 1997'de Phoenecia (Finike) ismiyle "Randa Roomet" adlı dört parçalık bir kısa
çalar çıkardı. Randa Roomet ikilinin devam ettireceği stilin belki de ilk belirgin örneklerini taşıyordu:
dans müziği monotonluğundan uzak, son derece organik ve kompleks, aşırı proses edilmiş seslerin
dikkat çektiği müziklerinde yoğun bir egzotizm de seziliyordu. Phoenecia ismini Warp'la duyururken
kendi plak şirketinden de kayıtlar yapmaya devam etti: bu arada Del Castillo "Takeshi Muto" ve Joshua
Kay" Jeswa" adı altında solo çalışmalarını da sürdürdüler. Richard Devine ve Push Button Objects'in de
katılımıyla Schematic ailesi oluşmaya başladı."Ischemic Strokes"(1998) ve "Ischemic Folks"(1999)
toplamalarıyla kendi ve plak şirketlerindeki diğer sanatçıların isimlerini daha fazla duyuran Phoenecia
1999 yılında büyük ses getiren "Odd Job" single'ını piyasaya sürdü. Hemen ardından parçanın,
aralarında Autechre, DJ Ectomorph gibi isimlerin remix'lerinin bulunduğu "Odd Jobs" kısa çaları çıktı.

"Odd Job" Phoenecia'nın Miami Bass'le elektronika'yi en net buluşturduğu parçalardan biriydi:
yoğun,huzursuz edici bir bas eşliğinde deforme edilmiş old-skool-rap vokal sampleları, distorte, inişli
çıkışlı, efekt yüklü ritimlerle birleşmişti. İkili bu kısa çalardan sonra solo çalışmalarına, canlı
performanslara ve Schematic Records'un adını duyurmaya ağırlık verdi. Miami'de iki haftada bir
verdikleri konserler Phoenecia'nın canlı performanstaki ustalığını gözler önüne seriyordu: "King Of
Bass" olarak adlandırdıkları bir DJ eşliğinde gerçekleşen, laptop, turntable, sampler ve hatta
perküsyonların yan yana kullanıldığı performans doğaçlamalarla destekleniyordu. Solo projelerinde
Phoenecia'dan çok uzak olmamakla birlikte Del Castillo (Takeshi Muto) seçtiği isme yakışırcasına uzak
doğu gamlarıyla süslü, naif, Kay (Jeswa) ise daha lo-fi, noisy ve downtempo bir stil geliştirdiler. Otto
Von Schirach ve Delarosa & Asora (Prefuse 73) adlı iki yeni sanatçının katılımıyla genişleyen Schematic
Records 2000 yazında Barcelona'da yapılan Sonar Festival'da ve Warp Records'un partilerinde yer
alarak kurucuları Phoenecia'nın Avrupa'da belki de Amerika'dakinden daha fazla ünlenmesini sağladı.

2000 yılında çıkan "aşk" temalı Schematic Compilation'ı "Lily Of The Valley"'de yer alan parçaları Del
Castillo ve Kay'in aşk gibi deneysel elektronik müzikle zor birleştirilebilir gibi gözüken bir konseptin
üstesinden bile kolayca gelebildiğini kanıtlıyordu. 2001 yılında çıkan ilk albümleri "Brownout"'la
poliritmik Phoenecia formülünden uzaklaşarak karmaşık kompozisyonlara sahip, elektro-akustik ekolle
flört eden bir çizgiye yaklaşıyor ikili. Kullandıkları egzotik öğeler albümde eskisinden daha da okunaklı
58
ve bu da müziklerine neredeyse multi-kültürel bir nitelik kazandırıyor, ancak bu nitelik tekno'nun düz
mantıklı "otantik-müzik-samplela" tekniğiyle değil müziğin dijital strüktürüyle homojen şekilde
birleştirilmiş tını ve atmosfer çağrışımlarıyla belirleniyor.

Ses kodlarken gösterdikleri perfeksiyonizme varan titizlik ikilinin en büyük avantajlarından birine
dönüşüyor:parçaların kaosundan kurtulup seslere kulak kabartan dinleyici her birinin individüel
renklere sahip olduğunu fark ediyor. Ancak bu noktada ikilinin tını üretimleri formlaşmamış birer "ses
bankası"na dönüşmüyor, sıra dışı kombinasyonlarla ele gelir kompozisyonlar yaratıyorlar. İkilinin
müziğinin şaşırtıcı bir diğer yanı da bütün bu ses fetişizmi ve karmaşıklıkla beraber çoğunlukla "dans
edilebilir" olma niteliğini de koruması. "Her müziğin potansiyel dans müziği olduğunu" düşünen ikili
adrenalin salgılatmak uğruna kuru bir dans pisti parodisi yapmıyor asla: Phoenecia dans
edilebilir/dinlenebilir atmosfer müziği olarak tanımlanabilecek zor bir işi kotarıyor.

Matmos, Freeform gibi isimlerin remix'lerini içeren son toplamaları "House Of Distraction" gösteriyor ki,
iyi birer müzisyen olmanın dışında Amerika'da elektronik müzik sanatçılarını çevrelerinde toplamak
misyonunu da sırtında taşıyan Phoenecia ikilisinin plak şirketleri Schematic Records eskiden en batı
ucu İngiltere olan yeni jenerasyon deneysel müzik zincirinin yeni Atlantik-ötesi halkası olarak
adlandırılmayı hak ediyor.

Erinç Seymen

Musique Concrete: Kesilen, yapıştırılan, örselenen maddeler

Synthesizer'a daha çok vardı. Elektronik müziğin, 'müzik' olarak kabul görmediği ve insanları 'dans
ettirmediği' bir zaman diliminde Edgard Varese ve Schaeffer gibi kompozitörler elektro-müziklerini
gerçekleştirme yolunda bugünün tam aksine sayısız yöntem ve akımı bir arada deniyor ve ilginç
buluşlara imza atıyorlardı. 1910'lu yıllardan hemen hemen 80'lere kadar bir dizi yöntem değişikliğine
uğratılarak değiştirilecek bir kavram, günümüze daha yakın olan sonraki yılların kayıt teknolojisinde
adeta bir biçim olmak için filizleniyordu: Musique Concrete. Yani 'Somut Müzik'.

Somut müziği, çalışmaları üzerinde ciddi biçimde deneyerek keşfeden Edgard Varese'in yanı sıra ona
adını verecek olan Schaeffer'dı. Çünkü Schaeffer bu yeni kompoze etme sanatına somut müzik adını
vermişti. Schaeffer'a göre Musique Concrete, normal müzik-Musique Abstraite'den apayrı, zıt ve yeni
bir ekol olacaktı. Musique concrete'in getirdiği farklılık bir değil bir çoktu. En başta kompoze edilme
yani bestelenme süreci 'yeni' idi. Banta kaydedilen gerçek (somut) sesler, masa başında değiştirilerek
ve yeniden üretilerek ortaya yepyeni işler çıkarıyordu. Ses kaynağının bantın üzerindeki gerçek sesler
olmalarının yanı sıra, seslerin manipülasyonu tamamen yüzey ve tape teknolojisiyle gerçekleşiyordu.

Sesler, banta doğrudan müdahale edilerek değiştiriliyor, bantlar oranlı ya da oransız biçimlerde
kesiliyor, birbiri üzerine kontrollü veya rasgele yerleştiriliyor, yapıştırılıyor ve ekleniyor, örseleniyor,
farklı yüzeylerde 'terbiye' ediliyordu. Tüm bunları yaparken de 'el' ile verilen uğraşlar bazen saatler
alan yorucu bir süreç yaratıyordu. Bugünün teknik ve kavramsal olanaklarıyla bakıldığında kimileri için
son derece kolay gözüken, mikser ya da computer'la kotarılabilen, kayıt teknolojisinde ve elektronik
müziğin tüm alanlarında yer etmiş loop, echo, backward masking gibi bir çok 'sesi yeniden üretme'
tekniğini büyük ölçüde musique concrete'e borçlu olduğumuzu söylersek abartmış olmayız.

Ancak tüm bunların ötesinde Phonogene ve Morphophone gibi çoğu kez kompozitörlerin kendi özel
'imalatları' olan tape deck'lerinde icra edilen musique concrete'in en önemli yeniliklerinden biri ve belki
de bir okul olarak adının sürekli anılmasının nedeni, akustik müziğin attack-release-decay (çıkış-
bırakma-çöküş) kavramlarını elektronik üretim ve kayıt ortamına taşıyan ilk örneklere imza atmasıdır.

Musique Concrete, müzikal farklılığın yanı sıra kompozitörün kimliğine de bambaşka bir konumlanış ve
'tek başınalık' getiriyordu. 'Normal Müzik'te karşılaşılan kompozitör-icracı ilişkisini ortadan kaldırması,
bunu bir sorunsal haline getirmiş bir çok kompozitör için 'rahatlatıcı' idi. Eserdeki fikrin ortaya
çıkışandan somut seslerin toplanması ve stüdyodaki üretim aşamasına kadar 'tek başına' olabilen
kompozitör, sunum aşamasında da günümüz dj'lerine benzer bir şekilde sahneye tek başına
çıkabiliyordu. 80'lere ve synthesizer teknolojisine kadar yöntemler değiştirilerek kullanıldı. Hepsi de;
elektronik müziğin öncülerinden Edgard Varese'den, 60'larda eserlerinde bu yöntemleri kullanan İlhan
Mimaroğlu'na, The Beatles'dan, White Album'ünün Revolution'ında loopları kullanma biçimiyle feyz
aldığını söyleyen John Lennon'a, Pink Floyd'a kadar geniş bir gözlem alanında incelenebilir duruma
geldiler.

59
Yüzyılın başında 'yeni müzik'in bir parçası, adeta devrim sayılabilecek 'concrete yöntemler' sonraki
yıllarda kayıt teknolojisinin ve mikserlerin vazgeçilmez 'araç'ları oldular. Ancak göz ardı edilen şey, tüm
bu yöntemlerin sadece 'araç' olmadığı, bugünün müzik endüstrisi ve hizmet sektörünün tüm bu
kompozitörlerin varmak istedikleri 'arayış noktası'ndan çok uzak bir yerde olduğuydu.

Volkan Çağlayan

Gölgelerin gücü adına DJ Shadow

Josh Davis (aka DJ Shasow), birçok insan tarafından, Londralı plak şirketi Mo'Wax'la özdeşleştirilen
deneysel hip hop müziğinin gelişim sürecindeki anahtar isim olarak tanınıyor. Dj Shadow'un 'In/Flux'
ve 'Lost and Found (S.F.L.)' da dahil olmak üzere bu şirketten çıkardığı ilk single'lar; funk, rock, hip
hop, ambient, caz ve soul karışımı birer başyapıt sayılıyor. 1991-92 yılları arasında Hollywood Records
için çeşitli çalışmalar yapmış olmasına rağmen Shadow'un sound'u, James Lavelle ile tanışıp Mo'Wax'a
geçtikten sonra gözle görülür bir olgunlaşma evresi yaşayarak, tam olarak yerli yerine oturdu. Mo'Wax,
1995 yılında Shadow'un dört bölümden oluşan 40 dakikalık single'ı 'What Does Your Soul Look Like'ı
yayınladı ve parça büyük ilgiyle karşılandı. Bu gelişmeyle birlikte Shadow, DJ Krush ve Doctor
Octagon'la çalışama fırsatı edindi ve James Lavelle ile birlikte U.N.K.L.E. projesini oluşturdu.

Josh Davis (aka DJ Shasow), birçok insan tarafından, Londralı plak şirketi Mo'Wax'la özdeşleştirilen
deneysel hip hop müziğinin gelişim sürecindeki anahtar isim olarak tanınıyor. Dj Shadow'un 'In/Flux'
ve 'Lost and Found (S.F.L.)' da dahil olmak üzere bu şirketten çıkardığı ilk single'lar; funk, rock, hip
hop, ambient, caz ve soul karışımı birer başyapıt sayılıyor. 1991-92 yılları arasında Hollywood Records
için çeşitli çalışmalar yapmış olmasına rağmen Shadow'un sound'u, James Lavelle ile tanışıp Mo'Wax'a
geçtikten sonra gözle görülür bir olgunlaşma evresi yaşayarak, tam olarak yerli yerine oturdu. Mo'Wax,
1995 yılında Shadow'un dört bölümden oluşan 40 dakikalık single'ı 'What Does Your Soul Look Like'ı
yayınladı ve parça büyük ilgiyle karşılandı. Bu gelişmeyle birlikte Shadow, DJ Krush ve Doctor
Octagon'la çalışama fırsatı edindi ve James Lavelle ile birlikte U.N.K.L.E. projesini oluşturdu.

Shadow'un bütün bu entelektüel hip hop parçaları, gizli gizli hip hop dünyasında yayıldı ve en sonunda
Mo'Wax'ın dikkatini çekti. Shadow'un ilk albümü "Endtroducing" 1996 yılında yayınlandı ve İngiltere ve
Amerika başta olmak üzere tün dünyada olumlu tepkilerle karşılandı. Hip hop'a deneysel bir açıyla
yaklaşan Shadow; bu müziği sadece açık bir sosyal protesto olarak değil, kes/yapıştır tekniğini ve
ritimlerini bir temek olarak kullanabileceği geniş bir kaynak olarak görüyordu ve bu sayede o zamana
kadar yapılmış hiçbir şeye benzemeyen bir albüme imzasını attı; "Entroducing" sample'lar, unutulmuş
plak cızırtıları, hayal aleminden kopup gelen efektler ve sürekli yer değiştiren şarkı dokusuyla, derin ve
uçsuz bucaksız bir sonik dünya yaratmıştı. Üstelik bu dünyayı Shadow, öyle acayip aletlerle değil, her
kesin elinde bulunan ucuz aletler ve müzik sevgisini bir araya getirerek ortaya çıkarmıştı;
"Enrtoducing"in başarısı da zaten bu ilerici, zengin ve çok yönlü sound'unda gizliydi.

Bu albümden sonra Davis, bir süre başarının keyfini çıkartırcasına sessiz kaldı ama çok fazla değil; aynı
yıl James Lavelle ile ile oluşturduğu proje grubu U.N.K.L.E.'la ilk albümünü yayınladı. Radiohead'den
Thom Yorke, the Verve'den Richard Ashcroft ve Beastie Boys'dan Mike D gibi ünlü isimlerin konuk
olduğu albüm; büyük yankı uyandırdı ve en az Shadow'un solo çalışmaları kadar ilgi gördü.

Ve Josh Davis, ilk albümü "Endtroducing"den tam altı yıl sonra, geçtiğimiz aylarda yayınladığı "The
Private Press" ile ait olduğu yere, yani şahsi müzik laboratuarına geri döndü ve bu albümle aklında
daha çok fikrin ve sample'lanacak çok loop'un olduğunu kanıtladı.

Aynı yola ikinci kez neredeyse hiç uğramayan anlayışıyla, her şarkıyı hip hop'u temel alarak yarattığı
stil ve derinlik sahibi bu albüm, Shadow'un altı yıl önce ipuçlarını verdiği yeteneğini bir kez daha gözler
önüne seriyor.

60
DJ Shadow hayranları bu albüm için 6 yıl kadar beklemek zorunda kaldılar ama zaten "The Private
Press" gibi klasikler ancak bu kadar, belki de daha uzun bir sürede oluşturulabilir.

Allmusic.com

Jimi Tenor

"Cazın Elton John'u" ve "Finlandiya'nın Barry White'ı" (!?) olduğu söylenen çok yölü Fin alim, geçen
sonbahar Polonya'da 55 parçalık bir orkestrayla kaydedilen sinematik temelli başyapıtıyla geri dönüyor.
Bunun, uzun zamandır beklenen "pop" albümü olmadığı kesin. "Out of Nowhere", pop'dan çok daha
ilginç, büyük bir yapıt ve Jimi Tenor'ü etrafta olan biten herşeyden sıyrılmış ciddi bir besteci olarak
lanse ediyor. Ektiğini biçiyor demek onu fazlasıyla hafife almak olur. Jimi kendi tarlasında iş görüyor
ama tam olarak ne yetiştiriyor peki?

Jimi'nin bundan önceki iki albümünü; 1997'deki "Intervision" ve 1999'daki "Organism"i bilenler,
soundtrack vari eğilimlerine ve sözlerdeki şehvetli tarzına aşinalar. Ancak her ne kadar bu elemanlar
ısrarlarına devam ediyor olsalar da Jimi'nin menzili şimdi çok daha geniş. "Out of Nowhere"deki her bir
parça iyi bir filmin en etkileyici sahnesinden alınmış gibi. Bazen Vahşi Batı'da çorak taşlı vadide bir
pusu, bazen yağmur altında fütüristik bilim kurgu şehri, bazen kapkaranlık siyahi otoyolda geçen
arabalar. Bazen hepsi de aynı şarkının içinde.

Şu kesin ki "Out of Nowhere", albüme emeği geçen herkes için bir sevgi ürünü olmuş. Öncelikle bu
Jimi'nin ilk orkestral çalışması ve Polonya'da Büyük Lodz Tiyatrosu'nun 60 kişilik orkestrasıyla
kaydedilmiş. Bu karara ekonomik nedenler de sebep; ne de olsa Doğu Avrupa'da orkestralar daha
ucuz. Bir başka sebepse, albüme katkısı olması beklenen, Paris'teki birinin tavsiyesi. İş yaş çıkınca Jimi
kendini boş bir Leh odada, yan tarafta bekleyen altmış kişi için delice partisyon yazarken buldu ve her
bir enstrumanın ses sınırlarını hatırlayamadığında bu işi daha önce hiç yapmadığını anımsadı. Bunu
aşabilmesinin bir yolu, her bir parça için çok seri bir şekilde hikaye bazlı sahneleri hayal etmesi,
kamera açılarını ve hareketlerini tasarlaması oldu.Dolayısıyla 'Night In Loimaa' bir Mafya babasının
vurulması, bir çatı katı küvetinde zorunlu inleyişleri, gerilimin bir telefon ziliyle azalması ve parça
ilerledikçe atmosferin dışarı, sokağa taşınmasıyla başlıyor. Kavramsal olarak herşey, Jimi Loimaa'nın
aslında Finlandiya'nın ormanlık alanlarında sessiz sakin bir yer olduğunu söyleyene kaday gayet iyi
gidiyor.

Orkestrayla çalışmak Jimi'ye ister istemez bazı kısıtlmalar da getirdi ve funk'ı azaltarak normalden daha
açık ve doğrusal ritmler kullanmak zorunda kaldı. Bunun bir sonucu olarak Jimi, buluşun yeni
formlarına doğru itildi ve "Out of Nowhere" 'kısıtlandırılmış'ın çok dışında bir albüm oldu. 'Blood On
Borscht', Carl Orff'un 'Carmina Burana'sının bilinmeyen bir gezegendeki yırtık pantolonlu heavy
metal'cileri tarafından yorumlanmış halini çağrıştırıyor; yani ürkütücü. Aslında söz konusu parçadaki
komünistik sound dilimleri "Solaris"den (Rus yönetmen Andrei Tarkovsky'nin "2001"e kozmonot vari
yanıtı) ve onun OST bestecisi Eduard Artemives'den etkilenmiş.

Albümle aynı adı taşıyan açılış parçası 'Out of Nowhere', "Jaws"dan Lalo Schifrin'in derin dramasını
Nevada'da bir yerlerde uzaylıların adam kaçırma sahnesini andıran bir müzikle evlendiriyor. Başka bir
parçadaysa Jimi, kör sitar müzisyeni Baluji Shrivastav'ın enstrumanını, Hollywood'un Doğu müziğinden
ne anladığını çağrıştırırcasına, Çin gamlarına göre tonlamasını sağlamış. Evet, işte bu kadar ilginç.
Orkestra ve sitarlar kadar "Out of Nowhere" de Finlandiya'da, "Organism"i öven Pro Cantor Korosu'na
ve aralarında Jimi'nin yeni eşi Nicole Willis de bulunan Amerika'lı, İngiliz ve Japon yeteneklerden
oluşan özgün bir kadroya ev sahipliği yapıyor.(Nicole Willis 'Call of the Wind"i söylüyor.)

Bütün bu yenilikçi ve ilginç buluşların ortasında Jimi Tenor'ın tabla vuruşlarıyla ve sersemletici flüt
melodileriyle başlayan 'Hypnotic Drugstore' adlı funk klasiği var. Şarkının sözleri de düşündürücü.
Bahsedilen beşinci boyut acaba bütün bu ilginçliklerin ve albümün altında yatan kavram olabilir mi?

Cazın Pop Müzik Macerası

İşe annesinin ona henüz 8 yaşındayken aldığı Beach Boys'un "Endless Summer" albümüyle başladı.
Caz müziğe ilk girişiniyse 13'ündeyken John Coltrane'den "Blue Trane"le yaptı. Ancak yolun başında, o
da tıpkı çağdaşları gibi ağır bir klasik eğitiminden geçti. Cazla tanışmadan çok önce kendini Bach'ların,
Mozart'ların içinde buldu. Altı yaşında başladığı klasik serüveni 14 yaşında, ileride etkilerini fazlasıyla
hissettirmek üzere duruldu. Bir yandan ergenliğe girmek üzere olan her genç gibi cazdan ziyade rock
dinlerken diğer yandan Manhattan dolaylarında, prestij sahibi bir okul olan New School For Social
61
Research'e devam etti. Söz konusu okulda, Junior Mance, Kenny Werner ve Fred Hersch gibi dikkate
değer isimlerle çalışma olanağı oldu. İlk büyük uluslararası çıkışı ise, birlikte MoodSwing'i birlikte
kaydettiği, bir buçuk yıllığına Amerika ve Avrupa turnesine çıktığı Jashua Redman Quartet'in bir üyesi
olmasıyla gerçekleşti. 1995 yılında Warner Bros. plak şirketinin lider isimlerinden biri olarak çıkardığı ilk
albümüne haklı olarak "Introducing Brad Mehldau" adını verdi. Tanışma çabuk ve hayırlı oldu. Chicago
Tribune, albüm hakkında şu yorumları yaptı: "Mehldau kendinden parçaları ön plana çıkardığında
doruğa oluşan bir albüm. Çalışı kadar zekice yazdığını da kanıtlar nitelikte oval çizgiler, ritmi değişken
biçimler, beklenmedik renk ve dezonans patlamaları. Bu bestelerin farkını, özelliklerini fark etmek şok
edici bir etki yaratıyor."

Brad'in ikinci Warner Bros. albümü, "The Art of The Trio, Volume One", Şubat 1997'de piyasaya çıktı
ve eleştirmenlerden anında alkış aldı. Albümün çıkışıyla aynı zamanlara rastlayan bir konser hakkında
The New York Times'ın yorumu şöyleydi: "Bir saatin çoğunu gözü kapalı, kafası uyuyan kuş misali
göğsüne inmiş geçirerek bilinçaltına bir yolculuk yaptı. Şarkıları birbiri ardına alıp bütün melodilerin
aksanlarını son dakikada değiştirerek oluşan düzensiz ritimlerden şarkı benzeri doğaçlamalar doğurdu."

Hayret verici tekniğinin yanında klasik müzik eğitiminin ona kattığı çok şey var. "Introducing Brad
Mehldau"dan bir parça olan 'Young Werther' hakkında konuşurken; "Ortaya çıkışı, klasik müzikteki bir
çok karşıt formları çalışırken tesadüfi oldu. Sadece bir nota ve ilintili bir akor üzerine kurulu
sistemlerden kaçmaya ve bir çok farklı notanın bağımsızca dolaşırken aralarında oluşturdukları ilişkiyi
keşfetmeye çalıştım. Bütün ezgi farklı şekillendirilmiş dört adet notaya dayalı. Az miktarda tematik
malzemeden koca bir kompozisyon çıkarmak benim için çok keyifli ve aslında Beethoven ve Brahms
gibi büyük bestecilerin eserleri üzerinde çalışmanın bir sonucu olarak gelişiyor. Besteyi tamamladıktan
sonra dört nota motifini Brahms'ın bir piyano konçertosundan aldığımı fark ettim." Brahms'a ek olarak
Mehldau, etkilendiği diğer büyüklerin Schubert, Beethoven ve Schumann gibi isimler olduğunu
söylüyor. Caz dünyasındaysa, Oscar Peterson, Bill Evans, Wynton Kelly, McCoy Tyner, Herbie Hancock
ve Keith Jarrett, hatta Miles Davis ve John Coltrane de listeye dahil. Üstelik bu etkileşim bazen
Mehldau'nun müzik felsefesine bir 'merhaba'nın da ötesine geçiyor ve birebir çalışmaya kadar varıyor.
1998'in ilk aylarında Warner Bros.'dan çıkan üçüncü albümü

"Live At The Village Vanguard: The Art of The Trio, Volume Two"nun ardından Brad Mehldau, Larry
Grenadier ve Jorge Rossy'den oluşan üçlüsüyle Amerika ve Avrupa semalarında bir yıl süren bir turne
dönemi geçirdi. Ancak bu arada Willie Nelson'la kayda girmeyi, Jashua Redman'la da bir kaydın
ardından kısa bir turneye çıkmayı da ihmal etmedi. Eylül 1998'de çıkan bir sonraki trio çalışması, yine
eleştirmenlerden fazlasıyla olumlu tepkiler alan "Songs: The Art of The Trio, Volume Three".
Birçoklarının da hemfikir olduğu nokta şu ki; zaman zaman çalışı geleneksel cazı her yönüyle yansıtıyor
olsa da, yirminci yüzyıl bestelerinin keskin vuruşları ve şaşırtıcı hamlelerini de içinde barındırıyor. Hatta
işin içine rock'ın girdiği bile oluyor. Örneğin, "Songs: the Art of the Trio, Volume Three"de yer alan
Nick Drake yorumu 'River Man' ve Radiohead'in 'Exit Music (for a Film)' adlı parçasının, insanda
Beethoven hissi uyandıran Mehldau yorumu. O, kavramsallaştırmak yerine, tutuşmuş bir melankoli ve
heyecanlı bir mutlulukla patlıyor. Çaldığında sanki kor önce parlıyor sonra ateş oluveriyor.

Mehldau'nun solo piyano denemesi "Elegiac Cycle", 1999 yılının baharında satıştaydı. Hakkında Times
dergisi "Mehdau, yankılanan akorlarıyla neredeyse manevi bir rezonansa ulaşıyor."şeklinde yazdı.
Albümün yarattığı klasik etkileşimli caz atmosferi dokuz gizemli ve karmaşık Mehldau ağıtından
oluşuyor. Ancak yine de "Art Of the Trio 4: Back At The Vanguard" ile Brad, trio geleneğini, Larry
Grenadier ve Jorge Rossy birlikteliğini sürdürüyor. "Art Of the Trio 4: Back At The Vanguard"da 'Nice
Pass', 'London Blues' ve daha önce "Songs: The Art Of The Trio, Volume Three"de stüdyo kaydı
bulunan 'Sehnsucht' olmak üzere toplam üç Mehldau klasiği mevcut ve bunun yanında bir de daha
önce yorumlanmış olan Radiohead parçası 'Exit Music (for a film)'in de farklı keyifte yeni bir yorumu
var. Albümdeki bu görece hareketli, sessizlik bozucu şarkıları, 'All The Things You Are' (Jerome
Kern/Oscar Hammerstein II), 'I'll Be Seeing You' (Irving Kahal/Sammy Fain) ve Miles Davis'in 'Solar'ı
tamamlıyor. Caz parçalarından oluşmuş bir toplama albüme olan katkılarının yanında 'Blame It On My
Youth' adlı klasiği de "Eyes Wide Shut" adlı ünlü Kubrick filmine eşlik edenlerden biri oldu

Geçtiğimiz günlerde çıkan yeni albümü Largo'dan umutlu. Genç müzisyen, bu albümün şimdiye kadarki
en büyük projesi olduğunu söylüyor. Stüdyo çalışmaları yedi gün, mixing'iyse dokuz gün süren albüm,
üç farklı basçıyı, dört davulcuyu, yaylı topluluklarını ve daha pek çok değişik müzisyeni de bir araya
getirmiş. Farklı müzisyenden aldığı birden fazla etkileşimle albümün zenginliği de artıyor ve sound
bazen gerçeklik dışı olduğunu düşündüren boyutlara taşınıyor. Herkese ayrı ayrı özgürlük tanıyan
Mehldau, bir yandan da kendisi için bir krallık yaratmış gibi. Aslında sadece bir duyuya hitap etmesi
beklenen müzik, dinleyicinin beş duyusuna birden sesleniyor sanki. Otoritelerce, son zamanların kısır

62
müzik çevrelerine doğan en parlak güneşlerden biri olduğu düşünülen Mehldau, hakkındaki olumlu
eleştirileri boşa çıkarmamakta kararlı. Albüm boyunca başarılı cazcı, bir yandan maceraperest, ama
aynı zamanda küçümseyen, hem soyut hem de yoğun bir duygusallık içinde parçaları ardı ardına
getiriyor. Yine geçmişinden kalma izleri şimdiyle buluşturan albümde Radiohead'in yorumlarının yanı
sıra Black Sabbath grubunu fazlasıyla çağrıştıran bir parça da mevcut. Brad Mehldau; klasik, rock, caz
derken sınır tanımayan bir bileşim ürünü stilinde devam ediyor. "Largo"nun yankılarıysa sürüyor.

Thrill Jockey 10 yaşında

Ender kadın plak şirketi sahiplerinden olan Bettina Richards'ın 1992 yılında kurduğu Thrill Jockey, 2002
eylül ayında kuruluşunun 10. yılını Avrupa'da kutladı. Bu kutlamada Tortoise, The Sea and Cake,
Bobby Conn, Radian, Chicago Underground Duo, Trans Am ve daha birçok Thrill Jockey sanatçısı,
değişik Avrupa şehirlerinde konserler verdi ve "Looking for a Thrill" adlı bir film gösterildi.

Thrill Jockey 1992 yılında Bettina Richards tarafından New York'ta, H.P. Zincker'ın "Perseverance"
albümünün çıkmasıyla kuruldu. Bettina bundan önce bir kaç sene Atlantic plak şirketinde çalışarak,
Eleventh Dream Day ve The Lemonheads, ve London plak şirketine geçtiğinde Meat Puppets ile çalıştı.
"İş hayatı hakkında çok deneyimsizdim ve büyük plak şirketlerine getirdiğim gruplar için yararlı birisi
olmak istiyordum. Sanırım Meat Puppets ve Lemonheads için bu geçerli oldu. Eleventh Dream Day ile
çalışmış olmam, büyük şirketlerin kişisel sanatsal gereksinimler konusunda ne kadar esnek
olabileceklerini anlamamı sağladı. Şirketlerin sanatçılarla olan diyaloglarından da çok rahatsız
olmuştum. Özellikle, bir sanatçının şirkette kalması için, şirketin değil de, sanatçının ne yapıp
yapmaması konusunda olan diyaloglar." 1992 yılının ilk baharında Bettina London records'dan ayrıldı
ve Hoboken'e Pier Platters ile çalışmaya gitti.

"Thrill Jockey çoğunlukla Dischord ve Touch and Go gibi hayran olduğum şirketlerden örnek alarak
kurduğumuz bir şirket." Sağlanan karın şirket ve sanatçı arasında %50 olarak paylaşılması, bir kayıt ne
kadar çok satarsa sanatçının da o kadar kazanmasını sağlıyor. Çok düşük satışlarda ise şirketin
korunmasını sağlıyor. Sanatçının ve şirketin aynı zemin üzerinde durmasını sağlıyor. Plak şirketi
sanatçılara istedikleri özgürlüğü verecek şekilde tasarlandı. Artwork üzerinde tam yetkiye kısıtlı bir
bütçe olmadan sahipler. Gruplar stüdyoya yalnız giriyorlar. Sanatçılarla uzun süreli kontratları yok. "Bir
sanatçının kaydetmek zorunda olduğu bir kaydı yayınlamak istemem. Bir sanatçının geri dönmek
istediği için dönmesini isterim- çünkü albümlerini yayınlamak için hakkı ve saygılarını kazandık." Bütün
sanatçılar Thrill Jockey'de kalmaya karar verdi, son kayıtlarını Warner Brothers'a satan Gaunt dışında.
"Bir plak şirketi olarak, belli bir albümü desteklemeyi ve promosyonunu yapmayı kendimiz üstleniyoruz.
Ve sanatçılardan promosyonumuza uymaları için alışkanlıklarını değiştirmelerini istemiyoruz . Onlara
turneye çıkacaksınız, bu süre içinde yeni bir albüm çıkartacaksınız demiyoruz- bunlar onların kararları
olmalı." Yaratıcı olmak için kendisini en rahat hissettiği ortamı ve bir çalışmanın en iyi şekilde nasıl
sunulacağını ancak sanatçının kendisi bilir. Tabi ki turneye çıkmak bir grubun isminin tanınmasına
yardımcı olur, ama tek yol bu değil. Thrill Jockey, The Sea & Cake'in çıkışından hemen sonra dağıtımcı
olarak Touch and Go ile çalışmaya başadı. Freakwater'ın 'Feels Like The 3rd Time', Gaunt'ın 'Whitey
The Man' ve Tortoise'un ilk albümü gibi albümler, yeni basımların gerçekleşmesi için zaten yeterliydi ve
kaydedilecek yeni albümler bile vardı.

Touch and Go ile olan ortaklıklarının esnek ve değişken olması, işbirliğinin iyi yürümesini sağladı. Thrill
Jockey o zamanlarda Avrupa'da, albümler için Almanya'da City Slang ile anlaşmıştı. "Christof ve ben
Eleventh Dream Day'e olan ortak hayranlığımız sayesinde tanıştık." 2000 yılında Thrill Jockey
Avrupa'da kendi ofislerini açma ve plaklarını çıkartma imkanı buldu. Tortoise'un "Millions Now Living
Will Never Die" albümü, Freakwater'ın "Old Paint" albümü veya Trans Am'in ilk albümü gibi City Slang
etiketli birçok kayıt, 10. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle şu an Thrill Jockey kapsamında yeniden
basılıyor.

Thrill Jockey'in sunduğu yegane sanatsal özerklik bir yana, barındırdığı sanatçılar arasında çeşitlilik
olması bir diğer özelliği. Nerves gibi sanatçılar, Oval, 8 Bold Souls, National Trust, Nobukazu
Takemura, Fred Anderson ve Bobby Conn gibi sanatçıların yanında çok iyi uyum sağlıyor. "Ben ilk
olarak bir müzik hayranıyım. Şirketteki sanatçı türleri benim bir dinleyici olarak gelişimimin bir
63
yansıması," diyor Bettina Richards. "Müzik sanatına karşı duyduğum ilgiyi görsel sanatlara karşı
duyduğum ilgiden ayıramıyorum, film, mimari, resim veya fotoğraf olsun. Görseller ve sunumları
dinleyiciyi bir estetik vizyon oluşturmasında yardımcı oluyor. Bunun çalıştığım birçok sanatçıdan
biliyorum. Müzikleri hayatlarından olaylar olduğu gibi film ve görsel sanatlardan etkilenerek yapılmış."
Sanatçıları ve Touch and Go ile daha yakın çalışmak için 1995 yılında Chicago'ya taşındığından beri,
Thrill Jockey'e birçok isim katkıda bulundu. Bunlardan birisi Howard Greynolds, aynı zamanda Overcoat
Records'u yönetiyor, Amerika, Avrupa ve Japonya'da bulunan ortaklarla sanatçılar için bağlantıları
kuruyor.

10. yıldönümü için Thrill Jockey, sanatçıların müzikten aldıkları enerjiyi ortaya koyan bir film çekmeye
karar vermiş. "Looking For A Thrill" adını taşıyan film, ilham verici müzikal bir an hakkında insanlarla
yapılmış röportajlardan oluşuyor- bu bir konser veya bir albüm olabiliyor. Bazıları müzik dünyasına
girmelerine yol açan o belirli an hakkında konuşmayı seçerken, bazıları müzikal hayatlarına yön veren
anlardan bahsetmeyi tercih ediyor. Mudhoney, Yo La Tengo, Sonic Youth ve Urinals elemanları ile
beraber, röportajlar Thrill Jockey sanatçılarının çoğunu kapsıyor. Björk, Yom Ze, Mike Watt, Jem
Cohen Ian Mackaye, Carl Craig, Jon Spencer ve daha birçoğu ile ayrıca kişisel röportajlar bulunuyor.

Thrill Jockey, sanatçıların şirket için yarattıkları gövdeden oluşuyor. Şirketin sağladığı özgürlük ve
destek ortamı, gövdenin kalitesi için önemli bir faktör. Şirketin gelişimi ve başarısı, sanatçıların
özverisini ortaya koyuyor. Doğal olarak bunda eleştiri öğelerinin de payı var. "On yılı ve 100'den fazla
kaydı arkamızda bırakmış olmamız, yaratıcı enerji ve bağımsız düşünceye olan inancımı doğruluyor.
Joseph Bueys'in 1972 tarihli 'Energy Plan for the Western Man' adlı yapıtı beni etkilemeye devam
ediyor ve Thrill Jockey için gerekli motivasyonu sağlıyor. Yaratıcılık, değişim ve gelişim için bir anahtar.
Bueys bir sanatçının ne olduğunu açıklamaya odaklanıyordu, Thrill Jockey ise popüler müzik
kavramlarını genişletmekle ilgileniyor. Yeni müziklerin kitleler tarafından beğenilmemesi için bir neden
yok. Daha yüksek kaliteli bir müzik dinlediklerinde, dinleyiciler bunu her zaman seçer. Tüm bunlar
sadece sevmekle ilgili, yoksa biz özel bir şey değiliz. Buna karşın, dinleyici ve sanatçı arasında birçok
endüstriyel engel bulunuyor" diyor Bettina. Thrill Jockey o engelleri aşmak isteyen bağımsız ruhlu
şirketlerden birisi.

Sizlere tavsiye ettiğimiz Thrill Jockey albümleri:


Tortoise- Millions Now Living Will Never Die
Tortoise- Standarts
Mouse on Mars- Instrumentals
Mouse on Mars- Niun Niggung
Trans Am- Trans Am
Oval- Ovalprocess
The Sea and Cake- Oui
Eleventh Dream Day- Eighth

Theremin: İnsan Bedeni Elektronik Müzik Üretebilir!

Bir enstrüman olsa ve çalmak zorunda olmasak. Biz hareket ettikçe o kendi çalsa, üstelik istediğimiz
gibi çalsa.

1919'da Rus Leon Theremin'in buluşu da tam bu yöndeydi. Elektronik müzik tarihinde en ilginç
buluşlardan biri olan enstrümana Theremin, Sovyet Rusya'daki bir çok bilimsel buluşta olduğu gibi
kendi adını vermiştir. Theremin, 1900'lerin başındaki ilk inşasından sonra tüm dünyadaki önemli icatlar
arasında sayılacak ve o günün koşullarında ulaşılması zor bir teknolojiyi temsil edecekti. Ana 'devre'nin
içinde bulunduğu bir kutu ve vücut hareketlerini bir anten aracılığıyla frekanslara çeviren Theremin,
insan vücudunun hareketlerini ses dalgalarına dönüştürmek için tasarlanmış son derece kendine özgü
bir enstrümandı.

Post Rock'un istikrar şampiyonları:


Yo La Tengo

Eğer indie'de post-rock'ın pop'la buluştuğu bir sadelikten, içtenlikten ve her şeyden önemlisi
istikrardan bahsedecek olursak, baş sırayı tek bir gruba vermek gerek; o da Yo La Tengo. İlk albümleri
"Ride the Tiger"dan, shoegazing klasiği "Painful"a, bir indie-pop bombası "I Can Hear the Heart
Beating as One"dan, ağırbaşlı güzelliğiyle "And Then Nothing Turned Itself Inside Out"a kadar Yo La
Tengo, indie/post-rock tarihinin kilometre taşlarını yarattı. Onlar 1984'ten günümüze evil çift Ira

64
Kaplan ve Georgia Hubley, ve ayrılmaz dostları James McNew ile birlikte kendi sınırlarını bozmadan
indie'nin hudutlarına saldırıyorlar ve bunda da çok başarılılar.

Yo La Tengo'nun hikayesi New York yakınlarında ufak bir kasaba olan ve Ira'nın ölü bir kasaba olarak
tanımladığı Hoboken'de başlıyor. Television ve Velvet Underground gibi "müzik devrimcisi" grupları
dinleyen genç bir çift olarak Kaplan ve Hubley'in en büyük hayali, doğal olarak bir garaj grubu kurmak.
Grubun etkilendiği isimlere Beach Boys, Mission of Burma, Neil Young, Sonic Youth gibi isimleri
eklemekte mümkün. Ama belki de grubun en çok bütünleştiği, ya da bütünleştirildiği isim Velvet
Underground olacaktı. O kadar ki, 1996 yılında "I Shot Andy Warhol" isimli filmde grubu
canlandırmışlardı. Birlikte yola koyulan çift James McNew ile tanışmadan evvel Soft Boys, Mission of
Burma ve Arthur Lee's Love gibi ortak zevkleri paylaşan elemanlar aradıklarını duyuran ilanlara grubun
ilk kadrosunu kurar. Davulcu Dave Schramm ve basçı Mike Lewis ile birlikte grup ilk albümleri "Ride
the Tiger"ı Mission of Burma basçısı Clint Conley rehberliğinde kaydeder. Yo La Tengo'nun hiçbir
zaman değişmeyecek temel yapısı daha ilk albümden atılır. Kaplan'ın (müziğe başlamadan evvel bir
müzik dergisinde Sonic Youth, The Replacements ve Husker Du gibi isimlerle röportaj yapan bir
gazeteci) Lou Reed'vari mırıldanan vokalleri, pop melodiler ve melodileri, ince bir bütünlük içinde taciz
eden atonal gitarlar Yo La Tengo'nun neredeyse her albümüne damgasını vuran bir etikettir. Babası
ünlü çizgi film karakteri Mr.Magoo'nun çizeri olan -bunu belirtmekte fayda var- Hubley'in akıl dolu
davullarını ve okşayan sesi de Yo La Tengo'nun değişmez bütünlüğünün vazgeçilmez diğer bir
parçasıdır. 1987 yılında "New Wave Hot Dog" ve ardından grubun adını duyurmaya başlayan albümleri
"President Yo La Tengo" bu çizgiyi bozmayan, ama daha yukarılara taşıyan albümler oldu.

Yo La Tengo gitar müziğinin büyük bir devrim yaşayacağı 90'ları "Fakebook" ile selamlar. Grubun kendi
arşivlerinden en çok sevdikleri folk parçalarından ve bir kaç tane de yeni materyalden oluşan albüm
grubun önceki albümlerinden farklı olarak tamamen akustik bir çalışma olarak kendini gösterir. Ancak
aralarında Cat Stevens, Daniel Johnston ve John Cale gibi efsanelerin parçalarının da bulunduğu
çalışma tamamen akustik olmasına rağmen kaçınılmaz olarak yine bir Yo La Tengo etiketi taşımaktadır.
Yorumladıkları isimlerin üstünde kendi tarzlarını kabul ettirebilmeyi başaran Yo La Tengo indie
piyasasında bir parantez açarak yavaş yavaş kendi farklı yerine kurulmaya başlar. Ama insanların
gerçek anlamda grubu duyması, 1992 tarihli noise-pop klasiği olarak yerini alacak "May I Sing With
Me" ile olur. Bu çalışma aynı zamanda grubun daimi üyesi olacak olan basçı James McNew'ında grupla
kaydettiği ilk albümdür. Dokuz dakikalık feedback senfonisi 'Mushroom Cloud of Hiss', grubu MTV
ekranlarına taşıyan melodik harika "Detouring America with Horns" ve indie-pop güzeli "Upside-Down"
ile Yo La Tengo çizgisini bozmadan bir kez daha yukarılara doğru tırmanmaya devam eder.

1993 yılında efsanevi plak şirketi Matador'a geçen grup aynı sene içerisinde çıkardığı "Painful"
albümüyle shoegazer'ın ve indie-pop'un atmosferik havasına dalışa geçer. Albüm bugün bile bazıları
için grubun en etkili çalışması. O sıralarda ortalığı kasıp kavuran indie ve grunge gruplarının bir kaç
adım önünde olmasına karşın grup sahnede her zaman geri plandadır ve hiçbir zaman o furyanın içine
kapılıp MTV yeni bebeklerinden biri haline gelmezler. 1995 yılında yayınlanan, her nedense, iyi
eleştiriler alan bir albüm değildir, ancak 'Tom Courtney', 'Pablo and Andrea' ve 'Decora' gibi artık
klasikleşmiş parçalar bu albümde yer alır. İki sene sonra Yo La Tengo ne denli önemli bir grup
olduğunu "I Can Hear the Heart Beating as One" ile kanıtlarlar. Baştan sona bir klasik olan albümde Yo
La Tengo'nun o tarihe kadar girip çıktığı her türlü müzikal boyutun bir kesiti yer alır. Grup bir anlamda
kendi tarihini derlemiş gibidir, bir kez daha çizgiyi bozmadan ama daha üst seviyede, her zaman
olduğu gibi. "Bizim kendi tarzımız çok uzun süren doğaçlamalar yapmak ve bunların içinde şarkılar
bulmak, sonra da bunları akustik gitarda çalmayı öğreniyoruz. Son yaptığımız şey ise şarkıyı çalmayı
öğrenmek" diye anlatıyor Kaplan grubun perde arkasını. Popüler müzik piyasasında belki artık indie
rüzgarı dinmiş ve çoğu grup tarihe kavuşmuş olabilir, ancak Yo La Tengo'yu farklı kılan da buydu,
çünkü Yo La Tengo her zaman harcanan isimlerden uzak durmuştu ve grubun daha söyleyeceği çok
şey vardı, dahası grubun adını duyacak daha çok dinleyici vardı.

Grup 2000 yılında yayınladığı "And Then Nothing Turned Itself Inside-Out" ile bir çok akranının aksine
bir daha unutulmamak üzere zihinlere yerleşti. Artık olgunlaşmış bir grubun ürünü olan çalışma aslında
Yo La Tengo çizgisinden çok da uzak bir albüm değil, hatta grubun doğal bütünlüğünü bozmayan
sadece ona yeni fikirler ve boyutlar katan bir albümdü. Ama grubun eklediği ufak elektronik
dokunuşlar, klavye yoğunluğu ve yılların getirdiği o melankolik ağırbaşlılık ile grup tarihinin en başarılı
albümüne imza attı.

Kaplan grubun albümden albüme özünü yitirmeden kabuki değiştiren tarzını şöyle anlatıyor: "Genellikle
her albümde biraz çıkış, birazcıkta bir önceki albüme benzerlik oluyor. Son üç çalışmada kendi
aralarında ciddi farklılıklar olsa da açıkça aynı grup tarafından yapılmış olduğunu söyleyebiliyordunuz.

65
Albümde farklı yerlere yönelimler çok ama aynı zamanda son iki albümle de arasında çok fazla bağ
var". Yo La Tengo son olarak yayımladığı ve avangard film yapımcısı Jean Painleve'in sualtı belgeseli
için kaydettikleri enstrümantal albüm "The Sounds of the Sounds of Science" ile bir kez daha yeni bir
boyuta -ki bu sefer oldukça değişik bir boyut- daha geçerken bizi de peşlerinden sürüklemeye devam
ediyorlar...

Control Voltage Project

(Synthesizerların Göbek Bağı ve Bu Bağa Dolanmış Bir Elektronik Müzik Projesi)

'Control Voltage', davulun tokmağı, kemanın yayı gibi, elektronik müzik için son derece önemli bir
kavram. Analog sistemlerin kullanıldığı, birbirinden bağımsız fonksiyonlarıyla bir bütünde birleşebilen,
modüler yapılar oluşturup aynı adla anılan; değişken boyutlarıyla bir duvar ya da oda kaplayabilen,
böylelikle kolay konvansiyonellikten son derece uzağa düşüp, müzisyenlik kadar mühendisliği de
koşutlayan synthesizerların, ses üretimi ve süreçlendirimin de başvurduğu, 'uyarıcı mekanizma' ya da
kontrol edilebilir, dinamik enerji sayabileceğimiz control voltage (CV), yakın Türkçesiyle: kontrol voltajı,
MIDI (Musical Instrument Digital Interface) öncesi dönemde, hem de birden fazla (taşınabilir)
synthesizerı sadece stüdyoda değil, sahnede de birbirine bağlayarak performans verimini
katlayabildiğinden, aynı CV - dilini benimsemiş firmaların / modellerin, spesifikasyonlar listesinde ilk
bakılan unsurlarından biri olmuştu.

Analog (benzeşimsel) sistemler, ses dalgalarının doğadaki davranışına koşut elektromanyetik


süreçlerin, voltaj yeğinlikleri ve değişimleriyle temsillerinin peşinde, her türlü girdiyi (input); ses, ısı,
ışık, hareket dahil, voltaja çevrildikten, yani başka bir enerji biçimine tercüme edildikten sonra, duysal
alanda duyulara sunmaya yöneliyor; yönelmeyi sürdürüyor. Kimilerine müzelik gibi görünse de hâlâ
potansiyelleri değerlendirilmemiş bu şahâne cihazlar, dünyadaki birkaç meraklısının - ama eskilerin
deyimiyle 'mezun ve memur' olanların; yoksa düğmeleri kurcalayan, kör göze parmak 'retrocu
çocukların' deneye yanıla modalaştırdığı niteliksiz ve bağlamsız; oyuncaksı manevraları ve MTV
spotlarında da kişnetilen filtrelerle yapılan, yüzeysel esprisiyle yetinilen ses söğüşlerini ve faillerini
kastediyor değiliz - gönlünü doldurup stüdyosunu ısıtıyor; sıcak tınılarıyla güncel kayıtlarda bile
kullanıldığında şaşırtan ses nesnelerini / alanlarını / dokularını var ediyor.

Neredeyse artık her prodüksiyonda kullanılan synthesizerlar, aslında enstrüman olarak 'çalınıyor' değil;
'kullanılmak' fiili çok yerli yerinde; hele ki gizlediği negatif anlamı da hesaba katarsak. Görünen o ki,
her stüdyoya, eve girebilmesi, ancak 'tıngırdatılıyor' olmasını bir ölçüde amorti bile edebiliyor.

Kendilerine Control Voltage adını verip, bir 'Control Voltage Project' peşinde çalışmalarını sürdüren iki
müzisyenimizin tezi de bu: Synthesizer henüz müziğini, dahası icracısını bulmuş değil; birkaç istisna
dışında (Jan Hammer, George Duke, Stu Goldberg, vb.) sadece endüstriye hizmet veren hatta yem
edilen; bu bağlamda bolca kullanılıp tıngırdatılmış, ama henüz çok nadiren çalınmış bir saz. (Büyük
piyanistlerin elindeki durumu da bir yanılsama; öğreti buyurur ki, synthesizer ile piyanonun tek ortak
noktası, ikisinde de siyah ve beyaz tuşlar olması; o kadar. Hatta bizce, tuşların eklenmesi,
synthesizerların başına gelen en vahim kısıtlama; kontrolör (controller) zenginliğinin ve yaratıcılığının
Minimoog' dan sonra nasıl budandığını, başka bir yazıda ele alacağız.)

Tekrar Control Voltage' a dönelim: Mert Topel ve Alper Maral, iki eski dost; birbilerinden son derece
farklı müzik platformlarında varolmuş, eser vermiş; çalışmalarını sahne - stüdyo - üniversite üçgeninde
somutlaştırmayı sürdüren ve sonunda yollarını Control Voltage Project' te birleştiren bu iki müzisyenin
ortak özelliği ise, "sazın ne?" sorusuna yirmişer yıldır inançla "synthesizer" cevabını verebiliyor olmaları.
İlk Farfisa ve Bontempi'lerini gördüklerinde nutku tutulan, önce ev yapımı aletlerle, sonra en istisnaî
ıvır - zıvırla kafalarında duydukları tınıların peşine düşen CVP çalışanları, bugün belki de dünyanın en iyi
sistemlerini, rüyasını görmedikleri cihazları, olağanüstü bir merak ve sempatiyle stüdyolarına
doldurmuş durumdalar. Ama konserlerde önemli bir gerçeği; 'alma' ile 'çalma' arasındaki farkı
unutturacak, göz boyamaya elverecek, 'alet işler el övünür' dedirtecek tuzaklardan uzak durmaya
66
büyük dikkat ve özen gösteriyorlar. 'Kamera değil, arkasındaki göz' diye düşünüp, yirmi yıl önce
piyasanın gözden çıkarttığı tek sesli (monophonic) iki cihazla konser bitirebiliyorlar (2. Afyonkarahisar
Caz Festivali, 2002) ya da bir koridordan geçenlerin ayak sürtmelerini synthesizerdan geçirip Live -
Electronics' in katılımlı, bakışımlı günlerine atıfta bulunuyorlar (Yıldızsanat1, YTÜ, 2000).

Doğaçlama kadar yazılı - çizili yapıtlarla da elektronik müziğe, dinleyicisiyle barışık, üstüne üstlük
organik ve nitelikli bir repertuar sunmaya; kompozisyonlar kadar performans teknikleriyle de,
gecikilmiş fakat geç kalınmamış, önü açık bir alana katkıda bulunmaya, dahası buna bir seyirci /
dinleyici kitlesi oluşturmaya, çalışıyorlar.
Amaçları da araçları da synthesizer; dünyanın en karmaşık çalgısının müziğini bulmak.
Gene de müziğe giden yolda edimle buluşan felsefeleri son derece özet:
Sound kafadadır!

Alper Maral

Punk, Reggae ve elektronik akraba olunca; Jah Wobble

The Observer, "Public Image'le olan günlerinden beri Jah Wobble, kendine özgü bir yetenek, Clint
Eastwood'un silah yerine bas gitarlı versiyonu" diye yazmıştıi Jah Wobble için. Müziğin Eastwood'u bu
ayın 28 ve 29'unda Babylonda...

18'inde Stepney'in ıssız sokaklarından fırlayıp Public Image Ltd.'e (PIL) dahil olan Jah Wobble, punk'ın
keskin nihilizmini dub raggae'den Stockhausen'e pek çok türü kışkırtan sonik ve melodik tınılara
dönüştürme konusunda esas adamdı. Lydon'da, itiraf edebildiğinden daha kuramcı olan Wobble, ilk
mükemmel bileşimi buldu. Bu PIL'in "Metal Box" üzerine avantgard deneyleriydi ki, punk'ın daha uçuk
eğilimlerine güvenilirliği de beraberlerinde getiriyorlardı. NME bu yeni sound'ları şöyle tanımlamıştı;
"Millerce, millerce ötede. Dikkatle takip edin.". Wobble bu akımdan, eski müzik basınınca ciddiye alınan
ilk müzisyendi ve hızlıca ün kazanıyordu. Bu gerçek, PIL'e katılmasından sadece birkaç ay önce ilk kez
Sid Vicious'ın ödünç vermesiyle bas gitarı eline aldığının açığa çıkmasıyla daha da çarpıcı bir hale geldi.
"Wobble'ın soytarılıklarının adı çıkmış durumda ama şimdi kendini manik enerjisini modern müzikteki
en muhteşem ve özgün bas melodilerini formüle etmek için kanalize edecek bir pozisyonda buldu."
diyordu Melody Maker'dan Vivien Goldman. "Old Grey Whistle Test" üzerine bir koltukta oturup grubu
rock bazlı ritimler ve oldukça ilginç bir melodi yeteneğiyle ilerletirken Wobble, dinleyicinin punk'daki
yüzleşme saplantısından sıkılmaya başladığı bir dönemde sürpriz ve etkileyici dönüşler yapıyordu. O
günlerde Wobble kendine, PIL'in klostrofobik çalışmaları; Keith Levine'in dairesel, işkence çeken gitar
arpejleri ve John Lydon'ın çıplaklığı ile daha doğrudan ve engelsiz bir ifade formunda buluşan kötülük
ve tahmin edilemezlik ağı ördü.

Wobble'ın bir Stepney'li olarak ünü her zaman ani ve nefes kesici müzikal yeteneğiyle çelişir gibi
göründü. Daha da ilginçtir ki ilk PIL albümünün kapağındaki resim onu bir geleneksel seks sembolü
haline getirdi. 1980'de PIL'den ayrıldığında grubun yüreği sökülmüş gibi oldu. Grup çırpınmaya devam
etti ama bir zamanlar son derece progresif, tehlikeli ve ilginç olan topluluk artık boş bir araç gibiydi.
Ancak o zaman Wobble'ın değeri tam olarak anlaşıldı; ne de olsa o her zaman halkın asıl amaçları
olarak algıladıklarını benimsemişti: "Çocuklara istediklerini vermekten bahsetmek anlamsız.
Alabileceklerini istiyorlar; reklamı yapılanı. Biz herhangi bir şeyi alın demiyoruz - bizi sevin ya da nefret
edin." diyordu 1980'de NME'ye yaptığı bir açıklamada.

Filizlenen ününü abartmak yerine Wobble Alman deneysel rock grubu Can'in Holger Czukay'i ve Jaki
Leiezeit'den The Edge'e kadar herkesle çalışarak kendini delirtici ve çok sayıda projeye verdi. Albümleri
"Betrayal" ve "Snakecharmer"; 80'lerin ilk yıllarında hüküm süren plastik, prefabrike edilmiş pop'a
fazlasıyla zıt olan rock dünyasında etkileyici ve fazlasıyla maceracı tınıları sayesinde rock dünyasında
yeni ve hararetli bir dinleyici kitlesi yarattı. Guardian; "Sound'u dans etmeye fazlasıyla müsait ve
gerçekten sıra dışı. Uçuk giysilerin yardımına ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde durabilen
muhteşem yaratıcı müziğe iyi bir örnek." diyordu. Yazılan-çizilenlerin kanıtladığı gibi Wobble, yeni ve
ilginç tınıları keşfiyle çağdaşlarının oldukça ilerisindeydi. Doğu ve Batı etkileşimlerini kucaklaması Peter
Gabriel ve benzerlerinden çok daha öncelere rastlar. Ayrıca Wobble, keşfettiği yeni tınıları asla çıplak
kullanmadı; her şeyi punk süzgecinden geçirerek yepyeni ve özgün şeyler olarak sundu.

Kariyerinin bir döneminde sadece Londralı meraklıların dikkatini çekecek London Underground
dünyasında çalıştı. Ancak bir noktada hayatını ve yeteneğini geceden geceye zıplayarak erittiği
gerçeğiyle yüzleşti ve metro tünellerinden The Invaders of the Heart adlı bir grupla "Without
67
Judgement" albümüyle ani bir dönüş yaptı. The Daily Telegraph'ın bu konuda yorumu şöyleydi: "Bu
düşüş ve çürüme katalogunun ortasında Jah Wobble umut gibi yeşeriyor ve güneş gibi parıldıyor."
Acilen yeniden yapılanan ilgisini Bomb 12'yle birlikte değerlendirerek Warner Bros.'la bir antlaşma
sonucu "Rising Above Bedlam"ı çıkardı. Bu albüm daha öncekilerinden bile daha fazla ilgiyle
karşılandı.Rolling Stones albümün istisnai bir çalışma olduğunu açıklarken The Independent'dan Andy
Gill; "Her açıdan PIL'in eşiti bir grupla müzik mükemmel." diyordu. 'Visions of You', Sinead O'Connor'la
birlikte seslendirilmişti ve Wobble'ı listelere taşıdı. Hatta şarkı, mainstream dinleyicilerine bile karşı
konulmaz geldiğinden, hayranlar Wobble'ın radyodan çocuk programına, pek çok yerde bu şarkıyla
göründüğünü görünce oldukça şaşırmışlardı.

Wobble Island Records'la yeni bir antlaşma imzaladı ve hemen yeni albüm üzerine çalışmalarına
başladı: "Take Me To God". "Rising"den bile daha hırslı bir çabayla daha eklektik enstrümantasyon ve
nefes kesici müzisyenler eşliğinde (Baaba Maal, Dolores O'Riordan, Natasha Atlas, Gavin Friday, Najma
Akhtar ve Chaka Demus gibi) bir albüm ortaya çıkmıştı. "Spiritüalite teması bir pop albümünde çok
nadiren böyle b,r mükemmellikle işlenmiştir. Bu muhteşem yaratıcı albüm şimdiye kadar duyduğunuz
her şeyden farklı." Bu sözler, The Guardian'ın "Rising"in satışlarını hızla katlayan "Take Me To God"
hakkında yazdıklarıydı. The Invader'ın pek çok yerde sahne alması, mainstream dinleyenlerinin sayısını
daha da artırdı. Wobble ansızın kendini farklı projeleri en çok talep edilen müzisyenler (Bjork, Ginger
Baker, The Orb, Massive attack, Primal Scream and The Shamen) arasında buldu. Brian Eno'la bir
işbirliği sonucu doğan "Spinner" albümü, Q tarafından "Derin hazları ortaya çıkaran bir coşku, aynı
zamanda sakinleştirici ve etkileyici." olarak nitelendirildi. "Spinner"ı, Bill Laswell, vokallerde Natasha
Atlas, saksofonda Pharoah Sanders, klavyede Bernie Worrell ve gitarlarda Nicky Skopelitis tarafından
ortaya çıkarılan geniş çapta enstrümantal albüm "Heaven and Earth" izledi. Laswell için bu, 'Wobble'ın
kaydettiği en iyi şey'di.

19 senelik kariyerinde Wobble, ana dinleyici kitlesini her zaman şaşırtmayı, akıllarını karıştırmayı ve
eğlendirmeyi becerdi. Müzikal rotası asla ticari kaygılar veya dinleyiciyi memnun etme fikri tarafından
belirlenmedi. 1978'de NME'ye söylediği gibi, "Her zaman yaptığım şeye güvendim ama aynı zamanda
reddedilmekten de hep korktum." Bu ikilem belki de asla hız kesmeyen yaratıcılığı ve yenilikçiliğine
giden anahtar.

Kaynak:official internet sitesi

Peter Gabriel

Peter Gabriel 1992'de "Us"la müzik raflarını sarstığında Amerika'da George Bush başkandı; devam
albümü sonunda çıktığında ise George W. Bush. Bazı şeyler hiç değişmiyor. Ancak bu 10 sessiz yıl,
Gabriel için dolu dolu geçmiş. "Up", tipik bir Peter Gabriel albümü. Dünya müziği ritmlerini, doğum,
ölüm ve güncel olayları ('The Barry Williams Show'da olduğu gibi TV talk şovlarını) kombinliyor. Ancak
bir yandan da müzikte eskisine oranla daha öfkeli ve sert bir boyut var. Gabriel'in sakinleştirici
mırıltılarına rağmen 'Darkness'ın bağıran synthesizerları ve uğursuz davulları yıllardır hatta on yılladır(!)
yaptığı en korkutucu sound'u yaratıyor. 'Barry Williams'ın video klibindeki korku filmlerini aratmayacak
miktarda kan ve gelecek turnenin tasarımcısı olan Kanadalı tiyatro gurusu Robert LePage'le Gabriel,
mainstream'i avant-garde fikirlerle deşmeye devam ediyor. Genesis vokalcisinden inciler;

"Us" on yılda yaptığınız ilk solo albüm. Neden bu kadar beklediniz?

Olsun, on yıl yüz yıldan azdır! Turne-albüm-turne döngüsü kuyruğunu kovalayan köpek gibidir. Bir
süre sonra alışmaya başlarsınız. Başka projeler de yapmak istedim. Bu dönem boyunca üzerinde
çalıştığım 130 kadar fikrim vardı. Bazıları Amerika'da yayınlanmayan "Ovo" albümüme gitti. Sonra
"Rabbit-Proof Fence" adlı sinema filminin soundtrack'ini yaptım ve yeni albümüm "Up" için başka bir
takım çalışmalarım oldu. Bir sonraki albüm de "I/O" adını taşıyacak.

Kaydettiğiniz onca şeyi nasıl on şarkıya indirgediniz?

Üzerinde çalışmayı bitirdiğim parçalar işi kolaylaştırdı. Bir de birbiriyle uyum sağlayan parçalar vardı.
Sank bir tür yolculuk oluştu.

Nasıl bir yolculuk?

Sanki şarkı sözleri, hayatın ortasından çok başı ve sonuyla ilgili. Dört ya da beş şarkının bir şekilde
ölümden bahsettiğini fark ettiğimde şaşırdım. Bu normal bir pop konusu değil ne de olsa!
68
Ama yine de adını "Up" (Yukarı) koydunuz?

Benim başlık karşıtı bir tavrım var. Aslında albümlerimde sadece resimler istedim. Albümleri
metinlerden değil, resimlerden hatırlıyorum. Bir süre sonra kafa karıştırıcı bir hal aldı ve Geffen, eğer
isim koymazsam onları yayınlamayacağını söyledi. Sonuçta beşinci albümüme "So" dedim ve iki harften
oluşan kelimelerle isimlendirmeye devam ettim. Genelde önce onları düşünüyorum dolayısıyla sanki
üzerine şarkıları tutturduğum not panoları gibiler.Ipek çok tesadüfi şey gibi, birlikte olduklarında
ortaklıklar kurmaya başlıyorsunuz. Doğum ve ölüm temalarıyla yukarı ve aşağı hissi oluştu.
'The Barry Williams Show' adlı şarkının esin kaynağı neydi?

Çok az reality şov ve talk şov seyrettim. Biraz Kolezyum'a gidip erkeklerin aslanlar tarafından
çiğnenmesini izlemek gibi. Eğlence ama yine de çöp gibi. Oraya gerçekten istekli gidiyorsunuz ve
sonunda mideniz bulanıyor. Tükettiklerimizi izlemek iyi çünkü ne olduğumuzu yansıtıyor.

Video klip için bir konsept belirlediniz mi?

Ben turne hazırlıklarıyla uğraşıyordum dolayısıyla bu daha çok Sean Penn'in bebeği oldu. Şarkıyı dinledi
ve bana bazı fikirler yolladı. Şakıda "Bu duygu görüntüsü beni boğuyor." dediğim bir yer var. O Sean'a
Gabriel Garcia Marquez'den bir bölümü hatırlatmış; kandan bir okyanusta bir tekneden, ailesinin suda
sürüklendiğini izlemekten bahsediyor. Güzel, eğlenceli şeyler işte! Bu fikir böylece stüdyoya taşındı.

'Shock the Monkey' ve 'Sledgehammer' gibi sansasyonel video kliplerinizden daha iyisini yapma kaygısı
hissediyor musunuz?

İnsanların beklentileri her zaman fazladır ancak ben sadece elimden geleni yaparak birlikte çalıştığım
insanlarla beğeneceklerini umduğum şeyleri yapmaya çalışıyorum. Farklı geçmişlere ve alt yapılara
sahip insanları biraraya getirmeyi seviyorum. 'Digging in the Dirt'de yönetmen John Downer,
"Supersense" adlı müthiş bilim filmleriyle çalıştı ve hayvanların dünyayı algılayış biçimlerini yarattı.

Bu albümle beraber tam donanımlı bir turneye çıkıyorsunuz. Turnede teatral nitelikli ve geleneksel
formatlı şovlar olacak.Teatral şov nasıl bir şey?

Kanada'dan görsel tiyatro ve film yönetmeni Robert LePage ile çalıştım. İki sahne kullanıyoruz. Geçen
sefer aralarında bağlayıcı bir tür kemer olan bir erkek bir de kadın sahnemiz vardı. Bu seferki biraz
daha cennet ve dünya gibi. Üstüste duran iki sahne olacak. Hareket dikey gerçekleşecek.

Nelere yer vereceğinizi nasıl belirliyorsunuz?

Yeni şeylerden çoğunu çalacağız çünkü bütün sanatçılar gibi ben de duyulmalarını istiyorum. Çalmaya
başladığınızda farklı bir hayat kazanıyorlar. Web sitemde de insanlar isteklerde bulunuyorlardı. Hatta
garip bir parça olan 'Cutains' için neredeyse bin kez istek yapan bir kişi var. Belki de oy vermesini
kolaylaştıran bir software program bile yazmıştır!

Filmlerde adınızın geçmesinden mi yoksa rock star olarak bilinmekten mi daha çok hoşlanıyorsunuz?

Bir iki haftalığına rock star olmak hoş ama daha fazlası olmak istemezsiniz. Herşeyden önce bir
besteciyim ve asıl zanaatim bu. Soundtrack'lerde şarkı sözlerine bağlı kalmayan ambient ortamlar
yaratma şansınız var. Bir yandan fazlasıyla özgürsünüz, diğer yandan yönetmen için çalışıyorsunuz,
dolayısıyla bir işçisiniz. Her ikisinin de olumlu ve olumsuz yönleri var.

Genesis'le yeniden birleşme turnesi yapar mıydınız?

Eskilerden çoğu müzisyen ayrıldıktan sonra bu 'yeniden birleşme' turnelerine çıkıyorlar. Bu turneler
okula geri dönmek gibi. Birlikte büyüdüğün insanlarla yeniden birarada olmak eğlenceli ama bu illa ki
geleceğini geçirmek isteyeceğin yer olmayabilir. Sıradışı bir olay patlak verse veya hepimizin ciddiye
aldığı bir fayda sağlayacak olsa belki. Oldukça yoğun ve zor bir iş. Geçen sefer bir şov için bir hafta
çalıştık ve yetmedi. Dolayısıyla pek de gönüllü değilim.

"A Hundred Days Off" Underworld

69
Son stüdyo albümlerinden üç yıl, ödüllü DVD'leri "Everything Everything"den iki yıl sonra dördüncü
Underworld albümü, 2002 yılının sonlarında "A Hundred Days Off" ismiyle geldiler ve mevcut en kaliteli
dans müziği üzerine yoğunlaşmış on yıldan sonra Karl Hyde ve Rick Smith, DJ meslektaşları Darren
Emerson'ın ayrılmasına rağmen hala dans pistlerini silip süpürmeye hazır olduklarını kanıtladılar. Bir
Underworld çalışması olduğu fazlasıyla anlaşılan albüm aynı zamanda da daha duygusal bir yorum
taşıyor. Seksi, esnek ve duygu yüklü bu albümle yeniden bir ses stili yarattıkları söylenebilir."A
Hundred Days Off", şarkıcı/prodüktör Hyde ve prodüktör Smith için müzik ve tavır anlamında bir
yeniden doğumu olarak özetlenebilir. Eğlenceyi ön plana itip, iyi hissetti temel amaç olarak görerek,
1993'deki "Dubnobasswithmyheadman"den beri, bol satışlı 1996 tarihli "Trainspotting"in ve tesadüfi
single 'Born Slippy'nin de yardımıyla jenerasyonun soundtrack otoritesi olma yolunda ilerliyorlar.

90'ların rave çıkışlı süper grupları arasından Underworld, en elegan fenomen haline dönüştü. Ön adam
Karl, Emerson ve Smith, 'high-end elektronikanın babaları olarak görülüyordu. Aynı zamanda müzikleri
sözde bir tekno grubuna oranla oldukça insancıldı. Dans müziğinin es geçtiği duygu çatlaklarının
arasından sızıyorlardı. Hiç bir zaman basit anlamda fütüristik veya parıltılı değillerdi. Bırakın dans
gruplarını, hiçbir grup onlar kadar opak değildi. Son on yıl yeni millenyuma bağlanırken, Underworld da
üçüncü albümü "Beaucoup Fish"le beraber çıktıkları turnenin sonuna gelmişti. Bu arada Darren
Emerson bir müzisyen ve DJ olarak yolunu ayırınca Rick ve Karl ilk kez ikili olarak çalmaya başladılar.
Yeniden stüdyoya girip çalışmalara yoğunlaştıklarında yeni bir denge de oluşmuştu.

"Bu albümde asla yapmadığımız bir şeyi yaptık ve sadece albümle uğraştık. Eskiden mutlaka
Tomato'yla olan projelerimiz, remiksler ve başkalarıyla olan ortak çalışmalar gibi yapacak başka
şeylerimiz mutlaka vardı. Bu seferki baskın fikirse; 'Hadi sadece oturup çalışalım ve bizi nereye
götüreceğine bir bakalım'dı." diyor Rick ve devam ediyor" "Everything Everything" DVD'si benim için
önemliydi çünkü ondan öncesinde her zaman başladığımız gibi devam etmeliyiz gibi bir fikre sahiptim.
Ne de olsa bazıları aslında ne yaptığımızı halen anlayamamış olabilirdi. Ama DVD grubun nereye
geldiğine dair önemli bir doküman gibiydi ve o anda bir dönemin sona erdiğini, yeni bir sayfa açmak
gerektiğini anladım."

"Bir bakıma Darren ayrıldığında bir rahatlama da oldu. Çünkü üçümüz de asıl istediğimiz şeyleri bir
gerilim olmadan yapma şansını buluk O kendi istediği yolda gitti. 22 yıldır birlikteydik ve aslında
omuzlandığımız ve yol boyunca taşımak zorunda kaldığız bir tür yük söz konusuydu. Şimdiye kadar
yaptıklarımız arasında bunun kadar az stresli ve gergin olanına rastlayamazsınız."

Breakbeat klişelerinin yerlerini gerçek enstrümanlara bırakmalarıyla albüm göreceli bir memnuniyet
atmosferine sahip oldu. Belki de bu sebeple 'Second Thoughest'daki gibi parçalar arası karanlık
geçişler, "100 Days Off"da daha az belirgin. En geniş anlamda albüm duygulu bir çalışma ve tam da
Underworld'dan beklediğiniz bir noktada başlayıp hayal kırıklığına uğratmadan bitiyor. 'Two Months
Off' sert vuruyor ama Karl'ın "You bring light in" (Işığı içeri getiriyorsun) sözlerini tekrar tekrar
söyleşiyle yaratılan neşeli düğün çanlarının ekosu da pekala duyuluyor. Her bir funky semfonik dijital
destan ('Little Speaker'), fazlasıyla çivilenmiş motortechno groove'u ('Dinosaur Adventure 3D') ve
gölgeli dans parçası ('Luetin') için bir duygu ağı da var. 'Trim' Hyde'ın dahice mikro-sözleri "Hey classic
Coca-Cola!" ile neredeyse düz bir folk blues şarkısıyken 'Ess Gee' peluştan bir inci gibi. Karmaşıklığı ve
anlaşılmazlığıyla ünlü Underworld'un çalışma süreci, kesinlikle albümün isminde de imgesel bir şekilde
dile getirildiği gibi bu rahat yaklaşımdan faydalanmış.

"Bu işte seni kahrolası bir mola vermeye zorlayan çok fazla faktör var. Bir süre sonra yorulup
yıpranıyorsun. Dolayısıyla hayatın ve dinlenmenin kalitesi çok önemli çünkü stüdyoya çıka geldiğinizde
iç dünyanızı ve ruh halinizi belirleyen de bunlar."

Underworld'un 90'lar boyunca sahip olduğu ruh hali 80'lerdeki funk pop çılgını Freur deneyimlerinden
fazlaca etkilenmişti. Kraftwerk ve dub hayranı Rick, resim öğrencisi Karl'la Cardiff Üniversitesi'nde
tanıştı. Yerel çocuk, yükselen DJ Darren Emerson'ın işin içine erken dahil olmasıyla dans pistlerindeki
yerleri de ayrılmış oldu. Glastonbury festivalinde 10 saatlik efsanevi set sayesinde underground ve
mainstream başarısı arasında dengede durmalarını da sağlayan zincirleme bir reaksiyon başlattılar.

"Benim için odak noktası olan asıl şey dans müziğiydi çünkü rock, pop, funk ya da diğer türler içinde
olduğunuzu söylediğinizde çok genel kalıyorlardı. Müzik yapmaya geldiğinizde bu belirli bir şey yapmak
demektir. Ve bunun ruhsuz bir iş olduğunu da kastetmiyorum çünkü insanlar olumlu tepkileriyle zaten
katkıda bulunuyorlardı. Bazen keşke daha basit olsaydı diyorum ve Karl'da biliyorum ki aynı şeyi
isterdi. Bazen; normal, dümdüz bir blues grubu, Carlos Santana veya Paul Oakenfold olsaydım ve

70
'Bakın, bu yaptığım şey işte...' diyebilseydim diyorum çünkü çoğu zaman birinin Underworld'u
mükemmel kıldığını düşünüğü şeyler bize sıkıntı veren şeyler aslında."

Neyin iyi, neyin kötü, neyin dejenere olduğunu tartışan meydanlarda şimdi yepyeni, şarj edilmiş,
yeniden gözden geçirilmiş bir Underworld da var. Birbiriyle neşeyle kaynaşan ve değişen iki kişi; Rick
ve Karl, birbirlerini şaşırtmaya ve değişimi kucaklamaya devam edebildikleri sürece beraber müzik
yapmaya da devam edecekler. Underworld hakkındaki en iyi şeyse bir sonraki hamlenin ne ve nasıl
olacağını asla bilemeyecek olmamız.

Will Oldham

Palace Brothers, Palace Songs, Palace Music ve kısaca Palace isimlerinin arkasındaki taçsız kral Will
Oldham, Drag City Records'dan şirket arkadaşı Smog'un Bill Callahan'ını da içeren 90'ların anti-folk
hareketinden bağımsız olarak kalplerde taht kurdu. Kırık sesi, seyrek, bozuk akorlu gitarları ve İncil
diyalekti yüzünden genellikle şarkı söyleyen bir ihtiyar sanılan Oldham, 1992 yılından beri değişik
elemanlarla değişik isimler altında kayıtlar yaptı - bunlar genellikle herhangi bir enstrüman çalmayı
bilen herhangi bir arkadaş veya tanıdık oluyordu. Louisville Kentucky'de büyüyen Will Oldham, olduğu
insan olmaya aktörlük yaparak başladı; John Sayles'in1987 tarihli madenciliği konu alan filmi
Matewan'da rol aldı. İki sene sonra televizyonda gözüktü ve 1991 yılında tekrar sinemaya, bir başka
madencilik filmi, Thousand Pieces of Gold'da rol aldı. Aynı zamanda Louisville'in verimli indie-rock
sahnesine de bulaşıyordu; post-rock diye nitelendirilen akımın öncüleri olarak gösterilen Slint ile ilk
"müzikal" görevini yapmıştı, grubun 1991 tarihli "Spiderland" albümünün kapak fotoğrafını çekti.

Barışçı rap idolünün trajik ölümü:


Jam Master Jay

Queens'deki berber dükkanı Hut'da dedikleri gibi; Jam Master Jay yıllar önce buraları terk edebilirdi,
ama etmedi. Limuzin filoları alabilirdi ama kendi iki ayağı üzerinde dolaşmayı tercih etti. Hollis ve
Jameika'dan herkesi unutabilirdi ama unutmak onun tarzı değil. "Queens'de, Queens'li ve
Queens'ciydi" bir berber, Reggie Edwards'ın dediğine göre; "Adam milletin kirasını ödüyordu." Ve Noel
partileri, yerel geçit törenleri, genç rapçilerin plak anlaşmalarına yardım etmek...Yoldaş ve asistanları,
yıllardır tanıdığı kişilerdi. Bir aile dostu Eleta Boone; "Stüdyosu 7 gün 24 saat açıktı. Jay'le çalışan
herkes 'mahalle'dendi."

İşte o stüdyoydu; Jameika'da Merrick Bulvarı'nda ikinci katta bir tavan arası, rap grubu Run-DMC'nin
DJ'i Jam Master Jay'in Çarşamba gecesi vurularak öldürüldüğü stüdyo. Gerçek adı Jason Mizell olan DJ,
kimliği bilinmeyen silahlı bir kişi tarafından öldürüldü. Müfettişler olayı çözmeye çalışırken, zaten
yıldızlarından bazılarının vahşi ölümleri yüzünden kansız kalmış olan rap dünyası bir bilmeceyle karşı
karşıya kaldı: Kim grubu para, silahlar ve uyuşturucu yerine spor ayakkabılar, kızlar ve basketbolla ilgili
şarkılar yapan bu barışçı, old school DJ'i, Jam Master Jay'i öldürmek isterdi ki? Run-DMC'nin diğer iki
elemanı gibi Jam Master Jay de mahallesinde kalıp ona sadık kalmasıyla hayranlık ve saygı kazanmıştı.
Tupac Shakur ve Notorious B.I.G. gibi gangsta rapçilerle aynı kanlı sonu paylaşması hayranları
arasında derin bir üzüntü ve hayal kırıklığı yarattı.

"Katı ve cani tipte birisi değildi." diyor 24 yaşında bir albüm dükkanı görevlisi hayranı Daryl Jenkins;
"Bu yüzden daha da üzücü. Bütün o gangsta olaylarıyla hiç alakası yoktu." Jerkins stüdyonun önünde
sokakta durmak için işten izin aldı. Polis tarafından çevrilmiş sarı bandın yakınlarında gül buketleri,
mumlar ve başını tiksintiyle sallayan adamlar görünüyordu. Birisi Run-DMC'yi anımsatan bir Adidas
ayakkabısının tekini bıraktı; üzerinde "R.I.P JMJ" (Huzur içinde yat JMJ) yazıyordu. Jam Master Jay'in
eşi ve Run-DMC'nin diğer iki elemanı Joseph Simmons (Run) ve Darryl McDaniels (DMC) açıklamada
bulundular; "Jay'in trajik ölümü kimsede söyleyecek kelime bırakmadı. Dua ediyoruz ki sevgi dolu bir
eş ve mükemmel bir babanın hayatını elinden alan kişi veya kişiler yakalanıp kanunların en ağır
cezalarına çarptırılırlar." McDaniels açıklamasında; "Hip-Hop performansında bir DJ'in ne olması
gerektiğinin özünü bize yansıttı. Tüm müzik endüstrisinin müthiş bir yeteneği kaybettiğini söyleyebiliriz.
Her zaman sonsuza dek beraber olacağımızı düşünmüştüm." dedi. Rap dünyası aristokrasisi bazılarının
71
hip-hop'un Beatles'ı dediği etkileyici bir müzik grubunu kuran bu adamın ani ve şaşırtıcı ölümüyle şoke
oldu.

Run-DMC, MTV'de video klipleriyle yayınlanan ilk rap grubuydu. "King of Rock"la aldıkları platin plak
ödülü bir ilkti. Bir sonraki albüm "Raising Hell", 1986'da çıkmış ve ilk ticari rap-rock birleşmesi sayılan
Aerosmith'in "Walk This Way" adlı parçasını da içinde barındırmıştı. Silahlar ve polis vahşeti hakkında
kutsal değerlere saygısız nihilist şarkı sözleri yerine grup, dans edilebilir canlı ve neşeli sözler yarattı.

Gün boyunca hayranlar en içten ve sıcak hislerini rap grubuna adanmış web sitelerinden
thadweb.com/rundmc'ye yazdı. "Jay, senin mirasın güzellik, ritimler, aşk, umut ve funk dolu. Belki bir
gün hip-hop'u özüne döndürebiliriz. O güne kadar eski funky kasetlerini bulup çıkaracağım ve
hayatıma neşe saçan adam için yas tutacağım." Bir başka hayranı; "Run-DMC ve Jam Master Jay
hayatımın müziği oldu. Başka bir şey söyleyemeyecek kadar yıkıldım. Benim en kötü kabusum bu."
Şeklinde yazıyordu. Ancak acı hiçbir yerde Mizell'in doğup büyüdüğü Grand Central Parkway'deki orta
sınıf mahallesi Hollis'deki kadar çok hissedilmemiştir. Eşi Teri ve üç çocuğuyla birlikte sessiz bir cadde
üzerindeki iki katlı evde yaşıyordu. Son yıllarda Jam Master Jay sahne performanslarından yerel
yetenek kaşifliğine doğru bir geçiş yapmıştı. Yakın zamanda öğrencilere D.J. tekniklerini öğreten
"Scratch D.J. Academy"yi kurmuştu. Keşfettiklerinden biri de vurulduğu gece stüdyoda albümünü
kaydettiği Rusty Waters'dı. Çoğunlukla 14-15 yaşlarındaki yeni yetme ama gelecek vadeden rapçileri
ve demolarını dinler, yorum yapar, yardımcı olurdu. İlk turntable macerasına ailesiyle birlikte yaşadığı
evin bodrum katında atılmıştı. Ölümünün ardından arkadaşlar ve akrabalar, kız kardeşi Bonita Jones'a
başsağlığı dilemek için söz konusu eve doluşmuştu. Sokakta park etmiş arabaların hepsinden onun
parçaları yükseliyordu. İçeride, loş salonda Bayan Jones nemli gözlerle oturduğu kanepen gelen
ziyaretçileri ağırlıyordu. "Burada benim yüzümden kaldı." diyordu; "Kısa bir süre önce karısı New York'a
taşınmak istedi ama o; 'Ben kız kardeşimi bırakmam' dedi. İşte böyle bir adamdı."

Kız kardeşinin dediğine göre sık sık Puerto Rico, Avrupa, California gibi yerlere gitmesi gerekse de
tatillerde mutlaka evdeydi. Noel'i kaçırmazdı. Sonra birden evi bir Run-DMC şarkısı; 'It's like that'
doldurmaya başladı. Şarkı bitti, sessizliğin ardından çalan DJ; "Huzur içinde yat, Jam Master Jay"
diyerek ona son kez veda etti.

New York Times

Post Rock dediğin

O zamanlarda daha adı post rock olmamasına rağmen, 80'lerde oluşturan ve gelecek müzisyenleri
etkileyecek olan iki grup vardı; bunlardan ilki Durutti Column. Grubun arkasındaki beyni ve gitarı Vini
Reilly, folk ve caz gitarına düşkünlüğü olan eski bir punk'tı. Kompozisyonlarında genellikle arpeggio
efektli bir gitar, davul ve vokaller bulunuyordu. 80'lilerin başından sonlarına kadar, Durutti Column'ın
Factory Records çevresindeki Joy Division, Section 25, A Certain Ratio ve daha sonra New Order gibi
gruplardan her zaman daha değişik bir tını olmuştu. Yoğun atmosferik gitar dokulu parçaların bir rock
temeli vardı, ama genellikle new age'in sınırlarında, bambaşka bir şey gibi tınıyordu.

Post rock fenomenine büyük bir etkisi olan diğer 80'li grup Talk Talk oldu. Çoğu insanın onları daha
çok yaptıkları, saf synth pop olan ilk parçalarından bilseler de, 1986 yılında o güne dek yapılmış en
kategorize edilemeyen ve saygın müziği yaptılar. "Colour of Spring" albümü en başarılı synth pop
parçalarını ve onlar için tamamen yepyeni bir yön olan "Chameleon Day" parçasını içeriyordu. Parçada
seyrek piyanolar, çok duygusal vokaller ve garip bir sese sahip olan bir çeşit üflemeli vardı. Grup
strüktürden vazgeçmiş, yerine atmosferik etkiyi tercih etmiş ve rock temelli bir şeyin tamamen dışına
çıkmıştı. Talk Talk'ın son albümü "Laughing Stock", müziklerine free caz elementleri, ambient ve
organik tınılar ekleyerek bu doğrultuda bir adım daha atmalarına yol açmıştı. Başlardaki strüktürlü
yapılarının tam zıttı olup çıkmışlardı.

Şimdiki "Post-Rock" terimi 1993 yılında yazar Simon Reynolds'ın Bark Psychosis'in ilk albümü "Hex"i
tanımlamak için uydurduğu bir terimdi. Albümün Talk Talk'ın son dönemlerine benzeyen bir havası
vardı. Tesadüf olmasa gerek çünkü Talk Talk elemanı Lee Harris albümde "asistan" olarak görülüyor.

Post Rock'ın bir diğer, daha geleneksel kökü, Louisville Kentucky'de yatıyor. Slint'in 1991 tarihli albümü
"Spiderland", 90'ların en etkili ve en hafife alınan albümlerinden biri oldu. Slint bildiğimiz bas, gitar,
davul ve vokal setini kullanıyordu, ama bu seti kullanış şekillerinde devrimciydiler. "Spiderland" albümü
ince çift gitar dokuları üzerine serpiştirilmiş sonic patlamalardan ibaretti. Parçaların kendi içlerinde
gelişmeleri uzun sürüyordu ve genellikle karmaşık gibi gelseler de, aslında matematik olarak çok iyi
72
hesaplanmışlardı. Müzik Brian McMahan'ın neredeyse duyulmayan vokalleriyle vurgulanıyordu.
Sound'ları diğer gruplar tarafından o kadar çok kopyalanmıştı ki, indie sahnesinde bir grubu
tanımlarken "Slint gibiler" diyenleri duymak çok olağan bir şeydi.

90'lıların ortalarında bir başka sahne Chicago'nun Wicker Park'ında ortaya çıkıyordu. David Grubbs-
tesadüfen o da Louisville Kentucky doğumlu- John McEntire ile beraber New York'ta Bastro adlı bir
trash metal projesinde yer alıyordu. Grubbs, deneysel kompozitör John Cage'in müziğini, ve bir takım
çağdaş şairi inceleyeceği yüksek okuluna gitmek için Chicago'ya taşınmıştı, John McEntire da bir süre
sonra peşinden gitmişti. Bastro kısa bir süre içinde ismini Gastr Del Sol olarak değiştirip bambaşka bir
yöne doğru yol almaya başlamıştı. Gastr Del Sol'un ilk albümü 1993 tarihli "The Serpentine Similar",
atonal ses düzenlerinden, dağınık piyano akorlarından, gürültülü patlamalardan ve araya katılmış
gitarlardan oluşmuş bir kes yapıştır toplamasıydı. John Cage'den etkilenerek yapılmıştı ve "rock"
müziğin temel ideolojisini sorguluyordu, Nirvana'nın müziğine olan büyüyen inanca karşı bir tepki gibi.
Bir süreden sonra Gastr Del Sol müzisyenlerinden John McEntire ve Bundy K Brown, Tortoise'u kurmak
için ayrılmışlardı, David Grubbs ise ikinci Gastr Del Sol albümü için yardıma Jim O'Rourke'u çağırdı. O
dönemden beri Gastr Del Sol, Tortoise ve o çevreden sonradan ortaya çıkan solo çalışmalar, çok övgü
toplayarak, hareketin üzerinde çok büyük etkileri oldu.

Günümüzde Post Rock, indie rock'ta kökleri olan, ama aynı zamanda müziğin "geleneksel" olmasını
engelleyen değişik tarzları içine alan gruplar için kullanılıyor. Tortoise, Labradford, To Rococo Rot, Cul
de Sac ve Third Eye Foundation gibi gruplar aslında birbirlerine benzer tınılara sahip değiller, ama
hepsi müziğe daha başka bir şey katıyorlar, bu caz olsun, ambient olsun, elektronik olsun, bir bütün
yaratarak ses örgülerine değişik bir etki katıyorlar. Flying Saucer Attack, Amp ve yine Third Eye
Foundation, hepsi folk elementleriyle karıştırılmış yoğun efektli gitarlar kullanıyorlar. Rodan, June of
'44, The For Carnation, Don Cabellero, The Sonora Pine, Rex ve bunlar gibi onlarca diğer grup ise,
aynı "Slint gibiler" (bir dereceye kadar).

Post Rock sahnesi, alternatifi yeniden kullanılabilir hale getirmek için heyecan verici bir alternatif.
Kabul görmüş sanatçılar sürekli yükselirken, ufukta her zaman yeni ve ilginç bir grup bulunuyor. "Post
Rock" teriminin kategorize edilemeyen grupları sınıflandırmak için kullanılan bir terim olması saçma
olsa da, buna bağlı olan sanatçılar genellikle günümüzün en yaratıcı ve samimi gruplarını teşkil ediyor.

Post Rock için önerilebilecek belli başlı plak şirketleri ve internet adresleri şunlar:
Thrill Jockey: www.thrilljockey.com
Kranky: www.brainwashed.com/kranky
Too Pure: www.toopure.com
Drag City: www.dragcity.com
Constellation: www.cstrecords.com

Tortoise'dan 'Eros'u dinleyin.

Caz plaktan dinlenir

Performans pratiği ve belge formatı olarak sıcak kayıt

"Caz plaktan dinlenir" derdi Yılmaz Amca, dinlemeye başladığım ilk dakikalardan itibaren 'iyi'
konusunda uzlaşmasızlaştırıcı Coleman Hawkins'leri, Shelly Manne'leri iğneme ödünç verip, daha
sonraki yıllarda fasülyeden / dayama / şablon / ışıksız / kıvılcımsız / heyecansız / tutumsuz / ...
onbinlerce örneği tartabilmeme vesile olan bu (ortaokul için) ağır ilkler, caz tanımında ve tarihindeki
yerleri ortada; aynı zamanda kayıt ve sunum nitelikleri açısından da yol gösterici olmuştu.

"Caz plaktan dinlenir" derken, plak belki bir can simidiydi - öylesi klüplerin, sahnelerin, ambiansın
olmadığı (belli ki gelecekte de olamayacağı) gerçeğine karşı, kıytırık sahnelere ve olamamış
podyumlara yeğ bir dinleme önerisiydi. Tabiî bu bir yere kadar; caz nabzının düzenli attığı 50ler ve
60lardaki kanlı - canlı, samimi, özenli ve teknolojik açıdan yetkin kayıtlar, cazın söylemi ve grameriyle;
üretici ve tüketici kitlesiyle son derece şık ve nitelik açısından üst bir noktada buluşuyordu. Aynen
bugünkü gibi: prodüksiyonuyla uyumlu reprodüksiyon!

Dönemin şahane albüm kapaklarından da bilebileceğiniz kavanoz büyüklüğündeki Neumann


mikrofonlar, bu gün de en iyi stüdyoların vazgeçemediği, olağanüstü duru ve sıcak tonlarıyla
dinlediklerimizin yüzde doksan sekizini, tınıları ufuk genişliğinde dinamik alanlara yayabilen manyetik

73
bantlara, gene bugün dahi o benzersiz tonların peşindekilerin kullandığı analog teyplere, 'lâmba
sıcaklığından' geçirip kaydettiriyordu.

Buraya kadar alet - edevatla bitebilecek gibi görünen tını ideali, aslında o büyük sanatçıların
varlıklarıyla doldurduğu, kanlı - canlı akustikleriyle, kurutulmamış (live acoustics vs. dry sound),
ahşabın hayata dair organikliğiyle içtenlik rengine bürünen sesleri yansıtan geniş kayıt stüdyolarının
ürünü. Tabiî bir de ancak bunu değerlendirebilecek seviyedeki sanatçıların, olgun ve tecrübeli
kimliklerin yararlanabileceği bir avantaj olarak "hücûm kayıt"ın nimetleri var: Üst üste kayıtla lego
usûlü yapılan, kes - yapıştırla ekranda düzeltilip bozulan, bilmemnetorlarla renklendirilip
dinletilebilirleştirilen çoğu günümüz müzik ürünlerinin tersine, tüm doğallığı, samimiyeti, sıcaklığı ve
enerjisiyle müzik ritüelinden en az ödünle; olduğu gibi; hep beraber, bir kerede, günahı ve - tarihin
gösterdiği gibi açık farkla - sevabıyla; herşeyiyle banda serilen bu girift enerji biçimi, başta doğaçlama
olmak üzere, özündeki An'a, yaşanıma dair unsurların ağır basmasıyla diğer birçok müzik türünden
farklı bir noktada olan caza, şüphesiz en yakışan şekliyle 'canlı' kaydımızı olumluyor.

Yani "caz plaktan dinlenir" derken Yılmaz Amca, ardından da ben, vinyl bir daireden çok bir duruştan
ve ritüelden; öznel bir dönemden ve bunun performans pratiği ve belge formatından söz ediyoruz,
sevgi ve samimiyetle. Tavsiye olunur.

Alper Maral

Electroclash:
Alternatif New York Elektroniği

Günümüz tüketimin doruğa ulaştığı, dolayısıyla marjinal faydanın dibe vurduğu bir dönem. Artık
kavramların içinin boşalması, yeni akımların ve fikirlerin sıkıcı gelmesi, bunların oluşumundan çok daha
hızlı bir şekilde gerçekleşmekte. Böyle olunca eskiden oluşmuş değerlerin farklı bir ara yüzle yeniden
ortaya çıkarılması gitgide daha büyük önem kazanmaya başladı. Moda bu kavramın en legal ve yaygın
kullanımına sahne olurken, fazla hareket alanı olmamasına karşın müzik piyasası da son dönemde
bundan nasibini fazlasıyla aldı. Sınırlı entelektüel tüketici kitlesiyle Türkiye için çok büyük bir önem arz
etmemekle birlikte, bu tür değişiklikler ABD ve Avrupa'da zaman zaman patlamaya varan yankılar
bulabiliyor.

Electroclash, bunun özellikle Amerika'da gerçekleşen bir örneği şu sıralar. Bu yeni akım-tür, ilk olarak
2001 ekiminde Atlanta kökenli prodüktör/dj Larry Tee'nin New York City'de organize ettiği ve
beklenenin çok çok üzerinde ilgi gören elektronik müzik festivalinin ismi olarak telaffuz edilmeye
başlanmış ve o zamandan beri New York klüp sahnesi başta olmak üzere, moda ve sanat çevrelerinden
underground ev partilerine kadar her ortamda kabul görmüş.

Müzikal anlamda electroclash, synth-pop, eski electro, punk ve new wave türlerinin modern
electro'nun sağladığı serbestlik ve teknolojik avantajlar kullanılarak, bir arada kullanımı olarak
tanımlanabilir. Bir bakıma, Basatap'ı başından beri takip edenlerin aşina olduğu Miss Kittin,
Fischerspooner, Peaches, Chicks on Speed gibi isimlerin yaptıkları müziği örten bir şemsiye terim.
Şarkıların sözlerinden de fark edileceği üzere, yüzeysel gibi görünen alaycı duygusallığıyla aslında her
yönüyle bir kolaj kültürü electroclash. Yer yer punk kadar tavır sahibi, elektronik müziğin çoğu
alttürünün olamadığı kadar melodik ve dans edilebilir, fazla eğrisi doğrusu olmayan, rüküş, buna
rağmen içten, karanlık klüplerden çok parlak disko ışıklarını çağrıştıran, canlı performans için biçilmiş
kaftan bir tür. Beklenmedik popülaritesini açıklayabilecek diğer bir özelliği de, elektronik müziğin
genelinde görülen erkek hakimiyetinin kesinlikle ortadan kaybolmuş olması. Hatta 2002'de yapılan
electroclash festivalinin line-up'ı dikkate alındığında, festivali bir kadın derneğinin düzenlediğini
düşündürecek sayıda kadın grubu göze çarpıyor. Yani bu tür müzikle ilgili bir organizasyona gittiğinizde
kel kafalı, güneş gözlüğü takmış cool erkek DJ'lerle karşılaşma olasılığı epey düşük olmakla beraber,
kalabalığı kendinden geçiren unsurun bağıra çağıra şarkı söyleyen taş gibi bir kadın DJ çıkması son
derece mümkün.

Ancak electroclash kelimesinin ağızlara sakız olması, başta New York olmak üzere ABD'nin tüm önde
gelen müzik, moda ve trend dergilerinin kapaklarında yer bulması, özetle tüketim çılgınlığının
hedeflerinden biri haline gelmeye başlaması, bu müzikle önceden ilgilenen pek çoklarının tepkisini
çekmeye başlamış durumda. Temelde değerlerine sahip çıkmaya çalışan bu çevreler şimdiden
"electroclash aslında electrotrash (elektroçöp) mi?" başlıklı kampanyalar oluşturup, bir ölçüde bu
çılgınlığın önüne geçmeye çalışıyor. Grupların kimileri, başından beri kendilerini bu hareketin parçası
görmediklerini söyleyerek hayranlarına destek olurken, popülerliğin kötü olmadığını, bunun da bu
74
kültürün (bazılarına göre "deneyin" ) parçası olduğunu hem şarkı sözlerinde, hem de yaptıkları
açıklamalarda dile getirmekteler. Yine de bütün bunların odağında, ilk electroclash festivalini
düzenleyen, türün isim babası Larry Tee, gelişmelerden oldukça memnun. 80'lerde Atlanta'da
klüplerde bugün electroclash olarak bilinen türü çaldığı günlerden beri türün fanatiği haline gelmiş.
Tee, House ve Trance gibi duygusuz türlerin nasıl olup da 90'lar boyu insanları etkisi altına aldığını hep
merak etmiş. Electroclash gruplarının "star" olma potansiyeline sahip oluşumlar olduklarını, eski
günlerdeki gibi kitleleri etkileyebileceklerini, bunu da elektronik müziğin belki hep var olan vokal
eksikliğini ortadan kaldırarak yaptıklarını düşünüyor. Son dönemde techno parçalarda bile göze
çarpmaya başlayan gitar riffleri, bazı elektronik parçalarda dikkati çeken rock öğeleri de bu görüşü
destekler nitelikte.

Şu an için bu türün en önde gelen grupları New York'lu A.R.E. Weapons, elektroniğin Madonna'ları
olarak anılmaya başlanan W.I.T.(what it takes), Detroit'li karıkoca Nicola Kuperus ve Adam
Miller(Adam Equation)'dan oluşan Adult. , Berlin'li Peaches, moda delisi Chicks on Speed, Solvent,
Crossover, artık türün tanımlayıcı isimlerinden biri olan Fischerspooner, The Faint, yine Berlinli
almanca, Fransızca, İngilizce, Japonca(hatta bir tane de Türkçe) şarkılar yapan "süper sevimli punk"
türünde müzik yapan Stereo Total, DFA Records'tan LCD Soundsystem ve The Juan Maclean. Daha bir
çok isim sayılabilir, ancak bunlara ulaşmak genelde oldukça zor olduğundan (gruplardan bazılarının
uzun süre bir EP bile çıkarmadıklarını belirtmek gerekir), daha kolay bulunabilecek toplamaları eklemek
yerinde olacak. Larry Tee'ye ait Morgul Records'dan çıkan Electroclash ve Disco Noveau isimli
toplamalardan tür hakkında yeterince fikir sahibi olunabilir. Bunun dışında Miss Kittin'nin mikslediği
yine electroclash isimli bir toplama, Kanadalı DJ Tiga'ya ait Electro Funk ve American Gigolo
toplamaları son derece başarılı örnekler.

Son olarak, gruplar ve kültür ile ilgili bir miktar bilgi bulunan electroclash festivaline ait siteye
www.electroclash.com' dan ulaşılabilir. Farklı bir yaklaşım için, esasında genel anlamda elektronik
müzikle ve electroclash şemsiyesi altında toplanabilen gruplarla çok yakından ilgilenen ve seven, ancak
bu kültürün popülerleşmesine tepkisini alaycı bir şekilde gösteren kişilerin yaptığı bir site mevcut ve
aslında alaycı da olsa electroclash hareketinin arayüzünü başarıyla ortaya koymakta:
www.phinnweb.com/313ctr0/electroclash/index2.html

İlgilenenler için şunu eklemek gerekir ki, İstanbul'da Atlas pasajında bulunan Kod müzik'te, daha
ziyade plak formatında olmakla beraber türün kimi örnekleri mevcut. Ayrıca son dönemde "Uniq" başta
olmak üzere, "Godet" ve "Babylon" klüplerinde programlar yapmış olan DJ Ari, bu türü de içine alan
son derece başarılı playlist'lere sahip. Fikir sahibi olmak için kolaylıkla denenebilecek bir metot,
programlarını takip edip, dinlemek olacaktır. Bol ve iyi müzikli günler!

Yiğit Unan

EBM'den Technoise'a Dans Pisti Endüstriyel Müziği

Cabaret Voltaire'den olma, SPK, Einsturzende Neubauten ve Throbbing Gristle'dan doğma endüstriyel
halet-i ruhiyesini, etik ile uyumlu bir ritmofoni eşliğinde dans pistlerinde çınlarken görmeyi arzu
edenler, Sloven Laibach'ın 80'lerin başında bir nevi Kraftwerk'liğini üstlenip Front Line Assembly,
Ministry ve Front 242 gibilerinin kaslı omuzlarına yüklediği EBM'in gururlu güncesini niçin zamanından
önce kapattığını ve yeni yeni network'leşen bir arenanın niçin kapitülasyonlarla boğuşan bir coğrafyaya
evrildiğini hayret çığlıkları kadar makyajlı imgelerin [Trent Reznor eşittir Industrial star??] kışkırttığı
öjenik planlarını da bastırarak sorgular dururlar.

EBM kronolojisinde beliren yavanlık girdabının orijinal adresi, Rock'n Roll'un endüstrileşme vukuatında
da olduğu gibi yine Birleşik Devletler'di. Avrupa'nın kan ter içinde kotarıp dünyaya armağan ettiği bir
tını üzerinde koskoca Route 66'i bir baştan bir başa arşınlayanlar güruhu içinde ilerleme veya yenilik
denen romantik anlatıyı baş tacı edenler, ne yazık ki Yaşlı Kıtadaki duygudaşlarına oranla yok denecek
kadar az oldu. EBM'in endüstriyel doğum belgesinin yüksek kalibre referanslarını yok sayıp 80'lerin
sonlarında kötü yola düşmüş Gotik Rock ile yaptığı aşk evliliğinden türeyen "Gothic-Industrial"
tanımının manyetizmine kapılanlar üzerine körüklediği standartlaşma [biraz Anne Rice, biraz Bram
Stoker, iki doz bayıcı rock gitarı, çıplak new wave beat'leri ve fetiş aksesuarlarıydı Gothic Industrial;
ucubeler ucubesi olma hedefinden bir Cuma gecesi eğlencesine indirgenen Gotik ideali, Batcave
grupları ve ardıllarının kemiklerini sızlatacak derecede ciddi bir renk körlüğüne tutulmuştu bu patikada]
hem kavramsal musiki meraklısı partizanları hem de ölümüne rivet'ları kızdırdıysa da EBM Endüstriyel
Müzik içinde bir başka laboratuar olmaya yanaşmadı. EBM, Yeni Dünyanın bakir coğrafyasına
yayıldıkça, EBM literatürü de Front242, Laibach ve diğer atalar kültü üyelerinin hedefledikleri totaliter
75
dans estetiğinin ödünsüz etiğinden, ancak altyapısını ödünç verdiği NIN veya Rammstein gibi post-
rock'n roll durumların ünü ölçüsünde anımsanan, anlamsız saplantıların esiri olmuş ve ürünleri arasında
ton farkı bulunmayan bir monotoniye dönüştü.

Endüstriyel tanımının yarısının altını konvansiyonelitenin doldurması, bu pek geniş başlığın püristlerini,
70'lerde sahnelenmiş oyunun, birçok alt koldan tam gaz devam ettirileceği bir panayırda buluşmaya
itti. Japon gürültü işçiliği ustalarından [dadacı credo'yu kuşanmış gürültü daikin'i Masami Akita'nın
Merzbow'u kadar müzikten çok felsefi metin işlevi gören minimalist ekonomi anıtlarına can veren Aube
gibileri de dahildi bu üstatlara] Kıta Avrupa'sının Drone örgülü izolasyon mimarisi inceliklerine, analog
duyarlığı derin, rastlantısallık manifestolarından İskandinav kültürel terörizm mihraklarına [Cold Meat
Industry tabii ki] doğru genişleyen bir skalayı kucaklayan bir kozmogoni, kuyruğunu yüzeyin marjinal -
orijinal ikiciliğine ve escapist literatüre kaptırmış bir endüstriden kendini bütünüyle soyutladı ve
hafızasını kanıksanmış formların omuzlayıcılarının "sallan yuvarlan" söyleminden kurtarıp provokasyon
bayrağının gururla dalgalandığı zamanların manifestolarına tekrar düğümledi.

Ritim merkezli Endüstriyelizmin üzerindeki tozu toprağı silkeleyip daha vahşi ufuklara yelken açması da
Post-Endüstriyel şemsiyenin altındaki kültür kıyımcı estetik bağımlılarının başlattığı bir arena içi varoluş
sorgulaması ile başladı. Zamanın müsrifçe organizasyonu üzerinde yükselen Dark Ambient veya iki
arada bir derede bir minimalizmi sahiplenen, kısıtlı bir element stoku üzerinden hipnotik vaazlar ören
melez Death Industrial stillerinin baştan silindiği bir denklemde, bir Post-Industrial hafızının adrenalin
keseciklerine hücum etme niyetlisi tek stil, dinleme deneyimini mercek altındaki temaların renkleriyle
bir kılmak uğruna köklediği gürültüden kathartik özünü çalan Power-Electronics ve rastlantısallığı
nedenselliğe tercih eden junk Noise'du. Bu ikili enerjinin pekala konuşturulabileceği açılımlar sunsa da,
er meydanına ritmofoni pratiklerin pek niyetli değildi. Öte yandan, "dışarı"da adrenalin akışını manipüle
etmenin kulak yakıcılık dogmasına pekala uyarlanabileceğini, Drum'n Bass'ın ham grameriyle kaldırım
taşları altında plajlar arayan Digital Hardcore ve Electronica entelijansiyasının dışlar gibi gözüktüğü
Hollanda merkezli cinnetsi Gabber fenomeni çoktan bağırmıştı.

EBM'in açtığı yol, böylece, dans müziği evreninden çok Post-Industrial'ın "Pop ist verbotten"
credosundan ilham almış, Ant Zen, PBR, Unit, gibi markaların etrafında gelişen bir jenerasyonun
eforları ile Önce Rhythmical Noise gibi ince, daha sonra Technoise veya Drum'n Noise gibi sentetik
sıfatları sahiplenen bir formun gelişim zeminini hazırladı. Yeni formun ürünlerinde, hızın veya saf
ekstremizmin değil daha çok dokusal yoğunluğun, ses paletlerindeki çeşitliliğin ve atmosfere yatırımın
öne çıkması bir bakıma, sentezlenen janrların soy ağaçlarındaki asil karakteristiklerin 'haddini bilerek'
kristalize olması olarak okunabilir. EBM enkazı chorus-verse yapılarından trippy sinematizme, technoid
adrenalin maratonlarından distorte vokalizasyonların sırtladığı epik anlatım kaygısına savrulabilen bu
yaklaşım, şimdilerde köklerini ve geçmişini temize çekme ve taze kanını pompalayacağı, göreceli bir
inzivaya çekilme eğiliminde. Hem Post-Industrial takipçileri hem de EBM ve sözde "Dark Electronics"
coğrafyasının radikal uçlarının sempatisini kolayca kazanıp külliyatını uzmanlaşmaya yönelimli
yayınların [Horripilation Obscures] sayfalarında örmesi de bu yeni formların 'haysiyetli'
legalizasyonlarının daha fazla gözyaşına mal olmayacağının biricik kanıtı.

Mutlu Yetkin

Caz ve Dans Kültürü buluşunca;


Rubin Steiner

Bu ay sonu Babylon'da sahne alacak olan Rubin Steiner, büyüleyici birisi. Bir eski caz ve blues
madencisi, rock uzmanı. Bu çılgın mucit zamanını caz, funk, salsa ve swing'den, sampler'larını
doyurmak ve elektronik müzik modernliği ile birleştirmek için mayalar çıkartarak geçiriyor. Titiz bir
"cut-up" (kes-yapıştır) teknikçisi, her zaman yaptığı işin estetik ve ritmik bütünlüğüne odaklanan Rubin
Steiner, eski püskü bir groove'a hayat vererek bizleri sürekli şaşırtıyor. Müzik kariyerinin henüz
baharında iken yepyeni, yaratıcı bir karışım elde ediyor; müziğin tüm erojen bölgelerini, nöronlarla
ilişkiyi kesmeden gezdiriyor.

Fred Landier'ın elektronik projesi Rubin Steiner, kompakt bir ev stüdyosunda hip-hop, house ve
breakbeat strüktürleri etrafına ördüğü caz harmonilerine olan hayranlığıyla renklendirdiği prodüksiyon
çalışmalarını, ve bir sahne grubunu, Rubin Steiner Quartet Live'i kapsıyor. Bir konser sırasında, Fred'in
sampler'ı, efektleri ve hazırladığı mikrofonları, bir double bas/basçının ve bir tromboncu/flütçünün
müziğiyle birleşiyor, ve François Pirault'un orijinal video miksleriyle eşlik görüyor.

76
Fred Landier'ın müzikal gelişimi underground ağların en ikonlaşmış olanında başladı. 13 yaşında,
sampling öncüleri De La Soul'un ilk albümünü aldı, ve kendisini anında, bir kayıt üzerinde istediğiniz
her şeyi yapabildiğinizi öğrenmekten heyecanlanmış, büyülenmiş buldu.

Bu ona yıllar boyunca topladığı kayıtların tuhaf müziğine karşı kızgın bir tutku hissetmesine yol açtı.
Müzikal eğitimini Black Flag, Sonic Youth ve Fugazi'nin punk tınılarını hevesli bir şekilde dinleyerek
başladı, doğaçlama ve deneysel elektronik müziğe karşı yoğun bir ilgiyle devam etti, ve sonunda caz
beğenisini keşfetti- özellikle hard bop türünü.

Tutkularını paylaşmak için yedi yıl boyunca Fransa'nın Tours şehrinde, yerel radyo Radio Béton'da,
özgür caz, musique concrète ve diskonun bir karışımını çaldığı bir program sundu. Aynı sırada, o
zaman daha gün ışığı görmemiş grupların (Pram, Kreidler, Spaceheads, Purr ve daha birçoğu) katıldığı
bar konserleri düzenliyor, Les Stereophiles adında bir fanzinin editörlüğünü yapıyor, ve merz© adında
bir deneysel grupta gitar çalıyordu. Doğal olarak üniversitede gördüğü modern edebiyat eğitiminden
alacağı derece yattı, ve ruhunu underground'ın şeytanına teslim etti.

Artık makine çalışıyordu. 1998 yılında Fred Landier bir bilgisayar edindi, ve birçok uzun uykusuz
gecede bütün bir mixing ve cutting dünyası keşfederek, Rubin Steiner'a dönüştü. "Döküntü bir PC, bir
synth, bir gitar, bir davul makinesi, birkaç arkadaş, sigara ve kahveyle", bir altın madeni bulduğunu
anlamıştı.

Kendi kendine yaptığı birkaç deneysel çalışmadan sonra (istek üzerine yazılmış CD'ler ve çok az sayıda
çıkmış plaklar), aralarında çağdaş koreograflar Fabrice Ramalingom ve Daniel Larrieu, ve bir hip-hop
dans grubu Street Contact olan bir takım sanatsal projelere müzik yazmaya başladı. Platinum etiketi
altında çıkan ilk albümü "Lo-fi nu jazz vol. 2", değişik bir yaratıcılıkla yapılmış kusursuz ritimleri ve
atılgan kolajlarıyla Fransız dinleyicisini çok etkiledi.

Müziğini canlı performanslara uygulayabilme şüphesinden, başta bir grup arkadaşını toplayıp Dancing
Music Show adı altında çıkıyordu. "Gruptaki DJ" konseptini isterik uçlara taşıyan bir heterojen dansçı
grubu, sampler, deck ve synthesizer karışımıydı. Ama sonunda kendi müziğini canlı olarak sampler ve
mikrofonla gerçekleştirmeye başlamıştı, görselleri arkadaşı François Pirault video ile üstleniyordu.

2001 haziran ayında, Sylvestre Perrusson (bas, double bas), Benoît Louette (trombon, flüt) ve François
Pirault (video mix) ile Rubin Steiner dörtlüsünü kurdu. Bu müzisyenlerle birlikte Avrupa'da birçok
festivale katıldı. Ayrıca bütün Fransa'da değişik club'larda DJ'lik yaptı.

Dans kültürünün ritimlerinden değişik olarak, Rubin Steiner'ın beat'leri, kendi kendisini eğitmiş olan bir
müzisyenin kişisel strüktür anlayışı ve hayal gücüyle titizce arıtılmış harmoniklerle birleştiriyor. Bu
organik olanın tadı, yapıda bir kusurluluk, onu Flanger veya Fennesz gibi elektronik sahnesi dışı
sanatçılar statüsüne yükseltiyor, kusursuz loop'larla çalışan teknisyenlerin iyi yağlanmış makinelerini
kullanmayı reddediyor.

Mindscan: Beyninizi Dinleyin


Performans pratiği ve belge formatı olarak sıcak kayıt

Yer İstanbul, evimiz. Bir konser esnasında sahne bekleme seansındayız. Kanada'dan ve İsviçre'den
avangard işler yapan birilerinin çalacağı söyleniyor. Elimizde iyi yazılmamakla birlikte müziği
tanımlamaya çalışan flayerlar mevcut, ona bakıyorum. Birden sahneden 'radyo gürültü'süne benzer
sesler geliyor ve ön tarafa doğru yürüyorum. Tek kişilik bir frekans projesi. İsmi Mindscan. Asıl ilgi
alanım 'müzikal' olmayan ses örgütlemeleri olduğu için kulak kesiliyorum. Belli ki insanlar dikkat kesilip
dinlemek için çok fazla sebep görmüyorlar. 50 ya da 100 kişilik bir kalabalık olmasına rağmen seslere
yoğunlaşarak dinleyenlerin sayısı on kişiden fazla değil. Seans yaklaşık 40 dakika sürüyor. Sonrasında
sahnedeki adamın İstanbul'lu olduğunu öğreniyorum.

Mindscan'in sahnede kullandığı elektronik seslere, bir adet radyo ve bir de teyp records'dan
konuşmalar da eklenince 40 dakika içinde değişen ve başka dokular ören bir çeşit süreç çalışması
ortaya çıkıyor. Zaman dahası 'iç zaman'ın önem kazandığı bir çeşit ses havuzu oluşuyor. Çalışmanın
ismine ve afişine bakılırsa 'gürültü frekansları' ve ses örnekleri kuvvetli görsel yansımalar içerdiği çok
açık. Bu yönüyle Mindscan aslında dinlemeyi çok da tercih etmeyeceğim bir yapı ortaya çıkarıyor.
Seslerin direk olarak görsel elemanlarla imgeleme kadar giden vurgular yapması benim gibi sesin
sadece 'kendisiyle' ilgilenen ve sembolizasyonu bir köşeye koymuş, dahası bunu 'eski' ve daha formal
bulan biri için yabancı bir durum. Ancak sesleri istediğim gibi algılama özgürlüğünü kullanarak grubun
77
ismini de, taşıdığı görsel vurguları da kısa zamanda beynimden siliyorum ve sürece kilitleniyorum.
Sahneye bakmam da bu anlamda işlevini yitiriyor. Çünkü sahnede bu işi kotaran adamla değil sadece
hatta seslerle ilgileniyorum. Hatta çevresel 'ses'lerle de. (Bkz. John Cage- çevresel sesler
"environmental sounds") Çalışmaya asıl yakın hissetmemi sağlayan şey ise barındırdığı çokça
belirlenmemiş bir süreç organizasyonu olması. Muhtemelen her performansta başka bir 'track' oluşuyor
ve bu da seslerle insanlar arasında (müziğin içinde ve dışındaki görselliği görmezden gelirsek)
dolayımsız bir ilişki kuruyor.

Yazdıklarımdan projenin yeni bir çığır açtığı, içinde yeni buluşları barındırdığı gibi modern anlamlar da
çıkmasın. Bu müzikte yeni olan çok fazla şey yok. İlk dönem elektronik çalışmaları, music
concreate'çiler, müzik teknolojisi akademileri. Hepsi göz önüne alındığında bu müziği 40'larda yapan
insanları bile bulabilirsiniz. Ancak yeni olan Türkiye'den üstelik indiependent camiadan böyle bir
damarın patlak vermesi, 'orgy'ye katılması belki. Belki denilebilir ki bunu herkes yapabilir. Ama bir
düşünün bunun kötü tarafı ne. Kendi çalışmasının niteliğini tamamen dinleyicilere devretmiş bir
projenin ne gibi 'kötü' bir tarafı olabilir. Mindscan projesinin sahibi henüz tanışmadığım Batur Sönmez'e
gittiği yolda başarılar diliyorum. (Bu da her ne demekse.)

Her ses müziktir. Seslerin dinlenebilir ya da daha az dinlenebilir olması ve neyin müzik olup olmadığını
bizim sesleri dinleme alışkanlığımız belirler. Başka bir parametre de aklıma gelmiyor.

Volkan Çağlayan

Hayalet fotoğraflar :
Scanner + Tonne "Sound Polaroids"

Sessizliğin müziği olarak bilinen Ambient teriminin bile tanımlayamadığı bir müzik Scanner'ınki; DJ
Spooky'nin önderliğini yaptığı ve 'entelektüel ses arayışı' olarak özetlenebilecek illbient akımının az ama
öz isimlerinden biri olarak Scanner, kendisini bir ses tarayıcısı olarak görüyor ve dünyanın dört bir
yanında vuku bulan iletişim çeşitlerini (telefon konuşmaları, cafe veya restoranlardaki insan
konuşmaları, performanslar vs..) kaydederek, bunları "müzik" haline getiriyor.

'Hasta' anlamına gelen 'ill' ve Ambient kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan illbient, doğal yaşama
odaklanan Ambient akımının tersine yaşadığımız kente ve modern hayata odaklanan bir tür. Ama yine
de Ambient'le olan yakınlığı yadsınamaz. Yine kaotik sample'lar ve neredeyse yokmuş hissi uyandıran
ekstra-downtempo ritimler, Illbient'ın da karakteristik özelliklerinden. Bu açıdan Scanner'ın müziği bu
terimle tamamen uyuşuyor; hem dingin hem karanlık, hem hayata dair hem onun üstünde yolculuk
eden bir müzik. Ses manzaralarının çok daha derin ve güncel bir yönüne odaklanıyor, modern şehir
hayatından gürültülerle destekleniyor ve sonunda ortaya Ambient'ın kardeşi, bir yandan ona çok
benzerken bir yandan hiç andırmayan bir müzik ortaya çıkıyor.

"Sound Polaroids", Scanner'ın kendi gibi "görüntü avcısı" çağdaşı Tonne (aka Paul Farrington) ile
birlikte gerçekleştirdiği bir proje sonucu ortaya çıkan bir albüm. Görsellerin bir araya gelerek yarattığı
seslerin işlenmesiyle elde edilmiş. Hem görseller hem de sesler, ikilinin memleketi Londra şehrindeki
özel mekanlarda imajları sese dönüştürebilen software'ler kullanılarak kaydedilmiş. Orijinal kaynak
malzemeyi kullanarak yollara düşen ikili, gittikleri şehirlerde bu ses/görüntü dökümanlarını canlı
sergileyip; bunları gittikleri Milano, Tokyo, Montreal ve New York gibi şehirlerde çektikleri fotoğraflara
dönüştürerek bir albüm haline getirmişler. Yani "Sound Polaroids" aslında anlık hislerin bir dökümanı.
Sonsuza kadar sürecekmiş gibi gözüken kısacık dakikaların anlatıldığı bir albüm.

Albümün melodiden yoksunluğuyla içindeki "hasta" minimalizmi ; dinlerken gözünüzde


canlandırmanıza yardım eden görsel tarafıyla da Ambient özelliği açığa çıkıyor. Aslına bakarsanız bu
müziğin görsellikle paralel gittiği, dinleyenin aklını sinematik bir konser salonuna çevirmesinin dışında,
bir Macintosh'u olan herkesin tanıklık edebileceği bir gerçek. Zira, seslerin birer görüntü olarak
kaydedildiğini hatırlarsak, albümü bir Macintosh bilgisayarda dinlediğiniz zaman, bu sesleri oluşturan
görsel öğeleri de, hayal etmenize gerek kalmadan, hali hazırda bulabiliyorsunuz. Böylece bu müziğin
aslında gerçek bir belge olduğunu anlayabilirsiniz.

"Sound Polaroids"i anlatmaya çalışmak gerçekten zor zanaat. Ama eğer modern kent hayatı denen bir
şey varsa, ve bu modern kent hayatının "doğal" bir soundtrack'i olması gerekiyorsa, elimizde bir kanıt
var demektir. Scanner ve Tonne ikilisi, kendi bireyselliklerini aşarak, tamamen bir projeksiyon işlevi
gören bir çalışma ortaya çıkarmışlar. "Sound Polaroids" aslında tüm şehirlerin birbirinin aynısı, her

78
insanın bir diğerinin yansıması ve bir insanın tek dokunuşuyla neler değiştirip neler yaratabileceğini
orta koyuyor.

Synthesizerların Başına Gelen


En Kötü Şey

Synthesizerların başına gelen en kötü şey: Düşünün bir kere, tamamen yepyeni bir ses kaynağından
hareketle bambaşka bir tını ve bunun tavrının peşine gitmek varken daha tam olgunlaşamadan
herkesin elinde oyuncak / zamazingo kıvamına bile indirgenebilecek bir hale; fütursuz bir budama ile
kendini yadsır duruma gelmek! Kıt kafalı icracılar kadar yaratıcılıktan uzak bestecilerin,
üniversitesindeki korunaklı kadrosuyla ahkam kesen güya-teorisyenlerden yürümeyi becerip
konuşmaya geçemeden kendini sahnelere salmış pervasızlara kurcalama kolaylığı bahşeden tuş
takımıyla, konservatizmin en temel ikonlarından biri olarak kabul gördüğünce el üstünde tutulan
piyanonun gramer ve tavrına yönlendirilmiş synthler, ruh ve bedenlerinin nüvesi elektroniğin
sağlayabileceği nice olanak görmezden gelinip kısırlaştırılmaya maruz kalmış; sadece elektriği sese
çevirerek başka bir varoluşu değil, söz konusu sesi kontrol ederek yaşamını belirlemek noktasında;
müziğin asıl hayata geçtiği icra sürecinde, başvurulan klavye uygulamasıyla güdükleştirilmiş.

Elektronik müziğe giden yolun ilk yıllarında, örneğin Theremin ile yepyeni bir performans biçimi
önerilmesine; bildik tüm kontrol referanslarının geride bırakılmasıyla bambaşka bir icra dinamiği
başlatılmasına; 1920' lerden 30' lara nice çalgıyla elektronik kültürünün duruşuna katkıda
bulunulmasına rağmen, belki başta yalnız deneysel bir çalışma olarak klavye kullanmak fikri ve
uygulaması, kolaycılığın ve popülizmin tuzağına düşerek elektronik müziğin kimliksizleşmesini
hızlandırdı. Tam da bu yıllarda (1970' ler) değişik sensorlar; vücuda takılan tetikleyiciler, mekan
verilerini (ısı, ışık, vb.) ve hareketleri; hatta beyin dalgalarını elektronik sesleri kontrol etmek için
kullanma çabalarıyla zenginleştirilmeye çalışılan performans pratikleri de "deneysel" sıfatıyla
olumsuzlanmaktan, marjinal ve her iki anlamda da deneysel kalmaktan kurtulamıyordu. (Bu noktada
adı geçen çabaların ağırlıklı olarak müzik - dışı kimliklere kaldığını; böylelikle konseptin bir biçimde
mundar edildiğini; öte yandan müzik insanlarının dar görüşlülüğü ve bağnaz konservatifliğiyle olası
atılımlara en fazla köstek olduğunu da teslim etmek lazım.)

Hülâsa, synthesizerların ve elektronik müziğin başına gelen en kötü şey, sadece varolan seslerin ve
kompozisyon perspektiflerinin taklit edilmesi ve yinelenmesi değil, yeni bir çıkışı / duruşu / anlayışı
destekleyecek performans dinamiklerinin de en ucuzcu ve kolaycı bir biçimde dönüştürülmesi /
törpülenmesi / güdükleştirilmesi olmuştur.

Alper Maral

Björk'ün elektronik geçmişi…

Günümüzün en güzel seslerinden biri olarak görülen, İzlandalı Björk, şu ana kadar yaptığı en iyi
çalışmalarını topladığı iki albüm birden yayınladı: "Greatest Hits" ve "Family Tree".

Şu ana kadar yaptığın şarkılar arasında hiç şimdi dinlerken seni rahatsız edeni var mı?

Açık konuşmak gerekirse hayır. "Debut" albümümü yaptığım zaman, bunun benim ilk solo albümümün
olduğunu ve hata yapma potansiyelimin çok fazla olduğunu biliyordum ama yapabileceğim tek şey
kendimi affetmekti çünkü bir yerlerden başlamak zorundasınız. Bu yüzden hiçbir zaman kendime fazla
yüklenmedim ama sanırım sorun insanların benden sürekli 'It's So Quiet' gibi şarkılar beklemeleri oldu.
Sonuçta o şarkı sadece bir cover'dı ve insanların bu şarkı yüzünden diğer işlerimi görmezden
gelmelerini bir türlü anlayamadım.

Bir keresinde eski grubun Sugarcubes'ü bir şaka olarak nitelendirmiştin. Eğer Sugarcubers bir şakaysa,
şimdiki solo kariyerin hakkında ne diyebilirsin? Ciddi bir drama mı yoksa hala komik yanları var mı?

Evet, tabii ki komik tarafları var. Sugarcubes'ün amacı birlikte iyi vakit geçirmekti. Bir gençlik grubuydu
o. Hiçbir zaman ölüm/kalım meselesine dönüşmedi ve bu yüzden mükemmeldi. Şimdi yaptığım işlerin
de çok ciddi olduklarını söyleyemem ama kişisel oldukları kesin. Sugarcubes'le yaptığım herhangi bir
şarkının beni anlattığını iddia edemem ama şimdikiler kesinlikle bana ait.

Müzik yaparken kendini herhangi bir sebepten sınırladığın oluyor mu?

79
Evet ama sanırım birden fazla işle uğraştığım için bu konuda şanslı sayılırım. Mesela turneye çıktığım
zaman şarkı yazmak için ne vaktim, ne de halim oluyor bu yüzden eve döndüğümde kendimi çok
yaratıcı hissediyorum.

Hayallerinin özel hayatını etkilediği oluyor mu?

Hayallerim, özellikler rüyalarım, hep çok güçlü olmuştur ve çoğu zaman günlük hayattan çok daha
gerçek gibi gelirler bana. Bir sabah kalkarsın ve gece gördüğün rüya sana yaşama gücü verir.
İnsanların rüyalarını istedikleri yönde kullanabileceklerine inanıyorum. Sakın yanlış anlamayın kafasının
içinde bir rüya-aleminde yaşayan biri de değilim ama hayal kurmayı ve onları zorlamayı çok seviyorum.

Dünya üzerinde en sevdiğin yer neresi?

Galiba benim kalbim İzlanda'daki o ovaya ait. Ama dürüst olmak gerekirse orada çok vakit geçirdiğimi
söyleyemem. İzlanda benim için çok önem bir yer. Ben orda doğdum ve 27 yaşıma kadar da orada
yaşadım. Benim yüzde doksan dokuzum oraya ait; hayallerim, düşüncelerim, dilim, yaşam felsefem…

Ünlü olman İzlanda'da nasıl karşılanıyor?

Sanırım bu biraz değişmeye başladı. Özellikle yeni nesil, beni uzun zamandır ünlü biri olarak görüyor
ve açıkçası bu beni biraz rahatsız ediyor. Çünkü ben buralara gelmek için gerçekten çok çalıştım, tüm
bunlar benim hayallerimdi.

Bir müzisyen ve aynı zamanda bir anne olarak, bu çift taraflı yaşam sana neler öğretti?

İyi soru ama cevabı bilmiyorum (gülüyor). Galiba bir müzisyen olarak kendime gerçekten kötü
davranıyorum, bu yüzden müzik bana çok şey öğretti diyebilirim. Ama bir çocuk yetiştirmek gerçekten
çok farklı bir şey, yani ikisini karşılaştıramazsınız. Oğlum şimdi 16 yaşında ve eskisi kadar bana ihtiyaç
duymuyor ama müziğim hep yanımda. Çocuğunuz için ancak bir noktaya kadar çalışabilirsiniz, sonra
onlar uçup gideceklerdir ve bunu değiştirmeye gücünüz yetmez.

Müzikte ya da özel hayatınızda, seni en çok hayal kırıklığına uğratan şey ne oldu?

Bunu söylemek zor çünkü ben aşırı derecede duygusal bir insanım. En iyi ve en berbat tecrübelerimi
insanlarla yaşadım. Bir müzisyen olarak çalıştığım insanların hepsi mükemmeldi, bu açıdan şanslı
sayılırım. Özel hayatımda ise birkaç tane kendime özel hayal kırıklıkları yaşadığım da oldu tabi. Ama
istisnaları saymazsak, gayet huzurlu bir yaşantım olduğunu söyleyebilirim.

Titreşim bir tepkidir:


Beth Gibbons & Rustin Man

Beth Gibbons'ı Portishead'den, Paul'u ise Talk Talk'dan tanıyoruz. İkili, Beth Portishead'e katılmadan
önce Paul'un eski grubu O'rang için denendiğinde tanıştılar. Bağlantıyı koparmadan geçen bir sürenin
ardından, son Portishead turnesi sırasında Beth'in boş bir zamanında, aralarındaki işbirliğini doğuracak
bir konuşma geçti.

"Out Of Season" bir anlamda, ikilinin geçmişinden beklenebilecek bir albüm: mükemmel bir şekilde
melodik, akılda kalıcı, hem sakin ve durgun hem de tüyler ürpertici. Ruhani sayılabilecek bir derinlik ve
aynı zamanda somut, insani bir duygusallık hakim. Keskin kederin yanı sıra doğanın neşesiyle
demlenmiş ("God knows, how I adore life / When the wind turns on the shores lies another day"
"Hayata nasıl taptığımı Tanrı bilir / Rüzgar sahillere yöneldiğinde bir başka gün uzanır" - 'Mysteries').
Ancak bir yandan da bu, Portishead veya Talk Talk'a göre farklı bir çalışma. Örneğin, ritm ve zaman
duygusu çok daha az. Nick Drake, Nina Simone ve hatta Radiohead'in 'Exit Music (For a Film)'ini
sevenler, kesinlikle "Out Of Season"a bayılırlar.

Paul için bu proje, her zaman yapmak istediği albüm üzerinde çalışabilmesi anlamına geliyor ;
"O'rang'le biz her zaman şarkıları davul doğaçlamaları üzerine inşa ederiz. Sıra vokalleri kaydetmeye
geldiğinde, parçaların modu çoktan belirmiştir. Ancak söz konusu Beth'in sesi olduğunda, şarkıların
yarattığı atmosferi, ritmlerinin dikte ettiklerinden çok, melodi ve akorlar üzerine kurmak mümkün oldu.
Beth içinse; "Besteciliği keşfetmek için bir şanstı. Bir tür meydan okuma...Neredeyse bir 'ilk defa'
titreşimiydi."

80
"Hali hazırda çok az malzeme olduğundan, bu proje daha da 'ilk defa' oldu. 'Mysteries' için Beth'in
akorları ve melodisi, ve 'Rustin Man' için Paul'un sözleri vardı. "'Rustin Man', ilk bitirdiğimiz şarkılardan
biriydi ve gayet uygun görünüyordu. Kavramlara yüklediğiniz anlamların, dünya bambaşka bir konuma
taşındığı için geçerliliğini yitirdiğini hissettiğiniz anlarda duyumsadığınız çürümüşlük hissi bu. Albümdeki
şarkıların temel düzenlemeleri 1940'larda da çalabilirdi ve pek de fark olmazdı. Biz bunu, tüm müziği
kasete işleyerek vurguladık." diyor Paul.

İlk başladıklarında 'kaset' kavramı, tek kuraldı. Beth: "Daha önce yaptıklarımı kopyalamak istemedim
ve dolayısıyla ortaya bu iş çıktı. Tabii ki bir takım şeyleri saf dışı bırakıp sadece peşinde olduğunuzu
düşündüğünüzle idare edebilirsiniz ama peşinde olduğumuz tek şey, gerçekten dürüst olandı."

Albümde, yakın grup çevrelerinden gelen misafir sanatçıların katkıları da mevcut: Portishead'den
Adrian Utley (gitar ve biraz da prodüksiyon yardımı), Portishead'in canlı performans kadrosundan
davulcu Clive Deamer ve piyanist John Baggott, Talk Talk'dan davulcu ve perküsyoncu Lee Harris ve
Simon Edwards. Albümün mixing'i, özgeçmişinde Jimi Hendrix ve Bob Marley gibi isimlerin yanı sıra
Talk Talk'un "Spirit Of Eden" adlı albümü de bulunan Phill Brown'a ait. "Out Of Season"ın büyük bir
kısmı, Devon ve Essex'deki evlerinde ortaya çıktı. Albüme yoğunlukla hakim olan atmosfer, zaman ve
mekan'da yalnızlık ve soyutlanmışlık. Doğa ve mevsimlere başka göndermeler, 'Funny Time Of Year',
'Resolve' ve 'Sand River'da görülebilir ancak o melankolik altyapı pek de uzak sayılmaz. Yarattıklarında
içten içe kendini hissettiren bu melankoliyi savunurcasına Beth; "Gerçekten üzgün parçaları seviyorum.
Bir yanıyla da melankolik olmayan mutlu parçalar yazmak benim için çok güç." diyor.

Albüm'ün ismi, Paul'un fikriymiş. "Ama Beth çok sevdi. Bence ikimiz de etrafımızdaki şeylere tepki
gösteriyoruz. Yalıtım fikri oldukça rahatlatıcı olabiliyor." Beth de onaylıyor ; "Albüm'ün adı oldukça
uygun çünkü Paul ve ben çok da genç değiliz ve şarkılarda geçen mevsimsel göndemelerle de
örtüşüyor. Albüm, kesinlikle güncel veya 'in' bir ifade değil. Sadece doğru olan oymuş gibi geldi."
Beth'in ilham kaynaklarından biri de mevsimler aynı kalırken bile bizim yine de yaşlandığımız
düşüncesi. "Yaşlanmakla ilgili pek çok söz var albümde. Ölümlü olduğumdu henüz fark ettim. Gençken,
kaçınılmaz olarak bunun gerçekliğini göremiyorsunuz ancak sanki hayat, bir sona doğru gidiyor gibi ve
bu da korkutucu. İnsanları ne kadar özleyeceğinizin farkına varıyorsunuz. 'Resolve' çoğunlukla bununla
alakalı."

Beth/Paul projesinin Portishead'in dağılması anlamına geldiğini düşünüyorsanız rahatlayabilirsiniz.


Beth, gruptan Geoff Barrow'un yakın bir geçmişte ona yolladığı parçaların vokal ve melodileri üzerinde
çalıştığını doğruluyor. Muhteşem albüm "Out Of Season"ın mevsimi geçmiş olabilir ama tam zamanı.

Çeviren: Seda Saltadal

"Cool"luktan bıktık: Dza

Türkiye'de elektronik müzik adına heyecanlı şeyler oluyor. Ağustos 2000'de Sinan Noyan ve Ege Madra
tarafından kurulan İstanbul'lu elektronik müzik ikilisi Dza, birşeylerin yavaş yavaş değiştiğinin en
önemli kanıtlarından.

DZA fikri nasıl ortaya çıktı, nasıl kuruldu?

Birbirimizi uzun zamandır tanıyor ve ayrı ayrı müzikle uğraştığımızı da biliyorduk. New York'ta yaşayan
ortak bir arkadaşımız bize her telefon ettiğinde bir araya gelerek çalışmamız gerektiği konusunda adeta
baskı yapıyordu. Sonunda yoğun baskıya dayanamayarak grubu kurmak zorunda kaldık. Grubun adı da
bu kişinin azından çıkan bir sesten geldi: dızza.

Müziğinizin beslendiği köklerden bahseder misiniz?

Şu anda üretilen müziğin kökleri farklı noktalara uzanıyor. Detroit techno ve electro, Avrupa techno'su,
electro-pop, Lahey (Den Haag) electro ekolü gibi akımları çokça dinlediğimizden yaptığımız müziğin
temeline de ister istemez yansıyor.

DZA canlı elektronik müzik grubu olarak ortaya çıktı, daha sonra sık sık Dj setinizi dinledik, bu ikisi
arasındaki farklılıklar size nasıl yansıyor? Ürettiğiniz müziği ve Dj setinizi hangi türe yakın
görüyorsunuz?

81
Evet, üreterek başladık. Ürettiklerimizi canlı olarak sahneye taşıdık. Ancak zamanla fark ettik ki
dinleyici bundan hoşlansa bile organizatörler veya klüp işletmecileri genellikle böyle bir icraatın maddi
ve saygı olarak karşılığını vermekte isteksiz bir hava içinde oluyor, hatta alelade bir dj kadar bile değer
vermiyorlar. Bu yüzden canlı performans konusunda çok seçici davranıyoruz. Bunun dışında sürekli
olarak canlı performans hem kendi üretiminizi hızla tüketen hem de çok yorucu bir iş. Dolayısıyla dj'lik
kaçınılmaz hale geldi. En önemli fark, bence, djlik, canlı müzik gibi bir hazırlık gerektirmiyor, onca aleti
taşı, kur, pür dikkat çal, topla, eve götür, orda yine kur vs derdi yok; plak çantanı götürüp çal ve çık.
Bir diğer fark da şu: bir dj olarak bir gecede sınırsız sayıda müzik, değişik tür vs çalabildiğin için
'crowd'un durumuna göre ve onu istediğin yere sürükleyebilecek şekilde çalarak gecenin elektriğini
tasarlama konusunda seçeneklerin çok daha fazla oluyor. Canlı performans, dj setin yanında
neredeyse fix menü gibi kalıyor: çünkü birinde yemeği sen pişiriyorsun, diğerinde dünya
mutfaklarından seçip sunuyorsun.

Dza olarak ürettiğimiz ve çaldığımız müzik electro-techno ağırlıklı. Bunun dışında break-beat'ten
electronica'ya uzanan çok çeşitli alanlarda kendimizi sınıyoruz. Dj performansı ise büyük ölçüde adı ve
tadıyla techno'dan, zaman zaman da electro, electro-techno kıvamlı müziklerden oluşuyor.

İlk canlı performansınızı gerçekleştirdiğiniz zamandan bu yana müzikal ve teknik olarak ne gibi
gelişmeler oldu?

Hemen hemen her şey değişti. Müzik bütünüyle değişti. İlk canlı performanslarımızı verdiğimizde grubu
kurmadan önce biryesel olarak ürettiğimiz, birbirleriyle hiç alakası olmayan, her türe giren,
olgunlaşmamış, çiğ ama duygu yüklü, acemilik dönemi ürünlerimizi çalıyorduk. Böyle bir performansı
ise sahip olduğumuz bütün teknolojiyi kullanarak, yani bir bilgisayar ve iki Roland MC-303 ile
yapıyorduk. Şimdi ise en ince detayına kadar tasarlanmış, bir dj ruhuyla dinleyiciyi bir yerden bir yere
taşıma amacı güden, çok daha olgun, bilinçli bir müziği canlı müzik için tasarlanmış sampler'lar,
sequencer'lar, synth'ler, çeşitli efekt araç gereçleri vs. ile yapıyoruz. Dza'nın en büyük başarısının
müzik ve teknik olarak kendisini inanılmaz bir hızla yenilemiş ve geliştirmiş olması olduğunu
düşünüyoruz.

Elektronik müzik, müziğin üretim araçlarıyla kullanıcıları arasındaki uzaklığı yok etti. Bu yakınlaşma son
tahlilde nasıl bir sonuç ortaya çıkardı?

Mükemmel bir sonuç ortaya çıkardı. Artık evinde bir bilgisayar olan herkes müzik yapabilir. Hayatında
hiç davul çalmamış biri mükemmel bir ritm oluşturabilir. Bunun dışında standart müzik aletleriyle
oluşturulması imkansız olan seslere ulaşılabilmesi de çok önemli, zira bu durum elektronik müziğin
önünü açan ve müziğe sonsuz imkanlar katan bir özellik; herkes kendi sesini tasarlayıp bir enstrüman
olarak kullanma hakkını kazandı. İlk eserlerini, üzerine müzik kayıtlı bantları jiletle kesip birbirine
yapıştırmak suretiyle üreten ve böylece techno müziğin ilk örneklerini yaratan Juan Atkins biraz da
babacan bir tavırla şöyle diyor: "Günümüz gençleri çok şanslı. İşlerini çok kolay halledebilecekleri,
müziği görerek yaratabilecekleri teknolojiler evlerinde hali hazırda var, dolayısıyla herkes istediği gibi
üretebiliyor". Biraz daha ileri gidecek olursak, bu durumun yeni müzik türlerinin ortaya çıkmasını
sağlayan temel faktörlerden biri olduğu bile kolaylıkla söylenebilir. Eminim dünyadaki hiç bir müzik
alanı kısacık tarihine ramen elektronik müzik literatürü kadar zengin değildir; bu durum da ancak
söylediğiniz gibi bir yakınlaşma ile açıklanabilir.

Kişisel bilgisayarlarin ve internetin herkes tarafindan ulaşilabilirliligi elektronik müzik piyasasini nasil
etkiledi? Değerlendirebilir misiniz?

Piyasayı bilemiyorum ama dinleyici üzerinde çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
'Underground' tabir edilen elektronik müziklerin çoğu internet sayesinde takip edilebilir oldu, çünkü
Türkiye'de müzik mağazalarına hemen hemen hiç yansımadı. Parçaların ve dj setlerinin internette mp3
formatında bulunabilmesi, 'peer to peer' denen net üzerinde kullanıcıların dosya paylaşımı fenomeninin
ortaya çıkması, müzikle ilgilenen herkes için muazzam bir kaynak yarattı. Mesela artık insanlar meşhur
djlerin piyasaya hiç çıkmamış ve çıkmayacak olan 2 saatlik dj setlerine kolaylıkla ulaşabildiği için hem
ne sevip sevmediklerini çok daha iyi bilir hale geliyorlar, yani bu konudaki kültür birikimlerini arttırmış
oluyorlar hem de bunun bir alt kültür olarak yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Bu durumun
Türkiye'deki elektronik müzik dinleyicisinde şaşılası bir bilinçlilik durumu yarattığına inanıyorum.

Müzik yorumcuları günümüz Dj 'leriyle pagan kültürünün şamanları arasında bağlantı kuruyor. Siz de
böyle bir benzeşme görüyor musunuz?

82
Pagan kültürü ve şamanizm hakkında çok bilgimiz olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden şamanizm
hakkında bilmeden ileri-geri konuşmak da istemeyiz ancak kabaca böyle bir benzeşme de görüyoruz
doğrusu. İnsanları günlük yaşamdan koparmak, ayine gelenleri transa geçirmek konusunda iyi bir djin
üstüne yoktur. Elbette, öteki dünyayla bir bağ kurmak gibi bir benzeşmeden söz etmek zor olabilir ama
bir dj de aynı bir şamanın pagan kültüründeki yeri gibi clubbing alt kültürü içinde tapılası bir statüye
sahip olabilmekte, benzeşen misyonları yürtümektedir. Aslında tekrarlara dayanan müziğiyle, kendinen
geçenleriyle, danslarıyla, tuhaf kılık kıyafetleriyle, uyuşturucularıyla tüm clubbing olgusu ile şamanizm
arasında bir benzerlikten söz edilebilir.

Siz kendinizi clubbing kültürü içine sokuyor musunuz? Clubbing elektronik müziğin lokomotifi olarak
görülüyor buna katılıyormusunuz?

Ürettiğimiz müziklerin bir kısmı klüp müziği, doğal olarak bunları klüplerde çalıyoruz. Ekmeğimizi
kulüplerden çıkaran insanlar olarak 'clubbing' ortamının tamamen dışındayız dememiz anlamsız olurdu.
Ancak kendimize 'clubber' da diyemeyiz, zira klüpler bizim için eğlenceyle işin buluştuğu yerlerdir.
Clubbing'i tüm elektronik müziğin lokomotifi olarak değerlendirmek biraz zor, zira elektronik müzik bir
müzik türü değil, müziğin nasıl üretildiğini anlatan bir ifadedir, dolayısıyla elektronik müziğin pek çok
alanıyla uzak bir ilişkisi vardır. Bu yüzden hata payını azaltarak konuşursak clubbing'in elektronik dans
müziğinin lokomotifi olduğunu söylemek daha doğru olur.

Son zamanlarda en çok dinlediğiniz ve çaldığınız labellardan ve sanatçılardan birkaç isim


verebilirmisiniz?

Çalmaktan kasıt dj olarak çalmak ise Marco Bailey, Redhead, Bando, Tom Hades, Adam Beyer,
Thomas P Heckmann, Oxia, Monika Kruse gibi Avrupa'lı 'banging techno' producer'lerinin eserleri son
zamanlarda en çok çaldıklarım arasında. Haliyle bunların eserlerini yayınladıkları MB Electronics,
Primate, Session, Pornographic Recordings, Zenit, Wavescape, Patchwork, Goodlife ve Terminal M gibi
labellar plak çantamı taşırken bana en çok yorgunluğu verenler. Bunların dışında, Legowelt, Sven Vath,
Vitalic, David Caretta, Samuel Sessions gibi producerlar ve Gigolo Records, Intec gibi labellar da
sıklıkla çaldığım ve dinlediklerim arasında.

Bu güne kadar en çok keyif aldığınız performansınız hangisiydi?

Bir arkadaşımızın doğum günü için düzenlediği tekne partisi, 2002 yazında Godet'deki Osman
Productions partisi, Babylon'daki International Lazy Sound System partisi bizim en keyif aldığımız
performanslarımızdandı. Ayrıca Atina' daki "E-Live" electronic müzik festivali de erken dönemlerimize
rastladığı için performans olarak şimdi bizi çok tatmin etmese de Atina'ya davet edilip orda çalmak çok
keyifliydi.

DZA'nın yakın gelecekteki projeleri nelerdir?

Elimizde bir Dza plağı görmek.Ayrıca hem erken dönem hem de yeni bazı parçalardan oluşan bir
albümü prensipte anlaştığımız Türkiye'deki bir plak şirketinden çıkarmak.

DZA'nın adı Osman Productions ile birlikte anılıyor, bize bu projeden bahseder misiniz?

Osman Productions komik, tuhaf, üretken ve eğlenceli bir oluşum. Onu biz kurmadık, kendi kendini
kurdu desem çok da yanlış olmaz. O.P'yi tanımlamak oldukça zor çünkü şöyle veya böyle bir oluşum
olsun diye karar verilmedi, dediğim gibi, kendiliğinden oluştu. Türkiye'deki kent yaşamına katkıda
bulunan ama bunu yaparken kendi alternatif bakışımızı da yansıtmamıza olanak veren bir kimlik olarak
doğdu. Teknolojik hayat ve onun getirdiklerini kullanan ama onunla dalga da geçen, elektronik müziği
esir düştüğü fütüristik imajdan kurtarmaya çalışan, partileri tek boyutlu olmaktan çıkarma gayretinde
olan, içinde yer aldığı toplumun alışkanlıklarını, kültürünü vs. Batılı kent ve eğlence hayatı içinde
hatırlatan bir 'güzellik severler' oluşumudur Osman. Kendine özgü mizahi yapısı vardır Osman'ın. Zaten
isminden de belli değil mi, techno ve electro müzik ağırlıklı bir oluşumun ismi nasıl Osman olabilir,
Space Productions, Hardbeat Productions filan olması beklenirdi. Bu durumu gayet iyi anlayanlar
olduğu gibi bize dayatılan alışkanlardan dolayı olaydaki komikliği anlayamayıp "abi müzik çok iyi de
isim neden bu kadar anti-cool?" gibi soranlar da var. Cevabı ise çok basit: 'cool'luktan bıktık, biraz da
'anti-cool', hatta şapşal olalım; böylesi daha eğlenceli.

Son bir şey daha: www.osmanproductions.com 'a bakarsanız durum daha bir açıklığa kavuşacaktır.
O.P ile ilgili her şey orada.

83
DZA'dan XXX'i dinleyin.

Bahar Onan

Garip elektronik müzik şehri:


Warp Records

Bir "bleep" şirketi


1989 yazının sonlarına doğru dans plakları satan dükkanlarda ev yapımı bir kayıt görünmeye başlandı,
başta İngiltere'nin kuzeyinde, sonra yavaş yavaş bütün ülkeye dağalarak. Bu kayıt yeni bir plak
şirketinin habercisiydi ve Chicago ve Detroit'in House öncülerinden esinlenen değişik bir müziğin
gerekliliğini doğruluyordu. Müzik "Bleep" diye damgalanmıştı. Buna sadece "iyi müzik" diyorlardı. Plak
şirketinin adı Warp, sinsi kayıtınki ise Forgemasters'ın "Track With No Name"iydi.

O günlerde herşey çok basit gözüküyordu. Forgemasters 11.000 kopya sattı ve birsonraki kayıtları Rob
Mitchell ve Steve Beckett'in bundan iki sene önce açtıkları Warp dükkanının ön kapısından elini kolunu
sallayarak girdi. George Evelyn birkaç kopya satmak umuduyla Nightmares on Wax'ın "Dextrous"
kaydını getirdi ve bir anlaşmayla çıktı. Oluşan yeni sahne eski tüfekleri de etkilemeye başlamıştı, ve
Cabaret Voltaire'den Richard Kirk, DJ Parrot ile birleşerek The Bleep Anthem, "Testone"u kaydetti. Aynı
sırada, club'ların ses sitemlerini tehdit eden, camları ve kulak zarlarını parçalayan subsonic bir bas
kullanan Huddersfield'de bir DJ'in off tape çaldığı bir parçadan bahsedilmeye başlandı. Parçanın
sorumlularının peşine düşüldü ve anlaşma imzalandı. LFO'nun "LFO" parçası ülkenin dans pistlerine
salındı, ve oradan chart'lara 12 numaraya kadar yükselerek girdi ve 130.000 kopya sattı. Bir sonraki
hafta Tricky Disco'nun "Tricky Disco" parçası listelerde yerini almayı başardı, altı hafta sonra da
Nightmares on Wax'ın "Aftermath"'ı takip etti. O zaman bunu kimse tahmin edemiyordu ama bu, bir
sonraki üç yıl için son hit kayıt olacaktı. O süre içinde, hayatta kalmak, ve gezegenin en heyecan verici
orijinallikteki müzikal zihinlerinin ürünlerini çıkartma misyonunu sürdürmek için, plak şirketinin
kendisini yeniden bulması gerekti.

Bir "ambient" şirketi


1990/1991 yıllarında Rave sahnesi ve club'lar su yüzüne çıkmaya başlıyordu, Warp ise sofistike müzik
çıkartmakta hala azimliydi ama 12 inch plakların satışlarının düşmesine tanık oluyordu ve bu formatın,
sanatçının yaratıcılığına parlaması için yeterince zaman tanımadığı hissine kapılmaya başlıyordu. 1992
yılının başlarında Warp çaresizlikten bir proje tasarlamak zorunda kalmıştı. Etraftaki en iyi elektronik
müzik örneklerini toplayan bir albüm çıkartacaktı, hardcore patlaması arasında nefes alması için fazla
ince, ama biraz zaman tanılırsa kendi akıl almaz duygulandırıcı, heyecan verici gücünü açığa vuracak
bir müziğin örnekleri… Albümün adına "Artificial Intelligence" koyuldu. Albümün kapağında koltuğuna
yığılmış sigara içen bir robot, yerde referans plaklar, Kraftwerk'in "Autobahn" albümü, Pink Floyd'un
"Dark Side of the Moon"u, ve pişkince kendi klasikleri "Pioneers of the Hypnotic Groove" vardı. Müzikal
bir itiraz olarak başlayan şey müzikal bir harekete dönüşmeye başladı, ve şirkete yeni bir sanatçı
dalgası olarak döndü. Polygon Window AKA Aphex Twin, The Black Dog, Autechre, Speedy J, FUSE;
hepsi toplamada parçalar sunmaktan Warp üzerinden albüm çıkartmaya gittiler ve ambient hareketini
tetiklediler. Sahne o kadar başarılı olmaya başlamıştı ki Warp, Aphex Twin'in "On" single'ıyla 1993
yılının sonunda Top 40 listesine girmeyi başarmıştı ve yine Aphex'in "Selected Ambient Works Vol. 2"
albümüyle 1994 Mart ayında İngiliz chart'larında 11 numarada yerini alarak doruk noktasına ulaşmıştı.
Ambient kavramı artık kabul görmüştü ve bundan sonra ne yapılması gerektiği konusunda
düşünülmeye başlandı.

Bir "sanatçı" şirketi


Saf elektronik sahnesinin rock'ı cansız bir tür yapmış olan kuralların ve sınırlamaların aynılarını
geliştirmeye başladığı, ve yeni bağımsız müzisyenlerin uyumsuz müzikal stilleri alıp karıştırmaya
başladıkları git gide daha çok hissedilmeye başlanmıştı. Yeni soyun ilk örnekleri The Sabres of
Paradise'dan gelmişti. Kısa ama öz oluşumları sırasında rock ve acid house'ı birleştirerek, iki klasik
albüm ve bir sürü single bıraktılar. Ve daha sonra drum & bass'in canlı çalınabiliceğini kanıtlayan Red
Snapper ve Aphex Twin'in içki masası arkadaşları Squarepusher ortaya çıktı. Jimi Tenor Viyana'da şarkı
söylerken, Hammond, saksofon, flüt çalarken ve Curtis Mayfield, Suicide ve Parliament mikslerken
keşvedildi. Broadcast'in uçuk güzelliği 60'lıların psychedelia'sına, John Barry'ye ve electronica'ya olan
tutkularından doğdu. Plone, Kraftwerk'in haklı olduğunu ve klavyelerin sıra halinde duran insanlar
tarafından canlı çalınmaları gerektiğini anladı, ama Morricone'un başıboş melodilerini ve aranjmanlarını
benimsiyorlardı. Son olarak Boards of Canada'nın sapıkça denilebilecek tarzı, "Artificial Intelligence"

84
dizisinin en iyi örneklerini yansıtan klasik elektronik müziğe bir dönüşü simgeliyor. Plak şirketi hedefine
ulaştı. Bir sahne tarafından değil, sanatçıları tarafından tanımlanmayı başardı.

Sanatçılar
Anti-Pop Consortium, Aphex Twin, Autechre, Boards of Canada, Brothomstates, Chris Clark, Jamie
Lidell, LFO, Nightmares on Wax, Squarepusher, Plaid, Broadcast, Mira Calix, Plone, Richard Devine,
Two Lone Swordsmen, Prefuse73, Vincent Gallo.

Çeviren: Mikail Çınar

Acid Techno

Elektronik müzik tarihinin en eskilerinden techno, türlerarası mücadelenin son derece kızıştığı bu son
dönemde öne çıkan çeşit çeşit alt türleri sayesinde, her daim sahnedeki yerini koruyacak gibi
görünüyor. Birkaç yıl önce İngiltere'de ortaya çıkan ve çok geniş ilgi görmese de kendine
sağlam,çekirdek bir dinleyici kitlesi edinen acid techno bu türlerin en dikkat çekicilerinden bir tanesi.
Bir bakıma acid akımının techno üzerindeki izdüşümü ve kolay dinlenemese de, mevcut türler arasında
en orjinal olanlardan biri.

Esasında acid techno'yu normal techno'dan ayıran çok da belirgin bir müzikal altyapı bulunmuyor,
ancak 140bpm ve üzerine çıkan tempo, bunun yanı sıra "asit sesleri (Roland 303 synthesizer'ının
çıkardığı sesler)" şeklinde tanımlanabilecek sample'ların kullanımı bu türün diğer techno alt türleri
arasında farkedilmesini ve kendine özel bir yer bulmasını sağlıyor.

Dinleyiciye yaşattıkları açısından acid techno, technonun belki de en sert ve endüstriyel temalarından
birine sahip olan alttürü. Teknoloji, bilgi çağı, internet, işlemci, hız, bilgisayar korsanlığı, dijital savaşlar
derken pek de aydınlık olmayan bir gelecek öngörüsüne sahip, belki "Blade Runner" filminin sürekli
yağmurlu L.A.'ındaki klüplerde çalınmak için biçilmiş kaftan. Özetle gece gittiği klüpte, bir cyberpunk
aksiyon filminin soundtrack'ini yaşamak isteyen dinleyiciler acid technoyu şüphe götürmez bir şekilde
sevecekler.

Şu an için en önde gelen acid techno producer'ları hemen her yıl en iyi 100 DJ listelerinde kendilerine
yer bulan D.A.V.E the Drummer, Chris ve Julian Liberator (Liberator DJs), bunun dışında Lawrie
Immerson, Dj Gizelle ve Guy McAffer (a. k. a. the Geezer) diğer önemli isimlerden. Setlerinde sıkça
acid technoya yer veren Vitalic ve Luke Slater da mutlaka söz edilmesi gereken sanatçılar arasında. Bu
sayılan isimlerden D.A.V.E. the drummer, Liberator Djs ve Guy McAffer; Smitten Recordings, Maximum
Minimum, Raw, Cluster, Infected, 4x4, Stay Up Forever, Bionic Orange gibi çoğunluğu yine İngiltere
kaynaklı plak şirketlerinden albümler çıkarmaktalar.

İstanbul gece yaşantısı dahilinde henüz özellikle bu türü dinleme olanağı bulunabiliecek spesifik bir
mekan göze çarpmıyor olmakla beraber, bu türü hem seven hem de son derece başarılı şekilde
çalabilen Dj U.F.U.K'in kimi setlerinde acid techno kısımlar olabilmekte. Switch Club'ı bu yönden takip
etmekte yarar var.

Bol ve iyi müzikle dolu günler!

Yiğit Unan

PS: Pekçokları tarafından söylendiğine göre, acid techno'nun farkı acid alınıp dinlendiği zaman gerçek
anlamda ortaya çıkıyormuş, ancak bu konuya yorum getirmek bizi aşıyor

Bir stüdyo çılgını: Mad Professor

85
Dub müziğinin yılmaz isimlerinden, yaklaşık 100'ü aşkın plakta imzası olan Mad Professor; bu ay
ülkemizi de şereflendirecek...

Neil Fraser yani bizim bildiğimiz adıyla Mad Professor; Lee Perry ve U Roy'un geleneğini sürdüren, baş
döndürücü dub'ın İngiltere'deki önde gelen ismi. Massive Attack ve The Orb'la yaptığı çalışmaların ve
kendi şirketi olan Ariwa'dan çıkarttıklarının ardından şimdilerde Fraser, yarattığı destansı yankıyı global
boyuta taşıyor. Ses ve aklın çoğu zaman aynı süzgeçten geçirildiği bir stüdyo alanı olan dub
dünyasında, akıllara "Acaba deli profesör ne kadar normal?" sorusu takılıyor.

"Pop camiasındaki insanlar her zaman boş alanlar peşinde. Dub da müzikteki çok az parsellenmemiş
bölgeden biri. Şimdi teknoloji çağındayız ve dub da teknik bir tür, dolayısıyla pek çok şey yapabilirsiniz,
genişletebilirsiniz. 30'lu ve 40'lı yıllarda cazın ne olduğuna bir bakın. Sonra bir de gelip 80'li ve 90'lı
yıllarda ne olduğunu görün. 'Caz' kelimesinin, geçirdiği evrim boyunca pek çok şey demek olduğunu
göreceksiniz. 'Dub', diğerlerine oranla, pop müzik sözlüğüne yeni katılan bir terim. Ve şimdi, yeni
jenerasyon dubber'lar ve [gülüyor] 'dubbist'ler sayesinde bu müziği daha da ön plana itme şansınız
var. Ben kendi payıma düşeni, onu sahneye taşımakla yapıyorum. Sonuç olarak eğer kendinize yatırım
yapmazsanız başkalarının size yatırım yapmasını nasıl beklersiniz? Bence onu geliştirmek ve 80'lerin
90'ların sound'larıyla ilerlemesini sağlamak için zaman harcayan Shaka, Sherwood ve benim gibi
bağımsız insanlar."

Bağımsız insanların erdemlerine dair bu konuşmaya, Fraser'la olabilecek sohbetlerde sık sık rastlanıyor;
büyük şirketlere güven olmaz ve Ariwa'yı müzikten ödün vermeden ekonomik bir güç yapmak için sıkı
bir bağlılık söz konusu. Böylesi bir pragmatizm, Fraser'ın şarkılarında kullandığı büyüleyici dile ve ima
edilen deliliğe biraz zıt. Peki Mad Professor ne kadar akıllı?

"Başlangıçtan itibaren, benimkisi sonik bir delilikti. Mixing masasını dağatacak falan değildim. Tam
tersine, sound dışında gayet akıllıydım ve insanların ilk günden itibaren bunu bilmelerini sağlıyordum.
İnsanlar size saçma anlaşmalarla gelirse, onlara ne kadar aklı başında olduğunuzu göstermek
zorundasınız [gülüyor]. The Mad Professor başladı çünkü ben tam anlamıyla kendi stüdyomu kurdum.
Müzikal altyapıma ters düşen elektronik bir geçmişim var. Elektroniği seviyordum ve müzik yapmak
istiyordum ve tek yapabildiğim bir mixing masası kurup stüdyo oluşturmaktı. Bunu yaparken insanlar
deli olduğumu, bunun işe yaramayacağını düşündüler. Bunun on yaşlarındayken okulda ilk radyomu
yapmamla da ilgisi var tabii. Bence bu, dokuz on yaşında bir çocuk için biraz tuhaf olabilir, özellikle de
çatınızda sinyal almak için sarkıtılmış teller sallanıyorsa."

Genç elektronik manyağının tellerden geçilmeyen yuvası, sonraki hayatında yapacağı araştırmaların da
ana kaynağı olmuş. Fraser'ın gençlik günlerinin bir başka bileşeni de U Roy, Dennis Alcapone, Motown,
calypso, Mighty Sparrow ve Lord Kitchener gibiler. Prof.'a has sound, parlak ve temiz. Eski deneyimleri
yansıtan dejenere sound'un küllerini diriltmek için hiç çaba harcamıyor. Bilgisayardan yararlansa da
Fraser özellikle analog seviyor. Sıcak, analog bir desk'de kaydediyor, ritmleri kaydolurken canlı
müzisyenler kullanıyor ve sahnede ya da stüdyoda, mixing yaparken efektlerini canlı ekliyor. Belki de
giderek artan siyasal takdiminde yankı bulan, 'insan'ın kaynaşması. "Dub Me Crazy" serisinin teknolojik
hileleri, daha ağır ritmler ve keskin ırksal politika uğruna "Black Liberation Dub" serisinde geride
bırakılmış. Diyor ki; sahne ona çok şey öğretmiş:

"Yıllarca, sahneye bile çıkamayacak kadar utangaç ve içe dönüktüm. Sahnede olmak, bütün o
festivallerde çalmak bana çok fazla şey öğretti. Her zaman "Dub Me Crazy" serisinde biraz daha mesaj
kullanabilirdim diye düşünüyordum. Seride eğlence ağır basıyordu. Bir de beklenmedik bir anda
değişen hileli şeyler. Sonradan düşündüm de, 90'lı yılları da geride bıraktık ve siyahi cemaat için pek
de bir şey değişmedi."

Müziğinde dinin ağır basmamasına çalışan profesör, esin kaynağı ya da ifade biçimi olarak dini
kullanan pek çok kişi tanıdığını, ancak kendisinin sadece önünde olup bitenleri yazdığını söylüyor:
"Rasta olayı gayet kolay. Bir dini nasıl bir kişinin saç konusundaki kabiliyetsizliğine dayandırabilirsiniz
ki? Sonra etrafta kaynağının ne olduğunu, Garveyizmi veya pan-Afrikanizm'i bilmeden Rasta dolaşan
tipler görüyorsunuz. Ben de bu işin bir parçası olmayacaktım."

Ama Fraser'ın asıl hedefi, Ariwa şirketini daha ileri bir noktaya taşıyabilmek. "Size karşı dürüst
olacağım: Ben ucuz ya da zavallı değilim. Herşeyle meşgul olmak istiyorum ama olamıyorum. Bir çeşit
filtreleme sistemim olmalı yoksa gerçekten delireceğim!"

The Wire'dan çeviren: Seda Saltadal

86
80'ler yoksa hep yanıbaşımızda mıydı ?

Kraftwerk, Depeche Mode, Roxy Music ve Velvet Underground gibi değişik etkileri sergileyen
Ladytron, 90'lı yıllar hiç yaşanmamış gibi herkesi sarsıyor. Gruba "80'lilerin yeniden dirilişi" denildi,
onlar bu tanımdan ne kadar nefret ederlerse etsinler, yansıttıklarının 80'lerin en iyi tarafları olduğuna
şüphe yok : seyreklik, şık vamp imajı, kulağa hoş gelen synth'ler, ve akla kazınan melodiler.

Ladytron kesinlikle geleceğe hazırlanıyor, ama bunun geçmişin iskeleti üzerine kurulacağının da
farkında. Bu dört ingiliz genç, ikinci albümleri için ortaya koyulan bahislerin yüksek olduğunu
biliyorlardı. "604" albümünün sıcak klavyelerini bekleyen herkes bu kaydın sade, şen tonlarıyla
karşılaşınca şaşıracak ; grup artık analog körfezin güvenli rıhtımında yer almıyor. Mesafeli ve soğuk
"Light & Magic" albümü, yerlerine geldikleri memelilerin hareketlerini taklit etmeye çalışan android bir
toplumun bulunduğu, Kubrick-vari, insanoğlu sonrası geleceği için bir klüp soundtrack'i sanki...

Ladytron'un kayıtlarını "yine moda üzerine parçalar" olarak algılayanlar, "basit bir şekilde
düşünmeyenlerin, hiç anlamayacakları" felsefesinde ısrar eden Ladytron fanatiklerinin dairesel
mantıklarına tabi tutuluyor. Ladytron'un popülaritesine rağmen, bu saten ceketli hayranlar, grup hala
gizliymiş gibi davranıyor. Ayrıca kültürel eleştirinin son söz sahibi olanları olduklarını düşünüyorlar.
Ama 'Blue Jeans', 'Cracked LCD' ve 'Black Plastic' gibi parçaların neresinde, hayata dair gizli saklı ve
dünyayı değiştirecek güçte yorumlar var ki? Hepsi tamamen, sadece ve gerçekten ; blue jean, çatlamış
LCD'ler ve siyah plastik üzerine parçalar. Ve Ladytron'un gücünün büyük bir bölümü de, müziklerindeki
bu boşluğa dayanıyor.

"Light & Magic" hakkında söylenebilecek en kesin şey, kesinlikle ilk albümleri "604"den farklı olduğu.
Bu belki de iyi birşey çünkü kimse aynı albümün yeniden düzenlenerek piyasaya sürülmesini hoş
karşılamazdı. Yeni Ladytron albümü, kesinlikle daha dijital temellere dayalı minimal electro-pop
şarkılarından oluşıyor.

Ladytron'un kalbi ; video oyunları, vatkalı ceketler ve uçuk makyajlarla ünlü 80'lerde atıyor. Bu kadar
genç bir grubun henüz çocuk oldukları bir dönemi kendilerine ilham kaynağı olarak görmesi biraz
yapay ve şaşırtıcı gelebilir ama bütün kültürlerin ve zamanların birbirine geçtiği günümüz çelişkileri
içinde onları anlamak o kadar da zor değil. Müzikten, yeme içme alışkanlıklarına kadar hayatın en
"minimal" düzeyde yaşandığı 2000'li yıllarda genç olan birinin 80'lerin karmaşası ve gösterişi karşısında
büyülenmemesi mümkün mü ?

Ladytron'un müziği gerçekten çok soğuk ve seksi ama garip bir şekilde de huzurlu. Albümde New
Order'dan Human League'a hatta zaman zaman Saint Etienne'e kadar giden etkileşimler bulabilmek
mümkün. Atmosfer bazen hipnotik bazen korkunç olabiliyor ama her ne şekilde olursa olsun bu sizi
kendinizi spot-light'larla aydınlatılmış bir dans pistine atma isteğinizi engelleyemiyor.

Ladytron'dan Playgirl'ü dinleyin.

Her şarkının bir filmi vardır:


Pulseprogramming

Pulseprogramming ; temelde Joel Kriske ve Marc Hellner isminde iki müzik manyağıyla, görsel
sanatlar konusunda uzman Eric Johnson, Hans Seeger ve John Shachter, ve şair Joel Craig'in biraraya
gelmesiyle oluşan bir "müzik vs imaj" projesi. İkici albümleri "Tulsa for One Second"'ın çıkışına bir ay
kala, albümü dinleyip eleştirmekle kalmadık, grubun iki temel elemanı Joel Kriske ve Marc Hellner'le
minik bir de sohbet yaptık.

Grubun oluşumu hakkında bilgi verebilir misiniz ?

M: Pulseprogramming, Joel ve benim aynı stüdyoyu paylaştığımız dönemde yaptığımız şarkıları


biraraya getirmemiz sonucu oluştu. O zamanlar Portland'daydık. Ben Chicago'ya taşınmak üzreydim.
Orada Aesthetics plak şirketinde çalışan Ken Dyber ile arkadaş oldum ve kayıtları ona verdim; çok
ilgisini çekti. Bu yüzden Hans Seeger ve Eric Johnson gibi birkaç iyi arkadaşımızı da yanımıza alarak
böyle bir proje oluşturduk. Ken de, müzikal ve görsel olarak sürekli yeni şeyler keşfetmemiz ve
kendimizi aşmamız için bize büyük destek oldu.

87
J : Aslında bizi böyle bir iş yapmaya sürükleyen şey ; ses ve tonlara olan merakımızdı. Sonra bu merak
"klasik şarkı yapılarını" incelemeye ve deforme etme çalışmalarına kadar gitti ve birden kendimizi
şarkılar ve görüntülerin bir araya gelmesiyle oluşan ifadelerle uğraşırken bulduk.

Yeni albümünüz "Tulsa for One Second", neredeyse ambient olan ilk albümünüzden çok daha melodi
temelli bir çalışma. Bu değişim hakkında ne diyeceksiniz ?

M: Zaman geçtikçe ve teknolojiyi kullanma eğilimimiz değiştikçe, bir şekilde melodik şarkılara doğru bir
geçiş yaşadık. Buna bir de eskiden çalıştığımız gruplar eklenince, böyle bir sonuç kaçınılmaz oldu. Ama
yine de bunun, müzikal olarak değişime ve yeni şeyler keşfetmeye çok yatkın olmamızdan
kaynaklandığını düşünüyorum.

J: Evet, bu albüm sanki müzikal olarak başladığımız yere dönmüşüz gibi bir his yaratıyor ama bir
yandan da o günden bu yana öğrendiklerimizi farklı yerlere taşıyor.

Son zamanlarda çok popüler olan Minimal House hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz ? Sizce bir
geleceği olabilecek mi ?

M: Açıkcası ben çoğu Minimal House işi beğenerek dinliyorum ve bir geleceği olduğuna da inanıyorum.
Şahsen , son zamanlarda Techno şarkılar yazmak epey bir vaktimi alıyor. Ve bence şu sıralar müzik
içinde herşeyin birbiri içine geçmesi söz konusu, pekçok isim farklı farklı türleri kendi müziği içinde
eriterek paletlerini genişletiyor.

J: Orta Amerikalı biri olarak, Minimal House müziğinin uzun süredir ortalarda olduğunu biliyorum ve
takip ediyorum. İnsanların ilerici davranarak birkaç türü aynı müzik içinde eritmeler bence çok olumlu
bir hareket.

Pulseprogramming'in kendine yakın gördüğü başka müzisyenler ya da gruplar var mı ? Şu sıralar


müzikal olarak takdirinizi kazanan isimlerden bahsedermisiniz ?

M: Ben son dönem Avrupalı elektronik müzik yapan grupları çok seviyorum ; kendimize yakın
gördüğümüz isimler arasında da Telefon Tel-Aviv'i sayabilirim. Onlarla hem arkadaş olarak, hem de
müzikla anlamda çok yakın olduğumuzu düşünüyorum.

Grup dışında içinde bulunduğunuz diğer projeler neler ?

M : Ben zaman zaman Chicago'lu grup L'altra'yla takılıyorum…Onun dışında sürekli farklı isimlerle
müzik yapıyorum.

J: Ben de, hem kendi başıma, hem de pekçok farklı isimle müzik yapıyorum.

Pulseprogramming'in müzisyen kadrosu neye göre değişiyor ? Birlikte çalıştığınız isimleri seçerken
belirli bir prensip izliyor musunuz ?

M : Bugüne kadar şarkıları temelde hep iki kişi olarak yazdık. Son albümümüzü Charlie Cooper
miksledi.

J : Şu sıralar, şarkılarımızı konserlere uyarlamak için çalışıyoruz. Şimdiye kadar hep lap-top merkezli
konserler verdik ve görüntü her zaman müziğimizin ayrılmaz bir parçası oldu. Bundan sonra ise, odak
noktası olacak.

Şarkıları nasıl yazıyorsunuz ? Ayrı ayrı fikir geliştirip bunları değiş tokuş ederek mi, yoksa birlikte
doğaçlama takılarak mı ?

M : Son albümümüz "Tulsa for One Second"ın yüzde 75'i doğaç takılırken ortaya çıktı. Tabii ki aralarda
müziğimiz ve yapmak istediklerimiz hakkında konuştuk ama genelde herşey çok spontane bir şekilde
gelişiyor.

J: Aslına bakarsanız her albümde şarkıları yapış yöntemimiz değişiyor ; kimbilir belki bir sonraki
albümümüz de, bambaşka bir teknikle ortaya çıkabiliriz…

Gelecek için planlarınız neler ?

88
M : En yakın gelecek olarak, 2003 yılında sıkı bir turne programımız var. İşe bol bol konser vererek
başlamak istiyoruz.

Peki, bu turneler kapsamında Türkiye'ye uğramayı düşünür müsünüz ?

M : Çok heyecan verici olurdu.

J : Kesinlikle düşünürüz ama tabii gerçekleşmesi için bunu sizin oralardan birilerin de düşünmesi
gerekiyor.

Pulseprogramming'den dinleyin: Blooms Eventually

Pınar Üzeltüzenci

Kırık kalpli dans severler için birebir: Saint Etienne

Saint Etienne, bariz bir şekilde zarif ve kendine has bir estetiği olan bir grup olarak akıllara
kazındı.1991 tarihli ilk albümleri "Fox Base Alpha"da üçlü, 60'ların pop'unu ve 90'ların popüler dans
müziğini, ince bir İngiliz duyarlılığı ve ironisiyle bir araya getirmişti. Gerçi o zamandan bugüne çok şey
değişti; High Llamas ve Stereolab'den tanıdığımız Sean O'Hagan'dan To Rococo Rot'a kadar pekçok
farklı isimler çalışan grup, tam 6 albüm daha yaptı. Hatta bu yazının yazılma sebebi olan altı numaralı
albüm "Finisterre", geçtiğimiz Ekim ayında Mantra Records etiketiyle yayınlandı.

Eski müzik yazarları Bob Stanley ve Pete Wiggs'in 60'ların İngiliz pop müziğini günümüze uyarlama
fikrinden yola çıkarak 1988 yılında kurdukları Saint Etienne, 90'lı yıllar boyunca hem indie hem de dans
piyasasında hükmü geçen ve her iki tarafta da saygı gören bir grup oldu. Bu saygının en önemli
kaynağı ise, grubun "zarif İngiliz göndermeler" konseptini her albümle hip hop, disco, techno ya da
lounge gibi farklı müzikal tatlarla destekleyerek sürdürebilmeyi başarmalarında gizli. Geçmişten aldığı
ilhamı, geleceğe taşımak konusunda bu kadar başarılı olması grubu Stereolab, Ladytron ve daha
pekçok günümüz deneysel pop grubunun başlıca ilham kaynaklarından biri haline getirdi.

Saint Etienne'nin, Bob Stanley ve Pete Wiggs'in ortak projesi olarak başladığı doğru, ama aralarına
sonradan katılan melek sesli (ve görüntülü) Sarah Cracknell'in gruba kattıkları da arka plana
atılmayacak derecede fazla. Bugünlerde Saint Etienne demek, Sarah Cracknell'in yumuşacık, hüzün ve
neşe arasında bir yerde duran güzel sesi demek.

Yazının ana temasını oluşturan son Saint Etienne albümü "Finisterre", bir ayağı geçmişte bir ayağı
gelecekte duran her zamanki Saint Etienne geleneğini başarıyla uygulayan bir çalışma. Dünyanın sonu
manasına gelen albüm başlığı, Saint Etienne albümleri için biraz karamsar bir seçim, ama aynı adlı
şarkının sözlerini dinlediğinizde, bu kelimede bile bir pozitif yaklaşım görebiliyorsunuz (dünyanın sonu;
yıkıp, yeniden başlamak için).

Saint Etienne'in Finisterre ile, ilk zamanlarına doğru bir dönüş yaşadığı da ortada; parçalar eskisi gibi
çok daha direk ve pop, tabii günümüz trendlerinden, electro gibi, dokunuşlar da mevcut (bknz :
Amateur ) ama kronolojik olarak bakıldığında herbir albümle çok daha "lounge" bir yola kayan ve "easy
listening" müziğin detaylarına inen haritalarından saptıkları da apaçık fark ediliyor.

Saint Etienne'nin bu kadar büyülü bir grup olmasının sırları arasında, yaptıkları işi sadece stil ve
sound'a değil, aynı zamanda duygularına dayamaları da yer alıyor. Bütün muhteşem pop albümleri gibi
"Finisterre"de de, günlük hayatın getirdiği hissiyatlar doğal bir şekilde işlenmiş. Grubun kendine has
parıltılı dans-pop'u, albümün yarından çoğuna hakim ama şarkılardaki duygu yoğunluğu o kadar
belirgin ki, dans ederken kalbiniz kırılabilir, gözlerinizden yaşlar boşalabilir.

"Finisterre" albümü, Saint Etienne'nin hala en iyi İngiliz pop grubu olduğunu ve yerlerinin, kim ne
derse desin, asla doldurulamayacağını kanıtlayan bir albüm. Çünkü Saint Etienne kimseye benzemiyor;

89
tahmin etmesi çok kolay ama nedense kimsenin bir türlü uygulamayı beceremediği, kendilerine has bir
pop formülleri var ve ancak, ve yine, ve sadece, kendileriyle karşılaştırılabiliyorlar…

Pınar Üzeltüzenci

Bu aşkın frekansı "electro": Adult.

Drexciya ve Dopplereffekt gibi projelerin kimliklerini gizli tutmasıyla, Detroit electro camiası, sadece
çok kararlı olanların kaldırabileceği bir sır perdesi haline geldi. Adult.'ın ardındaki gizemli ikili Nicola
Kuperus ve Adam Le Miller, kendilerini ilk olarak 1998'de "Dispassionate Furniture" albümüyle bu sır
perdesinin ardına taşıyıp, daha sonra da aynı yıl Plasma Co. takma adıyla Köln çıkışlı Electrecord
şirketinden "Modern Romantics"i çıkardılar. Ancak bu tuhaf ve gizli saklı ikilinin üzerine dikkatleri ilk
çeken, kendilerini Vulpine ve Kuperus olarak tanıttıkları "Dispassionate Furniture" albümüydü.

Bu albüm, vokallerin çiğ analog synth'ler ve old-school drum-machine'lerle zenginleştirilmesiyle


kendisinden önceki Ersatz Audio işlerinden biraz farklı olmuştu. Dahası ikili, müziği mobilya ve rahatı
sağlamlaştırmanın sıkıcı imkansızlığı üzerine kurmuştu yani diğer bir deyişle, ilginç şeyler oluyordu.
Adult., daha sonra kayda değer bir şarkı olan 'Human Wreck'i de içinde bulunduran ve Ersatz
Audio'dan çıkan bir başka vokal elektro albüm; "Entertainment EP"yi 1999 yılında piyasaya sürdü. Bu
ikinci çıkışla Adult., sadece elektro seslerle yarattığı karmaşık kolaja değil, neredeyse punk'a kayan çiğ
robotik vokaller ve güvenli ancak tartışılmaz tuhaflıktaki şarkı sözlerine dayanan bir stil geliştirdiğini de
göstermiş oldu.

Aynı yıl Adult., varlığını Ectomorph'un 'The Haunting'ini remiksleyerek ve Ersatz Audio'nun Oral-Olio
toplamasına 'Lost Love'la katkıda bulunarak kesinleştirdi. Yıl, 2000 olduğunda Adult.'ın ardındaki ikili,
Rotterdam's Clone şirketinden "New-Phonies EP"yi çıkararak ve G.D. Luxxe'ın 'I'm Always Busy' adlı
şarkısını remiksleyerek Detroit'deki ilgi çekici sanatçıların arasında kendilerine bir yer edinmişlerdi.
Adult., ayrıca çabalarını Kuzey Avrupa'nın tekno sever bölgelerinde ve özellikle de 2000'in Mayıs'ında
bol prestijli Detroit Elektronik Müzik Festivali'nde sergilediği canlı performanslara yoğunlaştırdı. Bir
sonraki yıl remikslerden ve eski parçaların yeni versiyonlarından oluşan "Resusctation"ı yayınlayan ikili,
böylelikle bazılarının trendy vokoder etkili elektronun bir başka örneği olarak yorumladığı, ancak
aslında bir eğlence ürünün içine sıkıştırılmış siniklik ve stoacılık kokan yepyeni bir çalışma olan bu
müthiş albümü tarihe bir hediyeymişcesine sunmuş oldu. Eğer bilgisayarlarımız, yaratıcıları olan
insanlara isyan etseydi bu iki kişi kesinlikle bizim tarafımızda olmazdı. Söz konusu albüme bir kaç
seferliğine kulak verdiğinizde kesinlikle insan hatalarını yok etmek için ani atağa kalkan robotların
arasına katılmak için yeterince motive oluryorsunuz. Şarkılar, aslında modernleşmenin anksiyete
atakları, trafik kazaları, obsesyon, zührevi hastalıklar, yabancılaşma, ani sevinç gibi pek çok yan
ürününe gönderme yapıyor. Tatsız ama etkili elektroyu böylesi eleştirel bir ifadeyle tamamlayarak
Adult., batan bir geminin güvertesinde bir dansın şizofenik heyecanını veriyor.

İlişkilerin bitişini yarım kalmış yolculuklara benzetirsek, bu albüm modern insanın teknolojiyle yaşadığı
zor aşk hikayesini anlatıyor diyebiliriz. 'Contagious', kendine has bir parça çünkü Daniel Miller'ın farklı
bir proje fikrini de çağrıştırıyor; onun synth-pop grubu The Silicon Teens. Baş döndürücü bir ivme
efektinin ardından müthiş harekete geçirici synth'ler ve sona doğru da mekanize-pop cennetinden
çıkma uzay sesleri duyuyor, ve kulaklarınızı inanabilmek için zorluyorsunuz. 'Equation Mix' ve 'Skinlike',
Adult.'ın yarattığı belki de en iyi parçalardan birinin uzun versiyonu niteliğinde. Nicola'nın mırıldandığı
sözler de buraya yazılmayı hak ediyor doğrusu: "Bazen o kadar hızlı gidiyorum ki havayı içime
çekemiyormuş gibi hissediyorum. Bazı zamanlar evimi bir veya birkaç günlüğüne terk edemiyorum.
Tenine dokunduğumda ellerimi yıkamalıyım hissine kapılıyorum. Tam kontrol altında hissettiğimde
yeniden yıkılıyorum."

Adult'dan Night Life'ı dinleyebilirsiniz

Çeviren: Seda Saltadal

Elektronik müziğin dahi çocuğu:


Kid Loco

Sıkı bir rock sever ve indie etkileşimleri yadsınamaz bir müzik dinleyicisi olan Kid Loco'nun, elektronik
müzik macerası hiç de kolay olmadı. Eklektik ve ilginç bir Fransız olan Jean-Yves, en çok prodüktör Kid
Loco olarak tanınıyor. Vatandaşları Air ve Dimitri from Paris gibi kökeni trip hop olan Kid Loco,
kişiliğine kazınmış French pop aşkıyla kendine has bir sound'un da sahibi oldu.
90
Kid Loco'nun müzikal tarihi, diğer çoğu elektronik prodüktörlerininkiyle benzer özellikler taşıyor. İşe
gitarla başlayan Loco; 13 yaşından itibaren 80'li yıllarda sayısız Fransız punk grubunda çaldı. Bu onyılın
sonlarına doğru ise, Fender üzeri power akorlar yerini reggae ve hip hop'un daha yumuşak tınılarına
bıraktı. 2001 yılı, büyük yankı uyandıran albümü "Kill Your Darlings"e tanıklık etti. Bu albümü kim
unutabilir ki?

Müzik muhteviyatıyla olmasa bile kapağındaki çıplak kadın ve tuhaf pozuyla hafızalardan silinmeyen
albüm için Kid Loco da; "Her zaman çıplaklık teması vurgulanmış kapaklar hoşuma gitmiştir. Çok
seviyorum. Bana kalırsa müzik seksi olmalıdır yoksa sıkıcı olabilir. Cihazlarla hiç ilgilenmiyorum."
diyordu. Daha sonraki bir açıklamasında da; "Tüm çalışmalarım konsept albümlerdir. Hikayesi olmayan
bir albüm, şarkıların toplandığı boş bir disc ya da 'best of' albümü gibidir. Bu, seksin ve kaçınılmaz
ertesi sabah pişmanlıkları ve yorgunluğunun sound'unu mükemmel bir biçimde barındıran uyuşturuculu
bir aşk hikayesi." demişti.

Tek kişilik bir grup olmasıyla birlikte Kid Loco, zamanının çoğunu da sayısız ünlü isimle yaptığı olayın
hem elektronik hem de indie boyutlarındaki çalışmalara ayırdı. Ve daha ilginç hikayeler de elektroniğin
krallarından Saint Etienne'le turnede geçirdiği zamanlarda ortaya çıktı. Grubun '4.35 in the Morning' ve
'Mr Donut' şarkılarının prodüktörlüğünü yapan Kid Loco, sahnede geçirdiği sınırlı vakitten artırabildiği
kadarını da kendi çalışmaları ve Saint Etienne parçalarına adadı. Bu arada müzikal yaşamında bir de
indie çocuklar Departure Lounge'la yaptığı çalışmalar var. İki grubun tarzı birbirinden çok farklı gibi
görünse de birleşmeyi pop hakkındaki hassasiyetlerine bağlıyor. "Sevdiğimiz bir pop görüşümüz var.
Bahsettiğim şey kelimenin tam anlamıyla pop müzik değil tabii ki. Bir rock hayranı olmayı seçtim ama
bir pop şarkısına da aşık olabilirim ve kendime "Bunu sevdim" ya da "Bunu sevmedim" diyebilirim.
Bunu açıklaması çok güç ama Adam and The Ants'e de hayranlık duyuyorum."

Müziği bu kadar rahat bir atmosferle çeşitleyebilen nadir DJ'lerden biri olan Kid Loco, easy listening,
funk, guitar pop ve hip hop etkileşimilerini biraraya getirerek ortaya çok minimal ve aynı zamanda
derin kompozisyonlar çıkarma konusunda bir dahi olarak görülüyor. Neredeyse insanüstü bir
yumuşaklıkla işlediği ve tüm müzik kategorizasyonlarını alt üst ederek yeniyle eskiyi, normalle ilginci
biraraya getirdiği sound'uyla dikkat çekici bir müzik adamı olarak kabul ediliyor. Aşırı basit olmasıyla
gözden düşmüş pop müziğini bile 360 derecelik bakış açısıyla algılıyor ve pek çok alakasız işi yeniden
elden geçirerek kendi çizgisini kabul edilebilir kılıyor.

Derleyen: Seda Saltadal

Karanlığın sınırları: Godspeed You Black Emperor!

Godspeed You Black Emperor!, müzik adına 90'lı yıllarda meydana gelen en büyük son oluşumlardan
biri olarak görülüyor; bunun sebebini anlamak güç değil; bu Montreal doğumlu, geniş kadrosu herdaim
değişen enstrümantal grup; sizi gözünüzü kapadığınız anda bambaşka diyarlara götürebilecek kadar
güçlü, şaşırtıcı derecede basit olmasına rağmen göz kamaştırıcı, sonuna kadar romantizme inanırcasına
hayalperest ama aynı zamanda gerçek dünyada olup biten çarpıklığı işleyecek kadar da duyarlı bir
müziğe imzasını atıyor; tek kelimeyle özetlemek zor ama God Speed You Black Emperor deyince akla
ilk gelen tanım, her ne kadar güçsüz kalsa da, "benzersiz" kelimesi oluyor.

İsmini bir Japon sokak çetesinden alan GYBE!, 1994 yılında Monteal Kanada'da, birkaç yakın arkadaşca
kurulduğunda, akıllarındaki tek somut şey, dış dünyada süregelen kirliliğin önce kendi, sonrada
diğerlerinin hayatlarında birikmesini engellemek istedikleriydi. Umutsuz olmasına umutsuzdular, hem
de tamamen ama bütün bu dejenerasyon karşısında sessiz kalmak istemediklerinden de, yüzdeyüz
emindiler. Kuruldukları yıl "All Lights Fucked on the Hairy Amp Drooling" adını verdikleri ve sadece 33
kopya olarak çoğaltılan bir kaset kaydeden topluluk, kendilerindeki ışığı anında fark eden Kanadalı
şirket Constellation'la anlaşarak, ilk resmi albümleri "F#A#(Infinity)"i yayınladığında, artık işler
çığrından çıkmak üzere harekete geçmişti. Albümün güzelliği, itibarı yüksek şirket Kranky tarafından
fark edilince grup kendini bir anda dünyanın dört bir yanında hayrana sahip olarak buluverdi.

Olabildiğince karanlık ve acımasız bir albüm olan "F#A#", sanki gizli bir "insanlığı başına geleceklerden
uyarma" misyonu taşıyordu. Bütün enstrümanların birer silah gibi kullanıldığı, bir kere kulak verenin bir
daha asla eski haline dönemeyeceği bir albümdü. Ve onlardan beklenildiği üzere, grup elemanlarına
dair hiçbir bilgi kapakta yer almıyordu; elimizdeki tek somut şey bir Japon sokak çetesi ismi ve
dünyanın en karanlık müziğiydi.

91
Grubun 2000 yılında yayınlanan ikinci albümleri "Lift Your Skinny Fists Like Antennas to Heaven", bir
öncekinin karanlığına yenilerini ekleyen, deneyselliğin sınırlarında gezinen bir albüm olmuştu. Bu
albümle artık iyice anlaşıldı ki, GYBE! ya çok sevilmesi, ya da hiç ilgilenilmemesi gereken bir topluluktu;
onların müziğinde kahve içerken, sevişirken ya da evi toplarken kulak kabartmaya uygun herhangi bir
nitelikten eser yoktu.

Godspeed You Black Emperor! hayranlarının korku ve merakla karışık bir huzursuzlukla bekledikleri
yeni albüm "Yanqui U.X.O. ", Kasım ayında piyasaya sürüldü. Rock dünyasının itibarlı isimlerinden
Steve Albini ile kaydedilen albüm, grubun şu ana kadar yayınladığı en esrarengiz albüm olarak
değerlendiriliyor. 75 dakika boyunca, birer hayalet gibi üzerinize çullanan enstrümanlar melodi
yaratmaktan ziyade, manzara oluşturmak için birbirlerini tamamlıyorlar.

GYBE!'ın asıl istediği, medyadan ve modern hayatın getirdiği bütün tuzaklardan uzak bir şekilde
müziklerini icra edebilmekti. Oldukça kalabalık bir kadrosu olan grubun en ilginç özelliklerinden biri de
zaten, kimsenin şarkı söylemeye yanaşmaması ve albümlerde duyulan insan seslerinin yalnızca
dışarıdan alınmış sample'lar olması. Grupla ilgili başka önemli bir nokta da kimlikleri konusunda hassas
olmaları ve müzikleri dışında başka birşey hakkında konuşmaya pek fazla yanaşmamaları. Ama bunu
utangaç oldukları için değil, anlayacağınız gibi medyanın oyunlarına kapılmamak için yapıyorlar.

Godspeed You Black Emperor'la, müzik dinlemek asla eskisi gibi olmayacak. Bu yüzden seçiminizi iyi
yapın. Evet, ya da hayır.

Pınar Üzeltüzenci

Mira Calix ve teknolojik hissiyatlar...

IDM camiasında WARP Records'ın Mira Calix'i olarak bilinen Chantal Passamonte, vurucu bireyselliği ve
Radiohead'den övgü dolu eleştiriler bile almış sound'uyla yarattığı neredeyse ambient atmosferle
dikkat çekiyor. En yakın zamanda yeni albümünü edinmeniz gereken bir isim Mira Calix; üstelik Şubat
ayında Scanner ile birlikte Babylon'da olacak...

Bir zamanlar Gucci için çalıştınız. Bu iş nasıl çıktı? Gucci gibi bir isimle çalıştığınıza göre moda
dünyasıyla bir şekilde ilgilendiğiniz söylenebilir mi ?

Mira: Bu aslında uzun bir hikaye. Londra'ya yeni taşındığım zamanlarda işe ihtiyacım vardı ve tanıdığım
biri, bir şekilde mülakatlarla falan ilgileniyordu. Dolayısıyla geldikten bir hafta sonra işe girmiştim bile.
Hani şu ani mucizelerden biri. Yine de öyle çok da ilginç değildi.

Peki DJ'liğe ve hatta prodüktörlüğe olan merakınız nasıl başladı ? Hangisi üzerine daha fazla vakit
harcıyorsunuz ?

Mira: Prodüktörlüğe daha çok zaman ayırıyorum. Neredeyse 10-11 yıldır DJ'lik yapıyorum ve bir
tesadüf sonucu bu işin içine girdim. Bir klüpte çalışıyordum ve kız DJ'ler için bir gece düzenlenmişti.
Bana DJ'lik yapıp yapmadığımı sordular. " Evet, tabii. " dedim ama sadece kocaman bir arşivim vardı.
Daha sonra iki mikseri çözmek için iki hafta boyunca çalıştım. Büyük gecede de en sevdiğim plakları
çaldım ve yavaş yavaş bu işi sevmeye ve ona bağlanmaya başladım. Ödünç drum-machine'imde bir
şeyler yaratmaya başladım. Sonra da nihayet biraz alet-edevat alabildim. Aslında tamamen eğlence
odaklıydı. Kesinlikle " Aman Tanrım. Bunları albüm olarak çıkartacağım ! " demedim. Tamamıyla
kendim için yaptığım birşeydi.

Tüm yaptığınız parçalar arasında özellikle çok sevdiğiniz biri var mı?

Mira: Bu konuda fikrim her gün değişiyor maalesef.

Radiohead'le birlikte çalışmıştınız. Bu nasıl oldu?

Mira: [gülümüsüyor] Bilmiyorum. Yani, bu gayet normal bir şeydi. Menajerlerinden bir gün telefon
geldi ve benden çalmamı istediler. Onları severim ve böylelikle her gün görüşmüş oluyorduk. Oldukça
eğlenceliydi ve tamamıyla da farklı bir deneyimdi diyebilirim. Büyük insan kitlelerine çalıyorsunuz ve
onlar Radiohead'i seyredebilmek için oradalar dolayısıyla aslında çok önemsemeseniz de farkına
varmazlar. Ama gerçekten çok eğlenceliydi.

92
Andrea Parker'la da çalıştınız ve hatta 'Skin With Me'yi remiksledi. Bu nasıl oldu peki?

Mira: Andrea ve ben ilk DJ konserimden beri arkadaşız. İlk ben çıkmıştım, o ise sonlardaydı. Orada
tanışıp sonra da çok iyi arkadaş olduk. Onun yaptıklarını gerçekten çok başarılı buluyorum. Gerçeği
söylemek gerekirse o şarkı biraz hatırım için olmuştu ama çok beğendim.

Elektronik veya değil, üzerinizde etkisini hissettiğiniz ilham kaynaklarınız kimler?

Mira: Benim müzikal anlamda etkilendiğim insanlar aslında elektronik camiasından sayılmaz. Bunu her
söylediğimde etrafımdakiler aptal olduğumu düşünse de benim favori grubum My Bloody Valentine ve
beni sonik anlamda olmasa da çok etkilediler. Onların Sound'unu taklit etmeye çalışmıyorum ama bana
farklı şeyler hissettiriyorlar.

Turntable'ın başına oturmaya hazırlanırken çantanızdan asla çıkmayan özel bir plak var mı?

Saint Etienne'in Aphex Twin remiksi.

Yeni albümde insanlar yeni şeyler bulabilecekler mi? Sürprizler var diyebilir misiniz?

Mira: Bu çok zor bir soru. Dinleyenlerin ne bekledikleri hakkında pek fikrim yok. Ancak benden daha
fazlasını bulabileceklerini söyleyebilirim. Yani benim dünyamı daha yakından görebilirler ve duyabilirler.
Sürekli olarak kendimi yeniden keşfediyorum ve tabii ki yeni bulgularım da yeni müziklerin arasına bir
şekilde karışıveriyor. Beni ben yapan bir özellik de bu, değil mi?

Çeviren: Seda Saltadal

Hip Hop'un elektronik yan etkileri

Günümüzde, müzik piyasasında satılan her dört albümden birinin rap ya da hip-hop albümü olduğunu
göz önüne alınırsa, bu müzik türünün insanlar üzerinde neredeyse din kadar güçlü bir etkiye sahip
olduğu sonucuna varılabilir. Hal böyle olunca, bu türün diğer türlerle girdiği etkileşime pek şaşmamak
gerekir. Bunun en ilginç ve üretken örneklerinden bazıları elektronik müzikle hip hop'un ilişkisi sonucu
ortaya çıkıyor. Anti Pop Consortium, Prefuse73 ve Funkstörung bu birliktelikten doğan hibrid
sound'ların belki de en enterasan olanlarına sahibi üç isim.

Her ne kadar müziği analiz etmeye, parçalar halinde değerlendirmeye çalışmak çoğu zaman son
derece suni bir çaba da olsa, kavrama kolaylığı açısından söz konusu isimleri ihtiva ettikleri hip hop
dozunun yüksekliğine göre sıralarsak, yukarıdaki şekliyle APC, Prefuse73, Funkstörung dizilişi üç aşağı
beş yukarı yerinde olacaktır.

Bunlardan Funkstörung, yani en az hip hop'çu olanı, 1994 yılında Münih yakınlarındaki ufak bir
kasabada bir araya gelmiş olan ve halen de orada yaşayan Michael Fakesch ve Chris de Luca isimli iki
kafadardan oluşuyor. Aslında müzik anlayışlarını tanımlamak en az yaptıkları müziğin türünü
tanımlamak kadar zor, ancak parçalarında kullandıkları kimi bölümleri 1000 defaya kadar tekrar
gözden geçirecek kadar mükemmeliyetçi ve detay çılgını oluşlarını göz önüne alarak müzikal olarak
bulundukları yerin, "minimal"in tam zıttında bir yerlerde olduğu söylenebilir.

Başta hobi olarak ilgilendikleri müziğe başladıktan kısa süre sonra pek hoşlarına gitmemekle beraber
"Almanya'nın Autechre'ı" olarak lanse edilmeye çalışılmışlar, ancak bu yargının aksine, ne kadar
ayrıntıcı olursa olsun müziğin temelde "neşeli" ve "eğlendirici" olması gerektiğini düşünüyorlar. Micheal
Fakesch, "Funkstörung, her tür müzikte duyduğunuz sesleri kullanarak yeni parçalar üreten bir modül
olarak algılanabilir" sözleriyle insan-müzik ilişkisine son derece sıcak ve yakın bir bakışa sahip
olduklarını, izolasyonist olmadıklarını ortaya koyuyor. Zaten bu yaklaşımlarının sonucu Bjork'tan Wu-
Tang'e, Nils Petter Molvaer'den Finitribe'a kadar bir çok ismi son derece başarılı bir şekilde
mikslemişler. Hip hop belki de Chris de Luca'nın breakdance günlerinden kalma tutkusunun yansıması.
Son çıkardıkları EP 'Multiple Grammy Winners' isimli çalışma, Warp Records tarzı elektronik müziğe
getirdikleri hip hop arayüzü için kesinlikle dinlenmeli.

Şu ana kadar materyal çıkardıkları plak şirketleri; Hollandalı alternatif elektro label'ı Bunker, kendi plak
şirketleri Musik aus Strom, ünlü Alman acid jazz label'ı Compost, Chocolate Industries ve son olarak
müzik camiasında oldukça "klas" bir yerde bulunan Studio !K7. Warp'tan ya da Rephlex Recordings'ten
albüm çıkarmamış olmaları ise tamamen birbirini kovalayan şanssızlıkların bir sonucu. Yaptıkları
93
remixlerin toplaması "Additional Productions", ilk full albümleri "Appetite for Disctruction" ve son
EP'leri hip hop altyapılı "Multiple Grammy Winners" rahatlıkla paraya kıyıp alınabilecek çalışmalar.

Tripodun diğer bir ayağı, geçen yıl !F Bağımsız Film Festivalinin açılış partisi için İstanbul'a gelen
Prefuse 73. Asıl adı Scott Herren olan Amerikalı şahsiyet Prefuse 73'ten başka Savath & Savalas,
Delarosa & Asora isimleriyle elektroniğin jazz'lı bir takım türevlerini icra etmekte. Albümlerini Warp'tan
çıkaran Prefuse 73; Dj Shadow, Quannum, Dj Vadim gibi çoğu sofistike prodüktör'e benzer şekilde
soul-funk-jazz-hip hop ve elektronun birbirlerine katacak çok şeyi olduğuna inananlardan. İlk full
albümü 'Vocal Studies + Uprock Narratives' çeşitli hip hop mc'lerinin katkısıyla gerçekten "vocal study"
ismini hakeden son derece başarılı, son derece entellektüel bir deneysel hiphop çalışması. Bunu izleyen
ikinci çalışma, 'The '92 vs. '02' Collection' ise vokalden arınmış, buna karşılık müziğin anlatımda daha
çok kullanıldığı, daha deneysel bir EP. Yer yer aradan ayırd edilebilen seksenlerin video oyunu
müzikleri ise hem bu deneyselliğin, hem de plağın Warp'tan çıktığının kanıtı.

Parçaların yerine oturması için son olarak bu sahnenin hip hop ağırlıklı kanadını oluşturan Anti-Pop
Consortium'un enteresan oluşum öyküsüne değinmek gerekir. Priest, Beans ve M. Sayyid isimli üç
vokalist ve E. Blaize adlı prodüktör'den oluşan, özde New York underground rap arenasının parçası
olan Anti-Pop Consortium, 1997-2000 yılları arasında bir araya geldi. Aynı ortamda müzik yapan diğer
rap gruplarına benzemeyen şarkı sözlerinden de farkedilebileceği gibi, oldukça entellektüel kaygıları
olan grubun müziğindeki "slam(ghetto'dan çıkma, rap şeklinde söylenen yüksek anlamlı şiirler
denebilir)" etkisi bugün geldikleri noktanın en önemli nedeni belki de. Başlangıçta hip hop endüstrisinin
yavaş yavaş dönüştüğü sömürü mekanizmasına dikkati çekmeyi amaç edinen grup bunu başından beri
kullandıkları "denge durumunu kurcala!" sloganıyla somutlaştırmış, insanların olayları olduğu gibi
kabullenmesine bu şekilde karşı çıkıyor.

İlk başlarda New York dışına çıkmayan bir kaç single ile başlayan maceraları, Ark 75 adlı plak
şirketinden çıkardıkları ilk ful albümleri 'Tragic Epilogue'un Warp Records'un eline geçmesiyle
İngiltere'de devam etmiş. Normalde hip hop albümleri çıkarmayan IDM label'i Warp, normalde IDM
türünün yabancısı olan Anti-Pop Consortium ile beraber çalışınca ortaya IDM etkileşimli, deneysel hip
hop ilk meyvesini 2001'in sonlarında Warp'tan çıkan 'Ends against the Middle' adlı EP ile vermiş.
2002'de çıkan ful album Arrhythmia'da ise Warp'un, diğer bir deyişle elektronik müziğin Anti-Pop
Consortium'un rap'ine etkisi iyice belirgin bir hale gelmiş durumda, öyle ki albümü edinmek artık bir
zorunluluk.

Müzik türleri arasındaki çapraz ilişkiler, gerçekleşmesi kaçınılmaz olmakla beraber, biz müzikseverler
açısından da müziğin bir sınırı olmadığını gösterdiği için büyük şans. Bu şansı değerlendirmek için göz
ve kulaklarımızı sürekli açık tutmalı, deneysel müziğe daima yer ayırmalıyız.

Prefuse 73'ü dinlemek için tıklayın!

Yiğit Unan

Michael Mayer ve Kompakt Records

Michael Mayer, yirminin üstünde label'ın üzerinde şemsiye gibi duran ve dağıtımı üstlenen Köln çıkışlı
Kompakt Records'ı işletiyor. Grup olarak prodüktörler, pop müziğe özgü öğeleri Minimal Techno
vuruşlarına aktararak özgün ve apayrı bir 'Köln sound'u geliştirdiler. Peki Mayer müzik, Köln ve
Kompakt Records üçgeninde neler söylüyor?

"Köln güzel bir şehir ve atmosferi de çok hoş ama neredeyse %80'i İkinci Dünya Savaşı sırasında
tarihe karıştı. 50'li, 60'lı ve 70'li yıllardan kalma çirkin binalardan çok fazla var dolayısıyla insanlar belki
kulağa hitap eden şeylere daha çok yoğunlaşabiliyorlar.

Köln'de olan şey şu; house veya techno müziği, müzikal değerleri maksimuma çıkararak yeniden
ürettik. Fazlasıyla soyut olmamasına özen göstererek techno'nun temel öğelerinden başka hiçbir şeyi
korumadık. Vuruş sample'ları ve doğal akorlar gibi pop etkileşimleriyle bas davullar, bazı funky neşeli
ritimler ve benzeri altyapı unsurları birleştirildi. Bu tür müziği geliştirmek için binlerce farklı yol var ve
bu da bizim işimiz.

Hala pop müzik yapıyoruz. Ailenizin birini diğerinden ayıramayacağı, birbirini tekrar eden müzikler
yaparsanız sonuçta tüm sesler onlara aynıymış gibi görünür. İşte o anda belki küçük detaylar
keşfetmeye başlarsınız. Pop işaretleri gibi olurlar, tanıyabileceğiniz şeyler. Her zaman techno müziği
94
pop yanından görmeye çalışırız. Ambient yaptığımızda belki çok deforme edilmiş, tanınamaz hale
getirilmiş pop yüzey de vardır ve her zaman o, oradadır.

Bu biraz da melodinin fragmanı gibi. Pet Shop Boys'un bir albümünün başında çok güzel bir kısım
duyarsınız. Onu alır, kesip biçersiniz ve şimdi sadece bir tınıdır. Yine de onun Pet Shop Boys olduğunu
bilirsiniz."

Peki Michael Mayer kimdir? Ne zamandır DJ'lik yapıyor?

"15 yıldır. 80'li yılların ortalarında sıradan dans pisti müziğiyle başladım; Italio-disco türü şeyler. ABC
veya Pet Shop Boys gibi isimler benim için dans müziği demekti çünkü sizi piste çeken vuruşları vardı.
Bu pop müzikten devamlı bir miks de yapabilirdiniz. Okul ve doğum günü partileri gibi durumlarda
çalardım. Pop müzik arenasında bir club'da da çalabileceğiniz değerde işler bulmak çok güçtü."

Kompakt şimdi 20 label'ın dağıtımını üstlenmiş durumda. Kendi dağıtımınızı yapmaya nasıl karar
verdiniz?

"Bizim ürettiklerimiz asla çalıştığımız dağıtımcılar tarafından anlaşılmadı. Her zaman bizi o ya da bu
şekilde daha iyi bir iş olacağına inandırmaya uğraştılar. Profesyonel bir dağıtımcıyla çalıştığınızda her
zaman ne yaptığınızı açıklamak zorunda kalırsınız. Dağıtımda öyle insanlar var ki mağazalardaki
insanlara neden bu albümü almaları gerektiğini açıklamak zorundalar. Bu modelle olan deneyimlerimiz
pek de tatmin edici değildi.

Tüm bu insanların aynı sorundan yakındıkları söylenebilir. Yaptıklarına özen gösterecek dağıtımcı
bulamıyorlardı. Bizde 'tamam öyle ise, bu işi insanlar için biz yapalım, zor müzikleri zor insanlara
ulaştırabilmek için bir platform kuralım' dedik.

Biz yaratıcı bir topluluktan fazlası olmayı hedefliyoruz. Her zaman kendimizin ötesinde olmaya
çalışıyoruz. R&B'nin tekniklerinden çok etkileniyorum. Timbaland ve Dr. Dre'yi çok beğeniyorum. Bence
en müthiş altyapıya ve elektronik aletlere bile sahip olsanız aklınız bomboşsa yapabileceğiniz tek şey
oturmak ve seyretmektir. Akılda bir fikir yoksa ortaya hiç de iyi şeyler çıkmıyor. Timbaland'ın
milyonlarca dolar değerinde kompresörleri ve aletleri var. Dolayısıyla insanlar yatak odasından bozma
stüdyo işi ile Timbaland'ın profesyonel stüdyosundan çıkma yapıt arasındaki farkı anlıyor. Ama yine de
asıl iş aletlerde değil, onları ele alacak beyinlerde bitiyor diyebilirim.

Köln'deki birçok insan hala Atari ile çalışıyor ya da 80'lerden kalma programlar kullanıyor ama yine de
bu işe yarıyor. Siz kendinize ne istediğinizi sorabildiğiniz sürece herşey mümkün. Bir club'da dinlemek
için havalı bir albüm yapmak isterseniz eviniz bu işe uygun. Ama listeler, promosyon, büyük plak
şirketleri gözünüzü bürüdüyse o zaman hedefleriniz de ona göre değişir."

Kendi label'larını yaratmak isteyen insanlara başlangıç için ne önerirsiniz?

"Öncelikle label'ınızın ne ifade edeceği hakkında kafanızda bir konsept oluşturabilmelisiniz. Birden fazla
sanatçıya ihtiyacınız var. Tasarım da müzikle beraber gider dolayısıyla ona da özen göstermelisiniz. Bir
albümü satın alırken kulak kadar gözün de sözü geçer. Hatırlanması kolay olan bir isim bulun ve bu
isim de müzikle uyumlu olsun. Bizim ismimiz Kompakt çünkü başlangıçta beş label'ımızı vardı sonra bir
gün hepsini kesip bir label'la yeniden başlamaya karar verdik.

Bu işin teknik yanı, üretim kısmı da çok zor tabii. Bence bu işte deneyimli birine akıl danışmalı. Her
zaman yeteneklerinizi baz alarak ilerleyin ve fazla etkileşime girmeyin.

Çeviren: Seda Saltadal

Tek dişi kalmış canavar: Massive Attack

Zamanında popüler müziğin gidişatını değiştirmede büyük yol kat eden grup, şu anda sadece bir
kişiden ibaret (3D) kalmasına rağmen, aynı zamanda koca bir itibarın da yalnız sahibi.

Bir zamanlar Büyük Britanya'nın en anlaşılır trip-hop tedarikçilerinden sayılan Massive Attack, beş yıl
süren bir sessizlik döneminden sonra geri döndü. 90'lı yılların en önemli akımlarından Trip hop
dediğimiz müziğin büyümesine büyük katkısı olan grup; o zamanların en etkileyici ve yaratıcı
95
isimlerinden biriydi. Massive Attack'in sound'u; hip hop ritimlerini, ruhani melodileri, dub etkilerini ve
ilginç sample'ları karanlık ve sinematik bir hipnotizmle birayara getiriyor ve 90'ların müzikal gidişatını
Portishead, Beth Orton, ve Tricky gibi isimlerle kolkola yönlendiriyordu.

Massive Attack'in tarihi, İngiltere'nin belki de ilk ve en önemli DJ topluluğu Wild Bunch'ın kurulduğu yıl
olan 1983'e kadar gidiyor. Wild Bunch; punk'tan reggae'ye, r&b'den soul'a kadar uzanan geniş müzikal
stilleriyle Bristol klüp ortamının en kaçırılmaması gereken partilerine imzasını atıyordu.

80'lerin sonuna doğru Wild Bunch yavaştan çözülmeye başayınca, grubun iki üyesi Andrew
"Mushroom" Vowles ve "Daddy G" Marshall, yanlarına yerel bir grafitti sanatçısı olan 3D'yi de (Robert
Del Naja) alarak 1987 yılında Massive Attack'i oluşturdular. Wild Bunch'ın bir diğer üyesi Nellee Hooper
ise, Soul II Soul isimli kendine ait başka bir müzik projesi geliştirdi.

Massive Attack'in ilk single'ı 'Daydreaming', 1990 yılında yayınlandı. Vokallerde Shara Nelson ve
Tricky'nin yer aldığı bu parçadan sonra birer klasik haline gelen 'Unfinished Sympathy' ve 'Safe From
Harm' şarkıları ard arda piyasaya sürüldü. Bu şarkıları içeren ilk Massive Attack albümü "Blue Lines",
1991 yılında yayınlandığında gözle görülür bir ticari başarının yanında, müzik eleştirmenlerinin takdirini
de kazanmıştı. Albüm, çok geçmeden pek çok açıdan bir klasik olarak sınıflandırılmıştı bile.

"Blue Lines"dan üç yıl sonra yayınlanan ikinci Massive Attack albümü "Protection", bu sefer misafir
vokallerde Nicolette ve Everything but the Girl şarkıcısı Tracy Thorn'u ağırlıyordu; albüm daha sonra
dub/reggae camiasının itibarlı ismi Mad Professor tarafından elden geçirilerek "No Protection" adıyla
yeniden piyasaya sürüldü.

Efsanevi bir dünya turnesi, Garbage ve Madonna gibi isimlere yapılan remiksler ve çeşitli festivallerle
dolu geçen birkaç yıl sonra Massive Attack, 1998 ortalarında dillere destan albümleri "Mezzanine"i
yayınladı. Reggae şarkıcısı Horace Andy'nin yanında albüm, Cocteau Twins'in solisti Elizabeth Fraser ve
Sara Jay'i de ağırlıyordu. Albüm, eleştimenler ve grup hayranları arasında çok sevildi ve en az "Blue
Lines" kadar efsane oldu.

Albümün tanıtım turnesi sırasında Vowles'ın gruptan ayrılma kararı almasıyla iki kişiye düşen Massive
Attack, daha sonra Daddy G Marshall'ın da ayrılmasıyla tek kişi kaldı.

Tam beş yıl süren bir sessizlikten sonra, artık herkesin grupla ilgili ümidini yitirdiği bir zamanda
Massive Attack geçtiğimiz Şubat ayında dördüncü albümü "100th Window"u nihayet yayınladı.

Neredeyse bir solo albüm olarak değerlendirilebilecek bir albüm "100th Window". 3D, müzikal olarak
daha önceki Massive Attack yolculuklarından çok daha yumuşak ve karanlık bir yolda ilerliyor. Canlı
enstrümanlarla kaydedilen albüm, daha sonra bilgisayarlar yardımıyla dijital olarak kesilip biçilmiş, bu
yüzden davullar kesinlikle sert değil, yumuşacık synth pad'leri boş bir alanda uçuşurcasına yayılıyor.
Detaylardaki güzellik ve karmaşa, oldukça şeffaf seslerle birleşerek şaşırtıcı derecede hassas bir ses
manzarası yaratıyor. Vokallerde kullanılan çeşitli efektlerle çok daha yoğun bir hale gelen albüm belki
de Massive Attack'in şu ana kadar yayınladığı en duygusal kaydı; üstelik hala yeteri kadar derin ve
hipnotik.

Çeviren: Pınar Üzeltüzenci

Sentetiğin ruhu: Tarwater

Avant garde teknikleri ve modern teknolojiyi klasik bir pop şarkısı çerçevesinde eriten Tarwater, post-
rock devriminin Almaya ayağındaki öncü gruplarından biri olarak anılmayı hak ediyor.

Aynı zamanda deneysel elektronik müzik projesi To Rococo Rot'da yer alan Ronald Lippok ve Bernd
Jestram'dan oluşan Tarwater, her ne kadar müzikleriyle övgü dolu eleştirilere maruz kalsa da, hala
içine kapanık bir ikili olmayı sürdürüyor.

Tarwater'ın müziğinde olağanüstü bir çelişki yatıyor. Çoğu zaman alıntıların biraraya gelmesiyle oluşan
şarkılar, oldukça soğuk birer karmaşıklık içeriyorlar. Sürekli tekrar eden, monoton ritimler, aynı
zamanda mükemmel bir şekilde melodik olmayı beceriyor. Tarwater'ı dinlerken aklınıza pekçok başka
grup gelebilir ama yine de onları benzetecek başka bir grup bulamazsınız.

96
1995 yılında Berlin, Almanya'da kurulan Tarwater, o zamandan bugüne kendilerine has birer çizgiye
sahip tam altı albüm yayınladı. Doğu Almanya'da bir Punk grubunda çalarken tanışan ikili, Lippok To
Rococo Rot'la çalışmalarını sürdürüp, Jestram da kendi stüdyosunda takılırken, ufak çapta kayıtlar
yapmaya başladı. O kayıtlardan bu yana tam 5 albüm geçti ve Almanya'nın post rock tarihine sunduğu
en büyük hediyelerden olan Tarwater, altıncı albümleri "Dwellers on the Threshold"u, geçtiğimiz yılın
sonlarına doğru piyasaya sürdü.

"Dwellers on the Threshold", elektronika ve rock elementlerini, grubun tanıdık minimalist anlayışıyla
biraraya getiriyor. Grubun ünlü plak şirketi Mute Records'dan çıkan ikinci albümü olma özelliğini
taşıyan bu kayıt, Tarwater'ın Kitty-Yo'dan çıkan ilk albümlerine oldukça yakın duran bir müzikaliteye
sahip. İçlerinde biryerlerde yatan 'amatör ruh'larının kaybolmasına asla izin vermeyen ikili, tekrarlardan
ve gerçek bir prodüksüyondan ziyade bir demo kaydı havasında olan şarkılarla bu amatör bakış
açılarını ısrarlı bir şekilde sürdürüyor.

"Dwellers on the Treshold"'un açılış parçası '70 Rupies to Paradise Road'la birlikte Tarwater'ın soğuk ve
karanlık dünyasına mükemmel bir giriş yapıyorsunuz. Müziğin sentetik ve sade bir iskeletten oluşan
yapısının üzerinde konuk vokalist Tone Avenstroup'un şarkı söylemekten ziyade birşeyler mırıldanan
kayıtsız vokalleri, garip bir uyum sağlıyor.

Aslında sadece birkaç klişe gitar rifi ve temel elektronikler sayesinde Tarwater, pekçok şey
başarabiliyor ama bu, biraz perküsyon, birkaç arp notası ve klavye melodilerinin de müziklerine eşlik
etmesine izin vermeyeckleri anlamına gelmiyor. Nitekim bahsettiğimiz birliktelik yumuşak flütlerle
bezeli 'Phin' ve paranoyak bir elektronik his yaratan 'Tesla' isimli şarkılarda başarıyla gerçekleşiyor.

Çağdaşlaro Mouse on Mars, To Rococo Rot ve Kreidler ile birlikte Tarwater; Can ve Neu!'lu krautrock
günlerinden beri Almanya'dan çıkan en heyecan verici müziklere imzasını atıyor.Tarwater'ın müziği
ilhamını hem elektronik hem de akustik sulardan alıyor, ama kaynakları bu kadar bariz bu grubu, uçsuz
bucaksız post-rock haritasında biz tam olarak nereye koyacağımızı bilmiyoruz. Tek kelimeyle
melankolik ve kesinlikle çok etkileyici.

Tarwater'dan No More Extra Time'ı dinlemek için tıklayın...

Derleyen: Pınar Üzeltüzenci

Alice Coltrane

Özgün çizgisi, kadınsı romantizmi ve güçlü sound'uyla Alice Coltrane, kaçınılmaz biri...

Alice Coltrane'i önyargı olmadan değerlendirmek çok sorunlu bir iş. Bunun sebebi sadece hem eski eşi
hem de müzikal anlamdaki işbirlikçisi olarak John Coltrane'le yaşadığı ilişki olmasa da büyük oranda da
öyle. Muhafazakar caz dinleyenleri için onu konunun dışında tutmak kolay. Yaylı grupları yönetiyor ki
bu da her zaman için şüpheli bir durum, caz ortodoksisinin sınırları dışında kalan org ve harp gibi
enstrümanlar çalıyor, tıpkı Yoko Ono gibi kayıp bir dehanın önüne geçebilen 'zararlı kadın' rolünü
oynuyor. Tüm bunların yanı sıra, caz dünyası içindeki diğer dini inananların eril rezervlerinin ötesinde,
kendini heyecanlı bir manevi arayışçı olarak tanımlıyor ve en kötüsü de melodram ve duygusallık gibi
kavramlara yüz veriyor.

Bu eleştirilerin çoğu, daha üzerinde tartışılmadan bir kenara atılabilir nitelikte. Ancak melodram ve
duygusallık meselesi o kadar de kolay değil. Caz baladlarında erkeksi duygusallık çok sıradan bir
durum; romantizm arayan yaralı bir ayrılığın aşırı duygusal hissiyatı... Bunu kabul etmeden cazdan haz
almak çok zor. Alice'in duygusallığının daha çok yeni çağa yöneltilmiş mistik bir çağrı olduğu
söylenebilir. Çalışmalarında ön planda olan, 'bilinmezlik bulutunda' olmaktan kaynaklanan bezginlik
duygusu. Ya sahip olursunuz, ya da nefret edersiniz. Dini inanışları güçlü olmayan insanlar bile Alice'in
yapıtlarının gücünden fazlasıyla etkileniyor.

Kozmik libido veya dalgalı hassasiyet, dişilliğin doğasıyla yakından bağlantılıdır. Bu tür hisleri dile
getiriş ise akışkanlıkla bağdaştırılabilir. Peki, eğer erkekler Mars'tan, kadınlar Venüs'ten ise Alice'in
diskografisi bağlamında ne denebilir?

Müzik, Alice'in içine ailesinden de girmiş olabilir. Abisi Ernie Farrow, 50'li ve 60'lı yıllarda Barry Harris,
Stan Getz, Terry Gibbs ve Yusef Lateef gibi isimlerin gruplarında çalan bir basçıydı. Alice ise daha yedi
yaşından itibaren müzik okumaya başladı. Genç bir kızken kilisede ve yerel müzisyenlerin gruplarında
97
çaldı. Daha sonra Coltrane'le tanışacağı Paris'e taşındı. 1967 yılında Coltrane'in ölümü sonrasında
Pharoah Sanders, Joe Henderson, Frank Lowe, Carlos Ward, Rashied Ali ve Jimmy Garrison gibi
isimlerle birlikte kurduğu farklı gruplarda çaldı. Dinsel meselelerle fazlasıyla ilgilenmeye başlaması ise
70'li yılların ortalarına denk geliyor. Hatta o kadar ki, farklı inanç sistemlerine olan ilgisi müziğe karşı
duyduğu tutkunun da durulmasına sebebiyet verdi.

Çoğu albümünde yüzeyin çok derinlerinde bir yerde yatan psikotropik değişimi baz aldı. Mistik
karışımın içine çelişkili elementleri katmaktansa, bireysel açılar için ayrılmış temiz bir alanı tercih etti.
Alice'in iddialı basları, son albümlerini biraz terk ettiyse de New Age'in çok yönlü bakış açısı hakimiyet
kazandı. Tematik ifadelerdeki keskin melodram, özünü John Coltrane'in duygusal tınısındaki eşsiz
tutkudan alsa da kaosun sabit merkezciliği her zaman söz konusu oldu. Çoğu zaman Hindistan'a
yapılan gezilerin getirdiği kazanımlarla müziğin içine canlı ve bariz orgun yanı sıra kilise, bebop, free
caz ve Hint raga'ları sindi; ve ortaya gerçekten özgün ve tarifsiz bir iş çıktı.

Alice Coltrane, sanatı doyumsuz karşılayan New York'u içine ne kadar sızdırdıysa da Ortadoğu ve kırsal
melodiler kariyerinin daimi parçalarını oluşturur. Oğlu Ravi ile birlikte eski eşinin güçlü notalarını
olduğu kadar kendi karakterini de yoğurarak müziği cazdan çıkarıp kendine has bir forma sokar. Gerek
tema zenginliği açısından, gerekse sıkıştırılmış bir birliktelik formunda ortaya koyduğu kompozisyonları,
Alice'in soyadının ardında gölgeleşmesinin önünde durmaya devam ediyor.

Çeviren: Seda Saltadal

Hep dik ve daima genç: The Fall

Müzik dünyasının en ilham verici topluluğu kim? Bu sorunun cevabı en az birkaç isimden oluşabilir ama
bu isimler arasında the Fall'un yer alması kesinlikle sürpriz olmaz.

1976 yılında, İngiltere'nin daha sonra pekçok müzik hareketine mekan oluşturacak Manchester
şehrinde kurulan topluluk bugüne kadar yaklaşık 25 stüdyo albümü, 50 single ve 50 tane de
toplama/konser albümü yayınlamış bulunuyor. Grup, geçtiğimiz Şubat ayında da tarihlerindeki yirmi
üçüncü John Peel Sesion'larını kaydetti.

Tha Fall, bütün o 70'li yılların punk ve post-punk grupları arasında en uzun ömürlüsü oldu. Kariyerleri
boyunca bir sürü line-up (yaklaşık 30 kere) değişikliği geçiren grubun merkezindeki isim ise hiç
değişmedi: Mark E. Smith. Kaba ve neredeyse anlaşılmaz vokalleri ve keskin alaycılığıyla Mark E.
Smith, alternatif ve indie müzik dünyasında kült mertebesine yükseldi.

Kariyerleri boyunca the Fall, müzikal anlamda da pekçok değişiklik geçirdi ama onları ilah yapan
kakofonik şarkı yapısını asla terk etmedi. Acele eden baslar, birbirine geçmiş gitarlar, bazen bu
karmaşaya eşlik eden 80'li yıllara ait klavye melodileri ve Smith'in yarı konuşur, yarı mırıldanır şarkı
söyleyişiyle the Fall'ın müziği, punk sonrası müzik dünyasında bambaşka bir yöne işaret ediyor ve başlı
başına bir ilham kaynağı olarak duruyordu.

The Fall'ın en kaba ve atonal olduğu dönemler, 70'ler ve 80'lerin başını kapsar. Gruba 1984 yılında
Mark E. Smith'in müstakbel karısı olarak katılan Brix, kendisiyle birlikte gruba güçlü bir melodiklik ve
pop hissiyatı da getirmişti. Öyle ki, 80'lerin ortalarında the Fall, listelerde ilk 40'a giren iki tane şarkı
bile yapmıştı. Yine de grup, mainstream için oldukça kaba kalan müzikalitesiyle, özünde her zaman
'underground' olarak kaldı.

Bir keresinde Mark E. Smith, müzikal kulağının olmadığını ve hayatında eğlendiği tek konserin bir
speed-metal grubu olan Nuclear Assault konseri olduğunu söylemişti. Bir ritim fabrikası olarak
tanımlanabilecek bir grubun lideri olarak Mark E. Smith, tahmin ve tatmin edilmesi imkansız kişiliği ve
asla yakalayamayacağınız değişken mizacıyla, benzersiz bir noktada duruyor.

Smith müziğini ayrıca, hiç bitmeyen yabancılaşma, nihilizm ve inançsızlığını, kelimeleri anlamsız ve
alakasızca birbiri ardına dizdiği şarkılarıyla ironik bir şekilde dile getirmek için de kullandı. Ama bütün
bunları tabii ki tek başına yapmadı; arkasındaki onun tatlı diktatörlüğüne hizmet eden ve sürekli
değişen bir müzisyenler topluluğuluyla birlikte başardı.

The Fall'ın her dönem değişen ama kesinlikle karakteristikliğinden birşey kaybetmeyen kendine has
sound'u, Smith'in bütün kuralları yıkarcasına kakofonik vokaline ve el yordamıyla bulduğu o 'groove'u,
kendi anti-şiirselliğiyle birarada tutabilme yeteneğine çok şey borçlu.
98
Tha Fall'ın gerçek bir ilham kaynağı ve yıkılmaz bir savaşçı olduğunu, grubun son dönemde yaşadığı
plak şirketi anlaşmazlıkları sonucu bile yılmayıp ardı ardına konser albümü yayınlamasından da
anlayabiliriz. Herşeye rağmen Mark E. Smith, ritmine aksak aksak dans edip, melodisine kafasına göre
mırıldanacağı bir grup buluyor ve başı dimdik yukarıda yolculuğuna devam ediyor…

Derleyen : Pınar Üzeltüzenci

Bu parlaklığı sınıflandırmak mümkün değil: Swayzak

Londra çıkışlı bu deep dub-house ikilisi, kendilerini ifade edebilmek için ilk bakışta açıkça anlaşılmayan
ama aynı zamanda akılda kalıcı bir isim olarak oyuncu Patrick Swayze'nin isminin çarpıtılmış
versiyonunu seçmiş. Aynı yaklaşım müziklerinden bahsedildiğinde de söz konusu: kendine has ve kolay
sınıflandırılamayan.

James Taylor ve David Brown 1994'de birlikte çalmaya başlamış olsalar da, üç yıllarını bodrum
katındaki stüdyolarında enstrümanlarını ve kayıt tekniklerini çalışarak geçirdiler. Bir arkadaşları
sonunda müziklerini duyurmaları konusunda çekingen ikiliyi zorlayınca 1997 yılında, sahibi ve
işletmecisi oldukları Swayzak şirketinden "Bueno" çıktı. "Bueno" ve grubun sonraki single'larının
getirdiği başarı ve aldığı olumlu tepkiler hayli şaşırtıcıydı çünkü Swayzak'ın Londra DJ camiasıyla pek
de bir bağlantısı olduğu söylenemezdi.

Londra'daki bir müzik dükkanında gerçekleşen şanslı bir tesadüf, grubun 1998 tarihli ilk albümü
"Snowboarding in Argentina"nın dağıtımı için İngiltere'de Pagan Records'la, Amerika'da ise Medicine
Records'la imzalanacak anlaşmanın da habercisi oldu. Grubun temiz, canlı bir atmosfere sahip
elektronik parçalarından oluşmuş uzun koleksiyon dans camiasında yine müthiş tepkilerle karşılaşırken
Taylor ve Brown'ın yaratıcılığı ve bağımsızlığı artık şaşkınlık yaratmıyordu. "Snowboarding in
Argentina", Amerikan dans müzik dergisi Mixer tarafından 1998'de Yılın Albümü'ne aday olarak
gösterildi ve ikilinin Amerika'daki etkisi de böylece ikiye katlanmış oldu.

Detroitli techno sanatçısı Theorem'le yapılan işbirliğinin ardından Swayzak "Himawari"yi piyasaya sürdü
ve global elektronik müzik camiasında gittikçe artan başarısını da bir kez daha göstermiş oldu. Bu
cesur albümde dub şairi Benjamin Zephaniah, Opus III vokalisti Kirsty Hawkshaw ve vokalist JB
Rose'la yapılmış hırslı parçalar da söz konusuydu. Sonuçta ortaya çıkan çalışma, hem müzikal etkileri,
hem de prodüksiyonundaki keskin yapı anlamında hayli zengin ve sıra dışıydı.

Tech-house, minimal house, micro-house hatta müzik yazarı Simon Reynolds'ın tabiriyle 'heroin-
house'. Yaptıkları müziği hangi kategorinin altına koyarsanız koyun, mainstream'in hemen altında
deneysel bir yaklaşımla üretilmiş bu keskin parçalar yıllardır elektronik piyasasını zorluyor. Vokal
çalışmalarındaki çeşitlemelerle zaman zaman dikkati altyapıdan çekip alan Swayzak işini öyle iyi biliyor
ki kimsenin bu ismi etiketleyip rafa kaldırmasına izin vermeden değişimin gücünü sonuna dek
kullanıyor.

Vokalleri synth'den geçirilmiş 'In The Car Crash' minimal techno'ya ne kadar yakınlaşıyorsa, neşeli
tınılarda dolaşan 'Take My Hand'de techno-pop'a bu kadar yapışıyor. Hatta İngiliz ikili bununla da
yetinmeyip örneğin 'I Dance Alone'da techno havasını punk yağmuruna bırakıyor ve böylece her
parçada yapılandırıp sonra yeniden bozduğu başarılı ve yaratıcı ambiansdan sıyrılmanın türlü yollarını
buluyor.

Üçüncü albümlerinde Swayzak bu kez de taklidi imkansız stilinde elektroclash çılgınlığını odak noktası
haline getirdi. 80'ler elektrosunun en iyi parçalarını parlak modern günün house'uyla karıştırıp
mükemmel bir future-retro sound oluşturdu. Bu sound'un ardında Swayzak'ın ikilisinden başka,
Detroit'li grup Adult. ve Kanadalı prodüktörler Headgear'dan da söz etmek mümkündü. İlk zamanların
99
taze ve pırıltılı sound'una yakın bir durulukta başlayan albüm içinde ilerledikçe, Swayzak'ın sadece
kusursuz ve pürüzsüz bir hayal dünyasının ürünü olmadığını, daha karanlık, reel ve kaotik bir
etkileşime de pekala açık ve hazır olduğunu anlıyor ve Patrick Swayze hayranı ikilinin koskoca elektro
dünyasında harcanıp kaybolmayacağına dair inancınızı da belirginleştiriyorsunuz.

Swayzak'dan Japan Air'ı dinleyebilirsiniz

Çeviren: Seda Saltadal

Yıldızlar kocaman, dünya küçük: Pram

Etrafınızda ses çıkarabilen her şeyin işlenebilir müzikal bir yeteneğinin olduğuna, 1990 senesinde
Birmingham - İngiltere'de toplanan Pram in diskografisindeki her kayıtta rastlayabilirsiniz. İlk ep'leri
1992 senesindeki "Gash"ten itibaren Pram; müzik yapmak için alıştığımız, gördüğümüz tüm formları
bozup yerine çok daha sahici, hayran kalınası ve hiç de aşinası olmadığımız biçimler yaratıyor. Belki
bizleri ilk uzunçalarları "Stars are so Big.."deki gibi dehşet içinde bırakmıyorlar artık ama "Dark Island",
Pram orkestrasının en azından hala yeni bir şeyler yaptığına kanıt olarak bile çok güzel.

Projenin asıl sahibi solist, klavyeci Rosie Cuckston duyabileceğiniz en acayip kadın vokallerinden biri,
buna bir de tuhaf seste ve görüntüde bir sürü klavyeden çıkan melodiler, ummadığınız anlarda ve
tarzlarda çalınmış trompetler, genelde eşlik amacı güdülmüş deneysel gitarlar eklenince dünyanın en
garip şarkıları çıkıyor ortaya. Bu müziklere bir de doğadan, balıklardan , okyanuslardan dem vurarak
sevdiği adamdan, uzaydan, sonsuzluktan bahseden lirikler girince aslında sadece biraz hayal dünyasına
sahip olup eli kalem tutan herkesin çalabileceği basitlikteki müziğin atmosferine kendinizi kaptırmaktan
başka şansınız kalmıyor, bunu böylece bilin.

1993 senesinde "The Stars are so Big, the Earth is too Small, Stay as You are" adını taşıyan ilk
albümleri o zamanlar Seefeel, Stereolab, Long Fin Killie gibi kendi çizgilerinin ilk bakışta hiç de
uzağında olmayan isimleri himayesinde bulunduran Too Pure etiketiyle yayınlanır. Grubun adından da
anlaşılacağı üzere Pram (bebek arabası) bir çocuğun rüyalarının fantastik, ürkütücü ve de gizemli
atmosferini yanı başınıza kadar getirerek, müzik severlerin ve de yazarlarının dikkatini bir hayli
çektikleri bu albümle kariyerlerine başlarlar. Bu albüm daha önce de dediğimiz gibi karşılaşabileceğiniz,
dinleyebileceğiniz en garip kayıtlardan biridir. Rosie'nin çocuksu, kırılgan vokallerinin Pram müziğindeki
en dikkat çeken unsur olduğunu gördüğümüz grup yine çocuk klavyelerinin, oyuncaklarının seslerini
harmanlayıp bizleri bir rüyadan diğerine gönderir. İşin en eğlenceli kısmı ise ertesi gün tüm bu
yoğunluğu hatırladığınızda yüzünüzde garip bir tebessümle oturup olanları unutmak isteyebilir,
kendinizi halüsinasyon görmüş varsayabilirsiniz. 1994 senesindeki "Helium" albümü, grubun yaptığı
müziğin jazz'dan dub'dan hatta hip hop'tan bile beslendiğini açıkça ortaya koyar. Hemen ardındaki
"Sargossa Sea" ise 1995 yılında yine Too Pure etiketiyle yayınlanır. Bu albüm Pram in kuşkusuz en iyi
albümlerinden biridir. Grup bu albümde de kendine öyle bir dünya yaratmıştır ki bu dünyanın bir
parçası olmak istediğiniz an hipnotize olmuş kadar kendinizden geçebilirsiniz. Ardından çıkan ep "Music
for Your Movies" 1996 yılının sonunda yayınlanır ve grup 1998 de hala bünyesinde oldukları Domino
Records'tan olan ilk albümleri "North Pole Radio Station"ı yayınlar. Artık eskiye oranla kulağa çok daha
temiz gelen prodüksiyonlar yapar Pram. Rosie'nin vokalleri eskisi gibi geriden, enstrüman kıvamında
değil de, sanki biraz daha büyümüş de utangaçlığını üstünden atmış biri gibi duyulmaya başlar.
Albümü saran bossa-nova etkilerini de unutmazsak eğer, bu albüm için Pram'in yenilikçi ve de
mesafesi büyük, büyülü atmosferinden hiçbir şey kaybetmediğini söylememiz yanlış olmaz. 2000
yılında "The Museum of Imaginary Animals"la geri dönerler hem de bu albümden 'the Owl Service',
'the Mermaid's Hotel' gibi şarkıları ünlü yaparlar. Kariyerlerine başladıkları ilk günden itibaren grubu
Stereolab'le karşılaştıranların bu albümü Pram'i, Stereolab'le belki farklı kültürden gelip aynı adamı
cezbetmeye çalışan iki kadının aralarındaki olabilecek benzerlikleri kabul edip yine aralarındaki usul
farkını iyiden iyiye belledikleri bir albüm olmuştur.. Ardından geçen zamanlarda çıkardıkları
"Somniloquy" dan ve de geçtiğimiz sene yaptıkları İstanbul turundan sonra Pram in 2003 yılının ilk

100
ayında yayınladıkları "Dark Island"la hala denediklerini ve anlatacak daha çok masalları olduğunu
görüyoruz.

Durum öyle ki Pram asla 1992 senesinde çıkardıkları "Gash" kadar çiğ, çocuksu ve de amatör müzikler
yapmıyor. Artık Rosie bir şarkıcı, diğerleri ise bir orkestra disipliniyle çalan müzisyenler kadar
hatasızlar. Fakat Pram yine hiç kimseyi bilmiyormuş gibi kayıtsız , kendi halinde, umursamaz
duyuluyor. Albüm müzikal olarak bu sefer de funk, jazz, elektronik öğeler içeriyor, şarkıcımız yine
sonsuzluktan, ölümden ve de doğadan bahsediyor. Bu durumda albüm için gençliğinden beri tanıyıp
uzun bir süredir uzaktan haberleştiğiniz bir yakınınızın olabileceği kadar yaşlı, olabileceği kadar sakin
hali desek yalancı olmayız. Bir Pram dinleyicisiyseniz, aşağı yukarı "Sargossa Sea"den beridir Rosie'nin
küçük bir kız çocuğundan yetişkinliğe geçişini, sound'larının ustaca profesyonelleştiğini zaten fark
etmemeniz olası değil. Dolayısıyla Pram müziğinde üyelerinin İstanbul dan aldıkları ve albümdeki
Sirocco adındaki şarkıda kullandıkları saz dışında belki de şaşılacak pek bir değişiklik yok. Yine kendi
içinde belli bir disipline ve de programa göre hazırlanmış, hayranıysanız gözünüzü kapatarak
alabileceğiniz değerde bir albüm.

Bu aralar ise Pram'in kadrosunda epey bir değişiklik yaparak çıktıkları ufak çaptaki Avrupa turnesinden
evlerine yeni döndüklerini, solist Rosie Cuckston'un Temmuz ayında bir bebek dünyaya getireceğini ve
aynı zamanda Stereolab solisti Laetitia Sadier in solo projesi Monade'a katkıda bulunduğunu da
hatırlatalım.

"Dark Island" ile beraber Pram'le tanışacaksanız gidip keşfedebileceğiniz bir sürü yer, görebileceğiniz
bir sürü rüya var ama bu rüyalara ve de yerlere daha önce tanık olduysanız sağınıza solunuza bir kez
daha bakın fark etmediğiniz bir sürü ayrıntı olabilir .

Ekin Üzeltüzenci

"Kütlesel İletişim"de yerinizi ayırtın ve konuşmaya başlayın!

Yeni karmaşık düzen: Tekno

Dijital teknoloji ve sampler'lar ve bilgisayarlar dünyasına kolay ulaşım, sesin yaratılışında ve algılanış
biçiminde de büyük farklara sebebiyet verdi. Elektronik müzik, klüp kültürünün geleneklerinden
uzaklaşıp belirgin kişisel özellikleriyle kendini var ederken ambient ve techno yönünde yayılan pek çok
müzik girişimcisi de bireysel tarzlarını çekinmeden ortaya koyuyor. Böylesi dört girişimci; Global
Communication, The Black Dog, Bedouin Ascent ve the Shk Collective yakından incelenmeyi hak
ediyor...

Global Communication: Evrim teoristleri

Tam bir karmaşa içinde, sıra dışı bir yaşam mekanında evin geri kalanıyla tezat oluştururcasına derli
toplu, minik ve seslerden yalıtılmış bir odada, Pritchard ve meslekdaşı Tom Middleton, evrimin
karargahını kurmuş gibiler. Reload, Global Communication ve Link adlarıyla pek çok kayda imza atan
yaratıcı ekip, hala yirmili yaşlarında. 1991 yılına uzanan jungle geçmişinin ardından "Reload" albümü
"A Collection Of Short Stories"in Infonet'den çıkışıyla ve "Global Communication 76:14" ile
desteklenmesiyle bu ekip, AphexTwin, Jon Anderson, Chapterhouse, The Grid, Palmskin Productions
gibi müzik dehalarının remix'lerinin de ardındaki fikir babası oldu.

Yeni ve denenmemiş teknolojilere duydukları ilgi ve istek fütürizmin sahte kanılarıyla değil; yaratmak
ve iletmek için duydukları aşırı arzuyla alakalı. Middleton, duygusal bir müzik yaratmaktan bahsediyor.
Global Communication'dan Ob-Selon Mi-Nos'u, Reloads'dan Le Soleil Et La Mer'i, Warp 69 için
yaptıkları trompetle yıkanmış 'Natural High' remix'ini dinleyin. Onlar kesinlikle füzyonun kayıp mirasını
keşfetti. Yaptıklarının ardında güçlü bir de ütopyan içgüdü var. Proje, dinleyicilerden giderek daha fazla
etkileşim, işbirliği ve dönüt talep ediyor.

"Meydana gelen bir kütlesel iletişim (Global Communication) var. Herşeyi, ifadenin farklı sanat ve
formlarını kuşatmanın ve insanlara iletmenin bir yolu bu. Müzik endüstrisini bir yolculuğa çıkarmak
istiyorum, özgürlüğümü kullanıp diğer insanlara yardım edecek bir ağ kurmak istiyorum.
Arkadaşlarımızın çoğu gerçekten hayal gücü kuvvetli, orijinal fikirlere sahip insanlar ve hayata dair
inançlarını kaybediyorlar çünkü çok az çıkış yeri var. Global Communication insanların bizimle iletişim

101
kurması ve biraz felsefe ve yazıyla dönüt alması, bunu yeniden dünyayla paylaşması, birbiriyle temasa
geçmesi ve konuşabilmesi için bir şans." diyor Middleton.

Beyinlerini besleyen bunca girdiyle, o kadar makine, sistem ve sahte kimliğe kendilerini bu kadar kolay
yansıtabilmeleri de tuhaf. "Asıl problem pek çok türü seviyor olmamız. Pek çok farklı noktadan
geçiyoruz." diyerek açıklıyor Mark. "Hepsi bilimle ilgili. İşin eninde sonunda geldiği nokta bu; bilim.
Eklektik sesleri yönetmek, sesleri geri dönüştürmek ve güncellemek ya da geleceğe ilerletmek.
"Reload" albümünün son parçasında tüm beat'ler jungle tarzında. Ama breakbeats kullanmak yerine
tuhaf elektronik gürültüleri tercih ettik. O yüzden bu kadar farklı duyuluyor; çünkü tamamıyla Detroit
ya da Avrupalı endüstriyel ya da deneysel bestecilerden etkilenmiş değil. Onun yerine jungle, caz ve
klasik müzikten malzemeler alıyorduk ve hepsini bir potada eritiyorduk. Ortaya da yepyeni bir sound
çıkıyordu."

GC'nin müzikle olan ilişkisi, bir galeri küratörünün sergiyle olan ilişkisini andırıyor. Sesler için bir alan ve
atmosfer, fikirler ve tepkiler yaratıyorlar ve en iyi yapılanan fusion gibi, açık, ruhani ve eğlenceli. Tom,
yaptığı şeyle ilgili "kesinlikle sizi daha yükseklere kaldıran bir müzikten bahsediyoruz" diyor. House,
electro ve caz-funk gibi konseptlerle yaşayabileceğiniz çok eğlence varken tekno yapımcıların
ciddiyetini göz ardı edemiyorsunuz. Peki yaptıklarında hiç mi negatif yan yok? "Hata yapmak çok daha
zor ki bu da bazen utanç verici" diyor Mark.

"Kütlesel İletişim"de yerinizi ayırtın ve konuşmaya başlayın!

Yeni karışımlar : Autechre - Amber (Warp) Autocreation - Mettle (Inter-Modo) Bedouin Ascent -
Pavillion Of The New Spirit EP; Science, Art And Ritual(Rising High) Black Dog - Spanners (Warp) Jon
Dalby - Skil N Frank EP (GPR) Ecstasy Of Saint Theresa - AstralaVista EP (Free) Global Communication
- 76:14; Maiden Voyage EP (Dedicated) Anthony Manning - Islets In Pink Polypropylene (Irdial) Mouse
On Mars - Frosch EP; Vulvaland (Too Pure) P-ziq - Tango NVectif; Bluff Limbo (Rephlex) O - Metri
(Sähkö) Oval - Systemisch (Mille Plateaux) Various Artists - Distant Music (Unitunes) Various Artists -
Experimenta (A13) ___

The Wire'dan çeviren Seda Saltadal

Pop esanslı IDM: Solvent

"Robot müziği", ya da "robotlar için müzik". Evindeki çok sayıda eski synthesizer ile beraber Solvent'i
oluşturan Jason Amm yaptığı müziğin türünü bu şekilde tanımlıyor. İlk bakışta bu tabirin insanın içini
ısıttığını söylemek oldukça zor; ancak son derece melodik ve duygu yüklü Solvent'ten bir kaç parça
dinledikten sonra bu fikirden geriye eser kalmıyor.

Jason Amm, son otuz yıldır Kanada'nın şehir dokusuyla kaplı ender bölgelerinden Toronto'da faaliyet
göstermesine karşın Zimbabwe'de İngiliz yerleşimlerinde dünyaya gelmiş. İki yaşındayken ailesi
Kanada'ya yerleşmiş.

Evde müzik yapan pek çok elektro sanatçısı gibi Aphex Twin ve Autechre müziğe başlaması için önemli
birer motivasyon kaynağı olmuş. Yine de Solvent'in yöneldiği sound, asıl içinde hissettiği, tüm gençliği
boyunca dinlediği, Depeche Mode, Soft Cell, Human League gibi new wave - synth pop grupları. Kaldı
ki şu an elektro arenasında boy gösteren çok sayıda sanatçının aksine, etkilendiği isimleri gururla dile
getirip albüm kapaklarında onlara teşekkür etmekte.

Solvent'in müziğinden neredeyse tamamen Roland S-750, TR-808, Jupiter-6, Korg MS-20 gibi oldukça
eski analog synthesizer'lar sorumlu. Digital teknoloji hemen hiç kullanılmıyor. Sebebi ise limitasyonları
ve problemleriyle bu aygıtların Jason için beraber müzik yaptığı "arkadaşlar"dan farklı olmamaları.

Chip bazlı olanların dışında Jason Amm'in önemli bir dostu daha bulunuyor: Lise arkadaşı ve Lowfish
adıyla benzer zihniyette ama farklı bir müzik yapan Gregory de Rocher. Birlikte, 1997'de kurdukları
Suction Records adlı plak şirketini yürütüyorlar. Buradan kendi albümleri dışında Skanform, Pluxus,
Adult., David Kristian, G.D. Luxxe, Perspects gibi isimler için toplamalar ve EP'ler çıkarıyorlar.
Solvent'in bu label'dan çıkan iki tam albümü Solvent (1998) ve Solvently One Listens (1999). Son
albümü Solvent City ise alman plak şirketi Morr Music etiketiyle 2000 yılında çıktı.

Değişik kaynaklarda genellikle IDM ve Experimental kategorilerinin altında yer almasına rağmen,
Solvent kesinlikle ulaşılmaz olmanın peşinde değil. Hatta Jason Amm, kafasındaki türün aslında en çok
102
gençliğinin soundtrack'i kabul ettiği "synth pop"a yakın olduğunu söylüyor. Eğer Depeche Mode
müziğe ilk başladığı yıllarda Aphex Twin'i dinlemiş olsaydı, belki de Solvent'inkine benzer bir müzik
yapıyor olacaktı.

Solvent, Lowfish ile birlikte kuzey Amerika'nın ilk IDM hareketini başlatan öncü bir isim ve yaptığı
elektropop seslere sahip IDM, gerçekten robotların duyguları olduğunu düşündürür cinsten. Solvent
dinlerken gözlerinizi kaparsanız, hüzünlü bir şekilde tebessüm eden robotlarla karşılaşabilirsiniz.

"Solvent: a panel of experts "dinlemek için tıklayın...

Yiğit Unan

Şık ve seviyeli: Interpol

Nasıl göründükleriyle ilgili söylemlerin, müziklerine gösterilen ilgiden daha fazla olduğundan yakınan
bir grup; Interpol.

Sahnede ve parlak dergi sayfalarında daha asi, kibirli ve küstah görünemezlerdi. Onları bir anlık bir
dağınıklık içinde bile yakalayamazsınız. Sanki İtalyan kösele ayakkabıları ve bembeyaz gömlekleriyle
geceleri bir bardak süt içmeye gidiyorlar; 19. yüzyıl devlet adamı kılığında. Ancak bu sert ve dik
duruşun ardında canlı, yakın ve hatta neşeli insanlar gizli.

Interpol nasıl kuruldu? Nasıl biraraya geldiniz?

Daniel: New York Üniversitesi'nde biraraya geldik ama aynı zevklere sahip olduğumuzdan falan değil.
Bir noktada herkese bir şekilde yaklaştım ve amaçsızca ilk davulcumuzla birlikte çalmaya başladık. O
da benimle aynı yatakhanedeydi ve davul çalmaya henüz başlamıştı. Dolayısıyla çok boş ve kötü şeyler
çaldık. Sadece birlikte çalabileceğiniz birilerinin olması çok güzeldi. Çalışmak için müzisyen bulmak
konusunda çok sıkıntı çektim ve bizim sınıftan Carlos'la yakınlaşmaya başladım.

Nasıl yani? "Hey sen! Gel bizim grupta çal" şeklinde mi oldu?

Daniel: Yani, aslında önce müzikten söz açtım ve zamanla konu onun gitarist olduğuna ama artık
çalmadığına geldi. Onu bir provaya davet ettim ve eline bir bas verdim; zaten hemen sonra aramızda
yakın bir iletişim kuruldu. Paul'la birkaç yıl önce Paris'de bir yaz programında tanışmıştım ve ona
sokakta rastladığımda gitarist olduğunu hatırladım. Paul'u da provaya çağırdım ve işte sonuçta Interpol
doğmuş oldu. Sam gruba 2000'de katıldı ve ilk davulcumuz ayrıldı. O noktada Interpol de bir adım
ilerledi sanki.

Peki adınız nereden geliyor? Yani hepimiz Interpol'un ne demek olduğunu biliyoruz ama başka isimleri
de düşündünüz herhalde?

Daniel: Evet, hayli başarısız isimlerdi. Bazen konserlerde isim vermeden çalardık ve sonunda ben bu
işe bir el atmaya karar verdim çünkü öyle devam etseydi kimse bir daha bizi nerede göreceğini
bilemeyecekti. Örneğin Las Armas (Silahlar) gibi isimler kullanmıştık. Diğerlerini neyseki
hatırlamıyorum. Bu isim Paul'un fikriydi ve söylenişi de hoşumuza gitmişti.

Sonuçta grup kuruldu ve Matador'la bir süre sonra anlaşma imzaladınız. Bu nasıl oldu?

Sam: Gerçekten de doğal yollardan. Bence her grup yeterince inatçı ve azimli olmalı. Bir fikre bağlı
kalabilmeli ve sabır gösterebilmelisiniz. Aynı sürecin ne kadar çok tekrarlandığını fark ettiğiniz zaman
bile sakin olabilmeli ve işlerin bu şekilde olduğunu özümseyebilmelisiniz. Sonuçta bazı şeyler zaman
alıyor. Biz sadece Gerard'a (Gerard Cosloy, Matador'un Yardımcı Başkanı) e-mail attık, ve o da bize "o
zaman bana kayıtlarınızı yollayın" dedi. Bir süre onunla görüşmeye devam ettik ve kendi kaydettiğimiz
103
bazı kayıtlarımızı yolladık ve "Peel Session"ı da. O beğenince ortağı Chris Lombardi'ye yolladı ve Chris
de beğendi. Sonuç olarak bir kontrat imzalandı. Aramızda iyi bir ilişki vardı ve çok geleneksel bir
durumdu.

Yani ortada Cosloy'un sizi görüp bir anda ortaya çıkıp büyülenmesi falan gibi bir durum yok öyle mi?
Olay bir demodan mı ibaret?

Daniel: Ben böyle olmasını daha çok seviyorum. Sanki bunu alnımızın teriyle kazanmışız gibi oldu ve
kolay da değildi. Aslında yaptığımız işe ne kadar motive olduğumuzu görünce etkilendiklerini
düşünüyorum. Yani müziği sevmelerinin yanı sıra bu kadar iddialı ve hevesli oluşumuz da Matador için
önemliydi.

Paul: Ben bizi asıl "keşfedenin" kim olduğunu tam bilmiyorum. Yani Gerard mı Chris'e verdi kasedi
yoksa Chris mi Gerard'a... Bunlar benim pek bulaşmak istemediğim konular. İşin endüstri tarafı.

Sam: Chris Lombardi'yi biz değil ama bir konser sırasında salonun arka tarafında görmüşler. Ama bu
biz onlara kasetleri ulaştırdıktan sonraydı. Arkadaşlar "Chris Lombardi'nin burada ne işi var?" gibi
saçma sorular sormaya başladı tabii...

Paul: Ben Chris'in arabada giderken 'Obstacle 2'nin "Peel Session" versiyonunu dinlediğini ve sonra
"Tamam, bu grupla çalışmayı istiyoruz" dediğini duymuştum. Bilemiyorum... Sonuçta bizi sevdiler ve
işte şimdi de buradayız.

Pitchforkmedia'dan çeviren Seda Saltadal

Kid 606 ve anti-müzik…

Annesi ona Miguel Trost-Depero diyor ama pek çok elektronik müzik hayranı için o gönüllerin Kid
606'i. 24 yaşındaki Venezüella'lı harika çocuk; şimdilerde, elektronik müziğin yükselen kalesi San
Fransisco'da yaşamını sürdürüyor. Onu henüz tanımayanlar için ise, işte Kid'in arıza ama garip bir
şekilde de mantıklı çalışan dahi aklına bir giriş:

Kid 606, elektronik müzik sahnesine, 2000 tarihli ilk albümü "Down with the Scene" ile hızlı bir giriş
yapmıştı. Uyumsuz gürültülerin hakim olduğu bu albümde Kid; beat'leri ve sample'ları gözle görülür bir
punk rock tavrıyla biraraya getirmişti. İnatçı ve sadece genç ve yetenekli olanın bu işi başarabileceğine
olan amatör inancıyla Kid, o zamandan beri piyasadaki pekçok şeye ters düşen, çarpık müziğini
yapmaya devam ediyor.

Kendi parçalarıyla olduğu kadar remiks çalışmalarıyla da övgü kazanan Kid 606, şarkıların
orijinallerindeki davulları bozup, vokallere efekt vermeyi remiks zanneden bazı prodüktörlerin tersine,
bu işi bir ortak çalışma olarak kabul ediyor ve kaynak materyali ona eşlik eden ek bir müzisyen olarak
düşünüp, şarkının orijinali üzerinde bambaşka deneyler yapıyor.

Kid 606'ın başlıca 'iş' makinası, bir Apple marka laptop ve çeşitli bilgisayar programlarından oluşan bir
teçhizat. Kid; dijital dosyaları manüpile ederek, onları software enstrümanlarda yeniden hayata
geçiriyor ve böylece, bir fırtına gücünde gürültülerle, ıssız sessizlikleri birbiri ardına kullanma cesaretini
gösterebiliyor. Aslına bakarsanız, Kid'in bu 'eğer bozuk değilse, sen boz' anlayışıyla, müziğini daha
nerelere taşıyacağı önceden tahmini imkansız bir muamma olma özelliğini sürdürüyor.

Kid 606'ya en yakın isim ise İngiltere'nin neredeyse yakında 'sir' ünvanı alacak ismi Richard D. James
(Aphex Twin). Kid de aynı Apex gibi, sesin mekanikliği ve ritmin dönüşebilme özelliğine karşı saplantılı
bir ilgi besliyor. Fakat Apex'den farklı olarak Kid'in müziğinde, onun sonsuza dek bir 'yabancı' olarak
kalmasını sağlayacak, sessiz bir politiklik hüküm sürüyor.

'Nefret', Kid 606'nın sürekli haşır neşir olduğu bir kelime. Diğer müzisyenlerden, müzik piyasasından
hatta kendi plak şirketinden bile bahsederken oldukça agresifleşen Kid, müzik işine anti-müzik yapmak
istediği için girdiğini iddia ediyor.

Elektronik müzik aletleriyle birkaç yıl cebelleştikten sonra, her istediğini minik bir laptop'a
sığdırabileceğini fark eden Kid'in müziğini tasvir etmek için 'kompozisyon' yeterli bir kelime olmayabilir;
hatta o çalışmalarını 'yeniden yapılandırma' olarak tanımlıyor ama ortaya çıkan sonucun hiçbirşeye
benzemediği ve tamamen yeni olduğu inkar edilemez bir gerçek.
104
Kid 606'ın piyasaya sürdüğü çalışmaları takip etmek de başka bir problem, çünkü o sürekli yeni bir
single, o olmazsa remiks ya da albüm yayınlamayı alışkanlık haline getirmiş. Kendi plak şirketi
Tigerbeat 6, bünyesinde bulundurduğu deneysel elektronik müziğin başarılı isimleri Dalek, Dat Politics
ve Cex gibi müzisyenlerle, oldukça iyi bir yolda ilerliyor. Kid 606 şirketini, başka şirketlerin asla kabul
etmeyeceği işleri yayınlamak için kurduğunu söylüyor. Bu da onun müzik piyasasına olan olumsuz
yaklaşımını iyiden iyiye ortaya çıkartan başka bir gerçek.

Kid 606'ya göre elekronik müzik ciddi bir düşüşe geçmiş. Kopya CD'ler yüzünden Warp gibi dev bir
şirketin bile bir yılda en fazla iki tane yeni albüm yayınlayabildiğine dikkat çekiyor. Bütün bu
dejenerasyonu kadırabilmek için güvendiği tek şey ise, gençliği ve beraberinde gelen heyecanı…

"Kid 606: Dodgy dinlemek için tıklayın...

capsule.org.uk'den derleyen : Pınar Üzeltüzenci

Elektrik kedi: Felix da Housecat

İkinci jenerasyon Chicago house yıldızı Felix Da Housecat'in elit olmasının ardındaki neden, kayıtları
kadar 1990'ların ilk Chicago label'larından Radikal Fear Records'un da sahibi olmasıdır. 1980'lerin
ortalarında Chicago efsanesi DJ Pierre'e dair eline geçenler, 15 yaşındaki Felix Stallings, Jr.'a istediği
manevi desteği sağladı. Pierre'in de yardımıyla, ilk single'ı 'Phantasy Girl'ü 1987 yılında yarattı.

Ailesinin derinleşen club yaşam tarzını pek de onaylamaması, lise sonrasında Felix'in kendini izole
edilmiş olarak Alabama State College'de bulmasının da sebebiydi. Birkaç yıl içinde house müziğe olan
tüm ilgisini yitirdiyse de kız arkadaşı sayesinde özüne geri döndü. New York'daki Strictly Rhythm
şirketine transfer olan DJ Pierre'i aramasının ardından Felix, yeniden mixing'e ve prodüktörlüğe döndü.
Yıl 1992 olduğunda Guerilla Records'dan çıkan single'ı 'Thee Dawn' ile ilk sağlam adımını da atmış
oldu. Avrupa'da yayılan popüleritesi ve bir sonraki senenin 'By Dawn's Early Light' ve 'Thee Industry
Made Me Do It' adlı single'larıyla artan ününü kesinleştirdi.

Stallings, Radikal Fear Records'u kurduktan kısa bir süre sonra Mike Dunn, DJ Sneak ve Armando'nun
yanı sıra Felix'in de yayınları sayesinde dünyanın sayılı house şirketleri arasındaydı. 1995'de ilk albümü
"Alone In The Dark"ın ardından şirketin toplaması "Radikal Fear: The Chicago Stars" ve bir
"Clashbackk Compilation Mix" adında bir Housecat DJ albümü geldi. Felix Da Housecat o kadar başarı
kazanmıştı ki Diana Ross, Kylie Minogue, Black Science Orchestra ve X-Press 2 gibi isimlerle de
remix'ler gerçekleştirdi.

"Biz görkemli olmaya çalışmıyorduk. Parlak hayatlarla dalga geçiyoruz; tabii mantıklı geliyorsa..."

Aslında geliyor. Sonuçta Felix'in ergenlik dönemindeki bir house DJ'liğinden Amerika'nın önde gelen
electro-punk ismi olmasına kadar geçen süreç onu öylesinde bir klüp camiasının içine soktu ki, işin
kolaylaştırıcı yanı olayların esprili yanlarını farkedebilmek. Ancak bu şekilde yaratıcılığınızı kaybetmeden
bu işi sürdürebilirsiniz.

2001 yılı, Felix için fazla önemliydi. "Kittenz and Thee Glitz", 16 yıllık bir kariyerin ürünü olarak Junior
Sanchez, Miss Kittin, Melistar ve Harrison Crump gibi misafir müzisyenlerin de misafirliğiyle
piyasadaydı. Felix, Miss Kitten'la çalışmasının öncesini şöyle anlatıyor: "2000 yazında "Elektrikboy"un
tanıtım turnesindeydim ve İsviçre'de Cenevre'de çalacaktım. Oraya vardığımda Miss Kitten'ın da aynı
festivalde çaldığını gördüm ve onunla tanışmak istedim. The Hacker denen şu adamla yaptığı 'Frank
Sinatra' adlı şarkıyı duymuştum ve en sevdiğim şarkıydı. Dave The Hustler beni Caroline'i görmeye
götürdü ama onun Miss Kittin olduğunu bilmiyordum. Tanışığımızda benim Madkatt Courtshipp
çalışmalarımı çok beğendiğini öğrendim. Dave'in stüdyosu vardı ve biz de ertesi gün gidip 'Madame
Hollywood'u çıkardık. O şarkının mix'i ve kaydı üç saat sürdü. Bir bilgisayar ve bir klavye vardı ve ben
de 'Tamam, özüme geri döndüm' diye düşündüm. Klavyeye yaklaşıp kafamdan bas partisyonunu
çaldım ve Kitten da söylemeye başladı." Fransa ve İsviçre'nin yerlisi olan Miss Kitten, karışık doğasını
tatlı ve asi bir vamplıkla dışa vuruyor. "O kadar utangaçtı ki, beni korkuttu. Mikrofonu masum bir çocuk
gibi tutuyordu ve aynı zamanda da son derece sertti."

105
Kaydettikleri ikinci parça 'Silver Screen (Shower Scene)'di. "Kitten'in çok underground, endüstriyel
etkiler kazandırdığını düşünüyorum. Beni gerçekten kökenime döndürdü çünkü ben de çok mainstream
bir tarza doğru kayıyordum ve bunun da farkında değildim. Onun DJ stilinden de çok şey öğrendiğim
söylenebilir."

Aslında "Kittenz" bir solo proje olmaktan çok uzaktı. Felix'in önderliğinde stüdyoya kimi Cenevre'den,
kimi Chicago'dan bir grup electro kimlik girmişti. Albümde bir yeni isim de pordüktör/vokalist Harrison
Crump'dı. "Bütünüyle alımlı ve yüksek olmaması için projeye biraz ruhani dokunuşlar katmak istedim
ve Harrison'dan 'Pray For A Star'da eşlik etmesini istedim." İkili ayrıca albümün düşünceleri parçalayan
bitiş şarkısı olan 'Runaway Dreamer'ı da birlikte yazmıştı.

Peki Felix kendi arkadaş ve hayran çevresinin dışında neleri beğeniyor? "Biliyor musunuz, başkasının
müziğini çok az dinlerim. Kendiminkini yapmakla o kadar meşgulüm ki!" Yine de ısrarcı davranırsanız,
Daft Punk'ı ve 80'ler etkileşimli electro projesi Ladytron'u takdir ettiğini öğrenebilirsiniz. Felix, bir
sonraki albümün bir moda dergisi havasında olmasını istiyor. Yine de punk electro tarzında olacak. Bu
arada da "Kittenz and Thee Glitz"in meyvelerini yiyor...

girlieaction.com'dan çeviren Seda Saltadal

Ucuz, kirli, mutlu : DAT Politics

Fransa'nın Lille şehri; pek güzel, sıcak ya da davetkar bir yer değil. Bu yüzden Dat Politics'in müziği
başlangıçta size oldukça soğuk ve keskin gelirse şaşırmayın. Ama asıl ikinci dinleyişinizde de o cızırtılı,
kirli ritimlerin ve rahatsız edici minimalizmin altından gülümseyen insancıllığı fark edince şaşıracaksınız.
Dat Politics, müziğini ucuz laptop'lara kurdukları basit programlarla yaratıyor. Grubun uçlarda gezinen
müziğinin aynı anda hem bu kadar dijital hem de analog tınlaması, mouse'ları aracılığıyla PC'lerine
damıttıkları espri anlayışlarıyla ilgili olsa gerek…

Gerçek isimleriniz neler ?

Gaetan, Claude and Vincent.

Müzik işine nasıl başladınız ?

Fransa'da küçük bir şehir olan Lille'de, okulda tanıştık. 90'lı ylların ortalarında müzik yapmaya başladık.
Çoğunlukla rock'n'roll, noise ve deneysel şeyler dinliyorduk ama aynı zamanda Japon müziği gibi daha
soyut şeyleri de çok seviyorduk. 1998 yılında da Dat Politics'i kurduk.

Grup içinde herkesin kendine özel bir görevi var mı?

Aslına bakarsanız hepimiz az ya da çok aynı şeyleri yapıyoruz çünkü aynı programı kullanıyoruz.
Herkes evinde tek başına çalışıyor sonra biraraya gelip üzerlerinde konuşuyoruz. Aslında herkesin iyi
olduğu bazı özel noktalar da yok değil. Kimimiz melodilerde daha iyiyiz, kimimiz de gürültülerde. Yine
de belirli bir rol dağılımı yok, herşey serbest.

Hangi müzik programını kullanıyorsunuz?

PC için Soundclub adında küçük bir Alman programı kullanıyoruz. Mac'de ise biraz farklı olan Player
Pro. Oldukça basit programlar bunlar.

Müzik yapmak için Mac'i mi toksa PC'yi mi tercih edersiniz ?

Hepimiz bu işe oldukça ucuz PC'lerde başladık. Mac'i sonradan keşfettik. Bizim için pek fark eden
birşey yok, her iki format için de güzel programlar mevcut. Uzun süredir aynı programı kullandığımız
için neredeyse içini dışını ezberledik. Tabii kendimize has bazı ufak tefek numaralarımız da var.

Canlı performanslarınızda, doğaçlama da yapıyorsunuz ve her şovunuz birinden farklı geçiyor. Bu


yüzden bir sonraki albümünüzün de farklı olacağını tahmin ediyorum ?

Evet, konserlerimizde albümü birebir çalmamaya gayret ediyoruz, deneyselliğe önem veriyoruz. Bu
şekilde çok daha eğlenceli oluyor. Doğal olarak albümlerimiz de birbirnden farklı olabiliyor, ama asla
planlanmış olarak hareket etmiyoruz.
106
Bu aralar neler dinliyorsunuz ?

Şu an turnede olduğumuz için, insanların bize verdikleri demoları dinliyoruz daha çok. Uzun süredir bir
müzik dükkanına gidip albüm almadık çünkü buna vaktimiz olmuyor. Üzücü bir durum tabii. Ama
insanların bize verdikleri demolardan bazen şahane keşifler yapabiliyoruz.

Özellikle sevdiğiniz bir label var mı?

Mego ve Chicks on Speed şirketlerini seviyoruz.

Kendi şirketinizi ne zaman kurdunuz?

"Dat Politics" albümümüzü yaptığımız dönemlerde. Şu ana kadar şirketten 4 tane albüm yayınldık.
Aslınd aşirket işi biraz geri planda kalıyor çünkü grup yüzünden ona pek vakit ayıramıyoruz. Simdilik
daha çok bir hobi gibi ilerliyor.

Şirketin yapım ve yönetim aşamasında karşılaştığınız problemler olmadı mı?

Olmaz olur mu? En büyük sorun paraydı tabii ki. Müzik işinden çok az para kazanıyoruz, şirkete
yatırdığımız para sonrası elimizde neredeyse hiç para kalmadı. Ama dağıtım işlemlerinde pek zorlukla
karşılaşmadık çünkü bu çevredeki hemen hemen herkesi tanıyoruz.

Derleyen : Pınar Üzeltüzenci

Anlayın artık! Napoli Nepal değildir!

Ağır metal yüklü hava ve suyundan mıdır bilinmez, Almanya'nın elektronik müziğin harikalar diyarı
olarak tanımlanabilecek bir toprak parçası olduğu artık herkesçe kabul ediliyor. Pop ve diğer çok
yaygın ticari türler için diğer yerlerden bir farkı yok belki, ama elektronikte durum cidden farklı. O
yüzden Almanya çıkışlı bir label ya da albümle karşılaşınca, mutlaka üzerinde biraz durup eşelemek son
derece faydalı bir hareket olacaktır.

Bu Alman bonusuna sahip isimlerden biri "Napoli is not Nepal". Köln kökenli müzisyen Hendryk
Bayrhoffer'in tek başına gerçekleştirdiği projesi. Napoli kentinin ingilizcedeki yazılışı "Naples"ın
kimilerince(örneğin George W. Bush) "Nepal" ile karıştırılmasına gönderme yapan bu ismi neden
seçtiği belli değil. Genel kültürü eksik insanları eleştiriyor olabilir. Her şekilde birilerinin bu konuya el
atmış olması son derece pozitif bir gelişme.

Bayrhoffer'in ilk albümü olan "Re_volver"i çıkardığı plak şirketi Berlin merkezli "Shitkatapult". Şirket şu
an Avrupa'nın en ilginç bağımsız elektronik müzik kaynaklarından biri. Henüz çıkardığı plak sayısı 30
civarında olmasına karşın bu plakların her biri son derece dikkate değer, yüksek zevklerin ürünü olan
çalışmalar. Kimisi tanıdık kimisi yeni toplam 20 kadar isim Shitkatapult'tan album çıkartıyor. Label'in
biraraya getirdiği türler o kadar geniş ki, temel konsept olarak hiç bir müzikal yöne ağırlık vermemeyi
seçmişler. Her çıkan plak, şirketin tanımını yeniden yapabilecek kadar farklı olabiliyor. Ortak noktaları
olsa olsa "sıradan olmamak" ve "iyi müzik yapmak" şeklinde düşünülebilir.

Shitkatapult'un kadrosuna ve zihniyetine bakınca, yaptıkları türleri saymak yerine bazı terimleri arka
arkaya yazıp çeşitli kombinasyonlarda bir araya getirmek daha doğru olur. Ve bunu ne şekilde
kullanırsanız kullanın, oluşturulan türü yapan biri bulunuyor. Örneğin, elektro, techno, blues, digital,
dub,elektro, drum&bass, jazz, lounge, acid, club, down, up, techy, analog, beat, thriller, algoritmik...
gibi. Yani techy digital dub, downbeat club techno, electro acid lounge gibi türler gerçekten mevcut.

Yine de bu karmaşa kimseyi korkutmasın, ürettikleri müzik kimi soyut elektronik label'larında olduğu
gibi, gezegenimizden yüzlerce ışık yılı uzağındaki galaksilere filan da hitap etmiyor. Aralarında son
derece eğlenceli, insanı yakalayan, şaşırtıcı derecede sıcak olanların da bulunduğu tonlarca ses, belki
alışılmadık şekillerde kullanılmış. Yani bir elitizm, bir soğukluk mevut değil. Ilık, paşa çayı bir müzik.

Şirket 1997'de T.raumschmiere olarak bilinen Marco Haas tarafından kurulmuş, 2000'de Sascha
Ring'in(Apparat adıyla müzik yapıyor) katılımıyla son şeklini almış. www.shitkatapult.com adresinde
çıkardıkları track'lerin pek çoğunu dinleme olanağı sunan çok başarılı bir web siteleri var. Bu ve diğer

107
görsel ürünlerin arkasında da "Phon.o" ismiyle yine Shitkatapult'tan plak çıkaran Carsten Aermes
bulunuyor.

Napoli is not nepal'in neden bu şirketten plak çıkardığı artık büyük ölçüde anlaşılmıştır herhalde.
Re_volver, Shitkatapult'un "özel insanlar için özel müzik" sloganını sonuna kadar destekleyen bir
albüm. Şirketin deneysel elektronik jazz kontenjanında kendine sağlam bir yer edinmiş. Parçaları
dinlerken, Amon Tobin, Squarepusher hatta Aphex Twin gibi isimler bir an için akla gelse de bu bir
anımsamadan öteye geçmiyor. Yani koku ve tatlarının geldiği söylenebilir, ancak yemeğin benzediği
pek iddia edilemez. Albümdeki blues, acid jazz ve lounge öğeler tamamen Bayrhoffer'in kendi eseleri
ve söz konusu türler içinde değerledirildiğinde de son derece başarılı çalışmalar. Zaten albüm de bir
ayağını bu türlere, diğerini de gayet olgun bir elektro altyapısına yerleştirdiği için özel bir çalışma.
Albümdeki en hisli parçalardan bir olan "This world is sound"u mutlaka dinleyin.

Yiğit Unan

Euro-caz ustasından sürpriz: "The Walk of the Giant Turtle"

Ülkemizi geçtiğimiz yıl ziyaret eden ve yakınlarda yeniden görme imkanı bulacağımız genç kuşağın
sahip olduğu en taze yeteneklerden trompet sanatçısı Erik Truffaz'nın yeni albümü "Walk of the Giant
Turtle", aslında tam anlamıyla bir sürpriz oldu.

Trufazz'dan son haber aldığımızda, ki bu bundan önceki son albümü "Mantis"le olmuştu, bir grup
müzisyenle birlikte çalıyordu ve yaptığı müzik her ne kadar drum 'n' bass dokusuyla biraz dikkat
çekiyor olsa da çok yoğun olmayan rock sound'unu Afrika ve Arap pop müziğiyle birleştiren farklı bir
çizgi keşfetmişti. Daha da önemlisi "Mantis", Miles Davis gibi kaçınılmaz kıyaslamalardan sıyrılarak
Truffaz'nın kendi sesini bulması ve hatta kanıtlaması anlamına geliyordu.

"Walk of the Giant Turtle"da Truffaz hala kendine özgü sound'unu koruyorsa da, Marcello Giuliana
(bas), Marc Erbetta (davul) ve Patrick Muller (klavye)'dan oluşan orijinal dörtlü geri dönmüş ve bu kez
daha az drum 'n' bass, daha çok rock 'n' roll ile karşılaşıyorsunuz. Bu, Truffaz'nın kendine has organik
electronica sound'unu terk ettiği anlamına gelmiyor. Ancak bir önceki çalışmasında yakaladığı çizgiye
en benzeyen 'Belle De Buit' gibi parçalar bile ileri görüşlü ve tuhaf bir şekilde retro olan yeni bir bakış
açısıyla harmanlanmış. Öyle ki sanki pop müziği daha çok ve sık kullanan Fransız müzisyenler St.
Germain veya electro ikili Air'den bazı hileler almış ve uygulamış.

İlk dinleyişte biraz hayal kırıklığına bile uğrayabilirsiniz. "Mantis"de muhabbet halindeki minik
karmaşıklıklardan sonra yeni albüm çok basit gibi gelebilir; sanki yeterince olay olmuyormuş gibi.
Ancak tekrar tekrar dinlediğinizde albümün tamamını içeren ritimsel bir zevk üzerinize çöküyor. Bu
belki de Truffaz'nın yaptığı en bütünlük sahibi albüm ve tüm albüm bir parça müzikmiş gibi birarada
dinlenmeyi gerektiriyor.

Kısaca "Walk" diyebileceğimiz "Walk of the Giant Turtle" son derece ambient bir sound'a sahip olan
'Scody Part 1' ile açılıyor ve makine benzeri ritim kendini ortaya koyarken dinleyiciyi yavaş yavaş
'Scody Part 2'nun soluk dans müziğine doğru çekiyor. Daha önce Erik Truffaz'dan duyduğumuz hiçbir
şey bizi 'King B'nin rock sound'una alıştırmamıştı. Burada Miles Davis'in 'Agartha'da dinlediğimiz
kavrulmuş, tozlu funk'ına bazı göndermeler varsa da aslında daha önceki zamanların fusion müziğini
hatırlatmaya yetecek kadar temel rock etkileri hakim. Muller'ın klavyeye geri dönmesiyle gitarist Manu
Codjia'nın "Mantis"de ortaya çıkardığı rock sound'undan çok daha fazlası karıştırılan efektlerle elde
edilmiş.

Albümdeki baladlar öylesine soyut ve dünya dışı geliyor ki, Truffaz dinleyicileri ciddi bir şüphenin içine
girebilirler. Ancak ne olursa olsun tamamıyla yabancı gelse de bu baladlar içten içe geçmişle alakalı
bazı özellikler taşıyorlar. 'Flamingo' kesinlikle "The Mask"da karşımıza çıkan parçalardan çok uzak bir
noktada değil ancak bu kez başka bir derinlik söz konusu. Truffaz taze olduğu hissedilen bir kişilik
duygusuyla çalıyor. Asla bir sonraki adımını bilmeyen biri gibi görünmüyor ve bu arada trompeti

108
mutlaka Miles Davis/Chet Baker/Kenny Wheeler okulundan gelse de kesinlikle içine kendine has sesler
katıyor.

Albüme adını veren şarkı her anlamda çok farklı bir şey. Bir ritim patikası ile başlayan kısa intronun
ardından Truffaz, klavyelerle desteklenmiş ilgi çekici bir melodiyle başımızı döndürüyor. Akustik piyano
ön plana çıktığında ise asıl efekt, etrafındaki ve müzisyenlerin aralarındaki korkunç büyüklükteki alan.
Bu parçada sadece meşgul olmak için çalan kimse yok. Her nota bütünün bir parçası olması gerektiği
için orada. Çok yumuşak ve tutarlı bir hareket sizi içine çekiyor.

"The Walk of the Giant Turtle", kendi sound'unu belirleme ve caz, rock ve electronica öğeleriyle bunu
yoğurma şansı açısından Erik Truffaz için çok kesin bir adım. Truffaz uzun zamandır Euro caz için
önemli bir kişilik iken bu son albümüyle Amerika'daki yerini de sabitleyecek gibi görünüyor.

"Scody Part.1'i "dinlemek için tıklayın...

Jazzitude'dan çeviren Seda Saltadal

Goldfrapp sıkıştı: Black Cherry

Goldfrapp'i hatılıyor musunuz? Hani masum ve kırılgan genç kadın Alison Goldfrapp'in yumuşacık
sesiyle şarkılar söylediği, tatlı orkestrasyonlarla güzelleşen, 2000 yılının en çok beğenilen zararsız "Felt
Mountain" albümüne imzasını atan Goldfrapp? Hatırlıyorsanız, unutun gitsin, hatırlamıyorsanız zaten
önemli değil; Goldfrapp ikinci albümü "Black Cherry"le, ilk albümüyle yarattığı miti yakıp yıkıyor çünkü.
Hatta Alison'ı o kocaman masum gözlerinden tanımazsanız, bu Goldfrapp'in başka bir Goldfrapp
olduğunu bile düşünebiliriniz.

"Black Cherry", Goldfrapp'in ikinci stüdyo albümü, kendinden sıkılmış ve biraz heyecan arayan bir
Goldfrapp'i su yüzüne çıkarıyor. Şık bir davette elinde bir kadeh şampanya ve güzel giysiler içinde
gülücükler fırlatmaya çalışan hüzünlü bir çiftin; uyuşturucu, seks ve şiddetle partiyi darma dağın etme
fantezisini gerçeğe dönüştürüyor. Alison şık kıyafetlerini çıkartıp, mini şortlar, topuklu ayakkabılar ve
ışıltılı makyajlar içinde teşhirci bir parti kızı oluveriyor.

Albümden çıkan ilk single agresif 'Train'in video klibini izlemişsinizdir; gördüğünüz üzere Goldfrapp son
zamanlarda Fischerspooner ve Miss Kittin gibi isimlerle oldukça popülerleşen elecro-pop dünyasına tam
donanımlı girmeye hazır.

Albümde hala o "Felt Mountain"dan kalma rüya alemi izleri var ama Alison hanım, o albümün kendisini
olmadığı kadar cici gösterdiğini düşünüyor olmalı ki, bu albümle birlikte cinselliğini resmen yüzümüze
vuruyor. "Black Cherry"de yer alan yedi numaralı 'Twist'in sözlerine dikkat edin, dinlerken yüzünüz
kızarabilir ('kirli melek yüzünü bacaklarımın arasına sok' gibi)…

Albümde asıl problem, Goldfrapp'in bu kasaba masumiyeti fikri ve şehrin neon ışıkları arasında karar
veremediği zamanlar ortaya çıkıyor. Bu yüzden çoğu zaman, 'Hairy Trees' gibi tanıdık yumuşak
parçalar ve şehrin karmaşasıyla dolu 'Strict Machine' arasında; varoşlarda sıkışıp kalıyorlar. Şarkılar tek
başlarına işi kotarırken, bir arada olukça rahatsız edici durabiliyor.

Alison'ın cinselliği, biraz geç de olsa keşfetmesini ve bunu fazlasıyla dinleyicileriyle paylaşmasını
takdirle karşılıyoruz ama hatırlatmakta fayda var; her horoz kendi çöplüğünde öter Bayan Goldfrapp,
kararsız kuş ise çabuk ölür…

Pınar Üzeltüzenci

Özgürlük bulaşıcıdır: Cat Power

Cat Power, babası gezgin bir piyanist olan Kuzeyli şarkıcı/besteci Chan Marshall'ın takma adı. Liseden
ayrıldıktan sonra kendini Cat Power adıyla New York'da müzik yaparken buldu. Liz Phair için açılışı

109
yapacaktı ki Sonic Youth'dan davulcu Steve Shelley ve Two Dollar Guitar'dan Tim Foljahn ile tanıştı. Bu
iki müzisyen, daha sonra Marshall'ın arkasında çalmayı kabul edeceklerdi.

1995 tarihli "Dear Sir" ve "1996 tarihli "Myra Lee"nin ardından -ki ikisi de aynı gün içinde
kaydedilmişti!- Cat Power 1996 yılında çıkan "What Would the Community Think?" için Matador ile
anlaştı. Bu albümle birlikte Marshall'ın hareketli, duygusal şarkıları ve akıl üstü vokalleri akıllara kazındı
ve mükemmel "Moon Pix" iki yıl sonra, "The Covers Record" ise 2000'in ilkbaharında piyasaya çıktı.

Kişiliği ve enfeksiyonel sahne performansı hakkında pek çok şey yazıldı ve söylendi. Ancak onu sadece
"deli" olarak tanımlamak biraz yüzeysel olabilir. Beş yıl aradan sonra gelen son orijinal çalışması "You
Are Free", Chan'ın vokal yeteneği, beste stili ve bütünsel tarzıyla yine psikologları sandalye tepesinde
oturmaya mahkum ediyor. Peki kendisi tüm bunlara karşı ne diyor?

Bir süredir New York'ta sabit duruyorsunuz?

Bilemiyorum... Neredeyse dört yıldır durmaksızın yolculuk ediyorum ve dolayısıyla hiçbir yerde
yaşadığım söylenemez. Bunu açıklamak çok zor. Beynimde kocaman bir harita var ve günleri, ayları
bilmesem de şehirleri ve her yerde ne kadar süre kalmam gerektiğini biliyorum. Ama ev konusuna
gelince... Henüz bir evim yok. Şimdi yıllar geçtikçe ne yapacağımı bilmez bir hale büründüm çünkü
giderek yaşlanıyorum. 30 yaşındayım, pek sorun sayılmaz ama 40 olduğumda tüm bunlardan şimdikine
oranla çok daha sıkılmış olacağım. Bu beni yıpratıyor gerçekten.

Sizi yıpratan tam olarak nedir?

Sadece yolculuklar ve gösterilere çıkmak. Bu konuda konuşmak zor çünkü hayli aptalca. Yani temel
olarak bir yere çalmaya gidiyorum ve sonra işim bitiyor, başka yere gidiyorum. İşte yaptığım şey bu.
Rutin diye bir şey yok hayatımda. Günde iki kez dişlerimi fırçalarsam şanslı sayılırım...

Pekala... "You Are Free"den bahsedelim.

Tabii ki yolculuklar sırasında yazdım bu albümü. Adam Kasper [Foo Fighters, Pearl Jam] kayıtlarla ve
mixing'le ilgilendi çünkü ruhumu vermediğim kimsenin benim yapımcılığımı yapmasını istemiyorum.
Tabii şarkıları onlar yazıyorlarsa ve çok seviyorsam bana ne istediklerini söylemelerine izin verebilirim.
Ama bunu asla yapmazdım.

Bir yandan gezerken, bir yandan nasıl kaydettin?

Adam başka şeyler üzerinde çalışıyordu ve ben de onun programına göre çalıştım. Gerçekten hoş
stüdyolar buldu ve boş zamanı olduğunda girip iki ay falan önce en son ne yaptığımızı hatırlamaya
çalışırdık. Ben de en sonunda dayanamayıp "Hayır hayır! Yeni bir şeyler yapmak istiyorum." derdim ve
yeni bir şarkı yazardım. Yani temelde böyle gitti. Birkaç ayda bir biraraya gelerek. Ve bir yıl sonra
elimizde 40 farklı şarkı vardı ve ben delirmek üzereydim. Adam hangi şarkıları kullanmak gerektiği
konusunda çok yardımcı oldu. Öyle bir nokta geliyor ki ne yaptığınızı bilemiyorsunuz. Böyle kahrolası
şeylerden bahsetmek çok garip çünkü normalde böyle şeyler hakkında konuşmam. Sanki dişinizi
fırçalarken birden bire durup bir sonraki hareketinizin ne olacağını ve neden öyle olacağını düşünmek
gibi.

Belirli bir düzenle stüdyoya girmemek bütünlüğü sağlamada sorun yaratıyor mu? Beste süreci zor oldu
mu?

Kesinlikle, hayır. Asıl zor olan, hiçbir zaman bitirememekti çünkü o kadar özgürdük ki... Kaydettiğimiz
şeyleri gerçekten yayınlayıp yayınlamamak konusunda karar veremiyordum bir türlü. Adam'ın bulduğu
amfiler, gitarlar, mikrofonlar, stüdyolar... hepsi gerçekten muhteşem oluyordu ancak devamlılığı
sağlayamayınca bu organik mekanlarda çıkan işlerin de nasıl başlayıp nasıl bittiği meçhul oluyordu.

Peki neden Adam'ı seçtiniz?

İstediğimi yapmama imkan sağlayacak gerçekten iyi bir ses mühendisine ihtiyacım vardı. Bir odada
sürekli kontrol düğmeleriyle uğraşan biriyle oturuyorum çünkü bu işin nasıl yapıldığını ben bilmiyorum.
Kendim yapabilmeyi çok isterdim ama orada duracak birine ihtiyacım var. Bilirsiniz, stüdyoyu
kiralarsınız ve orada herşeye karışan ve başka bir dilde konuşan bir stüdyo canavarı vardır.

110
Yani stüdyoda konuştuğunuz dilden anlayacak birini mi arıyordunuz?

Hayır! Sadece sesini kesecek birini. Kahrolası feedback'in nasıl bir şey olduğunu bilmediğimi
düşünüyorsan ben seni neden umursayayım ki? Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Sizi kesinlikle
ilgilendirmez. Bir arkadaşım bana "Adam Kasper'ı denemelisin; o gerçekten süperdir." dedi. Bir
mühendis istiyordum; prodüktör değil ve o da "Evet, işte tam ona göre" dedi. Bir süre sonra Adam'dan
bir mail aldım "Mühendis, prodüktör, ne istersen" Biraz samimi gibi gelmişti ama sonuçta denemeye
karar verdik. Neyse sonuçta böyle çalışmaya başladık ve işte buradayız.

Pitchforkmedia'dan çeviren Seda Saltadal

2000 model disko: Metro Area

70'lerin sonunda müzik dinleyicileri ve eleştirmenler; dans müziğinin 'sahte' ve 'fabrikasyon'


olmasından şikayetçiydiler. Rock müziğinin spontane oluşum süreci ve canlı enstrümanların 'saf'
seslerinden farklı olarak disko ve benzeri müzikler stüdyo merkezliydiler ve kimsenin bilmediği birtakım
belirsiz adamlar tarafından üretiliyorlardı. Bütün bu önyargılar yüzünden zaten yeterince homoseksüel,
siyah ırk ve kadın karşıtı olan tarih; bu dönemi "unutulmaya mahkum ve utanç verici" bir dönem olarak
apayrı bir bölüme ayırıyor.

Fakat pek çok disko şampiyonunun dikkat çektiği gibi bu saptamada kesinlikle doğruluk payı yok.
Disko müzik de tıpkı rock müziği gibi spontane bir sürecin sonucudur ve kesinlikle stüdyo tabanlı
üretilebilir (Steve Albini'yi hatırlayın). Aynı şekilde Vincent Montana Jr., Patrick Adams ve Walter
Gibbons gibi, sound'larını tamamlamak için akustik enstrümanlar kullanan disko prodüktörlerini de
unutmamak gerek.

Ne yazık ki, disko müziğine karşı tüm bu önyargılar, 80 ve 90'lı yıllar boyunca da sürdü. Eurodisco ve
köklerini diskodan alan hip-hop, house, techno ve diğer elektronik dans müzikleri; disko'nun
gördüğüne benzer tepkilerle karşılandı: yapay ve amatör! Bu tarz müziği saat, spor ayakkabı vs
satmak için gençliği sembolize edecek şekilde reklamlarda kullanan mezar kazıcılar ise, sadece
disko'nun atalarını mezarlarında ters döndürüyor olmalıydılar.

Asıl konumuz olan Metro Area ikilisi, bu "mezar kazıcı" terimine oldukça yakışan bir proje. Ama onlar
cesetleri ters çevirmek ve çeşitli post-modern yaklaşımlarla beyin sarsıntısına uğratacak kes yapıştır
teknikleri kullanmak yerine; tozlarını üfleyip onlara yeniden ruh ve "groove" vermek için çalışıyorlar.

Aslen techno prodüktörleri olan Morgan Geist ve Darshan Jesra'nın 1999 yılında bir araya gelip ilk
plaklarını yayınlamalarıyla start alan Metro Area; dünyanın her yerindeki dans müzik severler
tarafından ilgi ve heyecanla karşılanmıştı.

Grubun, o zamandan beri yayınladıkları single ve EP'leri bir araya getiren ve 4 tane de yeni şarkı içeren
ilk albümleri "Metro Area", günümüzde oldukça trendy olan retro akımının tuzaklarına düşmeden "eski"
tınlayabilen, son derece "saf" bir albüm. Evet, klasik bir Giorgio Moroder loop'unu andıran bas
partisyonları ya da Curtis Mayfield'imsi gitarlar var ama bütün bunlar o kadar güzel işlenmiş ki, ortaya
çıkan sonuç inanılmaz derecede dinamik ve özel.

Her şey bir yana, albümün atmosferik ve ferah prodüksiyonu, artık her şarkıda farklı bir zeka parıltısı
görmeden tatmin olmayan günümüz dinleyicisini fazlasıyla mutlu edecek kadar "akıllı". Mesela 'Miura'
parçası, iç titreten bir Gary Glitter numarasıymış gibi başlıyor ama önce vokaller ve perküsyonun, sonra
da güçlü bir synthesizer bölümünün girmesiyle farklılaşıyor. 'Pina' zarif bir İspanyol gitar melodisiyle
başladıktan sonra arkada biri yavaş 'Fuck' diye fısıldıyor ve şarkı bir anda Latin etkileşimli bir house
parçasına dönüşüyor.

Albümdeki her küçük parça; sizi her seferinde farklı bir fügür sergilemek için piste davet ediyor. Bu
kayıtla ilgili en önemli özelliklerden biri de; kalçalarınıza olduğu kadar, aklınıza da hitap etmesi. 2000'li
yıllarda yapılmış en başarılı 'beyaz' ve 'eşit' disko bu.

Popmatters'dan derleyen Pınar Üzeltüzenci

Four Tet'in favorileri

111
Organik ses bilimcisi Four Tet (aka Kieran Hebden), yeni albümü "Rounds" ile, seslerden ördüğü
dünyasının inşasına devam ediyor. Hebden, şu sıralar gönlünü çalan parçaları Pitchforkmedia.com için
değerlendirmiş…

1. Stark Reality: Now LP [Stones Throw] Oldukça zor bulunan bu albüm yeniden yayınlandı. Bu
albüm free jazz, saykadelik rock ve çocuk şarkılarının muhteşem bir karışımı. İnanmak için dinlemeniz
gerekiyor. Plak şirketi de harika bir iş yaparak, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış şarkıları, şahane
bir kapak ve fotoğraflarla birlikte piyasaya sürdü.

2. Icarus: Six Soviet Misfits LP [Temporary Residence] Bu albüm bana göre şu sıralar
elektronik müzik adına yapılmış en iyi şeylerden biri. muhteşem sesler, melodiler ve ritimler içeriyor.
Üstelik daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyor. Bu albüm Icarus'un bir önceki albümü "Misfits"le
"UL-6" ve "Soviet Igloo"un bir araya gelmesinden oluşuyor.

3. 50 Cent: "In Da Club" 12" [Interscope] Yılın en iyilerinden biri. inanılmaz bir prodüksüyon,
kesinlikle bir ruhu var. Zamansız ve çok basit bir şarkı ve herkesi utandıracak kadar da iyi.

4. King Gheedorah: Take Me to Your Leader LP [Big Dada] MF Doom'un yeni projesi. Ritimler ve
vokaller çok iyi. Bunların bir de Madlib'le yaptıkları bir albüm var ki, her dinlediğimde küçük dilimi
yutacak gibi oluyorum.

5. Lightning Bolt: Wonderful Rainbow LP [Load] Akıllara zarar davul ve bas ikilisi. Bu müzik
bana Albert Ayler ve Fugazi arasında bir şeyleri hatırlatıyor. Konser kayıtlarından oluşan bir DVD'lerini
seyretmiştim, inanılmazdı.

6. Jablib: The Red LP [Stones Throw] Jablib; Jay Dee ve Madlib'in ortak projesi. Dünyanın en iyi
iki prodüktöründen beklenildiği gibi muhteşem bir çalışma.

7. Manitoba: Up in Flames LP [Domino] bu albümü her dinlediğimde biraz daha çok seviyorum.
Albümü tanımlarken ruhani hip hop demek istiyorum çünkü daha önce bu kadar ruhuma işleyen başka
bir elektronik hip hop albümü dinlememiştim. Süper sesler var.

8. Zongamin: Zongamin LP [XL] gerçekten yenilikçi, deneysel ve sıcak bir albüm. Punk tavrı ve
disco sound'ları çok başarılı bir şekilde birleştirilmiş. Bir nevi elektro albümü de denebilir sanırım. Bana
Arthur Russell, Sun Ra ve Derrick May gibi farklı isimleri hatırlatıyor.

9. Barry Dransfield: Barry Dransfield LP [Spinney] Bu kadar zarif ve içten bir albüm bulmak
bugünlerde gerçekten zor. Zaten bu da eski bir albüm ama allahtan yeniden yayınlandı. Gitarlar, vokal,
her şey çok basit ve son derece hüzünlü.

10. Akufen: "Psychometry 1.1-3.2" (Thomas Brinkmann remix ) [Trapez] House müziğinin iki
ağır topu en sonunda birlikte bir şeyler yaptılar ve beklediğim gibi sonuş inanılmaz. Bu şarkı o kadar
şiddetli ve güzel ki. Bir sürü gürültü içermesine rağmen nasıl bu kadar yumuşak tınlayabiliyor anlamış
değilim ama insanın içine işlediği de bir gerçek.

Derleyen : Pınar Üzeltüzenci

Bir Techno emektarı: Andrew Weatherall

Elektronik müziğin şekillenmesinde parmağı olan en önemli isimlerden biri Andrew Weatherall'ın
büyüsüne, H2000 festivalinde birebir tanık olabilirsiniz…

Andrew Weatherall, İngiliz techno müziğinde saygın bir kariyer edinmiş şanslı kişilerden biri.
Manchester'ın sound'larından gelen ve 90'lı yıllarda deneysel techno'ya doğru kayan bir prodüktör
olarak Weatherhall aslında kolaylıkla ana beat'in, yani Chemical Brothers'ın ya da dünya çapında DJ
Oakenfold'un on yıl sonunda yarattığı dalgalanmanın üstesinden gelebilirdi. Bunun yerine, IDM
yaklaşımını benimseyerek daha keskin bir ucu izlemeyi ve pek çok şekilde tanımlamayı seçti.

Büyük isimlerin de dahil olduğu iki ortak çalışmanın içinde yer aldı. Bu çalışmalar Warp Records'dan
çıktı ve şimdi dünyanın en saygı duyulan ve kitleleri peşinde koşturan DJ'leri ile erkenden çalışma
olanağı oldu. Weatherhall, çok geçmeden, 80'lerin sonunda Boys Own adında bir fanzin yayınlamaya
başladı ve ardından da Londra'nın acid house camiasının ön saflarında bir DJ haline geldi.
112
Bu işbirliğini Weatherall'un sevilen bir New Order şarkısı olan 'Worlds in Motion'ın ve Paul Oakenfold'la
birlikte the Happy Mondays'in 'Hallelujah'adlı parçasının remikslenmesi izledi. Bir zamanlar Creation'ın
uzun listesinde orta sıralarda yer alan Primal Scream, daha sonra Top 20 listesinde yer alacak olan
'Loaded' için ve büyük sarsıntı yaratan "Screamadelica"nın prodüksiyonu için Weatherall'u arayacaktı.
"Screamadelica"nın baş döndürücü başarısı, Weatherall'un da İngiltere'nin bir numaralı remiksçileri ve
prodüktörleri arasında yer almasını sağladı. Bir süreliğine Londra'daki ünlü Kiss FM'de DJ'lik yaptıktan
sonra yine aynı bölgede iki klüp işletti ve 1993 yılında da techno-pop grubu One Dove'la oldukça geniş
bir perspektifte çalıştı. Aynı yıl Weatherall, Jagz Koomer ve Gary Burns'le birlikte Sabres of Paradise'u
kurdu ve kendi label'ı olan Sabrettes'den yeni bir çığır açan ambient deneysel techno single'lar ve
albümler çıkardı. Bu parçalar Warp Records toplamalarında da yer aldı. 1996 yılında Beth Orton'la
prodüktörlük ve remiks yolculuğuna devam eden sanatçı, Keith Tenniswood ve Emissions Audio
Output label'ı ile Two Lone Swordsmen'i kurdu.

Primal Scream'le yeniden filmle aynı adı taşıyan parça 'Trainspotting' için birlikte çalışan Weatherall,
1999'da "Heavenly Presents: Live at the Social" serisinin üçüncü volume'unu miksledi. Bu disc, aynı
zamanda genel geçer bir norm olarak da kendini kabul ettirirken elektronik müziğin nabzını tutan, hem
yeniyi hem eskiyi kullanan tarzı bir kez daha kanıtlanmış oldu. 2000-2001 yılları Weatherall'un elinden
çıkma iki miks kaydına daha tanıklık etti. Tenniswood'la birlikte dünya çapında DJ'liğe başlıyordu ve on
yılın olayı da buydu.

Weatherall, NME ile 2000 yılında yaptığı bir röportajda "Dans kültürü şimdi, baskın pop kültürünün ta
kendisi ve bazen pop kültürü beni rahatsız ediyor" demişti. Bir prodüktör ve grup elemanı olarak
Weatherall, İngiliz elektronik müziğinin daha progresif köşelerini şekillendirmeye devam ediyor.

Allmusic'den çeviren: Seda Saltadal

Broadcast: Yayına kaldığımız yerden


devam ediyoruz

Birmingham'lı dörtlü, Broadcast, Ağustos ayında çıkacak 3. albümleri "Haha Sound"a hazırlık olarak
yayınladıkları "Pendulum" adlı EP'leriyle, ayrılık hasreti çeken kulakların kapsama alanına girdi.

Broadcast'ı ilk dinlediğim vakit, hem bu mucizevi müziğin yarattığı hissiyatların peşine takılıp keyiften
dört köşe olmuş, hem de kırılgan bir dehanın ürünü olan Broadcast'ın içinde bulunduğu müzikal
ortamda hırpalanıp tutunamayacağından ve grubun ilk albümleri "Work or Non-Work"le müzik tarihinin
çalkantılı okyanusunda dalgaların arasından bir anlığına yüzeye çıkabilmiş ve ne yazık ki dibe çökmeye
yazgılı, tek albümlük bir grup olacağını düşünüp hayıflanmıştım. Zaman kötüydü; Brit-pop iyisiyle
kötüsüyle bir salgın gibi oradan oraya hoplayıp zıplıyor; Broadcast'a yakın akraba, Stereolab'in
bayraktarlığını yaptığı 'analog pop'un aşırı ucu, avand-garde'ın dik alası Pram, Pulp'a alt grup olduğu
bir konserde sırf istediği müziği yaptığı ve bunu birileriyle paylaşmaya çalıştığı için seyirci tarafından
yuhalanabiliyordu. Broadcast'ın da buna benzer şeyler yaşaması ve zaten fazlasıyla hassas, kırılgan
olan bu aykırı ses'in, motivasyon yoksunluluğu sebebiyle müzikal evrenden elini ettiğini çekmesi
muhtemeldi.

Ancak, korktuğum olmadı. Broadcast, içine doğduğu Brit-popçu dönemden yara almadan çıktı; şu
sıralar Brit-pop son nefeslerini verirken, gerçek deha ve saf yaratıcı yetenek ayakta kaldı. Elbette ki,
Broadcast ağır aksak, eski püskü bir pop'un altına döşediği çetin ceviz deneyselliği ve klostrofobik,
kasvetli tınılarıyla müthiş bir popülariteye erişmedi - ki böyle bir kaygısı da yoktu zaten - ama müzikten
yaratıcı bir meydan okuma, yenilik ve gelişim yönünde bir gövde gösterisi, estetik hazza açılan bir
sanat kanalı olarak keyif alabilenlerin sevgi dolu hayranlığına ve övgüsüne mazhar oldu. Birmingham'lı
dörtlü, 2000 yılında ikinci albümleri "The Noise Made By People"ı yayınladılar ve 3 yıllık bir aradan
sonra, son albümleri "Haha Sound"la sınırlı, ancak yeterli, sadık hayran kitlesiyle tekrar buluşuyorlar.

Peki, bu Broadcast ne menem bir şeydir acaba? Broadcast, büyülü bir müziktir. Hem ses'i hem de sözü
ciddi anlamda dert edinir. Grubun 'ön-kadını' Trish, gerçek bir kitap kurdudur ve örneğin, "Work or
Non-Work"deki 'The Book Lovers'da Herman Hesse'nin "Steppenwolf" adlı kitabından alıntılar
yapmıştır. Broadcast, geçmişle gelecek arasındaki geçirgen bir katmanda yaşamak gibidir. Analog
klavyelerle, moog'un aktivitesi, insanı kimi zaman karlarla kaplı karanlık bir ormana, çocukluk
günlerinizden hatırladığınız bir masalın içine; kimi zamansa bir fabrikaya, futuristik bir şehir
görüntüsüne bırakıverir. Trish Kennan, Adalı bir kadın olmasından ayrı olarak, bir Buzlar Kraliçesidir.
Sesi, kristalize, hüzünlü bir renk barındırır. Broadcast, sıfırın altında hüzünlü, kimi zaman kozmik
113
kasvetini pamuk şekerli bir popla inceltiveren, kimi zamansa gürültü estetiğini kurcalayan bir
deneyciliğe girişen bir müziktir. Dörtlü, 60'ların Los Angeles'lı deneysel, elektronik pop efsanesi The
United States Of America'dan feyz alır. Burt Bacharach gibi 'easy listening' figürlerine referans yapar.
Ses laborantı Stereolab'in ve Pram'in silah arkadaşıdır.

8 senelik müzik hayatına 2 albüm ve 3 EP sığdırmış Broadcast'ın 97 tarihli ilk albümden, 'The Book
Lovers', 'Message From Home', 'According To No Plan', 'The World's Backwards'; 2000 tarihli ikinci
albümden 'Unchanging Window', 'Come On Let's Go', 'Papercuts' 'Untill Then', 'Look Outside' adlı
şarkılar geçen yüzyılın en güzel şarkılarındandır bana kalırsa. Grubun 3. albümü de bu listeyi uzatmaya
aday. Broadcast, geçmişle gelecek arasına akıttığı iksirin içeriğini karıştırmaya devam ediyor. Hala
'yayın'dayken kulak kabartmakta fayda var.

Mesut Kondu

Yabancılaşma üstadı Burnt Friedmann ve alter ego'ları

Bernd Friedmann, Burnt Friedmann and the Nu Dub Players, Flanger, Nonplace Urban Field, Drome
gibi isimler altında sürekli farklı şirketlerden yayınladığı deneysel çalışmalarıyla tanınan Alman
müzisyen Burnt Friedmann, dinleyiciyi korkutmadan deneysel ve ilginç olmayı başarabilen biri. Üstelik
bu işi bilgisi ve sevgisi, mantığı ve hayal gücüyle harmanlayarak tamamen benzersiz kalabilmeyi de
başarıyor…

Bir parçanızın Drome, SMC ya da NUF şirketlerinden hangisinin etiketiyle yayınlanacağını belirleyen
özellikler neler?

Soruyu şu şekilde soralım, neden bir insan her sabah aynı kişilikle uyanıyor? Yaptığım her yeni
parçada, farklı kişilikler yaratmaya çalışıyorum, bu yüzden hepsinin farklı kılıfları olmak zorunda.
Söylediğiniz gibi, her farklı projeyi, onlara uygun bir label'dan yayınlayarak bunu yakalamaya
çalışıyorum.

Müziğiniz modern ve elektronik temellere dayalı olmasına rağmen kesinlikle dans pistine uygun değil.
bu özel olarak amaçladığınız bir şey mi? Kimleri hedef alıyorsunuz?

Kendimi hedef alıyorum tabii ki, öncelikle benim tatmin olmam önemli. Ayrıca dans müziği derken ne
kastettiğinizi de anlamadım, ben dans ederken müziği dinlemeden edemiyorum, bu yüzden dans ikinci
planda kalıyor. Yani dans müziği, şu müziği bu müziği şeklinde çizgiler çizemiyorum. Sanırım bu
yüzden de müziğimin gayet özgür bir niteliği var.

Kayıtlarınızın hemen hemen tümünde garip sample teknikleri kullanıyorsunuz. Sample'ların bildiğimiz
enstrümanlarla yakalayamayacağınız bir his yarattığına inanıyor musunuz?

Tersten soralım. Sample'larla yakalayamayacağımız bir hissi enstrümanlarla yakalayabilir miyiz?


Sampling dediğimiz şey bir simülasyon çeşididir, tam anlamıyla taklit demek yanlış olur. Dünyanın
belirli parçalarını estetik amaçlı kullanmak içindir sample'lar. Peki estetik yönden bir sample'la orijinali
arasındaki fark nedir? Bazı sample'lar, gerçek ve hayal, doğal ve yapay arasındaki farkı
bulanıklaştırabilir, ama asıl önemli olan bir sample'ın sadece bizim istediğimiz şeyi yerine getiriyor
olmasıdır. Tıpkı enstrümanlar gibi. Sizin istemediğiniz hiçbir şeyi yapmazlar.

Canlı performanslarınızda, bir müzik aleti çalıyor musunuz, yoksa DJ'lik mi yapıyorsunuz?

Günümüzde DJ2yin Rock yıldızlarının yerini doldurduğu inkar edilemez bir gerçek. Halk arasında bir
seks ikonu, aynı zamanda çağdaş müziğin simgesi haline geldi DJ'ler. Ayrıca bir DJ'in bütün o
elektronik karmaşası içinde yaptığı şey takdire şayan. Bu yüzden canlı performanslarımda bir DJ set-
up'ını geliştirerek kullanıyorum.
114
Genelde tek başınıza konser veriyorsunuz. Sizce elektronik müzik kişisel bir tür mü?

Bilgisayarlarla çalışmak, kişiyi gerçekten tatmin eden bir şey. Müzik yapmanın da teknolojinin bir
parçası haline geldiği bugünlerde, artık grup fikri neredeyse hiç kalmadı. Hatta tek başlarına takılan
milyonlarca prodüktör ortaya çıktı. ama ben bir bilgisayarı olan herkesin müzisyen olabileceğine
inanmıyorum. Bütün o sihirli müzik programları ve sonsuz kaynaklar içinde kaybolmamak ve seçimi iyi
yapabilmek önemli olan. Bu arada sorunuza gelince, müzik zaten kişisel bir şey, o tür bu tür diye
ayırım yapmak çok mantıksız.

Aynı zamanda çeşitli TV programları için müzik yapıyorsunuz. TV adına şu ana kadar neler yaptınız?

Çeşitli reklamlar, fragmanlar, festival müzikleri, porno film ve belgesel müzikleri yaptım.
Ambient, trip hop, drum and bass gibi pek çok türleri de göz önünde bulundurursanız, müziğinizi nasıl
tanımlardınız?

Günümüz modern müziği; plak şirketleri, gazeteciler ve promosyon sorumluları sayesinde, neredeyse
bir "tür" bolluğu yaşıyor. Mesela drum 'n bass dedikleri şey… O kadar yetersiz bir tanımlama ki… Yani
bir drum 'n bass parçasının sadece davul ve bas'tan oluştuğunu düşünsenize… Müziğim hakkında
konuşmayı bu yüzden sevmiyorum işte…
Immerse ve Octopus dergilerinden derleyen Pınar Üzeltüzenci
Kara ateşin ortasında: Keiji Haino

Batıya kayan tüm Japon müzisyenler arasında Keiji Haino en sıra dışı olanı. Müziği ve ince ince
dokunmuş gizemiyle, dondurucu karmaşa ve yoğunluğu kişisel bir serüven biçiminde anlatıyor.

19. yüzyılda yaşayan bir züppe misali baştan aşağı simsiyah giyinip sahneye çıkıyor. Bir başka zaman
ve mekanda onu elinde bir ıstakozu evirip çevirirken görebilirdiniz ama bu bilgisayar çağında o, uzun
gümüşi saçlarını rüzgara verip gözlüklerinin ardından mistik bir bakış atıyor sadece. Kapalı bir ortama
girdiğinde bir kedi edasıyla havayı kokladığını görebilirsiniz. Ama bunun sebebi sadece günün birinde
burada çalmak isterse diye şimdiden odanın akustiğini test etme isteği.

Şimdi 44 yaşında olan Keiji Haino, çağdaş müziğin hem içinde, hem dışında denebilecek en ölümcül
isimlerden biri. İlk iki albümünü yayınlaması 20 yılını almış olabilir ama 1990'dan beri dünyaya
Haino'nun albümleri egemen oldu. Bunların arasında Haino'nun yanı sıra folk-blues şarkıcısı Kan
Mikami ve doğaç ustası basçı Masayuki Takayanagi'nin New Directions adlı grubunu da içeren iki "Live
In The First Year Of Heisei" albümü de var. Haino'nun çalışmaları, ne etkisinde olursa olsun tekil bir
müzikal vizyona işaret ediyor. Müziği, Wagner tarzı bir ölçüde blues gibi tanımlanabilir. İyi ve kötü
güçler arasındaki mücadele her zaman hassas bir dengede duruyor ve sonuç çoğu zaman şüpheli
oluyor. Süreç boyunca kendine, bilince dönüşen bir ateş topu yaratıyor ve müzik dünyasını bu bilinçle
algılamaya çalışıyor.

Haino pek de öyle birilerinin ya da camianın esin kaynağı değil. Bunun nedeni de vizyonunun fazlasıyla
kişisel olması. Özellikle gitar sound'u diğerlerini alevlere sürükleyemeyecek kadar kendi yörüngesinde
dolaşıyor. Tokyo psychedelic garage underground müziğini anlamak onsuz mümkün olmasa da kendi
yarattığı derinlik ve mantık çerçevesinde gençlere teğet geçtiği söylenebilir. Dünyanın geri kalan
kısmına göre konumuna bakılacak olursa John Coltrane, Cecil Taylor veya Evan Parker'ın caz ve free
müzik camiasıyla olan ilişkisine benzer bir boyut yakalayabilir. Haino'nun müziğe giden yolu kendi
içinden geçiyor. Kişisel aşırılıkları öyle bir spektrum yaratıyor ki dinleyicinin en karanlık anlarında ve en
özel dakikalarında bile aydınlık yayan bir aleve dönüşüyor bir süre sonra.

Keiji Haino, mistisizm ve metodolojinin, Zen felsefesi ve saçmalığın, açıklık ve zıtlığın delirten
karışımından bahsediyor. Anlamının çoğu zaman hazır bir anlayışı da beraber getirmesinin dışında,
kendini açıklamak için de yeterince özen ve zaman harcıyor. "Artık farkındayım ki yanlış anlaşılmak
istemiyorum. Beni sevip sevmemeniz önemli değil. Sadece yanlış anlamayın. İnsanların beni yanlış
nedenlerden dolayı sevmelerini veya sevmemelerini istemiyorum"

Haino'nun müziği ne kadar zor tanımlanıyorsa, yarattığı etki de o kadar samimi ve sabit geliyor. Bir
gitarist olarak kullandığı sound efektleriyle dinleyiciyi alıp götürdüğü yolculuk, her zaman farklı
sürprizler sunabilen, özgün bir macera aslında. Ya da belki de sadece alev dalgalarından oluşan bir
hortumun içinde korkusuzca buluyorsunuz kendinizi. Ses, tarifsiz bir esneklik ve sonsuzluk içeriyor,

115
ışığa doğru sürüklüyor, eğlenceyi sömürürken yenisini üretiyor ve sizi daha derine, daha da derine
gömüyor.

The Wire'dan derleyen: Seda Saltadal

Seslerin resmi: Vladislav Delay

Vladislav Delay, Finlandiya'nın başkenti Helsinki'deki evinden, dub'a ve minimal elektroniğe yeni bir
yön verdi. Böylece de, bu günlerin yeni dalgası elektronik dub melezinin doğuşunu öncülleyen bir
sanatçı oldu. Delay, yeni yaratım teknikleri denemekte ve elindeki müzikal malzemeyi sağaltıp ona yeni
bir form vermekte son derece başarılı. Müziğinde belli bir tema, belli formların öne çıktığı bir otonomi
yok, ancak duyduğunuz sound son derece yoğun ve güçlü. Vladislav Delay, gözleriniz önüne yeni,
işitsel bir dünya çiziyor.

Müziğe ve müzik yaratmaya olan ilginiz tam olarak ne zaman başladı?

Müzik aletleriyle ve genel anlamında müzik kavramıyla ilk temasım, 4-5 yaşındayken başladı. Dört
yaşındayken anne-babamın ev sahipliğini yaptığı bir partide gelen ilginç, tuhaf bir sanatçı bana bir
bongo armağan etmişti.

Gençlik yıllarınızda davul çalıp Jazz'la haşır neşir olduğunuz dönemlere ait kayıtlar var mı elinizde?
Varsa, bunları yayınlamayı düşünüyor musunuz? Tamamıyla, saf Jazz bir albüm yapmayı ister
miydiniz?

Davul çaldığım dönemlere ait, yarı-Jazz sayılabilecek şimdi bulunması çok güç iki kaydımız var. Onları,
tekrar yayınlamak istemem. Müzikal olarak şu an sahip olduğum duruşla bir ilgileri olduğunu
sanmıyorum. Zaten o dönemlerde son derece sınırlı bir alan üzerinde yoğunlaşmıştım; perküsyon.
Ayrıca, Finlandiya'da bir Jazz albümündeki bir kaç şarkıya prodüktörlük yapmıştım, çok eğlenceli bir
tecrübeydi. Şarkıların akustik bölümlerini stüdyomda kaydetmiş ve sonra da elektronik aksama hiç
bulaşmadan şarkıları bitirmiştim. Sonuç korkunçtu, Vladislav Delay olarak yaptığım şeylere çok yakın
duruyordu. Günün birinde, eğer mümkün olursa, yüzümü yine Jazz'a çevireceğimden eminim. O
zamana kadar, şu anda Jazz yapmakta olduğumu düşünmeye devam edeceğim.

Müzik yaparken kullandığınız alet-edevatlar neler? Sampler kullanmadığınız gerçekten doğru mu?

Herkesin kullandığı oyuncaklarla oynuyorum işte. Bilgisayar kullanmaya, yada şöyle diyeyim
bilgisayarın ıcığını cıcığını çıkarmaya, ilk albüm "Luoma"un zamanlarında başlamıştım. Sampler
mevzusuna gelince, zaten bilgisayar sampler'ın yerine geçebilen bir mucize, öyle değil mi? "Anima"
öncesi uğraştığım Ambient işlerin hiç birinde bilgisayara yada sampler'a başvurmadım.

Birlikte çalışmak istediğiniz müzisyenler var mı?

Bir sürü; Craig David, Meshell NdegeOcello, Johji Jamamoto, Ren Koolhaas, Marc Newton, George
Michael, Ex-Digable Planets, Mos Def, Talib Kweli, Tricky, A.P.C, Dr. Dre, MOMA, AGF, Rick James.

Hayatınızı sadece müzik yaparak mı kazanıyorsunuz? Başkalarına yaptığınız işlerin dışında, kendi
müziğinizi yaparken ne kadar zaman harcıyorsunuz?

Ben tam bir işkoliğimdir. Sanırım, bütün zamanımı müzik yapmaya veya diğer yaratıcı faaliyetlere
adayabilirim.

Modayla yakından alakadar olduğunuzu okumuştum. Gerçekten öyleyse, hangi tasarımcıları


beğeniyorsunuz? Kendinize kıyafet tasarlamakla ilgili misiniz? Bir moda gösterisi için müzik yapmak
ister miydiniz?

Modayla o kadar yakından ilgili olduğumu söyleyemem. Eskiden modaya karşı daha açıktım, ama son
yıllarda gördüğüm kadarıyla moda tam bir karmaşaya, gerçek bir saçmalığa doğru gidiyor. Geçen altı
ay içinde, favori markalarımın dünya üzerindeki bütün dükkanlarına gittim, ancak işe yarar hiç bir şey
bulamadım. Ancak, yine de hala beğendiğim bir kaç tasarımcı adı sayabilirim; Joshi Jamamoto, Uli
Djeallas, Akiko Tsuji, Comme Des Garcons, Antverpen, Alexander Mc Queen.

116
Son zamanlarda bir sürü dans müziği yaptınız. Dans etmeyi sever misiniz? Sık sık gittiğiniz dans
kulüpleri var mı? Yada sevdiğiniz DJ'ler?

4/4'lük klüp saçmalıklarıyla dans etmenin her ne kadar imkansız olduğunu düşünsem de, dans etmeyi
severim. Kulüplerle hiç aram yoktur, çünkü benim için en güzel mekan, dinlemek istediğiniz müziğe
karar verebildiğiniz yerdir. Kulüpler ve DJ'ler hakkında çok fazla bir şey bilmem, ama bu aralar beni
Christian Vogel çok etkiliyor. Açıkça söylemek gerekirse, DJ'lerin müziği ve etraflarına çekilen şöhret
sisi bana hiç çekici gelmiyor. Beni kıpırdatan müzikler bellidir; Salsa, Caribbean, 2-Step ve Hip Hop

Şu sıralar neler dinliyorsunuz?

En çok sevdiğim 300 parçayı, Apple pod'umun içine sıkıştırmayı başardım, bu yüzden şu an neler
dinlediğime dair net bir şey söylemem çok zor. Ancak, bu hafta, geçen hafta içinde Tokyo'dan aldığım
Rawkus SoundBombing 3' e acayip sarmış durumdayım.

Derleyen :Mesut Kondu

117

You might also like