You are on page 1of 14

Ürün Kitap Dizisi:6 - Aralık 1998

İçindekiler:
YENİ BİR BAŞLANGICA DOĞRU
CUMHURİYET'İN 75. YILINDA
GELECEĞE KORKUSUZ BAKABİLMEK

YENİ BİR BAŞLANGICA DOĞRU

Geçen sayımızda vurguladığımız gibi, egemen sermaye oligarşisi Türkiye'yi "dışta macera, içte
yıkım" çizgisine sürüklüyor. Kürt sorununun askeri çözümü için "terörün dış desteğini ortadan
kaldırma" gerekçesiyle Suriye'yle savaşın eşiğine geldik. ABD ve İsrail'le girişilen stratejik ittifak
çerçevesinde iki yandan köşeye sıkıştırılan Suriye'nin Öcalan'ı topraklarından çıkarması, sorunları
savaş tehditiyle çözme çizgisinin bir kez daha olumlanmasına yol açtı. Rusya yönetiminin siyasi
sığınma hakkı tanımayı reddetmesiyle iyice zafer sarhoşu olduk. Ne var ki, İtalya'nın sığınma hakkını
tanıyacağını ve bunu sorunun barışçı yollardan çözümü için bir fırsat olarak gördüğünü
açıklamasıyla zafer sarhoşluğu öfke nöbetine dönüştü.

Koro halinde ulusal nefretleri körükleyen, iç savaş kışkırtıcılığına soyunan medya, sığınma
hakkının temel bir insanlık hakkı olduğunu "unuttu". Oysa, ilkokul tarih kitaplarında bile "Türkler'in
kendilerine sığınanları ne pahasına olursa olsun başkasına teslim etmeme hasleti"yle övündüğümüzü
herkes biliyor. Bu kitaplarda, "Atalarımızın kendilerine sığınan kişileri teslim etmemek için savaşı
bile göze aldığı" cümlesini okumayan bir tek eğitimli kişi bile yoktur. En azından okur yazar
olduklarını varsaymak zorunda olduğumuz anlı şanlı kişilerin ve medya mensuplarının bu hasleti
başkalarında da görmekten neden bu kadar gocunduklarını anlamak gerçekten zor. Demek ki, bu
kişiler para ve iktidar dışında değer tanımıyorlar. Ekonomik ve askeri tehditlerin işe yaramadığını
görünce çılgına dönüyorlar. Kabagücün ve paranın hak yaratmadığı gerçeğini içlerine
sindiremiyorlar.
Soğukkanlı bir değerlendirme yapan her gözlemci Suriye'ye savaş tehditleriyle başlayan sürecin
Kürt sorununu dünyanın gündemine iyice oturttuğunu, sorunun evrenselleştiğini saptayabilir. Bu
durumda, toplumsal zihniyetimizin, siyasal kültürümüzün insanlığın en asgari evrensel normlarıyla
çeliştiği artık herkesin gözüne daha çok batacak. Politikacılarımızın, kurumlarımızın, zihniyetimizin,
alışkanlıklarımızın ne kadar köhnemiş oduğu bu kez dünya ölçeğinde kanıtlanacak. Bütün "uygarlık"
ve "çağdaşlık" iddialarımıza rağmen, attığımız her adımla büyük insanlıktan daha da uzaklaşıyoruz.
Yanımızda dost olarak savaş tacirlerinden, Berlusconi gibi gırtlağına kadar yolsuzluğa bulaşmış
işadamı-politikacılardan, dünya egemenliğini elinde tutmak için strateji hesapları yapan ABD'nin
emperyalist yöneticilerinden, Netanyahu gibi siyonist ırkçılardan, faşistlerden ve mafya babalarından
başka kimseyi bulamıyoruz.
Kana, gözyaşına, inanılmaz acılara, derin yaralara yol açan politikalarda ısrar edenler, insanlığın
en temel normlarına uyum sağlayarak elde edilmesi mümkün barışçı çözümleri reddedenler,
ülkemizin bugününe ve geleceğine gerçekten kıyıyorlar. Barışçı çözümleri elinin tersiyle itenler,
ülkemizi ABD'nin emperyalist planlarına, İsrail siyonizminin payandalığına mahkûm ediyorlar.
Unutmayalım ki, hiçbir şey halkların dostluğunun yerini tutamaz. Eşitlik ve özgürlük ilişkisi,
ilişkinin taraflarını birlikte yüceltir, her iki tarafa da sayısız faydalar sağlar.
Öte yandan, toplumsal yaşamımızın her alanını etkileyen derin bunalım gitgide daha belirgin hale
geliyor. Ancak yabancı sömürgecilerin yerli halka reva görebileceği bir acımasızlıkla kendi halkını
soyup soğana çeviren ve aşağılayan sermaye oligarşisinin sömürü ve zulüm tezgâhları bir bir ortaya
çıkıyor. Egemenlerimiz arasında sürüp giden kaset savaşları toplumsal ve ahlâki çürümenin
boyutlarını en kalın kafalı yorumcuların bile gözüne sokuyor.
Yeni vergi yasasıyla rantiye kesimlerden alınması öngörülen vergiler dünya ekonomik bunalımı
bahanesiyle bir bir kaldırıldı. "İşçilere, memurlara yarım puan bile artış vermem" diyen iktidar
sözcüleri, yapılan değişikliklerle bankalara, finans kesimine ve genel olarak iş alemine "900
trilyonluk bir imkân sağladıklarını" övünerek ilan ettiler.
Ülkücü mafya babası Alaattin Çakıcı'nın diplomatik pasaport taşıdığı, en üst düzey politikacılarla,
MİT ve emniyet yetkilileriyle içli dışlı oduğu, en duyarlı kamu görevlerine atama yaptıracak, büyük
özelleştirme ihalelerini belirleyecek güce ulaştığı, Türkiye'nin "bir mafya cumhuriyeti haline geldiği"
bizzat Başbakan Yılmaz tarafından açıklandı. "Yılmaz, Nesim Malki cinayetinin ardından bir gecede
500 ila 700 trilyon liranın el değiştirdiğini, bu paranın Alaattin Çakıcı'nın yakın arkadaşı, firari iş
adamı Erol Evcil ile Sümerbank'ın sahibi Hayyam Garipoğlu'na gitmiş olabileceğini ifade etti."
(Cumhuriyet, 20 Ekim 1998, s. 1)
Sıra sıra bankalar, gazeteler, TV kanalları satın alan Korkmaz Yiğit'in açıklamalarıyla, bakanların
ve bizzat başbakanın aynı kanunsuz ilişkiler ağı içinde bulunduğu iddiası, kamuoyunda büyük yankı
uyandırdı ve bütün muhalefet partilerinin hükümetin düşmesine yol açacak bir gensoru vermesine
yol açtı. Yılmaz'ın ve Güneş Taner'in doğrudan doğruya ANAP'ın denetimi altında bulunacak bir
medya grubu oluşturma planını uygulamaya çalıştıkları ortaya çıktı. Demirel ailesine yakınlığıyla
bilinen ve kamu bankalarına borcu 1,5 milyar dolara varan iktidarın gözdesi Bayındır Holding
başkanı Kâmuran Çörtük'ün, Türk Ticaret Bankası'nı özelleştirme girişiminde Korkmaz Yiğit lehine
siyasi nüfuz sağlama karşılığında, Yiğit'in Raks grubundan 85 milyon dolara satın aldığı Genç TV
kanalını bedelsiz olarak devraldığı anlaşıldı.
Görevden alınan MİT kontr-terör dairesi başkanı Mehmet Eymür, eski İçişleri ve Adalet Bakanı
Mehmet Ağar'ın yurtdışına eroin yolladığını açıkladı. İş Bankası, Ünal Korukçu-Erol Evcil ilişkisi,
Korkmaz Yiğit-Alaattin Çakıcı ilişkisi, Park Holding, Sümerbank, Bayındır Holding, Tunca Bank,
First Merchant Bank, iktidar partileri, Merkez Bankası, TÜSİAD, Özelleştirme İdaresi, kamu
görevlileri vb. arasındaki ilişkiler ağı iş dünyası-medya-politikacılar-kamu görevlileri-çeteler
arasındaki birlik ve bütünlüğü göz önüne serdi. Fransa Uyuşturucu Gözlemevi'nin raporu "Anadolu
Aslanları" efsanesinin ardında yatan kara para-uyuşturucu ticareti gerçeğini ifşa etti. Banka
sisteminin bütün bu ilişkiler ağının tam göbeğinde yer aldığının açığa çıkması, Alman proletaryasının
büyük yazarı Bertolt Brecht'in "banka kurmak banka soymaktan çok daha ağır bir suçtur" özdeyişini
tartışılmaz bir kesinlikle doğruladı. Holdingler-bankalar-borsa şirketleri-medya organları-sermaye
partileri-kamu görevlileri-yeraltı dünyası zincirindeki her türlü yasa ve ahlâk ilkesine aykırı kanlı
vurgun ve soygun ilişkileri kapitalist düzenin tepeden tırnağa çürüdüğünü, kapitalist sınıfın toplumu
yönetme meşruiyetini yitirdiğini gösteren sağlam kanıtlardır.
Bütün bunlar Türkiye'nin, toplumsal çürümeye son verecek bir zihniyet ve ahlâk değişikliği için
bütün kurumları tepeden tırnağa kadar yenileyecek siyasal ve sosyal bir devrime acil ihtiyacı
olduğunu gösteriyor. Bu yolda ilk adım olarak Özelleştirme Yüksek Kurulunun lağvedilmesi, bütün
özelleştirme kararlarının iptal edilmesi, derhal "nereden buldun" kanununun çıkarılması, kanunsuz
ilişkilerle kazanılmış servetlere el konulması, kara para ilişkilerine giren banka, şirket, holding ve
medya kuruluşlarının kamulaştırılması, bu kanunsuzlukların sorumlularının yargılanması, bütün
kuruluşların işçilerin ve diğer çalışanların denetimine geçirilmesi, kapitalist oligarşiye peşkeş çekilen
kamu kaynaklarının halkın refahını arttırmak üzere kullanılması gerekiyor.
Kuşkusuz tepeden tırnağa örgütlü kapitalist sınıfın gücünü kıracak bir sınıf gücü ortaya
çıkmadıkça bu politikaları hayata geçirmek bir hayalden öteye gitmez. "Bu toplumun üzerine ölü
toprağı serpilmiş", "yaprak bile kımıldamıyor" denilen bir anda metal işçilerin kendilerini hiçe sayan
Türk Metal Sendikası'ndan kitlesel biçimde istifa etmesi, İzmit Seka işçilerinin direnerek fabrikanın
özelleştirilmesi kararını iptal ettirmesi, bütün meydan dayaklarına rağmen Cumartesi annelerinin
çocuklarını aramaktan vazgeçmemesi, irtica bahanesiyle getirilen yeni YÖK Yönetmeliğine karşı
üniversite hocalarının nihayet seslerini yükseltmesi işçi sınıfının çevresinde emekçi kitlelerini ve
aydınları toplayacak bir sınıf gücünün yaratılmasının mümkün olduğunu ortaya koyan mütevazı
belirtilerdir.
Bu belirtileri güçlendirmek ve yaygınlaştırmak görevi önümüzde duruyor. Asırlık çınar Mehmet
Bozışık'ın son gününe kadar sürdürdüğü mücadele, İsmail Beşikçi'nin zindanlarda sürdürdüğü onurlu
direniş gibi kahramanlık destanları hepimize örnektir. Kim ne derse desin, daha fazla eşitlik, daha
fazla özgürlük, daha fazla refah için mücadele etmek, insan olmanın, aydın olmanın, çağdaş olmanın
gereğidir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tarihin sonunun geldiğini ilan eden, zafer sarhoşluğuna
kapılan dünya kapitalist sistemi gitgide yayılan ve derinleşen ekonomik bunalımın ardından kendine
güvenini yitirmeye başladı. Serbest piyasanın gücüne mutlak imana dayanan özelleştirme,
kuralsızlaştırma, küreselleşme ideolojisi sarsılıyor. İMF ve Dünya Bankası çevrelerinde yeniden
Keynesçilik sözleri ediliyor.
Fransa'da Jospin'in, İngiltere'de Blair'in iktidara gelmesinin ardından son olarak Almanya'da da
Schröder'in başkanlığında sosyal-demokrat-yeşiller koalisyonu kuruldu. Sosyal-demokrat partilerin
bu ülkelerde hükümet olması, köklü bir değişiklik anlamına gelmiyor. "Biz serbest piyasa
ekonomisini sağcı-muhafazakârlardan daha iyi ve daha dürüst biçimde uygularız" biçiminde
özetlenebilecek utangaç bir değişimi temsil eden bu çizgi emekçi kitlelerin henüz bilinçli ve kararlı
olmaktan uzak arayışlarına karşılık düşüyor. Bu arayışların derinleşerek devam edeceği beklenebilir.
Rusya'da milyonlarca emekçinin katıldığı genel grev ve yürüyüşler neo-kapitalist soyguncu
baronların egemenliğini henüz kıramıyor. Ama, bu egemenliğe karşı eninde sonunda devrime
varacak bir öfkenin birikmekte olduğunu gösteriyor.
Dünya emperyalizminin elebaşı ABD, Irak'ı hâlâ küstahça yaptırımlara uğratabiliyor. Savaş
tehdidiyle hâlâ dayatmalarda bulunabiliyor. Ama, gitgide güçlenen bir muhalefetle karşılaşıyor. İsrail
ile Filistin arasında imzalattığı anlaşmayla Filistin yönetimini Amerikan ve İsrail çıkarlarını
koruyacak temel ödünlere zorlayabiliyor. Filistin Kurtuluş Örgütü başkanı Yaser Arafat her kurtuluş
hareketini lekeleyecek bir tutumla Filistin topraklarında güvenliği CİA'nın sağlamasını kabul ediyor.
Ama bu tutum Filistin halkının öfkesini çekiyor. Kısacası, dünya yavaş yavaş eski dünya olmaktan
çıkıyor.
1998 yılı Türkiye ve dünyada yeni bir başlangıcın mütevazı belirtileriyle sona eriyor. 1980'ler ve
1990'lar boyunca sermaye dünyasının yarattığı koyu karanlık artık aralanıyor. Yaşamın gerçekleri,
kapitalizmin ideolojik hegemonyasını sarsıyor. Zulme karşı kimsenin kendini yakmak zorunda
kalmayacağı, bebelerin açlıktan ve ilaçsızlıktan ölmeyeceği bir dünyanın mümkün olabileceği bilinci
yavaş yavaş yükseliyor.

CUMHURİYET'İN 75. YILINDA

Bilindiği gibi, 29 Ekim 1998 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti 75. yaşını tamamlıyor. Cumhuriyetin
75. yılı, devletin öncülüğünde bankaların, holdinglerin, medya kuruluşlarının, DİSK ve Türk-İş dahil
"sivil toplum örgütleri"nin katılımıyla kutlanıyor. Kutlamalar, mevcut rejimin propagandasını esas
alan uzatmalı ve yoğun bir kampanyaya dönüştü. Toplumsal gerçeklerimizin üzerini örtmek,
beyinlere kakılan çeşitli efsanelerle insanlarımızı zincirlerinden memnun uysal köleler durumunda
tutmak amacını taşıyan bu propaganda kampanyasının dağdağasına kapılmadan Cumhuriyetin 75
yılını işçi sınıfının bakış açısından, siyasal bilincin duruluğuyla değerlendirmek gerekiyor.

Cumhuriyet, yine bilindiği gibi, egemenliğin kayıtsız şartsız halka/ulusa ait olmasıdır.
Cumhuriyetle egemenliğin kaynağı değişir. Egemenlik göklerden alınıp dünyaya indirilir, Tanrı'dan
topluma devredilir. Kutsallıktan arınıp insan işi olur. Tanrı adına iş gören, Tanrı'nın vekili olan bir
kişi, aile ya da zümreden koparılarak şu ya da bu şekilde topluma verilir. Devleti yönetenler,
meşruiyetlerini Tanrı'dan değil, halktan/ulustan alırlar.
Bu açıdan, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanması, 1921 Anayasası'yla
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin kabul edilmesi, 1 Kasım 1922'de saltanatla
halifeliğin birbirinden ayrılarak padişahlığa son verilmesi, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilan
edilmesi ve 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması aşamalarını içeren süreç, kuşkusuz, olumlu ve
ilerici bir süreçtir.
Ne var ki, egemenliğin göklerden dünyaya, Tanrı'dan topluma indirilmesiyle iş bitmez. Bu
egemenlik Hobbes'ta olduğu gibi, tek bir yöneticiye koşulsuz olarak devredilebilir. Locke'ta olduğu
gibi, mülk sahiplerinden oluşan oligarşik bir parlamentoya koşullu olarak devredilebilir. Rousseau'da
ve Marks'ta olduğu gibi, toplumdan ayrı, onun üzerinde yer alan bir siyasal iktidara devredilmeden
bütün siyasal süreç boyunca halkın elinde kalabilir. Hobbes esas alındığında, faşist ve despotik
siyasal rejimlere; Locke esas alındığında, iktidarın fiilen kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin
elinde bulunduğu burjuva parlamenter rejimlere; Rousseau ve Marks esas alındığında, iktidarın
emekçi kitlelerin elinde bulunduğu özyönetimli sistemlere varılır. Demek ki, siyasal sistem olarak
cumhuriyeti benimsemekle yetinemeyiz; "nasıl bir cumhuriyet?" sorusunu da yanıtlamamız gerekir.

Siyasal Sistem
İşte bu yüzden, Türkiye işçi sınıfının siyasal örgütü Türkiye Komünist Partisi, daha 10 Eylül
1920'de kabul ettiği programında, "işçi halk[ın] müstebit [despotik] hükümdar ve memurların zulmü
altında ezildiği" mutlak yönetimlere ve "idare[nin] parlamentarizm ve halkçılık namı altında,
...imtiyazlı sermayedarlar sınıfının" elinde bulunduğu meşruti hükümetlere kesinlikle karşı olduğunu
belirtmekle kalmaz, nasıl bir cumhuriyet sorusuna da yanıt vererek "emek sarf etmeksizin yaşayan
tufeylî [asalak] sınıflar hariç olmak üzere, halkın çokluğunu etrafında toplayan" ve "halkçılığın en
yüksek bir şekli olan amele ve rençber şûrâlar cumhuriyetinin tesisi yolunda" çalıştığını ilan eder.1
Kısacası, hedefinin herhangi bir cumhuriyet değil, demokrasinin en yüksek şekli olan işçi ve köylü
meclisleri cumhuriyeti olduğunu vurgular.
Çağdaş Türkiye'nin 75 yılı boyunca siyasal rejim, bırakın egemenliğin emekçi kitleler elinde
bulunduğu bir işçi ve köylü cumhuriyetini, demokratik parlamenter bir sistem bile olmamıştır. 1946
yılına kadar ülke tek şef, tek parti ilkesine dayanan despotik rejimle yönetilmiştir. TKP'nin 1926
yılında kabul ettiği ikinci programına göre, "milli burjuvazinin ve büyük emlak ve arazi sahiplerinin
hakimiyeti"ni temsil eden, "milli kurtuluş devriminin ... kazanımlarını bir yeni Türk burjuvazisinin
hakimiyetine ve zenginleşmesine bir temel haline getirmeye koyulan" Halk Partisi'nin mutlak
iktidarı, "halk aleyhtarı mahiyet" taşıyor, "emperyalizm ile uzlaşmaya doğru başkalaşım" geçiriyor,
"işçi ve köylülerin sınıf mücadelesini bastırmak hususunda gerici teşebbüsler"de bulunuyordu.2
Bu çerçevede, Türkiye Komünist Partisi daha Cumhuriyet ilan edilmeden 12 Eylül 1922'de
yasaklanmış, bu yasak günümüze kadar aralıksız sürmüştür. 1946 yılında çok partili rejime
geçildiğinde Türkiye Komünist Partisi'yle bağlantılı Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile
Türkiye Sosyalist Partisi hemen kapatılmış; meydan, başkanlığını tek parti rejiminin
başbakanlarından Celal Bayar'ın yaptığı sağcı-muhafazakâr Demokrat Parti'ye bırakılmıştır. Siyasal
sistem tıpkı tek parti yönetimi döneminde olduğu gibi komünistlere ve sola sımsıkı kapalı
tutulmuştur. 75 yıl boyunca sosyalizmin Parlamento'da temsil edildiği tek dönem 1965-1971 yılları
arasındaki dönem olmuştur. Bu dönemde Meclis'e giren Türkiye İşçi Partisi 12 Mart 1971 askeri
rejimi sırasında kapatılmıştır. 12 Eylül 1980 faşizmi işçi sınıfı ideolojisini benimseyen veya bu
ideolojiye yakınlık duyan her örgütü ve akımı yasaklamıştır. 12 Eylül diktatörlüğünün dayattığı
anayasanın ve diğer temel yasaların hâlâ yürürlükte olduğu günümüzde de siyasal rejim, aynı şekilde,
anti-komünist ve anti-demokratik bir zenginler oligarşisi olmaya devam ediyor. Yıllardır parti
başkanlığı, ana muhalefet partisi liderliği, bakanlık ve başbakanlık yapan, günümüzün Başbakanı
Mesut Yılmaz gibi çok yetkili bir tanığın ifadesiyle, "Türkiye mafya cumhuriyetine dönüşmüştür. Bu
olayların içinde siyasiler, devlet görevlileri ve mafya vardır" ve Türkiye burjuvazisinin kaymak
tabakasını biraraya getiren TÜSİAD üyelerinin "büyük kısmı ihale almak için çetelerle işbirliği
yapmıştır".3
Başbakan'ın bu tanıklığından da anlaşılabileceği gibi, cumhuriyet vardır, cumhuriyet vardır.
Demek oluyor ki, günümüzün koşullarında tanımlamasız bir cumhuriyet hayranlığı kendi başına bir
erdem sayılmaz. İnsan, "yaşasın cumhuriyet" diye bağırırken kendini mafyayla içli dışlı, çürümüş bir
oligarşi düzeninin savunucusu olarak bulabilir.

Sosyo-Ekonomik Politika
75 yılın ekonomik politikasını incelediğimizde, ekonomik kaynakların sistemli biçimde bir
azınlığın hizmetine sunulduğunu, kamu kaynaklarının yağmalanması temelinde "devlet eliyle
burjuvazi yaratma" politikası güdüldüğünü görüyoruz.
Daha 1923 yılında Mustafa Kemal Paşa sosyal ve ekonomik hedefini şöyle ilan ediyordu: "İsteriz
ki, efendiler memleketimizde çok ve çok milyonerler ve milyarderler olsun. O zengin insanlar başlı
başına bu memlekete bankalar, demiryolları, fabrikalar, şirketler vb. sanayi müesseseleri kursunlar."4
1950'lerde Celal Bayar ve Adnan Menderes'in en ünlü sloganlarından biri "her mahallede bir
milyoner yaratacağız" oldu. 1980'lerde Turgut Özal, aynı tercihi "ben zenginleri severim" sloganıyla
dile getirdi.
İnönü'den Demirel'e, Kenan Evren'den Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'a kadar her dönemde,
"devlet erkânı"nın akraba ve dost çevresinden başlayarak yeni zenginlerin yaratıldığını, büyük
zenginlerin servetlerinin katlandığını sağır sultan bile biliyor.
Vehbi Koç'tan Sabancı'ya, Eczacıbaşı'ndan Karamehmetler'e, Cavit Çağlar'dan Sönmez'e, Hüsnü
Özyeğin'den Cıngıllıoğlu'na, Toprak'tan Ceylan'lara, Erol Aksoy'dan Aydın Doğan'a, Dinç Bilgin'den
Süzer'lere, Enver Ören'den Fethullah Gülen'e... banka ve holding sahibi iş adamlarımızın yükseliş
hikâyelerine bakıldığında bu kapitalist politikanın 75 yıl boyunca nasıl şaşmaz bir kararlılıkla
uygulandığını görmemek mümkün değildir.
Devlet destekli bu sermaye birikimi politikası işçi ve emekçi sınıfların her yönden baskı altına
alınmasını gerektiriyordu. 1923'ten 1963'e kadar 40 yıl boyunca işçi sınıfının grev hakkı düpedüz
yok sayıldı ve greve kalkışan herkes ağır biçimde cezalandırıldı. 1945 yılına kadar "sınıf fikirlerini
yayma ve sınıf kavgası amacı ile cemiyet kurmak" yasaktı. Bu yasak kaldırıldığında kurulan
bağımsız sendikalar Aralık 1946'da kapatıldı ve yöneticileri ağır hapis cezasına çarptırıldı. Böylece,
"komünistlerin yıkıcı etkisinden kurtarılan" sendikalar CİA ajanı uzmanların yardımıyla "ılımlı" bir
rotaya sokuldu. 1967 yılında kurulup sınıf ve kitle sendikacılığını ilke edinen DİSK, sürekli baskılara
uğradı. Kurucu başkanı Kemal Türkler öldürüldü. 12 Eylül faşizminin ilk işi DİSK'i kapatmak oldu.
İşçi sınıfı bugün hâlâ çok çeşitli yasaklarla karşı karşıya bulunuyor. Bankacılık, enerji (su,
elektrik, havagazı vb.), toplu taşıma, eğitim ve öğretim işkollarında, hastanelerde, Milli Savunma
Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı'na bağlı işyerlerinde,
petrol rafinelerinde, "memur" olarak tanımlanan kamu emekçilerinin hizmet alanlarında vb. grev
yapmak yasaktır. Bu yasak sınırlarına girmeyen işkollarında bile sendikalaşma çalışmaları işten
atılma dahil çok çeşitli baskıları göze almayı gerektirmektedir. Düşük ücret, sendikasız ve sigortasız
çalıştırma, kötü ve sağlıksız çalışma koşulları, kadın ve çocuk emeğinin insafsız biçimde
sömürülmesi 75 yıl boyunca sermaye birikiminin temelini oluşturdu.
Emekçi köylü kitleleri de aynı kapitalist politikanın kurbanı oldu. Cumhuriyetin temeli olarak
halkçılık ilkesi etrafında inanılmaz bir efsane yaratıldığı halde, köylüleri büyük toprak sahiplerinin
sömürü ve zulmünden kurtaracak bir toprak devrimi ya da köklü bir toprak reformu en başından
reddedildi. "Efendiler, bizim memleketimizde menfaatine zarar verilecek büyük arazi ve çiftlik sahibi
adam yoktur" iddiası öne sürüldü. Bu gerekçeyle, "onların [toprak beylerinin] çiftliklerini imha
etmek, arazisini bölüştürmek" insafsızlık olarak değerlendirildi.5 Cumhuriyet tarihinin her kritik
noktasında köylüye toprak politikasını geri çeviren sistem, büyük toprak sahiplerini adım adım
kapitalistleştirme ve böylece güçlerine güç katma politikasını uyguladı.
İşçi ve köylü kitlelerinin menfaatine aykırı ekonomi politikasının semirttiği yerli burjuvazi ve
büyük toprak sahipleri adım adım emperyalizmle işbirliğini geliştirdi. Bu ilişki temeli üzerinde
Türkiye emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı bir ülke konumunda kaldı. Yerli ve yabancı
sermayenin ortaklığına dayalı tekeller düzeni Türkiye'yi dünyanın en adaletsiz gelir dağılımına sahip
ülkelerinden biri durumuna getirdi. Bizzat Başbakan Mesut Yılmaz'ın yaptığı açıklamaya göre,
bugün "nüfusun en üst yüzde 1'i milli gelirin yüzde 17'sini, yüzde 20'si ise yüzde 55'ini alıyor".6 Bu
toplumsal adaletsizlik ortamında küçük bir azınlık lüks içinde yüzerken halkın büyük çoğunluğu
zorunlu ihtiyaç maddelerini bile bulmakta zorlanıyor. Resmi istatistiklere göre, milyonlarca insan
işsiz bulunuyor. Türkiye'de 10 milyon yetişkin okuma-yazma bilmiyor. Okula başlama yaşı geldiği
halde okula gönderilmeyen kız çocuklarının oranı yüzde 29 gibi yüksek bir rakamla İran, Irak,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir'den daha geri durumda bulunuyor. 25 yaşın üstündekilerin okula
devam ettiği ortalama süre ise hâlâ 3.5 yıl düzeyinde seyrediyor.7
Toplumsal adalet çizgisine bu kadar aykırı bir sosyo-ekonomik politikanın, yine en baştan,
"İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz" sloganıyla yürütülmüş ve hâlâ yürütülmekte olması ise
ayrıca incelenmesi gereken bir fenomendir.

Şovenizm
Demokratik cumhuriyet halklar arasında hiyerarşiyi reddeder, ulusların eşitliğini tanır. Ulusların
eşitliğini inkâr eden, bir ulusa ayrıcalık tanıyan, halkların ulusal eşitlik temelinde dostça
kaynaşmasını reddeden assimilasyoncu-şovenist yaklaşımların demokratik cumhuriyet kavramına
ters düştüğü açıktır. Bu açıdan 75 yılın bilançosuna bakıldığında "üstün millet" psikozunun toplum
yaşamını ne kadar derinden zehirlediğini görmemek mümkün değildir.
"Sermayedarlık münasebetinden doğan her türlü savaşa ve boğazlaşmaya son vermek ve bu
suretle insanlık alemini barış ve selâmete erdirmek maksadını takip" eden Türkiye Komünist Partisi,
1920 programında "dinlerin ve milliyetlerin insanlar arasında nefret ve düşmanlık doğuran
hurafelerine karşı mücadeleyi bir görev" bildiğini vurgulamış ve halkların dostluğunu sağlamak için
şöyle ilan etmiştir:
"Türkiye Komünist Partisi, muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları
arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kesin çarelere girişir:
a- Dil ve kültür açısından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer milllete
mahsus olan her türlü imtiyazları kaldırır.
b- TKP, hükümet teşkilatında çeşitli milletlere mensup amele rençber şûrâlar cumhuriyeti teşkilini
kabul ve 'hür milletlerin hür birliği' esasında olmak üzere, federasyon usulünü tercih eder.
c- Parti, amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak cereyanlarına kapılmış
olan milletlerin arasında kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin 'plebisit'
usulüyle: umumi reye müracaatla çözülmesine ön ayak olur."8
Her türlü ulusal ayrıcalığı reddetmek, her ulusun dil ve kültür özgürlüğünü eksiksiz tanımak,
özgür ulusların özgür birliği esasına dayalı federasyon usulüne açık olmak, kanlı ulusal kavgalara yol
açmamak üzere kendi kaderini tayin hakkını tanımak gibi temel demokratik ilkeler 75 yıl boyunca
asla benimsenmemiş, aksine düşmanca karşılanmıştır. Daha 5 Mayıs 1925 tarihinde dönemin
Başbakanı İsmet İnönü, Muallimler Birliği'nde verdiği söylevde şöyle demişti:
"Bütün bu topraklara Türk mahiyetini veren bir Türk var, fakat bu millet henüz istediğimiz
yekpâre millet manzarasını göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla, ilmin ve hayatın rehberliğiyle ciddi
olarak, bütün ömrünü vakfederek çalışırsa siyasi Türk milleti kültürel, fikri ve sosyal tam ve olgun
bir Türk milleti olabilir. Bu yekpâre milliyet içinde yabancı kültürler hep erimelidir. Bu milliyet
kütlesi içinde ayrı medeniyetler olamaz. Dünya üzerinde her millet mutlaka bir medeniyet temsil
eder. Kendilerini Türk milletinin medeniyetinden başka camialarına bağlı görenlere işte açıkça teklif
ediyoruz: Türk milletiyle beraber olsunlar, fakat alaşım halinde değil, 'konfedere' olmuş medeniyetler
halinde değil, bir tek medeniyet halinde. Bu vatan işte tek olan bu milletin ve bu milliyetindir."9
19 Eylül 1930 tarihinde dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle konuşmuştu: "Benim
fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk
olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır."10
Şükrü Saraçoğlu hükümetinin 5 Ağustos 1942 tarihinde Millet Meclisinde okunan programında
açık bir dille şöyle söylenmişti: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için
Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal [en az] o kadar vicdan ve kültür meselesidir. Biz
azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette
çalışacağız."11
Hitler faşizminin ırkçı anlayışını dile getiren "Deutschland, Deutschland über alles auf der Welt"
[Dünyada herşeyden üstün Almanya, Almanya] marşı bütün insanlık tarafından mahkûm edilirken
75. yıl törenlerinin değişmez öğesi haline getirilen Onuncu Yıl Marşıyla "Türk'e durmak yaraşmaz,
Türk önde, Türk ileri/Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız" diyerek yeri göğü inletiyoruz. Bu
anlayışın egemen olduğu bir ortamda halklar arasında eşitliğin, dostluğun, kardeşliğin
sağlanamamasına, kanlı kavgaların doğmasına şaşılmaz. "Yasak dil" kavramını getiren ve anadilde
eğitim gibi, rejimi ne olursa olsun, neredeyse dünyanın bütün ülkelerinde tanınan bir hakkı bile hâlâ
tanımaya yanaşmayan bir siyasal düzen dünyada ister istemez hor görülür.

Tek İdeoloji
İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm veya marksizm-leninizm ülkemizde 75 yıl boyunca asla
meşru bir ideoloji olarak kabul edilmedi. Çoğu zaman açıkça yasaklandı, emekçi kitlelerin
mücadelesinin yükseldiği dönemlerde açıkça yasaklanamadığı durumlarda da sürekli baskı altında
tutuldu.
Burjuvazinin serpilip gelişmesine, özel kapitalist tekellerin hızla oluşmasına olanak verecek
ölçüde iktisadi liberalizme kapıyı açık tutan korporatist kapitalist sistemimiz, siyasal ve felsefi
liberalizme de asla hoşgörüyle yaklaşmadı. Düşünce özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden,
siyasal ve felsefi çoğulculuktan hâlâ uzak bulunuyoruz. Bütün toplum tek bir düşüncenin, tek bir
öğretinin, tek bir "izm"in dar kalıplarına hapsedildi. Herkes tek bir ideolojik mezhebi benimsemeye
zorlandı. Üstelik bu açıkça ve övünerek yapıldı.
1936 yılında Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından bastırılan ve Cumhuriyet'in 75. kuruluş yılı
anısına Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından yeniden yayımlanan Fotoğraflarla
Türkiye albümünün "Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine" başlıklı sunuş yazısında
belirtildiği gibi, "Kemalizm Türk Cumhuriyetinin ideolojik mezhebidir. Bu mezhebin cihanı telakki
tarzı Avrupaîdir; fakat temeli Türktür".12
Bu mezhebin dışında kalan her türlü öğretinin, özellikle de marksizmin zararlı olduğu açıkça ilan
edildi. Hasan Ali Yücel'in sözleriyle, "Ciheti ve cepheleri her ne olursa olsun, Kemalizm dediğimiz
ve Atatürk'e, onun koyduğu prensiplere bağladığımız inan sisteminin dışında her ne kalıyorsa bizim
için zararlıdır. Bunlar, okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zaruretinde
bulunduğumuz mahzurlu fikirlerdir".13
Sabah akşam laiklik vurgusunun yapıldığı gözönüne alındığında, kimileri hiç olmazsa dinsel
dogmalara karşı düşünce ve inanç özgürlüğünün sağlandığını, hiç olmazsa bu açıdan 75 yıl
bilançosunun olumlu olduğunu, "Cumhuriyet'in aydınlanmayı gerçekleştirdiğini" iddia edebilir. Ne
var ki, olgular bu iddianın tersini gösteriyor.
Türkiye Komünist Partisi laikliğin tutarlı biçimde uygulanması, aydınlanmanın gerçekleşmesi için
1920 programında, "dini kurumların hükümetten ayrılarak cemaat teşkilatı halinde bırakılmasını
gerekli görür" ve "Sırf dini nitelikteki eğitim, öğretim ve ibadet meselelerini her milletin isteğine
bağlı bir cemaat işi olarak sayar"ak dinin, eğitimin ve devletin dışında tutulmasını savunuyordu.14
Buna karşılık, daha 1924 yılında devlet teşkilatının içinde Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Yani
din ve eğitim, din ve devlet işleri tutarlı bir laikliği gerektirdiği şekilde ayrılmadı; devlet
kontrolündeki bir din, daha doğrusu bir dinin bir mezhebi (Sünni Hanefi İslam), hiçbir din veya
mezhebe inanmayan veya farklı dinlere ve mezheplere inanan bütün yurttaşların vergileriyle bütün
vicdanlara dayatılan ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaya devam etti.
1940'ların ikinci yarısından itibaren dinin siyasal ve sosyal yaşamdaki rolü sistemli olarak
arttırıldı. Komünizme karşı panzehir olarak şeriatçılık bilinçli ve planlı biçimde pompalandı,
tarikatlar güçlendirildi. Tarikat şeyhleri devlet desteğiyle banka, holding ve finans şirketi sahibi
büyük işadamlarına dönüştürüldü. Diyanet İşleri Başkanlığı birçok bakanlıktan daha büyük bütçesi
olan dev bir kuruluş haline getirildi. İmam-Hatip Liseleri yaygınlaştırıldı. 1982 Anayasasıyla din
dersi ilk ve orta öğretimde zorunlu ders durumuna getirildi.
Bu arada irtica tehdidinden bu kadar söz açılan günümüzde de zorunlu din dersinin ne yazık ki
hâlâ devam ettiğini belirtmek gerekiyor. Cumhuriyet'in laiklik alanında getirdiği kazanımlara sahip
çıkmaya çalıştıklarını iddia eden ve bu gerekçeyle sosyalizm ve devrim mücadelesini bir yana
bırakan kimi aydınların bu bahiste bile Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ve zorunlu din dersini sorun
saymayacak kadar geri düştüklerini görmek insana gerçekten acı veriyor.

Emperyalizme Bağımlılık
Türkiye Komünist Partisi'nin 1926'da saptadığı gibi, "emperyalizm ile uzlaşmaya doğru
başkalaşım" geçiren yeni kapitalist rejim, 1930'larda emperyalizmle işbirliğini yoğunlaştırmaya
başladı. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği'nin yakın desteğini alan Türkiye yönetimi,
Sovyetler'den uzaklaştı ve gittikçe hızlanan bir tempoyla Batılı devletlerle yakınlaştı.
Başlangıçta İngiltere, Fransa ve Almanya arasında bir denge politikası güden Türkiye, 1930'ların
ikinci yarısında Hitler Almanyasıyla ilişkilerini çok sıkılaştırdı. Ülkenin ihracat ve ithalatında
Almanya'nın payı yüzde elliyi geçti. Cemil Koçak'ın değerlendirmesiyle, "Gerçekten ithalat ve
ihracatında Almanya'nın toplam payı yaklaşık olarak yüzde 50'yi geçen Türkiye için, ekonomik
bakımdan Almanya'ya ve kısmen diğer Orta Avrupa ülkelerine bağımlılık ciddi bir sorun
oluşturmaktaydı. Aslında sorun, yalnızca ekonomik alanla da sınırlı kalmıyordu. Çünkü ekonomisi
Almanya'ya bağımlı bir Türkiye, dış politikada istediği biçimde denge oyunu oynayamazdı."15
Bağımsızlık rotasından saparak yeniden emperyalizme bağımlı bir ülke durumuna gelmek ile dış
politikada militarist ve yayılmacı eğilimlerin kabarması iç içe yürüdü, tek bir sürecin iki yüzünü
oluşturdu.
Hatay'ın 1939'da Türk topraklarına katılmasından ve Hitler faşizminin 1941'de Sovyetler
Birliği'ne saldırmasından sonra Turancılık hevesleri güçlendi. "Saraçoğlu 10 Ekim 1942'de Clodius'a
panturanizm sorunu hakkında yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk
kökenli 40 milyon kişinin geleceğine ilgisiz kalmamasının son derece doğal olduğunu bir kez daha
söylemiştir. Coğrafi nedenlerden dolayı, mevcut koşullar altında Rus devletinin alacağı yeni düzende
bu bölgelerin Türkiye ile birleşmesi hemen hemen hiç mümkün olamazdı, fakat belki bu bölgeler
Türkiye'nin güçlü kültürel etkisi altında yönetim özerkliği elde edebilirlerdi. Önce bu bölgelerden
binlerce genci Türkiye'ye öğrenim görmeleri için yollamak ve öğrenimleri sırasında da şimdiye dek
baskı altına alınmış nüfusta bir Türk ulusal ruhu yaratmak gerekmekteydi."16
Bu dönemde Almanya'nın güdümü altında Sovyet topraklarına doğru yayılma planları yapıldığı
gibi, güneyde eski Osmanlı topraklarına doğru yayılmayı gerçekleştirmek için bir yandan İngilizlerle,
bir yandan Almanlarla pazarlıklar yürütülmekteydi. "Almanya, İngiltere'nin -güney bölgesindeki
sınır değişiklikleri ile ilgili- bazı Türk taleplerini reddettiğini bilmektedir. Almanya, Türkiye'nin bu
alandaki taleplerinin ancak kendisi tarafından karşılanabileceğini duyurma eğilimindedir. Gerçekten,
Saraçoğlu, ocak ayı içinde, Türkiye'nin Kuzey Suriye (Halep ve Bağdat Demiryolu) üzerinde hakkı
olduğu konusunda İngiliz onayını almak üzere harekete geçmiş ve K-Hugessen'e bu yoldaki
arzularını açıklamıştı. Alman Hükümeti, Türk taleplerini karşılayabileceğini resmen Türk
Hükümetine bildirmiştir."17
Bilindiği gibi, bu Turancı planlar faşizm cephesinin İkinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkması
ve savaştan sonra eski sömürgecilik sisteminin çözülmeye başlamasıyla boşa çıktı.
Ne var ki, Türkiye İkinci Dünya Savaşı'nın ardından adım adım Amerika Birleşik Devletleri'nin
yeni sömürgesi durumuna düşürüldü. Amerika'nın sömürgeci çıkarlarını korumak üzere Kore'ye
asker gönderildi. Ardından da, Türkiye 18 Şubat 1952'de NATO'ya girdi. Sovyetler Birliği'ne ve
Ortadoğu halklarına karşı soğuk savaş boyunca bir üs olarak kullanıldı. 1974'te Kıbrıs çıkarması
yapıldı. 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasının
ardından, "21. asır Türk asrı olacaktır" ve "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" sloganları ortalığı sardı.
Amerikan emperyalizminin stratejik planları çerçevesinde Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar'da
gitgide aktifleşen bir askeri rol üstleniyoruz. Körfez Savaşı sırasında Turgut Özal'ın "Musul ve
Kerkük'ü geri alma" hayaliyle Amerikan şemsiyesi altında Irak'a karşı karadan da bir cephe açma ve
"Türkiye'nin himayesi altında bir Kürt-Türkmen Federasyonu" oluşturma planı devletin çeşitli
katlarında direnişle karşılaştı. Ne var ki, daha sonraki yıllarda "PKK kamplarını yok etme"
gerekçesiyle Kuzey Irak topraklarına yönelik askeri harekâtların çapı büyüdü ve bu harekâtlar gitgide
sıklaştı.

Kanlı Zincir
İşçi ve köylü kitlelerinin kapitalizme, emperyalizme ve büyük toprak sahiplerine karşı
mücadelesini bastırmak, özellikle de işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini yok etmek amacıyla 75 yıl
boyunca anti-demokratik birçok yasa çıkarıldığını biliyoruz. Ancak, ne kadar anti-demokratik olursa
olsun, bu yasalar devrimci mücadeleyi engellemeye yetmedi. Bu durumda, düzen kendini korumak
amacıyla kendi yasalarını da çiğneyen, mevcut hukuk çerçevesinin dışına taşan birçok baskıya girişti.
28-29 Ocak 1921'de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi, 4 Aralık 1945'te Tan
Matbaası'nın yıkılması gibi büyük sindirme operasyonları, Türkiye'nin NATO'ya girmesinden sonra
daha da sistemli hale geldi. 6-7 Eylül 1955 olayları, 1960'larda ülkücü komando kamplarının
kurulması, MHP'nin ve bağlı teşkilatlarının kontr-gerilla faaliyetlerinin paravan örgütü olarak
oluşturulması, Kanlı Pazar, 12 Mart'ın balyoz harekâtı, 1 Mayıs 1977 katliamı, Kahramanmaraş ve
Çorum kırımları, 16 Mart 1978 katliamı, 7 TİP'linin öldürülmesi, Doğan Öz'den Kemal Türkler'e,
Vedat Aydın'dan Musa Anter'e, Abdi İpekçi'den Uğur Mumcu'ya siyasal cinayetler kampanyası, Sivas
katliamı, Susurluk'tan sonra Mehmet Ağar'ın itiraf ettiği "bin operasyon" vb. vb. kanlı bir zincirin
halkaları oldu.
Sonuç
Bütün bu gerçekler tanımlamasız bir cumhuriyet hayranlığının ne kadar temelsiz olduğunu, böyle
bir anlayışın özgürlük ve eşitlik için mücadele eden insanların bilincini karartmaya hizmet edeceğini
galiba göstermeye yeter. Son "kaset savaşları"nın gösterdiği gibi, gırtlağına kadar suç ilişkilerine
batmış bir oligarşinin hakimiyetine dayanan, milyonlarca kişiyi işsizliğe, yoksulluğa, eğitimsizliğe
mahkûm eden çürümüş bir düzeni olumlamak yerine herkesin eşitlik ve özgürlük içinde yaşayacağı,
sömürü ve baskı ilişkilerine son veren, halkların kardeşliğine dayanan, ülkenin bağımsızlığını sağlam
temellere kavuşturan bir düzen için bilinçli ve örgütlü olarak mücadele etmek gerekiyor. Kapitalist
bir cumhuriyetle yetinmektense bir emek cumhuriyetini kurmaya çalışmanın ülkemiz, bölgemiz ve
dünya halkları için çok daha hayırlı olacağı açıktır.

NOTLAR
1 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, İstanbul, 1997, s. 15.
2 Aynı eser, s. 29-30.
3 Cumhuriyet, 21 Ekim 1998, s. 7.
4 Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk'ün Görüş ve Düşünceleri, Genelkurmay Başkanlığınca
hazırlanmıştır, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1988, s. 98.
5 Ibid., s. 96.
6 Milliyet, 29 Kasım 1997.
7 Cumhuriyet, 8 Eylül 1998, s. 6.
8 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, s. 15-16.
9 Muallimler Birliği Mecmuası, sene: 1, sayı: 4, altını ben çizdim.
10 "Ödemiş'te Nutuk", Hakimiyeti Milliye, 19 Eylül 1930.
11 Nuran Dağlı, Belma Aktürk (haz.), Hükümetler ve Programları, I. Cilt, 1920-1960, TBMM
Basımevi, Ankara, 1988, s. 105, altını ben çizdim.
12 Cumhuriyet, 7 Temmuz 1998, s. 15; 10 Temmuz 1998, s. 17.
13 Hasan Ali Yücel, Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 1993, s. 235.
14 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, s. 15-16.
15 Cemil Koçak, Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, s. 245.
16 aynı eser, s. 201.
17 aynı eser, s. 182.

GELECEĞE KORKUSUZ BAKABİLMEK

Bu yazının konusu, ülkemizde son yıllarda yoğun bir şekilde gündeme gelen ve sosyal güvenlik
sisteminde yapılmak istenen değişikliklerin bizlere neler getireceği ve bizlerden neleri alıp
götüreceğine ilişkin genel bir bakış sunmaktır.

Son yirmi yıldır gerek dünyada gerek Türkiye'de işçi sınıfının tepkisini toplayan ve kitlesel
protestosuyla karşılaşan, ama yine de sermaye sınıfının ülkelerin medya kuruluşlarını da arkasına
alarak adım adım uygulamaya koyduğu özelleştirme politikalarının getireceği yıkım, benim
düşünceme göre, işçi sınıfı ve emekçi halklar tarafından yeterince anlaşılmış değildir.
Bugün dünyada burjuvazinin uygulamaya soktuğu tüm ekonomik-politikalar sonucu emekçilerin
sahip olduğu haklarda büyük geriye dönüşler yaşanmaktadır. "Yeni Sağ" veya "neo-liberal" olarak
adlandırılan bu politikalar emekçilerin sosyal güvenliğine, sosyal güvenlik haklarına yönelik
saldırıları da içermektedir.
Neo-liberal politikaların baş uygulayıcısı ve denetleyicisi konumundaki İMF ve Dünya
Bankası'nın bu politikaları bütün kapitalist ülkelerde medya kuruluşları aracılığıyla kamuoyuna
empoze edilmektedir. Ülkelerin gerek çalışan nüfusu, gerek çalışmayan nüfusu, yönlendirme amacı
taşıyan yanlış bilgilerle etki altında bırakılmakta ve bunun sonucunda, diğer konularda olduğu gibi,
en yaşamsal sorunlarından biri olan sağlık ve sosyal güvenlik konusunda da kendine
yabancılaşmaktadır.
Esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmada, burjuvazinin özellikle İkinci Dünya
Savaşı sonrasında gözetmek durumunda kaldığı emek ile sermaye arasındaki dengenin tezahürü olan
'sosyal devletçi' anlayış bugün burjuvazi tarafından terkedilmektedir. Bugün uygulamaya konulan
neo-liberal politikalar 1970'lerin ortalarında kapitalizmin içine düştüğü krize kadar uzanmaktadır.
Türkiye'de özellikle 24 Ocak 1980'de kabul edilen ve "İstikrar Programı" olarak adlandırılan
programla bu politikalar benimsenmiş ve uygulamaya sokulmuş oldu.

Özelleştirme Had Safhada


Yapısal sorunların krize dönüşmesi sonucunda kapitalistler yeni iktisadi politikalarıyla yönlerini
devletin kamusal birikimlerine çevirmişler ve devletin uzandığı alanı küçültmeye çalışarak yeniden
tanımlamak istemişlerdir. Devletin küçültülmesinden ceberut devletin küçültülmesi kastedilseydi,
buna elbette biz de katılırdık.
Oysa, devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü yitirmesi ve gücünün azalması anlamında küçülme
olarak özelleştirmeyi tanımlayacak olursak, kısaca, "devletin ekonomik faaliyetlerini azaltmak veya
tamamen kaldırmak amacıyla, dar anlamda kamu iktisadi teşebbüslerinin, geniş anlamda kamunun
sahip olduğu her türlü mal varlığının, mülkiyetin ve yönetiminin kısmen ya da tamamen özel
mülkiyete devredilmesi"1 diyebiliriz.
Bu tanıma göre; ulaşım, haberleşme, elektrik, enerji, demir-çelik alanlarından tutun, sağlık, eğitim
ve sosyal güvenlik alanlarına kadar, bir toplum için hayati öneme sahip hangi alan varsa, bu alanın
kamuya ait kurum ve kuruluşları özel mülkiyete, yani bir avuç kapitaliste devredilmesi gündeme
geldi ve uygulamaları da uzunca bir süre önce başlatıldı.
Özelleştirme uygulamalarını meşrulaştırmak için ise, kamu kuruluşlarının zarar ettiği iddia edildi.
Sonra, özelleştirilecek kuruluşların işçilere veya sendikalara devir edilmesi gündeme getirildi. Amaç,
hedef saptırmak, göz boyamaktı. Bugün yalnız Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları, Et Balık
Kurumu, Deniz Nakliyat T.A.Ş., Havaş gibi kuruluşların özelleştirilmesi örneklerini saydığımızda
özelleştirmenin esas olarak bu kuruluşları gümüş tepside kapitalistlere sunmak anlamına geldiğini
görmek mümkündür. Örneğin sembolik olarak 1 liraya Özçelik-İş sendikası önderliğindeki girişime
satılan Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları'nda hisselerin % 35'i fabrika işçilerine devredildi. Yeni
şirket yapısı daha sonra Sabancı ile ortaklığa gitti ve Karçimsa kuruldu. Ve sermaye arttırımı
yapılarak işçilerin pay sahipliği komik oranlarda bırakıldı. İşçiler yönetim organlarına da
katılamadılar ve yine en alt statüde sömürülmeye devam edildiler. Diğer örneklere göz atacak
olursak, Deniz Nakliyat T.A.Ş.'de olduğu gibi, paylar A tipi ve B tipi, "imtiyazlı hisse", "altın hisse"
gibi adlar verilerek bölüştürüldü. A tipi 60 bin imtiyazlı hisse yalnız 6 kişiye verilirken, kalan 47 bin
hisse B tipi olarak işçilere devredildi.2
Yine, kamu kuruluşları zarar ediyor, batıyor denildi. Özelleştirildikten sonra ise tıkır tıkır işlemeye
devam ettikleri görüldü. Havaş örneğini verecek olursak, bu kuruluş 1995'te halen grev devam
ederken değerinin altında Yazeks A.Ş'e satıldı. Satışın ardından 2300 işçiden 1600'ü işten atıldı.
Özelleştirmenin zamanlaması da iyi seçildiğinden grev kırılmış oldu. Daha sonra 1997 yılında 5.
İdare Mahkemesi'nce özelleştirilmesi iptal edilip Anayasa Mahkemesi'ne başvurulduysa da, iptal
uygulaması gerçekleşemedi ve Havaş'ın özelleştirilmesine bal gibi göz yumuldu. PTT'nin T'sinden
POAŞ'a, TEDAŞ'tan Tekel'e, bu ve benzeri örnekler burada saymakla bitmez. Kısaca özetleyecek
olursak, özelleştirme örnekleri parlak başarılar gibi gösterildi ve kamuoyu yanıltılmaya çalışıldı.
Özelleştirme uygulamalarının ardından ortaya çıkan somut veriler de işin vahametini ortaya
koymaktadır: İşten çıkarma oranı tüm özelleşen kuruluşlarda % 53'e varmıştır3, bunun yanısıra
sendikasızlaştırma, ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması ise had safhaya ulaşmıştı.
Diğer alanlarda olduğu gibi, 'Sosyal güvenlik' başlığı altında sayılan ve işçi sınıfının ve
emekçilerin emeklilik, sosyal yardım, sağlık sigortası, malüllük sigortası, hastalık sigortası, analık
sigortası, ölüm sigortası vs. gibi haklarını içeren alana da saldırılar olanca hızıyla sürmektedir.
Neo liberal bakışa göre "sosyal güvenlik boşuna kaynak israfıdır ve bu kurumların ellerinde olan
kaynaklar sermayeye aktarılmalıdır. Devlet bu kurumlara hiçbir yardımda bulunmamalıdır. Ayrıca bu
kurumlar ya batırılmalı veya olursa özelleştirilmelidir. Özel sigortacılık ise teşvik edilmelidir."4 Aynı
biçimde sağlık sektöründe kamusal alanın daraltılarak özel sağlık kuruluşlarının yaygınlaşması
sağlanmalı ve böylece bu alanların sadece parası olanların yararlanabileceği birer kâr aracı haline
gelmesi temin edilmelidir.
Türkiye'de sosyal güvenlik anayasal bir haktır. Sağlığa ve sosyal güvenliği ilişkin düzenlemeler
Sağlık Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve ilgili diğer bakanlıklar bünyesinde
yürütülmektedir. SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur, İş ve İşçi Bulma Kurumu, Sosyal Hizmetler ve
Çocuk Esirgeme Kurumları, Kızılay gibi kurumlar aracılığıyla sosyal sigorta hizmetleri
sunulmaktadır. Bunlardan SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur üyelerinden prim toplayıp, sağlık
sigortası ve emeklilik sigortası hizmeti ve olanakları veren temel kamu kuruluşlarıdır.5
Sosyal Sigortalar Kurumu bünyesinde işçiler sigorta kapsamındadır. 1996 yılı itibarıyla bu
kurumun aktif sigortalı sayısı 4 milyon 600 bin, emekli aylığı alanların sayısı ise 2 milyon 500
bindir.
Emekli Sandığı bünyesinde kamu kesimindeki memurlar sigorta kapsamındadır. Yine 1996 yılı
itibarıyla bu kurumun aktif sigortalı sayısı yaklaşık 1 milyon 900 bin, emekli aylığı alanların sayısı
ise yaklaşık 1 milyon 50 bindir.
Bağ-Kur bünyesinde ise serbest çalışanlar sigorta kapsamındadır. 1996 yılı itibarıyla Bağ-Kur'a
bağlı aktif sigortalı sayısı yaklaşık 2 milyon 700 bin, emekli aylığı alanların sayısı ise yaklaşık 950
bindir.
Bu verilere göre bir genelleme yapılacak olursa, 1996 yılı itibarıyla sigortalı sayısı 10 milyon,
emekli aylığı alanların sayısı ise 4 milyon 500 bin civarındadır. Nüfusun 62 milyon olduğu
gözönünde bulundurulursa, aktif sigortalıların nüfusa oranının yalnız % 14 civarında olduğu
görülmektedir.6

SSK
Dünya Bankası 1 Nisan 1996 tarihinde "Turkey Challenges for Adjustment" [Türkiye Uyum İçin
Uğraşıyor] başlığıyla yayınladığı raporda Türkiye'nin sosyal güvenliğine ilişkin neleri öngördüğünü
duyurmuştu.7 Reform olarak adlandırılan bu raporda emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal yardım
zammının düşürülmesi, primlerin yükseltilmesi gibi başlıklar sıralanıyordu. Bu maddeler, işçi
sınıfının birikimlerine, SSK'nın kaynaklarına göz dikildiği ve sermayenin bu birikimlere sahip olmak
istediği anlamına geliyordu.
1996 yılı başlarında Anayol iktidarının Dünya Bankası'nın direktifleri doğrultusunda Uluslararası
Çalışma Örgütü İLO ve Avusturya Sağlık Sigortası komisyonuna hazırlattığı "Sosyal Güvenlik
Reformu Araştırması" kamuoyuna duyuruldu. Anayol iktidarının bu yasa tasarısının en çok tartışılan
maddesi "mezarda emeklilik" olarak adlandırılan ve emeklilik yaşının yükseltilmesini öngören
maddesiydi. Bu maddede anılan hedeflere göz attığımzda, işçi sınıfının ve emekçilerin kazanımlarına
el konulmak istendiği açıkça görülüyordu, yani özelleştirmenin faturası işçilere ağır bir şekilde
ödetilmek isteniyordu. Ancak, SSK'nın özelleştirilmesi, gayrimenkullerinin satışı, fonlarının özel
sağlık hizmeti veren kuruluşlara aktarılması gibi hedefleri öngören bu yasa tasarısına işverenler alkış
tutuyordu.
Aynı hükümet, Mart ve Nisan aylarında da İLO raporu doğrultusunda ve de işverenlerin görüşleri
doğrultusunda "Sosyal Güvenlik Reformu Yasa Tasarısı"nı hazırlattı. İLO'nun bu raporda oynadığı
rol dikkate alınacak olursa, bugün DİSK ve Türk-İş gibi iki büyük işçi sendikaları
konfederasyonunun hep ulaşılacak hedef olarak gösterdiği İLO'nun da Dünya Bankası'nın önerileri
doğrultusunda hareket ettiğini görüp gerek iktisadi, gerek sendikal alanda yaptığı önerilerin hiç de
işçi sınıfının yararına olmadığını görmek gerekiyor.
Daha sonra Temmuz 1996'da güvenoyu alan Refahyol iktidarı da Ekim 1996'da SSK
gayrimenkullerinin satışını vakit kaybetmeksizin meclis gündemine getirdi. Varolduğu iddia edilen
parasal sorunlar güya gayrimenkuller satılarak çözülecekti. Ancak bu arada SSK'nın işverenlerden
prim alacağını tahsil etmeye yönelik çaba harcanması gerekirken, tam aksi bir tutum sergilendi. 1996
yılı itibariyle SSK'nın prim alacağını tahsil etmeye yönelik hiçbir çaba sarfetmedi.8 Aksine, 1996 yılı
sonuna kadar birikmiş borçları kapsayan yasayla, Şubat itibarıyla, kamudan ve özel sektörden
gecikme cezaları da dahil olmak üzere toplam 281 trilyon 915 milyar lira prim ve sosyal yardım
zammı alacağı affa tabi tutuldu.9 Oysa o tarihe kadar emekçilerin prim payı kesilmeye devam
ediyordu. Böylece, hep uygulanageldiği gibi, kapitalistlere ucuz kredi aktarılması sağlandı ve reform
adı altında anılan talan sayesinde de SSK'nın uğradığı kaybın yükü işçi sınıfının ve emekçilerin
sırtına bindirilmeye çalışıldı.
Haziran 1997'te kurulan Anasol-D hükümeti ise iş başına gelir gelmez sosyal sigorta sisteminde
özelleştirme harekâtına devam edileceğini ve başta Sosyal Sigortalar Kurumu olmak üzere sigorta
kurumlarının özel sektöre devredileceğini beyan etti.
Anasol-D hükümetinin çalışma bakanı Nami Çağan tarafından yapılan son açıklamalar, sağlık
sektöründeki özelleştirmenin hızlandırıldığının işaretlerini vermeye başladı. Nami Çağan, "SSK ile
anlaşmalı doktor" uygulamasının başlatılacağını belirtti; buna göre sağlık hizmetleri artık paralı hale
gelecek ve sigortalı hastalar SSK ile anlaşmalı doktorlara, bu doktorların muayenehanelerine gidecek
ve Türk Tabipler Birliği'nin belirlediği fiyat üzerinden muayene ücreti ödeyecekler.10

Emeklilik
İnsan doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerini yaşayan
insanın gelecek korkusu duymadan yaşaması ve geleceğini tehdit eden olaylara karşı kendini
korumak istemesi en doğal hakkıdır. Ama insanın normal yaşam seyri hastalıkla veya sakatlıkla
sekteye uğrayabilir ve hemen hemen herkesin yaşlandığında kendine bakamayarak geçireceği bir
yaşlılık dönemi olabilir.
"Çalışanların, önceden belirlenmiş bir süreyi tamamladığında kazanılmış bir hak olarak veya
kendi iradesi dışında işsizlik, hastalık, sakatlık veya yaşlılık gibi biyolojik nedenlerle işgöremez
duruma düşmesi halinde, zorunlu olarak kişiye yaşamını devam ettirecek bir aylık bağlanması"11
biçiminde tanımlanabilecek olan emeklilik hakkı günümüzde liberal politikacılar tarafından bir
'kambur' olarak nitelendirilmektedir.
Emekçilerin de ücretlerinden kesilen primlerden biriken ve zaten geçim seviyesinin çok altında
ödenen emekli aylıkları günümüzde bir "lütuf" gibi gösterilmeye çalışılır. Bu yetmiyormuş gibi, kimi
liberal ekonomistler daha da ileri giderek, emekli aylığı alan emeklilerin, devletin sırtında her geçen
gün daha da büyüyen bir yük olduğunu, devletin bu yükü taşımaya mecbur olmadığını, sosyal
güvenlik kurumlarının bu yüzden zarar ettiğini ve bu nedenle sosyal güvenlik alanının
özelleştirilmesi gerektiğini savunur. Yani bu teoriye göre, bu sistemin hiç girdisi yok, hep çıktısı
vardır. Özelleştirme tartışmaları veya 'SSK zarar ediyor, batıyor' denilirken, her nedense
emekçilerden kesilen prim payları unutturulmaya çalışılır. Yukarıda SSK'ya ilişkin verdiğimiz
örneklerde de, ayrıca, sosyal sigorta kurumlarının özel olarak batıyor gibi gösterilmeye çalışıldığını,
bu uygulamadaki amacın, gündemde olan özelleştirmeyi daha da meşrulaştırmak, sermaye kesimine
ve devlete ucuz kredi olanakları sağlamak olduğunu gördük.

Sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişikliklere karşı en güçlü ses emekliler tarafından
yükseltildi. Sosyal güvenlik kurumlarını çökertme girişimlerine karşı emeklilerin haklarını savunmak
üzere mücadele yürüten DİSK'e bağlı Tüm Emekliler Sendikası (Emekli-Sen) başından itibaren
özelleştirmeye karşı çıktı. "Mezarda emekliliğe hayır" sloganından tanıdığımız, kefenli, tabutlu
eylemleriyle devamlı gündemde kalan Emekli-Sen'in tavrı, sendikanın Genel Sekreteri Rasim Öz
tarafından 30 Haziran 1998 tarihli basın açıklamasında şu sözlerle dile getirilmişti: "Son 15 yıldır
artan sigortalı sayısına rağmen, 15 yıl önceki personel sayısı ve hastahane sayısı ile hizmet verilmeye
çalışılarak, hastanelerde kasten yaratılan hasta kuyruklarından sözde kurtulmak için SSK'nın son
mali kaynaklarını da, Şili modeline geçmek için, özel teşebbüse sunmak yerine, onlara verilen bir
yıllık harcama ile alınacak personel ve yapılacak yatırımlarla sağlık hizmetlerimizin kendi sosyal
güvenlik kurumlarımızda da kalıcı olarak çözülmesini talep ediyoruz".12
Bilindiği gibi, Şili sosyal güvenlik sisteminde özelleştirme, diktatör Augusto Pinochet döneminin
İşçi ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jose Pinera tarafından gerçekleştirilmişti. "Şili modeli" Türkiye için
de biçilmiş kaftan olarak düşünülmüş ve hatta Jose Pinera TÜSİAD'lı işadamlarının daveti üzerinde
Türkiye'ye gelmişti. Mayıs 1997'de İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda düzenlenen ve Pinera'nın
katıldığı toplantıya Emekli-Sen Genel Sekreteri Rasim Öz fiilen müdahale ederek, "çalışanların
kendi birikimlerini, sermaye için değil, kendi gelecekleri için kullanacaklarını" beyan etmişti.13
Bugün hızlandırılmak istenen ve yukarıda boyutlarını göstermeye çalıştığımız özelleştirme
yoluyla sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin özel sektöre devredilmesi, insan açısından hayati
önem taşıyan bu hizmetlerin, tek amacın kâr etmek olduğu serbest piyasa sistemine tümüyle teslim
edilmesi ve yalnız parası olanların bunlardan yararlanması sonucunu doğuracaktır. Özetleyecek
olursak, bu alanda özelleştirmenin yol açtığı 'paran yoksa öl' anlayışına dur demek için işçi sınıfının
güçlü şekilde sesini yükseltmeye devam etmesi ve geleceğini çalmak isteyenlere dur demesi
gerekmektedir.
KAYNAKLAR

1 Petrol-İş Yayınları 97/4, Özelleştirme Kimin İçin?, İstanbul, Aralık 1997, s. 10.
2 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, Petrol-İş Dergisinin eki, Petrol-İş Yayın-44, Nisan 1995, s.260-263.
3 Özelleştirme Kimin İçin, s. 20.
4 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, s. 501.
5 aynı eser, s. 501.
6 aynı eser, s. 497-499.
7 aynı eser, s. 501.
8 aynı eser, s. 502.
9 Esra Yener, Banu Salman, "Sosyal güvenlik hak mı, kâr mı?", Cumhuriyet Ekonomi, 18 Ağustos
1997, Sayı 43, s. 8-9.
10 Radikal Gazetesi, 14 Kasım 1998, s.
11 '95-'96 Petrol-İş Yıllığı, s.511.
12 Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Tüm Emekliler Sendikası, 30 Haziran 1998 tarihli
basın açıklaması.
13 Filiz Gümüş, "Böyle model olur mu?", Cumhuriyet Ekonomi, Mayıs 1997, s. 5.

You might also like